İZ BIRAKAN BOLULULAR 6
Mudurnu’ya Adanmış Bir Hayat
SÜREYYA ASTARCI HÜSEYİN TUNÇAY
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkıları ile Bolu Belediye Başkanlığı tarafından bastırılmıştır.
BOLU BELEDİYESİ YAYINLARI İZ BIRAKAN BOLULULAR SERİSİ-6 Hüseyin TUNÇAY
EDİTÖR Ercan YAVUZ SAYFA TASARIM - KAPAK Yasin VARIŞLI YAYIN KURULU Emine DAVARCIOĞLU - Bolu Belediye Başkan Yardımcısı Güler MERT - Kültür ve Sosyal İşler Müdürü İsmail ŞENTÜRK - Bolu Araştırmaları Merkezi Sorumlusu YAYINA HAZIRLAYAN
Tunçay Yayıncılık Basım Reklam Danışmanlık Organizasyon Ltd. Şti. Ahmet Rasim Sokak 33/A Çankaya/ANKARA (0312) 442 25 30 e-posta: info@tuncayyayincilik.com.tr 1. BASKI Aralık 2017 BASKI ………………………………………. ………………………………………
ISBN …………………………… BOLU BELEDİYESİ KÜLTÜR YAYINIDIR, ÜCRETLE SATILAMAZ. KAYNAK BELİRTİLEREK ALINTI YAPILABİLİR.
İÇİNDEKİLER ÖN SÖZ.................................................................................................5 TEŞEKKÜR.............................................................................................7 BAŞLARKEN....................................................................................... 11
BÖLÜM 1 SAMSA ÇAVUŞ’UN YARENLERİ DEDE MESLEĞİ SOYADLARI OLDU................................................... 18 TÜRKİYE’NİN İLK YAP-İŞLET-DEVRET PROJELERİNDEN….............. 20 TEK ERKEK ÇOCUK OLMAK…........................................................... 21 İLKOKUL YILLARI .............................................................................. 26 MUDURNU’NUN İLK PLANLI EVİ ..................................................... 27 “FOTO SÜREYYA”............................................................................... 31 GENÇ SÜREYYA’NIN MÜZİK MERAKI............................................... 32 DP’NİN SONU VE ZOR YILLAR.......................................................... 34 MENDERES’İN İDAMI........................................................................ 36 SOYADI DEĞİŞTİRMEDEN EVLİLİK…............................................... 37 GİRİŞİMCİ RUHA SAHİPTİ................................................................. 40 MUDURNU’DA İLKLERİN ÖNCÜSÜ................................................... 40 “BÜYÜK OYNAMAK GEREK’’............................................................. 40
BÖLÜM 2 MUDURNU’YU TAVUKÇULUĞUN BAŞKENTİ YAPTI TAVUKÇULUĞA İLK ADIM................................................................. 45 MUDURNU MARKASI DOĞUYOR..................................................... 47 BİR KÜMESTEN EFSANEYE............................................................... 48 YEM ÜRETİMİNE GİRİŞ...................................................................... 49 7 AYLIK UYKUSUZLUK...................................................................... 52 ALMANYA’DAN DONDURMA KAMYONU........................................ 57 BEYAZ ETTE MUDURNU MARKASI................................................... 58 MASSTAŞ ŞİRKETİNİN KURULUŞU................................................... 59 ÖRNEK KALKINMA MODELİ SEÇİLDİ............................................... 62 KÖYLÜ ORMANDAN ÇIKIYOR........................................................... 64 3
İHRACAT İÇİN TIR FİLOSU................................................................. 70 A.Ş. OLMAK MUDURNU’YA YARAMADI........................................... 72 MEHMET GÜNDOĞDU: “MUDURNU’YA ZARAR VERMEMEK İÇİN ÇEKİLDİ”............................................................................................ 74 ORTAKLIĞIN BİTMESİNE GİDEN YOL............................................... 75 GENÇ ERKAN ASTARCI TİCARET HAYATINA BAŞLIYOR................... 76 VEHBİ KOÇ’UN ZİYARETİ.................................................................. 77 İLK GÖZ AĞRISI EVLENİYOR............................................................. 78 SÜREYYA ASTARCI AMERİKA’DA...................................................... 78 BOL-PAT’IN KURULUŞU.................................................................... 79 ASTARCI AİLESİNDEKİ İKİNCİ MUTLULUK....................................... 83 SÜREYYA ASTARCI’NIN MUDURNU TAVUKÇULUK’TAN AYRILIŞ ÖYKÜSÜ............................................................................................. 83 OĞULLARINA KARDEŞLİK TEKLİFİ................................................... 86 SÖZÜ SENET GİBİ BİR ADAM OLMAK….......................................... 87 FAİZ VEYA VADE FARKI OLMADAN TİCARET................................... 89
BÖLÜM 3 SÜREYYA ASTARCI’NIN HAYIR FABRİKASI YILDIRIM BEYAZIT CAMİİ RESTORASYONU..................................... 94 SÜREYYA ASTARCI MESLEK YÜKSEKOKULU................................... 96 ÖĞRENCİLER İÇİN YATILI YURTLAR................................................ 100 DEVLET ÜSTÜN HİZMET MADALYASI ALDI................................... 101 AHMET BAYSAL’IN GÖZÜNDEN SÜREYYA ASTARCI’NIN KİŞİLİĞİ.103 ‘‘MUDURNU’NUN İZZET BAYSAL’I’’................................................ 105 ERBAYRAM: ‘‘MUDURNU İÇİN ELİ CEBİNDEN ÇIKMAZ’’................ 107 TOPÇU: ‘’BAŞARIYI ONUNLA OLAN 11 YILLIK YOL ARKADAŞLIĞIMA BORÇLUYUM’’................................................... 108 ÖNAL: “O GERÇEK BİR HAYIRSEVERDİR”....................................... 109 DAŞTAN: ‘‘DETAYCI VE TİTİZDİ’’...................................................... 112 BENAZUS: “BİR SÜREYYA ASTARCI VARDIR GÖNÜLLERDE’’......... 113 UTKU: “ÖNCELİĞİ HER ZAMAN MUDURNU VE BOLU’DUR”......... 114 YAMAN: “YARDIMSEVERLİĞİNİ BİZZAT GÖRDÜM”....................... 115 FARUK CİVELEK: “ADAM GİBİ ADAM”............................................ 116 PROF. AKSOY: ‘‘BİR MODEL YARATMIŞTI’’...................................... 118 SONUÇ............................................................................................. 121 ARAMIZDAN AYRILANLARA........................................................... 127 4
ÖN SÖZ Yurdumuzun ve özellikle de Bolu’nun eli öpülecek insanlarından birisidir Süreyya Astarcı. Mudurnu’nun İzzet Baysal’ıdır. Bolu’nun Türkiye’de ‘tavukçuluğun başkenti’ olmasında emeği çoktur, öncüdür. Millete hizmeti, çok faziletli ve erdem olarak kabul eden bir kültürün evlatlarından birisidir. Süreyya Astarcı, yıllarca başkalarının dertleriyle dertlenmiş, yetimi, fakiri gözetmiş bu şehrin insanlarının birlikte kalkınması için elindeki tüm imkânları seferber etmiş biridir. Tek başına kalkınma yerine topyekûn kalkınmayı hedef almıştır hayatı boyunca. Sektörden kazandıklarını da bu şehrin insanlarına vermeyi ihmal etmemiştir. Daha modern, kalkınmış, eğitim düzeyi yükselmiş, temel hizmetleri en üst seviyeye çıkarmış bir Bolu için çalışmıştır hayatı boyunca. Hayallerimizdeki Bolu’yu inşa etmeye çalışmıştır. Süreyya Astarcı, çocuklarımızın ve gençlerimizin dünya ile rekabet edebilmesi için onları desteklemiş, okul ve burslarla onlara büyük imkânlar sunmuştur. Devletin gücünün yetmediği konularda hayırseverlere eğitim ve sağlık alanında büyük işler düşmektedir. Eğitim gönüllüsü ve millet sevdalısı Süreyya Astarcı da işte tam bunu amaç edinmiştir kendisine. Bu çabaları ona TBMM Üstün Hizmet Madalyası’nı kazandırmıştır. O hayırsever ve gönüllü olmanın yanında Türkiye’nin neresine giderseniz gidin büyükten küçüğe herkesin bildiği Mudurnu markasının yaratıcısı bir hemşehrimizdir. Adı adeta Mudurnu ile özdeşleşmiştir. Mudurnu’da birçok ilki gerçekleştiren ve hemşehrilerini yeniliklerle tanıştıran Astarcı, pek çok konuda da öncü olmuştur. Süreyya Astarcı, bu şehirden kazandıklarını geri vermeyi de ihmal etmemiştir. Mudurnu’da Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ne bağlı Süreyya Astarcı Meslek Yüksekokulu’nun kuruluşunu tek başına kendisi finanse etmiştir. Yurtlar yaptırmış, 1999 depreminde hasar gören ata yadigarı Mudurnu Yıldırım Beyazıt Camii’ni de restore ettirmiştir. Bina yapmakla yetinmemiş, eğitime her zaman elinden geldiği kadar destek olarak Mudurnulu gençlerin başarı oranlarının yükselmesine katkı sağlamıştır. Süreyya Astarcı, ardında bıraktığı onca esere rağmen sadece eğitim çalışmaları için “Bunlar benim hayatımın en büyük anları, çok mutluyum” diyerek, vatan borcunu eğitime verdiği destekle ödediğini söyleyecek kadar alçak gönüllüdür. Milletine, memleketine hizmet etmeyi hiç duraksamadan devam ettiren, hayır işlerini çocuklarına en kıymetli vasiyeti olarak bırakan Süreyya Astarcı’ ya uzun ömürler diliyorum. Bu kitapla Bolulu gençlerimizin Süreyya Astarcı’ yı daha iyi tanıyacaklarına ve onun eğitim konusundaki ufkunu daha iyi anlayacaklarına inanıyorum. İyi okumalar dileğiyle. Alaaddin Yılmaz Bolu Belediye Başkanı Aralık 2017 /Bolu 5
TEŞEKKÜR Memleketimin bana kazandırdıkları ile yine memleketime faydalı olmak maksadıyla vatandaşlık görevimi yaparken; hayatımdan kesitlerin yer aldığı bu kitabın yayınlanması şerefine mazhar olmak benim için büyük bir gurur ve mutluluk kaynağı oldu. Bu projenin mimarları Bolu Belediye Başkanı Sn. Alaaddin YILMAZ’a ve Başkan Yardımcısı Sn. Emine DAVARCIOĞLU’na ; özverisini ve iyi niyetli çalışmalarını her aşamada hissettiğim kitabın yazarı Sn. Hüseyin TUNÇAY’a; “İz Bırakan Bolulular” serisinin hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ederim. Bolumuzun değerlerini tanıtmak ve yüceltmek adına çıktığım yolda desteklerini esirgemeyen, hayatımda her açıdan derin ve anlamlı izler bırakan başta aileme, akrabalarıma, dostlarıma ve hemşehrilerime de en içten şükranlarımı sunmak isterim. Hayatımı borçlu olduğum, rahmet ve saygı ile andığım annem Hacı İsmet ASTARCI, babam Hacı Mehmet ASTARCI’ ya minnetlerimi sunarım. Her türlü sıkıntımı ve mutluluğumu paylaştığım, yanında her daim huzur bulduğum eşim Nesrin ASTARCI’ nın, çok küçük yaşlardan itibaren hayatın yükünü benimle çekinmeden paylaşan, iş hayatında kardeşlerim ve ortaklarım gibi gördüğüm, saygılarını ve samimiyetlerini hiç kaybetmeden bana hep destek olan, gurur duyduğum çok kıymetli oğullarım Mustafa ASTARCI ve Erkan ASTARCI ile gelinlerim Müzeyyen ve Şebnem’ in, torunlarım Hande, Beyza, Ahmet, Elif ve Emre ile yeğenim Eser KONUK’ un da haklarını teslim etmem gerekir. Bu kitabın yazılmasına vesile olan hayatı onlar ile paylaştığım için Cenab-ı Allah’ a ne kadar hamd etsem azdır. Kitapta bana atfedilen pek çok güzel ve anlamlı husus onların sayesinde olmuştur. Birlikte yaşadığımız anıları ve benimle ilgili düşüncelerini büyük bir açık yüreklilik ve güzel duygularla ifade ederek kitaba eşsiz katkılar sağlayan Sn. Ahmet BAYSAL’a, Sn. Hanri BENAZUS’a, Sn. Şerafettin ERBAYRAM’a, Sn. Zuhal DAŞTAN’a, Sn. Nafiz ULUUTKU’ya, Sn. Nuri DOĞULU’ya, Sn. İlker UTKU’ya, Sn. Remzi KAPUCU’ya, Sn. Turhan BEYHAN’a Sn. Güray ÖNAL’a, Sn. Avni ÇAKIR’a, Sn. Rıdvan AYGÜNOĞLU’na, Sn. Rıdvan DAL’a, Sn. Lütfi YİĞENOĞLU’na, Sn. Sedat DUMAN’a, Sn. Hacı Ömer KIZILPINAR’a, Sn. Necati DURUKAN’a, Sn. Cemalettin BİLGİN’e, Sn. Fuat PAYZIN’a, Sn. Sedat KOŞUCUOĞLU’na, Sn. Kadir AKMEŞE’ye, Sn. Mehmet GÜNDOĞDU’ya, Sn. Mustafa TOPÇU’ya, Sn Selçuk TAŞKIN’a, Sn. Tankut BAYTAROĞLU’na, Sn. Ahmet ÖNAL’a, Sn. Faruk CİVELEK’e, Sn. Cazım ÖZAL’a, Sn. F. Tahir AKSOY’a, Sn. Necati YAMAN’a, Sn. Kazım YANÇ’a, her daim kalbimde yerleri olan dostlarıma en derin şükranlarımı sunarım. Hayatımın her döneminde yanımda olan, kayınpederim merhum Hakkı ASTARCI ve kayınvalidem Vasfiye ASTARCI’ya, ablam merhum Fatma PATOĞLU ve eşi merhum Hulusi PATOĞLU’na, küçük ablam Hayriye ÖZTÜRK, eşi Saffet ÖZTÜRK’ e, kuzenlerim ve yeğenlerim Orhan, Zerrin, 7
İlhan, Turgut, Mehmet ve Hamdi ASTARCI’ya, Muazzez-Haşim ULUSOY ve Mehmet ÖZTÜRK’ e ve ailelerine saygılarımı ve teşekkürlerimi sunuyorum. Birlikte olmaktan her zaman keyif aldığım değerli dostlarım, Sn. Sebahattin ERDOĞAN, Sn. Erol ÖZCAN, Sn. Metin ATEŞOĞLU, Sn. Erol CERRAHOĞLU, Sn. Ferhat SELAMOĞLU, Sn. Fırat SELAMOĞLU, Sn. Osman TUNABOYLU, Sn. Mehmet KUTLU, Sn. Raşit GÜVEN ve Sn. Yusuf ALTUNBAŞ’ a da benimle paylaştıkları değerli anlar için teşekkür ederim. Bu hayatı ve hayatıma anlam katan tüm sevdiklerimi bana nasip eden Rabbime sonsuz şükürler olsun. Allah (c.c.) her birine sağlık, huzur ve ağız tadı versin, vefat etmiş olanlara da rahmetiyle muamele eylesin. En derin saygılarımla,
8
Süreyya ASTARCI Aralık 2017
9
BAŞLARKEN “Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek. Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın. Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini, halkı eğit o zaman… Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın, Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın, Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen toplumu. Birisine bir balık versen, doyar bir defa; Balık tutmayı öğret doysun ömür boyunca…” Milattan önce 4. yüzyılda yaşayan ünlü Çin filozofu Zhuangzi (Kuan Tzu) böyle demişti. Mudurnulu hayırsever iş adamı Süreyya Astarcı da işte tam bu felsefenin adamı. Çünkü o, doğduğu topraklardaki insanlara balık vermek yerine, balık tutmayı öğretti ticari hayatı boyunca. Ticari faaliyetlerine son verdikten sonra da yaşadığı toplumun 100 yıl sonrasına yönelik tohumlar ekti. Ülkesine, milletine ve insanlığa faydalı yeni nesilleri ortaya çıkarmanın peşine düştü. Eğitime adadı servetinin büyük bölümünü. Okullar yaptı, fakir-fukara çocuklarına burslar dağıttı. Yaşamın değerini, anlamını kendisini eğitim faaliyetlerine vakfettikten sonra daha iyi anladı. Ve hayatının en huzur dolu yılları, kendisini insanlara yardım etmeye adadıktan sonra başladı. Amerikalı ünlü yazarlardan Jackson Brown “Bir başkasının yaşamasına yardım etmeyen, yaşadığını bilemez” sözünü Süreyya Astarcı için söylemişti sanki. O daha iş dünyasının ilk basamaklarını yürürken insanlara yardım etmenin zevkini tatmış, huzur veren yorgunluğun tadına bakmış biriydi. Yokluk ve kıtlık yıllarında darda kalan köylülerin kapısını çaldığı ilk durak olmak ona büyük mutluluk veriyordu. İnsanları sevmenin ardından, en huzur dolu eylemin onlara yardım etmek olduğunu öğrendikten sonra, ‘Hayır Fabrikası’nın çarklarını daha hızlı döndürmeye başladı Süreyya Astarcı. Kapısına gelen hiçbir öğrenciyi geri çevirmemeye özen gösterdi. Dara düşen, yolda kalan, eğitimine devam etmekte zorlanan herkes onun kapısını çaldı. Böylece ‘Süreyya ağabey efsanesi’ başladı. Dededen, babadan kalma ‘hayır çeşmesini’ bir ırmağa dönüştüren Süreyya Astarcı, doğduğu toprakların kavruk çocuklarının eğitimi için elinden geleni ardına koymadı. İlk önce burs organizasyonu başladı, binlerce öğrenciye burs verdi Süreyya Bey. Her aşamada öğrenim hayatına devam etmek isteyen gençlerin destekçisi oldu. Okulunu bitirip ileriki yıllarda karşısına çıkan öğrenciler onun için hayattaki en büyük ödüldü.
11
Ama sadece öğrencilere burs imkânları ile de yetinmedi Süreyya Astarcı. Mudurnu Meslek Yüksekokulu’nun tüm eğitim ve yurt binalarını yaparak, bunun huzur ve güveni ile çıktı, Mudurnulu ve Bolulu hemşehrilerinin karşısına. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Devlet Üstün Hizmet Madalyası’na layık görüldüğünde, ‘Halkla birlikte kazandığımı yine halka verdim’ diyecek kadar gönlü de gözü de toktu. İzzet Baysal, Bolu için ne anlam ifade ediyorsa, Süreyya Astarcı da Mudurnulular açısından aynı anlama geliyor artık. Bu benzetmeyi ona İzzet Baysal’ın yeğeni Ahmet Baysal yapıyordu. Ahmet Baysal’ın deyimiyle o artık Mudurnu’nun ‘İzzet Babası’ydı. Ama herkes ona ‘Süreyya Ağabey’ demeyi tercih ediyordu. Süreyya Astarcı, ticari hayatı boyunca, Mudurnu Tavukçuluk, BolPat Patates Fabrikası, Mudurnu-Seben Süt Fabrikası, MASSTAŞ Sunta Fabrikası kurucusu ve ortağı, Gentaş Werzalit Şirketler Grubu’nun yöneticisi ve ortağı olarak doğduğu toprakların ekonomisine değer katmaya çalıştı. Tüm yatırımlarını doğduğu topraklara yaparak vefasını da gösterdi. Ama onu doğduğu topraklarda bir efsaneye dönüştüren ne kurduğu fabrikalar, ne de işletmeleriydi. O, sıradan bir Anadolu çocuğunun çok büyük işler başarabileceğinin rol modeliydi. Bolu’nun yeni girişimcilerinin ilham kaynağıydı. Bugün Bolu, Türkiye’nin tavukçuluk başkenti olarak görülüyorsa, bunu Süreyya Astarcı gibi öncülere borçluydu. Bolulular ve Mudurnulular onu daha çok hayırsever yönü ile tanıyor olsa da Süreyya Astarcı, ticari hayatı boyunca pek çok yeniliğin de öncüsüydü aslında. Bölgenin ilk modern tavuk kümeslerini kurdu. Bölgenin ilk tavuk kesimhanesi de yine onun eseriydi. Tavuk yemi için hayati bir öneme sahip olan soya fasulyesinin Türkiye’de ekimine öncü12
lük edenlerdendi. Bu sayede kırmızı etin üç katı fiyata satılan tavuk etini fakir-fukaranın sofralarının ana yemeği haline getirmiş oldu. Bugün Türkiye, dünyanın en büyük beyaz et üreticisi ülkelerinden biri olmasını da Süreyya Astarcı gibi öncülere borçlu. Öncülerin çektiği sıkıntılar ve ödediği bedeller sayesinde beyaz et üreticileri doğru üretim yöntemlerini yakalayabildi. Süreyya Astarcı, bolluk içinde bir hayatı olmasına rağmen, mütevaziliğini elden bırakmamış hiçbir zaman. Ünlü tarihçi Diderot’un, ‘Lüks zengini yıkar ve fakirlerin sefaletini artırır’ sözünü hayatına uyarlamış sanki. Lüksten, israftan uzak durdu hayatı boyunca, artırdıkları ile yeni hayatlar, yeni başlangıçlar yapsın diye insanlar. Fakirlerin daha da fakirleşmemesi için çocuklarını ve torunlarını da lüks ve israftan uzak tutmaya özen gösterdi. Ciddi bir yüzü ama yufka bir yüreği vardı her zaman. Ticaret hayatının acımasızlığı içinde, verdiği hiçbir sözü yerde bırakmadı. Ardında ise eli ekmek tutan, iş tutan binlerce duacı bıraktı. Çünkü iş hayatından çekilmiş olsa da onun ‘Hayır Fabrikası’ çalışmaya devam ediyor. Bu kitap, kanatlı sektörünün öncü isimlerinden Süreyya Astarcı’nın hayatını anlatıyor. Bolu’yu ve Mudurnu’yu Türkiye’nin ‘Tavukçuluk başkenti’ haline getiren isimlerden biri olan Süreyya Astarcı, “İz Bırakan Bolulular’’ serisi içinde yatırımları ve yardımları ile Bolu’da en fazla iz bırakmış olanlardan biri. Onun bıraktığı izler de yüzyıllar boyu silinmeyecek cinsten…
13
BÖLÜM 1 SAMSA ÇAVUŞ’UN YARENLERİ
15
Özellikle 1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından hızla Türkleşmeye başlayan Mudurnu ve yöresi, birkaç yıl sonra Kutalmış oğlu Süleyman Bey döneminde Selçuklu yönetimine girdi. Beraberindeki yüz binlerce Türkmen ile birlikte yöreye yerleşen Selçuklular bir süre yöreyi elinde tutsa da haçlı seferleri ile birlikte yöre el değiştirmiş ve 13. Yüzyıla gelindiğinde hala Bizans tekfurları tarafından yönetiliyordu. Ertuğrul Gazi ile Osman Bey döneminde bölgenin tamamen Türkleştirilmesi ve Bizans tekfurlarının elinden kurtarılması için yoğun bir çaba sarf edilmişti. Ama Mudurnu ve yöresinin tamamen Osmanlı topraklarına katılması Orhan Bey’e nasip olacaktı. Osman Gazi döneminde 1292 yılında Mudurnu ve yöresine özellikle Samsa Çavuş’un rehberliğinde bir sefer düzenlense de burada bir idari teşkilat kurulmadığından, 1323 yılında Konuralp tarafından yöreye ikinci bir sefer daha gerçekleştirilir. Mudurnu’nun Osmanlı topraklarına tam olarak katılışı için ise 1332 yılında Süleyman Paşa’nın gelişi beklenecektir. Süleyman Paşa zaten artık çoğu Türkmen aşiretlerinden oluşan yerli ahaliye iyi davranarak, arazi ve mülklerini onlara bağışladı. Osmanlı’nın geniş hoşgörü iklimi içinde bölge yaklaşık 6 yüzyıl boyunca huzura kavuştu. İpekyolu güzergâhındaki bölge ekonomik olarak da büyük bir refah seviyesine ulaştı; ta ki, Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanıncaya kadar. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra işgalci İtilaf Devletleri Marmara’nın güneyinde ve doğusunda iç karışıklık çıkartmak için her yolu denemeye başladı. Bölge halkının özgürlük ve bağımsızlık konusundaki hassasiyetini bilen işgal kuvvetleri, şeyhülislamın imzaladığı milli mücadele karşıtı fetvaları İngiliz uçaklarıyla Bolu, Düzce, Nallıhan, Mudurnu civarına atıyordu. Amaçları, halkın Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da başlattığı Kuvayı Milliye Hareketine desteğini kesmekti. 7 Şubat 1919’da 4 İngiliz subayı ve bir Ermeni papazdan oluşan bir heyet, Bolu – Mudurnu – Taraklı dolaylarında Milli Mücadele aleyhinde propagandaya başladı. Bolu Mutasarrıfı Osman Kadri’nin Kuvayı Milliye üyelerini Bolşeviklik ile suçlayan beyannameleri köylere kadar ulaştırıldı. Mudurnulu aydınlar ise 30 Mayıs 1919’da Redd-i İlhak Cemiyeti’ni, 20 Ekim 1919’da da Mudurnu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurarak Milli Mücadele safında yer tutmaya karar verdi. Hakkı Durukan’ın başkanı olduğu cemiyetin kurucuları arasında Selim Sarıbay, Fuat Armutçu, Besim ve Ubeydullah Doğulu, Binbaşı Şevki Bey, Yüzbaşı Muharrem, Sabri Karaçayır, Hilmi ve Salih Zeki beyler vardı. İşgalcilerin maşası haline gelen Şeyh Anzavur, Anzak Ahmet, Süleyman Şefik Paşa, Suphi Paşa, Binbaşı Hayri gibileri ise 9 Nisan 1920’de Adapazarı – Hendek, 13 Nisan’da Düzce – Bolu, 19 Nisan’da Nallıhan ve Çayırhan’da büyük bir isyan başlattı. Dört bir yandan isyan ateşi arasın17
da kalan Mudurnu’ya yönelen asiler, yağma ve talan hevesindeki civar köylüleri de yanlarına alarak 21 Nisan 1920’de şehri bastılar. Hükümet konağına girerek Kaymakam Naili Bey ve Savcı Salih Zeki Bey’i esir ettiler. Bölge direniş komutanı Kuşçu Eşref, Binbaşı Şevki Bey, Yüzbaşı Hilmi Bey öncülüğünde şehri savunmaya çalışan yerel milli kuvvetlerin yardımına 4 Mayıs 1920’de Çolak İbrahim Bey kuvvetleri yetişti ve isyancılar bir süreliğine de olsa dağıtıldı. Büyük Cami İmamı Filibeli Tevfik Hoca ve Binbaşı Şevki Bey öncülüğünde Beşkavak mevkiinde büyük bir miting düzenlendi. Halkın Milli Mücadeleye katılması, isyancılara inanmaması telkini yapıldı. Marmara’nın doğusunda çıkarılan isyanların ortasında kalan Mudurnu’nun stratejik önemini gören Ankara Hükümeti yöreye kuvvet yığmaya başladı. Çerkez Ethem emrindeki bazı birlikler, Kaymakam Arif Bey Müfrezesi, Demirci Efe, Binbaşı Nazım Bey ve Refet Paşa Bolu yönüne; Ali Fuat Paşa kuvvetleri ise Geyve yönüne gönderildi. İsyancılar bu durum karşısında boş durmayarak 13 Mayıs 1920’de büyük kuvvetlerle tekrar Mudurnu üzerine yürüdü. Ancak Mudurnu halkı, şehre asileri sokmadı. 13- 14- 15 Mayıs 1920 günleri tüm şiddetiyle devam eden çatışmalara Nallıhan üzerinden gelen Nazım Bey emrindeki 500 kişilik Milli Efe Kuvvetleri de katılınca asiler bozguna uğradı. 20 Mayıs 1920’de Refet Paşa komutasında Kuvayı Milliye Kuvvetleri şehre girdi. Refet Paşa hükümet konağının balkonundan halka hitap ederek, coşkun tezahürat ve alkışlarla karşılandı. 24 Ekim 1920 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’ün Mudurnu halkına gönderdiği telgraf belediye binasının önünde okundu: “Sevgili Mudurnulular Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde Kuvayı Milliye’ye verdiğiniz destek ve gösterdiğiniz kahramanlığa teşekkür ederim” sözleri Mudurnu halkını onurlandırdı.
DEDE MESLEĞİ SOYADLARI OLDU Süreyya Astarcı’nın dedesinin babası Astarcı Mehmet Usta, işte bu ortamın canlı tanıklarından biriydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü büyük bir hüzünle seyrediyordu. O yıllarda Astarcı Mehmet Usta, lakabında ifadesini bulduğu gibi ‘Astarcı’ idi. Mudurnu – Göynük – Nallıhan, Beypazarı ve Güdül’deki pek çok ahşap konak onun hünerli elleriyle yuvaya dönüşmüştü. Bölgede ahşap konaklara en iyi astar çeken usta olarak nam salmıştı. Bölgenin zenginleri, Astarcı Mehmet Usta’ya konak yaptırmayı büyük prestij olarak görüyordu. Bugün bölgedeki pek çok tarihi konağın Astarcı Mehmet Usta ve iki oğlunun mahir ellerinde vücut bularak günümüze ulaştığı biliniyor. Astarcı Mehmet Usta’nın ailesi Osmanlı’nın kuruluş aşamasında bölgeye yerleştirilen Türk aşiretlerine mensuptu. Eşi de tıpkı kendisi gibi Mudurnu yerlisi ve Türk kökenli bir aileden gelen Hamide Hanım idi. 18
Astarcı Mehmet Usta, 1934 yılında mesleğini torunlarına soyadı olarak bırakacak kadar itibar sahibiydi. Üç erkek çocuğu vardı. İlk göz ağrısı Mustafa, ardından Hamdi ve son olarak Emin dünyaya gelmişti. İki oğlu babasının izinden giderek inşaat işleri ile uğraştı. Ancak aileden birinin farklı bir iş tutması da Astarcı Mehmet Usta’nın en büyük hayallerinden biriydi. Ortanca oğlu Hamdi’nin bazı sağlık problemleri de olunca onu inşaat işlerinden uzaklaştırarak Mudurnu’nun büyük esnafından Urgancı Mehmet Efendi’nin yanına çırak olarak yerleştirdi. Urgancı Mehmet Efendi, bölgenin en büyük esnafından biriydi. İtibar sahibi ve zekiydi. Bildiği her şeyi yeni çırağına öğretmeyi ihmal etmedi. Astarcı Mehmet Usta, büyük oğlu Mustafa ve küçük oğlu Emin’le birlikte ilçe ilçe dolaşarak ahşap evler inşa ediyordu. Bir de yanlarına kayınbiraderi İsmail’i almışlardı. Kış aylarında inşaat işleri yapılamayınca Mudurnu’ya bir de bakkal dükkânı açarak kışlık geçimlerini buradan karşılamayı düşünmüşlerdi. Ancak bunun için işlerin başında duracak, hesaptan kitaptan anlayan biri gerekiyordu. Astarcı Mehmet Usta’nın büyük oğlu Mustafa’dan ilk torunu dünyaya geldiğinde adını tıpkı dedesi gibi Mehmet koymuşlarBüyük dedesi Astarcı Mehmet Usta dı. Mustafa Astarcı, Uğurlualan köyünden Ayşe Hanım ile evlendirildi. Ayşe Hanım’ın babası Uğurlualan köyünün imamıydı. Astarcı Mehmet Usta’nın hünerini iyi bilen biriydi. Ayşe Hanım, daha sonra küçük kız kardeşini de kayınbiraderi Hamdi ile evlendirince, Astarcı Mehmet Usta’nın büyük oğlu Mustafa ile ortanca oğlu Hamdi bacanak olmuşlardı. Astarcı Mehmet Usta’nın büyük oğlu Mustafa’dan Mehmet dünyaya geldiğinde evlerinde ilk torun sevinci yaşanmıştı. H. Mehmet Astarcı, hayata gözlerini açtığında Osmanlı İmparatorluğu en çalkantılı yıllarını yaşıyordu. Padişah II. Abdülhamit’in iktidarda olduğu ve meşrutiyet yanlılarının çığ gibi çoğaldığı bir dönemdi. Balkanlarda ise Sırp, Bulgar ve Yunan ayaklanmalarının ardı arkası kesilmiyordu. Dedesinin adını alan küçük Mehmet’in, dede-baba mesleğini seçmeyeceği hemen anlaşılıyordu. İlkokulu okuduktan sonra doğrudan ticarete yönlendirildi. Böylece Mudurnu’daki dükkanın başında duracak birini bulmuşlardı. Süreyya Astarcı, ailesinin geçmişi ile ilgili şunları anlatıyor: 19
“Babam Mudurnu’nun ilk tüccarlarından, Mehmet Astarcı. Bakkal olarak başlamış ticarete. İlkokulu bitirmiş. Sonra ticarete atılmış. Esnaflığa yatkın bir yapısı varmış. Dedem ise iki oğlu ve babamın dayıları İsmail Usta ile inşaat işiyle uğraşmış. Nallıhan’da bir sürü bina yapmışlar, Mudurnu’da Göynük’te, Güdül’e kadar bina yaparlarmış. Büyük zenginler bunları çağırır konak yaptırırmış. Tabi ustalık 12 ay yapılan meslek olmadığı için bir yandan da ticarete atılıyorlar. Babam okulu bitirince ona dükkân açmak istemişler. O tarihte Mudurnu’da dükkân da yokmuş tutabilecekleri.” Astarcı Mehmet Us ta, ticari zekâsına güven diği torununu da ticarete yönlendirdiği ortanca oğlu Hamdi’ye emanet etti. Daha küçük yaş ta Ur gancı Mehmet Efen di’nin yanına çırak olarak verilen Hamdi Astarcı, ti careti öğrenmiş ve kendi ayakları üzerinde durabilecek kıvama gelmişti. Hamdi Astarcı yeğe ni Mehmet’i çocuğu gibi seviyordu. Süreyya As tar cı, ailesinin sonraki üç kuşağının ekmeğini kazanacağı ticarete nasıl atıl dıklarını şu sözlerle anlatıyor:
Babası Mehmet Astarcı
TÜRKİYE’NİN İLK YAP-İŞLET-DEVRET PROJELERİNDEN… “Babam 18 yaşına geldiğinde, yani 1926 yılında amcası Hamdi Astarcı ile ortak bir dükkân açıyorlar bakkaliye üzerine. Ve kahveci İbrahim Özentürk’ün yerini 10 yıllığına kiralıyorlar. Ortada henüz bina yok. ‘Altına biz dükkân yapacağız, üstünü de sana kahve yapacağız’ deyip binayı yapıyorlar. Yap-İşlet-Devret formülünü büyüklerimiz 1926 senesinde uygulamışlar. Binayı yapıp, dükkanı açmışlar. Bu dükkânda 5 yıl devam etmişler, ama artık dar gelmeye başlayınca daha büyük bir dükkana geçmeye karar vermişler. İbrahim Özentürk’e “Biz burayı 5 yıl kullandık ve çok şükür 20
ticaretimizi geliştirdik. Dükkanı sana iade ediyoruz” demişler. Bu Türkiye’de ender hadiselerdendir. Herkes ‘Bir fazlasını nasıl alırız?’ derken… Büyüklerimiz, kazançlarına şükür edip, mekan sahibine, mekanını daha kullanma hakları var iken iade ediyorlar.”
TEK ERKEK ÇOCUK OLMAK… Mehmet Astarcı, askerlik dönüşü 1928 yılında Mudurnu’nun Musalla Mahallesi’nden Hancı Musa’nın kızı İsmet Hanım ile evlendirildi. İsmet Hanım, ailesinin tek çocuğuydu. Henüz 2 yaşına bile basmadan babasını Yemen Savaşı’nda kaybetmiş, yetim kalmıştı. Tek çocukla ortada kalan annesi, son çare olarak kendi mahallelerinden Ayakkabıcı Sabri Efendi ile evlenerek ömrünü onun yanında tamamladı. Babasını hiç görmeyen İsmet Hanım, ne vakit Yemen türküsü çalınsa gözyaşlarını tutamazdı. Naif bir insan olarak bilinen Sabri Bey, hem üvey kızına hem de onun çocuklarına öz torunuymuş gibi davranacaktı.
