I
#bükey nedir? “Bükey” dedik, bükülmüş olmanın en kısa halini ifade etmek için. İnsanların kırılma hali. Varlığın değil varoluşun kırılması. Kırılganlıkla bükülgenlik arasındaki o cüretkar bağ.
Bükey. Bir çizginin başka yere kayması. Bir doğrunun başka bir doğruya sapması. Başka bir doğrunun ortaya çıkışını hazırlaması. Yalnız kalınmışlık değil fakat yalnız bırakılmışlığın noktasal çoklukları. Kalabalığın içindeyken yönünü değiştirip kalabalığın üzerine değil de yüzlerine karşı bir yürüyüş; kendi yüzümüze. Neşeli bir sesleniş olsaydı keşke. Beli inciten bir çağırış bu. Bütün olarak düşünce dünyamız, parça olaraksa sevmeye dair herhangi bir durumu anlatmak için isimlendirdiğimiz kelimeler bulunduğumuz hal içerisinde kimseyi tatmin etmiyor aslında. Bunu bir farkındalık gibi görenler kendilerini dil ‘in boşluğuna bırakıp eğleşmeyi tercih ediyorlar. Halbuki yere doğru eğildiğimiz zaman bile başlı başına bükey durumuna geçiyoruz. Ve bu eylemi hayatın her alanında, her anında yapmaya devam ediyoruz. Yine de eğleşenler çok haklı. Çünkü eğleşmek alışkanlık halini almış hareketlerin sonucunda ortaya çıkan bir davranış biçimi. Bu yüzden insan olarak alıştığımız her şey varoluşu kırılgan durumdan Bükey’e doğru taşıyor. Bükümün bir nokta olmaktan çıkartıp büklüm haline dönüştürmemizle (büklüm büklüm), bütün bir varoluşun büklüm halini almış olması kırılmanın davranış ve ilişki boyutunu da kendi eksenine çekiyor. İfade biçimlerinin önceden tanımlanmış hali yeterli gelmiyor. Tanımların gerçekten de kendimizi anlatıyor olmasına inanabilseydik keşke. Anlamların hafızamızda çağırıştırdıklarından 2
başkasını bilemiyoruz. Bunun ötesini hissedebilenlerin sayısı çok az olsa da bu hissedişi herhangi bir mana kalıbına dökebilme cesaretini gösteremedikçe aynı görüntülerin (bükey) içinde dönüp dolaşacağız. Konuşmaların ve kurulan cümlelerin seslenişin ötesine geçemiyor oluşu çok yoruyor hafızamızı. Peki, seslendiğimizde karşılık bulamayacak kadar kötü bir anlamsızlığa mı sahibiz? Sorunu sesin ulaştığı yerlerde aramakla yeteri kadar oyalanmadık mı? Üstelik hepimiz iletişim kanallarından devamlı kulağımıza fısıldatılan kovulmuş bir sesin büyüsüne maruz bırakılmışken. Bu her neyse artık en yakınımızdaki insanlarla bile sıradan anlaşma yollarını kapatıp pazarlık masasına oturtuyor bizi. Özür dilerken, yardımcı olmaya çalışırken, arkadaşımızla ya da sevdiğimiz herhangi birisiyle en azından çay içmek için bir köşeye otururken bile kendimize inanmakta zorluk çekiyoruz. Tıpkı iş için gittiğimiz bir ülkede sadece paranın çekim gücüyle konumlanıp hemen sonuca ulaşarak yeni işler için diğer ülkelere gitmek gibi. Tanımların ve ifadelerin içine yumuşakça yerleştirdiği kendine hayran bıraktıran o estetik bozgun “lütfen” derken bile daha önce hiçbir canlının beceremediği bir açlıkla çağırıyor bizi. Bozmadan, değiştirmeden, ötelemeden ve terk etmeden kabullendirtiyor kendisini. Bir de bakıyoruz ki sonra, noktasal çoklukların içimizde oluşturduğu çizgi ve doğrular kendine yol açmak için tercih ettiği yönlerle bizi hazır kalıpların içine sokmuş. Hepimiz bu kabullenişin farklı evrelerine dahil olmaktan geri duramıyoruz. Bu sebeple yüzyıllardır Bükey’in dikkate alınmayan bu kırılganlığı yaşamımızın önemli bir parçası olarak 3
yazılarımızda, çizimlerimizde ve düşüncelerimizde var olmaya devem edecek. Bükey; kalabalığın üzerine değil kendi yüzümüze karşı bir yürüyüş. Beli inciten bir çağrı. Sandalyede kapana sıkıştı bol tortulu kahve böyle nasıl boşluk.
4
5
Mohammad Zaza
Mustafa Kadir Çelik Yazma diyorum kimseye göre değil Yüzümüz ağlama istekleriyle yıkanıyor Metropol efektiyle boğuyorlar Seviyoruz sokakları öleceğiz oralarda Dokunmak ta önemli Yasak sayılmalı duştan sonra uyumak Azalmıyor sinsi dalgınlıklarımız Bu tarafta tutun kuşkularınızı Sevincin düştüğü tarafa Hangi kırgınlığı denesek suyun mushafsız yortusu Kristal korkusu nereye düşsek Kumru ısırığı, uyku bozukluğu Koşarsak sakalımız uzayacak Kekik kokacağız biraz Çıkın saklandığınız yerden Saymazsak yaşıyor olanları Yalandır aşkın cephe açmadığı insanda
6
7
Ahmad Aldulli
BOL MİKTARDA HİÇBİR ŞEY Muhammed Çelik Bir şeyler söyle deniliyor, ağzım olsaydı vakitsiz terk edilmek nedir söylerdim. Söylerdim minare boyunu aşan evlerde oturup üstten baktığımızı namazlara. Büyük siyasi liderlerimiz yok, büyük acılarımız var bizim derdim. Ne gereği var kimlik kontrolünün polis bey demeye kalmaz tartaklanırdım. Neden bir kimlik tıkıştırıyorlar elimize, neden bir ikamet bildirmek zorundayız devlete, şiir alacaktım lan bu parayla, neden adres bildirmeme cezası diye alıyorsunuz hepsini elimden der ve çarpardım desteyi veznecilere. Ağzım olsaydı bir güzel yamulurdu elinde memurların, bir güzel götürülürdüm kodese. Eğitilmek istemiyorum arkadaş derdim: İstanbul’dan Gazze’ye cahilliğe bin selam! Ama ağzım olmadığından burnumu soktum hayata, yaşamak dediler ben de geldim, çelik kapılı evler edindim kendime. Zil çaldığında önce delikten bakarım, sonra güvenli sularda olduğumu anlayınca kapıyı açar kolumu uzatarak içeri çekerim bana getirilen siparişi. Pizza getiren çocuğun susamışlığı umrumda değildir, ben pizzamı yer işime bakarım, çağdaş modern bir yapıtım ben kravat tamircileri tarafından yontulan. Sonra damacananın inişe geçtiğini görür, sucuyu ararım buzdolabı kapağındaki mıknatıslı yapıştırma koleksiyonumdan. On altı on yedi yaşlarındaki sucu çocuk su bidonunu eve çıkarmalıdır, bunun için para alıyordur, ben evde beklerim. Çöpü çöpçü almalıdır bu onun işidir ben yere atma hakkımı sonuna kadar kullanırım arkadaş. Eski köylüler kendi sularını kendi sırtlarında taşırmış, ben kahvaltıdaki yumuşak çikolataya bıçak salarak mutlu olurum, mutluluğun çıplak adı çikolata. Ve onlar kendi çiftleşme ihtiyaçlarını gidermek ve ortaya çıkacak yavrucakları içgüdüsel bir şefkatle koruyabilmek adına çamurla taşla ağaç kütükleriyle kendi evlerini kendileri yapar sonra içine geçerek başköşeye otururlarmış, ben kredi öder yıllarımı veririm bir apartman dairesine sahip olmak için. Ev değil, apartman dairesi. Kendi evimi kendi ellerimle yapamam diğer canlılar gibi, teknoloji çağının takım elbisesi, eşofman uçkuruyum ben. 8
Kime çalıştığımı bilmem, bilmek istemem. Hızlı yaşamayı seviyorum, seviyorum parayı, metroya bindiğimde çabucak hareket etmesini, yetişmek için koştuğumda beni beklemesini istiyorum, rahatıma düşkünümdür ve mesela garson hep benimle ilgilensin istiyorum. Bütün asgari ücretle çalışanlar bana çalışsın. Terlemeyi sevmiyorum. Kot taşlama işçileri mi dediniz? Silikozis mi? Duymadım. Yaşamak neymiş zamanla öğrendim, öğretildi bana. Çok kolaymış aslında, ortadaki fren sağ taraftaki gaz ve gözünle değil elinle kavrayabildiğin şey vites oluyor. Sabah kalkılıyor, el yüz yıkanıyor, bu mühimmiş. Sonra kahvaltı masasına davet ediliyorsun, bu da mühim. Ayrılmak üzere olduğum eşimle kahvaltı yapıyoruz, havada hafif çatal çay sesleri. Üst kattan aşağı doğru boruların içinden akan adlarını bilmediğimiz üst kat komşularımızın atıkları modern bir senfoni oluşturuyor. Hiç tanışma gereği hissetmedik, fakat aşağı doğru bıraktıkları meçhul şeyler bizim mutfaktan, banyodan ve daha başka yerlerden geçerken müthiş helezonî sesler çıkarıyor. Muhtemelen bizim atıklarımız da yine tanışma gereği duymadığımız alt komşumuzun duvarlarında yankılanıyordur. Birazdan toplumca kabul gören başarılı bir insan olarak kahvaltı sonrası yapılması gereken kutsal ayinlerimi yerine getirip, diş fırçalama, aynaya bakma, gecelikten çıkıp dış elbiseleri giyme gibi alışkanlıklarımı da yerine getirerek kendimi dışarı atacağım. Modern ve çağdaş bir insan olarak her sabah evden çıkıyorum ve akşam eve dönüyorum, ülkemiz bizi kotardı mutluluğa. Ben bir kapitalist güzellemesiyim, her gün bir yığın çöp boşaltırım toprağa, bin yıl geçse erimez. Bazı kırılmış kalpler de toprağa atılmış naylon poşetler gibidir, bin yıl geçse geçmez acısı. Ağzımı almışlardı, konuşmadım. Bir çılgınlık yapmak istediğimde ağzımdan pirinçler saçarak bağırmak yerine utangaç ağrılar gibi içten içe yandım. Belki bir sabah kimse uyanmadan kalkıp Çamlıca’dan Çengelköy’e kadar patır patır koşarak kendimi frenleyemez denize basarım, belki nara atar gibi Allah. Elimi kolumu sallayarak çıkıp giderim. Rol kotarmayı beceremem. 9
Aldanırım, en basit beyinli bir velet bile hatta bir hayvan mesela bir solucan bile aldatabilir beni. Yabancıyım bu bedene, kendi bedenim tarafından aldatılırım. Ve kimse beni anlamaz. Severim ve nefretin odağı olurum. Neden? İlk defa çikolata gören kakao işçileri, siz kahrolmayın, nasıl olsa kahroluyor her gün emperyalizm ağızda patlayan şekerler gibi. Kullan at, kullan at; demek öyle dostum. Dur saksıda yetişen sevgililerden alıp geleyim sana.
