Zeki Sarıhan: Cumhuriyet’i anlamak için 5 dakikanızı ayırın Klasik bir bilgidir ama bu yazının girişi bölümü için yinelemekte yarar var: Bir ülkeyi kral, imparator, şah, çar, şeyh gibi tek bir adam yönetiyorsa böyle rejimlere mutlakıyet, onun yetkilerinin bir meclis tarafından kısıtlanmasına meşrutiyet, ülkenin yalnız bir meclis tarafından yönetilmesine ise cumhuriyet denir. Bu tarihsel sıralamada cumhuriyet en demokratik rejim gibi görünüyorsa da bu her zaman geçerli değildir. Ortada bir padişah olmadığı halde ülkeyi demir pençesiyle yöneten ve halka nefes aldırmayan tek parti veya bir askeri cunta tarafından yönetilen cumhuriyetler de vardır. Bunların bir kısmında seçim bile yapılmaz, yapılsa da halkın iktidara gelmemesi için bütün önlemler alınmıştır. Buna karşılık, kralların sembolik hale getirildiği, serbest seçimlerin geçerli olduğu meşrutiyetler, daha çoğulcu ve demokratiktir. Ülkeyi yöneten tek parti, halkın en geniş kesimlerini temsil ediyorsa, böyle bir yönetim de anti-demokratik değildir. İlk çağdaki köleci cumhuriyetleri saymazsak, modern dünyada parlamentoculuk, demokrasi ve cumhuriyet, kapitalizmin anavatanı olan Avrupa’da ortaya çıktı. Amerika’ya ve dünyanın diğer bölgelerine buradan yayıldı. Burjuvalar, feodalizmin kurumlarını yıkarak kendi kurumlarını yarattılar ve toplumsal zenginlikten aslan payını bu yolla almaya başladılar. Osmanlı aydınları, Türk ve İslam olmayan unsurların imparatorluktan ayrılmasını önlemek, bunların, Türk ve İslam unsurunun kısıtlı da olsa yönetimde söz sahibi olmasını sağlamak için bir anayasa hazırladılar ve bunu 1876’da İkinci Abdülhamit’e kabul ettirdiler. Toplanan parlamento, 1877/1878 Osmanlı-Rus savaşında hükümetin tutumunu eleştirince, ülkeyi tek başına yönetmek isteyen Abdülhamit, meclisi dağıttı ve anayasayı askıya aldı. Batıdaki gibi güçlü bir burjuva sınıfı oluşmadığı için onun bu tutumuna direnişler yeterli olmadı ve Türkiye, 1908’e kadar 30 yıl bu padişahın keyfi yönetimi altında kaldı. Aydınların özgürlük mücadelesi, gitgide halk tabakalarına yayıldı ve 1908’de patladı. İkinci Abdülhamit, anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. 23 Temmuz, Türkiye’nin ilk millî bayramı olarak ilan edildi. Basından sansür kalktı, dernekler, partiler kuruldu. Bütün unsurlar, özgürlüğün tadını çıkarmaya başladılar. Ne var ki, bu rüya uzun sürmedi. Meşrutiyet’in ilanına giden yolda en başta rol oynayan İttihat ve Terakki Partisi, birkaç yıl içinde kendini yönetimin tek sahibi ilan etti. Diğer örgütleri yasakladı. Kendisi ve Türkiye için büyük bir kumar oynayarak Almanların isteği ile Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı’na soktu. Padişahlar,
İngiltere’deki gibi artık hükümetin önlerine getirdiği kararları imzalamaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Ülkenin iyi veya kötü yönetilmesinden artık padişah değil, seçimle veya darbeyle iktidara gelen sivil ekipler sorumluydu. 1918’de savaştan yenik çıkan ülkede, çok sesli bir demokratik hayatın yeniden kurulacağı umuldu. Yeniden siyasi partiler kuruldu. Çok geçmeden istilacıların gölgesi altında bir demokrasi olamayacağı anlaşıldı. Basına yeniden sansür konuldu. Padişah Meclis’i kapattı. Anayasaya aykırı olarak seçim yapılmadı. Anadolu’da gelişen millî bağımsızlık ve demokrasi hareketi, Damat Ferit Hükümeti’ni yıkmayı ve seçim yaptırmayı başardıysa da Son Osmanlı Mebuslar Meclisi, Misakı Milli’yi ilan edince, Müttefikler, Kuvayı Milliye’yi sindirmek için başkent İstanbul’u işgal ettiler, parlamentoyu dağıttılar ve kuklaları olan Damat Ferit Paşa’yı yeniden başa geçirdiler. CUMHURİYET’İN KURULUŞU: 23 NİSAN 1920 Birinci Dünya Savaşı içinde 1917 Rus Devrimi’nden başlayarak monarşilerden birçoğu yıkıldı, yeni devletler doğdu ve bunlar cumhuriyetle yönetilmeye başladılar. Türkiye’de birçok aydının kafasında artık cumhuriyete geçme düşüncesi vardı. Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Sivas’tan Ankara’ya gelirken uğradığı Hacıbektaş’ta Alevi dedesi, ondan cumhuriyet idaresinin kurulmasını istiyordu. Ancak savaş içinde cumhuriyetin ilanı, bağımsızlıkçı muhafazakârlarla yenilikçi önderlerin arasını açabilir, zafer tehlikeye düşebilirdi. Türkiye’de cumhuriyet, adı konulmadan 23 Nisan 1920’de, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla kuruldu. Meclis üzerinde artık Padişah’ın gölgesi yoktu. Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve köylüler Meclis’e vekillerini gönderememiş olsalar da, mebusların çoğunluğu bunun yokluğunu hissediyor, bu açığı kapatmak için bu yönetimin Sovyetlerde olduğu gibi bir “Şura” yönetimi olduğunu söylüyordu. Halkçılık ilkesi bu dönemin ürünüdür. Kemalizm’in altı ilkesinden biri olarak sonradan anayasaya alınmışsa da o artık milliyetçilikle eş anlama kullanılmıştır. Çeşitli eğilimlerden aydınların ve eşrafın temsil edildiği Büyük Millet Meclisi idaresi, Türkiye’nin o güne kadar gördüğü en geniş katılımlı ve demokratik idaresiydi. Devletin adı Türkiye Devleti, hükümetin adı ise TBMM Hükümeti oldu. 1960 yılına kadar da ondan daha çok sesli, daha demokratik bir yönetim kurulamayacaktı. Büyük Zafer’den sonra toplanan Lozan Konferansı’na Müttefikler İstanbul Hükümeti’ni de davet etmeye kalkışınca Meclis’te Padişahlığın ve Halifeliğin
kaldırılması gündeme geldi. Muhafazakâr mebusların direnmesi üzerine padişahlıkla halifeliğin ayrılması kararlaştırıldı ve padişahlık kaldırıldı. 1 Kasım 1922 günü Hâkimiyeti Milliye Bayramı olarak ilan edildi. Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindi artık. CUMHURİYET NEDEN VE NASIL İLAN EDİLDİ 1920 Meclisi, bakanları tek tek seçerek hükümet kuruyordu. Büyük Zaferle, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın prestiji en yüksek noktasına çıkmış olsa da Meclis’te hâlâ zaman zaman onun göstereceği adayları seçmeyen bir çoğunluk vardı. 1923 yılı Ekiminde bu nedenle bir hükümet buhranı patlak verdi. Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği adaylar seçilemiyordu. Onun isteğini; başbakanı ataması, başbakanın da bakanlar listesini hazırlayıp onun onayına sunması, sonra Meclis’ten güvenoyu isteme yöntemi karşılayabilirdi. Yakın arkadaşlarını buna razı etti ve salt çoğunluk sağlanarak kısa bir anayasa değişikliği ile yeni sisteme geçildi. Yeni rejimin adı cumhuriyet konuldu. Mebusların yarıya yakınının katılmadığı oturumda Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçildi. Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım tarihinde kutlanacak Hâkimiyeti Milliye bayramının yerini 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı aldı. 23 Temmuz Hürriyet Bayramı da terk edildi. Cumhuriyetin Meclis’te yeterince tartışılmadan ve kamuoyundan habersiz aniden ilanı, bazı çevrelerde Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini artıracağı gerekçesiyle tedirginlik yarattı. Hatta hürriyetin suya düştüğünü resmeden “Cum-hürriyet” yazılı karikatür bile yayımlandı. Bir hükümet kurma biçimi olarak basit görünse de cumhuriyetin ilanı ile Türkiye, yeni bir rejime kuvvetli bir adım atmış sayıldı. Yeni dönemin hedefi, Türkiye’yi Batılılaştırmak ve eski rejim ve kültürle bağlarını koparmaktı. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden kadro ve kişilerden Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesini kabul etmeyenler tasfiye edildi. 1924’te Halifelik kaldırıldı. Şer’i ye ve Evkaf Vekâleti lağvedilerek medreseler kapatıldı. 1925 Doğu isyanı gerekçe gösterilerek bütün ülkede bir çeşit sıkıyönetim olan Takriri Sükûn Kanunu uygulanmaya başlandı. Basın denetim altına alındı. Ülkede yeniden tek partili bir rejim kuruldu. 1926’da İzmir suikastı gerekçesiyle son kalan muhalifler de saf dışı edildi. Başlangıçta orta sınıfları, ticaret burjuvazisi ve aydınları temsil eden Cumhuriyet Halk Fırkası, Türkiye’yi Batılı bir ülke yapmak için heyecanla işe başladı. 1926’da Medeni kanun, 1928’de yeni Türk alfabesi kabul edildi. Bu olumlu gelişmelere karşın yönetimin sınıfsal tabanı giderek daraldı. Hiçbir muhalefete izin verilmedi. Baştan
beri reformları desteklemiş öğretmenlerin, kadınların, gençlerin örgütleri bile kapatıldı. Kamuoyuna izin verilmediği için yönetimde keyfilik arttı. Parti ve hükümet çevresinde kümelenmiş bir takım insanlar zengin olurken halk kitlelerinin sosyal refahında umulan gelişme olmadı. Bu durum, kitleleri patlama noktasına getirdi. 1930’da denenmek istenen iki partili sistemde yönetim seçimleri kaybedebileceğini anlayınca yeniden tek partili yaşama ve şeflik sistemine dönüldü. Mebuslar gerçekte atama sistemiyle belirlendi. Hemen bütün yasa tasarıları Meclis’te oybirliği ile geçiyordu. Her seçimde mebusların yaş ortalamaları yükseldi. Genç cumhuriyet, fiziki olarak da ideal olarak da yaşlandı. Devletle parti birleştirildiği için Cumhuriyet Halk Partisi de işlevini yitirdi. TEK PARTİLİ YERİNE İKİ PARTİLİ CUMHURİYET Bu rejim, İnönü’nün Millî Şefliği zamanında da sürdürüldü. Yönetimin en büyük iyiliği, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan dersle ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamaktır. Savaş sonunda hükümet, kapitalist dünya ile Sovyet Bloğu arasındaki denge rolünü terk ederek kapitalist dünyanın müttefiki olmayı tercih etti. Bu bloğun yönetim biçimi, çok partili parlamenter demokrasi olduğu için Türkiye de bu sisteme geçmek zorunda kaldı. Ancak sol partilerin kurulmasına izin verilmedi ve kurulanlar da kapatıldı. Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, bu yeni rejimin denetçileriydiler. 1946’da yapılan seçimlerde iktidar partisi sonuçlara müdahale etti ve dört yıl daha ülkeyi yönetti. 1950’de yapılan serbest seçimlerde, yoksulluk ve hürriyetsizlikten bunalan kitleler, emekçi partiler de yasak olduğundan Demokrat Parti’ye aktılar. İktidarın yeni sahipleri, eski rejimden de sorumlu oldukları için “Devri sabık” yaratmayacaklarını söylediler ancak tek parti döneminin bazı uygulamalarını törpülediler. Demokrat Parti döneminde ülkeye yabancı sermaye girdi, tarımda makineleşme hızlandı, Köylü kitleleri kentlere akmaya başladı. Tek dereli seçim, kitleleri politikleştirdi. Ancak Demokrat Parti, Meclis’te kazandığı çoğunluğa dayanarak, muhalefet üzerinde diktatörlük uygulamaya başladı. 27 Mayıs Devrimi, Cumhuriyet’in yeni koşullarda bir restorasyonuydu. Hem tek partili rejimin, hem de çoğunluk partisinin yaratabileceği sıkıntılar göz önüne alınarak 1961 Anayasası, egemenliği çeşitli kurumlar arasında paylaştırdı. Yasama, yürütme, yargıyı birbirinden ayırdı, özerk kurumlar oluşturdu ve parlamento çoğunluğunu senato ile dengelemek istedi. Böyle bir ortamda emekçi kitlelerin örgütlenme ve mücadele yolu da açılmış oldu. İşçi, memur, gençlik, kadın kesimleri hızla örgütlendiler ve mücadeleye atıldılar. Ülke birkaç yıl koalisyonlarla yönetildikten sonra iktidar, sağcı ve Amerikancı güçlerin eline geçti. Yükselen halk muhalefeti başarıya ulaşabilseydi, Türkiye emperyalist sistemden kopabilirdi.