Süreyya Astarcı-Annesi-Eşi, Ablası Fatma-Babası-Ablası Hayriye
Mehmet Astarcı ve İsmet Hanım’ın ilk çocukları Fatma Hanım 1930 yılında (1930-2013) yılında dünyaya geldi. İkinci çocukları Hayriye ise, beş yıl sonra 1935’te dünyaya gözlerini açtı. Ablalarının ikisi de Mudurnu’dan evlendi. Büyük ablası Fatma, Hulusi Patoğlu (1920-1993) ile Hayriye ise o dönemin meşhur terzisi Saffet Öztürk ile dünya evine girdi. Fatma Hanım’ın Zerrin Astarcı adında bir kızı, Hayriye Hanım’ın ise Muazzez Ulusoy ve Mehmet Öztürk adlı iki çocuğu dünyaya geldi. Süreyya Astarcı ise son çocuk yani son beşik olarak doğdu. Ailenin tek er21
Doğduğu ev 22
kek çocuğuydu. 30 Ağustos 1941 Cumartesi günü Mudurnu’da doğan Ahmet Süreyya’ya önce 30 Ağustos Zafer Bayramı münasebetiyle ‘Zafer’ ismi verilmesi gündeme geldi. Komşuları ve yakın akrabaları Zafer isminde diretse de Mehmet Astarcı oğluna Ahmet Süreyya adının verilmesini kararlaştırdı. Mehmet Astarcı’nın tek erkek çocuğu olmasına rağmen Süreyya, şımarık bir şekilde bü yütülmedi. Mehmet Astarcı, daha Süreyya doğmadan dedesinin sermayesini amcası Hamdi’nin de katkıları ile büyüttü. Türkiye Cumhuriyeti’nin ku ru cusu Mustafa Kemal Ata türk’ün ölüm döşeğinde olduğu yıllarda Astarcı ailesi artık ticari işlerini bir hayli büyütmüş, sadece Mudurnu’da değil, Nallıhan’da da yeni bir dükkân açmaya karar vermişlerdi. Ahmet Süreyya Astarcı, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden 2 yıl sonra dünyaya gelmişti ama babasından ve dedesinden duydukları ile o yılları şu şekilde anımsıyor:
Babası Mehmet Astarcı (1908 – 2007)
“Babam, amcası ile birlikte Mu durnu’da ticareti büyütünce mevcut dükkanları onlara dar gel meye başlıyor. Babama bir arsa teklif ediyorlar, babam oraya da ha büyük bir dükkân yapıyor. Mu durnu’nun aşağı yukarı en büyük dükkânı inşa edilmiş oluyor. 1938 yılında Nallıhan’da bir dükkân daha açıyorlar. İş de gitgide büyüyor.” Annesi İsmet Astarcı (1913 – 2001) Ancak İkinci Dünya Sava şı’nın patlak vermesiyle birlikte bir dükkân ile birkaç ailenin geçimini sağlamanın zorluğu baş göstermeye başlayacaktı. Astarcı ailesinin işlerinin bozulmaya başlaması üzerine ayrılık vakti de gelip çatacaktı. Bu ayrılık vaktine kadar tüm aile tek bir konakta yaşamlarını sürdürdü. Ahmet Süreyya Astarcı’nın amcaları 23
ile birlikte oturdukları konağa ilişkin hatıraları bulunmuyor. O, etrafında olup bitenleri fark ettiğinde annesi, babası ve iki ablası ile Mudurnu Hamamı karşısındaki yeni bir eve çoktan taşınmışlardı. Ahmet Süreyya Astarcı o dönemi şu şekilde anlatıyor:
Dedesi Mustafa Astarcı
“İkinci Dünya Savaşı başlayınca ülkemizde ekonomik durumun güçleşmeye başlaması ve enflasyonun artması sonucu aile büyükleri bir araya gelerek ticari ortaklıkların ayrılması kararını alıyorlar. Babam, dedem ile olan hissesini alıyor, diğer amcalarına da Mudurnu Çarşısı’nda birer dükkân daha alınıyor. Büyük dükkânda babam ile dedem kalıyor, diğer iki dükkâna da malı taksim ediyorlar. Babamın kardeşi Sabri amcam, (1920 – 1994) o sırada daha askerdi. Sabri amcama da askerden geldikten sonra Nallıhan’daki dükkânı veriyorlar. 1944 yılından itibaren babam tek başına ticari hayatına devam ediyor.”
12 YAŞINDA BAŞLAYAN SERÜVEN Babası Mustafa ve amcaları ile yolunu ayırdıktan sonra Mehmet Astarcı, üç çocuğu ve karısı ile birlikte yeni bir yaşam savaşına girişti. O da tıpkı dedesi Astarcı Mehmet Usta gibi, evde ve evin dışında ağırlığını hissettirecek ciddiyette bir adamdı. Yüzü pek gülmezdi. Şakadan hoşlanmazdı. Ne çocuklarını ne de torunlarını şımartacak bir üslubu vardı. Ahmet Süreyya Astarcı, babası ile ilgili şu düşüncelere sahip: “Babam otoriter bir yapıya sahipti. Sevgisini pek fazla belli etmezdi. Ben babamın çevresindeki arkadaşları tarafından kendisine ‘Yahu Mehmet’ diye hitap edildiğini duymadım. ‘Mehmet Efendi’ derlerdi hep. Annemin babaannesi, anneannem ve babaannem de ömürlerinin son dönemlerinde hep bizimle birlikteydiler. Annemin babaannesi için babam; “Onun duası ile biz bu hale geldik” derdi. 1946 yılında büyük ninemizi kaybettiğimizde, ablam nişanlıydı, düğünü olacaktı, onun ölümü üzerine düğün tehir edildi. Annem ve ablalarım, babam ile birlikte dükkâna gidip, ona yardım ederlerdi. Kadınların Mudurnu’da ticarete destek oldukları ilk hadiselerdendir.”
24
Mudurnu’nun o yıllardaki tanıklarından Prof. Dr. Nafiz Ulukutlu ise Mehmet Astarcı’nın titizliği ve bu titizlik içinde büyüyen oğlu Süreyya ile ilgili şunları söylüyor: “Benim Sürey ya Astarcı’yı anlata bilmem için, önce likle babası Mehmet Astarcı amcamdan başlamam gerekti ğine inanıyorum. Tutumluluk ile ilgili kendisinden çok şey öğrenmişizdir. Budanan üzüm as malarının dallarını soba odunu boyun da ayarlayıp, aynı asmanın bir dalı ile bağlar, kışlık ya kacak yapardı. Mu durnu’nun büyük bir dükkânı olan iş ye rinde, o zaman kese kâğıdı kullanılırdı. Mudurnu pazarının cumartesi olması nedeniyle hızla ve Babası ile dükkanda, 1953 hizmet aksamama sı için kilogramla satılabilecek malzemelerde paketleme önceden yapılarak hazırlanırdı. Çalışanlarına benim de yardım ettiğimi hatırlıyorum. Ticarette planlı ve programlı olmanın ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş idim. Akşam hava kararınca veya akşam ezanından sonra dükkâna elinde sigara ile girmeye izin vermezdi. Tabi o zamanlar her yerde sigara içilebiliyor. Yerler ahşap olduğu için, mazot veya yanmış yağ ile tahtalar toz kalkmaması için yağlanırdı. O da bu şekilde yangın çıkmaması için önlem alırdı. Bunlar hep ticaret ve hayat ile ilgili tecrübelerden elde edilmiş çok kıymetli derslerdi. Daha sonrasında da bu derslerin pek çok örneğini ve faydasını gördüm. Bu tecrübeleri ticaret hayatında çok başarılı bir şekilde uyguladığına şahit olduğum sayın Süreyya Astarcı ile de bu nedenle gurur duyuyorum.”
25
İLKOKUL YILLARI Ahmet Süreyya Astarcı, 1947 yılında Mudurnu Cumhuriyet İlkoku lu’nda eğitime başladı.
İlkokulda
İlkokulda
İlkokul üçüncü sınıfa geçtiğinde takvimler 1950 yılını gösteriyordu. Celal Bayar ve Adnan Menderes önderliğindeki Demokrat Parti, 28 yıllık tek parti (Cumhuriyet Halk Partisi) iktidarını devirerek tek başına iktidar olmuştu. 26
MUDURNU’NUN İLK PLANLI EVİ Süreyya Bey, o günlere ilişkin şunları hatırlıyor: “Okulda çok yaramaz değildim, uyumlu bir çocuktum. Ben ilkokul 3. sınıfta iken Demokrat Parti iktidara geldi. Okuduğumuz tarih kitaplarının içerikleri değişti. Daha önce Türkçe okunan ezan, hemen Arapça okunmaya başlandı. 3. sınıftan sonra din dersi zorunlu ders oldu. Tek partili dönemi daha iyi anlayabilmek için şöyle ifade etmek doğru olabilir; 1946 yılında Celal Bayar muhalefet partisi lideri olarak Mudurnu’ya geldiği vakit, pek çok kişinin gelmeye çekindiği karşılamaya, babamın sırtında balıksırtı bir ceket ile, ki çocuk gözümle beni etkileyen o görüntü hala hafızamdan silinmedi, Celal Bayar’ı karşılarken Cumhuriyet gazetesinde resmi yayınlandı. Ancak o, siyasetten hep uzak durmayı yeğleyerek, siyaset ile hiç ilgilenmedi. Yine de, bu karşılama sonrasında babam olmadık durumlar ile uğraşmak zorunda kaldı. O yıllarda evlendiğim ve çocuklarımın doğduğu ev olan şimdiki evimiz yapılacak, ama belediye babama şehir planı yapılacağı gerekçesi ile ev yapım ruhsatını vermiyor. Ancak şehir planının ne zaman yapılacağı ile ilgili bir bilgi de verilmiyor. Nitekim, Mudurnu’nun ilk şehir planı da 1957 yıllarında ancak yapılabildi. O tarihte babam bu sorunun çözümü için valinin özel kalem müdürü olan arkadaşı Hayrettin Arıkan’a gidiyor. Mudurnu’da yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Hayrettin amca da ‘Valinin yetkisi var, fakat önce evin planını çizdirmeniz lazım’ diyor. Babamla Hayrettin amca birlikte Bolu’ da bir mimarlık bürosuna giderek, Mudurnu’ nun projeli ilk evinin planını çizdiriyorlar. Böylece, valilik onayı ile planı çizilerek yapılmış Mudurnu’ daki ilk ev bizim ev oluyor. 1946 yılında yapılan evimizde babam kalan ömrünü geçirdi. O ev hala kullanılmaktadır.”
Mudurnu’nun ilk planlı evi 27
Bu arada, Ahmet Süreyya, daha çocuk denebilecek yaşta, ticaretin göbeğinde doğmasının etkisi ile okuma hevesini kaybetmişti. Arkadaşları ile oyun oynamak yerine vaktinin büyük bölümünü babasının dükkânında geçiriyordu. Aile büyükleri de Süreyya’nın okumaya meyilli olmadığına kanaat getirmişti artık. “Ben ilkokula giderken, dersim bittiğinde hemen dükkâna giderdim. 12 yaşında ilkokulu bitirdim ve dükkânda tamamen çalışmaya başladım. Başka tahsil hayatım olmadı. İlkokul öğretmenim Mustafa Aral’dı, çok severdim onu. Matematiğim çok iyiydi. Mudurnu, 1952 Türkiye’sinde ortaokulun olduğu, eğitim konusunda şanslı ilçelerden birisi idi. Nallıhan’da ve Göynük’te olmadığı için oraların talebeleri de Mudurnu’ya gelirdi. Çocukluğumda hep ticarete dönük yetiştirildim. Ablalarım evlendiği için babam dükkânda tek başına kalmıştı. Benim bir an önce ticari hayata atılmam ve kendisine destek olmam için de eğitimime devam etmeme babam pek istekli davranmadı. Zaten evde de benim için; “Bu esnaf olacak, okumayacak” denirdi. Ticari hayatım da bu şekilde başlamış oldu.”
Büyük dedesinin inşa ettiği Cumhuriyet İlkokulu
M. Nuri Doğulu, Süreyya Astarcı’nın çocukluk günlerinin tanıklarından biriydi. Ve onların dostluğu da yarım asır sürecekti. Birbirlerinden ayrı düştükleri zamanlarda bile bu dostluğu nasıl koruduklarını Doğulu şu sözlerle anlatıyor: “Mudurnu’da çocukluğumda arkadaş olup halen en yakın dost ve yakınlığımın devam ettiği en eski arkadaşımdır. Kendisinden iki yaş küçük olmama rağmen ilkokul çağlarında başlayan yakın ilişkimiz ailece eksilmeden sürmektedir. Beraberliğimize ait yaşanmışlıklar hatıra olarak yazılsa sayfalara sığmaz denecek kadar fazladır. Ayrı şehirler ve memleketlerdeki yaşanan günler, aylar ve yıllarda bile haberleşerek ilişkilerimizi sürdürmüşüzdür. Yarım asrı geçen bu yakın yaşantımızda kendisinin sayılamayacak kadar yardım ve yakınlığını görmüşümdür. Uzun yıllar çocuklarımızın bü28
yüyüp aile hayatları oluşuncaya kadar ayrı ayrı seyahat ve tatillerimiz dahi olmamıştır diyebilirim.
Mustafa Astarcı-Nuri Doğulu-Haşim Ulusoy Saffet Öztürk-Vasip Şahin-Babası-Süreyya Astarcı
Arkadaşlarımızın neredeyse tamamı müşterek ailece tanıdık kişilerden oluşmuştur. Benim memuriyet görevim sırasında yurt dışında geçen altı yıla yakın sürede sık sık diğer müşterek arkadaşlarımızla beraberliklerimiz ve unutulmaz güzel günlerimiz olmuştur. Mudurnu Tavukçuluk zamanlarında değişik arkadaş gruplarını genellikle hafta sonları yatılı olarak Mudurnu ve civarındaki görülecek yerlerde Süreyya ve ailesi ev sahipliği yaparak misafir etmişlerdir. Mudurnu’da yaşanan iş hayatı ve sonrasında öncelikle eğitime, ayrıca diğer sosyal hayata ilişkin hayır işleri sayılamayacak ve unutulmayacak kadar fazladır.” Ahmet Süreyya Astarcı, 1953 yılında ilkokulu bitirir bitirmez babasının bakkal dükkânında çalışmaya başladı. Mehmet Astarcı oğlunun ticaretin püf noktalarını öğrenmesi için onu sık sık İstanbul’a mal almaya gönderiyordu. Genç Süreyya, kısa sürede İstanbul’da iyi bir çevre edindi. Tam bu esnada Mudurnuspor kurulmuştu. Arkadaşlarının baskıları ile kulübe üye oldu Süreyya. Ancak okumaya meraklı olmadığı gibi, futbola da merakı yoktu. Sadece voleybola yatkınlığı vardı. Bir müddet sonra voleybolda da bir yeteneğinin olmadığını anlayınca voleybol hakemliği ile yetinmeyi tercih etti. 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren Süreyya Astarcı farklı ticaret kolları aramaya başladı. Ticaretteki bu ilk arayışlarla birlikte Mudurnu da o güne dek görmediği birçok yenilikle tanışacaktı. Ancak bunun için delikanlı Süreyya’nın biraz daha pişmesi gerekiyordu. İstanbul piyasa29
sını tanımaya başladığı dönemle ilgili bir hatırasını Süreyya Astarcı, şu şekilde anlatıyor:
Ahmet Erdut, Süreyya Astarcı, Selahattin Sarı, Ahmet Çağlar, Osman Atalay ve Mehmet Dikme - 1958
Ali Uluutku, İhsan Sezer, Saffet Öztürk, Nafız Uluutku, Süreyya Astarcı ve Şadi Ercan – Şehir kulübünde, 1959 30
“Oldum olası makinelere merakım vardı. 1957’de ineklerimiz vardı, yayıkla tereyağı yapılırdı. Zirai Donatım’da bir yayık gördüm, ama bizimkiler gibi değil, yatay. Merak ettim. Daha 15 – 16 yaşımdayım. Bir gün İstanbul’da Sirkeci’de gezerken dikiş makinelerine dıştan takılan motor gördüm. Bundan bir tane alıp Mudurnu’ya getirdim. Yayığa marangozda ahşaptan bir kasnak yaptırıp taktım. Dikiş makinesi motoru ile yayığı çevirdim. Bir baktım, bizim elle, binbir güçlükle yaptığımız tereyağı çok kısa zamanda hazır. Bu işlere oldum olası meraklıydım. Sonraki yıllarda da bu özelliğimi hep geliştirdim. Çünkü o zamanlar her şeyi alma şansımız yoktu.”
“FOTO SÜREYYA…” 1958 yılında bu kez fotoğrafçılığa merak saldı genç Süreyya. Babasının bakkal dükkanının alt katını fotoğraf stüdyosu yapıp, Mudurnu’da fotoğrafçılık yapmaya başladı. Bu dükkân Mudurnu’da açılan ilk fotoğraf dükkânıydı. O tarihte, mal temininde çok büyük zorluk yaşanıyor, Türkiye ekonomisindeki sıkıntılardan dolayı, her esnaf yeni arayışlara yönelmek zorunda kalıyordu. O da en azından resmi kurumlara verilmek üzere herkesin fotoğrafa ihtiyacı olacağını düşünerek bir yan gelir kolu yaratmış oldu. Sadece Mudurnu’da değil, Göynük ve Nallıhan’da da fotoğrafçı yoktu o yıllarda. Bu boşluğu bir anda dolduran Süreyya Astarcı, o yıllarda okulu bitirip diploma alan herkesin fotoğrafına kaşesini bastı. Toplu mezuniyet fotoğraflarında da onun ismi vardı.
10 Nisan 1959 – Mehmet Özlüdemir, Nafiz Uluutku, Mustafa Devedengi ve Fethi Kan ile
31
GENÇ SÜREYYA’NIN MÜZİK MERAKI Spordaki başarısızlığına rağmen, Süreyya’nın müzik tutkusu bir hayli ileri düzeydeydi. Ancak bu konudaki çalışmalarını babasından gizli sürdürmek zorundaydı. 1961 yılında askere gitmeden önce Mudurnu Musiki Sevenler Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. Kanun çalmaya heves etmişti o sıralar. Harçlıklarından biriktirdiği paralarla bir kanun satın aldı, ama bunu herkesten saklıyordu. “Mudurnu’ya Fikret Özkök adında bir sıtma savaş doktoru geldi o zamanlar. Doktor ağabeyimiz musiki aşığı. Bize musiki aşkını aşılayan da o. Mudurnu’da da esnaf olup müzik aleti çalan çok iyi üstatlar vardı. Ben kanun dersini Hakkı ağabeyimizden almaya çalışıyordum. Ama devam ettiremedik, sürmedi, sürdüremedik. Musiki Derneği’ni ben toparlamaya çalıştım, herkesten saklayarak satın aldığım kanunu da derneğe hibe ettim. O zamanın parasıyla 150 TL büyük paraydı. Babamın haberi yoktu, ama annem biliyordu. O zaman bir enstrüman çalmak o kadar makbul bir iş değildi şimdiki gibi. Biz onun için saklı yapıyorduk.” Süreyya Astarcı’nın müzik sevdalısı olduğu günlerin tanıklarından biri de Mudurnu’da büyüdükten sonra emniyet müdürü olan Güray Önal idi. Önal, o yıllara ilişkin hatıralarını şu şekilde anlatıyor: “Süreyya ağabey henüz 19 yaşlarında Mudurnu’da kurulan Musiki Derneği’ne yönetici olmuştu, ancak, onu büyük yapan bu yaşta edindiği unvan değildi elbet. Derneğin azalarından olan ve kanun çalan Canan Mehmet ölmüş, ekibin kanunu ve kanuncusu eksilmişti. Ömrünü insana adayan Süreyya ağabeyimiz, hiç düşünmeden yeni bir kanun satın olarak derneğe bağış yaptı. Yeri değil belki, ancak, kazandıkça kazandığı oranda insana veren bir vakıf insanını burada üç kelimeyle ifade ne kadar mümkün bilemiyorum. Doğarken kazanılan bir melekedir derler, adanmışlığa… Süreyya Astarcı deyince söylenecek ilk söz, iyilik ve güzelliktir. Ömrünün baharında fotoğraf stüdyosuyla başlayan iş hayatında, onlarca büyük şirketi kurmakla kalmamış, kurduğu her şirketi mutlaka hedefine taşıyan ender iş adamlarımızdandır Süreyya ağabeyimiz… Aslında bu müstesna vakıf insanı sadece şirketlerle faydalı olunamayacağını biliyor; bu nedenle işin yanında insanımıza da yatırım yapıyordu. Bu amaçla sayısını hesap edemeyeceğimiz hayır işlerine bilhassa yatırım yapıyor, gençlerimize eğitim ve iş imkânı sağlıyordu. Yıllarca dağarcığımda kalan bir hatıraydı anlatacağım: Bu yüzden olacak kazandığı ve büyüdüğü oranda insana vermeyi amaç edinen bir insanın hayatıydı onunkisi… En nihayet söyleyeceğim son söz şu olabilir; Süreyya ağabey hayra adanmış bir gönül insanıdır, sevgi ve hizmetiyle gönüllerimizde taht kurmuştur.”
32
Mudurnu’da o yıllarda musiki ile yakından ilgilenen insanlar bulunduğunu anlatan Süreyya Astarcı, eski Mudurnu ile ilgili büyüklerinden duyduklarını da unutmamış hiç: “Mudurnu müzik konusunda 100 yıl önce de çok iyi konumdaymış. O zamanlar saz, söz, muhabbet var. Sıra geceleri gibi, ‘Birikme’ adı altında toplantılar, eğlenceler yapılıyor. 100 yıl önce de bu gelenek devam ediyormuş. Hepsi de esnafmış. 40 tane yemenici, 30 demirci dükkânı varmış o zamanlar Mudurnu’da. Çoğu da müzik ile ilgili. Bir gün, böyle bir muhabbette sazın telleri kopmuş, ama muhabbet de çok güzel. Saz telini satan esnaf orada değil, vakit de gece yarısı. Sadece Musa Paşalar’ın Raşit Efendi (Raşit Canger’in dedesi) diye yaşlı biri satıyor saz telini. Oradakiler düşünüyor ve ondan, o saatte saz telini nasıl alacaklarına dair plan yapıyorlar. Raşit Efendi cenaze levazımatı da satıyormuş. Bir arkadaşa diyorlar ki; ‘Mehmet senin annen yaşlı. Git Raşit Efendi’yi kaldır, ‘Annem öldü, yaz günü onun için sabah erkenden defnedeceğiz. Onun için kefene ihtiyacımız var’ de diyorlar. Adam gidiyor bunları söylüyor, o da ‘Tabi’ diyor, giyinip dükkânı açıyor, kefen topunu çıkarıyor, ‘Kaç metre olacak’ deyince, Mehmet, ‘Hay Allah, ben bir koşu gidip sorup da geleyim’ deyip fırlıyor oradan. Arkadan başka bir arkadaşı geliyor dükkâna, ‘Raşit amca bu saatte ne işiniz var dükkânda’ diye. Durumu anlatınca, ‘Oturalım bari beraber’ diyor, o arada saz teli kutularını karıştırıyor, ‘Hazır buradayken saz teli alayım bari’ diyor. Sonra da ‘Nerede kaldı bu Mehmet?’ deyip o da çıkıyor dükkandan. Raşit Efendi bekliyor biraz daha, sonunda dükkânı kapatıyor, doğru Mehmetlerin evine gidiyor. Tabi bakıyor ne cenaze var ne de cenaze için bir hazırlık, bir oyun olduğunun farkına varıyor, ama diğerleri de saz telini almış oluyor.”
Ablası Hayriye-Annesi-Süreyya Astarcı-Eşi-Ablası Fatma
33
DP’NİN SONU VE ZOR YILLAR Genç Süreyya için, 27 Mayıs askeri darbesinden birkaç ay sonra askerlik gelip çattı. İyi para kazandığı fotoğrafçılık malzemelerini depoya kaldırarak vatani görevini yapmaya gitti. Fatma ablası 1946 yılında, Hayriye ablası ise 1953 yılında evlendiği için evde annesi, babası ve babasının Uğurlualan köyünden getirip evlat edindiği Necla ile birlikte konakta baş başa kalmışlardı. Mehmet Astarcı, yardıma ihtiyacı olan çocukları, okutup, büyütüp evlendirmeyi bir ibadet gibi görüyordu. Necla’nın ardından Hayriye eve gelecek, onunla da kardeş gibi olacaklardı. Süreyya Astarcı’nın da kendini hayır işlerine adamasının sebebi belki babasından kalan bu mirastı. Süreyya Astarcı’nın askere gidişi tam bir maceraydı. O yılların en yakın tanığı, çocukluktan beri arkadaşı olan Remzi Kapucu. Kapucu’nun anlattıklarından Süreyya Astarcı’nın tiyatro tutkusu da ortaya çıkıyor:
Mithat Eymir-Süreyya Astarcı-Remzi Kapucu
“Süreyya Bey’le bizim dostluğumuz çok eski yıllara dayanır. 1960’lı yıllarda yaşadığımız bir olayı anlatmakla başlamak istiyorum. Süreyya Bey askere gitmek üzere şube yazıcısı olarak belirlenmiş, ancak eğitim yerine hangi şube adına gideceği belirsiz. Mudurnu Askerlik Şubesi’nce de bilinmiyor. Bursa Askerlik Dairesi’nin yetkisinde. O zamanlar her ikimiz de perakende iş yerlerimize eksik çeşitleri almak için sık sık İstanbul’a gidiyoruz. İstanbul’a giderken Bursa’ya da uğrayıp bir yolunu bulup askerlik dairesinden eğitim döneminden sonra hangi şubeye gideceğini öğrenmek niyetiyle, otobüsle Adapazarı ve Bursa’ya devam ettik. Bursa’da Süreyya Bey’in arkadaşı Osman Bey’le buluştuk. O yılların önde gelen bir lokantası olan Şar Lokantası’nda akşam yemeğinde beraber olduk, ama ertesi günü askerlik dairesinden Süreyya Bey’in gideceği şubenin adını öğrenemedik. O dönem tabi ki şimdiki gibi değil, ufak işleri halletmek için bile bazen günler harcamak ve uzun yollar gitmek gerekebiliyordu. 34
Sonrasında sabah erken saatlerde İstanbul’a gitmek üzere Yalova’ya geldik. Vapur iskelesine geldiğimizde hava çok kötü, deniz çok dalgalı, yağmur, fırtına, tereddüt ettik, ‘Otobüsle mi gitsek?’ diye istişare ederken vapura geçmek üzere olan bazı yolculardan ‘Biz bundan daha kötü fırtınalı havalarda bile vapur yolculuğu yaptık, bir şey olmaz diyenler oldu. Bizi cesaretlendirdiler. Neyse kıl payı vapura bindik. Paşabahçe mi?, Fenerbahçe mi? Şehir hatları vapurlarından. Üst kata çıktık, ilk 10-15 dakika pek fazla bir sıkıntı olmadı. Sakin gibiydi. Ama hava çok kötü, göz gözü görmüyor, yağmur-fırtına deniz bir berbat olmaya başladı ki biz üst kattayız, ancak denizden gelen dalgalar bize kadar çarpıyor. Kaptan yandan gelen dalgalara dikey karşı koymak için olacak herhalde ani bir dümen kırdı. O manevrada gemi adeta çatırdıyor, yana yatar gibi oldu. Vapurun büfe bölümünde bardak, tabak, şişe ne varsa hepsi yerlerde. Beni deniz tutar gibi oldu. Vapurun orta bölümündeki açık alana biraz hava alalım diye çıkmaya çalıştık. Ama ne mümkün? Sular bir taraftan diğer tarafa dev dalgalar halinde geçiyor ve haliyle kapı açılmıyor. Tekrar yerimize oturduk. Oturduğumuz yere yapışıyoruz. Durmadan dikey gelen dalgaya maruz kaldığı için vapurun önünü bir kaldırıyor bir bırakıyor. Çıkan ses ayrı bir korku veriyor. Geminin bir tarafları kopacakmış gibi sanki. Can yeleklerinin yerleri ve nasıl kullanılacağını tarif edenler mi, yolcuların bazılarının ’Ben şu kadar senedir bu hatta yolculuk yapıyorum, böyle fırtınaya, dalgaya rastlamadım’ diyenler mi dersiniz. Ana baba günü. Kaptan dalga yönüne göre manevra yaptığından, rota değişikliğinden Marmara’nın ortalarından Kartal kıyılarına doğru yakın noktalardan mutat süreden hayli saatler sonra gecikmeli olarak İstanbul’a gelebildik. Askerden önce böyle bir tehlikeyi yaşamış olmak, açıkçası Süreyya’yı da eminim çok korkutmuştu. Benim hakikaten ömrümden ömür gitmişti.
Yalçın Erimez ve Arif Baş ile askerlik günlerinden.
35
Süreyya Bey Bilecik Askeri Şubesi’nde yazıcı olarak askerliğe devam ederken, şubeden izin alıp İstanbul’da buluşurduk. Beraberliğimizde İstanbul’a her gelişimizde suareye ayrı matineye ayrı, tiyatrolara gitme alışkanlığımızı yâd ederdik. 60’lı yıllarda özel tiyatrolar bir hayli fazlaydı. İkimizde de tiyatro merakı vardı. Süreyya ile birlikte gittiğim tiyatro keyiflerimizi hala hatırlıyorum. O dönemde İstanbul’da tiyatrolar kültürel ve sosyal paylaşımların güçlü yaşandığı yerlerdi.”
MENDERES’İN İDAMI Demokrat Partililerin idam haberlerini ise Denizli’deki acemi birliğinde askerken öğrendi Süreyya. O yıllara ilişkin şu hatıralara sahipti: “Ben askerdeyken Eylül 1961’de Menderes idam edildi. İki aylık askerim daha. Bu arada bir radyom vardı transistörlü. Onun dışında bölükte kocaman bir radyo daha vardı. Menderes’in asılacağı gün bölük komutanı beni çağırdı .’Oğlum senin radyon varmış, onu bana ver de bir iki gün bende kalsın’ dedi. Verdim tabi mecburen, haberleşmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmak için söylüyorum bunu. O akşam dediler ki ‘Herkes soyunmadan hazır kıta silahıyla yatacak.’ Meğer Menderes idam edilecekmiş. Sonradan öğreniyoruz asıldığını, zira radyo dışında haberleşme imkanı yok. Biz o akşam kalkışma olursa Afyon’a gidecekmişiz. Çünkü Menderes asılmadan önce ‘Nereye asıyorlar, ceket mi asıyorlar’ gibi DP taraflarının konuşmaları geçiyordu, tabi askeriye de bundan çekiniyordu. Meğer bunun için bizleri o gece hazır kıta tutmuşlar. Haberimiz olmasın diye radyomuzu almışlar. Hâlbuki 2 aylık askeriz, kalkışma olsa maazallah biz çıkacağız, ne yapacağımızı bile bilmiyoruz.”
Yalçın Erimez, Nejat Karadeniz ve Arif Baş ile 36
SOYADI DEĞİŞTİRMEDEN EVLİLİK… Süreyya Astarcı, 1961 yılında acemi eğitiminin ardından usta birliği için Bilecik’e gitti. Denizli’den dağıtım için Mudurnu’ya geldiğinde Mustafa dedesinin kardeşi Emin Astarcı’nın torunlarından, Hakkı Astarcı ile Vasfiye Astarcı’ nın büyük kızları, Nesrin Astarcı ile sözlendi Süreyya Astarcı. Evliliği ise askerlik sonrasına bıraktılar. Denizli’ye nazaran Bilecik Mudurnu’ya daha yakın bir ildi. 4 aylık eğitimin ardından Bilecik’te askerlik şubesine yazıcı olarak göreve başladı Süreyya Astarcı. Askerlik öncesi yaptığı fotoğrafçılık askerde de bir hayli işine yaramıştı. Askerlik şubesi başkan yardımcısının da fotoğrafa olan düşkünlüğü sayesinde Bilecik’te hem yazıcı hem şubenin fotoğrafçısı olmuştu. 20 ay su gibi gelip geçti bu sayede. Askerlik dönüşü yeniden ekmek telaşına düştü Süreyya Astarcı. 1963 yılında teskeresini alır almaz işine kaldığı yerden devam etti. Spor ve müzik konusunda oğlunu desteklemeyeceği her halinden belli olan Mehmet Astarcı, ticari konularda ise oğluna sınırsız bir yetki ve imkân verdi her zaman. Daha 13 yaşından itibaren İstanbul’a giderek dükkân için gerekli malları satın almaya başlayan Süreyya Astarcı, askerlik dönüşü başarılı bir ticaret adamına dönüşmüştü. “Babam ileri görüşlü bir adamdı, ama o zaman mesafeliydi ilişkiler. Babam tüm hayatı boyunca, günde en az üç gazete okurdu. Bir tanesi muhakkak surette ekonomi gazetesi olurdu. Diğer ikisinden de birisinin muhalif, diğerinin hükümet yanlısı olmasına dikkat ederdi. Benim ne yaptığımı bilir, ama hiçbir zaman yüzüme vurmazdı. Ticareti nasıl geliştireceğimizi ise devamlı konuşurduk. Bu konuda devamlı önümü açardı. Diğer arkadaşların babaları oğullarını İstanbul’a mal almaya gönderdiğinde ‘Nerede kaldın?’ diye kızarken o bana; ‘Oğlum 1 gün daha gezseydin, ne var ne yok bakardın’ derdi. Enteresandır askerden izinli geldiğim vakit bile cebime para koyar; ‘Oğlum şunlar dükkânda noksan, bunları İstanbul’dan al da gel‘ derdi. Yani ticaretle aramın soğumaması için bu şekilde davrandığını ileriki yıllarda anladım. Otobüsle gider, Sirkeci’de Amasya Oteli’nde kalırdım. Malı alır, ambara teslim eder, oradan yine otobüsle dönerdim. Özel arabam ancak 1974 yılında oldu. Babamın da yoktu otomobili. Amcamın kamyonları vardı. 1951 yılında ilk kez Türkiye’ye Berlietz marka dizel kamyon geldi 5 tane. Babam, Hulusi eniştemle ilk kamyonu aldı. Sonra kamyonu enişteme devretti.” 1963 yılında askerlik dönüşü bir hafta geçmeden Mehmet Astarcı oğlu Süreyya’yı evlendirmeye karar verdi. Daha önce sözlendiği Nesrin Astarcı ile dünya evine girdi Süreyya Astarcı. Eşi Nesrin Hanım’ı akraba olmaları nedeniyle yakinen tanıyordu zaten. Evlendikten sonra o yıllardaki gelenekler çerçevesinde babası ve annesi ile aynı evde yaşamaya devam ettiler. 37
Nikah töreninden - 8 Ağustos 1963
Mudurnu’daki bakkal dükkânında baba oğul bir yandan yeni iş kolları ararken, bir yandan da mevcut işi daha fazla nasıl büyütebileceklerini düşünüyordu. O sırada pek çok köyde yeni bakkal dükkânları açılmaya başlamıştı. Süreyya Astarcı babasına bu bakkallara toptan mal satma teklifini götürdü. Babası bu işe hemen sıcak baktı. Böylece toptancılığa da adım atmış oldu. Yağ, sigara ve çay artık Astarcılar eliyle dağıtılıyordu köy bakkallarına. Süreyya Astarcı’nın o günlere ilişkin hatırladıkları ise şöyle: “O zaman satılabilecek en önemli gıda maddeleri şeker ve yağ. Memleketimizde satılabilecek çok fazla malın olmadığı yıllardayız. Nalburiyede ise en önemli gelir kaynağımız, İsveç’ten ithal olarak gelen “Mustat” marka nal mıhı. Bunlara ek olarak alüminyum ve emaye olmadığı için kalay ve bir de kahve satıyoruz. Bunlar en başat diye tabir ettiğimiz en kıymetli ithal mallarımızı oluşturuyordu. Babam; ‘Paran artarsa oğlum, nal mıhı, kalay ve kahve al’ derdi çok zaman bana. Örneğin o dönem kahve kavrulmadan 60 kiloluk çuvallarda yeşil olarak gelirdi. Kahveciler gelir, bizden 1 kilo kahve alırlardı. Melek Hanım vardı, ona götürürler, o kavurur, dibekte döver, kahvecilere verirdi. Kilo başına bu işler için 1 lira alırdı. Kahve öğütme makinesi memlekete çok sonradan geldi. Bir de zaten naylon torba yok, kahve fazla çeksen bayatlar hemen, içilmez. Naylon torba çıktıktan sonra kahvenin bayatlama sorunu çözüldü.”
38
Düğününden 39
GİRİŞİMCİ RUHA SAHİPTİ Erken yaşta evlenen Süreyya Astarcı, 1964 yılında ilk evladına kavuştu. Ailevi geleneğe bağlı olarak oğluna dedesinin adını (Mustafa) koydu. 1970 yılında ise ikinci çocuğu Erkan dünyaya geldi. Mustafa ve Erkan da babalarından aldıkları genetik mirasla ilerleyen yıllarda girişimci bir ruha sahip olduklarını göstereceklerdi. Zaten biraz da öyle yetiştirildiler. Süreyya Astarcı’nın mutlu bir evliliği vardı. Bununla birlikte girişimci ruhu hiçbir zaman boş durmuyordu. Bakkal dükkânı, fotoğrafçılık, toptancılık derken yeni bir iş kolu arayışını Süreyya Astarcı hep sürdürdü.
MUDURNU’DA İLKLERİN ÖNCÜSÜ “1967-68 yıllarında bu kez kimyevi gübre çıktı. Yeni ne çıkıyorsa ben üstüne atlıyorum. Babam da beni teşvik ediyor. Kilo ile amonyum nitrat gübresi satmaya başladım bir anda. Kütahya’dan fabrikadan alıp, köylüye satıyordum. Sonra İzmit Yarımca’da süper fosfat gübresinin fabrikası açıldı, onu getirip satmaya başladık. Ben Mudurnu’da ilklerin öncüsüydüm. İlk ne çıkarsa bizim dükkanda olurdu. Daha sonra Adapazarı Yem Fabrikası kuruldu ben hemen tavuklar için ve besi inekleri için oradan ilk yem bayiliğini aldım. Fabrikadan aldığımız yemi, yine fabrika fiyatına satıyoruz. Yaptığımız anlaşmaya göre yılda 50 ton satarsak yüzde 7 prim alacağız. O da bizim karımız olacak. Yani satışımız 50 tonun altında kalır ise, bir yıl boyunca bu işi boşuna yapmış olacağız. Paksoy Yağ Fabrikasının müdürü Bayram Bey’i arayıp durumu izah ettim. O beni bir bayi ile tanıştırdı. O da sağolsun, satışımız 50 tonun altında kalır ise kalan yem farkını alma taahhüdü verdi. O cesaret ile işe başladık. Fakat çok şükür daha ilk seneden 70-80 ton yem satarak kotanın çok üzerine çıktık. Bu arada kimyevi gübre ve bakkaliye işimiz de devam ediyordu.”
