Tohum 131

Page 1


ÖNDER ÖNDER ADıNA İmtİyAz SAhİbİ Yusuf ZiYaettin sula GENEl yAyıN yÖNEtmENİ fatih türk yAzı İşlERİ müDüRü isMihan şiMşek yAyıN KuRulu rabia ayaz, hüseyin karaca, Öznur aydın, elif Yılmaz, sevil Öztürk, ahmet altun DANışmA KuRulu Yaşar ergincan, sabri Otağ, Bilal akkaya, M. Muhsin aydın, Muhammet Öz, Zümrüt sönmez, esra Yaşar, a. faruk türkyılmaz, Yasemin Bilnur erenci REKlAm SoRumluSu Mustafa karahüseyinoğlu tohum Dergisi İmam hatip liseleri mezunları ve mensupları Derneği yayınıdır. bASKı Cemre Ofset tel: 212 544 85 19 Adres: alemdar Mah. hükümet konağı sk. nO:7 34110 Cağaloğlu/istanBul tel: 0212 519 09 53-519 12 76 faks: 0212 519 09 57 E-Posta : onder@onder.org.tr www.onder.org.tr kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Yazılarda kısaltma yapılabilir. hukuki sorumluluk yazara aittir.

Her 'Tohum' bir başlangıcın müjdeleyicisi, her başlangıç bir işin tamama ermesinin yarısı... Ve yeni yılda, zamanın bereketli toprağına atacağımız 'Tohum'lar İmam-Hatip camiasından tarihe düşülecek en önemli, belki de yegane notlar olarak tarihteki yerini alacak. Geçmişte ya da gelecekte suni korkularla sindirilmeye, yönlendirilmeye çalışılan ne kadar insan varsa, her 'Tohum' onlara, bir tohumun niceliksel olarak küçükmüş görünse de, aslında devasa, verimli bir ağaç olabilme potansiyelini içinde taşıdığını haykıracak, zamanı geldiğinde de bunu gösterecektir. Çünkü her iyi başlangıcın sonuca ulaşması, zamana sünnetulah olarak yazılmıştır. Tohum 131. sayısında, başlangıçların sonuca ulaşma sürecinde, üzerimizde birçok güç odağı tarafından hayatın her alanında uygulanan çeşitli sindirme, korkutma, yönlendirme taktiklerini farklı cepheleriyle ele almayı hedefleyerek toprağa düşüyor. Dosya konumuz olan "Korku Kültürü ve Psikolojisi" bizi yüzleşmemiz gereken kimliklerimizle buluşturarak, hem sosyolojik, hem de psikolojik yansımalarını göreceğimiz aynalar tutuyor. Bu aynalardaki görüntülerden en geniş açıyı yakalayabileceğimiz başlıca çalışmalardan biri Prof. Dr. Nevzat TARHAN'ın "Korku Kültürü ve Eğitim" başlıklı yazısı... Hüseyin KARACA, Ahmet ALTUN, Zümrüt SÖNMEZ, Mine İZGİ gibi isimlerle dosya konumuzla ilgili birçok renkten yansımalar bulacağınız Ocak-Şubat sayımız, önemli röportajlara da ev sahipliği yapıyor. Son zamanlarda gündemden düşmeyen Yaşar ALPTEKİN ile yine son dönemlerde gündemin içinden kendisini çekerek adeta bir uzlet hayatı yaşayan Sadık ALBAYRAK kendileriyle ilgili merak edilenleri Tohum'a anlattılar. ÖNDER Genel Başkanı Yusuf Ziyaettin SULA, Doç. Dr. Berdal ARAL, Sabri OTAĞ, Yaşar ERGİNCAN, Bilal AKKAYA güncel nabzı tutan yazılarıyla dergimize ciddi açılımlar sağlarken, "Çevre, Bilim-Teknoloji" gibi yeni eklediğimiz köşelerle yelpazemiz her geçen gün daha da genişliyor... Her sayımızda biraz daha çatlıyor toprak, yer açıyor arz... İsmihan ŞİMŞEK


