Modern Bir "Köroğlu ve Ayvaz" Hikayesi : İzzet Baysal & Ahmet Baysal

Page 1



İZ BIRAKAN BOLULULAR 1

Modern Bir “Köroğlu ve Ayvaz’’ Hikayesi:

İZZET BAYSAL & AHMET BAYSAL HÜSEYİN TUNÇAY


BOLU BELEDİYESİ YAYINLARI İZ BIRAKAN BOLULULAR SERİSİ-1 Hüseyin TUNÇAY EDİTÖR Ercan YAVUZ YAYIN KURULU Emine DAVARCIOĞLU - Bolu Belediye Başkan Yardımcısı İsmail ŞENTÜRK - Bolu Araştırmaları Merkezi Sorumlusu SAYFA DÜZENİ & KAPAK TASARIMI Yasin VARIŞLI YAYINA HAZIRLAYAN Tunçay Yayıncılık Basım Reklam Danışmanlık Organizasyon Ltd. Şti. Ahmet Rasim Sokak 33/A Çankaya/ANKARA (0312) 442 25 30 e-posta: tuncayyayincilik@yahoo.com 1. BASKI Şubat 2016 BASKI Kayıhan Ajans Tur.İnş.Mak.Mat.San.Taah.ve Tic.Ltd.Şti. Hoşdere Cad.201/9 ÇANKAYA-ANKARA Tel:0.312.442 72 72 Fax: 0.312.442 70 81 www.kayihanajans.com ISBN 978-605-4111-29-9 BOLU BELEDİYESİ KÜLTÜR YAYINIDIR, ÜCRETLE SATILAMAZ. KAYNAK BELİRTİLEREK ALINTI YAPILABİLİR.


İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ..................................................................................................5 SUNUŞ..................................................................................................7 TEŞEKKÜR.............................................................................................9 BAŞLARKEN…................................................................................... 11

BÖLÜM 1 İLKLERİN ADAMI İZZET BAYSAL........................15 1.1-ÖZEL TEŞEBBÜSÜN İLK CİDDİ SANAYİCİSİ ..................................... 17 1.2-AVRUPA KARTELİ İLE SAVAŞ......................................................... 24 1.3-HAYIRLARIN TAMAMI DEVLETE ................................................... 25 1.4-VAKFIN VARLIĞI DA YÖNETİMİ DE BOLU’YA.................................. 34 1.4.1-Bolulular ‘’Baba’’sını Unutmuyor...................................................... 35 1.5-ÜLKESİNE ÜNİVERSİTE ARMAĞAN EDEN İLK HAYIRSEVER ............ 38 1.5.1-Üniversite Fikri Doğuyor..................................................................... 38 1.5.2-İzzet Baysal Üniversitesi Kuruluyor................................................. 42 1.5.3-İsim Tartışmaları..................................................................................... 43 1.5.4-Dara Düşen İzzet Baysal’a Koşuyor................................................. 44 1.5.5-Çocuğundan Vazgeçmek................................................................... 44 1.5.6-İzsal, 49 Yıllığına Kiralanıyor............................................................... 47 1.5.7-Cumhurbaşkanı ile Randevu............................................................. 49 1.5.8-Kendilerini de Vakfettiler ................................................................... 51 1.5.9-Vakfın Bürokrasi ile Sınavı .................................................................. 51 1.5.10-Üniversite Açılış Töreni Şehir Merkezinde.................................. 52 1.5.11-Ah Siyaset Vah Siyaset ...................................................................... 61 1.5.12-AİBÜ Model Oldu................................................................................ 72 1.6-CUMHURBAŞKANLIĞI HİZMET ÖDÜLÜNÜ ALAN İLK KİŞİ .............. 73

BÖLÜM 2 İZZET BAYSAL’IN İZİNDE..................................77 2.1-AMCA-YEĞEN İŞBİRLİĞİ................................................................ 79 2.1.1-İstanbul’da Bir Ayvaz............................................................................ 81 2.1.2-İki İzzet Arasında ‘İzzetli’ Bir Yaşam.................................................. 81 2.1.3-İTÜ Yılları................................................................................................... 83 2.1.4-Çanakkale’deki Anıtın Temelini Atabilme Onuru....................... 83 2.1.5-Askerlik Dönüşü..................................................................................... 87 2.1.6-Köroğlu Ayvaz’ını Arıyor .................................................................... 87 3


2.2-TEMELDE GÜVEN YATIYOR........................................................... 91 2.3-ÜRETİMDE VERİMLİLİĞİ ARTIRMANIN YOLU: TEŞVİK SİSTEMİ....... 93 2.4-ÜRETİMİ KORUMA MÜCADELESİ.................................................. 96 2.5-GREVLERE EVET, İŞ YAVAŞLATMAYA HAYIR.................................. 101 2.5.1-Makul Kar Prensibi..............................................................................109 2.5.2-Türkiye’nin En Uzun Grevi ................................................................110 2.5.3-MESS’te Muhalefet .............................................................................114 2.5.4-Turgut Özal’la Tanışma.......................................................................114 2.5.5-İş Dünyasına Karşı Büyük Mücadele ............................................118 2.6-ENFLASYONLA MÜCADELE......................................................... 124 2.7-İZSAL’IN KAZANCININ ARTTIĞI YILLAR........................................ 128 2.8-GREV ZAMANINDA DA BOŞ DURMADI: ADSAŞ DENEYİMİ.......... 129

BÖLÜM 3 SONUÇ......................................................... 135 3.1-BİR ŞEHRE ADANMIŞ İKİ HAYAT.................................................. 137 3.2-BOLU BELEDİYESİ BAĞRINA BASTI ............................................. 142 EK-1................................................................................................. 145 EK 2................................................................................................. 150 İZZET BAYSAL VAKFI BURSLARI......................................................... 150 KAYNAKÇA....................................................................................... 152

4


ÖNSÖZ Doğal güzellikler açısından dünyanın sayılı kentlerinden olan Bolu, insanları ile de eşsiz değerleri bünyesinde barındırıyor. Belediye olarak altyapı ve üst yapının inşaası yanısıra şehrin kültürel varlıklarının korunması ve insani değerlerinin vatandaşlarımıza daha iyi anlatılması da bizim görevimiz. Çünkü biz, bir şehri şehir yapan unsurların başında o şehrin değerlerinin geldiğini çok iyi biliyoruz. Bu çerçevede, Bolu’ya gönül vermiş, Bolululara katkıda bulunan, doğduğu topraklarda fark yaratan kültürel hazinelerimizden olan insanlarımızı daha geniş kitlelere tanıtmak, yeni nesillere Bolu için çaba harcayanları anlatmak adına ‘’İz bırakan Bolulular’’ adlı seriyi hazırlamaya karar verdik. Bu çerçevede, herkesin, kendini Bolu’nun bir parçası hisseden, bu toprakların ve burada yaşayan insanların kalkınması için elini taşın altına sokmaktan çekinmeyen, ilkleri başarmış insanların bugün artık Bolu’ya malolmuş yaşamlarını bilmesi, bu eşsiz değerlerimizi tanıyabilmesi için, onların biyografilerini yazarak gelecek nesillere aktarmayı hedefledik. Bu kitapta, sadece Bolu’nun değil, Türkiye’nin de en büyük hayırseverlerinden olan ‘’Bolu’nun Babası’’ İzzet Baysal ile aslında yeğeni olmasına rağmen “oğlu” olarak gördüğü, onun yoldaşı Ahmet Baysal’ın başardıkları ilkler ve yaşadıklarına ilişkin anekdotları bulacaksınız. Haksızlıklara karşı verdiği savaş ve Bolu’nun kalkınması için yaptığı mücadele ile adeta modern bir Köroğlu olan İzzet Baysal ile hayattayken onun yanından ayrılmayan, bugün de onun diktiği bayrağı taşıyan ‘’Ayvaz’’ının, Ahmet Baysal’ın öyküsü var bu kitapta. İnsanlara karşılıksız yardım etmenin hazzına varmış, bunu bir hayat tarzı olarak benimsemiş ve bu yolda büyük emekler harcamış iki ulvi insanı anlatıyor bu kitap. Köroğlu ve Ayvaz’ı ayırmak olmazdı. İşte tam da bu nedenle, bu kitap aslında iki kişi adına yazılmış oldu. Bolu için hem tüm varlıklarını hem de ömürlerini vakfeden İzzet ve Ahmet Baysal’ın öykülerini sizlerle paylaşmaktan kıvanç duyarım. Onların Bolu için yaptıklarının ve harcadıkları emeklerin yanında, hikâyelerinin gelecek kuşaklara aktarılması adına yaptığımız bu çalışmalar elbette çok mütevazı kalacak. Ancak hem biz hem de tüm Bolulu hemşerilerimiz, onlara şükranlarımızı sunmak adına elimizden geleni hep yerine getireceğiz. Tüm Bolulu hemşerilerimiz gibi ben de merhum İzzet Baysal ile İzzet Baysal Vakfı’nın Başkanlığını yürüten Ahmet Baysal’a şükranlarımı sunuyor, bu güzel şehrin gelecekte de nice İzzet ve Ahmet Baysallar yetiştirmesini diliyorum. Saygılarımla.

Alaaddin Yılmaz Bolu Belediye Başkanı Kasım 2015 /Bolu 5



SUNUŞ Bolu Belediyesi, belediyecilik alanında yaptığı alt yapı ve üst yatırımlarının yanında, sosyal faaliyetlere ve kültür alanında şehre yapacağı katkılara büyük önem veriyor. Belediye Başkanımız Alaaddin Yılmaz’ın göreve gelişi ile başlatılan yatırım atağı, Bolu’yu gözde şehirlerden biri haline getirmekle kalmadı, yeni bir cazibe merkezi olarak da Türkiye’nin vitrinine taşımayı başardı. Belediyemiz, Bolu’nun kültür hayatında da önemli yer tutuyor. Festivallerden konserlere, tiyatrolardan kültür gezilerine, meslek edindirme kurslarından sergilere, hat sanatı faaliyetlerinden izcilik kulübüne, tiyatro gösterilerinden Bolu’nun hafızasını oluşturan yayınlara kadar çok geniş bir alanda kültürel ve sosyal faaliyet yürütüyor. Bolu tarihi ve kültürünün araştırılması, dünden bugüne Bolu’ya ve Türkiye’ye yön veren kişilerin ortaya konarak, halka sunulması amacıyla yürüttüğümüz çalışmalar kapsamında, ‘’İz Bırakan Bolulular’’ serisini oluşturmaya başladık. Bu doğrultuda, hem kentimizin geçmişine sahip çıkmak hem de geleceğimize yön vermek amacıyla hazırladığımız bu seride, geçmişte ve günümüzde Bolu’ya gerek maddi gerek manevi katkı sunan, Bolululuk bilincini aşılayan, Türkiye’de veya Bolu’da ilkleri başaran kişilerin yaşam hikayelerini konu ediyoruz. Seri ile kent bilincinin oluşturulmasına katkı vermeyi de amaçlıyoruz. İşte bu vizyon ve anlayışla İz Bırakan Bolulular serisinin ilk kitabı olacak ‘’Modern Bir Köroğlu ve Ayvaz Hikayesi, İzzet Baysal-Ahmet Baysal’’ kitabını hazırladık. Tüm Bolulular gibi, kişisel olarak Baysal ailesinin benim hayatımda da çok özel bir yeri var. 3 çocuğum onların Bolu halkına armağan ettiği Anadolu Lisesi’nde eğitim gördü. Kızımın biri de Bolu’nun büyük hayırseveri İzzet Baysal’ın kurduğu üniversite de görev yapıyor. Şükran duyguları beslediğim Baysal ailesinin en önemli isimleri olan İzzet Baysal ve Ahmet Baysal’ın gerçekleştirdiği ilkleri konu alan bu kitabı sizlere sunmaktan kıvanç duyuyorum. Kitabın hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür eder, saygılar sunarım. Emine Davarcıoğlu Belediye Başkan Yardımcısı Aralık 2015 Bolu

7



TEŞEKKÜR Sanırım 2015 yılının Eylül başlarıydı; Ankara’dan, kendisini Anadolu Ajansı Yurt Haberleri emekli müdürü olarak tanıtan Hüseyin Tunçay isimli bir beyden telefon aldım. Bolu Belediyesi’nden “İz Bırakan Bolulular” isimli bir belgesel hazırlanması konusunda sipariş aldığından bahsediyor ve bu konuda benimle görüşmek istiyordu. Memnuniyetle kabul ettim ve aynı ayın sonuna doğru, bulunduğum Kartal Yakacık’taki Darüşşafaka Rezidans’ta buluştuk. Röportaj mahiyetinde iki saatlik bir görüşmemiz oldu. Sorduğu sorular nedeniyle Sayın Selami Özsoy’un “Hayırların Mühendisi” kitabından beni yakinen tanımış olduğunu görüyordum. Daha detayına girmek istiyordu. Ve ben de hakkımda ne sorduysa cevaplamaya çalıştım. Ayrılırken kendisinden tek ricam oldu: Yayınından önce taslağını görmem gerekiyordu. O da memnuniyetle kabul etti. Çay ikramımdan sonra ayrıldık. Bir ay geçmemişti ki Yakacık’taki e-mailime söz verdiği taslağı gönderdi. Tahmin ettiğimden daha uzun, adeta bir kitaptı. Beni Köroğlu’nun Ayvazı’na benzetmiş ve kitabın ismine de “Modern bir Ayvaz Hikayesi“ ismini vermişti. Telefon ettim; biraz abartılı bulmama rağmen benzetmesine teşekkür ettim. Ancak mühim bir eksikliği vardı: Köroğlusuz Ayvaz olmazdı. Onun için kendisine Sayın Nuray Özdemir’in yazdığı “Cumhuriyetin Öncü Sanayicisi İzzet Baysal” isimli kitabını da okumasını, Ayvaz’ın Köroğlu olmadan bir şey ifade etmeyeceğini söyledim. İzzet Baysal olmadan Ahmet Baysal ne ifade ederdi ki !.. İzzet Baysal’ı ayrıca yazacağını söylemesine rağmen, “Bu ikiliyi ne olur ayırma, yazacaksan birlikte yaz!” ricasında bulundum. Kabul etti ve ortaya elinizdeki “Modern Bir Köroğlu ve Ayvaz Hikayesi” ismini verdiği kitap çıktı. Kendisini hem benzetmesi ve hem de “ayrı ayrı düşünülemeyen bu ikiliyi”, aynı belgesel içinde, hayatlarında onları belirgin kılan başlıklar altında tanıtmaya çalışmış olmasını teşekkürle karşılıyorum. “İz Bırakan Bolulular” ismi altında, bu gibi Bolu sevdalılarını bir yazılı belge dizisi halinde, tarihin sayfalarında yer almalarına imkan veren Bolu Belediyesi’ni de içtenlikle kutluyorum. Saygılarımla.

Ahmet Baysal Yakacık, Aralık 2015

9



BAŞLARKEN… Modern bir ‘’Köroğlu-Ayvaz’’ hikâyesi bu… Hani haksızlıkları ile nam salmış Bolu Beyi’ne karşı Çamlıbel’i yurt edinmek zorunda kalan Köroğlu ile onun yoldaşı, sırdaşı Ayvaz’ın hikâyesi. Birbirlerinden güç alan ama birbirlerine gölge etmeyi asla düşünmeyen Köroğlu ile Ayvaz’ın modern dünyaya uyarlanmış versiyonu yani. Merhum hayırsever İzzet Baysal ile yeğeni Ahmet Baysal’ın yaşam öyküleri Çamlıbel’de (Bolu) Köroğlu efsanesinin devam ettiğinin kanıtı aslında. Sıradan bir Anadolu insanının sıra dışı serüveni sanki. Ama fark yaratmasını bilenlere nasip olacak, sonu baştan yazılması gereken bir hikâye. Sıradan toplulukları ulus yapan ve ulusların tarihinde unutulmaz izler bırakan milli kahramanları vardır. Fransa denince Jeanne d’Arc, İngiltere denince Robbin Hood, Türkiye denince Mustafa Kemal, Cezayir denince Ömer Muhtar, Güney Afrika denince Nelson Mandela, Arjantin denince Louis Aragon, Çek Cumhuriyeti denince Vaclav Havel, BosnaHersek denince Aliya İzzetbegoviç, Hindistan denince Gandi, Küba denince Fidel Castro, Portekiz denince Vasco da Gama gibi kahramanlar gelir herkesin aklına. Peki ya şehirlerin kahramanları? Her kentin tarihiyle özdeşleşmiş kahramanları da vardır. Çukurova Karacaoğlan ise Adana Yaşar Kemal’dir mesela. Kahramanmaraş; Sütçü İmam’dır. Erzurum; Nene Hatun’dur. Konya; Mevlana’dır. Sivas; Pir Sultan’dır. Kırşehir Ahi Evran’dır, Nevşehir Hacı Bektaş’tır. Bursa’nın yarısı Hacivat, diğer yarısı Karagöz’dür. Eskişehir; Yunus Emre’dir. İzmir; Hasan Tahsin, Amasya; Ferhat ile Şirin’dir. Ya Bolu? Bolu’nun destansı geçmişi Köroğlu, modern yüzü ise İzzet Baysal’dır. Ve doğal olarak o büyük insanın izinden giden, onun mirasını ulvi amaçlar uğruna koruyan Ahmet Baysal’dır. Belki de onlar, yaşayıp yaşamadıkları tam ispatlanamayan Köroğlu-Ayvaz destanının kanıtlanmış modern karakterleridir. Üstelik O, amcasının gölgesinde kalmayı bilinçli bir şekilde tercih etmiş bir kahramandır. Bu kitap, gölgede kalmış bir kahramanın iki dünyasını da kurtaracak bir yaşam öyküsünün kısa bir özetidir aslında. Herkese nasip olmayacak bir gururu da içinde barındıran modern bir öykü. İzzet Baysal ve Ahmet Baysal’ın ‘Köroğlu-Ayvaz’ güzellemesi içindeki yaşamlarını okuyunca bu benzetmenin sadece haksızlıklara karşı ver11


İzzet Baysal ve Ahmet Baysal birlikte

dikleri mücadeleyi kapsadığını ve birbirlerine duydukları sonsuz güveni anlatmak için kullanıldığını göreceksiniz. Türkiye’nin en sıkıntılı dönemlerinde ilkelerini baştan koyup, siyasi rüzgârlara kapılmadan gemilerini en doğru limanlara nasıl demirlediklerini anlayacaksınız. Türk siyasetinin son 50 yılına damgasını vurmuş Cumhurbaşkanları ve Başbakanlarla ilişkilerini hep aynı temele oturttuklarını göreceksiniz. Türk sanayicisinin son 50 yıldaki büyüme serüveninin geçirdiği evreleri ve bu evre içinde ilkelerini koruyan işadamlarının hangi güçlüklerle karşılaştığına tanık olacaksınız. Sendikaların baskılarına, iş dünyasının acımasızlığına karşı verdikleri mücadelede hakkı ve hukuku savunmak uğruna kendi sonlarını nasıl hazırladıklarını göreceksiniz. Ahmet Baysal’ın yaşamı kayıtlı bir tarih aslında. ‘Söz uçar yazı kalır’ atasözünün hangi amaçla söylendiğinin kanıtı. Kayıtlı yaşamları kurgulamak, yeniden yazmak, değiştirip, çarpıtmak da mümkün değildir zaten. Kayıtlı yaşamak Baysal ailesi için dededen kalma bir miras sanki. Bu yüzden kendi yaşam öykülerinin tarihini yazmış bir aile Baysallar. Evlilik akitlerini bile yazılı belgelere döken bir ailenin; Cumhurbaşkanlarına, Başbakanlara taleplerini mektuplarla bildirmeleri bu kayıtlı yaşam ilkesinin bir yansıması aslında. Yaşamlarını yazılı vesikalarla korumayı ilke edinmiş bir ailenin birbirine duyduğu saygı da bu kayıtlı yaşamın meyvesi olsa gerek. Bu yüzden hayatlarının herhangi bir döneminde karan12


lıkta kalan, soru işaretlerini bünyesinde barındıran dönemleri olmamış hiçbir zaman. İzzet Baysal ve yeğeni Ahmet Baysal, yaşamları boyunca biriktirdiklerinin sadece bir kısmını değil, tamamını doğdukları topraklara bağışlamış iki kent kahramanı. Hayatın kıyılarına çekilirken bile mütevazı bir yaşam tarzını benimseyecek kadar gözü tok bir Köroğlu ve Ayvaz. Zamanında çekip gitmesini bilecek kadar dünyevi hırslardan uzak bir sanayici. Keskin kılıcı ile Bolu Bey’inin haksızlıklarına son veren Köroğlu gibi, ‘Tüfek icat olup, mertlik bozulunca’ Baysal’lar da çekip gitmesini bilmiş sanayiciler. İş dünyasının namertliklerine ilaveten demir döküm fittingslerin devri kapanıp Çin malı plastik boru aksamlarının piyasayı ele geçirmesiyle birlikte Köroğlu’nın Çamlıbel’i terk edişi gibi, onlar da sanayiciliği terk etmenin vaktinin geldiğini anlamış sanayiciler. Ama onlar Köroğlu gibi Çamlıbeli’i terk edip kayıplara karışmayı değil, Çamlıbel’in (Bolu) hizmetkârı olmayı tercih etmiş bir aile. Üstelik tüm varlıkları ile gerçekleşen bir adanmışlıkla. Bu yüzden Ahmet Baysal eşi Solmaz Baysal ile birlikte tüm servetini İzzet Baysal Vakfı’na bağışlayıp Darüşşafaka’da bir huzurevine yerleşecek kadar gözü ve gönlü tok bir Ayvaz. Bir kentin kaderini değiştirecek bir kahramana dönüşmek için gönüllerin fethi gerekir. Ya da tüm varlığını bir kente adamak. İzzet ve Ahmet Baysal, çok uzun zamandan beri bunu başarmış görünüyor. İzzet Baysal ve onun izinden giden Ahmet Baysal gibi tüm 13


maddi ve manevi birikimlerini doğdukları topraklara adamış insan çok azdır dünyada. Belki bu yüzden Bolu’nun tarihini başka türlü yazacak tarihçiler; vefa ve adanmışlık kavramları içinde. Bu ‘’Köroğlu-Ayvaz’’ hikayesindeki günümüzün kahramanları İzzet Baysal ve Ahmet Baysal’ın hayat hikayelerini tekrar anlatmak yerine, okuyucularımıza Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nin iki öğretim görevlisinin kitaplarını okumalarını tavsiye edeceğim. Nuray Özdemir’in kaleme aldığı ‘’Cumhuriyetin Öncü Sanayicisi İzzet Baysal’’ kitabında ve Selami Özsoy’un yazdığı Ahmet Baysal’ın hikayesini konu alan ‘’Hayırların Mühendisi’’ kitabında İzzet ve Ahmet Baysal’ın hayatına ilişkin yeteri kadar ayrıntı bulunuyor. Bu kitapta bu kişilerin hayat hikayelerinden ziyade, onları İzzet Baysal ve Ahmet Baysal yapan değerleri ön plana çıkarmaya çalıştım. Öncelikle, hikayemize modern ‘’Köroğlu’’ İzzet Baysal’ın hangi ilkleri başardığından başlamak ve burada ‘’Ayvaz’’ın izlerini aramakla başlayalım.

14


BÖLÜM 1 İLKLERİN ADAMI: İZZET BAYSAL

15


16


1.1-ÖZEL TEŞEBBÜSÜN İLK CİDDİ SANAYİCİSİ Büyük hayırsever İzzet Baysal, Türkiye’de özel sektörün ilk ciddi sanayicilerinden biridir. Kurduğu İzsal fittings döküm fabrikası hem yıllarca binlerce işçiye ekmek kapısı oldu hem de Türkiye’nin bu alandaki ihtiyacını karşıladı. İzsal bugün hayırlarıyla Bolu’nun kalkınmasında anahtar rol oynayan İzzet Baysal Vakfı’na da kaynak oldu. İzzet Baysal’ın sanayiciliğe uzanan öyküsü ise hayli ilginç. Cumhuriyet’in ilk yılları, yokluk ve kıtlık yıllarıydı. Herkesin iş bulma, iş yapma şansı yoktu. 1924 yılında Ahmet Canip Efendi, aktar dükkânını yazılı bir sözleşme ile küçük oğlu Mustafa İzzet’e devrederek, sadece arzuhalcilik yapmaya başladı. O sırada Mustafa İzzet, Seben’den getirdiği kavun ve karpuzları Bolu’daki pazarlarda satıyordu. Yüzde 15 kar payı ile babasının dükkânını yazılı sözleşme ile devralan son beşik İzzet Baysal, ailenin kaderini değiştirecek isim olacaktı. Babası oğluna dükkânı devrederken yaptığı anlaşmada can alıcı bir cümle daha vardı: “Mustafa İzzet’in evvelce sergicilik ettiği zamandan bende bin dört yüz kuruş alacağı vardır.” Bu cümle Mustafa İzzet’in kavun ve karpuz satarak elde ettiği parayı harcamayıp, babası Ahmet Canip Efendi’ye verdiğini ortaya koyuyordu. İzzet Baysal, hayatı boyunca tutumlu olmaya büyük özen gösterdi. Ahmet Canip Efendi’nin küçük oğluna olan düşkünlüğü ve aralarındaki en basit alacak mevzusunu bile yazılı belgelere dökmüş olması, yıllar sonra Bolu’nun üzerine yağacak hayır yağmurlarının da sebebi olacaktı. İzzet Baysal 1926 yılı başında İstanbul’daki Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (Bugünkü adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) birinci sınıfına yazılmıştı. Amacı mimar olmaktı.

İzzet Baysal Sanayi-i Nefise Mektebi’nde 17


Mustafa İzzet, ilk ve ortaokul yıllarında babasının zorlaması ile okula giderken, İstanbul’daki Sanayi-i Nefise Mektebi’ne gönüllü yazılmıştı. Hiç kimsenin yönlendirmesi olmadan böylesine önemli bir okulu tercih etmesi bile geleceği şekillendirecek isimlerden biri olacağının göstergesiydi. Mustafa İzzet, daha okulunun ilk yılında babasının kaybetti. Babası Ahmet Canip Efendi’nin ölüm tarihi 17 Şubat 1927 olarak kayıtlara geçti. Ancak okulundan geri kalmaması, derslerini aksatmaması için babasının öldüğü kendisine bildirilmedi. Baba Ahmet Canip Efendi’nin kaybı, ailenin yükünü Mehmet Baysal’a yükleyecekti. 1927’dan Ahmet Canip Efendi itibaren tüm ailenin geçimini üstlenmek ve küçük kardeşi İzzet’in de İstanbul Sanayi-i Nefise Mektebinde okumasını sağlamak zorunda kalan Mehmet Baysal, kardeşinin okuyabilmesi için gecesini gündüzüne katarak çalışacaktı. 1931 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nden derece ile mezun olan Mustafa İzzet, vakit geçirmeden memleketi Bolu’ya döndü. Okul yıllarında Bolu Vilayeti Muhasebe Müdürlüğü’nden bir miktar burs almıştı ve bu bursa karşılık Bolu’da bir yıl çalışması gerekiyordu. Ancak, Bolu’daki sıkıcı devlet memuriyeti onu başka arayışlara sokmuştu. O sırada, Bayındırlık Bakanlığı (Nafia Vekaleti) Gerede’nin imar planlarının hazırlanması için ihaleye çıkmıştı. Bu ihaleye devlet memuriyeti sebebiyle girmesi mümkün olmayan Mustafa İzzet, İstanbul’dan bir arkadaşının adıyla girdi ve ihaleyi kazandı. Bu işten Mustafa İzzet 5 bin 500 lira kazandı. Bu onun ilk özel teşeb-

18


İzzet Baysal ilk imar planını yaptığı Gerede’de (1932)

büs kazancıydı. Artık memuriyete devam etmemesi gerektiğini de bu ihale ile anlamış oldu. Bolu’daki bir yıllık zorunlu memuriyet görevinin ardından, Ankara’ya gitti. Milli Müdafa Vekaleti Hava Müsteşarlığı’nda mimar olarak çalışan İzzet Baysal, bu noktadan sonra ailesinin tüm kaderini değiştirecek bir isme dönüşecekti. O yıllarda Cumhuriyetin yeni başkenti Alman ve Avusturyalı mimarlar tarafından inşa ediliyordu. Mustafa İzzet bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Görevi gereği Eskişehir Hava Meydanı inşaatının koordinatörlüğünü de üstlendi. 1934 yılında bu görevinden istifa ederek Eskişehir Belediyesi’nde Fen İşleri Şefi olarak göreve başladı. İzzet Baysal, Eskişehir günlerinde tanıştığı Coğrafya Öğretmeni Refika Pınar Hanım’la 11 Ekim 1934 tarihinde, gelinin amcasının Cihangir’deki evinde sade bir törenle evlendi. Törenin sadeliği sebebiyle Bolu’dan kimse törene katılmamıştı. Eskişehir’deki Hava Mektebi ve Halkevi’nin mimarı da

İzzet Baysal’ın ilk eşi Refika Hanım 19


İzzet Baysal oldu. İki yıl Eskişehir’de başarılı işlere imza atan Mustafa İzzet, bir kez daha görevinden ayrılarak Ankara’ya döndü. Mustafa İzzet’in hayalleri çok daha büyük olduğu için 1936 yılında kendi işini kurmaya karar verdi. Artık serbest çalışmaya başlayan İzzet Baysal, Ankara’da birkaç mimari proje ve bina işi üstlendi. Bolu Devlet Hastanesi onun Bolu’daki ilk müteahhitlik işi olacaktı. Yıllar sonra yeğeni Ahmet Baysal’ın da kaderini belki bu nedenle değiştirecekti. Devlet memuriyeti ile ülkenin ve bir şehrin kaderini değiştirmek mümkün değildi ona göre. 1939 yılında tek evladı Esin dünyaya gelirken, İzzet Baysal 1942 yılına dek sürecek askerlik hizmeti için Afyon’a gitti. Askerlik araya girince Bolu Devlet Hastanesi inşaatının bitirilmesi işi ise ağabeyi Mehmet Baysal’a kalacaktı. 1942ayılı,aaskerliğini bitirerek Ankara’ya dönen İzzet Baysal için en acı yıllardan biri olacaktı. İzzet Baysal, çok sevdiği Refika Hanım’ı kaybedecekti.

Gençlik günlerinden 20

İzzet Baysal, askerlik dönüşü elindeki işleri tamamlamasının ardından, 1943ayılındaaİstanbul’a gitti. Bu kararında eşi Refika Hanımı genç yaşta kaybetmesinin etkisi büyüktü. 3,5 yaşındaki kızı Esin’le baş başa kalmıştı. Ona anne gibi bakacak biri gerekiyordu. Küçük kızını İstanbul’da yaşayan teyzesi Nafize Hanım’dan başkasına emanet edemeyeceğini biliyordu. O da öyle yaptı.


Kızına bir anne gibi bakan Nafize Hanım’la evlendi. Bu evliliği de Nafize Hanım’ın vefat ettiği 1986 yılına dek sürecekti. Ahmet Baysal’ın amcası İzzet Baysal’ın o günlerine ilişkin anlattıkları ise şöyle: “Amcam Eskişehir’de çalışırken Refika yengemle tanışıyor. Ondan sonra da Ankara’ya gidiyor. İlk çocuğu oluyor, Esin. 2 yıl sonra ikinci çocuğunu doğururken, hem yengem hem çocuk ölüyor. Aslında ondan önce de bir çocuk olsun isterlerken sıkıntı olmuş, doktorlar bir daha yapmamalarını önermişler. Ama onlar bir çocuk daha olsun gayretiyle, biraz da o günün cahilliğinden, ki biri mimar, biri coğrafya öğretmeni, çocuk yapmaya kalkmışlar. Onun için Bolu’da Vakfın yaptığı Refika Baysal Aile Planlama Merkezi yengemin ismin taşır. O tarihte böyle merkezler eğitim imkânı olabilseydi, yengemi kaybetmezdik. Amcam sonra, daha çok çocuğun bakımı için, aynı zamanda baldızı olan Nafize yengem ile evlendi. Çünkü Ankara’da birçok proje yaptı, inşaat taahhütleri aldı. Küçük bir çocuğa kendi başına bakma şansı yoktu. Bolu’da da Devlet Hastanesi, Ziraat Bankası Evleri, Zübeyde Hanım KızaMeslekaLisesi gibi birçok taahhüt aldı. Bu işleri babam yürütürdü ve iki kardeşin mal ayrılığı da yoktu.”

İzzet ve Mehmet Baysal kardeşler

İ zzetaBaysal, İstanbul’da ticarete atılmanın yollarını ararken, Şükrü Saraç­o ğlu Hükümeti’nin Sa­ vaş Ekonomisi gerekçesiyle uygulamayaakoyduğu Varlık Vergisi sebebiyle İstanbul’daki gayrimüslimlerden önemli bir bölümü, hükümetin kendilerine kestiği vergiyi ödeyebilmekaiçin dükkânlarını satışa çıkarmıştı. 21


İzzet Baysal da Bolu ve Ankara’daki inşaatlarda kullanılmak üzere inşaat malzemesi satın aldığı bir Rum tüccara ait Karaköy Perşembe Pazarı Tersane Caddesi’ndeki 85 numaralı dükkâna talip oldu. 15 Temmuz 1943 tarihinde yaptığı mukavele ile dükkânı, 15 lira depo, 30 lira dükkân kirası bedeli olmak üzere 45 liraya kiraladı. Dükkân içindeki tüm malları satın aldı. Dükkânın adını da ‘İzzet Baysal İnşaat, Sıhhi Tesisat Malzemeleri Mağazası’ olarak değiştirdi. 18 Ağustos 1943 tarihinde Ahmet Saraçoğlu ve Vitali V. Levi’nin kefilliği ile İstanbul Ticaret Odası’na kaydolarak ticarete başladı. Ticarete atıldıktan sonra, sattığı inşaat malzemesi ve sıhhi tesisatların üretimini kafasına koymuştu İzzet Baysal. Bunun için Beyazıt Tavşantaşı Mahallesi Büyük Haydar Sokak 35/1 numarada bir atölye kiralayarak, madeni eşya, kazan, kilit, menteşe ve sürgü üretmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın en hararetli döneminde bile üretimi aklından çıkarmayan İzzet Baysal, sattığı tüm ürünlerin büyük bölümünün yurt dışında ithal edildiğini biliyordu. ‘Neden bu malları Türkiye’de üretmeyelim’ diye sorup duruyordu kendi kendine. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, Türkiye yeni bir değişim geçirerek çok partili hayatla tanışmıştı. İzzet Baysal, artık Ankara ve Bolu’daki işleri bir kenara bırakıp Cumhuriyetin ilk sanayicilerinden biri olmaya karar vermişti. Ve tamamen İstanbul’a yerleşme kararı aldı. Artık başka şehirlere yoğunlaşmanın anlamı yoktu. Anadolu’nun kıtlık yıllarında İzzet Baysal’ın sanayiciliğe soyunması bile ufkunun ne denli büyük olduğunu anlatmaya yetiyordu. Ağabeyi Mehmet Baysal ile 1947’de mal ayrımına da bu nedenle karar verdi. Dükkânda sattığı boru aksamlarının üretimini kafasına koyan İzzet Baysal, Türkiye’nin ilk boru parçaları (fittings) döküm fabrikasını açmayı amaçlıyordu artık. Türkiye’de o sırada Sivas Demir Çelik, Kırıkkale Çelik Cer Atölyesi ile İstanbul ve Tuzla Tersaneleri dışında demir döküm fabrikası bulunmuyordu. Bunların tamamı da devlete aitti. Sadece devletin gücüyle var olabildiği demir döküm sektörüne girmek bile büyük bir cesareti gerektiriyordu. Ama İzzet Baysal’ın gözü karaydı. Türkiye’nin döküm alanında öncü sanayisi olmaya kafasına koymuştu bir kere. Topkapı’da bir arsa alarak buraya döküm fabrikası kurmaya karar verdi. 1948 yılında mal satın alma gerekçesiyle ile iki kez Almanya’ya giderek incelemeler yaptı. Bir Alman firması ile fabrikanın kuruluşu için anlaştıktan sonra, 4 Nisan 1951 tarihinde fabrikanın kuruluşu için izin başvurusu yaptı. Fabrikanın kuruluşunda kendisine yardımcı olması için Metalürji Mühendisi Rudolf Stotz isimli bir profesörle anlaştı. Ahmet Baysal, amcasından bu dönemde duyduklarını şu cümlelerde ifade ediyor: 22


“1947’de mal ayrılığı yaptılar. Amcam İstanbul’da fabrikadan önce sıhhi tesisat malzeme satış dükkânı açtı. Zaten sattıklarını inşaatlarında kullanıyordu. Perşembe Pazarı’nda Mahmudiye Caddesi 85 numaradadır dükkân. O zaman çıkan Varlık Vergisi nedeniyle bir gayrimüslimden satın aldı dükkânı, mallarıyla beraber. O ticareti yaparken bu sattığım malzemeleri neden Türkiye’de yapmayayım diye aklına takılıyor. 1949’a kadar gider fabrikanın kuruluşu. Amcam Almanya’ya gidiyor. Fittings ithal ettiği fabrikaları bir alıcı gibi gezerken, bu imalatın yapılabileceğini görüyor. Ve fabrikayı kuran Rudolph Stotz isimli bir Almanla anlaşıyor, projesini ona yaptırıyor. Topkapı’da 8 dönümlük bir arsa alıyor. O zaman da Demokrat Parti yeni devralmış iktidarı, denetimli döviz durumu var. Makinaların gelişi 1951’i buldu, ben 1953’te girdim fabrikaya. Amcamdan geliyor fikir, babam parayı keresteye, amcam ise fabrikaya yatırıyor o zamanlar.”

23


1.2-AVRUPA KARTELİ İLE SAVAŞ İzzet Baysal’ın Türkiye’nin ilk fittings fabrikasını kurması, Türkiye’ye istediği fiyattan mal satmayı alışkanlık haline getirmiş yabancı firmaları hemen harekete geçirecekti. Türkiye gibi oldukça karlı bir pazarın elinden kayıp gittiğini gören firmalar, merkezi Zürih’de bulunan International Malleable Tube Fittings Association’da (IMTB-Uluslararası Fittings Birliği) aldıkları bir kararla İzzet Baysal’ı yok etmeye karar vereceklerdi.

O sırada Türkiye’ye 6 ülkeden fittings geliyordu. Fittings üreticisi 6 Avrupalı firma kartel oluşturarak, İzsal’ı batırmak için aralarında anlaşacak ve fiyatlarını yüzde 40 oranında indireceklerdi. Avrupa kartellerine karşı vereceği mücadele, İzzet Baysal için hayati bir öneme sahipti. Avrupa’da oluşan bu kartele karşı pes etmeyen İzzet Baysal, kartelcilerin aynı malları başka ülkelerde yüzde 40 daha yüksek fiyatla sattıklarını devlete ispat edecek, Sanayi ve Ticaret Bakanı Fethi Çelikbaş’a giderek Avrupa’daki kartellerin kendisini yok etmeye çalıştığını, belgeleri ile ortaya koyacaktı. Bu mücadelede hükümet desteği olmadan ayakta kalamayacağını biliyordu. Demokrat Parti Hükümeti, bir Türk sanayiciyi böyle bir mücadelede yalnız bırakamazdı. Bu nedenle yurtdışından gelen ürünler uygulanan yüzde 5’lik vergi oranı yüzde 40 çıkarıldı. Bu durum, İzzet Baysal’ın ‘’En acımasız mücadelemdi’’ dediği bir yaşam savaşı olacak, haksızlığa karşı mücadele eden ‘’Köroğlu’’nun yanında henüz ‘’Ayvaz’’ı da bulunmayacaktı. İzzet Baysal, Türk ekonomi tarihinde Avrupa kartelini ilk ispatlayabilen kişi olarak da tarihteki yerini alacaktı. Bu mücadeleden başarıyla çıkan İzzet Baysal, sonraki yıllarda kendisini yok etmeye çalışan ülkelere bile ihracat yapmayı başaracaktı.

24


1.3-HAYIRLARIN TAMAMI DEVLETE Avrupa kartellerine karşı verdiği mücadelenin ilk raundunu kazanarak gümrük vergisini artırmayı başaran İzzet Baysal, bundan sonra daha dikkatli olması gerektiğinin farkındaydı. Böyle bir mücadelede yanına çok güvendiği isimleri almak zorundaydı. Kendisini Avrupalılara kafa tutacak Köroğlu olarak görüyordu, ama sırdaşı olacak bir Ayvaz’a da ihtiyacı vardı. Ahmet Baysal’ı askerlik dönüşü yaptığı bir saatlik görüşmenin ardından ikna eden İzzet Baysal, sırtını güvenle dayayabileceği bir yoldaşa sahip olacak, artık ömrünün sonuna dek, hem işlerinde hem de vakıfta birlikte olacağı yeğeni ile çalışmaya başlayacaktı.

