HEMŞİN DERGİSİ 11. SAYI (2015) (İstanbul Hemşin Eğitim ve Kültür Derneği)

Page 1

Ziya Çelik

“Kertenkele”nin imamı Timur Acar bir Hemşin âşığı

Sınır tanımayan Hemşinli

Cahit Uzun

Fatma Badoğlu Rize’yi kadın hentbolünün başkenti yaptı

Televole sanatçısı olmadım

Topraklarımız organik çayın anavatanı

Gökhan Keser

Sinem Kobal

Hemşin’in şöhretli genç yüzleri





YIL 2015 / SAYI 11

İmtiyaz sahibi: Hemşinliler Eğitim ve Kültür Derneği adına HASAN BASRİ KADIOĞLU Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: HIZIR CANBAZ Katkıda bulunanlar: ESRA AÇIKGÖZ DENİZ ÜLKÜTEKİN Fotoğraflar: GARBİS ÖZATAY Görsel Yönetmen: MAVİ CANBAZ Reklam Grafik: LİBART Dağıtım: HAMDİ ÖZÇELİK TEMEL AVADAN Yayımlayan: Hemşinliler Eğitim ve Kültür Derneği İdare Merkezi: Rasimpaşa Mahallesi, Beydağı Sokak No: 42 Kadıköy / İstanbul Tel: (0216) 418 40 80 www.hemsinlilerdernegi.com.tr

Baskı: Hat Baskı Sanatları Litros Yolu 2 Matbaacılar Sitesi A Blok No: ZA 5 Topkapı / İstanbul Tel: (0212) 567 77 66 (0212) 674 58 56 Not: Dergimizde yayımlanan yazılar izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Dergi ücretsizdir.

MERHABA Öncelikle, ebediyete uğurladığımız Prof. Dr. Ali Ertuğrul’u rahmetle anarak başlayalım yazımıza. Ne kısmetmiş ki, son röportajını bize vermişti Prof. Ertuğrul. Ben de, eşlik ettiğim röportajda hayat hikâyesinin doluluğunu heyecanla dinlemiştim... Yeni sayımızda da dolu dolu yaşanmış hayatlar ve önemli konuklarımızla yaptığımız röportajlarla sizlerin huzurundayız. Yaşamına Amerika’da devam eden, kendisine örnek olan Prof. Dr. Ali Ertuğrul’un cenazesi için İstanbul’a gelen ve bize de röportaj veren, Sınır Tanımayan Doktorlar’dan cerrah Ziya Çelik ve oğlu Emmy ödüllü Emre Çelik bu röportajlardan mesela. Edebiyatçı, başsavcı Hikmet Gülay, Halk Müziği’nin Organik çay dendi mi kalelerinden Cahit Uzun, tulumun hocası ve kaydelerin akla gelen yer belli: isimleriyle günümüze gelmesini sağlayan Remzi Bekar, HEMŞİN 60 yıl parlementoya terzilik yapan ve dükkanı Ankara’da Karadenizliler’in buluşma noktası olan Terzi Turan Akın da dergimize hayatlarını açan isimlerden. Sonra sizi, Londra’da restoran ve emlakçı şubeleri bulunan; ben dahil her kim “Hemşinli’yim” dediyse evinde ağırlayan Numan Devrim’le ve D. Ali Akpınar’ın güzel fotoğrafları sayesinde; Karadeniz kadınının hırsını sporla buluşturan hentbol takım hocası Fatma Badoğlu’yla da tanıştıracağız. Bu sayımızda Hemşinli genç sanatçıları da unutmadık. Oyunculuk dünyasının aranan isimlerinden Sinem Kobal, Sayfa 28 albümleriyle insanların kalbine seslenen Gökhan Keser ve Hemşin ezgilerinden “Palovit” albümünü çıkaran Engin Orta bizimle. Ayrıca Hemşinli olmasa da derneğimizin turuna katıldığında gönlüne yörenin güzelliği düşen oyuncu Timur Acar da. Sadece Hemşin hasreti çekenlerin değil, yöre insanının sorunları da ilgi alanımızda. Madem ki, Hemşin denince akla gelen bakir doğası; haliyle organik tarım da en iyi bizim topraklarımızda yapılır. Biz de yöremize daha fazla nasıl yarar sağlanabilir diye düşünerek, bu sayıda TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Rize Şube Başkanı Muhammet Pertek ve Rize sahillerinde bir ÇAYKUR Hemşin Organik Çay Fabrikası Müdürü yolculuk Neriman Canbaz’la organik tarımı masaya yatırdık. Sayfa 64 Sonra sizleri Rize’nin sahil kıyılarında bir geziye çıkaracağız bu sayıda; merkez, Çayeli, Pazar, Ardeşen, Fındıklı... Festivaller, rafting, deniz keyfi, ormanların dinginliği, şelalelerin enginliği, tarihin izini taşıyan köprüler, yöremizin evleri... Uzun lafın kısası, yine dolu dolu bir dergiyle karşınızdayız. Fahri Başkanımız Gültekin Turan ve destek olan herkese teşekkür ederken, bize ayıracak vaktiniz olduğunu umuyoruz... HIZIR CANBAZ


H

Hemşin’de dernek, güven demek Hemşin’den yola çıkıp, hayatını İstanbul’da geçirmiş iki yaşam: Emekli Albay Hakim Gültekin Turan ve Hasan Basri Kadıoğlu. Turan, Hemşin Derneği’nin kurucularından. Kadıoğlu ise bugünkü başkanı. Derneğin ilk yıllarında Turan ve arkadaşları, faaliyetlerini zorluklar içinde sürdürmeye çalışırken, Kadıoğlu henüz bıyıkları yeni terlemiş bir genç olarak derneğe adımını atmış. Hemşin Derneği’nin hikâyesi bugün de kuşaktan kuşağa aktarılan değerlerle devam ediyor... Deniz Ülkütekin 6

emşin’de dayanışma kültürü ve dernekçilik çok eski yıllara, Cumhuriyet’in ilanından önceye kadar uzanıyor. Ancak büyük şehirlerde dernekçilik öyküsünün başlaması, 60’lı yıllarda, yani Hemşinli gençlerin, okumak için, başta İstanbul gibi büyük şehirlere göç etmesiyle olmuş. Zaten İstanbul Hemşin Derneği de öncelikle, bölgeden gelen öğrencilere, daha sağlıklı şartlar sunma amacıyla faaliyete geçmiş. Hemşin bölgesinin tanınmış simalarından, Türk siyasi hayatına damga vuran birçok mahkemenin de kürsüsünde bulunan, emekli Albay Hakim Gültekin Turan, derneğin ilk kurucuları arasında. Sohbete onun kuruluş hikâyesiyle başladık. Derneğin bugünkü başkanı, Hasan Basri Kadıoğlu ile devam ettik. Kuşaktan kuşağa aktarılan Hemşin Derneği’nin hikâyesini buyrun, onlardan dinleyin. - Hemşin Derneği için ilk adımı nasıl attınız? Gültekin Turan: 1959 senesinde. Tüzüğü gazetede yayınlayabilmek için paraya ihtiyacımız vardı. O yüzden bir gece yaptık ve biletlerini satarak tüzüğü yayınlayacak parayı bulduk. - O zamanlar İstanbul’da çok Hemşinli var mıydı? G. Turan: Biz daha çok öğrencilerle ilgileniyorduk. Hemşin yüksek Tahsil Talebe Birliği olarak kurulduk. Hemşinli öğrencilerin kalabileceği bir yurt temin etmek için Av. Orhan Bayramoğlu ile Ankara’ya gittik. Demokrat Parti iktidardaydı. İzzet Akçal ve Tevfik İleri ile görüşüp, Fatih’teki Medreselerden birini kendimize tahsis etmelerini isteyecektik. Önce İzzet Akçal’la görüştük. Ben de öğrenciydim Hukuk Fakültesi’nde. Hemşin’le çok ilgileniyordu. Köylerimizi bile biliyordu. Dedi ki, “Sizi tebrik ediyorum. Çalışkan çocuklarsınız, sizinle birlikte Rize Talebe Cemiyeti’ni de ele alalım.” Ancak talebimiz için, “Ona Tevfik bakıyor” dedi. Açtı telefonu “Tevfik köylülerin gelmiş, bunları bi dinle, gereğini de yap” dedi. İleri’nin makamına gittik. O da Hemşinli, hem de çok takdir ettiğimiz bir bakan. Derdimizi anlattık, yurttan bahsettik. Aynen şunu söyledi; “Gidin dersinize çalışın, böyle şey olmaz”. Çok üzüldük. Çıktıktan sora Orhan’a, “Akçal Çayeli’nden, İleri öz Hemşinli. Arada bir de fark var üstelik” dedim. Çok fena bozuldum bizimle ilgilenmemesine. İsterdim ki, çok yakın ilgi göstersin... İstanbul’a döndük. Geceler yapmaya devam ettik. İstanbul’daki bütün işyerlerini dolaşıp eşantiyon toplayıp, piyango organize ettik. Ancak yurt açacak durumda değildik. Zaman geçti, İhtilal’den sonra dernekler kapatıldı, ama bizim derneğimiz ayakta kaldı. Sebebi de, o zaman ki arkadaşların, büyük özveriyle çalışmasıydı. Ben Çanakkale’de mesleğe başlamıştım. 1969’da İstanbul’da sıkıyönetime geldim, iki numaralı mahkemede görevlendirildim. - Çanakkale’deyken dernekten uzak mı kaldınız? G. Turan: Toplantılara ya da gecelere gelebiliyordum. Dernekte faaliyet gösterme imkânım yoktu. Ancak ilişkim hiç kopmadı. Orhan Bayramoğlu zaten sınıf arkadaşımdı. Yıllarca başkanlık


yaptı. Ben de destekledim. Ne siyasi, ne de başka bir beklentimiz vardı. Sadece derneğin ayakta kalmasını istiyorduk. Tabii ki, siyasi görüşümüz vardı, ancak sağ, sol olaylarına hiç girmedik. - Dernekte başkanlık da yaptınız mı? G. Turan: Orhan Bey’le beraber yaptık. Hasan Basri Kadıoğlu: Ancak dernek kayıtlarında başkanlık yaptığınız görünüyor. 20 Ocak 1960 tarihinde derneği kurarken, Orhan Bayramoğlu kurucu başkan olarak görülüyor. Bir sonraki seçimde ise siz başkan olmuşsunuz. G. Turan: Dernekte başkan olmak ve başka bir görevden öte, derneğin faaliyetlerinin yürümesi için gayret gösteriyordum. Orhan’ı seviyorduk, bir avukat olarak böylesi faaliyetlerde yer alması daha kolaydı. Bir hakim olarak benim başkan olmam ise, biraz görevimle bağdaşmıyordu. - Peki neden böyle bir derneğe ihtiyaç duydunuz? G. Turan: Hemşin, Türkiye’nin en fakir yörelerinden biri. Biz de bölgeden gelen fakir, ama zeki çocukların daha rahat eğitim görmesi için bu derneği kurduk. Sonra da talebeleri bir tarafa bırakıp, tamamen Hemşinliler’e yönelik bir derneğe dönüştürdük. Bizde daha çok lokantacı, fırıncı, pastacı gibi küçük esnaflar vardır. Dolasıyla bir holding, bir armatör bulamazsınız. Bu esnafla da büyük işler çevirmek zor. Buna rağmen bir yere geldik. Bugün dernek binamızın sahibiyiz. Bunda en büyük pay kurucularındır.

Hemşin Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti’nin ilk karar defterinin (27 Ocak 1960) noterde onayı. H. B. Kadıoğlu: O dönemki kurucular, Hemşinli esnaftan yardım toplayarak, derneğin ihtiyaçlarını karşlıyordu. Bize de güzel bir miras bıraktılar. O dönemki dergilerde, sırf İstanbul değil, yurdun dört bir yanından ilan veren esnafları bulabilirsiniz. Bu da kimin, nerede, hangi işi yaptığına dair müthiş bir kaynak oluşturdu. Adres ve telefonlarını bile bulabiliyoruz.

- Diğer şehirlerdeki Hemşinliler’e nasıl ulaşıyordunuz? G. Turan: İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da ne kadar Hemşinli varsa bir araya getirdik. 60’larda, cep telefonu yok tabii, daha çok mektupla ya da biri diğerine söyleyerek diğer şehirlerdeki Hemşinliler’e ulaşıyorduk. - Hasan bey ne zaman derneğe gelmeye başladı? G. Turan: Valla onu hatırlamıyorum, ama büyük özveriyle çalışıyorlar. Hem işlerini, hem derneği başarıyla yürütüyorlar. Mesela, Kadıköy’deki bu binamızı üye ve hemşerilerimizin desteğiyle yaptık. Bu binanın yapılmasına vesile olan tüm Hemşinli hayırseverlere teşekkür ediyoruz. Sözü açılmışken, bu isimlerden Tuzla eski Belediye Başkanı Mehmet Demirci ve Kadıköy eski İl Meclis Üyesi Halit Yüksel’in de, binanın derneğimize kazandırılmasında payı çok büyük. H. B. Kadıoğlu: 1967 yılında Haydarpaşa Lisesi’ne kaydolduğumda, Gültekin abiler zaten mesleklerine başlamışlardı. Biz de pikniklere katılmaya başladık. Abim (H. Avni Kadıoğlu) da İstanbul’da öğrenciydi. Orhan Bey’in kardeşi Özcan Bayramoğlu, Yusuf Kobal, Dr. Yurdaer Kuyumcu, Dr. Halil Kanatlı Demirci, Metin Numanoğlu, Ali Kemal Turan, Günkut Özçelik, Ankara’dan Dr. Yusuf Işık, daha isimlerini sayamadığım birçok kişinin teşvikiyle gecelere gidiyorduk. O yıllarda büyük şehirlerde pek ➦


Kuruluşundan günümüze dernek başkanları Orhan Bayramoğlu Gültekin Turan Güner Yazıcı Dursun Orhon Yunus Yücel Nazmi Paslı Osman Aktuğ Selahattin Genç Hayri Bayraktaroğlu Eyüp Musluoğlu Yusuf Kobal Haydar Memişoğlu Hızır Canbaz Abdullah Kadıoğlu Selçuk Günday Hasan Basri Kadıoğlu

Not: Karar defterlerinden alınmıştır. (3 Şubat 1960 karar defteri başlangıç tarihi) ➥ dernekçilik yoktu. Belki de piknik organizasyonlarını ilk başlatan Hemşin Derneği’dir. - Dergiyi nasıl çıkardınız? G. Turan: Düzenli olarak çıkaramadık tabii. Bugün yine genç arkadaşlarımız böyle güzel bir dergiyi, hamur kâğıda bastırabiliyor. Bu da büyük bir başarıdır. - Nasıl bir ortam vardı dernekte? H. B. Kadıoğlu: Bizim, Anadolu örf, adetleri gereği büyüklerimize büyük saygımız vardır. Bu saygı ve sevgiyi biz de sonraki kuşaklara taşıdık. Hemşin Derneği’nin o yıllardaki aktiviteleri arasında, Beyazıt’taki Düğün Salonu’nda (Beyaz Saray) düzenlenen dans yarışması vardı. O yarışmayı da rahmetli abim Avni Kadıoğlu ve Gül Cangöz kazanmışlardı. - Danstan kastınız horon mu? H. B. Kadıoğlu: Hayır, modern danstı. Hem Hemşinliler, hem de dışarıdan kişiler katıldı. Hemşin Derneği, yöreden kalkıp gelen gençleri, şehirdeki yaşam tarzına alıştırmakta da önemli bir rol oynuyordu. Dernekte gençler, mesela Gültekin abinin konuşma, oturma, kalkma biçimini görerek bir model oluşturabiliyorlardı ya da onun mesleğinde geldiği yeri görüp kendi gelecekleri için ileriye dönük planlar yapabiliyorlardı. Bu iletişimi sağlayan da Hemşin dernekçilik anlayışıydı. Bir de biz gurbetteyken, ailemiz köyde tabii. Dernek sayesinde, arkadaşların hiçbiri kendini yalnız hissetmemiştir. Bu da güven duygusunu pekiştiren bir durum. G. Turan: Hemşinli’nin bir özelliği hiçbir zaman, karşısındakine yukardan bakmamasıdır. - Oysa rakım olarak çok da yukarıdasınız... G. Turan: Ben dernekteki arkadaşlarımla, hakim albay olarak değil, bir abi, bir arkadaş

8

olarak konuşmuşumdur. Hep bu dayanışma içinde hareket ettik. Kızlar, erkekler birlikte horon oynadık. Hiçbir sosyal çevrede, kadınerkek birlikte devamlı horon oynayamaz. Başka şeyler ortaya atılır. Ancak Hemşin gecelerinde, öyle bir dayanışma vardır ki, art niyetler hiçbir zaman gündeme gelmemiştir. H. B. Kadıoğlu: Çünkü horona gidildiğinde, Gültekin Turan orada, Orhan Bayramoğlu orada. O zaman insan, kızı ya da eşi horona yalnız katıldığında endişe etmiyor. G. Turan: Dışardan gelenler de hayretle izliyorlar. Bilmediğin düğüne gidiyorsun, tanımadığın bir kadınla horon oynuyorsun. O da senden çekinmiyor. - Derneğin Hemşinli kadın öğrencilere ne gibi yararları olduğunu da konuşalım... H. B. Kadıoğlu: Kadınlar, dernek yönetiminde her zaman aktif görev aldı. Kadınların şehirde tek başına yaşaması, elbette zordur. Ancak yine bizim Hemşinliler destek olmuşlardır. Maddi olarak bir şey veremeseler bile, en azından yol göstermişlerdir. Zaten Hemşinliler’de eğitime bakış, kadını mutlaka okutmaya yöneliktir. Hemşinliler, dünya üzerinde ticaret merkezlerinde ticaret yaptıkları için, tarih boyu, genel davranış biçimlerini Hemşin’e taşımışlardır. G. Turan: Ben de öyle. Çocukluğum, çarıkla geçti, ancak büyük şehirde gördüklerimi, Hemşin’e adapte etmeye çalışmışımdır. Mesela biz, dedelerimizden gördüğümüz meyvelerin dışında bir şey ekmezdik. Ben ceviz ve meyvenin her türlüsünün tohumunu köye götürüp bunu ekmelerini sağladım. -1980 darbesi sonrasında neler yaşadınız? H. B. Kadıoğlu: Zaten darbeden sonra işler

her dernekte yavaşladı, biz de birkaç sene etkinlik yapamadık. Ancak hızla tekrar aktifleşerek, 1984’te çok büyük iki piknik organize ettik. Uludağ’daki çok büyük bir organizasyondu. Dergi çıkarıp, herkese ulaştırıldı. Otobüsler tutuldu, İstanbul’dan hareket edildi, Kirazlı Yayla’da öyle bir kalabalık vardı ki, altı yerde horon kurulmuştu. Bu silkinmeden sonra, dernekçiliğimiz tavan yaptı.Halk Oyunları ekipleri, futbol takımları kuruldu. Bizim silkinmemizle, Ankara’daki dernekçilik de yeniden harekete geçti. Ertesi sene, bütün derneklere haber verildi, Bolu’da bir piknik organize ettik. Genç kuşakların da ilgisi çekildi. Böylece sanatçılar da dernek organizasyonlarına ilgi göstermeye başladı. Dolayısıyla bu ivme günümüze kadar yoğun bir şekilde ilerledi. Şu sıralar sosyal açıdan o kadar aktif değiliz, çünkü daha çok binamız ve dernek içerisindeki diğer ihtiyaçlara yöneldik. Umarız, bu aşamayı da kısa sürede geçip, çok daha farklı bir boyuta geleceğiz. - O zaman geleceği konuşmaya başlayalım. En eski üye olarak geleceği nasıl görüyorsunuz? G. Turan: Sevdaluk dizisi, Çamlıhemşin için büyük bir reklam oldu. Yörenin tabiat güzelliğini ortaya koydu. İlerde turizm açısından çok büyük bir yöre haline gelecek. Yapı itibariyle bazı değişiklikler olacak. Bu yüzden derneğimizin diğer derneklerle daha sıkı iletişimde olacağını söyleyebiliriz. Orada bir yapılaşma da söz konusu. Biz de bir takım projeler hazırlığı içindeyiz. Çünkü çirkin bir yapılaşmaya meydan vermemek istiyoruz. Rize Valisi ve özel idarelerle iletişim içindeyiz. Yöredeki çirkin binaların yıkımı için uğraşıyoruz. ➦



Emekli Hakim Albay Gültekin Turan’ın memleketine katkıları, sırf geçmişte yaptıklarıyla sınırlı değil. Hâlâ kendi köyü Elevit’te kurduğu derneğin başkanlığını yürüten Turan, yöredeki sorunlarla bizzat ilgileniyor. ➥ H. B. Kadıoğlu: Gültekin bey, aynı zamanda Elevit Derneği’nin Yönetim Kurulu Başkanı. Oradaki insanlara fayda sağlamak adına, oradaki değerleri burada sunuyorsak, yörede yaşayan insanların ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurmalıyız. Elevit Derneği’ni kurmasının sebebi mesela; orada bütün evler ahşap, insanları yangın tehlikesine karşı bilinçlendirmek. Varolan iki kalesi, taş köprüleri ve konakları ile birlikte tarihi dokuyu korumak, endemik yapının bozulmasını engellemek. Balcılık yapanlar, kesilmemesi gereken ağaçları kesebiliyor. Bu insanları, doğanın korunmasına yönelik bilinçlendirmek. Örneğin, geçen

sene çamlardaki kuruma nedeni ile Kale-i Bala Dernek Başkanı Servet Yıldız Trabzon Orman Bölge Müdürlüğü’ne durumu içeren yazı yazmıştı. Hemşin Derneği bir çatı, Elevit Derneği ise o köyün derneği. Oradaki insanla buradaki insan arasında bir bilgi akışı yaratıyoruz. Aynı zamanda resmi mercilerle de iletişimi sağlıyoruz. Böyle bir misyonumuz da var. G. Turan: Bir örnek de ben vereyim, Elevit’te çığ tehlikesi var. Bunu engellemek adına, Orman Bakanlığı’na başvuru yaptık. H. B. Kadıoğlu: Dernek her köye maddi katkıda bulunamıyor. Ancak çevremizi kullanarak, nazımızın geçtiği insanlara, herhangi bir köyün

ihtiyacını karşılatabiliyoruz. Bir yayla köyü için bir gece düzenledik, geliriyle oraya yol yaptırdık. Bunlar derneğin en ulvi çalışmalarından birkaç örnek. Tabii, bir de derneğimiz, oluşturduğu SMS ağıyla, vefat eden büyüklerimizle ilgili Hemşinlileri bilgilendirerek, cenazelerine katılmalarını sağlıyor. Yine bayram ve özel günleri kutlamak ve organizasyon bilgilerini hızlıca insanlara ulaştırmak için bu SMS ağını kullanıyoruz. G. Turan: Bu dernek ilerde, yayla köylerinde festivaller düzenlemeli. Ben görür müyüm bilmem, ama bu arkadaşlara düşen bir görevdir. Tüm Türk vatandaşları, hatta yabancılar da bu güzellikleri görmeli. H. Kadıoğlu: Aslında Hemşin Derneği, bu yöreye özgü kurulmuş ilk dernektir. Diğer dernekler de bu derneğin bünyesinden çıkmıştır. Geleceğe yönelik temennim tüm bu derneklerin tek bir çatı altında toplanmasıdır. Çünkü, amaç aynı. Yapılacak işler aynı. Birlikte hareket etmeliyiz. Derneklerin bazılarının kurulmalarının amacı, kişisel ve siyasi amaçlı. Dernek kurmak kolay, adam gitmiş tek başına çalışıyor. Ancak ortak çalışma bölgeye daha çok fayda sağlar. Herkes gece yapıyor ve aşağı-yukarı hep aynı insanlara gidiliyor destek için. Herkes ayrı destek sağlamaya çalışınca, bu sefer insanlara da bıkkınlık geliyor. Çünkü her dernek para istemeye geliyor. Bu işte beraber hareket edersek, bize maddi, manevi kaynak sağlayan kişileri de bezdirmemiş oluruz. l



“Gönül İşleri” dizisiyle, kısa süre de olsa ayrı kaldığı ekranlara yeniden merhaba diyen Sinem Kobal, adeta bomba gibi bir dönüş yaptı. Oldukça mütevazi bütçesi ve naif hikâyesiyle dev rakiplerini sollayarak pazar gecelerinin zirvesine oturdu. O, bir Hemşinli. Hemşehrisi olarak, biz de, “bir kapısını çalalım” dedik. Deniz Ülkütekin

Oyunculukta başarının formülü yok


S

inem Kobal, son birkaç yılın, hem oyunculuğu hem de güzelliğiyle en çok ilgi çeken kadınlarından. Bu sezon ekranlarda yerini alan “Gönül İşleri” dizisiyle, kariyerindeki başarılı yapımlara bir yenisini daha ekleyen Kobal’ın keyfi bu aralar yerinde. Biz de bu fırsatı kaçırmadık ve kendisiyle, keyifli bir sohbet yapmak için kapısını çaldık. Neden mi? Her an göz önünde olsa da Sinem Kobal’ın pek bilinmeyen bir özelliği var. O bir Hemşinli. İş dünyasından siyasete kadar çok sayıda başarılı ismin memleketi olan Hemşin yaylalarının belki de en güzel sakinlerinden biri olan Kobal, isteğimizi kırmadı, hem kariyerinden, hem de Hemşinliliğinden konuştuk. - Öncelikle “Gönül İşleri” dizisinden bahsetmek isterim. Bir anda çok sevildi dizi. Günümüzde çok büyük bütçeli yapımların bile tutunamadığı dizi sektöründe başarınızın formülü nedir? - Böyle bir formül ya da bu formülü çözmüş biri var mı, bilmiyorum. En azından ben tanımıyorum. Kendi adıma konuşmam gerekirse; senaryoyu, canlandırdığım Sevda karakterini çok sevdim. Kardeşlerin ilişkisi o kadar gerçek

duygular taşıyordu ki, sanki çok yakından tanıdığımız bir ailenin hikayesiymiş hissi verdi. Bu durum benim için çok kıymetli. Böyle hislerle yola çıkmak zaten bir avantaj. Güzel bir kadroyla, iyi bir ekip ile inandığımız bir senaryonun içinde yer aldık, izleyici de çok sevdi. Biz de elimizden gelenin en iyisini yapmak için çabalıyoruz. En önemli motivasyonumuz da az öce bahsettiğiniz olumlu tepkiler.

İnandırıcılığınızı hiç kaybetmemeniz lazım - Bundan önce de televizyonda çok sayıda başarılı yapımda yer aldınız. Kendinizi bu alanda ispat ettiğinizi düşünüyor musunuz? Eksik olan neler var kariyerinizde? - Oyunculuk sürekli beslenmek ister. Hayatın içinden, insanların bir yerine dokunan şeyler sunuyoruz izleyiciye ve inandırıcılığınızı hiç kaybetmemeniz lazım. Bunun için de çalışmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Şu anda dönüp yaptığım

işlere baktığım zaman, tabii ki gurur duyuyorum, ama kendimi ispat ettim mi? Böyle bir şeyin cevabını ben veremem, sanırım. Bir sonraki adımımı kuvvetlendirebilmek için, eksiklerimi hep sorguluyorum. - Romantik Komedi serisiyle sinema alanında da kendinizi iyice gösterdiniz. Önümüzdeki yıl için yeni projeleriniz var mı? Beyazperdede hayalinizdeki rol nedir? - Romantik Komedi içinde yer almaktan çok keyif aldığım bir projeydi. Çoğu yapımcı için riskli bir alandır romantik-komedi filmleri. Biz ise, Romantik Komedi serisiyle çok güzel, olumlu dönüşler aldık. Şu anda anlaştığım bir proje yok, ancak görüşmelerimizin devam ettiği, heyecan duyduğum birkaç fikir olduğunu söyleyebilirim. - Daha önce rol aldığınız yapımları izliyor musunuz? Ya da denk geldiğinizde size nasıl hissettiriyor? - Denk geldiğim zaman bakıyorum ben de. “Çok küçükmüşüm” diyorum (gülüyor). - Gerçekten de çok küçük yaşlardan beri oyunculuk yapıyorsunuz. Hiç ara vermek, kaçmak, uzaklaşmak gibi istekleriniz oluyor mu?

- Tabii ki uzaklaşmak istediğim anlar oldu, nefes alıp, tazelenip, kendimi tekrar etme riskini azamiye indirebilmek adına. Ancak, kaçma ya da bırakma hissim neredeyse hiç olmadı. Yaptığım işi çok severek yapıyorum.

Hemşin’in havasını, suyunu, kokusunu merak ediyorum - Biraz da Hemşin’den bahsedersek, yöreyle ilginiz ne boyutta? En son ne zaman gittiniz? Sizin için çekici olan tarafları neler? - Çok küçükken ailem götürmüş ama, pek hatırlamıyorum açıkçası. İlk fırsatta gitmek istiyorum, ne de olsa dede toprağı, havasını, suyunu, kokusunu merak ediyorum. Annemler hep anlatıyor yeşilinin muhteşemliğini, doğasını, yaylaları, bunlar sadece benim için değil, herkes için çok çekici ve şehir hatyatında pek de bulamayıp özlemeni çektiğimiz şeyler. - Hemşinlilik duygusunun çok güçlü olduğunu ve Hemşinlilerin birbirlerine çok bağlı olduğunu siz de biliyorsunuzdur. Siz de memleketinize karşı böyle hisler taşıyor musunuz? - Ailem memleketten hiç kopmadığı ve hemşehrileriyle iletişimi sürdürdükleri için, kardeşim ve bana da bu sevgiyi işlediler. Bu hissin varlığı da manevi anlamda çok önemli. l

Sinem Kobal “Gönül İşleri” dizisinde Bennu Yıldırımlar ve Selma Ergeç’le birlikte.

