BULTÜRK SEMPOZYUM KONFERANSLAR

Page 1

Sempoz yumlar Konferanslar




Derneğimizde faaliyetlerimizin amacı; • Kendi kültürümüzü yaşatmak için. (Folklor grupları, bayramlar, düğünler, sünnetler, yemekler, geziler) • Gelecek nesilleri korumak için. (Birlikte olmak, birlikte hareket etmek, birbirlerimizi ve çocuklarımızı tanımak, tanıtmak) • Devletle sorunlarımızı halletmek için. (Sağlıkta, Eğitim, Emniyette, Belediyede, Kaymakamlık, Valilik, Bakanlıkta) • Gelecek nesillerimize iyi eğitim verebilmek için. (Ana okullar, ilköğretim, lise, üniversiteler kurmak) • Devlet adamı, bürokrat yetiştirmek için. (Küçükten tespit edip özel eğitimden geçirmek, davayı onlara benimsetmek) • Bulgaristan’la ilgili sorunların çözümüne yön vermek için. (Araştırmalar yapmak, projeler üretmek) • İnsanlarımızı ekonomik olarak güçlendirmek için. (İş imkânı sağlamak, Şirketleşmek, Holdingleşmek)

Derneğimize niçin üye olmalısınız; • Sorunlarınıza çözüm getirmek için. • Birlikte hareket etmek için. • Çocuklarımızı devlette bir yerlere getirebilmek için. • Yeni nesillere (çocuklarımıza) yol gösterebilmek için.

Üyelerimizden alacağımız manevi güçle; • Dernek üyelerinin çok olması derneğin bölgesel ve ülke genelindeki etkimizi artırabiliriz • Hükümetlerde ve Siyasette etkili olabilir ve yönlendirebiliriz • Ekonomi, siyasi ve kültürel alanlarda güçlü olabilir ve sorunlarımızı çok rahat çözebiliriz

Derneğimizin amacı;

• Bulgaristan ile Türkiye arasında siyasi, ekonomik ve kültürel köprüyü oluşturmak • Öncelikle bu dernek Bulgaristan Türklerini kurumsal bir yapıya kavuşturmak

• Sadece Türkiye’de değil Bulgaristan’da ve AB’de saygın bir yer edinmek

• Dünyada siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel alanda STK olarak etkili olabilmek • Türkiye’de ve Dünyada Bulgaristan Türklerinin Kültür Merkezlerini oluşturmak • Dünyada örnekleri olan lobicilik anlayışına Müslüman-Türk olarak yerimizi almak


www.bulturk.org.tr

www.bghaber.org


B U LT Ü R K G e c e s i G O P a ş a ’ d a

AK Parti İstanbul 2. Bölge Milletvekili Adayı Gülver Erdem, ‘Onlar konuşur biz yaparız’ sözünün boşa söylenmiş bir söz olmadığını belirterek, “AK Parti 1 Kasımda yeniden tek başına iktidar olacaktır” dedi. AK Parti İstanbul 2. Bölge Milletvekili Adayı Gülver Erdem, ‘Onlar konuşur biz yaparız’ sözünün boşa söylenmiş bir söz olmadığını belirterek, ” AK Parti 1 Kasımda yeniden tek başına iktidar olacaktır” dedi. AK Parti İstanbul 2. Bölge Milletvekili Adayı Gülver Erdem, Gaziosmanpaşa’da Bulgaristan Türkleri Derneği tarafından düzenlenen Birlik ve Kardeşlik Paneli’ne katıldı. Gülver Erdem, panel öncesinde gazetecilerin sorularını yanıtladı. 13 yıldır halka hizmet verdiklerini belirten AK Partili Erdem, “2002’den bu yana Türkiye’yi getirdiğimiz nokta ortadadır. Yaptığımız hizmetler her kesim tarafından biliniyor. Halkla bir araya geldiğimizde hizmetlerimizi anlatıyoruz ama bakıyoruz ki aslında onlar bizden de daha iyi biliyor. Tabi halkın o bilinçte olması bizleri de memnun ediyor. AK Partinin beyannamesi, bir beyannameden daha çok aslında yapacaklarımızın taahhüdüdür. Bizim yaptıklarımız, yapacaklarımızın en büyük teminatıdır. Biz verdiğimiz her sözün arkasında durduk ve yaptık” diye konuştu. ‘Onlar konuşur biz yaparız’ sözünün boşa söylenmiş bir söz olmadığını vurgulayan AK Partili Erdem, “13 yıldır konuşmak yerine devamlı hizmet ürettik. Yatırımlar yaptık. Ülkeye her alanda birçok kazanım sağladık. Barajlar, yollar, okullar, üniversiteler yaptık. Çocuklarımızın sağlıklı ve güvenilir ortamlarda eğitim görmesi için elimizden geleni yaptık. AK Parti’nin beyannamesini diğer siyasi partilerin beyannamesi ile kıyaslamak için onlarında yaptıkları icraatları görmek gerekiyor. Ama şimdiye kadar onların yaptığı bir şey görmedik” ifadelerini kullandı. AK Partili Gülver Erdem, 7 Hazirandan sonra oluşan belirsizlik ortamının halkta huzursuzluğa yol açtığını da belirterek, “O boşlukta oluşan kaos ortamı ciddi bir endişe yarattı. Ama 1 Kasımda her şey daha farklı olacak. 1 Kasım seçimleri için biz çok umutluyuz. Halkımızla iç içeyiz. Görüşüyoruz konuşuyoruz. Biz halktan kopuk bir siyasi hareket değiliz aksine halk hareketiyiz. Halkın vereceği destekle AK Parti yeniden tek başına iktidar olacak. Bunun sonucunu 2 Kasımda hep birlikte göreceğiz” şeklinde konuştu.


BULTÜRK Birlik Ve Kardeşlik Paneli Gaziosmanpaşa’da BULTÜRK – Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneğinin organize ettiği “BİRLİK VE KARDEŞLİK” konulu yemekli Panelimize katılan tüm uyelerimize, STK Başkanları ve yöneticileri, değerli İş adamlarımız, aydınlarımız, kıymetli aileleri, misafirlerimize çok çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca Gecemize destek veren Belediye Başkanımız Sn.Hasan Tahsin Usta’ya , Bulgaristanlı İstanbul Milletvekilimiz Hüseyin Bürge, 2.bölge Milletvekili adayı Gülver ERDEM ve yıllarca bizim BULTÜRK Derneğinin kahrını çeken Bayrampaşa Belediye Başkanımız Sn. Atilla Aydıner, VATAN Partisi Milletvekili adayı, Ankaradan araştırmacı yazar İsmail CİNGÖZ, Kurucularımızdan Hasan MOLLAOĞLU, işadamlarımızda Niyazi GÜLER, Sefer YAMAÇ, Metin AKIN ve Türk Dünyası gönüllüleri (Azerbaycan, Afganistan, Mardin, Diyarbakır) Ural Derneği Bülent MAŞAOĞLU, Rumeli Vakfı Sadullah SİPAHİOĞLU ve bir çok Balkan STK Başkanlarımızın, siyasi partilerin ve Bulgaristan’dan da gelen misafirlerimizin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz “Birlik ve Kardeşlik Panelimizde” bir aradaydık. Toplantımıza katılan STK’lar


Gecemize Telgraf gönderenler; Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, Çanakkale Milletvekili Bülent TURAN, Balıkesir Milletvekili Sema KIRCI, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sn. Kadir TOPBAŞ, Bursa Nülüfer Belediye Başkanı Mustafa BOZBEY, Ümraniye Belediye Başkanı Hasan CAN Gecemize Çelenk gönderen; Sn. Sedat PEKER Gecemize katılan, telgraf ve çelenk gönderen ayrıca emeği geçen herkese teşekkür eder, şükranlarımızı sunarız. Hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Panelimize renk verdiniz. Beraberliğimiz çök yönlü yeni bir atılıma kapı açıyor. Önce Bulgaristan diyelim, yani memleket, “vatan” demiyorum, çünkü ANAVATAN birdir. Çeyrek asır oldu çıkalı memleketimizden. Evden çıkarken lambayı söndürmedik, memleket kapısı arkamızda açık kaldı. Bulgaristan Vatandaşıyız, herkesin olduğu kadar bizimdir memleketimiz. Coğrafik adı, eskilerden Rumeli’ydi, daha sonra Balkanlar oldu, şimdi ise Güney Doğu Avrupa’ya değiştirildi. Ne olursa olsun, o memleket, bizim memleketimiz! Biz buraya geldik geleli, Bulgaristan, totalitarizmden sıyrılmaya çalışıyor. Özde dönüşüm zor oluyor. Bize kıyan Diktatör Todor Jivkov unutulmadı. Hatta Hak ve Özgürlük Hareketi muhtarlarından biri onun heykelini bile dikti. Toplumdaki yapısal yenilenme öncelikle anayasa ve yasaların değiştirilmesini gerektirirken, Bulgaristan bunu başaramadı. Totaliter yasalar hele etnik azınlık haklarını düzenleyen yasalar raflardalar hala oralardan indiril(e)medi. Birinci Bulgar Anayasası 1908’de kabul edilirken, Tırnovo Meclisinde 6 Türk milletvekili oy kullanmıştı. Son Bulgar Anayasa’sı 1992’de hayat buldu. Bu Anayasa, 24 yıldır, 30 bini Bulgar, diğerleri ise Türk ve Müslüman olan komünizm kurbanlarının hiçbir şey olmamış gibi rahat gezip tozmalarına şemsiye oldu. Kökleri Çarlık döneminde atılan, totalitarizm döneminde şiddetlenen etnik toplulukların kimliklerini eritip onları yok etme siyaseti, Bulgarlaştırma zulmü 1990’da başlayan “Geçiş Dönemi’nde” –“Bulgar Etnik Modeli” şeklinde bir an bile ara vermeden devam etti ve ediyor. Bizim Türk ve Müslüman kimliğimize saldıran dehşetin şekli ve şiddeti aynıdır.


Bulgaristan’da İlk önce Gagauzları, daha sonra 1960’larda Çingenelerin, 1972 Pomakların, 1984-85’te tümümüzün isim ve kimliğimiz değiştirildi. 191213’te başlatılan Müslüman Pomak kardeşlerimizin isim ve dinlerine, kimliğine saldırı geçen asır dalga dalga aralıksız, ama şiddetlenerek, etniklere zülüm olarak hep tırmanıştaydı. Komünizm suçları zaman aşımına uğramaz gerçeği yasallaşsa da, tek bir katil sorgulanıp yargılanmadı. Bu konuda Hak ve Özgürlük Partisi’nin aktif pasifliği nefret uyandırıyor. Yargısız infazlardan, aramızdaki “Belene” ölüm kampı gazilerimizin çile ve zülümlerinden, gençliklerin hapishane koğuşlarında çürütülenlerin gördüğü zulümden, anadilimizin yasaklanmasından ve ahlakımızın ayak altına alınmasından tutuşan kıvılcımlarla 1989 Mayıs İsyanı patladı. Tansiyonu düşüren ancak “89 Büyük Göç” oldu. Bir etnik halk topluluğu olarak özgün haklarımızın hiç biri yasallaşmadı. Hatta ne Çarlık ne totaliter dönemde elimizden alınan eğitim ve dini kurumlarımız, vakıf dükkan ve tarlalarımız, medreselerimiz hatta hamamlarımız halen geri verilmedi. Türk-Müslüman haklarına, mal ve mülklerimize, taşınmazlarımıza, iade edilmesi konusunda mahkeme kararları dahi uygulanamıyor. Hukukun herkes için işlemediği yerde adalet olamaz, adalet sağlanamadığı yerde demokrasiden söz edilemez. Avrupa Birliği ve NATO üyeliği bu bakıma durum belirleyemez, paravan edilemez, adaletin seçeneği yoktur. Bu gün Bulgaristan’da Anadilimiz okutulmuyor, seçim gerçeğini Türklere Türkçe an-


latana ceza kesiliyor, Türk dilinde günlük gazete, dergi çıkmıyor. Enformasyon merkezimiz yok. İnsan bilincini belirleyen, canlı tutan, geçmiş ve geleceği biçimleyen anadil olduğundan, Türk ocaklarımızı tamamen söndürüp yedi kat yerin dibine gömmeyi hedefleyenler buna devam etmekteler. Anadilini öğrenemeyen bir çocuk, küçük yaşta sakatlanmış olduğu için, Bulgarcayı doğru dürüst asla öğrenemez! İnanmayanlar Çingene gettolarına gidip gerçekleri görsünler. Rodop köylerinde birinci sınıftan sekizinciye kadar aynı odada ders gören çocukların okul sorununu acilen çözülmelidir. Biz ki, memleketime Hak ve Özgürlük tohumlarını eken, burada bulunan siz kardeşlerimin öz davamızda tuzu ve mayası vardı. Başka bir bayrak kaldırmadık, parçalanalım, ayrılalım, özerklik demedik. İlk Türk Cumhuriyeti kuran bayrağı, anayasası, marşı yani kısaca bir devlet için gereken her şeyi olmasına rağmen biz bu topraklarda bunu hiç amma hiç dile getirmedik. Geleceğimizi, Bulgaristan kokan, kırmızı olan Bulgar, sarısı Çingene, beyazı Pomak, renklerden biri de Türk olan bir GÜL DEMEDİ OLARAK GÖRDÜK, kabullendik, bağrımıza bastık. Ne var ki, bize her renk çok görüldü. Ezan sesimizden, berrak Türkçemizden, özü sağlığa uygunluk ve saygı olan ahlakımızdan, modern olanı kucaklayabilen, medeniyetlere farklı güzellikleri suna suna gelişen kimliğimizden hiç bir şey kabul görmedi. Atalarımız bu topraklarda hoşgörü, iyi komşuluk, sağduyu etnikleri kaynaştıran harç olmuş ve yakın geçmişte Balkanlar’da 600 yıl savaşsız yaşanabilmiştir. Bugünkü Bulgaristan’da, Türk alnından düşen terlerle sulanmamış, bir karış toprak gösterilemez. Bu bakıma, İspanya Katalanya’da 27 Eylülde yapılan ve sonuçlarından özerkbağımsızlık ruhu fışkıran yerel seçimler bizlere örnek değildir. Hatırlatmış olalım, hak ve özgürlük davamızda “hak” dediğimizde, Tanrı adaletiyle yasa isteğimiz başta, üst yapıda, manevi alanda 1950’de elde etmiş olduğumuz eğitim ve kültürel haklarımızın tümünü geri verilmesini istiyoruz. Yani yeni bir şeyler değil elimizden alınanları geri istiyoruz. İlk ve ortaokullarımızı, liselerimizi, basın, radyo, televizyon tiyatro edinimlerimizi yeniden tesis etmek isterken, anaokullarında çocuklarımıza domuz eti verilmemesini, anaokullarında Türk evlatlarına Türkçe hazırlık programı uygulanmasını talep ediyoruz. Özgürlük dendiğinde biz hep iman ve ahlak yolunu biliriz. Meryem ananın bakireliği, İsa Peygamberin mucizeleri, Yedi Dünya veya yeni Kudüs gibi özlemler bizi ilgilendirmez. Yeni umut kapısı!


Bu defa umut kapısı, başkası değil, bizleriz! Ve bizden başkası yok. Kimliğimizin, dilimizin, dinimizin, kültürümüzün orada yaşayabilmesi bize bağlıdır. Bizim Bulgarlardan da öğreneceğimiz bazı şey de var. Bir örnek vermek isterim: Kuzey Kanada’ya göç eden ve orada birbirine uzak düşen 5 genç Bulgar aile, 6 öğrenci için Cumartesi-Pazar dershanesi açtı. Çocuklar Bulgarca, folklor ve sanat öğreniyor. Bulgar devleti bu girişime yani Bulgar çocukların Kanada’da Bulgarca öğrenmesine destek oluyor. Moldova – Besarabya’ya kitap, öğretmen gönderiyor. Değerli arkadaşlar; Bulgaristan Türklerinin 1920’lerde 1793 özel okulu vardı. Bugün bir tek okulumuz, dershanemiz, okuma evimiz, Türkçe kitap dolusu bir kütüphanemiz vs. yok. Bulgar eğitim kazanı çocuklarımızdan Bulgar yapmak için kaynıyor. Okullarda Bulgaristan Türkleri Tarihi, edebiyatı, özgün kültürü okutulmuyor. Çuvaldızı kendimize de batıralım. Son 26 yılda Bulgaristan’a, köylerimize 20 bin defa gidip geldik. Her gidişte hediye olarak birer masal, şiir, güzel hikâye kitabı, uzun hikâye, roman, birer Türkçe CD götürmüş olsaydık, artık oralar pırıl pırıl Türkçe yanacaktı. Hiç bir şey yapılmıyor demiyorum, ama Türklüğün eline koluna, zihnine – beynine takılan prangaları hala kıramadık, bu bir gerçek! TİKA resmi olarak girememesine rağmen birçok okulumuzu onardı ve daha çok Batı Balkanlara kaydı. Kara Dağda 98 Müslüman kültür anıtını kısa sürede onarması gurur vericidir. Bulgaristan’da Türklüğü ve Müslümanlığı yaşatmak hepimizin namusu ve bilinci olmalıdır. Mustafa Kemal Viyana’dan sonra çöküşümüzü Sakarya’da durdurdu, ama biz Bulgaristan’da gerilememizi durduramadık. Ana sorun işte budur. 25 Ekim’de memleket yerel seçime gidiyor. Büyük sayıda parti ve koalisyon kayıt yaptırdı. Propaganda başladı. Kırcaali Belediye Başkanlığına bu defa 16 Türk aday çıktı amma kazanan yine eskisi oldu, çünkü yenilenmek istemiyorlar. Nedense hep eski sistemin uşakları yönetimlerde oluyor… “Değişen bir şey yok.” Totaliter baskı devam ediyor. Düzen ahtapot gibi, çocuklarımızın anaokulunda kaç yudum domuz eti yediğinden, Kırcali belediyesine bağlı Türk köyünde kaç yaşlı kaldığını, son yaşlıların kaç metre kefenle defnedileceğine kadar her yerde her şeyi kontrol altında tutuyorlar. Türkiye’ye göçmek, davadan kaçmak ya da davaya yüz çevirmek olmamalı!


Ana sorun, 136 yıldan beri devam eden mücadelede şimdiki yerimizi ve rolümüzü belirlemek olacaktır. Biz Türkiye ile Bulgaristan arasına hendek açmak değil köprü kurmak istiyoruz. Yerel seçimle birlikte bir halk oylaması da yapılacak. Genel seçimlerde elektronik araçlarla, örneğin internet üzerinden oy kullanma için onay istenecek. Türkiye’de de sandık açılacak. Torunlarımızın seçime katılmasını kolaylaştırmak istiyorsak mutlaka sandık başına gidip “evet” karesini çizmemiz gerekecek. 25 Ekim günü hepinizi aktif olmaya davet ediyorum. BULGARİSTANDA – ESAS KONU: SAVAŞ KAÇAKLARI VE SIĞINMACI KORKUSUDUR! Geçen yüzyılın başında Osmanlı sınırları içinde olan Yakın Doğu, günümüzde çıbanbaşı oldu. 300 bin sığınmacı korkusu Sofya’yı da sarstı. Ortodoks Kilisesi anti-sığınmacı kararı çıkardı. Masallarında din, dil, ırk ayırımı yoktu. Hükümet ortaklığında ırkçı kesim de “gelmesinler” borazanı çalıyor. Türkiye sınırına çekilen tel örgü modern teknoloji, polis, jandarma ve ordu, çekirge sürüleri gibi gelen sığınmacıları durduramaz korkusu yeri göğü titretiyor. Savaş kaçağı alayı eski kıta merkezlerine uzandı. Bu süreçte Bulgarlar hep Türkiye’ye baktı. Çatırdayan AB parçalansa çalınacak kapı bir tek Türkiye kaldı. Türkiye’de kısa süreli veya yıl tatilli geçirenler, Türklerle alış verişte bulunanlar, Türkiye hastanelerinde şifa bulanlar, Bulgaristan’daki Türk iş yerlerinde çalışanlar, Türkler ile eski dostlukları unutamayanlara bir ucube olarak dayatılan, “Osmanlı esareti” balonuna aldırmaz oldu. Artık Türkiye’ye çok büyük bir ilgi var. Son 25 yılda, Türk yazarları en fazla tercüme edip basan, konser salonları sanatçılarımızla defalarca ayağa kalkan, en fazla Türk filmi oynatan ülke Bulgaristan oldu. Üstüne üstelik en fazla Türkiyeli öğrenci okutan; ( bu yıl Bulgar Üniversitelerinde 3 bin öğrencimiz okuyor); belediyelerimizle en fazla kardeşlik bağı kuran; üniversitelerimize konuk hoca gönderen, Türkiye kültür – sanat şölenlerine, bilimsel bilgi alış verişi çalıştaylarına vs. en fazla ve aktif katılan yine Bulgaristan oldu. Ramazan ve kurban bayramı kutlamalarımıza ilginin de tamamen değiştiğini vurgulamak istiyorum. Tabii bu yılların en büyük getirisi, yediden yetmişe bütün Bulgaristanlı Türklerin, Müslümanların Türkiye’yi, Türk mizacını, Türk ruhunu, Türk misafirperverliğini ve Türk halkının yaratıcı gücünü kendi gözleriyle gelip görmeleri, hissetmeleri ve Türk yüreği sıcaklığını duyulmamaları oldu. Bu, kitap okumakla, konferans dinlemekle, yardım paketi dağıtmakla olabilecek olan bir şeyden çok, çok farklı bir etkileşimdi.


Yalnız İstanbul’un kalp atışlarını dinlemek, iki kıtaya yerleşmiş güzelliklerden etkilenmek, tüm kurgu kitap ve filmlerinin yarattığı cennetten defalarca daha büyüleyici, kendi kendini doldurup taşan bir fantastik rüya oldu. Her gün bin uçak inip kalkan, on bin otobüs girip çıkan, kıtadan kıtaya 4 dakikadan geçilen; inci ırmağı akışını andıran Boğaz ve Haliç Köprüleri üzerindeki araba seli; tek baca tütmeden 2 bin kilometre etrafına gece gündüz mal gönderen, eğitim, öğrenim, sağlık, spor, sanat ve kültür merkezlerinin en büyü olan İstanbul’u hafızasına sığdırabilen biri varsa, lütfen bana da göstersin. Ağaçlar büyüdükçe gölgeleri de büyür. Sözlerim yalnız İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa için değil, tüm Türkiye için geçerlidir. Büyüdükçe kabuğuna sığmayan Türkiye, bizim Türkiye’mizdir. 2000’lerden sonra AK Partinin kurulmasıyla Cumhurbaşkanımız Sayın R.T. Erdoğan öncülüğünde başlayan son derece verimli, kendi dinamikleriyle gelişen, çok yönlü atılım yaşadık. BULTÜR’ümüz de 2003 yıllında kuruldu ve beraber yürüdük, hep birlikte büyüdük. Bir sermaye olarak Bulgaristan’a taşacağımız gün yakındır. Orada her yolun bizim köylerimize çıktığı bir gerçektir. Yol kenarlarında akan çeşmelerimiz, ata kabirlerimiz, diktiğimiz ağaçları, kapısı açık kalan evlerimiz bizi bekliyor. Orada kalan büyük kültürel mirasımız var. 1300 camimizde her sabah ezan sesi var. Türk-İslam tarihi eserlerimizin de bizi beklediği bir gerçektir. Orada bize susamış, bizi özlemiş ve bizi bekleyen bir dünya var. Bulgaristan’a çıkan her yol gül bahçelerimize, çayırlarımıza, ovalarımıza ve dağ doruklarımıza çıkar. Türksüz kalmış Bulgaristan bugün ruhen ısızdır. İnsansız toplum olamaz, toplumun vızıldamadığı yerde güçlü yerel ve merkez idare yoktur. Tüm üstyapıların alt dokusu ekonomidir. İşleme sanayilerinin hammadde kaynağı ise tarım üretimmidir. Biz 1980 yılında Bulgaristan dış pazarlara yönelik tarım ve endüstri üretiminden gelen dövizin % 49’unu sağlıyorduk. Birbirini tamamlayan seri üretimlerin dayanağı bizdik. Sovyetler Birliği’ne yönelik üretim kapısı kapanırken, Avrupa Birliği’nin istemlerine henüz ayak uydurulamadı. Bulgaristan geleneksel pazarlarını kaybederken, birçok üretim kaleminde kota yitirdi, standartları yakalayamadı. Bu bakıma, Bulgaristan’ın ekonomik olarak kalkınması yeni üretimlerle, yeni tarım teknolojilerine ihtiyaç duyuyor. Biz buraya köpek havlatılıyor diye gelmedik. Zulüm gördük, kurban verdik, Türk özümüzü daha fazla çekiden korumak için geldik. İhanet gördük. “Allah canını almaz” çektirenin!


Büyük Nazım’ın dediği gibi, “Hiçbir korkuya benzemez, halkını satanın korkusu!” Hiçbir şey değişmiyor derken, korkuyorlar, diyorum. “Topraktan, sudan ve ateşten doğanların en mükemmeli doğacak bizden” inancı içimizdedir. Buraya dönmeye değil, kaynaşıp bütünleşmeye, Türkiye’yi daha da büyütmeye BÜYÜK TÜRKİYE yaratmaya geldik. Büyük Türkiye Rüzgârına Yelken Açmaya geldik. Değerli dava arkadaşlarım, seçim arifesinde bulunduğumuz için vurgulamak istiyorum, inanın bu seçimde her oy çok önemlidir. Tuna’dan, Arda’dan akan ırmak bile damlalardan oluşur, Bu damlalar göller, ırmaklar, denizler ve okyanusları oluştur. İşte bu damlalar birbirine tutunamamış olsalardı, hiçbir şey oluşturamazlardı, ama el ele verip okyanusu oluşturan o damlalardır. Gelin bizlerde birlik olalım, öncelikle Türkiye’de Bulgaristanlı Türk denizi – okyanusunu bizler oluşturalım. Bir damla bir ırmak için ne kadar önemliyse bizlerin bir oyu da, o kadar önemlidir. Bilinçlenmemizde ana sorun budur. Nicel birliği sağlayıp, nitele ulaşmak! 1 Kasım’da Türkiye Büyük Millet Meclisi erken genel seçimi yapılacaktır. Hayalimiz, bu seçimlerde Büyük Türkiye atılımına daha kararlı katılarak beraberce devam etmektir. Artık BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN BİZDE VARIZ diyoruz. Türkiye çok ama çok büyük bir devlet olacak, hep birlikte bunu hep birlikte başaracağız. İki seçim arası bir iş savaş yaşadık, aşamalarını şöyle algıladık: 12 ağaç için orman değil, devlet yakmaya kalkanlar oldu. Maskeleri düştü. Güçlü Türkiye’yi ekonomik bunalım bataklığına, borç bataklığına itemediler. İşçi işveren kavgası ateşinde yakamadılar. Dış düşman, son hesaplaşma için ateş püsküren ejderha gibi dikildi karşımıza. Türkiye’mizin yeni bir Anayasa, Başkanlık sistemi, daha adil bir yargı, daha huzurlu ve güvenli bir hayat, hiç ayrımsız hepimiz için gerçek özgürlük ve gelişmiş demokrasi, gelişmiş demokrasi aşamasına açılırken, yol kesenlerle yüzleşti. Değişik kurban alan, liramıza darbe vuran, ekonomimizi sıkıntıya iten bu ejderha artık ölüm hendeğine kaydı. Ne var ki, yerini hemen terör-tröstleri aldı. Amaçları Türkiyeyi ateşe atmaktı. Saldırı menzilinde hep Türkiye devleti ve hükümeti, devlet güçleri, egemenliğimiz, istiklalimiz, al yıldızlı bayrağımız, göz nurumuz olan anavatanımız vardı. Bölmek, parçalamak, yakıp yıkmak, ezmek istediler, Türkün eseri olan her şey hedeflerindeydi. Eş zamanlı operasyonlarla yılanın başını ezme kararı 3 Temmuz’da alındı. Ellerindeki Alman silahlarından çok daha üstün Türk silahlarıyla yok edilmeye


başladı. Yeni tarihimizde ilk kez, hain, yarı hain, çeyrek hain, düşman, dost görünen düşman ya da muhtemel düşman ayrımı yapılmadı. Kartallar gibi havalanan jetlerimiz hepsi birden hedef aldı. Vurdu. Mağaralarını havaya uçurdu. Ve düşmanın beli kırıldı. Terör örgüyü ile silahlı hesaplaşma Türkiye’mizin her karışında devam ediyor. Bu yüzleşmede birlik ve beraberliğimizi koruduk. Türkiye devleti ve hükümetinin yanında yer aldık. 1 Kasım’a kadar son ellerindeki son silahların da alınacağına inanıyoruz. Halkımız “BÜYÜK TÜRKİYE için huzurlu seçim yapmaya kararlıdır. Son üç ayda siyasi maskeler düştü. Gerçek niyetler ortaya çıktı. Bu seçimin Büyük Türkiye yolumuzu kesmek isteyenlerin, kötülüğümüzü düşünenlerin baraj altına düşeceğine inanıyorum. Büyük Türkiye seferine katılanları, Büyük Türkiye için oy verenleri, halkımızın huzurunu, iyiliğimizi düşünen tüm dostlarımız, 1 Kasımda ZAFER VE BARIŞ’la kucaklamaya hazırlanıyoruz. O an, hepimize şimdiden kutlu olsun! Türkiye’yi algılamamız da kolay olmadı. Soydaşlar genelde iktidar partisine oy verirken. AK Partinin program hedeflerine uzun süre inanamadılar. Bugün artık kimim gerçekleri konuştuğu, kimin balon şişirdiği belli oldu. Türkiye Cumhuriyeti siyasetini kilitleyenleri de gördük. İktidar olmaktan korkanları da! Bu açıdan 1 Kasım’sa sandık başına giderken niyetimiz Büyük Türkiye yolunu açmaktır. Bizimde bu seçimde Büyük Türkiye’ye götüren yoldan gidenlerle beraber olmak istiyoruz. Bulgaristan Türkiye ilişkileri, karşılıklı yardımlaşma girişimleri, görkemli tasarımlar, iki halkı ve ülkeyi, iki kıtayı birbirine kenetleyecek hamlelerin yenidünya görüşüne, yeni vizyona, yeni paradigmalara ihtiyacı var. Bunlarsa ancak bizim insanlarımızda bulunur. Tarihte yapılamayanları gerçekleştirecek olan kuşağın şerefli temsilcileriyle birlikte olmakla övünebiliriz. Saldırılar, operasyonlar, sığınmacılık, bunalımlar geçicidir. Yaralar sarılır sızılar gelip geçer. Kalıcı olan Türkiye’dir. Yeni olan Büyük Türkiye özlemidir. Türkiye büyüdükçe sorunların çözümü hızlanacak ve kolaylaşacaktır. Yakın Doğu’da barış savaşı mutlaka yenecektir. “Büyük Türkiye” yolunca yeni atılımlarında bize düşense, önce 1 Kasım seçiminde hepimizin görevi oyumuzu vermek, güçlü Türkiye seçeneğine destek olmak, ardından da Bulgaristan’a taşan Türkiye ayağında köprübaşı olmaktır. Bu özlem tarihsel özgörevimizdir. 1 Kasım’da hepimiz BÜYÜK TÜRKİYE RÜZGÂRINA YELKEN AÇALIM! Panelimize katıldığınız için hepinize içten teşekkür ederim. Sağ olun. Allaha emanet olunuz












BULTÜRK’TEN BİRLİK VE KARDEŞLİK GECESİ

Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneğinin “BİRLİK VE KARDEŞLİK” Paneli Bayrampaşanın Tuna Sosyal Tesislerde yapıldı. Toplantıya Türk Dünyası STK’larından büyük ilgi gördü. Abdulmetin KESKİN – Kırgızistan, Özbekistan, Afganistan Türkmenleri, Kazakistan, Doğu Türkistan, Terekeme-Ferhat UZUNÇAYIR, Karapapak Türkleri-Mustafa YILDIZ, Ankara Kızılcahamamlılar – Halil YAVUZ, Avrasya Federasyonu, Diyarbakır Dernekleri Federasyonu-İbrahim YALÇİNTEPE, Kırgız Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği- Kurbanbeg KUTLU, Avrasya Türk Dernekleri Federasyonundan – Baki KARASU, Ahıska ve Çerkez Halklarından da katılımlar gerçekleşti. Geceyi Muazzez YURDAKUL sundu. Saygı duruşu ve İstiklal marşından sonra Bultürk Genel Sekreteri Dr. Müjgan DENİZ derneğin bu güne kadar neler yaptığını anlattı. Ardından Faaliyetleri bir slayt olarak sunuldu. Ardından gelen misafirlere söz verildi tüm dernek başkanları ve yöneticileri kendilerini ifade etme imkanı buldular. Herkes kendisini ve halkını Bulgaristan Türklerine anlatma imkanı bulduklarından dolayı Bulturk derneğine böyle bir imkan sunduklarından dolayı herkes teşşekür etti. Bu gibi toplantıların daha sık olması ve bir birilerini tanımak için bu güzel organizasyonu yapmakta emeği geçen herkese bir kez daha şükranlarını sundular. Ardından BULTÜRK Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK’e söz verildi ve ardından Bayrampaşa Belediye Başkanı Atila AYDINER’e söz verildi. AYDINER; Bu toplantıyı düzenleyenlere teşekkür etti ve önümüzdeki seçimlerde herkesi AK Partiye yani istikrara oy vermelerini istedi. Balkanların çok önemli olduğunu ve Balkanlara en çok yatırımın AK Parti döneminde olduğunu kısa kısa TİKA’nın yaptıklarını anlattı. İstanbul’da Belediyelerden Balkanlara en çok yatırımın Bayrampaşa yaptığını vurguladı. Sonunda da Büyük Türkiye isteyen herkesin AK Partiye oy vermesi gerektiğini vurguladı. Ayrıca bu gecede Bulgaristanda yaşayan ayakları tutmayan Omurtag şehrinde yaşayan biri için Bultürk bir sandalye istedi. Bayrampaşa Belediye Başkanı hemen görevlilerden birini göndererek o sandalyeyi o toplantıya getirtti ve o sandalyeyi isteyenin akrabasına orada sandalyeyi teslim etti. Bu davranışından dolayı tüm Bulgaristanlılar Belediye Başkanının bu davranışından dolayı çok memnun oldular ve gecenin en büyük alkışı Bayrampaşa Belediye Başkanına oldu. Bu davranışıyla tüm Bulgaristanlıların gönlünü kazandı.


Ardından herkes Belediye Başkanı ile resim çekilmeye başlandı ve gelen tüm misafirlerle tek tek resim çekildi tüm katılanlar çok memnun ayrıldılar. Gecemize Telgraf gönderenler; AK Parti Genel Başkan Yrd. Bekir BOZDAĞ, Başbakan Yardımcısı Turul TÜRKEŞ, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, Çanakkale Milletvekili Bülent TURAN, Balıkesir Milletvekili Sema KIRCI, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sn. Kadir TOPBAŞ, Bursa Nülüfer Belediye Başkanı Mustafa BOZBEY, Ümraniye Belediye Başkanı Hasan CAN Gecemize Çelenk gönderen; Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Prof.Dr. Ahmet DAVUTOĞLU, Metins Deri Metin AKIN, Kloun Deri Sefer YAMAÇ, EROS Deri Niyazi GÜLER, KAR GIDA Seyhan ÖZGÜR, BEST KAFE Necdet MUTLU Gecemize katılan, telgraf ve çelenk gönderen özellikle de T.C. Başbakanımıza çok çok teşekkür eder, ayrıca emeği geçen herkese şükranlarımızı sunarız.




BULTÜRK’ün Birlik Ve Kardeşlik Gecesinden Gecede Rafet ULUTÜRK’ün Konuşması; Sayım Milletvekillerin, Sayın Belediye Başkanım, Sayın STK Başkanları ve yöneticileri, çok değerli misafirler, HEPİNİZ HOŞ GELDİNİZ, SEFA GETİRDİĞİNİZ. Bulgaristan Vatandaşıyız, herkesin olduğu kadar bizimdir memleketimiz. Coğrafik adı, eskilerden Rumeli’ydi, daha sonra Balkanlar oldu, şimdi ise Güney Doğu Avrupa’ya değiştirildi. Ne olursa olsun, o memleket, bizim memleketimiz! Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneğimiz 2003’ten beri beklediğimiz, soydaş kitlesi inisiyatiflerine sizlerin, sivil toplum örgütleri tabanımızın sahip çıkması, şahsen beni ve dernek yönetimimizi derin etkiledi. Bizim kıvılcımdan ateş doğacak inancım kat ve kat arttı. Bu buluşmamızın 25 Ekim Bulgaristan’daki yerel seçimin şu an oy sayımı devam ederken diğer taraftan da Türkiye’mizde, kader çizgisi belirleyici nitelikte olan, 1 Kasım erken genel seçimlerinden tam bir hafta önceye rastlaması, anavatanımızın geleceği, halkımızın huzuru, Büyük Türkiye atılımlarını kucaklama kararlılığımız açısından, GURUR VERİCİ OLDU. Bulgaristan’daki mahalli seçimde pek bir şey değişeceğine inanmıyorum. Totaliter yapı, sarı öküzleri boz çiftle değiştirip tarlasını sürmeye devam ediyor. 1990’da çarpıtılan sosyal altyapı bir daha toparlanamadı. Mülkiyet bir avuç, oligarşi uzantısı dediğimiz zengin Bulgar tabakasının eline sıkıştırılırken, topraksız, mülksüz ve işsiz kitle, çaresiz yaşlı tabaka, bu arada etnik toplulukların % 90’ı köleliğe ve avuç açmaya alıştırılıyor. Seçim listelerinde 6 milyon 868 bin seçmen ismi sıralanmış, ama sandık başına gidenler 2.5 milyondan fazla değil. Sanki sandıklara girmeyen oylar çuvala girmiş ve Yüksek Seçim Kurumuma düzenli bir şekilde teslim edilmiş. Diyecek bir şeyim yok: Adalet olmayan yerde YASASIN SAHTEKÂRLIK! Adalet, sosyal adalet MÜLKİYET ilişkilerine dayanır. Mülkiyet ilişkilerini adil düzenleyen ise ANAYASA VE KANUNLARDIR. Bulgaristan Krallığı 1908’de kuruldu ve mülkiyet ilişkilerini düzenlemek için birçok Anayasa çıkarıldı, kanunlar yazıldı. Bütün bu uygulama, Osmanlıdan kalma büyük kapsamlı, Mülk ve Eserleri yasal ele geçirmek için kullanıldı,


1879 sayımında kayıtlı 2 bin 356 mescit, cami, 142 medrese, 273 mekteb vs. bunların hepsi usulüne uygun kapatma ve yok etme için yapıldı. Mülk ve miras hakkının zedelenmiş ve yalnız kimileri için var olduğu bir ülkede adalet olamaz. DURUM BUDUR. Kanunsuz bir ülkede MUHTAR ya da BELEDİYE BAŞKANI seçsek de pek bir şey ifade etmez? Bir örnek vermek gerekir ise ; 3 dönem Kırcaali Belediye Başkanlığı yapmış olan Hasan AZİZ maalesef Kırcaalide bulunan Türk-Müslüman mezarlığını bakım ve temizlik işlerini yapmamıştır. Ayrıca ana okullarda Türk-Müslüman çocuklarına zorunlu olarak domuz eti verilmesini desteklemiştir. Ha! Hiç mi umut yok? Diye soranlara bu yıl baş gösteren bir müjdem var. Avrupa Birliği Eğitim Komisyonu Bulgar okullarındaki ders kitaplarından Osmanlı düşmanı, şair Hristo Botev ile Osmanlı düşmanı yazar ve şair İvan Vazov’un tamamen çıkarılmasına karar verdi. İş Allah tarih dersi kitaplarında 1878 Rus-Osmanlı Savaşı hakkında, bu Rus Çarının bir saldırı savaşıdır, Osmanlı orduları Bulgaristan’ı ve Bulgar halkını savunmuştur, diye belirtilmesini de isteriz. Çünkü tarih toprak gibidir, zehirli topraktan zehirli mahsul alınır. Bu olursa, Rus aşırı milliyetçilerinden Vladimir Jirinovski Bulgar halkına ikide bir sitemde bulunurken, “biz sizi Osmanlı köleliğinden kurtardık, siz bize ilelebet minnettar olmak zorundasınız!” diye bağırıp çağırması kesilir. Biz artık “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesinin 101. Sayısı çıkardık, BGSAM yayınlarıyla, www.bghaber.org üzerinden ve artık bastığımız onun üzerinde kitapla, panel, ulusal ve uluslararası sempozyum ve konferanslarla sizleri hep bilgilendirdik, bilgilendiriyoruz ve bu etkinliklerimiz devam edecektir. Bizler, BARIŞA düşkün insanlarız. Mayamız Osmanlı döneminde Balkanların 300 yıl savaşsız yaşadığı çağda tutulmuş. Değiştirmek elimizde değil. Ne yazık ki, baskılardan, terörden, zulümden kaçtık da geldik anavatanımıza. Hıristiyanlık İNSANLIĞIN VE İNSAN SEVGİSİNİN ne tarihini ne de kitabını yazabildi. Olmayan şeyi nasıl yazsın! Biz, dünyanın en güzel diyarında, memleketimizden, daha da güzel ve yaşayışı


mutluluk veren anavatanımıza geldik. O gün bu gün memleketimiz üzerinden hüzün bulutları dağılmadı, insanın mutlu olmadığı yerde, hiçbir şeyin mutlu olmadığını herkes gördü, inandı. Biz şanslı insanlarız. Gelir gelmez, 21. Yüzyılın başında, ANAVATAN Partisi daha sonra AK Parti öncülüğünde Büyük Türkiye trendine ayak uydurduk ve anavatanımızın altın çağına birlikte gidiyoruz. Bizden önceki göçlerin bahtı bu kadar açık olmamıştı. Anavatanımız olan, bu cennet toprakların 500 milyon kardeşi doyurmaya yetecek kadar zengin ve verimli olduğuna inandık. Daha 18-inci yüzyılda Anadolu ve Ege ile Trakya’yı anlatan tarihçi Hammer de bu gerçeği, daha o zaman vurgulamıştı. Bu tabanda, bugün, gönül birliğinde buluşmayı başardık ve birbirimize sarılıp yüksek sesle BARIŞ diye yeri ve göğü dolduranların arasına katılmış bulunmamız bizim özümüzü dünyaya gösterdi. Biz korktuğumuz için barış istemiyoruz, KARDEŞÇE YAŞAMAK İÇİN BARIŞ DİYORUZ. İNSAN ÜREMEK, ÜRETMEK VE SEVMEK İÇİN DÜNYAYA GELİR, ÖLDÜRMEK İÇİN DEĞİL. Yakındoğu barışının yeni kalesi Büyük Türkiye olacaktır. Bu büyük hamleyi yöneten, bölge halklarının umudu ve önderi, Türkiye Cumhuriyeti olacaktır. Bu gün Terörist dediğimiz iç düşman kudurdu. 7 Haziran gecesi Ayaklanma Çağrısı yapanlar, baltanın taşa çarpacağını anlayamadı, Türk’e kalkan kolun mutlaka kırıldığını da unutmuşlardı. Kolları değil belleri de kırıldı, son çığlıkları can acısındandır. Zaferi ülkemizin ufkunda parlayan 1 Kasım 2015 seçimlerini yöneten, Hükümetimizin başı Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’dur. “Düşman ne kadar zalimleşirse zalimleşsin, halkımızın birliği ve kararlılığı karşısında yenik düşmesi kaçınılmazdır.” Çocuk, kadın ve yaşlı cana kıyan terörizm, PKK, DEAŞ ve aramızdaki uzantıları açtığımız ateşin çemberi içindedir. Tek çareleri kaldı, ateş çemberindeki yengeç gibi, hepsi kendi zehriyle kendini


yok etmektir. Ankara’da patlayan intihar bombaları, çaresiz çürümüş zihniyetin çılgınlığından başka bir şey değildir. Bu olayların Berlinde planlandığı da artık gizli değildir. Türkiye büyüdükçe, düşmanları azdı. Barış Sürecini suistimal ederek halkımızın, kamuoyunun gözüne kül atıp binlerce ton patlayıcıyı ev, cami, yol ve köprülerimize yerleştiren katillerin AF OLMA VE SAĞ KALMA ŞANSI yoktur ve olamaz. İyi yürekli insanların ruhunu değiştiren YALAN, İHANET, sinsilik ve satılmışlıktır. Yanlış okunan ve anlaşılan DEMOKRASİ çok kurban aldı. Halkımızın bilinçlenme yolunda atacağı çok yeni adımlar var. Sulh ve Barış’ı tarih boyu aynı duyarlılıkla Türk halkının huzuruna el kaldıranlarla hesaplaşma halkımızın öz davası olmuşsa, son kapışmada BİZ Bulgaristanlı göçmenler ön saflarda yer almaya hazırız. İstiklalimizin en büyük kazanımı – Vatanımızın Bölünmezliği, tek bayrak, tek devlet ve tek millet olmasıdır. Sen ben değil Türkiye, bugün dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızdır. Bu yürekli yükseliş 1 Kasım seçimlerinin ruhunu belirledi. Kardeşlerim Dünyada başka bir TÜRKİYE YOK! Bizler hepimiz vatansızlığın ne olduğunu en iyi bilenlerdeniz. Bizler bir defa 500 yıllık kökümüzden, toprağımızdan söküldük ve kovulduk. Bizi 1878’den beri memleketimizden göçe zorlanıyoruz. Varımızı yoğumuzu beş parasız elimizden aldılar. Bayram ediyorlar. Hala orada kalan tarihimizi yok etmek istiyorlar. 26 yıl geçti. Büyük Göç şarkıları hala doğmadı. Soydaşlar zorla kovulduklarını unutamadı. Acının şarkısını söylemeye dil yok. Dile gelen ŞARKI DEĞİL, SONSUS BİR ÇEKİYE AĞIT’TIR. Anavatan toprağında ikinci kuşak yetiştirdik, büyüttük, eğittik, ama yüreklendirip uçuramadık. Biz hepimiz kanadı kırık kuşlar gibiyiz. Beceremediğimiz tek şey korku. İçimizdeki KORKUYU aşamadık. Son 26 yılda ne mi öğrendik? 100 yıllık zulmün insan ruhundan 26 senede bile çıkmadığını, omuzlarımızdaki ağırlık, gözlerimizdeki sönüklük, bakışlarımızdaki batılılık olarak eziyor hepimizi. Uyanma korkusu var bizde. Uçma korkusu, yükselme ve başka korkular hep sır-


tımızda, bir türlü silkinemedik. Sırtındaki semerden ısınan hamallar gibi, totalitarizm semeri indi, allı pullu, nazar boncuklu HÖH-DPS semeri yaslandı arkamıza. İnerse soğuklarız, ezilmeden nasıl yaşarız, ruh hali var bizde. Türklüğümüz ağır yara almış. Onu gördük. Bu öyle bir yara ki, mehlemi yok, ancak kendiliğinden savıyor. Aynaya bakınca özü alınmış BOMBOŞ bir kimlik çıktıkça karşımıza, o bizi kendisi değiştiriyor, değiştirecek. Bize dayatılan ve ruhumuzu zehirleyen mutluluğun formülü çok çok acıdır, kolay kolay arınmıyor: AYNAYA BİRLİKTE BAKALIM: 70 yaşındakiler Türk olarak ölmüşlerdi. 50 yaşındakiler Türk olarak can çekişti, sürüldü, ezildi, hücreye atıldı. 30 yaşındakiler Türklüğünden vaz geçmeyi kabule zorlandı. 10 yaşındakiler Türk adlarını unutmaya başladı. 1 yaşındakiler Bulgar doğdu. Biz bu ırmağı durdurmak için ayaklandık ve bent kurduk. Zora düştük göç ettik. Ama bizler vardık, varız ve var olmaya devam edeceğiz. Bir araya gelmeyi, birlikte toplanmayı, beraber oturmayı, oturduğumuz yerden Bulgaristan’a bakmayı öğrendikçe, gözlerimizin ateşine dayanamayacaklar, yengeçler gibi kendi zehirleriyle kendilerini öldürecekler. Bu fikrimi size bir başka örnekle açıklamak istiyorum: Son aylarda Bulgar sınırını göğüsleyen göç dalgasını “Edirne’de durdurduk”, “dondurduk”, “bizden kortular”, “Bulgar’a giremediler!”, “AB ‘nin en güvenli dış sınırı biziz” havasına giren Bulgar milliyetçiler son günlerde, bugün tamamen şaşırmış durumdadır. Hatırlarsınız yaz aylarında Eski Zara ovasına mısır sulamaya giderdik. Suyu bir karığa salardık, gider gitmesine, ama karık ne dolar, ne de taşardı. Biz de beklerdik. Bir bakmışsın, 5 karık yanda göl olmuş, su yol bulup kaçmış. Bu sığınmacılar meselesi de tam öyle. Şimdi Bulgar sınırı boyunca, en açık, görünen kuytu yerlere küme küme oturmuşlar, sanki tel örgüler sökülecek ve “buyurun” diyecekler. Oysa olayın kokusu Sofya otellerinde çıkıyor. Her gün 1 000 (bin) Suriyeli, Afgan ve Pakistanlı sığınmacı tutuklanıyor. Suyun 5 karın ötede göl yaptığı gibi, onlardan Sofya otellerinde beliriyorlar. Dünyayı değiştirmek ancak insan iradesi ve kararlılığıyla oluyor. Onlar bizden kararlı. Önce Avrupa’daki küflü kafa yapısını kırıp içini insan sevgisiyle değiştirmek istiyorlar. Başaracaklarına inanıyorum. Çünkü sığınmacı sayısı çoğalıyor, Avrupa’nın ça-


murlu yollarında birbirleriyle kaynaşıyorlar, onların çilesi yeni bir nitelik mayalıyor. Biz bu davada galip geldik. Şehitlerimizi saygıyla anarken kendilerine ebediyen minnettarız. Biz arkamızda binlerce adsız mezar bırakan yiğit bir nesiliz. Arkamız, evlerimiz, köylerimiz, kasabalarımız karanlık kaldı. Kuşların geri dönmesi; kertenkelenin tepişmesi bir topluma can vermiyor. Dağ taş ayaklanmış, gerçek sahibimden başkasını istemem diyor. Hayat kimseye aldırmadan devam etmek isterken, o uzaklarda bir çocuk daha kendiliğinden doğmuyor, okullar kendiliğinden açılmıyor, güler yüzlü öğretmenler sınıfa girmiyor, doğa uyanıyor fakat toplum uyanamıyor. Biz diğer Balkanlı kardeşlerimizden de çok farklıyız. Farklılıkların kaynaştığı ve herkesi hiç ayrışım sız mutlu ettiği asırlar ve sosyal devirler tarihte kaldı. Bize geçmişimizi unutturmaya çalışanların elde edemediği nimet de işte budur. Farklı olmaktan çekinmeyenlerin farklılıklarını da yaşatmış olmalarıdır. Bugün basmakalıp düşünen, Rumeli, Balkanlı yakıştırması yetmezmiş gibi, bir de Güney Doğu Avrupalı söz kalabalığıyla, tarihimizi renklerini okumadan, hepimizi aynı mezara gömmeye çalıştığını gözlüyoruz. Bugün Güney Doğu Avrupa’da, Balkanlarda, yani Rumeli’de Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan, Slovenya, Karadağ, Bosna-Herzek, Kosova, Hırvatistan, Romanya gibi 11 ülke var. HER DEVLETİN ADI HALKI HERŞEYİ FARKLILAŞMIŞTIR. Biz de bu devletlere ayrı ayrı bakmalıyız. Hiçbir ayrım yapmaksızın, bu ülkelerin hepsini, 2 asır önce Osmanlının görüldüğü şekilde kabul edemeyiz. Farklılıkları dikkate alan dış politika T.C.’nin Balkanlar siyasetinin yeni temeli olmalıdır. Makedonya ile Bulgaristan bile iki komşu, dil ve tarih benzerliği var. Tarihin izleri Balkanların her karışında vardır. Bunları dikkate almadan, hele Türk ve Müslümanlara olan yerel farklı yaklaşım göz önünde bulundurulmadan hazırlanan genel siyaset asla uygulanamaz., TAMAMEN YANLIŞ OLUR. Bu devletlerden bazıları NATO ve Avrupa Birliği üyesi, diğerleri üyelik adayı vs. BAŞARILI OLMAK İSTERSEK BALKAN RUMELİ DEĞİL, BURALARDA DEVLETLERİN bugünkü ismini kullanmalıyız. ÇÜNKÜ bu devletlerin ADLARI HEPSİNİN AYRI AYRI KOYULMUŞTUR VE 200 YILDIR BUNLARIN TAMAMININ ADI DEĞİŞMİŞTİR. BULGARİSTANDA YAŞAYAN HALK İLE YUNANİZTANDA MAKEDONYADA YAŞAYAN HALK ARASINDA ORTAK NEREDEYSE HİÇ


BİR ŞEY YOKTUR. HER BÖLGEDE AYRI İNSAN TİPİ YARATILMIŞTIR. BUNU ARTIK GÖRMELİYİZ VE HER BÖLGE İÇİN EYRI STRATEJİLER ÜRETMELİYİZ. BAŞARININ YOLU BUDUR. BUNU ANKARA ARTIK GÖRMELİDİR BU GÜNE KADAR BAŞARAMAMIZIN TEK YOLU TEŞHİSİ KONULAMAMASIDIR. Demek istediğim, toplumsal yapı, Anayasal düzen, devlet yapısı, tarihsel konumu, nüfus bileşimi, sosyal ve etnik hakları elde etmişlik ve başka açılardan birbirinden dağlar kadar farklı bir durum ortadadır. Sadece Türklerin etnik haklarının tanınmışlık düzeyini ele alsak, Makedonya’da, Kosova’da Türk Çocukların Türk okullarında okuduğu, anadilde eğitimin ve yaşam tarzının yasalarca düzenlenmiş ligi, özgün kültürel özelliklerin yaşam ortamı bulması dikkati çekerken, Bulgaristan’da Türkçe seçim konuşması yapanlara ceza kesildiği, Bulgarca “Rayna Prenses” şarkısını “Güzel Rabiem” diye dilimizde okuyan sanatçıların memleketten dışlandığını anlatırken, kimseyi şaşırtmış olmam kanısındayım. Çünkü biz, kaynağı kurumayan bu zehirin kendimiz de kurbanıyız. Her şeyde ve her yerde farklı olanı dikkate alarak, somut olana, farklı yaklaşım gerekliliği T.C.nin Balkanlar politikasında Bulgaristan’ın ayrı ve özel bir yer alması gerektiğini, özgün bir yaklaşımla, araç ve gereçlerle çalışmamızın son derece gerekli olduğu ortadadır. Sözün özü: Sevgili kader kardeşlerim. İnsan aya çıktı, Türkiye’miz de uzayı deldi ama insanoğlu kaderini değiştirmek için her zamankinden daha fazla beraber, birlik içinde olmaya ihtiyaç duyuyor. Bu akşam buraya toplanmamızın nedeni de, bir daha olmak üzere, Yaşasın Halkların Kardeşliği, demekti. Biz barış ve huzur istiyoruz, çünkü bu uğurda mücadele ettik, bu yolun hep yolcusuyduk. Bu yol 1 Kasım’da hepimizden yeni imkânlar istiyor. 2002’den beri Türkiye’mizi yöneten ve yücelten Ak Parti güven tazelemek, tek partili güçlü iktidar olarak Büyük Türkiye yolunca bizimle, hepimizle beraber yürümek istiyor. BİZ, BULTÜRK yönetimi olarak hepinizi sandık başına davet ederken, oyunuzu Büyük ve Güçlü Türkiye özlemine vermenize çağrıda bulunuyoruz. Türkiye’miz karışmıştır. Karıştıranlar, devletimizde el kaldırıp, dil uzatarak, silah yöneltenler ortadadır buna rağmen, biz akan suyun durulduğuna inanırken, hükümetimizin yeni seferinde her şeyin durulacağına, emellerimizin gerçek olacağına inancımızı yeniliyoruz. BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN BİZDE VARIZ Geldiğiniz için hepinize teşekkürler. Sağ olun var olun, Allaha emanet olun



www.bghaber.org


BULTÜRK BAYRAMPAŞA GECESİNDEN Salonda Kadriye LATİFOVA’nın müzikleri çalıyordu, insanlar yavaş yavaş gelmeye başladı. Ardından Bulgaristanlı İstanbul TRT Sanatçımız Rüstem AVCI canlı devam etti. Bultürk derneğinin Birlik ve Kardeşlik panelinde toplantı saygı duruşu ve istiklal marşı ile başladı. Bultürk genel sekreteri Doc.Dr.Müjgan DENİZ’in sunuculuğunu yaptığı toplantıda ilk önce derneğin kısa tarihçesini anlattı. 2003 yılından beri hep ilkleri yaptıklarını İlk Türk Cumhurbaşkanı, İlk defa Sofyada Türk Dünyası Liderler toplantısı, ilk defa Bulgaristanda 13 bin kişi üzerinde dev bir anket yaptıklarını, İlk defa Kırcaalinin hıdıllezden 3 gün önce 1434y doğum tarihinin Kırcaalide anma toplantısını yapmaları, ilk defa Bulgar parlamentosuna bir dernek olarak davet alıp gittiklerini, ilk defa çernooçenede Bulgarlar ile beraber bayram kutladıklarını, ilk defa Türk Kurultaylarına katıldıkları ve birçok ilke daha imza attıklarını belirterek gelen dernek başkanlara söz verelim. Ayrıca dernek merkezinde her 15 günde bır konferans, seminerler yaptıklarını belirtti. Bizim alanımız Bulgaristan ve bu konuda biz her zaman devletimize ve yöneticilerimize projeksiyonlar sunduğumuzu ve Bulgaristan’ın 50 yıl sonrası için çalışmalar yaptıklarını belirtti. Ardından Türk Dünyasından gelen Dernek Başkanlarına ayrı ayrı söz verildi; Yavuz Selim Derneği Başkanı, Afganistan İpek Yolu Vakfı Başkanı Mustafa MAHDUM Afganistan; Türkiye Universite Mezunları Birliği Türkiye Temsilcisi-Lale HASANOĞLU; Çankırılılar Derneği Gaziosmanpaşa-Ahat AKÇAL; Balkan ve Avrasya STK’ları Komisyon Başkanı Ferudun AY; Osman DUMAN-OSMAR KRİSTAL;


Gecemize katılan dernek Başkanları; Vakıflar Genel Müdürlüğü-Mustafa ÖZKAN; Küçükçekmece Muhtar-Faruk DEMİR, Yusuf DEMİREL; Kâğıthane Bld. Kent Konseyi Kadın Kolları –Necmiye CEYLAN; AK Parti İl Başkanlığı Hüseyin CEYLAN; Kemal KARADAĞI-Rumeli Türkleri Vakfı; İbrahim HALİL BALAYOĞULLARI; -Moskova; Rüstem AVCI-TRT SanatçısıBulgaristan; URAL Derneği-Bülent MAŞAOĞLU; Azerbaycan-Agil SAMETBEYLİ; Balkanlara Vefa Derneği-İsmail ERDEM. Türk Dünyası Gazeteciler Federasyonu Başkanı Menderes DEMİR, Gazetecilerden – Yakut MISIRHANLI; Bayrampaşa haber Yılmaz BİRİNCİ, Anadolu ajansı; Hepsine katılımlarından dolayı teşekkür ederiz. Konuşmalar devam etti – Bayrampaşa AK Parti İlçe Başkanı Sn. Kemal Oğuz KIDIL, Bayrampaşa Belediye Başkanım Sn. Atila AYDINER, Ardından AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Sn. Ekrem Erdem’e söz verildi; Halk oylamasına doğru – BULTÜRK Gecesinde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem, “Cumhurbaşkanını halkın seçmesi istikrar ve huzur adına önemli bir adımdır.” dedi. Erdem, Bulgaristan Türkleri Derneği BULTÜRK tarafından düzenlenen etkinlikte öncelikle Başkan başta olmak üzere tüm yönetime teşekkür etti ardından “2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce yüzde 47 oy aldık, Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimi var, 367 diye bir garabet icat ettiler ve Cumhurbaşkanını o tarihte seçtirmediler.” dedi. ” Cumhurbaşkanı neden seçtirilmez? Bu sistemin zayıflığından kaynaklanan bir engellemeydi” diyen Erdem, sözlerini şöyle sürdürdü: “Mecliste 550 milletvekili var, baskılar yaptılar, tehditler aldılar ve bazı partilerin genel başkanları, milletvekillerine cumhurbaşkanlığı seçiminde, meclise girmemesi için baskı yaptı. 367 garabetinden daha ağır olanı,

milletvekillerinin meclise girememesiydi.”


Erdem, 2007 yılından sonra cumhurbaşkanını, milletvekillerinin seçmesinin, sistemi kilitlediğini ve problem oluşturduğunun altını çizerek “Eski sistemde milletin istediği değil, birilerinin istediği kişi cumhurbaşkanı oluyordu, cumhurbaşkanı halkın iradesinin dışında seçiliyordu.” ifadelerini kullandı. Erdem, 1960 askeri darbesinden beri Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde problemler yaşandığını anlatarak, 1961 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmak isteyen Ali Fuat Başgil’e yapılanları hatırlattı. Başgil’in, dönemin askeri cuntası tarafından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmaması için ölümle tehdit edildiğini anlatan Erdem, “Başgil’in başına silah dayadılar, ya cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilirsin veya ölürsün dediler.” şeklinde konuştu. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal dönemine kadar Türkiye’de sivil birisinin cumhurbaşkanlığı makamına gelebilme şansını bulamadığını söyleyen Erdem, “Cumhurbaşkanını halkın seçmesi istikrar ve huzur adına önemli bir adımdır” görüşünü dile getirdi. Osman DUMAN -Rafet ULUTÜRK’e Bulgaristan Türklerine Hizmetlerinden dolayı özel bir plaket yaptırdığını ve bizat kendisi taktim etmek istediğini söylleyerek sahneye davet etti.


Rafet ULUTÜRK konuşması; Değerli AK Parti Genel Başkan Yrd. Sn.Ekrem ERDEM, Değerli Bayrampaşa Belediye Başkanım, AK Partinin Değerli İlçe Başkanı Sn.Kemal OuzKIDIL, Değerli bilim adamları, gazeteciler ve Türk Dünyasın’dan gelen dernek ve federasyon başkanları ve yöneticileri, Değerli konuklar ve değerli misafirler: “Bulgaristan TürkleriBirlik ve Kardeşlik Panelimize” ilgi duyan ve bu akşam bizimle beraber olmaya zamanınızı ayıran kardeşlerim, 26 Mart’ta yapılan Bulgaristan erken genel parlamento seçimleri ve 16 Nisanda, Türkiye Cumhuriyeti’nde düzenlenecek HALK OYLAMASI arifesinde durum değerlendirmemize BİRLİK VE KARDEŞLİK PANELİNE HOŞ GELDİNİZ… SEFALAR GETİRDİNİZ… Değerli misafirler Türkiye bizim işimize karışmıyor. Biz hür iradeli insanlarız, son seçimde bazı siyasetçilerin egoları ön plana geçmiştir. O egolular değil, fakat biz Bulgaristan Türklerinin sivil toplum örgütleri bu işte tarafız, çünkü Bulgaristan vatandaşıyız. Seçme hakkımız var ve bizim için oy kullansın diye kimseye vekalet vermedik. 1356’da Çanakkale’yi geçip Rumeli Balkanlara yerleşen atalarımız da hürdüler. Yeni topraklara insanlığın görüp göreceği en üstün zekâyı gönüllü taşıdılar. O gün bugün, koca dünyada değişen pek fazla bir şey olmamıştır, desem yanlış olur. Kılıcımızın daha iyi kestiği ve toplarımızın daha güçlü patladığı için 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun yerine geçebildik. Tarihte çağ açan zaferler, üstün olan uygarlığın zaferidir. Ve biz o Avrupa karanlığında parlayan yıldızın bugün parlayan ışıklarıyız. 600 yıl önce dünya işlerine akort verenler bizdik, günümüzde bazı anahtarlar onların eline geçti. Değişmeyen bir şey kaldıysa, o da, belirleyici olanın yine insan zekâsı ve yine aklın rolü olduğuna işaret etmek isterim.


Dünyayı değiştirenler hep akıllı ve zekiler olmuştur. Bu tezi savunmak için bin bir dereden su getirmeme gerek yok. Amerika’da Bill Geyts ve 2 arkadaşı, yani sadece 3 kişi, 2016’da 80 milyonluk Türkiye’mizin ürettiği Gayrı Safi Milli Hâsılaya eşit değer üretti. Yorumu siz yapınız. Bizi düşmanca yönetenlerin 140 yıldan beri yaptığı en önemli iş, yavaş yavaş dünyamızı karartmak ve bizi karanlığa alıştırmak oldu. Bu cümleden kimliğimizin, zekâmızın, insan severliğimizin ve medeniyetimizin üstünlüğünü karartmak, dilimizi, dinimizi, kültürümüzü, düşünme kabiliyetimizi karartmak, köreltmek ve zekâmızı kısır kılmak oldu. Yaratan biz Türkleri hem zeki hem de sabırlı yaratmıştır. Tarihimiz, 1815’te ters dönmüştür. O gün bu gün Avrupa’dan çekiliyoruz. Büyük Atatürk Sakarya Savaşında son kalemiz Anadolu’nun istilasını durdurdu. Daha o zaman 1815’te başlayan Avrupa’dan çekilmemiz durmadı, “93 Harbinden” sonrada daha da yoğunlaştı. BULTÜRK yönetimi olarak biz, Bulgar devletinin 140 yıl süren Türk düşmanlığı birikimiyle aramızdan kimliksizleştirmeyi ve asimile olmayı kabul etmeyenleri, pirinç taşı ayıklar gibi ayıklayıp, vatandan kovma siyasetini iyi biliyoruz. Birazdan hepinize dağıtacağım ve boş zamanlarınızda okumanızı önermek istediğim, “Türk Dünyasında Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” ve “Bulgaristan Türklerinin Durumu” Osman BÜLBÜL Hocamızın ve Musa VATANSEVER abimizin eserlerinde düşmanlık mantığının işleyişini analiz ettiğimizi okuyabilirsiniz. Hepimizin bildiği gibi Bulgaristan devleti her geçen gün daha baskıcı ve faşizan tutum izleyerek ülkedeki Türkleri sindirmeye asimile etmeye, Jivkovun yolunu sürdürmeye çalışmaktadır. 26 Martta yapılan Bulgaristan Genel seçimlerde Hain DPS-HÖH nin Bulgaristan siyasi arenasından uzaklaştırmak için bir çok çaba içerisine girildi. Ancak özlenen ve beklenen neticeye ulaşılamadı, çünkü strateji yoktu. Bulgaristan yönetimi durumu nekadar zorlaştırır ise zorlaştırsın gelecek seçimler için daha iyi program ve planlama ve daha iyi strateji ile Bulgaristan parlamentosuna gerçekten Türk-Müslüman topluluğunu temsil edecek Milletvekilleri çıkartacağımıza gönülden inanıyoruz. Bizim Bulgaristan’da ve tüm Balkanlarda güçlü ve güven içinde olabilmemiz Ana-Vatan Türkiye’nin ne kadar güçlü olduğuna bağlıdır. İşte bu nedenle Biz Bulgaristan Türkleri o Büyük ve Güçlü Türkiye için ülkemizin 20232053-2071 hedeflerine ulaşabilmesi için tüm imkanlarımızı seferber etmeliyiz. Bu nedenle 16 Nisanda yapılacak referandumda yani Halk oylamasında GÜÇLÜ TÜRKİYENİN YOLUNU açabilmemiz, tüm engelleri ortadan kaldırabilmemiz için EVET demeliyiz. Bizler Atalarımız gibi HAKKN VE ADALETİN YANINDA OLMALIYIZ.


GÜÇLÜ TÜRKİYE AYNI ZAMANDA GÜÇLÜ TÜRK DÜNYASI DEMEK VE TÜRK DÜNYASININ SORUNLARININ HALLEDİLMESİ DE TÜRKİYE’NİN GÜCÜ ORANINDA OLACAKTIR. Türkiye Cumhuriyeti devletinin temellerinde kanı olan soylarımız, biz Bulgaristanlı, Rumeli-Balkanlı Türkler, geleceğimiz açısından kutlu bir gün olan, 16 Nisan 2017 Pazar gününde Anayasa değişikliğine ve Başkanlık sistemine “EVET” diyenlerin başında, alaylarında ve denizinde olacağız. Yolumuz, “BÜYÜK ve GÜÇLÜ TÜRKİYE” yoludur. 1815’ten beri suyu çekilen büyük ırmağın yatağını gelecekle doldurma yoludur. Başarısızlıklara son verme ve zaferlere yeniden açılma yoludur. Bu muzaffer yolda toplumumuzun BABASI, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkanı, 21. yüzyıl yıldızı, Türkiye halkının, hepimizin, Türk ve İslam Dünyasının büyük önderleri Sn.Devlet BAHÇELİ ve Sn.Recep Tayyip ERDOĞAN’a inanıyor ve güveniyoruz! Bunun için Biz Balkanlar “EVET” diyoruz. Bu nedenle Güçlü Türkiye’ye EVET diyoruz ve tüm katılımcılar bir daha cani gönülden teşekkür ediyorum. Türkiye’de bu Halk Oylaması Vatanımıza ve tüm Türk Dünyasına hayırlı ve uğurlu olmasını cani gönülden dileriz. Sağ olun var olun Allaha emanet olun.


2.Uluslararası Bulgaristan Sempoz yumu 1989 Göçünün 25. Yılı Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu

20–21 Haziran 2014 tarihlerinde İstanbul’da İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü Salonu’nda “1989 göçünün 25.yılı Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu” düzenlendi. Sempozyum İstanbul Üniversitesi, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BG SAM), İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı ve Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK‘ün ortak girişimleriyle gerçekleşti. Forum körsüsünden Bulgaristan, Avusturya, Arnavutluk ve Türkiye’den akademisyen, uluslararası ilişkiler uzmanı, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, yazar ve sanatçılar olmak üzere otuz yetkili değerli konuşma yaptı. Bilgi değil tokuşunun başlamasından önce Büyük Göç’ü konu eden Bulgaristanlı ressam Burhanettin Ardagil’in sanat sergisi görüldü. Sanatçı konuklarına eserleri üstüne ayrıntılı ve anlamlı bilgi sundu. Ana örgütleyici önceliğiyle BULTÜRK Genel Sekreteri Dr. Müjgan Deniz uluslar arası temsili forumu kısa ve anlamı bir kutlamayla açtı. Bulgaristan Türklerinin totaliter baskı ve terör rejimine karşı, demokrasi ve özgürlük uğruna başlattığı tarihsel Mayıs 1989 Ayaklanması ile Büyük Göç’ün aldığı kurbanlar anısına saygı duruşunda bulunuldu ardından İstiklal Marşı dinlendi. Ardından etkin toplumsal kitle örgütü olarak gelişen Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK’ ün Öz Vatanda kalan kardeşlerimiz ve Türkiye’deki soydaşlarımızın ruhlarını birleştiren yoğun ve çok yönlü etkinlikleri üstüne bilgi verdi. Dr. Müjgan Deniz konuşmasında, son yıllarda Türkiye’nin Bulgaristan’a ve Bulgaristan Türklerine sunduğu çok yönlü ekonomik ve kültürel yardımlara da değindi. Ardından gelen telgraflar okundu, gelen telgraflar; İstanbul Valiliği, Sultangazi Belediye Başkanlığı, Ankara Dış işleri Bakanlığı, Moldova Milletvekili Oleg Garizan, Kıbrısın Kırgızistan Büyükelçilği Prof. Dr. Erhan Arıklı, Sofya Türkiye Büyükelçimiz Sayın Süleyman Gökçe’nin telgrafları okundu.


Sempozyuma ev sahipliği yapan İstanbul, Fatih Belediyesini temsilen, Başkan Yardımcısı Hasan Suver konukları ve önemi görkemli ve anlamlı olan uluslararası etkinliği başarı dilekleriyle kutladı. 1989’da büyük sayıda göç alan Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı adına foruma ve Strateji Daire Başkanı ve BAL-TÜRK Genel Başkanı sıfatıyla da katılan Bayram Çolakoğlu da kısa bir selamlama konuşmasıyla bir ilk olan bu uluslararası çalışmaya başarılar diledi. Merkezi İstanbul’da bulunan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk Büyük Göçün yıldönümünü ve tarihsel ibret derslerini konu eden ana raporu sundu. Büyük göç sonrası da, Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlüklerinden yoksun olduğunu sunumunun merkezine alan Genel Başkan Ulutürk, Türkler üzerindeki baskıların 25 yıldır artarak devam ettiğini vurguladı. XX. yüzyılda mayalanan ve 1989 ayaklanması ve Büyük Göçüyle sözde durdurulması beklenen Bulgaristan’da yaşayan Türkleri eriterek asimile etme politikaların değişik kılıflar altında sürdürüldüğüne işaretle, şu dönemde çocukları ana dilsiz bırakma ve elde edilen bazı Hak ve Özgürlükleri de baskı ile geri alma yönünde yoğunlaştığına işaret etti. Ulutürk, “Her geçen gün, Türklere karşı uygulanan dini, etnik, kültürel ve sosyal asimilasyon politikalarının tırmandırılarak sürdürüldüğünü örneklerle ortaya koydu. Emsali olmayan v devletin araçlarıyla uygulanan zalimliği dün de bu gün de bütün Bulgar halkına mal etmenin anlamsız ve yanlış olduğunu vurgularken, ezerek yok etme politikalarının baş mimarı ve uygulayıcısı totaliter komünist rejim ve bugünkü uzantılarıdır, dedi. Bu cümleden olmakla, Bulgar halkına bir suç ve kabahat yüklemek bizim adalet anlayışımıza aykırıdır ve Bulgar halkına karşı haksızlık yapmış oluruz. Evet, bize karşı işlenen suçlarda 25 yıldır adalet yerini bulmadı, bu da bir gerçek. Daha da vahimi şu ki, bu vahşet sinsice ve adı Ahmet, Lütfü v.s. olduğundan, bizden görünen, bizim aramızdan ama ruhu ve beyni bize yani Türk etnik halk topluluğuna karşı yetiştirilmiş sözde “liderler” tarafından gerçekleştirildiğinden dolayı, ajanların eliyle, Bulgaristan Türklerine en büyük kötülükler bugün de yapılmaktadır’ diye konuştu. Baskılar ve asimilasyon bir fiil artarak sürüyor. Sn. Ulutürk, Bulgaristan’da yaşanan büyük göç trajedisinden sonra da farklı kişiler ve değişik yöntemlerle sindirme ve asimile etme politikalarının yoğunlaştırılarak sürdürüldüğünü vurgulayarak belirtikten sonra şöyle dedi: ‘‘Ancak şunu da üzüntü ve net olarak ifade etmeliyim ki; komünist ve totaliter rejimde okumuş, eğitim almış, adının Türkçe bir kelime olması dışında, dini ve milli hiçbir özelliği olmayan ve Bulgaristan Türklerin Hak ve Özgürlükleri’ni sözde koruma iddiası ile 25 yıl önce sahneye çıkarılan ve ipleri çekilen kişi-ler ve parti tarafından, Türklerin kazandığı hak ve özgürlükler zorla alındı. Türkleri sıkıştırma, ekonomik


olarak dar boğaza itme, sosyal yetersizlik içinde boğma, dini, milli ve kültürel yetersizlik yaşatarak asimile etme politikaları biçim değiştirerek yoğunlaştırılıyor. Bilgi şöleninde 30 konuşma yapıldı. 1984-89 sürgün yıllarında Kuzey Batı Bulgaristan köylerinde kurulan illegal mücadele örgütü Demokratik Lig insan hakları için direniş birliğinin kurucusu ve Genel Sekreteri Sabri İskender sempozyumu hararetli bir konuşma ile kutlarken önce şöyle dedi: Bulgaristan’da Komünist, faşist ve HÖH kirli ittifakı 25 yıldır sürüyor. Bulgaristan Trükleri’nin en ağır dönemi olan 1984-1990 yılları arasında illegal koşullarda bir İnsan Hakları Savunucu olarak ünlenen Demokratik Lig Genel Sekreteri Sabri İskender Büyük Göçten sonraki 25 yılı özetlerken, 1989 Göçü’nün ardından bu güne kadar, Bulgaristan’da Müslüman Türklerin yasal, doğal ve genel insan haklarının, ulusal azınlık ve özgün kültürel ve manevi taleplerinin asla dikkate alınmadığını ve tüm isteklerinin hiçe sayıldığını söyledi. Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) yöneticilerinin isimleri ve soyadları Ahmet Mehmet olsa da, bu partinin politikasındaki amaç Türkleri ve ana dilimiz olan Türkçemizi ve özgün kültürümüzü yok etmek, Bulgaristan Türklerini ve tüm Müslüman kardeşlerimizi var ile yok arasında kıt kanat yaşamaya zorlamaktır, diye konuştu. Bulgaristan’da yıllarca uygulanan Türkleri yok sayma ve asimile ederek “Bulgarlaştırma” politikasının koyulaştığı dönemde Komünist dikta rejimine, Pazarcıklı Paşov ile birlikte isyan bayrağı açan ve birlikte kaleme aldıkları bildiri ile Diktatör Todor Jivkov’un şimşeklerini üzerlerine çeken, “Belene” ölüm adasında arkadaşları ile ağır işkence gören, sürülen sınır dışı edilen ayaklanma önderi Sabri İskender konuşmasında, Büyük Göçte 10 bin Bulgaristan Türk aydınının göçe zorlandığını, orada kalan kardeşlerimizin yeniden uyanarak bilinçlenme sürecinin uzun sürebileceğini, bu nedenle Türkiye demokratik sivil toplum örgütleri ile Bulgaristan sivil toplum örgütleri arasında sıkı ve semereli işbirliği geliştirme zamanı geldiğine işaret etti. Bulgaristan’da Türklerin ve tüm Müslümanların Hak ve Özgürlükleri’nin elde edilip korunması ve geliştirilmesi hedef alınarak kurulan, ancak zaman içinde kuruluş amacından yan çizen ve Türklerin Hak ve Özgürlükleri’nin, kazanılması ve yaşatılması bir yana, Todor Jivkov döneminde Türkler üzerinde zorla uygulanan asimilasyon ve giderek yok etme politikalarının, son 25 yılda Hak ve Özgürlükler Partisi aracılığıyla ve tarafından sistemli ve ardıl bir biçimde uygulandığına ve Türkler aleyhine faaliyetlerin sürdüğüne parmak bastı. Son çeyrek yüzyılda 4 kez iktidar ortağı ve ana muhalefette olan HÖH / DPS partisi yönetimi tarafından yönetilip yönlendirildiği gün gibi ortadayken, Türkiye’de de bazı siyasilerin, yerel yöneticilerin ve sivil toplum kuruluşların bu düşmanca politikaya destek verdiğini açıkladı. Konuşmacılardan her biri çağdaş Bulgaristan’da bir AB üyesi ülkede, gündemden inmeyen baskı, sindirme ve asimilasyonun politikalarına dinleyenleri uyararak ve önemle değindiler.


Aynı konuya değinen konuşmacıların da ortaya koyduğu üzere: “1989 sonrasında, Bulgaristan Türklerine karşı çok sinsi ve korkunç oyunlar oynanmaya devam ediliyor. Ekonomik, sosyal ve politik baskı asla dinmemiştir. Bulgar Gizli Servisi ( DC) tarafından yetiştirilen adları Türk ama yıkanmış beyinleri ve satılmış ruhları Türk ve Müslüman düşmanı olup, bize ve özümüze düşman olan her şeye hizmet etme vazifesinde uzmanlaşmış ve görev başında olan, HÖH / DPS yönetimi Todor Jivkov dönemindeki baskıları aratıyor. Asimilasyon politikalarından daha sinsi ve tehlikeli bir eriterek yok etme siyaseti yürütülüyor.” dediler. S. İskender’in uzunca konuşmasında dikkati çeken güncel hususlar ise şunlardı: İskender, konuşmasının sonunda, geçtiğimiz Cuma, Bulgaristan Parlamentosu’nda GERB Partisi tarafından görüşmeye sunulan ve 1984 yılında ve daha sonra suç işleyenlerin cezaya çarptırılmasına zaman aşımı getiren yasada sürenin uzatılmasını öngören tasarının kabul edilmesinin BSP – HÖH / DPS ve “Ataka” oylarıyla güya Türklerin haklarının korunması lehinde olduğu gerekçesiyle engellendiğine işaret etti. Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS), Müslüman Türk düşmanı ve Jivkov dönemi politikalarının devamcısı olan Bulgar Sosyalist Partisi (BSP) ve yine Türk düşmanı olan Bulgar faşist, ırkçı parti “ATAKA” ile birlikte hareket ederek mecliste gizli polis ajanı olup olmadığı konularında araştırma yapılmasıyla ilgili olarak engel yaratmışlardır. Sempozyum’un ikinci gününde Bulgaristanlı sanatçı ve sporcular da kürsüye çıktı. TRT Sanatçısı Rüstem Avcı, Vatan sevgisini ve göç acısını anımsatan ve Türkiye’de de sevilerek dinlenen Bulgaristan Türklerine ait türkü ve şarkılardan örnekler okudu. “İBB Spor A.Ş” yöneticilerinden Ahmet Tüzün ise, Bulgaristan Türklerinin güreş ile halter başta olmak üzere sportif tarihi üzerinde durdu ve Türkiye’ye geldikten sonra Türk Milletinin guru olup şampiyonluklar kazandığını ve ay yıldızlı bayrağı göndere çektirdiğini heyecanla anlattı. Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH / DPS), Jivkov’un eriterek Bulgarlaştırma politikasını sürdürüyor. Tehlikeli saldırıları durduralım! Tespiti Sempozyomun sloganı oldu. Sempozyumda ele alınan konuların içinde en fazla dikkat toplayansa ise şu oldu: Sofya parlamentosunda çevrilen oyunlarda, GERB talep ve önerilerinin suya düşürülmesinde, HÖH partisi fahri başkanı A. Doğan ile Genel Başkan Lütfü Mestan çok faal rol oynamıştır. BSP-ATAKA-DPS üçlüsünün Türk ve Türklük düşmanı etkinliklerinin hemen durdurulması en güncel sorun olmuştur. I.Oturum Başkanı Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehet Dalkılıç da yaptığı konuşmada en önemli hususun eğitim olduğunu ve sadece bizler değil tüm yeni neslinin eğitmemiz gerektiğini ifade etti ve şöyle dedi: “Anadilimiz, özgün kültürümüz, ibadet haklarımız ve tarihi mirasımız tehdit ve tehlike altındadır.” Bursa’danSempozyumakatılanAyşeHacıoğludayaptığıkonuşmada,“Bulgaristan’da yaşayan Türk çocuklarının ana dil Türkçe eğitim ve öğrenme problemlerini dile getirdi.