İÇİNDEKİLER

ÖNDER 50. YIL ETKİNLİKLERİ BÜYÜK BİR COŞKUYLA KUTLANDI

ÇOCUĞUN DÜNYASINI YANSITAN AYNA; RESİM 52

30

ŞİMDİ ZAMAN DEĞİŞTİ ... BİR HİLAL UĞRUNA NE GÜNEŞLER DOĞUYOR YÂ RÂB!16


YILDIZ YILDIZ KARELER 40

LAMBADA DANSINDAN, KUŞLARLA BİRLİKTE TAVAFA... 58

KORKU KÜLTÜRÜ VE EĞİTİM 6

BİR TOPLUMUN GÜCÜ, “İKİNİN GÜCÜ”NÜN SAĞLAMLIĞINA BAĞLI62 BUZ SPORLARI66


“İÇİYORUM, O HALDE ADAMIM” VEYA “İÇMİYORUM, O HALDE ADAM DEĞİLİM”

YUSUF ZİYAETTİN SULA

İçkinin yaygınlaştırılması doğru mudur? İçki içilen mekanların açılması teşvik edilmeli midir? Bu laikliğin bir gereği midir? Neden içkili mekanların azaltılması laikliği tehlikeye atmak olarak değerlendirilmektedir? Ayyaş ve alkolik vatandaşların sayısının artması laikliğe nasıl bir katkı sağlamaktadır?

4

Descartes’ın bir sözü var: “Cogito ergo sum”. Yani “Düşünüyorum, o halde varım”. Yine Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Yekta Güngör Özden’in bir sözünü hatırlıyorum: “Laik olmayan adam değildir”. Yani “Laikim, o halde adamım”. Bu özdeyişlere yenilerini eklemeye hazırlanmalıyız. Yolsuzluk yaptığı için hapse düşüp, rütbeleri sökülen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil, kendisini mahkemeye sevk eden eski Genel Kurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’e saldırmak için çok ilginç bir gerekçe bulmuş. Meğer Özkök, generallerle birlikte yemek yerken çaktırmadan şarap yerine kola içermiş. Hatta o yüzden dönemin Genel Kurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu tarafından sofrada kınanmış ve bardağı değiştirilerek zorla şarap içirilmiş. İşin daha garibi, Org. Özkök kendini temize çıkarmak için, “mayalı içkilere karşı midesinin hassasiyeti olduğunu, oysa yemekten önce viski falan içtiğini” söylemek ihtiyacı duymuş.

Turnusol Kağıdı “İçki”

Hala kullanılıyor mu bilemiyorum. Eskiden bir sıvının asit mi, baz mı olduğunu anlayabilmek için Turnusol kağıdı kullanılırdı. Kağıt kırmızıya dönerse asit, maviye dönerse baz olduğu anlaşılırdı. Bu içki denen meret de Turnusol kağıdı gibi bir şey herhal. Bir adam ki içiyor, adamdır ve her türlü göreve, terfiye layıktır. İçmeyen ise ne adamdır, ne de iyi bir göreve layıktır. Prof. Hüseyin Hatemi, 12 Eylül döneminde üniversitelerden uzaklaştırılan 1402’lik hocalardandı. Bir tv programında hatıralarından bahsederken, üniversiteden bir arkadaşının ona darbeci komutanlar nezdinde şefaatçi olabilmek için, “Hüseyin hoca hakkında yanlış düşünüyorsunuz. Onun içki içtiğini bilirim” gibi bir yalan savurduğunu anlatmıştı. Uzun zamandır bu garip durumun tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Erdil’in bu suçlaması da konunun üzerine tuz biber ekmiş oldu. İçki böyle bir misyonu nasıl yüklenebilmiştir? Mesela sigaranın neden böyle bir marifeti yoktur? TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