Zamanla işleri büyük oranda ’Ayvaz’’ına bırakacak olan İzzet Baysal, uzun süren İzsal grevi sırasında fabrikadan iyiden iyiye soğuyarak, işleri tamamen ona teslim edecekti. Ahmet Baysal ise bu dönemde, 7 Haziran 1986’da 44 yıllık eşi Nafize Hanım’ı kaybettikten sonra iyice içine kapanan amcasının fabrika ile de biraz olsun ilgilenmesini istiyordu. Fabrikaya ilgisini artırdığı takdirde amcasının yeniden hayata karışacağını düşünüyordu. Bir yandan da, büyük badirelerden geçen fabrikayı amcasına göstermek arzusundaydı. Bu ısrarlı davetlerin ardından İzzet Baysal, büyük emeklerle kurduğu fabrikasına yeniden gelmeye başladı. Ancak, haftada sadece üç gün öğleden sonraları uğruyordu. Oysa hayatı boyunca işçilerinden önce fabrikaya gelen biriydi. Almanya’dan getirtilen makinalarla eski gücüne kavuşan fabrika harıl harıl çalışırken, İzzet Baysal’ın makinalara ilgisi kalmamıştı. Büyük heyecanla fabrika hakkında bilgi veren yeğeninin üretim artışı ile ilgili verdiği rakamlar da artık ilgisini çekmiyordu. Ahmet Baysal, eşinin ölümünün ardından amcasının içine düştüğü yalnızlığı anlamaya çalışıyordu, ama nafile. “Oğlum, sen yalnızlığın ne olduğunu bilmiyorsun. Senin evinde dertleşeceğin bir Solmaz’ın var” dediği gün, amcası ile daha fazla ilgilenmesi 25


İzzet Baysal Fabrikasında

gerektiğini anladı. Her hafta sonu eşini ve kız kardeşini alıp amcasının Sarıyer’deki evine ziyarete gidiyorlardı. Ona yalnızlığını hissettirmemek için büyük uğraş veriyor, fabrikaya her gelişinde fazladan vakit ayırarak amcasının dert ortağı olmaya çalışıyordu. Ancak bir gün amcasının tek dert ortağı olmadığını fark etti. İzzet Bey’in çok uzaklarda olan bir dostu daha vardı. Amcası 1950’li yıllarda Bolu’da hükümet tabipliği yapan Doktor Naim Yürüker’le 1960 yılında uyku problemi sebebiyle gittiği İsviçre’deki Münsingen Ruh Sağlığı Hastanesi’nde tanışmış ve kaynaşmıştı. Türkiye’ye döndükten sonra da bağını hiç koparmadı. Dr. Naim Bey’e yüzlerce mektup yazmış, dertlerini anlatmıştı. Gerçi yazdıkları arasında bilmediği konular yoktu Ahmet Baysal’ın, ama yine de aileden olmayan bir ismin amcasına bu denli yakın olmasına şaşırmıştı. Bu arada, Bolular; hemşerileri İzzet Baysal’ın büyük bir 26


işadamına dönüştüğünü 1980’lı yılların sonuna doğru fark edecekti. Gazeteler ve televizyonlarda hemşehrilerinin kurduğu İzsal Demir Döküm Fabrikası’nın büyük kar elde ettiğini duydukça, Sarıyer’deki evinde kendisini ziyarete başladılar. Bolu’nun sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını anlatıp, çeşitli talepte bulunanların sayısı giderek artıyordu. Dededen kalma hayırseverlikleri ile tanınan Baysallar, bu talepleri mümkün olduğunca karşılamaya çalışıyorlardı. Özal’lı yılların başlarında amca İzzet Baysal’ın Özal’a karşı görüşleri vardı. Sağ siyasetçilere karşı mesafeli duran İzzet Baysal, MESS Başkanlığı’ndan beri tanıdığı Özal’a da pek sıcak bakmıyor, ancak onun ufkunu iyi biliyordu. Fakat Özal’ın bir süre sonra eşi Semra Özal’ı partisinin İstanbul İl Başkanlığına getirmeye karar vermesiyle birlikte İzzet Baysal sinir küpü oldu. Özal’ın Başbakanlık makamına ve evine olmak üzere iadeli taahhütle iki mektup gönderdi. Mektubunda Semra Özal’ın davranışlarının bir Türk annesine yakışmadığını örnekleri ile ortaya koyduktan sonra, ‘Örf ve adetlerimize sığmayan bu davranışları sebebiyle lütfen eşinizi uyarınız’ diyordu. Elbette Özal’dan bir yanıt almadı. Ancak İzzet Baysal, Semra Hanım’ın papatyalarına kafayı takmıştı bir kere. Ankara- İstanbul arasındaki ulaşımı sağlayan Bolu Dağı’nda özellikle kış aylarında pek çok trafik kazasının yaşandığı dönemdi. Herhangi bir kaza durumunda, dağdaki yaralılara Bolu Devlet Hastanesi’nin mevcut imkânları ile çare üretmesi mümkün görünmüyordu. Devlet Hastanesi Başhekimi Rıfat Ersoy, İzzet Baysal’a bir mektup yazarak hastanenin yanına Acil Servis ünitesi için yardım talep etti. Doğduğu şehrin bu hayati ihtiyacını karşılamak için İzzet Bey en küçük bir tereddüt bile geçirmedi. Amcasından aldığı talimatla Başhekim Rıfat Bey’i arayan Ahmet Baysal, Acil Servis’in tüm masraflarını karşılayacaklarını bildirdi. Ahmet Baysal, akşam evine döndüğünde babası Mehmet Baysal’a amcasının Bolu’ya yapacağı hayrı övünçle anlattı. O sırada Mehmet Baysal, geçirdiği kısmı bir felç sebebiyle Zincirlikuyu’daki evinde Ahmet Baysal’ın eşi Solmaz Hanım’ın gözetiminde istirahatteydi. O güne kadar suskun suskun cam kenarında oturan ve dışarıya seyretmeye çalışan Mehmet Bey, cana geldi; “Oğlum, İzzet iyi yapıyor, ama sen İzzet’e söylesen de orada hastanenin alt tarafında, o da bilir, benim kıymetli bir arsam var. Ben onu vereyim, İzzet de binasını yapsın. İsmine de Baysal Kardeşler Hastanesi diyelim, acil servisi de olsun” dedi. Ahmet Baysal, iki kardeşin güçlerine birleştirerek Bolu’ya kazandıracakları hastanenin sevinci içinde amcasının kapısını çaldı. Babasının yaptığı teklifi anlattı. Ummadığı bir reaksiyonla karşılaştı. “Güzel bir teklif. Ama her hayır, hayrın sahibinedir. Ağabeyim hayrını kendisi yapsın.” 27


Amcasının bu yanıtı karşısında şaşıran Ahmet Baysal, bu cevabı yarı felçli babasına nasıl anlatacağını düşünmeye başladı. Sonunda başka bir şey söylemek zorunda kaldı. “Baba, Acil Servis’in hastaneye bitişik olması lazımmış. Çok da acilmiş, amcam fikrini çok beğendi; inşallah onu da başka zaman yaparız dedi.” Ancak, Ahmet Baysal, amcasının bu tavrına daha sonra hak verecek ve buna ilişkin şunları söyleyecekti: ‘’Amcamın sözünün altında şu var. Size büyük bir hayır yapar birisi. Gelen kazanç helal mi değil mi? Onun için herkes kendi hayrını yapar. Onun için ‘benim hayrımı, benim varlığımın gelirleri ile yapın’ demiştir.’’ Bu arada, Mehmet Baysal da boş durmadı. Madem kardeşi ile ortak bir şey yapamıyordu, o da tek başına yapmaya karar verdi: “Oğlum, sen Başhekim Rıfat Bey’e söyle, o zaman hastaneye ne lazımsa ben de onu yapayım” dedi. Ertesi gün Başhekim Rıfat Bey’i arayan Ahmet Baysal, hastanenin başka ne ihtiyacı olduğunu sordu. Rıfat Bey, acil olarak bir hemşire lojmanına ihtiyaç duyduklarını söyledi. Babasının, doğduğu topraklara bir şifa dağıtan bir tıp ünitesi kazandırma arzusunda olduğunu biliyordu. Hemşire lojmanı projesiyle babasını ikna etmesi de güçtü. Dr. Rıfat Bey, Mehmet Baysal’ın arzusunu anlamıştı. Hemen lojman projesini Hemşire Eğitim Merkezi’ne dönüştürmeyi teklif etti. Ahmet Baysal, bu fikri doğru bulmuştu. Artık son günlerini yaşayan babasını ikna edebilirdi. Soluğu evde aldı, babasına uzun uzun Hemşire Eğitim Merkezi’nin yararlarından bahsetti. Mehmet Bey ikna oldu. İzzet Baysal Devlet Hastanesi Acil Servis inşaatı devam ederken, 1984 yılı başında 40 yataklı bir lojman ve eğitim merkezini de bünyesinde barındıran Mehmet Baysal Hemşire Eğitim Merkezi’nin temelle-

Mehmet Baysal İlkokulu 28


ri atıldı. Hayır yapmak ve hayırla anılmak Mehmet Bey’in hoşuna gitti. Daha Hemşire Eğitim Merkezi inşaatı devam ederken, memleketine bir de okul yaptırmaya karar verdi. Ancak, ecel 17 Ocak 1985’te yolunu kesti ve okul projesini hayata geçiremeden hakkın rahmetine kavuştu. Ölmeden önce de oğlu Ahmet Baysal’a yarıda bıraktığı okul projesini hayata geçirmesini vasiyet etti. Ahmet Baysal da 1988 yılında babasının bu vasiyeti doğrultusunda Seyit Köyü’ne Mehmet Baysal’ın adını taşıyacak okulu yaptırdı. İzzet Baysal, bu açılış ve temel atma töreniyle birlikte 40 yıl sonra Bolu’ya ilk kez ayak basmıştı, ama yüzünden düşen bin parçaydı. Açılış töreninde bir ay önce hayat arkadaşını kaybettiği için büyük bir keder içindeydi. Eşinin ölümünün ardından güçlükle ayakta durabiliyordu. Ama o da tıpkı ağabeyi gibi hayır üstüne hayır yapmaya devam ediyordu. Aynı gün Çakmaklar Köyü’nde kurulacak İzzet Baysal Huzurevi’nin de temelleri atıldı. Eşini kaybetmiş olmanın acısını, Bolulular kendisine gösterdikleri yakın ilgi ile kısa süreliğine de olsa unutturmuşlardı.

İzzet Baysal Devlet Hastanesi

Gördüğü ilgi ve alaka onu başka hayırlar yapmaya teşvik ediyordu sanki. İstanbul’a dönerken yeğenine döndü; “Bu kadar insanın o gün hiç mi işi yoktu?’ diye sordu. Bolu’da gördükleri ilgi ve Boluluların daha fazla hizmet ve şefkat bekleyen talepleri İzzet Baysal’ın çok hoşuna gitmişti. Ancak, bu şekilde Bolu’ya hizmet etmenin sürdürülebilir bir yönü de yoktu. İstanbul’a dönene kadar Bolu’ya daha fazla nasıl hizmet edebileceklerini konuştular. Ancak yolda bir çözüm bulamadılar. İzzet Baysal, Bolu’dan döndükten kısa bir süre sonra soluğu İzsal’da yeğeni Ahmet Baysal’ın yanında aldı. Heyecan içindeydi ve yeni bir fikir bulmanın mutluluğunu yaşıyordu. Ahmet Baysal, eşini kaybettikten sonra amcasını hiç bu kadar heyecanlı görmemişti. Buyur etti ve her zaman ki masasına oturdu.

29


“Ahmet oğlum, ben biraz düşündüm ve bir karar verdim. Biliyorsun Türk Eğitim Vakfı her sene on binlerce gencimize eğitim bursu veriyor; okumaya hevesli fakat maddi olanakları kısıtlı çocuklarımıza tahsil fırsatı yaratıyor… Ben de düşündüm, vasiyetimi bu vakfa yaptım. Hayatım boyunca çalışarak kazandıklarımın böylece gençlerimizin eğitimine yararlı olacağını düşündüm. Sen ne dersin?” diye sordu. Ahmet Baysal, bu karara sevinse de amcasının birikimlerinin farkındaydı. Ne kadar olduğunu ondan daha iyi bilen biri de yoktu. Bu kadar büyük bir mirasın sıradan bir sadaka gibi harcanması doğru olmazdı, ancak, “Çok iyi yapmışsınız amca’’ demekle yetindi. Vakıf fikrini ortaya atan ve Bolu’yu hedef olarak seçen Ahmet Baysal, vakıf fikrinin nasıl doğduğunu şu sözlerle ortaya koyuyor: “1985 yılında amcam tutmuş, hiç kimseye haber vermeden notere gitmiş, iki şahit huzurunda vasiyetini yazarak, tüm varlığını Türk Eğitim Vakfı’na bırakmış. 2 yıl sonra 1986 sonunda fabrikaya geldiğinde bana şöyle dedi: ‘Oğlum ben iki senedir kimseye söyleyemediğim bir sırrımı sana söyleyeceğim. Bunun sebebini şöyle değerlendirdim; ben 40 küsur senedir yanında, onun takdir ettiği maaşla çalışıyorum. Herhalde bu fabrikanın kazancında Ahmet’in büyük katkısı oldu diye düşünüp, söylemeden içi rahat etmedi. ‘Amca iyi etmişsiniz’ dedim. Tabi büyük varlığı var. Her şeyini yöneten kişiyim. Kendisi de şöyle söyledi; ‘benim tek kızım var bunu vasiyetimin başına da yazdım. Ben kızıma sağlığımda her türlü imkânı bağışladığımdan, öldüğümde tüm mal varlığımı çok iyi burs veren, çocuk okutan Türk Eğitim Vakfı’na bağışladım’ dedi. Bir hafta sonra geldiğinde, ‘Amca, bu kadar varlığınız var. Bu varlıkla bir vakıf kurup da neden kendi adınızı yaşatmıyorsunuz’ dedim. ‘Sen ne anlarsın oğlum vakıftan’ dedi. ‘Amca anlamam ama anlayan buluruz’ dedim. ‘Peki sen var mısın’ bu işte diye sordu. ‘Tabi ben de öğrenirim bu arada’ dedim. Öyleyse sen görüş, hemen ben bu vasiyeti iptal eder, kuracağımız vakfa devrederim dedi.’’ Bolu’dan İstanbul’a dönüş yolu boyunca bulamadıkları hayırları nasıl yapacaklarına dair çözüm yolunu bulmuşlardı. Amcası da kendisi de sevinç içindeydi. Yardımları iki ana eksen üzerine oturtmaya karar verdiler: Eğitim ve sağlık. Ahmet Baysal, amcasından aldığı bu güçlü destekle birlikte vakfın kuruluş çalışmalarına zaman kaybetmeksizin başladı. Hemen An­ kara’nın yolunu tuttu. Dönemin Vakıflardan Sorumlu Devlet Bakanı Bolu’lu Kazım Oksay idi. Sanki böyle bir hayrı kolaylaştırmak için bakan yapılmıştı. Ahmet Baysal, amcasının ve kendisinin aldıkları kararı Bakan Oksay’a anlattı. Bakan da heyecanlanmıştı. Çünkü o güne kadar Türkiye’de kazandıklarının tamamını hayır işlerine ayıran böylesine bü30


yük bir sanayici çıkmamıştı. Seçim bölgesine böylesine büyük bir hayrın yapılacak olması kimi mutlu etmezdi ki? Devlet Bakanı Oksay, Sabancı ve Koç Vakıfları gibi büyük vakıfların kuruluş senetlerini toplatarak Ahmet Baysal’a verdi. Ancak böyle bir vakfın uzun soluklu yaşayabilmesi için vergi muafiyetinden yararlanması gerekiyordu. Aksi takdirde İzzet Baysal’ın yapacağı hayırlar vergiye gider, Bolu’ya faydası olmazdı. Maliye Bakanlığı ile görüşerek İzzet Baysal Vakfı için muafiyet sağladı. Kazım Oksay’ın sağladığı bu destek Ahmet Baysal için fevkalade önemliydi. İstanbul’a büyük bir heyecan içinde döndü. Gelişmeleri amcasına anlattı. O da heyecanlanmıştı. Ankara’dan aldığı Koç ve Sabancı Vakıflarının kuruluş senetlerini İzsal’ın hukuk müşavirlerine inceletti. Hayırların Bolu’ya yönlendirilmesini de öneren Ahmet Baysal’ın Ankara’dan dönüşünün üzerinde bir ay bile geçmemişti ki yeni bir vakıf senedi hazırlayarak, amcasının karşısına çıktı. Vakıf senedinin 4. Maddesi amcasının tam da arzu ettiği içerikteydi; “Madde 4- Öncelikli Bolu şehri ve Bolu halkına olmak üzere Türkiye dâhilinde her yerde ve her vatandaşa imkânları ölçüsünde ihtiyaçlara bulunan bilimsel, sosyal, kültürel ve sağlık hizmetlerinde bulunabilmek bu vakfın amacıdır.’’ Ardından bu maddeye, daha sonra ileride değineceğimiz Erbakan olayından sonra 1997 yılında şu ekleme yapılacaktı: ‘’Bu amacını çağdaş, laik ve demokratik Atatürkçü düşünce ışığından ve Ulu Önderin muasır medeniyete ulaşmada gösterdiği yoldan şaşmadan gerçekleştirmeyi esas alır. Vakfın kurucusu büyük insan İzzet Baysal’ın kendi yaşamında şiar edindiği ‘planlı, programlı ve çok çalışmayı ve israftan kaçınmayı’ bu amaca ulaşmada vazgeçilmez rehber olarak kabul eder.” Vakıf senedini ve amacını inceleyen İzzet Baysal, umutlanmıştı. 26 Aralık 1986 tarihinde kurulan vakfın adı İzzet Baysal Vakfı oldu. Baysallar pek çok konuda olduğu gibi vakıf işleri konusunda da devlete güven esasına dayalı iş yapmayı ilke edindi. Vakıf, sağlık ve eğitim alanında tesisler yapacak, bu tesislerin işletmesini devlete bırakacaktı. Bu yüzden her yatırıma vali, rektör veya bir bakan imza koyuyordu. Vakfın böyle bir karar almasında, Bolu’ya yapılacak devlet yatırımlarını teşvik etme düşüncesi vardı. Böylelikle, hayırlarının tamamını devlete armağan eden ilk vakıf kurulmuş oluyordu.

31


16 Ocak 1987 tarihli Resmi Gazete

İzzet Baysal Vakfı’nın 2015 rayiç değerleriyle, bugüne kadar yaptığı hayırların toplamı 410 milyon 447 bin lirayı buldu. Vakıf, 75 milyon 592 bin TL ilk ve ortaöğretim tesislerine, 86 milyon 405 bin TL sağlık ve sosyal hizmet tesislerine, 4 milyon 139 bin lira burslara ayrıldı. Vakfın en büyük harcama kalemi ise üniversite olacaktı. İzzet Baysal Vakfı’nın üniversite için yaptığı harcama 244 milyon 309 bin TL olarak kayıtlara geçti. Bu arada, kurulan vakfın Bolululardan gördüğü ilgi hayret verici boyutlara ulaşmıştı. İzzet Baysal, 40 yıl aradan sonra gittiği Bolu’da gördüğü ilgiden fazlasıyla etkilenmiş, artık sık sık gider olmuştu.

Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İzzet Baysal Vakfı’nın en büyük eseri 32


Ancak her Bolu’ya gidişinde yeni bir hayır talebi ile karşılanıyordu. Gördüğü ilgili hoşuna gidiyordu, ama her talebi de yerine getiremeyebilirdi. Bunun farkındaydı. Bu nedenle planlı ve programlı hayır yapmak zorundaydılar. Bunun tek istisnası üniversite kampüsüne yapılacak cami oldu. 2 bin genç, kendi aralarında topladıkları imza ile İzzet Baysal’a gönderdikleri bir mektupta üniversite kampüsüne bir cami yapılmasını talep etti. Bu talebi geri çevirmek zordu. ‘Madem üniversite yaptık, madem burada okuyan gençler ibadet etmek ister, o halde yapalım’ diyerek caminin yapımını da üstlenmiş oldu. Bu arada, İzzet Baysal’ın vakıf çalışmalarında da en büyük yardımcısı yine yeğeni Ahmet Baysal olacaktı. Ancak İzzet Baysal, Vakıf kurulduktan sonra, yeğeni Ahmet Baysal’ın iş yükünün artması sebebiyle vakıf işleriyle fazla ilgilenemeyeceğini düşünüyordu. Bu konuda İzzet Baysal, Dr. Naim Yürüker’e yazdığı mektupta, şu ifadeleri kullanıyordu: “… Ahmet gerek fabrika, gerek vakıf işlerimizde canla başla çalışıyor. O bir gün işleri bıraksa fabrika kör topal yürür, ama vakıf işi anında durur. Zira o işi yürütmek çok zor. Ahmet olmazsa bu işleri kim yapar, durur anında vakıf işlerimiz.” Bu sözler bile İzzet Baysal’ın yeğenine, ‘Ayvaz’ına ne kadar güvendiğini ortaya koymaya yetiyordu. Ahmet Baysal, bu mektubu ilk okuyuşunda gözlerinin dolmasına engel olamamıştı.

İzzet Baysal yeğeni Ahmet Baysal ile 33


1.4-VAKFIN VARLIĞI DA YÖNETİMİ DE BOLU’YA İzzet Baysal Vakfı, dünyada varlığını bir kente adamış nadir, Türkiye’nin ise ilk vakfıydı. Bolulular tüm varlığını doğduğu şehre adamış İzzet Baysal ve yeğeni sayesinde, etkisi yüzyıllar sürecek bir hizmet zincirine kavuşmuştu. Ahmet Baysal, vakıf kuruluş aşamasında yaşananlara ilişkin İzzet Baysal ve Vakfı kitabında o günlere ilişkin şunları kaydediyordu: ‘’…Bir tek boşluk kalmıştı: Vakfın mütevelli üyeleri kimler olacaktı? Başka bir ifadeyle, hayırlara adanmış bu büyük varlığı kime teslim edecektik? Bolu’ya ve Bolu halkına hizmeti esas almış olduğumuza göre, mütevelli üyelerin ağırlığı, devamlılığı olmayan Baysal ailesinden sonra Bolululara geçmeli ve hatta zamanla yönetim de onlara devredilmeliydi. ’Bolulular bu vakıf sizindir; ona benim gibi sahip çıkınız’ cümlesinde özetlediğimiz bu gayeyi nasıl tahakkuk ettirecektik?’’ Vakıf, mütevelliler arasından seçilecek 6 kişilik bir yönetim kurulu tarafından yönetilirken, kuruluş aşamasında ilk yöneticiler Baysal Ailesi’nden düşünülecekti. Tescil formalitelerin tamamlanmasının ardından 3 kişi çekilerek, yerlerini halk mütevellilerine bırakacaktı. Zaman içinde Baysal Ailesi’nden kimsenin kalmamasının ardından İzzet Baysal’ın arzusuna uygun olarak, yönetimin tamamı Bolululara ait olacak. Yani Vakfın yönetimi de tüm varlığı da İzzet Baysal’ın, ‘’Bolulular bu Vakıf sizindir; ona benim gibi sahip çıkınız’’ vasiyeti doğrultusunda, Boluluları temsil eden mütevellilerin emanet ve sorumluluğuna bırakılacak.

İzzet Baysal’ın kaleminden... 34


İzzet Baysal’ın vefatının ardından vakfın başına Ahmet Baysal geçti. Vakfın yönetiminde Boluluların olmasını zaten amcasından o istemişti. Üyeler büyük bir titizlikle seçildiklerini de Ahmet Baysal’a çok geçmeden ispat etti. Mütevelli heyetinin seçimde ne kadar isabetli davrandığını Ahmet Baysal, iki sürpriz örnekle anlayacaktı. Bunlardan ilki, mütevelli heyet üyelerinin amcası İzzet Baysal adına üniversitenin Kültür Merkezi bünyesinde kurdukları müze oldu. Müze fikri Ahmet Baysal’ı hayli duygulandırmıştı. Ancak onu asıl duygulandıran, mütevelli heyetinin yaptığı ikinci sürpriz oldu. İkinci sürpriz, üniversite bünyesinde Gölköy Kampüsü içinde yer alan Canip Baysal Camisi’nin genişletilmesi projesiydi. Amcasının ilk hayır eserlerinden biri olan caminin artık 20 binden fazla öğrencinin ihtiyacına cevap vermemesi üzerine, ünivsersite camiisinin genişletilmesine karar verilir. Vakfın ve üniversitenin bütçesinden cami için harcama yapılamayacağı anlaşılınca, Bolu Müftülüğü ile temasa geçilir. Müftülük bir Cuma namazında halktan 150 bin TL toplamaya karar verir. Ancak mütevelli heyeti üyeleri, Bolu’ya bu denli büyük hayırlar yapan İzzet Baysal’ın babasının adını taşıyan bu cami için halktan para toplanmasını İzzet Baysal’ın ve Canip Baysal’ın hatırasına hakaret kabul ederek, bu parayı kendi aralarında toplayarak camiye gereken ek inşaatı yaptırırlar. 1.4.1-Bolulular ‘’Baba’’sını Unutmuyor İzzet Baysal’ın tüm varlığı ile oluşturduğu bu vakıf ile Bolululara yönelmesini hemşehrileri de cevapsız bırakmayacak, İzzet Baysal’a olan sevgisini, ‘’baba’’ ünvanı vererek gösterecekti. Ardından Bolu’nun en büyük caddesine “İzzet Baysal Caddesi” ismi verilecekti. Bolulular, tesislerden bazılarının önüne büstünü, kentin en güzel yerine de sağlığında heykelini dikeceklerdi. Vefatından sonra Üniversite Kampüsüne dikilen İzzet Baysal’ın heykelinin açılışı ise 2001 yılında yapılacaktı. Böylece İzzet Baysal,

Üniversite kampüsündeki İzzet Baysal heykeli 35


yaşarken heykeli dikilen insanların ilklerinden olduğu gibi, bir ilde iki heykeli bulunan ilk hayırsever olacaktı. Ayrıca Bolu Belediyesi tarafından Behiye Baysal Mahalli İdareler Meslek Lisesi, Behiye Baysal İlköğretim Okulu ve Canip Baysal Lisesi’nin bulunduğu mahalleye “İzzet Baysal Mahallesi” ismi verilecekti. 1932 yılında Gerede’nin imar planı İzzet Baysal tarafından yapılmıştı. Gerede’nin yerleşim plânına yaptığı katkılardan dolayı Gerede Bele-

İzzet Baysal’a Şükran Günlerinden 36


diyesi de AİBÜ Gerede Meslek Yüksek Okulu’nun bulunduğu mahalleye “İzzet Baysal Mahallesi” ismini verdi. Bolu Ticaret ve Sanayi Odası, Oda Meclis Salonunda “İzzet Baysal Köşesi” düzenledi. Ayrıca 1990 yılından bu yana her yıl Boluluların büyük hayırsevere sevgilerinin ifadesi olarak İzzet Baysal’a Şükran Günleri düzenleniyor.

İzzet Baysal’a Şükran Günlerinden 37


1.5-ÜLKESİNE ÜNİVERSİTE ARMAĞAN EDEN İLK HAYIRSEVER İzzet Baysal, Türkiye’de ve dünyada bir üniversite yaptırıp, hiçbir karşılık beklemeden devletine armağan eden ilk kişidir. 1986 yılı sonunda kurdukları vakıf eliyle doğdukları toprakların sorunlarına çare üretmeye çalışan İzzet Baysal ve Ahmet Baysal, okul, sağlık ocağı, hastane, kreş hizmetleri ile büyük huzur bulmuştu. Yaptıklarından keyif alıyorlardı. Ancak akıllarında bu kent için bir üniversite kurmak yoktu. Oldukça maliyetli ve meşakkatli bir çaba gerekiyordu. Türkiye’de o aşamada özel sektör eliyle üniversite kurma fikri kimsenin aklına bile gelmiyordu. Amca-yeğen, kendilerini eğitim ve sağlık alanında hayırlar yapmaya adamıştı adamasına ama, Türkiye’nin ilk model devlet üniversitesini kurmak her baba yiğidin harcı değildi. Zaten vakıf bir buçuk yıl önce kurulmuştu. Böylesine büyük bir işe kalkışmak vakfın tüm varlığını bu işe adaması halinde bile çok zordu. 1.5.1-Üniversite Fikri Doğuyor 1988 yılının Haziran ayıydı. Bolu’dan üç kişilik bir heyet kapılarını çaldı. İzsal’da oturmuş günlük değerlendirme yapıyorlardı amca-yeğen. Gelenler Cahit Şentürk, Şerafettin Erbayram ve Mustafa Yaman’dı. Vakıf mütevelli üyelerinden üçüydüler.

Üniversite fikrini İzzet Baysal’a aşılayan ekip 38


Heyet hazırlıklı gelmişti. Erbayram, Dinçtürk ve Yaman, ‘Bir etüt yapsak acaba İzzet Bey üniversite fikrine sıcak bakar mı’ diye fikir alışverişi yapmaktaydılar. Vakıftaki kaynakların bir kısmının çok planlanmadan kullanıldığını gözleyince, üniversite fikrine daha çok sarılırlar, gündeme getirmek için cesaretleri artar, Ankara’ya, İstanbul’a gidip konu ile ilgili araştırma ve incelemeler yaparlar. Ve sonunda tekliflerini sunarlar, o sırada Şerafettin Bey iyice cesaretini toplar ve İzzet Baysal’la, “İzzet Amca, siz iş adamısınız. Ama sağlık ve eğitime vakıf kurmuşsunuz. Eğitimde yapılacak bir iyilik ekonomi olarak geriye dönebilir. Dolayısıyla iş adamlığı vasfınızı Bolu’ya yansıtabiliriz. Burada bir üniversite olursa şehir ekonomisi canlanır. Öğrencinin traş parası, simit parası tabana gidecektir, Kartalkaya’da kayak yapmaya gitmeyecektir. Eğer o çocuk bir simit alırsa veya bir tuhafiyeden bir çorap alırsa, Bolu ekonomisi canlanacaktır. Onun için bunu bir düşünür müsünüz?” der. Raporla ve konuşmalarıyla Bolu’ya parça parça yatırımlar yapmak yerine geniş kapsamlı ve kalıcı bir işe yönelmenin daha doğru olacağını ortaya koyarlar. Devletin yıllardan beri Gazi Üniversitesi’ne bağlı İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ek binasını bile Bolu’ya çok gördüğünü anlatırlar. Gerçekten de Yüksek Öğretim Kurumu, Bolu’da başladığı bir meslek okulu inşaatını bile senelerden beri bitirememişti. İzzet Baysal Vakfı’nın köylere sağlık evleri, okullar ve hastaneler gibi işlerle uğraşmasının yetersiz bir yöntem olduğunu ifade ederler. İstanbul - Ankara arasındaki en önemli güzergahlardan biri haline gelen Bolu’nun bir üniversiteye kavuşması halinde bir öğrenci kentine dönüşeceğini ve ekonomik olarak kabuk değiştireceğini bir rapor halinde İzzet Baysal’a takdim ederler. Sabırla heyetin söylediklerini dinleyen amca-yeğen heyetin getirdiği raporu alıp baktılar. Bu tür talepler karşısında konuşmayı pek sevmeyen ve kararlarını hep sonradan veren İzzet Baysal, ilk kez sessizliğini bozdu. “Çocuklar, üniversite kim, ben kimim? Ben nasıl bir üniversite kurarım? Buna gücüm yetmez” dedi. Yıllar sonra İzzet Baysal Vakfı’nın Genel Sekreterliğini üstlenecek olan Mustafa Yaman, bu konuda ciddi araştırmalar yapmıştı. Söze o girdi. “Devlet de üniversiteleri öyle birkaç senede kurmuyor ki” diye konuştu. İzzet Baysal, konudan habersizdi. “Peki, kaç senede kuruyor?” diye sordu. Heyet, İzzet Baysal’ın konuyla ilgilendiğini o an anlamıştı. İzah etmeye başladılar: “10 yıl, 20 yıl, belki 30 yıl. Birkaç ana fakülte ile başlanıyor, ardından ihtiyaca göre yeni fakülte ve yüksekokullar ve hizmet binaları yapıyor.” 39


İzzet Baysal’ın kafası üniversite kurma fikrine yatmış gibiydi. Her zaman olduğu gibi yeğenine döndü ve talimatını verdi: “Ahmet oğlum, biz bu konuyu biraz inceleyelim.” İzzet Baysal, bir konuyu incelemeye aldıysa, mutlaka kafasına yatmış demekti. Amcasından aldığı talimatın ardından Ahmet Baysal, hemen işe koyuldu. Önce Bolu Tanıtma ve Kalkınma Vakfı ile görüştü. Gazi Üniversitesi ile temasa geçti. O sırada Gazi Üniversitesi’nin Bolu’da bir meslek yüksekokulu vardı. Ardından Ankara’ya gitti ve Yüksek Öğretim Kurumu Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı ile bir araya geldi. Doğramacı da o sırada Ankara’da Bilkent Üniversitesi’ni kurmuş bir isimdi. Doğramacı, Ahmet Baysal’a vakfın ne kadar geliri olduğu sordu. O da bazı bilgiler verdi. Doğramacı, vakfın gelir kaynaklarını öğrendikten sonra, “Bu çok kısıtlı imkânlarla kendinizin işleteceği bir üniversite macerasına sakın girmeyin; üniversite işi dipsiz bir kuyudur, gerçek bir vakıf anlayışı ile altından kalkamazsınız” önerisinde bulundu. Ahmet Baysal’ın umutları tükenmek üzereydi ki Doğramacı yeni bir öneride bulundu: “Bir devlet üniversitesine katkı vererek, pekâlâ amcanızın ismini bu üniversitede yaşatabilirsiniz.’’ Ankara’dan yeni fikir ve yeni umutlarla İstanbul’a döndü Ahmet Baysal. Amcasına görüşmeler hakkında bilgi verdi. Yola çıkmadan önce son bir değerlendirme daha yapılması gerekiyordu. Ahmet Baysal, amcasının adına kurulacak üniversite fikrine katkı verecek herkesi bir araya getirmeye karar verdi. Ankara, Bolu ve İstanbul’dan gelen katılımcılar olacaktı. 25 Şubat 1989’da İstanbul Beyti Restoran’da bir yemek organizasyonu yaptı. ODTÜ Eğitim Fakültesi’nden Prof. Dr. Kemal Güçlüol, Bilkent Üniversitesi Personel Daire Başkanı Kemal Yücetürk, Mimar Suna Erdoğan yemekte büyük bir masanın etrafından bir aradaydı. Elbette üniversite fikrini ilk olarak ortaya atan, Cahit Şentürk, Şerafettin Erbayram ve Mustafa Yaman da. Bunlara ilaveten Ruhi Kaygusuz, Yurdaer Kalaycı, İlhan Bağışgil, Mustafa Gültopu, Ahmet Eşmeli ve Uğur Tunçok da yemeğe katılmıştı. Yemekte yapılan uzun değerlendirmelerden sonra üniversitenin bir kampüs alanına kavuşabilmesi için asgari 30 milyarlık bir yatırım yapılması gerektiği ortaya çıktı. Üstelik bu sadece yapılaşma bedeliydi. Bir de bunun iç donanımı vardı ki, kimse onun hesabına bile giremedi. Böyle bir kaynakla işe başlanıp, yarı yolda kalmak vardı. Bu yüzden toplantı hiçbir karar alınamadan son buldu. Ancak Ahmet Baysal, Ankara’dan gelen konuklarına biraz daha araştırma yaptıktan sonra tekrar buluşmayı önerdi. Üniversite kurma düşüncesi başka bir bahara kalmış gibi duruyordu. Ama o bahar çok yakındı. Her ilkbaharda Bolu’ya giderek, Termal 40


Otel’de konaklamayı alışkanlık haline getiren amca yeğen, 12 Mayıs 1989’de yine Termal Otel’de Bolu’nun nefis havasını teneffüs ediyorlardı. İstanbul’daki toplantıdan sonra bir kez daha bir araya gelmeye karar vermişti heyetin önemli isimleri. Yeni mekân olarak da Bolu Termal Otel’i seçtiler. Ve o akşam, ikinci büyük toplantıyı yapacaklardı. Ahmet Baysal, amcasına akşam yemeğinden sonra Ankara’dan gelen bir heyetle bir araya geleceklerini ve kendisinin de muhakkak bu toplantıda hazır bulunmasının önemli olduğunu anlattı. İzzet Baysal yorgundu. Amcasının üniversiteyi kurmaya kesin bir şekilde karar verdiğini o an anladı Ahmet Baysal. “Oğlum, beni bu yaşımda oralara götürme. Sen git, karar verdik zaten, bağla o işi.” Ve Ahmet Baysal, amcasının bu talimatından sonra heyetin karşısına çıktı. Amcasının yorgunluğu sebebiyle toplantıya katılamayacağını ifade ettikten sonra yerine oturdu. Toplantıda YÖK Başkan Yardımcısı Uygur Tazebay, Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necat Tüzün, Bolu Milletvekilleri Avni Akyol ve Nevzat Durukan, Devlet eski Bakanı Kazım Oksay, Bolu Valisi Gökhan Aydıner, Bolu Belediye Başkanı Necdet Gören, Gazi Üniversitesi Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanı Adnan Yılmazer vardı. Bu toplantı İzzet Baysal Üniversitesi’nin kuruluşuna kesin karar verilen toplantı olarak tarihe geçti.

Abant İzzet Baysal Üniversitesi 41


Varılan mutabakat sonunda İzzet Baysal Vakfı ‘Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’nin ilk etapta 7 ana binasının inşaatını üstlenecek, alt yapı ve donanımı devlet tarafından karşılanacaktı. Ankara’dan gelen heyet alınan kararların bir protokole bağlanmasını önerince Ahmet Baysal, son bir kez amcası ile görüştükten sonra protokol imzalanması konusunda ricada bulundu. Heyet de bunu makul buldu. Ahmet Baysal’ın endişesi vakfın mevcut birikimleri ile böyle bir protokolün gereğini yerine getiremeyecek olmasıydı. Vakfı mali yapısını en iyi bilen oydu. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra yola çıkıp İstanbul’a döneceklerdi. Kahvaltıda İzzet Baysal yeğenine toplantının nasıl geçtiğini bile sormadı. Çünkü yeğeninin her şeyi hallettiğini düşünüyordu. Amcasını İstanbul’a uğurladıktan sonra, birkaç gün içinde o da İstanbul’a döndü. Karaköy’deki amcasının çalışma ofisine vardığında, onu masasında çalışır vaziyette buldu. İzzet Baysal başını bile kaldırmadan sordu; “Başlıyor muyuz üniversiteye, attın mı imzayı?” Ahmet Baysal amcasının üniversite kurma fikrini kafasında çoktan hallettiğini bir kez daha anlamıştı ve yanıt verdi; “İmzayı siz atacaksınız amca, ben değil’ dedi. İzzet Baysal, başını kaldırdı ve yeğenine baktı. Neden imzayı hala atmadığını sorgular gibiydi. Ahmet Baysal, vakfın ekonomik olanaklarından bahsederek, “Gelirlerimiz bu yatırıma başlamaya yetmiyor amca” diyebildi. İzzet Baysal, gözlüğünü masaya koydu. Yeğeninin temkinli davranması hoşuna gitmişti, ama kendisinin kararlılığını anlayamamış olmasından dolayı sitemkâr bir yüzle baktı ve son talimatını verd; “İlyas ve Şefik’i gör, ne kadar gerekiyorsa vakfa aktarsınlar” dedi. Bu talimatla İzzet Baysal tüm mal varlığını vakfa aktarmış oldu. Herkesin yapamayacağı bir fedakârlık, kahramanlıktı bu. Ahmet Baysal, hayatının en mahcup günlerinden birini yaşıyordu o gün. Çünkü amcasının Termal Otel’de kendisine verdiği talimata rağmen, temkinli davranıp protokole imza atmamıştı. Oysa böylesine bir talimattan sonra sorgusuz sualsiz emri yerine getiren biriydi. Amcasının o günkü sitemkâr bakışları hayatı boyunca gözünün önünden gitmedi hiçbir zaman. 1.5.2-İzzet Baysal Üniversitesi Kuruluyor Amcasının tüm servetini vakfa aktarması ile birlikte İzzet Baysal Üniversitesi’nin kuruluşu için gerekli kaynak bulunmuştu. Ahmet Baysal hemen Bolu Valisi Gökhan Aydıner’i arayarak protokolü imzalamaya hazır olduklarını bildirdi. Varılan protokol çerçevesinde Gölköy Kampüsü’nde kurulacak üniversitenin binalarının anahtar teslimi İzzet Baysal Vakfı tarafından yapılacak, iç donanımı ise devlet tarafından gerçekleştirilecekti. Gazi Üniversitesi ve Yüksek Öğretim Kurumu’nun da 42


uygun bulması ile birlikte üniversitenin kuruluşu ile ilgili tüm sorunlar ortadan kalkmış oldu. YÖK’ten alınan iznin ardından Gölköy Kampüsü’ne ilk kazma 1990 yılında vuruldu. İki yılda İzzet Baysal Vakfı kampüs içindeki yapılaşmayı büyük oranda tamamladı. Bir üniversitenin kuruluşu için gerekli asgari yapılaşma tamamlanırken, üniversiteye hangi adın verileceği konuşulmaya başlandı. Ahmet Baysal, Gazi Üniversitesi ile yaptığı yazışmalarda ‘Abant Üniversitesi’ ismini kullanıyordu, ama protokolde Bolu İzzet Baysal Üniversitesi yazılmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni sunulan kanun teklifinde de Bolu İzzet Baysal Üniversitesi olarak anılıyordu. 1.5.3-İsim Tartışmaları O sırada Düzce henüz il olmadığı için Bolu’ya bağlı bir ilçeydi. Bağlı bulundukları il ile de rekabeti alışkanlık haline getirmişlerdi. Bu nedenle Düzce kökenli Bolu Milletvekilleri ‘Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’ ismindeki ‘Bolu’dan rahatsızlık duyuyorlardı. İsim konusundaki bu anlaşmazlık sebebiyle üniversitenin kuruluşu ile ilgili kanun teklifi uzunca bir süre TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bekletildi. Üniversite binaları tamamlanmış, neredeyse eğitime başlanacaktı, ama üniversitenin adı henüz konmamıştı. Bir sabah Ahmet Baysal’ın telefonu çaldı. Arayan Anavatan Partisi Bolu Milletvekili Avni Akyol idi. Bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Akyol, üniversite kurulmasıyla ilgili ilk fikri toplantılarda bulunmuş bir isimdi. Ancak o sırada partisi muhalefetteydi. Akyol, “Üniversite ile ilgili yasa bugün kanunlaşıyor. Ancak iktidar milletvekilleri başta Necmi Hoşver, ismin ‘Köroğlu İzzet Baysal Üniversitesi’ olmasında ısrar ediyor. Aksi takdire kanunlaşmama tehlikesi var” dedi. Ahmet Baysal, bir işadamının tüm servetini bağışlayarak yaptırmaya çalıştığı üniversite konusunda hiçbir katkısı bulunmayan siyasetçilerin bu denli söz sahibi olmasına anlam bile veremiyordu. “İki isimli bir üniversite dünyanın neresinde var? İki isim birden olmaz, ya Köroğlu ya İzzet Baysal” diyerek telefonu kızgın bir şekilde kapattı. TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki hararetli tartışmalardan sonra üniversitenin kuruluşu ile ilgili yasa kabul edildi. Ancak iktidar partisine mensup milletvekilleri ne bizim dediğimiz, ne sizin dediğiniz olsun dercesine üniversitenin adını, ‘Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ olarak değiştirmişlerdi. Bolu sevdasına tüm servetini bağışlayan işadamının arzusu değil, Bolu isminden rahatsızlık duyanların dediği olmuştu. 3 Temmuz 1992’de ise üniversitenin kuruluşu ile ilgili karar Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiş oldu. 1.5.4-Dara Düşen İzzet Baysal’a Koşuyor 43


İzzet Baysal adı Boluları için bir efsaneye dönüşmüştü artık. Başı sıkışan, dara düşen İzzet Baysal’ın kapısını çalıyordu. 1991 ilkbaharında bir kez daha amca yeğen Termal Otel’de konaklıyordu. Akşamüstü Bolu Sakarya İlkokulu’ndan bir heyet İzzet Baysal’ı ziyarete geldi. Okulun iki katlı ahşap binasının bir katı anaokulu yapıldığı için öğrencilere yeterli gelmiyordu. Binanın yıkılıp yeniden yapılması farz gibiydi. Amcası ile heyeti görüştüren Ahmet Baysal, her talebi yerine getirmeleri halinde Bolu İzzet Baysal Üniversitesi planlarının aksayacağını biliyordu. Zaten İzzet Baysal fazla konuşkan biri değildi. Dinlemeyi tercih ediyor, gelen talebi kafasında değerlendirdikten sonra kararlarını sadece yeğenine söylüyordu. Ahmet Baysal’ın üniversite ile ilgili söylediklerinden sonra taleplerinin karşılanmasının çok zor olduğunu anlayan heyet üzgün bir şekilde otelden ayrıldı. Gece boyunca da konu bir daha açılmadı. Ertesi sabah kahvaltıdan önce, özel banyoları için termal havuza doğru giderken İzzet Baysal, yeğenine döndü, “Oğlum, İstanbul’a dönmeden önce dedikleri okulu bir git gör” dedi. Ahmet Baysal, kahvaltıdan sonra amcası istirahate çekildiğinde okula gidip baktı. Gerçekten okulun durumu içler acısıydı. İstanbul’a dönerken yolda okulun durumunu amcasına anlattı. Yine ses çıkarmadı İzzet Baysal, bir gün sonra kararını açıkladı: “Onu da yapıverelim oğlum.” 1.5.5-Çocuğundan Vazgeçmek Bolu’ya yapılan yardımlar oluk oluk para harcanmasına neden olunca, İzsal’da işler de iyiye gitmez oldu. Fabrikanın yenilenmesi için mutlaka yapılması gereken yatırımlar durmuştu. Kok kömürü ile ergitme yapan ve neredeyse tarihe karışmış ergitme ocaklarının yenilenmesi, endüksiyonlu ergitme ocaklarına geçilmesi gerekiyordu. Ancak buna ayıracak kaynakları yoktu. Çünkü fabrikanın tüm geliri vakıf işlerine aktarılmaya başlanmıştı. Bütün bu planlamalar ise Ahmet Baysal’ın elinden çıkıyordu. Ahmet Baysal, vakıf işleriyle bu denli meşgul iken, amcasına fabrikadaki işlerin takibi için bir öneride bulundu. Fabrikadaki işleri amcasının kızı ve damadı yerine getirebilir, kendisi de işleri öğreninceye kadar onlara yardımcı olabilirdi. İzzet Baysal, 44


öneriyi dikkate aldı ve teklifi kızı ve damadına götürdü. Ancak onlar bu öneriyi kabul etmedi. Bu dönemde fabrikanın ayakta kalmasını sağlayacak tek bir yatırım yapılabildi. O da fabrikanın şah damarı olan pistonlu hava kompresörlerinin yerine alınan dişli kompresörler oldu. Artık İZSAL yavaş yavaş miadını dolduran bir fabrikaydı. Yenilenmesi için büyük yatırım gerekiyordu. Bir zamanlar üç vardiya çalışılan fabrikada işçiler artık tek vardiya çalışabiliyorlardı. İşten çıkarılan işçilerin önemli bir bölümü kıdem tazminatlarını kuruşu kuruşuna almış, gözü yaşlı bir şekilde fabrikayı terk etmişti. Ancak prim sisteminden yine taviz verilmemişti. Üstelik Çin malı plastik boru aksamları piyasada büyük rağbet görüyordu. Tesisatçılar uzak doğudan gelen ve daha ucuz olan bu ürünlere yönelince İzsal ürettiği boru aksamları da piyasada zar zor satabiliyordu.

