Bütün Şehir Dergisi Yıl 1 Sayı 1

Page 1

Yıl: 1 / Sayı: 1 / Ocak 2015

www.butunsehirdergisi.com

Flâneur Düşler... Yerelde de Genelde de

İnsanlığı İktidar Aşkı Değil, Aşkın İktidarı Kurtaracak

Samsun Kalesi Bu Binanın Altında...

Hamidiye Çeşmesi-Subaşı SAMSUN

Bu Şehri Bütün Olarak Düşünebilmek



Yıl: 1 / Sayı: 1 / Ocak 2015 www.butunsehirdergisi.com bilgi@butunsehirdergisi.com

Şehirden Merhaba! İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu Akasya Basın Yayın Tanıtım Recep YAZGAN 0544 730 49 32 recepyazgan@gmail.com

Yayın Kurulu Prof. Dr. Bünyamin KOCAOĞLU Doç. Dr. Önder DUMAN Yrd. Doç. Dr. Cem GENÇOĞLU Tevfik DEMİR İbrahim TÖKEL Recep YAZGAN

İletişim Fatih Sultan Mehmet Cad. Camadan İşhanı No: 4/3 İlkadım/Samsun Tel: (0362) 432 12 01 bilgi@butunsehirdergisi.com

Grafik Tasarım Mikroajans www.mikroajans.com info@mikoajans.com

Baskı Uğur Ofset Pazar Mah., Mukayitzade Sok. No:48, Unkapanı/Samsun Tel:(0362) 432 0990

Baskı Tarihi 15.01.2015

Yeni bir yıl, yeni bir dergi. Şehrimize, memleketimize hayırlı olur inşallah. Dergi çıkarmak çok yorucu, bunu biliyoruz. Ama verilen emeğin okuyucu nezdinde olumlu karşılık bulması da işin en keyifli yönü. Biz olumlu karşılık alacağımızdan endişe de etmiyoruz. Ama bir derginin uzun soluklu olması için okurlarının maddi desteğinden çok manevi teşviğine ihtiyaç olunmuştur her zaman. Bizi nasıl bir gelecek beklediğini bilmiyoruz ama temennimiz olabildiğince uzun soluklu olmak. Bu yüzden muhteviyattan taviz vermeden, imkânlarımızı da akılcı kullanarak yolumuza, uzun ama ince yolumuza devam etmek istiyoruz. Bütün ŞEHİR, adından da anlaşılacağı üzere bir şehir dergisi olacak. Yüzeysel olarak ‘Samsun’dan ama derinlikli olarak “Şehir” düşüncesi üzerinden çıkıyoruz yola. “Şehir” değişiyor, dönüşüyor. Değişimi iliklerimizde bile hissediyoruz. 20. Yüzyılın ortalarından sonra hayatımıza giren apartman, 20. Yüzyılın sonlarından itibaren de site hayatı, şimdi ise ‘rezidanslar’, ve ‘gökdelenlerin’ tahakkümü altındayız. Yüksek yüksek tepelerin esen tatlı rüzgârları yerine” iri” binaların şehre meydan okuyan karanlık, estetikten ve gelenekten yoksun gölgeleri altında güneşsiz, mavisiz geçen ruhsuz günler… İşte biz de tam burada çıkarıyoruz Bütün Şehir’i. ‘Yaşadığımız, yaşattığımız, Türk-İslam şehrinin ve şehirlerinin dününden yani kültüründen başlayarak bugününe gelmeye çalışacağız. Betonun, demirin ve plastiğin arasında kaybolup giden yeşili, maviyi bulmaya çalışacağız. Şehir’in dününü, kültürünü anlatacağız. Bunca varlık ve kalabalık içerisinde neden yokluk ve yalnızlık çektiğimize vurgu yapacağız. İlk sayısının eksiklikleri, hataları sizi yanıltmasın ama bundan sonraki sayılarda daha iyi, daha dolu olacağız. Katkınızı ve desteğinizi bekliyoruz.

Tevfik DEMİR

3


Şehirden Merhaba!

Tevfik DEMİR

03

32-35

Flâneur Düşler... 06-07 İbrahim TÖKEL Samsun Memleket Hastanesi Ne Zaman Açıldı 08-11 Doç. Dr. Önder DUMAN

Samsun Kalesi Bu Binanın Altında... 12-15

36-37

Yerelde De Genelde De:

İnsanlığı İktidar Aşkı Değil, Aşkın İktidarı Kurtaracak

Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL

20-23

19. Milli Eğitim Şurasının Ardından;

Kent, Kimlik ve Gelecek 24-27

Fazıl Kadı İlkokulu’nun ve Yusuf Kâr’ın Aziz Hatırasına

Ahmet Ufuk ERKAN

4

28-30

Seyfullah GÜL

sıla mı gurbet mi Adını Sen Koy! Uğur DEDE

Tevfik DEMİR

42-43

Ayşe Meliha Ulaş

V. ve VI. Dönem Samsun Milletvekili

Yrd. Doç. Dr. Mehmet AYDIN

yok olan değerleri yaşatıyor 44-45 Yedaş Dikkuyruk Yedaş’ın Elektrik Faturalarında 46-49

Samsun’da da Yaşanan Vahşet Gün Yüzüne Çıkıyor

50-51

Amerikalılar Balyozla Piknik Yapıyor!

Yrd. Doç. Dr. Cem GENÇOĞLU

İlk Okul

KÖSÜRE

Şehir§Kültür§ 38-41 Medeniyet§ Değer

Recep YAZGAN

'Bütünşehir'in Caddeleri 16-19 Prof.Dr. Cevdet YILMAZ

Hızla Yok Olan Bir Kültürel Miras;



Flâneur Düşler... Yürüme bilimi ve düşünme bilimi temelde tek bir bilimdir. Thomas Bernhard

6

Büyülü bir kelime flâneur, Ünlü Alman düşünür ve eleştirmen Walter Benjamin’in "Pasajlar"ını Türkçeye çeviren Ahmet Cemal, flâneur sözcüğünün Fransızcada "avare gezgin" anlamına geldiğini ve "avare dolaşırken aynı zamanda çevrenin izlenimleriyle düşünce üreten kişi" demek olduğunu söylüyor. Diğer taraftan flâneur kavramı modern şehirlerin ilk toplu mekânları olan pasajlarla da ilgili görünüyor. Büyük kaldırımlar ve pasajlar yapıldıktan sonra flâneur'ün ortaya çıktığı anlaşılıyor. "Flâneur, geniş kalabalıklar ara-

İbrahim TÖKEL sında sıkılmayan, kendini bina cephelerinin arasında evindeymiş gibi duyumsayan kişidir. Flâneur görünüşte tembel, özünde bir gözlemcinin uyanıklığı ile donanmış kişidir." Benjamin, “Pasajlar”da 19.yy modernleşmesini ve şehirleşmesini pasaj örneğinden yola çıkarak yorumlarken büyük şair Charles Baudelaire’i bir flâneur olarak değerlendirmektedir. Baudelaire’in şehir (Paris) ile kurduğu sevgi nefret ilişkisi de önemli bir sorun. Paris Sıkıntısı adlı eserinde bu paradoksal ilişkiyi estetik bir biçimde işleyen büyük şair, tüm zamanların en


büyük şair- flâneur -dandy’si olduğunu da ortaya koymaktadır. ( Burada bir parantez açıp “dandy” kavramına da değinmek gerekiyor. Kelimeyi kavramsallaştıran gene Baudelaire’dir. “Dandy” güzel giyinmeyi, kendine titizlik göstermeyi, temaşayı, aylaklığı, yavaşlığı yersiz-yurtsuzluğu ifade eder. Bu yazıda dandy kavramı üzerinde duramayacağız, bu belki başka bir yazının konusu olabilir. Meraklısı Ali Artun’un hazırladığı “Modern Hayatın Ressamı –Baudelaire” adlı eserin giriş bölümüne bakabilir. )

in arasından, temas etmeden, takılmadan, düzgün bir ilişki kuramadan “geçip gideriz”. Oysa ilişki kurmak, nüfuz etmek, algılayabilmek için durmamız, yavaşlamamız gerekir. Çok sevdiğimiz bir manzara, mimari eser, resim gördüğümüzde önce şöyle bir duraksadığımız, söz konusu nesneye biraz daha dikkatlice baktığımız gibi. Evvelden beri düşünmek ve yürümek ve hatta yavaşlamak arasındaki bağ vurgulanmıştır. Özellikle Alman düşünce ve edebiyatında düşünmek ve yürümek arasın-

Flâneur “Düşünce ve duygularında pervasızca yaşar ama herhangi bir mekâna konuk ol/a/maz, sokakları, caddeyi, cumbaları, kaldırımları bir müzedeki yağlı boya tablosuna ya da bir botanikçinin bitki kıvrımlarına bakar gibi inceler.” Kısaca flaneur, kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, ev düşüncesinden uzakta, daha doğrusu şehrin kendisini, caddeleri, sokakları, mimari yapıları eviymiş gibi gören, yavaşlığı, temaşayı kendine iş edinen ve bütün bunları yaparken düşünmenin ve estetik hazzın peşinde bir aylaktır. Kentleşme ve kapitalizmin gelişimiyle de alakalıdır kavramın serüveni. Normalin çok üzerinde şişen şehirler, tekniğin, iletişimin, tüketimin ve her şeyin pazarlandığı bir ortamın, hızın ve hazzın cehennemi karşısında, duyarlı insanın kendini ifade etme biçimidir. Zaten artan hızın ve tüketimin ortasında “düşünme” yoktur. Sadece duyumsama, duygulanım vardır. İşte flâneur bu duyumsamanın peşindedir. Aratan hız ve teknoloji ile “şeyler”

daki bağ, Nietzsche, Heidegger, Thomas Bernhard gibi yazar ve filozoflarca önemsenmiştir. Spinoza “yürümek düşünmektir” der. Nietzsche en önemli düşüncelerinin yürüyüşlerde oluştuğunu sık sık vurgular. Heidegger’in uzun dağ ve orman yürüyüşleri meşhurdur. Ancak flâneur şehirlidir, dağ ve orman yürüyüşü onun için ulaşamayacağı bir ütopyadır. Kaybedilmiş ve bir daha asla bulamayacağı bir geçmiş, bir yuva ve bir yurt…. Flâneur düşüncede anahtar ke-

lime “yavaşlık” olmalıdır, hızın, hırsın, tüketimin, yetinmemenin, panzehiri olarak yavaşlık… Ve bu yüzden flâneur kaplumbağa ile birlikte anılır. Hatta Paris’in ilk Flâneur’leri kaplumbağa gezdirirler… Balzac'a göre Flâneur gözün gastronomistleridir. Flâneur bakar ve kaydeder. Yeniden üretir,

“Düşünce ve duygularında pervasızca yaşar ama herhangi bir mekâna konuk ol/a/maz, sokakları, caddeyi, cumbaları, kaldırımları bir müzedeki yağlı boya tablosuna ya da bir botanikçinin bitki kıvrımlarına bakar gibi inceler.” dolaşıma sokar, yaygınlaştırır, öne çıkarır… Belki şehrimize bir Flâneur gelir ve şehrimizi hiç görmediğimiz, görüp de anlamadığımız bir biçimde yeniden yorumlar. Bir dahaki sayıda acemi bir flâneur’ün gözünden “Saathane’ye Gitmek” i deneyelim.

7


Samsun Memleket Hastanesi Ne Zaman Açıldı Doç. Dr. Önder DUMAN

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılında, diğer bir ifadeyle 1902 yılında yapımı tamamlanan bu yapı, Canik Hamidiye Hastanesi adıyla hizmete açıldı.

8

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılında, diğer bir ifadeyle 1902 yılında yapımı tamamlanan ve adeta şehre tepeden bakan bu yapı, Canik Hamidiye Hastanesi adıyla hizmete açıldı. Hastane bu dönemde tek katlı olup, on dört yatak kapasitesine sahipti.

ikinci kat ilave edildi.

Tarihi tam olarak tespit edilememekle beraber hastane, 1923’de tekrar ad değiştirerek, “Memleket Hastanesi” adıyla hizmet vermeye devam etti. Yatak adedi bir ara 150’ye kadar çıkarılmışsa da, 1924 yılında bu sayı 120’ye, ertesi yıl da 110’a düII. Meşrutiyet’in ilânı sonrasın- şürüldü. da ismi Canik Gureba Hastanesi olarak değiştirildi ve yatak Memleket Hastanesi bütçe imkapasitesi otuza çıkarıldı. 1913 kânlarının kısıtlılığına rağmen yılında özel idareye devredilen 1924’ten itibaren gerek tıbbî hastaneye zamanla barakalar, cihaz ve teçhizat, gerekse fizikî ahşap pavyonlar ile beraber imkân bakımından kendini yeni-


lemiş ve geliştirmiştir. Nitekim bu kapsamda 1925 yılında 5.739 lira sarf edilerek Avrupa’dan bir röntgen cihazı getirilmiş ve böylelikle hastanede radyoskopik ve radyografik muayeneler yapılmaya başlanmıştır. 1926’da kuvars ve solüks lambaları hastaneye kazandırılmış ve yine böylelikle bez, kemik ve haricî hastalıklar ile iltihap vakalarının tespiti daha kolay olmaya başlamıştır.

sarf edilerek hastanede bir takım tamirat ve tadilat çalışmaları yapıldı. Bu kapsamda ameliyathanenin çatı ve tavanları betonarmeye dönüştürüldü, bütün cam ve çerçeveleri değiştirildi ve ameliyathane dairelerinin hemen yanına her türlü teçhizatı ile beraber bir pansuman odası yaptırıldı. 1929’da ise büyük bir idare pavyonu inşa edilerek, karantina, çamaşırhane ve etüv daireleri bu kısma taşındı. Bu pavyonun inşası ile beraber daha önceden hastalarla bir arada bulunan memur ve hasta bakıcılar, artık burada yatıp kalkmaya başladılar. Böylelikle çıkması kuvvetle muhtemel sağlık sorunları da bertaraf edildi. Yine 1929’da hastanenin şehir elektriğinden istifade edebilmesi için çalışmalar yürütüldü.

1931 yılına gelindiğinde mevcut bütçe yeni makine ve teçhizat alımına yetmemişi olsa gerektir ki, ilga edilen Sanat Yuvası ve Kız Koleji bütçesinden 3.000 lira hastaneye aktarılmıştır. Nitekim bu takviye ile 1932 yılında 425 lira değerinde son model bir röntgen lambası alınmıştır. Tüm bunların dışında 1926-1932 yılları arasında hastaneye 4.924 liralık cerrahî alet ve malzeme 1.668 lira sarf edilerek elektrik kazandırılmıştır. tesisatı kuruldu ve yılsonu itibariyle hastanede şehir elektriği Hastane bu dönemde tıbbi alet kullanılmaya başlandı. Tüm bunve cihazın yanı sıra fizikî açıdan lar da dâhil olmak üzere 1932 da önemli ölçüde yenilendi. Ni- yılı sonuna kadar hastane için tekim 1925’te yaklaşık 16.000 616.256 lira harcandı ve ortaya lira harcanarak kargir bir em- Cumhuriyet’in 10. yılı itibariyle raz-ı intaniye pavyonu vücuda Samsun’un ve yakın çevresinin getirildi. Ancak inşaatın bitme- sıhhi ihtiyaçlarına cevap vermesinden hemen sonra duvarlar- ye çalışan, bünyesinde operatör, da oluşan çatlaklar nedeniyle dâhiliye, göz, kulak, boğaz, kadın bu pavyonlara hasta yatırmak hastalıkları ve röntgen uzmanlamümkün olmadı. Tadilatın işe rıyla bir bakteriyoloğun bulunyaramayacağı düşünülerek, duğu bir hastane ortaya çıktı. 1929 yılında pavyon yeniden inşa edilmeye başlandı ve inşaat Bu on yıllık süre zarfında Mem1931’de tamamlandı. leket Hastanesinin muayene ve tedavi mesaisi aşağıdaki tablo1927 yılında yaklaşık 5 bin lira da gösterildiği şekildeydi.

1931 yılına gelindiğinde mevcut bütçe yeni makine ve teçhizat alımına yetmemişi olsa gerektir ki, ilga edilen Sanat Yuvası ve Kız Koleji bütçesinden 3.000 lira hastaneye aktarılmıştır. Nitekim bu takviye ile 1932 yılında 425 lira değerinde son model bir röntgen lambası alınmıştır. Tüm bunların dışında 1926-1932 yılları arasında hastaneye 4.924 liralık cerrahî alet ve malzeme kazandırılmıştır.

9


Yıllar 1923

Gelen ve Tedavi Dahiliye Hariciye Edilen 1.745 1.181 564

Kadın Hast.

Göz

Çocuk Hast.

K.B.B.

Toplam

-

-

-

-

1.775

1924

2.175

1.789

671

50

-

-

-

2.510

1925

1.784

1.135

537

57

22

-

-

1.711

1926

1.651

1.012

447

83

88

-

21

1.651

1927

2.076

1.379

543

87

26

-

41

2.076

1928

2.049

1.208

489

167

109

-

85

2.277

1929

2.277

1.399

506

171

116

37

93

2.389

1930

2.389

1.406

534

186

133

37

93

2.389

1931

1.372

1.372

551

152

64

93

98

2.330

1932

2.228

1.398

498

230

-

-

102

2.228

Toplam

21.006

13.279

5.337

1.183

558

130

519

21.006

Yukarıdaki tabloya bakarak hastaneye gelenlerin tümünün iyileşerek, taburcu olduğu gibi bir sonuca varmamak gerekir. Nitekim tespit edebildiğimiz kadarıyla 1925 yılında hastaneye gelen 1.784 hastadan 1.478’i tedavi edilirken, 234’ü vefat etmiştir. Ertesi yıl ise hastaneye başvuran hasta sayısındaki azalmaya paralel olarak vefat adedi de düşmüş ve 91 kişi tedaviye cevap vermemiştir.