10
11
çöküntü. bu başlığı tanımaya en yakın kelimenin “göçük” olduğunu söyleyebilirim. kendi içine göçme durumuna çöküntü dedim. topografik bir göçme durumu. yüzeyin kendi derinine akması. sıvı olmasa da akmak dışında bir fiil kullanımına izin vermeyen, fiili bir durum çöküntü. fakat fiil değil. bütün ve güçlü başka bir fiilin bıraktığı iz. doğal afet. çöküntü. yüzey olan zemini tutan örgüler her ne ise artık onların taşıyamayacağı ağırlıkta bir şeyin çökmesi. yavaş yavaş kendi içine kamburlaşma ve sonuç olarak çöküntü. kütlenin uzayda çok yönlü olarak oluşturduğu çekim, boşluğu tüm yönleriyle kendine çökerten varlık etkisi, buna “çökelti” demeyi isterler, oysa tam ve eksiksiz bir çöküntüdür. bilincin bilemediği, bilmeye dayanamadığı şey karşısında gerçekleşen çöküntünün aynısıdır. varlığa sığınma. çıkılabilecek bir yer değil, yer değil çünkü. kendi içine çökme durumu. içerden değil. dışardan hiç değil. bu yüzden bir fiil değil. bilinen evrenlerin dışında bir gerçek. sistemin çökmesi değil. yapının çökmesi değil. yırtılma, çatlak, kırılma değil. bütün bu kelimeler tekrar toparlanacak, toparlamaya imkan verecek başka kelimelerle ortak yaşarlar. fakat çöküntü, dili dışarıda bırakan, bilinen her şeyin bittiği yerde gerçekleşen, insanca bir bilip-bilememe yarığını oluşturur. bilincin kendisinin ve onun bildiği, tecrübe edip kendine kattığı her şeyi yutan bir karadelik olarak yarık. karadelik olan, yarık olan, boşluk olan bu yer varlığın, var olanın oluşturduğu fazlalıktır aslında. bu fazlalık olan şeyi ne yapmalı. hangi oyunlar ve hilelerle varlık durumundan düşürmeli. ve varlıktan sonra varlıkta bıraktığı izi nasıl silmeli. çöküntüye uğratarak. çünkü çöküntü, bir fiil bile olamayan çöküntü ne varlıkta derin yaralar açan, ne kalp kıran, çelme takan ve düşüren bir şey değil. hepsinin ötesinde ve dışında hangi derinliğine göçmüş olduğunu kimsenin bilmediği, bilincin ve bilinen evrenlerin tamamının tüm dayanaklarının çöktüğü, tüm bağlarının koptuğu, zeminin taşımaya gücünün yetmediği ve yükünü bilinmeyen fakat umulan daha derinde başka bir zemine yüklediği, ölmek gibi hiç değil, sürekli ölmek gibi ya da ölememek gibi bir çöküntünün kendisi olmak. varlığın kendi içine 12
çökmesi. ve içerden çökmesi. fazlalık olarak tanımlanan şeyin nötr olamayan, eksilemeyen, eksi varlık durumuna geçemeyen ve geçirilemeyen şeyin, bilinemeyen çöküşü. başımı bir kadının göğsünün başladığı yere koymalıyım. bir açıdan baktığında memeleri bir çıkıntı değil, memelerin başladığı yeri bir boşluk, bir koyuk olarak görebilirim. başka birine ait bir yer. fakat tam da ait gibi değil. çünkü sözünü ettiğim şey memeler değil. onların henüz olmadığı yer. onların öncesi. yine de ona ait, başımın zemininde bir kadının kaburgaları. kalp atışı, kulağımda. burada biri var. bir gün kendiliğinden varlıktan düşecek biri. bana vaad ettiği şey bir boşluk. birkaç boşluk. beni fazlalık olarak hissettiren ve kendini bir okyanus gibi gösteren, aşındırıcı, yontucu dalgalarıyla beni bütün çıkıntılarımdan arındırmayı vaad eden. bilinen tüm evrenlerin dışında olan varlık. giderilemeyen şey, silinip yok edilemeyen şey. fazlalık olarak hissettirilen şey. bir ismin (rahmi) hatta iki ismin (hüseyin rahmi) karşılayamadığı daha fazlasının ya da başka dillere ait isimlerin de karşılayamadığı varlık durumu. fakat çöküntü, bir ismin ötesinde, varlığı kendi kendine çökerten -yok eden değil-, yok edemeyen, yok etmeyi sürekli ve kararlı olarak kendine telkin etmeyi öneren şey olarak bir fiil değil çöküntü. sıralı ya da sırasız sistemlerin, bilinen ya da bilinmeyen şeylerin tutmaya gücünün yetmediği zemin, bir başka varlıkla tutulabiliyor. yine de vaad ettiği şekilde değil. konuştuğu, çalıştığı yerden değil, onun da bilmediği bir başka yerden teskin oluyor. çöküntünün altında kalmak değil, çökmek de değil, bir başka şeyin üzerine binmesi gibi değil, kendi içinde ve aynı anda dışında hem kendin hem de bir başkası olarak gerçekleşen çöküntü, hem kendinde hem başkasında gibi olan aynı anda. varlığa yapılabilen en zorlayıcı ve çözümsüz baskı, kendini içerden ve dışardan, hem kendin hem başkası olarak basan, hem başkası hem kendin olarak basılan durum; çöküntü. karabasanların, cinlerin-şeytanların basması gibi değil, bir düşman bulamadığın çöküntü. kendi kendine nasıl çökülür ve nasıl kendi altında kalırsın, bunu çok zaman öğretmiş ve her şeyi bunun için hazırlamış olmalılar. kimlerse bunu yapan. bulduğun ilk gediğe sığınmak, kendi fazlalık durumunu gidermek için o eksiği doldurmak. 13
“dünya beni bir fazlalık gibi algılıyor” böyle duygu kırgınlığı gibi bir şey değil sözünü ettiğim. “kendine kırılma” gibi. muhatap olunacak bir dünya, suçlayacak herhangi bir şey bulamama bilgeliği. bu bilgelik görünüşü altında bir çöküntü. her şeyi bilen ve bildiği şeyin altında kalmış gibi görünen, dışarıdan böyle görünen, içerden böyle olmadığından emin olunan, bunun aldatıcı bir oyun, boşta kalmış tek çöküntü rolünün arkasına saklanmaya çalışan. bildiği şey üstüne çökmüş bir bilge değil. doğrudan ve kesin çöküntü. bildiği şeylerin hiçbirinin arkasında gölgelenmeye hakkı olmayan, haklılık durumundan, bir fiil olmayan haklılık durumundan ve yine bir fiil olmayan vazgeçmek’le vazgeçmiş olan. çöküntü: dışarıya doğru anlatacak bir konusu olamayan, kullandığı bir dil. büyük kütlesiyle oluşan büyük çöküntü. tüm yönleri ve tüm boşlukları aynı anda kendine göçerten, kendini kendi içinde ve dışında göçerten, göçerten ve göçertilen tek bir çöküntü. topografik bir, “daha önce orda olmayan şaşkınlığı” yaratan çöküntü. yoğun enerji, tersine bigbang. varlık durumunu yıkıma uğratan, direnilemeyen, tam ve kusursuz çöküntü. varlık var olmayan yere çöküyor. geri dönüşün başlangıcı, varlık durumunu yıkıma uğratan otuzbeş yaş. benim yaşım. Hüseyin Rahmi
14
Hayatla cezalandırıldım. Arzuyla yaşamayana değmezmiş ölüm. Ne çölün feryadı ne de kentin, dinmez. Gürleyişi değişmez hiçbir çığlığın. Kökleniyorum. Az önce gün açtı ısındım. İyi geldi, yazarken parmaklarımı izledim aynada. Peygamberler öldü, bilgeler dere kenarlarında dolaşıyor. Çabuklandım dikti gözlerini yarıklar. Perçinleşeceğim. Perçinleneceğim, dağıldım acele ettiğim uzaklar yaklaşınca bana. Kim o yorganın altındaki? Gördüm. Gördüm şaşkın bilginlerin buyurgan cennetini. Sırtlanların sevinci masumdur orada. Sarhoşluğumu arrmağanlarla sancıltıp eğirdin, bu korku yetmez mi? Bozgun veren yerlerimi kim keşfedecek yüzüm başlarsa soytarılığa? Görecek herkes nasıl terlenilir bir yaranın üzerinde. Arasına arasına çırılçıplak nasıl yatılır gerçeğin. Bütün söylentileri toplayıp duracağım aklın ortasında. Öyle bileceğim yanılgıyı. Bileceğim konuşunca vurgun, yaklaşınca aşk; Aşkı koltuklardan, ağızlardan, bacak aralarından kovarken kıyılmış sığınaklar avuçlanacak kapısında şehirlerin. Çattığım zaman toprağa kazılan çukurların ağrısı hafifleyecek. Çünkü ben asil bir bozgunu sevdim. Mustafa Kadir Çelik
15
Yok böyle bir şey. Yani, ne gecenin bir yarısı, sidikli bir gece kapanı, ne de sidikli bir kapana takılan, gecenin bir yarısı. Ama varmış gibi yapmak o nahoş sidiklinin en şaşalı tarafı. Zaten o gece de öyle oldu. Sidikli gece kapanı, karanlığın içinde hiç olmayacakmış gibi duran bir gölgeden ansızın peydah oldu! Kargalar bile baktı, şaştı. Nereden çıktı şimdi bu sidikli gece kapanı? Tüylü tüylü hem de. Her tüyünde ayrı bir karanlığın ayrı bir ayrıntısı. Ayrı bir ayrılığın kokulu tüylü, pastel rengi karanlığı. Yoktu aslında. Ama varmış gibi yapmak sidikli gece kapanının en şaşalı tarafı. Yokken, karanlıkken, duvara düşmüş bir gölge bile değilken, durduk yere, hiç de beklenmedik bir yerde, hatta kargalar bile bakmazken o yöne, apansız, ardı ardısız, manasız, hiçbir boşluğun, hep gibi yaptığı insan kokan gezegenin tam da yatak odasında, tüylü tüylü ve sidikli ve bir kapan gibi açıp ağzını, beliriverdi. Önce kollarını, sonra kafasını gördü. Gözleri kafasında değil, henüz olmamış bir ağacın meyvelerindeydi belki... Belki de değildi. Sonra ağacın kökleri bir bir yer değiştirdi, ellerinden yapraklar, parmaklarından meyveler ve şiir. Evet, gece kapanının sidikli şiiri, şiirde şiirden bahsedilmesini sevmeyen adamın bir arkadaşının tam da gözlerine gözlerine, hatta sol ayağının topuk dibine sinsi sinsi birikti. Sonra da gitti. Hiç olmamış gibi... Sidikli gece kapanının hüzünlü hikayesi, birden bire bitti... Sidikli gece kapanının son macerası Ya da el-cevap to the Pastel 16
Ahmed Burak
1
Bu şarkıyı youtube’a Bükey | 4 - Erentuğ Turan yazarak dinleyebilirsiniz.
O \ & O O\ 1
Classic Electric Piano
6
&
7
OOO
D E
2
8
..
3 D E # !! . ....
F
D F
.. .
4
9
5 D E # !! . Q .. P . .
D
. Q .. P .
10
3 12 E . 13 E # !! OO . . . . . E ! & O . . . . . .. . . . . . 11
15
& 18
OOO
E ! E ! . . . . .
O &OO . . 21
O &OO 25
&
OOO
D
16
.
E
17
D E# . "" 14
D E # !! . . . P. . 3
19 E . E F .3 . F D F . 20F . . . E # . D . . P . . .# . ... "" "
E F3 . P. ...
22
3
E . . E 3 24 D 3 . . . Q. P. . . . .
23
26 !E ! E D . Q. . P. . . P. . .
D E ! 3 . ....
27
28
E. " . .
30 31 E . . D E F 3. . F .3 . ! 3 E. D . & O . P. . " . . . . . . .. ## . " . 32 33 35 P . . E # . . D 34 .. E # ." Q . P . E E . 36 OO O & " "" " nQ . 29
37
OO
O &OO
. P. . . . . D
38
39
-#
E . . 40P . O . . D E . .# # " . Q.
https://www.youtube.com/watch?v=1Asae2NXh4Q
17
Erentuğ Turan
kendi fotoğraflarına bakarak soyağacını zevkle keşfettin annenin köyünden- ama babanın köyünden köpek korkusundan konuş karşlıklı işleyen dile mimiğe sohbet de buna basit, paradoksal şaka örgüsü başka başka konuşanları unut koy sohbetin yüz kasları var ya gün açmış bahanelerini oturmayı tercih edenlere halka bu ortası merkez uzağı inceleyen sohbete yaklaş sabitlenmiş birkaç şey bağlam merkeze çok yakın. cennete giden yol yok uğruna yaşam herkese değğ tahmmül ediver yazgıya aç-kapa aç-kapa zaten doğmuşun ne diye vuvv vuvv merkeze uzak çizgilerini dibe değil merkeze. abdulkadir gıynaş
18
merkezdeyim baba, ayaklarım ıslak saçlarım uzuyor elektrik ya da enerji biraz da kimyadan kalan sinirlerim akıyor ve ferahlık tadıyorum örtülmüş hakikat kucaklıyor insan yanım artık doğru yerde atıyor. nerdeyim mi? cenneti anladığım yerdeyim memur bey ERORRR! ben suçluyum, bi kelepçe kafi sıkıyosa, yiyosa, ha bu arada korkuların ne tarafta bak baba, memur kimyasal atıkta bi kazma daha, hızlı epey hızlı toprağın devamı burda sireni, egzozu varsayılan melodiyi onların hepsini tutuklasınlar baba o gün gelir mi dünyada geçen yine arkadaşlarla merkezdeyiz bizim bi muhabbetimiz var bi yandan rabbin nimeti gülümsemek orada özel baba dünyalaşıyorduk anlayacağın, next station ahiret dost sancağına yürüyorduk, hepimiz dostuz dede. ellerimize sağlık baba, sanki daha biraz daha nefes alıyoruz nefesim dilim bu kadar ama ruhum acayip aksiyon ana ayaklarımda nelerin nerelerin tozu var sen hala ssk diyon kaynana kaldırım üstünde ağaçların gemi altında balıkların pervaneden şerefli kuşların yaşamı var hakkı var allahın adaleti var! boğazınıza düzülsün bahaneleriniz yetti artık kendinizi düzdüğünüz dedim ya geçen yine merkezdeyiz bizim dayı var 19
bi de onun havarileri usama ‘’
20
fısıldadım kulağına elim sende insan doğunca insan olduğunu sanır insan. beyaz kusma söz olur siyah sıçma toz olur. sark beni taşı gölgelerine dinlenelim törenlerde alkış tutmak şöyle dursun ayağa kalkmak deneme..ses..ses..ah.h.h..oh.h.h..birki. hitap ettiğin ettiğinle kalacak haline kaçış yok. sıçrama tahtasındaysan ve birazdan atlayacağın suyun dibini göremiyorsan yanılıyorsun. altındaki güçtür iten seni az sonrasına. ne ağaçlar diibinde gölgelenelim diye tomurcuklanır ne salıır balıklar suda kanalım diye. dağları deler çölleri aşar gömleğimi yırtar yine gelirim. durma sen. bekleme. vardığın yerde olacağım. sana temiz çamaşır ve sıcak su da ayarladım. kaç zaman oldu bir ulakla karşılaşmadım. çilingir yok kapımı açmaya. eşiktesin hesap et. seyrine dilim ketum söylemeye arz-talep eğrisi üzerine hamak kuralım iç açılarından ikisi dar olan soframda üçbeş zeytin. bugün de böyle olsun.du ne çıkar perdeleri birkaç saat daha açmasam gözlerim açıksarı duvara kitlense ne çıkar. anahtarı içinde kırdım diye kilidin. dinledi(k)ler.(in)im.iz kinin kınında kalsın. sarmaşdolaş evren bak. bu döngü sen farketmesende olacaktı. olanı konuşmak ancak bu kadar bayağılaşırdı. Burak Yıldız
21
bir kuşun sesine uyanıyorum tan kırmızı ve şehir tacir açıyorum gözlerimi bilmeden
ve parmak uçlarımla yokluyorum olan biteni bir dünya yıkılıyor üstüme
üstüme gelen onca şeyin üstüne yumruklarımı savuruyorum, deli deli koşuyorum, saldırıyorum sövüyorum ve sonunda susuyorum ne kadar üzüldüğümü bile bu bakışımın ıskaladığı çiçekler güzel bu dolup dolup boşalması vapurların bu ağaçların yükselmesi, kuşların uçması, kavuşması sevdalıların günün geceyi, yazın kışı kovalaması ve güzel bu akan su köpüren deniz ve benim hüznüm de güzel
yine de geçelim tüm bu güzel kucaklaşmayı o bizi üzen sayıların endeksine kapılmış dünyaları da geçelim
peki yarını, ellerini ellerim Cundullah Fidan
22
Uyanış her daim aykırı gelmiştir bana. Sanki insanlar hep uyurken birileri uyanık duruyor da, nöbeti devrediyorlarmışcasına aykırı. Günah şehirlerinde hep ticaret mi yapılır? Ticarette illâ ki faiz mi vardır? Gaflet kimi zaman gözlerin kapanması, kimi zaman ise idrakin körelmesidir. İnsan önündekini görür görmesine fakat bir anlam veremez. Anlamdan yoksunlaşmanın adı gaflet ise, uyanmak gereklidir. Masumiyeti kaybetmek sayılmaz aslında tecrübe. Tecrübesiz insanlar hep masum değildir. Masumlar üzerinden tecrübe kazanmaya dikkat çekmeliyiz belki de. Onları dövmek, ağızlarını burunlarını kanatmak. Ve sonra da özür dilemek. Ama asla susmamak. Çünkü susmak da bir aykırı duruştur. Yaratılmış onca ses varken yeryüzünde, hiçbirine benzetememek sesini. Kaslarını ve de ses tellerini kullanmamak bir israf olduğu gibi ilâhi bir başkaldırıdır da. Savunman gereken değerleri hiçe saymaktır. Oysa insan aykırı olmayan, estetik bir sessizliğe hayrandır daima. Eyleme geçmenin zor olduğu dönemler hep arkada kaldı. Artık eylemlerin estetiğine değinir olduk bütün bir yüzyıl insanı olarak. Terörist ile karizmayı birbirinden ayıran dedemin sürdüğü sakal yağı, düzleştirici ve traş makinesinin bıçağı ise, yemişim böyle güzelliği ve korkuyu. Volkanları unuttukça biz, yeryüzü kendisini depremlerle hatırlatmaya devam edecek. Arzın ereksiyonunu görmezden geldikçe, hatırlatmalara kulak asmadıkça, kendi hesap kitabımıza güvendikçe değil bir yüzyıl, bin tanesi geçtikçe biz gafletten uyanamayız. Hadi, gözlerimizi açıp her şekliyle güzelliğini belli bir gizem ile bize sunan evrene bakalım. Sapere aude. Suheyb 23
Özünde bir yalnızlık adamın Dert dinler anlatacağı yoktur Duygusu teknik Açık görüşte yaşıyor Tanrısı zaman Kalbi profesyonel atıyor Kendi hatırası yok adamın Mimikleri düz Fiiller isim Başka dualarla hayatta kalıyor Adam içinde ölü Eli kopsa hissetmiyor Deşik, kara delik, bükülü Zihni çökük Gözyaşları temizliyor adamı Yakıyor yanaklarını Derinleri sökülüyor Kansız yara adamda Öz Ve Annesi Adamın. Bilal Alirıza