Bu gün Bulgaristan’da özellikle köylerde yaşayan çocukların, Bulgarca eğitim almak noktasında sorun yaşadıklarını” belirtirken, “Bu gün Bulgaristan’da Türk çocuklarına doğru dürüst Türkçe dil eğitimi verilmediği için, ayrıca bu konuda Türkçeleri yeterli olmadığından, kültürel yok oluşumuz söz konusudur. Bu elbette tek sorun değildir; İbadet özgürlüğü, ibadethaneler, tarihi kültürel mirasımız ve pek çok unsur Avrupa Birliği kriterlerini hiçe sayıldığından güvence altında değil.” dedi. İnsanların yaşadıklarını unutmasının mümkün olmadığını ve yıllarca yaşanılan acıların hafızalarda kaldığını ifade eden Hacıoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “ Artık Bulgaristan’ın içinde bulunduğu durumu fark edip burada yaşayan tüm insanların daha iyi şartlarda yaşamaya hakkı olduğunu fark edip ona göre bir karar vermesi gerekiyor. Elbette Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, Pomakların, Bulgarların kısacası tüm halkın haklarının korunması, eşit, adil ve şeffaf bir ülkede yaşamaları öncelikli olmalıdır. İnsan haklarına saygılı, rüşvetin, haksızlıkların olmadığı bir ülke olmasını istiyoruz Bulgaristan’ın. Biz Türkler yüzyıllar boyu bu topraklarda yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz, edeceğiz de. Bulgaristan kopamayacağımız bir yer, öyleyse artık silkinmeli ve bir karar vermeliyiz.” Bulgaristan’dan gelen katılımcılar, sempozyumda sunulan Ana Raporu yapıcı, hoşgörülü ve yaratıcı ruhlu buldular. Türkiye ile Bulgaristan işbirliği yapmadan ne finans ne de ekonomik bunalımlarından çıkış yolu bulunamayacağına işaret ettiler. 600 yıl iyi komşuluk diyarı olan Balkanların geleceğini belirleyecek olan da yine Türk Bulgar dostluğu ve iyi komşuluğu olacağını vurguladılar. Bulgaristan’dan gelen misafirler; Menderes Kungun, Ulusal Türk Birliği başkanı; - Bu sempozyumda olmamdan dolayı gurur duyuyorum. Özgür bir ortamda ve tarihi İstanbul Ünüversitesi’nde bizleri ilgilendiren konular üzerinde konuşma ve tartışma fırsatlarımız oldu. Bilindiği gibi, faaliyette bulunan HÖH, Bulgaristan’daki Türk azınlığının menfaatlerini korumuyor. Bence yeni veya temizlenmiş bir Türk partisi gerekli, tüm Müslümanları kapsamalı ve milli azınlığın birlikteliğini garantilemeli. Ulusal Türk Birliği (UTB) 2006 yılında kurulmasına ramen bir türlü günümüze kadar bir resmiyet kazanmadı, halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ile kuruldu. Birliğimizin genel hedefi Türk azınlığının kabul edilmesi, oturtulması ve gelişmesini sağlamak. Bizler Avrupa standartlarına göre bütün insan haklarını, Türkçülüğün özünün korunması için mücadele etmekteyiz. Efrem Mollov, Pomak Parti Başkanı ve Avrupa “Pomak” Enstitusu başkanı; - Bende burada bulunmaktan çok sevinçliyim, çünkü bir tek Türkiye’deki göçmen Pomak kardeşlerim bunca yıldır hiç bir zaman herhangi bir asimilasyona uğramamışlardır, baskı ve züllümün ne olduğunu bilmezler. Benim burada temsil ettiğim Avrupa “Pomak” Enstitusu, Bulgaristan’daki Pomakların tek sivil toplum kuruluşudur. İlk önce ben, bizim kuruluşumuzu bu önemli organizasyona davet ettikleri için BULTÜRK yönetimine ve bizzat Sayın Rafet Ulutürk’e teşekkür ediyorum. Bilindiği gibi, biz Pomaklar son 136 yılda Bulgaristan devleti tarafından yedi kere zoraki asimilasyona uğradık. Bu vahşi zorbalığın halkımızın üzerinde yarattığı tahribatları bir biz biliriz, bir de yüce Rabbimiz.


1989 yılının sonunda Pomaklar Sofya’nın göbeğinde büyük bir miting yaptık ve orada bu asimilasyonları şiddetle kınadık ve isimlerimizin iadesi için mücadele ettik. İşte bu miting esnasında başımıza, yine devlet eliyle, yeni bir zorba getirildi. Sivil polisler eşliğinde o beyaz arabadan inen şahıs Medi Doganov’tu. Son 25 yıldır bu şahsın yönettiği DPS partisi Pomaklara karşı en büyük asimilasyon politikalarını yürütmektedir. DPS bir devlet partisidir. Ben ümit ediyorum ki, Bulgaristan’daki Pomaklar yakın zamanda özgürlüklerine kavuşacaktır ve böylece halkımıza yönelik bu asimilasyon politikalarına son verilecektir. Osman Bülbül, Ulus Derneği Başkanı;- Bulgaristan’da hukuki açıdan TürkMüslüman azınlığı yoktur, ne Anayasa’mızda, ne de diğer kanunlarda böyle bir azınlık tanınmış değildir. Bir imza kampanyası düzenleyerek, Bulgaristan devletine taleplerimizi sunduk. Bu belgede Türk ulusal azınlığının tanınmasını istedik. Ayrıca serbest ulusal tayin hakkını istedik. Anayasa’da yer alan etnik açıdan parti kurma yasağının kaldırılması, Türk okulları, kültür evleri ve üniversiteler açılması taleplerinde bulunduk. Serbest birleşme ve ulusal Türk azınlığının mensubiyet haklarımızın ihlali nedeniyle Strasburg Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtık ve onun kararını beklemekteyiz. Sempozyum katılımcılar ve basın mensupları tarafından yüksek değerlendirildi. Yaratıcı ve hoşgörülü ruhun Sofya’ya taşınması istendi. Sempozyumda tebliğ sunan konuşmacılar: I:Oturum Bsk. Prof. Dr. Mehmet Dalkılıç (Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı), Alptekin Cecherli (Strateji Uzm. –Yazar – Kocaeli) Doç. Dr. Hasine Şen (İstanbul Üniversitesi), Prof. Dr. Cengiz Hakov (Bulgaristan – Sofya), Doç. Dr. Aleksey Kalyonski, (Sofya Universitesi) Dr. Erjada Porogonati (Gazi Üniversitesi – USGAM - Arnavutluk), Ayse Hacıoğlu, Aziz Şakir (Sabancı Üniversitesi – Sofya Üniversitesi), Rüstem Avcı (TRT Sanatçısı), Ahmet Tüzün (İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı Spor A.Ş.), II:Oturum Bsk. Dr. Müjgan Deniz (İstanbul Üniversitesi), Dr. İbrahim Karahasan Çınar, (Bulgaristan - Sofya), Abidin Karasu, Dr. Metin Yurtbaşı - (İstanbul Üniv., İngiliz Dili ve Edeb. Efrem Mollov (Avrupa “Pomak” Enstitusu Başkanı ve Pomak Partisi Genel Başkanı– Bulgaristan), Nesrin Kıratlı, III:Oturum Bsk. Prof. Dr. Ramazan Biçer, Sakarya Unv. İlahiyat Fak. Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı Alpay Dinçer, İsmail Cingöz, Dr. Necdi Öztürk, Sabri İskender (Bulgaristan Türkleri İnsan Hakları Savunucuları), Mehmet Alev, Emel Balıkçı, IV:Oturum Bsk. Dr.Sakin Öner-İstanbul Lisesi Müdürlüğünden emekli, Sabri İskender, Şamil Kucur (Araştırmacı Yazar - İstanbul), Menderes Kungün-Bulgaristan Ulusal Türk Birliği (UTB) Başkanı,, Osman Bülbül - Austriya - Viena; Aliş Sait - Bulgaristan Gazeteci yazar, Celal Öcal - Türk Dünyası Kültür ve İnsan Hakları Derneği.


2.Uluslararası Bulgaristan Sempozyumda Rafet ULUTÜRK’ün Konuşması

1989 GÖÇÜNÜN 25. YILDÖNÜMÜ

Rafet ULUTÜRK Başkanın Konuşma Metni; Sayın Belediye Başkanlarım, çok değerli yerli ve yabancı bilim adamları, çok kıymetli Sivil Toplum Kuruluşu (STK) başkanları, yöneticileri sevgili konuklar, çilekeş ve sırtı yere gelmeyen soydaşlarım, bir daha geri dönmemek üzere, varımızı yoğumuzu geride bırakarak, tüm hayat boyunca tırnaklarımızı kazıyarak edindiklerimizi bir kalemde silerek yola koyulduğumuz, daha adil ve mutlu bir hayat için yola çıktığımız, o hatırlamak bile istemediğimiz 1989’dan buyana 25 yıl geçti. Çile dolu bu çeyrek asrı dimdik yürüyen bir Toplumu- Bulgaristan Türklerini temsilen sizleri bu bilgi şöleninin yüksek kürsüsünden selamlarken, önümüzdeki 2 gün içinde birlikte yürüteceğimiz çalışmaların hepimiz için, özellikle soydaşlarımız, Bulgaristan’daki yakınlarımız ve ayrıca tüm Bulgaristan halkı için çok anlamlı, faydalı ve başaralı olmasını temenni ederim. Asırlarca dökülen gözyaşlarımızla ıslatılan topraklarımız, doğduğumuz evler, en iyi umutlarımız, birlikte yaratmaya çalıştığımız hoşgörüye dayanan bir medeniyet, komşularımız, köylerimiz, yürümeyi öğrendiğimiz yollar kaldı oralarda. Bulgaristan bizim ilk göz ağırımız; zorla göç etmiş de olsak, acımız unutulmaz da olsa bizim Ata Vatanımızdır Bulgaristan. Bizler kovulmuş da olsak Vatanımızda düşmanlık tohumları bırakmadık, yüreğimizde hınç beslemedik, öfke büyütmedik. Bizler hiç bir zaman vatanımıza karşı hainlik yapmadık. Bir canlının nasıl anne baba seçme şansı yoksa, ayni şekilde Vatanını da seçme şansı yoktur. Bir çocuk nasıl ana babasına el kaldıramazsa, insanoğlu da Vatanına düşman olamaz. Fakat her vatandaşın Vatanından Anne şefkati gibi şefkat, Baba merhameti gibi merhamet beklemesi tartışılmaz hakkıdır. Bir anne evlatlarını nasıl ayırmadan, kırmadan, incitmeden var ediyorsa, Vatan da vatandaşlarını bağrında aynı sıcaklıkla yaşatmalı, hepsini hiçbir ayrım gözetmeden eşit kılmalıdır. Vatan Vatandaşlarının hepsini aynı özgür ortamda mutlu etmek için vardır. Vatan senin ya da benim değil, hepimizin ve bölünmez ortak paydamızdır.


Bulgaristan, sadece Bulgarların vatanı olmamakla beraber, bu topraklar üzerinde doğmuş ve yaşama gibi en doğal haklara kendiliğinden sahip olan Türk, Roman, Ermeni, Yahudi, v.s. aynı sorumluluk ve yükümlülüklerin ağır yükünden kendine düşen payı sırtında taşımayı kabullenen her birimizin Vatanıdır. Vatan hakkı tüm diğer insan haklarının en başında gelir ve kutsaldır. Bu anlamda, 1989 göçünün, ismi ne olursa olsun, adına ne denirse densin, bizler için tek bir anlamı vardır. Bu göç sayıları milyonları aşan Bulgaristan Türklerinin, tüm kardeşlerimin, en doğal hakkına, Vatandaşlık hakkına Totaliter rejimin en vahşi, en barbar, en amansız bir saldırı ve bu hakkımızı gasp etme çabasıdır. Emsali olmayan bir zalimliktir. Kalbimizdeki sönmeyen bir acıdır. Fakat burada bir hususun altını çizmek ve bir birinden ayırt etmek lazım. Tüm bu olup bitenlerin baş mimarı ve uygulayıcısı Totaliter komünist rejim ve uzantılarıdır. Burada Bulgar halkına bir suç ve kabahat yüklemek bizim adalet anlayışımıza aykırı ve Bulgar halkına karşı haksızlık yapmış oluruz. Evet, bize karşı işlenen suçlarda 25 yıldır adalet yerini bulmadı bu da bir gerçek. Buradan herkes kendine düşen sorumluğu düşünmeli, bilmeli ve bir gün suçlular hesap vermesi gerektiğini buradan yetki sahiplerine sesleniyorum. Bir gün Bulgaristan da demokrasinin kuralları işleyecek ve adalet yerini bulacaktır diye inanmak istiyorum. Çünkü başımıza gelenleri biz asla ve asla hak etmedik.


Neden mi? Çünkü bizler Bulgaristan topraklarını Vatan yapanlarız. Biz üreten, var eden, inşa eden, helalından geçinen, her şeyimizi alın teri ile kazanan bir toplumuz. O topraklarda güzellikleri, öz kültürümüzü, farklılıkların uygar örgüsünü, imanlı, gelenekli, sevgi dolu gönüllerimizin sevgi dolu sıcaklığıyla adam ettik, yaşattık. Nasırlı ellerimizle inşasına katıldığımız, içinde çalıştığımız 15 752 küçük ve büyük ölçekli sanayi işletmesinden 13 500’ünün hurdaya çıkarılıp yok edilmesine, meyve yüklü bıraktığımız bağların, bahçelerin, başak denizi altın rengi ovaların bizden sonra yıllar yılı nadasa bırakılmasına; 1 milyon 650 bin iri baş hayvandan ancak 90 bin kalmasına; 1 400 000 koyun ve kuzudan ancak 1 milyondan az kalmasına üzülmemek, “likide edenleri” lanetlememek, parçalanan yürekleri avutmak elde mi? Serpilip açıp sarmış, mutlu gelecek yüklenmiş bir diyarı gavgalaz ve eşek dikenliği haline getirenleri eleştirmemek, kınamamak ve tüm bu olup bitenlere görüpte karşı duyarsız kalabilir mi bir bilinçli vatandaş? O eşsiz güzellik ve bolluğun orta direği, ana dayanağı bizmişiz demek. Biz kovulduk ve oralar kısırlaştı, karardıkça karardı, sefileşti. Ahımız tuttu demek istemiyorum çünkü üzülüyorum bu duruma. Her şeye rağmen, bugün, savaşsız, zulüm süz, işkencesiz, katliamsız, giyotinsin bir Avrupa Birliği’nde yeni ortak bir uygarlık yaratılmaya çalışılıyorsa, biz bu asil davada en ön saflarda olmaya hazırız. Biz eski kıtanın yeni uygarlığını oluşturan kültürün, hukukun ve dinlerin eşiği ve beşiği olan toprakların evlatlarıyız. Evet, dünya değiştikçe biz de değiştik. Hiçbir nimet bize altın tepside sunulmadı. Vatan özlemini içimizde yaşatıyor ve Vatan hoşgörüsünü hak ediyoruz. Modernleşirken, bazıları gibi dünyayı uluslara; etnik azınlıkları da düşman ve dostlara ayırmadık. Allah birdir deyip, Tanrı’yı düşman bilmedik, hiçbir dine Haçlı Sefer açmadık, yaratanın ibadet evlerine saldırmadık, yıkmadık. Yaratılanı yaratandan dolayı seven ataların torunları olduğumuzu da hiç amma hiç unutmadık. Vatanımızın spesifik renkleri bizim genlerimizde kodlanmış ve yaşıyor. Bilmeyenleriniz varsa diye söylüyorum: Özlemlerimiz ezile ezile bilinç oldu. Vicdanımız yaratıcı güçle kanatlandı. Umutlarımız ortak ufuk arıyor. Ve büyük ezilmemiz, 1877/78, yani 93 harbiyle başladı, 1912 -14’te bozgunlar yaşadık; Balkan coğrafyasında en büyük acıları Bulgaristan Türkleri çekti. Çarlık dönemi, 1934 askeri darbesi hepimizi perişan etti, Büyük Savaşlar bir katliamdı, göç dalgalarını büyüttü de büyüttü. Artık Ana vatanda 10 milyonu aştık. Bize


Vatan olan topraklara ebedi borçluyuz. Bizi kabul eden, kardeş bilen insanlara minnettarız. Temennimiz ortak sofralarımızın dolup taşmasıdır. Ve bugün biz, buraya, işbu bilgi şölenine, hala devam eden Bozgunluk psikolojisini dağıtmak, diriliş kıvılcımlarını hayata çağırmak için toplandık. Biz Vatansızlığın ruhunu, artık yaşı 135 olan yaşlanan bozgun ruhunu ebediyen gömmek için buradayız. Biz, bizi ezenlere karşı çarkı ters çevirmek için el ele verdik, cephedeyiz. Evet, biz, uykusuz, aç, susuz göç yollarında, tutuk evlerinde, hapishanelerde, sürgünlerde, “Belene” ölüm kapında Mayıs 1989 İsyan ateşinde örs ile balyoz arasında dövülürken suyumuzu aldık ve tepeden tırnağa böyle çelikleştik. Ve bizi biz eden, 93 harbinde, o büyük Vatan kavgasında emsalsiz kahramanlık örnekleridir; 1934 askeri darbesinden sonra 1936 göçünün çilesidir; 1945’te faşist Çarlık rejimi sosyalist düzenle değiştirenler eşitlik geldiğini ilan etseler de, Bulgaristan’da Türk düşmanlığının hiç bir rejim ve ya düzende değişikliğe uğramamıştır. Bu “terbiye”nin devamı 1951-53, 1968-69 ve 1977-78 kitlesel göçlerinde sardığımız yaralar ve aldığımız büyük derslerdir. Hele 19701984-1989 “eritme”; “asimile etme”, “Bulgarlaştırma” politikalarının uygulandığı ve 3 milyon civarında Türkün ve Müslümanın devlet terörü ile kimliğinin resmen yok edilmek istenmesi ile şekillenmiştir. Sabrımızı taşıran Hitlerin icatlarını bile sollayan mezardaki atalarımızın isimlerini de değiştiren, bir Türk ananın öz çocuğuyla öz dilinde konuşmasını yasaklayan yüz karası icatlardır. Ve başımıza gelen daha nice çile tümümüzü Hak ve Özgürlük için ayaklandırmıştır. Son dönem insanlık tarihinde ezilen bir halkın tek vücut halinde ulusal çapta baş kaldırışına örnek veren biz olduk. İsyanımız, Vatan sevgimizin ateşiyle doğal haklarımız için, en tabii haklarımızla, özümüzün yansıması olan özgün kültürümüzle yaşama azmimizin volkan gibi patlamasıydı. Halkımızın önü alınmaz infilak gücü totaliter rejimi, diktatör Jivkov’u; demokratik Bulgaristan’ın ilk Cumhurbaşkanı Sayın Jelü Jelev’in değişiyle “faşizmleşen komünist rejimi ve totaliter iktidarı devirdi ve tarihin çöplüğüne attı.” Ne yazık ki, İsyan dalgasının görkemi ve gücü Komünist rejimi paniğe sevk etti, Jivkov sınırlarını açtı ve bizleri de göçe zorladı. Son çeyrek asırda birçok şey değişse de, birçoğu da aynı kaldı. Bir defa göç selinin açtığı Türkiye Bulgaristan devlet sınırı bir daha kapatılamadı. Demek istediğim, iki tarafa açılan Bulgar-Türk sınırı “Göç” sözünü de tarihe gömdü. Tüm çarpık, ters ve asılsız iddialara karşın, Bulgaristan’da yaşayan Türkleri ile son 135 yılda Vatanımızdan kovulan tüm soydaşlarımızın aynı sudan, aynı boydan ve aynı özden Türk olduğu ve dönüşü olmayan bir biçimde kanıtlandı.


Biz, Balkanlılar, biz Bulgaristanlılar artık Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 milyonu aştık, orada kalan kardeşlerimiz de en az bizim kadar Türk’tür. Aynı kökten, aynı soydan, aynı boydan ve çekirdekten gelmemiz, aynı ruhta birleşerek koparılamaz biçimde kaynaşmamız hepimizden yepyeni bir BİZ yarattı. Bu emsalsiz olgu, bu kudret toplayan yeni güç bu defa da Türkiye’den Balkanlar’a, Bulgaristan’a geri taşıyor, ata yadigarı topraklarımızda politik gündem belirleyen nitelik alıyor. Bulgaristan Bulgarların, Türkler Türkiye’ye sloganına artık eşekler bile gülüyor. Derin bir hüzünle ifade ediyorum. Bugün Bulgaristan stratejik çöküş yaşıyor; ulus devlet, tek ulus-tek dil, tek kültür saçmalıklarının enkazı altında inliyor. Öyle ki, politik, sosyo-ekonomik ve manevi çöküşün ardından, nüfus körelmesini de getirince “Türk’ten iyi ne komşu ne dost bulunur!” diyenler çoğaldıkça çoğalıyor. Biz içimizdeki hoşgörüyü koruyarak, iyi kötü buralarda barınırken, 2.5 (iki buçuk) milyon Bulgaristan vatandaşı, bu arada yakınlarımızın büyük kısmı ekmek teknesini Batı Avrupa’ya taşıdı. Olayı “ ulusal çöküş” le açıklayanlar “yok oluştan” dem vurmaya başladı. 35 yıl sonra, yani 2051’de son Bulgar’ın toprağa verileceği açıkça anlatılıyor. Profesörler, Bulgar Bilimler Akademisi uzmanları TV ekranlarına çarşaf çarşaf verilerle vahim olayı ispatlarken, çare mi arıyorlar? Biz son Bulgarın cenazesine gitmek istemiyoruz. 600 yıl beraber oluşumuzun bir saygın hatırı da olmalı. Yaşamak ve varolmak Tanrının hepimize bahşettiği kutsal hakların en büyüğüdür. Beraberliğimizin sonu, 25. Yılını andığımız son büyük ve acı göç, Bulgar milletinin sonunu getirip, son Bulgarın mezarını kazıyor ise, gelin acıları gömelim, yeni kardeşlik ağıcı dikelim ve gölgesinde iyi kötü birbirimize katlanarak, beraberce yaşayalım. El ele verip “eski dosttan düşman olmaz” ata sözünü hayata geçirelim. Bu düşünceler seyrinde, kimseyi lanetleyip kötülemiyoruz. Ama bir anaya evladına ana dilini öğretmeyi yasaklayanları Cenabı Hakkın cezalandırması, ebedi adaletin değişmez kuralıdır, buna inanıyoruz. Bir ulusun XXI. Yüzyılda ıssız köylerde, insansız yollarda, komşusuz şehirlerde, torunsuz dairelerde in cin gibi, ucubeler gibi tek başına, nefesine torun kokusu almadan yaşatmaya mahküm etmesi de, inanınız, Cenabı Hakkın lütfü olmalı… Güzellikler bin bir olduğu gibi, çekilecek çileler de bin birdi. Biz Bulgaristan göçmenleriyiz, çifte vatandaşız, Avrupa Birliği vatandaşı haklarına da sahibiz. Bu durum bizim mücadelelerimizin bir erdemidir. İstenen her seçime katıldık. Yüksek bilinçli irademizin ifadesi oyumuzdan korktular, kanunları kırpa çırpa anlaşılmaz duruma getirdiler, son seçime katılamadık, ama


şimdi “yine bizsiz olmuyormuş” herkesin seçimlere katılmasını zorunlu kılan yeni yasalar yazmaya başlamışlar. BİZE DAHA BÜYÜK SANDIK GÖNDERİN. Sofya Parlamentosunun yarısını vekillerle doldurmaya hazırız. Ve biz oyumuzu GERB’e de veririz, bağımsıza da veririz. Oyların rengi insan kardeşliği gibi tek renktir. Bizim kimseye kinimiz yok! Ama atalarımıza yüz yıl kan kusturanlara, ninelerimize bir asır göç yolu gösterenlere, Türklüğe ve Müslümanlığa ihanet edenlere, hak ve özgürlüklerimiz bit pazarına sürenlere, hem söylenecek sözümüz var hem de hainlerle bitmeyecek bir kavgamız ve hesabımız var. Çoban kulübesinden çıkıp Sofya’da “Saraylarda” sefa sürenlerle çok özel görüşmelerimiz olacak. Türklüğe ihanetin bedeli değişmez… Durum böyle olunca, değerli kardeşlerim, sayın konuklar, biz Bulgaristan vatandaşı olarak Vatanımızdaki tüm kültürel, sanatsal, siyasi, ekonomi sportif vs. etkinliklere Bulgaristan vatandaşı olarak eşit haklarla katılmak istiyoruz. Genlerin kaynaşması yarının dostluk, kardeşlik, işbirliği, farklılıkları birleştirecek yeni uygarlıkların kapısını açacaktır. Şu anda, hepimizi gururlandıran ünlü Vatan evlatlarımızdan Tokyo Olimpiyatlarında Serbest Güreş Şampiyonu Lütfü Ahmedov gözlerimin önünde; Şampiyonlar şampiyonu Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu hep aramızda. Newyork’un Büyük Orkestra Salonunda Dünya Filarmoni Orkestrasına şeflik eden Muhsur Mehmedov’un namelerini sanki hala dinliyorum. Ve tüm benliğimle tekrar ediyorum: Bulgaristan’ı Bulgaristan yaparak VATAN’a gurur yaşatan bizlerdik. Ve biz bugün de o eskimeyen gururla yaşıyoruz ve yaşayacağız. Bu bilgi şöleni, sizin ilginiz ve katılımınız, her açıdan çok anlamlıdır. Balkanlar’da Bulgaristan’da, tüm bölgede yepyeni bir dünya yolcuları olarak hepinizi candan kutluyor; hepinize başarılar diliyorum.


Etnik Temizlik Ve Soykırımın Derin Kökleri Demokrasi sözünü kullanmadan cümle kurulamayan bugünkü Bulgaristan kamuoyunda demokratikleşme açısından tarihle hesaplaşmadan, etnik azınlıklarla ilgili siyasetin içindeki tüm öfke, düşmanlık, sindirme, göçe zorlama, eritme ve asimile etmenin zehir nüveleri temizlenmeden ileri adım atılamaz.

Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BGSAM) Bulgaristan’dan BAF ve Bultürk derneği olarak Bulgaristan’da Etnik Temizliğin ve Kültürel Soykırımının yıl dönümlerine adanan sivil toplum örgütleri, dernek, göçmen eylem merkezleri ve bilim temsilcileriyle ilgili gençlik kuruluşlarının girişimi ve büyük ilgisiyle İstanbul’da düzenlenecek olan Uluslararası 3. Bulgaristan Sempozyumu kutlar ve koya ışık tutan daha derin aydınlatıcı yazı, makale ve incelemelerle katkıda bulunmaya hazır olduğumuzu beyan ederiz. Balkanlardan büyük göçler 93 Harbi olarak tarihe geçen 1877 -78 Rus – Osmanlı Savaşıyla başlamış ve halen devam ederek dinmeyen bir yara olarak kanamaya devam etmektedir. Kitle göçleri genelde iç ve dış etkenlerin, baskıların, şiddeti kesilmeyen zulümden hayat imkânlarının tükenmesi sonucu olarak gelişir. İnsanlık tarihinin en acı olaylarından biri savaşlar ve zorlama sonucu göçlerdir, ele geçirilen toprakların gerçek sahiplerinden temizlenmesi, din, dil, kimlik, yaşam tarzı, kültür, örf ve adet v.s. değiştirme amacıyla yapıldığında soykırım sonucu doğurur. Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesiyle gelişerek şiddetlenen bu sonsuz acılar yaşatarak arasız gelişen ve şiddetlenen sürecin Bulgaristan perdesi aralandığında dinmeyen bir öteleme, sıkıntılı yaşam, zorlama, devlet zulmüyle sertleşen bir baskıcı rejim uygulaması, Türk, Pomak, Müslüman halkın tepkilerini, göçler, İsyanlar, aldatma, zorlama ve mecbur kılmalarını görüyoruz. Temizlime, asimile etme, göçe zorlama, genelde arasız soykırım diyebileceğimiz bu tırmanışlı gelişmenin doruk noktası Aralık 1986 Ayaklanmalardı ve 1989–1990 Büyük Göç bunun sonucudur. Bu yıl 3. bilimsel sempozyumun, 30. yıldönümü anma toplantısı yapılıyor. Bundan 30 yıl önce olup bitenlerin ve bunların tanıkları hala aramızdadır, son göçle gelenler bizleriz, ailelerimizdir, yakınlarımızdır. Çilelerin en ağırını çekenler, “Belene” ölüm kampından ölmeden çıkanlar, sürgünlere dayananlar, zindanlarda, karanlık koğuşlarda Türlüğü ve İslam’ı yaşatanlar, tüm acıları beraberce çeken, beraberce dayanan büyük bir etnik topluluk ve bizimle dayanışanlar, davamızda bize her zaman her yerde omuz verenler bugün de bizimledir, aramızdadır, beraberiz. Dünyada hiç bir şey kendiliğinden olmamıştır ve olamaz. Demirin su alması ateşten, insanların ruhsal yüceliği direnişlerden geçer. Biz yongası alınmış bir geçmişin şerefli yeni erleriyiz. Davamızın kesintisiz bütünlüğü bizim her şeyimizdir. Büyük konumuza girerken, önce Pomak Kardeşlerimizin Bulgar Prensliğinde başına gelenlere kısa bir göz atalım. Öncelikli araştırma bölgemiz Bulgar Prensliği yani Kuzey Bulgaristan olacaktır. Makalemizin konusu uzmanlarından olan ve 2007’de Sofya’da “Mizya, Trakya ve Makedonya’da Pomaklar ve Torbeşler” konulu araştırmanın yazarı olan Hüseyin Mehmet’in kitabından aldık. Sayfa 46–54).


BULGAR PRENSLİĞİNDEKİ POMAKLAR

1978’den sonraki Bulgar ulusal devleti 500 sene boyunca Osmanlı İmparatorluğundan bir parça olan topraklar üzerine kuruldu. O zamanların Müslüman nüfusunun büyük bir kısmı modern Bulgaristan’ın politik sınırları içinde yaşamaya devam ettiler. Ülkedeki Müslümanlar çok büyük bir etnik grup oluşturuyordu o zamanlar. Bu gruba Türkler, Tatarlar, Çingeneler v.b. girdi. Osmanlı İmparatorluğunda bu Müslümanların da çoğuna “Türkler” deniyordu. Bundan dolayı, Bulgar devletinin kurtuluşundan sonra “Türk Müslümanları” ve “Türkler” adlandırmasının kullanımı sık sık sorunlu olmaya başladı. Bulgar devleti kurulmasıyla ikiye bölündük TÜRKLER-MÜSLÜMANLAR, buda onların bir stratejisiydi. 1877–78 Rus-Osmanlı Savaşından önce Kuzey Bulgaristan’da Pomaklar Loveç, Teteven, Lukovit, Beloslavtsi ve bir kısmı da Orhaniye (Botevgrat), Pleven, Sevlievo ve Sviştov bölgesinde ikamet ediyordu. 1751de Sviştov’a bağlı Belene, Pavlikyan, Oreşe, Sviştov, Vladimir ve Pavlikan, Novgrad, Jülülnitsa, Çavuşköy, Slive ve Müslüm, Stişarov, Lıjene ve Pavlikyan, Kozar Belene, Çervena ve Gorna Studena ve Pavli köylerinde Pomak nüfus oturuyordu. 1768 -1829 yılları arasında yapılan dört Rus-Osmanlı Savaşında, daha güvenli bir ortamda yaşamaları için olmalı Sviştov köylerinden Pomak ve diğer Müslümanlar şehirlerde ikametleri zorlaşmıştır. Bunun sonucunda 1873’te köy nüfusu % 36 iken, şehirlerdeki nüfus % 48’e yükselmiştir. 18. 08. 1877 günü Rus askeri birliklerinin Tuna ırmağını geçmesiyle Sviştov şehri ele geçirildi. Bu bölgede yürütülen çarpışmalar esnasında bölge köy ve kasabalarında oturan Pomaklardan daha fazlası Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki başka köy ve kasabalara göç etmiştir. Bölge Müslümanlarının sayısı birkaç yılda yarı yarıya azaldı. 1877 Ağustosu sonlarında Rusların ana güçleri Pleven’e yöneldi. 22 Ağustos günü Loveç düştü. Eylül ayı boyunca Pleven cephe ardıyla ancak iyi korunmuş olan Orhaniye – Sofya hattı üzerinden bağlı kaldı. Bölge Pomakların kalbiydi. Rusya Pleven’i cephe ardından koparmayı hedeflemişti. Bu, 11 Ekimde iki Pomak köyü olan Dolni ve Gorni Dıbnik üzerinden gerçekleşti. Ekim ortasından Kasım ortalarına doğru Rus güçleri başlıca Pomak bölgesinde ilerledi. 17 Ekimde başçavuş Antonov emrindeki 116 Kazak Şişkovo köyünden geçti ve iki gün sonra da Teteven şehrine saldırdı. Bu saldırıyı 600 piyade eri ve 150 atlı askeri olan Pomaklar geri püskürttü. Bu savaşa Albay Orlov komutasında ikinci bir birlik de katıldı. O İkinci Don Tümeni’ne bağlı 2. tugay komutanıydı. Mikre-Lesedren-Teteven yönünde saldırıya yönelen Albay Orlov’un emrinde 6 bölük, 2 atlı bölüğü ve 2 top vardı. Orlov’un saldırı alayına Banyo Marinov emrindeki 40 süngülü de katıldı. Çarpışma alanında Pomaklar 200 şehit ve büyük miktarda mühimat bırakmak zorunda kaldı. 21 Ekim günü 3 000 pomak “Allah. Allah!” haykırışlarıyla Teteven şehrini geri almak için yeni bir saldırı düzenledi.


Bu saldırının şiddetinden korkan Bulgar nüfus “Kamenna Ploça” adlı vadiye kaçtı. 1 Kasıma kadar süren çatışmalardan sonra Teteven düştü ve Orlov emrindeki Rus askerleri Etrropole şehrine yöneldi. Bu askeri harekât ve çarpışmalar süresinde Kuzey Bulgaristan’da yaşayan Müslüman nüfus arasında Güney’e doğru göç dalgası kabardı ve hareketlendi. Teteven, Lukovit ve Beloslavtsi vb. yörelerden Pomaklar bu göç seline katıldı. Birçokları savaş arifesinde de evlerini ve yerlerini bırakıp yollara dökülmüştü. Pleven kuşatması dönem köyü hariç, etraf köylerin hepsi boşaldı ve Pomaklar Makedonya’ya kaçtı. Savaşın sona ermesinden 2 yıl sonra yani 1880’de Makedonya’ya kaçan Pomaklardan daha büyük kısmı, artık kurtulmuş olan Bulgar Prensliği’ndeki evlerine ve köylerine dönmeye başladı. Köylerini askeri çarpışmalar esnasında yanmış ve yok olmuş halde buldular. Bu durumda, Doğuya doğru göçe yöneldiler ve bir kısmı günümüz Türkiyesi’nin Kırklareli, Tekirdağ, Edirne yöresine, birçoğu da Anadolu’ya geçti. Bu göç dalgasına neden ise, Bulgarların onların topraklarını zorla ele geçirmesi veya ucuzdan kapatması için yapılan zorlama oldu. Göçe yol açan sebepler arasında camileri ve okulların harap edilmiş olması da yer alıyor. Rus ordusunun Pleven-Plevne saldırısı esnasında camilerden hemen hemen hepsi yıkıldı. Camiler yalnız Gradişnitsa, Byala Slatına ve Popovitsa’da ayakta kalabildiler. Hükümet camilerin onarımına para ayırmadığından dolayı Pomaklar Bulgaristan’da İslam’ın sonu geldi iş terisine kapıldı. 1883’te Birleşik Halk Cephesinden (ONC) seçtikleri milletvekili Yusuf Molla da kendilerine yardım edemedi. O yıllarda Turski İzvor adıyla bilinen ve 1934’te Bılgarski İzvor olarak değiştirilen köyde, Oreşene, Dobrovtsi, Lukovit, Toros ve Çomakovtsi köylerinde Pomakların büyük camileri vardı. Bılgarski İzvor ve Oreşene köylerinde 1941 yılına kadar korunan, üzerinde Osmanlı Türkçesiyle yazıları olan ve bir Osmanlı eseri olan çeşme de vardı. Bulgaristan’ın kurtuluşundan sonra Byala Slatina şehrinde bir Pomak Okulu açılması ve Pomaklar arasından öğretmen eğitilmesi gibi projeler geliştirildi. Buna rağmen, Pomaklar birçok yerde kendi okullarını kendileri açtılar. Çok ağır ve yetersiz şartlarda eğitim öğretimde ufak da olsa bir ışık yaktılar. Bu okulları ayakta tutan Müslüman cemaatleriydi. Pomaklardan Makedonya’ya kaçanlar oralara kalıcı olarak yerleştiler. Kumanovo’ya bağlı Pomak Köy ve Yeniköy gibi yerleşim yerleri, Üsküp yakınlarında Ömerli isminde köy kurdular. Birçok hane Makedonya’nın dört bir yanında bulunan eski Pomak köy ve mahallerine dağılıp yerleştiler. O zamanki göçebelerden bazıları da Drama Türk köylerine yerleştiler. 1880’de araştırmacılardan Ubiçini Loveç (Lovça) bölgesine bazı yazarların “Pomak nahiyesi”, başkalarının ise “Pomaklık” dediğine işaret etmişlerdir. Daha 1881’de Loveç Piskopos’u Natanail Ohridski Pomakları Hıristiyanlaştırmak için din görevlileri gönderirken, hükümet de bu hedefler için özel teşvik ödenekleri ayırmıştır. Birkaç yıl sonra aynı bölgeye aynı hedeflerle Katolik ve Protestan din görevlileri de akın etmeye başlamışlardı. Bulgaristan Dış İşleri Bakanlığına bağlı Diyanet İşleri Müdürlüğü arşi-


vinde yalnız birkaç Pomak tarafından din değiştirme dilekçesi verdiği kaydı bulundu. Bu grubun içinde, ön sırada olanlar, Osmanlı Ordularından kaçan asker kaçaklarıdır. 1980–81 yıllarında bu kategoriden birkaç kişinin kaydı yapılmıştır. Bunlardan ikisi, subay, ikisi as subay ve birkaç kişi de birliklerini bırakıp kaçan asker oldu ortaya çıkmıştır. Osmanlı Ordusundan kaçanlara Hıristiyanlığı kabul etmeye hazırlık döneminde, Bulgar devleti onlara geçici ikamet ve parasal yardım veriliyordu. Daha sonra da kendilerine iş açana kadar destek olunması için yine bir kısım para yardımında bulunulup ve kimi ayrıcalıklar gösterilmiştir. Bu kategoriden olan Müslümanlardan her biri Hıristiyan dinine Sofya’da Sofya Mitropoliti Miletiy’in özel gözetimi altında geçmiştir. Bu gruba öncelikli olarak alınanlar 1877–78 Rus – Osmanlı Savaşında anasını ve babasını, tüm yakınlarını kaybeden öksüz çocuklar dâhil edilmiştir. Hıristiyan dinini aldıktan sonra bu çocuklar Bulgar ailelere verilmiştir. 1880–81 döneminde Loveç bölgesinde maddi sıkıntılardan dolayı Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kalan bir 3. grup da belirmiştir. 1 Eylül 1881’de kabul edilen bir Bakanlar Kurulu kararında Hıristiyanlığa geçmek isteyen Pomaklara parasal yardımda bulunma kararı onaylanmıştır. Bu dönemde Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçme eğilimi mali teşviklere rağmen gelişmemiştir. 93 harbinden sonraki ilk 3 yılda, hepsi Roman olmak üzere, Vidin ve Vratsa illerinde 1505; Loveç ilinde 85; Sofya kilisesinde 56; Dobroslav ve Çevren 18; Varna ve Preslav 18; Samakov 39, Sliven 16, Stara Zagora 14 kişi, Veliko Tırnovo 62 ve Plovdiv Piskoposluğunda da 40 kişi Hıristiyan dinine geçmişlerdir. Bunların arasında daha önce hangi dinden oldukları bilinmeyen ya da dinsizler de vardır. Baskıya dayanamayıp Hıristiyanlığı kabul edenlerin çoğunlukta Roman olduğu kanısı da yaygındır. Konuya hâkim olan tarihçilerden Vasil Markov’un eserlerinde görüldüğü üzere, 1878 yılı itibarıyla Teteven ve Loven belediyelerindeki Pomak etnik ve demografi tablosu şöyledir:

8 köyde yalnız Pomak nüfus yaşar. 12 köyde nüfusun yarısından fazlası Pomak tır.

16 köyde yaşanların hemen hemen yarısı Pomak nüfustur. Byala Slatına belediyesinde 12 köyde yaşayan nüfusun yarısından fazlası Pomak’tır. Ayrıca yarısı Pomak olan köylerin sayısı da 6’dır. Bu yöreye Pomaklar 18. yy.’ın sonlarında ve 19. yy.’ın başlarında yerleşmişlerdir. Osmanlı Döneminde Byala Slatına kasabasında yaşayan nüfusun daha büyük kesimi Pomak kökenlidir. 1893 senedinde Blaya Slatina yöresinde yaşayan Pomakların sayısı 797’iken daha sonraki yıllarda onlar Osmanlı İmparatorluğuna göç etmek zorunda kalmışlardır. 1921’den sonra bu yöreye şimdiki Sırbistan sınır köylerinden Bulgar aileler getirilmiş ve Pomakların evlerine ve topraklarına yerleştirilmişlerdir. 1881 sayımına göre Byala Slatına yöresinde 4 080 Pomak yaşarken, 1892–1893 yıllarında bunların sayısı 3 012’ye düşmüştür. Pleven Savaşından ve Bulgar devletinin kurulmasından sonra Sevlievo (Selvi) bölgesinden bir yandan eskü Yörük yerleşim yerlerinden hem de Bogatovo, Damyanovo, Dobromirka, Hirova, Kormyansko ve Sopot gibi Pomak köylerinden Müslüman nüfusun göç hareketi hız almıştır.


1990’da bölge köylerinde yaşayan Türklerin çok azaldığı saptandı. Bugünkü Şdilovo (Adiler) ve Burya (Malkoçlar) köyünde birkaç Türk aile oturduğu; Petko Slaveykovo (Akıncılar) köyünde nüfusun % 60’ı Türk; 22 bin nüfuslu Sevlievo şehrinde ise ancak birkaç Türk aile oturduğu tespit edildi. 1873’te bu bölgede yaşayanları % 38’i Türk’tü (2 350 kişi); 1878’de sayıları 1035’e yani % 12’ye ve 1900’de toplam 895 kişiye yani % 8’e düştü. Selvililerden farklı olarak Sviştov’ta yaşayan Müslüman nüfus sayısı 1887– 1934 yılları arasında belirli bir artış kaydederken, Bulgar nüfus da artmaya devam etti, fakat 1944’ten sonra Bulgarlar sayıca çok hızlı bir artış kaydetti. 1881’de Bulgar Prensliğinde 7 393 Pomak yaşarken, bunlardan 4 714’ü Loveç ilinde; 1872’si Pleven eyaletinde589’u Botevgrat (Orhaniye) ve 212 kişi de Sevlievo’da ikamet etmiştir. 1900’da yıllarında Bulgaristan Pomakları üstüne araştırmalar devam etmiştir. 1910 yılında Pomak nüfusun birçok köyde çoğunluk oluşturduğu dikkati çekmiştir. 1926 yılında Byala Slatına, Teteven ve Lukovit yöresinde toplam 3 054 Pomak yaşıyordu. Kuzey Bulgaristan’ın diğer köy ve kasabalarından ise onların göç etmiş olduğu tespit edildi. Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli’nin birleştiği 6 Eylül 1885 tarihinden sonra Rupça bölgesinden Pomakların da Yunanistan’ın Selanik eyaletine bağlı Drama bölgesine göç edip Hami diye ve Sultaniye köylerini oluşturduğu dikkati çekti. Çepino bölgesi Pomaklarının da yine bu dönemde göç etmeye başladığı bilinir. 1885–1887 yılları arasında Banya’dan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine 100 hanenin göç ettiği, Lıjene’den ise 50 ailenin göç ettiği kayıtlarda yer alır. Araştırmacılardan Stoyo Şişkov 10 yıl sonra ahalisi % yüz Pomak olan Banya nüfusunun yarısının artık Bulgar olduğunu kaydederken, bugünkü Velingrad şehrinde (Ilıca) Pomak nüfusun giderek azalma kaydettiğini yazmıştır. O dönemde, Korova (Draginovo) başta olmak üzere diğer köyler de göç görmüştür. 1893’te o dönemde bir ilçe olan Rubços’ta 7 641 Pomak yaşarken, 1894 sonuna kadar nüfustan 3 689 kişi göç etmiştir. 105 Pomak haneli Şiroka Lıka’dan ise 1900 yılında damızlık için bir tek Pomak hanesi kalmamıştır. Yazımızın bu bölümündeki bilgiler 1877- 78 Rus-Osmanlı Savaşı’nda Pomakların köy ve şehirlerini silah elde korumaya çalıştığını, birçok kurban ve yaralı verildiğini, köylerini, cami, okullarını yanmış ve yok olmuş bulduklarını, topraklarını kaybettiklerini, Hıristiyanlaşmaya zorlayan hareketlenmeye karşı Makedonya’ya, Yunanistan’a, Türkiye Tırak yası ve Anadolu’ya göç etiklerini seçtiklerini dikkatinize sunduk. Bir sonraki yazımızda 1978 Berlin Konferansında Pomakların statüsüne ışık tutacağız.


3.Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu İstanbulda Toplanıyor Rafet ULUTÜRK Belki de her zamankinden daha hızlı değişen bir dünyada yaşıyoruz. “Soya dö nüş” trajedisinden 30 yıl; Rusya’nın Osmanlıya son saldırısından buyana 136 yıl geçti. Bugünkü gerçekliği görebilmemiz için suyun aynasına baktığımızda, günümüzü belirleyen derinlik benim yaşımın üç katı. Bir insan kendisi yeni bir şey söyleyecek durumda değilse, konuya ilişkin son söylenenlerden yararlana bilme hakkına sahiptir. Bulgaristan Müslümanları Baş Müftüsü Sayın D-r Mustafa Hacı, Sofya’da çıkan Müslümanlar dergisinin 12. sayısında şöyle diyor: “Bence Bulgaristan’da asimilasyon politikası 30 yıl önce başlamadı. Bunun tarihi çok daha önce başlamıştır. Ancak Aralık 1984 yılında Kırcaali ve Deliorman’daki Türklerin isimlerini değiştirmeye başladıkları zaman herkes bu sinsi politikayı anladı. Dolayısıyla aynı zamanda bu tarih direnişin güçlenme tarihidir. Bu tarihleri asla unutmamak gerekir ki, benzer olaylar tekrarlanmasın, bitti ise tabi” Tarihten süzülen mirasta bizim için çok acı gerçekler var. Biz Bulgaristan topraklarını gelip geçerken yurt edinmemiştik. Biz Bulgaristan’da yaşarken kırıcı, dökücü, yakıcı yıkıcı insanlar değildik. Bizim damarlarımızda akan kan o zamanları da asalet kanıydı. Sıra geldi istihkâmlarda beraberce harp ettik, esir kamplarında çürüdük, yaralandık, vurulduk, öldük… Unutmayınız lütfen en kötü günlerde yoktan var eden bizdik. Sizler Komunist yöneticiler okullarımızı aldınız, vakıflarımıza el koydunuz, camilerimizi kapattınız, ağzımıza kilit vurdunuz, konuşmamızı bile yasak ettiniz. Unutmayın Bulgaristan Türklerini artık 2. kuşak ana dilinde okuma yazması olmayanlar yaratan ve bu bakıma Avrupa Birliği’nde de kendinizi rezil eden millet sizsiniz. Ve anma vesilesiyle anımsadığımız aylarda, memleketimiz bir uçtan bir uca ateşlerde yanmıştı. Çiğnediler, ezdiler, bitirdiler bizi, desek bu bile azdır. Siz bize kimsenin birbirinin adını bilmediği, soramadığı, ne de kendi adını söyleyebildiği yıllar yaşattınız. Akrabalıklarımızı, yakın dostluk bağlarımızı balyaladınız. Akrabalığı, hısımlığı aramaz olmuştuk. Sağ sağlım olduğumuza dua ediyorduk… Ölülerimiz öldüğünde acımızı değil düşüncelerimiz bu mevtayı nasıl olurda Müslüman üsüle göre gömeriz diye düşünürdük Kırk beş yıl tatlı masallarla uyutulmuştuk. Yüzümüze inen yumrukla uyandık. Ardından 30 yıl da efsane dinledik. Ne var ki, tüm bu yıllarda ne köklerini, ne kökenlerini bulan çıktı. İnsanlar haysiyetini, dinini, dilini kaybetti. Milli özgünlüğünü kaybedenler, için için ağıladılar. 1984 Aralığında kırbaçlarla, silahlarla, tanklarla yürüdüler üstümüze. Neden? Memleketi mamur ettiğimiz, fabrikalarını, yollarını, elektrik santrallerini, su barajlarını, sulama kanallarını, içme suyu borularını döşediğimiz için mi!? Maden ocaklarına indi-


ğimiz, otoban yolları, bir yakadan bir yakaya boy atan köprüleri yaptığımız, atom elektrik santrallerinin temellerini kazdığımız ve duvarlarını diktiğimiz için mi!? Tarlaları ektiğimiz, biçtiğimiz, ürünü topladığımız, ambarlara doldurduğumuz için mi!? Davarlarını, sığırlarını güttüğünüz, sütünü sağdığımız, etini sağladığımız için mi!? Biz mi kördük, onlar mı nankördü. Evet! Biliyorum siz de böyle düşünüyordunuz da, 1989 Aralığında karşımıza dikilen 150 yıl zehirlenmiş beyinlerin kan kusarken “Hıncımızı alıyoruz!” dediğini nasıl unutalım? Onlar bizi kendi kalıplarına sokmaya çalıştılar. Rejon neyse una uyacağız diyenler oldu, ama halk bunu kabul etmedi. Değişen dünyaya ayak uydurmak, kimliksiz, isimsiz, dinsiz, kültürsüz, geçmişsiz ve geleceksiz köle olmak anlamına getirilmek istendi, ama olmadı. Ne yazık ki, geçen yüzyılın büyük çatışması isim adına, din adına, özgün halk kültürümüz adına, ana dilimiz adına, mezarlarımız adına ve daha neyimiz varsa hepsi adına verildi. 136 yıldan beri devam eden bu kavgada bastığımız toprağı altımızdan aldılar. Bu konuda biz başkalarını hesaba çekmeden önce, ilk başta hep kendimizi hesaba çektik. Doğru yolda olduğumuza inanmadan ileri adım atmadık. Şimdi biz bugün Bulgaristan’ın bir Avrupa ülkesi olduğunu basa basa söylerken gurur duyuyoruz. Avrupa ülkesi olmak istiyorsak, bütün vatandaşların haklarını, Bulgar’ın, Çingenenin, Pomak’ın ve Türkün tüm haklarının eşit olduğunu, adalet arşının herkes, her etnik ve dini azınlık için tam anlamıyla eşit ölçtüğünü kabul etmek ve uygulamak zorundayız. Başkasının lokmasında, hakkında gözün olmayacak. Biz Bulgaristan’da kanunların çiğnenmesine kesinlikle karşıyız. İmtiyaz istememiz de söz konusu değildir. Şunu kabul edelim ki, Bulgaristan’da yaşayan Müslümanlara yasal haklarını tanımama ve üzerlerinde psikolojik baskılar devam ediyor. Pazarcıkta maskeli polis baskınında tutuklanan ve yargılanan din adamlarından bazılarının Baş Müftülük görevlisi olduğu dikkat çekicidir. Irak ve Suriye’de İsrail’in kışkırttığı “İslam Devleti” tehlikesini Bulgaristan’a taşımak yanlıştır. Dini bütün insanlarımızın terörist olmadığını ve olamayacağını herkesin anlaması gerekiyor. Tüm hakları ve özgürlükleri tanına ve yasallaşan halkların içinden terörist falan çıkmaz. Hele bizde hiç… Olayların içinde yetişen ve bir halkın bir asır boyunca zorlanmasına tanıklık eden Rodoplu Salih Bozov gibi büyük bir yazarın çok okunan İSİMLERİMİZ ADINA başlıklı kitabında SOYKIRIM (GENOSİD) KAVRAMINA 136 DEFA YER VERİLMİŞ. Her yıl bir (genosid) yapılsa 136 yılda 136 (genosid) gerçekleştirildiği gün ışığına çıkıyor. İnsanın insana yapabileceği kötülüklerin en kötüsünü yaşayan Pomak Müslüman Kardeşlerimizin bu Vatana ne kadar derin ve ne kadar yürekten bağlı olduklarını, her şeye dayanmalarında, her zaman kötülüklere göğüs germelerinde ve başa geleni çekerken asla yakınma yolları aramamalarında görüyoruz. Ben, bugün artık 136 yıl topra-


ğından koparılamayan soyların asla koparılamayacağına kesin inanıyorum. Daha 1912 genel saldırı ve zulmünde Rodop yamaçlarından İskeçe’ye kaçan Pomakların çilesi şarkı olmuştu: Huriye’nin Hüseyin’e söylenişinden alınmıştır: “Beni İskeçe’den kaşır Darı Dereye götür Aslan Hüseyin’im, götür.” Hüseyin’in Huriye’ye söyleyişinden “Dinimizde kaldıysan Seni Darı Dereye götürüp Telli duvaklı gelin yapacağım” Kadı sordu kalem yazdı: “Beyaz kız Huriye, Zorla mı getirdiler seni, Yoksa kendin mi geçtin bu yolu?” Huriye’nin kadıya cevabı: “Kendim geldim, İslam’ı da kendim seçtim. Türk’e sevdalandım, sevdim. İslam’dır imanım, Türk giysilerinle gezerim.” 1912’de değiştirilen Rodop Pomaklarının isimleri 1913’te geri verildi. Bu büyük edinim o yıllarda Osmanlı’nın Sofya Büyük Elçiliğinde Askeri Ateşe olan Mustafa Kemalin son derece büyük hizmetleriyle gerçekleştirilmişti.

Tüm halk isyanlarını sanata yansıması vardır.

1936’da Rodoplu Bulgar faşistler örgütlendi ve Pomakların adlarına, dinlerine yaşam biçimine yeniden saldırılar başladı. Bu gaddarlık 1945’e kadar şiddetlenerek de-


vam etti. O zaman da şöyle bir şarkı dilden dile dolaştı durdu: Faşistler dernek kurdu, Adına nazikçe “Vatan” dedi. İsimlerimiz gene değişecek! Değişti benimki, Değişti ölmüş neneminki, Değişti ölmüş yengeminki, Dedem bir daha döndü mezarında! Cüppe kalmadı sırtta, Fesler çamurlu yerde. Alaca şalvarlar kesildi. Kafamıza takılan külahtı. Kadınların başı açık kaldı. İkinci Dünya Savaşı öncesi, özellikle de Büyük Atatürk’ün vefat etmesinden sonra başlayan ikinci isim ve kimlik değiştirme saldırısına tepki olarak dillenen bu halk türküsü, tulum eşliğinde de söylenirdi. Biz bunları anlatırken önümüzdeki beyaz kâğıda tarihin bize yaşattıklarını dökerken, (genosid) gibi başka milletlerin sözlerinden söz çalarak kendi başımıza gelenleri yansıtmamız, bambaşka bir kültüre sahip olduğumuzu kendiliğinden anlaşılıyor. Başımıza gelenlerin tarifi dilimizde yok. O derece vahim. Hele de 1972–73 Gotse Delçev, Kornitsa ve Mesta (Kara Su) boyları olayları en dramatik ve en trajik yıllardı. İnsanlar yıllarca sürüldü, ezildi, hapislerde çürütüldü. Mesela yazar Salih Bozov Rodoplu Pomakların geçen yüz yılda başlarına gelenleri yazarken “camide namaz kılarken başı kesilenleri”, “insanların kış günü köprülerden buzlu akan ırmak sularına atıldığını”, öldürülen saygın kişilerin naaşlarının “aileleri teslim edilmediğini”, haydutların gelinleri “çocuklarının gözü önünde zorladığını” ve daha nelerden söz ediyor. Tüm bunların Bulgar Çarı’nın, Baş Piskoposluk Konseyi ve Başbakanın bilgisi dâhilinde ve emriyle yapıldığı biliniyor. Papazların zorlamasına tepkili halk, cami minarelerinin yıkılmasına, cami ve medreselerin kilise haline getirilmesine zor sabrediyor. Onların Müslüman dinleri 3 defa Hıristiyan diniyle değiştirilirken, 3 defa da Türk ve Müslüman isimleri Bulgarlaştırıldı. Yaşam tarzları, adetleri, oturup kalkmaları vs. vs. devamlı


baskı altında değişiklik görmek zorunda kaldı. Bu işlerin özrü, affı vs. hiç olur mu! Bu yazımızda bu olayı özellikle Aralık 1984’ten başlayarak Bulgaristan Türklerinin faciası olarak öncelikle ele alıyoruz. Tekrar etmemesi için anımsıyoruz. Birbirimizin çekilerinden ders çıkarıyoruz. Paylaşarak dertleşiyoruz ve yeni gelen tehlikelere göğüs germeye hazırlanıyoruz. BAF-BULTÜRK Dernekleri öncülüğünde, 18 – 20 Mayıs günlerinde İstanbul’da Bulgaristan’da 136 Yıl Ulusal Temizleme ve Soykırım konulu ve çok geniş katılımlı uluslararası bilgi şöleni düzenlenecek. İstanbul, Bursa, İzmit, Ankara, İzmir ve diğer soydaş derneklerinin hepsinden konuklar bekleniyor. Hatıralarını, önerilerini, tespitlerini ve uyarılarını paylaşmak isteyenlere kürsü serbesttir. Yalnız Türklerin ve Pomakların isimleri değiştirilmedi. Belene ölüm kampında yalnız Türkler yatmadı. 1950’lerde Bulgarlar da o kamplardaydı. Totaliter rejime karşı başkaldıran Bulgar demokratlar da hapishanelerde çürütüldü. Onlardan da kurşunlananlar. Sonra 1985’te başlayan demokratik haklarımız, adalete dayanan bir düzen, insan kardeşliği, hoşgörü uğruna mücadelemizi birçok Bulgar dayanışma örgütü destekledi. Bu nedenle günümüz Bulgar demokratik güçlerinden, toplumsal dönüşüm atılımlarında öncülük edenlerden bir heyet de bilgi değiş tokuşu yapacağımız şölenimize davet edilmiştir. Davamız ortaktır. Bu toplumda değişmesi, dönüşmesi, temizlenmesi, arıtılması gereken çok şeyler var… Bir daha aynı trajediyi yaşamamak adına susarken birlikte düşünelim. Ne yazık ki, değişen pek bir şey yok!


Bulgaristan’da Etnik Temizliğin Ve Kültürel Soykırımın 30.Yılı

Balkanlar’da Adalet, Haklar, Kültür ve Dayanışma Derneği (BAHAD) Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği, İstanbul Üniversitesi, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi, Bulgaristan Adalet Federasyonu (BAF), Fatih Belediyesi ile ortaklaşa “Bulgaristan’da Etnik Temizliğin ve Kültürel Soykırımın 30.yılı” konulu Uluslararası Sempozyum düzenlemektedir. 18–20 Aralık 2014 tarihlerinde gerçekleştirilecek olan bu sempozyumda, Türkiye’den ve Bulgaristan’dan katılacak bilim adamları tarafından Bulgaristan’da yaşanan etnik temizlik ve soykırım konuları bilimsel açıdan ele alınacaktır. Bu trajedilerin tekrarlanmaması için insanlarımızın daha bilinçli ve duyarlı olmalarının sağlanması gerekmektedir. Bu doğurultu daki çalışmalarımızın yoğunlaştırılması da önem arz etmektedir. Bu hususta bizler gelecek nesillerimize iz bırakmalıyız. Bu davamıza destek veren herkesi aramızda görmekten onur duyarız Sempozyum açılış töreni akabinde ” Bulgaristan Türklerine Hizmet ” ödülleri takdim edilecektir. T.C.Başbakanı Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mimar Kadir TOPBAŞ; Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül; Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim KARAOSMANOĞLU; Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep ALTEPE; Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa DÜNDAR, Orhangazi Bld Başkanı Neşet ÇAĞLAYAN, Sultangazi Bld.Bsk. Cahit ALTUNAY, Fatih Belediye Başkanı Mustafa DEMİR, Bayrampaşa Bld. Bşk. Atila AYDINER Sempozyum 18 – 20 Aralık 2014 tarihleri arasında İstanbul’da yapılacaktır. Sempozyum oturum başlıkları ve alt başlıklar aşağıda belirtildiği gibidir. Siz değerli bilim adamları, araştırmacı, yazar ve katılımcıların sempozyuma iştiraklerinizden büyük bir mutluluk ve onur duyacağız. Açılış 18.12.2014 Saat 14:00 Yer; (İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü Konferans salonu Vezneciler-Beyazıt-Fatih) 14:30 Açılış ve Protokol konuşmaları; 16:00 Oturumlar (2 gün devam edecek)


3.Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu Bulgaristan’da etnik temizlik ve Kültürel Soykırımı Rafet ULUTÜRK – Açılış Konuşma Tarih:19.12.2014

Sayın Başkan, Bu uluslararası Bulgaristan sempozyumunda bizleri bir araya getiren Bilim Kurulu Başkanlığımız ve üyeleri, bu uluslararası foruma ev sahipliği yapan Zeytinburnu Belediye Başkanımız Sayın Murat Aydın, Sayın TBMM Milletvekili Sayın Rıfat Sait, Değerli bilim dünyası temsilciler, Kıymetli konuk soydaş dernekleri Başkanlarımız ve yöneticileri, Sayın basın mensupları, değerli katılımcılar, sevgili kader kardeşlerim, Hoş geldiniz sefalar getirdiniz, Totaliter Duvarı Yıkamadık Can alıcı, yazgı belirleyici öz konularımızı görüşmek ve bilgi alış verişinde bulunmak üzere 3.uluslararası Bulgaristan sempozyumu toplantımızın bu denli yüksek ve saygın temsil edilişi, konumuzun önemine işaret ettiği kadar, artık siyaset sınırlarını aşarak, bilim çevrelerini ilgilendirdiği gibi, halka indiğini de gösteriyor. Bir de, dış ülkelerden, Azerbaycan, Arnavutluk ve öncelikle de Bulgaristan’da ilgi görmesi ve ses getirmesi çok önemli ve anlamlıdır. Bulgaristan’da yaşayan Türkleri anlatmak yazılmamış bir kitabın sayfalarını okumak kadar zordur. Konumuz acı dolu geçmişimize dayanan hiç de iç açıcı bir konu değildir! Fakat geleceğe yön verebilmemiz için geçmişimizi iyi bilmeliyiz, unutmamalıyız ve unutturmamalıyız. Halkımız baba ocağından, öz toprağından, Vatan bildiğimiz Bulgaristan’dan zor kullanılarak, mecbur bırakılarak kovuldu. Yerinden yurdundan sökülüp atılanlar buraya bir canı, bir de Türk ve Müslüman ruhuyla geldiler. Bu gerçek ne kadar acı olursa olsun, bizim gerçeğimiz ve bizim geçmişimizdir! Bizleri, burada, bugün bir araya getiren temel olay, budur. İnsanoğlunun yaşayabileceği kötülüklerin en kötüsünü yaşadık. Her duruma kanaat getirdik, sonuç çıkardık ve hiç karamsarlığa fırsat vermeden yılmadık ve mücadelemize devam ettik! Topsuz tüfeksiz sadece içimizdeki ruh ve iman gücü ile üstün geldik. Anlatmaya dil dönmeyen facialara bile: “Başa gelen çekilir” deyip sabreden ve büyüklük sergileyen, fakat mücadelen asla vazgeçmeyen, benim halkımdır. Bu gurur bize yeter de artar bile! Sayısız oldukları kadar tarifsiz ve bitmeyen çileleri bir asırdan uzun süren ve hala dinmeyen acıları - Bulgaristan Türk ve Müslümanlarına karşı uygulanan süreğen


çok yönlü soykırım, bugün ve yarın bu birlikteliğimiz esnasında ele alacağımız ana konudur. Bu, dedelerimizin, babalarımızın, hepimizin, çocuklarımızla torunlarımızın en yaşamsal sorunu olduğu için, buradayız. Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırımın 30. Yılı Bilgi Şölenine, Hepiniz Hoş Geldiniz! Sefalar Getirdiniz. İnsan dünyayı görmek için uyanır. Tarihin de uyanış çağları vardır. Ata Vatanımız olan Bulgaristan’da ulusal uyanışı Osmanlı dönemine rastlar. İşte o sabah kandilleri yakılırken, komitacılarının komitası, Diyarbakır mahkumu, sözü dinlenen, kaynak yazar Zahari Stoyanov, biz Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanlar için, yani bizim hakkımızda “Daima burada olacaklar” diye yazmıştır. Bu sözler, belki 500, belki 600, belki de çok daha uzun bir birlikte yaşamışlığın tarihinden süzülen çok önemli bir hülasadır. Bulgar uyanışıyla kurulan devletin temel taşı, ortak geleceğimizin çatısıdır. Ne yazık ki, insan kendinden kaçamaz. Etnik topluluklar ve uluslar da öyle! 19. yüzyıldan beri dünyada bir salgın haline gelen “Tek Uluslu Devlet” hastalığı, bizim memlekette bitmeyen kangren oldu. Bizi vatansız bırakıp yollara döken ve bu iki gün İstanbul Zeytinburnu Belediyemizin ev sahipliğinde buraya toplayan da, Bulgar milliyetçiliğinin şu dermansız “Tek ulusçuluk” derde yakalanmış olmasıdır. Birlikte gerçekleştireceğimiz beyin fırtınasında, çözüm arayacağımız stratejik konu, ırkçılık ve milletçilik ile beslenen bu ucubeyle baş etme yollarını arayıp bulmaktır. Tekrarlıyorum, “tek uluslu devlet” fikrini bir yerlerden aşıranlar, Bulgaristan da “Kraldan fazla Kralcı” olmakla kalmadılar. Son 136 yılda kurulan, düşen ve yeniden kurulan Bulgar iktidarları, hiç istisnasız, Bulgaristan’ı, Bulgar ırkından olmayanlardan “temizlerken” Türk ve Müslümanları, ata topraklarından, köy ve kasabalarından yani memleketinden söküp attılar. İsim, soy isim, din değiştirme, minare yıkma, camilerimizin Hristiyan kilisesine dönüştürülmesi, mezarlıklarımızı bir defa sürüp süresiz nadasa bırakma işlerini hiç elden bırakmadılar. Gerekçesiz tutuklayıp zulüm, yargısız sürgün, hapsedip zindanda çürütme, koğuşlarda yıldırma, dilimize kilit vurma, çocuklarımıza ana dili ve din derslerini yasaklama, yaşam tarzımızı, örf ve adetlerimizi, yaşam kurallarımızı, ahlakımızı değiştirme, öz kültürümüzü yoktan sayma, radyo, televizyon, basın yayın, dergi, kitap gibi yaşam ihtiyaçlarımızı, iletişim kaynaklarımızı ve en doğal haklarımız da dahil hiçbir özgün hakkımızı tanımamayı normal bir devlet yönetimi ve politikasıymış gibi uygulamaya kondu. Öte yandan ikinci sınıf vatandaş olmayı kabullenmemiz ve normal görmemiz istendi. Eğitimde, tarih ve edebiyat kitaplarında, şiir ve şarkı bestelerinde, gazete, dergi, kitap ve tüm sanat eserlerinde Osmanlıyı konu alarak insanlık adına ne kadar kötülük varsa Osmanlıya atıfta bulunuldu ve kötülendi. Değer arz eden neyimiz varsa ayakaltı-


na alma şampiyonu oldu. Müsaade buyurunuz da, kendimi düzelteyim, “şampiyonlar şampiyonu” oldu. Amaç, bir tarafa kin ve nefret aşılamak, diğer tarafa da suçluluk hissi pompalamak. Ne yazık ki bu amaç yüz yılı aşkın bir devlet yönetim gücü ile sonucuna ulaştı ve maalesef günümüz siyasetinde dahi, bazı art niyetli ve ırkçı çevreler hala “meyvesini” yemekteler. Dünyanın başka bir yerinde böyle bir şey görülmemiştir. Bu bakıma özürlü doğan Bulgar devletinin durumu bugün de yürekler acısı olup, ne yazık ki, bu illette hala derman bulunamamıştır. İlk vazifemiz bu hastaya yardım etmektir. Bulgaristan, Bulgaristan olalı sanki “hıncını alamadı,” “öfkesi sönmedi.” Bize karşı nankörlüğü bitmedi. Bir insan nankör doğar mı? Hayır doğmaz! Nankörlük ve düşmanlık beslenen, kışkırtılan, finanse edilen, bilinçli ve hedefli hortlatılan bir karanlık güç işidir. Mayalanışı, kışkırtılışı, stratejisi, taktiği, hedefi, iktidarı, politikası, baskı ve terör araçları, süngüsü ve zindanı, enstitüleri, partileri, dernekleri, fen kulüpleri, motosikletçi roker grupları, namaz kılarken Müslümanları tekmeleyen, vuran, kıran, azgınlıkları olan, diğer etnik gruplara karşı kin kusan çevrelere bugün Bulgaristan’da çokça rastlamak mümkündür ve hala hayatın içinde güncel bir olaydır,maalesef. Kimse nankör doğmaz, nankör yetiştirilir ve nankörce kullanılır. Olay budur. İnsan neyi ararsa onu bulur, kötülük arayan, kötülük bulur. “150 yıl boyunca zehirlenmiş beyinler” bugün aşırı sağ ve solda hortladı. Kanlı irin ve kin kusarak siyaset yapıyorlar. Esef duyarak söylüyorum, 5 Ekim 2014’te seçilen Sofya parlamentosuna, sol milliyetçilerin 11; ve 19-da ırkçı sağ faşizan vekil Bulgaristan parlamentosuna girmeyi başarmıştır. Besbelli ki, şifasız salgın aşağıdaki kitleye de iniyor. Önünü göremeyen ve bunlara oy veren ama artık hareketli bir katman oluştu. Onlar, son 20 yılda Moskova ve memleketimizdeki Moskova ajanları- Ahmet Doğan gibi göbek bağı olan ve her dalda sallanan hainler tarafından akıtılan paralarla palazlandılar. Fışkıran Bulgar ırkçı-milliyetçiliği en güçlü sosyal silahlarla donandılar – TV yayınları, radyo ve büyük tirajlı gazete, dergi v.s.. Anti-Türk, anti-Müslüman cephede kullandıkları mermiler bedava olduğundan, yayılım ateşi kovanlarını toplamıyorlar. Görüldüğü üzere, Bulgaristan’da artık, karanlığın sürmesini, bulanık su ortamı isteyenlere politik sahnede rol veriliyor. Nitekim iktidar basamaklarına da tırmandılar. Ne pahasına olursa olsun iktidar olmaya heveslenmek, zehirlenmiş beyinlerin önemli özelliğidir. “Kuru tezek su üstünde gider!” diyen halkımızın zekasıdır. Konuşmamın başında: Totaliter Duvarı Yıkamadık! Dedim. Evet yıkamadık. Hatta artık bu iş daha da zorlaştı. Mukayeseli anlatsam sanki daha kolay anlaşılır. “Duvar” dendiğinde, son 25 yılda akla ilk gelen hep “Berlin Duvarı!” oldu. Birkaç hafta önce bu tarihsel olayın yıl dönümü büyük bir coşkuyla kutlandı.


Hem Berlin’i, hem de eski Kıtayı ikiye ayıran ve yarım asır dehşet saçan bu “Duvar” yeni bir medeniyet özleyen güçlerin, ortak geleceğinden kuvvet alan ve soldan ve sağdan inen büyük balyozun iradesine dayanamadı, yıkıldı gitti. Biz, bunu yapamadık! Bizdeki duvarın bir yanında - Zehirli totaliter zihniyetin tek uluslu devletçi politik yapısı; Öte tarafında ise, - Etnik azınlık halk toplulukları, kendi özgürlükleri uğruna örgütlenip yıllarca savaşanlar, Türkler, Pomaklar, Romlar ve diğer azınlıklar, Bulgar ulusunun ilk adımlarını atmaya çalışan demokratik mücadele hareketi yer aldı. Ben burada, bir sembol olarak, bir duvardan söz ederken ya da sizlere lütfen gözlerinizin önüne son aylarda Bulgaristan -Türkiye sınırına gerilen 3 metre yüksek tel örgüyü getirin desem de, o olayların tasvirinde yetersiz kalır. 130 yıldan beri acıyıp sızlayan, ağarıp yanan ve bitmeyen bir yara olan trajedimiz, bundan tam 30 yıl önce çok derin bir hendek, bir yanardağ ağzı - krater gibi açıldı. “Tek ulus devlet” hayaliyle birlikte, despot, totaliter politik devletin kendisi de çöktü. Biz, Bulgaristan Türkleri de, 1989 Mayısında ayaklanırken Kaskatı - Katılaşmış Totalitarizm duvarını çatlatıp devirmek için baş kaldırmıştık. Bunu başarabilseydik, zafer yalnız bizim olmayacaktı. Kazanan hepimiz, bütün Bulgaristan halkı, tüm demokratik güçler olacaktı ve gerçek demokrasiye geçiş sağlanacaktı.Hepimiz bilirsiniz, Türk sofrasının bereketi, bizimle oturanın tok kalktığı için büyüktür. 1989’da biz totalitarizmi püskürtmek için kükreyip şahlanmıştık. Şimdi o tarihe not düşen günleri hatırlatılmak bile istenmiyor, şehir anıtlarına çelenk konmuyor. Amma biz davamızı unutmadık ve davamız devam etmektedir ve o günleri hatırlatacak manevi büyük çelenk işte bu bilgi şölenidir. Bu davamıza gelip bizlere güç veren burada hepinizi yürekten kutluyorum! Ancak ayaklanmamızdan, yalnız biz Türklerin, yalnız Pomakların ve bir tek Müslüman azınlığımızın kutsalı olarak algılanınca, kazananlar kötü niyetliler oldu. Geri istediğimiz isimlerimiz, okullarımız, dinimiz, camilerimiz, en doğal insan haklarımız, özgür kimliğimiz olsa da, Bulgar halkı totaliter zehirden arınamadığı, katılaşmış ırkçılıktan çözülemedi ve gerçeği bütünsel göremediği için Bulgar demokratik güçleriyle birlikte Güçlü Birliğimizi kuramadık. Dekoru değişen yeni sahnede sözde “kahraman”, sözde “Bulgaristan’ı Bosna olmaktan kurtaran” gibi sözler dillendi. O sözüm ona, sözde “kahramanlar”, aslında hokkabazlar, yalanla dolanla iş görenler, daha sonraki yıllarda demokrat Bulgar yazarların kendilerine “şeytan” dediği “lider”- tipleri, politik sahneye doldular.


Türkler ile Bulgarlar ellerine tokmak alıp totalitarizm duvarını, rejimini ve korku dünyasını birlikte ve aynı yere vura vura, eze eze yok etmeliydiler, maalesef olmadı. Kuyruğuna basılan yılan yıllardır uzayıp gidiyor. Ona müzik yapan,eşlik eden tırnak içinde söylüyorum “Bizim” sahte liderlerimiz, şeytanlardır. Hiç bir şey tesadüf değildir. Onlar bu iş için hapislerde kurs gördüler, eğitim aldılar. İsimleri artık herkes tarafından biliniyor. Hainlerin, ajanların, nifakçıların, haklı davamızı satanların isimlerinin tekrarlanmasında yarar görmüyorum!!! Halkımızın başına arı sepeti geçirenler şunu bilmeliler ki, bir gün gelir yılanlar saray deliklerine de saklansalar, mutlaka çıkmak zorunda kalacaklardır. Yılanın başı delikten çıkarken doğrulur, işte o gün onlarla hesaplaşma günü olacaktır. Şimdi yine duvardan söz edeceğim, ama bu defa Bulgar totalitarizm duvarının kendi içinde çatlaması dır. “Berlin Duvarı”ndan sonra bizim totaliter duvar da 10 Kasım1989’da ilk kez çatladı. “Tek ulusçu devlet” tezinin tuzla buz olduğunu, Bulgar derdine derman bulunduğunu sanmıştık. Daha 1878’de başlayan etnik problem, 110 yıl sonra, hem etnik hem de politik olarak, çok ağır bir bunalım şeklinde ortaya çıktı. Beklenen, totaliter sistemin yıkılması ve devamında toplumda demokratik ve hukuk devleti kurulması iken, olaylar bambaşka yön aldı. Totaliter cephenin karşısında duran bizleri, 500 bin çulsuz olarak vatanımızdan kovulduk Amaçları duruma hakim olmak ve iktidarlarını sürdürmekti. Başardılar da! Totaliter zihniyetin, zor günler için eğittiği hain kadrolar sözde “demokratik dönüşümlere” hemen bayrak oldular. Bugün bu bilgi şölenine gelemeyen yüzsüzler – HÖH-DPS– maskeli demokratları yeni sahnede “şeytan” rolünü üstlendi. Bu rolü günümüze kadar oynadılar. Görülmeyen iplerden bugün de kurtulamadılar. Sanki yemeleri ve yediklerini istifra etmeleri için kendilerine iğne yapılıyor. Böyle olmasa, Osmanlıyı soykırımla suçlamalarını, totaliter rejim katillerini af etmelerini hangi akla ve mantığa sığdırabiliriz ki?, hapislerde, toplama kamplarında çürütülen Türk ve Pomaklara karşı işlenen suçların, “Belene” ölüm kampı ve öteki canilerin suçlarının zaman aşımına uğramasını istemelerine akıl erdirmek mümkün müdür? Tamamen olanaksızdır. Forumumuzun belgelerinin HÖH-DPS milletvekillerine ayrı ayrı, Sofya meclis grup başkanlarına, bakanlara ve Başbakana, Cumhurbaşkanı Plevneliev’e, Avrupa Birliği Başkanlığına ve Avrupa İnsan Hakları Komisyon Başkanlığına da ayrı ayrı gönderilmesinde yarar görüyorum. Oysa biz her an her yerde, demokrasiye uzanan Bulgar demokrat aydınlarla, evrensel insan hakları savaşçılarıyla birlikte olmak istedik ve beraberdik. “Soya dönüş” çılgınlığına karşı olan büyük kitle hep bizimleydi. Aynı direniş saflarında, aynı kardeş sofrasındaydık. En büyük hedefimiz Çarlık faşistleri ve komünist totalitarizm uşaklarının kapattığı “komşu kapılarını”


yeniden ardına kadar açmak, Vatan topraklarında karşılıklı-hoşgörü çınarı altında yeniden toplana-bilmekti. Büyük hedefimiz ise Totaliterizm engelini yıkıp tarih çöplüğüne atmaktı. Olmadı, 25 yıl süren Geçiş Dönemi bile bu kaskatılığı çözemedi, eritemedi. Totaliter enkaz kalkmadı. Çalışıp besleyenlerle yeyip beslenenlerin arası daha da açıldı. Sonuncular “saraylara” çekildi. Asırlarca süren göçlerin dinmeyen acıları, kimlikleri ve kültürleri yok edilenlerin boş bakışları, ağızlarına götürecek lokmayı bulamayanların dinmeyen yeni feryatları “saray” duvarlarına tosladıkça onları da ürkütüyor. Totaliter rejim çöktü, fakat totaliter zihniyet ve dermansız hastalık halen yaşıyor. Bu trajedi bizim özelimizdir. Davamızın asil hedefi hiç değişmemiştir, aynıdır. Bizimkisi bir vatan davasıdır. Biz Ata Vatanımızdan kovulduk! Vatan aramaya gelmedik. İnsanın Vatanı, dedelerinin mezarları neredeyse orasıdır. Bizim dedelerimiz Bulgaristan’da yattığı sürece orası bizim Vatanımızdır. İnsanın ecdadından ayrı düşmeye zorlanması bir suçsa, bunu yapanlar soy kültürümüzün devamlılığını baltalamışsa, bize karşı Kültürel Soykırım işlenmiştir. Ama bize karşı bir değil, bir sürü soykırım işlendi. Mesela, yine Osmanlı döneminde 1722 - 1773 yılları arasında yaşayan Bulgar ulusal aydınlıkçılarından Paisiy Hilendarski “Hey Bulgar, soyunu ve dilini unutma!” demişti. Soyunu ve dilini unutursa, Bulgarlara karşı soy kırım işlenmiş olacaktı! İnsan dilinin ağzına kilitlenmesi, yani anadilde konuşma yasağı, yazma yasağı, okuma yasağı, yaratma yasağı vs. tarihin bildiği en ağır cezaların amma en en ağırıdır. Çünkü konuşamayan, geçmişi unutturulan insan hayvanlaştırılmış bir varlıktır. Biz Bulgaristan Türklerine anadilimizde konuşma çok görüldü, çok görülüyor. 21. yüzyılda ana dilimiz okullarda okutulmuyor, yasak. Bu emsalsiz bir Kültürel Soy Kırım değil de, nedir. 136 yılda, bize, soyumuza, sopumuza, ayrıca özellikle bizim kuşağa karşı işlenmiş 136 bin az, 136 milyon değişik tür soykırım örneği gösterebilirim. 1912’de Rodoplar’da 560 minare yıkıldı, bütün camilerde Papazlar ayine başladı, 1912’de, 1923, 1936-1944’te, 1972-73’te, 1984-1989’da isimlerimize, kimliklerimize, köylerimize, dinimize, okullarımıza, kültürümüze yapılan saldırılar Bunlar, soykırımın en parlak Bulgar örnekleri değilse! Soruyorum nedir? Bir insanın 3 - 5 evi, yazlığı, konağı, sarayı olabilir ama vatan’ı tektir. Şimdi biz sözde çok-vatanlı olduk. Türkiye, Bulgaristan, Avrupa Birliği hepimize hep Vatan! Telefonlar Kanada, Amerika ve Avustralya’dan vızıl vızıl. Öz Vatan’ı olmayanın başka Vatan’ı olamaz. İnsan Vatan değerini ömrü sona yaklaştıkça belki daha iyi anlıyor. Bugün İsviçre toprağına yabancı gömdürmüyor. Berlin, Amsterdam, Münih, Paris Viyana seferinden dönen Türk uçakları ambarlarında son nefesini oralarda vermiş gurbetçi kardeşlerimizin tabutlarını taşıyor.