İçki içmek adamlık göstergesi kabul edilirken, içkiye müptela olanlar neden hasta kabul edilmektedir ve tedavi altına alınmaktadırlar? Bir yandan içki içmeyenler adam yerine konmazken, diğer taraftan içkili iken araba, uçak veya makine kullanmak niçin yasaktır? Neden içki bir çok aile yuvasının yıkılmasının en büyük sebebidir? Yine 12 eylül döneminde Org. Kenan Evren’in düzenlediği bir davet hatırlıyorum. O davet için ay yıldız desenli rakı bardakları hazırlanmıştı. Yanında da beyaz leblebi vardı. Sanki bir ritüel icra ediliyor gibiydi. Sonra anlaşıldı ki Atatürk, rakı ve beyaz leblebiyi çok sevdiği için onun hatırasına saygıdan dolayı öyle davranılmıştı. Peki, Atatürk içki içmeseydi büyük devlet adamı ve komutan olamayacak mıydı? İçki onun insani zaaflarından biri değil miydi? Nitekim son günlerde tartışmalara sebep olan “Mustafa” isimli filmde onun içki düşkünlüğünden bahsedilmesi belli kesimlerden çok tepki almamış mıydı? O halde neden “rol model” kabul edilen Atatürk gibi bir devlet adamı ve komutan olabilmek için “içmek” şart olarak kabul edilmektedir?

İçki ve Laiklik

Anlaşıldığı kadarıyla içki içenler laik, içmeyenler anti laik gibi görülüyor. Belki de işin püf noktası burada. Bilindiği gibi içki içmek İslam dininde haramdır. Bir Müslüman içki içerse günaha girer, ama dinden çıkmaz. Bir Müslüman’ı içki içmeye zorlamak da günahtır. İçki haram değildir demek ise İslam dini ile bağları koparmak anlamına gelir. Laik bir ülkede herkes dinini yaşamakta serbest olmalıdır. Hiç kimse dinine bağlı olduğundan dolayı içki içmediği için kınanmamalıdır, kınanamaz. Laik olmak demek din düşmanlığı veya dinleri hafife almak demek değildir. Hele bir insanın dini emirlere uymaması için zorlanması, hem o kişiye, hem de mensup olduğu dine saygısızlıktır. Üstelik sağlık problemleri yüzünden içki ile arası hoş olmayan biri bile, sırf dinci görünmemek için içki içmek zorunda bırakılmaktadır. İçki içince her türlü


kusur ve eksiklik gözardı edilip: “Hmm, bu arkadaş madem içki içiyor, o halde güvenilir biri” demek ne kadar doğrudur? Dini emir ve yasakların bir an kenara bırakıldığını farzetsek bile, normal bir aile reisi, artık çocuklarına içki içmeyi mi tavsiye etmelidir? “Oğlum/kızım, eğer ilerde önemli bir adam olmak istiyorsanız şimdiden alkol almaya başlayın” diye bir nasihat düşünebiliyor musunuz? İçkinin yaygınlaştırılması doğru mudur? İçki içilen mekanların açılması teşvik edilmeli midir? Bu laikliğin bir gereği midir? Neden içkili mekanların azaltılması laikliği tehlikeye atmak olarak değerlendirilmektedir? Ayyaş ve alkolik vatandaşların sayısının artması laikliğe nasıl bir katkı sağlamaktadır? Şu anda ülkenin her kapalı mekanında sigara yasağı uygulanmaktadır. Bu durumdan rahatsız olan büyük bir tiryaki kitlesi de mevcuttur. Ama kimse bu yasağı “laiklik tehlikede” diye algılamamaktadır. Oysa alkol sigaradan daha tehlikeli bir içecektir. Ocakları söndürmektedir, insanları mahvetmektedir. Eğer sigara hakkında dini bir kesin yasak olsaydı yine böyle davranılır mıydı? Hiç sanmıyorum. İçki İslam dininde açık olarak yasaktır. “Bir adam, Allah’ın bu yasağına riayet ettiğinden dolayı içmiyorsa anti laiktir” teorisi akıllara ziyan bir teoridir. Zaten “içki içmek = laik olmak” denklemi de evlere şenlik bir denklemdir. Artık bu ülkede Allah’a ve İslam dinine meydan okumak, zıddına hareket etmek, bir terfi ve takdir sebebi olmamalıdır. Hür bir ülkede herkes kendini ifade edebilme, inandığı gibi yaşama hakkına sahip olmalıdır ve bu hak onun için alçaltıcı bir sonuç getirmemelidir. Laikliğin teoriği de pratiği de böyledir. Bizde öyle değilse de, bizim dışımızdaki bütün laik ülkelerde öyledir. İçki baskısından kurtulmak istiyoruz. Alkolik ve ayyaş olmak istemiyoruz. Aklımız başımızdan uçmasın istiyoruz. İçki içmenin bir marifet olarak gösterilmesini istemiyoruz. Devlet erkanının salim kafayla bizi yönetmesini istiyoruz. Etrafımızda, apartmanımızda, yollarda içkili insanların bize zarar vermesini istemiyoruz. Çok şey mi istiyoruz?