“BÜYÜK OYNAMAK GEREK…’’ Mudurnu’ya pek çok ürün ilk kez Süreyya Astarcı tarafından getiriliyordu artık. Ancak yem sektörüne girişiyle birlikte yeni bir sektöre adım attığının farkında bile değildi. Büyükbaş hayvan yemi işi bir süre sonra kendisini tavukçuluk sektörüne adım atmaya zorlayacaktı. O ise, her yeni çıkan ürünle yeni kazançların peşinde koşuyordu. Mudurnuluları pek çok marka ürünle nasıl tanıştırdığını şu şekilde anlatıyor Süreyya Astarcı: “O yıllarda İstanbul’da kola gördüm. İlk başta 10 kasa kola ile Fruko gazoz alarak Mudurnu’ya getirdim. İlk kez tadılan bu içecek herkes tarafından çok beğenildi. Daha sonra Pepsi pazara girdi. Ben de hemen Mudurnu bayiliğini aldım. Artık Mudurnu’da kola kamyonla getirilecek kadar büyük bir satış hacmine ulaşmıştı. Bakırköy’deki fabrikaya boş kasalarımızı götü40
rüyoruz. Doldurup getiriyoruz. 1970 yılında bir gün bize dediler ki; ‘Biz Mudurnu’yu Bolu’ya bağladık. İlyas Karamanlı’ya bayilik verdik, onun üzerinden alacaksınız’. Bu karar benim için yıkımdı adeta. İki yıl kendi başıma yaparak, başarılı bir satışa ulaştığım bu işin; sadece ilçede olmamdan dolayı benden alınmasına çok üzüldüm. İşte bu olay, bir şeyleri değiştirme vaktinin geldiğini bana gösteren hayatımdaki önemli bir kilometre taşıdır. Artık dedim ki; ‘Süreyya bu böyle olmayacak büyük oynamak gerek.’ Büyük oynamayı kafama koymuştum artık ve yeni iş kolları bulacaktım. En büyük amacım yaptığım işte marka olmaktı.” O dönemde Mudurnu dışına çıkmayı tasarlayan Süreyya Astarcı, ilk kez Bolu piyasasına da adım atmaya karar verecekti. Kısa sürede kendisine bu pazarda da yer buldu. Sadece Mudurnu’da değil, Bolu’da da yavaş yavaş dikkat çekmeye başladı. Kendisini tavukçuluk sektörünün içinde bulacağı günler artık yakındı. “1972 yılında Bolu’da kamyonla bakkallara servis işini ilk kez ben başlattım. Perşembe ve pazar günleri servis yaptığım 40 tane bakkal müşterim oldu. Bu arada; Süreyya Bey’in Bo lu’da toptan bakkallık yaptığı döneme ilişkin Mustafa Astarcı’nın unutulmaz bir hatırası var:
Oğlu Mustafa
Oğlu Mustafa ile birlikte
41
“Babamın bakkallık zamanında Mudurnu’dan Bolu’ya toptan mal dağıtıyoruz. Ben 7-8 yaşlarındayım. Ben kamyonun kasasında dururum, yukarıdan mal veririm, babam da götürür, teslim ederdi. Öğle yemeklerinde Bolu’da Kebap 14’te kaşarlı pide yerdim, onun tadını unutamıyorum. Benim için o bir efsaneydi. Perşembe Bolu’ya servis yapardık. Taşkesti’de sadece cuma günleri açtığımız bir dükkânımız vardı, oraya giderdik, bakkallar gelir, sabahtan malı alırlar, pazar dağılmaya başlayınca akşama ben de parasını toplardım onlardan. Perakende yoktu o dükkânda. Bunlar, babamla birlikte ticaretle tanıştığım ilk yıllarıma ait güzel anılarımdır.” Küçük oğlu Erkan Astarcı da babasının daha bakkallık yıllarından beri kendilerini ciddi bir şekilde ticarete nasıl hazırladığını şu sözlerle anımsıyor: “6 yaşından itibaren bakkal dükkânında hep tezgâh arkasındaydım. Babam ticarete alışmamız için bizi de iş yerine götürürdü. Hiçbir cumartesi günümüzü ki Mudurnu pazarıydı, oyun oynayarak geçiremezdik, mutlaka dükkânda dururduk. Bir yere giderken dahi korkarak, ürkerek giderdik. Dükkân çok kalabalık olurdu. Hiç olmazsa köylünün bıraktığı emanet heybelerin başında bekleyeceksin. 15 yaşında babam bana ‘Seni bu tavukçuluğa sokmayacağım, kuyumcu çırağı olarak vereceğim Kapalıçarşı’ya. Sen farklı bir sektörde ol. Sonrasında bir de dükkân açarız’ dedi. Ama o yıl 2 ay İngiltere’ye gittim. Belki de o bizim için bir dönüm noktasıydı, belki Allah nasip etmedi. Babam hep İstanbul’da ticaret yapıp büyüdüğü için bizi hep oraya teşvik etti, kuyumculuk da bundandı belki de. Aslında haklıydı, İstanbul’un ticari hayatı çok farklı. Babamın öngörüsünü biz bu yaşta ancak anlıyoruz.” Yem satışıyla başlayan ve hayatına yön verecek tavukçuluk macerasına ilişkin de Süreyya Bey şunları anlatıyor: “O arada yemcilik de var. Mudurnu’da yumurta tavukçuluğu yapanlara yem satıyorum. 1968’de Mudurnu’da yumurta tavukçuluğu başlamıştı. Tevfik Türesin ve Edip Atalay yapıyordu bu işi. Küçük çaplı iş yapan bir kaç kişi daha vardı. Onlar ziraat teknisyeni oldukları için mesleklerinden dolayı girmişler bu işe. Erpiliç’in kurucusu Ali Ericek’in babası rahmetli Mahmut amca vardı, ona da yem sattığım olmuştur. Tevfik Bey de bir araba aldı, onunla yumurta pazarlıyor. Ankara’ya götürüyor yumurtaları, ama arabasını dolduramıyor. Ben yem veriyorum ona da. Tevfik Bey, Ali Ericek’in babası Mahmut Ağa’nın yumurtasını da alıp Ankara’ya götürüyor. Bu şekilde başladığım yem satışı sayesinde; gelecekteki yaşantımı kökünden değiştirecek olan broiler, yani et tavukçuluğu işi, hayatıma girecekti.”
42
BÖLÜM 2 MUDURNU’YU TAVUKÇULUĞUN BAŞKENTİ YAPTI
43
44
Her türlü yeniliğin peşinden koşmayı bir alışkanlığa dönüştüren Süreyya Astarcı’nın, tavukçuluk sektörüne yönelme zamanı gelmişti artık. Hayvan yemi satıcılığı ile keşfettiği tavukçuluk sektöründe Mudurnu’yu Türkiye’nin en büyük markalarından birine dönüştürecek süreç de böylece başlamış oldu. Yumurta tavukçuluğu yapan isimlere verdiği yem onu bu sektörün öncülerinden biri haline getirecek, Mudurnu onun girişimciliği sayesinde tavukçuluğun başkenti olarak anılacaktı artık. Yine de tavukçuluk sektörüne girmek sanıldığı kadar kolay değildi. 1969 yılında Süreyya Astarcı kesin bir şekilde tavukçuluk işine girmeyi kafasına koymuştu. Tevfik Türesin ve Radyocu Selahattin Sarı ile birlikte buluştuklarında sadece bu işe kafa yoruyorlardı. Ancak nereden başlayacaklarını, nasıl başlayacaklarını bir türlü bilemiyorlardı.
TAVUKÇULUĞA İLK ADIM “Mudurnu’da Tevfik Türesin ve Edip Atalay’ın, Şerafettin Erbayram gibi kişilerin 200-300 tavukları var, ben onlara yem veriyordum o zamanlar. Bu iş devam ederken et tavukçuluğunun ilerisinin parlak olduğu gündeme geldi. Onlar yumurta tavukçuluğu yapıyor, 6 ay bekliyorsunuz tek tek yumurta topluyorsunuz, et tavuğu ise farklı. O zaman soya yok, ırklar iyi değil, tavuklar 60 günde yetişiyor. Mudurnu’da hep beraberiz bu isimlerle, konuşup tartışıyoruz. Bu arada Ziraat Odası’nın bir ahırı var. 1971 yılında bu ahır kiraya çıkarıldı. 120 TL kira ile bu ahırı tuttuk. Böylece Radyocu Selahattin Sarı, Tevfik Türesin ve ben tavukçuluğa başladık. Civciv arıyoruz, ama etlik civciv bulmak o kadar zor ki… İzmir’de bir firmadan 2.800 kadar civciv bulduk. Tevfik Bey ve Selahattin ağabey civcivleri getirmeye gitti. Ben kümesi hazırladım bu arada. Bu iş konusunda çok fazla bilgimiz yok. Kime satacağımız da belli değil, ama çok kıymetli o zamanlar tavuk. O arada Selahattin ağabey ile Tevfik Bey civcivleri alıp geldiler. Ama 500-600 tanesi yolda telef olmuş, onları kimse görmeden imha ettik. Çünkü herkes karşı bu işe. Zira o zamana kadar kim tavukçuluğa başlamışsa batmış Mudurnu’da. Daha işe başlamadan, kimsenin ‘onlar da başaramadı’ demelerini istemiyoruz. Civcivin parasını üçümüz topladık, yemi de bizim dükkandan temin ediyoruz. Dolayısıyla bizim dükkanın malını da sermaye olarak işin içine katmış olduk. Kasayı ben tutuyorum. Zaten bütün her şey kağıt üzerinde benim adıma, ama 3 ortağız. Civcivler 60 günlük olunca bir minibüsün içine tahtadan kafesler yaptırdık. Hiç unutmuyorum, Ankara’ya canlı olarak 550 tane götürdük. Zeki Turan’dan emanet aldığımız ve benim kullandığım bir minibüs ile Ankara’da İtfaiye Meydanı’nda kesimci olan Fazlı Kula’ya tane ile sattık. Acemilik dönemini kısa sürede atlattı Süreyya Astarcı. Rahmetli radyocu Selahattin’in yüreği riski yüksek bu işi kaldıracak gibi durmuyordu. Her seferinde en büyük endişeyi o yaşıyordu. Ancak daha ilk seferlerindeki zayiata rağmen kazanç sağlamışlardı. İşi öğrendikçe püf 45
noktalarını da deneme- yanılma yöntemiyle öğrenmiş oluyorlardı. Nasıl mı? “İkinci sefer işi biraz daha öğrendik. Cesaret geldi bize, nasılsa ölmüyor diye fazla havalandırmadık. Ancak tavukların yolda 20 tanesi öldü. Üçüncü seferde aklımız başımıza geldi, zayiatsız Ankara’ya ulaşmayı başardık. Üç dönemden sonra dördüncü seferde bizim tavuklar ishal oldu. Ciddi miktarda zayiat verdi tavuklarımız. Elimize bir tavuk alıp Bolu’ya gittik, inceleteceğiz. Ancak tavuğa otopsi yapıp, nedenini anlayacak bir veteriner hekim yok. Bolu’da Şerafettin Erbayram ve Sabahattin Moralıoğlu ile buluştuk. Dediler ki, ‘Ahmet Sipahioğlu adlı Tavukçuluk Araştırma Enstitüsü’nden bir veteriner hekim tatil için kaplıcaya gelmiş.’ Hemen onu arayıp bulduk. İdris Restoran’da buluştuk, Ahmet Bey tavukları inceledi. ‘Bu koksidiyoz, Pfizer ilaç firmasından temin edilecek bir ilaç ile tavuklarınızı tedavi edebilirsiniz” dedi. Bu olaylar yaşanınca Selahattin ağabey tavukçuluk işinden vazgeçti. Öyle olunca biz de hep birlikte işi bırakmaya karar verdik ve ortaklığı bitirdik. O arada bir kamyon almıştık, ortaklıktan ayrılırken kamyon bana kaldı, Amerikan Mercury 3,5 tonluk benzinli bir kamyondu.
Oğlu Mustafa, Muzaffer Resne, Muharrem Öztürk Süreyya Bey’e kalan kamyon ile
Bu arada ilk ortaklık tavukların hastalığı sebebiyle sona erince Süreyya Astarcı, eski mesleği olan bakkallık, toptancılık, yem bayiliği gibi işlere yeniden ağırlık vermeye başladı. Ancak elinde kalan kamyon ve tavuk kafesleri bu işten sıyrılmasını imkânsız kılıyordu. Çünkü elinde tavuğu kalan köylüler hala onun kapısını çalıyordu. “Köylerde yumurta tavukçuluğu yapanlar yumurta fiyatlarının düşmeye başlamasıyla birlikte zarar etmeye başladılar. O zaman insanlar satmam için tavuğunu bana getirmeye başladı. Ankara’daki tavukçuları 46
bilmem sebebiyle, kamyonumla Mudurnu ve çevresindeki köylerden satmam için bana getirdikleri tavukların yardım amaçlı nakliyesini yaptım. O günlerde Tevfik Bey yumurta tavukçuluğuna devam ediyor. 500-600 tavuğu oldu. O arada kendi yumurtası ile Ali Ericek’in babasının yumurtasını alıyor, ikisini birleştirip Ankara’da satıyor. Cumartesileri yapıyor bu işi, çünkü henüz memur o zamanlar. Bir gün Fazlı Kul’un dükkânının önünde Tevfik Bey’le karşılaştık Ankara’da. Hoş beş falan ‘Bu işe tekrar devam edelim’ dedi. Ben; ‘Görmedin mi nasıl devam edeceğiz?’ deyince; ‘Yupi bayilik veriyormuş, onu alıp devam edelim’ dedi. Ben de ikna oldum, ‘Ama bir şartım var’ dedim. ‘Ne?‘ diye sordu. ‘Selahattin ağabey olmadan ben bu işe girmem, çünkü bu işe birlikte başlamıştık’ dedim. O da kabul etti. Pazartesi günü saat 17.00’de Selahattin ağabeyin dükkânına gidip, ‘Biz tekrar tavukçuluğa başlamaya karar verdik’ deyince, ‘Ne tavukçuluk mu? Aman aman ne haliniz varsa görün, ben o işte yokum‘ dedi. Birbirimize baktık Tevfik Bey’le. Selahattin ağabey olmayınca ikimiz baş başa kaldık.”
MUDURNU MARKASI DOĞUYOR Tevfik Türesin ile birlikte yeniden tavukçuluğa başlayan Süreyya Astarcı, bu kez büyük oynamaya karar vermişti. Yaşadığı tecrübelerden sonra işi tesadüflere bırakmadan yapmayı planlıyordu. Hem büyük oynayacak, hem de bu işi profesyonel bir şekilde yapacaktı artık. Her türlü yeniliğe de açık bir mizacı vardı zaten. “O sırada bir sürü boş bina ortaya çıktı Mudurnu’da. Zira Orman İdaresi, ormana zarar verdikleri gerekçesi ile keçileri suçlu ilan etti, köylüye keçi sürülerinin kaldırılması için baskı yaptı. Keçi ağılları boşalmaya başladı. Herkes keçisini satmak zorunda kaldı. 1973 yılındayız artık. Biz vatandaşı teşvik edip, ‘Buraları kümes yapın, malzemesi bizden’ dedik. Bize bir ödeme yapmadan, yemlik, suluk, yem, civciv verdik. İşe öncelikle modern bir çiftlik kurmakla başlamaya karar verdik. İlk önce ben, Musalla Mahallesi’nde örnek bir kümes yaptım. Musalla Kümesi diyoruz oraya, hala duruyor, ilk kümesimiz orası. Bu arada adi ortaklık yapıyoruz; Süreyya Astarcı ve Ortağı diye. Tevfik Bey’in de Çavuşlar Çiftliği’nde besihanesi vardı, oraya civciv koydu. Bu şekilde tavukçuluğa yavaş yavaş başladık, 10 tane daha ahır, ağıl ve depoyu kümes haline dönüştürerek işleri geliştirdik. Canlı getirip Ankara’da satıyoruz yetiştirdiğimiz tavukları. Yupi’den bayilik aldık, civciv ayağımıza geliyor, artık rahatladık onun için. Canlı götürüyoruz ya bunu kesip götürsek nasıl olur diye düşünmeye başladık. Canlı verdiğimiz adama ‘Yolda çok fire veriyor, kesilmiş getirsek alır mısın? deyince, ‘alırım’ dedi. Çünkü tavuk çok kıymetli. Hem civcivleri alırken, hem de yetiştirdikten sonra satmaya götürürken verdiğimiz fireler bitmiş oldu.” Alış ve satış garantilerinden sonra Süreyya Astarcı ve ortağı Tevfik Türesin’in işleri daha da iyiye gitmeye başladı. Ancak biraz daha profesyonelliğe ihtiyaçları olduğunu görmüştü Süreyya Astarcı. Her deneme47
den sonra tavukçuluk sektöründe aşama aşama ilerliyordu. Profesyonel tavukçuluğa adım atmasına ramak kalmıştı artık. Yetiştirdiği tavukları kesilmiş olarak Ankara’daki alıcıya ulaştıracağına dair söz alır almaz bir de kesimhane kurmaya karar verdi. Ancak o anki imkânları yeni bir kesimhane kurmaya elverişli değildi. O da kısa yoldan bir çözüm buldu: Süreyya Bey o günleri şöyle hatırlıyor: “Dönemin Mudurnu Belediye Başkanı Selahattin Baysal ile görüştüm, ‘Mezbaha boş, haftada bir gün hayvan kesiliyor biz mezbahanın yarısını kullanabilir miyiz?’ deyince ‘Kullanın‘ dedi. Ankara’dan iki kesimhane ustası bulup Mudurnu’ya götürdük. Orada tavukları kesmeye başladık, yolma makinesi aldık İstanbul’dan. Betondan havuzlar yaptık. Her geçen gün kapasite artıyor, köylerde kümesler gittikçe yaygınlaşıyor. Böyle devam ederken artık başka tavukçulara da tavuk vermeye başladık Ankara’da. Dükkânı açana kadar ortaklığımızın ismi yoktu, tavuğu kesip satıyoruz. 1976 senesinde şimdiki Mudurnu Tavukçuluk’un kesimhanesinin olduğu yeri satın aldık ve orada o günün şartlarına göre yarı modern bir kesimhaneyi 6 ay gibi bir sürede devreye soktuk. Ondan sonra belediye kesimhanesinden kendi kesimhanemize taşındık. Haftada 2-3 gün kesim yapıyorduk zaten. Aylık 15-20 bin kesim kapasitesi vardı.” İşe civciv aramakla başladılar. İzmir’de faaliyet gösteren Yupi’nin Bolu bayisiydi zaten Süreyya Astarcı. Yupi’nin sahibi Hanri Benazus’un Düzce’de birilerine daha bayilik verdiğini öğrendiklerinde, onun kapısını çalmaları gerektiğini anlamış oldular. Hanri Benazus ile görüşerek civciv temin sorununu çözmüşlerdi. Zaten bu ilk temastan sonra Benazus ile Süreyya Astarcı arasında ömür boyu sürecek, çok yönlü, kadim bir dostluk başlayacaktı. Kısa bir emekleme döneminden sonra tavukçuluk sektörüne artık tamamen girmiş oldular.
BİR KÜMESTEN EFSANEYE Ankara’da çok iyi bir piyasa edinmişlerdi edinmesine ama henüz sattıkları tavukların bir markası veya ismi yoktu. Süreyya Astarcı’nın oğlu Mustafa Astarcı, o dönemde Mudurnu halkının babası ve ortağının şirketine ‘Vırak- Cırak’ diye bir ad taktıklarını söylüyor. Ürettikleri tavukların ‘Mudurnu’ markasına kavuşması için Ankara’da bir satış dükkânı açmaları gerekiyordu. İşte o süreç de böylece başlamış oldu. Süreyya Bey o günleri şöyle anlatıyor: “Bu arada Ankara’da dükkân açmaya karar verdik, ama babamla bakkal işlerim de çok iyi gidiyordu. Tandoğan Turgut Reis Caddesi 28 numaralı apartmanın altında bir dükkân tuttuk. Herkes bize acıyor, orası çok tenha diye, ama biz toptan iş yaptığımız için, zaten tenha olsun diye tuttuk orayı. Bir tarafı soğuk hava deposu, bir tarafı satış yeri. Tavuk açık kamyonla geliyor. 48
Bu arada açılış için fatura bastıracağız, firmanın adına ne diyelim diye düşünüyoruz, faturaları basacak olan Mudurnu’lu matbaacı Ayhan Erkut (1935-2012) ağabeyimiz Ankara’ya Mudurnu ismini getirme fırsatı doğduğu için ‘Mudurnu Tavuk İşletmesi olsun’ dedi. Böylece memleketimizin adı firmamızın ismiyle Mudurnu dışına taşınmış oldu.” 5-10 binlik kapasite ile çalışmalara başlayan Mudurnu Tavukçuluk, 1976 yılında artık ciddi bir markaya dönüşmeye başlamıştı. Kapasite her geçen gün artıyordu ama bu işi daha profesyonel bir şekilde nasıl yapabileceklerine dair Süreyya Astarcı’nın arayışları da devam ediyordu. Artık bilimsel bazı desteklerin alınması vakti de gelmişti: “1976 yılında Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi hocalarından Veteriner Hekim Prof. Mahmut Akkılıç (1927-1985) Türkiye Tavukçuluk Derneği’ni kurdu. Kısa süre sonra kendisinin önderliğinde, tüm Türkiye’deki tavukçuların davet edildiği, DSİ’nin altındaki salonda bir tavukçuluk semineri yapıldı. Benim de katıldığım iki günlük toplantıdan aklımda üç şey kaldı: 1.
Tavuk etinin Türkiye’de çok pahalı olduğu; Avrupa’da tavuk etinin kırmızı et fiyatının 1/3’ü olduğunu söylüyorlar, hâlbuki o zaman biz aynı tavuk etini, kırmızı etin 3 katı fazlasına satıyoruz. Yani bizimki yaklaşık 10 kat pahalı ama biz o kadar kazanmıyoruz. Çünkü Türkiye’de o yıllarda kaliteli hammadde bulma şansımız yok, bu nedenle de girdi maliyetlerimiz de çok yüksek oluyor. Biz arpa, buğday, biraz da mısırla tavuk besliyoruz, o da yeterli değil. Türkiye tavukçuluğunun kalkınması için bu hammadde maliyetlerinin düşmesi gerekiyor.
2.
Fransa’da tavukçuluk derneği 1907 yılında kurulmuş. Demek ki biz onlardan 70 yıl gerideyiz. Benim Fransa tavukçuluğunu mutlaka görmem lazım diye düşündüm.
3.
Soya olmadan tavukçuluğun olmasının mümkün olmayacağını anladım.
Bu 3 maddeyi kafama yazdım. Artık bütün dikkatimi bu üç konuya vermeye başladım.”
YEM ÜRETİMİNE GİRİŞ Bu toplantıdan sonra Süreyya Astarcı, bütün dikkatini tavukçuluğa verebilmek için diğer işlerden yavaş yavaş elini çekmeye karar verdi. Toptan bakkaliye işini babasına bıraktı, evini ise Ankara’ya taşıdı. Tavukçulukla ilgili yurt dışında mutlaka bir araştırma yapması gerektiğini biliyordu artık: “İşlerimiz büyüyordu, fakat bu işi çok daha verimli bir hale getirmeye oradaki toplantıdan sonra karar verdim. Yem bayiliği işimiz devam ediyor, fakat aldığımız yem bizim bile ihtiyacımızı karşılamıyor. Bir zaman49
lar yılda 50 tonu nasıl satacağız derken, sadece bizim günlük yem ihtiyacımız 15 ton oldu. Yemi Adapazarı’ndan alıyoruz. Bu arada Hacı Yusuf Yar, Feridun Taşman ile birlikte Bolvit’i kurup kaliteli yem yapmaya başladı. Feridun Taşman bize gelerek, yemi kendisinden almamızı önerdi, biz de kabul ettik. 1 yıl sonra Feridun Taşman fabrikayı Yusuf Yar’a satıp Amerika’ya gitti. Hacı Yusuf Yar o dönem iyi kazanç sağlıyor ve biz de kendisinden 1 ay vade ile yem alıyoruz. O arada, iş seyahatlerimin çok yoğun olması nedeni ile vaktimin büyük bir kısmı yollarda geçmeye başlamıştı. Ben de bu seyahatlere dayanabilmek için ikinci el Mercedes marka bir araba satın aldım. Hacı Yusuf bunu duymuş, küplere bindi. Onun da bir hafta sonra Mercedes marka bir araba aldığını duydum. ‘Benim paramla bunlar para kazanıyorlar, finans kaynağı benim’ demeye başladı. Haklı olduğu taraf da yok değil aslına bakarsanız. Bir yazı gönderdi bize, ‘Bundan sonra yemi peşin alacaksınız’ dedi. Biz artık hem her gün 1 kamyon yemin parasını ödüyoruz, hem de vadeli olan çeklerimizi. Oldukça zorlandık ama onu da hallettik.” Yusuf Yar, Mudurnu Tavukçuluk’un, Ankara’da büyük bir pazar payı edindiğini öğrenmişti. İlk başlarda sadece parasını peşin vermedikleri takdirde yem verme yeceği tehdidinde bulunurken, üretim zincirini kendilerinin kurmasını ve Yupi’yi devre dışı bırakmalarını istedi. Yusuf Yar o dönemler Benazus yerine yerli şirketlerle çalışılması fikrini savunuyordu. Hacı Yusuf Yar
Öte yandan ‘Mudurnu’ adı bir tavuk markasına dönüşmüştü. Et Balık Kurumu başka olmak üzere, tüm GİMA marketler zincirinin reyonlarını Mudurnu tavuk markası kaplamıştı. Süreyya Astarcı ve Tevfik Türesin, Hacı Yusuf Yar’ın teklifini kabul etmeleri halinde kaybedeceklerini düşünmeye başladılar. Süreyya Bey bu olayın ardından Tevfik Bey’le konuşarak, yem işine girmeye karar verdi. Ancak, canlı üretimi devam ettiği için acilen yem ihtiyacı vardı. Hacı Yusuf Yar’ın yem vermemesi üzerine çaresiz kalan Süreyya Astarcı, İzmir’den YUPİ’nin sahibi Hanri Benazus’u arayarak, kendilerine haftalık 50 ton yem göndermelerini rica etti. Benazus, yem göndermeyi kabul 50
etti. Yusuf Yar, Mudurnu Tavukçuluk’un YUPİ’den doğrudan yem temin ettiğini öğrendiğinde artık ilişkiler tamamen kopmuş oldu, ama Mudurnu Tavukçuluk olarak kısa süreliğine de olsa bir çözüm yolu bulunmuştu. Süreyya Astarcı’yı tavukçuluk sektörüne atıldığı ilk yıllardan beri tanıyanlardan biri de Tipo Tavukçuluk ortaklarından, Bilimsel Tavukçuluk Yönetim Kurulu Üyesi Avni Çakır idi. Çakır, o yıllara ilişkin hislerini şu şekilde ifade ediyor: “Süreyya Bey’i 1975 yılından beri tanırım. Her ne kadar tavukçulukta entegre üretimi Hanri Benazus önderliğinde YUPİ Tavukçuluk başlattı ise de, bugünlere gelmesinde Mudurnu Tavukçuluk, dolayısı ile Süreyya Bey en büyük katkıyı sağladılar. Ben de arkadaşımla Ankara’da TİPO Tavukçuluk Anonim Şirketi kurup tavukçuluğa başladığımda Süreyya Bey ile dostluğumuz başladı. Mütevazı, her şeyin hesabını iyi yapan hali bana örnek oldu. Türkiye’nin broiler tavukçulukta bugün dünya tavukçuluğuyla yarışır hale gelmesinde büyük katkısı olmuştur. Bolu’da tavukçuluğun kök salması tamamen Mudurnu Tavukçuluk’un sayesindedir. Tavukçuluk sektörü kendisini, memleketini sevmesini ve sektöre katkılarını her zaman anacaktır. Arkadaş canlısı, vefakar, bir o kadar da mütevazı dostuma sağlık ve mutluluk dilerim.” Süreyya Astarcı ve Tevfik Türesin aslında bu kadar uzun bir mesafeden yem temin etmenin zorluğunu biliyorlardı. Onların amacı kendileri bir yem fabrikası kurana kadar üretimlerini aksatmamaktı. Hemen arayışlara başladılar. Önce Ziraat Bankası’nın kapısını çalarak yem fabrikası için gerekli kredi talebinde bulundular. Ama kredi bulmak o yılların Türkiye’sinde o kadar da kolay değildi.
Mudurnu Tavukçuluk İşletmesi’nin ilk kamyonu
51
Hacı Yusuf Yar ile yollarının bu şekilde ayrılması sebebiyle Süreyya Astarcı yeni bir iş koluna daha öncülük edecekti. O bu durumu ‘Kötü komşu insanı mal sahibi yapar’ atasözü ile açıklayarak tavuk yemi üretim sektörüne girişini şu şekilde anımsıyor: “Hacı Yusuf Yar, günlük peşin ödemeyi kabul ettikten sonra yeni bir karar aldı. Bir müddet sonra ‘Bir aylık yemin parasını peşin olarak isterim’ demeye başladı. Bu mümkün değil tabi. Günlük ödeme tamam da aylık peşin ödeme nasıl olacak? Bunun altından o günün şartlarında kalkabilmemiz mümkün gözükmüyor. ‘Ben bu kadar parayı verdikten sonra bir yem fabrikası yaparım’ dedim. Tevfik Bey başta karşı çıktı, ‘Neyle yapacağız’ diye sormaya başladı. Ben de dedim ki, ‘Yaparız’. Piyasada ciddi bir çevrem var, İstanbul piyasasındaki kredibilitemden cesaret alıyorum. Kemal Albayrak adında Yupi bayiliği yapan, asıl mesleği inşaat mühendisliği olan, Gazeteci Mehmet Barlas’ın bacanağı bir ağabeyim vardı. Konuyu kendisine bizzat açtım. Kemal Albayrak beni fabrika makinelerini imal edecek olan Nihat Usta ile tanıştırdı. Nihat Usta bana bir motor listesi verdi ve o listedeki motorları bulabilirsem makineleri imal edebileceğini söyledi. Kendisinin bile piyasada bulamadığı motorları ben, Perşembe Pazarı’nda önceki dönemden kalma ticari çevremi de kullanarak kısa sürede temin edip, Nihat Usta’ya teslim ettim. O da makinelerin imalatını tamamladı.”
