Dr. Mehmet Şener Yücetürk - Hüseyin Tunçay - 2019

Page 1



İZ BIRAKAN BOLULULAR 9

Köklerinin İzinde…

DR. MEHMET ŞENER YÜCETÜRK HÜSEYİN TUNÇAY

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkıları ile Bolu Belediye Başkanlığı tarafından bastırılmıştır.


BOLU BELEDİYESİ YAYINLARI İZ BIRAKAN BOLULULAR SERİSİ-9 Hüseyin TUNÇAY EDİTÖR Ercan YAVUZ SAYFA TASARIM - KAPAK Yasin VARIŞLI YAYIN KURULU Emine DAVARCIOĞLU - Bolu Belediye Başkan Yardımcısı Güler MERT - Kültür ve Sosyal İşler Müdürü İsmail ŞENTÜRK - Bolu Araştırmaları Merkezi Sorumlusu YAYINA HAZIRLAYAN

Tunçay Yayıncılık Basım Reklam Danışmanlık Organizasyon Ltd. Şti. Ahmet Rasim Sokak 33/A Çankaya/ANKARA (0312) 442 25 30 e-posta: info@tuncayyayincilik.com.tr 1. BASKI Aralık 2017 BASKI ………………………………………. ……………………………………… ISBN …………………………… BOLU BELEDİYESİ KÜLTÜR YAYINIDIR, ÜCRETLE SATILAMAZ. KAYNAK BELİRTİLEREK ALINTI YAPILABİLİR.


İÇİNDEKİLER ÖN SÖZ.................................................................................................5 SUNUŞ ..................................................................................................7 TEŞEKKÜR.............................................................................................9 BAŞLARKEN............................................................................................................. 11

BÖLÜM 1 MEHMET YÜCETÜRK’ÜN OĞLU OLARAK DÜNYAYA GELMEK BİR RESSAMIN VAROLUŞ MÜCADELESİ........................................... 24 GALATASARAY LİSESİ’NE GİDEMEDİ…........................................... 30 BEHÇET NECATİGİL’İN ÖĞRENCİSİ OLDU........................................ 35 GİZLİ ORUÇ TUTTUĞU YILLAR.......................................................... 38 ANNESİNİN VEFATI............................................................................ 41

BÖLÜM 2 ÖLÜMLERİN ŞEKİLLENDİRDİĞİ HAYAT YÜCETÜRK’ÜN ‘İKİNCİ ÜNİVERSİTESİ’............................................. 51 EMİN ACAR’LA TANIŞMA.................................................................. 52 NECİP FAZIL, PEYAMİ SAFA VE NURETTİN TOPÇU’NUN ÖĞRENCİSİ. 52 TÜRKİYE DARBE İLE TANIŞIYOR....................................................... 54 BAŞGİL HOCA İLE YAZIŞMALAR… .................................................. 55 YETİŞTİĞİ ORTAM.............................................................................. 60

BÖLÜM 3 ALMANYA GÜNLERİ EN ALTTAKİLERDEN OLMAMAK…................................................... 63 İLK KAFİLE YOLA ÇIKARKEN…......................................................... 65 BABA İLE BULUŞMA…...................................................................... 72 MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN TEMELLERİ ATILIYOR........................................... 84 3


DR. ŞENER YÜCETÜRK’Ü SARSAN İKİNCİ ÖLÜM............................. 85 EVLİLİĞE DOĞRU.............................................................................. 89 AĞABEYİ ALPER’İ ÖLÜME GÖTÜREN BAĞNAZLIK.......................... 92 ANA VATANA DÖNÜŞ........................................................................ 93 İBRETLİK BİR HİKÂYE........................................................................ 94 TÜRK BİRLİĞİ ESKİ DOSTA EMANET................................................ 97

BÖLÜM 4 HAYATA SIFIRDAN BAŞLAMAK SINIRDA ASKERLİK GÜNLERİ ......................................................... 105 ANKARA’DAKİ TEK HUZUR DURAĞI.............................................. 109 BOLU’DA DOKTORLUK HAYALİ...................................................... 110 SÜMERBANK’TA DOKTORLUK VE SÜRGÜN................................... 111 ERZİNCAN’A TAYİN VE İSTİFA......................................................... 114 SÜMERBANK’A DÖNÜŞ................................................................... 115 12 EYLÜL’DE BÜYÜK TAKİBAT........................................................ 116 VAKIFLARA ADANMIŞ HAYAT......................................................... 120 SİYASETE NEDEN GİRMEDİ?........................................................... 122 BABASI MEHMET YÜCETÜRK’ÜN ÖLÜMÜ..................................... 124 ‘‘MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN NÜVESİNDEYDİM’’........................................... 125 ‘‘BOLU HER ŞEYİN BOL OLDUĞU YERDİR’’..................................... 127 BOLU İÇİN ÜNİVERSİTE ÇABALARI................................................ 129 ‘‘TOLSTOY VE GOETHE MÜSLÜMANDI…’’...................................... 131 SON SÖZ.......................................................................................... 134

BÖLÜM 5 ŞENER YÜCETÜRK’ÜN ALBÜMÜNDEN ..........................................135

4


ÖN SÖZ Dr. Şener Yücetürk, bugün sadece Almanya’da 5 milyonu aşan Türk nüfusunun örgütlü bir toplum haline gelmesinin baş mimarlarından biri. ’İz Bırakan Bolulular’ serisi içindeki bu kitapta Şener Yücetürk’ün hayatının kısa bir özeti anlatılıyor. Çünkü o, henüz Türkiye ile Almanya arasında işçi kabulü ile ilgili anlaşma imzalanmadan Almanya’da yeri­ ni almış biriydi. Bir ‘akıncı’ gibi önden gitmişti. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun, doktor adayı bir genç olarak gittiği Almanya’da gurbetçilerimizi o karşıladı. Güneş yanığı tenleri, nasırlı elleriyle tren katarlarına doldurulup gönderilen gurbetçiler Almanya’ya adım attıklarında ne dil, ne yol, ne yordam biliyordu. Şener Yücetürk ise iyi bir doktor olup ülkesine hiz­ met etmek üzere geri dönme planları yapıyordu o sırada. Soğuk savaş yıllarının atmosferi içinde, Anadolu’nun kavruk çocukları Almanya’nın ışıltılı caddelerinde, gece kulüplerinde kaybolup gidiyordu. Bu durum karşısında dertlenecek, tasalanacak ne bir devlet, ne bir kurum vardı. O ve birkaç arkadaşı, gurbetçilerimizin kendi dininden, değerlerinden, ülküsünden kopmasına gönlü razı olmadı. Bu kayboluşu ve kan kaybını durdurmak için çok sevdiği mesleğini bir kenara bırakıp, gurbetçilerimi­ zi bir araya getirmeye, onları değerlerine bağlı kalmaya davet etmeye başladı. Bir deniz feneri gibi yol gösterici oldu. Türk hükümetleri gurbetçileri döviz makinesi, Alman hükümeti ise ağır işçi olarak görüyordu o yıllarda. O, daha üniversite yıllarından itiba­ ren idealist bir ortamda yetişmiş, kendisini ülkesine ve milletine adamış biriydi. Bu durumu kabul etmediği için ‘Türk Birliği’ adıyla bir dernek kurdu. Türk işçilerinin kendi inanç dünyasına, kültürüne, milletine ve devletine yabancılaşmaması için kurulmuş bir dernekti bu. Bu dernek, yüzler, binler derken kısa süre sonra Avrupa’nın en örgütlü yapılarından biri oldu. Bu yapı Avrupa Milli Görüş Teşkilatlarının nüvesiydi. Dr. Şener Yücetürk, 14 yılda büyük bir mucizeye imza attı. Vatani görevi için Türkiye’ye döndükten sonra da aynı yolda hizmetlerine de­ vam etti. Ancak Türkiye’deki siyasi parçalanma ve polarizasyonla birlikte Almanya Türk Birliği de kendi içinde bölünme ve parçalanmalar yaşadı. Ve bu parçalanmadan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı doğdu. Almanya’ya giden ilk parti Türk işçileri arasında tek kelime Almanca bilmeyenler yo­ ğunluktayken, bugün onların çocuklarından pek çoğu ana dili Türkçe’yi zor konuşuyor. Sadece bu açıdan bakıldığında bile Dr. Şener Yücetürk gibi öncülerin değeri daha da iyi anlaşılabiliyor. Dr. Şener Yücetürk, Türk siyasetinin vitrininde yer alan pek çok ünlü isimle yol arkadaşlığı, kader birliği yaptı. Ama o hiçbir dönemde siya­ sete girmeyi düşünmedi. Siyaset üstü kalmayı tercih etti. Çünkü onun gerçek gayesi; milletine, vatanına ve bütün insanlığa hizmet eden, 5


inançlarına ve değerlerine bağlı nesiller yetiştirmekti. Siyasetle bunu yapamayacağını düşündüğü için sosyal, kültürel ve eğitsel faaliyetler üzerinden bu emeline ulaşmaya çalıştı. Bu kitap, idealleri uğruna kendi çıkarlarını bir kenara bırakmış Şener Yücetürk’ün hayatının kısa bir özeti aslında. Bolu’ya, Bolu insanına hiz­ metlerinin devam etmesi dileğiyle kendisine uzun ömürler diliyorum. Allah kendisinden razı olsun… Alaaddin Yılmaz Bolu Belediye Başkanı Aralık 2017 /Bolu

6


SUNUŞ Bolu Belediyesi olarak, tarihi, doğası ve kültürü ile bütünleşmiş, ge­ rek sosyal ortamı, gerekse fiziksel koşullarıyla, modern, yaşanabilir bir kent oluşturmak en önemli hedeflerimizden biri. Böylesine bir şehir için o şehrin hafızasını oluşturacak kültürel etkinlikler de çok önemli. Bu çerçevede, Bolu kültürüne verdiğimiz önemin bir nişanesi olarak hazırladığımız, ‘İz Bırakan Bolulular’ serisi kapsamında hazırlanan yeni bir kitabı daha sizlerin beğenisine sunmaktan mutluluk duyuyorum. Dr. Şener Yücetürk, ‘Acı Vatan Almanya’ olarak dilimize yerleşmiş, Anadolu’nun bağrından koparak yaşam kavgasına atılan vatandaşları­ mızın yerleştiği, bugün artık 3. neslin yaşamını sürdürdüğü topraklarda uzun süre yaşamış, insanlara şifa dağıtmış ve oradaki Türklere ‘meşale’ olmuş’ biri. Bolu’daki köklerini unutmayan, İslam ve Türklüğün izlerini Almanya’da da sürerek diri kalmasını sağlayan, orada yaşayan işçileri­ mizi birleştiren, bütünleştiren ve ilk Türk federasyonunun kuruluşuna vesile olan biri Yücetürk. Almanya’ya giderek ülkesine daha yararlı bir ‘uzman doktor’ olarak dönmek amacındaki Yücetürk de düşünmemişti böyle olacağını. Ancak o, Anadolu bozkırlarındaki köylerinden kalkıp giden delikanlıların, kız­ ların, kadınların bu yeni ve farklı ülkede kaybolup gitmesine, farklı yol­ larda erimesine ve köklerinden kopmasına razı olmadı, olamazdı. Kah ninesinden duyduğu masallar, kah dedesinden duyduğu kıs­ salarla büyüyen ve kendini Türklük ve İslam’ın savunucusu olarak gören birinden başka bir şey beklemek abes belki. İşte Şener Yücetürk’ün bir avuç arkadaşı ile başlattığı, bir çatı altında Türkleri toplama isteği kısa sürede Almanya’daki vatandaşlarımızın toplanacağı, küçük bir karto­ pundan yüz binlerce kişinin yer aldığı bir yapıya dönüştü. Bu kitapta Almanya’daki kariyer fırsatını ‘ülkesine hizmet’ gerekçe­ siyle elinin tersiyle iten, daha birkaç yıl öncesine dek doktorluk yapıp şifa dağıtan, ancak maaşı dışında hiç kimseden bir kuruş para almamış, yaptığı onca işe rağmen siyasette hep perde gerisinde duran idealist bir adamın öyküsünü okuyacaksınız. İyi okumalar dileğiyle. Saygılarımla. Emine Davarcıoğlu Bolu Belediye Başkan Yardımcısı Aralık 2017 /Bolu

7


8


TEŞEKKÜR Hiç kimsenin hayatı diğerininki ile örtüşmüyor. Yaşanılan mekânlar, olaylar, edinilen tecrübeler, duygu ve düşüncelerimizin şekillenmesin­ de birçok faktör rol oynamışken… Bir de kişiye yön veren bir ‘İç ses’ olduğuna inanıyorum. Bu iç sesin ne olduğuna, kişiyi nasıl yönlendirdiğinin bilgisine, tahliline girmekten ziyade onu basitçe söyle tanımlayabilirim. Hayatın yol kavşaklarında bize, ‘Şu tarafa gitmelisin, şöyle yapmalısın, şuna karar ver­melisin’ diye seslenen bir sestir o. Ve bizimle beraber son anımıza kadar o vardır. Ol deyince olduran… Yaşamak bir bakıma yılların birikimi olan ve emekle kazanılanlar ve onlardan geriye kalan aziz hatıralar değil midir? Zor olan insanın ken­ di hataları ile yüzleşmesi ve nerede hata yaptım sorusunu kendisine sorma­sıdır bir bakıma. Buna cevap verilmeden yol alınmıyor. Bolu Belediyesi’nin ve onun değerli başkanı Alaaddin Yılmaz Bey’in ‘İz Bırakan Bolulular’ adlı biyografi serisiyle Bolu’nun hafızasına önemli bir hizmet yaptığına ina­nıyorum. Aslında Bolu’da en büyük ve silinmez iz bırakan, Bolu’yu tarihin küllerinden çıkarıp modern, pırıl pırıl ve yaşa­ nabilir güzel bir şehir haline getiren kendisidir. Bolu’nun tarihi hafızasın­ da en baş köşededir.

Şener YÜCETÜRK Aralık 2017/Bolu

9



BAŞLARKEN...

30 Ekim 1961 tarihinde, Almanya’nın Bonn kentinde Türkiye ile Al­ manya arasında resmi adı ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Türk Firmaları İşçilerinin İstisna Akdi Çerçevesinde İstihdamına İlişkin Anlaşma’ olarak bilinen iş gücü anlaşması imzalandığında Aksaraylı Ahmet’e yokluk içindeki makûs ta­ lihini değiştirme fırsatı doğdu. Ahmet, köyündeki komşu kızı Gülümser’e âşıktı. Gülümser’in de gönlü ondaydı. Köydeki ekonomik imkânları Ahmet ile Gülümser’in ev­ lenmesine müsaade etmeyecek kadar kıttı. Gülümser’in babası kızı için ciddi bir başlık parası talep ediyordu. Yoksul Ahmet, kara kara bu parayı nasıl bulabileceğini düşünürken Almanya’nın işçi aldığını duydu. He­ men hazırlıklara başladı. Kaybettiğini sandığı ilkokul diplomasını arayıp buldu ve Türkiye İş ve İşçi Bulma Kurumu’na başvurdu. Ve başvurusu ka­ bul edilince, ailesi ve Gülümser ile vedalaşıp Almanya’nın yolunu tuttu. Ne tek kelime Almanca ne de İngilizce biliyordu. Berlin’de bir makine fabrikasında ağır işçi olarak çalışmaya başladı. Bir yıl sonra Gülümser’e kavuşacak parayı biriktirdi. İki aile arasında ya­ pılan sade bir törenle Gülümser ile Ahmet nişanlandı. Törende Ahmet bulunamamıştı bile. Her yaz evlenme niyetiyle Türkiye’ye geldi ama annesinin ölümü, amcasının ölümü derken düğünleri her seferinde bir sonraki yaz tatiline kaldı. 5 yıllık bir hasretin ardından Ahmet ve Gülüm­ ser evlendi. Evlenir evlenmez eşini 6 ay içinde de Berlin’e götürmeyi ba­ şardı. İki aşık sonunda birbirine kavuşmuştu ki, Gülümser’in babasının trafik kazasında hayatını kaybettiği haberi geldi. Kara haber ile perişan oldu. Ağır koşullarda çalışan Ahmet’in eşini teselli edecek vakti bile yok­ tu. Gülümser babasına düşkün bir kadındı. Ne pahasına olursa ol­ sun babasının cenazesinde bulunmak istiyordu. Ahmet’ten kendisini Türkiye’ye götürmesini istedi. Eşinin ısrarı üzerine Ahmet çalıştığı fabri­ kadan izin istedi, ancak alamadı. Gülümser, tek başına Türkiye’ye trenle dönmeye karar verdi. Ahmet gitmemesi için ne kadar yalvardıysa da ona engel olamadı. Sonunda kendisini Almanya’ya getiren kara tren­ den bir bilet almak zorunda kaldı Ahmet. Gülümser Almanya’ya geleli 11


daha 6 ay bile olmamıştı. Ne yol, ne iz biliyordu. En büyük sorunu ise Türkçe’ den başka dil bilmemesiydi. Okuma yazması da yoktu üstelik. Ahmet büyük bir endişe ile eşini trene bindirdi. İçi elvermiyordu onu tek başına göndermeye, ama çaresiz kalmıştı. Uzun uzun yolda ne yapması gerektiğini anlatıp durdu ona. Tam trene binerken Gülümser, Ahmet’e nerede ineceğini sordu. Ahmet, ‘Ben bu trenle defalarca gidip geldim. İstanbul Sirkeci’den buraya kadar tren 36 yerde duruyor. Dö­ nüşte de bir o kadar yerde duracaktır’ dedi. Gülümser bu kadar raka­ mı nasıl aklında tutacağını düşünürken Ahmet cebinden çıkardığı bir paket fındığı Gülümser’e uzattı. ‘Bak bu pakette tam 36 tane fındık var. Tren her durduğunda bir tanesini ye. Sakın uyuma. Fındık bittiği zaman Türkiye’ye varmışsın demektir. Anladın mı?’ diyerek tembihledi. Ahmet endişeli, Gülümser acı içinde ayrıldı birbirinden. Ancak aradan iki gün geçmesine rağmen Gülümser Türkiye’ye varamadığı gibi kendisinden de haber alınamıyordu. Ahmet Alman polisinden, Gülümser’in ailesi ise Türk polisinden yardım isteyerek Gülümser’i bulmalarını istediler. Bir hafta geçmiş olmasına rağmen Gü­ lümser ortalıkta yoktu. Ahmet, fabrikadan eşini arayıp bulması için izin istedi, ancak bu izin de verilmedi. Fabrikadan ayrıldı Ahmet, tüm birikimlerini sattıktan sonra tek başına Gülümser’i aramaya koyuldu. Ahmet’in Gülümser’i ara­ yışı iki yıldan fazla sürdü. Ancak artık yolun sonuna gelmişti. Cebinde tek kuruşu kalmadığı gibi çalışmaya da içi elvermiyordu. Berlin’de Türk Mahallesi olarak bilinen Krausberg’de sokaklara daldı. Saçı sakalı birbi­ rine karışmış bir mecnuna dönüşmüştü adeta. Takvimler 2000’li yılları gösterirken Ahmet hala Berlin sokaklarında Gülümser’ini arıyordu… Bu kitabın kahramanı Dr. Şener Yücetürk, henüz Almanya ile Türki­ ye arasında işçi alımı anlaşması imzalanmadan Almanya’ya giden öncü Türklerden biriydi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun ol­ muş bir doktordu. Aydın ve inançlı bir doktordu, ama uzman olmak isti­ yordu. Uzmanlığını da Almanya’da elde etme arzusundaydı. Türkiye’nin yetiştirdiği büyük ressamlardan biri olan Mehmet Yücetürk’ün oğluydu aynı zamanda. Yücetürk, Aksaraylı Ahmet ile Gülümser’in acı, hüzünlü hikâyesine benzer yüzlerce olaya tanık oldu Almanya’da. O Almanya’ya adım attı­ ğında sokaklarda, fabrikalarda henüz Türk işçiler yoktu. 1962 yılından itibaren Almanya Türk işçilerle dolup taşmaya başladı. Gelenlerin yüzde 99’u dil bilmiyordu. Almanya’ya ulaşan Türk işçi sayısı yüz binlere dayandığında o artık Almanya’da hatırı sayılır uzman bir hekim olmuştu. Dr. Şener Yücetürk, ekmek parası uğruna yollara düşen Türk işçilerinin ve onların çocukları­ nın hızla kendi değerlerinden koptuğunu, savrulduğunu en erken gö­ 12


renlerden biriydi. Çünkü Türk hükümetleri gurbetçilere döviz makinesi, Alman hükümeti ise misafir gözüyle bakıyordu. Ancak Türk işçilerinin ve ailelerinin büyük sorunları vardı. Kimsenin bu sorunlarla ilgilenmeye de niyeti yoktu. Dr. Yücetürk, bu sorunlara vakıf biri olarak birkaç arkadaşı ile birlikte onlara ‘deniz feneri’ olmaya karar verdi. Türk işçileri ve gençlerinin kendi inanç dünyasına, kültürü­ ne, milletine ve devletine yabancılaşmaması için ‘Türk Birliği’ adıyla bir dernek kurdu. O dernek zaman içinde Avrupa Milli Görüş Teşkilatları­ na dönüşecek yapının da ilk adımıydı. Almanya Türk Birliği yurt dışında Türkler tarafından kurulmuş ilk örgütlü yapıydı. Dr. Şener Yücetürk, 14 yıl Almanya’da kaldıktan sonra ülkesine ve milletine hizmet etme gayesiyle Türkiye’ye döndü. Türkiye’deki siyasi parçalanma ile birlikte Almanya Türk Birliği de kendi içinde bölünme ve parçalanmalar yaşadı. Ve bu parçalanmadan Avrupa Milli Görüş Teşki­ latı doğdu. Dr. Yücetürk, bu teşkilatın ilk başkanıydı. Almanya’ya giden ilk parti Türk işçisi tek kelime Almanca bilmezken, onların üçüncü nesil çocuklarının önemli bir bölümünün bugün ana dili Türkçe’yi bilmiyor olması Dr. Yücetürk’ün değerinin bir kez daha anlaşılmasını sağladı. Dr. Şener Yücetürk, Almanya’dan döndükten sonra Türkiye’de 41 yıl boyunca hekimlik yaptı. Bugün Türk siyasetinin vitrininde yer alan pek çok ünlü isimle o yıllarda yol arkadaşıydı. Ancak hiçbir zaman siyase­ te girmeyi düşünmedi. Israrlı teklifleri her zaman geri çevirdi. Çünkü o, ‘Millete, vatana ve bütün insanlığa hizmeti ön plana alan, çalışkan, dürüst, merhametli, özverili, hak ve hukuka bağlı, haramlardan uzak bir gençlik ve toplum ortaya çıkarmaya’ adamıştı kendisini. Bu nedenle sosyal, kültü­ rel ve eğitsel faaliyetler ile vakıflar ve dernekler üzerinden bu emeline ulaşmaya çalıştı. Bu kitap, ‘Kendimi iz bırakan değil, iz arayan, iz takipçisi bir kişi olarak görüyorum’ diyen Dr. Şener Yücetürk’ün hikâyesini anlatıyor. Bu kitap İkinci Dünya Savaşı’ndan 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbe­ leri ile 12 Mart Muhtırası gibi birçok önemli olaya tanık olmuş bir Türk hekiminin yaşadıklarının kısa bir özeti aslında. İyi okumalar dileğiyle.

13


14


BÖLÜM 1 MEHMET YÜCETÜRK’ÜN OĞLU OLARAK DÜNYAYA GELMEK…

15


16


Her insanın bir hikâyesi vardır ve bu hikâye aile geçmişi ile başlar. Doğduğu topraklar, yetiştiği ortam, aldığı terbiye, eğitim ve yüreğinin kaldırabildiği yük şekillendirir karakterini. Kimliğini, kişiliğini böyle ka­ zanır insan. Dr. Şener Yücetürk’ün hayatını anlamak ve anlatabilmek için onun bu kimliğinin şekillenmesinde etkili olan kişileri ve olayları iyi ir­ delemek gerekiyor. O, Türkiye’nin büyük ressamlarından Mehmet Yücetürk’ün ikinci evladı. Bu nedenle Mehmet Yücetürk’ü tanımadan oğlunu tanımak da mümkün değil. Mehmet Yücetürk’ün hayatı ise bü­ yük dramları bünyesinde barındırıyor. Yani büyük zorluklarla şekillen­ miş bir hayata sahipti Mehmet Yücetürk. Mehmet Yücetürk, Osmanlı İm­paratorluğu’nun çöküş yılla­rın­ da dünyaya gelmiş ve o koşul­la­rın yokluklarını ve kıtlığını ilik­lerine kadar yaşamış biriydi. Cum­hu­ri­ yet tarihinin büyük ressam­la­rın­ dan biri oluşuna evrilen hayat hi­ kâyesi Balkan Savaşlarının en sı­cak günlerinde başlamış biri. O dün­ yaya geldiğinde imparator­ luk en karanlık günlerinden birini ya­şıyordu. Fransız İhtilali’nin etkisi ile baş­layan milliyetçilik rüzgârı, im­ pa­ra­torluklar şemsiyesi altında ya­şayan pek çok milletin uyanı­ Babasının fırçasından Şener Yücetürk şı­ na sebep olmuştu. Osmanlı, Avus­turya-Macaristan, Rus İmpa­ ra­torlukları bünyesindeki millet­ ler bağımsızlık fikriyle çalkalanıyordu. Dünyanın dört bir yanında sö­ mür­ge imparatorlukları kuran İngiltere, Fransa gibi adı imparatorluk ol­mayan gizli imparatorluk devletleri ise bu hareketleri açık bir şekilde des­tekliyordu. 500 yıldan fazla bir süre Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen­ liği altında yaşayan Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı savaşan Osmanlı Devleti’ne karşı ba­ ğımsız devletlerini kurmak için güç birliği yapmıştı. Bu oluşumla başla­ yan Balkan Savaşı’nın sonunda Osmanlı Balkanları terk etmek zorunda kalacaktı. Resmi rakamlara göre 65 bin şehit verilen Balkan Savaşlarının or­ tasında doğmuştu Mehmet Yücetürk. Bolu’nun Salıbeyler köyünde 26 Mart 1912 yılında Molla Abdullah olarak bilinen Abdullah Yücetürk ile Emine Yücetürk’ün 4 çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldi. Molla 17


Abdullah, çocuklarının iyi bir eğitim almasına büyük önem vermesine rağmen iri yarı yapısı ve güçlü kuvvetli bileği sebebiyle köydeki işleri üstlenebileceği düşüncesiyle Mehmet Yücetürk’ün okumasını isteme­ mişti. Bu ailesinin ona biçtiği bir kaderdi. Ancak o ilerleyen yaşında bu kaderi değiştirmeyi bilecek kadar azimliydi. Kardeşleri İlyas ve Mustafa daha 6-7 yaşına basar basmaz okula başlarken Mehmet Yücetürk, köy­ deki işleri halletmekle görevlendirilmişti. Kız kardeşleri Ayşe ise evin son beşiğiydi. yor:

Şener Yücetürk doğduğu dönemdeki ortama ilişkin şunları anlatı­

‘’25 Mayıs 1938 yılında Salıbeyler köyünde doğmuşum. Köyün asıl adı Salurbeyler. Türkmen-Oğuzlarının Salur boyundan adını almış, sonradan Salıbeyler’e dönüşmüş. Türk boyları yerleştikleri yerlere kendi boy isimlerini vermişler. Bolu Oğuz boylarının, Türkmenlerin yoğun olarak yerleştikleri bir yerlerden biridir. Ve boyların ismiyle anılan birçok köy mevcut burada. Dodurga, Avşar, Kızık, Salur, Çepni, Bayat (Yakabayat), Kınık, Alpagut vs. gibi. Bizim köyümüz de şehre 2 kilometre uzaklıkta. Şehirdeki okula her gün yürüyerek buradan gelip giderdik. Bugünkü gibi yollar yoktu. Toprak yollardan, tarlalardan, karda, çamurda. Çocukluğumuz o zamanki böyle hayat şartları içinde geçti. Bugünlerle kıyas edilemeyecek kadar zor şartlarda. Evler gaz lambası ile aydınlanır, su dışarıdan taşınır, sabun lüks bir şeydi. Çamaşır kil ile, bulaşıklar kül ile yıkanırdı. Giyeceklerini kendileri dokurlar, dikerler. Gaz, tuz, şeker gibi birkaçı hariç, her ihtiyaç kendi imkanları ile karşılanırdı. 2. Dünya Savaşı yıllarında ekmek karne ile verilirdi. Bizim neslimiz o günlerden bugünlere büyük değişimlere şahit oldu. Bugün elektronik cihazlar, akıllı telefonlar, dijital aletlerle medeniyete doğru hızla yol alıyoruz.

Salıbeyler köyü 1950’ler 18


Karpuz kabuğunu oyuncak araba yaparak büyüyen bizim nesil, bugün elinde akıllı telefonla yaşıyor. Her şey değişiyor. Değişmeyen tek şey hayatın doğumla başlayıp ölümle sonlanması. Ama inananlar için hayat ölümle son bulmuyor, sonsuz bir yaşam evresine giriyor. İlahi mesajın ana konusu bu büyük hakikati, bu gerçeği bize bildirmektir. Çocukluğum tabiatın kucağında tabii bir ortamda geçti. Baharda çiçeklerle donanmış türlü meyve ağaçlarının bulunduğu ve birçok sebzenin yetiştirildiği bahçelerde, tavuk, inek, at gibi hayvanlarla, ekin buğday, güz ve harman işleri, değirmene buğday öğütmeye gitmeler, evlerde tarhana, makarna, turşu, pestil, keş, yağ, yoğurt, peynir üretme işleri, bir iki arı kovanı, fırında ekmek, kiraz, erik kurutma işleri, kır çiçekleri, kırmızı gelincikli tarlalar, kuşlar, kelebekler ve ateş böcekleri, yamaçlar, yayla yolları, çam ağaçlı ormanlar, yeşil çayırları ve çağlayarak akan dereleri ile yayla. Yaya 2-3 saatte varılan yaylamız ve o yayla evlerinde yaşanan hayat. Kış mevsiminde yağan diz boyu kar, ocakta yanan ateşle, mangal ve basit sobalarla ısınmalar. Koyu karanlık, sessiz kış geceleri, uzaktan köpek havlamaları, geceleri gaz yağı feneri ile dolaşma, ocakta yanan ateşin veya gaz lambasının ışığının yansıttığı gölgeler, ibrik, bakraç ve güğümlerde donan sular. Abdest almak için sobanın üzerinde ısıtılan sular ile kılınan namazlar. Anlatılan dini hikayeler, Mızraklı İlmihal, Ahmediye ve Muhammediye okumaları... Gelen misafirlerle köyde yaşanan olaylardan, geçmişlerden anlatmalar, askerlik anıları ve mektupları v.s’ler ortamında yaşanan hayatın hafızada, kalpte, düşünce ve hislerde bıraktığı derin izlerin kişilik ve kimliklerimizin gelişmelerinde önemli etkileri olduğu kesin, muhakkak. Yabancı kültür ve yabancı yaşayış tarzıyla buluşmamış ve homojen olan bir hayat ortamının birden modernleşme adı altında bu topluma dikte edilmesi, dayatılması ile yaşanan sarsıntının etkileri içinde hala kıvranan bir toplumuz. Ama yavaş da olsa köklerimizin, bin küsur yıllık tarihimizin mirası olan kültür ve medeniyetimizin, milli ve manevi değerlerimizin gücü ile yeniden dirilme dönemine girmiş bulunuyoruz.’’ Ressam Mehmet Yücetürk’ün oğlu Dr. Şener Yücetürk, ailesinin geçmişiyle ilgili de önemli araştırmalar yapmış gençlik yıl­ larında. Kim oldukları, nereden geldikleri ile ilgili geniş bilgilere sahip. Ailenin kökleri, Osmanlı’nın kuruluş yıllarına kadar uzanı­ yor. Ama o, yakın tarihe ilişkin şu bilgileri veriyor: “Ailemin lakabına Molla Abdullahlar derlerdi. Rahmetli babam derdi ki ‘Benim adım Mehmet yani Muhammed, yani Peygamber Efendimizin adı. Onun babasının adı Abdullah idi benim babamın ismi de Abdullah. Onun annesinin adı Amine idi benim anne-

Dedesi Abdullah Yücetürk 19


min adı da Emine, onun eşinin adı Hatice’ydi, benim eşimin adı da Hatice.’ Böyle benzetmeler yapardı. Dedemin, 3 oğlu, bir kızı var. İlyas ve Mehmet, Mustafa ve Ayşe. Dedem bunlardan ikisini okutmuş. Çok iyi hatırlıyorum; İlyas amcam, Mustafa amcam, Ayşe halam, ninem ve annem aynı evde kalıyorduk o zamanlar. Rahmetli dedem ben 4 yaşlarındayken vefat etti onu hatırlıyorum. Dedem omuzlarına çıkarıp ezan okuttururdu bana. Çok keyif alırdım. Ben 3 yaşındayken elimden tutar beni camiye götürürdü. Ama ben yatsı namazında uyuyakalırdım, bunlar küçük gibi görünen, ama hayatımızdaki önemli izler. 3 yaşında sünnet oldum onu hatırlıyorum. Abdullah dedem ben 4 yaşındayken vefat etti.

Dedesi Abdullah Yücetürk ve ailesi 1935

Babaannesi Emine Yücetürk 20

.

Dedem babamı okumaya göndermemiş. O biraz daha kuvvetli olduğu için ‘Sen eve bak, bunlar okudular gittiler sen eve sahip çık’ demiş. İlyas amcamız öğretmen oldu. Mustafa amcam da okumuş, inşaat mühendisi oldu. Sonraki yıllarda babam Mustafa amcam ile bacanak olmuş. Yani annem ile Mustafa amcamın eşi kardeşti. İki kız kardeşi gelin getirmişler evlerine. Evlendikleri kızlar da bizim evin iki arkasındaki evde büyümüşler. Yani komşularmış, birbirlerini tanıyorlarmış.”


Dr. Şener Yücetürk’ün babası Mehmet Yücetürk, babasının kendisi­ ni köydeki işlerin başında bırakmasına rağmen okuma isteği ve arzusu ile dolu bir çocuktu. Bu arzusunu babası ile paylaşınca, kardeşlerinden 5-6 yıl sonra okula başlayabildi. Molla Abdullah, oğlunun bu arzusunu kırmayarak köylerinde okul olmamasına rağmen oğlu Mehmet’i Gölyü­ zü Mahallesi’nde okula başlattı. Ancak ilkokula başladığında 11 yaşın­ dan gün almıştı bile.

Harmanyeri (1950’ler)

Mehmet Yücetürk okula başladığında henüz Cumhuriyet ilan edil­ memişti. Birinci Dünya Savaşı’ndan felaketle ayrılan Osmanlı İm­para­tor­ lu­ğu’nun ise sonu gelmişti. Yeni bir ülkenin temelleri atılıyordu. Genç bir cumhuriyetin doğum zamanı gelmişti. 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhu­ riyet ilan edilirken, henüz harf inkılabı yapılmadığı için Mehmet Yüce­ türk, eski harflerle eğitime başladı. 5 yıllık ilkokulu tamamladığında 1928 yılında harf devrimi yapılmış, Mehmet Yücetürk 5 yılda aldığı eğitimi bir günde unutmuştu adeta. An­ cak öylesine azimli ve kararlıydı ki o yaz kendi çabası ile Latin harfleriyle okuma-yazmayı öğrenmeyi başardı. Yani bir yaz döneminde iki farklı dilde okuyup yazabilecek bir kapasiteye ulaştı. İlkokuldan sonra 3 ay İmam Hatip Okulu’na devam etti. Bunu biraz da babası Molla Abdullah istemişti. Mehmet Yücetürk, okula başlamış olmasına rağmen babası Molla Abdullah’ın köydeki işlerine de yardım etmeye devam ediyordu. Özel­ likle yaz aylarında hiç durmadan çalışıyor, aile bütçesine katkıda bulun­ maya özen gösteriyordu. Babası ile birlikte çevre köy ve kasabalarda at arabası ile satıcılık yapıyorlardı. Bazen babasından ayrı, tek başına satışa çıktığı da oluyordu. Hanlarda, yıkık dökük yol üstü duraklarında konak­ 21


lıyordu. İşte bu seyahatler sırasında kaval ve bağlama çalmayı da öğren­ di. Daha ilkokul yıllarından itibaren resim tutkusu yüzünden bulduğu her boş kâğıda kara kalem çalışmalar resimler çiziyordu. Hanlarda geçir­ diği yalnız gecelerde ise ışığın ve karanlığın güzelliklerini keşfetmiş oldu. İlkokul yıllarında kendi portresini bir padişah portresi gibi çizip altına ‘Aslan Yürekli Mehmet Paşa Hazretleri’ yazdığı için adı ‘Aslan Yürek’ olmuştu. Yokluk ve kimliğini arayış içinde geçip gitti Mehmet Yücetürk’ün ilkokul yılları. Artık ortaokula gitme vakti gelmişti. Babasının yazdır­ dığı İmam Hatip’in Milli Eğitim Bakanlığı tara­ fından kapatılması üze­ rine Mehmet Yücetürk Hisartepe’de bulunan ortaokula kaydolmak zorunda kaldı. Ancak bu okul da 16 yaşından büyük öğrencileri ka­ bul etmediği için, ona sanayi mektebinin (çı­ rak okulu) yolu göste­ rildi. Okuma arzusu her fırsatta engelleniyordu adeta. Mehmet sanayi­ de çırak olma arzusun­ da değildi. Mutlaka or­ taokula gitmem lazım diye çareler aramaya başladı. Bunun için Mil­ li Eğitim Bakanlığı’na Köy evi (sağdaki) bir yazı yazarak Hisar­ tepe Ortaokulu’na kayıt yaptırabilmesi için izin istedi. Ancak bakanlık buna izin vermedi. Mehmet Yücetürk yılmadı. Bu kez Başbakan İsmet İnönü’ye derdini anlatacak bir mektup yazdı. O yıl­ larda hiçbir çocuğun aklına gelmeyecek bir çabaydı bu. Çünkü okuma arzusu ona her şeyi yaptırabilirdi. Sonunda Başbakanlık’tan gelen izinle Hisartepe Ortaokulu’na kayıt yaptırabildi. Mehmet Yücetürk, 18 yaşına geldiğinde 1930 yılında annesi onu komşu kızı Hatice Hanım ile evlendirdi. Yani daha ortaokuldayken ev­ lenmişti genç Mehmet. Hatice Hanım, komşuları Hüseyin Aktürk’ün kızıydı. Sarı sakallı, mavi gözlü Hüseyin Aktürk’ün sülalesi köyde Sarı Çavuşlar olarak biliniyordu. İki aile birbirlerini çok eski yıllardan beri ta­ nıyan, bilen insanlardan oluşuyordu. 22


Şener Yücetürk, annesi Hatice Hanım’ın ailesi ile ilgili de önemli bil­ gilere sahip. Hatta anne tarafından dedesi olan Hüseyin Aktürk’ün ken­ di hayatında önemli izler bıraktığını şu sözlerle ortaya koyuyor: “Anne tarafından dedemin sarı sakalları vardı. Belki bu yüzden Sarı Çavuş derlerdi, mavi gözleri vardı. Benim 6 çocuğum var, iki kızımın biri mavi gözlüdür, yani dedemin mavi gözleri onda çıktı. Dedem Sultan Abdülhamit Han zamanında askerliğini İstanbul’da Tıbbiye Mektebi’nde sıhhiye çavuşu olarak yapmış. Neticede dedem Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamit’i çok methederdi bize. Çok iyi hatırlıyorum; ben ortaokul yıllarında bir seferinde dedeme ‘Dede onlar bu memleketi satanlar, geri bırakanlar’ demiştim. Çünkü okulda öyle öğreniyorduk. O da buna çok kızdı. ‘Size bunları yanlış öğretiyorlar’ dedi. Canı sıkılırdı yani. ‘İnşallah ileride gerçekleri öğrenirsiniz’ derdi.

Anneannesi Tevhide Aktürk

Sonra biz liseyi bitirene kadar içi boş bir teneke gibiydik, üniversitede doldurduk içimizi. Yeniden bir tarih bilgisi ile yeniden bir oluşum içine girdim. O zaman Sultan Abdülhamit hakkında okuduğumuz kitaplar ile falan o devri çok iyi öğrendiğimi düşünüyorum. Sonra Bolu’ya geldiğimde Hüseyin dedeme; ‘Dede sen haklıymışsın’ dedim. Beni sımsıkı kucakladı, ‘İşte ben torunumu şimdi kazandım’ dedi. Hüseyin dedem ben üniversite yıllarındayken vefat etti.” Mehmet Yücetürk bugünün değer yargılarıyla pek çok kişiye komik gele­ cek şekilde ortaokul yıllarında evliliğe adım atmıştı. Ancak onun en büyük Dedesi Hüseyin Aktürk arzusu ortaokul diplomasını almaktı. Bu nedenle yıllar boyunca diplomasını alma sevdasına evini barkını ihmal et­ mek zorunda kaldı. Beş yıl sonra ilk çocukları Alper dünyaya geldi. Üç yıl sonra ise bu kitabın kahramanı Şener doğdu.

23


BİR RESSAMIN VAROLUŞ MÜCADELESİ O dünyaya geldiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ağır hastaydı. Dolmabahçe’de hasta yatağındaydı. Şener Yücetürk’ün amcası İlyas Yücetürk, Atatürk’e tutkun, onun devrimlerine hayran bir Cumhuriyet öğretmeniydi. Bu nedenle adını İlyas Yücetürk koydu. Şener Yücetürk, doğduğu yıllara ilişkin şunları anlatıyor: “Salıbeyler’de, yani köyümüzde dünyaya gelmişim. Doğum tarihim tam olarak 25 Mayıs 1938. Babam İstanbul’daymış o sırada. 3 yaş farkımız vardı aramızda Alper ağabeyimle. İkimizin adını da öğretmen olan İlyas amcam koymuş. Güzel isimler, ama benimkini ben pek beğenmedim, bunu sonradan babama da söylemiştim. Amcamın kendi oğlunun adı Kürşad, Bozkurtların Dirilişi’nde Kürşadlar vardır, onları okumuş galiba. Kızının adı Dilşad, oğlunun adını Şenalp koymuş. Ağabeyimle benim ismimi birleştirip koymuş renkli bir insandı rahmetli.” Şener Yücetürk’ün babası Mehmet Yücetürk, Balkan Savaşlarının ortasında dünyaya gelirken kendisi de bir başka savaşın arifesinde dün­ yaya gelmişti. 10 Kasım 1938’de Mustafa Kemal hayata veda ederken, Türkiye ikinci adam İsmet İnönü’nün kontrolüne geçti. Ve dünyada yine savaş davulları çalıyordu. Hitler kontrolündeki Almanya, Avusturya’yı işgalle Avrupa’da yeni bir süreç başlamış oldu. Yeni bir dünya savaşı Türkiye’yi de yakından etkiliyordu doğal olarak. Dr. Şener Yücetürk henüz kundakta bir çocuktu ama bu savaş en çok babasını etkiledi. Çünkü babası o doğmadan üç yıl önce İstan­ bul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin yolunu tutmuştu. Hisartepe Ortaokulu’nu başarı ile bitiren Mehmet Yücetürk, Türkçe ve resim ko­ nusundaki yetenekleri ile dikkat çekince Resim Öğretmeni Lütfi Nami Kantaroğlu Bey’in çaba ve yönlendirmeleri sonucu İstanbul’daki Dev­ let Güzel Sanatlar Akademisi’ne kayıt yaptırmıştı. Artık ressam olmaya karar vermişti. Mehmet Yücetürk 1935 yılında İstanbul’un yolunu tuttu. Yani ilk oğlu Alper’in dünyaya geldiği yıl. İkinci oğlu Şener dünyaya gel­ diğinde ise İstanbul’da çilelerle dolu bir öğrencilik dönemi geçiriyordu. Oğlunun doğumu sırasında da köyünde değildi. Mehmet Yücetürk, sıradan bir Anadolu köyünden akademiye kabul edilen ilk öğrencilerdendi. Büyük bir yeteneği vardı. Utangaç, çekingen ama deha bir yetenekti. Evli bir öğrenci olması sebebiyle Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki ödüllü tüm yarışmalara katılıyor ve kazandığı paralarla ailesinin geçimini sağlamaya çalışıyordu. Daha öğrenci iken yaptığı iki tablosu hemen alıcı bulmuştu. Akademiye girdikten sonra müdür Burhan Toprak da Anadolu’dan gelen ve yatacak yeri olmayan öğrenciler için Taşyapı’da bir yatakhane hazırlamıştı. Mehmet orada ka­ lıyordu. Oranın ilk öğrenci misafiriydi.