Sıhhiye Müdüriyeti’ne göre bu durumun temel sebebi hastanede istihdam edilen doktor ve diğer görevlilerin “fennen hayatı hitame ermişler” arasından seçilmiş olmasıydı. Sıhhiye Müdüriyeti’nin bu ifadesinden hareketle bu dönemde Memleket Hastanesi’nin bilimsel açıdan yetkin, yeniliklere açık bir kadroya gereksinim duyduğu sonucuna varmak mümkündür.

Ocak 1927 ile Nisan 1928 arasındaki on beş aylık dönemde vefat edenlerin toplamı 233 olarak gerçekleşmiş olup, bu rakamın hastaneye başvuranlara karşılık oranı %10,7’ye tekabül etmiştir. Bu ölüm oranı hastane imkânlarına kıyasla yüksek bulunmuş olsa gerektir ki, konu Samsun Vilayet Meclisi’ne intikal etmiş ve Sıhhiye Müdüriyetinden bunun nedeni sorulmuştur.

1930’dan sonra hastanenin daha nitelikli ve işlevsel hizmet üretmesini temin etmek amacıyla, ilk etapta yatak kapasitesi kademeli olarak düşürüldü. Nitekim hastane 1931 yılı başından itibaren yeni bir kadro ve 100 yatak kapasitesi ile hizmet üretmeye devam etti. Zamanla fizikî imkânlarının artması ile hastane 1938 yılından itibaren tekrar 110 yatak kapasitesine çıkarıldı.

10

Memleket Hastanesi 1940 itibariyle yılda 3 binin üzerinde kişiye yatarak ve 15 bini aşkın kişiye de poliklinik hizmeti veriyor olsa da, dönemin gazetelerinde tüm bu hizmetlerin şehrin ihtiyaçlarını karşılamadığı yönünde haber ve yorumlar bulunmaktadır. Nitekim 1938 yılı başında Ahali gazetesinin bir başyazısı bu konuya ayrılmıştı. “Sağlık evi bakımından Memleketimiz” başlıklı yazıda Samsun ve yakın çevresinin genel sağlık durumu ve sağlık kurumları anlatıldıktan sonra konu Memleket Hastanesine getirilmekte ve şu ifadelere yer verilmekteydi: “Gerek vilâyet, gerek şehir nüfusunu nazarı itibara alacak olursak sıhhî müesseselerden bilhassa memleket hastanesi ihtiyaca gayri kâfidir. Bundan 38 sene evvel merhum Hamdi Bey’in mutasarrıflığı zamanında temeli atılarak inşası-


na devam edilip ikmal edilen bu hastane bilahare gördüğü tadilat cümlesinden olarak konulan kalorifer, röntgen ve muntazam ameliyathanesiyle memleketimizin yüzünü güldürecek ve göğsünü kabartacak bir hale gelmiştir. Fakat böyle olmakla beraber, yatak adedi 100-110 ve mütehassısları noksandır. Halbuki 340 bin nüfuslu bir vilayet için değil böyle 100, 500 yatak bile az gelir. Çünkü bizde hastaneye çok muztar kalmadıkça gidilmez. Ekseriyetle evdeki tedaviden kati ümit hâsıl olduğu o vakit hastaneye başvurulur. Hususi idare tarafından idare edilmekte olan memleket hastanesine ne yatak ilavesine ve ne de kadro genişletilmesine imkân yoktur, buna bütçe müsait olsa bile bina kâfi gelmez.

de başlandı. İkinci olarak aynı yılın Ekim ayı başında Samsun İl Genel Meclisi, İkinci Başkan Şevki Mirzaoğlu başkanlığında yaptığı bir toplantıda, “Samsun Memleket Hastanesinin bina, mevki ve yatak adedi bakımından bu günkü ihtiyacı karşılamadığı ve Samsun’un mevki ve milli sağlık planı gereğince bölge merkezi bulunması dolayısıyla bütün bölgenin sıhhi ihtiyaçlarını karşılayacak hastane binasının inşasının lüzumlu olduğu” biçimindeki Sağlık Müdürlüğünün teklifini gündeme alarak, konu ile ilgili bir rapor hazırlamak üzere Necati Bora (Bafra), Nedim Katar (Terme), İsmail Işın (Bafra) ve Remzi Akar (Alaçam)’ dan oluşan bir komisyon kurdu. Söz konusu komisyon kısa sürede çalışmalarını tamamlayarak, 200 yataklı bir hastanenin inşasının gereğine işaret eden bar rapor hazırladı ve Meclis’e sundu.

Bu hususta yapılacak iş bazı vilâyetlerimizde olduğu gibi tam kadrolu yeniden bir numune hastanesi yaptırmak lazımdır…” İl Genel Meclisi bu rapor doğrultusunda söz konusu has1938’de Ahali gazetesindeki bu tane inşası için çalışmalara yazı karşılığını ancak on yıl sonra başlanacağı ibaresini 1949 yılı bulabildi. İlk olarak 26 Temmuz çalışma raporuna ekledi. Tüm 1948’de hastanenin şehre uzak- bu meclis kararlarına rağmen lığından dolayı, hastalara kolay- bu hastane inşası için Samsun lık sağlamak üzere eski vilayet yaklaşık 25 yıl daha beklemek matbaası tadilattan geçirilerek, zorunda kalacak, 1970 yılında Memleket Hastanesi Polikliniği yeni Devlet Hastanesi binasıhaline getirildi. nın yapılması ile 1954’den beri Devlet Hastanesi olarak kullaVali İzzettin Çağpar, Belediye nılan Memleket Hastanesi boReisi Muhiddin Özkefeli ve şeh- şaltılacak ve 1971’de Karadeniz rin diğer idare amirlerinin katıl- Bölgesi Ruh Sağlığı Hastanesi dığı bir törenle hizmete giren po- olarak hizmet vermeye devam liklinikte, aynı gün muayenelere edecektir.

"Hususi idare tarafından idare edilmekte olan memleket hastanesine ne yatak ilavesine ve ne de kadro genişletilmesine imkân yoktur, buna bütçe müsait olsa bile bina kâfi gelmez. Bu hususta yapılacak iş bazı vilâyetlerimizde olduğu gibi tam kadrolu yeniden bir numune hastanesi yaptırmak lazımdır…”

11


Samsun Kalesi Bu Binanın Altında!

Tarihi Samsun Kalesi bir iş merkezinin oto parkında can çekişiyor.

12

Recep YAZGAN

Samsun Büyük Camii kuzey bah- Samsun’a geldiğinde görüp seçe duvarının kenarından, doğu yahatnamesinde bahsettiği taistikametine doğru ilerleyen rihi Samsun Kalesi'nden bugüne Samsun Kalesinin sur kalıntıları- 13 metrelik sur kaldı. nın nereye kaybolduğunu merak ediyorsanız sıkı durun şimdi öğ- PEKİ, NEREDE BU SURUN DEreneceksiniz! VAMI? 2008 yılında Samsun Büyük CaTarihi Samsun Kalesi bir iş mer- mi’nin doğu cephesi karşısında kezinin oto parkında can çekişi- Ak Bank’ın bulunduğu binanın yor. Bu tarihi ayıbı ne yerel ida- yanındaki parselde bu gün AK reciler, ne Kültür Müdürlüğü ne Parti Samsun İl Başkanlığı’nın de Anıtlar Kurulu ve de teknik da bulunduğu binanın inşaatı adamlar açıklayabiliyor.. başlar. İnşaatın hafriyat çalışSamsun'da 11. Yüzyılda 1192’de maları sırasında Büyük Cami yaSelçuklular tarafından inşa edi- nında eski Samsun Kalesi'ne ait len ve Evliya Çelebi'nin 1640'da olduğu tespit edilen sur kalıntı-


larının ortaya çıkmasıyla Bölge 2863 Kültür Ve Tabiat VarlıkKoruma Kurulu tarafından inşa- larını Koruma Kanunu’nun ilgili at durdurulur. maddesine göre korunması gereken "Kültür varlıkları" duruAynı yıl Büyük Camii çevresinde munda olan Samsun Kalesi ve yapılan çevre düzenleme çalış- çevresini olduğu gibi SİT ALANI maları sırasında kale duvarı- yani tarih öncesinden günümüze nın bir kısmı daha ortaya çıkar. kadar gelen çeşitli medeniyetleBunun üzerine Samsun Kültür rin ürünü olup, yaşadıkları devirVarlıklarını Koruma Kurulu Arke- lerin sosyal, ekonomik, mimari oloji Müzesi tarafından duvarın ve benzeri özelliklerini yansıtan bulunduğu bölgede inceleme ve kent ve kent kalıntıları, kültür araştırma yapılmasına karar ve- varlıklarının yoğun olarak bulunrilir. Yapılan inceleme ve kazının duğu sosyal yaşama konu olmuş ardından 2009 yılında 13 met- veya önemli tarihi hadiselerin relik kale duvarı ortaya çıkarılır. cereyan ettiği yerler ve tespi-

Duvarın tamamı tekrar tescillenip koruma altına alınır. İNANILIR GİBİ DEĞİL; KALE BİNANIN OTOPARKINDA Tescillenerek koruma altına alınan Samsun Kalesi’nin bir iş merkezinin otoparkına gömülmesine dahası Samsun Kalesi kalıntılarının üzerine inşaat yapılmasına nasıl izin verildiği ise tarihi bir muamma olarak kayıtlara geçmiş durumda.

ti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması zorunlu alan olarak kayıt altına alıyor.. BU AYIBIN SORUMLUSU KİM? Görüşlerine başvurduğumuz Samsun Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü Menderes Alan, Samsun Kalesi’nin binanın altında korunduğunu belirterek, benzer örneklerinin dünyanın her yerinde olduğunu sözlerine ekledi ve “yeniden eski haline getiremeyeceğimize göre

Görüşlerine başvurduğumuz Samsun Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü Menderes Alan, Samsun Kalesi’nin binanın altında korunduğunu belirterek, benzer örneklerinin dünyanın her yerinde olduğunu sözlerine ekledi ve “yeniden eski haline getiremeyece-ğimize göre bu şekilde korunmasına kurul tarafından onay verildi” diyerek Samsun Kalesi’nin böyle bir yöntemle korunduğunu kaydetti.

13


bu şekilde korunmasına kurul tarafından onay verildi” diyerek Samsun Kalesi’nin böyle bir yöntemle korunduğunu kaydetti. Fakat 2863 Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun ‘Korunması Zorunlu Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıklarıyla ilgili maddesi ise konuyu şöyle çerçevelendiriyor: Madde 6 - Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları şunlardır: a) Korunması gerekli tabiat varlıkları ile 19 uncu yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar, b) Belirlenen tarihten sonra yapılmış olup önem ve özellikleri bakımından Kültür ve Turizm Bakanlığınca korunmalarında gerek görülen taşınmazlar, c) Sit alanı içinde bulunan taşın-

14

maz kültür varlıkları, Kaya mezarlıkları, yazılı, resimli ve kabartmalı kayalar, resimli mağaralar, höyükler, tümülüsler, ören yerleri, akropol ve nekropoller; kale, hisar, burç, sur, tarihi kışla, tabya ve isihkamlar ile bunlarda bulunan sabit silahlar; harabeler, kervansaraylar, han, hamam ve medreseler; kümbet, türbe ve kitabeler, köprüler, su kemerleri, su yolları, sarnıç ve kuyular; tarihi yol kalıntıları, mesafe taşları, eski sınırları belirten delikli taşlar, dikili taşlar; sunaklar, tersaneler, rıhtımlar; tarihi saraylar, köşkler, evler, yalılar ve konaklar; camiler, mescitler, musallalar, namazgahlar; çeşme ve sebiller; imarethane, darphane, şifahane, muvakkithane, simkeşhane, tekke ve zaviyeler; mezarlıklar, hazireler, arastalar, bedestenler, kapalı çarşılar, sandukalar, siteller, sinagoklar, bazilikalar, kiliseler, manastırlar; külliyeler, eski anıt

ve duvar kalıntıları; freskler, kabartmalar, mozaikler, peri bacaları ve benzeri taşınmazlar; taşınmaz kültür varlığı örneklerindendir. BU HABER, HABER VERME ZORUNLULUĞU 2863 Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda ‘Haber Verme Zorunluluğu’ başlığı altında ilginç madde de var; “Taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarını bulanlar, malik oldukları veya kullandıkları arazinin içinde kültür ve tabiat varlığı bulunduğunu bilenler veya yeni haberdar olan malik ve zilyetler, bunu en geç üç gün içinde, en yakın müze müdürlüğüne veya köyde muhtara veya diğer yerlerde mülki idare amirlerine bildirmeye mecburdurlar. Bu gibi varlıklar, askeri garnizonlar ve yasak bölgeler içinde bulunursa, usulüne uygun olarak üst komutanlıklara bildirilir.


Böyle bir ihbarı alan muhtar, mülki amir veya bu gibi varlıklardan doğrudan doğruya haberdar olan ilgili makamlar, bunların muhafaza ve güvenlikleri için gerekli tedbirleri alırlar. Muhtar, aynı gün alınan tedbirlerle birlikte durumu en yakın mülki amire; mülki amir ve diğer makamlar ise on gün içinde, yazı ile Kültür ve Turizm Bakanlığına ve en yakın müze müdürlüğüne bildirir. İhbar alan Bakanlık ve müze müdürü bu Kanun hükümlerine göre, en kısa zamanda gerekli işlemleri yapar. SAMSUN KALESİ Samsun’unun kökenini oluşturan ve 1192 yılında Danişmentler döneminde inşa edilen tarihi Samsun Kalesi’nden Evliya Çelebi 1640 yılında Samsun´u ziyareti esnasında bu kaleden ´Çevresi 5 bin adım 70 kulesi, 2 bin mazgallı ve kapısı ile leb-i deryada şadadı bina bir sengin abad idi´ diye bahsediyor. Samsun Kalesi 1869 yılındaki büyük Samsun yangınına kadar sağlam bedeni ve burçları, mazgalları yani bütün görkemiyle ayaktaydı" diye bahsediyor. Eserini 1648'de yazmaya başlayan bir diğer gezgin Katip Çelebi ise "Cami, Hamam ve Muhtasar bir Çarşıya sahip olan kalenin harap olduğunu" belirtiyor.. 1869 yılı Ağustos ayında bugünkü belediye binasının karşısında bulunan Haznedarzade Süleyman Paşa Medresesinde çıkan yangınla bir gecede kasabanın

büyük bölümü yanıyor. Trabzon Valisi Esat muhlis Paşa kentin yeniden kurulması için girişimde bulundu. İsviçreli bir Fransız Mühendis davet edilerek bugünkü Samsun’un planı yapılıyor. Bu İmar planının uygulanması sırasında Samsun Kalesi’nin duvarları tamamen yıkılıyor. Osmanlı Hakimiyetine geçtikten sonra Samsun eski ticari önemini kaybederek XIX. yüzyıla kadar küçük bir iskele olarak kalıyor. Bu dönemde Samsun iskelesi, Sinop Limanı'nın gölgesinde kalarak gelişme imkânı bulamıyor. XVII. Yüzyılın başlarından itibaren deniz yoluyla gelen Kazakların saldırısına maruz kalan Samsun, bakımsız haldeki kalenin tamiri ve içine muhafız tayin edilmesi suretiyle emniyet altına alınıyor. Samsun Kalesi’nin bu günkü Osmanlı Bankası çevresinde bulunan Kum Kapı Kitabesinde şunlar yazılı: “Gazi ve Mücahitlerin meliki, Kafir ve Müşriklerin düşmanı Beyazıt Han oğlu Yüce Sultan Mehmet zamanında 813 yılında, Frenk kalesinin tahrip edilmesi (Allah’ın orayı yakmasından sonra) zeynü’l – Hâc ve’l-Haremeyn büyük Emir Timurtaş bey’e (Allah devletini devamlı kılsın) emredildi. Her kim o kalenin (frenk Kalesinin) imar edilmesine (yeniden yapılmasına) izin verir ve çaba sarfederse Allah’ın Melekleri ve İnsanların laneti onun üzerine olsun”

“Gazi ve Mücahitlerin meliki, Kafir ve Müşriklerin düşmanı Beyazıt Han oğlu Yüce Sultan Mehmet zamanında 813 yılında, Frenk kalesinin tahrip edilmesi (Allah’ın orayı yakmasından sonra) zeynü’l – Hâc ve’l-Haremeyn büyük Emir Timurtaş bey’e (Allah devletini devamlı kılsın) emredildi. Her kim o kalenin (frenk Kalesinin) imar edilmesine (yeniden yapılmasına) izin verir ve çaba sarfederse Allah’ın Melekleri ve İnsanların laneti onun üzerine olsun”

15


'Bütünşehir'in Caddeleri

Prof.Dr. Cevdet YILMAZ

Şehir medeniyetin temelidir. Şehir medeniyettir. Medeniyet kelimesinin kökeni Medine şehrinden gelir.

16

Sorsanız, tarihimiz binlerce yıl geriye gidiyor. Kadim toplumlardan biriyiz. Dünyada en çok devlet kuran milletiz… Fakat bazen öyle saçmalıklarla karşılaşıyoruz ki bunu yeni yetme daha dün sömürge, bugün bağımsız olmuş devlet yapmaz. Bunlardan biri de 06.12.2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 6360 sayılı son “Büyükşehir Yasası”dır. Bu yasaya göre, 16 olan mevcut büyükşehir sayısı, 14 tane daha ilave edilerek toplam 30’a yükselmiştir. Böylece 81 ilin 30’unda ilin tamamı büyükşehir olmuştur.