Türkiye gibi Ortadoğu’da çok önemli bir konumda bulunan ülkeyi kaybetmek istemeyen ABD, bağımsızlık ve halkçılık akımlarının karşısına din ve milliyetçilikle çıkan güçleri örgütledi. NATO içinde örgütlenmiş Gladyo’yu devreye soktu. Yaratılan kargaşaya bir son vermek ve orta sınıfların kaybedilen iktidarını yeniden kurmak için ordu içinde bazı subaylar darbe yapmak için harekete geçtilerse de (9 Mart 1971), ordunun Amerikancı üst yönetimi bunu önleyerek darbeyi kendisi yaptı (12 Mart 1971). Atatürkçülüğü egemen kılmak söylemiyle sol Kemalistleri ve emekçi hareketini tasfiye etti. Amerika ile bağlar güçlendirildi. Türkiye serbest seçimsiz yapamazdı. 1973’te yapılan seçimlerde artık ortanın solunda bir konum alan Ecevit’in başında bulunduğu CHP birinci parti olarak çıktı. CHP kendini yenilemeye çalıştı. Buna ayak uyduramayanlar partiden ayrılarak yeni bir parti kurdular (Güven Partisi), ancak bir varlık gösteremediler. 1961-1965 arasında uygulanan koalisyonlar dönemi 1973’te yeniden başladı. Halk muhalefeti de yeniden yükseldi. Gladyo’nun emrindeki milliyetçilerin saldırılarıyla ülke gene karıştırıldı. Bunu bahane eden ordunun üst yönetimi, emir ve komutayla 1980’de yeni Amerikancı bir darbe yaptı ve ülkenin anayasal, siyasi ve toplumsal yapısında köklü bir değişikliğe gitti. HALK İKTİDARININ YOLLARINI AÇMAK Tarihsel özetlemeyi burada keserek bundan sonuç çıkaralım: Dünyada tabanı çok dar ve oldukça geniş çeşitli cumhuriyetler vardır. Bu nedenle “cumhuriyet” kutsal bir kavram değildir. Türkiye için cumhuriyet, başlangıçta Batılılaşmanın adı olmuştur; günümüzde de geniş bir kesim tarafından modern hayat tarzı, laik bir düzenle eş anlamda kullanılmaktadır. Tam da bu nedenle, iktidar çevreleri, bu cumhuriyete soğuktur. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Osmanlıdan kalan feodal kurumların tasfiyesini sorun yapmakta ve muhafazakâr bir toplumu yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Günümüzde cumhuriyet kavramı, modernizmle muhafazakârlık tartışmaları arasına sıkıştırılmış bulunmaktadır. Sosyalizmin 1990’dan sonra büyük bir değer kaybına uğramasından ötürü, cumhuriyeti halk iktidarı olarak anlama düşüncesi de oldukça zayıflamıştır. Cumhuriyetin yıkıldığını ileri sürmek yerine ona hükmedenlerin değiştiğini, yeni iktidar sahiplerinin ona kendi renklerini vermeye çalıştığını söylemek daha doğrudur. İktidar, Tanzimat’tan beri toplumun yöneldiği Batılı yaşam tarzından geleneksel-muhafazakâr bir yaşam tarzına dönülmesini özendirmektedir. AKP iktidarı altında cumhuriyetin bir zenginler cumhuriyeti, ABD’ye bağımlı bir cumhuriyet vasfı değişmemiştir. 12 Eylül rejimi, devletin ideolojisini “Türk-İslam
Sentezi” olarak belirlemişti. AKP iktidarı, bu ideolojiyi Sünni İslam muhafazakârlığı olarak değiştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin buraya kadarki serüvenine bakarak yapılması gereken, bütün halk sınıflarının ortak çıkarlarını gözeten, bu nedenle de “Demokrasi” nitelemesini hak eden yeni bir yönetim kurmaktır. Muhafazakârlıkla mücadele ederken 1930’lu yılların simgelerine sarılmak, onları kutsamak, istenilen sonuçları vermez. Bir ırmakta iki kez yıkanmak mümkün değildir. Halkı örgütleyerek ve onu kendi çıkarları doğrultusunda bilinçlendirerek halk iktidarının yollarını açmaktan başka çözüm yolu yoktur. Ülkenin bilimde, teknikte ilerlemesini, aydınlanmayı ve sosyal refahı da böyle bir iktidar gerçekleştirebilir. Türkiye halkının bunu başaracak tarihsel birikimini canlandırmak gerekir.
Zeki Sarıhan: 15 soruda Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta TBMM’nde Köy Enstitüleri Yasası kabul edildi. Kuruluşlarının 74. yılında Enstitüleri anma toplantıları düzenleniyor. Bu vesile ile Köy Enstitüleri hakkında bildiğim gerçekleri 15 soruda özetlemek isterim. 1) NEDEN AÇILDILAR? Köy Enstitüleri, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un 1939’da yayımlanan “Canlandırılacak Köy” adlı kitabında belirttiği gerekçelerle, kapalı bir ekonomi ve toplum hayatı yaşayan Türk köyüne kapitalist ilişkileri ve buna bağlı olarak da Kemalist ideolojiyi, köyden yetişmiş aydınlar yoluyla sokmak amacıyla açıldılar. 1940 istatistiklerine göre nüfusun yüzde 75’i köylerde yaşıyordu ve köyde öğrenim çağındaki çocukların ancak yüzde 25’i öğrenim imkânına sahipti. Mevcut öğretmen yetiştirme sistemiyle köye ulaşmak ve köyün çehresini değiştirmek mümkün değildi. 2) ENSTİTÜLERİN DİĞER EĞİTİM KURUMLARINDAN FARKI NEYDİ? Türkiye’de Fransız eğitim sisteminden aktarılma bir eğitim anlayışı vardı. Bu sistem kentli burjuva toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyordu. Mevcut sistem, bilgi sahibi insan yetiştirmeye hizmet ediyordu. Bununla feodalizm yıkılamaz ve köy nüfusu kapitalizme açılamazdı. Enstitü öğrencisi hem bilgili hem de üretici olacaktı. 3) KÖY ENSTİTÜLERİ DEVRİMCİ KURUMLAR MIYDI?
1940’ta Türkiye’de devrimci olan bir cumhurbaşkanı, hükümet veya parlamento yoktu. Kemalist devrim kabuklaşmış ve halkın sırtına bir yük haline gelmişti. Enstitülerin sistemin aleyhine çalışarak işçi ve köylülerin bürokratik-kapitalist bir iktidarı yıkması, yerine bir halk iktidarı kurulması amacıyla var edildiğini söylemek zaten mümkün değildir. Enstitülerle, 1940’a kadar ülkede yerleştirilmeye çalışılan siyasi ve sosyal düzeni köye de taşımak isteniyordu. 17 Nisan 1940’ta Meclis görüşmelerinde yasaya tek bir muhalif oy bile çıkmaması, sistemin ondan beklentilerine kanıttır. O dönemde ülkede özgür tartışma, gerçek bir parlamenter hayat yoktu. Bütün yasalar hükümetten geldiği gibi oy birliğe ile geçerdi. 4) ENSTİTÜLER, GEREK EĞİTİMDE, GEREK SİYASİ HAYATIMIZDA NEDEN UNUTULMAZ BİR İZ BIRAKTI? Enstitüler, köyün eğitilmesi konusunda özgün bir buluştu. Türkiye’nin koşullarını hesaba katmıştı. Yalnızca bu durum eğitimcilerin ona ilgi duymasını haklı kılar. Fakat daha önemlisi, enstitü çevresi halkçı bir iklim sundu ve burada sosyalist görüşler filizlenmeye başladı. Şöyle de söylemek yanlış olmaz: “Enstitüler, sistemden kaçırılmış kurumlardır!” Fakat hiçbir sistem, kendi aleyhine işleyecek bir uzvuna izin vermez. Dönemin iktidarı bu kaçağı çok geçmeden fark etti ve onu yola getirdi. İz bırakan, unutulmayan sistem değil, bu “kaçak”tır. 5) ENSTİTÜLERDE HALKÇILIK NASIL FİLİZLENDİ? 1940’ta Türkiye’de halkçılığı baskı altına almış siyasi bir tek parti yönetimi vardı. Fakat Türkiye büyük bir ülkedir. 1920’li yılların solculuğu bastırılalı henüz 15-20 yıl geçmişti. Her an sola açılacak aydınlar mevcuttu ve bunlar CHP ve devlet içinde de bulunuyorlardı. İsmail Hakkı Tonguç, onun yardımcısı Ferit Oğuz Bayır, onların seçtiği okul müdürleri, hümanist Hasan Ali Yücel’in koruyucu kanatları altında kendilerine özgü bir alan yarattılar ve burada halka hizmet ruhuyla donanmış öğretmenler yetiştirmeye başladılar. 1940’ların iktidar ideolojisi olan Kemalizminin gerek halk için, gerek aydınlar ve gençlik için bir çekiciliği kalmamıştı. O tarihlerde ülkede iki akım alttan alta aydınları etkiliyordu: Turancılık ve sosyalizm. Bazı yüksek öğrenim kurumlarında Turancılık, enstitülerde ise sosyalizm uç verdi. Fakir Baykurt’un anılarında (Köy Enstitülü Delikanlı) bu durum açıkça anlatılmaktadır. 6) KÖY ENSTİTÜLERİ NİÇİN KAPATILDI? Yönetim, kısa zamanda Enstitülerin onlar için çizilmiş sınırlar dışına taşmakta, yani “elden çıkmakta” olduğunu görerek, Tonguç başta olmak üzere yöneticilerini
değiştirdi. Köy kalkınması için düşünülen programlar da artık serbest piyasaya teslim edildiğinden enstitüler gereksiz hale getirildi, 1954’te adları da değiştirilerek klasik birer öğretmen okulu yapıldılar. 7) ENSTİTÜLER AMACINA ULAŞTI MI? Enstitüler, köyleri tanıyan, eli kalem tutan, görevlerine bağlı bir öğretmen kuşağı yetiştirdi ancak onların köyün siyasi, ekonomik ve sosyal hayatını değiştirmeleri mümkün değildi. Eğitim seferberliği; toprak reformu ve sanayileşme ile bütünleşemedi. Bütün enstitü kadroları bir araya gelseydi bir liman ve 100km. asfalt karayolu yapamazlardı. Bu işi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeye girecek olan yabancı sermaye ve teknoloji başaracaktı. Bu kalkınma hareketi, ne yazık ki ülkeyi dışarıya bağımlı hale de getirdi. 8) KÖYLÜLER KÖY ENSTİTÜLERİNE SAHİP ÇIKTI MI? Köy kalkınmasını, köyün canlanmasını sağlamak için kurulan enstitüler kapatılırken köylüler bu kurumlara sahip çıkamadılar. Zaten köylüler devlet tarafından pasif durumda tutuluyordu. Hiçbir örgütleri yoktu. Gençlere ise ancak Tan gazetesini tahrip edecekler ise izin veriliyordu! Köylüler tek parti döneminde yaşanan yoksulluk ve baskıdan kurtulma isteğindeydiler. Kendilerini 1950’den sonra daha iyi hissettiler. Hem çarıktan kara lastiğe geçebildiler, hem de istedikleri partiye oy vermeye başladılar. Bu arada köy enstitüleri de kim vurduya gitti. . 9) ENSTİTÜLERİ AĞALAR VEYA AMERİKA MI KAPATTIRDI? Her ikisi de doğru değildir. Bunlar, kabahati İnönü’nün üzerinden savuşturmak için üretilmiş komplo teorisidir. Açılmaları da kapatılmaları da Türkiye’nin kendi iç siyasi gelişmeler nedeniyledir. Ağaların enstitülerin açılmalarına bir itirazları olmamıştı. Siyasi nüfuzları da enstitüleri kapattıracak ölçekte değildi. Amerikalı John Dewey, enstitü tipi eğitimi öğütlemişti. Enstitülerin sonu Amerika Türkiye’ye girmeden daha 1946’da görünmüştü. UNESCO, bir kalkınma modeli olarak enstitü tipi kurumları az gelişmiş ülkelere önermiştir. Fakat artık bunlar halkçı kurumlar değil, kırsalı kapitalizme açan bir çeşit tarım okulu olacaktı. 10) ENSTİTÜLERİN YETİŞTİRDİĞİ ÖĞRETMEN TİPOLOJİSİ NASILDIR? Enstitüler, ortalama olarak Atatürkçü ve Halk Partili öğretmen yetiştirdi. İçlerinde sosyalist olanlar pek azdı ve bunların bir kısmı da 1960’dan sonraki ortamda sosyalist oldular. Bir enstitü mezununun en son yayımlanan anı kitabındaki şu satırlar,
ortalama enstitü çıkışlının görüşlerine örnek sayılabilir: “İleriki yıllarda da epey gözlemledim. Halk böyle istiyor, halkın dediği olur türü siyasetler yapıldı. Halka çok ödünler verildi. Genç cumhuriyetin ilkeleri çiğnendi. Hiçbir devrim halka danışılarak yapılmaz. Halkın gelişmesine yönelik devrimi başlangıçta halka anlatamazsınız. Gelenekselleşmiş yapıyı kıramazsınız.” Fakat İsmail Hakkı Tonguç, Ferit Oğuz Bayır ve Fakir Baykurt gibi Enstitücüler olaya böyle bakmıyorlardı. 11) KÖY ENSTİTÜLERİ YAŞASAYDI KÜRT HAREKETİ DE OLMAZ MIYDI? Bu görüş tamamıyla yanlıştır. Bunu savunanlar, enstitüler yaşasaydı Kürt nüfusun asimile edilmiş olacağını, ya da Kürt köyleri de kalkınmış olacağından Kürtlerin düzenden şikâyeti olmayacağını varsayıyorlar. Kürt hareketine, Kürtlerin ister enstitüde, ister lise veya üniversitede okumuş kesimi tarafından önderlik yapılmaktadır ve bu hareket feodal bir hareket de değildir. İster Köy Enstitüsü ister Öğretmen Okulu mezunu olsun, öğretmenler onlarca yıl görev yapsalar bile Kürt köylülerini asimile edemedi. 12) KEMAL TAHİR VE ATİLLA İLHAN GİBİ SOLCULARIN ENSTİTÜ KARŞITLIĞINI NASIL YORUMLAMAK GEREKİR? Türk edebiyatının bu iki değerli adından Kemal Tahir İttihatçıdır ve Kemalizme karşı olduğu için enstitülere de karşı olmuştur. Atilla İlhan ise İnönü döneminde hapsedilip zulüm gördüğü için, o dönemin bir ürünü olan enstitülere karşı olmuştur. Her ikisinin tutumu da duygusaldır ve yanlıştır. Bu olay herkese doğru bir yöntem de sunmaktadır. Tek Parti dönemi siyasi bakımdan kötü ise o dönemde yapılan her işin kötü olmadığı, ya da Köy Enstitülerinin iyi birer kurum olmasının Tek Parti döneminin siyasi yapısının da iyi olduğu yolundaki genellemelerden sakınmak gerekir. 13) ENSTİTÜLER YENİDEN AÇILABİLİR Mİ? Enstitüler, köylük bir ülkenin eğitim ve kalkınma projesi idi. Günümüzde köy nüfusu yüzde 20’lere kadar inmiştir ve köyler şehirlerle bütünleşmiştir. Köye gidecek hizmetleri artık tek bir kişiye yüklemek, onu mecburi hizmetle 20 yıl köyde tutmak, maaşının bir kısmı yerine kendisine toprak ve iş makineleri vermek mümkün değildir. Enstitüler, yaşasalardı bile 1960’lardan sonra işlevlerini yitirirlerdi. Zaten taşımalı eğitimle köy okullarının büyük bir kısmı kapanmıştır. 15-20 öğrencilik köy okullarını açıp bunları tek bir öğretmene teslim etmek de doğru değildir. 14) ENSTİTÜLERİN MİRASINDAN NASIL YARARLANABİLİRİZ?