24
25
rüzgar hâkim olacak ben yolun korkmuyorum görmelisiniz, biz gut lazım alt sırt Meanders ve her şey iyi olacak rüzgar hakim olacak mesajınız Büyükayı ve yarışın yolu kadife anlık hiçbir şey bile rüzgar hakim olacak tüm kaybolur rüzgar bizi taşıyacak okşamak ve misket bizi gözyaşları bu yara diğer günlerin sarayı dün ve Yarın rüzgar irade omuz Genetik atmosferde kromozomlar galaksiler için Taksiler ve benim uçan halı, bu rüzgar hakim olacak
26
google translate
tüm kaybolur rüzgar bizi taşıyacak bizim ölü yıllık bu parfüm kapınızı olanlar sonsuz kaderi biz pozlar, biz arkada nelerdir? rüzgar hakim olacak gelgit arttıkça her hesaplarını olduğunu ben gölge çukuru almak senin toz rüzgar irade tüm kaybolur rüzgar bizi taşıyacak
27
سحر مستمر
Android
ف ت ف ز نفس ال� يكون فيها وال أن شاء هللا عز ي� يم�ان ي تاريخ طويل ثارت ي� بعض الحاالت ي اعرف كيف يصل إىل حد ما كان عليه الحال كب� ف ي� مجمع الملك حد ي راح ضحيتها من يغ� دقيقة ف واحدة من أهم العوامل المؤثرة ي� كل مكان رسول ف ي� آخر كالم هللا عز،ترتيب اليوم كيف تتبع لها جذور سحر مستمر العمل لبطولة القوى العظمى من سيحكم من يغ� طبيعىة من كان ف ي� الظالم المحتم خ� الجزاء خ� الجزاء عىل ي ي ب� أ هو الفراق ي ن العضاء فعىل سبيل المثال ال توحدا ف ي� ذلك
DEVAMLI BÜYÜ
Bing Translate
Uzun bir geçmişi nerede yok Insha Allah Yüce denge kendimi bazı durumlarda biliyorum nasıl bir ölçüde kadar güzel oldu çok karmaşık Kral iddia her yerde en önemli faktörlerden bir dakika bile sipariş bugün, Tanrı’nın son sözleri Messenger’da nasıl geçmişine doğal olmayan Karanlığın hakim büyük güçler için sürekli bir çalışma bağlı magic için iyi izlenir arasındaki mesafeyi iyidir Üyeler örneğin değil birleştirilmiş içinde
28
Sevgili Dostum
Cundullah Fidan “Ein Zeichen sind wir, deutunglos”1 Hölderlin
Sevgili Dostum; Uykusuz birkaç gece üstüne yazıyorum sana. Sıkışıp kaldığım bu çıkmazdan kendimi kurtaracak en ufak bir yol bulamadım. Artık biliyorum ki, dil ve yazının kökenine dair yaptığımız tartışmalarda sen haklıymışsın. Senin o yıllarda ifade ettiğin gibi söz, ses ve onun temsili olan yazı ile kökten uyum içinde olmalıdır. İlk alfabetik yazının, sessiz harflerin seslerinin taşıdığı manayla bir ilişkisi olmalı, gürültüyle çalışır ağaç. Gürültüyle, taş. Gece, gürültüyle iner. Sestir evren 2. Söylediğin gibi, anlam bir imgedir. Dört yıl evvel bir öğrencimin daveti üzerine, Urfa’da bir köye gittim. Öğrencim, babasının tarlayı sürerken bir levhayla karşılaştığını ve büyülü olduğuna inandığı için kimseye göstermek istemediğini söyledi. Bir süre levha üzerine konuştuktan sonra beni babasının yanına götürdü. Ben levhadan söz açınca, sohbetten hoşnut olmadığını ve oğluna kızdığını fark ettim. Babanın bu tavrı içimdeki merak duygusunu alevlendirmeye yetti ve yaşlı adamı, öğrencimin de desteğiyle, türlü vaadlerle levhayı göstermeye ikna ettim. Fakat ona verdiğim sözler arasında, kimliğini kimseye söylememek gibi tutabileceğim, levhadan hiç söz etmemek gibi tutamayacağım sözler yer alıyordu. Levhayı göstermek için evlerinin damına çıktık, bir köşede battaniyelere sarılı halde duruyordu. Yaşlı adam dokunmamamızı söyledi, levhaya ancak onun ellerinde olduğu sürece bakabilecektik. Levha, bir levha bir metre kareden oluşuyordu. Levhanın nasıl durması gerektiğini anlamak için, birkaç kez evirip çevirttirdim. 1) Anlamsız birer işaretiz, biz. 2) İlhan Berk; Harflerle Sesler
29
Üst kısmına bir göz kazınmıştı. Bu gözün hemen altında Elife benzeyen tamamen düz çizgiden ibaret bir harf vardı. Aynı harf, levha boyunca her üç, dört harfin önünde bulunuyordu. Levhanın en altında içine birçok sembol ve imgenin detaylı bir şekilde çizildiği bir başka göze benzer simge yer alıyor ve bu simgenin de üzerine yine elife benzeyen harf duruyordu. Bu iki elif (elife benzediği için böyle diyorum) arasında büyükçe iki üçgen bulunuyordu. Her iki üçgenin tabanları birbirlerine paraleldi ve birbiri içlerine geçmiş şekilde ters duruyorlardı. Birlikte bir sözcük oluşturduğunu düşündüğüm her üç, dört harf, çeşitli geometrik şekillerin ve imgelerin içine yazılmıştı. Levhaya bir bütün olarak bakmak için geri çekildiğimde, adamın levhayı kolayca taşıdığını fark ederek şaşırdım ve levhanın ağır olup olmadığını sordum. Yaşlı adam, üzeri açık olduğu müddetçe rahatlıkla kaldırabildiğini, örttüğünde ise taşıyamadığını söyledi. Levhada yazılı olanların bir tür tılsım olabileceğini söyledim. Hiddetle itiraz etti. Levhayı bir kenara bıraktı ve acilen evini terk etmemizi istedi. Evden henüz uzaklaştım ki, yaşlı adam yanıma gelerek köyü terk etmemi rica etti. Otele döndüğümde bu olay beni türlü düşüncelere sevk etti. Gerçekten mermerin üzerine böyle bir tılsımın yazılmasının onu hafifleştireceğine ihtimal vermiyordum. Bir taraftan da eski medeniyetlerin yaptığı o büyük yapılar aklıma geliyor, levhada kazılı olanlarla bir ilişkileri olup olmadığını düşünüyordum. Böyle bir şeyin olması halinde çoktan keşfedileceğini ve hafifliğinin levhanın malzemesinden ötürü olduğuna kanaat getirdim. Ta ki, altı ay evvel İstiklal caddesinde bir kafede öğrencime rastgelene kadar. Kendisine babasını ve levhayı sordum. Öğrencim ben köyden ayrıldıktan bir ay sonra babasının evi terk ettiğini ve yanına yalnızca levhayı aldığını söyledi. 2 sene boyunca babasından hiçbir haber alamadıklarını, 2 sene evvel kendilerine yüklü miktarda bir paranın babalarının ismiyle gönderildiğini ve en son babasının 6 ay önce Arjantin’den ölüm haberinin geldiğini söyledi. Bu konudan söz etmek onu her ne kadar rahatsız ediyorsa da, konuya olan yoğun ilgim sebebiyle babasının ölümünün detaylarını anlatmaya başladı. 30
Ona anlatıldığına göre, babası Arjantin kırsalında bir barda birlikte bira içtiği iki, üç kişiyle barın önünde bulunan tırı kaldırabileceğine dair iddiaya girmişti. 3000 dolarlık iddia tüm barın ilgisini çekmiş, hatta barda bulunan birçok kişi iddiaya katılmak istemişti. Yaşlı adam barda bulunan yapışkan kâğıtlardan bir tane alıp üzerine özenle bir şeyler karalamıştı. Sonra bardakilerin alaylı kahkahaları eşliğinde ağır ağır tırın altına girmiş ve ardından tek eliyle tırı havaya kaldırmış. Tam bu sırada tır ansızın hızla adamın üstüne düşmüş ve yaşlı adam oracıkta ölüvermişti. Bazı tanıklar o sırada ufak bir kâğıdın uçuşup gözden kaybolduğunu ifade etmişler. Beynimden vurulmuşa döndüm ve öğrencime bir şey söylemeden kafeden çıktım. Bu olaydan beri - yaklaşık 6 aydır - harflerle ve onların muhtemel etkileriyle ilgileniyorum. Yapabildiğim ve keşfedebildiğim herhangi bir tılsım olmadı. Antik Mısır, Akadlar, Babiller, Sümerler ve bu coğrafyada yaşamış tüm eski medeniyetlerin yazıtlarına göz attım. Her birini test ettim. Benzer bulduğum tüm yazıtları tekrar formüle ettim. Hiçbir sonuç elde edemedim. Son birkaç haftadır, Fenike yazısıyla ve bulduğum bir yazıtla ilgileniyorum. Bazı harflerin levhada gördüğüm harflerle benzerlikleri beni oldukça şaşırttı. Şimdilik bazı sonuçlar edindim sanıyorum. Çevresine daireler çizdiğim son birkaç çalışmamdan sonra, kulaklarımı sürekli olarak çınlatan bir ses peydah oldu. Sesin tüm bir gizemin kapısını açacak bir görüntüsü olduğunu düşünüyorum. Ama henüz bunu imge haline sokmanın bir yolunu bilmiyorum ya da o kendisini benden gizliyor. Seslerin kendilerini açabileceği o görüntü ufkunu bana öğretebileceğin ümidiyle yardımlarını bekliyorum. Sadık dostun ve kölen. Edip Berk
31
allah ın rahmeti ve gazabı üzerinize olsun
Burak Yıldız
kuş rengi mavi polarımtırak polarımsı hırka değil ile kumrular dikine uçuyor beni alışverişmerkezlerine gömün de parçapinçik edin bedenimi kriminallik olmayalım evet büyük boy prezervatif istiyorum hayır kanalizasyona neslimi karıştıracağım giz emmekle uğraşıyorum odak noktam greenwich hayali çizgilerim yok bir düzleme sahip değilimiz ait olamam dev sıfır küçültülün haritalira tam neredeysem buradayım işte değil orası şurası hiç yenimde en yeni im ye de her seferinde şarjjzzzet kendini su içemk istiyor’m gece eppey yorucuidiydu kalemtıraşım kayıp beş ay oldu ber.denden.e para vermeyeli hayata müdehale etmem lazım bekle biraz geliyorum ruhun gemisini taşıyorum koynumda hadi ağzına da al beyazcamla yeşilçam arasındaki bağlamı cem baba anlayamayız zannımca bacaklar ve reklamlar yalama olmuş olabilir hem istanbul da insan bul- ürkütücü bizon demleniyoruz emleniyoruz leniyoruz eniyoruz niyoruz iyoruz yoruz oruz ruz uzz gelsensen ey ölüm gel.sen gecenin gölgesinde not: iki tarafınızda başka açılardan [her hareketinizi görmeye müsait] iki adet canlı yayın yapan kamera mevcuttur. kendinize gelince sinyal sesinden sonra mesaj bırakınız.
32
Ağaaçların* bina arabaların hayvan sessizliğine bürübürünmüş bir ormandayım her yer yosun tayini yok yönümün karınca kolonisiyle karşılaşmadım gör.düştüklerim daha çok parazitlere benzeşeyor gayet işteş ve gittikçe daralan ses eşikte pervazda pencerede sofada oturma odası koltuğu yayılmışlığı tuhaflığı yenimde bolca kıl dan tüyden şeyler işte şey dediysem şey değil şaaptırma şimdi hepitopu karmançorman dil canbazlığı mezar taşım olmayacak leb dedin çorum *kalemtıraşımı buldum.
33
Keler
Ferdi AMCA
Ağzımda yarım kalmış bir çığ… yarım bir söylen… İşte bu eski bir hüner benim için. Dokunduğum her şey yarım kalacak. Kafamın içinde sesler. Ve görüntüler hiçbir yere ait olmayan. Gölgesi beliriyor bir armut ağacının. Eski bir görüm duldasında çocukluğumun… Uzak hayalleri çağırıyorum. Bilmiyorum kimin. Kim biriktirmiş bunca bozukluğu? Hem kim ne yapsın yarım bırakılmış pasajları. Yine de bir yerden kalkışmak gerek denemeye. Yıllanmış kuruntuların birdenbire parlaması gibi -bugüne ve yarına ait olmayan- parlaması gibi yıldızların, parlaması gibi, parlaması gibi, parlaması gibi başakların, o firez kokusu yanık, bizden evvel, bizden evvel kömür karası, soğuk. İşte bu çoğunca bir umut. Oysa raks hayvanı kayalık dibinde yeşeren bir ot kadar yalnız. Hızlı ve süreksiz bir geçiş, bir aralık beklentisi, bir oluş ve sanırım hepsi bu. Yine de gölgesinde değen rüzgâr hiç bitmeyecekmiş gibi sonsuz bir cennet çağrışımı. Kafamın içinde sesler. Hiçbiriniz olmayan. Seslerden bir sessizlik. Kuruyorum, düş değil. Düş değil, düş değil, hiç değil. Bu sessizlik… İçinde bir kartalı avlama istenci, göğe doğru gerilen lastiği sapanın -taş düştü, taş düştü!- kafasını yardığın çocuğun… Belki de kırılmış kafalardır bir yaşam peşinden sürüklenen ve kıramadıkların yüzünden tökezlersin. 34
Düzensiz tayfların çapraşık ilişkileri. Ayrıkotunun yeşil ve sıcak imgesi kafamda. Ve çavlanlar bindirip kayalara kadim bir sızıyı sürüklüyor… Ağır çekim bir peygamberdevesinin vişne ağacının yaprağından kayışı… Hissizliğimi yitirdim. Bin yıldır aynı kayanın üzerinde dilini göğe uzatmış bir kelerim.Tüm olmuşların ve olacakların laneti bende. Tapınaklardan sürüldüm, çok zaman oldu, uzaklaştırıldım evlerinizden. Ve çocuklarım babalarını tanımayan birer ejderhadır geceleri kapınıza pusu kuran. Duygularınızı yutan, ateşten yalımlarla adağınızı kabul eden, eski bir gelenektir bu, her daim pusuda bekleyen, kin kusturan, sürekli konuşturan, ağlatan, sızlatan. Yalvarışınız tohumlarıma adanmış kötü birer sunudur. Bu onunla başlayan bir çığlıktır. Bir kopuş, bir dağılış. Her şeyimiz belirli bir düzene ayarlanmış. Acemi bir teolojidir kurduğum. Ne var ki kıpırtısız duruyor ellerimde büyüttüğüm muzırlığım. Kaç defa deşen ben. Ne çok ben var bir kolaja sığdıramadığım. Bu benlerin hiçbiri ben değilim. Değilim başındaki dağın ateşten heyulası. Ve değilim hiçbiri. Boynum İbrahim’in bıçağına dayanmış bir kurbanın boynudur. Yine de bu benler içinde biri var ki üstelediğim, o olmayan, yalnız bir balaban gibi bataklıklarda avlanan… Sayısız kuruntulara uzanıyor ellerim, tasarlanmış kıssalardan paylar çıkarıyorum kendime. Bu benim payım diyorum, bu değil. Kararsız kalıyorum, o keler ben miyim kayanın üzerindeki. Onca sıfat benim mi, yakışan ve yakışmayan. Bin yıllardır söyleneduran. Çalı diplerinde, ağaç kovuklarında saklanan. Buğday tarlalarında, susuzluktan çatlayan toprakta karın üstü sürünen. Onca zahmet bir ismi var etmek için mi, başkalarına ulayarak. Usulca süzülüyorum… Bu kanatlar benim korunağımdır orada ve burnum dikken. Ama şimdi kimse dokunamaz tüylerime. Çünkü çirkin ve lanetli bütün kelerlerin ölümü bendedir. 35
Büyüdü Yunus Aydın ‘acı çekmek ruhun fiyakasıymış’ ensemde kırık bir kaplumbağa sırtıyla ellerimin gölgesini izledim gölgeler nereye gittiyse ben ve ellerim ellerim benden ileri ellerim benden geri izmarit tutuşmuyor serdarın aşık olduğu gemideyim toprağa tükürüyorum yanıyor sonra denizin altı gözlerim yeraltı aralığında gözlerim koltukla uyku arasında ellerim uzandı toprağa sere serpe ellerim tırnaklarımla kazıyorum göğü etlerimi parçalıyorum kendi dişlerim kayra bir antlaşma yaptık tersine söyleniyoruz dünyayı ve bulup getiriyoruz bahçeleri ayaklarımın aklında kalmış fayrap kelimesi allah deyince olmuyor ya her şey bana ne benden şehrin bütün duvarlarına asıyorum çarmıhları dirilmek mantığı neyse inlesin isteyen herkes kendini İbrahimin oğlu ishak iyi ishakın oğlu yakub iyi yakubun oğulları yahuda ve kardeşleri iyi bu secere böyle iyi kötüyü seçsin artık çarmıhın gerisindekiler ellerim çarmıhtan ileri bu ne değildir yusuf 36
‘dedim dilimin ucuna gelen her neyse’ duvarlar parçalanmalı mı kaldır dizlerini yerden doğudan gelen bilginler yalan söylemiyor olabilirler ama yıldızlar düşüyor dizlerinin değdiği yere allah deyince olmuyor ya her şey sana ne senden ‘acı çekmek ruhun fiyakasıymış’ bozkıra açılan bir çalılıkta bir pencere bir de kapı ellerim kapıdan ileri ellerim pencereden geri bozkırda öfkesi örtülü karanlık bir ileri bir geri kadınların saçlarıyla dövüyorum bozkırdaki sırtlanı sırtlan döndü yedi defa nedendir kendi etrafında allah belasını versin öfkeyle sırtlanı dövenin de allah deyince olmuyor ya her şey size ne sizden atlar cehennem gibi gidilmemiş bir ülkede yaşıyor tayrap beyoğlundan kalkıyor cenaze bütün atlar cehenneme ‘acı çekmek ruhun fiyakasıymış’ ol deyince olmuyor ya her şey ona ne ondan çocukluğuma dönüp dua ediyorum çocukluğum dur benim allahım
37
Ya Rayah-Ey Yolcu* Hey nereye gidiyorsun ? Eninde sonunda bana geri döneceksin… Kaç insan bunu reddetiğine pişman oldu ki… Senden ve benden önce…
Ne kadar kalabalık ülkeler ve ne kadar boş şehirler gördün? Ne kadar zaman harcadın? Hala ne kadar kaybediyorsun? Ah bir diyardan bir diyara göçen… Ne yaptığını hiç biliyor musun? Kader zamana yön veriyor ve takip ediyor ama sen bunu kabul etmiyorsun… Kalbin neden bu kadar üzgün? Neden oralarda böyle perişan kalıyorsun ? Zorluklar sona erecektir göreceksin ki hiçbirşeyi öğrenmek yada yapmak uzun sürmez… Günler bitmez senin ve benim gençliğimizde olduğu gibi Aaaahhh fakir ahbab bende şansını kaybedenlerdenim… Ey yolcu sana doğru yolu takip etmeni öneriyorum… Bir şeyi almadan ya da satmadan evvel ne istediğini bil… Ahh uykucu, haberlerin bana ulaştı… Sana da bana da ne oldu böyle … Kalp en sonunda yine yaratıcısına(Allah’a) en yükseğe dönecektir… Dahmane El Harrachi * Fransa’ya göç eden ilk kuşak Cezayir göçmenleri için yazılmış bir şarkı.
