28.Katretul Hayat_issuu_interactive

Page 1

Sahib çıkın Habib’e, Sultan-ı Ezel’e

Sahib çıksın Allah, Sahib-i Ezel size

KATRETULHAYAT İ L İ M ,

F İ K İ R

V E

T A S A V V U F

Zulm ile abad olan adl ile berbat olur.

D E R G İ S İ S A Y I

28

LAİN DECCAL

Bugün varlığına lanet ediyorsak ve nefretle bakıyorsak ey kaçak, EKİM 2013 Yarın varlığından tiksineceksin, kara delik bulamayacaksın kaçacak. Dün Allah’ın öğrencisi Musa'sı vardı, lanetledi, kaldı tek gözlü bacak. Yarınlar Muhammedi evladın, onun telaşında, biliyor gözsüz kalacak. Ey Deccal! Şeytanın sevgili yari, bugün sevin yeryüzü senin, Ey şeytan imrentisi, yarına kalma bitiyor dört bin yıllık filmin. Geliyor Allah’ın ikinci Aslan'ı, Mehdisi, Muhammed’in sevdası, Geliyor gönlümün tutkusu, rüyamın arzusu, muhabbetin kavgası. M. İbrahim Hızır

A.B.D.'NİN BÜYÜK SIRRI :

51. BÖLGE

VE ALTINDA YATAN GİZLİ GERÇEK

'' DECCAL ''

• Yarım asırdır Amerika'nın ufo saçmalıklarıyla ve medya aracılığı ile insanlardan gizlediği Deccal'ın sığınağı. İslamiyet ve insanlık düşmanı, şeytani amaçlı teknolojilerin üretildiği, askerlerin dahi plakasız araçlar ve özel izinlerle girebildiği, 5.000 km2 'lik bir alana inşa edilmiş 51. BÖLGE.

A.B.D. NEVADA ÇÖLÜ


EDİTÖRDEN EKİM 2013 / SAYI 28 KATRETÜL HAYAT İLIM, FIKIR NEŞRIYATLARI BASIN YAYIN MATBAACILIK TUR. ORG. SAN. VE TIC. LTD. ŞTI. ADINA

İMTIYAZ SAHIBI VE G. YAYIN YÖNETMENİ S. YAZI İŞLERI MÜDÜRÜ ABONE VE REKLAM MÜDÜRÜ EDITÖR YAYIN KURULU

İSMAIL KAYA NECATI ÇETİN YILMAZ KAYA YUSUF ÇOLAKER VASIM APAYDIN HÜSEYIN FİDAN MAHMUT TUĞLUCA İSMAIL KAYA MUHAMMED TİNKILIÇ ABDULLAH AYDIN

İDARE YERİ HUNAT MAH. NUH NACI YAZGAN CAD. BODUROĞLU İŞ MERKEZI KAT:2/4 KAYSERİ YAYIN TÜRÜ YAYGIN SÜRELİ HESAP BİLGİLERİ ALBARAKA TÜRK KAYSERI ŞUBESI IBAN NO: TR74 0020 3000 0182 0706 0000 01 POSTA ÇEKI 10201975 BASKI DOĞUŞ OFSET KAYSERI GRAFIK TASARIM ERHAN ÇAMLIOLĞLU 0505 807 96 10 katretulhayat@icloud.com

ANKARA ANTALYA AMASYA BURSA BALIKESİR DİYARBAKIR DÜZCE İSTANBUL (AVRUPA) İSTANBUL (AVRUPA) İSTANBUL (ANADOLU) İZMİR İZMİT KAYSERİ KONYA MANİSA K.MARAŞ MISIR BAHREYN İNGİLTERE KUVEYT DUBAİ ABU DABİ İRAN

Nuri CUMA Yılmaz TUĞSUZ Halis KANİK Akın BİLEK Hamid DADAK Ömer ZENGİN Şerif BAYRAM Fatih BOLAT Ferdi YILMAZ Sinan DAĞDELEN Enis ÇİMEN Serkan KURT Alparslan MORTAŞ Hamid ŞAHAN Ramazan TAŞKINCAN Adem DAĞCI Abdullah AKINCI Ali TALİP Bedir ALİ Dr. İbrahim RAKHA Abdurrezzaq HUSEYN Muhammed CABİR Emin ZULALİ

0532 738 36 21 0533 499 96 98 0537 849 34 01 0505 707 48 47 0532 558 06 86 0506 446 24 05 0544 919 19 81 0543 313 21 05 0532 161 21 29 0532 200 34 37 0505 295 44 74 0532 556 94 69 0538 769 69 34 0537 778 95 15 0532 514 52 44 0544 297 42 75 0020106174909 00973 391 236 78 00973 396 652 33 00447 775 690 649

E

şsiz olan Sultan-ı Ezelî, Sacidî salavatlarla yâd ve medh-u senâ eder, şefaatlerine talepkâr olduğumuzu acizane sunarız. Sallallahu aleyhi ve sellem. Küçük alametlerin tamamına yakınının gerçekleştiği, büyük alametlerinin ise çıkmaya hazırlandığı, Ahir Zamanın olgusunun tâ ortasında olduğumuz realitesi ile yaşamaktayız; uyuşturulmuşçasına, hissettirilmeden, farkında olmadan, değerlerden uzaklaşarak, uzaklaştırılarak değersizce… Yüce Sultan, 1400 yıl önce uyarmış ümmetini, düşmana karşı dikkatli olunması konusunda. Reçeteyi de göstermiş, bu dönemin müslümanlarına, her biri paha biçilemez sözlerle… Bir düşman düşünün! Çok kısa zamanda tüm insanlığa coğrafya, din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin en büyük kötülüğü yaparak, yoldan çıkarsın, değerlerinden uzaklaştırsın, hayvanî yaşantının bile altına indirgeyerek rezil bir hayatı talep edilen ve değerli bir sunum gibi arz etsin… Bir düşman düşünün! Girdiği toplumda iyiler kötü, kötüler aziz, ayaklar baş, alimler cahil, cahiller alim, küçükler saygısız, büyükler sevgisiz, kadınların cenneti evi değil dışarısı, hayvanları eğitmek çocukları eğitmekten daha kolay olsun… Bir düşman düşünün! En candan oluşan toplulukların içine bir fitne atsın ve onları birbirine düşürsün. Ölen neden öldüğünü bilmesin; anarşi, terör ve toplumsal olaylar alsın başını gitsin. Bir düşman düşünün! İnsanlığı topluca helak etmek için yediği yiyeceğin genetiğini bozsun, giydiği giyeceği her türlü zarar üzerine tasarlasın, teknolojinin tamamını, toplumun her katmanını bozmak ve helak etmek için kullansın… Evet; bu düşman, tüm peygamberlerin ümmetlerini fitnesinden sakındırdığı, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin de işarî manada özelliklerinden bahsederek biz ümmetini uyardığı, insanlık tarihinin en büyük belası, Deccal’dir. Resulullah Efendimiz, bu zamanda yaşayarak teknoloji kullanacak olan Deccal’in özelliklerini ashabının anlayacağı şekilde işarî manada söyleyerek hadislerde bildirmiştir. Ahir zaman ile ilgili hadis-i şeriflerin bir kısmında şahısların, isimlerinden değil de sıfatlarından bahsedilmesinden dolayı salih alimler tarafından yorumlanması mecburîdir. Katre ailesi olarak, görevini şu anda en şiddetli bir şekilde insanların gözlerine perde indirerek, gizlice ve sinsice sürdüren Deccal’i ve inini bu sayımızda deşifre ediyoruz. Yine Deccal’e hizmet eden sapık tarikat; İllimunati’nin dünyayı ele geçirme, finansal kaynakları sömürme taktikleri ve diğer kirli planları en açıklığı ile ele alınıyor… Tabî ki; her dönemde olduğu gibi fitne, fesat, zulüm, haksızlık, savaş, gözyaşı ve belâların hakim olduğu bu dönemde de, yolumuzu aydınlatan, bizlere rehber, öğretici ve hayat kaynağı olan Ricalullah erlerini tanıtarak sunan, dergimizin başyazarı Muhammed İbrahim Hızır Hocaefendi, bu sayımızda Seyday-ı Molla Hüseyin Küçük Hazretleri ve oğlu Molla Hâdi Hazretleri’nin nadide güzellikteki hayatlarından katreler sunuyor. Onların örnek hayatları bizlere âb-ı hayat olacaktır; nasiplenmesini bildiğimiz sürece... Şeyh Muhammed Kazım Hazretleri’nin vefatının 17. sene-i devriyesi münasebeti ile İstanbul Fatih’te bir panel düzenlenmişti. Bu panele katılan konuşmacı ve misafirlerin sunumlarını sizlerle paylaşıyoruz. Bu eşsiz değerlerin hayatlarını okuduğumuzda onlara ne denli muhtaç olduğumuzu, özellikle bu dönemde yokluklarını ziyadesiyle hissettirdiklerini anlıyoruz. Yine birbirinden değerli yazı, fikir ve görüşlerin olduğu makaleleri Ehl-i Sünnet ışığında sunuyor, güzelliklerle sizleri başbaşa bırakıyoruz.

Yusuf ÇOLAKER


DERGİMİZDE BU AY

18

8

48

DECCALIN kapak konusu İNİ 12

2 48

14

4

24

EKİM 2013 / SAYI 28 4

KAPAK KONUSU ORTADAKİ 3500 SENELİK SIR A.B.D. Nevada Çölün'deki 51. Bölge ve ardında yatan gizli gerçek

18

8

DECCALIN AYAK SESLERİ ''İLLUMİNATİ'' İlluminati hakkındaki tüm gerçekler

26

RÜYA 2 Rüyalarda hakikat vardır ama rüya ile amel etmek mecbur değildir...

12

KURAN-I KERİM MUTAFFİFİN Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline

29

KADIN; DÜNYA SÜSÜ KADINLARI BAZILARINA FİTNE OLARAK VERDİK

14

MEHDİYET VE MEDENİYET MISIR'IN GÖSTERDİĞİ GERÇEK

30

ASRIN UNUTULMUŞ YILDIZLARI SEYDAY-I MOLLA HUSEYN KIÇIK VE OĞLU MOLLA HADİ

48

ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DAHİ LÜZÜMSUZ DEĞİL

BİR BAYRAM DAHA YAKLAŞIYOR... KURBAN Ananolu insanında ve İslam'la şereflenmiş tüm kavimlerde; KURBAN

Medeniyetin iki putu: Bilimsellik ve teknoloji


/ KAPAK KONUSU

ORTADAKİ 3500 SENELİK İLK DEFA ORTAYA ÇIKIŞI Deccal! ütün peygamberlerin şerrinden Allah’a sığındığı ve ümmetlerini fitnesine karşı uyardığı insanlık tarihinin en dehşetli ismi. Ahir zamanın en büyük belası ve kıyametin en büyük alameti, en büyük habercisi! İlk defa Musa aleyhisselam zamanında kendini gösterdi. Musa aleyhisselamın Tur Dağı’nda Cenab-ı Hakla munacatında kavmine haber veremediği 40 günlük zaman içinde kendini gösterdi. Beni İsrail’i 40 gün içinde yoldan çıkardı. Ekserisi dinden çıktı. Musa aleyhisselam gibi ulu-l-azm bir nebinin yıllarını verdiği İsrailoğullarını 40 gün içinde yoldan çıkarmakla kalmadı yaptığı ve insanları teshir eden buzağı heykeli ile -bu gün kullandığı medya gibi- insanları siyasi olarak ta parçaladı. Hz.Harun kavminin başında olmasına rağmen O’na karşı etkisiz kaldı. İsrailoğullarının iç savaşla birbirini kırmasından korktu. 40 gün içinde insanları dininden etti. 40 gün içinde insanları ahlaksızlığın ve sefahatin dibine düşürdü. 40 gün içinde bulunduğu toplumu ikiye böldü ve savaşın eşiğine getirdi.

B

Bütün bunları 40 gün içinde gerçekleştirdi. Musa aleyhisselam O’nu öldürmedi. Oradan kovdu.’’Bu günden sonra kimse bana dokunmasın diyeceksin’’ diyerek bedduada bulundu, işte o günden buyana V.I.P deccal ve avaneleri oluştu. İKİNCİ KEZ GÖRÜNMESİ Allah Resulu aleyhisselatu vesselam Efendimizin mübarek dilinden; Şâbi'nin, Fatıma Bintu Kays radıyallahu anhâ'dan nakline göre Fatıma şöyle anlatmıştır: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Temimu'd-Dâri Hristiyan bir kimse idi. Gelip biat etti ve Müslüman oldu. O, benim Mesih Deccâl'den anlattığıma uygun olan bir rivayette bulundu. Bana anlattığına göre, Temim, bir gemiye binip denize açılmıştır. Yanında Lahm ve Cüzâm kabilelerinden otuz kişi vardı. (Hava şartları iyi olmadığı için) onlarla denizin dalgaları bir ay kadar oynadı. Sonunda güneşin battığı esnada denizde bir adaya yanaştılar. Geminin kayıklarına binerek adaya çıktılar. Derken karşılarına çok tüylü kıllı bir hayvan çıktı. Bunlar, tüylerinin çokluğundan hayvanın baş tarafı neresi, arka tarafı neresi anlayamadılar. (Şaşkın şaşkın:) "Sen necisin, neyin nesisin?" dediler. O cevap verdi: "Ben cessâseyim!" "Cessase nedir?" denildi.

SIR "Ey cemaat! Şu manastıra kadar gelin! İçinde bir adam var, o sizin haberinize müştaktır!" dedi. O, böylece bir adamdan söz edince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk. Hemen koşarak manastıra girdik. İçeride bir adam vardı; hilkatçe gördüklerimizin en irisiydi ve elleri boynuna, dizlerinden topuklarına demirle sıkı şekilde bağlanmıştı. "Vah sana! Kimsin sen?" dedik. "Benim haberimi alabilmişsiniz. Şimdi siz kimsiniz, bana söyleyin!" dedi. Arkadaşlarım: "Biz bir grup Arabız. Bir gemideydik, denizin coşkun bir anına rastladık. Dalgalar bizi bir ay oynatıp oyaladı. Sonra şu adaya yaklaştık, sandallara binip adaya çıktık. Tüylü ve çok kıllı bir hayvanla karşılaştık. Tüyünün çokluğundan başı ne taraf, arkası ne taraf anlayamadık. "Vah sana, nesin sen" dedik. "Ben cessâseyim!" dedi. Biz: "Cessase de ne?" dedik.

KAPAK K 4

EKİM 2013 / SAYI 28

"Manastırdaki şu adama gelin, o sizin haberinize pek müştaktır!" dedi. Biz de koşarak sana geldik. Biz onun bir şeytan olmadığından emin olmadığımız için korktuk" dedik. Adam: "Bana Beysân hurmalığından haber verin!" dedi. Biz: "Onun neyinden haber soruyorsun?" dedik. www.katre.org


"Ben onun ağacından soruyorum, meyve veriyor mu?" dedi. "Evet!" dedik. "Öyleyse meyve vermeme zamanı yakındır!" dedi. "Bana Taberiye gölünden haber verin!" dedi. "Onun nesinden haber istiyorsun?" dedik. "Onun suyunun çekilmesi yakındır!" dedi. "Bana Zuğer gözesinden haber verin!" dedi. "Sen onun neyinden haber istiyorsun?" dedik. "Gözede su var mıdır? Orada su var mıdır?" dedi. "Evet, onun çok suyu vardır! Sahipleri onun suyu ile ziraat yapıyorlar!" dedik. "Ümmilerin peygamberinden bana haber verin? O ne yaptı?" dedi.

Arapların kendisine itaat ettiklerini haber verdik. (O da bize:) "Bu, onların itaat etmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Ben şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Mesih Deccâl'im. Çıkış için bana izin verilme zamanı yakındır. O zaman çıkıp yeryüzünde dolaşacağım. Kırk gün içinde uğramadığım karye (köy) kalmayacak. Mekke ile Taybe (Medine) hariç. Bu iki şehir bana haramdır. Onlardan birine her ne vakit girmek istersem, elinde yalın kılıç bir melek beni karşılar, benim oraya girmeme mani olur. Onların her bir geçidinde bir melek vardır, onları korur!" dedi." Sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çubuğuyla minbere dürterek: "Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Ben bunu size anlattım değil mi?" buyurdular. Halk da: "Evet!" diye karşılık verdi. Bunun üzerine aleyhissalâtu vesselâm: "Temimi'd-Dâri'nin rivayetinin benim size ondan (Mesih Deccâl'dan) Mekke ve Medine'den anlattığıma muvafık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz O Şam Denizi’nde veya Yemen Denizi’ndedir. Hayır doğu tarafındandır. Evet o doğu tarafından zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir!" Buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti."

VE AÇIKLIYORUZ!!! Emperyalist vahşi kapitalizmin ülkesi Amerika! Deccaliyetin bütün şer icraatlarının KÜRESEL çapta üretildiği ve dünyaya servis edildiği ülke. Şiddet, korku, vahşet ve şehvet pornografisinin üretim merkezi. Kizbin yani yalanın kurumsallaştığı sektör! Yalan imparatorluğu! Değer adına, insanlık adına ne varsa hepsini öğüterek, salt ahlaksızlık, kan ve savaş olarak dünyaya döken şer yuvası! Her türlü ifsat, fitne, felaket kaynağı! Meşhur 51. BÖLGE! İnsanlığı yıkan, dünyayı kana bulayan, sadece madde boyutuyla kalmayıp her türlü manevi şerlerin, habis, zulmani mahlukatlarla birlikte dolu olup,yönetim merkezi gizli teknoloji ve şer üssü 51. BÖLGE! DECCAL’İN ZUHURUNDAN ÖNCE SAKLANDIĞI SON YER! DECCAL’IN İNİ! 51. BÖLGE DECCAL’IN YUVASI, MAKAMI VE ÜSSÜ! OLASI İHTİMALİ EN YÜKSEK YER… ALLAH AZZE VE CELLE ümmeti ve insanlığı bu lainin şerrinden muhafaza buyursun...

KONUSU "O Mekke'den çıkıp Yesrib'e (Medine'ye) yerleşti" dedik. "Araplar O'nunla mukâtele etti mi?" dedi. Biz: "Evet!" dedik.

"Onlara karşı ne yaptı?" dedi. Biz de, (onu ezmek için) peşine düşen Araplara galebe çaldığını, www.elamedi.net

Müslim, Fiten 119, (2942); Ebu Davud, Melahim 15, (4325, 4326); Tirmizi, Fiten 66, (2254).

EKİM 2013 / SAYI 28

5


/ M. İbrahim HIZIR

O

lgun Meyve

Devşirilmezse

Kendine Zarar Verir

YY

enen, aranılan meyve, cana can katar. İstenmeyen meyve ya arızalı (anne ve ya baba arsız, veled de arsız olur) ya yere düşmüş veya düşürülmüş, kurt girmiş, kuş yemiş ya da vaktinden fazla dalında beklemiş, aranan değil uzaklaşılan olmuştur. Her hâlükârda meyve sahibinin etkinliğiyle faydalı veya zararlı olacaktır. Eserinize dikkat edeceksiniz. Devşirme vakti öğrencinize olan düşkünlüğünüzle “satmam, bana ait, giderse işim biter, o canımın parçası...” gibi rahmet aldatmaları, nefsin kişiye yaptırdığı en büyük yıpratmalarıdır. Evladınız veya çırağınız veya öğrenciniz, ustalık döneminde onu ayırmalısınız. Halk onu sizin isminizle anar. Huseyn Ustanın çırağı, o zaten sizsiniz. Çıkarmazsanız, kendi ürününü görmezse mutlu olmaz. Başkalarına sunumları size olan bağlılığını artıracaktır. İnsanların beğenisi, kendine olan öz güvenini artıracaktır. İlmin farkı; Görülen güzelin üst güzeli, alt güzelin tadını bozar. Çıkarılan her model kendi döneminin arzusunu yerine getirdiği için aranılandır. Eski model malzeme, işi bitik ve varlığına teşekkür görmeyen durumuna girince yok olmaya mahkûm kalır. İlim erbabında bu durum farklıdır. Tadları farklı farklı olup meyve gibi her dönem hasretle aranılandırlar. Genlerini bozanlara ağızlar bir olup lanet okurlar. Orjinali, oynanmamışı aranır. limlerin elifi öğreteni ilk basamak, camiyi (Molla Cami) öğreten okulun son basamağı, insanlığı,

edebi, kemali sunan mutasavvıf erlerse olgunluğu ve hikmeti vermeleri ile tadları daha bir farklı ve en son basamak olmalarıyla kadirleri pek yüce olur. Basamaklardan biri dahi eksik olsa son basamağa geçilemeyeceği için hepsinin ayrı ayrı tadı vardır. Cahil sofi neden sevilmez? Basamak atladığı için kalitede eksiler vardır. Hatta kullanımı zarar verecektir. Uçtuğunu, geçtiğini zan ettiren nefsani güce karşı mukavemeti olmadığı için nefsin darbları altında esir ve zavallı kalacaktır. Bir ders dahi alma, ders vereni üstad kabullenmedir. Ömür boyu hocam, üstadım muamelesine mazhar ettirir. Annelik gibi ulvi görev dahi aynı kaliteyi en az üç veya beş süt emzirmeden sonra elde edebilmededir. (Kişinin sütannesi olması için üç veya beş doyumluk süt emzirmesi gerekir) İlmin farkı apaçık ortadadır. Bir harf öğreten, öğretmenin olmuştur. Rahmet ilimde der Allah; ‘’Er-rahman. Allemel qur’an.’’ Rahmeti eğitmene ayırmıştır. Yediren, içiren, giydirenden bahsetmez. Qur’an eğitimini veren rahmet sahibidir. Bu yüzden Hz. Ali ‘’Bana bir harf öğreten, kendine köle eder’’ demiştir.

HIZIR-İ KA 6

EKİM 2013 / SAYI 28

Haydi, bildiklerinizi paylaşmaya! Sakın, nefsin, şeytanın dürtüsüyle ‘’sen kimsin ki eğitesin’’ sözüne kulak asmayın. Verin, paylaşın... Rahman’a köle, rahmetle anılan olun. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.

www.katre.org


''Büyükler boş söz sarf etmez...''

DİMYAT'A PİRİNÇ İÇİN GİTTİM BULGURUMDAN OLDUM

S

S

izlerle yolculuklarımı yazılarımda paylaştığım pek az olmuştur. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinden birkaç bölüme rastlayınca yazıya dökmenin insanlığa ayrıca bir fayda sağlayacağı kanaati hâkim oldu. Evliya Çelebi, “Dimyat’a pirinç için gittim, bulgurumdan oldum” der. Bazen bahsi geçen yerleri görmeden konuya vakıfiyet zorlaşır. Dimyat; Mısırın kuzey doğu illerinden biri olup evliyası, camileri, yatırları, vakıfları ile pirinci bol ve zengin bir vilayettir. Ezher-i Şerif Üniversitesi ikinci sınıfta iken birinci sınıf öğrencilerinin derslerini Ezher Camii’nde veriyordum. Dikkatimi şişman, pos bıyık bir adamla, sıska, terbiyeli bir bayan çekmişti. Türkiye’den oldukları belliydi. Camiyi gezerken bize doğru yönelmeleri, ders okuma tarzımızın yerlerde topluca halka şeklinde oluşu sanırım onları cezbetmiş, benim; “hoş geldiniz” dememle, rahat bir nefes almışlardı. Türkiye Gazetesi’nden yazar bayana, eşi eşlik etmiş, fakat rehbersiz hareket edilemeyeceğini hesap etmemişler ki; her neye baksalar para ödemişlerdi. Bize gelince; Mısırlı gibi davranamayışımız onlara üç günümü vermeme, öğrenci olduğumuzu da görmelerine rağmen herhangi bir şey verme akıllarına gelmemişti. O günlerin hatıralarını yıllar sonra Balıkesir’den Nazmi veya ablası Naciye Hanımın, Evliyalar Ansiklopedisi’nin sekizinci cildinde, Şeyh Muhammed El Erbili Hazretlerinin türbesine dikkatlice bakınca türbedeki kişinin ben olduğumu fark etmişler, evlerine uğradığımda bana göstermişlerdi. Yıllarca gidip geldiğim, ders çalıştığım bu güzel mekânla şereflendirmeleri, gazetecilere olan sıkıntımı izale etmiş teşekkürler ettirtmişti. Dimyat için tuttukları aracın tavanına her nasıl giriyorsa hava girip başlarımıza balon yapıyordu. Bu ince tavan kaplaması biraz ilerledikçe ağırlık yapıp baş ve omuzlarımıza sıkıntı veriyordu. Aklıma Evliya Çelebi’nin sözü geldi; “A be dedim büyükler boş söz sarf etmez, Dimyat bize pahalıya mal olmasın” dedim. Ses çıkartmadı. İçimden de; “nasıl olsa Seyyid Ahmed-i Bedevi’yi ziyaret var ve bu bana sunulmuş bir ikramdır” o yüzden sesimi çıkartmadan yolculuğa devam ettik. Yine de nihayeti hayrola deyip duruyordum. Tanta ve Seyyid Ahmed Bedevi ziyareti ve çekilen fotoğraflar sonrası, yolculuğa

devam ettik. Dimyat… Unutulmazlara giren bu şehrin güzel balıklarını şehrin girişindeki denize sıfır lokantada acelece yiyip çıktık. Kapıda iki fotoğraf çekmişlerdi ki ensemize iki zırhlı araç ve sayısına bakmadığım adette polis dikildi. Ne olduğunu dahi anlamadan bizi emniyete götürdüler. Hepimiz ürkmüştük, içerde yaklaşık dört saat valiyi bekledik. Vali cumartesi tatili dolayısıyla bir hayli gecikti. O zamana kadar benle, Kutbettin ikindi namazlarımızı kıldık. Tipik Mısırlı maaş ve rızq kavgası adı altında dinlisi, dinsizi müsamahakârlık olmazdı. Neyse bizim hantal vali bey aheste aheste yerine oturdu. “Çay verdiniz mi misafirlere lan?” diyerek etrafına gürültülü emirler yağdırmaya başladı. Çaylar gelmişti. Benim için bayramdı, birini içiyorum, diğerinin sahibine “buyrun” diyorum, “içmem zehir vardır” deyince devam ediyordum. Dördünü de o büyük çay bardaklarında içiverdim. Konuya vakıf olunca geliş nedenimizin evliya ve türbeler olduğunu dememize rağmen, makinalarının filim şeridini çıkartıp geri taktılar. Kısaca Kahire, Tanta ve Dimyat’ın iki fotoğraf filmi tamamıyla yanınca çıkışta titreye titreye inen gazetecilere: “Beyler evliya bir şey demişse mutlaka bunun bir hikmeti vardır dememiş miydim?” dedim ve; ''Dimyata pirinç için gittim bulgurumdan oldum’’ un ne demek olduğunu fiilen yaşayarak öğrenmiş olduk… Evliya Peygamber varisleridir. Boş söz sarf etmezler. Allahım makamlarını ali eylesin.

ATRELER www.elamedi.net

EKİM 2013 / SAYI 28

7


DECCAL'İN AYAK SESLERİ;

İLLUMİN Tİ

B

ismillah, Yüce Mevlaya hamdler, Eşsiz Habibine, emsalsiz salat ve selamlar olsun...

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Sürekli değişen dengeler, kaoslar, bitmeyen ve ne zaman biteceği belli olmayan ekonomik dalgalanmalar, siyasi ve ekonomik krizler, savaşlar, ahlaki çöküntüler, emanetin ve eminliğin yok oluşu, yok edilen değerler, dini değerlere özellikle İslama ve Müslümanlara sürekli saldırılar…

8

EKİM 2013 / SAYI 28

Peki tüm bu olanlar acaba bu asırda olası gelen şeyler midir? Yoksa siyasi iradelerin bir tür çekişmeleri midir? Ya da askeri ve ekonomik yönden kuvvetli ülkelerin dünyaya hakimiyet için yaptıkları bir tür kapışma mıdır?

Bir toplum düşünün ki, gerek kültürel gerek ahlaki ve gerekse dinsel açıdan kuvvetli bir erozyon içinde

bulunmuş olsun. Ve bu akım ki gayet kuvvetli olup çoğu sinsice işlevlerini de rahatlıkla yürütebilsin. Bir toplum veya toplumlar düşünün ki, buna semavi dinlerin hepsi dahil, hiç birinin değerlerini ve kurallarını tanımayan bir yozlaşma girdabına kapılmamış olsun. Bu erozyonun içinde etkilenme, yönlendirilme ve kışkırtılmadan tutun da, bireysel olarak tüketim tercihlerine varana kadar etki altında kaldığını bilmeyen ahir zaman insanları. Televizyon hayatın olmazsa olmazı haline getirilmiş, hayatın her anına yayılmış içi kof müziklerle www.katre.org


Emir RUFAİ

ve gençlerin idolü haline getirilmeye çalışılan değer yoksunu starlar ile ahlaksızlığın diz boyunu aştığı ve artık çirkefliğin tabiri uygunsa dibi göründüğü tv, internet ve sosyal medya ve daha bir çok şeytani ağlarla hayatlar çevrilmiş olsun! Bu öyle bir fitne ki; bakın toplumlara, ailelere, fertlere nasıl nüfuz ediliyor özellikle görsel basın yoluyla... Nasıl devletler yıkılıyor, nasıl hükümetler devriliyor, nasıl değerler altüst ediliyor. Ve en korkuncu, binbir entrika ile imanlar nasıl çalınıyor. Son yüzyıla dönüp bakıldığında, Osmanlı'nın yıkılışından sonra, surların yıkılması misali bu fitneler yoğunlaşmış ve özellikle İslama ve değerlerine saldırılar oldukça kolaylaşmıştır. Teknolojinin ilerlemesi ile de tahribatlar ayyuka çıkmış, tamamen kendi istedikleri gibi toplumlara kültürel ve ahlaki dejenerasyona başlamışlardır. İşin en acı kısmı burası olsa gerek ki bu saldırıların artık normalmiş gibi kabul görülmesidir. Bunun nedeni ise ahlaki ve kültürel değerlere yapılan gizli ve açık sürekli saldırılarla bu değerlerin çoğunun yok edilmesi.