“İnsanı son kucaklayan ata toprağıdır” sözü bizim atalarımızın dır. Mezar hakkımızın, mezar başında bir Fatiha hakkımızın yasaklanması da, bizim için paha biçilmez bir kayıp, büyük bir soykırımdır. Ben, son 136 yılda Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının yaşadığı soy kırım trajedisi örneklerindeki çeşitliliğin, genel olarak Kültürel Soykırım kavramına denk olduğuna inanıyorum. Bizi buraya toplayan yazılmamış programda, hepimiz için adalet ve herkes için özgürlük hayali var. Saklı olan bir şey yok. Demokrasi şafağının ilk ışıkları ile beklediğimiz günlerde, biz hepimiz, dünyanın en saf insanlarından dana naif, daha safdil ve pırıl pırıldık. Hayallerimizden kaynaklanan inancımızın özü, bizim oralarda, taş toprak arasında baharı müjdeleyen ilk güneş ışınlarıyla eriyen karların su birikintileri kadar şeffaftı, özlemlerimiz içtikçe içil-esiydi. Oysa totalitarizm adıyla ünlenen düşman, hiç öyle kazmayla çekiçle parçalanacak, ufalınca derelere doldurulacak bir kütle değilmiş. Teslim bayrağı yerine beyaz gömlek sallayacak sanmıştık. Çoooook, çok aldanmışız. Çocukluğumuzda öcü bildiğimiz umacı, totaliter kara kayanın altından çıktığı gibi, hem “adalet özlemimizi”, hem de “özgürlük hayallerimizi” ilk hamlede, hem de ikisini de birden, çekip aldı. Bizi ikiye böldü. Bilinçli “adaletçi ve özgürlükçüleri” yani bizleri, açlık grevlerinden, gösterilerden, çatışma meydanlarından alıp, hayallerimizi koltuk altımıza sıkıştırıp, neredeyse bir don bir gömlek, baba ocağımızdan, vatan toprağımızdan, evimizden, köyümüzden kovdu. Ötekiler ise Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS)’nin cici bici vaatler paketine sarmalandı. Su ve tuz bizden, köle gibi çalışmak ve her seçimde bize oy verip yeni bir umutla özgürce yaşama hakkı sizin, dediler. Bu sözler önce umuttu, sonra öykü, artık efsane oldu. Bulgaristan Türk ve Müslümanları “hak ve hürriyet kasabının sayasına” kapadı. Sesini çıkaran dava kurbanı oluyor. Bu açıdan değerlendirdiğimizde: Sözde Avrupalı olduk da ne oldu? 2007’den beri AB üyesiyiz. Vatandaşa demokratik hakları en doğal hakları bile tanınmadı. Şimdi “şengene” girecekmişiz. Köydeşim Hasan dayının cebinde, doktora gitmek için, şehre inmeye parası yok… Bugün de ister milletvekili, ister bakan ol, hiçbir kimse “sayanın” dışına çakamaz. Geçerli olan yasalar “taş devri” kuralıdır! Yeni milletvekilleri Güney ile Palev’in başına geleni işitmişsinizdir. Dr Tabakov Varna cezaevinde gün sayıyor. Mayıs 1989 Ayaklanması; 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov’un devrilmesi; 1992’de yeni sözde demokratik Anayasa’nın kabulü ve artık çeyrek asır yerinde sayan totalitarizmden demokrasiye geçiş dönemi, sözünü ettiğim o bilinen totalitarizm duvarını yalnız ve ancak ikiye parçalayabildi.


Adına Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) denen birinci parça kertenkele gibi komünistliğin yalnız kuyruğunu koparıp sosyalist renk alırken ve iktidar ile muhalefet merdiveninde aşağı yukarı tekerlendikçe iyice ufaldı “Tek Ulus - Tek Parti” balonu patladı. Meclisteki sandalyeleri 39-a düştü. Ne var ki, Bulgaristan Türkleri ve öteki azınlıkların özgün haklarının tanınması konusunda fikirleri değişmedi. “Bay Sali”nin soydaş olmasıyla Kostendil ilinden milletvekili seçilmesine büyük tepkiyi izlemişsinizdir. Bugünkü sosyalist liderlerinin babaları tarafından yetiştirilen HÖH-lü yöneticileri ve halkımızın öz davasına ihanet edenlerin süresi doluyor. Halkımızın güven balonu patladı. 250 bin Türk seçmenden oy alamadılar. Dokunulmazlığı zırhlı olan “ebedi liderin” kurultay kürsüsünden çöp çuvalı gibi atılması, bu bakıma çok anlamlıdır. Halkımız artık değişimler bekliyor. NATO ve AB üyeliği de etnik sorunları kendiliğinden çözmedi. GERB’in rolü: Totaliter kütlenin ikinci parçası -bugünkü ana iktidar gücü- GERB Partisidir. Sosyalist- totaliter mayalanmayı yıllarca ekşitip HALK PARTİSİ maskeli bir merkez sağ oluşum meydana gelene kadar 20 yıl beklediler. Yeni hükümet de dahil son 25 yılda kurulan kabinelerin hiç biri totalitarizmi gömüp demokrasiye dönüşmeyi hedefleyen bir program ortaya koymadı. Bu bakıma etniklerin özgün kültürel hakları da Todor Jivkov zamanında olduğu gibi kaldı. Şöyle bir süreç de izlendi: Bu yıllar içinde, (temel ödevi demokrasiye dönüşümü gerçekleştirmek olan) Demokratik Güçler Birliği (CDC) yıkamadığı totaliter duvara toslaya toslaya kendi dağıldı. Şimdi çavdar sapı kadar cılız bir bünyeyle iktidar ortağı Reformcu Blokla birlikte nefes alıyor. 2014 Bulgaristan’da çok renkli çoğulcu politika için yeni bir başlangıç oldu. 2 ay önce 8 siysi parti meclise girdi. Yukarıda işaret ettiğim milliyetçi sağ ve sol uçlar siyaset ortamını iyice renklendirdi. Politik literatüre “ksenofob” yani Bulgar olmayana düşmanız terimini taşıyanlar koro oldular, motorlu sürüler halinde dolaşıyorlar, futbol fenlerinin zavalı enerjisini marjinalleştirmeyi başardılar. “Ataka” partisi soldan, Makedon İç Devrim Teşkilatı (VMRO) ile Milletçi Cephe (PF) sağdan ırkçı, milliyetçi, yeni-faşistler ortak icraata geçtiler. “Düşman olarak tanımlanan Bulgar olmayanların saflarında” bu ülkenin öz vatandaşları Türk, Pomak ve Roman kardeşlerimiz var. Onlarla birlikte, Suriye savaş kaçakları ve diğer etnikler var. Bu gerçek, demokratik Avrupa kamuoyunun gözünde bir çöptür. Çeyrek asır boyunca dönüp nereye baksak “Tek Ulus Devleti” bir çıbanbaşı olarak hep karşımızdaydı!


Çok kültürlülükten, farklılıkların bütünselliğinden oluşacak yeni uygarlıktan söz eden yok. Faşizan zihniyetin çete başı, Milliyetçi Cephe (PF) Başkanı milletvekili Valeri Simyonov yemin töreninde “Bulgaristan her şeyin Üstünde” derken sağ elini Naziler gibi kaldırdı. Hazır bulunanların üstüne Hitler zamanlarından kalma bir kova buzlu su döktü de, bu jest hala kınanmadı, sadece hatırlatıyorum. Sözde ikiye ayrılıp biraz da ufalanan totaliter duvar parçaları arasında kalan, Türk-Müslüman hareketi olarak bilinen HÖH-DPS, yine konumuz olan şu dönemde Türklük ve Müslüman geleneklerine, demokrasi ve insan hakları prensiplerine sonuna kadar bağlı kalsaydı, bugün burada bambaşka bir vesileyle toplanmış olurduk. Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) hakkında fikir beyan etmek isteyen konuşmacılara peşinen söylüyorum. Halk topluluğumuzdan, beklentilerimizden ve emellerimizden tamamen kopan bu partide biçim ile öz birbirinin aynası olmaktan çok uzaktır. “Hak” ve “özgürlükler” terimlerinde dile gelen şekil bir paravan olarak kullanıldı. “Öz” olani ise - totalitarizmin etnik azınlıkları asi mile edip eritme değirmenine su taşıdı. Müslüman etniklerin Bulgarlaştırılması işinde HÖH yönetimi totalitarizmden demokrasiye geçiş döneminde eskiden gelen ve değişmeyen devlet siyasetine hizmet sundu. Hem içi hem dışı hepimizi yakan “Bulgar Etnik Modeli” HÖH-lideri Ahmet Doğan’nın icadıdır. Zamanını, daha icat edildiği gün kesin dolduran bu model, Türk, Pomak ve Roman’ları, Türkiye Cumhuriyeti’nde soydaşlarımızı bir “oy makinesi” haline getirdi. Ayrıca Bulgaristan’daki kardeşlerimizi uyanmamak üzere uyutma aracı rolü gördü. Netice ortadadır. Geçimi ateşten gömlek olan Türkler ve Müslümanlardır. En fazla göç veren kesim Türkler ve Müslümanlardır. 50 yıldan beri ana dilinde ders görmemiş çocuklar, bizim evlatlarımızdır. Türkiye’ye gelenler dışında 2.5 milyon kişi vatanı terk etti. Tüm Bulgaristanlılar dağıldık. Göç eden, ekmek parasını dış ülkelerde arayan her kişi Bulgaristan’da demokrasi davası için bir kayıptır. Totalitarizmin ayakta kalıp ömrünü sürdürme çabalarına göğüs geren ana güçlerin başında işçi sınıfı, sivil toplum örgütleri gelir. 1989’da açlık grevine kalkıp isyan eden Türkleri ve Müslümanları tecrit eden zihniyet bugün artık aşıldı. Sofya’da meclis önünde düzenlenen son sendikal ve sivil toplum örgütleri eylemlerinde Kırcaali, Haskovo, Roduzen ve Madan’dan kadın ve erkek işçiler omuz omuza yürüdü. Güçlenen protestolar, 2013’te bir kalın enseli dolandırıcı olan HÖH milletvekili Daniyel Peevski’nin Devlet Güvenlik Sistemi DANS Başkanı seçilmesini önledi. Şimdi de bağımsız Türk Doç. Dr. Orhan İsmailov’un Savunma Bakan Yardımcısı atanmasına karşı tepkiler ve Bulgar Ulusal Televizyonu 1 Kanaldan 10 dakika Türkçe Haber Bülteni’nin kaldırılması isteğini de suya düşürüldü. Protesto dalgası yükselirken toplam 28 kişi kendini yaktı. Totaliter duvarı yıkıp demokrasiye geçme davamız devam ediyor, sivil toplum örgütlerimiz bu davada ön saflardadır.


Azınlıkların toplamını kucaklayan iletişim araçları, güçlü ortak kazanımlar, günlük gazete ve aylık dergileri olmayan, garibanlığın yarattığı ortamda birlikte gülüp eğlenmekten çekinir duruma gelen, sefil bir halk katmanından söz ediyorum. Köylerimizde köpek havlamıyor. Bizim insanımız “genosit”tir, “soy kırımdır” sözlerini pek bilmez, kime sorsanız alacağınız cevap, “biz kırıldık” olur. Hastalıktan kırılsak, “kırılmışızdır” Soy kırımına uğrasak gene “kırılmışızdır!” Evet, savaş görmeden yok olsak, yine “Kırıldıktır!” da, uzun süreli ve süreğen bir soykırım yaşamışızdır. Ama bizde bunu kimse bu kadar uzun anlatmaz. Evet, 136 yıldan beri biz, her gün Süreğen kırımla yaşıyoruz. Ve “ufalana ufalana büyüyoruz!” Ezildikçe bilinçleniyoruz. Artık bir araya gelip toplantılar yapıyoruz, konferanslar, Sempozyumlar düzenliyoruz. Elektronik gazetemiz var. Dernek gazetemiz çıkıyor. Irmağımız yola çıktı, çağlayarak akıyor. Herkesin yüreğine serinleteceğine ve uyuyanları uyandıracağına inanıyoruz. Bizim artık sürekli soykırımla kırılarak yaşamaya son vermemizin vakti geldi, geçiyor. Yani “U” dönüşü yapmalıyız, uyanmalıyız ve ufuktaki ışıkları görebilmeliyiz. Eğer bunu yapamazsak iyice toz olmayı ve lodos rüzgârının bir gün bizi alıp Vatanda her yerin her yerine, yeniden bitelim diye alabildiğine savurmasını mı bekleyeceğiz, bilemiyorum artık!!! Tüm anlattıklarıma ve anlatılanlara karşın, Zahari Stoyanov’u unutmayalım, “daima burada olacaklar!” değişmez bir gerçektir ve bizim en kutsal hakkımızdır. Yine bu cümleden sonra, Payisiy Hilendarski’nin yazdıkları da kulağımıza küpe olsun: “soyumuzu ve dilimizi öğrenip geliştirmemiz ve yüceltmemiz en büyük vazifemizdir!” Yani kısacası birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız! Bu Sempozyumu düzenlemekte emeği geçen tüm arkadaşlara ve buraya gelen Hepinize buraya geldğiniz için teşekkür ediyorum. Sağolun varolunuz.


Bulgaristan’da Etnik Temizliğin Ve Kültürel Soykırımın 30.Yılı Sempozyum Duyurusu Balkanlar’da Adalet, Haklar, Kültür ve Dayanışma Derneği (BAHAD) Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK), İstanbul Üniversitesi, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi, Bulgaristan Adalet Federasyonu (BAF), Zeytinburnu Belediyesi ile ortaklaşa Zeytinburnu Kültür merkezi AKDENİZ SALONUNDA “Bulgaristan’da Etnik Temizliğin ve Kültürel Soykırımın 30.yılı” konulu Uluslararası Sempozyum düzenliyoruz. 18–20 Aralık 2014 tarihlerinde gerçekleştirilecek olan bu sempozyumda, Türkiye’den ve Bulgaristan’dan katılacak bilim adamları tarafından Bulgaristan’da yaşanan etnik temizlik ve soykırım konuları bilimsel açıdan ele alınacaktır. Bu trajedilerin tekrarlanmaması için toplumsal duyarlılık yaratmamız çok önem taşıyor. Yarın saat 10.00’da Zeytinburnu Belediyesi Kültür Merkezi’ne (Akdeniz Salonu) tüm halkımızı davet ediyoruz. Giriş ücretsizdir, Saygılarımızla, Neriman Eralp Kalyoncuoğlu, BULTÜRK Derneği


ULUSLARARASI BULGARİSTAN SEMPOZYUMU Bulgaristan’da Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırımın 30.yılı Sempozyumu. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK) ve Bulgaristan Adalet Federasyonu (BAF) 18.12.2014 tarihinde Zeytinburnu Belediyesinin Akdeniz Salonu Konferans salonunda gerçekleştirilen sempozyumda, Türkiye’den ve Bulgaristan’dan katılan bilim adamları tarafından Bulgaristan’da yaşanan etnik temizlik ve soykırım konuları bilimsel açıdan ele alındı. Sunuculuğunu Bulgaristan Türklerinin İstanbul Üniversitesinin Akademisyenlerinden Dr. Müjgan DENİZ Bultürk Genel sekreterinin yaptığı sempozyum saat 10.00 da başladı. Açılış konuşmasını Bultürk Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK yaptıktan sonra sempozyumun Oturumlarına geçildi. I. Oturum Dr.Müjgan DENİZ – Oturum Başkanı Dr. Erjada POROGONATİ Doc. Dr. Toğrul İsmayıl – Bulgaristan’da Türklere yapılan baskılar ve bu olayların SSCB’de yankısı Doç.Dr.Gökçe Yükselen Abdurrazak Peler -“ilk Müslüman Türk Devletinden Slav Birliğine” Doc.Dr.Kutluk Kaan SÜMER İsmail CİNGÖZDoc.Dr. Hasine ŞEN-“Bulgar Yazarının Sessizliği: 1984-89 Sürecinin Bulgar Edebiyatına Yansımaları” Dr. Nedim BİRİNCİ Doc.Dr. Aziz ŞAKİR – Mezarlarımızın durumu Abidin KARASU – Sevilcan YÜCE AKP_Izmir_Milletvekili_Rifat_Sait-e_onur_plaketi_verildi TBMM iZMİR MİLLETVEKİLİ RIFAT SAİT’E ONUR PLAKETİ VERİLDİ


2.Gün Saat 10.00 da başladı II.Oturum Sezgin MÜMİN – Oturum Başkanı Şükrü SÜLEYMAN BAHAD Başkanı Ramazan KURUCU Sabri İSKENDER III.Oturum Alptekin CEVHERLİ – Slayt gösterisi Doc.Dr.Süleyman ÖZMEN – Slayt gösterisi Evgeniy MİHAYLOV Edvin SUGAREV Prof. Dr. Evelina KELBEÇEVA IV.Oturum Lilyana DRUMEVA Miroslav PİSOV Dr.Donika GEORGİEVA Av. Bilyana PİSOVA Dr. Georgi BOZDUGANOV İliya GLAVÇEV Stoyko STOYANOV V.Oturum Aleksis PROKOPİEV Maya BÜYÜKLİEVA Teodora DİMOVA Hristo HRİSTOV Dr. Nejdet ÖZGÜR; Sempozyumdan bazı özetler; Lilyana DRUMEVA konuşmasında;


Bir Bulgaristan vatandaşı ve bir Bulgar olarak tek suçum komünistlere karşı direnmem oldu. Bir soydan olmam ve dedelerimin ve babalarımızın yetiştirdiği tarzda benim de kendi düşüncelerimle hareket etmem onlar için suçtu. Dolayısı ile komünist partisinin düşmanları ırklara ayrılmış değildi. Bunlar sisteme karşı gelen her vatandaşı ellerinden geldiği ve iktidarın verdiği tüm gücü kullanarak yıldırmaya çalışıyor ve kelemenin tam manası ile yok ediyorlardı. Bu mücadelemde çok acımasız ve insanlık dışı cezalara maruz kaldım ve bu kaderimi en çok Türklerle paylaştım ve tek onlardan anlayış görebildim. Bir yaşındaki çocuğumla sürgüne gönderildiğimde iletişim kurduğum herkes beni ret ederken sadece bir yaşlı kadından merhamet görebildim. O da beni sadece bir anne olarak kabullenebildi. Burada belirtmek isterim ki, Belene ve diğer toplama kampları ilk komünist karşıtları Bulgar aydınları için açılmışlardır. Özetleyecek olursak komünistler düşmanlarını ırklara göre değil yandaşlara ve karşı gelenlere göre seçiyorlardı. Burada Türkiye’de Belene dendiğinde herkes Türkleri anlıyor yani Belene Bulgarlar için kuruldu daha sonra Türkleri de oralara aldılar. Burada çok ama çok Bulgar aydını hayatını kaybetti hatta bunların mezarları bile yok çünkü izlerini kaybettirmek için cesedlerini domuzların önüne yem olarak atmışlardır. Acı ama gerçekler bunlar. Komunistler Bulgar aydınlarını, işadamlarını, subaylarını, sanatçı ve sanatkârlarını, düşünürlerinin tamamını yok etiller. Onun için bu gün kararlı ve idealleri olan bir toplumdan yoksunuz maalesef. Evgeniy MİHAYLOV (E.Demokrat Güçler Birliğ Milletvekili) Konuşmasında; 1989 sonu ve 1990’nın ilk aylarındaki protesto yürüyüşleri ile ilgili o tarihlerde çekilmiş videoları bizlerle paylaştı veinsanlarımızın o tarihlerdeki anılarını canlandırarak tekrar bizleri o günlere götürdü. O olayları canlı yaşamayanlar da o sahnelere şahitlik etmiş oldular. İsimlerimizin iadesi ile ilgili detaylara değinerek ve komünist partisinin yüzsüzlüklerini tekrar hatırlatarak o günkü doğal birlikteliğimiz ve komünizme karşı dik duruşumuzu mağlesef daha sonra yine komünist partisinin elemanlarının müdaleleri ile hepimiz kaybettik. Bizleri etnik gruplara ayrıştırarak bölmeyi başarabildiler ve neticesinde 25 yıl daha ihtidarlarını sürdürebildiler. Edvin SUGAREV – (E.Demokrat Güçler Birliğ Milletvekili ve ilk demokratik mücadelelerinin öncüsü) konuşmasında; Türklerin isimlerini geri alma mücadelesi ile aslında Türkler Komunist Totaliter rejimin yıkılmasında en önemli etken olmuşlardır. Mağlesef daha sonra bu gücü komünist partisinin yetiştirmiş olduğu elemanları sözde Türklerin partisi diye adlandırdıklarıpartinin başına getirerek Türkleri etkisiz hale getirdiler ve totaliter rejimi yıkılmasındaki rölünü önemsizleştirdiler.


O dönemde bizlerin de yani Bulgaristan’daki Bulgar aydınlarının Türklerin yanında yer almamızı komünistler ve ırkçılar kabullenemediler ve bizlere fes-Türk diyerek hakaret etiler. Beni çok etkileyen bir olayı Türkler çok zekice bir muhtara ceza verdikleri cezayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Razgradın bir köyünde isim değiştirme olaylarında aşırı katkı sağlayan bir Türk muhtarını köylüler cezalandırıyor fakat ne dayak ne de sopayla. Bu muhtardan tüm köylüler selamlarını kesiyor ve köyde muhtarı yanlızlaştırıyorlar. Türk Muhtar bu psiholojik baskıya dayanamıyarak kendisini içkiye veriyor ve zamanla o köyü terk etmek zorunda kalıyor. İşte bu örneğibizler hepimiz komünistlere karşı yapabilmeliydik ama mağlesef yapamadık. Bu olayı örnek olarak yani Türkler ve Bulgarlar tekrar o 90 lı yıllardaki komunizme karşı birlikteliğimizi yenileyerek bulgaristanda komünistlere benzer cezayı uygulamamız gerekmektedir. Bulgaristan komünist geçmişinden kurtulmalı ve bunları iktidardan uzaklaştırarak hiç ayrım yapılmayan gerçek birdemokratik yapıya kavuşmalıdır. 90 lı yılların başında Bulgaristandaki mücadelelerde iki taraf vardı, ezen ve ezilenler. Birinci tarafta ezen komünistler, diğer tarafta ise Türkü, Bulgarı, Romeni, Pomağı v.s. ile ezilen halk. Bulgaristan halkının o mücadelelerde tek hedefi vardı, komünizmi yıkmak ve gerçek demokrasiye geçebilmekti. Bu doğal birlikteliği komunistler kendine has manevraları ile bozmayı başardılar ve 25 yıl süren geçiş döneminde de iktirdarda kalarak maalesef yine galip geldiler. İstanbul’da düzenlenen bu sempozyumdaki samimiyetle tekrar 90 lı yılları hatırladım ve bundan sonra tekrar o birlikteliği sağlayabilmek için bir ışık görebiliyorum. Yalnız burada liderlerin yeni nesilden olmalarına dikat edilmelidir, çünkü yenilik yeni nesille gerçekleşebilir ancak. Tekrar bu sempozyumu gerçekleştirenlere emeği geçen herkese teşekkür ediyor. Sabri İSKENDER Komunizme karşı mücadelemiz birlikte hareket etmekten geçer. İlk sürgüne gitmeden önce kaldığım kira sahibi Bulgar kaleminizi Todor Jivkova karşı yöneltmeniz gerekiyor diye öğüt verdiğini hatırlattı. 90 yılları da hatırlatarak o günlerdeki birlikteliğimizden yoksun kaldığımızı belirtti. Komunistler geçmişte yönettikleri gibi 25 yıllık geçiş döneminde de komünist burjoazisini oluşturarak tekrar yönetmeye devam ettiler. Halk ise komünist döneminde ezilen geçiş sürecinde ise fakirlikle ve yoksullukla boğuşan ve yine ezilen taraftı. Bu sempozyumda ezilenleri temsilen Türk ve Bulgar kader birliği yaparak bir araya gelip bu konuları dile getirebilmemiz komünizme karşı yeni bir direniş başlangıcı ve yeniden içimde bir umut yeni bir ışık doğdu. Bu sempozyumları çoğaltmamız ve komünistlere karşı birliktelimizi güçlendirmeliyiz.



3.Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu

28 Aralık 2014 Dr. Nedim BİRİNCİ Değerli Misafirler,

Düzenlemiş olduğumuz bu toplantıya katılmanızdan ve bize verdiğiniz destekten duyduğumuz memnuniyeti ifade ederek hoş geldiniz diyorum. Hepimizin malumudur ki, 1970-li ve 80-li yıllarda Bulgaristan’da Türk ve Müslüman topluluğunu ortadan kaldırmak için geniş çaplı bir kültürel soykırıma girişildi. Kültürel soykırım diyorum çünkü bunu söylemememizi gerektirecek tek bir sebep bile bulamıyorum. Bu nedenle bu dönemde totaliter Jivkov rejiminde yapılanlar kelimenin tam anlamı ile kültürel soykırımdır ve aynı zamanda insanlık suçudur. Bulgaristan medyasında ve siyasi literatüründe “Vızroditelen protses” diye saçma sapan bir terim kullanılmaktadır. Biz neyiz ki, neyin Vızrajdanesi olacakmışız. Bizler bu terimin kullanılmasına karşıyız ve maksadı da kültürel soykırımı maskelemektir. 1981 yılında baskısı yapılan Bulgar ceza kanununda soykırım üçe ayrılmaktaydı. Fiziki soykırım Kültürel soykırım Ekonomik soykırım Bu suçu işleyenler ile ilgili de cezalar son derece ağız idi. Ne gariptir ki, yeni ceza kanununda sadece soykırım ifadesi yer almaktadır. Uygulamaya geçilen kültürel soykırımdan Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ve Müslümanların tamamı nasibini aldı. Etkileri ise hala bugün bile devam etmektedir. Yapılan haksızlıklar ile ilgili Bulgaristan devlet olarak hiçbir adım atmamıştır. Bulgaristan’da hiçbir dava açılmadığı gibi mağdur olanların mağduriyetlerinin giderilmesi için de yapılan hiçbir şey yapılmadı. Neredeyse neden yok olmadınız diye suçlanacağız. Bu nedenle geçmiş sayfasını kapatıp geleceğe hesapları yapamıyoruz. Geçmişin büyük etkisi vardır tabi ki. Bu nedenle en büyük sorun güven sorunumuzdur. Yarın endişesi. 1989 yılından sonra tehcir olayının yanında ülkeden kaçış da başladı. Halk kaçıyor çünkü geleceğini güvende görmüyordu. Çoluğunu çocuğunu zalimin elinden kurtarmaya çalışıyordu. Türkiye Cumhuriyeti kısıtlı imkânlarına rağmen herkese kucak aştı. Tüm sorunları ile ilgilendi hepsine yeni bir hayat verdi. Peki, bu arada Bulgaristan ne yaptı. Tek bir soruna parmak bastı mı, geçmişin izlerini silmek için tek bir adım attı mı? Hayır. Basit bir şeye değineceğim örnek olarak. 1991 yılına kadar Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenlerin emekli olabilmeleri için, göçmenlerin Bulgaristan’da çalıştığı yılları yani stajlarını borçlanabilmelerine imkân tanıdı.


Birçok göçmen kardeşimiz bulgaristanda ödediği parayı tekrar ödemesini yaptı ve emekli olabilmeleri için gün sayılarını tamamladı ve emekli oldu. Dikkatinizi çekmek isterim ki, onlar zaten Bulgaristan devletine primlerini ödemişlerdir. Bu nedenle Bulgaristan devlet olarak bu borçlanmaları ödemesi gerekir idi. Her tür suç devlet eliyle işlenecek, sonra devlet hiçbir külfet altına girmeyecek. Buna bizim artık dur dememiz gerekiyor. Peki 1991 den sonra Türkiye’ye yerleşenlerin durumları ne olacaktır. Onların prim borçları da Türkiye’ye aktarılması şarttır. Bu güvensizliği yaratan Bulgaristan’dır ve neticelerine de katlanmak zorundadır. Değerli arkadaşlar ben sadece bir konuya örnek olarak değindim. Meselelerimiz çok ve hadiselerin üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen dile getirilmektedir. Ümit ederim ki, bu toplantımız sorunların tam adının kullanılmasına ve halledilmesine yönelik çalışmaların başlatılmasına vesile olur. Değerli misafirler, katılımcılar, teşrifleriniz için teşekkür eder tüm katılımcılarımıza başarılar dilerim. Saygılarımızla,


17 Aralık 2 0 1 4

Oturumlar;

18 Aralık 2014

I. Oturum; Psikolojik ve Kültürel Soykırım Prof. Dr. Mehmet DALKILIÇOturum Bşk. Doç.Dr.Hasine ŞEN Dr. Erjada POROGONATİ Prof.Dr.Evelina KELBEÇEVA İsmail CİNGÖZ, Aziz ŞAKİR, Embiya ULUSOY

Konukları karşılama ve Otele Yerleştirme 10.00 Resim Sergisi - Kahve Çay 10.40 – Açılış Açılış Konuşması Protokol Konuşmaları - Evgeniy MİHAYLOV - Edvin SUGAREV - Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat AYDIN

- Fatih Bld. Başkanı Mustafa DEMİR - Gaziosmanpaşa Belediye Başkan Hasan Tahsin USTA - Bakırköy Belediye Başkanı Dr. Bülent KERİMOĞLU “Bulgaristan Türklerine Hizmet” Ö d ü l l e r i Ta k d i m e d i l e c e k t i r - Azerbaycan Milletvekili Ganira PAŞAEVA - TBMM İzmir Milletvekili Rıfat SAİT - TBMM Eskişehir Milletvekili Prof. Dr.Suheyl BATUM - İBB Başkanı Mimar Kadir TOPBAŞ - Bursa B.Bld. Başkanı Recep ALTEPE 12.00 Öğle Yemeği – Bayrampaşa Belediyesi

13.30 - I. OTURUM:

15.00 – Kahve Arası ikram 15.30 - II. OTURUM II. Oturum; Komunist Totaliter rejimin azınlıklara karşı davranışları Prof. Dr. Ramazan BİÇER-Oturum Bşk. Doc.Dr.Gökçe Yükselen Abdurrazak Peler

Doc.Dr. Kutluk Kaan SÜMER Ayse HACIOGLU Abidin KARASU Kıymet KARA, 19.00 - Akşam Yemeği – Sultangazi Belediyesi

19 Aralık 2014


P

R

O

G

R

A

M

İSTANBUL - 18 - 20 Aralık 2014

09.00 - III. OTURUM III. Oturum;

Bulgaristan 1944 - 1989 Totaliter dönem Lilyana DRUMEVA-Oturum Bşk.

Dr. Georgi BOZDUGANOV Dr.Donika GEORGİEVA Miroslav PİSOV Teodora DİMOVA Aleksis PROKOPİEV 10.00-10.30 Kahve Arası ikram Av. Bilyana PİSOVA Stoyko STOYANOV Maya BÜYÜKLİEVA İliya GLAVÇEV Hristo HRİSTOV 12.30 Öğle Yemeği – Gaziosmanpaşa Belediyesi 13.30.00 - IV. OTURUM IV. Oturum; Komunist gizli servisinin demokrasiye geçişte rölü ve medya Prof. Dr. Ahmet ÇOLAK-Oturum Bşk.

Doc. Dr. Toğrul İsmayıl Alptekin CEVHERLİ Kosta PRAMATARSKİ Dr. Nedim BİRİNCİ, Süleyman ÖZMEN 15.00 - 15.30 Kahve Arası ikram

15.30 V. OTURUM V. Oturum; STK, Sivil Toplum Temsilcilerinin Yaklaşımları yöneticileri ve Canlı Tanık Dinletileri Metin KARAN - Oturum Başkanı Sezgin MÜMİN-BAF Başkanı, Şükrü SÜLEYMAN BAHAD Başkanı, Ömer ÖZGÜR-Trakya Balkan Derneği Başkanı, Sebahin AHMETOĞLU,Sabri İSKENDER; Dr. Nejdet ÖZGÜR; Ramazan KURUCU, Georgi KULOV; Nesrin Sipahi 17.30 Sonuç Bildirisi 19.00 - Akşam Yemeği – Gaziosmanpaşa Belediyesi 20 Aralık 2014 10.00 İstanbul Gezisi 12.00 Öğle Yemeği –Ensar Konağı, Eyüp Belediyesi’nin ev sahipliğinde Not: Cumartesi öğleden sonra ayrılmayan ve dileyen katılımcılarla Pierloti ziyareti ve çay kahve sohbeti. 14.00 - Misafirleri Uğurlama







1989 GÖÇÜ 25.Yılında Uluslararası BULGARISTAN

Sempozyumu Türkiye Cumhuriyetin’deki Bulgaristan’dan göç etmiş soydaşlarımızın temsilcisi olan BULTÜRK, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsünde, 19–22 Haziran 2014 tarihleri arasında “1989 Göçünün 25’inci yılı” Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu düzenlemektedir. Göç psikolojisinin Bulgaristan Türkleri üzerinde meydana getirdiği etkilerin sosyo-kültürel ve ekonomik boyutlarıyla ele alınacağı ve göçlerin Bulgaristan’da kalan Müslüman azınlığın üzerindeki sonuçlar çeşitli boyutlarıyla analiz edilecek sempozyuma katılmanızdan büyük onur duyacağız.

Bilgi:

Sempozyum açılış töreni akabinde ”Bulgaristan Türklerine Hizmet” ödülleri takdim edilecektir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mimar Kadir TOPBAŞ; Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep ALTEPE; Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim KARAOSMANOĞLU; Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül; İstanbul Vali Yrd. Harun KAYA; Fatih Belediye Başkanı Mustafa DEMİR

Dr. Müjgan DENİZ Genel Sekreter

Rafet ULUTÜRK Genel Başkan


Sayın: Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği, İstanbul Üniversitesi, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ortaklaşa “1989 Göçünün 25. Yılı” konulu Uluslararası bir Sempozyum düzenlemektedir. 19–22 Haziran 2014 tarihlerinde gerçekleştirilecek olan bu sempozyumda, Türkiye’den ve Bulgaristan’dan katılacak bilim adamları tarafından göç konusu bilimsel açıdan ele alınacaktır. Bu anlamda çağ dışı insanlık dramlarının bir daha yaşanmaması adına önemli konular ele alınacaktır. Bu trajedilerin tekrarlanmaması için insanlarımızın daha bilinçli ve duyarlı olmaları hususunda inancımız tam ve sizlerinde katkılarınızı esirgemeyeceğinizden eminiz. Derneğimizin ve işadamlarımız imkânları ile yakın tarihimiz ile ilgili bu kadar önemli bir olayın gündeme getirilmesinde bizlere destek veren tüm kurum, kuruluş ve şahıslara katkılarından dolayı teşekkür ederiz.

Bu davamıza destek veren herkesi aramızda görmekten onur duyarız. Saygılarımızla,

Dr. Müjgan DENİZ Genel Sekreter

Rafet ULUTÜRK Genel Başkan


1989 GÖÇÜ 25.Yılında Uluslararası BULGARISTAN

Sempozyumu

PROGRAM İSTANBUL 19 - 22 Haziran 2014

İstanbul Üniversitesi İstanbul Avrasya Enstitüsü; Vezneciler İrtibat için: 0532 547 20 22

Fatih / İstanbul


PROGRAM

19 Haziran 2014

21 Haziran 2014

Konukları karşılama ve Otellere Yerleştirme

10.00 II. OTURUM

20 Haziran 2014

Dr. Müjgan DENİZ-Oturum Bşk. Dr. İbrahim KARAHASAN Çinar Antonina JELYASKOVA Prof.Dr.Cengiz HAKOV Aziz ŞAKİR

09.30 - 10.00 Açılış Konuşmaları

Protokol Konuşmaları “Bulgaristan Türklerine Hizmet” Ödülleri Taktimleri 12.00 Öğlen Yemeği

Oturumlar 13.30 - I. OTURUM: Prof. Dr. Mehmet DALKILIÇ-Oturum Başkanı Alptekin CEVHERLİ Nurcan ÖZGÜR BAKLACIOĞLU Ayşe DOĞAN KAYAPINAR Doç. Dr. Mihail Gruev Doç. Dr. Aleksey Kalyonski Prof. Dr. Ramazan BİÇER Dr. Erjada POROGONATİ Ömer LÜTEM Jelyu JELEV Alpay DİNÇER

19.00 Akşam Yemeği

12.00 Öğlen Yemeği

13.30 III.OTURUM Prof. Dr. Zeynep ZAFER-Bşk. Prof. Dr.Stoyan DİNKOV Doç. Dr.Hasine ŞEN İsmail CİNGÖZ Sevilcan YÜCE

15.00 IV. OTURUM Dr.Sakin ÖNER- Oturum Bşk. Abidin KARASU Menderes KUNGÜN Osman BÜLBÜL Dr. Nejdet ÖZGÜR; Sabri İSKENDER; Aliş SAİT

19.00 Akşam Yemeği

22 Haziran 2014 Misafirleri Uğurlama


Uluslararası BULGARISTAN

Sempozyumu BİLDİRİ ÇAĞRISI Binlerce yıllık bir öyküdür göç. Biraz umudun, biraz tedirginliğin, biraz heyecanın ama en çok da hüznün öyküsüdür. İnsanlar doğdukları toprakları daha iyi bir yaşam umuduyla geride bırakır yepyeni topraklara doğru yola çıkarlar. Fakat 89 göçü yeni bir doğuşun bir belirsizliğe doğru gidişattır. Bulgaristan’da her şeyini bırakarak tekrar yeni bir başlangıc yapanların belirsiz bir yolculuğuydu. Türkiye’deki Bulgaristan Göçmeni soydaşlarımızın temsilcisi olan Derneğimiz ve İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü tarafından,19-22 Haziran 2014 tarihleri arasında “1989 Göçünün 25’inci yılında Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu” düzenlemekteyiz. Tüm akademisyenlerimizi ve bilim insanlarımızı bu önemli sempozyumda bildiri sunmaya davet ediyoruz. 19-22 Haziran 2014 tarihlerinde BULTÜRK ile İstanbul Büyükşehir ve İstanbul Üniversitesi işbirliğinde Seyyid Halil Paşa Medresesi’nde düzenlenecek olan bu sempozyuma bildiri ile katılmak isteyen akademisyenler, bildirilerini 12 Haziran 2014 tarihine kadar tarafımıza ulaştırmalıdırlar. Göç olgusunun Bulgaristan Türkleri’nin üzerinde meydana getirdiği etkilerin sosyo-kültürel ve ekonomik boyutlarıyla ele alınacağı ve ayrıca, göçlerin Bulgaristan’da kalan Müslüman-Türk azınlık üzerindeki sonuçlarının da çeşitli boyutlarıyla analiz edileceği bu sempozyumda sunulacak olan bildiri konuları aşağıdaki gibidir: -1989 göçü öncesindeki Bulgaristan’da yaşayan Türklerin durumu, -Göçü doğuran faktörler, tarihsel süreç ve sebepleri -Büyük göç sürecinde yaşananlar, göçün getirdikleri ve götürdükleri, -Türkiye’ye göç edenlerin buraya kazandırdıkları ve göçün Türkiye ve Bulgaristan Devleti üzerindeki etkileri. -Göç sonrasında her iki tarafta oluşan yeni toplum yapısı ve toplumsal travmalar, -Göçten sonra Müslüman-Türk azınlığın Bulgaristan’daki sosyo-kültürel durumu. -Göçün ülke ekonomileri ve insanların yaşam kalitesi üzerindeki etkileri. -Bulgaristan’ın Tarihi, Kültürü, sosyo-ekonomik durumu - Bulgaristan’ın geçmiş ve güncel sorunları

Dr. Müjgan DENİZ Genel İrtibat için: Sekreter 0532 547 20 22

Rafet ULUTÜRK Genel Başkan


Organizasyon: İstanbul Üniversitesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği

Düzenleme Komitesi Pervin MAŞAOĞLU Dr. Müjgan DENİZ Dr. Nedim BİRİNCİ Dr. Halide AKINCI Neriman ERALP İsmail Erdem Müh. Şakir ARSLANTAŞ Nesrin SİPAHİ KIRATLI Derya Alkaya YILDIRIM

Bilim Kurulu Prof. Dr. Mehmet DALKILIÇ Prof. Dr. Ahmet ÇOLAK Prof. Dr. Gülfetin ÇELİK Doc. Dr. Hasine ŞEN Dr. Aziz ŞAKİR

Web: www.bulturk.org.tr


1989 GÖÇÜ 25.Yılında

BULTÜRK

Balkanlar’dan Türkiye’ye göçler Balkan Harbi ile başlamış ve halen de devam etmektedir. Ancak, bu göçlerden en yoğunu ve en çarpıcı olanı 89 göçü olarak bilinen 1989 insanlık dramının adıdır. Buna göç demek son derece yanlıştır. Çünkü göç insanların kendi rızaları ile bir yerden başka bir yere taşınmasıdır. 1989 yılında Bulgaristan’daki Türkler, dünya tarihinde görülmemiş, eşi benzeri olmayan bir zulüm ile yurtlarından kovuldular. Totaliter rejimin baskısı şiddeti ve soykırımdan kaçıştır, tehcirdir, ama asla ve asla göç değildir. BULTÜRK DERNEĞİ


1989 Göçünün 25.Yılı Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu Başladı Sempozyumun açılışından önce Bulgaristanlı Burhanettin ARDAGİL’in Resim sergisinin açılışı yapıldı. Tek tek resimler gezilerek ARDAGİL kendisi bilgi verdi. Resimler tek tek gezilerek ne anlama geldiğini anlattı. Ardından Sempozyumun açılışını Dr.Müjgan DENİZ yaptı, Saygı duruşu ve istiklal marşı okunduktan sonra Dr.Müjgan DENİZ kısaca BULTÜRK derneğinin tarihçesini anlattı. Ardından Fatih Belediyesini Temsilen Başkan Yrd. Hasan SUVER bir konuşma yaptı, Kocaeli Belediye Bşk.temsilen BAL-TÜRK Genel Başkanı Sn.Bayram ÇOLAKOĞLU kısa bir selamlama konuşması yaptı. Ardından BULTÜRK Genel Başkanı bir konuşma yaptı. Başkanın Konusması; 1989 GÖÇÜNÜN 25. YILDÖNÜMÜ ULUSLARARASI BULGARİSTAN SEMPOZYUMU Organizasyon komitesi adına açılış konuşması Sayın Belediye Başkanlarım, çok değerli yerli ve yabancı bilim adamları, çok kıymetli Sivil Toplum Kuruluşu (STK) başkanları, yöneticileri sevgili konuklar, çilekeş ve sırtı yere gelmeyen soydaşlarım, bir daha geri dönmemek üzere, varımızı yoğumuzu geride bırakarak, tüm hayat boyunca tırnaklarımızı kazıyarak edindiklerimizi bir kalemde silerek yola koyulduğumuz, daha adil ve mutlu bir hayat için yola çıktığımız, o hatırlamak bile istemediğimiz 1989’dan buyana 25 yıl geçti. Çile dolu bu çeyrek asrı dimdik yürüyen bir Toplumu- Bulgaristan Türklerini temsilen sizleri bu bilgi şöleninin yüksek kürsüsünden selamlarken, önümüzdeki 2 gün içinde birlikte yürüteceğimiz çalışmaların hepimiz için, özellikle soydaşlarımız, Bulgaristan’daki yakınlarımız ve ayrıca tüm Bulgaristan halkı için çok anlamlı, faydalı ve başaralı olmasını temenni ederim. Asırlarca dökülen gözyaşlarımızla ıslatılan topraklarımız, doğduğumuz evler, en iyi umutlarımız, birlikte yaratmaya çalıştığımız hoşgörüye dayanan bir medeniyet, komşularımız, köylerimiz, yürümeyi öğrendiğimiz yollar kaldı oralarda. Bulgaristan bizim ilk göz ağırımız; zorla göç etmiş de olsak, acımız unutulmaz da olsa bizim Ata Vatanımızdır Bulgaristan.


Bizler kovulmuş da olsak Vatanımızda düşmanlık tohumları bırakmadık, yüreğimizde hınç beslemedik, öfke büyütmedik. Bizler hiç bir zaman vatanımıza karşı hainlik yapmadık. Bir canlının nasıl anne baba seçme şansı yoksa, ayni şekilde Vatanını da seçme şansı yoktur. Bir çocuk nasıl ana babasına el kaldıramazsa, insanoğlu da Vatanına düşman olamaz. Fakat her vatandaşın Vatanından Anne şefkati gibi şefkat, Baba merhameti gibi merhamet beklemesi tartışılmaz hakkıdır. Bir anne evlatlarını nasıl ayırmadan, kırmadan, incitmeden var ediyorsa, Vatan da vatandaşlarını bağrında aynı sıcaklıkla yaşatmalı, hepsini hiçbir ayrım gözetmeden eşit kılmalıdır. Vatan Vatandaşlarının hepsini aynı özgür ortamda mutlu etmek için vardır. Vatan senin ya da benim değil, hepimizin ve bölünmez ortak paydamızdır. Bulgaristan, sadece Bulgarların vatanı olmamakla beraber, bu topraklar üzerinde doğmuş ve yaşama gibi en doğal haklara kendiliğinden sahip olan Türk, Roman, Ermeni, Yahudi, v.s. aynı sorumluluk ve yükümlülüklerin ağır yükünden kendine düşen payı sırtında taşımayı kabullenen her birimizin Vatanıdır. Vatan hakkı tüm diğer insan haklarının en başında gelir ve kutsaldır. Bu anlamda, 1989 göçünün, ismi ne olursa olsun, adına ne denirse densin, bizler için tek bir anlamı vardır. Bu göç sayıları milyonları aşan Bulgaristan Türklerinin, tüm kardeşlerimin, en doğal hakkına, Vatandaşlık hakkına Totaliter rejimin en vahşi, en barbar, en amansız bir saldırı ve bu hakkımızı gasp etme çabasıdır. Emsali olmayan bir zalimliktir. Kalbimizdeki sönmeyen bir acıdır. Fakat burada bir hususun altını çizmek ve bir birinden ayırt etmek lazım. Tüm bu olup bitenlerin baş mimarı ve uygulayıcısı Totaliter komünist rejim ve uzantılarıdır. Burada Bulgar halkına bir suç ve kabahat yüklemek bizim adalet anlayışımıza aykırı ve Bulgar halkına karşı haksızlık yapmış oluruz. Evet, bize karşı işlenen suçlarda 25 yıldır adalet yerini bulmadı bu da bir gerçek. Buradan herkes kendine düşen sorumluğu düşünmeli, bilmeli ve bir gün suçlular hesap vermesi gerektiğini buradan yetki sahiplerine sesleniyorum. Bir gün Bulgaristan da demokrasinin kuralları işleyecek ve adalet yerini bulacaktır diye inanmak istiyorum. Çünkü başımıza gelenleri biz asla ve asla hak etmedik. Neden mi? Çünkü bizler Bulgaristan topraklarını Vatan yapanlarız. Biz üreten, var eden, inşa eden, helalından geçinen, her şeyimizi alın teri ile kazanan bir toplumuz. O topraklarda güzellikleri, öz kültürümüzü, farklılıkların uygar örgüsünü, imanlı, gelenekli, sevgi dolu gönüllerimizin sevgi dolu sıcaklığıyla adam ettik, yaşattık.


Nasırlı ellerimizle inşasına katıldığımız, içinde çalıştığımız 15 752 küçük ve büyük ölçekli sanayi işletmesinden 13 500’ünün hurdaya çıkarılıp yok edilmesine, meyve yüklü bıraktığımız bağların, bahçelerin, başak denizi altın rengi ovaların bizden sonra yıllar yılı nadasa bırakılmasına; 1 milyon 650 bin iri baş hayvandan ancak 90 bin kalmasına; 1 400 000 koyun ve kuzudan ancak 1 milyondan az kalmasına üzülmemek, “likide edenleri” lanetlememek, parçalanan yürekleri avutmak elde mi? Serpilip açıp sarmış, mutlu gelecek yüklenmiş bir diyarı gavgalaz ve eşek dikenliği haline getirenleri eleştirmemek, kınamamak ve tüm bu olup bitenlere görüpte karşı duyarsız kalabilir mi bir bilinçli vatandaş? O eşsiz güzellik ve bolluğun orta direği, ana dayanağı bizmişiz demek. Biz kovulduk ve oralar kısırlaştı, karardıkça karardı, sefileşti. Ahımız tuttu demek istemiyorum çünkü üzülüyorum bu duruma. Her şeye rağmen, bugün, savaşsız, zulüm süz, işkencesiz, katliamsız, giyotinsin bir Avrupa Birliği’nde yeni ortak bir uygarlık yaratılmaya çalışılıyorsa, biz bu asil davada en ön saflarda olmaya hazırız. Biz eski kıtanın yeni uygarlığını oluşturan kültürün, hukukun ve dinlerin eşiği ve beşiği olan toprakların evlatlarıyız. Evet, dünya değiştikçe biz de değiştik. Hiçbir nimet bize altın tepside sunulmadı. Vatan özlemini içimizde yaşatıyor ve Vatan hoşgörüsünü hak ediyoruz. Modernleşirken, bazıları gibi dünyayı uluslara; etnik azınlıkları da düşman ve dostlara ayırmadık. Allah birdir deyip, Tanrı’yı düşman bilmedik, hiçbir dine Haçlı Sefer açmadık, yaratanın ibadet evlerine saldırmadık, yıkmadık. Yaratılanı yaratandan dolayı seven ataların torunları olduğumuzu da hiç amma hiç unutmadık. Vatanımızın spesifik renkleri bizim genlerimizde kodlanmış ve yaşıyor. Bilmeyenleriniz varsa diye söylüyorum: Özlemlerimiz ezile ezile bilinç oldu. Vicdanımız yaratıcı güçle kanatlandı. Umutlarımız ortak ufuk arıyor. Ve büyük ezilmemiz, 1877/78, yani 93 harbiyle başladı, 1912 -14’te bozgunlar yaşadık; Balkan coğrafyasında en büyük acıları Bulgaristan Türkleri çekti. Çarlık dönemi, 1934 askeri darbesi hepimizi perişan etti, Büyük Savaşlar bir katliamdı, göç dalgalarını büyüttü de büyüttü. Artık Ana vatanda 10 milyonu aştık. Bize Vatan olan topraklara ebedi borçluyuz. Bizi kabul eden, kardeş bilen insanlara minnettarız. Temennimiz ortak sofralarımızın dolup taşmasıdır. Ve bugün biz, buraya, işbu bilgi şölenine, hala devam eden Bozgunluk PSİKOLOJİSİNİ DAĞITMAK, diriliş kıvılcımlarını hayata çağırmak için toplandık.


Biz Vatansızlığın ruhunu, artık yaşı 135 olan yaşlanan BOZGUN RUHUNU ebediyen gömmek için buradayız. Biz, bizi ezenlere karşı çarkı ters çevirmek için el ele verdik, cephedeyiz. Evet, biz, uykusuz, aç, susuz göç yollarında, tutuk evlerinde, hapishanelerde, sürgünlerde, ” Belene” ölüm kapında Mayıs 1989 İsyan ateşinde örs ile balyoz arasında dövülürken suyumuzu aldık ve tepeden tırnağa böyle çelikleştik. Ve bizi biz eden, 93 harbinde, o büyük Vatan kavgasında emsalsiz kahramanlık örnekleridir; 1934 askeri darbesinden sonra 1936 göçünün çilesidir; 1945’te faşist Çarlık rejimi sosyalist düzenle değiştirenler eşitlik geldiğini ilan etseler de, Bulgaristan’da Türk düşmanlığının hiç bir rejim ve ya düzende değişikliğe uğramamıştır. Bu “terbiye”nin devamı 1951-53, 1968-69 ve 1977-78 kitlesel göçlerinde sardığımız yaralar ve aldığımız büyük derslerdir. Hele 1970-1984-1989 “eritme”; “asimile etme”, “Bulgarlaştırma” politikalarının uygulandığı ve 3 milyon civarında Türkün ve Müslümanın devlet terörü ile kimliğinin resmen yok edilmek istenmesi ile şekillenmiştir. Sabrımızı taşıran Hitlerin icatlarını bile sollayan mezardaki atalarımızın isimlerini de değiştiren, bir Türk ananın öz çocuğuyla öz dilinde konuşmasını yasaklayan yüz karası icatlardır. Ve başımıza gelen daha nice çile tümümüzü HAK VE ÖZGÜRLÜK için ayaklandırmıştır. Son dönem insanlık tarihinde ezilen bir halkın tek vücut halinde ulusal çapta baş kaldırışına örnek veren biz olduk. İsyanımız, Vatan sevgimizin ateşiyle doğal haklarımız için, en tabii haklarımızla, özümüzün yansıması olan özgün kültürümüzle yaşama azmimizin volkan gibi patlamasıydı. Halkımızın önü alınmaz infilak gücü totaliter rejimi, diktatör Jivkov’u; demokratik Bulgaristan’ın ilk Cumhurbaşkanı Sayın Jelü Jelev’in değişiyle “faşizmleşen komünist rejimi ve totaliter iktidarı devirdi ve tarihin çöplüğüne attı.” Ne yazık ki, İsyan dalgasının görkemi ve gücü Komünist rejimi paniğe sevk etti, Jivkov sınırlarını açtı ve bizleri de göçe zorladı. Son çeyrek asırda birçok şey değişse de, birçoğu da aynı kaldı. Bir defa göç selinin açtığı Türkiye Bulgaristan devlet sınırı bir daha kapatılamadı. Demek istediğim, iki tarafa açılan Bulgar-Türk sınırı “GÖÇ” sözünü de tarihe gömdü. Tüm çarpık, ters ve asılsız iddialara karşın, Bulgaristan’da yaşayan Türkleri ile son 135 yılda Vatanımızdan kovulan tüm soydaşlarımızın aynı sudan, aynı boydan ve aynı özden Türk olduğu ve dönüşü olmayan bir biçimde kanıtlandı.


Biz, Balkanlılar, biz Bulgaristanlılar artık Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 milyonu aştık, orada kalan kardeşlerimiz de en az bizim kadar Türk’tür. Aynı kökten, aynı soydan, aynı boydan ve çekirdekten gelmemiz, aynı ruhta birleşerek koparılamaz biçimde kaynaşmamız HEPİMİZDE YEPYENİ BİR B İ Z yarattı. Bu emsalsiz olgu, bu kudret toplayan yeni güç bu defa da Türkiye’den Balkanlar’a, Bulgaristan’a geri taşıyor, ata yadigarı topraklarımızda politik gündem belirleyen nitelik alıyor. Bulgaristan Bulgarların, Türkler Türkiye’ye sloganına artık eşekler bile gülüyor. Derin bir hüzünle ifade ediyorum. Bugün Bulgaristan stratejik çöküş yaşıyor; ulus devlet, tek ulus-tek dil, tek kültür saçmalıklarının enkazı altında inliyor. Öyle ki, politik, sosyo-ekonomik ve manevi çöküşün ardından, nüfus körelmesini de getirince “Türk’ten iyi ne komşu ne dost bulunur!” diyenler çoğaldıkça çoğalıyor. Biz içimizdeki hoşgörüyü koruyarak, iyi kötü buralarda barınırken, 2.5 (iki buçuk) milyon Bulgaristan vatandaşı, bu arada yakınlarımızın büyük kısmı ekmek teknesini Batı Avrupa’ya taşıdı. Olayı “ ulusal çöküş” le açıklayanlar “yok oluştan” dem vurmaya başladı. 35 yıl sonra, yani 2051’de son Bulgar’ın toprağa verileceği açıkça anlatılıyor. Profesörler, Bulgar Bilimler Akademisi uzmanları TV ekranlarına çarşaf çarşaf verilerle VAHİM OLAYI ispatlarken, çare mi arıyorlar? Biz son Bulgarın cenazesine gitmek istemiyoruz. 600 yıl beraber oluşumuzun bir saygın hatırı da olmalı. Yaşamak ve varolmak Tanrının hepimize bahşettiği kutsal hakların en büyüğüdür. Beraberliğimizin sonu, 25. Yılını andığımız son büyük ve acı göç, Bulgar milletinin sonunu getirip, son Bulgarın mezarını kazıyor ise, gelin acıları gömelim, yeni kardeşlik ağıcı dikelim ve gölgesinde iyi kötü birbirimize katlanarak, beraberce yaşayalım. El ele verip “eski dosttan düşman olmaz” ata sözünü hayata geçirelim. Bu düşünceler seyrinde, kimseyi lanetleyip kötülemiyoruz. Ama bir anaya evladına ana dilini öğretmeyi yasaklayanları Cenabı Hakkın cezalandırması, ebedi adaletin değişmez kuralıdır, buna inanıyoruz. Bir ulusun XXI. Yüzyılda ıssız köylerde, insansız yollarda, komşusuz şehirlerde, torunsuz dairelerde in cin gibi, ucubeler gibi tek başına, nefesine torun kokusu almadan yaşatmaya mahküm etmesi de, inanınız, Cenabı Hakkın lütfü olmalı… Güzellikler bin bir olduğu gibi, çekilecek çileler de bin birdir. Biz Bulgaristan göçmenleriyiz, çifte vatandaşız, Avrupa Birliği vatandaşı haklarına da sahibiz. Bu durum bizim mücadelelerimizin bir erdemidir. İstenen her seçime katıldık. Yüksek bilinçli irademizin ifadesi oyumuzdan korktular, kanunları kırpa çırpa anlaşılmaz duruma getirdiler, son seçime


katılamadık, ama şimdi “yine bizsiz olmuyormuş” herkesin seçimlere katılmasını zorunlu kılan yeni yasalar yazmaya başlamışlar. BİZE DAHA BÜYÜK SANDIK GÖNDERİN. Sofya Parlamentosunun yarısını vekillerle doldurmaya hazırız. Ve biz oyumuzu GERB’e de veririz, bağımsıza da veririz. Oyların rengi insan kardeşliği gibi tek renktir. Bizim kimseye kinimiz yok! Ama atalarımıza yüz yıl kan kusturanlara, ninelerimize bir asır göç yolu gösterenlere, Türklüğe ve Müslümanlığa ihanet edenlere, HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİMİZİ bit pazarına sürenlere, hem söylenecek sözümüz var hem de hainlerle bitmeyecek bir kavgamız ve hesabımız var. Çoban kulübesinden çıkıp Sofya’da “Saraylarda” sefa sürenlerle çok özel görüşmelerimiz olacak. Türklüğe ihanetin bedeli değişmez… Durum böyle olunca, değerli kardeşlerim, sayın konuklar, biz Bulgaristan vatandaşı olarak Vatanımızdaki tüm kültürel, sanatsal, siyasi, ekonomi sportif vs. etkinliklere Bulgaristan vatandaşı olarak eşit haklarla katılmak istiyoruz. Genlerin kaynaşması yarının dostluk, kardeşlik, işbirliği, farklılıkları birleştirecek yeni uygarlıkların kapısını açacaktır. Şu anda, hepimizi gururlandıran ünlü Vatan evlatlarımızdan Tokyo Olimpiyatlarında Serbest Güreş Şampiyonu Lütfü Ahmedov gözlerimin önünde; Şampiyonlar şampiyonu Naim Süleymanoğlu ve Halil MUTLU hep aramızda. Newyork’un Büyük Orkestra Salonunda Dünya Filarmoni Orkestrasına şeflik eden Muhsur Mehmedov’un namelerini sanki hala dinliyorum. Ve tüm benliğimle tekrar ediyorum: Bulgaristan’ı Bulgaristan yaparak VATAN’a gurur yaşatan bizlerdik. Ve biz bugün de o eskimeyen gururla yaşıyoruz ve yaşayacağız. Bu bilgi şöleni, sizin ilginiz ve katılımınız, her açıdan çok anlamlıdır. Balkanlar’da Bulgaristan’da, tüm bölgede yepyeni bir dünya yolcuları olarak hepinizi candan kutluyor; hepinize başarılar diliyorum. Ardından Dr.Müjgan DENİZ Sn.Hasan SUVER ve Sn.Bayram ÇOLAKOĞLU’na birer plaket taktim edildi ve böylece açılış merasımı bitmiş oldu. Ardından Oturumlara gecildi;



1989 Göçü 25.Yılı Sempozyumu Basın Bildirisi 20–21 Haziran 2014 tarihlerinde İstanbul’da İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü Salonu’nda “1989 göçünün 25.yılı Uluslararası Bulgaristan Sempozyumu” düzenlendi. Sempozyum İstanbul Üniversitesi, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BG SAM), İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı ve Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK‘ün ortak girişimleriyle gerçekleşti. Forum körsüsünden Bulgaristan, Avusturya, Arnavutluk ve Türkiye’den akademisyen, uluslararası ilişkiler uzmanı, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, yazar ve sanatçılar olmak üzere otuz yetkili değerli konuşma yaptı. Bilgi değil tokuşunun başlamasından önce Büyük Göç’ü konu eden Bulgaristanlı ressam Burhanettin ARDAGİL’in sanat sergisi görüldü. Sanatçı konuklarına eserleri üstüne ayrıntılı ve anlamlı bilgi sundu. Ana örgütleyici önceliğiyle BULTÜRK Genel Sekreteri Dr. Müjgan DENİZ uluslar arası temsili forumu kısa ve anlamı bir kutlamayla açtı. Bulgaristan Türklerinin totaliter baskı ve terör rejimine karşı, demokrasi ve özgürlük uğruna başlattığı tarihsel Mayıs 1989 Ayaklanması ile Büyük Göç’ün aldığı kurbanlar anısına saygı duruşunda bulunuldu. İstiklal Marşı dinlendikten sonra, etkin toplumsal kitle örgütü olarak gelişen Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK’ ün Öz Vatanda kalan kardeşlerimiz ve Türkiye’deki soydaşlarımızın ruhlarını birleştiren yoğun ve çok yönlü etkinlikleri üstüne bilgi verdi. Dr. Müjgan Deniz konuşmasında, son yıllarda Türkiye’nin Bulgaristan’a ve Bulgaristan Türklerine sunduğu çok yönlü ekonomik ve kültürel yardımlara da değindi. Ardından gelen telgraflar okundu, gelen telgraflar; İstanbul Valiliği, Sultangazi Belediye Başkanlığı, Ankara Dış işleri Bakanlığı, Moldova Milletvekili Oleg GARİZAN, Kıbrısın Kırgızistan Büyükelçilği Prof.Dr.Erhan ARIKLI, Sofya T.C.Büyükelçimiz Sn.Süleyman GÖKÇE’nin telgrafları okundu. Sempozyuma ev sahipliği yapan İstanbul, Fatih Belediyesini temsilen, Başkan Yardımcısı Hasan SUVER konukları ve önemi görkemli ve anlamlı olan uluslararası etkinliği başarı dilekleriyle kutladı. 1989’da büyük sayıda göç alan Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı adına foruma ve Strateji Daire Başkanı ve BAL-TÜRK Genel Başkanı sıfatıyla da katılan Bayram ÇOLAKOĞLU da kısa bir selamlama konuşmasıyla bir ilk olan bu uluslararası çalışmaya başarılar diledi. Merkezi İstanbul’da bulunan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk Büyük Göçün yıldönümünü ve tarihsel ibret derslerini konu eden ana raporu sundu.


Büyük göç sonrası da, Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlüklerinden yoksun olduğunu sunumunun merkezine alan Genel Başkan Ulutürk, Türkler üzerindeki baskıların 25 yıldır artarak devam ettiğini vurguladı. XX. yüzyılda mayalanan ve 1989 ayaklanması ve Büyük Göçüyle sözde durdurulması beklenen Bulgaristan’da yaşayan Türkleri eriterek asimile etme politikaların değişik kılıflar altında sürdürüldüğüne işaretle, şu dönemde çocukları ana dilsiz bırakma ve elde edilen bazı Hak ve Özgürlükleri de baskı ile geri alma yönünde yoğunlaştığına işaret etti. Ulutürk, “Her geçen gün, Türklere karşı uygulanan dini, etnik, kültürel ve sosyal asimilasyon politikalarının tırmandırılarak sürdürüldüğünü örneklerle ortaya koydu. Emsali olmayan v devletin araçlarıyla uygulanan zalimliği dün de bu gün de bütün Bulgar halkına mal etmenin anlamsız ve yanlış olduğunu vurgularken, ezerek yok etme politikalarının baş mimarı ve uygulayıcısı totaliter komünist rejim ve bugünkü uzantılarıdır, dedi. Bu cümleden olmakla, Bulgar halkına bir suç ve kabahat yüklemek bizim adalet anlayışımıza aykırıdır ve Bulgar halkına karşı haksızlık yapmış oluruz. Evet, bize karşı işlenen suçlarda 25 yıldır adalet yerini bulmadı, bu da bir gerçek. Daha da vahimi şu ki, bu vahşet sinsice ve adı Ahmet, Lütfü v.s. olduğundan, bizden görünen, bizim aramızdan ama ruhu ve beyni bize yani Türk etnik halk topluluğuna karşı yetiştirilmiş sözde “liderler” tarafından gerçekleştirildiğinden dolayı, ajanların eliyle, Bulgaristan Türklerine en büyük kötülükler bugün de yapılmaktadır’ diye konuştu. Baskılar ve asimilasyon bir fiil artarak sürüyor. Sn. Ulutürk, Bulgaristan’da yaşanan büyük göç trajedisinden sonra da farklı kişiler ve değişik yöntemlerle sindirme ve asimile etme politikalarının yoğunlaştırılarak sürdürüldüğünü vurgulayarak belirtikten sonra şöyle dedi: ‘‘ Ancak şunu da üzüntü ve net olarak ifade etmeliyim ki; komünist ve totaliter rejimde okumuş, eğitim almış, adının Türkçe bir kelime olması dışında, dini ve milli hiçbir özelliği olmayan ve Bulgaristan Türklerin Hak ve Özgürlükleri’ni sözde koruma iddiası ile 25 yıl önce sahneye çıkarılan ve ipleri çekilen kişi-ler ve parti tarafından, Türklerin kazandığı hak ve özgürlükler zorla alındı. Türkleri sıkıştırma, ekonomik olarak dar boğaza itme, sosyal yetersizlik içinde boğma, dini, milli ve kültürel yetersizlik yaşatarak asimile etme politikaları biçim değiştirerek yoğunlaştırılıyor. Bilgi şöleninde 30 konuşma yapıldı. 1984-89 sürgün yıllarında Kuzey Batı Bulgaristan köylerinde kurulan illegal mücadele örgütü DEMOKRATİK LİG insan hakları için direniş birliğinin kurucusu ve Genel Sekreteri Sabri İskender sempozyumu hararetli bir konuşma ile kutlarken önce şöyle dedi:


Bulgaristan’da Komünist, faşist ve HÖH kirli ittifakı 25 yıldır sürüyor Bulgaristan Trükleri’nin en ağır dönemi olan 1984-1990 yılları arasında illegal koşullarda bir İnsan Hakları Savunucu olarak ünlenen DEMOKRATİK LİG GENEL SEKRETERİ Sabri İskender Büyük Göçten sonraki 25 yılı özetlerken, 1989 Göçü’nün ardından bu güne kadar, Bulgaristan’da Müslüman Türklerin yasal, doğal ve genel insan haklarının, ulusal azınlık ve özgün kültürel ve manevi taleplerinin asla dikkate alınmadığını ve tüm isteklerinin hiçe sayıldığını söyledi. Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) yöneticilerinin isimleri ve soyadları Ahmet Mehmet olsa da, bu partinin politikasındaki amaç Türkleri ve ana dilimiz olan Türkçemizi ve özgün kültürümüzü yok etmek, Bulgaristan Türklerini ve tüm Müslüman kardeşlerimizi var ile yok arasında kıt kanat yaşamaya zorlamaktır, diye konuştu. Bulgaristan’da yıllarca uygulanan Türkleri yok sayma ve asimile ederek “Bulgarlaştırma” politikasının koyulaştığı dönemde Komünist dikta rejimine, Pazarcıklı PAŞOV ile birlikte isyan bayrağı açan ve birlikte kaleme aldıkları BİLDİRİ ile Diktatör T. Jivkov’un şimşeklerini üzerlerine çeken, “Belene” ölüm adasında arkadaşları ile ağır işkence gören, sürülen sınır dışı edilen ayaklanma önderi Sabri İskender konuşmasında, Büyük Göçte 10 bin Bulgaristan Türk aydınının göçe zorlandığını, orada kalan kardeşlerimizin yeniden uyanarak bilinçlenme sürecinin uzun sürebileceğini, bu nedenle Türkiye demokratik sivil toplum örgütleri ile Bulgaristan sivil toplum örgütleri arasında sıkı ve semereli işbirliği geliştirme zamanı geldiğine işaret etti. Bulgaristan’da Türklerin ve tüm Müslümanların Hak ve Özgürlükleri’nin elde edilip korunması ve geliştirilmesi hedef alınarak kurulan, ancak zaman içinde kuruluş amacından yan çizen ve Türklerin Hak ve Özgürlükleri’nin, kazanılması ve yaşatılması bir yana, T. Jivkov döneminde Türkler üzerinde zorla uygulanan asimilasyon ve giderek yok etme politikalarının, son 25 yılda Hak ve Özgürlükler Partisi aracılığıyla ve tarafından sistemli ve ardıl bir biçimde uygulandığına ve Türkler aleyhine faaliyetlerin sürdüğüne parmak bastı. Son çeyrek yüzyılda 4 kez iktidar ortağı ve ana muhalefette olan HÖH / DPS partisi yönetimi tarafından yönetilip yönlendirildiği gün gibi ortadayken, Türkiye’de de bazı siyasilerin, yerel yöneticilerin ve sivil toplum kuruluşların bu düşmanca politikaya destek verdiğini açıkladı. Konuşmacılardan her biri çağdaş Bulgaristan’da bir AB üyesi ülkede, gündemden inmeyen baskı, sindirme ve asimilasyonun politikalarına dinleyenleri uyararak ve önemle değindiler. Aynı konuya değinen konuşmacıların da ortaya koyduğu üzere: “1989 sonrasında, Bulgaristan Türklerine karşı çok sinsi ve korkunç oyunlar oynanmaya devam ediliyor. Ekonomik, sosyal ve politik baskı asla dinmemiştir. Bulgar Gizli Servisi ( DC) tarafından yetiştirilen adları Türk ama yıkanmış


beyinleri ve satılmış ruhları Türk ve Müslüman düşmanı olup, bize ve özümüze düşman olan her şeye hizmet etme vazifesinde uzmanlaşmış ve görev başında olan, HÖH / DPS yönetimi T. Jivkof dönemindeki baskıları aratıyor. Asimilasyon politikalarından daha sinsi ve tehlikeli bir eriterek yok etme siyaseti yürütülüyor.” dediler. S. İskender’in uzunca konuşmasında dikkati çeken güncel hususlar ise şunlardı: İskender, konuşmasının sonunda, geçtiğimiz Cuma, Bulgaristan Parlamentosu’nda GERB Partisi tarafından görüşmeye sunulan ve 1984 yılında ve daha sonra suç işleyenlerin cezaya çarptırılmasına zaman aşımı getiren yasada sürenin uzatılmasını öngören tasarının kabul edilmesinin BSP – HÖH / DPS ve “Ataka” oylarıyla güya Türklerin haklarının korunması lehinde olduğu gerekçesiyle engellendiğine işaret etti. Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS), Müslüman Türk düşmanı ve Jivkov dönemi politikalarının devamcısı olan Bulgar Sosyalist Partisi (BSP) ve yine Türk düşmanı olan Bulgar faşist, ırkçı parti “ATAKA” ile birlikte hareket ederek mecliste gizli polis ajanı olup olmadığı konularında araştırma yapılmasıyla ilgili olarak engel yaratmışlardır. Sempozyum’un ikinci gününde Bulgaristanlı sanatçı ve sporcular da kürsüye çıktı. TRT Sanatçısı Rüstem Avcı, Vatan sevgisini ve göç acısını anımsatan ve Türkiye’de de sevilerek dinlenen Bulgaristan Türklerine ait türkü ve şarkılardan örnekler okudu. “İBB Spor A.Ş” yöneticilerinden Ahmet Tüzün ise, Bulgaristan Türklerinin güreş ile halter başta olmak üzere sportif tarihi üzerinde durdu ve Türkiye’ye geldikten sonra Türk Milletinin guru olup şampiyonluklar kazandığını ve ay yıldızlı bayrağı göndere çektirdiğini heyecanla anlattı. Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH / DPS), Jivkov’un eriterek Bulgarlaştırma politikasını sürdürüyor. Tehlikeli saldırıları durduralım! Tespiti Sempozyomun sloganı oldu. Sempozyumda ele alınan konuların içinde en fazla dikkat toplayansa ise şu oldu: Sofya parlamentosunda çevrilen oyunlarda, GERB talep ve önerilerinin suya düşürülmesinde, HÖH partisi fahri başkanı A. Doğan ile Genel Başkan Lütfü Mestan çok faal rol oynamıştır. BSP-ATAKA-DPS üçlüsünün Türk ve Türklük düşmanı etkinliklerinin hemen durdurulması en güncel sorun olmuştur. I.Oturum Başkanı Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehet Dalkılıç da yaptığı konuşmada en önemli hususun eğitim olduğunu ve sadece bizler değil tüm yeni neslinin eğitmemiz gerektiğini ifade etti ve şöyle dedi: “Anadilimiz, özgün kültürümüz, ibadet haklarımız ve tarihi mirasımız tehdit ve tehlike altındadır.”


Bursa’dan Sempozyuma katılan Ayşe Hacıoğlu da yaptığı konuşmada, “Bulgaristan’da yaşayan Türk çocuklarının ana dil Türkçe eğitim ve öğrenme problemlerini dile getirdi. Bu gün Bulgaristan’da özellikle köylerde yaşayan çocukların, Bulgarca eğitim almak noktasında sorun yaşadıklarını” belirtirken, “Bu gün Bulgaristan’da Türk çocuklarına doğru dürüst Türkçe dil eğitimi verilmediği için, ayrıca bu konuda Türkçeleri yeterli olmadığından, kültürel yok oluşumuz söz konusudur. Bu elbette tek sorun değildir; İbadet özgürlüğü, ibadethaneler, tarihi kültürel mirasımız ve pek çok unsur Avrupa Birliği kriterlerini hiçe sayıldığından güvence altında değil.” dedi. İnsanların yaşadıklarını unutmasının mümkün olmadığını ve yıllarca yaşanılan acıların hafızalarda kaldığını ifade eden Hacıoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “ Artık Bulgaristan’ın içinde bulunduğu durumu fark edip burada yaşayan tüm insanların daha iyi şartlarda yaşamaya hakkı olduğunu fark edip ona göre bir karar vermesi gerekiyor. Elbette Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, Pomakların, Bulgarların kısacası tüm halkın haklarının korunması, eşit, adil ve şeffaf bir ülkede yaşamaları öncelikli olmalıdır. İnsan haklarına saygılı, rüşvetin, haksızlıkların olmadığı bir ülke olmasını istiyoruz Bulgaristan’ın. Biz Türkler yüzyıllar boyu bu topraklarda yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz, edeceğiz de. Bulgaristan kopamayacağımız bir yer, öyleyse artık silkinmeli ve bir karar vermeliyiz.” Bulgaristan’dan gelen katılımcılar, sempozyumda sunulan ANA RAPORU yapıcı, hoşgörülü ve yaratıcı ruhlu buldular. Türkiye ile Bulgaristan işbirliği yapmadan ne finans ne de ekonomik bunalımlarından çıkış yolu bulunamayacağına işaret ettiler. 600 yıl iyi komşuluk diyarı olan Balkanların geleceğini belirleyecek olan da yine Türk Bulgar dostluğu ve iyi komşuluğu olacağını vurguladılar. Bulgaristan’dan gelen misafirler; Menderes KUNGUN, Ulusal Türk Birliği başkanı; – Bu sempozyumda olmamdan dolayı gurur duyuyorum. Özgür bir ortamda ve tarihi İstanbul Ünüversitesi’nde bizleri ilgilendiren konular üzerinde konuşma ve tartışma fırsatlarımız oldu. Bilindiği gibi, faaliyette bulunan HÖH, Bulgaristan’daki Türk azınlığının menfaatlerini korumuyor. Bence yeni veya temizlenmiş bir Türk partisi gerekli, tüm Müslümanları kapsamalı ve milli azınlığın birlikteliğini garantilemeli. Ulusal Türk Birliği (UTB) 2006 yılında kurulmasına ramen bir türlü günümüze kadar bir resmiyet kazanmadı, halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ile kuruldu. Birliğimizin genel hedefi Türk azınlığının kabul edilmesi, oturtulması ve gelişmesini sağlamak. Bizler Avrupa standartlarına göre bütün insan haklarını, Türkçülüğün özünün korunması için mücadele etmekteyiz. Efrem MOLLOV, Pomak Parti Başkanı ve Avrupa “Pomak” Enstitusu başkanı; – Bende burada bulunmaktan çok sevinçliyim, çünkü bir tek Türkiye’deki


göçmen Pomak kardeşlerim bunca yıldır hiç bir zaman herhangi bir asimilasyona uğramamışlardır, baskı ve züllümün ne olduğunu bilmezler. Benim burada temsil ettiğim Avrupa “Pomak” Enstitusu, Bulgaristan’daki Pomakların tek sivil toplum kuruluşudur. İlk önce ben, bizim kuruluşumuzu bu önemli organizasyona davet ettikleri için BULTÜRK yönetimine ve bizzat Sayın Rafet Ulutürk’e teşekkür ediyorum. Bilindiği gibi, biz Pomaklar son 136 yılda Bulgaristan devleti tarafından yedi kere zoraki asimilasyona uğradık. Bu vahşi zorbalığın halkımızın üzerinde yarattığı tahribatları bir biz biliriz, bir de yüce Rabbimiz. 1989 yılının sonunda Pomaklar Sofya’nın göbeğinde büyük bir miting yaptık ve orada bu asimilasyonları şiddetle kınadık ve isimlerimizin iadesi için mücadele ettik. İşte bu miting esnasında başımıza, yine devlet eliyle, yeni bir zorba getirildi. Sivil polisler eşliğinde o beyaz arabadan inen şahıs Medi Doganov’tu. Son 25 yıldır bu şahsın yönettiği DPS partisi Pomaklara karşı en büyük asimilasyon politikalarını yürütmektedir. DPS bir devlet partisidir. Ben ümit ediyorum ki, Bulgaristan’daki Pomaklar yakın zamanda özgürlüklerine kavuşacaktır ve böylece halkımıza yönelik bu asimilasyon politikalarına son verilecektir. Osman Bülbül, Ulus Derneği Başkanı; – Bulgaristan’da hukuki açıdan Türk-Müslüman azınlığı yoktur, ne Anayasa’mızda, ne de diğer kanunlarda böyle bir azınlık tanınmış değildir. Bir imza kampanyası düzenleyerek, Bulgaristan devletine taleplerimizi sunduk. Bu belgede Türk ulusal azınlığının tanınmasını istedik. Ayrıca serbest ulusal tayin hakkını istedik. Anayasa’da yer alan etnik açıdan parti kurma yasağının kaldırılması, Türk okulları, kültür evleri ve üniversiteler açılması taleplerinde bulunduk. Serbest birleşme ve ulusal Türk azınlığının mensubiyet haklarımızın ihlali nedeniyle Strasburg Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtık ve onun kararını beklemekteyiz. Sempozyum katılımcılar ve basın mensupları tarafından yüksek değerlendirildi. Yaratıcı ve hoşgörülü ruhun Sofya’ya taşınması istendi.


Sempozyumda tebliğ sunan konuşmacılar:

Prof. Dr. Mehmet Dalkılıç (Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı), Alptekin Cecherli (Strateji Uzm. –Yazar – Kocaeli) Doç. Dr. Hasine Şen (İstanbul Üniversitesi), Prof. Dr. Cengiz Hakov (Bulgaristan – Sofya), Doç. Dr. Aleksey Kalyonski, (Sofya Universitesi) Dr. Erjada Porogonati (Gazi Üniversitesi – USGAM – Arnavutluk), Ayse Hacıoğlu, Aziz Şakir (Sabancı Üniversitesi – Sofya Üniversitesi), Rüstem Avcı (TRT Sanatçısı), Ahmet Tüzün (İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı Spor A.Ş.), Dr. Müjgan Deniz (İstanbul Üniversitesi), Dr. İbrahim Karahasan Çınar, (Bulgaristan – Sofya), Abidin Karasu, Dr.Metin YURTBAŞI-(İstanbul Üniv., İngiliz Dili ve Edeb. Efrem Mollov (Avrupa “Pomak” Enstitusu Başkanı ve Pomak Partisi Genel Başkanı– Bulgaristan), Prof. Dr. Ramazan Biçer, Sakarya Unv. İlahiyat Fak. Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı Alpay Dinçer, İsmail Cingöz, Bojidar ÇİPOF Dr.Necdi ÖZTÜRK, Sabri İskender (Bulgaristan Türkleri İnsan Hakları Savunucuları), Mehmet Alev, Emel Balıkçı, Dr. Sakin Öner-İstanbul Lisesi Müdürlüğünden emekli, Şamil Kucur (Araştırmacı Yazar – İstanbul), Menderes Kungün-Bulgaristan Ulusal Türk Birliği (UTB) Başkanı,, Osman Bülbül –Austriya – Viena; İsvecte – Seval Şakir Aliş Sait – Bulgaristan Gazeteci yazar, Celal Öcal – Türk Dünyası Kültür ve İnsan Hakları Derneği.