38
OLARAK.
KENDİME BAKARKEN GÜLMÜYORUM
Furkan Cengiz
bartılı güzelliği sevmiyorum. hAstalınk iş:de n”aparsın bu minvalde bir şans senin de 1 âdet edin şansını âdet edin korkmamayı çünkü ne şekilde korkulur ölümden hangi formuyla üzülmenin üzülmek ( HARAKİRİ & İNŞİRAH ) âdet edin korunmamayı -> korunmazsak coğrafya nesne kendisiyle karşılaşmanın şiddeti nedeniyle doğrudan erişilebilir olmadığından, nihayetinde sorgulanması gereken bir yananlamlar bütünü___PASTA afallama her halükârda var olan iki eğilimin. biriyse doğru -doğru olan çözüldükçe sığlaşan yanın senin yanın senin dehşetin- de mantık arama onu bilmen mümkânsız bir şey bilincini tamamıyla doldurursa onu göremezsin GÖRünmeyeni GÖRme egzersizi: . buna kaçış derler türleri vardır baharın bahar yok türleri var bahar bende çok ağrı yaptı bahar yok ağrı da yok eğer keskin geçişlerden korkuyorsan BEN-SENİ-KORURUM keskin geçişin her türlüsünden bana sığınırım doğrulup sana uzandığım ilk an nasıl üşenmedim ama nasıl kitaba ve nesle uzandığım an hiç düşünmedim.
39
yürüyüş senkronun düşünüş senkronundur adımın kadar fikrin ya da adımın kadar ilerleme kadar metamorfoz kadar parodi
sözün geriliminden bahsetmenin gerilimi. Gerilim. söz o anda/anlam kendi kendisinin içinde başlayan ve biten bir şey. bitiyor zihnin birtakım görünümlerle çalışmadığı her an kendi görünümünle çalışır? SÜREKLİ KENDİNİ İZLEME GİRDABINA GİRİP ÇIKAMAMAK BAKINTI: bu aralar çok dağılmış/yöntemsizizm/ bu hallerle ölsem kalan [esasen numen] dünyada neler olur? Tartışıyoruz o kadar dehşetli bir tartışma ki taraflar birbirine ödevler verip dağılıyor.
40
Zeyrek ve civarı Bilal Alirıza Zeyrek, Fatih Caminin arka taraflarında, Unkapanı’nın hemen üstünde Fatih’e bağlı bi semt. Ben Zeyrekliyim. Eskiden daha küçüktü, bir kısmı Sinanağa diye geçiyordu. Kendimce Zeyreği ikiye ayırıyorum; yukarı ve aşağı diye. Yukarı Zeyrek 60-70’lerin salak yapılarıyla dolu, yürürken sokak isimlerinin eskiliği ve arada kalmış 3-5 taş/ahşap yapılar hariç Türkiye’nin herhangi bir semti gibi. Biraz aşağısı, Halice gider gibi, yani aşağı Zeyrek, cumbalı ahşap ve taş yapılarla dolu harika bir yer. Semte adını veren Kiliseden dönme Molla Zeyrek Cami ve Zeyrek Sarnıcı buranın en gözdesi. Haydar Caddesi eskiden Sulukule ya da Tarlabaşı gibi sorunlu bir yerdi. Şimdi oralardan gece geçebiliyorsun. Hemen yanında Meşhur bir yangından ismini almış Çırçır var. Ahşap evlerinden dolayı bi kaç dizi çekilmiş ama yine de bozulmamış bir yer. Burada diğerlerine benzemeyen bir semt sahafı da var. Hemen Zeyrek Cami’nin dibindeyse Alevi-Bektaşi meşrep bir dergâh, bilmeyen bulamaz. Bulursan dünyanın her yerinden insanla acayip müzik ve muhabbetler edebiliyorsun. Unkapanı’na gider gibi yapınca da Kadınlar Pazarı’ndan geçerek Zeyrek Yokuşu diye bir yerden Türkiye’nin en eski sokağını görebilirsin. Kadınlar Pazarı, “ot obur” hayvanların her organından yemek yapılan ilginç bir yer. Popülâsyonunun nerdeyse tamamı Siirtli Arap ve Kürtler olduğundan buraya Siirt Pazarı da diyorlar. Seçim zamanları yoğun HDP bayrakları görmek mümkün. Meydan’da ayrıştırıcı özellik olarak eski bir Şafii Camileri var. Tütün, otlu peynir gibi doğu mamulleri burada bolca bulunur. Surların hemen dibinde kaçak çay içilebilecek çay ocakları, yine surların dibinden Unkapanı’na iner gibi yapınca çıkmaz bir sokağın dibinde Çin Daması turnuvalarına katılan, sırf bunun için varlığını sürdüren ve eğitim alanına benzer bir çay ocağı bulmuştuk, gerçektende çok ilginç bir yer. Geleni tanımıyorlarsa misafir gibi ağırlıyor, mekânla ilgili epey bilgi veriyorlar. Kadınlar Pazarı Meydanının tüm lokantaları burayla özdeşleşmiş kuyu kebabı gibi bir şey olan büryan ve perde pilavı yapıyor. 41
Biraz daha aşağıya indiğin zaman karşına Unkapanı’nın meşhur pilavcısı çıkıyor. Taksicilerin, polislerin ve diğer bölgelerden gelenlerin gözden düşürmedikleri cadde üstü yemek yerleri. Şöhreti, kullandığı fren yağından ve yedikten sonraki karın ağrılarından geliyor. Semtin bu tarafında oturan herkes pilavcıların çok zengin ve apartmanlarının olduğundan bahsetmeye bayılır. Bunu dışında Unkapanı, şimdilerde duvar kâğıtları, perde gibi şeylerin satıldığı, eskidense müzik piyasasının kalbi olduğu için İstanbul Müzik Çarşıları (İMÇ) ve de su kemerleriyle (Valens) bilinir. O kemerlere çıkmak yasak ama çıkılıyor ve çok
zevkli. Burası ayrıca yol güzergâhı olarak Aksaray ve ötesini, Beyoğlu ve devam eden yolla birleşmesi özelliğinden bütün İstanbulluların gelip geçtiği bir yol. Saraçhane (bisikletçilerin olduğu altgeçit) buranın aklıda kalan yanlarından. Saraçhane’nin üstünde tarihi İtfaiye ve parklar bu civarın yapay ama en yeşil yeri. Ayrıca Büyükşehir belediyesinin burada olması, İstanbul Üniversitesinin buraya yakın olması da bölgeyi çok hareketli yapan şeylerden. Unkapanı’na devam edecek olursak, Balat’a doğru olan tarafı Zeyrek, Eminönü’ne doğru olan tarafındaysa Vefa var. Vefa, lisesi ve bozacısıyla meşhur. İstanbullu olmanın temel gerekliliklerinden biri olan 42
her kış Vefa’ya gidip boza içmek vazgeçilmez bir ritüeldir. Bir doğum günü hediyesi olarak bu yıl Vefa bozası hediye etmeyi alışkanlık haline getirdim ve yaymaya çalışıyorum. Bir de şu sıralar Vefa Kaçak işçi ve fakir göçmen yurdu. Her köşe başında muhtemelen Avrupa’ya gitmek üzere Türkiye’den geçmeye çalışan ama geçememiş Bangladeşli ve esmer Suriyeli görebilirsin. Oradan her geçtiğimde onlarla aklımda kalan üç beş bangladeşçe kelimeyi farklı farklı biçimlere sokarak muhabbet etmeye çalışıyorum. Bangladeşliler 15-20 kişi tek odalık berbat dairelerde yaşıyor, atölyelere ucuz iş gücü sağlıyor. Kısaca eskiden Türklerin de yaptığı ama artık önce iç-göçle gelen fakir Kürtlere, şimdiyse yeni oluşan fakir-yabancı tabakaya bıraktığı işler. Orada yaşayan Suriyelileri durumu da farklı değil. Evlerinde su olmayanları gördük. Vefa’dan Küçükpazar’a kadar durum böyle. Haliyle epey ucuz esnaf lokantaları vs. bulunabiliyor. Bu iki yerleşkede de epey ilginç konseptler çıkabiliyor karşınıza. Küçük Pazar’da bir hanın tamamı tiyatro mesela. Başka bir binada Suriyelilere ait Avrupa’ya yayın yapan muhalif radyo var. Yazın, tezgâhta İstanbul’da başka hiçbir yerde göremediğim, Adana, Mersin ve Hatay’da gül suyuyla yapılan Bici Bici denilen bir tatlı satıyorlar. Buraya özgü bir de tam İMÇ’nin arkasından Küçük Pazar’a kadar uzanan Cumartesi günleri kurular bitpazarı var. Satıcıların etnik kimlikleri ve satış stratejileri açısından İstanbul’un diğer bitpazarlarına pek benzemiyor. Zeyreğin Fatih cami yönünden biraz yukarısına doğru çıkınca At Pazarı’nı görebilirsin. Burası önceki yıllarda demirci, marangoz ve araba tamircilerinin ve tam ortasında Fatihteki her türlü pisliğinin döndüğü meydan kahvesi olan bir yerden, bir süre entelektüel muhafazakâr cennetine, daha sonra da yeni açılan nargile kafelerle birlikte bir tarafı halen entel, diğer tarafıysa tophane gibi bir yere dönüşmüş durumda. Burada ilk Eski kafa diye bir yer açıldı. Sahibi muhafazakâr cenahta epey tanınan bir çocuk edebiyatçısı. Haliyle burayı popüler yapan yer orası oldu. Sonra diğer kafeler açılıp kapandı ve şimdiki halini aldı. Her bir kafe’de sosyolojik bir kimlik bulmak mümkün. Herhangi bir amaçla buraya gelenler ya da yolu düşenler Fatih’i hala 28 Şubat kafasıyla tanıyorlarsa epey afallıyor. 43
At Pazarı’nın en eski ve değişmeyen yeri en başındaki bizim “dayılar” dediğimiz çay ocağı. Mekân kahvehane olarak 35’te açılmış. Kısa bir süreye kadar herkes çayın fiyatını 2-2,5 TL çekmişken o ısrarla 75 Kuruşa direndi ve daha fazla dayanamayıp fiyatı 1 Liraya çıkardı. Kahvesi ve limonatası çok güzel. Önceleri civarda polis koleji vardı. Daimi müşterilerini onlar ve “eskiler” diye tabir edilen adamlar oluşturuyordu. Şimdi anlaşılamayacak derecede değişken. Yinede de uzun vakitler geçirebiliyoruz orada. Her gidişinde akla hayale sığmayacak dualarla uğurlanıyorsun. Hemen yanında dayıların alanını işgal eden “akp ilçe gençlik teşkilatı kafe” olan bezm-i safa diye salak bi yer var. Hemen yanında Saadet partisini temsilen Der Saadet, ve semt kafesi kıvamında tophane bilmem ne kafesi. Onun yanında, hemen hemen her çalışanın işi bırakıp yanına bir yere kafe açtığı Eski kafa ve entel öğrencilerin gözdesi Lena var. Bir diğer yanı eskiden birkaç avukat arkadaşın kurduğu Beyrut kafe. Eskiden burada söyleşiler ve atölyeler olurdu. Daha sonra devredildi, tiki ve con conları çekmeye çalışan bir yere döndü. Son olarak bu tarafta İHH’yı temsilen Bab-ı Yaren diye bir kafe mevcut. Eski sahibi bir semt abisiydi. Semtlilerle siyasiler arasında sürekli denge kurardı. Buranın çoğu esnafı da Siirtli olduğundan bir ara At Pazarı “Yukarı Siirt Pazarı” gibiydi. Bab-ı Yaren’in karşısında sahibi Rizeli ve neyzen olan Hânegah diye bir mekân var. Her tarafından Rizelilik fışkıran bir yer. Muhlama, laz böreği falan yapıyorlar. Meydanın en başında Malatyalıların Pütürgeliler Derneği var. Türkiye’nin farklı şehirlerindeki insanların, At Pazarı’nı sadece bu dernekten ötürü bildiklerine bile denk geldim. Fatih Cami’ne doğru giderken “duvar dibi” diye bilinen sıralı çay ocaklarının olduğu bir bölge var ki Fatih’in çay ocağı cenneti olduğunu ispat eder. Cihan Duvar dibi diye keçeden, ahşaptan acayip bir dekorasyonu olan ama içeriye dişi sineğin giremediği bir yer var burada. Caminin öbür tarafı sanırım ismini Malta’dan gelen baharatların satışıyla alan Malta Çarşısı’na doğru gider. Uzun süredir Trabzonluların ve Karedeniz ürünlerinin işgali altında olan çarşı 3-5 Suriyelinin dükkân açması hem bu işgali kırmış hem de Fatih’te güzel yemek yeme imkânına erişmiş olduk. Şimdilerde bu sayı yarısından fazlasına denk geliyor. Felafel’in en ucuzunu burada buldum; 2,5 Lira. Malta’da ayrıca Mahzen 44
diye kendinden otantik ve pek bilinmeyen, gene içeriye dişi sineğin girmediği çok güzel bir mekân bulunuyor. Senelerdir aynı kasetten müzik çalınır. Malta’dan sonrası 28 Şubat’tan da bileceğiniz Minik İsmailağa Cumhuriyeti olan ve Fatih’in her yerinin böyle düşünüldüğü Çarşamba bölgesine gider. Ben sık sık gidip gezmekle kalmam burası için İstanbul’u Taksim-Kadıköy sanan arkadaşlara mini turlar yaptırtırım. Söylemeden geçemeyeceğim: Benim Çarşamba’da en ilgimi çeken olay Fenerle tam teşekküllü sosyo-mimari sınırlarının olması. Fener, patrikhanesinden dolayı Ortodoks merkezi, ayrıca binaları ve nüfusu, komşusu Çarşambanın aksine Tarlabaşı gibi bir yerleşim yeriydi 2014’e kadar. Şimdi Cihangir’e dönüştü. Beyoğlulu arkadaşlar için izah edeceksek: Çarşamba – Tophane, Fener – Cihangir, Balat – Şişhane ve Ayvansaray – Tarlabaşı gibi. Bu durum birkaç senedir buna doğru dönüşüyormuş. Senelerden beri belediye ve avaneleri, bir Fener’den bir de Ayvansaray’dan restore ede ede içeriye doğru giriyormuş. Ayvansaray’da Türk Mahallesi diye bir yeri fakirlerden arındırıp, zenginlerin hizmetine sunmak üzere“restore” etti belediye. Ya da başka bir isim altında ama gene belediye. Beton, dışında üç beş ahşap malzeme ve Fransız balkon, cam girişler gibi eklektiğe yeni soluk getirecek bir tarz falan yaptı Sulukule’ye yaptığı gibi. Fener ve Balat’ta ise işler daha ağır ilerliyor. Rengârenk evlerden oluşan Yıldırım diye bir caddesi vardı Fener’in; belediye hepsini kırmızın tonlarına boyadı. Tuhaf olan THY dergilerinde ısrarla eski fotoğraflarını kullanıyor. Buraya bir de antikacı ve entel butik kafe sahiplerinin göçü var. Bazen buranın yerlisiyle çatıştıklarını gördüğümüz oluyor. Eski yerleşimcileri olan Rum, Ermeni ve Yahudilerin buraya yavaş yavaş ev satın alarak döndüğü dedikodusu burada revaçta. Ama totalde gene herkes bir şey satma peşinde. Haliç hattı üç dinin mabetlerinin yoğunluyla bilinen bir yer. Vodina Caddesi üzerinde Kudüs patriğine bağlı bir kilise var ki içersi ortaçağdan kalma. Rum Lisesi olan Kızıl Mektep, Türkiye’nin başka hiçbir yerinde görülmeyecek bir mimariye sahip. İlk izlenim genelde İspanya falan oluyor. 45
Zeyreğin alt tarafında Cibali diye bilinen yerde Kadir Has Üniversitesinin sosyolojik etkileşiminin getirdiği farklı bir atmosfer hakim. Bundan sonrası haliç kıyısı boyunca içerden ve dışarıdan gezerek birkaç sene harcayabileceğiniz bir bölge. Genel olarak Zeyrek ve Fatih, karmaşıklığı, merkezliğine rağmen gece sakinliği, her yere ve her şeye yakınlığı ve her şeyi barındırmasıyla tam anlamıyla ve halen İstanbul’dur.