Sinema ve özellikle tv gibi görsel yayın organlarıyla insanları etkileme, fikir ve kanaatlerine yön verme ve bilinç altına yerleştirilen gizli mesaj (subliminal) teknikleri ile de nasıl bir hile, aldatmacılıkla karşı karşıya olduğumuzun acı bir gerçeğidir.

Evinizde ailenizle izlediğiniz tv, takip ettiğiniz gazete, her gün yüz milyonlarca insanın ziyaret ettiği paylaşım siteleri ve daha bir çok etken ile şuurların etki altında bırakılıyor olması ne bir tesadüf ne de bir aleladeliktir. Ve görünen o ki bu faaliyetlerin hiçbiri, ne bir siyasi ve askeri gücün hakimiyet gayreti, ne bilindik ideolojiler ve fraksiyonlar ve ne de bu ahir zamanın haliyle getirdiklerinden olmadığıdır. Bu konu hakkında yıllardır kompwww.elamedi.net

lo teorileri üretilir, paylaşılır. Bir çok bilim adamı ve yazarlar veya politik ağızlardan, yorumlar, teoriler yazılıp çizilir. Bunlar içerisinde gerçeklik payı olanlar var. Ama görünen bir gerçekte var ki, kendini zaman zaman ifşa etmesinden ve belirgin faaliyetlerinden de anlaşılacağı üzere gayet güçlü, kural tanımayan, değer yargıları olmayan, insancıl vasıflardan yoksun, komplike bir loca. Ve sanki gösterdiği faaliyetler ile adeta Peygamberimizin yüzyıllar öncesinden haber verdiği ve fitnesinden sakının dediği Deccal’in gelişine bir hazırlık ve zemin hazırlama çabası içinde oluşlarıdır.Ve onlar açısından bugün gelinen noktada ise gayet başarılı olduklarıdır. Bunun en büyük göstergesi artık insanların yaşamlarına istedikleri gibi yön vermekte oluşlarıdır. Karşılarında durmak isteyen, onların yaptırımlarına karşı çıkmak isteyen her tür dünyevi güçleri bir şekilde alt edebiliyorlar. Tüm bu gelişmeler artık şunu gösteriyor;

Resulullah Efendimiz’in ümmeti hakkında şerrinden çekindiği ve hakkında çok bahsettiği, tüm zamanların en büyük fitnesi "tek göz" ile karşı karşıyayız.

"Tek Göz". Ne manaya geldiğini çoğumuz çok iyi biliriz! Peygamberimiz (aleyhis selatu vesselam); "Deccal’in sol gözü yoktur, üzerinde sadece zar vardır. İki gözü arasında kâfir yazılıdır!" buyurarak O'nu bize tarif eder. Müslim Resulullah Efendimiz’in (aleyhis selatu vesselam) bu kişi hakkında özellikle çok durmasının ardındaki sebep, O'nun çıkaracağı fitnelerin büyüklüğündendir. Öyle bir fitne ki, biz insanların hem dünyamızı perişan, hem de imanları çalmasıyla veya yavaş yavaş yok etmesiyle ahiretimizi de ellerimizden almaya çalışmasıdır. Ve bunu tüm lehviyatları yani haramları cazibedar gösterebilmesiyle yapmaktadır.

Hz.Peygamber vesselam;

aleyhis

selatu

“Ben size Deccal’i anlattım hatta onu anlamayacağınızdan korktum! Mesih Deccal; ayakları dengesiz ve çarpık, saçı oldukça kıvırcık, bir gözü kör olup ne yüksekçe ne de çukurca olan biridir…” Ebu Davud DÜŞMANIMIZI TANIYALIM Tek göz, anlatmış olduğumuz tüm bu faaliyetleri yürütmekte olan locaların kullandığı bir simge olarak karşımıza çıkıyor. Kullandıkları bu simge ile kime hizmet ettiklerini adeta belirginleştiriyorlar. Bu yazımızda bu çetin düşmanımızın kimler oldukları, hangi isimler adı altında faaliyet gösterdikleri, slogan ve simgelerini, yayın organlarını, kullandıkları metodları ve hedefledikleri gayelerini açmaya çalışacağız. Yüzyıllardır İslam'a düşmanlık yapan kesimler,cemiyetler hep olmuştur. Bunların gizli veya açık faaliyetleri her zaman vardı ve halen tüm hızıyla da devam etmektedir. Tarih, krallık ve imparatorluklardan tutun da, irili ufaklı, bir çok islam karşıtlığı hareketleri yazmıştır. Ama çoğu aleni olduğundan mıdır bilinmez, bir şekilde silinip gitmişlerdir? Ama ne zaman ki gizli bir faaliyet içerisine girdiler, bir diğer tabir ile (münafıklaştılar) hem ömürleri uzadı ve hem de tahribatları. Biz bu cemiyetlerden en önemli ve içiçe bağlantısı ve birbirinin atası ve yandaşı olan, İslam’ın hatta bütün dinlerin düşmanı bu üç locadan bahsedeceğiz. Ataları olan; TAPINAK ŞÖVALYELERİ:

Orijinal ismi "Templars ya da Knights Templar" olan bu örgüt Haçlı seferleri sonrasında Kudüs'te, Hristiyanlık uğruna savaşmaya and içmiş, asıl görevlerinin ise kutsal yerleri ziyarete gelen Hristiyanları korumak olarak ilan edilen bir Haçlı tarikatı olarak kurulmuştur. EKİM 2013 / SAYI 28

9


/ DECCALIN AYAK SESLERİ: İLLUMİNATİ

Gizli amaçları ise, Ezekiel'in (İsrail oğullarınca kabul edilen bir peygamber) haber verdiği modele uygun olarak Süleyman Tapınağını yeniden inşa etmekti... Asıl amaçları ise, zenginlik ve güç elde etmek ve gerekirse savaşarak Kabalistik dogmayı (sapkın öğreti) yerleştirmekti." Bu gayeye ulaşmak için de her türlü yola başvurmayı kendilerine mübah sayıp, kısa zamanda büyük servetler elde etmişlerdir. Batının yalnızca en büyük askeri gücü olmakla kalmayıp aynı zamanda en önemli tüccarları arasında ilk sıralarda yer almışlardır. Orta çağ Avrupasının en güçlü, en etkili ve hakkında en çok konuşulan örgütlerinden biri olarak sahneye çıkmıştı. Bu örgüt günümüz illuminati'sinin çekirdeğini de oluşturacaktı. Tapınakçıların o dönemdeki diğer benzer örgütlenmeler gibi yardımseverlik değil, aksine ekonomik ve siyasi çıkarlar peşinde oldukları açıktı. Tefecilik kesinlikle yasak olmasına rağmen faizle ödünç para vermekten çekinmiyorlardı.

Tarihte ilk faiz lobisini kuran bu tapınakçılar olup, dünyanın ilk organize bankacılık sistemi kendilerince faaliyete geçmiş olacaktı. 10

EKİM 2013 / SAYI 28

Kısa zamanda öyle bir güç ve zenginlik sahibi olmuşlardı ki, hiç kimse sesini çıkaramıyor, bir önlem alamıyordu. Sonunda iyice şımarıp azgınlaştılar, tamamen kontrolden çıktılar. Papa'ya ve krallara itaatsizlik etmeye, dahası onlara kafa tutmaya başladılar. Git gide güçlenen örgüt krallıklara bile faizle borç verir hale gelmişler, borç verdikçe de ülke yönetimlerine müdahale etme hakkını istemişler,bunda da başarılı olmuşlardır. Bir dönem Fransa kralı Philippe'ye verdikleri borç miktarı o kadar yükselmişti ki, borçlarını istediklerinde Kral çareyi bunları ülke dışına kovmakta bulmuştu. Meşhur Fransız İhtilali’nin perde arkasında bunların olduğu da yazılanlar arasındadır. Hatta Fransa Kralı’nın bu örgütün biraderlerinden birisini öldürttüğü için bunlar, ihtilalci taraftarları kışkırtıp, ta ki Kralın başını bedel olarak almışlardır. Ta o zaman bile ülke siyasetlerine müdahele ettikleri, provakasyon, ihtilal, kışkırtma, spekülasyon, gibi gayrı meşru her türlü entrikalara müsait oldukları, ülkeleri muhtaç hale getirip, sonra da yeniden kalkınabilmeleri için borçlandırıp ve misli ile geri alarak servetlerine servet katmaya devam ettikleri anlatılır. O zamanki sayıları bazı kaynaklara göre tahminen 160.000 civarında idi. Tapınakçılar'ın en dikkat çekici özelliği ise, gizliliğe son derece önem vermeleriydi. Burada kısa kesip, ileride bu konuya zaman zaman vurgular yapacağız. MASONLAR Şövalye kökenli bir topluluk olması ile alakalı bir çok bilgi ve belge mevcut olup, kullandıkları simge ve ritüeller ile bunu açıkça göstermektedirler. İlk defa 18. yüzyılda İngiltere'de, Londra'da ortaya çıkmıştır. Masonlar kuruluş amaçlarının "barış, kardeşlik ve insan sevgisi" olduğunu

söylerler. Ancak ilk bakışta olumlu gibi duran bu kavramların altında, mason felsefesinin dine olan düşmanlığı gizlenmektedir.

Allah'ı kabul etmeyip, O'nun yerine "Evrenin ulu Mimarı" na inanma ve ona ulaşma zorunluluğunu getirirler. Buradan yola çıkarak eğer Allah'ı kabul edecek olsalardı haliyle dinleri de kabul etmiş olacaklardı

ana fikrine yeterli bir delil olacaktır ki; Bu yüzden Masonlukta materyalist felsefe ve dinsizlik öğretileri temel esas olarak alınmıştır. Materyalist felsefenin özü sadece görünür olanı kabul edip, görünmeyenleri tamamen reddetmesidir. Türk mason localarının 1923'de yayınladığı "Meşrik-i Azam İçtimai Zabıtları"nda, bu karmaşık felsefe şöyle ifade ediliyor: -"Biz artık Allah'ı hayat gayesi olarak tanımayacağız. Biz bir gaye yarattık... O gaye Allah değil, beşeriyettir". Bir başka masonik kaynakta ise şöyle denmekte; "İptidai cemiyetler acizdiler, acizlikleri dolayısıyla etraflarındaki kuvvetleri ve hadiseleri ilahlaştırdılar. Masonizm ise insanı ilahlaştırdı." diyerek fikriyyatlarını özetlerler. Türkiye Mason dernekleri en büyük üstadı Remzi SANVER kendilerini tarif ederken;

"Masonluk Türkiye'de de dünyada da belirli bir seçkinlikte olan bir yapılanmadır. Buradaki ana fikir sembollerle düşünmeyi bilmektir. Masonluğun bunları değerlendirişi tamamen sembollerle düşünme esasına dayalıdır."

-"Masonluğun bir din olması zaten söz konusu değildir. Masonluk semboller ve ritüelleri kullanarak daha www.katre.org


iyi insan olma yolculuğudur. Tanrıya inanmalarını şart koşarlar mensuplarından. Tek tanrı mı? sorusuna; Hayır, bir yüceliğe inanma. Ateistlik olamaz. Yüce varlığa inanmaları esastır. Evrenin ulu mimarı deriz biz ona. Bir yüceliğe inanıyor olmak gerekiyor, o yüceliğe ulaşmak gerekir. Masonluğun bazı ritüellerinde bazı semboller kutsal kitaplarda karşılığını bulur. Süleyman Mabedi'nin inşası mesela." -"Biz politik ve dini bir yapılanma olmadığımız için kurum içerisinde de politika ve din konuşulmaması esastır." diyor. Burada dikkat çeken Süleyman Mabedinin inşası konusu, Tapınak Şövalyeleri’nin de ana görevlerinden birisi olması nedeniyle, amaçlarındaki paralelliği gösteriyor olmasıdır. Ülkemizde ikinci Meşrutiyetin ilanından hemen sonra Türk Masonluğu kurulmuştur.Türkiye'de halen faaliyet gösteren üç tane mason örgütü var. Bunların en büyüğü; Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası, Özgür Masonlar Büyük Locası ve Kadın Masonlar Büyük Locası’dır. Türkiye'de yaklaşık yirmi bin kadar mason faaliyet göstermektedir. Bu konuda da ileride vurgular yapacağız... DECCAL'in ayak sesleri; İLLUMİNATİ... Türkçesi; Aydınlanmış anlamına gelen tarihteki adıyla Bavyeralı Illuminati, Rönesans döneminde 1776'da kurulduğu rivayet olunan ve gizli faaliyet gösteren bir cemiyettir.

www.elamedi.net

Günümüzdeki Modern İlluminati; zihin kontrolü uygulayarak, hükümetleri ve kuruluşları ele geçirerek Yeni Dünya Düzeni'ni sağlamak amacıyla hareket eden,

monarşileri yıkmayı, dini inançları yok etmeyi, ulus devletleri ve vatanseverliği sonlandırarak sosyal düzeni alt üst etmeyi planladığı öne sürülen; ancak faaliyeti ve varlığı resmiyete dökülememiş derecede kolları uzun bir topluluktur. Kendilerini de ışığın insanları ya da aydınlanmışlar olarak addetmektedirler. Tarih kitaplarında en çok bahse konu uygarlık tartışmasız Mısır Uygarlığıdır. Deccal’in kendisini ve icraatini gösterdiği ilk yerdir. Dönem Hz. Musa aleyhisselam'ın peygamberliği dönemidir. Mısır halkını Firavun’un şerrinden kurtardıktan sonra, kavmini Tur Dağı eteklerinde konaklandırır. İlahi emir üzerine Allah’u Teala ile mükalemeye Tur Dağı’na çıkar. Hadise ise Kuran'da şöyle geçer;

Allah buyurur ki;"Biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Samiri onları yollarından saptırdı.

Bunun üzerine Musa, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vâdiniz-

den döndünüz!" Kavmi; "Biz sana olan vaadde kendimize mâlik olarak muhalefette bulunmuş olmadık. Velâkin biz kavmin ziynetinden birtakım ağırlıkları yüklenmiştik, onları (ateşe) atıverdik. İşte Sâmirî de öyle atıverdi." Bunun üzerine Samiri onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya koydu. O ve adamları; "Bu sizin de Musa’nın da ilâhıdır ama o unuttu" dediler. (Taha 85-86-87) Hz.Musa Tur Dağı’ndan döndüğünde kavminin altın bir buzağı yapıp ona taptığını görünce çok sinirlenir ve vekil bıraktığı Hz. Harun'a çıkışır. Hz. Harun da kendisinin bir suçu olmadığını söyler ve bu suçun faili olarak Samiri'yi gösterir. Hz.Musa a.s Samiri’ye; -Bu işi niçin yaptın ey Samiri? diye sorunca. Samiri; -Onların görmedikleri bir şey gördüm ve o elçinin bastığı yerden bir avuç aldım. Ve bunu ziynet eşyasının eritildiği potaya attım. Nefsimde bana bunu hoş gösterdi, dedi.

DEVAM EDECEK…

Bu makalede aşağıdaki kaynakların çevirilerinden alıntılar yapılmıştır.. *The Warriors And The BankersAlan Butler *Alan Butler, Stephen Dafoe, The Templar Continuum, Templar Books, *Albert Pike, Morals and Dogma, The Roberts Publishing Co.

EKİM 2013 / SAYI 28

11


/ Baha VEFA

M U TA F F İ F Î N “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat, kendileri onlara bir şey ölçüp, yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” (Mutaffifîn 1-3)

Y Y

üce Yaradan, yarattığı zerreden galaksilere kadar bütün alemleri bir nizam, bir ölçü üzere yaratmıştır. Kusursuz bir yaratma sanatıdır bu. Mükemmel işleyen nizamda hiçbir eksiklik veya ölçüsüzlük bulamazsınız. Zerreleri oluşturan atomlardaki inanılmaz düzen adeta uzayın küçük bir numunesi gibidir. Mevlanın yaratma kudreti sayıları milyarlarla ifade edilen galaksileri ve her bir galakside milyarlarca yıldızı yaratmaya kadir olduğu gibi bu mükemmel alemi bir iğnenin başına sığdırmaya da kadirdir. Bu eşsiz nizamın hiçbir ferdi, döngüsünü asla bozmaz, yaradanına asla baş kaldırmaz. Kendisine belirlenmiş ölçüden, bir milim dahi ayrılmaz. Takdir edilen zaman zarfında emri ifa etmekten öte hiçbir şey yapmaz. Ancak kendisine şuur verilen insanoğlu ve cinler istisnadır.

lıp büyüklendi. Yüce Allahın kurduğu nizamı bozmaya kalkıştı. Geçici dünyada, geçici menfaatler için ebedi, hayatını sattı. Ölçüde hile yaptı ve Medyen kavmi gibi helak oldu. Medyen kavminin helak olmasına neden olan günahları inceleyince günümüzde de bunların, belki misliyle, işlenir olduğunu görebiliriz. Medyen kavminin en önemli özelliklerinden biri, pek çok farklı yöntem kullanarak ticarette hile yapmalarıydı. Hz. Şuayb’ın kavmini bu konuda uyardığı ve bunu terk etmemeleri durumunda helak ile karışılacaklarını hatırlattığı Kuran’da detaylı olarak yer almaktadır. “Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, O’ndan başka İlahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir ‘bolluk ve refah (hayır)’ içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.” (Hud Suresi, 84)

sağlayarak geçici dünya zenginliğini elde edebilir. Ancak bu şekilde kazanılan para ve mal, sahibine fayda vermez. Aynı zamanda ahiret hayatını da, tövbe etmemesi durumunda berbat eder. Kuran’da, bu gerçeklerin bilincinde olan Hz. Şuayb’ın, hileli düzenlerle kazanç elde eden kavmini hileden sakınmaları gerektiği konusunda şöyle uyardığı bildirilmiştir: “Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” “Eğer mü’minseniz, Allah’ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.” (Hud Suresi, 85-86)

KURAN-I Bütün kainatta ölçüyü bozmaya kalkışan tek varlıklar bunlardır. Mevlamın fazlı ile verdiği aklı kendine mal eden insan, benlik duygusuna kapı-

12

EKİM 2013 / SAYI 28

İnsan, haram yollardan kazanç

Allah’ın sınırlarını titizlikle koruyarak elde edilen kazanç ise her zaman bolluk ve hayır getirir. Çünkü Rabbimiz’in insanlara, Kuran’da bildirdiği yol, en doğru ve en rahmani yoldur. Bu nedenle, Kuran ahlakına uygun yaşam sürenler ve kazançlarını Allah’ın sınırlarını koruyarak elde edenler, hem dünyada hem ahirette bunun karşılığını fazlasıyla alır, onun bereketi www.katre.org


ve huzuru ile yaşarlar. Yüce Rabbimiz, dünyada ve ahirette iman edenlere, haram şeylerden sakınmalarının karşılığında, nimetlerini fazlası ile vereceğini vaad etmiştir. Hz. Şuayb’ın Allah’tan gelecek azapla uyarmasına rağmen sapkın yollarını terk etmeyen Medyen kavmi de, tarih boyunca Allah’ın elçisini ve ayetlerini inkarda direnen tüm kavimler gibi daha dünyada iken Allah katından gönderilen azapla karşılık bulmuştur. Ayetlerde Medyen kavminin uğradığı son şöyle haber verilmiştir: “Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık; o zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud’a nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah’ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” (Hud Suresi, 94-95) Medyen halkının taşıdığı kötü özellikler ne yazık ki dini yaşamdan uzaklaşan, Allah korkusu taşımayan, tüm değerleri maddiyat olmuş toplumlarda her zaman raslanılagelen özellikler olmaya devam etmiştir. Bu nedenle Hz. Şuayb’ın kavmine yaptığı çağrıların her biri bugün ve bundan sonra yaşayacak insanlar için de geçerlidir. Zaten Kuran-ı Kerimin mesajlarının kıyamete kadar geçerli olmasının nedeni de budur. Ölçüyü sadece terazi olarak düşünmemek gerekir. Her iş için geçerli ölçüler vardır. Kim ölçüyü bozarsa, işine hile katarsa aynı hatayı işlemiş olur. Esnafın hileli ürünler satan , mütahitin demirini, çimentosunu eksik kullanması, çiftçinin ekininde daha fazla kar maksadıyla hormon kullanması, pazarda teraziyi bozmak, helal gıda diye satılan ürünlere domuz mamullerinin katılması, vazifesini aksatan çalışanlar gibi bir çok örnek saymak mümkündür. Bu örnekleri o kadar çok artırmak mümkündür ki sayfalar yetersiz kalır ne yazık ki.

bilecek bir konu değildir. Bakın Efendimiz (sallahu aleyhi ve sellem) bu konuda ne buyuruyor: Ebu Hureyre (r.a)’tan rivayet edilmiştir: Resulullah (sallahu aleyhi ve sellem), bir ekin yığınına uğramıştı. Elini onun içerisine daldırdı. Parmaklarına ıslaklık dokundu. Bunun üzerine:“Ey ekin sahibi! Bu ne?” diye sordu. Ekin sahibi: “Ey ALLAH’ın Resulü! Ona yağmur isabet etti” dedi. Resulullah (sallahu aleyhi ve sallem): “O ıslak kısmı insanlar görsün diye ekinin üstüne koysaydın ya! Aldatan benden değildir” buyurdu. Günümüzde her türlü işte hilenin

Rüyaları gerçekleştirmenin en kısa yolu uyanmaktır. Emerson

alabildiğine ziyadeleştiğini görmek sıradanlaştı. Ne yazık ki toplum buna o kadar alıştı ki kimse tepki bile göstermez oldu. Kavimlerin helak olmasına neden olan bir çok günah o kadar rahat işlenir olmasına rağmen helak olmamamızın tek nedeni varsa o da Efendimizin Allah’u Teala nezdindeki üstün değeri (“Resulüm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”) (Enbiya: 107)

berânî) Yüce Allah’a sonsuz kere sonsuz, şükürler olsun ki bizi, peygamberlerin en büyüğünün, en şefkatlisinin, şefaatinin en büyüğüne sahip olanının, ümmeti olarak yarattı. Yoksa biz çoktan helak olmuşlardan olabilirdik. İslam dini geneli ilgilendiren konularda yapılan hataları hiç mazur görmüyor. Toplum hayatını ilgilendiren her türlü konuya çok ehemmiyet veriyor. Kul haklarının bağışlanmaması da bunun göstergesidir. Her şeyi ölçü ile yaradan Yüce Allah, kullarının da ölçüyü bozmamalarını istiyor. Unutmayalım ki mahşerde kurulacak terazide asla şaşma olmaz. Selam ve dua ile.

Abdulah İbni Mübarek Hazret-i İmam-ı Azam’a sordu: - Bir kimsenin iki gümüşü, başka birinin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yapması lazımdır? - Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üçte biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de iki gümüşü olanındır.

I KERİM Oysa bu konu hiçte hafife alına-

www.elamedi.net

Ve duasıdır. (“Ben, Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: ‘Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.” Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim, bunu kaldırmadı.” ) (Et-Ta-

EKİM 2013 / SAYI 28

13


/ Ahmed EDİB

MISIR’IN GÖSTERDİĞİ GERÇEK :

VE

MEHDİYET MEDENİYET

Köşemizi takip edenler bilir; kaç yazıdır makalelerimiz bir konuya odaklandı ve planlanmamış bir şekilde bir seri yazıya dönüştü. İlk iki yazımız yakın tarih perspektifi içinde “zamanın son tarihi” olarak bir “ahirzaman analizi” oldu. Sonraki iki yazımız ise İslam’ın tarihsel planda istikbale bakan “Allah’ın nurunu tamamlayıcı” ve yenileyici boyutuyla birlikte dinin hayat bulmasını hem fert planında hem toplum planında sağlayacak “Sünnet-i Seniyeyi ihya ve Şeriat-ı Ahmediye’yi icra programı” olarak “Mehdiyet” konusunu yazmaya gayret ettik. Şimdi ise bu yazımızda -belki biraz uzun sürecek olsa da- Mehdiyetin inşa edeceği “Medeniyet”in yani “Ahirzaman İslam Medeniyetinin” ne olacağına ışık tutmaya çalışacağız.Allah’tan yardım ve tevfik bizle ola.

E

vvela genel itibarıyla “medeniyet nedir” bir iki nakille malum olan tarifini verelim. İbn-i Haldun“Mukaddime”sinde medeniyeti: "Ümranın sonu ve fesada uğraması, şerrin sonu ve hayırdan uzaklaşmak" olarak tanımlar. İbn Haldun'a göre ümran, şehirlerde ve kentlerde insanların mutlak olarak bir araya gelmesini ifade eder. Ama bu ifadede ki ilginçlik işaret ettiği noktadır. “Şerrin sonu, hayırdan uzaklaşmak” tarzında bir tarif, insanların şehir ve kentlerde teşekkül ettirdiği hayatın “hem kemal, hem zeval” olan zirve noktasını esas tutar. Son üç asırdır medeniyeti tarif etmeye gayret eden başkaları da İbn-i Haldun’un bu tarifine sadece birkaç ayrıntı katabilmişlerdir.Mesela batılı düşünürlerden Will Durant “Uygarlık Hikayesi” adlı kitabında "Uygarlık, bireylerin kültürel üretimlerini artırmaya yardımcı toplumsal bir düzen olup dört unsurdan oluşur: ekonomik gelirler, siyasi

14

EKİM 2013 / SAYI 28

sistemler, halkın adet ve görenekleri ile bilim ve sanatı takip etmek. Çatışma ve endişenin bittiği yerde uygarlık başlar. Zira insan korkudan emin olduğunda içinde öğrenme dürtüleri, sanatsal ve fikirsel bir etkinlik ortaya koyma arzuları uyanır. Bu da ardı sıra doğal içgüdülerini tahrik ederek hayatı anlama ve geliştirme yolunda ilerlemesini sağlayacak dinamizmi ona verir. Dinden imandan bihaber, nasipsiz bu tarif her türlü arızasına rağmen bu günkü “Avrupa Medeniyetinin” veya nam-ı diğer “Batı Medeniyetinin” medeniyet olmadığını da ortaya koyar. “Çatışma ve endişenin bittiği yerde uygarlık başlar.” Durant’ın bu tesbiti “Batı Medeniyetine” uymaz zira Avrupa’nın hayat felsefesi “hayatı mücadele” olarak anladığından sürekli çatışma ve endişe üretir. Buda insanlıkta emniyet ve huzur bırakmaz. Hele de Durant’ın devamla “Zira insan korkudan emin olduğunda içinde öğrenme dürtüleri, sanatsal ve fikirsel bir etkinlik ortaya

koyma arzuları uyanır. " Diye söylemesi evlere şenlik bir tesbittir. Korku, şiddet ve pornografinin envai çeşit versiyonlarından ibaret olan Batının görsel sanatlar(!) dünyası Avrupa’nın ne menem bir medeniyet olduğunu ortaya koymuştur. Muhammed Kadri Paşa (D:1821-1888 Anadolu’dan göçen Mısır’lı kanun ve hukuk teorisyenlerinden) ise "Risalei Celile fi't-Temeddün" adlı eserinde yaptığı tarifte İbn-i Haldun ile Avrupa’lı Durant’ın ortasında daha makul bir yol tutmuş. “Medeniyet, insanların şehir ve kentlerde ünsiyet ve yardımlaşma amaçlı toplanmalarıdır. Bu anlamı ile çöllerde ve köylerde veya şehirlerde ve kentlerde oluşan insan birlikteliklerine mutlak olarak kullanılan ümran kavramından daha hususidir." . Medeniyet: lügat manası 1-Bir topluluğun hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanat gücü, maddî ve manevî varlığı ile ilgili vasıfların tamamı. 2-İlim, teknik, sanayi ve ticaretin nimetlerinden www.katre.org


TEPE YAZILARI

gerçek anlamda yararlanarak, bol- Eşyayı tanımaktan ve luk, güvenlik ve rahatlık içinde yaşayış. 3- İslâmiyetin emirlerine göre, onun hakkındaki bilgilerini usulü dâiresinde yaşayış. (Osmanlı- arttırmaktan ve sonrasınca-Türkçe Lügat ) da da bu bilgileri tanzim MİMSİZ MEDENİYETİN İKİ PUTU : ve tasnif etmekten ibaret BİLİMSELLİK VE TEKNOLOJİ olan sonuna da fiyakalı bir Bu günün me-deniyet-i kendi “loji” ibaresi eklenen ilim mahsulatı olan ve beşerin yoldan çıkmasında evvelki asırlarda benzeri dallarının ve bu bilgiyi haolmayan yeni zulüm tarzlarının geliş- yatın kolaylaşması için kulmesinde temel teşkil eden iki putu lanmaktan ibaret olan alet var. Hatta kendini bu iki put ile tama- edevat birikiminin –yani men ifade edip akıl ve vicdanlara hiçbir hürriyet hakkı tanımadan sadece teknoloji- put haline geputlarına tapınılmasını istemekte. Her leceğini kim bilirdi? Fakat melanetin ve dalaletin dibine veya te- bu modern putçuluğun pesine bu iki putu oturttuğu zaman, da klasik olandan bir farkı melanetlerini ve dalaletlerini her türlü sorgulamadan ve tartışmadan azade yok. Neticede bunu da kılmakta. Çok sıklıkla zikredilen ve beşer kendi üretir, kendi her akla ve fikre geçirilen bir pranga tapar. olan bu iki put çok meşhur. Adı BİSonu “izm”ler ile biten ve “saLİMSELLİK ve TEKNOLOJİ! pık” bir aklın mahsulü olan beşeri şerli cereyanlar -Kapitalizm, Komüwww.elamedi.net

nizm, Marksizm, Sosyalizm, Nasyonal Sosyalizm yani Faşizm, Maoizm vs- mesnedlerinin önüne bu meşhur BİLİMSELLİK putunu oturtunca kendilerine meşruiyyet ve tabiilik kazandırıyorlar. “Bilimsel akıl”, “bilimsel yöntem”, “nesnellik”, “bilimsel şüphecilik”, “bilimsel kaygı” say sayabildiğin kadar. Her biri “Deccaliyetin” bir eserini ve vahşetini insanlığa yaşatan bu “izm”ler, sonu “loji” kelimesiyle biten güya “bilimsel” bir temele(!) dayanır. Hepsinin ürettiği katliamlarda, kaoslarda, zulümlerde hep “bilimsellik” vardır. Yazımızın ilerleyen kısımlarında bunlardan teşekkül eden me-deniyetin temellerini beyan ederken göreceğiz. Şimdi birkaç küçük misalle iktifa edelim. Marksizm, Leninizm, Stalinizm’den mürekkep Sosyalizm ve Komünizm ve onunla çarpışır gibi görünen Faşizm ve türevlerinin “bilimsel” temeli “Biyoloji”, “Sosyoloji”, “Psikoloji” bilimlerinin içinde yer alan EKİM 2013 / SAYI 28

15


/ MEHDİYET VE MEDENİYET

Darwinist, Determinist, Pozitivist kuramlardır. Evrim teorisi, psikanaliz, ilkçağ-ortaçağ, tarih öncesi-sonrası zırvaları vs. ilk kalemde akla gelenler. Birkaç taştan hareketle yazılan insanlık tarihi, birkaç kemikten hareketle yazılan biyoloji hikayeleri, Yunan veya başka milletlerin put efsanelerinden üretilen sosyoloji ve psikoloji ve daha ne ararsanız. Akıllara zarar “bilimsel” tezler, kuramlar, nazariyeler daha neler neler! Hepsi de bilimsel(!). 19. yüzyılda insanlığı ve aklı tarumar eden bu “bilimsellik” putuna takviye olarak 20. yüzyılda birde “teknoloji” putu üretildi. İnsanlığın sadece rahatlığını esas tutan, hareket ve fiiliyatı durmanın eşiğine getiren alet edevatlar insanların hayatını işgal etmeye başladı. Hepsinin temelinde insanlığın hareket kabiliyetlerini, çalışan istidatlarını rahatlığa ve zevk felcine sokan, insanı sadece “tüketici” haline getiren bir puttu bu.