Bulgaristan’dan Kovulmamızın 30. Yıldönümü

Tekirdağ-Tarih: 30 Haziran 2019 Rafet ULUTÜRK: POLİTİK KONUŞMA

360 BİN TÜRKÜN BULGARİSTAN’DAN KOVULMASININ 30. YILDÖNÜMÜ

Sayın Başkan, Sayın Belediye başkanım. Değerli siyasi parti ve STK Başkanları ve temsilcileri, Çok Değerli konuklar, Kıymetli hemşehrilerim, Öncelikle beni buraya davet eden Tekirdağ Bulgaristan Göçmenleri derneği Başkanı Kemal Öztürk’e huzurunuzda teşekkür ederim. Bizler Türklüğün meyvası olan Orta Asya Bozkırlarından yola çıkarak Anadoludan önce Türkleşen Rumeli-Balkan yarımadasına ulaşanlarız, Bu toprakları Türk Dünyasına katan Evlad-ı Fatihaların torunlarıyız. Bizler Tunadan akarak Deliorman, Dobrucayı geçerek Koca Balkanı aşarak Pirin, Rodop dağlarına ulaşanlarız. Birçok türkülere hikâyelere romanlara ve manilere konu olan Rodop insanının ayrılmaz parçası nazlı yâri Arda boyundan kıvrım kıvrım akarak Anadoluya doğru hızla ilerlediği Akıncılar yurdundan kucak dolusu selamlar getirdim. Bulgar devletinin silah gücüyle ata-vatanımızdan atılmamızın, hayatımızın en acı gününün 30. Yıldönümünü birlikte anmaya, acı paylaşmaya, dert yanmaya, ufuk açan Büyük Yeni Türkiye ile hep beraber gurur duymaya, yürek kabartmaya toplanmış bulunuyoruz. Birlik ve beraberlikte, sağ sağlım olmamızı, kutluyorum.


Tarih açısından kısa, ama bir insan ömrününse yarısı olan bu 30 yılda, Allahımıza şükürler olsun ki, Büyük Türk halkına ve devletimize, hepimizi birlikte bağrına basan ANAVATANIMIZA ki, yaralarımızı pansuman edebildik. Sızılarımız savdı. Fakat öfkemiz asla dinmeyecek, vatan sevgimiz asla sönmeyecek, kaybettiğimiz her karış toprak yeniden ve ebediyen bizim olana kadar mücadelemiz devam edecektir. Gördüğünüz üzere Türkiye Cumhuriyeti büyüdükçe taşıyor. Bir asırda 8 milyondan 82 milyona ulaştık. Asrın sonunda bütün Avrupa nüfusu, Balkanlarda her devletin nüfusu azalırken, Bulgar bütün azınlıklarla beraber 2 milyon 400 bin kalırken, Büyük Yeni Türkiye 129 milyon olacağız. Özlediğimiz, sevdiğimiz, arzu ettiğimiz her şey kendiliğinden doğal olarak bizim olacak…. Kardeşlerim hepinize, İstanbul- Bayrampaşa’dan, 10 bin üyesi olan Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK yönetimi ve üyelerinden, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi – BGSAM yönetiminden, sayısı 145’e ulaşan, aylık “Bulgaristan Türklerinin Sesi” BULTÜRK gazetemizin ekibinden. Ayrıca artık sayıları 55 olan BGSAM aydınlatma kitaplarımızın yayınlanmasında emeği geçen tüm arkadaşlarımızdan en içten, en kalpten selamlar, sağlık ve başarı temennileri ile sizleri selamlıyorum. Anavatana gelip yerleşmemizin 30. yıldönümünü böyle sıcak bir ortamda anmak, dertleşmeye olanak yaratmak, örnek ve özendiren bir girişim oluyor, övgüye layıksınız. Büyün umutlarınız gerçek olsun. Burada Başkanımıza bu fırsatı bize verdiği için tekrar teşekkür ediyorum. Üzerinde yılların yorgunluğu olan umut dolu çağrışımlı bakışlarınızda, başka soydaş ortamlarında da gördüğüm derin çizgilerin parlaklığını görüyorum. BULTÜRK olarak biz, 2002’den beri İstanbul’da örgütlü ve bilinçli bir DERNEKÇİLİK BAYRAĞI dalgalandırıyoruz. 1950 muhacirlerinin, 1960-70 göçmenlerinin İstanbul– Çemberlitaş’ta başlattığı ve geliştirdiği edebiyat, sanat, kültür dernekçiliğinin, gazeteci şair Mehmet Çavuş ve İsmet SEVER etrafında toplanan dernek geleneğinin bizler devamıyız. 1989 öncesi Bulgaristan göçmenleri dernekçiliğe ancak, şair yazar etkinliği olarak bakarken, BULTÜRK bu dar çemberi kırdı. En basit soydaş sorunlarından, en karmaşık olanlara, siyasete, kültüre, eğitim, edebiyat, Türk Kimliğine kadar kanat açtı. Tüm olaylara dayatılanlardan nitel olarak faklı içerik getirdik ve çabalarımıza devam ediyoruz. Biz göç etmedik. Kovulduk da geldik. Biz turist değişiz soykırıma uğradık. Biz, İslamlaştırılmış Bulgar değiliz kültürel soy kırıma uğrayan, devlet terörü gören, asimile edilen Müslüman Türkleriz.


Biz Bulgar halkından bir parça değil, Türk ulusundan, Türk Dünyasından kopmaz ve ayrılmaz bir bütünüz. Maddi varlığıyla birlikte manevi varlığına, diline, dinine, geleneklerine, alfabesinden atasözlerine, fıkralarından edebiyatına saldırılmış, kasetleri, ploçalar toplamış kırılmış, şarkı türkü söyleyenlerimizin ağzına kelepçe vurulmuş çok ezilmiş değil hep yaşam boyu ezilmiş ama yine de teslim olmamış, dayanmış ve dirilmiş mert bir etnik halk topluluğuyuz. Biz özelliklerimizle güzellik, vasıflarımızla güçlüyüz, alicenap ve cesuruz, bileği bükülmez bir milleriz. 1989’da vatanımızdan devlet terörüyle sökülüp sınıra yığılmamızın bir soykırım olduğunu uluslararası 7 toplantı ve konferansa konu ettik. Anadilimizin, okullarımızın, Türkçe derslerimizin, özgün halk sanatımızın, halk kültürümüzün, geleneklerimizin, adetlerimizin, Türk yaşam tarzımızın yasaklanmasının bir “kültürel soy kırım” olduğunu dünyaya duyurabilmek amacıyla 5 uluslararası sempozyum düzenledik. Bulgaristan’dan araştırmacı yazar ve tarihçileri, ilgilileri davet ettik. Geldiler. Tartıştık. Ata-vatandan kovuluşumuzu anlatan kitap sergileri, zulmün resim sergisini, “Belene” ölüm kampı fotoğraf sergisi düzenledik. Kahramanlarımızı öğrencilerle buluşturduk. Başımıza gelenlerin unutulmaması için elimizden geleni bugün de yapıyoruz. “Bghaber.org” günlük aktüel Bulgaristan haberleri ve yorum sitemiz var. 600 bin tıklayanımız okurumuz var. Sizlerden de Sayın fizik tedavi uzmanımız Ertaş Çakır, öğretmenlerimiz, okul müdürü ve Aksakallımız şair Galip Sertel, Silistre’de yaşayan kıdemli şair Naim Bakov yayınlarımıza devamlı katılıyorlar. Ak Kadınllı (Dulovo) milli şairlerinden Bayramalı edebiyat sayfamızdan hiç inmedi. Yattığı yer nur olsun. Onlar ruhumuza kanat oluyorlar. Hepinizin önünde kendilerine teşekkür ediyorum. Eli kalem tutan Bulgaristanlıları yaratıcı kardeşlerimize kapımız her zaman açıktır. Her satırınıza, her sözünüze muhtacız. Siz her bakıma yüreklendirici öncülersiniz. Tek şartımız bu sitede sadece Bulgaristan ile ilgili yazıları yazıyoruz. Tabi ki tüm Türk Dünyası ile ilgili de yazıyoruz amma bunları Gazetemizde yayınlayabiliriz. Bizlerden biri olan kardeşimiz hocamız Hüseyin Güntekin’de söz etmeden geçemem:

Ne demiş şairimiz Yaralı Gönül kitabının Deliorman şiirinde: Göç rüzgarı bizi kastı kavurdu /İlden ile acımadan savurdu/ Ecdadımın yeri ana kucağı Deliorman/Hasretimiz özlemimiz Deliorman /Deliorman bizim öz toprağımız/ Gönül coşturan sevgi kaynağımız Unutulmayan gönül yaramız/ Büyük sevgimizsin Deliorman Birkaç şiir kitabı yayınlayan ablamız “Ezerçe’dem çıktım yola” eserinde bakın sizleri nasıl anlatıyor:


“1989 zorunlu göçü sırasında Türkiye’ye sığınmış olanlar eski göçerden kat kat daha farklıdır. Öğrenim görmüş, Türk Kimlikli ve dünyayı tanıyan insanlardı hep. Bulgaristan’da faşizm ile totalitarizmi bilen ve olayları değerlendirebilen insanlardı. Her biri bilinç seviyesi yüksek kardeşlerimizdi.” Her bir Bulgaristanlı soydaşın yüksek vasıflı ve bilinçli, namuslu ve ahlaklı, ezgi görmüş ama boyun eğmemiş bir vatandaş olduğu tespitini, 6 yıl önce Ankara’da çıkan 4 ciltlik “1989 Göçü kitap Serisinde” de görebiliyoruz. İşkence görmüş, 1 asır kaynayan asimilasyon kazanında erimemiş, illegal örgütlenmiş ve isyan etmiş bir etnik Türk topluluğundan söz ediyoruz ve Büyük Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm Diyene” sözlerini ifade etmeden devam edemiyorum. “Ne mutlu Bulgaristanlı bir Türküm diyene!” Yeniden vurguluyorum: Biz Bulgaristan Türkleri anadili, edebiyat dili, dini, sanatı, halk kültürü, folkloru, yaşam biçiminin dokusu olan, halk bilgileri, görenekleri, manevi hayat gelenekleri olan bir halk topluluğuyuz, Bulgaristan Türk azınlığıyız. Bulgaristan’da bizden başka bu sosyal ve kültürel gelişim düzeyine ulaşabilmiş başka bir azınlık yoktur. İlham kaynağımız Türkiye devletidir. Türk halkı ve Uluslararası Türk Kimliği ve birliğidir. Bulgaristan’da bugün Türkler, Pomaklar, Romenler Çingeneler, Ulahlar, Makedonlar, Tatar, Gagavuzlar, Çerkezler, Ermeniler ve Yahudiler toplam 11 azınlık var. Şu an en kalabalık nüfus henüz Bulgar’da. Birleşmiş Milletler tahminlerine göre, 2040’ta Bulgarların sayısı Çingene nüfustan daha az kalacak. AZINLIKLAR MEMLEKETİ BULGARİSTAN’ da toplam 12 azınlık olacağız. Aynı kaynak, Birleşmiş Milletler NÜFUS BÜROSU geçen hafta 2 100 yılına ilişkin anket sonuçlarını açıkladı. Asrın sonunda, Bulgaristan nüfusu 2 milyon 400 bin kalıyor. Bulgarlar, azınlıkların azınlıklardan biri kalacak. “Etme komşuna, gelir başına!” O zaman bütün kavgalar yeniden başlayacak. Bu söylediklerim büyük bir gerçektir. Bulgaristan’da yaşayan nüfusun içinde Biz Türklerden başka, soy kabuğundan çıkmış, ümmetten sıyrılmış, Türk kimliğini bulmuş ve milliyet aşamasından geçip MİLLET zirvesine ulaşmış bir halk topluluğu, anadili, yazı dili, edebiyat dili, dini, zengin halk gelenekleri ve bütünlenmiş kültürü olan, dayanacak geçmişi olan, bir azınlık yoktur. Bulgaristan’da, 1989 göçünde hırpalansak da, bugün de MİLLET OLGUNLUĞUNA erişmiş tek azınlık biziz.


Şu sözlerimi çok iyi dinleyiniz, bu tespitlerimiz olağanüstü önemlidir. Bulgarlar yalnız bizimle değil, kendilerine en yakın ve aynı dinden olan Makedonlarla bile milli MİLLİ MENSUBİYET konusunda TARİH, DİL VE etnik ve kültürel KİMLİK KONUSUNDA, anlaşamıyorlar. Katolik Ulahları 1920’lerde, Doğu Ortodoks Hıristiyan yaptılar, hepsine kiliseden doğum kâğıdı verdiler. Olayın üstünden tam100 sene geçti, şimdi ULAHLAR imza toplamışlar “idari ve hukuksal” olarak, yaşadıkları Vidin, Vratsa ve Montana illerinin Romanya’ya bağlanmak istiyorlar. Yani Bulgar ulusundan bir parça olduklarını kabul etmiyorlar. Aynı olayı Karasu (Mesta) ırmağına, Pirin Dağına kadar uzanan ve Yukarı Cuma (Blagoevgrad) ve Köstendil illerinde yaşayan Makedonların milli kimlik arayışında da izliyoruz. Otonomi isteyen tutuklanıp içeri atılsa da, Strazburg İnsan Hakları Mahkemesi hepsini saldı. Yeni Üsküp hükümeti, Makedonya’da yaşayan Bulgar kimliğini tanımak için, önce Bulgaristan’da yaşayan Makedon milli kimliğinin tüm haklarının tanınmasında ısrar ediyor. Çelişkinin sivri dikenleri büyüyor, bunalım derinleştikçe derinleşiyor…

Gagavuzlarla Tatarlardan kurtulduk diye sevinenler çok. Ermeni ve Yahudiler de sayıca az ve isteklerini yerine getiriyor. Bulgar kurumlarındaki müdürlerin veya müdür yardımcılarının isimleri hep YAN ‘la biter. Bulgaristan’da kalan, yukarıdaki azınlıklardan hiç istisnasız hiç birinin kendi alfabesi, dolayısıyla yazı dili, dolayısıyla yazılı edebiyatı, kendi kültürü ve dini yoktur. Demek oluyor ki, eriyen Bulgar nüfusa Bulgaristan’da iktidar ortaklığı yapabilecek Türklerden başka bir milli azınlık kimliği yoktur. Cahil insanlarla hükümet kurulmaz, ortaklık hiç olmaz. Çingenelere, Pomaklara, Ulahlara ve Makedonlara kendi yazı dillerini geliştirme imkânı tanınmamıştır. Tüm azınlıklar, iktidar böreğinden pay istemesinler diye kör cahil bırakılmıştır. Buna tepki gösteren 3 milyon vatandaş bugün yurt dışındadır. Bulgaristan’ı terk etmişlerdir. Öte yandan, 1944’e kadar Çar diktatörlüğü, 1989’a kadar da totaliter komünist diktatörlüğü yaşayan Bulgaristan’da etnik azınlıklar arasında POLİTİK KİMLİĞE yükselebilmiş Türklerden başka bir etnik azınlık da gösterilemez. Gerçekçi olmamız gerekirse 20. Yüzyılda Bulgar halkı Türklerle ve diğer Müslümanlarla hoşgörülü işbirliği, yardımlaşma ve birlikte devlet olma imkânlarını kaçırdı. – 1929’da Bulgaristan Türklerinin Birinci Milli Kongresi Sofya’da toplandığında böyle bir imkân belirmişti. – 1934 Askeri Darbesi ve Çar III. Boris diktatörlüğü ortak iktidarda birleşme yolunu kesti.


– 1956’da Todor Jivkov BKP yönetimini ele geçirmezden önce ikinci defa böyle bir fırsat belirmişti, o da kaçırıldı. – 1958’den sonra Türk azınlığın kültürel haklarını budama politikası iki milleti birbirinden uzaklaştırdı. – 1990’da sonra ortaya çıkan sınırlı ve kontrollü demokrasi koşullarında 140 yıllık tarihimizde ilk kez Halk ve Özgürlük Partisinin politik kimliğinde buluştuk. – 2001’de Simyon Saks-kobur-gotski ve 2005’te Sergey Stanişev hükümetlerine katılabildik. Onun da bedeli anadil, edebiyat dili, zorunlu Türkçe dersleri, okullarda Bulgaristan Türkleri kültür ve tarihi, din dersleri, örf ve adet dersleri isteklerinden, Türk Milletinden kopmaz bir parça oluşumuz gerçeğinden vazgeçip, Bulgar milli kimliğinden bir parça olduğumuzu kabul etmemiz şart koşuldu. Böylece, Hak ve Özgürlük Hareketi yönetiminin ve özellikle hainlerin başı Ahmet Doğan’ın “Bulgar Etnik Modeli” 2015’te tamamen çökene kadar devam etti. Hak ve Özgürlük davamız sizin, bizim, hepimizin ortak davamızdır. Ahmet Doğan gibi liderlerin hainliği geçicidir. Politik bilince yükselen halk, kendi liderini kendisi yaratır. Yaratmalıdır. Yaratacaktır. Hukuksal kimlik kavgamızın içinde Pomak kardeşlerimizin yeri ve rolü olağanüstü büyüktür. Şehitlerimiz yan yana yatıyor, anıtlarımız ortaktır. Dinimiz, davamız, mücadele ve tarih sayfalarımız ortaktır. Ne yazık ki, ağır baskı ve terör rejimi koşullarında, Pomak sözünü ağzına alan Türk öncülerin sürgünde ve zindanda çürütüldüğü yıllarda, biz Pomak kardeşlerimize sarılamadık. Onlarla omuz omuza yürüyemedik. 1972’de Nevrekop’a bağlı “Kornitsa” köyünde Türkiye Cumhuriyeti ilan edip Minarede ve muhtarlıkta ay yıldızlı bayrak dalgalandırdıkları o kutsal günde, sabah namazını birlikte kılamadık, selamlaşamadık, bayramlaşamadık. Borino madencilerinin kurşunlandığını da nice yıl sonra öğrendik. Fakat bu demek değildir ki, biz Bulgaristan Türkleri daha 1913’te Pomak köyleri basılırken, minareler yıkılırken, camiler kilise ilan edilirken ve fesleriniz toplanıp yerine kalpak geçirilirken, acıları sizinle birlikte yaşamadık. Sizler 100 yıl geleneklerinizi koruyarak Müslüman kimliğinizi korudunuz. 1913’te Büyük Atatürk öncülüğünde Pomak kardeşlerimizin Türk isimleri ve ibadet hakları geri alındı. 1934’te Paşmaklı (Smolyan’da) isim değiştirme ve ibadet haklarımızı kısıtlama kampanyaları yeniden başladı. Türk isimli Pomaklara ve camiye giden Pomaklara okul ve iş yok, dediler.


1942’de Çar Boris hükümeti Pomak Kimliğini yasaklayan kanun çıkardı. 1945’te haklar yine iade edildi ama 1964’te Todor Jivkov Pomak köylerini tankla kuşattı, bastı, ama birbirine örülen Pomak kardeşlerimizin Müslüman ruhunu kıramadı, geri püskürtüldüler. 1972’de Karasu (Mesta) boyu Barı Rodop köyleri kuşatıldı. Kornitsa, Vırbitsa, Satovça gibi köylerde direniş 3 ay sürdü. Pomak kardeşlerimiz Dağa çıktı. Şehitler verdi. Tutuklananlar içeri atıldı. Yüzlerce aile sürgün edildi. Fakat hak ve özgürlük, insan hakları, adalet, etnik kimlik davası asla sönmedi. 1989’da isim ve din hakları yeniden iade edildi. Burada 100 yıl şanlı ve kanlı Kimlik Davası yürüyen bir halktan söz ediyorum. Yaşananları anlatırken zorlanıyorum… 1962 ve 1982 yıllarında isim ve kimlik değiştirme kampanyası Müslüman Çingene kardeşlerimizi sardı. Çalışanlar işten çıkarıldılar. Süründüler. Dayandılar. Bulgar isimleri ancak resmi evraklarda kaldı, artık 3. Kuşak asla kullanılmıyor. Gettolar Çingene’ce ve Türkçe konuşuyor. Bu sene Bulgaristan 7 Çingene ayaklanması yaşadı. Filibe’nin Voyvodino köyünde,Gabrovo’da Çingene evleri yakıldı. Blogoevgrada bağlı Gırmende Çingene Mahallesi, Varna Mensura’da Çingene mahallesi yıkıldı. Çingenelerin barınma koşullarını iyileştirmek için gelen 7 milyar 800 milyon Euro 10 yılda dağ evi, deniz evi, konuk evi, konak saray oldu ve hukuksuz Bulgaristan’da meydana gelen oligarşi yerleşip yaşıyor. Denizde köşklü, Sofya’da Saraylı Büyük Çingenelerin de yüzkarası Ahmet Doğan’dır. Bu, başlı başına bir konu, bir başka buluşmamızda, açarız, dertleşiriz. Yukarıda anlattıkların totaliter komünist rejimin gece saldırılarıydı. Köyler, evler, mahalleler hep gece basıldı. Karşı çıkanlar gece dövüldüler. Yaralıları hastaneler almadı. Sakatlar ortada kaldı. En kötü olan da, Güney Doğu ve Batı Rodoplar’da, Makedonya’da sınır köylerine yazılı izinsiz giriş çıkışlar yasaklandı. Konu komşunun cenazelere toplanması, mevlit yapması, Cuma namazları yasaklandı. Baskı ve terör azmıştı ki, Türkiye ile mektuplaşmak yasaktı, mektuplar okunuyordu. Askerlerin eve Türkçe mektup yazması, otobüslerde, çarşıda Türkçe konuşmak yasaklandı, Türkçe konuşana 5 leva ceza kesildi. Bugün artık mitinglerde Türkçe konuşanlara 2500 leva ceza kesiyorlar. Davalar Strazburg’a İnsan Hakları Mahkemesine gidiyor. Çocuklarımızın kreşlerde ve okulda Türkçe tek kelime konuşmasına müsamahaları yok. Biz orada rehin gibiyiz. Bu gerçeği anlatırken, aklıma hep Bulgarların kullandığı “500 yıl Osmanlı esareti” saçmalığı ve Bulgar folklorunda bir koro türküsü olan “Mari Mariya” gelir. Mariya bir köylü genç kızdır.


Sarkıntılık yapmak isteyen bir Türk askeri kafasına taş vurarak öldürür. Olayı devlete anlatır. Mahkemeye düşer. Davaya avukatsız çıkar. Eğırı oturan ama doğru karar veren KADI, kızı haklı bulur ve serbest bırakır. Olay efsaneleşmiş ve şarkılaşmıştır. “Kole” ve “esir” olduklarını anlatanlar nasıl avukatsız davaya çıkar ve dava kazanır. Bunun dünyada örneği varmıdır çıksın biri bunu söylesin bize. Yok kardeşlerim yok. Bu gün Sofya ilinde –Sofya Mahkemesinin Osmanlı Arşivleri açıldı – Bulgarlar 1700 mal mülk davası açmıştır. Kölenin dava açma hakkı nerede görülmüştür. Amerikan zencilerinin tarihini okumalarını kendilerine tavsiye ederim. Şu da unutulmasın, III. Bulgar devletinde ırk ayrımı, etnik ayrışım da 1879’da Tırnova Anayasasıyla başlamıştır. Bu Anayasa’da, Çingene nüfusa seçme ve seçilme hakkı dahi tanınmamıştır. Biz T.C.’de artık 1 milyonu açtık. Bulgaristan’da 650 binimizin Bulgaristan seçimlerinde oy kullanma hakkı var, ama seçilme hakkı yok. Soruyorum: Bu bir ayrım, haksızlık, milliyetçilik ve ırkçılık değil midir? Geçen yüzyılın ikinci yarısında sinsi terör ve etnik asimilasyon ve maneviyat olarak hepimizi yok etmeyi amaçlayan eritme politikası çığ gibi üzerimize gelirken, birçoklarımız hep, “Biz Türk’üz bize bir şey olmaz”, “gelir geçer” demişti. 24 Aralık 1984 sabahı köylerini saran asker, jandarma, sivil polis ve partili kendini bilmezler ablukasını yarıp geçen HÜRRİYET ARAMAYA YÜRÜYEN Sütkesiği, Kayloba, Mleçino’lu kardeşlerimize otomatik silahlardan ateş açıldığında, 17 aylık Türkan bebek annesinin sırtında öldürüldüğünde Türklüğümüzü savunma mücadelemiz başladı. III. Bulgar devleti tarihinde 1984-1989 Bulgaristan’da İç Savaş yaşandı. Saldırgan tanklarla, zırhlı araçlarla, askerle, berelilerle, milis ve sivil polisle ve gönüllü sürüleri, hergele takımı ve komünist sapıklar, her Türk köyüne, her camiye, her tekkeye, her Türk evine, her ahıra ve samanlığa girerek 1877-78 Osmanlı Rus İmparatorluğu savaşını tamamladıklarını, Bulgaristan’da Müslüman-Türk yerinden oynattıklarını ilan ettiler. 1984’te sadece 3 ayda resmi rakamlarla 1 milyon 360 bin Türkün ismi, baba adı ve soyadı değiştirildi. 5 sene süren bu iç savaşta 200’den fazla şehit verdik, 37 şehidimize anıt dikilmiştir. 12 500 kardeşimiz tutuklandı, MVR- zemin katlarında dayaktan geçirildi, sakat kaldılar, tutuklular yargısız, suçsuz hapse atıldılar, 160 kardeşimize ölüm cezası kesildi, 517 aydınımız – hoca, imam, öğretmen, okul


müdürü, ekip şefi, ustabaşı, güçlü kuvvetli gençler “Belene” ölüm kampına kapandı. Yıllarca domuzdan başka yemek verilmedi kendilerine, aç kaldılar, ama dayandılar. Birçoklarına ölü kâğıdı çıkarıldı, ama Türk kaldılar. Emsalsiz kahramanlarımızdan biri Mestanlı’dan Hüsniye Mustafova öğretmen bacımızdır. O kadar çok dövmüşler ki onu, belki de çok uzun zaman nefes alamadığından dolayı, “ÖLMÜŞTÜR” belgesi hazırlanmış, Sofya’ya gönderilmiş ve “cesedi ne yapalım?” sorusuna cevap beklerken, Hüsniye ablamız bileklerinden tutup domuz etlerini dondurdukları derin dondurucu kamaraya sürüklemişler. Dikkat İki gün sonra, Sofya’dan otopsi raporu istenmiş. Gitmişler derin dondurucudan “cesedi” çıkarıp ve revir önündeki masaya koymuşlar. Aylarda şimdiki gibi Haziran, Tuna nehri üzerinde hava 30-35 derece sıcak ve derken cesedin buzu çözülmüş ve Hüsniye ablamız dayanılmaz ağırı sızı içinde nefes almaya, elini kolunu kıpırdatmaya başlamış, göz açmış. “Belene” kampı Polis amirleri ne yapsın, bir defa kendi elleriyle doldurup imzaladıkları Bulgar adlı ölüm kâğıdından kurtuluş yok. Hüsniye Mustafova’nın Türk isimli kimliğini cebine koyup, bir gece gizlice kamptan kaçırıp, Rusçuk ilinin bir Bulgar köyünde güvendikleri bir Bulgar haneye bırakmışlar ve “bakın ölmesin, gelip alacağız” demişler. Mosmor olan Hüsniye, ana, hayata büyük güçlüklerle dönebilmiş ve 1989 Haziranında ilk fırsatta bir gece sınırı geçip anavatan toprağını öpmüş. Böyle yüzlerce örnek var. Yaşasın Bulgaristan Türklerinin ölümsüz kahramanları. Yaşasın ayakta kalan kahramanlarımız. Kardeşlerim, biz Bulgaristan Türkleri, İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’da en büyük ve şiddetli zulüm gören, en büyük göçe zorlanan, 1000 yıllık ata topraklarımızdan, sadece 3 ayda 360 binimiz birden zorla sökülüp atılan bir bileği bükülmez zekâsına erişilmez kahraman halk topluluğuyuz. Bulgar’ın dünyayı aldatmak için adına “Büyük Seyahat” dediği bu aşamalı katliamdan önce, biz hiçbir Bulgar’ın, komünist partisi ve totaliter devletin, Türkler arasında 3 bin ajan bulundurduğunu gizlemeyen gizli polis “DS” nin tüm çabalarına rağmen, şiddeti göklere çıkan teröre rağmen, 1989 Mayısın’da Bulgar devleri tarihinin en büyük, en güçlü, mükemmel örgütlenmiş, politik öncüsü olan, sonuç veren 1989 Mayıs Ayaklanmasını başlattık ve gerçekleştirdik. Berlin duvarının yıkılışı bizden sonra bizden güç alarak yıkılmıştır. İzinsiz, bir daldan bir dala kuş uçamayan bir terör ülkesinde, Cebel’den, Mestanlı ve Koşukavak’tan Silistre’nin, Şumnunun köylerinden, Dobruca’nın her köyüne kadar 72 bin kişi birden ayaklandık. Bu ayaklanma 1984’ Aralığında başlayan insan hakları ve özgür-


lükler, özellikle isimlerimiz ve Türk kimliğimiz için kahramanlıklar dolu mücadelemizin ZİRVESİ, DORUĞU, Zafer noktası oldu. Türkün yok dedikleri Olmadığımızı anlatan dünya bizi ayaklanmış gördü. Bu Ayaklanmanın ardında direniş yıllarında kurduğumuz 52 gizli, yarı legal ve açık direniş, örgütü, birlik ve parti vardı. Bunların arasında en büyük rolü, öncülük ve önderlik rolünü İnsan Hakları Örgütü – DEMOKRATİK BİRLİK – DEMOKRATİK LİG gördü. “Belene” mücahitlerimizden, Mihaylovgrad – Montana köylerine sürgün edilen Öğretmen feylesof Mustafa Ömer, Kazan (Kotel) bölgesi Yablanova köyünden Osman Ormanlı, ve yine aynı bölgeden ve BULTÜRK derneğimizin üyesi olan Sabri İskender ile Silistre’den hukukçu, Ankara’da vefat eden Nasuf Başaran Demokratik Lig mücadele örgütünün kurucuları ve öncüleridir. 21 Mayıs 1989’da Demokratik Lig Koca Balkan Tepesinde Yablanovo köyünde Birinci Kongresini ilan etmiş ve hazırlıklarını tamamlamıştı. Ayaklanmanın doruk noktası içinden bir politik önder, kolektif organ, lider çıkacaktı. Ne yazık ki, sınır kapılarının açılması ve liderlerin, örgütçülerin, kadroların tutuklanıp memleketimizden gece gece yaka paça kovulmasıyla bu dava o zaman yarım kalmış, taşlandırılamamıştır. Hak ve Özgürlük davamızın çilesinden çıkan filiz böyle kesilmiştir. Çok önemli etkinlikleri olan ikinci illegal direniş örgüt ise, 1989 Viyana Dayanışma Hareketi’dir. Davamızı ve ayaklanmamızı dünyaya tanıtmıştır. Cebelli Öğretmen Avni Veli tarafından kurulmuş ve yönetilmiştir. O, Bulgaristan Türklerinin hak ve özgürlük davasını Paris AGİT konferansına da başarıyla taşımış ve orada temsil edip savunmuştur. Böylece, isimlerimizi değiştirmek ve kimliğimizi yok etmek, “olmadığımızı” dünyaya yutturmak için 20 yıl hazırlık yapanların tüm planları, hamleleri suya düşmüştür. Tepeden tırnağa silahlı ve kin, nefret ve öfke kusan bir devletle ölüm kalım savaşımı veren ve muzaffer olan bizdik, biziz. Biz, bir asır savaşından sonra zafer kazandık. Bulgaristan’da 50 yıllık komünist rejim, insan düşmanı diktatör T. Jivkov düştü. Komünizm çöktü. Bu davada hepinizin olağanüstü katkınız oldu. Eşleri sürgünde, Ak Kadın gelinleri ellerinde çapa, küreklerle tankların üstüne çıktılar. 1000 yıl önce Balkanlara Sarı Saltuk’la ilk gelenlerin torunları Türklüğe kilitlenmişti. Halk kahramanı Demir Baba’da uyandı. Herkes kahraman oldu. İkinci Viyana kuşatmasından beri geri çekilen Türkler böyle ayaklanmamıştı, bu bir ilkti. Sizi hepinizi kutluyorum Sizler o günün kahramanlarısınız, sizler Jivkov rejimini alt üst edenlersiniz.


140 yıl bizimle uğraşan Bulgar hala bizi okuyamamıştır. Türk ocağını kadın yakar, kadın söndürür. Bizim bir kadın er-kil toplum olduğumuzu görememiştir. Erkeğin olmadığı yerde kadınların ayaklanacağını düşünememiştir. Bu, bu topraklarda rejim deviren, diktatör yıkan ilk Kadın İsyanı olmuştur. 1918’de savaştan dönen Bulgar askerleri Vladaya’da ayaklandı, Cumhuriyet istedi. Bulgar işçi sınıfı 1923’te ayaklandı, İşçi köylü hükümeti istedi. Çiftçi lideri Stanboliyski eli, kolu, kellesi kesilince Köylüler ayaklandı, ama hiç birisi zafer yaşayamadı. 1989’da bizim kovulmamız doğaldır. Fransız inkılabını yapanlar da 1795’te Paris’ten kovulmuş ve İsviçre’ye yerleşmişlerdir. Tarihin kuralı böyledir diyerek, ezikliğimizi yenelim. Muzaffer olan sizlersiniz! Müsaadenizle şuna da değineyim. 194 yıl önce zafer kazanan Fransız devriminin adalet, kardeşlik ve özgürlük yankısı kulaklarımızdaydı. İnanınız. Her muzaffer ayaklanma gibi bizim İsyanımız da yıllarca yankılanacaktır. O gün, bu gün Bulgar devleti, gerici güçler, katiller, cezasız kalanlar……hala tarihi, ders kitaplarını kendi istedikleri gibi yazma hevesinden vazgeçmediler. İki üç gün önce Perşembe gün Sofya’da tarih kitaplarının yeniden yazılması ve komünizmin, totalitarizmin gerçek çehresinin dünyaya gösterilmesi, 1989 Ayaklanmamızın tarihsel rolünün “Tarih ve Uygarlık” dersi kitaplarına işlenmesi için imza toplama kampanyası başladı. Şimdiki kitaplarda 1944-1948 yılları arasında 25 bin kişinin yargılanmadan idam edildiğinden, 165 toplama kampında yüz binlerce kişiye taş kırdırıldığından, Müslüman azınlıklardan gençlerin 2 yıl inşaat ve demiryolu işlerinde parasız çalıştırıldığından, azınlıkların bilinçli cahil bırakılmasından, isim değiştirerek asimilasyon, Bulgarlaştırma zulmünden, Türk İsyanından iki satır yazı dahi yok. Gerçekler gizleniyor. Bu devir de geçecek. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’da gerçekleşen en büyük İsyan ve en büyük toplu göçün nedenleri araştırılacak ve her dilde herkese anlatılacaktır. Bu taş yolda durdukça Bulgar arabası 1 adım ileri gidemez. Siz zafer kazanan bir etnik topluluğun en yürekli kahramanlarısınız. Tekrar Sizleri hepinizi kutluyorum. İşte size başka bir örnek vereyim Çorlu’da “1989 GÖÇÜNÜN 30.YIL DÖNÜMÜ ULUSLARARASI SEMPOZYUMU / 1989 Yılında Türklerin Bulgaristan’dan Zorunlu Göçü 15-16 Haziran 2019” düzenlendi.


Bu çalışmaya, Tekirdağ Namın Kemal Üniversitesi Redtörü Prof. Dr. Münin Şahin Sempozyum Onur Kurulu Başkanı olarak ve yine Tekirdağ Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ayşe Kayapınar Bilim Kurumu başkanı sıfatıyla katıldılar. Bu vesileyle komşu Çorlu’ya, Çorlu belediyesine özel bir teşekkür borçluyuz. Türkiye ve Bulgaristan’dan 9 Profesör, 5 Doçent, 9 doktor ile 7 bilimsel araştırmacının katılması sempozyuma ağırlık kazandırdı, ilgi çekti. 42 rapor sunuldu ki, bu da 1989 göçünün ne kadar büyük önem taşıdığına kanıttır. Birçok Avrupa ve Amerikan Üniversitesi olayı izledi. Kuşkusuz tüm sunumların Türkçe, İngilizce ve Bulgarca olmak üzere kitaplaştırılıp uluslararası platforma taşınmasını öneriyoruz. Konu, 20. Yüzyılın ikinci yarısında işlenmiş bir soykırımdır. Devamında kültürel soykırım da işlenmiştir. Bu katliamlar, bizim, sizin, hepimizin hakları doğmaktadır. Saldırılar, baskınlar, terör uygulaması, zulüm Devlet Başkanı T. Jivkov emriyle, Hükümet ve bakanlık kararlarıyla işlenmiştir. Bu güne kadar Katillerden hiç biri tutuklanıp sorgulanmamış, aranan katillerin listesi bile hazırlanıp yayınlanmamıştır. Sorgulama genel müdürlüğü, “Belene” gibi toplama kampları, kadın ve erkek hapishanelerinin arşivi, asimilasyon konusuna açılıp incelenmemiştir. Ajan ve katiller bilinmiyor ve hala aramızda dolaşıyorlar. Bu çalışmalar tamamlanmadan hiçbir uluslararası ya da ikili sempozyum geçerli karar alamaz. Almamalıdır. Yanlış olur. Bulgar bilim adamlarının katılması iyi de, amaçları nedir? Demokratik Almanya’da “Ştazi” – gizli polis ajanları açıklandı. Bizde çöplük olanları açıkladılar, diğerleri göreve devam. Almanya’da hiç birine devlet ve kamu işi verilmiyor. Bizde ise hala yönetimlerde yer alabiliyorlar. Bulgaristan’da bu yapılması, yalnız mecliste 80 gizli polis “DS” ajanı var. HÖH-DPS, DOST partilerinin içi ajan dolu. Yöneticileri kıdemli ajanhaindir. Bizde, totalitarizm devrildi, ama komünistlerin defin işlerini yapamadık. Bu hainler Bulgar-Türk hepsi aramızda dolaşıyorlar. İşte biz bunları bulup yok etmeden bize ve yeni neslimizin yaşamları iyi olması mümkün değil bu çok iyi bilinmelidir. Bu kişileri bizim neslimiz bitirmek zorundadır, bu pislikleri torunlarımızı zehirlemelerine izin vermemeliyiz. Bu nedenle memleketimizde “demokrasiye” geçildi dense de, insan hakları, azınlık hakları, kolektif haklar tanınmadı. İş yarım kaldı. Bulgar azınlıkların haklarını tanımaktan korkuyor.


Bulgaristan imzaladığı uluslararası insan hakları anlaşmalarını, Paris İnsan Hakları Çerçeve Anlaşmasını uygulamıyor, kolektif hakları tanımıyor, örneğin Türk Kimliğini tanımıyor ve meşrulaştırmıyor. Buna öncelikle anayasa ve siyasi sistem değişikliği gerekiyor. Daha iyi anlaşılabilmem için şuna da değinmek istiyorum. Son zamanda, Bulgaristan toplumu tarihi yeniden yazma, gerçeklerin yüzünü açma konusunda ikiye ayrıldı. Örneğin Bulgaristan’daki 1200 tarihçiden 20-si gerçeklerin bilinmesi için gece gündüz çalışırken, diğerleri pasif durumda bekliyorlar. 1778 Sanstefano Anlaşması, 3 Mart Bulgaristan Milli bayramı, Milli marş, Ruslar kurtarıcı mı istilacı mı?, Şipka Tepesinde Süleyman Paşa Anıtı neden yok? Yargısız İnfazlar. Özellikle isim değiştirerek Bulgarlaştırma gibi konuların lanetlenmesi isteniyor. Büyük trajedinin üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen, mezalimi kınayan ve lanetleyen bir Bulgar şiiri, Bulgarca bir uzun veya kısa hikâye, Novel veya Roman çıkmadı. Biz kendi derdimizi, acımızı, sızımızı 100’den fazla eserde anlattık. Onlardan hiç birisi de Türkiye edebiyat eleştirmenlerince değerli bulunmadı. Bu sorunların bu yıl çözülmesini, “Drina Köprüsü” gibi bir eserin bütün çıbanbaşlarını koparmasını sağlık veriyoruz. Ben de 2 kitap yazdım. Birinde mücadelemizin 50 yılını, uyanış ve dirilişimizi, ikincisinde de Bulgaristan’da Türk Kimliği kavgamızı inceledim ve anlattım. Sizlere de getirdim, Bulgaristan Türklerinin sesi gazetemizi de tanıma imkânı sunmak istiyorum. Burada demek istediğim, temel eserleri yaratmaktık, kavgamızın insan hakları tabanını betonlamamızdır, hukuksal haklılığımızı kanıtlamamızdır, Bunu yapabilirsel üzerinde 1000 doktor ve 1000 Profesör yetişebilir. Sizin öz katkılarınızı Belediye yönetiminin destekleyeceğine inanıyorum. Artık noktalamak istiyorum da müsaadenizle şuna da değinmek istiyorum. 1879’a kadar, 483 yıl iktidarsız kalan Bulgarlar, Osmanlı yıllarında değil, daha önce Birinci ve İkinci Bulgar devletlerinde 3 defa kırılmışlardır. Birincisi 864’te Hıristiyanlığı kabul ederken 52 Bulgar sülalenin yediden yetmişe öldürülüp aynı toplu mezara gömüldüklerinde; İkinci kırılma Bizan İmparatoru Vasiliyin 914 yılında 15 bin Bulgar askerinin 2 gözünü de çıkarıp teker teker köylere dağıtması ve halka gözdağı vermesiyle yaşanmıştır. Bizans köleliğine düşmek başka bir felakettir.


Diğer kırılmalar da İkinci Balkan Savaşı faciasında, 1944’te mahkemeye çıkarılmadan yukarıda işaret ettiğim gibi, 25 bin kişinin canına kıyılmasında, 165 toplama kampında yaşanan facialarda yaşanmıştır. En belirgin olan da 1878 ve 1944’te Rus ve Sovyet esaretine 2 defa düşüldüğünde yaşanmıştır. Bulgarların tarihlerinde gizledikleri bir şey var: Han Kubrat zamanında Islav Bulgar devleti kuruldu, diyorlar. Kubrat’ın 5 çocuğunun anası Rus idi de onun için Rus-Bulgar devleti – kan bağımız var – diyorlar. Olay ise şöyle. O zaman Rus devleti yok tabi. Ruslar başı serbest köylerinde barınıyorlar. Bulgarlar onları öyle başıboş görünce topluyor, erkeklerin hepsinin başını kesip, kadınlarına 4-e 5-er çocuk doğurtuyor. O dönem Bulgar tohumunun ilk kuruduğu dönemdir. 2. Kuruma Birinci Bulgar devletinin sonundadır. Osmanlıda rahat 1 milyon çoğalmışlardır. Şimdi tuz torbası boyunlarına asılınca 3. Tohum kuruma dönemi yaşıyorlar. Sonu hayırlı olur iş Allah. Gelecek sizindir, bizimdir, hepimizindir en önemlisi de gelecek sevgi verenlerin sevgi dağıtanlarındır kardeşlerim. Biz asırlar önce Bütün zulümlerin hesabı sorulur, sorulacaktır. Büyük Güçlü Türkiye taşıyor. Gelecek bizimdir. Trakya’da başlayan türbülans çekimi Bulgaristan’ı Balkanları Türkiye’ye çekiyor. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. En iyi günler sizin bizim Bulgaristan Türklerinin olsun. Sağ olun var olun. Allaha emanet olun. RAFET ULUTÜRK BULTÜRK GENEL BAŞKAN


Bulgaristan’da Etnik Temizliğin Ve Soykırımın 30.Yılı İstanbul’da Dr. Erdal Karabaş

Bulgaristan Türkleri Derneği (BULTÜRK )tarafından düzenlenen 3 ‘ncü sempozyumun konusu ” Bulgaristan’da Etnik Temizliğin ve Soykırımın 30.Yılı ” idi. 18.Aralık 2014 günü açılış toplantısına katıldım. Aradan tam otuz yıl geçmiş. Tüm Dünya için zor yıllardı. Meğer inanılmaz olaylar yaşamışız. Rejimi ne olursa olsun , kamusal erki eline geçirmiş bir yapı , vatandaşlarının isimlerini değiştirir ise; sisteminin başarılı olacağını düşünerek aldığı kararları eyleme koymuştu. İki kutuplu Dünya da , karşı pakt’ta ki bir ülkeye karşı , devletlerin açık bir şekilde dünya kamuoyuna açıklama yapması pek düşünülemezdi. Ancak sivil toplum kuruluşları kendi ulusal kamu oylarına yapabildikleri kadar açıklama yapabiliyorlardı. Dünyada batı blokundan 4 haber ajansı ( Associated Press -ABD , Reuters -İngiltere ,Wolff -Almanya , Agence France-Presse -AFP/Fransa ) doğu blokundan da 1 haber ajansı (TASS -Sovyetler birliği ) ürettikleri haberler ile dünya kamu oyunu oluşturuyorlardı. ( SOSYAL MEDYA ,İNTERNET ,..v.s ) olmadığı gibi ,telefon ile bile haberleşmek mümkün değildi. En yaygın haberleşme aracı ” MEKTUP ” tu. 12 Aralık 1984 ‘te Bulgar Todor Jivkov yönetiminin ”Türklerden isimlerini değiştirmeleri, Türkçe konuşmamaları ve ibadet etmekten vazgeçmeleri ” konusunda aldıkları kararları ve insanlık dışı uygulamalarını ,Almanya’dan karayolu ile gelen işçilere ve Tır şoförlerine ,oradaki soydaşlarımızın bin bir güçlükle verebildikleri mektup , fotoğraf ve diğer belgelerden öğrenebiliyorduk. Bu Mektupların adresi belli idi ” İstanbul Gaziosmanpaşa da bulunan 1950 göçmenlerinin kurduğu ancak kirasının bile zor ödenebildiği ” GÖÇMENLERE YARDIM DERNEĞİ KONFEDERASYONU ” idi. İsim çok büyüktü ama fonksiyonunu tamamladığı için tabela derneği durumda idi. Ekonomik durumu iyi olan , uluslararası otobüs taşımacılığı ile iştigal eden , 1984 yerel seçimlerinde Milliyetçi Demokrasi Partisinin Belediye Başkanı Adayı Yugoslavya Göçmeni Muharrem Balata Genel Başkandı. Tabir yerinde ise; çok hazırlıksız bir dönemde , Bu konfederasyonun önüne , Sovyetler Birliğinin Dağılma sürecini hazırlayan Öncül olaylardan biri gelmişti.( Bu arada Başka derneklerde kurularak çok yararlı faaliyetlerde bulundular ) Rahmetli Babamda , Yanılmıyorsam denetleme kurulu üyesi idi. Bulgaristan’dan Binlerce Mektup ve Belge Derneğe geliyordu. Mektup ve Belge gönderenler, uluslararası kamu oyu , özellikle Birleşmiş Milletler Teşkilatının bir soruşturma açması halinde , yazılanların inanılırlığını arttırmak için , isimlerini ve adreslerini ,başlarına


gelen olayları açık açık yazıyorlardı. Ancak , derneğe ulaşmayan bazı mektup ve belge sahiplerinin , Bulgar casuslarca isimlerinin öğrenildiği ve Bulgaristan da bunların tutuklandıkları , işkence yapıldıklarını öğrendik. Daha sonra , Dernek Çatısı altında , bu belgeleri bulundurmanın sakıncalı olacağı düşünüldü ve usulü dairesinde resmi makamlara teslim edildi. Daha sonra , dernek tarafından , Bulgaristan daki soykırımı Protesto amacı ile İstanbul Saraçhane de yaklaşık 30.000 kişinin katıldığı bir miting düzenlendi . Tabii ki , göçün başlaması ile birlikte Tüm Rumeliler ,gelen soydaşlara ellerinden gelen bütün destekleri verdiler. Hatta , Rumeli kökenli olmayan vatandaşlarda çok büyük yardımlar yaptılar. Türkiye de Kenan Evren ve o dönem hakkında birçok şey söylenebilir. Ancak , Kendisinin de Rumelili olmasının etkisi ile konu hassasiyet ile takip edildi , Dönemim Başbakanı Rahmetli Turgut Özal ‘ın üstün çabaları ile Dünya Halter Şampiyonu Naim Süleymanoğlu ,Avustralya ‘da kaçırılarak , Türk Vatandaşlığına geçmesi sağlandı. 1989 yılından itibaren 350.000 civarında soydaşımız Türkiye ‘ye göç etti. Biz Daha fazla Türkiye ve Bulgaristan dışındaki olayların içinde idik. Ancak bu katıldığım toplantıda , O dönemim canlı tanıklarından intikal değil , bizzat kendi yaşadıklarını dinledik. İnşallah Dernek Yönetimi ” SUNUMLARI YAYINLAYABİLECEK MADDİ DESTEĞİ BULUR ” da , yaşananlar tozlu raflarda kalmaz. Ben sadece konuşmacılardan , ismini değiştirmediği için 9 Yıla yakın hapis yatan ve değişik işkenceler maruz kalan amcamızın anlattığı bir olayı aktarmak istiyorum. Kendisine ismini değiştirmesi için baskı yaparlar , işkence yaparlar , kabul etmez. Sonunda dayanamaz , bulgar işkencecilere ” SİZİN İSMİNİZ NASIL KONUR BİLMEM , ANCAK BENİM İSMİM KURAN VE EZAN İLE KONUR. VE BENİM İSMİM KANIM AKMAYINCA , CANIM ÇIKMAYINCA ÇIKMAZ ” der . Bu cevabın cezası 2 ay 8 gün , soğuk su içinde bulunan bir hücre hapsidir. Bu olayı anlatırken yüzünde asla , kin ve nefret yoktu, Hatta bir tebessüm vardı. İnanın O yüze yansıyan tebessüme neden olan ruh halinin ne olduğunu öğrenebilmek için neler vermezdim. Ancak , Ben , Rumeli insanın Muhafazakarlığı ve dindarlığındaki , inançlarındaki samimiyeti hissettim. Asla taassup , boş inanç ,hurafe yok . Dinine olan inancı , Allah ile kendi arasında olduğunu bir defa daha açıkça gördüm. Daha sonra , çok daha acı olaylar, 1992 -1995 yılları arasında Bosna da yaşandı. Balkanlar 20 asrın sonuna doğru kan ile yıkandı. Bu gün Suriye de daha berbat olaylar yaşanıyor , milyonlarca insan ülkelerini terk ettiler. Onları belki en iyi bizler anlıyoruz. İnanın barışının tesisinde en büyük silah ” BUNCA İŞKENCEYE İNSANLIK DIŞI MUMELEYE MARUZ KALMASINA RAĞMEN AMCAMIZIN YÜZÜNDEKİ TEBESSÜM ”


BULTÜRK’ün Faaliyetlerinden Görüntüler


BULTÜRK’ Genel Merkezde te Konferans “Dünden Bu Güne Balkanlarda ve Bulgaristan’da Gagauz Türkleri” Konuşmacı: Doç. Dr. Olga RADOVA, Tarihçi, Etnolog, Yazar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Misafir Öğretim Görevlisi. Organizatör: BULTÜRK DERNEĞİ, İSTANBUL, 16 AĞUSTOS 2018 YIL Doç. Dr. Olga RADOVA’nın “BULTÜRK” – Bulgaristan Türkleri Derneğinde, 16 Ağustos 2018 tarihinde, Konferans konuşması: Sayın konuklar, çok değerli Türk kardeşlerim, konferansımıza hoş geldiniz! Böyle bir günde sizinle birlikte olmamız, bizi onurladıyor, mutlu ediyor! Konferansımızın konusuna geçmeden, önce, söylemeliyiz ki, Moldova Cumhuriyetinde ve Gagauziya Özerk Bölgesinde yaşayan vatandaşlarımdan, soydaş – Gagauz Türklerinden, sizlere selâmlâr getirdim, onlar dediler ki, “Söyleyiniz Türkiye’ye deki Türk kardeşlerimize, dostlarımıza, biz onları çok seviyoruz, mayıl oluyoruz, ne kadar Türkiye Türkleri çalışkan, insanî ve çok cömert insanlar, bizden uzakta da olsalar, yine de, bizleri de düşünüyorlar. Biz de onların her zaman iyiliklerini ve güçlü olmalarını diliyoruz, sağ olsunlar, var olsunlar!” Bugünkü konferansıma bildirimi, Türkiye Türkçesinde hazırlamağa çalıştım, fakat biraz da siz işidesiniz ki Gagauz Türk kardeşleriniz nasıl bir Türkçe konuşuyorlar-söyleşiyorlar, bilesiniz, ona göre de biraz da Gagauz Türkçesi ile de söyleşeceğim. Söhbetimizde, olabilir işidâsiniz, çok eski, Balkan, bütün GüneyDoğu Avrupa bölgesinin Türkçesinden – benim kendi ana dilimin, Gagauz Türkçesinin sözlerinden. Türk Dünyası coğrafyasında, Gagauz Türkleri ve onların dedeleri, M.Ö. (Milâdî Önce), çok evvelki zamanlardan itibaren, çok geniş yerlerde yerleşmişler – Anadolu’da, Balkanlar’da, Güney-Doğu Avrupa’nın çeşitli tarihi bölgelerinde – Dobruca’da, Trakya’da, Makedonya’da, Bucak’ta, Orta Volga’da vb. Gagauzlar, bütün Türk Dünyasının, Türk Milletinin bir parçasıdır, onun için, bukadar kısa bir süre zaman içerisinde, hepsini tarihi konuları anlatabilmek mümkün değil. Burada başlasak hepsi Türklerin, tarihi ve kültürü ile ilgili konuları açıklamağa, zaman yetmez ve kaç vakıt sürer. Ama bir iş belli ki, Türklerin tarihi ve kültürü, medeniyatımızın çok evvelki, dedelerimizden kalma, çok zengin bir kültür mirasıdır (varlığıdır) ve geniş coğrafyada var olduğunu görüyoruz. Onun için, bugün, konumuza göre, Bulgaristan’da ve Balkan Yarımadası’nın diğer devletlerinde bulunan, Gagauz Türkleri için söz gidecektir.


Gagauzlar Türk(tür), onların dedeleri, İslam’dan/İslamyet’ten önce, Hıristiyan dinini kabul ediyorlar ve binlerce yıl, hangi coğrafyada da yaşasalar, diğer karddeş Türk toplulukları ile her zaman dostluk içersinde yaşamışlar ve bu gün de Allah’a şükür ki, hep öyle devam ediyorlar. İslamyet’ten itibaren (VI-VII yüzyıllar) Türk’lerin büyük bir kısmı Müslüman dinini kabul ediyor. Ancak bugün dünya üzerinde, buddist, hıristiyan, müslüman ve şaman Türkleri var. Zaman geçtikçe, herbir Türk soylu insanlar, kültürlerini ve adetlerini, kendi dinlerine temellenerek, yaşatmaya devam ediyorlar. Fakat islamyet ve hıristiyan dinlerinin öncesi, kültür mirası – Türk’lerin ortak bir kültürü, çağadaş zamana kadar korunulmuş. Bilimsel araştırmalarımız gösteriyorlar ki, o ortak Türk kültür mirası, bugüne kadar çeşitli Türk soylu milletlerde korunulmuş – Azerbaycan Türklerinde, Gagauz Türklerinde, Bulgar-Türk’lerinde (bugün “Slavlaşmışlar”), Türkiye Türklerinde, Tatar Türk’lerinde, Uygur Türklerinde, Nogay Türklerine, Türkmen Türklerinde, Kırgız Türklerine ve diğer Türk boylarında. Gagauzlarla ilgili hangi bilimsel konuyu da alsak – tarihi, dili, dini, folkloru, adetleri, yerleşim yerlerini – Gagauzların etnik topraklarını, genelden söylesek – Gagauz Türklerinin kültür mirasını oluşturan konuları, hepsiciği çok önemli ve stratejik konulardır. Çünkü onlar çağdaş zamandaki, çeşitli etnosların veya halkların/milletlerin tarihlerine, ister-istemez söylemeliyiz ki, Güney-Doğu Avrupa ve diğer tarihi topraklarda bulunan devletlerin, jeopolitik ve stratejik projelerine de dokunuyorlar. Burada söylemeliyiz ki, kendim de bir Gagauz Türkü/Türki olarak, Gagauzların tarihi, kültürü, yerleşim yerleri, göçleri, folkloru ve etnogenezisi ile ilgili konuları, yaklaşık otuz yıldır araştırmaktayım ve bugün de bilimsel çalışmalarım, bu alanda devam ediyor. Bilimsel araştırmalarım Balkan Yarımadasında, Güney-Doğu Avrupa’da ve diğer bölgelerde bulunan ülkelerde – Almanya, Bulgaristan, Makedonya, Romanya, Moldova, Rusya, Türkiye (iç Anadolu’da, İstanbul’da Karadeniz’in taraflarında vb.), Beyaz Rusya, Ukrayna, Kafkas – Kabardin-Balkarya ve Kuzey Osetya ve Kırım’da vb. yerlerde oldular. Gagauz Türkleri ile ilgili çok cevap bekleyen bir takım sorular var; Kim miş, Gagauzların dedeleri? Neredeymiş, onların yerleşim yerleri? Neden, hererde Gagauzlar ve onların dedelerini, hep bir göçmen gibi göstermişler? Neden onların ana dillerini (Gaguz Türkçesini) okullarda öğretmemişler? Neden Gagauz Türklerinin, gerçek soy kökleri ve tarihlerini saklamışlar? Ama nesoy öyle büyük sevgi Gagaulara karşı var da, hepsiciği, onların etrafında bulunan insanlar, kendi soylarından Gagauzları görmeğe istiyor? Neden çeşitli devletlerin kaynaklarında, sadece kendilerinin bakış acısıyla, Gagauzlara türlü-türlü soy adı vermişler veya yeni adlar takmışlar;


Gagauzların soy kökleri ile ilgili çeşitli hipotezler çıkarmışlar? Acaba hagisi doğrudur? Neden, dünyada bir avuççuk kalmış, Gagauzlara bu kadar sevgi ve dikkatler herbir taraftan? Değerli konuklar, Soruşlar çok daha var, ama artık geçelim açıklamalarımıza, gösterelim ve anladalım, bilimsel araştırmalarımız, ne yeni bilimsel açıklamalarına getirdiler, belki de, kısmet(d)imize, inşallah, bu bilimsel açıklamalarımdan, hepsine fayda olur, Gagauz Türklerine de, Bütün Dünnya Türklrerine de, başka soydan halklara da. Gagauz Türkleri Balkanlar’da, Bulgaristan’da, Güney-Doğu Avrupa’nın diğer tarihi topraklarında çok evvelki ve yerli/avtohton insanları Gagauzlar bir halk olarak, Güney-Doğu Avrupa’da – Balkanlar’da, Dobruca’da, Bucak’ta ve diğer tarihi topraklarda oluştular. Gagauzların soyları veya etnogenezisleri, çeşitli Türk boylarından oluştuklarını görüyoruz. Bugün Gagauz Türklerinin soy kökleriyle ilgili, 22 hipotez var, fakat bilimsel araştırmalarımız gösteriyorlar ki, %70-80 Gagauzların soy köklerine, Oğuzlardan=İskitlerden geliyor. Bilimsel, temelli/esaslı araştırmalarımızın sonuçları, Gagauzların ve onların dedelerinin, daha evvelki vakitlerden itibaren, Güney-Doğu Avrupa’da ve o bölgeye giren Bucak’ta ve diğer tarihi topraklarda, XVI-XVII-XVIII yüzyıllarda ve daha evvel de, onların dedelerinin 2500-3000 seneden önce de o topraklarda (bölgelerde) yaşadıklarını ve yerli/avtohton olduklarını gösterdiler. Değerli konuklar, Bugün, konumuza göre, ağılık Bulgaristan’da yaşayan Gagauz Türklerine verilecektir, yanında diğer Balkan Yarımadası ülkelerinde de – Makedonya’da, Yunanistan’da, Romanya’da yaşayan Gagauz Türkleri için de, söz gidecektir. Büyük – Rum, Bizans, Osmanlı Devletlerinde, Rusya Çağırlığı ve Sovyetler zamanında, Gagauz Türkleri Gagauz Türklerinin dedeleri Bizans döneminden daha evvel, Güney-Doğu Avrupa’da, Anadolu’da ve diğer tarihi bölgelerde yerleşiyorlar. Bizans ve Osmanlı devletleri zamanlarında, Gagauzlar ve dedeleri, bu devletlerin bölgelerinde serbest gezerek, hayvanları otlad (t) ıyorlardı, aynı zamanlarda, bulundukları yerlerde buğday, darı, zarzavat, meyva, üzüm, coğrafyaya göre, diğer malzemeler (tarım gıdalarını da) de ekip, yetiştiriyorlardı. Orta çağ zamanlarında ve daha evvel de, Gagauz Türklerinin dedeleri, Anadolu’da, Balkan Yarımadası tarihi topraklarda – Trakya’da, Makedonya’da, Dobruca’da; Güney-Doğu Avrupa’nın diğer tarihi bölgelerinde – Bucak’ta, Özi (Özi kırlarında), Orta Volga’da; Kafkas’da ve başka yerlerde toplu yaşıyorlardı.


Gagauzlar, Osmanlı Türklerinden de, Selcuk Türklerinden de önce GüneyDoğu Avrupa’da yerleşiyorlar. Osmanlı döneminde ve daha evvel de, Gagauz Türklerinin yaşadığı yerler hiç bir sınırla bölünmezdiler ve onlar bütün Güney-Duğu Avrupa’da serbest gezerdiler. Osmanlı Devleti’nin kuvedi yufkalandıkça (XVIII. yüzyılın sonu – XIX. yüzyıl) ve hepten çökünce (XX. asırın başlantısında), daha sonra da Sovyetler Birliği dağlınca (XX. asırın sonunda), Güney-Doğu Avrupa’da yeni bağımsız devletler kurulu(şu) yor, Gagauzlar ister-istemez çeşitli devletlerin sınırları içerisinde yaşamağa kalıyorlar – bugünkü Makedonya’da, Moldova’da, Ukrayna’da, Romanya’da, Türkiye’de, Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Rusya’da (önce de Osmanlı ve Rusya Çağırlığı devletlerinin sınırları içerisinde) çünkü onların (Gagauz Türklerinin) yaşadığı tarihi toprakları bölündüler ve yeni kurulmuş devletlerin sınırları içerisinde kaldılar. O zamanlar (XVIII. yüzyılın sonu – XIX. yüzyılda), Gagauzların bir kısmı, Balkan Yarımadası’ndan ve Güney-Doğu Avrupa’nın diğer bölgelerinden, Rusya’nın güneyine ve Besarabya’nın güney tarafına – Bucak isteplerine (kırlarına) göç ediyorlar, diğer kısmı da, Prut nehri boylarına ve oralarda yerli Gagauzların ve Moldovanların içinde yerleşiyorlar ve yeni köyler de kuruluyor. Osmanlı Devleti çöktüğü zaman ve Sovyetler Birliği dağıldığı zaman, ayni paralel olayları görüyoruz. Gagauz Türklerinin topraklarını yine devlet sınırları bölüyor ve onlar yine ayrı devletlerin sınırları içerisinde olmak zorunda kalıyorlar. Besarabya’nın güneyinde, iki nehirin – Prut ve Dnesrtr’ın arasında bulunan tarihi topraklara Bucak deniliyor. Bucak – o bölgenin çok evvelden kalma eski tarihi Türkçe adı, fakat 1806-1812 yıllardaki, Rusya ve Osmanlı harbinden sonra, 1813 yılında, Bucak’a – bugün de Gagauz Türklerinin yaşadığı yerlere/topraklara, Besarabya adı koyuluyor. Bucak – köşe anlamına geliyor, Prut ve Dnesrt nehirleri Karadenize akıyor ve onların aralarında, deltalarına doğru topraklar daralıyor, bir köşe gibi oluyor. 1940 yılında Bucak toprakları bölündü, bir kısmı Moldova sınırları içerisinde kaldı, diğer kısmı/payı da Ukrayna’ya eklenildi, öylelikle, Gagauz Türklerini Sovyetler zamanında da, Bucak’ı da böldüler. Dobruca da ikiya bölündü – Kuzey Dobruca, bugün Bulgaristan sınırları içerisinde bulunuyor ve Güney Dobruca – Romaya sınırları içerisinde bulunuyor. Makedonya da bölündü ve çağdaş zamanda bu tarihi topraklar birkaç devletin sınırları içerisinde bulunuyor – Yunanistan’da vb., eski adıyla da bağımsız Makedonya devleti temellendi. Trakya, Lozan Barış Anlaşmasına göre, 1923 yılında üç paya bölünüyor, şimdi Doğu Trakya, Edirne şehiriyle beraber Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunuyor. Batı Trakya – Yunanistan’da, Kuzey Trakya da – Bulgaristan’da. Coğrafi tarafından baksak, Trakya’nın merkezinde Edirne’de bulunuyor, burada Gagauz Türklerinin yaşadığı yerlerdi, Edirne’de ve onun dolayında bulunan köylerde vb.


Bulgaristan’da ve Balkan Yarımadası’nın diğer ülkelerinde, Gagauz Türklerinin asimilyasyon olmaları Osmanlı Devleti ile Rusya Çağrlığı çöktüktden sonra ve Sovyetler Birliği dağıldığnda, yine önce de belirttiğimiz gibi, Gagauz Türkleri yeni bağımsız devletlerin sınırları içerisinde yaşamalarını devam ettirmeye mecbur kaldılar. Çünkü onlar bağılıydı dedelerinden kalma topraklarına. Gagauz Türkleri bugünkü Bulgaristan’da, Türkiye’de, Makedonya’da, Yunanistan’da, Romanya’da, Moldova’da, Ukrayna’da, Rusya’da vb. yerlerde tarihi topraklarında yaşıyorlar ama bölünmüş ve parçalanmış olarak. Bu yeni devletlerin içinde, Gagauz Türklerinin nüfüsları, artık azınlık grubuna kaydıkları sebebiyle ve devletlerin çeşitli sosyal ve siyasi hareketleri de, Gagauzları çok hızlı asimilyasyon ettirdiyor. Zaman geçtikçe, çok hızlı asimilyasyon hareketleri başlıyor, kimi devlet politikaları da, bu asimilasyon proseslerini daha da çok hızlandırıyor. Öylelikle, Gagauz Türklerinin psikolojisinde, alt beyinlerinde, kendi soy kökleriyle ilgili, ikilikli etnik (veya soy) kimliği oluşmağa başlıyor. Bu nasıl oluyor? İlkin soy kökleri ile ilgili, uzun bir süre, Gagauz Türklerinin alt beyinlerinde ikilikli soy kimliği oluşturuluyor. Hangi yeni bağımsız devletlerin sınırları içerisinde yaşamağa kaldıysalar, ona göre de onlara demişler: Bulgaristan’da – “Bulgar-Gagauz” veya “Gagauz – Bu(o)lgar”, veya hangi devlette yaşadıklarını göstermek için de “Bulgaristan Gagauzları” denilmeğe başlanılıyor, Bulgarlar (çağadaş zamandaki, artık kendileri Slav sayan Bulgarlar) sa Gagauz Türklerinine “Bulgar-Slav” soylarından olduklarını iddia ediyorlar ki, bu problemin dolayında, bugün de çok dartışmalar gidiyor, daha detayli bu konuyla ilgili bir başka çalışmamızda açıklayabiliriz; Yunanistan’da yaşayan Gagauzlara – soy olarak, Yunan deniliyor, Gagauzlar sa kendilerini etnik olarak, Gagauz biliyorlardı. Fakat zaman geçtikçe, yeni kuşak boyları, kendilerinin soylarını ikilikte görmeğe başlıyor, nasıl “Gagauz-Yunan” veya “Yunan-Gagauz”, Yunanistan’da da yaşadıklarını göstermek için, “Yunanistan Gagauzları” denilmeğe başlanılıyor. Asimilatsyon hareketleri kuvvetlendikçe, artık Gagauzların çocuklarına ve torunlarına, onların gerçek soylarını, Gagauz Türk soylarından oldukları değil, soy olarak kendilerini artık Bo(u)lgar, Yunan, Rumın, Moldovan, Ukrain, Rus vb. türlü görüyorlar, hangi devletlerde yaşıyorlar ise, o devlete isim veren milletin soyunu artık taşımağa başlıyorlar, bu asimilatsyon hareketleri bugün de çok hızlı devam ediyor. Gagauz Türkleri, hangi devlette yaşarlar ise, ona göre de onlara yeni etnonim (soy kimliği) adı vermişler – Bolgar, Yunan, Rumın, Moldovan, Ukrain, Türk, Rus vb. Çeşitli tarihi dönemlerde Gagauz Türklerinin soylarını resmi belgelerde “Tatar”, “Rumeli” gibi de yazılarda gösterilmiş, fakat Gagauz Türkleri, “Biz Gagauz’us” hep demişler.


Bilimsel araştırma ve incelemler yapmak üzere gittiğim Bulgarya, Moldova, Ukrayna, Makedonya, Yunanistan, Rusya, Kafkas, Kırım’ vb. yerlerde, yaşlı insanlar bugün de, hep Gagauz Türkçesinde konuşuyorlar, yeni kuşaklar ise kendileri konuşamazsalar da, aklılarına getiriyorlar, nice onların nineleri konuşuyorlarmış. Bulgaristan’da 2011, 2015, 2016 yıllarda Gagauz Türkleri ile buluşmalar Gagauz Türklerinin bir kısmı, XVIII-XIX. asırlarda Bulgaristan’dan Rusya’nın güney taraflarına ve Besarabya’nın güneyine Bucak’a göç ediyorlar. Diğer kısmı da kendi doğuma yerlerinde, şehirlerde ve köylerde yaşamağa kalıyorlar. Fakat zamanla, Gagauzların çoyu asimilyasyon oluyor ve bugün gençler – Gagauzların torunları, kendilerini artık Bo(u)lgar sayȇrlar. Ama yine de, Gagauzların birazı – büyük yaşta insanlar, kendi kültür miraslarını – Gagauz Türkçe dillerini canlı olarak, korumuşlar. Bulgaristan’da, 2011, 2015, 2016 yıllarda, Gagauz Türkçesinde konuşan Gagauzlarlan ve onların torunlarıyla – artık çağdaş Bolgarca dilinde (Slav dilinde) konuşan gençlerlen, buluştum. Büyük yaşta insanlar hem Bolgarca (bugünkü Bolgar-Slav dilinde), hem de Gagauzça – Gagauz Türkçesinde konuşuyorlar. Gagauzların tarihi boyunca yaşadığı şehirlerin, kasabaların ve köylerin adlarının birazını sıralayabiliriz – Varna, Kavarna, Balçik, Silistra, Şümen; tarihi Kırcali bölgesinde çeşitli Türk boylarıyla (soylarıyla) komşu olarak yaşamışlar; köylerde – Bılgarevo, Yılanlık, General Kantarjievo, Hırsovo ve başka yerlerde. Dünya çok hızlı deyşiyor, 35-40 sene önce Bulgaristan’da ve Balkan Yarımadası’nın diğer ülkelerinde, Gagauz Türkleri okadar kolay-kolay söyleyemezdiler kendilerinin, gerçek soylarının kim olduklarını. Ama XXI. asırın başlantısında, yine de kısmet oldu, Bulgarya’da Gagauz Türkleri ile buluştuk ve Gagauz Türkçesi ile konuştuk. Yaşlı insanlar haliz Gagauzça lafederler, sölpet ediyorlar, bana öyle geliyordu, sansın ben kendi köyümde, sokağa aykırlamışım da komşumlarımlan sölpet ediyorum (lefederim). Uşakları (çocukları) ve evlat boyları (torunları) ise Gagauz Türkçesinde hiç konuşmazdılar, ama belliydi, ani biraz anlıyorlar ne sölpet ediyoruz, fakat konuşamazdılar. Buna benzer asimilyasyon haraketleri, Balkan Yarımadası diğer ülkelerinde de olmuş. Romanya’da, Yunanistan’da, asimilasyon olup, bir etnos – halk gibi, kayıp oldular, yer üzünden silindiler. Böyle, ayni durum, bugün Moldova’da da oluyor, burada Gagauz Türklerinin pasaportlarında kendi gerçek soyları – Gagauz oldukları yazılı, fakat Moldova’da ve Gagauzya (Gagauz Yeri) Özerk Bölgesi’nde, Ana Dilimiz – Gagauz Türkçe Dilimiz, çocuk başçelerinde ve okullarda vaktinde öğretilmediği için, ya da hiş öğretilmediği için, bizim çocuklarımızı ellerimizden alıyorlar ve artık çok aldılar da, Gagauz Türklerinin geleceğini – çocuklarını ve topunlarını çok hızlı hareketle asimilasyon ediyorlar.


Ayni durum Kavkaz’daki Gagauz Türklerinde – oradada büyük yaşta insanlar Gagauzça konuşuyorlar, çoçukları biraz anlıyorlar ve çok az konuşabiliyorlar, torunları ise sadece Rusça konuşuyorlardı, Gagauzça hiç anlamazdılar (ekspeditsiyaya Moldova Bilimler Akademisi Gagauzoloji Bölümü’nün tarafından, görevli, 1989 yılında Kabardin-Balkarya’ya ve Kuzey Osetya’ya gitmiştim). Ama belediyelerde ve insanların pasaportlarında, Gagauz Türklerini hangi soydan olarak, “Bolgar” yazılıydılar/kağıt ediliydiler. O zaman Nalçik şehirinde ve Mozdok, Malgobek, Suhotskoye köylerinde Gagauzlarlan buluştuk. Mozdok ve Malgobek köylerinde evden eve gezdim da sordum insanlarin kim olduklarını. İnsanlar dediler, ani onlar Gagauz, “Ozaman neçin pasaportlarınızda “Bolgar” yazılıysınız”, – sordun, insanlar cevap ettiler ki, bilmiyorlar. 2011 senesinde, Bulgaristan’da, ilk sefer geçtim o topraklardan, nerelerde benim dedelerim – Gagauz Türklerinin büyük bir kısmı yaşıyorlardı, fakat XVIII. yüzyülün sonunda – XIX. yüzyılın ilk çereğinde ve 1856 yıllarda, bir kısmı tarihi Besarabya’yanın güneyine – Bucak’a göç ediyorlar ve oradaki yerli Gagauzların içinde yerleşiyorlar. 2015 senesinde Bulgaristan’a Uluslararası Bilim Forumuna gittim ve ozaman yine Gagauz Türkleri ile buluştum, etnografya malzemelerinden – folklor, adet, yemek kültürü vb. topladım. 2016 yılında Bulgaristan’da, Balçik’ta, Uluslararası Sempozyuma katıldım, orada hepsi Bulgarca konuşuyordu, ilk günü okadar belli etmediydiler ki, onların içinde çok Gagauz var. Bu Sempozyumda bana sadece üç dakika söz verdiler. Bü üç dakikanın içinde acaba ne yetiştire bilinirde Gagauz Türklerinin tarihi ile, kültür mirasınla ilgi söylemeğe, 30-35 senenin içinde yaptığım bilimsel araştırmalarımın sonuçları için, yeni açıklamalarım için, anlatmağa. Ama şimdi, düşünüyorum ki, yaşadığımda, bu hen az bana verilen 3 (üç) dakikakın içinde, hen çok söyleyebilmişim, çünkü bildirimi daha sunarken, salonda beni dinleyiciler artık seslen söylerdiler: “Ben de Gagauz”, “Benim ninem Gagauzça konuşuyordu”,- ve başladılar aklılarına getirmeğe neleri çocukluk yaşlarından beğeri aklılarında tutuyorlar. Elbet, kendim etnolog olduğum için, bu fırsat(d) ı kaçırmadım, hemen söylediklerini yazıverdim. Bir örnek olarak, anladacam. Penka Dimitrova (doğumuş 10.12.1942 yılda Hırsova-Şumensko köyünde, köy bulunuyor Plicka’nın 20 km. Kuzey tarafında). Penka bugün Balçik’te yaşıyor, onun yeşi arheolog Marin Dimitrov (2004 yılda geçindi), o anlatıyor ki, onun varmış anneannesi (veya babaannesi), adı Neda Georgieva (1882-1972), küçük yaştayken, anneannesinden (Neda Georgieva’dan) işitmiş, nice o komşuykasınnan konuşuyormuş ve hatırladıkça, Penka gülüyor: “- Mari gelin… (Mari gelin…) – Ne var? (Ne var?) – Senin….teleto, yedim bizim zeleto. (Senin danan, yemiş bizim eşillikleri.) – Mari, sen deli mu? (Mari, sen deli mi?)


– Ni delik var, ni dupka var, ama preskoçil da go imiş”. (Ne delik var, ne meşe (fidanı) var, ama geçmiş da yemiş). İnformatorun, Penka Dimitrova’nın yaşına göre, bu sölpet, 70 yıl önce olmuştur. Bu iki komşuykaların sölpetlerinden belli ki, burada iki Gagauz Türkü lafediyor (sölpet ediyor) ve anlaşılıyor, ani daha ozamanlar, slav kelimeleri Gagauz Türkçe Diline artık katılmış. Bulgaristan’da Gagauz Türklerinin yerleştiği yerleri ve kültür miraslarının izleri Orta çağ zamanında ve çok daha evvel, Gagauz Türklerinin dedelerinin yaşadığı tarihi topraklar – Trakya, Makedonya, Dobruja bölünüyorlar ve bugün Bu(o) lgariya, Makedonya, Türkiye, Yunanistan, Romanya sınırları içerisinde bulunuyorlar ve o yerlerde Gagauz Türklerine ait kültür miraslarının izlerini görüyoruz. Gagauz Türklerinin dedeleri, kendi tarihi olaylrının izlerini kültür miraslarında – folklorda, dinlerinde, dillerinde, maara kiliselerinde, manastırlarda, bayır taşlarında eskiden kalma resimler ve yazılarda bırakmışlar. Bulgaristan’da, Gagauz Türklerinin kültür miraslarına ait sadece birkaç örnek, hiç detaylara girmeden, vereceğiz: Gagauz Türklerinin canlı kürltür mirasları – Gagauz Türkçesi bugüne kadar korunabilmiş (az insan konuşsa da, yine ne izleri kalmış). Bugüne kadar Gagauz Türkçesi Bulgarya’da köylerde korunabilmiş ama çok az insan bu dilde konuşabiliyor. 2016 senesinde Bulgariya’da, Balçik’te, Uluslararası Folklor Festivali ve onun çerçevesi içerisinde, Tarih ve Kültür Sempozyumu gerçekleşti. O zaman, Bulgaristan’da, soydaşlarımlan, Gagauz Türklerinlen buluşmak ve sölpet etmek ve konuşmak çok güzel ve faydalı oldu. Balçik’te ve onun etrafında bulunan köylerden 3-4 büyük yaşta Gagauz kadını buldular ve getirdiler, onlar Moldova’dan gelen Gagauz Türkleri ile (bizinlen) buluştular ve kendi ana dillerinde Gagauz Türkçesinde konuştular. Aklımda ne kaldı: üç nineyi bizlen buşulturmak için getirdiler, biz onların ellerini öptük ve Gagauzça konuşmağa başladık, şimdi ikisi Gagauz Türkçesinde konuşuyor, üçüncüsü susuyor, konuşmuyor, sadece bakıyor, öyle bir 30-40 dakıkadan sonra, o da Gagauz Türkçesinde rahat-rahat konuşmağa başladı … ve bildirdi, ani kendisi Gagauz. Bulgaristan ve Moldova Gagauz Türklerinin buluşma gününde, 2016 sene. Fotoda: 80 yaştan fazla ninemiz (fofoda, ortada), Gagauz “Kadınca” havasını (müziğini) işidince, elindeki bastonunu bıraktı ve başladı, bizimlen birlikte, kadınca oynamağa, o sansın yeniden gençleşmişti, üzü-gözü gülüyordü, seviniyordu. Gagauziya (Gagauz Yeri) folklor ansamblisinin solistleri, Bulgaristan’da, Gagauz ninelerimize, Gagauz Türkçesinde türkü çalıyorlar. 2016 sene. b.) Gagauz Türklerinin evvelki zamanlardan kalma kültür müraslarınıMadara Atlısı’nda Madara Rider ya da Madara Horseman Kuzeydoğu Bulgaristan’da, Şumnu şehrinin Madara köyü yakınlarındaki doğu Madara platosunda oyulmuş.


2011 senesinde kendim de Madar Atlısını ziyaret ettim ve bayırın (dayın) tepesine çıktın. v.) Alaca Manastır da Gagauz Türklerinin evvelki kürtür mirasıdır. Manastırın adı da Gagauz Türkçesinde. 2016 senede Bulgaristan’da, Balçik’te Bulgarlara sördum bu manastırın adının mağnasını bana açıklayabilir misiniz? Ama neye geler mahanası, biriciği açıklayamadı, bilmezdiler, sadece dediler ki, bu manastırın adı Osmalı döneminden kalmış. Bulgarların bu cevaplarına birden şaştım ve dedim: “Nice öle olur? Osmanlılar müslüman. Ne onlar geldi yaptı manastırı da adını Alaca Manastır mı koydular? Düşünseneniz, bu iş olur mu?”. Onlar bana cevap verdiler: “Hayır, olamaz, ama biz bunu daha ileri hiç düşünmemiştik”,- dediler. Elbetki, Alaca Manastır’ın adını Gagauz Türklerin dedeleri vermiş olabilir ve bu manastır da bugünkü Gagauzların kültür mirasıdır. Moldova Cumhuriyeti ve Gagauziya (Gagauz Yeri) Özerk Bölgesi Harıtası Gagauziya’nın sınırı. Gagauz Yeri Moldova Cumhuriyeti’nin Güney tarafında bulunuyor Bugün Gagauz Türkleri toplu bir halk olarak, tarihi topraklarda Besarabya veya Bucak’ta yaşıyorlar, çağdaş zamanda o topraklar Moldova Cumhuriyeti’nin güneyinde ve bağımsıaz Ukrayna devletinin (Odesa oblastinde, Moldova’nın sınırlarına çıkıyor) içerisinde bulunuyorlar. XX. asırın sonunda, 19 Ağustos 1990 tarihine Gagauz Tğrkleri Gagauz Respublikasını temelledi. Dört buçuk yıldan sonra da (de-dakto, beş yıldan sonra), 23 Aralık 1994 senesinde Moldova Cumhuriyeti sınırları içerisinde Gagauziya (Gagauz Yeri) Özerk Bölgesi kuruldu. Bugün Gagauziya (Gagauz Yeri) Özerk Bölgesinde Rus, Moldovan ve Gagauz dillerinin resmi statüsleri var. Çok değerli Türk kardeşlerim, hepsi konuklar, Konferansımıza katıldığınız dolayı, sizlere teşekkür ediyorum! Umarım ki, bugünkü konferansımızda, sunduğumuz yeni bilimsel açıklamalarımız, Gagauz Türklerinin Geleceği, Bütün Türk Dünyasının geleceği için, faydalı olur.

Sağ olunuz, var olunuz!