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

5


KORKU KÜLTÜRÜ VE EĞİTİM “BULUNDUĞU TOPLUM İÇİN FİKİR ÜRETİP DE SÖYLEMEYEN YA TEMBEL, YA BENCİL, YA DA KORKAKTIR.” SENECA “Sorma, düşünme, itaat et” Mezopotamya kültürlerinden bugüne gelen davranış kalıbı idi. Günümüzde bu özellik meziyet değil, sakınca haline geldi. İnsanlık evreler geçirdi. Kölelik dönemi, işçilik dönemi ve bugün özgürlük dönemi… Özgürlük döneminde çocuk bile hakkını aramak zorundadır. Nitekim 1989’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Çocuk Hakları Sözleşmesini kabul etti ve 1990’ da yürürlüğe koydu. Çocuk haklarında bugüne gelinen süreç insanlığın gelişim sürecinin önemli bir noktasıdır. Dünya da teknolojik bir köy oldu, iletişim olağanüstü. Herkesin birbirinden haberi var. Küreselleşme kaçınılmaz bir gerçek. Fakat yenidünya düzeni adil işlememektedir. ABD Dünya nüfusunun %5’ine sahip ancak dünya enerjisinin ve üretiminin %25’ini tüketiyor. Dünya nüfusunun %20’sine sahip sanayileşmiş ülkeler bugün kullanıma açık dünya kaynaklarının %80’ini kullanmaktadır (Pedersen 1991). Özgürlük Tehdit Altında mı? Bir ülkede kaynakların yarıdan fazlası %10’luk bir grup tarafından kontrol edili-

6

yorsa, bu rahatsız edici bir tablodur. Bir ülkede ülke %10’luk bir grup tarafından yönetiliyorsa, bu suçluluk duygusu uyandıracak bir tablodur. Aristo orta sınıfın güçlü olması ve onun siyaseti yönetmesinin ideal olduğunu söylüyordu. Gelirin adil dağılmaması, yönetimin adil olmaması servet düşmanlığını ortaya çıkarır. Adaletsizliğe karşı hak aramayı önlemek için zorbalık ve itaat kültürünün desteklenmesi, egemenlerce kısa ve çabuk yol olarak görülmüştür. Ancak insanlık özgürlük sosyolojik dönemine girdi. Baskı, tehdit, korkutma ile toplumu yönetmek uzun süre etkili olmayacaktır. Çözüm Nedir? İyi adamlar, kötü adamlar arasındaki kavga bitmeyecektir. Uzun vadeli çözüm iyi adamların çoğalmasıdır. Orta vadeli çözüm iyi adamların organize olmayı, doğruyu doğru şekilde savunmayı başarabilmeleridir. Kendini beğenmiş kurtarıcılar beklemek itaat kültürünün bir devamıdır. Bilim sürekli gerçeği arama çabasıdır. Hak arama bilincinin oluşması gerekmektedir.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

Anadolu insanı köleliğe değil, özgürlüğe layıktır. Bilinçli halkın karşı konulmaz gücü yanlışları düzeltecek tek güçtür. Hak Arama Bilinci Bir halk hakkına sahip çıkacak oranda bilinçli ise o toplumda kötü adamlar azınlıkta kalacaktır. İslam peygamberi bir gün şöyle söylüyor: “Zalime yardım ediniz”. Nasıl olur diyorlar. Cevap çok net: “Ondaki hakkınızı alarak ona yardım ediniz”. Gerçektende bir insan eğer hakkını aramıyorsa, o kişi o hakka layık değildir. Günümüz insanlığının ortak değeri demokrasidir. Demokrasiye inanan insanın üç özelliği vardır: 1.Eleştiriye açıktır 2.Farklı düşünceye saygılıdır 3.Zor yoluyla fikir değiştirmeye çalışmaz Hakkını arama bilincine sahip insan bu özelliklerini koruyarak sürekli düşünce üretiminde bulunacaktır. “Eğer ben hakkımı aramazsam beni yönetenler haksızlığa devam edecekler” diyerek demokratik yöntemlerle hakkını aramayı başaracaktır. İnsanlar haklar ve özgürlükler