7 AYLIK UYKUSUZLUK 1978 yılında Süreyya Astarcı, evini, çoluğunu çocuğunu ihmal etme pahasına 7 ay boyunca tüm mesaisini yem fabrikasına verdi. Çok geceyi uykusuz geçirdi. Yem fabrikasını kurma çalışmaları devam ederken, Ziraat Bankası’na da fabrika için kredi başvurusunda bulundu. Yem fabrikası için 7 milyon TL gerekiyordu Ziraat Bankası vereceği kredi için fabrikanın yapılacağı yerin tespiti amacıyla Mudurnu’ya müfettiş gönderdiğinde yem fabrikasının çatısı bile tamamlanmıştı. Bunu gören banka yönetimi, ‘Siz işi bitirmişsiniz, bu durumda krediye ihtiyacınız kalmamış’ dedi. Kredi alınamayınca, yeni arayışlar başlamıştı. Yem fabrikası kuracakları arsayı bulmaları ayrı bir dert, o arsaya elektrik götürmeleri ise daha büyük bir dertti. Çünkü o yıllarda Türkiye’nin dört bir yanında olduğu gibi Mudurnu’da da ciddi bir elektrik sıkıntısı vardı. “1978’de fabrika yapacağız, yapacak yer arıyoruz, elektrik sıkıntısı var. 1 jeneratörümüz var o da kesimhaneye hizmet ediyor. Fabrikayı da o kurtarsın diye kesimhaneye yakın bir yere yapmaya karar verdik. Çünkü ikinci bir jeneratör alacak durumumuz yok. Yem fabrikasını kuracağımız, kesimhanenin yanındaki tarlayı satın aldık. Bu arada Nihat Usta İstanbul’dan montaj için iki usta daha buldu. Tacettin Vatansever Usta ile Rıdvan Aygünoğlu ustalar. Kuru toprağın üzerine fabrikanın makinalarının montajını 52
Taci Usta ve Rıdvan Usta ile birlikte, geceli gündüzlü bir çalışma ile yapıyoruz, bir yandan fabrikanın çatı sistemini, şu anda dostluğumuzun ve ticari ilişkimizin hala devam ettiği, Emek Demir’in sahibi Selahattin Dündar tamamlıyor. 1978 yılında, başlangıçtan yedi ay sonra düzenli olarak yem üretimine başlamıştık. O dönemde ailemle de yeterince ilgilenememiştim. Çocuklarımızla da Nesrin Hanım baş başa kaldı. Ailemiz için zor günlerdi.” Yem fabrikasının maliyeti o günün rakamları ile 7 milyon TL’yi buldu. İşletme sermayesinden karşılanan böylesine büyük bir rakamı normal ticaretleri ile karşılamaları mümkün değildi. Ekonomik olarak zorlanmaya başladıkları bu dönemde, Halk Bankası’na daha önce başvurdukları 5 milyon TL’lik işletme kredisine olumlu yanıt alınca, rahat bir nefes alınabilmiş idi. Hacı Yusuf Yar’ın sert tutumu yüzünden yem sektörüne de adım atmak zorunda kalan Süreyya Astarcı, Türkiye’de tavuk yemi sektöründe bir ilki de başarıyordu aynı zamanda. Dünyanın dört bir yanında tavuk yemi için hayati öneme sahip soya ilk kez onların sayesinde tavuk yemlerinde kullanılmaya başlandı. Bu konudaki mücadelesini şu sözlerle anlatıyor Süreyya Astarcı: “Hacı Yusuf’a öylesine kızmıştım ki, ‘Yem fabrikasını bitirdikten sonra fabrikanın girişine Hacı Yusuf’un resmini asacağım’ dedim. O zamanlar bugünün tersine tavuğu kırmızı etin üç katı fiyatına satıyoruz. Tavuk fiyatının aşağıya çekilebilmesi için yeme katılacak hammaddelerin maliyetini düşürürken kalitesini de artırmamız gerekiyordu. Tüketilen birim miktar yeme karşılık, elde edilen tavuk ağırlığı o zamanlar çok düşüktü; yeme soya katılması ile bizim başlattığımız ve sonrasında inanılmaz bir şekilde gelişen teknolojiler sayesinde, günümüzde yem kalitesinin Avrupa standartlarını yakaladığını gururla izliyorum. Tevfik Bey’in yeme katkı için kullandığımız balık unu temini amacıyla gittiği Karadeniz gezisinde; yağı için ekilen soya fasulyelerini görüp satın alarak Mudurnu’ya getirmesi ile tavuk yemine soya fasulyesinin katılması işini başlattık. Sonrasında 2. ürün projesi ile Çukurova’da soya fasulyesinin yaygın bir şekilde ekilmesi ile bizim de sıkıntılarımız azalmaya başladı.” Astarcı, sıkıntı azalmaya başladı dese de işletmenin sorunları hiç bitmiyordu aslında. Süreyya Bey o günlere ilişkin şu anısını da unutmuyor: “1977 yılında Tevfik Bey CHP’den Mudurnu Belediye Başkanlığı için aday oldu ve seçimlere girdi. Ama ağabeyi Mehmet Türesin de AP’nin Mudurnu İlçe Başkanı o zamanlar. AP’liler yıllarca İsmet İnönü’nün Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapmış CHP’li Selami Erkut’u aday gösterdiler. Sonuçta Selami Erkut seçimi kazandı ve Tevfik Bey’in rakibi olduğu için bize cephe aldı. Tavuk başına kan parası istiyor, kesimhanenin suyunu kesmekle bizi tehdit ediyor. Bu arada Tevfik Bey de seçimi kaybedince, Ankara’daki işler 53
ile ilgilenerek Mudurnu’ya gelmemeye başladı. Böylece Mudurnu’daki tüm işlerin yükü de bana kaldı. O arada Göynük’te Mehmet Akar ile İsmail Demirkan kesimhane kurdular. İstanbul piyasasına çalışmaya niyetliler, bir miktar da tavuk yetiştirdiler. Tam belediyenin bizi sıkıştırdığı dönem bize geldiler ve “Biz kesimhaneyi kurduk, ama usta yok. Biz birkaç adam gönderelim size de onları yetiştiriverin” deyince, ben de “Arkadaşlar bu böyle olmaz, bizim tavuklar zaten kamyonun üzerinde, biz tavukları getirelim sizin orada keselim” dedim. Onlar da mutlu oldular, “Kesimhane emrinizde” dediler. Biz tavuklarımız ile birlikte işçilerimizi de Göynük’e göndererek tavuğu orada kesmeye başladık. Ama bu arada ben bir söylenti yaydım özellikle, (Süreyya Bey’ler buradaki kesimhaneyi kapatmışlar, artık Göynük’te kesim yapacaklarmış. Sebep de belediye başkanının tutumu) diye. 1 hafta kadar geçti, belediyenin odacısı Ahmet ağabey döne döne beni arıyor, “Reis bey seni istiyor” diye. Belediye başkanına gittik “Ya Süreyya sen ne yaptın” dedi, ben de “Ne yapmışız ağabey, biz orada Mudurnu’dakinden daha rahat bir çalışma ortamı bulduk’ dedim, tabi tesis Mudurnu’dan taşınınca halk da rahatsız olmuş ve konu Belediye başkanına ulaşmış, “Olmaz, bir çözüm bulalım” diyor. Ben, “Göynük’teki ortamımızdan şikayetçi olmadığımızı ve orada işimize devam edebileceğimizi” söyleyince, Belediye başkanı da bize Mudurnu’da işimizi rahat bir şekilde devam ettirebileceğimizi ifade etti ve kesimhaneyi tekrar Mudurnu’ya almaya karar verdik.” Yem fabrikasının inşası sırasında işe alınan Rıdvan Aygünoğlu, Süreyya Astarcı ile yıllar süren bir yol arkadaşlığı yaptı. O döneme ilişkin tanık olduğu olayları şu şekilde anlatıyor: “Mudurnu Tavukçuluk İşletmesi olarak faaliyet gösteren firma yem fabrikası inşaatına başlamıştı. Bu dönemde Süreyya Astarcı tarafından işe alındım. Fabrikada çalışmaya başladıktan sonra damızlık broiler kümesleri için kuluçka tesisi ve kesimhane yapmaya başladık. Zamanla kapasite yükselmişti. Bundan dolayı yatırımlar durmadan devam ediyor, Süreyya Bey işi veriyor, biz gece gündüz demeden yapıyorduk. 1992 yılında İzmir Menemen’de 2 adet damızlık çiftlik alınmıştı. Süreyya Bey bu kümeslerin onarımı için bana, ‘Ekibini kur, İzmir’e gidiyorsun’ dedi. Ben de ekibi kurdum ve Menemen’e gittim. Bu kümesler faaliyete girmeden yeni araziler alınmıştı. Tamiri biten kümeslere hayvan konulur konulmaz bu kez ‘Şahin Tepesi’ dediğimiz yerde kümes inşaatları başlamıştı. Biz bu süreçte Mudurnu ile Menemen arası gidip geliyorduk. Şahin Tepesi inşaatı bitmesine yakın bu kez Görece kümesleri inşaatı başladı. Süreyya Bey ile Görece’de buluştuk. Dozer tesviye yapıyor. Bana: ‘İşte burası böyle, şurasını böyle yapacaksın’ diye talimat veriyordu ki, ben sordum. ‘Burayı da mı biz yapacağız?’... Süreyya Bey, ‘Evet’ dedi. Benim yüz ifadem değişmiş olacak ki ‘Bıktın mı?’ diye sordu. Ben de ‘Evet’ diye cevap verdim. Artık zo54
ruma gitmeye başlamıştı. Eşim, çocuklarım Mudurnu’dalardı. Süreyya Bey döndü. Güler bir yüz ifadesiyle: “O zaman seni buraya göndereyim” dedi. “Tamam” dedim. Süreyya Bey, “Sen tamam diyorsun. Ama eşin ne der?” diye sordu. Ben de “Nereye gidersem benimle gelir.” deyince; “Tamam. Ev bul taşınıyorsun” dedi. Evi bulduk. 1993 Eylül ayında Menemen’e taşındık. Ama bazı sorunlar içimi kemiriyordu. Şirketin içinde sorunlar vardı. Şirketin üretimini geliştirmesine, yapılan yatırımların imalatına, tamiratına, tamamına Süreyya Bey bakıyordu. Ben de işi ondan alıyordum. Onun talimatlarını yerine getiriyordum. Nihayetinde yapılanlar hep Mudurnu Tavukçuluk içindi. Ama etrafta bunu anlayan çok fazla kimse yoktu. Ben ‘Süreyya Bey’in adamı’ damgasını çoktan yemiştim. 1990’lı yıllarda yönetim değişmişti. Bundan sonra benim maddi mağduriyetlerim başladı. 1995 yılında Süreyya Bey Mudurnu Tavukçuluk A.Ş.’den ayrılınca mağduriyetler daha da artarak devam etti. Derdimi anlatacak kimsem kalmadı. O, değer bilen tek kişiydi. 1978 yılından 1990’lı yıllara kadar en ufak bir sorunumu bile ona anlatıyordum. Maddi manevi sıkıntılarımı çözebildiğim tek kişiydi. 2000 yılında büyük oğlum üniversiteyi kazandı, küçük oğlum ortaokula gidiyordu. 2001 krizinde zor günler bizi karşıladı. İlerleyen zamanlarda şirket sıkıntıya girince, maddi ve manevi sıkıntılar iyice artmıştı. 2001 yılında şirket iflas etti. 2002 yılında evi Balıkesir’e taşıdım. Üzüntüden hasta oldum. Doktor doktor geziyordum. Şirketten kimse ilgilenmiyordu. Mecburen yine telefonla Süreyya Bey’i aradım. Beni Ankara’ya çağırdı ve gelini Dr. Müzeyyen Astarcı’nın yardımcı olabileceğini söyledi. Dr. Müzeyyen Hanım beni Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürdü. Tüm tetkiklerim yapıldı. Ameliyat kararı verildi. Fakat Ankara’da ameliyat olmam imkânsızdı. Balıkesir’e döndüm. Ameliyat için İzmir’i tercih etmiştim. Ege Üniversitesi’nde, o zamanın parasıyla 7,5 milyar istenmişti. Bende para ne gezer? Süreyya ağabeyi tekrar aradım. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Ama yine zor da olsa derdimi anlattım. Hiç unutmam söylediği şu cümleyi, “İzmir’de çok sevdiğim dostum Dr. Ali Rıza Bey var. Ben, senin için onunla konuşurum” deyince; ‘Tamam’ dedim. Ali Rıza Bey dediği kişi İzmir SSK Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Ali Rıza Ayder’miş. Hemen beni hastaneye yatırdı. Ameliyatım iyi geçmişti. Balıkesir’e döndüm. Bu arada Mudurnu Tavukçuluk’tan beni başka arayan soran olmadı. İyi ve kötü günlerimde yanımda olan Süreyya Bey ile tanışmamız 40 yıl, bunun 18 yılı beraber çalıştığımız süredir. Süreyya Bey’i bu kadar kısa sürede anlatmak mümkün değil. Benim, eşimin, çocuklarımın Süreyya Bey’e saygıları sonsuzdur. Allah ondan razı olsun...” Bu arada, Süreyya Astarcı kesilen tavukların Ankara’ya taşınması sırasında soğuk zincirine uygun davranmadıklarını biliyordu. Kesilen tavuklar açık kamyonda 4-5 saatlik bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaştırılıyordu. Bunu çözmek için soğutma sistemine sahip bir kamyon gerekiyordu. Ancak böyle bir kamyonu 1976 yılının Türkiyesi’nde bul-
55
mak pek mümkün değildi. İşte bu noktadan sonra Süreyya Astarcı, araştırmalara başladı. Kısa süre sonra Tor-su Soğutma Malzemeleri San. Tic. Ltd. Şti’yi yeni kurmuş olan Rıdvan Dal’ı buldu. Rıdvan Bey, Mudurnu’ya giderek Süreyya Astarcı ile tanıştı. Yıllarca süren dostlukları da böylece başlamış oldu. Rıdvan Bey, o yıllara ilişkin hatıralarını şu şekilde anlatıyor: “Bana göre birçok yönü ile kelimelere sığdırılmayacak bu çok değerli insanla tanışmam 1976 yılı kış dönemine dayanmaktadır. Soğutma sistemleri ile ilgili mesleğimi icra ederken, yeni kurulacak soğuk depolarının keşfini yapmak üzere Mudurnu’da bulunduğum esnada, zamanın şartlarına göre oldukça iyi giyimli, bakımlı, şık, tam bir beyefendi edasıyla ve güler yüzüyle beni karşıladı. İşimizi konuşurken teknik konularda çok dikkatli dinledi, yorumlarını pozitif bir üslupla, kibar bir şekilde aktardı. Akşamında Meram Restoran’da bizleri ağırlarken sohbet etmeye başladık. Sorularının ardı arkası kesilmiyor, mümkün olduğunca çok şeyi öğrenmek istiyordu. İmtihana tutulmuş bir öğrenci gibi hevesle sorularını yanıtlıyor, bu esnada ben de ondan birçok değerli bilgiler öğreniyordum. Genç yaşta atıldığım iş hayatımda kendime rol model olarak belirleyebileceğim değerli bir ağabeyim olmuştur. Kendisi gibi güler yüzlü, katıksız saf insanlardan oluşan fabrika çalışanlarını ve kasaba sakinlerini de çok sevdim. Türkiye’de beyaz et sektöründe bir ilk olan Mudurnu büyüdükçe ilave soğuk depo ihtiyaçları da artıyor ve bu münasebetle sık sık görüşüyorduk. Fabrikanın gelişmesi kasaba ekonomisine de olumlu katkı sağlıyordu. 1978 yılında çalıştığım firmadan ayrıldım. Hayatıma yön vermek üzere ne yapacağıma karar veremediğim dönemde, akıl almak üzere görüşmek istediğimde beni kırmadı. Engin hayat tecrübelerinden bana çok değerli nasihatler ve bir de iş teklifi sundu. Yoğun iş temposuna ve seyahatlere alışkın olduğum için tek bir yere bağlı kalmak istemiyor ve daha çok kendi mesleğimi geliştirebileceğim bir yer bakıyordum. Bu arada Mudurnu Tavukçuluk da yatırımlarına devam ediyordu. Süreyya ağabeyin, yakınında olacak, işini bilen benim gibi güvenebileceği birine ihtiyacı vardı. Bu işin sadece soğutma tekniğine haiz bir kişi tarafından yürütülemeyeceğini, aslında bir makine mühendisine ihtiyacı olduğunu söylediğimde bana güldü. ‘Yahu daha seni burada kalmaya ikna edemiyoruz. Makine mühendisini nasıl kandıracağız’ dedi. ‘Ben takipçisi olacağım ve bulacağım’ dedim. Yine çok sevdiğim ağabeyim makine mühendisi Sedat Bey’e konuyu açtığımda, sakin kasaba hayatının kendisini cezbettiğini ve görüşmek istediğini dile getirdi. Çok geçmeden bir araya geldik ve anlaşma sağlandı. Türkiye’de ilk kez bir makine mühendisini kesimhane müdürü yaptık. Herkes bu işi veteriner ya da ziraat mühendislerine yaptırıyordu, Sedat Bey fabrikaya dinamizm kattı. Yatırım projelerini birlikte tasarlamaya ve uygulamaya başladılar. Mudurnu ülke pazarında ciddi bir konuma geldi. Ancak, büyüme yoğun bir iş temposu gerektirdiğinden, Süreyya ağabey ile daha az görüşür olmuştuk.”
56
Süreyya Astarcı, Mudurnu Tavukçuluk’un sadece Ankara’ya mal satmasının yeterli olmadığına da Rıdvan Dal’ı tanıdıktan sonra karar verdi. Ankara Tandoğan’ın ardından, İstanbul piyasasına da girmek için Rıdvan Dal’a Fatih’te bir soğuk hava deposu kurdurdu. Ondan sonraki süreci Rıdvan Dal şu şekilde hatırlıyor. “Bu dönemde Mudurnu’nun pazarı ağırlıklı Ankara idi. İstanbul’da da olmasını istiyorlardı. Ben de İstanbul’da yaşadığım için Süreyya ağabeye bu konuda seve seve yardımcı oldum. Fatih’te bir yer bulundu ve soğuk hava depolarını birlikte yaptık. İstanbul’da ürün satılmaya başlandı. İşlerini takip etmeyi seven Süreyya ağabey sık sık İstanbul’a geliyor, Fatih’teki binada kendisine tahsis ettirdiği, katalitik sobayla ısıtılan bir odada konaklayarak, sabahın erken saatlerinde sevkiyatları kontrol ediyordu. İşine bu denli saygısı olan bu insandan bir hayat dersi daha almıştım. Benimle işi olduğunda, yoğunluktan akşam mesai saati dışında Fatih’teki ofisinde görüşüyorduk. Yıllar sonra kendini emekliye ayırma kararı aldığında yaptığımız görüşmede kendisini rahatlamış ve iş stresinden arınmış bir halde gözlemledim. Artık kendini daha ziyade hayır işlerine adadığını biliyorum. Halen özel günlerde telefonla arar hatırını sorarım. Hayatımda iz bırakmış, eşine nadir rastlanır türde çok akıllı bir adamdır. Ülkemizin böyle güzide insanlara her zamankinden çok ihtiyacı var. Umarım yeni nesil için gelecekte yeni Süreyya ağabeyler olur. Kendisine sağlıklı, mutlu ve huzur dolu bir yaşam diliyorum.”
ALMANYA’DAN DONDURMA KAMYONU Süreyya Astarcı, soğutucu düzenine sahip araçları Almanya’dan temin edebileceğini öğrenmişti. O sırada yaşadığı sıkıntıları şu şekilde hatırlıyor: “Tabii şimdiki gibi dondurucular da yok. Tavuklar açık kamyonla taşındığı için nisan ayında sıcaklar nedeniyle sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Ankara’daki dükkânı tuttuk. 1 Nisan günü dükkânın açılışını yaptık. Dükkânın açılışında ben yoktum. Çünkü soğutucu kamyonun temini için 31 Mart 1976’da Almanya’nın yolunu tuttum.” Süreyya Astarcı’nın Almanya seyahati ise tam bir maceraydı. Astarcı, Almanya seyahatiyle ilgili hatıralarını gülümseyerek şu şekilde anlatıyor: “Artık işlerimiz büyüdüğü için bizim soğutuculu (frigorifik) kamyon ihtiyacımız ortaya çıkmaya başladı ama o dönemde de Türkiye’de soğutuculu kamyonlar bizim işimize göre çok büyük kalıyordu. Bizim ihtiyacımız olan kapasiteye sahip soğutuculu kamyonların da Türkiye’ye ithalatı mümkün değildi. O dönemde yurt dışında çalışanlar belediyelere araç hibesi yapabiliyorlar idi. Biz de aracı Almanya’dan Türkiye’ye getirip, belediyeye hibe edip, geri kiralamaya karar verdik. Ancak, hangi firmadan nasıl 57
alacağımızı da hiç bilmiyorum. Tabi günümüzdeki gibi istediğiniz bilgiye hemen ve kolay bir şekilde ulaşamıyorsunuz. Kaymakam beye durumu izah ettim. Almanya’da bulunan Mudurnuluların listesini çıkarmış Kaymakam bey. Ben de o liste cebimde, 31 Mart 1976 Pazar günü Frankfurt’a uçtum. Gitmeden önce, Recep Suiçmez adlı arkadaşa telgraf çekerek iletişime geçtim. Beni ancak pazar günü karşılayabileceğini bildirdi. Gelin görün ki benim uçak rötar yaptı, inince havaalanında baktım, Recep’i göremedim. Takside çalıştığı için bırakıp gitmiş adam. Trene binip, otobüsle aktarma yapıp, bir şekilde Recep’in yaşadığı Worms kasabasına ulaştım, orada bir otele yerleştim. Ertesi sabah Recep’le buluştuk. Recep müsait olmadığı için beni pastacı Ali ile tanıştırdı. Onunla birlikte ilanları takip edip kamyon aramaya başladık. Almanya’da satılık araç ilanları o tarihte haftada iki gün yayınlanıyor. Biz de o günlerde tüm vaktimizi gazeteleri tarayarak geçiriyoruz. Bir dondurma şirketine ait olan arabayı 20. günün sonunda satın alarak, resmi prosedürleri tamamladıktan sonra Türkiye’ye getirip kullanmaya başladık. 21 gün süren bu Almanya seyahatimde, Köln Halk Bankası temsilcisi olarak görev yapan Hamdi Karagöz ağabeyim ve Stuttgart’ta yaşayan arkadaşım Nevzat İnan’ın çok büyük yardım ve desteklerini gördüm. Biz bu aracı bir yıl kadar kullanabildik. Çünkü kapasitemiz arttığı için araç bize küçük gelmeye başlamıştı. Aracı belediyeye geri verdik. Belediye aracı mezbaha işlerinde yakın zamana kadar kullandı.” Süreyya Astarcı’nın sorunlar karşısında gösterdiği yaratıcı çözümler ve pratik zekası sonucu iş böylelikle çözülürken, bu yaklaşım başka bir konuda da büyük yarar sağladı. Süreyya Astarcı, Mudurnu’daki usta sıkıntısını da nasıl çözdüğünü şöyle anlatıyor: “Mudurnu’da inşaat ustası sıkıntısı çekiyoruz. Bir sürü de inşaat işimiz oluyor. Ali, Nuri ve Sabahattin ustalarımız var. Bizim ise daha fazla inşaat işinden anlayan ustaya ihtiyacımız vardı. 5-6 tane de işçimiz var. Bir gün briket duvar örüyoruz, ben de başlarındayım. Briket duvar örmek kolay, şoförümü çarşıya gönderdim, “ 6 tane mala, 6 tane de çekiç al gel” dedim. İşçilerin hepsinin eline birer malayla çekiç verdim. Veriş o veriş oldu. Şu anda Mudurnu’nun tüm ustaları onlar. Yunus, İbrahim, Orhan ve Kasım tüm inşaatların ustası oldular.”
BEYAZ ETTE MUDURNU MARKASI Süreyya Astarcı Mudurnu’nun markalaşma sürecine ilişkin de şunları anlatıyor: “Ankara Tandoğan’daki dükkanda satışa sunulan Mudurnu markalı tavuklarımız, lezzeti ve kalitesi ile Ankara’da ciddi bir pazar payına sahip oldu. Her zaman tavukçuluk konusundaki bilimsel çalışmalarını bizimle paylaşan Prof. Dr. Mahmut Akkılıç hocamız, Almanya’daki çalışmaları sırasında, tanıyıp, lezzetini ve kalitesini teyit ettiği ve Mudurnu iklim koşulları58
na uyumlu olan Lohmann ırkını Türkiye’ye getirmemize vesile oldu. Sonrasında da biz bu ırkın Türkiye temsilcisi olduk.” Bu arada, ilk başlarda sadece birkaç toptan alıcısı bulunan Süreyya Astarcı ve ortağı, siparişlere yetişemez hale gelmişti. “İşler mükemmel gidiyordu o zamanlar. Ankara’daki kasapların büyük bir kısmı, Mudurnu markalı tavuğu satabilmek için dükkanın önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başlamıştı. Sabah kapıya asılan bir liste üzerine, müşterilerimiz adlarını yazdırarak sıraya giriyorlardı. Biz de bu sıraya göre Mudurnu’dan getirdiğimiz tavukların dağıtımını yapıyorduk. Mudurnu ismi artık bir tavuk markası olarak halkın beğenisi ile de tescillenmiş oldu.”
MASSTAŞ ŞİRKETİNİN KURULUŞU Mudurnu Tavukçuluk İşletmesi adını alan tavukçuluk şirketiyle beyaz et sektöründe adeta destan yazan Süreyya Astarcı ve ortağı, Mudurnu’nun gözde iş adamlarından olmuşlardı. Gerçekten başarı hikâyesi müthişti. Bilmeden, adım adım girdikleri tavukçuluk sektöründe eşine ender rastlanan bir başarıya imza atmışlardı. Büyük düşünmüşler ve kazanmışlardı. Zaten bu sektöre girerken de nelerle karşılaşabileceklerinin büyük bir kısmını öngörebilmişlerdi. O sırada Mudurnu’da kaymakam olarak Lütfi Yiğenoğlu görev yapıyordu. Sonraki yıllarda Muğla ve Ağrı valiliği görevlerinde de bulunacak olan Yiğenoğlu, Mudurnulu iş adamlarını bir araya getirerek bir sunta fabrikası kurmaya karar vermişti. Amacı ilçenin kalkınmasına ve gelişmesine katkıda bulunmaktı. Süreyya Astarcı, MASSTAŞ adını alacak olan şirketin kuruluşu ile ilgili şunları anlatıyor: “Bizim tavukçuluk sektöründe hızla ilerlediğimiz 1970’li yıllarda Türkiye’de Almanya’dan gönderilen paralarla işçi şirketleri kurulmaya başlandı. Mudurnu kaymakamı da Orman İşletme Müdürü Pala Nevzat lakaplı Nevzat Salih Göktaş (1934-2006) ile bir araya gelip, ‘Sunta işi bol kazançlı görünüyor, Mudurnu’ya katkısı olması açısından memlekete bir sunta fabrikası kuralım’ diye düşünmüşler. Bunun üzerine Mudurnu’da bir duyuru yapılarak bu sektöre yatırım yapabilecek kişilerin davet edildiği Mudurnu Kütüphanesi’nde bir toplantı düzenlendi. İstanbul’da bulunan bir şirketin yöneticilerinin de bulunduğu bu toplantıda alınan bilgiler doğrultusunda ortak karar ile MASSTAŞ şirketi doğdu. Mudurnu’dan Hikmet Çelikyay (1941-2003), Osman Atalay (1927 – 2011) ve ben şirketin hissedarı olarak yönetime katıldık. 1974 yıllarında işi tavukçuluk ile birlikte götürmeye çalışıyoruz. MASSTAŞ fabrikasının kurulması uygun görülen arazi belediyeye aitti. Fabrika, şimdiki Yıldız Entegre’nin bulunduğu yere kurulacaktı. Arsa karşılığında belediye de MASSTAŞ’a hissedar oldu. Fabrikanın kurulması59
na karar verildikten sonra, makineleri almak üzere Lütfi Yiğenoğlu, Nejat Akın, Abdullah Acar, Yavuz Kınacı (1939-1988) ve ben İtalya, Belçika ve Almanya’yı kapsayan bir araştırma seyahatine çıktık. Araştırmalarımız sonucunda da makinelerin Belçika’dan alınmasına karar vererek gerekli bağlantıları kurduk. Binanın temelini 23 Nisan 1976’da attık.” Pek çok yerel yönetim yatırımı gibi MASSTAŞ’ın da şu anki duruma gelinceye kadar geçirdiği süreçte pek çok büyük sıkıntılarla karşılaşıldı. Kaymakam Yiğenoğlu’nun bütün çabalarına rağmen fabrika bir türlü hizmete açılamadı. Hazırlanan fabrika binasının akıbetini Süreyya Astarcı şu şekilde hatırlıyor: “Belçika’dan satın alınan makinalardan sadece bir adet ağaç kırma makinesi geldi, geri kalan makineleri getirtemedik. 1980 öncesi Türkiye’de yurt dışından makine getirtmek büyük problemdi. Döviz olsa bile, akreditif açtırtmak bazen imkansız olabiliyor idi. Hissedar vatandaşların dertleri ile ilgilenmek de yönetimde olduğum için genellikle bana düşüyordu. Fabrikanın bir türlü faaliyete girmemesi sebebi ile sıkıntılarını dile getiren vatandaşa, gerekirse boş binayı kümes olarak değerlendirebileceğimi bile söyledim. Nejat Bey de bunu duymuş. Beni, fabrikayı kuruluş amacından saptırmakla eleştirdi. Ben de fabrikanın boş durduğu her anın firmaya zarar verdiğini, benim önerimin sadece bir şekilde boş binanın faaliyete geçirilmesi amacıyla olduğunu ifade ettim. Kuruluşunda yaşanan sıkıntılar, MASSTAŞ’ın bir halk şirketi olarak devam etmesine imkan vermedi. Sonrasında özel sektöre yönetimi devir edilen MASSTAŞ, bir dönem Astarcı ailesi yönetiminde de faaliyet göstermiştir. Şu anda Yıldız Entegre bünyesinde, yaklaşık 250 kişilik bir istihdam sağlayarak Mudurnu’ya hizmet vermeye devam ediyor.” MASSTAŞ projesi yarıda kalmış olsa da daha sonra Ağrı ve Muğla valiliği görevlerinde bulunan Lütfi Yiğenoğlu ile Süreyya Astarcı’nın dostlukları baki kaldı. Yıllarca ailecek görüşmeye devam ettiler. Lütfi Yiğenoğlu, MASSTAŞ’ın kuruluşu sırasında tanıştığı Süreyya Astarcı’yı yıllar sonra şu sözlerle anıyordu: “Mudurnu ilçesi ile tanışmam 1974-1978 yıllarına rastlar. Sayın Süreyya Astarcı’yı da Mudurnu Kaymakamlığı’nı icra ettiğim bu dönemde, tanıma şansına sahip oldum. O zaman başlayan dostluğumuz ilerleyen yıllarda da kardeşlik düzeyinde devam etti. Yıllar içinde devam eden görevimde sayın Süreyya Astarcı hep yanımda olmuştur. Hep iyi ve güzeli düşünerek hiç kimseyi kırmadan, ülkemize derin bir vatan sevgisi ile hizmet etmeye çalıştık. O yıllarda küçük bir ilçenin adını yurt dışına taşıyan Mudurnu Tavukçuluk’u kurması ve öncülüğünü yaptığım Mudurnu Sunta Fabrikası’na büyük destek vermesi ve maddi olarak katılarak yönetimde görev alması, öncü olması Süreyya Astarcı’nın Mudurnu’nun iş dünyasında bıraktığı derin izlerdendir. 60
En büyük arzusu Türkiye Cumhuriyeti’nin ve dolayısı ile Mudurnu’nun, geleceğin sonsuz ufkunda daha güçlü, daha gelişmiş, daha mutlu insanların yaşadığı bir memleket olarak varlığını sürdürmesidir. İş adamlığı ise, diğer iş adamları için yatırım yapma ve yol gösterme anlamında su kadar, hava kadar önemlidir. Yılmaz bir iş adamı olan sayın Süreyya Astarcı, Mudurnu’nun kalkınma modelinde engin tecrübesi ve fikirleri ile bize her zaman faydalı olmuştur. Gerçek bir Atatürkçü, hukukun üstünlüğüne ve hukuk devletine inanan, inançlı bir vatandaştır. Gerçekçidir. Tarafsızlığını hiç kaybetmemiştir. İnandığı düşüncelerden asla taviz vermemiştir. Birçok kuruluştan aldığı plaketler onun ne kadar değerli bir iş adamı olduğunu kanıtlamaktadır. Sayın Süreyya Astarcı, Mudurnu’nun yetiştirdiği ve sahip çıktığı nadide bir iş adamıdır. Kendisini her zaman Mudurnu’nun bir zenginliği ve yüz akı olarak görmekteyim. Süreyya Astarcı ile kardeş gibiydik. Hep iyi geçindik ve hep güzel düşündük. Kendisi ile birlikte memlekete hizmet etmekten hep büyük keyif aldım. Birbirimize hiç kızmadık. Mudurnu’da elde ettiğim tecrübe ile bilgi ve deneyimlerim zenginleşti. Valiliğini yaptığım Ağrı ve Muğla illerinin kalkınma modelinde öncülük etti. Böyle değerli ve soylu bir ailenin ferdi olan iş adamı sayın Süreyya Astarcı gibi bir dost kazandığım için gerçekten çok mutlu ve gururluyum. Aynı duygu ve düşüncelerle asil evlatları Mustafa ve Erkan’ı yetiştiren sayın Süreyya Astarcı’ya hayatının geri kalan kısmında, ailesi ile birlikte sağlık, başarı ve mutluluk dolu aydınlık günler diliyorum.” Süreyya Astarcı’nın küçük oğlu Erkan’ın MASSTAŞ’ın kendileri tarafından yönetildikleri döneme ilişkin hatırladıkları ise şu şekildeydi: “Babam Mudurnu sevdalısı olduğu için tavukçuluğu satınca, 2 gün sonra 22 Eylül 1995 tarihinde MASSTAŞ’ı aldı. O zamanlar fabrika çok kötü durumdaydı. Ekonomik açıdan da, piyasadaki ticari itibar açısından da fabrikanın ismi çok büyük risk arz ediyordu. Fabrikayı yeniden açtığımızda, o ana kadar süregelen ismini kullanmanın bile ne kadar sıkıntılı olduğunu anlamış olduk. Fabrikanın yönetiminde olduğumuz için, yurt dışına çıkışta sıkıntı yaşamak da dahil olmak üzere şahsi pek çok problemler yaşadık. Sonraki süreçte tüm problemlerin üstesinden gelip, işleri yoluna koymayı başardık. Ben çok fazla Mudurnu’da görev yapma taraftarı değildim, fakat 3 yıl MASSTAŞ’ta genel müdürlük yaparak görevimi yerine getirdiğimi düşünüyorum. Sonrasında da Ankara’ya döndüm. Bir süre sonra da şu anda yaptığım işin temellerini attık.”
61
ÖRNEK KALKINMA MODELİ SEÇİLDİ Süreyya Astarcı’nın öncülük ettiği Mudurnu Tavukçuluk İşletmesi ilk başlarda adi ortaklık olmasına rağmen, köylülerin ve köylerdeki tavuk çiftliklerinin de işin içine dahil edilmesi sebebiyle orman köylüleri açısından müthiş bir kalkınma modeli olarak herkesin dikkatini çekiyordu. Özellikle Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde, ormana girişleri yasaklanan orman köylülerinin kalkındırılmasında model oldu. Ecevit bile bu modeli inceledi. Süreyya Astarcı, şartların onu zorlaması sebebiyle Ecevit’in ünlü ‘Köy-kent’ projesinin ilham kaynağını gerçekleştirmişti. Ama bunun farkında değildi. Mustafa Astarcı, babasının kurduğu sistemden övgü ile söz ederken, şunları söylüyor: “12 Eylül öncesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden hocalar ve asistanlar geldi. Bir teze konu oldu çalışma modelimiz. Köylü ile özel sektörün birlikte çalışmasını ele aldılar. Sermaye yok, köylünün o ağıldan bozma kümesine, yemliği, suluğu, altlığı, yemi, civcivi ve veteriner hizmeti veriliyor, köylü yalnızca bakıyor, belirli bir süre sonra geri alınıyor. Amerika’da da zamanında bu model uygulanmış, bizim haberimiz yok. Bu model Türkiye’de ilk kez Mudurnu Tavukçuluk tarafından uygulanmış oldu. Tabi biz bunu bilinçli olarak yapmadık. Şartların bizi buna yönlendirmesi ile yeni bir model ortaya çıktı. Yupi vardı ilk olarak, ama böyle bir model yoktu. Ege’de gelişmişti onlar, oradan sonra en fazla gelişen yer Mudurnu oldu. Özel sektörle yöre halkının birlikteliği oldu, bir sektör çıktı ortaya. Aslında bu model İzmir’de işlemezdi. İşlemedi de zaten. Çünkü insanlar farklı, ihtiyaçlar farklı. Buralar orman köyü, tarım alanları kısıtlı insanların yapabilecekleri belli. Ege’de tarım arazileri bol. Kar marjları iyi olduğu için hem şirket hem köylü kazanıyordu. Bu nedenle model dalga dalga yayıldı, bugün de hala kullanılıyor bu model. Bunu ilk uygulayan Mudurnu Tavukçuluk oldu.” Köylerdeki kümesleri inceleyen ve her türlü hijyen koşullarını destekleyen Mudurnu Tavukçuluk’un ilk veteriner hekimi Sedat Duman idi. Duman, o yıllarda Bolu ve yöresindeki tavukçuluk tesislerinde görev yapan ilk uzmandı. Ondan önce sistematik denetimin olmadığı bir üretim vardı. Veteriner Duman, o yıllara ilişkin hatırladıklarını şu şekilde anlatıyor: “Şubat 1979’da fakülteyi bitirince rahmetli hocam Prof. Dr. Mahmut Akkılıç’ın tavsiyesiyle Mudurnu Tavukçuluk’ta işe başladım. İşletmenin ilk veteriner hekimi idim. İdealisttim. Yapmak istediklerim vardı. O zamanlar Mudurnu Tavukçuluk’un 3 adet kendi kümesi, 283 adet anlaşmalı yetiştirici kümesi vardı. İzmir Yupi Tavukçuluk’tan civcivler geliyordu. Civciv sayı olarak kıttı, ancak talep çok fazlaydı. Bir sıra defteri vardı. Civciv sevkiyatı o sıra defterine göre yapılıyordu. Benim de, zootekni tekniklerine göre ve hijyen kurallarına göre yetiştiricilerden isteklerim oluyordu. Civciv almak isteyen kümeslere gidip kontrol ediyordum: Pencereler havalandırma amacıyla vasistas modeli içe açılacak, kuş girmesin diye baca ve pencerelere tel ka62
fes takılacak, metrekareye düşen ışık için ilave ampuller temin edilecek, U şeklinde ahşaptan yapılmış duvar ve yer temasını engelleyen yem istif masası bulunacak, kümes giriş- çıkışlarında çizme ve 2 adet dikdörtgen tava olacak, birinde kireç, diğerinde antiseptikli su olacak... gibi bir ‘Olması gerekenler’ listemiz vardı. Bunları tamamlayanlara civciv veriyordum sadece. Tabi sonrasında yetiştiricilerden patronlara bir şikâyet bir şikâyet... ‘Nereden geldi bu çocuk’ diye patronlara veryansın ediyorlar. Fakat patronlarım bana bir gün bile baskı yapmadılar. Patronlar iki ortaktı. Birine tüm çalışanlar bey diye hitap ederdi. Diğerine de istisnasız herkes ağabey derdi. Ben de aynen böyle hitap ettim: Süreyya ağabey… Süreyya ağabey çok farklı bir insandır. Çok samimi ve zekidir. Çok hızlı karar alır ve hemen uygulardı. O zamanlar yem fabrikasının bir odasında benim ve muhasebenin bir masası vardı. Pilicini kesimhaneye gönderen yetiştirici muhasebe ile hesaba otururdu. Hesap birkaç saatte sonuçlanırdı. Bir gün Süreyya ağabeye daha kısa bir yöntemden bahsettim ve bu amaçla bir ‘Yetiştirici Hesap Kartı’ hazırladım. Hemen matbaada bastırttı ve uygulamaya koydurdu. Bu yöntem ile yetiştiricinin aldığı hizmet günü gününe işleniyor ve son hesap 10 dakikada çıkartılabiliyordu. Süreyya ağabey adeta bir mühendis gibiydi. Kendi çizdiği ve inşa ettiği ‘Rendering Tesisi’ni çok kısa zamanda faaliyete geçirip ilk tavuk ununu elde etti. O dönemde yetiştiriciden gelen ölü piliçlere, masamın üzerine gazete serip otopsi yapıyordum. Bu durum, hem görüntü hem de hijyen açısından hoşuma gitmiyordu. Süreyya ağabeye durumu anlattım. Birlikte fabrikanın girişindeki kantar binasına gittik. Kantarın arkası o dönemde bir depo idi. Hemen işe koyulduk. Kapı şuradan verilir, pencere buradan, muayene masası burada durur, laboratuvar burası olur şeklinde bir plan yaptı ve hemen buldurduğu kazma ile duvarların bir kısmını derhal yıkarak işe başladı. Sonradan öğrendim ki ben askere gidince orası çok güzel bir laboratuvar ve klinik olmuş. Askerlik deyince unutamam: Bursa Gemlik’te Yedek Subay öğrenciydim. Bir gün Süreyya ağabey beni ziyarete geldi. Komutanla görüştü. Aldı beni, doğru İzmir’e. O akşam benim için muhteşemdi. Askerlik ortamında gerçekten güzel bir gün geçirdim. Ertesi gün aynı şekilde beni birliğime teslim etmişti. Aradan yıllar yıllar geçti. Süreyya ağabey sık sık beni sorarmış. Bir arkadaş telefonumu bulmuş ve numaramı ona vermiş. 2008 yılında bir İstanbul ziyaretinde emektar şoförü Kadir ile geldi. Beni buldu. Hasret giderdik. İşte böyle de vefalı bir insandır Süreyya ağabey...”
63
KÖYLÜ ORMANDAN ÇIKIYOR Bolu ve yöresinin Türkiye’nin tavukçuluk merkezine dönmesini bölgenin coğrafi yapısına bağlayan Süreyya Astarcı, örnek bir kırsal kalkınma modeli olan Mudurnu’nun bu süreçteki önemini şu sözlerle anlatıyor: “Orköy, orman köylülerini kalkındırmak, izinsiz ağaç kesiminin önüne geçmek, orman köylüsüne alternatif geçim kaynakları sağlamak amacı ile köylülere kredi verdi. Biz de bunu bir üretim modeline çevirdik. Amacımız köylünün geçim kaynağını ormancılık dışında farklı mecralara da kaydırabilmekti. Fakat kümesler yaygınlaşmaya başladıkça, yakacak ihtiyacından dolayı başlangıçta, köylünün ağaç kesim yoğunluğu fazlalaştı. Bunun üzerine biz Göynük’ te Ertuğrul isminde birisinin işlettiği bir kömür ocağı ile anlaştık. Bir kamyon ve traktörden yaptığımız bir kepçe ile köylünün yakacak ihtiyacını kömür ile karşılamaya başladık. Kömürün yanında, diğer civciv, yem ve ilaç gibi ihtiyaçlarını da biz, köylüye ödeme almadan temin ediyor, yetiştirdiği pilici satın alırken de hesabından mahsup ediyorduk. Böylece sermayesi olmayan köylünün, tavuk yetiştiriciliği yapabilmesini sağlamış olduk. Parasını ödemeden temin edebildiği için odun yerine kömür kullanmak köylüye sıkıntı vermedi. İlaç dağıtımı için bir ecza deposu kurup, idaresi için eczacı bile istihdam etmek durumunda kaldık. Fakat iş modelimizin sürekli gelişiyor olması, bizi bu tür yatırımlar yapmaktan alıkoymayan en önemli etken oldu.”