BATI UYGARLIĞI(!) DİYE BİR ŞEY YOKTUR. Avrupa’nın ve Batı’nın medeni olmadığının İslami anlamda izahından evvel kendi filozof ve devlet adamlarının da genel-geçer tariflerine göre Avrupa hiçbir şekilde “medeni” değildir ve hiçbir zamanda olmamıştır. Medeniyetin bütün tariflerinde insanlığın toplu bir şekilde refahı, mutluluğu ve özgürlüğü ana kriterdir. Bütün sosyal ve psikolojik analizler ve grafiklerin ortaya koyduğu veriler okunduğunda Batı’da toplumun sosyal dokusu tamamen çözülmüş, nesil emniyeti gerek biyolojik anlamda gerek veraset vs gibi hukuk anlamında tahrip olmuştur. Gayri meşru oluşan yeni jenerasyonlardan haliyle toplumun temel taşı olan aileler oluşamamaktadır. Hal böyle olunca toplumun yaş ortalaması yaşlılık seviyelerinde, emekli nüfusu çok, genç insan kaynakları yetersizdir. Bunun üzerine alkol ve uyuşturucu tüketiminin erken yaşlara düşmesi ve toplumun bütün katmanlarını istila etmesi de göz önüne alınırsa manzara daha iyi anlaşılır. Refah ve mutluluğun, kapitalizmin tabiatı gereği küçük azınlıklara mahsus olması, toplumun çoğunluğunu sefalete sürüklemiştir. “Sefaletin” getireceği vahşet ve nefrette şimdilik televizyon, medya ve teknolojinin oyuncakları ile yani “sefahet” ile dengelenmeye çalışılsa da artık buna da güç yetiremez olmuşlardır. Her ekonomik kriz haliyle tabiatında onlarca sosyal krizi de beraber getirmektedir. Bilim ve teknolojinin gelişmişliği -ki en çok bu tarafı uygarlık yönünden vurgulanmaktadır- cihetinden Batı’nın medeniyetini incelersek çok rahatlıkla şunu diyebiliriz.

Bu öylesine müessir bir puttu ki bütün insanlık zevkle, şevkle ona kul oldular. Aynı işi gören bir aletin, cihazın onlarca markası, yüzlerce modeli üretildi her zaman. Aynı cihaza sahip olmalarına rağmen bir kısım insanlar “son modellerin” ve “meşhur markaların” kibrini insanlık burcunda tek meziyet olarak dalgalandırırken, ötekiler de “modası geçmişliğin” ve “eski modellere” mahkum olmanın Bilim ve teknolojinin gelişzilletini ruhlarında yaşadılar mişliği hikayesi öncelikle ve aşağılandılar. “bilim ve teknoloji desteği Birileri zilletle aşağılanırken birileri ile sağlanan bir propagande hep kibirle, enaniyetle alçaklaştı. Böylece “tüketici” denen rahatlık ve da ve dehşetli bir yalanhaz düşkünü, menfaati için her türlü dır”. rekabeti, alçaklığı irtikab edebilecek, kemâlatı “kariyer” olarak anlayan ve yaşayan toplumlar ve sınıflar inşa ettiler.

16

EKİM 2013 / SAYI 28

Avrupa bu iki putunu muazzam yalan imkanları ile insanlığın kafasında hakim kılmıştır. Bu yalan üretimi öylesine ileri derecededir ki müstakil bir www.katre.org


TEPE YAZILARI

sektör ve sanayi halinde kurumsallaşmıştır. Bunun için “Universal Studio’lar”, “Holywood’lar”, “Colombia Pictur’lar” harıl harıl çalışmaktadır. Bu sayede “aya gitme yalanları” başta olmak üzere bütün insanlığa habire yalan pompalamaktadırlar. Yani moda tabirle bu

gelişmişliklerinin gerçek boyutu yalan ve propagandalar ile insanların zihninde oluşturulmuş hayali ve “SANAL” bir imparatorluktur. Böylece “YALAN” yani “KİZB” kurumsallaşmış, sektörleşmiş ve bütün dünyayı yönetir bir imparatorluk haline gelmiştir. Bu boyuttaki “KİZBİN” adını hadisler bize bildirmiş. “DECCALİYET”

Vakıa bize göstermektedir ki öyle de olsa böyle de olsa Avrupa bizden ileridedir denilebilir. Bu sorunun veya tespitin cevabı Avrupa’nın dayandığı mimsiz me-deniyetin ikinci özelliğini de ortaya koyacak ama bu noktanın iyice anlaşılması için insanlığın faydasına olan tekamülün ve gelişmenin muharriklerinin doğru tespiti öncelikli şarttır. İnsanlığın maddi manadaki inkişafının, gelişmesinin ilk muharriki “semavi şeriatlar ve peygamberlerdir”. İnsanların ilk önderleri, yöneticileri ve birçok ilmin kurucuları Peygamberler, kaynakları da semavi kitaplardır. Zaman tanzimini, takvimi ve zaman yönetimini insanlığa ilk öğreten Yusuf Aleyhisselam’dır. Deniz taşımacılığının ilmi ve uygulaması ilk Nuh Aleyhisselam ile başlamıştır. Hava taşımacılığı ve daha birçok esrarengiz işlerin büyük üstadı Süleyman Aleyhisselam, babası Davut Aleyhisselam ise metali işleyip şekillendiren peygamberdir. Anlayacağınız insanlığın gelişmesinde hep peygamberler ve dinler ilk etken olmuştur.

İlmin, teknolojinin, medeniyetin başlangıcı onlar www.elamedi.net

olduğu gibi, varacağı nihai nokta yani hudutları da yine onlardır, yani peygamberlere verilen mucizelerdir.

İlk kitaplar olan semavi kitaplar bu konuda en eski ve otantik kaynaklar olmasına rağmen kör olası “bilimsellik putu” bu hakikati görmemekte ve göstermemekte hala kararlıdır. Medeniyetlerin gelişmesindeki ikinci etken de insanın fıtratına konulan “ihtiyac-ı fıtri ve kemalat arzusudur”. İnsanlık tarihinin tabii seyri gereği kalabalıkların artması ile ortaya çıkan “yeni ihtiyaçlar” gelişmenin ikinci motoru olmuştur. Üçüncü etken olarak ta “telahuk-u efkar” diyebileceğimiz bütün insanlığın fikirlerinin birbirine eklenmesi ile oluşan ortak akıl ve fikirlerdir. Bu gerçek etkenler hakkıyla göz önüne alındığında ortadaki muazzam netice olan bilim ve teknoloji bir ırkın, milletin, coğrafyanın malı değil, bütün insanlığın malı olduğu anlaşılır. Bundan da bizzarure şu sonuç ortaya çıkar ki Avrupa’nın bu gün maddi açıdan bütün insanlığın fevkinde oluşunun sebebi insanlığın ve İslam’ın ortak malı olan gelişme, bilim ve teknolojiyi GASP ETMESİ, ÇALMASIDIR. Bu hırsızlığın başlangıcı olarak haçlı seferlerine ve Endülüs’e de bakılabilir. Zira kendi evrimci tarihlerine göre dahi onlar ortaçağda sürünürken İslam’ın hakim olduğu coğrafyalar ileri bir medeniyeti yaşıyordu. Batı medeniyeti -bu yalancı yapısına ilaveten- bütün insanlığın mahsulatı olan ilmi ve inkişafı GASB ile HIRSIZLIK ile kendine mal ettiğinden, Batılı tariflere göre de gerçekte bir medeniyet değildir ve olamamıştır. “Evet küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamdü sena ile doldurmak lâzım gelirken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden elbette tokat yiyecek. Nasılki havarik-ı medeniyet

namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi, bu mimsiz*, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehennem’e gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor. (Kastamonu Lâhikası 72)” Avrupa, namı diğer Batı Uygarlığının medeniyet olmadığının ve olamayacağının en büyük sebeplerinden biri de suistimal yani kötülük için kullanma sebebiyle medeniyet harikası diye adlandırdıkları ve Allah’ın nimetleri olan ihsanat-ı ilahiyeye karşı küfran-ı nimetleridir. İnsanlık için muazzam faydalar sağlayabilecek iken suiistimal ile tamamen insanlığın zararına hatta zararında çok ötesine geçerek isyan ve zulüm vasıtasına çevirdikleri harikulade nimetleri sıralarsak, akıllar da vicdanlar da dayanamaz iflas eder. Bediüzzaman Hazretlerinin misal babında zikrettiği bir tek radyo nimeti dahi yaradılış maksadının aksine kullanılmakla hem kainatta hem beşerde sebeb olduğu zarar ve tahribatlar anlatılamayacak derecelere ulaşmaktadır. Radyo diliyle atmosferin her alanını İlay-ı kelimetullah ile şeair olan mübarek ve kudsi evrad ve ezkar ile doldurup melaike ve ruhaniyatın seyir ve tenezzüh sahası haline getirmek, hem bu kudsi tesbihatların ve esma-i ilahiyenin daim çoğaldığı bir havayı ruhlara teneffüs ettirerek maddi-manevi bir çok hastalığın şifa kaynağı haline getirmek mümkün iken; tam aksine habis, şehvani ve şeytani seslerin, necis hislerin kokuşmuş bir bataklığı haline küre-i havayı çevirmek, kainatı kirletmek olduğu kadar insan kalbini ve ruhunu da aynı derecede kirletmiş ve manevi hastalıklara, ruhi bunalımlara daimi kesintisiz bir şer kaynağı haline getirmiştir. Bediüzzaman şüphesiz böyle bir nimet-i İlahiyenin arkasından gelecek olan televizyon, internet gibi daha muazzam ve tesirli başka şeyleri dönemi itibarıyla görmemişti. Milyarlarca kebairin deposu olan medya ve internet tek başına EKİM 2013 / SAYI 28

17


/ MEHDİYET VE MEDENİYET

kıyametin kopmasına sebep olarak yetecek şerre ve seyyiata sahiptir. Sure-i Felak’ın “enneffasati fil ukad” kelimesindeki dehşetli sırra sahip olan –yani beşeriyetin ukdelerini dehşetli ve sihirbaz üflemeleriyle çözen ve rabıtalarını darmadağın edenmedya ve internetin ne dehşetli Deccaliyet silahı haline geldiği, izaha muhtaç olmayacak derecede apaçık bir gerçektir. Radyo, televizyon sadece bir örnek! Aklınızın ve vicdanınızın takati yeterse varın gerisini siz kıyas edin. Bu müşahhas tek örneğin penceresinden bakarak Avrupa-Batı toplumunun güya medeniyet namına insanlığın ortak servetini nasıl insanlık zararına suiistimal ettiğinin devasa örneklerini buyrun okuyun. Amerika’nın 2012 yılı itibarıyla silah sektörüne harcadığı para 711 milyar dolar, Avrupa ülkelerinin silaha harcadığı para 407 milyar dolar, bütün dünyada sadece silaha giden para 1 trilyon 740 milyar dolar. Bu rakamlar sadece bir yıllık. Bir de bu silahların kullanıldığı coğrafyaları düşünün. Afganistan, Irak, Gazze, Filistin, Çeçenistan, Myanmar, Arakan, Türkistan, Suriye, Cezayir, Mali… Sadece Amerika’nın Irak’ta katlettiği sivil sayısı 1,5 milyon… Bu sene istatistiklerine göre kozmetik sektörüne akan para ne kadardır sizce? Türkiye’de 2 milyar Euro, dünyada ise bunun yüz katı 200 milyar Euro. Avrupa’nın birkaç namlı ülkesinde bu rakam 76 milyar Euro… Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO), 2012 "Küresel İstihdam Raporu"na göre, 2008-2009 yıllarındaki küresel mali krizden bu yana 50 milyon kadar kişi işinden olmuş. Hâlihazırda dünyada 1 milyar insanın karnı aç. Tüm dünyada yaklaşık 170 milyon çocuk, yetersiz beslenme nedeniyle fiziksel gelişme sorunu yaşıyor ve yılda 2 buçuk milyon çocuk, açlık nedeniyle yaşamını yitiriyor. Kriz ortamında, ülke ekonomilerinin ve hane halkları gelirlerinin kendini koruyamadığı, işsizliğin en büyük sorun olduğu bir ortamda; son bir yıl içinde dünyadaki dolar milyarderlerinin sayısının yüzde 9,4 artarak 2

18

EKİM 2013 / SAYI 28

bin 160 kişi, toplam servetlerinin de yüzde 14 artarak 6,2 trilyon dolar…

NEREDESİN EY ADALET, EY VİCDAN, EY İNSAF? İŞTE SANA AVRUPA, İŞTE SANA AMERİKA, İŞTE SANA BATI, İŞTE SANA UYGARLIK, İŞTE SANA ME-DENİYET…

GERÇEK MEDENİYET NEDİR? MEDENİ KİMDİR? Her şeyden önce “medeni” tabirinin altına giren kimseler için kabul edilmesi gereken en temel kriteri ortaya koyalım. O da İnsanlığın ve İslam’ın teklifte esas tuttuğu “AKIL”dır. Evet teklife muhatap olan “akıl sahipleridir”. İşte bundan dolayı “medeni” dediğimiz kimseler, insaniyetin bir hassası olan aklını kullanan, ma’kul ve mukni delillerle isbat edilen bir mes’eleyi kabul eden ve taassup göstermeyen kimselerdir. Bunun manay-ı muhalifi de “Medeni” nin zıddı olan “Vahşi”nin ne olduğunu ortaya koyar. Vahşiler ise; inad ve taassub içinde bulunan ve aklını ibtal etmiş, hakikate karşı temerrüd yani inat gösteren kimselerdir. Kur’an, evvela davasını mukni ve ma’kul delillerle ispat eder. Ve ayetlerin sonunda “akıl etmiyor musunuz”, “düşünmüyor musunuz”, “akıl sahipleri için bunda alametler vardır” gibi fezlekelerle, davasına akıl ve vicdanı ve bozulmamış fıtratı şahit gösterir. İşte Kur’an’ın insanlığa sunduğu ve getirdiği davayı tasdik veya inkar “Medeni” ve “Vahşi”yi tefrik eder. Kim Kur’an’ın bu davasını kabul

ederse, o insan medeni insandır. Kabul etmeyenler ise inat ve taassup içinde bulunan gayr-i medeni vahşilerdir. Vahşilerin vahşetine mukabelenin “cihad”dan başka yolu ve imkanı yoktur. Böyle söz anlamayan ve düşünmeyen vahşilerin vahşetine karşı galebe ise ancak cihad iledir. -Yazımızın buraya kadar olan kısmı da nazar-ı dikkate alınırsa- Şeriat, evvel emirde insanlara din-i hak olan İslamiyet’i tebliğ etmeyi emretmiştir. Eğer o insanlar medeni iseler, İslam’ı kabul ederler. Eğer kabul etmezlerse, bu da gösterir ki onlar vahşilerdir. Böyle vahşilerin vahşetlerini yeryüzünden kaldırmak için onlara karşı savaştan başka yol yoktur. Yukarıda naklettiğimiz bilgilerden başka bu modern vahşilerin Alem-i İslam’da yaptıkları yıkımlar, katliamlar, yeraltı-yerüstü servetlerini yağmalamalar, bilim ve teknolojiyi insanlığın mahvına ve zararına kullanmalar elan da yaşandığı için bunlara karşı mücadele ancak kılıçla yani savaşla yani cihadladır. Modern Vahşilerin yeryüzünü kana boyayan vahşetlerine karşı ikna ile, isbat ile, tebliğ ile mücadele olabileceğini sanmak ve savunmak safdillikten öte mevcut şartlar altında ahmaklık hatta ve hatta hainliktir. Kur’an-ı Mu’ciz’ul Beyan 1400 sene boyunca, mu’cizane bir surette, İslamiyet’in bütün mes’elelerini hadsiz delillerle isbat etmişken ve milyonlarca ulema-i muhakkikin dahi bu davasında Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı delilleriyle tasdik edip iman etmişken, hem geçmiş bütün semavi suhuf ve kitablar ve peygamberler, Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı haber verip hakkaniyetini tasdik etmişken, güneş www.katre.org


TEPE YAZILARI

gibi zahir bu mes’eleyi kabul etmeyip, üstelik davasında Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı tekzib eden insanlar nasıl medeni insanlar olabilirler? Allah-u Teala, Kur’an’ın hakkaniyetini ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın Hakk resulü olduğunu isbatta bir eksiklik bırakmamıştır ki insanlar kabul etmemekte mazur olsunlar ve kabul etmedikleri halde medeni kalabilsinler. Demek, tebliği kendilerine ulaştığı halde Kur’an’ı kabul etmeyen kimseler vahşilerdir. Şeriat da onlara karşı cihadı emretmiştir. Böylece “medeni”nin ne olduğu anlaşılınca “medeniyet”in de gerçek tarifine ulaşmış oluruz. O tarifte maalesef İslami lügatların bile yazdıkları tarifin en son maddesine lütfen koydukları tariftir. Yani medeniyet “İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış”tır. Böylece artık mimsiz medeniyetle Mehdiyetin inşa edeceği İslam medeniyetinin muvazenesine ve mesnedlerine ve gayesine artık geçebiliriz. BATI MEDENİYETİ İLE İSLAM MEDENİYETİNİN TABİATI Batıcı ve batıl bir eğitimin(!) çemberinden geçen akıllarımız ve fikirlerimiz için bazen anlayışı kolaylaştırmak noktasında batılı kelimeler kullanacağız. Heyhat “akıl” maalesef sahip olduğu kelimeler ve mefhumlar ile akledebiliyor. Bu sebeple aziz okuyucunun nazar-ı müsamaha ile bu tabirata bakmasını rica ederim. Bütün bütün İslam’ın ıstılahatını kullanıp İslam’ın kavramları ile düşünmek her halde İslam Medeniyetinin hayata, eğitime, kültüre ve sokağa hakim olmasıyla ancak mümkün olacak. Neylersiniz? İslam’ın en evvel yıkıldığı yer maalesef lisanımız ve düşüncemiz olmuş. Va esefa! Hidayetin ve onun kaynağı olan dinin karşısında “küfrün tek millet oluşu” hakikatinin ölçüsüyle bakarsak çıkış noktasında buluşan kapitalizm ve sosyalizm veya bilinen tabirle batı ve doğu blokunu yapılandıran sistem ve ideolojiler kavram olarak hepsi “Batı Medeniyetidir”. Çünkü ikisinin de çıkıwww.elamedi.net

şı felsefedir ve aynı asıldan doğan ikizlerdir. Bediüzzaman Hazretleri bunların kaynaklarının Roma dehası(felsefesi) ve Yunan dehası(felsefesi) olduğunu işaret ettikten sonra karakteristik özelliklerini beyan eder. Biri hayal-alud diğeri maddeperesttir. Hayal-alud tarifine karşılık gelebilecek kavram “utopia” diye eski Yunan’da isimlendirilen “Ütopyacılık”; “maddeperestlik” ise materyalizmdir. Ütopyacılık günümüzde sosyalizm ve onun bir sonraki aşaması olan komünizme inkılab etmiştir. Ama günümüzün komünist teorisyenleri bunu komünizmde bir aşama olarak değerlendirip ütopyacılıktan sonrasına

Düşüncelerle karşılaşınca, zayıflar korkar, aptallar karşı gelir, akıllılar karar verir, ustalar da yönetir. Mme Jeanne Roland

“bilimsel komünizm” demişler. Tabi bilimsel olunca tadından yenmez oluyor ki insanlığa bir türlü yediremediler. Batı cenahında ise materyalizm sistem olarak kapitalizm canavarını üretti. Çıkış yerinin aynı olması hasebiyle biz ikisini de bir değerlendirip Avrupa veya Batı me-deniyeti diye ifade edeceğiz. Buna mukabil İslam medeniyetinin ahir zamandaki banisinin “Mehdiyet” olması noktasından İslam medeniyetini de yer yer Mehdiyet olarak ifade edeceğiz. Bu ikiz kardeşler küfr-ü mutlak olan felsefeden doğmalarına rağmen kendi aralarında hiçbir zaman imtizaç edip birleşemediler. Oysa bunların birleşmesinde medet umulan

“mürur-u zaman” yani zaman aşımı ve Hristiyanlık ve yeni yüzyılın putları olan “bilim ve teknoloji” hepsi topyekun çabaladı, uğraştı. Aynı kabın içinde bulunan “su ile yağ” gibi hep ayrı kaldılar. Güya bunlar birbirinin tamamlayıcısı veyahut devamıydı. Bu ikizler öküz gibi reddettiler kendilerine dayatılan birleştirme vasıtalarını ve hep birbirleri ile boğuştular, savaştılar. İnsanlığa iki büyük cihan savaşı ve irili ufaklı onlarca savaşla dolu üç yüz yıllık bir savaş tarihi hediye bıraktılar. Ayağa kalktıklarında sıcak savaş, oturduklarında ise soğuk savaşlar yaptılar. Batı medeniyetinin kendi içinde halleri bu iken bunlardan insanlığa medet uman ahmaklar ise bunları bir de İslam ile birleştirmeye ve kaynaştırmaya kalkıyorlar. Bir zamanlar zalim bir ahmak “İslam sosyalizmi”nin mucidi olmak istedi. Köpeği olduğu Sosyalizm, değişen konjonktür gereği onu Kapitalist Avrupa’ya yem olarak sundu. Kaddafi denen alçağı ve akıbetini bilmeyeniniz yoktur sanırım. “Koç” gibi kapitalistlerin kucağında antikapitalist Müslüman diye kendini yaftalayan, kapitalistlerin gezi parklarında kapitalizme karşı çıktığını sanan yeni ahmaklarımıza ibret olur mu bilmem? Batı me-deniyetinin mümessili olan ülkeler İslam coğrafyasında yaptıkları nice katliamları yetmezmiş gibi yıllardır bu mimsiz medeniyetlerini güya İslam ile birleştirerek bir “İslam demokrasisi” oluşturmaya gayret ediyorlar. Bilim ve teknoloji putunun da yardımıyla Alem-i İslam’ın başına musallat etmek istedikleri “demokrasi putunun” Müslümanların içinde maalesef epeyce hayranı var. “İslam ve demokrasi” diye konuşmaya bayılan bu bir sürü ahmağın çevirdikleri oyunu da elhamdülillah Mısır’daki darbeci demokrat(!) uşaklar bozdu. Mısır’da demokrasi yoluyla iktidara gelen Müslümanlar ezkaza Türkiye’deki gibi zahiren başarılı olsa idiler daha doğrusu göstermelik bir iktidarda üç-beş sene kalsa idiler, birçok Müslüman bu sayede bu “demokrasi putuna” tam iman edecektiler. Ve belki de kendi rızalaEKİM 2013 / SAYI 28

19


/ MEHDİYET VE MEDENİYET

rı ile Avrupa’nın boyunduruğu altında kendilerini bırakacaktılar. Ancak alçak Batılılar böylesi bir kazanıma rağmen sabredemeyip kendi uşaklarına darbe yaptırarak gerçek yüzlerini ortaya koydular. Hülasa bu felaket gibi görünen hadise ile belki Müslümanları aldatarak Mehdiyetin karşısına dikecekleri “demokrasi” oyunu da böylece bozulmuş oldu. İslam’ı bu Batı medeniyetiyle aşılama ve böylece ifsad etme planları hiçbir zaman hız kesmedi. Etrafa göz gezdirirseniz bu gayr-i meşru imtizacın veled-i zinalarını bolca görebilirsiniz. Bir yanda iyice semirmiş “kapitalist Müslümanlar”, öte yanda bunlara karşı çıkan “antikapitalist Müslümanlar”, reformcusu, demokratı, devrimcisi, ılımlısı, limonlusu daha neler neler. Oysa bu imtizacın, kaynaştırmanın eşyanın da tabiatına ters olduğu ortada. Nasıl olsun ki!!! Evvela madenleri, çıktıkları menbaları ayrı. Biri mahza Hüda’dan yani hidayetten, ahir zaman itibariyle Mehdiyetten. Öteki ise beşerin şerli dehasından, zulmetli felsefesinden, kirli aklından. Biri Kur’an’ın nuru, Şeriat-ı Ahmediye’nin hidayeti ötekisi Roma ve Yunan’ın dehası. Biri semadan indi öteki arzdan çıktı. Biri kalbde işleyip ordan akla nur verir. Öteki önceliği akla verip kalbi de karıştırır. İslam’ın medeniyeti ruhu inkişaf ettirir, istidat tohumlarını sümbüllendirir, karanlık tabiatı aydınlatır, cismani nefsini emirber bir hizmetkar eyler. İnsana yüksek himmet vererek melek-sima bir ahlakı onun yüzünde gösterir. Batının dehası ise ruha değil evvela nefse ve cisme bakar. Nefsi tarla ederek nefsani ve hayvani istidatları yeşertir, ruhu hizmetkar eder, insanda şeytanın simasını gösterir.

İslam iki hayata ve iki dünyaya birden bakar ve iki hayata, iki dünyaya verdiği nur ve ziya ile insanı, insanlığı yüceltir.

Batı me-deniyeti ise DECCAL Mİ-

20

EKİM 2013 / SAYI 28

SAL tek gözüyle sadece bir dünya ile bir hayatı görür, sadece maddeyi ve dünyayı tanır, insanlığı alçaltır, alçaklaştırır. Batı sağır tabiata tapar ve kuvveti ferman sahibi görür. İslam şuurlu san’atın üstünde hikmetli kudrete bakar Hakkın fermanını tanır. Batı yeryüzüne küfran perdesi çeker, İslam ise şükran nurunu serper. Bu sebeple Batının felsefesi ama u asamm(kör ve sağır), İslam’ın geldiği Hüda ise Semi u Basir (işitir ve görür) dir. Batının gözünde yeryüzündeki nimetler sahipsizdir. O sebeple nimetleri gasp etmek ve çalmak, tabiattan koparmak ona canavarca zevk verir. İslam’ın nazarında zemine ve kainata serpilen bunca nimet Rahmet ve Kudretin ihsanı olduğundan nimet üzerindeki Muhsin eli görür ve şükür ile o eli insana öptürür. İslam medeniyeti ile Batı me-deniyetinin gerek doğduğu kaynağı, gerek insana, gerek kainata bakışını Bediüzzaman Hazretlerinin istikbale tuttuğu projektörden hülasa ettikten sonra aynı ışık altında şimdi de esaslarına bakalım. Mimsiz Batı medeniyeti beş menfi esas üzerine müessestir. Birinci esası olan “istinad noktası” kuvvettir. Yani Hakka ve hukuka dayanmaz. Hakka karşı kuvveti esas tutar. Batı medeniyetinin medeniyet olmadığının izahında ortaya koyduğumuz üzere yıllık silah harcamaları kuvvete ne kadar taptıklarının ve esas tuttuklarının zahir bir örneğidir. Böylesi bir kuvvetin elbette dünyaya ve insanlığa getirisi sadece tecavüz, taarruz ve ihanetlerdir. İslam’ın getirdiği medeniyet ise kuvvete bedel “hakk”ı esas tutar. Kuvveti de “hakkın” yani hukukun emrine verir. Böylece zulmün, tecavüzün önünü keser. Haricin taarruzuna karşı da tedafü(savunma) ile karşılık verir. Hakkın her daim getirisi adalet ve tevazündür(denge). Bununda neticesi toplumlarda şikayetlerin bitmesi, selamettin, barış ve esenliğin hakim olmasıdır. İkinci esasında Batının hedefinde, kasdında sadece “menfaat” vardır.

Menfaatin işi sürekli hasımlıklar üretmek ve kitlelere sıkıntılar vermektir. Bununda sonucu cinayetlerle, düşmanlıklarla biten haksız kazanımlardır. Şeriatın medeniyetinde ise hedef menfaat yerine “fazilettir”. Faziletin işi muhabbet ve yakınlaşma olduğundan topluma kazandırdığı saadettir ve düşmanlığın fertler arasında izalesidir. Üçüncü esas ise hayatta tabi oldukları ana kanundur. Batı me-deniyeti tek kanun olarak dinsiz felsefenin ana kanunu “hayat mücadeledir” sloganını tanır. Bununda topluma getirisi sonsuz bir çekişme, hasımlaşma, birbirini bitirmedir. Sonucu da kitlelerin çoğunluğunu pençesine alan bir sefalettir, yoksulluktur ve bunun ürettiği yolsuzluktur.

İslam ise hayatta mücadele yerine teavünü, yardımlaşmayı sosyal kanun ve düstur yapmıştır.