46
Mardin
Serkan Sevinç
Otobüse binerken geride bıraktığım 2 saatlik yorucu heyecandan sonra muavin ve şoförün sık sık ‘Bir arzunuz, isteğiniz var mı efendim?’ gibi isteklerine rağmen kendimi uykuya bıraktım. Tarsus’a üniversiteden arkadaşım Enver’ine davetine gidiyordum. Enver’le sadece sınıf değil, ev dahil birçok sosyal ortamları paylaşmıştık. Sabahın 4:30 gibi saatinde Tarsus’taki Nusret Mayın Gemisi’nin yanında indim. Yüzümü otobüsten dışarı çıkarır çıkarmaz ‘Neden Akdeniz’e bunca zamandır gelmediğimin?’ tecrübesini yaşayacağımı anlamıştım. Sıcaklık ve nem birbiriyle kıyasıya yarışıyorlardı. Sıcak asfalt yerine biraz daha serin kaldırıma kendimi sırtüstü bıraktım. Daha öncesinde Ege’de 6 yıl yaşamışta olsam bu sıcaklıkla karşılaşmamıştım. Nefesim daralmış, ne yapacağımı şaşırmış vaziyetteydim. Yarım saat kadar kaldırıma yattıktan sonra midemden ‘derin’ sesler gelmesi üzerine kahvaltı arayışlarına girdim. Çay ocağında sadece bir poğaça yiyip, 5 büyük bardak şalgamla kendime gelmiştim. Saat 9’a gelirken Enver uyanmış ki beni aradı. Neyse ki evi yakındı 20 dakika’da gelip, evine gittik. Enver’le 6 yıl boyunca sadece ev ve okul değil, kendi hayatlarımızı da paylaşmıştık. Birbirimizin ailelerini görmesekte görmüş kadar tanıyorduk. Diyarbekirli Enver geniş, sıcakkanlı, güleryüzlü, çokça esprili - ki çoğu aile bireyleri tarafından kendisineydi - bir aileye sahipti. İlk bakışta oldukça sert görünen babası ailenin aslında en matrak insanıydı. İlk gün sıcak karşılamadan sonra günün nasıl geçtiğini anlamayacak şekilde hoş muhabbetle geçti. Enver’le Tarsus turunu tamamlarken gün bitmişti. Hayatlar aşağı yukarı aynıydı, netice itibariyle gecekondularda dahil her evde klimanın olmasıydı. Enver hayatımda gördüğüm en çalışkan simalardan biriydi. Ben ne kadar yatmayı seviyorsam kendisi o kadar çalışmayı severdi. Sevmekten öte ders çalışma konusunda bilinçli kardeşimdi. Diğer konularını es geçelim şimdilik!.;) Gece ikliminin nefesini ciğerlerimde hissederken bu topraklara alışamayacağımı fazlasıyla tecrübe ettim. Ertesi gün güzel bir kahvaltı sonrası Adana, Mersin’i gezmek için yola çıktık. Şehir merkezlerinden nefret ediyordum 47
her defasında tasdiklemek için bilhassa ilk geldiğim yerde gezerdim. Artık dönem şartlarından merkezlerin kendine has dokusu, kokusu, güzelliği yok. Geceyle beraber sahile geldik. 2 gün sahilde kalmayı planladık. Bu benim özel isteğimdi. Akdeniz’de evde kalmaktansa sahilde kalmak en akıllıca karardı. Sorun etmeden çadırsız kalmayı göze almıştık. Sahilde doğudan batıya her insan mevcuttu. Geceleri sahilde, gündüz doğa gezileriyle güzel 2 gün geçirmiştik. Gece eve gelip, Enver kardeşimin ailesiyle vedalaştıktan sonra Ramazan’ın 1. Günü sabah 9’da Elazığ trenine bindim. Yolda anlaştığımız üzere İstanbul’da ayrıldığımız Suheyb ve Bilal’le Elazığ’da buluşacaktık. 12 saatlik tren yolculuğu bilhassa Ramazan’ın ilk günü için oldukça yorucu geçmişti. Trende ilk iftarımı bir ailenin daveti üzerine beraber yaptık.
Bilal ve Suheyb’le İstanbul’dan aynı zaman, ayrı yerlerde tanışmıştık. Bilal’i ilk kendisinden önce o mütevazi dolu gülmesiyle tanımıştım. Fatih At Pazarı Meydanı’na aşağıdan girip, Dayılara doğru çıkarken orta sıralardaki kafede arkadaşlarıyla oturduğu sırada çevreyi inleten o hoş, naif gülmesini duydum. Başımı çevirip O’na doğru içimden ‘Bu öküzde kim?’ dediğimi hatırlıyorum. O günler çok geride kaldı. Gel zaman git zaman birbirimizi yolda bulduk. Suheyb’le de ilk Gezi Park’ında tanıştık. Aklınıza ilk, Gezi Olayları gelmesin. Daha öncesindeki ilk ‘lüks’ iftar protestolarından bir iftar sonrasıydı. Hayatımın daha öncesinde hiç Suheyb yokken o günlerde ikisiyle tanıştık. 48
Suheyb, kendine münhasır, kafasına göre takılan izlenimi vermişti ki çok zaman geçmeden farklı detaylarla arkadaşlığımız sürdü. Bilal otostop yolculuğuna sırasıyla İstanbul’dan çıkıp,Karadeniz sahili, Gürcistan ve geri dönüşte Erzurum’da Suheyb’le buluştuktan sonra Elazığ’a varmışlardı. Suheyble Bilal yolculuklarını aylar öncesinden planlarken Uğur kardeşimin ‘3-5 gün İstanbul’dan çıkmak iyi gelir’ düşüncesiyle yola çıkıp arkadaşın İstanbul’a zorunlu geri dönmesi ve hazır yakınken ‘bir süre’ Bilal ve Suheyb’le İstanbul dışında da vakit geçirmek fikri güzel geldi. Ve uzun tren yolculuğunun ardından Elazığ’da buluştuk. Elazığ’a ilk defa geldim. Gardan çıkarken telefonla haberleştiğimiz üzere yukarı doğru çıkarken, onlar Elazığ’da tanışıp, misafir kaldıkları öğrenci arkadaş Ahmet’le beraber aşağı doğru iniyorlardı. Saat 10’a geliyordu. Yarı aydınlık caddede yukarıdan gelen tanıdık gölgeleri görmenin sevincini ilk zamanki gibi hatırlarım. Aynı ortamları paylaştığınız dostları başka bir yerde görmenin zevki bir başkadır. Yemek, çay sohbetlerinden sonra öğrenci arkadaşın evine attık kendimizi. Bilal’le Suheyb öğrenci Ahmet’le iftar çadırında tanışmışlar. Yolculuğun büyük kısmındaki sıkıntıyı ilk orada farkettim. Bilal ve Suheyb, ayların ev arkadaşlığında bir sorun vardı. İşin kötü tarafı ben ne kadar sorunu küçük gördüysem her geçen gün sandığımdan daha büyük sorun olduğunu ta beraberliğimizin son durağı Van’da anladım. Her defasında ‘çocuk değiller, öyle yada böyle konuşup anlaşırlar’ diye düşündüysemde ‘eşekliğin yaşı olmayacağını’ acı bir tecrübe etmiştim. Elbette ki geç kalmıştım. Yok sağolsunlar fazla yansıtmamaya çalışmışlardı lakin olmasaydı eminim çok daha iyi olabilirdi. Yorgunluğun ardından kafamdaki soru işaretleriyle uykuya gömüldüm. Elazığ’daki 2. günde yolcu ruhsatına rağmen oruç tutmaya devam ettik. Elazığ Temmuz ayında diğer yerler gibi sıcaktı. Bulunduğumuz günlerde Harput Kalesi’ni gezdik. Esnafla fazla diyaloğa girmedik. Elazığ için dışardan ne düşündüysem farklı bir şey görmedim. Verilmiş bir sıfatlarına sıkı sıkıya bağlı olmalarından pek fazla bir şey yoktu. 2-3 günlüğüne diye çıktığım yolda 2 haftayı geçirmiştim. Planım yine yoktu sadece yolda olduğumu biliyordum. 3. Günün öğleden sonrası öğrenci 49
arkadaşımız Ahmet’le vedalaşıp Diyarbekire doğru yola çıktık. Elazığ – Diyarbekir arası yaklaşık 160 km ve iftara yetişiriz diye düşündük. Yolda ilk kamyonete bindik. Yarım saat sonra indik ve eski Ford minibüste 3 genç bizi aldı. Uzun olmadığı müddetçe yol klasik tanışma muhabbetleriyle geçerdi. 3 gencin ardından Temmuz sıcaklığıyla orucun ağırlığıyla tükenmiştik. 3 kişi olduğumuz için zaman zaman ayrı gitmelerimiz oluyordu. Suheyb ve Bilal’le uzun bir yatışın ardından Suheyb bir arabayla önden kaçmıştı..;) Bilal’le otostop niyetine yardımcı olacağını söyleyen adamın, dolmuş kazasına uğramıştık. Bindikten sonra anlasak bile yorgunluğumuzdan inmedik. Zira konforu olmayan dolmuşun kırık koltukları bile güneş altındaki yatışımızdan daha keyifli gelmişti. Dolmuş bir lokantada mola vermişti. Oruçlular gölgeyi tercih ederken Bilal’le ben lokanta önünde delicesine akan buz gibi kaynak suyun yanında, tepemizde güneş oturduk. Oruçluyken mi bilinmez akan kaynak su, ömrümün en tatlı suyu gelmişti. Kaynak suyun soğukluğu yüzümüze yüzümüze vuruyordu. Kaynak suya öyle bakıyorduk ki her damlacığın zerresini, bileşenlerini görüyorduk. İçimdeki nadir ukdelerden biridir o sudan içememek. Ama elbet bir gün içeceğim. Yalan yok oruç konusunda gidip geldim. Neyse ki mola bitti ve sadece elimizi, yüzümüzü yıkayarak veda ettik o güzelim kaynak suya. Suheyb önden gittiğinden bizden önce Diyarbekir’e varmıştı. Öğle sıcağı ve oruç söz konusu olunca bizi Ulu Cami’de beklemeye başlamış. Camiye ilk girdiğimde manzara müthişti. Caminin klasik tasavvurundan hariç sosyal kullanımının bu kadar üst seviyede kullanıldığını daha önce görmemiştim. Saflar tıka basa uyuyanlar, muhabbet edenlerle doluydu. Köşede bir yer bulup birazda biz uzandık. İkindi sonrasıyla şehir turu ve iftara hazırlık için camiden çıktık. Diyarbekir’e gelme ihtimalim olmasıyla sevindiğimi iyi bilirim. Yıllardır buralardan birçok arkadaşla tanışmıştım, bende cazibesini her geçen gün arttırıyordu. Çarşıda gezerken esnaflara dikkat etmeye çalıştığımda esnafın ırkı, dili, dini olmaksızın esnafın dilinin aynı olduğunu görüyorduk. Fakat yoldaki diğer esnaflara göre daha insanî bulduğumu belirtmem gerek. Belki de Diyarbekir’in fazlaca tanınır olup, yılın her gününde farklı insanların ziyaret etmesinin önemli bir etkisinin sonucudur. 50
İftar epeyce yaklaşmıştı ki her sıvı gıda fazlasıyla dikkatimizi çekiyordu. Meyan Kökü Şerbeti, daha önce sık duyduğum tadı hakkında farklı görüşleri bildiğim bir şerbet türüydü. Esnafın şerbeti bir kapdan diğer kaba sürekli boşaltması o vakitte oldukça cezbediyordu. İftar zamanı alışverişte kafalardan sürekli ‘daha’ların geçtiğini biliyordum buna rağmen tadını bilmediğim şerbetten 3-5 almak geçiyordu. Şimdilik 2 tane alıp, beğenirsek sonra alırız diyerek anlaştık. İftar öncesi görüntüsünün, sonrasındaki tadı Hızlıca (2012 Temmuz eski adıyla) Dağkapı Meydanı’na doğru yürüdük. 1 ay evvel ismi (Ağustos 2014 itibaren) Şeyh Said Meydanı olarak değişmişti ki 1925 yılında İstiklal Mahkemesinin aldığı kararla Şeyh Said ve 47 arkadaşının meydanda asılmıştı. İdamdan önce Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza büyük mücadele verenlerin otorite tarafından herkesin gözü önünde asılmasının ileriki yıllar için ne kadar trajik, vahim, ciddi sorunlara neden olacağını ve buraya bakarken geçmişindeki derin izlerin sebeplerini etraflıca düşünmenin gerekliliği yeterince açıktır sanırım. Tarihe fazla karışmadan iftar çadırına dönsek iyi olur ki burası şimdilik yeterli bir yer değil. İftar çadırında vakit girmişti. Menüsü güzeldi pilav, taze fasulye, çorba, su ve tatlı vardı. Gözüm sadece Meyan Kökü Şerbeti’ni görüyordu. Şerbeti ilk yudumundan itibaren derin bir hayal kırıklığına uğradım. Bilal’le Suheyb’te de aynı şaşkınlığın izlerini görmekteydim. İlk yudumdan itibaren şerbetle aramızdaki ilişkimizi sonlandırdık. Acıyı çok sevmeme rağmen acıyla karışık farklı ve sevmediğim bir tadı vardı. Yemeğimizi yedikten sonra tarihi meydanda dinlenmeye çekildik. Hemen rahatsız etmeyelim diye yaklaşık iftardan 1 saat sonra Ferhat’ı aradık ve fazla bekletmeden geldi. Kendisiyle ayaküstü tanıştıktan sonra hızlıca evine doğru hareket ettik. Evi yeni Diyarbekir denilen tamamen tokivâri sitelerden oluşan yerdeydi. Aynı katta 2 daire ve birinde ailesi kalırken diğerinde yalnız ya da bizim gibi misafirlerin kaldığını belirtti. Önce bize ayrılan eve geçip, eşyalarımızı yerleştikten sonra hızlıca yan daireye ailesine geçtik. O gün evli olan kardeş ve yeğenleriyle kalabalık bir aileye misafir olmuştuk. Evin büyüğü babası, daha öncesinde misafir olduğum Diyarbekirli Enver’in babasına benziyordu. Sert mizaçlı gibi görünüyordu fakat torunların 51