Enstitüler, insanın yaparak yaşayarak öğrenmesi, eğitim programlarının ülke koşullarına uygun olması, okuma çabası, öğretmenlerin birer ülkü sahibi olması, eğitimde fırsat eşitliği, eğitim kurumlarda demokrasi gibi konularda ulusal eğitimde yararlanılacak önemli bir birikim bırakmıştır. 15) KÖY ENSTİTÜLERİNİ EN İYİ ANLATAN KİTAP HANGİSİDİR? Enstitüler hakkında ülkemizde 300’den fazla kitap yayımlandı. Bunların önemli bir bölümü anılardır. Enstitülerle ilgili en derli toplu olanı Kanadalı bir sosyolog olan Fy Kirby’nin 1960 sonrasında yayımlanmış “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabıdır. Konuya dışarıdan bakabilmesi, enstitüleri Türk eğitim tarihi içinde yerli yerine oturtması, verilerinin sağlam ve analizlerinin güvenilir olması, alan araştırmalarına dayanması, kitabın değerini artırmaktadır.
Zeki Sarıhan: Dini hoşgörü yaygınlaşıyor Taksim Direnişi, bize iftarlarda “Yeryüzü Sofraları” kurmayı da öğretti. Ramazanın ilk günü akşamı İstiklal Caddesi’nde boydan boya kurulan bu sofra, kentlerin başka caddelerine ve parklarına yayıldı. Diğer bütün derslerini bir yana bıraksak bile Haziran Direnişi’nin ilham ettiği bu yeni anlayış paha biçilmez değerdedir. Bunun için 90 yıl geç kalınmış da olsa zararın neresinden dönülse kârdır… Yeryüzü sofraları, laik aydınlarla düzene karşı dindarların buluşma yeridir. Bu nedenle iktidar çevreleri için büyük bir tehlike çanıdır. Bundan ötürü olacak, İstanbul halkı yeryüzü sofralarında buluşmasın diye daha sonraki gün İstiklal Caddesi’nde yer sofrası kurulacak caddeye tomalar yerleştirilmiştir. Ancak bu hareket bütün yurda yayılma istidadındadır. Ben de Ankara Güven Park girişinde düzenlenen böyle bir sofraya iki kez katıldım. Herkes gibi gazete serilmiş betonun üzerine bağdaş kurdum. Evlerden getirilen veya marketten satın aldığımız yiyecekleri kardeşçe bölüşerek ezanı bekleyip akşam yemeğimizi yedik. 70 yıllık ömrümde ben böyle bir durumu rüyamda bile göremezdim. Çünkü rüyalar sonuçta gerçek hayatın birer gölgesidirler. Bir araştırma yapma imkânım olmadı ama benim katıldığım sofradakilerin büyük çoğunluğunun oruçlu olmadığını sanırım. Yeryüzü sofralarında henüz, orta sınıf ve küçük burjuva aydınların ekmeklerini bölüşmek istedikleri gecekondu halkıyla köylüler buluşabilmiş değildir. Buna daha zaman olduğu anlaşılıyor. Fakat bu hareket en azından aydınlar arasında yeni bir zihniyet devrimi yaratmaya adaydır. Bu devrim, din olgusuna bakışta kendini gösterecektir. Devrimci ve demokrat aydınlar, bu iftar sofralarını kurarak emekçi dindarlara şu mesajı vermektedirler: “Şimdiye
kadar ihmal ettiğim bir şey yapıyorum. Seni anlamaya ve seninle birlik olmaya çalışıyorum. Sen de beni anla. ” DİNİ HOŞGÖRÜ YAYGINLAŞIYOR Tanzimat’tan beri aydınların önemli bir kısmı Batı yaşam tarzını kendine rehber edindi. 150 yıldır aydınlar, ülkenin geri kalmasında sorumlu olarak İslamiyet’i gördü. Onunla bağları koparmayı tercih etti. “İslamiyet’in bastığı yerde ot bitmez” diye yazan araştırmacılarımız, çan sesinden değil ezan sesinden rahatsızlık duyan eğitimcilerimiz, Müslüman mezarlığına gömülmemesini vasiyet eden yazarlarımız, Hıristiyan dinine girmeyi marifet sayan sanatçılarımız oldu. İlericiliği ve gericiliği bunun üzerinden ifade ettiler. Kaç köşe yazarından Ramazan ayı boyunca ülkenin üzerine kara bir örtü örtüldüğünü okumadık? Böylece laik aydınlarla geniş emekçi yığınları arasında bir duygu uçurumu doğdu. Sosyalist aydınlar da bu bölünmede emekçilerin değil, burjuvaların yanına düştüler. İktidarların serbest seçimlerle belirlenmediği, daha doğrusu halk kesimlerinin iktidardan uzak tutulduğu dönemlerde bir sorun yoktu. Ne zaman ki, herkesin iradesi sandıkta eşit sayıldı, o tarihten beri dindarın iradesi de iktidarın belirlenmesinde rol oynamaya başladı. Bir kısım politikacılar, iktidara gelebilmek için geniş halk kesimlerinin gelenekçi ve dindarlık duygularına hitap etmeye başladılar ve bundan kazançlı çıktılar. Laiklik, politikanın kenarlarına sürüldü. Yeryüzü sofraları, gerçekte din üzerinden değil, geleneğin olumlu yanları üzerinden kapitalizmi hedef alan bir eylemdir. AKP iktidarının İslamiyet’i sömürü ve dışarıya bağımlılık siyasetinin aleti haline getirmesine bir isyandır. Aynı zamanda İslamcı yeni zenginlerin ekonomik kaynakları ele geçirip şatafatlı hayat sürmelerine karşı sade yaşamayı kutsayan ve milleti buna davet eden bir çağrıdır. Şimdi bunca sandık yenilgisinden ve emekçileri örgütleme ve harekete geçirme projelerinin başarısızlığından sonra, devrimciler, yoksulların ruh halini anlamaya çalışıyor. Geçen yıl uç vermişti, bu yıl Haziran Direnişi ile iyice açığa çıktı ki, ülkede kendilerine Antikapitalist Müslümanlar diyen bir akımın sözcüleri de vardır. Şimdi iftar sofralarında laikliklerle Müslüman sosyalistler, ülkenin bağımsızlığı, demokrasi ve emeğin hakkının alınması için bir araya geliyor. Yeryüzü sofralarına katılan devrimcilerin dini siyasete alet ettikleri söylenemez. Çünkü bu yer sofralarında bir araya gelenler, birbirlerini aldatmıyorlar. Birbirlerini olduğu gibi kabul ediyorlar. Farkında mısınız bilmem: AKP iktidarının toplumu muhafazakârlaştırma projelerine rağmen halk arasında dinî hoşgörü yaygınlaşıyor. Örneğin bundan 10-15 yıl
öncekinden farklı olarak her şehirde ve hemen her kasabada oruç tutmayanların yemek yiyecekleri mekânlar artıyor. Aslında oruç tutmayanların oranında da bir artış var. İslamlık artık, oruç tutmak, namaz kılmak, başını örtmek, sakal bırakmaktan ibaret bir din olmaktan çok, “insan olmak” yani adaletli davranmak, başkalarını da düşünmek, doğru söylemek, memleketi ve milleti için çalışmak biçiminde anlaşılmaya başlanmıştır. Yeryüzü sofralarında insanları bir araya getiren anlayış da budur. Millî Eğitim Bakanı Avcı’nın da başlangıçta ifade ettiği böyle bir birleşmeyi sağladığı için Başbakan’a ne kadar teşekkür etsek azdır… “Yeryüzü Sofraları”nın, belediyelerin ve bazı devlet kurumlarının düzenlediği toplu iftar yemeklerinden, hısım, akraba ve komşuların birbirlerini davet ettikleri iftar yemeklerinden bambaşka anlamı vardır. Bu hareket, şimdiye kadar mezhep ve inançların dikine böldüğü toplumun, sınıf esasına göre enine bir mevzilenmesini anlatıyor. Daha açık bir anlatımla dindar olsun olmasın, halk sınıfları, sistemin sahiplerine karşı birlikte mücadele edebileceklerini gösteriyor. Yaşam tarzına göre değil, sınıf esasına göre… İşin bam teli burasıdır. Yani ancak bu yolla “kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak”tır.
Zeki Sarıhan: Demokrasinin zaferidir Lozan 90 yıl önce 24 Temmuz 1923’te Türkiye Devleti ile İtilaf Devletleri ve ilgili diğer bazı devletlerarasında İsviçre’nin Lozan kentinde “Lozan Barış Anlaşması” imzalandı. Bu anlaşmayla Türkiye, karşı taraftaki devletlere uğrunda dört yıl savaştığı Misakı Millisini esas olarak kabul ettirdi. Yeni devlet, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla doğmuş, Büyük Zafer’den bir süre sonra 1 Kasım 1922’de Padişahlık da kaldırılınca “Genç, dinç ve yeni bir Türkiye”, milletler topluluğu içinde haklı yerini almıştı. Lozan, hangi politikaların eseridir? 90. yıldönümünde bunu hatırlamakta yarar vardır. İSMET PAŞANIN ARKASINDAKİ KUVVET Başlarında İsmet Paşa’nın bulunduğu Türk delegeler, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını tescil ettirmek için İngilizlerle zorlu bir pazarlık yaparken, hiç şüphe yok ki, kulaklarında İzmir’e doğru düşmanı yıldırım hızıyla kovalayan atlıların nal seslerini duyuyorlardı. Oraya İnönülerde, Sakarya boylarında vatanlarını savunmak için gözlerini kırpmadan canlarını veren binlerce köylü askerin, vatansever subayın hatıralarıyla gittiler. Karadeniz kıyılarında Yunan
korsanlarından gizlemeye çalışarak Rusya’dan silah taşıyan gemicilerin, üniversitede Türklüğü aşağılayan hocalara karşı aylarca isyan eden gençlerin gözleri üzerindeydi. Lozan’ı kim kazandı? Elbette cephe gerisini bekleyerek ocakları tüttüren, don, gömlek, çarık, çorap dikerek askerciğe yetiştiren, Hilali Ahmer hastanelerinde yaraları saran, sandıklarının dibindeki çeyizliklerini ve gelinliklerini bağışlayan kadınlarımız. Kadınlar ki, İzmir’in işgali üzerine, ilk kez yüzlerindeki peçeyi çıkararak İstanbul meydanlarında kürsülere çıkmışlar, vatanın parçalanmasına ve milletin esir yapılmasına izin vermeyeceklerini bütün dünyaya duyurmuşlardı. Lozan’ın arkasında, milis güçlerini örgütleyen, gönüllü olarak düşmanla savaşa tutuşan öğretmenler, Zafere kadar Balıkesir-Manisa dağlarında gerillacılık yapan Demirci Akıncıları, moralini yüksek tutmak için cami kürsülerinden halka coşkun konuşmalar yapan din adamları, işgal bölgelerine gizlice sokacakları gazeteleri tren vagonunda ambalaj kâğıtlarına basan gazeteciler, İmalatı Harbiye işçileri vardı. Yalnız bunlar da değil, Lozan’ın arkasında, millî kurtuluş savaşının zaferi için para, savaş malzemesi gönderen Ekim Devrimcileri, aralarından para toplayıp Ankara’ya ulaştıran Hindistan Müslümanları, Anadolu gazileri için yardım kampanyaları açan Mısır Hilali Ahmeri de vardı. TÜRKİYE SAVAŞI DEMOKRASİYLE KAZANDI Türkiye’nin bu savaşı zaferle sonuçlandırmasının nedeni nedir biliyor musunuz? Demokrasi. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nı demokrasinin yokluğu nedeniyle kaybetti. İttihat ve Terakki yönetici kliği, değil meclise, hükümete bile haber vermeden ülkeyi emperyalist bir ülkenin zaferine güvenerek ve onun zaferine bel bağlayarak ülkeyi sonu belirsiz bir maceranın içine attılar. Yüz binlerce genç Anadolu köylüsü, Turancılık ve İslamcılık hayalleri nedeniyle Kafkaslarda, Çanakkale’de, Çöl’de, hatta çok uzaklardaki Galiçya’da ateşin içine atıldı ve canını verdi veya sakatlandı. Kadınlar dul, çocuklar yetim kaldı. Servetler harap oldu. Günümüze hâlâ baş ağrıtan tehcir gibi bazı sorunlar bıraktı. Millete sorulsaydı, ülkede demokrasi olsaydı, kim böyle dibi görünmez bir göle atlamak isterdi? Bir de Kurtuluş Savaşı’na bakalım: Daha Mondros Ateşkes Anlaması imzalanır imzalanmaz, yurdun üstünde kara bulutlar dolaşmaya başlayınca kurulan Müdafaai Hukuk dernekleri, Balıkesir’de, Nazilli’de, Alaşehir’de, Erzurum ve Sivas’ta aşağıdan yukarıya doğru toplanan kongreler. Bunların yurdun her yerinde açılan şubeleri. Anadolu’nun her kentinde ve kasabasında işgallere karşı ve ordunun zaferi için
miting yapıp dua eden kalabalıklar. Ve milletin hemen her eğiliminin temsil edildiği Büyük Millet Meclisi. Kendi kaderini eline aldığını bilen bir millet. Gerektiğinde başkumandana bile kök söktüren bir muhalefet. Kurtuluş Savaşı’nın ülkedeki bütün unsurları birleştiren millî birlikle başarıya ulaştığını da unutmamak gerekir. Kurtuluş Savaşı, onu yöneten komutan ve siyasetçilerin kumar oynamaktan şiddetle kaçınan, maddi ve moral kuvvet toplamaya dayalı, ezilen Doğu dünyasını arkasına alan, düşmanın zayıf ve güçlü yanlarını hesaba katan ve haklılığı elden bırakmayan politikalarıyla zafere ulaşmıştır. GÜNÜMÜZ İÇİN ÇIKARILACAK DERSLER 90 yıl sonra Lozan’dan günümüz Türkiye’si için çıkarılacak o kadar ders var ki… Enver Paşa’nın sırtını Almanlara dayayarak Turan’ı ele geçirmek politikasına benzeyen, sırtını Amerika’ya dayayarak Ortadoğu’nun patronu olmaya özenen, komşularına silahlı müdahalede bulunmaya niyetlenen Yeni Osmanlıcılık ülkeyi yönetiyor. Partisi ve ülkede tek adam olmaya karar verip “Ben ne dersem o!” diyen bir başbakanımız var. Millete düşen görev ise yurdunun ve halkın sorunlarıyla yakından ilgilenmek, kendi geleceğini kendi ellerine alma iradesini göstermektir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin başına gelenlerin temel nedeni, savaştan sonra “Evli evine, köylü köyüne denerek” milletin karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılması ve yönetimin küçük bir grubun işi haline getirilmesidir. Gezi Parkı’ndan başlayan Haziran Direnişi, bu duruma bir başkaldırıdır ve Kurtuluş Savaşı’ndaki millî seferberliği andırmaktadır. İşbirlikçi ve gerici hükümetin tomalarına karşı yiğitçe duran kırmızılı ve siyahlı kadınların 1921-1922 kışında kağnısı başında donarak ölen Şerife Bacı’dan farkları, yalnızca zaman ve mekândadır.