Buraya kadar (kâğıt üzerinde) bir problem gözükmemektedir. Fakat kazın ayağı öyle değildir. Bu yasa ile kırsal kesim, yani köylerimiz bir gece ansızın şehir oluvermiş, hatta bununla da kalınmamış ülkemiz kırsal nüfus oranı yine tek bir yasa maddesi ile % 30’lardan % 10’lara kadar düşürülmüştür. Yasal olarak her şey yapılabilir, neticede TBMM var ve burada yapılan oylama ile Kayseri’ye deniz getirebilir, Erzincan’daki fay (deprem) hattını (önce park ilan edip, sonra konut alanı yaparak iskâna açmak için, şehri ikiye


bölüyor bahanesiyle, Belediye Meclis kararına onay vererek) biraz kuzeye bile kaydırabilirsiniz. Peki, gerçekte şehir nedir, bunun sosyal bilimlerdeki anlamı nedir? Bir köy yasa ile şehir olabilir mi, köy bakkalı AVM’ye dönüşebilir mi? Bu sorulara cevabımız nedir?

Elbette ki 10.000 nüfuslu bir yer ile 90.000 nüfuslu yerleşme bir değil, 4 milyon nüfuslu Ankara ile 15 milyon nüfuslu İstanbul bir değildir. Bu durumda 10.000’den başlayarak 50 bin-100 bine kadar olan yerler küçük şehir, 50/100 binden 250/500 bine kadar olan yerler orta büyüklükte şehir, 250/500 binden 1 milyona Şehir medeniyetin temelidir. kadar olanlar büyük şehir, 1-10 Şehir medeniyettir. Medeniyet milyon arası metropol, 10 milyokelimesinin kökeni Medine şeh- nu geçen yerler de diğerlerinden rinden gelir. Medine’nin zıddı farkını ortaya koymak için (Batı göçebe yaşayan Bedevi Arap dillerinden de yardım alarak) kabilelerinin yaşantısıdır. Mede- megapol ya da mega şehir olarak niyet, Medine, şehir denildiğinde adlandırılırlar. Görüldüğü gibi bunun anlamı çok geniş, çok baş- isimlendirme küçükten büyüğe kadır. Köy, kır denildiğinde de an- doğru nüfus miktarına göre yalam çok farklıdır. pılmaktadır. Şehir; yaşayanlarının büyük kısmının tarım dışı faaliyetlerden (sanayi, ticaret, hizmet vb. sektörlerden) geçimini sağladığı, yoğun nüfuslu (nüfusun büyük kalabalıklar halinde bir arada bulunduğu), organize olmuş (belediyesi olan, herkesin her işi yapmadığı, suyu getirenin ayrı, çöpü toplayanın ayrı, eğitim verenle ticaret yapanın başka başka kişiler olduğu… ve bütün bunların bir ahenk içinde bulunduğu) yerleşmelerdir.

Fakat ülkemizde süreç farklı işlemektedir. Çünkü sosyal bilimlerin önemi ve değeri yoktur. Her şey yasalarla halledilebilir. Nitekim bununla ilgili meşhur bir hikâye vardır. İstanbul Üniversitesi bünyesinde Siyasal Bilgiler Fakültesi açılmak istendiğinde merhum Prof. Dr. Mümtaz Turhan hocadan da görüş istenir. O da “bilgiye, bilim adamına değer verilecekse olur, yoksa Ankara’daki gibi olursa gerek yok o bile fazla” demiştir. “Ankara’dakinin nesi var ki böyle Bütün bunların bir arada olabil- söylüyorsunuz” diyenlere; “onlar mesi Türkiye şartlarında ancak (bilime değer vermeden, bilim belli miktarda nüfusu geçtiğinde adamları ile istişare etmeksizin) mümkün olabildiğinden, ülke- kanun ve kararnamelerle bu ülmizde sosyal bilimcilere göre bir keyi yöneteceğini sanan kişiler yerin nüfusu 10.000’i geçtiğinde yetiştiriyor da ondan” diyor. Ne oraya şehir denebilir. Bu rakam- derece gerçektir bilemeyiz ama dan daha küçük olan yerler ise; sonuca baktığımızda bu tespit 0-2.000 arası köy, 2.000-10.000 doğrudur. arası nüfusa sahip yerleşmeler ise kasaba olarak kabul edilir. Geçmişe bakıldığında, ilk büyük-

şehir yasası çıktığında, bunun gerçekten bir anlamı vardı. Çünkü İstanbul iki kıtaya yayılmış, burada bir uçtan diğerine hizmet götürmek zorlaşmıştı. Alt birimler kurulması zorunluydu. Alt birimler kurulunca da bunun organizasyonu ve işbölümünü yapacak bir üst birime ihtiyaç duyulmuştu. Fakat iş daha sonra

Geçmişe bakıldığında, ilk büyükşehir yasası çıktığında, bunun gerçekten bir anlamı vardı. Çünkü İstanbul iki kıtaya yayılmış, burada bir uçtan diğerine hizmet götürmek zorlaşmıştı.

oy devşirmeye gelince olur olmaz yerler (köyler belde, ilçeler il, şehirler) büyük şehir yapılmaya başlandı. Nüfusa bakılmadan, hizmetin toplu veya dağınıklığı dikkate alınmadan yapılan bu çalışmalar sonucunda zamanla büyükşehir sayımız 18’e çıktı. Tansu Çiller’in seçim gezisinde

17


Samsun’u büyük şehir yapma vaadi, bunun üzerine kulağına fısıldanan “efendim zaten burası büyükşehir” denilince, halka hitaben “daha daha büyük şehir yapacağım” demesi hâlâ hafızalardadır.

şeklindeki) nüfus miktarına göre olan sıralamayı şaşırmışlar ve illeri şehir yapmaya kalkmışlar (ve yine maalesef) yasal olarak da yapmışlardır.

Böylece Vezirköprü’nün en uzak köyü bile bir gecede Samsun Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriye- şehrinin bir mahallesi oluvermişti idarî olarak 81 il (vilayet), bun- tir. Artık Samsun’un kentsel ve lara bağlı 957 ilçe (kaza) ve (İçiş- kırsal nüfusu yoktur. Yasaya göre leri Bakanlığı verilerine göre) bu bütün nüfus kentlidir. Yakındailçelere bağlı (31.652’si mahalle kinden en uzak köyüne kadar da ve 18.155’ü kırsal alanda köy ol- hepsi şehrin mahallesidir. Köyler mak üzere) 49.777 muhtarlıktan, yerinde durmaktadır, fakat stanüfus miktarına göre ise şehir, tüleri değişmiştir. Köy yolları bile kasaba ve köylerden meydana artık “cadde” oluvermiştir. Artık gelmektedir. Yasa koyucular köylü vatandaşlarımız sadece maalesef (il-ilçe-köy şeklindeki) muhtar değil, büyükşehir belediidarî yapı ile (şehir-kasaba-köy ye başkanını da seçeceklerdir.

18

Problem şu ki; Samsun (ve yeni yasaya göre aynı durumda olan diğer şehirler/iller) eskiden büyükşehirdi, peki şimdi ne oldu? Tansu Çiller’in dediği gibi “Daha büyükşehir” mi oldular? İşte tam burada Türk Dil Kurumu da gafil avlanmış, daha önce harekete geçerek uygun kelime türetememiştir. (Zaten nüfus miktarı fazla olanlar için de türetememişti de biz metropol ve megapol kelimelerini kullanmak zorunda kalmıştık). Eskiden büyükşehir olan bu kentler şimdi idarî anlamda ne diye tanımlanacaklar. İşte burada farklı sesler çıkmaya başlamıştır. Bir kısım siyasetçi/ araştırmacı/medya mensupları “Bütün şehir/Bütünleşmiş şehir/


Tam şehir” gibi terimler kullanırken başka birileri yasada olduğu üzere “Büyükşehir” terimini kullanmaya devam etmektedirler. Bizim aklımıza gelen “İlkent/Vilayetkent/(hadi günün anlam ve önemine yakışır tarzda biraz da Osmanlıca olsun) Şehr-i Vilayet, (tam da yeri geldi) köykent” gibi terimler henüz ifade edilmemiş olsalar da (çorbada tuzumuz olsun kabilinden) bunlar da ilgililerce değerlendirilebilir diye düşünüyoruz. Fakat latife bir yana kavram kargaşası bütün hızı ile devam etmekte, sorunu çözmek (!) ve acilen bir isim bulmak için önümüze gelecek ilk torba yasada ek maddeye ihtiyaç duyulmaktadır.

(*) Bu yazı tarafımıza; Bafra’dan Kolay’a giderken anayolun sağ tarafında görülen bir tabelanın işaret ettiği (cadde deyince ister istemez hafızalarımızda canlanan, iki yanı apartmanlarla dolu, ışıl ışıl parlayan aydınlatmalarıyla, pırıl pırıl asfaltıyla dikkat çeken! Mecidiyeköy ya da Kadıköy gibi bir yere ulaştığını zannettiğimiz) Elmacık köyüne giden ELMACIK CADDESİ’ni görünce ilham olunmuştur.

Artık Samsun’un kentsel ve kırsal nüfusu yoktur. Yasaya göre bütün nüfus kentlidir. Yakındakinden en uzak köyüne kadar da hepsi şehrin mahallesidir.

19


yerelde de genelde de İnsanlığı İktidar Aşkı Değil Aşkın İktidarı Kurtaracak Eskiden cumhurbaşkanlarına silah, kılıç, halı, antik eşyalar, anahtar falan filan verilirdi, artık kitaplar veriliyor, hem de ne kitap!

20

Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL

Ülkemiz yeni bir evreden geçiyor, eskiden makbul olmayan şeyler şimdi fevkalade makbul ve muteber; bir zamanlar olağanüstü revaç gören şeyler de bugünlerde ziyadesiyle değer kaybına uğramış durumda. Eskiden devlet adamlarımız belirli mekânlarda, belirli insanlarla buluşur, belirli konuları konuşurlardı. Şimdilerde öyle, ama hayli nitelik farkıyla. Bir zamanlar başbakanlarımız bazı patronları villalarının önünde ziyaret eder ve o patronlarda başbakanlarımızı pijamayla karşılardı. Şimdi devlet adamlarımız evlerinde şairlerimizi ziyaret ediyor, onlara devletin en büyük nişanlarını veriyor ve onları

bugüne kadar duyulmadık bir dille taltif ediyor, hatta konuşmalarını ayakta dinliyor. Bir zamanlar adının anılması bile bazı kimselere rahatsızlık veren medeniyetimizin temel metinleri artık en orijinal haliyle devlet başkanımıza, hem de cumhurbaşkanlığı makamında hediye ediliyor: TOBB başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu 12 Aralıkta ziyaret ettiği Cumhurbaşkanımıza hikâyelerin orijinal baskılarının toplandığı Dede Korkut kitabını hediye etmiş. Haberi okuduğumda şaşırdım. “Ekonomik bir kuruluş olan TOBB'un Dede Korkut’la ne ilgisi var?” diye. Ama


TOBB, ekonomi kadar sosyal politikalar geliştirmeye de ağırlık veriyormuş, daha önce Yunus Emre divanının orijinalini yayınlamışlar ve her yıl böyle orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını yapıyorlarmış: Hisarcıklıoğlu, "TOBB olarak her yıl muhakkak bir kültür eserini ülkemize kazandırmaya çalışıyoruz. Bu kapsamda Dede Korkut Hikayeleri'nin aslı Dresden, Vatikan kütüphanelerinde. Bu iki hikâyenin tıpkıbasımını gerçekleştirerek, bunu günümüz Türkçe'sine sadeleştirerek 1. basımını Sayın Cumhurbaşkanımıza sunma fırsatımız oldu" demiş. Bir başka kanalde haberin başka detayları var: “Dede Korkut hikayelerinin orjinal nüshalarından 12'si Dresden'de 6'sı ise Vatikan'da bulunuyor. TOBB, Dresden ve Vatikan'daki toplam 18 orjinal nüshayı tıpkıbasım olarak kitaplaştırdı ve Türk kültürüne yeni bir eser daha kazandırdı. Bu eseri de ilk olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hediye etti.” Bu haberleri okuyunca şaşırmadan edemiyoruz. Eskiden cumhurbaşkanlarına silah, kılıç, halı, antik eşyalar, anahtar falan filan verilirdi, artık kitaplar veriliyor, hem de ne kitap! Bu haber beni başka bir açıdan daha şaşırttı: Doksanlı yılların başıydı. TRT, Dede Korkut hikâyelerini çizgi film olarak hazırlayıp yayınlamayı düşünüyordu. Ne kadar sevinmiştik. Nihayet kadim metinlerimiz artık çocuklarımızla buluşacaktı. Ama bu habere sevinmeyenler de varmış ki o zaman malum basında kıyamet koptu ve bunun faşizme destek olduğunu, ülkemiz gençliğini ve çocuklarını geri kalmış düşüncelere iteceğini,

devlet eliyle şovenizme pirim verildiğini, Batıya yönelerek elde ettiğimiz kazanımların bu tür haber ve eylemlerle büyük yara aldığını falan filan yazdılar ve tabii ki bütün bu projeler rafa kalktı. Bu, basının gücü müydü, o zaman basına hükmedenlerin gücü müydü? Başka güçler vardı da bunlar kendi güçlerin değil de basın marifetiyle gücün işleyişini mi ön plana çıkarmak istiyorlardı? Bir devlet nasıl oluyordu da kendi tarihsel metinlerini, kendi çocuklarına anlatmaya muktedir olamıyordu? Ne Yüce Emirdir O Emir ki… Demek ki köprülerin altından çok sular aktı. Bugün artı o metinler ve o metinlerle anlatılmak istenenler devletin en yüce makamlarında başka güçlere güç katıyor. Aynı gün Cumhurbaşkanı şair Nuri Pakdil’i evinde ziyaret ediyor ve tam üç saat sohbet ediyorlar. Devlet başkanlarının bir başka devlet başkanına bile 45-50 dakika ayırdığı düşünülürse, görünüşte hiç bir unvan, titr, makam, şöhret taşımayan sıradan bir şaire bir devlet başkanının üç saat ayırması büyük bir iştir, önemli bir haberdir. Hele de bu ziyaretin devletin resmi binalarında ve makamlarda değil de şairin mütevazı evinde gerçekleşmesi çok daha manidardır. Bu haberi okuyunca zihnime hemen Mevlana’nın Fîhimâfîh adlı eserinin ilk cümleleri düştü: "Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul." Bugün artık, iş adamlarının ka-

pılarında el pençe diyet ödercesine süklüm-püklüm duran değil aksine; şairlerin, bilginlerin kapılarını çalıp onların yüce gönüllerinde ve haliyle milletinin huzurunda değer arayan devlet adamlarımız var! Yakın zamanlarda böyle şeyler ne duyduk ne gördük. Anlaşılıyor ki Yeni Türkiye’nin önemli kodlarından biri de kendisine değer verilen kişi ve şeylerin artık eksen kaymasına uğrayacağı ve Yeni Türkiye’nin yeni itibar ve değer halkaları yara-

"Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul."

tacağıdır. Toplum buna hazır mı? Cumhurbaşkanının kendisine hem de evine giderek üç saat ayırdığı bu adam(lar) kimler ve biz bunları tanıyor muyduk? Bu adamlar üç günde ortaya çıkmadığına göre neden tanımıyorduk? Bu insanların nisyana terk edilmesinin sebebi neydi?

21


Geçen ay Cumhurbaşkanın elinden büyük ödülü alan, iki gün önce Cumhurbaşkanının evinde ziyaret edip üç saat sohbet ettiği ve ödül töreninde de konuşmasını ayakta dinlediği, devletin en yüce makamından bu kadar izzet, ikram, saygı ve ihtiram gören Nuri Pakdil kim? Kim olduğunu okuyucu bir zahmet araştırsın! Hayatını dik olmaya, dik durmaya, dünyevi hiçbir otorite ve makam karşısında eğilmemeye adayan bu şair Cumhurbaşkanı ile hemen hemen aynı karakteri gösteriyor demek ki. Hatta şöyle de diyebiliriz. Eğer Cumhurbaşkanı şair olsaydı Nuri Pakdil, Nuri Pakdil devlet adamı olsaydı Sayın Cumhurbaşkanımız olurdu! Kişilikleri, huyları, mazlumları koruma, zalimlere karşı durma anlamındaki kararlılıkları, haklıyı koruma, haksızı asla savunmama yönündeki ısrarları tıpkı birbirlerine benziyor. Bendenizin Nuri Pakdil’le olan küçük bir hatırası onunla ilgili bunları söyleme cesareti veriyor: Bedava Kitap Dağıtan Bu Adam Kim? 1983 yılında üniversite okumak için Ankara’ya gittim. Okuduğum Hacette Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Beytepe kampüsünde, şehirden hayli uzak bir yerde idi. Bazen haftada bir, bazen iki haftada bir şehre inerdim. İndiğimde de hemen soluğu ya Zafer Çarşısı, ya da Kocabeyoğlu pasajındaki eski kitapçılarda alırdım. Bütün dört yılımın Ankara’da bu iki pasaj içinde ve arasında geçtiğini söyleyebilirim. Bu iki yer dışında da Ankara’nın hemen hiç bir yerini bilmem. Bir gün arkadaşımızın birisi Tunus