Ahmet Baysal İzsal’da 45


Mevduat faizlerinin yüzde 200’lere çıktığı bu dönemde elindeki parayı üretime değil, faize yatıran daha fazla kazanıyordu. Bir sabah fabrikayı yeniden dolaşmaya çıktı Ahmet Baysal, yenilecek o kadar çok ünite vardı ki, bir insan ömrünü alabilecek bir mücadele gerekiyordu. Türkiye’nin en uzun grevini yaşamış ve o cendereden taviz vermeden çıkmış biri olarak, yeni bir mücadele verebilir miydi artık? Kendi kendine sorular sordu. Bu haliyle fabrika en fazla 7-8 yıl ayakta kalabilirdi. En büyük rakipleri Haymak da Çorlu’da Trakya Döküm Sanayi adıyla yeni bir fabrika kurmuş ve ekipmanlarını büyük oranda yenilemişti. Ahmet Baysal, 2,5 yıl süren uzun grev dönemi boyunca, Haymak’ın ticari etiği bir kenara bırakarak tek başına piyasayı ele geçirip, karını üçe, dörde katlamasından rahatsızdı. Zaten elde ettikleri bu gelirle Çorlu’daki fabrikayı kurduklarını düşünüyorlardı. Fakat bu yenilemeye rağmen Haymak da uzak doğu mallarının baskısına bir süre sonra yenik düşecekti. Amca yeğen bir araya gelerek, bir karar vermek zorundaydılar. Ya tüm servetlerini fabrikanın yenilenmesi için harcayacaklardı ya da çok hoşlarına giden vakıf işleri ile uğraşacaklardı. Zaten Bolu’ya yapılacak yardımlar ve hayır işleri Ahmet Baysal’ın tüm mesaisini alır hale gelmişti. Sık sık Bolu’ya gidip geliyordu. Amcasının adını taşıyacak üniversitenin 7 binasının inşaatı, fabrikadan daha fazla ilgisini çekiyordu. Bolu’dan elde ettiği bilgileri amcasına anlatırken, ikisinin de yüzüne kan geliyor, heyecanlanıyorlardı. Fabrikadan o da yavaş yavaş soğumaya başladı. 1993 yılında fabrikadaki tüm bilanço ve üretim rakamlarını toplayıp amcasının karşısına çıktı. Onun büyük emeklerle kurduğu ve çocuğu gibi gördüğü fabrikanın gözden çıkarılma vaktinin geldiğini söyleyecekti. Gerçi fabrikaya ara sıra geldiğinde konuyu açar gibi oluyordu, ama tam anlamıyla fabrikanın gözden çıkarılmasını teklif edememişti. Bir akşam amcasını Sarıyer’deki evinde ziyaret etti. Yine fabrika ile ilgili bilgiler verdi. ‘Ya vakıf işlerine yöneleceğiz ya da fabrikayı gözden çıkaracağız’ diye dolambaçlı yollardan bir teklifte bulundu. İzzet Bey, hayır işlerinden hoşlanıyordu hoşlanmasına ama çocuğu gibi gördüğü fabrikayı da gözden çıkarmaya gönlü razı değildi. Yeğeninin anlattıklarını dinleyen İzzet Baysal, “Devam edebileceğimiz yere kadar devam edelim” demekle yetindi. Ahmet Baysal, İzsal’da üretim yüzde 40 seviyelerine düşse bile fabrikanın hala karda olduğunu ve marka değerinin bulunduğunu biliyordu. Eğer fabrika satılacaksa bu aşamada satılmalıydı. Aksi takdirde yok pahasına gidecekti. Amcasını son bir kez ikna etmeye çalıştı; 46


“Hala ciddi müteşebbis ve alıcılar bulabiliriz. Eskiyen fabrikaya yeni teknolojik yatırımlar yapabilirler. Geciken her gün fabrikadaki harabiyeti artıracak, bu da sonraki yıllarda alıcı bulmamızı zorlaştırabilir…” dedi. Amcası İzzet Baysal’ı ikna etmesi o an için mümkün olmadı. Ancak birkaç ay sonra İzzet Baysal da gerçeği görmüştü. 1994 yılına fabrika daha büyük kan kaybı ile girince, bir kez daha amcasının karşısına geçti. Üniversite inşaatı fabrikanın tüm gelirini, hatta birikimlerini yutacak büyüklük kazanmıştı ve işlerin sürekli takibi gerekiyordu. Fabrikada üretim hala kar marjının üstündeydi, ama seneler geçtikçe onu da enflasyon canavarı ellerinden alıyordu. “Amca ya fabrika ya vakıf, birini tercih etmek zorundayız. Esasında biz aşağıya doğru gidiyoruz ve günün birinde bir nokta gelecek, zarar etmeye başlayacağız. Zarar noktasında o fabrikayı elden çıkartamayız da. Şimdi bir karar almak zorundayız” dedi. İzzet Baysal, yeğeninin fabrikada olup biteni kendisinden daha iyi bildiğini biliyordu. Yutkundu. Gözden çıkarmaya karar vereceği şeyin ne olduğunu şu sözlerle ortaya koydu: “Oğlum, fabrika benim çocuğum, nasıl olur?” Amcasının kararı karşısında Ahmet Baysal da hayli duygulanmıştı. Eşini kaybettiği için dünyada yapayalnız kalan amcasının ‘çocuğum’ dediği fabrika ile ilgili karar almasının ne kadar zor olduğunu anlamıştı. Kendisinin de dünyada, amcası ve eşi Solmaz’dan başka yakın hissedeceği çok kimse kalmamıştı. “Doğru, benim için de öyle! O zaman fabrika diyelim, vakıf demeyelim” önerisinde bulundu. İzzet Bey, iki yıldan beri içine düştüğü ikilemden kurtulma vaktinin geldiğini o an anladı. Eşini kaybettikten sonra onu hayata bağlayan tek şeyin Bolu’ya yaptığı hayırlar olduğunu biliyordu. Eşinin de en büyük arzusuydu bu. Yeğenine doğru dönerek, yanına yaklaştı. “Fabrikayı elden çıkaralım” derken, yutkunup kaldı. 1.5.6-İzsal, 49 Yıllığına Kiralanıyor Tam 40 yıl önce, askerlik dönüşü amcasının fabrikasında işe başlayan Ahmet Baysal, 40 yıl hizmet ettikten sonra artık fabrikaya veda ediyordu. Amcasının ısrarı üzerine fabikaya başlamadan önce, inşaat mühendisliği üzerine ne hayaller kurmuştu. Ama onu kıramayarak girdiği bu yoldan çıkması tam 40 yılını almıştı. Zor bir karar, zor bir gündü; kapıya doğru yönelirken arkasından amcasının sesini duydu: “Araştır, ancak kararımızı kimse duymasın.”

47


Amcasının bu titizliğinin nedenini biliyordu. Fabrikada çalışan yüzlerce işçi bu karara çok üzüleceklerdi. Bu nedenle işçilerin morallerinin bozulmaması önemliydi. Amcasının bu gizlilik kararına onun da itirazı olmadı. Ve bu doğrultuda önce Auer Döküm Fabrikası ile temasa geçti. Fabrika o sırada Yapı ve Kredi Bankası’nın elindeydi. İlk görüşmeyi yönetim kurulu üyelerinden Osman Berkman ile yaptı. Berkman, İzsal’ın 1993 yılı bilanço hesaplarını istedi. Berkman, bir hafta sonra Ahmet Baysal’ı arayarak “Zaten Auer’de problemlerimiz var, ilgilenmiyoruz” yanıtını verdi. Bunun üzerine Koç Grubu’ndan Metin İplikçi ile temasa geçmeye karar verdi. İplikçi ile birlikte MESS yönetim kurulunda birlikte çalışmışlardı. Hatta MESS yönetim kurulu olarak büyük grev dalgası için Bursa’da yaptıkları toplantı sırasında İplikçi, Ahmet Baysal’ın cebine bir not bırakmıştı. Notta “Fabrikayı satmayı düşünüyorsanız, ilgilenmek isteriz” yazıyordu. 1978 yılında verilen o nota güvenerek İplikçi ile temasa geçmişti. Ancak notun üzerinden yıllar geçmişti. Koç grubu da fabrika ile ilgilenmediklerini bildirince, İzsal’a alıcı çıkmamıştı. Ahmet Baysal için en zoru rakip firmaya bu teklifi yapmaktı. Ancak buna mecburdu. Sonunda Haymak’ın patronu Yılmaz Soyak’ı aradı. Fabrikayı satmayı düşündüklerini ve alıcı olup olmadıklarını sordu. Haymak da zor günler geçiriyordu artık. Soyak da “Biz de Haymak’ı kapatmayı düşünüyoruz” yanıtını verdi. Ancak yine de İzsal’ı yerinde görüp incelemeyi teklif etti. Ahmet Baysal umutlandı. Bunun ucuza kapatma taktiği olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Haymak, mühendislerden oluşan bir ekibi İzsal’da inceleme yapmaya gönderdi. Çok geçmeden Ahmet Baysal’ı arayarak fabrika için biçtiği rakamı söyledi. Ahmet Baysal, yapılan teklifi amcasına anlatmaya bile değer bulmadı. Zaten iki yıl sonra da kendi fabrikası Haymak’ı devretmek zorunda kalacaktı. Büyük emeklerle ayakta tuttukları fabrikaya alıcı çıkmaması Ahmet Baysal’ın zoruna gitmeye başlamıştı ki, Ankara’daki bayilerden Alaattin Doğan çıkıp geldi. Yıllarca İzsal’dan büyük çaplı alımlar yapan Alaattin Doğan’ın tek başına fabrikayı almaya gücü yeterli değildi. Ancak satın almaya oldukça hevesliydi. Birkaç ortakla birlikte konsorsiyum olarak fabrikayı alabileceğini söyledi. İki hafta sonra İstanbul Yeşilköy’deki Ömür Lokantası’nda bir araya geldiler. Alaattin Doğan, Nuh Çimentonun sahibi Mehmet ve Fikret Eskiyapan, Poyraz Grubu’nun patronu Zeki Poyraz ile Kristal Şeker ve Eskihisar Grubu’nun patronu Rıfat Hisarcıklıoğlu’nu yanına almıştı. Rıfat Hisarcıklıoğlu o sırada henüz Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlığı görevine seçilmemişti. 48


Ahmet Baysal ve amcasının İzsal’ı satın alacak kişi ve gruplardan tek beklentisi fabrikanın yaşatılmasıydı. Bu nedenle Ahmet Baysal, fabrikanın yenilenerek çalışmasını arzu ettiklerini alıcılara da ifade etti. Yenileme noktasında fabrikaya hangi yatırımların yapılması gerektiğine dair uzun bir listeyi de alıcılara sundu. Bu samimi görüşmeden sonra konsorsiyumu oluşturanlar da Baysallardan, bu yatırımları yapabilmek için uzun vadeli ‘yap-işlet-devret’ modeliyle bir sözleşme önerisinde bulundu. İş hayatının önemli bir bölümünde tüm işleri yeğenine devrederek yürüten İzzet Baysal, alıcıların önerileri konusunda da yeğenine tam yetki vermişti. Alıcıların ısrarına rağmen İzzet Baysal, konsorsiyumu oluşturan kişi ve kurumlarla bir kez olsun bir araya gelmedi. 49 yıllık kiralama sözleşmesine de ses çıkarmadı. İki tarafın avukatları kira şartlarını ve devredilecek hisse bedellerinin koşullarını belirleyen maddeleri yazıp bir kontrat hazırladı. Sadece rakam kısımları boş bırakılmıştı. Ne İzzet Baysal ne de Ahmet Baysal, bu devir sırasında ne hisse senetlerine ne de fabrikanın kirasına bir fiyat biçmişti. Son rakamlarını söylemelerini alıcılara bıraktılar. Alıcılardan gelen rakamı amcasına anlatan Ahmet Baysal, amcasının rakamları bir miktar yukarı çektikten sonra, “Bu rakamlara çıksınlar, ya olur ya olmaz’ yanıtı üzerine de alıcılara bu rakamı kabul etmek durumunda kaldılar. Ve sonunda İzsal elden çıkarılmış oldu. 1.5.7-Cumhurbaşkanı ile Randevu Fabrikanın yeni sahipleri, devir için 30 Eylül 1994 tarihini seçmişti. O sırada Ahmet Baysal, fabrikanın devredilmiş olması sebebiyle tüm mesaisini İzzet Baysal Vakfı’na vermişti. Günler öncesinden de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den bir randevu talep etmişti. Tam da fabrikayı devredeceği gün, Çankaya Köşkü’nden aranarak Cumhurbaşkanı Demirel’in kendisini ile görüşmeyi kabul ettiği haberi geldi. Çankaya Köşkü’ndeki görüşme 15.00’te gerçekleşecekti. Üniversite kuruluş çalışmaları, özellikle 9. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel tarafından da büyük destek görecekti. Demirel, Bolu’da bir açılış töreninde Abant İzzet Baysal Üniversitesi için , “Arkasında güçlü bir vakfın desteği bulunan ilk ve tek devlet üniversitesidir; bu örneğin tüm ülkeye yayılması gerekir” demişti. Demirel’in bu övgüsü sadece bu sözde kalmayacaktı. İzzet Baysal’ı daha sonra Devlet Üstün Hizmet Madalyası ile de ödüllendirecekti. Aynı gün ve saate verilen randevu nedeniyle Ahmet Baysal, hemen fabrikanın alıcılarını arayarak Çankaya Köşkü’ndeki randevusu sebebiyle devir işlemini sabah yapmayı teklif etti. Onlar da kabul ettiler. Saat 11.00’de Ankaralı konsorsiyumla bir araya geldiler. Ve İzzet Baysal ilk kez 49


alıcılarla bu görüşmede bir araya geldi. Gelen konukların hepsi büyük bir saygı içinde İzzet Baysal’ın elini öperken, 49 yıllık kiralama ve devir sözleşmesini imzaladılar. Fabrikanın devrinden elde edilen gelirlerin tamamı da vakfa aktarıldı. İzsal’ın yeni patronları fabrikanın devri sırasında İzzet Baysal’ın duygusal anlar yaşadığının farkındaydı. Bu nedenle İzzet Baysal’ı dilediği zaman fabrikayı gezmeye ve çay içmeye beklediklerini ifade ettiler. Attığı imzadan sonra İzzet Baysal, bir kez olsun fabrikayı gezmeye gidemedi. Çünkü ‘çocuğum’ diye baktığı fabrikasını yeniden görmeye yüreği el vermiyordu. Ahmet Baysal, fabrikanın satışı ile ilgili detayları ise ticari sır kapsamında değerlendiriyor: “Hisselerin satış rakamını kimse bilmez. Çünkü bu rakam fabrikanın uzun vadeli kiralama hakkı ile birlikte yürümüştür. Vakıflar uzun vadeli bir kira yaparken, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden bir ekspertiz isteme zorunluluğu var. Rastgele kamuya yararlı bir vakıfsınız diye kendi malınız bile olsa, ‘şu fiyata sattık’ olmuyor. Fakat ana konu kira konusu değil, hisselerin satışı konusu idi, bunu da bir müfettişe anlattık. Çok teftiş geçirdik, hatta o teftişlerden birinde başmüfettişin bize teşekkür yazısı var. İlk defa Vakıflar Genel Müdürlüğü Müfettişi bize bir teşekkür yazısı önerisinde bulunuyor.’’ Bu arada, fabrikanın yeni sahipleri ile amcasını buluşturan Ahmet Baysal izin isteyerek Ankara’nın yolunu tuttu. İzsal, onun için de çocuğu gibiydi. 40 yıl boyunca emek verdiği fabrikanın devredilmiş olması sebebiyle üzüntü içinde olması gereken Ahmet Baysal, kendisini mutlu hissediyordu. Çünkü büyük bir iş başarmanın gururu ve vakıf eliyle yapacaklarının düşlerini kuruyordu artık. 50


Çankaya Köşkü’ndeki görüşmeye tek başına gitmiyordu Ahmet Baysal. Orada kendisini Bolu’dan gelen Şerafettin Erbayram, Mustafa Yaman, Sebahattin Eratalar, Yaşar Eyüboğlu, Kemal Özcan, Macit Samur ve Ruhi Kaygusuz bekliyordu. Bu isimlerin tamamı Bolu sevdalısı kimselerdi. 1.5.8-Kendilerini de Vakfettiler Amca-yeğen fabrikanın devriyle birlikte tüm mesailerini kurdukları vakfa vermeye başladı. Amcası gibi o da fabrikadaki tüm eşyalarını toplayarak Karaköy’deki büroya taşındı. Bu arada, satıldıktan sonra fabrikanın işletilemediğini de öğrenmiş Ahmet Baysal. Ancak vakfın gelirlerini artıracak yeni bir kapı aralanmıştı ve fabrika Ülker Grubu’na yeniden kiralanmıştı. Ahmet Baysal, bu duruma da hayli memnun olmuştu. “Bizden fabrikayı teslim alan Rifat Hisarcıklıoğlu’nun içinde bulunduğu grup var ya, bunlar işi yürütemediler, devretmek mecburiyetinde kaldılar. Kime devrettiklerini de bilmiyoruz. Ama hisseler devredilen kişi, kira mukavelesinin de sahibi tabi. Biz de satışta bildirme şartı koymamışız. Bunlar Ülker Grubu’na, Yıldız Holding’e satmışlar hisseleri. 2007 yılında çok güzel bir teklifle karşılaştık. Murat Ülker’le görüştüm. Çok mutlu oldum tabi. Çok büyük bir kuruluş ama aradan geçen süre sonunda kira sözleşmesinin tadilini istediler. İlk hissedarlar bu 49 yıllık kira sözleşmesinin tapuya tescilini istememişlerdi. ‘Siz istediğiniz zaman 23 dönümlük bu arsayı satabilirsiniz, haklı olarak sizden bu tadilatı istiyoruz’ dediler. O zamanlar Topkapı’da döküm sanayi işletmeleri yasaklandı. Onlar da lojistik binalar yapmak istiyorlar. Ülker bütün fabrika binalarını yıkacak, kendine uygun lojistik binaları yapacak. Bu fırsatı biz kaçırmadık. ‘Yapalım, ama kira artışına razı olursanız’ dedik. Yüzde 90’a yakın artış yaptık. O zamandan beri kiraları alıyoruz yine. Sözleşme 34 yıl sonra bitecek, o zaman ne olacak? Binalar bize kalacak, Yap-İşlet-Devret sözleşmesidir. O tarihte ben çoktan yer altındayım. Benden sonraki yönetim kurulunda yer alacak Bolulular ne yapacak? Onlar düşünecek artık.” 1.5.9-Vakfın Bürokrasi ile Sınavı Doğduğu kente üniversite kazandıran ilk işadamıydı İzzet Baysal. Benzer bir üniversite modeli de yoktu. Üniversite kuruluşunda öylesine heyecanlıydı ki İzzet Baysal, işlerin neticesini bir an önce almak istiyordu. Yeni tutkusu ve sevdası Bolu ve adını yaşatacak üniversiteydi artık. Türkiye’nin devlet-özel vakıf işbirliği ile yapılan ilk üniversitesi olan Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nin Gölköy Kampüsü’ndeki binaları iki yılda tamamlayan İzzet Baysal Vakfı’nı ve Ahmet Baysal’ı bundan sonra daha zorlu günler bekliyordu. 51


Bürokrasi ve siyasi rüzgârlar bir kez daha vakfın ulvi amaçlarını baltalayacak çaba içine girmişti. Üniversitenin kuruluşu ise hiç de kolay olmamıştı. Devletin hantal bürokrasisi ve siyasi rüzgârlar, hayır yapan İzzet Baysal ve Ahmet Baysal’ın her fırsatta şevkini kıran bir işkenceye dönüşüyordu. İzzet Baysal, devlet bürokrasisinin ne demek olduğunu Bolu İzzet Baysal Hastanesi’nin inşaatını tamamladıktan sonra anladı. Bürokrasi ile boğuşma görevini ise yeğeni Ahmet’e bırakmıştı. Devlet Hastanesi inşaatını tamamlayan İzzet Baysal, devletin zamanında iç donanım için gerekli malzemeyi sağlamadığını görünce, hastanenin açılışını 2 yıl gecikme ile yapabildi. Ankara’dan beklenen malzemeler zamanında gelmeyince, eski hastanenin malzemeleri yeni hastaneye nakledilerek hastane hizmete sokuldu. Sadece donanımı değil, hastanenin 3 km’lik yolu bile devlet tarafından yapılmadı. Süre uzayınca, İzzet Baysal Vakfı Bolu Belediyesi’ne nakdi yardımda bulunarak yolu hizmete açabildi. İzzet Baysal Tıp Fakültesi binası ise Ahmet Baysal’ı çileden çıkaran bürokratik bir işkence halini almıştı. Bolu İzzet Baysal Devlet Hastanesi yapılırken, vakıfla yapılan protokol gereği, Bolu’ya üniversite geldiği takdirde hastanenin bu üniversiteye tıp fakültesi olarak devredileceği hüküm altına alınmıştı. Üstelik protokole bir devlet bakanı da imza koymuştu. Bu sayede, üniversitenin uygulama hastanesinin de kurulmuş olacağı varsayıldı. İzzet Baysal Üniversitesi kurulduktan sonra hastanenin üniversiteye devrini öngören protokole dönemin siyasiler karşı çıkınca, hastanenin devri gerçekleştirilemedi. Bu durum, vakfın üniversite kampüsüne yeni bir tıp fakültesi hastanesi yapması ile neticelendi. İzzet Baysal Vakfı’nın bürokrasiyle bu denli yoğun bir mücadeleye girmesinin nedeni Ahmet Baysal’a göre, amcasının dönemin başbakanları ve cumhurbaşkanlarına gönderdiği eleştiri ve sitem dolu mektuplardı. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel dışında İzzet Baysal’ın eleştirilerinden nasibi almayan Cumhurbaşkanı ve başbakan yok gibidir. İş dünyasının acımasızlığı içinde Türkiye’nin en uzun grevinden hiçbir taviz vermeden, ama büyük yaralar alarak çıkan İzzet ve Ahmet Baysal, hayır işleri sebebiyle bürokraside karşılaştıkları zorluklar karşısında hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Devlet Hastanesi, Tıp Fakültesi’nin ardından Mimarlık Fakültesi’nin kuruluşu da hiç kolay olmadı. 1.5.10-Üniversite Açılış Töreni Şehir Merkezinde Kasım 1992’de üniversitenin açılışının yapılması kararlaştırıldı. Fakat açılış töreni Üniversite’nin Gölköy Kampüsü yerine şehir merkezindeki bir tiyatro salonunda gerçekleştiriliyordu. Çünkü Gölköy Kampüsüne giden yolu devlet yapmamıştı. Ahmet Baysal, açılış töreninde kürsüye çıktığında kızgındı. Her zaman olduğu gibi gözü kara bir şekilde, sözlerinin kime dokunup dokunmayacağını düşünmeden konuşmaya başladı: 52


“Kusuru bakmayın, size bazı gerçekleri arz etmek istiyorum. Bugün koskoca bir üniversitenin açılışını yapıyoruz. Ama bunu neden yeni ve modern kampüste yapmıyoruz da şehir içinde bir tiyatro salonunda yapıyoruz? Neden acaba? Orada bitmiş binalarımızda bizleri, bu kitleyi alacak salonlarımız mı yok? En azından yollarımız bitirilmiş olsaydı, bugün töreni üniversitenin kalbinde yapsaydık, çok daha mutlu olmaz mıydık?(…) Biz üniversitenin kuruluşuna vakıf olarak kendimiz gönüllü olmadık. Bu Bolulardan gelmiş bir istektir. Devletten gelmiş bir istektir... Hepinize soruyorum, bir hayırsevere devlet, ‘sen üniversitenin şu kısımlarını yap, ben alt yapısını tamamlayarak üniversiteyi açacağım’ demişse, sizi temin ediyorum, devlet bütün imkanlarıyla bu hayırseverin yaptığı binaların boş durmaması için çalışır ve üstlendiği alt yapıyı bitirir. Bu binalar oraya boş dikilsin diye yapılmadı. Hayırsever sağlığında buraların işlediğini ve buralardan ismine layık, Türkiye’ye layık öğrenciler yetiştiğini görmek ister.(…) Ben son bir ay içinde bu konuda üç bakanla ayrı ayrı görüştüm. Bazısını hava meydanlarında yakaladığım oldu, bazısını Ankara’da… Ben mecbur değilim arkalarında koşmaya. Vakıf olarak mecbur değiliz. Ama yazık oluyor! O zaman bu hayırsevere neden bu harcamaları yaptırdılar?” Ahmet Baysal’ın protokol derdi yoktu. Sitemlerini sadece Bolu halkının duymasını arzu ediyordu. Üniversite binalarını tek tek tamamlanıyor, hiç birinin donanımı devlet tarafından söz verildiği tarihte yapılmıyordu. Söz verildiği tarihte yapılması bir kenara, çoğu zaman donanımların bir bölümünü de vakıf üstlenmek zorunda kalıyordu. Sonunda üniversitenin açılışı bir tiyatro salonunda da olsa yapılmıştı yapılmasına, ama Ahmet Baysal’ın bürokrasi ve siyasetçilerle mücadelesi bitmiş görünmüyordu. En büyük sorun Tıp Fakültesi’nin kuruluşunda yaşanacaktı. Takvimler 1996 yılını gösteriyordu; Doğru Yol Partisi ile Refah Partisi’nin kurduğu koalisyon hükümeti iş başındaydı. Bolu- Düzce rekabeti bu yıllarda iyice kızışmış durumdaydı. D ü zce k ö k e n l i B o l u Milletvekili Necmi Hoşver, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda üniversitenin ismini değiştirmekle kal mamış, son dakikada tıp fakültesinin Düzce’de kurulması yönünde kanunda değişiklik yaptırmıştı. Düzce’de tıp fakültesine dönüştürülecek ne bina ne de donanım 53


vardı oysa. Tekel’e ait tütün depoları tıp fakültesine tahsis edilerek, dersliklere dönüştürüldü. Konuralp’deki bölgenin tek verem hastanesi ise tıp fakültesinin uygulama hastanesi yapıldı. Yaptığı hayrı sağlığında görme arzusundaki İzzet Baysal, siyasetçilerin kendi başlattığı hayır üzerinde bu denli prim toplama yarışına girmesinden son derece rahatsız olmuştu. Bolu merkezde bir tıp fakültesi yapmayı kafasına koyarak, ikinci bir tıp fakültesi kazandırılması için gereken tüm fiziki ihtiyacı karşılamaya hazır olduğunu belirtti. İzzet Baysal, taşradaki bir üniversiteye iki tıp fakültesi olmayacağı şeklindeki düşünceleri göz ardı ederek, rektörü zorlamaya başladı. Bunun üzerine, tıp fakültesinin kurulma kararı üniversite senatosundan geçti ve YÖK tarafından da onaylandı. Ancak bunun ardından, fakültenin açılışı için gerekli olan kararnamenin Bakanlar Kurulu’ndan çıkması gerekiyordu.

Eski başbakanlarımızdan Tansu Çiller

Bütün bakanların imzasına açılan kararname ilk olarak Başbakan Yardımcısı DYP Lideri Tansu Çiller’in imzasına takıldı. Çiller 4 ay boyunca kararnameyi imzalamadı. Çiller’in bu kararında Necmi Hoşver’in etkisi olduğu kadar, İzzet Baysal’ın Çiller’e yazdığı mektupların da payı vardı. İzzet Baysal, 1990’lı yıllarda Özal’a yazdığı ve eşi Semra Hanımı şikâyet ettiği mektuplardan birini de başbakanlığı döneminde Çiller’e yazmıştı. İzzet Baysal, Başbakan Tansu Çiller’e yazdığı mektupta eşi Özer Uçuran Çiller’i İstanbul Bankası’nı kendi çıkarları için kullanarak batırmakla suçlamakla kalmamış, Çiller ailesini elde ettikleri bu paralarla Amerika’da mülk almakla itham etmişti. Ve mektubun sonunda Çiller ailesini Amerika’da satın aldıkları evde yaşamaya davet etmişti. Yenilir yutulur bir mektup değildi. Bu mektup sebebiyle Çiller’in Başbakanlığı döneminde İzzet Baysal Vakfı’nın hiçbir haklı talebi bile yerine getirilmedi. 54


Tansu Çiller, Baysal ailesinin kendine bu denli kafa tutmasına fena halde sinirlenmişti. İzzet Baysal’ın açığının bulunması için kurmaylarına talimat vermiş, ancak bir şey bulamamıştı. Bu arada, kararname sümen altında beklerken, bu kez de İzzet Baysal ile Erbakan arasında beklenmedik başka bir olay yaşanacaktı. 9 Aralık 1996 tarihinde imzaya sunulan kararname ile Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ne 74 kişilik idari personel kadrosu tahsis edilmişti. Bu kadroların tamamı sınavla alınacaktı. Ancak dönemin Refah Partisi Bolu Milletvekilleri, rektör ile görüşerek 30 kişilik bir liste verdi. Rektör ise akademik kişilerin torpille atanmasını doğru bulmadığını belirterek listeyi reddetti. Zaten Refah Partisi’nin Yüksek Öğretim Kurumu ve üniversitelerle yıldızı barışık değildi. Rektör ile Refah Partili milletvekillerinin inatlaşması üzerine hükümet, 11 Aralık 1996’de yeni bir adım atarak bu kadroları geri çekecekti. Kadro sorunu Erbakan’a aksederken, Başbakan da duruma el koyacaktı. Kendisi Gümüş Motor’da müdürken, Ahmet Baysal da İzsal’da müdürdü ve buradan tanışıyorlardı. Ortak arkadaşları Rifat Hisarcıklıoğlu aracılığıyla haber göndererek, Ahmet Baysal’la özel olarak görüşmek istedi. Görüşme, Başbakan Erbakan’ın uluslararası bir konferans için geldiği İstanbul’da, Çırağan Sarayı’nda 5 Ocak 1997 tarihinde gerçekleşecekti. Ahmet Baysal, ne için çağrıldığını bilmese de büyük ümitlerle gitti toplantıya. Zira bir fırsatını bulup Çiller’in kan davasına döktüğü kararnameyi dile getirecek ve imzalanmasını rica edecekti. Görüşmeye, Rıfaf Hisarcıklıoğlu ve ortağı Alaaddin Doğan da katılıyordu. İkisinin de fabrika müdürü olduğu günlerden konuşmaya başladı Başbakan Erbakan. İzzet Baysal’ın kişiliğinden övgü ile söz etti. Ardından asıl konuya, kadro olayına girdi. Erbakan, Ahmet Baysal’a rektörü arayarak RP milletvekillerinin önüne koydukları 30 kişilik akademik kadroyu aynen almasını istedi. Ahmet Baysal, çok şaşkındı. Kadro konusunun bu kadar önemsendiğinden de haberi yoktu, yeni bir kararname ile kadroların iptal edildiğinden de. Baysal’ın, “Sayın Başbakan, üniversite sizin, devlet üniversitesi… Ben ne yapabilirim; bizim vakıf olarak yetkimiz yok ki’’ sözlerine karşılık Erbakan, ‘’Nasıl olur? O üniversiteyi vakfınız kurmadı mı? Bir rektöre dahi söz geçiremez misiniz? diyecekti. Ahmet Baysal ise ‘’Biz verdiklerimizi karşılıksız veriyoruz. Verdiklerimizden herhangi bir karşılık beklemek vakıf anlayışımıza sığmaz. Biz devlete verdik, devlet de halen sizsiniz. Milletvekilleriniz rektörden istemişler, o da kabul etmemiş. Bizim elimizden bir şey gelmez” karşılığını verecekti. 55


Başbakan Erbakan da hayretler içinde kalmıştı. Üniversite yönetiminin büyük saygı ve hürmet gösterdiği İzzet Baysal Vakfı’ndan gelecek bir talebi geri çeviremeyeceğini biliyordu. Ancak, ülkenin üzerinde kara bulutların dolaştığı 28 Şubat süreci sebebiyle üniversite yönetimleri Refah-Yol Hükümetine karşı her alanda muhalefet ediyordu. Yüksek Öğretim Kurumu üniversite yönetimlerini hükümetin icraatlarına karşı dikkatli olmaya davet ediyordu. Üniversite senatoları hükümete karşı bildiri üstüne bildiri yayınlıyordu.

Dönemin Başbakanı Necmettin Erbaan

Bu yanıtlar sonrası Başbakan Erbakan’ın tavrı değişti. Ahmet Baysal, o güne ilişkin şunları söyleyecekti: “Birden tavrı değişti, o yumuşak bilinen görünüşü sertleşti. Gene hatırlayabildiğim kadarıyla bana, kendilerinin üniversite kadrolarının iman ve inanç sahibi, dini bütün kimselerden oluşmasını arzuladıklarını, halbuki kurduğumuz, ismimizi taşıyan o üniversiteye böyleleri yerine ‘ateist’ kişilerin yerleştirildiğini, böyle olunca da orada ‘ateist’ gençlerin yetişeceğini ve netice olarak yaptıklarımızın ‘hayra’ değil, ‘şerre’ gideceğini söyledi. Bir şey söylemeden donup kalmıştım. Hezeyanı geçtikten sonra arkamızda dikilen yağız yüzlü birisine, sanırım özel kalemiydi, bana yol göstermesini işaret etti. Özür dileyerek kalktım, çıktım.” Büyük bir hayal kırıklığı içinde Çırağan Sarayı’ndan ayrılan Ahmet Baysal, soluğu amcasının yanında aldı. Görüşmeyi baştan sona amcasına anlattı. Erbakan’ın ‘Dediğimizi yapmazsanız, yaptıklarınız hayra değil, şerre hizmet eder, üniversitede ateist gençler yetişir’ sözü İzzet Baysal’ın sigortasını attırmaya yetti. Birkaç gün sonra fabrikaya, Ahmet Baysal’ın odasına, eline yazılı bir kâğıtla girdi İzzet Baysal. Gece kaleme alındığı anlaşılan yazıyı yeğenine uzatarak, okumasını istedi. Ahmet Baysal şaşırmıştı. Uzatılan kâğıdı alıp okuyamaya başladı. ‘Kamuoyuna Duyurulur’ başlıklı yazıda Başbakan Erbakan ile yeğeni arasında geçen görüşme ayrıntılı bir şekilde anlatıldıktan sonra, Erbakan’a hakarete varacak ifadeler yer alıyordu. Ahmet Baysal hayretle, ne yapalım dercesine amcasının yüzüne baktı. 56


“Yarın sabah şoförle gidip, bunu hem Hürriyet hem Milliyet Gaze– tesi’nde paralı olarak yayınlatacağım. Şefik’e telefon et, ne kadar banka çekim varsa hazırlasın, eve geçerken alacağım” dedi. İzzet Baysal, oldum olası Erbakan çizgisindeki siyasetçilerden hoşlanmıyordu. Bu kızgınlıkla kaleme almıştı yazıyı. Ahmet Baysal, bu yazının gazetelerde veya başka bir şekilde kamuoyunun bilgisine sunulması halinde, amcasına ağır hakaret davaları açılacağını biliyordu. Zorlukla amcasını ilanı yayınlamaktan vazgeçirdi ya da vazgeçirdiğini sandı. İzzet Bey’in kızgınlığı geçecek gibi değildi. Kafasına koyduğunu yapan mizacı sebebiyle her an bunu yayınlatabilirdi. Amcasının ısrarı ile de Şefik’i yanında arayıp, istediği talimatları verdi. Ahmet Baysal, amcasının bu gibi konularda ne kadar kararlı olduğunu biliyordu. Bir ara amcasının şoförünü bir kenara çekerek, eve döndüklerinde amcasının yarın sabah ne yapacağından kendisini haberdar etmesini istedi. Şoför Ahmet, İzzet Baysal’ı Büyükdere’deki evine bıraktıktan sonra Ahmet Baysal’ı aradı. “Abi, yarın önce Hürriyet Gazetesi’ne, sonra Milliyet Gazetesi’ne gidiyoruz. Bana ‘yerlerini iyice öğren’ diye tembih etti. Akşam gelirken de Şefik’ten çekleri aldık” dedi. Ahmet Baysal’ın korktuğu başına gelmişti. Amcası tüm uyarılarına rağmen ilanı yayınlatmakta kararlıydı. Eşi Solmaz’ı da yanına alarak Büyükdere’nin yolunu tuttu. Gece yarısına yaklaşıyordu. İzzet Bey yeğeni ve gelininin gecenin bu saatinde evinde neden geldiğini hemen anlamıştı. “Ne yapsan vazgeçmeyeceğim” diyerek restini çekti İzzet Baysal. Takvimler 26 Şubat 1997’yi gösteriyordu. Ülkede hükümet ile askerler arasındaki gerilim tavan yapmıştı. Herkesin gözü 28 Şubat’ta yapılacak Milli Güvenlik Kurulu’na çevrilmişti. Ordunun hükümete ağır bir ihtar vereceği belliydi. Amcasına iki gün sonra yapılacak toplantıyı ve çıkması beklenen sert kararları anlatarak, böyle bir ilan yayınlamak yerine, Erbakan ile yaşadıkları olayı Genelkurmay Başkanı ve 4 kuvvet komutanına bir mektupla bildirmeyi teklif etti. İzzet Baysal imzasıyla komutanlara gönderilecek şikayet mektubu vasıtasıyla, Erbakan’ın laiklik dışı davranışına, ülkenin hayırseverliği ile tanıdığı bir kişi şahitlik etmiş olacaktı. İzzet Bey öneri ile birlikte yumuşadı. “Yazıyı hazırlı, yarın fabrikaya geldiğimde imzayayım ve acilen gönder” dedi. Endişesi geçti ve amcası ile vedalaşarak evine döndü Ahmet ve Solmaz Baysal çifti. Amcasını Başbakan Erbakan’a hakaretler içeren mektubu göndermekten vazgeçirmiş, askerlere gönderilecek mektubu kaleme almaya başlamıştı. 5 adet mektup İzzet Baysal Vakfı’nın antetli kağıdına yazılarak, 5 generale gönderildi. Her zamanki gibi mektuplar iadeli taahhütlüydü. 57


28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı ise tarihe ‘’post modern darbe’’ olarak geçecek, MGK, laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu vurgulayacak ve laiklik karşıtı eylemlere karşı kararlar alacaktı. Demokrasi yine sınıfta kalacak, 28 Şubat kararları siyasette de silinmez izler bırakacaktı. Ahmet Baysal, 28 Şubat sürecinin ülkenin hayrına olacağına inanıyor ve gönülden bu süreci destekliyordu. Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlarda generallere gönderdiği mektubun etkisinin olduğunu düşünüyordu. Oysa 27 Şubat tarihinde gönderilen mektupların toplantıdan önce sahiplerine ulaşması zordu. Nitekim bu durum daha sonra ulaşan Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın İzzet Baysal’a gönderdiği teşekkür mektubundan anlaşılacaktı. İzzet Baysal, generallere gönderdiği mektuptan kamuoyunun bilgisinin olmamasından yine de rahatsızdı. Yeğeninden gizli olarak mektubu Hürriyet Gazetesi Yazarı Emin Çölaşan’a gönderdi. 16 Mart 1997 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bütün ayrıntısı ile yayınlanan mektuptan övgü ile söz ediyordu Emin Çolaşan. 58


Hürriyet Gazetesi’nde, “Bir şehrin isyanı” başlığı ile manşetten yayınlanan mektubun kamuoyuna duyurulması ile birlikte İzzet Baysal, gerçek emeline ulaştı. Üniversite senatosu hemen toplanarak, Başbakan Erbakan’ı kınayan bir bildiri yayınladı. Başbakan Erbakan’ın ‘üniversitede ateist gençler yetişir’ sözü Cumhuriyet Savcılarının da dikkatinden kaçmadı. Bolu Cumhuriyet Başsavcısı Ali Turna, Ahmet Baysal’ı ifade için çağırdığında, Bolu Milletvekilleri devreye girerek, Ahmet Baysal’dan Erbakan aleyhine şahitliğini yumuşatması ricasında bulundu. Ancak o da tıpkı amcası gibi, Başsavcıya verdiği ifadesinde en küçük geri adım atmadı. Başbakan Yardımcısı Çiller’in imzalamadığı kararnameyi, artık Başbakan Erbakan da imzalamayınca, Ahmet Baysal, iyice çaresiz durumda kaldı ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in kapısını çalmaya karar verdi. Baysal, Cumhurbaşkanı’nın huzuruna çıkacak ve ancak Demirel’in müdahalesi ile Erbakan kararnameyi imzalayacaktı. Cumhurbaşkanı Demirel, 11 Mart 1997 tarihinde İzzet Baysal’a gönderdiği mektubunda müjdeyi şöyle verecekti: “Muhterem İzzet Bey, 21.01.1997 ve 17.02.1997 tarihli mektuplarınızı aldım. Sayın Ahmet Baysal da gelip benimle görüştü. Sizin gibi büyük bir hayırseveri üzmüş olmaktan fevkalade müteessirim. Tıp Fakültesi kararnamesini birkaç gün evvel imzaladım. Diğerlerini de takip ettiriyorum. İsminizi taşıyan üniversite, Cumhuriyet üniversitesi olarak yoluna devam edecektir. Hiç endişeniz olmasın…”