Prof. Dr. Nevzat TARHAN konusunda bilinçlenirse toplumsal gelişmenin ve çağın nimetlerinden herkes yararlanmış olur.

GERÇEKTENDE KORKU İNSANLARI DİKTATÖRLÜĞE GÖTÜRMEYE BAŞLAR. KORKAN KİŞİ SUÇLULARI ŞİDDETLE CEZALANDIRIR. KARINCAYA TÜFEKLE ATEŞ ETME GARABETİNİ GÖSTERİRLER. HER ŞEYİ POTANSİYEL TEHDİT GİBİ ALGILAMA EĞİLİMİNDEDİRLER. DENETİMLERİ AŞIRI ARTIRIRLAR, ÖZGÜRLÜKLERİ KISITLARLAR.

TOHUM/EKİM-KASIM 2008

Katılımcılık Sosyal Patlamanın Çözümüdür Otoriter yönetimlerde yönetilenler sorgulamazlar, hesap sormazlar, eleştiremezler. Bu nedenle muhalefet yoktur. Otoritesi olan rızaya dayalı sistemde ise yönetilenler eleştirilebilir. Yanlış yapanlardan hesap sorabilir. Örgütlenerek hak arama çabasına girebilirler. Yönetimde keyfiliği önleyecek tek yol budur. Demokrat yönetimde bir general çıkıp “Devletin yüce menfaati söz konusu olduğunda hukuk rafa kaldırılabilir” diyemez. Demokrat yönetimde haksızlığa uğradığını düşünen insanlar da yasadışı yollarla hakkını aramaya çalışmaz. 1996 yılında İstanbul’da yapılan HABITAT-II toplantısında dünya devletleri şu kararı aldı: “Sivil Toplum Örgütleri bu tarihe kadar hükümetin katılımcısı idi bundan sonra hükümetin ortağı olacaklardır”. Gerçekten de bugün batı ülkelerinde üç kişi bir araya gelse dernek kurarak bir amaç etrafında çalışmaktadırlar. Bu bizim kültürümüzde de vardır. Vakıflarla sivil toplum örgütlenmesi şeklinde insanlar yönetime katılıp düşünce üretmişlerdir. Katılım ne kadar yaygın ve etkili olursa insanlar sistemi kendi eserleri gibi göreceklerdir. Eleştiriyi özeleştiri olarak düşünecekler, düzeltmeye çalışacaklardır. Sürü İçgüdüsüne Dikkat! Sürü içgüdüsüne sahip insanlar duygularını bastırırlar. Haksızlık karşısında alkole yönelirler, çocuklarını ezerler, sağlıklarını bozarlar. Adi suçlar, cinayetler artar, kaba kuvvete dayalı patlamalar yaşanabilir. Sürü içgüdüsüne sahip yığınların patlaması Çin, Roma büyük yürüyüşlerini, Fransız büyük devrimini doğurdu. Patlamalar yerine boşalmaları sağlayacak modelde beş özellik gereklidir: 1.Sorumluluğu paylaşmak