22

Caddesi civarındaki bir pasajda birisinin bedava kitap dağıttığını söylemişti. Haliyle kitapsever arkadaşlar hemen oraya yollandık. Sora sora bulduk. Şimdi tam olarak neresi olduğunu bilmiyorum ama arkadaşın dediği gibi bir pasajın içiydi. İçerisi hayli loş, küçük, ama neredeyse tavanına kadar kitaplarla dolu bir dükkândı. Küçük bir masada bir adam oturuyordu. Bize niye geldiğimi sordu. Biz de öğrenci olduğumuzu, burada bedava kitap dağıtıldığını eğer lütfederse almak için geldiğimizi söyledik. Bize dik dik baktı. Hayattan bezmiş, umduklarını bulamamış, asabi, gerilimli bir hali vardı. Kitabı ne yapacağımızı sordu. Biz de okuyacağımızı söyledik. Davranışları tuhaftı. Hiç de okuyacağımıza inanmayan bir edayla üçer kitap verdi ve bize “güle güle” dedi. Ben de kim olduğunu ve neden bu kitapları bedava dağıttığını sordum. Bana “sana ne!” diye çıkıştı ve “bugüne kadar yazdım da ne oldu, sattım da ne oldu. Bizi bir anlayan mı çıktı!” dercesine bıkkın ve yorgun bir el hareketiyle kapıyı gösterdi. Çıkarken de “Bunlar yazdığım kitaplar, inşallah sizler okursunuz!” dedi. Kitapların üstüne baktım Nuri Pakdil yazıyordu. Konuşmalarımız tam aktardığım gibi olmayabilir ama aşağı yukarı böyleydi. Onun büyük bir küskünlük ve bezginlikle kitaplarını bedava dağıttığı malumdur. Ondan sonra yaklaşık yirmi beş yıl ortadan kaybolmuş, hemen hiç kimseyle görüşmemiş ve hiç bir yerde de yazmamıştı. Onu büyük küskünlüğünden uyandıran bir şeylerin olduğu malum. Cumhurbaşkanımızın onun konuşmasını ayakta dinlediği düşünülürse, o küskünlüğü gideren

şeylerin devletin şu günlerde şahidi olduğumuz büyük değişimi olduğu anlaşılıyor. Ömrü uzun olsun ve Allah sayılarını artırsın ki insanlığa iyi örnekler göstermeye devam edelim. Erzurum Valisi Neden Rus Şairi Puşkin’i Görünce Ayağa Kalkmıştı Kim olursa olsun, hayatını kendi çıkarına değil de milletine ve hatta insanlığın mutluluğuna adayan şairler, bilginler, âlimler karşısında ihtiramla eğilen devlet adamları sadece bizim değil insanlığın bir kazancıdır. Onlar sayesinde insanlık onur ve haysiyeti hâlâ ayakta durabilmektedir. Bu davranışın aksi, insanlığın, hırslar ve ikbal hevesleri uğruna ayaklar altına alınması değil mi? Milyonlarca insan muhteris devlet adamlarının siyasi ikbal ve ihtiraslarının kurbanı olmadı mı? Hâlâ da olmaya devam etmiyor mu? Onların varlığı nasıl insanların felaketi ise, erdemli, insanları koruyan devlet adamları da insanlığın bahtiyarlığıdır. Rusların Erzurum’u işgalinde bütün tedbirlerine rağmen şehri Ruslardan kurtaramayan o zamanki Erzurum valimiz derin bir keder içinde makam odasına Rus generallerinin gelişini izlemek zorunda kalır. Büyük bir vakar ve ciddiyetle makamında oturur ve Rus generallerinin içeri girişi esnasında ayağa kalkmaz. İşgalci askerler de bu durumu anlayışla karşılamış olmalılar ki içeri de uzun bir müddet sessizlik olur. Biraz sonra içeriye zayıf, kıyafetinde asker olmadığı anlaşılan birisi girer. Vali bey şaşırır ve bunun kim olduğunu sorar. Ona içeri giren kişinin Rusların büyük şairi Puşkin olduğunu söylerler. Vali hazretleri


hemen ayağa kalkar ve Puşkin’in huzurunda saygıyla selam verir. Generaller bu duruma oldukça şaşırırlar. Kendileri karşısında kılı bile kımıldamayan bu mağrur adam neden hiçbir vasfı olmayan bir şairi görünce büyük bir hürmetle onu selamlamıştır? Biraz sonra bu durum valiye sorulur ve şu ibretli cevabı alırlar: “Şairler dervişlerin kardeşleridir, onlara ihtiram gerekir.” Eski medeniyetimiz; bir söz, öz ve töz medeniyeti idi. Bunların üçü de gidince etraf kabuklara kaldı. Yerelde Durum Nedir? Samsun’da yaşıyoruz. Burası İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum gibi kadim medeniyetimizin merkezlerinden biri değil! Mevcut haliyle tarihsel derinlikten ziyade yüzeysel bir çoğunluğa sahip. Siyaseti, siyasetçileri, mikro ve makro nüfus hareketleri, bu hareketler içindeki bölge hakimiyet kavgaları her zaman belli tartışmaların odağı olmuş bir yer. Zannımca böyle yerlerde siyaset yapmak da, yöneticilik yapmak da hayli zor. Çünkü genellikle başarıları belirleyen hizmet ve çalışmadan ziyade, bunlara pek de bağlı olmayan sabit bazı değişkenler. Yani memnun edeceğiniz insanların sayısı, memnun etme aparatlarını çoklu değişkenlerle belirlemenizi gerektiriyor. Böylesi yerlerde kültürün, sözün, özün, bu sözü ve özü taşıyanların; cumhurbaşkanının ulusal alanda uyguladığı özü ve sözü taşıyanlara verdiği olağanüstü değerin yeri ne olabilir? Siyasetçilerimiz acaba şehirlerin Nuri Pakdillerini, Rasim Özdenörenlerini, Alev Alatlılarını, Neşet Ertaşlarını, Sezai Karakoçlarını,

Necip Fazıllarını, Yücel Çakmaklı yahut da yedi güzel adamlarını tanıyorlar mı? Yani, Cumhurbaşkanının arasının iyi olduklarıyla acaba bizim yerel siyasetçilerin arası nasıl? Olanı bir yana koysak, acaba olması gereken nedir? Cumhurbaşkanının tavrındaki insanîlik meydanda; sanata verilen değerin ve sanatçıları kollayan bakışın uyandırdığı memnuniyet meydanda; yerelde de böyle olsa fena mı olur? Bendeniz de geçen hafta 19. Milli Eğitim şurası için Antalya'da idim. Açılışa Sayın Cumhurbaşkanı da geldi ve çok beğenilen bir konuşma yaptı. Hatta oradaki görevlilerin dediğine göre bugüne kadar Milli Eğitim Şurası’na gelen ilk Cumhurbaşkanı idi. Sadece bu şura için gelmesi bile bu toplantıya ne kadar önem verdiğini göstermiş oldu. Amerikalılar devleti yönetenleri ikiye ayırırlarmış. Birincisi politikacılar ki bunlar gelecek seçimleri düşünenlermiş. İkincisi ise Devlet adamları, bunlar da gelecek nesilleri düşünenlermiş. Cumhurbaşkanımızın konuşması onun ne kadar önemli bir devlet adamı olduğunu göstermiş oldu: Konuşmasından aldığım notlar, Cumhurbaşkanının Edebiyata hâkimiyetini de bir daha gösterdi. Edebiyatçılardan, bilim insanlarından örnekler verdi. Hele Nurettin Topçu'dan hatırlattığı cümleler çok önemliydi. Ve insanların iyi bir şeyler yapma azminin nedenlerini de çok güzel ortaya koyuyordu: “Nurettin Topçu, fevkalade isabetli olarak ‘insan iyiyi bilirse iyi, kötüyü bilirse kötü olmaya çalışır’ biz iyiyi öğretmeye çalışacağız!” İş “nasıl bir yönetici” sorusuna ge-

lince Cumhurbaşkanı şöyle dedi: “Peyami Safa’nın deyimiyle bizim kitap yüklü eşeklere değil, kitabın içindekini sindirmiş, sadece bilgi değil hikmet sahibi yöneticilere ihtiyacımız var! Âlim olabilir bir kişi ama ârif olamaz. Bizim hem âlim hem âriflere ihtiyacımız var” Hepimizin sadece ârif, âlim ve âdil yöneticilere değil, aynı zamanda bu sıfatları taşıyana öğretmenlere, anne-babalara, kocalara, karılara, evlatlara, hâkim, savcı, vali, belediye başkanı, müdür vb. her makam ve haldeki insanlara ihtiyacımız var! Devletin öncelikli görevi zaten insanının eğitimini bu üç kavram çerçevesinde yapması değil mi? Cumhurbaşkanı, sözlerinin sonunda şuna özellikle vurgu yaptı: “Bu ülkenin cumhurbaşkanı olarak en büyük arzum bu milletin evlatlarının özgüven sahibi olmalarını sağlamaktır. Ömrüm oldukça buna çalışacağım!” Niyeti bu olanların ömürleri uzun olsun. Zira bu milletin kurtuluşu o niyetin tahakkukuna bağlı. Cumhurbaşkanının bu tavrının yerel siyasetçilere de örnek olmasını diliyorum. İnsanlığın kurtuluşu, dünyaca önlü gitarist, aktivist Carlos Santana’nın George Bush’u eleştirirken dile getirdiği şu özlü sözde gizli: “Dünyayı iktidar aşkı değil, aşkın iktidarı kurtaracak!” Hepimiz, iktidar aşkıyla yanıp tutuşan bireyler değil, ama kendisini aşkın iktidarına adamış insanlar yetiştirmeye adayalım. Cumhurbaşkanının söylemlerinde, ziyaretlerinde, yönelimlerinde bu sırrı ihyanın gayretleri var. Aynı ihya hareketlerini yerel siyaset ve yönetim kadrolarında da görebilecek miyiz?

23


19. Milli Eğitim Şurasının Ardından

Kent, Kimlik ve Gelecek

Yrd. Doç. Dr. Cem GENÇOĞLU

“Serbest etkinlikler dersinin haftada bir saatinin okulun bulunduğu ili tanıtacak şekilde bir ders olarak işlenmesi”dir.

24

19. Milli Eğitim Şurasında Öğretim Programları ve Haftalık Ders Çizelgeleri başlığında alınan kararlardan birisi de “Serbest etkinlikler dersinin haftada bir saatinin okulun bulunduğu ili tanıtacak şekilde bir ders olarak işlenmesi”dir. Şura kararlarının ardından yaşanan sığ tartışmaların; öfke, şüphe ve önyargı içeren itirazların gölgesindeki kararlardan biri de bu olmuştur. İçerisine doğulan ve yaşanılan kentin, kimliğin inşasında en az aile kadar önemli olduğuna inanan biri olarak bu karara seviniyorum. Fakat "Şehri Yeniden Keşfetmek" temasıyla sunulan bu öneri bazı tehlikeler içeriyor. Popüler tartış-

maların, düşünsel savruklukların, fen ve matematik dışındaki alanlara kör, ilerlemeci yönelişlerin gölgesinde kalıp bu derslere yönelik uygulama ve müfredat hazırlığının akamete uğramasından da endişe ediyorum. Bu tavsiye kararı ile İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nce daha önce başlatılan bu uygulama şimdi tüm Anadolu şehirlerine taşınacak. Her şehir kendi ders içeriğini hazırlayıp öğrencileri ile buluşturacak. Yineliyorum, bu öneri bazı tehlikeler içeriyor. Bu müfredat ve ders hazırlığı kent bürokrasisini kaybolup gittiği gelişmeci/yarışmacı karakterinden ko-


partıp bir nebze olsun kendine bakmasını sağlayacak bir fırsat olabilir. Milli Eğitim Müdürlükleri, Kültür ve Turizm Müdürlükleri, Belediyeler, Ticaret ve Sanayi Odaları, kentte aktif birçok sivil toplum kuruluşları, şimdi bütün asli (!) gailelerinden sıyrılıp gençlere, kenti nasıl anlatacaklarını bir düşünsünler bakalım? Bu sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü karşılarında kenti kısa sürede keşfetmek üzere gelmiş bir topluluktan ziyade, kentte yaşayan, kentte derinleşmesi ve böylece kentle bağlarının arttırılması arzulanan bir kitle var. Turist müşteridir, tüketicidir, alıp gidecek, temas edip bir kanaat oluşturacaktır. Öğrenci ise; sahibidir, içselleştirip yaşayacak, yaşatacak, geleceğe taşıyacaktır. Bu yüzden hem heyecanlandırıcı, hem de bir o kadar hassasiyet ve üzerinde ciddi zihinsel çaba gerektiren bir konu. Korkarım öğrencilerin eline “kent rehberi” mesabesinde jenerik bir metin koyduğumuzda arzulanan hedefe ulaşamayacağız. Bu yazı bu anlamda yaşanması gereken düşünsel çabaya katkı, bir usul arayışı olarak düşünülmelidir. Araçsallaştırmadan, büyük anlamlar yüklemeden… Öncelikle kente nesnel bir bakışın, şu meşhur belediye kitaplarındaki nüfus rakamları ve yüzölçümleri ile başlayan metinlerden uzak durulması gerekliliği malum. Edebi/ estetik kurgular üzerinden bir kent okuması yapmamız gerekiyor şimdi. Kentle ilişkili edebi metinler, müzikler, gösterge anlamını taşıyan görsel malzemeler, damak tatları, giyim, sözlü ve yazılı tarih araştırmaları ve tarihsel/güncel mekânlar. Bu açıdan baktığımız-

da ne kadar karmaşık bir sorunumuz olduğunu görüyorsunuzdur umarım. Her kenti birbirine benzeten mimari karakterlerini silen geometrik yapıları, kilit taşlarını, plastik mahalleleri, kuru ve soğuk meydanları, Rönesans görmemiş (!) amatör heykeltıraşların ucubeleri ile kurduğumuz kentlerden bahsetmiyorum elbette. Yine de tüm bunlara ve hatta ahalisine rağmen her bir kentimiz kendini inadına korumuş, minberi yıkılmış lakin sağlam mihrabı ve karakteri ile karşımızdadır, keşfedilmeyi beklemektedir. Bilgi; sahip olunduğunda, istismar; uzağına düşünüldüğünde küçümsenebilen bir mesele. Bu nedenle kent bilgisi istismar ve küçümseme arasında karşılıyor bizi. Yine de yaşadığımız kente karşı bilinç sahibi olmak, kendine dair yüzleşme yapabilmek derecesinde cesaret gerektiriyor. Merhum Üstâd Cemil Meriç’in sözünü buraya transkripte edersek “bir kenti yaşanmaz bulanlar, kenti yaşanmaz hale getirenlerdir.” Fazla uzatmadan sadede gelelim. Kentin kişisel anlamları vardır. Her bir boyutu ile kendini sahibine etki çerçevesi etrafında sunan bir anlamlar dünyasıdır bu. Fark edilenin ötesinde bir biçimde yaşadığınız, tanık olduğunuz, belki de görüp önemsemediğiniz boyutlar içermektedir. Kenti bir insanlar, nesneler ve bunlara bağlı olarak sosyaliteler üzerinden tanımlamak onun anlamını daraltan bir yönelim olacak. Kent, bu anlamda nicelikten sıyrılmış, eyleme dönük, bir toplanma ve toparlanma mekâ-

Bilgi; sahip olunduğunda, istismar; uzağına düşünüldüğünde küçümsenebilen bir mesele. Bu nedenle kent bilgisi istismar ve küçümseme arasında karşılıyor bizi. Yine de yaşadığımız kente karşı bilinç sahibi olmak, kendine dair yüzleşme yapabilmek derecesinde cesaret gerektiriyor. Merhum Üstâd Cemil Meriç’in sözünü buraya transkripte edersek “bir kenti yaşanmaz bulanlar, kenti yaşanmaz hale getirenlerdir.”

25


nıdır. Oysa bugün kentler çoğun- benimseyerek kendinde yeniden lukla nicelik anlamları ile anılıyor inşa eder. Bu benimseme, teslimive amaçsızca kalabalıklaşıyor. yet zemininde bir kabulleniş şeklinde değil de daha çok seçici bir Kent bir manada kimliğinizdir. tasnif üzerinden geliştiğinde kentKimlik inşasının ölçütleri arasında lilik tam anlamını kazanmış olur. nereli olduğunuza dair vurgular Tasnif sizi tanımlar. Nihayetinde önemli bir yer kaplamaya başlar. tasnifleriniz doğrultusunda şekilİnsanın nereli olmaklığı, aidiyeti, fi- lenen seçimleri insanı kentli yapar. ziksel mekânın ötesinde sosyolojik Seçimleriniz neticesinde kentli ya bir anlam içermektedir. Psikolojik da köylü kalmışsınız demektir. değerlendirmeler ile kentinize dair vurgu bir anlamda insandaki dav- Bu bakış açıları etrafında uygularanışa dair beklentilere ve değer- maya ve derse yönelik neler söylelendirmelere dönüşür. Bu anlamda nebilir? Bu kısa yazı biliyorum ki bu var olmak; kentte olmaktır. Kendin- konuya dair tartışmalar için ancak de olmaktır. Metaforik olarak in- bir giriş olabilir. Ama başlangıç sesan, ailesinin ötesinde kentin tam viyesinde şunları söyleyebiliriz; ortasına doğar. Kentin ortasından periferdeki kılcal damarlarına doğ- Kenti tarihsel bir süreklilik içerisinru taşınır, kendine dair değerlerini de irdelemek gerekiyor. Özellikle besler. Değerleri ile buluşur, onları kesintili ve parçalı bir bakış etra-

26

fında şekillenen okuma biçiminin bütüncül kent anlayışı ortaya koymayacağını düşünüyorum. Tarih, coğrafyanın üzerinde kurulur sözünü bu anlamda anmak gerekiyor. Coğrafi değişimler nasıl bir süreklilik ve devamlılık arz ediyorsa, tarihsel değişimler de buna benzer süreklilik/devamlılık içerisinde konumlanıyor. Bu konuya özellikle siyasal/demografik dönüşümü dâhil ediyorum. Bu süreklilik ders içeriğinde zamanın ruhu anlayışını yansıtacak, geçmişi bugünle okuyabilecek şekilde ele alınabilmelidir. Bir dönemin coğrafi etkisi bu gün nasıl fiziksel olarak kendini gösteriyorsa, tarihsel etki fiziksel sosyal ve psikolojik unsurları ile müslim, gayrı müslim, antik, klasik dönem, cumhuriyet ve cumhuriyet öncesi, bir dönüşümsel süreklilik içeri-