18 Mart 1997 Cumhuriyet Gazetesi

İzzet Bey, Cumhurbaşkanı Demirel’in üniversitesi ile bu kadar yakından ilgilenmesi sebebiyle umutlanmıştı. Gençlik yıllarında Demirel ile yolları hiç kesişmeyen İzzet Bey, Demirel’in Cumhurbaşkanlığı sürecinde izlediği çizgiden fazlasıyla hoşlanır olmuştu. Demirel’in ‘diğer 59


Demirel ve İzzet Baysal açılış töreninde

kararname’ diyerek mektubunda bahsettiği konu ise Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi ile ilgiliydi. Tıp Fakültesi kararnamesinin imzalanmasının ardından, İzzet Baysal Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’nin inşaatına hemen başlandı. Bu krizin aşılmasında büyük çaba sarf eden Cumhurbaşkanı Demirel’in de katılımı ile 28 Kasım 1998 fakülte binasının temeli atıldı. Ahmet Baysal, Ankara’dan Bolu’ya hiç tereddüt etmeden gelen Cumhurbaşkanı Demirel’i bulmuşken iki önemli hayır eserinin de açılışını yaptırdı. İzzet Baysal Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi ile Canip Baysal Lisesi. İzzet Baysal huzur içindeydi. Ve Demirel, “İnşallah açılışlarını da birlikte yapacağız” diyerek vedalaştı İzzet Baysal’la. Yolda yeğeni Ahmet’e döndü, “Hayatımın en mutlu gününü yaşadım” diyerek huzur içinde yola daldı. İzzet Baysal, sonunda devletinin yaptığı hayırların kıymetini anlamaya başladığını düşünüyordu. Zaten bu açılış ve temel atma töreni İzzet Baysal’ın Bolu’ya son gelişi olacaktı. Belli ki adının bu üniversitede ilelebet yaşayacağının huzuru içine dalmıştı artık. Demirel ile birlikte hastanenin açılışını yapmak İzzet Bey’e nasip olmadı. 5 Mart 2000 tarihinde hakkın rahmetine kavuştu. İzzet Baysal Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’nin açılışı sırasında Demirel de koltuğunu Ahmet Necdet Sezer’e devretmişti artık. 12 Mayıs 2003 tarihindeki açılışa söz verdiği gibi katıldı 9. Cum60


hurbaşkanı Demirel. Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile birlikte kurdeleyi keserken İzzet Baysal’ı da anmadan edemedi. Binbir güçlükle ve bir ailenin neredeyse tüm servetine mal olan İzzet Baysal Üniversitesi’nin kurucusunun koyduğu ilkeler çerçevesinde yaşatılması da kolay değildi. Vakıf, üniversitede bu bürokratik sıkıntıların yanı sıra yönetim krizleri ile de uğraşmak zorunda kalacaktı. Kurucu Rektör Prof. Dr. Kemal Güçlüol’un ikinci döneminin sonu yaklaşırken istifa etmesinin ardından, bir krizle sarsıldı üniversite. Güç– lüol’un istifasının ardından yapılan seçimler sonunda, rektör yardımcısı Prof. Ali Karaca 48 oyla birinci sırada, Prof. Nihat Bilgen 17 oyla ikinci sırada yer almıştı. Üniversite senatosu yapılan seçimler sonunda, Prof. Karaca’yı YÖK’e bildirilen 6 adaylık listenin başına koymuştu. Fakat ilk sırada yer alan Prof. Karaca ile ilgili akla hayale gelmedik iddialar vardı. Bir gün İstanbul’daki ofisinde çalışırken Ahmet Baysal’ın eline bir takım belgeler geldi. Üniversitenin Sosyal Tesislerinden sorumlu Prof. Karaca’nın, üniversitenin İş Bankası Bolu Şubesi’ndeki hesaplarından Kuşadası’ndaki bir müteahhide 6 ay boyunca 100’er milyon liralık havaleler yaptığı iddia ediliyordu. Ahmet Baysal, üniversite senatosunun seçimlerine karışmayı doğru bulmuyordu. Çünkü çok değil 1997 yılında 30 kişilik akademik kadroyu reddettiği için Başbakan Erbakan’la karşı karşıya gelmişti. Devletle yeni bir kavgaya girmenin anlamı yoktu. Ancak, kendisine ulaşan ve ciddi oldukları anlaşılan belgeleri de görmezden gelecek bir kişilikte değildi Ahmet Baysal. İddialarla ilgili üniversite senatosunu karşısına almak yerine, kendisine ulaşan belgeleri, YÖK Başkanı Kemal Gürüz’e iletmenin en doğru yol alacağına karar verdi. Bir üst yazı ile Kemal Gürüz’e mektup yazarak, ilavesine de kendisine ulaşan belgeleri koydu. YÖK kendisine ulaşan belgelerin ciddiyeti üzerine Bolu’ya iki müfettiş göndererek konuyu inceletti. Prof. Ali Karaca da müfettişlere verdiği ifade de “Evet, gönderdim; ama sonradan yerine koyacaktım” itirafında bulununca 48 oy almasına rağmen Cumhurbaşkanına sunulacak rektör listesinden çıkarıldı. Onun yerine en fazla ikinci oyu alan Prof. Nihat Bilgen üniversitenin ikinci rektörü oldu. 1.5.11-Ah Siyaset Vah Siyaset Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nin başı siyasi rüzgârların açtığı belalardan hiçbir zaman kurtulamadı. Belki bunda, Baysal ailesinin siyasetçilere karşı sert ve acımasız tutumun da etkisi vardı. Ama onlar bildiği yoldan hiç vazgeçmedi. Tıp Fakültesi kararnamesi yüzünden önce dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, ardından Başbakan Necmettin Erbakan’la başı derde giren Vakıf, 2005 yılında daha büyük bir siyasi krizle sarsıldı. 1997 yılındaki krizi, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman 61


Demirel himayesinde aşmayı başaran Vakıf, bu kez Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi temel atma töreninde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la karşı karşıya gelecekti. 2005 yılında yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sebebiyle AK Parti’ye tek başına cumhurbaşkanı seçtirmemek üzere geniş toplumsal tabanlı bir muhalefet baş göstermişti. Cumhuriyet Mitingleri ve 27 Nisan e-Muhtırası ile son bulacak bu sürecin daha ilk günleriydi. Üniversite senatoları AK Parti’ye karşı üst üste bildiriler yayınlıyor, üniversite rektörleri iktidara karşı kafa tutuyordu. 1997 yılındaki Tıp Fakültesi krizi aşılmasına aşılmıştı, ama devlet İzzet Baysal Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’nin donanımını hala sağlamamıştı. Hastanenin fiziki yapısı çoktan bitirilmiş, 150’ye yakın hayırseverin katkısıyla odaları tefriş edilmiş, poliklinik hizmetleri için bazı cihazlar alınmıştı, ancak bunlar yetersiz kalıyordu. Üniversitenin kredili ithalat şartıyla sipariş ettiği 16 milyon dolarlık donanım için hükümetten onay bekleniyordu. Vakıf, devletin sözleşmede öngörülen sorumluluklarını yerine getirmesini bekliyor, ancak sorun bir türlü çözülemiyordu. Ahmet Baysal, İzzet Baysal’ın kaybının 5’inci yılında yapılan anma töreninin ardından, tüm yetkililer biraradayken geciken donanım için ne yapılabileceği konusunda bir toplantı yapmak isteyecek, bunun üzerine düzenlenen toplantıda, bu imzanın bir an önce atılabilmesi için 2,5 ay sonra yapılacak Şükran Günü etkinliğine Başbakan Erdoğan’ın davet edilmesine karar verilecekti. Aslında Ahmet Baysal, Necmettin

Cumhuriyet Mitinglerinden 62


Erbakan’ın talebesi konumundaki Erdoğan’ın 1997 yılında yaşanan krizi görmezden gelmesinin ihtimal dâhilinde olmadığını düşünüyordu. Ancak bu işi Başbakan’ın çözmesinden başka çare de görünmüyordu. Bu nedenle, başta Ahmet Baysal ve Rektör Yaşar Akbıyık olmak üzere toplantıya katılanlar, milletvekillerinden Başbakanla temas etmelerini isteyecekti. Ve Ankara’dan beklenen müjde geldi, Erdoğan, yapılan daveti kabul etmişti. En fazla şaşıran Ahmet Baysal olsa da bu haber karşısında çok mutlu oldu. Siyaseten ayrı dünya görüşlerine sahip olsalar bile Erdoğan’ı Başbakan olarak Şükran Günleri’nde ağırlamak onun için büyük gurur kaynağıydı. Ayrıca Başbakanın gelişiyle hastane donanımının çözüleceği kesin gözüküyordu, ancak bu kez krizi başkaları çıkaracaktı. Erdoğan’ın törene katılacağı sözünü vermesine rağmen, resmi davet Başbakanlığa gönderilmemişti. Başbakanlık, Bolu Valisi Ali Serindağ’dan resmi davetin kendilerine ulaştırılmasını istedi. Bolu Valisi de hemen üniversite rektörü Prof. Yaşar Akbıyık ile temasa geçerek, resmi davetiyeyi neden göndermediğini sordu. Prof. Akbıyık, “Ben böyle bir daveti yapmam” diye ısrar etti. Rektör Akbıyık’ı ikna edemeyeceğini anlayan Vali Serindağ, durumu telefona Ahmet Baysal’a haber verdi. Ahmet Baysal’ın içi daraldı, hemen telefonla Rektöre ulaştı; “Nasıl olur davet etmezsiniz? Benim gibi, milletvekillerine Başbakanı getirmeleri için yalvaran siz değil misiniz? Yoksa hastanenin donanımlarını unuttunuz mu? O donanımların gelebilmesi Başbakan’ın hastaneyi bizzat görmesine bağlı değil mi?” diyerek sert çıktı. Rektör Akbıyık sözü eveleyip gevelese de geri adım atmadı. “YÖK’ten talimat var, bu hükümetin hiçbir bakanı törenlere çağrılmayacak” demekle yetindi. Ahmet Baysal, YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’i de tanıyordu. Üniversite rektörlerine böyle bir talimat vermiş olmasının mümkün olmadığını düşünüyordu. Teziç’i arayıp böyle bir talimat verip vermediğini soracağını söyleyince, Rektör Akbıyık, “Ne olur, ben size bunu söylememiş olayım, Ahmet Abi” demekle yetindi. Ahmet Baysal, Rektör Prof. Akbıyık’ın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in gözüne girerek, yaklaşan rektörlük seçimlerini garantiye almaya çalıştığını düşünüyordu. Ancak bir konuda yanılıyordu. YÖK üniversite rektörlüklerine sözlü olarak hükümete karşı direniş talimatı vermişti. Ahmet Baysal, çaresiz kaldı. Bolu Valisi Serindağ ile anlaşarak, ertesi gün Başbakana daveti Tıp Fakültesi binasını yaptıran İzzet Baysal Vakfı olarak yaptı. Davetiyenin Ankara’ya ulaştığını öğrenen Rektör Prof. Akbıyık, tekrar telefonla Ahmet Baysal’a ulaştı. 63


“Ahmet Abi, madem davet ettin, rica et bari hanımını getirmesin. Sakın üstünüze alınmayın, size karşı hürmetim sonsuz. Hastayım ve törene de katılmayacağım” dedi. Ahmet Baysal inanamıyordu. ‘’Rektörlüğe oynuyorsun, ama bil ki yanlış hesaptasın. Savurduğun bumerang ters tepecek’’ diye kararından vazgeçirmeye çalışsa da rektörün geri adım atmaya niyeti yoktu. Peki, üniversite yönetimini törende kim temsil edecekti? Ahmet Baysal, bunu da sordu Rektör Akbıyık’a. Dekan Ali Bayrak’ı kendisine vekâlet etmesi için bırakacağını söyleyerek telefonu kapattı. Ve tören günü gelip çattı. 11 Mayıs 2005 tarihinde Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’nin temel atma törenine katılmak üzere Başbakan Erdoğan’ın yanı sıra Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de Bolu’ya gelmişti. Erdoğan, İzzet Baysal’a Şükran Günü’ne de katılacaktı. Ahmet Baysal, amcasının adına düzenlenen Şükran Günleri’ne ilk kez bir başbakanın katılacak olması sebebiyle hayli heyecanlıydı. Bu yüzden en küçük bir pürüz çıkmasını istemiyordu. Sabahın erken saatlerinden itibaren Bolulular İzzet Baysal’ın heykelinin önündeki meydanda toplanmıştı. Kürsüye çıkan Başbakan Erdoğan, İzzet Baysal için övgü dolu sözler sarf ediyor, şükran yürüyüşünde en ön safta yer alıyordu. Daha ne olsun. Öğleden sonra Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’nin temel atma töreninde ise hiç beklemediği bir kıyamet kopacaktı. Öğle yemeği İzzet Baysal ve yeğeninin sıklıkla kaldığı Yurdaer Otel’deydi. Yemekten sonra da temel atma töreni için Gölköy Kampüsü’ne gidilecekti. Yemekte eşi Solmaz Hanım’la birlikte Başbakanın yanında, aynı masada oturuyordu Ahmet Baysal. Bu sırada, Bolu Milletvekili Mehmet Güner’in eşi, Tıp Fakültesinin donanımı konusunda, Başbakan Erdoğan’ın temel atma töreni sırasındaki konuşmasında müjdeyi vereceğini Solmaz Hanım’a fısıldayarak anlattı. Konuşmayı Ahmet Baysal da duyacak ve çok sevinecekti. Ancak daha yemeğin daha ortasına gelinmemişti ki Başbakanın danışmanları kendisine kısa bir not uzattı. Notu Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ile birlikte okuduktan sonra ikisinin de yüzü asılmıştı. Ahmet Baysal bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Başbakan hemen masadan kalktı, Milli Eğitim Bakanı da onu takip etti. Yemeği bitirmeden çekip gittiler. 10 dakikalık bir kargaşa ve sessizliğin ardından Yurdaer Otel’in sahibi Yurdaer Kalaycı Ahmet Baysal’ın yanına geldi. “Ahmet Abi, Başbakan seni bekliyor” demekle yetindi. Hızla yerinden kalktı, korumaların yol gösterdiği dar koridorlardan sonra Başbakan’ın odasına ulaştı. Başbakan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ile birlikte kendisini bekliyordu. Başbakan eliyle bir sandalyeyi işaret etti, o da oturdu. Birkaç saniyelik 64


sessizliği Erdoğan bozdu; “Bu bildiriden haberin var mı, Ahmet Bey?” diye sordu. Ahmet Baysal şaşkındı, ne bildiriden, ne olup bitenden bir şey anlamıştı. Bunun üzerine Hüseyin Çelik, Başbakan Erdoğan’ın elindeki bildiriyi alarak, yüksek sesle okumaya başladı. “…Üniversitemizin bilgisi dışında ve üniversitemiz yönetimine rağmen gerçekleşen bu davet, yönetim kurulumuzca değerlendirilmiş olup; üniversitemiz ilkeleri yönünden uygun görülmemiştir. Üniversiteler Atatürkçü düşünceyi özümsemiş, laik cumhuriyet ilkelerinin yer bulduğu kurumlardır. Özerktirler, özgür düşünce hakimdir ve siyaset üstüdürler. Bu düşünceler ışığında üniversitelerimizin siyasallaştırma çabaları veya üniversitelere siyasetin etkilerinin yansımaları kabul edilemez. Bunu çağrıştıracak tutum ve tavırların da üniversitemizde yer bulması düşünülemez. Bizim ilham kaynağımız Atatürkçü düşünce doğrultusunda, rahmetli İzzet Baysal’ın fikirleri ve ilkeleridir. Kendileri de hayatında bu tür siyasi tavır, tutum ve sözlerin üniversiteye yansımasına karşı çıkmış, geçmişte bunun mücadelesini vermiştir. Bu hususun bilincinde olarak üniversitemiz yönetimi gerçekleştirilen daveti, çağdaş üniversiteler anlayışı içerisinde uygun bulmamış ve temel atma törenine katılma gereği duymamıştır.” Ahmet Baysal inanamıyordu, ne diyeceğini bilemiyordu, ‘’Şok oldum’’ diyebilecekti sadece. Bu arada, Milli Eğitim Bakanı Çelik, “Sayın Başbakanım, bu işin altında bir komplo olmasın? Biz bunu bir araştıralım, böyle saçma bir şey olmaz” sözleri üzerine, Ahmet Baysal da ‘’Başbakanım, şehirdeki coşkulu kalabalığı gördünüz. Yukarıda temel atma töreninde de sizi coşkuyla bekleyenler var. Milli Eğitim Bakanımızın dediği gibi ben de buna inanamıyorum, altında bir komplo olabilir. Biz, şehirde yaşanan güzel havayı bozmayalım” diyecekti. Başbakanın başka istihbaratları da vardı. Şehre ilk girişinde dikkatinden kaçan bu ayrıntıyı Ahmet Baysal’a söylemekten çekinmedi; “Ama öğrendiğime göre rektör bugün yokmuş. Sizin bundan haberiniz yok muydu?” diye sordu. “Rektör İstanbul’dayken bana telefon etti, hastalığı nedeniyle bulunamayacağını bildirmişti. Yerine fakülte dekanını bıraktı” diyebildi. Başbakan Erdoğan, Ahmet Baysal’ın cümlesinin ardından kalkarak, merdivenlere yöneldi. Ahmet Baysal koruma kalabalığı arasında onlara yetişemeyecekti. Başbakan Erdoğan’ın sinirlerinin fena bozulduğu, önüne beyaz elbiseleri içinde sıra olmuş bekleyen doktor ve hemşirelerin dizildiği Tıp Fakültesi’nin Hastanesine boş binasına uğramamasından anlaşıldı. Oysa planlamalara göre, temel atma törenine giderken fakülteye uğra65


Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan

nıp, donanımların olmadığı Başbakan Erdoğan’a çıplak gözle gösterilecekti. Bütün planlar bir anda bozuldu. Tıp Fakültesi programı atlandığı için de Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’nin temel atma töreninin bulunduğu yere vardığında, Erdoğan’ı karşılayacak üst düzey protokol yerini henüz almamıştı. Başbakan Erdoğan ve Milli Eğitim Bakanını tören alanında bir tek Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Hayri Coşkun karşılayabildi. Her ikisinin de sinirleri fena halde bozulmuştu. Rektör Akbıyık, hasta raporu alarak kendisini şehir dışına atmakla kalmamış, Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi dekanını da törenlerde hazır bulunmaması için Bolu dışında görevlendirmişti. Tören alanına herkesten sonra varabildi Ahmet Baysal. Gelir gelmez de soluk soluğa kürsüye çıkmak zorundaydı. Ne konuşacağını, nasıl konuşacağını unutmuştu. Temel atma töreni için hazırladığı konuşma metnini aradı ceplerinde. Ancak nafile, ne Başbakanın ne de Milli Eğitim Bakanı’nın bu konuşmaya önem vereceği vardı. O da konuşma metnini unutup, hastanenin donanımını nasıl kurtarırım telaşı içinde doğaçlama konuşmaya başladı. Bir türlü kararnamesi imzalanamayan hastane donanımlarına yöneltti konuşmasını… Yerine otururken Başbakan Erdoğan, elini sıkıp yanına oturttu. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik kürsüye davet edilirken, Ahmet Baysal’ın kulağına eğilerek, tıp fakültesinin ihtiyaçları için ön anlaşması imzalanan kredili ithalatın miktarını ve bağlantının nereye yapıldığını sordu. Ahmet Baysal, üniversite yönetim kurulunun bildirisine rağmen, Başbakan Erdoğan’ın donanım konusunu unutmamış olmasından dolayı memnundu. “Demek iş işten geçmemiş hala” diye düşündü. 66


Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, kürsüye çıktığında tören alanındaki kalabalığın önemli bir bölümü üniversite yönetim kurulunun hükümet karşıtı bildirisinden haberdar değildi. Bakan Çelik, üniversite rektörüne ağır sözler içeren bir konuşma yaptı. Baysal, Milli Eğitim Bakanı Çelik’e hak veriyordu ki Başbakan Erdoğan çıktı kürsüye. O da rektörü ve üniversite yönetim kurulunu hedefine aldı. “Böyle rektörlerin olduğu yerde, anarşi de olur terör de…” sözüyle bitirdi konuşmasını. Ahmet Baysal’ın en fazla zoruna giden cümle bu oldu, zira amcası adına kurulmuş üniversiteyi Başbakan ‘anarşi ve terör’ kelimeleriyle zikretmişti. Temel atma töreni bu sert konuşmalardan sonra yapıldıktan sonra, sıra Başbakan’ın uğurlanmasına geldi. Bolu Valisi ile birlikte, Başbakan Erdoğan’ını uğurlamak için aracına kadar eşlik ediyorlardı. Başbakan Erdoğan bir ara durdu ve müjdeyi verdi; “Ahmet Bey, merak etmeyin, o işi hallederiz.” Yeniden doğmuş gibiydi Ahmet Baysal. Hayatının en zor günlerinden biri, güzel bir sözle tamamlamıştı sonunda. Gerçi Başbakan Erdoğan, verdiği sözü öyle hemen tutmadı veya tutamadı. Tıp Fakültesi’nin donanımına kavuşabilmesi için Rektör Akbıyık’ın görev süresinin dolmasına kadar beklemek zorunda kalındı. Bu protesto bildirisi, İzzet Baysal Vakfı ile üniversite yönetimi arasında büyük bir restleşme ile sonuçlandı. Rektör Yaşar Akbıyık’ın vakıf yönetimini de gericilikle suçlaması ile birlikte ipler koptu. Ahmet Baysal başkanlığında toplanan vakıf yönetimi, Rektör Akbıyık’ın kınanmasına dair bir karar aldı. Baysal, Cumhurbaşkanı Necdet Sezer ve YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’e de birer mektup yazarak, vakfın kınama kararını ekleyecek ve rektör için ‘’gerekli işlemin’’ yapılmasını isteyecekti. Bu arada, bir gün öncesinde mütevelli üyeleri, davetli oldukları rektörlüğün yemeğine protesto için katılmama kararı alacak, ancak İzzet Baysal’ın kızı Esin Avunduk’un eşi Cahit Avunduk, bu karara rağmen rektörün yemeğinde bulunacaktı. Oysa o da mütevelli heyeti üyesiydi. Kısa bir süre sonra da üniversitenin internet sayfasında İzzet Bay­ sal’ın kızı Esin Avunduk’un bir duyurusu yer alacak ve kendisinin de katıldığı, oy birliği ile alınan yönetim kurulu kararına karşı çıkacaktı. Esin Avunduk, vakıf yönetiminin Başbakan’a davetiye göndermesini yanlış bulurken, rektörünün tavrının yanında olduğunu ifade edecekti. Bu konudaki demeci üniversitenin resmi internet sitesinde günlerce kalacaktı. Ahmet Baysal, o gün vakfın artık bölünme eşiğine geldiğini düşünüyordu. İzzet Baysal’ın kızı ve yeğeni yıllar sonra büyük bir görüş ayrılığı ile karşı karşıya kalmıştı. Ahmet Baysal Mütevelli Heyeti’ni toplayarak durum değerlendirmesi yapmanın ve güvenoyu tazelemenin zamanı67


31 Mayıs 2005 Cumhuriyet Gazetesi

nın geldiğini inanıyordu. Bu kararı yönetim kurulu üyelerine de açtı. Yönetim kurulu üyeleri ise Mütevelli Heyeti’ni toplama fikrinden vazgeçmesini istediler. Onlara göre Boluluların Ahmet Baysal’a güveni tamdı. Ahmet Baysal’a göre, amcakızı Rektör Akbıyık’ın yeniden rektör seçilebilme oyununa gelmişti. Onu bu oyundan vazgeçirmek de pek mümkün görünmüyordu. Zaten uzun zamandan beri amcasının kızının kendisine karşı husumetini vakıf yönetimindeki diğer kişiler de biliyordu. Erdoğan Teziç’e yazdığı mektubun ardından, rektörün YÖK tarafından kınandığı öğrenen Ahmet Baysal burada hedefine ulaşmış, ancak Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den hiçbir cevap alamamıştı. Vakfın bölünme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı günlerde Cumhurbaşkanlığı makamında davet mektubu eline ulaştı. Cumhurbaşkanı Sezer, 29 Ekim 2005’de Çankaya Köşkü’nde verdiği Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna davet ediyordu. Eşi Solmaz Hanım’la birlikte ikinci kez katılacaklardı Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna. Fakat orada gördüğü manzara Ahmet Baysal’ın umutlarını büsbütün yıktı. Sadece vakıf adına kendisinin resepsiyona davet edildiğini zanneden Ahmet Baysal, Çankaya Köşkü’ne vardığında, İzzet Baysal Vakfı Başkan Yardımcısı Esin Avunduk ile eşi Cavit Avunduk’un da orada, Cumhurbaşkanının yanında olduklarını gördü. Üstelik Rektör Prof. Akbıyık da onlarda birlikteydi. 68


Dönemin Cumhurbakanı Ahmet Necdet Sezer

O süreçte verdiği demeçlerden de anlaşılacağı gibi Cumhurbaşkanı Sezer de Erdoğan hükümetine karşı tavır alan herkesle yakın ilişki içindeydi. Cumhurbaşkanı Sezer, Erdoğan ve arkadaşlarının iktidarını bir türlü içine sindirememiş, iktidarı laik, demokratik cumhuriyet ilkeleriyle bağdaşmayan tutumu sebebiyle defalarca eleştirmişti. İstanbul’a döner dönmez yeniden kaleme sarıldı Baysal. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den 7 Kasım 2005 tarihli mektubuyla randevu istedi ve randevusu kabul edilirse, Esin Avunduk’un ne yapmaya çalıştığını tüm çıplaklığı ile anlatacak ‘Başbakana tavır koyan rektör’ olayının perde arkasını belgeleri ile açıklayacaktı. Ayrıca Bolu Öğretmenevi’nin açılışı ile ilgili davetiyesini elden ulaştırmayı arzu ettiğini vurguladı. Çankaya Köşkü’nden yanıt 1 Aralık 2005’de geldi Ahmet Baysal’a. 6 Aralık’ta Çankaya Köşkü’nün kapısını bir kez daha çaldı. Görüşmede Baysal, Rektör Akbıyık’ın Atatürkçü ve demokratik tavrının tamamen takiyyeden ibaret olduğunu örnekleri ile anlattı. Esin Avunduk’u da yeniden rektör seçilme hesaplarına alet ettiğini dile getirdi. Cumhurbaşkanı Sezer sadece dinlemekle yetiniyordu. Bir ara Ahmet Baysal’ın sözünü kesti ve “Cumhuriyet resepsiyonunda rahmetlinin kızını bana da tanıştırdı” demekle yetindi. Vakfın çalışmalarından bahseden Baysal, “Vakıf, amcam İzzet Baysal’ın arzuladığı gibi emin ellerdedir. Cumhuriyetimizin ve Atatürk’ümüzün ilkelerinden sapmadan yoluna devam etmektedir, emin olunuz” dedi. Yarım saatlik görüşmeden sonra Cumhurbaşkanı Sezer konuğunu kapıya kadar uğurladı, çıkarken de “Zamanı gelince düşüneceğiz…” demekle yetindi. 69


Rektör Akbıyık, yeniden seçilebilmek için her yolu denemişti. Ve rektörlük seçiminde de en yüksek oyu aldı. Ancak YÖK’ten Cumhurbaşkanlığına giden listede adı üçüncü sıraya kondu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de ikinci sıradaki Prof. Dr. Atilla Kılıç’ı rektör atadı. Cumhurbaşkanı Sezer, ‘zamanı gelince düşüneceğiz’ dediği adımı atmıştı. Ahmet Baysal, karara sevindi. Böylece rektörlükle vakıf arasındaki kavga en az zayiatla atlatılmıştı. İşin ilginç yanı, Başbakan Erdoğan’ı karşılamaktan bile imtina eden Rektör Akbıyık, 11 Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’den Çorum Milletvekili aday adayı oldu. Başbakan Erdoğan’ı karşılamaya bile gitmeyen, bununla yetinmeyip bir kınama bildirisi yayınlayan Akbıyık’ın 5 yılda geçirdiği değişim Ahmet Baysal’ın da dikkatinden kaçmadı. Aday adaylığı başvurusunu haklılığının ispatı olarak sakladı. Abant İzzet Baysal Üniversitesi büyüyüp geliştikçe sorunları da büyüyordu ve şekil değiştiriyordu. Özellikle de rektörlük seçimleri… Rektörlük seçimleri her seferinde vakıf ile üniversite arasında büyük bir sıkıntıya dönüşüyordu artık. 2010 yılındaki rektörlük seçimi de öyle oldu. Cumhurbaşkanı Sezer’in atadığı Prof. Dr. Atilla Kılıç’ın görev süresinin dolmasına kısa süre kala, üniversite öğretim üyeleri arasında yapılan seçimde Rektör Prof. Dr. Atilla Kılıç birinci, Prof. Dr. Hayri Coşkun ikinci sırada yer almıştı. Prof. Hayri Coşkun, Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’nin temel atma töreninde Başbakan Erdoğan’ı karşılayan dekan yardımcısıydı. Ahmet Baysal’ın içine bir korku düştü. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün üniversite rektörlük seçiminin sonucunu beğenmeyebileceğini düşünüyordu. Çünkü YÖK, artık tamamen hükümetin kontrolündeydi. Bu kez Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir mektup yazarak randevu talep etti. İki sayfalık mektubunda, YÖK’ün üniversitede yapılan seçimlerin sonucu değiştirebileceğini belirterek; “Sayın Cumhurbaşkanım, 70


7 Şubat 2010 - Cumhuriyet Gazetesi

YÖK başkanlığı tarafından sizin takdirinize arz edilecek listede hiç tahmin etmememize rağmen bir sıra değişikliği yapılmış olursa, hasbelkader kendinden sonra ben yeğenini ataması nedeniyle halen başkanlığını yaptığım vakıf adına, bana bu değişikliğin doğru olmadığını anlatabilme fırsatı vermenizi ve 15 dakikalık bir görüşme lütfetmenizi takdirlerinize ve tensiplerinize arz ederim” dedi. Ancak bu kez Çan­ka­ya’dan beklediği randevu talebi geri çevrildi. Cumhurbaşkanı Gül’ün yoğun programı gerekçe gösterildi. Aslında Ahmet Baysal, mektubunda 15 dakikalık randevu talebinde ne arz etmek istediğini belirtmişti bile. YÖK’ün Cumhurbaşkanı Gül’e gönderdiği rektör kararnamesinde Prof. Kılıç üçüncü sıraya itilmiş, Prof. Hayri Coşkun birinci sıraya çekilmişti. Cumhurbaşkanı’nın YÖK’ün bu kararına uyup uymayacağı merakla bekleniyordu. Cumhurbaşkanı Gül, YÖK’ün yaptığı sıralama doğrultusunda Prof. Dr. Hayri Coşkun’u rektör olarak atadı. 4 yıl önceki rektörlük seçimlerine müdahale ederek, birinci sıradaki Prof. Dr. Akbıyık’ın yeniden atanmasının önüne geçen Ahmet Baysal, bu kez sıra değişikliğine karşı bir şey yapamamıştı. Ona göre, Cumhurbaşkanı Gül, üniversite kararını değil, YÖK’ün kararını onaylamıştı. Ahmet Baysal, Bolu’da bir basın toplantısı düzenleyerek Cumhurbaşkanı Gül’ün atama kararnamesindeki yanlışlıkları anlattı. Cumhurbaşkanı Gül’ü sert ifadelerle kınadı. Bu açıklama, 82 yaşındaki Ahmet Baysal’ın devlet yönetimiyle yaptığı son kavga oldu. Cumhurbaşkanı Gül, 5 Ocak 2012 tarihinde Bolu’ya yardımseverleri ödüllendirmek için yaptığı ziyaret sırasında, Ahmet Baysal’ı da davet etmişti. Ancak Ahmet Baysal, Cumhurbaşkanı’nın kendisine bir şükran plaketi vereceğini bilmesine rağmen törene katılmadı. Cumhurbaşkanı Gül, Vakıf Başkanı Ahmet Baysal’ı üzdüğünü biliyordu. Bu yüzden üniversiteye yaptığı ziyaretin ardından, vaktiyle randevu vermediği Vakfın üniversite bünyesindeki bürosuna giderek gönül almak istedi ve Vakıf Sekreteri Mustafa Yaman’a Vakfı övücü sözler söyledi, çalışmaları tebrik etti. 71


Cumhurbaşkanı Abluddah Gül ve İbrahim Çeçen

1.5.12-AİBÜ Model Oldu Öte yandan, İzzet Baysal’ın kurduğu üniversite başkalarına da örnek olacaktı. İbrahim Çeçen, AİBÜ’den 15 yıl sonra Ağrı’da ikinci vakıf üniversitesini kurarken, açılışta yaptığı konuşmada, “Hayatımın yatırımı; benim için tek gelecek, tek haz alacağım yatırım Ağrı Üniversitesi’dir. Ağrılı olmanın ötesinde, oraya yatırımı vicdani bir borç kabul ediyorum. Ağrı Türkiye’nin en fakir ilidir. Kendime İzzet Baysal’ı örnek aldım, onun gibi üniversiteyi yapıp devlete veriyorum’’ diyecekti. 3 yıl sonra da Bitlis’te Ahmet Eren, Eren Üniversitesi’nin kuruluşunda aynısını yapacaktı. Eren, bir söyleşide ‘’Siz, Bitlis’in Koç’u mu, yoksa Sabancı’sı mısınız?’’ sorusuna yanıtı da ilginçti: ‘’Doğrusunu isterseniz, beni rahmetli İzzet Baysal’a benzetiyorlar. Bolu’nun kurtarıcısı, büyük bir hayırseverdi Baysal. Sürekli eğitime yatırım yaptı, Bolu’nun geleceğini kurtardı. Aynı misyonu ben ve arkadaşlarım Bitlis için üstlendik. Hedefimiz, kentimiz, bölgenin en gelişmiş ili, hatta Batılı illerle aynı düzeyde görmek’’ diyecekti.

72

Ahmet ERen


1.6-CUMHURBAŞKANLIĞI HİZMET ÖDÜLÜNÜ ALAN İLK KİŞİ İzzet Baysal’a eğitim ve sağlığa yaptığı katkılardan dolayı Cumhurbaşkanı tarafından iki defa şükran plaketi verilecek, gerek Milli Eğitim Bakanlığı ve gerekse Sağlık Bakanlığı bu çalışmalarından dolayı Baysal’ı ödüllendireceklerdi. Üniversiteye yaptığı katkı ve yatırımlar nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 03.07.1992 tarihli kanunla, bu devlet Üniversitesine “Abant İzzet Baysal Üniversitesi” ismi verilecekti. İzzet Baysal, 1993’te Abant İzzet Baysal Üniversitesi Senatosu, 1996’da ODTÜ Senatosu, l997 ‘de Mimar Sinan Üniversitesi Senatosu ve Hacettepe Üniversitesi Senatosu, 1998’de de Anadolu Üniversitesi tarafından, “Eğitimde Onursal Doktora payesi” ile ödüllendirilecekti.

İzzet Baysal, 4 Ekim 1994 tarihinde 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından ‘’Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile onurlandırılan ilk kişi olmanın da mutluluğunu yaşayacaktı.

Üstün hizmet madalyası 73


1.6.1-Vakfa Verilen Ödüller İzzet Baysal Vakfı da 02.05.2006 tarihinde TBMM Üstün Hizmet Ödülü ile ödüllendirilen ilk vakıf olacaktı. Vakfa, Karadeniz Sivil Tolum Kuruluşları Konfederasyonu tarafından son beş yılda eğitim ve sağlık alanında yaptığı yatırımlarından dolayı, 2010 yılında İstanbul Çırağan Sarayı’nda düzenlenen törende plaket ve teşekkür belgesi verildi. 2012 yılında da Gebze TÜBİTAK MARTEK (Marmara Teknokent) üyeleri, İzzet Baysal Vakfı’nı çalışmalarından dolayı bir plaketle ödüllendirdi. Bolu Yeni Küçük Sanayi Sitesi Yönetim Kurulu, 2013’te Yönetim Kurulu Kararı ile, 1990’lı yıllardan beri hizmet veren Bolu Küçük Sanayi Sitesinin ismini, İzzet Baysal Sanayi Sitesi olarak değiştirdi. Bolu Belediyesi 1990 yılında 11 Mayıs’ı “İzzet Baysal Şükran Günü”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi ise 1995 yılından itibaren “İzzet Baysal Günleri” olarak ilan ederken, 2002 yılından itibaren ise “İzzet Baysal Şükran Günleri” olarak kutlanıyor. 2007 Yılında Bolu Valiliği’nin önderliğinde “İzzet Baysal Şükran Günleri Kültür, Sanat ve Turizm Festivali Yönergesi” hazırlanarak 2008 yılında yürürlüğe girdi. Yönergenin kabulünden son-

74


ra her sene Mayıs ayının 11, 12 ve 13’üncü günlerinde (3 gün) şükran günleri festival havasında kutlanıyor. 2006 yılından itibaren İzzet Baysal’ın hayırseverlik anlayışı, yaşam tarzı ve ahlaki değerleri doğrultusunda Bolu’da topluma hizmet veren bir kişi veya kuruluşa “İzzet Baysal Sosyal Sorumluluk Ödülü” veriliyor. 2012’de Bolu Ticaret ve Sanayi Odası’nda yapılan toplantıda alınan karar gereği, 2013 yılından itibaren bu kutlamalar Bolu Kent Konseyi tarafından organize ediliyor, Valilik, Belediye ve Üniversite ile diğer kurum ve kuruluşlar gerekli desteği sağlıyor.

75


76


BÖLÜM 2 İZZET BAYSAL’IN İZİNDE...

77


78


2.1-AMCA-YEĞEN İŞBİRLİĞİ Ahmet Baysal’ın hayatında iz bırakanlar kişilerden biri, dayısı İzzet Samurkaş oldu. İzzet Samurkaş, İstanbul’daki eğitimi boyunca Ahmet’in velisi olacaktı. Zaten Ahmet Baysal’ın hayatı, iki İzzet’in kendisine çizdiği bir kulvarda devam edecekti. Amcası İzzet Baysal ve dayısı İzzet Samurkaş. Ahmet Baysal, babasının Karacasu kaplıcalarını işlettiği yıllarda ilkokula bu köy okulunda 6 yaşında başladı. Karacasu’nun kaplıca ve panayır günleri, hayatı boyunca aklından hiç çıkmadı. Türkiye’nin sayılı işadamlarından birine dönüştükten sonra bile Bolu’ya geldiklerinde amcası İzzet Baysal ile birlikte genellikle bu kaplıca otelinde konaklamayı tercih ettiler. Üç yıl süren ve 1935 yılında son bulan kaplıca işletmeciliğinin ardından Mehmet Baysal, Tabaklar Mahallesi Kızılay Hamamı’nın arkasında hızarcılığa başladığında, Ahmet Baysal da ablası ile birlikte öğrenimlerine Bolu merkezinde Gazipaşa İlkokuluna devam ettiler. Ahmet Baysal, yeni okuluna başlayıp ilkokul üçüncü sınıfa geçince Baba Mehmet Baysal, oğlunun sünnet vaktinin geldiğini anladı. Pek çok Anadolu il ve ilçesinde olduğu gibi Bolu’da da fenni sünnetçiler, berberler ve dişçiler idi. Ahmet Baysal’ın sünnetini de ‘İkiz Kardeşler Berberi’ yaptı. Ancak yine pek çok Anadolu kentinde olduğu gibi sünnet tek

Gazipaşa İlkokulu - 1938 79


başına yapılmayacaktı. Ahmet’e sünnet arkadaşı olarak yetim bir çocuk daha bulundu. Onun sünnet masrafları da Mehmet Baysal tarafından karşılandı. Gelenekti. Sünnet, Ahmet’in amcası İzzet Baysal ile çocukluk yıllarında kurduğu en unutulmaz ilişki biçimiydi. O esnada Ankara’da ikamet eden amcası İzzet Baysal, yeğeni Ahmet’e sünnet hediyesi olarak bir bisiklet göndereceğini bildirmişti. Ahmet Baysal, bu hediye haberi sayesinde sünnet korkusunu unutmuş gibiydi, fakat sünnet günü gelip çattığında İzzet Baysal, yeğenine söz verdiği bisikleti Ankara’da bulamayınca, İstanbul’dan bir arkadaşından istetmişti. Bu nedenle bisikletin sünnete yetişmesi imkânsızdı. Yeğenine verdiği sözü tuttuğunu kanıtlamak istercesine İzzet Baysal, bisikletin pompasını Bolu’ya gönderdi. Kırmızı kurdeleya sarılmış pompa sünnete yetişmiş oldu. Küçük Ahmet bisikletin geleceğinden emin bir şekilde sünnetçinin karşısına oturdu. Kirvesi aynı zamanda öğretmeni Mithat Samurkaş idi. Fakat ilkokul günlerinden beri her türlü tıbbi müdahalede bayılan Ahmet, sünnette olup bitenleri de ayıldıktan sonra öğrenebildi. Ayılır ayılmaz bisiklet pompasını sordu. Neyse ki Mithat Samurkaş onu koruma altına almıştı bile. Bisikletine kısa süre sonra kavuşan Ahmet Baysal, çocukluğunun en büyük oyuncağını hiçbir zaman unutmadı. Ahmet Baysal, o günleri şöyle anlatıyor: “Çocukken en önemli olayım amcamın aldığı iki tekerlekli çocuk bisikletiydi. O dönemde hiç kimsede yoktu. O bisiklete Karaçayır’daki tüm

Ahmet Baysal amcası İzzet Baysal tarafından hediye edilen bisikletiyle 80


çocuklar bindi. Fakat, Doğan diye benden biraz daha büyük bir mahalle arkadaşım vardı. Bana ‘Ahmet bunu saatlik kiraya verelim, ben uğraşırım bu işle, sen karışma, yarı yarıya paylaşalım’ dedi. Babamdan habersiz benim bisikleti kiraya verdi, ben okula gidiyorum, o okulu asıp Karaçayır’da bisikleti kiraya vermeyi tercih ediyordu. Akşamları payımı veriyordu, ama ortaklık payım ne kadardı, hiçbir zaman bilemedim. İlk paramı bu bisikletten kazandım diyebilirim.” 2.1.1-İstanbul’da Bir Ayvaz Ahmet Baysal, ilkokulu Bolu’da üç farklı okulda bitirdikten sonra Amcası İzzet Baysal’ın da tavsiyeleriyle İstanbul’da okumasına karar verilir. Takvimler 1939 yılının Eylül ayını gösteriyordu. O sırada İstanbulAnkara arasında ulaşım bu kadar kolay değildi. Bolu’dan İstanbul’a gidebilmek için Adapazarı’na kadar otobüsle seyahat edip, trenle İstanbul’a ulaşılıyordu. Anne ve babasının gözyaşları arasında Ahmet Baysal, 12 saatlik yolculuk sırasında ilk kez trenle ve denizle tanışacaktı. İstanbul’da dayısı İzzet Samurkaş kendisini Haydarpaşa garında karşıladı. 2.1.2-İki İzzet Arasında ‘İzzetli’ Bir Yaşam Amcası İzzet Baysal, hayatı boyunca bir yabancı dil öğrenememiş olmanın eksikliğini her zaman hissettiği için, yeğeninin iyi bir yabancı dil öğrenmesini arzu ediyor, bu nedenle Galatasaray Lisesi’nde okumasını istiyordu. Ahmet Baysal, 1939 yılı sonbaharında Galatasaray Lisesi’nin Ortaokulu’nun hazırlık kısmına yatılı yazdırıldı. Dayısı ile birlikte okul kaydını yaptırmaya giden kısa pantolonlu Ahmet Baysal, devasa okul kapısını ve avlusunu gördüğünde şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Dayısı İzzet Samurkaş velisi olarak Ahmet Baysal’dan sorumlu olacaktı. Ortaköy’deki (Bugün Galatasaray Üniversitesi olarak faaliyet gösteren yerleşke) hazırlık okulundan sonra Beyoğlu’ndaki Galatasaray Lisesi’ne geçiş yaptı. Galatasaray Lisesi 81


Ahmet Baysal’ın Fransızca eğitim veren Galatasaray Lisesi’ndeki günleri hayli renkli geçiyordu. Hafta sonları ise dayısı İzzet Samurkaş’ın evinde kalıyordu. Dayısının Notre Dame De Sion Fransız lisesinde oku­ yan tek çocuğu Necla ile iyi arkadaş olmuşlardı. Fırsatını buldukça Emi­n­ önü’nde bakkallık yapan diğer dayısının yanında da cumartesi öğleden sonraları ‘ilk ticari stajını’ yapmaya çalışıyordu. Galatasaray Lisesi’ne kısa sürede adapte olan Ahmet Baysal, İstanbul’a da büyük oranda alışmıştı alışmasına, ama Bolu onun büyük sevdasıydı. Yaz tatillerini iple çekiyor, Bolu’suna, anne ve babasına bir an önce kavuşmak istiyordu. Sömestre tatilleri ise onun için bir işkence haline dönüşmüştü. Kar yüzünden yollar kapandığı için Bolu’ya gidemediği zamanlarda, yatılı okulun koridorlarında tek başına kalıyordu. Yalnızlığın ne olduğunu Bolu’ya gidemediği o yıllarda anladı. İlk öykülerini de ilk şiirlerini de bu yalnızlık psikolojisi ile kaleme almaya başladı. Okul yıllarında kaleme aldığı bu yalın öyküleri daha sonra ‘Kırmızı Fırıldak’ isimli kitapta toplayacaktı.