Zeki Sarıhan: Gezi Direnişi'nin öğrettikleri Yakın veya uzak hedefleri olan her devrimci hareketin ilk amacı, karşı tarafı geriletmektir. Bunu yaparken toplumun en geniş kesimlerini yanına çekmek, davasına kazanmak ister. Hiçbir direniş hareket, toplumun kendisi hakkında vereceği yargıları hesaba katmamazlık edemez.
Taksim Direnişi, çok akıllıca hareket ederek bu ilkeyi gözetmiş ve özgürlük hareketine toplumun bütün kesimlerini katmak için uygun dili ve davranışı aramıştır. Bu barışçı bir gösteri olduğuna göre, şiddete başvurmaktan olabildiğine kaçınarak hem kendine iktidar tarafından yönetilecek suçlamaları sonuçsuz bırakmaya, hem de eylem alanlarındaki işyerleri sahipleri ve halkı ürkütmemeye çalışmıştır. Taksim Direnişi, demokrasi ve özgürlük isteyen modern Türkiye’nin işbirlikçi-gericisömürücü kesimi geriletme hareketidir. Fakat iktidarın çeşitli yollarla etkilediği geniş bir kesimin bulunduğunu da hesaba katmak gerekir. İktidar, bu hareket karşısında her zamankinden daha çok dinî değerleri ve simgeleri kullanmaya başlamıştır. Gezi direnişini başlatanlar elbet de daha baştan bu ihtimali hesaba katmış görünüyorlar. Gezi Parkı’nda Müslüman sosyalistlerle kurdukları ittifak bunu kanıtlamaktadır. Öte yandan eyleme katılan çeşitli grupların birbirlerinin flama ve sloganlarını anlayışla karşılamışlardır. Böylece şimdiye kadar ihmal edilen ancak yakın zamanda uç veren bir yurtseverler birliğinin temellerini de atmışlardır. Şimdi sıra bu temelin sağlamlaştırılmasına gelmiştir. SÖZ AYIRIR EYLEM BİRLEŞTİRİR Hemen her kitle hareketini hiçbir şiddet olayı olmadan başarmak pek kolay değildir. Herhangi bir örgütün denetiminde gerçekleşmeyen, yurdun hemen her yanına yayılan ve yüz binlerce insanın katıldığı bu direniş hareketinin asıl karakteri, hükümeti ve başbakanı protesto ederken polise çiçek atmak, onunla diyalog kurmaya çalışmak olmuştur. Fakat bunca tazyikli su, gaz mermisi, cop karşısında bazı göstericilerin polise taşla karşılık vermesini abartmamak gerekir. Bütün bir büyük direnişi bunlar olmaksızın yapmak herhalde mucize olurdu. İktidar ufak tefek şiddet hareketlerini alabildiğini istismar ediyor, fakat kendisinin kullandığı şiddet, göstericilerinkinden kat kat fazladır. Ölümler, sakatlanmalar, on binlerce insanın yediği gaz ve tazyikli su, bunun kanıtıdır. Yasalar, herhangi bir gösteride şiddet kullanılmasını yasaklamaktadır, fakat gene kanunlar, barışçı gösteri yapan insanlara karşı da şiddet kullanılmasını yasaklamaktadır. Fakat ne demişler: “Hanım kırar bardağı kaza olur, hizmetçi kırar suç olur.” Haziran Ayaklanması boyunca, direnişçilerin hareketin meşruluğunu korumak için genellikle özen gösterdikleri açıktır. Fakat parkta veya meydanda, eylem sırasında bira içmeyi karşı tarafın istismar edeceği de hesaba katılmalıydı. Valide Sultan Camiinde içki içildiği kanıtlanmadığı halde, yalnızca son cemaat yerinde ezilmiş bir bira kutusunun bulunması karşısında başbakanın bu yalanda ne kadar ısrar
ettiğinden anlıyoruz ki eğer camide içki içilseydi iktidar zil çalıp oynayacaktı. Gene de yaptığı şey zil çalıp oynamaktan farksızdır… Taksim Direnişi sırasında anne veya genç kadınlarımızın gösterdiği direnç her türlü takdirin üstündedir. Yalnız bazı kadınlarımızın giyimleri, henüz toplumun bütünü tarafından kabul edilemeyecek bir tarzda idi. Hele bir kadının Almanya’dan koşup gelerek bir marifet gösteriyormuş gibi Taksim’de mayo ile dans etmeye kalkışması, bu hareket içinde adeta bir provokasyon görevi görmüştür ve son derece sorumsuz bir harekettir. Kadın giyimi, toplumun geniş kesimlerinde dikkate alınan bir kültür öğesidir. Türk toplumunun ezici çoğunluğu kadın giyimi konusunda geleneğe bağlıdır. Bu konuda bir tarihsel olguyu hatırlatmak isterim. Büyük zaferden sonra İstanbul ilkokul öğretmenleri kadın-erkek kalabalık bir grup halinde Bursa’da Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettikten sonra ulusal direnişin Kâbesi olarak gördükleri Ankara’yı ve savaş alanlarını da ziyaret etmek isterler. Anadolu gezisine kadın öğretmenler de katılacaktır. 1922 yılında İstanbul’da kadınların giyinişi ile Anadolu kadınlarının giyinişi arasında büyük bir fark vardır. Günün ölçüleri içinde İstanbul kadını, hele öğretmenler daha moderndir. İstanbul Maarif Müdürlüğü bu gezi için Ankara’ya başvurmuş, geziye katılma koşullarını da öğretmenlere bildirmiştir. Genelgeye göre bayan öğretmenlerin dış kıyafetleri için “Anadolu muhitince uygun görülecek şekilde” olması istenmiştir. “Muallim hanımların kapalı giyinmeleri iyi olur” denilmiştir. (Yeni Şark, No. 297, 8 Teşrinisani (Kasım) 1922). Günümüzde “açık” ve “kapalı” giyimlerin ölçüsü elbette değişmiştir. Fakat geniş halk kesimlerinin anlayışında bir normal giyim anlayışı da vardır. Kadınlarının yüzde 70’i başörtülü olan Türk toplumu artık tomalardan sıkılan biber gazı basınçlı su karşısında duran kırmızılı ve siyahlı kadının giyimlerini yadırgamaz. Bunlar nihayet şehirli okumuş kadınların ortalama giyimidir, fakat askılı elbiseler, şortlar hâlâ çoğunluk tarafından yadırganan giyimlerdir. Bir örnek de daha yakın tarihimizden: 1968 yılı Gazi Eğitim Enstitüsü. 1 Mayıs henüz İşçi Bayramı değil. Fakat Öğrenci Derneği olarak diğer yüksek okullarla işbirliği yaparak 1 Mayıs’ı “Köy Günü” ilan ettik ve gruplar halinde Ankara’nın köylerine ziyaretler düzenledik. Bu hareketimizin köylülere ne faydası oldu bilemem fakat bize yararı oldu. Hiç değilse Ankara’nın yakın birkaç köyündeki yaşayışı gördük. Onlarla bütünleşme düşüncemiz genişledi. Öğrenci Derneği’nin bu eylemlerimizden sonraki ilk genel kurulunda karşı görüşteki bir öğrenci kürsüye çıkarak bizi eleştirdi. Mini etekli bir kız arkadaşımızın eteğini diline dolayarak “Siz köylüleri böyle mi uyandıracaksınız?” diye laf attı. Sözü edilen
kız arkadaşımız, kentli bir memur kızıydı. Mini etek giymeyi, makyaj yapmayı seviyordu. Bu bizim de dikkatimizi çekiyordu ama bir şey söyleyemiyorduk. Kız arkadaşımız fena halde sinirlendi. Cevap vermek için kürsüye yöneldiğinde: “Dur bir dakika” dedim. Sakın bu arkadaşı kınama. Kürsüden de ki: “Benim giyimimi eleştiren arkadaşa çok teşekkür ederim. Bana bir gerçeği hatırlattı. Devrimciliğimi güçlendirdi. Bu gece, bütün eteklerimi uzatacağım.” Çıktı ve bunları söyledi. Salonun verdiği tepkiyi tahmin edebiliyor musunuz? Alkıştan yıkılıyordu! Karşı tarafa söyleyecek söz kalmamıştı, biz de onun bu eleştirisinden yararlanmıştık. Kız arkadaşımız, o gece kızlar yatakhanesinde sabaha kadar uyumadı. Bütün kısa eteklerini uzattı. Ertesi gün bundan hepimiz memnun olduk. Artık köylere onunla daha rahat gidebilirdik. Yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi için İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen Aylin Kotil, kendisiyle yapılan bir röportajda yürüyüş boyunca şort ve kolsuz elbise giymediğini söylemiş, gerekçe olarak da toplumun henüz buna hazır olmadığını anlatmıştır. Devrimci sorumluluk işte budur.