İstanbul, 16.08.2018 yıl


BULTÜRK Ile Başarılara Devam Rafet ULUTURK Konu: Oyun Kurucu Biziz. Biz, 33 arkadaş bir çok toplantı sonrası, 2003 yılının başında, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (Kısa ismi-BULTÜRK) tescili için başvuruda bulunduğumuzda, BULGARİSTANLI GÖÇMENLERLE İLE İLGİLİ O GÜNDEN İTİBAREN HERŞEYİ DEĞİŞTİRMEMİZ GEREKTİĞİNE KESİN İNANIYORDUK. Değişecek olan, göçmenlerimizin kendileri değil, onların dünya görüşü, Türkiye’yi ve Bulgaristan’ı, özellikle de göç olayını kökten farklı algılaması, anavatan evladı olunması ve Türkiye halkıyla kaynaşması gibi binlerce temel sorundu. Bunun için faşist ve komünist Bulgar okullarında kafamıza sokulan sözde gerçekleri birer birer yeniden gözden geçirmemiz, kavram anlamlarına yeni içerik kazandırmamız, farklı düşünmeyi öğretmemiz ve bizim olanla onların olanları farklı görebilmemiz vb birçok değişiklik getirmemiz getiriyordu. İnsanımızın Türkiye’ye eskimeyen ve sökülmeyen bir yama olmasını istemiyorduk. Hepimizin, gerçek Türkiye’ye, Türk Müslüman kültürüne ve yaşam biçimine katılmamızı hedefliyorduk. Anavatan vatandaşlığında buluşan kaliteli ve yeni tip bir birlik ve beraberlikti bekamız. Dedelerimizin mezarları ve yakınlarımızın kaldığı Bulgaristan’ı da asla unutulmamasını istiyorduk, özlüyorduk, bunları her gün düşünüp tartışırken. Olay, yeni ruhlu bir oyun kuruculuktu. Bizler dernek olarak oyun kuruculuğu başlatmalıydık. Ötekilerden daha fazla ve daha uzun yollu ışık veren modern farlara ihtiyacımız vardı. Aydınlığın gerçek bilgiler insanları toplayacağına birleştireceğine inanıyorduk. İlk adımlarımıza: İtiraz edenler vardı. “Akan su yolunu bulur!” diyenler, Balkan Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği çatısı altına sığınmışlar kahvelerde karta, belot, okey, pişti, tavla oynuyor, hep aynı konuları indirip bindiriyor, nostalji sohbetleriyle besleniyorlardı. Bu durum hiç kimseyi rahatsız etmiyordu. 1985 Taksim ve Saraçhane Mitinglerinin ateşi, “Büyük Göç” acısı ve 1990’da Bulgaristan’da Hak ve Özgürlük Hareketi’nin kurulması eski derneği hiç bir iş yapmadan 10-15 yıl daha yaşatmış oldu.


Bulgaristan’da kalan Müslüman Türklerle göçmen soydaşlarımız arasındaki bağların geliştirilerek pekişmesi; çocuklarımızın gelip Türkiye Üniversitelerinde okumasını istesek de, kültürel kaynaşma bir türlü olmuyordu. 1950’lerin sonlarında Bulgar komünistlerince yasaklanan Türk dil ve din eğitiminin Azerbaycan’dan gelen Öğretmenlerimiz ile biraz yeşerebilmesi, geleneklerimizin ve özgün kültürümüzün yaşam biçimimizde yeniden mayalandı derken, 1970 sonrası bütün kapılar iyice kapandı. Özellikle de son göçle 10 bin aydınımızın Türkiye’ye göçe zorlanmasıyla ruhsal birleşme ve bir hedef etrafında toplanma gibi temel sorunlar acil çözüm beklese de çözüm bulunamıyordu. Önce dernek başkanı Mehmet Çavuş, ardından İsmet Sever ve daha sonra da Seyhan Türkkan akıntıya kapılmış giderken şu yolun nereye gittiğinden asla ilgilenmediler. Hatta Bulgarların yaptıkları bombalamalar için Seyhan TÜRKKAN özür bile diledi, tabi ne yaptığının farkında mı bilemiyoruz. “Oyun kuruculuk dernek işi değildir” uydurmaların kendilerini kandırmaları gölgesinden çıkmak istemiyorlardı. Göçmen sorunlarını kucaklayamayan dernek zamanını doldurmuştu ve sonunda dağıldı. İlk adımlar birlikte atıldı. Yeni bir dernek kurulması, yeni bir stratejiye dayanan bir OYUN KURMA bekleyenleri yüreklendi. Göçmen toplum önüne Prof.Dr.Hayati DURMAZ, Prof.Dr.Ahmet ÇOLAK, Doç.Dr.Hasine ŞEN, Nihat İNCEKARA, iş adamı Bülent MAŞAOĞLU, Niyazi GÜLER, Beycan GÖNLÜŞEN, Zihni KARPAT, Sefer YAMAÇ ve belediyecilerde Recep KIRPAT, Metin KARAN gibi girişimci, yürekli, atılgan kadrolar çıkınca Dr.Nedim BİRİNCİ, Mühendis Şakir ARSLANTAŞ, Doc.Dr.Müjgan DENİZ, Nihat ESEN, Nazım ÇAVUŞ, Musa VATANSEVER, Dr.Mustafa KAHRAMAN, Neriman ERALP, Raziye ÇAKIR, Murat YILDIZ ve Rafet ULUTÜRK geçtiler. Konuşmalarında yazılarında inandırıcıydılar. BULTÜRK, göçmenlerin arasında, toplumun sorunlarıyla yaşayan bir dernek olarak toplum tarafından hemen hissedildi. Tutuldu. Kitleyi kucakladı. Yığınlar da onu asla bırakmadı. Derneğin sesi hem kitlede, hem tepede, hem Türkiye’de hem Bulgaristan’da hem de Türk Dünyası’nda duyulmaya başladı. Namı aldı yürüdü. Yeni bir zihniyet kükremesi yaşandı. 13 yılın idesel birikimi, yeni algı, faşist ve komünist algıyı çöpe atan yeni paradigma, tarihe, bugüne ve yarınlara farklı bakış 12 ciltlik bir külliyat olarak 2016 Baharında dünya yüzü gördü. Düşünülen, özlenen, halk sevgisi, yaşanan zulüm, ayaklanma, göç çilesi, yerleşme zorlukları, ayrılık acısı,


Bulgaristan Türklerinin öz edebiyat ve tarihi ve çok büyük bir umutla halk için yapılmak istenenler güncel olaylar kaleme alınmıştı. Her yazı karanlıktan aydınlığa çıkış kapısı açıyordu. Bir dizi farklı yayınlar da okuyucuya indi. Etkilenen ve yeni başlayan yayınlar yeni ruhla doğdu. Oyun Kurucunun merkezi: BGSAM. Oyun kuruculuğun doğuşu ve büyümesi aylar yıllar aldı. Tezgah kuruldu. Ustalar bulundu. Sivil Toplum Örgütlerinde (STK) birlikte yaşamayı özleyenlere götüren yol, BULTÜRK, bir araştırma, yaratıcılık, basın – yayın kuruluşu olarak Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi BGSAM’ı kurdu. Göçmenlerimizden Sevilcan Yüce, Filiz Soytürk, Hüseyin Yıldırım, Pervin Maşaoğlu, Raziye Çakır, Osman Büyükkaya, İbrahim Soytürk; Razgrad’a bağlı Kubrat’tan- Levent Rasim, Avusturya’dan katılan Kazanlıklı tarım mühendisi Osman Bülbül ve Almanya’dan dava arkadaşımız Kırcaalili Ünal Gazi’nin aktif etkinlikleriyle www.bulturk.net -“Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi, ” BGSAM-www. bghaber.org ” vb elektronik yayınlarla, onlarca toplantı, forum, kurultay, uluslararası sempozyum vb. aracılıyla OYUN KURUCULUĞU yolunda adım adım ilerlemeye devam edilmektedir. Kaynaşmamız kolay olmadı. Önce uzun uzun 1989’da 130 binimizin neden geri döndüğünü araştırdık. Zulümden kaçanların terör yuvasına dönmesi derin anlamlıydı. İnsanımızın yeniyi hissedebilmesi körelmiş, öz kültürüyle kaynaşmadan korkanlar, geride bıraktıklarını geri almak için dönmüşlerdi. Stratejik hedeflerinin başında Türkiye’de toplam sayıları artık 710 bini bulan göçmen soydaşlarımızı Türk halkıyla aynı bölünmez vatanımızda, dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız altında, 21. yy Türk kimliğiyle birleştirip kaynaştırmaktı. “Büyük Türkiye” atılımına katılmak ve güven içinde huzurlu yaşamak da vardı bu özlemde. Biz göçmenler birçoğunun ataları Yemen’de, Edirne savunmasında, Sakarya ve Çanakkale Savaşlarında şehit düşmüştü. Bazı Büyüklerimizin mezar taşları Osmanlı’nın Rumeli şehitliklerindeydi. Bu vicdanı ve kutsal bilinci canlandırıp yükseltebildik, onurla yaşatabilmek gerçekleştirmeden ileri adım atmak zordu. Anavatan birdi, öz toprağımız olurken bizden istedikleri de vardı. İşte bugün (10 Haziran 2016) Kırcaali Çiftlik köylüleri Edirne şehitler kabristanlığında Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bölünmez bütünlüğünü silah elde savunurken Mardin/Midyat’ta şehit düşen, çiçeği burnunda kızı-


mız, genç ana, yavrumuz Nefize Özsoy‘u Edirne’de son yolculuğuna uğurlamak için toplanıp geldiler. Onlar için Bulgaristan ata-vatan, Türkiye’miz de anavatandır. Vatan bölünmez bilinci bu parçalanmaz bütünlüğün simgesidir. Dün ise İstanbul’da Şumnu doğumlu Bulgaristan göçmeni İstanbul / Vezneciler terör saldırısı şehidimiz Kadir Cıhan Karagözlü kardeşimizi de son yolculuğuna uğurladık. Terörle mücadelede Bulgaristanlı Türklerin ön saflarda yer alması ve kahramanlık ve özveri örnekleri vermesi, BULTÜRK derneğinin tek bayrak altında gururla birlikte yaşama stratejisinin çok yüksek düzeyde gerçekleştiğine kanıttır. Oluşan yeni bilinç ve onur, Türk olma ve Türkiye Cumhuriyeti için ateşe girip can feda etmeye her zaman ve her yerde hazır olma şuuru “BİZ AYNI KÖKTEN BİR MİLLETİZ ve BAŞKA BİR TÜRKİYE YOK!” bilincinin başarıyla aşılanabildiğine örnektir. Her gencimiz aynı davanın korkmaz ve yılmaz eridir. Kendi aynamıza da bakmak zorundaydık. İleriyi görebilmemiz için önce kendi aynamıza bakmalıydık. Oyun kurucu olma rolünü üstlenen BGSAM, “BİZE BU ZULMÜ KİM YAPTI?” sorusuna yanıt aradı. İlk kez olmak üzere ve Türkiye’deki yüzlerce göçmen derneği, kulüp, birlik, federasyon, konfederasyondan ve Bulgaristan’daki Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) partisinden farklı olarak olaya politik yanaştı. Sosyolojik araştırmalardan sonra olayları objektif irdelemelerden sonra, 138 yıldan beri şiddetlenerek süregelen hor görme, sindirme, kışkırtma, göçe zorlama gibi Müslüman-Türk ve İslam düşmanlığının ardındaki devlet siyasetine işaret etti. Bize uygulanan terör devlet terörüydü. Bu, Bulgaristan’da geçici bir sorun değildi. Bulgaristan Devletinin mayasında vardı. Bismark ve Hitler Almanya’sını model alarak kurulan Bulgar devletinde belirleyici olan, var olabilmek için öteki yaratmak, onu kötüleyerek yaşadığı topraklardan kovmak için “kara kan” olarak gösterip göçe zorlamak başta geliyordu. Bu siyaset daha 1878’de başladı. 1912’de Müslüman Pomakların din ve isimlerinin değiştirilerek Hıristiyanlaştırmaları ve Bulgarlaştırmaları 20. yy Bulgar devlet siyasetinde belirleyici oldu. Bu zorlama 1936’da, 1942’de, 1970-72’de ve 1984-85’te devletin oluşturduğu baskı ve terör rejiminin tüm olanaklarını kullanmasıyla Müslümanlarımıza karşı tekrar etti. 1942’de 42 bin Yahudi ve Çingene vatandaşımız da Nazilerin gaz kamaralı toplama kamplarına gönderildi.


“Tek ulus, tek devlet” -faşist ideolojisine dayanan bu siyaset, 1945’ten sonraki komünist dönemde totaliter devlet terörü olarak şiddetlendirilerek değişiklik görmeden uygulandı. Cumhurbaşkanı J. Jelev’in “Faşizm” eseri bunu anlatır. Bizden büyük sayıda kurban aldı. Bulgaristan’da Halkımızın ruhunu sakatladılar. İç ve dış göçlerle nesillerimiz arasındaki doğal bağlar 6 kez baltalanıp koparıldı, Müslüman Türkler yalnız oy kullanma hakkı olan “siyasi köleler” durumuna getirildi. Birleşik Amerika’da kölelik devrinde uygulanan sözde insan haklarından “kölelere okuma yazma hakkı asla tanınmaz” bölümü Bulgaristan’da azınlıklar, Müslüman-Türkler için uygulandı. Bizi, beşinci sınıf insan, toprak kölesi, itibarsız varlıklar durumuna getirmeye çalıştılar. Bu zihniyetin değiştirilmesi için başlattığımız hak ve özgürlük davamızda Oyun Kuruculuğumuz ilk adımlarını attı. Zulme karşı koymak yeni oyunun kurucusu olabilmektir. Olaylar birbirinin devamıdır. 2003’ten sonra bu feci duruma ışık getiren BULTÜRK oldu. Bulgaristan’da ilkleri yapmaya devam etti. Bir faşist devlet düzeni olarak kurulan ve gelişen III. Bulgar Çarlığı ile 1945’den sonra yerleşen Bulgar komünist totaliter düzeni arasındaki kopmaz ve katı sürekliliği olduğunu ortaya koyduk. “Bulgar Etnik Modeli“nin çaresizlikler kıskacında boğarak asimile etme siyasetinin devamı olduğunu gün ışığına çıkardık ve bu siyaseti çökertme kavgası başlattık ve başarılı olduk. 1990’dan sonra sahneye çıkarılan bizdeki “demokrasi”nin sahte, içeriksiz, hiç bir geleneğe ve insan hak ve özgürlüklerine dayanmadığını, halkın refahına katkıda bulunmayı hedeflemediğini açıklarken, ardına gizlendiği sahte maskelerini çekip aldık. Komünist kalıntıların, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) ve Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) totaliter siyaset uzantılarının hedefinde ülkeyi Rusya’ya bağlı oligarşi sermaye çevrelerinin egemenliğine teslim etmek vardı ve biz bu maskeyi de indirirken, Türk partisi olarak geçinen HÖH’ün içine kümelenen kara para aklayıcıları, dolandırıcı, dalavereci, tefeci ve rüşvetçileri de birer birer halka gösterdik. İlk kez olmak üzere, siyasi kılıfların (maskelerin) değişmesiyle örneğin zulüm uygulayan Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) adını almasıyla aslında hiçbir şeyin değişmediğini ve değişmeyeceğini gün ışığına çıkardı. HÖH partisinin Bulgar ve Rusya gizli servisleri “DS” ve “KGB” ortaklığının bir ürünü olduğunu halka anlatabildik. Bu cümleden olmak üzere,


ülkede aşırı sol (Moskofcu) ve aşırı sağ, ırkçı Bulgar milliyetçiliği örgütlendiğine işaret ederken, meclise gireceklerine ve hükümet siyaseti üzerinde ağırlık kuracaklarını öngörebildik ve halkı uyardık. Bulgar toplumunda taşı toprağı birbirinden ayırmamız çok zaman aldı. yüzyıl Bulgar milliyetçileri totaliter rejim uzantılarıydı. 20. yy ‘da etnik azınlıklara karşı vahşet uygulayanların ta kendisiydi. BKP Genel Sekreteri T.Jivkov’un 29 Mayıs 1989’daki TV konuşmasında Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı “aç kapıyı ve topla hepsini” çağrısını yaparken, bizim için “akıtılması gereken kara kan” dediği ve “en az 300 bin Türk’ten mutlaka kurtulmalıyız,” sözlerinde ifade bulan devlet siyasetinin cop, silah elde vahşice ve amansız uygulayıcılarıdır. Sinmişlerdi. 30 yıl sonra yine ateşlendiler ve kuduruyorlar. Anlattığım şu acı gerçekler ne kadar sempatik dille söylenirse söylensin bizim bağrımızı bugün de yakıyor. Ve bu işin içinde en kötü olan, 20. yüzyıl Bulgaristanlı Türkler siyasetinde ne yazık ki, Sofya makamlarının her zaman OYUN KURUCU olmuş olmalarıdır. Yerli Türk siyasetçiler bu barbar siyasete yamak ve uşak olmaya zorlanmışlardır. BULTÜRK’ ün getirdiği yenilik. 2000’li yıl başından beri bir değişiklik, inisiyatif ele geçirme, uzun soluklu düşünme, geçmişi defalarca sık eleyip sık dokuma, eksikleri tamamlama ve hiç bir zaman umut yitirmeden hep ufka bakmayı, umut ışığını gösteren BULTÜRK oldu. Önce tarihi geçmişi yazdık bunu bilmelidirler ki, yarını kurabilsinler. Durumu şöyle de tarif edebiliriz. 100 yıl Müslüman Türkler lehinde iki çift olumlu söz söylenmemiş bir toplumda yeni bir algı ve dünya görüşüşü yaratmak ve 14 yılda Bulgaristan Türkleri külyatı oluşturmak olağanüstü zor bir işti. Ben burada maddi imkânsızlıklardan söz bile etmek istemiyorum. Biz hep halkımızdan güç aldık. BALGÖÇ gibi geniş imkânları olan STK’latın yapamadığını yaptık, göçmenleri sis kâbusundan kurtardık ve umutla yaşamak isteyenlere ufku gösterebildik. Şu mübarek Ramazan günlerde düzenlediğimiz iftar gecelerinde bu ışıklar artık parlıyor. İstanbul’da ve Sofya’da düzenlediğimiz basın toplantıları, Sofya meclisi ziyaretimiz, ikili ve çok yönlü görüşmelerimiz, forum ve sempozyumlarımızda bir devlet siyaseti olan, ancak baskı ve teröre dayanan totalitarizmin faşizm kopyası aydın insan, öteki, dil, din, aydınlanma, birlikte yaşama düşmanlığından başka hiçbir şey üretebilecek durumda olmadığını ortaya koyduk.


Totaliter rejimin sökülüp yok edilmeden özgürlükçü demokratik düzenin asla kurulamayacağını gündeme getirdik. Bu konularda demokratik Bulgar aydınlarıyla ortak dil bulduk. Yardımlaşma yolu açtık. 1989 göçüne ilk defa kültürel soykırım kelimesini kullanan da BULTÜRK oldu. Ardından Bulgar demokrat aydınlar da dedi bunu ve Avrupa literatürüne geçti. Ve bakış açısı değiştikçe değişti. Bir örnek: 4 Haziran 2016 sabahı Sofya “TV” programında demokrat gazeteci G. Koritarov’un Berlin meclisinin Osmanlı’daki 1915 olaylarıyla ilgili “soykırımdır” diyen uydurma bildirisini örneklerle kınaması, Nazilerin soykırımcı “SS” birliklerinde hizmet etmiş Ermenilere isimleriyle işaret etmesi büyük başarılarımızdan yalnızca biridir. Bu diziden olmak üzere, 2015’te Sofya “Sofya Pres” basın merkezinde, BULTÜRK Genel Başkanı sıfatıyla Rafet Ulutürk’ün “Totaliter komünist rejim katillerinin mutlaka bulunup cezalandırılması gerektiği” bildirimini soydaşlar ve tüm Türk azınlığımız adına imzalaması çok önemli ve anlamlı bir başarımızdır. Bu davada HÖH partisi totaliter düzen katillerini gizleme, arkalama, yargıdan koruma davasına hizmet etti. Bursalı Bal-Göç’ü örnek alan tüm göçmen derneklerimiz de hep sustu ve bir imza atacak cesaret bulamadılar. Bu adımlarla, BULTÜRK hem Türkiye’de soydaşlarımız arasında hem de Bulgaristan’da totaliter rejim kalıntılarına ve çakma sosyalistlere karşı mücadelede demokratik kamuoyunda OYUN KURAN dernek olduğunu kanıtladı. Rafet Ulutürk’ün Genel Başkan olmasıyla olumlu değişikler derinleşti. Yoğun gelişmeler, 2010’da, Prof. Dr. Hayati Durmaz’ın BULTÜRK Genel Başkanlığını Rafet Ulutürk’e bırakmasıyla daha iyi örgütlü ve sistemli ilerleyen bir yön aldı. Yeni dönemde “Bulgaristan Türklerinin Sesi” gazetesi Bulgaristanlı okur kitlesine ulaştı. 2000’den fazla yeni elektronik adres günlük yayınlarımız izleyen kitleye açıldı. Yayınlarımız, görüş paylaşma ve fikir beyan edip tartışma platformu oldu. Halkımızda da yeni bakış açısı yerleşiyor. Yeni algının tarihin yeniden yorumlanmasından, değer yargılarının yenilenmesinden, bütün tek taraflı ve ters yüz gösterilmiş olaylara yeniden ışık tutulmasından geçtiği inancı taraftar topladı. 1877-78 Rus-Türk Savaşının, Bulgarlar için bir “kurtuluş savaşı” olmadığından başlayarak, Osman Paşa emrindeki Türk Ordularının Plevne ve Şipka Savaşında Bulgar halkını da sunduğunu ayrıntılı biçimde açıklanması,


Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in “Şipka Tepesi” kutlamalarına gitmemesine kadar derinleşti. Tarih kitaplarında yapılan değişikliklerle “Osmanlı esareti” saçmalığı kaldırıldı. Etnik gerilim doğuran sivri uçlu sanat eserleri galerilerden toplandı. Büyük savaşta Plevne savaşında şehit düşen Türk erlerimizin kemiklerinin toplu mezardan çıkarılarak İngiltere’ye taşınıp taş değirmenlerde öğütülüp ormanlara saçıldığı gerçeğinin öğrenilmesi hayret uyandırdı, tüyler ürpertti. Ferdinand’ın 1908’de kurduğu Bulgar devletinin militarist ve saldırgan özü görülürken, Çar idaresinin Birinci ve İkinci Balkan Savaşında amansız saldırgan ve yağmacı yüzü açığa çıktı. 1945’ten sonra kurulan komünist rejim, etnik, dil ve din azınlıklarıyla ilgili 1908-1944 faşist Çarlık idaresinin insan haklarını askıya alan, azınlık haklarını hiçe sayıp çöpe atan, göçe zorlama, cahil bırakma ve “politik köle” yaratma siyasetinin devamı oldu. 1990’dan sonra gelen sözde demokraside de insan hakları ve yasal haklar konularında gerekli anayasal değişiklik bile yapılmazken, yargıda reform oyunu bugün de devam ediyor. Bu konuda Oyun Kuran BULTÜRK Bulgar demokratik güçlerinin, STK’ların aylarca süren direnişlerinin yanında yer aldı. Yoğun etkinliklerin siyasi özünü açarken ve hedeflerini duyururken, özellikle de, 1989’da, Totaliter lider T.Jivkov’un devrilmesine götüren, 1989 Mayıs Müslüman Türk Ayaklanması sebeplerini, illegal örgütlerimizi, direnişlerin örgütlenmesini, örgüt ağını, kitle gösterilerini, yoğun baskı altındaki Türklerin kitle psikolojisini, Ayaklanma aşamalarını, polis ve zırhlı birliklerle çarpışmaları, şehitleri, yaralıları ve göçe zorlanan kardeşlerimizin öyküler şeklinde bunları anlatmakla, Bulgaristan Türklerinin yeniden diriliş tarihini yazma işine öncülük etti. Daha önce söz bile ettirilmeyen konularda, Bulgaristan Müslümanları Baş Müftülük Tarihi, Bulgaristan Türklerinin Tarihi, Bulgaristan Türkleri Şiir Antolojisi, Bulgaristan Türklerinin Özgün Kültürü gibi eserler iki dilde, hem Türkçe ve hem de Bulgar dilinde derlendi ve yayınlandı. Uluslararası terörün tırmanmasıyla İslam Barış Dinidir, “Yurtta Sulh Dünyada Barış” konulu toplantılar, konferanslar düzenlendi. Bu eserleri yazanların hiç biri HÖH’lü değildir. HÖH partisi yukarıdaki etkinliklerinin hiç birine katılmadı. Halkımızın gerçeklerin yeni taşıyıcısının dernekler olduğuna böyle inandı. Bu çalışmalarda en kayda değer nokta, resmi Bulgar basın, radyo ve TV programlarının iddia ettiği gibi, 1989 Mayıs ayaklanması ve bugünkü yeniden diriliş HÖH partisi tarafından örgütlenmemiştir. Bu çalışmalarda


A.Doğan’ın bir polis dosyası olan hain olduğu, halen gizli polis emriyle çalıştığı, Moskova bağlantılı olduğu, yoksul kitlelerin çıkarlarını asla savunma niyetinde olmadığı açık açık ortaya çıkarttı. Ve yeni Diriliş ruhu işte bu temeller üzerinde boy attı. Yeni siyasi oyunu kurmaya çalışan BULTÜRK, HÖH maskesini indirip “zamanın doldu” dedi. Polis Ajanları dosyalarının bulunduğu arşivlere indi. Ahmet Doğan dosyası yayınlandı. Doğan’ı anlatan “Şeytan” kitabı halk diline çevrildi. BSP-DPS yakınlaşması ve işbirliğinin Müslüman Türkler için tehlikeli olduğunu kanıtladı. G. Pırvanov’un daha ilk Cumhurbaşkanı seçildiği dönemde BSP-HÖH ikilisinin halkımızın temel çıkarlarına karşı birlikte hareket ettiğini yazdı. HÖH yönetiminin katıldığı iktidarlarda eski komünistlerin harsızlıklarına “koltuk değneği” olduğuna, banka çökertme ve soygunlarında HÖH liderlerinin parmağı olduğuna işaret etti. Bunlar yapılmadan, büyük gerçekler ortaya çıkarılmadan Bulgaristan’daki kardeşlerimize yararlı bir yeni siyasetin kurulabilmesi olanaksızdı. Gerçekler gün ışığına çıktıkça, yargıdan korkan HÖH lideri A. Doğan halktan uzaklaştı, korumaları arttı, gizlendi. Partisi 6 defa parçalandı. Ardından yeni bir dönem başladı. Bu ikili bir süreçti. Bir defa HÖH üyeleri partiyi içten içe arıtmaya ve değişikliklere zorlarken, bu olmayınca partiden ayrılma ve bağımsız kalma yolunu seçtiler. 2014 genel meclis seçimlerinde Kubrat, İsperih ve Blagoevgrad seçmenleri HÖH Merkezinden indirilen aday listesine uymadılar. Geçen sene yapılan yerel seçimlerde 7 Belediye HÖH partinden koptu. Bu süreç halen muhtarlıklara yayılıyor. Geçen hafta Razgrat’a bağlı Todorovo köy muhtarı Beysim Rufat da HÖH sisteminden ayrıldı. Bu sürecin artık bir de DOST partisine yönelme şeklinde hız almaya başladı. Son haberlere göre, HÖH’ten ayrılıp DOST partisine dilekçe sunan Müslüman Türklerin sayısı 30 bin kişiyi buldu. Yerel düzeyde Sivil Toplum Örgütleri ile oyun kurma girişimleri BULTÜRK yönetiminin Bulgaristan’da bölge ziyaretleri esnasında hız aldı. Türkiye’deki çalışmaların önemi artıyor. Bu çalışmaların Türkiye ayağı özellikle seçimler yaklaşınca renkleniyor. Belediyelerle ve yönetim organlarıyla işbirliği belirleyici önem kazanıyor. Bir yandan seçmenlerin Türkiye iç siyasetiyle ilgili yaklaşımlarını yönlendiren BULTÜRK, İstanbul/Bayrampaşa Belediyesi’ndeki AK Parti lehinde etkin katılımla geçen yılın Haziran – Kasım seçimlerinde sonuç belirleyici rol oynadı. Bayrampaşa’da tüm Rumelilere karşı BULTÜRK tek başına AK Partinin yanında olduğunu beyan etti, Bayrampaşada Belediye seçiminde BULTÜRK belirleyeci oldu.


Oyun Kuran siyaset çizgisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nde Başkanlık sisteminin kaçınılmazlığı açıklanırken, Atatürk siyasetçiliğinin yıllar içinde geçirdiği evrim de halk kitlelerine değişik biçimlerde apaçık indiriliyor. Ekim sonunda yapılacak Bulgaristan seçimlerinde Oyun Kurucu olduğumuzu gösterelim. Bu seçimlerde BULTÜRK Büyük İstanbul ve Trakya il ve ilçelerinden sorumlu olacaktır. Hazırlıklar tamamlanmıştır. Değişime İstanbul’dan 80-100 bin oyla katılmamız şart oldu. Sofya’da Türkiyeci, Avrupa- Atlantikçi dengenin korunması biz göçmenlere bağlı oldu. BULTÜRK, Bulgaristan genel parlamento, Cumhurbaşkanlığı ve yerel seçimleriyle ilgili yürütülen çok yönlü ve yoğun çalışmalarda başarıdan başarıya gidiyor. Biz Bulgaristan’ın iç işlerine karışmıyoruz. Biz burada hepimiz Bulgaristan vatandaşlarıyız. Etkinliklerimiz HÖH partisinin bir Bulgar-Rus gizli polisi organına hizmet ettiğini açıklarken seçmeni uyandırdı ve her defasında yeni fırsatlar sunuyor. BULTÜRK bunları yazarken, tüm dernekler susmuştu. Artık susma zamanı da doldu. Aldatılan halkımızdan özür dileme zamanı geldi. Dernek ve federasyonlar, Rumeli –Tek Rumeli TV gibi yayınların HÖH hastalığından büyük ölçüde bugün de kurtulamadılar. Hak ve özgürlük davamıza ihanet maskelerini indiremediler. Yağcılık yaptılar. Soydaşları aydınlatma, gerçeklerle yüzleşme çizgisi aranmadı. İşte bu gün tüm göçmen dernekleri ve diğer STK’lar BULTÜRK ’ün yıllardır izlediği çizgiyi bulmaya çalışıyor. Bu gün herkes BULTÜRK’ün dediğine geldi ve aynı yolda BULTÜRK’te buluştular. Bulgaristan’da 2016 baharı DOST partisi kurucu kurultayında bu çizgi belirgin oldu. Ekim ayında yapılması öngörülen Bulgaristan Cumhurbaşkanlığı ve muhtemel erken genel meclis seçimlerine giderken, HÖH partisinin Türkiye’den kopma yolları aradığı ortaya çıkmışken, Doğan ve HÖH yönetiminin gözle görülen hainliğini hala açıklamak istemeyen Türkiyeli dernek ve federasyon başkanlarına çağrıda bulunuyoruz, hepsini Türkiyede ve Bulgaristan’da bulunan seçmenlerden ve halkımızdan özür dilemeye davet ediyoruz.

Yeni bir Oyun Kurma zamanı kapıyı çaldı.

Yeni dönemde ortak oyun kuruculuğuna başlamalıyız. Bunun için herkes önce kendi yolunu yürümek zorundayız. Dernekler 26 yıldır Rusçu-HÖH peşinde gittiler, “Gerçekçi olalım, halkımızı aldatmaya son verelim, gerçekleri söyleyelim, Halkımızdan özür dileyin!” buradan tüm samimi derneklere sesleniyoruz.


Demokratik Bulgaristan kurma davamıza katkı sunmak için, yeni bir oyun kuruculuğuna soyunma çağrısında bulunuyor. BALGÖÇ gibi derneklerden, HÖH-DPS konusunda 27 yıldır gözüne kül attığı halktan, seçmenden özür dileme işinde öncü olmalarını istiyor. Yanlış bilgilendirmekle oyaladığınız seçmenden özür dileyerek, DOST partisine oy isterken işimizi kolaylaştıralım. Bu yapıldığında “biz kimseye inanmıyoruz” seti başarıyla yıkılabilir. Bu çağrı aydınlar arasında uzun zamandan beri bekleniyordu ve kamuoyunda “şok” etkisi yaptı. Davaya birlikte devam etmenin başka yolu yoktur. İlk adım halkımızın güvenini kazanmak olmalıdır! HÖH’ü DESTEKLEYEN TÜM STK’lar BULGARİSTANLI TÜRKMÜSLÜMANLARDAN ÖZÜR DİLEMELİDİRLER. BİZ SİZİ YANLIŞ YÖNLENDİRDİK ÖZÜR DİLERİZ DEMELERİ ASLINDA YETERLİ OLACAKTIR. BUNU DEMEDEN HÖH’E KARŞI ÇIKABİLMEMİZ BİR ŞEY İFADE ETMEZ. Zaman yeni büyük oyunu birlikte kurma zamanıdır. BULTÜRK


Türk Dünyası’nda Soykırım Konferansı Konferans 30.05.2019’da BULTÜRK Genel Merkezinde yapıldı. BULTÜRK Genel Sekreteri Elif GÜNEŞ toplantının açılışında bir şiir ile başladı; Biz Bulgaristanlı Türkleriz Adından, dilinden, dininden mahrum bir millet, Neremize baksanız, Bir yara göreceksiniz kanayan Ağlayan bir yüreğin dökülüşünü göreceksiniz Damla damla gözlerimizden. Evet Bulgaristan’ın 1984-1989 yılları arasında Türklere yönelik uyguladığı asimilasyon politikasından kaçan yaklaşık sadece 3 ayda 350 bin kişinin “zorunlu göçü “nün üzerinden 30 yıl geçti. Bulgaristan’da 1984 yılında, Sovyet Rusyanın icraatının olduğunu Osmanlı zamanında Bulgaristan’da yaşayan Bulgarların, mecburen Hristiyanlıktan çıkıp Müslümanlığı kabul ettikleri ve Türk olduklarının iddia edildiğini bu icraat kapsamında, Komünist Parti’nin, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, Bulgarlığa dönmesi için isimlerinin değişmesini ve böylelikle tek millet, tek ulus, tek dil olarak ulus devlet oluşturulmasının istendiğini. 1946 yılında Bulgaristan’da oylama ile krallık kaldırılmasından ve cumhuriyet ilan edilmesinden sonra, 27 Ekim 1946’da yapılan seçimleri Komünist Parti kazandı. Ardından 4 Aralık 1947’de komünizm esaslarına dayalı yeni anayasa kabul edildi. Bu Bulgaristan için bir dönemin başlangıcı oldu.


“Yeniden Canlanma”nın ilk aşaması Ocak 1985’e kadar sürdü. Bu noktada güneydoğu Rodop Bölgesinde yasayan bütün Türklerin ve Pomakların isimleri zorla Bulgar ismi ile değiştirildi. 1984-85 yıllarında resmi rakamlarda toplam 2.800.000 pasaport değişimi yapılmıştır. Burada Bulgarların da değiştirildiğini düşünelim 150.000 civarında kaldı 2.650.000 kişi. Burada Pomak Kardeşlerimizin isimleri 1972 yılında değişti ve Roman (Çingene) kardeşlerimizin de 1970 yılında değişmişti yani bunlar hesapta yoklar. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en büyük kitlesel göç olayı olan 1989 Bulgaristan’dan Zorunlu Göç’ün 30.yıl dönümü sebebiyle bu gün “Türk Dünyasında soykırımlar” adında bu konferansımıza katılımınız için teşekkür ediyorum hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Ardından Protokol konuşmaları başladı. Rafet ULUTÜRK’ün Açılış konuşmasından sonra kürsüye CHP Bursa Milletvekili Prof. Dr. Yüksel ÖZKAN’ı davet etti. Y. ÖZKAN; “Ben öncelikle beni davet eden Rafet kardeşime teşekkür ediyorum. Hangi sivil toplum örgütü olursa olsun ülke yararına katkı koyan temsil ettikleri kitle yararına katkı koyan herkesi saygıyla selamlıyorum. Bu STK’larda çalışanlar büyük bir öz veride bulunduklarını da çok iyi biliyorum. Konferansınızın konusu 89 göçünün 30.yılı Aslında bu bir kutlama değil bu acı gününü anmadır. Unutulmamalıdır ki davaları uğruna kimliklerini koruma uğruna Türk ve Müslüman oldukları için gerçekten acımasız bir asimilasyon politikalarına tabi tutan Bulgaristan Türklerinin 89 yılında Anavatan kapılarını sonuna kadar açmıştır. O dönem 70 günde 370.000 kişi yani 2.Dünya savaşından sonra o tarihe kadar gerçekleşen en büyük göçtür. Bizler Ana-Vatana müteşekkiriz. Bizler göçmen değiliz, bizler öz ve öz Anadolu Türküyüz Anadolu Türkmenlerindeniz. Anadolu’nun her köşesinden Osmanlının iskan politikaları çerçevesinde bizler oralara gidenlerdeniz.” dedi. Ardından MHP İstanbul Küçükçekmece Başkan Yrd. Ercan TAŞ sözü aldı. konuşmasında: “Biz Türklerin tarih boyunca göçlerle ilgili yaşanmış büyük acıları vardır. Balkanlardan yaşanan göçler yakın tarihimizin en fazla kan ve gözyaşının döküldüğü, en büyük acıların yaşandığı göçlerdir. dedi. CHP İstanbul İl Meclis Üyesi ve Bulgaristan Türkleri Evladı Fatihan Platformu Genel Başkanı Sn. Orhan ÇAKIR Bulgaristan’da yaşanan bu utanç verici asimilasyon çalışmalarını haklı gösterme çabasında olan bazı girişim, söz ve eylemleri tasnif etmek mümkün değildir. Zorunlu Göç ile ilgili bilgilerin tarih kitaplarında yer almadığını belirtti, tarihte yer almamız için herkesi göç anılarını yazmaya davet etti.Dünyada tarih bilimiyle uğraşan bütün bilim adamları, hem fikirlerdir ki Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığın mensupları Osmanlılar döneminde balkanlara yerleştirilen Türklerdir, Tarihimizin kayıt altına alınması sizlerin bu değerli bilgileri aktarmasına bağlı.


Göç öncesi, göç sırasında ve göç sonrası yaşananlar aklımızdan silinmeyecek, bunları genç kuşaklara aktarmamız gerekecek. Göçler bir daha yaşanmasın, toplumlar barış içinde yaşasınlar” dedi. ÇAKIR’ın konuşmasından sonra iftara geçildi. İftardan sonra Konferans’a geçildi; Konferansta Konuşmacılar; “Doğu Türkistan’da Soykırım” konusunda – Sn. Abdullah Oğuz – Doğu Türkistan Vakfı Mütevelli heyeti, Bulgaristan’dan Moldova’ya Gagauz göçleri – Necdet ERTUĞRUL – Gagauz Derneği Başkanı, Balkanlardan Kafkaslara Nogay Göçleri-Veysel DEMİR- Nogay Türkleri Derneği Başkanı, Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçler konusunda BULTÜRK Genel Sekreteri Elif GÜNEŞ. Rafet ULUTÜRK’ün konuşması BULTÜRK Derneği olarak düzenlemiş olduğumuz “TÜRK DÜNYASINDA SOYKIRIMLAR “ konulu konferansımıza katılan ve konuşmacı olarak katılım göstermek için Türk Dünyasının geniş coğrafyasından gelerek bizleri onurlandıran, Öncelikle CHP Bursa Milletvekili Büyüğümüz Abimiz Prof. Dr. Yüksel ÖZKAN Beyefendiye, MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı Bülent Maşaoğlu’na, Sınav Dershanesi Sahibi Hasan MUTLU, MHP 3.Bölge Başkanı Sevim AVCI, BAYRAMPAŞA – Şehit Büyükelçi İsmail Erez Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Müdürü Sn. Cemalettin KOÇAK, av.Gülşen ÜÇKARDEŞLER – Bayrampaşa avukatı, Veysel DEMİR- Nogay Türkleri Derneği Başkanı, Bayrampaşa Sağılık grup Başkanı Aydın Bey, Yeni Çağı Gazetesi yazarı Arslan BULUT, Osmar CRYSTAL-O s m a n DUMAN, Ercan TAŞ-Egeliler Eğitim Kültür Yardımlaşma Dayanışma Derneği Başkanı, Agil Sametbeyli-Tüm Azerbaycanlılar Derneği Başkanı, Vedat MOL-Rumeli Balkan Trakya Platformu Genel Başkanı, Necdet ERTUĞRUL – Gagauz Derneği Başkanı, Bayrampaşa Gündem gazete sahibi Mehmet CEYLAN ve Bayrampaşa Haber gazetesi sahibi Yılmaz BİRİNCİ, BGSAM Başkanı Erdal KARABAŞ, Kağıthane Temsilcimiz Nazım ÇAVUŞ, Düzce Temsilcimiz Nevzat ÖZTÜRK’e katılımlarından dolayı teşekkür ederiz. Özellikle bu akşam BULTÜRK Derneğine iftar konusunda yardım eden hayırseverlere tüm Bultürk adına teşekkür ediyoruz, Allah kendilerinden razı olsun, Allah bereketlerini artırsın. Ayrıca da Osman DUMAN Abimizin Aksakalımızın kısa konuşmasından sonra Türk Dünyası Adına Başkanımız Rafet ULUTÜRK’e Türk Dünyasına ve Bulgaristan Türklerine hizmetlerinden dolayı kupa vermesi bu güzel sürprizi için kendilerine teşekkür ederim. Toplantımıza ve iftarımıza katılım gösteren tüm dostlarımıza da teşekkürlerimi sunarım.

Elif GÜNEŞ BULTÜRK Derneği Genel Sekreteri


Büyük Göç 30 Yaşında 1989 göçü artık 30 yaşında Konuşma: BULTÜRK Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK.

Sayın büyüklerim, Sayın Milletvekilim, Değerli Parti ve STK yöneticileri. Büyük Göç’ü Anma Gecemize hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Daha önceki anma buluşmalarımız gibi, bu defa da bizi bir araya getiren, KADER ORTAKLIĞIMIZ, acı tatlı izleri hatıra belleğimize işlenen ortak geçmişimiz, hep beraber daha iyi, sağlıklı ve bereketli olanı aradığımız bu günümüz ve uğruna ümit çelenkleri değerlediğimiz yarınlarımızdır. Değerli konuklarımızla bu mübarek Ramazan-ı Şerif Akşamında Türk Dünyasının dava arkadaşlarımızın beraber bir arada olmamız, dualarımızın kabul olacağına, daha mutlu ve güzellikler yüklü günlerin bizleri beklediğine Yüce Tanrımızın işaretidir. Bunu da böyle kabul edelim. Şu iyi biline! Biz Bulgaristan Türkleri 1989’da GÖÇ ETMEDİK. Biz, Ata-Vatanımızdan kovulduk ve asla ebediyen olmamak şartıyla ANA-VATANIMIZA döndük. Bu dönüş sabırlı bir bekleyiş ve esinlenerek yüreklenme ve yeni bir uçuşa hazırlıktır! Biz ana-vatanımızda mutluyuz. Türkiye halkına minnettarız. Aramızda evsiz, işsiz, aç kalan, evladı okula gidemeyen yoktur. Türk’ün ayak bastığı, her yer yurdudur. Gittiği her yere dil, din, maddi ve manevi hayat tarzı, kültür, üretim araçları ve üretim biçimi götürmek, kısaca medeniyet götürmek Türklüğün özündedir. Türk’le ve Türklerle şendir, her diyar. Biz, dünyada Türkçe yaşadığımız için İNSAN OLDUK. İnsan olduğumuz için ve çok çalıştığımız için kıskanıldık, hor görüldük, Yolumuz kesildi, hep insan olduğumuz için Ve hırsızlar bizden hep malımızı mülkümüzü, canımızı istedi, kimliğimizi çaldı. Ve bahar yelleri okşarken şeftali dallarını ve Akasya çiçekleri açarken durup dururken, sarı gül beyaz gülü kovalarken yine bir Ramazan Günü, 1989 Mayısında ayaklandık. “Ayaklanma” sözünü işitenler tuhaf tuhaf bakmıştı. Çünkü biz hep ayaktaydık. “İsyan ettik” sözü de yerli yerinde bulunmadı. Çünkü bizim isyan ateşlerimiz 1878’den sonra hiç sönmemişti. Susan kuşlar, kuma yaslanan dalgalar ve dumanlı dağ başları SELAMA DURDU. “Dirilmiş ve direniyorduk” 1989 Mayısında ellerimizde koskoca dünya ve gözlerimizde güneş. İnsanın uyanması, diriliş ve direnme nedir bilirsin sen! Çünkü o yolda biz yoldaştık. Ateş fırtınaları ile beraber yürüdük. Göbeğimiz Tanrı Ağıcının köküne gömüldü, kendi yolumuz ve kendi kaderimiz olsun diye.


Ve 30 yıl önce biz fışkırmıştık. Totalitarizm şişesinden CİN gibi çıkmıştık. Yürürken 72 binimiz birden üzerine üzerine, yürüdü Türkler yürüdü Türklerin karşısında duramadı komünist totaliter devlet Dayanamadı Toşo, tahtı devrildi kendi üzerine… Bir yasallıktır bu. Doğaldı her şey. Sel olup Ata-Vatandan Ana-vatana akmamız da… Hiç kimseden hiçbir şey istemeden geldik. Sevgi dolu kucakla karşılandık. İzninizle bir kıyaslama yapmak isterim 1791’de Fransa’dan İsviçre’nin yalçın Alp Dağlarına böyle bir kitlesel göç olmuştu. Büyük Fransız Devrimini yapanlar, tüm tarihlerin en büyük eseri Fransa’da Kardeşlik, Eşitlik ve Özgürlük Doğduğunda onu istediği gibi ve doya doya büyüsün diye, adı “demokrasi” olan yeni toplumsal düzene bırakmışlardı. Biz Bulgaristan’da aynısını yapmadık mı? Bulgaristan’da demokrasiyi hayata çağıran biz değil miyiz? Ata-vatanımızda, 1989 Mayısında, adını HAK VE ÖZGÜRLÜK DAVASI koyduğumuz devrimci mücadele ruhu biz değil miyiz? Elleri, kolları, ayak bilekleri kelepçeli, gözleri kör edilmiş, katranlı ellerle, kimliği can çekişen, ama yüreklerinde Türk Ruhu güm güm attıkça kanatlanan ve tankların yolunu kesen biz değil miydik!? Bulgar ağacı bizim gölgemizde sararıp solmadı mı? Bugün “demografik çöl” yani insansız kalmış ıssız, köylerden, derelerde ve tepelerden, akmayan pınarlardan, kurumuş çeşmelerden, yıllarca açıp tozlaşmamış ağaçlardan, kapısındaki kilit küflenmiş, okul ve sağlık merkezlerinden, yakılmış kitapların savrulmuş külünden söz ediyoruz. Bir toprak neden çölleşir, GELECEĞİ GASP EDİLEN İNSANLARIN YURDU OLMAK İSTEMEDİĞİNDEN DOLAYI kurur, çatlar, nadas olur ve pes eder… İnsan olmadığı yerde toplumsal hayat yoktur. Onlar Bulgarlar 600 sene bizimle beraber yaşarken kardeştik. Anlattığım ve anlatacağım olaylar hiçbir Bulgar ailenin başına gelmemiştir. Esaret denen bir masal, tüm kötülükleri uydurma ve bizim kimliğimize uzanamayanların icat ettiği kötülüklerden kırıntılardır. İnsanın olmadığı yerde kardeşlik, eşitlik ve özgürlük yoktur, olamaz. Şu da unutulmamalıdır her millet devlet kuramaz. Biz çekilince Bulgar devleti resmen çöktü. Biz 1989 Mayısında ilk 3 ayda 345 bin kişilik bir sel olarak ana-vatanımıza akarken, faşist ve totaliter – komünist zulüm rejimlerine karşı fışkıran Volkan, kocaman dünyanın dört bir tarafına aktı. Bu gün 3 milyonu aşan vatandaş, aynı sebepler yüzünden – baskı ve terörden, zulümden, acımasız hayat kavgasından, geçimsizlikten, kör cahillikten, gerekçesi olmayan korkudan, çaresizlikten dolayı MEMLEKETTİ Bulgaristan’ı terk etti.


Öncü olan yine bizlerdik. En değerliği varlığın eğitilmiş insan olduğunu anlamak istemeyenler, ırkçılar, aşırı milliyetçiler, kan emiciler, gardiyanlar, ölüm kampı şefleri, polis, jandarma ve tüm kolluk kuvvetleri, açık ve gizli polis ORTADA KALDI. Bir polis devletinde demokrasi olamaz. Bir mafya-milis-oligarşi düzeninde ADALET olamaz. Bakan koltuklarında rüşvet ağalar oturuyorsa, meclise eski gizli polis “DS” ajanları dolmuşsa, yargıç koltuklarında oturanlar hukukçu diplomalarını Polis Akademisinden almışsa, o ülkede adalet, demokrasi, hak ve özgürlükten söz edilemez. Bulgaristan’da maalesef durum budur… Uzatmamak için sadece bir örnek vermek istiyorum: Atılımlı siyasetçi Lütfi Mestan partisinin açık adı Avrupa liberallerinden almıştı: SORUMLULUK, HOŞGÖRÜ VE DAYANIŞMA İÇİN DEMOKRATLAR, kısaltılmışı-na ise DOST demişti? Tuttu mu? Bulgar “bataklığında” tutmadı. Geçen Pazar günü 26 mayıs’ta yapılan ve oy hakkı olanlardan ancak %26,2’sının katıldığı Avrupa Parlamento seçimleri için Cumhurbaşkanı Rumen Radev “Bulgar politik sınıfına çok güçlü bir tokat oldu!” dedi. 2014 -2019 yıllarında yapılan AP 2 seçim arasında katılım oranı % 5 daha düşmüştür. Yoksul, işsiz, sefil vatandaş, protestosunu sandığı tekmeleyerek ifade ediyor. Bulgaristan çöktü, soyuldu. Eli iş tutan vatandaş memleketi terk etti. Suçlu ve sorumlusu yok. Hakkında dava açılan hırsız, katil ve soyguncu yok. Öldürülen kişilerden sorumlular yok, yani her soruya tek cevap yok… Bulgar halkı bu durumdan memnun olabilir. Devleti soymayanın iktidarda işi ne olabilir? Bu mantığı bir salgın şeklinde halkı sarmış olabilir. İzninizle geçmişten bir hatırlatmada bulunmak istiyorum: “Çılgın Hitlerin yaptığı kötülüklerden, Alman halkı işlenen tüm suçlara ortak gösterilmişti.” İktidarı destekleyen her kişinin çalıp kapma, soyma ve baskı uygulama, dayak atma, ulu orta insan öldürme ve azınlıkların evlerini yakma hakkı olduğu yerde, “demokrasiden” söz edilemez. Bulgaristan’da kanunsuzluk almış yürümüş ve iktidar adaletten korkuyor. Adalet biziz! Burada sadece Türkiye’de çift vatandaşlar artık 1 milyona ulaşmış durumdayız ve Bulgaristan politik sınıfının aklını karıştıran ve uykusunu kaçıran da biziz. Çünkü Türkiye’yi gördük, Türkiye demokrasisinde nefes aldık, 82 milyon içinde hayat kavgası verdik ve kazandık. Güçlüyüz. Son zafer mutlaka bizim olacaktır. Türkiye’de soydaş olmanın çok büyük bir hayat akademisi olduğunu, yüksek bilinç düzeyine ulaşmış, hayat suyu almış, emsalsiz bir birlik ve beraberlik olduğunu, örgüt kültürü, yeni bir dayanışma ruhu taşıyan son medeniyet olduğunu görmeyen kalmadı. Bu nedenle Avrupa Parlamentosu seçimlerine ka-


tılmamız engellendi. Biz burada oy potansiyeli olan 700 bin civarında soydaşımız var. Bulgaristan’da Pazar gün yapılan AP seçimlerinde hiçbir siyasi parti 720 bin oy al(a)mamıştır. Değerli dava arkadaşlarım işte birlik ve beraberlik ola bildiğimizde görüyorsunuz biz hepsinden güçlüyüz. Bu kitleyi maalesef Türkler kullanamıyor, işte burası çok önemli, birlik derken Türk-Müslüman çıkarları doğrultusunda çalışacak kurumlar dernekler, partiler olmalı. Kavga şimdi yeni başlıyor… Bizi göçmen durumuna itenlerin, kafasında bir umut var: “Müslüman’ın öfkesi göz yaşını sildiği mendil kuruyuncaya kadardır.” Geçer, unutur diye düşünüyorlar. Bunu hepiniz biliyorsunuz, davamızın baş haini Ahmet Doğan ve bozguncu tayfasının ihanetine ve kötülüklerine rağmen, orada mücadelemizi yaşatma kavgası veren kardeşlerimiz Türk kalelerinde HAK VE ÖZGÜRLÜK BAYRAĞIMIZI dalgalandırmaya devam ediyorlar. Kıracali’de, Radgrat, Şumen, Tırgovişte, Pazarcık, Silistre ve Smolyan’da 2014’te seçimin rengini Türk seçmen belirlemiştir. Bu seçimde Pazarcık, Smolyan ve Silistrede tekel GERB partisi eline geçti. Merkez İstatistik Komisyonu oy dağılımıyla ilgili şu resmi açıklamada bulundu. GERB 574.417 oy, BSP 450.005 oy, ДПС – 303.714 oy. Toplam 1.328.136 oy. 2017’e göre azalma yüzde yüzdür. Bulgaristan’da 1.5 milyon Müslüman kardeşimiz yaşıyor. Bizim BULTÜRK olarak Sofya meclisine sunduğumuz “mektupla ya da elektronik yoldan” oy kullanma yasa teklifimiz onaylanmış olsaydı, yukarıdaki oyları kendi başımıza çıkarır ve bugün Brüksel’e Bulgaristan’ın 17 milletvekillinden 8’ini biz gönderirdik. Memleketimizde Romen kardeşlerimize çok büyük bir baskı var. Biliyorsunuz 1879 Anayasası onlara seçme ve seçilme hakkı tanımamıştı. Şimdi oyları 20- 50 ve 100 leva üzerinden, ev kadını, işsiz ve çalışan ama oy kullanmak istemeyen kategorilerine göre satın alınıyormuş. Bu vatandaşların 2030 yılında genel nüfus içinde Bulgar etnikten daha büyük bir topluluk oluşturacağı ortaya çıkınca, onları da döverek, tutuklayarak, tehdit ederek, gettolar etrafından gece fener alayları düzenleyerek, sosyal yardımlarını keserek ve evlerini ateşe vererek vs nüfus olarak azaltmaya ve çoğunluğu kendi lehlerinde elde tutmak istiyorlar. Bu tespit olağanüstü önemlidir. Çünkü Romen (Çingene) nüfus çoğunluk olmuş olsa bile, çoğu kör cahil ve toplumun maddi ve manevi değerleri dışında bırakıldığı için ve devlet kurma ve yönetme istidadı olmadığından dolayı ata-vatanımızda (Bulgaristan’da) çok büyük bir kargaşa yaşanabilir. Bulgaristan’da yaşayan etnik, dil, din ve kültür azınlıkları arasında Müslüman Türk soydan başka, farklıkları birleştirip erk olma ve toplumu yönetme, adil olma ve hoşgörü toplumu oluşturma yeteneğine sahip sosyal güç yoktur. Bu nedenle, soydaş çocuklarından 2. kuşağı iyi eğitmemiz en az 15-20 bin


yükseköğrenimli, hoşgörülü ve bilgili, sabırlı ve yaratıcı bir siyasi tabaka oluşturmamız, yüksek ihtisas sahibi kadrolar eğitmemiz ve hazırlamamız gerektiği kanaatine vardık. Anlatmaya çalıştığım seçim yenilgisi, ilgisizlik, pasiflik ortamında vatan topraklarımıza Batı’dan büyük gruplar yetiştirme hazırlıkları yapıldığı, Suudilerin ise Bulgaristan’ı (Yunan Adası Gibi) satın alma ve zümrüt yeşilliğin tadını çıkarırken, yerli nüfusu köle durumunda kullanma hesapları yaptığı basında manşet olmaya başladı. Dünya artık küçüldü, her an her şey olabilir. Son seçimden 3 gün sonra kısa politik değerlendirme yaptığımızda Bulgaristan’ın, tekrar ediyorum, derin bunalımı ve seçmenin %74 oranında sandığa gitmeyerek durumu protesto ettiği bir daha gün ışığına çıktı. Avrupa Parlamentosuna giden 5 politik partinin hepsi de Avrupa Birliği ve NATO’dan yanadır. Bunlar, GERB, BSP, DPS, VMRO ve Demokratik Bulgaristan hareket partileridir. 245 bin kişiye maaş veren GERB partisi, adeta bütün oylarını satın almıştır. BSP 2014’e kıyasla Brüksel’e 1 milletvekili daha fazla (toplam 5) gönderse de, derin bunalım içindedir. Parti Başkanı Korneliya Ninova istifa etmiş ve 15 Haziran’da yeni Kurultay çağırmıştır. DPS partisinin milletvekilleri 4’ten 3’e düşmüş ve kimin Brüksel’e gönderileceği henüz açıklanmamıştır. Çünkü ilk sırada olan M. Karadayı ile D.Peevski’nin yerlerini diğer adaylara bırakması konusu henüz görüşülmemiştir. VMRO – aşırı milliyetçileri 2 ve oylarının daha fazlasını dış ülkelerden ve Sofya’da 2.semtte en fazla oy alan Demokratik Bulgaristan reformcu hareketi Brüksel’e hukukçu Sn.Radan Kınev’i gönderecektir. Bulgar partilerinden hiç birinin Avrupa Parlamentosu programı yoktur. DPS de bunlardan biridir. Gidenler ne iş yapacaklarını kendileri de bilmiyorlar. Biz bir GÖÇMEN SOYDAŞ kuşağıyız. Derneğimiz BULTÜRK, gençlik ve kadın kollarımız, “www.bghaber.org”, “Bulgaristan Türklerinin Sesi” BULTÜRK gazetemiz Bulgaristan Stratejik Araştırma merkezimiz ve Bilim Kurulumuz 2002’den beri çok büyük işler yaptı. Son 60.kitabımız önümüzdeki ay çıkıyor. Artık biliniyor ve tanınıyoruz. Yeni fikirlerin, dünya görüşünün, ahlakın, namuslu olmanın, şeref ve alçak gönüllülüğün simgesi olduk. Yayınladığımız kitaplarla şu amaca hizmet ettik: “50 yıl Mücadele” kitabımızla Türk Dünyasına Bulgaristan Türklerinin bir konuşma ve yazı dili, dini, edebiyatı, halk kültürü, gelenekleri, Türkiye gibi sonsuz bir esin kaynağı ve yine sonsuz Ata-vatan sevgisi olduğunu anlattık. Kendimizi, BULTÜRK’ü, gençlerimizi, umutlarımızı tanıttık. Türk dünyasına Bulgaristan Türklerinin Türk soyundan geldiğini, topluluk kurabildiğini, kadın erkil toplum geleneklerine bağlı olduğunu, Türk kimliği mücadelesi verdiğini


uzun uzun anlatmaya çalıştık. Türk Dünyası içinde bizlerde bir damla olarak var olduğumuzu ve hep birlikte YENİDÜNYADA BÜYÜK OKYANUSUMUZU BÜYÜK TÜRKİYE’Yİ BU DAMLALARLA OLUŞTURACAĞIMIZA İNANCIMIZ TAMDIR. YENİ BÜYÜK TÜRKİYE’Yİ BİZLER HEPİMİZ BİRLİKTE İNŞA EDECEĞİZ. “Bulgaristan Türkleri Kimlik Mücadelesi” eserimizde, tarihsel yolumuzu, Türk Kimliği oluşturma yolunda verdiğimiz savaşlarımızın aşamalarını, edebiyatımızı, kültürel geleneklerimizi, dinimizi, hepsi Türk soyundan gelen Pomak Kardeşlerimizi, Tatar-Gagauz kardeşlerimizi, onların sorunlarını ve göçlerini anlattık. İlk kez olmak üzere, Bulgar soyunun 7 ağır ve onarımı olanaksız tarihsel kırılma geçirdiğine, bunlardan birkaçının son asırda yaşanan Alman ve Rus ve Sovyet istilacıyla nasıl yaşandığını anlattık. Bu konuda öğütleri, dış ülkede bulunan bir “üst akıldan” alan Bulgar kavminin, her konuda bizden çok farklı düşündüğünü, ana-kent (metropol) ve tarihlerinde sömürgeci kavim nitelikleri olmasa da, Bulgarlar kendi kendine gelin güvey olarak çok değişik biçimlerde her türden etniğe asimilasyon siyaseti uygulayarak, 140 yıllık son tarihsel dönemi hayırsızlıkla nasıl kararttıklarını anlattık. Bu eserimizde Bulgaristan Türklerinin Türk dünyasından, Türkiye’den, Türk milletinden kopmaz ve asla koparılamaz bir parça olduğu ve “Ne mutlu Türküm Diyene!” şiarından güç aldığı özellikle konu edilmiştir. Türk Gök Kuşağı ve Türk formasyonu da yeni aydınlık bulmuştur, ufukta Yeni Türkiye bizi bekliyor. Özellikle değinmek istediğim son eserimiz de, BULTÜRK inisiyatifi ve yönetiminde 9 Mart 2019’da gerçekleşen TÜRK DÜNYASI İLK KADIN KONFERANSINA adanmıştır. Konferansımıza Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Doğu Türkistan, Almanya, Hollanda, Balkanlar, Bulgaristan, Kuzey Kıbrıs ve daha birçok ülkeden Türk Kadın Dünyasını, kadınlarımızın yaşamını, geleneklerini, kavgasını ve ümitlerini, birlikte olma azmini dile getiren konuşmaların, Türk kadınına adanmış seçme şiirlerin, destanların vs derlemesidir. Bu bir ilk olduğu için ve bu ilk de bize BULTÜRK’e nasip olduğu için çok önemlidir. Bu çalışmalarımıza devam ediyoruz, edeceğiz. Sevgili kardeşlerim, Göç, büyük göç, 20 asır göçleri bizi yenememiştir. Bizler özellikle Türkiye’de olanlar her zamankinden daha dinç, birlikte ve güçlüyüz. BİRLİK VE BERABERLİK ÖLÜMDEN BAŞKA HERŞEYİ YENER: Bizim uyuduğumuzu düşünenler aldanıyorlar. Türk Dünyası, Büyük Türkiye atılım halindedir ve Taşan Türkiye’nin ilk dalgalarıyla sınırları aşacak olan bizleriz. Hepinizi kutluyorum. Sağ olun, var olun. Gençler Gelecek bizimdir sakın ümidinizi yitirmeyiniz. Dostlarınızla paylaşmayı unutmayınız.



Doğu Türkistan’daki Soykırım Abdullah OĞUZ

Türk Dünyası’nda Soykırımlar” Konferansında “Doğu Türkistan’da Soykırım” konusunda – Doğu Türkistan Vakfı Mütevelli heyeti Sn. Abdullah Oğuz’un konuşması; Dünyanın şu anda içinde bulunduğu siyasî ve askerî durum ve sahip olduğu ekonomik güç nedeniyle kendisini durduracak kimsenin kalmadığını düşünen Çinliler; 2016 yılından itibaren Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk kimliğini tamamen yok etmek için, tarihte eşine az rastlanır bir soykırım uygulamaya başlamıştır. Tam anlamıyla bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Doğu Türkistan’ın dışarıyla irtibatı koparılmış, bazı bölgelerde neredeyse sokakta erkek kalmayana kadar herkes tutuklanmış, milyonlar “İdeolojik Terbiye Kampları” adı altında Hitler ve Stalin dönemlerindeki gibi toplama kamplarına atılmıştır. İnsanlar yıllar önce katıldıkları bir dinî faaliyet bahane edilerek uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmıştır. Bütün bu yapılanlardan daha kötüsü Çinliler ile Uygurlar, zorla “akraba” ilan edilip, çoğunlukla erkek kalmayan Uygur evlerinde birlikte yaşamaya zorlanmıştır. Günümüzde Doğu Türkistan’da uygulanmakta olan soykırım ve devlet terörünü aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür. Temel İnsan Hak ve Özgürlüklerine Yönelik Kısıtlamalar İşkence, yargısız infaz, Milyonlarca insanın, hiçbir yargılamaya tabi tutulmadan, Nazi Almanyası, Stalin Rusyası ve Mao döneminde görülen “toplama kamplarına” atılması, Hayatın en alanında sürekli gözetim altında yaşamaya mecbur edilme, neredeyse her köşe başında polis kontrolü, her yerde yüz tanıma ve diğer yöntemlerle takip altında tutulma Hukuksuz ve keyfi tutuklama, tutukluları halkın içinde teşhir etme, Gizli ve/veya göstermelik (karar önceden ilgili komünist parti teşkilatı tarafından belirlenmiş) yargılama, kanunsuz, keyfi ve orantısız cezalandırma, İlham Tohti gibi, bütün faaliyetlerini yasalar çerçevesinde yürüten, sadece Uygurlara eşitlik isteyen akademisyen, sanatçı ve aydının tutuklanması ve bir kısmının ömür boyu hapis cezasına çarptırılması, Ceza kanununun en evrensel normu olan, ağırlaştırıcı kuralların geriye yürümemesi ilkesinin yok sayılarak, geçmişte serbest bırakılan eylemlerin suç sayılması ve cezalandırılması, Uygur kültür ve dilinin ortadan kaldırılmasına yönelik faaliyetler kapsamında, aralarında sanatçı ve yazarlarında bulunduğu, hiçbir yasadışı faaliyeti


olmayan binlerce aydının toplama kamplarına atılması, Anne babaları kamp veya hapiste olan çocukların, ailelerinden zorla alınarak yetimhane adı altındaki tecrit kamplarında Çin örf ve adetleriyle yetiştirilmesi, Anayasal hakları olmasına rağmen anadilde eğitimin fiilen ortadan kaldırılması, Seyahat özgürlüğün kısıtlanması, yurtiçi ve özellikle yurtdışı seyahatin sıkı kontrole tabi tutulması, İletişim özgürlüğünün kısıtlanması, insanların yurtdışındaki akrabaları ile görüştü diye tutuklanması, cep telefonlarının özel yazılımlarla kontrol edilmesi Zorunlu kürtaj uygulanması, Evlerde sözde Çinli akraba ile yaşama zorunluluğu. Dini İnanç, İbadet ve Kılık Kıyafet Kısıtlamaları Kuran-ı Kerim dâhil olmak üzere bütün dini içerikli kitap bulundurmanın ağır suç sayılması, Namaz, Oruç gibi temel dini ibadetlerin yasaklanması ve bu durumun sürekli kontrol edilmesi, Ramazan’da herkesin öğlen yemek yemeğe zorlanması ve içki içme festivalleri düzenlenmesi, Dini nikâh, sünnet gibi sosyal hayata ait bütün dini eylemlerin yasaklanması, İnsanların kendi öz çocukları da dâhil olmak üzere herhangi bir kişiye


dini eğitim vermesinin yasaklanması, İçki, domuz eti gibi dinimizce tüketilmesi haram olan gıdaları tüketmeye zorlama, bütün restoran ve dükkânların domuz ve alkol satmaya mecbur edilmesi, Ramazanda içki içme yarışmaları düzenlenmesi, Hayatın herhangi bir alanında dini referans almanın ve bu konuda söz veya eylemde bulunmanın yasaklanması, bu kapsamda bütün dijital aletler özellikle cep telefonlarının sürekli kontrol edilmesi ve herhangi bir dini paylaşımın cezalandırılması, Geçmişte herhangi bir dini faaliyete katılmış olmanın suç sayılması, Başörtüsü dâhil herhangi bir şekilde İslam’ı çağrıştıracak kılık kıyafetin yasaklanması, Camilerin yıkılması, Bu uygulamalar Çinlilerin İmparatorluk döneminden beri rejim ne olursa olsun, uygulaya geldikleri yöntemlerdir. Ancak bunların içinde iki tanesinin üzerinde önemle durulması gereklidir. Toplama Kampı Uygulaması Toplama kampı uygulaması Nazi Almanyası’nda rejime muhalif ve tehlike olarak görülen insanları yok etmek için kullanılmıştır. Kamplar 20. yüzyılda iktidara gelen hemen hemen bütün komünist rejimler tarafından ise toplumu dönüştürme, dönüşmeyenleri yok etmek için açılmışlardır. Doğu Türkistan halkının Müslüman ve Türk kimliğini yok etmek amacını hızlıca hayata geçirmek isteyen XiJin-ping yönetimi Mao’dan öğrendiği bu yöntemi hayata geçirmiştir. Herhangi bir dini veya milli bilinç kırıntısına sahip her yaş ve meslekten milyonlarca Doğu Türkistanlı, sorgusuz sualsiz atıldıkları bu kamplarda, gece gündüz ağır fiziki ve manevi işkence altında Çinlileştirilmeye çalışılmaktadır. Her eve bir Çinli Uygulaması Xi Jin-ping yönetiminin zorbalık ve asimilasyon konusunda Mao’dan bile ileri gittiğini gösteren bu zorbalığın temel amacı, evlerin mahremiyetinde Müslüman Türk kimliğin muhafaza edilmeye çalışılmasının ve çocukların bu yönde yetiştirilmesinin önüne geçmektir. Ancak bu uygulama özellikle erkekleri toplama kamplarında olan evlere gönderilen Çinlilerin ortaya koydukları namussuzluklar yüzünden büyük bir infiale yol açmıştır. Yerleştirildiği evdeki genç bir kıza musallat olan bir Çinli, kızın akrabası tarafından öldürülmüş, bunun üzerine bütün aile tutuklanmış, akıbetlerinden ise haber alınamamıştır.


21.yüzyılda bütün dünyanın gözü önünde yaşanan bu zulüm ve devlet terörüne rağmen, Avrupa ve Amerika’dan çıkan birkaç cılız ses dışında, dünya bütün olup bitenlere karşı üç maymunu oynamaktadır. Bunun temel sebebi, dünyanın içinde bulunduğu siyasi ve askeri durum ve Çinlilerin uyguladığı sinsi politikalardır. Çin sinsi siyaseti ile bazı devletleri özellikle Doğu Türkistan’a komşu olanları yıllardır süren ekonomik ve siyasi politikalarla kendine bağlamıştır. Diğer ülkelerde ise ya satın aldığı kendi propagandasını yapan kitlesi vardır, ya da sahip olduğu ekonomik gücünu kullanarak onları susturmaktadır. Hepimizin temel amacı güçlü bir Türkiye’dir ve bunun için elimizden gelen her şeyi ortaya koyarak çalışmak zorundayız. Ve şuna gönülden inanıyoruz ki; güçlü bir Türkiye her zaman güçlü bir Doğu Türkistan demektir. Onun için Türkiye’nin içinde bulunduğu kuşatılmışlık durumunu bilmekle beraber, zulüm bu dereceye varmışken bir ses beklemenin de hakkımız olduğuna inanıyoruz. Burada herkesten beklentimiz en azından bu zulmün duyurulması yönündedir. İnanıyoruz ki Türk Milleti yaşanan vahşeti kınadıkça siyasi irade de gerekli adımları atacaktır. Her şeyin sahibi Aziz ve Celil olan Allah, dayanılmaz acılara göğüs germek zorunda kalan mazlum Doğu Türkistan halkının ve hepimizin yar ve yardımcı olsun.


Türk Dünyasında Soykırımlar Paneli


04.10.2016 tarihinde saat 19:00 da

Bayrampaşa Kültür Merkezinde gerçekleştirilecek olan bu Panelde.

Türkiye’den, Azerbaycan’dan ve Bulgaristan’dan da katılacak Türk Dünyasına gönül vermiş dava adamları tarafından Dünyada Türklere yapılan Soykırımlar konusu İstanbul’da bilimsel açıdan ve onu yaşayanlar tarafından ele alınacaktır. Bu anlamda çağ dışı bu insanlık dramlarının bir daha yaşanmaması adına ele alınacaktır. Artık bu trajedilerin tekrarlanmaması için insanlarımızın daha bilinçli ve duyarlı olmaları hususunda inancımız tamdır ve sizlerinde katkılarınızı esirgemeyeceğiniz-den de eminiz. 20. Yüzyılda Türk Soykırımlarını unutmamak adına, Türk Halkları 20.yy da yaşamış oldukları sorunları ve çekilen acıları canlı tanıklarından bizzat dinlemek üzere panelimize davetlisiniz. Yer:Bayrampaşa Kültür Merkezi – Açılışta “Karabağ ve Belene” ile ilgili Resim Sergisi açılacaktır. D e r n e k l e r i m i z i n i m k â n l a r ı ile y a k ı n t a r i h i m i z i l e i l g i l i b u k a d a r ön e m l i bir o l a y ı n gündeme getirilmesinde bizlere destek v e r e n tüm k u r u m, k u r u l u ş v e ş a h ı s l a r a k a t k ı larından dolayı teşekkür ederiz. Bu davamıza destek veren herkesi aramızda görmekten onur duyarız. Saygılarımızla, BULTÜRK Bayrampaşa/İstanbul


Türk Dünyasında Soykırımlar Paneli BULTÜRK, Karabağ Azatlık Teşkilatı, URAL Eğitim Kültür ve Stratejik Araştırmalar Derneği, Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi ve Bayrampaşa Belediyesi ile ortaklaşa “Türk Dünyasında Soykırımlar” konulu Uluslararası bir Panel düzenledi.

Panele katılanlar;

Türk Dünyası Kültür ve insan hakları derneği genel başkanı Celal ÖCAL; E.İstanbul Valiliği Türk Dünyası va akraba topluluklar Başkanı Metin ÖZKAN, Afganistanın Faryab Valisi Said Enver Sadat, Işık Ahmet de Batı Trakya, Karabağ Azatlık Teşkilatı Başkanı Akif NAGİ, Tüm Azerbaycanlılar Birliği Genel Başkanı Agil SEMEDBEYLİ, Sabri İSKENDER Belene Mahkümü, Azerbaycan’dan gazeteciler, Bulgaristan 24 saat gazetesinden Gazeteci Nahide DENİZ, Dünya Gazeteciler Federasyonu Başkan Yrd. Turer YENER, Türk Dünyası Kültür ve İnsan Hakları Derneği Başkanı Celala ÖCAL, Genç Parti Bayrampaşa Musa VATANSEVER, Ankara siyasal derneği yöneticilerinden Erdal KARABAŞ, Türk Dünyası Genç işadamları derneği yöneticilerinden Saniye SÜTLÜ, Bulgaristanlı TRT Sanatcımız Rüstem AVCI, İstanbul Büyükşehir belediyesinde psikolog Elif GÜNEŞ, Fatih kaymakamlığı Dernek Başkanı Aydın FİDAN ve Bultürk, Ural derneğinin üyeleride hazır bulundular.


20. Yüzyılda Türk Dünyasında Soykırımlar

Rafet ULUTÜRK’ün 20. yüzyılda Türk Dünyasında Soykırımlar Panelinde konuşması; Öncelikle “20.Yüzyılda Türk Dünyasında Soykırımlar” konulu bu uluslararası Panelimizde bizleri bir araya getiren Bilim Kurulu Başkanlığımıza ve üyelerimize; foruma ev sahipliği yapan Bayrampaşa Belediye Başkanımız Sn. Atila AYDINER’E teşekkür ederim. Çok kıymetli panel ortağımız–URAL Kültür, Eğitim ve Stratejik Araştırmalar Derneği Başkanı kardeşim Bülent MAŞAOĞLU, Kalbimizin en sıcak köşesinde yaşattığımız Azerbaycan, Karabağ Halk Kahramanları Örgütü temsilcisi, kıymetli konuğumuz Sayın Akif Naği Bey, ve yine Can Azerbaycan’dan Tüm Azerbaycanlılar Birliği Başkanı Agil SEMEDBEYLİ kardeşimiz, ve Bulgaristan “Belene” Ölüm kampı ateşinden geçip, özgürlük ve demokrasi davamızda bayrak açan ve halkımızı şahlandıran Demokratik Lig örgütü kurucusu, Genel Sekreteri ve kendisiyle gurur duyduğumuz “Belene” Mahkûmları Örgütü Başkanı Sayın Sabri İskender abimiz, Değerli misafirler, değerli basın mensupları “20. yüzyılda Türk Dünyasında Soykırımlar” Panelimize katılımcı olarak teşrif eden kader kardeşlerim, HEPİNİZ HOŞ GELDİNİZ SEFALAR GETİRDİNİZ. Kader kardeşlerim, soydaşlarım, Köklerinden geldiğimiz Osmanlı’nın baltalanarak parçalanması ve çöküşü ile simgelenen XX.yy. biz Müslümanlar– Bulgaristan Türkleri, Balkan Müslümanları, Kırımlı kardeşlerimiz, Azerbaycanlı Biraderlerimiz ve Viyana’dan Yemen’e tarihin tanıdığı en dev imparatorluğun Anadolu özüne çekilmesiyle simgelenir.


Bu, kesintisiz bir süreçtir. Soykırımlar, Müslüman olan herkese karşı en acımasız şekilde ve hiç istisnasız uygulanmıştır. Daha önce görülmemiş acıların, çekilerin, çilelerin, zulmün, katliamların, sürgün ve göçlerin yaşandığı her saati bir gün, her günü bir yıl, her yılı da bir asır olan, karanlık bir yüzyıldır. Ezilirken çatlayan Osmanlı tohumu Türk filiz sürdü, Türkiye Cumhuriyeti, Türk milleti, Türk halkı doğdu. Bir asırda Osmanlının etki alanlarını arayan genç ve dev boyutlu bir çınar tekrar dallanmaya budaklarından filizlenmeye başladı. 15 Temmuz 2016’da Ulusal çınarımız kesilmek istendi. Türkiye’yi iç savaşa itip bölüp parçalamak, Türk milletini vatansız, evsiz, yurtsuz, devletsiz bırakmak ve ülkemizi sömürge, halkımızı köle etmek istediler. Türk halkı, bu defa da düşmanın maskesini indirdi. Amerika-İngiltere başta olmak üzere tüm sömğrgecileri Türk halkı püskürttü. Altından FETÖ terör örgütü, “paralel devlet”, yandaşları PKK ve PYD, onları yönlendiren “üst akıl”, da 100 yıldan sonra ilk defa çöktü. Dedelerimizin, Çanakkale’de denize dökülenlerin torunlarını yine karşımızda bulduk. İkinci defa şahlandık ve kahramanlık destanını 15 Temmuzda yazdık. Hâlâ hastanelerde olan yaralılarımıza geçmiş olsun. Hepimize tüm Türk Dünyasına geçmiş olsun! TÜRKİYE YENİ BİR TARİHSEL ÇAĞA GİRDİ. DÖNÜŞÜYOR!. BU DÖNÜŞÜMÜ BAŞLATMA ŞEREFİ BİZE HEPİMİZE NASİP OLDU. Bu sözlerimin anlamı, Türker’e yapılan soykırımlara, dil-kırımına, dinkırımına, kültür-kırımına uygarlık-kırımına dil uzatma, el kaldırmaya artık ebediyen son verilecektir. Vurguladığım olay, dünyada tarihin gidişini değiştirme açısından çok önemlidir. Osmanlı küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti, yeniden fışkıran çınar gibi yeni Türk çağını müjdeliyor. Ulusal güç olmaktan taşıp bölgesel bir büyük güç olmamız yeni bir jeopolitik niteliktir. XXI.yüzyılda artık OYUN KURUCUSUolacağımızın göstergesidir. Suriye operasyonu şimdi Kerkük, Musul böyle anlaşılmalıdır. Balkanlarda din ve kültür eserleri onarılırken, Müslüman halk öz yaşam biçimi sıcaklığına dönüyor. Bu büyük bir bekleyiştir. Güçlü bir özlemdir. Bugünün Balkanları, Bulgaristan 1778 San Stefano belirsizliğini yaşıyor. Bulgaristan da dahil, bölge üzerinde üç gölge var. Büyük Türkiye, Rusya ve Avusturya-Avrupa Birliği gölgeleri örtüşüyor. Belirleyici olan oradaki yerli unsurun Müslüman–Türk ve akraba topluluklarından olması, yani bizden birileri olmalarıdır. 15 milyonu aşan Türkiye’de yaşayan bir halkın kökleri hala orada Balkanlar’da yaşamaya devam etmektedir.


1878’de, Berlin’de, San Stefano Bulgaristan’ının üçe parçalanıp üçteikisinin Osmanlıya, üçte birinde de Alman gölgesi belirdiği gibi, bir yeni durum yaşıyoruz. Tarih tekerrürden ibaret diyenler yine haklı çıktılar. Büyük Türkiye olgusunun dayandığı yeni sütunları oluşturuluyor. Küresel dengelerin kurulmasında çok önemli rol alırken-terörle mücadelede, sığınmacılar konusunda BÜYÜK TÜRKİYE dünyada tüm mazlumların umudu oldu. Kabuğuna sığmayan Büyük Türkiye Lozan’ı yeniden değerlendiriyor. Adalarımızın kaçakçı-sığınmacı üssü, yılanlık olmasına artık tahammülümüz olmadığını açıkça dile getiriyor. Türkiye Lozan Anlaşmasıyla dünyaca tanınmasına rağmen, biz Bulgaristanlı, Müslüman Türklerinin bu senette adımız geçmez. Bu yüzden Rumeli’de Türk bilinci ve İslam diniyle bir etnik azınlık topluluğu olarak uyanışımız, büyüyerek güçlenmemiz çok zor oldu. 15 Temmuz’dan Biz Bulgaristanlı soydaşlar da ibret dersi almalıyız. “Yenikapı” Yüzyılın Türk Mitingine katılmayan HÖH zihniyeti yaMoskofcu ya da NATO-cu kesilmesinde, insanlarımızın Türk olarak mevzilenmesini engellemek için havanda su dövmelerini gözlüyor ve bunları artık kaale bile almıyoruz. Bulgaristan’da 6 Kasım 2016 da yapılacak olan Cumhurbaşkanı seçimlerinde HÖH partisi Rus oligarşi sermayesinin Bulgaristan’daki temsilcisi Plamen Oreşarski’yi desteklediği belli oldu, DOST’un durumu ise hala belirsiz. Seçimlere 35 Cumhurbaşkanı adayı belirmesi arınamayan toplumun can çekiştiğinin kanıttır. Can çekişen zihniyet, Türkiye’de yaşayan çifte vatandaş 720 bin soydaşımızdan 650 bin oy kullanma hakkına sahip olmalarına rağmen, kendilerini gerçekten temsil eden bir aday çıkartamıyorlar. Bu seçmenleri sadece bir oy makinesi, oy-kölesi, seçim esiri olarak görüyorlar. Bu duruma geçtiğimiz yy. da yaşanan üzücü katliam ve soykırımların Türkiye tarafına ait büyük ihmaller zincirinin etkisi bulunmaktadır. Bulgaristan Türk ve Müslümanların kendi sorunlarını çözebilmek adına siyasi faaliyetlere kalkışmaları maalesef başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1970 li yıllarda Pomak kardeşlerimizin uğradığı zülme o günkü Türkiye sessiz kalarak sonraki yıllarda Türk toplumuna da yapılacak olan zulümlere kapı aralamıştır. Yaşanan üzücü olaylar sonrası yaşanan rejim değişikliğinden sonra Türkiye’nin Bulgaristan masalarının da henüz durumu kavrayamamasından da kaynaklanan ilgisizliklerinden dolayı 1990 sonrası bir neslimizi yitirdik. Yeni bir nesil daha yitip gitmesine seyirci kalamayız.