82

Ahmet Baysal’ın Kırmızı Fırıldak kitabı


2.1.3-İTÜ Yılları 1947 yılında Galatasaray Lisesi’nden mezun olan Ahmet Baysal, İstanbul Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Bölümü’ne başladı. İstanbul onun için daha katlanılabilir bir kentti artık. Gençliğin verdiği özgüvenin yanı sıra Galatasaray Lisesi’ndeki yalnızlık deryasına yelken açmıyordu eskisi kadar. Hem çocukluk korkularını büyük ölçüde atmış hem de arkasını dayayacağı yeni destek kapıları bulmuştu. Bunların başında ise amcası İzzet Baysal geliyordu. Velisi İzzet dayısı gibi, 1943 yılında amcası İzzet Baysal da İstan­ bul’a yerleşmişti. Karaköy Mahmudiye Caddesi’ndeki mağazasında İs­tan­bul’da ticarete başlayan İzzet Baysal, kısa bir süre sonra Taksim Ayazpaşa’da satın aldığı bir arsaya 5 katlı bir bina yaptı. Abant Apartmanı ismini verdiği binanın en güzel dairesini de kendisine tahsis etti. İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki ilk yılında Gümüşsuyu’ndaki yurtlarda yer bulamayan Ahmet Baysal, Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi Yurdu’nda kaldı. Ana kampüsteki yurda geçişi bir yıl sonra mümkün olabildi. İzzet dayısının Gayrettepe’ye taşınması ile birlikte, hafta sonları gerçekleştirdiği ev ziyaretlerinin yönü de değişmeye başlamıştı. Artık Amcası İzzet Baysal’ın Abant Apartmanı’na daha sık gider oldu. Takvimler 1951 yılını gösteriyordu. Bu sırada Amcasının tüm mesaisi Topkapı’da satın aldığı arsa üzerine boru parçaları döküm fabrikası kurma çabalarına yönelmişti. Türkiye’nin en büyüklerinden olacak özel sektör sanayi yatırımı için İzzet Baysal, Almanya’dan Prof. Dr. Rudolf Stotz isimli bir metalurji mühendisi getirtmişti. Eşi ile birlikte fabrikanın işletmesini de üstlenmiş olan Alman profesörle, dil bilmeyen İzzet Baysal’ın anlaşması hayli zordu. O da bu durumun farkındaydı ve yeğeni Ahmet Baysal’dan kendisine tercümanlık yapmasını istiyordu. Ne de olsa o Galatasaray Lisesi’nde Fransızca eğitim almış, yeteri kadar da İngilizce biliyordu. 2.1.4-Çanakkale’deki Anıtın Temelini Atabilme Onuru İstanbul Teknik Üniversitesi’nden 1952 yılında mezun olan Ahmet Baysal, vakit kaybetmeden askerlik hizmetini yerine getirmeye karar verdi. Aynı yılın kasım ayında Halıcıoğlu İstihkâm Taburu’nda 6 ay sürecek yedek subay eğitimine başladı. Buradaki eğitiminin ardından, Ahmet için yedek subay olarak görev yapacağı yerin belirleneceği kura günü gelip çattı. Elini torbaya attı; Gelibolu 4. Kolordu İstihkâm Taburu çıkmıştı. Yedek subaylık eğitimini yaptığı okulda İstanbul Teknik Üniversitesi’nden arkadaşları da vardı. Ondaki Bolu sevdasını biliyorlardı. Hep birlikte gülerek sırtına vurdular. “Ne yaptın ettin, yine Bolu’yu çektin” diyerek Ahmet’e takılmadan edemediler. 83


Ahmet Baysal, Gelibolu’daki ilk günlerinde Galatasaray Lisesi’ndeki eğitimin Fransızca olması sebebiyle yarım yamalak kalan İngilizcesini geliştirmeye başladı. Yedek subay arkadaşı Hakkı Erkmen ile neredeyse tüm gün İngilizce konuşuyor, pratik yapıyorlardı. O dönemde bir gazete tarafından Çanakkale şehitleri için, Geli­ bolu’da Seddülbahir mevkiinde büyük bir anıt yapılması için yardım kampanyası düzenlenmişti. Bugün tüm dünyanın önünde saygı ile eğildiği Çanakkale’deki o muhteşem anıtın temelini atmak da Ahmet asteğmene nasip oldu. Yıllar önce amcası İzzet Baysal’da Eskişehir’deki Hava Üs Komutanlığı’nın inşaatında görev almıştı. Kader Köroğlu ile Ayvaz’ı bir kez daha benzer hayat hikâyelerinde buluşturmuştu. Yıllar sonra bile ‘hayatımda en onur duyduğum görev’ diye anacağı Çanakkale Şehitler Anıtı’nın hikâyesi ilginçti. Yardım kampanyasının ardından Genelkurmay Başkanlığı, 42 metre yükseklikte ve dört ayak üzerine oturtulacak anıt için proje yarışması

Çanakkale Şehitler Anıtı 84


açmış, Doğan Erginbaş ve İsmail Utkular’ın hazırladığı proje birinci seçilmişti. Genelkurmay Başkanlığı, projenin betonarme hesaplarını Ahmet Baysal’ın İstanbul Teknik Üniversitesi’nden hocası olan Prof. İhsan İnan’a yaptırmaya karar verdi. Ancak toplanan yardımlarla projenin tamamının hayata geçirilmesi mümkün değildi. Bu nedenle inşaatın önemli bir bölümünün asker eliyle yapılmasına karar verildi. Gelibolu 4. İstihkâm Tabur Komutanı, genç asteğmen Ahmet’i odasına çağırdı. Kendisine Çanakkale’de yapılacak anıtı anlattı ve “Elimizdeki tek inşaat mühendisi sensin. Seni teğmenliği terfi ettiriyorum. Emrine de her bölükten 10’ar kişi alacaksın” diyerek tarihi bir emir verdi. Genç asteğmen, çiçeği burnunda teğmen şaşkındı. Kadıköy’de babası için hazırladığı üç katlı ev projesi dışında hiçbir pratik tecrübesi yoktu. Böylesine büyük bir görevi başarıp başaramayacağını bilmiyordu. Eldeki mali imkânlar ve askerin bilek gücü ile anıtın 23 Nisan 1954 tarihine kadar su basmanı seviyesine yükselmesi isteniyordu. 7.5x7.5 metre ebadında 4 sütun üzerine inşa edilecek anıtın açılışına dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in de katılacağı ifade ediliyordu. Teğmen Ahmet Baysal, zamanın ne kadar dar olduğunun farkındaydı. 40 erden oluşan 4. takımla işe koyuldu. Ardından 250 binden fazla Mehmetçiğin şehit düştüğü o kutsal topraklara yapılacak anıt için ilk kazmanın vurulacağı gün gelip çattı. Teğmen Ahmet emrindeki askerlerin tamamını toplayarak, yapacakları işi anlattı. Onlar da çok heyecanlıydı. Anıtın yapılacağı yerde kısa bir konuşma yaptıktan sonra, ‘Bismillah’ diyerek ilk kazmayı vurmaya hazırlanan Teğmen Ahmet, askerlerin arasında bir ses duydu. “Teğmenim benim dedem de burada şehit düşmüş” diyordu asker. İlk kazmayı vurma heyecanı kursağında kaldı. “O halde ilk kazmayı vurmak senin hakkın” diyerek kazmayı askere uzattı. Ve en sonunda temel atma günü gelip çattı. Tarihi anıta ilk harç dökülecekti. İstanbul’dan ve Ankara’da siyasetin ve bürokrasinin en tepesindeki isimlerin temel atma törenine katılması bekleniyordu. Başta da Başbakan Menderes’in. Gelecek konukların teknelerle anıtın yapılacağı yere ulaşması planlanmıştı, ama teknelerin yanaşabileceği iskele yoktu. Tabur Komutanı, projesi bile olmayan iskelenin yapım işini de Teğmen Ahmet’e verdi. Genç teğmen yorucu ve bir o kadar endişe verici uğraşın ardından projeyi tamamladı ve hayata geçirmeyi başardı. Takvimler 19 Nisan 1954’ü gösterirken 4. Kolordu Komutanı Orgeneral Nurettin Aknoz (Aknoz Paşa) ile birlikte tüm konuklar Gelibolu Seddülbahir Hisarlı mevkisindeydi. Sıra ile iskeleye yanaşan tekneden inen konuklar anıtın yapılacağı yere vardığında genç teğmen, maçın ilk raundunu kazandığını düşünüyordu. Ancak bir de gelen konukla85


Şehitler Anıtından

rın dönüşü vardı. Yani maç henüz bitmemişti. Zira iskeleye, motorların her yanaşıp kalkışında ahşap iskelenin yıkılacağı korkusu içindeydi. Bu yüzden tören sırasında, ne olduğunu, kimin ne konuştuğunu dahi dinlememişti. Büyük iltifatlara, tebriklere layık görülmüş olsa da törenden aklına kalan tek hatıra, bir ara Aknoz Paşa ile yan yana geldiğiydi. Zaten bir hafta sonra da terhis oluyor ve daha sonraları iskelesinin ilk fırtınada parçalandığı haberini alıyordu. 86


2.1.5-Askerlik Dönüşü Çanakkale’deki o büyük anıtın temelini atan isim olan genç teğmen kısa süre sonra askerliğini tamamlayarak İstanbul’a döndü. 6-7 Eylül olayları sırasında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı da yapan Orgeneral Nurettin Aknoz, tezkeresinden kısa bir süre sonra genç teğmene bir mektup yazarak, Çanakkale Şehitler Abidesi’nin şantiye şefliği görevini teklif etti. Mektuptan memnun kalmıştı. O büyük anıtın tamamının bitirileceği güne kadar da görevi üstlenmeyi düşünüyordu. Tam da hayal ettiği bir işti. İnşaat Mühendisi diplomasının gereğini yapacağına inanıyordu. Ancak, Ahmet Baysal’ın bir daha Aknoz Paşa ile teması olmadı. Onu başka sürprizler bekliyordu. Ahmet’in askerden dönüşünü tüm aile dört gözle bekliyordu. Babası Mehmet Baysal, askerden dönen oğluna dair tam da mesleğine uygun planlar yapmıştı. Kadıköy’de aldığı yeni arsalar üzerine oğlu ile sırt sırta verip yeni binalar dikmenin hesaplarını yapıyordu. 2.1.6-Köroğlu Ayvaz’ını Arıyor İlk üretimde karşılaşılan güçlüklere ve Avrupalı kartelle verilen savaşa rağmen Topkapı’daki döküm fabrikasındaki işlerini büyük oranda yoluna koyan amcası İzzet Baysal, fabrikadaki işlerini kendi işi gibi benimseyecek, sırtını tereddütsüz yaslayacağı, Köroğlu’nun Ayvaza güvendiği gibi güvenebileceği birini arıyordu. O ismi uzun zamandan beri kafasına koymuştu belki ama kimseye söylemiyordu. O isim Ahmet Baysal’dan başkası değildi. O sırada Ahmet Baysal, Çanakkale’deki askerlik görevini tamamlamak üzereydi. Kadıköy’de kerestecilik yapan Ağabey’i Mehmet’i ziyareti sırasında İzzet Baysal, askerlik dönüşü Ahmet’i yanına almayı düşündüğünü söyledi. Mehmet Baysal, oğlu ile birlikte inşaat işine girmeyi öylesine ayrıntılı planlamıştı ki cevabı ‘hayır’ oldu. İzzet Baysal endişelendi. Bir yolunu bulup, Ahmet Baysal’ı yanına almalıydı, ama nasıl? Terhisinden sonra Ahmet İstanbul’a döndü. Babasına Çanakkale Şehitler Anıtı’nın şantiye şefliğini üstlenmesi için teklif aldığını söyledi. Mehmet Baysal bu teklife karşı çıktı. Oğlunun dönüşü ile ilgili önemli planlar yapmıştı, bunları anlattı Ahmet’e. Ancak Ahmet’in aklı hala Çanakkale’deydi. Mehmet Baysal oğlunun dönüşüne yönelik planları başka bahara bırakmak zorunda kalırken, küçük kardeşi İzzet Baysal’ın aradığı fırsat da doğmuştu. Ahmet’in kararlılığı karşısında yapacak fazla bir şeyi kalmayan Mehmet Baysal, amcasının da kendisi ile son bir görüşme yapmak istediğini ifade etti oğluna. Mehmet Bey, kendisi ile çalışmaya yanaşmayan oğlunun, Çanakkale’ye gitmek yerine, İzzet Baysal’la birlikte çalışmasına 87


İzzet Baysal

adeta razı olmuştu. “Amcan seni bekliyor. Git bir görüş. Ondan sonra ne yapacaksan yap” diyebildi sadece. Ve Ahmet, öğrencilik yıllarında bile bir kez Amcasının Topkapı’daki fabrikasına gitmemişti. Görüşme İzzet Baysal’ın Mahmudiye Caddesi’ndeki mağazasında oldu. Amcasının elini öptükten sona karşısına geçti. Görüşme bir saat sürdü. Bir ara Ahmet’in gözyaşları içinde kaldığı görüldü. ‘Ben inşaat mühendisiyim, ne anlarım dökümden?’ dedi Ahmet. İzzet Baysal, “Ben de mimardım, ama görüyorsun ya dökümcülük yapıyorum. Sen de yaparsın” diyordu. İzzet Baysal’ın gerçekten Ahmet’e ihtiyacı vardı. Çünkü Avrupa’nın demir döküm karteline karşı yoğun bir mücadele içindeydi. Zamanının çoğunu fabrika yerine Ankara’da bakanlıkların kapılarında geçiriyor; onlara kartelin insafsızlığını kanıtlayan belgeler sunuyordu. Avrupa kartellerine karşı verdiği mücadelenin ilk raundunu kazanarak gümrük vergisini yüzde 40’a çıkarmayı başaran İzzet Baysal, bundan sonra daha dikkatli olması gerektiğinin farkındaydı. Böyle bir mücadelede yanına çok güvendiği isimleri almak zorundaydı. Kendisini Avrupalılara kafa tutacak Köroğlu olarak görüyordu, ama sırdaşı olacak bir Ayvaz’a ihtiyacı vardı. Avrupa kartellerine karşı yürüttüğü mücadeleyi askerden yeni dönen Ahmet Baysal’a da anlattı. Ahmet Baysal’ın böyle bir mücadelede amcasını yalnız bırakması zaten mümkün değildi. Sonunda Ahmet 88


Baysal Çanakkale’ye gitmekten vazgeçti. Ancak gözyaşları içinde ikna olmuştu. Ahmet’i ağlatan, kararlarını değiştiren ne söylemiş olabilirdi İzzet Baysal? Bunu Ahmet Baysal’ın eşi Solmaz hanımdan başka hiç kimse bugüne kadar öğrenemedi. O gün kendi tabiri ile ‘geleceğinin çizildiği’ gündü. Aynı zamanda bir şehrin kaderinin de yeniden yazılacağı gün olacaktı. Yeğeni Ayvaz’ı (Ahmet Baysal) arkasına alan İzzet Baysal, artık sırtının kolay kolay yere gelmeyeceğini biliyordu. İzzet Baysal bir yönüyle yeğenin kaderini başından beri çizmiş veya planlamıştı dense abartılı olmaz. Ankara günlerinde yeğenine gönderdiği bisikletle kalbini feth eden İzzet Baysal, onun hangi okulda eğitimi göreceğine bile karar vermişti. Yeğeni Ahmet Baysal’ın iyi bir eğitim alması için ağabeyi Mehmet Baysal’ı arayarak onu Galatasaray Lisesi’ne göndermesini de tavsiye eden oydu. Bütün bunlar bir tesadüften fazlasını bünyesinde barındırıyordu. Ahmet Baysal, konuşmaya ilişkin şunları söylüyordu: “…Dediği saatte amcamla, Mahmudiye Caddesi 85 numaradaki mağazanın dar ofisinde buluştuk. O gün onunla yaptığımız konuşma, ne kimseye bahsedilmiş ne de anlatılmıştır. Sanırım bir saate yakın sürmüştü ve bir ara ağladığımı hatırlarım. Kendisi çoktan rahmete kavuştuğundan o gün orada konuşulanlar benimle birlikte öbür dünyaya gidecektir.” Ahmet Baysal, amcasının kendisini fabrikada çalışmaya nasıl ikna ettiğini bugün bile bir sır gibi saklamaya devam ediyor. Ancak yine de o sırrın ipuçlarını da vermeden edemiyor: “Amcamla ne konuştuğum gizli bir sırdır. Onu söylemememin bir nedeni var. Amcaya büyük değer veririm ben. Bir aile büyüğünün benden sanki mutlaka yapmamı isteği bir görev olarak telakki ettim. Onun için ben istemeyerek girdim, ama beni ikna etti.” Peki, Ahmet Baysal’ı ağlatan kararının iç dünyasındaki yansıması neydi? Bu soruya da samimiyetle cevap veriyor: “Askerlik devresi benim hayatımı en güzel geçirdiğim dönemlerden biridir. Askerlik sonrası babamın Kadıköy’deki mağazasına döndüm. Orada Aknoz Paşa’nın mektubunu aldım. Buna göre, Çanakkale’deki koskoca abidenin şantiye şefliği görevini ben yapmış olacaktım. Benim gayem buydu. Babam bunu istemedi. Ben de onun arsalarında bina inşaatı yapma fikrine sıcak bakmıyordum. Amcam beni ikna edince, babamın morali çok bozuldu. Tabi beni kendisi gönderdi amcama, ‘Madem inşaatçılığı istemiyorsun, amcana git konuş’ dedi. Hâlbuki amcam ben daha askerdeyken babama söylemiş. Babamın da ihtiyacı var, 6-7 arsa almış orada. Benim askerlik dönüşüme yönelik planlar yapmış. Amcam çok tutucudur, tasarrufu sever ve israf düşmanıdır. O konuşmamızda ne bana vereceği aylık maaştan ne de Çanakkale’de bana ne vereceklerinden bahsetti. Fakat şöyle söylediğini gayet iyi hatırlarım: ‘Babanın inşaatında çalışma, yani o inşaatlarda mü89


hendislik bir yere kadardır. Öbürünü de hiç düşünme, devlet işidir, bir yere kadar gelebilirsin’ dedi.” Yıllar sonra bile düşündüğünde amcasının kendisi hakkında verdiği kararı doğru bulacaktı. Amcası ona Köroğlu’nun Ayvaz’a güvendiği gibi güvenmiş, her şeyini ona emanet etmişti. Bu güven ilişkisi sayesinde, amca yeğen Türkiye’nin en büyük hayırlarını yapacak bir süreci de başlatacaklardı. Ahmet Baysal, amcasının kendisine duyduğu bu güveni boşa çıkarmamak için hayatı boyunca en az İzzet Baysal kadar titiz ve planlı davranacaktı. Ahmet Baysal o bir saatlik görüşmede amcasının teklifini kabul etmeseydi, belki ne İzzet Baysal ne de Ahmet Baysal ismini bugün kimse hatırlayacaktı. Ne bir vakıf kurulabilecek, ne de yağmur gibi hayırlar yapılabilecekti. İzzet Baysal’ın tüm serveti çarçur olup gidecekti. Geriye dönüp o anıta imzasının koymasının mümkün olmadığını şu sözlerle ortaya koyuyordu Ahmet Baysal: “Çanakkale’de sadece abidenin dört ayağı değil; müzesi, çevre düzenlemesi, askerlerin lojmanı falan da yapılacaktı. Bunun tamamlanması ancak Erdoğan hükümeti döneminde oldu. Daha önce anıt açıldı, ama esas proje çok kapsamlıydı. Yani amcamın dediği doğruydu, Çanakkale’de kalsaydım o iş başkasına verilecekti. Nitekim birkaç sene sonra da inşaatın yardımlarla bitirilemeyeceği anlaşıldı ve iş müteahhide ihale edildi. Beni şantiye şefi olarak kullanırlar mıydı, kullanmazlar mıydı, belli değildi.”

90


2.2-TEMELDE GÜVEN YATIYOR Amcası ile yaptığı gizemli görüşmeden sonra Haziran 1954’te Topkapı’daki İzsal Döküm Fabrikası’ndan içeri girdi Ahmet Baysal. Mühendis olmasına rağmen, iş tulumlarıyla işe başladı. 30 Eylül 1994 tarihinde fabrika devredilinceye kadar da girdiği bu yoldan çıkması mümkün olmayacaktı. Fabrikadaki pozisyonunu hiçbir zaman sorgulamadı Ahmet Baysal, patron yeğeniydi ama hiçbir zaman kendini böyle algılamadı. İş tulumlarını üzerine giyer giymez dökümhanenin yolunu tuttu. Madem bu işi yapacaktı, işi temelinden öğrenmeliydi. İzsal, Türkiye’nin ilk boru ekleme parçaları üreten fabrikasıydı. 6 dönüm bir arsa üzerine inşa edilmişti. Ahmet, kupol ocaklarını yüklüyor, pota taşıyor, diş açıyor, klavuz biliyor, kalıp ve maça makinalarının başında günlerini geçiriyordu. İzzet Baysal, yeğenine hiçbir görev tarifi yapmamıştı. 16 yıl boyunca Ahmet fabrikadaki pozisyonunun ne olduğunu bilmeden çalıştı. Amcası ne yaparsa yapsın, yeter ki fabrikada olsun istiyordu. Çünkü Ahmet’in varlığı ona güven veriyordu. Zamanla o da amcasına duyduğu güvene, saygı kattı. Hem öylesine bir saygıydı ki bu, ölümünden sonra bile

91


Köroğlu’nun önüne geçmeyen, onun efsanesini gölgede bırakmayan Ayvaz gibiydi. Amcasının arkasındaki gizli güç her zaman oydu. Öne çıkmak, onun hatırasının önüne geçmek, bir kez olsun aklının ucundan geçmedi hiçbir zaman. Ahmet, amcasının hatırını kıramayarak girdiği yeni işine bir gün bile geç kalmadı. Kadıköy’de babasının kereste dükkânının bulunduğu evde yaşıyordu. İstanbul’da iki kıtayı birbirine bağlayacak köprüler henüz inşa edilmemişti. Kadıköy’den Topkapı’ya gelmenin tek yolu feribotlardı. O tıpkı amcası gibi tüm işçilerden önce fabrikada olmaya özen gösteriyordu. Her sabah 06.30’da yol çıkıyordu. 08.30’da fabrikada herkesten önce hazır bulunuyordu. Fabrika Bolulularla doluydu. İş bulmak umuduyla İstanbul’a gelen Boluların ilk durağıydı İzsal. Fabrikanın kuruluşu sırasında Almanya’da ilk fizibilite çalışmalarını birlikte yaptığı Metalürji Mühendisi Fethi Tokuz ile işe başlayan İzzet Baysal, Fethi Bey’in rahatına düşkün tutumundan rahatsız olunca işine son vermişti. Fabrika müdürlüğünü artık Bolulu hemşerisi Arif Dereboyu yapıyordu. Ahmet, kendisinden yaşça büyük Arif Bey’e, ‘Abi’ diye hitap ediyordu. İzzet Baysal, fabrika müdürü hemşehrisine öylesine güveniyordu ki, Taksim’deki Abant Apartmanı’nda, kendi yanında bir daire bile tahsis etmişti. Fakat Arif Dereboyu ile de İzzet Baysal’ın bir süre sonra arası açıldı. Abi’sinin bir gün işe gelmediğini fark eden Ahmet, amcasına “Arif Abi nerede, işe gelmedi de…” diye sordu. İzzet Baysal, başını kaldırıp sertçe yeğenine baktı ve “Anlaşmamız bu kadardı” demekle yetindi. Ahmet, hayatı boyunca Arif Bey’in görevine neden son verildiğini öğrenemeyecekti. Bu olay, Ahmet’in amcasının kararlarını hiçbir zaman sorgulamadığının en önemli göstergesiydi. Hayatı boyunca da öyle yapacaktı. Yıllar su gibi akıp giderken, Ahmet de fabrikaya iyice alışmış, sorgusuz-sualsiz çalışmaya devam ediyordu. Üretimi artırmak, amcasına daha fazla güç ve itibar kazandırmak için gecesini gündüzüne katarak çalışıyordu Ahmet Baysal. Fabrika ilk işletme sıkıntılarını atlatmış, Türkiye’nin en büyük fittings döküm fabrikası olmuştu. Fakat Avrupa’dan gelen ithal mallar piyasada hala rağbet görüyordu. Bu nedenle üretimi durdurmak yerine stok mal üretiyordu. Zaten üretimi durdurmak da mümkün değildi. Çünkü dökümlerin yapıldığı temper ocaklarının ateşlendikten sonra ısınması bile bir haftayı buluyordu.

92


2.3-ÜRETİMDE VERİMLİLİĞİ ARTIRMANIN YOLU: TEŞVİK SİSTEMİ Dampingli ucuz malların baskısı altındaki fabrikasını daha da büyütmeye karar veren İzzet Baysal, fabrikayı Sınai Kalkınma Bankası’na ipotek ederek, 5 yıl vadeli bir kredi aldı. Bu İzzet Baysal’ın hayatında aldığı ilk ve son kredi oldu. Hükümetin yabanca mallara uygulanan gümrük vergilerini artırmasıyla birlikte, İzsal başta olmak üzere tüm yerli sanayiciler rahatlamıştı. Bunlardan biri de Vehbi Koç idi. Hükümetin kararları sonucunda Türk sanayiciler yıldız gibi parlamaya başladı. Hele döviz kıtlığı başlayınca piyasaya sadece yerli mallar hâkim olmuştu. Yerli malların piyasayı ele geçirmesi ile birlikte İzsal 5 yıl boyunca yaptığı stok üretimi piyasaya sürmüş ve tamamını eritmeyi başarmıştı. Üç vardiya çalışan fabrikada bine yakın işçi bulunuyordu. Buna rağmen, Türkiye’nin tek döküm fittings fabrikası konumundaki İzsal, ülkenin boru bağlantı parçalarına olan ihtiyacını üretimi ile karşılayamaz olmuştu. Fabrikanın üretiminin artırması gerekiyordu. Hem de derhal. Amcasının Avrupa kartellerine karşı verdiği mücadeleden başarı ile çıktıktan sonra bir de kredi bulup fabrikayı yenilemesi çok önemli bir adımdı ama üretimin daha da artırılması gerekiyordu. İşte tam bu ortamda Ahmet Baysal kimsenin aklına gelmeyen bir fikir ortaya attı: Üretimi Teşvik Prim Sistemi. Fransız kitaplarında okuduğu bu sistemi amcasının fabrikasında uygulamaya karar veren Ahmet Baysal, fikrini İzzet Baysal’a heyecanla anlattı. Ahmet, işçilerin yapacağı her fazla üretime ek ücret alması halinde, daha fazla üretim yaparak piyasanın ihtiyacını karşılayacaklarını düşünüyordu. İzzet Baysal’ın yeğenin fikrine ilk tepkisi, “Ücretlerini zaten veriyoruz, fazlasına ne gerek var” oldu. Ancak Ahmet, sistemini kurabilme çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Ahmet fabrikadaki üretimi artırmanın yollarını ararken, amcası İzzet Baysal da Karaköy’deki ofisinde üretilen malları satmakla meşguldü. İzzet Baysal, işleri büyük oranda yeğenine devrettikten sonra fabrikaya da nadiren uğrar olmuştu. Yine bir fabrika ziyareti sırasında Ahmet bir kez daha sistem konusunu amcasına açtı. İzzet Baysal, fikri pek inandırıcı bulmamakla birlikte, yeğeninin hevesini de kırmak istemiyordu. “Uygula bakalım, görelim. Dediğin gibi çıkmazsa vazgeçeriz” diyerek temkinli yaklaştı. Ahmet Baysal için bu izin bile yeterliydi. Zira sistemi kurmuştu. Amcasına mahcup olmamak için büyük bir titizlikle projesini hayata geçirmeye karar verdi. Bir gün iş çıkışı tüm ustabaşıları topladı. Her yüzde 10’luk üretim artışı karşısında işçilere verilecek primleri açıkladı. Türkiye ve Türk işçisi Avrupa’da uygulanan böyle bir sisteme ne kadar hazırdı, bilmiyordu. Özellikle işçilerin fazla üretim yapmaları halinde ücretlerinde ne kadar 93


artış olacağına dair sorularının ardı arkası gelmeyince sistemin tutacağına dair inancı arttı. Ancak yine de tedbiri elde bırakmamak gerekiyordu. Bu nedenle sistemin pilot uygulamasına Diş Açma Ünitesi’nde başlattı. Zira bu bölümde her işçinin bir makinesi vardı ve o makinede gün boyu aynı işi yapıyordu. Hafta sonları işçilerin eline geçen ekstra ücretler, bayram hediyesi kıvamındaydı. Herkes mutlu olmuştu. Diş Açma Ünitesi’nin ardından, Ahmet Bey’in odasına diğer ünitelerden de sisteme dâhil olmak isteyen işçiler akın ediyordu. 1957 yılında başlayan sistem kısa süre sonra tüm fabrikada, Fabrika günlerinden işçilerin talepleri sonucu uygulanır olmuştu. 1958 yılında fabrikadaki üretim yüzde 50 artmıştı bile. Bu esnada işleri büyük oranda yeğenine devreden İzzet Baysal, dil eğitimi için 6 aylığına Fransa’ya gitti. Ancak bu ayrılığa 3 ay dayanabildi. İzzet Baysal, döndükten sonra bile yabancı dil öğrenme merakını okuduğu basit Fransızca romanlarda bilmediği kelimelerin üstüne (sözlüğe bakarak) Türkçe yazmayla devam ettirdi. Onun dil öğrenme konusunda arayışları ölünceye kadar devam edecekti. Sistemini amcasının fabrikasında başarı ile uygulamaya başlayan Ahmet Bey, bunun tuttuğunu amcasına bir kere bile hatırlatmak istemedi. Amcası sene sonu karlılıklarıyla bunu zaten görüyor ve üretim artışı mimarının yeğeni olduğunu biliyordu. İzzet Baysal’ın en sevmediği şey, herhangi bir başarı ile övünmekti. İzzet Baysal, 1976 yılında sendikalarla toplu sözleşme pazarlığına oturulduğunda, sendikanın fabrikasında uygulanan prim sisteminin kaldırılmasına ilk karşı çıkan olacak, böylece yeğeninin başarısını takdir etmiş olacaktı. Fabrikadaki işlerin kontrolünü büyük oranda ele alan Ahmet Baysal, yurtdışında bu alanda faaliyet gösteren işletmeleri de yerinde görme 94


arzusundaydı. Fabrikadaki bazı atölyelerin de yenilenmesi gerektiğini farkındaydı. 1956 yılında ilk yurtdışı seyahatini Almanya’ya gerçekleştirdi. Sonraki yıllarda fabrikadaki ekipmanların yenilenmesi için defalarca Avrupa’nın yolunu tuttu. Amcası İzzet Baysal ile birlikte Münih’e ve Düsseldorf’a yaptıkları ziyaret ise aklında en fazla kalan anılardan biri olacaktı. 1957 yılında döküm fabrikası İzsal, anonim şirket haline dönüşürken, İzzet Baysal, fabrika yönetimini büyük ölçüde bıraktığı yeğenini de ortaklar arasına aldı. Oysa Ahmet’in fabrikaya emeği dışında koyduğu bir katkı yoktu. Fabrikanın en büyük ortağı, elbette ki İzzet Baysal’dı. İzzet Bey, eşi Nafize Baysal ve kızı Esin’i de ortaklar arasına almıştı. Diğer ortak, eşi tarafından akrabası, fabrikanın Satış Şefi Kadir Kızıltan’dı.

95


2.4-ÜRETİMİ KORUMA MÜCADELESİ 27 Mayıs 1960 darbesine kadar işleri küçük aksaklıklar dışında rayına oturtmayı başaran Ahmet Baysal, fabrikada büyük başarılar elde etti. Yerli sanayiye yönelik teşvikler ve yabancı malların Türkiye’ye eline kolunu sallayarak girememesi sebebiyle İzsal kar üstüne kar elde ediyordu. Elde edilen bu karla 1963 yılında fabrikaya Almanya’dan yeni makinalar alındı. Fabrika arsasına da 15 dönüm ilave yapıldı. Her şey tam istediği gibi gidiyordu İzzet Baysal’ın. Artık kızı Esin’le daha fazla ilgileniyor, onunla Uzakdoğu ve Japonya seyahatlerinde bile beraber oluyordu. Nasıl olsa fabrikayı çekip çevirecek, sırtını güvenle yaslayabileceği bir yeğeni vardı. 1960-1970 arası dönem İzsal’ın en en parlak yıllarıydı. Bunda Ahmet Baysal’ın payı elbette çok büyüktü.

Kızı Esin’in nişan töreni İstanbul Hilton, 1963

1970’li yıllardan sonra diğer Türk sanayiciler gibi İzsal da avantajını büyük oranda kaybetmeye başladı. İzsal’ı etkileyen faktörler dış kaynaklı değildi bu kez. Türkiye’nin en özgürlükçü Anayasası olarak kabul edilen 1961 Anayasası ile işçi haklarında yapılan reform niteliğindeki düzenlemeler, İzsal’ın başına büyük dert açtı. Oldukça stresli günlerdi. İzzet Baysal’ın aşırı yorgunluk ve stres kaynaklı rahatsızlığı baş göstermişti. Geceleri uyuyamaz olmuştu. Ailenin kararı ile İsviçre’ye giderek, bir klinikte 3 aylığına tedavi olup döndü. Doktorlar işten biraz olsun elini eteğini çekmesi gerektiğini söylüyor96


lardı. O da öyle yaptı. İşleri büyük oranda yeğenine bırakarak fabrikaya daha az gitmeye başladı. Sarıyer’de satın aldığı bir binanın 4.5 dönümlük bahçesinde İzzet Baysal, hobi olarak kanarya ve orkide yetiştiriciliği yaptı. İzzet Baysal, Japonya’dan ithal ederek yeni kanarya türleri üretiyor, mikroskop altında suni döllenme ile yeni orkide çeşitleri geliştiriyordu. 27 Mayıs darbesiyle birlikte Türkiye’de sağ-sol ayrımı keskinleşirken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olan Bülent Ecevit’in de etkisiyle işçilere geniş haklar sağlanmıştı. Ancak bu haklar sendikalar tarafından zaman zaman istismar edilecek, sendikalar çok geçmeden İzsal’ı da etkisi altına almayı başaracaktı. Demir döküm sektöründe o dönemde Türk-İş’e bağlı Metal-İş ve Devrimci İşçi Sendikaları’na (DİSK) bağlı Maden-İş sendikası faaliyet gösteriyordu. İki sol ağırlıklı sendikadan özellikle Maden-İş sendakası daha radikal duruyordu. Ve İzsal işçileri de sendikalar içinde en uzlaşmaz olanını tercih etti. Ahmet Baysal, o günlere ilişkin şunları söylüyordu: ‘’Sanırım, sendikacılık Ecevit hükümeti döneminde çok kuvvet buldu. İşverenler tabiatıyla tepkili, bazı fabrikalarda hadiseler olmaya başladı. Patronlar işçinin sendikaya girmesini istemiyorlar. Ben hissettim durumu. Madenİş diye bir sendika var, çok sert bir sendika. Amcam Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da işbaşında, ama daha Bülent Ecevit ziyade o mağazada. Fabrika üretir, bayi de yok, direk tüccara satarız. 70 sente muhtaç olduğumuz dönemde, zaten yetiştiremiyorsunuz, ne üretirseniz gidiyor. Sendikacılıkta benim yaptığım, amcanın zararına olan, ancak doğru bir mücadeledir. Fabrikada çok güzel üretim yapıyorduk, çünkü fabrika işçiye ücretinden bağımsız, prim olarak yaptığı işe bağlı güzel para veriyordu. Fabrikanın bulunduğu mıntıkada Sağmalcılar o zaman bir köydü. Prim sistemi nedeniyle bizim işçilerimizin çoğunun Sağmalcılar’da apartmanları vardır. Ben tehlikeyi hissettim, bazı fabrikalar sendikalı işçilerin üzerine gittiğinde çok daha kötü oluyordu. Ters oluyor yani. Çünkü sendika diyor ki ‘ben sana daha fazla menfaat temin edeceğim. Sen neden üye olmuyorsun?’ İşveren buna karşı çıkınca, işçi haklı olarak, ‘demek ben oraya geçsem sendika daha fazlasını koparacak’ deyip, o yönde yorumluyor. Onun için bizdeki işçiler bile önce korka korka sendikaya üye oldular. Ama ben bütün işçileri bir yerde 97


topladım, ‘Çocuklar böyle bir kanun çıktı, kanun size bu hakkı veriyor, bakın biz size ücret ve prim veriyoruz. Siz serbestsiniz üye olabilirsiniz. Ancak biliniz ki sendikaya ödeyeceğiniz üyelik aidatınız bizim tarafımızdan kesilir’ dedim. Bu arada, işverenler üyelik aidatının kendileri tarafından kesilip yatırılmasına öteden beri karşıdırlar. Hatta Kenan Evren döneminde sanayiciler öyle baskı yaptılar ki Kenan Evren’e, sendika aidatlarını biz değil, işçi kendi maaşından gidip ödesin diye kanun teklifi hazırlattılar. Ben Kenan Evren’e mektup yazıp ‘yapmayın’ dedim. Bu toplu sözleşme düzenine aykırı bir şeydir, ödemezler dedim. Hasan Pulur’un köşesinde de yayınlandı bu mektubum. Bugün hala aynı sistem devam ediyor.’’