7


2.Birlikte karar vermek 3.Başkasının haklarına saygı göstermek 4.Eleştiriye açık olmak 5.Düşünceleri zorla değiştirmeye çalışmamak 6.Bu modelin adı özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı demokrasidir. Demokrasiyi değer olarak benimsemek yetmez, yöntem olarak da benimsemek gerekir. Demokratik bir grup içinde yaşadığına inanan insan, kendini güvende hissedecektir. Kendini güvende hisseden insan da beklemeyi bilecektir. DEĞİŞİME KARŞI KORKU Otoriter eğilimli kişiler özgürlüğü ve çoğulculuğu tehdit olarak algılarlar. Kendisini tehdit altında gören kişi korku içindedir. Korku içerisindeki kişi kimseye güvenmemeye başlar. Diktatörlüğe Gidiş Gerçektende korku insanları diktatörlüğe götürmeye başlar. Korkan kişi suçluları şiddetle cezalandırır. Karıncaya tüfekle ateş etme garabetini gösterirler. Her şeyi potansiyel tehdit gibi algılama eğilimindedirler. Denetimleri aşırı artırırlar, özgürlükleri kısıtlarlar. Otoriteye korunma amacı olarak bakma eğilimlerinin onları kötü sona daha çok yaklaştırdığının farkına varamazlar. Marilyn French “Beyond Power” isimli kitabında(1985): “Güç kullanımı acıya, geçici zevklere karşı bir koruyucu olarak artırılmaktadır. Fakat yaşamdaki her şey gibi güç kullanımı kısa ömürlüdür. Baskı ve zorbalık düzeni sağlamak için basit ve zaman almayan bir yöntem olarak görülür. Aslında grup uyumu için katılımı sağlamaktan, kişileri dinlemekten onları ikna etmekten ve karşılıklı etkileşimden daha pahalı ve can sıkıcıdır”. Otoriter eğilimli kişiler güce dayalı disiplini bir yöntem olarak benimsediklerinden sıcak ve sevilen kişiler olamayacaklardır. Sevilemeyen kişiler değişime kapalı kalacaklardır. Fildişi kulede yaşar gibi topluma çıkamayacaklardır. Her değişim onlar için bir tehdittir. Çocukları bile “Düşmanını tanı” öğretisiyle büyüten bir düşünce sistemi gerçekte bir korkaktır. Egemen konumlarını korumak için oluşturdukları kuşkuculuk paranoyasının etkisinde sağlıklı düşünememektedirler. Tutucu kişilik özellikleri ile denenmemiş şeylere şüphe ve korku ile yaklaşacaklardır. Hep denenmişi tercih edeceklerdir. Demokrasi Aileden mi Başlıyor?

8

Hak ve özgürlük bilincinin karşıtı, sürü içgüdüsüdür.

Günümüzde pek çok kişi çocuklarda ve toplumda her yanlışının nedeninin hoşgörü olduğuna, bunun tek çözümünün sıkı disiplin olduğuna inanmaktadır. Anne babaların çoğu güce dayalı disipline başvururlar. Çocuklarını döven psikologlar ve öğretmenler saymakla bitmez. Çocukları şımartmak nedir? Bencil, düşüncesiz, istekleri bitmeyen, dur-sus anlamayan, kural tanımayan, aceleci, sabırsız çocuklar ve gençler istediklerini istedikleri zaman yapmak isterler. İzin verici anne baba tutumları bu gençleri bencil, düşüncesiz ve şımarık yapacaktır. Böyle bir çocuğun yakınları hoşgörü ve disiplinsizliğe karşı tutum içine gireceklerdir. Çocuğun ruhsal gelişiminde üç ana ölçüt vardır: SEVGİ, DİSİPLİN, İLGİ. Sevgi-ilgi fazlalığı, disiplin azlığı varsa çocuk şımarık olacaktır. Sevgi-ilgi-disiplin, üçü de fazla ise çocuk anne babasının kopyası gibi olabilecek, kendine güveni az, gelişime kapalı, sorgulamayan, birey olmayan ama uysal bir kişi ortaya çıkacaktır. Sevgi- ilgi az, disiplin çoksa evden kaçan, bir şeylere isyan eden, kızgın, öfkeli, kırgın, mutsuz, asi, kinci, sorumsuz bir kişi ortaya çıkacaktır. Fiziksel ceza çoksa ıslah olmaz caniler, zayıfları ezen acımasız, pişmanlık duymayan psikopatlar ortaya çıkacaktır. Sevgi-ilgi-disiplin, üçü de yoksa o çocuk zaten sokakta büyümüş gibidir. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair vicdanında bir bekçi, zihninde bir jüri oluşmadığı için, potansiyel bir suçlu, tinerci olabilecektir. Sevgi ve disiplin var ama ilgi azsa, özel-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