13


Ziya Çelik, cerrahlık hünerlerini, bu kez bizim için evinin mutfağında sergiledi.

Sınır tanımayan Hemşinli Hemşin’in önemli değerlerinden cerrah Ziya Çelik, kariyerininin uzun bir bölümünü ABD’de geçirmiş bir doktor. Hikâyesi, Sınır Tanımayan Doktorlar’la Srilanka’dan Nijerya’ya uzanıyor. Ancak ne yurt, ne memleket özlemi bitmiş değil. Kendisiyle hayatından kesitleri içeren keyifli bir sohbet yaptık... Beren Boran

C

errah Ziya Çelik, Hemşin’den çıkan uluslararası bir cerah. Hikayesi her Hemşinli gibi, o müthiş manzaraya bakan yokluk içinde başlamış. sonrasında ABD’ye kadar uzanmış. Ancak bununla da bitmiyor doktorluk kariyeri, iş yaşamı dışında da yeteneğini, dünyanın dört bir yanındaki çaresiz insanlar için kullanmış, kullanmaya da devam ediyor. Ancak Çelik’le sohbete başlarken, bir önceki sayıda sayfalarımıza konuk etiğimiz, kısa süre önce hayata gözlerini yuman Prof. Dr. Ali Ertuğrul’u anarak söze başlamak istedik. Ne de olsa o kendisinden sonra

14

Hemşin’den çıkan birçok doktor gibi Ziya Çelik’e de öncülük etmişti. - Ali Ertuğrul’la nereden tanışıyorsunuz? - Erzurum’da onların dükkânla, bizim lokanta yakındı. Ali Bey’in kuzeni ağabeyimle evlendi.

Sonra Ali Bey ABD’ye gitti, döndü, Hacettepe’ye girdi, öğrenciliğim bittikten sonra, onun döneminde Erzurum’a başladım. Aynı zamanda nikah şahidimizdi. ABD’ye gitmem için referans vermişti. Erzurum’da da dekanlığımı yaptı.

Çelik’in Erzurum Lisesi’ndeki yıllıktaki köşesinden.

- O dönem şartlar nasıldı? - Erzurum’daki, Numune hastanesiydi. İşler çok yoğundu. Çünkü sosyalizasyon diye bir sistem vardı. Altı şehre fakülte olarak biz cevap vermek zorundaydık. Genelde hastalar geliyordu, ama bazen sağlık ocaklarına da gidiyorduk. Oralarda yeni mezunlar vardı. Pek tecrübeli değillerdi. Gerçi biz de çok değildik, ama beraber gittiğimiz uzmanlar vardı. - ABD’ye ne zaman gittiniz? - 1971’de gittim. Orada tez yapıp, burada devam etmeyi düşünüyordum. Tez bitince “biraz da klinikte çalışalım” dedik. Eşim de, ben de kliniğe geçtik. Orada, tekrar asistanlık yaptık. Çünkü ABD dışındaki ünvanları kabul etmiyorlar.


Sonra teklifler aldık. Red edilemeyecek tekliflerdi. Ben de üniversitede kalmayı pek düşünmedim, ne de olsa akademik kariyerde yabancı olarak bir sıkıntı çekersiniz. Ancak sokağa çıktığınız zaman, ABD halkı kim olursanız, sizi baş tacı yapar. Ben de, eşim de inandık ki, Türkiye’ye hizmet etmek için illa burada olmaya gerek yok. - Gittiğiniz dönemde Türkiye ve ABD arasında ne gibi farklar vardı? - Teknoloji bakımından çok eksiktik. 30 yataklı bir servisimiz vardı, bir hemşire bakardı. Oraya gittik, bir hastaya bir hemşire düşüyor. Ameliyat sonrası bakım yüzde yüz farklıydı. İlk gittiğimde şırıngayı kullanıp atınca, israf gibi gelirdi. Erzurum’da mideye koyduğumuz tüpü, yıkayıp sonra elli defa kullanırdık. Fakat, son onbeş yıl içinde orada ne varsa burada da var.

Her an telefon gelebilir - Neden cerrahiyi tercih ettiniz? - Bilmiyorum, başından beri bir sempatim vardı. Bu işte en önemli özellik, fedakarlık. Erzurum’da gün aşırı nöbet tutardık. Ayda 7-8 defa da acil nöbeti tutardık. Yani 30 gün içinde ayda beş defa filan 12 saat izin yapardık. Sonra daima hazır olmalısınız. Uyurken, yemek yerken, telefon gelince gitmeniz lazım. Bu diyeceğimi, yazsanız da kimse inanmaz. Öyle bir an geldi ki, hastanın ürterini (idrar borusu) iki dakika içinde çıkarmamız gerekti.

Srilanka’daki zorlu şartlar, Ziya Çelik’i mesleğini yapmaktan alıkoyamamış.

Üstelik ben kadın doğumcu da değilim. Normalde bir saat sürecek işlem, ama mecburen yaptım. - En uzun ameliyatınızı hatırlıyor musunuz? - Asistandım. Dünyaca ünlü bir pankreas cerrahıyla birlikte yaptık. 12 saat sürmüştü. Yorgun hissediyorsunuz ama öyle hissetmemeniz gerektiğine kendinizi inandırmanız lazım. Çünkü her an yeni bir telefon gelebilir. - Sizin gibi cerrahlar bu stresten krutulmak için hobiler ediniyor. - Evet, zamanları olursa, yaparlar.

- Tanınmış da bir doktorsunuz... - Çalıştığım yer küçük bir şehirdi, yaklaşık bir milyon nüfuslu. Ohio eyaletinde, Clevland yakınında, Toledo diye bir şehir. Orada bir tanınırlığım var. Emekli olduğum günü, belediye “Doktor Ziya Çelik’in Emekli Olduğu Gün” olarak ilan etti.

Çölde ameliyat yaptım - Sınır Tanımayan Doktorlar’a emekli olduktan sonra mı katıldınız? - Evet, ama 25 senedir gönüllü ameliyatlara giderim.

Sınır Tanımayan Doktorlar’a emekli olduktan sonra katıldım, çünkü onlar, en az bir ayla altı hafta arasında sürenizi istiyorlar. Benim öyle bir zamanım yoktu. Katıldıktan sonra Srilanka’ya, Nijerya’ya, Kenya’ya gittim. Bir de Medishare’le, Haiti’ye. - Gittiğiniz yerler, yaşam şartlarının zor olduğu bölgeler. Buralarda neler bekliyor sizi? - Mesela, Srilanka’da her türlü hastalık vardı. Her ameliyatı yaptım. Hastanemiz yeni bitti, iç savaşın tam ortasındaydık. Bütün gün top sesleri duyardık. Birkaç askeri vaka geldi. Biz daha çok arada kalan sivil ➦

15


Hapiste Hemşinli yoktur

Eşi de Ziya Çelik gibi, bir doktor. Ancak cerrahlıktan bir hayli uzak, bir çocuk doktoru. Yine de Çelik ailesinin yaşantısının önemli bir kısmını hastane koridorlarındaki anılar oluşturuyor. ➥ halkla ilgilendik. Zaten Sınır Tanımayan Doktorlar’ın amacı da bu. Ortalıkta kalan, sahipsiz insanlarla ilgileniyoruz. Bir de doktorun hiç olmadığı yerler var. Afrika’da aşı ve Sahra hastanelerinde ameliyat yaptık. - Size en çok dokunan yer neresiydi? - Srilanka’da en büyük şehir olan Kolombo’ya gittik. Oraya ortadan giden bir otoyol var. Tamamen kapalı. Gemiyle gidemiyorsun. Tamil Kaplanları’na yardım gider diye, kabul edilmiyor. Sadece günde

16

bir uçak gidiyor. “Önce BM uçağıyla gideceksin” dediler. Havaalanına yeni bir pilot gelmiş, “biz onun kim olduğunu bilmeden müsade etmeyiz, dolayısıyla, geri döneceksiniz” dediler. Mecburen döndük. Başka uçak yok. Dokuz gün orada bekledik. Nihayet torpille bir uçak bulduk. Havaalanına gittik. Hükümet diyor ki, “uçakla gidebilirsin.” Bir kız vardı, o da sadece “gidebilir” diye müsade almış, “uçakla gidebilir” diye bir müsade yok. O yüzden uçağa bindirmiyorlar... Her

şeyinizi köpekler kokluyor. Çırılçıplak soyulup röntgene giriyorsunuz. Nedense, oraya pil göndermiyorlar. Traş makinemin pilini çıkardılar. Oraya indikten sonra tekrar aynı kontrolden geçiyorsunuz. Sonra penceresiz otobüslerle gidiyorsunuz. Çünkü havalalanının nerede olduğunu bilmemizi istemiyorlar. Bu seyahat enteresandı. Ancak orada hem Tamiller, hem de hükümet güçleriyle konuştum. Hepsi çok centilmen insanlar ama birbirlerini öldürüyorlar. l

- Hemşinden de konuşalım. Sizin için ne ifade ediyor? - Doğum yerimiz orası. Alemdağ. Altı yaşımda ayrıldım. Evi, aşağıdaki tarlayı hatırlıyorum. Yazın Elevit’te durmazdık. Babaannem bizi Kaçkarlar’dan geçirip, İspir yaylalarına götütürdü. - Sonra kaç defa gittiniz? - Altmış yılda, dört ya da beş defa ancak gitmişimdir. Hâlâ akrabalarım var. Ev bir ara harabeydi, şimdi üstünü kapatıp kiraya vermişler. Yine de Hemşinlilik devam ediyor. - Hemşin’in kendine has oyunları, atışmaları vardır... - Bende hiçbirini aramayın. İzleymeyi severim. Kendimi halktan gelen çocuk sayarım. Bana göre en iyi çalgı saz ve tulumdur. - Hemşin çok değerli insanlar çıkarıyor. Bunun sebebi nedir? - Benim için daha mühim olan şey, Hemşin’den, hapiste çok insan olmaması. Ben ABD’ye gitmeden önce yoktu. Bu benim için daha mühim. Mesela Ali abinin evinden üç tane rektör çıktı. Hemşinli orada çok kalmaz. Dünyanın en güzel yerlerinden biri ama oradan bir geçim sağlayamazsınız. O yüzden gurbete gidersiniz. 1920’lere kadar gurbet Rusya’ydı. Benim iki dedemin mezarı da Rostov’da. Bütün pastacı fırıncılar Hemşinliymiş. Banka yok! Çuvalla manat getirdiler, devrimden sonra, para birimi Ruble olunca hiç bir değeri kalmadı. Çocukken biz de onlarla oyun oynardık. l


Son teknoloji ile profesyonel hizmet

alabileceğiniz bir deneyim yaşamak isterseniz sizi Musluoğlu’na bekleriz... YETKİLİ SERVİSİ

YETKİLİ SERVİSİ

0216 494 0808

0216 494 5750

Aydıntepe Mah. Karayolu Üzeri No: 2 Tuzla / İstanbul www.musluogluotomotiv.com /musluogluotomotiv /BMWMusluoglu


uzaklığındaydı. Bu yüzden etrafta çok sayıda fabrika vardı. Çok zengin bir bölge değildi, ama babam (Dr. Ziya Çelik) işinde çok iyi olduğu için pek çok ayrıcalık edinmişti. Üst orta-sınıf bir hayat tarzımız vardı ve şehirdeki en iyi özel okula gittim. Okuldaki arkadaşlarımın çoğu doktor çocuklarıydı ve kültürel açıdan oldukça ilgi çekiciydi. Hintli, Pakistanlı, Koreli ve Çinli pek çok öğrenci vardı. Babam, iyi eğitimin, çok sayıda kapı açacağına inanıyordu. Bu yüzden ben de çocukluğum boyunca bu hedefe odaklandım. İngilizce ve yazı derslerinden çok, kenidmi matematikte geliştirmeye çalıştım. Bazı öğretmenler iki dilin konuşulduğu bir evin, çocukların gelişiminde sıkınıtı yaratabileceğini söylemişti. Yine de Amerikan kültürüyle iyi kaynaştığımı düşünüyorum. Lisede pek çok arkadaşım ve iki kız arkadaşım oldu. Futbol, basketbol ve atletizmle uğraştım. Çok çalışıyordum ve bir sürü pozitif tecrübe yaşadım. Zaten küçük yaşlardan beri üniversiteye gitme hedefimi ailemle konuşuyordum.

ABD’nin en önemli televizyon ödülü Emmy’ye layık görülen bir Hemşinli olduğunu söylesek ne dersiniz? Emre Çelik, ABD’de doğmuş olsa da, inatçılığı, azmi ve keyifli yaşantısıyla tam bir Hemşinli. Hikâyesini, 2008’de ABD ulusal kanalı, NBC’nin internet sitesinde yaptığı yenilikler sonucu, dijital prodüksiyon alanında kazandığı Emmy Ödülü ile taçlandıran Emre Çelik’le keyifli bir sohbet yaptık.

New York korkutucu ama eğlenceliydi

Emmy’li ve Hemşinli Deniz Ülkütekin

H

emşin’in çıkardığı yetenekler, saymakla bitmez. Kimisi, ülkeye önemli hizmetlerde bulunmuştur. Kimisinin çalışmaları ise, ülke sınırlarını aşar. İşte Emre Çelik ikinci kategoriden. Çelik ailesinin Hemşin’de başlayıp, ABD’ye

18

uzanan yolculuğunu, 2008’de kazandığı ülkenin en önemli televizyon ödülü Emmy ile taçlandırmış bir isim, konuğumuz; Emre Çelik. ABD’nin en çok izlenen kanallarından NBC’nin internet sitesiyle gösterdiği başarı sonrasında dijital teknolojiler alanında Emmy ödülü kazandı. Her ne kadar kendisi ABD doğumlu olsa da, aileden

Hemşinli olan Çelik’le başarı hikâyesi üzerine keyifli bir söyleşi yaptık. - Kendinizden bahsederek başlayın isterseniz. Nasıl bir çocukluk yaşadınız? - Ohio eyaletinde Toledo diye bir şehirde büyüdüm. ABD’nin ortasında, orta büyüklükte bir şehirdi. Bildiğiniz gibi, araba sanayinin kalbi olan Detroit şehrinin bir saat

- Üniversiteyi New York Üniversitesi’nde (NYU) okudunuz değil mi? Hayatınızın bu döneminden özel bir şeyler kaldı mı? - Tabii ki, 18 yaşımda New York’a taşınmak hem çok korkutucu, hem çok ilham verici, hem de çok özeldi. New York, herkesi, kolayca boğabilecek bir şehir, bu yüzden kendinizi tanımak, kendi hızınızı bilmek çok önemli. Öte yandan, ailemin yanındaki konfordan uzak kalmam da ayrı bir zorluktu. NYU, öğrencilerine çok iyi imkânlar sunan bir okuldu. Zaten lise eğitimim bana, derslerle kendi başıma, başa çıkabilmem için yeterli birikimi kazandırmıştı. Tam olarak bir gencin üniversitede yaşamaya hazır olması kadar hazırdım. Orada on yıl yaşadım ve sonunda şehre âşık oldum.


- Medya kariyerinize nasıl başladınız? - NYU’da Finans ve Uluslararası Ticaret bölümünde dört yıl okuyup mezun oldum. Bu bölümü okuduğum için hiç pişman değilim, bugün bile, okurken edindiğim bilgileri kendi işimde kullanıyorum. Fakat, mühendislikten ne kadar haz aldığımın, daha çocukken lego oynadığım anlardan kalan anılar sayesinde farkındaydım. Aynı zamanda, matematik ve sanat bir araya geldiğinde ortaya çıkan yaratıcılık beni fazlasıyla heyecanlandırıyordu. Bir şeyler yaratma ve yapma yeteneğim vardı. İnternet de hızla gelişiyordu ve bilgisayar programcılığı kolaylıkla üstesinden gelebileceğim bir alandı. Üniversiteden bir tanıdığım, performans sanatlarında bir mezuniyet programına girmişti. Bana da aynı okulun, İnteraktif Telekomünikasyon Programı’na girmemi önerdi ki mühendislikle sanatı bir araya getirip, interaktif medya deneyimleri oluşturmayı öğreten özel bir eğitimdi. Başvurdum, kabul edildim ve yüksek lisansımı medya alanında tamamladım. Hemen ardından Bravo isimli, New York’ta bulunan yeni bir kablo televizyon kanalına iş başvurusu yaptım. Kanalın web sitesinde, dijital içerik üreticisi olarak işe alındım. Kanalın bütün programları için ayrı web siteleri tasarladım.

Sıfırdan zirveye - Bildiğim kadarıyla NBC ilk başta sizinle görüşmek istediğinde Los Angeles’a gitmeye pek gönüllü değildiniz. İşi kabul etmenize sebep olan neydi? - Kendimi hiç Los Angeles’ta hayal etmemiştim. Doğrusunu isterseniz, New Yorklular sıklıkla, Los Angeleslılarla dalga geçer. Ne olursa olsun, NBC, Bravo’yu satın aldığında, kanalın taşınacağını ve işsiz kalacağımı düşünüyordum. Sonra bir telefon aldım. Los Angeles’a taşınmayı istemediğimi duymuşlar ve

Emre Çelik’in, eşiyle nikâh sırasında çekilen görüntülerinden oluşan video, YouTube’da izlenme rekorları kırdı.

bunu teyid etmek istiyorlardı. Çünkü orada bana aynı işi teklif etmek gibi bir planları vardı. Taşınmanın tüm masrafını da üstleneceklerdi. New York’u terk etmem için bundan daha iyi bir teklif alamayacağımı düşündüm ve teklifi kabul edip, iki ay içinde taşındım. - Yeni işinizde çok büyük başarı gösterdiğiniz açık. Tam olarak yaptığınız neydi? - Başladıktan iki yıl sonra, NBC Universal’i satın aldı ve ben de HBC Entertaintment bölümüne geçtim. Başladığımızda, NBC. com’da altıncı çalışandım. 2013’te ayrılırken, 120 çalışanımız vardı. Hem içerik, hem de finansal olarak belirsiz bir karanlıktan, başarının ışığına erişen internetin hızını yakaladık. Facebook, -ailem de dahil- herkese, internetin hayatı nasıl değiştirdiğini öğretirken, Youtube, istediğiniz zaman, istediğiniz yerde bir şeyler izleyebileceğinizi gösterdi. Aynı dönemde, NBC, bir takım ekonomik sıkıntılarla boğuşuyordu ve büyümek adına dijital alana ciddi bir yatırım sahası olarak bakıyordu. Ben ve patronlarımın tecrübesinin hızla artması sayesinde, ortaya daha önce

hiç kimsenin üretemediği içeriklerle çıktık. Yayıncılık tarihinde ilk defa, televizyon dizilerini, yayınlandıkları gün siteye ekleyerek, takipçilerinin istedikleri zaman izlemelerini sağladık. Ayrıca programlarla koordineli çalışarak, yayınların, televizyondaki saatleri bittikten sonra da sürmesini sağladık. İzleyiciler ve Emmy komitesinin en çok hoşuna giden şeyler bunlardı.

Özel bir aşk hikâyesi - Tüm bu yaptıklarınızdan sonra, o sahnede, Emmy almak ve tüm o ünlü isimlerle bir arada olmak nasıl bir histi? - Tabii ki, çok gurur duyduk. Her ne kadar o sahnede birlikte olduğum isimler, -benim ve iş arkadaşlarımın hiçbir zaman sahip olamayacağı- inanılmaz yeteneklere sahip olsalar da, başarıya giden sürecin bütünü değiller. Ödül alan her oyuncunun arkasında, makyajdan, finansal olarak yatırım riskini alan iş adamına kadar büyük bir ekip var. - Aynı zamanda çok özel bir aşk hikâyeniz var. Dünya çapında izlenme rekoru kıran o videonun arkasındaki ilham kaynağı neydi?

- Eşimle, 2006’da NBC’de tanışmıştık, o hala orada çalışıyor. İş arkadaşıydık ve başka insanlarla görüşüyorduk. Ancak 2009’da çıkmaya başlamak için doğru zamanı bulduk. Aynı yerde çalışmak da bu çıkma işini biraz zorlaştırıyordu. Eğer yürümezse ne olacaktı? Aslında bu yüzden pek çok ABD’li iş adamı aynı iş yerinde ilişkilere karşıdır. Neyse ki, NBC’de evli olan ona yakın çift vardı ve biz de biraz buna güvenerek şansımızı denemeye karar verdik. Ancak dikkatliydik ve anında kurumu durumdan haberdar ettik. İkimizin de bu kadar hızlı bir romantizmi yakaladığımız için deli olduğumuzu düşündüler, ama bir hayli güçlü davrandık. İş sebebiyle çok zaman geçirmemiz, sanırım aramızdaki ilişkinin sorunsuz ilerlemesinde önemliydi. Çünkü arkadaşlık, bir ilişkide çok önemlidir, özellikle karşınızdaki kişiyi, gelecekteki eşiniz olarak hayal ediyorsanız. Müzik videosuna gelirsek, uğraşması oldukça eğlenceliydi. Çok sayıda övgü aldık ve pek çok kişi aslında, gerçek hayatta evlenmemiş, profesyonel oyuncular olduğumuzu düşündü. Gerçekte ise, videonun çıktığı ➦

19


➥ haftasonu evlenmiştik ve yönetmen David Robin çekim için oradaydı. Öncesinde kendisiyle görüştüğümüzde, ailelerimiz ve tanıdıklarımız bir aradayken, eğlenceli ve sıradışı bir şeyler yapmak istediğimizi konuşmuştuk. Gelmelerine teşekkür etmek için bir hediye... David zaten işinde çok ustadır. Bize bir saate ihtiyacı olduğunu söyledi, fazladan birkaç kişi buldu ve çekimleri, sadece iki günde tamamladı. İlk gün tüm davetlilerin katıldığı bir akşam yemeği vardı. Şarkıyı dört defa çaldık. Geri kalan çekimlerse, katılımcıların isteğine bağlı olanlardı. David tüm bu görüntüleri aldı ve çabucak kurguladı. Yaptığımız işten asla şüphe duymadık ya da fazlaca gururlanmadık. Çok iyi organize edilmişti ve asıl düğün davetlilerin orayı onurlandırmasıydı, videonun kendisi değil. - Bugünlerde hayatınız nasıl geçiyor? - Bir yıl kadar önce NBC’den ayrıldım, bir oğlumuz oldu, ismi Milo Ziya Çelik. Yaklaşık iki yaşında, mart gibi bir de kız bekliyoruz. Milo da abi olacak. Kendi medya teknolojisi işimi başlattım, Los Angeles’ta, kuzey tarafında yeni bir eve taşındık. Okul çevresi çok iyi, bu da iki çocuk büyütmek için çok önemli. Hayat gerçekten harika, şanslı olduğumuzu hissediyoruz ve minnet doluyuz.

Emre Çelik’in hikâyesi, kökenleri Hemşin’e uzanan bir aşk ve mutluluk masalı.

- Son olarak, Türkiye ve ailenizin memleketi Hemşin hakkında sormak istiyorum. Oralarla ilişkiniz nasıl? - Önümüzdeki sene Türkiye’ye uzun bir seyanat planımız var. Küçük Ziya, 13 saatlik uçak yolculuğunda İpad’le meşgul olacak kadar büyümüş olacak ve kızımız da, sıkılmaktan muaf olacak kadar küçük. Bu yüzden böyle bir seyahat için çok doğru

bir zaman gibi görünüyor. New York’tan Los Angeles’a taşındığımdan beri, Tükiye seyahatinin coğrafi bir takım zorlukları vardı. Şimdi babamlar emekli ve yılın neredeyse altı ayını orada geçiriyorlar. Hemşin’de hiç bulunmadım. En yakında, Erzurum’daki küçük kasabaları ziyaret etmiştim. Ancak, oraların ne kadar güzel olduğu hala aklımdan çıkmıyor. l

GÜNDAY SİGORTA ACENTELİĞİ İlhan Ayten GÜNDAY - Necati GÜNDAY

Sağlık, DASK,Yangın, Yuvam, Trafik, Kasko ve her türlü sigorta hizmeti yapılır. Bizimkent Sitesi D-30 Blok No:1 Beylikdüzü / İSTANBUL Tel: 0212 871 24 84 Faks: 0212 871 23 07 Gsm: 0532 334 99 48 necatigunday@yahoo.com



Fotoğraflar: D. Ali Akpınar

Rize’yi kadın hentbolünün başkenti yaptı Amerika’nın popüler spor kanalı ESPN, 30. yılını, 30 ünlü yönetmene hazırlattığı 30 spor belgeseliyle kutlamıştı. Eğer Fatma Badoğlu’nun hayatı ABD’de geçiyor olsaydı, büyük ihtimalle bu belgesellerden birine konu olurdu. Çamlıhemşin’de başlayan, Ardeşen’de süren, Pazar’da “şimdilik” sona eren hikâyesi, hentbol ve spor yoluyla bir yörenin kısa zamanda nasıl çehresinin değiştirilebileceğine en güzel örnek. Deniz Ülkütekin

R

ize’de şu anda profesyonel olarak faaliyet gösteren iki hentbol kulübü var. Birisi, Ardeşen Gençlik Spor Kulübü, diğeri ise Pazarspor. 2007’de kurulan Ardeşen, Süper Lig’de bu sezon şampiyonluk mücadelesi veriyor. 2011’de liglere katılan Pazarspor ise 1. Lig’de, Süper Lig’e çıkma mücadelesi içinde. Bölgede kısa sürede ortaya çıkan hentbol sevgisinin önde gelen sebebi, eski Pazarspor antrenörü Fatma Badoğlu. Hem Ardeşen hem de Pazar’da kulüpleri sırf profesyonel değil, altyapı anlamında da faaliyete geçiren isim kendisi. Şu anda 15 yaş Altı Kadın Milli

22

Hentbol Takımı’nın başında bulunuyor ve artık bu görevine çok daha fazla zaman ayırabilecek. Pazarspor’daki görevinden kısa süre önce ayrılan Badoğlu’nun etrafında gelişen olaylar, ortaya çok ilginç bir hikâyenin çıkmasına sebep oldu. Badoğlu ile buluştuğumuzda, kendisi, henüz Pazarspor’un başındaydı, ama bu görevinden ayrılması, hikâyenin çarpıcılığından hiçbir şey kaybettirmedi. Kendisinden dinleyelim. - Kişisel spor geçmişinizden başlamak istiyorum. Nasıl tanıştınız sporla? - Aslında bir köy çocuğuyum. Sekiz yaşımdan beri spor yapma hayali kuruyordum. Daha hentbolun ne olduğunu bile bilmiyordum. Ardeşen’de okurken,

beden eğitimi öğretmenimin katkılarıyla önce atletizmle tanıştım. Sonra basketbolla haşır neşir oldum. Bayağı başarılıydım. İstanbul’a gittim. İTÜ’de basketbol takımında oynamaya başladım. 1988 senesinden bahsediyorum. Ardından, İstanbul DSİ’ye gittim. Spor, okulla beraber devam ediyordu. Pendik Lisesi’nde okuyordum, ama derslerim kötüydü. Köy çocuğuyuz tabii, ailem de “artık genç kız oldun, yavaştan geri dön” demeye başlamıştı. Döndüm, ama hâlâ spor aklımda vardı. Ardeşen’de Fevzi Nebioğlu isimli bir hocayla tanıştım. “Sen sporcusun, ne işin var burada” diye sordu. O sırada Rize’de il karması adı altında hentbol başlamıştı. Bir milli takım kampı olayım var.


Liseyi Ardeşen’de bitirdim. Performansım sayesinde Kastamonu Sağlık Spor’a transfer oldum. Artık Süper Lig’deydim. O süreçte üniversiteye hazırlanıyordum. Samsun’u kazandım. Yine hentbola devam ediyordum. Okuldan sonra evlenince ara verdim biraz. Isparta’ya atandım, dört yıl kaldıktan sonra İstanbul’a gittim, Hasköy İlköğretim Okulu’nda bir hentbol kulübü kurdum. Ancak annemin rahatsızlığı yüzünden, yine geri dönmek zorunda kaldım. Bir de Nebioğlu hocam, ısrarla Rize’de bir hentbol kulübü kurmamı istiyordu. Çünkü başta bir kadın olmadan yürümezdi bu iş. - Neden? - Aslında “erkek antrenörle çalışılmaz” diye bir şey yok. Daha önce de olmuş zaten. Ancak Rize küçük bir yer, bir de o yörenin kızı olmam önemliydi. Memlekete döndüğümde Ardeşen’e tayinim çıktı. Başladığım gün, hemen okul takımını kurdum. Çalışmaları yaparken, dönemin Rize İl Müdürü de, bir takım kurmamızı istedi. Halihazırda bir takım vardı, ama henüz yaşları çok küçüktü kızların, “zamana ihtiyaç var, iyi olurlarsa, lige de sokarız” dedim. Rize adını alsın istediler, Ancak Ardeşenli çocuklardı, “hayır burada yapalım” dedik. Karar verdik. Sonuçta Ardeşen de Rize’yi temsil edecekti. Üç

yıl o çocuklarla çalıştık. Altyapı maçlarına katıldık. Baktım ki çocuklar çok iyi, mücadele edebiliyorlar. O dönemde Arhavi’de bir lig takımı vardı, Onlarla maç yaptık, başa baş gitti. O gün, “bu işi yapabiliriz” dedim kendi kendime. Mali destek lazımdı. Gençlik Spor Müdürlüğü bize pek kaynak sunmadı. Ben de sporcularıma formalarını giydirdim, Ardeşen’de ne kadar esnaf varsa ziyaret ettik. Hepsi 10 lira, 100 lira. Ne kadar imkânları varsa sundular. En büyük parayı da Ayder Su’yun sahibi verdi. Cemil Akbeniz olmasa bu işi yapamayacaktık.