24


Akademide Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı, Zeki Kocamemi, Leo­ pold Levy gibi devrin en ünlü hocalarının öğrencisi olmuştu. Özellikle Fransız Leopold Levy’nin öğrencisi olduktan sonra Fransa’ya gitme ar­ zusu depreşti. Hem hocaları hem de arkadaşları ona mutlaka Fransa’ya gitmesini öğütleyip duruyordu. Dr. Şener Yücetürk’ün doğduğu yıl (1938) akademiden mezun oldu. Mezun olur olmaz Bolu Lisesi’ne resim öğretmeni olarak ataması yapıldı. Ancak hocaları, özellikle de Leopold Levy onu Fransa’ya götürmeye kararlıydı. Akademi Bolu Valiliği’ne bir yazı yazarak Mehmet Yücetürk için izin istedi. Ancak valilik bir yıl oyala­ dıktan sonra 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesini gerekçe göstererek Mehmet’in yurt dışına çıkışına izin vermedi. Arkadaşları Fransa’ya eği­ time giderken Mehmet Yü­ cetürk 1 Temmuz 1939 ta­rihinde yedek subay ola­ rak İstanbul’a askerlik için ge­ri döndü. Ne tesadüf ki Pan­galtı’daki Yedek Subay Oku­ lu’nda okul yıllarından arkadaşı ünlü ressam Bed­ ri Rahmi Eyüboğlu, Bolulu Hat­tat Emin Barın, Heykelt­ raş Nusret Suman gibi eski ta­ nıdıkları da vardı. İkinci Dün­ ya Savaşı’nın en sıcak gün­ lerinde, her an savaşa girecekmiş gibi vatani gö­ revini yaptı. 1941 yı­ lına kadar Darıca 10. Ağır Top­ çu Alayı’nda askerliğini ta­ mam­ ladı. Fakat Mehmet Yü­cetürk için vatan görevi he­ nüz bitmemişti. Savaşın son evresinde bir kez daha silah altına alınacaktı.

Babası Mehmet Yücetürk. Yedek subay, 2. Dünya Savaşı yılları -1945

Askerliği biter bitmez bir daha Bolu’ya dönmemek için arkadaşları ve hocalarının da teşviki ile Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki yeni açılan Yüksek Resim Bölümü’ne tercihli olarak girdi. İşte o yıllarda babası Abdullah Efendi’yi kaybetti. Akademi Müdürü Burhan Toprak’ın çabaları ile Galatasaray Lisesi’nde resim öğretmeni olarak başladı. Buradaki gö­ revi 1945 yılına kadar devam etti. İkinci Dünya Savaşı’nın iyice kızışması üzerine aynı yıl yeniden askere alındı. 1945-1946 yılları arasında İstan­ bul Hadımköy’deki 67. Topçu Alayı’nda ikinci askerliğini de tamamladı­ ğında savaş bitmişti. 25


Toplamda 49 ay yani 4 yılı aşkın silah altında kalan Mehmet Yüce­ türk, akademideki bitirme konkurlarında bir sürü haksızlıklara uğradı. Bunun sebebi Leopold Levy’nin öğrencisi olmaktı. Fransız kökenli bu öğretmene karşı büyük bir kampanya başlatılmış ve Türkiye’yi terk et­ mesi konusunda baskılar artmıştı. Bu baskılar onun tedrisatından ge­ çen öğrencileri de kapsayacak şekilde yaygınlaşıp bir dizi haksızlıkları da beraberinde getirmişti. Levy’nin öğrencileri ne kadar başarılı olur­ larla olsunlar akademiden mezun edilmiyorlardı. Gizli bir el Levy ile irtibatlı tüm öğrencileri cezalandırıyordu adeta. Gerilim, Milli Eğitim Bakanlığı’nın devreye girmesi sayesinde çözüme kavuşturulabildi. Öğ­ renciler uğradıkları haksızlıkları Milli Eğitim Bakanlığı’na bildirince, ken­ dilerine yeni bir sınav hakkı tanınmış ve bu sınavlardan başarılı olduk­ tan sonra mezun olabilmişlerdi. Mehmet Yücetürk, 1946-1950 yılları arasında Adana Erkek Lisesi’nde resim öğretmeni olarak göreve başladı. Ancak ailesini beraberinde gö­ türmedi. Eşi Hatice Hanım, çocukları Alper ve Şener’i Bolu’da bıraktı. 1950 yılında naklen Bolu’ya dönebildi. Bu dönüşten sonra 1965 yılına kadar Bolu Ortaokulu, Bolu Lisesi, Bolu Erkek Öğretmen Okulu ve Kız Öğretmen Okullarında resim öğretmenliği görevi yaptı. Artık ailesinin yanındaydı. Resim öğretmeni olan Meh­met Yücetürk, ailesinin geçimini sağlamak için kı­lı kırk yararken, çocukları Al­ per ve Şener de okuma ça­ ğına gelmişti. Mehmet Yü­ cetürk’ün en büyük haya­li çocuklarının iyi eğitim al­ ma­ sıydı. Bunun için her tür­ lü fedakârlığı yapmaya hazırdı ve yapıyordu da. Dr. Şener Yücetürk o yıllara iliş­ kin şunları hatırlıyor:

Dedesi Abdullah Yücetürk torunları Mehmet Alper ve Mehmet Şener ile

26

“Amcam öğretmendi, Düz­ce’de, Darıca’da ve çeşitli yer­lerde öğretmenlik yaptıktan sonra Bolu’ya gelmişti. Ben 6 yaşlarına basmıştım o zamanlar. Ama tam 6 yaşın­ da değilim daha. Amcam Sul­tanköyü’nde öğretmenlik yapıyordu. Bir gün bana ses­lendi; ‘Haydi Şener kalk ba­kalım okula başlıyorsun’


dedi. Hemen kalktım, giyindim, gittim amcamla birlikte. 1. sınıfı orada amcamla okudum. Ben ilkokula başladığımda babam İstanbul’da akademide o zamanlar, gelir giderdi. İki defa askerlik yapmak zorunda kalmıştı. Önce yaptı, sonra 2. Dünya Savaşı’nda yine çağırdılar, yedek subaydı. Gelince beni dizine oturtur severdi, asker kaputu içinde. Bakardım böyle, çok hoşuma giderdi ki anlatamam. Babanın kucağında oturuyorsun, gururlanıyorsun. Babam eliyle değil de gözüyle, kalbiyle daha çok severdi bizleri. Annem, ‘Siz uyurken severdi sizi’ derdi bize. Babamın hiçbir kötü sözünü duymadık, dayağını yemedik.” Dr. Şener Yücetürk, 1944 yılındaki Bolu depreminde henüz çocuktu. O yıllar da Yücetürk’ün belleğinde derin izler bıraktı: “Sultanköyü uzak olduğu için at ile ya da yaya gidiyoruz. 1. sınıfta, 1944’te deprem oldu. Burada yarıklar oldu, kaplıca yolu kaydı, ama bizim köyde pek fazla bir şey yoktu. Rahmetli ninemle yatardım, babam yok, beni yorgana sardı, hemen aşağı indirdi. Yerde kar vardı, sanırım şubat ayıydı. Köy meydanına gittik erkekler oradaki karı küreyerek bir ateş yaktılar, kadınları ve çocukları onun etrafına oturttular. Kendileri de etraftaki bahçelerde falan çarşaflarla, kilimlerle çadır kuruyordu. Şimdiki gibi çadır falan yok. Biz 3-4 ay korkumuzdan çadırda yaşadık. Sonra alıştık ve eve döndük.” Dr. Şener Yücetürk’ün ailesi muhafazakâr, dini değerlere bağlı bir aileydi. Dr. Şener Yücetürk’e ilk dini bilgileri de onlar kazandırdı. Çekir­ dek bir aile yapısına sahiptiler. Dedesi Molla Abdullah, dört çocuğunun da ayrı ayrı evlerde oturmasına bile uzun süre müsaade etmedi. Üç kuşağı bir arada tuttu uzun yıllar. Dr. Şener Yücetürk, çocukluk yılların­ daki koşulları şu şekilde hatırlıyor: “Sabah ninem ve dedem her zaman erken kalkardı. Babam 2. Dünya Savaşı sırasında askerdi, onu biz çok az görürdük, sonraki yıllarda da görevi sebebiyle yine az görüyorduk. Sabah erkenden soba yakılır, bakardım ninem mırıltı ile Kur’an-ı Kerim okuyor. Her gün bir cüz okurdu. Akşamları vakit boldu, elektrik yoktu. Ahmediye, Muhammediye diye kitaplar okunurdu, bu hava içinde büyüdük. Namaz surelerini annemden, ninemden ağızdan ezberledim. Annem ve babam namazlarını kılardı. Ninem de kılardı. İlyas amcam öğretmendi, devrimci, ilkelere bağlıydı. Atatürk ilke ve inkılaplarını savunurdu. Babam biraz daha dindarlığını yansıtmadan dindarlığını yaşardı.” Şener Yücetürk’ün çocukluğunun Bolu’su köy görünümündeydi adeta. Yokluk ve kıtlıklarla dolu yıllardı. Sadece radyo yayınlarının bu­ lunduğu, tiyatroların arkası yarınlar şeklinde halka sunulduğu bir devir­ di. Bu yüzden çocukluğundaki o ortamın Şener Yücetürk’ün hayatında derin izler bırakmaması mümkün değildi. “Amcam öğretmendi. Radyo yapmasını bilirdi. Çok uzun bir anten, pilsizdi radyo. Evimizde elektrik de yoktu onu öylece çalıştırırdı amcam. Ankara Radyosu çıkardı evde kulaklıkla dinlerdik. O radyo bizim diğer evlere göre en büyük farkımızdı. Kore Savaşı yayınlarını dinlerdik. Misafirler 27


gelince merak ederlerdi; tabi hiçbir yerde yok. Hayret ederlerdi şarkılar var, insanlar konuşuyorlar, bir gün biri , ‘Yahu bu adamlar bunun içine nasıl girmişler, sığmışlar’ dedi onu unutamam. Haberleri Şerif Arzık okurdu. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili haberleri hep onun sesinden dinlerdik. Feridun Fazıl Tülbentçi ‘Tarihten Sayfalar’ diye bir program sunardı; merakla dinlerdim onu. Savaşları anlatırdı. Çok heyecanlıydı. Perihan Sarısözen türküler söylerdi.” Dr. Şener Yücetürk’ün çocukluk yıllarında Bolu’daki motorlu taşıt sayısı bir elin parmaklarını bile geçemeyecek sayıdaydı. Köy ve ilçelerle şehir merkezinin ulaşımını at arabaları yapıyor, sadece şehirlerarası yol­ culuklar otobüsle gerçekleştirilebiliyordu. O yılların Bolu’sunu şu şekil­ de anlatıyor Dr. Şener Yücetürk: “Çocuğuz tabi, iki tane araba vardı Bolu’da. Örneğin bir keşif falan yapması gerektiğinde hâkim ya da savcı gibi devlet görevlileri o arabalardan birini tutar, onunla köylere giderlerdi. Arabaların çok gürültülü motoru olurdu. Köye doğru gelen arabanın sesini çocuklar olarak duyardık ve hemen, önüne çıkardık. Onun adı ‘Tomofil’ di bizim için. Etrafında dolaşır bakardık, görevliler keşfe gidince biz otomobili inceler, altına üstüne bakar nasıl gittiğine akıl erdiremezdik bir türlü. Bir ihtiyar amcanın, ‘Öküzler bunun neresinde’ diye sorduğunu hatırlarım. Çocukluğumuzda yerli Nur marka kurşun kalemler olurdu. Yazarken kâğıdı yırtardı. Yani bir kurşun kalem veya toplu iğne yapamaz durumdaydık. Sarı saman kâğıtlar vardı; kalem yırtardı. Kalem bulmak da çok zordu. Renkli kalem falan hayaldi. Türkiye’de vardı belki, ama bize gelmezdi. Bolu’daki askeri birlikler atış talimi için karşı yamaçlara giderken bizim köyün içinden geçerlerdi. Biz çocuklar için çok önemli bir olaydı. Sıraya girer onlara bakardık. Onlar da uygun adım geçerdi. Sonra bazıları bir iki kere yapınca adet haline geldi. Askerler mektup yazmak için ceplerinde bulunan küçük küçük kurşun kalemleri geçerken bize hediye etmek için atıverirlerdi. Biz üzerine atlardık, kim kaparsa onda kalırdı. Ondan sonra bu bizde alışkanlık oldu, her asker geçerken ‘Asker dayı bana kalem ver’ diye bir ağızdan bağırırdık; onlar da bize küçük kalemler atarlardı.” İlkokulu amcası İlyas Yücetürk’ün de öğretmen olması ve sürek­ li kendilerini yönlendirmesi sebebiyle başarı ile tamamladı Dr. Şener Yücetürk. Ancak iş diploma almaya gelince işleri istediği gibi gitmedi. Yücetürk’e beşinci yılın sonunda yaşının küçük olduğunu gerekçe gös­ tererek diploma vermediler. O bu duruma fena halde üzülmüştü. “İlkokula 5 yaşında başlamıştım. Okul bitince diplomamı vermediler yaşım küçük diye, 1 yıl beklemem gerekti. Onun için yaşımı büyüttüler, böylece diploma alabildim. Bizim zamanımızda berber falan yoktu. Köyde bir amca vardı, çocukları toplar, oturturdu bir kütüğün üzerine, öyle tıraş ederdi. Bir gün yine tıraş ettiler okula gittim. Kapıdan girince millet gülmeye başladı. Adam başımın üzerinde biraz saç bırakmış yanlar yok, ben de 28


niye gülüyor ki bunlar diyorum. Sınıfa girince ders başlamış olurdu genelde. Kitapları mendile sarardık, sonra tahtadan bir çantamız oldu. Öğleyin çocuklar evlere yemeğe giderlerdi. Biz de 2 dilim ekmek ortasına yağ ya da yoğurt sürülmüş olur, onu yerdik. Soku’dan bir arkadaşım daha vardı benim gibi köyden gelen ikimiz birlikte yerdik.” Şener Yücetürk, o yıllarda amcası İlyas Yücetürk’ün kanatları altında bir çocuktu. Çünkü babasını çok az görebiliyordu. Buna rağmen Meh­ met Yücetürk çocuklarının adamakıllı bir eğitim alabilmesi için kılı kırk yarıyordu. Onlara iyi bir eğitim verebilmek için her yolu denedi o yıllar­ da. Daha ilkokul yıllarında doktor olmayı tercih etmiş gibiydi Dr. Şener Yücetürk. İlkokulda bir gün dişi apse yapmış, yanakları şişmişti. Babası Mehmet Yücetürk, küçük oğlunun elinden tutarak bir dişçiye götürdü. Her çocuk gibi biraz huysuzluk yaptı doktora gidene kadar. Ancak dö­ nüşte babası ona büyüyünce ne olmak istediğini sordu. O küçük yaşına rağmen “Doktor olmak istiyorum” demişti. Kafasına doktorluk mesleğini koymuştu bir tesadüf eseri. Şener Yücetürk, babasının ağabeyi ve kendisine iyi bir eğitim ka­ zandırmak için o yıllarda verdiği mücadeleyi bugün bile takdirle anlatı­ yor: “Bizim iyi yetişmemizde rahmetli babamızın rolü çoktur. Evimizde babamın kitapları çoktu. Doğu-Batı klasikleri, sanat kitapları vs. kitapların bulunması bizim için büyük bir şans olmuştur. Sanatçı karakterine sahip bir kişi olarak babamın ressamlık dışında edebiyat, şiir, hikaye, musikiye merakı vardı. Saz ve ney çalardı. Böyle bir babaya sahip olmanın bizim yetişmemizde önemli katkıları olmuştur. O zamanın maddi imkansızlıkları içinde elbiselerini zaman zaman ters yüz eder giyerdi. Sırf biz daha iyi bir eğitim alalım diye. Ev kirası vermemek için Ağabeyi Alper ile okul öncesinde 1941 Bolu’da öğretmenlik yapmasına rağmen köy evimizde oturur, yürüyerek gidip gelirdi. Bizi okutmak için büyük fedakarlıklar yaptı. İkinci sınıfı Salıbeyler’de okudum, Sultanköyü uzak diye. Ama orada da öğretmen değil, eğitmen vardı. Onlar 2 yıl okuyup eğitmen oluyorlardı. 29


Babam o sırada Milli Eğitim Bakanlığı’ndan öğretmenlik almıştı ve onu Adana’ya bir liseye tayin ettiler, biz gitmedik. Oradan mektuplar yazardı bize. Anneme mektuplar yazıyor; ‘’Çocuğu (beni) şehirdeki okula kaydettir, orada fazla bir şey öğrenemez’ diye uyarılarda bulunuyordu. Eğitmen bize doğru düzgün bir şey öğretmezdi zaten. Üçüncü sınıfta Gazipaşa İlkokulu’na kayıt oldum. Yaz kış 2 km. köyden yürüyerek gidip geldim oraya. Çamur, yağmur altında tarlaların içinden gidip geliyordum. Babamın ancak 1,5 yıl sonra Bolu’ya tayini çıktı. Gazipaşa’daki öğretmenim beni çok sevmişti. Hatta bir defasında Sabriye Taşman Hoca ile bir gün bizim eve gittik sınıfça. Evde babamın resimlerine bakmıştı tüm arkadaşlarım. Üçüncü sınıfa geldiğimde en arkadaki sırada oturuyordum. Bir de Aşağı Soku’dan bir arkadaşım vardı, onunla yan yana oturuyorduk. Okumayı zor yapıyordum. Diğer çocuklar şakır şakır okuyor. Ben gizleniyorum, çünkü okunanı bile takip edemiyorum, ama senenin ortasından itibaren ben toparladım ve sınıfın iyilerinden oldum. 4 ve 5. sınıfta da çok başarılıydım.”

İlkokulda, 1950

GALATASARAY LİSESİ’NE GİDEMEDİ… Şener’in adaptasyon süresi biraz uzun sürmesine rağmen ağabeyi Alper, Sakarya İlkokulu’ndan derece ile mezun oldu. Baba Mehmet Yü­ cetürk, Şener’den de aynı başarıyı bekliyordu. Çünkü onlar için kafasın­ da bir eğitim planı yapmıştı. Dr. Şener Yücetürk, babasının kafasındaki planın nasıl boşa çıktığını dün gibi hatırlıyor hala: “Ağabeyim Sakarya Okulu’nu pekiyi derece ile bitirdi. Babam askerlik sonrası akademideki hocalarının referansı sayesinde Galatasaray Lisesi’nde resim öğretmenliği yapmış. Ahmet Baysal’ın Galatasaray Lisesi’nde öğret30


menliğini yapmış. Akademideki hocaları biraz para kazansın diye babamı oraya göndermişler. Babam orayı çok beğenmiş. Eğitim Fransızca, İngilizceyi de ikinci dil olarak öğretiyorlardı. Öğretmenler Fransız. Felsefe, sosyoloji, matematik, kimya her şey Fransızca. Babam ‘Ben çocuklarımı burada okutayım’ diye o zamandan kafasında kurmuş. Ağabeyim pekiyi ile mezun olduğu için onu aldılar. Ama ben ilkokulu pekiyi ile bitiremedim, çünkü mezuniyet imtihanına uyuyakaldığım için geç kalmıştım. Annem ve ninem yayladaydı, kimse yoktu yani beni kaldıracak. Köyden koşa koşa nefes nefese geldim, başöğretmen kızdı, bağırdı bana, geç kaldığım için. Sonra usül yerine gelsin diye beni bir odaya aldılar, soruların cevaplarını yaz dediler, ama benim moralim kırılmıştı. Geç kaldığım ve sorulara adamakıllı cevaplar veremediğim için beni iyi derece ile mezun ettiler. Galatasaray Lisesi’ne mutlaka pekiyi ile bitiren öğrenciler alınıyordu. Bu nedenle Galatasaray Lisesi yerine Bolu Ortaokulu’na gittim. Babam üzüldü tabi. Ama babam gitmiş, Galatasaray ile görüşmüş. Onlar da demişler ki ‘Ortaokul birinci sınıfı okuduktan sonra Fransızca çalışarak bize gelsin, imtihan ederiz, kazanırsa burada devam edebilir.’ Babam bir kere kafaya koymuş, illa beni de ağabeyim gibi Galatasaray’a gönderecek.”

Öğretmen Mehmet Özkoç ile birlikte ortaokul yılları

Mehmet Yücetürk, aslında öğretmen maaşı ile iki oğlunu birden Galatasaray Lisesi’nde okutacak durumda değildi. Bunun için burslu veya yarı burslu okumaları için her yolu denedi. Şener Yücetürk, ondan sonraki süreci şu şekilde anlatıyor:

31


Ortaokul, 1951

“Babam her yolu denedi beni de Galatasaray Lisesi’ne gönderebilmek için. Hatta beşinci sınıfta öğretmenimiz değişmişti. Öğretmenimiz Rahmiye Hoca’ya mektup yazmış ‘Ben oğlumu Galatasaray Lisesi’ne göndermek istiyorum, ama oranın şartı okulunu pekiyi ile bitirmesi, bu konuda alakanızı bekliyorum’ mealinde bir şey demiş. Sınıfta gezerken hoca hanımın cebinde bir mektup duruyor, üzerinde babamın ismini de gördüm, ama soramıyoruz öğretmene tabi. Biraz katı ve sert bir hocaydı. Kulağımdan çekti bana dedi ki; ‘Baban bana diyor ki, Şener ile ilgileniver, derslerine çalış ha’ diye emir edasıyla konuştu bana. Yani pek yardımcı olmadı. Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğim yaz tatili bana bir bakıma büyük bir şey kazandırdı, bir bakıma da tatilim zehir oldu. Babam ağabeyimi başıma koydu, ‘Buna Fransızca çalıştıracaksın’ dedi. Ağabeyim orada okuyor ya. Orta 1-2-3 Fransızca kitaplarını koydular önüme. 3 aylık tatilde her ay bir kitap bitti, üzerine de ilaveler oldu. Benim artık boğazıma geldi, çok sıkıştırıyorlar. Saatlerce, gün boyu çalışıyoruz. Babam ağabeyime, ‘sakın gevşeme’ diyor. Bir yere geldi patladım ben ‘Çalışmıyorum artık, öğrenmeyeceğim işte! Galatasaray Lisesi’ne gitmek istemiyorum!’ diye isyan ettim. Neyse yatıştırdılar beni, ertesi gün yine başladık. Babamın akademideki lakabı ‘Köylü Mehmet’ti. O oralarda görmüş, bir lisan bir insan, iki lisan iki insan diye. Orada bir ufuk kazanmış babam, kültür, sanat, bilgi nedir öğrenmiş. Çocuklarını da yetiştirmek için böyle bir ideali var. Sonuçta yaz tatilinde öğrendiğim Fransızca ile imtihana gittim. İki Fransız öğretmen beni bir sınıfa aldı. Onlar söyledi ben yazacağım, aslında büyük kolaylık tanımışlar. Yarım sayfa kadar bir yazı yazdım ‘imtihan bitti’ dediler. Ama 5 üzerinden, benim 3 yanlışım çıkmış 2 aldığım için giremedim Galatasaray Lisesi’ne. Ben de Galatasaray’a gidemediğime 32


üzülmüştüm aslında. Babamı da üzdüğüm için üzüntüm daha da artmıştı. Mecburen Bolu’daki ortaokuluma devam ettim.”

Ortaokul 2. sınıfta Tarih Coğrafya Öğretmeni Cemal Behlil ile

Hulusi Öğretmen ile ortaokul 3. sınıfta

Bolu Ortaokulu’na devam etmek zorunda kalan Şener için babası­ nın kurduğu Galatasaray rüyası bitmiş değildi. Babası Mehmet Yücetürk’ün Bolu Öğretmen Okulu’nda resim öğretmeni olması sebe­ biyle Şener ve ağabeyi Alper de biraz olsun rahatlamışlardı. Babası bir kere daha oğlunu Galatasaray Lisesi’ne göndermek için çabalarken o, 33


ortaokul bilincinde bir çocuk olarak daha dünyayı yeni yeni keşfediyor­ du. . Bolu’daki ortaokul yıllarında yavaş yavaş çocukluktan gençliğe doğru kanat çırpmaya başlamıştı Şener. Ancak henüz kişiliğinin oturması kolay değildi. Tarih bilinci, kültür bilinci yerli yerinde değil­ di daha. Ama kökeni, mensubiyetiyle ilgili kendi kendine sorulara başladığı dönemdi o yıllar. Yücetürk’ün, ortaokul yıllarına ilişkin unutamadığı hatıralardan biri şuydu: “Geç kaldığım için mezuniyet sınavından pekiyi ile geçemedim. Bu yüzden Galatasaray Lisesi’ne gidememiştim. Ortaokulda Türkçe Öğretmenimiz Şadi Varlık’tı. Ortaokul 3. sınıfta Bir de İsmail Hakkı Buğdaylı vardı. Kendisine‘Settar Hoca’ derlerdi. Şimdi Paris’te yaşayan Ressam Utku Varlık, Şadi Varlık’ın oğludur. Sonra Mehmet Özkoç diye genç bir öğretmenimiz vardı. İsmail Hakkı Hoca hatta sözcüğünün yazımı için bir ders boyunca uğraşmıştı bizimle. Böyle üzerinde dururlardı. Mehmet Özkoç tarih- coğrafya derslerine gelirdi. Yıldızlar, güneş tutulması falan anlatırdı, ben de meraklıyım habire sorardım. Bir gün bana ‘Çok sorma artık, onları da lisede göreceksin’ dedi.

Ortaokul 3. sınıfta Beden Öğretmeni İbrahim Menteş ile

34


Ortaokul döneminde Dede Korkut Masalları’nı çok okudum; çok etkilemiş beni. Sonradan anladım. Eflatun Cem Güney’in Türk Masalları’nı, Binbir Gece Masalları’nı okurdum. Nihal Atsız’ın Bozkurtların Dirilişi, Köroğlu Destanı; pazaryerinde satılan destanlardan, Yusuf ile Züleyha, Aslı ile Şirin, Battal Gazi Destanı, Kemalettin Tuğcu’nun hikâyeleri çok hoşuma giderdi. Bunlar bende derin izler bıraktı. Bize yön veren köklerimiz nelerdir diye merak ediyordum ve okuduklarıma bakıyorum ara ara. Battal Gazi, Köroğlu Destanlarını okuduk. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi romanlarını, Nihal Atsız’ın Bozkurtların Dirilişi kitaplarını okudum o yıllarda. Orta 1’deydim; bir gün hoca tahtaya kaldırdı beni. Genç bir öğretmendi. Göktürkleri falan anlatacağız, tam da o zamanlara ait Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi bir romanını okumuştum, onu anlattım. Ben ne bileyim tarih nedir, tarihi roman nedir. Başladım okuduğum şeyi anlatmaya, hoca hiç sesini çıkarmadı. Heyecanla anlattım ben kitabı. Bana 10 numara verdi. Sonra ‘Oğlum o tarihi romandır’ dedi. O zaman anladım tarihi roman ile tarih dersinin farklı olduğunu. Ömer Seyfettin’in hikâyelerini okurdum. Orta 2’de Ahmet Konuk hocamızı çok severdik, Yunus Emre’yi, Yahya Kemal’i, Mehmet Akif’i çok güzel anlatırdı. Ve teneffüste de etrafını çevirir, dinlerdik. ‘Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden birini tiyatro şekline getirin’ dedi. Ben de Kopuz hikâyesini tiyatroya uyarladım. Hocadan 10 numara aldım. Oyunum sahnelenince çok sevinmiştim.”

BEHÇET NECATİGİL’İN ÖĞRENCİSİ OLDU Şener Yücetürk, babasının bütün çaba ve ısrarlarına rağmen Ga­ latasaray Lisesi’nde okumaya hak kazanamadı. Ancak babası Mehmet Yücetürk’ün onu Bolu’daki sınırlı kaderle baş başa bırakmaya niyeti yoktu. Ona iyi bir eğitim verecek okul arayışları hemen başladı. Zaten istese de Bolu’da eğitimine devam etme şansı yoktu. Çünkü o yıllarda Bolu’da lise yoktu. Ortaokuldan mezun olanların, ya Ankara’ya ya da İstanbul’daki liselere gitmeleri veya okumayı bırakmaları gerekiyordu. Şener Yücetürk, Galatasaray macerasından sonra babasının kendisi ile nasıl ilgilendiğini bugün bile minnet ve şükranla anlatıyor: “Bolu’da lise yoktu o dönemlerde. Babam beni Kabataş Lisesi’ne götürdü, kaydımı yaptırdı. Ağabeyim Alper Galatasaray’da okuyordu. Ama ikimiz de yatılı okuyoruz. Babamın öğretmen maaşı ile ikimizi birden okutması zaten mümkün değildi. Lisede yatılı okuyacağız, ama ücretli. Ağabeyim Galatasaray’da, onun taksitlerini ödüyor babam. Bir de benimki çıkınca zaten öğretmen maaşı ikimizinkini ödemekte zorlanıyor. Onun için köyde oturmaya başladı kendisi, oradan okula gidip geliyor. Adana Lisesi’nden Bolu Öğretmen Lisesi’ne tayin olmuştu o sıralar. Çok fedakârlık etti, Allah razı olsun. 35


Kabataş Lisesi

Kabataş Lisesi’ne babamla birlikte kaydolmaya giderken Hıfzırrahman Raşit Öymen diye biriyle karşılaştı babam. Önceden tanışıyorlarmış, selamlaştılar. Onun yanında da oğlu var, o da kayda gelmiş. O da Örsan Öymen. Hıfzırrahman Raşit Öymen CHP döneminde Bolu milletvekiliymiş. Hanımı da Gölyüzü’ndeki Tatarlar Mahallesi’nden; yani Bolulu. Cüneyt Arkın da sınıf arkadaşımdı Tıp Fakültesi’nden. O da Eskişehirli ve Kırım kökenlidir.

Tıp Fakültesi’nden sınıf arkadaşı Cüneyt Arkın (Fahrettin Cüreklibatur) ile

36


Hıfzırrahman Raşit Öymen ve babam ikimize, ‘iyi arkadaş olun’ dediler. Biz aynı sınıfta liseyi bitirinceye kadar devam ettik. Entelektüel bir aile. Hıfzırrahman Raşit Öymen’in kardeşi Münir Raşit Öymen de Kabataş Lisesi’nde felsefe, mantık, sosyoloji hocamızdı. Çok güzel anlatırdı dersi. Felsefeye oradan bir ilgim olmuştu. Berlin’de okumuş, kızmazdı kimseye. Kokusu hala burnumdadır. Çünkü çok sigara içerdi. Sıraların arasında giderken, kokusunu bastırmak için bir koku sürerdi. Güzel bir kokuydu, onu hala hatırlarım.” Kabataş Lisesi’nde 3 güzel yıl geçirdi genç Şener. İleride çok ünlü olacak arkadaşları vardı, bir de zaten ünlü olan hocaları. Annesinin ani vefatı olmasa bu durumu çok iyi fırsata dönüştürecekti belki, ama neşe­ sini alıp götürmüştü bu ani ölüm. “3 yılım Kabataş Lisesi’nde geçti, güzel hocalarımız vardı. Behçet Necatigil, Behçet Kemal Çağlar gibi hocalar derslerimize giriyordu. Behçet Necatigil edebiyat hocamızdı. Çok güzel, hoş bir adamdı. Ders anlatırken iç dünyasıyla beraber anlatırdı. Yeditepe ve Varlık Yayınları’ndan kitapları yayınlanırdı. Onun da kıymetini üniversite yıllarında anladım. Bize kitaplar dağıtırdı, Varlık Yayınları’nın cep kitaplarından, sonra onları değiştirirdi. Knut Hamsun’un Viktorya adlı kitabını hatırlıyorum onlardan. Çok etkileyiciydi benim için. Ortaokul 1. sınıfın yaz tatilinde Galatasaray Lisesi’ne girmek için babamın ısrarı ve ağabeyimin Fransızca öğretmenliğiyle öğrendiğim Fransızca; üniversitedeki yabancı dil muafiyet imtihanına kadar bana yetti. Lisede de bu dersten hep 10 numara, yani pekiyi aldım. Lise birinci sınıfta seçmeli ders olarak resim müzik dersleri yerine İngilizce veya Almanca seçme hakkı vardı. Ben Almanca’yı seçtim. Almanca hocamız da Milli Eğitim Bakanlığı için Almanca ders kitaplarını yazan Besim Gürmen Bey’di. Görünümü itibariyle insan üzerinde otorite kuran bir adamdı. Lisede Almanca için müracaat edenler 40-45 kişiydi. İlk derste bize; ‘Bu yedek derstir, haftada iki saat, bunu dinlemez, eğer çalışmazsanız gözünüzün yaşına bakmam, bırakırım. Anadolu’dan geldim falan da dinlemem’ dedi. Yatılı 400 civarında öğrenciyiz, gündüzleri ise 1000’nin üzerine çıkardı öğrenci sayısı. Nail Çetek adlı Bolulu çalışkan bir ağabey vardı; bana çok iyi ağabeylik yapardı. Sonra ikinci ders sayı 30’a indi. 3-4 derste daha bu sert tavrını sürdürünce, sınıf 14 kişiye indi. Herkes başka seçmeli derslere yönelmişti. Ama bu geriye kalan 14 öğrenciyi çok iyi çalıştırdı Besim Hoca.” Şener Yücetürk gerçekten şanslı bir öğrenciydi. Onun ders aldığı her hoca dönemin en ünlü hocalarından biriydi. İyi eğitim almış, aydın öğretmenlerdi. Bolu gibi o yıllarda bir kasaba görünümündeki bir ilden gelen gençler için bu ortam bulunmaz bir fırsattı. Şener Yücetürk, bu­ gün bile o ortamın değerini unutmuş değil:

37


“Galip Vardarlı tarih hocamızdı. Yaşlıca biriydi. Otururdu tarih kitabını okutur, dinletirdi herkese de. ‘Siz Türk evlatlarısınız, hepiniz 10 numaraya layıksınız’ der, bize 10 verirdi ve onun için Galip Baba derdik. Türk inkılaplarına çok düşkündü. 10 Kasımlarda öyle etkileyici konuşmalar yapardı ki gözümüzden yaş gelir, ağlardık. Galip Baba aynı zamanda Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’dan Anadolu’ya cephane aktarılmasında önemli rol oynayanlardan biriymiş. Onları anlatırdı. Biz mezun olduktan 2 yıl sonra bir 10 Kasım’da yine hararetli bir konuşma yaparken düşüp öldü Galip Baba...”

GİZLİ ORUÇ TUTTUĞU YILLAR Lise yıllarında, tipik bir Anadolu genci gibi, birtakım dini bilgilere sahip olmasına rağmen din konusunda henüz tam bilinçlenmemişti Şe­ ner. Ancak okuldaki bazı uygulamalar onun dinini yeniden keşfetmesini sağladı, özellikle de okul yönetiminin uyguladığı yasaklar. Şener Yücetürk, o yılları şu şekilde anlatıyor: “Lise Müdürümüz Faik Dıranas’tı, şair, edebiyatçı Ahmet Muhip Dıranas’ın kardeşiydi. Bir önceki görevi de Avrupa Türk Öğrencileri Müfettişliği. Ramazan ayı okul dönemlerine rastlıyordu. Öyle dindar falan değiliz. 400 yatılı var, toplamda 1.500 kişiyiz. Çocukken bize, ‘Ramazanın başı, ortası ve sonunda oruç tutun ‘ derlerdi. Biz de ‘bari öyle yapalım’ dedik. Ama oruç tutmak için bir düzen yok. Akşam yemeğinden az ekmek ayırıp gazeteye sarıp, yatakhaneye götürüp, yastığın altına koyardık. Oruç tutanlar karyolanın demirine vurup birbirini uyandırırdı. Biz de yastığın altından ekmeğimizi alıp hemen yer yatardık. Sahurumuz buydu. Çünkü Faik Dıranas bizi tehdit ediyordu; ‘Yasak ediyorum, yakarım, atarım okuldan, eğer bir kişinin oruç tuttuğunu görürsem’ diye. Pazartesi günleri müdür, müdür yardımcıları konuşurlar, orada da bunu söylerdi. ‘Günahı benim boynuma olsun, bunu yasak ediyorum’ derdi.” Oruç tutmanın yasaklandığı lisede okumak Şener gibi öğrencilerin zoruna gidiyordu ama başka çareleri yoktu. Sonunda rahatça oruç tu­ tabilecekleri bir fırsat doğdu onlara. Şener Yücetürk, o fırsatı şu şekilde anlatıyor: “Tam o yıllarda Adnan Menderes Hükümeti Libya Hükümeti’yle bir anlaşma imzalamış. 50-60 öğrenci Türkiye’nin verdiği bursla ülkemize geldi. Bu öğrencilerden 8-10 tanesi de Kabataş Lisesi’ne verildi. Bir yıl bizlerle Türkçe’yi öğrenip sonra üniversiteye gidecekler. Annemin vefatının ardından namaz kılmaya karar verdim; ama nerede kılacağım? Her gün gizli gizli yer arıyoruz. Libyalı çocuklar namaz kılmak istiyorlar ama lisede namaz için bir oda, uygun bir yer yoktu. Gündüzlülerle birlikte 1600 mevcudu (600’ü yatılı) olan lisede kimse namaz kılamıyor, oruç da tutamıyordu. Avrupa’da talebe müfettişlikleri yapmış olan Lise Müdürü Faik Dıranas’a giden Libyalı öğrenciler namaz için küçük de olsa bir oda istediler. Müdür bey 38


onları, ‘Burası Arabistan değil, çıkın’ diye odasından kovduğunun görgü şahidiyim. Bu müdür (bir iki gün de olsa) ‘Ramazan orucu tutanları öğrenirsem okuldan atarım’ diye de bizlere tehditler savururdu. Çok düşündürücü değil mi? Memleketimizin başına nasıl bir zihhniyetin çöreklendiğini, yıllarca inananlara nasıl zulmedildiğini gösteren olayları anlatmak ciltler dolusu kitaplara sığmaz. İnşallah o günler bir daha geri gelmeyecek. Bir ikinci örnek olarak da üniversitede iken İstanbul Üniversitesi Beyazıt Merkez Binası’nda da namaz kılma yeri sıkıntısı var idi. Ders aralarında, dar vakitlerde, acele namaz kılmak isteyenler ne yapacaklarını bilemiyordardı. Şöyle bir çözüme başvurmak zorunda kalmışlardı; bodrumlarda pek kullanılmayan kalorifer kazanı ve borularının bulunduğu bir katta bir hasır sererek burada namaz kılmaya başladılar. Üniversitede başta tıp olmak üzere Bağdat, Kerkük, Musul, Halep, Şam gibi yerlerden gelen öğrenciler vardı. Bu hasır serili yerde namaz ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Birisi bir fikir verdi. Üniversitenin merkez binasında , burası Harbiye Nezareti iken mescit olarak kullanılan güzel bir salon varmış. Oranın açılması için Rektörlük’ten, Hukuk Fakültesi Dekanlığı’ndan istenmesi için 5 kişilik bir grup seçildi. Ve bu heyet bu makamlara isteklerini ilettiler. Şu cevabı aldılar; ‘‘Size kim bu aklı verdi? Siz bir ilksiniz böyle bir talepte bulunan. Varsa da kapalı ve açılamaz, haydi çıkın’.’ Daha sonra o bodrumdan koridorun bitim yerinde paravanlarla çevrili biraz daha genişçe bir yere geçilmişti. İstanbul’un zenginlerinden biri de bir kırmızı halı döşeyivermişti. Çok sevinmiştik. Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? 1960 ihtilali oldu. Darbe ile Menderes Hükümeti devrildi. İhtilalciler üniversite hocalarından darbenin meşruluğuna dair fetva istediler. İşte bu fetva heyetinin başkanı Prof. Sıddık Sami Onar’dı. Ve aynı zamanda üniversitenin rektörü idi. Bu zat işte o namaz kılınan yeri de kapattı, o koridora giriş çıkışı da yasaklamıştı.İşte böyle günlerden ve buna benzer daha nice acı veren olaylardan bugüne geldik. Ve artık böyle şeyler olmuyor çok şükür.’’ Bu arada, Harp Okulu’nda da vardı onlardan, Kaddafi falan da oradan. Lisede öğrencilerin ekserisi kızardı onlara, ‘Bizi sattınız Araplar olarak’ diye. Kıbrıs meselesi vardı o zamanlar. Araplar Rumları destekliyorlardı, onlar da ‘Cezayir Kurtuluş Savaşı’nda BM’de siz niye Fransa’yı desteklediniz?’ diye sorarlardı. Öylesine bilinçsiz tartışmalara girer dururduk. Şener Yücetürk, Libyalı öğrencilerin iddia ettiği gibi Türkiye’nin Cezayir’i kurtuluş savaşında yalnız bırakmadığını 35-40 yıl sonra öğren­ diğinde çok mutlu olmuştu. Menderes Hükümeti’nin Fransızlara karşı mücadele eden Cezayirli Müslümanlara Büyük Sahra Savaşı’nda büyük silah desteği yaptığı uzun yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Lise birinci sınıfı kısa bir adaptasyon sürecinden sonra kolayca geçti Şener Yücetürk. Ancak okuldaki kimi uygulamalar onu fena halde ra­ hatsız ediyordu. Dindar biri değildi daha. Ama bu denli yoğun bir din 39


düşmanlığının yapılması zoruna gider olmuştu. Yücetürk, o dönemdeki kimi uygulamaları hala dün gibi hatırlıyor: “Lise ikideyiz; geceleri yatılı olanlar etüt yapıyor boş sınıflardan bazılarında. Müdür de devriye geziyor, ‘Boş sınıflarda bir şey yapan var mı?’ diye geziniyor. Bir sınıfta bir gölge görüyor hareket eden. İçeri giriyor Erdoğan Civelek adlı bir çocuk, sıranın oturulan yerinde namaz kılıyor. Bizim sınıftandı Gönenliydi. Karşısına dikilip, ‘İn ulan aşağı yobaz’ diyor. Çocuk şaşırıyor tabi. Titremeye başlıyor namazda, ama kolundan çekip, dövüyor onu. Etüde gelemiyor çocuk, ağzı burnu kanıyor. Yarım saat geçince geldi, başını öne eğip oturdu. Önünde ıslaklık var, sileyim diye uğraşmış. Ertesi gün sorunca ne olduğunu anlattı bize. Okul müdürü işte böyle biriydi.” Ve Şener Yücetürk’ün anlattıkları bununla da sınırlı değil. Okul yö­ netiminin ceberut tutumu yüzünden pek çok öğrencinin daha gençlik yıllarında devrin eğitim anlayışına karşı büyük bir nefretle büyüdüğünü ifade ediyor: “Lise birdeyken bir arkadaşımız cuma sonrası ilk derse 10 dakika geç kalmıştı. Ortaköy Camii’ne cumaya gidermiş meğer. Bizde yok o zamanlar namaz falan. Hele lisede bayağı geçmişe, Osmanlı’ya, devlete zıt bir kişilik olduğumun farkına sonradan vardım. Öğretmen bir defasında; ‘Oğlum neden sen hep geç geliyorsun?’’ deyince başını eğdi, konuşamadı. Sınıf hep bir ağızdan ‘Hocam cumaya gidiyor’ deyince, hoca, ‘Bundan sonra geldiğinde kapının ardında dikilme, geç yerine otur’ dedi ona. Ben de namaza başladığımda gizli kılardım namazı, alt katlarda. Bodrumlarda falan. Hademelerden biri odasına götürüp; ‘Burada kıl’ derdi, çok sevinirdim. Okulun havası o dönem böyleydi, orucu tutturmamak, namazı kıldırmamak vs. Şimdi Kabataş Lisesi’nde mescit var, başörtülü kızlar var. Türkiye artık bunları kırdı.” Şener Yücetürk, Kabataş Lisesi’nin başarılı öğrencilerinden biri olup çıkmıştı. Babası Mehmet Yücetürk bile oğlunun kısa sürede bu denli bil­ gisini artırmasına şaşırmış, oğlu ile gurur duyar hale gelmişti. Lise yılla­ rındaki öğretmenleri sayesinde bireysel sorunlarının dışında başka bir dünyanın olduğunu da keşfetmeye başlamıştı genç Şener. Çünkü lise öğretmenleri dönemin ‘marka’ isimleriydi. İlerleyen yıllarda her biri Türk edebiyat, sanat ve siyaset dünyasının önemli isimleri olacaktı. Sonunda okuldan mezuniyet günü gelip çattı. Şener Yücetürk, o süreci şu şekilde hatırlıyor: “O yıllarda mezuniyet imtihanına yazılı ve sözlü girilirdi. Münir Raşit Öymen diye bir hocamız vardı. Sosyoloji, felsefe ve mantık derslerine giren Trabzonlu bir hocamızdı. Bir de Almanca Öğretmenimiz Besim Bey vardı. Kendisi ile Almanca konuşarak mezuniyet sınavından geçtim; demek Almanca’dan o seviyeye gelmişiz. Ben bile şaşırmıştım bu duruma. Ancak ondan sonra üniversitede 6 yıl boyunca tek kelime Almanca çalışmadım. Uyudu Almanca.” 40