Mudurnu Tavukçuluk tavuk heykeli 64
Süreyya Astarcı köylülerin güvenini kaybetmemek için çok titiz çalışmayı tercih etmişti. Onları kendi işçisi olarak değil, fabrikasının ortağı olarak görüyordu. Köylerde 200’den fazla çiftlik vardı. O yıllara ilişkin bir hatırasını şu şekilde anlatıyor: “Tavukçuluğun ilk yıllarında bir yaşlı amca hesap görmeye geldi. Hesabı gördü, ben de takip ediyorum, amca pek de tatmin edici bir para kazanamadı. Acaba devam edecek mi diye de merak ediyorum az kazandığı için. Neyse adam o az paranın hesabını gördü, çekini aldı, tekrar civciv alacağı bankoya gitti. Yeniden civciv sırasına yazıldı. Adamı bir çay içmek üzere davet ettim. ‘İyi kazanmamışsın bu kez ne oldu?’ diye sordum. ‘Sorma biraz rahatsızlık oldu’ dedi. ‘Ama yine de devam ediyorsun’ deyince ‘O öyle değil’ dedi. ‘Peki, sen yem çuvallarını falan kaldırabiliyor musun?’ diye sorunca da ‘Ben sadece kümesin havasıyla ilgileniyorum. Benim oğlan erken vefat etti. Gelinle torun yapıyorlar. Bu kez az kazandık, ama biz bırakmayız bu işi. Biz köyün en fakiri idik. Ama şimdi bu tavukçuluk sayesinde çok iyiyiz. Bizim eve et, kurbandan kurbana girerdi. Şimdi köründen topalından yıl 12 ay et yer olduk. Bizim davarımız olmadığı için tarlalar hiç mahsul vermezdi, bu tavuk işine başlayınca bunun gübresini tarlalara attık ve bizim tarlalar da zenginlerin tarlası gibi ürün verir oldu. Bir de yem çuvallarının boşlarını satıyoruz; ondan da pazar masrafı çıkıyor. Biz bundan daha başka ne isteyelim ki…’’ Mudurnu Tavukçuluk, 1978 yılında günlük kesim sayısını 10 bin adete çıkarmıştı. Her yıl katlayarak üretimi artıyordu. Başta Ankara olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında Mudurnu damgalı tavuk eti en gözde et ürünlerinden biri haline gelmişti. Üretim arttıkça, kalite artıyor, Süreyya Astarcı ise çevresinde itibarlı bir girişimci ve iş adamı olarak saygınlık kazanıyordu. Her yerde sözü senet kabul ediliyordu. 1980 öncesinin ekonomik kriz yıllarıydı. Nakit para bulmak, kredi temin etmek imkânsızdı. Ama o yardımseverliği ve insanlara aşıladığı güven ile daha o günlerde bile dikkatleri üzerine çekmeyi başardı: “1980 öncesinde esnaf, ayda bir İstanbul’a giderek mal alırdı. Bu alışveriş için ihtiyaç duyduğu parayı da gitmeden önce biriktirmeye başlardı. Yüklü bir ödememizden dolayı bir gün ciddi miktarda bir paraya ihtiyaç duyduk. Esnaf arkadaşlar sağ olsunlar beni severler, talepte bulunduğum herkes ikiletmeden biriktirdiği parayı bana verdi. Fakat hala eksiğimiz vardı. Tam o sırada Atatürk heykelinin önünde başka bir esnaf arkadaşla karşılaştım. O da beni arıyormuş. Paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Baktım ben kendi eksiğimi tamamlayamıyorum, onun da ihtiyacı bende var; onun işi görülsün diye söylediği parayı kendisine verdim. Daha da fazlalaşan eksiğimizi nasıl tamamlayacağımızı düşünürken Haritacı İbrahim ağabey ile karşılaştım. İbrahim ağabey şehir plancısı idi. Mudurnu’ daki gençleri istihdam ederek, şehir planı işi yapar, sonrasında da müteahhitten aldığı para ile onların maaşını öderdi. Maaş ödeme dö65
66
nemine süre olduğu zamanlarda da parası olurdu. Kendisinden borç istediğimde tüm ihtiyacımı karşılayacak parayı bana verdi. Allah’ ın işine bakın ki, bir esnaf arkadaşımın işini çözdükten hemen sonra, başka bir arkadaşım benim işimi çözüyor. Sonrasında da zaten tüm borçlarımızı ödedik, tüm alacaklarımız da zamanında eksiksiz bize ödendi. O dönemde esnaf arasında güven, senetten daha değerli idi.” Süreyya Astarcı için soğuk hava depoları üretimini de yapan Hacı Ömer Kızılpınar, Süreyya Astarcı’nın kendisi gibi kalmayı başararak büyük bir saygınlık kazandığını anlatırken, birlikte iş yaptıkları döneme ilişkin şu bilgileri veriyor: “İş hayatında yeni ilerlemeye başlamış, doğru adımlar atmaya çalışan biriyken, kendisi ile tanıştığım o yıllarda; duruşu, tavrı ve hayat felsefesi ile çevresindeki onlarca kişi gibi bende de derin bir hayranlık uyandırmıştır. Doğup büyüdüğü topraklara, gençlere, ülkesine kendisini bu denli adayan ve bunu yaparken de, kibirden arınmış manevi duygularla yapan, mütevazılığını her daim koruyan nadir insanlardandır. Ticari zeka, başarı ve hayırseverlik çoğu zaman aynı gemide yürümez. Düşünün ki, isminizin önüne hepsi birden konuluyor, hafızalarda öyle yer ediniyorsunuz. Adı bile bilinmeyen ya da en iyi ihtimalle az bilinen bir ilçeyi, binlerce kişiye aş verilen, eğitim verilen bir marka haline getiriyorsunuz. İşte tam bu nedenle fikir geliştirmenin zihni, dolayısı ile bedeni sürekli aktif tuttuğunun bilincinde, hem işte hem de bireysel hayatta yaratıcı olmanın önemini göstermiş ve mutlaka onu tanıyanların hayatında o ya da bu vesile ile feyiz alınan örnek bir insan olmuştur. Kendisi ile tanışmış olmanın daha da önemlisi dost olmanın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum.” Süreyya Astarcı’nın küçük oğlu Erkan Astarcı, Ankara’ya taşındıkları ve Tandoğan’daki dükkânı açtıkları günü şu şekilde anımsıyor: “Ankara’ya 1976 yılında geldik, 1978 yılının 2. döneminde Ankara’da okumaya başladım. İlkokul 2. sınıftaydım. Ama çok zor geldi bana, gelmek istememiştim Mudurnu’dan. Çok iyi hatırlarım babam bir gün kahvaltıda iyi yemediğimi görünce, ‘Şu yemeği ye, seni yazın Mudurnu’ya tatile göndereceğim’ demişti, ben de bitirdim tabi yemeği. Mudurnu benim için bir Hawaii’ydi sanki. İlkokulu ve ortaokulu tamamladık. Hep Ankara’daydım. Ortaokuldayken, Turgut Reis Caddesi’ndeki dükkanın üzerinde oturduğumuz için bir şekilde Mudurnu Tavukçuluk’un işlerine de dahil oldum. Okul dışındaki vaktim sürekli dükkanda geçiyordu. Yükseliş Koleji’nde okuyordum. Kuzenim Eser Konuk’la okula yürüyerek gider gelirdik. Eser, Neriman teyzemin tek oğludur. O zamanlarda annesi ve babası Mudurnu’da yaşayan Eser, kolej sınavlarını kazanarak okumak için Ankara’ya gelmişti. Kardeşimiz gibi bizimle birlikte büyüdü. Kendi çocuğu gibi büyüttü babam onu. Eser, ilkokuldan sonra okumak için geldiği evde, evlendikten sonra bile yaşamaya devam etti. Babam ve annem Eser evlenmeden hemen önce 67
başka eve geçtiler. Okul sonrasında da bizim işlerimizde birlikte çalıştık. Kardeşimiz olduğu için başarılarıyla bizi her zaman gururlandırmıştır.” 1980’li yıllarda da üretim artmaya devam ediyordu. 12 Eylül 1980 askeri darbesi’nden zarar görmeden çıktı Mudurnu Tavukçuluk. Ankara Tandoğan’daki dükkan-depo iyi iş yapıyordu. Kasaplar başta olmak üzere, ev hanımları Mudurnu Tavukçuluk’un ürünlerini alabilmek için kuyruk oluşturmaya devam ediyordu. Daha da önemlisi 1981 yılında Et ve Balık Kurumu ile yapılan anlaşmadan sonra Mudurnu Tavukçuluk kurumun tek beyaz et tedarikçisi haline gelmişti. Süreyya Astarcı’nın oğlu Mustafa Astarcı, Mudurnu markasının bu denli tercih edilmesinin sırrını şu şekilde açıklıyordu. “Talep öylesine fazlaydı ki, tavuk yetiştiremez hale gelmiştik. Çünkü bizim tavuğumuz çok lezzetli bulunuyordu. Aslında o yıllarda herkes aynı şartlarda üretim yapıyordu. Farkı; bizim tavuğumuzun bir gün önce kesilip, ertesi gün satıldığı için dinlenmiş olmasıydı. Biz tavuğu kestiğimizde, nakliyesi için bir gün harcamamız nedeniyle, ertesi gün satışa sunabiliyor idik. Farkında olmadan tavuğumuzu dinlendirerek, daha da lezzetli hale gelmesini sağlamış olduk. Biz bunu sonra anladık. Mudurnu tavuğunun tutmasındaki en önemli unsurlardan biriydi bu lezzet farkı. Tabi Mudurnu’nun iklim ve beslenme şartlarını da unutmamak gerek...’’ Bu arada, şirket büyüdükçe özellikle yönetici bulmak konusunda sıkıntısı büyüyordu. Yönetici kadrolarına Mehmet İnce, Sedat Bey’in yanında kombine müdür yardımcısı olarak; genç yaşta bu dünyadan ayrılan Rüştü Esen (1949-2004) ise damızlık ve kuluçkahane müdürü olarak katıldılar. Rüştü Esen sonrasında Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrılarak kendi işini kurmuş ve başarılı bir iş adamı olmuştu. Süreyya Astarcı, “Sedat Bey’i de zorla tavukçuluğa getirdik. İki oğlu da makine mühendisidir. Şimdi Türkiye’nin yanında yurt dışına bile kesimhane kurup yedek parça satıyorlar” diye anlatıyor. Mudurnu Tavukçuluk’taki büyüme ve gelişmenin en canlı tanıklarından biri Muhasebe Müdürü Necati Durukan idi. O, Süreyya Astarcı’yı daha çocukluk yıllarından beri tanıyan biriydi. Necati Durukan, eğitim için İstanbul’un yolunu tutmuş, muhasebe eğitiminin ardından 10 yıl sonra geri dönmüştü. O yıllarda gerçekleşen mucizeyi Durukan şu şekilde anlatıyor: “Mudurnu küçük bir ilçedir. Ama Mudurnu’da yaşayanlar bir sülalenin fertleri gibidirler dersem, herhalde yanlış olmaz. Üniversite eğitiminin ardından Mudurnu’ya döndüğümde ilk işim, ustam terzi Saffet Öztürk Bey’i ziyarete gitmek oldu. O dükkânda yine Süreyya Bey’le karşılaştık. Bana okulumun bitip bitmediğini ve bittiyse ne olduğumu sordu. Ben de okulumun yeni bittiğini ve muhasebeci olduğumu söyleyince, kadere bakın ki bana ‘Biz de bugün tavukçuluktaki muhasebeci ile yollarımızı ayırdık. Pazartesi 68
günü gel işe başla’ dedi. O günü hiç unutmam, günlerden 19 Temmuz 1980 Cumartesi idi. O günden bugüne kadar, dile kolay tam 21 senesi Mudurnu Tavukçuluk’ta olmak üzere 37 senedir Süreyya Bey’le beraberiz. A. Süreyya Astarcı ve Ortakları ünvanlı küçük bir şahıs işletmesinden başlayıp, Türkiye’nin en büyük 142’nci şirketi ünvanını yakalamış, ülkemizde hatta dünyada da tanınan ve hala unutulmayan Mudurnu Tavukçuluk A.Ş’de devam eden 21 senelik beraberliğimizde yaşadıklarımızı kitaplaştırmayı çok istedim. Bunu birçok kere denedim. Ama özellikle son dönemde yaşadığım acı hatıraların çok olmasından mıdır bilmiyorum, bu nasip olmadı. Yine de çok kısa bir şeyler söylemek gerekirse, dünyada sahiplerinin bile tahayyül edemediği kadar hızlı büyüyen, bulunduğu bölgeye tek başına hayat veren Mudurnu Tavukçuluk A.Ş gibi şirketler çok azdır.” Necati Durukan, Mudurnu efsanesinin nasıl doğduğunu ve bu doğumda Süreyya Astarcı’nın etkisini ise şu sözlerle ifade ediyor: “Genel kanıya göre şirketler büyüyünce patronlar, çoğunlukla makam odasına kapanıp, işlerini buradan yürütürler ve tüm görüşmelerini randevu ile yaparlar. Ama Süreyya Bey hep sahada (inşaatların başında, kesimhanede, yem fabrikasında, çiftliklerde v.b) dolaşır, odasında çok az otururdu. Esnaflık dönemindeki mütevazılığından hiçbir şey kaybetmeden, herkesle randevusuz görüşür, odasının kapısı hep açık olurdu. Büyük şirketlerin sahipleri genellikle ‘Bu şirketi ben bu hale getirdim’ edası ile hayır işleri için talepte bulunmaya gelenlere mesafeli yaklaşıyorlar. Ama Süreyya Bey imkânlarını zorlayarak kimseyi geri çevirmemeye çok dikkat ederdi. Hala da ediyor. Bu özelliklere ilave edecek pek çok şey bulabilirsiniz. Gerek 21 senelik Mudurnu Tavukçuluk’taki beraberliğimizde, gerekse yollarımız ayrıldıktan sonra halen bugün de beni hep evladı gibi gördü. İyi günlerimde hep mutluluklarıma ortak oldu. Ama çok daha önemlisi kötü ve zor günlerimde bana hep destek oldu. Menfaati olmayan insanların artık birbirine selam bile vermediği günümüzde, böyle iş adamı kaç tane var dersiniz? Süreyya Bey’den ve evlatları Mustafa ve Erkan Bey’lerden haklarını bana helal etmelerini çok isterim.” Süreyya Bey’i1970’li yıllardan beri tanıyan Tavsan Tavukçuluk’un sahibi Cemalettin Bilgin de o yıllara ilişkin hatıralarını şu şekilde anlatıyor: “Yardımsever kişiliği, ticari girişimcilik ruhu ve vizyonu ile sektörde hemen fark ediliyordu. Biz tavukçuluk sektörüne ekipman üretiyorduk. Süreyya Bey’le ticaret yapmak büyük keyifti. Çünkü sattığımız ürünle ilgili geri dönüşler alıyor, onun önerileri ve yurt dışından getirdiği örneklerden yararlanarak verimliliği artıracak yenilikler yapıyorduk. Bu açıdan hem sektörün önünün açılmasında, hem de üretilen ekipmanlarda verimlilik ve kalite bilincinin oluşmasında katkısı büyüktü. İş ilişkimizin yanında, dostluğundan da büyük keyif aldığım Süreyya Astarcı ile sektörden ayrılışından sonra da irtibatımız devam etti. Onun katkıları ile kurulan Abant İzzet Baysal Üni69
versitesi bünyesindeki Süreyya Astarcı Meslek Yüksekokulu mezunları ile sektörümüze ve ülkemize güç katmaya devam ediyor. Ticaret hayatındaki bilgeliği, hayır işlerindeki cömertliği ve beyefendiliği ile adını şimdiden unutulmazlar arasına yazdırdı. Kendisini tanıyor olmaktan ve dostum diyebilmekten gurur duyuyorum.”
İHRACAT İÇİN TIR FİLOSU 24 Ocak 1980 kararları ile, Süleyman Demirel’in başbakan, Turgut Özal’ın ise ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olduğu dönemde, hükümet, kapalı ekonomiden, liberal ekonomiye geçmek, ekonomiyi batı dünyası ile entegre etmek, ihracatı teşvik etmek, Türk Lirasını konvertibl hale getirebilmek için kapsamlı bir ekonomik paket hazırladı. Bu paketin içerisinde, en az 10 adet olmak üzere tır filosu kurma konusunda firmalara imkan sağlayan koşullar vardı. Mudurnu Tavukçuluk da bu teşvikten, aslında acil ihtiyacı olmamasına rağmen, faydalanma yoluna gitti. Ancak Süreyya Astarcı, üretimlerinin böyle bir nakliye filosuna ihtiyacı olmadığını düşünüyordu. Ortaklar arasındaki görüş ayrılıklarına rağmen, bankalardan alınan teminatlarla yurt dışından 10 adet tır satın alındı. İç piyasada tavuk nakliyesi için gereğinden fazla kapasitede olmalarından dolayı tırlar, tavuk nakliyesi için kullanılamayıp, Mersin Limanı’na taşımacılık yapmak için gönderildi. Süreyya Astarcı’nın oğlu Mustafa Astarcı, TIR filosunun kuruluşunu ve ondan sonraki süreci şu şekilde anımsıyor: “O zamanlar Türkiye’de ihracatı geliştirmek için taşımacılığa teşvik çıktı. Biz de Mudurnu Tavukçuluk olarak 10 tane tır satın aldık. Ancak en fazla 20 bin adet/gün kesim olduğu için, Ankara ve İstanbul’a bir günde yaptığımız sevkiyat, bir tırı dolduracak kapasitede değildi. O nedenle tırları nakliye işinde çalıştırmak durumunda kaldık. Benim tek başıma büyük bir sorumluluk yüklenerek 19 yaşında üniversite öğrencisi iken yaptığım ilk işim oldu. Mersin Limanı’na gemilerle gelen, Bağdat ve Kuveyt’e gidecek soğuk zincirle taşınması gereken gıda maddelerinin nakliye işine başladım. Hafta içi okuluma gidiyordum, hafta sonları da karayolu veya havayolu ile Mersin’e giderek işleri takip etmeye çalışıyordum. Ama beni en çok etkileyen, gülümseyerek hatırladığım, hava değişikliklerine alışma sürecim idi. Tavukçulukta günlük kesim kapasitemiz artınca, tavukların nakliyesi için tırlara ihtiyaç doğmaya başladı. Böylece, yurt dışı nakliye işinde kullandığımız tırları yavaş yavaş kendi işimiz için kullanmaya başladık. Yaklaşık 5 yılda tırların tümü, Mudurnu Tavukçuluk’un tüm Türkiye’ye tavuk nakliyesi için kullanılır hale geldi.” 1982 yılında Mudurnu Tavukçuluk şirketleşme yolunda önemli adımlar atarken, her yeni adımda profesyonel insanlardan yardım alı70
yordu Süreyya Astarcı. Atacağı her adımı işin ehline danışmadan atmıyordu. 1993’te İzmir’de tanıştığı Fuat Payzın’dan danışmanlık hizmeti alındı. Fuat Payzın, o dönemi şu sözlerle anlatıyor: “1982 yılından bu yana tavukçuluk sektöründe inşaat yatırım danışmanlığı yapmaktayım. Bu işte bugüne gelmemde tanışma ve çalışma mutluluğuna eriştiğim kişilerin başında da Süreyya ağabeyim gelmektedir. Tanıştığım bu kişilerin bana Allah’ın bir armağanı olduğunu düşünüyorum. Süreyya ağabey ile çok başarılı yatırımlar yaptık, ancak bundan daha önemlisi yakın çalışma beraberliğimizde işten çok daha önemli olan insan ilişkileri, hayat görüşü, yaşam tarzı ve iş hayatındaki prensiplerini inceleyip uygulamaya çalıştım. Bir Anadolu kasabasında sıfırdan başlayıp bir imparatorluk olan şirket yaratıp da bunu sindirip, bu kadar da mütevazı, alçak gönüllü olmak herkese nasip olacak bir meziyet değildir. Süreyya ağabeyimle pek çok güzel anım oldu, ancak onun engin tecrübelerinden faydalandığım ve unutamadığım olay; şirketin İzmir’deki damızlık çiftliklerini yaparken dağda çok müsait bir arazi bulduk. Yeni çiftlik için çok müsaitti, ancak biraz fazla eğimli idi. Bana ‘Ne diyorsun’ dedi. Ben de ‘Yer çok güzel ama kümesleri buraya oturtamayız, çok kot farkı var’ dedim. Süreyya ağabey de ‘Kümesin birinci kısmını üste, ikinci kısmını da daha aşağıya yaparsak olur mu?’ deyince o güne kadar yapılmayan yeni bir sistemi bana öğretmek istediğini anladım ve beraber uyguladık. Bugüne kadar da çok verimli bir şekilde çalışan yeni sistem kümesler ortaya çıktı. O günden sonra ne zaman çok eğimli arazide böyle kümes yapsam Süreyya ağabeyi saygı ile hatırlarım.” Mudurnu Tavukçuluk’un büyüme yıllarında işletmede makine mühendisi olarak görev yapan Sedat Koşucuoğlu, o yıllara ilişkin hatıralarını şu şekilde anlatıyor: “Mudurnu Tavukçuluk’un büyüme yıllarında (1980) şirket bünyesinde görev aldım. Süreyya Bey’in teknik işlere meraklı olması nedeniyle neredeyse her saatim Süreyya Bey’le geçerdi. Nerede yeni bir kesimhane açılsa veya nerede yeni bir makine çalışsa muhakkak en kısa zamanda görmeye ve incelemeye giderdik. Ülkenin o zamanki imkanlarına göre cebinizde paranız da olsa makine getirmek çok zordu, doğal olarak çoğu ihtiyaçlarımızı kendimiz halletmeye çalışırdık. Irak’a ihracata başladığımız dönemde Türkiye’de karton kutu yapılmıyordu, piliç için Hollanda’dan örnek karton kutu getirtip kutu yaptırdık. Piliç torbası yoktu, olanların da mürekkebi silinirdi. Mürekkebi silinmeyen poşeti ilk defa Mudurnu yaptırdı. Her işin başlangıcı zordur. Ancak tavukçulukta daha da zordur. Bana göre Süreyya Astarcı, zor şartlarda bile şirketin büyümesi ve gelişmesi için çalışıp başarıya ulaşan, personeli ile dostluk ilişkileri kurabilen ve gerçekten iz bırakan saygı değer bir patrondu.”
71
Tavukçuluk sektöründe, entegre sistemi doğru bir şekilde kurmanın ve tecrübenin önemine Süreyya Astarcı şu anısı ile vurgu yapıyor: “1980’li yılların ilk döneminde, daha sonra İstanbul Ticaret Odası Başkanlığı yapan Mehmet Yıldırım “Yıltav” ı kurdu. Yıltav tesislerinin bulunduğu İstanbul-Ümraniye’ ye yaptığım bir iş seyahati sırasında tesadüfi bir şekilde yolum inşaat işleri tamamlanmış olan tesislere düştü ve ben de fırsatı değerlendirip ziyaret ettim. Mehmet Bey de o sırada tesislerin önünde imiş. Tanışıp ayaküstü sohbet ettik. Sağ olsun ofisine davet etti, ama işimin acele olması sebebi ile zamanı kısa tutmak zorunda kaldım. Bu kısa sürede, tesislerde gördüğüm bazı aksaklıkları açık yüreklilik ile kendisine aktardım. Soğuk hava depoları mesela gereğinden fazla büyük tutulmuş idi. Yem fabrikası da aynı şekilde fazlaca büyük yapılmış, silolar ise o günün şartlarına göre uygun şekilde dizayn edilmemiş idi. Aralarında belli bir mesafe olması gereken yem fabrikası, kuluçka, soğuk hava deposu ve kesimhane gibi birimler birbirine haddinden fazla yakındı. Bir de bildiğim kadarı ile tesislerin yönetimine getirdiği kişiler ile ilgili dikkat etmesi gereken hususlarda da kendisine bilgilendirmede bulundum. O sırada yaptığım yorumların canını sıktığı belli idi. Aylar sonrasında piyasada krizin olduğu bir dönemde, üretimimiz devam ediyor, fakat gel gör ki tavuğun büyük bölümünü satamıyoruz ve mevcut soğuk hava depolarımız üretim fazlasını saklamaya yeterli değil. Yurt dışına çıkmak üzere ofiste uçak zamanını beklediğim bir gün, soğuk hava deposu problemine çare üretmeye çalışır iken, Mehmet Yıldırım Bey’in telefonla aradığını söylediler. Telefonu açtığımda söylediği ilk sözü ‘Süreyya Bey, sen gerçek bir dostmuşsun. O zamanlar canım sıkılmıştı, ama aylar önce söylediğin her şey şimdi bir bir oldu ve biz maalesef faaliyetimizi durdurduk. Bu saatten sonra yapacak bir şey yok. Tesisler emrindedir. İstediğin bina ve ekipmanı kullanabilirsin.’ dedi. Sektörümüzden bir girişimcinin faaliyetini durdurmasına elbette ki çok üzülmüştüm, fakat o dönemde o kadar büyük soğuk hava tesislerinin bizim hizmetimize sunulması da bizim için bir piyangoydu adeta. Hemen tesisin kapalı olan elektriğini açtırıp, üretim fazlası tavuğumuzu oranın soğuk hava depolarına göndermeye başladık. Birkaç aylık kriz dönemini de bu sayede rahat bir şekilde atlatmış olduk.”
A.Ş. OLMAK MUDURNU’YA YARAMADI Mudurnu Tavukçuluk’un bir markaya dönüşmesi, günlük 10-15 bin kesim sayısına ulaşması ile birlikte adi şirket statüsünden anonim ortaklık noktasına taşınması gündeme geldi. Binden fazla işçinin çalıştığı, 2 bine yakın çiftçinin ailelerine ekmek götürdüğü Mudurnu Tavukçuluk, gerçek anlamda bir kırsal kalkınma modeliydi artık. Böylesine büyüyen bir şirketin anonim ortaklığa dönüşmesi için ilk adım 1983 yılında atıldı.
72
O güne kadar genelde Ankara pazarına açılan Mudurnu Tavukçuluk, önce İstanbul, ardından İzmir’de de bayilikler oluşturdu. Süreyya Astarcı, gerek İstanbul’daki işlerin başına gerekse İzmir’deki işlerin başına tanıdık ve güvenilir kişileri getirmeyi ilke edinmişti. İzmir’deki işlerin başına Jandarma Astsubay Kadir Akmeşe getirildi. Akmeşe, 1983 yılında Mardin Kızıltepe’de görev yaparken Mudurnu’ya tayin edilmişti. Mudurnu’da görev yaptığı dönemde dostlukları gelişti. Akmeşe, emekliye ayrılır ayrılmaz Süreyya Astarcı’dan iş teklifi aldı. Akmeşe, o döneme ilişkin şunları söylüyor: “Süreyya Astarcı’yı Ankara’da ikamet etmesinden dolayı ilk dönemlerde görmemiştim. Kendisini merak ediyordum. Bir pazar günüydü. Sivil olarak çarşıda dolaşırken Ankara plakalı bir araç gördüm. Araç meydanda durdu. Yanımdaki arkadaşlara sordum. Süreyya Astarcı dediler ve etrafı bir anda kalabalıklaştı. Biz de yanına gittik. Orada kendisiyle tanıştık. İtibarlı bir adam olduğu belli idi. Bu ilk tanışmadan sonra, zaman içinde kendisiyle hem samimi hem resmi iyi birer dost olduk. Mudurnu Tavukçuluk A.Ş. firmasının sahibi olmasına rağmen çok mütevazı, centilmen bir Mudurnu insanıydı. Hatta bir gün baş başa bir sohbetimizde bana; ‘Komutan, çok şükür Allah bize veriyor, ama aynı zamanda bizi verdiği ile de deniyor. Allah korusun, eğer şımarır isek tepemize vurup, bizi cezalandırabilir. Ama ben geçmişimi, babamın dükkânında köylüye litre ile yağ sattığımız zamanları asla unutmayacağım’ dedi. Memleketini, halkını sever. Kendisi çok çalışkandır, çalışanın hakkını da verir ve çalışanı da takdir ederdi. Dört yıl boyunca Süreyya Astarcı Bey’i giyimine özen gösteren, oturmasıyla, kalkmasıyla, aile yaşantısıyla, Mudurnu’ya sosyal hizmetleriyle bilinen bir insan olarak tanıdım. Kendisiyle beraberliğimiz, iş hayatında benim patronum olarak devam etti. İzmir’ de kurulacak olan Mudurnu Tavukçuluk Bölge Müdürlüğü’ne getirildim. Benim için yabancı olan bu sektörde Süreyya Bey beni hiç yalnız bırakmadı. Sık sık İzmir’e gelerek bana ne yapmam gerektiğini öğretiyordu. Kendisini bu vesile ile iş hayatında da yakından tanıma fırsatı buldum. Öyle ki gerektiğinde bir işçi gibi inşaatların tepelerine çıkıyor; ustalara neyi nasıl yapmaları gerektiğini bile söylüyordu. Zaten söylememe gerek dahi yok, ama çok da zeki bir insandır. Espriyi çok sever. Kısa zamanda onun destekleriyle İzmir’de hep beraber büyük işlere imza attık. Soğuk hava deposu, yem fabrikası, kümesler ve de birçok satış dükkânları gibi… Bir ramazan günü iftar vaktine kadar çalıştık. Kordon’da iftar yapmak üzere bir restorana gittik. İftarı beklerken kapıdan Sn. Vehbi Koç’un geldiğini görmüş, bana söyleyerek onun masasına gitti. Geldiğinde ‘Vehbi Bey bizi masasına davet etti’ dedi. Beni Vehbi Koç Beyefendi ile tanıştırdı. Son derece mutlu oldum. Süreyya Astarcı Bey bir görüp bin belleyen bir insandı.”
73
MEHMET GÜNDOĞDU: “MUDURNU’YA ZARAR VERMEMEK İÇİN ÇEKİLDİ” Süreyya Astarcı ile tanışıklığı 1981 yılına kadar uzanan Mehmet Gündoğdu, Mudurnu Tavukçuluk’un anonim şirkete dönüşme sürecinin en önemli isimlerinden biriydi. O da yıllar sonra anonim şirkete dönüşme sürecini şu şekilde anlatıyor:
Mudurnu Tavukçuluk’tan yıllar sonra Mehmet Gündoğdu ve Necati Durukan
“Süreyya Bey ile Şubat 1981 ayında Bolu’da görüştük. Daha önce sadece Mudurnu’da bir tavukçu olarak ismini duyuyordum. Ben de Bolvit A.Ş. ve Yığılca Tavukçuluk A.Ş. deki görevlerimden ayrılmış, serbest olarak mali müşavirlik yapmaktaydım. Bolu’daki büromda yaptığımız görüşmede ortağı Tevfik Türesin ile birlikte tavukçuluğun yanında entegrasyonun diğer ayağı olan yem üretimine de başladıklarını, fakat muhasebe düzenlerini bir türlü kuramadıklarını, hem eleman hem bilgi açısından sıkıntı çektiklerini anlattı. Benden bu konuda yardım talep etti. Ben de vaktimin müsait olduğunu, taleplerini yerine getirebileceğimi söyledim. Böylece Şubat 1981’den itibaren Bolu’daki işlerime ilaveten bir de Bolu-Mudurnu seferlerine başladım. Yaptığım inceleme sonucunda gördüm ki, işletme küçük hareketlerle başlamış ve çok hızlı bir büyüme trendine girmiş. O kadar hızlanmışlar ki muhasebe ve vergilendirme gibi bir olgu pek akıllarına gelmemiş; maliye teşkilatı da bunu fark edip birtakım cezai işlemler uygulayarak ortakları uyarmışlar. İşte tam da böyle bir zamanda bana ulaşmışlar. Önce 74
bir muhasebe düzeni ve muhasebe birimi oluşturduk. Üniversiteyi bitirip askerliğini yeni tamamlamış bir arkadaş getirdiler. Adı Necati Durukan idi. Hiç deneyimi yok, yanına da bir iki yardımcı yerleştirip işe sıfırdan başlattık. Kısa zaman sonra adi ortaklık olarak yürüyen işletmeyi anonim şirkete dönüştürdük. Ticari işletme o kadar hızlı büyüyor ki, muhasebe onlara zor yetişiyor. Her yıl bir iki eleman takviyesi yapıyoruz muhasebe servisine. Necati Durukan artık muhasebe müdürü oldu, yanında bir yardımcısı ve iki-üç adet de şefi ile 15-20 kişilik bir kadroya ulaştılar. İşte Türkiye’nin en büyük firması böyle oluştu. Türkiye’nin her köşesinde bayilik teşkilatları kuruldu. İhracat hamlesi başladı. Bu aşırı ve hızlı büyümede iki ortak Süreyya Astarcı ve Tevfik Türesin’in başlarda birinin ticari konularda, diğerinin teknik konularda uyumlu çalışmalarının payı olmuştur. Ancak şirket pik noktasına geldiğinde ortaklar arasındaki bu uyum yavaş yavaş uyumsuzluğa dönüşmeye başladı. Şirkete zarar vermemek için Süreyya Astarcı hisselerini Tevfik Türesin’e devrederek tavukçuluk sektöründen 1995 yılında çekildi.”
ORTAKLIĞIN BİTMESİNE GİDEN YOL Süreyya Astarcı’nın oğlu Mustafa Astarcı, şirkette yaşanan sıkıntıları şu şekilde anlatıyor: “Şirketin anonim şirkete dönüş sürecinde hisse dengesinin bozulması sıkıntıları artırdı. Hacı Yusuf Yar’ın Fabrika Müdürü Senai Gökçe’yi genel müdür olarak transfer ettiler ve şirketin kuruluşunda Muzaffer Resne’ye verilen hisse kadar bir hisseyi de Senai Gökçe’ ye verdiler. Yanılmıyorsam %1 oranında idi. Şirketin kuruluşundan beri en ince detayına kadar işlerin içinde olan birisi olarak benim görüşüm; başta yapılan büyük hata, şirketin kuruluşunda Muzaffer Resne’ ye hisse verilerek, kendisinin gereksiz yere yük altına sokulması idi; ikinci yapılan büyük hata da Senai Gökçe’ ye hisse verilmesi idi. Mudurnu Tavukçuluk’un batmasının başlangıcı olan fitili, Senai Gökçe ayrılırken hissesini Tevfik Türesin’ e devir ederek ateşledi.” Mustafa Astarcı, hisse devri ile başlayan ortaklar arasındaki sıkıntının başka pürüzleri de beraberinde getirdiğini belirtirken, Astarcı ve Türesin ailelerinin ikinci kuşak çocuklarının işe girişini şu şekilde anlatıyor: “Bu arada firma sürekli büyüyordu. Fakat, bu büyümeye paralel olarak firmaya yetecek bir kayıt ve muhasebe sistemi yoktu. Kısacası biraz amatörce uygulamalar vardı. Ticari kıskançlıktan dolayı, bir müşteri firmayı Maliye’ye şikâyet etti. Maliye tarafından firmanın tüm birimlerine baskın yapıldı. Yanılmıyorsam 1983 yılı idi. Maliye’nin bu baskınından gerekli dersler çıkarılarak bir anlamda firmanın görünmeyen yüzü de bir düzene sokuldu ve bence bu olumsuzluktan bir hayır çıkmış, böylece firmanın daha düzenli bir muhasebe ve kayıt sistemine geçişi sağlanmış oldu. 1985 yılına gelindiğinde firma için tarihi bir adım atıldı. İkinci kuşak arasındaki sorunların daha da büyümemesi için çözüm olarak, Mudurnu Tavukçuluk’un 75
pazarlaması, Ankara Pazarlama ve İstanbul Pazarlama olarak ikiye ayrıldı. Ankara’daki pazarlama şirketi, benim üniversite eğitimim devam ettiği için benim ve kardeşimin oldu. İstanbul’daki pazarlama şirketi de Tevfik Bey’in çocukları Uğur ve Oktay Türesin’in oldu. Sorunların giderilmesi için çözüm olarak bulunan bu sistem, maalesef yine Mudurnu Tavukçuluk’un sonunu hazırlayan yanlışlardan birisi oldu. Ana şirketteki hisse dengesizliği, pazarlama şirketlerine, farklı uygulama ve kayırmalarla, yıllar boyunca maksimum düzeyde yansıdı ve sorunları her geçen gün daha da artırdı. İstanbul’ daki pazarlama şirketinin zararları her geçen gün daha da artarak ana şirketin üzerine ciddi bir yük oluşturdu. Aslında beni en çok üzen olaylardan birisi de; şirketteki yüzde yarımlık hisse dengesizliğinin her zaman için, her olayda, Türesin ailesi tarafından ailemize bir tahakküm aracı olarak kullanılması ve bunu şirkette tüm üst düzey yöneticilerin bilmesine, görmesine rağmen hiçbir tepki vermeden adeta üç maymunu oynamalarıydı. Eğer şirketimizde böyle bir dengesizlik olmasa idi, inanıyorum ki; şu anda Mudurnu Tavukçuluk A.Ş. hala yaşıyor olacak; çalışanlarına, bizlere, Mudurnu’ ya, bölge ve ülke ekonomisine çok büyük oranda katkı sağlayacaktı. Tevfik Bey ile 1995 yılına kadar, son 5 yıl bizim aileden neredeyse sadece ben muhatap oldum. Süreyya Bey’in onunla diyaloğu en asgari düzeyde oldu. 1995 yılına gelindiğinde ortaklığın devam etmesi; yıllardan beri yapılan uygulamalardan dolayı artık imkansız hale geldi. Hisselerimize biçtiğimiz değeri karşılıklı olarak birbirimize ilettik. Biz yüksek teklif vermemize rağmen Tevfik Bey durumu kabul etmedi. Sonuç olarak artık üzerimize kurulan tahakkümlere dayanamayarak, malımızdan kurtulmak için hisselerimizi Türesin ailesine ‘helalleşmeden’ sattık. Yaklaşık 22 yıl oldu. Ben ilahi adalete inanan bir insanım. Cenab-ı Allah hiç kimseye kul hakkı ile karşısına çıkmayı nasip etmesin. Şirket biz ayrıldığımızda iyi durumdaydı. Onun için batmasında bir sorumluluğumuz olduğunu düşünmüyorum ve bu açıdan vicdanım rahat.”
GENÇ ERKAN ASTARCI TİCARET HAYATINA BAŞLIYOR O yıllarda liseli bir genç olmasına rağmen işlerin içine yoğun bir şekilde girmek zorunda kalan Erkan Astarcı da İzmir’ de kurulan Mudurnu Pazarlama Şirketi’nin (MUPAZ) kuruluşunu ve ondan sonraki süreci şu şekilde anımsıyor: “Ben lisedeyken Mustafa ağabeyim Mudurnu’ya ana şirkete, üretimin başına gidince, ben 17 yaşında 188 kişinin yöneticisi olarak Ankara Pazarlama’nın başına geçtim. Günde 20 ton tavuk satan bir şirketti Ankara Pazarlama. Kendimi can simidi olmadan okyanusa itilmiş gibi hissettim. Fakat 12 yaşından itibaren belli bir kültürde yetişince altından kalkabildik. Bu kültürün faydalarını iş hayatında hep gördüm. 76
1994’ten itibaren ağabeyimin farklı sektöre geçişi sebebi ile, haftada 2 gün de İzmir Bölge’ye bakıyordum. Uçakla gidip, haftanın 2 günü orada çalışıyordum. O dönemler çok yoğundu ve bu yoğunluktan dolayı da oldukça gergin zamanlardı. Nadir zamanlarda bir araya gelindiğinde, sofralardan genelde gergin kalkılırdı. Fazla konuşulmazdı, çünkü konuşulursa hep iş konuşulur ve sonunda da genellikle sıkıntı çıkardı. Şirketten gelen stres, hepimizin aile hayatını derinden etkiliyordu. Her yönetim kurulu toplantısında muhakkak bir huzursuzluk çıktığı için, yönetim kurulu toplantıları öncesinde “Acaba bu kez nasıl bir sorun çıkacak?” endişesini hep yaşardık.”