Şort krizi nasıl çözüldü? - Maçları Ardeşen’de mi oynuyordunuz? - Lige katıldıktan sonra Ardeşen’de oynamaya başladık. İl Müdürlüğü’nün salonu vardı. Telefonla fotoğrafları çektim. Müsabakaya hazır olduğunu göstermek için federasyona yolladım. Onayı aldık; 2007’de lige katıldık. Her şey zamanla oturmaya başladı. Başta tamamen yerli çocuklarla oynadık. Bir, iki profesyonel takviye lazımdı. Tanıdığım oyuncuları buraya getirdim. - İlköğretimde çalıştırmaya başladığınız kızları deplasmanlı lige kadar çıkardınız öyle mi?

- Evet. O dönemin çocukları dört sene içinde yetiştiler. - Başta hentbolu gösterdiğinizde hiçbir fikirleri var mıydı? - Hayır yoktu. Hatta o yörenin kızlarına şort giydirince, aileleri kızıp antrenmanlara göndermiyorlardı. “Bir gün git, iki gün gitme” gibi bir çalışma programı var, zannediyorlardı. Ailelerle toplantı yaptım, dedim ki, “bu çok zor bir iş, her gün antrenman olmadan başarı gelmez.” “Yapmayın hocam kız çocuğu, bu kadar olur mu” diye tepki verdiler. Ancak yılmadım, hatta yazın bile devam ettik. Millet çay toplarken ben kızları bahçeden alıp salona götürüyordum. Önce aileleri ikna ettim. Sporda bir ekmek olduğunu, bugün öğretmensem bunun kaynağının spor olduğunu anlattım. Mesela, okulun spor panosuna bizim yörenin sporcularının fotoğraflarını astım. Hiç unutmam, Ramazan günü hepsi oruçluydu, yine antrenman yapmıştık... Bunları yapmak zorundaydım. Çünkü sıfırdan bir şey öğretmeye çalışıyordum. Disiplini oturtmam lazımdı. - Şort krizini nasıl aştınız? - Çocuklar -kendileri bile- şortları çekiştirirlerdi. “Kısa şort yaptırmayacağım, bir de dizlik var hiçbir yeriniz görünmeyecek” diye anlatıyordum. ➦

Süleyman Kanberoğlu

KANBEROĞLU

İNŞAAT MAKİNA

Tıbbiye Cd. Mezarlık Kapısı Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları 1. Bölge Baş Müdürlüğü Haydarpaşa - Kadıköy / İSTANBUL 0532 720 59 59


Pazarspor Hentbol Takımı bu sezon Süper Lig’e yükselme mücadelesi veriyor. Fatma Badoğlu ise artık takımın başında değil. Ancak bu kulübün buralara yükselmesindeki en büyük pay da onun.

➥ Önce çocukları ikna ettim. Sevdikten sonra bırakmayacaklarını da biliyordum. Sonra ailelerini de ikna ettim. “Bakın oraya kimse, başka bir amaçla gelmiyor, zamanla sporcuların başarılı hareketlerini alkışlayacaklardır” diye anlattım. Ardeşen, hep silahlı çatışmalarla filan duyulmuştur. Bugün artık hentboldan bahsediliyor. Bugün orada bir kadın sporcu, spor yapabiliyorsa, bu büyük bir gelişme.

Ardeşen’le ayrılık - Sonra takım yükselmeye başladı sanırım. - Birinci seneyi grubumuzda beşinci sırada bitirdik. İkinci senede bir-iki takviye daha yaptık. Trabzonlular, bu işin ustasıdır. Oradan üç sporcuyu takıma kattım. Başarılar gelmeye başladı, ama dönemin ortasında oradan ayrıldım. - Nasıl gelişti olaylar? - Bir maçı kaybettik, o süreçte dışarıdan gelenlerle, yerli sporcular arasında bayağı bir sürtüşme vardı. Ben de bunu başkana yansıtmamaya çalıştım. Başkan Rauf Oğuz “bana rapor ver” dedi. Ben de -sporcuyu korumak için- “rapor vermeye gerek yok” dedim. Çünkü yönetim başarıya odaklıydı. Oysa o süreçte sporcuyu kaybedebilirdik. Rapor vermeyince, görevimden istifa etmemi istediler. Bunun üzerine biraz da sorunlu ve buruk bir şekilde Ardeşen’den ayrıldım. - Siz de Pazar’a gittiniz. Değil mi? - Sonra Pazarspor’un başkanıyla tanıştım. Ardeşen’den ayrıldım. Buna kızgınlık mı diyelim? Emeğimin bir çırpıda atılmasına

24

tahammül edemedim. Kaldı ki nedenini sorgulayabilirlerdi. Direkt “gidebilirsin” dediler. Sözleşmemi de mahkemeye götürmedim. Oradan bir sürü para da alabilirdim, ama o yörede sporun devam etmesi gerekiyordu. Bugüne kadar, Rauf Oğuz bu işi devam ettirdi. Ona da kızgın olmama karşın teşekkür etmek isterim. Yönetimdeki diğer arkadaşlarla, Ali Biberoğlu’yla hâlâ görüşüyorum. Hemen Pazar’da başlamış olmamı, sanki teklif alıp da Ardeşen’i terk etmişim gibi gördüler. Ancak öyle bir şey yoktu. Kızgınlıkla en yakın yer olan Pazar’a gittim. Üstelik Pazar, spor şehriydi. Futbolda görüyoruz. Bu işi bilen adamlar. Ardeşen’de iş adamları vardı. Spor camiasıyla iç içe değillerdi. O dönemde beni anlayabilecek durumları yoktu. Spordan gelen bir başkana ihtiyacım vardı.

Pazar’da sıfırdan başlangıç - Pazar’daki proje nasıl başladı? - Hüseyin Başkanla oturduk, konuştuk. Maliyeti filan göstermemi istediler. Zaten Ardeşen’de ne kadar harcama olduğunu biliyordum. Hemen dosyayı hazırladım. Köy İşleri Müsteşarı da destek verdi. Bütün sporcularım benimle gelmedi. Ayrılırken, “gelmek isteyenler benle gelsin. Bu işi yapacağız ama neresi olur bilmiyorum” dedim. Çünkü bütün aileler çocukları bana emanet etmişti, Rauf Oğuz’a değil! Aileleri de topladım, durumu anlattım. “Şu anda takım yok, ama yarın olacaktır” dedim. Yaklaşık, 60’a yakın sporcum vardı. Altyapı’daki minik çocuklar ve dokuz

sporcum Ardeşen’de kaldı. 20 çocuğumla birlikte elimde bir potansiyel vardı. Hüseyin Yangın’dan “evet” alınca, ertesi sene hemen lige katıldık. Sadece iki ay boşta kaldık. Tekrar çalışmaya başladık. Hüseyin Yangın bize servis de ayarladı, Ardeşen’den Pazar’a. Dedim ki, “tamam doğru yerdeyim.” Mayısta, artık tamamen Pazar’da olmam gerektiğine karar verdim. Tayin istedim. Atatürk Anadolu Lisesi’nde müdür yardımcısı olarak başladım. Böylece hem lisenin çocukları hem de Pazar’da hentbola gelmek isteyen çocukları bulma imkânım oldu. O süreçte diğer okulları da tarıyordum. Sıfırdan alıp, iki sene içinde lig seviyesine getirdiğim oyuncularım var. İyi bir kaynaşma oldu. Zaten yakın yörenin çocukları. İlk sene, Bölgesel Lig’de, grubumuzda dördüncü olduk. Geçen sene, iyi transferlerle güzel bir karma yaptık. Hem A takım, hem de genç ve yıldız takımları oluşturduk.

Hentbol bize çok uygun - Altyapı hocalarınızı dışarıdan mı getirdiniz? - Altyapı hocamız yok. Hepsini ben çalıştırıyorum. Yaklaşık 12 saat çalışıyorum. Sabah yedide çıkarım evden, bütün gün okuldayım, üç-dört arası, altyapıda, beşyedi arası A takımla çalışırım. Yedi-sekiz ve sonrasında da bireysel çalışmalara devam ediyorum. Eve gitmem dokuzu bulur. Artık fiziksel yorgunluk oluyor, bu sene, nihayet tatil gerektiğini düşünüyorum. - Herhalde sporcularınızdan birikisi emekli olursa hemen antrenör yapacaksınız. - Evet, şu an üniversitede antrenörlük okuyanlar var. Kendileri biliyorlar zaten. Ardeşen’de yaşadığım o yardımcı antrenör krizinden sonra, dışarıdan antrenör almıyorum. Bir güven problemi yaşadım. Bu yüzden yetiştirdiğim sporcularım antrenör olsun istiyorum. - Bu kadar kısa sürede çok sayıda kalifiye sporcu yetiştirmenizin sırrı nedir? - İlk sene zaten, yörede bunu anlatmaya çalıştım. Oraya basketbolu götüremezsiniz. Gideceğiniz yer bellidir, Voleybolda da öyle. Ancak bölgesel lige kadar gidersiniz. Hem maliyet yönünden, hem de bizim yörenin karakteristik özellikleri çok farklı. Hentbol için biçilmiş kaftan. Çok hırçın, çok güçlü, ➦



➥ dayanıklılık isteyen bir spor. O bölgeye ait aslında. Voleybolda, 190 cm’lik sporcular lazım. Bölgede o kadar uzun sporcu bulamayız. Ancak hırs ve hırçınlık, zaten o boy meselesini ekarte ediyor. Çocuklar da hemen adapte oluyor. Mesela ben orada büyüyen bir çocuk olarak altmış kilo yük taşıdığımı bilirim. Yokuşlara, dışarıdan gelen bir insan bakınca ürküyor. Biz oraları sırtımızda yükle çıkarız. Biz o doğaya ait insanlarız. Bu da spora yansıyor. - Ardeşen’de halkın ilgisi nasıldı? - Başladığım süreçten itibaren salon hep doluydu. Çünkü insanlar sporu seviyorlar. Bir de o yörede başka bir şey yok. Çalışmak var. Ancak bir tiyatro, sinema yok. Sporu koyduğunuzda zaten insanlar gelip izleyecek. Gidin Ardeşen veya Pazar’daki tribünlere bakın, tıklım tıklım. En ilginci, biz kadınları da salona çektik. Köylerde kadınlar toplanıp “hadi maça gidiyoruz” diyorlar. Hedef oydu zaten. Ben o hedefe ulaştım aslında. Burada Rauf Oğuz ve diğerlerinin de katkısı var. Bundan sonra devamlılık önemli. - Çamlıhemşin denildiğinde aklınıza neler geliyor? Doğası, insanı çok başka bir yöre... - Valla benim aklıma hiç onlar gelmiyor. İlk gelen şey, keşke Çamlıhemşin’de bir spor

Kariyeri boyunca minik takımdan birçok kadın oyuncuyu hentbole kazandıran Fatma Badoğlu şimdi de U-15 Kadın Milli Hentbol Takımı’nda geleceğin milli hentbolcülerini yetiştiriyor.

salonu olsa, bir an önce orada da böyle bir şey başlatsam… Köyümü çok seviyorum. Topluca köyündenim. Çok küçük yaşta ayrıldığım memleketim. Oranın kadınları nasıl çalışıyor, gençlerin durumu nedir, biliyorum. Mesela Ayder diye bir reklam görüyorsunuz. Bu aslında Çamlıhemşin’e özgü bir şey, Ardeşen’le hiç alakası yok. Ancak Ardeşen kullanıyor. Bu da benim biraz milliyetçiliğim. Kaçkar’ın özü aslında

Süleyman YURTSEVEN Merkez: Koşuyolu Tel: 0216 339 66 52 - 339 66 53

Çamlıhemşin. Çamlıhemşin’in zenginleri hep İstanbul’da, Ankara’da. Benim köyümde her haneden üç dört kişi yurtdışında. Öyle bir köy ki, yollarını bile kendi ceplerinden yaptılar, devletin katkısı olmadan. Bunu duyunca hayranlık duymuştum. Demek ki bütünleşmeyi, beraber olmayı seviyorlar. Orada çok işler yapmak, hele sporu oturtmak çok da kolay olur. Devlet oraya mutlaka spor tesisi yapmalı. l


Organik çay dendi mi akla gelen yer belli: HEMŞİN


Hemşin dendiğinde ilk akla gelen bakir doğası kuşkusuz. Haliyle bu bakir doğada yetişen ürünler de sağlıklı oluyor. Çaykur’un organik çay üretimi için Hemşin’i seçmesi boşa değil yani. Üstelik sadece çay değil, organik bal da yöredeki önemli üretimlerden. Yakında, yerel çeşitlerden olan kabak, fasulye, lahana, üzüm, patates gibi ürünleriyle başlı başına bir organik markası olacak “Hemşin”. Nereden mi biliyoruz? TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Rize şube başkanı Muhammet Pertek ve ÇAYKUR Hemşin Organik Çay Fabrikası Müdürü Neriman Canbaz’ın anlattıklarından. Esra Açıkgöz

S

ağlıklı yaşamın olmazsa olmazlarından biri, sağlıklı beslenme. Ancak ne yazık ki biz kent insanları için pek de kolay bir şey değil bu adımı başarıyla tamamlamak. Zira yetiştirilirken kullanılan kimyasal tarım ilaçlarını geçtim, şehire gelene kadar çürümesin, marketlerde stoklanırken dayanabilsin diye yiyeceklere yapılmayan müdahale yok. Neyse ki son zamanlarda yaygınlaşan organik pazarlarla biz de alternatif alışveriş mekânları bulabildik. Ama kuşkusuz bunlardan çok daha iyisi, memleketten yapılan alışveriş. Hele de memleketiniz

Fotoğraf: D. Ali Akpınar Hemşin gibi bakir vadileriyle tarım yapılacak alan sunuyorsa size. Anlayacağınız Çaykur’un organik çay üretimi Hemşin’de boşa değil. Türkiye’de en çok tüketilen sıvılara dair bir araştırma yapılacak olsa hiç kuşku yok ki, çay listenin en başında yerini alır. Öyle bir sevdadır ki bu, yurtdışına çıkarken valizine çay ve demlik koyan insanlar tanıyorum. İşte bu yüzden Hemşin’de yapılan organik çay üretimi tüm Türkiye için çok önemli. Biz de Hemşin’deki organik tarımı, organik çay üretimini, hedefleri TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Rize

Şube Başkanı Muhammet Pertek ve Hemşin Organik Çay Fabrikası Müdürü Neriman Canbaz’la konuştuk. Söz önce Pertek’te. - Siz de bu topraklarda yetişmişsiniz, önce biraz sizi tanıyalım mı? - 1963 Rize Ardeşen doğumluyum. 1987’de Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirdim. 1994 yılına kadar farklı firmalarda yöneticilik yaptıktan sonra Çaykur’da, başta mühendislik olmak üzere, çeşitli kademelerde görev yaptım. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Rize şube başkanyım. Şu anda Çaykur ➦

Sağlıklı ve lezzetli piliç eti ve hindi eti ürünlerinin toptan satışıyla hizmetinizdeyiz... İkitelli O.S.B Dersan Koop. San. Sit. s-6 C-blok No:112-115 Başakşehir / İstanbul T: 0212 671 62 80 / 81 F: 0212 671 62 83 M: 0535 873 69 92 www.kobalgida.com

İstanbul Bayisi


➥ Sabuncular Çay Fabrika Müdürü olarak kurumdaki görevime devam ediyorum. - Organik tarım denince aklımıza gelmesi gereken nedir? - Organik tarım; tarımsal ilaç, suni gübre, hormon, antibiyotik ve zararlı gıda katkı maddeleri gibi uygulamaları yasaklayan, üretimden tüketime her aşaması kontrollü, doğal kaynakları en iyi şekilde kullanarak sağlıklı tarımsal ürünler üretilmesini sağlayan bir tarım sistemidir. Organik tarımın ülkemizde uygulanması konusunda, Türk çayının çok avantajlı bir konumda olduğunu düşünüyorum. Bu avantajı biz; bölgemizde çaya ekonomik anlamda zarar verecek zararlı etkenlerin -hastalık, böcek, mantar, bakteri- olmaması ve uygulama esnasında ilaçlı mücadelenin hiç yapılmamasından kazanıyoruz. Kazanılan bu avantajın ülkemize hem ekonomik yönden, hem de organik tarım uygulamaları yönünden olumlu dönüşleri olacağı muhakkak.

Fotoğraflar: D. Ali Akpınar

Muhammet Pertek (solda). Hemşin’de özellikle karakovan balı üretimi yaygın. - Ne gibi organik ürünler yetiştiriliyor Hemşin’de? - Şu an organik tarım kategorisinde sadece çay ve bal ürünlerinden bahsedebiliriz. Ancak, bölge için organik tarımda, yerel ürünleri -başta çay olmak üzere, Hemşin’e özgü yerel çeşitlerden olan kabak, fasulye, lahana, üzüm, patates, bal vb.- öne çıkartmak gerekir. - Evet, bal bölgenin önemli üretimlerinden biri. Organik

30

olması ayrıca kıymetli bir hale getiriyor üretilen balı... - Zaten bölgede kimyasal mücadele olmadığı için arı üreticileri kolay şekilde organik bal ve ürünlerine geçtiler. Bu tür uygulamalar, organik bal üretimini kolaylaştıan ve daha masrafsız hale getiren ana unsurlar. Ayrıca arıcılığın hem dağınık bir şekilde yapılması, hem de önemli bir bölümünün Karakovan yani ağaçlarda üretilmesi de kolaylık sağladı.

Bazen hastalıklarla mücadele etmek gerekiyor. O zaman da organik sertifikası olan ilaçlar kullanılıyor. Organik bal üreticileri sertifika alıyor ve uluslararası akredite olmuş kuruluşlar tarafından her yıl kontrolden geçiriliyor. Organik ürünlerin üretiminde; “Hemşin” markasının verdiği algı da önemli yer tutar. Çünkü organik çay ilk defa; HEMŞİN ORGANİK ÇAYI olarak Çaykur markası tarafından kullanıldı.

Bu önemli algıyı güncel tutmak gerekiyor. - Organik çayın özelliği ne? Çay, (Camellia sinensis); çaygiller (Theaceae) familyasından nemli tropik, suptropik iklimlerde yetişen, yaprak ve tomurcukları içecek maddesi üretmekte kullanılan bir tarım bitkisidir ve Yeşilçay, siyahçay, ve oolong çayı farklı çayı seviyelerinden geçirilerek üretilebilir. Ancak organik çayda bu kategoride ➦



➥ alabileceğimiz bir farklılık yok. Ayrıca organik çayın normal çaydan bitki genetiği açıcından da hiçbir farkı yok. Bu çayı farklı kılan ve kendine has olan özelliğini vurgulayan şey; organik gübrelerle beslenmesi ve suni gübrenin kullanılmayarak uygulamanın sürdürülebilir politikalara destek vermesi. Tüm bu ifadeler ışığında Organik-Ekolojik-Biyolojik Tarım; kimyasal gübre ve pestisit gibi yapay dış girdileri kullanmaksızın, sürdürülebilir verimliliğe dayalı, çevreye ve insan sağlığına zarar vermeden, toprak verimliliğini ve gıda güvenliğini esas alan üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve kayıtlı olan sertifikalı, yapılan siyah çay üretim şeklidir. - Hemşin vadileri organik tarıma ne kadar uygun? - Hemşin vadisinin organik tarım vadisi olarak ilan edilmesi Çaykur tarafından organik tarım projesinin bu bölgede uygulanmaya karar

verilmesiyle oldu. Çaykur bu anlamda bölgeye ilk desteğini uygulama sahası seçimiyle verdi... Vadinin kısmen izole edilmesi gerekebilir. Böylece istenmeyen ürünlerin giriş ve çıkışı kontrol altına alınabilir. Kesin söylenecek söz, bu alanın Rize’de organik tarım uygulamasının en iyi başlangıcı için “tam yeri” olduğu. Vadinin Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nca organik tarım vadisi kapsamına alınması; hem vadi için hem de bölge halkı için artı avantajlar da sağlayacak. - Hemşin’de organik tarım Türkiye’nin diğer yerlerine göre farklılık gösteriyor mu, Hemşin’deki organik tarıma dair neler söyleyebilirsiniz bize? - Söylenecek çok şey var. Ama öncelikle bölge halkının doğayı çok sevmesinin, çevreci ve sürdürülebilir tarımı desteklemesinin, Hemşin’de organik tarım uygulamasını müspet yönde etkilediğini belirtmek isterim. Bu tarz ➦

Hemşin yakında kabak, fasulye, lahana, üzüm, patates gibi organik ürünleriyle de konuşulacak.


YILDIZLAR ELEKTRONİK Hizmet ve Teknolojinin Yükselen Yıldızı

TURKCELL İletişim Merkezi TURKCELL İletişim Merkezi S. Cedit Kadıköy

: 0216 302 98 13 (Pbx)

TURKCELL İletişim Merkezi Davutpaşa Topkapı

: 0212 613 23 43 (Pbx)

TURKCELL İletişim Merkezi Dudullu Ümraniye

: 0216 527 57 05 (Pbx)

TURKCELL İletişim Merkezi Sultanbeyli

: 0216 496 69 40 (Pbx)

TURKCELL İletişim Merkezi Sultanbeyli 2 : 0216 419 50 96 (Pbx) TURKCELL İletişim Merkezi Metro Garden AVM Çekmeköy : 0216 349 79 80 (Pbx) : 0216 349 79 79 Merkez: Sahrayıcedit / Kadıköy


➥ uygulamaların halk tarafından benimsenmiş olması; gelecek nesiller için sağlıklı toprak, su ve çevre bırakmak demek. Konuya biraz da destekleme yönüyle bakmak gerekiyor. Bölgede organik tarıma, sertifikasyon işlemlerine destek verilmesi, bölge halkının organik tarıma daha fazla yönelmesine sebep olacaktır. Hemşin’de organik tarım uygulaması; özellikle çay tarımının yapıldığı alanlarda kullanılan azotlu gübrelerin aşırı kullanımı sonucu oluşan toprağın asitleşmesi sorununun ortadan kalkmasına önemli katkı sağlayacaktır. Toprağın bu şekilde işlenmesi; daha çok tadı olan, aroması yüksek, kendine has kokularını ortaya çıkaran meyveler, sebzeler sunulmasına imkan verecek. - Peki bölgede organik tarımı tehdit eden unsurlar neler? - Mesela, organik tarımda “gelir kaybı sendromu”nun halka işlenmek istenmesi bir tehdit, çiftçi için bir tuzak. Organik tarımın ilk yıllarında rastlanan geçici verim kayıpları öne çıkarılarak, üreticiler organik tarımdan vazgeçirilmek isteniyor. Bu konu aleyhinde yapılan propaganda, zaman zaman etkili oluyor. Organik tarımda kullanılabilen gübrelerin tedarik edilmesinde de çekilen zorluklar olumsuz algı oluşumunda önemli yer ediyor. Organik çay tarımında girdi maliyetlerinin (organik gübre) düşük olması,

kısmen karlılığa dönüşüyor. Üreticinin, cebine giren paradan çok cebinde kalan paraya bakması gerekir. Üretici dekarlarında tam ölçüm yapılamaması ve Çifçi Kayıt Sistemi (ÇKS) dekar bilgilerinin eksikliğinden kaynaklanan olumsuzluklar da yaşanıyor. Son olarak, Çaykur’un organik çay üreticilerine farklı taban fiyat uygulaması da üreticileri olumsuz etkileyebiliyor. - Hemşin’de organik tarımın daha da gelişmesi için yapılması gerekenler neler? - Her şeyden önce bölge halkının organik tarımı gönülden desteklemesi gerekiyor. Halk olayı daha çok sahiplenmeli. Sadece devletin verdiği katkıyla da Hemşin bölgesinde organik tarımın geliştirilmesi, önemsenmesi çok zor. STK’ların ve yerel yönetim organlarının bu konuda çalışmalar yapması gerekiyor. Organik tarımın olumlu yönlerini öne çıkararak konu gündemde ve güncel tutulmalı. Organik ürünlerin getirisi yüksek tutulmalı. Ürünlerin pazar paylarını artırmak, yeni pazar yerleri yaratmak, özellikle Hemşin organik vurgusunu yapmak gerekiyor. Tanıtımlar turizm sektörüyle de paydaş bir şekilde ilerleyebiliyor. Organik pazarların bölgemizde daha çok oluşması gerek. Son olarak, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerin organik pazarlarında Hemşin’den gelen organik ürünlerin yer alması, gelişime katkı sağlayacaktır. l

Y

I

AĞCIOĞULLAR ALÜMİNYUM DOĞRAMA SAN. TİC. LTD. ŞTİ.

www.yagciogullari.com Ferhatpaşa Mh. Gazipaşa Cd. No:68 Ataşehir - İSTANBUL Tel: 0216 313 69 88 Fax: 0216 313 69 87

Kıbrıs Er. İr Sineklik Ltd. Şti. Alayköy Organize Sanayi Bölgesi 7. Cad No, 42 KIBRIS

Gsm: 0532 212 89 30 Gsm: 0537 404 37 87 erdal.yagci1959@gmail.com


NERİMAN CANBAZ (ÇAYKUR Hemşin Organik Çay Müdürü)

Organik çay ağızda burukluk bırakmaz

D

ünyada 1983 yılından itibaren organik çay tarımı yapılmaya başlandı. Türkiye’de de tüketici talebi artan ve diğer çaylara göre daha yüksek satış fiyatı imkanı olan organik çay ile iç pazar payımızı büyütmek ve dünya pazarlarında yerimizi alabilmemiz için; 2007’de ilk defa Hemşin Bölgesi’nde 135 üretici ve 378 dekar alanda organik çay üretiminin adımları atıldı. Üç yıllık geçiş döneminin tamamlanmasının ardından ilk defa 2009’da 58 ton organik siyah çay üretimi gerçekleştirildi. Yıllara bağlı olarak organik çay üretimi yapan üretici sayısı ve organik çaylık alanlarımız sürekli genişledi. 2014’te 1.341 kişiyle 3.407 dekara, siyah kuru çay üretimimizse 350 tona ulaştı. 2015’te organik alanlar 3.800 üretici ve 11.000 dekar çaylık alan, üretimin ise 1.300 ton olarak gerçekleşeceği bekleniyor. Organik siyah çayın yanında 2014’te 26 ton organik yeşil çay üretimi gerçekleştirildi. Üretilen organik çaylar yurtdışına da satılıyor. Büyük kısmı free shoplarda satılmakla birlikte, farklı ülkelere de organik çay satışımız bulunuyor. Bu ülkeler Kıbrıs, Avusturalya, Singapur, Amerika, Dubai ve Hong-Kong olarak sayabiliriz. Organik çay üretimi için neden mi Hemşin Bölgesi seçildi? Çünkü; Kapalı bir havza teşkil etmiş olması, Etrafının tamamen ormanlık alan ile çevrili olması, Ekolojik şartların elverişli olması, Üreticilerin organik çay tarımı için istekli olması, Bu bölgede organik bal ve yumurta üretimlerinin yapılması.

Organik çay, herşeyden önce toprakta kimyasal zorlama olmadan bitkinin doğal olarak yetiştirilmesi. Bu sayede bitki materyalinde oluşan dokular doğal olarak kalıyor. Organik çay ziraatı, aile ziraatı şeklinde olmak zorunda. Organik çay, yoğun azot uygulaması olmadığından konvansiyonel çaya göre daha açık renkte oluyor. Organik çay, içeriğinde sadece bitkinin kendine lazım olan bitki besin elementlerinin az veya yeterli miktarda oluşundan dolayı, konvansiyonel çaya göre insan ve çevre sağlığı açısından çok daha uygun. Organik

çay tarımı yapılan toprak kimyasal gübre uygulaması yapılmadığından sertleşme, asitleşme, içerisinde bulundurduğu mikroorganizma açısından çok uygun hale geliyor. Organik çayın içim sertliği konvansiyonel çaya göre daha yumuşaktır. Bu sayede ağızda daha az burukluk bırakır. Organik çayın demleme süresi biraz daha uzundur. Organik çay tarımı sayesinde ırmak, dere ve yeraltı sularının azotça kirlenmesi önlenmiş olur. Organik çay tarımında üretim miktarı konvansiyonel çaya göre belli bir azalma gösterebilir. Üreticilerin uyguladığı tarımsal işlemlere göre -budama, gübreleme, çapalama, ot alma, gölge oluşturan ağaçları kesme- değişiklik gösterebiliyor, ancak Çaykur olarak alan bazlı organik destek verilerek üreticinin verim kaybı minimize ediliyor. Organik çay tarımıyla beraber organik bal, balık, yumurta ve diğer tarım ürünlerinin yetiştiriciliği bölgeye olumlu katkı yapıyor. Yörede kurulan organik çay fabrikası belli bir katma değer yaratarak yöre esnafına ekonomik yönde katkı sağlıyor. Yörenin kısıtlı şartları; ev, bina gibi yatırımların olmaması ve üreticilerin tarımda gerekli hassasiyeti göstermemeleri bu katma değerin daha çok artmasını engelliyor. Arazilerin bölünmemesi, üreticilerin bilinçlendirilmesi, çay hasadını bilen kişilerin yapması, tarımsal uygulamaların yeri ve zamanında yapılması, kentsel dönüşümle beraber yörede eko turizmin uygulanması şeklindeki çalışmalar Hemşin yöresine olumlu katkılar yapacaktır. l

35


Hemşin’in geleceği güzel olacak Engin Orta, bir müzisyen. Beslendiği topraklardan Hemşin’den ona kalanları döküyor müziğine. Bunun ilk meyvesini yakın zamanda verdi. Senseç Müzik’ten çıkan albümü “Palovit”, Karadeniz’in ruhunu taşıyor bize. Naz Günaçar

H

emşin kültürü dendi mi akla gelen en önemli iki şey kuşkusuz, horon ve müzik. Engin Orta işte bu kültürün insanlarından biri. Senseç Müzik’ten çıkan albümü Palovit ile Hemşin kültürünü insanlarla paylaşıyor. Bize Karadeniz’in acısını, neşesini, aşkını, ama en çok da özlemini döküyor. Palovit’in Hemşin’in en büyük yaylasının adı olmasına bakmayın, albüme adını veren aslında bu özlem. Çünkü Palovit, Orta’nın ailesinin yaylası ve o da hemen her Karadenizli gibi bu yaylaya çıkılan yaz aylarını iple çekerek geçirmiş hayatını. Dinleyin, anlayacaksınız... - Sizi tanıyarak başlayalım mı; müzikle ilişkiniz ne zaman, nasıl başladı? - Ben Hemşin’in Çanava köyünden göç etmiş bir ailenin son çocuğu, İstanbul’da

36

doğan ilk ferdiyim. Hemşin yöresi insanları için müziğin vazgeçilmez bir yeri vardır. Tulum eşliğinde, kendilerine özgü kaidelerle düzülen dörtlüklerle ifade ederler yaşadıkları duyguları. Bu, yöre insanı için vazgeçilmez bir tutku halini almıştır. Annem yayla arkadaşlarıyla birbirlerine türküler düzen, sesi güzel bir kadındır ve babam çok iyi bir horoncu, ayrıca yöre ağzında şiirler yazan bir şairdir. Albümümde de bir çok söz babama ait. Bu müzikle ilişkimin genetik yönü (gülüyor). Profesyonel anlamda müziğe babam gibi iyi bir horoncu olarak başladım ve bazı özel folklör kurumlarında insanlara horonlarımızla ilgili bilgiler aktardım. Bizim horon kaidelerimiz Fora’lardan türer, Fora horonda türkülerin düzüldüğü kısımdır, dolayısıyla horonla türkülerimiz bütündür. Horon eğitmenliği özel gece organizasyonlarına döndü,

bu arada enstrüman ve şan dersleriyle bilgilerimi pekiştirip İstanbul’da özel sahneler yapmaya başladım. İlgiyle orantılı çalışmalarımız büyüdü. Repertuvarımız yöre sınırlarını aştı ve gelişti. Bu gelişimin devamı için hala araştırmaya, öğrenmeye devam ediyorum.