ANNESİNİN VEFATI Takvimler 1954 yılının aralık ayını gösteriyordu. Ağabeyi Alper ile birlikte en küçük bir uyumsuzluk yaşamadan lise eğitimine devam edi­ yordu Şener. İkisi de yatılı okuduğu için hafta sonları Galatasaray’da okuyan ağabeyi ile buluşuyor ve birlikte geziyorlardı. Alper Yücetürk, geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle okula bir yıl ara vermişti. Böylece Al­ per ile Şener, sınıf olarak aynı seviyeye gelmişti. İkisinin de hayatını alt üst edip, şekillendirecek gelişmeler o yıl yaşandı. Hem Alper’in hem de Şener’in kişiliğini en fazla bu olay şekillendirdi. Çünkü ikisi de henüz lise son sınıftaydı. Ağabeyi ortaokulda 1 yıl hastalığı nedeniyle, 1 yıl da ha­ zırlık sınıfı nedeniyle süre kaybetmiş, lise öğrenimi 4 yıldan 3 yıla düşün­ ce, ikisi de 1954 yılında lise son sınıf olmuşlardı. Dr. Şener Yücetürk, o acı dolu öyküyü şu şekilde anlatıyor: “Lise son sınıftayız, 1954 yılının aralık ayının 24’ü idi. Yılbaşında bir hafta on gün tatil olurdu. O zamanlar 12 saatte gidiliyordu Bolu’ya. Bir yılbaşında, bir sonunda gelirdik evimize. Masraf olmasın diye, ‘ Bu sefer gitmeyiverelim’ dedim ağabeyime. O da kabul etti İstanbul’da kaldık tatilde. Sonra herkes gidince bize bir gariplik çöktü. Çünkü ikimizin okulu da bomboştu. Biz de yılbaşı tatili için Bolu’ya gitmeye karar verdik. Bolu’ya geldiğimizde eve akşam ezanından sonra vardık. Bir baktım evin pencerelerinin tümünde ışıklar var. Avluya girdik, ayakkabılar dolu, ama hiç ses seda yok, evde bir gariplik var. Hemen ayakkabıları çıkarıp merdivenlerden çıktık. Oturduğumuz odanın kapısını açtım, evin içi kadınlarla dolu. Kapı açılıp, benim başımı uzattığımı görünce kadınlardan birinden, ‘of of!’ diye bir ses çıktı, hayret ettiler yani. Yan tarafta da bir yatak var, üzeri bir çarşafla örtülmüş annemin. O anda başım döndü, gözüm karardı. Bütün dünya dönmeye başladı, kapıyı çektim. Orada anladım annemin vefat ettiğini. Öyle belli bir rahatsızlığı da yoktu annemin. 41 yaşındaydı, daha gençti. Sonra kapıyı çektim, girmedim içeri. Çok severdi annem bizi; geldiğimizde de uğurlarken de ağlardı her zaman. Ana yüreği işte. Evden her ayrıldığımda anneme bakardım, ileride bir gün anneme emeğini öderim diye düşünürdüm. Ama o erken yaşta uçup gitmişti. Vurayım dağlara kendimi diye kapıya yönelirken, bir el kolumu sımsıkı tutup, yukarıya çıkardı beni, bir baktım babam. Beni bir odaya götürdü. Orada da erkekler var. Annemin babası yani dedem de orada oturuyor. Ocağın yanındaki dolabın yanına yere oturdum, sabaha kadar düşündüm, kafamdan geçenler bir kitabı doldurur. Daha inancım oturmuş değil o yaşta. Allah’a kızıyorum; annemi zamansız aldı diye. Bu arada annemin yüzünü açıp, öptüm, ‘konuşsana’ diyesim geldi, ama konuşmuyordu. Tabuta konulunca son defa görmemiz için götürdüler ve kendisiyle ebedi olan hayatımızda tekrar buluşmak özlemi ile

41


vedalaştım. Tatil bitti bu sahneler gözümün önünde ve hiç gitmiyor, bunları anlamlandırmak lazım geliyor. Bense tam bir depresyon içindeydim…” Annesiz kalan Alper ve Şener’in tatili haram olmuştu. Oysa İstanbul’dan yola çıkarken ana kucağının hasretiyle doluydu ikisi de. Anne Hatice Hanım iki çocuğunu da çok severdi. Onları okul kıyafetleri içinde gördüğünde bile gözleri dolardı her zaman. Alper, üç yaş daha büyüktü Şener’den. Ancak o bile bu erken ölümü kabullenmekte zorlanıyordu, Şener nasıl zorlanmasın. Şener annesinin ölümü ile tam bir travma yaşıyordu. Bildiği, inan­ dığı bütün değerler sistemi çökmüş, allak bullak olmuştu. Henüz tevek­ külü bilecek yaşta da değildi. İyi bir inanç desteğine ihtiyacı vardı. Ancak Yaradan her yüreğe kaldırabileceği kadar yük nasip ediyordu. Sabah sa­ atlerinde Şener’in acısını nispeten hafifleten bir nasihat kendisini buldu: “Sabah ezanı okunuyordu. Köyümüzde Molla Mehmet (Tüzün) diye anılan, medrese tahsili yapmış muhterem bir zat vardı. Yanıma geldi ve oturdu. Köyde cuma namazlarını o kıldırırdı. Molla Mehmet, efendi, bilgili, hoş, iyi bir adamdı. Onun o gün söylediği sözler benim hayatımın mayasını oluşturdu. ‘Evladım çok üzgünsün biliyorum. Ama elden ne gelir ki; bak hepimiz anne babalarımızla birlikte yaşamadık. Bu Allah’ın kanunu; kimi er, kimi geç ölüyor. Tabi anneler çok sevilir. Sen de anneni seviyorsun. Ölünce insanın amel defteri kapanır. Ama sevapları şu 3 şekilde artar: Eğer sen Allah’a bağlı iyi bir insan olursan, kazandığın her sevaptan bir o kadarı da senden eksilmeden annene gider. Âlim olursan, insanlara faydalı kitapların olursa okundukça sevaba girersin. Hayır-hasenat yaptırırsan bunlardan oluşan sevap da annene gider. Ancak annene böyle faydan olabilir’dedi bana. Bu sözlerin ardından Şener’in yüreği biraz olsun hafiflemişti. İçini dolduran hüzün biraz dağılır gibi oldu. Şener Yücetürk, ondan sonraki süreci şu şekilde anlatıyor: “Sonra baktım herkes abdest alıyor, ben de uydum onlara. Yaşım 17. Yani bu ölüm vakası benim hayatımda çok büyük bir değişiklik yapmıştır. Birçok şeyi yeniden düşünmem gerektiğini göstermiştir. Lisede Münir Raşit Hoca’mız felsefe derslerinde din, inanç gibi meseleleri hallaç pamuğu gibi atıyordu kafamızda. Bir bakıma iyi, bir bakıma da kötü bir durum. Yeniden her şeyi yerine oturtmak gerektirdiği için iyiydi belki de. Yani inanmak konusu nedir? Bu gerçekten bir masal mıdır? Cennet, cehennem var mıdır? Hani felsefede öğretiyorlar ya ‘din bir masaldır’ diye. O günden sonra her şeyi yerli yerine oturtmak için önemli çabalar harcadım. Neyse o tatil boyunca anneme sevabı gidecek diye namaz kıldım. Okula bu ruh haliyle döndük. Etütlerde öylece oturuyorum, ders falan çalışamıyorum. Kitap önümde açık, sonra baktım hep karalamışım onları, düşünceler, düşünceler…” 42


Onu bunalımdan çıkaracak bir hamle gerekiyordu. Molla Mehmet, bir parça olsun ona çıkış yolunu göstermişti, ama bir elin daha onu bu çukurdan çıkarması gerekiyordu. O el ağabeyi Alper oldu. Zaten ağabe­ yi Alper ile çok özel bir ilişkisi vardı Şener’in. “Kabataş Lisesi, Ortaköy’de, deniz kenarındaydı, eski saray müştemilatından. Burada 3 yılım geçti, tıp fakültesi ile birlikte 9-10 yılım geçti İstanbul’da. Hafta sonları ağabeyime giderdim, İstiklal Caddesi’ndeki Galatasaray Lisesi’ne. Taksim Parkı’nda otururduk. Bir gün gittim ağabeyime, annemin vefatının ardından ilk görüşmemiz. İkimiz de üzgünüz, depresif bir haldeyiz. Sınıfta oturduk biraz, sonra ‘Taksim’e doğru yürüyelim’ dedik. Yürürken Ağa Camii’nin önünden geçerken ikindi ezanı okunuyordu. Bu arada, ben okula başlayınca namazı bıraktım. Namaz kılacak yer yok, görürlerse alay ederler diye. Tam kapının önünde ağabeyim; ‘Ben ikindi namazını şurada kılıvereyim’ dedi. Ben içimden ‘Vay be ağabeyim anneme karşı daha vefakarmış‘ dedim kendi kendime. Çünkü namazı bırakmamıştı hala. Çünkü o da Bolu’da kılmaya başlamıştı. Ar belasına ben de ağabeyimle girdim, kıldım namazı. Sonra kendime kızdım, canım sıkıldı, daha vefalı bir evlat olayım anneme karşı diye ben de namaza yeniden başladım. Artık okulda gizli gizli namaz kılacak yer aramaya başladım. Sonraki günlerde hademelere sordum nerede kılabileceğimi, bir yer gösterdiler bana, oralarda kıldım namazımı. 15 gün sonra hafta sonu, kimse yok ortada, herkes dışarıda geziyor, ben okulda geziniyorum, yumruğumu kaldırıyorum kızıyorum Allah’a. ‘İnanmıyorum sana, karşı geliyorum. Varsan bana bir şey yap şu anda, sana kızan bir adam var burada. Bak bir şey yapamıyorsun demek ki yoksun’ diyorum. Yani içimde bir savaş var hala. O arada duvara yaslanmış yaşlıca hademelerden biri Kur’an-ı Kerim okuyor, ben de yanına gidip bekledim. Bitince kızdım ona, ‘Ne diyor bu anlıyor musun sanki?’ diye sordum. O da bana baktı ‘Evlat, ne mi diyor? Allah sizi ben yarattım, hayatınızı ben verdim, sonra bir gün bana geri döneceksiniz, nasıl yaşadığınıza bakacağım, ona göre hesabınızı vereceksiniz diyor’ dedi. Bir şey diyemedim adama. O dönem öyle geçti...” Sorular sormaya, sorgulamaya başladıktan sonra Şener Yücetürk’ün kafası daha da karışıyordu. İki kardeşin de dini bilmeye, anlamaya ihti­ yacı vardı. Ama anneleri ölmüş, babaları Mehmet Yücetürk ise Bolu’da öğretmenlik yapıyordu. Çocuklarıyla sadece şubat ve yaz tatillerinde bir araya gelebiliyordu. Şener kafasındaki yüz binlerce soru ile lise son sınıf sınavlarına girdi. “İmtihanlara 1 ay kala baktım bu düşünceler içinde kıvranmaya devam edersem sınıfta kalacağım. Son bir gayretle mezun olabildim. O yaz bir sürü kitap okudum din üzerine. Yavaş yavaş oturmaya başladı kafamda bazı şeyler.”

43


44


BÖLÜM 2 ÖLÜMLERİN ŞEKİLLENDİRDİĞİ HAYAT

45


46


Liseden zar zor da olsa mezun olmuştu Şener. Ancak üniversiteye gi­ decek ne gücü, ne de kendine güveni vardı. Bir yanda Molla Mehmet’in söyledikleri, bir yanda babasının okuması konusundaki tavsiyeleri var­ dı. Ancak içinden çalışmak, sınavlara hazırlanmak gelmiyordu. Kabataş Lisesi’nden mezuniyet belgesini alır almaz ağabeyi ile birlikte Bolu’nun yolunu tuttu. “Annem yeni ölmüştü daha. Önümüzde üniversite imtihanları var, ona çalışmam lazım yaz tatilinde. Ama bende o güç yok. Teyzemler geldi, biraz bize güç olsun diye. O tatilde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlarından dini bilgilerimi artırmak için çok okudum. Bayağı yeniden yapılanma oldu benim için. O birkaç yıl daha devam etti ve gitgide Allah’a isyan ve karşı gelme ruh halim geçti. Sonra bilerek, araştırarak, inanan bir kişilik kazandım. Bu benim için bir güç idi. Bu üniversite hayatımda daha da güçlenerek devam etti.”

Üniversite öğrencisi iken , 1957

Galatasaray Lisesi’nden mezun olan ağabeyi Alper İstanbul Üni­ versitesi İktisat Fakültesi’ni kazanmıştı. Şener Yücetürk ise aileden pek çok kişinin bu ruh haliyle okuyamaz gözüyle baktığı bir dönemde tıp fakültesi, kimya mühendisliği ve ağabeyinin okuduğu iktisat fakültesini tercih etti. Ve ilk tercihini kazandı. Yücetürk, o yıllara ilişkin şunları ha­ tırlıyor: “Liseyi bitirdiğimiz zaman nereleri tercih edebilirim derken, o zaman revaçta olan tıp, kimya mühendisliği ve iktisat yazdım, tıbbiyeyi kazandım. Evdekiler çok sevindiler tabi. Başta da babam. Üniversite imtihanında ilk tercihimdi tıp, kazanmıştım. Hiç ümit etmiyordum. Kaydolduk, ama yurt meselesi çıktı, nerede kalacağız? Kalacak yer büyük bir sorun. O an anladım 47


ki, lisede çok rahatmışız meğer. Ağabeyim de iktisat fakültesini kazanmıştı. Devletin yurtları var, ayda 20 TL. Öğrenci bursu 75 TL, ilk yıl burs yok. İlk yıl nasıl geçecek diye kara kara düşünüyoruz. Babam destek olur olmasına, ama o da ikinci evliliğini yaptı bu arada. Adamcağız evlenmiş, burs alalım bari dedik. İlk yılı çok zor şartlarda geçirdik. Devlet yurtlarında yer yok. Çukurhan diye bir yer vardı Boluluların İstanbul’a geldiklerinde kaldıkları. En ucuz yer orasıydı. Çuvallar, balyalar üzerinde uyuyordu insanlar.” İki kardeşin yurt yerine kaldıkları Çukurhan, bir amele hanıydı. Şe­ ner, ağabeyi Alper ile bundan sonrası için nasıl bir karar aldıklarını şu şekilde hatırlıyor: “Çukurhan’a gidip birkaç gün kaldık, ama baktık bu iş böyle yürümez, ‘Okulu bırakıp Bolu’ya gidelim’ dedik. Bolu’da halamın eşinin terzi dükkânı vardı, orada ihtiyar bir adam gördük. Enişte niye geldiğimizi sorunca durumu anlattık, yaşlı adam bize; ‘Benim oğlum İstanbul’da bir yurdun müdürlüğünü yapar, ona gidin’ dedi. İsmini, adresini alıp döndük İstanbul’a. Doktor Ali Suavi Erdemir adamın adı. Babasının selamını söyledik. O da ‘Eğer bir yatak bulursanız, devlet yurdu açılana kadar ben sizi kâtibin odasında yatırırım’ dedi. Çok sevindik. Ali Suavi ağabey dindar, inançlı bir adamdı. Kapalı Çarşı’ya gittik, geniş bir yatak olsun, ikimiz birlikte yatalım diye yatak bakmaya başladık. Hesap ettik, yatak 40 TL civarında tutuyor. Bunu Bolu’dan evden getirirsek 30 TL tutuyor; o 10 TL’yi kar bildik, yatağı Bolu’dan getirmeye karar verdik. Bizim için önemli bir para. Ağabeyim bedenen biraz naif olduğu için ben gitmeye karar verdim Bolu’ya. Babam evde tek başınaydı, kalktık bir denk yaptık yer yatağından. Balyayı ertesi sabah babamla birlikte şehre taşıdık. Emniyetçilerin otobüsüne koyduk, Sirkeci’ye kadar getirdim. Yurt Topkapı’da. Üniversiteye başlamadan Adapazarı’na kadar giderdi otobüs, trenle giderdik sonrasını. Hatta otobüs kışın Bolu’ya dönerken Bolu Dağı’nda bazen bozulur ve çalışsın diye biz yolcular iterdik arkasından. ” İki kardeşin yurt ve yatak sorununu nasıl çözdüklerini şöyle anlat­ maya devam ediyor Şener Yücetürk: “Sirkeci’den balyayı Topkapı’ya götüreceğim, ama taksi dolmuşlar onun için ayrıca para istiyor, ama öyle olunca bizim hesap bozuluyor, hepsi aynı şeyi söylüyor. Ben de Beyazıt’a kadar sırtımda taşıyıp şansımı orada deneyeyim dedim. Beyazıt’ta bir taksi dolmuş ücretsiz aldı balyayı ve yurda götürdüm. O yurtta ağabeyimle birlikte 3 ay öylece kaldık. 3 ay sonra Ali Suavi ağabeyin tanıdıkları vasıtasıyla Kadırga Yurdu’na girebildik. Devlet yurtlarının en eskisiydi. Taş duvarlar üzerine ahşap bir binaydı. Bir ders çalışma salonu vardı, ortada soba vardı, orada yer kapmak meseleydi. Anadolu çocukları hepsi. İstanbul ayrı bir dünya, bazıları kayboldu gitti. Yaşlı ağabeyler vardı, yurdun bir köşesinde namaz kılarlardı, ben de kılardım. Urfalı Yusuf Taşkıran tıbbiyeden arkadaşımdı, o da orada kalıyordu. Benden bir iki sınıf öndeydi. Ben de tıbbiyeli olduğum için nasihatler veriyor, 48


dergiler veriyordu bana. Dergiyi çıkaran Osman Yüksel Serdengeçti’ydi; okudukça tutuştururdu bizi. CHP ve bilhassa İnönü döneminin manevi değerlerimizi tahrip ettiğini, Kur’an eğitim ve öğretimini yasakladığını savunurdu ve bu yüzden de hapishanelerde yatmış biriydi. O yıllar çok problemli imiş.” 1955 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’ne başlayan Şener Yücetürk, öğ­ rencilik hayatının en zor günlerini o dönemde yaşıyordu. Lise yıllarında siyasetle ilgilenmeye vakit bulamamıştı. Ama üniversite yıllarında daha bilinçli bir genç oluverdi. Ona göre o yıllar gerçek kişiliğine kavuştuğu bir dönemdi aynı zamanda. Tıp Fakültesi’nde çok önemli dostluklar ve arkadaşlıklar kurmuştu. Annesinin ölümü ile başlayan sorgulamalar azalmış, öğrenme ve bilinçlenme çabaları artmıştı. Üniversite öğrenci­ lerinin büyük çoğunluğu Demokrat Parti Hükümeti’ne karşı sokaklara dökülürken o, Adnan Menderes ve arkadaşlarına başka gözlerle bakı­ yordu.

Üniversite yılları, ayaktakilerden soldan 2. Ağabeyi Alper, 4. Şener

Dr. Şener Yücetürk, ‘Kendimizi üniversite yıllarında geliştirdik’ diyerek özetlediği o yıllara ilişkin şunları anlatıyor: “Tıp dersleri ağır derslerdi, kadavralar üzerinde çalışıyoruz. Öğrencilik dönemi zordu, ama katlandık. Birinci sınıf barajdı. Fizik, kimya, botanik ve zooloji vardı. Bu dersleri Fen Fakültesi’nin büyük bir salonunda görürdük, o bölümün öğrencileriyle birlikte. Orada, yorgunluk ve doğru dürüst beslenemediğim için derslerde uyku basardı beni. Bir türlü derslere konsantre olamazdım. Fizik, kimya, zooloji, botanik derslerinde ilk defa hezimete uğradım. Sadece botanik dersini verebildim. Diğerlerine girmedim bile, çok ağır geldi. Fizik hocamız Zuber adında bir Alman hoca. O anlatır, biri ter49


cüme ederdi. Kimya dersini Brosh adında yine bir Alman profesör verirdi. Kitaplar kalın kalın. Botanik kitabı yok zaten, bir kitap var kütüphanede, onu da kim alabilirse bir haftalığına alıyordu. Bir haftada özetini çıkarıp onun imtihanını aldım.”

Şener Yücetürk, Cahit Bıltır, Yurdaer Kalaycı, İsmail Canpolat

Tıpkı Galatasaray Lisesi’ne giriş sınavında olduğu gibi Tıp Fa­ kültesi’ndeki ilk yılında da büyük aksilikler peşini bırakmadı Şener Yücetürk’ün. Bir yanda annesinin acısı, bir yanda ağabeyi Alper ile bir­ likte paylaşmak zorunda kaldığı yokluk günleri onun okuluna ve ders­ lerine konsantre olmasına engel oluyordu. Tıp Fakültesi birinci sınıfta vermesi gereken dört dersten sadece birinden geçerli not aldığı için o yazı yeniden zehir oldu. Bolu’ya döndüğünde bütün bir yaz o dersleri verebilmek için çalışıp durdu. “Bolu’ya geldiğimde evde ortam değişmişti. Babam ikinci evliliğini yapmıştı, yaz tatilinin bitimine 1,5 ay kala İstanbul’a döndüm. Gecemi gündüzüme katıp çalıştım. 2 dersi verdim ama kimyadan kaldım yine. Klorofil ve hemoglobinin formülünü sordular, yarım sayfadır o. Bazı hatalar yapınca bir sömestir kaybettim. Şubat dönemine kadar 3 ay kimya çalıştım ve onu verdim. Arkadaşlarıma ikinci dönem katılabildim yani. Bu yüzden de ben onlardan bir sömestir geç mezun oldum.” Üniversite yılları Şener’in sosyalleştiği, bugünkü fikirlerine kavuştu­ ğu yıllardı. Yeni edindiği çevre sayesinde devrin en büyük fikir ve bilim adamlarıyla sohbet etme imkânı bulmuştu. O yeni edindiği bu çevreye, ‘İkinci Üniversite’ adını vermişti.

50


Tıp Fakültesi, anatomi dersinde arkadaşı Ümit Polat ile

YÜCETÜRK’ÜN ‘İKİNCİ ÜNİVERSİTESİ’ “Üniversiteye girince bize yol gösteren ağabeylerimiz oldu. Milli Türk Talebe Birliği çatısı altında Milliyetçiler Derneği vardı. Kubbealtı, Aydınlar Ocağı, Çınaraltı, Kirazlı Mescit, İskender Paşa, Süleymaniye ve Marmara Kıraathanesi’nde sohbetler, konferanslar olurdu. Oralar sığınaklarımızdı adeta. Öyle bir çevreye girdik ki bizim ikinci üniversitemiz orası olmuştu. 6 yıl boyunca çok önemli şahsiyetleri tanıma fırsatı buldum. İkinci üniversitedeki hocalarımız arasında Peyami Safa’lar, Behçet Necatigil’ler, Necip Fazıl Kısakürek’ler, Nurettin Topçu’lar, Cemil Meriç’ler vardı. Evlerine gidiyoruz, sohbetler ediyoruz. Prof. Mümtaz Tarhan, Prof. Ali Fuat Başgil, Prof. Süheyl Ünver, Semiha Ayverdi, Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra, Fethi Gemuhluoğlu, Sabahattin Zaim bizim ikinci üniversitedeki rehberlerimizdi. Karşı görüşteki öğrenciler de etkiliydi o zamanlar. İstanbul belediye başkanlarından Nurettin Sözen benim sınıf arkadaşımdı Tıbbiye’de iken. CHP Gençlik Kolları İkinci Başkanı’ydı. Hareketli günlerdi. DP’nin son yılları, işte yürüyüşler, gösteriler falan yapılıyor. Sınıfa gelir grup grup götürür gençlik kollarına kaydettirirdi. Ancak kaydolmayanlar da vardı, onlardan biri de bendim. Kızardı, muhalif gözüyle bakardı bize.”

51


EMİN ACAR’LA TANIŞMA Şener Yücetürk’ün ikinci üniversite dediği devrin alim, yazar, bilim adamı ve hocalarından elde ettiği bilgiler, onun ilerideki hayatının da temellerini oluşturacaktı. Ama orada tanıdığı bir isim ise hayatının geri kalan kısmının baş kahramanı olacaktı. O isim Dr. Emin Acar idi. Emin Acar, 1952 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden me­ zun olmuştu. Geride bıraktıkları bir efsane gibi dilden dile anlatılıyordu. Şener Yücetürk, Emin Acar’ın mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne 3 yıl sonra başlamıştı. Onunla tanışmayı çok istemesine rağmen bunun için 1961 yılını beklemesi gerekecekti. Şener Yücetürk, hakkında duyduğu övgülerden sonra Bolu’daki muayenehanesine gi­ derek Emin Acar’ı ziyaret etti. Şener Yücetürk, bu tanışmadan sonra bir daha ondan ayrılmamaya karar vermişti adeta. Bu derin dostluk, Emin Acar’ın vefatına kadar tam 55 yıl sürdü. Emin Acar ile Şener Yücetürk, aynı iklimde büyümüşlerdi sanki. Geçtikleri yollar bile aynıydı. Çünkü o yıllarda İstanbul’daki muhafazakâr gençlerin uğrak yerleri, rehberleri hep aynı kişilerdi. Bu nedenle Şener Yücetürk, bulundukları o ortamı ikinci üniversite olarak nitelendiriyor­ du:

NECİP FAZIL, PEYAMİ SAFA VE NURETTİN TOPÇU’NUN ÖĞRENCİSİ “Bizim Tıp Fakültesi üniversitemizdi, ama bir başka üniversitemiz daha vardı. İlim-irfan öğrendiğimiz hocalarımız, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Nihat Sami Banarlı’lardı. Ağabeylerimiz vardı; İsmail Dayı, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Ferruh Bozbeyli gibi. Büyük bir imkândı bizim için. Böylesine büyük isimlerin dizinin dibinde olmak insana çok şey kazandırıyordu. Mesela, Peyami Safa Milliyet’te köşe yazardı. Çetin Altan da orada yazardı. Safa ilkokul diplomalıydı, ama Türkiye’nin büyük entelektüellerinden biriydi. Peyami Safa’nın çok ilginç bir hayatı vardır. ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ romanı mükemmeldir. Fikren ona karşı olmasına rağmen, Çetin Altan bile; ‘Türkiye üzerinde yazılmış en güzel romanlardan biridir’ diye itirafta bulunmuştur. Peyami Safa, Milli Türk Talebe Birliği’ne konferans için davet edilirdi, biz de giderdik. Birkaç kez Peyami Safa’yı evine ziyarete gittik, öğrenciyiz daha. Sohbetler ederdik. Kıbrıs olayları sırasında Beyazıt Meydanı’ndaki Kıbrıs Mitingi’nde oradaydım. Kürsüde daha sonra Kıbrıs Türk devletinin cumhurbaşkanlığını yapacak Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş vardı. Ben de yanlarındaydım ve çok heyecanlıydım.” Şener Yücetürk’ü o dönemde en fazla etkileyen isimlerden biri üs­ tad Necip Fazıl Kısakürek idi. O dönemdeki pek çok üniversiteli genç

52


gibi ona büyük bir hayranlık ve saygı duyuyordu. Şener Yücetürk’ün onun ile ilgili hatıraları da vardı elbette: “Pek çok aydın ve yazar Milliyetçiler Derneği’ne gelirlerdi. Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek gelirdi. O zamanlar Büyük Doğu dergisini çıkarırdı. Biz de abonelerine dağıtırdık. Necip Fazıl’ın evine giderdik grup olarak. Sohbetler sabah ezanlarına kadar devam ederdi. Beynimizin içine girer, adeta büyülerdi bizi. Müthiş bir beyin vardı onda. Örneğin, bir Müslüman genç nasıl olmalıdır konusunda konuşurdu, bir Prusya subayının seçiminden hareketle bizim nasıl olmamız gerektiğini anlatırdı. Bu arada masasının üzerinde bir bez vardı, biz de karşısında oturuyoruz. O bezi aldı, Kadir Mısıroğlu’nun yüzüne fırlattı Necip Fazıl. Yüzüne vurmadan Kadir havada kaptı bezi. Necip Fazıl ayağa kalktı, alkışladı onu ve ‘Ben işte böyle refleksleri olan gençler isterim’ dedi.” Yücetürk, bu isimlerle tanıştıktan sonra siyasi bir kimliğe de kavuş­ muştu artık. Kendisini milliyetçi, muhafazakâr bir yerde konumlandırdı. Milli Türk Talebe Birliği’nin öncü gençlerinden biriydi artık. Menderes’e ilgi duyuyor, sol görüşlü insanlardan uzak duruyordu. Menderes’e du­ yulan ilgiye ilaveten sonraki Alparslan Türkeş’e de yakındı. Türkeş, 27 Mayıs darbesi sırasında darbeci Albaylar Cuntası içinde yer almasına rağmen milliyetçi gençleri etkilemeye başlamıştı daha o yıllarda. Darbe­ ciler arasındaki görüş ayrılıkları sebebiyle, darbeden sonra Hindistan’a gönderilen Türkeş, dönüşünde önce Cumhuriyetçi Köylü Partisi, ardın­ dan MHP’yi kurarak milliyetçi gençleri saflarına çekmeyi başarmıştı.

Meclis Başkanı ve eski Kültür Bakanı İsmail Kahraman’ı makamında ziyaret. 53


TÜRKİYE DARBE İLE TANIŞIYOR Dr. Şener Yücetürk, o süreçte siyasi kimliğini bulmuş, Demok­ rat Parti’nin yıkılış günlerinin canlı tanıklarından biri olmuştu. Türki­ ye, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine doğru yuvarlanırken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin o dönemde sergilediği tavrı doğru bulmuyordu. Darbeye kesin ifadelerle karşı çıkıyor, darbe karşıtı eylemlerden de uzak durmu­ yordu. Darbe sonrası oluşturulan suni demokrasi ortamına, ‘Devrim Bayram’ı adı altındaki kutlamalara karşı çıkıyordu. Ancak adını veren amcası İlyas Yücetürk için o gün gerçek anlamda bir bayramdı: “27 Mayıs’ta üniversiteyi tatil ettikleri için Bolu’ya gelmiştim. Takibata falan uğramadık. Darbe biz tatildeyken oldu. O sırada amcam İlyas Yücetürk’ün evindeydim. Amcam ihtilali duyunca sevindi. Sabah erkenden Alparslan Türkeş’in sesinden duydum. Hemen amcama haber verdim. Bir sevindi bir sevindi sorma. Çünkü CHP’liydi o. Çıktı dışarılara ‘kuyruk’ dediler DP’lilere, ne hadiseler, ne üzücü şeyler oldu. Davul, zurna ile oynadılar meydanda.” Öğrenciyken Anayasa Profesörü ve Lahey Adalet Divanı Başkanlığı yapmış Ord. Prof. Ali Fuat Başgil Hoca’nın evine gider, ziyaret ederdik. Bir adımız yoktu, grup olarak giderdik. Milli Türk Talebe Birliği, işte milliyetçi gençler, milliyetçi mukaddesatçı gençler, Milliyetçiler Derneği diye bir derneğimiz vardı onun çatısı altındaydık. Sonradan tabi mukaddesatçılar, milliyetçiler biraz ayrılır gibi oldular, şu oldu, bu oldu. İşte Nihal Atsızcılar, böyle bölünmeler oldu, ama daha evvel hep bir ve beraberdik. Fuat Başgil, 1960 darbesinin meşru bir darbe olmadığını yazmıştı o dönemde, Fener Yolu’nda evi vardı. Bir gün, ‘Başgil Hoca’ya gidiliyor’ diye bir söylenti çıktı okulda. Baktık gerçek. Biz de yola koyulduk. Tramvayla gidiyoruz, son durakta ineceğiz, ama bir baktık askeri araçlar kesmişler yolu, bizi indirdiler. Bizi Sirkeci’deki Emniyet Müdürlüğü binasına götürdüler, bir salona doldurdular. Sıkıyönetim var daha. Emniyet Müdürü bir albaydı. Bize, ‘Siz nasıl gider böyle gerici, yobaz bir adamı ziyaret edersiniz? Niye Sıddık Sami Onar’a gitmiyorsunuz?‘’ diye hakaret ediyordu. Tabi genciz, böyle deyince ben ve birkaç arkadaş, ‘Hocamıza karşı böyle konuşamazsınız’ diye itiraz etmeye kalktık. Adam kızdı, emir subayı yüzbaşıya dönüp, ‘Al bunları içeriye, karanlık odaya’ dedi. Beni ve iki arkadaşımı içeri aldılar. Ama içeride o yüzbaşı bize; ‘Korkmayın, ben de sizlerdenim. Bugünler geçecek’ dedi. Ferahladık tabi. O yüzbaşı sonraki yıllarda general oldu; devlete önemli hizmetleri oldu. Bu gözaltı olayından sonra, dışarıdaki ağabeylerimiz Milli Birlik Komitesi’yle, Alparslan Türkeş’le bağlantı kurmuşlar hemen. Oradan salıverme emri gelmiş bizi; gece 3 gibi salıverdiler. Demokrat Partililer Yassıada’da yargılanırken ,üç kez arkadaşlarla birlikte toplanıp oraya gittik. ” Kimsenin böylesine bir darbeye açık bir şekilde karşı koyamayacağı günlerden geçiyordu Türkiye. Ancak bir isim vardı ki darbeye daha ilk 54


günden karşı çıktı: Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil. Gerçekten de o yıllarda Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil milliyetçi muhafazakâr gençler arasında ef­ sane hocalardan biriydi. Müthiş bir kariyeri vardı. Samsun’da dünyaya gelen Başgil, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla eğitimini yarıda bırakıp yedek subay olarak 4 yıl boyunca Kafkas cephesinde savaştıktan sonra, Fransa’da eğitim almış, dönemin en önemli aydın ve düşünürlerinden biriydi. Paris Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Başgil, Paris Edebiyat Fakültesi felsefe bölümü ile Paris Siyasi İlimler Merkezi’ni de bitirdikten sonra Türkiye’ye dönerek İstanbul Üniversitesi’nde Anayasa Hukuku dersleri veriyordu o yıllarda. Milliyetçi muhafazakâr gençlerin idolüydü adeta. 27 Mayıs darbesinden sonraki sivilleşme döneminde bazı partiler Demokrat Parti’den boşalan siyasi alanı doldurmaya çalışıyorlardı. Ada­ let Partisi bunlar içinde en güçlü olandı. AP cumhurbaşkanlığına aday olarak Ali Fuat Başgil’i koymayı istemişti. Bu askerleri fena halde kızdır­ dı. Adaylık için İstanbul’dan trenle yola çıkıp Ankara’ya ulaştığında baş­ kentte kendisini binlerce genç karşıladı. Ankara’da konakladığı otelde adaylık hazırlıkları yaparken, 24 Ekim 1961 gecesi darbeci albaylar cun­ tası içinde yer alan Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından götürüldüğü Başbakanlık’ta bazı Milli Birlik Komitesi üyesi subaylarınca, ‘Adaylıktan vazgeçin, yoksa hayatınızı garanti edemeyiz’ denilerek tehdit edilmesi üzerine çok üzülmüş, Ankara’yı sonra da Türkiye’yi terk etmişti. Öte yandan Başgil, Cumhuriyet Senatosu üyeliğinden de istifa ede­ rek yurt dışına çıktı. İsviçre’ye giderek Cenevre Üniversitesi’nde dersler verdi ve aynı üniversitede Türk Dili ve Türk Tarihi Kürsülerinde başkanlık yaptı. Türkiye’nin biraz olsun normalleşmesinin ardından 15 Ekim 1961 seçimlerinde Samsun’dan bağımsız milletvekili seçildi. Adalet Partisi’nin yüzde 52 oy oranıyla tek başına iktidar olduğu 1965 seçimlerinde İs­ tanbul milletvekili seçildi. 17 Nisan 1967 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

BAŞGİL HOCA İLE YAZIŞMALAR… Şener Yücetürk’ün Ali Fuat Başgil ile ilişkisi öğrencilik yıllarından sonra da devam etti. Başgil Hoca, İsviçre’ye kaçmak(!) zorunda kaldıktan sonra ciddi bir geçim sıkıntısı ile karşı karşıya kaldı. Türkiye’deki ailesinin İsviçre’ye para göndermesine bile müsaade edilmiyordu. İşte o yıllar­ da Şener Yücetürk ise İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Almanya’da bir hastanede doktorluk yapıyor, öğrenci iken aldığı bursların ödenmesi için Türkiye’de bulunan ağabeyi Alper’e para gönderiyordu. Bir müddet sonra Şener Yücetürk, bu paraları Başgil Hoca’ya göndermeye başladı. Dr. Şener Yücetürk, bunun nedenini şu şekilde anlatıyor:

55


“Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil Hoca, Lahey Adalet Divanı Başkanlığı bile yapmış, İstanbul Hukuk Fakültesi’nin belkemiği biriydi. Darbeden sonra İstanbul’da Yeni Sabah diye çok satan bir gazetede köşe yazıyordu. İhtilalin meşruiyeti üzerine, zararları konusunda, yaratacağı sarsıntılar konusunda açık yüreklilikle görüşlerini ortaya koyuyordu. Ve bu yazılar çok tutuldu o zamanlar. Anadolu’da köylerde bile hocanın yazıları okunuyordu. Başgil Hoca darbeden sonra cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Yani insanlar onu istiyordu. Ona da mihmandarlık eden yardım eden biri vardı; İsmail Dayı. Bize ağabeylik yapanlardan, üzerimizde çok emeği olanlardan biriydi Dayı. Sonraları 2 dönem Balıkesir milletvekilliği yaptı. İşte bizim İsmail Dayı ağabey de Başgil Hoca’nın o günlerde mihmandarı idi. Yüzde yüze yakın seçilme ihtimali vardı hocanın. Çıkarmışlar tabancaları, masaya koyup; ‘Hoca hoca sen istifa et, aday olmaktan vazgeç, aksi takdirde biz bu kapıdan çıktığında senin hayatını garanti edemeyiz’ diyorlar. Milli Birlik Komitesi söylüyor, tehdit ettiler yani hocayı. Onun da çok canı sıkıldı, ülkeyi terk etti gitti İsviçre’ye. Zaten orada okumuş biri. O sıralarda İsviçre’de bize ağabeylik edenlerden, tıp fakültesi profesörü olan Ömer Kasımoğlu ağabey üniversitelerarası mübadele ile İsviçre’ye gitti, hocayla buluşuyor. Ömer ağabey ve diğerleri şöyle bir formül buldular. ‘Sen taksit ödemek için ağabeyine para gönderiyorsun ya, onu hocaya gönder, onun geçimi için orada lazım ona. Onun da hanımının İstanbul’da bir hanı varmış, oradaki kiraları da senin ağabeyin alsın, taksitini ödesin’ diye bir yöntem. Öyle yaptık. Ali Fuat Başgil Hoca’yla mektuplaşmalarımız vardır.” Şener Yücetürk, insanlara büyük zulümler yapan darbeci albayların daha sonra birbirlerine düşmeleriyle ilgili hatırladıklarını ise şu şekilde kelimelere döküyor: “Darbeden sonra albaylar birbirlerine düştü tabii. Hatta darbede başbakanlık yapan Org. Fahri Özdilek ve yardımcısı General Sıtkı Ulay 14’ler olarak anılan Alparslan Türkeş ve arkadaşlarını bertaraf ettikten sonra Milli Birlik Komitesi’nden çıkardılar. Eğer onlar çıkarmasa 14’ler bunları çıkaracaktı. Zaten ihtilali yapacakken Alparslan Türkeş öğreniyor, bunu engellemek zaten mümkün değil, ordu fokur fokur kaynıyor, aralarına girelim, oradan belki bir şey yapar, ele geçiririz diye düşünüyorlar. ” Dr. Şener Yücetürk’ün fikri hayatının olgunlaşmasında Nurettin Topçu’nun da etkisi büyüktü. Necip Fazıl, İsmail Dayı, Ali Fuat Başgil o yıllarda muhafazakâr milliyetçi gençlere rehberlik yapıyorlardı. Ama Nurettin Topçu, kitaplarıyla, konferanslarıyla gençlere eylemci bir kim­ lik kazandırıyordu. 7 Kasım 1909 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Topçu, baba ta­ rafından Erzurumlu Topçuzadeler ailesine mensuptu. Dedesi Osman Efendi Türk ordusunda topçu olduğu için Soyadı Kanunu ile aile ‘Topçu’ soyadını seçmişti. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Avrupa’da tahsil imtihanlarına girerek 1928 yılında Hamdi Akverdi, Vehbi Eralp, 56


Ziya Somar ile birlikte burslu olarak Fransa’ya gitti. Topçu, Fransa’da Bor­ deaux Lisesi’nin ardından Strasbourg Üniversitesi’nde felsefe ve sanat tarihi okudu. Paris Sorbonne Üniversitesi’nde Bergson üzerine olan te­ ziyle birincilik almış ve felsefe doçenti olmuştu. Tarihten tasavvufa, es­ tetikten sanat tarihine, felsefeye, sosyoloji ve psikolojiye kadar birikimi olan önemli aydınlarımızdan biriydi.