VEHBİ KOÇ’UN ZİYARETİ Vehbi Koç, 1987 yılında Abant’a yaptığı bir gezi sırasında cuma namazı için Mudurnu’daki tarihi camilerden birinde namaz kılmayı planlamıştı. İlçedeki Arçelik bayisini de ziyaret etmek istiyordu. Süreyya Astarcı duayen sanayici Koç’un ziyaretine ilişkin şunları hatırlıyor:
Hulusi Patoğlu, Süreyya Astarcı, Vehbi Koç, Orhan Astarcı, 29 Temmuz 1987
“Cuma namazı için Vehbi Koç Mudurnu’ya geldiğinde, Arçelik Bayii olan kuzenim Orhan Astarcı’yı da ziyaret etti. Kendisini bizim evde misafir ettik. O zamanlar biz de Migros’a tavuk veriyorduk. Bizim tesisleri de gezmek üzere onu davet ettim. İlerlemiş yaşına rağmen tüm tesisleri en ince detayına kadar gezip sorgulayınca, dikkatimi çekti ve kendisine iş birliği yapabileceğimizi söyledim. Vehbi Bey’ in cevabı çok enteresan oldu. “Kanbur üstüne kanbur olmaz” diye teklifimizi nazik bir şekilde geri çevirdi. İlk anda bu söze bir anlam veremedik. Sorduğumuzda Maret’i kast ettiğini anladık.”
77
İLK GÖZ AĞRISI EVLENİYOR Bu arada, 1987 yılı Süreyya Astarcı için ilk göz ağrısı olan oğlu Mus tafa’nın dünya evine girdiği yıl olacaktı. Astarcı, “Mustafa 1987 yılında evlendi. İki oğlumun da eşleri lise yıllarından sınıf arkadaşlarıdır. Gelinim Müzeyyen, Tıp Fakültesi’ni okudu ve daha sonra ihtisası kazanarak patoloji uzmanı oldu. Şu anda öğretim üyesi olan Müzeyyen (Arıtürk) Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde doçent olarak görev yapıyor” diye gururla anlatıyor gelinini. Bu evlilikten sonraki yıllarda ilk torunu Hande ve dördüncü torunu Elif dünyaya geldiler.
SÜREYYA ASTARCI AMERİKA’DA Süreyya Astarcı, 1991 yılında tavukçuluk sektörünün dünyadaki yeri ve önemini anlamak için ABD’ye önemli bir ziyaret gerçekleştirdi. Daha doğrusu bu Amerikan Soya Birliği’nin gerçekleştirdiği bir organizasyondu. İşte bu geziden sonra Süreyya Astarcı’nın tavukçuluk sektörüne bakışı da büyük oranda değişmiş oldu.
Eşiyle birlikte ABD’de
“O yıllarda tavukçuluk sektörünün en önemli ihtiyaç maddesi olan soya ABD’den ithal geliyor Türkiye’ye. Ameri kan Soya Birliği, soyayı pazar lamak için Türkiye’de yem fabrikası sahiplerini ABD’ye davet etti. Ben de gittim, orada bizi gezdiriyorlar. Tavuk kümesleri, kesimhaneler, yem fabrikası gezileri üzerine, bir de Georgia Üniversitesi’nde kurs verdiler. Bizde o zamanlar bilgisayarlı kümes yok. Kümesi gezdik, içinde bir tane çalışan bile yok. İçerideki amonyak yükselince perdeler açılıyor, sonra ısıtıcılar devreye giriyor, hepsini gördük.
‘Burada soru yok, üniversitede sorarsınız’ dediler. Kesimhaneye gittik, 480 bin günlük kesim var. Bizde de var bunlar. Ama bizde parçalama makinaları varken, bunlar elle parçalıyorlar tavukları. Ben üniversiteye dönünce ‘Kümeste neden kimse yok, parçalamada neden tavuk kadar adam var?’ diye sorunca, ‘Kümeste canlı var. Amonyak, ısı ölçümü ve havalandırma makineler vasıtasıyla yapılıyor. Eğer bunları insana bırakırsak hata olur ve bundan da tavuklar 78
zarar görür. Dolayısıyla kümeslerde insan inisiyatifine hiçbir şey bırakmadık. Ama artık tavuk kesildikten sonra hata görünür hale geliyor, eğer budunu yamuk keserse, müdahale edebiliriz o aşamada. Gerekli durumlarda teknolojiyi kullanmalarına rağmen istihdam her durumda onlar için çok önemli idi.”
BOL-PAT’IN KURULUŞU 1991 yılında Süreyya Astarcı’nın ortağı Tevfik Türesin, siyasete girmeye karar vermişti. Zaten iki ortak arasında baş gösteren sorunlar, Tevfik Bey’in milletvekili seçilmesiyle birlikte iyice su yüzüne çıktı. Bu sorunlara rağmen Süreyya Astarcı, yapılacak yatırımlarda ortağı ile birlikte hareket etmekten imtina etmiyordu. O sırada Tevfik Türesin DYP’den milletvekili seçilmiş ve dönemin DYP Lideri Süleyman Demirel ile birlikte Bolu’ya seçim çalışmaları için gelmişlerdi. Tevfik Türesin, Demirel’e meşhur Bolu patatesinin özelliklerinden bahsedince Demirel, Bolu patatesinin değerlendirilmesi için bir patates işleme tesisi açılmasını istedi. Süreyya Astarcı, BOL-PAT’ın kuruluşunun bu mitingden sonra başladığını şu sözlerle anlatıyor: “Tevfik Bey DYP’den milletvekili oldu. Sn. Demirel ile otobüsün üzerine çıkmışlar, ellerine 4 patates almışlar, Demirel, ‘Bolu’nun patatesine sahip çıkacağız’ demiş. Tevfik Bey ısrar ederek, ‘Bolu’ya patates fabrikası yapacağız’ dedi. Her ilçeye fabrika yapacağı vaadinde de bulunmuş. Siyaset yapıyor. Ama parası şirketten çıkacak. Mecburen kabul ettik önerisini. Araştırdık, şimdiki parmak patates dediğimiz ürün, Bolu’nun patatesinden olmuyor, Nevşehir patatesinden oluyor. Bolu’nun patatesinden bunun tohumu oluyor. İşlerin yatırım kısmına da ben bakıyorum. ‘Merak etme ben yaparım’ deyince Tevfik Bey’in çok hoşuna gitti. Patatesi Nevşehir’den getiriyoruz. Mc Donalds ile görüştük zira o tarihlerde Türkiye’de parmak patates tüketimi yok. Malı onlara satacağımız için makine seçimlerini onlara yaptırdık. Fabrikayı kurduk. Şerafettin Erbayram da ortak. Bir de Türkiye’nin patatesini en iyi bilen Ziraat Mühendisi Belgin Gömeç Hanım bize ortak oldu. Sanayiciliğimizin zirvesinde olan bir fabrikaydı orası. Biz satınca Doğuş ortaklığı ile bir şirket aldı. ABD’li bir müdür getirdiler. Müdür daha sonra beni davet ederek, yatırımın kalitesinden dolayı teşekkür etti. Benim en büyük gururlarımdan biridir. Tüm tecrübelerimi orada kullanarak çok güzel bir fabrika meydana çıkartmıştım.” Süreyya Astarcı, BOL-PAT’ın kuruluşunda ortaklık yaptığı Şerafettin Erbayram ile ilgili bir hatırasını da şu sözlerle anlatıyor: “Fabrikayı Doğancılar köyüne yapıyoruz. Şerafettin Erbayram sürekli inşaata geliyor ‘Süreyyacığım, burası hem deprem bölgesi hem de dere 79
yatağı. Aman dikkat edelim, rezil olmayalım’ deyip telkinde bulunuyor. İçimden kızıyorum, ama çok da seviyorum Şerafettin Bey’i. ‘Olur ağabey, tamam’ diyorum ben de. Tabi bu durum kafamı kurcalıyor. Örneğin, ‘Beton prefabrik yapalım’ dediler, ama Şerafettin ağabey öyle deyince çelik konstrüksiyona döndüm. Depreme daha dayanıklı çünkü. Sonuçta fabrikayı bitirdik. Çok ilginç; dışına bizden sonra bir bekçi kulübesi yapılmış, Bolu depreminde sadece o yıkıldı, bizim binada en ufak çatlak olmadı. Ama bütün keramet bende değil, Şerafettin ağabeyin titizliğindeydi.”
Şerafettin Erbayram patates tarlasında
BOL-PAT Fabrika Müdürü Selçuk Taşkın da o yıllarda tanıdığı Süreyya Astarcı ile ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor : “Süreyya Bey’i ilk kez Aralık 1992’de BOL-PAT Patates Fabrikası için aranan fabrika müdürü görüşmelerinde tanıdım. Çekinerek gittiğim görüşmede, daha ilk andan itibaren bana güven veren bir ortam oluşturmuş ve yapılacak fabrika ile ilgili benden beklentilerini anlatmıştı. Yeni kurulacak fabrika ile ilgili o kadar çok bilgisi vardı ki, açıkçası bu bende hem korku yaratmış hem de başım sıkıştığında gidebileceğim bir kişi olması sebebiyle bir rahatlama sağlamıştı. 1993 yılı şartlarında, 6 ay gibi kısa bir sürede fabrika inşaatını bitirmiştik. Bu süreçte Süreyya Bey inşaatı sık sık denetliyordu. Oluşan sorunları çok kısa sürede çözüyor, inşaatın hızlı bir şekilde ilerlemesini sağlıyordu. Genç bir yönetici olarak onu hayranlıkla izliyor, problemler karşısında aldığı tavırları ileride bana yol gösterecek tecrübeler olarak dağarcığıma atıyordum. Bu süreçte gözlemlediğim en önemli özellik, hızlı ama aceleci olmayan yaklaşımdı. Yapılan toplantılarda mutlaka bizlerin düşüncelerini dinler, ancak çok farklı bakış açıları ile konuyu ele alırdı. Her zaman olayları karmaşık halden basite indirger ve çözüm yollarını bize aktarırdı. Ancak 80
1994 krizi ile şirket el değiştirmişti. Buna rağmen Bolpat’ı her zaman merak etmiş, her görüşmemizde benden bilgi istemişti. Böyle bir değer ile tanışma ve çalışma fırsatı bulduğum ve kısa bir süre de olsa tecrübelerinden faydalandığım için kendimi şanslı sayıyorum.” Süreyya Bey’in oğlu Mustafa Astarcı ise Bol-Pat’tan çıkışlarına ilişkin şunları hatırlıyor: “Mudurnu Tavukçuluk’ta Tevfik Bey’in bizi zorlamak için yaptığı bir sermaye artışına katılım için paraya ihtiyacımız vardı. Elimizdeki her şeyi koysak yetmeyecek durumdaydık. Ama sermaye artırımına da katılmazsak hisse oranımız gerileyecek ve sıkıntılar artacaktı. İşte tam da bu sıralarda Tevfik Türesin elindeki Bol-Pat hisselerini ve Mudurnu Tavukçuluk’un elindeki hisseleri satmaya karar verdi. Kar Gıda’nın sahibi Ömer Faruk Berksoy’a satacak hisseleri. Bunun için toplanıldı, bir ara Sn. Berksoy dışarı çıkınca dönüşünde ayaküstü kısa süreli bir görüşme yaparak, sermaye artırımı sıkıntımızı anlattım ve bizim de hisselerimizi almasını önerdim. Kendisi de bizim hisselerimizi en yüksek fiyattan satın alacağını söyledi. Ertesi gün de yetkili bir personeli ile hisseler için bir çek gönderdi bana, daha hisse devrini bile yapmadan. Biz de o çeki bozdurarak son dakikada da olsa Mudurnu Tavukçuluk’un sermaye artışına katılabildik. Böylece Bol-Pat maceramız sona erdi. Aradan iki yıl geçtikten sonra bir gün beni aradı ve banka hesap numaramı istedi, ‘Size en yüksek fiyattan alacağımı söylemiştim hisselerinizi, size ne kadar borcum var’ diye sordu. Bense bir borcunun olmadığını o gün hisseler için ödediği paranın yeterli olduğunu, bu para ile işimizi gördüğümüzü söyledimse de dinlemedi bile. Sadece ‘İş Bankası’nda hesabınız var mı?’ diye sorup, hesap numarasını dahi almadı. Ama bir süre sonra baktım ki hesabımıza bir miktar daha para yatırmış kendi hesaplayarak. Böylesine düzgün bir iş adamlığı örneği verdi…” Bu arada, Mudurnu Tavukçuluk, bankalardan temin ettiği kredilerin önemli bir bölümünü Kasım 2000 ve 19 Şubat 2001 krizleri sırasında ödeyemez hale geldi. AK Parti iktidara geldiğinde dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da Mudurnu Tavukçuluk’u yaşatacak formüller aramasına rağmen örnek kalkınma modelinin ayakta duracak gücü kalmamıştı artık. Mudurnu Tavukçuluk borçlarını ödeyemez haldeydi. Fabrikanın o sırada genel müdürü Tankut Baytaroğlu idi. Kıbrıs’ta yaşayan Tankut Bey, Süreyya Astarcı ile yollarının nasıl kesiştiğini ve şirketin batış süreci ile ilgili şunları anlatıyor: “Bolu ve Boluluların hayatımdaki yeri bambaşkadır. ODTÜ’de İnşaat Mühendisliği bölümü son sınıf öğrencisi iken hem staj hem de harçlığımı kazanmak için Ankara’da bir mühendislik firmasına başvurmuş ve orada yardımcı mühendis olarak işe başlamıştım. Bu şirketin kurucu ortağı Bolu 81
Senatörü Neşet Akmandor idi. Ahmet Süreyya Astarcı Bey’le de muhterem Neşet Bey’in şirketinde çalışırken tanıştık. Yanılmıyorsam yıl 1977 idi. Süreyya Bey o zamanki ortağı Tevfik Türesin ile 1976 yılında kurdukları pazarlama organizasyonu ile Ankara’da tavukçuluğun geleceğini inşa etmek ve geliştirmek için var güçleri ile çalışıyorlardı. Tanıştıktan sonra kendilerini Ankara Turgut Reis Caddesi’ndeki dükkânlarında ziyarete gittim ve gidiş o gidiş. Kendileri ile kadim bir dostluk kurduk. Ailecek tanışma döneminde Kıbrıs’ta yaşamakta olan ailem Ankara’ya her gelişlerinde Astarcı ailesi ile de görüşüyordu. Süreyya Bey’de büyük bir girişimcilik ruhu vardı. Tavukçuluğun ancak entegre yapılması durumunda karlılığının artacağını çok iyi biliyordu ve bu fikir ile 1978 yılında 10 ton/saat kapasiteli bir yem fabrikasını Mudurnu’ya kazandırdılar. 1980 yılında kuluçkahane işletmesini kurdular ve 1982 yılında damızlık yetiştiriciliğine başlayarak ihtiyaçları olan kuluçkalık yumurta üretimi ile faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiler. Ben başka bir şirkette çalışıyor olmama rağmen, sık sık Süreyya ve Tevfik beylerle bir arada oluyor, Mudurnu’ya gidiyor ve tavukçuluğun püf noktalarını onlardan öğrenerek kendi bilgilerimi de geliştiriyordum. 1983 yılında adi şirketlerini anonim şirkete dönüştürerek kurumsallaşma yönünde ilk adımlarını attılar. Kuruluş sermayeleri 100 milyon TL idi. Anonim şirkete dönüştükten sonra bana kendileri ile çalışma teklifinde bulundular ve 1983 yılında Mudurnu Tavukçuluk’un dış ticaret müdürü olarak göreve başladım. Bu tarihten sonra artık nerdeyse 24 saatimiz hep beraber geçmeye başladı. Süreyya Bey’de gözlemlediğim çok önemli birtakım özellikler vardı. Son derece çözüm odaklı bir insandır. Bir sorun ile karşılaştığında muhakkak o soruna bir çözüm bulurdu. Sonsuz imkânlar olduğuna inanarak zihin yapısını sürekli pozitif tutması, müşterilerine odaklanarak sorunlarını dinlemesi ve en önemlisi kendini başarıya hazırlayarak yaptığı işe tüm kalbini koyması temel özellikleridir. Süreyya Bey’in iş yaparken işe bakış açısını ve sorunları çözmede gösterdiği yaklaşımı yakından gözlemleme fırsatı buldum ve etkin iletişim yeteneği ve olumlu insan ilişkileri sayesinde sevilip sayılan bir kişilik olduğunu gördüm. Çok zengin yetkinlikleri sayesinde şirketine ve özellikle Mudurnu ve Bolu’ya büyük katkıları olan Süreyya Bey, fikir ayrılığına düştüğü ortağı Tevfik Bey’den 1995 yılında ayrıldı. Hisselerini Tevfik Bey’e devreden Süreyya Bey’in ayrılması şirketin 2001 yılındaki faaliyetlerini sonlandırma olayının ilk önemli kırılma noktasını oluşturur. Süreyya Bey Mudurnu’dan ayrıldıktan sonra, Gentaş Werzalit Şirketler Grubu yönetiminde yer alarak faaliyetlerini sürdürdü ve 1995 yılında MASSTAŞ Sunta Fabrikası’nı yeniden devreye sokarak Mudurnu’da istihdama katkı sağlamaya çalıştı. Süreyya Bey ayrıca BOL-PAT A.Ş ve Seben Süt Fabrikası’nın kurucu ortağı olarak bu tesislerin süratli bir şekilde işletmeye alınmasında nazım rol oynamıştı.
82
Süreyya Bey’in hayırsever bir iş adamı olduğunu daha yolun başında iken görmüş ve yaptığı yardım ve katkıların çoğuna şahit olmuşumdur. Nitekim son yıllarda eğitime yaptığı katkılar saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Kendi öz imkânları ile sahibi bulunduğu tesislerin imkânlarını memleket ihtiyaçları için seferber etmekten zerre kadar çekinmeyen bir özelliği vardır ve bu özelliği ona hayır duaları getirmektedir.”
ASTARCI AİLESİNDEKİ İKİNCİ MUTLULUK Bu arada, 1994 yılında oğlu Erkan’ın evliliği ile 2. kez büyük bir sevinç yaşayan Süreyya Astarcı, gelini Şebnem (Şahin)’ in Bilkent Üniversitesi Turizm bölümü mezunu olduğunu, evlendikten sonra Kızılay’da bulunan Mudurnu Tavukçuluk lokantasının başına geçtiğini, ancak 1995 yılında ilk çocukları Beyza doğduğunda bırakmak zorunda kaldığını anlatıyor. Daha sonraki yıllarda da kendisinin ön adının verildiği üçüncü torunu Ahmet ve son olarak da beşinci torunu Emre dünyaya geliyor. Şebnem Astarcı şu anda SERÇEV (Serebral Palsili Çocuklar Derneği) yönetiminde görevini sürdürüyor.
SÜREYYA ASTARCI’NIN MUDURNU TAVUKÇULUK’TAN AYRILIŞ ÖYKÜSÜ Süreyya Astarcı’nın, Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrılışı çok da hüzünlü değildi. Ortağı Tevfik Türesin ile uzun bir pazarlığın ardından arkasına bakmadan tavukçuluk sektörüne veda etti. Süreyya Astarcı’ya göre ayrılık için geç bile kalınmıştı. Süreyya Bey, Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrıldıktan sonra MASSTAŞ şirketine ortak oldu. Ancak bu işte verim alamayınca GENTAŞ Werzalit ile farklı bir iş kolunda faaliyetlerini sürdürmeye karar verdi. Süreyya Bey bu yatırımlarda da beklediğini bulamadı. “Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrıldıktan sonra tabi bir boşluk oldu, hakkımız olanı alamamıştık, ama o kadar çok sıkıntı yaşamıştık ki, satış sonrası da açıkçası mutlu oldum. İçimde büyük bir hüzün olmadı. Sonrasında GENTAŞ ve MASSTAŞ şirketlerine olan ortaklıklarım ile ticari hayatıma devam ettim. 2 sene sonra oğullarım bu işi bırakma kararı aldı. Orada da istediğimizi bulamadık, ortaklı olduğu için ayrıldık. 1997 yılında ticari faaliyetlerimi büyük oranda bitirmiştim. Ankara Kızılay’da kendi yerimizde Mudurnu Lokantası’nı işletmeye devam ettik. Kuş gribi çıkınca beyaz ete olan güvenin sarsılması ile bu faaliyetimizi de sonlandırdık. Benim 2 oğlum var. Biz 3 kardeş gibi ayrıldık, hepimiz arayış içindeyiz. Derken Mustafa, Canon’un CBS bölümü bayi ve bölge distribütörü oldu. Ardından 3 boyutlu yazıcı sektörüne de girdi, bir yandan da İstanbul Ataşehir’de Moderna A.Ş adıyla inşaat işiyle ilgileniyor. Erkan’ın kayınpe83
deri Yılmaz Şahin galvanizli çelik konstrüksiyon sektöründe deneyimli bir elektrik mühendisidir. Daha önce beraber çalıştığı arkadaşı Hasan Doğru ile birlikte damadını bu sektöre girmeye teşvik etti. Kazan’da bir fabrika kurdular. Sonrasında da Eskişehir’de büyük çaplı hayvancılık işine başladılar. İşlerini geliştirdiler çok şükür. Oğullarım ticaretlerine devam ediyor, bana hayır işleri kaldı.” Mustafa Astarcı, babasının gerçek bir girişimci olduğunu belirtirken, onun dünyasında risk diye bir kavram bulunmadığını şu sözlerle anlatıyor: “Mudurnu Tavukçuluk hisselerini satınca, halka açık bir şirket olan Gentaş’ ın hisselerinden aldık. Sonra Mudurnu’daki MASSTAŞ’ın hisselerini aldık. Orası iflas dolayısıyla kapanmıştı zaten. Onun bir kısmını bankalardan, bir kısmını şahıslardan alarak faaliyete geçirdik. Süreyya Bey, bir işletmeyi faaliyete geçirir, işletme safhasına pek karışmaz. Onun özelliği yatırımcılıktır. Mudurnu Tavukçuluk’ta da böyle, Gentaş, MASSTAŞ, Bolpat’ta da böyleydi. Onun işi, tesisleri yapacak, kuracak, teslim edecek… MASSTAŞ’tan sonra Ersan A.Ş kuruldu. Enerji Nakil Hatları Galvaniz Şirketi’dir, kardeşim götürüyor şu anda o şirketi. Babam oranın ilk kuruluşunda da bulundu. Benim şirketimin binasının alınması, inşaatı, tadilatı vs. yine babam yaptı hep. O yapmayı çok seviyor, ama işletmeye çok karışmayı sevmiyor. Sonrasında MASSTAŞ’ı Gentaş’a sattık, oradan da ayrıldık. Paylaşımcı biridir. Bir de risk diye bir dünyası yoktu babamın, her türlü riski alırdı. İş hayatı ile ilgili risk olasılıkları onun cesaretini hiçbir zaman kıramamıştır.”
Fabrikada Erkan’la birlikte
Mustafa Astarcı, babasının dede mirası bir ciddiyet adamı olduğunu anlatırken, Mudurnu Tavukçuluk’taki stresli yılların sona ermesinden sonra evlerine huzur geldiğini şu sözlerle dile getiriyor: 84
“Çok otoriter bir babaydı, özellikle tavukçuluğun son dönemindeki stresli yaşantı ve yoğun çalışmadan dolayı. Sinirli ve sertti, eve işin olumsuzlukları da yansıyordu zaman zaman. Ama Mudurnu Tavukçuluk bitince, stres üzerinden kalkınca babam tamamen değişti. O bir dönüm noktası oldu. Eve huzur geldi, ilişkilerimiz daha iyi oldu. Sözünün eridir, anormal derecede titizdir, söz senettir yani. Söz verirse olay biter onun için. Çalışanlarını anormal derecede tutardı, hatta gereğinden daha fazla tutardı. Her şeyleriyle ilgilenirdi. İnsanlara yardım etme olayı genlerde var sanırım. Örneğin MASSTAŞ’ın alımı, Mudurnu’ya yüksekokul ve yurt yapımı, Mudurnu Tavukçuluk sonrası Mudurnu’yu nasıl canlandırırız arayışının sonuçlarıydı. Babam öylesine yoğun çalışıyordu ki kardeşimin eğitimiyle bile ben ilgilendim desem yeridir. Çünkü tamamen işe güce vakfetmişti kendini. Eminim ki babamın Mudurnu Tavukçuluk sonrası eğitim hizmetlerine çok önem vermesi, zamanında özellikle benim ve kardeşimin eğitim hayatı ile yeterince ilgilenememesinin verdiği sorumluluk duygusudur. Yüzünü göremezdik doğru dürüst. Yaz tatillerinde beraber çalıştığımız için görürdük, onun haricinde pek görüşemezdik, çünkü babam sürekli işte ve seyahatte olurdu. Bir dönem biz Ankara’da oturuyoruz, ama o İstanbul’daydı pazarlamanın kuruluş aşamasında. Sonra İzmir’deki çiftliklerin kuruluşu başladı, sürekli orada. Bir ara Mudurnu’da üretimin başına geçti, biz Ankara’dayız. İş neredeyse babam oradaydı. Ama tavukçuluk bitince biz tam bir aile olabildik, öyle kendimize gelebildik.”
Ailesiyle 1992 yılı
85
Mustafa Astarcı, babasının dur-durak bilmez bir çalışma hastası olduğunu belirtirken, 1970’li yıllardan bir hatırasını şu şekilde anlatıyor: “Mudurnu’da Ziraat Bankası Müdürü vardı bir zamanlar. Babam da aşırı derecede çalışıyor. Müdür dayanamıyor; ‘Ya Süreyya, bu nasıl bir şey?’ deyince, babam, ‘Ali ağabey bir binek arabam, bir de kamyonum olsun duracağım’ diyor. Tabi duramadı… Gözü karaydı babamın. Artık Mudurnu Tavukçuluk’un palazlanmaya başladığı dönemlerdi. Civcivi Yupi Tavukçuluk’tan alıyorlar. Babamlar Bolu bayisi olmalarına rağmen, Hanri Benazus Düzce’de bir firmaya daha bayilik veriyor. Haliyle babamlara verdikleri civciv sayıları düşmeye başlıyor. Siparişin yarısı babamlara geliyor, diğer yarısı da Düzce’deki bayiye gidiyor. Bir gün babam sinirlenip, anlaşmasını yaptığı tüm civcivi almak için kamyonu durdurup Düzce bayisine giden civcivleri de parasını verip indirtiyor. Sonrasında Hanri amca ile dost oldular ve bu olay hoş bir anı olarak aralarında anılır oldu. Zaten bu olaydan sonra da kuluçka kurmaya karar verdi. Babamın en büyük özelliklerinden biri de sigortasız adam çalıştırmazdı. Çok dikkat ederdi bu duruma. O zamanlar zorunlu olmamasına rağmen taşeronda çalışanları dahi sigortalardı. Hayatına dokunduğu çok iş adamı vardır babamın. Bazıları ‘baba’ diye bahseder.”
OĞULLARINA KARDEŞLİK TEKLİFİ Küçük oğlu Erkan Astarcı, Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrıldıktan sonra babasının ağabeyi Mustafa ile kendisini karşısına alarak hayatında çok önemli izi olan bir konuşma yaptığı anı hiç unutmuyor: “Bize dedi ki biz 3 kardeşiz artık. Bundan sonra birlikteyiz. Ailemize ait olan tüm malvarlığı birer kardeş gibi aramızda eşit olarak paylaşılacaktır. Hatta sizler ticaretinize devam ediyorsunuz. Bundan dolayı benden biraz daha fazla pay alacaksınız. Bu babamın bize olan güvenini de gösteriyor.” Erkan Astarcı, babasının kendi işinden elini eteğini çektikten sonra ağabeyi Mustafa ve kendisinin işlerine odaklandığını belirtirken, “Benim ve ortağım Hasan Bey’le sahip olduğumuz fabrikanın kurulumunda babamın emeği çok fazla. Başlangıçta bizi teşvik eden odur. Biz küçük çaplı başlamak istemiştik ve Ostim’de 1998 Nisan ayında küçük bir dükkânda kurmuştuk şirketi. Süreyya Bey buraya (Kazan’a) Kızılay çadırı gibi bir şantiye kurdurup 6 ayda fabrikayı bizzat başında durarak yapıp bize teslim etti. Şu anda 200 çalışanımız var. 1998 yılında tüm yazı Kazan’da fabrika inşaatında geçirdi. Hatta sonrasında da bize desteğini sürdürdü. ‘CNC makine alın parasını ben vereceğim’ dedi, nitekim verdi de. Bizim ilk makinemiz babamın verdiği para ile alındı. Daha sonra ödedik, ama ilk olması önemli”
86
derken, Süreyya Astarcı ise o sürece ilişkin önemli bir ayrıntıya dikkat çekiyor: “Erkan’ın ortağı Hasan Bey, ben bu teklifi yapınca büyük oğlum Mustafa’ya gitmiş demiş ki, ‘Süreyya amca böyle bir makine alıyor bize. Sizin de muvaffakatınız varsa bunu kabul edebilirim ancak’ demiş. Bu çok ince bir davranıştır ve unutulmaz. Oğlum Mustafa da ‘Tabi ki, babam yapıyorsa benim için mahsuru yok’ demiş.”
Kazan’daki fabrika
SÖZÜ SENET GİBİ BİR ADAM OLMAK… Hayatı boyunca giyimi, kuşamı ve duruşu ile her zaman ciddi bir adam portresi çizdi Süreyya Astarcı. Bu, dedesi Astarcı Mehmet Usta’dan mirastı sanki. Babası da bir o kadar ciddiydi zaten. Bu yüzden çocukları bile halen kendisine ‘Süreyya Bey’ diye büyük bir saygı ile sesleniyor. Torunlarına bir hayli düşkün olmasına rağmen onlara da aynı ciddiyetle davranmayı sürdürüyor Süreyya Astarcı. “Dedem hiçbir torununu kucağına alıp sevmeyen ama içten çok seven bir kültürdendi. Dedemin birçok sırrı bendedir aslında. Herkesle konuşmazdı. Babamın içinde büyüdüğü kültür de öyleydi” diyen Süreyya Astarcı, yaş ilerledikçe bu özelliğini biraz olsun esnetti. Küçük oğlu Erkan Astarcı bu durumu şu şekilde anlatıyor: “Çocuklar da biliyor tabi nasıl davranacaklarını, babaannesine nasıl, dedesine nasıl davranacaklarını bilirler. Babam duygusal, ama göstermez. Fakat torunları söz konusu olunca duygularını gizleyemediğini bilirim. Her torununa ayrı düşkündür. İkinci çocuğumun adını, babamın ilk ismi olan Ahmet koyduk. Çok mutlu oldu. Babaannesine ‘Kanki’ der Ahmet, ama dedesine bir kez bile ‘sen’ diye hitap etmemiştir. ‘Siz’ diye konuşur. İlişkileri çok iyidir torunlarıyla, ama ciddiyet vardır.” 87
Erkan babası ile
Süreyya Astarcı, ticari hayatı boyunca pek çok zorlukla karşılaştı ama ne eşine ne de çocuklarına yokluk çektirmedi. Zaten kendisi de babasının bakkal dükkânı sebebiyle hiç yokluk çekmemişti. ‘Para kazandığı’ dönemlerde ise mütevazı yaşamayı bir ilke edinmiştir. Bunu çocuklarına da miras bıraktı. Küçük oğlu Erkan bu konudaki düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor:
Beş torunu bir arada
“Ailemizden gördüğümüz terbiye ile israf ve aşırılığa hayatımızda mümkün olduğunca yer vermeden yaşamaya çalıştık. Elbette ki yaptığımız ticaretten kazandığımız varlık ile kaliteli bir hayat sürmek bize nasip oldu, fakat aldığımız terbiyenin bizim lükse tevessül etmemizi hep engellediğini düşünüyorum.”
88
FAİZ VEYA VADE FARKI OLMADAN TİCARET Süreyya Astarcı’yı doğduğu topraklarda ve ticaret yaptığı ortamlarda efsaneye dönüştüren bir başka özelliği ise ‘vade farkı’ kavramını hayatının hiçbir dönemine sokmamasıydı. Bu özelliği de yine babasından miras almış, çocuklarına miras bırakmıştı. Mudurnu’da sözü senet olarak görülmesinin nedeni de buydu belki. “Biz bu kadar ticaret yaptık. Dedemden itibaren, ailenin Mudurnu’da da ticari faaliyeti devam ediyor. Bizim ailede faiz veya vade farkı diye bir şey yoktur. Bir kişi bile çıkıp ‘ben Astarcı’lara 1 lira vade farkı verdim’ diyemez. Verdiğimiz fiyat neyse onu alırdık, ne kadar süre sonra olursa olsun. Biz zarar da etsek bu tutumumuz değişmedi. Daha doğrusu zarar etmedik, bakın bu hale geldik.”
Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrıldıktan sonra Süreyya Astarcı, iş dünyasından elini eteğini büyük oranda çekmişti. İşte bu aşamada arkadaşı Remzi Kapucu’nun ısrarları sonucu hacca gitmeye karar verdi. Ancak, Mudurnu’ya özgü şatafatlı hac uğurlama ve karşılamalarını istemediği için kutsal topraklara yapacağı seyahatin gizli kalmasına özen gösterdi. Remzi Kapucu o döneme ilişkin şunları hatırlıyor: “Ben 1990 yılında kısmet oldu, hacca gittim. Sonraki yıllarda hac kayıtları açıldığı günlerde her defasında münasip bir şekilde Süreyya Bey’e bu sene için kayıt yaptırsak mı?’ şeklinde teklifimi yapıyorum, ama her defasında yapılması gereken bazı işleri, bazı planları olduğunu söylüyordu. Mudurnu MASSTAŞ Sunta Fabrikası’nın onların yönetimine geçtiği günlerde Mudurnu’ya gitmiştim. İstanbul dönüşü (O zaman Süreyya Bey fabrikayı yeniden düzenliyor) uğradım. Oturup görüştük. İzin istedim, bırakmadı, ‘Sipariş var, sizinle yolcu göndereceğiz’ diyerek yemeğe alıkoydu. ‘Baş başa iken size bir şey söylemek istiyorum. Her zaman söylediğiniz şu hac mevzu 89
vardı ya onu halletmeye başlayabiliriz, ancak kimsenin haberi olmayacak (Biz İtalya’ya gidiyoruz diyeceğiz.)’ Hüviyet fotokopilerini hazırlamış. ‘Kayıt işlemlerini İstanbul’da kimse duymadan halledersiniz’ dedi. Ben de eşime bile söylemeden gider gitmez Eminönü Müftülüğü’nde hac başvurusunu yaptım, ama gelin görün ki bir süre sonra Süreyya Bey’le İstanbul’da bir görüşmemizde, anneleri merhum İsmet Hanım teyzenin ağlayarak, ‘Oğlum sen hacca gidiyormuşsun. Ben bunu başkalarından mı duyacaktım?’ diyerek sitem ettiğini söyledi. Böylece aramızdaki gizlilik sona ermiş oldu.”
90
BÖLÜM 3 SÜREYYA ASTARCI’NIN HAYIR FABRİKASI
91
92
Süreyya Astarcı’nın Mudurnu Tavukçuluk’ta gerçekleştirdiği mucize kırsal kalkınma modeli, 25 yıl boyunca binlerce köylüye ekmek kapısı oldu. 1995 yılından itibaren Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrılan Süreyya Astarcı, kendisini Bolu’da çok daha saygın bir yere taşıyacak olan hayır işlerine adadı. Bolu’nun saygın hayırseverlerinden birisi oldu. Köylülerin, çalışanlarının, sevenlerinin ‘Süreyya ağabeyi’, daha çok ağırlık verdiği hayır işleri ile ihtiyaç sahipleri için hayır babası olarak hayatına devam etti. Süreyya Astarcı’nın ilk hayır işlerinden biri 1994 yılında yaptığı Şeyh-ül Ümran Tepesi’ne su getirilmesi olacaktı. Astarcı, “Mudurnu’da iki tane tarihi şahsiyet yatıyor. Bunlardan biri Şeyh-ül Ümran. Şeyh-ül Ümran Tepesi’nde bu zat ve Filibeli Hacı Efendi’nin mezarları var ve orada da bir cami var. Bu tepede su bulunamadı, hat da çekilmek istendi, ancak rakım yüksekliğinden yine sorun çözülemedi. Ramazan akşamları Mudurnulu aileler buraya çıkarak iftar yapar ve namazlarını kılar. Temmuz ayının ilk pazarı burada bir anma günü düzenlenir. Burada su işi problem oldu. Oraya bir pompa istasyonu kurmak suretiyle su çıkarmak bana nasip oldu. Bu bana nasip olan hayır işlerinin ilklerindendir” diye hatırlıyor o günleri. Bu arada, Süreyya Bey pişman değildi okuyamadığına ama belli ki, içinde bazı ukdeler kalmıştı. Bu nedenle tamamen eğitime ağırlık verdi hayır işlerinde. Aslında öğrencileri okutmak onun Mudurnu Tavukçuluk’taki ortaklığından beri devam eden bir alışkanlığıydı. Ama kendisini bu işlere tam olarak adaması 1996 yılından sonra başladı. “1996 yılında ticari faaliyetimi bitirdim. Küçük oğlumun o dönemde Ankara Kazan’da fabrikası var. Onun inşaat işleri ile ilgileniyorum. Büyük oğlumun işlerine yardım ediyordum. Bu arada öğrenciler için burs vermeye de 1996 yılında başladım. 80-100 talebe ile başlayan burs organizasyonumuz daha sonra gittikçe büyüdü.” Öğrencilere burs verme organizasyonu bir süre sonra okul yaptırma işine dönüştü Süreyya Astarcı için. Takvimler 1999’u gösteriyordu. Henüz Marmara’yı yerle bir eden büyük felaket, Bolu ve yöresinin kapısını çalmamıştı. Mudurnu’da yarım kalmış bir Yatılı İlköğretim Bölge Okulu (YİBO) inşaatı vardı. Süreyya Astarcı orayı bitirmeye talip oldu. Böylece doğduğu topraklara kalıcı bir eser bırakmış olacaktı. Ancak nasip olmadı: “YİBO’nun arsasını Mudurnu Tavukçuluk zamanında bağışlamıştık zaten. Okulun inşaatı başladı, kabası çıktı, ama öylece kaldı okul. 1999 depreminden 1 ay önce ben bu okulu alıp bitireyim dedim. Dönemin kaymakamı Ahmet Önal Bey ile Bolu Valisi Sn. Nusret Miroğlu’na gittik. Dedi ki “Bu okul için tahsisat yok. Devletin parası yok.” ‘Okulun projelerini verin, biz bitirelim’ dedim. Okulun yapım işi bir müteahhite ihale edildiği için, bir son93
raki adımı atmadan müteahhit ile görüşmek gerekti. Ben eski inşaatçılık tecrübelerime dayanarak, projeleri inceledim ve binanın tamamlanması için gereken bütçe ile ilgili bir fikir edindim. Fakat müteahhitin hesaplarına göre işi bitirmek için benim belirlediğimin iki katı para gerekiyor. Tabi işi de aldığı için müteahhit bir şekilde kendi belirlediği parayı kazanarak işi öyle bitirmek istiyor. Bu görüşmeler devam ederken yaklaşık bir ay sonra (17 Ağustos 1999) deprem oldu. Okulun o zamana kadar yapılan inşaatının sağlamlığı ile ilgili bir sürü belirsizlik oluştu. Tüm bunların sonunda okulu yapma işimiz tamamen hayal oldu. O zaman bu duruma çok üzülmüştüm. Yıllar sonra okulun tamamlanması için ödenek temin edildi, okul devlet tarafından tamamlandı ve Mudurnu’ya bir okul kazandırılmış oldu.”