Ancak üzülerek Türkiye Cumhuriyeti Balkan-Bulgaristan masası görevlileri hala gerekli bilgi ve birikimi tam olarak sahip olmadıklarından 1990 sonrası yaşanan durumlara benzer nesillerin Türk bilinciyle yeterli donatılamadığı ve HÖH eliyle Bulgar devleti-KGB operasyonlarına açık hale maalesef Türk devleti desteğiyle maruz kalmaktadır. Bununla birlikte Bulgar devleti-KGB etkin bir şekilde Bulgaristan’daki Türk siyasi hareketlerinde faaliyet göstermektedir. Türk devleti gerekli özeni ve dikkati göstermeden yürüttüğü faaliyetler neticesinde Bulgaristan’daki Türk siyasetine destek verdiği zanlıyla aslında tam bir Bulgar-KGB operasyonuna farkında olmadan destek olmaktadırlar. Bulgaristan devletinin çok yönlü operasyonlarını kavrayıp gerekli önlemleri alabilecek bilgi ve birikime sahip Bulgaristan masaları tesis edilerek Bulgaristan’daki Türk toplumunun ihtiyaç ve gereklerini yakından bilen uzman kişilere acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu değişikler yapılmadığı takdirde HÖH örneğindeki gibi Bulgaristan’daki Türk siyasetinin yetiştirilmiş ve yerleştirilmiş hain Türkler eliyle KGB inisiyatifine bırakılmış olacaktır. Biz, Bulgaristan Türklerini HAİNLERE OY VERMEYE MAHKUM ETMEMELİSİNİZ. “Yenikapı” mitinginde BÜYÜK TÜRKİYE RUHU DOĞDU. Bu bizim ruhumuzdur. Türk-Rus sorununda Rusya yanında yer alan ve “Yenikapı”ya katılmayan HÖH, DOST eliti bizimle olamaz, Yeni Türk Ruhuyla uçamaz onlar ancak emperiyalistlerle kanat çırparlar. Müsaadenizle panel konumuza dönüyorum. Soykırıma uğramış çok büyük bir kardeş halk olduğumuzu ifade ederken, acımasız bir haksızlığa uğradığımızı, eziyet gördüğümüzü, tüm yasalara, din ve ahlak kurallarına, insan vicdanına aykırı olarak en büyük kötülüklere maruz kalmaya zorlandığımızı hatırlatmak isterim. Biz, hayat yolları kesişen kardeşleriz. İyi kötü aynı kaderi paylaşan bizler alın yazısı işte, bir aradayız, aynı saftayız, bir akü olduk ve tüm soydaşlarımıza elektrik, aydınlık taşımaya çalışıyoruz. Asil bir görev aslında! Öz geçmişimiz bizim hatıralarımızdır. En karamsar renkleriyle bile tarih, insanın kendi geçmişidir. Çünkü insanlar ibret dersini kendi geçmişlerinden çıkarır. Gelecek ışığı insanın kendi belleğinde, kendi yaşadıklarından doğar. Biz ne kadar birlik olursak, bu ışık o kadar daha büyük ve daha uzakları aydınlatacaktır. Bu bakıma, hatıralarımız, anılarımız bir barajdır, her an elektrik, enerji alabileceğimiz bir kaynaktır. Bu bizim öz kaynağımızdır. Müslüman Türklere Soy kırım işlendiğinden söz dahi edilmiyor.


1878–1944 dönemini ele alan tarih kitaplarında ardı arası kesilmeyen göçe zorlamadan, milyondan fazla Türkün malına mülküne el koyma vahşilikten söz dahi edilmiyor. 1944 ten sonra Komünistlerin yaptıkları da yanına kâr mı kalacak, insanlığa karşı işlenen bu suçlardan ne yazık ki, bir tek kişi bile yargılanmamıştır. Bu insan hakları ihlallerinin örtpas edilmesi değilmidir. “Türkün Türke yaptığını başkasının yapamıyacağı…” sözünü doğrularcasınavKırcaali Saat Kulesi’nde, Bulgaristan’ın başka şehrinde raslanmayan bir uygulamayla her saat başı Osmanlı’dan kurtuluşunu anlatan marş çalınmaktadır. Ancak halkın artan tepkilerine rağmen, gerek STK’lar sivil toplum örgütleri ve Türk kurumlarının ilgisizliği nedeniyle bu durum 27 yıldır süregelmektedir ve kısa vadede durumun değişeceğine dair bir ışık bulunmamaktadır. Türk Belediyelerinde bu gün çocuklarımıza anavokullarında domuz eti verildiği ve anadil olarak zorla Bulgarca öğretildiği, gençlerimiz asimile edilerek dil ve dinimizi unutturulması siyasetinin Türk belediyelerin ve muhtarlıkların eliyle uygulanıyor olması planlanmış bir program dâhilinde yapıldığı kuşkularını kuvvetlendiriyor. Bulgar’ın soykırım yükü çok ağır olduğu için bu işi 26 yıldan beri HÖH ve DOST gibi statükocu partilerin eline verildi. Türkiye’ye ve Türklüğe karşı her harekete kanat açan Bulgar makamları bu defa Ahmet Doğan, Lütfi Mestan ve onlar gibi hain sürüsünden liderlere Feytullah Gülencilerle çalışma olanakları verildi onların elemanlarının önü açıldı ve devam etmekteler. Batı ve Rus emperyalizmi, Sofya hükumetlerini kışkırtarak bir asırda bütün Bulgarları Türk ve İslam düşmanı yapabildi. 1984–1989 Türklük soykırımına yediden yetmişe bütün Bulgarlar seferber edildi. Ötekileştirme ve etnik düşmanlık bir devlet siyaseti haline geldi. İsimlerimiz, mezarda dedelerimizin bile isimleri değişti, köy adlarımızı, dere, tepe, ırmak, meydan adlarımız değiştirilirken, tekrar ediyorum, tüm uluslararası ve ikili sözleşmeler ayaklar altına alındı. Bulgarlar, Türk ve Müslümanın göz yaşına bakmadı. Tek istisnasız hepimizi hedef aldı. Türkiye başta olmak üzere tüm İslam âlemi ve demokratik dünya başkaldırmasaydık şimdi hepimizin hayatı kaymıştı. Bugün savaş ateşinden kaçan 3 milyon Suriyeli kardeşimize kucak açılmış olmamız, sözlerimin inkar edilmez bir yeni kanıtı olurken, komşu topraklarında yürütülen askeri anti-terörist operasyonlarla mağdurların baba ocaklarına geri dönmeleri ortamı yaratılmaya çalışılıyor. Türkiye’den başka savaş kaçağına, sığınmacıya candan el uzatan dünyada başka bir devlet yoktur. Ne yazık ki, Türk ve Müslümanlara, İslam’a saldırı olarak 20. yüzyıl tarihini kanla yazanlar, 21. yüzyılda barbar ve vahşeti tırmandırıyorlar.


1696’da Karlofça’da başlayan Osmanlıyı Avrupa’dan kovda serüvenini, Büyük Atatürk Sakarya’da durdurmuştu. Büyük Türkiye’nin yöneticileri emperyalizmin 15 Temmuz FETÖ kükremesini önledi halkımızı Türkiyeyi yönetenler bize hepimize yeni bir DÖNÜŞEN TARİH kapısını açtılar. Allah onlardan razı olsun. Bundan sonrasının kolay olacağına inanıyorum. ARTIK OYUNU KURAN BİZ OLACAĞIZ! Türkiye Cumhuriyeti olacak. İŞTE BU GÜN DÜNYADA YAPILAN ZULÜMLERE KARŞI TÜRKİYEYİ ÖNE ÇIKARAN GÜÇ DE İLAHİ ADALETTİR. Bu toplantımıza katılan tüm dostlarımıza teşekkür eder, geldiğiniz için şukranlarımızı sunarız, Sağ olun! Var olun!

Resim Sergisini gezerken Celal hoca misafirlere tek tek resimleri anlatırken


Önce resim sergisi gezildi ve Celal ÖCAL resim sergisinde teker teker resimleri anlattı. Herkes çok etkilendi, belenede yapılan işkenceleri tek tek anlattı. Ardından Açılış merasime geçildi; Sunuculuğu Sn. Muazzez YURDAKUL hocamız yaptı, ardından açılış konuşması yapmak üzere Rafet ULUTÜRK davet edildi. Ardından sırasıyla; Afganistan’ın Faryab Valisi Said Enver Sadat Afganistan Türklerini anlattı, Işık Ahmet de Batı Trakya’daki Türklük mücadelesini anlattı, ardından KARABAĞ ile ilgili film seyredildi ve Panele geçildi. Panelde Karabağ Azatlık Teşkilatı Başkanı Akif NAGİ -Karabağ savaşında yaşananları anlattı, 2.panelist Agil SEMEDBEYLİ, ardından da Bulgaristan’da belene mahkumu olan Sabri İSKENDER sözü aldı. Böylece bir panelin sonuna gelindi ve tek tek tümkatılımcılara plaket taktim edildi.

Afganistan’nın Faryab Valisi Said Enver Sadat – Afganistan Türklerini anlatırken


Yunanistan’dan Işık Ahmet de Batı Trakya’daki Türklük mücadelesini anlattı

Azerbaycan Bakü’den Karabağ Azatlık Teşkilatı Başkanı Akif NAGİ – Azerbaycan Karabağı savaşında yaşananları anlatırken


Tüm Azerbaycanlılar Birliği Genel Başkanı Agil SEMEDBEYLİ-Bakü-Azerbaycan

Bulgaristan – Sabri İSKENDER Belene Mahkümü Belenede kaldığı yıllarda orada yaşadıklarını anlatırken.


PANELE KATILAN TÜM KATILIMCILARA PLAKET TAKTİMİ ESNASINDA





“Türk Dünyası’nda Kadın” Konferansı BULTÜRK Derneği , Bayrampaşa Belediyesi, Moldova Dostluk-Kültür ve Dayanışma Derneği ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (Bilim KuruluBGSAM) ortaklaşa “Türk Dünyası’nda Kadın” konulu Uluslararası konferans düzenliyoruz. Burada amacımız, sadece tarihi bilgi vermek değil, Türk Dünyasında bu günkü kadının yerini tespit etmek ve geleceğe yönelik hedeflerimizi belirlemektir. (Bu konferansımızda bu alandaki bilimsel çalışmaların mesajları milli ve Milletlerarası ortamlara aktarılacaktır.) Derneğimizin buradaki hedefi, bu etkinlik ile uluslararası bir platform oluşturmak, bu konunun sadece bizim toplumumuzun ilgi alanında kalması yerine uluslararası ortamlara da iletilmesini sağlamaktır. Bunun gayreti içindeyiz. Bu nedenle, Türkiye’de akredite olmuş basın-yayın kuruluşları aracılığı ile evrensel mesajların ve bildirilerin dünya medyasına aktarılmasını arzu etmekteyiz. Bu niyetimizi ve amacımızı gerçekleştirebilmek için yerli ve yabancı kuruluşlara davetiye gönderdik. Konferans sonunda ayrıca bir sonuç bildirgesi yayınlayarak tespitlerimizi ve önerilerimizi kamuoyu ile paylaşacağız. Bunun yanında sosyal medya aracılığı ile de sadece İstanbul’da 1 milyon, Türkiye de genel nüfusun %10’nu oluşturan Bulgaristan Türküsoydaşlarımıza, Bulgaristan’da ve Avrupa’da yaşayanlara da duyurulacaktır.


Ayrıca, bu toplantı sebebi ile önümüzdeki Mayıs ayında Bulgaristan’da yapılacak olan AB Parlamento ve Erken Genel seçimlerinde özellikle kadın adayların ön plana çıkarılması konusunda duyarlılık oluşturulacaktır. Bu konferans Bulgaristan’daki tüm siyasal partilerin kadın aday göstermeleri konusunda teşvik edici ve itici olmasını ümit etmekteyiz. “31 Mart 2019 Yerel Seçimler”de Türkiye’de yaşayan ve göçlerle 10 milyonu aşan Bulgaristan Türklerinin oy kullanmaları konusunda bilinçlenmeleri sağlanacak ve AB vatandaşları da olmaları nedeniyle Türkiye’nin uluslararası düzeydeki kazanımlarına yenilerinin eklenmesini. En büyük arzumuz Türk-İslam değerlerinin yaşadığı coğrafyalarda yeniden kardeşliğin hâkim olmasıdır. Bu kapsamda yerli ve milli anlayışın daha da güçlenmesine katkı yapmak en başta gelen faaliyetlerimiz arasında yer almaktadır. Bu davamızda siz değerli basınyayın kuruluşlarının büyük desteğine ihtiyacımızın olduğunu özellikle belirtmek isteriz. Neden İstanbul? Sadece İstanbul genelinde 93 harbinden günümüze kadar göçlerle 1 milyonu aşan Bulgaristan Türklerinin Balkanlara öncülük etmesinin Türk dünyasında etkisinin daha büyük olacağı kanaatindeyiz. Bizim soydaşlarımız, Derneklerimizin toplumsal fayda sağlayacak etkinliklerine yoğun ilgi göstermekte, milletin geleceği ve yararı için aldığımız kararları desteklemektedir. Ancak daha etkin bir katılım ve etkileşim için medyamız faaliyetlerimize daha fazla yer vermesinin öneminin bilincindeyiz. Bu bağlamda BULTÜRK Derneği olarak, yaptığımız, yapacağımız çalışmalarımızı yazılı görsel basın-yayın ve sosyal medya ve bilişim araçları ile herkese ulaştırmak istiyoruz. Bundan böyle çok daha güzel etkinlikler, çalışmalar yapmak için elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Destek Sizden, Hizmet Bizden, Öneriler, projeler sizden, bunlara yön vermek hayata geçirmek bizden olacaktır. Saygılarımızla,

Rafet Ulutürk BULTÜRK Derneği Genel Başkanı


Konferans Programı 08 Mart 2019 – Cuma Konferansa Gelenleri Karşılama 18.00 Otele Yerleştirme 09 Mart 2019 Cumartesi 12.00 – 13.00: Mehmet Akif Ersoy Kültür Salonu’nda Çay ve Kahve İkramı 13.00: Açılış Sunucu: Zeynep KÖŞKER Saygı Duruşu ve İstiklâl Marşı BULTÜRK-BGSAM Tanıtımı Slayt Gösterisi – 8 dk. Selâmlama Konuşmaları (Protokol) 15.30 II. Oturum: Oturum Başkanı: Oya CANBA ZOĞLU, BULTÜRK Derneği Genel Sekreteri Konuşmacılar: * Fatma AKTAŞ – Avrasya Vakfı Başkanı – Hollanda * Seniha RASİM – Avrupa Bulgaristan Türkleri Derneği Genel Başkanı – Almanya * Vera ERTURUL – Gagauz Dostluk Kültür ve Dayanışma Derneği Kadın Kolları Başkanı * Sema Uygur Bıdak (İsa Yusuf Alptekin Vakfı ve Doğu Türkistan Vakfı Kadın Kolları Başkanı) * Havva Pehlivan ÖZGÜR – Bulgaristan * Bayır-Bucak Türkmenleri Temsilcisi 17.30:Kapanıs

İletişim İçin ; Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği – www.bulturk.org.tr 34045 – Bayrampaşa / İstanbul Telefon : +90 212 511 63 47 E-Posta : bilgi@bulturk.org.tr




Sultanbeylide Konferansta Konuşma Rafet ULUTÜRK

Saygıdeğer konuklar; bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya Bozkırlarından yola çıkarak Anadolu’dan önce Türkleşen Bulgaristan’a ulaşan bu toprakları da Türk-İslam Âlemine katan EVLAD-I FATİHANLARIZ. Öncelikle Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ’NÜ anlatmak üzere yapmış oldukları davetten dolayı Furkan Kardeşime ve emeği geçen tüm ekibine huzurunuzda teşekkür etmek isterim. Öncelikle, Bulgaristan göçmeni olarak soydaşlarımın karşılaştıkları sıkıntı ve sorunlar beni de yakından ilgilendirdiğinden bu sorunların çözümüne katkı sağlamak adına Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği “BULTÜRK” çatısı altında hem Genel Başkan olarak hem de BULTÜRK gazetesi sahibi olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz. Değerli katılımcılar; Uzun yıllar boyunca bu faaliyetlerden elde ettiğim birikimler çerçevesinde Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI konusunu burada sürem el verdiği ölçüde özetlemeye çalışacağım. Bulgaristan benim memleketimdir. Toprağını sürdüğüm, ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim memleketine âşık biri olarak doğduğum evin kapısı açık, lambası yanık olarak bırakarak buraya göç ettik. Atalarımın mezarları ve mirasları, çocukluk hatıralarım, “vatan” sevgim orada kaldı. Konum itibariyle dünyadaki sayılı girift coğrafyaların birinde bulunduğumuzdan çokça ezildik, sürgünlere maruz kaldık.


Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde monarşi zulmünü yaşadık. Ama bununla da kalmadık. Gerek Çar Ferdinand, gerek Çar III. Boris veya komünist diktatör Jivkov dönemlerinde Türklerin maruz kaldığı zulümler, tahammül sınırlarını epey zorlamış ve dönem dönem büyük göçlerin yaşanmasına neden olmuştur. Osmanlı yüzyıllarca yatırım yaparak Bulgaristan’da ticari, zirai ve kültürel olarak kalkınmasında gösterdiği atılımlardan sonra, Rus istilası sonrası 1878’de çekilirken ardında binlerce cami, saray, konak, mescit, medrese, köprü, çeşme, geçit, köy ve kasaba miras bıraktı. Bulgar tarihinde en önemli yıl 1878 Rus-Türk harbi sonrasıdır. O, bir sayfanın kapandığı ve yeni bir sayfanın açıldığı yıldır. Dönüp geriye bakmak, bazen insanları ikiye, üçe, beşe böler, birbirine düşman eder, toplumu karıştırır ya da kaynaştırır, birleştirir veya birbirine düşman eder.Bulgaristan ve Türkiye aynı aileden bir birinden koparılmış kardeş iki komşu devlet. İnsan kardeşini ve komşusunu kendisi seçemez. Ne var ki, dünyadaki acıklı kavga, kardeş kavgasıdır. Bunu da en iyi bilen Türklerdir. Basit bir husumetten savaşa kadar uzanan çizgide tarihimiz boyunca pek çok devlet kardeş kavgası sonucu yıkılmıştır. 1877–78, Ruslarla Osmanlının son kez birbirine kıyasıya girdiği zamandır. Ardından iki imparatorluk da çökmüş ve dağılmıştır. Osmanlıdan doğan devletlerin toplamı 44’tür. Bulgaristan, bu “kardeş-devletçikler ailesine” Yunanistan ve Sırbistan’dan sonra girmiştir. Balkanların göbeğinde, Osmanlı devletinin ve O ZAMANLAR Rumeli Beylerbeyliği topraklarında bulunurdu. Bulgaristan’ın doğum tarihi 1878’dir. Okul yıllarında, bizi, Bulgar öğrencilerle birbirimize düşüren hep “93 harbi” olmuştu. Bu savaşın “bir saldırı harbi mi?” yoksa bir “ kurtuluş savaşı mı?” olduğunu tartışırdık. Tarihin genel geçerli gelişim yasaları, kategorileri, kıstasları, değer yargıları, süreçleri, devrim, isyan ve evrim gibi temel değimleri vardır. Biz o zaman bunların ne anlama geldiğini pek bilmesek de arasız bir birimizle didişiyorduk. Osmanlı ile Rusya imparatorluğunun iki feodal saltanatlık düzeni olduğunu öğrenmiştim. Türkiye tarih literatüründe pek kullanılmayan Fransız kökenli “ Formasyon” deyimini de o zaman öğrenmiştim. Çağları birbirinden ayıran, belli bir şekillenme, oluşma ve olgunlaşma süreçleri olarak benimsedim. Anlamı, yeni olan her zaman eskinin bağrında oluşur ve hayat hakkı ister, şeklinde girdi kafama. Bulgaristan yeni olansa, neden “Plevne Savaşında”, neden “Şipka Tepesinde” doğdu? Yeni olanın ebesi SAVAŞ mıdır? Gibi sorunlar beni çok ilgilendirmiştir. Bir de, aklımdan çıkmayan, dedemi öldüren, soyumu vatan toprağından söküp atan Rus Çarına “kurtarıcı diyemezdim” O benim atalarımın katiliydi….


İşte bu tabloda, ölümüne birkaç yıl kalan Rus Çarı 2. Aleksandır, 1877’de Tuna’dan, Kara Deniz ve Kafkaslar üzerinden Osmanlı’ya saldırıya geçerken her iki imparatorluğun da tarih takvimindeki zamanı dolmuştu. Her ikisinin de, yılları sayılı, eski büyük devletler olduğunu öğrendiğimde, parçalanma anlamına gelen yok oluşun, yeni ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler doğurması zorunluluğunu ise, henüz anlayamıyordum. Bir de Osmanlı’da farklı dinlerin ve milletlerin kokuşmuş bir “ümmet topu” içinde barındığı gerçeği vardı. Bulgaristan için, eski olanın sonu ve yeni olana hayat hakkı tanıma anlamına gelen “93 harbi” tam bir asır önce 1774’te, Silistre yakınlarındaki “Küçük Kaynarca’da”imzalanan bir anlaşmada mayalanmıştı. Ruslara Osmanlı topraklarındaki Hristiyanları denetleme ve koruma hakkı tanıyan bu antlaşma, Osmanlının ümmet topunu delmişti. Başka bir değişle, o zamana kadar yekpare olan OSMANLI MERMERİNİ çatlatmıştı. Halk dilimizdeki “dananın kuyruğunun koptuğu yer” işte bu anlaşmada Rus Çarına tanınan haklardı. Kritik nokta, diplomatların gözden kaçırmadığı noktadır. Osmanlı hanedanı bu hassasiyete duyarlı olup, bir büyük savaş patlamasına yol vermemek için, 1872’de özel bir fermanla Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi’ni Rum kilisesinden ayırmış ve Ohri Gölünden Kara Denize kadar Bulgar kilise ve manastırlarından Rum Papazları kovmuştu. Fakat Osmanlıya saldırmak için fırsat kollayan Rus Çarı’nın stratejik hedefi, sıcak denizlere inmekti, savaşa vesile yaratmak için dini azınlık hakları telini çalıyordu. Yalnız bu mu? Hayır, şu da vardı. “Küçük Kaynarca” dan tam 50 yıl evvel, “Aton” Manastırı ruhani liderinden olan Payisiy Hilendarski, “Islav Bulgar Tarihi” eseriyle Bulgar maneviyatına etnik diriliş suyu vermişti. O, Bizans ve Osmanlıda uzun süre kalan ve öz tarihini unutmak üzere olan Bulgar hafıza küpünün dibine inmeyi başarmış ve “Bulgarların soyu sopu, dil, din, alfabesi, hatta Bizans İmparatoru 1. Nıkifor’u yenen ve kellesini şarap tası yapan Krum gibi ünlü Çarları olduğunu gün ışığına çıkarmış ve kulaktan kulağa yaymıştır. Böylece Bulgarlar bizim tarihimiz var bilincine uyanmıştır. Çocukluğumdan kalan işte bu öykülerde, Rus Çarı’nın Osmanlıya saldırısı Bulgarları kurtarmak için özel olarak yapılmıştı. Büyük bir fedakârlıktı. Hatta bedeli asla ödenemeyecek kadar büyük olan, bir “Kurtarıcılık Misyonu” idi. Dolayısıyla benim Ruslara olan “minnet borcumuz” onların dedemi katletmesinden kaynaklanıyordu. Beynime çizilen tabloda, hep boynu bükük olmak Türklere haktı. Çünkü biz Bulgaristan’da kalan Osmanlı kırıntılarıydık. Bizim uyanıp bilinçlenmemiz içinse, sürekli baskı altında, suçlu durumunda, ezilmeyi hak etmiş mahkûm vaziyette olmamız isteniyordu.


İyilik ile kötülük arasındaki bitmeyen kavgada, insan düşmanlığı, tatmin olmayan bir hırs ve sürekli böbürlenme ihtiyacı ve her defasında haklı ve bataklığın üzerinde leke gibi ama mutlaka üstte olmak bir nitelikse, TARİH-ANA İRADESİNDE VE RUHUNDA BİR EKSİKLİK YA DA FAZLALIK OLAN İNSAN TİPİ YARATMA KABİLİYETİ Mİ GİZLİYOR? İnsan doğuştan kimseye düşman değildir. İnsan doğduğunda kim olduğunu bilmez. Sevgi, saygı, adıl olma, dostça davranma ve kardeşçe yaşama gibi, kin, nefret, öfke, tahammülsüzlük, düşmanlık, ayrımcılık, ırkçılık vesaire eğitim sonucu ve yaşadığı çevresi ve kısaca toplumun ürünüdür. Olumlu olan ve Olumsuzluk tarih küpünde gizlidir. Onları bireysel ve toplumsal hafıza küpüne depolayan da tarihtir. Ne yazık ki, yalnız tek kişinin değil, kavimlerin, soyların, milletlerin ve halkların da hatıra havzası böyle oluşur. Belki de, insanoğlunun en üstün hünerlerinden biri, gerçek bir mücevher olan anılardan, herkese ve tüm topluma yararlı, ustaca yararlanmaktır. Bizim analiz nesnemiz Bulgaristan ile Türkiye’dir Bulgaristan’da değişen pek bir şey yok. Benim gençliğimde, kitapların resimlediği, radyoların anlattığı, gazetelerin yazdığı, tarih ve edebiyat hocaları tarafından bilmemiz istenen ne varsa bugün de az farkla yine aynıdır. Her yıl, milli bayram, 3 Mart’ta “Şipka” tepesine çıkıp 20–30 fesli ve sarıklı askerlerin boynu kılıçla kesilir. Ruslara teşekkür edenler yeni sözler bulmakta zorlanırlar. Biz, Türk olsak da, Bulgaristan Halkı Adına teşekkür edilirken, paketin içindeyiz. Dedelerimizi kıyıp geçen Moskoflara aman ne iyi ettiniz de Osmanlıyı Plevne’de yendiniz, Osman Paşayı Şıpka’dan kovdunuz, Bulgar halkını sözüm ona “esaretten” kurtardınız diye sevinemeyiz. Kendini bilen, dedelerini öldüren katile hiç minnet duyar mı? Bir bakıma, biz Bulgaristan’da kalan Türk ve Müslümanlar, tamamen çarpık ve iliklerine kadar Osmanlı Türk ve Müslümanlık düşmanlığı dolu bir ruhla oluşan Bulgar kimliği karşısında, hep ezilmişlik hissine kapıldık. Ancak dirilen Bulgar ulusal kimliğinde asla yerimiz olmadığını anladığımızda Türklük bilinci yeşererek bünyemizde filizlendi. Bizleri sönmüş olan ümmet bilincinden uyandıran Bulgar milli duygusunun kabarmasıdır. Bu 140 yıldan beri devam eden “etki-tepki” şeklinde gelişen iki taraflı bir süreçtir. Ana dil, din, kültür ve tarih ve perspektif olarak tamamen farklı olmamız ve birbirimizin içinde eriyerek bütünleşmemizin mümkün olmaması gerçeği, bu süreci pekiştirmiş ve ulus Bulgar devleti yapısının “çok kültürlü yapılanmayı kabul etmemesi” de kızışan çekişmelerin kopma noktasına taşımıştır. Atalarımız, Bulgaristan koşullarında “ümmet” kabuğu içinden Türk kimliğini böyle çıkardı. Aynı topraklarda reformcu Rusçuk Valisi Mithad Paşa tarafından ekilen yenileşme tohumlarında, Türkler için herhangi bir ayrıcalık olmadığından, Biz Bulgaristan Türklerinin Türk kimliğini çağıran milli uyanışımız Bulgarlardan 60–70 yıl geç olmuştur.


Bu bakıma biz yenilenme sürecinde, dönüşüm hamlelerinde taşıyıcı rol üstlenemedik, kendimizi icraata geçemeden hamasi sözlerle avuttuk. Kendimizi tanımlamak bir tarafa başkaları tarafından Bulgaristan Müslümanları, Bulgaristan Türkleri vsy. olarak tanımlandık. Benzetmesi şudur. Biz Bulgaristan Türkleri kilise avlusuna bırakılmış bir Müslüman çocuk olarak yetişmek zorunda kaldık. Ayinlere katılmasak da, ortak sofrada yemeyi kabul ettik. Çölde susuz kalanlar olarak tarihimizden ve dinimizden gelen serap pınarlarıyla avunduk. Tarih boyu mayalanıp oluşan Bulgar milli bilinç tohumunu “çatlamasında” iç faktörler kadar dış etmenler de rol oynamıştır. Bu bilincin içine Osmanlı düşmanlığı zehrinin şırıngalanmasında 19. yüzyıl Batı ve Doğu burjuva aydınları bu ocağa kömür atmışlardır. Volter’den, Victor Hugo’dan Dostoyevski’ye kadar keskin kalemlerin hepsi birlik olup Boğazlardaki “hasta adamı öldürmek” istemiş tirler. Yani Türklüğü ve İslamiyet’i yok etmek uğruna eylem birliği yapmışlardır. Ters bir örnek vermek istiyorum. Belki konu daha açık görülebilir: Klasiklerinden Karl Marks ile Fridrih Engels bile “Orient” ve Rus – Osmanlı Savaşı üstüne yazılarında, “bir saldırı savaşıdır”,“Rus İmparatoru 2. Aleksandır’ın kanlı istila savaşıdır” gerçeğinin altını kalın çizmişlerdir. Sosyalist bir ülkede eğitim alsak da biz bunları çok sonradan öğrendik. Bulgaristan’da yaşayanlar hala hakikati okuma veya işitme imkanı bulamıyordu. Çünkü baş tacı edilen bu iki deha toplu eserleri Bulgarca 56 cilt olarak basılmıştı. Oysa orijinali 153 cilttir. Marks’ın “cennet” olarak tanımladığı Osmanlı üstüne yazılanın da yer aldığı 97 cilt rafa kaldırılıp, yok sayılmıştı. Yani Bulgarcaya bu 97 cilt tercüme edilmemişti. “Gerçekleri karartma” ile tarihi çarpıtan makinenin kapasitesi büyük, dişleri kocamandı. Zavallı insanlarımızı çarpık, eksik ve yanlış bilgilendirme, gerçekleri öğrenme yolu tıkalı, korku ortamı toplumun bilgilenerek uyanışına büyük bir settir. Bizde de öyle olmuştur. Şimdi sizlere tam bu konuda tezimi destekleyici bir somut örnek sunmak istiyorum. Plevne kuşatıldığında yerli Bulgar erkân, çorbacılar, Papaz önde Osman Paşa kurmayına gider. “Koruyun, kurtarın bizi” diye söze başlayan Papaz, 3 torba altın çıkarır. “Buyurun Paşam, uygun gördüğünüz gibi harcayın ama bizi savunun!” Şu örneğim de Plevne’den. Bulgar Çarı Ferdinand Londra ziyareti esnasında Lortlar Kamarasında şöyle bir ricada bulunmuştur. “Beyler sizden Plevne toplu mezarındaki Osmanlı kemiklerini almanızı rica ediyorum. Çünkü Bulgar halkı uyuyamıyor, Osmanlının hortlamasından korkuyorlar.” Lortlar, bu ricayı ciddi bulup gereğini yapmışlardır. Bir kısım toplu mezarlar açılmış, kemikler çıkarılıp sandıklar içinde Varna limanından İngiltere’ye taşınmış ve öğütülüp ormanlara saçılmıştır.


Bir not: İşte yeni Büyük Türkiye olduğumuz takdirde bu kemiklerin serpildiği ormanları bulup oraları TÜRK ŞEHİTLİĞİ YAPMAMIZ GEREKİR. İşte ancak o zaman Büyük Türkiye olmuş sayılırız. Not: Plevne toplu mezarda 123 bin Osmanlı askeri gömülüdür. Bir örnek daha ilave ederek, Bulgar devlet adamlarının Osmanlı mirasçısı yerli Türkler hakkında düşündüklerini ve aldıkları tavrı açıklamak istiyorum. Osmanlıdan koptuktan sonra Bulgar Prensliğine en uzun zaman Başbakan olan Stefan Stanbolov öldürüldükten sonra Mecliste okunan raporda, Osmanlı Bankasından 80 bin altın borç aldığı ve bu parayla göçe zorlanan Türklerin tarla, çayır, koru ve ormanlarını aldığı açıklanmıştır. Bu zihniyet 140yıldır süre gelmektedir. İnsan ve toplum gücünü geçmişinden, tarihinden alır. Plevne yamaçlarında yükselen ve Tuna’dan görünen bir Osman Paşa anıtı, Şipka Doruğunca göklere uzanan bir Süleyman Paşa anıtı dikilemedi. Anıtlar taş ve beton yığını değil, tarihin sembolleri, şehitlerin ruhu ve tarihsel bütünlüğümüzün simgesidir. Mezarlıklarımızın sürülüp tarla yapılmasına göz yumamayız onlar bizim tapumuzdur. Ana konu budur. Biz, 20. asır boyunca “Türk tehlikesi”, “5-inci kol ordu” ve halen “Ilımlı İslam tehlikesi” gibi her gün yağan ideolojik zehir yağmuru altında yetiştik ve yaşıyoruz. 1878’de biz Türkler Bulgaristan nüfusunun % 64’ünü oluştururken, şimdi % 15’e düştük. Bulgaristan’da Malımızı mülkümüzü bıraktık da kaçtık. Tazminat almayı düşünen dahi olmadı. Her şeyimiz onlara Bulgar Devletine kaldı. Oysa şimdi yine Rusçu, sol marjinal zümre, Bulgarların 1912’de Edirne saldırısından geri çekilmelerinden sonra uğradıkları kayıplar için 10 milyar dolar talep etmeye hazırlanıyorlarmış. Bu hortlama sahnesi, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan sıfatıyla Sofya meclisine yaptığı ziyaret sırasında da oynanmıştı. Oysa iki devlet arasındaki geçmişe ait sorunlar 1925 Ankara Antlaşmasıyla kesin çözüm bulmuştu. Onlar 1912 yılı mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyorlar, ama bizler 1877’den günümüze kadar yaşadığımız mağduriyetleri dile getirmekten bile aciziz. Tarih kaşımaya uygun bir yaradır. Çünkü Bulgaristan kurulduğundan beri Bulgar Devlet Ağcı Türklere karşı hep dikenli, meyveleri hep acıydı. Geçmişe daha farklı bir açıdan da bakabiliriz. Tarih akışı içinde olayların çarpıtılması. Bilirsiniz San Stefano–(Yeşil Köy) Antlaşması din ve dili bilinen ve Osmanlıdan önce aynı topraklar üzerinde tarihi olan, Doğu Ortodoks Hıristiyan Bulgar ırkına kendi başına ruhen var olma hakkı tanıdı. O zaman Rumeli’de kalan Müslüman halk topluluklarına, yuvanızı bozmayın, kalın kaldığınız yerde, dendi.


Ne var ki, Osmanlı Padişah’ının Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlarından kovan 1872 Fermanına göre çizilen San Stefano sınırları, Batılı Büyüklerin gözüne battı. Hemen toplanan Berlin Konferansı, “Bize Padişah’ın yaptığı iyiliği kimse yapmamıştır” anlamındaki Bulgar minnettarlığı yerine, yeniden çizip biçerken Bulgar Prensliği sınırları içine Türk düşmanlığı tohumu ekildi. Bulgar Prensliği’ne ancak Tuna boyu ve Sofya ilinin tahsis edilmesi SÖNMEYEN BİR HUSÜMET OCAĞI ATEŞLEDİ. Bu ateşi yakan Osmanlı Padişahları değildi. “Daha fazlasını hak etmek için Padişaha küfredeceksiniz, Türklere kök söktürecek-siniz” diyen “kurtarıcılar” ve “uyumlu yaşama ihtimalinden endişe duyanlardı. Osmanlı devrinde Balkanlarda kurulan iyi komşuluk ve yardımlaşma ortamından korkanlar vardı. Olayı daha büyük bir mercek altına çekelim. Bulgar tarihinin daha da derinlerine inip birkaç özelliğe işaret edelim. Bulgarlar, Payisi Hilendarski’den sonra, tarihini bilen bir millettir. Hazar bozkırında komşuluk yapmış olsak da Balkanlara bizden 700 yıl önce gelip 861’de Birinci Bulgar Çarlığı Kurdular ve 3 sene sonra Bizans dinini devlet dini ilan ettiler. O dönem tarih yazan kılıç Bizans’ın elindeydi. Gelen göçebelerin çadır kurduğu topraklar onundu. Bulgarlar, bir de kalem tutmayı ve okumayı sever. O zamanlardan kalan büyük eserlerden biri Kiril Alfabesidir. Bu yazım, Çar I. Boris’in oluşturduğu Preslav ve Ohrid aydın ruhunda yetişen Kiril ve Metodiy kardeşlerin yaktığı sönmez çıradır. Yeri gelmişken, değinmeme izin veriniz, geçmişte Bulgaristan’a karşı şiddetlenen siber saldırı, Bükreş’te düzenlenen uluslararası güvenlik konferansında eski Cumhurbaşkanı Rosen Pleneliev tarafından kınandı. O, siber saldırının Moskova’dan geldiğine işaret etti. Kendine has megalomanlıkla, hemen cevap veren Putin, “unutmayın yazdığınız yazının harflerini biz verdik” dedi. Büyük aydınlıkçı Kiril ve Metodiy kardeşlerin dev eserini çalmakla, Yakın Doğu petrolünü çalmak arasında fark göremiyorum. Bu örneklemeyle de tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu, derinliklerinden kötülük, husumet ve düşmanlık mayası çıkarılabileceği gibi, iyilik örneklerinin çıkarılmasının da mümkün olduğunu söylemek istedim. Evet, Devam edelim, Ne var ki, güneş batımından önce meydana gelen, değineceğim olay, karanlığın 168 sene sürmesine neden oldu. 29 Temmuz 1014’te Bulgar Çarı Samuil “Belasitsa” Savaşı’nda Bizans İmparatoru 2.Nikifor’a yenik düştü. 14 -15 bin Bulgar esirden yüzde biri tek gözlü bırakıldı. Ötekiler hepsi kör edildi. “Hıristiyanlığı kabul etmezseniz kaderiniz budur!” dersi orada verildi.


Bulgar köylerine birer birer dağıtıldılar. Halkın ruhu ve iradesi kırıldı. Askerlerinin halini gören Samuil kayıp gitti. Rumeli’de 200 yıl kuş uçmamıştı. Evet, gerçekleri gün ışığına çıkartma zamanı geldi. Bulgar halkına bu acı sanki azmış gibi, ruhu daha da oyuldu. Balkanlara ruhsal iyiliği seven “Tangra” Tanrısıyla gelmişlerdi. Canları pahasına dayatılan Tanrı, Baba ve Oğul imanı, din ve ibadet dillerini değiştirdi. Bulgarların Hristiyanlığı gönüllü kabul ettiklerini yaza yaza yazar olan bilim adamlarına selamım var. O iş, o zaman, dediğiniz gibi olsaydı, 1168’den, yani İkinci Bulgar Çarlığı’nın dirilmesinden – 1396’da Bulgarların Osmanlıya katılmasına ve Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlardan kovan 1872 Padişah Fermanına kadar, din özgürlüğü ve DOĞU ORTADOKSLUĞU OLUŞTURMA mücadelesini anlamak mümkün olamaz. Olaya böyle baktığımızda, Küçük Kaynarca’dan “93 harbine” kadar Rus İmparatorlarının Bulgarlar arasında neden din kışkırtıcılığı yaptığı da kolayca anlaşılmaktadır. Eğer Bulgar halkının özünde Tangra’dan gelen iyilik kutsallaşmamış olsaydı; bu halkın Bizans’ta her gün yaşadığı bitmeyen ve din değiştirme zorbalığından kaynaklandığına inandığı eziyete şeytan çilesi demezlerdi, isyan edip BOGOMİL HAREKETİ – (Tanrısını sevenler hareketi) alevlendirmez ve yanmaya gönül vermezdi. Bu olay 1000 yıl önceki Bulgar toplumu için ruhsal olanı belirleyendir. Buralara gelen dervişler doğanın felsefesinde sevgi ruhunu güneşle kavuşturdu Karşımıza çıkan Bulgar ruhunun bir milenyum boyu süren, ezen ile ezilen boğuşması sahnesinde, şu gerçek yani Tırnono Patrikliği’nin “Tanrı sevenleri” bir “tarikat”, bir “eres”olarak lanetleyip, taşlatması, Batılı Kralların ise “yakalandıkları yerde yakın” buyruğu belirleyici oldu. İyilikleri yaşatmak için çıkarılan fermana rastlamadım. İYİLİĞİN geçmişe ait olduğu kadar, bugüne ve yarına da ait olduğu için ölümsüz bir umut, en ağır balyoz altında bile asla ezilip yok olmayan, bir cıva tanesi gibi ancak saçılan, saçılıp zaman içinde hep var olan, olduğunu görebildikleri için, Osmanlı dervişlerine huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca 1952’de Bulgaristan’a gelen Nazım Hikmet Dobruca’yı köy köy gezerken yaptığı konuşmalarında, Bulgar idaresinin Türk-Bulgar ayırımı siyasetini tuzla buz etmiş, ektiği fikirler 5-6 senede yeşerince, Bulgaristan’da medeni anlamda Türk kimliği yaratılmasında, okul, lise, pedagoji mektepleri ve din okullarımız ve hatta Sofya Üniversitesinde Türkçe tedrisatlı 4-5 fakülte açılmasına temel olmuştu. Nazım’ın fikirlerinin Türklük çırası gibi yandığı yıllar “Bulgaristanlı Türklerin altın çağıdır.” Totalitarizm karanlığına rağmen bizi ısıtan ruhsal ocağımızdır. Bir örnek, kısa zamanda birçok Türkçe gazete ve dergi ve 560 Türkçe kitap basılmıştı. Bizler iyiliğin ölümsüzlüğüne inanıyoruz.


Bulgarların bizi, bizim de onları anlayabilmemizin ve kardeşçe, komşu komşu beraber yaşamamız için gerçeğin 2 yüzünü de tarih suyunda yıkamak zorundayız. Analizimiz, Bulgar gerçekliğinde bu iki yüzden birinin küflenip paslandığı, propaganda ile karartılan, ters yüz gösterilen dünya ve tarihin gün ışığına çıkarılabileceği inancımı artırıyor. İşte böylece BUGÜN VE YARIN bölümüne geçtik. 1908’de Çarlık olarak dirilen Bulgaristan bugün bir parlamenter cumhuriyettir.

140 yıllık yeni tarihinde 3 Anayasa değişti.

1-Birincisi monarşiyi yasallaştırdı. 2-1947’de kabul edilen ikincisi Komünist Partisi yönetiminde halk idaresi, dedi. 3-1992’de kabul edilen üçüncü anayasa sosyal, demokratik düzen dese de, hiç birinde “adalet, mülkiyetin temelidir” ilkesine yer verilmedi. Bu anayasaların hepsinde belirtilen, yasama, yürütme ve yargı ayrımı asla uygulanmaması, anayasada yer almayan “kişisel idare”, “şahsi rejim”, “diktatörlük”, “faşist monarşi”, “totalitarizm” ve bir otokrasi erki için kullanılan diğer tanımlarla zulme, baskı ve teröre dayanan rejimler hep iktidarda bulundu. Zorbalığın sivri ucu tek uluslu Bulgar devleti kurulurken hep etnik ve dini azınlıklara yöneldi. Bogomil ruhuna kazınmış “eşitlik ve kardeşlik”ilkesi, 1795’te Fransız burjuva devriminde de, ana slogan olsa da, Bulgaristan’da hep, daha kötü günler için, bir yerlere saklanmış kaldı. Bu dönemde azınlıkların, Türklerin ve diğer Müslümanların menfaatlerini de gözeten başbakanlar görev başına gelmedi mi? Geldi. Aleksandır Stanboliyski – Bulgaristan Çiftçi Partisinin lideri öyle biriydi. Türklerin ekonomik ve kültürel haklarını destekledi. Türk okullarına birçok yerde devlet ve belediye mülkünden toprak verdi. Sonra Vılko Çervenmkov da 3-5 sene özgün kültürümüzün serpilip açmasına olanak verdi. İlkokullardan başka liselerimizi açtık, gazetelerimizi çıkardık, büyük sayıda kitap bastık, radyo yayınlarımızı başlatmıştık, özenci sanat canlandı, tiyatrolarımız açıldı. Ama çok kısa sürdü ve artık 60 yıldan beri özlediğimiz yıllara dönemiyoruz. 1878’de Osmanlı’dan kopan Prenslikte bir etnik ve dini azınlık olarak kalan Türklerin geleceği anayasaya ve yasalara işlenmedi. Çok etnikli oluş ve farlı kültürlülük yasalara girmedi. Osmanlı feodalizmi içinde uyanan, Aydınlanma Çağı yaşayan Bulgar milletinin kapitalist bir düzen kurmaya, yani demokrasiye, yani toplumsal ayrışıma, yani tüm azınlıkların haklarını tanımaya açılması gerekiyordu. Beklenen buydu. Hayal edilen ile uygulanan birbirini tutmadı. Aslında Bulgar ulusal devrim hareketi programını Yunandan kopyalamıştı ve bu bakıma baştan aşağı aldatmacaydı.


16 Nisan 1879’da Tırnovo’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen BURJUVA ANAYASASI, Hollanda Anayasası’ndan kopyalanmıştı, Hollanda sömürge metropolü, azınlığı olmayan bir devletti. Fakat anayasal Prenslik hedeflendiği için bize en uygundu. Bu anayasa 68 yıl yürürlükte kaldı ve Berlin Anlaşması maddeleri değiştikçe, o da ayarlandı. Bugünümüzün daha kolay anlaşılması için bir örnekleme yapıyorum. Berlin Anlaşmasının ilk şeklinde “Bulgaristan’a Bağımsızlık Tanınması” maddesi yoktur. Rus İmparatoru 2-nci Nikolay’ın dayatması sonucu bu yöndeki değişiklik yapıldı. Başka bir misal: Anayasası’nın orijinalinde Prensi’nin Doğu Ortodoks Dinden olması şartı vardır. Ferdinand Katolik’ti. 1908 – 1918 arası Üçüncü Bulgar Çarlığının ilk Çarı olabilmesi için veliahdın Doğu Ortodoks Dininden olması şartını yine Rus Çarı İkinci Nikolay getirdi. Oğlu Üçüncü Boris vaftiz etti. Tangrı ilahının Hıristiyanlıkla değiştirilmesinden sonra, Rumeli’de din, dil, mezhep değiştirme işlerinin başka renkler alıp, “çıkar gereği” yapıldığını da görüyoruz. Kuşkusuz ardından daha 1912’de tüm Pomakların vaftiz edilişi, minarelerin yıkılıp, camilerin kiliseye döndürülmesi trajedisi yaşandı. 1936 ve 1942’de vsy. Pomakların isim ve dinlerine daha şiddetli bir saldırı geldi. 1950’lerden sonra Çingeneler Bulgarlaştırıldı. 1972’de Pomakların tamamına din ve dil haklarını yeniden kaybetti. 1984-85’te 1 milyon 250 bin Türkün isim, baba adı ve soy atlarının 3 ayda değiştirilmesi, dil ve din yasağı, Müslüman ahlakı kapısına anahtar vurulması sabır taşırdı. Halk ayaklandı ve totalitarizm başı Todor Jivkov’u 10 Kasım 1989’da devirdi. Bulgaristan anayasal-demokratik bir ülkedir diyoruz da, 20. yüzyıl boyunca başımıza gelen şu sıraladığım vahşetin bir harfi, bir virgülü anayasada ve yasalarda yoktur. Olaya olumsuzlama açısından bakarsak, Bugünkü Bulgaristan topraklarındaki Osmanlı devlet yapısının, kültür ve uygarlığının kökten ret edilmesi “93 harbi” ve ilk Bulgar Anayasasıyla hemen, birden bire olmamıştır. Bir defa Doğu Rumeli Osmanlıya bağlı kalmıştır. İkinci, Osmanlıya karşı gelişen Bulgar milli kurtuluş hareketi, komitacılık, aydınlanma süreci geçmişi ret etme açısından, azınlıklara, Türklere, Yahudilere, Ermenilere vb. milli azınlıklarla ilgili “vatandaşlık haklarını yitirirler” gibi bir aşırılığa takılmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar ruhunu saran bu hareketlenmeyi adım adım kaleme alan, komitacı, Diyarbakır mahkûmu, Krallık döneminde meclis başkanı Zahari Stoyanov, Bulgaristan Türklerini anlatırken “memleketimizde her zaman var olacaklardır” cümlesini kullanmıştır. Olağanüstü çalışkan, namuslu, vatansever, dürüst insanlar olarak bilinen ve toplu halde yaşayan Bulgaristanlı Türkler, yakın tarihimizde, başlarına gelenlere rağmen, Bulgar devletinin yüzünü defalarca ak etmişlerdir.


Bir defa, isimleri değiştirilmezden sadece bir yıl önce Bulgar döviz gelirinin % 49’una tekâmül eden tarım ve sanayi üretimini onlar sağlamıştır. Birçok kez düşmanlıkları emek ve insan sevgisiyle yenmişlerdir. Spor dalından örneklersek, ağır sıklet serbest güreşte Lütfü Ahmedov Olimpiyat ve dünya şampiyonu altın madalyalarını Sofya’ya getirendir. Naim Süleymanoğulu, Halil MUTLU hepimizin gururudur. Müzik dalında, Mesru Mehmedov New York filarmonisiyle dünyayı ayağa kaldırdı. Şumnulu ikiz kardeşler İbrahim ile Hasan Malta’da düzenlenen EVROVİZYON yarışında ikinci oldular. Kırcaaliye bağlı Çernooçene (Karagözler) lisesinden Bayse kızımız Dünya Satranç Birincisi oldu. Bu başarılarımızı saymakla bitiremeyiz. Geçen hafta 15 yaşında Nurgül SALİMOVA Dünya satranç Şampiyonu oldu. Şimdi biraz politik yapıdan söz edelim: Osmanlının bağrında mayalanan Bulgar politik yapılanması Tırnovo meclisinde “liberaller” ve “muhafazakârlar” olarak iki renkte ortaya çıktı. Sonlara onlara Dimitır Blagoev’in, sosyal demokratları, “geniş” ve “dar sosyalistkomünistleri” karıştı. 1990’da Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi kuruldu. Faşizm döneminde “lejyonerler” ağırlık kazandı. Sosyalizm yıllarında Çiftçiler komünist partisine “koltuk değneği” oldu. Şimdi Bulgaristan’da tescili yapılmış 150 den fazla politik parti var. Bunlardan 8’i mecliste temsil ediliyor. 1890’dan beri kurulan dağılan ama nasılsa bugünlere erişen siyasi parti ve fraksiyonların arasına 1990’ın 4 Ocak günü Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlük Hareketi katıldı. Parti, 1960’lardan sonra Komünist Parti’nin Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanların özgün kültürel hakları ve ibadet özgürlüğü ve Müslüman yaşam tarzına, adet ve geleneklerine bağlı olarak yaşamaya devam etme arzusunda kurulmuştu. Direniş yıllarında toplam 44 dernek, kulüp, birlik, örgüt ve parti kurulmuştur. Şunu önemle belirmek istiyorum. Hak ve Özgürlük hareketi kurulmasına giden yol Bulgaristan’ın totalitarizmden kurtuluşu ve demokrasiye açılma yoludur. Bu direnişlerde Bulgarlar da atılım içinde olsalar da, Türklerin ve Pomakların direniş örgütleri ile Bulgar demokrasi ve insan hakları örgütleri arasında organik bağ kurulamamıştır. 1990’dn sonra Bulgar kamuoyu parçalanırken bu kopukluk hemen belirdi. Demokratik güçlerle Türk özgürlük hareketi kaynaştırılmadı. Söylemek istediğim bir gerçek daha var. Gerek Bulgar, gerekse Türk ve Pomakların insan hakları ve demokrasi mücadelesi Bulgar gizli polisinin ve Rus dış istihbarat örgütü KGB gözünden kaçmamıştır. Bu yıllarda Türklerin ve diğer Müslümanların arasından toplam 3 bin 16 hafiye, rejim lehinde çalışmaya zorlanmıştır.


Aynı kişiler Büyük Göçte halkın evini, yurdunu elinin tersiyle itip, yola düşmesinde de kışkırtıcı rol görmüşlerdir. Bulgaristan’da toplumsal ilerlemenin mezarını totalitarizm kalıntılarıyla BSP-DPS hep birlikte kazdı. Diğer partilere gelince, bilinmesi gereken şunlardır. 1989’da totaliter rejimin çökmesi ve 1992’de Anayasa’nın 1. maddesi değiştirilerek. BKP’nin toplumdaki yönetici rolü kaldırılınca, Komünist Partisi hemen kılıf değiştirdi. Bulgaristan sosyalist partisi oldu. BKP’nin ordu ve polis dışı, işçi köylü kadroları ve kitlesi partide kaldı. BSP 26 yılda 3 hükümet kurdu. 2 dönem Cumhurbaşkanı HÖH-DPS ile birlikte çıkardılar. Son seçilen Cumhurbaşkanı da HÖH oyları ile seçilmiştir. Halen iktidarın orta direği ve ülkenin ana siyasi partisi olan Avrupa Vatandaşlığı İçin Bulgaristan Partisi –GERB Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov Hükümeti devam ettirmekte. Yıllar yılı yaptığı iş Todor Jivkov’u korumak olmuştu. GERB – Bulgaristan emekli Ordulu, polis, itfaiyeci, jandarma, onların yakınları vesaire tabakasının partisidir. Bu, yaşlanan ve güçsüz kalan komünistlerin, belki de sahaya çıkarabildiği amma kontrol edemediği bir takım haline dönüştü. Türk ve Müslüman Pomak tabanında büyük bir hareketlenme olduğuna, bilinçlenme ve Türk kimliğini pekiştirme sürecinin yalnız kök değil, artık dal budak saldığına kesin işarettir. BULTÜRK yönetimi olarak gedip yeni seçilen başkanları kutladık, kendilerine moral verdik. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi için isyan eden Türkler gerçek demokrasi yolunu açmaya başladı. Halk savcısını, polis şefini, belediye başkanını ve milletvekilini çoğulcu sisteme göre (majoriter) kendisi seçmek istiyor. Bu uzun ve dik bir yol, bilinçli mücadele yoludur. Gördüğünüz üzere, Bulgaristan’ı, devlet yapısını, seçim sistemini, Bulgarları anlatmak pek öyle kolay değil. Çok problemli küçük bir ülke soğuk rüzgârların geldiği kuzey komşumuz. Artı konuşmamı toparlıyorum. En çok kullandığım sözlerden birisi Bulgaristan, ikincisi de ANAYASA oldu. Anayasa her devletin ADALET DİREĞİDİR. Bulgar devlet ağacı bir akasya gibi, bir kaktüs gibidir. Küçük iken ilk dokunuşta dikenleri kadife gibi görünse de, büyüdükçe amansız batıyor. Ne var ki, insan anasını ve memleketini seçemiyor. Çok derinlerine dalarak, Bulgarların tarihinden değişik çarpıcı örneklerle size, bir ulusal karakterin oluşumunu, etkilenişini ve bize olan yaklaşımını anlatmaya çalıştım. Yeni Bulgaristan’ın daha demokratik, Türk ve Pomaklarımızın devlet yapısına daha aktif katılacağı, ekonomisinde payımızın artacağı, bugün aşamadığımız sorunları aşacağımızı ve adaletin her yerde ve her bakım hakim olacağına inanıyorum.


Şuna da fazlasıyla inanıyorum. Büyük Türkiye emelimizin gerçekleşmesiyle Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerim daha rahat, daha güvenli ve yarınlarından daha emin yaşayacaklar. Biz Büyük Göçle sınır kapısını açtık. Bu kapıda her iki taraf da yatırımların artmasını beklerken, turist kafilelerinin daha kalabalık olmasını bekliyoruz. Hükumetten Bulgaristan’la ilgili özel yaklaşım programı bekliyoruz. Bulgaristan’ın özellikleri dikkate alınarak faklı bir yaklaşım hak ettiğine inanıyorum. Başarıya götüren yol somut yaklaşım yoludur. Çok büyük bir hamle içindeyiz. 1990’da 2 milyar olan Türkiye Bulgaristan ticareti 6 milyarı Doları aştı. Sanayicilerimizin atılımı sıradadır. Ben tarihin tekerrür edeceğine de inanıyorum. Başımıza gelen tüm kötülükleri bizim iyiliğimiz olumsuzlaşacak ve çöpe atacaktır. Teşekkür ederim. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK Genel Başkanı Not: Yeniden Refah Partisi Sultanbeyli İlçe Başkanı ve ekibine misafirperverliğinden dolayı kendilerine teşekkür ediyoruz.



Sanal Tehditler Ve Tedbirler Konferansı Gerçekleşti. BULTÜRK Derneği ve URAL Derneği ile Uluslararası Siber Güvenlik Federasyonu’nun siber güvenlik alanında düzenlediği “Sanal Tehditleri ve Tedbirler” Konferansı Bayrampaşa Belediyesi Kültür Merkezi’nin konferans salonunda gerçekleştirildi. BULTÜRK’ün Genel Sekreteri Aynur FİLİZ açılış konuşmasından önce Dünya halter şampiyonu Naim SÜLEYMANOĞLU ve tüm şehitlerimiz için saygı duruşunda bulunuldu. Ardından İstiklal Marşı okundu. Daha sonra Açılış konuşmasında; BULTÜRK’ün kısa tarihçesini anlattı: Ardından BULTÜRK Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK’e söz verdi; Teşekkür ederek Bulgaristan Stratejik Araştırma merkezi Başkanı Dr.Erdal KARABAŞ’a söz verdi; Daha sonra İbrahim Pehlivan – Uluslarası Siber Güvenlik Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesine söz verildi; Ardından Konuşmacılar Kürsüye davet edildiler; Muhammed Taha Gergerlioğlu Almanya’da olduğu için toplantıya katılamadı. Onun yerine konuşmacı olarak Abdullah Uğur Açıkgöz katıldı. Minhaç Çelik – siberbulten.com Koordinatörü Ziyahan Albeniz – Türkiye Netsparker Güvenlik Araştırmacısı Av. Mehmet Pehlivan – Pehlivan & İlkakin Hukuk Burosu Bu güzel bilgilenmenin sonunda tüm katılımcılara birer plaket taktim edildi. Gelen tüm üyelerimize ve Uluslarası Siber Güvenlik Federasyonu Başkanı ve konuşmacılara geldiklerinden dolayı teşekkür eder saygılar sunarız. Ayrıca Bayrampaşa Belediye Başkanı’na ve Kültür Müdürü Erol YURTAŞ’a ve her zaman yanımızda olan AKİT TV’den gelen Emirhan Şahin, Levent Demirci, Enes Aysar, İsmail Çoban’a da bizim sesimizi duyurmamızda yardımcı olduklarından dolayı kendilerine teşekkür ederiz.


İstanbul’da Siber Konferansından Rafet ULUTÜRK Tarih 18. 11. 2017

Çok değerli Misafirler, Değerli Konuklarımız, Değerli arkadaşlarım, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK ve Ural Eğitim, Kültür ve Stratejik Araştırma Derneği olarak, şimdiye kadar bilgilendirme ve soydaşlarımızın dünya görüşü değiştirme çalışmalarımızda biz “siber savaş”, “siber saldırı”, “siber soygun” ve siber çökertme” ve benzer kavramlarını açmadık, konu edip yazılar yazmadık, yorumlamadık. Bulgaristan eski Cumhurbaşkanı Plevneliev birkaç defa “Rusya bize siber saldırıda bulunuyor” dese de, ne olduğunu pek anlayan olmadı. Biz de pek ilgilenmedik. Bu akşam bu konuda bu seminer çalışmamızı düzenlemekle, günümüzün en can alıcı konusuna parmak basmak istiyoruz. Dünya Üniversitelerinde 40 yıldan beri “SİBERNETİK FAKÜLTELER” var. Bu fakültelerde okutulan derslerden biri güdüm bilim dersidir. Bu bilim merkezlerinde, güdülebilen objeler yaratılıyor. 40 yıldan beri bu yolda alınan yolun son ürünü – 2 hafta önce Suudi Arabistan’da bir konferansta kürsüden rapor sunan bir “kukla” bayan kimliğinde göründü. Boyunu postunu o kadar güzel yapmışlar ki, İngilizce konuşuyor, sorulan soruları yanıtlıyor, gülüyor, gülümsüyordu. Allah’u Teâla’nın yarattığı en yüce varlık insandır. İnsan da elleri ve zekâsıyla bu kuklayı artık yaratabildi. Ne var ki can veremedi. TV’de izlemişsinizdir, gazeteler de yazdı. İnsanoğlu beden, zekâ, hisler ve ruhtan oluşur. Yani psişik bir varlıktır. Benzerimiz, kopyamız yaratabilmiştir. Bu klonlamaktan yani canlı kopyalamaktan farklı bir olay. Sünni yaratıklar yarın aramızda dolaşacak, bir masaya oturup bizimle müzakere edecek, alış veriş yapacaklardır. Fakat onlar insan değildir. İnsanı temsil edebilir, fakat kendisi olamaz. Bizim onlardan farklı olmamız bedenimizin canlı olmasıdır. Yaratan insanı kendi dışında canlı bir varlık yaratma yetisiyle donatmamıştır. Zekâmızın öğrene-bilmelerinde gizlidir. Yedeği (suni zekâ) bize yardım etmek için yaratılmıştır, bizim zekâmız gibi kendi kendini yenileyemez, insanın programladığı dışında hiç bir iş yapamaz, hiçbir icatta bulunamaz. Mumya insanlardan farkı ise, hareket etmeleri ve iş yapamaz, hiç bir icraatta bulunamaz.


Hislerimiz, sinirlerimiz yeri asla doldurulamaz nimetlerimizdir. Evet, yanına yaklaştığımız kapılar Ali Babanın söylediği sözleri bile söylemeden açabilir, ampuller yanıp söner, cep telefonlarımız kaydediyor. Fakat bunların hepsi insan icadı olduğu için ve insana yardım etmek amacıyla yaratılmış, üretilmiş ve vardır. İnsan ısısından etkilenip yanıp sönen bir ampul kendi kendini onaramaz. Ruhumuz ise bir tek bize aittir. Hiçbir siber aygıtın ruhu, psişiği olamaz. Onlar saygı, merhamet nedir bilmediklerinden tehlikelidirler. Suudi Arabistan’daki o “yapay bayan” Suudi Vatandaşlığına alındı. Yemeyen ve içmeyenler hanesine kaydedildi. Birkaç zaman sonra Bu tipleri Bulgaristan’da da görebiliriz. Beni ilgilendiren bunlara nasıl isim takacaklar? Uzaya gönderilen Bulgar’ın İsmi Georgi İvanov’tu. Adamcağız Vratsa Çingenesiymiş. Şimdi açıklandı. Suni adamların Türkçe bilmesine yasak konacak mı dersiniz. Seçim mitinginde Türkçe konuşsa kaç para ceza keserler? Bu siberler, seçim sonuçlarını bile değiştirebiliyormuş. Bunlara vatandaşlık da verilebildiğine göre, artık Bulgarların üremesine de gerek yok. Fabrika bandından çıkanı nüfusuna kaydedebilirsin. Ekmek istemez su istemez. Siber saldırı dendiğinde, ben işleri karıştıran, bilgisayar içine girip istediği düzeltmeleri yapan bir sihirli araç düşünüyorum. Geçen sene bu aracın Bulgaristan’da yaptığı işlerden birkaç örnek verelim: Bulgar-Makedon gümrüklerine bağlanan softu ere müdahale edilerek 10 milyon Dolarlık kaçakçılık yapılmasına yol açılmış. Burgaz, Varna akaryakıt gümrüklerine ve sarnıçla akaryakıt taşıyan tren vagonlarının tahliye edildiği gümrüklere siber saldırı ve ek cihazlar monte edilerek 1 milyar Euro gümrük ve KDV kaçırılmış. 2015’te Bulgaristan’ın en büyük Ticaret Bankası olan “BTK-Bank” 7 milyar 200 milyon leva kayıpla patladı. Sofya Merkez Vergi Kurumuna yapılan siber müdahaleler sonucu her yıl yaklaşım 400 milyon leva vergi iade edildiğini gazeteler yazdı. Bu işin askeri, istihbarat, terörle mücadele, yerel ve küresel boyutları var. Başkan Tump’un seçilmesine Rus siber müdahale şayiaları gündemden düşmüyor. Bu gözle görülmeyen, ardında iz bırakmayan bir savaşım biçimidir. Mısır uygarlığı çağında da insanlar birçok şey yapmışlar. Yaşanan yıkım devrinden sonra, piramitle, mumyalar ve bir de “Pi” – teoremi kalmış. Masonlar inşaatçısıymışlar. “Pi”yi bulunca kubbe yapmaya başlamışlar. Bildiklerini korumak için gizli örgütlenmişler, yani masonlaşmışlar.


Bizim bu uygarlığa bir şey olursa ve Mısırda olduğu gibi her şey yerle bir olur ve hiçbir iz kalmazsa, şu siber işlerin şifresi kalsa yeter. Üçüncü uyanış “0 ile 1” den doğacak uygarlık olur. Biz bugün makineler insandan akıllı olamaz desek de, insana ve topluma çok büyük zarar verebilir görüşünde birleşiyoruz. Bir taraf saldırıya hazırlanırken, düşman taraf savunma önlemleri alıyor. Bu saldırılar son yıllarda özellikle iletişim ortamı üzerinden oluyor. En büyük çatışma halen Rusya ile Birleşik Amerika; Rusya ile Avrupa Birliği arasındaki siber saldırı savaşıdır. Bu saldırının sayısız aracı var. Fakat en güçlüsü yalandır. Yalan bir propaganda aracıdır. Geçen sene Avrupa Birliği’nin zayıf düşürülmesi için Rusya’dan siber saldırı yapıldığı ve gerekli önlemlerin alınmadığı ortaya çıktı. 21 ülke, AB Dış İşleri Bakanı Federike Mogerini’yi şikâyet etti. Rus siber saldırılarına karşı koymak için (Star Com) oluşturuldu. 8 milyon Euro bütçe belirlendi. Hedefi siber saldırı yapan Rusya şirketlerini belirlemekti. Geçen ay “Star Com” biriminde “Batı Balkanlar” bölümü kuruldu. “Star Com –Doğu” Bulgaristan’a yapılan siber saldırılara yanıt veriyor. Amerika’da bu işler “Global Engajement Center” kurumuna devredilmiş. Bünyesinde 80 kişi çalışıyor ve bütçesi 60 milyon Dolardır. 2017’de Rusya’nın Bulgaristan’ı alt üst eden birkaç saldırısını, açılış konuşmamın sonunda özellikle işaret etmek isterim. Bir, Rusya Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü Zaharieva “Bulgarlar 2. dünya savaşında Yahudilerini kurtarmadı, biz kurtardık” dedi. Bulgar diplomasisi tepe takla etti. İki, Bulgarların “Kiril Alfabesini” Ruslara da vermekle övündükleri bilinir. Putin, Moskova’dan “Biz Kiril Alfabesini Makedon topraklarından aldık,” demesin mi, Bulgarlara dünyayı dar etti. Üç, Dünya satranç Şampiyon Kasparov bahar 2017’de Bulgaristan’a gelmişti. Stara Zagora kentinde verdiği bir basın toplantısında “Biz Kiril Alfabesini Bizans’tan aldık, Bulgar’dan değil” demesin mi! Başbakan Borisov’un özel emriyle aynı gün Bulgaristan’dan kovuldu. Siber saldırıların özünde “yalan yayma” yöntemi çok gelişmiştir. “Bize “siz İslamlaştırılmış Bulgarlarsınız” dedikleri yıllarda başımıza gelenleri unutmadık. Acısı ciğerimizi yakmaya devam ediyor.” Bu örnekler sıralamakla bitmez. Çok değerli konuşmacılarımız bize tespih boncuğu gibi şimdi yenilerini sıralayacaktır. Tüm katılımcılarımıza Teşekkür ederim, hoş-geldiniz sefalar getirdiniz.


URAL-BULTÜRK’ün Konferansından Ural ve Bultürk dernekleri olarak bu sezon konferanslarımıza başladık. İlk konferansımız, Avrasya Federasyonu Genel Başkanı İsmail CENGİZ ile başladı. Ural Derneği’nin Genel Başkanı Bülent MAŞAOĞLU ve Bultürk Derneği’nin Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK öncülüğünde yapılan bu konferanslardan yeni dönemde ilki yapıldı. Derneğin Genel Sekreteri Sn. Cihan Moğultay’ın açılış konuşmasıyla konferans başladı; Avrasya Türkleri Federasyonu Genel Başkanı İsmail CENGİZ sözü alarak; TÜRK DÜNYASININ GÜNCEL MESELELERİ’ni dile getirmeye çalıştı: Bulgaristan’dan başlayarak Kosova, Makedonya, YunanistanBatı Trakya’ya; Ege Adalarından Kıbrıs’a; Suriye Bayır-Bucak’tan Irak Türkmenleri’ne; İran- Güney Azerbaycan’dan, Kafkaslar’a, Ahıska ve Borçalı’ya; Kırım’dan Rusya Federasyonu’na, Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Altay, Saha, Omsk ve Yakuteli’ne; Türkistan Cumhuriyetleri’nden Afganistan’a ve son nokta Doğu Türkistan’a uzanarak adım adım Türk Dünyasında gezintiye çıkarak sorunlarımızı gündeme taşımaya gayret etti… Konferansın sonunda URAL Derneği’nin Genel Başkanı, Avrasya Federasyonu Genel Başkanı İsmail Cengiz’e bir plaket taktim etti. Avrasya Federasyonu Başkanına tüm Türk Dünyası olarak teşekkür ederiz. Cihan Moğultay – Ural Derneği Genel Sekreteri



Bayrampaşa’da Konferansa Davet


G elec e k Bi zi m di r İsveç-Malmö’da Türkoaz Festivalinden Rafet ULUTÜRK

Sayın BALGÖÇ Başkanı Kaya VATANSEVER Türkiye Cumhuriyetinin Çok değerli Fahri Konsolosu Sn. Hakkı ULUDAĞ, Değerli STK yöneticileri ve misafirler. Sevgili hemşerilerim, dostlar, aileler, gençler. Balkanlı olma kimliğiyle gurur duyan herkese, Kıymetli basın mensupları ve konuklar, hepinize selam ve festival şenliğinde hazır bulunanlara gönlünüzce eğlenmenizi diliyorum…. Önce sizleri hem köklü bir Bulgaristanlı, hayatının yarısını anavatanımız Türkiye’de geçiren bir soydaş, bir kardeşiniz, hemşeriniz ve gurbetçilikte kader ortağı biri olarak CANİ YÜREKTEN, KALBİMDEKİ EN SICAK DUYGULARLA, DÜNYANIN NERESİNDE BULUNURSAK BULUNALIM TÜRKÜN TÜRKE OLAN GÖNÜL SICAKLIĞIYLA KUTLUYORUM, hepinizi bağrıma basıyorum. Sizi böyle, sağ salim, dinç, bir arada görmek, el ele vermiş ocak yakarken bulmak, sımsıkı birlik ve dayanışma halinde festival şenliği havasında birlikte olmak, benim için büyük mutluluk, heyecanlandım, gönlüm sevgi ve güven doldu. Kıdemli bir dernekçi olarak, benim için, Türklerin birlik olması çok anlamlıdır. Çünkü biz Türkler buğday tanesi gibi insanlarız, yanı yalnız da oluruz, buğday tanesini eksen, çıkar, yapraklanır ama gün gelip başak saldığında kendi kendine tozlaşamaz, yani buğday tarlasının içinde bir başak en az bir başak olması şarttır. Bu bakıma, konuşmamın hemen başında, sizi beraberce görmemin bana verdiği gönül hoşluğuyla, BİRLİKTE OLMA YOLU BULMANIZI tebrik ediyorum. Değerli dostlar toplantılar, seminerler, paneller, sempozyumlar, festivaller bunlar bizim için Türk gibi bilinçlenme yolumuzdur. BULTÜRK ÜYELERİNDEN SELAM Bir de unutmadan hemen söyleyeyim. Size, Başkanı olduğum, İstanbul, Bayrampaşa, merkezli BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ BULTÜRK’ün 7 bin üyesinden, İstanbul’da ikamet eden diğer Bulgaristanlı soydaşlarımızdan, anavatanımız güzel Türkiye’mizden içten, kardeş selamları, sağlık, başarı ve mutluluk selam ve temennileri, en iyi dileklerini selamlarını getirdim.


Balkan ve Bulgaristan Türklerinin hepsine, festivale katılan tüm ailelere Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanımız Büyük Lider Dünya Lideri Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’dan samimi, kalpten selamlar ve geçen Kurban Bayramı vesilesiyle hepinize en iyi temenni ve dilekler, Türk olma şerefini, İskandinavya’nın bu güzel körfez ve üniversite kentinde yaşatma tavsiyeleri getirdim. BİR YANI GÖK MAVİ, BİR YANI ZÜMRÜT YEŞİL BU DİYARDA Sizin burada var olmanız, BÜYÜK TÜRKİYE’nin Kuzey Kutbuna yakın, bir yanı gök mavisi, bir yanı zümrüt yeşil, bu bereketli diyarda varoluşu anlamına gelir ki, bu da Türk ruhunun buralarda kanat açması anlamındadır. Sayın dostlar, bu güzelim Deniz ve Kara şehrinde ekmek teknesi kurup dernek kurmuşsunuz, ben de 15 yıllık bir dernek başkanı olarak beni gerçekten gururlandırdınız. BULTÜRK olarak biz “zorla isim değiştirme”, “soykırım”, “kültürel soykırım”, “toplu halde memleketimizden kovulma” gibi konularda birçok seminer, anma töreni, sempozyum düzenledik İstanbul’da…. Karşımıza dikilenler, 1989 Ayaklanmamıza hep “olay” dediler, “zulme” – insan özünü zorla değiştirmektir diyemediler, totaliter komünizme cezalandırılmamış faşizm diyemediler, isimlerimizi, dinimizi, adetlerimizi, kültürümüzü değiştirirken, dinimizi ve dilimizi yasaklayanlara, 37 kardeşimizi öldüren, 178 kardeşimizi yasaklayanlara KATİL – SOYKIRIMCI diyemediler. ÖNCE SİZLERE BİRAZ KENDİMİ VE BULTÜRK DERNEĞİNİ TANITAYIM: Ben, KIRCA ALİ ‘ye bağlı Köseler (Kösevo) köyündenim. Orada doğdum, Kırcali’de tahsil gördüm, askerlikten sonra da, Hak ve Özgürlük Hareketi’nin (DPS) Doğu Rodoplar’ın köy ve kentlerinde, Burgaz ve Yambol köylerinde örgütlenmesine maddi ve manevi, bizzat kendim yardımda bulundum. Teşkilatçı olmak, ÖRS VE ÇEKİÇ arasında, bir ateşe bir suya girerek dövülmekse, ilk dersimi HÖH saflarında aldım. Okumaya gittiğim Plovdiv (Filibe) şehrinde İl Müftülüğü Vakıf Müdürlüğü yaptım. Bilirsiniz, Osmanlı zamanından Bulgaristan’da 2 353 Cami Medrese, Mektep, tekke ve imaret, pek çok zaviye, mezarlık, dükkân, hamam, çeşme ve başka bağ-bahçe, orman koru, işlenir araziler gibi vakıf mallarımız var. İşte bu malları Bulgar kanunlarına göre geri alıp tapulaştırma, bakım ve onarım işleriyle meşgul oldum. Biz, Bulgaristan Türkleri bir defa, Bulgaristan’daki Osmanlı taşınmazlarının fiili ve manevi sahibi ve bekçisiyiz.


Bizim 1877’de Plevne (Pleven) Savaşı başlamadan önce, 2 700 okulumuz vardı, bugün ise bir tane okulumuz yok. Bu konuda Bulgar inadı devam ediyor. Mahkeme kararlarını Yüksek Mahkeme bozuyor, devlet tanımıyor. Şimdi kalkmışlar, 1877 Rus-Osmanlı savaşında ölen Bulgarların Büyük Anıtını dikeceklermiş. Öyleyse bizler de bu savaşta şehit olan askerlerimiz, komutanları Osman Paşanın, Süleyman Paşa’nın ve binlerce Türkün de anıtını dikelim. 1944’te Filibe-Plovdiv’e Rus askeri girmemiştir, ama Nebet Tepe’de “Alyoşa Anıtı” olduğunu hepiniz bilirsiniz. Bizde Bulgaristan’da son 2 senede SOYKIRIMCI Todor Jivkov ile birinci yardımcılarından Penço Kubadinski’ye yeni anıtlar dikildi. Halkın gururu ezilmeye devam ediliyor. Bugünkü Bulgar iktidarı faşizm-totalitarizm zulüm yılları yönetiminin bir uzantısı, bir devamıdır. Eski suçluların, katillerin torunları iktidardadır ve bu totaliter ceset kalkmadan, güvensizlik, baskılı uygulamalar, sefalet ve toplumsal çöküş durdurulamaz… Bulgaristan Cumhurbaşkanı Radev şimdiki duruma “bataklık” dedi. Ben Plovdiv Müftülüğünde çalışırken arkadaşlarımla bu mal-mülk mirasının İl Müftülüğüne devri işleriyle uğraşan bir şirket kurduk. Aynı yıllarda, genciz o vakit tabii ve Dünya Türk Gençler’nden bir davetiye aldım. TÜRK DÜNYASI İLE BULUŞMAM “Bulgar devleti, Bulgaristan’da yaşayan Türk yok, onların hepsi İslamlaştırılmış Bulgar” derken, Makedonya’nın Ohri şehrinden, YakutyaSibirya’ya, Kazakistan’a, Kırgızistan’a, Çuvaşistan’a, Başkurdistan’a, Dağıstan’a, Azerbaycan’a ve Türklerin yaşadığı ve Türklüğü yaşatan hemen hemen her yere gitme ve Bulgaristan Türklerini tanıtma, anlatma imkânım oldu. Bu ziyaretlerim esnasında beni en fazla etkileyen bir olayı anlatmak istiyorum: Manevi atamız Ahmet Yasevi’yi… Onun şehri, Kazakistan’ın Türkistan şehridir. Onun 12.yy. da, Türk ruhu yaratılmasına son derece büyük, paha biçilmez katkılarından ötürü, namını şanını ebediyen yaşatmak için, Timur Han 1389 yılında Hoca Ahmet Yasevi Türbesini yaptırmıştır. O dönem Dünyanın en görkemli, dev türbesi olan Ahmet Yasevi Türbesi’nde BANA namaz kılma ve sizin için dua etmek nasip oldu. Kurulduğu zaman türbenin kubbesi Orta Asya – Türkistan’da en büyük kubbeymiş. Bugün de öyle… Bilirsiniz çok yakın zamanlara kadar bir milletin medeniyet düzeyi, cami ve kilise kubbelerinin çapının uzunluğuna göre, değerlendiriliyormuş. En büyük kubbeye sahip olan millet


en yüksek medeniyete sahip olanmış. Bugün Orta Asya’da, yine bu ziyaretlerim zamanında tanıklık ettiğim Buhara, Taşkent, Alma Ata (yeni adı Nursultan), Astana Bişkek Camilerinin ve medreselerinin, Türklük eserlerinin hepsi birer şaheseridirler. Fakat kafanızda bir takıntı olarak kalmasın diye, Orta Asya – eski ismi TÜRKİSTAN Türklüğünün Yıkılmaz, Alınmaz ve Aşılmaz Kalesi Ahmet Yasevi Türbesi hakkında birkaç söz daha söylemek istiyorum. Birinci adı Hazreti Türkistan olan, sonra Türkistan ve halen Yeşil Kent olan, bu şehir Orta Asya Türklüğü’nün gerçek Türk Dünyası Gençlik Bilim ve Aydınlık Meşalesi haline gelmiş durumdadır. Şehrin şirin tepelerinden birine Türk-Kazak Dostluk Üniversitesi yapılmış, Türkçe ve Kazak dili başta, dünya kültürü burada harmanlanıyor. Siz şimdi bana, neden tam orada, diye sorsanız, haklı bir soru sormuş olursunuz. Her şeyin bir nedeni var. Hani biz, Türk milleti Büyük bir Milletir dediğimizde, “nedenmiş o” diyenlere, 7 bin yıllık tarihimiz var. Bir sürü imparatorluk ve devlet kurmuşuz, kıtadan kıtaya medeniyet taşımışız, atalarımız atlarını Volga’da, Gand Irmağı’nda, Orhun nehrinde, Mekke’de, Yemen’de, Fas’ta sulamış, Viyana kapılarını çalan biziz, dediğimizde sustukları gibi, Ahmet Yasevi Hikâyesinde de çok büyük bir derinlik var. Kısaca değinmek istiyorum: Cengiz Han, 12. asırda Moğolistan topraklarından Türk-Moğol atlı akıncılarla, eski kıta Avrupa’ya depremler yaşatan Büyük Atila Handan sonra ikinci dev sefere çıktığında, ORDUSUNUN İÇİNDE KONUŞULAN DİL TÜRKÇE, AMA ASKERLERE AHLAK, EDEP, İMAN, İNANÇ VE İLHAM KAYNAĞI bir din yokmuş. Doğudan gelip Asya içine yayılırken önüne geleni kesip kavuruyor, yıkıp yakıyormuş. Bunu görenlerden, kulaktan kulağa gelen haberler bütün Orta Asya-Türkistan halklarını titretmiş, koskoca bir kıtanın huzuru kaçmış. Böyle bir korku daha önce yaşanmamıştı… İşte o zaman Orta Asya Türklüğünü kurtaran Hoca Ahmet Yesevi olmuş. Nasıl mı? O, o zaman, bugünkü Özbekistan’ın Tarihi Buhara şehrindeki din okullarında okumuş, Fars Divanıyla tanışmış, Arapçayı da anadili gibi öğrenen umut yüklü bir alim olmuş. Yine o zaman XII. asırlardan. Türkçemizde henüz İslam yok. Hoca Ahmet Yasevi, Arapça ve Farsça’dan Kuran’ı Kerimi, İslam’ı, sünnet ve hadisleri Türkçemize kazandıracak yolu seçmiş. Eşi-emsali olmayan hizmetlerde bulunmuş. Türk dünyasına sönmez Aydınlık Çırası kazandıran odur. O, insanlar arasında, yani bu dünyada, güneş aydınlığında, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in yaşadığı kadar yaşamış. Yani 63’ünü doldurduktan sonra, işte o gidip gördüğüm ve en çok etkilendiğim Türkistan kentinde, yer altına inmiş ve toprağın bağrında dünyada ilk Türk-


çe eğitim veren İslam Akademisini oluşturmuş ve İslamı Türkçe öğrenip iman eden 1000 mürit yetiştirmiştir. Ve onları, o yıllarda artık İslam’ı Volga Kazan Türklerinden alan, Cengiz Han Ordularına İslam dini hocası olarak göndermiş ve böylece dünyanın en gaddar orduları, İslam’a, iman ve vuslat inancına kavuşunca, İnsanlık tarihin en ahlaklı orduları olmuş. ORTA ASYA – TÜRKİSTAN YIKILIP YAKILMA KÂBUSLARINDAN KURTULMUŞTUR. Büyük bir kıta İslam’a kavuşmuş. Ve biz bugün, bu nedenle Hoca Ahmet Yesevi hakkında En Büyük Türkçe Hocası diyoruz. Ve İslam dinini Türk halklarından bahşeden en büyük düşünürdür, hizmetlerine paha biçilmez vurgusu yaparken, kastettiğimiz budur. Olaya Bulgaristan Türkleri açısından baktığımızda, Asırlar önce Tuna kıyısına, Dobrucaya ilk Türkleri – 20 bin kişi – getirip yerleştiren, Sarı Saltuk, Ahmet Yesevi Hocanın öğrencisi, müridi, bizim de hem atamız, hem de manevi Babamızdır. Balkanlarda ve Anadolu’da 18 adet Türbesi vardır. Yukarı’da işaret ettiğim üzere bir Türk-Moğol Hanı olan Timur, Türklüğe, İslam’a ve İnsanlığa bu Hizmetlerinden dolayı Türkistan kentinde Ahmet Yesevi Türbesi yaptırmıştır. Çingiz han ordularının İslam Dinini kutsal din olarak kabul ettiği Kazan Camilerinde ve Ahmet Yesevi Türbesinde bugün de 24 saat hiç arasız kuran okunur…. Kazan’a, İdil ırmağı Volga nehri boylarına yerleşen Bulgar Hanı Kubratın en küçük oğlunun Türk boylarından İslam Dinini kabul edendir, Cengiz Han’ın da İslam ateşini onlardan aldığı rivayet edilir. Ne yazık ki günümüzde Bulgaristan’daki Bulgarlar kültürel yaklaşmamızda bu gibi olaylara değer vermiyorlar. Söylemek istediğim. Orada, pırıl pırıl parlayan, çok modern Ahmet Yesevi Türk Kazak Üniversitesini ziyaret ettim. Rektör Kürsüsünden yaptığım konuşmamda, biz Bulgaristan Türklerinin tarihte yaşamadığımızı söyledim; Bizler Bulgaristan’da 1944’e kadar Bulgaristan Türklerine kan kusturan monarşi faşist diktatörlük ile 1944-1989 yılları arasındaki Todor Jivkov’un totaliter komünist baskı ve terör rejiminden Bulgarlardan çekilerimizi anlattım. Bizler Bulgaristan’da yaşadıklarımızdan hiç bir şeyi unutmadık. 1970’lerden 1990’na kadar uzanan ve doruk noktaları 1972-73 Pomak faciası ve 1984-85 Türklerin isimlerini değiştirme maskeli zülüm asla unutulmadı unutulmayacaktır. Bu, bir Türk soykırımı, kültür soykırımı ve geleceğimizi çökertici bir trajediydi.