Zeki Sarıhan: Artık bu komplo teorilerine inanmıyoruz Taksim Direnişinden hükümet çevreleri hiç hoşlanmadı. Böyle bir halk ayaklanmasını beklemiyorlardı. Milyonlarca insanın kendilerine karşı bir direnişe geçmeleri için de bir sebep yoktu! Çünkü kendilerini halka hizmet etmeye vakfetmişlerdi. Son seçimde oyların yarısını almışlardı. Büyük bayındırlık projeleri vardı. 30 yıllık Kürt ayaklanmasını da şimdilik durdurmuşlardı. Aylardır şehit cenazeleri de gelmiyordu. Memleket böyle güllük gülistanlık iken Taksim Direnişi de nereden çıkmıştı? Bunu “samimi” insanlar yapamazdı. AKP iktidarı, sorunları iyi okuyamayan, okusa da sınıfsal ve siyasal nedenlerle anlamazlıktan gelip dediğim dedik inadında direten bütün siyasi kadrolar gibi, Taksim Direnişini kendi iktidarına karşı kurulmuş bir komplo olduğunu ilan etti. Direniş bütün illere, kentlerin meydanlarına yayıldığı zaman da bu iddiasından vazgeçmedi. HALKIN ISRARI KOMPLO TEORİLERİNİ ÇÜRÜTTÜ
Komployu onun iktisadi başarılarını kıskanan faiz lobisi, Ergenekoncular, Açılım sürecinin önünü kesmek isteyenler, Almanlar, Yahudi diasporası, içki üreten şirketler, Erasmus projesi ile Türkiye’de okumaya gelen yabancı öğrenciler, hatta nerdeyse Amerikan hükümeti kurmuştu! Çünkü hükümetin başarılarını kıskanıyorlar ve onun tekerleğinin önüne taş koymak istiyorlardı... Halkın taleplerinde ısrar etmesi ve bu taleplerin tamamen haklı olması, bütün bu komplo teorilerini çürüttü. Taksim Direnişi, bu işin altında görünmez, gizli kuvvetlerin olduğu teorilerini yerle bir etti. Herkes bu teorileri dillendirenlerle dalga geçti. Birçok aklı başında insan, hükümetten bu saçma görüşlerden vazgeçerek isyanın temelinde yatan sorunu görmesini tavsiye etti. Peki, acaba Taksim Direnişi, direnişe katılanlarda veya bu direnişi alkışlayanlarda da komplocu mantıkları düzeltti mi? Bu devrimci hareketin en büyük kazancı, devrimcilerin de komplocu görüşleri terk etmesi olabilirdi. Evet, Haziran Ayaklanması bir kısmımızın mantığında böyle bir düzeltme yaptı. Geri kalan büyük bir kitle, henüz komplocu mantıkları terk etmiş görünmüyor ve bunun zaman alacağı anlaşılıyor. İki yıl önce, Arap ülkelerinde orta sınıf halk, ulusal gelirden payını almak ve siyasi katılım istekleriyle meydanlara döküldüğünde-iktidarların dincilerin eline geçeceği endişesiyle-bunun bir Amerikan komplosu olduğunu ileri sürenler oldu. Şimdi Hüseyin Çelik, Batı’nın Mısır’da bir Müslüman iktidarına tahammül edemediğini söylese de ikinci Mısır ayaklanmasına kararlı bir biçimde katılan milyonlarca Mısırlının talepleri karşısında bu teorinin yıkılmış olması gerekir. Günümüzde hâlâ inanılan komplo teorilerinden biri AKP’nin bir Amerikan komplosu ile iktidara getirildiğidir. Bu anlayışa göre onu iktidara getiren seçmenler değildir! O kadar ki, seçimde büyük bir hile yapılmış, sandıktan çıkan oylar onun hesabına yazılan yüzde onluk bir pay üzerine sayılmıştır. Bu mantık, gerçeklerle yüzleşmeye korkan ve olguları gerçekçi olarak okuyup ona göre siyaset üretmeye çalışamayan bir anlayışın ürünüdür. Birkaç gün önce dinleyici olarak katıldığım bir park forumunda sayısı onu geçmeyen konuşmacılar arasında ikisinin hâlâ bu iddiada bulunması ve diğerlerinden de bir itiraz gelmemesi, Taksim Direnişi derslerinin yeteri kadar anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Uzak ve yakın tarihimizde siyaset alanında pek çok komplo teorisi üretilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı bile komplo teorilerine bağlayanlar olmuştur. Bunun milletin emperyalizme karşı ayaklanması değil, İttihatçıların yeni bir iktidar oyunu olduğunu
ileri sürerek işin içinden sıyrılmak isteyenler vardı. Şeyh Sait isyanını, Koçgiri ayaklanmasını, hatta Dersim olaylarını yabancıların kışkırttığını yazmak bazı tarihçilerin kolayına gelmiştir. Atatürk’ün ölüm nedeni hakkında bile komplo teorileri üretilmiştir. Demokrat Parti’yi ABD işbaşına getirmiş, Menderes’i de ABD devirtmişti! Rahmetli Uğur Mumcu, 1980 öncesi sağ-sol vuruşmasını, silah tüccarlarının çıkardığını ileri sürüyordu. ABD’de İkiz Kuleleri ABD kendisi vurdurmuştu! Hırant Dink’i bile Amerika öldürtmüştü! 1993 Sivas Madımak katliamını bile dış servislerin üzerine atan görüşler vardır! KOMPLO TEORİLERİNİN NEDENİ SORUMLULUKTAN KAÇMAKTIR Günümüzdeki komplo teorileri içinde en yaygın olanlardan biri, Kürt kalkışmasını yabancıların yarattığıdır. Onlara göre, Türkiye’nin Güneydoğu’sunda “Kürt” denen bir topluluk yoktur. Bu nüfus aslında dilleri biraz farklılaşmış bir Türkmen topluluğudur. Bunlara “Siz Kürtsünüz” diyenler, Türkiye’yi bölmek ve bu bölgeye hâkim olmak isteyen yabancılardır. Evet, Kürt adı verilen tarihî bir topluluk varsa da onların bir takım taleplerde bulunması için bir sebep yoktur. Onları mutlaka yabancılar kışkırtıyorlardır! Bu komploya Türkiye hükümetlerinin müttefiki ABD, NATO, Avrupa Birliği, Suriye, İran gibi ülkeler dâhildir… Komplo teorisine başvurmanın nedeni, sorunların derinine inmek, onu araştırıp ortaya çıkarmak ve buna göre siyaset üretmek yerine gerçekler karşısında gözlerini kapatmak, işin kolayına kaçmak ve böylece sorunu başından atmaktır. Taksim Direnişi, Kürt sorunu konusunda yaygın komplo teorilerini bir ucundan çökertmeye başlamıştır. Taksim eylemleri sırasında bunun bir resmi de ortaya çıkmıştı. Elinde BDP bayrağı olan bir direnişçi, tomanın sıktığı sudan korunmaya çalışan eli Türk bayraklı birini kurtarmaya çalışıyordu. Ardından “Dayan Lice Taksim seninle” sloganı ortaya çıktı. Taksim Direnişinin bize öğrettiği ve bundan sonra da öğreteceği daha birçok ders var.
Zeki Sarıhan: On yılda bir Türkiye'ye ne oluyor Gezi Parkı’ndan bir anda bütün ülkeye yayılan halk ayaklanması, herkesi şaşırttı. Aslında bütün tarih böyle beklenmedik zamanlarda patlak veren olaylarla doludur. 2000 yılı başlarında gazetelerde yer alan bir bilgiye göre, her yüzyılın başında, o yüzyılın sonunda nasıl bir dünyada yaşanacağını tahmin edenler, olabilecek
gelişmelerin ancak yüzde üçünü görebilmişler. Gerçekten gelecek bilinmezlerle doludur. Buna bir örnek olmak üzere, yaklaşık son yüzyılın Türkiye’sine kısaca göz atalım. Yüz yıl önceki atalarımızın içinde en geniş ütopyalara sahip olanlar bile bugün ulaştığımız teknolojik, siyasi, kültürel durumu tahmin edebilir miydi? Değil yüz yıl, on yıl içinde bile nasıl öngörülemeyecek gelişmeler olduğunu Türkiye’nin son yüz yılını onar yıllık dilimlere bölerek yalnızca siyasi gelişmelere değineceğiz. 1900 yılından alıyoruz. Anayasa’yı yürürlükten kaldıran İkinci Abdülhamit, diktatörlüğünün 22. yılındadır. Hiçbir partinin faaliyet göstermesine izin verilmez. Ülkenin bir parlamentosu bile yoktur. Basın sansür altındadır. Bazı aydınlar hürriyet mücadelesi içindeyse de hürriyetin ne zaman gerçekleştirileceği meçhuldür. Halk kitleleri ise henüz bu mücadelenin çok uzağındadır. Birinci on yıl, 1910 yılına geldiğimizde ise Türkiye siyasi olarak bambaşka bir ülkedir. Diktatörlüğe karşı ülkenin her tarafında aydınların hareketi meyvelerini vermiş, hürriyetçi genç subaylar ayaklanmış, 1908’de Abdülhamit rejimi devrilerek Türkiye meşruti bir idareye geçmiştir. Dernekleriyle, siyasi partileriyle, özgür basınıyla bu yepyeni bir Türkiye’dir. İkinci on yıl, 1910-1920 arasıdır. Ülke Trablusgarp, Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarından sonra Birinci Dünya Savaşı fırtınasına tutulmuş, ülkenin altı üstüne gelmiş, yaşanan büyük yenilgi nedeniyle ülke küçülmüş, kalan yerler de parçalanma tehlikesi altına düşmüştür. Daha birkaç yıl önce her şeye hâkim görünen İttihat ve Terakki kendi feshetmek zorunda kalmış, vatanı kurtarmak için Anadolu’da bir cephe açılmıştır. Ülkenin geçireceği bu büyük değişimi herhalde 10 yıl önce kimse tahmin edemezdi. Üçüncü on yıl, 1920-1930 yıllarını kapsar. 1930 Türkiye’si, 1920 yılı Türkiye’sinden fersah fersah uzaktır. Büyük çoğunluk bu muazzam değişimi rüyasında görse inanmazdı! Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşıp tam bağımsız bir ülke gerçekleşmiş olmaktan başka, padişah ve halifelik yıkılmış, Avrupai kanunlar getirilmiş, bin yıllık yazı bile değiştirilmiştir. Ülke tek partili bir rejimle yönetilmektedir. Dördüncü on yıl, bundan önceki on yıllarda olduğu kadar büyük değişikliklere sahne olmadıysa da, Atatürk’ün ölümüyle yerine İsmet İnönü’nün geçmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı iktisadi ve siyasi sıkıntılar azımsanamaz. Bu on yılın nispeten
istikrarlı geçmesinin nedeni ülkenin İkinci Dünya Savaşı’na girmemesidir. O yıllarda dünya ateş içindedir. Bunun sonuçlarını Türkiye beşinci on yıl içinde yaşayacaktır. Beşinci on yıl, 1940-1950 arasıdır. 1940 yılında kim öngörebilirdi ki savaşı Almanya kaybedecek, Türkiye tarafsızlık politikasını bırakarak Atlantik sistemine yaklaşacak, 27 yıllık CHP seçimleri kaybederek yerine Demokrat Parti geçecektir. 17 yıl Türkiye semalarında Tanrı Uludur diye başlayan Türkçe Ezan’dan dönülecek, Köy Enstitüleri kapatılacak, Tek Parti rejiminin tasfiye ettiği kadrolar ve anlayışlar yeniden siyasete döneceklerdir? Altıncı on yıl, sonu olan 1960’ta gelinen nokta, bundan önceki on yıllık dönemlerde gerçekleşenlerden hiç de daha az önemli değildir. Türkiye kapitalizme açılmış, köylü kitleleri şehirlerin çevresine doluşmuş, DP üç kez üst üste seçim kazanmış fakat siyasi özgürlükleri boğmaya çalıştığı gerekçesiyle 1960’ta gençlik ve ordu hareketiyle iktidardan uzaklaştırılarak partinin ileri gelenlerinden üçü idam edilmiştir. Böyle bir gelişmenin olabileceğini 1950’de kaç kişi öngörebilirdi? Yedinci on yıl, 1960-1970 dönemidir. Bu dönemin özellikleri, 27 Mayıs Devrimi’nin artık hiç bitmeyecekmiş gibi görünen siyasi sistemine karşı olan bir partinin iktidara gelmesidir. Türkiye tarihinde ancak kurtuluş Savaşı yıllarında görülmüş ve kısa sürede denetim altına alınmış olan ve toplumun bütün alt ve orta sınıflarının sahneye çıktığı antiemperyalist halkçı bir sol dalga nerdeyse iktidara gelecektir. Sekizinci on yıl, 1970-1980 dönemidir ve bu dönemin siyasi gelişmeleri, bundan önceki dönemler gibi öngörülemezdir ve önemlidir. Yükselen halk hareketi ve ordudaki sol örgütlenmeleri bastırmak için 1971 faşist darbesi, iki yıl sonra Ecevit’i başbakanlığa getiren yeni bir sol dalganın yükselmesi, Kıbrıs çıkarması, koalisyonlar ve tam da on yılın sonunda ülkedeki kargaşayı bahane eden faşist bir ordu darbesi ile faşist bir rejimin kurumlaşması bu dönemin öngörülemeyen olaylarıdır. Bu durum birçok insanı umutsuzluğa sevk etmiş, kitleleri siyasetten uzaklaştırılmış, kültür çölleşmesine yol açmıştır. Dokuzuncu on yıl da “Gün doğmadan neler doğar” atasözünü doğrulayan bir dizi gelişmeye sahne olmuştur, 1980-1990 yıllarını kapsayan bu dönemde 12 Eylül rejimi kısa sürede tavsamış, siyasi hayat yeniden canlanmış, rejimin şimdiye kadar görülmemiş çaptaki zulmüne karşı insan hakları kavramı yükselmiştir. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve yabancılara aktarılması, küresel kapitalizme eklemlenme bu dönemde hızlanmıştır.