Gençler, Hemşin kültürüne sahip çıkıyor - Albümünüze gelmeden önce Hemşin’deki yaşamınız üzerine konuşalım biraz. Çocukluğunuzun Hemşini’ne dair bize neler anlatabilirsiniz mesela? Çocukluğunuzun Hemşin’iyle bugünki arasında nasıl bir fark var? - Hemşin, bizim sılamız. Ben Hemşin’e ilk defa dokuz yaşımdayken gittim. O zamana kadar anneannem, babaannem ve dedemle köy bana geldi (gülüyor). Çocukluğumun Hemşin’iyle bugünki Hemşin arasında doğa olarak bizleri çok

üzen değişiklikler var. Mesela gezip dolaştığımız düzlükler bakımsızlıktan ormana karışmış, derelerin suyu bazı yerlerde azalmış ve o canım el yapımı evlerimizin yerini tuğlalar, betonlar almış. Elektrik, telefon direkleri de cabası. Canım Hemşin doğasına hiç yakışmıyor ve bu beni olduğu gibi bir çok Hemşinli’yi de rahatsız ediyor. Umarım bu konu böyle devam etmez. Başka üzücü değişiklik de Hemşin’de parmakla sayılabilecek bir kaç kişiden başka horon oynamayı bilen kalmamış sanki. Nerede o eski horonlar, horoncular demeden edemeyeceğim. Bir de kaybettiklerimizin günümüzdeki dayanılmaz eksikliği... Hemşin’de yeri doldurulamayacak çok güzel insanlar göçüp gitti, kalanların kıymetini bilmeliyiz ve onlardan alabileceğimiz her şeyi almalıyız. Hep yakınmış olmayayım, dünden bugüne olumlu değişimler de yok değil; Hemşin’den göçüp köyünü unutmaya çalışanların yerini Hemşin’e dönüp köyüne, kültürüne sahip çıkan gençler almış. Bu yüzden Hemşin’in geleceği güzel olacak inancındayım. - Hemşin kültürünün önemli değerlerinden biri de, yaylacılık. Albümünüze bir yaylanın adını veriyorsunuz. Yayla’ya dair unutamadığınız bir anınız var mı? - Ben ilk annemin köyü olan Zuğalıların da gittiği Gito yaylasına gittim ve o ilk günü hiç unutmam. Dumanın o yayla düzüne çöküşü, o muhteşem ferahlatan serinliği, sanki bir tabloya elle çizilmiş gibi yamaçlara yayılmış inekleri, tulumun sesini... O günden beri yaylalar aklıma geldi mi, oradaki havanın etkileyici kokusu burnuma gelir hemen! - Yayla kültürü, Karadeniz müziğini nasıl etkiliyor sizce? - Yayla kültürü Hemşin’de müziğin can damarıdır, fakat günümüzde o eski yaylacılardan çok az insan kaldı. Çoğunluk Aydere gidip, pansiyonda kalıp, kaplıcaya girmek gibi görüyor yaylacılığı. Yaylacılık ciddi desteklenmesi, devamlılığı için elden ne gelirse yapılması gereken kültürel bir ➦



Engin Orta, “Palovit” albümüyle Hemşin’in ezgilerini getiriyor bize.

➥ sorumluluk ve bunu dile getirmek, projeler üretmek, Hemşin dernekleri, Hemşin Belediyesi ve tüm Hemşinlilere düşüyor. Ayrıca devlete de. Sanatımızın, kültürümüzün devamlılığı için bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Yaylacılık kültüründeki gerileme bizim sanatımıza, üretkenliğimize de etki ediyor. Müzikal anlamda üretim olmadığı için bir kısır döngüye girmekte olduğumuza inanıyorum. - Albümün çıkış hikâyesi nasıl başladı? - Elimde biriktirdiğim eserleri albüm yapmak için altı sene çabaladım. Bir çok firmayla irtibata geçtim, şartlar çok ağırdı ve ben de çok bilgisizdim, kendi imkanlarımızla bir kaç arkadaş stüdyo kurduk; Cahillik işte! Elimdeki tüm birikimi bu işe harcadım, sonra bir arkadaşımız vazgeçince ortada kaldık cihazlarla. Aldığım cihazlar yetersiz çıktı, zaman geçtikçe gücümüzde tükendi. Derken özel bir albüm çalışması oldu. Sevgili büyüğüm Yaşar Çorbacıoğlu’nun albümü için çağrıldım o albümde altı parça okudum ve bilgilerimi stüdyo kayıtlarında paylaştığım şimdiki aranjörüm Utku Küçük ile tanıştım. Onun da girişimiyle yapımcımla irtibatımız oldu, şanssız başlayan albüm hikayemizde şansım döndü. Her şerde bir hayır vardır derler ya, işte bu albümde öyle oldu, istediğim gibi bir albümüm çıktı ortaya ve Palovit doğdu! - Palovit, Hemşin’de bir yaylanın adı. Karadeniz

38

yaylalarının güzelliği tartışma götürmez. Bunlar arasından neden Palovit’i seçtiniz albümünüzün adı için? - Palovit Hemşin yöresinin en büyük yayalasıdır ama neden bu değil. Palovit, ailemin yaşadığı köyün yaylasıdır. Ben o yaylada yaşanılmış hikayeler, atılan türkülerle büyüdüm. Dedem yaylasını çok severdi, ben de dedemi çok severdim. Bir parçamızın adı Palovit olunca, bu benim albümümün adına yakışır, dedim.

Yaylamıza kavuşmak için yazı iple çekiyoruz - Sizin için ne ifade ediyor Palovit? - Bitmeyen bir hasreti... Ailemin her bir ferdi yazı hasretle bekler, onlardan bizlere geçti bu hasret, bu sevda. Bizleri ne İstanbul’un boğazı, ne de lüks rezidanslar avutur. Bizler yaylacıyız ve hep öyle kalacağız. Karadeniz insanının gurbeti hiç bitmez bu yüzden. Yani Palovit sadece Hemşin’de bir yaylanın adı değil, bizler için hasretin adı. - Albümde 11 parçayla bize Karadeniz ruhunu sunuyorsunuz. Bu parçaları neye göre seçtiniz? - Albümdeki eserlerimizin her birinin otantik bir kokusu var, seçtiğimiz eserleri de bu dokuda işlemeye çalıştık. Bu çok özel bir balans aslında, çünkü müziği evrenselleştirmek adına bir anda yozlaştırabilirsin de. Hem günümüz insanını yakalamak, hem de geçmişe dokunabilmek; bunun için seçilen eser, yazılan

sözler ve müzikal düzenleme bütünleşmeli. Önceliklerimize göre hareket etmeye çalıştık. Yorum dinleyicilerimizin. - Karadeniz müziği son yıllarda revaçta. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? - Daha yeni anlaşıldığımızı düşünüyorum. Yıllarca karikatirüze edilmiş bir topluluk olarak gösterildik, ama sonra Kazım Koyuncu diye bir adam çıktı, müziğiyle, duruşuyla ve hikayesiyle insanların ruhuna dokundu, merak uyandırdı. Bu rüzgarla genç nesil geçmişine yaklaştı, sahiplendi. Karadeniz türküleri tüm Türkiye tarafından sahiplenildi, hak ettiği ilgiyi gördü ve çok daha güzel yerlere geleceğine eminim. Bunu dünya da fark edecek. - Diğer yandan Karadeniz müziğine bu ilgi orijinalliğini de bozmadı mı? - Eskiden Karadeniz müziği yerine, Karadeniz türküleri denirdi. Karadeniz müziği söyleminin oluşması bile bir gelişimdir bence. Eskiden Karadeniz’de tulum, kemençe, kaval, mızıka, davul, zurna, akordiyon gibi müzik aletleri kullanılırdı. Her yörenin kendine göre sazları vardı ve kendi yöre türkülerini sadece o sazlarla icra ederlerdi. Şimdilerde bu enstürmanlar orkestral düzenlemeye dahil edilip, batı enstürmanlarıyla bütünleştirildi. Bunun peşinden değişik tarzlarda müzik yapan gruplar çıktı ve Karadeniz’de yapılan her müziği repertuvarlarında kullandılar, hatta yeni besteler yapıldı değişik formlarda,

dolayısıyla yeni tarzlar, söylemler türedi ve iş Karadeniz türkülerinden Karadeniz müziğine döndü. Bu ilgi çekti ve yöre dışındakilerinin beğenisini de aldı. Tabii bu yeni çıkan gruplar ve isimlerin iyi temsilcileri olduğu gibi yetersiz temsilcileri de oldu maalesef. Eski türküleri yeni formlarda özünü bozmadan işleyenler de var, tam aksine ruhsuz ve kötüleştiren de. Dinleyiciler bu ayrımı artık daha net görebiliyor, bence dinleyici kalitesinin artmasıyla taşlar yerine oturacak ve zamanla bu işte yetersiz kalanlar elenecektir. Ben gelişmelerden hoşnutum. Karadeniz türkülerinin daha da güzel yerlere geleceğine inanıyorum. Bana göre Türkiye coğrafyasında olan her tür ezgi geçmişten geleceğe bir dokunuştur, ben de bu dokunuşun seslerinden biri olma çabasındayım. - Karadeniz’de unutulmaya yüz tutmak üzere olan pek çok türkü sözü var, bunlarla ilgili bir çalışma yapmak gibi hedefiniz var mı? - Evet var, hatta başladık bile. Çok kıymetli bir araştırmacı abim, sevgili Hızır Canbaz’la birlikte çok güzel bir projeye başladık. Hızır beyin Hemşin bölgesinde biriktirdiği ve kendi sözlerinin de bulunduğu özel arşivlik bir albüm yapıyoruz, bir aksilik olmadığı müddetçe 2015 içinde piyasada olacak. Hedefimiz; geçmişe köprü olmak, geleceğe sesimizle dokunmak, sadece mp3’lere değil gönüllere konmak. Hedefimiz büyük, biz küçüğüz anlayacağınız. l


Malumunuz, atışmalar, Hemşin kültüründe önemli bir yere sahipti. Özellikle de düğünlerde. Biz de size onlardan birini anlatalım istedik. Haydi, hep birlikte, yörenin ileri gelenlerinden Tüylüoğlu Hasan Ağa’nın kızı Sare ve Şenköy’den (Amokta) Kavzeoğlu İsmail’in 1948’teki düğünlerine misafir olalım.

Atışmalı bir Hemşin düğünü Hızır Canbaz

Y

ıl, 1948. Bir düğün ki sorma… Gerdek gecesinde gelin ömründe hiç görmediği bir adamın koynuna girmeden önce “Allah’ım lambanın fitilini kaldırsa da bir yüzünü görsem bari’’ diyerek dua eder ve hikâye başlar... Güz mevsimiydi. Tüylüoğlu Hasan Ağa’nın kızı Sare, Şenköy’den (Amokta) Kavzeoğlu İsmail’le (Aras) evlenecek. Düğün dernek kuruldu. O günleri Koçira yani aşçı yardımcısı olan Fadu Halam şöyle anlatır: “Karşı Varoş’ta düğüncüyü beklerken kız evinde bir hayli telaş vardı. Kızı almaya gelen erkek tarafı çok iyi ağırlandı. Yemekler yendi, horonlar oynandı ve düğüncü yola çıktı. Ben gidemedim, kalanlara yardım ettim.” Damat, sadece yörede değil, ta Ankara’dan beri bilinen, tanınan biri: İsmail Aras. Ankara’da 1947 yılında Garsonlar Cemiyeti kurulur ve sonra adını Garsonlar Sendikası olarak değiştirir. 1948’de Ankara Halkevi’nde yapılan birinci kongresinde Genel Başkanlığa İsmail Aras seçilir. 1950 yılı iş kolu içindeki sendikaların bir birlik zemini arayışlarının başladığı yıl. İş kolundaki bütün sendikaları bir çatı altında toplayacak bir federasyonun kurulması için ilk toplantı 23 Mart 1950’de Ankara’da yapılır. Bu toplantıdan sonra çalışmalar

40

yoğunlaşır ve mahalli örgütlenmelerin (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Eskişehir, Mersin, Tarsus, İskenderun, Turgutlu) bir araya gelmesiyle Türkiye Otel Lokanta Eğlence Yerleri İşçileri Sendikası (Türkiye OLEYİS) kurulur. 18 Mart 1953’te Eskişehir’de toplanan İkinci Genel Kurul’da İsmail İnan Genel Başkanlığa, İsmail Aras da Genel Sekreterliğe seçilir. 11 Aralık 1967’de gerçekleştirilen Genel Kurul’daysa İsmail Aras Genel Başkan oldu. Sendikalar Birliği davetlisi olarak Amerika’da seminerlere katılır. İşte bu hayat, 1952’de Kudret Gazetesi’nde de kaleme alınır...

Sare ve İsmail Aras (en üstte). İsmail Aras, Paris Belediye Başkanı’yla (üstte).

Türkiye Sendikacılığının önderlerinden İsmail Aras’ın düğünü de yöre insanın bir araya geldiği, ananelerin ve düğün geleneklerinin yaşandığı bir törenle olur tabii ki. Gelinimiz Sare Tüylü’ye gelince; Kale eşrafından Tüylüoğlu Hasan Ağa’nın kızı. Adana’da dönemin en variyetlilerinden. Haliyle düğün hazırlıkları da Adana’dan başlar. Yükler Pazar’a, ordan da Kale’ye çıkar. Çeyiz, erzak, kumanya; her ne lazımsa atlara yüklenir ve Varoş’a yola koyulur.

Çöl Beyi’nden İbran Osman’a Düğün tarihi bellidir artık. Davetlilerle ilgili akrabalar ve köylüler, yakın köylerden tanıdıklar ve düğünün şenlenmesine katkıda bulunacak misafirler haberdar edilir. Eşraf düğünü olacağından il ve ilçelerin yetkin ve seçkinleri de davet edilecektir. Amokta’dan gelen erkek tarafı ve düğüne katılanlar kız evinde yer, içer, eğlenir. Belediye Başkanı ve Çamlıhemşin’in kurucusu namı diğer İbran Osman, sosyal yönü ve Hemşin geleneklerini iyi bilmesiyle düğünün önderlerinden olur. Yakın bir tarihte (1944) evi yanmıştır. Bu vesileyle Hemşinli işyeri sahipleri kendilerine destek


ve yardımda bulunmuştur. Toplanan bu yardımı Şair Çöl Beyi atma türküyle dillendirince İbran Osman buna bir hayli içerler. Neden mi? İşte şair Çöl Beyi’nin İbran Osman’a yazdığı;

Erkek tarafı şairi Çöl Beyi Şark ile Garba bakar, Sizun Şemunun gözi. Kız tarafı şairi Tertel Mehmet Murdarluğa uğradi, Gördi beşlili kızı.

İbran evunki yandi Usti tahta mi idi Gece ki ateş yaktun Karin hastami idi

Erkek tarafı şairi Çöl Beyi Onun da saybi vardu, Haylaz oğli haylazi.

İbran evun yanınca Işık verdi Halaya (Hala köyü) Acap hesap ettumi Yapilur kaç paraya

Kız tarafı şairi Tertel Mehmet Çiktuği yer şen olsun, Doyurur hepumuzi. Erkek tarafı şairi Çöl Beyi Çok konuşturma bizi Ya getur ketemuzi

Giderken Karabüke Zonguldağa da uğra İbran sen bu fursatı Arayacaksin sonra Şair burada biraz daha fazla topla, para lazım olacak, demektedir. İbran Osman bu dizelerden sonra Çöl Beyi’ni atışma ile yeneceği bir yeri kollamaktadır. Ancak işi hiç kolay değildir. Zira Çöl Beyi; Amokta’dan namlı şair. Nüktedan bir kişi. İsmet İnönü, Doğu Karadeniz seyahatlerinde kendisini muhakak çağırır ve masasında istermiş. Atışma, fıkra ve hikâyeleri çok şen biri.

Tertel Mehmet’e özel davet İbran Osman; Kale’den Tüylüoğlu Hasan Ağa’nın kızıyla Amokta’dan Kavzeoğlu İsmail’in düğünü olduğunu duyunca Belediye Başkanı olarak şair ve atma türkü ustası olduğunu bildiği Kale Köyü Muhtarı Tertel Mehmet’i düğüne özel çağırır. Amacı Çöl Beyi’nden intikam almaktır. Tertel Mehmet, eşraftan olmayan çoban bir adam, ama ne şair. Nice atışmaları var. Atışmada yenilmesi ne mümkün. Ailenin geneli atma türkü ustası. Düğüncü Kale’den çıkar. Amokta’ya kadar yol uzun. Tulumun sesi, düşümlerle, eğlenceler derken sonunda Amokta düzlüğüne gelirler. Düğüncü Amokta düzüne gelince, İbran Osman düğüncüyü karşılar. Düğüncünün önünde Tertel Mehmet’i göremez, hemen sorar: “Tertel nerede?” Biri, arkada gördüğünü söyleyince seslenir. Tertel Mehmet öne gelir. İbran Osman, düğünde atama türkü olacağını Tertel Mehmet’e söyler. Bu arada Tüylüoğlu Şemun, Tertel’in yanındadır ve gözleri şaşıdır. Ona “Ola Memet, sana benimle ilgili atacaklar, ama ben yine de yanında olmak istiyorum” der.

Kız tarafı şairi Tertel Mehmet Alişuksiz gabağa Kete bozmasun sizi

Sare Aras dayısı Ahmet Tüylüoğlu’yla Ulus’ta Atatürk heykelinin önünde. Düğüncü erkek evine varır. Önce gelin bulmasına (oda) ve misafirler de sırasıyla uygun bulmalara yerleştirilirler. Yemek ve istirahatın sonrasında horon başlar. Atma türkü, Horon Forası gibi olup hep aynı havayla karşılıklı atışılır. Tulum bir es verir, bir taraf söyler. Diğer es’te de karşı taraf söyler. Ortada oturan hakem heyeti durumu takip eder. Atışmayı yapan her iki taraftan olan horonun ortasındaki bu heyet, atışma türkülerinin günümüze kadar gelmesini sağlayanlardır. Yaş itibarıyla, atma türküyü tartmaya, değerlendirmeye haiz kişiler ve onların yardımcıları oturur. Her iki taraftan da olan vardır. Önemli olan geleneğin usulüne uygun yapılmasıdır. Orta heyeti, birazdan başlayacak horondaki atışmada söylenen atışmaların uygunluğunu, sözün güzelliğini, söz sırasının hangi tarafta olduğunu ve tulumcunun verdiği es’leri takip edecektir. Es’ler önemlidir. Şairlerin bir es sonunda cevap vermesi gerekir. İkinci es’e bir kez müsaade edilir. Eğer ikinci veya üçüncü es’e kalırlarsa cevap veremeden şair ve grubu yenilmiş olur. Bunu da ortada oturan hakem heyeti takip eder. Uzun lafın kısası, bu düzenle atışma başlar. 75 sene önce olan düğünden günümüze gelen atışmadan hatırlananlar şunlardır:

Kaynak: Dursun Yanmış, Burhan Coşkun, Seyfullah Tüylü, Sündüs Günaçar, Av. Adnan Kurtuluş, Canbaz Fadu, Remzi Aras, Nuray Çolak

Erkek tarafı şairi Çöl Beyi Tatli ile büyüdük Tanimadun mi bizi Kız tarafı şairi Tertel Mehmet Tulumda tuzli ayran İçerken gördük sizi Erkek tarafı şairi Çöl Beyi Verun çölbeyumuza O sizun yengenuzi Kız tarafı şairi Tertel Mehmet Yenge s..... ağzina Bulaşsun ağzi gözi Erkek tarafı şairi Çöl Beyi Kurikopta taniduk Sizun Zeleğanuzi Kız tarafı şairi Tertel Mehmet Pornak’ta kazanmiştum Dün akşam doğan kizi, Erkek tarafı şairi Çöl Beyi Bizum kızlar büyüktu Sidiği boğar sizi Kız tarafı şairi Tertel Mehmet Geçenlerde kapattum Kim açti o kerizi Çöl Beyi ve arkadaşları 1-2-3. es’te cevap bulamazlar. Bu yenilmek manasına gelir. Tertel Mehmet kazanmıştır. Hem söze, hem yenilgiye içerlenen Çöl Beyi ve arkadaşları Tertel Mehmet’in üstüne yürür. Horon ortasında oturanlar ve İbran Osman, Müsellim Nazım müdahale edip ortamı sakinleştirir. Ortam sakinleşince İbran Osman, Tertel Mehmet’e “Gel, o ağzını bi seveyim” der. l

41


Cahit Uzun, televizyonda gördüğünüz onlarca türkücünün toplamından kat be kat fazla hayranı olan Hemşinli bir halk ozanı. Ancak onu kendi televizyon programı “Türkülerle Anadolu” dışında pek popüler cenahlarda göremezsiniz. O mütevaziliği, halk ozanlığının bir düsturu olarak benimsemiş ve hayat çizgisi de sanatı gibi bu yönde ilerliyor.

Fotoğraflar: Necati Savaş

Televole sanatçısı olmadım Cahit Uzun, televizyonda gördüğünüz onlarca türkücünün toplamından kat be kat fazla hayranı olan Hemşinli bir halk ozanı. Ancak onu kendi televizyon programı “Türkülerle Anadolu” dışında pek popüler cenahlarda göremezsiniz. O mütevaziliği, halk ozanlığının bir düsturu olarak benimsemiş ve hayat çizgisi de sanatı gibi bu yönde ilerliyor. Beren Boran

42

B

ir türkü üstadı o. Halk müziği geleneğinde, en zorlu yolları aşarak bugüne gelmiş bir Hemşinli. Cahit Uzun; hayata görme eksikliğiyle giriş yapmanın boşluğunu gönlünün ezgileriyle kapatmış. Belki de bu yüzden bu durumdan tek kelime dahi bahsetmek istemiyor. İnsanların bunu bir sömürü olarak göreceğinden de endişe ediyor. Zaten benzerleri kanal kanal dolaşıp, kendilerini göstermeye çalışırken, Cahit Uzun mütevazi bir hayata demir atmış. Milyonlarca hayranı, onun türküleri ve yorumlarını dinliyor, belki ama Cahit Uzun, Kanal B’deki “Türkülerle Anadolu” programında da bu mütevazi kişiliğinden ödün vermiyor. Kendisiyle oldukça keyifli bir sohbet yaptık. Yaşayan en önemli halk ozanı üstadlarından biri ve aynı zamanda bir Hemşinli olarak kendisine yer vermek istedik. Ancak o, türkülerin memleketi birbirine bağlayan özelliğini de unutmadan konuştu

bizimle. Çünkü Cahit Uzun kendi deyişiyle, “Hakkarili’den daha Hakkarili, Trakyalı’dan daha Trakyalı”. Belki de halk ozanı olmanın söylemesi basit ama uygulaması zor formülü de bu. Gerisini kendisinden dinleyelim.

Erzurum’dan Ankara’ya... - Nasıl bir çevrede doğup büyüdünüz? - Hemşin’in Sağırlı köyünde doğdum, o yörenin havasını teneffüs ettim. Dedem Hasan Efendi ise Pazar’daydı. Bir süre sonra dedem köye yerleşmek istedi. Hemşin’deki yerimizi ona bırakıp ailece Pazar’a yerleştik. Çocukluğumun orada geçti. Orada okula başladım. Beşinci sınıfa kadar orada okudum. Gurbet çocuğu olduğumuz için sonrasında okumaya ne yazık ki devam edemedim. Ahbabımız Hasan Günay beni Erzurum’a çağırdı. Erzurum’da çok tanınmış birisi olan Zeki Sevimli’ye görünmemi istedi. Gözlerimden

muayene oldum. Sonrasında uzun süre Erzurum’da yaşadım zaten, TRT Erzurum Radyosu kurulmuştu, orada çalışmaya başladım, uzunca süre de konservatuvarda hocalık yaptım. - Müziğe nasıl başladınız? - Hemşin’de, mısır koçanından kemençe yapardım. Sesim de güzeldi. Tulum da çalardım. Eğitim filan görmemiştim. Erzurum’a gittiğimde, Hasan Bey beni TRT Radyosu’na başlattı. İmtihanlara gittik, radyoda ise repertuvar eğitimi gördük. Bir çok şey öğrendik. Bu arada, dediğim gibi belediye konservatuvarında eğitim de veriyordum. 1960’tan 1980’e kadar devam ettim. Bu sırada, Erzurum çevresinde sahne ve kaset çalışmalarım oldu. - Erzurum’daki yaşantınız size ne kattı? - Ciddi bir eğitim de gördüm. Temeli orada attık, diyebilirim. Solo bağlama, koro çalışmaları bir arada gitti. Ardından Ankara Radyosu’na tayinimi isedim. Bir


hayli uğraştan sonra tayinim çıktı. Uğraş diyorum, çünkü 1980 darbesinden sonra istisnai hakla çalışma şansım oldu. Önce tayinim kabul edilmedi. Bu istisnai hakkı da Kenan Paşa tanımıştı sanatçılara. O sayede Ankara’ya gidebildim. Ancak, Ankara’daki radyoda, Erzurum’daki hava yoktu. Bir süre sonra orayı bırakım. Bırakmamla birlikte çok yoğun bir şekilde sahne çalışmalarım başladı. Bir hayli de kaset çıkardım o günden bugüne. Bir dönem de Keçiören Gazino Durağı’nda iş yerim vardı. Ses ve müzik dersleri veriyordum. Bir süredir de Kanal B’de “Türkülerle Anadolu” programını hazırlıyorum.

Cahit Uzun şöhretine karşı mütevazı bir hayat sürmeyi tercih ediyor.

Cumhuriyet ve İmparator çocuklarım - Çok göz önünde bir insan olmamanıza karşın büyük bir hayran kitleniz var? Bunu neye bağlıyorsunuz? - Hiçbir zaman Televole sanatçısı olmadım. Aile yapım da çok sağlamdır. Aksi bir durumda, bütün gazeteler başıma üşüşür. Ben öyle bir bağlama sanatçısıyım ki, Mozart’ı da, Shopen’i de icra ederim. Programımda ise, genç-yaşlı ayırt etmeden bütün bağlama sanatçılarını konuk

Hemşinli türkücü, çocuklarım dediği bağlamalarından biriyle...

ediyorum. Bu vesileyle beni oraya istihdam eden Mehmet Haberal’a da saygılarımı sunuyorum. O da Hemşinli, ama beni hemşehrisi olarak istihdam etmedi. Hayatta çok şeylerle karşılaştım. Halk müziği camiasında var olmak bir hayli zor. Bazen beş saate yakın program yaptığım oluyor. - Bağlamalarınızla da özel bir ilişkiniz olduğunu tahmin ediyorum.

35 bağlamam var. Başta İmparator ve Cumhuriyet var. Şu an bile oturduğum yerde, önümde asılmış duruyorlar. Hepsini çocuklarım olarak görüyorum, birini alıyorum, öbürünü bırakıyorum, diyebilirim.

Büyükler kapris yapmasa arabesk olmazdı - Memleketin dört bir yanında izleriniz var. Eserleriniz bir anlamda insanımızı da yansıtıyor. Bunun kaynağı nedir? - Onlarca, yüzlerce ayak izim var bu vatanda. Erzurum’da ve Ankara’da da var. Yine Hemşin’in türkülerini, o ruhu yaşatmak benim için bir görev. Erzurum’da, türkü söylemedikten, Hemşin’de horon oynamadıktan sonra, Trakya çalgılarını çalamadıktan sonra, ben ona sanatçı demem. Ben bir yörenin türküsünü söylerken, o yöreye aitim. Hakkarili oluyorm.