Böyle olmasa sizin burada ne işiniz olurdu? Başımıza gelenleri, kasaba götürülen koyun sürüsü gibi sınır kapılarına sürüklendiğimizi, aylarca çadır kentlerde kaldığımızı anlattım. Kara yolları, tren ve uçaklarla Batı Avrupa’ya, Belgrat, Viyana, Kopenhagn, Oslo, Stokholm’a, hatta Kanada ve Avusturalya’ya kovulduğumuzu duyurdum. Yüz binlerce kardeşime gurbetçiliğin kader olduğunu, sıla özlemi akan gözlerin pınar olduğunu paylaşmaya çalıştım. Biz Türkiye’de artık 1 milyonu aşmış durumdayız. Acınızı, düşmanlarımızın küstahlığını, kaynayan kin ve öfkemizi duyurdum. Avrupa ülkelerinde, İngiltere’de ve İsveç’de toplam 250 bin civarında Bulgaristan Müslüman Türk olduğunu dünya biliyor. BULGARİSTAN’DA HAYATI YAŞATIYORSUNUZ Her yıl sizden Bulgaristan’a 1 milyar 250 milyon Euro para geliyor. Bu yardımlarınız orada hayatı yaşatıyor. 150 leva emekli maaşıyla yaşlılarımızın nefes alması bile imkânsızdır. Bizim ana dilimizde “böyle gelmiş, böyle gider” sözü vardır. Demek istediğim şudur: 1944’te Sovyet ordusu Tuna’ya dayandığında, Bulgar komünistler Emekli kasasındaki 2 milyar leva birikmiş emeklilik parasını çalmış ve 500 bin Rus askerine “hoş geldin primi” olarak dağıtmıştır. 1997’de iktidar olan İvan Kostov hükümeti de Emekli Sandığına saldırdı ve 2 milyar levaya el attı. Boyko Borisov hükümeti Sağlık Hizmetleri Sandığından 2 milyar levaya uzandı ve biz 2007’de Avrupa Birliğine üye olalıdan beri eski kıtanın en fakir, en yoksul, kıt kanat geçinen ve bohçanın 2 ucunu bağlayamayanlarız. Türkiye’ye göçe zorlandığımız 1989’da Türklerin Bankadaki tasarrufları devletin sıcak parasının üçte biriydi, onlar da buharlaştı. Bulgaristan’dan Türklerin kovulması kapı araladı, bugün 2 vatandaştan biri yurt dışındadır. ALLAHIN YARATTIĞI EN YÜCE VARLIK TÜRK İNSANIDIR İnancım şudur: Allahın- Tanrı’nın yarattığı en yüce varlık Türk İnsanıdır. Ben o kürsülerden sizleri anlattım. Dünya bizi tanımadan nasıl sevebilir? Sevgili kardeşlerim, siz büyük bir davanın, 20-inci yüzyıldan 21-inci asra taşan İNSAN HAKLARI, AZINLIK HAKLARI, ADALET VE YENİ BİR UYGARLIK DAVASININ KAHRAMANLARISINIZ. HER BİRİNİZ ELİ VE ALNI ÖPÜLESİ MÜCAHİTLERİSİNİZ. Timur’un bundan tam 750 sene önce, Türklük ocağına yerleştirdiği, içi 5 çuval pirinç, Türklüğü yaşatma davasına hayır alem, her gün kurban edilen 5 koyun ve 10 bakır su alan ve o gün, bugün, her gün pişi-


rilen etli Yasevi Pilavı’ndan Bulgaristan Türklerine, sizlere ve Türkiye’deki soydaşlarıma dua ederek tattım. TÜRK RUHU UYANDI BUNU HER KÖŞEYE ULAŞTIRALIM Hepinize dua ettim… .İkram edilen, tadında Türk tarihinin aziz lezzeti olan, pilavdan tatma imkânımı Allah bana nasip etti. Bu gün de, Allah kabul etsin, derken, o 10 kofa su yüz binlerce pirinç tanesine karışırken emilirken pilav oluşunu şu an da hatırlıyorum. Kardeşlerim, Türklüğümüz, Türk Kimliğimiz, İslam dinimiz, biçim ve özümüz, çok büyük, kalplerimize dolan ve hepimizi birleştiren, bizi kenetleyen bir ruh böyle doğuyor. Ruhun sudan farkı şudur. Su donabilir, buz kesilir, kaskatı olup dünyaya küsebilir. Fakat ruh, hele Türk ruhu öyle bir şeydir ki, gözle görülmez, bileklerine kelepçe vurulmaz, kanatları kesilmez, bunların kanatları her zaman açık, bunlar uçtukça yüreklere umut ve inançla dolan bir olgudur. Olguların olgusudur. Türk olmaktır. Yenilmez olmaktır. Muzaffer olmaktır. Bu görüşmemize aynı umutlarla gelen hepinizi kalpten kutluyorum… Türk ruhunun en büyük eseri: TÜRK KÜLTÜRÜDÜR. Türk kültürünün özelliği, başka kültürleri fedakârca, hoşgörüyle, toleransla çözüp kucaklamasındadır. Bu açık gönüllü yaklaşım bizde olmasa, buralara tutunamazdınız. Şu festival toplanmazdı. Hele Bulgaristan koşullarından gelip bu kadar kuzeye yerleşmek zor olurdu. Bunu başaran sizsiniz. İşte ben bu anlattıklarımı, Bulgaristan Türk kimliğini dünyaya duyurma ve tanıtma çabalarımı, gördüklerimi, insanların bizi burada olduğu gibi Bişkekte, Astana’da, Çeboksari’de, Ufa’da, Bakü’de ve Kazan’da ve başka yüzlerce yerde aynı sıcaklıkla sevdiğini “50 YIL MÜCADELE” kitabımda, resimlerle ve yazılarımla anlattım. Dünya bizi, biz de dünyayı tanıdık. Biz bizi zaten biliriz. Onlar bizi tanıdı. BULTÜRK NELER YAPTI 2 000 yılından beri süren bu etkinliklerim BULTÜRK bünyesinde gerçekleşti. Yönetimden sürekli destek aldım. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Kurduk. Bulgaristan’da faşizm ve komünist totalitarizmin mutlaka değişeceğine inanlar kaleme sarıldı. Sizler gibi uzaklara düşenlere, Kanada ve Amerika’da kalanlara ve Bulgaristan’daki kardeşlerimize demokrasiye ve adalet düzenine dönüşümü anlatmaya dört elle sarıldık. Yazarlar grubu oluşturduk. Gönüllüler geldi. 1990’da Dünyaya dağılmak ve yayılmak zorunda kalan Bulgaristan Türkeri’nin vatanlarıyla bağlarını sürdürmeleri için İnternet üzerinden “www.bghaber.org” haber ve yorum yayınlarımıza başladık, artık 500 bin okuyucumuz, izleyicimiz var.


BULTÜRK BÜNYESİNDE BGSAM BULGARİSTAN STRATEJİ ARAŞTIRMA MERKEZİ olarak Dr. Erdal KARABAŞ Başkanlığında 60 kitap hazırladık, Ayrıca BULTÜRK olarak yayınladığımız 15 kitapta Türkiye’deki etkinliklerimizi anlattık. Bulgaristan’da ve Türkiye’de anketler, basın toplantılar yaptık, seçimlere katıldık, Bulgaristan’da ilk defa bir dernek bir STK olarak Türk Cumhurbaşkanı adayı çıkardık. YENİ TÜRK RUHU 15 TEMMUZ 2016’DA DOĞUDU Yine bu yıllarda Türkiye’de meydana gelen en önemli olay, 15 Temmuz 2016 Fettocu-Natocu hain darbe denemesi oldu. Büyük Türkiye hamlesi durdurulmak istendi. Türkiye Cumhuriyetini devirmek, anavatanımızı parçalamak, bizi Anadolu’dan söküp hepimizi Orta Asya’ya atmayı denediler. Düşman içimizde büyüdü. Sayıları 7 bin olan Dernek üyelerimiz ve İstanbul’daki bir milyon Bulgaristan Türkü bir olduk. Meydanları doldurduk. Yolları kestik. Milyonlara karıştık ve darbe denemesini aynı gece durdurduk. Mahkemelerde davalar devam ediyor. Yine 2016’da İstanbul mitinglerinde YENİ TÜRK RUHU doğdu. T.C. Başkanı Dünya Lideri Tayip Erdoğan’a ve Sn. Devlet BAHÇELİ’ye bağlılık ve güvenimiz daha da güçlendi. Hain FETO, PKK, PYD ve diğer terörist güçlerle mücadele bugün de devam ediyor. Türk halkı her zamandan daha fazla birlik ve beraberlik olmak zorundadır. Olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Kıbrıs Adası dolayındaki son gelişmeler de dikkate alındığında, bunalım burgacı hepimizi sıkmaya devam ediyor. Bu arada Türkiye’nin en büyük ticaret partneri olan Avrupa Birliği de çok çelişkili bir tavır almakta ısrarlıdır. Sığınmacı, savaş kaçağı, göçmenler konusunda anlaşmayı bozdu. Sözünde durmadı. 4.5 milyon Suriyeli göçmen Türkiye’nin omuzlarında kaldı. Şu an Birleşik Amerika ile görüşmeler yapılarak, sığınmacıların yerleştirileceği sınırın Suriye tarafında bir “barış bölgesi” tesis edilmesine çalışılıyor. Türkiye 82 milyon nüfusla bölgesel en büyük güç haline geldi. Bulgaristanlı göçmenlere şefkat eli uzattı, çocuklarımız okullarda, çifte vatandaşlığımızı aldık. Türkiye ekonomik, sosyal ve kültürel hayatına eşit haklı vatandaş olarak katılıyoruz. Mecliste, devlet kurumlarında, bakanlıklarda ve Cumhurbaşkanlığı katında kardeşlerimiz var. Soydaşlarımız dernek, federasyon ve konfederasyonlarda örgütlenmiştir. BULTÜRK – en aktif ve ufkun ışığını algılayan bir sivil toplum kuruluşudur.


Bulgaristan’ı ve Balkanları dönüşüm içinde görüp öğrenmek isteyenlerle haftalık, hafta sonu seminer programlarına hazırız. Önceden kitaplarımızı okursunuz, sonra ek bilgilendirme, derinleşme ve tartışma faslına geçeriz. Avrupa’da bir ilk olur. Artık Almanya’da Frankfurt’ta da Avrupa Bulgaristan Türkleri Derneği Başkanı Av. Seniha RASİM hanımefendi ile birlikte çalıştığımız bir merkezimiz var. Buralarda da sizler yıkılmaz Türk kalelerisiniz… Bu yayınlarla soydaşlarımıza, Bulgaristan’da kalan kardeşlerimize ve sayıları artık 3 milyonu bulan Bulgaristanlı gurbetçilere söylemek istediklerimizi duyurmaya çalışıyoruz. İnternet ve gazetemizle her zaman sizleri bilgilendirmeye hazırız. ESARETLERDEN KÖLELİKTEN KURTULMALIYIZ Bulgaristan’ın, yaşı 140 olan genç bir devlet. Balkanlarda Osmanlı devrinde 300 sene savaş olmadı. 20.yy. 2 dünya savaşı, 3 defa işgal,3 komşular arası savaş, 3 askeri darbe, 2 facia 4 defa iflas bizi buldu ki, Komünist Jivkov vatanımızı 2 defa Sovyetler Birliğine bağlamak, katmak istedi. Biz zaten hep ya Rus veya Alman, hem de Bulgar esaretindeyiz. Bu konularda bize hiçbir şey soran olmadı. Sanki köle (ikinci sınıf insan) satıyorlar gibi davranıldı… İşin şakası bir yana, yaşanan çok acı bir gerçek. Daha da acısı olansa, bugün de vatanımızın BKP Merkez Komitesi Politik Büro üyelerinin torunları tarafından idare edilmesidir. Bulgaristan’da soygunun alabildiğine devam etmesidir. BULTÜRK olarak biz ne mi istiyoruz. – Bir defa Bulgaristan politik sisteminin eski komünist uşaklarının gitmesini yani komple değişmesini istiyoruz. Şimdiki parlamenter demokrasi çalışmıyor. Bulgaristan’da Meclis durma noktasına gelmiş. Milletvekillerinden daha fazlası siyasi polis ajanı, kulise hizmet ediyorlar. – Biz parti listelerinde gösterilenlerin seçilmesine imkân tanıyan çoğulcu seçim sisteminin majoriter, yanı halkın istediği –gösterdiği – kişilerden en fazla oy alanın seçilmesini istiyoruz. – Şimdi biz Türkiye’de, sizler burada aktif oy kullanamıyoruz. Bizlerden aday gösterilmiyor, yalnız oy isteniyor, yani pasif seçmeniz. – Biz oyumuzu Almanya ve İngiltere’de olduğu gibi Posta ile göndermek istiyoruz. – Göçmenlerden de Türkiye, Almanya, İsveç, Belçika’dan da milletvekili seçilmesinde ısrarlıyız.


– Seçmen olan herkes aday olma doğal hakkımızı istiyoruz. – Yerel seçimlerin zaruri olmasını, 6 ay ülkede kalma şartının kaldırılmasını öneriyoruz. – Avrupa parlamentosuna da milletvekillerinin gurbetçilerden sizlerden seçilmesinde ısrar ediyoruz. – Türk Okulu olmasında, kültürel haklarımızın tanınmasında, en başta Türk kimliğimizin resmen tanınıp yasallaşmasında ısrar ediyoruz ve bu uğurda mücadelemiz devam ediyor. Bulgaristan, 2004’te, Türkiye garantörlüğünde NATO üyesi oldu, 2007’de Avrupa Birliğine katıldı. 2009’dan beri, komünist rejimin polisleri tarafından yönetiliyoruz. Bu durumu kısaca sizlere bildirmek istiyorum. GERB partisi 2009’da hükümet oldu. Devlet borcumuz 9 milyar Amerikan Dolarıydı. 2019’da, yani 10 yıl sonra, devlet borcumuz 25 milyar Amerikan Dolarına ulaştı. 30 yılda Bulgaristan nüfusu 2 milyon kişi azaldı. Şimdi Bulgaristan’dakiler, sizlerle birlikte 5 milyon olduğumuz açıklandı. Demek oluyor ki, insan başına – ağzında dişsiz bebeler ve dişleri dökülmüş dede ve ninelerimizle birlikte, topluca hepimizin 5-er bin Amerikan doları dış borcumuz olmuş. 4 kişilik bir ailenin dış borcu 20 bin dolar. HIRSIZLAR HESAP VERMELİ Bu parayı ne sizler, ne de bizler gördük. Avrupa Birliği ülkeleri arasında en fakir, en yoksul ve en sefil olanlar Bulgaristan’da yaşayanlardır. Avrupa Birliği ülkeleri arasında en cahil olanlar da onlardır. Bulgar okullarında okuyup ortaokul diploması alanların % 42’si okuduğunu anlayamıyor. Milletvekili Prof. Hristov Sofya Meclis kürsüsünden açıkladığına göre, vatandaşlarımızın % 80’ni “debil” yani çaresiz duruma gelmiştir. Dedi. Daha da acısı, psikologlar, artık 140 yıldan beri Bulgar ırkı için “komada gözleri açık yatan” hasta dediler. Bizim yayınlarımızı izlerseniz bu haberlere gününde ulaşabilirsiniz bghaber.org adresinden bizleri takip edebilirsiniz. Tüm bunların üstüne, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Nüfus Komisyonu 2040 yılında Bulgaristan nüfusunun 2 milyon 400 bin kişi kalacağını açıkladı. Bu hele gençleri ilgilendirmelidir. Biz kimsenin yok olmasını istemeyiz. Ama kimsenin de bizi ezmesine, kimliğimize saldırmasına, bizi eritip asimile etmesine tahammülümüz yoktur ve olamaz. Türk ruhunu kendi içlerine akıtıp da dirilmek isteyenlerin hesabı çarşıya uymamıştır ve hiçbir zaman uymayacaktır. Bulgaristan başta olmak üzere birçok Balkan ülkelerinin geleceği belirsizdir. Geriye tarihe bakanların kulakları Osmanlı davulu işitmek istiyor. Balkan halkları Osmanlı adaletine susamıştır.


Birlikte olmanın yeni formülünü bulmak zorundayız. Hayata bir futbol karşılaşması gibi bakmak zorundayız. Birlik olmak, paslaşmak, yardımlaşmak, ama aynı zamanda Türk Müslüman Kimliğimizi korumak zorundayız. Ben bu konuda, “Bulgaristan Türklerinin Kimlik Mücadelesi” adlı bir kitap yazdım, 50 adet getirdim size gelirken, okurken çok daha inandırıcı detaylar bulacaksınız, “Bal-göç” başkanına bırakacağım, ondan alabilirsiniz. Sayın dostlar, Yukarıdaki rakamlarla çizilen yeni Türklük, Bulgaristan ve Balkanlar tablosunun dışında, işaret etmek istediğim, başka bir durum daha var. Büyük devletlerin Balkanlar üzerindeki baskısı artıyor. Bulgaristan “Şabla”, “Bezmer”, “Rakovski” gibi yerleşim yerlerine Amerikan Üsleri kuruldu. Kosova, Arnavutluk ve Romanya’da yine Amerikan üsleri, silah depoları var. Bu sene Bulgaristan 8 adet F-16 blok 70 uçak siparişi verdi ve bütçenin yarısını Amerika’ya aktarış oldu. Yönetimdeki zamanı dolmuş komünist kadro iktidar ömrünü uzatmak için her şeye razıdır. Hak ve özgürlük hareketi yönetimini bu oyunlara alet ediyorlar. Demek istediğim şudur: Rüşvet, dolandırıcılık, çalma kapma diz boyu, ama yargılanan, cezası kesilen ve içeri düşen yok. Bunu anlamak mümkün değil. Sanki Bulgaristan’da Anayasa ve yasa yok ve sanki halkın vicdanı esir alınmış gibi bir ortam var. İsimlerimizin değiştirilmesi sürecinde 900 Müslüman öldüğü basına ve konferanslarda konu oldu, ama tutuklanan ve yargılanan tek kişi yok. Yukarıda da dediğim gibi, benim kuşağımın yaşadığı yıllarda 19701989 yılları arasında, Türklerin, Pomakların, Tatarların, Çingenelerin ve Gagavuzların bölgelerde “iç savaş” yaşandı. Bu hem psikolojik, hem propaganda ve silahlı olmakla birlikte, büyük sayıda vatandaş yargısız idam edildi. Aynı yıllarda Bulgar ordusunda da öyle bir gerginlik yaşanmıştı ki, her sene 60 asker canına kıydı. Ne var ki, hiçbir kimseden hesap sorulmadı. Kaybolanların sayısı yok. Demek istediğim şudur. Müslümanlara yaptıkları zulümle ilgili Bulgarların üstünde bir çadır var. Bir koruyucu var. Aynısı 1821’de, Ege adalarında 15 bin Türkü öldürüp ayaklanma kaldıran Yunanlar ile ilgili İngilizlerin Osmanlı Padişahına Nota çekerek, “Yunanlara dokunursan, savaş açarım” dediği gibi bir şey.


1860’tan sonra bu olay, Bulgar haydutluğuyla ilgili Rus İmparatoru himayesi olarak yaşanmıştı. Nikolaev, Odesa, Kiev, Harkov ve diğer şehirlerin okullarında Bulgar gençlerin okumaları için her yıl 500 burs veren İmparator II. Aleksandır, her gün her derste, Bulgar öğrencilere “Osmanlıya karşı isyan eden Bulgar’a hiçbir şey olmaz. İmparator II. Aleksandır bizi korur” tekrarlanmıştır. O zamandan 150 yıl geçti, Rus askeri arşivleri açıldı, Romanya’daki “hışların” (kaçak haydutların), halktan zorla rüşvet toplayan komitaların, dağa çıkan haydutlardan hepsinin Rusya İmparatorluğu Askeri İstihbaratı Balkanlar Şubesi ajanı olduğu ortaya çıktı. 1876 Nisan Ayaklanmasını Sofya ve Plovdiv İngiliz konsolosluklarının parayla kışkırttığı gün ışığına çıktı. FAKAT BALKANLARDA OSMANLI RÜZGÂRI ESİYOR Fakat dünya değişiyor. Balkanlarda Nostalji havası esiyor. Şu dönem bunu özellikle müzikte görüyoruz. Toplumun alt dokusunu “çalga” müziği sardı. Bulgaristan’da gençlerin % 51’i “çalga” müziği dinliyor. Bu, Osmanlı döneminden kalan, Balkan ağızlarının toplamından dile gelen,Nihayend ve Kürdi Hicazkar makamına basmış bir eleştiri ve olumsuzlama müziğidir. Bu müzikte Bulgar komünist değerlerine ve “jender” ideoloji gibi yeni Avrupa değerlerine karşı bir “brexit” yani ayrılma havası var ve derinleşiyor. Bir örnek vereyim, bu müzik türünün en yaygın şarkılarından biri “Kamanite padat” Bulgarca başlığıyla çıkmıştı. “Taşlar düşüyor” anlamına gelir ve lokanta, pastane, kahve ve kahvehanelerde sabaha kadar çalınıyordu. KAMINİTE PADAT MÜZİĞİ NEYİN PROTESTOSUYDU Kremikovtsi Demir Çelik Fabrikası ve Plovdiv ile Asenovgrat arasındaki Kurşun Çinko Fabrikası bacalarından çıkan zehirli gazlardan boğulan ve taş gibi yere düşen göçebe kuşların feci ölümüne protestoydu. Bulgaristan’da çevreci hareketi böyle başlamıştır. Totaliter düzene karşı, 1989 Mayısında Ayaklanan Bulgaristan Müslümanlarının “Todor Jivkov”u deviren direnişlerinden sonra kıvılcım çakan Bulgar mukavemet hareketidir. Sözünü ettiğim ayaklanma, 140 yıllık III. Bulgar devletinde patlayan en büyük isyandır. 72 bin Türk katılmıştır. 12 bin erkek hapiste, 517’si Belene Ölüm Kampında ve binlercesi de sürgünde olduğundan dolayı ayaklanmacıların % 76’sı kadındır.


Zaferle sonuçlanan ilk Bulgaristan Ayaklanmasıdır. 37 Kahraman şehidimize anıt diktik. Bu ayın ilk günlerinde Bulgaristan Türkleri Devrimci Ruhunun anıtını Mestanlı (Momçilgrad) Spor Salonu önünde 2 metre 20 santimetre yüksek, zafer yumruğunu sıkmış, kolu gökte şampiyonlar şampiyonu Naim Süleymanoğulu Anıtının açılışına, Bulgaristan’ın her ilinden Türkler, Pomaklar, Çingeneler, Batı Trakya, Makedonya ve Kosova’da Türk kardeşlerimiz Geldi Törene katılanların hepsi bir ağızdan “memleketimin dağlarına bahar gelmiş” türküsünü söylediler. Sıkılmış yumruklar havaya kalktı. Bulgaristan Türklerinin yeni mücadele ruhu böyle doğdu. Biz Balkan ülkelerinin hepsinde ayrı ayrı birleşerek örgütlenmek zorundayız. Bulunduğunuz Batı Avrupa ülkelerinde dernekleşmek zorundayız. Bunu yapmazsak dağılıp gideriz. Yeni ruhumuzu işleyen, Bulgaristan’da, Balkan ülkelerindeki değişim ve dönüşümleri işleyen yeni eserlerimizi mutlaka sizlere ulaştırma yolunu bulacağıma söz veriyorum. Biz BULTÜRK – DÜNYAYI farklı GÖRÜYOR ve farklı ANLATIYORUZ Komünizm kazanında pişmiş Profesörlerle işimiz yok bizim. Siz de güncel haberler ve aktüel yorumlar için “bghaber.org” yayınımızı izleyiniz ne demek istediğimi anlarsınız. Youtup-Video ve radyo üzerinden yayına başlarsak sizi haberdar ederim. Ayrıca bu yeni ruhun önderlerini eğitmemiz okutmamız için birleşmeliyiz. Bulgaristan’ı dönüştürebilmek için okuyun oraya dönecek ve komünizmin mezarını kazarken, insan haklarının zaferi için, ortak haklarımız, Türk kimliğimiz için gece gündüz çalışacak, Bulgaristan’da gül kokan Türklük rüzgârları estirecek gençlere ihtiyacımız var. Onlar da sizlersiniz SİZLERİN ÇOCUKLARI YENİ NESİL OLACAK. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür eder, bu bilgilerin faydalı olabildiyse ne mutlu bana. Teşekkür ederim. Sağ olun var olun Allaha emanet olunuz. Saygılarımla, Rafet ULUTÜRK BULTÜRK


‘Çanakkale Zaferi Ve Bulgaristan Türkleri’ Konferansı Dr.Erdal KARABAŞ katılımcılara hoşgeldiğin dedikten sonra herkesi aya davet ederek saygı duruşu ve ardından da canlı olarak TRT Sanatçısı Sn.Rüstem AVCI’yı kürsüye davet etti. Ardından Dernek Başkanı Rafet ULUTÜRK, Osman BÜLBÜL’ün gönderdiği yazı okundu. Daha sonra Derneğin Genel Sekreteri kısaca bir tanıtım yaptı ve Konferans konuşmacısı Şamil KUCUR’u kürsüye davet ettiler. Dr.Erdal KARABAŞ Rafet ULUTÜRK’ü kürsüye davet etti ve Bayrampaşa kaymakamını da davet ederek kendilerine Bulgaristan Türkleri için yapmış olduğu çalışmalardan dolayı ve çıkarmış olduğu bu kitap için kendilerini kutlarken Rafet ULUTÜRK’e bir kupa hediye edildi. Bayrampaşa Kaymakamı Canbaba:- ‘Şimdi barışçıl yollarla yeniden Balkanlar’da etkin olmak gibi bir fırsat var. Kimseyi ürkütmeden ama sonuna kadar haklarımızı kullanarak oralarda etkin olmamız lazım’ Bayrampaşa Kaymakamı Osman Aslan Canbaba, “Şimdi barışçıl yollarla yeniden Balkanlar’da etkin olmak gibi bir fırsat var. Kimseyi ürkütmeden ama sonuna kadar haklarımızı kullanarak oralarda etkin olmamız lazım.” dedi. Bulgaristan Türkleri Derneği (BULTÜRK) tarafından 18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 102. yılı dolayısıyla düzenlenen “Çanakkale Zaferi ve Bulgaristan Türkleri” konulu konferansta konuşan Canbaba, Bulgaristan’daki Türklerin Bulgaristan-Türkiye ilişkilerini geliştirecek mekanizmalar oluşturmaları gerektiğini belirtti.


Bulgaristan’da 26 Mart’ta yapılacak seçimlere ilişkin sandığa gidin çağrısında bulunan Canbaba, “Ne kadar çok oy o kadar etki demektir. Orada etkin olabildiğimizde oradaki insanlarımızın yaşam kalitesini arttırabiliriz. Bulgaristan’ı Türkiye’ye yakınlaştırabiliriz. Bunu bilimsel metotlarla yapabiliriz. Ekonomik olarak büyüyebilmemizin gelişmemizin bir yolu da bu aslında.” dedi. Balkanların Osmanlı Devleti’nin yaşam alanı olduğuna vurgu yapan Canbaba, şunları kaydetti: “Şimdi barışçıl yollarla yeniden Balkanlar’da etkin olmak gibi bir fırsat var. Kimseyi ürkütmeden ama sonuna kadar haklarımızı kullanarak oralarda etkin olmamız lazım. Sizlerin orada etkin olması oradaki Türklerin yanı sıra geleceğimiz için de önemli. Bunun için çalışmamız, kafa yormamız lazım. Bulgaristan’daki Türklerin örgütlenmesini desteklememiz lazım. Nereye oy verirse versin Türklerin oy kullanması gerektiğini düşünüyorum. Siyasete katılımlarının yüzde 100 olmasını arzu ediyorum.” Bayrampaşa Belediye Başkanı Atilla Aydıner ise Osmanlı’nın Bulgaristan’da uzun yıllar köklü medeniyet kurduğunu, her kentinde Osmanlı eserlerine rastlanabileceğini söyledi. BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk de Türkiye Cumhuriyeti’nin gösterdiği hedefe emin adımlarla ilerleyeceklerini dile getirdi. Bulgaristan’daki seçimlere katılan DOST Partisi’nin Meclis Başkanı Rasim Bilgehan da Türkiye’deki seçmenlerin oy kullanabilmesi için çalışma yürüttüklerini, bugüne kadar 19 bin kişiyi sisteme kaydettiklerini ifade etti. Seçimlere ilişkin, “Geniş perspektifli Balkan politikamız olmadı. Günübirlik değil, uzun vadeli politikalar olması lazım. Bütün enerjimizi bu yeni oluşumun barajı geçmesi üzerine kurgulamamız gerekli.” diyen Bilgehan, Bulgaristan’ta seçimler öncesinde çok ciddi sindirme politikalarına maruz kaldıklarını anlattı. Bilgehan, şöyle konuştu: “Bölgede çok ciddi sindirme politikası var. Bulgaristan bir Avrupa Birliği ülkesi olmasına rağmen maalesef insanlar düşüncelerini ve fikirlerini özgür bir şekilde ifade edemiyorlar. İnsanların düşünceleri ve iradeleri sandığa düzgün şekilde yansımıyor. Seçim sistemi maalesef çok kötü. Türkiye’de 35 sandık açıldı. 19 bin kişi sisteme girmiş. Bu kadar kişinin bu kadar sandıkta oy kullanması çok zor. Bir de oy potansiyelinin olduğu yerlerde değil de daha uzak bölgelerde sandıkların kurulmasına karar verilmiş. Bütün bu zorluklara göğüs geleceğiz.”



ÇANAKKALE ZAFERİ VE ŞEHİTLERİMİZİ ANMA KONFERANSI Oya CANBAZOĞLU

Bayrampaşa Kaymakamımız Sn.Osman Aslan CANBABA, Belediye Başkanı Atila AYDINER, BGSAM Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı Dr.Erdal KARABAŞ, TRT Sanatçısı Rüstem AVCI, AK Parti İlçe Başkanı Kemal KIDIL, Türk Dünyası ve Akraba Toplulukları Derneği Sekreteri Ahmet Selim ARSLAN, Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği Başkanı Celal OCAL ve Bayrampaşa Meclis Başkanı Rasim BİLGEHAN ve konuşmacı olarak da Araştırmacı Gazeteci Sn.Şamil KUCUR, Konferansımza teşriflerinden dolayı ayrıca üyelerimiz ve tüm dostlara teşekürler. Araştırmacı Gazeteci Şamil KUCUR Konuşma yaparken Türk Milleti’nin iman, cesaret ve kahramanlık sembol zaferlerinden olan, Çanakkale Zaferi’nin 102’nci yılı ve şehitlerimizi anma adına, BULTÜRK Derneği tarafından düzenlenen, ‘Çanakkale Zaferi ve Bulgaristan Türkleri’ konulu konferansımızda, Çanakkale Savaşlarına, Osmanlı Devleti coğrafyasının çok farklı bölgelerinden, olduğu gibi, Balkanlar ve bugünkü Bulgaristan coğrafyasından da din, devlet, millet ve hürriyet müdafaası için adeta cepheye koşan ve şehadet mertebesine kavuşan vatan evlatlarını yad ettik. Bayrampaşa Kaymakamımız Sn.Osman Aslan CANBABA’ya Kitabımızı taktim ettik. Bayrampaşa Kaymakamı Osman Aslan Canbaba, “Şimdi barışçıl yollarla yeniden Balkanlar’da etkin olmak gibi bir fırsat var. Kimseyi ürkütmeden ama sonuna kadar haklarımızı kullanarak oralarda etkin olmamız lazım.” dedi. Bayrampaşa Kaymakamı Osman Aslan Canbaba, “Şimdi barışçıl yollarla yeniden Balkanlar’da etkin olmak gibi bir fırsat var. Kimseyi ürkütmeden ama sonuna kadar haklarımızı kullanarak oralarda etkin olmamız lazım.” dedi. Bulgaristan Türkleri Derneği (BULTÜRK) tarafından 18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 102. yılı dolayısıyla düzenlenen “Çanakkale Zaferi ve Bulgaristan Türkleri” konulu konferansta konuşan Canbaba, Bulgaristan’daki Türklerin Bulgaristan-Türkiye ilişkilerini geliştirecek mekanizmalar oluşturmaları gerektiğini belirtti. Bulgaristan’da 26 Mart’ta yapılacak seçimlere ilişkin sandığa gidin çağrısında bulunan Canbaba, “Ne kadar çok oy o kadar etki demektir. Orada etkin olabildiğimizde oradaki insanlarımızın yaşam kalitesini arttırabiliriz. Bulgaristan’ı


Türkiye’ye yakınlaştırabiliriz. Bunu bilimsel metotlarla yapabiliriz. Ekonomik olarak büyüyebilmemizin gelişmemizin bir yolu da bu aslında.” dedi. Balkanların Osmanlı Devleti’nin yaşam alanı olduğuna vurgu yapan Canbaba, şunları kaydetti: “Şimdi barışçıl yollarla yeniden Balkanlar’da etkin olmak gibi bir fırsat var. Kimseyi ürkütmeden ama sonuna kadar haklarımızı kullanarak oralarda etkin olmamız lazım. Sizlerin orada etkin olması oradaki Türklerin yanı sıra geleceğimiz için de önemli. Bunun için çalışmamız, kafa yormamız lazım. Bulgaristan’daki Türklerin örgütlenmesini desteklememiz lazım. Nereye oy verirse versin Türklerin oy kullanması gerektiğini düşünüyorum. Siyasete katılımlarının yüzde 100 olmasını arzu ediyorum.” Bayrampaşa Belediye Başkanı Atila AYDINER’e Kitabımızı taktim ettik. Bayrampaşa Belediye Başkanı Atilla Aydıner ise Osmanlı’nın Bulgaristan’da uzun yıllar köklü medeniyet kurduğunu, her kentinde Osmanlı eserlerine rastlanabileceğini söyledi. BULTÜRK Genel Başkanımız Rafet Ulutürk’de Türkiye Cumhuriyeti’nin gösterdiği hedefe emin adımlarla ilerleyeceklerini dile getirdi. Bulgaristan’daki seçimlere katılan DOST Partisi’nin temsilcisi Rasim Bilgehan da konuşmasında; Türkiye’deki seçmenlerin oy kullanabilmesi için çalışma yürüttüklerini, bugüne kadar 19 bin kişiyi sisteme kaydettiklerini ifade etti. Başkanın konuşmalarına katılıyorum ancak seçimlere ilişkin, Geniş perspektifli Balkan politikamız olmadı. Günübirlik değil, uzun vadeli politikalar olması lazım. Bütün enerjimizi bu yeni oluşumun barajı geçmesi üzerine kurgulamamız gerekli.” diyen Bilgehan, Bulgaristan’ta seçimler öncesinde çok ciddi sindirme politikalarına maruz kaldıklarını anlattı. BULTÜRK Derneği konferansımıza katılan tüm dostlarımıza teşekkürler… BGSAM Başkanı Dr.Erdal KARABAŞ Rafet ULUTÜRK’ Bulgaristan Türklerine hizmetleri için özel yapılmış bir kupa hediye etti. Rafet ULUTÜRK; “Bulgaristan Türkleri için yapmış olduğum çalışmalardan dolayı BGSAM – Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı Sn. Dr. Erdal KARABAŞ Beyefendiden hayatımda aldığım en anlamlı hediyedir” dedi. Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği Başkanı Celal OCAL konuşmasında;Bu gün bir ilk yaşıyoruz, bu gün Rafet Kardeşim beni bile şaşırttı bizden küçük olmasına rağmen kendi kitabını yazdı. Sizi böyle bir eser meydana getirdiğiniz için tebrik ediyor ve alnınızdan öpüyorum. Bundan böyle artık dernek Başkanları


kitaplı Başkan ve kitapsız Başkanlar diye ikiye ayrılacak. Siz Bulgaristan Türkleri davası için böyle bir kitap yazmakla Türklük mücadelenize ne kadar önem verdiğinizi gösterdiniz kutluyorum ve bu eserlerin devamını diliyorum. Ardından Rafet ULUTÜRK’ü yanına kürsüye davet ederek alnından öptü ve Kahramanlar alnından öpülür, hayırlı uğurlu olsun tekrar sizleri kutluyorum.dedi. Şehitlerimizin ruhları şad olsun. Ben ezelden beridir, hür yaşadım, hür yaşarım/ Hangi çılgın bana, zincir vuracakmış şaşarım… (Mehmet Akif)


Bultürk’te Konferans Ve Ziyaret Dr.Nedim BİRİNCİ

Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin (BULTÜRK) onbeş günde bir yapılan geleneksel konferanslarında geçtiğimiz pazar günü “Bulgaristan’ın Geleceğinde Türk Gençliğinin Yeri ve Önemi” konulu konferansta konuşan Gazeteci Araştırmacı Yazar Şamil Kucur, Türkiye ve Bulgaristan geleceğinde, gençliğin çok nemli yetki ve inisiyatif hakkını elde etmesi için çaba sarfedilmnesi gerektiğini söyledi. Konferansa Araştırmacı Gazeteci Yazar Şamil Kucur katıldı. Gençlerin geleceği ile ilgili önemli konulara değinen Kucur, ”Türkiye ve Bulgaristan’ın bu günü ve geleceği ile gençlerin, öğrencilerin okullarında ya da meşgul olduğu her saha ve her meslek grubunda, başarılı ve tercih edilen liyakatli kişiler olmaları gerekir” dedi. LİYAKAT, AHLAK VE KÜLTÜRLÜ GENÇLERE İHTİYAÇ DUYUYORUZ Liyakat, bilgi, kültür ve ahlak sahibi olan gençlere, Türkiye’nin de, Bulgaristan’ın da her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğunu belirten Şamil Kucur, siyaset, genel ve yerel yönetimlerde ahlak, bilgi, kalite ve liyakatin önde tutulduğu bir yönetim arzu ediliyor ise, o halde gençlere imkan ve şans sağlanması gerektiği, gençlerin de bu verieln hakkı en iyi şekilde değerlendirmeleri gerektiğini söyledi. BULDARİSTAN, KIRIM, BOSNA, HOCALI HEPSİ DE CANIMIZ Yaşanan dünya ve yakın coğrafya gündeminde, sadece Bulgaristan’daki Müslüman-Türklerin problemleri ile değil, Balkanların bütünündeki soydaş ve dindaşlarımızı da ilgi sahalarımız içine alınması gerektiğini belirten Kucur, ” Hatırlayınız bu mekanda bir süre önce yaptığım konuşmada ‘Bu gün Hocalı Soykırımı için burada toplandık. Ama yakın bir zamanda Bosna’da ya da Kırım’da benzeri işgal ve katliamların yaşanmayacağının garantisi yok. O nedenle Hocalı da bizim, Kırım da bizim, Bosna da bizim, anlayışına sahip olmamız gerekir’ demiştim. Ne yazık ki Bosna Hersek de de karışıklıklar yaşandı. Ne yazık ki bu günlerde de Kırım Rusya tarafından işgal edldi. O halde, bu gün Kırım için de, Hocalı için de, Bosna-Hersek için de, Sancak, Makedonya, Kosova, Yunanistan – Batı Trakya, Romanya, Azerbaycan, Kırım, KKTC, Suriye-Türkmen, Irak-Türkmen, Kafkaslar ve eski Sovyetler Birliği sonrasında kurulan Türk Devletleri ile ilgili gelişmeleri ve yaşanan problemleri takip etmek ve gerektiğinde de insani ve sivil toplum unsuru olarak müdahil olmak gerekir” dedi.


Konferansa Bayrampaşa Belediye Başkanı Atilla Aydıner ve AK Parti ilçe Başkanı Cemil Yıldız ve ekibi de katıldılar. Toplantıyı yöneten Bultürk Genel Sekreteri Dr. Müjgan Deniz, derneğin kısa tarihçesini ve önemli faaliyetlerini anlattı. BULGARİSTAN’DAKİ FAŞİST SALDIRLAR RAHATSIZLIK VERİCİ BULTÜRK Derneği Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ün Türkiye ve Bulgaristan ilişkileri ile Bulgaristan’da son günlerde Türkler ve Müslümanlar aleyhine yaşanan saldırı ve tahrikler ile ile gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bayrampaşa Belediye Başkanı Atilla Aydıner yaptığı konuşmada, BULTÜRK ile tanıştığı günden bugüne kadar, yakinen faaliyetlerini takip ettiğini ve Bulturk’ün diğer Balkan derneklerine nazaran bizlerde farklı bir yeri olduğunu söyledi. Özellikle Bultürk Derneği’nin, Bulgaristan seçimlerinde aktif rol almalarının ve ilk kez Bulgaristan’da bir Türk-Müslüman Cumhurbaşkanı adayı çıkarmalarının kendisini derinden etkilediğini anlatan Aydıner ”Bu çocuklar yeni bir tarih yazdılar, tarih. Bulturk yönetimi özellikle Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ü takdir ediyor ve huzurunuzda kendisini kutluyorum” dedi. BULTÜRK İLE ÇALIŞMAKTAN ŞEREF DUYUYORUZ Ayrıca Rafet Ulutürk ve BULTÜRK ekibi ile çalışmaktan onur ve şeref duyduğunu ifade eden Aydıner, ”Bu tür faaliyetler için bu Genel Merkez çok küçük bu toplum için, ileriye dönük inşallah tekrar kazanır isek


daha büyük daha imkânı bol olan bir yer hak ettiklerini düşünüyorum ve gerekeni yapmaya da hazır olduğumu şimdiden hepinizin önünde belirtmek isterim.” dedi. Kendisine BULTURK ile birlikte çalışmaları ve destekleri nedeni ile plaket taktim edildi. Plaketi Çanakkale Milletvekili İbrahim Köşdere taktim etti.

Konuşması bitiminde yoğun programları olduğu için, Başkan Atilla Aydıner, programın soru ve cevap bölümüne katılmadan salondan ayrıldı. NEDEN SİZDEN BİR TEK MECLİS ÜYESİ BİLE YOK?

Çanakkale AK Parti milletvekili İbrahim Köşdere, başkan Aydıer’in konuşmasından etkilendiğini ifade ederek, ”Ancak, Bulgaristan Türklerinden ve BULTÜRK Derneğinden Bayrampaşa Belediye Meclis üyesi kaç kişi verdiklerini sordu. ”Hiç”, cevabını alınca, nasıl olur diye büyük tepki gösterdi. Bunca övgüden sonra böyle bir sonuçla karşılaşmak hiç hoş değil ve hiçbir siyasi anlayışa sığmaz” dedi. Bulgaristan Türkleri iyi bir potansiyele sahip olmalarına rağmen Türkiye Cumhuriyeti siyasetinde çok cılız, çok yetersiz bir temsile sahip olduklarını ifade eden Köşdere, sözlerini şöyle sürdürdü: ”Artık Şumen, Kırcaali, Razgrad, Varna, Tırgovişte, Silistra, Plovdiv gibi derneklerle değil artık tüm Bulgaristan’ı tek çatı altında toplamalıyız. Yani tüm Bulgaristan’ı kucaklayacak bir tabela ile hareket edilmesi gerekiyor. İşte Bulturk’ün de yıllardır amaçladığı hedef ve felsefesiydi bu, demek ki mantığın yolu bir diye katılımcılardan bir ses verdi.” SİYASETTE DAHA FAZLA SÖZ SAHİBİ OLMALIYIZ Bu birlik ve beraberliğin sağlanması adına her türlü imkânlarını (maddi ve manevi) seferber edeceğini bu kitleyi bir araya getirmek için ne gerekirse yapacağını hemşerilerinin önünde söz veren Köşdere ” Bulgaristan Türkleri için, Türkiye’de ve Bulgaristan’da yıllardır bütün olumsuzluk ve imkansızlıklara rağmen, mücadeden hiç bir zaman yılmayan ve BULTÜRK’ün siyaet gündemine taşıyan Genel Başkan Rafet Ulutürk’ün emrinde ve ne emir verilirse çalışacağım. Artık, birlik ve beraberlik zamanı bundan sonra Bulgaristan Türklerinin siyasette söz sahibi olma zamanıdır. Bizlere söz hakkı tanımayan siyasi partilere, bizden de size destek olmayacak diyebilmeliyiz. Artık STK Başkanları bunları yapabilmeliler, toplumunu temsil etmeyenlere, toplumuna destek çıkmayanlara oy yok diyebilmeliler. Bunu yapabildiğimiz günden itibaren bizlerde artık siyasette varız diyebiliriz” dedi.


Hoşgörü Ve Türk-İslam Ahlakının Beşiği Anadolu Rafet ULUTÜRK Haziran 2016 Konu: Romanya Konferansından konuşması

Öncelikle bizi bu toplantıya davet eden, Romanya Demokratik Türk Birliği Başkanı Gülten ABDULLA, Aşağı Tuna Araştırma, Geliştirme, Eğitim ve Kültür Merkezi Yönetimi ve bu toplantıda emeği geçen herkese teşekkür eder ve başarılı geçmesini temenni ederiz. Sn.Ekselansları, Değerli heyet başkanları, araştırmacı bilim adamı, gazeteciler ve çok değerli misafirler. Bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya bozkırlarından yola çıkarak, Anadolu’dan önce Türkleşen Bulgaristan topraklarına ulaşanlarız. Bu toprakları Osmanlı coğrafyasına katan Evlad-ı Fatihan’ların torunlarıyız. Bizler Tuna boyundan başlayarak, Deliorman, Dobruca ovasından geçerek, Koca balkanı aşarak Gül kokusu Kazanlıktan, Pirin, rodop dağlarından Arda boyundan kıvrım kıvrım süzülerek Anadolu’ya doğru hızla ilerlediğimiz Akıncılar Yurdundan hepinize kucak dolusu sevgi ve selamlar getirdim. Hoşgörü ve Türk-İslam ahlakının beşiği, Selçuklu ve Osmanlının sarsılmaz kalesidir Anadolu. Bulgaristan, Balkanlardaki Türk-Müslüman kültürel kimliğini en uzun yaşatan ve geliştirerek yaşatmaya devam etmektedir. Bu gün itibarı ile sadece 89 göçünden sonra Türkiye’de toplam 710 bin kişi yaşamaktadır. Bulgaristan’da kalan ve Türkiye’ye yerleşen soydaşlarımı temsil eden Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Genel Başkanı sıfatıyla aranızda bulunmaktan gurur duyuyorum.Bugün adlarına Bulgaristan Müslüman Türkleri dediğimiz etnik azınlık topluluğu bu kültürel kimlikle 650 sene yaşamış, son asırda da göçlerle ana yuvasına büyük kafileler halinde geri dönmüştür. Yaşanan bu göçlerden 1989 göçü en büyüdür ve acımasız bir “kültürel soykırım”dır. Aldığım davetiyede, Fuat Köprülüyü ilk sıraya haklı olarak koymuşsunuz. Bir kültürün son çınarlarını görmeden, onun yarattığı uygarlığı göremeyiz. Mehmet Fuat Köprülü, Osmanlı kültüründen Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan bir köprüdür. Ayrıca Avrupa kültürüne uzanan uzun yolumuzda, bugün de dimdik ayakta duran ve üzerinden geçtiğimiz değerli bir köprüdür. O, içinde sönmeyen hoşgörü ruhu olan öz medeniyetimizin en aydın temsilcilerinden birisidir. Orta Asya’dan Anadolu’ya Hoşgörümüz Türk–İslam ahlakımız, kültürümüzün en temel parçalarındandır. Pamir dağlarını delerek, Orta Asya’dan Anadolu’ya geliş sürecinde İslam’la bütünleşerek bugünkü Türk-Müslüman benliğini kazanmış durumdayız.


Yaşadığımız ülkede Türkler alçakgönüllü, çalışkan, kendi işini başkalarına zarar vermeden yapan, gönlü gibi kapısı da her zaman açık olan, yardımsever, her şeye olumlu yanaşanlardandır. Biz Anadolu’dan, Konya ovası ve Karamandan bu niteliklerle gelen ve buraları Balkanlaştıran özellikle yerli Bulgarların dil ve diline, yaşam tarzına müdahale etmeden barış ve huzur içinde 650 yıl beraber yaşayan Evlad-ı Fatihanların torunlarıyız. İslam hoşgörüsünün ilk derinliği Medine’dedir. İslam’ın siyasi tarihinin başlangıcında, Medine Müslümanları, diğer dinlere mensup halklarla bir arada barış ve dostluk içinde yaşamalarını sağlayacak bir sözleşmeye yapılmıştırlar. “Medine Sözleşmesi” olarak bilinen ve “ayrı dinlere mensup kişilerin İslam’ı idare altında haklarını tayin eden temel ilke, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmtarafından, hem Peygamber, hem İslam’ın yayıcısı hem de Medine’nin idarecisi olarak” hayat hakkı elde etmiştir. Bu insanlık tarihinde daha önce eşine rastlanmamış bir olaydır. İnsanlık adına son derece büyük bir nimettir. Bu sözleşme, Hz.Muhammet Aleyhisselâm tarafından 622’de düzenlenmiştir–Müslümanlar, Yahudiler ve Paganların yani çok tanrılıların barış içinde yan yana yaşamalarının çerçevesini böyle çizmiştir. İlk kez bu sözleşmede Medine’deki Müslüman, Yahudi ve Paganların hakları “ümmet” adı altında birleştirilmiştir. Bu sözleşme, İslam’da çoğulculuk ve hoşgörü düşüncesinin kaynağı ve geliştiricisidir.


Bu sözleşmeyle insan hakları eşitlenmiştir. Medine sözleşmesinden sonra, “kendilerini Müslüman sayan” tüm ülkeler ve hükümdarlar, göçmenlerin, savaş kaçaklarının ve sığınmacıların eşitliğini, haklarını, onlara şefkat ve yardım gösterilmesini, emreden Kuran surelerini uygulayarak bir göçmen hukuku, hoşgörü ve Türk-İslam kültürü yaratmışlardır. Hakikatten, Anadolu yalnız bir hoşgörü beşiği değil, emsalsiz hoşgörü ve ahlak çınarıdır. Ben Bulgaristan’da doğup büyümeme rağmen diğer Bulgarlarla eşit haklara sahip olamadım. Fakat bir göçmen olarak Türkiye Cumhuriyetinde bu eşitliği bizzat yaşayarak görmüş bulunmaktayım. Türkiye’ye 1989’dan sonra yerleşen 710 bin kardeşim de öyledir. Bugün anavatanımızda sadece Suriyeli 4 milyon sığınmacı barınıyor, 720 bin savaş kaçağı çocuk okula gidiyor. Türkiye’nin Başkanı, Başkanımız Sayın R.Tayyip Erdoğan başkanlığında İstanbul’da düzenlenen son İslam Konferansında bunu tasdik etmiştir. Abdülhamit’in hayali olan Türk-İslam birliğini oluşturmak R.Tayyip ERDOĞAN’a nasip oldu diye manşetten BULTÜRK Gazetesi tüm dünyaya duyurmuştu. Hoşgörünün Türk-İslam Ahlakının Anadolu’ya yerleşmesi İlk başta, âlimler âlimi Ahmet Yasevî‘yi görüyoruz. O, Selçukludan Osmanlıya geçişte köprü olmuş, bir milenyum önce geleceğin hoşgörü beşiği olarak görebildiği Anadolu’yu manevi olarak fetheden ilk büyük düşünürdür. Belirttiğine göre, daha o zamanlar Anadolu’da Hıristiyan ve Müslüman etkileşimi, ortak kültürü oluşturacak düzeye ulaşmıştır. Kıyaslamalı örneklersek, İslam Hindistan’da halk Müslümanlığı oluşturabilmek için 12 cilt hadise ihtiyaç duymuş. Anadolu’da ve Balkanlarda bu böyle olmamıştır. Siz hiç “Anadolu hadisleri”, “Balkan hadisleri” kitabına rastladınız mı? “Aşağı Tuna Hadisleri” değerlemesi olduğuna da inanmıyorum.Bunu nasıl mı anlamalıyız? Anadolu’da ve Balkanlarda Halk Müslümanlığı öncelikle “türbe” gibi ziyaretgâhlarda belirginleşmiştir. Türbeler, İslam öncesi inanç ve kültürlerin su yüzüne çıktığı yerlerdir. Halk Müslümanlığının camideki yüzü ile türbelerdeki yüzü birbirinden hayli farklıdır. Camide İslam’ın kitabı öne çıkarken, türbeler İslam öncesi inanç birikimine daha yakındır. Anadolu’da olduğu gibi bizde de, aziz ve evliya ziyaretgâhları Hıristiyan ve Müslüman hoşgörü kültlerini olgunlaştıran başlıca etkenler olmuştur. Anadolu’da Hıristiyanlığa geçiş sürecinde Hıristiyanlık öncesi tanrılar, “azizlere” dönüştürülerek, “putperestlikten Hıristiyanlığa yumuşak geçiş sağlandığı gibi” benzer bir süreç “Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçişte de tekrarlanmıştır.” Olaya bilimsel ışık tutan Ahmet Yasevi’nin “ortak kültür” ve “hoşgörü” kavramlarına kaynak olan da budur.


Düşünce bir tohumdur, kültürün Türkçemizdeki adı ise ekindir. O olmadan umut ve toplum yeşermez. Bu dünya görüşünde derinlik ve hikmet, sonsuz bilgi kaynağımız Hoca Yasevî ve yarattığı eser Yasevîlk’tir. Yasevilik İslamı Anadoluya taşıyan ahlak ve hoşgörüdür. Yasa ve ilkeler toplamı olarak bir kuraldır. (teoridir). Anadolu’ya, Balkanlara, kolları şu topraklara ulaşan Bektaşîlik, Babaîlik, Haydarîlik öğretisidir. Türklüğü ve İslam’ı Anadolu’ya uygulayan modüldür. Bir ışıktır ve bu ışığı Balkanlara taşıyanların başında, destanlarımızın kahramanı Sarı Saltuk gelmektedir. O, Aşağı Tuna boylarındadır. “Demir Baba” türbesi bizde, Deliorman’da Türklük kalesi olarak dimdik ayaktadır. Binlerce türbe, cami, cem evi, medrese, okul olarak yaşayan bu kültürün tüm eserlerinin ortak harcı Yasevilik–Bektaşilik-Müslümanlıktır. Anadolu’nun ve Balkanların Türkleşmesi ve İslamlaşmasında çok önemli rol oynayan Sarı Saltuk’un bizde büyük sayıda türbesi bulunur. Her birinin ilk harcına, ilk türbeden toprak konarken, topluma cömertlik ve konuk-severliği aşılamıştır. Balkanların her köşesi Sarı Saltuk memleketidir Halk kültürümüzde bir hoşgörü kahramanı olan Sarı Saltuk, herkes tarafından sevilmiştir. Mezarının Romanya’nın Kuzeyinde Dobruca bölgesindeki Babadağ kasabasında olduğu rivayet edilir. Türklük kutsalını koruduğunuz için, ev sahibi kardeşlerime hepinize teşekkür ediyorum. Aynı kalpten duygularımız, Bosna Herseg Balagay Şehrindeki Sarı Saltuk tekkesini, İznik’teki ve diğer Sarı Saltuk Baba tekkelerini, zaviyeleri yaşatanlar için de geçerlidir. Siz, dünyadaki en kutsal inancı, Türklüğü ve Müslümanlığı, İslam’ı, geleneklerimizi, birliğimizi ve kardeşliğimizi yaşatanlarsınız… Ne mutlu hepimize! Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Müslümanlığı Avrupa’ya taşıyan aydın olarak anlatmıştır.Birliğimizin sembolü olan Sarı Saltuk Baba türbeleri Tunceli, Diyarbakır, Niğde, İstanbul Rumelifeneri, Babaeski, Makedonya Ohri, Arnavutluk ve başka yerlerde de var oldukça, Anadolu ve Balkan halklarının manevi birliğine kimse gölge düşüremez, kimse bileğimizi bükemez, geleneklerimizden ve Türk-İslam Ahlakımızdan gelen hoşgörümüzden bizi kimse vaz geçiremez. Türklerin Balkanlara gelmesiyle Hıristiyan ve Müslüman halklarının birbirinin dinini anlamakta, birbiriyle alış-veriş yapmakta, birbirinin düğünlerine gitmekte, değişik sosyal etkinliklerine katılmaktadır. Beraberliğimiz düşmanlıkla başlamamıştır. Kurduğumuz evlerin, konakların, medrese ve camilerin kapısı her zaman herkese açıktı. Bugün de oyledir.


Balkanlarda ortak kutladığımız hoşgörü geleneklerimiz doğdu: Anadolu’da olduğu gibi Bulgaristan’da da beraber kutladığımız birçok bayramımız var. Bunlardan biri 6 Mayısta kutlanan yazın gelişi, Yazın gelişi bizlerde Hıdrellez Bayramıdır Ortak mevsimlik bayramlar dışında, asırlarca süren birlikte yaşam, kaçınılmaz olarak, saygı ve hoşgörü doğurmuştur. Tekke ve zaviyeler ülkemizde bugün de önemli bir çekim merkezidir. Ayrıca mevlütlerimiz de özel Türk-İslam ahlakını yansıtmaktadır. Gelenekleşen bu birliktelikte, Çelebi Mehmet zamanlarında yaygınlaşan ve bir halk Müslümanlığı olarak Mevlitlerimiz de çok önemlidir. Bu geleneğimizde de kapımız herkese her zaman açıktır, soframız ortak, dualarımız sağlık ve rahmet içindir. Yağmur dualarımıza ve salgın hastalıklara karşı halkın dini eylemlerinde de, her dinden ve ırktan temsilciler görebilirsiniz.Her yıl Mayıs ayında Demir Baba Tekkesi törenleri düzenlenir. Müslüman bayramlarında bu hoşgörü kültürel etkileşimin devamıdır. Özellikle Ramazan ayında, iftar sofralarına büyük sayıda Hıristiyan’ın da oturduğu dikkati çekmektedir. Allah kabul etsin, birkaç gün önce bayramla sona eren ramazanda Bulgaristan’ın Cebel kasabasındaki iftar sofrasına 3 bin, Kırcaali iftar sofraları bin, Asenovgrat’ta 2 bin, Filibe’nin “Yeni Mahallede” semtinde, Sofya “Banya Başı Camisinde 500, Samakov “Küpeli Çeşme” sofrasında 300 kişiyi her akşam bir araya geldiler. Geleneklerimiz bir hoşgörülü birliktelik çağrısıdır. Şumen, Razgrat ve Ruse iftar buluşmaları da çok kalabalık gerçekleşti. Burada emeği geçenlerden Allah razı olsun. 138 yıldan beri ilk kez bu yıl Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev Ramazanın ilk gününde HOŞGÖRÜ SOFRASI AÇTI ve tüm din ve mezhep temsilcilerini iftar sofrasında buluşturdu. Halkımız iftar sofralarımıza Hıristiyanların da oturmasını hoşgörü ile karşılıyor. İstanbul Bayrampaşa’dan her yıl çekilen Ramazan Kervanı bu yıl sadece Bulgaristan’da 12 bin vatandaşı hoşgörü muhabbetinde bir araya getirdi. Kendilerine, Bulgaristan Müslümanları adına teşekkür ediyorum. İşaret etmek istediğim Yasevinin talebeleri, hacı Bektaşı veli, Sarı Saltuk ve Demir Baba evliyalarımızla Balkanlara yayılan geleneklerimizi ve tasavufi ahlakını yaşatıyorlar. Bunu özellikle 2002’den sonra gelişip güçlenen AK Parti’nin hoşgörü anlayışına borçluyuz. Demek istediğim, Asya’dan, Medine’den dörtnala gelen ahlaki ve uygarlığı bugün de şahlanmış ve dimdik ayaktadır. Kısacası Türkiye tarihimizi hatırlamaya, artık köklerimize can suyu vermeye başladı…


Özetlerken: Ahmet Yasevînin müritleri Evlad-ı Fatihan diyarına İslam kültürünün incilerini getirip saçanlardır. O, bizim tüm Türk âleminde aynı milliyet olduğumuzu ilk duyumsayan ve duyumsatandır. Eserleri, gelenek ve göreneklerimizin yapı taşlarıdır. Hayatı, derin bir düşüncenin ışığı olmuştur. Anadolu ve Balkanları barış ve ahlak diyarı yapan büyük ölçüde onun fikirleridir. Topraklarımızda birçok Allahın evi kurulmasına ruh vermiş, müritleri İslam’ı kabul edenlerin önünde ilk namaza durmuştur. O, bir de anadilimizde halk edebiyatımızı mayalayan büyük ozanlardan biridir. Putperestliği, ateşperestliği yenip çöpe atan, yenidünya görüşünü halk arasına yayan, hatta yeryüzünde Peygamberimizden daha uzun zaman yaşamak istemeyen, eşi benzeri olmayan bir düşünürümüzdür. Geçelim müritlerinin yaktığı ateşlere Hoşgörü ırmaklarımızdan sadece bir tanesidir, Türk –İslam ahlakı ise bunların birlikte buluşturduğu bir okyanustur. Yeni ırmaklarımızın aktığı yer Türk-İslam Ahlakınadır. Bu tarihsel erdemin çınarlarından biri de halk ozanı Yunus Emre’dir. O, Türklüğün Anadolu kaynağını açanların başında gelir. Halk aşkına dayanan yaratıcılığında Ahmet Yasevi kaynağından su içmiş ve halkımıza da içirtme şerefine nail olmuştur. Anadolu tasavvufu – insanlara sevgi ve ahlak öğretisidir. Yunus Emre’nin büyüklü bir de Anadolu’nun çok dilli, çok kültürlü, çok dinli ortamında yalnız Türkçe yaratmış olmasında gizlidir.Onun ölümsüzleştiren ve yaratıcılığına yansıyan halk sevgisi efsaneleşmiştir, ona olan sevgi ise abideleşmiştir. Hakikat kişiliğin yolunda Hacı Bektaşi’yi bulan odur. Türk dilinin zenginleşip egemenleşmesine büyük katkıları olmuş, hoşgörü ve ahlakımızı Anadolu’nun hamuruna karmış bir tasavvuf müridi olma gururuyla yaşamıştır. O zamanlar Türkler, İslamı bir imparatorluğun görkemini paylaşan sınıf üyeleri arasında çok önemli yer alsa da, Rum, Bulgar Sırp, Yahudi ve Ermeni kökenlilerden başka aynı ortamda Alman, İtalyan, Rus, Çerkez ve Leh gibi unsurlar da kalabalıktı. O zamanlar Türkçemiz, Osmanlıca olarak görülen dil durumundaydı. Yunus Emre bu çeşitlilik içinde Türk halk dilinde yaratarak dilimizin egemen olma yollarını ömür boyu zorlamış, ufuktaki güneşi görebilmiştir. Onun, değeri asla biçilemez, bir uğraşıdır. Hayatı ve davası, ne mutlu Türküm diyenlere sonsuz gurur kaynağıdır. Yunus Emre çağında Anadolu böyle iken, bir de Balkanlara bakalım.


Burada Balkanlılık değimini kullanırken, Prof.Kemal Karpat’ın “Osmanlı İmparatorluğu bir Balkan İmparatorluğudur” sözünü hatırlatmak isterim. İmparatorluğun Balkanlardaki nüfusu Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Romen, Bulgar, Yunan ve Türker’den oluşurken alabildiğine bir dil çeşitliliği yanında, din ve mezhep farklılıklarının da yan yana olduğunu görüyoruz. Ne var ki, bu çeşitlilikte barış içinde yan yana yaşama konusunda pek büyük bir sorun yaşanmamıştır. Dili dini, gelenek görenekleri yasaklanan etnisite ve halk yoktur. Osmanlının gelişiyle burada 650 yıl savaşsız yaşam sürdürebilmişlerdir. Hoşgörü bahçesi fidanları böyle bir ortamda doğmuş, bitmiş hatta meyveleri de birlikte toplamışlardır. Türk-İslam ahlakını ve beraber yaşama sanatını birlikte geliştirmişlerdir. Osmanlının yönetiminde yıktığı hiçbir kilise yoktur. Hoşgörü sözünün köklerine biraz da Hıristiyanlar açısından bakalım:Örneğin Bulgarlar Uyanış Çağlarını Osmanlıda yaşamışlar, ilk Bulgar okulları Osmanlıda kurulmuştur. İstanbul “Stveti Petır” kilisesi ve Bulgar okulları o dönemin eserleridir. ”93 Harbinin” yapıldığı Plevne eyaletinde 345 Bulgar okulu olduğunu hatırlatmak bu olayları Osmanlı Hoşgörüsü ve Ahlakı açısından yeter de artar bile. Bulgar halkının Osmanlıya yüzde yüz inandığını gösteren bir olay da, Plevne kentindeki Bulgar papazı dini ve sivil erkânının adına Osman Paşaya “3 torba altın vererek, Paşam bizi de koruyun!” demiştir. Bu örnekler anlatmakla bitmez. Hoşgörü (tolerans şekliyle) sözü Latince tolerare sözünden türetilmiş olup, farklı anlayışları, kanıları yaşam ve davranış tarzlarını, farklı gelenek ve görenekleri kabul etme, onların varlığını tanıma anlamının dışında kullanıldığını gördü, tahammül etme, katlanma ve göz yumma, hoş görme gibi kavramları içerir. Tolerans, denince çoğunlukla dinsel hoşgörü akla gelir. Örneğin Osmanlının hoşgörüsü sayesinde Bulgarlar Doğu Ortodoks Hıristiyan Piskoposluğu elde etmişler, Bulgarcayı kilise dili yapmış ve kendi ibadethanelerini kurmuş ve yazısını geliştirmiştir. Yeni tarihin Rönesans, Hümanizm, Reformasyon ve Aydınlanma devirlerinde sürekli kendini değişen koşullara uydurmaya çalışırken, aslında savaşımlarla geliştirilmiştir. Kuşkusuz elde edilen sonuçlar birçok defa toleranssızlık doğurmuştur.İslam’da hoşgörü ahlaktır, hem mutlak hakikati temsil etme savı, hem de “ehl-i kitap” diye adlandırılan kitaplı dinlere inananlara tanınan görece tolerans, özerklik ve özgürlük kapsamında değerlendirilir.


Bulgaristan’da hoşgörü ifadesi olarak, Osmanlıdan ayrıldıktan sonra da, kapımızın Bulgarlara hep açık kaldı. Ne yazık ki Bulgarlar başa geçtiğinde hep ayrı kaldık, iktidarların Müslüman Türklere zulüm uygulaması, 8 kitlesel göç, birçok isim değiştirme ve sonunda tüm bardakları taşıran Bulgaristan’da yaşayan tüm etnik grupların “soya dönüş” terörü yani soykırım yaşattılar. Barış içinde beraber yaşamamız kaçınılmaz doğal bir ilke olsa da, büyük acılara rağmen ayakta kalabildik. Bir açılım olanağı olan tolerans Bulgaristan’da her zaman toleranssızlıkla iz bıraktı. İşaret etmek istediğim, tüm resmi evraklarda tolerans yazması, gazetelerin manşetlere tolerans başlığı atması hiçbir anlam taşımıyor. Bu yüzden olacak 1990’dan sonra Bulgaristan’da Türklerin ve Pomak kardeşlerimizin kurduğu sivil toplum örgütlerinden daha fazlasının adı “Tolerans”tır. Fakat burada yer etmesi ve beyinlere yerleşmesi gereken kavram KARŞILIKLI TOLERANS olmalıdır, çünkü biz zaten her zaman herkese karşı hoşgörülü ahlaklı davrandık. Hoşgörü için ayaklanmamız ise HAKKIMIZDI. Kant, Hegel ve Marks ve Engels, Osmanlı toleransını takdirle karşılayan dünya düşünürleridir. Türklerin egemenlikleri altındaki gayrıMüslimlere en geniş özgürlükler tanıdığını yazan Hegel, Avrupa’nın en uygar toplumu olan İngilizler, Katoliklere hiçbir özgürlük tanımıyor, diye yazmıştır.Bulgaristan örneğini biraz parantez içine alırsak, Osmanlı devletinde uygulanan toleransın Batı Avrupa’nın hayalinin ötesinde olduğu en ünlü klasiklerce takdir edilmiştir. Batı edebiyat ve felsefesinde Osmanlı Türkiye’sinde hayat hakkı kazanan, farklı topluluklara tanınan dinsel hoşgörü ve kültürel özgünlüğü koruma ve geliştirme özgürlüğü hep gıpta edilmiştir. Engels ise kültürel ve dinsel tolerans bakımından “Türkiye bir cennet”, demiştir. Kuşkusuz 19.yüzyıldan sonra Balkanlarda Müslüman Türk hoşgörüsü Balkan Milliyetçiliği ile amansız bir mücadele vermiştir. Yine Fridrich Engels, “93 Harbinden” sonra kaleme aldığı bir yazısında şöyle demiştir: “Şimdi Bulgarların Türklere yaptıklarını, daha önce Türkler Bulgarlara yapmış olsaydı, tarihte Bulgar diye bir topluluk kalmazdı.” Bu saptama Engels’ten bir alıntıdır. Yalnız 1878’de Filibe’nın (Plovdiv) Türk nüfusu 300 binden 15 bine düşmüştür. 1878’de Bulgaristan Prensliği nüfusunun % 52’si Müslüman Türk’ken, 2016’da biz Bulgaristan nüfusunun ancak % 17’siyiz. Totalitarizm çökerken, yalnız 1989’un Ağustos ayında 350 bin Bulgaristanlı Türk baba ocağından kovuldu. Balkanlarda bu rakam toplam 10 milyondur. Bugün Türkiye’deki Balkanlı Müslüman diasporası 18 milyonun üzerindedir.


Bulgaristan’daki son durum: Bizde, bugün de değişen bir şey yoktur. Nüfus yapısı aynıdır. Özünde “çok-kültürlülük” taşıyan bir yapıdır bu. Biraz daha somutlaştırırsak, Bulgaristan’da bu sıralamaya, Pomakları, Çingeneleri, Gagavuzları, Ulahları, Romen Çingenelerini vb de eklememeliyiz. İşte bu ortamda “çokkültürlülük” her zaman çok dillilik ve birden çok dinin, yaşam tarzının bir arada oluşu demektir. 1908’de kurulan Bulgar Çarlığı gibi, 1944’te kurulan Bulgar sosyalizmini izleyen totalitarizm de, bu çeşitliliğe tahammül edemedi. Egemen olan Bulgar ulusun dil, din ve kültüründen başkasına nefes aldırmadı. Bulgaristan’da Hoşgörü ırmağının suları hep azaldı. Tek uluslu devlet kurma hırsına yenik düştü Bulgar devleti. 70 yıldan beri çocuklarımız devlet okullarında anadilimizde okuyamıyor. Bulgaristan’da Toleranssızlık mengenesi sıkıldıkça sıkılıyor. Anadilimizde iletişim ve haberleşme haklarımız sıfırlanmıştır. Bir iktidar tuzağı olan Hak ve Özgürlük Hareketi bizi “Bulgar Etnik Modeli”ne kapayarak (kapsülleşmiş toplum) haline getirdi. 1990’dan beri sözde demokratikleşme süreci yaşayan Bulgaristan’ın kültürel coğrafyası ve toplumsal siyasi ve dinsel koşullarının biçimleştirici etkisi Bulgaristanlı Müslüman Türker’den bir tek, oy kullanma hakkı garantili olan, “siyasi köle” topluluğu oluşturdular. Türkiye’de yaşayan soydaşlarımızın çifte vatandaşlıktan kaynaklanan oy kullanma hakkı ise son yasa değişiklikleriyle ellerinden alınmak isteniyor. Bu gidiş toplumu parçalayabilir, devletin insan hakları açısından farklı bir yapılanmaya ihtiyacı var. Özelikle eğitim ve kültür ve din alanında temel hakların mutlaka tanınması zorunluluk olmuştur. İslam yayılırken, diğer dinlere saygı duyma, diğer dinlere inananların kendilerine ifade etmelerine fırsat verme, işte bu, dinsel toleransın başlıca kaynağı ve anlatımıdır. Hoşgörü, dinde, dilde, yaşamda bir etkileşim, bir arada yaşama, yardımlaşma ve birlikte olmanın sonucu olarak doğmuştur.Şimdi biz, yine başa dönelim: Dil, etnisite ve din farklılıklarına karşın, resmi dilin Türkçe olmasına karşın, Osmanlı bir Türk haritasını, asla çizmemiştir. (Bizde Bulgarlar 138 yıldan beri Osmanlıda zorla Müslümanlaştırmadan söz eder, ama bu bir kuyruklu yalandır. Şu cümleyi çok esef ederek yazdım ve içimden gelmese de, okumak istiyorum. 1878’den 2002’ye kadar Bulgar devleti bize “ana emzirmemiş bir çocuk gibi baktı”. Çilemizin kaynağında olan kara-kader bir yere kadar da budur.)


Tersini düşünün, Osmanlıda, Müslümanlığı kabul etmiş birini düşünün, onun kendi etnik ve kültür özelliklerinden vazgeçmek ve göreneklerini terk etmesi zorunluluğu yaşam hakkı aramamıştır. Belirleyici olan, kişinin vermekle yükümlü olduğu vergiyi vermesi; istenen hizmeti yapması, Osmanlının egemenliğini kabul etmesinde ileri gitmemiştir. Bize XX. asır boyu uygulanansa tam tersidir. Kimliğimiz üzerinde devamlı tırmanan zülüm olmuştur. Ayrıca bu denli çeşitlilik sergileyen toplulukların “ortak bir doku” oluşturması, (bu fikrin, Nazımla ve onun beraber yaşamak, ipekli kumaş dokumak gibi, sözlerine dayanarak çok yaygınlaşmış olduğundan söylüyorum) veya böyle bir “beklenti” içinde olmaları da söz konusu olmamıştır. Biz 100 yıldan beri tersini dinleye dinleye yorulduk ve bıktık. Öte yandan “bağlantısız ve perakende grupların kapalı ve özgün yapılarını korumaları, Bulgar’ın Bulgar, Romen’in Romen, Sırp’ın Sırp kalması Osmanlıda “merkezi yönetimin de” tercihiydi. Tersi olsaydı ve Osmanlı her gün 5 kişinin ismini ve dinini değiştirseydi, bu gün ortada farklılık ve çeşitlilik diye hiç bir şey kalmazdı. Konuşmamın, Yunus Emre bölümüne geçmek isterim: Osmanlı imparatorluğu, Roma ve Bizans kültürünün başat olduğu coğrafyada kurulmuş ve var olan kültür birikimi, Osmanlı’da varlığını sürdürmüştür. Anadolu ve Balkanlar da dâhil çok geniş bir egemenlik alanı olan bu imparatorluk, farklı kültürleri, dilleri, dinleri olan insan topluluklarını bünyesinde topladığı için, Osmanlı toplumu daha baştan itibaren çok kültürlü, yani hoşgörü ve ahlaklı, çok dinli ve çok dilli bir özellik taşımış ve bunu sonuna kadar sürdürmüştür. Biz Bulgaristan göçmenleri de şehitler veriyor, terör saldırılarına hedef oluyoruz. Huzurumuzun teminatı Büyük ve Güçlü Türki’yedir.Ayrıca bunu fermanlarla, meşrutiyet rejimine ve Anayasal düzene geçerek genişletmiş zenginleştirmiş ve yasallaştırmıştır. Ne var ki, her yerde her şey sonsuzdur. Bugün de, Anadolu’da, Trakya’da, Güneydoğu’da 46 etniğin özgün kültürel haklarını, aynı bayrak altında ve egemen devlet garantisinde savunulmak için Türkiye’nin BAŞKANI, Sayın Recep Tayip Erdoğan yönetiminde devam ettiğin yoğun çabalara bugün de tanık oluyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun her Türkün al bayrağımız altında birleşmesidir. Türkiye’nin BAŞKANI ERDOĞAN’nın dediği gibi “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” altında birleşmek. Yukarıda da dediğim gibi, Osmanlı gibi çeşitlilik sergileyen bir topluluğun “tek etnikli ortak bir doku oluşturması beklenemezdi.”


Bulgaristan’da 1912’de Pomak Müslümanların Hıristiyanlaştırılması ve isimleri de değiştirilerek Bulgarlaştırılmaları bu zulmü, 1936, 1942, 1972 ‘de defalarca tekrar etse de, sonuç vermedi. 1985–89 “soya dönüş” faciasıyla kardeşlerimizin başına gelenleri asla unutmadık. Türk kültürü Bulgar TV kanallarını da fethetti. Zindanlardan, toplama kamplarından ve sürgünden çıkan binlercemiz göç etmek zorunda kaldık. Asimilasyonu kabul etmeyen Çingene kardeşlerimiz ayrım siyasetinin kurbanlarıdır. Bir Avrupa Birliği ülkesinde en yoksul, çoğu işsiz ve en kör cahil etnik azınlık olarak çekileriyle dillerde destandır. Genelde İngiltere’de geçim arayan çoğunluğu Pomak ailelerimiz de “breksit”ten sonra çok tedirgindir. Parçalanmış, yaralı bir toplumda hoşgörüden ve ahlaktan söz edilemez. Bulgaristan’daki etnik azınlıklar kader ortağıdır. 20.Asır bizim için Türk kimliğimizi oluşturma ve Bulgarlaştırmaya ve Hıristiyanlaştırılarak eritilmeye karşı mücadele yüzyılı olarak geçti. Çok ezildik ama boyun eğmedik. 1989 Mayısında Ayaklandık. Mücadelemiz devam ediyor. Türkiye’de de örgütlendik. Memlekette kalan kardeşlerimizin hep yanındayız. Elektronik yayınlarımızla, gazetemizle, bastığımız kitaplarla her an yanlarındayız. Artık Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenlerin, kovulanların geri Bulgaristan’a dönme zamanı geldi. 50 bin Türk öğrenci Bulgaristan’da okudu. 100 000 iş adamı Bulgaristan’da ekmek teknesi açtı. Türk kültürü Bulgar TV kanallarını da fethetti. Okuyan gençlerimiz çalışma hayatlarına Bulgaristan’da başlıyor. Büyük Türkiye Balkanlara taşıyor. Hoşgörü kültürü yeniden ahlakla birlikte yeşeriyor. Köylerine dönen emekli öğretmenlerimiz afacanların elinden tutuyor. Halkımız Yunus Emre Kültür Evleri’nin açılmasını bekliyor. Bu arada, Osmanlıdan kalan yüksek mimar eserlerinin onarımı işinde ustalaşan TİKA ekipleri “Banya Başı”, “Yedi Kızlar”, Kırcaali Camii, “Tombul Camii” ve daha birçok paha biçilmez eseri onardı ve eski halinde ibadete açtı. Bulgar makamlarının sayıları binden fazla olan ve devlet ve belediyeler tarafından gasp edilen cami, medrese, okul, mescit, hamam vb vakıf mülklerimizi iade etmede zorluk çıkarması, özlenen günlerin geri dönmesini geciktiriyor. Yunus Emre Enstitüsü uzmanlarını Bulgaristan’a beklediğimizi yinelerken, TİKA’lı yetkililere yeri gelmişken hepsine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum. Dünya değişiyor, biz de değişmeliyiz. Şuna işaret etmek istiyorum: “Ortak bir doku oluşması beklenemez” sözleri mutlaklaştırılamaz. Çünkü kültürler, yan yana duran taşlar değildir. Biz onları ortak mozaik oluşturan taşlar olarak görüyoruz.