Nurettin Topçu’nun fikir ve düşüncelerinden fazlasıyla etkilenen Yücetürk, Ali Fuat Başgil’e mihmandarlık yapan İsmail Dayı’ya da hayli yakındı o yıllarda. Dayı ile ilgili Şener Yücetürk şu tespitleri yapıyor: “Bize ağabeylik edenler, o yıllarda idealler aşılamışlardı. Çok emek verdiler bize. Her hafta gelir, sohbet eder, ‘Şöyle olun böyle olun’ diye adabı muaşeret kurallarına kadar anlatırlardı. Bizlerden kişisel ve mesleki olarak çok iyi yetişmiş gençler olmamızı isterlerdi. Kökü ezelde, dalları ebedde bir irfan ve medeniyet mensubu olmanın şuurunu verirlerdi bize. ‘Bin yıllık tarih tecrübenizle geleceğimize sahip çıkın’ derlerdi. Milletlerarası büyük kavgada tarihi tecrübemizi kullanmamız gerektiğini, milli ve manevi köklerinden kopmamış bir nesil olmamızı öğütlerlerdi. Tam donanımlı, milli ve manevi değerlerine bağlı, milli tarih şuuru ve birikimi olan kültürlü ve geniş ufuklu bir gençlik. Millete bir arada yaşama şuuru veren din, dil ve vatandır. İnsanları köklerine göre ayrıma tabi tutmak yanlıştır, nifaktır. Ülkesinde, bölgesinde ve yeryüzünde ahlakın ve adaletin tecellisi için ezilen ve sömürülen milletlere sahip çıkmayı, ezenlere karşı gelmeyi oralarda öğrendik. 57


Çok çalışmamız gerektiğini söylerler, davranışlarımıza dikkat etmemiz, mutlaka bir dil öğrenmemiz, sınıfımızda dersleri en iyi olanlardan olmamız gerektiğini söylerler, ‘Yani inançlı ve milliyetçi gençlerin böyle vasıfları olması lazım ki bu memleketin kaderinde rol oynayabilsinler’ derlerdi. Biz de şişiyoruz tabi. Bayağı kuvvetli bir ideale yakalanmıştık. Ve bu fikirler sebebiyle gittik Avrupa’ya, orada erimedik onun için. Batı kültürü ve biz neyiz karşılaştırmalar yaptık, daha da kuvvetli döndük Avrupa’dan.” Üniversite yıllarından itibaren Emin Acar’a büyük bir hayranlık duy­ maya başlayan Şener Yücetürk, onun sayesinde o yıllarda muhafazakâr gençler üzerinde bir hayli etkili olan Kahramanmaraşlı Rahmi Eray’la da tanıştıklarını anlatırken, yıllar sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan­ lığı yapan Ferruh Bozbeyli’nin Rahmi Eray’a yumurta pişirdiğine tanık olduğunu şu sözlerle anlatıyor:

Maneviyat önderlerinden Dr. Emin Acar

“Abdülaziz Bekkine adında bir zata intisap etmiş Rahmi ağabey. Rahmi ağabey orada pişiyor. Bir sürü genç onun etrafında toplanıyor. Onu çok sevdiği için Emin ağabey oğluna Rahmi adını koyuyor. Trombofilebit diye bir hastalığı vardı, toplardamarlarda kanın pıhtılaşması ile damar tıkandığı zaman dolaşım aksıyor ve ayaklarda şişme oluyor ve eğer bu pıhtılaşmalardan bir parçacık dolaşıma gider beyin ya da kalpte damarı tıkarsa ölüm, felç olabiliyor. Böyle tehlikeli bir hastalığı vardı Rahmi ağabeyin. Ben bir ağabeyle ona ilk gidişimde Ferruh Bozbeyli ona yağda yumurta pişiriyordu, o yatıyordu, risk olmasın diye.

Rahmi ağabey Emin ağabeyi çok severdi. Hatta Emin ağabeyin anlattığı bir şey vardı. Hukuk fakültesine devam eden gençlerden biri bir dersten sürekli takılıyor. Rahmi ağabeye geliyor son hakkı çünkü. O da kitabını bana getir diyor ve Rahmi ağabey 1-2 gün inceleyip ona okuduklarından anlatıyor ve konu da onlardan çıkıyor çocuk da böylelikle geçiyor. Hafızası ve zekası çok güçlü biriydi rahmetli...” Ferruh Bozbeyli de tıpkı Emin Acar gibi Şener Yücetürk’ün ha­ yatına yön veren ağabeylerinden biriydi. 1927 yılında Kahramanma­ raş Pazarcık’ta doğan Bozbeyli 1947 yılında girdiği İstanbul Hukuk 58


Fakültesi’ni hem okuyup hem çalıştığından 10 yıl gibi uzun bir sürede tamamladığı için hem Emin Acar’ın hem de Şener Yücetürk’ün devre arkadaşı olmuştu. 1961 yılında Adalet Partisi’nden İstanbul milletvekili seçilen Bozbeyli, 1965-1970 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı yaptı. 1970 yılında partisinden (AP) ayrılarak Demokratik Par­ ti kurucu başkanı oldu. 1973 seçimlerinde İstanbul‘dan tekrar milletve­ kili seçildi. 1977 seçimlerinde ise şansı yaver gitmedi. 18 Aralık 1978’de Demokratik Parti genel başkanlığından istifa ettikten sonra siyasal ya­ şamdan çekildi. Yücetürk, o yıllara ait bir anısını da şöyle naklediyor: ‘’İstiklal Savaşı generallerinden Ali Fuat Cebesoy, ilk Başbakan Rauf Orbay ile General Ekrem Rize, Yusuf Kemal Tengirşek Hoca , ilk Maarif Vekili Hasan Basri Çantay ve Mahir İz. Bu önemli şahsiyetleri ziyaretin vesilesini şöyle anlatabilirim.1958 senesi idi. Milli ve manevi değerlerimizi temsil eden Milliyetçiler Derneği bir anma programı düzenlemişti. Bu 1920-24’te Büyük Millet Meclisi’nde (İlk Meclis) görev almış, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş’ı anma programı idi. Ulaş ilk meclisin önemli vekillerinden biriydi. Çok güçlü bir hukukçu ve iyi bir hatipti. Hatta ona ‘Meclis’in Dante’si’ denirmiş. Dante malum; Fransız İhtilali’nin ünlü hatibi. Oradan mülhem olarak denirmiş. İlk meclis, milli mücadeleyi yöneten ve yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin mayasını teşkil etme hüviyetini taşıyan bir meclisti. Erzurum’u da bu mecliste Ulaş temsil ediyordu. Ulaş daha sonra fikir ve ideal adamı Nurettin Topçu’nun kayınpederi olmuştur. İşte Milliyetçiler Derneği vefatından yıllar sonra 1958 senesinde Ulaş’ı Anma Toplantısı ile, onun meclisteki rolünü, yaptığı konuşmaları, savunduğu fikirleri, milli ve manevi değerlerimizin ateşli bir savunucusunu yeni nesillere tanıtmak istiyordu. Bu amaçla onu tanıyan ve ilk meclisin üyelerinden olan ve o sıralarda İstanbul’da yaşayan yukarıda adı geçen şahsiyetleri toplantıya davet etmek istenmişti. Evlerine gidilerek kendileri ile görüşüldü. Milliyetçiler Derneği olarak oluşturulan ziyaret heyetinde o zaman üniversite 4. sınıf öğrencisi olan ben de bulundum. Diğerleri Ferruh Bozbeyli, İsmail Dayı, Ercüment Konukman, Ahmet Nuri Yüksel idi. Bu tarihi ve ünlü şahsiyetler böylelikle davet edildiler. Yaşlıydılar ve sağlık sorunları bulunuyordu, bu nedenle bazıları mazeret beyan ettiler. Bunun yanında Ulaş’ı anmanın büyük bir kadirşinaslık olduğunu, onun değerli bir şahsiyet olduğunu, mecliste yaptığı konuşmaları ve oynadığı rolü çok takdir ettiklerini anlattılar ve anılarını naklettiler. Ali Fuat Cebesoy’un anlattıklarını ben not etmiştim. Kendisi adına bu notların salonda okunabileceği iznini vermişti. İşte bu da bana nasip oldu. Bu onuru taşımak güzel bir duyguydu. Bu anmada yapılan konuşmalar daha sonra kitaplaştırıldı. İlk meclisimizin bu 4 önemli şahsiyetinin görgü tanığı olarak ve anılarını bizzat kendi ağızlarından

59


dinleyerek, tarihe şahitlik etmiş olmuştuk. Kendilerini rahmetle anıyorum, mekanları cennet olsun.’’

YETİŞTİĞİ ORTAM Şener Yücetürk, üniversite yıllarındaki yetiştiği ortama ilişkin de şunları anlatıyor. “6 yıllık üniversite döneminde, bizi yetiştiren, kişiliğimizi, fikriyatımızı yoğuran bir ortam vardı. İstanbul, tarihimizin, kültürümüzün, milli ve manevi değerlerimizin başkenti idi. Burada okumamız büyük bir şanstı bizim için. Tıp fakültesi sadece mesleki bilgileri veriyordu. Ama bunun dışında bizim öğrencisi olduğumuz ikinci bir üniversitemiz vardı. Bu üniversitemizin mekanı İstanbul olmakla beraber, daha özelde şuralardı demek mümkündür. Aynı mekanları paylaştığımız yüzlerce, binlerce gençtik. Bu yerlerin başında; Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Milliyetçiler Derneği, Aydınlar Ocağı, Marmara Kıraathanesi, Küllük, Kubbealtı Derneği Çınaraltı, Laleli Kıraathanesi, İskender Paşa Dergahı, Kirazlı Mescit Medresesi, İbnül Emin Mahmut Kemal İnal Evi-Yurdu ve tabi ki Süleymaniye, Fatih, Sultan Ahmet Camilerindeki sohbetler. Bu mekanlarda madenimiz şekil aldı. Bunun ne büyük mazhariyet olduğunu bugün daha iyi anlıyorum. Peki bu büyük üniversitenin hocaları kimlerdi. Zamanın en büyük ilim adamları, fikir adamları, kültür adamlarıydı onlar. Mesela başlıca sayabileceklerim; Hasan Basri Çantay, (İlk meclis Balıkesir Milletvekili, Mehmet Akif’in yakın arkadaşı), Ömer Nasuhi Bilmen (Zamanın İstanbul Müftüsü, birçok eseri bulunan İslam alimlerinden), Mahir İz (İlk mecliste vekil. İslam Enstitülerinde öğretmenlik yapmış), Prof. Muhammed Hamidullah (İstanbul ve Sorbonne Üniversitelerinde hocalık yapmış), Ord. Prof. Ali Fuat Başgil (Anayasa Profesörü), Prof. Ali Nihat Tarlan, Prof. Mehmet Kaplan, Prof. Mümtaz Turhan, Ord. Prof. Mükremin Halil Yinanç (Laleli Kıraathanesi’ndeki sohbetleri ile ünlüydü) ve Celalettin Ökten Hoca (İlk imam hatip lisesi kurucusu). Ana mayamızı kuvvetlendirenlerden; Mehmet Zahit Kotku ve Haydar Efendi ile Mahmut Efendi’yi de anmak isterim. Bu temel yapımızın üzerine, kendilerinden sadece o zaman değil şimdi dahi eserlerinden yararlandığımız unutulmaz şahsiyetler; Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Peyami Safa, Tarık Buğra, Semiha Ayverdi, Fethi Gemuhluoğlu ve Sabahattin Zaim isimleri ilk aklıma gelenlerden. Kendilerine çok şey borçlu olduğum bu büyüklerimi hürmet ve rahmetle anıyorum.’’

60


BÖLÜM 3 ALMANYA GÜNLERİ

61


62


EN ALTTAKİLERDEN OLMAMAK… Şener Yücetürk, 27 Mayıs darbesindeki birkaç küçük olay dışında ciddi bir tahkikata uğramadı. Zaten darbe gerçekleştiği yıl Tıp Fakültesi son sınıftaydı. Okulu bitirip bitirmeme konusunda tereddütleri vardı. Eğitimini yurt dışında devam ettirmeyi planlamıştı. Bazı arkadaşlarının yönlendirmesiyle Almanya’ya gitmenin yollarını aradı. Okulda yabancı ülkelerden gelen öğrencilerin pek çoğu Almanya’da ihtisasını yapıyor­ du. Kendisinden 6 ay önce Almanya’ya giden Ümit Polat isimli bir ar­ kadaşı ile yazışarak, oradaki durum hakkında bilgi aldı. O da bu yoldan gitmeye karar verdi. “O yıllarda Almanya’nın çok doktora ihtiyacı olduğu konuşuluyor. İkinci Dünya Savaşı sebebiyle yetişmiş insan gücünü kaybetmişti o yıllarda. Bağdat, Tebriz, Tahran, Şam’dan sınıf arkadaşlarımız vardı Tıp Fakültesi’nde. Onlar yabancı pasaportlu oldukları için rahatça ihtisas için Almanya’ya gidebiliyordu. Onlardan Almanya ile ilgili duyduklarımız vardı. Pek çok avantajı vardı Almanya’nın. Burada ihtisas yapamayacağımızı anlayınca Almanya’ya gitmeye karar verdim. 1955-1961 dönemi Tıp Fakültesi’nde okudum. Her 15 günde girilebilen bir imtihanı bıraktım ve 61’de mezun olmadım. Çünkü araştırıyoruz, öğrenci olursanız Almanya’ya gitmeniz daha kolay, pasaport falan. Mezun olursam mecburi hizmet var ve pasaport alamıyoruz. Tazminat ödemeliyiz mecburi hizmet için. Öyle bir macera ile gittik. Pasaportu alınca bıraktığım dersi hemen verip, mezuniyet belgesini alıp tercüme ettirip Almanya’ya kara trenle gittik.”

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Diploması

63


Şener Yücetürk’ün Almanya macerasının fikri hazırlığını Emin Acar, Ferruh Bozbeyli, İsmail Dayı gibi ağabey diye tanımladığı isimler yap­ tı aslında. Onların tavsiyelerinden yaptığı çıkarımlar sonucu Türkiye’de kalmamaya karar verdi. Bunda zorunlu hizmetin etkisi de büyüktü. Şe­ ner Yücetürk, Almanya’ya gidiş sürecinin ön hazırlığının nasıl başladığı­ nı şu şekilde kelimelere döküyor: “Üniversite eğitimimizi tamamlayabilmek için devletten burs almıştık. O yıllarda okuldan mezun olur olmaz, bu bursu ödemek üzere zorunlu hizmet vardı. Burs alınan sürenin iki misli hizmet yapmamız gerekiyordu. Faiziyle yani. 4 yıl burs almıştım. Şöyle düşündüm; ‘ 8 yıl mecburi hizmet, sonra 2 yıl askerlik, sonra uzmanlık’ bir insan ömrü bu. Yaşımız o zaman 35-40’ı bulur, Anadolu’da kaybolur gideriz. Evlensek çoluk çocuk olur; uzmanlık falan kalır diye düşündüm. Bize ağabeylik edenler de o yıllarda bazı idealler aşılamışlardı. Onlardan biri Emin Acar ağabeydi, biri Ferruh Bozbeyli idi. İsmali Dayı vardı, Balıkesir’den milletvekilliği yaptı, Yağmur Yayınevi’nin sahibiydi. Daha başka da vardı. Bizden 4-5 yıl önde olan Tıp Fakültesi’nden mezun olup Anadolu’ya gidip dönen ağabeyler; ‘Sakın ha Anadolu’ya gidip de kalmayın, ziyan olursunuz. Çünkü sen inançlı birisin. Orada bir ağanın oğlu cinayet işlemiştir, savcı hâkimle pazarlık eder, onu kurtarırlar mahkûm olmaktan. Sen doktor olarak rapor vermek zorundasın. Onların istediği gibi rapor vermeyeceğin için, inancın ve dürüstlüğün sebebiyle, seni oradan sürerler. Bizim başımıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Çoğu arkadaşımız davalarından, ideallerinden vazgeçtiler. Hani ceketi çıkarırken tersine döner ya bazen, öyle insanlar olurlar. Bu komünist, şucu, bucu dediler, oradan oraya sürdüler, siciller bozuldu. Şehir kulübü vardır, orada bürokratlar hep beraber olup kumar oynarlar vs. Bizler sizin ziyan olmanızı istemiyoruz. Oralara giderseniz kaybolabilirsiniz, bu sizin ölümünüz olur. 3 tür ölüm vardır. ‘Birincisi eceliyle ölmek, o zaten mukadder. Öbürü böyle ölmek, toplumun içinde erimek, dava ve ideallerinden vazgeçmek. Bu çok oluyor. Burada kaybımız çok oluyor; zaten şurada bir avuç gençsiniz. Son olarak da evlenip ölmek’ diye bize tavsiyelerde bulunurlardı. O zamanlar örtülü, inancına bağlı kızlar pek yoktu. Çok inançlı bildiğimiz bize rehberlik eden ağabeylerin hanımları da modern hanımlardı. Bu şartlarda ne yapalım arayışı başladı. Mecburi hizmete gitmemeye karar verdik. Bu nedenle dışarıda ikinci bir tahsil yapmaya karar verdim.” Dr. Şener Yücetürk gibi pek çok arkadaşı 27 Mayıs darbesinin de oluşturduğu atmosfer sebebiyle yurt dışında yeniden eğitim görmenin yollarını aramaya başlamıştı. Ancak yurt dışında eğitim o yıllarda bir şe­ hir efsanesiydi sanki. Dışarıda ne olup bittiğini doğru dürüst tecrübe etmiş biri yoktu. Şener Yücetürk, o süreci şu şekilde anlatıyor: “Bir hayal kurmuştuk ama tabi biraz uçuk bir hayaldi. Bazı duyumlarımız var o kadar. Ne olup bittiğini bildiğimiz yok. Almanya’ya bizden önce 64


giden Kerküklü arkadaşlarımız vardı. Irak pasaportlu onlar tabi. Üniversitenin bodrumunda mescit vardı, orada tanışmıştık onlarla. Bizden önce mezun olanlar rahatlıkla gidebildi Almanya’ya. Onlar orada uzmanlığa başladılar, bize de gelin biz yardımcı oluruz diyorlar, oradan bir cesaretimiz var. Ben ekonomi politik okumaya takılmıştım. Bir başka arkadaşım da sosyoloji okumaya niyetliydi. Maksadımız şu: Meslek tıp, kişilerle bireylerle muhatap, genelde toplumun yapısına müessir olabilen bir meslek değil. Yani önemli mevkilere gelip oradan toplumu değiştirmek, devleti yapıyı şunu bunu filan… ‘Doktorluğu orada kullanırız, geceleri nöbet tutar oradan aldığımız maaşla da gündüz de tahsil yaparız’ dedik. Bu hayallere kapılmıştık. Küçük bir ders bıraktık, her 15 günde imtihana girerek geçmek mümkün. 3 aylık öğrenci pasaportu çıkardık. Ben lisede yedek lisan olarak biraz Almanca okumuştum. Liseyi bitirirken karşılıklı konuşarak mezun olmuştum. Ama Tıbbiye’de 6 yıl boyunca büyük oranda unutmuşum her şeyi. Almanca uyumuş. Onu biraz canlandırmak için oraya gitme hevesiyle biraz çalışalım dedik. Sonunda planımız tuttu. Pasaportu çıkardıktan sonra bıraktığımız sınava girdik. Mezun olduğumuza dair yazıyı Tıbbiye’nin sekretaryasından aynı gün alarak, hemen bir tercüme bürosuna giderek Almancaya tercüme ettirdik. Konsolosluğa tasdik ettirerek, turist olarak çıktık ülkeden. Bir mezuniyet belgemiz var cebimizde. O kadar.”

İLK KAFİLE YOLA ÇIKARKEN… 30 Ekim 1961 tarihinde, Almanya’nın Bonn kentinde Türkiye ile Al­ manya arasında resmi adı ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Türk Firmaları İşçilerinin İstisna Akdi Çerçevesinde İstihdamına İlişkin Anlaşma’ olarak bilinen iş gücü anlaşması imzalandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomisini yeni­ den toparlamak isteyen Almanya, büyük bir iş gücüne ihtiyaç duyuyor­ du. Bu anlaşmaya dayanarak Türkiye’den, 450 kişilik ilk işçi grubu Sir­ keci tren istasyonundan Almanya’nın Düsseldorf kentine hareket etti. Türkiye’den ilk etapta 6 bin 500 işçi talep eden Almanya’ya ilerleyen yıllarda yüz binlerce Türk işçi ve aileleri göç etti. İş gücü anlaşması kapsamında çalışmak için Almanya’ya giden Türk işçiler başlangıçta birkaç sene Almanya’da kalıp, o süre içinde çalışıp bi­ riktirdikleri parayla memleketlerinde iş kurmak veya ev, araba almak is­ tiyorlardı. Aslında Almanya’da uzun süre kalmak veya yerleşmek gibi bir düşünceleri yoktu. Diğer taraftan, Almanlar da Türk işçilerin ülkelerinde geçici olduklarını düşündüklerinden Türkleri “misafir” görüyorlardı. 1973 yılında dünyadaki petrol krizi nedeniyle Almanya, Avrupa Topluluğu’na üye olmayan ülkelerden işçi alımını durdurduğundan, Türkiye’den yaşanan göç de durakladı. 1983’te çıkarılan ve 1985’e ka­ dar yürürlükte kalan “Geri Dönüşü Teşvik Yasası” ile Almanya ülkelerine dönen yabancılara, belirli şartların yerine getirilmesi durumunda 10 bin 65


500 mark, ayrıca çocuk başına bin 500 mark yardım yapma kararı verdi. Bu dönemde 374 bin Türk göçmen Türkiye’ye geri döndü. 1985 yılında 1 milyon 400 bine gerileyen Türk sayısı, 1990 yılının sonunda 1 milyon 700 bine yükseldi. Bugün bu rakam 5 milyona yaklaşmış durumda. Şener Yücetürk, henüz Türk işçi kafilelerinin Almanya’ya ulaşmasın­ dan bir yıl önce ülkesini ve milletini temsil etme idealiyle Almanya’da yerini almıştı. O vardığında Almanya henüz Türkiye’den işçi talebinde bulunmamıştı. Bu nedenle Almanya’da bir avuç Türk yaşıyordu. Onları bulmak bile imkânsızdı. İstanbul Sirkeci’den trenle yollara düşen Şener Yücetürk, Almanya’ya ilk adımı atmadan önce gerekli bağlantıları yap­ mıştı. ‘Acı Vatan’daki ilk günlerini şu şekilde anlatıyor Yücetürk:

Almanya Bremen’de çalışma odası 1963

“Bazı arkadaşlarımız Hannover’deydi. Haklarını ödeyemeyiz. Karşıladılar bizi, bir arkadaş birkaç hafta evinde misafir etti. Orada tabipler odasının bir dergisi çıkıyordu. Dergide doktor arayan hastanelerin ilanları yer alıyordu. Her gün ilanları takip ediyordum. Onlara başvurmaya başladık. Bremen’de bir hastane beni kabul etti. Kızılhaç Hastanesi. Orada Prof. Dr. Kznitzki adında Polonya asıllı bir Alman hoca vardı. Dev gibi bir adamdı. Biraz Almancamı dinledi falan. ‘Tamam’ dedi, ihtiyaçları da varmış zaten. Bir müddet sonra cerrahi kliniğinin doktor açığı vardı. Başvurular arasında bir Türk de var dediler. Uzman cerrahmış. İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’ndenmiş. Ben çok sevindim. Uzman olduğu için ondan yararlanırım diye düşünüyordum. Ancak başvuran Türk doktor Almanca bilmediği için kabul etmek istemiyorlardı. Klinik Direktörü Prof. Kznitski, ‘Türkler çabuk Almanca öğreniyorlar. İşte Dr. Yücetürk bir örnek’ deyişine çok sevinmiştim. Nereden bu intibaı edindiyse, haklı da çıktı sonradan. Gece gündüz çalışıp hallettik Almancayı.” 66


Bremen’deki Rotes-Kreuz (Kızılhaç Hastanesi)’nde iş bulan Dr. Şener Yücetürk’ün alması gereken daha çok yol vardı. Ama bunların en önce­ liklisi, kalacak, yatacak bir yer bulmasıydı. Allah’tan hastanenin bekar doktorlar için küçük de olsa bir misafirhanesi vardı. Bremen’deki ilk ge­ cesinde hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Bolu’nun Sa­ lıbeyler köyünden çıkıp Almanya’daki bir Kızılhaç hastanesinde doktor olarak çalışana kadar geçirdiği evreler tek parça bir film gibi gözünün önünden gitmiyordu adeta. Ancak öyle ayakları üstünde kalabilecek bir geliri yoktu henüz. En azından masraflarını karşılayabiliyordu. “Hastanelerin bekar doktorlar için ayrı bir bloğu vardı orada kalıyorum. Maaş da veriyorlar, ama çok değil 500-600 mark civarı. Sonra oralarda da maaşlar yükseldi. Maksadım oradaki maaşımla Türkiye’de devlete burstan dolayı olan borcumu ödemek. Ağabeyimdi kefilim. O da üniversiteden yeni mezun olmuştu. Ben Almanya’dayken Bitlis’in bilmem ne kazasına tayinim çıktı. 15 gün içinde görev başı yapmazsam icrayı tababetten men ediyorlar. Usul öyleydi. Gitmediğim için kefilim olan ağabeyimi sorumlu tuttular, o da ‘ben öderim’ dedi. İktisat Fakültesi’nde asistandı o zamanlar. Ama bir yandan ona da yük olmak istemiyorum.” İş bulmasına rağmen Almanca konusunda büyük sıkıntılar da peşi­ ni bırakmadı ilk zamanlar. Bu nedenle geceleri fırsat buldukça lise yılla­ rında öğrendiği Almancayı geliştirmeye çalıştı. O yıllarda çok komik işler de geldi başına. Şener Yücetürk, onlardan birini şu şekilde anlatıyor: “Bremen’de lojman olarak oturduğumuz binada kadın, erkek Alman doktorlar da kalıyordu. Alman hanım bir doktor, saçları biraz koyu, beyaz tenli, çok candan davranırdı bana. Bana bir şeyler anlatırdı da ama benim her şeyi tam anlamadığım dönemlerdi. Biri bana; ‘Burada bir Ja (Evet) dersin, bin belayı defedersin’ demişti, yani böyle böyle geçiştiriyorduk o zamanlar. Sonra anladım ki bu kadın; ‘Benim kanımda Türklük var, benim anneannemin anneannesi Türk subayının kızıymış’ diyor. Oradan yemekhanede falan hep yanıma ya da karşıma gelir bir sempati duyardı yani. Ama Almancama güvenemediğim için çok konuşamazdım o zaman kendisiyle…” Şener Yücetürk’ün Almanya’ya adaptasyon süreci çok uzun sür­ medi. Çünkü daha okul yıllarında aldığı Almanca eğitimi pek çok işini görmeye yetiyordu. Ancak o, Almanya’da adeta ülkesini temsil ediyor gibi hissediyordu kendisini. Türkiye’nin Almanların gözünde küçük düş­ mesine tahammülü yoktu. “Yeni mezunum, bir pratiğim yok. ‘Bu da hiçbir şey bilmiyor’ demesinler diye çok titiz davranıyorum. Zaten Türkiye üçüncü dünya ülkesi gibi görülüyor oralarda. Gururum da var; onun için kimseye bir şey sormuyorum. Onun için göz ucuyla habire işler nasıl yapılıyor, onu takip etmeye çalışıyorum. Sonra bunlar beni sevmeye başladılar, oradaki tek Türk benim. Dil sorunum vardı ilk başlarda, ama zamanla açıldı dilim. Hatta zaman geldi 67


genç Alman hekimler bana ‘şu raporu nasıl yazmalıyız?’ diye sormaya başladılar. O duruma da geldik şükür. Bir gün Profesör Kznitzki büyük vizite yapacak. Cerrahinin 5-6 servisi vardı, her servis sorumlusu sıraya girmiş, onu bekliyoruz. Oranın başhemşireleri 2. Dünya Savaşı görmüş çok yetenekli hemşirelerdi. Elinde defter kalem hemşireler ve diğer doktorlar profesörü bekliyoruz. Hemşire beni gördü, yanıma geldi baktı baktı.‘Doktor Yücetürk siz de aynen bize benziyormuşsunuz’ dedi. Ben de ‘Siz ne zannediyordunuz?’ deyince Türk deyince pala bıyıklı, kaslı, kılıçlı birini işaret etti, güldük tabi.”

Almanya’da asistan doktor arkadaşlarıyla 1970, soldan Bolulu, Nijeryalı, Alman, İranlı

Almanya’da kısa sürede kendisine yer edinmişti Dr. Şener Yücetürk. Kaderinin onu nereye sürükleyeceğinden habersiz, sadece işini düşü­ nüyordu. Doktorlukta kariyer sahibi olmaktan başka bir amacı yoktu. Al­ man doktorların yanında eğitim almak o yıllarda büyük bir şanstı. Çünkü iki dünya savaşından yenik çıkmış olmasına rağmen Almanya eğitim ve disiplinden taviz vermediği için çok hızlı bir şekilde toparlanabiliyordu. Bu durum Şener Yücetürk’ün de dikkatinden kaçmıyordu. Dil eksikliğini tamamladıktan sonra iyice özgüveni gelmiş, doktorluktaki maharetle­ rini de sergilemeye başlamıştı. Şener Yücetürk, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen o yılları anlatırken bugün bile heyecanlanıyor: “Çok önemli yıllardı benim için. Çok büyük tecrübe kazandığım yıllardı. Bir gün hastaları dolaşırken bir hastanın başına geldik. O sıralar koğuş sistemi var oralarda. 10-15 hasta aynı odada yatıyor. Profesör hastanın başına geldi, servisin doktoru hastayı takdim ediyor, profesör de tedavi yöntemini söylüyor. Ayakları şişmiş kadın bir hasta için, ‘Buna sülük tedavisi yapın’ dedi. Yıl 1962. Bizde bunlar kocakarı tedavisi derlerdi bizim profesörler. Küfrederlerdi, yobazlık derlerdi böyle tedaviler için. Ben sonra takip ettim, 68


sülük getirip kadının bacaklarına koydular, 1 hafta devam ettiler, hasta iyileşti. Şimdi dünyada da bizde de aktüel bir tedavi haline geldi.” Bremen’deki Kızılhaç Hastanesi’nde üç yıl görev yaptı Dr. Şener Yü­ cetürk. İşte o yıllarda kazanıp Türkiye’deki ağabeyine gönderdiği parala­ rı İsviçre’de bulunan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’e göndermeye başladı. Hastanedeki yoğunluktan pestili çıkıyordu adeta. Şehir merkezine gidip Türkiye’den birileri var mı, yok mu diye araştırmaya bile vakti yoktu. Yo­ ğun temponun yanı sıra ödenen ücret de artık onu tatmin etmez ol­ muştu. Bu nedenle yeni limanlara ulaşmak için yeniden yelken açtı. “3 yıl kaldım Bremen’de. Ama mesai öyle yoğun ki, bizim ekonomi politik falan bitti. Posam çıkıyor resmen, bütün gün çalışıyoruz, biz bu işin içinde kaldık. Hastanede çıkan yemeklerde et kullanıyorlardı. Ama ben bir Müslüman olarak domuz eti yemek istemiyordum. Hangisinin domuz eti olup olmadığını bilmiyordum. Yemek getirenler sıkça değişiyordu. Hintli Müslüman doktorlar yardımcı oluyor; hangisinin domuz eti olduğunu söylüyorlardı. Ancak kendileri domuz eti yiyorlardı. ‘Biz alıştık, mecburiyetten yiyoruz’ diyorlardı. Bu arada benim mecburi hizmet borcumu ağabeyimin maaşından kesmeye başladılar; 10 yılda ödeyecek. Ben de kendime bir cep harçlığı ayırıp, geri kalanını ağabeyime gönderiyorum. Devlete mecburi hizmet borcumu aldığım bursların karşılığı olarak faiziyle birlikte ödeme işi 5,5 yıl sürdü. Sanırım 1963 olsa gerek yeni cumhurbaşkanının seçilmesi gündemde. AP kurulmuş, Milli Birlik Komitesi falan var. Henüz darbenin etkisi geçmemiş yani. Hannover’e geçtim. Kerküklü sınıf arkadaşım vardı. Çok ısrar etti. ‘İhtiyaç var; burada adam arıyorlar’ dedi. Gittik orada çalışmaya başladık; Şehir Hastanesi’nde.” Dr. Şener Yücetürk, yeni görev yerinde kendisine yeni dostlar bul­ makta geç kalmadı. Şehir hastanesi olması hasebiyle orada pek çok Müslüman doktor da vardı. Ancak henüz kendisinden başka kalifiye bir eleman yoktu oralarda. “Şehir Hastanesi’nde Bombaylı Hamit Şeyh adında Hintli bir Müslüman vardı. O da bana çok yakınlık gösterdi Müslüman olduğum için. İranlı İsmail Tabai diye iyi bir arkadaş daha vardı. Ama bunlar domuz eti yerler, oranın durumuna göre alkol falan da alırlardı. Ben onları yapmam. Ama yine de bu bölgeye bir aidiyet hissederlerdi. Hafta sonları bir araya gelirdik ‘İmambayıldı yapalım, sen patlıcan al’ dediler. Ama patlıcanın Almanca’sını bilmiyorum, soramıyorum da her markete girip bakıyorum, parmağımla göstereceğim ama yok, çıkıyorum. En sonunda baktım bulamayacağım, salatalığın Almanca’sını biliyorum, dedim ki; ‘Salatalık gibi ama mor’ manav anladı ve aldık sonuçta patlıcanı.” Almanya’ya kısa sürede adapte olan Şener Yücetürk, bir yıllık alış­ ma ve sıkıntı dolu sürecin ardından kendisini ödüllendirme vaktinin 69


geldiğini düşünüyordu. İlk bir yıl hastaneden başını çıkaramadığı için ne Almanya’yı ne başka ülkeleri görecek durumdaydı. Ancak başka şehirleri ve ülkeleri de görme arzusundaydı. O yaz hastaneden doktor arkadaşı Hamit Şeyh ile İngiltere’ye gitmeye karar verdi. İki arkadaş 10 gün boyunca Londra’da güzel günler geçirdi. O yıllara ilişkin bir anısını da şöyle anlatıyor Şener Yücetürk: ‘’1964 senesinde ilk iznimde Türkiye’ye gelmek yerine Avrupa’yı tanımak için önce İngiltere’ye gitmeyi tercih ettim. Bremen’deki hastaneden meslektaşım Dr. Hamit Şeyh ile izni planladık. Dr. Hamit, Hintli Müslümanlardandı. Tıp tahsilini Almanya’da yapmış. Volkswagen marka (Kaplumbağa) bir araba ile Manş Denizi’ni tünelden geçerek Londra’ya vardık. Benim için her şey dikkat çekici. Londra’da ihtişamlı binalar, Britanya Müzesi çok büyük, dünyanın bütün ülkelerinden eserlerle dolu. Ama ben Londra’daki bir şeyi bilhassa görmek istiyordum. Lisedeki tarih kitabında İstanbul’un fethinde kullanılan toplardan bir tanesi vardı ki surlarda ilk gediği açmıştı. Ve oradan askerlerimiz şehre dalmışlardı. Çok büyüktü. Edirne’de dökülmüş ve 60 çift manda ile ancak 60 günde İstanbul’a getirilebilmişti. Planını da bizzat Fatih çizmiş ve Urban adındaki Macar ustaya döktürmüştü. Dökümü 3 ay sürmüş, 6 metre uzunluğunda ve 20 ton ağırlığındaydı. 600 kilo gülleyi 2 kilometre uzağa atan, o zaman için müthiş bir toptu. 1868 yılında İngiliz Kraliçesi Victoria İstanbul’a gelmiş. Sultan Abdülaziz, Kraliçe’nin isteği üzerine bu muhteşem tarihi topu ona hediye etmiş. Şahi veya Şahin adlı bu topun İngilizlere hediye edilişine ben çok üzülmüştüm. Hafızamdan onun için çıkmamış. Londra’da bu aklıma geldi ve onu görmeyi çok arzu ettim. İngiliz kraliçelerinin törenlerde giydikleri çok pahalı mücevherlerden yapılmış ve Hindistan’dan getirdikleri tacın muhafaza edildiği eski bir kale müzesini gezerken baktım orada eski tip toplar da var. İşte orada Şahin’i buldum. Çok sevindim ki tarif edemem. Sarıldım, öptüm, kendisiyle konuştum. ‘Sen bize İstanbul’u hediye ettin. Sadece İstanbul’u değil yeni bir çağ da verdin. Osmanlı’yı bir cihan devleti yaptın. Sana neler borçluyuz, ah bir bilsen, ah bir bilsen...’ gibi duygularla doldum taştım. Çok ihtişamlı bir duruşu vardı. Diğer topların arasında şah gibiydi. Üzerinde Kur’an’dan ayetler vardı. Evet orada İngiliz başkentinde bütün haşmetiyle bizi temsil ediyordu. İnşallah devlet ve millet olarak o haşmete tekrar kavuşacağız duası ile Londra anımıza burada nokta koyalım.’’ Şener Yücetürk, Hannover Şehir Hastanesi’nde biraz daha rahat edebileceğini düşünüyordu ama yanılmıştı. Burası Bremen’deki Kızılhaç Hastanesi’nden daha yoğundu. Üstelik hata affedilmiyordu. Öyle ki ister bakan, ister milletvekili, ister vali çocuğu olsun işini layıkıyla yapmaya­ nın gözünün yaşına bakmayan bir disiplin anlayışı vardı hastane yöne­ ticilerinin. Dr. Şener Yücetürk, bu konudaki bir hatırasını yıllar geçmiş olması­ na rağmen unutamıyor: 70


“Cerrahi servisindeydim orada. Servise gitmek için başka bir servisin içinden geçmek durumundayım. 5 tane cerrahi servisi var. Her serviste 4045 hasta var. Hepsinin başında servis doktorları var. Ben o sıralar servis doktoru yardımcısıyım. Sonra servis doktoru oldum ben de. O koridordan geçerken, oraları silerler, süpürürler, mis gibi deterjan kokardı. İmrenirdim. Pencerelerin kenar tozlarını alırlardı. Sorumlu hanım beyaz bir mendili oralara sürer, bir toz bulduğunda işi yapanı işten atarlardı, o kadar disiplin vardı. Bu arada çalışmalar her sabah 07.30’da başlardı. 2 dakika gecikseniz profesör ters ters bakardı, o kadar dakikti işler. Bir gün hemşirelerden biri var, o kadar güzel ki üzerinde öğrenci hemşire kıyafeti var. Ama kız idrar şişelerini ve hastaların altlarındaki sürgüleri taşıyor. Onları temizleyip yeniden dağıtıyor. Aradan aylar geçti. Hafta sonu cumartesileri öğleye kadar çalışılıyor. Hastanenin önüne bir uzun siyah araba yanaştı. İçinden bir kadın ve erkek indi. Kelli felli adamlar. 1-2 dakika beklediler sonra hastanenin içinden bir kız koşarak geldi, onlara sarıldı ve arabaya bindi. O sırada yanımdaki Hindistanlı Dr. Hamit Şeyh’e sorunca adamın oranın valisi ve belediye başkanı olduğunu öğrendim. Orada 2 makam bir arada. Bu da onların kızıdır. Kız da idrar şişelerini taşıyan güzel kız. Tıbbiyenin birinci sınıfında hastanede staj yapıyormuş. Stajda bu işleri yaptırıyorlar. Her yıl stajları var. İkinci yıl hastayı kaldırma, temizleme. Ertesi yıl biraz ilaç verme gibi sırayla alıştırıyorlar. Biz böyle bir şey görmedik. Sınıfa oturur, teorik dinlerdik. Staj gibi bir şeyler var, ama kimse yapmaz, hele bir valinin kızı olsun da öyle idrar şişesi, sürgü taşısın, bizde mümkün mü? Ona stajı yaptı diye belgeyi verirler hemen...” Kızılhaç Hastanesi’nde kısa sürede herkesin gönlünde taht kuran ve ülkesini bir hayli iyi tanıttığını düşünen Dr. Şener Yücetürk, yeni görev yerinde de bu ilkesel tutumunu sürdürmeye büyük özen gösteriyordu. Bu özeni sayesinde hocalarının da kısa sürede gözüne girmeyi başar­ mıştı. Şehir Hastanesi’ndeki hocalarının kendisinden duyduğu memnu­ niyeti şu şekilde anlatıyor Dr. Şener Yücetürk: “Almanya’da ‘Bu geri kalmış bir memleketin çocuğudur’ dedirtmemek için çok çalıştım. Onlar da kısa zamanda bana sorumluluk verdiler. Haftada 1-2 gece nöbet tutmaya başladım tek başıma. Acil ameliyat gerektiren bir durum olursa uzman hekimi çağırıyorsun, onun dışında bütün vak’alar sende. Yaralanmalar, yanıklar falan… Bunları Türkiye’de hiç yapmamış, görmemiş tıp fakültesi mezunu bir doktor olarak nutkum tutuluyordu. Ama çok kısa zamanda öğrendim her şeyi. Sorumluluk verdiler ve gitgide arttı verdikleri sorumluluklar. Sonra bu profesör beni kendisine asistan olarak aldı. Onun servisi ve orada özel hastaları vardı. O sadece tavsiyelerini söyler, hastaların bakımını, ilaçlarını falan ben ayarlardım. İyi bir doktor olmuştum kısa sürede. Adamlar çok titiz, dürüst ve disiplinliydi. Ama 500600 mark maaş alıyordum hala. Daha 6-7 ay olmuş çalışmaya başlayalı. Bir gün muhasebeye çağırdılar beni. Hıristiyan olup olmadığımı sordular.‘ 71


‘Hayır’ cevabı alınca da ‘Sizden yanlışlıkla kilise vergisi kesmişiz, yanlış yapmışız’ deyip kestiklerini iade ettiler. Bu da benim dikkatimi çekmişti.” Takvimler 1970’li yıllara yaklaşırken Türkler, Almanya’da görünme­ ye başlamıştı. 1970’ten sonra ise akın akın Türk işçisi dolmaya başladı. Şener Yücetürk, henüz ‘En Alttakiler’ romanının yazılmadığı, yazılmasına gerekçe olmayacak bir dönemde Almanya’da kendisine yer edinmişti. Ancak Türk işçilerin oraya ayak basışının da canlı tanıklarından biriydi: “Bremen’e o yıllarda başladı Türkler gelmeye. İlk yıl kimse yoktu. İkinci yıl tek tük geliyorlardı. Bir gün tren istasyonundaydım, elimde Türk gazetesi vardı, birisi üzerime atladı, bana sımsıkı sarılıp ‘Ağabey ne olur bana ‘Ben Türk’üm’ de. Türk’sün değil mi?’ diye soruyor. ‘Ne olur öleceğim, patlayacağım, benimle Türkçe konuş. Sana buranın en lüks lokantasında yemek ısmarlayayım, ne olur benimle Türkçe konuş’ diyor. Tabi onu anlıyorum, aynı sıkıntıları ben de çok çektim. ‘Ben de Türk’üm’ dedim. Adam çok mutlu oldu. Konuştuk biraz. Bunalıyorsun yani. Onlar ciddi adamlar. Örneğin ameliyata gireceksin kimse konuşmuyor, duvar gibi adamlar. Bizde olsa millet birbiriyle neler konuşur. O da ağırıma gidiyor, sanki ben varım da konuşmuyorlar gibi geliyordu ilk başlarda bana. Ama bilmiyorum ki adamların huyu böyleymiş. Çok ciddiler yani.”