Her Hemşinli’den daha Hemşinli’yim, Ankaralı’dan daha Ankaralı’yım. Programımda her yörenin türküsünü icra ediyorum. Hiçbir ayrım ya da ayrıcalık yapmıyorum. - Gençlerimizin halk müziğine ilgisi nasıl? - Biz de suçluyuz bu konuda. Bir Muzaffer Sarısözen -rahmetli- bu işe sahip çıktı. Diğerleri, yeni gelenlerin çok önünü kestiler. Bu yüzden belki de, çok değerli insanlar arabeske kaydı. Bizim büyüklerimiz kapris yapmasa, arabesk filan bu memlekette olmazdı. - Nelere kapris yapıyorlardı? - Ben fırtına gibi bağlamacıyım. Birgün, Hocama bir şarkıyı söylemek istediğimi söyledim. “Ben ölmeden sana o şarkıyı çaldırmam” dedi. Bu ne demek ya, ben canlı yayında istediğim şarkıyı çalamıyorum. Belki de biraz bu yüzden eğitime önem veriyorum. Bunu halk müziğine bir hizmet olarak görüyorum. Bana da aslında başta babam öğretmişti bağlama çalmayı. “Şöyle yap, böyle yap” diyerek bir yerlere getirdi. Şimdiki gençlik de fırtına gibi geliyor. Ben de onlara bir şeyler katmaya çalışıyorum. l

43


Turan Akın (solda) kadim dostu İsmail Poyraz ile.

60 yıllık esnaf; terzi Turan Akın Turan Akın, Çamlıhemşin’in Kale köyünden. 60 yılını terziliğe vermiş, çalışmaya da devam ediyor. Karadeniz Terzihanesi sadece kumaşın dikildiği bir mekan değil, dertlerin, neşelerin paylaşıldığı bir ev çoğu insan için. Gelin sizi onunla tanıştıralım. Hasan Basri Kadıoğlu

E

vet, yanlış duymadınız, meslekte tam 60 yılını geride bıraktı. Halen icra etmeye devam ediyor. Guinness rekorlarında yer alır mı, bilemiyoruz, ancak ülkemizde bir rekor olsa gerek. Turan Akın; Çamlıhemşin Kale köyü eşrafından, birçok hemşehrimiz gibi çocuk yaşlarda gurbet ellerde ekmek parası peşine düşmüş. Yaptığı iş, el emeği, göz nuru, sanat ve ustalığın bütünleştiği terzilik, bugünlerde devletin koruma altına almaya özen gösterdiği meslekler listesinde yer alıyor. Ankara’da Kızılay semtini mesken tutmuş. Kimlere elbise dikmedi ki; zaman zaman modanın merkezi olmuş. Ünlü politikacıları, sanatçıları, işadamlarını ve bürokratları giydirmiş. Siyasetçisinden esnafına, bürokratından işadamına, işçisinden memuruna, öğrencisinden emeklisine; her kesimden ziyaretçileri ağırlıyor. Yanı başında kadim dostu, ağabeyi namı diğer Tavukçu İsmail var. Mekânının

44

adı, Karadeniz Terzihanesi. Tavukçu Lokantası’nın üst katında yer alıyor. Tavukçu Lokantası, en az Karadeniz Terzihanesi kadar eski bir mekân. İsmail Poyraz, yaklaşık 60 yıldır Tavukçu Lokantası’nı işletiyor. Ankara’da hemen herkesin tanıdığı biri. Sadece Ankara’dakiler değil Türkiye’deki tüm Karadenizliler bilir ve sever İsmail Poyraz’ı. Özellikle yardımseverliğiyle. Karadeniz Terzihanesi’nin hemen yan komşusuysa, Rize Dernekleri Konfederasyonu ile Pazar Derneği, karşısında ise Trabzon Derneği bulunuyor. Bu mekânda her şey konuşuluyor. İsmail Ağabeyi’nin nezih ikramları eşliğinde, siyasetten sanata, ekonomiden spora, tarihten eğitime, dahası tıptan, hukuktan; aklınıza ne gelirse tartışılıyor. Çözüm yolları aranıyor. Bu serbest kürsüde her konuşmacı engin deneyimlerini kuşaktan kuşağa aktarıyor. Televizyonlarda yayınlanan tartışma programlarını gölgede

bırakabilecek iş çıkartılıyor. Dahası, hastası olan, derdi olan, iş arayan, dost arayan; her kesimden insan bu mekânda buluşuyor, kucaklaşıyor. Güzellikleri de, sıkıntıları da paylaşma imkânı buluyor. Nam-ı diğer Terzi Turan, mesleği ve yapısı gereği sosyal, güler yüzlü, muhabbetli bir gönül insanı. Bu özellikleri nedeniyle, geçmişinde Hemşin, Kale, Pazar, Rize ve Trabzon Dernekleri başta olmak üzere birçok dernek ve sivil toplum kuruluşunda kurucu ve yönetici olarak görev almış. Her Hemşinli gibi memleketini çok seviyor ve özlüyor. Hemşin yaylalarının özlemini yaz aylarında yaptığı seyahatlerle gidermeye çalışıyor. Dumanlı havalarda yayla yollarında yürümekten, fotoğraf çekmekten, güneşli havalarda, karlı dağlardan süzülüp parıldayarak akan buz gibi dereye girmekten hoşlanıyor. Hayatta en istemediği şey, dükkânından ve dost sohbetlerinden ayrı kalmak. Dileriz her şey umduğu gibi olur. l



Hemşin’in yaşayan kültür mirası, tulum ustası REMZİ BEKAR Remzi Bekar, tulumun önemli icracılarından biri. Sadece icracı da değil, beş perdeli tulumu altı karar sesine çıkaran da o. Türkiye’de ilk plak ve kaset çıkaran tulum ustası. Uzun lafın kısası, O tam anlamıyla Hemşin’in yaşayan kültür mirası. Esra Açıkgöz

T

ürkiye’de plak ve kaset çıkaran ilk tulum ustası, O. Tulumu ilk kez televizyonda çalıp daha çok insana tanıtan da! Beş perdeli tulumu geliştirip, altı perdeye çıkaran ve böylece revak sazı olarak farklı enstrümanlarla birlikte çalınmasını sağlayan da! Remzi Bekar, Hemşin’in suyuyla, toprağıyla büyüyen önemli müzisyenlerden biri. Nefesiyle can

46

verdiği tulumu için yedi plak, dokuz kaset yapmış şimdiye kadar. TRT’nin programlarında çalmasınıysa sayıya vurmaya imkân yok. Ama durun; hikâyeye en baştan başlayalım. Yıl, 1946. Çayeli Çilingir’den bir gelin alayı geliyor Bekarlar’ın köyüne. Remzi Bekar için o düğünü unutulmaz kılan, ne evin

önünden geçen düğün alayının coşkusu, ne rengarenkliği. O, ilk defa duyduğu enterasan sesin peşinde. Hemen koşup annesine soruyor. “Oğul” diyor, “Ona tulum derler.” Bu, Bekar’ın tulumla ilk tanışması. Ömür boyu sürecek aşk işte böyle başlıyor. Henüz dokuz yaşında. Tulumun menşei o topraklar olsa da, düğün dernek dışında pek de tulum sesi duyulmuyor köyünde, çünkü ağalar köyü orası. Hem babası için de hacı evi olmasından dolayı yasaklı tulum. Ancak Remzi, o zamandan itibaren ne zaman bir tulum sesi duysa büyülenmiş gibi olduğu yere çakılıyor, sofradaysa yemeği, oyundaysa arkadaşlarını bırakıyor, dinliyor. İki yıl sonra, 1948’te, babasından korkusunu bir yana bırakıp, kendine ustaları izleye izleye öğrenerek kamıştan bir çibun yapıyor. Gizli gizli çalmayı öğreniyor. Artık iki çibunun birleşmesiyle oluşan nav çalabilecek hale geliyor, ancak babasından korkusuna tulum sahibi olamıyor bir türlü. Babası bir gün, gurbetten gelen, ailede herkesin çok sevip saydığı, en büyük abisi Fevzi Bekar’a şikayet ediyor Remzi’yi, “Bu tulum çalmaya çalışıyor, evden kovacağım, burası hacı evidir, burada tulum çalınmaz” diyerek. Sert mizaçlı biri Fevzi, kardeşine bakıp, “Babam doğru mu söylüyor” diye sorduğunda, ağlayarak, evet, diyebiliyor Remzi. Onu döveceklerini düşünüyor. İşin kötüsü, abisi de sadece “Peki, sonra görüşürüz seninle” demekle yetiniyor. Onlar muhabbete dönüyor, ama Remzi’nin içi içini yiyor. “Oğlum sen git yat, seni dövecekler” diyor annesi. Oysa abisine nasıl da hasret, gözüne uyku girmese de annesinin sözünü dinliyor. Sabah annesi dışında kimseyi bulamıyor evde. Babası ormanda, ancak abisinin sabah erkenden nereye gittiğini annesi de bilmiyor. “Akşam namazına yakın abimi evimize doğru yürürken gördüm” diye anlatıyor o günü, “Göz göze geldik, sanki tebessüm etti bana. Çok sevindim. Dayımın köyü var, o zaman ismi Tecina, şimdiki ismi Akyamaç, orada tulum çalanlar vardır. Meğersem abim, sabah erkenden ➦



Köyden dönüşte Remzi’yi pastanenin şefi yapmayı planlıyor Kibaroğlu, ancak o, gazetede Hilton Oteli’nin açıldığını, alafranga servisi Türkiye’ye getirdiğini okuduğundan beri İstanbul’a gitmek istiyor. Bir de, ilk defa Erzurum’da dinlediği radyodaki tulum sesi aklından çıkmıyor.

➥ dayımın köyüne gitmiş, tulum çalanlardan bir nav almış. Navla çalayım diye. Sonra tuluma döneceğim”. Sadece tek bir soru soruyor abisi: “Tulumu Garipoğlu gibi çalacak mısın, yoksa termek tulumcular gibi bir çalıp bir bırakacak mısın?” O günden beri Çamlıhemşinli hoca Mustafa Galipoğlu’ndan çok ilham alıyor Remzi Bekar. “Onun gibi çalacağım” diyor. Abisi de babasından onun için izin alıyor, zor da olsa. Bir de tulum yaptırıyor. Navı tuluma bağlıyor, ama bir türlü ses çıkaramıyor Remzi. Uğraşıyor, uğraşıyor, olmuyor. Sonunda başarıyor. 3-4 yıl sonra yavaş yavaş horon oynatmaya başlıyor. İşte bu zamanlarda, 1953’te, köye jandarma gelip müdürün onu tulumuyla beraber istediğini söylüyor. Tulumum yok, diyor korkarak. Ağalar çalmasını istemediğinden şikayet ettiyse, kırarlar, diye düşünüyor. Odaya girdiğinde güler yüzle karşılıyor müdür onu, yanında da genç biri. İngiliz Prof. Dr. Laurence Picken Tükiye’yi karış karış gezip Türk halk sazları diye bir kitap hazırlıyor. Remzi’den de tulum çalması isteniyor ve kayıt alıyor. Ayrılırken kırık Türkçesi’yle

48

“Ben seni yok, unutmak, sana plak göndereceğim” diyor. Sözünü de tutuyor. İlkokulu üç yılda bitiriyor Remzi, okumayı çok sevse de babası 52’de ölünce, okuyamayacağını bildiğinden gurbet hayatı başlıyor.

TRT Radyosu’nda Remzi Bekar’lı günler 54’te Erzurum’da, hemşerisi Naim Süleyman Kibaroğlu’nun Güzel Karadeniz Pastanesi’nde çalışmaya başlıyor. Niyeti pastacı olmak, ancak imalatta yer olmadığından garsonluğa başlıyor. Sabah 7’den gece 01.00’e kadar 11 ay izinsiz hatta ücret almadan çalışıyor. O zamanların geleneği bu; yemek ve yatakla yetinilen uzun çıraklık. 11 ay sonunda patronu, “Seninle köye, Hemşin’e gideceğiz” diyor. Kara bir düşünceye dalıyor Remzi, çünkü hala Hemşin’den çıktığı elbiselerle, hiç parası yok, gelenek olageldiği gibi gurbetten dönenin bir kat yatak götürmesi gerekiyor üstelik. Çözüm ararken, patronu elbise ve yatak alıyor, sonra da onu karşısına oturtup anlatıyor: “Sana her ay

25 lira maaş vermeyi düşünüyordum, ama sen o kadar iyi çalıştın ki, her ay için 50 lira veriyorum.” Köyden dönüşte Remzi’yi pastanenin şefi yapmayı planlıyor Kibaroğlu, ancak o, gazetede Hilton Oteli’nin açıldığını, alafranga servisi Türkiye’ye getirdiğini okuduğundan beri İstanbul’a gitmek istiyor. Bir de, ilk defa Erzurum’da dinlediği radyodaki tulum sesi aklından çıkmıyor. “Yurttan Sesler” programında rahmetli Muzaffer Sarısözen’in kendine has sesiyle, “Muhterem dinleyiciler şimdi sizlere Hemşinli Mustafa Garipoğlu tulumuyla bir abdi havası çalacak” diyor. O radyoda bir gün kendi nefesinin ses verdiği tulumu dinletmekte kararlı Remzi Bekar. İstanbul’a gidiyor. Lisan bilmediği için Hilton’a alınmasa da bir süre sonra Divan Oteli’nde işe başlıyor. Yerlerin halı kaplı olduğu, temiz, küfrün, bağırmanın olmadığı bu yer aslında tam da çalışmak istediği gibi, ama o sisteme alışması kolay olmuyor, “Verir misin”kelimesini söyleme alışkanlığını bir sene de kazanıyor. Sonunda ayak uyduruyor ama 63’te askere gidiyor. Ordudan ayrılma olan otel müdürü Orhan


Başdoğan sayesinde Ankara Orduevi’nde yapıyor askerliğini. Radyo da çalmaya da bu sırada başlıyor. Bir gün cesaretini toplayıp halk müziğinin şefi Ali Can’ı görmeye gidiyor. “Bir tane Garipoğlu vardı, o işimize çok yarıyordu, ama şimdi ihtiyarladı, gelemiyor. Başka biri var, ama o da çok işimize yaramıyor. Garipoğlu gibi çalıyorsan gel” diyor Can. “Hocam, benim dememle olmaz, bir dinleyin, siz karar verin” diye yanıt verince bir tarih kararlaştırılıyor. Osman Özdenkçi, Ali Can, Nida Tüfekçi, Mustafa Geziyatmaz hocanın karşısında çalıp Nida bey dışından hepsinden iyi yorumlar alıyor. Sonunda dayanamayıp biri, “Nida bey bir şey söylemediniz, genç bu işi yapabilir mi” diye sorunca, “Ne söyleyeyim, temiz çalıyor” diyor o da. Radyoda tulum kadrosu olmadığı için, onlar çağırdıkça çalıyor. Terhisi yaklaşınca, 15 dakikalık bir bant yapılıyor Bekar’a. Bir de eline bir yazı veriliyor: “Türkiye radyolarında Yurttan Sesler’de uygun zamanlarda tulum çaldırılabilir.”İstanbul’a dönünce, bu kâğıtla radyonun yolunu tutuyor. Nida Tüfekçi, “Sertifikayla olmaz, tekrar imtihana gireceksiniz” diyor. Üçer dakikalık on parça çalıp kaydettiriliyor. 3-5 gün sonra Tarlabaşı’nda kaldığı bekâr odasının alt katındaki kahveden bir tulum sesi duyuyor Remzi. Yedi dakika boyunca kendi bandını

nefes bile almadan dinliyor. Bir süre sadece radyoyla yetinmiyor, plak yapmanın peşine düşüyor. “Çünkü” diyor, “beni cebinden çıkaracak çok büyük ustalar var. Garipoğlu gibi, ama hiçbiri plak yapmamış. O camiadan, çemberden dışarı çıkmamış. Plak yapmak için harekete geçtim. Otelde, hem patronum, hem de müdürlerim bilirdi tulum çaldığımı. Orhan Kutlay diye bir müdürüm vardı, bir gün otelimize bir Alman geldi. Kutlay onunla konuştu. Sonra da bana, ‘Bu konuştuğum İstanbul Gramafon Limited şirketinin Almanya’daki müdürüdür, seni söyledim, kart verdi, gideceksin Yeşilköy’e, sana plak yapacaklar’ dedi. Dünyalar benim oldu”. Fabrikaya gittiğinde işler başta pek de umduğu gibi gitmiyor ama. “Ben tulum çalıyorum” dediğinde, “Tulum ne” diye soruyor müdür. “Doğu Karadeniz’e özgü nefesli bir saz” diyor. “Ben senelerdir müzisyenlik yapıyorum, tulum diye bir şey duymadım.” Halk müziğinin şefi Selahattin Sarıkaya da aynı şeyi söylüyor. Ankara Radyosu’nun sanatçısı Güneri Tecer de. Sonunda müdür, “Oğlum, bu da bilmiyor, sen hala ısrar ediyorsun plak yapayım, diye. Bir çal da göreyim” deyince, “çalmam” diyor Remzi sinirlenerek, “O kadar kötü bir sesi var ki, siz korkarsınız, çünkü bilmiyorsunuz, sazı tanımıyorsunuz.”

“Allah, Allah. Peki, ücret alacak mısın plaktan?” “Evet” diyor, ama sinirden, aslında bedava yapmak için geldiği halde. Müdürler bir kulisten sonra plak yapmayı kabul ediyor. Ücret olarak da plak başına 25 kuruş öneriyor. Bir de üç senelik mukavele süresince radyo dışında hiçbir yerde çalmayacağı şartı. Plak çıktıktan bir ay sonra plak yapmaya naz yapanların hepsi otelde ziyarete geliyor Remzi’yi. Onu ayağa kalkarak karşılıyorlar. Halk çeşit istiyor, diyerek, iki plak daha teklif ediyorlar. Bu sefer teklif şu: “Üç plak için 1800 lira. Ve yine radyonun dışında bir yerde çalmamak.”Kabul ediyor, zira daha o zaman yaptığı ilk plağın 90 bin sattığını ve kendisine söz verilen payın çok altında bir miktar verildiğini bilmiyor. İnsanların hayatlarına kaset girmeye başladığında yeni bir serüven bekliyor Bekar’ı. Yaşar Kekeva’nın plak şirketi Yaşar Kasetçilik onunla çalışmak istiyor. Kabul ediyor, ama bu sefer isteğine göre bir çalışma şartı koşuyor. Kafasındaki net: “Kaset teybe konulduğunda kişi horon oynayabilsin.” O tulum çalıyor, ekip horon oynuyor, türküler söyleniyor. İlk kaseti Karadeniz Fırtınası, Almanya’da basılıyor. Çok da iyi gidiyor. Ancak kaset daha Türkiye’ye gelmeden bir dostu arıyor ➦

İhracat Ürünleri Boya, Antipas, Selulozik, Sentetik Tiner, Universal Tiner Baskılı Baskısız Ambalaj Filmleri Opp, Cpp, Pet, Pe, Al, Dubleks Ve Tripleksler Kuşe+Pe, Sülfit+Pe, Kraft+Al+Pe, Pet+Pe, Kuşe+Al+Pe Flekso Tifdruk Baskı Ürünleri Mürekkepler, Solventler, Laklar Tutkallar, Flekso Bıçakları Islak Mendil Ürünleri 7x12, 7x10, 8x6 Mendiller, Mendil İç Ve Diş Kağıtları M. Sinan Mh. YEDPA Ticaret Merkezi F. Cad. No: 227 - 228 / Ataşehir / İSTANBUL Tel: 0216 471 84 17 Faks: 0216 471 84 17 Gsm: 0533 627 49 49 hizircanbaz@hotmail.com


Söyleşimizi Hemşin Derneği’nin binasında yaptık. Bu vesileyle de Remzi Bekar tulum kursu öğrencilerine ve hocaları Mustafa Gökay Ferah’a kısa bir dinleti sundu.

➥ “Remzi tulumu mahvetmişsin, nasıl yaparsın?” “Benim kasetim daha çıkmadı”diyor. “Hayır, Zümrüt Plak kasetini çalıyor.” Yaşar Kekeva kendisine bu şirketin belalı tiplerden oluştuğunu söylese de, gidip hesap soruyor: “Remzi Bekar’ın kaseti var mı?” “Var.” “Siz Remzi Bekar’ı tanıyor musunuz?” “Tabii, tanımaz mıyız!” “Remzi Bekar benim. Bana hesap vereceksiniz” deyince, patron çağrılıyor hemen. Dev gibi bir adam, “Ne istiyorsun” diyor Bekar’a küstahça, “Seni adam yerine koyduk, kasetini yaptık, reklamını yaptık. Bana teşekkür edeceksin. Bana bir şey yapamazsın. Ben güçlüyüm. Sadece gazeteye ilan verip, falan kasetle benim ilgim yok, diyebilirsin”. O arada neyse ki, Yaşar Kekeva geliyor da başını belaya sokmadan çıkarıyor onu. Gazeteye ilan veriliyor. Ve tekrar yeni bir hedefe yelken açılıyor. Şimdi gözü televizyonda Bekar’ın. Sadece TRT1’in olduğu zamanlarda o kadar da kolay değil bu. Radyoda bugün bile dostluğunun devam ettiği Yücel Paşmakçı televizyonda yönettiği Yurttan Sesler’de tulumla bir ezgi çalmasını istiyor ondan. Böylece tulum, ilk defa televizyonda da onun sayesinde boy göstermiş oluyor. Daha çok insan tarafından tanınıyor. Bekar bir yandan da, yurtdışında tulum nerelerde var, onları araştırmaya başlıyor. Türk Folkloru Araştırmaları Ansiklopedisi’ni

50

çıkaran İhsan Dinçer, onla tanışmak istiyor ve bir röportaj yapıyor. O sırada İngiliz Prof. Dr. Pickens ‘den de bahsedince, “Ben tanıyorum onu” diyor. Bir süre sonra da Prof. Pickens’ten bir mektup geliyor, “ İhsan Dinçer beyin fasikülündeki röportajı okuyunca çok sevindim. 1948’den şimdiye kadar Türk Halk Enstrümanları hakkında bir kitap hazırlamak istiyorum. Siz kendinizi geliştirmişsiniz, tulum hakkında bana geniş bilgi verirseniz, kitabımda size yer vereceğim. Bir de fotoğrafınızı isteyeceğim.”Çok mutlu oluyor Bekar, 12 sayfalık bir mektupla fotoğrafını yolluyor. Böylece güzel bir dostluk da kuruluyor. 74’te Pickens’in kitabı eline ulaşıyor.

Hemşin Remzi Bekar için hâlâ içine işleyen bir cennet 1991’de işyerinden emekli olunca daha da yoğunlaşıyor müzik çalışmaları. Anadolu Folk Topluluğu’ndan Göksenin İleri’yle temasa geçiyor, kadroya giriyor. Yurtdışında konserlere gidiyorlar. Tuluma tek kazancı iyi bir icracı olması değil Bekar’ın, o tulumu altı perdeli hale getirmeyi de başarıyor. Nasıl mı? “Radyoda solo yaptığımda Yurttan Sesler’le tulumu çalmak istiyordum. Ancak tulumlarda bir karar sesi yoktu, Sol, La, Si gibi. Çünkü yöredeki sanatçılar tulumu imal ederken hangi ses kulağına hoş gelirse, o sesi yapar, ne olduğunu bilmez. İstanbul Radyosu’nda

Yurttan Sesler’le çalmayı arzu edince Mehmet Özberk hocanın yardımıyla bir çalışma yaptık. Bütün sazları benim tuluma göre ayarladılar, bazısının teli kesildi, ilk defa Maçka Yolları Taşlı türküsünü çaldık. Mehmet hoca dedi ki, ‘Remzi bey sen bu işi iyi yapıyorsun, beğeniyoruz, ancak bu tulumun da bir karar sesi muhakkak olacak. Bunu yapmadığın takdirde biz seni Yurttan Sesler’de çaldıramayız. Her zaman telleri kestiremeyiz.’ Bana La sesi veren bir alet aldı. Tulumu ona göre ayarlayınca La karar sesini bulacaksın, dedi. Onu akort yapmak için 40 dillik kestim, nihayet buldum. Bu sefer de ‘Navın beş sestir, bu çok az, perde yetmiyor, buna iki perde daha ilave edeceksin’ dediler, ‘sen sekiz perdeli sipsi yap, beraber çalışalım.’ Yaptım, ancak son perdeden ses çıkmıyor bir türlü. Nida bey geldi, ‘Bana bakın, dedi, delik açmakla, perde koymakla saz yapılsaydı, 40 metrelik boruya, yüz delik açarlar, saz yaparlardı. Sanki onu icat eden senin kadar bilmiyor. Haydi neyse altı tamam da, sekiz nereden çıkıyor?’ Böylece altı perdeli tulumu yaptık. İcap ettiğinde onu kullanıyorum.” Remzi Bekar, araştırmalarıyla ve tulumla çalınan ezgilerin isimleri ile günümüze gelmesini sağlayan kişilerin başında gelir ve hâlâ bugün de çağrıldıkça tulumunu icra etmeye gidiyor. Pek çok müzisyen gence örnek olmaya devam ediyor. Destek çıkıyor. Hemşin hâlâ içine işleyen bir cennet. Müziğinde bu cenneti herkesle paylaşıyor. l


G CAMP ORGANIZATIONS TRAINING CAMP ORGANIZATIONS TRAINING CAMP ORGANIZATIONS

RECEP ŞAMİL YAŞACAN General Director

REFERANSLARIMIZ Her sene çeşitli ülkelerden yaklaşık olarak 100 profesyonel futbol takımını misafir ediyor ve 500’e yakın hazırlık maçı organize ediyoruz.

www.endasports.com

••••••••


Bulutların üstünde olmak çok harika bir duygu Hemşin’i geçen yaz ziyaret edenler ve yörenin sakinlerinden bazıları, ekrandan tanıdıkları bir yüzle karşılaştılar. Bu isim Timur Acar’dı. Şu sıralar, “Kertenkele” dizisiyle, ekranların tozunu attıran ve oynadığı rol Meclis gündemine bile gelen Acar, yeni aşkını Karadeniz’de buldu. Biz de kendisini bulup koyu bir sohbete daldık. Çağ Günaçar 52


S

on dönemde dizilerin ve reklamların aranılan oyuncusu haline geldi Timur Acar. Kendisini ilk önce Avrupa Yakası’nda tanımıştık. Artık, Kertenkele dizisinde ve deyim yerindeyse oyunculuğunun doruklarında geziniyor. Hikayesinin bilinen kısmı böyle; Ancak bir de bilinmeyenleri var. Kendisi için oyunculuğun kapılarını açan olay, Türkiye’yi hüzne boğan 1999’daki Marmara Depremi olmuş mesela. Evet, böylesi üzücü bir olay ve sonrasında, Sakarya’nın Karasu ilçesinde kurulan tiyatro Timur Acar için oyunculuk kapılarını açmış. Böylesi hüzünle yüklü bir şekilde başlasa da, Timur Acar’ın oyunculuk kariyeri, hem tiyatroda, hem de ekranda daha çok komedilerle kesişiyor. Sert mizacının yarattığı tezat mı; onu komedilerde bu kadar başarılı kılan, bilinmez. Ancak bu sert mizacının kökenlerini, Karadeniz civarlarında aramak doğru olur. Timur Acar, bir Hemşin sevdalısı, oraya ilk ziyaretini, geçen yaz yapmış, ama görünen o ki, kendisini, Hemşin yaylalarında ya da köylerinde daha çok göreceğiz. - Size bir Hemşin aşığı diyebiliriz, sanırım. Nasıl doğdu bu aşk? - Aslen kökenlerimiz, Gürcistan’a, Batum’a dayanıyor. Bundan sebep, Karadeniz iklimini ve coğrafyasını çok seviyorum. Oralara

gitmeyi çok istiyordum. Geçen yaz kısmet oldu ve gittim. - Nasıldı seyahatiniz? Neler birikti? - “Hayatımda, bu yaşıma kadar nasıl olmuş da, yaylaya çıkmamışım” dedim kendi kendime... Oralarda harika insanlarla tanıştım ve hayatımın geri kalan kısmında sanırım Çamlıhemşin hep olacak. Valla çok şey birikti tabii, ama en bariz olanı, bulutların üstünde olmak çok harika bir duyguymuş, bunu hissettim, diyebiliirim...