karşısında muzip dedelik tavrını misafirlerin yanında esirgemiyordu. Tüm aile fertleri eşleri ve çocuklarıyla beraber iftara gelmişlerdi. Hasbihal edip, çay muhabbetinden sonra müsaade isteyerek bize ayrılan eve geçtik. O gece balkonda çeşitli meyve ve diğer ikramlarla balkonda sahura kadar Ferhat’la kendimizden, bölgesele doğru sohbete devam ettik. Ferhat, geçim durumu aileden iyi biri olarak istediğini yapabilme gücü vardı. Fehat önceliği müziğe vermekle birlikte gazetecilik olmak üzere kısmi ticaret vs. birtakım işlerle uğraşmaktaydı. Sahuru baş başa yaptıktan sonra sıcak diyarbekir’de klimalı evde güzel bir uyku bizi bekliyordu. Öğleden sonra Ferhat’ın önderliğinde şehir turuna çıktık. Arabasına her binişimizde kendi albümünü dinletmesi pek naif, mütevazi duruş özelliklerinden biriydi! Ferhat, giyim olarak son derece dikkatli ve temizdi. Beraber olduğumuz müddetçe ütülü giysileri tercih etmişti. Evi son derece düzenliydi. Her şeyi noksansız yerli yerinde bir evdi. Belde de bir tanıdık ya da bilen birisiyle gezmek oldukça önemlidir. İlk durağımız Hasan Paşa Han’dı. Hasan Paşa Han’da 2-3 saat geçirdikten sonra İskender Paşa Cami ve diğer yerleri gezmeye devam ettik. Ferhat yerli olmanın yanında gazeteci olarak çalışmanın binaneyn her gittiğimiz yere dair notlar aktarıyordu. Diyarbekir bölgenin öneminden sık sık yabancı insanlar tarafından ziyaret edilen bir yerdi. İnsanlar misafir görmeye alışık bir gözle bakıyorlardı. İftara kadar gün boyu dolaştıktan sonra evin yolunu tutmuştuk. İftar menümüz ev yemeklerinden oluşmayalı baya bir süre geçirmiştik. Ramazan’ı yolda geçirmenin 52
en mutedil tarafı her sahur ve iftarda farklı mekan, sofra ve kişilerle muhabbet etmektir. İftar ve çay muhabbetinden sonra dinlenmek için misafirhanemize geçtik. Gündem, bölge ana başlıklı sohbetten sonra yarın içinde ufak bir plandan sonra balkon sefasına son verdik. Sahurdan sonra biraz daha oturma ve sıcağında etkisiyle öğleden sonra evden çıktık. Eski Diyarbekir’i gezmeyi planladık. Tarihi bölgenin asıl kokusunu, dokusunu yakından hissetmek istedik. Elbette ki yerel halkla birebir yüz yüze görüşme yaparak ‘turist’ gezisinden farklı olması dileğimizdi. Diyarbekir deyince kapılarından başlayalım dedi Ferhat. Meşhur Dağ, Urfa, Mardin, Saray kapılarından başlamıştık. Yeni ve eski Diyarbekir ayrımı bariz açıktı. Yeni Diyarbekir’de bilinen Toki siteleri mevcutken, eski Diyarbekir’de gecekondu yapılar, birbirine yapışık, komşu komşunun içinde, hayat standardı yeniye göre çok düşük insanlar yaşıyorlardı. Mardin Kapısı’na doğru güneş tepemize vurmuştu. Sıcaklıklığında etkisiyle beraber orucunda ağırlığı söz konusuydu. Mardin Kapısı’na doğru yönelmiştik ki önde Ferhat, arkasında Suheyb, arkasında ben ve en arkada Bilal yavaş yavaş geliyordu. Arkamızdaki motor sesi git gide yaklaşıyordu. Ta ki çok yaklaşmasıyla beraber gaza basmasının akabinde Bilal’in sesini duymuştuk. Uzaktan bizi takip ediyorlarmış. Bilal iyice geride kalıp, Mardin Kapısı tarafına doğru geçerken kapkaççılar fırsatı değerlendirmişlerdi. Bilal’in yanından motorla geçerken kolundan çantasını tuttukları gibi çekip almışlardı. Bizde şaşkınlığın vermiş olduğu heyecanla birlikte arkalarından bakakalmıştık. Çantasında az miktarda paranın yanısıra telefon daha da mühimi pasaport gibi resmi kimlikler can sıkıyordu. Ferhat kapkaççıları ilk önce olay mahallindeki esnafa sordu. Bir cevap alamayınca oradaki hatırı sayılır kişileri sormaya başladı. Onlarla beraber bir süre bekledik. Bize en kötü ihtimalle telefonunu bulamayıp, çantadaki diğer eşyalarla birlikte kimlikleri bulabileceklerinin ümidini veriyorlardı. ‘Ya sabır..’ demekten başka çaremiz yoktu. Akşamleyin sizi arayacağız diyerek bizi gönderdiler. Eve geldik çaresizce. İftarımızı yaptıktan sonra çay içmeye başlamıştık ki telefon çaldı. Ferhat açtı telefonunu ve ilk kelimesi ‘bulunmuş mu?’ diye sormak oldu. Uzun zaman sonra topluca istem dışı bir hareketle derin bir ‘oohh..’ çektiğimizi hatırlamıyorum 53
ama o manzara çok güzelmiş. Hemen karakola gittik. Çantayı aldık ama içinde telefon yoktu. Buna da şükür demiştik lakin pasaport dahil resmi birtakım şahsi eşyalar duruyordu. Gece dönüşte eve girdiğimizde çay, kahve eşliğinde son gece muhabbetini balkonda yaptıktan sonra sahuru da aradan çıkartarak yattık. Ertesi gün akşama doğru aile etrafıyla helalleşip, ayrıldıktan sonra Ferhat arabasıyla şehir dışına bırakmıştı. Herşeyiyle beraber Ferhat’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Sağolsun kendisi ve ailesi son derece zarif, kibar insanlardı. Misafirperverlikleri unutulmayacaktı. Diyarbekir’e veda ediyorduk. Benim bu şehre ilk ziyaretimdi. Son olmayacağı konusunda şüphem yoktu. Yaşananları geride bırakıp çıkışta 2-3 ağacın gölgesinde ‘biraz oturalım sonra bakarız yolumuza’ deyip yer bakıyorduk. O sırada Diyarbekirli üniversiteden arkadaşım Ozan beni aradı. Sık sık olmasa da görüştüğüm bir arkadaştı. O da o sırada Diyarbekir’deymiş. Konuşup anlaştıktan sonra onu beklemeye başladık. Yaklaşık 45 dakikaya kadar beklerken bizde neler yapabileceğimizi konuştuk. Ozan gelmişti. Kendisiyle okulun uzatma devrelerinde mesai arkadaşı olarak tanışmıştık. Okulda olduğu gibi mesaide de normalde anlaşamayacağımız durumlarda bir güce karşı birlikten anlaşır olmuştuk. Ozan’la 15 dk kadar görüşmüştük ki az uzağımızda Mardin tarafına doğru gidecek kamyonları görmüştük. Hızla ayrılıp, kamyonlara doğru koşarak kamyona binen şoförleri yakaladık. Hemen hızlı bir manevrayla 4 arkadaş şoförle birlikte 4 kamyon yola çıktık. Yeni bir kamyon sefası da başlıyordu. Yolculuk için tır olmadı kamyon her zaman için güzeldir. Tek sıkıntısı şoförlerle daima muhabbet içerisinde olmak zorunda kalmak. Şoförler sırf yanına konuşmak için yoldan yolcu alıyor desem yalan olmaz. Yolda Şoför Ahmet Abiyle tanış faslını geçmiştik. Bizi kendi memleketi Cizre’ye davet ettikten sonra artık yolla ilgili hikayelerini dinliyorduk. O sırada Diyarbekir – Mardin arası 90 km ve 2 saat olarak hesaplıyorduk. Tabi ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Oturduğum kamyonun güzellik yapabileceğini hiç düşünmemiştim. 3 kamyon önden gidiyordu ki kamyonumuz su kaynatmaya başladı. Şoförümüz Ahmet Abi hemen durdu ve kendi deposundan suyu boşalttı. Bu şekilde zannedersem 9 – 10 kere durduk. Önce kendi 54
suyumuzu sonra diğer kamyonların, daha sonrasında da yolun kenarında durup yoldan geçen araçların sularını tükettik. Yol boyunca biraz zahmet çektik lakin muhabbet ve asıl kamyon yemeğiyle o gün tanıştığımdan zahmet, rahmete dönüşmüştü. O gün çok daha iyi anladım ki yolda otobüslerin durduğu yerde değil, kamyon ve tırların konakladığı yerde yemek yiyeceksin. Yemekleri diğer yerlerle kıyaslanmayacak kadar güzel ve ucuz ki öncesinde insanlar birbirine karşı daha samimi. Öğle 2 gibi çıkıp, gece 10 gibi varmıştık. Normalde 2 saatlik yolculuk böylece 8 saate çıkmıştı lakin hiç şikayet ya da sitemimiz yoktu. Aksine yolculuk yine düşünemeyip, planlayamayacağımızdan daha iyi geçmişti. 8 saatlik yolculuktan sonra Mardin girişinde kullanılmayan tarihi eski bir çeşmede konaklamaya karar verdik. Çeşme Mardin girişi kavşağında tam orta bir yerdeydi. Biraz dinlendikten sonra kısa bir mardin turu yapalım dedik. Eşyalarımızı çeşme oluğuna sıkıca yerleştirip, üstünü de otlarla tamamen kapattık. Görünmüyordu ama umarım ‘garibim köpekler yiyecek var’ diye eşelemez endişe içerisinde Mardin’e giriş yaptık. Mardin’de gece inanılmaz sakin geçiyordu. Bilal’le tavla oynayıp, bi iki yere göz attık. Akabinde yorgunluğunda baş göstermesiyle doğruca yuvamıza çeşmeye yola koyulduk. Geceyi çeşmenin üstünde sırtımız yeryüzüne göğsümüz gökyüzüne bakıp, açık havada yatarak geçirmiştik.
55
Toufic Hamidi
56
Yok’luğu zor Harun Reşid Göktaş
Yok’luğu zor, zor olan soy. Azad edilen hafıza; Susan kaldırım, solan görsel, hisseden duygu.. Üşüyünce ayak, tutulunca bel, binler toplu halde gömülünce Damlayan harf anlam katar hayata Şeritler düzlüğü bulunca, bulunca kelime kullanıcısını Soy olmak zor, imadır alan. Yalnızlıktan Hep yalnızlıktan boşta kalan ellerin fötr şapka tutması Kalbimde olmayan duygu belirmesin alnımda. Güzel kulak, gösterir Uykunun vaşak rüyasıdır pasaklı saatler Deliliğini saklayanları bilgeliğini saklayanlardan daha çok seviyorum İyisi mi insanlığa karışmalı ve duymak istediğim başka başka yalanların sorularını bulmalıyım
57
Tony Gatlif ve Romenler Mustafa Kadir Çelik
Bazen Gıptayla Bakarım Köpeğinle Gezerken ki Saygına Geçenlerde “İyi Yolculuklar” ismiyle Türkçe’ye tercüme edilmiş belgesel film kategorisinde bulunan “Latcho Drom” adlı filmi izledim. Gerçi birkaç bölümünü geçmiş yıllarda izlemiştim ama yedi ülkenin bir arada harmanlanmış halini görmemiştim. Filmlerinden de tanıdığımız Mağrib (Cezayir) asıllı Fransız yönetmenin Tony Gatlif ’in kendi deyimiyle senfonik şiir olarak tanımladığı bu eserinde kendisi gibi olan Roman halkını konu edişindeki yöntem ve üslup dikkatimi çekti. Aslında dikkatimi dağıttı desem daha doğru bir açıklama olacak. Filmi izleme hikayem de garip zaten. Arkadaşlarla otururmuş sohbet, muhabbet ediyorduk. Biraz ara verelim, bir şeyler izleyelim dedik ve internette arama yaparken birden ekranda karşımıza çıkıveren bu belgesel filme denk geldik. Ne anlatıyor diye sorduğumda ‘abi Çingeneler işte’ dediler. Daha önce birkaç film izlemiştim, iyi olur hadi başlayalım” dedim ve küçük ama şirin balkonumuzda oturup izlemeye başladık. Tony Gatlif filmde ana tema olarak Roman ya da Çingene diye adlandırılan kendilerine has yaşam tarzıyla bilinen göçebe ya da şehir’ de yaşayan müzikle bütünleşmiş seyyahları konu almış.
58
Seyyahlık geleneğine başka bir hava katan Çingeneler Hindistan’dan başlayıp Mısır, Türkiye, Romanya, Macaristan, Slovakya, Fransa ve İspanya’ya kadar uzanmış. Şarkılarla konuşturmuş karakterleri Gatlif. Çıtayı biraz yüksek tutmuş. Müzik ve dans etmekten başka bir şey bilmeyen bu etnik topluluğun duygularını, haykırışlarını, isyanını, ağıtlarını, neşelerini ve isteklerini şarkı sözleriyle sunmuş izleyiciye. Telli çalgılardan vurmalı çalgılara kadar birçok enstrümanı kullanmış. Çocuklar başrolde neredeyse. Film daha ilk dakikasında bize güzel bir seyir sunacağını söylemişti zaten ama ben konunun etnik kökene kadar inip yakın tarihle beraber “bundan yaklaşık 1000 sene önce” diye adlandırılan tarihsel aralığı da görmek isterdim. Konseptin biraz daha farklı olduğunu 5. Dakikadan sonra anladım. Film’de dikkatimi çeken noktalar siyasi ve dini argümanlarla donatılmış olmasıydı. Fansa ve İspanyadaki Çingeneleri Kilise’nin reform dönemindeki aydınlanma sürecinde kültürel atılımlar çerçevesindeki yansımalarını görüyoruz. Bununla beraber Romanya, Macaristan ve Slovakya’daki Romenleri dönemin gerçeklerini göz ardı etmeden -Komünist ideolojiyle bağlantısını ötelemeden- anlatması olayı daha çekici kılmış. Gatlif bu filmde mahalledeki ya da sokağın içindekileri değil de şehirde kendilerine yer isteyenleri ele almış. Popüler kültürün kıyısından köşesinden geçmek zorunda kalmış çünkü detaya ve sokağın içine girecek olsaydı eğer filmi kitlesel izleyicilere ulaştırmazdı. Bu yöntem onların müzikal sanat tarafını ön plana çıkarmış ama onları yakın tari59
hin resmi kayıtları dışına çıkrtaamamış. Bulundukları ülkelerde yaşadığı birkaç dönüm noktasını; savaş, barış ve yönetim politikalarından kaynaklanan değişimlere sabitlenmiş. Filmin içine girecek olursak eğer benzer olayları anlatan önceki yapımlarla karılaştırdığımızda tamamen bağımsız olmasa da farklı bir konu görüyoruz. Bilinen ve en çok kabullenen bilgiye göre Çingenler Hindistan’dan ayrılıp Avrupa, Mısır ve Kuzey Afrika yollarından geçmiş ve yol üstlerinde durduğu ülkelerde silinmeyen izler bırakmışlardı. Ebetteki bu yol üstündeki duraklar bizim birkaç saatlik ya da birkaç gecelik nefeslenmelerimiz değil en az birkaç aylık duraklardı ki o esnada bazı gruplar hoşlarına gittiği bölgelerde bir iki nesil yaşamak gibi bir tercih yapabiliyorlardı. Birçok kültürle tanışmışlar ve birçok kültürden etkilenmişlerdi. Çöl ve köy kültürüne yabancı olmayan Çingeneler şehirleşmeyle başlayan modern kültüre uyum sağlasalar da bu uyumun yeterli olmadığı söylendi hep onlara.