22 Temmuz 1970 - Cumhuriyet Gazetesi

Maden-İş Sendikası açısından İzsal’da verilecek mücadele büyük anlam ifade ediyordu. Çünkü Ahmet Baysal’ın fikri olan üretimi teşvik prim sistemi onlara göre, işçiyi köle gibi çalıştırmaktan başka anlam taşımıyordu. Mücadeleyi de bu konsept üzerine kurdular. İlk grev 1973 yılında patlak verdi ve 27 gün sürdü. Ahmet Baysal gayet iyi biliyordu: Bu sendikanın kendini işçiye ispatı olacaktı. Ve o ortamda sendika muhakkak istediğini almalıydı. Bu nedenle ücretlere verilmesi düşünülen artış, grevden önce değil 27 gün süren bir grevden sonra verildi ve işçi aynı teşvik primiyle üretime şevkle devam etti. Ancak esas mücadele 1974 senesinde yenilenmesi gereken toplu sözleşme döneminde başladı. Zira sendika İzsal’daki prim sistemi yüzünden işçiye istediğini yaptıramıyor; örneğin işvereni toplu sözleşmede zorlamak için işçinin işi yavaşlatmasını istese de işçi priminden olacağından buna yanaşmıyordu. Hatta 1 mayıslarda işçilerin Taksim’de toplanacağı bilinse de İzsal işçileri primlerinden başka, işveren Baysal’ın yevmiyelerini de keseceğini bildiklerinden o gibi toplantılara gitmiyorlardı. Bu nedenle Maden-İş Sendikası 1974 toplu sözleşmesine İzsal için en kabul edilmez şartı koydu: İzsal’da bundan böyle prim sistemi uygulanmayacaktı. Avukatlarıyla beraber toplu sözleşme görüşmelerini yürüten Ahmet Baysal, bu talebi derhal reddetti. İşçinin lehine olan bir maddenin sendika tarafından kaldırılması nasıl istenilebilirdi? Uzun süre görüşmelerde ücret artışı veya diğer haklar değil bu konuşuldu. Ahmet Baysal kesinlikle taviz vermiyordu. Prim sisteminin kaldırılması üretimini azaltılmasına rıza göstermek oluyordu. Anlaşma bu yüzden 98


uzayınca da İzsal’da sendikanın ‘‘üretimi yavaşlatma’’ direktifi uygulamaya konuldu. Ahmet Baysal’a göre sendikanın prim sisteminin kaldırmasının altında ideolojik nedenler baskın geliyordu. Sendikaların o dönemde tüm fabrikalardaki işçiler üzerinde büyük bir tahakküm kurduğunu düşünen Ahmet Baysal, prim sistemi yüzünden Maden-İş sendikasının İzsal üzerinde tam bir tahakküm kuramadığına inanıyordu. Çünkü işçiler sendikanın taleplerini yerine getirmek yerine, daha fazla para kazanabilmek için prim sistemine sahip çıkıyordu. Sendikanın iş yavaşlatma ve işi durdurma çağrılarına kulak tıkandığı anlar oluyordu. 1 Mayıs İşçi Bayram’ında bile İzsal işçileri Taksim’deki eylemlere katılmak yerine, evlerine götürecek daha fazla ekmek için fabrikadan çıkmıyorlardı. Bu durum sendika başkanlarının hayli zoruna gider olmuştu. Sendikanın prim sisteminin kaldırılması konusundaki ısrarı da bu yüzdendi. İşçiler sendika ile ceplerine girecek üç kuruş daha fazla para yüzünden iki arada bir derede kalmıştı. O tarihte Türkiye’deki hiçbir iş yerinde üretimi teşvik prim sistemi uygulaması da yoktu. Bu yüzden İzsal adeta sendikanın hedefindeki fabrika haline geldi. Ahmet Baysal işçinin lehine olan bu sistemin faydalarını anlatmak için ulusal gazetelerin önde gelen yazarlarına sistemin faydalarını anlatacak mektuplar yazmaya karar verdi. Sendikaların talebinin ne kadar işçi aleyhine olduğunu anlatmaya çalıştı. Ayrıca gazetelere kendi imkânları ile verdiği ilanlarla haklılığını duyurmaya karar verdi. Hayatının bundan sonraki dönemlerinde de bu alışkanlığını sürdürecekti. Birkaç gazeteci Ahmet Baysal’ın taleplerinin haklılığını ortaya koyan yazılar kaleme alsa da sendikaların baskın olduğu bir dönemde kimse bu sese fazla kulak asmıyordu. İlk kısa grev döneminin ikinci haftasında Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal Türkler’i özel bir görüşme için Ahmet Baysal’ı sendikanın Cağaloğlu’ndaki merkezine davet edişi vardır. Yalnız gelmesini ister. Baysal da gider. Türkler’in yanında yardımcısı Şinasi Kaya vardır. Ahmet Baysal’ı ücret artışlarında istediklerini vermesi konusunda zorlar. Bir taraftan da kemerine taktığı kırmızı kılıflı bir tabancayı bilhassa gösterme gayretindedir. Ahmet Baysal’ın direnci karşısında tabancayı işaret ederek, ‘‘Ya bu grev biter, ya sen bitersin! ’’ der. Zaten İzsal’ın vermeyi düşündüğü, istediğinin altında değildir. Fakat o zamanın modası; grevden hemen sonra teslim olma yoktur. Peki Ahmet Baysal, 1980 yılında bir suikasta kurban giden Kemal Türkler konusunda bugün ne düşünüyordu? “Ölümün arkasından insan ne hisseder? Ama dünyada herkes aradığı neticeyi buluyor. Benim ona herhangi bir husumetim olmadı ki. Bana orada bir şey yapamayacaklarını biliyordum. Yanında Şinasi Kaya var. Taban99


cayı bana çekmiş değil, ama belinde gösteriyor. ‘Ahmet Ağa sen boşuna yoruluyorsun. Eninde sonunda sizin sandığınınız fabrikalar bu işçinin olacak’ dedi.’’ Bu araya girişten sonra uzatmayalım, uzun müzakere sürecine rağmen sendika prim sisteminin kaldırılmasına yönelik taleplerden vazgeçmedi. Bu kez fabrikadaki işleri yavaşlatarak işverenin canının yakmaya karar verdi. Ahmet Baysal ve İzzet Baysal prim sisteminden vazgeçmelerinin mümkün olmadığını belirterek, iş yavaşlatan işçilerin işine son verileceğini ifade edince, sendikalar 15 Ekim 1975’te grev kararı aldı, fakat uygulamayıp iş yerinde iş yavaşlatmaları başlattı. Ülkenin dört bir yanından yağan talepleri karşılamakta güçlük çeken İzsal, bu üretime tecavüzü kabul edemezdi. Sendikanın iş yavaşlatma kararı ile birlikte Ahmet Baysal, fabrikadaki ofisinde de oturamaz hale gelmişti. Sürekli işçilerin başında dolaşıyor, onu gören işçiler normal performansı ile çalışıyor, o gidince işi yine ağırdan almaya devam ediyordu. Birkaç işçinin gözünü korkutmaya karar verip, ibreti âlem için iş akitlerini fesih etti. Zaman zaman da işçilerin evlerine giderek aileleri ile görüştü. İşçiler bir yandan sendikanın baskısı, diğer yandan işverenin baskısı arasında sıkışıp kalmıştı. Üstüne üstlük aileler de sendikanın tutumundan pek hoşnut değildi. Onlara göre sendikanın işçileri düşündüğü yoktu, tek dertleri iş yerlerinde işverenden çok daha fazla etkin olmaktı. Ahmet Baysal, bir haftada döküm ocaklarındaki madenlerin akıp gitmesi karşısında çaresiz kalmıştı. Sonunda sendikaya da bir ihtar göndermeye karar verdi. “Üretime Saygı’ başlıklı yazısını noterden de tasdik ettirmişti. Madde madde günlük üretim kayıplarını yazdı: 14 Ekim 1975 Salı, Üretim kaybı %52 15 Ekim 1975 Çarşamba, Üretim Kaybı %67 16 Ekim 1975 Perşembe, Üretim kaybı (Elektrik kesintisi sebebiyle üretim yapılamadı) 17 Ekim 1975 Cuma, Üretim Kaybı %67 18 Ekim 1975 Cumartesi, Üretim Kaybı %53 20 Ekim 1975 Pazartesi, üretim kaybı %50 21 Ekim 1975 Salı, Üretim kaybı %77 22 Ekim 1975 Çarşamba, üretim kaybı %63 23 Ekim 1975 Perşembe, Üretim kaybı %63 24 Ekim 1975 Cuma, Üretim kaybı %63

100


2.5-GREVLERE EVET, İŞ YAVAŞLATMAYA HAYIR 25 Ekim 1975 Cumartesi gününe gelince Ahmet Baysal’ın böylesine büyük bir üretim kaybına tahammülü kalmamıştı. Sendikaya gönderdiği yazıda, 25 Ekim 1975 tarihi için “Fabrikamız, işçilerin ücretleri ödenerek tatil edilmiştir” ifadesini yazarak kepenkleri indirdi. Zira aldığı karara rağmen, sendika işçiyi greve çıkarmaya yanaşmıyordu. Sendikaya gönderilen yazıya cevap verme ihtiyacı bile duymadı. Ülkede üretim birçok fabrikada durmuş, enflasyon almış başını gidiyordu. Ahmet Baysal’a göre enflasyon artışının en temel nedeni üretimdeki düşüştü. Bu tespitine çok sayıda işadamı da katılıyordu, ama hiç birinin sendikaları doğrudan karşısına alabilecek cesaretleri yoktu.

6 Aralık 1976 - Cumhuriyet

Gazetesi 1973 yılında İzsal Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS)’na üye oldu. Birliğin başkanlığını ise Şükrü Er yapıyordu. 28 Temmuz 1976 yılında yapılan MESS Genel Kurulu’nun Olağanüstü toplantısında Ahmet Baysal, ülkedeki enflasyon artışı ile işçi grevleri sebebiyle düşen üretimin doğrudan ilişkisini anlatan raporunu üyelerin bilgisine sundu. Pek çok üyesi de bu görüşlere katılıyordu aslında.

MESS Yönetim Kurulu’nun da sorunu çözecek adımlar atmadığını gören Ahmet Baysal, çareyi Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’e bir telgraf çekmekte buldu. 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü ortamın ardından işçilere sendikalar haklar noktasında en geniş özgürlükleri sağlayan da Ecevit idi zaten. Sendikalar, Grev ve Lokavt Kanunu’nun mimarı oydu. “Sayın Bülent Ecevit, CHP Genel Başkanı, Ankara 740 işçinin çalıştığı bir işyerinin müdürü olarak iş ahlakı, çalışma kuralları ve kanunları çerçevesinde, her yönüyle çalışmasından sorumlu bulunduğum iş yerimizde bütün iyi niyet ve çabalarına rağmen, çalışma barışını barışçı yollardan sürdürebilmek için ümidimi yitirmiş bulunuyorum. Şu anda işyerinde sürdürülen, iş disiplini ve iş ahlakı ile bağdaşmayan kanunsuz toplu eylemlere karşı, yasaların acı kurallarını işletmekten başka çarem kalmadığını görüyorum. Ancak bunun iş yerindeki çalışma barışının teessüsüne bir fayda sağlamak yerine, telafisi imkânsız bir kopukluk yaratacağından korkuyorum. 101


Şu anda tek ümidim, önerilerinizden bir çıkış yolu bulabilmektir. Hadiseler iş yerindeki barışın kopmasını an meselesi yaptığından, bana acilen görüşünüzü almak fırsatını vermenizi ve bir saatinizi ayırmanızı rica ediyorum. Bu telgrafı size çekmek ilhamının bu mutlu yıldönümüne gelişini Allah’ın güzel bir lütfu ve yol göstermesi sayıyor, davetinizi bekliyorum.” Telgrafın 29 Ekim tarihinde çekilmiş olması ve bu tarihin Cumhuriyet Bayramına denk gelmesi sebebiyle Ahmet Baysal, Ecevit’in yanıt vermesinin daha mümkün olacağı düşüncesine kapıldı. Ancak Ecevit’ten umduğu yanıtı alamadı. Ecevit, sendikaların baskın olduğu bu dönemde patronları destekleyecek bir görüntü vermek istemiyordu. Ecevit’ten umduğu yanıtı alamayan Ahmet Baysal, ümitsizliğe kapılmıştı. O günü not defterine şu ifadelerle kaydetti: “Bildiğim kadar ile Ecevit böyle bir haykırışıma sessiz kalamazdı. Sanıyorum ki, bana cevap vermeden önce, iyi ilişkiler içinde olduğu sendikayla temas etmiş, onlardan, ‘görüşmemesinin daha iyi olacağı’ cevabını almıştı.” Ahmet Baysal’ın iş yavaşlatan işçinin kıdemini yakarak, işten çıkarmaya başladığını gören Maden-İş Sendikası, 15 Ekim 1975 tarihinde aldığı grev kararını 17 Ekim’de uygulamaya mecbur kaldı. Türkiye’nin alışık olmadığı, tanışık olmadığı büyük bir direniş başlamıştı. Fazla üretimden, işçiye daha fazla ücret ödeme anlayışına dayalı prim sistemi yüzünden başlayan bu grev Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun grevi olarak tarihe geçecekti. 2.5 yıl sürecek grev boyunca İzsal da tüketici de büyük kayıplara uğrayacaktı. Fabrikasının kapısına kilit vuran Ahmet Baysal, soluğu amcası İzzet Baysal’ın yanında aldı. Zaten o da olan biteni yakından takip ediyordu. Üretim yaparak ülkesine hizmet etmeyi düşünen İzzet Baysal, olup bitenler karşısında çok üzgündü. Ancak bundan sonra izlenecek stratejiyi belirlemeleri gerekiyordu. Yeğeni ile fazla konuşmadı bile. “Fabrikadaki olup bitenleri sen benden daha iyi biliyorsun. Kendin karar ver. Ben kenarda kalmaya karar verdim” dedi. İzzet Baysal, bu konuşmadan sonra fabrikaya bir daha hiç uğramadı. İşçilerin tavrına fazlasıyla üzülmüştü. Hiç birinin maaşını bir gün bile geciktirmeyen, alın terleri kurumadan ücretlerini ödeyen bir işadamına karşı, işçilerin yaptığı bir vefasızlıktı. Çoğunu kendi işe almış, ekmek sahibi etmişti. Ne var ki Türkiye’nin içinden geçtiği politik ortamın rüzgârlarına onlar da fazlasıyla kapılmıştı. Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’na göre, greve giden işçiler başkaca bir işte çalışamayacak, işveren de o işçinin yerine yeni işçi alamayacaktı. Sendika ise işçilere asgari geçim maaşı bağlayacaktı. Kanun aslında herkesin hak ve hukukunu koruyacak düzenlemeler içe102


riyordu. Fakat Türkiye’nin en uzun toplu grevi boyunca bu kurallara hiç kimse uymadı. Bu arada, kanun gereğince fabrikanın korunması ve makinelerin bakım ve temizliği için işyerinde çalışan 40 işçi ile Ahmet Baysal ve beyaz yakalılar fabrikada yalnız kalmışlardı. Ahmet Baysal, sendikanın baskısı ile fabrikasında çalışmayan işçilerin dışarda başka işler yaptığını biliyordu. Çünkü işçilerin geçindirmesi gereken bir aileleri vardı. Sendikanın da kâğıt üzerinde ödemesi gereken asgari geçim 21 Kasım 1976 - Cumhuriyet Gazetesi yardımını yapmadığını biliyordu. Yeniden kaleme sarıldı ve 700 işçinin ailesine hitaben bir mektup kaleme aldı. Mektubunda, işçilerin başka işlerde çalışmaları halinde, iş akitlerini tazminatsız fesh mecburiyetinde kalacağı uyarısını yaptı. Ancak o da biliyordu ki, işçilerin boş gezmeleri mümkün değildi. Geçinmeleri için çalışmak mecburiyetindeydiler. Çoğunu yakından tanıdığı işçilerin büyük bölümü geçici işlerden çalışmaya başlamıştı bile. Sendikayı da uyaran Ahmet Baysal, herhangi bir işte çalıştığını tespit ettiği işçilerin iş sözleşmelerini tazminatsız fesh edeceğini bildirerek, İstanbul sokaklarına çıktı. İşçilerin grevin sona ermesi için sendikaya baskı yapmasının tek çözüm olacağını düşünüyordu. Nitekim Avrupa’da grevler bu yöntemle çözülüyordu. Aylar süren takip ve izlemeleri sonunda, 42 işçinin başka işlerde çalıştığını tespit etti. Bu işçileri çalıştıkları yerlerde bularak, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nun ilgili maddesini onların yüzüne bizzat Ahmet Baysal okuyarak tebliğ etti. Bir buçuk yıl olmuş, sendika hala işverenle masaya oturacak adımlar atmıyordu. Her işçi kendisine yeni iş aramaya koyulmuştu. İşçiler de Baysalların peşlerini bırakmadığını ve bırakmayacağını biliyorlardı. En azından tazminatlarını kurtarmanın derdindeydiler. Hafiye gibi İstanbul sokaklarını arşınlayan Ahmet Baysal, işçilerinin sendikanın direnişini yumuşatacağını düşündüğü bir gün Bayrampaşa Halk Pazarı’nda dolaşıyordu. İşçilerinden Halis ustayı önceden aldığı bir 103


ihbar üzerine yakalamıştı. O günü not defterine şu ifadelerde kaydediyordu: “Sevdiğim bir ustabaşımdı Halis usta. Bayrampaşa’da halk pazarında bir sebze tezgâhında çalıştığı haberi geldi. Pazarın kalabalığı arasında Halis ustanın çalıştığı tezgâhı buldum. Elbisesinin üstüne geçirdiği önlüğü ile patates tartıyordu. Beni görür görmez sarardı, elinde terazi donup kaldı. ‘Hani grevde çalışmayacaktın Halis Usta? Evine gönderdiğim mektubu almadın mı?’ dedim ve daha önce hazırlamış olduğum, isminin, çalıştığı yerin ve tarihin yazılı olduğu tutanağı uzattım eline… Panik oldu. Terazi falan düştü elinden. Tezgâhın sahibi de oradaydı. O dikildi karşıma. ‘Ne münasebet çalışmasın? Çalışmak ayıp mı?’ dedi. Birkaç kişi de etrafımıza birikti. Halis usta sapsarı öylece duruyor. Tutanak yerde, ayakları dibinde… Sus pus bir şey diyemiyor. Patronuna dedim ki, ‘Tabi ki çalışması ayıp değil. Ama ben ona, belki senin burada verdiğinden daha fazla ücret veriyorum, ama benim fabrikamda çalışmıyor, grev yapıp, sende çalışıyor. Ben onun grev hakkına saygılıyım. Ben de madem onun yerine başka işçi çalıştıramıyorum, o da benim hakkıma saygılı olsun, çalışmasın’ dedim. Tezgâh sahibi ‘Öyle şey mi olur?’ dedi, ‘Onun yerine başkasını nasıl alamazsın?’ dedi. Bu kargaşada etraftaki esnaf işi bırakmış, etrafımıza üşüşmüş, dinliyordu. Büyük bir kalabalık arasında kalmıştım. Biliyorum ki çoğu tezgâhının patronuydu, buna rağmen işin aslını bilmediklerinden bana kızgındılar. O anda birini işinden eden kötü kişiydim. ‘Hepiniz benim gibi patronsunuz, bakın anlatayım’ dedim ve onlara özetle ‘grev olarak ismini duydukları ve esasını bilmedikleri olayda greve çıkan işçinin yerine ‘patronlar’ olarak başka işçi alamayacaklarını anlattım. Hayretle, öyle şey mi olurcasına dinlediler. Son olarak da Halis Ustanın patronuna döndüm: ‘Yarın Halis usta sana gelse, ücretinin artışını istese, sen istediğini vermesen, o da ben greve gidiyorum, çalışmıyorum’ dese, ne yaparsın? Onun yerine arkalardan biri: ‘Defol der, yerine başkasını alırım’ dedi. ‘İşte’, dedim ‘kanun patrona bu hakkı vermiyor. Şu anda fabrikada onun tezgâhı aylarca boş, patron olarak onun yerine başkasını alamıyorum. Çalışacaksa gelsin çalışsın!’ O kadar kalabalık arasında bakışların değiştiğini, yumuşadığını görüyordum. İşin esasını anlatabildiğim için korkum kaybolmuş, ferahlamıştım. Doğru görmüştüm: Onlar da iş sahibi, yani ‘patrondular’. Neticede tezgâh sahibi Halis usta’ya döndü, azarlarcasına ‘Yarın git kendi işyerinde çalış!’ dedi. Ne yazık ki bu da olamıyordu, zira grevin kaldırılması sendikanın yetkisindeydi. Olan Halis ustaya oldu.” 104


Ahmet Baysal, pazarcı esnafa bile basit cümlelere anlattığı derdini, hiçbir yetkiliye anlatamamanın derin üzüntüsünü yaşıyordu. MESS’e üye olduktan sonra Ahmet Baysal, bu tür grevlerin yaşandığı fabrikalarla sendikaların içine düştükleri açmazların çözümün için genel kurula bir öneri sundu. Bundan sonra işverenler sendika arasındaki herhangi bir ihtilaf durumunda, MESS işveren adına sendikanın karşısında masaya oturacaktı. Bu sayede sendikalarla işverenler arasında kan davasına dönen uzun grevlerin son bulacağını hesaplamıştı Ahmet Baysal.

11 Kasım 1976 Cumhuriyet Gazetesi

Ahmet Baysal’ın çalıştığını tespit ettiği işçilerden 42’sini birer ikişer tazminatsız işten çıkardığını gören Maden-İş Sendikası gardını düşürmek zorunda kaldı. Daha önce prim sisteminin kölelik düzeni olduğunu ileri süren sendika, sisteme karşı olmadığını belirterek, sistemin uygulanmasından doğan bazı aksaklıkların ortak bir komisyon tarafından ele alınarak giderilmesi önerisinde bulundu. Ahmet Baysal, 2 yıla yaklaşan bu kargaşa döneminde fazlasıyla bunalmıştı. Sendikanın uzattığı eli tutan Baysal, hemen bir komisyon oluşturarak işçi temsilcileri ile birlikte Türkiye’de ilk kez kendi fabrikasında uygulanan prim sistemindeki aksaklıkları gidermeye koyulur. Amcasına da grevin bitmek üzere olduğu müjdesini verir. Ancak iş o kadar kolay olmayacaktır. O günlerle ilgili not defterindeki şu satırlar dikkat çekicidir: “… Komisyonun daha üçüncü toplantısında sendikanın gerçek niyetini anlıyorum: Grevden bıkmış işçiye umut verme taktikleri… Yoksa anlaşmaya niyetleri yok! Zira komisyon toplantılarında ‘uygulama yanlışları’ dedikleri, verim listelerine yok saymaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Listelerde öyle değişiklikler öneriyorlar ki, neredeyse 8 saatte yapmaları gereken normal miktar yarı yarıya düşüyor. İsteklerinin tek manası: ‘Üretimi düşürmeye bile prim’. İşçiyi daha fazla ümitlendirerek, oyalama taktiklerine alet olmak istemiyor ve üçüncü toplantıdan sonra görüşmeleri kesiyorum.’’

105


12 Temmuz 1977 - Cumhuriyet Gazetesi

Bu esnada fabrikaya bir kez bile uğramayan İzzet Baysal, 28 Ağustos 1977’da şoförü aracılığı ile yeğenine üç sayfalık bir mektup göndererek, grevi sonlandıracak adımlar atmasını istedi. İzzet Baysal, 2 yıldan beri üretime ara veren fabrikaya alternatif fabrikaların ortaya çıktığını da görüyordu. Ahmet Baysal’ın gazeteye verdiği ilanlara, siyasetçilere gönderdiği mektuplara kimsenin itibar ettiği yoktu ve sorun bu yöntemlerle çözülemezdi artık. Mektubun başında “Eğer fabrikayı çalıştırmaktan bıkmamışsak…” cümlesi Ahmet Baysal’ı çok üzdü. Amcasının zoru ile fabrikada çalışmaya başlayan Ahmet Baysal için bu cümle kurşun gibi ağırdı. Amcasının kendisi hakkında bir bıkkınlığa kapılmış olabileceğini düşünüyor olması sebebiyle canı çok sıkılmıştı. Ertesi gün amcasının Karaköy’deki ofisinin yolunu tuttu. Henüz İzzet Baysal ofise gelmemişti. Yerine bile oturmadan sendikanın taleplerini amcasına anlattı. “Prim sistemimize dokunmuyorlar, ama daha kötüsünü öneriyorlar. Kabul edersek; ücretlerinden ayrı olarak üretimin düşüşünü de ödüllendirmiş oluyoruz. Prim sistemimizi kaldırmaktan daha da kötü. Mektubunuzda sıraladığınız gerçeklerin hepsi doğrudur. Grev uzadıkça rakiplerimiz de güçleniyor, kaybımızda her geçen gün artıyor. Kaybeden de ben değil, sizsiniz. Bunu en iyi bilen de benim. Gene de önerdikleri ile veya prim sistemini tamamen kaldırarak toplu sözleşmeyi imzala diyorsanız, sizi haklı bulurum. Ama ne var ki, ben üretimi katleden böyle bir sözleşmeyi imzalayamam! Başkasına yetki verirsiniz, o imzalar. Katiyen gücenmem, fakat fabrikada da kalamam…” Amcasına büyük bir sadakatle bağlı olan Ahmet Baysal, ağlayarak girdiği fabrikadan ağlayarak ayrılmaya karar vermişti sanki. Ama bu kez sadece o değil, İzzet Baysal da gözyaşları içindeydi. İzzet Baysal masasından kalktı, ayakta bekleyen yeğeninin yanına geldi ve kollarında tutarak, ona sarıldı. Sarılmakla kalmadı, onurlu bir mücadelenin nasıl verilmesi gerektiğini de şu sözlere ortaya koydu: 106


“Ben görüşmelerin böyle olduğunu bilmiyordum, haklısın oğlum. Haklıyız ve haklılığımız kabul edilinceye kadar, ne kadar kaybedersek de devam edeceğiz.” Amcasının ağladığına da ilk kez tanık olan Ahmet Baysal, verdiği mücadelenin ne anlama geldiğini daha iyi anlamıştı. O tarihlerde grevler, İstanbul’daki 60 fabrikayı da bünyesine alacak şekilde yaygınlaşmıştı. Bülent Ecevit’e yazdığı bir mektubun benzerini de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Mehmet Yazar için hazırladı. Yazıyı birkaç tanıdık gazeteciye de elden ulaştırdı. Bu isimlerin başında Oktay Akbal ve Hasan 11 Aralık 1980 - Cumhuriyet Gazetesi Pulur geliyordu. Bu arada, grevler Türkiye’nin en büyük işadamı Vehbi Koç’un fabrikalarına da sıçramıştı. Vehbi Koç’u Beyoğlu’ndaki ofisinde ziyaret eden Ahmet Baysal, grevlerin ülke ekonomisine verdiği zararları Koç’a da anlatma fırsatı buldu. Çay, şeker, gazyağı gibi mutfak tüpünün karaborsaya düştüğü günlerdi. Türkiye’nin tek tüpgaz üreticisi konumunda olan Koç Grubu da iş yavaşlatma eylemleri sebebiyle halkın ihtiyacını karşılayamıyordu. Ahmet Baysal bunu düşünerek, iş yavaşlatma eylemlerine karşı Vehbi Koç’un kendine destek çıkağını düşünüyordu. “Böyle şey olmaz Vehbi Bey, siz amcam gibi eski topraksınız, bunlara göz yumamazsınız! İş yerinde üretim eski seviyesine getirilmeden görüşmelere devam etmememiniz gerekir! İşi yavaşlatan işçiyi cezalandırmak yerine bir de ücretini ödemeye devam ediyorsunuz! Olacak şey mi!” diyerek Vehbi Koç’un desteğini almaya çalıştı. Ancak Koç, buna yanaşmaz. “Artık bu işleri Rahmi’ye bıraktım, sen Rahmi ile konuş” demekle yetinir. Ahmet Baysal yeniden atılır; “Vehbi Bey, Rahmi Bey genç; siz eski toprakların savunduğu prensiplerin değerini bilmekten uzak. Sizin müdahale etmeniz lazım” diye ısrar eder. Vehbi Bey’in buna sıcak bakmadığı belliydi. Ahmet Baysal’ın söylediklerinin doğruluk payı olduğunu da biliyordu aslında. “Ben yaşlandım artık, işi Rahmi’ye bıraktım. Bunları ona anlat” diyerek görüşmeye son noktayı koydu. Vehbi Koç’dan umduğu desteği alamayan Ahmet Baysal ertesi gün Nejat Eczacıbaşı’ndan öğlen yemeği daveti almıştı. Yemeği Eczacıbaşı’nın fabrikasında yiyeceklerdi. İş dünyasındaki bu çarpık sistemi bir de ona anlatacaktı. 107


Dönemin Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı olan Eczacıbaşı, “Sen haklı bir mücadele yapıyorsun, tebrik ederim. Ancak Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği altındaki işverenler çok dağınık. Biz TÜSİAD’ı onun için kurduk. Belli prensiplere sahip işverenler olarak bir aradayız. Sen de bizim aramıza gel, mücadeleyi birlikte yapalım” teklifinde bulundu. Ahmet Baysal, TÜSİAD Başkanına da açık yüreklilikle iş dünyasındaki ikiyüzlülükleri anlatmaya başladı: “Sizin aranızda da prensiplere riayet etmeyenler, enflasyonu körükleyenler var. Rekabetsiz ortamda fiyatını keyfi artıranlar, hatta kartel oluşturanlar, sarı sendikacılık yapanlarınız bile var” dedi. Eczacıbaşı; “Sen yeter ki gel, zamanla onları aramızdan ayıklarız” demesine rağmen, Ahmet Baysal TÜSİAD’a üye olmayı reddederek, oradan ayrıldı. Eczacıbaşı’na duyduğu saygıya rağmen, onun TÜSİAD içindeki böylelerini ayıklayamayacağını biliyordu. Hangi kapıyı çalsa sendikanın taleplerini kabul etmesi yönünde telkinler alıyordu. “Neden grevi uzatıyorsunuz, verin istediklerini, artırın fiyatlarınızı, kaça derseniz kapışılır” diyen işadamları vardı. İthalatın yasak olduğu, üretilen her malın piyasada her fiyata satıldığı günlerdi. İstese o da yapabilirdi. İzsal’la baş edebilecek firma yoktu. Sendikanın taleplerini kabul edip, fiyatları da iki katına çıkarıp, piyasayı tek başına ele geçirmek mümkündü. Ancak bu ne kadar doğru olurdu? Ülke ekonomisine bunun katkısı ne olurdu? Enflasyonu ne kadar tetiklerdi? Bu sorular kafasından bir türlü gitmiyordu. Ahmet Baysal tüm mücadelesini üretimi korumak üzerine inşa etmişti. Sendikalarla bu kadar büyük polemikleri girmesinin nedeni buydu. Ona göre üretimin yavaşlatılması veya durdurulması ülkeye ihanetten başka bir şey değildi. 15-16 Ekim 1976 tarihinde Son Havadis Gazetesi için iki günlük bir makale kalem aldı ve ücreti karşılığında yayınlattı. Makale, “Yaygın MESS Grevlerinin Altında Yatan Gerçek” başlığını taşıyordu. Okuyan varsa bile ne kadar dikkate alınıyordu, merak içindeydi. Herkes ‘haklısın’ diyor ama bir şey yapmıyordu. Son Havadis Gazetesi’ndeki iki günlük yazı dizisi ile yetinmeyen Ahmet Baysal, 25 Ekim 1976’da ise Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Tercüman Gazetelerine de ilanlar verdi. ‘Bir Grevin Öyküsü- Güneş Balçıkla Sıvanmaz’ başlıklı ilanlarda adeta isyan ediyordu: “İşçi sendikası ‘şunları ver…’ demiş ve isteklerini sıralamıştır. Biz ise ‘verelim, ancak verdiğimiz çalışmaya ve verime bağlı olarak, şartlı olarak verelim. Çalışana verelim, çalışmayana değil’ demişizdir. Bunun üzerine işçi sendikası, ‘Zararı yok, sen daha az ver, fakat şartsız ver…” demiştir. 108


26 Ekim 1976 - Cumhuriyet Gazetesi

Biz ise ‘hayır, biz işçimize sizin istediğinizden daha fazla vereceğiz, fakat en azından onlar da görevlerini yapacaklar…’ demişizdir. Çözümlenmeyen işte budur. Hayrettir ve gariptir, onlar daha aza razı, biz yanaşmıyoruz, biz daha fazla teklif ediyoruz, onlar yanaşmıyor. Bunda işçi sendikası mı haklı biz mi haklıyız? Soruyorum size, bu dünyada kim kime karşılıksız veriyor? Karşılığını değil, hakkınızı dahi teslim etmeyene hak verir misiniz? Basit bir soru ama soruyorum işte, verir misiniz?” İki buçuk yıl boyunca ilkelerinden taviz vermeyen İzsal yönetimi, Türkiye’nin en büyük ve tek döküm boru parçalarını üreten firması iken, bir anda alt üst olmuştu. Ve piyasanın ihtiyacı olan parçaları karşılayacak firmalar da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Tek ve küçük rakipleri Haymak piyasanın tamamını ele geçirmeye başlamıştı. Gün onların günüydü. 2.5.1-Makul Kar Prensibi İzzet ve Ahmet Baysal’ın asla taviz vermedikleri ikinci ilkeleri ise ‘makul kar’ prensipleriydi. Bir mal, piyasa koşulları ne olursa olsun makul bir karla satılmalıydı. ‘Piyasada bir tek ben varım, dilediğim fiyata satarım’ anlayışını vicdanları kabul etmiyordu. İzsal’ın üretimi durdurmasından sonra piyasada tek kalan Haymak’ın sürekli fiyat artırmasına da Ahmet Baysal sessiz kalamadı. Bunun için de 20 Aralık 1976’da gazetelere ilan vererek Haymak’ı makul kar prensibine uymaya davet etti. Yazının sonuna ise “Bu yazının her türlü sorumluluğu yalnız imza sahibine aittir” notunu düştü. Gerçekten ağır bir yazıydı. Rakip firma soluğu mahkemede aldı ve Ahmet Baysal hakkında hakaret davası açtı. Ahmet Baysal mahkemedeki savunmasında, amacının rakip firmaya hakaret olmadığını uzun uzun anlattıktan sonra, tek amacının tüketiciyi korumak olduğunu söyledi. Tercüman gazetesini de bilhassa o gün duruşmaya davet etmişti. Ve savunması ertesi günkü gazetede resmi ile birlikte yayınlandı. Haymak yöneticileri de Baysal’ın konuyu bilerek gazetelere yansıttığını anlayınca ikinci duruşmaya girmeden şikayetlerini geri çektiler. 109


2.5.2-Türkiye’nin En Uzun Grevi Takvimler 1978 yılını gösteriyordu. Türkiye’nin en uzun grevinin artık bitirilme vakti gelmişti. Ne Ahmet Baysal’ın ne de amcasının sendika ile bir daha karşı karşıya gelmeye tahammülü kalmamıştı. Zaten MESS’e üye olduktan sonra sendika ile pazarlığın birlik eliyle yürütülmesi prensibi benimsenmişti. Yeni yılla birlikte MESS ile Maden- İş Sendikası yeniden masaya oturdu. MESS adına görüşme masasına Genel Başkan Bahri Ersöz, Madenİş Sendikası adına Kemal Türkler oturuyordu. Görüşmeler Maden-İş’e bağlı 50’den fazla işyerindeki grevlerin sona erdirilmesini amaçlıyordu. 22 Temmuz 1980’de, 12 Eylül Darbesine giden süreçte evinin önünde öldürülen Kemal Türkler, o tarihte henüz Devrimci İşçi Sendikaları Başkanı olmamıştı. Sert mizaçlı tutumu sebebiyle, tavizsiz bir sendikacıydı Kemal Türkler. Günler süren görüşmelerden sonra Kemal Türkler, İzsal’da uygulanan prim sisteminin derhal kaldırılmasına ısrarcıydı. İkinci olarak, greve gittikleri halde başka işlerde çalışan 42 işçinin de sorgusuz sualsiz yeniden işe alınmasını istiyordu. MESS ise İzsal’ı temsilen ne prim sisteminin kaldırılmasını ne de tazminatsız işten çıkarılan 42 işçiyi geri almayı kabul edemezdi. Madem 2,5 yıllık bir savaş verilmiş ve bu savaşta kurallara aykırı davrananlar çıkmıştı, o zaman cezalarını da çekmeliydiler. Her görüşmeden sonra MESS Başkanı Bahri Ersöz, Ahmet Baysal’ı telefonla arayarak, 42 işçiyi yeniden işe almayı kabul etmesi halinde grevleri sona erdirecek imzayı atacaklarını söylüyordu. Ancak Ahmet Baysal kararlıydı, hiçbir şekilde taviz vermedi: “Etmedim, edemezdim. İlk defa bir işveren grevlerde kanunların kendisine tanıdığı bir hakkı cesaretle kullanmış, grevleri kırabilmenin en etkili yolu olarak bilinen grevde çalışan işçilerin iş akitlerini fesih etmişti. Bundan dönüş, kanunla verilmiş işverenlik hakkını teslim etmek olurdu” diyecekti. MESS ile Maden-İş Sendikası arasında 50’ye yakın işyerini ilgilendiren toplu sözleşmeler sırf 42 işçi ile ilgili pazarlıklar devam ettiği için bitmiyordu. Ahmet Baysal, tıkanıklığın 42 işçiden kaynaklandığını amcası İzzet Baysal’dan saklamayı tercih etti. Çünkü amcası da sendika gibi işçilerin geri alınmasını isteyebilir ve bu emrini yerine getirmek zorunda kalabilirdi. MESS Başkanı Bahri Ersöz, her akşam görüşmelerle ilgili Ahmet Baysal’a telefonla bilgi veriyor ve ikna etmeye çalışıyordu. Ersöz’ün ısrarları üzerine Baysal, “Bahri Bey, biz yetkiyi size verdik. Bizim adımıza toplu görüşmeleri siz yapıyorsunuz. Bizim sözleşmemize ‘grev esnasında başka yerde çalıştığı için çıkartılan işçileri İzsal geri alacak’ maddesini koyun, MESS olarak siz imzalayınca, biz de bu karara uymak mecburiyetinden kalırız” dedi. 110


MESS Başkanı sendikacılıkta bunun ne anlama geldiğini çok iyi bilen biriydi. “MESS olarak böyle bir maddeye imza koymak ne kelime, bunun yazamayız bile” dedi. Konuşma Ahmet Baysal’ın istediği noktaya gelmişti, “Elbette yazamazsınız, yazdığınız anda sizi ILO’ya (Uluslararası Çalışma Örgütü) şikâyet edeceğimizi çok iyi biliyorsunuz” diyerek telefonu kapattı. Sonunda taleplerini MESS yönetimine de kabul ettirmişti Ahmet Baysal. Ne prim sisteminden vazgeçmiş ne de işten çıkarılan 42 işçi yeniden işe alınmıştı. Haklı olduğuna inandığı hiçbir konuda taviz vermediği gibi, bu konuda da vermemişti. MESS ile Maden-İş Sendikası arasında uzlaşma 3 Şubat 1978’de sağlanınca, imzalar atıldı. 6 Şubat 1978’de 50’den fazla işyerinde 40 binden fazla işçi işbaşı yaptı. İzsal’da da davul zurna eşliğinde yeniden iş başı yapıldı. Grev sona ermesine rağmen İzsal’ın önünde büyük bir kalabalık vardı. Ahmet Baysal, pencereden kalabalığın kim olduğunu anlamaya çalıştığı sırada, işçi temsilcileri kapısında yığılmıştı.

5 Şubat 1978 Cumhuriyet

Başka işyerinde çalıştığı tespit edildiği için iş akitleri tazminatsız fesih edilen 42 işçinin işe alınması için Ahmet Baysal’a yalvarmaya başladılar. Sendikaların dize getiremediği Ahmet Baysal’ın geri adım atmaya niyeti yoktu. Ancak içinde de fırtınalar kopuyordu. Vicdan azabı ile ilkelerinden taviz verip vermeme konusunda ikilem yaşıyordu. 42 işçi ise kapı önünde bekliyordu. Ve Ahmet Baysal bu konuda son noktayı koydu: “Hayır, onları işe alamam. Bu öyle bir mücadeledir ki ülkede örnek olmalı. Grevdeki işçi başka işte çalışmamayı öğrenmeli. Bunun affı dahi olmamalı. Olursa, tekerrürüne kimse mani olamaz.” 111


Hürriyet, Milliyet, Tercüman 22.02.1978 paralı ilanıdır.

Peki Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal Türkler’in işe alınmaları, Ahmet Baysal’ın alınmaması için direniği 42 işçi sorunu çözüme kavuşturulmadan MESS bu krizi nasıl çözmüştü? Ahmet Baysal, fabrikada işçilerin yeniden işbaşı yapmasından kısa bir süre sonra, 42 işçinin başka bir işyerinde yeniden işe alındığını öğrendi. Ahmet Baysal’dan ve kamuoyundan saklanan MESS - Maden-İş mutabakat neticesinde, 42 işçi Koç Grubu’na bağlı Demir Döküm fabrikasında işe başlamıştı. Yine Ahmet Baysal’ın araştırmaları sonucu bulduğu verileri göre, tazminatız iş akitleri fesih edilen işçilere tazminatları bile ödenmişti. İşçilerin tazminatı için MESS örtülü ödeneği kullanılmıştı.

112


42 işçi konusunu adeta namus meselesi haline getiren Ahmet Baysal, yönetiminde yer aldığı MESS’in bir üyesinden gizli angajmanlara girmesi üzerine iş dünyasının patronlarına farklı gözle bakar hale gelmişti. Kasım 1975’ten 6 Şubat 1978’e kadar grev sebebiyle kepenkleri kapatan İzsal’da yeniden üretime başlanması, piyasada büyük bir rahatlamaya yol açtı. Fiyat istikrarı büyük oranda sağlandı. Ancak İzzet Baysal’ın şevki fena halde kırılmıştı. Grev süresi boyunca fabrikaya bir kez bile uğramayan ve işçilerine adeta küsen İzzet Baysal, Sarıyer’deki bahçesinde kendini hobilerine vermişti. İki buçuk yıl boyunca hiçbir üretim yapmayan ve cepten yiyen fabrikanın yenilenmesi gereken ekipmanları da yenilenmemişti. Rakip firma Haymak’ın piyasadaki tekel konumu ortadan kalkmış, İzsal rakibine kaptırdığı müşterilerini yeniden kazanmaya başlamıştı. Haymak için sıkıntılı bir dönem başlamıştı. Fiyatların aşağı çekilmesi ve müşterilerin İzsal’dan yana tercihlerine ilaveten, ithal mallar da yavaş yavaş piyasaya girmeye başlamıştı. Aslında demir döküm boru parçaları devri kapanmak üzereydi. Her iki firma yöneticileri de yaklaşan fırtınanın farkındaydı.