Yolumu kendim çizdim - Almanya’da doğup, sonradan buraya gelmenin ne gibi avantaj ve dezavantajları var? Bu büyük kırılma Timur Acar’ın karakterinde ne gibi etkiler yaptı? - Ailem, ben beş yaşındayken döndüğü için büyük bir kırılma yaşayamadım. Direkt ilkokula burada başlayınca insanda kırılma da kalmıyor. Fakat ailenin diğer bireylerinde bu oldu tabii ki. Abim ve ablam mesela, buralara alışamadılar ve Almanya’ya dönüp orada eğitimlerine devam ettiler. - 1999 Marmara Depremi, sizin dolaylı yoldan tiyatroyla tanışmanızı sağlamış. Nasıl kesişti yollarınız? - Evet, 1999 yazını, tatil için gittiğim memleketim Sakarya’nın Karasu ilçesinde

geçiriyordum. Depremi orada yaşadım. Herkes o büyük şoku atlattıktan sonra, yaraları sarma aşaması başladı ve ben de İstanbul’a dönmek yerine, bir süre orada kalmayı istedim. O süre zarfında Sakarya merkezde yıkılan tiyatro Karasu’ya geldi ve bu sayede ben de tiyatroyla tanışmış oldum. - Neler değişti sonrasında, hayatınızda? - Zaten bayramlar ve tatillerde gittiğim bir yerdi, yani çocukluk döneminden itibaren gidip geliyordum. Bir de tabi küçük bir yerdi. Şimdi tabii ki orası da çok gelişti ve değişti, ama çoğu kişiyi de tanıdığım için kolay bir süreçti benim açımdan. - Oyunculuk kariyeriniz çok hızlı ilerledi. Heralde içindenizdeki cevheri çabuk gördüler. - Her tiyatroyla ilgilenen oyuncu adayı gibi ben de çocuk oyunuyla başlayıp, sonrasında amatör olarak büyük oyunlarda oynadım. Bu mesleği yapmak istediğimi fark edip sınavlara hazırlandım ve dört senelik bir Dokuz Eylül Üniversitesi Oyunculuk Anasanat Dalı eğitim süreci geçirdim. Ardından İstanbul’a gelip, Oyun Atölyesi’nin bir oyun için açtığı seçmeye girdim. Beğenmiş olacaklar ki çağırdılar ve benim de profesyonel olarak yolculuğum böylece başlamış oldu. Cevhere filan pek inanmam, bu işi yapmak istedim ve yolumu çizdim. ➦

yasa mühendislik

Yasemin YANMIŞ Y. İçmimar

Salim YANMIŞ İnşaat Mühendisi

Merdivenköy Mah. Yekta Sk. Paksa Metroport C Blok D.4 Göztepe, Kadıköy / İstanbul Tel: 0216 350 53 00 Faks: 0216 350 53 00 GSM: 0532 666 69 69 salim@yasamuhendislik.com / tatimbara@yahoo.com.tr


Aslında imamı oynamıyorum - Son projeniz Kertenkele hem övgü, hem de eleştirilere konu oldu. İçeriği mecliste bile tartışıldı ve imamların kötü gösterildiği iddia edildi. Siz böyle bir tepki bekliyor muydunuz? - Beklemiyordum, desem yalan söylemiş olurum. Bekliyordum, ama konunun Meclis’e kadar gideceği aklımdan geçmemişti. Yani bu ülkede şu roller oynanır, bu roller oynanamaz, hükmünde bir yasa mı, var. Zaten ben imamı oynamıyorum, bunu defalarca anlattım. Burada haksızlığa uğrayıp hapse düşmüş, bir şekilde oradan kaçmayı başarmış ve kaçtıktan sonra da imam kılığında bir mahalleye sığınmış bir karakteri canlandırıyorum. İnanın bunu yaparken de senaryoyu kılı kırk yararak, kafamda çözerek yapmaya çalışıyorum. Çok ince uçları olan bir konu olduğunun ben de farkındayım ve kimseyi de rencide etmemek adına yoğun bir çaba harcıyorum. Unutmamak gerekir ki, biz burada bir komedi dizisi çekiyoruz. Biraz daha işin genelini görüp, eleştirirken de oradan eleştirmenin doğru olacağı düşüncesindeyim. İnanın çok komik şeylerle karşılaştım o dönem. Biz burada komedi dizisi çekiyoruz, ama bazıları bizden daha komik. Sanırım artık neye, kimin, nasıl tepki göstereceği belli olmayan bir zamanda yaşıyoruz. O yüzden ben sadece yaptığım işin samimiyetiyle ilgileniyorum, çünkü meslekte bunun sahici olduğunu düşünüyorum... l

54


➥ - Avrupa Yakası’nı sizin açınızdan, oyunculuk anlamında farklı kılan neydi? Rolün kendisi mi yoksa genel olarak yapımın sürükleyiciliği mi? - İlk işimdi ve okurken izlediğim bir diziye mezun olduktan sonra dahil olmak çok keyifliydi. Oynadığım rol de çok keyifliydi, senaryo ve ekip eğlenceliydi. Hal böyle olunca da ortaya çıkan iş kaliteli ve güzeldi. - Sizi hiç tanımayan biri sert mizaçlı olduğunuzu düşünebilir. - Düşünebilir değil, zaten tanımayanların öyle dediği kesin. Bir kaç kere de bunu yaşamışımdır. Tanıştıktan sonra konuşurken “Ya, seni ilk gördüğümde şöyle düşünmüştüm” diyen çok oldu hayatımda. - Öte yandan sizi hep komedilerde görüyoruz... - Komediyle başladım evet, ama bu demek değil ki hep komediyle devam edecek. Bu sadece bir süreç ve komedinin bana kattığı çok şey olduğunu da inkar edemem. - Kendinizi en çok tiyatroya yakın bulduğunuzu söyleyebilir misiniz? - Memnuniyetle söylerim. Tiyatroya hep vakit ayırdım, ne kadar yoğun çalışsam da, yedi sezondur bir oyunum hep oldu. Şu sıra Moda Sahnesi devam ediyor. Ama ben fazla uğrayamıyorum; Malum dizi ve reklam

Timur Acar, “Hamlet” oyunuyla, tiyatro perdesinde de var.

çekimlerinden. Bu yüzden 12 ortağım -evet yanlış duymadınız, 13 kişiyiz ve tiyatro yapıyoruz, herkese inat- bana biraz kızıyorlar, ama anlayışlıyız birbirimize karşı Allah’tan. - Bir keresinde kendinizi yalnızlığı seven biri olarak tanımlamışsınız. Bu biraz da çalıştığınız sektörün getirisi mi? - Evet doğru. Biraz da kendimize vakit ayırmamız gerekiyor. Çünkü uzun saatler hep birileriyle temas halinde olmak yorucu olabiliyor. Bir de işimiz icabı çok

konuşuyoruz. Biraz susmak ve kendinizi dinlemek isteyebiliyorsunuz. - Hobileriniz arasında bisiklet ve balık tutmak varmış. İkisi de yalnızlığı seven insan hobisi. Başka neler yaparsınız? - Yapmaktan keyif aldığım çok şey var, ama vakit bulup şu ikisini bile yapabilsem çok sevineceğim. Müzikle ilgilenmeyi severim. Değişik enstrümanlarla tanışmak hoşuma gider. Şu an kanun aldım, onunla ilgileniyorum mesela. l


İnsanı tanımadan yazamazsınız Hızır Canbaz

H

ikmet Gülay ismi Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde kulağınıza çalınmış olabilir. Kendisi, bu tarihi davaların tartışmalı savcılarından biriydi. Ancak kendisinin bir de edebi yönü var. Hemşin’den başladığı hayat yolculuğunda, hem meslek gereği, hem de ülkesinin topraklarını tanımak adına karış karış gezdiği yörelerden biriktirdiği hecelerini şiirle ortaya döktü. “Bir Deli Ok” isimli kitabı, şiir dünyasının dikkat çeken kitaplarından biri oldu. Bir yandan, amatör olarak başladığı fotoğraf çalışmalarına, artık kitaplarının tanıtımıyla paralel sergilerle devam ediyor Gülay. Şu sıralar son kitabı Islak Yanlızlık’la okuyucularının karşısına çıkmanın heyecanını yaşıyor. Biz de bu heyecana kendisiyle yaptığımız bir sohbetle ortak olduk. - Hukuk kariyerinizden başlamak istiyorum. Nasıl hukukçu oldunuz? - Çocukluğumda okul harçlığımı çıkarabilmek ve aileme katkıda bulunabilmek için yaz tatillerinde çeşitli işlerde çalışıyordum. Su, galete, simit sattım. Pazarcıların yanında çalıştım. Konfeksiyonda çalıştım. Kebapçı, lokanta, balık lokantası ve programlı gazinolarda komilik, meşrubatçılık, garsonluk yaptım. O zamanlar gördüğüm bazı adaletsizlikler beni hukukçu olmaya iten nedenlerin başında gelir. - Hukuk basamakların tek tek çıkıldığı bir alan. Bu açıdan sizi kariyer anlamında zorlayan ne oldu? - Beni zorlayan hiç bir şey olmadı. Zira ilkeleriniz varsa ve düzgün çalışıyorsanız, muhakkak görülüyor ve değerlendiriliyorsunuz.

56

Gülay kızıyla “Islak Yalnızlık” kitabının imza gününde.

Hikmet Gülay, Hemşin’in son dönemde ülke hizmetine kazandırdığı önemli isimlerden biri. Hukuk adamlığı yanında edebiyatçı kimliği de olan Gülay’la edebiyat yaşamı üzerine bir söyleşi yaptık. - Pek çok ilde görev yaptınız. Türkiye’yi bu kadar çok gezmiş olmanız, size edebi anlamda ne kattı? - Eğer bir şeyler yazıyorsanız; insanı tanımadan yazdıklarınız havada kalır. Görev nedeniyle gezmelerim dışında, ben her yıl tatilimde memleketimin illerini ve elimden geldiğince ilçelerini gezdim. Bu da bana yazdıklarımda daha doğru değerlendirmeler yapabilme kabiliyeti kazandırdı. - Şiirle ilişkiniz nasıl başladı? - Orta okuldan itibaren yazılarımın çok güzel olduğunu öğretmenlerim söylerdi. Zira o zaman kompozisyon dersimiz vardı. Zaman zaman öğretmenlerimiz yazdıklarımı benim yazdığıma inanmaz ve not vermezlerdi. Bu beni hem üzer, hem de çok güzel yazdığımı düşündürterek sevindirirdi. İlk şiirlerimi lise çağlarında yazmaya başladım. Bunda bize şiir sevgisini aşılayan öğretmenimiz Aslan Bey’in etkisi büyüktür. Kendisi her dersin son iki dakikasında dersi bitirir ve bize ünlü şairlerden bir ya da iki

şiiri ezberinden okurdu. Ben o dönemde yazdığım şiirleri daha sonra beğenmez, yırtar atardım. İlk olarak şiirlerimi üniversite hayatımla birlikte bir yerde toplamaya başladım. Fakat ilk kitabımı çok uzun bir aradan sonra, 2000 yılında yayınladım. - “Bir Deli Ok”, edebiyat dünyasında ciddi yankı uyandıran bir kitap oldu. Siz kitabınızı nasıl tarif edersiniz? - “Bir Deli Ok” her alanda, her konuda ve her tarzda şiirlerimin yer aldığı bir kitaptır. Hem o kitabımda, hem de daha önceki kitaplarımda olduğu gibi şiirlerimi sade ve yaşayan Türkçe ile yazdığım için hem sıkmayan, hem yormayan, hem de okurun kendisinden bir şeyler bulduğu bir kitap olduğunu düşünüyorum. - Son kitabınız Islak Yanlızlık’tan bahseder misiniz? Nasıl bir kitap, ilham kaynaklarınız nelerdi? - “Islak Yalnızlık” şiir kitabı maceramdaki beşinci kitabım. Ama kurgu, planlama ve zamanlama açısından en güzel işleyen sürece sahip.

Ben kitaplarımda genellikle bazı işlenmemiş yeniliklere yer vermeyi seviyorum. Bu son kitabımda da kitabın içinden seçtiğim 16 ayrı şiiri stüdyo ortamında okudum ve bu 16 şiir için nasıl bir müzik istediğimi tarif ederek 16 ayrı fon müziği bestesi yapıldı. Bu bir “cd”ye aktarıldıktan sonra kitabın içinde hediye olarak satışa sunuldu. Buradaki yenilik benim bildiğim kadarıyla bu güne kadar hiçbir şairin kitabında kendi sesinden okuduğu şiir “cd”si hediye olarak verilmemiştir. Her kitabımda olduğu gibi bu kitabımda da şiirler benim hayatımın her döneminde yazdığım şiirlerin arasından seçilmiştir. Her konuda ve her formda şiirlerim kitapta yer almaktadır. Ama bu güne kadar yayınladığım bütün kitaplarımda yaptığım gibi bu kitabımda da başlangıcı doğum gibi bir olayla başlatıp ölümle bitiriyorum. Kitabımda her konuda şiirlerime yer vermemin ana nedeni kitabı her okuyanın bu kitapta kendine yakın ya da kendinden bir şeyler bulmasını istememdir.


- Fotoğraf çekmeye nasıl başladınız? Genelde ne gibi fotoğraflar çekiyorsunuz? - Fotoğraf benim hobim. Lise çağlarından beri elime geçirdiğim basit ve teknolojisi düşük makinalarla, biraz eşdost, biraz da doğa fotoğrafları çekiyordum. Fotoğraf makinem benim neredeyse kimliğim gibiydi, evde unuttuğumda eksiklik hissediyordum. En son üç yıl önce, şu an kullandığım fotoğraf makinemi alınca çektiğim resimleri -yüksek çözünülürlüğü olduğu içinkullanabilmeye başladım. Edebiyat sayfasını yazdığım, aylık dergi “Yaşam”ın konuğu olarak yapılan “Yaşam tadında aylık buluşmalar” toplantısından önce ilk fotoğraf sergimi düzenledim. Daha sonra 20 Aralık’ta son kitabım “Islak Yalnızlık”ın imza gününde tekrar bir fotoğraf sergim oldu. Son olarak da 31 Ocak’ta yaptığım imza gününde aynı zamanda “Çerçeveli Çeşitlemeler” isimli fotoğraf sergim oldu. Ağırlıklı olarak doğa, ev, insan ve hayvan

Hikmet Gülay imza günlerinde, fotoğraflarını da sevenleriyle paylaşmayı ihmal etmiyor. fotoğrafları çekiyorum. Mekanik konularsa ilgi alanım dışında. - Türkiye adalet ve hukuki anlamda zor günlerden geçiyor. Siz bir hukuk adamı olarak 2007’den günümüze kadar olan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye’de hukuk ciddi yaralar aldı mı? - Ben şu an hukuku

Restaurant & Pasta Cafe

Eşref Bitlis Bulvarı No:124 Sultanbeyli / İSTANBUL Tel: 0216 378 83 53 - 487 53 53 - 487 02 32

değerlendiren değil, en doğru şekilde yazılı olan hukuku uygulayacak konumdayım. Emekli olduğum zaman belki yaşananları ve yılların birikimini bir kitapta toplayabilirim. Ancak bu gün için bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira ben adaletin uygulayıcısıyım. Ancak uygulamada herhangi bir aksama görülürse ve

bunun düzeltilebilmesi için ne yapılması gerektiği konusunda resmi makamlarca görüşüme başvurulursa bu konuda o zaman bir görüş açıklayabilirim. - Hemşin size ne ifade ediyor? - Hemşin, memleket, baba toprağı, can, Fırtına, horon, yaylalar, yaşanacak ve ölünecek yer, velhasıl her şey. l


Gökhan Keser, Hemşin’in tanınmış yüzlerinden biri. 14 yaşında modellikle girdiği popüler dünyada, oyunculuğu da deneyimledi. Ancak onun içinde hep müzik vardı, o yüzden bütün riskleri göze alıp albüm için kolları sıvadı. Sonuç, yüzünü kara çıkarmadı. Şimdi yeni single’ıyla karşımızda: “Bul Beni”. Esra Açıkgöz


Gökhar Keser’den bir çağrı: BUL BENİ

D

aha 14 yaşındayken ünün, şöhretin içine girdi. Ancak hep başladığı gibi samimi, gerçek kalmayı başardı. Hiç şımarmadı. Önceleri model olarak kazındı akıllarımıza, sonra bir dizide. Ancak onun aklında hep müzik vardı. Bütün riskleri göze alıp, o yönde ilerlemeyi geciktirmedi. Ama kendini donata donata, emin adımlarla ilerledi. Gökhan Keser, şimdi yeni single’ı “Bul Beni”yle karşımızda. Biz de kendisiyle samimi bir sohbet gerçekleştirdik. - Önce single çalışmanızla başlayalım. - Survivor’dan dönmemin akabinde başladık single çalışmasına. Uzun zamandır çalışıyoruz. Pek çok şarkıya baktık, ancak bir türlü “Bu olsun” dediğim bir şey çıkmadı. Yazdıklarım arasında da “Bu olsun” diye hissettiğim, çıkış olacağını düşündüğüm bir şey olmadı. En son Alper Narman ve Onur Özdemir’e, -biliyorsunuz, son dönemde iyi işler yaptılar, Ayşe Hatun’un şarkısı Güm Güm, Nerdesin Aşkım gibi parçaların söz yazarları- gittim.

Ne istediğimi anlattım onlara ve benim söylediğimin üzerine bir şarkı yaptılar; “İnlerim Allah”. Bir şarkı daha var, “Söylesem Ayıp Olur”. Osman Hekimoğlu ve Ender Çabuker imzalı. Bir de en son çıkardığımız “Hiç Vaktim Yok” single’ındaki parçayı ekleyip, maksi single’ımızı çıkartacağız. Adı da “Bul Beni”. - Neden bu isim? - Aslında pek çok isim vardı aklımda, ama “Bul Beni” çok sıcak geldi. Çok davetkâr. İkinci şarkının içinde de “bul beni” geçiyor. Bu zamana kadar bekleyenlere, sabırsızlananlara, “Ben çıkarttım, siz de beni bulun”, der gibi. - Artık albüm devri bitti mi, neden single? - Çok ara vermiştim, uzun dönem yoktum burada. Sonrasında albüm çalışmalarına başlasaydım, çok sürecekti. İlk albümümün yapım aşaması iki yıl sürmüştü çünkü. Bu iki parça için bile neredeyse sekiz ay uğraştık; kliptir, fotoğraf çekimidir, vb. Ama

sonra albüm yapacağım tabii ki. Zamandan kaynaklı single’ı tercih etmiş oldum, ama single hep cazip geliyor aslında, internetin bu kadar revaçta olduğu bir dönemde devamlı yeni bir şeyler vermek, çok beklememek iyi, çabuk tüketiliyor çünkü her şey. Eskiden bir albüm çıkarıyordunuz ve dinlenilmesi zamana yayılıyordu. Kaset, albüm almadan, televizyonda görmeden dinleyemiyordunuz, şimdi canınız ne zaman isterse, telefonunuza atıp dinleyebiliyorsunuz. O yüzden tüm dünyada bence çok cazip single. - Bu hız bir sanatçı için korkutucu bir şeydir herhalde. Yorucu da. - Daha ziyade yorucu aslında. Tek korkutucu yanı bu kadar hız içinde müzik piyasasının kalitesi ister istemez düşüyor. Ben bir ay içinde de single çıkartabilirdim, ancak iyi bir şey olsun diye uğraştığımız için sekiz aya uzadı. Pek çok kişi hemen çıksın diye düşünüp hareket ettiğinden, bu hızın müzikte kaliteyi düşürdüğüne inanıyorum. ➦


Her şeyin bir zamanı var -14 yaş gibi kişiliğin oluştuğu bir dönemde sektöre girdiğiniz halde şımarmadan kalmayı başarmışsınız. Samimiyetinizi hala koruyorsunuz. Nasıl oldu bu? Yaş itibariyle herkesin kaldırabileceği bir şey değil gibi görünüyor. Ancak bu biraz yapı, aile terbiyesi ve karakterle alakalı. Ne kadar popüler olursanız olun, ne kadar büyük paralar -bizim camia için büyük paralar dönüyor sanılıyor, öyle değil, ama olsun- kazanırsanız kazanın, o sizin yapınızla alakalı diye düşünüyorum. Ben ekstra değişmemek için bir şey yapmadım. Hep aileme, sevdiklerime sarıldım, geçmişimi unutmadan bugünlere geldim. Daha çok realist davranarak, bunu böyle yaparsam, şöyle olur diye ölçüp tartarak hareket ettim. Ben yaparım abi gibi bir durumum hiç olmadı. Neler yapabileceğimi biliyorum, ama her şeyin bir zamanı olduğunu düşünüyorum, bunu da yavaş yavaş gösteriyorum insanlara.

➥ - Anlaşılan siz daha yavaş yavaş ilerlemeyi, işin her alanında hâkim olmayı seviyorsunuz. - Aynen, başından sonuna kadar hepsinde olmak istiyorum. Aranjesinde de bir şekilde başında duruyorum. Gitar, keman çalınırken stüdyoya gidiyorum. Fotoğraf çekimidir, kliptir, ekibimizle toplanıp öncesinde ne yapabiliriz, diye düşünüyor, beyin fırtınası yapıyoruz. Sonrasında kim daha iyi o klibi çeker, görüntülerine, yaptığı işlere bakıp karar veriyoruz. Bu bir süreç. İnşallah o verdiğimiz emeğin de single çıktıktan sonra karşılığını alırız. - Nasıl sonuçlansa emeğinizin karşılığını aldığınızı hissedersiniz? - Ne kadar çok dinlenirse, ne kadar çok kişiye ulaşırsa, ne kadar çok sevilirse benim için ondan ötesi yok. Her şey maneviyata dayalı bende. - 14 yaşında modelliğe başladınız, epey genç bir yaş bu. Baya genç (gülüyor). - Şimdi daha iyi anlıyor insan, değil mi? İçindeyken çok fark edemiyor. - Evet, evet, o zaman bana sorsan 20 yaşında gibi hissediyordum (gülüyor). İzmir’de bir yarışma vardı, Miss and

60

Mr. Model diye. Halam gazetede ilanını gördükten sonra “hadi”, dedi, “sen de gir”. Ama benim aklımda modellik hiç yoktu. Şarkıcı olmak istiyordum, halama da öyle söyledim. O da, ”Sen gir, bu da sahne, insanların karşısına çıkma fobin vardır, öyle kolay değil bu işler, varsa onu yenersin, hem kıyafet nasıl taşınır, nasıl yürünür, bunları öğrenirsin. Sosyalleşirsin” dedi. Yarışmaya başvurdum, ama 16 yaş sınırı var, yaşım küçük diye almadılar. Tabii biz bilmiyorduk. Bir ay sonra beni arayıp, ajansa gelin görüşelim, dediler. Annem, babam, halamla ajansa gittik, “Biz bir ışık görüyoruz, gelirseniz hemen diksiyon, yürüyüş derslerine başlayalım” dediler. Başladım. İki sene sonra tekrar o yarışmaya girdim ve birinci oldum.

Yüzüm kara çıkmadı - Aklınızda yokken başladığınız bir iş olmuş, modellik. İçine girdikten sonra ne hissettiniz? - Çok sevdim. 14 yaşındaydım, bir çok arkadaşım sokakta top oynarken, ben defileye çıkıyordum. Kendi paramı kazanmaya başlamıştım, harçlığım çıkıyordu. 14 yaşımdan beri kendi paramı

kazanıyorum. O günlerde de o kararı vermiştim kendimce, babama “Ben harçlık istemiyorum”, demiştim. Büyük konuştum, ama Allah’a çok şükür, inişler çıkışlar oldu tabii ki, ama yüzüm kara çıkmadı. Şu an bakınca büyük bir iş başardığımı görüyorum. Modellik de halamın dediği gibi oldu. Orada kazandığım tecrübeler, bugün yaşadığım hayata hep artı olarak döndü. İzmir’de girdiğim yarışma da İstanbul kapısını açtı bana. Yarışmaya girmeseydim, İzmir’de konservatuvar okuyup bir barda şarkı söylüyor olabilirdim. Çünkü 18 yaşında İstanbul’a gelmemin tek sebebi o yarışmadır. - Tek mi geldiniz, nasıl karşıladı şehir sizi? - Tek geldim. Şanslıydım. Zafer abinin (Zafer Savaş Keser) yanına geldim. 3-4 erkek bir evde kaldık. Bana kucak açtılar, ağabeylik yaptılar. Bir sene onların sayesinde İstanbul’da tutundum. Çünkü ilk aylar benim için o kadar zordu. Ailemden, arkadaşlarımdan ayrılmışım, İstanbul gibi bir şehirdeyim. Onların özlemi, yaşadığından başka bir hayata geçmek; çok zorlamıştı beni. Ama Zafer abiler sayesinde İstanbul’a tutundum. Onlardan Allah razı olsun. ➦


Zafer Savaş KESER 0532 511 44 44

Mahmut KESER 0531 223 53 53

M. Sinan Mh. YEDPA Ticaret Merkezi F. Cad. No: 227 - 228 / Ataşehir / İSTANBUL Tel: 0216 471 84 17 Faks: 0216 471 84 17 koseoglu_zafer@hotmail.com / mahmutkeser53@hotmail.com

Kale Yapı

Maltepe Fındıklı Mah İ.Ö.O ve spor salonu

Taahhüt, Betonarme inşaat ve Proje Bazı Referanslarımız Altunizade polis lojmanları İstinad duvarı yapım işi Rize Pazar Hamidiye polis lojmanları mantolama ve genel onarım işi Maltepe 3 edet İ.Ö.O. mantolama yapım işi ve genel onarım işi Üskudar Cumhuriyet Lisesi genel onarım çatı yapım işi Beykoz Güzelce Hisar İ.Ö.O. pvs kaplama işi


Survivor; bir daha asla! - Survivor’a katılmaya nasıl karar verdiniz? - Acun abi sayesinde. İlk teklif geldiğinde hiç sıcak bakmıyordum. Başta hayır dedik zaten. Bir haftalık görüşme sonucunda eksileri, artıları, ne olur diye tarttık ve gitme kararı aldık. İyi ki gitmişim, çünkü her şeyi geçtim, orada hayata dair o kadar çok şey öğrendim ki. Gitmeden önce, telefon yok, bir şey yok, ben ne yapacağım, diyordum. Orada telefonun T’si aklıma gelmedi. Tek düşündüğüm ailem ve sevdiklerim iyi mi; bir de yemek var mı? Hayatın özeti de aslında bu. O yüzden çok da ciddiye almamak lazım. - Epey iyi dayandınız. - 116 gün. Halk oylamasında ikinci olarak sonuçlandırdım. Zor geçti o dönem. Dört ay kumda yattım. Yaşadığımız tecrübe çok farklıydı. Hayata dair çok şey öğrendim, dediğim gibi, iyi ki yaşamışım, herkesin böyle bir şeyi bir kere yaşaması lazım, ama bir daha gider miyim; Asla (gülüyor). Bir kereden sonrası deli işi, o biraz acıdan hoşlanmak, mazoşistlik olur. l

➥ - Mankenlik yaparken oyunculuk ve şan dersleri de almışsınız… - Şan dersini çok önceden beri alıyordum. Lisede gitar çalmaya başlamıştım. İlk yazdığım beste o zamanlara dayanıyor hatta. İstanbul’a geldikten sonra modellik yaparak ayaklarım üzerinde duruyordum. Reklam çekimleri, Best Model ikinciliğim, Çin’de düzenlenen yarışmadaki dünya üçüncülüğümden sonra dizi teklifleri gelmeye başladı. Ama ben hep müzik adına ne yapabilirim diye düşünüyordum. Ajanstan da, “Diziye başla, müzik isteğin varsa daha sonra zaten yaparsın” dediler. Tabii İstanbul şartları, ayaklarının yere sağlam basma

62

zorunluluğu, maddiyat olarak da büyük zorluklar yaşıyordum, oyunculuk serüvenim de öyle başladı. Sinem Kobal’la Serena’da 104 bölüm oynadım. - Tek bir diziyle kalmış, başka teklif mi gelmedi, siz mi kabul etmediniz? - Müziğe yoğunlaştığım için gelen tekliflere tamam, demedim. Serena zaten üç sezon sürdü. Sonrasında bir şeye başlasaydım, İstanbul’a geliş amacıma ihanet etmiş olacaktım. İstemedim. - Riskli bir karar aslında. - Büyük risk hem de. - Oyunculukta iyi bir yüze sahip olmak avantaj, ancak sesiniz kötüyse sahneyi doldursanız bile bir geleceğiniz olmaz.

- Tabii canım, fotoğraf albümü çıkarmıyoruz sonuçta. Ama zaten kendime en çok güvendiğim, inandığım nokta hep müzikti, şarkı söylemekti. Albüm süreci zorlu geçti, çünkü geçinme zorunluluğunuz var, ama albüm dışında bir iş yapamıyorsunuz. O dönemi zar zor atlattık, ama bugünleri gördük neyse ki. - 2011’de çıktı ilk albüm, değil mi? - 2009-2012 arasında Sıla’nın vokalistliğini yaptım. Dizi biter bitmez Sıla prodüktörlüğümü yapacağı bir albüm teklif etti bana. Ben de tabii ki Sıla gibi bir ismin teklifini hemen kabul ettim. Sıla ve Efe Bahadır’ın muktedir olduktan sonra yeni seslere nefes olmak gibi bir


düşüncesi varmış. İlk isim de ben oldum. Teklif ettiklerinde hemen başladık. Şarkı söylemek çok güzel, ama insanların karşısında söylemek bambaşka. Ben o zamana kadar çıkar söylerim, abi derdim. Ama Sıla vokalistlik teklif edince işin o kadar kolay olmadığını anladım. İki sene boyunca Sıla ve Efe okulunda okuyup, kendi albümümü çıkardım. - İki yıl uzun süre, aslında daha erken de başlayabilirdiniz, sindire sindire ilerlemişsiniz. - Aynen öyle. Bir şeye atlayayım, hemen olsun yapısında bir adam değilim zaten. Her şeyin bir zamanı olduğunu ve öncesinde dolmak gerektiğini düşünüyorum. Ne kapabilirsem, öğrenebilirsem kar mantığıyla kendimi eğitmeye çalışıyorum. Bugüne kadar öyle oldu, bundan sonra da umarım öyle gider. Aceleyle işimiz yok, saman alevi olmaktansa, yavaş yavaş emin adımlarla çıkmayı tercih ederim. - Hedefiniz ne? - Varabileceğim en üst nokta. Şurası diyebileceğim bir yer yok, çünkü onun üstü her zaman olabilir. Ben elimden gelenin en iyisini yapıp, en iyi yerde olmak için çalışıyorum. Bu bir sene sonra, iki sene sonra olabilir, orasını bilemem ama eninde

sonunda istediğim yere ulaşacağımı düşünüyorum. Kendimle yarışıyorum, diyebilirim. - Unutulmak gibi bir kaygınız yok mu? Popüler kültür sürekli yeni isimler karşımıza çıkarıyor. - Bizim işimiz çok nankör bir meslek. Bugün varız, yarın yokuz. Ama benim öyle bir korkum yok. Bir insan nasıl 08.0017.00 çalışıp hayatını geçindiriyorsa, biz de sahneye çıkıp şarkı söylüyoruz, oyunculuk yapıyoruz, işimizi yapıyoruz yani. Beğenilmek tabii ki güzel bir şey, ama ben işimi yaptığım sürece mutluyum. O yüzden unutulmak gibi bir korkum yok. Hem işimi iyi yaptığım sürece zaten unutulmayacağımı biliyorum.