Bu düsturunda topluma verdiği ittihat ve dayanışma şuuru ve fiilidir. Bundan ise içtimaiyyat ve cemaat hayat bulur. Avrupa me-deniyetinin dayandığı dördüncü esas cahiliye hayatının esası olan kavmiyetçilik, menfi milliyetçiliktir. Şeytandan miras aldıkları bu en önemli esasın lazımı başka milletleri yutmak, boyundurukları altında sömürmek ve esir etmektir. Bu esaslarının dünyaya hediyesi içinde iki dünya savaşının da bulunduğu müthiş savaşlar, çarpışmalardır. İslam bunu dipten reddeder. Toplumlar arasından kavmiyetçiwww.katre.org


TEPE YAZILARI

liği, ırkçılığı, üstünlük iddialarını tard eder, kovar, çıkarır. Bunun yerine dini rabıtaları, vatan nisbetini, sınıf alakasını ve iman uhuvvetini, kardeşliğini tesis eder. Buda umumi selameti ve barışı netice verir. Haricin saldırısına karşı tavrı sadece savunmadır, düşmanın şerrini def etmektir. Beşinci esas olarak ta insana ve insanlığa hizmet olarak sunduğu nedir görelim. Batı uygarlığı insanda heva ve hevesi azdırarak karşılığında da sadece -kendilerinin hedonizm diye tabir ettikleri- arzuları ve hevesatı tatmin etmeyi ve sınırsız bir “hazcılığı” insana hizmet diye sunmuştur. Fransız ihtilalinin neticesinde başlayan “cinsel özgürlük devrimi”, sadece dünya zevklerini esas tutan yaşam biçimleri insanı mesh ederek hayvana dönüştürmüştür. Aslını bozmuştur. Öyle ki sosyal hayatlarında insan yerine hayvanlar ön plana çıkacak derecelere ulaşmıştır bu fıtrat bozulması ve değişimi. Afrika ve Asya’da yoksulluklara, yokluklara ve ölümlere mahkum ettikleri aç çocuklar değil, köpek, maymun gibi hayvanatın rahatları ve hakları(!) ahlak anlayışlarında ön sıralarda yer tutar. İslam’ın insana ve insanlığa sunduğu ise heva ve heves yerine kemalat ve hidayettir. Ruhu nurlandırarak, vicdanı parlatarak, insanın tabiatına dercedilen istidat ve kabiliyet tohumlarını inkişaf ettirerek insanı “ahsen-i takvime” layık hale getirip “eşref-i mahlukat” yapmaktır. Böylece insana hem maddi hem manevi bir terakkiyi, yükselişi yaşatarak toplu bir refahı, kalkınmayı topluma hediye eder. Aziz okuyucu makalenin uzunluğu zihnini dağıtmasın. Batı me-deniyetinin dayandığı beş menfi esasa mukabil İslam medeniyetinin beş müsbet esasını da beraber gördün. Makalemizin ta en başlarında ifade ettiğimiz ve gerek batılı aydınların gerek İslam mütefekkirlerinin medeniyet tariflerinde ve kriterlerinde müşterek bir nokta olarak gördün ki topluma hatta toplumun ekseriyetine saadet getiren şeye medeniyet denwww.elamedi.net

miş. Halbuki şimdi hükümran olan Batı uygarlığı insanlığa her alanda ilaç değil zehir olmuştur. Ferdi, heva ve hevese esir ederek ahlaksızlaştırmış, toplumların % 80’ini yoksulluğa, % 10’unu rezil bir zenginliğe kalan %10’uda iki arada bir derede rahatsız ve huzursuz bir hale düşürmüştür. İsraf ve tüketim çılgınlık derecelerine ulaşmış ve eskiden dört şeye muhtaç olan insanı şimdiyse dört yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Helal çalışma hayatı idame etmeye yetmez olmuştur. Böyle bir uygarlık(!) fertlere ve toplumlara refah ve saadet olarak bir şey vermediği gibi bütün dünyanın yüzünü kana bulamıştır. Geçmiş bütün asırların bütün vahşetini bir defada iki dünya harbinde kusmuştur. Kendi yapıp taptığı bilim ve teknoloji putunun verdiği dalalet ve tuğyanla firavunane gururu, nemrudane inadı uluhiyet dava edecek bir dereceye ulaşıp sırr-ı hilkate dokunacak noktaya varmıştır. Avrupa ve küfür milletlerini topyekun ifade eden mimsiz “medeniyet-i hazıra” her anlamda yolun sonuna gelmiştir. MEHDİYETİN İNŞA EDECEĞİ MEDENİYET Muhtelif yollarla gelen ehadis-i şerifelerin yüze varan haberlerinden ve muhakkik ulemanın Kur’an-ı Kerim’den istihraç ettikleri işaretlerinden anlıyoruz ki Batı ve Avrupa me-deniyetinin sahip olduğu özellikler “ahirzamanın” ve “kıyametin” bütün küçük ve büyük alametlerini kendinde toplamış ve bu yüzyılın çarşısında ortaya dökmüştür. İnsanlık hem lisan-ı hal ile hem de 21. Yüzyılın başından beri her türlü sosyal ve siyasal vasıtalarla ve ağır bedeller ödemeyi de göze alarak bu Deccaliyet Uygarlığına her şekilde isyan etmekte ve bunu artık istememektedir. Müslümanlara esaret kaydı vurmaktan başka bir şey getirmeyen Batıcılık ve Avrupacılık kaynaklı aşılamalar, aldatmacalar da artık işe yaramamaktadır. Ne demokrasi ne özgürlük yalanları artık Müslümanları kandırmakta işe yaramadığı gibi; Müslüman toplumların başına bela ettikleri rejimler, sistemler sallanmaktadır. Yüzyıllık esaretin getirdiği atalet

ve hantallık parçalanmakta, yüzyıllık “Deccal Yalanları”nın sebeb olduğu aldatılmışlık ve aldanmışlık bulutları dağılmakta ve yüz yıldır uyutulan dev, devasa homurtularla uyanmaktadır. Fas’tan Hindistan’a bütün haşmetiyle İslam Dünyası yekvücut bir beden olarak ayağa kalkmakta şimdi meydanlarda yüz yıldır kaybettiği başını aramaktadır. İttihad-ı İslam’ın manevi ve ruhi planda altyapısı hazır vaziyette, üstüne Hilafet-i Muhammediye’yi inşa edecek kutlu sahibini aramaktadır. “Melhame-i Kübra” günden güne büyümekte ve Alem-i İslam hem fıtrat lisanıyla, hem ihtiyaç lisanıyla sahibini ve başkumandanını zamanın ve kainatın Yaratıcısından istemektedir. Kur’an ve Şeriat, medeniyet-i hazırayı reddedip kendi medeniyet-i fazılasını kurmaya hazırlanmaktadır. Evet İslam’ın getireceği medeniyet israf ve tüketimi değil beşerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını bulacağı bir medeniyettir. İslam’ın getireceği medeniyet geçmişte köleliği ve esirliği parçaladığı gibi bu ahir zamanda ecirliği (yani ücretliliği) yani kapitalizmi parçalayacaktır. Bilim ve teknoloji aklı ve bedeni öğüten, kalbi ve ruhu öldüren, havayı, suyu, toprağı hulasa arzı ve semavatı kirleten, insanları alet-edevata kul-köle eyleyen bir dalalet ve küfran vasıtası olmaktan çıkıp, insanı kainatla barıştıran, kemalata kanatlandırıp uçuran ve insanlığın ufkuna peygamberlerin aleyhimüsselam mucizeleri ile koyduğu harikulade hedeflere ve şükür hudutlarına ulaştıran maddi ve manevi marifetullah medeniyetinin vasıtaları olacaktır. Böylesi parlak ve harikulade bir medeniyetin ahir zaman inşacıları ve banileri ise hadislerin haberiyle Kur’an’ın da işaretiyle Hazret-i Mehdi, Hazret-i İsa ve onun etrafında şahs-ı manevi olarak insanlığa rehber olarak oluşan MEHDİYETTİR. Ahirzaman medeniyetini inşa edecek MEHDİYETİN ŞAHS-I MANEVİSİNİ teşkil eden KUDSİLER ORDUSUNUN evsafını nasip olursa bir sonraki makalemizin konusu olarak tayin edip noktayı koyalım.

EKİM 2013 / SAYI 28

21


/ FIKIH

KURBAN Anadolu insanında ve İslam’la şereflenmiş tüm kavimlerde; KURBAN. Tüm aşırı sevinç ve üzüntülerin ortak dilidir KURBAN. Askere yollarken anası kurban olsun selametle git, selametle gel denen evlada, döndüğünde de anası; ‘‘Kurban olası hoş geldin’’ deyip yine ağlamalarla bağrına basılandır KURBAN. Dikkat edilecek olursa kurban terimi şefkat ve merhamet yürekli herkeste yüksek saygı ve sevgi ifadesi olarak kullanılmış, tarihte en dikkat çeken yeri ise kurbanlar kınalanarak Mevla’ya sunulduğu gibi askere yollanan erlere de kına sürülürdü kurbanlık koçlar gibi. Bu sayımızda kurbanın edebi ve tarihsel yönünden çok dinimizdeki yerini inceleyelim:

22

EKİM 2013 / SAYI 28

K

urban gerek fert gerek toplum açısından çeşitli faydalar taşıyan malî bir ibadettir. Kişi kurban kesmekle Allah'ın emrine boyun eğip kulluk bilincini korumuş olur. Adeta bu ibadetle Müminler Hz. İbrâhim ile oğlu İsmâil'in Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna mutlak itaat konusunda verdikleri başarılı imtihan hâtırasını tazeler ve kendilerinin de benzeri bir itaate hazır olduklarını göstermiş olurlar. 1-Sosyal hayatta kardeşlik ve yardımlaşma ruhunu canlı tutar. 2-İlahi adaleti en güzel simgeleyen ibadettir. 3- Et satın alma imkânı olmayan yoksulların bulunduğu ortamlarda yaptığı tedavi eşsizdir.

www.katre.org


4- Zengine malını Allah'ın rızâsı, yardımlaşma ve başkalarıyla paylaşma yolunda harcama zevk ve alışkanlığını verir, onu cimrilik hastalığından, dünya malına hırs tutkusundan kurtarır. 5-Fakirin de varlıklı kullar aracılığıyla Allah'a şükretmesine, dünya nimetinin yeryüzündeki dağılımı konusunda karamsarlık ve düşmanlıktan kendini kurtarmasına ve kendini toplumunun bir üyesi olarak hissetmesine vesile olur. Dindeki Hükmü ve Çeşitleri Dinen aranan şartları taşıyan kimselerin kurban kesmeleri Hanefî mezhebinde vâcip, fakihlerin çoğunluğuna göre müekked sünnettir. Hanefîler, Kur'an'da Hz. Peygamber'e hitaben "Rabbin için namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser 108/2) emrinin ümmeti de kapsadığı ve gereklilik bildirdiği görüşündedir. Ayrıca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin birçok hadisinde hali vakti yerinde olanların kurban kesmesi emredilmiş veya tavsiye edilmiş, hatta "Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın" (İbn Mâce, "Edâhî", 2; Müsned, II, 321), "Ey insanlar, her sene, her ev halkına kurban kesmek vâciptir" (Tirmizî, "Edâhî", 18; İbn Mâce, "Edâhî", 2) gibi ifadelerle bu gereklilik önemle vurgulanmıştır. Daha da önemlisi kendisi kurban kesmeyi hiç terk etmemiştir. Bu ve benzeri delillerden hareket eden fakihler gerekli şartları taşıyanların kurban bayramında kurban kesimini vâcip görürler. Sünnet olduğunu ileri sürenler ise Kur'an'da bu konuda açık bir emrin bulunmayışından, Hz. Peygamber'in devamlı yapmış olması kurbanın sünnet olacağı hükmünü vermişlerdir. İbadet niyetiyle kesilen başka kurban çeşitleri de vardır. Adak kurbanı, akîka kurbanı, kıran ve temettü haccı yapanların kestikleri ve hedy adı verilen kurban, hacda yasakların ihlâli halinde gereken ceza ve kefâret kurbanı. Bu kurban çeşitlerinin ortak ve farklı hükümleri vardır. www.elamedi.net

Vasiyetinin veya adağının bulunması halinde ölmüş kimse için kurban kesilmesi gerekir ve kesilen kurbanın etinin tamamı fakirlere dağıtılır. Vasiyet veya adak olmasa bile, Şâfiîler hariç, fakihlerin çoğunluğuna göre, sevabı ölüye bağışlanmak üzere onun adına kurban kesilebilir. Bir kimsenin kurban kesmekle yükümlü sayılması için gereken şartlara kurbanın vücûb şartları denilir. Kurban kesmenin sünnet olduğunu söyleyenlere göre ise sünnet oluşun şartlarıdır. 1. Müslüman olmak. 2. Akıllı ve bulûğa ermiş olmak.

Kitaplardan önce kendimizi okumaya çalışalım. Hz.Mevlana

3. Mukim olmak, yani yolcu olmamak. 4. Belirli bir malî güce sahip bulunmak. Gayri müslimler öncelikli olarak imanla mükellef olup ancak iman ettikten sonra ibadetle mukellef olurlar. Bu durum kurbanda ve bütün ibadetlerde aynıdır . Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre kurbanla yükümlü sayılmak için akıl ve bulûğ şart olmayıp gerekli malî güce sahip olan küçük çocuklar ve hanifilerde de, akıl hastaları adına velileri tarafından kurban kesilmesi gerekir. Bu fakihler kurbanın malî bir ibadet oluşu ve başta fakirler olmak üzere üçüncü şahısların haklarının

gözetilmesi hususu ön planda tutulmuştur. Hanefî fakihlerinden İmam Muhammed'e ve Şâfiîler'e göre kurban mükellefiyeti için akıl ve bulûğ şarttır. Hanefî mezhebinde bu konuda fetva İmam Muhammed'in görüşüne göre verilmiştir. Bu görüş ilk bakışta, kurban etinden yararlanacak ihtiyaç sahiplerinin haklarını göz ardı ediyor gibi görünse de, ehliyetsiz ve eksik ehliyetli kimselerin mal varlığının korunması ve gerekli tedbirler alınarak onlara daha güvenli bir gelecek hazırlanması açısından isabetlidir. Çünkü çocuk ve akıl hastasının haklarının istikbale saklanarak korunması, kanunî temsilcileri için hukukî ve dinî bir sorumluluktur. Dinen yolcu hükmünde olan kimse kurban kesmekle yükümlü değildir. Ancak yolcu hükmünde bulunan kimsenin tek başına veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Diğer mezheplere göre kurban kesme sünnet oluşu nedeni ile yolcu olanla mukim olan arasında, bir farklılık yoktur. Hanefîler'in yolcu için böyle bir ruhsattan söz etmeleri, ibadetlerde külfeti (ağırlık) kaldırmak ve kurbandan gözetilen hikmetlerin gerçekleşmesine öncelik vermeleri sebebiyledir. Şöyle ki; yolculuk halinde bulunan kimse gerek kurbanlık temin etme ve kurbanı kesme, gerekse kesilen kurbanın etini değerlendirme ve dağıtma açısından o bölge halkının sahip olduğu imkâna sahip değildir. Ayrıca yolculuk hali zengin olan yolcunun bile elindeki parayı daha tedbirli harcamasını gerektirir. Böyle olunca kurban bayramı süresince iş ve görev gereği yolda olan veya bulunduğu bölgede yolcu konumunda olan kimselerin bu ruhsattan yararlanması mâkuldür. İsterlerse kurban kesmeyebilirler. Ancak, fıkıhta durum böyle olmakla birlikte, günümüzde yolculuk imkân ve şartları değişmiştir. Bayram tatili diyerek yurt içi veya yurt dışı geziye çıkan, yazlığa giden, memleketine ana-ata ocağına giden kimselerin ruhsattan yararlanma yerine ya önceden gerekli tedbirleri alarak vekâleten kurbanını kestirEKİM 2013 / SAYI 28

23


mesi ya da bulunduğu yerde kurban kesmesi daha isabetlidir. Çünkü kurbanın namaz, oruç gibi bireyin niyetiyle ve iç dünyasıyla alâkası olduğu gibi ilâveten toplumda sosyal adaleti sağlayan ve muhtaçların haklarını ilgilendiren yönü de mevcuttur. Bu sebeple, yolcunun namaz ve oruçta yolculuk ve meşakkat içinde olma ruhsatından yararlanması ferdi bir karardır. Kurbanda ise, bu ibadetin sosyal amaçlarının göz önünde bulundurması, savunulabilir bir gerekçe, sıkıntı veya mazeret bulunmadığı sürece kurban ibadetinin yerine getirilmesi gerekir. Kurban mükellefiyeti için dördüncü şart, malî imkânın bulunmasıdır. Hanefî mezhebine göre, kurban kesmeyi vâcip kılan zenginliğin ölçüsü, zekâtta ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçları ve aslî ihtiyaçları dışında 20 miskal (85 gr.) altına, ya da buna denk bir paraya veya mala sahip olmasıdır. Ücretli, memur gibi sabit gelirli kimselerin, kendi bütçe imkânları içinde sıkıntı çekmeden kurban ücretini ödeyip ödeyemeyeceğini göz önünde bulundurması ve ona göre karar vermesi gerekir. Kısaca sabit gelirlilerin aslî ihtiyaç harcamalarını çıktıktan sonra yıllık gelirinden artakalan miktar 85 gr. altın değerine ulaşıyorsa kurban kesmeleri gerekir. Kurban kesmenın dinî bayramda oluşu bu günlerin yeme, içme ve eğlenme günleri ile ilgilidir. Böyle bayram günlerinde herkes yiyip içerken fakirlerin mahzun kalmamasını sağlamak, toplumsal bütünleşme ve kaynaşmayı sağlamanın en etkili yoludur . Böylesi bir günde harcama yapmak için oturmuş zenginlik (nisâb-ı gınâ) aranmamış, o an için var olan ihtiyaçsızlık durumu (nisâb-ı istiğnâ) yeterli görülmüştür. Böyle kimse kurban kesmekle, fitre vermekle mükellef olup zekât ve fitre de alamaz. Kadın ve yetişkin çocuklar bizzat mükellef olmakla birlikte kocası veya babası bunlar adına hibe yoluyla kurban keserse o da yeterli olur.

24

EKİM 2013 / SAYI 28

KURBAN

Kurban alma imkânı bulunmayan kimselerin, kurban kesmek için kendini zorlamaması daha evladır. Kurbanlık Hayvan ve Kesimi Kurbanın sıhhat şartları: ( Bu ibadetin geçerli olması için kurallar) a) Şartlar

1. Kurban edilebilecek hayvanlar şunlardır: Koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Bu hayvanların erkek veya dişi olması arasında fark yoktur. Ancak koyunun erkeğinin, diğerlerinin ise dişisinin kesilmesi daha faziletli görülmüştür. Koyun ve keçi sadece bir kişi için; deve, sığır ve manda ise yedi kişiyi aşmamak üzere ortaklaşa kurban olarak kesilebilir. Bu hüküm Hanefîler dahil üç mezhebe göre olup Mâlikî mezhebinde parasına ve etine iştirakle ortak kurban kesimi câiz görülmez. 2. Koyun ve keçi cinsinden hayvanlar bir yaşını doldurduktan sonra kurban edilir. Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğu koyunun semizlik ve gösteriş olarak bir yaşındakilerle aynı olması halinde altı ayını tamamladıktan sonra da kurban olabileceği görüşündedir. Sığır ve manda cinsinden hayvanlar iki yaşını, deve ise beş yaşını tamamladıktan sonra kurban olarak kesilebilirler. 3. Kesilecek hayvanın kurban olmaya engel bir kusurunun bulunmaması gerekir. Kurban edilecek hayvanın sağlıklı, düzgün, âzaları tamam, besili olması gerekir. Kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bazı âzaları eksik meselâ bir veya iki gözü kör, kulakları ve boynuzları kökünden kesilmiş, dili kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş, kuyruğu ve memesi kesik hayvanlar kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal ve deli, biraz hasta, bir kulağı delinmiş veya yırtılmış olmasında kurban açısından bir sakınca yoktur. Koyunun daha semiz ve lezzetli olması maksadıyla doğduğunda kuyruğunun

kısmen veya tamamen kesilmesi kusur sayılmaz. 4. Kurbanın sahih olabilmesi için belirlenmiş vakit içinde kesilmesi gerekir. Kurban, kurban bayramının ilk üç günü yani zilhicce ayının 10, 11 ve 12. günleri, bayram namazının kılınmasından, 3. günün akşamına kadarki süre zarfında kesilebilir. Şâfiî mezhebine ve bazı fakihlere göre bu süre, bayramın 4. günü akşamına kadardır. Bayram namazı kılınmayan yerlerde sabah namazı vaktinden itibaren kesilebilir. Kurbanın bayramın 1. günü kesilmesi daha faziletli görülmüş, kesimin gündüz yapılması tavsiye edilmiştir. Geceleyin kurban kesmeyi câiz görmeyenler veya mekruh görenler, aydınlatma imkânının yetersizliğinin yol açacağı muhtemel tehlike, hata ve zorlukları göz önüne almışlardır. Bu sakıncalar yoksa, gece de kurban kesilebilir. 5. Kurbanın ibadet niyetiyle kesilmesi şarttır. Kur'an'da, kesilen kurbanlık hayvanların et ve kanlarının değil bu kesimi yapan müslümanın niyet, takvâ ve bağlılığının Allah'a ulaşacağı bildirilmiştir

َ َّ ‫ال‬ َ ‫َلن َي َن‬ ‫الل ُ ُلو ُم َها َو َل ِد َما ُؤ َها‬ ُ ‫َو َل ِكن َي َنالُ ُه ال َّت ْق َوى ِم‬ ‫نك ْم‬ َ َّ ‫َك َذ ِل َك س َّخر َها َل ُكم ِل ُت َكبروا‬ ‫الل‬ ْ َ َ ُ ِّ ْ ُ ْ ‫َع َلى َما َهدَ ُاك ْم َو َب ِّش ِر‬ ‫ني‬ َ ‫ال ِس ِن‬

(el-Hac 22/37) Esasen kurbanı diğer hayvan kesimlerinden ayıran da budur. Niyette aslolan kalbin niyetidir, dil ile açıkça söylenmesi gerekmez. Kurbanda niyetin bu önemi sebebiyledir ki Hanefî mezhebinde ortaklaşa kesilen kurbana bütün ortakların ibadet niyeti ile katılmaları şarttır. Ortaklardan birinin sadece et elde etme niyetiyle iştiraki diğerlerinin kurbanını geçersiz kılar. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise böyle bir ortaklık, kurban ibadetine zarar vermez. Bir kimse tek başına kesmek üzere aldığı büyük baş hayvana, sonradan altı kişiye kadar ortak kawww.katre.org


bul edebilir. Kurbanlık niyetiyle alınan hayvan kesilmeden önce ölürse, zengin kimsenin tekrar kurbanlık satın alması gerekir, fakir için gerekmez. Kesimden önce kurbanlık kaybolur, sahibi ikinci defa kurbanlık alır da sonra birinci hayvan bulunursa, zengin de fakir de bunlardan sadece birini, tercihen daha iyi olanını keser. Mükellefler yanlışlıkla birbirlerinin hayvanlarını kesseler, her kesilen kurban, sahibinin kurbanı olmak üzere sahih olur. Etler dağıtılmamışsa değişim yaparlar, değilse helâlleşir ve bir fark da talep etmezler. b) Kesim İşlemi :Hayvan kesim yerine incitilmeden götürülür, kesilecek zaman da kıbleye karşı ve sol tarafı üzerine yatırılır. Her mükellefin kurbanını kendisinin kesmesi menduptur, değilse bir başkasına vekâlet verip kestirir. Kurbanı kesecek kimsenin müslüman olması tercih edilir. Yahudi ve hıristiyanlara da kesim yaptırılabilir. Çünkü Ehl-i kitabın kestiği yenir.

veya benzer tarzda dua eder. Daha sonra da tekbir ve tehlîl getirir. Kurbanı kesen kimse hayvana eziyet vermemeye dikkat etmeli, bıçağı hayvana göstermemeli ve keskin bıçak kullanmalıdır. Sağ eliyle tuttuğu bıçakla hayvanı keserken "Bismillâhi Allahü ekber" der. Kurbanı vekilin kesmesi halinde kurban sahibi de besmeleye iştirak eder. Kurban kesen kimse kesim esnasında Allah'ın adını anmayı (besmele) kasten terkederse, Hanefî mezhebine göre bu hayvanın eti yenilmez. Kurban kesmenin rüknü, kur-

Yiğitlik intikam almak değil, tahammül etmektir. Shaekespeare

Kurban sahibinin kesim esnasında orada hazır bulunması müstehaptır. Hayvan yere yatırılırken Kur'an'dan

‫ِإنِّي َو َّج ْه ُت َو ْجهِ َي ِل َّل ِذي َف َط َر‬ ِ ‫الس َما َو‬ ‫ات َوا َأل ْر َض َح ِني ًفا َو َما‬ َّ ‫ني‬ َ ‫َأ َن ْا ِم َن ْالُ ْشر ِ​ِك‬

"Yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a, O'nun birliğine inanarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim" (el-En`âm 6/79), "Benim namazım, ibadetim (kurbanım), hayatım ve ölümüm hep âlemlerin rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Allah'a teslim olanların ilkiyim" (elEn`âm 6/162-163) meâllerindeki âyetleri okur. "Ey Allahım, dostun İbrâhim'den ve Habibin Muhammed'den kabul buyurduğun gibi benden de kabul buyur" şeklinde www.elamedi.net

banlık hayvanın kanını akıtmaktır. Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen altından boğazlanmak suretiyle (zebh), deve ise ayakta sol ön ayağı bağlanarak göğsünün hemen üzerinden (nahr) kesilir. Kesim işlemi boğazın iki tarafındaki şah damarları, yem ve yemek borusu kesilerek yapılır ve hayvanın kanının iyice akmasını temin için bir süre beklenilir. 4. Kurban sahibi kurban etinden yiyip ailesine yedirebilir. Dağıtımı ise âlimlerin çoğunluğu kurban etinin üç eşit parçaya bölünüp bir parçasının kurban sahibi ve ailesi, ikinci parçanın zengin bile olsalar eş, dost ve akrabaya hediye edilmesini, üçüncü parçanın ise kurban kesmeyen

fakir kimselere dağıtılmasını tavsiye ederler. Kişinin bakmakla yükümlü bulunduğu kimselerin kalabalık olması veya ihtiyaçlarının bulunması halinde kurban etinin kimseye dağıtılmadan evde tüketilmesinde de bir sakınca görülmemiştir. Kurban sırf Allah rızâsını kazanmak için kesildiğinden kurbanın etinin ve diğer parçalarının satılması veya benzeri şekilde sahipleri için gelir yapmak câiz değildir. Kurbanın derisi, yünü, bağırsakları, kemikleri, iç yağı gibi eti dışında kalan parçalarının da sahibine gelir temin etmek amacıyla para ile satılması câiz değildir. Bunları kurban sahibi evde kullanabileceği gibi kullanılmak üzere birine hediye de edebilir. Şayet satacak olursa parasını tasadduk etmesi gerekir. Kurbanın bu parçalarının veya satımı halinde parasının hayır işlerine sarfedilmesine, diğer bir anlatımla tasadduk etmenin dinen câiz olduğu kişi ve yerlere verilmesine özen gösterilmelidir. Bu parçalar da kurban ibadetinin devamı olarak görülmeli, aynı anlayış ve amaçla (Allah rızâsına uygun şekilde ve uygun yere) sarfedilmeli veya tüketilmelidir. Şayet kurban ücretle kestirilmişse, kesim ücreti kurbanın eti veya derisiyle veya bunların parasıyla ödenmez. Kurbanlık hayvanın kesim öncesinde sütünden ve yününden yararlanmak da tasvip edilmemiştir. Şayet yararlanılmışsa bedeli sadaka olarak verilmelidir. Kurbanlık koyun ve keçinin yünü, kesimden sonra kırkılıp evde ihtiyaç için kullanılabilir, fakat satılıp paraya çevrilemez. Aksi halde tasadduk edilmelidir. Kurbanın etinin, kesimin yapıldığı bölgede dağıtılması teşvik edilirse de daha fazla ihtiyaç sahiplerinin bulunması halinde başka yerleşim birimlerine de gönderilebilir, nakledilebilir. Kesim işlemi tamamlandıktan sonra çevre temizliği yapılarak,sevabı tamamlamalı. EKİM 2013 / SAYI 28

25


/ Vasim APAYDIN

TT

arihte hakikat olmuş çok rüyalar vardır, ama ille de rüya ile amel etmek diye bir mecburiyet yoktur. Şimdi bir iki örnek verelim: Sahabîlerden Abdullah İbn-i Abbas (r.a.), bir gün uykudan yüzü sapsarı olarak kalktı ve şöyle dedi: “İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn. (Biz Allah’ın kuluyuz ve ona döneceğiz) “. Yanında bulunan arkadaşları hayret edip sordular: -Ey Abdullah! Ne var, ne oluyor? Niçin böyle kederlendin? Gül güzlü güzide sahabi çırpına çırpına: - Vallahi, dedi, bugün Hazret-i Hüseyin ve arkadaşlarını öldürecekler. - Aman, dediler, bunu nereden çıkardın, ey iyiler iyisi? O sözlerine şöyle devam etti: - Rüyamda Nebiyy-i Zişan Efendimizi gördüm. Çok müteessirdi. Ellerinde içi kan dolu bir şişe vardı. Hâlâ yerden kan topluyordu. Bana bakarak: - Ey Abdullah, buyurdu, biliyor musun, ümmetim benden sonra ne-

26

EKİM 2013 / SAYI 28

2 ler yaptı? - Hayır, ey Allah ‘ın Resulü, bilmiyorum! - Bugün torunum Hüseyin’i ve arkadaşlarını öldürdüler. Bu, onun kanıdır. Ben bu kanı aldım, yüce Rabbime götürüyorum! Abdullah (r.a.), hem bu rüyayı anlatıyor, hem de göz yaşlarının selinde sanki boğuluyordu, gözlerinden boşalan yaşlara mani olamamıştı ve durmadan hıçkırıyordu: - Bu rüyaya göre vallahi bugün onu şehit edecekler! Herkes dehşet ve hayretin çengelinde titremekteydi: - Hayır, ya Abdullah, diyorlardı, bu bir rüya, bunun tabire, tevile ihtiyacı vardır. Yüce Allah rüyanı hayra tebdil eylesin. Hazret-i Abdullah İbn-i Abbas, yaşlı gözlerini arkadaşlarına dikerek tane tane konuştu ve dedi: - Ey iyi insanlar! Vallahi, Resulullah’ın görüldüğü rüyanın tabire ve tevile ihtiyacı yoktur. Onun görüldüğü rüya gün gibi zahir olur. Vah başımıza gelenlere! O güzide sahabinin arkadaşları o günün tarihini hafızalarında tuttular. O gün Hicretin 62. senesi, Muharrem’in 10’u ve günlerden Cuma

idi. Bulundukları yere ancak 25 gün sonra haber ulaşabildi. Hazret-i Abdullah’ın rüyayı gördüğü gün gerçekten de Hazret-i Hüseyin (r.a.) ve 72 arkadaşı, bir damla suya hasret bırakılarak Kerbelâ çölünde şehid edilmişlerdi. Bu rüya da böylece acı bir şekilde gerçekleşmiş oluyordu. Gönlü Cenâb-ı Hakk’ın kerem güneşiyle pırıldayan o büyük sahabinin rüyası gün gibi zahir olmuştu. Çünkü rüyada Nebiler Sultanını görmüşlerdi. Allah’ın Aziz Peygamberi buyurmuşlardır ki:

“- Her kim beni rüyasında görürse mutlaka beni görmüş olur. Çünkü şeytan bana temessül edemez.”