Onuncu on yıllık dönem, 1990-2000 yıllarını kapsamaktadır. Bu dönemde, bir yandan Batı sermayesi Türk pazarını istila ederken, halk tüketim toplumu haline gelmiş, Muhafazakârlık dalgası toplumu yeniden biçimlendirmeye başlamıştır. Bu dönemi diğerlerinden ayıran özelliklerinden biri de Doğu’da, 1983’te başlayan ve daha sonra da sürecek olan Kürt isyanının sürece damgasını vurmasıdır. NE OLDUM DEĞİL NE OLACAĞIM DE On birinci on yıllık dönem, 2000-2010 dönemini kapsamaktadır. Bu dönemin en temel özelliği, 2002’de “Millî Görüş” kimliğini çıkardığını söyleyerek iktidara gelen AKP kadrolarının uyguladığı politikalardır. Taşradan yükselen yeni muhafazakâr burjuvazi, merkez burjuvaziyi yerinden etmiş, ekonomiye bütünüyle hâkim olarak enflasyonu kontrol altına almış, refah düzeyini yükseltmiş, buna dayanarak Türkiye’yi ABD’nin “Stratejik ortağı” ve Ortadoğu’daki üssü ve Batı’nın açık pazarı yapma, toplumu muhafazakârlaştırma programını yürürlüğe koymuştur. İktidar, daha önce kimsenin öngöremeyeceği ordunun ve yargının iktidar ortaklığına son vermekle kalmamış, birçok komutan ve siyasetçiyi yargılama altına almış ve ağır cezaları çarptırmıştır, çarptırmaktadır. On ikinci ve son dönem, 2010’da başlamıştır ve devam etmektedir. Bu dönemin en kayda değer hareketi olarak tarihe geçecek olan iki gelişmeden biri Kürt Açılımı, diğeri ise çağdaş Türkiye’nin Gezi Parkı vesilesiyle Ortaçağ’a yaslanan bu iktidarı püskürtme hareketidir. Bu ayaklanma toplumun özgürlük isteğinin baskı altına alınamayacağını ve ülkenin tek bir kişinin diktatörlüğü altında yönetilemeyeceğini zihinlere yerleştirmiştir. Sürecin nasıl tamamlanacağı ve bundan sonraki on yıllar içinde toplumu hangi sürprizlerin beklediğini hiç kimse tahmin edemez. “Gün doğmadan neler doğar!” demiş atalarımız. On yıl sonrasını bile tahmin edemeyen insanlar, yüz yıl sonrasını nasıl tahmin etsin? Hele dünyanın daha hızlı döndüğü bir devirde… Böyle durumlar için halkın iktidar sahiplerine de bir öğüdü vardır: “Ne oldum deme, ne olacağım de!”
Zeki Sarıhan: Türk siyasi tarihinde 7 büyük patlama Yaklaşık 100 yıllık modern Türkiye tarihinde Türk siyasi hayatında ve kitle psikolojisinde büyük değişiklikler olmuştur. Bu süre içinde mevzi olanları saymazsak yedi büyük halk hareketi gerçekleşmiştir. Aşağıda bu hareketlerin adı, aktif destekçileri, temel örgütleri, hedefleri, sloganı, temel hukuk belgesi, kaç yıl sürdüğü,
ödediği bedel, başarıya ulaşıp ulaşmadığı, icraatı ve sonu ile ilgili tespitler, okuyucunun denetimine sunulmaktadır. Birinci patlama Adı: 1908 HÜRRİYET HAREKETİ. Aktif destekçileri: Osmanlı Devletinde yaşayan Türk, Ermeni, Arap, Yahudi, Kürt, Çerkez, Arnavut gibi bütün milliyetler. Temel örgütü: İttihat ve Terakki Fırkası, Hedefi: İkinci Abdülhamit’in diktatörlüğü. Sloganı: Hürriyet, müsavat, adalet. Temel hukuki belgesi: 1876 Anayasası. Mücadelenin Kaç yıl sürdüğü: 1876-1908 (32 yıl) Ödediği bedel: Sürgünler, hapislikler, sansür. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1908-1912 (4 yıl) İcraatı: Modern Türkiye’nin temellerini atmış, özgürlük düşüncesini pekiştirmiştir… Sonu: İttihat ve Terakki İktidara tam olarak yerleştikten sonra Hürriyet yerine diktatörlük kurmuş, ülkeyi tarihinin en kanlı savaşına sokmuş, memleketin mahvına, imparatorluğun dağılmasına sebep olmuştur. Savaş sonunda kendi kendini feshetmek zorunda kalmıştır. İkinci patlama Adı: İSTİKLAL HARBİ Aktif destekçileri: Türkiye’de yaşayan Türk, Kürt, Çerkez ve diğer unsurlar. Temel Örgütü: Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti ve Kuvayı Milliye örgütleri
Hedefi: Türkiye’yi işgal eden ve parçalamak isteyen istilacılar ve işbirlikçiler. Sloganı: İstiklal-i tam. Temel hukuki belgesi: Misak-ı Millî, 1921 Anayasası. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1918-1922 (4 yıl) İcraatı: Milli orduyu kurarak Misakı Milli sınırları içinde siyasi bağımsızlığı sağlamış, Padişahlığı ve halifeliği yıkmıştır. Ödediği bedel: Binlerce şehit, yaralı, Yunanlıların işgal ettiği yerlerin yanıp yıkılması. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Lozan anlaşmasıyla başarıya ulaşmıştır. Sonu: Siyasi bakımdan tam bağımsız bir cumhuriyetle sonuçlanmıştır. Üçüncü patlama Adı: “DEMOKRASİYE” GEÇİŞ Aktif destekçileri: Büyük burjuvazi ve köylü yığınları. Temel örgütü: Demokrat Parti. Hedefi: Millî Şef yönetimi. Sloganı: Yeter Söz Milletindir. Temel Hukuk belgesi: 1924 Anayasası, Dörtlü Takrir. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1946-1960 (14 yıl) Ödediği bedel: 1946 seçimlerinin hileli yapılması, 1960’te Askeri bir darbeyle iktidardan düşürülmesi, üç liderinin idam edilmesi. Başarıya Ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. İcraatı: Türkiye’yi siyasi, askeri ve ekonomik olarak Batı’ya bağlamıştır. Kore’ye asker göndermiştir. Teknoloji ithal ederek üretimi artırmış, şehirleşme ve kapitalizmi geliştirmiştir.
Sonu: 27 Mayıs 1960 Devrimiyle iktidardan uzaklaştırılmış, DP parti kapatılmıştır. Dördüncü patlama Adı: HALK HAREKETİ Aktif Destekçileri: İşçiler, köylüler, gençler, memurlar ve devrimci aydınlar. Temel örgütleri: Türkiye İşçi Partisi, Dev-Genç, DİSK, TÖS ve diğer halk örgütleri. Hedefi: Emperyalizm ve işbirlikçileri. Sloganı: Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye. Temel hukuk belgesi: 1961 Anayasası. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1960-1971 (11 yıl) Ödediği bedel: Binlerce devrimcinin tutuklanması, işkenceler, üç devrimci gencin idamı. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: emperyalizm ve faşizm tarafından bastırılmıştır, ancak önemli bir direniş kültürü bırakmıştır. İcraatı: Halk örgütlenmeleri, geniş çaplı gösteriler, öğrenci hareketleri, antiemperyalist hareketler, sosyalizm bilincinin yaygınlaşması. Sonu: Hareket 12 Mart 1970’te faşist bir askeri darbe ile bastırılmış, 1973’te Ecevit hareketiyle yeniden canlanmış ve 12 Eylül 1980’de gene faşist bir askeri darbe ile yeniden ve daha büyük bir şiddetle bastırılmıştır. Beşinci patlama Adı: İSLAMCI HAREKET Aktif destekçileri: İslamcı ve muhafazakâr kesimler. Temel örgütleri: Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi. Hedefi: Modern yaşam tarzı, laiklik, devletçilik, bürokrasinin devlette ortaklığı
Sloganı: Milli Görüş, Muhafazakâr demokrasi. Temel hukuk belgeleri: Kur’an, hadis, Hanefi fıkhı. Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: 1923-2012 (yaklaşık 90 yıl) Ödediği bedel: Kemalist Devrimlerle Şer’iye Vekâleti’nin, medreselerin, tekke ve zaviyelerin İmam Hatip okullarının kapatılması, Anayasa’dan devletin dini ibaresinin çıkarılması, medeni kanunun getirilmesi, kılık kıyafet devrimi, yazı devrimi, İslamcı partilerin kapatılması, bazı tarikat şeyhlerinin hapisliği vb. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. Siyaseti ve toplumu dönüştürme projesi devam etmektedir. İcraatı: Ordu ve bürokrasi vesayetini alt etmiştir. Yargı’yı iktidarına bağlamıştır. ABD’nin Ortadoğu’da çıkarlarını temsil etmektedir. Eğitime dinî bir içerik kazandırmıştır. Kapitalizmi geliştirmektedir. Sonu: Henüz iktidardadır. Sonunun ne olacağı bilinmemektedir. Altıncı patlama Adı: KÜRT HAREKETİ Aktif destekçileri: Kürt kitleleri. Temel örgütü: Kürdistan İşçi Partisi. Hedefi: Türk milliyetçiliği esasına göre biçimlenmiş anayasal rejim. Sloganı: Demokratik cumhuriyet. Temel hukuk belgesi: ? Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: (Meşrutiyetten beri süregelen Kürt isyanları mirası üzerinde) 1983-2013 (30 yıl) Ödediği bedel: 35 binden fazla ölü, binlerce yargılama ve hapislik, yakılan, boşaltılan köyler.
İcraatı: Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik kitle gösterileri, silahlı isyan, seçim kazandığı yerel yönetimlerde Kürt kimliğine yönelik çalışmalar. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Kürt kimliğinin fiilen tanınması anlamında başarıya ulaşmıştır, süreç devam etmektedir. Sonu: Henüz bilinmemektedir. Yedinci Patlama Adı: GEZİ PARKI ODAKLI ÖZGÜRLÜK HAREKETİ Aktif destekçileri: Şehirli orta sınıf eğitimli kitleler Temel örgütü: Sosyal medya yoluyla kendiliğinden gelişen bir hareket Hedefi: AKP iktidarı ve Başbakan R. Tayyip Erdoğan Sloganı: Yaşam tarzıma karışma Temel hukuk belgesi: - - Mücadele’nin kaç yıl sürdüğü: 31 Mayıs 2013’ten başlayarak sürüyor. Ödediği bedel: 4 ölü, yüzlerce yaralı, gözaltılar, tutuklamalar İcraatı: Pasif direnişler, yeni eylem biçimleri. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Yarattığı yeni direniş kültürü ve zihinlerde yerleştirdiği özgürlük anlayışı açısından başarıya ulaşmıştır. Sonu: Çeşitli eylem biçimleriyle sürmektedir. (22.6.2013)
Zeki Sarıhan: Görevi direnişçilere devrediyorum Taksim Gezi Parkı odaklı, fakat artık adına “Türkiye Halkının Haziran 2013 Özgürlük Direnişi” adını verebileceğimiz ayağa kalkış, yalnız yakın yılların değil, Türkiye halkının, hatta dünya halklarının devrim ve demokrasi mücadelesinin mirası üzerine yükselmiştir. Bu mirasta milyonlarca insanın emeği, alın teri ve zekâsı var.
Aşağıda Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin 1968 yılında yaptıkları 17 günlük boykotu özetleyeceğim. Bu 1960’lı yılların sayısız halk hareketinden biridir. Aradan 45 yıl geçmiştir. Boykot yapan öğrenciler bugün 60’lı yaşlardadır ve büyük çoğunluğu hayattadır. 1926 yılında, ortaöğretime öğretmen yetiştirmek üzere açılmış olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün 1968’de 11 bölümünde 1500 öğrenci okumaktadır. Bin kadarı yatılı olan bu öğrencilerin yaklaşık üçte biri kızdır. Öğrenciler orta-alt sınıflardan gelmektedir. 1968 ilkbaharında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri Türkiye yüksek öğrenimini de harekete geçirmiştir. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Öğrencileri, liselere yapılacak atamalarda önceliğin kendi hakları olduğunu söyleyince Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencileri buna karşı harekete geçmişler ve okulun akademi olmasını istemeye başlamışlardır. Hatta 14 Haziran 1968 günü dersleri boykot ederek okulu işgal etmişlerdir. Fakat bir grup öğrencinin Millî Eğitim bakanı İlhami Ertem’le yaptığı görüşme sonunda bazı vaatler alınınca ertesi günü boykota son verilmiştir. BİZ YÖNETELİM O tarihte Türkiye’de sekiz Eğitim Enstitüsü vardır. Bunların çoğunun dernek temsilcileri 3 Temmuz günü Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda toplanarak ortak isteklerini görüşmüşlerdir. 4 Temmuz günü de bakanla bir görüşme yapmışlardır. Bu tarihlerde okullar tatile girmiştir. 1968-1969 Öğretim Yılı açıldıktan bir süre sonra öğrenciler, taleplerini yeniden gündeme getirmeye başlayınca okul yönetimi birkaç öğretmeni öğrencilerin sorunlarını dinlemekle görevlendirmiş, bu öğretmenler, bölümlerde öğrencilerle toplantılar yaparak onların şikâyet ve isteklerini saptamaya başlamıştır. Ben o tarihte Türkçe Bölümü ikinci sınıf öğrencisi idim. Bizi dinleyen kurula “Okulun yönetimini biz öğrencilere bıraksınlar. Daha iyi yönetiriz” dedim. Bu sözüm öğretmenlerimizin garibine gitmiş olsa da sözlerimin doğruluğuna inanıyordum. Çünkü kitlelerin yaratıcı gücüne, örgütlenme yeteneğine güveniyordum. Şikâyetlerimizin başında okul idaresinin öğrencilere yaptığı baskılar vardı. İdare, okulun bünyesi içinde yer alan Öğrenci Derneği’ne tahammül edemiyordu. Devrimci öğrencileri ispiyonlamak üzere bir sürü öğrenci görevlendirmişti. Okul, üniversiteler gibi özerk değildi. Müdürü klasik bir yöneticiydi fakat baş muavinin Millî İstihbarat Teşkilatı’na bağlı olduğuna ilişkin çok sayıda veri vardı.