Yolculuklarında tanıştığı kültürleri etkileme gücü azınlık olduklarından dolayı folklorik tarihle yetinmek zorunda kaldılar. Diğer taraftansa etkilendiği kültürleri kendi potasından eritip yaşamaya devam ettiler.
Bu tarihsel sürecin görsel unsurlarına filmde bolca rastlıyoruz. İlk sahneler olan Hindistan bölümündeki dans ve şarkılar (özellikle dans) Hindistan’daki yerel kültürlerinin harmanlanmış hali. En eski dans geleneklerine sahip topluluklardan biri olan Hint kültürünün ana dans figürleri Çingene dansıyla birleşmiş şekilde karşımıza çıkıyor. Yer yer Hinduizm ve Budizm’in etkisiyle ateş, buhur ve gece tapınmalarına benzeyen sahneleri görmek de mümkün. Çöl filmdeki bütün fotoğraflamaların banyoya çıkmamış hali. Kıyafetler, gırtlak sanatı şarkıları ve süs eşyalarıyla onları Hintli yerlilerden ayırmak haylice zorlaşıyor. Her bölümde çok uzaklara gittiklerine dair ya şarkılar söyleniyor ya da nesneler gösteriliyor. “Her seferinde sefalet ve nefretten kaçtık uzaklara” diyorlar. 60
Hümanizmin dışında sanatsal açıdan baktığım zaman bunu müzikle yatıp kalkmanın getirdiği karakter oluşumunun dünya görüşü olarak görmek bana daha mantıklı geliyor. Mısır’dayız. Çöl kültürü devam ediyor fakat bu sefer İslam dininin etkisinde kalmış bir ülkenin yapısına değiniyor yönetmen Gatlif. Hurma ağaçlarının arsından geçen çocuklar İslam medeniyetinin mimarisinde büyük yer kaplayan genelde Cami, Mescid, Tekke, Hamam ve meşk meclislerinin yapımlarında kullanılan kubbeli ve yankısı bol mekandaki müzik ve dans gösterisine götürüyor bizi. Daha çok Arap ve Sufi kültürüyle bezenmiş meşk günleri karşılıyor izleyicileri. Dans figürleri Arap kültürünün geleneğiyle iç içe. Kıyafetler Hintli çöl Çingenelerinin uzun elbise ve başörtülerinden biraz daha sade. Türkiye’ye vapur ve deniz manzarasıyla geçen yönetmen çiçek ve darbuka etrafında geliştirmiş kurguyu.
Burası Ortadoğu mu Mağrib mi diye tam da tereddüde düştüğümüz anda Müezzin kafasında takkesi ve Türklere has makamındaki ezanıyla bölümün Türkiye’den olduğunu anlıyoruz.
Türk kültüründe adeta Romenlerle bütünleşmiş olan darbuka ve çiçek hemen hemen her karede var. Seyyar Boyacılık (lostra) mesleğini belirli bir dönem elinde tutan Çingenelere de ışık tutan yönetmen Gatlif, sokaktaki ayı oynatma sahnesi esnasında bana Şehremini’de iç içe yaşadığımız Çingene komşularımızı hatırlattı. Eminönü, Kasımpaşa ağırlıklı görüntülerin çoğunlukta olduğu Türkiye bölümünde görüntüdeki yüzlerin yarısı (adana ve çevre illerden gelen) Romenlerle aynı bölgede yaşayan fakir aileler. Dans figürleri küçük bir kız çocuğunun üzerinden verilmiş İspanyadakinin aksine. Berberlik ve Teleskopla aya bakma işine de el atan Çingeneleri Türkiye’de daha da hayatın içinde görüyoruz. Bakırcılık 61
mesleğiyle uğraşanlarsa diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de yer almamış. Romanya Macaristan ve Slovakya ebetteki Çingeneler için çok önemli ülkelerden biri. Çavuşesku’ya değinen bir şarkının sahnesinden sonra Çavuşesku’nun ölümünü ve sokak çatışmalarını dile getiriyorlar. Şarkıda “İnsanlar sokaklara inip birbirini öldürdü” diyor bir Çingene. Küçük bir Çingene babasıyla ellerinde haylice kalabalık olan ailesine götürmekte olan ekmekleri yiyiyor. Ve birbiri ardına gelen sahnelerle Macaristan ve Slovakya’daki yaşam tarzlarının birbirine çok benzediğini anlıyoruz. Kadınların kıyafetleri dışında farklı olan –ki büyük bölümü bize benziyor- bir şey görmedim. Başörtülüleri bağlama şekli Türkiye’deki muhacirler dediğimiz kesimin örtme şekliyle aynı gibi. Türkiye, Balkanlar ve Trakya bölgesi arasındaki tarihsel ve kültürel süreci düşünürsek daha iyi bir görsel canlandırma yapabiliriz burada.
Her evden çıkan bir müzisyen (çalgıcı) Türkiye’deki Çingenlerin bayram karşılamalarında yaptıkları müzik ziyafetini andırıyor. Hemen ardından hikayesine dörtnala atla giren yönetmen seksen ve doksanlı yıllardaki uzun yol araçlarının zamanın ruhuyla en bütünleşmişi olan trenle devam ediyor. Tren yolculuğunu bolca kullanan Gatlif, yol kenarlarında yerleşkeler kuran Çingeneleri, elinde bohçalarıyla gelecek olan yakınlarını kutlamak için toplanmasıyla güzel bir geçiş yapıyor. Herkes ev eşyalarıyla soğuk havlarda ateş yakıp müzik söylüyor. Kürk ve kalpağıyla modern giyimli bir kadın çocuğuna para verip onların yanına gönderdikten sonra “Şuan çaldığım zaten senin müziğin” diyerek parasını cebine 62
koyuyorlar ve çocuğu ortalarına alıp devam ediyorlar. Slav Irkı’nın yöresel giyimi her ülkenin geleneksel elbiseleri gibi burada da vurgulanmaya devam ediyor.. Ağaç üstlerini barınma yeri edinen yaşlı bir Çingene kadınsa kolunda numara damgası elinde eşinin fotoğrafıyla “Almanya’ya kaçtık ölüm bize daha da yaklaştı” diyor. Eşiyle birlikte Almanya’daki Romen soykırımına maruz kalmış fakat eşi kendisi kadar şanslı değilmiş. Çingenler Fransa’ya da uyum sağlamış. İnançlarını yaşamakta özgürler. Bu bağlamda Türkiye olarak baktığımızda isteyenler Cuma namazına gidiyor ve Ramazanda oruç tutuyor. Fransa’daysa haftalık ibadet olarak Kilisedeki ayinlerini müzikle gerçekleştiriyorlar. At arabalarındaki küçük ama farklı konseptler Fransa’nın yaşam tarzını belli ediyor. Özel mülklere girdikleri için görevliler tarafından o bölgelerden kovuluyorlar. Sonra şehirli bir Fransız Çingene, otomobiliyle arkalarından yetişip grubu kiliseye götürüyor. En ilgi çekici bölümse İspanyada geçiyor ve şarkılarla işlediği konular yönetmenin de zaten bu toplumsal sorunun içinde olduğunu açıklıyor. Filmlerinden bazı sahneleri seçerek belgesele koyan Gatlif başaralı bir konsept seçkisiyle karımıza çıkıyor. Her Çingene profesyonel bir Flamenko dansı yapabiliyor. Mahalle başları ve köşeleri toplanma yerleri. Yerleşik hayatın içinde ama kendi yaşam tarzlarını bozmadan hayatlarını sürdürmek isteyen Çingeneler İspanyada’da birçok zorlukla karşılaşıyor. Evelerinin kapı ve penceresine örülen tuğlaları ses efekti olarak kullanıyorlar. Sonra bir tepeye çıkıp şehre sesleniyor içlerinden bir kadın. Endülüs surlarının dibinde El çırpmalarındaki ritim bazen neşe bazen de hüznü anlatıyor. 63
Fransa’da ki kilisede yaptıkları müzikli ayinden sonra İspanya Karalılığının birliğini sağlayan ve modern bir hayata geçiş adımları atan önemli dindar bir siyasi lider olan ve kilisedeki anlayışı değiştirmek için reformlar yapan İsebella’ya sesleniyorlar geçmişteki güzel hayatlarının özlemiyle “Katolik İsebella kurbanlar verdik, bazen gıptayla izlerim seni, köpeğinle gezerkenki saygına”. Bu arada Tony Gatlif Türkçe çevrisi olan filmdeki konuşmalarıyla gerçekten de sağlam bir şiir yazmış. Bu şiir hakkında en az iki sayfa konuşmak gerekir aslında ama ben, inceleme esnasında şiir editörlüğünün getirdiği merhametsizlikle metni anlama boğacağım için vazgeçiyorum bu tahlilinden. Aileme ulaşmam uzun zaman sürer. Ağaçların yapraklarında saklarım ayaklarımı. Nişanlım güzeldir. Yemeği hazırladım, Yatağımı yaptım, Sadece sen yoksun burada Bir tek sen varsın Ah gözlerim Ağlıyorum. Domates kırmızısı, görüyorum yüzünü Hayalini. Ay’ın yüzeyindeki kraterleri gösteriyor... Aya bakmak bin lira! İşte, yaşamın keyfini çıkarma zamanı geldi. Özgürce yaşamak. Timisoara’da... İnsanlar sokaklara inip... İnsanları vurup öldürdü. Dağ yemyeşil olmuş... Orman da öyle. 64
Şansın yaver gidiyor. Şu an çaldığım senin istediğin müzik... Yaşam uzakta... Ölüm yakında. Tanrı başıboş gezmeyi kınıyor. Çok uzaklara gittik. Nefret ve sefaletten kaçtık... Almanya’ya doğru... Almanya’ya kaçtık... Biz Çingeneler, böyleyiz, göçebeyiz. Yaşam tarzımız böyle, kimse değiştiremez. İşte bir leylek... Katolik Isabella... Kurbanlar verdik... Malum akşamlar... Malum akşamlar... Bazen gıpta ederim... Köpeğinle gezerkenki saygına
65
Kendi yüzünü göremeyen insan
İrem Erdem
Kendinden başka herkesin yüzünü görebilirsin, ama kendini aynaya bakmadan bilemezsin. Kendini tanimak mı istiyorsun? Vakit ayırıp bir kağıt kalem çıkarırsan sana muhteşem bir yöntem önereceğim (ama evet yazmak kesinlikle gerekli) Çevrenizdeki insanları şoyle bir gözden geçir, özellikle gıcık olduklarını. Onlarda seni rahatsız eden özellikleri bir bir yaz. Buna çok sevdiğin bir insanda sana batan küçük davranışlar da dahil. Ve bu sırada şunu hatırla: başkasında seni rahatsız eden şey aslında kendinle ilgilidir. Yok canım ne alaka diyebilirsin ama bir düşün. Bir çok kötü özellik hoşuna gitmese bile seni `rahatsız` etmiyorken, neden bunlar batıyor? Veya başkalarının o kadar tutulmadığı ufak birşey neden seni delirtiyor? En başta, başkalarından farklı olarak tecrübe ettiğin herşey senin onlardan farklı bir özelliğinle ilgilidir. Bu basit gerçek cepte olmak üzere bu konuda başka şeyler de var. Kendimizde var olan, ama olduğunu kabul etmek istemedigimiz özellikleri başkasında görmek, daha doğrusu `başkası` sandıgımız aynada kendimizi görmek bizi rahatsız eden şey aslında. Biliyorum, `hayır bu çok saçma ben öyle değilim ki` diye düşünmek olasılıkla ilk tepkin. Tam olarak da konu bu. O davranışın dürtüsü içinde var ve, ya bu davranışı onaylamadığın için o dürtüyü bastırıyorsun, ya da yapıyorsun ama bunu yapmakla barışık değilsin, bunu yaptığını veya yapma barındırdığını kendinden gizliyorsun. Kabul etmemek için bulabildiğin her bahaneye ve bakış açısına sığınıyorsun. 66
(Kafanin içinde kendini herhangi bir konuda savunuyorsan bunu fark ettiğin anda dur ve dön de kendine bir bak. Egon senden sana dair bir gerçeği gizlemeye çalışıyor. ) Utanmazın biri çıkıp bunu alelalade yapıp kendine yediremediğin o davranışı sana gösterdiğindeyse seni rahatsız ediyor, `nasilyapar!` diyorsun; tahammul edemiyorsun. Bu yüzden o kişiye bağırıp çağırmıyor olabilirsin, hatta görmezden gelmeye çalışıyorsundur belki. Ama kendini tutamayıp şakayla gizli kücük iğnelemelerde bulunuyor olman oldukça muhtemel. Bunun öte tarafında, başkalarında gördügün tüm güzel özellikler de yine senin yansıman. Çünkü şöyle düşün, eğer sen gördügün şeyi tanıyorsan, gördüğün özelliği anlayabiliyorsan, sen o güzelliği kapıyorsun ve o güzellikten bir parça sende mevcut demektir. Bu arada bunlar kişisel sallamasyonlarım değil, niyesini iyice anlamak isteyen psikanalizde devamını bulabilir. Szondi testi bu prensibi açığa çıkaran kapsamlı bir örnektir. Ama zaten şu uygulamayı yapınca şimdiye dek farkına varmamışsak bile kendimiz görebileceğimiz kadar belirgin bir gerçek. Böylece o kişilere karşi hislerimizin değişmesi söz konusu olabilir, ve kendimize eziyet etmeye son vermek de hediyesi. Bastırmak ilk akla gelen olsa da taşmakta olan bir su yalnızca fıskıracak başka delikler bulacaktır. Taşan suyun, itkinin varığını kabullenince bilinçli olarak akmasına izin vermek ve bu sırada kaynağını gözlemlemek gerçek bir çözümlenmeye götürebilir. Ya da kendinizin ve başkalarının bu yanıyla barışık olmanızı sağlayabilir, ki o da bence epey birşey. Ben paylaştım, denemesi sizden. Berraklık dilerim!
67
Mohammed Nour Shammout
68
Onur ve Serap çiftiyle bir söyleşi Habitatı Şahsına Munhasır Hayatlar Nasıl Vegan Oldunuz? Vicdani sebeplerden dolayı vegan oldum. Hayvan öldürmek gibi. Hayvan çiftlikleri özellikle. Politik bir veganlık dönemim olmuştu. Yani endüstri karşıtlığı. Şimdi tamamen hayvansal ürünlere ve beslenmeye karşıyım. Hayvan sömürüsü akıl almaz boyutta. İzmir’de Çobanlık yapıyordum ve sırf bu yüzden ismimi “enayi çoban” a çıkardılar. İnek ve danaların yavruları vardı. Küspe veriyorlardı hayvanlara. Bense onları dağa çıkarıyordum. Karaburu’ nun en uç yerlerine. Hiçbirisinin sütünü almadım. Normalde sürünün sahipleri sana belirli bir ücretin yanında hayvanların sütünü de veriyor. Sütten ister kullan ister sat sana kalmış.