113


2.5.3-MESS’te Muhalefet Ahmet Baysal üyesi olduğu Metal Sanayiciler Sendikası’nın grevi sona erdiren anlaşmasının iç yüzünü öğrendikten sonra sendika yönetimine muhalefet etmeye başlamıştı. MESS üyesi patronlar için Ahmet Baysal ‘inatçı’ bir üyeydi. MESS yöneticilerinin kendisinden sakladıkları gerçeklere karşı, daha iyi mücadele edeceği düşüncesiyle 30 Nisan 1979’da toplanan Genel Kurul’da 13 kişiden oluşan yönetimin kurulu üyeliğine aday olmaya karar verdi. Fakat yönetim kurulunu büyük oranda şekillendiren büyük patronlar Baysal’ı yönetime sokmak istemiyordu. MESS üyesi işadamlarına “Bir Üretimi Korumu Hikâyesi” başlığını taşıyan bir yazı kaleme aldı ve yönetim kurulu üyeliğine talip olduğunu bildirdi. 360 işadamına gönderilen yazıda MESS yönetiminin toplu sözleşme krizini çözmüş olmasına rağmen, büyük tavizler verdiğini dile getiriyordu. MESS yönetimine nasıl girdiğini Ahmet Baysal, hatıralarına şu ifadelerle yerleştirecekti: “MESS üyelerinin büyük çoğunluğu büyük işletmeler. Bu nedenle biliyorum ki seçilmemi istemezler. Ayrıca büyük patronların seçime tek liste ile girdiklerini biliyorum. Bu sefer de Elektrometal’ın Müdürü Turgut Özal’ı başkan yaptırma kararındalar. Turgut Bey’in seçileceğini de biliyorum.” 30 Nisan 1979’da İstanbul Hilton Hotel’de yapılan genel kurul başlar başlamaz Ahmet Baysal, yerinden kalkarak salonu dolaşmaya başladı. Kendisinin kaleme aldığı ‘Göreve Talibim’ yazısını üyeler kendi eliyle dağıttı. Herkesin tek tek elini sıktı, gönlünü almaya çalıştı. Aslında seçileceğine dair bir inancı da yoktu, ama MESS yönetiminde yapılan yanlışlara karşı sesini duyurmuş olacaktı. “Salonda bir kulistir başladı, birbirine gidip gelmeler, fısıldaşmalar falan…Ben sakin, bir kenara oturuyor ve neticeyi bekliyorum; ama içimden ‘seçmezler’ diyorum. Ne var ki kapalı zarfla verilen oylama sonunda netice açıklanınca sevinçliyim. Son sırada, 13. üye olarak listeyi delmeyi ve tek listede o sıradaki kimse onun yerini almayı başarmışım.” Seçilme ihtimaline inanmadığı yarış sonucu MESS yönetimine seçilen Ahmet Baysal, yönetim kurulunun Turgut Özal’ı başkan yapmak istediğini biliyordu. Yönetime seçilen üyelerin tamamı gerçek patronlar değil, fabrikaların müdürleriydi. O ise amcası ile ilişkisini patron-fabrika müdürü ilişkisi olarak görmüyordu. 2.5.4-Turgut Özal’la Tanışma MESS Yönetimi kendisini başkan seçmek üzere ilk toplantısını yapmaya karar verdiğinde tanıdı Turgut Özal’ı. 12 Eylül Askeri darbesinden 114


Turgut Özal

sonra kuracağı ANAVATAN Partisi ile tek başına iktidar olup başbakanlığa, oradan da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çıkacak olan Özal’a fazla bir yakınlık duymuyordu. Daha bu ilk toplantıda Özal’la aralarında büyük bir görüş ayrılığı ortaya çıktı. “Turgut Bey’i ilk o toplantıda tanıdım. O toplantıda Turgut Bey’i başkanlığa önerdiler. Eski Başkan Şükrü Er de yönetimdeydi, ama başkanın seçileceği ilk toplantıya gelmemişti. ‘Neden Şükrü Er değil’ dedim, ‘arkadaşımız devam ediyor’. Turgut Özal biraz da öfkelenerek, ‘Oya sunalım, Şükrü Er’i de teklif edelim’ dedi. Ben itiraz ettim. ‘Ben yalnızca sebebini öğrenmek istedim. Acaba Şükrü Er kendisi mi ayrılmak istedi?’ diye sordum. Aradan biri ‘O Turgut Özal’ı onaylıyor’ dedi. ‘Peki’ dedik, oy birliği ile Turgut Bey seçildi. ‘Araya girmemin nedeni, başkanlığın da önceden planlanmış olduğunu gösterebilmekti.” Özal’ın adaylığına karşı çıkmayan, ancak başkanlığının önceden kararlaştırılmış bir planın uygulaması olduğunu kanıtlayan Ahmet Baysal, sergilediği tavırla Özal’ın hoşuna gitmeyen üye vasfını çoktan kazanmıştı bile. Yönetim kurulu üyeleri ‘nereden çıktı bu adam’ dercesine bakıyorlardı Ahmet Baysal’a. Yönetim kurulu üyeleri Özal’ın her talebini sorgusuz sualsiz kabul ederken o her öneriyi sorguluyordu. İkinci toplantıda, Özal’ın kendisine makam arabası tahsis edilmesini talep etmesi, Ahmet Baysal’ın Özal’a bakışını tamamen değiştirdi. 115


“Aramızda Koç, Sabancı, Profilo grubundan olanlar da var. İkinci toplantıda başkan Turgut Özal’dan şu teklif geldi: ‘Bu kadar büyük müesseseleri temsil eden MESS’in yönetim Kurulu Başkanının bir otomobili ve şoförü bile yok. Bana bir otomobil ve şoför tahsis edilsin’ dedi. Kimseden itiraz gelmeyince Ahmet Baysal, ikinci toplantıda da Özal ile ters düşecek adımı atmaya karar verdi. İzsal’da çalıştığı dönem boyunca şahsi arabası ile işe gidip gelen ve şoför kullanmayan Ahmet Baysal, itirazlarını sıralamaya başladı: “Sayın Başkan, hepimiz müesseselerimizin vasıtalarını kullanıyoruz. Şoförleri de var, onlarla gidip geliyoruz. Bütçemizden bir araba ve şoföre harcama yaparak 360 üyemize yük olmayalım. Böyle devam edelim’ dedim. Benim bu sözlerime karşılık, ‘hayır’ dedi, ‘Bu müessesenin bir itibarı var; ben itibarsız bir başkanlık düşünemem!’ Söyleyecek bir şey kalmamıştı, oy birliği ile araç ve şoförden başka, başkana bir de özel sekreter tutuldu. Bu gibi ufak gibi görülen gereksiz uygulamalar, ne yazık ki bizi daha büyük yanlışlıklara götürecekti.” MESS Yönetimi Kurulu üyeliği boyunca Özal’la sık sık karşı karşıya gelen Ahmet Baysal, Metal-İş ve Maden-iş Sendikalarına yapılan nezaket ve tanışma ziyaretleri sırasında ise müzmin muhalif konumuna itilecekti. Her iki sendikaya yapılan ziyaretler sırasında Özal, tüm üyelere toplantılarda MESS adına sadece kendisinin konuşma yapmasını, diğer üyelerin olaya müdahale etmemesini istedi. Özal’ın önerisini tüm üyeler gibi Ahmet Baysal da makul buldu, tabiatıyla olması gereken zaten buydu. Metal-İş’e yapılan ziyaret sırasında herkes bu kurala uydu. Sıra, Maden-İş Sendikası’na yapılan ziyarete gelmişti. İzsal’daki işçileri 2.5 yıl boyunca greve götüren sendikayı aşırı ideolojik bulan Ahmet Baysal, bu konuda biraz duygusaldı. Haksızlıklara karşı sabırsız bir şekilde tepki veriyordu. MESS Başkanı sıfatı ile Özal, “Eğer bizim iş kolumuzda sanayicilerimiz arasında aynı işi yapan birkaç işveren varsa ve siz grev yapma durumunda kalırsanız, her üçünde de aynı anda grev kararı almalısınız. Sadece birinde grev kararı almanız, üyelerimiz arasında haksız rekabet yaratır” dedi. Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler öneriyi kabul ettikten sonra, “Grev kararı alındıktan sonra dahi toplu sözleşmeleri kesmeyelim; görüşmelere devam edelim” diye yanıt verdi. Ahmet Baysal’a göre böyle bir durum işverenler açısında çok tehlikeli ve sakıncalı bir prensipti. Kendi fabrikasında yaşadıklarını düşündü. Grev kararı alındıktan sonra, ‘görüşmeler nasıl olsa devam ediyor’ diye düşünen işçiler, iş yavaşlatarak işverene telafisi güç zararlar verebilirlerdi. Nitekim kendi fabrikasında bunlar yaşanmıştı. Ahmet Baysal’a göre bu ‘ücretli grev’ hakkı sayılabilecek bir tavizdi. 116


Özal’ın bu durumu bilmemesi mümkün değildi. Ancak Özal da o gün hayli yorgun olmalıydı. Müzakerelerin daha fazla uzamasını da istemiyordu. Ahmet Baysal, Özal’dan bu öneriye itiraz etmesini beklerken, Özal, ‘Bizim için de uygundur’ dedi. Bunun üzerine Ahmet Baysal yerinden kalkarak bu duruma itiraz etti. Oysa hiçbir MESS üyesinin görüşmeler sırasında konuşmaması ilkesi benimsenmişti ve Baysal bu ilkeye uymayarak söze başladı: “Grev kararı alındıktan sonra toplu sözleşme görüşmeleri ancak, işletmelerde işçiler üretimi düşürmeden işlerini yaparlarsa devam eder. Aksi takdirde iş yavaşlatmalarla büyük kayıplara uğrarız.” Yönetim Kurulu üyesinin başta koydukları prensibe sadık kalmamasına sinirlenen Özal, Ahmet Baysal’a dönerek yorgunluğunun da etkisi ile sert bir bakış attı. Baysal yerine otururken, Özal devam etti, “Bunu isterseniz bir dahaki toplantıya bırakalım” dedi. 2.5 yıl süren İzsal grevi boyunca Ahmet Baysal’a tek bir geri adım attıramayan Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal Türkler çoktan ayağa fırlamış ve toplantıyı terk etmeye hazırlanıyordu. Kemal Türkler ile Ahmet Baysal arasındaki husumet çok eskilere dayanıyordu ve Baysal kendisine yönelik silahlı tehdidi unutamıyordu. Kemal Türkler kapıya doğru yönelirken, Özal’a dönerek görüşmeye son noktayı koyacak şu sözleri sarf etti: “Bu prensibin başka görüşmesi olmaz. Zaten bu Ahmet ağayı da aranıza alırsanız işler böyle çıkmaza girer.” Toplantı sona ermiş, herkes buz gibi olmuştu. Türkler ve arkadaşları salonu terk ederken, Özal, Ahmet Baysal’ın yüzüne “Nereden çıktı bu adam?’ dercesine bakıyordu. Ancak Türkler’in önerisi de bir daha MESS ile Maden-İş Sendikası arasındaki görüşmelerde gündeme bile getirilemedi. 3 Şubat 1978 tarihinde imzalanan toplu sözleşmenin tarihi 1 Eylül 1979’da doluyordu. MESS yeniden Maden-İş Sendikası ile görüşmelere başladı. Fakat ülkenin siyasi atmosferi, MESS ile sendikanın uzlaşmasına imkân sağlamayacak gelişmelerle kavruluyordu. 13 Mart’a kadar süren görüşmelerde uzlaşma sağlanamayınca görüşmeler kesildi. Sağ-sol ayrımı sebebiyle anarşi azmış, toplu katliamlar yaşanmaya başlanmıştı. Çorum, Maraş olaylarına ilaveten sağın ve solun ünlü simalarına karşı suikastlar başlamıştı. Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal Türkler de 12 Eylül Askeri darbesine gidecek süreçte, bu hedeflerden biri olacaktı. Sendikalar grev kararı alarak, birkaç fabrikada bu kararlarını uygulamaya karar verdi. Fakat işverenlerin bu karara tepkileri büyük oldu. Sendikaların uzlaşmaz tutumlarının herkes farkındaydı. Sendikalar da 117


işçileri eskisi gibi toplu grevi götürmelerinin artık mümkün olmadığını görüyordu. Bu nedenle iş yavaşlatma eylemleri ile sonuca gitmeye karar verdiler. Ahmet Baysal ve İZSAL açısından grevden daha tehlikeli olanı iş yavaşlatma idi. Döküm sanayisinde iş yavaşlatmak, işi bırakmaktan daha büyük zarar veriyordu. Çünkü tüketilen enerji üretilen üründen daha pahalıya geliyordu. Ya hiç çalışılmaması gerekirdi ya da tam kapasite ile üretimin yapılması halinde rantabl olunabiliyordu. “Bana göre grev işçinin yasal hakkıdır, onu hiçbir zaman üretime tecavüz olarak görmedim. Faka iş yavaşlatmalar, yani üretimi bilerek azaltmalar, üretime tecavüzden başka bir şey değildir” diyordu Ahmet Baysal. Sendikanın grev kararının ardından İzsal işçilerinin bu karara ne kadar uyacakları merak ediliyordu. 700’den fazla işçinin çalıştığı fabrikada, iş yavaşlatma çağrılarına uyan olmadı. İşçiler, 42 arkadaşlarının başına gelenleri ve patronlarının bu konudaki kararlılığını görmüşlerdi. Zaten herkes geçim derdindeydi. Ülke yangın yeriydi artık. Böyle bir atmosferde iş bulan, buna şükrediyordu. 2.5.5-İş Dünyasına Karşı Büyük Mücadele 1979 yılında MESS ile sendikalar arasındaki görüşmelerden sonuç çıkmayınca, 1980 yılında işçilerin alacağı ücretler için işveren ve sendikalar bir kez daha masa başına oturdu. Yine uzlaşma sağlanacağına dair umut kalmamıştı. Ancak sendikalar bu kez, işçilere istediklerini yaptırmayı başarmıştı. Çünkü 1979 yılında görüşmelerin kesilmesi sebebiyle ücretlerine arzu ettikleri artış yapılmamıştı. Sendikaların çağrısı üzerine grev yerine, iş yavaşlatmalar hız kazandı. Sendikaların uzlaşmaz tutumlarını gördükten sonra Özal da Ahmet Baysal gibi sendikaların ideolojik yaklaşımlarını görmüş, ona hak vermeye başlamıştı. MESS yönetimi acil olarak toplanarak iki önemli karar aldı. Bu kararlardan ilki iş yavaşlatan işçinin üzerine gidilecek, üretimi yavaşlattığına dair ihtarlar yapılacak, tekrarı halinde iş akdi tazminatsız fesih edilecekti. İkinci olarak, toplu sözleşme imzalanmadan önce hiçbir işçiye ücretinden ayrı olarak ikramiye veya avans ödemesi yapılmayacaktı. Her iki karar da işçiler açısından hayli ağır ve geri dönülmez bir yola girildiğinin kanıtıydı aslında. Bu iki kararın alınmasında MESS’te Ahmet Baysal’ın konuşmaları etkili olmuştu. Önce İstanbul’da, ardından İzmir ve Bursa’da düzenledikleri toplantılarla üyelerine aldıkları kararı anlatan Özal, sendikaların taleplerine boyun eğilmemesini ve MESS’in iki kararına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Fakat MESS’in aldığı birinci karara hiçbir üye işveren uymadı. İkinci karara ise Ahmet Baysal’a göre MESS yönetiminde yer alan bir üye uymayacaktı. 118


O üyenin kim olduğunu, yıllar sonra Ahmet Baysal şu ifadelerde ortaya koyuyordu: “Yönetim kurulu kararımıza göre, grev bitene kadar işçilere ikramiye ve avans ödemesi yapılmaması gerekiyordu. Ama Demir Döküm’ün fabrikası Silahtar’dan Eskişehir’e yeni taşınmış, başında Metin İplikçi vardı. Bursa’daki toplantı sırasında bu kararımızı bir kez daha üyelerimize anlatıyorduk. Turgut Özal başımızda. Oradan bir Bursalı üye ‘efendim Koç’un fabrikası bir maaş ikramiye vermiş’ dedi. Herkes afalladı. Turgut Beyle birbirimize baktık. Ben de Özal da şaşırmıştık, ama Özal kulağıma eğildi, ‘Merak etme istifası cebimde’ dedi. Hakikaten İplikçi istifa etti, başka biri seçildi yerine.” Ahmet Baysal’a göre o işveren o gün o haberi vermeseydi konu kapanıp gidecekti. İşçi haklarına savunmak üzere kurulan Metal ve Maden-İş sendikaları arasındaki görüş ayrılıkları gibi MESS üyeleri de kendi aralarında artık görüş birliği içinde değildi. Tıpkı ülkenin içinde bulunduğu sağ-sol ayrışmaları gibi MESS içinde de siyasi görüş farklılıkları sebebiyle bu ayrışmalar baş göstermişti.

1 Temmuz1980 Cumhuriyet

İş dünyasındaki üretim kayıpları, sürdürülebilir bir ekonominin kurallarından olamazdı. Ülkenin hızla uçuruma doğru sürüklendiğini düşünen Ahmet Baysal, bir kez daha kaleme sarıldı ve aklın ve vicdanın sesi olarak, ilgililere mektup yazmaya karar verdi. Bu kez hedefinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği vardı. Birliğin başkanlığını ise Mehmet Yazar yapıyordu. ‘Göreve Davet’ başlığını verdiği yazıyı sadece Mehmet Yazar’a değil, 3 bine yakın sanayici ve işadamına gönderdi. Ayrıca tüm gazetelere de hazırladığı metni elden ulaştırdı. Mektubunun ana temasını ülkedeki artan enflasyon üzerine oturttu. Artan enflasyon ve hayat pahalılığının düşürülmesinde devletten çok özel sektöre büyük sorumluluk düştüğünü anlatan Ahmet Baysal, işverenlerin maliyetin çok üstünde kar etme arzularının enflasyonu tetiklediğini düşünüyordu. İthalatın sınırlı olmasının verdiği fırsatla, iş dünyasının piyasalara istedikleri fiyattan ürün sürmesinin etik olmadığını ifade ediyordu. Ahmet Baysal, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden iş ahlakına uymayan işletmelere ihtardan başlamak üzere, kapatma cezası vermesini istiyordu. Böyle bir düşüncedeki işadamının iş dünyası içinde sevilmesini de beklemek imkânsızdı zaten. 119


Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Mehmet Yazar’ın tüm iş dünyasını karşısına alarak, Ahmet Baysal’ın tarif ettiği görevleri yerine getirmesi zordu. Bu nedenle ‘Göreve Davet’ çağrısına yanıt bile vermedi. Ancak birçok gazeteci, Ahmet Baysal’ın taleplerinde ne kadar haklı olduğunu fark etmişti. Suç duyurusunu niteliğindeki bu çağrıyı köşelerine taşıdılar. 1980 yılı toplu sözleşme görüşmelerinden de sonuç çıkmadı. Sendikalar yeniden grev kararı aldı, ancak grev kararını işçilere uygulatamayacaklarını biliyorlardı. Grev yerine, işi yavaşlatacaklardı. MESS toplantılarında Ahmet Baysal, iş dünyasının duayenlerine grevin hak, iş yavaşlatmanın emek hırsızlığı olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Patronların iş yavaşlatma konusunda MESS’in aldığı iki tavsiye kararını yerine getirmeleri halinde toplu sözleşme çıkmazının aşılacağını savunuyordu. Yine bir toplantıda bu görüşlerini açık yüreklilikle ortaya koyunca, Rahmi Koç’la karşı karşıya geldi. Rahmi Koç, “İşte bir aydan fazla oldu, hiçbir taviz vermiyoruz. Anlaşmaları ne zaman imzalayacaksınız? diye sordu. Ahmet Baysal’ın asıl derdi, iş yavaşlatmalara karşı işverenlerin daha sıkı bir mücadele vermesiydi. MESS üyelerinin birçoğunun bile alınan kararları uygulamadığı için sendikalar cesaretlenmişti. Rahmi Koç’a döndü; “Fabrikanız Demirdöküm’de üretim yarı yarıya düştü; sizler işletmelerinizde işi yavaşlatanların üzerine gitmediğiniz takdirde bu anlaşmaları sonsuza kadar beklersiniz” dedi. Maden-İş Sendikası, hem iş dünyasının patronlarına hem de sendikalara kafa tutan Ahmet Baysal yönetimindeki İzsal’da iş yavaşlatmaya büyük önem veriyordu. Fikrin mimarının fabrikasında başlayacak iş yavaşlatma mücadelesi, diğer işçilere de örnek teşkil edecekti. Bu nedenle bir günlüğüne İzsal’da iş yavaşlatma kararı aldı. 1975-1978 yılları arasındaki grevden ağzı yanmış işçilerin önemli bir bölümü Maden-İş Sendikasının önerisine kulak tıkadı. Sonunda, yeni alınan işçilerden oluşan bölümlerde iş yavaşlatma eylemi gerçekleşti. Ahmet Baysal, fabrika müdürü ve ortağı sıfatı ile iş yavaşlatan 32 işçiyi tek tek tespit etti. Ertesi sabah her birine yazılı ihtarda bulunarak iş yavaşlatmaya devam etmeleri halinde sözleşmelerini tazminatsız son erdireceklerini bildirdi. İzsal işçileri, patronlarının kanunlar, ilkeler konusunda ne kadar kararlı olduğunu biliyorlardı. Milyonlarca lira kaybetme pahasına 2.5 yıl boyunca fabrikasına kilit vuracak kadar gözü karaydı Ahmet Baysal. Oyunun kurallarının maç ortasında değiştirilmesine ise asla tahammül etmiyor, tolerans göstermiyordu. Bu nedenle İzsal’daki iş yavaşlatma direnişi sadece bir gün sürdü. Ertesi gün işçi temsilcilerinden 3 kişi, patronlarının kapısına dayandı. Sendika ile patronlarının arasında sıkışıp kalmışlardı. “Ne olur, yüzde 10’luk bir yavaşlatmaya göz yumuver, sendikamız hiçbir zaman İzsal’da 120


greve çıkmayacak. Bize, bizzat başkan Kemal Daysal söz verdi” diyorlardı. Kemal Türkler, Maden- İş Sendikası başkanlığı görevinden ayrılmış, Devrimci İşçi Sendikaları Başkanı olmuştu. Bu nedenle yerine de Kemal Daysal gelmişti. Ahmet Baysal, işçilerin taleplerine direnmeye devam ediyordu. Üretimin yüzde bir dile düşüşüne tahammülü yoktu. Bunu da işçilerin yüzüne söylemeye devam ediyordu: “Gidecekseniz adam gibi greve gidin. İş yavaşlatmanıza müsade etmem.” 25 Mart 1980’de Maden- İş sendikası İzsal’da yeniden iş yavaşlatmaya karar verdiğinde daha önce haklarında tutanak tutulan 32 işçi bu emre ikinci kez uymak zorunda kaldı. İşçiler yine de merhametliydi, üretimi sadece yüzde 5 düşürmüşlerdi. Ahmet Baysal, işçilerin üretimini yüzde 5 yavaşlattığını tekrar tutanağa geçirdi. 27 Mart sabahı fabrikaya gelen işçiler, ikinci kez tekrarladıkları iş yavaşlatma eylemleri sebebiyle iş akitlerinin ihbarsız ve kıdem tazminatsız sona erdiğine dair tebligatla karşı karşıya kalmıştı. Patronlarının kararlılığını biliyorlardı, ama bu kadar çabuk harekete geçeceğini öngörmemişlerdi. Fabrikadan ekmeğine kaybetmiş olarak ayrılan işçiler, soluğu Maden- İş Sendikası’nda aldı. Durumlarını sendika yönetimine anlattılar. Sendika Başkanı Kemal Daysal telefona sarıldı ve Ahmet Baysal’ı aradı. İş akitleri fesih edilen işçilerin yeniden işe alınmasını istiyordu. Üst perdeden konuşmak yerine, sorunu çözme eğilimindeydi: “Niyetimiz, İzsal’da grev yapmak veya diğerlerinde olduğu gibi iş yavaşlatmaları günlerce sürdürmek değil. Bir haftalığına ve sadece o kısımda yüzde 5’e göz yumun. Aksi takdirde o 32 işçimizi korumak mecburiyetindeyiz!” Kemal Türkler ile yıldızı bir türlü barışmayan Ahmet Baysal, yeni sendika başkanına görevinden başarılar diledikten sonra, yanıtını verdi: “Yapamam Kemal Bey. Benim kendimden verebileceğim bir şey isteyin, vereyim; fakat buranın müdürü olarak üretimi koruma sorumluluğum var, bundan taviz istemeyin.” Kemal Daysal da istediğini alamamıştı. Üzgün bir şekilde telefonu kapattı. İlkeli tutumu sebebiyle Ahmet Baysal’ı o da takdir ediyordu aslında, fakat sendika olarak 32 işçiyi korumak durumundaydı. Ertesi gün 27 Mayıs 1980’de İzsal’da yeniden grev başladı. Alınan grev kararının ardından fabrikaya ikinci kez kilit vuran Ahmet Baysal, yeniden kaleme sarıldı. Maden- İş Sendikası Başkanı Kemal Daysal ve MESS Başkanı Şükrü Er’e hitaben birer mektup kaleme aldı. Turgut Özal’ın ardından MESS Başkanlığı’na yeniden Şükrü Er seçilmişti. Hazırladığı mektubu noterden onaylatarak tebligata dönüştürdü. “İzsal grevini, çıkarlarının aracı olarak üretime tecavüzü mübah gören Maden- İş Sendikası ile bu tecavüzlere yasal hak ve teşebbüs hürriyetine 121


rağmen aylar boyu göz yuman ve böylece işveren haklarını savunmaktan aciz kalan MESS İşveren Sendikası’na ithaf ediyoruz. Her iki kesim de bu davranışları için bir gün bu millete ve haklarını koruduklarını iddia ettikleri işçilerimize, Allah şahittir, tarih önünde hesap vereceklerdir.” Ahmet Baysal, Türkiye’nin hızla bir darbe ortamına sürüklendiğinin da farkındaydı. Sendikal alandaki ideolojik bakış açısı ve iş dünyasındaki ikiyüzlülüğün ülkeyi büyük bir felakete götürdüğünü anlamıştı. MESS ve Maden- İş Sendikası’na gönderdiği noter tasdikli mektubunun bir kopyasını da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderdi. Cumhurbaşkanı Korutürk, görev süresinin sonuna gelmiş, parlamentonun seçeceği Cumhurbaşkanına koltuğu devretmeyi bekliyordu. Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de benzer bir kilitlenme yaşanıyordu, 115 tur olmuş, parlamento yeni Cumhurbaşkanını seçememişti. Görev süresi sona ermiş Cumhurbaşkanının mektubuna yanıt vermesi-

122


ni de sorunu çözmesini de beklemiyordu zaten. Yine de tarihe not düşülsün diye mektubunu yolladı. “…Göreviniz başında bulunduğunuz şu son saatlerde, bu milletin hayırla anacağı icraatınıza, hiçbir rejimde ve hiçbir ülkede cevaz verilmeyen üretime tecavüz hareketini yaratanlarla, bu tecavüze göz yumup zemin hazırlayanlar hakkında devlet gücünün en acil ve etkin bir şekilde harekete geçirilmesi hususunda direktiflerinizin gerektiğini yüksek takdirlerinize arz ediyorum.” Elbette bu mektuba da ne Cumhurbaşkanı’ndan ne de üyesi olduğu MESS sendikasından yanıt geldi. Büyük mücadeleler sonucu yönetim kurulu üyesi olduğu MESS’den 31 Mart 1980’de istifa etti. İstifa mektubunu da yazılı olarak gönderdi sendikaya. “Üretim ve yönetim haklarımıza tecavüze kadar vardırılan bu davranışlara boyun eğmemizi işverenlik ve yöneticilik anlayışımızla, var olmamızı gerektiren Anayasal haklarımıza saygıyla ve nihayet bu eylemlere göz yumulmasını işçilerimiz ve milletimizin menfaatleriyle bağdaştıramıyoruz. Kendi çıkarlarımızdan önce üretimlerimizle bu millete gereği şekilde hizmete mecbur bulunduğumuzdan ve göz yumulan üretim düşüklüğü, zaman ve malzeme israfını bu şekilde sorumsuzca topluma fatura edemeyeceğimizin bilinci ve inancı içinde sendikanızdan bugün ve bu nedenle istifaya mecbur bulunuyoruz.”

123


2.6-ENFLASYONLA MÜCADELE Ülke ekonomisinin içinde geçtiği krizin de etkisi ile 12 Eylül 1980’de düdük çaldı ve askerler ülke yönetimine el koydu. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren liderliğindeki askeri yönetim, gerçekleştirdiği darbe ile önce sıkıyönetim ilan etti. Ardından ülkedeki 50 binden fazla işçiyi kapsayan grevlerin sona erdiğini duyurdu. 58 fabrikada devam eden grevler de askeri darbe ile sona ermiş oldu. İZSAL tekrar karlı bir üretim dönemine girmişti. 1981 yılında, ürün fiyatlarında yüzde 25 indirim yapılmış olmasına rağmen 274 milyon lira kar elde edilmişti. Böylesine karlı bir işletmenin sahibinin durumdan şikâyet etmemesi gerekiyordu, ama söz konusu Ahmet Baysal olunca, böyle olması beklenemezdi. Onun derdi ülkede artan enflasyondu ve buna karşı bir Türk sanayicisi olarak üzerine düşeni yerine getirmesi gerekirdi. Ahmet Baysal, Milli Güvenlik Konseyi’nin ülkedeki gidişata el koymasından memnundu. Çünkü uzun soluklu grevler sebebiyle üretim düşmüş, ülke 70 cente muhtaç hale gelmişti. Üstüne üstlük, bazı sanayicilerin sorumsuz ve vahşi üretim çabası sebebiyle enflasyon alıp başını gitmişti. Bu acımasızlığa kimse dur demediği için, darbeyi de destekliyordu. Çünkü ülkede asayiş kalmamış, üretim durmuştu. Ülkedeki namuslu sanayicilerin üretimi sürdürebilmesi ancak bir askeri darbe ile mümkün olabilirdi. Ülkenin 12 Eylül öncesi haliyle daha fazla yol alamayacağına inanıyordu. 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde tıpkı 27 Mayıs Darbesi’nde olduğu gibi Ahmet Baysal ve eşi Solmaz Hanım Göztepe’deki evlerinde sevinç içindeydi. “27 Mayıs Darbesi’ni de 12 Eylül Darbesi’ni de yakından yaşamış bir aileyiz. Askeri darbeyi İstanbul’da eşimle kucaklaşarak sevinçle karşıladık. Ben açıklıkla söylüyorum, o gün herkes sevinçle karşıladı. Bugün muhalif olanlar var, ama biz İstanbul’un göbeğinde olanları yaşadık. 80 öncesi devirde, gençler sağ sol diye ayrılmışlar, birbirlerini öldürüyorlardı. 1960 öncesi de Demokrat Parti’nin davranışlarına kızıyorduk. Benim bildiğim kadarıyla o zaman da olaylar oluyordu.” Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Mehmet Yazar’a ve Cumhurbaşkanı Korutürk’e gönderdiği yazının bir örneğini bu kez de darbenin lideri Kenan Evren’e göndermeye karar verdi. Temel amacı ülkedeki üretim kayıplarını ortadan kaldıracak adımların atılması ve enflasyonu tetikleyen fiyat artışlarının sona erdirilmesiydi. Bu nedenle Evren ve arkadaşlarına ekonomideki kısır döngüyü anlatan bir yazı kaleme aldı. 2 Ekim 1980’de kaleme alınan yazıda şu ifadeler dikkat çekiyordu: 124


“… Bizim gibi gelişmekte olan ve büyük bir nüfus patlaması ile karşı karşıya olan ülkelerde, eğer serbest piyasa ekonomisi kurallarının, sosyal patlamalara neden olmadan başarıya ulaşması beklenecek ise ekonomiye uygulamaları ile büyük çapta yön veren özel teşebbüs kesiminin, memleket ve milletin asgari menfaatleri çizgisinde kendi kendilerini disipline etmeleri (otokontrol) şarttır ve zorunludur. Serbest piyasa ekonomisinin tüm diğer kurallarını sağlamış olsanız dahi, bunu sağlayamaz iseniz başarı imkânsız olacaktır. Sizden ricam, Sayın Devlet Başkanım, onlarla beni bir arada beraber dinlemenizdir. Konuyu bizzat huzurunuzda tartışmayı, memleket ve millet yararına yapılabileceğim en faydalı hizmet ve görev addedeceğim. Kıymetli vakitlerinizi aldığım için özür diler, bu millete yaptığınız iyiliğin minnet ve şükranı içinde saygılarımı arz ederim.” Yazdığı mektuplara bir türlü karşılık alamayan Ahmet Baysal, Ev­ ren’e yazdığı mektubun muhatabına ulaşıp ulaşmadığından emin değildi. Merak içindeydi. 11 Şubat’ta, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan arayan üst rütbeli bir asker kendisine Selimiye Kışlası’nda randevu verildiğini bildirdi. Sevinç içindeydi. İlk kez derdini devletin en tepesindeki isme, doğrudan anlatabilecekti. Fakat askerler enflasyonla mücadele ve üretimi koruma konusunda ne kadar bilinçliydi, ondan emin değildi. Büyük umutlarla hazırlandı. Tüm dokümanları tasnif etti ve bir dosyaya koydu. Kendi kullandığı makam arabası ile Selimiye Kışlası’nın yolunu tuttu. Randevu talebinin kabul edilmiş olması sebebiyle sevinçli, iyi bir sunum yapıp yapamayacağı konusunda tedirgindi. Odalar Birliği yönetiminden bazı kişilerin de orada bulunacağını düşünüyordu. İlk olarak sivil kıyafetli kimsenin orada bulunmadığını fark etti. Devlet Başkanı Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi üyelerine sunum yapacağı zannına kapılmıştı. Ama bu işte bir tuhaflık vardı. Askerler kendisine yol gösterdi. Kapı açıldığında karşısında 5-6 generali gördü. Kenan Evren yoktu, Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden de kimse yoktu. ‘Bunda da bir hayır vardır’ diyerek görüşlerini generallere anlatmaya koyuldu. Hepsi ‘kuzu gibi’ dinliyordu. Not bile tutup tutmadıklarından emin değildi. Belki bir subay söylediklerimi kayda geçiriyordur diye etrafa baktı. Neyse ki o vardı. Sunumunu tamamladıktan sonra generaller Ahmet Baysal’a tek bir soru bile sormadı. Ya çok zeki adamlardı ya da Ankara’dan aldıkları sıradan bir emri yerine getirircesine görev yapmışlardı. Anlam veremedi, askeri yönetimin ülkedeki enflasyonu düşürebileceğine dair ümitleri de böylece kırılmış oluyordu. Askeri darbe ile son bulan işçi grevlerinin ardından 1983 yılında Türk Parasının Değerini Koruma Kanunu kaldırılmış, piyasa yabancı mallarla dolmaya başlamıştı. Döküm sektöründe ise demir döküm boru 125


aksamlarının yerini plastik aksamlar almaya başlamıştı. Askeri yönetim hala iş başındaydı, ancak ülke yönetiminin yeniden sivillere bırakılması için seçim tarihi ilan edilmişti. İş dünyasının önde gelen isimlerinin askeri yönetimle kurdukları ilişkiler sonucu, kendi çıkarlarına uygun bazı yasal düzenlemeler yaptırdıklarını da biliyordu Baysal. MESS Başkanlığı döneminde Özal ile yıldızı barışmayan Ahmet Baysal, Özal’ın 1983 yılında tek başına iktidara gelmesinden sonra da ilişkilerini devam ettirdi. O’nu Cumhurbaşkanı olarak 1998 yılında Vakfın Bolu’da yaptırdığı iki eserin açılışına davet etti. Mimar İzzet Baysal Teknik Lisesi’ni ve İzzet Baysal Çıraklık Eğitim Merkezi’nin açılışlarını Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Vakıf Başkanı İzzet Baysal birlikte yaptılar. Özal’ın konuşması İzzet Baysal’a övgü doluydu ve Ahmet Baysal gibi bir yeğeni olduğu için de kendilerini tebrik etti. Gün boyu beraber oldukları o iki açılış sürecinde ne Özal ne Ahmet Baysal eski MESS günlerinden bahsetmediler.

İzzet Baysal Özal’la açılışta...

Birgün Baysal, her sabah olduğu gibi tüm gazeteleri önüne koydu ve tek tek okumaya başladı. Gazetelerin tamamında İşadamı Vehbi Koç’un demeçleri vardı. Koç, ‘Bundan sonra artık kaliteli üretebilen ve maliyetini düşürebilenler yaşayacaktır’ diyordu. 1978’dek büyük grev esnasında Beyoğlu’ndaki ofisine ziyaret ettiği Vehbi Koç, işten elini eteğini çektiğini, tüm işleri oğlu Rahmi Koç’a bıraktığını söylememiş miydi? Fena halde sinirlendi. Hemen Hürriyet gazetesine görüşünü yazdı. Hiç ummuyordu ama gazete Onun bu cevabını ‘‘Bir sanayici konuşuyor’’ köşesi altında makale yaptı. 126


15 Eylül 1982 tarili Hürriyet Gazetesi’nde yer alan yazısının başlığı ‘‘İyi ve ucuz üretmek’’ idi ve şöyle diyordu: “Neden bundan önce değil de bundan sonra, iyi ve ucuz üretmek! Bu, ticaret ve sanayinin, yatırım ve teşebbüsün alfabesi değil miydi? Bu kuralı şimdi bize hatırlatanlar kimlerdir, vaktiyle unutturanlar kimlerdir? Kötü örneklerimizi biz kimlerin davranış ve tutumlarından aldık? Bu şimdi söyledikleri vazgeçilmez kuralı, o rekabetsiz ortamda bize ihtar etme sorumlulukları mı yoktu, yoksa yetkiden mi mahrumdular? Serbest rekabet ortamına kavuşulduğu bu dönemde bu vazgeçilmez kuralı hatırlatanlar, vaktiyle o kuralı bilmez görünerek bize kötü örnek olanlar değil midir?” Birkaç yıl sonra ise iş dünyasının bir başka güçlü devi ile polemiğe tutuştu Ahmet Baysal. O sırada, Sakıp Sabancı kendi kaleminden Hürriyet Gazetesine bir makale kaleme almıştı. ‘Ücret pazarlığı mı? Koyun pazarlığı mı?’ dizi yazısını okur okumaz Gazeteci Hasan Pulur’u aradı, kendisine bir mektup göndereceğini ve mümkünse bu mektuba köşesinde yer vermesini istedi. Hasan Pulur’un köşesinde yer alan, Baysal’ın mektubunda şunlar kaydediliyordu: “Toplu sözleşme düzeni elbette bir koyun pazarlığı değildir ve olmamalıdır. Taraflardan birisi pazarlığı böyle görüyor diye, diğer tarafın buna uyması şart mıdır? Bu düzen tarafların hür iradelerine dayanır. Koyun pazarlığını kabul etmezseniz elini uzatmazsın, zorlayan kim? Acaba Sayın Sabancı’nın boğazını mı sıkıp almışlardır? İki ay önce lastik işkolunda imzalanan toplu sözleşme görüşmelerinde en büyük yetki Sabancı’daydı. O zaman verdiklerinden, şimdi neden yakınıyor? İşçilik payı yüksek diğer işyerlerinin işçileri, bu emsallere bakarak ücret artışı bekleyecekler mi? O zaman bu işletmelerin akibeti daha feci olmayacak mı?” Haklı ve doğru sorular karşısında zor durumda kalan Sabancı, Ahmet Baysal’a cevabını yine Hasan Pulur aracılığı ile verdi. 4-5 sayfayı bulan cevabının bir kopyasını da Ahmet Baysal’a gönderdi. Sabancı özetle lastik iş kolundaki yüzde 400’lere varan ücret artışını ülkenin yüksek menfaatleri için kabul ettiğini söylüyordu. Yüzde 400’lere varan zammın lastik sektöründe anlamı olabilirdi, ama İzsal gibi işçilik payı yüksek işletmelerin yok oluşu demekti. Baysal polemiği devam ettirmedi, yıllık yüzde 400’ler nasıl ülke menfaatine olabilirdi ki?

127


2.7-İZSAL’IN KAZANCININ ARTTIĞI YILLAR 2,5 yıl süren Türkiye’nin en uzun grevinden büyük yaralar alarak çıkan İZSAL, 12 Eylül Darbesiyle birlikte toparlandı. Bu uzun grevin ana nedeni gösterilen prim sistemine dayalı üretime de devam etti. Ancak, bunalımlı yıllardaki kısır tartışmalar İzzet Baysal’ın şevkini de hevesini de çok kırmıştı. İşten elini ayağını tamamen çekerek, Sarıyer’de kanarya ve orkide yetiştirmeye başladı. Eşini kaybettikten sonra hayata biraz küsmüştü zaten. İzzet Baysal’ın artık hiçbir şeyle ilgilenmemesi üzerine, fabrika ile ilgili tüm kararlar Ahmet Baysal’a kalmıştı. Amcası kendisine danışılmasını bile istemiyordu. Fabrikanın tüm sorumluluğunun omuzlarına yüklenmesi üzerine Ahmet Baysal, hızlı bir toparlanma süreci başlattı. 1980 yılına kıyaslandığında üretim iki katına çıkmıştı. Rekabetçi piyasa koşullarına kısa sürede adapte olan İzsal, gerektiğinde fiyat indirimleri yaparak, piyasadaki eski gücüne kısa sürede kavuştu. Yeni piyasa koşullarına adaptasyon ve dünyada olup bitenleri yakından takip etmek için Almanya’ya sayısız seyahat yaptı Ahmet Baysal. Köşesine çekilip, kanarya yetiştirmeye başlayan İzzet Baysal ise kendisine düşen kar paylarını almayı reddederken, bu paraların fabrikanın yenilenmesi için harcanmasına izin verdi. Bu çok önemli bir fırsattı. Ahmet Baysal da bu fırsatı iyi değerlendirerek, fabrikaya yeni makinalar satın aldı. Amcasının içine kapanışı karşısında, onu hayatın içine biraz daha çekebilmek için iki Almanya seyahatine O’nu da birlikte götürdü. Örneğin, Almanya’da Düsseldorf Fuarı’na birlikte gittiler. Ama döküm makinaları artık ilgisini çekmiyordu İzzet Baysal’ın, kanaryalar ve orkidelere merak salmıştı bir kere. Ve birinde Almanya’dan kucaklarında iki gül fidanı ile döndüler. İzzet Baysal onları Sarıyer’deki bahçesine dikti. İki gül fidanına Regine ve Stephanie adını verdi. Bu isimler gülfidanlarını kendisine armağan eden Alman işadamının çocuklarının isimleriydi. Ahmet Baysal, yaptığı çalışmaların ve yatırımların semeresini alacak, fabrika 1994 yılına kadar kazancını artırarak devam edecekti. Fakat o sene daha önce anlatıldığı gibi fabrika el değiştirecekti. Yine bugün hala devam eden hayırların kaynağı da fabrika olacaktı. Ahmet Baysal, fabrikanın yaşamsal önemini, “İzzet Baysal Vakfı, İzsal Döküm Fabrikası’nda doğmuştur” sözüyle özetleyecekti.