Tabii ki, Allah’ın Resulünü rüyada görenin onun mübarek şemâlini de bilmesi ve tanıması lazımdır. Allah’ın sevgili ve şerefli Resulü bütün beşeriyetin bir rehber-i hidayetidir. Onun mukaddes vücudu bir mücessem nur-i ilâhîdir. Onun zatının nuruna canlar pervane kesilmiştir. Onun nezih ve parlak siması güneşlerin güneşidir. Ve âlem halkı onun için yaratılmıştır. Şeytan ise ebedî olarak lanete uğramış bir bozguncudur ve bir fitne kaynağıdır. Artık böyle olunca Resul-i www.katre.org


Alişanın o nezih, o nurani varlığına nasıl bürünebilir?

Demek ki, Kâinatın Efendisinin görüldüğü rüyaya şeytanın müdahale imkânı yoktur.

Osman Gazi’nin Rüyası: Bir zaman Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi de bir rüya görmüştü. İnsan kendi arzu ve isteğiyle rüya göremez, ona gösterilir, işte Osman Gazi’ye rüya âleminde hakikatin kapısı aralanıyor, müjdeler ve saadetler bahşediliyordu. Gördü ki, göbeğinden bir su fışkırmaktadır. Bu su büyüye büyüye nihayet geçit vermez bir nehir oluverdi. Sonra da bu çağlayan nehrin kenarında ulu bir çınar boy verdi. Çınar ama ne çınar! Öyle ulu bir çınar ki, dalı budağı her tarafı tutmuş, tepesi göklere doğru gözün göremeyeceği kadar yükselmişti. Ve bu çınarın gölgesinde renk renk uçuşan insanlar. Çınarın gölgesi âdeta insan denizi... Osman Gazi rüyada bu güzel manzarayı seyrederken birden karşıdan Şeyh Edebâli Hazretlerinin geldiğini gördü. Şeyhin koynundan gözleri kamaştıran parlaklıkta bir ayın çıktığını ve gelip kendi koynuna girdiğini müşahede etti. Büyük insanların rüyası da kendileri gibi büyük ve güzel olur. Gerçekten bu rüya pek güzeldi. Osman Gazi hemen yattığı yerden kalktı: - Rabbimin keremine hamdolsun ki, dedi, güzel bir rüya gördüm. İnşallah sonu da hayırlı olur! Derhal Şeyh efendinin huzuruna vardı ve rüyada gördüklerini tane tane anlattı ve dedi: - Ey apaydın Pîr, ne buyurursunuz? Şeyh hazretleri bir müddet daldılar. Sonra yüzlerinde görülmemiş bir ışık çağlayanı belirerek başını yükseklere kaldırdılar: - Tebrike şayan bir rüya görmüşsün, beyzadem, dediler. Osman Gazi’nin dudakları muhabbetle kıpırdadı: Elhamdülillah! Şeyh Edebâli (k.s.), kutlu rüyayı şöyle tâbir buyurdu: www.elamedi.net

- Beyzadem! Göbeğinden çıkan su senin soyun ve neslindir. Onun çoğalacağı ve dünyayı tutacağı ve yüzyıllarca da devam edeceği anlaşılıyor. O nehrin kenarındaki ulu çınar ağacı da senin elinle kurulacak kudretli ve büyük bir devlete alâmettir. Öyle bir devlet ki, kıyamet alâmetleri ortaya çıkmadıkça sarsılıp yıkılmayacak. Onun sayesinde nice milletler huzur içinde hayatlarını sürdürecekler. Ey Beyzadem! Bu rüyada sana bir değil iki mükâfat görünüyor. Osman Gazi sordu: - O iki mükâfat nedir, ey Pîr? -Şeyh şöyle cevap verdi: - Bu mükâfatın biri, o kurulacak

Yaşadığımız her an kendi hakkını ister. Goethe

muazzam devlet, öbürü de benim kızımdır! Şeyh hazretlerinin bu son sözleri Osman Gazi’nin yüreğine bir alev halinde aktı. Utancından başını eğip sessizliğin girdabına daldı. O kadar, o kadar ki, yer yarılsa da kendisini yutsaydı memnun bile olacaktı. Osman Gazi başı önde ve eriyecek halde dururken, Şeyh hazretlerinin dudakları tekrar kıpırdadı ve dedi: - Bu çifte mükâfatın ikincisi benim kızım Mal Hatun’dur. Allah Teâlâ onun da sana verilmesini takdir etmiş! Benim koynumdan çıkıp senin koynuna giren ışıklı ayın tabiri de işte budur! Allah mübarek etsin! Zaman geldi, Osman Gazi’nin rüyası da gün gibi zahir oldu ve onun kurduğu devlet hak ve adalet ölçü-

lerinde kılı kırk yararak âlemde misli bulunmaz işleri başardı. Ve onun devleti asırlarca İslâm’ın sancaktarlığını yaptı. İşte bu da bir rüya, fakat ayniyle vaki olmuş bir rüya... Rüyayı gören kadar, tabir eden de mühimdir. Herkes rüya tabir etmek melekesine sahip değildir. O da ayrı bir iş ve sırdır. Ve görülen rüyalar herkese anlatılmamalıdır. Ancak ehli bulununca anlatılmalı, ehli de rüyayı iyiye ve hayra yormalıdır. Çok kere rüya tabir edildiği şekilde tecelli eder. Kişiye bir rüya anlatıldığı zaman, rüyayı tâbir edecek kimse rüya sahibine en kısa yoldan şöyle demelidir: - İnşallah gördüğün hayırdır. Hayra ermeyi, şerden kaçınmayı arzu ederiz. Hayır ve iyilik bizim, şer de düşmanlarımız içindir. Hamd âlemlerin yegâne maliki ve Rabbine mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım dileriz. Şimdi rüyanı anlat. Dikkat edilecek diğer bir husus da, güneşin doğup ve battığı zamanla zeval vaktinde rüya tabir edilmemelidir. Rüya sahibi, rüyasının tabirini çok arzu ediyorsa, onu ancak bir âlim ve öğüt verene anlatmalıdır. Cahil ve düşmana rüya anlatmak insanı ümitsizliğe düşürebilir. Cahil, bilmediği halde rüyayı tabir ederek güzeli çirkin, çirkini de güzel gösterebilir. Denilmiştir ki: Rüya, uçan bir kuşun ayağı üzerindedir. Tabir edilmedikçe onun için istikrar yoktur. Tabir edildiği halde hemen yerini bulur. Rüyalar üzerinde çok durmak ve hep rüyalarla meşgul olmak da insanı bazen huzursuz eder. Her zaman güzel rüyalar görülmez, bazı kere rüyanın dış yüzü korkunç gözükür, ama içten güzeldir. Güzel gözükür, fakat onda hayır bulunmaz. Bütün bunlar ilimle, ferasetle, irfan ve hikmetle bilinir. Bir kere daha ifade edelim ki,

rüyasının sadık ve doğru olmasını arzu eden kimse, sözünde ve özünde doğru olmalıdır. Yalan, gıybet ve koğuculuk gibi kötü huylardan ve kalbi karartan günahlardan uzakta EKİM 2013 / SAYI 28

27


bulunmalıdır. Çünkü günah karanlığı çöken kalbe hikmet nuru inmez. O kalbde bir hakikat meyvesi boy vermez. Ta ki günahta tevbe edip temizlenene kadar.

Yalancının rüyası, yine yalan ile neticelenir. Yalancı ve iffetli olmayanlar da rüya görürler, fakat gördükleri rüyayı tamamıyla hatırlayamazlar. Rüyada görmediği halde gördüm demek de bir başka hatadır. Bu hususta Resul-i Zişan (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “- Rüyasına yalan katarak anlatan kimseye kıyamet gününde bir arpa danesinin iki ucunu bir araya getirip düğüm vurması teklif edilir. Bir kimse gözleri üzerine yalan söylerse Cennet kokularını alamaz. İftiranın en büyüğü, adamın kendi gözlerine yaptığı iftiradır ki, ben gördüm der, hâlbuki bir şey görmemiştir.”(6) Evet: Hiçbir şey görmeden şunu şunu gördüm demek, kendi gözüne iftiradan başka nedir ki? Hem görmek veya görmemek insanın kendi elinde de değildir. İnsana bazı şeyler gösterilir. Bazen müjde, bazen korku, bazen sevinç, bazen keder vardır. Ama salih rüyalar mümin kulun müjdesidir. Kul kendisi sâlih olunca, rüyası da sâlih olur. İmam Nablûsî (rh.a) demiştir ki: “- Bazı kere de tabir, rüyanın aksiyle olur. Nitekim tabirciler, ağlamayı, sevinç; gülmeyi keder ve üzüntü, taunu harp, harbi taun; seli düşman, düşmanı sel; incir yemeyi pişmanlık, pişmanlığı incir yemek; çekirgeyi asker, askeri de çekirge ile tabir ederler. O halde, her şeyde olduğu gibi rüyayı da ehline bırakmalıdır. Çünkü el üstünde el vardır. Bir gün, bir adam, İbn-i Sirin Hazretlerinin huzuruna geldi: - Ey güngörmüş üstad, dedi. Rüyamda incileri domuzların boynuna astığımı müşahede ettim. Bu nice bir şeydir? İbn-i Sirin (rh.a.) derhal şu karşılığı

28

EKİM 2013 / SAYI 28

verdi: - Ey kardeş! Sen ehil olmayan kimselere hikmet öğretiyorsun, gördüğün rüya buna alâmettir! O kişi, hemen talebelerini araştırdı, gerçekten hikmete ehil olmadıklarını gördü ve bir daha onlara ders vermedi. Rüya tabiri, şeriatte makbul bir ilm-i şeriftir. Yüce Kitabımız Kur’an’da bunun delilleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin hadislerinde hüccetleri vardır. Rüyayı ehil olanlara anlatmak lâzımdır. Ehli bulunmadıkça da hayra yorup üzerinde fazla durulmamalıdır. Ötelerden müjdeler bekleyen kimse, Rabbine karşı vefalı olmalıdır. Ruh, Rabbin emrindedir. O, dilediğini hidayete erdirir, dilediğine hikmet verir ve O yegâne yaratıcıdır. Mülkünde tekdir, misli ve ortağı yoktur. O’na yaratıklarının sayısınca hamd ederim ki, elimi kalem tutacak halde yarattı ve bana bu eseri tamamlamayı ihsan buyurdu. (1) Rüyalar, İbn-i Mâce’nin, Avf ibni Mâlik’ten rivayet ettiği bir hadis-i şerife nazaran üç kısımdır: 1. İnsanları mahzun etmek için şeytan tarafından verilen bazı hayali, korkunç rüyalardır. Yüksek bir yerden düşme, köpek tarafından ısırılma, (yılan gibi zararlı canavarların hücumu) gibi... Bunlar asılsız şeylerdir. İnsan böyle bir rüya görünce derhal Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı ve bunu başkalarına hikâye etmemelidir. 2. İnsanın uyanıkken ehemmiyetle meşgul olduğu şeylere ait gördüğü rüyalardır. Bunlar da birer kuruntu veya kuvvetten düşmenin sonucu olduğundan esassız şeylerdir... 3. Nübüvvetin kırk altı cüz ‘ünden bir cüzü addolunan rüyalardır. Bunlar taraf-ı ilâhîden birer beşaret veya korkutma mahiyetinde olup, bunları bir kısım melekler “Ümmül Kitab”tan telâkki ederek uyuyanların ruhlarına ilham ederler... Birinci ve ikinci kısım rüyalar, birer rüyayı bâtıladır. Bunlara din lisanında “hulüm” denir. Bunlar karma karışık şeyler olduğundan “Adğâsi ahlâm” da denir. Adğâs, yaşı kurusuna ka-

2

rışmış ot demetleri demektir. Üçüncü kısım rüyalara ise birer “rüyayı sâdıka” denilir. Bu sâdık rüyalar, doğru sözlü, temiz ve pak yürekli, nezih itikatlı zatlara alelekser nasip olur. Ve bu halde bunlara “rüyayı sâliha” adı da verilir... Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e 23 sene vahy-i ilâhi nazil olmuş ve bu vahiy ilk altı ay zarfında lihikmetin rüyayı sâliha suretiyle tecelli etmiştir. İşte bu itibar iledir ki, bu kabil rüyalar birer hakikate tercüman olarak ilm-i nübüvvetin 46 cüzünden bir cüz sayılmıştır. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Errü’yâüs sâlihati cüz’ün min sittetin ve erbaıyne cüz’ün mine ‘n-nübüvveti” buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte de: “Nübüvvet gitti, hitama erdi; artık benden sonra nübüvvet yoktur. Ancak mübeşşirât vardır ki, o da rüya-yı sâlihadır. Bu rüyayı ya bir insan kendi hakkında bizzat görür veya bu onun hakkında başkası tarafından görülür” buyurulmuştur... Şunu da ilave edelim ki: Bir insan, gördüğü böyle bir rüyayı, iktidar ve istidadı var ise kendisi tabir edebilir, başka bir zata tabir ettirecek ise o zât; salih, akil, adavetten hali, nâsın ve zamanın ahvaline vâkıf güzel niyete sahip olmalıdır. Çünkü rüyalar zamana ve eşhasa göre tebeddül eder ve rüyalar çok kere tabir edildiği veçhile zuhura gelir. Bu cihetleri nazar-ı dikkate almak lazımdır. Nitekim bir hadis-i nebevide: “Rüyada istikrar yoktur. O tabir edilmedikçe bir uçar ayaküstündedir. Fakat tabir edilince zuhura gelir” buyurulmuştur. O halde rüyayı öyle herkese söylememelidir. Onu ya dosta veya tabire vâkıf rey sahibi bulunan bir zata hikâye etmelidir.(2) DEVAM EDECEK… KAYNAK: Nablusi, İbn-i Sirin ve Seyyid Süleyman’dan derlenen Büyük İslami Rüya Tabirleri Ansiklopedisi- M. Necati BURSALI 1- Mustafa Necati BURSALI 2- Ömer Nasuhi Bilmen

www.katre.org


Kadın ;

M. İbrahim HIZIR

DÜNYA SÜSÜ

‫َو َلا َت ُم َّد َّن َع ْي َن ْيكَ اِلٰى َما َم َّت ْع َنا بِ ۪ ٓه اَ ْز َواجاً ِم ْن ُه ْم َز ْه َر َة الْ َحيٰو ِة ال ُّدنْ َيا لِ َن ْف ِت َن ُه ْم ف۪ي ِه َو ِر ْز ُق َر ِّبكَ َخ ْي ٌر َواَ ْب ٰقى‬ “Onlardan bazı kesimlere, kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz şeylere gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (Taha 131)

D

ünya hayatının çiçekleri, dünya hayatının süsleri;Taha Suresinde geçen bu ayette kadınları bazılarına fitne olarak verdik der. Geçici bir memleket güzelliğinden dem vurmadır. Dikkat et Ey MUHAMMED! Dikkat edin ey MUHAMMED’de ümmet olanlar, bütünleşenler! Kimilerine süslediğimiz sunduğumuz o güzel hanımlar sadece kısa ömürlü çiçekler gibidirler. Kısalıkları dallarından koparıldıkları zaman daha da kısalan bir güzele, heyhat ne oluyor, nasıl aldanıyorsunuz? Rabbinizin yanındakiler bitmeyendir. Bu ayeti kerime insan fıtratında yatan güzele meyli ortaya çıkarmıştır. Seçilmişlerin Efendisine, her sözü vahiy olan bir zatı muhtereme; gözlerini kimilerine fitne, imtihan olsun diye verdiğimiz bayanlara uzatma demesi, kelime olarak bakma, değil de “uzatma” olarak kullandığı kelime aynı zamanda bakışın ne kadarlığı ile ilgili kısmıdır. Tanıma amaçlı bakış ilk görüş, devamı ise seçiciliğe, ayırıcılığa ve kime aitliliğe kadar devam eder. Bu yüzden uzatma diye uyarılan böylesi en değerli birine ikaz mahiyeti taşıyan bu ayet ciddi uyarı taşır.

zellikleri size hayat, başkalarına kir ve ölüm olabilecek hanımlarınıza sahib çıkın der. Özellikle güzel olan bayanların kocalarına ihtar mahiyeti de taşır. Yani güzel bayanla rızıklandırıldıysanız ulu orta bu sunulan rızkı ifşa edemezsiniz. Herkese ayrı ayrı rızıklar verildiği için herkes takdir olunan, takdir eden Rabbe teşekkür etmeli, sunulana rıza mutluluk getirecektir. Sevdiğiniz değer verdiğiniz birinin verdiği her şey kıymetlidir. Tataristan’ın baş vilayeti Kazan’da muhteşem bir camiye Türkiye’nin Başbakanı bir Kur’an-ı Kerim hediye etmiş, biz de caminin müzesini gezerken Recep Tayyib Erdoğan’ın hediye ettiği Kur’an-ı Kerim levhası dikkatimi çekti. Özellikle ayrıcalıklı bir yer ayrılmış olması, her halde altın varaka ve altın tehziblidir diye içimden geçirdim. Hiçbir ayrıcalığı olmayan normalin biraz üstü matbu bir eser olduğunu görünce durdum, sır tamamıyla Kur’an-ı Kerim ve Kur’an-ı Kerimi veren kişiye gösterilen önemdi. Evet, ey dünya süsü verdiğimiz erler! Süs sadece size aittir, verene değer verin önemsenir, takdirli olursunuz.

Başka uyarı şekli ise size sunulan sadece sizlerin bakışla, mutlu olacağınız, saadetle dolu olacağınız, gü

www.elamedi.net

EKİM 2013 / SAYI 28

29


/ ASRIN UNUTULMUŞ YILDIZLARI

SEYDAY-I

MOLLA HUSEYN KIÇIK VE OĞLU MOLLA HADİ

‘’Kâinat güneşi Hazreti Resul sallallahu aleyhi ve sellem rüyada; “Sen okuyacaksın iyi bir âlim olacaksın. Dayının sakladığı iki buçuk kuruşu al, onunla fakihliğe git. İyi bir âlim olmanı istiyorum. Bundan dolayı da biz kıyamet günü seni sorguya tutmayacağız”

İ

slam Dünyası’nda ilk başlarda genelde eğitim ve öğretim faaliyetleri camilerde icra ediliyordu. Sonra bazı dînî, sosyal ve siyasal sebeplerden dolayı medreseler inşa edilmiş ve eğitim genelde medreselerde devam etmişti. Medrese inşa edip ona resmi bir hüviyet kazındıran ilk kişi Selçuklu veziri Nizâmu’l-Mülk’tür. İslam Dünyası’nda bundan sonra medrese geleneği yayılmıştır. Medreselerde yetişen âlimler yaygın olan batınî fırkalara karşı mücadele etmekle birlikte toplumsal birçok sorunu halletmişlerdir.Medreseler toplumdaki olumlu fonksiyonlarından dolayı hem halk hem de idareciler tarafından benimsenmiş ve desteklenmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde de medrese geleneği yerleşmiştir. Medreseler bu iki bölgede köklü bir desteğe sahip olmalarından dolayı, Cumhuriyet’ten son-

30

EKİM 2013 / SAYI 28

ra da varlıklarını devam ettirmişlerdir. Onlarda büyük bir ilmî birikime sahip ve halk üzerinde etkisi büyük olan ilim adamları yetişmiştir.İşte bu sayımıza onlardan biri olan dedem Molla Abdurrahman Hazretlerinin üstadı Seyday-i Molla Huseyn Kıçık El Farqini Hazretlerini sizlere tanıtmaya çalışacağım. Hayatıma ismini, yanında okuduğum oğlu Molla Hadi Küçük’le taşıyıp, dünyamı ahiret menba’ı yapmama vesile olan bu eşsiz erlerle tanışmanızı sağlayacak ara sıra derginin sayıları arasına serpiştireceğim yıldızları arayıp, semanızı onlarla süslemenizi temenni ederek, ilk eri; babamdan sonraki üstadıma ve dedemin üstadı (ustası) Seydayı Molla Hüseyni Küçük Hazretlerine tahsis ettim. Molla Hadi, küçüklük dönemim olan Silvan’da, babamın müftülük yaptığı Diyarbakır’ın ilçesinde imam hatip olarak görevlidir. Babası Molla Huseyn’in yaptırdığı medwww.katre.org


M. İbrahim HIZIR

rese ve camisini sıkça ziyaret eder, elini öper, tebessüm- ders almaya gider. Sonunda böyle ilmi alamayacağını leri ile içimizi ısıtarak evlerimizi süslerdik. düşünerek gösterilen yerden parayı alarak Siirt ve Cizre Seydayı Molla Huseyn, h.1290/m.1871 yılında Cizre medreselerini dolaşır. Bazıları medreselerinde öğrencilerin çok olduğunu bazıları ise, öğrencilere verilen revâtib yakınlarındaki Deştadahl veya tayınlerin yetersiz oluşunu gerekçe göstererek hoKöyü’nde dünyaya teşrif etmiştir. Babasının ismi Abcayı kabul etmemişlerdir. En son medresede yemek yedullah, annesinin ismi Aişe’dir. Daha süt emerken, annememek ve başka birisinin odasını paylaşmak kaydıyla bir sini ve üç yaşlarında iken de babasını kaybetmiş, öksüz hocayla anlaşır.Hoca bu sürede köyde dayısından aldığı ve yetim kalmış, dayısı Abdullah’a, babası vefat etmeden parayı harcayarak geçinmiştir.Yine medrese eğitimine okuması için ısrarla tenbihlerde bulunarak teslim etmişti. devam ederken geçim kaynağı sıkıntısına girince yörede Sicilli ahval arşivlerinde babası Abdullah Bey’in me- bulunan yaşlı bir kadına ücret karşılığı Kur’an okumayı mur olmadığı ancak Hamele-i Kur'an (yani Hafız) ve Şafii öğretir. Seydası bunu öğrenince öğrencileri toplar ve onFukahalarından olduğu görülmektedir. Henüz kundakta lara: “Hüseyin bu işi para karşılığı yaptığı için ona Fâki iken dayısının kızı Şerife ile babası ve dayısı tarafından Hüseyin demeyin, Fâki Şeytan deyin!” demiştir. Seydasıbeşik kertmesi yapılmıştır.* nın bu kelimesinden ötürü, Hoca yaptığı işin yanlış olduDayısı Abdullah Bey’e vermiş olduğu sözden ötürü ğunu anlar ve seydasına, bu kelimeyi kullanıp kendisini seyda beş veya altı yaşına geldiği zaman Kur’ân-ı Kerîm yanlışa sapmaktan kurtardığı için her zaman dua etmiştir. talimi için Hüseyin’i köy İmamına götürmüştür.Hoca bu- Cizre’de okurken bulunduğu medresede Hüseyin adında rada, Amme Suresi’ni ve Duha Subaşka bir öğrenci daha varmış, ikisiresi’ni ezberlemiştir. Fakat hoca o nin birbirinden ayırt edilmesi maksazamanlarda okumaya pek meraklı dıyla hocası tarafından,hocaya Cizre değildir, sürekli zamanını oyunla geçirKürtçesinde yaşı ufak manasına gelen diği için okuduklarını da unutmuştur. “kıçık” denmiş ve bu lakabla tanınır olYazana zahmet Bunun üzerine dayısı onun okumamuştu.Daha sonra soyadı kanunu çıyacağını düşünerek hocayı koyunları kınca hoca küçük soyadını alır ve halk vermeyen yazı, gütmeye göndermiştir. Hoca bir süre arasında onunla meşhur olur. Medreokuyana da koyunları gütmeye devam etmiştir. sede ders vermeye başladıktan sonra Küçük Huseyn çobanlık yaptığı günlekendisine “büyük âlim” ya da “Doğu zevk vermez. rin ağırlığı ve çaresizliği ile geceleri ağve Güneydoğu Anadolu medrese gelaya ağlaya yatarmış. İşte o günlerde leneğinde en büyük hoca” anlamına ufkunu, geleceğini parlatacak olan iki gelen “Seyda” denmişti. S.Johnson rüya görmüştü: birinci rüyası insanlaKonunun uzaması okuyucuya sırın mahşerde toplandığını ve herkesin kıntı olup görselliğinin birkaç sayfayı hesap sırasını beklediğini, sıra ona kaplaması insanları kaçırdığını biliyogelip mahkeme heyetinin huzuruna rum ama böylesi namütenahi zevatçıktığında, mahkeme başkanının onun ların özellikle hayata can olan yapıtlaismini ve suçunun ne olduğunu sorduğunu, mahkeme rının bilinmesi kişiliğimize renk katacağı için bir iki özel heyetinden birisinin onun isminin Hüseyin olduğu ve faidelerini de aktarmadan geçemeyeceğim: okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i unutmaktan başka bir suçuBir gün yeni, genç bir talebe Mela Zahıd, Seyda’ya nun bulunmadığını söylediğini ve mahkeme başkanının öğrenci olmak ister. Mela Zahıd, Seydayı Haci Fettah’ın cevap olarak ona: “Unuttuğunu tekrar öğrenmesi durukardeşi olması itibari ile medresede yer edinebilmiştir. munda biz onu hesaba çekmeyiz.”der. Hoca uyanınca Medrese hem önemli bir kurum hem de kısıtlı imkânlarüyada gördüklerini düşünür. Rüyada konuşan iki şahsın ra sahip olduğu için, zeki, ilmi isteyen ve takva sahibi Hz. Peygamber (s.a.v) ve Hz. Ali (r.a.) olduğuna inanır ve öğrencileri barındırabilmektedir. Medresede üstadın üzeokumaya karar verir. İkinci rüyası ise seydayı tamamı ile rinde durduğu önemli bir konu vardır ve buna uymayan ilme sevdalı kılmıştı. her kim olursa olsun atılacaktır. Konu ezan ve kamette ‘’Kâinat güneşi Hazreti Resul sallallahu aleyhi ve sel- “Eşhedu enne Muhammeder Resulullah” değil, “Eşhedu lem rüyada; “Sen okuyacaksın iyi bir âlim olacaksın. Da- enne Seyyidena Muhammeder Resulullah” denmesi koyının sakladığı iki buçuk kuruşu al, onunla fakihliğe git. İyi nusudur. Büyük talebeler küçük Zahid’e bu konuyu iyibir âlim olmanı istiyorum. Bundan dolayı da biz kıyamet ce belletirler. Çünkü Seyda mutlaka öğrencilerin sadece günü seni sorguya tutmayacağız” demesi ile uyanan kü- dersi dinlemelerini değil, aynı zamanda pratiğe de dökçük Huseyn dayısına gidip, ona okumayı düşündüğünü meleri gerektiğini savunduğu için çeşitli alıştırma ve soru anlatır. Dayısı ona inanmaz ve ona der ki “Koyunları güt- cevap dersleri tatbiğini de yaptırıyordu. Beklenildiği gibi mekten bıktın. Ondan dolayı okuyacağını söylüyorsun. olmuş bir gün üstad; “kalk qamet et” demişti küçük ZaEski huyun hala devam etmektedir” der. Hoca bundan hid’e. Küçük Zahid bu önemli tedrisat yuvasından olma sonra, günde iki defa koyunları terk edip köy imamından korkusu ile qamete “ALLAH’U EKBER” diye başlaması www.elamedi.net

EKİM 2013 / SAYI 28

31


/ ASRIN UNUTULMUŞ YILDIZLARI

gerekirken var gücü ile “EŞHEDU ENNE SEYYİDENA MUHAMMEDER RESULULLAH” diye başlamıştı. Üstad gülümsemiş; “Sen buraya layık talebesin” demişti. Amcam Molla Muhammed’le, Molla Abdulhâkim kitaplarını bitirmiş ama diplomaları olan icazelerini almamışlardı. Molla Abdulhâkim, üstadı Seydayı Haci Fettah’tan icaze vermesini isteyince; “Ben üstadım hayattayken icaze veremem, git ondan al” demişti. Seydayı Haci Fettah, dedemlerin bir sonraki dönem mezunlarındandılar. Amcam derki; “ Ben de beraber gidip icaze alabilir miyim dedim? Kabul etti.” Amcam da Haci Fettah Efendi’de bir yıl tedrisat görmüştü. Amcamın da bir iftiharnamesi olacaktı. Çünkü kendi babasının üstadından, o eşsiz nadir insandan şifa-i diplomasını almıştı. Seyda öğrenim sürecinde Van’ın Bahçesaray ilçesine bağlı Bidâr adında bir köye gider ve köyde bulunan Şeyh Abdullah el-Bidârîden ders alır. “Mollâ Câmî”’nin “el-Fevâidu’d-Diyâiyye” adlı eseri okuyuncaya kadar orada kalmıştır. Bu medresede bulunan öğrenciler derslerini okuduktan sonra yemeklerini yerler ve yatarlarmış. Molla Hüseyin yatmaz ve medresenin yakınında bulunan holık denen kulübeye gider ve çıra ateşinin ışığında dersini ezberlermiş. Bunu her gece yaparmış.Bir gün medresede bulunan talebelerden birisi Hoca’nın yanına gelerek Ona:“buradan hemen gitmen lazım; eğer gitmezsen Seydamız ölecek” demiş. Molla Hüseyin:“Neden?” demiş. Bunun üzerine talebe de: “Sen her akşam buraya geldiğinde seydamız oturur ve sana bakarak ağlar. Sen böyle yapmaya devam edersen Seydamız ağlamaktan ölecektir” demiştir. Bunun üzerine Molla Hüseyin medreseden ayrılır. Ders aldığı üstadlarından meşhur Siirtli Molla Halil’in oğlu Molla Mustafa ve Bitlis’te Ğavs’i Hizan diye tanınan Şeyh Fethullâh el-Verkânsî’de vardır. Vefat edinceye kadar yanında tedrisata devam etmiş oradan Farqin’e geçerek Molla Ahmed Hamdi’de ilmini tamamlamış, icazesini almıştır. Seyda hocasının vefatına ebcet hesabı ile tarih düşürerek şu beyitleri yazmıştır:

‫إ ِْن َت ُز ْر ُز ْر َأ ْح َمدَ ْالُ ْف ِتي َو ِق ْف تَا ِل ًیا َس ْب َع ْالَثَا ِنى َوان َْصرِف‬ َ ‫َو َس ِل ْالَ ْو َلى‬ ِ ‫األوحدي َع ْف َو َض ْی ٍف َح َّل ِفي ِذي ْالَ ْر َق ِد‬ ‫اإلل‬ ِ ‫الد ْن َیا و ِل ْل َم ْو ِت ْاس‬ ُّ ‫ِیخ ُم ْف ِتي ُم ْج َتهد ُصد َع ِن‬ ّ َ‫تعد‬ ُ ‫ُق‬ ِ ‫لت ِفي تَار‬

Eğer kabirleri ziyaret edeceksen Müftü Ahmed’i ziyaret et ve Fatiha suresini okuduktan sonra ayrıl. Tek ve dost olan Allah’tan, bu kabirde yatan misafirin affını iste. Müftü ve müctehid olan zatın vefatının tarihiyle ilgili dünyadan yüz çevir ve ölüme hazırlan derim.” İcaze eski rahle tedrisatının diplomasıdır. İcazesi olan ulemaya seyda ünvanı verilir. Feqa, ilim talebesinin ismi olup Molla Cami kitabına yakın talebelere artık melle ve ya molla unvanı doğal olarak halk ve üstadlar tarafından kullanılagelir. Dedem Seydayı Molla Abdurrahman’ın da mucazı olan Seydayı Hüseyni Küçüğe, ikiz kardeşler olan babam Molla Ahmed’le o zatlardan tek hayatta kalan

32

EKİM 2013 / SAYI 28

amcam Molla Muhammed de yanına giderek teberrüken icaze isterler. Kendileri ayrı yerlerde diploma aldıkları halde böylesi ender bir zattan da diploma almak ALLAH (c.c.) katında farklı bir veri ve üstünlüktür. Böylesi ender ilim sahibi bir zatın yetiştirdiği talebe sayısı bilinmemesine rağmen diploma verdiği talebe sayısı 13 veya 15’lerle sınırlıdır. Aralarında Suriye’deki en büyük kitleyi eğiten Şeyh Ahmed-i Haznevi’nin de bulunduğu zatlar sırasıyla şunlardır: 1- Şeyh Ahmed El Haznevi 2- Seyyid Abdurrahman Siirdi ( Eski Silvan Müftüsü) 3- Şeyh Muhammed El Bezvani 4- Şeyh Beşir (Medine’de mukim) 5- Üstad Şeyh Muhammed Arboy 6- Üstad Molla İbrahim Taniri 7- Üstad Molla Zahir Tendüruki 8- Üstad Molla Hasan Et-Tilmizi 9- Üstad Molla Abdullah El Koği ( Tatvanlı ) 10- Üstad Haci Fettah El Hazrovi, 11- Seydaye Molla Abdurrahman El Hazrovi 12- Amcam Molla Muhammed El Hazrovi 13- Molla Abdulhakim Bingoli 14- Ahmed Meylani. 15- Abdulkadir Efendi 16- Şeyh Abdurrahman Arbuyi 17- M.Ali Arslan (yazar) 18- Seyyid Ali Fındiki Seyda, ilim tahsilini tamamladıktan sonra Silvan’a gelmiştir ve burada Seyyid Abdurrahman’ın yeğeni Meryem Hanım ile ilk evliliğini yapmıştır. Seyyid Abdurrahman,Hoca Silvan’a gelirken Hoca’ya yol arkadaşlığı yapmıştır. Aynı zamanda bir müddet Hoca’nın yanında okumuştur. Silvan’da hayatını devam ettirmekteyken dayısından bir mektup almış ve dayısının kızı ile beşik kertmesi olduğunu öğrenmiştir. Dayısı, mektupta kızının büyüdüğünü, kendisi ile beşik kertmesi olduğunu ve gelip eşini almasını söylemiştir. Bunu duyan Meryem Hanım kendisinin üstüne kuma getirilmesini istemediğini söylemiştir. Seyyid Abdurrahman yeğenine: “O, senin üstüne değil; sen onun üstüne kuma olarak geldin” demiştir. Bunun üzerine hoca gidip dayısının kızı Şerife Hanım’ı getirmiştir. Şerife Hanım bir sene sonra vefat etmiştir. Üçüncü evliwww.katre.org


liği ise Silvan’ın, önde gelen ailelerinden Azizoğulları’nın yeğenlerinden olan, Kudret Hanım ile evlenmiştir. Molla Hüseyin’in bu evliliklerinden olan toplam 14 çocuğu vefat etmiştir. Seyda’nın, Kudret Hanım’dan Hadi ve Mehdi isminde iki çocuğu kalmıştır. Her iki çocuğu da icazetli olup öğrenci yetiştirmişlerdir. 1982 - 83 yıllarında iki güzide evladlarından da ders alma şerefine nail olmuştum. Molla Hadi 2007’de vefat etti. Cenazesinde dikkatimi çeken şarkın tüm alimlerinin taziyelerine iştirak etmiş olmalarıydı. Molla Mehdi ise, halen hayatta olup Diyarbekir’de ikamet etmektedir. Hoca Silvan’a (Farqin) geldiği zaman, Silvan’ın önemli ailelerinden olan Sadık Begler ve Azizoğulları, hoca için bir cami ve bir medrese yapmak için tartışırlar sonunda Azizoğulları Hoca için bir cami ve bir medrese yapmışlardır. Ayrıca Hoca’nın geçimini sağlaması için Azizoğulları tarafından Hoca’ya bir de bahçe tahsis edilmiştir. Seyda hiçbir maaş almadan vefat edinceye kadar orada öğrenci yetiştirmiştir. Talebelerine Arapça ve İslâmî ilimleri ders olarak vermiştir. Bu gün, Silvan’da hocanın ders verdiği cami ve medrese, “Camîya Seyda-yı Mele Hüseyin” ve “Medresa Seyda-yı Mele Hüseyin” olarak bilinmektedir. Peygamber Efendimizi (sav) örnek alan Seyda, Kur’an ahlakı ile ahlaklanmış ender Allah’ın salih kullarındandır. Hoca’nın gönlünde hiçbir şekilde dünya sevgisi yoktu. Zühdün en üst seviyelerinde bulunan Molla Hüseyin, paraları bile tanımaz ve yanında taşımazdı.Dünya malını toplamak isteseydi ona çok saygı gösteren Silvan ağalarından teklif edilenleri kabul eder, memleketin zenginlerinden olabilirdi. Ama O bunu yapmadı ve hayatını ilme vakfetti. Hoca vefat ettiğinde 1 evi, 1katırı, 3 ineği ve 10’dan az miktarda küçük baş hayvanın dışında hiçbir şeyi yoktu.

bir zat idi. Türklerde veya Kürtlerde ender bulunan bir esmerliğe sahibti. Esmerliği nurla dolu olunca; “Efendim! Ne kadar tatlı görünüyorsunuz, insan sizi yemek istiyor” derdim. O da gülümserdi. 1974’te babamın görev yaptığı sırada Molla Hadi sabah namazında başından geçen ciddi bir vakıayı, serzenişsiz rahat rahat anlatması ile ona karşı ilgim ve sevdam pek artmıştı. Sabah namazına giderken (Türkiye’de olayların pek olduğu bir dönem) kalaşnikoflu iki kişinin kahvehanenin köşesinde pusuya yatmış halde kendisini beklediklerini görür. Gayri ihtiyari yolunu onlara doğru çevirir ve yüksek sesle; “esselamu aleykum, zarımın çavanın?”, “Allah’ın esenliği üzerinize olsun çocuklarım, nasılsınız?” deyince iki genç neye uğradıklarını şaşırmış, silahlarını saklayarak ayağa kalkıp; “aleykesselam seydayıme em ğulametene”, “Allah’ın selamı size de olsun üstadımız, biz sizin hizmetkârınızız” diye cevab vermişlerdi. Küçük yaşıma rağmen böylesi bir ilginç kerameti unutmayıp belleğime kazımıştım. Mevla hepimize böylesi ALLAH’ın çekindiği, varlıklarından mutlu olduğu limlerle hemdemliği nasib eylesin. Ruhlarının şadlığı ve Efendimizin (sav) qurbiyeti için EL FATİHA…

Bu dünyanın sonu, ebedi alemin başlangıcı olan vefat anına hazırlıklı idi. Genelde insanlık (ölüme hazırlıksız olmalarındandır) ölümü istemezler. Dünya insan için bir menbadır, aldıklarıyla ahirette adam muamelesi veya hayvan muamelesi görecektir. İşte Molla Hüseyin için ölüm, sevgililer sevgilisine kavuşma günü, bayramı idi. (ö.1375/1955) Yılında bu inançla hakkın rahmetine kavuşmuştur. Vefatına kadar önemli bir hastalığı olmamıştır. Hatta ilerlemiş yaşına rağmen hiç gözlük kullanmamıştır. Kendisine,neden hiç gözlük kullanmadığı sorulduğunda: “Harama bakan göz,nurunu kaybeder” demiştir. İşte bu şekilde arkasında yetiştirdiği öğrencilerini, telif etmiş olduğu eserlerini ve bizlere örnek olacak bir yaşantı modelini bırakarak vefat etmiştir. Vefatından sonra Silvan’da Şeyh Halil Mezarlığı’na defnedilmiştir. Ehli beyt … Benim evimin efradı, ehli derken Efendimiz (sav), ev ahalisi daha fazla vakıftır ev sahibinin yaptıklarına. Onlardan öğrenin dercesine mesaj vermiştir. İşte Molla Hadi Efendi de böylesi namütenahi bir zatın evladı olması hasebi ile yumuşak, halim, takva sahibi evliyadan www.elamedi.net

EKİM 2013 / SAYI 28

33


‫‪TARİKAT-I ALİYEYİ KADİRİYE’yle‬‬ ‫‪ Tevessül‬‬

‫‪Her kim xulusi kalb ile bu zevatı kiramı tek tek duasının önünde zikrederse, iç huzuru, ev hu‬‬‫‪zuru ve aynı zamanda isteğin red olmamasını sağlar.‬‬

‫الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على اشرف المرسلين سيدنا ومولانا محمد وعلى اله‬ ‫و�أصحابه�أجمعين‬ ‫الهي بحرمه شفيع المذنبين المبعوث رحمة للعالمين ملاذنا وقدوتنا وقرة عيوننا محمد مصطفى‪.‬‬ ‫صلى الله عليه وسلم‬ ‫الهي بحرمه خليفة رسول الله وسيدي سيف الله خليل المرتضى كرم الله وجهه الهي بحرمة‬ ‫حفيد رسول الله سيدنا ال�إ مام الحسن رضي الله عنه الهي بحرمة ملاذنا وقره عيننا مولانا ال�إ مام‬ ‫الحسين رضي الله عنه الهي بحرمه ال�إ مام زين العابدين الهي بحرمه ال�إ مام محمد باقر رضي‬ ‫الله عنه الهي بحرمه ال�إ مام جعفر الصادق الهى بحرمة الشيخ موسى الثامن الهي بحرمة الشيخ‬ ‫موسى على الرضا الهى بحرمة الشيخ معروف الكرخى رحمه الله عليه‬ ‫الهي بحرمه السري السقاطى الهي سيد الطائفة سيدنا الشيخ جنيد البغداى الهي بحرمة �آبا‬ ‫بكر محمد الشبلى الهي بحرمه سيدنا عبد الواحد بن عبد العزيز الهي بحرمة سيدنا عقيل‬ ‫رحمة الله عليه الهي بحرمة سيدنا سيد شمس الدين الصحرائى رحمة الله عليه الهي بحرمة‬ ‫سيدنا جداي رحماني ال�أول رحمة الله عليه الهى بحرمة سيدنا شمس الدين عارفى رحمة الله‬ ‫عليه الهى بحرمة سيدنا جداي رحماني الثاني رحمة الله عليه الهى بحرمة سيدنا (الشاه)فضيل‬ ‫رحمة الله عليه الهى بحرمة سيدنا الكمال الكيتهلى رحمة الله عليه الهي بحرمة سيدنا ال�إ مام‬ ‫الرباني المجدد والمنور ل�ألف الثاني الشيخ احمد الفاروق السرهندى رحمة الله عليه الهى بحرمة‬ ‫خازن الرحمة سيدنا الشيخ محمد سعيد سرهندى الهي بحرمة دليل الرحمن الشيخ عبدالاحد‬ ‫السرهندى رحمة الله عليه الهى بحرمة سيدنا الشيخ‬ ‫عابد السناحى (محمد ماجد(‬ ‫الهي بحرمة سيدنا شمس الدين نيرزان جانى جانان رحمة الله عليه الهى بحرمة سيدنا ومولانا‬ ‫الشيخ ذو الجناحين‬ ‫الهى بحرمة سيدنا الشيخ سيد عثمان طويلي الهي بحرمة الشيخ محمد حزين الفرسافى الهي‬ ‫بحرمة الشيخ فخر الدين الفرسافى الحزين الهى بحرمه سيدي شيخ على حسام الدين الهي‬ ‫بحرمه سيدى شيخ علاء الدين الفرسافى الهي بحرمه سيدنا الشيخ محمد وجه الدين حزين‬ ‫الثانى‬ ‫‪www.katre.org‬‬

‫‪EKİM 2013 / SAYI 28‬‬

‫‪34‬‬


BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM • Elhamdulillahi rabbil alemin, vessalatu vesselamu ala eşrefil murseliyn, Seyyidina ve Mevlana Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. • İlahi bi hurmeti şefiul muznibin, elmeb’usi rahmeten lilalemin, mulazuna ve qudvetuna ve qurreti uyunina MUHAMMED MUSTAFA sallallahu aleyhi ve sellem. • İlahi bi hurmeti xelifeti Resulillahi ve Seyyidi Seyfullahi xalilil MURTEZA kerremellahu vechehu, • İlahi bi hurmeti hafidi Resulillahi Seyyidina el İmamil HASEN radiyallahu anhu, • İlahi bi hurmeti mulazuna ve qurreti uyunina Mevlana el İmamil HUSEYN radiyallahu anhu, • İlahi bi hurmeti el İmam ZEYNULABİDİN, • İlahi bi hurmeti İmam MUHAMMED BAKIR r.a, • İlahi bi hurmeti İmam CAFER-İ SADIK, • İlahi bi hurmeti Şeyx MUSA samın, • İlahi bi hurmeti Şeyx MUSA ALİ er Rida, • İlahi bi hurmeti Şeyx MARUF el Kerxi, • İlahi bi hurmeti Sırri Saqati, • İlahi bi hurmeti seyyidit taife Seyyidina eş Şeyx CUNEYD-I BAĞDADİ

vel munevviri li elfisani Şeyx AHMED FARUK es Serhindi r.a., • İlahi bi hurmeti xazinir rahme Seyyidina Şeyx SAİD es Serhindi, • İlahi bi hurmeti delilir rahman Şeyx ABDULAHAD Serhindi r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina Şeyx ABİD Senahi (Muhammed Macid), • İlahi bi hurmeti Seyyidina Şemsuddin Nirzani Canecanan r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina ve Mevlana Şeyx Xalıdi Zul Cenaheyn r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina Şeyx OSMAN Tavilayi r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina eş Şeyx Muhammed Hazin el Fersafi r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina Şeyx Faxruddin el Fersafiyyil Erbini r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina ALİ Husameddin r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina eş Şeyx ALAUDDİN el Fersafi r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina eş Şeyx MUHAMMED VECHUDDİN el Hazin es sani.

Rahmetullahi Teala aleyhim ecmain.

EL FATİHA…

• İlahi bi hurmeti EBABEKR ŞİBLİ, • İlahi bi hurmeti Seyyidina ABDULVAHID ibni Abdulaziz, • İlahi bi hurmeti Seyyidina UQAYL rahmetullah aleyhi, • İlahi bi hurmeti Seyyidina Seyyid ŞEMSUDDİN as Sahrai r.a, • İlahi bi hurmeti Seyyidina CUDAYİ Rahmaniyyil evvel, • İlahi bi hurmeti Seyyidina ŞEMSUDDİN Arifi r.a., • İlahi bi hurmeti Seyyidina CUDAYİ Rahmani sani, • İlahi bi hurmeti Seyyidina Şah FUDAYL r.a • İlahi bi hurmeti Seyyidina el KAMİL el Keytehli r.a., • İlahi bi hurmeti İmam RABBANİ el muceddidi www.elamedi.net

EKİM 2013 / SAYI 28

35


TELEVİZYON TELEFVİZYON

D

[GAYESİ BOZMAK OLAN]

D

ünyayı küçülten araç; tüm dünyayı küçültüp sanal bir aleme taşımaktadır. Tabi bu sanal alemde yerel kültürler tek tek yok edilip, güçlü olan kültürün merkez olduğu bir ekran oluşturulmuştur. Bu da; bilindiği üzere Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi hayat tarzlarını diğer ülkelere televizyon aracılığıyla taşıyıp yansıtmasıyla tek kültürün Amerikan kültürü olduğu bir dünya oluşturulmaya çalışılmaktadır. İstatistiklere göre ülkemiz en çok Televizyon izleyen ülkeler arasında 9. sırada yer almaktadır.

“Çocuklarınızı siz değil Yurdumuzda günde orta20 saat televizyon televizyonlar lama izlenmektedir. yetiştiriyor”

Hal böyle olunca ekranlardan etkilenme düzeyi de oldukça yüksek olmaktadır. Televizyon kanallarında en çok seyredilenler ise tabii ki diziler. Dizilere bakacak olursak baş rol oyuncuları, birbirinden etkileyici, zengin, güzel, yakışıklı, güçlü, cesur, asi, toplum düzenine meydan okuyan, daha da dikkat çeken özelliği ise hayatlarında din kavramı hiç olmayan karakterlerdir. Nedense bu karakterlerin hepsindeki ortak davranış tarzı topluma empoze edilmeye çalışılan hayasız yaşam tarzını benimsemiş; entrikacı, saldırıya uğramış, aldatılmış

36

EKİM 2013 / SAYI 28

kadınlar, en yakın arkadaşının sevgilisini ayartan kızlar, akrabasının karısına göz koymuş, sekreteriyle evlilik dışı yaşayış içinde olan, yabancı kadınlara gönül vermiş erkekler, sınıf arkadaşına aşık olmuş ilkokul çocukları, öğretmenine aşık olmuş liseli çocuklar... vb. Ve daha da acı olan tarafı, bunların neredeyse tamamında,

Sahabe Efendilerimizin, din büyüklerimizin ya da Allah’ın güzel isimleri hakaret ve alay amaçlı kullanılmıştır. Bu kullanılan çirkin yöntem deccali zihniyetin Din-i İslama zarar vermek adına gün geçtikte artan saldırılarından sahne arkasındaki görünmeyen bilinçaltı silahlarından sadece bir tanesidir. Görüldüğü gibi bu dikkat çekici rollerden iyi örnek olabilecek karakter neredeyse hiç yok.

Eli silahlı mafya katilleri şirinleştirilmiş, toplumumuzda özellikle gençlerimize güzel gösterilmeye çalışılmıştır.

Bunun akabinde okulların önünde eli bıçaklı 13-14 yaşlarındaki gençler, tehditlerle, mafya ağızlı konuşmalarla rahatlıkla birbirlerine zarar verebiliyorlar ya da beş liraya sigara içer gibi uyuşturucu kullanabiliyorlar. Yabancı www.katre.org


Pınar ÇAMLIOĞLU dizileri Türkçe dublaj yapıp zengin, küçük bir tişörte servet harcayan, marka delisi gençleri, parayla her şeyi elde edebilen özgüvenli insanlar olarak gösterilmesi, toplumuzdaki gençleri ailelerine asi, doyumsuz insanlar haline getirmiş, çocuklarımızı ve ailelerini ruhi bunalıma sürüklemiştir. Bu dizilerden birini seyrettikten sonra yatsı namazını kılan bir müslüman namazda ne düşünebilir? Üstadımız M. İbrahim Hızır Efendi, bir derslerinde:

“Televizyon izleyenin rüyası sahih olmaz. Takva isteyen televizyonu evinden atsın”

buyurmuşlardır. Televizyonlarımızı evimizden çıkarsak, yada hiç açmasak (evde olunca muhakkak açılıyor) ne kadar çok Allah-u Teala ile beraber olabileceğiz? Masonların, ülkeleri zayıflatmak amacıyla yaptıkları uzun vadeli planları hayata geçirmek için kullandıkları bu silahlar, artık görevlerinde tam başarıya ulaşmışlardır. Alemlerin Sultanı Efendimiz sallallahu aleyhi vesselem, bir mübarek hadisi şeriflerinde “Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri onu tâkib eder.” buyurmuşlardır. (Nisâb-ül-Ahbâr) MAFYA DİZİSİ Mİ? CUMA GECESİ DERSİ Mİ? Bildiğimiz üzere perşembeyi cumaya bağlayan gece www. katre. org sitesinde Muhammed İbrahim Hızır Hoca Efendi’nin canlı dersi var ve ders arapça olmasına rağmen arapçaya vakıf olan abilerimiz tercüme yapmakta. Önümüze Allah’u Teala’ya yaklaştıracak yollar bu kadar kolaylaştırılmışken, hala aramızda bu geceyi mafya dizisine ayıran kardeşlerimiz oluyorsa, şeytanla deccalın işbirliğinden bahsetmek zorundayız. Bu yanlış tercihleri yapmamıza sebep olan şeytan, artık bir köşede oturmuş deccali sistemin başarılarını seyrediyor. Televizyona bağımlı bir dünyada artık kılını bile kıpırdatmasına gerek kalmıyor. İşte bizim dünyada yapmış olduwww.elamedi.net

ğumuz seçimlerimiz dünyamızı da ahiret hayatımızı da bu denli değiştirmekte. Efendimiz aleyhisselamın dediği gibi: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” Mü’minlerin bayramı olan cuma gününün gecesinde tercihimizi ne yönde yapıyoruz? Tercihler ise sadece bu dünyada yapılıyor. Ahirette isteyen cennete, isteyen cehenneme diyen olmayacak. Bir yoldan cuma dizisi tutkunları. Başka bir yoldan ise mübarek cuma gecesini ihya edenler geçecek. Sizce hangi taraf cennete gidecek? Ekranların hayatımıza ne kadar çok nüfuz ettirildiğini görmemek için sanırım kör olmak gerekir. Çarşıda,

ile dünyanın her köşesini görebilen, muhteşem uçaklara ve füzelere sahip, her konuda gelişmiş bir ülke olarak empoze edip, tüm dünya ülkelerini sindirip meydan okumakta hiç tereddüt etmemişlerdir. İslam ülkelerinin yeraltı kaynaklarını ele geçirebilmek için, film hileleri ve foto montajlarla aslında var olmayan bir uçakla kendi binalarını bombalatıp, dünyaya yine medya aracılığıyla İslam ülkelerini suçlu ilan etmişlerdir. Buraya kadar sayısız zararlarından sadece bir kaçından bahsedebildiğimiz deccalın en tesirli silahlarından birisi olan bu sihir kutusunun içinde kaybolan çocuklarımız ve geleceğimize neler olmakta? Alemlerin Sultanı Efendimiz aleyhisselatu vesselamın mübarek hadisi şeriflerinde bahsettiği beklenen ahir zaman gelmiş ve neredeyse ahirine ulaşmıştır.

Kibir bele bağlanan taş gibidir, onunla ne yüzülür, ne de uçulur.

“Deccal, evlerinize girmiş, çocuklarınızı esir almıştır” (el-Burhan, s.73.)

Hacı Bayram-ı Veli

alış veriş merkezlerinde, büyük binaların duvarlarına asılmış dev ekranlarda hatta cebimizdeki telefonlarda bile bizlerle beraber. Yolculuk eden bir kimse otobüsten dışarıya bakıp Allah’ın yarattığı harikulade düzeni hayranlıkla seyrederek tefekküre dalmak yerine, önüne koyulmuş o küçük ekrana kilitlenip görsel ve duyusal bir şekilde tam olarak hapsediliyor. Sanki bütün bunlar Allah’ı düşünmekten uzaklaştırılmak için kurulmuş oyalayıcı, aldatıcı ve uyuşturucu bir düzene benziyor. Öte yandan yabancı filmlerdeki kurgular müslümanları, terörist, yobaz, beceriksiz, çağ dışı, 3. dünya ülkesi olarak göstermiş, Avrupa ve Amerika’yı ise güçlü, uydu araçları

hadisi şerifi bunu doğrulamaktadır. Muhterem Üstadımız Muhammed İbrahim Hızır Hazretleri bir derslerinde:

“Çocuklarınızı siz değil televizyonlar yetiştiriyor”

mesajıyla aslında bizlere çok şey anlatmaktadır. Evlatlarımızın kıyafet seçimleri, yemek tercihleri, kullandıkları dejenere olmuş konuşma dili, arkadaşları ve büyükleriyle olan diyalog tarzı ve toplum içinde sergiledikleri tavırları tamamen televizyonun şekillendirdiği biçimdedir. Neticede toplumlara ve geleceğimize şekil veren yine Deccaldır. Ancak Müslim’de yer alan bir hadiste, Deccal’ın şerrinden korunduğu bir kavimden söz edilir. İsa aleyhisselâmın onlara teberrük ve ikramda bulunacağı belirtilir. O şerefe layık olmak için küçük bir adım atmaya değmez mi? Bu adımla hayatımız ve maneviyatımız güzelleşecek, ahir zaman ümmeti içinde Allah’ın sevdiklerinden ve seçilmişlerden olacağız. Allah’a küçük bir adım atalım. Rabbimizi bulacağımız yer orasıdır. Allah yar ve yardımcımız olsun! EKİM 2013 / SAYI 28

37


/ TASAVVUF PENCERESİNDEN / Yusuf İMAMOĞLU

YETİMİN HİMAYESİ

“Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.”

S

S

on günlerde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının, çocuk yuvalarındaki çocukların, Koruyucu Ailelerin yanına yerleştirilme çalışmaları ve çağrısına istinaden İslam’a uygunluğu tartışılmaya başlanmıştır. Aslında tartışılacak bir konu değildir. Rasulullah Efendimizin ve Ashab-ı Kiramın uygulamaları bu konuya diğerlerinde olduğu gibi noktayı net bir şekilde koymaktadır. Fakat; günümüzde Kur’an-ı Kerimi Sünnet-i seniyyesiz yorumlama hastalığından dolayı, ilimsiz kafaların borazanı dillerden, absürt derecede bozuk hükümler çıkmaktadır.

(Buhârî, Talâk 14, 25, Edeb 24)

buna mukabil olarak ta Zeyd’e, Zeyd b. Muhammed –Muhammed’in oğlu Zeyd- denmişti. Evlatlık olan kişi aynı evlat gibi hükümlere sahip olurdu.

nız kılmadı. İşte bunlar sizin ağızlarınızdaki sözlerdir. Ve Allah hakkı söyler. Ve O, (Kendine ulaştıran) yola hidayet eder.” (Ahzab-4)

Hz. Zeyd, Zeynep b. Cahş ile evlendi. Rasulullah Efendimizin “sabredin” ikazlarına rağmen evlilikleri yürümedi ve boşandılar. Hz. Zeynep, Rasulullah ile evlenmek istediğini kendisine iletmişti. Fakat evlatlık, evlat gibi sayıldığından boşanmış olsa da evlatlığının boşadığı eşi ile adetler gereği evlenemezdi. Bu sıkıntıyı ortadan kaldırmak ve evlatlık meselesine çeki düzen vermek için şu ayet indi.

Bu ayet inince Rasulullah Efendimizle Hz. Zeynep validemiz evlendiler. Böylece evlat edinme kalktı. Ayetin devamı olan beşinci ayet ile bu işe yeni bir boyut getirilerek hakikat ortaya kondu.