Okulun Eğitim, Türkçe, Sosyal Bilgiler, Fen, Matematik, İngilizce, Fransızca, Almanca, Resim, Müzik, Beden Eğitimi bölümleri vardı. Bu bölümlerden Beden Eğitimi bölümü dışında kalan 10 bölüm, toplantılar yaparak 2 Kasım günü boykota katılma kararı aldılar ve kurulacak Boykot komitesine birer temsilci seçtiler. Beden Eğitimi Bölümünün çoğunlukla boykota katılmayışının nedeni, okul yöneticilerinin bu bölüme mensup olması ve idarenin bu nedenle bölüm üzerinde sözünün geçmesiydi. Ben de Türkçe bölümü temsilcisiydim. Komitede de basın ve halkla ilişkiler sorumlu olarak görevlendirildim. En az üç yıl öğretmenlik yaparak Enstitüye geldikleri için “Amcalar” dediğimiz Eğitim Bölümü’nden ağırbaşlı bir arkadaşımızı komite başkanı seçtik. 17 gün süren boykotun bütün bildirileri, yetkililere açık mektupları benim elimden geçti. VE BOYKOT BAŞLIYOR 4 Kasım 1968 günü boykota başladık. O gün Bakan İlhami Ertem’in emriyle, boykota başlayan Bursa, Samsun, Erzurum, Trabzon, Konya, Balıkesir Eğitim Enstitüleri kapatıldı. (Edirne, Diyarbakır, İzmir’de de Eğitim Enstitüleri vardı.) 6 Kasım’da yayımladığımız bildiride niçin boykot yaptığımızı anlattık. Akademi isteğini geri plana iterek okulun özerk olması isteğini öne çıkardık. Akademi olursak balık yiyecektik ama özerk olursak balık tutmayı öğrenecektik. Okul müdürü bakanlık tarafından atanmamalı, öğretmenler kurulunda seçilmeliydi. Her bölümden birer öğrenci temsilcisi, oy hakkıyla birlikte bu kurulda yer almalıydı. Öğrenci Derneğine yapılan baskılara son verilmeliydi. 7 Kasım günü Bakan İlhami Ertem’in emriyle okulun kapatıldığı ilan edildi. Fakat okulu ve yurtları terk etmedik. Boykot şarkıları söyleyerek halaylar çekildi. Müdür, bakanlıktan aldığı emri yerine getirerek okulun suyunu, kaloriferini ve elektriğini kesti. Yemekhane kapatıldı. Yayımladığımız bildiride, “Biz yoksul halk çocuklarıyız. Açlığa alışığız” dedik. Başlarında Ayhan Sarıhan bulunan İaşe Komisyonu, Beşevler bölgesinde bakkalları dolaşarak ekmek, turşu, reçel gibi yiyecekler topladı. Müdür o gün Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan demecinde öğrencilerin sebepsiz yere kazan kaldırdıklarını ileri sürdü fakat öğrenciler okulu terk etmezse polisten yardım istemeyi düşünmediğini de belirtti. 8 Kasım günü bakana hitaben bir açık mektup yayımladık. Boykotun suç olmadığını belirterek istifa etmesini istedik. Biz eğitimi düzeltmek ve halka dönük kılmak istiyorduk. Bir grup öğrenci o gün Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la da görüştü. Sunay’ın “Gazi Eğitim ne yetiştirir?” dediği öğrenildi.
9 Kasım günü okuldan Kurtuluş Meydanı’na kadar bir yürüyüş yaptık. Yol boyunca dağıttığımız“Boykotçu Öğrencilerden Dostlara Mektup” başlıklı bildiride Ertem’in öğrenci isteklerini gerçekleştirecek yerde okulu kapatarak bizleri aç bıraktığı, Ankara halkının peynir etmek göndererek bizi desteklediği anlatılıyordu. Bildiride şu cümle de yer alıyordu: “Bizim bu eğitim sisteminden, bu okul idaresinden canımız yandı. İyi öğretmen, halka yararlı bir eğitimci olmamızı istemiyorlar.” Çiftlik Karakolu’ndan bir sivil polis her gün düzenli olarak gelir, yayımladığımız bildiriden bir adet alır giderdi. Onu bildiri teksir makinesinden çıkıncaya kadar dernek odasında misafir etmeye başladık. 10 Kasım’da okul müdürüne hitaben bir bildiri yayımlayarak onun öğrencilere ve öğrenci derneğine yaptığı baskılar tek tek anlattık. Dokuz eğitim enstitüsüyle birlikte bu baskılar kalkıncaya kadar boykota devam edileceğini anlattık. O gün konferans salonunda düzenlediğimiz Atatürk’ü anma toplantısına okul müdürü gelmedi. 11 Kasım günü, öğrencilerden bir grup Millet Meclisi Başkanı Ferruh Bozbeyli ve Meclis Eğitim Komisyonu üyelerini ziyaret ederek destek ve bakanla görüştürülmelerini istediler. Konferans salonunda yapılan toplantıda istekleri kabul edilinceye kadar boykota devam etme kararı alındı. Eğitim Enstitülerinden ortak bir komite oluşturacaklarını ve boykotun bundan sonra o komite tarafından yürütüleceğini açıkladık. Sonradan öğrendiğimize göre okul müdürü o gün boykotta önder oldukları gerekçesiyle başta benim adım olmak üzere 10 öğrenciyi disiplin kuruluna verdi. 12 Kasım günü, bir grup öğrenci okulun ana giriş kapısında açlık grevine başladı. “Boykotta 9. Gün” başlıklı bildirimizde dokuz gündür kuru ekmek yiyip yardımla geçindiğimizi anlattık. Bazı öğrenci kuruluşları boykotçulara yiyecek ve para yardımı yaptı. Sendikacı Cemal Akın “Gazi Eğitim Öğrencilerini Koruma Derneği” kurdu. ÖĞRENCİLERİ SAVUNUN 13 Kasım günü “Enstitü Öğretmenlerine Açık Mektup” ballıklı bir bildiri yayımlayarak onlardan öğrencileri anlamasını ve savunmasını istedik. Öğretmenler kurulu toplanarak öğrenci isteklerini görüşmeye başladı. Kurul, Boykot komitesinden bir öğrencinin dinlenmesine karar verince komite beni gönderdi. Yaptığım konuşmada isteklerimizi anlatarak öğretmenleri bizi desteklemeye davet ettim. Bu ikna edici konuşma öğrencileri destekleyen öğretmenleri okul idaresi yanında güçlendirdi.(Bu konuşmayı hâlâ gözleri yaşararak hatırlayan öğretmenler var.)
Öğrencilerden bir grup Bakan Ertem’le görüştü. Bakan, parayı gerektiren isteklerin kabulünün güç olduğunu, öteki isteklerin inceleneceğini söyledi. Açlık grevi dönüşümlü olarak devam etti. 17 Kasım günü yayımlanan İaşe Komitesi bildirisi Ankara halkından yardım istedi. “Davamız çabuk sınıf geçmek, ucuz öğretmen olmak için savaş değildir. Davamız, idarenin korkunç baskılarından kurtulmak, eskimiş eğitim usullerinin günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini istemektir. Bunun için boykot yaptık. Millî Eğitim bakanı sesimize kulak verecek yerde okullarımızı kapattı. Yemeklerimizi kesti. 800 kişiyi aç ve susuz bıraktı. Yatılı bir okulda okumaktan başka imkânı olmayan yoksul çocuklarını açlıkla korkutup bu güzel amacımızdan vazgeçirmek istedi. Buna rağmen direniyoruz. Ankara halkının aç kalan evlatlarını bağrına basacağına inanıyoruz. Sonuna kadar yan yanayız. Başarı hepimizindir” deniliyordu. 18 Kasım günü (sonradan ortaya çıkan belgelere göre) Ertem, okul müdürlüğüne gönderilen gizli bir yazıda boykotçu öğrencilerin cezalandırılmasını istedi. 21 Kasım günü Gazi Eğitim öğretmenlerinden beş, boykotçu öğrencilerden beş kişi, müsteşarla görüştük. Müsteşar, 14 maddelik isteğin tümünün kabul edildiğini söyledi. Bunların yeni hazırlanacak enstitü yönetmeliğinde yer alacağını vaat etti. Bunun üzerine okul konferans salonunda yapılan forumda öğrenciler istekleri kabul edildiği için boykotu bitirmeye oybirliğiyle karar verdiler. Komite adına yayımladığımız bildiride boykotun sona erdiğini belirttik. ANARŞİK ÖĞRENCİ Sonradan ortaya çıkan belgelere göre Bakan Ertem’in isteği üzerine okul müdürü ona boykot hakkında gözle bir rapor gönderdi. Raporda, bu satırların yazarı için “Daima karanlık ve karışık emeller besleyen yönü ile teşhis edilen, bütün anarşik hareketlerde elebaşı rolü oynayan bir öğrenci” ifadesini kullandı! Anlaşılan yöneticiler ve öğrenciler iki ayrı dünyanın insanıydılar. Yöneticilerin anarşist elebaşı ilan ettiği kişi ve onun oluşturduğu “Toplumcular Grubu” iki ay sonra yapılan Öğrenci Derneği seçimlerinde büyük çoğunlukla dernek yönetimine seçildiler. Bu eylemden şu sonuçlar çıkar: 1) Meşru isteklerden hareket et. 2) Eyleme geçmeden önce geniş bir fikrî hazırlık yap. 3) Eylemin en geniş kesimler tarafından benimsenmesine yönelik bir dil kullan. 4) Zorluklarını halkla birlikte aşmaya çalış. 5) Asla çoğunluğun gözünde seni haksız çıkaracak yöntemlere başvurma. 5) Eylemin bir sınırı olsun. Nerede duracağını bil.
Boykotun sonuçları: Olumlu sonucu: Bakanlık, yeni enstitü yönetmeliğini hazırlamak üzere öğretmenlerden oluşan bir komisyon kurulmasına razı oldu. Bu yöneltmelik kesinleşmeden okul müdürleri öğretmenler tarafından seçilmeye başlandı. Bu kurulda biz bölüm temsilcileri de oy kullandık. Öğrenci Derneği ile idare arasındaki ilişkiler normale döndü. Öğrenciler büyük bir özgüven kazandı. (12 Mart 1971 faşist darbesiyle bütün bu kazanımlar kaldırıldı) Olumsuz sonucu: Bakanlık boykotta elebaşı olduğunu ileri sürdüğü öğrencilerin cezalandırılmasını istedi. Okul disiplin kurulu buna karşı direndi. Bakanlık cezalandırılmasını istediği kişi sayısını ondan ikiye indirdi. Bakanlığın diretmesi karşısında kurul bu iki öğrenciye (Zeki Sarıhan ve Aynan Sarıhan) birer ihtar cezası vermeyi uygun gördü. İşlemler uzun sürdü ve öğretim yılı biterken (1969) Bakanlık, bu cezayı, disiplin yönetmeliğini de çiğneyerek okuldan temelli atılma cezasına çevirdi. İkimiz okuldan temelli atıldık! Danıştay’ın verdiği kararla 40 gün sonra okulumuza döndük. Öğrencilerin sevincine payan yoktu… Bir saptama: Yurtdışında doktora yapan küçük oğlum, Babalar Günü vesilesiyle telefon edince Türkiye’deki Gezi Direnişi’nin oradan nasıl göründüğünü sordum. “Sizin kuşak bizim pabucumuzu dama attırdı!” dedim. Bana hiç beklemediğim şu olgun yanıtı verdi: “Bize olumlu bir mücadele mirası bırakan ve siyasi geçmişimizi yazılarıyla doğru yorumlayan senin gibi bir babayla övünüyorum!” Bizim için bundan daha onur verici ne olabilir? Görevimizi gönül rahatlığı ile devredebiliriz.