Kent ahlaki anlamda bir otokontrol mekanizmasıdır. Taşrada kontrolü üstlenen sosyal yapı, kentte ait olunan sınıf etrafında şekillenen bir otokontrol mekanizmasında kendini göstermektedir. Özellikle bizim gibi kentliliği apartman ve dikey gelişim ile açıklayan kültürler sanırım bu sorunu derinlemesine yaşıyor. Mahallenin ağır abileri ve Bireydeki kent bilgisi ve kentlilik ablaları kente taşındığında etkisini bilinci onun sosyal ilişkilerini di- yitiriyor yerini sınırlı bir aile çevresi zayn etmekte ve ona ilişkilerini ile sosyal sınıfa bırakıyor. düzenleyebilme becerisi kazandırmaktadır. Bunun istenilen bir Kentte kolay değişebildiği, sınırları düzlemde gerçekleşmesi için fer- belirsizleştiği için esnek liberal bir din kenti araçsallaştırmadan, bu kimlik gösteren bu sosyal kontrol anlamda kurgusal bir yapaylığa mekanizması, ancak bireyin terdüşmeden kentle buluşması ile cih ve karar mekanizmalarında başarılabilir. Bu şekilde kent bilgi- daha bilinçli olabilmesi ile kendini si derslerinde kent algısına ders gösterebiliyor. İşte bu noktada üzerinden araçsal bir mana yükle- kentin manevi inşacılarını, değer meden sadece keşif, bilinç ve ya- taşıyıcılarını tanıyabilmeli ve tarşam odaklı, canlı, ulaşılan bir vurgu tışabilmeliyiz. Kişileri, kimlikler ve yapılmalıdır. Özetleyecek olursak aidiyetler galerisi şeklinde ele alderse araçsal bir mana yüklemenin dığımızda, onların özelliklerini sosanlamsızlığının farkında olunmalı yolojik ve psikolojik çerçeveleri demek istiyorum. etrafında irdelediğimizde bu noktaya bir çapa atabiliriz sanıyorum. Kenti bir yığılma, toplanma alanı Çünkü ferdiyet bu bağlar etrafında olarak sınırlandırdığımızda, kent ele alındığında bir kültürel buluştuve ahlak bir diğer meselemiz olu- rucu/aktarıcı vazifesi görebilmekyor. Taşradan bakınca kent, ahlaki tedir. sınırlar konusunda daha geçirgen Her kentin kendisini ifade ettigörünmekte. Oysa buradaki aç- ği görsel bir mecrası vardır. Bu maz, yine kenti sonradan inşa eden mecra dilin sınırlarının ötesinde (dejenere eden mi demeliyim), göstergeler etrafında şekillenen taşradan gelen aktarılmaların ah- bir siluettir. Mitler, siyasal ve dini laki sınırları taşırması ile karşımı- simgeler/siluetlerle varlığını geleza çıkarmaktadır. Taş yerinde ağır ceğe taşıyan bir sembolik dil, şehmisali, yerinden oynayan her bir rin anlatıları ile beslenir. Kurtarıcı, kültürel varlık taşındığı yerde ne koruyucu, bereketlendirici, manevi geldiği kültürü yaşayabiliyor, ne de ve siyasi simgelerle kentin hafızası var olana entegre olabiliyor. Buluş- sembollerle aktarılmaktadır. Semtuklarında her ikisinden öğeler ta- bolik dilin anlam çözümlemelerine, şıyan başkalaşmış bir yapı sunuyor. hikâyelerine, günümüzle bağlarına sinde ele alınabilir. Bu noktaya ek olarak kentin akrabalık bağlarını da eklememiz gerekiyor. Saldırıyı, yağmayı ve hatta ötekileştirmeyi dahi bir akraba/karşıtlıklar içerisinde ele alabilecek bir özgüvene sahip olmak gerekiyor. Bunu tarihsel olarak yapabilecek özgüven sanırım yine Türklere yakışıyor.

yapılan vurgu sembole yeni boyutlar katacaktır. İhmal edilmemesi gereken bu çerçeve her ne kadar yer yer logo-simge-silüet üçgeninde daraltılsa da küçük bir hafıza yoklaması, bir işaret üzerinden pek çok metaforik okumalara kapı açabilecektir. Yeter ki bu anlamda titiz bir iz sürücülük yapılabilsin. Bir kültür havzasının ürünü olarak Anadolu coğrafyası bu sembolik dilin keşfedilmesi için bereketli bir mekândır. Son olarak kentin bir vatan/memleket sembolü olma özelliğinden bahsetmek istiyorum. Sona bırakıyorum çünkü araçsallaştırma ve kutsallaştırma hatasına düşebileceğimiz temel nokta burası. Yahya Kemal, kenti bir kültür iklimi çerçevesinde ele alarak kent ve ahalisi ilişkisini “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam ahenk varsa orada gözlere bir vatan tablosu görünür.” şeklinde özetliyor. Vatan duygusu ancak bir kentle izah edilebilir, bedenleşir, somutlaşır. Doğduğunuz kentle ilişkiniz, anne ve onun sıcaklığı ile benzeşen bir ilişkilidir. Bir farkla, anne dünyaya geldiğinde çocuğunu sarmaya hazırdır. Kentte tıpkı anne gibi bir ilişki kurar insanla ancak; birey onu sardıkça, ona ulaşmaya, araştırmaya çabaladıkça sıcaklığını, anneliğini hissettirir. Anne her zaman annedir, nobran evlada da, sevgili evlada da annelik eder. Kent, kendine uzak olana küser, kendini açmaz, bir mahpushaneye dönüştürür kendini. Böylece kentler skalasında kimine melekler şehri düşer, kimine her gün işkence ile uyandığı açık cezaevi. Tercihi yine kendisi yapmıştır aslında.

27


İlk Okul

Fazıl Kadı İlkokulu’nun ve Yusuf Kâr’ın Aziz Hatırasına Ahmet Ufuk ERKAN yeşilçam filmlerinden… Ya da Bahtiyar Hala’nın gece mırıldanışlarından, tüm sokak gece sefâsı Sabahtan beri takılmış dilime. Sâ- yaparken… dece burasını söyleyip duruyorum. O zamanlar aslâ garipsemediğim Tüm heyecanımı sırtlanmış, dilimbu takılış, yıllar sonra “niye böyle” de hep aynı yerini tekrarladığım sorusunu sordurur oluyor bana. bir türkü, ablamın gelmesini bekliSizin de dilinize takılır eminim, ku- yorum. Bugün okula kaydolacağım. lağınızın hâfızasında kalmış türkü- Sonra ver elini kitap, gazete… Aller, şarkılar, şiir kırıntıları. Acaba lah ne verdiyse artık… neden? Ufak taburemi alıp, sokağın köşeO zamanlar, belki tüm sokağa ya- sine kuruluyorum. Yönüm ablamın yılan, daha sabahtan, kimseyi ra- geleceği tarafta. Yoldan geçenler hatsız etmeyecek bir sesle açılmış –büyük ihtimâl işlerine gidiyorlar, pikaptan olabilir ya da tek kanallı çoğunun elinde sefertasları varradyolardan ya da siyah beyaz selâm verdikçe, ayaklarımı indirip “Sallasana sallasana mendilini Akşam oldu göndersene sevdiğimi.”

Sizin de dilinize takılır eminim, kulağınızın hâfızasında kalmış türküler, şarkılar, şiir kırıntıları. Acaba neden?

28


ufaklıkları okula getirenler, bir kenarında duruyor bahçenin. Bu amca okul müdürü. Kendini tanıtıyor ve okulun tuvaletlerini kullanmak hakAblam, tüm güzelliğiyle taa uzak- kında uzunca bir konuşma yapıyor. tan görünüyor. Yarabbi hiç heye- Okumayı öğrenmek kadar önemli cansız, yavaş yavaş geliyor. Ben olmalı bu tuvaletleri temiz tutmak, ölüyorum burada. yoksa niye böyle?.. alıyorum selâmlarını. Ayak ayak üstüne atmışken selâm alınmaz, ayıp…

Tabureyi camdan uzatıp, “ablam geliyor anne; biz okula …” ; lâfımı bitirmeden ablama doğru koşuyorum. Eline yapışıyorum yolda. Bize sonra uğrasın artık, okul daha mühim.

Daha sonra, sıraların yerlerini değiştirtiyor bize. Sıraları, ikili halde karşılıklı koyduruyor. Birbirimizin yüzlerini görüyoruz. Bu sıra değiştirme işi, beş yıl bu şekilde sürüyor. Ve koca okulda bunu yapan sadece bizim öğretmenimiz. Tam karşıma, en fazla ağlayanlardan biri düşüyor. Şimdi ağlamıyor ama ben ona gıcık kaptım bir kere. Cebinden şeker çıkarıp hepimizin önüme birer tane koyuyor. İtiyorum elimle. Nerden öğrendiyse, parmak kaldırıp şikayet ediyor beni: “Öğretmenim, bu çocuk şekerimi almıyor”. Eh, ben sorarım sana…

Türküm, doğruyum’la başlayan bir marş söylüyoruz. Yani ilk sınıflar hâriç herkes söylüyor. Kıyıda bekleyen büyükler de, demek hâlâ unutmamışlar, öğrencilerle birlikte tekrarlıyorlar. Hepimiz Türk’üz ve doğruyuz. Varlığımızı da tümden Elini bırakıp, okulun köşeye kadar bağışlıyoruz birilerine, bir şeylekoşuyorum. Gelmesini bekliyorum. re… Şu işler bitse de sınıflara giDuvarda eski bir çeşme var. Bir de rip okuma yazma öğrensek bir an Bu açık kumral saçlı çocuk Yusuf, zincirle bağlı tas, gelen giden su iç- önce. Yusuf Kar –a’nın üzeri şapkalı-. İlk sin diye. kavgamızdan sonra benim en esasTek sıra halinde, önce biz acemiler lı dostum olacak. Kavgalarımızın Köşeden birlikte dönüyoruz. Oku- olmak üzere, sınıflara giriyoruz. durduğunu da sanmayın. Her gün lun demir kapısında kocaman bir Sıralar, üç takım halinde arka ar- yumruk yumruğa kavga edip, okul zincir. Zinciri kapının her iki kanadı- kaya dizilmiş. Pencere kenarında çıkışı birlikte yürüyoruz evlere kana dolamış bir de asma kilit asmış- bir yere oturuyorum, önlere yakın. dar. Genç yaşında hayata veda etlar. Okul kapalı. “Yarın geliriz” diyor Çocukların büyükleri de sınıfın bir tiğinde Yusuf’um, ben de bir parçaya ablam, ben resmen yıkılıyorum. kenarında, ağlayan çocuklarını kaş mı vermiş gibi oluyorum toprağa. göz işaretleriyle susturmaya çalı- Çocukluğumun birazını, dostluğun Okuma işi hallolmadı yani. şıyorlar. tümünü… Ya Rabbi niye ağlar bunlar? Sanki İlk teneffüste kapışıyoruz bir güzel. Ablası geliyor, ayırıyor, “sarılın Önlüğüm pırıl pırıl. Onun siyahlığıy- zorla getirmişler. barışın bakayım”… Ve O geliyor… la kolalı yakanın beyazlığı ne alımlı duruyor. Bir de bileğin üzerinde, Öğretmenimiz giriyor sınıfa. O Önlüğü yok üzerinde. Sibel… O da yine kolalı bir bileklik; ilikleri kolda- kadar güzel ki gözümü ondan ala- bizim okulda. İnşallah yine yanıma ki düğmelere geçirilmiş; o da bem- mıyorum. Ayakta duran kalabalığı gelip yanağımdan makas almaz, beyaz… dışarı çıkarıyor önce. Sonra tek tek büyüdüm ben artık. Hem zaten altı isimlerimizi öğreniyor. Yanağımıza üstü iki sınıf ilerde benden. OkulOkulun bahçesi çocuk kaynıyor. sevgiyle dokunan eli ne kadar yu- dan kaydını aldığını söylüyor mavi Bahçemiz kocaman. Burada ne muşak, yumuşacık. Anne eli kadar gözleriyle de konuşarak… Küçükoşulur kim bilir... İlk sınıfların he- sıcak ve anne kadar sevgiyle… cük hâlimle ne büyük yük. Tüm semen hepsi bir büyüğüyle gelmiş. Ve Ayla öğretmenimizi (Kuleyin) hepi- vincim kaçıyor. Sınıfta kaldım da, çoğu, niyedir anlayamıyorum, salya miz daha ilk günden seviyoruz. Or- diyor… Öğretmen de gıcık bana, 23 tak kararımız şu: Okulun en güzel Nisan’a gideceğim ben… Akşam sümük ağlıyor. Sıra oluyoruz. Veliler ya da işte ve en iyi öğretmeni bizim… babamı ikna etmeye çalıyorum ya

29


okul değiştirmek için, olmuyor… Neyse ki evleri okulun tam karşısında. Okulun tam karşısında ve ben her tenefüs O’na bakıyorum… Belki hâlâ O’na bakıyorum ; ben de bilmiyorum bunu tam… Hâfıza garip çalışıyor. Okumayı nasıl öğrendim, aklıma sanki aynı anda olmuş gibi gelen olaylar sahiden o anda mı oldu, bilemiyorum. Sıralarken, birden hatırlıyorum, o olay beşinci sınıfta olmuştu, diye. Hepsi “bir gün” gibi. Yirmi dört saatten değil de bir ömürden oluşan yorum; çocukluk işte. Şimdi bir araya geldiğimizde bizi güldüren fakat uzun bir gün… o günlerde hayat memat meselesi Mahalleden tanıdığım, beraber olan… gazoz kapağı ve cicile oynadığım çocuklar var. Okula getirmiyoruz Hacıköylülerin Eyüp daha sonra bunları ama eve varır varmaz, eğer katılıyor aramıza. O da bizim mahava kararmamışsa, ilk işimiz bu: halleden, evleri ve dükkânları – Oynamak… Mahalleden kasıt, aynı dükkânlarının üzerinde zaten evlesokakta veya yakın sokaklarda ol- ri- Yeni Hamam Caddesi üzerinde. mak; mahalle kavramının tarifi so- Mahallenin saygın ailelerinden onlar. Her Ramazan mukâbele, hayır kak o zamanlar bizim için. hasenât… Eyüp arkadaşım benim. Gün geçtikçe kaynaşıyoruz. Bobi O, bir melek gibi. Kalbinde kötülüevi bekliyor, Ali top oynuyor, bir ço- ğün zerresi bulunmayan bir melek. cuk ata ot veriyor. Geçiyor günler. Okumayı öğrenirse, tüm arabalaTorbalarımızdaki yarıya bölünmüş rın plakalarını yazacak; kararı bu. fasulyelerle yazılar yazıyoruz. Ben Ve benim koruyucum. Haklı haksız bazen resim de yapıyorum onlarla. sormadan koruyucum. Birini kızVe ne kadar çok kalem silgi kay- dırdığımda, çocuk peşime düşerse bediyorum. Kaybediyoruz demek doğruca Eyüp’ün arkasına… Çolâzım. Sanki sınıfta bir delik var ve cuğu ikna edemezse, ayaklarından kalemlerimiz, silgilerimiz, oraya tutup ters çevirecek kadar da güçdüşüp kayboluyor. Sahi, nasıl hep lü benim arkadaşım: “Bırak lan çobirlikte o kadar kalem ve silgi kay- cuğu”… Sıkıysa takılsınlar bir daha bettik?.. bakalım… Sınıfta bir tek Gazi (Demir) biliyor okuma yazmayı. O bizden çok farklı. Çocuk değil de büyük sanki. Kavga etmiyor mesela. Konuşup hallediyor. Kimseyi şikâyet etmiyor parmak kaldırıp. Fakat itiraf edeyim, okumayı bilmesini çok kıskanı-

30

Herkes arkadaşım sınıfta, bu doğru. Fakat hani bazılarına daha yakın hissedersiniz. Biz bir dörtlü kuruyoruz sınıfta kendiliğinden. Yusuf, Adnan, Kenan ve ben. Adnan’la Kenan (Yükselen) kardeş. Dostluğu abartıp, Yusuf’un aklına uyarak

kan kardeş oluyoruz bir tenefüste, kimselere göstermeden; özellikle öğretmenlere. Dünden hazırlıklıyız. Evden yara bantı –dilimizde yer etmiş haliyle: hansaplast- getiriyorum ve minik çakımı… Başparmaklarımızı kesiyor, birbirine bulaştırıyoruz kanı, kanımızı. Kısaca kanka diyorlar ya, o kısaltmayı bilmiyoruz o zamanlar… Farkında bile olmadan bir dolu şey öğreniyoruz. Yani öyle olmuş olmalı ki şunu şu gün öğrendim, bunu bu gün öğrendim diyemiyorum. Hararetle kitaplara, gazetelere daldığımı hatırlıyorum ama. Kese kağıtlarını bile açıp okuyorum, merak uyandıran bir resim varsa. Köşedeki gazete tezgâhından, gazeteci Yaşar ağabeyden Teksas Tommiks alıyorum emâneten. Yatağımın altı, yavaş yavaş kitap doluyor. Çizgi romanlar vazgeçilmezim… Okuldan önce babamın bana okuduğu tüm Ayşecik serisini kendim okuyabiliyorum. Ne büyük mutluluk… Fazıl Kadı İlkokulu’nun bahçesi artık o denli büyük gelmiyor bana. Hatta diğer okullara göre küçücük. Bize bir dünya kadar büyük gelen bu bahçeye ne olmuş böyle?



Hızla Yok Olan Bir Kültürel Miras

KÖSÜRE

Tarih boyunca taşlar araştırılmış, denenmiş ve en uygun taşlar bulunup kösüre olarak kullanılmıştır.