Her kültürün diğer kültürleri etkilediğine ve onlardan etkilendiğine inanıyoruz. Bunu görüyoruz. Bu böyle olmasa Sofya’da “Etno Diyalog” dergisini çıkarmazdık. Bu açıdan bakılınca, hoşgörümüzün beşiği olan çok kültürlülük kavramı, hem kültürlerin birlikteliğini, hem de etkileşimini anlatır. Tolerans dediğimiz bu diyalektiğin özüdür. Bireşimleme kavramını burada, parçaların veya oluşturucu öğelerin bir araya getirilip bir bütün halinde birleştirilmesi olarak görüyorum. Kültürler-arası etkileşimin kaçınılmaz sonucu, doğal ve kaçınılmaz olarak etkileşime katılan kültürlerin özelliklerini birleşimleyen yeni bir kültür oluşturur. Biz Sofya’da “Tolerans” derneği değil, “Kültürel Etkileşim” derneği kurduk. “Tolerans” derneği kursaydık adına “Karşılıklı Tolerans” diyecektik. Çünkü bir hoşgörü olarak tolerans zaten özümüzdedir. Bulgaristan Stratejik Araştırma merkezi aracılığıyla ortak yayınlarımız memlekete dağılıyor. Beklide hoşgörünün ve ahlakımızın zafer yolu bu asırda elektronikle geliyor.Türkiye’deki derneklerle de yakın işbirliği gerçekleştiriyoruz. Kültürler hep Doğudan gelmiştir, Küçük Asya’da duraklamış ve Balkanlara Avrupa’ya sıçramıştır. Büyük göçler ve geri dönüşlerle Balkanlar’da ve Küçük Asya’da da yeni bir kültürel doku oluştuğunu itiraf ediyorum. 1990’da Bulgaristan’da halkımızın siyasi iradesi olarak Hak ve Özgürlük Hareketini kurarken, Ulusal Bulgar kültürü içinde, Avrupa çapında özgün bir yere sahip olacağımızı vurgulamıştık. Bulgaristan’ın geleceğini değişik renklerden güllerin en güzel demedi olarak tarif ederken, renklerin ve dikenlerin sivri uçlarının korunacağını, fakat bu güller demetinin Bulgaristan kokacağını anlatmıştık. Osmanlı kimliğini anlatırken de, çok kültürlülük demetinde bir ara kültür tasavvur etmek doğru ve hayırlı olurdu. Bu kadar çok söz içinde, Yunus Emre’nin Türk halk diline, şu konuştuğumuz Türkçeye olan katkısını bir hikâye ile anlatmak daha kolay olacak kanısındayım:Hayalimizde, bizimki, Avrupa kıtası genel kültürü içinde, bir ara kültür olacaktı, gelişirken renklerini ve özelliklerini koruyacaktı. Ama olmadı. 1990’dan beri olan bitene göçleri de katarsak, yine kopma ve yine duraklama, hatta çökme yaşıyoruz. Tarihimizdeki en ağır zamanların en ağırıydı! Ankara Savaşı ve Moğol istilasından sonra Beyazıt!’in kardeşlerinden biri Divan Toplamıştı. Gündemde tek konu vardı. “Dil! “Ben,” demişti haşmetli, fermanlarımı Farsça yazayım, hocalar camide ve mahkemelerde işi Arapça hal etsinler, Türkçeyi resmi dil yapamam, erkekler telef oldu, erkeksiz resmi dil olmaz, kadınlar kimliğimizi lehçede yaşatmaya devam etsinler. Divanın son kararı bu oldu.


Ve işte bu noktada, Yunus Emre gibi, Anadolu çıra ve çınarları, Balkan dillerinde “noman” dedikleri bezgin göçebe bir halkın diline gönül verdi. Sonsuz övgüye layık olan, anadilimizi diriltip, egemen dil, imparatorluk dili, Cumhuriyet Türkiye’sinde resmi dil, edebiyat ve sanat dili, diplomasi dili ve dünya kültür dili tohumları ekti. Tarihsel görevlerin en yücesi bir halkın dilini yaşatmaktır. Dünya’da dilini yitiren tüm halklar yok olmuştur. Dil olmadan, hoşgörü, ahlak, kültür, uygarlık olamaz, nesilden nesile geçemez, hayatı kültürden kültüre, uygarlıktan uygarlığa taşıyan dildir. Yeri gelmişken Romanya, Kosova, Makedonya, Saray Bosna ve Balkanların başka yerlerinde aydınlık ocağı yakan Yunus Emre Kültür Enstitüsü Merkezleri görevlilerini en sıcak duygularla bir daha selamlamak ve kendilerini kutlamak istiyorum. Bugün Balkanlarda yeni Yunus Emrelere çok ama çok ihtiyaç vardır, özellikle de Bulgaristan’da. Türk dili çırası asla sönmemelidir, çünkü o söndüğünde Türk-İslam kültürü de sönebilir. Burada bu buluşmamızda, Bulgar makamlarının bizim şehir ve köylerimizde Yunus Emre Okuma Evleri açılmasına neden izin vermediğini, neden Türkçe ders kitabı bastırmadığını, gazete ve dergilerimizi Türkçe çıkaramadığımıza, anadilimizde radyo ve TV yayınlarımız olmasına neden izin verilmediğine, sanırım çok açık anlayabildiniz. İnsan bir çınarın büyüklüğünü başka bir çınarla mukayese etmeden zor anlatır. Bu nedenle izninizle birkaç söz de Celalettin Rumi Mevlana için söylemek istiyorum. Bizim Yunus Emre’ye olan sevgi ve saygımız sonsuzdur. Celalettin Rumi ise, kendisi bir sonsuzluktur. Dünya gibi dönen, Güneş gibi yanan, yıldızlar gibi ışıldayan bir sonsuzluk. İnsan içine dönük, ruhunda yaşayan bir ebedi oluş. Mevlana bizim Omir’imiz (Homeros’umuz), o bizim halk ozanımız, feylesofumuz, aramızdan VUSLATA en laik olanımızdır. Düşüne biliyor musunuz, idealizmin babası Hegel “Felsefe Tarihini” yazarken, 150 sayfa tasavvufa ayırmadan yazamadı. Hayatın sonsuzluğunu, ruhun ebediliğini Mevlana’dan öğrendiğini itiraf etti. O, bizim Aristotel’imizdir. Geçen yüzyıl Birleşik Amerika’da en fazla okunan kitap MESNEVİ’dir. Biz Türklere “sizin mitolojiniz yok” dendiğini işitmişsinizdir. Var, masallarımızı ve efsanelerimizi derleyen de Mevlana’dır. Ben bir Yunus Emre ve Mevlana hayranıyım. Şimdi sözü arkadaşlarıma bırakıyorum. Bir sonraki buluşmamızda, “Türk Düşüncesinin serüveni ve Mevlana” üzerine konuşabilirim. Beni bu toplantıya davet eden Gülten Ablamıza ve tüm emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Sağ olun var olun. Türk-İslam ahlakımız sonsuza kadar var olsun. Saygılarımla, BULTÜRK Rafet ULUTÜRK



ULUSLARARASI DÜZCE KONURALP TARİH KÜLTÜR VE SANAT SEMPOZYUMU Düzce’nin tarih, kültür ve sanat yönlerini araştırmak ve tanıtmak amacıyla gerçekleştirdi ‘Uluslararası Düzce Konuralp Tarih, Kültür ve Sanat Sempozyumu’ nun ikincisi Pelemir Otelde açılış paneli ve oturumlarla başladı. Sempozyumun açılış panelinde gerçekleştirilen konuşmalarda Düzce’nin kültürel zenginliğine dikkat çekildi. Konuşmacıların tümü ortak görüş olarak Düzce’nin bölgesinde ‘yükselen yıldız’ olduğuna vurgu yaptılar. Sempozyuma ev sahipliği yapan Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş de açılış panelinde yaptığı konuşmada sempozyumdaki amacın Düzce’nin kültürel yönünün ulusal ve uluslar arası düzeye taşınması olduğuna işaret etti ve ‘ Düzce, Türkiye 10 yıl içinde en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri olacak” dedi. Pelemir otelde gerçekleştirilen 2. Uluslar arası Düzce Konuralp Tarih, Kültür ve Sanat Sempozyumunun açılış törenine Düzce Valisi Ali Fidan, Kosova Kamu Yönetimi Bakanı Mahir Yağcılar, Ak PartiSakarya Milletvekili Cumhurbaşkanlığı eski Genel Sekreteri Mustafa İsen, Düzce Milletvekili Ayşe Keşir, Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş, Garnizon KomutanıJandarma Albay Bilal Güvenir, Düzce Üniversitesi Rektörü Pro-


fesör Doktor Nigar Demircan Çakar, Makedonya Milletvek,l, Enez İBRAHİM, Bulgaristan’dan Kubrat ilçesinden Belediye Bsk. Yrd. Nina Tsoneva, Kubrat Orman Müd. Hasan Hasanov, Nail Cinoğlu, Dr.Nejdet Özgür, Levent Rasimov ve BULTÜRK Genel Başkanı Rafet ULUTÜRK daha birçok akademisyen ve davetliler katıldılar. Rafet Ulutürk http://www.bghaber.org/bghaber/memleketim-bulgaristan/

Sempozyumun açılış konuşmaları bölümünde ilk konuşmayı sempozyum koordinatörü Prof. Dr.İlhan Genç yaptı. Sempozyumun bu yıl ikincisini gerçekleştirdiklerini hatırlatan Genç, “Her şehrin kimlik ve kişiliği vardır. Geleceğini buna göre şekillendirir. Bir şehrin gelişmesinde ekonomik değerlerinin yanı sıra, kültürel ve sosyal yapısı da önemlidir. Üniversitede buna önemli katkı sağlar. Üniversiteler sadece bilim kurumları değil, evrensel değerleri şehirle bütünleştiren eğitimkurumlarıdır” dedi. Düzce Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nigar Demircan Çakar ise, “Üniversite olarak bu sempozyuma katkı vermekten gurur duyuyoruz. Düzce Batı Karadeniz Bölgesi’nin yükselen yıldızıdır. Düzce’nin Üniversite şehri olması için çaba gösteriyoruz. Bu amaçla şehrin değerleri ile bütünleşiyoruz” diye konuştu. Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş, konuşmasına sempozyuma katkı veren, katılım gösteren herkese teşekkür ederek başladı. Düzce’nin sanayi, tarım gibi ekonomik değerlerle kalkındığına değinen Başkan Mehmet Keleş, “Düzce ekonomik değerlerinin yanında tarihsel yönü, sosyal ve kültürel yöne ile de zenginliği olan bir şehirdir. Etnik yapısı, çok kültürlülüğü Düzce’ye değer katmaktadır. Sizler de yakından takip ediyorsunuz. Düzce’yi her anlamda gelişmiş bir şehir yapmak için çalışıyoruz. Bu da tabii ki sadece altyapı çalışmalarına bütçe ve zaman ayırmakla olmuyor. Şehirleri kalkındırmanın, modern ve çağdaş birer kent haline getirmenin temel şartlarından biri kültürel faaliyetlerin sayısını ve kalitesini arttırmaktır. Düzce, Türkiye 10 yıl içinde en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri olacak. Geçen yıl, sempozyumun hemen ardından kısa adı DAMER olan Düzce Araştırmaları Merkezini oluşturduk. Düzce Belediyesi bünyesinde, Düzce’nin sahip olduğu tarihi ve edebi eserleri, kültürel ve sanatsal birikimi, mimari mirası ortaya çıkarmak, korumak ve gelecek nesillere aktarmak amacıyla kurulan DAMER önemli çalışmalar yapıyor. Düzce’nin tarihi ile kültürüyle anılmasını istiyoruz. Ben, Düzce’nin saklı kalmış tarihini gün yüzüne çıkartmak adına yapılan çalışmalarda emeği geçen herkese, Düzceli hemşehrilerim adına teşekkür ediyorum” dedi. Düzce Milletvekili Ayşe Keşir, “Düzce Türkiye’de mütevazi yönü ile tanınıyor. Çok kültürlü yapısı pek bilinmiyor. Düzce kültürel zenginlik için-


de, insanlarının huzur ve barış içinde yaşadığı bir şehirdir” diye konuştu. AK Parti Sakarya Milletvekili Prof. Dr, Mustafa İsen ise, “Komşu iller olarak birçok ortak yönümüz bulunuyor. Bunlardan biri de kültürel yakınlığımızdır. Bu bölge turizm destinasyonu içindedir. Bunu insanlarımızın kültürel zenginliğine uyarlayabiliriz. Gelişmişlik, kalkınmışlıkta beşeri sermayeye önem verilmelidir. Düzce’nin bu anlamda marka değerine ulaşacağına inanıyorum. Düzce’nin grafiği yükselmeye başladı” ifadelerini kullandı. Kosova Kamu Yönetimi Bakanı Mahir Yağcılar Kosava Düzce arasındaki ilişkilerden bahsederek, “Kosova ve Düzce arasında köklü tarih ve kültür ilişkisi vardır. Düzce’deki gelişmeler Kosova’da da yankı bulmaktadır. Bizler insan üzerine yapılan yatırımların sosyal ve toplumsal kalkınmalara vesile olduğunu biliyoruz” dedi. Düzce Valisi Ali Fidan, Düzce’nin potansiyel değerlerine dikkat çekti. Vali, “Tarım, sanayi, ticaret, turizm değerlerinin yanı sıra üniversitesi Düzce’nin sağlıklı ve hızlı kentleşmesine itici güç olmuştur. Düzce, Karadeniz sahili, yaylaları, şelaleleri, göletleriyle bölgesel olduğu kadar ulusal ve uluslar arası turizm değerleri oluşturmaktadır. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Düzce kültürel ve sosyal yapı zenginliği ve çeşitliliği ile de toplumun her kesimini kucaklamaktadır. Toplumsal barış ve uyum içerisinde Düzceli’nin konukseverliği, candanlığı, samimiyeti her zaman ön plandadır” diye konuştu. Ardından gelen misafirler birer konuşma yaptılar. Oğleden sonra sempozyumlara geçildi. İki gün boyunca, iki ayrı salonda eş zamanlı olarak 45 ayrı tebliğ sunumu gerçekleşti. Düzce’nin tarihini aydınlatan bu sunumlar veri haline getirilerek bir kitapçık haline getirilecektir. Bizler Bulgaristan grubu olarak özellikle bizi davet eden Düzce Bld. Başkan Yrd. Sn.Ali GÜNEY’e teşekkür ediyor ve başarılı çalışmalarının devamını diliyoruz.


BULTÜRK Uluslararası Tarih Ve Kültür Sempozyumunda Düzce Belediyesi tarafından 11-12 Aralık tarihlerinde yapılan “Uluslar arası Tarih ve Kültür Sempozyum” programından Rafet ULUTÜRK’ün konuşma metni. Değerli Başkanım, Sayın milletvekillerim, saygıdeğer konuklar, değerli gazeteci meslektaşlarım; bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya’dan yola çıkarak Anadolu’dan önce Türkleşen Bulgaristan’a ulaşan bu toprakları da Türk-İslam Alemine katan EVLAD-I FATİHANLARIZ. Birçok türkülere, hikayelere ve romanlara konu olan Rodop insanının ayrılmaz parçası nazlı yâri Arda boyundan, Tuna’dan, Deliorman ve Dobruca Türklerinden kucak dolusu selamlar getirdim. Öncelikle Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ’NÜ anlatmak üzere yapmış oldukları davetten dolayı ev sahibi Düzce Belediye Başkanımıza, Yardımcılarından Sn. Ali GÜNEY Abimize ve emeği geçen tüm ekibine şükranlarımızı sunarız. Öncelikle, Bulgaristan göçmeni olarak soydaşlarımın karşılaştıkları sıkıntı ve sorunlar beni de yakından ilgilendirdiğinden bu sorunların çözümüne katkı sağlamak adına Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği “BULTÜRK” çatısı altında hem Genel Başkan olarak hem de BULTÜRK gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz. Değerli katılımcılar; Uzun yıllar boyunca bu faaliyetlerden elde ettiğim birikimler çerçevesinde Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI konusunu sürem el verdiği ölçüde özetlemeye çalışacağım. Bulgaristan benim memleketimdir. Toprağını sürdüğüm, ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim memleketine aşık biri olarak doğduğum evin kapısı açık, lambası yanık olarak bırakarak buraya göç ettik. Atalarımın mezarları ve mirasları, çocukluk hatıralarım, “vatan” sevgim orada kaldı. Konum itibariyle dünyadaki sayılı girift coğrafyaların birinde bulunduğumuzdan çokça ezildik, sürgünlere maruz kaldık. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde monarşi zulmünü yaşadık. Ama bununla da kalmadık. Gerek Çar Ferdinand, gerek Çar III. Boris veya komünist diktatör Jivkov dönemlerinde Türklerin maruz kaldığı zulümler, tahammül sınırlarını epey zorlamış ve dönem dönem büyük göçlerin yaşanmasına neden olmuştur. Osmanlı yüzyıllarca yatırım yaparak Bulgaristan’da ticari, zirai ve kültürel olarak kalkınmasında gösterdiği atılımlardan sonra, Rus istilası


sonrası 1878’de çekilirken ardında binlerce cami, saray, konak, mescit, medrese, köprü, çeşme, geçit, köy ve kasaba miras bıraktı. Bulgar tarihinde en önemli yıl 1878’dir. O, bir sayfanın kapandığı ve yeni bir sayfanın açıldığı yıldır. Dönüp geriye bakmak, bazen insanları ikiye, üçe beşe böler, birbirine düşman eder, toplumu karıştırır ya da kaynaştırır, birleştirir veya birbirine düşman eder. Bulgaristan ve Türkiye aynı aileden bir birinden koparılmış kardeş iki komşu devlet. İnsan kardeşini ve komşusunu kendisi seçemez. Ne var ki, dünyadaki acıklı kavga, kardeş kavgasıdır. Basit bir husumetten savaşa kadar uzanan çizgide tarihimiz boyunca pek çok devlet kardeş kavgası sonucu yıkılmıştır.

1877–78, R u s l a r l a O s m a n l ı n ı n s o n kez b i r b i r i n e kıya sı ya gi rd i ğ i za m a n d ır. Ardından iki imparatorluk da çökmüş ve dağılmıştır. Osmanlıdan doğan devletlerin toplamı 44’tür. Bulgaristan, bu “kardeş-devletçikler ailesine” Yunanistan ve Sırbistan’dan sonra girmiştir. Balkanların göbeğinde, Osmanlı devletinin ve O ZAMANLAR Rumeli Beylerbeyliği topraklarında bulunurdu.

Bulgaristan’ın doğum tarihi 3 Mart 1878’dir.

Okul yıllarında, bizi, Bulgar öğrencilerle birbirimize düşüren hep “93 harbi” olmuştu. Bu savaşın “bir saldırı harbi mi?” yoksa bir “ kurtuluş savaşı mı?” olduğunu tartışırdık. Tarihin genel geçerli gelişim yasaları, kategorileri, kıstasları, değer yargıları, süreçleri, devrim, isyan ve evrim gibi temel değimleri vardır. Biz o zaman bunların ne anlama geldiğini pek bilmesek de arasız didişi-yorduk. Osmanlı ile Rusya imparatorluğunun iki feodal saltanatlık düzeni olduğunu öğrenmiştim. Türkiye tarih literatüründe pek kullanılmayan Fransız kökenli “ Formasyon” deyimini o zaman öğrenmiştim. Çağları birbirinden ayıran, belli bir şekillenme, oluşma ve olgunlaşma süreçleri olarak benimsedim. Anlamı, yeni olan her zaman eskinin bağrında oluşur ve hayat hakkı ister, şeklinde girdi kafama. Bulgaristan yeni olansa, neden “Plevne Savaşında”, neden “Şipka Tepesinde” doğdu? Yeni olanın ebesi SAVAŞ mıdır? Gibi sorunlar beni çok ilgilendirmiştir. Bir de, aklımdan çıkmayan, dedemi öldüren, soyumu vatan toprağından söküp atan Rus Çarına “kurtarıcı diyemezdim” O benim atalarımın katiliydi…. İşte bu tabloda, ölümüne birkaç yıl kalan Rus Çarı 2. Aleksandır, 1877’de Tuna’dan, Kara Deniz ve Kafkaslar üzerinden Osmanlı’ya saldırıya geçerken her iki imparatorluğun da tarih takvimindeki zamanı dolmuştu.


Her ikisinin de, yılları sayılı, eski büyük devletler olduğunu öğrendiğimde, parçalanma anlamına gelen yok oluşun, yeni ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler doğurması zorunluluğunu ise, henüz anlayamıyordum. Bir de Osmanlı’da farklı dinlerin ve milletlerin kokuşmuş bir “ümmet topu” içinde barındığı gerçeği vardı. Bulgaristan için, eski olanın sonu ve yeni olana hayat hakkı tanıma anlamına gelen “93 harbi” tam bir asır önce 1774’te, Silistre yakınlarındaki “Küçük Kaynarca’da” imzalanan bir anlaşmada mayalanmıştı. Ruslara Osmanlı topraklarındaki Hristiyanları denetleme ve koruma hakkı tanıyan bu antlaşma, Osmanlının ümmet topunu delmişti. Başka bir değişle, o zamana kadar yekpare olan OSMANLI MERMERİNİ çatlatmıştı. Halk dilimizdeki “dananın kuyruğunun koptuğu yer” işte bu anlaşmada Rus Çarına tanınan haklardı. Kritik nokta, diplomatların gözden kaçırmadığı noktadır. Osmanlı hanedanı bu hassasiyete duyarlı olup, bir büyük savaş patlamasına yol vermemek için, 1872’de özel bir fermanla Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi’ni Rum kilisesinden ayırmış ve Ohri Gölünden Kara Denize kadar Bulgar kilise ve manastırlarından Rum Papazları kovmuştu. Fakat Osmanlıya saldırmak için fırsat kollayan Rus Çarı’nın stratejik hedefi, sıcak denizlere inmekti, savaşa vesile yaratmak için dini azınlık hakları telini çalıyordu. Yalnız bu mu? Hayır, şu da vardı. “Küçük Kaynarca” dan tam 50 yıl evvel, “Aton” Manastırı ruhani liderinden olan Payisiy Hilendarski, “Islav Bulgar Tarihi” eseriyle Bulgar maneviyatına etnik diriliş suyu vermişti. O, Bizans ve Osmanlıda uzun süre kalan ve öz tarihini unutmak üzere olan Bulgar hafıza küpünün dibine inmeyi başarmış ve “Bulgarların soyu sopu, dil, din, alfabesi, hatta Bizans İmparatoru 1. Nıkifor’u yenen ve kellesini şarap tası yapan Krum gibi ünlü Çarları olduğunu gün ışığına çıkarmış ve kulaktan kulağa yaymıştır. Böylece Bulgarlar bizim tarihimiz var bilincine uyanmıştır. Çocukluğumdan kalan işte bu öykülerde, Rus Çarı’nın Osmanlıya saldırısı Bulgarları kurtarmak için özel olarak yapılmıştı. Büyük bir fedakarlıktı. Hatta bedeli asla ödenemeyecek kadar büyük olan, bir “Kurtarıcılık Misyonu” idi. Dolayısıyla benim Ruslara olan “minnet borcumuz” onların dedemi katletmesinden kaynaklanıyordu. Beynime çizilen tabloda, hep boynu bükük olmak Türklere haktı. Çünkü biz Bulgaristan’da kalan Osmanlı kırıntılarıydık. Bizim uyanıp bilinçlenmemiz içinse, sürekli baskı altında, suçlu durumunda, ezilmeyi hak etmiş mahkum vaziyette olmamız isteniyordu.


İyilik ile kötülük arasındaki bitmeyen kavgada, insan düşmanlığı, tatmin olmayan bir hırs ve sürekli böbürlenme ihtiyacı ve her defasında haklı ve bataklığın üzerinde leke gibi ama mutlaka üstte olmak bir nitelikse, TARİH-ANA İRADESİNDE VE RUHUNDA BİR EKSİKLİK YA DA FAZLALIK OLAN İNSAN TİPİ YARATMA KABİLİYETİ Mİ GİZLİYOR? İnsan doğuştan kimseye düşman değildir. İnsan doğduğunda kim olduğunu bilmez. Sevgi, saygı, adıl olma, dostça davranma ve kardeşçe yaşama gibi, kin, nefret, öfke, tahammülsüzlük, düşmanlık, ayrımcılık, ırkçılık vesaire eğitim sonucu ve yaşadığı çevresi ve kısaca toplumun ürünüdür. Olumlu olan ve Olumsuzluk tarih küpünde gizlidir. Onları bireysel ve toplumsal hafıza küpüne depolayan da tarihtir. Ne yazık ki, yalnız tek kişinin değil, kavimlerin, soyların, milletlerin ve halkların da hatıra havzası böyle oluşur. Belki de, insanoğlunun en üstün hünerlerinden biri, gerçek bir mücevher olan anılardan, herkese ve tüm topluma yararlı, ustaca yararlanmaktır. Bizim analiz nesnemiz Bulgaristan ile Türkiyedir Bulgaristan’da değişen pek bir şey yok. Benim gençliğimde, kitapların resimlediği, radyoların anlattığı, gazetelerin yazdığı, tarih ve edebiyat hocaları tarafından bilmemiz istenen ne varsa bugün de az farkla yine aynıdır. Her yıl, milli bayram, 3 Mart’ta “Şipka” tepesine çıkıp 20–30 fesli ve sarıklı askerlerin boynu kılıçla kesilir. Ruslara teşekkür edenler yeni sözler bulmakta zorlanırlar. Biz, Türk olsak da, Bulgaristan Halkı Adına teşekkür edilirken, paketin içindeyiz. Dedelerimizi kıyıp geçen Moskoflara aman ne iyi ettiniz de Osmanlıyı Plevne’de yendiniz, Osman Paşayı Şıpka’dan kovdunuz, Bulgar halkını sözüm ona “esaretten” kurtardınız diye sevinemeyiz. Kendini bilen, dedelerini öldüren katile hiç minnet duyar mı? Bir bakıma, biz Bulgaristan’da kalan Türk ve Müslümanlar, tamamen çarpık ve iliklerine kadar Osmanlı Türk ve Müslümanlık düşmanlığı dolu bir ruhla oluşan Bulgar kimliği karşısında, hep ezilmişlik hissine kapıldık. Ancak dirilen Bulgar ulusal kimliğinde asla yerimiz olmadığını anladığımızda Türklük bilinci yeşererek bünyemizde filizlendi. Bizleri sönmüş olan ümmet bilincinden uyandıran Bulgar milli duygusunun kabarmasıdır. Bu 138 yıldan beri devam eden “etki-tepki” şeklinde gelişen iki taraflı bir süreçtir. Ana dil, din, kültür ve tarih ve perspektif olarak tamamen farklı olmamız ve birbirimizin içinde eriyerek bütünleşmemizin mümkün olmaması gerçeği, bu süreci pekiştirmiş ve ulus Bulgar devleti yapısının “çok kültürlü yapılanmayı kabul etmemesi” de kızışan çekişmelerin kopma noktasına taşımıştır.


Atalarımız, Bulgaristan koşullarında “ümmet” kabuğu içinden Türk kimliğini böyle çıkardı. Aynı topraklarda reformcu Rusçuk Valisi Mithad Paşa tarafından ekilen yenileşme tohumlarında, Türkler için herhangi bir ayrıcalık olmadığından, Biz Bulgaristan Türklerinin Türk kimliğini çağıran milli uyanışımız Bulgarlardan 60–70 yıl geç olmuştur. Bu bakıma biz yenilenme sürecinde, dönüşüm hamlelerinde taşıyıcı rol üstlenemedik, kendimizi icraata geçemeden hamasi sözlerle avuttuk. Kendimizi tanımlamak bir tarafa başkaları tarafından Bulgaristan Müslümanları, Bulgaristan Türkleri vsy. olarak tanımlandık. Benzetmesi şudur. Biz Bulgaristan Türkleri kilise avlusuna bırakılmış bir Müslüman çocuk olarak yetişmek zorunda kaldık. Ayinlere katılmasak da, ortak sofrada yemeyi kabul ettik. Çölde susuz kalanlar olarak tarihimizden ve dinimizden gelen serap pınarlarıyla avunduk. Tarih boyu mayalanıp oluşan Bulgar milli bilinç tohumunu “çatlamasında” iç faktörler kadar dış etmenler de rol oynamıştır. Bu bilincin içine Osmanlı düşmanlığı zehrinin şırıngalanmasında 19. yüzyıl Batı ve Doğu burjuva aydınları bu ocağa kömür atmışlardır. Volter’den, Victor Hugo’dan Dostoyevski’ye kadar keskin kalemlerin hepsi birlik olup Boğazlardaki “hasta adamı öldürmek” istemiş tirler. Yani Türklüğü yok etmek uğruna eylem birliği yapmışlardır. Ters bir örnek vermek istiyorum. Belki konu daha açık görülebilir: Klasiklerinden Karl Marks ile Fridrih Engels bile “Orient” ve Rus – Osmanlı Savaşı üstüne yazılarında, “bir saldırı savaşıdır”,“Rus İmparatoru 2. Aleksandır’ın kanlı istila savaşıdır” gerçeğinin altını kalın çizmişlerdir. Sosyalist bir ülkede eğitim alsak da biz bunları çok sonradan öğrendik. Bulgaristan’da yaşayanlar hala hakikati okuma veya işitme imkanı bulamıyordu. Çünkü baş tacı edilen bu iki deha toplu eserleri Bulgarca 56 cilt olarak basılmıştı. Oysa orijinali 153 cilttir. Marks’ın “cennet” olarak tanımladığı Osmanlı üstüne yazılanın da yer aldığı 97 cilt rafa kaldırılıp, yok sayılmıştı. “Gerçekleri karartma” ile tarihi çarpıtan makinenin kapasitesi büyük, dişleri kocamandı. Zavallı insanlarımızı çarpık, eksik ve yanlış bilgilendirme, gerçekleri öğrenme yolu tıkalı, korku ortamı toplumun bilgilenerek uyanışına büyük bir settir. Bizde de öyle olmuştur. Şimdi sizlere tam bu konuda tezimi destekleyici bir somut örnek sunmak istiyorum. Plevne kuşatıldığında yerli Bulgar erkân, çorbacılar, Papaz önde Osman Paşa kurmayına gider. “ Koruyun, kurtarın bizi” diye söze başlayan Papaz, 3 torba altın çıkarır. “ Buyurun Paşam, uygun gördüğünüz gibi harcayın ama bizi savunun!” der.


Şu örneğim de Plevne’den. Bulgar Çarı Ferdinand Londra ziyareti esnasında Lortlar Kamarasında şöyle bir ricada bulunmuştur. “Beyler sizden Plevne toplu mezarındaki Osmanlı kemiklerini almanızı rica ediyorum. Çünkü Bulgar halkı uyuyamıyor, Osmanlının hortlamasından korkuyorlar.” Lortlar, bu ricayı ciddi bulup gereğini yapmışlardır. Bir kısım toplu mezarlar açılmış, kemikler çıkarılıp sandıklar içinde Varna limanından İngiltere’ye taşınmış ve öğütülüp ormanlara saçılmıştır. Not: Plevne toplu mezarda 123 bin Osmanlı askeri gömülüdür Bir örnek daha ilave ederek, Bulgar devlet adamlarının Osmanlı mirasçısı yerli Türkler hakkında düşündüklerini ve aldıkları tavrı açıklamak istiyorum. Osmanlıdan koptuktan sonra Bulgar Prensliğine en uzun zaman Başbakan olan Stefan Stanbolov öldürüldükten sonra Mecliste okunan raporda, Osmanlı Bankasından 80 bin altın borç aldığı ve bu parayla göçe zorlanan Türklerin tarla, çayır, koru ve ormanlarını aldığı açıklanmıştır. Bu zihniyet 138 yıldır süre gelmektedir. İnsan ve toplum gücünü geçmişinden, tarihinden alır. Plevne yamaçlarında yükselen ve Tuna’dan görünen bir Osman Paşa, Şipka Doruğunca göklere uzanan bir Süleyman Paşa anıtı dikilemedi. Anıtlar taş ve beton yığını değil, tarihin sembolleri, şehitlerin ruhu ve tarihsel bütünlüğümüzün simgesidir. Mezarlıklarımızın sürülüp tarla yapılmasına göz yumamayız onlar bizim tapumuzdur. “Türklerin köklerini kazıyacağız” demeçleri 1 Kasımda yapılan Bulgaristan yerel seçimlerinden sonra da meclis kürsülerine taşındı. Konuşmamı işbu küflü milliyetçilik köklerinin derinliğini ve özünü birlikte araştırma niyetiyle hazırladım. Ana konu budur. Biz, 20. asır boyunca “Türk tehlikesi”, “ 5-inci kol ordu” ve halen “ Ilımlı İslam tehlikesi” gibi her gün yağan ideolojik zehir yağmuru altında yetiştik ve yaşıyoruz. 1878’de biz Türkler Bulgaristan nüfusunun % 64’ünü oluştururken, şimdi % 15’e düştük. Oralarda Malımızı mülkümüzü bıraktık da kaçtık. Tazminat almayı düşünen dahi olmadı. Her şeyimiz onlara Bulgar Devletine kaldı. Oysa şimdi bir hafta önce Sayın Başbakanımız Davutoğulu’ndan Sofya’ya yapacağı ziyareti esnasında haberlerden sonra yine Rusçu, sol marjinal zümre, Bulgarların 1912’de Edirne saldırısından geri çekilmelerinden sonra uğradıkları kayıplar için 10 milyar dolar talep etmeye hazırlanıyorlarmış. Bu hortlama sahnesi, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan sıfatıyla Sofya meclisine yaptığı ziyaret sırasında da oynanmıştı. Oysa iki devlet arasındaki geçmişe ait sorunlar 1925 Ankara Antlaşmasıyla kesin çözüm bulmuştu.


Onlar 1912 yılı mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyorlar, ama bizler 1877’den günümüze kadar yaşadığımız mağduriyetleri dile getirmekten bile aciziz. Tarih kaşımaya uygun bir yaradır. Çünkü Bulgaristan kurulduğundan beri Bulgar Devlet Ağcı Türklere karşı hep dikenli, meyveleri hep acıydı. Geçmişe daha farklı bir açıdan da bakabiliriz. Tarih akışı içinde olayların çarpıtılması. Bilirsiniz San Stefano–(Yeşil Köy) Antlaşması din ve dili bilinen ve Osmanlıdan önce aynı topraklar üzerinde tarihi olan, Doğu Ortodoks Hıristiyan Bulgar ırkına kendi başına ruhen var olma hakkı tanıdı. O zaman Rumeli’de kalan Müslüman halk topluluklarına, yuvanızı bozmayın, kalın kaldığınız yerde, dendi. Ne var ki, Osmanlı Padişah’ının Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlarından kovan 1872 Fermanına göre çizilen San Stefano sınırları, Batılı Büyüklerin gözüne battı. Hemen toplanan Berlin Konferansı, “ Bize Padişah’ın yaptığı iyiliği kimse yapmamıştır” anlamındaki Bulgar minnettarlığı yerine, yeniden çizip biçerken Bulgar Prensliği sınırları içine Türk düşmanlığı tohumu ekildi. Bulgar Prensliği’ne ancak Tuna boyu ve Sofya ilinin tahsis edilmesi SÖNMEYEN BİR HUSÜMET OCAĞI ATEŞLEDİ. Bu ateşi yakan Osmanlı Padişahları değildi. “Daha fazlasını hak etmek için Padişaha küfredeceksiniz, Türklere kök söktürecek-siniz” diyen “kurtarıcılar” ve “uyumlu yaşama ihtimalinden endişe duyanlardı. Osmanlı devrinde Balkanlarda kurulan iyi komşuluk ve yardımlaşma ortamından korkanlar vardı. Olayı daha büyük bir mercek altına çekelim. Bulgar tarihinin daha da derinlerine inip birkaç özelliğe işaret edelim. Bulgarlar, Payisi Hilendarski’den sonra, tarihini bilen bir millettir. Hazar bozkırında komşuluk yapmış olsak da Balkanlara bizden 700 yıl önce gelip 861’de Birinci Bulgar Çarlığı Kurdular ve 3 sene sonra Bizans dinini devlet dini ilan ettiler. O dönem tarih yazan kılıç Bizans’ın elindeydi. Gelen göçebelerin çadır kurduğu topraklar onundu. Bulgarlar, bir de kalem tutmayı ve okumayı sever. O zamanlardan kalan büyük eserlerden biri Kiril Alfabesidir. Bu yazım, Çar I. Boris’in oluşturduğu Preslav ve Ohrid aydın ruhunda yetişen Kiril ve Metodiy kardeşlerin yaktığı sönmez çıradır. Yeri gelmişken, değinmeme izin veriniz, son dönem Bulgaristan’a karşı şiddetlenen siber saldırı, Bükreş’te düzenlenen uluslararası güvenlik konferansında Cumhurbaşkanı Rosen Pleneliev tarafından kınandı. O, siber saldırının Moskova’dan geldiğine işaret etti. Kendine has megalomanlıkla, hemen cevap veren Putin, “unutmayın yazdığınız yazının harflerini biz verdik” dedi.


Büyük aydınlıkçı Kiril ve Metodiy kardeşlerin dev eserini çalmakla, Yakın Doğu petrolünü çalmak arasında fark göremiyorum. Bu örneklemeyle de tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu, derinliklerinden kötülük, husumet ve düşmanlık mayası çıkarılabileceği gibi, iyilik örneklerinin çıkarılmasının da mümkün olduğunu söylemek istedim. Evet, Devam edelim, Bizans imparatorlarına karşı savaşan, Peçenek ve Kuman Atlı Türk Ordularını da saflarına alan, şanlı zafer sayfaları yazan Bulgar Çarlığının çırası 1018’de söndü. Ne var ki, güneş batımından önce meydana gelen, değineceğim olay, karanlığın 168 sene sürmesine neden oldu. 29 Temmuz 1014’te Bulgar Çarı Samuil “Belasitsa” Savaşı’nda Bizans İmparatoru 2. Nikifor’a yenik düştü. 14 -15 bin Bulgar esirden yüzde biri tek gözlü bırakıldı. Ötekiler hepsi kör edildi. “ Hıristiyanlığı kabul etmezseniz kaderiniz budur!” dersi orada verildi. Bulgar köylerine birer birer dağıtıldılar. Halkın ruhu ve iradesi kırıldı. Askerlerinin halini gören Samuil kayıp gitti. Rumeli’de 200 yıl kuş uçmamıştı. Evet, gerçekleri gün ışığına çıkartma zamanı geldi. Bulgar halkına bu acı sanki azmış gibi, ruhu daha da oyuldu. Balkanlara ruhsal iyiliği seven “Tangra” Tanrısıyla gelmişlerdi. Canları pahasına dayatılan Tanrı, Baba ve Oğul imanı, din ve ibadet dillerini değiştirdi. Bulgarların Hristiyanlığı gönüllü kabul ettiklerini yaza yaza yazar olan bilim adamlarına selamım var. O iş, o zaman, dediğiniz gibi olsaydı, 1168’den, yani İkinci Bulgar Çarlığı’nın dirilmesinden – 1396’da Bulgarların Osmanlıya katılmasına ve Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlardan kovan 1872 Padişah Fermanına kadar, din özgürlüğü ve DOĞU ORTADOKSLUĞU OLUŞTURMA mücadelesini anlamak mümkün olamaz. Olaya böyle baktığımızda, Küçük Kaynarca’dan “93 harbine” kadar Rus İmparatorlarının Bulgarlar arasında neden din kışkırtıcılığı yaptığı da kolayca anlaşılmaktadır. Eğer Bulgar halkının özünde Tangra’dan gelen iyilik kutsallaşmamış olsaydı; bu halkın Bizans’ta her gün yaşadığı bitmeyen ve din değiştirme zorbalığından kaynaklandığına inandığı eziyete şeytan çilesi demezlerdi, isyan edip BOGOMİL HAREKETİ – (Tanrısını sevenler hareketi) alevlendirmez ve yanmaya gönül vermezdi. Bu olay 1000 yıl önceki Bulgar toplumu için ruhsal olanı belirleyendir. Buralara gelen dervişler doğanın felsefesinde sevgi ruhunu güneşle kavuşturdu. Nazım Hikmet “ yârin yanağından başka her yerde ve her yerde beraberiz” dizelerinde bu sevgiye sonsuz umut çırası yaktı. Karşımıza çıkan Bulgar ruhunun bir milenyum boyu süren, ezen ile ezilen boğuşması sahnesinde, şu gerçek yani Tırnono Patrikliği’nin “Tanrı sevenleri” bir “tarikat”, bir “eres” olarak lanetleyip, taşlatması, Batılı Kralların ise “yakalandıkları yerde yakın” buyruğu belirleyici oldu.


İşte böylece BUGÜN VE YARIN bölümüne geçtik. 1908’de Çarlık olarak dirilen Bulgaristan bugün bir parlamenter cumhuriyettir. 138 yıllık yeni tarihinde 3 Anayasa değişti. Birincisi monarşiyi yasallaştırdı. 1947’de kabul edilen ikincisi Komünist Partisi yönetiminde halk idaresi, dedi. 1992’de kabul edilen üçüncü anayasa sosyal, demokratik düzen dese de, hiç birinde “ adalet, mülkiyetin temelidir” ilkesine yer verilmedi. Bu anayasaların hepsinde belirtilen, yasama, yürütme ve yargı ayrımı asla uygulanmaması, anayasada yer almayan “kişisel idare”, “şahsi rejim”, “diktatörlük”, “faşist monarşi”, “totalitarizm” ve bir otokrasi erki için kullanılan diğer tanımlarla zulme, baskı ve teröre dayanan rejimler hep iktidarda bulundu. Zorbalığın sivri ucu tek uluslu Bulgar devleti kurulurken hep etnik ve dini azınlıklara yöneldi. Bogomil ruhuna kazınmış “eşitlik ve kardeşlik” ilkesi, 1795’te Fransız burjuva devriminde de, ana slogan olsa da, Bulgaristan’da hep, daha kötü günler için, bir yerlere saklanmış kaldı. Bu dönemde azınlıkların, Türklerin ve diğer Müslümanların menfaatlerini de gözeten başbakanlar görev başına gelmedi mi? Geldi. Aleksandır Stanboliyski – Bulgaristan Çiftçi Partisinin lideri öyle biriydi. Türklerin ekonomik ve kültürel haklarını destekledi. Türk okullarına birçok yerde devlet ve belediye mülkünden toprak verdi. Sonra Vılko Çervenmkov da 3-5 sene özgün kültürümüzün serpilip açmasına olanak verdi. İlkokullardan başka liselerimizi açtık, gazetelerimizi çıkardık, büyük sayıda kitap bastık, radyo yayınlarımızı başlatmıştık, özenci sanat canlandı, tiyatrolarımız açıldı. Ama çok kısa sürdü ve artık 60 yıldan beri özlediğimiz yıllara dönemiyoruz. 1878’de Osmanlı’dan kopan Prenslikte bir etnik ve dini azınlık olarak kalan Türklerin geleceği anayasaya ve yasalara işlenmedi. Çok etnikli oluş ve farlı kültürlülük yasalara girmedi. Osmanlı feodalizmi içinde uyanan, Aydınlanma Çağı yaşayan Bulgar milletinin kapitalist bir düzen kurmaya, yani demokrasiye, yani toplumsal ayrışıma, yani tüm azınlıkların haklarını tanımaya açılması gerekiyordu. Beklenen buydu. Hayal edilen ile uygulanan birbirini tutmadı. Aslında Bulgar ulusal devrim hareketi programını Yunandan kopyalamıştı ve bu bakıma baştan aşağı aldatmacaydı. 16 Nisan 1879’da Tırnovo’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen BURJUVA ANAYASASI, Hollanda Anayasası’ndan kopyalanmıştı, Hollanda sömürge metropolü, azınlığı olmayan bir devletti. Fakat anayasal Prenslik hedeflendiği için bize en uygundu. Bu anayasa 68 yıl yürürlükte kaldı ve Berlin Anlaşması maddeleri değiştikçe, o da ayarlandı.


Bugünümüzün daha kolay anlaşılması için bir örnekleme yapıyorum. Berlin Anlaşmasının ilk şeklinde “ Bulgaristan’a Bağımsızlık Tanınması” maddesi yoktur. Rus İmparatoru 2-nci Nikolay’ın dayatması sonucu bu yöndeki değişiklik yapıldı. Başka bir misal: Anayasası’nın orijinalinde Prensi’nin Doğu Ortodoks Dinden olması şartı vardır. Ferdinand Katolik’ti. 1908 – 1918 arası Üçüncü Bulgar Çarlığının ilk Çarı olabilmesi için veliahdın Doğu Ortodoks Dininden olması şartını yine Rus Çarı İkinci Nikolay getirdi. Oğlu Üçüncü Boris vaftiz etti. Tangrı ilahının Hıristiyanlıkla değiştirilmesinden sonra, Rumeli’de din, dil, mezhep değiştirme işlerinin başka renkler alıp, “çıkar gereği” yapıldığını da görüyoruz. Kuşkusuz ardından daha 1912’de tüm Pomakların vaftiz edilişi, minarelerin yıkılıp, camilerin kiliseye döndürülmesi trajedisi yaşandı. 1936 ve 1942’de vsy. Pomakların isim ve dinlerine daha şiddetli bir saldırı geldi. 1950’lerden sonra Çingeneler Bulgarlaştırıldı. 1972’de Pomakların tamamına din ve dil haklarını yeniden kaybetti. 1984-85’te 1 milyon 250 bin Türkün isim, baba adı ve soy atlarının 3 ayda değiştirilmesi, dil ve din yasağı, Müslüman ahlakı kapısına anahtar vurulması sabır taşırdı. Halk ayaklandı ve totalitarizm başı Todor Jivkov’u 10 Kasım 1989’da devirdi. Bulgaristan anayasal-demokratik bir ülkedir diyoruz da, 20. yüzyıl boyunca başımıza gelen şu sıraladığım vahşetin bir harfi, bir virgülü anayasada ve yasalarda yoktur. Olaya olumsuzlama açısından bakarsak, Bugünkü Bulgaristan topraklarındaki Osmanlı devlet yapısının, kültür ve uygarlığının kökten ret edilmesi “93 harbi” ve ilk Bulgar Anayasasıyla hemen, birden bire olmamıştır. Bir defa Doğu Rumeli Osmanlıya bağlı kalmıştır. İkinci, Osmanlıya karşı gelişen Bulgar milli kurtuluş hareketi, komitacılık, aydınlanma süreci geçmişi ret etme açısından, azınlıklara, Türklere, Yahudilere, Ermenilere vb. milli azınlıklarla ilgili “vatandaşlık haklarını yitirirler” gibi bir aşırılığa takılmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar ruhunu saran bu hareketlenmeyi adım adım kaleme alan, komitacı, Diyarbakır mahkûmu, Krallık döneminde meclis başkanı Zahari Stoyanov, Bulgaristan Türklerini anlatırken “memleketimizde her zaman var olacaklardır” cümlesini kullanmıştır. Olağanüstü çalışkan, namuslu, vatansever, dürüst insanlar olarak bilinen ve toplu halde yaşayan Bulgaristanlı Türkler, yakın tarihimizde, başlarına gelenlere rağmen, Bulgar devletinin yüzünü defalarca ak etmişlerdir. Bir defa, isimleri değiştirilmezden sadece bir yıl önce Bulgar döviz gelirinin % 49’una tekâmül eden tarım ve sanayi üretimini onlar sağlamıştır. Birçok kez düşmanlıkları emek ve insan sevgisiyle yenmişlerdir.


Spor dalından örneklersek, ağır sıklet serbest güreşte Lütfü Ahmedov Olimpiyat ve dünya şampiyonu altın madalyalarını Sofya’ya getirendir. Naim Süleymanoğulu, Halil MUTLU hepimizin gururudur. Müzik dalında, Mesru Mehmedov New York filarmonisiyle dünyayı ayağa kaldırdı. Geçen sene Şumnulu ikiz kardeşler İbrahim ile Hasan Malta’da düzenlenen EVROVİZYON yarışında ikinci oldular. Kırcaaliye bağlı Çernooçene (Karagözler) lisesinden Bayse kızımız Dünya Satranç Birincisi oldu. Bu başarılarımızı saymakla bitiremeyiz. Şimdi biraz politik yapıdan söz edelim: Osmanlının bağrında mayalanan Bulgar politik yapılanması Tırnovo meclisinde “liberaller” ve “muhafazakârlar” olarak iki renkte ortaya çıktı. Sonlara onlara Dimitır Blagoev’in, sosyal demokratları, “geniş” ve “dar sosyalist-komünistleri” karıştı. 1990’da Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi kuruldu. Faşizm döneminde “lejyonerler” ağırlık kazandı. Sosyalizm yıllarında Çiftçiler komünist partisine “koltuk değneği” oldu. Şimdi Bulgaristan’da tescili yapılmış 150 den fazla politik parti var. Bunlardan 8’i mecliste temsil ediliyor. 1890’dan beri kurulan dağılan ama nasılsa bugünlere erişen siyasi parti ve fraksiyonların arasına 1990’ın 4 Ocak günü Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlükler Hareketi katıldı. Parti, 1960’lardan sonra Komünist Parti’nin Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanların özgün kültürel hakları ve ibadet özgürlüğü ve Müslüman yaşam tarzına, adet ve geleneklerine bağlı olarak yaşamaya devam etme arzusunda kurulmuştu. Direniş yıllarında toplam 44 dernek, kulüp, birlik, örgüt ve parti kurulmuştur. Şunu önemle belirmek istiyorum. Hak ve Özgürlük hareketi kurulmasına giden yol Bulgaristan’ın totalitarizmden kurtuluşu ve demokrasiye açılma yoludur. Bu direnişlerde Bulgarlar da atılım içinde olsalar da, Türklerin ve Pomakların direniş örgütleri ile Bulgar demokrasi ve insan hakları örgütleri arasında organik bağ kurulamamıştır. 1990’dn sonra Bulgar kamuoyu parçalanırken bu kopukluk hemen belirdi. Demokratik güçlerle Türk özgürlük hareketi kaynaştırılmadı. Söylemek istediğim bir gerçek daha var. Gerek Bulgar, gerekse Türk ve Pomakların insan hakları ve demokrasi mücadelesi Bulgar gizli polisinin ve Rus dış istihbarat örgütü KGB gözünden kaçmamıştır. Bu yıllarda Türklerin ve diğer Müslümanların arasından toplam 3 bin 16 hafiye, rejim lehinde çalışmaya zorlanmıştır. Aynı kişiler Büyük Göçte halkın evini, yurdunu elinin tersiyle itip, yola düşmesinde de kışkırtıcı rol görmüşlerdir. Bulgaristan’da toplumsal ilerlemenin mezarını totalitarizm kalıntılarıyla BSP-DPS hep birlikte kazdı.


Diğer partilere gelince, bilinmesi gereken şunlardır. 1989’da totaliter rejimin çökmesi ve 1992’de Anayasa’nın 1. maddesi değiştirilerek. BKP’nin toplumdaki yönetici rolü kaldırılınca, Komünist Partisi hemen kılıf değiştirdi. Bulgaristan sosyalist partisi oldu. BKP’nin ordu ve polis dışı, işçi köylü kadroları ve kitlesi partide kaldı. BSP 26 yılda 3 hükümet kurdu. 2 dönem Cumhurbaşkanı HÖH-DPS ile birlikte çıkardılar. Son yıllarda BSP ufalanmaya devam ediyor. Hele Bulgaristan’ın 2004’te NATO’ya ve 2007’de AB’ye alınmasıyla ve toplumun Moskova’dan kopma havasına girmesiyle BSP parçalanarak küçülüyor. Halen mecliste BSP yalnızca 46 milletvekili var. 1 Kasımda yapılan yerel seçimlerde ilk defa İl belediye başkanı çıkaramadı. Başkan ve yönetim değişimi için Kurultay hazırlığı görüyor. Hem Batıcı hem Moskovacı zihniyet oluşturup lider yetiştirmek zor olsa erek. 1990’da patlayan devrim dalgası Sofya meydanlarına 1 milyon 200 bin kişi çıkardı. O zaman Demokratik Güçler Birliği Kuruldu. 1997’ye kadar toplumun nabzını tuttu. Demokrat Jelü Jelev ve Petır Stoyanov Cumhurbaşkanı oldular. Zamanın geçmesiyle bu balonu şişirenin de gizli servis ve komünistler olduğu ortaya çıktı. Balon 1997’de patladı. Demokratik Güçler Birliği kırıntılarının bugünkü 5 yamalı “Reformcu Blok” bileşiminde görüyoruz. Mecliste sadece 2 milletvekilleri var. Hükmet ortağı olan ve topumu kökten dönüştürme hevesiyle şimdiki hükumette Adalet, Sağlık, Ekonomi, Eğitim ve Savunma gibi en önemli 5 bakan koltuğuna da oturan bu siyasi kırıntı, kendisinin yerinde saydığı yetmezmiş gibi, topluma da yerinde saydırıyor. Son 26 yıl, hayat, Demokratik Güçler Birliği’nin toplumu totalitarizmden demokrasiye dönüştürebilecek bir kapasite sahip olmadığını gösterdi. Fakat geçim sıkıntısına yenik düşen, ama umudunu yitirmeyen seçmen kitlesi, 1 Kasım yerel seçimlerinde Refomculara 3 ilde seçim kazandırdı. 2001’de Bulgar siyasi arenasına, komünistlerce 1945’te çöplüğe atılan çarlık varislerinden II. Simiyon çıktı. Onun, 50 yıldan sonra Madrid’den dönmesi, Moskova’nın biz tasarımı olarak değerlendirildi. Dedesi Ferdinand, Avrupa Saray sülalelerinden olsa da Rus Çarı II. Nikoay ile anlaşmış, babası III. Boris ise Hitler tarafından zehirlenmişti. Hariciyede bulunduğu yarım asırda KGB’nin gözü hep Simiyon’un üzerinde olmuştu. 2001’de Sofya’ya inmesi, bir platform açıklamadan, parti bile kuramadan, ben sizin maddi durumunuzu 834 günde iyileştireceğim vaadiyle başbakan olması, toplumun psikolojik durumunu kendiliğinden anlatan benzeri zor bulunur, büyük bir örnektir.


Onun geri gelmesi ve halkın gözüne bir kısım renkli kül atması şüphesiz KGB ve yerli servislerin kurgusuydu. Bu balon da patladı. Ne var ki, Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi Sinod’u /Ruhsal Kurum/onun Çarlığını tanıdı. Pazar ve bayram ayinlerinde duası ediliyor. Simeon sayfası, sanki 2005’te kapansa da, Ekim 2016 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adaylığının hem Moskova, hem Washington ve hem de Brüksel tarafından desteklenmesi muhtemeldir. Halen iktidarın orta direği ve ülkenin ana siyasi partisi olan Avrupa Vatandaşlığı İçin Bulgaristan Partisi –GERB Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov Hükümeti devam ettirmekte. Yıllar yılı yaptığı iş Todor Jivkov’u korumak olmuştu. GERB – Bulgaristan emekli Ordulu, polis, itfaiyeci, jandarma, onların yakınları vesaire tabakasının partisidir. Bu, yaşlanan ve güçsüz kalan komünistlerin, belki de sahaya çıkarabildiği amma kontrol edemediği bir takım haline dönüştü. Şöyle düşünelim. Bu parti de Komünist Partisi “matröşkası” içinden çıktı. Fakat sosyalistler kadar kör Moskovacı değildir. Kabineye sağdan soldan 3 parti daha çeken Boyo Borisov, geminin alabora olmasından sorumlu olmadığını önceden beyan eden bir kaptan gibidir. Bugün HÖH yönetiminde parti kurucularından, hapislerden, işkence odalarından geçmiş Türk ve Pomaklardan bir tek temsilci yoktur. Türk kültürü ve Türk kimliği gibi konuları rafa kaldırmıştır. Türk ve Pomak seçmen tabanı HÖH elit kesiminin milletvekilleri, belediye başkanları ve muhtarları yukarıdan dayatma siyasetine sert tepki göstermeye başladı. Orantılı /prpportsionel/ sistemi esas alan Bulgar seçim kanununda 2013’te yapılan son değişiklikle, seçmene parti listesi içinde seçtiğini işaretleyip oy verme hakkı tanındı. Tepki ve direniş yoları arayan seçmenlerimiz 2014 erken genel seçimlerinde bilinçli oy kullandılar. Blagoevgrat ile Razgarad’a bağlı İsperih /Kemaller/ belediyesinde tercihli seçme usulünü ustaca kullanarak HÖH Merkez yönetiminden dayatılan aylara değil de, tanıdıkları, sevdikleri, kendilerini Sofya’da doğru temsil edeceklerine inandıkları kişilere seçtiler. Başev ile Hüsmen Günay beyleri listenin alt sıralarından çıkarıp parlamentoya gönderdiler. Parti yönetimi ikisini de disiplin bozmakla cezalandırdı. 1 Kasım 2015 yerel seçimlerinde tepki daha da büyük oldu. Aynı sistemi daha kararlı ve başarılı uygulayan Türk ve Pomak seçmen Dulovo /Akkadınlar/, İsperih /Kemaller/, Kubrat, Nikola Kozlevo ve Gırmen gibi Türklük ve Müslümanlık kalelerinde HÖH partisini yerel yönetimden indirdi, birçok muhtarlıkları bağımsız adaylarımız seçildi. Türk ve Misluman Pomak tabanında büyük bir hareketlenme olduğuna, bilinçlenme ve Türk kimliğini pekiştirme sürecinin yalnız kök değil, artık dal budak saldığına kesin işarettir.


BULTÜRK yönetimi olarak gedip yeni seçilen başkanları kutladık, kendilerine moral verdik. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi için isyan eden Türkler gerçek demokrasi yolunu açmaya başladı. Halk savcısını, polis şefini, belediye başkanını ve milletvekilini çoğulcu sisteme göre (majoriter) kendisi seçmek istiyor. Bu uzun ve dik bir yol, bilinçli mücadele yoludur. Gördüğünüz üzere, Bulgaristan’ı, devlet yapısını, seçim sistemini, Bulgarları anlatmak pek öyle kolay değil. Çok problemli küçük bir ülke soğuk rüzgârların geldiği kuzey komşumuz. Artı konuşmamı toparlıyorum. En çok kullandığım sözlerden birisi Bulgaristan, ikincisi de ANAYASA oldu. Anayasa her devletin ADLET DİREĞİDİR. Son ve Üçüncü Bulgaristan Anayasası 1992’de kabul edildi. Bu totalitarizmden demokrasiye geçiş anayasası olmalıydı. O zaman bu hamurdan ekmek pişmeyeceğini anlamış olacaklar, Demokratik Güçler Birliği ve Hak ve Özgürlük Hareketinin Büyük Millet Meclisi parlamenterleri Anayasayı imzalamamışlardı. Daha sonra bu anayasada kez retuş yapıldı. 2014’te erken genel seçimlerden sonra kurulan 2. Boyko Borisov hükumeti Adalet reformu sonunu, geçici seçim hükumetinde Adalet Bakanı olan Hristo İvanov’u Reformcu Blok bileşiminden bakan olarak bırakarak çözdü. Hristo İvanov Amerika’da hukuk tahsili görmüş, 2013-2014 yıllarında Sofya’da ve Bulgaristan’da sivil toplum örgütlerinin geliştirdiği köklü anayasal adalet reformu isteğiyle gelişen eylemlerin liderlerinden biriydi. İstifa etmesinin nedeni, Bulgar savcı ve yargıçlarının Yüksek Mahkeme’de eşit sayıda olmaması ve çoğunluğun savcılarda olması ve savcıların kendilerini sorgulaması hakkının korumuş olmalarıdır. Bakan Hristov ile birlikte, Mecliste hukuk reformundan yana olan milletvekillerinden, Güçlü Bulgaristan Partisi Başkanı Radan Kınev de istifasını sundu. Meclis kuşatıldı. Reform isteyenler ayağa kalktı. Orta direk, eski anayasanın totaliter dönemde konulan ilkeleri kaldırılmadan, Bulgaristan’ın köklü demokratikler gerçekleştirerek demokratikleşmesi olası değildir. Bulgar devlet ağacı bir akasya gibi, bir kaktüs gibidir. Küçük iken ilk dokunuşta dikenleri kadife gibi görünse de, büyüdükçe amansız batıyor. Ne var ki, insan anasını ve memleketini seçemiyor. Çok derinlerine dalarak, Bulgarların tarihinden değişik çarpıcı örneklerle size, bir ulusal karakterin oluşumunu, etkilenişini ve bize olan yaklaşımını anlatmaya çalıştım.


Yeni Bulgaristan’ın daha demokratik, Türk ve Pomaklarımızın devlet yapısına daha aktif katılacağı, ekonomisinde payımızın artacağı, bugün aşamadığımız sorunları aşacağımızı ve adaletin her yerde ve her bakım hakim olacağına inanıyorum. Şuna da fazlasıyla inanıyorum. Büyük Türkiye emelimizin gerçekleşmesiyle Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerim daha rahat, daha güvenli ve yarınlarından daha emin yaşayacaklar. Biz Büyük Göçle sınır kapısını açtık. Bu kapıda her iki taraf da yatırımların artmasını beklerken, turist kafilelerinin daha kalabalık olmasını bekliyoruz. Hükumetten Bulgaristan’la ilgili özel yaklaşım programı bekliyoruz. Bulgaristan’ın özellikleri dikkate alınarak faklı bir yaklaşım hak ettiğine inanıyorum. Başarıya götüren yol somut yaklaşım yoludur. Çok büyük bir hamle içindeyiz. 1990’da 2 milyar olan Türkiye Bulgaristan ticareti 6 milyarı Doları aştı. Sanayicilerimizin atılımı sıradadır. Ben tarihin tekerrür edeceğine de inanıyorum. Başımıza gelen tüm kötülükleri bizim iyiliğimiz olumsuzlaşacak ve çöpe atacaktır. Teşekkür ederim. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK Genel Başkanı



SEVGİLİ dostlar; geçen hafta 11-12-12 Cuma, Cumartesi, Pazar günleri Düzce’nin tarih, kültür ve san’at yapısı Düzce Belediyesi’nin, Düzce Üniversitesi ile birlikte, uluslararası düzeyde düzenlemiş olduğu bir sempozyumla ele alınıp incelendi. Araştırmacılar iki salonda gerçekleştirilen 15 oturumla, çalışmalarını dinleyicilerle paylaşıp, ulaşmış oldukları sonuçları kamuoyuna açıkladılar. Burada öncelikle Sayın Belediye Başkanımızı kutluyorum. Asıl işi Düzce’nin fizik yapısını daha iyi bir duruma getirmek iken; O, Düzce’nin kimyası ile de meşgul oluyor ve böylece Düzce halkının tarihi dokusu doğrultusunda, kültürel yapısının, sosyal ve toplumsal değerlerinin güncelleşerek, bu değerlerin, günlük hayatımızda tekrar etkin olmasını ve DÜZENLEYİCİ fonksiyon kazanmasını hedefliyor. Kendisini tebrik ediyorum. Sayın Başkan bu gayretleriyle, Düzce’nin yalnız cadde ve sokaklarını asfaltlayıp güzelleştirmiyor, aynı zamanda tarih şuuru içinde, kültürel ve toplumsal değerlerimizle bizi buluşturarak gönüllerimizi de ihya ediyor. KONURALP GAZİ’YE VEFA BORCU Hele 13 Pazar günü icra edilen “Konuralp Günleri” ile Düzceli’nin Konuralp Bey’e vefa borcunun bir kısmını Sayın Başkan ödemiş oluyordu. Zira Konuralp Gazi başta olmak üzere bütün şehitlerimizin ruhuna ithafen, hemen Konuralp Gazi’nin kabri başındaki, O’nun adıyla anılan Konuralp Camii’nde okutulan Kur’an-ı Kerim ve Mevlid-i Şerif onların ruhlarını şenlendirmişti.


Bu arada hemen ifade edeyim; inşallah Konuralp, başta Sayın Valimiz olmak üzere, Ankara’nın da desteğiyle, Belediye Başkanımızın plan ve programlı gayret ve çalışmalarıyla, Düzce’nin asıl sahipleri olan Akçakoca ve Konuralp Beylerin hatırasına yakışır bir hal alacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Biz de Akçakoca ve Konuralp Beylerin adına bunun takipçisi olacağız. Halkımız müsterih olsun. Gelecek KONURALP’indir. Düzce’nin parlak güneşi, Konuralp’in ufuklarından yükselecektir. Herkes bunu böyle bilsin.

TUNA’DAN, DELİ ORMAN’DAN SİZE SELAM GETİRDİM

Sevgili dostlar, daha çok Balkan göçlerini konu edinen ve tebliğ sahiplerinin de Balkan kökenli Türk kardeşlerimizin olduğu bir “OTURUM”a da ben başkanlık ettim. “Bulgaristan Türklerinin Dünü, Bugünü, Yarını” konulu tebliğ sahibi Rafet Ulutürk, tüylerimizi diken diken eden bilgiler vermiş, dinleyenleri adeta geçmişin hüzünlü günlerine taşımıştı. Sözlerine, “Bulgar kininin kabarması bizim ÜMMET şuurumuzu canlandırdı” diyerek başlamıştı Rafet Ulutürk… Ulutürk sözlerine devamla şöyle diyordu: “…isimlerimizi ve mezar taşlarımızı değiştirdiler…” Evet onlar Müslüman Türk’ün yalnız yaşayanına, hayatta olanına, onun adına-sanına, fizik varlığına müdahale etmediler. Mezarlıkta yatan mevtasından bile ürktüler. Kabirlerin, bir Müslüman Türk’ün mezarı olarak tanınmasına yardımcı olan mezar taşlarına bile tahammül edemediler. Mezar taşlarını değiştirdiler… Hayatta olanların da isimlerini…

OSMANLI’NIN ÖLÜSÜNDEN KORKUYORLAR…

Hele Sayın Ulutürk’ün vermiş olduğu bir bilgi, Batılı mutaassıp anlayışın Müslüman Türk’ün ölüsünden bile ne kadar korktuklarını ortaya koyuyordu… Bulgar halkı, ilgili makamlara başvurarak çevrelerinde metfun bulunan Osmanlı kabirlerinin açılarak kemiklerinin alınmasını talep etmişlerdi. Zira korkuyorlardı, ya bir gün canlanırsalar diye… Talepleri kabul edilmişti… Bunun üzerine ecdadımızı katledip, hepsini topluca gömdükleri bir kısım toplu mezarları açmış ve ecdadımızın kemiklerini öğüterek ormanlara savurmuşlardı. O yiğitlerin yattıkları yerleri de tarla olarak sürmüşlerdi. Rafet Ulutürk, bütün bu zulümlerin sonucunu şöyle özetliyordu: “Bulgar kininin kabarması bizim ÜMMET şuurumuzu canlandırmıştı.”

ULUS-DEVLET ANLAYIŞI VE PANSLAVİZM!

Sevgili dostlar; Balkanlar’dan Düzce’ye yönelik göç harekâtının temelinde, bilhassa 1789 Fransız İhtilalinden sonra kökleşip gelişmeye başlayan Ulus-Devlet anlayışının baskı ve yönlendirmesini görmekteyiz. Kafkaslar’dan, Osmanlı topraklarına yönelik göçün temelinde ise Rusya’nın “parçala-yönet” siyasetinden ibaret olan Kafkasya Politikası ile yine Rusya’nın bölge halkının Hristiyanlaştırılması stratejisine dayalı bir politika izlemesi yatmakta idi.


Nitekim, göç öncesi din adamlarına yönelik baskı ve tutuklamalar başlamış, bunu takiben de öncelikle din adamları göçe zorlanmış ve bu çileli yolculuğun öncüleri olarak İstanbul Karacaahmet’te metfun Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in Hocası Cemaleddin Gazi Gumigi, Amasya’da metfun İsmail Siraceddin Şirvani, Hamza Nigari gibi bilge kişiler yollara düşmüşlerdi. DÜZCE’YE YÖNELİK YOLA ÇIKAN ÖNCÜLER Düzce’ye yönelik Kafkaslardan yola çıkan öncülerin başında Zahid ElKevseri gelir. Onunla beraber Şamlı Mecit Efendi’yi, Yusuf Suat Efendi’yi, Köprübaşılı Akif Hoca’yı, Müderris İsmail Efendi’yi, Hacı Said Efendi’yi rahmetle anmak bizim üzerimize farzdır. Bunlardan, bayrağı Yusuf Ziya Ersel, Hafız Zekeriya Efendi, Hafız Eyüp Efendi, Hafız Hilmi Efendi, Kürtzade Mehmet Efendi, Cemal Hoca, Hafız Hasan Şen, Hafız Ahmet Şen ve Köprübaşılı Hacı Hatip Yaşar Özveren almışlardı. İsimlerini andığımız veya anamadığımız bütün bu öncüler, ana yurtlarından, doğup-büyüdükleri ocaklardan hangi sebeple sürüldüklerinin şuuru içerisinde, gelip yerleştikleri Düzce’mizde milli birlik ve kardeşlik anlayışı ile, çevrelerindeki komşularıyla aynı dili konuşamadıkları halde, ama aynı kıbleye dönüp, aynı inancı paylaşarak, Yaradan’ı bir, Öncü Rehberi bir, hedefi bir, kısaca aynı iman ve ideal içinde, aynı ümmetin ferdi olarak toplumu aydınlattılar, aradaki farklılıkları iman ve idealizmin potasında eriterek birlikte ve kardeşçe yaşama şuuru içinde bize büyük bir miras bıraktılar. Mekânları cennet olsun… ŞİMDİ BİZE DÜŞEN!... Şimdi bize düşen; büyüklerimizin çekmiş olduğu çileleri ve Bulgaristan kökenli Rafet Ulutürk’ün, “Bulgar zulmünün kabarması bizim ÜMMET şuurumuzu uyandırdı” sözündeki gerçeği hiç unutmadan, bir Düzceli olarak, aynen bir portakal misali, aramızdaki farklılıkların varlığını kabul edip, onlara saygı duyarak, temel kabullenişimiz olan Yaradan’ın varlığı ve birliği, O’nun Elçisi Efendimiz’in rehberliği, eşsiz tarih ve kültürümüze olan bağlılığımız doğrultusunda hem içimizde, hem de dışarıya karşı, birlik ve bütünlük örneği sergilememizdir. Portakalın kabuğunu soyduğumuzda, dilimler birbirinden ayrılırlar. Fakat soyulmadan önce, kabuğun içinde bütün dilimler, portakalın kendine özgü rengiyle bir bütündür. İşte biz de aynen bir portakalın dilimleri misali, farklılıklarımızı kabul edip, ona saygı duyacağız. Ama portakalın kabuğu misali de, o farklılıklarımızı sarıp sarmalayıp, bizi birbirimizle kaynaştıran Allah’ın varlığı ve birliğine, Hz. Muhammed (a.s.)’ın Risalet ve rehberliğine olan imanımızla ve o imanın gerektirdiği milli birlik ve kardeşlik olgumuzla, dünyanın karşısına bir bütün olarak çıkacağız.


DİKKAT ETMEMİZ GEREKEN HUSUS Bu süreçte şuna dikkat etmeliyiz; sosyal yapımızdaki bu farklılıkları meydana getiren renk ve motiflerin oluşturduğu mozaik olgusunda, hiçbir renk ve motifin diğerini bastırma ve gölgede bırakma gibi gizli gündemi olmaksızın, bütün renk ve motiflerin, koruyucu ana kabuğa bağlı olarak, birliktelik içinde ve bir bütün olarak varlıklarını devam ettirmeleri şarttır, zorunludur. Zira Düzce insanının kardeşliği, tarih ve kültür şuuru içinde, örf ve adetlerine bağlılığı ve sonuç olarak milli birlik ve kardeşliğimiz ANCAK bu şekilde gerçeklemiş olacaktır. Bu doğrultuda; toplum hafızasının yenilenmesine vesile oldukları için Sayın Valimize, Sayın Belediye Başkanımıza, Sayın Rektörümüze, bütün tebliğ sahiplerine, panel yöneticilerine, organizasyonda emeği geçen her bir şahsa, misafirlerimizin ağırlanmasında hizmette kusur etmeyen mekan sahiplerine ve elemanlarına, hasılı emeği geçen herkese teşekkürlerimle birlikte selam ve sevgilerimi sunuyorum. Kalın sağlıcakla sevgili dostlar…




Türk Ordusu BULTÜRK’e Kapısını Açtı Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK) Yönetim Kurulu İstanbul Birinci Ordu Komutanlığı’nı ziyaret etti ve Balkan Türkleri ile ilgili genel bilgi verdi. Heyette yer alanlar; soldan sağ, Seydullah HALAÇ, Nedim BİRİNCİ, Alptekin CEVHERLİ, Rafet ULUTÜRK,Müjgan DENİZ, Musa VATANSEVER, Abdullah TÜRER Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK) tarafından 31 Temmuz Pazartesi günü Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Sayın Musa AVSEVER’e Selimiye Kışlası’ndaki makamında ziyaret gerçekleştirildi. Derneğin Genel Başkanı Rafet Ulutürk Başkanlığında BULTÜRK adına bir heyet tarafından gerçekleştirilen ziyarette; Bulgaristan ve Balkan Türkleri hakkında genel bilgiler verilmiş ve Bulgaristan’da devam eden Müslüman-Türk azınlığın sorunları dile getirilmiştir. Ayrıca Genel Başkan Rafet ULUTÜRK tarafından; günün anısına bir plaket, ve Derneğinin faaliyetleri ve 2018 Yeni Raporu ile “Türk Dünyasında Bir Bulgaristan Türk’ü-Elli Yıllık Mücadele”, kitabının komutanımıza takdimi yapılmıştır. Ardından Gazeteci – Yazar Alptekin Cevherli’nin “Sözün Özü” adlı imzalı kitabı takdim edilmiştir. Daha sonra Dr. Nedim BİRİNCİ ve Seydullah HALAÇ tarafından; “BULTÜRK Gazetesi, 89 Göçü kitabı” ve Kızanlıklı Ziraat Mühendisi Sn. Osman BÜLBÜL’ün “Bulgaristan Türklerinin Durumu” kitaplarını takdim edildi. Sayın Orgeneral Musa AVSEVER de BULTÜRK Derneği Yönetimine günün anısına bir plaket takdim etmiş ve ayrıca tüm katılımcılara da anı olarak birer çanta hediye edilmiştir. Dernek Başkanı Rafet Ulutürk, tören esnasında yaptığı konuşmasında; “BULTÜRK Derneği temsilcilerini çok samimi bir şekilde karşılayan Sayın Orgeneral Avsever’in şahsında tarihi kahramanlık destanlarıyla dolu Türk Silahlı Kuvvetlerimize şükranlarımızı sunarız” dedi. Başkan Rafet Ulutürk ziyaret esnasında yaptığı konuşmasında şunları ifade etti: Sayın komutanım, Sayın Orgeneral Musa AVSEVER, şanlı ordumuzun şerefli mensupları. Biz, BULTÜRK –Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği heyeti olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir ordu karargahını ilk kez ziyaret ettik.


Öncelikle bizi kabul ettiğiniz için sizlere şükranlarımızı sunarız. Sayın komutanım, bu an bizim için ve Türk STK’ları açısından olağanüstü değerli… Ateşinizden ateş almaya, Birinci Ordumuzun şanlı bayraklarının dalgalanışından, “Ne mutlu Türküm diyene!” haykırışını birlikte yaşamaktan, ilham almaya geldik. Yaşlı üyelerimiz, gazilerimiz asker ocağı kokusunu özlemişler, hasret giderdik. Bir de biz, her zaman ve her yerde, 15 Temmuz 2016 gecesinde olduğu gibi, hainlere ve FETÖ teröristlerine karşı sizinle beraberdik demeye geldik. En esaslı Türklük beşiği ASKER OCAĞIDIR. Bizde “doğdun, büyüdün, yürüdün de, askere gitmeden adam mı oldun?” denir. Türklük ruhunun yetiştiği beşiktir, askerlik. Biz, Bulgaristan’da askerliğimizi inşaat eri veya demiryolu bakım eri, madenci olarak yaptığımızdan, askerlik ruhu taşımayız. Askerlikten üzerimizde kalan eziyet izleridir. Prenslik döneminde, Türk okullarımız özel iken, Mehmet Ersoy’un İstiklâl Marşı’nı ezberine alana karne veriyorlarmış. Bulgar devleti tarafından daha sonra Türklük ruhunun kaynağı olarak bu görülünce İstiklâl Marşı’mızın okullarda okutulmasını yasaklamıştır. Benim okul yıllarımda, Bulgar okullarında Türkçe derslerinde öğretmenlerimiz bize kitap dışı şu mısraları ezberletirdi: “Ben, ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” Verdiğimiz özgürlük mücadelesinin külünde Türk İstiklalinin sönmez közleri vardır. Biz aynı ruhun evlatlarıyız. 600 yıldan sonra ana-vatana dönüşümüz, yeni zaferler için bir dayanaktır. Her gidişin bir dönüşü vardır, her dönüş yeni bir gidişin başlangıcıdır.

15 Temmuz’da Birinci Ordumuzla birlikte yeni bir tarih yazanların, yeni Türk ruhunu oluşturanların arasında, gece nöbetlerinde, Yenikapı mitinglerinde, dalgalanan bayraklarımızın altında biz, BULTÜRK olarak, soydaş camiası olarak biz de vardık. FETÖ hainliğini görenler, Türk milletinin ne kadar büyük ve güçlü bir halk olduğunu bir kez daha gördü. Büyük Türkiye atılımı ve küresel güçlerin boy ölçüştüğü coğrafyamızda en önemli ve sonuç belirleyen bölgesel gücün Türkiye Cumhuriyeti olduğunu görmeyen kalmadı. Bu güç, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin ve elbette Birinci Ordunun gücüdür ve en önemlisi hep birlikte halkımızın gücüdür.


Suriye’deki askeri zaferlerimiz, PKK ve yandaşlarının belinin kırılması, Türk bayrağının her zamankinden daha yükseklerde dalgalandığı şu günlerde, yeni çatışma alanı BALKANLARDIR. Son haftalarda Almanya’nın, Avrupa Birliğinin Türk karşıtı politika takınması, Türkiye Cumhuriyeti Balkan siyasetinin başarılarına tepkidir. Geçen hafta Amerikan “The Wall Street Jornal” “Türkiye ile Rusya Balkanları paylaşıyor. Amerika ve Avrupa Birliği Balkanlardan çekilmek zorunda kalıyor” diye yazınca, Bulgar aşırı milliyetçi, şoven faşistlerinin hepsi dilini yuttu. Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullandığı donanımın % 46’sı – yerli Türk üretimi – haberleri şok yarattı. Her Türk, bir askerdir. Bunu Türkler 8 milyon iken Çanakkale’de, Sakarya’da İzmir’de ispatladılar. Şimdi Türkiye’nin 80 milyonu aştığını işittikçe titriyorlar, bir de buna 300 milyonluk Türk Dünyası katılınca adeta çıldırıyorlar… Halk yetiştiremeyen devlet, asker eğitemez, ordu düzenleyemez, zafer nedir bilmez. Etrafımızda çok konuşanlar var. Onlar çok savaşa girmiş, çatışmalarda bazen başarılı olmuş, fakat hiçbir savaşı kazanamamışlardır. Türk ruhu, TSK savaş kaybetmeyen bir güçtür. Bu gücün nüvesi öncüsü Birinci Ordumuzdur. Sizi arkadaşlarım adına tüm Bulgaristan Türkleri camiası adına kutluyorum. Sizinle beraber geçirdiğimiz şu dakikalar bize kıvanç verdi. Zafer ruhuyla adeta şarj olduk. “Bizlere kapınızı açtığınız için, tekrar sağ olun. Var olun, Teşekkür ederim” dedi. Orgeneral AVSEVER de plaket takdimindeki teşekkür konuşmasında 1. Ordu’nun bu anlamda bir STK’ya ilk kez kapılarını açtığını, Balkanlardaki Türklerin Türkiye’nin batısındaki sigortası olduğunu. Oradaki soydaşlarımızın, Türkiye’ye gelmesi yerine, vatandaşı oldukları ülkelerde yaşam ve kültürel şartlarının iyileştirilmesi gerektiğinin altını çizdi. Ziyaret, Balkan Türklüğü özelinde Türk Dünyasının sorunları ve Balkanlardaki FETÖ Yapılanmasıyla ilgili bilgi verilmesi ardından tamamlandı.


Sayın Orgeneral Musa AVSEVER’e

BULTÜRK Başkanında günün anısına bir plaket taktimi.


BULTÜRK Heyetinde yer alanlar; soldan sağ, Seydullah HALAÇ, Dr. Nedim BİRİNCİ, Alptekin CEVHERLİ, Rafet ULUTÜRK, Dr. Müjgan DENİZ, Musa VATANSEVER, Abdullah TÜRER


Sayın Orgeneral Musa AVSEVER’den ziyaretimizden dolayı BULTÜRK Derneği Başkanına günün anısına bir plaket taktimi.










BULTÜRK Türk Dünyası Kurultaylarından Gagauzyeri

Romanya

Anıtkabir


Zeytinburnu Belediyesi











Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.