‫ا ْد ُعو ُه ْم آل َبا ِئهِ ْم ُه َو َأ ْق َس ُط‬ ِ َّ َ‫ِعند‬ ‫الل َف ِإن لَّ ْم ت َْع َل ُموا آ َباء ُه ْم‬ ُ ‫ين َو َم َوا ِل‬ ‫يك ْم‬ ِ ِّ‫َف ِإخْ َوان ُ​ُك ْم ِفي الد‬ ُ ‫اءك ْم َأ ْب َن‬ ُ ‫َو َما َج َع َل َأ ْد ِع َي‬ ...‫اءك ْم‬ ‫يما‬ ٌ ‫َو َل ْي َس َع َل ْي ُك ْم ُج َن‬ َ ‫اح ِف‬ َّ ‫َذ ِل ُكم َقولُ ُكم ِب َأ ْفو ِاه ُكم و‬ ُ‫الل‬ َ ْ َ ْ ْ ‫َأخْ َط ْأ ُت ِب ِه َو َل ِكن َّما َت َع َّمدَ ْت‬ َ ْ ‫ول‬ َ ‫السب‬ ُ ‫َي ُق‬ ‫ِيل‬ ُ َّ ‫ان‬ َّ ‫ال َّق َو ُه َو َي ْه ِدي‬ َ َ ‫ُق ُلو ُب ُك ْم َو َك‬ ِ ُ ‫ا‬ ‫يم‬ ‫ح‬ ‫ر‬ ‫ا‬ ‫ور‬ ‫ف‬ ‫غ‬ ‫الل‬ َّ ً ً …ve mâ ceale ed’ıyâekum ebnâe-

TASAVVU Cahiliye döneminde Araplarda, yetim ve kimsesizleri himaye edip, kendi nüfusuna geçirerek “bundan sonra bu çocuğun babası benim” denmesi adetti. Ondan sonra o çocuğun nesebi o kişiye ithaf edilirdi. Hz. Hatice validemiz kölesi Zeyd’i, eşi Rasulullah Efendimize hediye etmişti. Hazreti Rasul’de “Zeyd bundan sonra benim oğlumdur” demiş,

38

EKİM 2013 / SAYI 28

kum, zâlikum kavlukum bi efvâhikum, vallâhu yekûlul hakka ve huve yehdîs sebîl. “…Ve evlâtlıklarınızı, sizin oğulları-

Ud’ûhum li âbâihim huve aksatu indallâh(indallâhi), fe in lem ta’lemû âbâehum fe ıhvânukum fîd dîni ve mevâlîkum, ve leyse aleykum cunâhun fîmâ ahta’tum bihî ve lâkin mâ www.katre.org


taammedet kulûbukum, ve kânallâhu gafûren rahîmâ “Onları (evlâtlıklarınızı) babalarının adı ile çağırın. Bu, Allah’ın katında daha adaletlidir. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o zaman onlar, dînde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Ve hata ettiğiniz şeylerden dolayı sizin için günah yoktur. Fakat kalplerinizin taammüden (kasten) yaptırdığı şeylerden (günah vardır). Ve Allah Ğafur’dur (günahları sevaba çeviren), Rahîm’dir.” (Ahzab 5) 4. Ayete istinaden evlatlık edinme dinimizce kaldırılmıştır diyenler, devam eden 5. Ayetten nedense bahsetmezler. Çünkü beşinci ayette “Onları (evlatlıklarınızı) kendi babalarının isimleriyle çağırın” der. Kaldırılmış olan bir şeyden bu şekilde bahsedilmez. Kaldırılmış olan, istisna söylemi ile “evlat edinmedir.” Yasaklanmayan ve hasene olan ise; Müstesnaya işaret eden; “evlatlık edinmektir Onları yine himaye edin ama, kendi neseplerini unutturmadan anlamı çıkar. Bu delili ise Bakara suresi 220. Ayetten çıkarıyoruz.

ِ ‫ِفي الدُّ ْن َيا َو‬ ‫اآلخ َر ِة َو َي ْس َألُو َن َك‬ َ ‫َع ِن ا ْل َي َتا َمى ُق ْل إ ِْص‬ ‫ال ٌح لَّ ُه ْم َخ ْي ٌر‬ ُ ّ ‫َوإ ِْن ت َُخا ِل ُطو ُهم َفإخْ وان ُ​ُكم َو‬ ‫الل‬ ْ َ ِ ْ ‫َي ْع َل ُم ْالُ ْف ِسدَ ِم َن ْالُ ْص ِل ِح َو َل ْو َشاء‬ َّ ُّ ‫يم‬ ْ ‫الل‬ ٌ ‫ألع َن َت ُك ْم إ َِّن الل َعزِي ٌز َح ِك‬

Fîd dunyâ vel âhirah(âhirati) ve yes’elûneke anil yetâmâ kul ıslâhun lehum hayr(hayrun) ve in tuhâlitûhum fe ıhvânukum vallâhu ya’lemul mufside minel muslih(muslihi) ve lev şâallâhu le a’netekum innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).

UF

“Dünya ve ahiret hakkında ve yetimlerden sana soruyorlar. De ki: “Onları ıslah etmek (durumlarını düzeltmek) hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız (bir arada yaşarsanız), artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Ve Allah, fesat çıkaranı, ıslâh edenden www.elamedi.net

(ayırıp) bilir. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi sıkıntıya sokardı. Muhakkak ki Allah, Azîz’dir (üstündür), Hakîm’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (Bakara 220) Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, evlatlığı kendi nüfusuna geçirerek, kendi öz evlatlarıyla aynı kandan doğan haklara sahip etmek yerine himaye etme, barındırma ve ıslah etme tavsiye edilmiş ve ayetin sonunda da hükmünün bu olduğunu bildirilmiştir. Yüce Yaratıcı, böylece çocuğun nesebinin unutturulmasına mani olarak ileride olası bir namahremle olacak

dirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14) “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurmuş ve işâret parmağıyla orta parmağını, birleştirerek göstermiştir. (Buhârî, Talâk 14, 25, Edeb 24)

“Bir kimse, sırf Allâh rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.” (Ahmed bin Hanbel, V, 250)

İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah, yardımcısıdır doğruların Hz. Allah. Ziya Paşa

evliliğin önüne geçmiş olmaktadır. Miras konusunda ise, öz evlat gibi hisse alamaz. Vasiyet halinde, Hanefi mezhebine göre mirasın üçte birinden pay ve hisse alır. “Miras taksim edilirken vâris olmayan akrabalar, yetimler, fakirler de orada bulunuyorlarsa, onlara da bir şey verin ve gönüllerini alacak tatlı sözler söyleyin.” (Nisa, 8) Öyle ise; evlatlık yerine, Koruyucu Aile… Şimdi de Hadis-i şeriflerden örnekler verelim. “Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak ye-

Nitekim Ashâb-ı Kirâmdan Ebû Ümâme -radıyallahu anh- vefatından evvel Kebşe, Habîbe ve Fâria adlı üç küçük kızını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e emânet etmişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz himayesine aldığı bu yetimlerin ihtiyaçlarıyla yakından alakadar olup onların nebevi terbiye altında yetişmelerini sağladı. Böylece yetimlerle meşgul olma hususunda ümmetine mükemmel bir numune oldu. (İbn-i Sa‘d, III, 610) Babası Uhud’da şehit olan Beşir’in annesi de başka biriyle evlenince çocuk sahipsiz kalmıştı. Çocukcağız diğer çocuklar oyun oynarken o bir kenara oturup göz yaşları döküyordu. Resul-i Ekrem Efendimiz çocuğun elinden tuttu. Başını okşadı, gönlünü aldı. Ve ona sevindirici bir haber verdi: “Neden ağlıyorsun? Ağlama artık. Ben baban, Aişe annen, Fatıma kardeşin olsun, istemez misin?” Çocuk sevincinden uçacak gibiydi. Heyecanla, “Nasıl razı olmam, Yâ Resulallah?” diyebildi. Peygamberimiz çocuğu aldı, evine götürdü. Yedirip içirdi, üstünü başını giydirdi. Karnı tok, sırtı pek olan çocuk bir süre sonra oynayan çocukların arasına karışmak üzere sokağa çıktı. Neden sevinmeyecekti? Babası cennete gitmişti; ama şimdi EKİM 2013 / SAYI 28

39


/ TASAVVUF PENCERESİNDEN / Yusuf İMAMOĞLU

babasının yerine geçen insan, bütün babaların en hayırlısıydı. Arkadaşları Beşir’in halindeki değişikliği görünce etrafına toplandılar. Merakla sordular: “Sen daha önce ağlayıp duruyordun. Şimdi nasıl oldun da bu hale geldin?” Beşir cevap verdi: “Açtım, doydum; çıplaktım, giyindim; yetimdim, Resulullah babam, Aişe annem oldu.” Bunun üzerine diğer çocuklar Beşir’e gıpta ederek şöyle dediler: “Ne olaydı, keşke bizim de babalarımız Uhud’da şehit olaydı da, biz de öyle bahtiyar bir babaya kavuşmuş olaydık.” Peygamberimizin vefatına kadar Beşir bin Akra O kutlu Nebi’nin yanında kaldı. Peygamberimiz ebedî âleme göçtükten sonra Beşir için asıl yetimlik başlamış oldu. Şöyle ağlıyordu: “İşte şimdi yetim kaldım, işte şimdi garip oldum.” (Rezin, et-Tecrid li sıhah ve’s-sunen) İmam-ı Azam Hazretleri’nin, tıpkı ashâb-ı kiram gibi kendisini toplumdan mes’ûl hisseden yüce bir İslâm şahsiyeti sergilediği şu misal, bizler için güzel bir numunedir: İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin komşularından yeni reşit olmuş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz nâralar atıp küfürler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi. Bir gece gencin attığı nâralar kesilince, İmam sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebu Hanife Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishaneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını rica etti. Memurlar ancak kefalet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmam-ı Azam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.

bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmam, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle: “–Çocuğum; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyan ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helal et!” dedi. Daha sonra o genci himayesi altına aldı, yetiştirdiği alimlerden oldu. “Alınan yetim, kız ise evin erkeğine, erkek ise buluğa erdiğinde evin hanımına haram olur. Bu yüzden yetimi eve alarak himaye etmek haramdır” diyenlere Nur suresi 61. Ayeti örnek vereceğiz.

‫َل ْي َس َع َلى ا َأل ْع َمى َح َر ٌج َوال‬ ‫َع َلى ا َأل ْع َر ِج َح َر ٌج َوال َع َلى‬ ‫ِيض َح َر ٌج َوال َع َلى َأن ُف ِس ُك ْم‬ ِ ‫ْالَر‬ ِ ‫َأن َت ْأ ُك ُلوا ِمن ُب ُيو ِت ُك ْم َأ ْو ُب ُي‬ ‫وت‬ ِ ‫آ َبا ِئ ُك ْم َأ ْو ُب ُي‬ ‫وت ُأ َّم َها ِت ُك ْم‬ ِ ‫وت إِخْ َوا ِن ُك ْم َأ ْو ُب ُي‬ ِ ‫َأ ْو ُب ُي‬ ‫وت‬ ِ ‫َأ َخ َوا ِت ُك ْم َأ ْو ُب ُي‬ ‫وت َأ ْع َما ِم ُك ْم‬ ِ ‫وت َع َّما ِت ُك ْم َأ ْو ُب ُي‬ ِ ‫َأ ْو ُب ُي‬ ‫وت‬ ِ ‫َأخْ َوا ِل ُك ْم َأ ْو ُب ُي‬ ‫وت َخاال ِت ُك ْم َأ ْو‬ َ ِ ‫َما َم َل ْك ُتم َّم َف‬ ‫ات ُه َأ ْو َص ِد ِيق ُك ْم‬ ‫اح َأن َت ْأ ُك ُلوا‬ ٌ ‫َل ْي َس َع َل ْي ُك ْم ُج َن‬ ‫َج ِمي ًعا َأ ْو َأ ْش َتا ًتا َف ِإ َذا َد َخ ْل ُتم‬ ‫ُب ُيو ًتا َف َس ِّل ُموا َع َلى َأن ُف ِس ُك ْم َ ِت َّي ًة‬ ِ َّ ‫ند‬ ِ ‫ِّم ْن ِع‬ ‫الل ُم َبا َر َك ًة َط ِّي َب ًة َك َذ ِل َك‬ ُ َّ ‫ي‬ ِ ‫الل َل ُك ُم ْال َي‬ ‫ات َل َع َّل ُك ْم‬ ُ ِّ ‫ُي َب‬ ‫ت َْع ِق ُلون‬

TASAVVU Durumu öğrenen genç, derhâl İmamın yanına koşup nedamet göz yaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık

40

EKİM 2013 / SAYI 28

Leyse alel a’mâ haracun ve lâ alel a’raci haracun ve lâ alel marîdı haracun ve lâ alâ enfusikum en te’kulû min buyûtikum ev buyûti âbâikum ev buyûti ummehâtikum ev buyûti ihvânikum ev buyûti ehavâtikum ev buyûti a’mâmikum ev buyûti ammâtikum ev buyûti ahvâlikum ev buyûti hâlâtikum

www.katre.org


ev mâ melektum mefâtihahû ev sadîkıkum, leyse aleykum cunâhun en te’kulû cemîan ev eştâtâ(eştâten), fe izâ dahaltum buyûten fe sellimû alâ enfusikum tehıyyeten min indillâhi mubareketen tayyibeh(tayyibeten), kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum ta’kılûn “Amâ (kör) olana bir güçlük yoktur. Ve sakat olana, hasta olana bir güçlük yoktur. Ve size de evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerde (cariye, köle ve himayeniz altındaki kimsesizler) veya dostlarınızla yemek yemenizde bir güçlük yoktur. Topluca veya ayrı ayrı yemeniz de size günah değildir. Evlere girdiğiniz zaman birbirinize Allah’ın katından mübarek ve tayyib bir selâm ile selâm verin! İşte böylece Allah, size ayetlerini açıklıyor. Umulur ki böylece siz akıl edersiniz.” (Nur-61) Bu ayetten de anlaşılacağı üzere; himayemiz altına alınan yetimler, bizim anahtarımıza malik olan kimselerdir. Onların ergenliğe ulaştıklarında ise; evdeki mahrem olanlar, tesettürlerine ve halvete (tek olarak kalma) dikkat ederek yaşamlarını sürdürürler. Bir çoğumuz, annelerimizin ev içerisinde başlarının açık olduğuna şahit olmamıştır. Biraz dikkat edildiğinde hiçte zor değildir.

UF www.elamedi.net

Rasulullah Efendimizin ve O’nun gökteki yıldızlarının hayatlarına baktığımızda sayısızca kimsesiz çocuğun, onların himayesinde, yüksek terbiye ve güzel ahlak atmosferinde yetişerek, anılanlardan olduklarını görüyoruz.

lunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, bilhassa yetiştirme yurtlarındaki evlatlarımıza mânevî duyarlılık kazandırmak, ilahî rızaya medar olacak en mühim hizmetlerdendir.

Bazı münasebetlerim dolayısı ile, Aile ve Sosyal Politikalar İstanbul İl Müdürlüğü’nde çalışmalarım oldu. Diğer yan kuruluşlar ile de temaslarım hala devam etmekte. Buradaki kimsesiz çocuklar ve terbiyeleri konusunda bilgilenme ve gözlemlemelere mazhar oldum.

O kimsesiz yavrunun himaye altında kaldığı her gün için “bugün Allah adına bir şey yaptım” diyebileceksiniz.

Zamanında bir adım atmayan tembel, sonradan yüz adım atmak zorunda kalır. Giovio

Çocuk evlerinde ve yuvalarda aile tipi yaşam şekline geçilmeye başlanmış. Burada eğitim veren öğretmen ve bakıcı anneler mütedeyyin ve özverili kişilerden seçildiği halde; çocukların belli bir yaştan sonra dizginlenemediklerine ve yoldan çıktıklarına şahit oldum. Özellikle Yetiştirme Yurtlarında yaşanan olaylarla ilgili vakaların tutanaklarını okuduğumda ve yaşananları yetkililerden duyduğumda, şoka uğradım. Bu yavrucaklar yuvalardan ziyade ancak; Rasulullah Efendimiz ve Ashabının uyguladığı gibi aile ortamında gerçek İslami terbiyeye ulaşarak güzel ahlak elbisesini giyebilirler. Günümüz şartlarında, hidâyet yo-

Bu ümmet, Selefi (telefi) ve Vahhabilerin; “himaye altına alınan çocuk erkek ise, buluğa erdiğinde evin hanımına, kız ise, evin erkeğine haram olur” fetvalarının korkusu ile yetimlerine ve kimsesizlerine sahip çıkmayı bırakmıştı. Kendisine lemlerin Sultanını örnek alan yüksek duygulu, ince ruhlu Mü’minlerin, yardıma muhtaç, kimsesiz ve himayesiz yetimlerin yanında olmaları zarûrîdir. Yetime sahip çıkmada öncelik o yetimin akrabalarına, onlardan sahip çıkan olmaz ise diğer Mü’minlere aittir. Mü’minlerin, muhtaçları arayıp bulması, maddi ve mânevî olarak onlarla ilgilenmesi, bilhassa onlara İslâm’ın güler yüzünü göstermesi îcâb eder.

Yetimi ve muhtacı arayıp bulan, onların başını okşayan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i düşünmelidir. Zîrâ lemlerin Sultanı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâmda bir yetim idi. Yâ Rabbi! Kalblerimizi, Hâlık’tan ötürü mahkûkâta şefkat, merhamet ve hamiyetin menbaı eyle! Günah ve kusurlarımızı, sevap ve güzelliklere tebdîl eyle! Zamanımızın nezaketi sebebiyle hakka ve hayra daveti, mazlumlara, bîçârelere hizmeti, üzerimize terettüb ettiği nisbette îfâ ederek huzur-i ilahinde beraat edebilmeyi cümlemize nasîb eyle!

EKİM 2013 / SAYI 28

41


/ HÜSEYNİ RAYİHALAR

ŞEYH VE MÜRİD HAKLARI

Beyazıd-ı Bestami (k.s.) nin bir sofisi bir gün gelip kendisini ziyaret ettikten sonra: “-Kurban, müsaade olursa bir sorum var” der. Beyazıd-ı Bestami müsaade edince sorar; “-Kurban” der, “Şeyh’in hakkı nedir? Vazifesi nedir? Ve müridin hakkı nedir?” Beyazıd-ı Bestami; “-Büyük bir soru sordun sen. Cevabı ancak ihtiyaç hâsıl olduğunda verilir” buyuruyor. Mürid tekrar soruyor: “-Kurban, ihtiyaç hâsıl oldugunda, dediniz. İhtiyacı nedir?” Beyazid-i Bestamî bu sorusuna karşılık kendisine bir mektup uzatarak; “-Al bu mektubu, İstanbul’a Sultan Mahmud’a götür” diye emreder. Mürid derhal mektubu alarak dışarıya çıkar ve yola koyulur. Halbuki müridin böyle bir yolculuğa hiç te hazırlığı da yoktur.Ne parası, ne azığı, ne de bineği vardır. Buna rağmen mürid, hiç tereddüt etmeden yaya olarak, bineksiz, parasız, pulsuz, hazırlıksız, çıplak olarak Şeyh’inin ağzından söz çıkar çıkmaz derhal mektubu alarak yola koyulur. İki aylık bir yolculuktan sonra İstanbul’a varır. Mektubu da Sultan Mahmud’a takdim eder. Sultan Mahmud mektubu alıp okuyunca öpüp başına kor. Müride dönerek; “-Sen yoldan gelmişsin, yorgunsun. Haydi istirahate çekil” der. Arkasından da bir cariye çağırarak “Git bak sofinin neye ihtiyacı var, ne yiyecek istiyorsa hazırla, istirahatini temin et” diye emreder. Cariye, sofinin kaldığı odaya gidip; “-Canın ne yemek istiyorsa söyle, hazırlıyayım” diye sorunca Sofî; “-Yoldan geldim boğazım toprak dolmuş. Şöyle tatlı cinsinden, pekmezli bir şeyler hazırla da yiyeyim” der. Cariye kadın ateş yakıp istediklerini hazırlamaya başladığında şeytan da gelip sofiye vesvese vermeye başlar. Şehvete gelip elini kadının saçlarına dokundurur. Dokundurunca şeytan daha da vesvese vererek şehvetini artırır. Sofî hemen yerinden kalkarak niyetini tam bozmuş olarak kapıyı da kapatır. Artık kadınla zina arzusundadır Sofî. Tam o sıra bir de ne görsün, duvar iki parça olup içinden Beyazid-i Bestami, üzerinde cübbesi, başında sarığı olduğu halde heybetiyle çıkmasın mı? Sofî kendinden geçerek bir nara atıp yere yıkılır. Beyazıd-ı Bestamî (K.S.A.) Sofiye dönerek: “-Ey gafil ne yapıyorsun? Yusuf ile Züleyha’nın başına gelen fitne şimdi de senin başının üzerindedir” der. Sofî bir müddet yerde kaldıktan sonra aklı başına gelip kalktığında bakar k;i kimseler yok. Sabah olunca Sultan Mahmud’a gidip mektubunun cevabını alır. Tekrar

HÜSEYNİ R 42

EKİM 2013 / SAYI 28

www.katre.org


Hüseyin FİDAN

gerisin geriye yola koyulur. İki ay gidiş, iki ay da geliş olmak üzere tam dört ay sonra mektubun cevabını getirip Şeyh’ine verir. Beyazıd-ı Bestami: “-Haa, geldin mi?” der. Sofi; “-Evet kurban, geldim” diye cevap verir. Beyazıd-ı Bestami: “-İyi, güzel. Sen gelene kadar ben de sorunun cevabını hazırladım der. Şeyh’in mürid üzerindeki hakkı; Her ne söylerse itirazsız, acizlik göstermeden hemen yerine getirmek. Senin yaptığın gibi. Demedin ki; yayayım, bineğim yok... Demedin ki; parasızım, azığım yok, hazırlığım yok... Hemen kalktın iki aylık yola revan oldun. Müridin Şeyh üzerindeki hakkına gelince: Onu hatalardan, günahlardan, emre uymamazlıktan muhafaza etmek ve korumaktır. O da benim seni haramdan koruduğum gibi” der.

İHLAS VE SADAKAT

Yûsuf-i Hemedânî, bir gün evinde iken, gönlüne dışarı çıkmak arzusu gelir. Halbuki Cumâ gününden başka bir günde dışarıya çıkmak âdetleri değildi. Bu arzu o kadar ağır bastı ki; niçin gitmek gerektiğini bilemedi. Merkebine bindi. Allah-ü Teâlâ’nın dilediği yere gitsin diyerek hayvanının yularını salıverdi. Merkep onu şehirden çıkarıp, vâdi tarafında bir mescide götürdü. Bir gencin başını önüne eğmiş, tefekkür ettiğini gördü. Onu bekledi. Ancak bir saat sonra başını kaldırdı. Heybetli görünüşü olan bu genç, Yûsuf-i Hemedânî’nin talebelerinden biriydi. Hocasına dedi ki: "-Ey Hocam! Başımda halledemediğim bir müşkil var. İyi ki siz geldiniz! Ne yapacağımı şaşırmıştım." dedi. Genç, müşkilini hocasına anlatır. Hocası da, onu bu sıkıntıdan kurtaracak cevabı verir. Ondan sonrada dönüp talebesine; "-Ey genç! Ne vakit bir sıkıntıya düşersen şehre gel, benden sor! Beni buraya kadar yorma!" dedi. Muhyiddin-i Arabi hazretleri bu hâdiseyi bir sohbetinde anlattıktan sonra buyurdu ki; "Sadık bir talebe, doğruluğu ve ihlası ile, hocasını kendi yanına hareket ettirip getirmeye muktedir olabilir".

lamaktır." “Fena ve beka hallerinin elde edilmesinden asıl gaye “yakin” halinin hasıl olmasıdır. Bundan başka bir şey düşünmek (Mesela, Allah’ın kendisine hulûl edip bedenine girdiğini yahut kendisinin Allah’ın zatında kaybolduğunu, veya ibadetlerin kendisinden düştüğü bir makama ulaştığını söylemek) dinden çıkmaktır.” “Asıl maksat, aşk ve muhabbet değil, kulluktur. Aşk, cezbe ve muhabbet güzel kulluk içindir. Velayet mertebelerinin en sonu kulluk makamıdır. Ondan daha üstün bir makam yoktur.” “Tarikat ve hakikat menzillerini aşıp geçmekten maksat, rıza makamı için gerekli olan ihlasın elde edilmesidir, başka şey değildir!” (Mektubat-ı Rabbani)

Alî ibn-i Ebu Tâlib (radıyallahü teâlâ anh) buyurdu ki,” Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemden işitdim. Dedi ki; ‘Semâya yükseldiğim gece (Mi’râc gecesi) Rabbim azze ve celle bana Ebû Bekr’in sesi ile hitâb buyurdu. Benim gönlümden geçti ki, ‘bu ses Ebû Bekr'indir.’ Hak sübhânehü ve teâlâ kalbimden geçen endîşeyi bilip, buyurdu: ‘-Yâ Ahmed! Mûsâ bin İmrân ile konuşurken, onun gönlünü gördüm ki, kavminin hepsinden Hârûn’u dahâ çok sever. Ona Hârûn’un sesi ile hitâb etdim. Senin gönlünü gördüm ki, Ebû Bekri çok seversin. Sana Ebû Bekr'in sesi ile hitâb etdim.”

Bir adam kölesini satmaya götürüyordu. Köle üzgündü, dedi ki efendisine; "Siz benden iyi köle bulabilirsiniz ama, ben sizden iyi bir efendi bulamam." Bu cümleler Efendisinin rikkatine dokunur, kölesini satmaktan vazgeçerek geri döner.

BİR DUA

RYİHALAR İMAM RABBANİ

(K.S.)

DER Kİ;

"Bir mürşid terbiyesine girmekten maksat; hakiki imana ulaşıp, ilahî emir ve hükümleri muhabbetle uygu-

www.elamedi.net

"Ey ciddiye alınmaz sızılarımı da işiten Rabb-i Hakîmim, Ey dile gelmez sancılarımı da bilen işiten Rabb-i Rahîmim, benim Sen’den istediğimin geciktiğinde mahzun olduğum kadar, Sen’in benden istediğini geciktirdiğime mahzun olanlardan eyle beni." (Ataullah İskenderî)

EKİM 2013 / SAYI 28

43


/ BİR KİTAP

B B

İNGİLİZ CÂSÛSUNUN İTİRÂFLARI

en, Necdli Muhammed bin Abdülvehhâb ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona: (Sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak yegâne âlim sensin) dedim. Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile Kur’an’ı, sahabenin, mezheb imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeği kararlaştırdık. Kur’an’ı okuyor ve bazı ayetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, Muhammedi tuzağa düşürmek idi. Zaten o da, kendini inkılapçı olarak göstermek ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüş ve fikirlerimi memnuniyet ile karşılardı. Bir kere, (Cihâd farz değildir) dedim. Allah, (Kâfirler ile harb edin)[Tevbe/ 73] buyurduğu hâlde, nasıl farz olmasın? dedi. —Ben, öyleyse Allah (Kâfirler ile ve münâfıklar ile cihâd et) [Tevbe/ 73] buyurduğu hâlde, niye Peygamber münafıklarla cihâd etmedi, dedim. [Hâlbuki kâfirlerle yirmi yedi kere cihâd yaptığı “Mevâhibü ledünniyye”de yazılıdır. Kılınçları İstanbul’da, müzede teşhir edilmektedir. Münafıklar Müslüman görünürlerdi. Gündüzleri Mescid-i Nebevî’de Resûlullah ile namaz kılarlardı. Resûlullah “sallallahu aleyhi ve sellem” onları bilirdi. Fakat hiç birine, sen münafıksın demedi. Harb edip, onları öldürseydi,

ve İNGİLİZLERİN

İSLAM DÜŞMANLIĞI (4) (Muhammed aleyhisselâm kendine îmân edenleri öldürdü) denilirdi. Bunun için münafıklarla “söz” ile cihâd yaptı. Çünkü farz olan cihâd, beden ile mal ile ve söz ile yapılır. Yukarıdaki ayet-i kerime, kâfirlerle ve münafıklarla cihâd yapılmasını emrediyor. Bu cihâdın, nasıl yapılacağı açıklanmıyor.Peygamberimiz “sallallahu aleyhi ve sellem”, kâfirlerle cihâdı, harb ederek, münafıklarla cihâdı, va’z ve nasihat ederek yaptı.] — O, (Peygamber dili ile onlarla cihâd etmiştir) dedi. — Ben, (Farz olan cihâd, dil ile olanı mıdır?) dedim. — O, (Resûlullah, kâfirlerle muharebe etmiştir) dedi. — Ben, (Peygamber, kâfirlerle, kendini müdafaa için cihâd etti. Zira kâfirler O’nu öldürmek istiyorlardı) dedim. Evet, manasında, başını salladı. — Bir kere, ona (mut’a) nikâhı câizdir dedim. — O, (câiz değildir) dedi. — Ben, (Allah, (Onlardan fâidelendiğinize mukabil, kararlaştırılmış olan mehrlerini verin)[Nisa/24], buyuruyor) dedim. [Mut’a nikâhı, şimdiki metres hayatına benzemektedir. Şî’îler, buna câiz diyor.]. — O, (Ömer, Peygamber zamanında mevcut olan iki mut’ayı yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi) dedi. — Ben, (Sen hem, Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber helâl ediyordu, ben yasaklı-

yorum demiştir. [Ömer “radıyallahu anh” böyle söylemedi. İngiliz casusu, bütün hristiyanlar gibi, Hazret-i Ömer’e düşman olduğundan, bu sözü ile de saldırmıştır.(Hucec-i Kat’ıyye)’de diyor ki, (Ömer “radıyallahu anh”, Mut’a nikâhını Resûlullah’ın yasak ettiğini, Onun yasakladığı şeyi yaptırmayacağını söyledi. Ashâb-ı kiramın hepsi, halifenin bu sözünü destekledi. Aralarında Hazret-i Ali de vardı]. Sen niye Kur’ân ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun) dedim. O cevâb vermedi. Anladım ki, ikna oldu. O an, Necdli Muhammed’in canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, (Gel Mut’a nikâhı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz) dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmağa söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini dahi kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada Müslüman gençleri ifsâd etmek için, Müstemlekeler Nazırlığı tarafından gönderilen, hristiyan kadınların yanına gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiyye ismini verdim. Necdli Muhammed’i onun evine götürdüm. Evde sâdece Safiyye vardı. Necdli Muhammed için bir haftalık nikâh akdini yaptık. O da kadına (Mehr) olarak biraz altın verdi. Ben dışardan, Safiyye içerden, Necdli Muhammed’i aldatmağa başladık.