Zeki Sarıhan: AKP'nin yıkılışı başladı Yıllardır, aklımın erdiği, dilimin döndüğü, imkân bulduğum kadar yazıp söylüyorum. Geldiğimiz nokta nasıl da bu tespitlerimi doğruluyor. Bunu, hiçbir olaya önyargıyla yaklaşmamaya, gerçeklerden hareket etmeye, beynimi bütünüyle özgürleştirmeye borçluyum. İşte daha önce yazıp söylediklerimden doğrulananların bir özeti: AKP OYLARIN NEDEN YARISINI ALMIŞTI
Birçok insan bunu AKP’nin İslamcılığına bağlıyor iken, gerçeğin başka olduğunu yazıp söyledim. AKP’nin aldığı oyların büyük bölümü onun iktidarından önce ülkenin iyi yönetilmeyişiyle, iktidara gelişinden sonra da halkın refah düzeyinin yükselmesiyle ilgiliydi. Ne kadar çok insan bu gerçeği şiddetle reddetti! AKP döneminde halkın daha da yoksullaştığını ısrarla anlatmaya çalışanlar oldu. Bütün yurda yayılan Taksim protestolarında insanlar tencere tava çalıyor ama bunu başka bazı ülkelerde görüldüğü gibi ekonomik nedenlerle yapmıyor. Kitleler “yoksullaştık” demiyor. Özgürlük istiyor. AKP TÜRKİYE’Yİ İRANLILAŞTIRABİLİR MİYDİ? Muhafazakâr AKP iktidarının Türkiye’yi İranlılaştıracağı ileri sürülüyordu. Oysa bunu yapamazdı. Nedeni ise İran ve diğer Arap ülkeleriyle Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal koşullarının farklı oluşuydu. Toplumsal dokusu laikti. Öte yandan Türkiye bütün İslam ülkelerinden daha önce, Tanzimat döneminde Batı’ya yönelmiş, geniş bir kitle modern hayatı benimsemişti. Türkiye halkı şeriat yasalarıyla yönetilmeyi kabul etmezdi. Taksim direnişi bunu kanıtlamıştır. AKP TOPLUMU DÖNÜŞTÜREBİLİR MİYDİ? Yazı ve konuşmalarımda anlattım ki AKP iktidarının en başta mücadele edilecek uygulaması, bu toplumu muhafazakârlığa doğru dönüştürmek istemesiydi. O, dinci ve kinci bir gençlik yetiştirmek istiyor, feodal değerleri topluma kabul ettirmek istiyordu. Fakat o bunu başaramayacaktı. Millet bir deniz, AKP ise bu denizin yüzeyinde bir dalga idi. Milletin üstünden böyle çok dalgalar gelip geçmiş, ancak onu istedikleri gibi dönüştürememişlerdi. Bazıları bu dalgaya bakıp denizin de dibine kadar öyle olduğunu sanıyorlardı. Oysa millet, yüzeyinde böyle bir dalga nedeniyle biçim değiştiremezdi. Onun bir yaşam tarzı, dünya görüşü, değerleri vardı. Asıl olan buydu. Bu iyimserliğin ne kadar yerinde olduğu anlaşılmış olmalı. SOSYAL HAYAT NEDEN GERİ GÖTÜRÜLEMEZDİ? Birçokları, AKP iktidarının Türkiye’deki sosyal yaşamı geriye götüreceğini, kadınları çarşafa sokacağını, toplumu gericileştireceğini söylüyordu. Bu bakımdan Türkiye’nin yaşanamayacak bir ülke haline geleceğine inananlar da vardı. Hükümete ve yöneticilerin gözüne çarpmak için muhafazakâr görüntüler veren memurlar, iş adamları olabilirdi. Ancak Türkiye’de toplumsal yaşamın muhafazakârlaşamayacağının en önemli kanıtı, ülkemizde hem de AKP döneminde kapitalizmin gelişmekte oluşuydu. Kapitalizm, aynı zamanda daha çok kadın ve
erkeğin iş hayatına atılması, daha çok sokağa çıkması, hak ve özgürlüklerinin farkına daha çok varmasıdır. Şu örneği kaç yerde verdim: İki yıl önce Beypazarı’nda işletilen dükkânların çoğunun kadınlar tarafından işletildiğini görünce bunun nedenini bir dükkân sahibi ve çalışanına sorduk. Kadın dedi ki: “On yıl önce biz kadınlar bu sokaktan bile geçemiyoruz. Şimdi her birimiz bir dükkân işletiyoruz.” TÜRKİYE’NİN İKTİDARLARINI AMERİKA MI BELİRLİYOR? Özellikle AKP iktidarı döneminde, Türkiye’deki hükümetlerin ABD tarafından belirlendiği, AKP’yi de Amerika’nın iktidara getirdiği ileri sürüldü. Bu kesin kanı, Türkiye’nin toplumsal yapısını hesaba katmıyor ve tarihsel, sosyal gerçeklere gözünü kapatarak kötülüğün kaynağını yalnız dışarıda arıyor, böylece kendisini de rahatlatıyordu. Bu doğru değildi. AKP de içinde olmak üzere Türkiye’deki siyasi partilerin toplumsal tabanları ve kökenleri vardı. AKP, toplumun derinliklerinde kökleri olan bir akımın ve toplumsal sınıfların temsilcisiydi. Amerika’nın onu desteklemesi, iktidarı için temel etken değildi. Onun temsil ettiği sınıf büyümüş, palazlanmış, merkez burjuvazinin elinden siyasi ve ekonomik iktidarı almıştı. Onu iktidardan düşürecek olan halk kitlelerinin ayağa kalkmasıydı. BATI TÜRKİYE’DE NASIL BİR İKTİDAR İSTİYORDU? Bazıları ileri sürdüler ki, Amerika ve Avrupa, Türkiye’de laik bir iktidarı istemiyor, muhafazakârlığı destekliyor. Oysa Batı’nın esas tercihi Türkiye’de laik bir toplum ve iktidardır. Onların AKP’ye destek vermeleri muhafazakârlığından ötürü değil, ABD’nin, NATO’nun sadık bir müttefiki olmasıydı. Batı, müttefiki olmaları nedeniyle daha önce de birçok hükümetin dostu ve destekçisiydi. AKP’nin dinsel söylemleri arttıkça Erbakan’a yaptığı gibi, Batı’nın şimdi gördüğümüz gibi onun kulağını çekeceği ortadaydı. Onların bu tavrı, bazı çevrelerde gene yanlış kanılar uyandırıyor. Taksim direnişinin Batılılar tarafından yönlendirildiğini ileri sürenler var. Halk hareketi karşısında telaşa kapılan AKP’li bazı çevreler de bu teoriye sarılmışlardır. SOL HALKIN DEĞERLERİYLE BARIŞMALIYDI İktidar olamayan ve halkın karnını doyurma imkânından da yoksun olan Türkiye solu, halkın dinî ve geleneksel değerleriyle arasına büyük mesafe koyma gafletinde bulundu. Dinin, millî kültürün önemli bir parçası olduğunu unuttu. Bu değerlere karşı kılıç sallayanları kahramanlaştırdı. Böyle yaptıkça yoksul dindarların çoğunu AKP’ye kaptırdı. Şimdi Taksim direnişçileri, bu bölünmeyi tamir etmeye, inanç ve
kültürler üzerinden politika yapmamaya çalışıyor. Taksim’de kandil simitleri dağıtılıyor. Zalimlere karşı direnişçiler birlikte dua da ediyor. SOL KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEKTE ÖNCÜ OLMALIYDI Hiç de demokrasiyi içleştirmemiş ve Türkiye’ye demokrasiyi getirmeye niyetli olmayan AKP hükümeti, 30 yıl süren ve yaklaşık 40 bin kişinin hayatına, trilyonlarca liralık servetin heba edilmesine neden olan Kürt kalkışmasına bir son vermek için bazı adımlar attı. Bu onun iktidarını sorunsuz olarak devam ettirmesi için çözmesi gereken büyük bir sorundu. Başbakan “Türk ve Kürt milliyetçiliğini ayaklar altına alıp” İslam milliyetçiliğini önerince sol, halkların kardeşliğine, Türkiye yurtseverliğine sarılacak yerde, Türk milliyetçisi oldu. Kürt sorununun çözümünde politika üretecek yerde ret ve inkâr politikasını seçti. Solun önemli bölümü eski projelerini de unutarak beyaz Türk anlayışına savruldu. Bugün hükümet çevrelerinin Taksim direnişçileri için söylediği gibi Kürt sorununun dış kaynaklı olduğunu ileri sürdü. Hiç de mantıklı bir yönü bulunmadığı halde ABD’nin ve Avrupa’nın Türkiye’yi bölmek istediğine milleti inandırmaya çalıştı. Bugünkü direnişe katılan kitlelerin bir bölümü hâlâ bu anlayıştadır. Bir mitingde Kürtçe şarkı söylendiği için orayı terk eden gruplar vardır! Bu durum direniş cephesinin Kürtleri de içine alacak biçimde genişlemesine engel olmaktadır. MİLLİYETÇİLİK DEĞİL YURTSEVERLİK Türkiye halkını birleşik bir cephede toplamak ve AKP’nin elinden iktidarı alabilmek için savunulması gerekenler özgürlük, demokrasi ve yurtseverlikti. Bazı muhalif gruplar, etnik grupları kurumlaştıracağı gerekçesiyle demokrasi kavramına karşı tutum aldılar. Milliyetçilik yalnız Türklerle Kürtleri birbirinden ayırmakla kalmayıp Türk unsurunu bile ayrıştırdı. Oysa yurtseverlik, hemen bütün unsurları birleştirmeye adaydır. Milliyetçilik, on yıllardır görüldüğü gibi topluma demokrasi vaat edemezdi. Türkiye tarihinde de toplumu birleştiren milliyetçilik değil, yurtseverlik olmuştu. Bugünkü kitlesel direnişte milliyetçiliğin asıl sahibi olan MHP’nin hareketin dışında kalması anlamlıdır. Diğer milliyetçi unsurların bir kısmı hareketin içindedir fakat kitleleri birleştiren milliyetçilik değil, demokrasidir. Kişisel alanların genişletilmesidir. TEK PARTİ DÖNEMİNİN SİMGELERİNİ KULLANMAK AKP gericiliği ve işbirlikçiliğine, özellikle de baskıcı politikalarına karşı tek parti döneminin politikalarına sığınmak, bu dönemin simgelerini öne çıkarmak baştan beri
doğru değildi. Halk kitleleri, tek parti döneminin simgeleri ve politikaları çevresinde toplanamazdı. Taksim direnişçileri, tek parti dönemini değil, özgürlüğü savunmaktadırlar. Tek parti döneminde en fazla olmayan şey ise özgürlük ve demokrasi idi. Bugünkü başbakanın tek adam olmasına karşı duranları, tarihteki tek adamlılıklara, şefliklere ikna etmek mümkün değildir. Bugün öne çıkarılan, alabildiğine siyasi katılım, bireysel özgürlükler, ortak akıldır. UMUTSUZ OLMAMAK GEREKİRDİ AKP’nin üstü üste üç seçim kazanması, onun kurduğu bu düzenin artık yıkılmayacağı gibi bir kanı oluşturdu. Bu kanı birçok insanı mücadeleden uzaklaştırdı ya da saf değiştirmeye itti. Basının ve sermaye çevrelerinin önemli bir bölümü bile bu havaya girdi. Oysa az çok tarih bilgisi olanların fark edeceği gibi Türkiye, sosyal bir deprem kuşağındaydı. İleride ne olacağı hiç belli olmazdı. Hiç gitmeyecekmiş gibi görünen nice iktidarlar gelmiş, ama hiç biri önceden öngörülemeyen gelişmelere dayanamamıştı. Örnek olsun diye 1900 yılından başlayarak her on yılda Türkiye’de ne büyük değişiklikler olduğunu yazıp söyledim. 1900’den başlayarak her on yılda bir Türkiye’nin geçirdiği önemli evreleri gözden geçirmek bu gerçeği anlamaya yeter. Türkiye nerdeyse her on yılda bir politik olarak kendisini yenilemiştir. AKP dönemi, bu kanunun dışında kalamazdı. “Hiç merak etmeyelim, yanlış giden yıkılır” diyordum. Nitekim AKP’nin bugün düştüğü durum, bir yıkılışın başlangıcıdır. O bir süre daha iktidarda kalsa da bundan sonraki Türkiye, zihniyet olarak artık on bir yıldır yaşanan Türkiye olmayacaktır.
Zeki Sarıhan: 10 maddede Taksim direnişi nedir 1. Islak bir ormanda ısınacak kadar bir ateş yakmak bile çok zordur, oysa bir bozkırı bir kıvılcım bile tutuşturabilir. Taksim Gezi Parkı’nda birkaç ağaç, oldukça kurumuş olan Türkiye ormanını tutuşturmuştur. 2. Her zulme, her diktatörlüğe, her küstahlığa karşı toplumların bir tahammül etme sınırı vardır. Direniş, bu sınırın aşıldığını gösteriyor. Özlenen bahar yağmurları, bahar ayları biterken gökten boşanırcasına yağmıştır. 3. Bugün yaşamakta olduğumuz olayın Türkiye tarihinde benzerine rastlamak çok zordur. Bu direniş ve inatla karşı koyuş, Cumhuriyet Mitinglerinden de, meydanlarda bayram kutlamalarından da, Anıtkabir yürüyüşlerinden de, herhangi bir grevden de farklıdır. Hareketin tabanı ve katılımcıların zihinleri genişlemiştir.
4. Bu bir “Türk Baharı” mıdır? Evet. Fakat Arap Baharı’ndan farklı yönleri vardır. Arap Baharı’na Batılılar tasallut ettiler ve onu büyük ölçüde ele geçirdiler. Fakat Türk Baharı’nı Batılıların ele geçirmesi mümkün değildir. Çünkü onlar işbirlikçi iktidara destek vermek zorunda. Türk muhalefeti antiemperyalisttir. 5. 1 Mayıslarda bile bir araya gelemeyen siyasi grupların Taksim direnişinde güçlerini birleştirmeleri büyük bir gelişmedir. Fakat MHP’nin ve Kürt muhalefetinin henüz uzakta duruşu bir eksikliktir. Ana gövdesiyle işçi sınıfının ve nerdeyse bütünüyle köylülüğün henüz bu olay için meydanlara inmeyişi de büyük bir eksikliktir. 6. Kırsal kesim ve sandıklar hâlâ onun tarafında görünüyor ama emekçilerin, orta sınıfların, okullu gençliğin, aydınların yaşadığı kentlerin meydanları muhalefetin elindedir. Sandık bir güçtür ama meydanlar da yabana atılacak bir güç değildir. Direniş bunu kanıtlamıştır. 7. Bu bir iç savaş değil, hükümete karşı bir direniş hareketidir. İç savaş, hükümetin kendi yandaşlarını direnişçilere karşı meydanlara döktüğü zaman yaşanır ki hükümet kolay kolay buna cesaret edemez. Şimdilik polisiyle idare ediyor. 8. Gene de başbakan, taraftarlarını meydanlara dökebileceğini ima etmekten geri kalmamıştır. Böyle bir şey yaparsa bu klasik bir AKP mitingi olmayacaktır. Halk direnişini bastırmak için sokağa çağıracağı insanlar konusunda onun da miras edindiği örnekler vardır. 31 Martçılar, Anzavur Ahmet, Halife Ordusu, Çapanoğulları, Derviş Mehmet, Dolmabahçe’de Altı Filo’ya karşı namaz kılan eli satırlı gericiler, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas katliamlarının “kahramanları”… Bu onun için son çare olacaktır. 9. Bundan sonraki Türkiye, bundan önceki gibi olmayacaktır. Direnişin ilk ve yakın etkileri, bir sivil diktatörün prestijini kırması, niyetlerini sonuçsuz bırakması, partisi içindeki dalgalanma, ona oy veren halk kitleleri üzerinde onun gücü hakkında yaratacağı kuşku ve direnen çevrelerde özgüven yaratması olacaktır. 10. Direnişin en büyük zaafı, buna katılanların büyük çoğunluğunun inanıp güvendiği güçlü bir önderliği olmayışıdır. Kitleler direnişleri içinde deneye deneye bu önderliği yaratacaklardır.