YILDIRIM BEYAZIT CAMİİ RESTORASYONU 17 Ağustos Marmara ve 12 Kasım Düzce depremlerinden sonra Bolu ve çevresi ölüm sessizliğine bürünmüştü. Kamu binalarının pek çoğu yerle bir olmuş, tarihi camiler, hamamlar da bu depremden zarar görmüştü. Süreyya Astarcı, hayır elini bu kez Mudurnu’daki tarihi Yıldırım Beyazıt Camii’nin tamir edilmesine çevirdi. Kültürel mirasımızın devamını sağlamak için yüklenilen bu iş, oldukça büyük sorumluluk ve emek gerektiriyordu.
Mudurnu Yıldırım Beyazıt Camii
94
“1999 depreminde Mudurnu’ daki Yıldırım Beyazıt Camii büyük hasar gördü. Yıldırım Beyazıt Camii; direksiz, tek kubbeli, 19,65 m. kubbe çapı özellikleri ile döneminin eşsiz bir mimari örneğidir. Dönemin hükümeti bu eserlerin tamir edilmesi için para tahsis etmeye pek sıcak bakmıyordu. Aynı şekilde hasar gören Bolu’ daki Yıldırım Beyazıt Camii ve Mudurnu’ daki cami için, depremden iki ay sonra, biz Ankara’ da iken Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileri gelmişler ve iki camiyi de hasarlı oldukları için mühürleyip gitmişler. Tabi cami hemen örümcek bağlamaya başlamış. Kaymakam Ahmet Önal Bey Sakarya Valiliği Deprem ve Yardım Komitesi’nde görevli olduğundan, o dönemde Mudurnu’ da kaymakam vekili veteriner Ahmet Bey ve Belediye Başkanı Mehmet Karakaşoğlu varlar. Camiyi tamir etmek için bir dernek kurmuşlar. Koskoca tarihi camii… Tamir etmek kolay değil. Kendileri ile bir araya geldik. Gel gör ki, tarihi bir camiyi usulüne uygun restore etmek gerçekten çok zor. Sağ olsunlar bana “Bu işi yaparsan ancak sen yaparsın’’ dediler. Hesaplarımızı yaptıktan sonra, işe başladık. Ben öncelikle işe doğru bir şekilde nasıl başlayacağımızı bulmak için bir araştırma yaptım. Onarılacak yapı tarihi eser olduğu için, sahibi de haliyle Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Koruma Kurulları… Yani işin yapılması bir yana, izin prosedürlerinin takibini de bu kurumlar üzerinden yürütmek gerekiyor. Bu işi yapan ustaların Kayseri’ de olduğunu öğrenince, Kayseri’li komşumuz Mehmet Bey’den memleketinden bir cami ustası bulmasını rica ettim. Mehmet Bey, daha önce bu tür restorasyon işlerinde tecrübe sahibi olan mimar Salim Alp ile bizi tanıştırdı. Salim Bey, bize işe başlamak için Vakıflar’dan, Koruma Kurulu’ndan izin almamız gerektiğini söyledi. Kısmetimize Mimar Salim Bey ile tanışmışız. Sadece usta ile olacak iş değilmiş. Kendisi ile anlaştık ve tüm bürokratik işleri ona bıraktık. Bu konularda tecrübe sahibi bir mimar olduğu için gerekli tüm izinleri o aldı. Sonuçta onarım için çalışmaya başladım, caminin tüm sıvalarını ve yazılarını kaldırdık. Orada bir şahit (numune) bıraktık. Altı ay gibi bir sürede en baştan yeniledik. Caminin onarımı için finansmanın çoğunluğunu ben karşıladım. Ama halkımızdan bizzat çalışarak katılanların yanı sıra maddi olarak da katkıda bulunanların desteği ile caminin restorasyonunu tamamladık. Vali Mehmet Ali Türker Bey açılışta benim için, “Tek bir gün bile benden para istemeye gelmedi” dedi. İlk hayırlarımızdan birisi bu oldu. Ondan önce de tabi hep hayır işleri gönlümüzden geçiyor ve yapıyoruz ama sonuçta nasip meselesi. Bu işe ben piyango diyorum, bana nasip oldu çok şükür. Bolu’ daki caminin onarımı için de bir dernek kurulmuş idi. Başkanı Sn. Ahmet Yamaner Bey oldu. Bu süreçte kendisi ile tanıştık ve dostluğumuz ilerledi. Çok muhterem birisidir. Sonrasında kendisi Bolu’ daki en iyi dostlarımdan birisi oldu. Bizim caminin restorasyonu aşamasında yürüttüğümüz bürokratik işlemler, Ahmet Bey’ler için de örnek oldu. Onlar da aynı doğrultuda hareket ederek, Bolu’ daki caminin onarımını sorunsuz ve hızlı bir şekilde tamamladılar. Öyle bir eseri, Bolu’ daki hemşehrilerime yeniden kazandırdıkları için Allah onlardan da razı olsun.” 95
SÜREYYA ASTARCI MESLEK YÜKSEKOKULU Bütün yatırımlarını doğduğu ilçeye yapmayı alışkanlık haline getiren Süreyya Astarcı, hayır işlerinde de önceliğini her zaman Mudurnu’ya verdi. 17 Ağustos depreminden sonra Mudurnu Belediyesi’ne bir de ambulans hibe eden Astarcı, 2000’li yıllardan sonra hayır işlerindeki hedefini büyüttü. Daha büyük işlere imza atıp, daha büyük izler bırakmaya karar verdi. 2003 yılında Mudurnu’ya yaptığı ziyaret sırasında Mudurnu Tavukçuluk Meslek Yüksekokulu’nu ziyaret etti. Yüksekokul içler acısı durumdaydı adeta. Yüksekokul demeye şahit gerekiyordu. Süreyya Astarcı Meslek Yüksekokulu bu ziyaretten sonra ortaya çıktı: “Hastaneye bir uzman hekim atanmış, ben de tanışmak için gittim. Doktor beyin odasında beyaz önlüklü birkaç kişi oturuyordu. Oturanlardan birisi de dönemin Yüksekokul Müdürü ve şu anda da profesör veteriner hekim olan Mustafa Midilli Bey idi. Ben odadan çıkarken kendisini tanıtarak “Ağabey buraya kadar gelmişken bizi ziyaret etmeyecek misiniz?” dedi. Ben de “Tabi” diyerek, diğer veteriner hekim Handan Eser Hanım ile birlikte üçümüz okulu gezmeye gittik. Gezince bir baktım her taraf dökülüyor, tavukçuluk dersi verilen yerde iptidai aletler, 10 tane tavuk var, içim cız etti, yürekler acısı bir durum. O anda karar verdim, Mudurnu’ya bir okul yapmak lazım diye. O arada Nevzat Anlıtan’la görüştüm. Durumu anlattım. ‘Ağabey çok iyi olur’ dedi. A.İ.B.Ü. Rektörü Yaşar Akbıyık Hoca’dan benim için randevu almasını istedim. Çok kısa sürede davet alarak rektör beyi ziyarete gittik. Görüşmemiz çok olumlu geçti. Mudurnu Meslek Yüksekokulu’nun yapımı için prensipte anlaştık.”
Yüksekokul Kampüsü
96
Okul ve cami işlerinde olduğu gibi meslek yüksekokulu binasının yeniden yapılması konusunda da Süreyya Astarcı’nın bürokrasi ile yolları kesişmeden edemiyordu. Ancak o bir kere yüksekokulu yaptırmayı kafasına koymuştu: “Meslek yüksekokulunun yapılacağı yer Gençlik ve Spor Bakanlığı’na ait idi. Mehmet Ali Şahin de o dönemin spordan sorumlu devlet bakanı idi. Bolu milletvekillerimizin desteği ile arsanın üniversiteye tahsisini sağladık. Önce birinci binayı yaptık, protokol sadece onun içindi. Üst katı idari bina olacaktı. Alt katlarında da dershaneler vardı. Çok güzel bina oldu. Bunların yanında tavukçuluk bölümünün kullanımına, araştırmaların yapılabilmesi için bir de kümes binası yaptım. Bir de yemekhane ve konferans salonu okulumuza ekleyerek, 2004 yılında üniversiteye devir edip, faaliyete geçirdik.” 2004 yılındaki Kümes Hayvanları Yetiştiriciliği bölümü ile eğitime başlayan Mudurnu Meslek Yüksekokulu, Süreyya Astarcı’nın yardımları ile 2005 yılında İşletme Yönetimi Programı, 2008 yılında Organik Tarım Programı, 2009 yılında Turizm ve Otel İşletmeciliği, Seracılık ve Mimari Restorasyon bölümleriyle birlikte modern bir yüksekokula dönüştü. Meslek yüksekokulu büyüdükçe öğrenci sayısı artıyor, ihtiyaçlar da kabarıyordu. Süreyya Astarcı, yüksekokul inşaatı tamamlandıktan sonra bu kez okulda eğitim alacak öğrenciler için bir adet de yurt yaparak Kredi ve Yurtlar Kurumu’na devretti. Süreyya Astarcı, Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ne bağlı olan ve adının verildiği Süreyya Astarcı Meslek Yüksekokulu’nun 2010 yılında yeni yapılan ikinci hizmet binasındaki açılışı sırasında hayli gurur doluydu. Açılışta yaptığı konuşma herkesi duygulandırdı.
Süreyya Astarcı okulu önünde 97
“Sayın Valim, Sayın Milletvekilim, Sayın Rektörüm, çok değerli hocalarımız, değerli misafirler, sevgili evlatlarımız. Ne mutlu bana ki, vatan borcumu ödeme yolunda, ismimi taşıyan son derece kutsal bir yapının önünde, bir eğitim kurumunun önünde sizlere hitap etme şansına eriştim. Bana bugünü gösterdiği için Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Bizlere her konuda örnek olan rahmetli İzzet Baysal amcamızı, bu vesile ile saygı, sevgi ve rahmet ile anmak istiyorum. Amcasının yolunda gidip, hayırlar yapma, eğitim neferi olma yolunda bizlere her türlü desteği sağlayan sayın Ahmet Baysal ağabeyimi de buradan sevgi, saygı ve muhabbetle kucaklıyorum. Bu uğurda benden desteğini hiçbir zaman esirgemeyen aileme, çocuklarıma, dostlarıma, hemşehrilerime ve sevgili eşime teşekkürlerimi sunmayı vazifem olarak kabul ediyorum. Yüce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, yapmaya çalıştığım hayır işlerinden dolayı, 2009 yılında bana üstün hizmet madalyasını layık gördüğü törende de söylediğim sözü burada bir kez daha yinelemek isterim: Milletine ve memleketine hizmet etmeyi, hiç duraksamadan hayır işlerine devam etmeyi, çocuklarıma, en kıymetli vasiyet olarak bırakıyorum. İnanıyorum ki, onlar, bana bahşedilen bu kutsal görevi çok daha ileriye taşıyacaklar, her zaman memleketlerinin iyiliği ve gelişmesi için çalışan hemşehrileriniz olarak hayatlarını devam ettireceklerdir. Bu okuldan yetişecek evlatlarımızın da ileride tıpkı kendileri gibi pırıl pırıl gençlerin yetişmesi için her türlü imkânlarını seferber edeceklerine, böylece vatan borçlarını layıkıyla ve en güzel şekilde ödeyeceklerine inancım tamdır. Sevgili evlatlarım, unutmayınız ki bu okulda aldığınız eğitim size verilmiş kutsal bir borçtur. Bu borcu da en güzel şekilde, ancak sizler gibi gençlerin yetişmesine katkıda bulunarak ödeyebilirsiniz. Allah’ın bana bahşettiği ömrüm boyunca, memleketimin bana verdiklerini geriye ödemeye devam edeceğime, bu uğurda şu ana kadar olduğu gibi maddi ve manevi varlığımı seferber etmeye devam edeceğime, huzurlarınızda söz veriyorum.” Süreyya Astarcı 1996 yılından bu yana yüzlerce çocuğa burs verdi ve vermeye devam ediyor. Burs alan öğrencilerle ilgili öylesine insani, öylesine gurur verici hatıraları var ki, her birini anlatırken gözlerinin içi gülüyor. Birkaç hatırasını kendi ağzından dinleyelim: “Mudurnu Tavukçuluk döneminde bizde şoförlük yapan bir çalışanımız bana geldi ve ‘Benim bir yeğenim var, 7 lisan bilir. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Fransızca bölümünü kazandı, ama okutmaya gücümüz yok’ dedi. Ben de ‘Bu olağanüstü bir şey. Çocukla tanışmak isterim’ dedim. Çocuk gel98
di. ‘Sen 7 lisan bilirmişsin öyle mi?’ deyince, ‘Yok amcam abartmış, ben 6 lisan bilirim. Benim babam Fransa’da işçiydi, Fransızcayı orada öğrendim. İspanyol mahallesinde oturduğumuz için sokakta İspanyolcayı öğrendim. Okulda yabancı dil olarak Almanca ve İtalyancayı öğrendik. Türkiye’ye döndükten sonra turizm ve otelcilik okulunu kazanınca hazırlıkta da İngilizceyi öğrendim’ dedi. Kızılay’da Mudurnu Tavukçuluk’un lokantası var, amcası orada bizim ona bir iş vermemizi istiyor. Ama çocuk çok akıllı, çok sevdim. Kendisini bir yurda yerleştirdim ve okuluna gitmeye başladı. İkinci yılın sonunda beni aradı. ‘Amca, Turizm Bakanlığı bir turist rehberliği kursu açmış ona gireceğim, ama Polatlı çıktı bana. Aynı kurstan Ankara’da da açılıyor. Okulum Ankara’da olduğu için Polatlı’ya gidip gelmem mümkün değil. Bana yardımcı olur musunuz?” dedi. Turizm Bakanlığı’nda arkadaşlarım vardı. Kendilerine durumu izah ettim. Sağ olsunlar, onlar da Ankara’da okulu olan çocuğun Polatlı’ya kurs için gidip gelmesinin mümkün olmadığına kanaat getirdiler ve çocuğun kurs kaydı Ankara’ya alındı. Nihayetinde çok iyi bir turist rehberi oldu ve halen hayatına rehber olarak devam ediyor. Bayramlarda bazen ziyaretime gelip beni mutlu eder... Bu arada bir gün bir öğrenci ziyaretime geldi. Aslında öğrencilerden çok da ziyaretime gelip, teşekkür eden olmaz. ‘Efendim sizin bursunuzla okudum. Teşekkür etmeye geldim’ dedi. Ben de kendisine ‘Oğlum aslında biz çok cüzi bir burs veriyoruz. Sen bu parayla mı okudun? Bu kadar parayla okunur mu?’ deyince; ‘Hayır, ama size verdiğiniz bursun bizim için önemini anlatayım. Benim ailem çiftçi, ben mektup yazacağım ‘para gönderin’ diye. Ancak yağ, yoğurt, buğday sattıklarında gönderebiliyorlar. Ama sizin paranızın geliş tarihi her zaman net. Ayın 6’sı oldu mu kartımı takıp alabiliyorum hemen. Onun için bir arkadaşımdan borç aldımsa sizden gelen parayla söylediğim tarihte borcumu verebiliyorum. Azı çoğu değil, benim için önemli olan bursun düzenli olması dedi.” Süreyya Bey’in burs verdiği öğrencileri ile ilgili başka bir anısı da şöyle: ‘‘Yine Mudurnulu bir öğrencimiz Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyor. Arada sırada da uğruyor. Senenin ortasında bir gün yanında başka bir öğrenciyle geldi. ’Süreyya Bey amca ben hukuk fakültesinde 4. sınıfa geldim, bir avukatın yanında da evrak takibi yapıyorum, yani artık harçlığımı çıkarıyorum. Bu yıl da okulum bitecek. Bu arkadaşımın ise desteğe ihtiyacı var. Benim bursu bu arkadaşa aktarabilir miyiz?’ dedi. O kadar çok hoşuma gitti ki; ‘Olur mu, seninkini de kesmeyiz, ona da veririz’ dedim. Tabi kalbimde müthiş bir yer yaptı bu duyarlılığı. Bu öğrencimiz okulunu bitirdi ve başarılı bir avukat oldu. Beni ziyaret etmeyi de hiç ihmal etmez. Benim arkadaşlarımla tavla maçlarım meşhurdur. Bir gün İstanbul’dan Ankara’ya geldiği için beni ziyarete gelen bir sigorta şirketinin genel müdürü olan bir arkadaşımla tavla oynuyorum. O sırada biraz önce bahsettiğim 99
avukat olan öğrencimiz ziyaretime geldi. ‘Nasıl gidiyor?’ diye sorunca ‘Ben avukat oldum, ama iyi bir avukat olabilmem ve önümün açılabilmesi için araştırdım bir sigorta şirketinin avukatlığını yapan birisinin yanında çalışmam gerekirmiş’ dedi. İnanılır gibi değil, nasip meselesi her şey. Arkadaşım hemen yanındaki bölge müdürüne dönüp birinin telefonunu istedi ve genç avukatımızı beraber çalışmak üzere kendilerine yönlendirdi. O genç avukatımız, şimdi Ankara’nın en iyi avukatlarından...” Süreyya Astarcı’ nın hayır işlerinin ardı arkası kesilecek gibi görünmüyor. Her yıl yeni hedefler, yeni planlar yapmaya devam ediyor. Bolu’nun tanınmış simalarından Yurdaer Kalaycı, Süreyya Astarcı’nın hayırseverliği konusunda müthiş bir benzetme yapmıştı. Astarcı, o konudaki hatırasını şu şekilde anlatıyor: “Bir gün üniversite misafirhanesinin girişinde sohbet ederken, gazeteciler bana ne işler yaptığımı sordular. Ben de tavukçuluk, bakkallık, Bolu’daki patates fabrikasının kurucusu, MASSTAŞ Sunta Fabrikası, Seben Süt Fabrikası ve Gentaş Werzalit Fabrikası diyerek, 6 tane diye saydım. Tam bu sırada Yurdaer Kalaycı geldi, ‘Ağabey ben 7 diye hatırlıyorum’ dedi. ‘Yok, yanlışın var, 6 dedim’ Yurdaer ısrarla 7 diyordu. ‘Ya sen benden iyi mi biliyorsun?’ diye ısrar ettiğimde bana; ‘Hayır fabrikanız şu anda şakır şakır çalışıyor, onu unuttunuz ağabey’ dedi. Çok güldük. Bu da Yurdaer ile güzel bir anı bence. Kendisine uzun ömürler diliyorum.”
ÖĞRENCİLER İÇİN YATILI YURTLAR Hayır işlerinin tamamını Mudurnu’ya akıtan Süreyya Astarcı, 2004 yılında yüksekokul yapılırken, öğrenciler için eski bir binayı yurt haline getirdi. Yeni yurt binaları yapılana kadar öğrenciler 2 yıl boyunca o binayı kullandı. Astarcı, Kasım 2016’da Adana Aladağ’daki yatılı öğrenci yurdunda 12 öğrencinin ölümüne yol açan yurt yangınını dikkate alarak, şu değerlendirmeyi yapıyor son günlerde: “Mudurnu’da eski hastane binası vardı, oraları geçici kullanmak üzere erkek ve kız öğrenci yurdu yaptık. Mehmet Küçükatalay ağabeyimiz de başına müdür oldu. Kızlar tek katlı bir binada kalıyor. Mehmet ağabey ‘Camlara demir yaptıralım’ dedi, erkeklerle sıkıntılı bir durum olmasın diye. ‘Ağabey yaptıralım, ama burası çıra gibi bina. Allah korusun bir yangın olsa çocuklar nasıl çıkacak’ dedim ve yaptırmadım. Adana Aladağ’da kız öğrencilerin kaldığı yurtta yangın çıktı biliyorsunuz. Can kaybı da var. Bugünlerde verdiğim kararın ne kadar isabetli olduğunu görüyorum. Allah yüzümüze bakmış o zaman.” Bu arada, Süreyya Bey Mudurnu’da hayır işleri sırasında kendisine yardımcı olan ve işleri takip eden Mehmet Eymir’i de unutmuyor ve “Mudurnu’daki elimiz kolumuzdur. Kendisine teşekkür etmeden olmaz” diye anlatıyor onu. 100
Mudurnu’da Öğrenci Yurdu
DEVLET ÜSTÜN HİZMET MADALYASI ALDI 2009 yılında eğitime verdiği destek ve katkılar sebebiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Devlet Üstün Hizmet Madalyası’na layık görüldü Astarcı. Mudurnu’nun İzzet Baysal’ı olarak gösterilen Süreyya Astarcı, İzzet Baysal Vakfı’nın ardından Bolu’da bu ödüle layık görülen ikinci kişi oldu. Çünkü Süreyya Astarcı, bu ödüle layık görüldüğünde Mudurnu’da örnek bir projeye daha imza atmıştı. Dönemin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Köksal Toptan’ın elinden başarı belgesini ve madalyasını alan Süreyya Astarcı, Mudurnu’da eğitimine devam etme arzusunda olan gençler için her türlü desteği, oğulları ile birlikte bir vatan borcu olarak görüp yerine getiriyordu.
101
Gelini Müzeyyen, eşi Nesrin, oğlu Erkan, Metin Soygür, Yüksel Coşkunyürek, Alaaddin Yılmaz, oğlu Mustafa, Metin Yılmaz, Fatih Metin ve Vali Vekili İsmail Bey’le birlikte Üstün Hizmet Ödülü’nü dönemin TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın elinden alırken.
Pek çok Mudurnulu genç onun bu destekleri sayesinde, ailesinin hiçbir maddi katkısı olmaksızın okul kazandı. Üniversite eğitimleri sırasında da pek çok öğrenci yine Süreyya Astarcı’dan burs desteği de almayı sürdürdü.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile
Yaptığı hayır işleri 2012 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dikkatinden kaçmadı. Cumhurbaşkanı Ab dullah Gül, 5 Ocak 2012’de Bo lu’ya yaptığı ziyaret sırasında Süreyya Astarcı ile bir görüşme yaparak eğitime verdiği destekten dolayı kendisine bir plaket takdim etti.
Süreyya Astarcı ise, yaptığı hayır işleri ile ilgili Cumhurbaşkanı Gül’e teşekkür ederek, “Halktan kazandığımı, yine halka verdim. Benim yaptığım bundan ibaret” demekle yetiniyordu.
102
AHMET BAYSAL’IN GÖZÜNDEN SÜREYYA ASTARCI’NIN KİŞİLİĞİ Süreyya Astarcı’yı, amcası İzzet Baysal’ın ve kendi şahsi servetini Bolu’ya adamış olan bir başka hayırsever olan Ahmet Baysal’dan dinleyelim:
Ahmet Baysal’la birlikte
“Sayın Astarcı ile ilk tanışmam hayırseverliği sıfatıyladır. Onun ticaret ve sanayi alanındaki ilklerini ve öncülüklerini, ne yazık ki çok daha önce değil; ancak bu sıfatıyla tanıdıktan sonra öğrenebildim. İlimize hatta ülkemize beyaz et ve kümes yemleri konusunda başlattığı hamleleri öğrendikten sonra, Bolu’muzun şirin ilçesi Mudurnu’muzdan böyle birisini tanımış olmaktan dolayı da bir Bolulu olarak her zaman onur ve gurur duydum. İlk tanışmamız sanırım Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nin açılış yıllarından sonraya dayanır. Yani 1992 yılları sonrasına... Rahmetli amcamın kurduğu ve Bolululara adadığı vakfı eliyle devletimize armağan ettiği bu üniversite henüz kuruluş çalışmaları sıkıntılarını yaşıyordu... O kadar ki, devletin üstlendiği yol ve alt yapı çalışmaları bitirilemediği için, ilk akademik yıl açılış töreni bile vakfın Gölköy Kampüsü’nde hazır vaziyette bekleyen İzzet Baysal Kültür Merkezi’nde yapılamamış, Bolu’daki bir sinema salonunda yapılmak mecburiyetinde kalınmıştı. Vakfın Gölköy Kampüsü’ndeki hızlı yapılaşma çalışmaları devam ederken, sanırım zamanın Bolu milletvekillerinin gayretiyle Mudurnu’ya, AİBÜ’ye bağlı olarak bir meslek yüksekokulu açıldı. (YÖK’ün 22.08.1997 tarih ve 117 sayılı kararı ile). Açıldı ama ne var ki binası yoktu... İlk eğitimi, aynı yıl 103
Mudurnu’nun güney ucunda olduğunu hatırladığım sağlık ocağının bir bölümünü bu yüksekokula tahsis ederek başlattılar. Sanırım bir veya iki yıl sonra, bu okulun şu anda ismini hatırlamadığım müdüründen bir telefon aldım. Vakıf işlerini yürüten olarak beni arıyordu. Beni okuluna davet ediyor ve okulunun ne yetersiz fiziki şartlar içinde bulunduğunu yerinde görmemi istiyordu... Kendisine vakfın Gölköy Kampüsü yapılaşmasına planlanmış kısıtlı bütçemizden bahsetmeme rağmen, bir gün merakımı yenemedim ve vakfın sekreteri Mustafa Yaman ile birlikte müdürün davetine icabet ettim... Hakikaten yıllarca sağlık ocağı olarak Mudurnululara hizmet etmiş bu ahşap iki katlı bina ikiye bölünmüş, bir kısmı sanırım o tarihte 40 öğrenci ile başlayan AİBÜ Meslek Bolu TSO’da İzzet Baysal Sorumluluk Ödülü’nü Yüksekokulu’na tahsis edilmişalırken ti. O kadar ki girdiğimiz küçük ön avlusunda, öğrencilere tatbikat için temin edilmiş birkaç tavuk ve ördek arasından geçtiğimizi hatırlıyorum. Hakikaten durum içler acısıydı... Okulun, milletvekillerinin işgüzarlığıyla, ‘Açılsın da binası nasıl olsa sonradan gelir!..’ ümidiyle açıldığı belliydi... Öğrencilerin bir kısmı bile aynı binada yatıp kalkıyordu. Müdürün yakarışları haksız değildi. Yüksekokul yeterlilik bakımından bir ortaokuldan farklı değildi. Telefonda vakfın bütçe yetersizliğinden bahsetmiş olmama rağmen, gelişim ona ümit vermiş olacaktı ki, ayrılırken “Sizin ihtiyacınıza 5-6 yıldan önce el atamayız” diyerek ayrılışımız muhakkak ki onu çok üzmüştü... Ne var ki -sonradan örnekleriyle de göreceğimiz gibi– Bolu’da hayırseverler yalnız İzzet Baysal’dan ibaret değildi... Nitekim ziyaretimin üzerinden çok zaman geçmeden, ilçesindeki bu yüksekokulun ihtiyacını öğrenen, Mudurnu’daki tavukçuluğun ve yem sanayiinin öncülerinden Süreyya Astarcı Beyefendi bir gün Bolu’da ziyaretime gelip – daha önceden tanışmış olabilirdik, ama yanılmıyorsam ilk görüşmemizdi – benden yüksekokulu ziyaretim hakkında bilgi aldı... İhtiyacın aciliyeti ile ilgili benden de teyit almış olacak ki derhal rektörle temasa ge104
çerek, Mudurnu mimarisine ve yüksekokulun ilk iki programına uygun ilk binasını, her türlü donanımını da temin ederek rektörlüğe armağan etti. İşletme Yönetimi ve Organik Tarım Programı’nı ihtiva eden bu ilk binadan iki sene sonra da Turizm ve Otel İşletmeciliği ile Seracılık ve Mimari Restorasyon programlarının açıldığı ikinci eş binayı bitirdi. Bu bölümlere ilave olarak şu anda okulda, Kümes Hayvancılığı Yetiştiriciliği, Tıbbi ve Aromatik Bitkiler ve Ormancılık Programları bulunmaktadır. Hak ettiği gibi tesislere AİBÜ Mudurnu Süreyya Astarcı Yüksekokulları ismi verildi. Açılışlarına ben de katıldığım için hatırlıyorum, binalar gereken laboratuvarlarla donatılmış idi ve 70 m2lik bir de kütüphaneleri vardı. Mudurnu Süreyya Astarcı Kampüsü’nde ayrıca 600 metrekarelik yemekhane ve kantin, kümes hayvanları için de 600 metrekarelik bir araştırma kümesi mevcuttur. Devlet de bu hayırseverin yanında yer almış, aynı kampüs içine Gençlik ve Spor İlçe Müdürlüğü’ne bağlı bir kapalı spor salonu yaptırmıştır. Sayın Astarcı, yüksekokul öğrencileri için ayrıca babaları Hacı Mehmet Astarcı adına, Mudurnu’ya 300 öğrenci kapasiteli bir öğrenci yurdu yaptırmıştır.
‘‘MUDURNU’NUN İZZET BAYSAL’I’’ Bolulular bilir; İzzet Baysal’ın vefatından sonra, her sene 11 Mayıs İzzet Baysal Şükran Günleri etkinlikleri düzenlenir. Bu şükran günlerinde, Bolu Ticaret ve Sanayi Odası her sene, Bolu’ya İzzet Baysal gibi karşılıksız hayır yapan birine “İzzet Baysal Sosyal Sorumluluk Ödülü “ verir. 2016 yılında bu ödülü alanların sayısı 11’i bulmuştur. Süreyya Astarcı bu ödülü alan ikinci kişidir. Kendisine ayrıca TBMM tarafından devletine ve milletine yaptığı bu karşılıksız hayırlar için Devlet Üstün Hizmet Ödülü verilmiştir. Ben Bolulu olarak gurur duyuyorum; Mudurnuluların gururu inanıyorum ki benden fazladır!.. İlçemiz halkı da sanırım bana hak verecektir: Benim için Sayın Süreyya Astarcı Mudurnu’nun İzzet Baysal’ıdır. Sayın Süreyya Astarcı ile zaman içinde ağabey-kardeş olduk. Eşim ve değerli eşleri Nesrin Hanımefendi çok iyi anlaşırlar... Yılını hatırlayamamama rağmen eşim ve beni, vakfın mütevelli üyeleri ve eşleri ile birlikte, torunlarının sünnet töreni için Mudurnu’ya davet edişini hep hatırlarım... O güzel köşklerinin muazzam bahçesinde, asma üzüm bağlarının gölgesi altında, yüzlerce Mudurnulu ile birlikte verilen ziyafet unutulacak gibi değildi... Aynı gün, iki torunu yanında 220 Mudurnulu çocuğu da sünnet ettirmişti...
105
İzzet Baysal Şürkan Günleri
Kendisi ve sayın eşleri, vakfımız Genel Kurulunun hiç unutulmaz davetlisidirler. Nasıl olmasınlar ki? Hiçbir İzzet Baysal Günleri’ni atlamazlar; her sene yanımızdadırlar... Her 5 Mart İzzet Baysal Anma Günleri’nde onları rahmetlinin kabri başında dua ederken bulursunuz... AİBÜ açılış ve mezuniyet günlerini birlikte kutlarız. İnsan böyle güzide bir hemşehrisiyle nasıl gurur duymasın ki!...”.”
Mudurnu şimdiki evi 106
ERBAYRAM: ‘‘MUDURNU İÇİN ELİ CEBİNDEN ÇIKMAZ’’ Bolu’ya değer ve anlam katan isimlerden biri olarak, Bolu Belediyesi tarafından hazırlanan ‘İz Bırakan Bolulular’ serisi içinde yer alan Şerafettin Erbayram’ın da Süreyya Astarcı ile ilgili hatıraları saymakla bitecek gibi değil. BOL-PAT Şirketi’nde Süreyya Bey ile ortaklık da yapan Erbayram, onun hakkında şu tespitleri yapıyor: “Mudurnu’da 1965-70 arası bir akım başladı. Ziraat teknisyeni, ilçe müdürü Edip Atalay Bey ve onun yardımcısı Tevfik Türesin hayvan beslemeye başladılar. Bir yenilik getirmek istiyorlar, bir birlik var. Ben de sık uğruyorum Mudurnu’ya. Vırak Cırak Şirketi olarak tanımlanıyor o zamanlar. Şirketin kurucuları, Radyocu Selahattin, Tevfik Bey ve Süreyya Bey’ler. Ben bunlara 250 adet civciv sattım. 1972 yılında ben de memuriyeti bırakıp küçük bir dükkân açtım. Mudurnu’da Edip ile Tevfik arkadaşım aslında. Ben her yerde Tevfik’e söylerim. ‘Ben sana 250 civciv sattım, sen tavukçuluğa öyle başladın’ diye. Vırak Cırak Şirketi çok güzel zaman yakaladı ve Tevfik Türesin’le Süreyya Astarcı, ilerleyen yıllarda ortaklığa girdiler. Tevfik nedense devlet memuriyetini uzun süre bırakmadı, 1976 yılında bırakmış. Tevfik’le ben ikimiz de ziraat teknisyeniyiz başlangıçta. ‘Ben, yumurta tavukçuluğunda çok şans görmüyorum et tavukçuluğuna geçeceğim’ dedi, ben de yumurta tavukçuluğu düşünüyorum diye bir ayrıma girdik. Sonuçta Tevfik biraz atak heyecanlı biriydi, aldı başını gitti şirket yukarılara. Tevfik’le Süreyya uzun süre ortak kaldılar. Süreyya’nın daha ziyade teknik sistemi, yani fabrikanın yapımı, büyütülmesi gibi teknik sorunları çözen bir yapısı vardı. Tevfik’in de ticaret yapısı vardı. Türkiye’nin en büyük işletmesini kurdular ve insanlara paket tavuk nasıl oluru öğrettiler. Patates fabrikasının kuruluşunda da bir araya geldik bu ikiliyle. Türkiye’nin ikinci parmak patates fabrikasıydı. Ondan önce İzmir’de Beşikçioğlu firması vardı. İç tüketim çok az, ihracat şansımız da zayıftı, sonra fabrika devredilmek zorunda kalındı. Mudurnu Tavukçuluk yürüyordu tabi. Sonuçta ayrım oldu ve Süreyya Bey kendi hayatını şöyle kurdu bence; iyi bir aile babası, 2 oğlu var, çok isabetli işler yapıyorlar. Tabi sosyal hayatı zengindir Süreyya Bey’in. Mudurnu’da, Mudurnu dışına çıkınca eş dost aramak çoktur. Bir yere gidince hemen ‘Mudurnulu var mı’ diye aranır. Süreyya da aranan bir Mudurnuludur. Hemşehrileri ile son derece yakınlığı vardır. Mudurnu’da Süreyya eğitime hizmet eden çok yapı ortaya koydu. Mudurnu’nun yüksekokullarının inşaatlarını yaptı. Eli müthiş açıktır. Tarihi eserlere değer verir; Yıldırım Beyazıt Camii’ni tamir ettirdi. Biraz da iyi bir şey ortaya çıkacağını gördüğü vakit paraya bakmaz. Bizim dostluğumuz baki onunla. Dolayısıyla ilçelerdeki arkadaşlarımdan en çok ona gönlüm yakın oldu. Kendisi aynı zamanda Bağışçılar Vakfı kurucu üyesidir.
107
Başlangıçta Süreyya toptan bakkaliye yapıyordu, benim ortağım Yavuz Kınacı da toptan bakkaliye işi yapardı, bu sırada da gelip giderdik birbirimize. Süreyya ile beraberliğimiz karşılıklı sevgi saygıyla sürdü, patates fabrikasında daha da derinleşti ilişkilerimiz. Esas önemlisi İzzet Baysal’ın izinden giden bir iş adamı ve kendisine İzzet Baysal Sorumluluk Ödülü verildi. Hak ediyor bunları, Mudurnu için eli cebinden çıkmaz.”