“Süt huy ve karakter geçiren bir içecek olduğundan hayvan sütü kullandığımızda hayvansal karakterler de taşıyoruz” Ama kimse danalara içirmiyor. Hâlbuki süt danaların hakkı. Endistürü hayvancılığında yavrulara anne sütü hiç verilmiyor. Nehir yeni doğmuştu ve ben eşim serapla dağda kulübe yapmıştık. Türkiye’nin en batısındaki tepenin ucunda. Köye bayağı bir uzaktık. Nehir’i bir gün kangal köpeğinin memesine yapışıp süt içerken gördük. Hayvanlar dağda gayet mutlu şekilde otlarken sütü iyidir diye Nehir’ e bir bardak süt alasım geldi. Dana memeye yapıştığı andan itibaren memede süt bırakmadığından nasıl yapacağım diye köylüye sordum. Bana ineği ayrı danayı ayrı bir yere bağlayıp almamı önerdiler. İkisini birbirini görecek şekilde ayrı yerlere bağlayıp tam süt almak için ineğin memelerine elimi atmışken anne çocuk ağlamaya başladılar. Dayanamadım ve danayı hemen 69
bıraktım. Bırakır bırakamaz ağlayarak koşup annesinin memesine yapıştı ve sonuna kadar içti. Çünkü onun hakkıydı. Yavrunun en ihtiyacı olduğu zamanda onu annesinden ayırmak çok kötü bir davranış. Tabi bu arada ben bizim çocuğa süt alamadım. Yani annemizin sütünü birileri gelip paket yaparak başkalarına sattığını düşünelim! Bence buradan bakmamız gerekiyor. Yalnız belirtmekle fayda var. Avcı toplayıcılık yaşam kültüründe böyle bir şey yok. Hayvansal ürünler yerleşik hayata geçtikten sonra başlıyor. Avcı toplayıcılıkta et kültürü nerdeyse yok gibi. Daha çok meyve ve a sebze ürünleri tüketiyorlardı. Yörük hayatı yani. Mesela Yörüklerde çember usulü vardır. Çünkü ağaçtan bir şey koparıldığında -heleki bu tam olamamış bir meyve ya da sebzeyse- ağaç stres hormonu salgılar. Ve bu stres hormonunu ağaç diğer meyve-sebzelere de verir. Yörükler bunun için ürünleri toplarken ağacın en altındakilerden başlar. Sonra diğer ağacın altındakilerden devam eder. Belirli bir zaman geçtikten sonra geri dönerler ve ağaçların orta kısmındaki yemişleri toplanır. En sonda en üsttekiler alınır. Bununla beraber sütün kalsiyum vererek kemikleri kuvvetlendirdiği yalandır hatta olumsuz bir durum var ortada. İnsan kromozomu ile hayvan kromozomu farklı. Hayvan sütünü içtiğimizde biz kalsiyum harcıyoruz ve aldığımız kalsiyum içyapımızdaki sütü döndürmeye ancak yetiyor. Vücut Daha fazla kalsiyum aldıkça daha fazla kalsiyum kaybediyoruz. Kemik erimesinin sebebi budur. Gerekli olan dört yaşına kadar çocukları anne sütüyle beslemek. Süt huy ve karakter geçiren bir içecek olduğundan hayvan sütü kullandığımızda hayvansal karakterler de taşıyoruz. Dinlerin Kurban İbadetine Nasıl Yaklaşıyorsun? Hz. İbrahim ve İsmail’in yaşadığı olaya sadece koç üzerinden yaklaşıyor herkes. Ben inanıyorum ki Allah onları sadece inançtaki samimiyetlerini denedi. Ben koç’un kesildiğine inanmıyorum. Nechul Belağa da geçen ifade şu: Peygamber sadece hurma, sirke ve tuzla beslenen bir insanmış. Mevlana ve Pir Sultan da öyle: Vejeteryan. 70
Ama şimdiki tarikatlara “Ben et yemiyorum. Siz bu olaya ne diyorsunuz” diye sorduğumda şöyle diyorlar. “Hayvanlar insan’ın tekamül sürecinde daha hızlı rol adlığı için yiyoruz”.
“Hayvanların öldürülmesine engel olamıyorum. Ve bu durum beni günden güne mahvediyor” İnsan’ın Kendi Tekâmülünü Tamamlamamsı Et Yemeği Beraberinde Gerektirmiyor mu? Diğer hayvanlardan farkımız ot obur oluşumuz mu? Sen bir hayvan gördüğünde iştahın kabarmıyorsa et obur değilsin. İnek ya da koyun gördüğünde “of bundan ne kebap, köfte olur” diyen arkadaşlarım var. Bunlar hep alışkanlık. Hayvanların öldürülmesine engel olamıyorum. Ve bu durum beni günden güne mahvediyor. Karşı görüş olarak bana “Veganlar bitkiler öldüğü zaman niye aynı tepkiyi vermiyor” diye soruyorlar. Bu tarz klasik polemiklere girmiyorum. Çünkü beni yaralayan hayvanların bizim görebileceğimiz şekilde can ve kan taşıyor oluşu. Farkına vararak bir can’a kıyıp kan akıtıyoruz. Bitkiler üzerine Deney yapan bir adam bitkileri yalan makinesine bağlıyor. Tam kesecekken diğer farklı türdeki bitkiler bağırmaya başlıyor. Lahana kaynar suda ölürken çığlık atarak ölüyor. Bunu öğrenince benim veganlık düşüncem sabitlendi. Aynı şey olarak görmeye başladım. Aborjinler elini toprağa koyup toprak altındaki patatesin olup olmadığını anlıyormuş.” Eski zamanlarda et şifa olarak kullanılıyordu. Ciğeri zayıf olan birisine dağda gezip bol oksijen alan ve oksijeni fazla besinlerle çalışan dağ kesçinin ciğeri tavsiye edilirdi. Ama bence o keçiden izin alınmalı. En azından onu ikna etmek lazım. Serap Sen Nasıl Karşıladın Onur’un Veganlık Durumunu? Ben et yiyorum ama az yiyorum. Eşimin vegan oluşu benim için sorun oluşturmuyor. Arkadaşlarımın arasında beş-on yıl vegan kalıp hayvansal ürünler yemeğe başlayanlar da var. 71
Veganlık bence insan doğasıyla pek bağdaşmayan bir durum. Onur şimdi vicdansal açıdan baktığından et ve hayvan sütünü kullanmayı kabul etmiyor ama öyle görüyorum ki bir gün içinden gelerek ihtiyaç hissettiği kadarıyla tüketmeye başlayacak. Tek bildiğim şuan onun veganlığa ihtiyacı var. Biliyoruz ki insan bu dünyada biraz da -olumlu ya da olumsuz fark etmez- ihtiyaçları üzerinden yaşam sürüyor.
Doğum esnasında kadınların deli gibi ellerini kollarını bağlanmasına bir anlam veremiyorum. İlk Çocuğunuzun Hikâyesini Anlatır mısınız? Nehir gökdelenli bir hastanede geciktiği için sezaryenle doğdu. Sağlık sisteminin insana ne kadar zarar verdiğini Nehir dünyaya geldiğinde öğrendik. Doğum esnasında kadınların deli gibi ellerini kollarını bağlanmasına bir anlam veremiyorum. Anne çocuk doğururken istediği mekânda, en rahat ettiği yerde ve yanında istediği kişiler olması gerekiyor. Hastanede doğum sırasındaki durma pozisyonu yapılmaması gereken en kötü duruş. Bebek doğar doğmaz doğum şokuna maruz kalıyor. Bir dünyadan başka bir dünyaya gelen insan için ortamın ışık duyarlılığı ve ısı duyarlılığı çok önemli. Yeni doğan bebek annesine bile bakmadan ilk önce memeye gider. Bebeğin doğar doğmaz tanışması gereken ilk şeyin anne memesi ve kucağı olması gerekirken onu alıp bir takım ölçümlere sokuyorlar. Hemen soğuk suyla yıkıyorlar. Biz çocuğumuzu ellerinden alıp bu tür şoklara maruz kalmasını tam teşekküllü olmasa da engelledik. Halbu ki o sıvının bebeğin gelişimini sağlıklı olarak tamamlaması için bir hafta boyunca cildinde kalması gerekiyor. Çok önemli bir besin kaynağı olan plasentayı kurdele keser gibi kesiyorlar. Plasenta annenin daha güçlü kalmasını ve bebeğine verdiği ilk sütteki minerallerinin daha zengin olmasını sağlıyor. Biz plasentayı isteyince çok şaşırdılar. Herkes gelip soruyordu ne yapacaksınız diye. Biz de ciddi ciddi yiyeceğiz diyorduk. Onlara bu sıvının ne kadar önemli olduğunu anlatınca hak verdiler fakat yinede tatmin olmamışlardı. Kordonu daha ölmeden kesiyorlar. Doktoru kordo72
nun alınmamsı için ikna etmeyi başarmıştım. Şükür ki kafası açık bir adamdı da şansımız yaver gitti. Kendisinin düşmesini bekledik. Aşı ya götürmelerine izin vermedik. Düşünsenize bebeğin daha ilk sütünü emmesine izin verilmeden aşıyla virüs enjekte ediliyor. Uygulananlar sağlık açısından tam tersi bir yöntem. Dahası sürekli anne ve bebeği stres altına sokacak davranışlar sergiliyorlar. Niye yapay sancı verilir ki? İnsan vücudunun en zorlandığı ve doğal titremeye maruz kaldığı sancı durumunu yapay olarak vücuda sokarak organların dengesini bozuyorlar. Bu durumda anne de bebek de şok geçiriyor. Hasta bakıcılar sürekli değişiyor. Anne ve çocuğa ortalık eşyası gibi davranıyorlar. Çok mahrem ve hassas durumdayken insanlar gelip hasta bakıcı, doktor ismi altında meşru bir şekilde resmen taciz ediyorlar. Sanki başka yöntemler kalmamış gibi… Kadınların en mahrem yerlerine uzvunu sokuyorlar. Nasıl Evlendiniz? Onur: Taksimde arkadaşlarla bir yer işgal etmiştik. Orada tanıştık. Zannedersem İkibin altı-yedi idi. Pek anarşist gruplar yoktu. Aktif anarşistler olarak biz gözüküyorduk. Bütün alternatif düşünenler oraya geliyordu. Serap: Sultanahmet’ten işten çıkıp Harbiye’ye evime gittim ama kapı açılmadı. Yorgundum uyumam gerekiyordu. Kız arkadaşlarımdan bir tanesi “eğer bir gün dışarıda kalırsan cafeye gel” demişti. Ben de oraya gittim. İlk karşılaşmamız böyle oldu. Yaşamız gereken bir şeydi. Bir yıl beraber yaşadık. Çok sevmiştim Onur’u. Bırakmam gerekiyordu. Çünkü kafasında bitirmesi gereken birkaç şey vardı. Bıraktım. O’nun olduğu ortamlardan ayrıldım fakat sürekli bir şekilde karşıma çıkıyordu. Sonra ben tamam dedim ve buluştuk, evlenmeye karar verdik. Nerelerde Yaşadınız Evliliğimiz boyunca (5yıl) Çatalca, İzmir, Konya, Urfa, Mardin, Ankara, İstanbul da yaşadık. Üç arkadaş yola çıkmıştık. 73
İzmir’den sonra Konya daydık. İzmir’de arkadaşımız kaldı ve oradan evlendi. Doğuya doğru gitmeye karar verdik. Bu arada Erzincan’da babadan kalma bir araziye bakacaktık. Yola parasız çıktık. Çadır ve çantalarımızı bıraktık. Uğradığımız yerlerdeki köylerde çalışarak karşılığında yatacak yer ve yemek alıp gönüllü çalışma ortamlarını değerlendirdik. Ankara’da eko çiftliğine gittik. Kaya tuzuyla ilgili olduğumuz için Çankaya ya gittik. Tavsiyeler üzerine yolumuz uzadı. Urfa-Siverekte doğa derneğinde kaldık. Tunceli dersimde sıva yaptık. Mardin de kaldık. İlk zamanlarda parasız yaşamak isteyenler için çok güzel fırsatlardı. Sonraları Ekolojik yaşam internet sitelerini de kullanarak üç grubun tekeline dönüştü. Her şeyi paralı yaptılar. Organik yaşam sadece bir söyleme dönüştü. Hepsi market ve pazarlardan alışveriş yapmaya başladı. Organik üretim neredeyse bitti. Göstermelik bir iki şey dikiliyor.
“Sömürü ekolojik yaşama, organik üretime ve gönüllü çalışmaya da bulaştı” En son karşılaştığımız olaylardan sonra iyice emin olduk bu durumdan. Datça’dayken bir kadın gönüllü çalışanları duymuş. Telefon açıp şöyle diyor: “ Hem çalışıyorlar hem de para almıyor öylemi. Gönderin gönderin gelsinler. Yapacak çok iş var”. Saçma saçma işler yaptırtıyorlar. Yarım gün dört saat, tam gün sekiz saat çalışıyorsun ve kaldığın pansiyon parasının ücretlendirme üzerinden yarısını veriyorsun yarısını vermiyorsun. Çektiğimiz egolar, kaprisler ve tatminsizlikler de cabası. Başka bir olayı anlatayım ki ne duruma gelindiğini anlaşılması açısından önemli. Arkadaşlarımızdan tekinin mailine düşen mesaj: “Ben İsviçre’de yaşayan anarşistim. Bodrum açıklarında ‘kara ada’ diye bir ada var. Halikarnas’a yedi mil uzaklıkta. Bodrumun ortasında yaban ve güzel bir ada. Yeni imara açıldı, kırk dokuz yıllığına kiraladım. Gelin sizinle birlikte alternatif yaşam alanı kuralım”. Biz bu maili alınca heyecanlandık ve anarşistler olarak İstanbul’dan yola çıktık. Tabi güzel 74
planlar yapıyoruz. Festivaller falan. Hatta Yunanistan’a yakın olduğumuzdan oradaki anarşistleri de çağıracaktık. Adada yiyecek yok su yok. Yirmi kişiyiz. Aramızda üç kişi seçiyoruz ve haftada bir kere Bodrumdan bir adam kayıkla gelip bizi yiyecek almak için merkeze götürüyor. Bodruma gittiğimizde sokak müziği yapıp kazandığımız parayla yiyecek alıyoruz. Adaya götürüyoruz. Bazen para olmuyor marketlerden çalıyorduk. Carrefur dan dan paramız olmadığı zamanlardan birinde karnımızı doyurmak için malzeme çalmak zorundaydık. Çıkarken birkaç malzemedeki alarm öttü. Güvenlik geldi. Güvenliği biz sakinleştirmek zorunda aldık. Neler aldığımızı yazacak tutanağa ama titremekten yazamadı. Ardından “Carrefur’da soygun var” diye haber edilmiş ve polis ekipleri marketin önüne yığılmaya başladı. Silahları çıkartıp megafonla “teslim olun” çağrısı yapınca biz donakaldık. Hırsız değildik karnımızı doyuracaktık. Bizi aldılar bodrum karakoluna götürüp iyice dövdükten sonra serbest bıraktılar. Adadan bahsetmedik çünkü çok asker kaçağı vardı. Bu sebeplerden dolayı toplum denen şeyden nefret edesim geldi. Toplum kuralları niye böyle işliyor. Daha iyi ve daha güzel olamaz mı? Hapishaneler, akıl hastaneleri…
“Elbette ki sorun yine bizleriz fakat alışkanlıklarımızı değiştirdiğimiz zaman toplumdaki değişim de sağlanmış olacak. Burayı atlıyoruz” Çünkü toplumsal değişimlerin ve toplumsal kuralların değişimi yüzyıllar alıyor oluşu herkesi bu amaçtan caydırıyor. Örnek olarak Nehir’i verelim. Nehir doğduğundan beri terlik ve ayakkabı giymiyor. Alıştırmak için çok zorlanıyoruz. Büyüdüğü zaman ayakları ve elleri insanları rahatsız edecek kadar sağlam. Tek çare beklemek zorundayız. 75
76
AbdulJaleel Alshaqaqi