BABA İLE BULUŞMA… Dr. Şener Yücetürk Almanya’ya gitme kararını babası Mehmet Yüce­ türk ve ağabeyi Alper’le paylaşmıştı. Bu arada babası Ressam Mehmet Yücetürk, 11 Ocak 1956 yılında Fatma Hanım ile ikinci evliliğini yaptık­ tan sonra bu evlilikten Güner, H. Handan ve E. Elif adında üç çocuğu olmuştu. Ağabeyi Alper, İstanbul İktisat Fakültesi’ni başarı ile tamamladıktan sonra aynı fakültede asistan olarak görev almıştı. Şener ise 1961 yılında gittiği Almanya’da yaşam mücadelesi veriyordu. 1957 yılında öğretmenliğe ara verip, Bolu Devlet Su İşleri’nde desi­ natörlük ve arşiv memurluğu görevlerinde bulunan Mehmet Yücetürk, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yeniden öğretmenliğe dönüş yaptı. Memuriyet hoşuna gitmemişti. 1960 yılından 1965 yılına kadar Bolu Kız Öğretmen Okulu’nda yeniden resim öğretmenliğine başladıktan sonra, 1966 yazında oğulları ile Avrupa’da buluşacaktı. Dr. Şener Yücetürk, Hannover Lehrte şehir hastanesindeydi. Daha ortaokul öğrencisiyken babasından duyduğu bir şeyi hatırladı. Babasını devlet, Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki yıllarında Fransa’ya göndermek istemiş, ancak o gidememişti. O yıllar evliydi ve çocukları da vardı. Evlat sahibi olmanın sorumluluğu buna engel olmuştu. Yani çok istemesine rağmen Fransa’ya gidememişti. Şener, ‘Bak babamız bizim yüzümüzden 72


Fransa’ya gidememiş. Şimdi bunu gerçekleştirebiliriz, onu buraya davet edebiliriz’ diye düşündü. Bu fikri mektupla ağabeyi Alper’e açtı. O da Fransa’da Mont Pellier Üniversitesi’nde De Gaulle Bursu kazanmıştı. Bir plan yaptılar. Paris’te havaalanında babaları ile buluşma planı. Babasını güzel bir mektupla davet ettiler. Baba Mehmet Yücetürk’ü bu mektup çok duygulandırmıştı. Sonuçta Paris’te buluştular. Ardından Paris’i, mü­ zeleri gezme ve tanıma programı yaptılar. Paris ve sanat deyince ilk akla Louvre Müzesi geli­ yor. Şener Yücetürk, ’Louvre Müzesi’nin sadece resim sanatları bölümünden 9 günde çıkabildik. Babam her resmin önünde uzun uzun duruyor, bakıyor, inceliyordu. Hepsi de çok ünlü, binlerce resim. Meş­hur ressamların tablo­la­ rı. Babam zaten onları sa­nat eğitimi zamanından ta­nıyor. Ama şimdi onların gerçekleri ile karşı karşıya. Bazen babamı omuzlarından tutarak bir sonraki tablo­nun önüne getiriyorduk ki za­ man çok uzamasın. Louvre Müzesi’nin sadece resim bö­lümünü ge­ ze­bil­dik. O da 9 gün sürdü. Biz ça­b uklaştır­m a­s ay­d ık ya­ni babamıza bı­raksaydık ay­lar­ca bile sü­re­bilirdi. Mü­ ze­n in başka bö­l ümlerini Alper ve Şener babalarını davet ettikleri Avrupa gez­mek­ten vazgeçtik. Prog­ gezisinde, Paris, Eyfel Kulesi önünde, 1966 ra­mımızda başka sanat mü­ zeleri de vardı. Paris’ten son­ ra Belçika Brüksel. Sonra da Hol­landa’da Roterdam ve Amsterdam şehirlerindeki sanat müzelerinde de babamı doyasıya gezdirdik. Amsterdam büyük ressam Rembrant’ın şeh­ri. Babam onun sanatını çok severdi. Ondan etkilendiğini bile sanıyorum. Rembrant’ın evi müze haline getirilmiş. Orayı da gezdik. Sonra Lüksemburg’a ve oradan da Frankfurt’ta Goethe ve diğer müzeleri gezdik. Bremen, Hannover ve Hamburg’daki sanat müzelerinden bazılarını da ziyaretten sonra son durağımız Berlin oldu. Berlin’de de çok müze vardı. Meşhurlarından biri Bergamon (bizdeki Bergama’dan adını almış) ve National Müze idi. O zaman Berlin batı ve doğu olarak bölünmüştü. Doğu Berlin Sovyet kontrolündeydi, Doğu ve Batı Berlin’de de müzeleri gezdikten sonra 73


gezi programını tamamlamıştık. Babam çok memnun olmuştu. Biz de bir vefa borcunu bir nebze yerine getirmiş olmaktan mutluyduk’’ diye anlatı­ yor bu geziyi. Şener Yücetürk, bir milleti tanımanın en iyi yolunun müzeler ol­ duğunu söylüyor. Müzelerde onu en çok etkileyen ve dikkatini çeken tablolar ise Osmanlılarla ve haçlı seferleri üzerine yaptıkları savaşların ihtişamlı tablolarıydı. Şener Yücetürk, Alman­ya’da ilk günlerde yaşadığı sıkıntıları büyük oranda geride bırakmış görünüyordu. Ancak askerliği hala büyük sorun olmaya devam ediyordu. Türkiye’deki bürokratik prosedürleri anlamak­ ta zorlanıyordu. İlk yurt dışına çıktığında turist vizesiyle çıkmıştı. Ancak hastanelerde çalışmaya başladıktan sonra çalıştığı dönemi ‘yurt dışında ihtisas’ kapsamına aldırmayı başardı. Bunun da öyle sanıldığı kadar ko­ lay olmadığını şu sözlerle ortaya koyuyor: “Almanya’da dalım cerrahiydi. Hannover’e geldiğimde daha uzman olmamıştım. 1965 ortaları gibi. 1967’ye kadar orada çalıştıktan sonra uzmanlık için süreyi doldurdum. Ama bir şartı var, cerrahi uzmanı olacağım ama 1 yıl içinde 4 ay dahiliye, 3 ay kadın hastalıklarında, 2 ay çocuk hastalıkları gibi başka bölümler de var, oralarda da çalışman lazımdı. Aksi takdirde uzman olamıyorsun. O zaman bir yer arayışına girdik.”

1966 yılından

Şener Yücetürk’ün uzman olabil­ mesinin yolu 4 farklı serviste e az 9 ay süreyle çalışmasından geçiyordu. Ama tek bir hastanede 4 dalda bir­ den 9 ay süreyle çalışması mümkün değildi. Bunun için yer arayışlarına başladı. Bremen, Hannover derken bu kez Wolfsburg’da çalışabileceği bir hastane buldu. Her yeni şehir yeni insanlarla tanışmak, bilgi ve tecrü­ besini artırmak anlamına geliyordu. Wolsburg’daki çalışması sırasında da hocaların gözüne kısa sürede girmeyi başardı. Yücetürk, oradaki bir hatıra­ sını şu şekilde anlatıyor:

“Wolfsburg’da dâhiliye bölümünde 6 ay çalıştım. Bir hafta sonu nöbeti bendeydi. Servis hemşiresi ile dolaşıyoruz. Hastanın birine geldik, hemşire durumu anlattı; ‘15 gündür bizim burada yatıyor, fakat bir türlü iyileşmedi’ dedi. Hasta da yeni bir doktor görünce karşısında şikâyetlerini sıralamaya başladı. Bakıyorum teşhise ve şikâyetlerine göre gerekenler yapılmış, ama adam ‘iyileşmedim’ diyor. Bir şimşek çaktı kafamda, ‘Bunda kalsiyum ve magnezyum metabolizmasını araştıralım’ dedim. Adamdaki değerler düşük çıktı. ‘Latent Tetani’ diye bir rahatsızlık vardır, bu iyonların eksikli74


ğinde hastada kramplar oluşur. Onlara kalsiyum ve magnezyum verilince çözülür. Serum şeklinde bu iyonları verdik hastaya. Ertesi gün kendi servisimdeyim. Dâhiliye şefi profesör dolaşırken bu hastaya geliyor, hasta ‘Ben iyileştim’ diye anlatınca benim yaptıklarımı öğreniyor, beni çağırdı, ‘Sayın meslektaşım Her Yücetürk, sizi çok tebrik ederim, hiç akla gelmeyecek bir teşhis koymuşsunuz’ deyip kucakladı beni. Beni ödüllendirdiler, gözlerinde büyüttüler beni.”

Almanya Wolfsburg’da. 1971

Almanya’daki ilk 5 yılında ne kendisi ile ne de oralara yavaş yavaş gelmeye başlayan Türklerle ilgilenebiliyordu Şener Yücetürk. Hastane ile konakladığı ev arasında mekik dokuyup duruyordu. Hannover’de kaldığı yer bir ev değildi. Bir evin odasını kiralamıştı sadece. Öğrencile­ rin tercih ettiği cinsten bir yerdi. Türkiye’de hasta hasta bırakıp geldiği ağabeyi Alper’in rahatsızlığı da fazlasıyla kendisini rahatsız ediyordu. Onu Almanya’ya getirerek tedavi ettirebilmenin imkânlarını da araştı­ rıyordu ayrıca. 75


Almanya yavaş yavaş Türk işçilerle dolmaya başlarken, gelenlerin büyük bölümünün dil bilmemesi büyük sorundu. Onlara yardım edebi­ lecek durumda değildi. Çünkü kendi sorunlarını bile tam olarak çözebil­ miş değildi henüz. Ancak ilk kez onların varlığını hissetmeye başlamıştı. Bir gün onlara önderlik edebileceği aklının ucundan bile geçmiyordu o sırada. Ama Türklerle tanıştıkça bazı şeylerin yanlış gittiğini kısa sürede anladı. Şener Yücetürk, Almanların çalışma disiplinine o yıllarda âşık oldu adeta. İş ahlakı ve disiplini konusunda bir Müslümanda olması gereken bütün hasletler Almanlarda toplanmıştı sanki. Ve Almanya’nın 50 yıl gibi kısa bir sürede iki büyük dünya savaşının enkazını üzerinden atmasının altındaki tek sihirli güç buydu. Yücetürk, o günlere ilişkin şunları söylü­ yor: “Almanya’da Türkler çoğalmaya başlamıştı. Hannover’de kaldığım oda caddeye bakıyordu. Sabah 4-4,5 gibi ayak sesleri duyulmaya başlardı. Pencereden bir baktım, oluk gibi akıyor insanlar, işe gidiyorlar o saatte. İşçi millet bunlar, çok çalışıyorlar. O sırada üniversitelerde okuyan birkaç Türk öğrenci de varmış orada. Ama onlarla ilgilenecek ne vaktim vardı ne de varlıklarının farkındaydım. Onlar beni buldular bir vesile ile. İçlerinden biri bir gün bana geldi. ‘Türk Gecesi tertip ettik, diğer ülke öğrencileri de gelecek, siz de gelin’ dediler. Ben de kıramayıp gittim. Türk Gecesi’nde bir salonda oturuyoruz, iki masa ötemden biri bana bakıyor, ama hatırlayamadım, çıkaramıyorum bir türlü kim olduğunu. Sonra arkadaş benim oturduğum masaya geldi. ‘Sizinle bir yerden tanışıyoruz, ama nereden olduğunu ben de hatırlayamadım. Ben Mahmut Selim Ata’ dedi. Kucaklaştık tabi, Kabataş Lisesi’nden arkadaşım, Kilisliydi. ‘Ben Almanya’ya gideceğim, amcam beni orada okutacak’ derdi o zamanlar, ‘Amma şanslı çocuk’ derdik. Tabi oturduk, eski günlerden söz ettik, işimi anlatınca, ‘Bu akşam benim misafirimsin, buradan çıkınca bir kulüp var oraya gidip, sabaha dek eğleneceğiz’ dedi. Ben, ‘Ben gelemem pek öyle alışkanlığım yok, zaten yarın önemli ameliyatlar var, orada yorgun olunmaz’ dedim. ‘Tevekkeli değil, sen dikine çıkmışsın biz yatay olarak devam ediyoruz daha’ dedi. ‘Hayrola?’ diye sorunca, daha 4 yıllık mühendisliğin 3. sınıfında olduğunu öğrendim. 8 yılda oraya gelebilmiş. Üniversite değiştirmiş falan. Buna benzer olaylar çoktu. Bizden lisede 2 yıl önce olan birini görmüştüm, o da 16 yıldır üniversiteydi. Üniversitenin lokalinde oturuyoruz, çeşitli ülkelerden öğrenciler de var. Ezildi, büzüldü, mahcup oldu. Bunların hayatı diskolarda geçiyor, kız arkadaşları var, zemin kaygan, kendini orada muhafaza edebilmek gerçekten zor. 70-80 öğrencinin içinde 8-10’u ancak başarılı, gerisi hep diskocu ve solcu oluyor, Marksist oluyor. Gürcan Ensarioğulları diye biri daha vardı. Mardinli ama o da Almanya’da Marksist olmuş. Ortam da müsait, bunları Marksist yapanlar da Türkiye’den gelenler. Darbe sebebiyle Türkiye’den kaçan tüm Marksist, eski solcular bu gençlerin beynini yıkıyor. O zaman bunu fark ettim.” 76


Şener Yücetürk, Türk gençlerinin o özgürlük ortamında kendi de­ ğerler sisteminden kopup gittiğini o yıllarda fark etti. Ancak yapacak fazla bir şeyi yoktu. Çünkü o kendi derdine düşmüştü. Askerlik bir yan­ da, ağabeyi Alper’in rahatsızlığı bir yanda… Sadece bu iki nedenle ülkesine dönmesi gerekiyordu. Askerlik için bile Türkiye’ye dönse ağabeyi Alper’in yanında olmayacaktı. Gitmediği takdirde vatandaşlıktan çıkarılacaktı. Bu iki sorun olmasa, Almanya’da kalıp, kariyer sahibi, çok iyi bir cerrah olacaktı. İşte böylesine bir ikile­ min ortasında Türk gençlerinin Almanya bataklığında kaybolması daha tali bir sorundu onun için o dönemde. Ama yine de her gün karşılaştı­ ğı gençlerin düştüğü durum içini acıtıyordu. Hele bazı örnekler vardı ki, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen Dr. Şener Yücetürk onları unutamıyordu: “Rüştü Banaz adlı Braunschweig Üniversitesi’nde öğrenci olan, Uşaklı bir öğrenci vardı. O zamanlar çeşitli devlet kuruluşları öğrencileri yurt dışına gönderip döndüğünde istihdam ediyorlardı. O da yurt dışına öğrenci gönderen kurumların 6’sının sınavına girmiş, hepsini de kazanmış, müthiş zeki bir çocuk. Bu Goethe Enstitüsü’nde ilk yıl dil öğreniyor. Sonrasında bunları anlaşmalı evlere veriyorlar, ailelerin yanına. Enstitü aslında yabancı ülkelerden gelen öğrencileri asimile etmek için bir misyoner teşkilatı gibi çalışıyor. Kendi anlattı, bizimkileri danslı, eğlenceli, içkili lokallere, müzelere, büyük kuruluşlara götürüyorlar, gezdiriyorlar. Yani kendi üstünlüklerini gösterip, adeta onları baskı altına alıyorlar. Gençler de düşünüyor tabi ‘Neden biz böyle değiliz’ diye. Rüştü diyor ki bana; ‘Ağabey adamlar öyle düzgün adamlar ki, hocalar öyle ilgileniyorlar ki, memlekette anam babam, akrabam benimle bu kadar ilgilenmezdi diye düşünüyorsun haliyle.’ Sonra bunu bir eve vermişler, yatağının başında İsa heykeli var. Komodinin üstünde de İncil var. Kahvaltıyı aileyle yapıyorlar, dua ediyorlar, ‘Haydi sen de dua et’ diyorlar. ‘Kendi bildiğince et’ diyor, ama onu da bilmiyor. Böyle örneklerle karşılaştım. İçim yanıyordu, anlattıklarına. Ama yapacak fazla bir şey yok. Üniversitede birinci sınıfa geçince yine bu kuruluşun yurtlarından birine koyuyorlar bunu. Bunlar için de kolaylık, işler yağ gibi gidiyor. Aslında adamlar papaz, ama normal giyimli, sorunlarıyla ilgileniyorlar bunların. ‘Hayret ettim ağabey, 1 yıl geçti, hep kafamda nasıl adamlar bunlar. Böyle kalkınmışlar, böyle medeni bunlar. Neredeyse Hıristiyan olacaktım…’ diyor. Sonra babasına mektup yazıp namaz kılmayı öğrenmek istediğini, bunun için kitap yollamasını istiyor. Babasından; ‘Namaz mamazla uğraşma, derslerine çalış’ diye bir cevap geliyor. Sonra bu başka bir yerden bir ilmihal kitabı temin edip ondan öğreniyor her şeyi.” Şener Yücetürk, Almanların kültür empozesi karşısında Türk genç­ lerinin kendi değerlerine sahip çıkamamasının altında iki ülke arasında gelişmişlik farkının önemli bir neden olduğunu belirtiyor. 77


“Ben bile o yıllarda oradan buraya baktığımda, ‘Çer-çöp bizim evlerimiz, şehirlerimiz, bunların yanında’ diye düşünürdüm. Bremen’deki ikinci yılımda Hintli Hamit Şeyh ile 9 gün İngiltere’ye tatile gittik. İhtişamlı binalar falan. Tabi dünyayı sömürerek Avrupa’da bir sermaye birikimi olmuş, onun için bunlara karşı çok tepkim var hala.”

HAC YOLCULUĞU 1969 yılında Brüksel üzerinden hacca gitmeye karar verdi Şener Yü­ cetürk. 1971 yılında ise ikinci kez kutsal toprakların yolunu tuttu. Bu se­ yahati sırasında Emin Acar ile de buluştu orada. Şener Yücetürk hac izle­ nimlerini ise şöyle anlatıyor: .

‘’Hacca ilk 1969 yılında Almanya’da iken gitmiştim. Gitmek farz olmuştu. Londra’dan Cidde’ye giden uçak Brüksel’e uğruyordu. Ona bindim. Uçakta İngiliz Müslümanlar ve İngiltere’de yaşayan çeşitli milletlerden hacca gidenler vardı. Benim için heyecanlı bir yolculuktu. Çocukluğumdan beri kutsallığı üzerine çok şey duyduğumuz ve sadece resmini gördüğümüz Kabe’yi ve sevgili peygamberimizi ziyaret edecektim. Cidde Havaalanı’na indik. O zamanki eski havaalanı. Şimdiki gibi modern ve kulMekke Hira Mağarası, Kur’an’ın ilk ayetinin lanışlı değildi. Dünyanın her indiği Cebeli Nur’daki mağara - 1971 yerinden gelen çeşitli kılık ve görünüşte insanlar. Resmi giriş işlemlerindeki intizamsızlıklar. Bunlar ilk menfi intibalarımı oluşturmuştu. Avrupa’da hemen her şey ne kadar düzgün, muntazam, disiplinli ve ölçülü olduğu hemen anlaşılıyor ve bu mukayese bana acı veriyordu. Halbuki Müslümanın ve Müslümanların tümüyle her konuda üstün niteliklere sahip olmamız gerekmiyor muydu? Bu bizim inancımızın bir gereği değil mi? Evet maalesef bu acı gerçeğin bugün dahi böyle oluşunu birçok tarihi, sosyal, ekonomik ve kültürel sebeplere dayandırabiliriz. Ama her ne sebepten olursa olsun bu acı gerçeği değiştirmeliyiz, değişecek ve değişmeye de başladı inşallah. Bugün İslam aleminin yaşadığı acılar ve zorlu süreç, bütün dünyanın, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak büyük bir doğumun sancılarıdır.

78


Cidde’den otobüsle Mekke şehrine vardık. Bir binaya yerleştikten sonra Kabe’yi ziyaret ettik. Çok heyecanlı idim. Yeri Adem A.S’dan beri belli olan bu yeri, arş-ı alanın ekseninin yeryüzündeki izdüşümü olarak bilinen bir yeri, İbrahim Peygamber’in inşa ettiği Kabe’yi görecektim. Kabe mescidinin birçok girişi vardı. Birinden girip karşımda Kabe’yi gördüğüm anda birden sarsıldığımı ve oradan gelen bir hava dalgasının beni adeta salladığını ve ürperttiğini hiç unutamıyorum. İznim azdı ancak zaman kalabalıklar ve düzensizlikler içinde geçiyor, sorunlarla formalitelerle uğraşmaktan maneviyata gereği gibi yönelemiyordum. Daha sonraki yıllarda bu düzensizliklerin gittikçe azaldığını gördüm. İlk gidişimde pek bir şey anlayamamıştım. 1 haftalık vizemiz nedeniyle Medine’de 1 gece kalabildim. En üzücü olan da sevgili peygamberimizi sadece akşam gittiğimiz Medine’de kısa süreli ziyaret edebilmemdi. Almanya’ya döndüm, ama istediğim gibi bir hac ziyareti olmamıştı. Yani beni tatmin etmemişti. O mübarek yerlere bir kez daha gitmeliydim. 1971 yılı şubat ayında yeni bir hac planı yaptım. Orada İslam tarihini yaşamak, yer ve mekanları, tarihi ve manevi havası ile adım adım ziyaret etmek, içime sindirmek için geniş zamana ihtiyaç vardı. İş yerinden en fazla bir ay izin veriyorlardı, ama bu süre benim için yeterli değildi, bu nedenle işimden ayrılarak büyük yolculuğa çıktım. Bu hac ziyaretimde olağanüstü güzelliklere özellikle sahip ve şahit oldum. Hamlığımın piştiğine ve içimde bir bütünlüğe, tamamlanmaya doğru epey yol aldığımın farkına vardım. İkinci ziyaretimde daha Mekke’ye iner inmez karşımda tanıdık bir sima gördüm. Önümde durdu ve bavulum için yardımcı olabileceğini söyledi, ben onu tanıdım ama o beni tanımıyordu. Bu kişi İTÜ’den Prof. Osman Çataklı idi. Öğrencilik yıllarında gittiğim İskender Paşa Camii dergahında görürdüm kendisini. Oraya daha birçok profesör veya doçent gelirdi. Mürşit, Mehmet Zahit Kotku idi. Necmettin Erbakan Hocamız da oraya gelenlerdendi, o zamanlar doçentti. Kendisinin beni tanımadığını benim onu nereden tanıdığımı anlatınca, Çataklı benim bavulumu sırtına aldığı gibi, ‘Benimle geliyorsun’ dedi ve beni Mesfele denilen bir semte getirdi. Israrlarıma rağmen yol boyunca bavulumu bana taşıtmadı, bu durum beni çok etkilemişti. Vardığımız yerde 2 katlı müstakil bir ev kiralamışlar ve orada kalıyorlarmış. Kimler yoktu ki orada. Allah’ım bana ne büyük nasip, kısmet bahşetmişti. Kimler mi? Başta büyük alim, mürşit ve gönüller dostu Mehmet Zahit Kotku, Gönenli Mehmet Efendi, Korkut Özallar, TPAO Genel Müdürü Orhan Balı, TOBB Genel Sekreteri Refet Boynukalın, daha sonra Sanayi Bakanlığı müsteşarı olacak Yahya Oğuz, Muammer Dolmacı ağabeyler ve Esat Coşan’ın babası Necati Coşan amcamız, yazar ve fikir adamı Şevket Eygi ve isimlerini şimdi hatırlayamadığım değerli muhterem zatlarla birlikte hac vazifesini ifa etmek gibi büyük bir nasibe beni mazhar kıldığı için Rabbime hamd ederim. Bir de doktor olarak yardımcı olmaya çalıştığım unutulmaz Dr. Hümeyra Ökten ablamı burada hürmet ve rahmetle anıyorum. Kendisi Celalettin Ökten Hoca’nın kızı idi. 79


Orada bir gün tavaf sırasında mübarek bir zat gördüm ve merak ettim kim olduğunu. Adını öğrenmek için bulunduğu topluluğa yaklaştım ve yanına oturduğum kişiye kendimi tanıttım. O da kendini tanıttı bana, adı Ömer Kirazlıoğlu idi. Yanında oturan kişi de Bakteriyolog İzmirli Nihat Bey adında biriydi. Benim gördüğüm mübarek zatın adı da Sami Efendi imiş. İsmini duymuştum, ehli tasavvuf ve mürşidi kamil, büyük zatlardan biriydi. Kendisiyle tanıştım ve grup ayrıldı. Sami Efendi, Bolu’daki Sürmeli Hoca adıyla da matuf Muhittin Efendi ile aynı kola mensuptu ve Muhammed Esad Erbili’nin kolunu temsil ediyorlardı. Mekke’de hac görevimizi ifa ettikten sonra Medine’ye geçtik. Burada 40 vakit (8 gün) namazı tamamlayacaktık. Medine’de Ali Ulvi Kurucu adlı değerli bir zatın evinde kaldık. Bu zat Mescidi Nebevi yakınındaki Arif Hikmet Kütüphanesi’nin başındaydı. Bu mübarek insan, Allah dostu ve peygamber aşığı Kurucu’ya ikinci Mehmet Akif gözüyle bakılırdı. Şiirleri ve makaleleri yayınlanmıştı. 8 gün bittiğinde Mekke’den beri birlikte olduğum grup ayrıldı ve Türkiye’ye döndü, ama ben işimden ayrıldığım için vaktim vardı, kaldım orada. Toplam 3 ay oralarda, Mekke ve Medine’de geçirdiğim zamanlar ömrümün altın zamanları olmuştur. Oradaki birlikteliklerimin gönlüme nakşettiği izler, aradan geçen 46 yıla rağmen hala canlılığını koruyor. Bilhassa Emin Acar ağabeyimle olan beraberliklerim ve hatıralarım benim için unutulmaz bir hazinedir. Ayrıca Medine’de tanıştığım muhterem zatlardan, oradaki askeri okulda öğretmen olan Memduh Bey, Erzurumlu Hattat Mustafa Efendi, Saatçi Osman Efendi’yi, Şeyh Şamil’in torunu Said Şamil Beyefendi, mübarek rical büyüklerinden Muhammed Alevi El Maliki vardı, Cenabı Hakk’ın rızası kendileri ile olsun.’’

12 MART MUHTIRASI… Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesinin yaralarını ve toplumda açtığı derin fay hatlarını tamir etmemişken, 1969 yılından itibaren bir başka darbeye daha sürükleniyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri, darbeden sonra kendi istediği kişileri cumhurbaşkanı seçtirmeyi alışkanlık haline geti­ rirken, söz konusu sandıktan çıkan irade olunca bunu başarması müm­ kün görünmüyordu. Askerlerin desteklediği partilerin aksine, 27 Mayıs darbesinin mağduru Demokrat Parti’nin devamı niteliğindeki veya aynı çizgideki partiler iktidara geliyordu. Süleyman Demirel önderliğindeki Adalet Partisi 1961’den itibaren üç dönem üst üste seçimlerin galibi çı­ kıyordu.Ancak 1969 seçimlerinden Adalet Partisi (AP) tek başına iktidar olarak çıkmasına rağmen Demokrat Partililerin siyasal haklarının iadesi konusunda çıkan görüş ayrılığı partiden büyük bir grubun kopmasına neden oldu ve Demokratik Parti adıyla yeni bir parti kuruldu. Bu bölün­ me hükümetin meclisteki oy oranını düşürürken, zayıf hükümetlerden yakınan kesimlerin eline de büyük bir koz geçmiş oldu. Bu arada 1960’lı yılların ortalarında başlayan öğrenci hareketleri 1970’lerin başında nitelik değiştirmiş, çeşitli gruplar silahlı eylemlere 80


başlamıştı. Sendikalar için hazırlanan yasa tasarısına karşı 15 -16 Hazi­ ran 1970’te gerçekleştirilen işçi eylemleri de toplumsal huzursuzluğun bir başka göstergesiydi. Ordu içinde de tasfiyeler sebebiyle ciddi görüş ayrılıkları belirmişti. Bu huzursuzluk ortamını gerekçe gösteren Türk Silahlı Kuvvetleri, Ge­ nelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a verdiği muhtıra ile hükümetin istifasını istedi. Demirel Hükümeti Cum­ hurbaşkanı Sunay’ın emri ile zorla istifa ettirildi. Siyasi belirsizlik ve toplumsal huzursuzluk muhtıra ile daha da arttı. 12 Mart Muhtırası’ndan sonra sadece solcular değil, muhafazakâr pek çok aydın da yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Ülkesini terk etmek zorunda kalanların en önemli adresi Almanya idi. O güne kadar vasıf­ sız Türk işçilerin tercih ettiği Almanya birdenbire, üniversite hocaları, öğrenci liderleri, aydınlar ile dolmaya başladı. Bu zorunlu göç Şener Yücetürk’ün hayatında derin izler bırakacak bir sürecin de başlangıcıy­ dı. O sırada Türkiye’deki iç kavgalardan, çekişmelerden uzakta bir hayat süren Şener Yücetürk’ün kaderini şekillendirecek gelişmeler 12 Mart Muhtırası ile başladı. Türkiye’den kaçıp Almanya’ya gelen sol görüşlü insanların Türk gençleri üzerindeki etkisi yüzünden Yücetürk tüm plan­ larını değiştirmek zorunda kalacaktı. Ancak o da köşeye sıkışmış durum­ daydı. Çünkü yaşı gereği askerlik için ülkesine dönmekten başka şansı kalmamıştı. Şener Yücetürk, o süreci şu şekilde anlatıyor:

Braunschweig’da, özel asistanlığını yaptığı ünlü Cerrah Prof. Arnor (ortada) ile, 1971

81


Almanya’daki uzmanlık belgesi

“1971’de uzmanlığım geldi. O güne kadar ihtisas öğrencisi sıfatıyla askerliğimizi tecil ettiriyorduk. Ama 33 yaş son sınırdı ve mecburdum askere gitmeye. Yaşım dolmuştu. Uzmanlığı biraz beklettim. Uzmanlık belgesini alırsam tecil ettiremiyordum. Bu nedenle beklettim. Wolsburg’tan sonra Braunschweig diye bir şehir var oraya geldim. Doğu Almanya sınırında, Hannover’e yarım saat mesafede, büyük bir üniversite şehri. Orada 2. Dünya Savaşı’nın hava generallerinden Göring’in yaptırdığı çok büyük bir hastane var. Ve orada büyük cerrahi uygulanıyor. Dedim benim için de etap olsun; onun için oraya gittim. Oradaki Prof. Arnor diye Avrupa’da meşhur bir cerrah vardı. Beni kendi özel asistanı olarak işe aldı. Orada iki yıl çalıştım. Ama istiyorum ki mes82


leğimde daha da ilerleyeyim. Prof. Arnor beni beğendi. Onun ameliyatlarında da beraberdik. Ünlü kişiler geliyor ameliyat oluyordu. İsveç’ten bir profesörler grubu geldi, onu ziyaret ettiler. Onun da ameliyatları falan var, onlar da girdiler ameliyatı görmek için, ben de asiste ediyorum. Onlar Prof. Arnor’a iltifat ettiler, ‘Çok güzel yapıyorsunuz ameliyatı’ diye. O da ‘Sizin de Yücetürk gibi bir asistanınız olsa siz de başarılı olursunuz’ gibi güzel sözler söyledi benim için. Ama beni altın kafese koysalar da Türkiye’ye dönmek zorundaydım.” Şener Yücetürk, 12 Mart Muhtırası’nın hayatını nasıl etkilediğini ise şu şekilde anlatıyor: “12 Mart olunca solcuların bir kısmı yakalanarak hapse atıldı ama çoğu da özellikle Almanya’ya kaçtı. Mihri Belli Yugoslavya’ya kaçtı, Doğu Avrupa ülkelerine kaçtılar. Oradan Batı Almanya’ya sızdılar. Çünkü artık orada 2 milyona yakın Türk işçisi vardı. Onlara karşı faaliyette bulunmak üzere. Almanya’ya gelen solcular eğitimli adamlardı, boş durmuyorlardı. Hemen derneklerini kurdular. Zaten Almanya’ya gelen öğrencilerin büyük bölümü de İslami hayata uzak, sola yatkınlardı. Cuma namazlarına iki öğrenci geliyordu yalnızca. Gelen solcular bu gençleri çabuk kazanıyorlardı. Dernekler vasıtasıyla her işçiden 10 mark aidat gibi bir ücret alıyorlardı. O paralarla bir sürü faaliyetlerde bulunuyorlar. Bizim bulunduğumuz şehirde de binlerce işçi vardı. Bunlara büyük yurtlar yapmışlar, yüzlercesini bir arada tutabiliyorlardı. Oralara gidip kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlardı. Sonra üniversitelileri yanlarına çekebilmek için Marksizm’in ilkeleri ve sosyalizmin ilkeleri gibi teorik derslerden başladılar.”

Almanya’da ameliyathanede 1967

83


Almanya’da 10 yılını doldurmuş biriydi Şener Yücetürk. Ancak sol­ cuların bu kadar kısa sürede örgütlenmesine hayret ediyordu. Nasıl ba­ şardıklarını merak ettiği bir gün Uşaklı arkadaşı Rüştü Banaz ile birlikte bu toplantılardan birine katılmaya karar verdi: “Uşaklı arkadaşım Rüştü Banaz, artık inançlı biri olmuştu. ‘Ağabey biz de gidelim dinleyelim şunları. En azından orada daha ne olduğunu anlamayanların o tarafa gitmelerini önleriz’ dedi. Birlikte gittik. Onlar Marx’tan, Hegel’den, materyalist felsefeden bahsediyorlar, sol bir kuşağın temellerini atıyorlardı. Bizim öğrencilik yıllarımızda iyi ki bu konulara ilgi duymuşuz, genel kültürümüz kuvvetliydi. Biz de karşı görüşlerimizi ortaya koyduk orada, bunlar baktı ki olmayacak, oradakileri kazanamayacaklar, sonra seminerleri iptal etmeye başladılar. Evlerde gizlice yapmaya başladılar seminerleri. Rüştü, ‘Ağabey bir şey yapmamız lazım. Benim gençlerin içinden tanıdıklarım var, biz onları alalım bir grup olalım, belki sonra büyürüz’ dedi. Böyle başladı örgütlenmemiz. Sonra kartopu gibi büyüdü. Abdullah Örkmez Konya’da Profesör. Rüştü’nün kazanırız dediği öğrencilerden biriydi. 1960 yılında 147’ler olayı vardı. 27 Mayıs 1960 ihtilali sonrası üniversiteden atılan akademisyenlerden pek çoğu Almanya’ya gelmişti. Onlardan biri Braunschweig Üniversitesi’nde Makine Fakültesi Dekanı Bekir Dizioğlu idi.”

MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN TEMELLERİ ATILIYOR Dr. Şener Yücetürk, 10 yıldan beri Almanya’da bulunmasına rağmen sosyal faaliyetlere o güne kadar doğru dürüst vakit ayıramamıştı. Ancak 12 Mart’ın mağduru solcuların çabalarına inat yeni bir misyon üstlendi kendi kendine: Türk gençlerini Marksist-Leninist fikirlere kaptırmamak. Ve Avrupa’da yıllar sonra büyük bir kitleyi bünyesine alacak olan Avrupa Milli Görüş Teşkilatlarının temeli bu sayede atılmış oldu. Dr. Şener Yüce­ türk, yola çıktıkları ilk günü şu şekilde anlatıyor: “Arkadaşlarla beraber bir kıvama geldikten sonra Braunschweig Türk Birliği diye bir dernek kurduk. Tüzüklerini Almanca olarak hazırladık. 1971 sonu, 1972 yılı başı gibiydi. Onu onaylattık, derneği kurduk, artık solcuları önlemek için hızlı gitmemiz lazımdı. Onlara tepki olarak doğdu, onları durdurmak istiyoruz, ama bizde onlardaki kadar güç ve imkân yok. Okumuş adamlar, eğitimliler, etkileyebiliyorlar, arkalarında destek var. Çok iyi teşkilatlanabiliyorlar, ama bizde böyle adamlar yok. Bizim içimizde işçiler var sadece. İşçilerden Süleyman Çam adında biri geldi dedi ki; ‘Ağabey Allah senden soracak. Burada 2 milyona yakın Türk işçi var, hiç bunları soruyor, bunlara sahip çıkıyor musun? Sahibimiz yok, ne elçisi ne konsolosu…Kimse bizimle ilgilenmiyor. Monşer adamlar, kendi keyiflerine bakıyorlar. Bizimle ilgilenen mi var? Sonra burada işçilerimiz kayıyor, ahlaksızlıklara sapanlar, içkiye, domuz etine alışanlar, Türk kadın işçileri arasında yoldan çıkanlar var.’ Bu sözler beni gerçekten etkiledi. Bir şeyler yapmaya karar 84


verdim ondan sonra. O işçi her hafta sonu gelirdi bana, ‘Sen oralara girmiyorsun, oralara solcular geliyor, kandırıyorlar. Sen sokmuşsun kafanı bu hastaneye Allah senden sorar’ dedi. ‘Ya ben ihtisas yapıyorum, mecburum, nöbetlerim var, nasıl olur?’ dedimse de ısrar edip durdu.‘” . Şener Yücetürk, işçilerin ve yakın çevresinin sıkıştırması sonucu 1962 yılından itibaren yaşadığı şehri dol­ duran Türk işçilerin varlığını kabul et­ mişti sonunda. Etrafında olup biten­ leri gördükçe, kendisinden beklenti içinde olanlara hak vermeye başladı. Ve artık bu işe soyunma vaktinin gel­ diğine karar verdi: “Benden beklenti içinde olan işçiye hak verdim sonra. 2 yıl sonra işin içine öyle girdik ki gece üçlere kadar Türk vatandaşlarının arasındaydık artık. Uykusuzluk, yorgunluk, bir de hastane işleri iyice yorgun düştük. Türk Birliği’ni kurduk, sonra Berlin, Hannover, Köln, Hamburg Türk Birliklerini kurduk. Vatandaşları alıyoruz, eğitiyoruz. Çok da ilgi gördük. Vatandaş kendisine sahip çıkan olmadığı için rahatsız da oluyordu. Gelenlerin çoğu inançlı Anadolu çocukları. Her ne kadar İslam’ın tüm şartlarını yerine getiremese de aidiyet hissediyor buraya. Bir kısmı da kaptırmış kendini oraya. Ama buralı olarak kalan çok, onlardan çok ilgi gördük. Bizim üye sayımız kısa sürede 25 bini Almanya’da 1970 buldu. Almanya Türk Birliği olduk sonradan. ‘Ağabey sen önümüze düş’ dediler, düştük. Paramız birikiyordu artık. ‘Şirket kur, devletle görüş, yatırımlar yapalım’ dediler. Ama ben kabul etmedim.”

DR. ŞENER YÜCETÜRK’Ü SARSAN İKİNCİ ÖLÜM Şener Yücetürk’ün kaderini iki ölüm belirledi dense yeridir. Daha lise çağında annesi Hatice Hanım’ı 41 yaşındayken kaybeden Yücetürk, annesinin ölümünden sonra inanç dünyasını yeni baştan dizayn etmek zorunda kaldı. Annesinin kaybından önce vasat bir Müslüman gen­ ciyken, Hatice Hanım’ın ani kaybıyla birlikte inançlı bir dava adamına 85


dönüşmüştü. Hatice Hanım’dan sonra, hayatta en sevdiği ikinci insanı, ağabeyi Alper’i ise 1972 yılında kaybetti.