TOPÇU: ‘’BAŞARIYI ONUNLA OLAN 11 YILLIK YOL ARKADAŞLIĞIMA BORÇLUYUM’’ Yıllarca Mudurnu’da ziraat mühendisi olarak görev yapan Mustafa Topçu, Süreyya Astarcı ile 1987 yılında geç tanışanlardan biri olmasına rağmen, Astarcı’nın kendi üzerinde derin izler bıraktığını söylüyor: “Onunla 1987 yılında, hiçbir mesleki tecrübesi olmayan sadece cesur ve idealist bir ziraat mühendisi olarak tanıştım. O, mesleki hayatıma yön veren, beni yemcilik konusunda yönlendiren, hedeflerime ulaşmamda her zaman destek olan kişidir. İyi bir zooteknist olmamda, hatalarımı beni kırmadan, başarılı işlerimde de beni şımartmadan yol gösteren değerli büyüğümdür. Mesleğimde bugün sahip olduğum başarıyı onunla olan 11 yıllık yol arkadaşlığıma borçluyum. 108
Hastalandığımda beni İzmir’e kendi doktoruna götürecek kadar insani yönü yüksek bir kişiliğe sahiptir. Onunla ilgili unutamadığım anılarımdan biri de şudur; bilindiği üzere Bolu-Mudurnu yolu 1980’li yıllarda çok virajlı ve dik, özellikle kışın çileli bir yoldu. Ben de bir gün Bolu’ya giderken bu yolda virajı alamayarak kaza yaptım. Bu kazadan yara almadan kurtuldum, fakat şirkete ait araç ağır hasarlı idi. Şirket yönetimi aracın hasar bedelini hem benden hem de sigorta şirketinden alma yoluna gitti. Ancak doğrunun ve hakkın yanında duran değerli büyüğüm Süreyya Bey’in bu durumu öğrenince izin vermeyerek, maaşımdan kesilen paranın bana iade edilmesini sağlaması, onun adil kişiliğini ve çalışanlarını birer emanet olarak gördüğünü bizlere göstermişti. O benim için sadece işverenim değil, insaniyeti, hakkaniyeti ve adaletiyle yol gösteren ve bugün bile esin kaynağım olan çok değerli ağabeyimdir.”
ÖNAL: “O GERÇEK BİR HAYIRSEVERDİR” 1996 yılında Mudurnu Kaymakamlığı görevinde bulunan İstanbul Vali Yardımcısı Ahmet Önal ise Süreyya Astarcı ile ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
Ahmet Önal-Nesrin Astarcı-Süreyya Astarcı-Vasip Şahin
“Ben Süreyya Astarcı’yı 1996 yılında tanıdım. Genç bir kaymakam olarak Mudurnu’ya atanmıştım. Henüz 30 yaşındaydım. İlk görüşmemizi çok iyi hatırlıyorum. Çünkü Süreyya ağabey görüştüğü insanlar üzerinde çok büyük bir etki bırakır. Ben de kendisinden etkilendim. Neden mi? Aslında birçok şeyden: Benden yaşça çok büyük olmasına rağmen (Babamla aynı 109
yaştadır) şahsım nezdinde devlete ve kamu kurumlarına karşı saygılı yaklaşımından, vakarlı duruşundan, alçakgönüllü ama bir o kadar da bilge ve babacan tavırlarından, esprili ve nüktedan konuşma tarzından, konuşurken hep gülümsemesinden, kendisinden emin tavırlarından, her haline yansıyan yaşama sevincinden... Sonrasında kendisiyle sıkı dost olduk. 5 yıl görev yaptığım Mudurnu’da kimi zaman fikrine danıştığım, kimi zaman sıkıldığımda hoş sohbetine sığındığım, kimi zaman bir fakir için iş istediğim, kimi zaman bilmediğim şeyleri engin tecrübesinden yararlanarak öğrendiğim bir “Süreyya ağabey” oldu o benim için. Zaman içerisinde ailecek görüşmeye başladık. Rahmetli babası Mehmet amcayı, saygıdeğer eşini, oğulları Mustafa ve Erkan’ı tanıdım. Tanıdıkça daha çok sevdim onu. Uzun yıllar süren bu güzel dostluk boyunca hep bir şeyler isteyen ben oldum. İstediğim şeyler tabi ki hep Mudurnu ve Mudurnulular içindi. Beni hiçbir zaman kırmadı, hiçbir zaman “Hayır” demedi. Çünkü o gerçek ve büyük bir “Hayırseverdir.”
Süreyya ağabeyin hayırseverliği içten, samimi ve gösterişsiz bir hayırseverliktir. Kendisiyle tanıştığım yıllarda çevresindeki insanlara yaklaşımından ne kadar samimi bir kişiliği olduğunu görmüştüm. Çok sevdiği Mudurnu’ya bir eser bırakmaktan söz ederdi hep. Bu konuda çok sohbetlerimiz oldu. Kısa süre sonra ülkemizin en eski eserlerinden birisi olan, Mudurnu’nun tam kalbinde bulunan ve deprem nedeni ile çok hasar görüp ibadete kapatılmak zorunda kalınan, Yıldırım Beyazıt Camii’nin restorasyonuna başladı. O günlerde Süreyya ağabeyi ararsanız bulacağınız yer belliydi. Sabah ezanından gece yarılarına kadar hep oradaydı; çok sevdiği, heyecan ve gurur duyduğu restorasyon işinin başında... O dönemde sürekli ben de gidiyordum yanına. Şunu itiraf etmeliyim ki onun neredeyse yarı yaşında olmama rağmen o benden kat kat fazla heyecan duyuyordu camiyi restore ettirirken. Gerçek Süreyya ağabeyi o zamanlar tanıdığımı düşünüyorum. Azimli, dirayetli, kararlı, titiz, çalışkan ve bir çocuk kadar 110
heyecanlı bir insandı o. Artık hayır yapmanın, bir eser bırakmanın manevi hazzını almıştı Süreyya ağabey. Sonraki yıllarda kendisini tamamen hayır işlerine adadı. Hep hayal ettiği başka güzel bir hayır işini hayata geçirerek çok sevdiği memleketine bir Yüksekokul ve öğrenci yurdu kazandırdı. Süreyya ağabey sahip olduğu tüm iyi özellikleri evlatlarına taşıma becerisi gösteren nadir iş adamlarından birisidir. Oğulları Mustafa ve Erkan da çok başarılı birer iş adamı olma özelliklerine ek olarak hayırseverlikte ve toplum yararına yaptıkları işlerde babalarıyla yarışırlar.
Süreyya ağabeyin en ayırt edici özelliklerinden birisi de tüm bu yoğun iş hayatına rağmen ailesini ve çocuklarını hiç ihmal etmemesidir. Bir sohbetimizde ona nasıl bu kadar girişimci ve gözü pek olabildiğini sormuştum. Bana hayatından bir kesit anlatarak cevap vermişti. Babası rahmetli Mehmet amca, Süreyya ağabey daha 13 yaşında bir çocukken bir gün onu İstanbul’a göndermiş. Ona görmesi gereken, kiminden bir şey alacağı, kimine bir borç ödeyeceği uzun bir liste vermiş. Bu işleri yaptıktan sonra hemen dönmemesini, birkaç gün İstanbul’da gezmesini tembihlemiş. Girişimciliğinin ve cesaretinin şifrelerinin 13 yaşındaki bir çocuğun tek başına yaptığı bu seyahatte saklı olduğunu anlatmıştı bana. Süreyya ağabey çocukluk yıllarındaki bu anlamlı kesiti bana anlatırken sadece bana değil tüm toplumumuza büyük dersler vermişti aslında. Rahmetli babasının, kendisinin ve evlatlarının neden bu kadar başarılı, cesur, yatırımcı, topluma faydalı ve hayırsever insanlar olduğunun; zamanımızdaki birçok gencimizin ise neden içine kapalı ve pasif olduğunun apaçık bir cevabıdır aslında bu kesit.
111
Saygıdeğer ağabeyim Süreyya Astarcı inşallah yaşadığı sürece hem toplumumuza örnek olmaya ve hem de hayır yapmaya devam edecektir. Allah kendisine hayırlı uzun ömürler nasip etsin.”
DAŞTAN: ‘‘DETAYCI VE TİTİZDİ’’ Süreyya Astarcı sadece büyük hayırları ile değil en ince ayrıntıyı düşünmesi ile de dostlarının gönlünde yer edinmiştir. Mudurnu Tavukçuluk tesislerini 2009 yılında satın alarak tekrar faaliyete geçiren Pak Tavuk’un sahibi Zuhal Daştan, Süreyya Bey’in bu özelliğine ilişkin şunları hatırlıyor: “Mudurnu’da Merkez Camii’ne gittiğimde kapı girişinde rafta onlarca yeni çorap gördüm. Bunlar ne diye sorduğumda Süreyya Bey’in camiye hediye ettiğini öğrendim. Ağabeyimin büyük hayırlarının yanı sıra ufak da olsa detaya ne kadar önem verdiğini ve temizliğe ne kadar hassas olduğunu bir kez daha gördüm.”
Cami girişinde ihtiyacı olanlar için bırakılan çoraplar
Daştan, Mudurnu kesimhanesini Kılıç Tavuk’tan satın aldıktan sonra bir gün Mudurnu’ya gittiğinde kesimhanenin bahçesindeki yolların baştan sona iki taraflı mevsim çiçekleri ile donatıldığını gördüğünü de aktarırken, “Çok hoşuma gitti. Bu güzelliği sevgili hacı ağabeyim yaptırmış. Çok duygulandım” diye anlatıyor eski dostunun detaylara verdiği önemi. Zuhal Daştan 112
Yine o günlerde kesimhane açılmak üzereyken Süreyya Bey’in kendisini aradığını söyleyen Daştan, şunları söylüyor: “Ağabey şeref verirsin, buyur dedim. Kapıya çıkmamı rica etti. Güvenliğin olduğu ana kapıya çıktım, bir de baktım elinde bir paket, yanında bir ekip. Ekipten bir kardeşimiz Mudurnulu emekli bir imam, o kardeşimiz Kur’an-ı Kerim’den bir sure okuyup, hepimize dua ettirdi, Süreyya ağabeyim de kapıdaki tavuk heykelinde yazan MUPİ harflerini söktürüp yerine pirinçten imal ettirdiği MUDURNU harflerini çaktı. tu.”
‘Yumurta tavuktan Piliç Mudurnu’dan.’ Böylece tesis eski adına kavuş-
BENAZUS: “BİR SÜREYYA ASTARCI VARDIR GÖNÜLLERDE’’ 1971 yılında tavukçuluk sektörüne adım atmaya karar verdiğinde ilk civcivlerini satın aldığı İzmirli iş adamı Hanri Benazus da, 1976 yılından itibaren tanıdığı Süreyya Bey için şu dizeleri kaleme alıyordu: “Hani; Vardır ya hep, duyumsamak istersiniz onun varlığını... İsmi aklınızdan geçer dalgınlıkla... İstesen de koparıp atamazsın... Bir türlü sevindiğinde ise senden fazla mutluluk duyacağından eminsin... O senin için farklıdır bütün insanlardan, tabi sen de onun için... Aranızdaki sevginin bitmesine izin vermezsiniz, kimse bozamaz aranızı, kimse araya girmeye dahi cesaret edemez... Ne zaman yardıma ne zaman insana ne zaman dosta ihtiyacınız olsa hep yanınızda bulursunuz... Gün gelir beraber gülüp beraber ağlarsınız... O sana gülmeyi öğretir sen ona kahkaha atmayı... O sana emeklemeyi öğretir, sen ona yürümeyi... O sana okumayı öğretir, sen ona yazmayı.. Ve bu böyle sürüp gider... İşte bunun adına SÜREYYA derler... Bilmem, belki de; Hiç beklenmedik bir anda aklına gelmesidir insanın... Aklına geldiğinde gün boyu birbirinizin hep yanında olduğunuzun fark edilmesidir... Uzun yılların beraberliğinden sonraki, önemsiz de olsa sıradan bir ayrılıkta onun olmayışına, sessizliğinin göstergesidir diyebilmek... Onu gördüğünüzde içinizdeki sızının dostluktan olduğunu bilmek... İşte bütün bunlar; SÜREYYA ASTARCI’YI YAŞAMAKTIR GÖNLÜNCE...” 113
UTKU: “ÖNCELİĞİ HER ZAMAN MUDURNU VE BOLU’DUR” Süreyya Astarcı’nın kadim dostlarından biri de İlker Utku idi. İstanbul’da ikamet eden Utku, bu dostluğun nasıl başladığını ve bugüne kadar nasıl devam ettiğini şu sözlerle anlatıyor: “Biz Süreyya ile 1970’li yılların sonlarına doğru tanıştık. Aslında yaşlarımız yeni dostluklar kurmak için geçkin, zamanlama olarak da vakit gecikmiş durumda idi. Ancak kısa süre içinde yaşama bakış doğrultumuzun aynı olduğunu özellikle vakti değerlendirme alışkanlıklarımızın örtüştüğünü tespit edip, kaybettiğimiz zamanı hızla telafi ettik. Ben 1995’te İstanbul’a göç edince çok kimse araya giren yolların bu sıkı dostluğu etkileyeceğini düşündü. Böyle düşünen herkes yanıldı. Biz yine haftada bir kez yüz yüze görüşmeyi sürdürdük. Ta ki 70’li yaşları geçip zaman ve biyolojik şartlara yenik düşene kadar. 35 yılı aşkın bir süre içinde ders alınacak veya ibret alınacak çok olayı beraber yaşadık. Ankara’da nerede ise günün tamamını beraber geçirince çevredeki pek çok kimse beni de Mudurnulu zannetmeye başladı. Nasıl ki pek çok kimse Süreyya’yı 1960’lı yılların Harbiyelisi zannettiği gibi. İsmi bilinmez dağlar arasına hapsolmuş Mudurnu’yu Allah için bütün Türkiye’ye de o tanıttı. En azından çok katkısı oldu. Zengin sofralarının ve ziyafet kültürümüzün öncü taamı, beyaz eti onun sayesinde fukara aşı olarak benimsedik. Hala da bu alışkanlık devam ediyor.
114
Ticarette ne kazandı ise ya fiziki yatırım ya da hayır yapmak için tümünü Mudurnu’ya verdi. Hala da veriyor. Önceliği Mudurnu ve Bolu. İsmi ne olursa olsun bu topraklardan aldığını yine oraya verme bilincinin egemen olduğu bu anlayışı benimsemiş kişilere ülke olarak çok ihtiyacımız var. Dilerim pek çok kişiye rol modeli olur Süreyya. Sağlık ve mutlulukla üstlendiği misyonu yaşamının sonuna kadar sürdürür. Böylece hem kendisi mutlu olur hem de çevresini mutlu eder.” Eski Kadıköy hakimlerinden ve Süreyya Astarcı’nın Mudurnulu hemşehrisi Turhan Beyhan ise onun hakkında şu tespitleri yapıyor: “Süreyya Astarcı, Mudurnu’nun yetiştirdiği en mümtaz şahsiyetlerden biri olarak doğduğu toprakları maddi-manevi zenginleştirmiş güzide bir insandır. Ülkemizin dışa açılıp dünyayla bütünleşme sürecinde, yaradılışından gelen girişimci ruhu, risk alma kabiliyeti, geniş ufuklu düşünme yetisi, cesareti ve yorulmak bilmez çalışkanlığıyla nice yatırımlar yapmış, binlerce kişiye iş olanağı sağlamıştır. Türkiye ekonomisine damgasını vuran bir markanın kurucu ortağı olmuştur. Kendisini sürekli yenileyen, sınırların ötesine ulaşmak için hep birkaç adım sonrasını planlayan, öngörülü-yapıcı- sağduyulu kişiliğiyle oluşturduğu ekiplere liderlik eden Astarcı, kazandığını işe-yatırıma-yurduna ekonomik katkı, değer yaratmaya dönüştürmekle kalmamış, toplumsal sorumluluk bilinci ve maddi-manevi birikimleriyle eğitime, akademik hayata, üniversiteye muazzam destekler vermiştir. Adını doğup büyüdüğü topraklara silinmezce yazdırmak, çok az kişiye nasip olabilecek mutluluklardandır. Süreyya Astarcı, bir ömür boyu başardıklarıyla bu mutluluğu hak etmiş ender insanlardandır. Beyefendiliği, alçak gönüllülüğü, değerlerine bağlılığıyla sonraki kuşaklara da örnek olmasını dilerim.”
YAMAN: “YARDIMSEVERLİĞİNİ BİZZAT GÖRDÜM” Bu arada, Mudurnulu hemşehrisi Nuruosmaniye Camii emekli müezzini Necati Yaman’ın da hoş bir anısı var Süreyya Astarcı ile. 2000’li yıllarda Astarcı ile tanışan Yaman, 2007 yılında yedikleri bir yemeğin ardından yaşadıklarını unutamıyor: “Sohbette Süreyya Bey neden memleketi daha sık ziyaret etmediğimizi sorunca, ben de köydeki evin bakımsız kaldığını ve bunun tamiratının benim için zor olduğunu ifade ettim. Bunun üzerine, bana destek olabileceklerini belirterek, evin durumunu tespit amaçlı bir ziyaret önerisinde bulundu. Ustalarla evin durumunu değerlendirdik. Bizim gözümüzde büyüyen işin kolaylıkla halledilebileceğini ve bu konuda her türlü desteğe hazır olduğunu söyledi ve onun desteği ile tadilatı yaptık. Sonuçta memleketimizi daha sık ziyaret eder hale geldik...”
115
FARUK CİVELEK: “ADAM GİBİ ADAM” Faruk Civelek, Süreyya Astarcı’nın Mudurnu Tavukçuluk’tan ayrıldıktan sonra tanıştığı yazlık arkadaşlarından biriydi. Her yaz birlikte tatil yapar, tavla oynarlardı. Faruk Bey, yazlık arkadaşı ile ilgili şu tespitleri yapıyordu: “Süreyya Bey’le 1993 senesinde, Antalya’nın Manavgat ilçesindeki Polatlı Tatil Köyü genel kurulunda tanıştım. Kendisi de aynı tatil köyünde bir ev sahibi idi. İlk seneler, onun Mudurnu Tavukçuluk şirketinin sahibi olması ve benim de bir anonim şirkette görevli olmam nedeniyle, görüşmemiz pek nadir olarak yaz aylarında tatil köyünde veya Antalya’da mümkün olmaktaydı. Süreyya Bey’in Mudurnu Tavukçuluk şirketindeki hisselerini devretmesi ve benim de çalıştığım şirketten emekli olmam nedeniyle aynı tarihleri kapsayacak şekilde tatil yaptığımızda uzun bir süre birlikteliğimiz olmaya başlamıştı. Bu sayede Polatlı Tatil Köyü’nde sabah yürüyüşleri, denize girme, öğleden sonra ise her gün sitenin havuz başında buluşarak zamanımız hoş bir şekilde geçmekteydi. Yaz sezonunun kapanması ve Ankara’ya dönüşümüzden sonra Süreyya Bey’in Balgat semtinde bulunan mekanında, her gün öğleden sonra diğer arkadaşlarla beraber buluşulmakta ve akşam geç vakte kadar burada biraraya gelinmekteydi. Bu mekâna gelen misafirlerden edindiğim bilgilerden çıkardığım sonuca göre; Süreyya Bey’in; Mudurnu Tavukçuluk şirketini daha büyütmek ve rantabl bir şekilde çalıştırılması için, bu tesislerde en ileri teknolojiyi uygulamak üzere çok çalıştığını ve yurt içinde ve yurt dışında incelemelerde bulunduğunu, Türkiye’nin gelişmesinde, geleceğinde teknik eğitimin öneminin büyük olacağı düşüncesiyle, teknik eğitim veren okullara ve bunların öğrencilerine ağırlık vermek üzere, Abant İzzet Baysal Üniversite’sine bağlı olarak Mudurnu’da okul yaptırdığını, nı,
Bu okullardaki öğrencilerin ikametini sağlamak üzere yurt yaptırdığı-
Astarcı ailesi yanında çalışan personel ve işçiler ile çok iyi ilişkiler içinde olduğunu, olduğu gibi görünmeye, göründüğü gibi olmaya itina göstermekte olduğunu, İş hayatından gelmiş olması nedeniyle, gerek inşaat alanında ve gerekse diğer meslek alanlarındaki yapılacak çalışmalarda birlikte olduğu arkadaşlarına her zaman yardımcı olmakta olduğunu, her işin olumlu bir şekilde sonuçlanması için kendini ortaya koyan, arkadaş canlısı, yaptığı işin kıyısından köşesinden parmağının ucuyla tutmayan bütün gücüyle işe sahip çıktığını, 116
Yaptığı hizmetleri teraziye koyduğu zaman, terazinin her zaman sevap kefesinin ağır bastığını, Öyle ki halk arasında iyi kimseler için söylendiği üzere ‘Adam gibi adamdır’ diye tarif edebileceğinizi belirtmek isterim.” Süreyya Astarcı’nın kadim dostlarından biri de Cazım Özal idi. Daha 20’li yaşlarda tanıdığı Astarcı ile ilgili onun görüşleri de şu şekildeydi: “Henüz 20 yaşında ilk şirketimi kurduğumda Süreyya Astarcı ile ilk yaptığım ticaretlerimden birinde tanıştım. Aradan yaklaşık 35 yıl geçti. Ben bu süre içerisinde birçok başarılara imza attım. 17 fabrika kurdum. 16’sını yerli yabancı kuruluşlara sattım. 35 yıldır kesintisiz sanayiciliğime, üretime devam ettim. Halen daha taş yünü üretimimiz devam etmektedir. Süreyya ağabeyin kişiliği, sözünde durması, ödemelerini hiç aksatmadan gününde yapması, bana inanıp benimle uzun süre ticaretini yapması bana destek vermesinden dolayı kendisi örnek aldığım kişilerden birisi olmuştur. Ticari prensipleri sebebi ile, sonrasında iş yaptığım kişilerin de Süreyya ağabey tarzında olmasına dikkat ettim. Kendisi şimdi hem ağabeyim hem de dostumdur. Başarımda bu nedenlerden dolayı katkısı büyük olmuştur. İyi ki o yıllarda kendisini tanımışım.” Süreyya Astarcı’nın 40 yıllık bir başka kadim dostu Elektrik Mühendisi Kazım Yanç ise onun Bolu’ya ve Mudurnu’ya olan katkısını şu sözlerle ifade ediyor: “Bolu hariç Türkiye’mizin bütün illerinde Bolu’nun ilçeleri hangileri diye sorulunca bir tek ilçeyi bilirler: Mudurnu. Neden? Mudurnu Tavukçuluk’tan. Mudurnu Tavukçuluk’un kurucusu Süreyya Astarcı’yı tebrik etmek gerek, firmasının ismini Mudurnu Tavukçuluk olarak seçtiği için. Başka bir 117
ilimizin bir ilçesinin, o ilçede kurulmuş olan ve ulusal üne sahip olan bir şirkete isim olarak konulduğunu hatırlamıyorum. Ekonomi, teknoloji ve seri üretimle gelişiyor. Bu konularda çalışmak insanlarımıza iş imkanı sağlıyor. Ülkenin geleceğini garanti altına alıyor, yeni buluşların önünü açıyor. Atatürk’ümüzün 27 Ocak 1933’te Gaziantep’i ziyaretinde söylediği ünlü sözü, ‘Bir tek şeye ihtiyacımız var; çalışkan olmak’ onu yerine getiriyoruz. Bu nedenlerle, yeşillikler diyarı hem Bolu’muzu hem Mudurnu’yu Türkiye’mizin önde gelen ili ve ilçesi olarak ön plana çıkaran Mudurnu Tavukçuluk’un kurucusu Süreyya Astarcı’yı tebrik ederim.”
PROF. AKSOY: ‘‘BİR MODEL YARATMIŞTI’’ Prof. Dr. F. Tahir Aksoy da gençlik yıllarında yolu Süreyya Astarcı ile kesişenlerden biriydi. Onun Astarcı ile ilgili hatıraları ise şu şekildeydi: “Mudurnu Tavukçuluk’ta çalıştığım bir buçuk yıl kadar bir sürede kendisini tanıma fırsatı bulmuştum. Mudurnu Tavukçuluk’u kuran ve çalıştıran iki tane öncü kişinin olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birisi Tevfik Türesin Bey, diğeri de Süreyya Astarcı Bey’dir. Tevfik Bey’in daha çok planlama, pazarlama ve maliye gibi konuları yani şirketin genel politikasını üstlendiği görülüyordu. Süreyya Bey ise işin mutfağında yani merkezde bulunuyordu. Damızlıklar, kuluçkahane, yem fabrikası, kesimhane, atölyeler, çiftçi ilişkileri gibi faaliyetler genellikle Süreyya Bey’in ilgi alanında bulunuyordu. Süreyya Bey’in Tevfik Bey’le birlikte modern tavukçuluğu Bolu ve çevresinde başlatmaları ve bölgedeki çiftçileri eğiterek, örgütleyerek yıllar önce entegre bir üretim modelini oluşturmuş olmaları, ülke hayvansal üretim tarihi içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. ‘Mudurnu Tavukçuluk’, bölgesinde bulunan insanlara önemli bir iş alanı oluşturmuştur. Eskiden ekmek parası kazanmak için çok uzaklara gidip oralarda çalışan insanlar artık evlerinin yanında iş bulmaktaydılar. Seksenli yılların ortalarında bölgede etlik piliçlerin bakımı ile ilgili bazı sorunlar yaşanmaktaydı. Bu konuda Süreyya Bey ile arada sırada küçük ve yararlı sohbetlerimiz olurdu. Süreyya Bey ayrıca her birimde kullanılan sarf malzemelerinin israf edilmemesi konusunda çaba gösterir, her zaman kontroller yapar, uyarılarda bulunur, başarılı bulduğu elemanları da bazı küçük taltiflerle özendirirdi. Mudurnu Tavukçuluk zamanında bir efsane olarak kuruldu ve gelişti. Bölgedeki insanlara çok kazançlar getirdi. Köylüler, Mudurnu Tavukçuluk sayesinde çevredeki insanlarla birlikte ormanlardaki yabani hayvanların
118
da karınlarının doyduğunu söylerler. Çünkü çevrede bulunan yabani hayvanlar, üretim sırasında oluşan atıklar ile besin ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Benim yolumun Mudurnu’ya nasıl düştüğünü de kısaca anlatmadan geçemeyeceğim. Daha önce bir Entaş/Lades Tavukçuluk deneyimim olmuştu. Entaş; Danimarkalı bir şirket (ASA) ile Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK) bir ortaklığı olarak kurulmuştu. Bu iki kuruluş arasında zamanla oluşan huzursuzluk sonucu ortaklık bitirildi ve üretim durduruldu. O sırada kendi isteğimle ayrıldığım Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’ndeki kadroma geri dönmek için başvurdum. Bu dileğim gerçekleşene kadar Mudurnu Tavukçuluk’ta çalışma olanağı buldum. Mudurnu Tavukçuluk’ta çok güzel ve tatlı anılarım oldu. Mudurnu’da Süreyya Astarcı başta olmak üzere birçok değerli ve samimi insanla tanıştım.”
119
Anonim şirkete dönüşme sürecinde Mudurnu Tavukçuluk’ta Süreyya Astarcı ile yol arkadaşlığı yapan Mehmet Gündoğdu da tavukçuluk sektöründen çekildikten sonra Süreyya Astarcı’nın kendisini Mudurnu ve Bolu’ya adayışını şu şekilde sözcüklere döküyor: “Tavukçuluk sektöründen çekildikten sonra Süreyya Astarcı’yı ve oğullarını başka sektörlerde iş ve yatırım yaparken görüyoruz. Daha çok da işleri iki oğluna devrederken görüyoruz. Süreyya Astarcı işlerini oğullarına devrederken kendisini bambaşka bir serüvende buluyor. Serüven derken yanlış anlaşılmasın. Tamamen vatan –millet sevdası ile bulunduğu, doğup büyüdüğü yöreye hizmete odaklanıyor. Servetini yardım ve hayırseverliklere yönlendiriyor. Üniversitenin Bolu’ya kurulmasından sonra Mudurnu’ya yüksekokul açılması ve bu sayede de Mudurnu ticari hayatının biraz canlanma göstermesi, Süreyya Astarcı’nın bu okulun bütün fiziki yapılarını bizzat üstlenmesi sayesinde olmuştur. Bu yüzden okulun adı ‘Süreyya Astarcı Meslek Yüksekokulu’dur. Bu hayır işlerine ilaveten Süreyya Astarcı Bolu’da 32 iş adamının bir araya gelerek ve beşer bin dolar katkı yaparak kurdukları ‘Bolu Bağışçılar Vakfı’nın da mütevelli üyesidir. Bu vakfa da her yıl katkı yapmaktadır.”
120
SONUÇ Süreyya Astarcı’yı “İz Bırakan Bolulular’ kapsamına alan gelişmeler ne kurduğu işletmeler, fabrikalar ne de kazandığı paralardı. O, insan olmanın bütün erdemiyle iz bıraktı ardında. Norveçli ünlü yazar Arne Garborg, bir şiirinde şunları söylüyordu: “Para ile yiyecek satın alabilirsin, ama iştah alamazsın. İlaç alırsın, ama sağlık alamazsın. Bilgi alırsın, ama bilgelik alamazsın. Gösteriş alırsın, ama güzellik alamazsın. Eğlence alırsın, ama neşe alamazsın. Tanıdık alırsın, ama dost alamazsın. Hizmetçi alırsın, ama sadakat alamazsın. Boş vakit alırsın, ama huzur alamazsın. sın.”
Para ile her şeyin kabuğunu alır, ama hiçbir şeyin çekirdeğini alamaz-
Süreyya Astarcı, hayatı boyunca paranın satın alamadığı değerleri tercih ettiği için “İz Bırakan Bolulular” arasında yer almayı hak ediyor. İyi giyinmeyi, iyi yaşamayı ve iyi bir insan olarak anılmayı arzu ettiği için kalıcı izler bırakıyor ardında. Hala yüzlerce gence okuma fırsatı sunuyor ve sunmaya devam edeceğini söylüyor.
Eşiyle... 121
Hayatı boyunca muhafazakâr bir insan olarak yaşamını sürdürmeye çalıştı ve gösterişten hep uzak durdu Süreyya Astarcı. Hacca gidişini bile sakladı insanlardan. Çünkü ona göre ibadet ve iyilik, gösterişten uzak yapılmalıydı. İslam’ın özünü kavramış bir adam olarak Süreyya Astarcı, ticari hayatı boyunca Hz. Muhammed (sav.)’in ‘Söz vermek, borçlanmak demektir’ hadis-i şerifini hayatına düstur yaptı.
Eşiyle...
Süreyya Astarcı, ticari hayatı boyunca borçlu kalmadı hiç kimseye. Borçlu kalmamak için kılı kırk yarıp durdu. Verdiği sözü zamanında yerine getirememe korkusu yüzünden uykusuz geçirdi pek çok geceyi. Fransız Filozof Theodore Simon Jouffroy,“İnsanın onuruyla arasında ince bir tel vardır, o da sözüdür’ deyişini Süreyya Bey için söylemişti sanki. Astarcı, o ince çizgiyi hayatı boyunca geçmemeye büyük özen gösterdi. Ama başı dara her düştüğünde ‘Hızır’ yetişti yardımına. Bundan daha önemlisi ise kendisine borçlu kalanları affetme alışkanlığıydı. Enflasyonun üç haneli rakamlarda dolaştığı yıllarda bile vade farkı ile hiçbir ürün satmadı kimseye. Vade farkı almadı. Bu alışkanlığını da çocuklarına miras bıraktı. Alaylı bir ticaret insanı olmasına rağmen 1960’lı yılların sonunda tavukçuluk sektörüne adım attığında pek çok kişi onu, ordudan ayrılan subaylardan biri zannedecek kadar özenli bir duruşu vardı. Mudurnu’ya yolu düşen pek çok devlet memuru onun tavuk çiftliklerinde ömrünü geçiren bir girişimci olduğuna inanamıyordu. Böylesine mütevazı olmasına rağmen, bu vasfını ciddiyetle birleştirip, bir efsaneye dönüştü. Adını yüzyıllar ötesine taşıyacak ve yaşatacak eserler bıraktı ardında. Ve bu efsaneyi yıllar sonra bile anlatacak nesiller... 122
Torunu Hande’nin düğününde Astarcı ailesi bir arada
Ünlü Hint Düşünür Tagore, ‘Söz vermek senet vermek kadar kıymetlidir’ diyordu ya, Süreyya Astarcı için de söz bu kadar değerliydi. Bu nedenle verdiği hiçbir sözü verdiği yerde bırakmadı. Çünkü onun doğduğu ve yetiştiği iklimde, ‘Sözü erkekler verir, adamlar tutar’dı. Adam olmanın temel göstergesi buydu. Bu özelliği atadan, dededen kalma bir mirastı ona. ‘Sözü senettir’ deyimi Süreyya Astarcı gibileri için söylenmişti sanki.
Astarcı ailesi bir arada 123
Oğullarıyla 124
Bugün artık çocukları, torunları ve eşi Nesrin Hanım ile mutlu bir hayat süren Süreyya Astarcı özellikle torunlarının başarıları ile de gurur duyuyor. Vazgeçemediği torunları hakkında Süreyya Astarcı şunları anlatıyor: “İlk torunum Hande büyük oğlum Mustafa ve Müzeyyen’in ilk çocukları olarak 1988 yılında doğdu. Evin her yerinde onun resimleri vardı. 1995 yılına kadar başka torunumuz yoktu. Erkan 1994 yılında Şebnem ile evlendiğinde onların ilk çocukları bizim 2. torunumuz Beyza doğdu. Ondan sonra 2000 yılında Erkan’ın oğlu Ahmet dünyaya geldi. İlk erkek toruna adımı vermek istediler ama hayatta olduğum için ön adım olan “Ahmet” ismini verelim dedim. 2001 yılında annemizi kaybetmeden bir gün önce Mustafa’nın 2. kızı bizim 4. torunumuz Elif dünyaya geldi. ‘Annemizi kaybettik, ama yerine Allah Elif’i verdi’ diye bir tesellimiz oldu bu durum. 2004 yılında ise son torunumuz Erkan’ın oğlu Emre doğdu. Emre, Elif ve Ahmet tenise çok meraklılar. Hepsinin de kupalar ile dolu evleri. İlk kupayı alarak bu sevinçleri bize ilk yaşatan Ahmet oldu. Onun ardından Elif de Emre de evimize epeyce kupa getirerek biz mutlu ettiler. Daha sonra 2014 yılında torunum Hande’yi evlendirdik. Böylece Cihan adında bir oğlumuz daha oldu. Şu anda Cihan 3DMast’ın Genel Müdürü, Hande de MasDeha Canon’un İnsan Kaynakları Direktörü olarak görev yapıyor.” Bu arada, artık 3. oğlu olarak nitelediği Eser’i de unutmuyor Süreyya Bey: “Eşim 3 kız kardeş. Neriman ve Fatma kardeşleri. Neriman’ın tek çocuğu var Eser. ODTÜ Petrol Mühendisliği bölümünü bitirdi ama mesleğini yapmak kısmet olmadı, hep birlikte çalıştık. Eser bizim 3. oğlumuz oldu.
Yeğeni Eser ile 125
Yaptığı onca hayır ve yardıma rağmen bunlarla övünmemek de Süreyya Astarcı’nın en büyük vasıflarından biriydi. Burs verdiği öğrencilerle sohbet ederken, ‘Bizim verdiğimiz bursla ne yapılabilir ki?’ diyecek kadar alçak gönüllüydü çoğu zaman. Ama o bursların o gençlerin hayatında çok büyük bir anlam ifade ettiğini öğrendikçe daha fazla vermek için çabalayan bir insandı. Cömertliğinin her yıl katlanarak artmasının sırrı da burada yatıyordu zaten. Tıpkı Emmanuel Kant’ın ifade ettiği gibi: “Cömertliğin üç belirtisi vardır: Sözünün eri olmak, gereksiz yere övünmemek ve sorgusuz sualsiz bağışlamaktır.”
126
ARAMIZDAN AYRILANLARA Hayatımda çok derin anlamları olan ve şu anda Hakk’ın rahmetine kavuşmuş bulunan : Mudurnu’daki ailem : Annem Hacı İsmet ASTARCI, babam Hacı Mehmet ASTARCI, ablam Fatma - eniştem Hulusi PATOĞLU, yengem Muammer – amcam Sabri ASTARCI, kayınpederim Hakkı ASTARCI, Belkıs ve Saip ASTARCI’ya ; Ankara’ daki akrabalarımız : Fatma ve Aziz ÜNAL, Leyla ve Mehmet ÜNAL, Nihat ÜNAL, Melahat ERGİN; Fahriye ve Aliye teyzelere ; İzinden gitmekten gurur duyduğum merhum İzzet BAYSAL amca mıza ; Tavukçuluk yıllarımda hep yanımda olan : Prof. Mahmut AKKILIÇ, Kemal ALBAYRAK, Muzaffer ŞENER ve Sabahattin MORALIOĞLU’na ; Yine tavukçulukta birlikte çalıştığım : Rüştü ESEN, Tacettin VATANSEVER, Sabahattin ÖZKAN ve İlhan OKTAR’a ; Çok sevdiğim, değerli büyüğüm Mehmet Emin SELAMOĞLU amca mıza; İstanbul günlerimde beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan : Mustafa ORTAARMUTÇU, Hikmet ÇELİKYAY ve Nurettin YEMLİHALİ OĞLU’na ; Ticari hayatım boyunca birlikte çok hatıralarım olan : Bayram İNCE, Ali GÖKAŞAN, Tahsin ÖNAL, Osman ATALAY, İbrahim YILMAZ, Mahmut ÖZYOL ve Hacı Yusuf YAR’a ; Yıllarca tüm ailemizin sağlığı ile ilgilenen: Doktor Mehmet BİRGÖREN’e; Her zaman neşesi ile içimizi ferahlatan : Nevzat Salih GÖKTAŞ, Nihat SORGUT, Ahmet YILDIRIM, Fevzi KILIÇ ve Necati ALTINTAŞ’a ; Çocukluğumdan itibaren beraber olduğumuz : Ali ULUUTKU, Mehmet Muharrem KARAASLAN ve Edip ATALAY’a
127
Yirmi yılı aşkın süre ile yardımcılığımı yapan, acı tatlı pek çok anıyı paylaştığımız, şoförüm Kadir AYKUT’a ; Her daim gönlümde olan vefat etmiş aile fertlerime, akrabalarıma ve dostlarıma Allah’ tan rahmet diliyorum. Mekanları cennet, kabirleri nur içinde olsun. Süreyya ASTARCI Aralık/2017
128