128


2.8-GREV ZAMANINDA DA BOŞ DURMADI: ADSAŞ DENEYİMİ Bu uzun grev döneminde (Kasım 1974-Şubat 1976) Ahmet Baysal, başka arayışlara da girişmişti. OYAK’la ortak döküm fabrikası kurulması projesi bunların başında geliyordu. Ancak askerlerle yakın çalışma fırsatı bulduğu bu döneme ilişkin Ahmet Baysal’ın hatıraları pek de hoş değildi: ‘’OYAK tarafından daha önceleri ADSAŞ Döküm Sanayi adı altında 200 milyon lira sermayeli bir şirket kurulmuştu. Yüzde 80’i OYAK’ın, yüzde 20’si de Devlet Sanayi Yatırım Bankası’nındı… Gayeleri Adapazarı’nın Kaynarca ilçesinde aldıkları 340 dönümlük bir arsa üzerinde, Renault motor blokları ve Inter traktör parçalarının dökümüne yönelik, 20 bin ton/yıl kapasiteli bir döküm fabrikası kurmaktı. Şirket kuruluş çalışmaları tamamlanmış, hatta bu konuda İsviçreli BBC (Brown Bovery) firmasının hazırladığı komple bir proje üzerinde, ön görüşmelerde 25 milyon 750 bin İsviçre Franklık bir değerde mutabık kalmışlardı. Hatta BBC gerekli krediyi de Bank Union De Suisse’den temin edebileceğini söylüyordu. Ne var ki, ortaklıkta dökümden anlayan bir girişimci yoktu. Bu nedenle ülkede bu konuda tecrübesi olan bize, yani İzsal Döküm Sanayii A.Ş’ne teklif ettiler. Beni Kabataş set üstündeki ADSAŞ merkezine çağırdılar. Yönetim kurulu başkanları, İktisat Profesörü Ahmet Türk’le ilk defa o zaman tanıştım. Bana ADSAŞ hakkında yukarıda değindiğim bilgileri verdi ve OYAK’ın yüzde 20 hissesini, kuruluştaki değeri ile memnuniyetle devredeceklerini teklif etti. Konuyu amcama götürdüm. ‘Eğer uğraşabileceksen gir’ dedi. İkinci görüşmede ‘Bir tek şartla ortak olabiliriz’ dedim. ‘Teknik konularda tüm kararlara, İzsal olarak tek yetkili biz karar verirsek, kabul ederiz’ dedim. Kabul ettiler ve bu konuda yönetim kurulu kararı aldılar; biz de OYAK hisselerinden yüzde 20’sini 40 milyon lira ile satın aldık. Ön anlaşma yapılmıştı, bu projenin nihai anlaşmasına yapmak üzere ADSAŞ heyeti ile Zürih’e uçtuk. Heyette ADSAŞ başkanı Ahmet Türk, OYAK’ın temsilen ismini vermek istemediğim bir hava generali, Sanayi Yatırım Bankası’nı temsilen isimlerini hatırlayamadığım iki kişi, ADSAŞ’ın genel müdürü ve iki yardımcısı, bir de ADSAŞ’a Metalurji Mühendisi olarak girmiş, halen görüştüğüm, genç Murat Sezer ve İzsal’ı temsilen ben vardım. Ne var ki hareketten bir gün önce BBC’nin Türkiye Temsilcisi Yusuf Subaşı’dan hiç beklemediğim bir telefon aldım: ‘Ahmet Bey, sadece siz bilin; İsviçre’den özel bir telefon geldi; orada size özel bir tenzilat yapacaklar’ dedi. Milyonlarca İsviçre Franklık bir yatırımdan bahsediyoruz. ‘Bunu bana neden söylüyorsunuz, neticede orada pazarlığı yapılacak’ dediğimde, ‘Bunun pazarlığı yapıldı, usulen gidiyorsunuz, yazışmalarda var…’ dedi mümessil.. ‘Hayır; bu olmaz, benim teknik konularda, tesisteki makinaların 129


doğru mu, yanlış mı olmadığını söylemediğim bir konuda sözleşme yapılamaz’ dedim. Zaten kendisi İzsal’ı temsilen benim tek yetkili olduğunu biliyor. Anladım ki, bana öngörülen fiyatı kabul ettiğim takdirde, orada rakamı belli olmayan bir rüşvet verileceğini ima ediyor! Hareketten önce ben bunu öğrendim ya, gayet mutluyum. Bizi Zürih’te karşıladılar. Mükellef bir otele yerleştirdiler. Ertesi gün de birkaç araba ile arka arkaya görüşmelerin yapılacağı merkezlerine gittik. İlk oturumda, sanki her şeyde anlaşmışız gibi, ‘Fiyat zaten ön anlaşma ile belli, 25 milyon 750 bin İsviçre Frangı, bunu zapta geçirelim’ dediler. İtiraz ettim, ön anlaşmada zararımıza gördüğüm iki maddenin fiyattan önce görüşülmesini istedim. Biri, tekliflerinin FOB teslimi idi, yani tesisin nakliyesini ADSAŞ üstleniyordu; ben CIF olmasında, İstanbul’da vapur üstünde tesliminde ısrar ettim. İkincisi, ilk taksitin hemen ödenmesini istiyorlardı; oysa teknik konularda, projede öngörülen makinaları bile gezip tanımamıştım. Her iki konuda da ADSAŞ Başkanı Sayın Ahmet Türk de görüşümü destekledi. CIF teslimatı o toplantıda kabul ettiler ve dört-beş gün süre ile verecekleri teknik uzmanla benim ve Murat Sezer’in önerilen proje unsurlarını yerinde çalışır vaziyette görüp, incelemememiz için görüşmeyi ertelediler. O dört beş gün içinde İsviçre’nin muhtelif fabrikalarını gezerek, önerilen ekipmanları gördük ve beğendik. Çoğunun benim ilk defa gördüğüm, hiçbir fikrim olmayan makinalar olduğunu samimiyetle söyleyebilirim. Fiyat konusunun konuşulduğu son toplantıda, bizim ortaklığımızdan önce öngörülen fiyatı zikrettiler: CIF teslim olmak şartı ile 25 milyon 750 bin İsviçre Frangı… Bizim heyetten ses yok! Ben atıldım: ‘Bu pahalı bir bedel’ dedim. Onlar, ön anlaşmada kabul edilen bedel diye ısrar edince, ben, mümessilleri Yusuf Bey de orada, ‘Sayın mümessiliniz burada; buraya hareketimizden bir gün önce bana telefon ederek bize özel bir tenzilat yapılacağı müjdesini verdi, ben bu tenzilatınızı bilmek istiyorum’ dedim. Birden kıpkırmızı oldular ve müsaade isteyerek Yusuf Bey’i de alarak dışarı çıktılar. Bizimkiler hayretle benim yüzüme bakıyorlardı. Onlara gülerek, ‘Bekleyin, göreceksiniz!’ dedim. On dakika kadar sonra tekrar içeriye girdiklerinde başkanları utangaç bir ifade ile ‘Mümessilimizin yetkisi olmadan böyle bir bilgi verdiğini bilmiyorduk, fakat temsilcimizdir, verdiği sözün arkasındayız; fiyatı 25 milyon 500 bin franga indiriyoruz’ dediler. Ahmet Türk, memnun, teşekkür edercesine bana bakıyordu. Ben aksine sert bir ifade ile ‘Bu kadar yüksek bir sipariş için yüzde1’i bile bulmayan bu tenzilat az, kabul edemeyiz!’ dedim. Sertleştiler. Uzun boylu konuşmalarla başka indirim yapamayacaklarını anlatıyorlardı. Ben susmuş bekliyordum. Benimkiler ‘kabul et’ gibisinden bana bakıyorlardı. BBC neticeden o kadar emindi ki ertesi güne uçak biletlerimizi bile aldırmıştı. Atılarak karar vermesinden korktuğum için -hakkıydı, heyetimizin yetkilisi idi-, Sayın Ahmet Türk’e ‘Korkma, bekle…’ 130


anlamında kaçak bir göz işareti yaptım. Beklemedikleri 250 binlik tenzilat bizimkilere güven vermişti. Neticede o uzun konuşmalardan sonra beni ikna edemediklerini görünce, başkanları kesin ve sert bir ifade ile ayağa kalktı: ‘Üzgünüm beyler, bu iş burada biter!’ dedi. Doğrusu, beklemiyordum. Hep beraber ayağa kalkıp çıktılar. Biz öylece kala kaldık. Bizimkiler ‘Ne yaptın!’ gibi dercesine üzgün bana bakıyorlardı. Ben hem üzgün hem de şaşkındım! Zira hakikaten bu kadar mühim bir anlaşmayı biraz daha tenzilat yaparak kaybetmelerine ihtimal vermiyordum. Otelimize dönüşümüzü general ve Ahmet Türk’ün arabasıyla yaptık. İkisi de haklı olarak, o günün şartlarında bu kadar büyük bir meblağın kredi ödemesini bile sağlanmış bir anlaşmayı akim bıraktığım için, dışa vurmasalar da, beni suçluyorlardı. Benim sessizliğimi gören General; ‘Biletlerimiz alındı, yarın sabah dönüyoruz, Ahmet Bey!’ diye sitemini açığa vurmadan edemedi. O gece henüz yatmıştım ki resepsiyondan lobiye çağrıldım; mümessil Yusuf Subaşı gelmişti. Ümide kapıldım, hemen indim. Fakat o beklediğim neticeyi vermek yerine, ağlamaklı, hem de hüngür hüngür, kabahatin kendisinde olduğunu, İstanbul’da bana telefon etmiş olmakla büyük hata yaptığını, bu nedenle BBC nezdinde itibarını kaybettiğini anlatıyor ve neticede BBC Başkanını arayarak 25 milyon 500 bin frangı kabul ettiğimi bildirmemi istiyordu. Doğruydu, bana telefon etmemiş olsaydı, öncesini bilmediğim bu kadar teferruatlı tesisin değerini ben nasıl tespit edebilir ve pazarlığa cesaret edebilirdim? Ama dediğini de karakterim icabı yapamazdım; ağlayarak ayrıldı. Ertesi sabah, suratlar gergin, bizim heyet otelde kahvaltı yapıyoruz. Öğleye doğru vasıta gönderecekler, havaalanına gideceğiz. Ahmet Türk telefona çağrılıyor. Döndüğünde yüzü öyle gülüyor ki mühim bir şeyler olduğunu anlıyoruz; Brown Bovery aramış, uçağımızı yarına ertelemişler ve aynı akşam kaldığımız otelin bir salonunda bizimle son bir görüşme yapmak istiyorlar. Hepimiz anlıyoruz ki fiyatta indirim yapacaklar! Asık suratlar, gülüşe dönmüş durumda. İndirim ama ne kadar? General bana geliyor; ‘Ahmet Bey pazarlığı sen yap!’ ‘Hayır, diyorum, ben pazarlığı yeterince yaptım; bundan sonraki başarı size veya başkanımız Ahmet Türk’e düşüyor’ Gene de bana, her ikisi de ‘ne kadar tenzilat isteyelim’ diye soruyorlar. ‘Ne kadar indirebilirseniz kar’ diye cevaplıyorum. ’Fakat bırakın, tenzilatı ilk onların telaffuz etmesini bekleyin; zira bu kadar yüksek değerli bir 131


iş için karşımıza önemsiz bir rakamla gelemezler. Ve bana göre de telaffuz ettikleri rakam üzerinde artık pazarlık olmaz.’ Dediğim gibi oluyor; belirlenen saatte otelin geniş bir toplantı salonunda karşılıklı oturuyoruz. Özür dilemelerden, hatır sormalardan sonra konu tenzilata geliyor. Beklediğim gibi onlar ısrarla bizim ne kadar beklediğimizi soruyorlar. Ahmet Türk de ısrarla bu sizin takdirinizde, sizden bekliyoruz, diyor. Neticede 500 bin frank daha indirimle iş o gece 25 milyon frankla bağlanıyor. Her iki taraf da mutlu. Toplantıdan sonra otelin mükellef restoranında bize içkili bir veda ziyafeti hazırlanmış. Her birimize de kutular içinde hatıra mahiyetinde birer hediye sunuyorlar. Kimse kendininkini orada açmadı. Ben açıyorum ve herkese göstererek teşekkür ediyorum; güzel bir İsviçre saati. Uzun yıllar kullanmışımdır. ADSAŞ maceramı burada bitirmek isterdim. Fakat o gece yemekte, o muazzam salon ve kalabalık arasında bizim heyet, Türkler olarak unutamayacağımız bir utanç yaşadık. Onu anlatmadan edemem. Yemeğin sonlarına doğru siyahlar içinde güzel bir kadın, hıçkırıklar içinde bizim generalin yanına geldi. Bağırarak ona Almanca bir şeyler söylemeye başladı. Bizim ki o gece nedense resmi üniforması içinde, apoletli. Kıpkırmızı olmuş kadını ikna etmeye çalışıyor, fakat kadın bir türlü ayrılmıyordu. Etrafımızdaki tüm masalar bize dönmüştü. Neticede garsonlar gelip kadını kollarından tutarak uzaklaştırdılar. Sonradan bizim heyetten Almanca bilenlerden öğrendiğime göre, on gün kadar kaldığımız sürece general kadınla birlikte olmuş; kadın ‘Beni bırakamazsın’ diye ağlıyormuş. ADSAŞ için o geziden çok iyi bir anlaşma ile geri döndük. Adapazarı Kaynarca’da fabrikanın idare binaları yapıldı. Temelinin atılma töreninde ben de bulundum. Fakat sonra iş yürümedi. Vaat edilen kredi anlaşması sağlanamayınca Brown Bovery şikâyet etmeye başladı. Ve iş bir süre askıda kaldı. Gün geldi, amcam da haklı olarak, ‘Biz oraya onca para yatırdık, nerede bunun neticesi?’ diye bana sormaya başladı. Neticede bu ortaklığın yürümeyeceğini gördüm ve Ankara’ya yönetim kurulu başkanı Ahmet Türk’e gittim. ‘Hisselerimizi aldığımız fiyattan geri alın’ dedim. ‘Olur, mu öyle şey?’ dedi. Gerçekte de olmazdı. Ama İstanbul’a dönünce ona bir mektup yazdım. İsviçre’de olanları hatırlatan bir mektup. ‘Eğer hisselerimizi geri almaz iseniz ben de bunları kamuoyuna duyururum’ dedim. Ne yapacaklarını şaşırdılar. İki yıl gecikmeli de olsa paramızı kurtarabildik.” Ahmet Baysal’ın ADSAŞ macerası ibretlik olayları bünyesinde barındırıyor. OYAK’ın ADSAŞ dökümcülük girişimi neticede fiyasko ile sonuçlandı. Kaynarca’daki alt yapı bir süre sonra Danimarkalı bir firma ile ortak ENTAŞ Şirketi ismiyle, 12 milyon adet etlik piliç üretim tesisine dönüştü132


rüldü. Lades Markası ile de sofralara ulaştı. Ancak bir süre sonra rekabet koşullarında ayakta kalamayan fabrikaya Kalkınma Bankası alacaklarına karşılık el koydu. Banka daha sonra araziyi Mudurnu Tavukçuluğa sattı.

133



BÖLÜM 3 SONUÇ

135



3.1-BİR ŞEHRE ADANMIŞ İKİ HAYAT Ahmet Baysal da tıpkı amcası gibi kendini Bolu’ya adamış. Hiçbir kente nasip olmayacak bir adama bu. Üniversite binaları, liseler, ilköğretim okulları, hastane, huzurevi, araştırma merkezleri, kreşler derken, 2015 yılı itibariyle Bolu’ya toplam 135 adet eser kazandırılmıştı. Hayırların tamamını devletine ve milletine armağan eden Vakfın yaptırdığı eserlerin değeri 410 milyon lirayı buluyordu. Böylesine büyük ve ulvi bir amaca hizmet eden vakfın Türkiye’de başka bir örneği de yoktu. 1987-2015 yılları arasında İzzet Baysal Vakfı Bolu’ya, 50 adet ilk ve orta öğretim okulu, 54 adet sağlık ve sosyal hizmet tesisi ve 31 adet üniversite tesisi kazandırdı .

Mehmet Baysal ve evlatları gibi diğer aile bireylerinin Bolu’ya kazandırdıkları bu rakama dahil bile değil. İzzet Baysal Vakfı’nın Bolu’ya kazandığı üniversite ise vakfın en büyük eseri. Üniversiteye Vakfın aktardığı kaynak 244.3 milyon TL olarak hesaplanıyor. Onca hayır işi boyunca, bir tek Bolu Belediyesi’nden büyük destek gördü Vakıf. Ahmet Baysal bunu da şu sözlere ortaya koyuyordu: “Bürokrasi yüzünden geciken çok sayıda iş vardı. Ancak şunu takdirle söylemek lazımdır ki bunların içinde imzasına sadık kalan bir tek Bolu Belediyesi olmuştur. Bolu Belediyesi her dönemde vakfa olan desteğini, protokolde yazılı olsun olmasın, fazlası ile yerine getirmiştir.” İzzet Baysal adına Bolu’da her yıl geleneksel hale getirilen İzzet Baysal’a Şükran Günleri, artık bir festival havasında ve gururla kutlanıyor. Tüm varlıklarını Bolu’ya adayan İzzet Baysal ve yeğeni Ahmet 137


Üniversiteden bir görünüş

Baysal’ın bu büyük fedakârlığının altında ne yatıyor acaba? Hangi psikoloji ile insan bütün benliğini ve varlığını doğduğu şehre armağan eder? Ahmet Baysal bir seferinde bu soruya şu yanıtı vermişti: “Bu sorunun cevabını herhalde kimse bilemez. Ama ipuçları var: Rahmetlinin ‘Anneme çok şey gösterebildim, ama bana her şeyini veren babama hiçbir şey gösteremedim’ dediğini birkaç kere duymuşluğum vardır. Kendisi talebeyken, babası Bolu’da hastaydı. Derslerinden geri kalmasın diye hastalığını bile duyurmadılar. Mart ayında vefat eden babasının haberini nice sonra tatile geldiğinde alacaktır. Kendisini yetiştiren, okutan, her şeyini veren, tahsilini bile bin bir zahmetle yaptıran o babaya bir şey gösterememenin ezikliğini, zaman zaman tekrarladığı o cümlede hissederdim. Babasının bu hayırlardan öbür dünyada haberdar olacağına inancı vardı. Bu nedenle ben yapılanlara, olsa olsa, ana baba toprağı Bolu’suna vefasıdır, demekle yetiniyorum.” Her babaya ve her oğula nasip olmayacak bir fedakârlık örneği ortaya koyan İzzet Baysal ve ondan devraldığı bayrağı taşıyan yeğeni Ahmet Baysal’ın hikâyeleri eşine az rastlanır cinsten. Ahmet Baysal ve ablası Mebrure’ye babaları Mehmet Baysal’dan 70’ten fazla kiracısı olan mülk kalmıştı. Kendi kazandıklarını da ekleyince amcası İzzet Baysal kadar olmasa da onlar da ciddi bir mirasın sahibiydi. Onlara yakışan da amcasının yolunda gitmekti. Önce ablası Mebrure’ye verdiği kararı açıkladı: “Abla, benim çoluk çocuğum yok. Bu kadar kiracı ile uğraşacak halim de kalmadı. Birikimlerimi amcam gibi hayır işlerine adamaya karar verdim” dedi. Ablası da ondan eksik kalır gibi 138


görünmüyordu: “Bizim de yok. Biz de eşimle senin yolundan geleceğiz” demekle yetindi. Babalarından kalan tüm ortak malları iki sene içinde satıp bankaya yatırdılar. Elde ettikleri faiz gelirleriyle vakıf gibi Bolu’ya hizmet etmeyi planlıyorlardu. Eşi Solmaz Hanım da hayat arkadaşının aldığı karardan çok memnun olmuştu. Tüm birikimlerini satarak hayır işlerine giriştiler. İki kardeş ve eşleri Bolu’ya 30’a yakın hayır eser kazandırmış oldu. Abla kardeş hayatları boyunca birbirlerinin yolunda gitmişti her zaman. Oturdukları semti bile farklı seçmiyorlardı. Ahmet Baysal, ikinci olarak Bolu’ya 18 derslikli bir okul yaptırdı. (Behiye Baysal Ortaöğretim Okulu) Onlar da hayır işlerinin hazzını almaya başlamıştı.

Behiye Baysal Ticaret Lisesi

Ablası Mebrure Hanım’la birlikte yaptığı şahsi hayırların nereden kaynaklandığını şöyle anlatıyor. “Babam amcam gibi değildi, amcam üretime yatırırken, babam mülke yatırmıştır. Bugün ablam ve ben Bolu’ya bu kadar yatırım yapabiliyorsak, babam sayesindedir. Annem 1970 yılında vefat etti. Babam 1985’te vefat ettiği zaman ablam ve bana bizim hiç hayalimizde olmayan bir zenginlik bıraktı. Hayırları bu vesile ile devam ettiriyoruz. Geçen yıl Emine Anaokulu, bu sene hanımın annesi öğretmen Kadriye Anaokulu açılacak, bunları hep kendimiz yaptırıyoruz. Vakfın hesabına girmiyor. Amcamın sözünü içtihat kabul ediyoruz, o sözün altında ayrı bir mana var. Başka birisi de bağış yapabilirdi. Biz büyük bağışlar almıyoruz. Yani amcamın sözünün altında şu var. Vakfa büyük bir hayır yapar birisi. Gelen kazanç helal mi 139


değil mi? Onun için herkes kendi hayrını yapsın. Onun için ‘benim hayrımı benim varlığımın gelirleri ile yapın’ demiştir. Onu yapıyoruz biz şimdi. Ona mukabil hiç ummadığımız yerlerden bağış geliyor. Bunları alıyoruz tabi. Ama bunlar çok büyük değil, 5 bin-10 bin TL gibi. Bu da Boluluların bize güveninden doğuyor.’’

Emine-Mehmet Baysal Eğitilebilir Çocuklar Okulu

Mebrure ve eşi İlhan Bağışgil de 1995 yılında Bolu’ya ‘Emine ve Mehmet Baysal Eğitilebilir Çocuklar Okulu’nu tek başlarına kazandırdı. 1997 yılında bir de Uygulama Okulu yaptırdılar. 1999’da İzzet Baysal Endüstri Meslek Lisesi’ne iki derslikli bir prefabrik okul daha hediye ettiler. 2009’da kalıcı konutlar bölgesinde Mebrure ve İlhan Bağışgil 1’inci Anaokulunu, 2011’de ikincisini kazandırdılar. Aynı yıl Emine ve Mehmet Baysal Lisesi’nin Spor Salonu’nu da yaptırmak onlara nasip olacaktı.

Mebrure ve İlhan Bağışgil tarafından yatrılına spor salonu 140


Ahmet Baysal ilk olarak babası adına Bolu’ya Seyit Köyü Mehmet Baysal İlkokulu’nu kazandırdı. Sadece kendi yaptıkları yardımlarla yetinmeyip, Bolulu ünlü işadamlarını da Bolu’ya hizmete teşvik etti. 30’e yakın eseri Bolu halkının hizmetine sunan Ahmet Baysal, amcası İzzet Baysal’ın önüne geçmemeye ise büyük özen gösterdi. İzzet Baysal Vakfı’nın artık ilelebet yaşayacağına inanıyor Ahmet Baysal. Çünkü kendi iç denetim sistemi olan vakıfta kendisini bile maaş almaksızın çalışıyor. Vakfın gelirleri ile ilgili de şu bilgiyi veriyor: “Vakfın varlığı şu anda rayiç değerlerle 120 milyon TL civarında. Gerçek değer ise zannediyorum, 500 milyon TL’yi bulur. Mevduatlarımız 30 milyon civarında, gerisi gayrimenkuldür. 2015 yılı hesaplarımıza göre Bolu’ya 410 milyon TL hayır yapılmış durumda. Vakıf İzzet Baysal ismini yaşatmak üzere kurulmuş. Yeni yaptığımız yerlere aileden birinin ya da İzzet Baysal’ın ismini veriyoruz. Vakfın bu yılki gelirleri 6 milyon küsurdur. Yapacağınız hayır bu yıl bunun yüzde 70’idir. Gerisi varlığa ilave edilecektir. Ne yapacağımızı iki, üç yıl önceden planlıyoruz. Gelecek yılın programı belli yani. 3 yıl önce istenen bir okula ancak bu yıl başlayabildik. 32 derslikli İzzet Baysal Ortaokulu Kapalı Spor Salonu ile birlikte, Kasım 2015’de temeli atıldı. 4 tane de açılışımız var bu yıl, biri Seben İzzet Baysal Öğrenci Yurdu. Diğeri 50. Yıl İzzet Baysal Ortaokuluna ek ilkokul ve Refikaana Anaokulu, biri de ablamın yaptığı Mehmet Baysal Spor Salonu ve bizim yaptırdığımız Kadriyeana Anaokulu var.”

Seyit Köyü Mehmet Baysal İlkokulu

141


3.2-BOLU BELEDİYESİ BAĞRINA BASTI İzzet Baysal’ın ardından kendisini Bolu’ya adayan Ahmet Baysal’ın bu tavrına Bolu Belediyesi de kayıtsız kalmadı. Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz, Belediye Meclisi’nden aldığı kararla, Ahmet Baysal’a Bolu’da bir ebedi istirahatgâh hazırlama kararı aldırdı. Belediye Meclisi’nin kararını da bir mektupla Ahmet Baysal’a iletti. Ancak Ahmet Baysal bu teklifi nazik bir ifade ile reddederek, İstanbul Feriköy’deki babası Mehmet Baysal ve annesi Emine Baysal’ın yanına defnedilmeyi arzu ettiğini bildirdi. Ahmet Baysal, Türkiye’nin en zorlu dönemlerinde iş dünyasında büyük başarıları imza atmış bir iş adamı olarak, yapılan hayırları bir tesadüfle açıklayacak kadar da mütevazi biri: “Bugün buraya beni tesadüfler getirdi. Hayatın her anında her insan için mühim tesadüfler vardır. Ben hatta daha ileriye gidiyorum, doğuşumuz bile tesadüftür. Bütün her şey Cenabı Hakkın çizdiği bir noktada olmuştur, yani bu tesadüfleri de o getirmiştir diyelim.” Başta amcası İzzet Baysal olmak üzere, babası Mehmet Baysal’ın yaptığı hayırların gölgesinde kalmak için özel bir çaba sarfeden Ahmet Baysal, ailesinin tüm imkânlarını Bolu için seferber etme fikrini de bir kez olsun mütevazılığı bir kenara bırakarak kendi çabalarına bağlıyor: “Bugüne kadar yapılan hayırların Bolu’ya yönlendirme fikri benden çıkmıştır. Amcamı bu yönde ikna eden ben olmuşumdur. Sağlık ve eğitim önceliğimizdi, ama neden her yere yapalım? Örneğin İstanbul’a yapsak, kaybolup gidecekti. Varlığın tamamını harcarsanız devamı gelmez. Mesele hayırları varlığın gelirleriyle yapabilmektir. Bolulular da yapılan hayırların kıymetini bilmiştir. Bu vakfı tüm Bolulular benimsemişlerse, kendilerine bırakıldığını anlamışlarsa bu bize yeter. Çünkü bizlerden sonra tamamen Bolulular Vakfı yönetecektir.” Ancak onun da geriye dönüp baktığında ‘keşke’ demeye yakın bir pişmanlığı vardı artık. ‘Hayatım boyunca hiç keşkem olmadı’ diyen biri için küçük bir pişmanlık. Daha fazla hayır için, daha fazla kaynak: “Üretim, bence bugün hayırdan daha faydalıdır. Üretimi bırakmadan hayra devam edebilseydik, çok da hayırlı ve mükemmel olurdu. Ben üzgünüm, fabrika çok güzel çalışabilirdi, ama rekabet o kadar arttı ki ve teknoloji öyle gelişti ki amcamın tüm servetini oraya yatırmamız gerekirdi. Amcamla onu konuştuk ve onu ikna edebildim. Yani iki karpuzu bir koltuğa sığdıramadık. Tesadüfler Allah’tan beni hep doğru istikamete yöneltmiş diyorum artık. Bu vakfın Bolu’ya bu kadar hizmet etmesi tamamen Allah’ın takdiri. Benim bu işleri yapabilmeme vesile, amcamın karar vermesidir. Yoksa, ‘tüm servetimi Türk Eğitim Vakfı’na verdim, vasiyetimi değiştirmiyorum’ dese, ne derdim? Amcamı Bolu’ya yönelten ben oldum. Bunu artı olarak görüyorum. Amcamın fabrikasında çalışmaya başlamam bile bir 142


tesadüftü. Neticede fabrikayı mecburduk satmaya. Yoksa başka türlü zarar ederdik, amcamın da kurduğu fabrikanın zarar etmesinin üzüntüsü yaşamasını istemiyordum. Bununla yaşayamazdı.” Ahmet Baysal, ablası ve eşini ikna ettikten sonra, tüm servetini de vakfa bağışlayacak vasiyetini hazırlayarak, Darüşşafaka’da bir rezidansa yerleşti. Bu kararı nasıl aldığını şu sözlerle ortaya koyuyor Ahmet Baysal:

Ahmet Solmaz Baysal çifti

“Benim rahmetli bir mühendis arkadaşımın eşi var, 2 çocuğu Ameri­ ka’da. Beyini erken kaybetti, İstanbul’daki her yeniliği görmek ister. Ne zaman böyle bir yeri görmek istese Solmaz’ı arar ve oraya birlikte gitmemizi ister. Yakacık Darüşşafaka Rezidansını duymuş, onunla geldik, 12 yıl önce buraya. Ben görünce hayret ettim, 5 yıldızlı otel gibi süit bir daire, imkânlar güzel. Girişte bir kez seçtiğiniz daire için ödeme yapıyorsunuz, sonra ölene kadar kalabiliyorsunuz. Eşim de ben de beğenince, isterseniz iki dairem var, onu alın anlaşmayı yapalım dedim. Amcamdan aldığım maaş ile aldığım Yeşilköydeki villa ile; ki amcam yine de çok iyi ücret vermiş demek ki. Bordrolu en iyi ücreti alsanız da 45 yılda o evi alamazsınız, Zincirlikuyu’da bir dairem var onu da alabilmişim, fabrikanın kazancı ile. Onlar da kabul ettiler. Böylece buraya yerleştik.” Onlardan iki yıl sonra ablası Mebrure ve Eşi İlhan’da aynı yerde bir süit daireye yerleşeceklerdi. Ahmet Baysal eşi Solmaz Hanımla birlikte halen burada yaşamaya devam ediyor. Ahmet Baysal’ın yaşamının özeti babasının adını taşıyan Mehmet Baysal Lisesi’nin açılışındaki şu sözlerde saklıydı: “İnsan olmak var, insan olabilmek var! Allaha şükür hepimiz birer insanız. Ama insan olabilmek, kendinin ve yakınlarının ihtiyacından fazlasını kendi lüksü için değil, diğer insanların ihtiyacına harcayabilmekle mümkündür.” 143


144


EKLER EK-1 İZZET BAYSAL VAKFININ BUGÜNE KADAR YAPTIRDIĞI ESERLER EĞİTİM TESİSLERİ 1- Bolu Belediyesi Nafize Baysal Kreşi, (donanımlı) 2- İstanbul Sarıyer Belediyesi İzzet Baysal Kreşi, 3- Bolu İzzet Baysal Anaokulu, (donanımlı) 4- Bolu Alpağutbey Behiye Baysal İlkokulu (Daha sonra Bolu Alpağutbey Behiye Baysal Anadolu Mahalli İdareler Meslek Lisesi olmuş, halen Ticaret Lisesi olarak eğitim öğretimine devam ediyor) 5- Bolu Seyit Köyü Mehmet Baysal İlkokulu, (A.B) 6- Bolu Canip Baysal İlköğretim Okulu, 7- Bolu Atatürk İlköğretim Okulu, 8- Bolu İzzet Baysal 50.Yıl İlköğretim Okulu, 9- Bolu Behiye Baysal İlköğretim Okulu (A.B) 10- Bolu İzzet Baysal Çıraklık Eğitim Merkezi, 11- Bolu İzzet Baysal Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat Okulu (Bilgisayar donanımlı) 12- Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi (Donanımı ile birlikte) 13- Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi Kız ve Erkek Öğrenci Yurdu (Donanımı ile birlikte) 14- Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi Öğretmen Lojmanları (A blok 8 daire) 15- Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi Öğretmen Lojmanları (B blok 8 daire) 16- Bolu Mimar İzzet Baysal Anadolu Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesi (15.02.2002 tarih ve 315/2831 sayılı Valilik oluru ile okulun isminin başına Mimar kelimesi ilave edilmiştir.) 17- Bolu İzzet Baysal Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi 18- Bolu İzzet Baysal Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi Yurdu ve Defile Salonu 19- Dr. Tevfik Atay Sağlık Eğitim Merkezi (A.B) 20- Emine Baysal Eğitim ve Uygulama Okulu (M.B) 21- İzzet Baysal Merkez Anadolu Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesi 22- İzzet Baysal Merkez Anadolu Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesi Yemekhanesi (Şu anda okul kütüphanesi olarak hizmet veriyor.) 23- Canip Baysal Lisesi 24- Mehmet Baysal Uygulama Okulu (M.B) 145


25- Ticaret Lisesi Bilgisayar laboratuarı(2004 yılında yenilenmiştir) (A.B) 26- Çaydurt Çimento İlköğretim Okulu Bilgisayar Laboratuarı (A.B) 27- Gazipaşa İlköğretim Okulu Bilgisayar Laboratuarı (A.B) 28- Sakarya İlköğretim Okulu Bilgisayar Laboratuarı (A.B) 29- Canip Baysal Lisesi Bilgisayar Laboratuarı 30- Cumhuriyet İlköğretim Okulu Bilgisayar laboratuarı (M.B) 31- Emine ve Mehmet Baysal Uygulama Okulu Lojmanı (A.B) 32- Bolu İzzet Baysal Otelcilik Meslek Lisesi’ne 8 derslikli Prefabrik Okul 33- Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi 4 derslikli Prefabrik Okul 34- Bolu Abant İlköğretim Okulu 4 derslikli Prefabrik Okul 35- Bolu Atatürk İlköğretim Okulu 8 derslikli Prefabrik Okul (A.B) 36- Bolu Atatürk Lisesi 4 derslikli Prefabrik Okul (A.B) 37- Bolu Çaydurt İlköğretim Okulu 4 derslikli Prefabrik Okul (A.B) 38- Bolu Mimar İzzet Baysal Endüstri Meslek Lisesi 2 derslikli Prefabrik Okul (M.B) 39- Bolu Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Konser Salonu (A.B) 40- Bolu Fen Lisesi Spor Salonu (A.B) 41- Sağlık Meslek Lisesi ve Yurdu 42- Canip Baysal Öğrenci Yurdu 43- Mebrure ve İlhan Bağışgil Anaokulu 1 (M.B) 44- Bolu Anadolu Öğretmen Lisesi Solmaz ve Ahmet Baysal Çok Amaçlı Salon (AB) 45-Emine-Mehmet Baysal Lisesi (AB) 46-Emine-Mehmet Baysal Lisesi Spor Salonu (M.B) 47-Mebrure-İlhan Bağışgil Anaokulu 2 (M.B) 48-Mimar İzzet Baysal Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesi Spor Salonu (MB) 49- Solmaz-Ahmet Baysal Emineana Anaokulu (AB) 50- Refikaana Anaokulu ve 50.yıl İzzet Baysal İlkokulu Ek binası 2015 yılında 50. İzzet Baysal Ortaokulunun bahçesine babalarının anısına (Mehmet Baysal Spor Salonu) Mebrure-İlhan BAĞIŞGİL tarafından yaptırılıyor. Solmaz-Ahmet Baysal tarafından ise Alpağutbey Mahallesine annelerinin anısına (Kadriyeana Anaokulu) kuruluyor. 2015 yılında İzzet Baysal Ortaokulu ve Spor Salonu inşaatı da başladı. Not: A.B = Ahmet BAYSAL tarafından M.B = Mehmet Baysal veya Mebrure BAĞIŞGİL (BAYSAL) tarafından yaptırılan eserlerdir. 146


ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ 1- Fen-Edebiyat Fakültesi 2- Fen-Edebiyat Fakültesi Laboratuar binaları ve donanımı, Bilgisayar Laboratuarı ve bu laboratuarların tefrişi 3- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Erkek Öğrenci Yurdu (800 kişilik, tefrişi ile birlikte) 4- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Kız Öğrenci Yurdu (800 kişilik, tefrişi ile birlikte) 5- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Elemanları Lojmanı (A blok, 20 daire) 6- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Elemanları Lojmanı (B blok, 20 daire) 7- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Elemanları Lojmanı (C blok, 20 daire) 8- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Elemanları Lojmanı (D blok, 20 daire 9- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Tesisleri (114 yatak kapasiteli) 10- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Personel ve Öğrenci Yemekhaneleri 2 Blok (2000 kişilik-donanımlı) 11- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Isıtma Tesisleri 12- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu Meslek Yüksekokulu Kantin tefrişi ve Bilgisayar Laboratuarları 13- Abant İzzet Baysal Üniversitesi çok amaçlı Kültür Merkezi donanımları ile birlikte (26.10.1995) 14- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Kapalı Spor Tesisleri Kompleksi (Türkiye’de türünün üçüncüsü olan ve İtalyan şişirme teknolojisi ile dökülen 2 adet betonarme kubbe ve ortasında bir idare binası ile meydana gelen tesisler, tefrişi ile birlikte) 15- Bu binaların çevre tanzimi ve yolları vakıf tarafından yaptırılmıştır 16- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Rektörlük Binası, donanımı ile birlikte. 17- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Araştırma Görevlileri için Lojman(E Blok 20 daire) 18- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Görevlileri için Lojman (F Blok 20 daire) 19- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Görevlileri ile ilgili Lojman (G Blok 20 daire) 20- AİBÜ Isı Merkezi Binası 21- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Camisi

147


22- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Turgut Gülez Araştırma Laboratuarı 23- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin temeli 28 Kasım 1998 de Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel tarafından atıldı. 14 Kasım 2002 de devir teslim tutanağı ile üniversiteye teslim edildi. 24- Abant İzzet Baysal Üniversitesi İzzet Baysal Tıp Fakültesi Morfoloji Binası 23 Eylül 2003 de devir teslim tutanağı ile üniversiteye teslim edildi. 25- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Hayvan Laboratuarı ve Isı Merkezi 26- Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ve Eğitim Fakültesi Bilgisayar Laboratuarları ile Tıp Fakültesi Morfoloji Binası Otomasyonu. 27- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi (2006-2007 akademik yılında hizmete girmiştir) 28- Abant İzzet Baysal Üniversitesi Canip Baysal Camii Ek İnşaatı 29- İzzet Baysal Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesi 30- AİBÜ Seben İzzet Baysal Meslek Yüksekokulu 31- AİBÜ Seben İzzet Baysal Meslek Yüksekokulu Öğrenci Yurdu SAĞLIK TESİSLERİ VE SOSYAL HİZMET TESİSLERİ 1- 35 adet İzzet Baysal Sağlık Evi (Bolu Merkez ve İlçe Köylerine); donatılmış olarak 2- Bolu Merkez İlçe’ye 5 No’lu İzzet Baysal Sağlık Ocağı 3- Bolu Refika Baysal Ana sağlık Merkezi, Misafirhane ve Hemşire Eğitim Merkezi 4- Bolu İzzet Baysal Acil Servis Ünitesi (Bilahare gene Vakıf tarafından İzzet Baysal Kadın Doğum ve Çocuk hastanesine dönüştürülmüştür.) 5- Bolu Mehmet Baysal Hemşire Eğitim Merkezi (donanımlı) (M.B) 6- Bolu Emine Baysal Hasta Pavyonu (donanımlı) (A.B) 7- Bolu İzzet Baysal Hemodializ Ünitesi 8- Bolu İzzet Baysal Devlet Hastanesi Külliyesi (200 yataklı) 9- Bolu Devlet Hastanesi’ne Sterilizatör 10- Bolu Baysal Camii (M.B) 11- Bolu İzzet Baysal Yaşlılarevi ve Kız Yetiştirme Yurdu 12- Bolu İzzet Baysal Huzurevi (donanımlı) 13- Bolu İzzet Baysal Huzurevi Lojman ve İdare Binası 14- İstanbul İzzet Baysal Huzurevi (donanımlı) 148


15- Bolu İzzet Baysal Devlet Hastanesi Sosyal Hizmet Binası 16- Bolu SSK Hastanesi’ne Otoanalizatör ve 6 adet Hemodializ cihazı 17- İstanbul Sarıyer Belediyesi İzzet Baysal Sağlık Merkezi tıbbi donanımları. 18- İzzet Baysal Hastanesi Bulvarı (Belediye eliyle) 19- İzzet Baysal Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi. (tüm donanımı ile) 20- Solmaz ve Ahmet Baysal Öğretmen evi (A.B). (tüm donanımı ile) A.B = Ahmet BAYSAL tarafından M.B = Mehmet Baysal veya Mebrure BAĞIŞGİL (BAYSAL) tarafından yaptırılan eserlerdir.

149


EK 2 İZZET BAYSAL VAKFI BURSLARI Bursların Yıllara göre dağılımı

TOPLAM ÖĞRENCİ SAYISI

BURS TUTARI TL

ORTA ÖĞRETİM

ÜNİVERSİTE

1987-1988

70

13

83

11,79

1988-1989

79

24

103

19,80

1989-1990

93

31

124

37,53

1990-1991

104

33

137

77,13

1991-1992

133

37

170

139,73

1992-1993

122

43

165

228,51

1993-1994

112

52

164

435,60

1994-1995

79

71

150

923,40

1995-1996

44

92

136

1.539,00

1996-1997

36

112

148

3.510,00

1997-1998

20

145

165

8.280,00

1998-1999

14

121

135

13.698,00

1999-2000

6

128+24 Depremzede

158

41.580,00

2000-2001

7

143

150

65.295,00

2001-2002

6

149

155

81.540,00

2002-2003

4

158

162

107.550,00

2003-2004

5

159

164

130.140,00

2004-2005

4

167

171

151.740,00

2005-2006

5

175

180

191.250,00

2006-2007

3

175

178

206.370,00

2007-2008

2

184

186

249.750,00

2008-2009

2

178

180

257.760,00

2009-2010

2

168

170

243.920,00

2010-2011

3

169

172

260.730,00

2011-2012

4

179

183

293.320,00

2012-2013

2

186

188

336.800,00

2013-2014

2

173

175

344.520,00

2014-2015

1

171

172

YILI

370.440,00 3.361.045,49

150


Öğrencilere bugüne kadar 3 milyon 361 bin TL burs ödendi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nin 4 yıllık bölümlerine en yüksek puanla birinci sırada kayıt yaptıran, birinci öğretim lisans öğrencilerine, bölüm birincilerden sonra gelen en yüksek puanlı Bolu’lu birer öğrenciye daha (Bolu merkez ve ilçelerinde doğup, buraların nüfusuna kayıtlı) Vakıf tarafından her sene karşılıksız burs veriliyor. Bu uygulamaya 1994-1995 öğretim yılından itibaren başlandı. Ayrıca AİBÜ’nde ve Bolu Merkezde bulunan ortaokul ve liselerde okuyan çalışkan ve maddi desteğe muhtaç Bolu’lu öğrencilere de her sene Yönetim Kurulu Kararı ile burs veriliyor. Eğitim burslarından ayrı olarak Vakıf her sene kabiliyetli öğrencileri teşvik edebilme gayesiyle bütçesine sadece bu konuda harcanmak üzere tahsisat koyuyor. Teşvik ödülleri genellikle; 1- Araştırma yarışmalarında derece alanlar, 2- Edebiyat ve sanat dallarındaki yarışmalarda derece alanlar, 3- Bolu il ve ilçeler arası ilkokul, ortaokul ve liseler arası bilgi ve genel kültür yarışmalarında derece alan okul ve öğrenciler, 4- Merkez İlçe Liselerin Okul birincileri ile A.İ.B.Ü.nin Fakülte ve Yüksekokullarını birinci, ikinci ve üçüncü olarak bitiren öğrenciler. 5- AİBÜ Fakülte ve Yüksekokulları ile Bolu ilindeki orta dereceli okullardan folklor ve spor dalında Türkiye genelinde derece alan öğrencilere veriliyor. 6- Ayrıca, Vakıf 2004 yılında Abant İzzet Baysal Üniversitesi‘nde görev yapan öğretim üyelerinin yurtdışı A-A1 yayınlarının her birini biner TL ile ödüllendirdi. Bugüne kadar 397 Akademisyen 278 yayın gerçekleştirdi. 2005 yılından itibaren bütçeye Bilimsel Destek Fonu ve Akademik Etkinlikleri Destekleme Fonu adı altında tahsisat koyuluyor.

151


KAYNAKÇA • Baysal Ahmet – Belgeleriyle Bir Üretimi Koruma Hikayesi – Yayınlanmamış derleme çalışması • Baysal Ahmet – Bir Vakıf Çalışmasından Anılar – İzzet Baysal Vakfı Yayını – 1992, Bolu • Baysal Ahmet – Kırmızı Fırıldak – Phoenix Yayınevi – Nisan 2013 Ankara • Baysal Ahmet, Yaman Mustafa – ‘‘İzzet Baysal ve Vakfı 1987-2012’’ – İzzet Baysal Vakfı Yayını - Aralık 2012, Bolu • Bir Üniversitenin kuruluş öyküsü – AİBÜ Yayını – Bolu, 2002 • Bolu Aktüel Dergisi • Bolu Gazeteciler Derneği - İzzet Baysal Özel sayısı – 10 Mayıs 2005 • Bolu Gündem Gazetesi • Bolu Haber Gazetesi • Bolu Hedef Gazetesi • Bolu’nun Sesi • Bolu Üçtepe Gazetesi -1992 • Cumhuriyet Gazetesi Arşivi • Dünya Gazetesi • Güneş Gazetesi • Hürriyet Gazetesi Arşivi • İzzet Baysal’ın Beğendiği Sözler – İzzet Baysal Vakfı Yayınları – 2003, Bolu • Köroğlu Gazetesi Arşivi • Milliyet Gazetesi Arşivi • Özsoy Selami – Hayırların Mühendisi – Phoenix Yayınevi – Kasım 2013, Ankara • Özdemir Nuray - Cumhuriyetin Öncü Sanayicisi İzzet Baysal – Phoenix Yayınevi – Şubat 2010, Ankara • Sevgi Dünyası Dergisi - Ocak 1989 • Tercüman Gazetesi • Yaman Mustafa – ‘‘İzzet Baysal ve Vakfı 1987-2015’’ – 2015, Bolu

152




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.