Seyfullah GÜL Herhangi bir halk topluluğunu, millet yapan unsur o milletin kültürel değerleridir. Kültür; tarihi süreç içerisinde oluşur, milletler yaşadıkça o da yaşar. Kültür ürünlerinin belki de en güzel örnekleri geleneksel el sanatlarının içinde barınmaktadır. İlk örneklerini, insanoğlunun tabiat şartlarına karşı bir isyanı ve direnişi olarak veren el sanatları, zamanla gelişerek ortaya çıktığı toplumun duygularını, sanatsal beğenilerini ve kültürel özelliklerini yansıtır hale gelmiştir. Geleneksel el sanatlarınız içe-

32

risinde taş önemli bir yer tutmaktadır. Taş, duvar örülmesinden, kır meskenlerindeki çatı örtüsüne, ekmek pişirme kültüründen, metallerin keskinleştirilmesine kadar birçok alanda kullanılmaktadır. Taşın başka bir özelliği ise iyi bir bileme aracı olmasıdır. Keskinleştirme işi ilk çağlarda sert taşı kendinden daha yumuşak olan diğer bir taşa sürtmekle başlamıştır. Madenlerin bulunması ve kullanımıyla da keskinleştirme işi yine aynı şekilde sert olanın sert olmayanı aşındırma prensibine dayalı olarak günümüze kadar gelmiştir. Kö-


süre taşı; demir, çelik ve diğer metallerden yapılmış her türlü kesici aletin keskinleştirilmesi için kullanılan doğal taştır. Tarih boyunca taşlar araştırılmış, denenmiş ve en uygun taşlar bulunup kösüre olarak kullanılmıştır. Bilemenin, taşı su veya yağ ile ıslatılarak daha iyi olduğu keşfedildikten sonra bu taşlara whetstone (bileği taşı) ya da oilstone (yağ taşı) denilmiş ve bu taşlar çok değer kazanmışlardır.

kösüre, köstüre, kösere vb isimlerle bilinen bu taş, köylerde kesici el aletlerinin bilenmesi için vazgeçilmezlerdendir. Osmanlı döneminde kılıçların bilenmesinde kullanılan ve hemen her evin bahçesinin bir kenarında bulunan kösüre, günümüzde ise sadece birkaç kasap ve demirci dükkânı ile köy evlerinin bir köşesinde yerini almıştır. Ülkemizde kösüre yapımının halen devam ettiği ve belki de son ustalarının bulunduğu yerlerden birisi

Kısıtlı imkânlarla güncel ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalan Anadolu insanının, elindeki malzemeyi en iyi şekilde değerlendirebildiğini gösteren en önemli örneklerden biri de kösüredir. Kırsal kesimlerde doğup büyüyen hemen herkesin anılarında ve belleğinin bir köşesinde kösüre taşı vardır. Anadolu'nun birçok yerinde

Vezirköprü'dür. Tabakalar halinde uzanan kuvars, klorit, feldispat, mika ve karbonat grubu minerallerin aynı tip ve düzgün dağıldığı kum taşı blokları, Vezirköprü'nün Kabalı, Akçay ve Kuruçay köylerindeki ustalar tarafından işlenerek kösüre'ye dönüşmektedir.

''İyi bir kösüre için taşın kalitesi ve özelliği önemlidir. Bunun tespiti için taşa çeşitli yöntemler uygulanır. Dere yataklarında bulunan taş bloklara yapılan balyoz darbeleriyle çıkan sesle taşın sertliğine bakılır. Zira taşın sert oluşu kösüre yapımını zorlaştırdığı gibi bileme işlemini de olumsuz etkiler. Kösüre taşının tespitindeki diğer bir yöntem ise taşın rengidir. Bloklar halinde bulunan koyu gri renkteki taşlar tercih edilir.

Bu işin ustalarından Abdullah 33


Usta, kösüre taşlarını ilçenin kuzeyinde bulunan Bağarsak Deresi’nin yatağında, akarsu aşındırması ile ortaya çıkan taş bloklardan sağladığını ifade etmiştir. Yine ustamız, atalarından öğrendikleri birtakım bilgi ve birikimlerle hangi taştan daha iyi kösüre olacağını şöyle ifade etmiştir: ''İyi bir kösüre için taşın kalitesi ve özelliği önemlidir. Bunun tespiti için taşa çeşitli yöntemler uygulanır. Dere yataklarında bulunan taş bloklara yapılan balyoz darbeleriyle çıkan sesle taşın sertliğine bakılır. Zira taşın sert oluşu kösüre yapımını zorlaştırdığı gibi bileme işlemini de olumsuz etkiler. Kösüre taşının tespitindeki diğer bir yöntem ise taşın rengidir.

34

Bloklar halinde bulunan koyu gri renkteki taşlar tercih edilir. Rengi, sertlik derecesi ve tabaka uzanışları uygun olan taşlar dere yatağında veya taş ocağında daha küçük ebatlara ayrılır. Kösüre olmayacak kısımları atıldıktan sonra traktör veya binek hayvanları yardımıyla atölyeye götürülür ve işlenerek kösüre'ye dönüştürülür.'' Atalarımızın belki de yüz yıllar süren deneyimleri sonucu işlevselliğini öğrendikleri kösüre taşı, bugün evlerimizde kullandığımız birçok grit bileme taşından daha fazla özelliğe sahiptir. Uzun zamandır demircilikle uğraşan ve bileme işi yapan Selim Usta kösüre taşının yapay bileme taşlarına (grit

taşı) göre avantajlarını şöyle sıralamıştır: ''Aynı boydaki yapay bileme taşının kesici alette oluşturduğu yüzey ile kösüre taşının oluşturduğu yüzeyin kesinlikle aynı değildir. Bu durum grit boyu arttıkça yani aşındıranın yüzeyi kabalaştıkça daha da çok ortaya çıkmaktadır. Eğer yapay bileme taşıyla bileme yaparsak bilenen malzemede yüzey çizikleri oluşuyor. Bu çizikleri daha sonra küçültebilmek için farklı diş kalınlıklarındaki grit taşları sırasıyla kullanmak zorunda kalınıyor. Kösüre taşında ise tane boyutları oldukça küçük olduğu için derin çizikler oluşmamakta böylece ikinci bir bileyleme işine gerek duyulmamaktadır. Yapay bileme


taşlarında bileme esnasında bazı yerlerde parçacık (çapak) kalmazken, bazı yerlerde de büyük parçalar (çapak) kaldığı için bunlar da malzemeyi daha derin çizebilmektedir. Bu aynı zamanda elimizdeki bileylenecek materyalin de çok kısa zamanda aşınmasına neden olmaktadır. Kösüre taşında üstte kopan parçacıkların yerine alttan daha inceleri çıkıyor. Sanki farklı iki üç zımpara katmanı gibi aynı anda çalışıyor. Yine, kösüre taşı ıslak kullanıldığı için kesici aletlerin yanmasını yani renk değiştirmesini de önlemektedir. Kösüre taşlarına göre diğer bileme taşları çok daha pahalıdır. Özellikle grit küçüldükçe bu anormal rakamlara çıkabilmektedir. Çoğu grit taşının ithal ediliyor olunması da başka bir dezavantajı oluşturmaktadır.'' Taş ustasının ortaya çıkardığı kösüre, yörenin ekonomik durumunu, estetik anlayışını, gelişmişlik düzeyini, tarihi birikimini, sanatsal değerlerini ve yaşam tarzını somut olarak yansıtan kültürel bir değerdir. Anadolu’nun yüzlerce yıllık tarihi derinliklerinden gelen, ülkemizin birçok yöresinde bilinen ve kültürel çeşitliliğimizi yansıtan kösüre; ilgisizlik, kaynak ve istihdam yetersizliği yüzünden bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ülkelerin ve şehirlerin imge ve simge arayışı ile kimlik oluşturma yarışına girdiği çağımızda, bu kültürel değer yaşatılmalı, geleneksel dokusu korunmalı ve gelecek kuşaklara aktarılması

leşmesinde somut olmayan kültürel miras çekicilikleri olarak isimlendirilen birçok somut olmayan kültür unsurunu bünyesinde barındırmaktadır. Özellikle, bu kültür unsurlarının özgünlüğü ve popüler kültür karşısında bozulmayışı yöreVezirköprü yöresi, UNES- nin en önemli zenginliği olarak CO'nun somut olmayan kül- düşünülmeli ve korunmasında türel mirasın korunması söz- acele edilmelidir. için işlevsel hale getirilmelidir. Yine Somut olmayan kültürel mirasın, insanları birbirlerine yakınlaştırıcı ve onlar arasında kültür alış verişini sağlayan, paha biçilmez rolü de unutulmamalıdır.

35


sıla mı gurbet mi Adını Sen Koy!

Merkeze yakın olanların merkeze uzak olanları daha bir uzakta tutKuzeyden güneye Samsun, sizi tek mak için sahiplenme ünlemleri çok bir tanımda buluşturmadığı gibi; daha fazladır. sosyo-ekonomik bütünlük içinde, birçok ülkede olduğu üzere geliş- Çoğunluk itibariyle (Kökler açısınmişlik, batıdan doğuya doğru değil, dan) kimsenin Samsunlu olmadığı gelişim seyri doğu önceliklidir do- ama herkesin inatla kentli olma ğudan gelişim göstermiştir. Toplum bilinciyle “Samsunluyum” dediği içinde toplum saklayarak da sosyal merkez Samsun dâhil olmak üzere; yapı adeta matruşka gibi içi içe geç- Çerkezler-Mübadiller-Trabzonlular başta olmak üzere (Bir çok köy ismi melidir. Trabzon’daki köylerinin ismidir “Düz Yerlisi Ege başta olmak üzere MarKöy” gibi aynı isimden Samsun ilçemara ve Akdeniz bölgesine göç lerinde birden fazla köy ismi bulabietmiş, azınlıkta kalmış kök aileler lirsiniz.) ağırlıklı bir yapı en belirgindışında yerlilik sahiplenmecesi; ilçe leşmiş halidir. kökenli olmayla ifade gücü bulmuş, merkeze yakınlık ya da uzaklık ses Etnik göç dalgası 1864 Çerkez Sürtonunu belirlemiştir. günü ile hızlandırılmış, 93 Harbi ile Doğudan batıya,

Toplum içinde toplum saklayarak da sosyal yapı adeta matruşka gibi içi içe geçmelidir.

36

Uğur DEDE


azalma gösteren göç dalgası 1923 Lozan Antlaşması ile karara bağlanan büyük Mübadele ile kısa zamanda çok büyük bir yoğunluk kazanmıştır. Ülke içi göçlerle yoğun olarak 50‘li yıllarda tanışan Samsun, şimdilerde Doğu Karadeniz ağırlıklı bir büyük göç dalgası yaşamıştır. Süreç içerisinde Ordulular başta olmak üzere daha çok Samsun merkez yerleşimlidir. Mevcut kültürle sorunsuz bir geçiş ilişkisi kurarken; Artvin-Rize-Giresun-Amasya-Tokat-Sinop ve diğer il göçleri ile adeta, bir yemeğe serpiştirilmiş baharat gibidir ancak her biri kendi tadını ve kokusunu belirginleştirme mücadelesi içerisindedir, zaman zaman da kültürel şok barındırır. Türk Akınları ve öncesi Türk Boy ve kabile göçleriyle yurt yapılan Samsun, M.S. 1000-1200lü yıllarda Orta Asya’dan göçmüş Türkmen obaları ( Vezirköprü Soruk Vadisi köyleri Sarıdibek ve Tahtaköprü ile Yakakent Mutaflı Köyü ve çevresi, Asarcık Akyazı Köyü ve çevresi gibi. Engiz’deki “19 Mayıs İlçesi” Yörükler daha erken zamana aittir), Salıpazarı ağırlıklı Çarşamba çevreli Gürcü nüfusu, Bafra ve civarında kümelenmiş Arnavut etnik kültürel yapısı ile uzaktan bakınca ayrı, yaklaştıkça çerçevenin bütününe dair bir imparatorluk mirası olduğunu, zamanla katmanlaşmış bir tabakaya döndüğü çok daha rahat görülmektedir. Yine İmparatorluk kültürü ile Cumhuriyet kültürünün birbirini adeta saygınlıkla yansıttığı zaman zaman böldüğü Yakakent’te gelenek ve görenekleri imparatorluk refleksi (Bağımsız bir Türk kültürü diyemeyiz zira bir çok kültürden harmanlanmış, doğumdan düğüne ve ölüme

varıncaya dek) genel toplumsal ğim bir hikâye şöyle başlar efendim: yaşamı o olan, demokratik toplum Güney Kore Savaşına giden askerikültürü, Cumhuriyet tezahürlüdür. mizin şehit olduğu haberi gelir. Eski Yalancıktan düzme hikaye olarak zamanda çok sık görülmese de varvarlığını sürdüren “Uzun” adlı anla- lığını bildiğimiz bir gelenek farklı şetımlar, Geyik Koşan gibi efsanelerle kilde tezahür ederek; yörenin ezelden beri Türk kültürü Şehidin eşini Şehidin babası kendiile harmanlandığını gürüsünüz Alane eş olarak alır. Nice zaman sonra çam’da. Dedemkorkut’tan kalma savaş biter. tavır ve davranış benzerlikleriyle hemhal olduğu ve sırtını yasladığı Aradan çok geçmez günlerden bir Vezirköprü’nün deniz görmüş hali- gün Şehidimizin baba ocağının kadir. Mübadillerin ağırlıklı olarak yer- pısı çalınır. leştiği merkez ve çevresi ile Karlı -Kim o? diye seslenir kadın. köyü başta olmak üzere Sarılar ve -Açın kapıyı benim ben, diye heyediğerleri ile varlığını sürdürme mü- canlı ama tanıdık bir ses duyar kacadelesi içinde bir Çerkez kültürü dın. artık kalıtımsal olgularıyla yaşa- Ses tanıdık ama içinde “o olamaz” maktadır. Her yıl düzenli bir festi- itirazının farklıştırdığı bir ızdırap vallerle kültürel formları tembih halini alır. Ne yapacağını bilmez bir edilse de Alaçamla bütünleşmiş bir halde kadın kapıyı açar. yaşam tecelli etmiştir. Karşısında; askere uğurladığı ve Tarımın tarım gibi yapıldığı en iyi ve sonra şehit haberi gelen kocasını en ileride modeldir Bafra. Özgün görür. Neye uğradığını şaşıran kadın kültürü Zalpa ile ilişkilendirilme mü- oracıkta bayılıp yere düşer. Sevinç cadelesi Kral Kaya Mezarları’ndan, ve telaşla karısını bayıldığı yerden Sümerlerden daha çok çapını aşma kaldırıp odaya götürünce geçince mücadelesi içindedir. bu defa da babası ne yapacağını bilmez bir halde adeta olduğu yerde Sosyo ekonomik olarak sıkışmış taş kesilmiş gibi dona kalır. bir şehirdir Bafra ve kim ne derse desin, bir gün bir ilçe sırf sosyo eko- Bir müddet sonra kendilerine genomik potansiyelinin zorlaması ile il lip olup bitenler anlatılıp iş açığa olursa o il Bafra olacaktır. Tarımda çıkınca da şehit haberi gelen adam ülkemizi dünya çapında temsil ede- kahrolur. Bunun üzerine kendisi ve cek birikim ve yeteneği vardır. Trab- babası karşılıklı Ağıt yakarlar. Ve ne zon ve Arnavut ağırlıklı aldığı göç hazindir ki artık o yörede o ağıtlar bünye içinde bütünleşmiş farklı bir bile unutulmuş, hikâyenin kahreden unsur değil adeta bünyeye ait bir or- talihsizliği yankılanır olmuştur sagan gibi Bafra tepkimeli olmuştur. dece. Engiz ile araladığınız Samsun merkez kapısına artık Trabzon ağırlıklı bir toplumsal yapı şahitlik edecektir. Bir sonraki sayı için kaldığımız yerden devam etmek üzere hazin bir hikâye ile noktalamak isterim . Ayvacık’ın Sahil Köyünde derledi-

Güzel günlere uyanın, sağlıcakla kalın efendim. Not: Yazarımız 2010-2014 Yılları arasında Samsun ilçe ve köylerinde Kültürel Alan Araştırması gerçekleştirmiş ve bu alanda bütün ili ilçe ve köyleri ile derleyen tek isimdir. 37


Şehir§Kültür§ Medeniyet§ Değer Habil doğayı, tabiatı, dağları ve çölü; Kabil ise şehirleri, kentleri, yapıları simgelemektedir.

Martin Lings, Hz. Peygamberin hayatını anlattığı ünlü siyerinde şehirlerin kuruluşu ile ilginç bir rivayet aktarır. Bu rivayete göre şehirleri ilk kuranın Âdemoğlu Kabil olduğunu söylenmektedir. Hz. Peygamberin sütannesine verilmek üzere Mekke dışına çıkarılışına, çöle gönderilişine değinen Lings, şehirlerin; tembelliğin, korkaklığın, pısırıklığın ve birçok günahın merkezleri olduğunu ileri sürer. Bu yorumdan da anlaşılacağı üzere Habil tabiatı, dağları ve çölü; Kabil ise şehirleri, yapıları simgelemektedir.

Tevfik DEMİR

İbn Haldun’da ünlü şehirli- bedevi diyalektiğini örnek verir. Ona göre şehirliler zenginlik, sefahat ve tembellik içerisinde yaşar ve çöl bedevileri tarafından kuşatılmışlardır. Fakat bedeviler doğal olarak çevik, hazırlıklı ve hareketlidirler. Bu sebeple şehri eninde sonunda alacaklardır. Ve alırlar da… Ancak bir süre sonra onlar da şehirli olacaklar aynı sefahat, tembellik ve uyuşukluğa dalacaklardır. İbn Haldun’a göre bu süreç ila nihaiye devam edecektir.