Annesi ve kardeşiyle 1953

86


Şener Yücetürk’ün ağabeyi Alper’in rahatsızlığı yeni değildi. 1955 yılında öyle büyük bir rahatsızlık geçirmişti ki, liseye Dr. Şener Yücetürk’ten 3 yıl önce başlamış olmasına rağmen üniversitede aynı seviyedeki sınıflarda okumuşlardı. Çok iyi anlaşabilen iki kardeşti onlar. Annelerini kaybettikten sonra yetim kalmış ve adeta kader birliği yap­ mışlardı. Şener Yücetürk, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, Alper ise İs­ tanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okurken, aynı yatağı paylaşmış, aynı tabaktan az yemek yememişlerdi. Almanya’daki günleri boyunca Türkiye’de bıraktığı yakınları içinde irtibatını bir an olsun koparmadığı tek isimdi ağabeyi Alper. Aralarındaki yaş farkına rağmen iki yakın ar­ kadaş gibiydiler. Ancak Alper’in zayıf bünyesi sebebiyle Şener, ona ağa­ beylik yapıyordu adeta. Takvimler 1971 yılını gösterdiğinde Şener Yücetürk, yaz tatili için Türkiye’ye gelmeye karar verdi. Ancak onu Türkiye’de kötü bir sürpriz bekliyordu. O günlere dair hatırladıklarını bugün bile yutkunarak anım­ sıyor Şener Bey: “1971 yılı yaz tatilinde Türkiye’ye geldim. Ağabeyim Alper İktisat Fakültesi’nde doktorasını yapıyordu. Yaz tatilinde baktım halsiz falan, ama hastayım demiyor. Aramızda da 3 yaş fark var. Öyle bir hali vardı zaten, pek şikâyet etmezdi. İstanbul’dayız. ‘Gel Bolu’ya gidelim, zaten yaz tatili. Yaylaya çıkarız birkaç hafta. Sağlığına iyi gelir, dinlenirsin biraz’ dedim. Ama o; ‘Beni Ankara’ya bir götür. Amcam ve teyzemi ziyaret edelim. Amcam ve teyzem birbirleriyle evliydi. Yani iki taraftan akrabalık vardı. Onlara iade-i ziyaret yapamadım’ dedi. Ankara’ya gittik. Bir gün namaz kılarken ayaklarında şişlik olduğunu gördüm. Bana rahatsızlığını söylemiyor, ben, ‘Ağabey hayırdır, bir hastaneye gidelim’ dedim. Hastanede böbrek bozukluğu teşhisi koydular ve yatması gerek dediler. Yatırdık, başka hastalıkları da çıktı. Ben de yanında refakatçi olarak kalmaya başladım. Eşi, çocukları olduğu için evde kaldı, onlara baktı. Ağabeyimle birlikte 6 ay hastanede kaldık. Şu ilaç, bu ilaç, hastanelerin durumu, yemekler falan kötü tabi o zamanlar. Bunun için ben sabah akşam teyzeme gider, oradan yemek getirirdim ağabeyime. Bir de oksijen yetmiyor ve tüpe bağlıydı, oksijeni almazsa nefes darlığı da vardı. Böbrek bozukluğu sonucunda akciğer de bozulmuş. 6 ay sonra durumu biraz iyileşir gibi oldu, benim de Almanya’daki oturma izninin bitişine az kaldı. Onu İstanbul’daki evine götürdüm uçakla. İkamet iznimin bitişine 2 gün kala Almanya’ya giriş yaptım. 2 ay sonra vefat haberi geldi. Ona yetişemedim. Böylece ağabeyimi 36 yaşında kaybettik, benim için değerli bir insandı. İnançlı, kültürlü, olgun bir insandı. Bana daima örnek olmuştur.” Ağabeyi Alper’in ölümü Dr. Şener Yücetürk’ü çok sarstı. Annesin­ den sonra en sevdiği insanlardan biri de fani dünyadan göçüp gitmişti. Ne yapsa, ne etse onu aklından çıkaramıyordu. Onun da annesi Hatice 87


Hanım gibi genç yaşta Hakk’ın rahmetine kavuşması her insanın kal­ dırabileceği cinsten bir acı değildi. Annesini kaybettikten sonra inanç dünyası gelişmiş, tevekkül sahibi bir insan olmuştu. Yine de zor dayandı bu acıya. Acısını unutmak için Allah rızası için yapılan işlere yoğunlaştı. Bu işlerin başında Almanya’daki Türk toplumunu kendi öz değerlerine sahip çıkacak şekilde bir arada tutmak vardı. Şener Yücetürk, ağabeyi Alper’in hastane günlerinde başucundan ayrılmadı. Ta ki oturma izninin süresi doluncaya kadar. Ancak hastane günlerinde unutamadığı bir hatırası vardı ki, üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen hala unutamıyor: “Hastanede 7 ay kaldım ağabeyimle. O yıl hacca gitmiştim. Hacdan döndük, ondan sonra yaz tatiline geldim Türkiye’ye. Hastanede yatarken dışarıdan getirilecek bir ilaç vardı. Almanya’da Tıbbiye’de birlikte okuduğumuz, beni de evinde misafir eden, Hannover’de çalışan bir arkadaşım vardı. Onu aradım; ‘Sen bu ilacı al, uçak kargosuna ver, ben buradan alırım’ dedim. En acil öyle olabiliyor. Aradan 2-3 gün geçti. Odanın kapısı çaldı, bir de baktım bu arkadaşım karşımda. Elinde çanta, ilaçlarla gelmiş. Ağabeyimi de tanır severdi, hayatımda unutamayacağım bir andı. Karşımdaki kişi Doktor Yusuf Zeynel Abidin idi. Kendisi Kerküklü bir Türkmen’di. Teyzesinin kızıyla evlenmişti. Ben Almanya’dan ayrıldıktan sonra orada çok önemli görevler üstlendi.”

Almanya Hannover Lehrte, Dr. Yusuf Zeynel Abidin ve çocukları 88


EVLİLİĞE DOĞRU Rüştü Banaz ile tanışıp yol arkadaşlığı yapmaya başladıktan sonra hayatında önemli değişiklikler olmaya başladı Şener Yücetürk’ün. Bun­ ların başında Emin Acar ile yeniden buluşması geliyordu. Emin Acar, onun gibi gençlerin o yıllarda idollerinden biriydi. Dr. Emin Acar ile kut­ sal topraklarda nasıl buluştuklarını Yücetürk, şu şekilde anlatıyor: “1971 yılında ben Almanya’dan hacca gittim. O sırada ağabeyim henüz Hakk’ın rahmetine kavuşmamıştı. Rüştü Banaz bana, ‘Hacca gitmen lazım, bir engelin yok’ dedi. Ben de gittim, orada Emin Acar ağabeye rastladım. O da çok sevindi, sık sık beraber oluyor ve birlikte tavaf da yapıyoruz. Benim hoşuma gidiyor bu durum. Bana, ‘Ne zaman döneceksin, evlenmek istemiyor musun?’ diye sordu. ‘İstiyorum ama orada olmuyor, Türkiye’de de zor’ deyince, ‘Bolu’da tanıdığım birileri var. Ben münasip görüyorum’ dedi. Yıl 1971 Şubat ayıydı. ‘Kimdir?’ diye sorunca, ‘Çizmecilerin bir kızıdır, ben tanırım’ dedi. O kızın teyzesi DPT’de uzman Mustafa Paçacı ağabeyin eşi imiş. Birlikte çalışmışlar, oradan tanıyormuş. ‘Kısmet’ dedim. Ağabeyim rahatsız olunca ara verdik ve ekonomik imkânlarımız da kayboldu...” Şener Yücetürk, evliliğini henüz ağabeyi Alper’i kaybetmeden önce planlamıştı. Türkiye’de kaldığı 7 ay boyunca Dr. Emin Acar’dan ve ağa­ beyi Alper’in baş ucundan ayrılmadı. Hafta içi ağabeyinin baş ucunda refakatçi olarak kalıyor, hafta sonları Emin Acar ile Bolu başta olmak üzere Anadolu’nun manevi önderlerini ziyaret edip duruyorlardı. En sık ziyaret ettikleri ise Bolulu Sürmeli Hoca idi. İşte o yıllarda evlilik fikri iyice gün yüzüne çıktı. Ancak ağabeyi Alper’in rahatsızlığı bütün planlarını alt üst etti. Ama kaderinde böyle bir evlilik vardı. Çok değil, bir yıl sonra yeniden Dr. Emin Acar’ın uygun görüp, desteklediği evlilik gerçekleşti. Yücetürk o günleri ise şu sözlerle anlatıyor: “Emin ağabeyin bu sözünden sonra 1 yıl geçti. Evlilik olayı Türkiye’de kaldığım o 7 ay içinde şekillendi. Dr. Emin ağabeyin hacda söylediği sözleri unutmamıştım. Ağabeyimin hastalığı vesilesiyle hastanedeyiz, Emin ağabey de DPT’de. Mustafa Paçacı ile beraberler. Hasan Celal Güzel gibi önemli adamlar var o sırada.’ Takunyalılar’ diyordu basın bu gruba. DPT’nin Müsteşarı ise Turgut Özal’dı. Emin ağabey hastanede ağabeyimi ziyarete gelirdi, çok severdi ağabeyimi. Çünkü Emin ağabey Bolu’da bulunduğu sırada ağabeyim de askerliğini Bolu’da yapmış. Bolu’ya becayişle gelmiş. Orada görüşürlerken Tokadi’de ilk namazgâhı birlikte yapmışlar. Ağabeyim falan da askerliğini yaparken katılırmış, birkaç erle birlikte gönüllü olarak akşamları gider çalışırlarmış orada. Bana da Ankara’da, ‘Ya Şener, Bolu’da böyle böyle bir kız var, ben münasip görüyorum ama ne dersin’ dedi yine. Ben de artık köşeye sıkışmışım yaş ilerliyor, yine Almanya’ya döneceğim, çünkü evlenmek için bütçemin olması lazım. Çünkü hastanede epey para harcadık.”

89


Şener Yücetürk, evlenme vaktinin geldiğini biliyordu. Dr. Emin Acar’ın evlenmek için kendisine uygun gördüğü eş adayını ve ailesini de beğenmişti. En azından çevresinden edindiği ilk intiba öyleydi. Emin Acar’ın kefil olduğu bir evliliğin doğru bir izdivaç olduğunu da biliyor­ du. Onu ürküten ve korkutan tek şey ekonomik imkânlarıydı. Çünkü ağabeyi Alper’in rahatsızlığı sebebiyle neredeyse tüm birikimlerini hastanelere harcamıştı. Ancak Kerküklü Türkmen doktor arkadaşı Yusuf Zeynel Abidin Almanya’ya dönerken ona öyle bir jest yaptı ki, üzerinden yıllar geçse unutulacak gibi değildi:

Dr. Emin Acar ile 90


“Cesaret edemiyorum evlenmeye. İlaçları getiren arkadaş aynı gün geri döndü ve cebime bir zarf koydu, ‘Ne bu?’ deyince, biliyor param kalmadığını, babacan bir tavırla ‘Onunla evleneceksin, öyle döneceksin Almanya’ya. Onu sana borç olarak da vermiyorum. Ama bunu kabul etmeyeceğini de biliyorum. Ne zaman ödersen öde, borç olarak kabul edersen tabii’ dedi. 3 bin mark koymuş zarfa, iyi bir para. Emin ağabey ile hafta sonları Bolu’ya gidiyoruz, Sürmeli Hoca’yı ziyaret ediyor, birlikte geliyoruz. Ben de öğreniyorum böylece, görüyorum ondan. Ben de ‘Kim bu kız?’ diye merak ettim. ‘Dedesi Hacı Salih Efendi’dir’ dediler, öğretmen emeklisi. İnkılaplar döneminde ilk Latin harflerini okutanlardan 4 kişi kalmış, biri bizim amca, biri Hacı Salih Efendi. Bizim amca inkılapları benimsemiş, Hacı Salih amca benimsememiş, ama idare etmiş. Hafız kendisi, Mustafa Paçacı’nın da kayınpederi aynı zamanda. Bizim hanımın da dedesi. Mehmet Çizmecioğlu’nun kayınpederi. Bir görüş dediler bana.”

Kayınpederi Mehmet Çizmecioğlu ve Kayınvalidesi İffet Hanım ile (1980’ler)

Emin Acar başta olmak üzere dostlarının tavsiyesini kıramayan Şe­ ner Yücetürk, müstakbel eş adayı ve Hacı Salih Efendi ile nasıl tanıştığını ise şu şekilde anlatıyor: “Hacı Salih Efendi’yi gösterdiler, gittim, ardından kendimi tanıtıp görüşmek istediğimi söyledim. ‘Eve gidelim’ dedi, gittik. Orada evlenme niyetimi anlattım. Babamlarla uyuşamıyorum, onların adayları bana pek uymuyor diye kendim gittim. Beni dinledi. Vakur ve hoş bir adamdı. ‘Siz yarın 91


beni bir görün’ dedi. Damadı Mehmet Çizmecioğlu’nun Çizmeci Motel’ine gittik ertesi gün. Kızın babasına gösterecekmiş beni. Bir sürü prensibim vardı, ama artık yaş 32-33 olmuş. ‘Bunlar mümkün değil’ dedim kendi kendime, sonra da saçma da geliyor zaten bunlar ileriki yıllarda. Kızın babası ile tanıştık. Sonra bunlar bizi eve davet ettiler. Babamı falan da aldım. Annem vefat etmişti, anneliğimle birlikte gittik. Eşimi orada gördüm. Kararımızı verdik, ikametimin bitmesine 2 gün kalmıştı onun için ben acele olarak Almanya’ya gittim. Yeniden ikamet almak çalışmaya bağlı. İşten ayrıldığım için çalışma iznim bitmişti. Almanya’ya döndükten sonra tabi ki haberleşiyoruz. Onlar hazırlıkları falan yaptılar. Sonra 1 hafta, 10 gün izinli geldim Türkiye’ye. 1972 yılının ortasında evlendim. 1972 ortasında hanımı aldım Almanya’ya geri döndüm.”

AĞABEYİ ALPER’İ ÖLÜME GÖTÜREN BAĞNAZLIK Şener Yücetürk, ağabeyi Alper’in ölüm haberini evlendikten sonra Almanya’dayken aldı. Çok istemesine rağmen cenaze törenine bile ye­ tişemedi. Yıllarca bu durum içinde büyük bir ukde olarak kaldı. Ancak Şener Yücetürk’e göre ağabeyi Alper’in ölümünün sorumluları vardı. Bunların başında üniversitedeki hocaları geliyordu. Bu nedenle inançlı ve aydın biri olan ağabeyinin ölümünden onun hocası Prof. Dr. Haluk Cillov’u sorumlu tutuyordu. Çünkü, hocaları inançlı biri olması sebebiy­ le Alper’i bir hayli üzmüş, hastalığının ilerlemesine sebep olmuşlardı. “Ağabeyim İktisadı bitirince onu hemen asistan olarak aldılar, ‘Bizdendi’ diye. Zira hocası da Galatasaraylı. Prof. Dr. Haluk Cillov’du hocası. ‘Sen bizdensin’ deyip ağabeyimi alıyor. Onlar hep öyledir, ekiptir yani bu işler. Ağabeyim 36 yaşında doçentliğine 1 ay kala vefat etti. Böbrek sorunu nedeniyle. Doktora tezi ‘Ortadoğu Demografileri’ idi. Beyrut’ta yapılan uluslararası bir konferans var bu konuda. Ağabeyimi gönderiyorlar üniversiteyi temsilen. Bir akşam yemeğinde masada oturuyorlar, sonradan hocası Haluk Cillov da geliyor son gün. Karşısında Belçikalı bir profesör var. Belçikalı Cillov’a diyor ki ;‘Mösyö Yücetürk fizyonomisi itibariyle Türk’e benziyor, ama siz benzemiyorsunuz’ diyor. Bu soruyu duyunca ağabeyim yanındaki ile konuşuyormuş gibi yapıp, hocasının rahat konuşması için yanındaki ile sohbete dönüyor. O da ‘Benim aslım Bulgar’dır. Cillov’daki‘ ov’ eki oğlu anlamındadır’ diyor. Böyle adamlardı bunlar.” Dr. Şener Yücetürk, ağabeyi Alper’in inançlı biri olduğunu öğren­ dikten sonra hocalarının tavrının nasıl değiştiğini ise şu sözlerle anla­ tıyor: “Prof. Cillov, tez safhasında bir gün ağabeyimi çağırıyor. 1970’li yıllar karışık dönemler yani. Üniversitedeki gençler, akademisyenler içinde ayrışmalar var; sol-sağ gibi. İktisat Fakültesi içindeki asistanlar arasında ekseriyet solda. Cillov hademelere falan soruyor, ‘Oruç tutan, namaz kılan var 92


mı?’ diye. Onlardan bilgi alıyor yani. Bu arada birileri ağabeyimin adını da vermişler oruç tutanlar içinde. ‘Hatta o cuma namazlarına da gider’ demişler. Bir gün ramazanda ağabeyimi çağırıyor, ‘Nasıl gidiyor tez işleri’ diyor, sonra çekmecesinden güzel bir çikolata kutusu çıkarıp ağabeyime tutuyor. ‘Bu İtalya’dan geldi, çok meşhur marka mutlaka yemelisin’ diyerek ikram ediyor. Ağabeyim oruçlu ya, eline alıyor, yanına koyuyor. Konuşuyorlar tekrar, ‘Yemedin mi, hadi ye diyor’ hocası Cillov. Ağabeyim doçent olacak, onun için bozuşmak istemiyor hocasıyla. ‘Hocam huzurunuzda yemek istemem, ayıp olur‘ diyor, Cillov ise ‘Yok şimdi ye, daha da vereceğim’ diyor. Ağabeyim yine kabul etmeyince, ‘Oruç mu tutuyorsun?’ diye soruyor. Ağabeyim mecburen oruçlu olduğunu söylüyor. Hoca ‘Nasıl olur, bu örümcek senin kafanın içine nasıl girmiş de, ağını örmüş, biz seni bizden biri diye aldık. Bizimle aynı ideale sahipsin diye aldık. Bu nasıl olur?’ diyor. Sonra tabi ağabeyim tezini kaybettiğini söyledi. Ağabeyim yeniden tez yazmak zorunda kaldı. 2 yıllık emeği boşuna gitti yani. Ağabeyim inançlı bir insandı. O Haluk Cillov’un yaptıklarına fena üzülmüştü. Duygusal biriydi, bünyesi de zayıflamıştı. Ankara’daki tedaviden de sonuç alamayınca onu kaybettik.”

ANA VATANA DÖNÜŞ İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduğu 1961 yılın­ da, ihtisas için Almanya’ya giden Dr. Şener Yücetürk için artık geri dön­ me zamanı gelmişti. 1972 yılından itibaren dönüş konusunu kafasına iyice yerleştirmek zorunda kaldı. Çünkü, gelip vatani görevini yapmadı­ ğı takdirde vatandaşlıktan çıkarılacaktı. Tam da Almanya’da iyi bir kariyer yapmışken Türkiye’ye dönmek zoruna gidiyordu. Ancak geri dönmekten başka çaresi kalmamıştı. Al­ manya’daki son günlerinde tam da isteği şartlarda çalışma imkânına ka­ vuşmuştu. Hastanedeki günlerinden arta kalan zamanlarında tüm me­ saisini oradaki Türklere adamıştı. Çok yorgun düşüyordu. Almanya’dan dönüşle birlikte belki bu kadar yorucu bir şekilde çalışmayacaktı. Tek arzusu buydu. “Bu arada ben yoğun çalışmalardan dolayı bir gün yine gece 05.00’te yatmışım. Sabah 07.30’da işte olmam lazım. Tam dakikasında olmak lazım. Almanlar çok dakik. Çok disiplinli. Bir açtım gözümü 15 dakika gecikmişim. Hemen fırladım yataktan, elimi yüzümü yıkadım. Bir taraftan giyiniyorum aceleyle, ama küt diye düştüm. Soğuk bir ter boşandı benden. Bayılmışım, gözümü açtığımda yerde yatıyorum, üşümüşüm, kalkamıyorum. Telefona uzanıp, servisi aradım, ‘beni evden alın’ diyebildim. Gelip beni aldılar. 20 gün hastanede yattım, teşhis koyamadılar, ama göğsümde öyle bir ağrı var ki, çengelle yırtıyorlar sanki. En sonunda hassas kan tahlillerinden birinde koksaki virüsü çıktı, kalp adalesine girmiş, kalp adalesi virüs iltihabı 93


olmuşum yani. Bu teşhis konuldu sonuçta. Ondan sonra 3 ay bana rapor verdiler. Raporlu kaldığım dönem belki de hayatımın en rahat dönemiydi. O kadar işe yaradı ki, 3 ay içinde dernek faaliyetleri yaptık. Allah’ın bir lütfu ve hediyesiydi sanki. Almanya’daki tüm teşkilatlanmamızı tamamladık...”

İBRETLİK BİR HİKÂYE Şener Yücetürk, ‘Allah’ın bir lütfu’ olarak nitelediği raporlu dönemin­ de Almanya’da çok önemli çalışmalara imza attı. Türklerin yaşadığı her şehirde Türk Birlikleri kurulmuştu. Sonraki yıllarda Avrupa Milli Görüş Teşkilatları adını alacak olan yapı, Almanya’daki Türk işçi ve gençlerin en önemli buluşma noktalarından biriydi. Solcuların örgütlenme modelle­ rinden esinlenerek yapılan bu teşkilatlanma kısa sürede meyvelerini de vermeye başladı. Yücetürk, Türkleri kendi değerlerinden uzaklaştırmama çabalarının bir müddet sonra nasıl bir hayırlı bir sonuca dönüştüğünü ibretlik bir hikaye ile anlatıyor: “Braunschweig şehrinde ünlü bir teknik üniversite var. Burada dünyanın hemen her ülkesinden gençler okuyor. Türkiye’den de 70’in üzerinde öğrenci var. Avrupa, Asya, Afrika ve İslam ülkelerinden yabancı öğrencilerin kurdukları derneklerden biri olan Müslüman Talebeler Derneği bir defasında Almanya’nın ünlü üniversitelerinden biri Heidelberg Üniversitesi profesörlerinden Prof. Dr. Omar Van Ehrenfels’i bir konferans için davet etmişti. Bu profesör Alman’dı ve Müslümanlığı kabul etmişti. Konferansı çok ilgi çekmişti. Her ülke öğrencilerinden dinlemeye gelenler vardı. Kendisine sorulan suallerden biri şu idi: ‘Nasıl Müslüman oldunuz?’ Şöyle anlatmıştı: ‘Viyana’da bir şatoda doğdum, büyüdüm. Babam Tecrübi Psikoloji’nin kurucusu... Prof. Von Ehrenfels idi. Şatonun yüksek tavanlı büyük bir salonunun duvarında büyük bir savaş tablosu vardı. Osmanlı-Avusturya savaşlarından birini canlandırıyordu. Tabloda savaşan, yaralananlar yerlerde yatıyordu. Birçok savaşçı vardı ama ortada şaha kalkmış iki at üzerinde ellerinde kılıçlarla iki kumandan bulunuyordu. Beyaz atın üzerindeki kumandan beyaz elbisesi, beyaz sakalı ve sarığı ile bir Türk paşası idi. Tablo çok etkileyiciydi. Tam bir savaş sahnesini canlandırıyordu. Ben çocuğum, salonda oynuyorum, nereye gitsem sanki bu Türk paşası bana bakıyordu. Onu çok beğenmiştim. Güçlüydü, kahramandı, güzeldi. 1914 yılında, 12 yaşında bir çocuk iken hastalandım. Babam hastaneye ziyaretime geldi. ‘Oğlum 1. Dünya Savaşı çıktı’ dedi, çok üzülmüştüm. Türklerin yenilmesini istemiyordum. 18 yaşıma geldiğimde yaz tatilinde çok merak ettiğim İstanbul’a gittim. Bu şehir beni çok etkilemişti. Ağustos ayıydı ve çok sıcaktı, acıkmış ve susamıştım. Galata Köprüsü’nde balık-ekmek satan balıkçıları gördüm. Çok canım istemişti ama almadım. Karşıdaki büyük camiye doğru yürüdüm. Onun gölgelik bir duvarına yaslanmış bir hamal semerini yana koymuş oturuyor ve karşıdan gelen bana dikkatli bir şekilde bakıyordu. 94


Hamalın önündeki mendilin üzerinde bir salkım üzüm, ekmek ve su vardı. Eliyle gülümseyerek beni çağırdı, yanına oturttu ve bana üzüm, ekmek ve suyun hepsini kendi elleriyle yedirdi, içirdi. Ve sonrasında benim sırtımı okşayarak, gülümseyerek uğurladı. Doymuştum, susuzluğum da gitmişti. Ama o hamalın davranışı beni çok etkilemişti. Kendi yiyeceğini bana yedirmişti. Bunu nasıl yapmıştı? Nasıl bir kalbin sahibiydi? Bugün 70’li yaşlardayım. İstanbul’daki bu olayı ve o güzel Türk’ü hiç unutmadım. O sevgisi ve tebessümü ile çok mütevazı olan yemeğini kendi eliyle bana yedirmişti. Hiç unutmadım ve hala canlı bir hatırası vardır benim için. Teklif ettiğim parayı da almamıştı. Ona bu tarifi zor davranışı yaptıran neydi? Bunu hep düşündüm. İstanbul’dan döndükten sonra Türklere, tarihlerine ve İslam’a merakım arttı. Okuduklarım ve araştırmalarım beni İslam’a ulaştırdı. Çok şükür. Ve 25 yaşında müslüman oldum elhamdülillah. Adımı da Ömer (Omar) olarak değiştirdim. Bugün akademik ünvanımla birlikte Prof. Omar Von Ehrenfels olarak anılıyorum. Çok mutluyum’’ dedi ve hepimiz anlattığı hikâyeden çok etkilendik tabi ki…” Şener Yücetürk’ün Prof. Omar Von Ehrenfels ile ilgili anlattığı hatı­ rası bununla bitmiyor. O Avusturya kökenli Alman profesörün domino etkisi ile nasıl bir değişime yol açtığını ise şu şekilde anlatmaya devam ediyor: “Sohbetten sonra yatsı namazını nerede kılacağımızı sordu Omar Hoca. Hemen aynı binada üniversite rektörü 100 bin mark harcayarak bir mescit yapmıştı. ‘Tabii sizler bizim misafirimizsiniz, isteğinizi yerine getireceğim’ demişti. Orada çeşitli ülkelerden gelen 40-50 öğrenci namaz kılardık. 70 Türk öğrenci vardı o zaman üniversitede. Sadece 3 tanesi namaza gelirdi. Bunu şunun için anlatıyorum. Orada namazdan sonra bu Türk öğrencilerden birinin hıçkırarak ağladığını gördüm. Yanına gittik. Cemaat dağılmıştı. ‘Ne oldu, niçin ağlıyorsun Mehmet?’ diye sordum. ‘Doktor ağabey bu Alman hocanın namazdaki hali beni çok etkiledi. O koskoca ünlü bir profesör. Namazda secdeye öyle bir kapanışı vardı ki kendimden utandım. ‘Ulan Mehmet sen de kendini Müslüman sanıyorsun. Buradaki yaşayışına bir bak, adından utan’ dedim kendi kendime.’ Sonra bu genç arkadaşımız İslam’ı yaşamaya yöneldi, çok iyi bir Müslüman oldu. Alman kız arkadaşı da Müslüman oldu. Hatta Mehmet’i de geçti. Sonra evlendiler. Mehmet mühendis oldu Türkiye’ye geldi. Eşi Ayşe adını aldı, 6 çocukları oldu. Ve çocuklarını İslami bir terbiye ile yetiştirdiler. Kimi doktor, kimi akademisyen oldu. İşte Alman hocanın Mehmet üzerindeki etkisinin nasıl sonuçlandığı ve bizim hamalın Alman genç üzerindeki etkisinin nerelere kadar vardığını anlatan samimiyet ve halislik bu.” Şener Yücetürk, Almanya’da doktorluk ve asistanlık yaptığı dönem boyunca tek bir gün bile işten kaçmadı. Yoğunluğu ne olursa olsun, ça­ lıştığı her işte ülkesini temsil ettiği hissiyle, her taşın altına elini koyması­ nı bildi. Bu nedenle hocaları tarafından her zaman takdir ve taltif edildi. Onun yokluğunu en fazla hisseden ise hocası Prof. Arnor idi. 95


“Benim üç aylık raporum sebebiyle hastanede bulunamamam değerimin anlaşılmasını sağladı. Benim yokluğumda Prof. Arnor kendine yeni bir asistan alıyor diğer Alman hekimlerden. O, ‘Yetişemiyorum’ demiş. Ona da bir yardımcı almışlar, ikisi de yetişemeyince yeni mezunlardan birini daha vermişler. Benim rapor bitince Prof. Arnor bana, ‘Ya meslektaşım sen neymişsin be? Senin yerini üç adamla dolduramadım’ dedi. Biz tabi ’ Beceremiyor’ demesinler diye çok çalışıyoruz. 280 hastayı takip ediyordum o sırada. Yani çok yoğun çalışıyordum.” Üç ay asistanından ayrı kalan ve değerini anlayan Prof. Dr. Arnor, Şener Yücetürk’ü kaybetmek istemiyordu artık. Ona reddedemeyeceği teklifler sıraladı. Bu tekliflerin başında bölüm başkanlığı geliyordu. An­ cak Şener Yücetürk’ün Türkiye’ye dönmekten başka şansı kalmamıştı. Yücetürk, nasıl bir teklifi geri çevirdiğini hala unutmuş değil: “Sonra Prof. Arnor beni yeni bir teklifle yanında tutmaya çalıştı. ‘Eğer benim yanımda 2 yıl daha kalırsan seni İsveç Malmö’ye gönderirim, orada Toraks yani göğüs cerrahisini öğrenirsin ve gelirsin burada bu bölümün şefliğini yürütürsün. Yürüttükten sonra 1 yıl sonra da Heidelberg Üniversitesi’nde damar cerrahisine gönderirim seni’ dedi. Kendisine çok teşekkür ettim. ‘Eğer burada kalır da ülkeme dönmezsem, askerliğim var, vatandaşlıktan atılırım’ dedim. ‘Bir yolu yok mu?’ diye sordu Prof. Arnor. ‘Yok maalesef. Devlet beni sıkıştırıyor, şu zamana kadar gelmezsen seni vatandaşlıktan atarız diyorlar.’ Son 2 yılı raporla falan kapattım, ama yaşım 36’ya geldi. Artık kaçacak yerim yok, geri dönmek zorundayım’ dedim. O zaman 500 küsur doktor vardı Almanya’da. Askerliğini yapmayanların çoğu geriye gelmediler. Ama ben ‘Bağlasalar döneceğim’ dedim. Yine de ‘Eğitimimde son safhayı tamamlayayım’ diye düşünüyordum. Bana tanınan imkânlara rağmen, ‘Dönmem lazım’ düşüncesindeydim. Prof. Arnor’a ‘Eğer elçilikten bana 1-2 yıl daha müsaade izni alabilirseniz kalırım’ dedim. Çünkü iki konuda çalışıyordum o zaman. Biri kalın bağırsak kanserli tümörleri, öteki safra yolları hastalıklarıydı. ‘Ben elçiyle bir görüşmeye gideyim’ dedi Prof. Arnor. 300 km. gidip Bonn’da bizim elçiye gitti ve görüştü. Dönüşte bana; ‘Meslektaşım Yücetürk, maalesef olmadı. Tuhafıma giden bir şey de oldu. Bir diplomat ‘Hayır’ derken bile bunu diplomatça söyler. Ama sizinkiler kaba bir şekilde ‘Hayır, olmaz öyle şey’ dedi bana’ diye konuştu. Artık Almanya’dan ayrılma vakti gelmişti.” Şener Yücetürk, Almanya günlerinin sonuna doğru çok iyi bir ilişki içinde olduğu Prof. Arnor’le Türkiye’ye döndükten sonra da bağını ko­ parmamaya özen gösterdi. Çünkü onunla 3 yıl boyunca çok iyi bir ikili olmuşlardı. Profesör asistan ilişkisi dışındaki bir hatırasını ise Şener Yü­ cetürk şu şekilde anlatıyor: “Türk’üz, milliyetçiyiz ya, bir gün uçları hafif aşağı sarkan bıyık bırakmıştım. Prof. Arnor bir gün bana baktı, ‘Seni Yeniçeri’ dedi. Gülümsedi. Bir gün de tatile gitti, döndü bana geldi dedi ki; ‘Osmanlı Saraybosna’dan 96


başlıyor, ama İstanbul’da artık yok’ dedi. Çünkü modern hayat başlamış Türkiye’de. Çok doğru yerinde tespitleri vardı kendisinin.” Şener Yücetürk, Kasım 1973’te üniversite ile ilişkisini kopardıktan sonra, bir daha geri dönüp dönemeyeceğini bilmeden Türkiye’ye dö­ nüş hazırlıklarına başladı. ‘Önce vatani görevimi yerine getireyim, sonra bakarız çaresine’ diyerek yola çıktı. Yücetürk, dönüş hikâyesini şu şekilde anlatıyor: “Artık kesin dönüş yapmaya karar verince eşyalarımı topladım, trenle Türkiye’ye göndereceğim. Yol daha yakın diye Ankara gümrüğüne inmesini istedim. Eşyaları yükledikten sonra dostlarla vedalaşıp Türkiye’ye geldim. O sırada petrol ambargosu krizi vardı. Londra’da faytonlarla geziyorlardı. Ben de Almanya’da emekli sandığındaki biriken paralarımı alarak bir Mercedes aldım, Türkiye’de satarım diye düşündüm. Yoksa 65 yaşından sonra alabilecektim ikramiyemi. Sisler karanlıklar içinde Yugoslavya, Bulgaristan üzeri korkulu bir yolculukla döndüm ülkeme…”

TÜRK BİRLİĞİ ESKİ DOSTA EMANET Şener Yücetürk, Almanya’dan ayrılırken Almanya Türk Birliği’ndeki görevini hayatında çok derin izler bırakan birine devretti. O isim Kerkük­ lü Yusuf Zeynel Abidin idi. Ağabeyinin ilaçlarını kargoya vermek yerine kendi eliyle getiren, evlenmek için ihtiyaç duyduğu 3 bin markı cebine koyan Yusuf Zeynel Abidin. “Dr. Yusuf Zeynel Abidin benden sonra Almanya Türk Birliği Başkanı oldu. Almanya Türk Birliği daha sonra Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’na dönüştü. Ancak Türkiye’deki siyasi gelişmelere paralel olarak o çatının altında gruplaşmalar oldu. Bizim zamanımızda yoktu. Türk Birliği deyince herkes vardı. Biz bilhassa kasti olarak böyle yaptık ki bir güç olalım. Sesimizi duyuralım. Ama daha sonra Türkiye’deki siyaset de parçalanınca, bu durum oraya da yansıdı. Bu grubun içinde ekseriyet Milli Görüş oldu. Önce Nurcular ve Süleymancılar ayrıldılar. Onlar ayrı isimlerde kuruluşlar yaptılar. Ben Türkiye’ye askerliğimi yapmaya gelirken Dr. Yusuf Zeynel Abidin Milli Görüş’ün genel başkanı oldu.”

97


98


BÖLÜM 4 HAYATA SIFIRDAN BAŞLAMAK

99


100


Dr. Şener Yücetürk öncülüğünde kurulan Türk Birliği Konfederasyo­ nu, Batı Almanya’daki tüm büyük şehirlerde örgütlenmesini tamamladı. O yıllarda henüz Doğu Almanya ile Batı Almanya birleşmemişti. Arka­ sında herkesin minnet ve şükranla anacağı bir miras bırakmıştı. Ancak ülkesinde kendisini neyin beklediğini dahi bilmiyordu. Tek amacı asker­ liğini yapıp, sonra yapabilirse mesleğini icra etmekti. “14 yıla yakın Almanya’da kaldık. 1973 yılının sonunda Türkiye’ye döndüm oradan emekli kasasında biriken birikimlerimi de aldım. Temelli döndüğümü düşünüyordum artık. Bütün işlemlerimi tamamladım. Diplomalarımı tasdik ettirdim orada. Nasıl olsa Türkiye’de doktorluk yaparım bundan sonra diye düşünüyordum. Hanımla evli olarak orada 1,5 yıl kaldık. Yeni evliydim daha. Kesin dönüş öncesi, 3 ay öncesinden eşimi gönderdim Türkiye’ye. O, Bolu’da annelerinin yanına gitti. Ben daha sonra döndüm.” Türkiye’ye döner dönmez Ankara’ya giderek uzmanlığını tescil et­ tirmeye çalıştı. 14 yıl boyunca Almanya’nın en önemli üniversitelerinde, hastanelerinde çalışmış ve uzmanlığını tamamlamış biri olarak işlerin tıkır tıkır işleyeceğini zannediyordu. Ancak Türkiye’nin 1973 yılındaki bürokrasisinin bunu algılaması mümkün değildi. Şener Yücetürk, o sü­ reci şu şekilde anlatıyor: “Sağlık Bakanlığı’na müracaat ettim. ‘Yeniden uzmanlık almanız lazım’ dediler. Yani Almanya’daki uzmanlığımı kabul etmediler. Hâlbuki elimde ‘Tüm AB ülkelerinde uzmanlık yapabilir’ diye belge var. Neyse, ‘Sizi bir hastaneye pratisyen hekim olarak tayin edeceğiz, orada en az 6 ay devam edeceksiniz. Sizi tanıyacaklar ve o kliniğin başı olan profesör yazı ile ‘Uzmanlık imtihanına girebilir’ diye bize bir yazı gönderecek, ondan sonra da bir jüri oluşacak ve sizi imtihan edecek’ dediler. 1927 senesindeki bir yönetmeliğe dayanıyorlar. Profesör olsanız bile kabul etmiyorlar. Oradaki uzmanlığımı kabul etmiyorlar. Yeniden tez vermem gerekiyormuş. Mecburen onların dediğini kabul ettim. Aksi takdirde Türkiye’de doktorluk yapmam mümkün değil.” Ülkesine dair idealleri olan biriydi Dr. Şener Yücetürk. O, ülkeye hiz­ met etmekten de büyük gurur duyuyordu. Ancak ülkesi Almanya’daki birikimlerini halkına sunmasına müsaade etmiyordu. Çaresiz bir şekilde Milli Savunma Bakanlığı’nın yolunu tuttu. Artık ne pahasına olursa ol­ sun askerlik hizmetinden kurtulmak istiyordu: “Sağlık Bakanlığı’nın uzmanlığımı kabul etmemesi üzerine, ben de Savunma Bakanlığı Asker Alma Dairesi’ne gittim, ‘Ben geldim’ dedim. Orada defalarca beni aradıkları için başındaki general de ismimi biliyormuş, adımı duyunca geldi. Ona, ‘Beni 3 ay sonraki dönemde alırsanız askere ben de bu arada uzmanlık sorunumu halleder, uzman hekim olarak askerde size daha faydalı olurum. Uzman olarak ameliyat yaparım’ dedim. Ama adam bana, ‘Seni şimdi iki jandarmaya tutuklatır, yedek subay okuluna atarım’ dedi. Kabul etmedi yani. Bunun üzerine 1 Ocak 1974 yılında askerliğe baş101


ladım, Samsun’da Yedek Subay Okulu’nda. Orada pratisyen hekimler torbasından kur’a çektim, uzmanlığımı tanımadıkları için.”

Samsun Yedek Subay Okulu’nda, kur’ası okunurken, 31 Mart 1974

102


Samsun Yedek Subay Okulu’nda, kur’ası çekilirken, 31 Mart 1974

14 yıllık birikimi bir anda uçup gitmiş, stajyer bir doktor adayı gibi muameleye tabi tutulmuştu. Zoruna gitti bu durum. Ama yapacak faz­ la bir şey yoktu. Bolu’daki eşi ve Ankara’daki dostları ile vedalaştıktan sonra Samsun’un yolunu tuttu. 1974 yılı ocak ayıydı. Almanya’dan kesin dönüş yapmış bir doktor olarak Şener Yücetürk, Samsun’da askerliğine nasıl başladığını şu şekilde anlatıyor:

Yedek subay arkadaşlarıyla 103


“Ocak ayı başında Samsun’da Yedek Subay Okulu’na başladım, sağlık alanında. 3 ay orada kaldık. Beni Türkiye’de uzman saymadıkları için, pratisyenler torbasından kur’a çektim. Çorlu’da bir topçu alayına tayinim çıktı. Çorlu’daki birliğe teslim olmadan önce Bolu’ya eşimin yanına geldim. 3 Mart 1974 yılında oğlum Ahmet doğdu. Büyük heyecandı. Çorlu’da büyük bir askeri hastane vardı. Sonra oradaki cerrah olan binbaşı ayrıldı. Cerrahi boşaldı, yeni bir hekim de gelmiyor. Benim durumum hakkında bilgi alınca beni ancak cerrah vekili olarak tayin ettiler. Ben orada askerliğimin bitimine 4 ay kala vekil olarak, günde 6-7 fıtık ameliyatı yapardım. Askerler geliyor; örneğin asker fıtık olmuş, benden önceki ‘Bedava olsun diye askerliğe mi sakladın’ diye geri gönderiyormuş. Ama çocuklar köyden gelmiş, hastane falan yok ki olsunlar. Ben de onun için tüm askerlerin sorununu çözmeye çalışırdım bu ameliyatlarla. Asker acı içinde kıvranıyor. Ne acı durumlar? Ben orada günde 6-7 fıtık ameliyatı yapardım.”

Çorlu’da 66. Topçu Alayı’nda Binbaşı Muktefi Yazıcı ile, 1974 104


SINIRDA ASKERLİK GÜNLERİ Dr. Şener Yücetürk’ün Çorlu’daki topçu alayında vatani görevini yaptığı yıllar Türkiye açısından sıkıntılı günlerdi. Kıbrıs’ta Rumlar Türkler üzerinde katliamlara başlamış, dünya bu insanlık dramını seyretmekten başka bir şey yapmıyordu.

Yedek subay, 66. Topçu Alayı, Çorlu, Nisan 1974

105


12 Mart Muhtırası’nın ardından askerlerin kontrolünde hayata ge­ çirilen teknokrat hükümet modelleri tutmamış, ülke 1974 yılında seçi­ me gitmişti. Seçimin galibi; 12 Mart’ta askerlerin kurdurduğu teknokrat hükümetine destek verilmemesi gerektiğini savunarak İsmet İnönü’yü CHP liderliğinden alaşağı eden Bülent Ecevit idi. Seçimlerin galibi Ecevit önderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin Parlamento’daki sandalye sayısı tek başına iktidar olmaya yeterli değildi. Bunun üzerine Ecevit, Necmettin Erbakan önderliğindeki Milli Selamet Partisi’ne koalisyon ortaklığı teklifi götürdü. Böylece 26 Ocak 1974’te CHP-MSP koalisyonu kuruldu. Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan oldu ve din işlerinden sorumlu devlet bakanlığı, içişleri, adalet, tica­ ret, gıda tarım hayvancılık, sanayi teknoloji bakanlıkları MSP’ye verildi. MSP’nin Parlamento’daki temsilcilerinden biri de Şener Yücetürk’ün ağabey diye andığı Emin Acar idi. Bu arada, Türkiye 24 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Barış Harekatı’nı başlattığında Şener Yücetürk’ün hayatında önemli bir değişiklik oldu. Yücetürk o değişikliği şu şekilde anlatıyor:

Yunanistan sınırında, Meriç Nehri, Temmuz 1974. Kıbrıs Barış Harekatı sebebi ile

“Kıbrıs Harekatı başlayınca Trakya’daki tüm birlikler Meriç hattına mevzilendik. 7-8 ay sığınaklarda kaldık. Benim için de enteresan bir durum oldu, yıllarca üzerimde birikmiş olan tüm hastane kokularını attım. Çadırda kalıyoruz, çiçekler, doğa vs. ‘Dünya varmış’ dedim. Ayçiçeği tarlaları, bahçeler, meyve ağaçları içindeyiz. Askeri birliklerin hepsi yayıldı Trakya’nın her tarafına. Başlangıçta köylüler meyve sebze ne varsa dolduruyorlar traktörlerine, bizlere getiriyorlardı. Yiyecek yerimiz bile kalmıyordu. Yoğurt, süt ne bulursa bize getiriyordu halk...

106


ALPER’İ RAHMETLE ANDIĞI YILLAR… Şener Yücetürk, 1975 yılı sonuna doğru vatani görevini tamamlaya­ rak Bolu’da ailesiyle kalan eşinin yanına döndü. Bir süre istirahat ettik­ ten sonra yeniden mesleğini yapabilmenin yollarını arayacaktı. Ankara’da sonraki yıllarda bir ömür boyu yol arkadaşlığı yapacağı Emin Acar ağabeyi vardı. Bir iki haftalık dinlenmenin ardından Ankara’nın yolunu tuttu. Sağlık Bakanlığı’na giderek yeniden doktorluk için başvuruda bulundu. 14 yıl Almanya’da uzmanlık yapmış bir doktor olarak Şener Yücetürk’ü İbni Sina Hastanesi’ne pratisyen hekim olarak tayin et­ tiler. 1927 yılının kanunlarına göre yeniden ihtisas yapması gerekiyordu. Bu durum zoru­ na gitmesine rağmen Şener Yücetürk sabırlı biriydi. “Askerlikten sonra pratisyen hekim olarak İbn-i Sina’ya tayin ettiler. Cebeci’deki Tıp Fakültesi’ndeyim. Eşimi Bolu’da bırakmıştım. İkinci çocuğumuz da tam bu sırada doğmuştu. Henüz evi Ankara’ya taşıyacak durumda değildim. Amcam ve teyzemde kalıyorum. Asistan gibiyim. Hafta sonları Bolu’ya gidip geliyorum. 6 ay bu görevi yapmak zorundayım. 6 ay biter mi? İkinci çocuğum doğmuştu o zamanlar. Ancak sadece hafta sonları görme imkânım vardı.”