Pop yapıyorum, ama bir gün Hemşin türküsü söyleyeceğim - Gelelim memleketiniz Hemşin’e; müzik kültürünün hayatın parçası olduğu yerlerden biri Hemşin, sizde ne gibi etkileri oldu? - Karadeniz müziğini zaten her zaman severek dinliyorum. Düğünlerimizde, evde filan da çalıp söylediğimiz oluyor. O türkülerdeki sıcaklık başka. Yaptığımız müziği de illa etkiliyor. İzmir’de doğup

büyümenin verdiği bir kültür birleşmesi var. Şu anda pop müzik yapıyorum, ama sonrasında kesinlikle bir türkü söylemek istiyorum. - Hemşin’e en son ne zaman gittiniz? - 2009’da, maalesef. Çünkü hakikaten çok boş vaktimiz olmuyor. Akrabalarımız orada bazen oluyor, bazen olmuyor. Çoğu İstanbul’da. Ama bu ramazan bayramını Adana, İzmir, İstanbul’daki bütün akrabalar toplanıp köyde kutlayalım diye karar aldık. Onun çalışmasını yapıyoruz şimdi. Zafer abi sağ olsun. Büyük amcam Orhan Keser orada. En son gittiğimde de onları da ziyaret etmiştim. Trabzon’da bir organizasyonumuz vardı, uçaktan iner inmez bir araba kiralayıp sahil şeridinden tek başıma, müziği açıp yolculuk yaptım, hayatımdaki en güzel yolculuktu. - Derneğin etkinliklerine gidiyor musunuz? - En son Hemşin gecesine Sinem Kobal’la gitmiştik. Setten çıktık, Serena’dan, 2009’du sanırım, direkt Hemşin gecesine gidip horon oynayıp deli gibi eğlenip ertesi gün tekrar sete gitmiştik. Zafer ağabeydir beni derneğin etkinliklerine ilk götüren. Hızır abinin (Canbaz) türküleri inanılmazdı. Onun yazdığı bir türkü de söylemek isterim. Belki ileride olur. l


Rize, Karadeniz’in en önemli ve gelişmiş turizm bölgelerinden biri. Özellikle bahar ve yaz aylarında ülkemizin her yerinden onbinlerce kişinin ziyaret ettiği Rize, eşi bulunmaz güzelliklerle göz kamaştırıyor. Biz bu sefer sizi Rize sahil yolu boyunca bir geziye çıkarılam istedik. Hazırsanız, yola çıkalım...

Rize Kalesi

Esra Açıkgöz

Rize sahillerinde bir yolculuk

T

rabzon’a uçakla inip de Rize’ye doğru yola çıktığınız andan itibaren yeşilin maviyle dansına şahit olacaksınız. Bu büyüye kaptırmış giderken Sürmene tabelasını gördüğünüzde anlayın ki, yolu yarıladınız. Zira Sürmene, Trabzon ve Rize’nin tam ortasında. Orada durup Bozo’da bir pide yemenizi önermeden edemeyeceğiz, hele de peynirli yumurtalısını. Karnınız doyduysa, yola devam edelim. Daha bizi bekleyen öyle çok güzellik var ki. Sonunda, Evliya Çelebi’nin “Deniz kıyısında bahçeli güzel bir yer” diye bahsettiği Rize’deyiz. 323 bin 12 kişinin, 3.922,00 km²’ye yayıldığı bir şehir Rize. MÖ 2 binli yılların başında tarım ve hayvancılıkla uğraşan bazı toplulukların yaşadığı yörenin yazılı tarihi MÖ 7. yüzyılda Miletli denizcilerin yaptıkları seferlerle başlıyor. MÖ 1. yüzyılda Partlar’ın eline geçiyor, MS 10 yılında Roma egemenliği altına giriyor. Karadeniz-İran ticaret yolu üzerinde oluşu nedeniyle çekişme konusu; Doğu Roma İmparatorluğu ile Sasaniler arasında birkaç kez el

64

değiştiriyor. Fatih Sultan Mehmed devrinde, 1461’de kentte Osmanlı egemenliği başlıyor. I. Dünya Savaşı’nda, 9 Mart 1916’da Rus işgali yaşayan Rize, 2 Mart 1918’de kurtuluyor. Haliyle bütün bu medeniyetlerin izini taşıyor şehir. Bu izleri, Rize Merkez’deki Botanik (Ziraat) Çay Bahçesi’nden ve Rize Parkı’ndan izleyebilirsiniz. Burada çayınızı yudumlayıp Karadeniz’e, Rize Kalesi’ne ve kente hakim panoromik manzarayı izlerken, neden buraya “balkon” ya da “yorgunluğun atıldığı yer” denildiğini derinden hissedeceksiniz. Ama Rize Kalesi’ne sadece uzaktan

Eski Rize evi.

bakmakla olmaz; 480 m²’lik alan üzerine kurulu Rize Kalesi, iç ve aşağı kalelerden oluşuyor. İç kalenin I. Justinianus (527-565) döneminde, aşağı kalenin ise 13. yüzyılda inşa edildiği düşünülüyor. Yarım daire planlı beş adet kulesi var. Rize tarihi konaklarıyla da ünlü şehirlerden biri; yaklaşık 230 tescilli tarihi ev bulunuyor. Merkezde çok az sayıda eski ev koruma altına alınmış; ikisi, üçü korunup yaşatılıyor, ama merak etmeyin Çamlıhemşin’de çok daha fazla tarihi ev görme şansınız olacak. Rize evleri yığma taş ve dolma göz tekniğinde yapılmış duvarlar, dört yana eğimli, kiremitle kaplı

çatılara sahip. Şehir evleri genellikle iki veya üç katlı. Zemin katta, ahır, kiler gibi servis hacimleri kullanılıyor. Birinci katta mabeyn yani esas yaşanılan alan, sofa ve odalar bulunuyor. Mabeyndeki ocakta yemek pişiriliyor. Rize merkez bu evler dışında tarihi camilere de evsahipliği yapıyor. Bunlar, bir son cemaat yeri ve bir ibadet kısmından oluşan, kırma çatılı küçük camiler. Osmanlı klasik devrinden kalma İskender Cafer Paşa Cami, bunların en orjinali ve önemlisi. 1570’te İskender Cafer Paşa tarafından yaptırılan cami ahşap bir son cemaat yeri, taş duvarlı ve kubbeyle örtülü bir harim kısmından oluşuyor. Sekizgen kubbe kasnağı üzerinde yuvarlak kemerli pencereleri var. Gülbahar Cami’yse bütünüyle dikdörtgen planlı. Son cemaat yeri ve harim kısmından meydana gelen kırma çatılı bir yapı. İnşa tarihi kesin olarak bilinmiyor. Mihrap yivli sütünlarla sınırlandırılmış ve yatay dilimli bir nişe sahip. Birkaç defa yıkılıp yapılmış, aslında İskender Cafer Paşa dışındaki bütün camilerin kaderi bu. Küçük Gülbahar Sultan ➦



Karadeniz dendi mi, kulaklarda su sesinin çınlaması boşa değil; Çayeli ve Ağaran şelalesi yöredeki en güzel örnekler.

Ne yenir?

➥ Cami, 1658’de yapılıp tekrar yenilenen Kale Cami, Orta Cami, mihrabı taş ve minberi ahşap olan Müftü Mahallesi Cami, Reşadiye Cami ve daha pek çok tarihi camiyi de gezmeden dönmeyin. Rize’den ayrılmadan bir ziyafet çekmek isteyenler için önerimizler net; Huzur Pide’de kavurmalı pide, Liman Lokantası’nda et kavurma, Dergah Pastanesi’nde fındıklı sütlaç. Hatırlatmakta yarar var; yolunuzu eğer Ağustos’ta düşürürseniz, size şehrin tüm kültürünü sunan “Rize Günleri”ni de yakalayabilirsiniz. Zor olacak ancak bu huzurlu yerleri bırakıp yola devam edelim, zira daha bizi karşılayacak çok büyülü mekanlar var. Kıbledağı bunlardan biri. Oksijeni derin derin solurken buradaki tesislerde dinlenip gökyüzünü yeşilin çevrelediği bu köyü izleyebilirsiniz. Gözlerimize yansıyan doğanın dinçliğiyle, merkezden sahil boyunca yol almaya devam ediyor ve kendimizi yeni bir maceranın içinde, Rize’nin en meşhur ilçelerinden Çayeli’nde buluyoruz. Rize Merkezi’nin 19 km. doğusundaki ilçe, Bakanlar Kurulu Kararı’yla turizm merkezi ilan edilmiş.

66

Hem tarihi, hem doğal güzellikleriyle baş döndürüyor. 1467’de yaptırılan, denize hakim bir teras üzerindeki Cafer Paşa Cami, 1826’da inşaa edilen, oya gibi süslenmiş ahşap oymalarıyla göz dolduran ve bölgenin geleneksel ahşap yığma duvarlı, kırma çatılı camilerinden Ormancık Cami bu tarihi değerlerden ikisi mesela. Ya o, geçmişleri M.Ö. 1. yüzyılın sonuna kadar uzanan değirmenler!

Engin deniz, yeşil orman... Bir yerin ruhunu gerçekten anlamak istiyorsanız, insanlarına dokunun derler, biz de bu sözü dinleyip Hemşin Derneği Bölge Temsilcisi, Çınartepe Muhtarı Mustafa Terzi’nin kapısını çalıyor, rotamızı onla çıkarıyoruz. İlk önerisi; Çayeli’nin Kuspa Tepesi. İlçe merkezine yaklaşık 7 km mesafede bulunan Kuspa, deniz manzaralı, oldukça geniş düz bir alana sahip. Gözlerimize engin denizi doldurup, başka suların peşine düşüyoruz; gerek yükseklikleri, gerekse ilkbaharda kabaran suların görünümleriyle insana doğanın

Bütün bu gezi, bol oksijen, hareket; kuşkusuz sizi bol bol acıktıracaktır. Üstelik bölgeye özgü mutfak öyle zengin ki, onları tatmadan dönmek Rize’ye haksızlık olur. Öncelikle bilmeniz gereken; yörenin yemek kültüründe hamsi ve lahananın özel bir yeri var. Çünkü, bütün yemek çeşitleri, bunlar çevresinde yoğunlaşıyor. Dolayısıyla mutlaka hamsi ve lahanayla yapılmış yemeklerden tatmalısınız. Mesela ne gibi yemeklerle mi karşılaşacaksınız? Ayran doğraması, çılbır, çırıhta, çirmulis, hamsili pilav, hamsi kuşu, hamsi tavalisi, herse, hoşme, kabak filisi, lahana çorbası, muhlama, pekmezli kabak, lahana sarması, lahana kavurması, lahana diblesi, harhaşi (dudeyi), laz böreği, enişte lokumu, hamsikoli, kabak sütlacı, kocakarı gerdanı, korkota çorbası, mısır ekmeği, pepeçura. l

büyüklüğünü hatırlatan Çayeli, Ağaran ve Çataldere Şelaleleri’ni dinliyoruz. Etrafı kadim ağaçlarla çevrili Meliyat Deresi, Senoz Deresi, Aşıklar Deresi’nin dingin sularında dünü, bugünü ve yarını görüyoruz. Meliyat Deresi Çınartepe Köyü yakınlarında bizi bir çay fabrikası karşılıyor; Kaçkar Çay, yörenin tek özel fabrikası. Fabrikaya uğrayıp çayın nasıl yapıldığını izleme fırsatını elde edebilirsiniz. Çayeli’nde yolun üzerinde bulunan ve kurufasülyesiyle meşhur Hüsrev Lokantası’na uğramayı unutmadan, tabii. Muhtar Terzi’yi dinleyip bu mekânda durduğumuzda görüyoruz ki; laz böreği, karalahana çorbası, mısır ekmeği, hamsili pilav gibi Karadeniz’e ait bir çok lezzet var burada. Tatlı öneriyse, bol fındıklı sütlaç. Onun için yolunuzu meşhur Lale Lokantası’na düşürmemiz gerekiyor ama. Karaoğlu Lokantası da farklı damak tadıyla ziyaret edenlerin memnun kalacağı yerlerden. Yönümüzü yine denize düşürüp ilerliyoruz. Bu sefer durağımız, M.Ö. 64 yılında Pompeius tarafından “akıl, güzellik ve hikmet” anlamına gelen Athena adıyla kurulan, 1928’de bizim bildiğimiz adını ➦



Pazar bölgesinde görmeden geçmeyin dediğimiz yerlerden biri; Kız Kalesi (solda). Tahta Araba Formu-Laz Yarışı yöredeki renkli etkinliklerden biri (altta).

➥ alan Pazar. Bölgenin en eski yerleşim yeri. Arazisi engebeli, derin vadilerle yarılmış bir doğa harikası. Gezmeye tabii ki öncelikle Kız ve Ciha Kalesi’nden başlıyoruz. Bol oksijen başınızı döndürdü, karnınızı acıktırdıysa bir Pazar simidini tırtıklayarak yola devem edelim. Pazar merkezinin batısında küçük bir yarımada üzerinde kurulmuş Kız Kalesi. Kayalık bir zemin üzerinde bulunuyor. Böylece, karayla bağlantısı kesilmiş. Kare planlı, duvarları muntazam taş işçiliğiyle sizi kendisine hayran bırakıyor. Ancak duvarların hepsi günümüze ulaşmayı başaramamış ne yazık ki. Kimler tarafından yaptırıldığı bilinemese de, 13. yüzyıla kadar uzanan bir tarihi olduğu düşünülüyor. Hemşin Vadisi’nin kontrol noktalarından biri olarak kullanılan Ciha Kalesi’ndeki imzaysa Cenevizliler’e ait. Çevresi ağaçlarla kaplı kale, henüz çok fazla insan tarafından bilinmiyor. İki kuleyle desteklenen ve ortada bulunan, gözetleme ve haberleşmeyi sağladığı düşünülen kare bir kuleye sahip olan kalenin ilk kaşiflerinden olabilirsiniz. Ama elinizi çabuk tutun, zira kaleyi turizme kazandırmak için restorasyon çalışmaları başladı bile. Şimdi gelin bu tarihi izleri bırakıp cıvıl cıvıl bir yere, Kadınlar Pazarı’na gidelim. Evet, Pazar ilçesinde, kadınlar, eski ve yaygın bir gelenek olan “Kadınlar Pazarı” geleneğini günümüzde de sürdürüyor. Müşterilerini gün boyu güler yüzle karşılayıp kendi elleriyle hazırladıkları tereyağını, mısır ununu, peyniri, turşuyu, pekmezi; bahçelerinde yetiştirdikleri meyve, sebze, tohum, fide gibi ürünleri sunuyor. Kim bilir belki, yöreye özgü demir elmasını,

68

Yemişli (İlastas) Köyünün kukma armudunu da bulabilirsiniz. Ancak bunlar sizi kesmediyse, Çınaraltı Lokantası’nda dönerin tadına bakmanızı öneriniz. Pazar demişken, Melyat Yıkık Tarihi Çarşı’yı da gezi listenize ekleyin. Unutmadan söyleyelim, Pazar’da dünyaca ünlü puro tütünü yetiştiriliyor. Normal tütünden farklı olan ve yaprakları bir metreye kadar büyüyen puro tütünü, buraya has “Pazar Puroları”nın yapımında da kullanılıyor. Ancak, son yıllardaki “mavi küf” hastalığı nedeniyle, puro tütünü üretimi yok oluyor.

Köprüden bahsetmeden olmaz Karadeniz’i gezip de köprülerinden bahsetmek olmaz, onca deli akarsuyun olduğu bir yerde köprüler de tarihin ve doğal güzelliklerin bir parçası, haliyle. Pazar’ın en güzel köprülerinden biri, Koca Köprü ya da nam-ı diğer adıyla Dörtgözlü Köprü. 70 metreye yakın uzunluğunu yuvarlak kemerlerin taşıdığı köprü, adından da anlaşılacağı gibi dörtgözlü olarak, kesme taştan inşa edilmiş. 18. yüzyıla tarihlenen Yücehisar Köyü Köprüsü, Suçatı Köprüsü ve 19. yüzyıla tarihlenen Ortayol Köyü Köprüsü, Tütüncüler Köyü Köprüsü’yse diğer ziyaret edilecek yerler. Çok vaktiniz yok da, seçim yapacaksanız, bilin ki; hangisine giderseniz

gidin, kesin olan suyun sesi yorgunluğunuzu alırken, bir huzur akıtacak içinize. Güneş dağlar ardına gizlenmeye yüz tutmuşken biz de kendimizi bir yere atıyoruz. Nereye mi? Şimdi size iki seçenek; günü ister Balıkçılık ve Kirazlık Limanı’nda gün batımına karşı balık; isterseniz de Pazar Spor Dinlenme Tesisleri’nin Kız Kulesi’ne nazır manzarası eşliğinde lezzetli mezeler yiyerek, bitirin. Günün yorgunluğunuysa Suada Oteli’nde derin bir uyku çekerek atabilirsiniz. Dünün yorgunluğuna inat, sabahın ilk ışıklarıyla açıyoruz gözümüzü. Oksijen, şahit olunacak yeni doğal güzelliklerin heyecanı, koklanacak tarihin kokusu uyandırıyor bizi. Madem yeni bir güne başladık, yeni bir güzelliğe de yelken ➦


Pastacılık Lokantacılık ve Ekmekçilik Gıda Sanayi

RİZE ÇAMLI HEMŞİN ÜLKÜ KÖYÜ BAĞRINDAN ÇIKAN ÜNLÜ MARKA

Teşvikiye Pastane Maçka Cad. No: 1/B Teşvikiye İstanbul T: 0212 240 57 70 - 240 59 09

Çağlayan Pastane - Cafe - Restorant Kağıthane Cad. No 35/1 Kağıthane - Çağlayan T: 0212 221 19 12 - 221 19 13

Kınalıada Pastane - Cafe - Restorant Pastacılık ve Ekmekçilik Genel Üretim Merkezi Kağıthane Cad. No 35 / 2 Kağıthane - Çağlayan Ali Boran Meydanı 2 / A Kınalıada T: 0212 221 19 07 - 296 26 36 T: 0216 381 44 20 F: 0212 241 22 41


Ne alınır? Rize hâlâ kendine özgü el sanatlarını koruyabilen illerden. Dolayısıyla oraya giderken, bölgeye özgü hediyelikler için de valizinizde yer ayırmayı unutmayın. Rize’de bugün daha çok turistik amaçlı yapılan bakır dövmeciliği gerek biçim, gerek dövme sanatı açısından komşu illerdeki uygulamalardan farklı. İnce işçilik isteyen çekiç dövmeciliğine dayanıyor. Dolayısıyla bakır bir hediye sevdiklerinizin beğenisini kazanacaktır. Ayrıca yörede, 1921’lerden beri mısır koçanlarının yaprakları kullanılarak hasır iskemle örücülüğü yapılıyor. Söğüt çubuğu kullanılarak örülen plaj ve piknik sepetleri iyi bir hediye olabilir. Bitmedi! Kendir ipliğinden el dokuma tezgahlarında üretilen Rize bezi yani Feretiko tamamen Rize’ye ait. 100 yıllık tarihi var Feretiko’nun. 1960’larda, çayın Rize’ye gelmesinden önce Rize’de hemen her evde bir Feretiko tezgahı bulunurmuş. O zamanlar çay tarlalarında kendir üretilirmiş. Feretiko’nun özelliği ne mi? Vücudun terini emip dışarıya atıyor, ter kokusunu yok ediyor; dokunuşu ve dokusu sayesinde vücutta var olan elektriği atıyor. Masa ve sehpa örtüsü, perdeler, peşkirler, kıyafetler üretiliyor. Rize’ye özgü kışlık çoraplar, hamsi kolonyası da alınabilecek hediyelikler arasında. Tabii Rize’ye kadar gitmişken, Çaykur reyonundan kendiniz ve yakınlarınız için çay satın alabilirsiniz. Bir de bakir doğası sayesinde lezzetini hala korumayı başarmış ballarından almayı unutmayın. l

Fırtına Deresi üzerine kurulu Köprüköy’den bir kare.

➥ açalım. Adı belgelere ilk kez 1846’da düşülen Ardeşen’deyiz. Rivayet o ya; “Yavuz Sultan Selim, Trabzon Sancak Bey’i iken, Osmanlı tahtına sahip çıkmak ister ve Kepa Sancak Beyi’nin oğlundan yardım ister. Yardım almak üzere, sahil boyunca, bölgeden geçerken, Fırtına Deresi’nde, ağaç parçaları görür. Bölge tamamen boş, bataklık ve çalılıktır. Çevresindekiler, kendisine, bölgede kimsenin yaşamadığını söyler. Bunun üzerine, Yavuz Sultan Selim, ‘Bu belde tenha değil, bakın dere yonga taşıyor. Bu yörenin ardı şendir’ der”. İşte bu da olur Ardeşen. Türkiye’nin en yağışlı, en nemli ve en az güneş gören ilçelerinden biri Ardeşen, çaycılığa yatkın olması biraz da bundan. Çaykur’a ait iki, özel sektöre ait 13 çay fabrikası bulunuyor. Ayrıca yörede kivi üretimi de hatırı sayılır bir geçim kaynağı. Özellikle kırsal kesimlerde, geleneksel ve kültürel unsurlar yaşama imkânı bulmaya devam ediyor. Yerel diller hâlâ kullanılırken,

Fırtına Deresi, Temmuz’da Uluslararası Fırtına Rafting Şenliği’ne ev sahipliği yapıyor.

70

her an geleneksel kıyafetleriyle bir Karadeniz insanını görmeniz de mümkün. Ardeşen’de yöreye uygun mimarisiyle gezilecek pek çok cami var. Merkezde bulunan Ekşioğlu; meyilli bir arazide kurulu Tunca Köyü; 1743’te inşa edilen Yukarı Durak; 1887’de yapılan, ahşap minber, tavan ve mahfil süslemeleriyle göz dolduran Işıklı Cami önereceğimiz yerlerden. Ancak bölgenin ahşap süslemelerine en güzel örnek, 1801’e tarihlenen Seslikaya Köyü Cami. Yapı malzemesi muntazam yontulmuş taş ve ahşaptan. Esas önemli olan ahşap süslemeli minber, mahfil ve tavanı. 1890 tarihli Seslikaya Köyü’ndeki Süleyman Dede (Efendi) Türbesi’ni de görmeden dönmeyin. Ardeşen’de dikkatinizi çekecek diğer bir özellik yaklaşık 50 civarında olan su değirmenleri. Ve tabii ki taş köprüleri; Fırtına Deresi üzerinde kurulu Köprüköy Köprüsü’nün batı ayağında küçük bar tabliye (köprüyü oluşturan bölüm) kemeri bulunuyor. Tabliyesi iki yandan dik. 19. yüzyıl sonlarında Türk ustalar tarafından yapıldığı biliniyor. Tarihten yorulduysanız, bilmeniz de yarar var; Fırtına Deresi girişinde yapılan Kültür Parkı Kano ve Rafting Parkuru Projesi kapsamında kano ve rafting için mükemmel bir alan. Ayrıca Ardeşen tam bir panayır ve şenlik cenneti: Tunca Beldesi’nde her yıl Ramazan Bayramı’nda Tahta Araba Formu-Laz Yarışı düzenleniyor. Akdere Köyü’nde her yıl genellikle Kurban Bayramı’nda Tahta Dönme Dolap Şenliği yapılıyor. Farklı yerlerinde rafting yapma imkanı bulunan Fırtına Vadisi’nde Temmuz’da Uluslararası Fırtına Rafting Şenliği düzenleniyor. Ağustos’ta daha yoğun; Yeniyol Köyünde Yeniyol (Oce) Kültür Şenlikleri ve Ardeşen Kaçkar Altıparmak (Sırt ve Golezana) Yayla Şenlikleri’nin zamanı. ➦


www.kackaryapi.com.tr

Firmamız hakkına detaylı bilgi için; www.kackaryapi.com.tr


➥ Ardeşen’de de yakın yörelerdeki gibi atmaca tutkusu var. Yöre insanları mevsimi geldiğinde, doğadan atmaca yakalıyor ve sezon boyunca, bu atmacaları eğiterek bıldırcın avlıyor. Sezon sonunda atmacaları yine doğaya bırakıyorlar. Gelin biz de artık kendimizi yine yola bırakalım; haydi doğru Fındıklı’ya! Roma İmparatorluğu’na, Trabzon Krallığı’na, Osmanlı’ya evsahipliği yapmış Fındıklı. Adını zamanında sakinlerinin fındık yetiştirmesinden dolayı aldığına bakmayın, bugün çayın önemli alanlarından biri. İlçe topraklarını Sümer, Arılı ve Çağlayan derelerinin etrafındaki vadiler oluşturuyor. Çağlayan demişken; bu adla anılan köyde 30’a yakın taş konak bulunuyor. Bunlardan bir kısmı restore edilmiş ve turizme açılmış. Şevket Ataç Evi bunlardan biri. 19. yüzyıl tarihli. Yöreye has mimari ve yapısal karakteri taşıyor. Bodrum üstü tek katlı, serenderli ve çay bahçesiyle bir kompleks burası. Bodrum kat ahır, üst kat yaşama mekânı. Konak, orta sofalı plan tipinde, semer çatılı ve geniş saçaklı. İç mimari elemanları tamamen ahşap. Döşemeler taban ağaçlarına bindirilen kirişleme üzerine kalın ve sağlam tahtalarla kurulu. Ev rahatlığına düşmeden, gezmeye devam edelim. Köyün merkezinden geçen Abu Deresi üzerine kurulu Çağlayan

Fındıklı Köprüsü’nden geçerken, durup manzarayı izleyin. Ama Fındıklı’dan ayrılmadan bir ev ziyaretinde daha bulunmakta fayda var; şehrin en iyi korunmuş evi Hurşit Bey Evi’ndeyiz. 1849’da Mehmet Usta tarafından yapılan ev, iki katlı, hayatlı tipte. Burada da zemin kat ahır, birinci kat esas yaşam alanı. Odaların kapı kanatları, yüklükleri, tavanları ahşap süsleme bakımından zengin. Taş ocakların alınlıkları, yaşmakları üzerinde bitkisel süslemeler ve kitabeler göz dolduruyor. Batıdaki baş odadaysa sizi bir sürpriz bekliyor; yan duvarları üzerinde bazı büyük kent yapıları (İstanbul), cami, saray,

gemi, tren, top arabası gibi tasvirler yer alan bir oda burası. Ayrılmak zor olacak, ama yola devam edelim. Zira henüz bizi bekleyenler bitmedi; bir son cemaat yeri ve dikdörtgen planlı harim kısmından meydana gelen kırma çatılı Fındıklı Merkez Cami’yi ve Orta Mahalle’de yer alan, 1871 tarihli Mustafa Bin Alişan tarafından yaptırılan, iki katlı, bölgenin tipik ahşap yığma camilerinden Meyveli Köyü Cami’yi de gezeceğiz daha. Yolunuzu düşürüp anmak isterseniz, Yenişehitlik Köyü’nde 1. Dünya Savaşı’nda şehit olmuş 200 civarında askerimizin mezarı da bulunuyor. Eğer, bir yaz zamanındaysanız, aylardan da Ağustos’sa, Uluslararası Tulum ve Müzik Festivali’nde farklı ülkelerin dans toplulukları ve sanatçılarının gösterisine de şahitlik edebilirsiniz. Ayrıca Ağustos Derbent Köyü’nde Termon Festivali’nin de zamanı. Misafirlere termon, mısır ve yöresel yiyecekler ikram edilen festival, Fındıklı kültürünü anlamanız için de birebir. Karadeniz’de sular akıyor, ağaçlar her daim göğe daha da yaklaşma telaşını koruyor, biz sahil boyunca gidiyoruz ve Rize sınırı bitiyor. İnsanın gözü, baş döndüren yeşile ve maviye doymuyor kuşkusuz, ancak her güzel şeyin bir sonu var. Tekrar görüşünceye kadar, dinlenmiş bedenimiz ve zihninizin tadını çıkarın. l



Çamlıhemşin ilçesinin Konaklar Mahallesi’nden Tarakçıoğlu ailesinin Yalta’daki pastanesi.

Hemşin’in gurbetçi pastacıları Çağ Günaçar

H

emşin denince doğası, suyu, taşı, horonu, tulumu kadar akla gelen bir şey daha var: Pastacılık. Peki ama neden? Fırıncılık ve Pastacılığın Hemşin’deki geçmişi ne zaman, nasıl başlamış? Gurbete giden Hemşinliler neden yollarını pastacılıkta çizmiş? İşte bu soruların yanıtlarını; araştırmacı Faik Okan Atakcan’la Hemşin’deki pastacılık tarihi ve gurbetteki pastacıları konuştuk.