BİR KİTAP 44

EKİM 2013 / SAYI 28

www.katre.org


TEPE YAZILARI

Safiyye, Necdli Muhammed’i iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihâd ve fikir hürriyeti bahanesi ile İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu. Mut’a nikâhının üçüncü gününde, içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. O ne kadar haram olduğuna dair ayet ve hadis getirdiyse, hepsini ibtâl ettim ve en son, Yezîd, Emevî ve Abbâsî halifelerinin içki içtiği bir gerçektir. Hepsi dalalette de, sen mi doğru yoldasın? Şüphesiz onlar, senden daha iyi Kur’an’ı ve sünneti bilirlerdi. Kur’an ve sünnetten, içkinin haram değil de mekruh olduğunu anlamışlardır. Yahudi ve hristiyanların kitâblarında da, içkinin mubah olduğu yazılıdır. Bütün dinler Allah’ın emirleridir. Hatta rivayete göre, Ömer, (Siz hepiniz vazgeçtiniz değil mi?)[Maide / 91] ayeti nazil oluncaya kadar, içki içmiştir. Şayet haram olsaydı, Peygamber onu cezalandırırdı. Peygamber onu cezalandırmadığına göre, içki helaldir) dedim. [Hâlbuki Ömer “radıyallahu anh”, haram edilmeden evvel içerdi. Haram edilince, asla içmedi. Emevî ve Abbâsî halifelerinden bazılarının alkollü içki içmesi, alkollü içkinin mekruh olduğunu göstermez. Kendilerinin fasık olduklarını, haram işlediklerini gösterir. Çünkü casusun söylediği ayet-i kerime ve diğer ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, alkollü içkinin haram olduğunu bildirmektedir. (Riyâdun-nâsıhîn)de diyor ki, (Başlangıçta şerâb içmek câiz idi. Hazret-i Ömer, Sa’d ibni Ebî Vakkas, sahabenin bir kısmı içerlerdi. Sonra, Bakara suresinin 219. ayeti inerek,

P

www.elamedi.net

günahının çok olduğu bildirildi. Daha sonra, Nisâ suresinin 42. ayeti gelerek, (Serhoş iken namaza yaklaşmayınız!) buyuruldu. Nihâyet, Maide suresinin 93. ayeti gelerek, şerâb haram oldu. Hadis-i şerifte,(Çoğu serhoş edenin, azı da haramdır) ve (Şerâb günahların en büyüğüdür) ve (Şerâb içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenazesine gitmeyiniz! Ondan kız alıp vermeyiniz!) ve (Şerâb içmek, puta tapmak gibidir) ve (Şerâb içene, satana, yapana, verene, Allah’u Teâlâ la’net etsin) buyuruldu.)] Necdli Muhammed: (Bazı rivayetlere göre, Ömer içkiyi su ile karıştırarak içiyormuş ve serhoş etmez ise, haram değildir, diyormuş. Ömer’in görüşü doğrudur, çünkü Kur’an’da deniliyor ki; (Şeytan, içki ve kumar ile aranıza adâvet ve buğz sokmak ve Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?)[Maide / 91]. İçki sarhoş etmediği zaman, ayette bildirilen günahlara sebebiyet vermez. Binâenaleyh, içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir). [ Hâlbuki Peygamberimiz, (Çok içince serhoş edenin, serhoş etmeyen az mikdârını içmek de, haramdır) buyurdu.] dedi. Aramızda geçen bu içki ile alâkalı münakaşayı Safiyye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. Sonra, dedi ki: (Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı ve o gece bir kaç sefer benimle beraber oldu.) İşte böylece, Safiyye ile birlikte, Necdli Muhammed’i iyice ele geçirdik. Müstemlekeler Nâzırı ile vedalaştığım zaman bana: (Biz İspanya’yı kâfirlerden [Müslümanları

kastediyor] içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile diğer bütün topraklarımızı da geri alalım), demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum. Bir gün Necdli Muhammed’e oruç meselesini açtım: (Kur’an’da, (Oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır)[Bakara / 184] deniliyor. Farz olduğu söylenmiyor. Öyleyse, oruç İslam dininde sünnettir, farz değildir) dedim. Bu teklifime itiraz edip, (Beni dinimden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de, ona: (Din, kalbin temizliği, ruhun selâmeti ve başkasının hakkına tecavüz etmemektir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi? Allah da, Kur’an-ı Kerim’de, (Sana yakîn hâsıl oluncaya kadar Rabbine ibadet et!)[Hicr / 99], buyurmamış mı?[ Bütün İslam kitâbları diyor ki, burada (Yakîn) ölüm demektir. Bu ayet-i kerime, (Ölünceye kadar ibadet et!) demektir.] Öyle ise, insana, Allah ile kıyamet günü hakkında yakîn hâsıl olup, kalbi iyi, ameli de temiz olduğu zaman, insanların en faziletlisi olur) dedim. Bu sözlerime mukabil, (Hayır, doğru değildir) manasında, başını salladı. Bir kere ona dedim ki: (Namaz farz değildir). (Nasıl farz değildir?) dedi. Cevaben, (Allah Kur’an’da, (Beni anmak için namaz kıl)[Taha / 14.], buyuruyor. Öyle ise, namazdan maksad, Allah’ı anmaktır. Binâenaleyh namaz kılmak yerine, Allah’ı anabilirsin) dedim. O da, (Evet bazı kimseler, namaz vakitlerinde namaz yerine Allah’ı zikrediyorlarmış) [Peygamberimiz (Namaz dinin direğidir. Namaz kılan dinini yapmış EKİM 2013 / SAYI 28

45


/ BİR KİTAP

olur. Kılmayan, dinini yıkmış olur) ve (Namazı, benim kıldığım gibi kılınız!) buyurdu. Namazı bu şekilde kılmamak büyük günahtır. Kalbin temiz olmasına alâmet, namazı doğru kılmaktır.] dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmiştim. Bu fikri ileri götürmeğe çok çalıştım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra baktım ki, namaza ehemmiyet vermiyor. Bazen kılıp, bazen kılmıyor. Bilhassa sabah namazlarını çok kaçırıyordu. Zira gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mâni oluyordum. Sabahları da, hâlsiz olduğu için, namaza kalkamıyordu. Necdli Muhammed’in omuzundan iman libasını yavaş yavaş indirmeğe başladım. Bir gün, Peygamber hakkında da onunla münakaşa etmek istedim. (Bundan sonra, bu mevzularda, benimle konuşursan, aramız açılır ve seninle alâkamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün muvaffakıyetimin bir anda zail olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmaktan vazgeçtim. Sünnilik ve şî’îliğin hâricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime ehemmiyet veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularını Safiyye sâyesinde, ele geçirdim. Bir kere de, (Peygamber ashabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu?) dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, (İslam’ın ahkâmı geçici mi, devamlı mı?) dedim. (Devamlıdır. Zira Peygamber Muhammed’in helali kıyamet gününe kadar helâl, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır )dedi. Ben de (Öyleyse gel seninle kardeş olalım) dedim ve onunla kardeş olduk. O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında dahi beraberdik. Kendisine çok ehemmiyet verirdim. Zira gençliğimin en kıymetli günlerini vererek ektiğim ağaç, meyvesini vermeğe başlamıştı. Londra’ya, Müstemlekeler Nazırlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necdli Muhammed, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu. Benim vazifem ona, istiklâl, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbalinin çok parlak olacağını söyler ve

46

EKİM 2013 / SAYI 28

onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum: (Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürsîde oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. “Ve sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin” dedi. Sen dedin ki, Ya Resûlallah! Ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum! Peygamber cevaben, “sen en büyüksün, hiç korkma” dedi.) Muhammed bin Abdülvehhâb, rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Bir kaç defa doğru söyleyip söylemediğimi sordu. Ben de, her seferinde, yemin ederek, doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. Zannediyorum ki, o günden sonra, aşıladıklarımı açıklamağa, yeni bir mezheb kurmağa karar verdi. [İstanbul Dâr-ül-Fünûn’unda (Akâid-i İslâmiyye) müderrisi iken, 1354 [m. 1936] senesinde vefat eden Bağdatlı Cemîl Sıdkı Zehâvî Efendinin (El-Fecr-üs-Sâdık) kitâbı 1323 [m. 1905]de Mısır’da basılmıştır. Bu kitâbta diyor ki, (İngilizlerin hazırlamış olduğu, vehhâbî fırkasının bozuk fikirlerini, Muhammed bin Abdülvehhâb, 1150 [m. 1737] senesinde Necd’de izhar eyledi. Kendisi 1111 [m. 1699] de tevellüd, 1207 [m. 1792] de vefat etti. Der’iyye emiri Muhammed bin Su’ûd tarafından, çok Müslüman kanı dökülerek, yayıldı. Vehhâbîlerin, Müslümanlara, sapıktır, zararlıdır dedikleri ve yaptıkları işkenceler, (Kıyamet ve Ahiret) kitabında uzun yazılıdır. Vehhâbîler, kendilerinden olmayan Müslümanlara müşrik dediler. Hepsinin tekrar hac yapmaları lâzımdır, altı yüz seneden beri, bütün dedeleri gibi, bunlar da kâfirdir, dediler. Vehhâbî dinini kabul etmeyenleri öldürdüler. Mallarını ganimet olarak yağma ettiler.Hazreti Muhammed aleyhisselâma çirkin şeyler söylediler. Fıkıh, tefsir ve hadis kitaplarını yaktılar. Kur’an-ı keri-

mi, kendi düşüncelerine göre yanlış tefsir ettiler. Müslümanları aldatmak için, Hanbelî mezhebinde olduklarını söylediler. Hâlbuki Hanbelî âlimlerinden çoğu da, bunları reddeden, bozuk olduklarını bildiren kitâblar yazdılar. Haramlara helâl dedikleri ve Peygamberleri, Evliyayı tenkis ettikleri için kâfir olmaktadırlar. Vehhâbî dininin esası ondur: 1- Allah maddî bir varlıktır. Eli, yüzü ve ciheti vardır, diyorlar. [Bu akideleri, hıristiyanların (Baba, oğul, rûh-ül kuds) inanışlarına benzemektedir.] 2- Kur’an-ı Kerim’e, kendi anladıkları gibi mana vermektedirler. 3- Ashâb-ı kiramın bildirdiği şeyleri inkâr etmektedirler. 4- limlerin bildirdiklerini inkâr etmektedirler. 5- Dört mezhepten birini taklit eden kâfir olur, diyorlar. 6- Vehhâbî olmayanlar kâfirdir, diyorlar 7- Peygamberi, Evliyayı vesile yaparak dua eden, kâfir olur, diyorlar. 8- Peygamberin ve Evliyanın mezarlarını ziyaret etmek haramdır diyorlar. 9- Allah’tan başkası ile yemin eden müşrik olur, diyorlar. 10- Allah’tan başkası için nezir yapan ve Evliyanın kabirleri yanında hayvan kesen müşrik olur diyorlar. Bu kitâbta, bu on akidenin bozuk oldukları, vesikalarla isbât edilecektir.) Dikkat edilirse, Vehhâbî dininin bu on esası, Hempherin, Necdli Muhammed’e telkin ettiği din bilgileridir. İngilizler, hıristiyanlık propagandası yapmak için, Hempherin itiraflarını neşretmişler. Müslüman yavrularını aldatmak için, İslam bilgilerini yalan ve yanlış yazmışlardır. Bu yalan ve iftiraları tashih ederek, gençlerimizi bu İngiliz hilesinden, tuzağından kurtarmak maksadı ile, bu kitâbı biz de neşrediyoruz. ]. DEVAM EDECEK… Kaynak: İngiliz Casusunun İtirafları ve İngilizlerin İslam Düşmanlığı Tercüme Eden: M. Sıddık GÜMÜŞ www.katre.org


Sümeyye AYDIN / ALLAH'IN GÜZEL İSİMLERİ

EL-MELİK El- Melik (celle celaluhu): Her şeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarı.

M M

Cenab-ı Hak buyuruyor:

“Hak melik olan Allah pek Yücedir, O’ndan başka İlah yoktur; Kerim olan Arş’ın Rabbidir.” (Mü’minûn, 116)

elik ismi, gerçek anlamda her yönüyle yalnız Allah içindir. Bu sıfat, Allah’ın diğer bütün kemâl sıfatlarının var olmasını zorunlu kılar. Melik ya da malik olma, malik olunan şey üzerinde istenildiği biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bütün kainat Allah’ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. İnsan yeryüzünde halife olduğu için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izafi bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiç bir zaman mutlak değil, sınırlı ve Allah’ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir. Allah Teâlâ için insanların meliki denirken, O’nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat şirk koşan insanlar, Allah’ın melikliğini yeryüzünde ve dolayısıyla insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani mülkü diledikleri gibi kullanmak için gasbetmeğe çalışırlar. Kulun mutlak melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun her şeyden müstağni olduğu söylenemez. Allah’tan başkasına ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allah’a muhtaçtır. Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah’tan başka kimsesi olmaz. Allah’tan gayri her şeyden alakasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahip olur. Nasıl mı? Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, ğazabı, şehveti, heva ve hevesidir. Halkı ise dili, gözleri, elleri vesair azalarıdır. O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı hususu da eklenirse işte yeryüzünün sultanı olmuş demektir. Ey mülkün gerçek sahibi ve yeğane hükümdarı bizi kendine layık kul eyle. Ey din gününün meliki! Sen mülkünde dilediğin gibi tasarruf edensin.

www.elamedi.net

EKİM 2013 / SAYI 28

47


/ Mahmut TUĞLUCA

ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM ‘’Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil’’ buyuruyor Saidi-i Nursi Hazretleri.

E

fendimiz sallallahu aleyhi ve sellem alemlere rahmet olarak gönderilmişti. Diğer peygamberler de rahmet öncelikli gelmişler, halklarına rahmeti ve cenneti müjdelemişler, yumuşaklıkla muamele etmişler ve bu durumun aksine azgınca durumlarla karşılaşınca, elin ve dilin yapacağı bir şey kalmayınca, Allah’ın izniyle ellerini açıp beddua seçeneğini uygulamışlardır. Bedduanın muhataplarının başına gelen bela ve musibetler, asıl hedef kitleye, halka rahmet olarak dönmüştür. Her ekici ektiğinin karşılığını, hem dünyada hem de ahirette görecektir. “Kim zerre miskal ne yaparsa mutlaka karşılığını görecektir’’ diyor Mevla azze ve celle. Dünyada kıvılcım eken ateş, rüzgar eken fırtına biçecektir ahirette. Cehennemlik, ateşinin odununu kendisini taşıyacaktır. Aynen Ebu Leheb ve karısı gibi. Allah’u Teala bizlere bedduanın gerekliliğini Kur’anda Tebbet Suresinde bildirmektedir. Habibine ve müminlere eziyet eden Ebu Leheb ve karısına beddua etmeyi kıyamete kadar meşru kılmıştır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Safa Tepesinde halkını irşad ederken, Ebu Leheb durumu savsaklamak için devamlı bağırıyor ve küfürler ediyordu. Efendimiz’in kafasına vurmak için büyük bir taş aldı. Ancak taş eline yapıştı ve eli kurudu. Ve hepimizin bildiği Tebbet Suresi nazil oldu. “Tebbet yeda ebi lehebin ve tebb”, “Ebi Lehebin elleri kurusun ve kurududa.” Ebu Leheb cehennemin en derkine gitti ama, ondan bayrağı teslim alan günümüz ebu Lehebleri halen dünyada, aramızda… Ebi Leheb’in elini ve neslini kuruttuğun gibi ya Rabbi günümüz Ebu Leheblerinin de elini, dilini ve neslini kurut. Düzenlerini başlarına çal. Akrep gibi kendi zehirleriyle zehirle! Aynı şekilde Efendimizin kızları Hz. Rukiyye ve Ümmü Gülsüm’ü, Ebu Lehebin oğulları Utbe ve Uteybe’den boşandırmıştı. Bunun üzerine Utbe Efendimiz’in üzerine yürüyerek gömleğini yırtmış ve mübarek yüzüne tükürmüştü. Efendimiz de mübarek ellerini açtı ve ‘’Allahım köpeklerinden bir köpeği buna musallat et’’ diyerek bedduada bulundu. Efendimiz’in dua ve bedduasının reddo-

48

EKİM 2013 / SAYI 28

lunmayacağını çok iyi bilen Ebu Leheb ve oğulları her ne kadar önlem alsalar da, her daim yüzlerce insanın ortasında olmasına rağmen, o kadar kişiden her birini koklayıp bizzat Utbeyi parçalamıştı bir aslan. Allah azze ve celle mühlet verir ama ihmal etmez. Kafirin küfrüne, zalimin zulmüne avans verir ama yeri ve zamanı geldiğinde de Sevdiğinin, Habibinin ve Habibinin sevdiklerinin ahını yerde bırakmaz. Özellikle Allah Teala kendine karşı yapılan azgınlıklara mühlet verir ama sevdiğine karşı yapılanlara tahammülü yoktur. Habibine uzanan eller tutulur, kırılır ve kurutulur, Habibine uzanan diller tutulur ve kopartılır. Ra’d Suresinde de belirtildiği üzere Efendimiz (sav) hakkında ğaliz sözler söyleyen yahudiye gök gürültüsüyle birlikte gönderilen ok gibi yıldırımla anında cevap verilmiş ve helak edilmişti. Aynı olay yakın geçmişte yine tekrarlanarak, Efendimiz’e yaptığı karikatürle saldıran kişide gök gürültülü bir yıldırımla helak edilmişti. Kur’an da Hz.Musa’dan çok bahsedilir. Hz.Musa sayısız defalar Firavun’a tebliğde bulunmuş yola geleceği halde azgınlığını iyice arttırmıştı. Artık yapacak bir şeyde kalmayınca Hz. Musa, Firavun ve avanesine şu şekilde bedduada bulunmuştur.

‫َر َّب َنا ْاط ِم ْس َع َلى َأ ْم َوا ِلهِ ْم َو ْاشدُ ْد َع َلى ُق ُلوبِهِ ْم‬

(Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et ve kalplerine sıkıntı ver…) Yunus / 88 Bir de Efendimiz’i ta can evinden vuran 70 suffe ehli hafız ve kurra sahabenin can verdiği, can parçalayıcı Bi’ri Maune (Maune kuyusu) olayı var ki… Necid Emiri, Efendimiz’den, yeni dini halkına anlatıp irşad etmeleri için öğretmenler istemişti. Efendimiz de, “göndereceğim kişilerin hayatı hakkında Necid halkından korkarım” diyerek endişesini dile getirmiş ve teminat istemişti. Kabile reisi can güvenliğini sağlayacağına dair kefil oldu ancak sahabe efendilerimiz yol üzerinde Bi’ri Maune’ye geldiklerinde diğer kabileler tarafından ihanete uğradılar ve hepsi hunharca şehid edildiler. Kendi şahadetlerinden ve durumdan Efendimize haber gönderecek www.katre.org


TEPE YAZILARI

imkanları olmadığından Rablerine şöyle yalvardılar: “Ey Rabbimiz! Durumumuzu Rasulune haber verecek burada kimsemiz yok selamımızı ona sen ulaştır. Peygamberin vasıtasıyla kavmimize haber ver ki biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden razı oldu ve bizi de razı etti. (Buhari) Aynı anda Cebrail aleyhisselam kahraman sahabilerin selamını ve durumlarını Efendimize ulaştırdı.Selamlarına ‘’Aleyhimusselam’’ diyerek cevap veren Efendimiz, ashabına dönerek kardeşlerinin şehid olmak üzere olduklarını ve onlar için mağfiret dilemelerini istedi. Hafız ve Kurra sahabelerimizin hunharca katledilmelerinden dolayı Efendimiz son derece üzüldü. Enes İbni Malik R.a: “Rasulullah’ın Bi’ri Maune’de şehit edilen ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiçbir şeye yanıp üzüldüğünü görmedim” der. (Tabakat) Duyduğu derin üzüntü, Peygamber Efendimizi bu canilikte bulunanlara beddua etmeye sevk etmişti. Olayı haber aldığı gecenin sabah namazında 2. rekatın rukuundan doğrulunca 1 ay boyunca şu bedduada bulundu: “Allah’ım Mudar kabilelerini kahreyle. Allah’ım onların yıllarını Yusuf Peygamberin kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir. Allah’ım Lihyan oğullarını, Adal, Kare, Zi’b, Rı’l,Zekvan ve Usayya kabilelerini sana havale ediyorum. Zira, onlar Allah’a ve Resulune karşı geldiler.” (Tabakat) Allah azze ve cellenin malumunuz 99 güzel ismi vardır. Bu güzel isimlerinden bazıları Allah’ın cemal sıfatlarını barındırır.Bazıları da Allah’ın Celal sıfatlarının tecellisini barındırır. Ya Celal, Ya Cabbar, Ya Kahhar, Ya Muntekım, Ya Züntikam esmaları gibi. Müslümanlar, içerisinde bulunduğu acziyet ve zillet ortamından ancak fikir ve zikir birliğinin getireceği dua kardeşliğiyle kurtulabilir. Hadi elimizden bir şey gelmiyor, dilimizden de mi gelmiyor? Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem müminlerin dualarıyla dağları eritebileceğini söylüyor. Allah azze ve celle bizlere böyle etkili, güçlü bir silah vermiş neden duruyoruz ki? Yeryüzü hükmüne verilmiş Hz.Süleyman bile o güç ve haşmetiyle ordusunun içerisinde 3000 kişilik sırf işi dua etmek olan özel bir birlik bulundururdu. Duasız geçen her saniye müslümanların aleyhine işlemektedir. Haydin dua birlikleri kurmaya! Haydin dua ve beddua silahlarımızı kuşanmaya! Haydin www.elamedi.net

mazlum müslümanlar için duaya! Haydin zalimler için bedduaya! Haydin göz yaşlarımızla mazlumların kanını silmeye! Haydin göz yaşlarımızla zalimleri boğmaya… Ya Rabbi! Bu ümmeti zilletten izzete, acziyetten kuvvete, ayrılıktan birliğe, ğafletten rahmete, uyuşukluktan uyanıklığa erdir. Ya Rabbi! Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sana el açtığı gibi el açıyoruz ve O’nu vesile edinerek diyoruz ki; Ya Celal! Kafirlerin küfrünü başlarına çal. Ya Cabbar! Zalimlerin zulmünü yerle bir et. Ya Kahhar! Münafıkların tuzağını boşa çıkar, onları kahreyle. Ya Müntakim! Hainlerin hıyanetini sana havale ediyoruz, onlardan müslümanların intikamını al, onlara Ad Kavmine verdiğin fırtınayı, Semud Kavmine verdiğin çığlığı, Nuh Kavmine verdiğin tufanı ver, Ya Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi!

ُ ّ ‫َو‬ ‫الل َعزِي ٌز ُذو ان ِت َق ٍام‬

(Al-i İmran 4) ’’Vallahu aziyzun züntikaam’’ “Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.

ُ ّ ‫َو‬ ِ ‫الل َش ِديدُ ا ْل ِع َق‬ ‫اب‬

(Al-i İmran 11) ’’Vallahu şediydul ikaab’’ “Allah, azabı çok şiddetli olandır.’’.

ُ ّ ‫َو‬ ‫ِين‬ َ ‫الل َخ ْي ُر ْالَ ِاكر‬

(Al-i İmran 54) ’’Vallahu hayrul makiriyn’’ . “Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.’’. SADAKALLAHULAZIYM –YÜCE ALLAH DOĞRU SÖYLEDİ. AMENNA VE SADDAKNA.

EKİM 2013 / SAYI 28

49


/ Şeyh Muhammed Kazım'ı Anma / Ahmed EDİB

ŞEYH MUHAMMED KAZIM

Iİ Şeyh Muhammed Kazım Aydın Hazretleri'nin vefatının 17. Yılı

50

EKİM 2013 / SAYI 28

kinci eşsiz, zahiri sonra batıni aleme giriş kapım. Şeyh Seyfuddin’in amcasının oğluydu. Rez kitablarına kendisinde devam ederken İlk Şeyhim Şeyh Seyfuddin’den tasavvuf dersini aldım. Yaşım on beşti, farkında olarak mı olmadan mı bilmiyorum, sadece hevese binaen bir ders olduğunu sonraki Şeyh MUHAMMED KAZIM’a bağlanınca fark ettim. Belki de sunulanları, en iyi şekilde ekmeye çalışmam sayesinde, Şeyh Muhammed Kazım’a iletilmiştim. Şeyh M. Kazım’a bağlandığım gece rüyamda “yeryüzü bayram, kar kaplamış ama rengi nurdan, çocuklar, herkes pek mutlu, bende ortağım bu mutluluğa, Şeyh Seyfuddin ise kapıda oturmuş sessiz, üzgün ve manalı bakıyor. “Efendim” dedim “siz neden mutlu değilsiniz”, pek hüzünle “hadi hadi tamam bak işine” demişti. İlk anda bunun kendisini terkimle ortaya çıkan hüznü olduğunu anlamamıştım. Aslında hiçbir zaman terk etmemiştim, etmemde. Her biri bir usta erim ve sanatkarımdı. Aslında aynı

hedefin erlerindeki güzelliklere kapılıyordum. Her biri de kendi ustalığını eşsiz neşterleriyle kullanarak gösteriyorlardı. Birini tarif etmeye mükemmel kelimesi yeterli gelecektir. Her ikisi de mükemmel ötesi usta erlerdi. Dünyayı gezdikçe, özellikle İslam ülkelerinde olduğum dönemin, memleketimizin doğusu seyyid, ulema ve meşayih yatağı olup, diğer memleketlere göre asla keramete değer vermeyip, şeriatı ölçü ve mihenk tutan, efendiliğin dahi efendiliğini satın alacağı muhteşem insanlarla dolu olduğunu fark edecektim. Muhammed İbrahim Hızır El Amedi, Katretül Hayat Dergisi 21. Özel Sayı Röportajından:

Şeyh Muhammed Kazım Aydın Sevgisi Sokaklara Taştı

Son devrin büyük alim ve mutasavvıflarından, Şeyh Abdulkadir Geylani hazretlerinin torunu, Şeyh Muhammed Kawww.katre.org


TEPE YAZILARI

Haber-Foto : Fatih Dadaşoğlu

zım Aydın Hazretleri, vefatının 17. Yılında anıldı. Siirt Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Vakfı tarafından Fatih Kültür Merkezinde düzenlenen panelde, Şeyh Muhammed Kazım Aydın’ın hayatı, eserleri, ilim ve irfan alanında yaptığı çalışmaları ve fikirleri ele alındı. Salonun girişinde açılan Şeyh Muhammed Kazım Aydın’ın özel eşyaları ve eserleri sergisini vatandaşlar gezdiler. 3000 kişinin üzerinde katılımın olduğu panele vatandaşlar büyük ilgi gösterdi ve sevenleri sokaklara taştı. Birçok noktada sinevizyon ve televizyonlar ile gösterim yapılarak programın vatandaşlar tarafından rahat izlenmesi sağlandı. Mehmet Fatih Akyüzlü’nün sunuculuğu yaptığı panel, Beyazıt Cami Baş imam hatibi Suat Göztok Hocanın Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başladı. Şeyh Muhammed Kazım Aydın’ın hayatını anlatan sinevizyon gösteriminin ardından panelin açılış konuşması Siirt Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Vakfı www.elamedi.net

Yönetim Kurulu Başkanı Zeki Akyüzlü yaptı. Siirt Vakfı Başkanı Zeki Akyüzlü konuşmasında: “Panelimizde, Şeyh Muhammed Kazım Aydın Efendi Hazretlerinin; hayatını, eserlerini, ilmi ve tasavvufi yönünü, irşad ve tebliğ hizmetlerini, değerli akademisyenlerimiz ve hocalarımız ile bugün sizlerle paylaşacağız.Bugünün bir diğer özelliği de, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav)’in doğum günü olan Kutlu Doğum Haftasının son günüdür. Tüm ülke genelinde bu hafta coşkuyla kutlanmaktadır. Dolayısıyla panelimizin bu anlamlı günde gerçekleştirilmesi, manevi olarak ayrıca bizleri mutlu etmektedir. Rabbim tüm buradaki misafirlerimizi Peygamber Efendimiz (sav) ile birlikte haşreylesin ve cennette de komşu eylesin duasıyla programımızı açıyoruz”, dedi. Protokolde yer alanların konuşmalarından sonra, panelde konuşmacı olarak yer alan konuklar tek tek çağrılıp Fatih

Sultan Mehmet Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan tarafından yönetilen bir panel düzenlendi. Şeyh Muhammed Kazım Aydın’ın oğlu Şeyh Muiniddin Aydın “Şeyh Muhammed Kazım’ ın Hayatı ve Tebliğ Yönü”, Marmara Üniversitesinden Prof. Dr. Ramazan Ayvalı “Tasavvuf İlminin İslami İlimler arasındaki yeri ve rehberlere olan ihtiyacı”, Bahçeşehir Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Çelik “Tasavvuf Istılahlarının Şeyh Muhammed Kazım’daki Yansımaları”, Şeyhin talebesi Mehmet Enis Kamer “Şeyh Muhammed Kazım’ın İlmi Yönü” konulu birer sunum yaptılar. Program sonunda Panelistlere Siirt Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Başkanı Zeki Akyüzlü adına plaket takdim edildi. Programa iştirak edenlere ise Şeyh Muhammed Kazım ile ilgili kitap ve broşürler verildi.

EKİM 2013 / SAYI 28

51


UZAK DİYARLARDAN

RUSYA-KAZAN’DAN

P U T K E M ! R A V

R R

usya- Kazan, Zakabannaya Camisi, Rusya’daki en gözde cami. Camiyi yaptıran, Kazan Müslümanlarının sevilen lideri konumunda olan İshak Hazret’in oğlu Seyyid Cafer. O da aynen babasının yolunu devam ettirmekte. Zakabannaya Camisi yetkilisi Seyyid Cafer, muhterem hocamız Muhammed İbrahim Hızır’ın, Rusya seyahati sırasında gösterdiği cömert kişiliğiyle gönüllerde ayrı bir yer edindi. Hocamız ve beraberindekileri misafir edip ağırlayan Seyyid Cafer, iki ülke arasında dostluk köprüsünü tesis etmekle kalmayıp ardına gönderdiği mektup bizleri ziyadesiyle memnun etti. Sevgi ve mutluluklar paylaşıldıkça artar düsturundan hareketle bu mektubu dostluk ve kardeşliklerin pekişmesi adına siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz. “Size ve ailenize, akrabalarınıza ve arkadaşlarınıza, öğrencileriniz ve tüm mutlu ve zor zamanlarda sizinle olanlara iyilik ve rahmetler... Derslerinizi özleyen bizim cemaatimiz size selam söylüyor. İnsanlar genelde benden soruyorlar: “Ne zaman Şeyh tekrar gelecek?” Siz bizi bir dostluk ve birbirine bağlılık arasına getirdiniz. Biz her hafta toplanıyoruz, beraber zikir yapıyoruz. Sizin ve öğrencileriniz için Allah'a dua ediyoruz. Bizim camiye namaz kılmaya, Türk Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan gelmişti. Bizzat bizim caminin yanında yetimler için medrese ve Kur’an Okulu’nun inşaatını finanse etmek için söz verdi. Elhamdülillah, caminin tamiratı tamamladı. Şimdi sosyal yemek yapılan yere tamirat yapıyoruz. Kur'an Çocuk Kampı düzenlendi. Elhamdülillah, Allah bizi bırakmıyor, yardım ediyor.” Kazan- Zakabannaya Cami yetkilisi Seyyid Cafer

52

EKİM 2013 / SAYI 28

www.katre.org


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.