1975 yılından

Dr. Şener Yücetürk, dişini sıkması, sab­ retmesi gerektiğinin bilincindeydi. Ancak atmosfer 6 ay içinde uzman hekim olma­ sına yetmeyebilirdi. Çünkü pek çok hoca tıpkı ağabeyi Alper’e çıkardıkları zorlukların Ağabeyi İktisat Doktoru benzerlerini kendisi için de ortaya koyma­ Mehmet Alper Yücetürk ya başlamıştı. Düşünceleri yüzünden çeşitli engellerle karşılaşmaya başladı. O günlerde ağabeyi Alper’in yaşadıklarını daha iyi anlamış oldu. “Bu arada 3 ay geçti tabi, ama boşuna gidip geliyoruz. Profesöre, ‘Hocam artık benim hakkımda herhalde belli bir kanaatiniz oluşmuştur. Yazıyı yazın da sınava gireyim’ dedim. Ondan sonra Sağlık Bakanlığı’na jüriyi oluşturmaya sıra geldi. O da zor bir işmiş. 5 insanı bir araya getiriyorsunuz. Her biri meşgul adamlar. Güç bela hepsini bir araya getirdik. 2-3 ay buna uğraştık. Bir de sınav sonrasında orada olanlara ikram yapılıyor, içkiler, çe107


rezler vs. Onu da sınava giren alıyor. Yani ben alıyorum. Ama içki almak ağırıma gidiyor. ’Allah bana bunu soracak diyorum’ kendi kendime. Bu durumu bir türlü kendime anlatamıyorum. En sonunda Emin Acar ağabeye gidip sıkıntımı anlattım sınav öncesi. O da ‘Parayı asistanlara ver. Onlar bu işlerin nasıl olduğunu bilirler’ dedi.’’ 14 yıl Almanya’da doktorluk yaptıktan sonra yeni mezun bir öğren­ ci gibi muamele görüyordu Şener Yücetürk. Sıra sınava gelmişti. Orada da işler yolunda gitmedi: “İmtihan 3 aşamalı oldu. Hasta başında önce inceleyip teşhis koyuyorsunuz, sonra bir ameliyat veriyorlar, onu yapıyorsunuz, son olarak da jüri oturuyor, sen ayakta mülakat yapıyorlar. Yurt dışından geldiğim için salon dolu, meraklılar çok. Tüm asistanlar arkamda. Nefeslerini ensemde hissediyorum. Heyecanlandım ben de. Neyse sordular, sınav iyi gitti, sınav bitti. Başarılı olduğuma dair imza atacaklar 4’ü attı, biri atmadı. ‘Teşhisin yanlış’ dedi, o da benim devam ettiğim bölümün profesörü. Teşhisimi savundum, ama o yanlış dedi. Öylece kaldım mı?” Dr. Şener Yücetürk’ün uzman hekim olmayı hak etmediğini düşü­ nen bölüm başkanı denklik işlemine imza koymayınca işleri yine sarpa sarmıştı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Oldum olası kendisi için torpil yapıl­ masına tahammülü olmayan bir yapısı vardı. Çaresiz bir şekilde ortalar­ da dolaşırken başasistan arkadaşlarından biri imdadına yetişti. Başasis­ tan onu bu beladan kurtaracak formülü bulan kişiydi: “Başasistan beni kenara çekti, ‘Sen haklısın, ama o izzetinefis meselesi yaptı, onun aynı hastaya koyduğu teşhis seninkinin zıddı. O ‘Nasıl bana karşı gelir’ diye imzalamıyor senin belgeni. İdare et, o böyledir’ dedi. Onlar tabi iyi tanıyorlar profesörü. Bana, ‘Bir hediye ve büyük pahalı çiçeklerden büyük buketle muayenehanesine git, gönlünü al. ‘Ben ettim, siz etmeyin’ de. Yoksa inadından vazgeçmez’ dediler. Yani alttan al diyorlar. İçimden yapmak gelmiyor, ama başka çare de yok.” Dr. Şener Yücetürk, başasistandan aldığı fikri yerine getirmeye ka­ rar verdi. Çiçeği çikolatası kucağında muayenehanenin kapısını çaldı. “Bir çiçek ve vazoyla muayenehanesine gittim. Beni diğer hastaların en sonuna bıraktı ve bekletti. Hastaları ile görüşmesi bitince ‘Hadi gel’ dedi. Muayenehaneyi kapatıyor, birlikte çıktık. Buketi falan görmüyor sanki. Aşağı inip arabasına bindik. Kavaklıdere’ye doğru gittik, orada yaşıyor. Heyecanla düşünüyorum yolda, pek bir şey konuşmadık, durunca konuştuk. ‘Hocam yorulduk ikimiz de. Bağışlayın. Karar farklılıkları her zaman olabilir tıpta. Herkes aslında benim teşhisimi kabul ediyor’ dedim. ‘İki gün sonra seni özel olarak ben imtihan edeceğim’ dedi. ‘Tabii hocam hakkınız’ dedim. Ertesi günü sabah o ve asistanları ile servisin uzmanları ile bir araya geldik. Beni onların huzurunda imtihan etti. Jüri falan yok artık. İyi geçti imtihan. Burada 4 yılda uzman oluyorlar arkadaşlar. Oysa benim 12-13 yıllık cerrahi 108


tecrübem var. Tamam falan da demedi, araya başka işler soktu. ‘Neyse yarın gel’ dedi ve sonuçta imzayı attı.”

Cerrahi Hastalıklar Uzmanlık Diploması

ANKARA’DAKİ TEK HUZUR DURAĞI Şener Yücetürk, yeniden uzmanlığını kazanmak için Ankara’ya git­ tiğinde Dr. Emin Acar’a daha yakın olmuştu. Ankara’da tek huzur duy­ duğu anlar da Emin Acar ile geçirdiği zamanlardı ve Hacı Bayram-ı Veli Dergâhı’nda geçirdiği günlerdi. Emin Acar’la birlikte şehirlerarası pek çok seyahate çıktılar. Her hafta sonu bir şehre gidip, o kentin manevi dinamikleriyle tanışmak, onlarla birlikte olmaktan fazlasıyla hoşlanı­ yordu. Şener Yücetürk, o yıllarda Emin Acar’ın kendisini tamamen Hacı Bayram-ı Veli’ye adadığını anlatırken, bu bağlanışın hikâyesini ise şu şe­ kilde kelimelere döküyor: “Ankara’ya gittiği zaman, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin hocası Somuncu Baba adında, Aksarayi Hazretlerine mensup. Hacı Bayram Veli Hazretleri oradan yetişmiş. Emin ağabeyin bir gün yolu Aksaray’a düşüyor, ‘O zatın mezarını ziyaret edeyim’ diyor. Bakıyor ki kabrin hali harap. Orayı temizliyor, düzeltiyor. Sonra onarım falan yapıyor. Ankara’ya döndüğünde, bir sabah, daha ezan okunmadan kapısı çalmış, bir zat gelmiş. Anahtar vermiş buna ve demiş ki; ‘Siz Emin Bey’siniz değil mi? Bu gece bana bu anahtarı size vermem söylendi. Ben Hacı Bayram-ı Veli ahvadındanım ve sülaleden sülaleye bu anahtar bugünlere kadar gelmiştir. Şimdi size veriyoruz bu anahtarı’ deyip kaybolmuş. Bu anahtar Hacı Bayram-ı Veli’nin 109


dergâhının altındaki yerin anahtarı. Hala duruyor orası, Hacı Bayram’ın çilehanesi, fırını, adeta insanların pişirildiği yer. Ama Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyeler falan kapatıldı ya, orası da kapatılmış. Sıralar, sandıklar vs. doldurmuşlar, kapısı da kilitli. Orayı temizletmiş onartmış, boya badana yaptırmış Emin ağabey. Caminin alt tarafında mihrabın tam altında bir koridor vardır, eğik yürümek gerekir. Yanlarda da küçük odalar vardır. En sonda da mihrabın bulunduğu yerin altındaki oda biraz daha büyükçedir. Orada biter koridor. Oraya kadar girilir, orada, o çilehanede, anahtar Emin ağabeyde ya, Hacı Bayram Veli’nin evradı vardı, yani okuduğu dualar. Hep onu okurdu Emin ağabey...” Şener Yücetürk, Emin Acar’ın Ankara yıllarında Hacı Bayram-ı Veli’nin çilehanesine sıkça girip dua ettiğini anlatırken, orada nasıl hu­ zur bulduğunu ise şu şekilde kelimelere döküyor: “Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu oraya fırın adını verirdi. Sabah namazı bittiğinde o fırına girmek isteyenler çıkmazlar, Emin ağabey müezzinlerin yerinde otururdu. Emin ağabey kalkınca, aşağı inmek isteyenler de kalkar, aşağı inilir, orada evradı bayramiyye okunur. Sonra oradan çıkılır, muayenehane gibi aslında sohbet, gelen gidenleri karşıladığı yerde çay içilir, kahvaltı yapılır, bu böyle devam ederdi. Emin ağabey Nakşi, Kadiri ve Bayramiye’den yetkiliydi. Bunu fazla kimse bilmez. Emin ağabey daha sonraki yıllarda Halveti tarikatı var. Osmanlı’yı ayakta tutan tarikat. Padişahların büyük bölümü bu tarikata mensuptu. Onun da o zamanlardaki temsilcisi Yozgatlı Şeyhzade Ahmet Efendi. O sülaleden çok bakan falan da çıktı. Bizim Tokadi Hayrettin Hazretleri de Halvetiye’nin kolbaşlarından biridir. Neyse Emin ağabey ona da gidip intisap ediyor, icazet alıyor. Böylelikle Nakşi, Kadiri, Bayrami ve Halvetiye’den yetkili oluyor. Ama bunları birkaç kişiden fazlası bilmez...”

BOLU’DA DOKTORLUK HAYALİ Dr. Şener Yücetürk, sonunda bölüm başkanını ikna ederek imza at­ masını sağlamıştı. Ancak daha atması gereken başka bürokratik adımlar da vardı. “Hemen bakanlığa koşup verdim imzayı. ‘Yarabbi şükür’ dedim, ama yıl da 1976 oldu. Bakanlık diplomayı hazırlayıp verdi. Ben de diplomayı alır almaz hemen Bolu’ya döndüm. Eşim ve iki çocuğum beni bekliyor. Ama ne yapacağımı düşünüyorum hala. Durumu Emin ağabeyime anlattım. Emin ağabey beni Tıbbiye’den sınıf arkadaşı olan Hacettepe Cerrahi Bölüm Başkanı’na götürdü. Adam onun asistanı olmamı kabul etti. Orada maymunlar ve köpekler üzerinde denemeler yaptıklarını anlattı. Tecrübi deneysel cerrahi bölümü idi. Onların sesi geliyor bir taraftan, hayvanlar üzerinde deney falan bana biraz soğuk geldi. Bir taraftan Ankara’da ev açmak falan da zor tabi. Kabul etmedim.” 110


Yeniden iş arayışlarına başladı Yücetürk. Bu kez İstanbul’daki dost­ larını devreye sokmaya karar verdi. Bu isimlerin başında öğrencilik yıl­ larından beri tanıdığı Ömer Kasımoğlu geliyordu. Onun kapısını çaldı bir kez daha. İlk kez kendisi için bir şey istiyordu ondan. Sonraki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde mikrobiyoloji profesörlüğüne ka­ dar yükselen Ömer Kasımoğlu hiç tereddüt etmeden ona yardım etmek için kolları sıvadı: “İstanbul’da Ömer Kasımoğlu ağabeyin çok yakın arkadaşı vardı. Benim de öğrencilik yıllarından tanıdığım bu arkadaşı Uludağ Üniversitesi cerrahinin başındaydı. Oraya da girebilirdim. Oraya içim yattı. Ama ben bazı özel ailevi sebeplerden ve büyük şehirlerden, kalabalıklardan bıkmam nedeniyle Bolu’da kalmaya karar verdim. Burada çok iyi ve özel tarzda bir poliklinik kurmaya karar verdim.” Bolu’da farkını ortaya koymaya karar veren Dr. Şener Yücetürk, do­ ğup büyüdüğü topraklarının insanlarına hizmet etmek istiyordu. Ancak bunun için ciddi bir sermayesinin de olması gerekiyordu. Dr. Emin Acar da ilk özel muayenehanesini Bolu’da açmış biriydi. Onun yolunda git­ meye karar verdi. Tıpkı onun gibi derdi para kazanmak, zengin olmak da değildi. “O zaman özel muayenehane açan doktorların bir masa, sandalye var sadece muayenehanelerinde. Muayene edip tahlil, röntgen için hastaneye gönderiyorlar. Muayenehanesinden geçmeyen hastaya ilgi göstermiyorlar. Ben iki daireyi birleştirip, röntgen, laboratuvar, muayenehane yapmaya karar verdim. Amacım zengin olmak, para kazanmak değil aslında. Hastanelerde görev almayı kabul etmedim Bolu’da. Sınıf arkadaşlarımdan bazıları Bolu’da cerrah. Beni çağırıyorlar habire, ama muayenehaneden geçirip öyle ameliyat ediyorlar hastalarını. ‘Bu haram para, ben bu sisteme girmem’ dedim. Çoğu doktorun siyasi görüşleri bana zıttı. Sen bir de bunlara, ‘aldığınız para haramdır’ dersen, ‘vatandaşın burada tedavi hakkı vardır’ diye konuşursan sıkıntı olur. ‘Sen bir ayrıkotusun, yani enayisin sen’ diyorlardı. Onlardan biri beni uyardı. ‘Buralarda barınamazsın sen, sana tutar iftira da atarlar’ dedi. Samimiyiz tabi onunla. Onun için bu özel polikliniğe yöneldim. Ama sigorta sistemi olmadığı için bugünkü gibi, mali sorunlar çıktı. Bazı cihazları aldım, çalışacak elemanların elbiselerini bile seçtim. Örnek ve değişik bir şey olacaktı. Yer tuttum. Ama bazı hadiseler nedeniyle yapamadım bu işi. Epey bir zamanım da gitti tabi.”

SÜMERBANK’TA DOKTORLUK VE SÜRGÜN Şener Yücetürk’ün Bolu’da özel bir muayenehane açma rüyası gü­ nün koşulları sebebiyle gerçekleşemedi. Türkiye’de o yıllarda özel sağlık sigortası uygulaması ancak birkaç büyükşehirde vardı. Vatandaşların önemli bir bölümü sosyal güvenlik şemsiyesi altında bile değildi. Bu 111


nedenle bir kurum veya kuruluşa bağlı sağlık birimlerinde doktorluk yapmaktan başka şansı kalmamıştı. Takvimler 1977 yılını gösterdiğinde Türkiye istikrarsız bir şekilde 12 Eylül 1980’deki askeri darbeye doğru son hızla yuvarlanıyordu adeta. Siyasi ve ekonomik istikrar bozulmuş, toplum sağ-sol olarak iki kutba ayrılmıştı. Anarşi ve düzensizlik sebebiyle toplumsal huzur ve güven ortamı da bozulmuştu. Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel, birinci Milli Cephe (MC) Hükümeti’nin ardından İkinci MC Hükümeti’ni kurarak ülkeyi siyasi istikrara kavuşturmaya çalışıyordu. Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selamet Partilerinden oluşan koalisyon hüküme­ ti içinde Şener Yücetürk’ün yakından tanıdığı birkaç isim vardı. Bunların başında öğrencilik yıllarından beri tanıdığı, MHP lideri Alparslan Türkeş geliyordu. Milli Selamet Partisi lideri Prof. Necmettin Erbakan ile de ağa­ beyi Emin Acar vasıtasıyla tanışmıştı. “1977 yılında koalisyon hükümetleri iş başındaydı. Erbakan Hoca, Türkeş kabine içindeydi. Tabi bu hükümetin göreve getirdiği bürokratlar arasında da tanıdıklarımız, dostlarımız vardı. Bir gün doktorasını İngiltere’de yaparken tanıştığımız Sümerbank Genel Müdürü Kemal Varol bana telefon etti. Burada (Bolu) Sümerbank’ın suni tahta işletmesi vardı. Genel Müdür Kemal Varol, bir iş yeri hekimine ihtiyaçları olduğunu, günde 2-3 saat çalışmayı kabul edersem memnun olacağını söyledi. Beni önceden tanırdı Kemal Varol Bey, İngiltere’de iken ziyarete giderdik Almanya’dan. ‘Adamımız yok, orada gözümüz kulağımız olursun’ deyince, ikna etti beni. Bu ısrar üzerine orada çalışmaya başladım. Bu arada Çalışma Bakanlığı’ndan, Sağlık Bakanlığı’ndan da iş teklifleri aldım, ama bu tekliflerin hiçbiri Bolu’da olmadığı için kabul etmedim.” 1978 yılında Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki Milli Cephe Hükümeti’nin iktidardan düşmesi üzerine Bülent Ecevit liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi iktidara geldi. Ecevit, 1963 yılındaki Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı döneminden beri sağlık ve sosyal güvenlik konularında büyük bir reform yapmayı hayal ediyordu. Sosyal güven­ lik alanında yaptıklarından sonra sıra sağlık reformuna gelmişti. 14 yıl Almanya’da doktorluk yapan ve bu sayede modern bir sağlık sistemi­ nin nasıl olması gerektiğini çok iyi bilen Şener Yücetürk, Ecevit’in sağlık sisteminde yapacağı reformu doğru buluyor, destekliyordu. Ancak bu durumun kendi hayatını olumsuz yönde etkileyeceğinin farkında bile değildi. “1978 yılında Ecevit hükümeti, sağlık alanında bir reform yapıp, aynen Avrupa’daki sistemi getirmek istedi. Hastane ve muayenehane hekimleri ayrı olacak diye standartlar belirlenmişti. Bir doktor ikisini bir arada yapamayacaktı. Güzel bir fikirdi, ama olmadı. Kanun çıktı, ama uygulama yürümedi. Çünkü sadece çatıyı yapmak yetmiyor. Genel sağlık sigortası yoktu o zamanlar. Genel sağlık sigortasının olmadığı bir ortamda bunun yürümesi 112


zaten mümkün değildi. Hekimlerin birçoğu ‘hastane hekimiyim’ deyip, tabelayı indirdi, ama eski durumu devam ettirdi. Yani muayenehanelerinde çalışmayı sürdürdü, 2 yıl bu durum devam etti.” Dr. Şener Yücetürk kendi çalışma koşullarının bu reformdan nasıl etkilendiğini ise şu şekilde anlatıyor: “1978 yılında Ecevit iktidara gelince, Sümerbank’ın Bolu’daki işletmesinin başına Hüseyin Yücel adında bir müdür tayin edildi. Vekâleten bu görevi yürüten biriydi. Ama militan bir adamdı. O zaman biz çok tuhaf karşıladık. Sol görüşlü, Marksist biriydi. Siyasi görüşlerine bakarak insanları değerlendiriyordu. Marksist’sen, solcuysan iyisin yani. Ve biz inançlı insanları hemen sağa sola tayin etmeye başladı. O insanların yeteneklerine, yeterliliklerine bakmadan bunu yapıyordu. Tabi böyle olunca kurumun verimliliğini oldukça düşürdü. Ben sağlık konularıyla ilgilenen bir insanım sadece; yani üretim ya da idari mekanizma ile ilgim olmamasına rağmen benim de tayinimi çıkardılar. Sümerbank’a bağlı Filyos Ateş Tuğla vardı, oraya gönderdiler...” Dr. Şener Yücetürk, işini iyi ve layıkıyla yapan birinin sırf siyasi görüş ve düşünceleri sebebiyle bu tarz bir muameleye tabi tutulmasını anla­ makta zorlanıyordu. Ancak Türkiye’de kutuplaşmaların en keskin oldu­ ğu yıllardı o zamanlar. Kamu yönetiminde liyakatin kaybolduğu yıllardı. Çaresiz bir şekilde Filyos’a tek başına gitmeye karar verdi: “Çaresiz bir şekilde, Filyos’a gider gelirim diye düşündüm. Hafta sonları gelip gidiyorum Bolu’ya, ama canım çok sıkıldı. Oraya gitmek de sorun. Yeniçağa’ya gidiyorsunuz, Ankara’dan Bartın’a giden otobüslere biniyorsunuz. Yağmurda falan bazen saatlerce bekliyorsunuz. Almanya’dan gelirken getirdiğim arabam vardı. Satmadım o sırada araba hala duruyordu. Ama onunla her yere gidemezdim; çünkü maaşım sınırlıydı. Zira ben hayatım boyunca sadece ve sadece hekimlik maaşımla yaşayan bir insanım. Binlerce insana tedavi hizmeti verdim, ama hiçbir kuruş kimseden para almadım. Memur maaşımdan başka gelirim de yok. Günlerce, aylarca Filyos’a otobüsle gidip geldim böylece.” Dr. Şener Yücetürk, gittiği her yerde güçlü dostluklar, arkadaşlık­ lar kuran biriydi. Filyos günleri de farklı geçmedi. Orada, siyaseten ayrı dünyalarda olduğu insanlarla daha yakından tanışma fırsatı buldu. “Filyos’a gittiğimde orada bir doktor olduğunu gördüm. Yani aslında bana ihtiyaç yoktu orada. Zaten küçük bir yer. İlçe bile değildi o zamanlar; bucak gibi bir yerdi. Oradaki doktor benden 3-4 yıl kadar önce mezun olanlardan biriymiş. Aşırı sol görüşlü ve sosyalist, ama bu konuları iyi öğrenmiş biri. O da benim hakkımda ön bilgiler almış. Ayrı dünyaların insanlarıyız yani. Ama beni güler yüzle karşıladı. Çok yoğun bir hasta trafiğimiz yoktu. Onun için hep siyasi konuları konuşurduk. Bir gün bana ‘Ben hayatımda ilk defa sizin dünyanızdan bir insanı bu kadar yakından tanıdım. Sizin gö113


rüşünüzdeki insanların ne düşündüğünü, hayata nasıl baktıklarını ilk defa bu kadar yakından öğrendim. Çok şaşkınım. Ve size karşı olamam, bundan sonra size saygım ve hürmetim sonsuzdur’ dedi.” Türkiye’nin sağ-sol diye iki kutuba ayrıldığı bir dönemde, iki fark­ lı dünyanın hekimi birbirlerini çok yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Filyos’taki sürgün günlerinde her ikisi de öteki dünyayı keşfe çıkmıştı sanki. Sosyalist doktor, muhafazakâr kesimin ne hayaller kurduğunu öğrenmiş, Dr. Şener Yücetürk ise solcuların da yaşanabilir bir ülke hayali ile mücadele ettiklerini anlamıştı. “Filyos’taki mesai arkadaşım olan doktor bana sosyalizmle ilgili kitaplar falan da verdi. O konularda karşılıklı epey bir müzakerede bulunduk. Arkadaşın Başbakan Bülent Ecevit’le pijamalı fotoğrafları bile vardı. Yani onunla yakinen görüşebilen birisiydi. Bana, ‘Bu durum hiç iyi olmamış. İstersen senin tayinini yine Bolu’ya çıkartabilirim’ dedi. Ama ben bunu istemedim. Hem iltimas olacağı için hem de onlardan böyle bir iyilik görmüş olmayayım, gönül borcum olmasın diye istemedim.”

ERZİNCAN’A TAYİN VE İSTİFA Solcu, sosyalist veya Marksist olarak gördüğü doktor arkadaşının Bolu’ya tayin teklifini geri çeviren Şener Yücetürk, kısa bir süre sonra beklemediği bir sürprizle daha karşılaştı. Filyos’ta üçüncü ayını bile dol­ durmamıştı ki, bu kez haberi bile olmadan Erzincan’a tayin edildi. “3 ay sonra bu kez de Erzincan’a tayinim çıktı, şaşırmamak elde değil. Oraya gittim. Sümerbank’ın oradaki fabrikasında 15 gün kadar kaldım, ama baktım olmayacak. Çoluk çocuk Bolu’da hala. Filyos’a bile razıydım neredeyse. Bu kadar uzakta aileme faydam olamazdı. Ben de istifa edip Bolu’ya döndüm. Ama bu 15 günde Erzincan’ı çok sevdim, eğer Bolu’ya komşu olsa kalırdım orada. Orada benimle aynı yapıda bir arkadaşla tanıştım. Mühendis Köksal Tandıroğlu. O da beni çok sevdi, Erzurum’a gittik onunla. Orada da önemli büyük zatlarla tanıştık. Sohbetler falan çok güzel hatıra kaldı bana. Sonra Erzincan’da Abdürrahim Reyhan Efendi diye bir zatı muhterem varmış, ona götürdü beni. İki kez gittik, sohbetine katıldık. Allah dostlarından, kamil insanlardan biriydi. Bende çok derin iz bıraktı. Onun mürşidi Dede Paşa denen bir zat imiş. O vefat edince bu görevi Abdürrahim Reyhan Efendi almış. Kol olarak Nakşi kolu. Dede Paşa’yı siyasiler hep ziyaret ederlermiş. Türkeş, Erbakan, Demirel gibi pek çok kişinin kendisini ziyaret ettiğini söylediler. Daha sonra gördüm ki Türkiye’nin birçok yerinde Erzincani grubu diye anılanlar varmış. Onlar Abdürrahim Reyhan Efendi’nin kollarıymış. Bolu’da da varmış o grup. Ben sohbette bulunduğumu anlatınca bunlar bana çok hürmet ederlerdi o zamanlar. Böyle güzel intibalarla döndüm.”

114


SÜMERBANK’A DÖNÜŞ Dr. Şener Yücetürk, 1978 yılı sonunda Sümerbank’taki görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı. Filyos’un ardından Erzincan’a yapılan sür­ gün canına tak etmiş, çocuklarının geleceğini düşünerek Bolu’ya geri dönmüştü. Ancak ne yapacağını hala bilmiyordu. Bir süre Bolu Çimento Fabrikası’nda geçici olarak çalışmayı düşünüyordu ki, 1979 yılında ken­ disini sürgüne gönderen Bülent Ecevit Hükümeti istifa etti. Yücetürk o günleri şöyle anlatıyor: “1979-80 gibi Demirel iktidara gelince Sümerbank Genel Müdürlüğü’ne DPT’de bulunmuş biri atandı. Bizim akrabalardan eşimin teyzesinin kocası (Mustafa Paçacı) da onu yakından tanıyordu. Hayatım boyunca pek çok yardım gördüğüm Mustafa Paçacı ile birlikte çalışmışlar. Bana, ‘Bir gidelim, durumunu anlatalım’ dedi. Gittik birlikte. Nasıl mağdur edildiğimi anlattım. O da bize, ‘Böyle mağdur olanlar çok var, tayinlerle. İade-i itibar yapıyoruz, siz de mağdur edilenlerdensiniz, eğer arzu ederseniz sizi de eski görevinize iade edelim’ dedi. Ben de kabul ettim. Aslında devlete yeniden girmek istemiyordum. Yeni bir yol çizme arzusundaydım. Ama beni tayin ettiren eski müdür Hüseyin Yücel hala görevde, ona sıra gelmemiş sanırım. Sırf onun görev başında olduğu dönemde dönmüş olmak için görevi kabul ettim.” Dr. Şener Yücetürk, Genel Müdür emriyle yeniden görevine dön­ mesinin ardından kendisini önce Filyos’a, ardından Erzincan’a sürdüren Sümerbank’ın Bolu Müessese Müdürü Hüseyin Yücel’in tavrının nasıl değiştiğini şu şekilde anlatıyor: “Neyse göreve başladım. 10 gün sonra revirdeyim, beni aradı. ‘Doktor bey hayırlı olsun, tebrik ederim, sizinle tekrar çalışmaktan gurur duyuyorum. Ama bir usul vardı, göreve başlanmadan müessese müdürüne gelinir öyle göreve başlanırdı’ dedi. Ben de ona ‘Benim bu gelişimin bir başka özelliği var. Ben sizi bekliyorum, hayırlı olsun demeye, bana gelmeniz lazım’ deyince, hemen geldi. Hayatımda ender rastladığım yapılardan biri karşımda. Nasıl yağ çekiyor bana. Dedim ki ‘Bunları söylemenize gerek yok.’ Birkaç gün sonra grip olmuş bana geldi. Dedim ki; ‘Şu ilaçlar kullanılabilir, ama benim Almanya’dan bir formülüm var, karışım yapıyorum ilaç ve vitaminlerden. Bunu uygularsam memnun kalıyor insanlar. Damardan yapıyorum, belirtileri baskı altına alıyorum. Vücut da kendi hallediyor, bunu uygulayabiliriz’. ‘Hayır’ diyemedi güvensizlik olacağı için, ama terlemeye başladı, neyse yaptık iğneyi, 1 saat sonra aradı ‘Çok iyi geldi’ diye. Bu adam hakkında bilgileri yukarı iletiyoruz, ama adam hala yerinde duruyor. Her döneme uyuyor, gençliğinde duvarlara yazılar yazan, bildiriler dağıtan bir militanmış adam. Ecevit de bunu ödüllendirdi yani. Birkaç yıl daha kaldı, ama tabi sonuçta gitti.”

115


12 EYLÜL’DE BÜYÜK TAKİBAT Şener Yücetürk, idealist bir doktordu. Hayatı boyunca büyük yıkım­ lar ve yokluklar yaşamasına rağmen, yaşama sevincini hiçbir zaman kay­ betmemiş biriydi. İyi bir hekim olmasına rağmen, mesleğini para kazan­ mak için değil, geçimini sağlamak amacıyla yerine getiriyordu. Ağabeyi Emin Acar’dan bu konuda çok şey öğrenmiş, para karşılığı hasta tedavi fikrine her zaman uzak kalmıştı. Çünkü onun ülkesi ve milletiyle ilgili idealist hedefleri vardı. Almanya’dan da ülkesine ve milletine hizmet için dönmüş biriydi. Askerlik sonrası kendisine yeniden Almanya’dan davet geldiği halde bu teklifi kabul etmedi. Doktorluktaki tek amacı ülkesine ve milletine hizmet ederken, ailesinin de nafakasını çıkarmaktı. Ancak büyük ideallerle döndüğü Türkiye’de çoğu kez çalışmasına, işini yapmasına bile müsaade edilme­ di. 27 Mayıs 1960 darbesinden birkaç küçük hadise dışında fazla etki­ lenmemişti. 12 Mart Muhtırası’nı ise Almanya’da olduğu için yakinen hissetmemişti. Ama 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ise soluk alamaz hale geldi. Şener Yücetürk, devlet memuriyetinden ayrılmasına rağmen 12 Eylül’de devletin takibinden kurtulamadığını şu şekilde anlatıyor: “1979 yılında memuriyetten ayrıldım ve Bolu’ya döndüm. Ama işim yok, çalışmam lazım. Bolu Çimento bana ulaştı ve orada geçici olarak çalışmaya başladım. Niyetim geçici bir süre orada çalışmaktı. Tam bu esnada 12 Eylül oldu. O sıralar Bolu Lisesi’nde müdür yardımcılığı da yapan bir arkadaşım vardı. Kırım kökenli bir arkadaşımdı. Onun konuşmalarından istihbaratla ilgili görevleri olduğunu anlardım. Bir gün bana ‘Doktor bey bugünlerde sizi araştırıyorlar. Hareketlerinize dikkat edin. Sizi takip edenler yanlış intiba edinmesinler’ dedi. İhtilalin ardından yaşandı bunlar. Şaşırdım tabi.” 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleşen darbe ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren komutasında Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yöne­ timine el koyarken, darbeye gerekçe olarak ‘Anarşi’yi ve bozulan top­ lumsal huzuru gerekçe göstermişti. Askerler darbenin amacının, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek, demokratik düzenin işlemesine mani olan sebep­ leri ortadan kaldırmak olduğunu savunuyorlardı. Ama Parlamento ve hükümet feshedilmişti. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırıl­ mış, tüm siyasi parti liderleri tutuklanmıştı. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, sokağa çıkma yasağı başla­ mış, yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştı. Ülke yeniden bir karanlık döne­ min içine girmişti. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tama­ men rafa kaldırıldı, takip ve tutuklama furyası başladı. Darbe yönetimi 116


döneminde ‘Resmi rakamlara’ göre 650 bin kişi gözaltına alındı. Bu ki­ şilerden 14’ü cezaevlerindeki açlık grevlerinde, 171 kişi sorgularda ve cezaevi işkenceleri sonucu can verdi. 49 kişi ise idam edildi. 12 Eylül’ün ağır bilançolarından biri ise 1 milyon 683 bin kişinin fişlenmesiydi. Yücetürk birkaç gün içinde MİT’in kendisini hangi gerekçe ile ara­ dığını çözdü: “Bana MİT’in hakkımda araştırma yaptığı bilgisini veren ilk arkadaşım, ‘Seni biri şikâyet etmiş, o şikâyet üzerine takip ediliyorsun’ demişti. Birkaç gün sonra bunun kim olduğunu kendisine sordum ve söyledi. Meğer bu kişi bir cami imamıymış. SEKA Suni Tahta İşletmesi’nde çalıştığım sırada, 50 metre yakınında bir cami vardı. Onun imamıymış meğer beni şikâyet eden. Bu şahıs imamlık yapardı, ama zahiri yapardı. Akşamları lokale gelir, çalışanlarla pişpirik oynar, başkaları bira içer, o da onlarla otururdu. Oradakilerin müstehcen fıkralarına kahkahalarla gülen bir adamdı. Bir de yaşlı anne ve babası vardı, onları evine almaz, o yaşlı insanları lojmanın yanındaki küçük bir kulübede yaşatır, onlara kötü davranırdı. Üstelik kendi ezanı bile babasına okutur, gider çarşıda gezerdi. Mükemmel bir lojmanı vardı. Herkes orada olmak isterdi. Hatta ben öncülük ettim, fabrikanın kalorifer hattından lojmanına kalorifer çektirmiştik. Annesinin hastalığı vardı, ağrıları olduğunda falan koşar giderdim oraya. Ama bu hal ve hareketlerinden dolayı kimse sevmezdi onu. Bu nedenle genelde sadece cuma günleri gidilirdi onun görev yaptığı camiye. Bir gün yeni müftü gelmiş camiyi kontrole. Benim müftünün gelişinden haberim bile yok. Tabi her yer pislik içinde; kızmış buna, azarlamış. Bu arada, madem buraya kadar geldik ‘Şener Bey bize hayırlı olsuna gelmişti, bizde bir iade-i ziyaret yapalım’ demiş. Bana geldiler. Tabi imam da yanlarında. Müftü beyle bizim ne kadar samimi sohbet ettiğimizi gördü, kendisini sevmediğimizi de biliyor. Tesadüf bu ya bir hafta sonra imamın tayini Göynük’ün ücra köylerinden birine çıktı. Tabi rahatı bozuldu. Çok üzüldü. Müftü ile samimiyetimizi gördüğünden bu olayı benim yaptırdığımı düşünüyor. Meğer imamın ağabeyi deniz yüzbaşısı imiş. O zaman sıkıyönetim vardı. Bolu Marmara Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlıydı. Oramiral Zahit Atakan sıkıyönetim komutanıydı, onun yüzbaşısıymış. Ona söylüyor bizim imam, ‘Bu adam yobazdır, mason, Atatürk, devlet düşmanıdır’ diye beni anlatıyor. Ağabeyi de sıkıyönetim komutanına iletiyor. Meğer onun emri üzerine MİT beni araştırmaya başlamış.” Sahtekâr bir imamın şikâyeti üzerine tahkikata uğrayan Şener Yü­ cetürk, devlet ve millet düşmanı olmadığını kanıtlamaya karar verdi. Arkadaşlarının ve dostlarının tavsiyelerine uyarak her sabah gazete ba­ yisinden aldığı bir demet gazete ile Menekşe Oteli’nin lobisine gidiyor­ du artık. Komik bir durumdu. Ama yapacak fazla bir şey yoktu. Çünkü o yıllar, kimsenin derdini yetkili makamlara anlatabildiği yıllar değildi. 117


“Arkadaşların tavsiyelerine biraz uydum. Menekşe Otel’inin lobisine otururdum hafta sonunda, gazete bayisinden bir deste alır, tek tek okurdum. Cumhuriyet gazetesi ve başka dergileri de görünür bir yere koyardım. Yaklaşık 1 yıl kadar bu durum böyle sürdü. Sonunda ilk söyleyen arkadaşım, ‘Senin hakkındaki raporu benden istediler’ dedi. Ondan sonra bu iş kapandı.”

2014’TE DOKTORLUĞA VEDA ETTİ Dr. Şener Yücetürk, 1979 yılında tekrar döndüğü Sümerbank Bolu Suni Tahta İşletmesi’nde iş yeri hekimi olarak 1995 yılına kadar görev yaptı. 24 Ekim 1995’te özelleştirilen Sümerbank, 103.4 milyon dolara Hayyam Garipoğlu’na satıldı. Sümerbank’ın özelleştirme kapsamına alınmasıyla birlikte Dr. Şener Yücetürk’ün bağlı olduğu birimler SEKA’ya devredildi. Böylece Yücetürk, SEKA personeli oldu. Bir yıl sonra SEKA’nın Balıkesir Müessesesi’ne tayini çıktı ve oradan 1996 yılında emekli oldu.

Görev başında, 2014

“Sümerbank’ta doktor olarak emekli olana kadar çalıştım. 1996 yılında emekli oldum. Çünkü kalabalık bir ailem vardı, onun için ayrılmadım Bolu’dan. Çocuklarla ilgileniyorum, iyi yetişmeleri, iyi okullarda okumaları lazım. Ama emekli olmama rağmen çalışmak zorundaydım. Çünkü çocuklarım okuyordu. Çalışma hayatıma İşyeri Hekimi sertifikamla devam ettim. Abant Turban Otel’de 4 yıl, Beypiliç’te de 2014 yılı eylülüne kadar çalışmaya devam ettim. Şöyle bir hesap ettim mesleğimde 54 yıl çalışmışım. Ta ki 118


2014 eylül ayında bir mide ameliyatı geçirene kadar. Bu ameliyatla artık çalışma hayatıma son verdim. Bir şeyin farkına vardım. Artık vaktinde işe gitmek gelmek telaşından kurtulmuştum. Serbesttim, zamanımı istediğim gibi kullanabilir, yapmak isteyip de yapamadığım şeylere yönelir, özlediğim, inandığım davama daha iyi hizmet edebilirdim. Nihayetinde bizim hizmetlerimiz tamamıyla Allah’ın rızasını kazanmaya matuftur. Artık sosyal faaliyetler, sivil toplum kuruluş faaliyetlerinde bulunmak, çeşitli vakıf faaliyetlerine, konferanslara, sohbetlere katılabilmek, gençlerle beraber olup, milli ve memleket meselelerimiz üzerine konuşmak, emperyal sömürgeci güçlerin ülkemiz üzerindeki emellerini ve tarih boyunca bize olan düşmanlıklarını gençlere anlatmak, bu heyecanı yaşamak, hissettirmek ve gençlerle bu ülkenin nasıl idealist gençleri olmaları gerektiğini konuşmak, onlara iyi yetişmeleri konusunda destek olmak... gibi faaliyetler beni de canlandırıyordu. Yeniden doğmuş gibiydim. Meslek hayatımda meğer ben bir kafesteymişim. Bu faaliyetlere yönelemiyordum. Bana bu fırsatı verdiği için Allah’a hamd ediyorum.‘’ Şener Yücetürk, 1972 yılında evlendikten sonra 6 çocuk babası oldu. Her bir çocuğunun onun gözünde yeri ve önemi ayrıydı. Onların okuması ve iyi birer insan olmaları için gecesini gündüzüne kattı yıllar boyunca. Çocuklarımdan uzak kalacağım diye Erzincan’daki görevin­ den bile istifa etti.

Torunları Nur, Saliha, Ahmet Kerem, Hilal

Şener Yücetürk, hayatı boyunca torpil fikrinden nefret etti. Kendi­ sine kimsenin torpil yapmasını istemedi. Sadece hak ettiğinin verilme­ 119


sinde ısrar etti. Çocuklarının iyi bir eğitim alabilmesi için de tıpkı babası Ressam Mehmet Yücetürk gibi pek çok fedakarlık yaptı.

VAKIFLARA ADANMIŞ HAYAT Dr. Şener Yücetürk, yetişme tarzı itibariyle hayır işlerine tutkun biriydi. Hele hele Dr. Emin Acar ile yol arkadaşlığı yaptıktan sonra bu hasletleri daha da artmıştı. 1979 yılında Erzincan’a sürgün edilmesi üzerine Sümerbank’tan istifa edip Bolu’ya döndüğünde bir arkadaşı ile birlikte ‘Hayır Hizmetleri Vakfı’ adıyla bir vakıf kurdu. Amaçları darda olana, zorda kalana yardım etmekti. Tabii ki eğitim faaliyetleri de öncelikleri arasındaydı. Sonraki süreçte Dr. Emin Acar ile birlikte Tokadi Hayrettin Vakfı’nın kuruluşunda yer aldı.