F. Nietzsche, bilgeliğin yolunu Ünlü İslam tarihçi ve sosyologu anlattığı “Zerdüşt” adlı eseri38


nin başlangıcında, Zerdüşt’ ün kendini bulmak, ruhunu dinlendirmek, bilgeliğe ulaşmak için ‘şehrini’ ve insanlarını terk ettiğini belirtir.

orada yıldızların, sırlı nehirlerin, gizemli ve heybetli dağların, o karanlık, yabani ormanların arasında kendi özünü, doğasını, yaratılışının “hikmet”ini çok daha derinden kavrar. Yukarıda Bu tür örneklerin listesi istedi- dile getirdiğimiz yaban yaşama ğimiz kadar uzatabiliriz. Haki- övgü de bu sebeple iledir. katen de hem doğudan hem de batıdan bu tür yığın ile misal Şehirler yine de kültür ve megetirilebilir şehrin ‘kötülükleri- deniyet dediğimiz o muazzam ne’, ‘ayartıcılığına’, ‘baştan çıka- birikim ve değerlerin en görürıcılığına’ dair. lebilir biçimleridir. Bir şehirden daha büyük bir medeniyet biçiDiğer taraftan mesele bu kadar mi olamaz. Şehir ile medeniyet basit değil. Keşke şehirlerin ha- zaten eşanlamlı kelimelerdir. yatımızdaki yeri ile mutluluğu- Bir şehir ismi olan “Medine” memuz, huzur ve irfan arasındaki deniyet kelimesinin de köküdür. ilişki bu kadar basit olsa. Çün- Öte yandan batı dillerinde de kü Mekke, Medine var, Bağdat, durum aynı şekilde karşımıza İstanbul, Paris, Roma, Venedik çıkmaktadır. Batıda medeniyet var. Bu şehirler, insanlık dedi- karşılığı olarak kullanılan kavğimiz, medeniyet dediğimiz, ram, “civilization” kelimesinin kültür dediğimiz büyük değer- de kökü şehir, şehirli anlamlarılerin üretildiği merkezlerdir. Bu na gelen “civil” kelimesidir. şehirlerin birisini olsun silebilir, yok sayabilir miyiz? Bir İstan- Akıl ve irfan sahibi hakiki bir bul’un, tarihte hiç olmadığını insan, nasıl değerleri, ilkeleri, aklımız alabilir mi? Çünkü İstan- inançları çerçevesinde kendini bul demek hem Bizans(Roma) kurar, terbiye eder, ruhuna bihem Osmanlı ve hem de Türkiye çim verir ise, insanlık, kültür ve demek değil midir? medeniyet dediğimiz büyük değerler de şehirleri kurar, onlara Öyleyse nasıl açıklayacağız biçim ve zarafet verir. Aslında yukarıdaki çelişkiyi? İrfanın ve bizim şehir dediğimiz karmahikmetin şehrin uzağında ol- şık sistem, şehirleri inşa eden duğu; ancak yüksek kültür ve onu biçimlendiren topluluğun medeniyetin yine şehirlerde yaşam biçimini, daha doğrusu ortaya çıktığı gerçeğini? Gali- bilinçdışını bize verir. Şehirleba sorun insan ruhunun doğası rin işleyiş biçimine, mimarisine, ile onun yine insan eliyle ter- düzenine bakarak o şehirde yabiye edilişinde, biçimlenişinde şayan insanların kültür ve meyatmaktadır. İnsan ruhunun öl- deniyet algıları yaşam biçimleri çüye gelmez diriliği, heyecanı, hakkında çok kolaylık ile hüküm gizemi ile doğal olan arasında verilebilir. bir bağ vardır. Dağda, kırda, çölde yaşam saf ve basittir. İnsan Evet, şehirler esasen bir birey

Ancak başka bir açıdan baktığınızda da Mekke, Medine var, Bağdat, İstanbul, Paris, Roma, Venedik var. Bu şehirler, insanlık dediğimiz, medeniyet dediğimiz, kültür dediğimiz büyük değerlerin üretildiği merkezlerdir. Bu şehirlerin birisini olsun silebilir, yok sayabilir miyiz? Bir İstanbul’un, tarihte hiç olmadığını düşünebilir misiniz? Çünkü İstanbul demek hem Bizans (Roma) hem Osmanlı ve hem de Türkiye demek değil midir?

39


olarak insan ruhunun özüne, hikmetine aykırıdır. İnsan orada, o karmaşanın ortasında tembellikleri, pintilikleri günahları ile baş başadır. Orada o duvarların arkasında korku, sefalet ve sefahat hüküm sürmektedir. Ancak insan olmak tam da bu değil midir? Hukukumuzu, sanatımızı, yüksek edebiyatımızı, resmimizi, müziğimizi şehirlerde kurup, yüceltmedik mi? Evet insanın kökü ve ruhu, tabiatta, büyülü heybetli dağlarda olabilir ama kanaatimce varlığının ve varoluşunun asıl gayesini şehirlerde gerçekleştirir ve mükemmelleştirir.

masıdır. Şehirler, bir yandan ait oldukları milli kültürlerinin en güzel örneğini teşkil ederken, diğer taraftan büyük medeniyet unsurlarını da içinde barındırır. Örneğin küresel kapitalizmin doğduğu yer olarak kabul edilen Venedik şehri bu duruma güzel bir örnektir. Venedik kendi içinde tipik İtalyan şehir özellikleri taşırken, sahip olduğu ticari ve entelektüel zenginlikleri ile olağan üstü bir kozmopolitizme ev sahipliği yapar. İşte bu kozmopolitizm modern batı uygarlığının( bir anlamda büyük kapitalizmin) temellerini atmaktadır. Diğer taraftan şehirler milli kültürlerin üretildiği ve bu mili değerlerinin temsil edildiği açık Şehirler ilginç yanlarından biri hava müzeleri gibidir. de işte hem bu kültürel değerleri ve hem de medeniyete ait Peki, bizler yaşadığımız şehirunsurları bir arada bulundur- lere nasıl baktık? Şehirlerimiz

40

hangi zalimliklerin, kırıp dökmelerin, vahşetin, umursamazlıkların açık hava müzesi acaba? Durup dinlenmeden gidiveren, kaçıveren bir hayat mücadelesinin içinden kafamızı kaldırıp içinde yaşadığımız, çocuklarımızı büyüttüğümüz şehrimize hiç bu gözle bakabildik mi? Çocuğumuza yeşillik gösterebileceğimiz mezarlıklarımızdan başka neresi kaldı ? Bugün yaşadığımız şehrimizde geleneğin güçlü damarlarından gelerek kendimizi ait hissettiğimiz mekânlardan hangi eserler var şimdi ? Birkaç camii ve her tarafı envai çirkinlikte sayısı 3-5’i geçmez kaç tarihi eser var ortada. Şehrimizi kuşbakışı şöyle bir gezelim, sözü edilen birkaç camii çıkarırsak bize klasik ruhumuzu


yansıtan kaç mimari eser, sokak, cadde, han var elimizde? Kopyanın kopyası Avrupai caddeler, yalan yanlış tabelalar, çirkinlik ötesi beton yapılar…

lağımız sağıra çevriliyor, koku duyumuz umutsuzluğa kapılıyor…” Oysa bizler muazzam bir medeniyetin evlatlarıyız. Bir gün Hazret-i Peygamberimiz, Uhud dağına bakıp şöyle söylemiş “Uhud bir dağdır biz onu severiz, o da bizi sever.” Cansız bir dağa bakıp onunla bir muhabbet ilişkisi kuran bir medeniyetin bu günkü hali gerçekten hüzünlü…

Diğer taraftan son zamanlarda yaşadığımız şehir Samsun’da Amisos, Amazon gibi eski çağlara ve Yunan kültür akımlarına göndermelerden başka hiçbir derinliği olmayan efsanelerle bir şehir kültürü yaratılmaya çalışılmış, şehrin kadim kaleleri bile yüksek katlı binaların rantına kurban edilmiştir. Büyük Şair Yahya Kemal’in İstanbul’un bir semtini “Koca Şehirlerimizi yeniden düşün- Mustâpaşa” yı anlatan şiirinden memiz ve elden geçirmemiz bir bölüm olmadan bitmezdi bu gerekiyor artık. Türkiye hemen yazı: her alanda yapısal dönüşümünü sürdürürken ve bunu büyük Kopmuşuz bizler o öz varlık zorluklarla gerçekleştirirken olan manzaradan. şehirlerimiz ve içinde yaşadığımız mekânlar da bu dönü- Bahseder gerçi duyanlar bir şümden elbet nasibini alacaktır onulmaz yaradan; ve almalıdır da. Ancak şehir ve mekân estetiği dediğimiz so- Derler: İnsanda derin bir yararunlar bizlerin uzun zamandır dır köksüzlük; unuttuğumuz şeyler oldu. Özellikle gittikçe taşlaşan şehircilik Budur âlemde hudutsuz ve anlayışımızda yeşil, renk olarak hazîn öksüzlük. bile kullanılmıyor artık. Sızlatır bâzı saatler dayanılSonuç olarak Ünlü karamsar maz bir acı, düşünür Albert Caraco’ dan dan bir alıntı yaparak yazımızı Kökü toprakta kalıp kendi kesonlandırmaya çalışalım. Al- silmiş ağacı. bert Caraco şöyle diyor: “Şehirlerimiz birer kabusa döndü, Rûh arar başka tesellî her şehirler termitlere benziyorlar esen rüzgârda. artık, her inşa edilen şey iğrenç çirkinlikte, biz artık tapınaklar, Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o saraylar mezarlar ya da zafer topraklarda! alanları ve amfiteatrlar inşa etmeyi bilmiyoruz. Her adımda gözümüze hakaret ediliyor, ku-

Şehirlerimizi yeniden düşünmemiz ve elden geçirmemiz gerekiyor artık. Türkiye hemen her alanda yapısal dönüşümünü sürdürürken ve bunu büyük zorluklarla gerçekleştirirken şehirlerimiz ve içinde yaşadığımız mekânlar da bu dönüşümden elbet nasibini alacaktır ve almalıdır da. Ancak şehir ve mekân estetiği dediğimiz sorunlar bizlerin uzun zamandır unuttuğumuz şeyler oldu.

41


Ayşe Meliha Ulaş V. ve VI. Dönem Samsun Milletvekili

Yrd. Doç. Dr. Mehmet AYDIN

V. Dönem milletvekilliği seçiminde 17 kadın milletvekili meclise girmiş ve bunlardan birisi de Samsun milletvekili Meliha Ulaş olmuştur.

42

Türkiye’de kadın haklarına yönelik çalışmaların, Tanzimat’tan itibaren ele alındığı ve Cumhuriyet döneminde de tekâmül ederek devam ettiği görülmektedir.

Meliha Ulaş, 1898* yılında Sinop’ta doğmuştur. Babası Hüseyin Kâmi Bey, annesi ise Fatma Ulviye Hanım’dır. Babası, Sinop Belediye Doktorluğu görevinde bulunmuştur. Eğitimini İstanbul Küçük 5 Aralık 1934’te kadınların millet- Mustafa Paşa İnas Rüştiyesi, Savekili seçme ve seçilme hakkını raçhanebaşı Kız Sınai Mektebi ve elde etmesi, kadın hakları açısın- Darülfünun Edebiyat Bölümünde dan önemli bir kırılma noktası ol- tamamlamıştır. 1917’de Darülfumuştur. Bu hakkın elde edilmesinin nun’dan pekiyi derece ile mezun akabinde yapılan V. Dönem millet- olmuş, aynı yılın Eylül ayı başında vekilliği seçiminde 17 kadın millet- İstanbul Selçuk Hatun Kız Sınai vekili meclise girmiş ve bunlardan Mektebi coğrafya öğretmenliğine birisi de Samsun milletvekili Meli- atanmıştır. 1918 yılında İstanbul ha Ulaş olmuştur. Yani Samsun, ilk Bezmialem Sultanisi coğrafya öğkadın milletvekili çıkaran illerden retmenliğine, 1919’da terfi ederek, biri olma unvanını taşımaktadır. Kandilli İnas Sultanisi Edebiyat


öğretmenliğine geçmiştir. 1923’te yine terfi ile Bezmialem Sultanisi Türkçe ve Edebiyat Öğretmenliğine tayin edilmiş, buradan istifa ederek Arnavutköy Kız Kolejinde dil öğrenmek için 3 yıl, hem öğrencilik hem de hazırlık sınıflarında Türkçe öğretmenliği yapmıştır. 1928’de Halid Hulusi ile evlenmiş, 1931’de Erzurum Kız Muallim Mektebi Edebiyat dersleri öğretmenliği ve baş muavinliğe atanmıştır. 1933’de Samsun Lisesi Edebiyat öğretmenliğine geçen Meliha Ulaş, 1935 ve 1939’da yapılan genel seçimlerde Samsun milletvekili olmuştur. Fransızca ve İngilizce bilen Ulaş, Milletvekilliği yıllarında arzuhal (dilekçe) ve Gümrük ve İnhisarlar (Gümrük ve Tekel ) komisyonlarında üyelik yapmıştır. 18. 07. 1942 yılında milletvekiliyken vefat etmiştir. Meliha Ulaş’ın ölümünden sonra, boşalan Samsun milletvekilliği sandalyesi için 09. 08. 1942’de yapılan ara seçimde yine bir kadın olan Sabiha Gökçül Erbay milletvekili seçilmiştir. 1935 Yılında yapılan seçimlerde Samsun’da, CHF şu kişileri milletvekili adayı olarak göstermiştir: Dr. Asım Sirer (Eski Samsun Milletvekili), Etem Tunçay (Eski Samsun Milletvekili) , Mehmet Y. Güneşdoğdu (Eski Samsun Milletvekili, çiftçi), Zühtü Durukan (Eski Samsun Milletvekili), Ruşeni Barkın (Eski Samsun Milletvekili), Meliha Ulaş (Samsun Lisesi Öğretmeni), Mehmet Ali Yürüker (İstanbul Şehir Meclis Üyesi), Mustafa Tunalın. (Ankara Askeri Silah Fabrikaları ustabaşılarından) Samsun’dan kadın milletvekili seçilen Meliha Ulaş, seçildikten son-

ra Vilayette ve Halkevin de iki ayrı konuşma yaparak teşekkürlerini sunmuş ve milletvekili seçilmesinin kadın hakları açısından öneminden bahsetmiştir. 10 Kasım 1938’da Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü üzerine, Meclis 11 Kasım1938’de oy birliğiyle, Malatya Milletvekili İsmet İnönü’yü Cumhurbaşkanlığına seçmiştir. 26 Aralık 1938 CHF Büyük Kurultayında, yapılan tüzük değişikliğiyle Atatürk ebedi başkan, İnönü de, ”Değişmez Genel Başkan” olarak belirlenmiştir. Bilindiği gibi değişmez genel başkanlık kurumu ilk kez 15 Ekim 1927’de toplanan CHF Büyük Kongresinde kabul edilen Nizamnameyle oluşmuştu. Bu

Nizamnamede fırkanın kurucusu Gazi Mustafa Kemal “Değişmez Genel Başkan” kabul edilmişti. Ülke, 1939’da yapılacak olan genel seçimlere bu önemli gelişmelerden sonra hazırlandı. Artık Cumhurbaşkanı ve fırkanın genel başkanı değişmiş, kamuoyunda kullanılan yaygın şekliyle “Milli Şef“ dönemi başlamıştı. V. dönemde, Samsun’dan milletvekili seçilen Meliha Ulaş 1939’da, yani “Milli Şef” döneminde yapılan VI. dönem milletvekili seçimlerinde de

CHF listesinde Samsun milletvekili adayı olarak yer almayı başarmıştır. 1939’da yapılan seçim sonucunda CHP’den Samsun milletvekilliğine seçilen isimler şunlardır: Hüsnü Çakır, Mehmet Ali Yörükel, Meliha Ulaş, Amiral Fahri Engin, Ruşeni Barkın, Zühtü Durukan, Süleyman Necmi Selman, Naşit Fırat. Meliha Ulaş VI. Dönemde de Samsun’dan Meclis’e girmeyi başaran isimler arasında yer almıştır. Meliha Ulaş öğretmenlik mesleğinden gelmektedir. Türkiye’de kadınların çalışma alanında elde ettiği ilk mesleğin öğretmenlik olması ve bu meslekten gelme birisinin kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmesinden hemen sonra milletvekili seçilmesi manidardır. Öte yandan, Milli Mücadele hareketinin başladığı yer olan Samsun’un, ilk kadın milletvekili seçen iller arasında yer alması da oldukça önemlidir. Ayrıca, hem Atatürk hem de İnönü döneminde milletvekili olarak meclise girmeyi başaran Meliha Ulaş’ın, meclis konuşmalarında dikkati çeken hususlar, siyasette kadın hassasiyetini yansıtması bakımından da önem taşımaktadır. Bu dönemde kadınlara her ne kadar aktif siyasette yer alma imkânı sağlanmışsa da, yürütme organı içerisinde ciddi görevler alamadıkları görülmektedir; dolasıyla Meliha Ulaş’ın, sade bir milletvekilliği yaptığı ve kimi komisyonlarda basit görevler aldığı anlaşılmaktadır. Bütün bunlara rağmen kadınlara yönelik bu türden adımların atılmış olması, Türkiye’deki kadın haklarının gelişimi açısından büyük önem arz etmektedir. Bu süreçte, Meliha Ulaş da simge isimlerden birisi olmuştur.

43


YEDAŞ yok olan değerleri yaşatıyor Dikkuyruk YEDAŞ’ın Elektrik Faturalarında

"Nesli tükenmekte olan Dikkuyruk Kuşu dahil yok olmaya yüz tutan 14 kültür ve tabiat güzelliğini koruma altına aldık."

44

Yeşilırmak Enerji Dağıtım Anonim Şirketi, dünyada sayıları sadece 15.000 adet kadar kaldığı tahmin edilen ve bunun yaklaşık %75'inin Türkiye'de yaşadığı bilinen Dikkuyruk Ördeğinin korunması için adım attı..

konusunda da farkındalık ve koruma çalışmalarına destek projeleri planlanıyor.