- Sizi tanımak istesek, bize kısaca kendinizi nasıl anlatırsınız? - Aslen Çamlıhemşin ilçesi Ortan Köyü Gülapoğlu (Mollalar) ailesindenim. 1982 İstanbul doğumlu olup, İstanbul’da ikamet etmekteyim. Uzun yıllardan bu yana gerek bölge tarihi, gerekse aile tarihimle yakından ilgileniyorum. - Nasıl bir tarih bu? - Hemşin ile bağım aslen üç kuşak öncesine yani büyükbabamın babası Rusya gurbetçilerinden Şerif Ağa’ya dayanıyor. Kendisi 1849 Hemşin doğumludur. Oğlu Halil Atakcan Berlin, babam Ünal Atakcan da İstanbul doğumlu olduğu için Hemşin’le bağımı bu şekilde ifade etmek daha doğru olacaktır. - Peki siz ne zaman tanıştınız Hemşin’le? - Hemşin ile esas anlamıyla tanışmam esasında biraz geç bir vakitte oldu. Her ne kadar Hemşin’e ilk olarak 1991 senesinde yani daha dokuz yaşımdayken gitmiş olsam da bu ve bundan sonraki seyahatim kısa

süreli oldu. Ancak dokuz yaşındayken bile bölgenin doğal güzelliğinden etkilendiğimi söylemeliyim. Ortan Köyü’nden, Fırtına Vadisi’nin o zamanki sisli halini bugün bile hatırlar gibiyim. Şehirde büyümüş bir insan olarak sonraki süreçlerde Hemşin’in benim en dikkatimi çeken özelliği doğal yaşam ile uyumlu yaşam tarzı ve bu hayat tarzını günümüze kadar koruyabilmiş olmasıdır. Bu anlamda Hemşin yöresinin doğal güzelliği ve kendine özgü yaşam tarzı Hemşin’i benim için anlamlı kılan faktörlerden en önemlileri. - Pastacılığın da Hemşin’in yaşam tarzında ayrı bir yeri var. Hemşinlilerin pastacılıktaki başarılarını araştırmaya nasıl karar verdiniz, neden bu konu üzerine çalışıyorsunuz? - Hemşinlilerin gurbetçilik tarihiyle ilgilenmem babamın 1999’da aile tarihiyle ilgili bir yazı kaleme almasıyla başladı, ki o zamana kadar bu tür konulara hiç ilgi duymayan, açıkçası kitap okumayı da sevmeyen bir insandım. Babamın yazısını okuyunca aile hikayemizden bir

Pastacılık ve fırıncılık, Hemşin’deki en önemli mesleklerden biri. 200 yıla uzanan bir tarihi var. Sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da pek çok ünlü Hemşinci pastacı, fırıncı olması bundan. İşte bu tarihi, araştırmacı Faik Okan Atakcan anlatıyor. 74


hayli etkilendim ve bir süre sonra da aile sitesi (http://www.gulapoglulailesi.com) oluşturmamla bu konudaki araştımamın ilk adımını atmış oldum. Hemşinliler’in pastacılıktaki başarılarını araştırmaya karar vermemse büyük dedem Şerif Ağa’nın Polonyalı veya Alman kökenli olduğunu bildiğimiz Ludwiga / Ludwika (Havva) Hanım’ın Amerika’ya göç eden kardeşinin soyunu bulabilmek amacıyla yaptığım araştırmalardan ortaya çıktı. Bu doğrultuda incelediğim kayıtlarda Hemşinliler’le ilgili çeşitli belgelere rastlamam sonucu bu konunun o güne kadar detaylı şekilde ele alınmadığı ve konusu itibariyle özgünlüğü bulunduğu için Hemşinliler’in Rusya gurbetçiliği konusunu araştırmaya karar verdim. - Pastacılığın Hemşin’de nasıl bir geçmişi var? - Bugüne kadar incelediğim belgelerden yola çıkıldığında pastacılığın Hemşin’deki geçmişini 19. yüzyılın ilk yarısına yani 1800’lü yıllara kadar dayandırabilmek mümkün. Ancak yurtdışı gurbetçilik faaliyetinin yoğunluk kazandığı dönemin Kırım Savaşı (1853 - 1856) sonrasındaki dönem olduğunu söylemeliyim. Yani pastacılığın Hemşin’de yaklaşık 200 yıla yakın bir geçmişinin olduğunu söyleyebiliriz.

Geleneksel Lezzetler... Koca Mustafa Paşa Cad. No: 16 Cerrahpaşa / İST. Tel: 0212 530 15 98 0212 529 95 48

1

1. Çamlıhemşin ilçesi Ortan Köyü Gülapoğlu ailesi Mollalar kolunun Rusya gurbetçilerinden Şerif Ağa ile eşi Havva (Ludwiga / Ludwika) Hanım’ın gurbetteki evlilik fotoğrafı. 2. Hemşin’in Ortayol Köyü’nden Cevdet Sırt’ın pastacılık diploması. 3. Ferahoğlu (Sıçanoğlu) ailesinden Ukrayna’nın başkenti Kiev’de ticari faaliyette bulunan Mustafa’nın oğlu Ahmet Ağa’nın mallarının tazmin edilmesine dair Osmanlı hükümetine verdiği dilekçe. 3

- Peki, neden Hemşin denince akla gelen en önemli meslek pastacılık olmuş? - Bunun esasında birkaç nedeni var. Birincisi bölgedeki azınlığın 19. yüzyıl başındaki dönemde Kırım’da fırıncılık işiyle uğraşması. Bunu belgelerden anlayabiliyoruz. Müslüman ve Hıristiyan toplum arasındaki etkileşim bölgedeki Müslüman kitlenin de bir süre sonra yurtdışına gurbete gitmesine yol açmış. Tabii bu göçte Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki ekonomik durumunun ve bu duruma ek olarak Hemşin yöresinin coğrafik şartlarının tarım için uygun olmamasının da etkili olduğunu

2

belirtmekte fayda var. Nitekim sahildeki kitle ile Hemşin yöresi arasındaki yurtdışı gurbetçilik faaliyetinde bulunanların sayısı karşılaştırıldığında coğrafyanın niteliğinin gurbetçilik açısından ne denli önemli bir faktör olduğu ortaya çıkar. Bu gibi nedenler Hemşinliler’in pastacılığı geçim kaynağı olarak seçmesine neden olmuş ve onlara bu alanda Türkiye’nin öncüleri olmalarını sağlamıştır. ➦


➥ - Hemşinlilerin gurbetteki meslekleri de pastacılık. Yurtdışında da bu konuda isimlerini duyurmuşlar. Hangi ülkelerde yoğunluktaydı pastacılıkla geçinen Hemşinliler? - Eldeki belgelerden o dönemdeki coğrafik sınırlara göre Çarlık Rusyası’nın ön plana çıktığı görülüyor. Bölgeden birçok aile, bugünkü sınırlara göre; Beyaz Rusya, Estonya, Gürcistan, Letonya, Litvanya, Moldova, Polonya, Rusya, Ukrayna gibi ülkelerde ticari faaliyette bulunmuş. Bu ülkeler o zamanki Çarlık Rusyası’nı oluşturuyor. Yurtdışında gurbetçilik faaliyetinde bulunulan bu ülkelere Bulgaristan, Romanya, Suriye ve İran gibi ülkeleri de ilave edebilmek mümkün. Hemşinliler’in yurtdışı gurbetçilik faaliyeti iki tarihsel olay neticesinde son bulma noktasına gelmiş. Bunlardan ilki I. Dünya Savaşı (1914 - 1918) ve ikincisi de 1917 Rus İhtilali.

Ofluoğlu Hüseyin Ahmet Efendi’nin Beyaz Rusya’nın başkenti Minsk şehrindeki villası.

Daha sonraki dönemde II. Dünya Savaşı (1939 - 1945) bu gurbetçilik faaliyetinin tam anlamıyla son bulmasına yol açmış. 1950 yılıyla birlikte gurbetçilik faaliyeti büyük şehirlere göç sonucu yönünü yurtiçi gurbete çevirmiş.

Tarihsel izler... - Bize sektördeki birkaç ünlü Hemşinli’yi anlatmanızı istesek? - Bölgedeki konaklar ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Rus Arşivi belgeleri yurtdışı

gurbetçilik faaliyetiyle en önemli bilgileri ortaya koyan kaynaklardan sadece bazıları. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Çarlık Rusyası’nın bölge halkının mallarına el koyması sonucu Hemşinliler’in Rusya’daki zararların karşılanmasına yönelik olarak Osmanlı hükümetine verdiği dilekçelerdeki mal döküm değerlerinden yola çıkıldığında Pazar ilçesinin Akbucak Köyü Ferahoğlu (bölgedeki ismi ile Sıçanoğlu) ailesinden Ahmet Ağa, Gülapoğlu Şerif Ağa ve Tarakçıoğlu Mecit Efendi’nin daha ön planda olduğu

görülüyor. Bu kişiler dışında daha pek çok Hemşinli’yi de sayabilmek mümkün. Örneğin Çamlıhemşin ilçesinin Yukarı Çamlıca Mahallesi Ofluoğlu ailesinden ve aynı zamanda son Rus Çarı Nikolas’ın himayesinde Minsk ıslahhanesinin fahri azalığına seçilen Hüseyin Ahmet Efendi’nin Beyaz Rusya’nın Mink şehrindeki, günümüzde halen “Oflu Evi” olarak anılan evi, yine Çamlıhemşin ilçesinin Konaklar Mahallesi’nden Tarakçıoğlu Hurşit Ağa’nın konağı, Şenyuva Köyü Burumoğlu ailesinden Ali Efendizade Emin Efendi’nin konağı ve bölgedeki daha pek çok konak Hemşinliler’in gurbetteki başarılarını göstermesi açısından bölge tarihi için önem taşıyan tarihsel izlerdir. - Pastacılık, fırıncılık Hemşin için hâlâ önemli mesleklerden biri mi? - Hemşinliler günümüzde de başta büyük şehirler olmak üzere Türkiye’nin bir çok şehrinde fırıncılık ve pastacılık faaliyetine devam ediyor. l


®

KOZİZOĞLU

GIDA İNŞAAT SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ.

Düven Un Gıda San. ve Tic. Ltd. Şti. Çavuşoğlu Mah. Yakacık Cad. No: 106 / 1 Kartal - İSTANBUL Tel: 0216 306 81 41 Faks: 0216 306 48 42 Gsm: 0532 541 14 44 kozizoglu@msn.com


Hemşin’den Londra’ya uzanan bir hayat hikâyesi Numan Devrim, babasını kaybettikten sonra ev geçindirme derdiyle girdiği iş hayatını Londra’da sürdürüyor. Bistro Laz restoranlarını birçok ünlü sanatçı, yazar hatta İngiltere Başbakanı ziyaret ediyor. Hedefte, Türkiye’de bir şube açmak var. Bütün bunlar için enerji topladığı yer, ailesi ve tabii ki Hemşin’i. Naz Günaçar

B

u dergiyle, Hemşin’den dünyanın farklı yerlerine dağılmış, çeşitli başarılara imza atmış isimleri sizinle tanıştıralım, tanıyanlara tekrar hatırlatalım istiyoruz; Malum. Numan Devrim de işte bu isimlerden biri. Hemşin’de küçük bakkallıkla başlayan girişimciliği Londra’da restoran ve emlak yatırımcılığıyla taçlanmış. Hedefi büyük; Londra’daki Bistro Laz restoranlarının sayısını

78

çoğaltmak ve Türkiye’de de şubeler açmak. Bütün bunların arasında Hemşin’in hayatındaki yeri başka tabii ki, mutlaka senede bir-iki kere kendini yeşilin ve mavinin güzelliğine vurup sağaltması, enerji toplaması bundan. Gelin hikayeye başından başlayalım ve sözü sahibine bırakalım: Ben, Numan Devrim. Rize’nin Hemşin ilçesinde eski ismi Tecina; yeni ismi Akyamaç olan bir köyde, 18/08/1969’da dünyaya geldim. İlk öğretimimi yine köyümdeki ilk okulda tamamladım. 1981 Şubat’ında babamı kaybedince, köydeki küçük bakkalımızı ayakta tutmak, aileye bakmak bana düştü. Daha sadece 11 yaşımdaydım! Tek başıma yaklaşık üç sene ailenin geçimini bu bakkalla sağlamaya çalıştım. Niye mi bana kaldı bu işler? Biz yedi kardeşiz; dört ablam ve iki abim var. O zamanlar ablamlar evli, büyük abim de babam ölmeden bir sene önce evlenmiş, gurbete gitmişti. Diğer abim de askerdeydi. Köyde tek kalan ben olunca eve ve aileye bakmak bana

kaldı. O yıllar çok zordu benim için. Arkadaşlarım oyun ve futbol oynarken ben erkenden gidip bakkalı açıp müşteri beklerdim. O zamanlar köyde üç bakkal vardı, kimi bana yardımcı oluyordu, kimi benimle rekabet edip bana

engel olmaya çalışıyordu. Yardımı dokunanlara teşekkürü borç biliyorum. Neyse müşterilerle uğraşmak da kolay değildi. Kimi müşterilerden borçlarımızı bile alamadık. 1983’ün Eylülü’nde elimizdeki malları satıp toptancılara


borçlarımızı ödeyip bakkalı kapadık. Hemşin’deki bütün malları satıp gitmek geliyordu içimden, çünkü her şey o kadar zordu ki; annemlerle ot biçmeye gitmek için en az 1-2 saat yürürdük. Hele yaylaya 10-12 saat yürüyerek çıkardık, ama Hemşin’siz olmaz hayat, orası benim için yalancı cennet. Tabii bunu o zaman değil, daha sonra anladım... Benim o yıllarda içimde olan en etkin duygu; çok uzaklara gitmek, toplumun bir parçası olmak, sosyalleşmek ve dünyaya açılmaktı. Belki köye gelen “Alamancılar”dan da etkilenmiş olabilirim. Lüks giyimler, arabalar, insanı ister istemez cezbediyor. Çocukluğumda üzerimizde yamasız pantolon olduğunu hiç hatırlamıyorum, ama yine de o günleri özlüyorum; yeğenlerimi, arkadaşlarımı ve amcaoğlu Kerim’i... Çok güzel bir ailem vardı, hâlâ var. Hemşin’den önce İstanbul’a gittim, altı sene kaldım İstanbul’da, bir çok meslekte çalıştım. Bir şeyler yapmak, başarmak, sıradan biri olmamak gibi heveslerim günden güne beni kamçılıyordu, her şeyi başarabileceğimi düşünüyordum. Oysa İstanbul’da iki küçük odasını 4-5 kişiyle paylaştığımız kiralık bir evde oturuyorduk. Rahmetli amcamın Rizeli arkadaşlarının apartmanıydı ve karşımızda da dayımın oğulları yaşıyordu. Eğlenceliydi o zamanlar... İngiltere yolculuğum nasıl mı başladı? Konak Oteli’nin

Numan Devrim’in hedefi büyük; Londra’daki Bistro Laz lokantalarının sayısını arttırmak ve İstanbul’da da bir şube açmak istiyor. Devrim kızı Zara’yla (altta).

müdürlerinden Halil İbrahim Orta baba dostumuzdu, abim 1987’de beni oraya işe aldırdı. İşte İngiltere fikri de orada çıktı. İki sene orada turistlerle çalıştıktan sonra İngiltere’ye gelmeye karar verdim. Bu iki sene boyunca İngilizce kursuna gittim, gece gündüz İngilizcemi geliştirmeye çalıştım ve nitekim Cambridge’de bir dil okuluna yazılarak İngiltere’nin yolunu tuttum! Cambridge’de bir ailenin yanında kalıp, dil okuluna bir süre daha devam ettim. İngiltere’yi çok sevmiştim. Her yer yeşildi, sık sık yağmur yağıyordu; Hemşin’den farkı yoktu hava olarak anlayacağınız. Yine de içten içe beynimin bir köşesinde hep beni zor bir hayatın beklediğini, girilmez bir yola girdiğimi hissediyordum. Cabmbridge’deki eğitimim

bitince Londra’ya döndüm, orada uzaktan bir kaç akrabanın olduğunu daha önceden öğrenmiştim. Londra’nın çok kalabalık, iş imkanlarınınsa sınırlı olduğunu söyleyerek umudumu kırıyorlardı, ama birinci hafta bir pizzacıda iş buldum. Dört arkadaş bir odayı paylaşıyorduk. Böylesi daha ekonomik ve güvenli oluyordu. O zamanlar Türkiye’dekilerle iletişim kurmanın çok da yolu yoktu; mektup ve kulübelerden telefon açmaktan başka. Annemin sesini duymak, kardeşimin ve sevdiklerimin... Özlemim had safhadaydı. Çok büyük bir ailem vardı, ancak ben Londra’da tek başımaydım, neyin mücadelesini verdiğimden emin değildim üstelik. Bu sırada bir çok işyerinde çalıştım; İtalyan, İspanyol, Fransız, Türk mekanlarında; dünyanın meşhur otellerinde. 1992 Ekimi’nde Türk restoranı Pasha’da işe başladım, ilk gün elinde doğumgünü tebrik kartı tutan patronumun kızını gördüğümde, bir gün çocuğumun annesi olacağını henüz bilmiyordum! Evet, beş sene orada müdürlük yaptım ve Londra’nın güneyindeki ilk çalıştığım iş yerimi, eski patronumdan satın aldım. Artık kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım, çünkü yalnız değildim. Tijen

bana her konuda yardımcı ve arkadaş oluyordu. İngiltere’de doğmuştu, o nedenle pek çok şeyi biliyordu. Daha sonra bir çok işletme açtım, başarılı olduğuma inanmıştım artık. Tabii benim inanmamla iş bitmiyor, çok zor günler geçirdim, düşünün İngiltere’nin vatandaşı olmak için sekiz sene İçişleri Bakanlığı’yla adeta yarıştık. 2001’de evlendim ve 2005’te aramıza biri daha katılmıştı; kızımız Zara. Şu anda Londra’da Türk ve İtalyan restoranlarım var. Restoranlarım Akdeniz mutfağı ve İtalyan olduğu için menüde pek bizim yörelerin yemekleri yer almıyor, ama arada bir hamsi mevsimi geldiğinde hamsi tava yapıp kendimize ziyafet veriyoruz. Muhlama zaten vazgeçilmez bizim için. Pizza restoranımın ve emlak yatırımı şubelerimin lokasyonu merkezi. Restoranlarımızı bir çok ünlü sanatçı, yazar hatta İngiltere Başbakanı bile ziyaret etti, ediyor. Hedefim, Londra’daki şube sayısını artırıp, Türkiye’de de bir mekanımızın olması. Hemşin’e gelince; her fırsatta Hemşin’e gidiyorum; yılda en az bir veya iki kere. Hatta Çamlıhemşin’de bir motel ve Hazindağ Yaylası’nda da yapımı süren yayla evimiz var. Dedim ya, Hemşin benim yalancı cennetim... l

79


Arslan ailesi, bugün Taksim’in meşhur eğlence yeri Cezayir Sokağı’nda tam dört mekanın sahibi. Elbette, buraya kolay gelmemişler. Henüz 12 yaşında eğlence sektöründe çalışmaya başlayan Sanlı Arslan, eşi ve çocuklarıyla el ele verip, içinde kendi yöresinin lezzetlerini de barındıran bir işletme zinciri oluşturmuş.

TAKSİM’DE HEMŞİN SOKAĞI Deniz Ülkütekin


B

eyoğlu’nda eğlence ve yeme-içme için en çok tercih edilen sokaklardan Cezayir Sokak, bir süre sonra isim değiştirip Hemşin Sokağı ismini alabilir! Bunun sebebi, Arslan ailesi. Yıllarca Taksim civarında çalışan Şanlı Arslan, eşi Güzide Arslan ve kızları Ece Arslan’la hem 2006 Cezayir sokakta açtıkları Bastille’yle başlayan ve Becos, Lafee ve Desir’le süren öykülerini konuştuk, hem de bu Hemşinli misafirperver aileyi daha yakından tanıdık. - Hemşin’den İstanbul’a ne zaman geldiniz? Güzide Arslan: 1987’de, 21 yaşımda evlendim ve İstanbul’a geldim. Köyde büyüdüm, yaylacılık ve hayvancılık yaptım. Tam bir köy kızıyım. Eşim de benimle aynı köyden, o yıllardır İstanbul’da çalışıyordu. Kız bakmaya gelmişlerdi. Birbirimizi beğendik, evlendik. Ben de ev kadınıydım. Mekân açıldıktan sonra, yardım etmek için geldim. - Siz ne kadar süredir eğlence sektöründesiniz? Sanlı Arslan: 12 yaşından beri bu işi yapıyorum. Yaklaşık 40 senedir buralardayım. Zaten bizim ailenin genlerinde restorancılık var. Uzun yıllar, Ece Bar’da, Çiçek Bar’da çalıştım. Sonra buraya geldim, mekân açtım. Burada da zamanla işleri büyüttük. - Burada bir Karadeniz atmosferi de var. S. Arslan: Karadenizliler’e yönelik üç çeşit yemek var. Ancak yaptığımızı güzel yapıyoruz. Onun dışında özel bir Karadeniz konsepti yok. G. Arslan: Mekânı açtıktan bir süre sonra menüye Karadeniz yemekleri de ekledik. Muhlama, turşu kavurma ve kara lahana sarması var. Turşuyu kendim kuruyorum. İnanılmaz tutuldu. Zaten muhmalayı çok iyi yaparım, iddialıyım. Başta, mutfakta kendim çalışıyordum. Artık mutfakta değilim, ama hâlâ kendi menümü yapmayı sürdürüyorum. - Mutfakta çalışanlara öğrettiniz mi? G. Arslan: Hayır, tek ben yapıyorum Karadeniz yemeklerini. Kimseye bırakmam! - Mekânlarınızda içki servisi de var. Peki müşteriler, Karadeniz yemeklerini meze olarak da tercih ediyor mu? G. Arslan: Evet, ediyorlar. Hiçbir sorun da yaşamadık. Ece Arslan: Karadeniz’deki insanlar, genel olarak zaten içiyor, ama daha çok fuar gibi organizasyonlarda. Köy fuarları oluyor, orada içiyorlar. - Ancak bölgede, Karadeniz yemekleri içkiyle tüketilmiyor herhalde. G. Arslan: Hayır, önce karınlarını doyururlar, sonra içerler. - Hangi yemekler daha çok tercih ediliyor? G. Arslan: Mezelerimiz var zaten. Onun dışında başka Karadeniz yemeği koymadım, ama Karadeniz gecesi yaptığımızda, on beş çeşit yemek çıkartıyorum. Hamsi tava, hamsili ekmek, hamsi pilavı, mısır ekmeği, hepsini yapıyorum. E. Arslan: Lahana çorbası ve lahana ezmesi de oluyor. - Nasıl müzikler çalınıyor? S. Arslan: Türkçe pop, rock çalıyoruz. Canlı

müzik yapıyoruz. Arada kendi aramızdaki Karadeniz gecelerimizde Volkan Arslan, -benim yeğenim olur- bazen gelip sahne alır. - Karadeniz gecesi, hemşehrilerinize mi özel oluyor? E: Arslan: Hayır, isteyen gelebiliyor. Çok da hoşlarına gidiyor. Tulum, kemençe getirtiyoruz. G. Arslan: Tabii, bizim türkü atışmalarımız vardır. Gençler, beğendikleri kişilere, türkü atarlar. Beste yapılır. Kimse de yanlış anlamaz. - Hemşin’e ne sıklıkla gidiyorsunuz? G. Arslan: Her sene gideriz, yaylaya çıkarız. Önceden iki ay gidiyorduk, ama artık bir haftayı geçmiyor. Burayı pek fazla boş bırakamıyoruz. - Nasıl bir müşteri profiliniz var? G. Arslan: Daha çok gençler geliyor. Biz de onlara hitap eden bir yer yaratmayı başardık. E. Arslan: Hafta içi orta yaşlılar da geliyor, gündüzleri, yakın çevrede yaşayanlar, çalışanlar öğle yemekleri için burayı tercih edebiliyor. Aslında, her ihtiyaca ve eğlence anlayışına uygun bir yer, o yüzden çok çeşitli bir profilimiz var, diyebiliriz.

- Yakın gelecekte, Hemşin ve çevresinin de turizme açılması bekleniyor. Orada da böyle bir mekan açmayı düşünür müsünüz? G. Arslan: Tabii ki, yapabiliriz, neden olmasın? E. Arslan: Bu arada, yeni yapılan konutları kesinlikle eleştiriyorum. Buradaki TOKİ, aynen orada da var. Bu yörenin kültürünü yok eden bir durum. - İleriye dönük projeleriniz var mı? G: Arslan: Yeter, zaten dört şubemiz var bu sokakta, hepsiyle uğraşmak çok zor. E. Arslan: Artık açarsak Hemşin’de, derenin kenarına bir tane açarız. G. Arslan: Esnaflık çok zor, hele bu Taksim olaylarından sonra iyice zorlaştı. Ancak devamlı işimizin başındayız. Bayram, pazar dinlemeden çalışıyoruz. E. Arslan: Evimiz de bu sokakta zaten. G. Arslan: Taksim’de kadın olarak çalışmak da zor, ama biz aile olarak burada olduğumuzdan ben öyle bir sıkıntı yaşamadım. İnsanlar, burada çalışana saygı duyuyorlar. Gece geç saatlere kadar müzik oluyor, sabah en geç Güzide Arslan, eskisi kadar sık mutfağa girmiyor, ama konu Karadeniz mutfağı olunca, menüsünü hâlâ kimsenin ellerine bırakmıyor. Kızı Ece Arslan da mutfakta bazen kendisine yardım ediyor.

- Hemşin kültürüyle ne kadar yakınsınız? E. Arslan: küçüklükten beri aşinayım, aslında şivemizi de yapabiliyorum, ama burada doğduğumdan olsa gerek, konuşmama pek yansımadı. - Karadeniz mutfağının orijinal lezzetinin formülü nedir? G. Arslan: Ben orada büyüdüğümden, bir el alışkanlığım var daha çocukuluktan beri gelen. Mesela lahanayı, kesinlikle iyi seçmek lazım, bir de eti mutlaka kıvamında koyulmalı. Ayrıca, Karadeniz’de yetişen lahanayla buradaki bir değil. Peynir de öyle. Buradaki peynirler, çok kötü oluyor. Biz peyniri de, yağı da oradan getirtiyoruz. Biraz da o yüzden çok güzel oluyor. - Gelecekte Hemşin’e dönmeyi düşünüyor musunuz? G. Arslan: Dönmek isterim tabii, ama şu an dönemem. E. Arslan: Bana bazen, “orada bir ev alalım, dönelim” diyor. G. Arslan: Mesela çocuklarımın düğünlerini kesinlikle köyde yapmak istiyorum. Çünkü onların da, bizdeki düğün kültürünü bilmesini istiyorum.

11’de dükkânı açıyoruz. İnsanlarla iyi geçiniyoruz. Burası da nezih bir sokak, kadınlar da tek başına gelip eğlenebiliyor. Geç saat olunca, biz kendilerini taksiye kadar bırakabiliyoruz. Zaten benim tanışmadığım hiç müşterim yoktur. Herkesin masasına oturur, tanışırım. - Peki müşterilerden menüde olmayan yemek talepleri geliyor mu? G. Arslan: Tabii, hemen hazırlarım. Mesela müşteri der ki, “sen güzel yemek olarak, ne yapıyorsun?” Sayarım yemekleri, istediklerini hemen yaparım. Genelde de çok beğenirler ve yine gelirler. Yalnız, hamsili ekmek ya da pilav isteyenler, bir gün önceden haber vermeli, çünkü on dakikada hazırlanabilecek bir yemek değil. - Siz aynı zamanda burasının bir çalışanısınız, değil mi? E. Arslan: Evet, benim de küçük bir yerim var, iki masalı. Aynı zamanda Mimar Sinan Üniversitesi’nde mimarlık okuyorum. Burasının tasarımını da ben yaptım, ayrıca sahneyi de tasarladım. l Tel: (0212) 2452718 / (0212) 249 55 67

81


Yemek: Hamsili pilav

Karadeniz’de hamsinin yeri pilavın yanı Karadeniz’in çok sevilen ama en zahmetli, bir o kadar da lezzetli yemeği dergimize konuk oluyor. Hamsili pilavı en pratik şekilde yapmanın yolunu yemek yazarımız Firdevs Günaçar kaleme aldı.

(6 kişilik) MALZEME: 1.5 kg hamsi (Ayıklanmamış hali) 1 büyük kuru soğan 0.5 kg pirinç (Tuzlu suda ıslatılmış) 1 paket dolma fıstığı 1 havuç (Rendenin kalın tarafıyla rendelenecek) 1 bağ maydanoz (İnce doğranacak) Yarım bağ taze nane (İnce doğranacak) Tuz, karabiber 1 limon kabuğu (Rendenin ince tarafıyla rendelenecek) 2 dolu kaşık tereyağı

YAPILIŞI: Hamsiler ayıklanıp kılçıkları alınır, yıkanıp, tuzlanıp süzgeçte süzülmeye bırakılır. Teflon tepsi yağlanır, hamsiler üst üste gelecek şekilde önce kenarlarına, sonra dibine döşenir. Soğanlar çok ince doğranır. İki dolu kaşık tereyağıyla dolmalık fıstık da konularak şeffaflaşıncaya kadar kavrulur, pirinçler yıkanarak ilave edilip kavrulmaya devam edilir. Rendelenmiş havuç eklenir. Pirinçler yarım pişecek kadar kaynar su eklenir. Yapılan karışımın suyu çektirilip ateşin altı kapatılır. Nane, maydanoz, karabiber ve rendelenmiş limon kabuğu ve tuz ilave edilerek dizilmiş hamsilerin üzerine dökülür. Pişecek kadar su eklenir. Geri kalan hamsiler yapılan karışımın üzerine dizilip iyice ısınmış 200 derecedeki fırına verilir ve üzeri kızarana kadar pişirilir. Afiyet olsun...

82




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.