Orman ve Su İşleri Bakanı Prof. Veysel Eroğlu ve Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz ile Tokadi Hayrettin Hz. türbe ziyareti, 2013

Şener Yücetürk, ağabeyi Emin Acar’ın seyahatleri sırasında çok defa Akçakocalı meczup Mustafa Şaban’a birlikte uğradıklarını anlatırken şu bilgileri veriyor:

120


“Bolu’ya geldiğinde çoğunlukla, ‘Akçakoca’ya da gidelim’ deyip, Mustafa’yı da ziyaret ederdi Emin ağabey. Bizim bile anlamakta zorluk çektiğimiz şifreli mesajlar olurdu ikisi arasında. Emin ağabey, ‘Ben ondan o kadar çok şey öğrendim ki’ derdi, bazı bilinmeyenleri o söylermiş. Örneğin, ‘Bu Sovyetler yıkılacak, büyük devletlerden korkulur, bu Özal’ı vururlar’ dermiş değişik zamanlarda. 1980’lerden sonra merhum Turgut Özal başbakan olduktan sonra bir gün, ‘Sen Özal’ı tanır mısın?’ diye soruyor. Emin ağabey de ‘Tanırım’ deyince, ‘Git ona söyle, onu vururlar Allah’a sığınsın. Büyük devletlere fazla yanaşmasın. Şunu da ona ver’ demiş. Kendisi Arap harfleriyle bir metin yazmış, o da Özal’a vermiş onu. Özal’a verirken de ‘Sakın kimseye okutmasın’ diye tembih etmiş. Emin ağabey de bir vesile ile eline sıkıştırmış Özal’ın. Özal da uzun süre avucunun içinde saklamış o kâğıdı.’..” Tokadi Hayrettin Vakfı’nın faaliyetlerinin ardından Yücetürk, İlim Yayma Cemiyeti’nin Bolu Şubesi’nin kuruluşunda yer aldı. Emekliye ay­ rıldıktan sonra ise ömrünü bu vakıf ve derneklere adadı. “İstiyoruz ki inançlı bir gençlik yetişsin; onlara destek olalım. Sahipsiz kalırsa fazla bir şey alamadan mezun olup hayat karşısında eğilecekler. Ama sağlam bir maya olursa, hem kendilerini ayakta tutar hem de devletimize faydalı olurlar. Böyle nesillere ihtiyacımız var. Tarihimizi çok iyi bilmeliyiz. Bilhassa Birinci Dünya Savaşı öncesini ve sonrasını çok iyi bilmek ve bunları gençlerimize anlatmak zorundayız. Ders almalıyız. Biz bu vatana ayak bastığımız günden beri bizi bölmek, parçalamak, zayıf düşürmek, kendi yörüngelerinde tutmak istiyorlar. Osmanlı bunlarla 650 sene baş etti. Asimile olur, tarihimizden, kültürümüzden vazgeçersek bunu başarmış olacaklar.” Yücetürk, vakıf çalışmalarında en büyük haz kaynağının milli ve manevi değerlerine bağlı nesillerin ortaya çıkması olduğunu anlatırken, gençlik yıllarında bünyesinde bulunduğu Milli Türk Talebe Birliği’nin ortaya koyduğu çabaların meyvesini nasıl verdiğini şu sözlerle ortaya koyuyor: “Milli Türk Talebe Birliği bir sığınaktı. Nitekim bu çalışmalar yıllar sonra semeresini verdi. Bu çatı altında yetişenler memleketlerine, devletimize hayatın her alanında faydalı çalışmalar yapıyorlar. Devlet hizmetinde Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan bu çatıların ortaya çıkardığı insanlar. Mensup olduğumuz topluma ve bu toplumun milli ve manevi değerlerine sahip, bu değerlere katkıda bulunabilecek gençlerin yetişmesi için maddi ve manevi desteklerde bulunmak, yurtlar, burslar, konferans ve seminerler vermek, şahsiyetli, milli ve manevi değerlere bağlı idealist, davasına bağlı gençlik yetiştirmek için azami çaba içinde olmalıyız. Yeni ve büyük Türkiye’yi ancak böyle kurabiliriz. Hep olduğu gibi şimdi de coğrafyamızı, Ortadoğu’yu, İslam dünyasını yeniden parçalamak istiyorlar. Hedefleri 100 yıl sonra Türkiye’nin yeniden elini kolunu bağlamak, sesini kısmak. Ama başaramayacaklar. Başaramadılar da. Küllerimizden 121


bin kere dirildik, yeniden diriliriz. Türkiye’yi batıramazlar. Türkiye batarsa deniz taşar’ diyor ya İlber Ortaylı Hoca; bunu anlamaları gerekiyor batılıların…”

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile, Bolu Gazelle Otel - 2012

SİYASETE NEDEN GİRMEDİ? Dr. Şener Yücetürk, daha öğrencilik yıllarından itibaren siyasi duru­ şunu netleştirmiş, yelpazenin sağında bir hayat sürmeye karar vermişti. Üniversitede tanıştığı ağabeyleri aracılığı ile idealist bir Türk milliyetçisi, samimi bir Müslüman olmaya çalıştı. Milli ve manevi değerlere önem veren her türlü kuruluştan yanaydı. Ancak hiçbir zaman siyasetin çetrefilli koridorlarına girmeyi düşünme­ di. Yücetürk, bu kararının gerekçesini şu şekilde açıklıyor: “Almanya’da Türk Birliği’ni kurduktan sonra askerlik için Türkiye’ye döndüm. Ülkeme ve milletime hizmet etmek için bir daha geri dönmeyi düşünmeden buraya geldim. Askerlik bitince Almanya’daki federasyona dönmemi istedi arkadaşlar. Milli Görüş artık büyüyor. Almanya dışındaki ülkelerde de varlığını hissettiriyordu. Koca bir teşkilat oldu. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı oldu. Sonra Avustralya’ya, Kanada’ya, ABD’ye kadar uzandı. 2018 yılında Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın 50. kuruluş yılı. Almanya’daki kutlamalarına davetliyim.” 122


AİBÜ Mimar ve Mühendislik Fakültesi açılışında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile - 2006

Fotoğrafın arka yüzünde Erdoğan’ın imzalı yazısı

123


İstanbul İl Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan Bolu’da verdiği bir konferans sonrası Milli Gençlik Vakfı ziyaretinde. Önde M. Şener Yücetürk.

BABASI MEHMET YÜCETÜRK’ÜN ÖLÜMÜ Şener Yücetürk, ölümlerle yoğrulmuş ve sınanmış bir hayat sürdü yaşamı boyunca. Daha lise yıllarında annesi Hatice Hanım’ı 41 yaşınday­ ken kaybetti. Ardından kendisinden sadece 3 yaş büyük ağabeyi Alper’i. Her iki ölüm de hayatının ilerleyen yıllarında derin izler bıraktı. Babası Mehmet Yücetürk, Türki­ ye’nin yetiştirdiği büyük ressamlardan biriydi. 1930 yılında Şener ve Alper’in anneleri Hatice Hanım ile mutlu bir ev­ lilik yapmıştı. Henüz 18 yaşında ortao­ kul son sınıfta okuyordu evlendiğinde. Daha sonra eşi Hatice’nin kardeşi Zey­ neti, kardeşi Mustafa ile evlendi. Ve iki kardeş iki kız kardeş ile evlenmiş oldu­ lar. Mehmet Yücetürk 1954 aralık ayın­ da eşi Hatice’yi kaybetti. Ve 2 yıl sonra 44 yaşında iken ikinci eşi Fatma Hanım ile evlendi.

Mehmet Yücetürk’ün adının verildiği Sanat Merkezi’nde babasının fotosunun önünde 124

Mehmet Yücetürk, 1967-1970 yıl­ ları arasında Bolu Devlet Güzel Sanat­ lar Galerisi’nde müdürlük yaptı ve bu­


radan emekli oldu. Ve emekliliğinin büyük bölümünü resim çalış­malarına ayırdı. Ancak 30 Ocak 1992’de Ankara’ya bir ziyarete giderken Kazan ilçesi yakı­ nındaki bir trafik kazasında eşi Fatma Hanım ile birlikte hayatını kaybetti ve Salıbeyler köyündeki aile kabris­ tanına defnedildi. Mehmet Yücetürk hayatını kaybettiğinde 79 yaşındaydı. Babası öldüğünde Sümerbank’ta iş yeri hekimi olarak görev yapan Şe­ ner Yücetürk, hayatındaki üç önemli insanın ölümlerine tanık olmuş bi­ riydi artık. Kaderi onu bir kere daha ölümle sınamıştı. Ancak o tevekkül sahibi, inanç sahibi biriydi.

‘‘MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN NÜVESİNDEYDİM’’

Mehmet Yücetürk’ün fırçasından ortaokul yıllarında oğlu Alper Yücetürk’ün portresi

Dr. Şener Yücetürk, 1961 yılında ayak bastığı Almanya’da, 1970’li yıl­ larda yaptığı örgütlenme ile bu ülkedeki Türk işçi ve gençlerini Almanya Türk Birliği şemsiyesi altında toplamış biriydi. Ve bu yapı, Almanya’daki tüm şehirlerde örgütlenmesini tamamlamış bir yapıydı o görevi devre­ dip Türkiye’ye döndüğünde. Türk Birliği şemsiyesi altında kendisini sağ siyaset içinde gören her kesimden insan vardı. Ancak böyle bir örgütlenmeyi tetikleyen travma Türkiye’deki siyasi gelişmelerle başladı. Şener Yücetürk, o süreci şu şe­ kilde anlatıyor: “Biz Almanya’da o günün şartlarında refleks olarak, inançlı insanları ayakta tutmak adına bu işlere başlamıştık. 12 Mart sonrası solcular Türkiye’den kaçıp gelip Almanya’da propagandaya başlayınca başladık bu işe. O medeniyet içinde vatandaş kaybolmasın ve sol hareketlere destek vermesinler diye başladık. Biz Hannover Braunschweigh’te başladık bu işe. O zamanlar 70 kadar Türk öğrenci vardı orada. Hannover Braunschweigh Türk Birliği dedik adına. Berlin, Köln, Hamburg Türk Birlikleri derken Almanya Türk Birliği’ne giden yol ortaya çıktı. Buradan da Almanya Milli Görüşü’nden Avrupa Milli Görüşü’ne doğru gelişti bu hareket.” Peki, böylesine büyük bir hareketin sosyolojik alt yapısı nasıldı? İşte orada göz yaşartıcı ve bir o kadar dramatik bir hikâyenin saklı olduğunu anlatıyor Dr. Yücetürk: 125


“Avrupa Milli Görüş Hareketi’ni çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Başından itibaren bakıldığında, kuruluş gerekçeleri, hedefi ve tekamülü ile çok önemli tarihi ve sosyolojik bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Türklerin Avrupa’ya gidişi bu defa farklıydı. Kitle halinde ve işçi olarak gittiler. Fakirlikten kurtulmak istiyorlardı. Türkiye yeteri kadar kalkınmamıştı. Almanya ise 2. Dünya Savaşı’ndan sonra silkinmiş, büyük bir kalkınma hamlesi içindeydi. İşçi ihtiyacı çoktu. Bunu dışarıdan temin etme yoluna gittiler. Yugoslavya, Yunanistan, İtalya, İspanya, Türkiye gibi ülkelerden işçi aldılar. Türk hükümeti 1962 yılında yüz binlerce vatandaşımızı Almanya’ya gönderdi. Bu gidişle birlikte Anadolu’nun evlatları Fransa, Hollanda, Belçika, Danimarka, İsveç ve Avusturya gibi Avrupa ülkelerine de dağıldı. Yeni bir macera başlamıştı. Ayrı bir kültür, ayrı bir dinin yaşandığı diyarlara düşmüşlerdi. İlk defa bu kadar çok insan bu kadar uzak diyarlara gelmişti. Şaşkındılar. Bazıları, ‘Buraları dünyanın arka tarafları mı?’ diye soruyorlardı. Çoğu ilkokul mezunuydu. Hatta bazıları Almanya’ya gidebilmek için öylesine ilkokul diploması edinmişti. Caddeler, büyük büyük kiliseler, ışıklı, göz alıcı vitrinler, büyük alışveriş merkezleri vs. Buralar göz kamaştırıcı ve zenginlik içindeydi. Almanlar bizimkilere hayretler içinde bakıyordu. Dil bilmedikleri için el kol işaretleri ile anlaşıyorlardı. Almanlar dertlerini bile anlatmaktan yoksun Türk işçileri en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Kendilerinin yapmak istemedikleri işlerde... Kanalizasyon, lağım, çöp toplama vs. İlk nesil çok zorluk çekti. Çektikleri çileler roman dolusu olur. Ben de tam işçilerimizin akın akın gelmeye başlamasından kısa süre önce 1962 yılında gitmiştim. Ama onlardan farklı bir konumdaydım. Doktor olarak hastanede çalışıyor, ihtisas yapıyordum. Dil problemim pek yoktu. Sayıları her geçen gün artıyordu, problemleri de. Türk hükümeti bunları vagonlara doldurup gönderiyordu. Ama bu vatandaşların orada ne problemleri olabilirdi diye düşünen yoktu. Onlara döviz getiren makine gibi bakıyorlardı. Kötü yönettikleri ülke ekonomisine bir destek alırız gözüyle bakıyorlardı. Elçilikler, konsolosluklar yeteri kadar ilgilenemiyorlardı. Çoğu monşer idi. Daha sonraları ‘Türk Danış’lar oluştu. Ama bir problem vardı ki, onun üzerinde duran yoktu. Avrupa’daki Türk evlatları bu kültürün içinde eriyecekler miydi? Burada asimile olup, kendi kimliklerini kayıp mı edeceklerdi? İşte her Türk evladının kendi iç dünyasında yaşadığı ve en önemli acı yansımalarıyla dışa vuran en önemli problem bu idi. Müslüman bir Türk evladı kendini burada nasıl muhafaza edebilirdi? Az sayıda olan bazıları için böyle bir problem yoktu. Bunlardan, ‘Ben İslam’ı gümrükte bıraktım. Lazım olursa tekrar gümrükten alırım’ diyenler de vardı. Bu cümle çok tehlikeli bir anlam ifade ediyordu.’’ Avrupa Türk Birliği , daha sonraki adıyla Avrupa Milli Görüş Teşki­ latı idealist amaçlarla Şener Yücetürk ve birkaç arkadaşı tarafından ku­ rulmuştu. Ancak Türkiye’deki siyasi rüzgârların bölünme ve ayrışmaları beraberinde getirmesiyle birlikte Türk Birliği şemsiyesi altından kaçan gruplar ve cemaatler de ortaya çıktı. 126


“Tanıdığımız, bizim gibi düşünen insanlarla yola çıktık. Başka kimseyle de irtibatımız yoktu. Bulunduğumuz ortamda 5-10 bin Türk vardı. İçlerinde inançlı yapıda çok sayıda insan vardı. Solcuların hareketine tepki duyuyorlardı bunlar. İki kişi başladık, sonra 10 kişi falan olunca dernekleştik. Gittikçe sayı arttı. Sadece inançlı insanlar kaybolmasındı amacımız. Sonuçta o çevrede toplu olarak Türklerin kaldığı yerlerde kendimizi anlatıyorduk. Biz çoğaldık, hatta solcuları oraya sokmamaya başladı oradaki bizim yandaşlarımız. Berlin, Hamburg, Köln gibi büyük şehirlerde insanlarla bir araya gelip Türk Birliği’nin şubelerini kurduk. Biz merkez olduk. Sonuçta Almanya Türk Birliği oluştu. Çok büyük iltifat gördük. Siyasetle ilgimiz yoktu. Biz, ‘Milli şuur, Türk olarak, inancımızla, tarihimizle, ahlakımızla ayrı bir yapıya sahibiz. Batılılar gibi olamayız’ konularını işledik. Orası kaygan bir zemin, alkol, kadın vs. bir sürü şey vardı insanları cezbeden. Buna tepki duyanlar bizimle beraber oldu. Biz şu gruptan veya bu gruptan olmayalım. Sadece Türk Birliği olalım, yani birlik olalım istedik. Onun adı böyleydi. Bizim çatımız altında Süleymancılar, Nurcular gibi bir sürü grup vardı. Böyle olması da lazımdı.” Şener Yücetürk, Türk siyasetinin çalkantılı olduğu dönemlerde bir­ lik içinde ayrışmalar olduğunu anlatırken, Türkiye’ye kesin dönüş yap­ mış olmasına rağmen bu ayrışma sırasında kendisine yeniden birliği toparlaması konusunda teklifler yapıldığını, ancak bu teklifleri geri çe­ virdiğini söylüyor: “İlk başta Türk Birliği içinde tam bir uyum vardı. Ama Türkiye’deki sistem bunların içine girerek birbirine düşman etti. 25 bin üyeye ulaşmıştık Almanya’da. Büyük bir güç oluşturduk yani. Ama ben askere gelmek zorunda kaldım. 1973 kasım ayında Türkiye’ye döndüm. Ben dönünce, 197475 gibi bizim birlik Türkiye’deki siyasi ayrışmaya paralel olarak bölündü. 3 ana gruba ayrıldı. Önce Nurcular, Süleymancılar ayrıldı. Türk Birliği büyük grup olarak kaldı. Bu kalan Türk Birliği Türkiye’deki siyasi görüşe uymak için kendilerine ‘Milli Görüş’ dedi. Yani ben de Milli Görüş’ün nüvesindeydim. Almanya Milli Görüş oldu, Türk Birliği ismi bitti. Böyle önemli bir şey olacağını bilmiyorduk. Burada Milli Görüş’ün içine de girmedim ben. Memuriyet falan vardı. Ama siyasete de kendi isteğimle girmedim...”

‘‘BOLU HER ŞEYİN BOL OLDUĞU YERDİR’’ Dr. Şener Yücetürk, ağabeyi Emin Acar’ın izinden giden aydın bir hekim. Dünya gündemine de, ülke sorunlarına da vakıf biri. Hemen her konuda okuyan, araştıran ve sorgulayan bir yapısı var. Bu nedenle pek çok konuda önemli araştırmalar yapmış, bilgiler edinmiş biri. Türk tari­ hi ve İslam tarihi konularında ciddi araştırmalar yapmış, tezler ortaya koymuş. Örneğin bunlardan bir tanesinde doğup büyüdüğü toprak­ ların adını gösteriyor. Bunu gösterirken de Türk aydınları ve tarihçileri arasındaki dünya görüşü farklılıklarına dikkat çekiyor. Pek çok tarihçi 127


Bolu’nun adının Yunanca ‘Polis’ten geldiğini savunurken, o bu görüşe katılmayanlardan biri. “Bolu aslında bir şeyi bol olan memleket manasındadır. Anadolu’da, İnebolu, Gelibolu, Hayrabolu var. İnebolu inişi bol olan yer. Gelibolu geleni bol, Çanakkale’ye gelenlerin ilk ayak bastığı yer. Japonların hacca gidenlere sattıkları pusulalarda Bolu’nun adı Çambolu olarak geçiyor. Orta Asya’da da bolu ve bololu kelimeleri var. Erkan Tüzün vardı, o ‘Polis’ten geldiğini savunmuştu. Türkiye’de kültür ve sanatta iki grup var kabaca. Örneğin Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Fakir Baykurt gibi bir zümre var. Bunlar Anadolu’nun bugünkü medeniyetinin Grek ve Hititlere dayandığını savunuyor ve ısrarla üzerinde duruyorlar. Burada Anadolu’nun Türkmenler tarafından yurt yapılışı, bir anavatan haline getirilişi, 1000 senedir İslam yurdu haline getirilişi, kültürü, örfü ve sanatıyla ana medeniyet olarak kabul edilmesini istemeyenler var. İnönü ve Atatürk devrinde de Yunan klasikleri, Batı klasikleri çevrilmiştir. Ancak Demokrat Parti iktidarında Tevfik İleri zamanında (DP) Şark klasikleri çevrilebilmiştir. Doğu ve Batı klasiklerinin her ikisinden de alınacaklar vardır, alınmayacaklar vardır. Ancak tek birini topluma dayatırsanız bu yanlış olur.” Cumhuriyet’in ilk yıllarında İslam kültürüne karşı oluşan alerji se­ bebiyle kültürel konularda pek çok hatalar yapıldığını anlatan Dr. Şener Yücetürk, Bolu’nun adının Yunanca ‘Polis’ sözcüğünden geldiğini iddia eden tarihçileri gibi devrin yöneticilerinin de benzer yönde adımlar at­ tığına dikkat çekiyor: “Gerede Esentepe’nin esas ismi Ramazan Dede’dir. Atatürk Bolu’ya seyahati sırasında Gerede’de karşılanıyor. Kendisine yemek ikram ediliyor. Rüzgâr çok güzel estiği için buranın adını soruyor, ‘Ramazan Dede’ cevabını alıyor. ‘Kim o?’ deyince Selçuklulardan bir komutan ve alim bir zat olduğu cevabını alıyor. Bütün Gerede’ye hâkim bir tepe orası. Atatürk buranın adı bundan sonra ‘Esentepe’ olacak diyor, adı öyle kalıyor. Sonra gelirken Yeniçağa’nın adı o zamanlar Reşadiye. Orayı görüyor ve buranın adı ‘Yeniçağa’ olacak diyor. Oranın adı da Yeniçağa oluyor. Eskiçağa gölün öbür tarafının adıdır. Sultan Reşat oradan geçerken ihsanlarda bulunduğu için o isim verilmiş oraya.” Yücetürk, asıl büyük eleştirisini ise Cumhuriyet’in kurucu kadroları­ nın o yıllarda Batılı devletlerin tuzağına düşüşüne yapıyor: “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir fetret devri yaşayan toplumumuzda kimlik sorunu yaşayan bir insan profili yetişmiştir. Batıdan modern Türkiye yaratmak iddiasıyla, milli ahlak ve sosyal yapıya uymayan, dinimize, inancımıza ters değerler zorla benimsetilmek istenmiştir. Böylece çarpık bir toplum yapısı oluşturulmuştur. Bizi batılı gibi yaşatmak isteyenlerle, kendi inancına, dinine, öz değerlerine bağlı olanlar arasındaki kimlik kar128


gaşası toplumumuzda, hatta aile içinde huzursuzluğa ve yozlaşmalara sebep olmuştur. Bugün dahi bunların acı sonuçlarını yaşıyoruz. Hedefsiz, gayesiz, çıkarcı, kendi menfaatini öne alan, moral değerlerden yoksun, öz dokumuza, tarihimize, milli ve manevi değerlerimize yabancı bir gençlik yetişmiş. İşte bu yapıyı düzeltmemiz gerekiyor. Düzeltmemiz gerekiyor ki; millete, vatana ve bütün insanlığa hizmeti ön plana alan, çalışkan, dürüst, merhametli, özverili, hak ve hukuka bağlı, haramlardan uzak bir gençlik ve toplum ortaya çıksın. İşte bizi biz yapan değerlerimiz bunlardır. Hedefimiz bu olmalıdır. Kurtuluşumuz da buradadır.” Şener Yücetürk’ün Bolu köyleri hakkında da Salih Zeki Kutucuoğlu’ndan nakille anlattıkları var. Yücetürk bu konuda da şunları söylüyor: ‘‘Salih Zeki Bey’in ifadesine göre, Bolu merkez köylerinden Kılıçaslan köyü adını Selçuklu 4. veya 5. Kılıçaslan’dan almış. Orada ikamet etmiş. Bundan dolayı bu köye yakınlara kadar halam Urumşahlar derdi. Yani Rumşahlar. Anadolu’nun önceki adı Diyar-ı Rum idi. Rum diyarının şahı anlamında (Mevlana Rumi gibi.) Bu köyde bir türbe vardır, halen Kılıçaslan köylüleri her sene eskiden beri burada medfun mübarek bir zatı mevlidler, ve Kur’an okuyarak, yemek ve pilav ikramı ile anma günü tertip ederler. Araştırılması gerekir. Belki de bu zat 4 veya 5. Kılıçaslan’dı. Bir de Çivril köyünün yukarısında halkın Kurtubi adıyla andığı bir yer vardır. Oradaki büyük mezar Salih Zeki Bey’e göre Kurtaba adında bilge kumandana aitmiş. Diğer birkaç mezar da Milli Mücadele yıllarında Bolu isyanında vefat eden ulemadan kişilere ait olduğu biliniyor. Şunu ifade etmek istiyorum; Bolu ve ilçelerinde daha o kadar çok araştırılarak gün yüzüne çıkarılması gereken tarihi mekanlar, şahsiyetler var ki; umarız üniversitemizin yetiştirdiği araştırmacılar araştırmaları yaparlar. Bu toprakları bize vatan olarak bırakanların varlıkları bu vatanın tapusu üzerine basılmış birer mühür olur.’’

BOLU İÇİN ÜNİVERSİTE ÇABALARI Bolu’ya ilk kez 1984 yılında Gazi Üniversitesi çatısı altında bir yük­ sekokul açıldı. Adı İdari ve İktisadi Bilimler Yüksekokulu idi. O günlere ilişkin şunları hatırlıyor Yücetürk: ‘‘Gazi Üniversitesi’nin rektörü Şakir Akça bir defasında Bolu’ya gelmişti. Doktor Emin Acar ağabeyin de Bolu’da olduğu günlerden birinde buluştular. Birbirleri ile çok samimi dosttular. Yanlarında ben de vardım. Şakir Bey de benim mezun olduğum Kabataş Lisesi’nden mezundu. Emin Acar ağabey ona Gazi Üniversitesi olarak Bolu’da fakülteler açılabileceğini söylüyordu. Orman, ilahiyat veya ziraat fakültesi gibi. Şakir Bey de ‘İnşallah’ cevabını veriyordu. Bolu’ya üniversite konusunun 1984’lerde bu iki kişi arasında böyle dillendirildiğinin ilk şahidi de ben oldum. 129


İktisadi ve İdari Bilimler Yüksekokulu’nun başına Erzurum Üniversitesi’nin 3 kurucu hocasından biri olan Prof. Orhan Türkdoğan gelmişti. Bolu’ya gelmeyi kendisi isteyen Orhan Hoca Türkiye’nin sayılı sosyologlarındandı. İstanbul’da öğrencilik yıllarımda bizlere ağabeylik yapan Ömer Kasımoğlu benden bahsettiğinden kendisi ile tanıştık ve Bolu’da kaldığı 10 yıl boyunca Orhan Hoca ile çok yakın olduk. Orhan Hoca Bolu’ya mutlaka bir üniversite açılmasının şart olduğunu dile getirir ve bunu şöyle gerekçelendirirdi: ‘Batı Karadeniz Bölgesi Sovyet Rusya’ya karşı bir yumuşak karındır. Bu komünist sisteme karşı burayı güçlendirmek lazımdır. Ekonomisiyle, sosyal yaşamıyla, halkıyla, milli ve manevi değerlerimizle. Bu da en başta bir üniversite ile olur. Üniversite bir beyin olur, bölgeyi inceler, kalkınma için projeler hazırlar ve devlete sunar, halkıyla bütünleşir.’ Neticede bu fikrini yazılı bir gerekçe hazırlayarak devlete sundu, sanki hoca Bolu’ya bir üniversite kurma misyonuyla gelmişti. Ve sonuçta Bolu’ya bir üniversite kurma kararı çıktı. Bu karar çeşitli aşamalardan sonra gerçekleşti ve 1992 yılında büyük bir törenle açıldı. Burada Orhan Hoca’mızı hürmetle anıyorum. Hoca’nın yanında Şakir Akça ve Emin Acar da memleketimize büyük bir hizmette bulunmuşlardır. Bu arada üniversitenin açılışında Ahmet Baysal ve Orhan Hoca arasında geçen bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Orhan Hoca açılışta Ahmet Baysal’ı hizmetlerinden dolayı kutlarken, ‘Ancak bir eksiği var’ dedi. Ahmet Bey ‘Nedir?’ diye sorunca, ‘Cami, siz dünyaya açık bir insansınız. Avrupa’da, Amerika’da hiç kilisesiz üniversite gördünüz mü? Bizde de Erzurum Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi, ODTÜ gibi üniversitelerde hep camiler var’ cevabını verdi. Ahmet Baysal da düşündü, hocanın haklı olduğunu söyledi ve bunu hemen vakfın yatırım planına alacağını söyledi. Ben ikisi arasında geçen bu konuşmanın tek şahidi idim ve çok sevindim. Üniversite’nin ilk rektörü Kemal Güçlüol idi. Milli Eğitim Bakanlığı’nda da Ecevit Hükümeti sırasında müsteşar yardımcılığı yapmış. Aradan 1-2 yıl geçmişti ve Orhan Hoca’nın tayini çıkmıştı 1994 yılında Gebze Teknoloji Üniversitesi’ne, ama camiden ses seda yoktu. Namaz kılanlar bodrum katlarda, gazete vs’ler üzerinde namaz kılmaya çalışıyordu. Cuma günü de namaz için civardaki Karaköy, Yumrukaya, Hamidiye gibi köylere gitmeye çalışıyorlardı. Karda, kışta, yağmurda çok zorluklar çekiyorlardı. Sıkıntı had safhaya gelmişti. Cami yapılmıyordu, tenis kortu, jimnastik salonu gibi vs. ihtiyaçlar giderilmeye çalışılıyordu. Nihayet problem Bolu halkına yansıdı. Bolulular Hamidiye köyü yakınlarında üniversite arazisine bitişik bir arsa aramaya başladılar ve üniversiteye cami yaptırma derneği kurmayı düşündüler. Külliye şeklinde bir cami düşünülüyordu. Bu sırada İzzet Baysal Vakfı’nın Genel Sekreterliğini yapan Mustafa Yaman Bey’in teklifi ile imza toplanarak oluşturulan dilekçe İzzet Baysal’a gönderildi. 4 bin imzalı, isimlerin ve adreslerin bulunduğu bu dilekçede vakfın camiyi yaptırmaması durumunda dernek olarak yaptırılacağı belir130


tiliyordu. Son cümlesinde ‘‘Eğer İzzet Baysal Vakfı bu camiyi yaptırmazsa, biz Bolulular olarak üniversiteye cami yaptırma derneği kurarak bunu gerçekleştireceğiz’’ ifadeleri kullanılıyordu. Rahmetli İzzet Bey, mektubu götüren heyetin yanında dilekçeyi 3 kez okuyor ve ‘Tabi ki biz yaptırırız’ diyor. Allah razı olsun 8 ay gibi kısa bir sürede cami yapıldı ve hizmet veriyor.’’

‘‘TOLSTOY VE GOETHE MÜSLÜMANDI…’’ Şener Yücetürk’ün tarih ve dini konulardaki araştırmaları sadece Bolu’nun adıyla sınırlı değil. Hayatını Allah yolunda iyi bir kul olabilmek ve iyi kullar yetişmesini sağlamak için adayan Yücetürk, pek çok ünlü ismin bilinmeyen geçmişlerine de kafa yormuş uzun yıllar boyunca. Bu yönüyle ağabey diye hitap ettiği merhum Emin Acar’dan pek farkı yok. Onun en büyük iddiası ünlü Alman Düşünür Goethe ile Rus Yazar Tolstoy’un Müslüman olduğuyla ilgili. Yücetürk, bu konuda şu görüşleri dile getiriyor: “Goethe Almanların büyük bir düşünürü, edebiyatçısı ve şairidir. Goethe deyince akan sular durur adeta, Almanların iftihar ettiği büyük adamlardandır. Onun Müslüman olduğunu, Müslüman olarak öldüğünü bilmezler. Goethe’nin evi Frankfurt’ta müze haline getirilmiş. Frankfurt’taki büyük üniversitenin adı da Goethe Üniversitesi’dir. Onun adının verildiği daha birçok kuruluşlar, enstitüler vardı. Hakkında yazılan sayısız eser bulunur. Bunlardan biri de Katarina Mamsen adında bir akademisyen, bir Goethe uzmanıdır. Goethe ve İslam (Goethe und der Islam) eserinde çok ayrıntılı bir inceleme ve tahlillerden sonra onun bir Müslüman olarak öldüğünü söyler. Goethe’nin doğunun büyük şairlerini yakından incelediğini Sadi’yi, Şirazi’yi, Tebrizi’yi onların ruh dünyasını incelediğini yazar. Kur’an’ı da yakından incelediğine şahit vardır. Müze evinde camekan içinde muhafaza edilen kendi el yazısıyla tuttuğu notlar içinde Kur’an harfleriyle İhlas, Felak ve Nas sureleri aynen durmaktadır. En ünlü eseri olan ‘Doğu ve Batı’ divanındaki ve diğer kitaplarındaki düşünceleri, İslam’la bağdaşan, aykırılığı olmayan düşüncelerdir. Ayrıca çok calibi dikkat bir nokta daha var. Almanya’da bugün dahi çok ünlü bir sülale vardır; Von Zoltan sülalesi. Yüzyıllara dayanan geçmişi olan bu sülaleden birçok büyük adamlar çıkmış. Bu sülalenin önde gelen kişilerinden biri kendisiyle yapılan bir röportajda; ‘’Bizim sülalemiz 1200’lü yıllara kadar gider. Von Zoltan kelimesi de Sultandan gelmektedir. Bu bir Selçuklu subayı-sultanı imiş. Goethe de bizim soydandır’’ diyordu. Tolstoy’un Müslüman olduğunu biliyor musunuz? Tolstoy 82 yaşlarında İstanbul’a gelmek için yola çıkıyor. Bulgaristan’da yolda ölüyor. 10 yıl 131


Başkırtlar arasında yaşıyor. ‘İtiraflarım’ diye bir kitabı var. Türkçe’ye de tercüme edildi. Orada gençlik dönemini, kiliseye bağlılığını anlatıyor. Daha sonraki dönemlerde sorguluyor kilisenin yanlışlarını ve itirazı var pek çok konuda. Sonra kiliseye mesafe koyuyor ve dindarlığını terk ediyor. Bir süre sonra inancını yeniden kazanıyor. Ama kilisenin anlattığı dine tam uymasa da dindarlık var. Araştırıyor ve sonra İslam’ı kabul ediyor. Bunu daha iyi yaşamak için Başkırt Türklerinin arasına gidiyor.” Şener Yücetürk’ün iddiaları bunlarla da sınırlı değil elbette: “Gorbaçov’un karısı Raisa da Başkırtlardandır. Raise’dir asıl adı. Gorbaçov’un dedesi de Türk’tür. Yeltsin de Ortodoks, ama Tatar Türklerindendir. Çaktırmadan Türklere uygun politikalar takip ettiği söylenmişti...” Dr. Şener Yücetürk’ün az bilinen bir yönü ise gazete yazarlığıydı. Yücetürk, Türkiye’de çok sayıda gazeteye makale ve köşe yazısı da yaz­ dı. Yeni İstanbul, Son Havadis gazetelerinde köşe yazarlığı, Necip Fazıl Kısakürek’in kurduğu Büyük Doğu ve Yeni İstiklal Hareket dergilerinde yaptığı çeşitli konulardaki araştırmaları yayınlanan Dr. Yücetürk, birbi­ rinden ilginç görüşlerini bu gazete ve dergilerde de gündeme getirdi. Ünlü yazar Peyami Safa, makalelerinin toplandığı eserinde bir ma­ kalesine Şener Yücetürk’ün adını anarak başlamaktadır. ‘Arkadaşımız Şe­ ner Yücetürk’ün dünkü yazısında belirttiği gibi’ diyerek konuya giriyor. Şener Yücetürk ise söz konusu yazısında fikir adamı ve edebiyatçı Nihat Sami Banarlı’nın Kubbealtı sohbetlerindeki bir konuyu irdeliyordu. Bu arada Şener Bey’in bugün bile merakını gideremediği bir konu var. Almanya’daki Türk soyadları ve yer adları konusuna ilişkin duyduğu ilgiyi de şöyle açıklıyor Yücetürk: ‘’Bugün dahi merak ettiğim bir konu var. Acaba bir araştırma yapılmış mıdır? Bu konuyu hatırlayalı 50 yılı geçmiştir. Almanya maceram 1962’lerde başlamıştı. Oradaki postanelerdeki kalın telefon rehberlerinde, ‘T’ harfinde soyadı Türk diye başlayan çok sayıda kişi olduğunu görürdüm. Acaba bu nereden geliyor. Ben onu orada merak ettim ama bir sonuç alamadım. Uzun araştırmayı gerektiren bir konu olduğunu anladım. Benim de bunu yapma imkanım yoktu. Bir defasında soyadı Türk’le başlayan birine telefon ederek sordum, ama adam nedenini bilmediğini söyledi bana. Ayrıca bilhassa Bavyera Eyaleti’nde Türkendorf (Türkköyü), Türkenmühle (Türkdeğirmeni), Türkenheim (Türkyurdu), Türkenfeld (Türkkovası) gibi yer isimleri var. Artık Almanya’da 3. ve 4. nesil Türklerde üniversite okumuş olanlar var. Bunlar bu konuyu araştırabilirler. Bunun gibi Avrupa’daki Türk varlığı incelenmelidir diye düşünüyorum. 132


Bir gün Stutgart şehrinde şehir içi taşıtlarında Obere Turkenfeld (Yukarı Türkovası’na) ve Untere Turkenfeld (Aşağı Türkovası’na) yazısını görünce bindim ve oraya kadar gittim. Son durakta inince etrafıma baktım ev falan yok, kalmamış, şehrin de oldukça dışında. Birkaç kişiye sordum buraya neden Türkovası dendiğini. Bilmediklerini söylediler. Bir ihtiyara sorduğumda ise; ‘’Buraya Türkler gelmiş, çadırlar kurmuşlar, kuvvetli pazuları varmış diye işaretle göstererek, burma bıyıklı ve eğri kılıçları varmış’’ diye bir cevap vermişti. ‘’Sen de Türk müsün’’ diye sordu, ‘Evet’ cevabını verince, ‘’Ama sen onlara benzemiyorsun’’ diyerek güldü ve gitti. Schwetzingen diye bir şehir var. 1700’lü yıllarda oranın kralının saray bahçesine yapılmış ve hala duran minareli bir cami var. Orayı da araştırmak lazım, hikayesi nedir...’’

133


SON SÖZ 1960’lı yıllarda Almanya’ya göç eden Türklerin neredeyse tamamı tek kelime Almanca bilmezken günümüzde onların çocukları ve torun­ larının önemli bir bölümü Türkçe’yi zor konuşuyor. Şener Yücetürk gibi öncülerin çabaları olmasa, Almanya’daki Türklerin tamamı kendi değer­ lerinden kopmuş olabilirdi. Bugün Almanya’da asimile olmadan, kendi değerlerine bağlı, ama Alman toplumu ile entegre Türklerin sayısının 5 milyona yaklaşması, Almanya’nın hala cazibe merkezi olması Şener Yücetürk gibi öncüler sayesinde oldu. Bu nedenle ‘Acı Vatan’ı tanıyan, bilen, gören herkes, Türk insanına rehberliğinden dolayı Yücetürk’e bü­ yük saygı duyuyor, hürmet ediyor. Ressam Mehmet Yücetürk’ün oğlu Dr. Şener Yücetürk, 14 yıl kaldığı Almanya’da uzman hekim olduktan sonra, 1973 yılında ülkesine ve mille­ tine hizmet için Türkiye’ye dönmüş, milli ve manevi değerlerine bağlı bir doktor. Almanya’da edindiği tecrübeyi 41 yıl boyunca Türk insanının hiz­ metine sunmuş biri. Hekimliği hiçbir zaman para için de yapmamış ayrıca. Kendisini Türk insanına, özellikle gençliğe adadığı için onların eği­ timine katkı verecek pek çok dernek ve vakfın da öncüsü olmuş hayatı boyunca. Ölümlerle şekillenen hayatı, Türkiye’nin manevi önderlerinin rehberliğinde aydınlanmış ve huzura ermiş. Ülke sorunlarına siyaset üstü baktığı için siyaset dışında kalmaya çalışmış ömrü boyunca. Mü­ tevazı yaşamayı tercih etmiş her zaman. Bu nedenle adının ‘İz Bırakan Bolulular’ serisinde yer almasını bile abartılı buluyor. Bu nedenle‘ Kendimi iz bırakan değil, iz arayan, iz takipçisi bir kişi olarak görüyorum’diyor. Kitabın hem ön sözünde hem de son sözünde kendisi şu satırlarla ifade ediyor: “Hiç kimsenin hayatı diğerininki ile örtüşmüyor. Yaşanılan mekânlar, olaylar, edinilen tecrübeler, duygu ve düşüncelerimizin şekillenmesinde birçok faktör rol oynamışken… Bir de kişiye yön veren bir ‘İç ses’ olduğuna inanıyorum. Bu iç sesin ne olduğuna, kişiyi nasıl yönlendirdiğinin bilgisine, tahliline girmekten ziyade onu basitçe söyle tanımlayabilirim. Hayatın yol kavşaklarında bize, ‘Şu tarafa gitmelisin, şöyle yapmalısın, şuna karar vermelisin’ diye seslenen bir sestir o. Ve bizimle beraber son anımıza kadar o vardır. Ol deyince olduran… Yaşamak bir bakıma yılların birikimi olan ve emekle kazanılanlar ve onlardan geriye kalan aziz hatıralar değil midir? Zor olan insanın kendi hataları ile yüzleşmesi ve nerede hata yaptım sorusunu kendisine sormasıdır bir bakıma. Buna cevap verilmeden yol alınmıyor. Bolu Belediyesi’nin ve onun değerli başkanı Alaaddin Yılmaz Bey’in ‘İz Bırakan Bolulular’ adlı biyografi serisiyle Bolu’nun hafızasına önemli bir hizmet yaptığına inanıyorum. Aslında Bolu’da en büyük ve silinmez iz bırakan, Bolu’yu tarihin küllerinden çıkarıp modern, pırıl pırıl ve yaşanabilir güzel bir şehir haline getiren kendisidir. Bolu’nun tarihi hafızasında en baş köşededir.” 134


BÖLÜM 5 ŞENER YÜCETÜRK’ÜN ALBÜMÜNDEN

135


136


1970 yılından 1971 yılından

Askerlik, Yedek Subay Okulu, Samsun, Ocak 1974

Yedek subay arkadaşlarıyla 137


Babası Mehmet Yücetürk’ün Harmanyeri tablosu

Mehmet Yücetürk’ün Ali Dayı portresi

Mehmet Yücetürk’ün Dibek Taşı tablosu

Mehmet Yücetürk Çanakkale Savaşı tablosunu çalışırken 138


Babası Mehmet Yücetürk’ün adının verildiği Sanat Merkezi’nin önünde

Tatbikatta. Binbaşı Muktefi Yazıcı ile, 1975

Babası M. Yücetürk’ün kısa sanat hayatı

139


Orman ve Su İşleri Bakanı Prof. Veysel Eroğlu ile Bolu’da, 2015

Ulaştırma Bakan Yrd. Yüksel Coşkunyürek’i Bolu Bel. Bşk. Yrd. İhsan Ağcan ile makamında ziyaret 140


Amca ve teyze oğulları Yılmaz ve Yavuz ile

İstanbul Milletvekili Mehmet Ali Pulcu ile Bilim ve Sanat Vakfı’nda bir sempozyumda 141


2015 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü alan Rasim Özdenören ve Kahramanmaraş Milletvekili, Şair, Edebiyatçı Erdem Beyazıt ile - Bolu Gölköy - 1987

Rasim Özdenören ve Erdem Beyazıt ile Bolu Semerkandül Ali Hz.leri ziyareti

142


Bilecik Söğüt’te Ertuğrul Gazi Ata’yı ziyarette (Mustafa Yünlüoğlu ile)

Bolu’da Kutlu Doğum kutlamalarından

143


Türk Tabipler Birliği, Onur Belgesi, Meslekte 40 yıl

Anadolu haritası üzerinde bir cihan devletinin 20. asrın başlarında haçlılar tarafından yıkılışını temsil ediyor. Bu KÖK’ten yeniden bir cihan devleti çıkacaktır.

144


Edebiyatçı Mustafa Kutlu ile - Bolu Taşhan - 2009

77. yaş

78. yaş

79. yaş

145


İktisat Fakültesi mezunu kardeşi Güner Yücetürk

Öğretmen kardeşi Handan Tüfekçi

Kardeşi Prof. Elif Yücetürk 146


Öğretmen olan kızları Betül ve Tuba Yücetürk

En büyük oğlu ElektronikHaberleşme Mühendisi olan Ahmet ile

Avukat olan oğlu Abdullah Haki Yücetürk

Oğlu Cüneyd Enes (Bilgisayar Mühendisi)

Oğlu Serbülent Salih (Bilgisayar Mühendisi)

147


Cerrahi İhtisas Tezi Kapağı

148


Bilim ve Sanat Vakfı Teşekkür mektubu

149


Hayat kayalarĹn içinden bile yolunu bulur.

150


151


Bu eski fotoğrafta yer alan valilik önündeki yapıya dair Yücetürk’ün Bolu Belediyesi’nden bir talebi var: ‘’Belediyemizden dileğimiz olur. Temennimiz milli mimarimize hürmet ve bir vefa borcu olarak bu zarif ve kıymetli eserin yeniden ihya edilerek şehrin kalbi olan bu meydana tekrar armağan edilmesidir. Böylece bu meydanın tarihi kimliğine milli ve çok güzel bir eser kazandırılmış olacaktır. Bu tarihi ve milli mimarimiz adına yapılmış bir taleptir. Bu büyük onuru belediyemizin sahipleneceğine inanıyorum.’’

152




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.