Bu amaçla: Öncelikle 1 buçuk milyon abonesine göndermekte olduğu faturalarda dikkuyruk logosu yer alacak. KuYEDAŞ yılın 4 ayını Samsun Bafra rumsal web sitesinde dikkuyruk ve Kızılırmak Deltası’nda geçiren ve diğer koruma altına alınan kuşlar önemli bir tabiat güzelliği kabul edi- hakkında bilgilere yer verilecek. len dikkuyruk ördeğinin korunmasına yönelik farkındalık yaratmak İlköğretim öğrencileri başta olmak üzere harekete geçti. üzere bölge insanında farkındalık ve koruma bilinci yaratılmasına YEDAŞ Sadece dikkuyruk ördeğini dönük bilgilendirme- eğitim çalışdeğil; Turna, Sülün, Saz Horozu gibi malarına başlanacak. Bu doğrulyine nesli tehdit altında olan kuşlar tuda ilköğretim öğrencilerine yö-


nelik "Dikkuyruk ve Arkadaşları" broşürü hazırlanıyor. YEDAŞ Genel Müdürü Nurettin Türkoğlu, enerji yatırımlarının yanı sıra sosyal projelere de imza attıklarını belirterek, "Nesli tükenmekte olan Dikkuyruk Kuşu dahil yok olmaya yüz tutan 14 kültür ve tabiat güzelliğini koruma altına aldık" dedi BİLİNÇLENDİRME ÇALIŞMALARI SÜRECEK YEDAŞ Genel Müdürü Nurettin Türkoğlu, 'Elektrik dağıtımı yaptığı illerde toplam 1,6 milyon aboneye ulaştırılacak faturalarda nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kalan Dikkuyruk ve arkadaşlarını tanıtmaya, facebook ve twitter gibi sosyal medyada üzerinden de kamuoyunu bilinçlendirme çalışmalarımız sürüyor. Okullarda da asmaya başladığımız bilgilendirme afişleriyle çocukların dikkatini çekmeyi amaçlıyoruz' dedi. Türkoğlu, 'Etkin bir destekçi olmak üzere hazırladığımız Dikkuyruk Projesi ile nesli tükenmekte olan Dikkuyruk ve arkadaşlarına sahip çıkıyor, bölge halkımızı bilinçlendiriyoruz. Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile yapılan protokolle tüm koruma programları içinde yer alacağız. Bu çalışmamız rol model bir uygulama olup, toplam kalitenin paydaşlarla nasıl sağlandığı ve ortaya çıkan sinerji olumlu yansımaları olarak da algılanabilir. Amaç ta bu zaten. Sayın Bakanımızın projemizi örnek göstermesi YEDAŞ'ın tüm paydaşlarını memnun ettiği gibi çabalarımıza destek oluşturmuştur. Kendisine tüm paydaşlarım adına teşekkür ediyorum. Bu KSS projelerimizin Avrupa'da da dikkat çekeceğini ve farkındalık oluşturmasını bekliyorum' diye konuştu.

45


Samsun’da Yaşanan Vahşet Gün Yüzüne Çıkıyor 28 Mayıs 188313 Haziran 1923 tarihleri arasındaki 41 yıl içinde 60 bin vatandaşımızı “tütün kaçakçılığı” yaptığı gerekçesiyle katletti.

46

Başta Samsun olmak üzere NELER OLMUŞTU? Türkiye’nin 6 bölgesinde Reji İdaresi güvenlik güçleri 41 yıl Tarihçi Yazar Ali Kayıkçı, Fransa içinde 60 Bin kişiyi öldürdü. hükümetinin Fransız kolcularının 41 yılda öldürdüğü 60 Bin Tütün Tekelini elinde bulundu- Türk Vatandaşı için istediği tazran Fransız Reji İdaresi’ne bağlı minatı tarihi deliler ve belgelerReji Kolcuları, Osmanlı hâkimi- le destekliyor. yeti içinde bulunan topraklarda, 28 Mayıs 1883-13 Haziran 1923 İşte Kayıkçı’nın araştırması; tarihleri arasındaki 41 yıl içinde “28 Mayıs 1883 tarihinde “Os60 bin vatandaşımızı “tütün ka- manlı Tütün Gelirlerinin Toplançakçılığı” yaptığı gerekçesiyle ması” için bir Avrupa kuruluşu katletti. olan ve başında da Fransızların bulunduğu Reji Şirketi’ne ülkeÖldürülenlerin ailelerinin Fran- mizdeki “tütün yapım ve satım sa’dan tazminat istemeleri gün- hakları” devredilmiş, işin kontdemde.. rol yetkisi de “Osmanlı Borçla-


rı”nı takip ve tahsili ile görev- REJİ KOLCULARI “TERÖR” lendirilmiş bulunan “Duyun-u ESTİRİYOR Umumiye” idaresine verilmişti. Başlarında Fransız ve zaman Reji, elde ettiği bu “Tekel” olma zaman da İngiliz yöneticilerin yetkisi sayesinde tütün alım fi- bulunduğu bu “Reji Kolcuları” yatlarını daima düşük tutmuş, yalnız tütün kaçakçılığı ile müsatış fiyatlarını ise yüksek be- cadele etmiyor, bu bahaneyle lirlenmişti. 1885–1886 sezo- toplumda bir baskı unsuru olanunda 7,6 kuruş olan tütün alım rak halka büyük eziyetler yapıfiyatları, 1912–1913 sezonunda yordu. da 10,3 kuruş olarak gerçekleşmişti. Aynı yıllarda satış fiyat- Dönemin Türkçe basınında bunları ise 21,6 ve 35,3 kuruş olarak lar için; “Serkeşler”, “Ejderler”, belirlenmişti. Yüzde 300 gibi “Mahlûkat-ı Garibeler/Garip oldukça yüksek bir kârlılık nispetindeki bu durum, Reji dışı alım satım yapan ve 4–5 katı fiyat veren tüccarlar ve üreticiler için kaçakçılığı teşvik etmiş ve neticede yeni bir sektör ortaya çıkmıştı. Aynı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Maliye Bakanlığı bünyesinde çalışan personel sayısı sadece 5 bin iken, Duyun-u Umumiye’nin 9 bin personeli görev yapıyordu. O günkü şartlara göre 1.200-2.000 Sterlin gibi oldukça yüksek maaşlar ödenerek çalıştırılan bu personelin maaşları da Osmanlı İdaresinden ayrıca tahsil edilmişti. Bu yetmezmiş gibi Reji İdaresi, Kuruluş Şartnamesi’nin 3. maddesindeki, “Şirket, tütün kaçakçılığını önlemek için gereken memurları kendisi tayin eder” imtiyazına dayanarak çoğu da Balkan ülkelerinden getirilen elemanlardan teşekkül eden “atlı-silâhlı kolcu” teşkilâtlarını kurmuş ve bunların giderlerini de köylünün ürettiği tütününden çıkararak ödemişti.

Mahlûklar” ve “Türkçe Bilmeyen Arnavutlar” gibi yakıştırmalarla hemen her gün haberler çıkıyor; gazeteler, kolcuların halktan haksız yere para toplamaları, üzerinde “bir kıyye miktar/çok az bir şey” tütün bulunan zavallı köylüleri kadın erkek ayırımı gözetmeden kurşuna dizdikleri, idam ettikleri veya taciz ve ırza geçme suçlarını işlemek suretiyle âdeta canlarından bezdirdikleri haberleriyle çalkalanıyordu.

DÖŞEĞİN KALINLIĞINDAN ŞÜPHELENDİLER Bunlardan 4 Mart 1903 tarihli Sabah Gazetesinde çıkan bir haberde, İnegöl kazasının Adabeni köyünde bir vatandaşın, kolculardan tütününü saklamak için, tütünlerden döşek yapıp üstüne hasta süsü vererek yattığını, kolcuların da tâ evin içine girerek köşe bucak arama yaptıklarını, bu sırada döşeğin kalınlığından şüphelenilmesi üzerine adamı kaldırıp “derdest”

ettiklerini yazmıştı. Ege Bölgesindeki “efe”lerin dağlara çıkma sebepleri arasında da hep bu “kolcu” zulümlerinin yattığı bilinen bir başka gerçek olmuştur. Kolcuların yetki tahakkümleri yanında etnikçilik ve yabancı sermaye işbirlikçiliği zulümleri karşısında ülke çapında yer yer toplu gösteri ve yürüyüşler yapılıyor, Padişaha toplu dilekçe vermeler ve mahkemelerde

47


hak aramalar oluyorsa da “Reji Avukatları”nın onları savunmaları, hapislerde beslemeleri ve çıktıklarında da eski işlerine dönmeleri karşısında çaresiz kalıyor ve dağa taşa türküler ve ağıtlar yakarak haksızlığa isyan ediliyordu: Kör olsun Kolcu Avni/ Öksüz bıraktı seni, Nenni torunum nenni/ Sabret gelir zamanı…” “Gidelim gidelim de Halil’im/ Çökertmeye varalım, Kolcular görünce de Halil’im/ Nerelere kaçalım? Teslim olmayalım Halil’im/ Aman kurşun saçalım…

48

41 YILDA 60 BİN KİŞİ ÖLDÜRÜLDÜ

hakkında özet bilgiler bulunmaktadır.

Tütün kaçakçılığı gerekçesiyle kolcular ile köylüler arasında çıkan çatışmalarda 50–60 bin kişinin öldürüldüğü, sadece 1901 yılına ait kayıtlarda bu sebepten dolayı katledilen insan sayısının 20 bine ulaştığı; başta İ.Hakkı Uzunçarşılı ile Oktay Gökdemir, Kâzım Berzeg, İ. Habib Sevük ve Mustafa Gazalcı gibi tarih araştırmacılarının eserlerinde, Toplumsal Tarih gibi dergilerde bildirilmektedir.

NEDİR BU REJİ İDARESİ

Samsun’da faaliyet gösteren “Yerel Tarih Grubu” tarafından hazırlanan “Fabrikanın Zilleri Sustu-Adı Kaldı: Reji” başlıklı 2006 basım tarihli eserde yer alan makalelerde de konu

Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarına karşılık olarak, İmparatorluk’ta tütün ekimini ve tütün işlenmesini düzenlemek üzere Fransızların kurmuş oldukları tekel idaresi. Kelime olarak “reji” (regie) Fransızca’da tekel demektir. Avrupa ülkelerinde tütün tekelleri, yeni çağın başlarından beri devletlerin olağan gelir kaynaklan arasında idi. Osmanlılarda ise reji İdaresi’nden önce bir çeşit “bandrol” uygulaması vardı. Yalnızca üzerinde devletçe çıkartılan bandroller bulunan tütünler serbestçe satılabilirdi. İmalat-


çılar devletten satın aldıkları bu bandrolleri dağıtım öncesinde sigara ve kıyılmış tütün paketlerine yapıştırırlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun aldığı dış borçları ödeyememesi üzerine, yabancı alacaklılarla Muharrem Kararnamemesi adı verilen bir anlaşma yapılmıştı. Anlaşmaya bağlı olarak İmparatorluk’ta bazı vergileri toplamak ve dış borçların ödenmesini sağlamak üzere bir de Düyunu Umumiye idaresi kurulmuştu. Muharrem Kararnamesi ile tütün tekeli ve tütün öşürü Düyunu Umumiye İdaresi’ne bırakılmıştı. Oysa Fransız tahvil sahipleri, Düyunu Umumiye’yi tütün ekiminden doğrudan pay almaktan vazgeçirip, tütünü düzenleyip vergilendirmek üzere, kendilerinin ayrı bir idare kurmalarına ikna ettiler. Muharrem Kararnamesi de böyle bir örgütün kurulmasına olanak veriyordu. Böylece Düyunu Umumiye ile” Osmanlı Hükümeti ve üç alacaklı banka (Osmanlı Bankası, Credit Anstalt ve Bleichröder) arasında Nisan 1884 de vanlan anlaşma ile tütün tekeli Düyunu Umumiye’den yeni kurulan Reji şirketine (asıl ismi “Societe de la Regie Cointeresse des Tabacs de l Empire Ottoman) devredildi. İmtiyaz süresi otuz yıl idi. Düyunu Umumiye idaresi tekelden vazgeçmesi karşılığında Reji gelirlerinden öncelikle pay alma hakkını elde etti. Geriye kalan gelirler de Reji İdaresi ve Osmanlı Hükümeti arasında paylaşılıyordu. Reji şirketi, ihraç

edilecek tütün dışındaki tütünün tamamını satın alacaktı. Tütün yetiştirmek isteyenlerin her yıl yeniden Reji’den izin almaları gerekiyordu. Reji, hasat öncesi ve sonrasında tütünün miktar ve niteliklerini yetiştiricilerin temsilcileri ile birlikte belirlerdi. Tütünün yalnız yetiştirilmesini değil, aynı zamanda yurtiçinde işlenmesini de elinde bulunduruyordu. Reji’nin Samsun, İzmir, İstanbul, Selanik ve Trabzon gibi şehirlerde tütün işleme ve sigara fabrikaları vardı. Buralarda yerli işçi ve öteki personel çalıştırırdı. Reji İdaresinin Duyunu Umumiye İdaresi gibi, Osmanlı Devleti’nin siyasal bağımsızlığı ile bağdaştırılması mümkün değildi. Bir tütün tekeli olarak, fabrika ve tesislerinde belirli bir istihdam yaratırken aynı zamanda fiyatları düşük tutarak ve yerli tütün fabrika ve tesislerinin kapanmasına

yol açarak ülke ekonomisinde yol açtığı önemli zararları vardı. Reji İdaresi altında tütün kaçakçılığı ülke çapmda önemli boyutlara ulaşmıştı. Reji, kaçakçılarla mücadele için maaşlı “kolcular” çalıştırıyordu. Osmanlı Hükümeti, her ne kadar kendisine ayrılan gelir payından, Hazine’ye önemli bir kazanç sağlamayı ummuşsa da baştan beri Reji İdaresi’nden memnun kalmamıştı. Reji İdaresi de Devleti, kaçakçılığa karşı mücadelede işbirliği yapmamakla suçlamakta idi. Trabzon’da ve İmparatorluğun öteki yörelerinde üretici halk, Reji’nin verdiği düşük fiyatları ve tekelci uygulamaları yoğun biçimde protesto etmiştir. Bu koşullar altında faaliyetlerini sürdüren Reji İdaresi, Cumhuriyet’ten sonra Düyunu Umumiye ile birlikte kaldırılmış ve yerine ulusal bir kuruluş olan İnhisar İdaresi kurulmuştur.

49


Amerikalılar Samsun'da balyozla piknik yapıyor!

Yıllar sonra ise çektikleri resimleri Facebook sayfalarından paylaşıyorlar.

50

yüzüne çıkartıyor. 1960 yılında Samsun TUSLOG’ta görev yapmış bir Amerikalı askerin Facebook sayfasında, Amerikan radarının konuşlandığı şimdiki Sahra Sıhhiye okulunun bulunduğu alanda çekmiş olduğu resimler yer alıyor. Resimlerde Karasamsun olarak bilinen bölgedeki AMİSOS Antik Şehrinin kalıntıları, mozaikler, taBALYOZLA PİKNİĞE GİDİYORLAR rihi kalıntılar ve balyozla pikniğe Belirtilen tarihlerde Samsun’da giden askerler görülüyor. görev yapmış Amerikan Askerlerin birkaç yıl öncesinden baş- EVLERİNDE DE RESİMLEMİŞLER layarak bu güne kadar Facebook Resimlerin bazılarında ise Amesayfasında paylaştıkları resimler rikan askerlerinin evlerinde çekAmerikan Askerilerinin istihba- tikleri tarihi eserler yer alıyor. ri çalışmalar dışında başka bazı Amerikan askerleri Samsun’da şeylere de meraklı olduklarını gün gerçekleştirdikleri balyozlu pikTürkiye ile NATO arasında yapılan anlaşma gereği Türkiye’nin birçok ilinde üs kuran TUSLOG, 1956 yılında, Türk ordusuyla Amerikan ordusu işbirliği çerçevesinde yürütülen istihbarat çalışmalarının bir merkezi olarak Samsun karargâhını bugünkü Sahra Sıhhiye’nin bulunduğu yere kurdu.


nikler sırasında ele geçirdikleri tarihi eserleri Amerika’daki evlerine götürmüşler..Yıllar sonra ise çektikleri resimleri Facebook sayfalarından paylaşıyorlar. Samsun’da dolaşan bir söylentiye göre ise askerlerin resimlerinde yer alan bir fotoğraftaki tarihi yapının üzerine radar inşaatı çalışmaları sırasında bir kepçe düşmüş ve açılan delikten içeri girerek mücevher dolu odayı yağmalamışlar. AMİSOS uygarlığına ait tarihi eserleri parçalayarak ülkelerine götüren Amerikan Askerleri Facebook sayfasına yaptıkları yorumlarda bu durumu kabul ederken, çevredeki köylülerin de aynı şeyi yaptıklarını söyleyerek kendilerini temize çıkarmaya çalışıyorlar.. SADECE TARİH KAÇIRMAMIŞLAR Samsun TUSLOG’ta görevli Amerikan askerleri sadece tarihi eserleri yağmalamamışlar. Aynı zamanda Samsun’da çeşitli asayiş olaylarına da karışmışlar. Mesela, 20.11.1957 yılında Samsun’da Şehir Gazinosu’nda Atatürk’ün resmini yırtmışlar. Samsun sokaklarında içki içen on kadar Amerikan askeri ara sokaklarda nara atarak çevreyi rahatsız etmiş ve yoldan geçen kızlara da sarkıntılık yapmışlar. Kendilerini önlemeye çalışan mahalle bekçisini dövmüşler, Olaya müdahale etmek için gelen jandarmalara da saldırarak bir jandarma erini ağır yaralamışlar. Bir de iyi haber, Sonunda halk galeyana gelerek Amerikalı askerlerin hepsini bir güzel dövmüş

51


52


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.