likle çalışan anne babanın çocuklarında görülen bir gruba ait olma eğilimleri ortaya çıkacaktır. Demokratik Liderlik Nedir? Demokrat olmayan liderlerin bazı mitleri vardır. 1.Bir şeyin olmasını istemiyorsan komisyona havale et. 2.Demokrasi iş ortamında yürümez. 3.Demokrasi aile ortamında yürümez. 4.Demokrasi kulağı dolaştırarak göstermek gibidir. Fakat Hitler, Mussolini, Stalin gibi diktatörlerin çıkmasının nedenleri analiz edilirken şu noktaya gelindi. Demokrasi ideal sistem değildir ama mevcutlar içerisinde en iyisidir. Demokrasi bir araçtır, amaç değildir. İyi insanların elinde olursa toplumsal barış sağlanır. Demokrasinin iyi insanların elinde olması içinde toplumda iyi adamların çoğunlukta olması gerekmektedir. Demokrat lider ister anne-baba olsun, ister politikacı, isterse patron altı ana özellikle ayırt edilir. 1- Eleştiriye açıktır 2- Birlikte karar vermeyi hedefler 3- Sorumluluğu paylaşır 4- Başkalarının hakkına saygı duyar 5- Karşı tarafı aktif olarak dinler 6- Zor kullanarak fikir değiştirmeye çalışmaz Özgürlük, bağımsızlık duygularının fazla olduğu günümüz gençliğinde sevgi-disiplinilginin dengeli verilmesi, yaratıcılık, keşfedicilik, girişimcilik özelliklerini harekete geçirir. Karara katılan, kendisinin fikrine


önem verilen genç, özgüven sahibi olacaktır. Fikri sorulmayan, onun adına karar verilen genç, sürü içgüdüsü ile hareket edecektir. Baskı, tehdit, korkutma, sindirmeyi hak arama ve sorun çözme yöntemi olarak benimsediği için yönetici konumuna geldiğinde acımasız lider ortaya çıkacaktır. Sorun yaşadığı zaman kendini sorgulamayan, kusuru başkasında arayan, toplumu suçlayan yöneticilerin çocukları hep böyledir. Kendi beceriksizliklerini başkasının kusurları ile örtmeye çalışırlar. Çocukluğunda ailede demokratik işleyiş varsa, çocuk demokratik bir grup içinde yaşama tecrübesi kazandığı için hak arama ve sorun çözme yöntemi olarak baskı ve şiddeti kullanmayacaktır. İkna ve inandırma yöntemiyle barışçıl sonuçlar elde edecektir. ULUSAL GÜVENLİK SENDROMU Bir insan düşününüz; “Düşmanını tanı, senin Türk’ten başka dostun yoktur, ülkeyi yönetenler, gaflet, dalalet, hıyanet içerisinde olabilirler” öğretileri içeren sürekli beyin yıkama yöntemleri ile eğitilmiştir. Bu insan çocukluğunda otoriter bir aileden gelmişse, bu ailelerde sorun çözme ve hak arama yöntemi olarak baskı, şiddet, tehdit, sindirme, korkutma, azarlama yöntemleri uygulanır. Bu kişi demokratik bir grup içerisinde yaşama deneyimini kazanamamıştır. Bu kişi hep emir almaya ve emir vermeye alışmıştır. Hâlbuki demokratik grup işleyişinde emir verilmez, fikir verilir. Kural koyulmaz, örnek olunur. Bu kişi ülke güvenliğinde sorumlu bir makama geldiğinde doğal olarak kendi dağarcığındaki değerleri ve yöntemleri uygulayacaktır. Sevmediği hoşlanmadığı veya kendisi gibi düşünmeyen herkesi potansiyel tehlike olarak algılayacaktır. Her şeyi mavi kuvvetler-kırmızı kuvvetler diye ayıracak sürekli düşman arayacaktır. Böyle kişiler sürekli korku ve güven bunalımı içerisindedirler. Bu nedenle yanlış istihbarat raporları ile kolaylıkla yanıltılabilirler. Son 7-8 yıldır bu süreç işlemiş YAŞ kararları ile üç bine yakın subay yargısız infaza maruz kalmıştır. Tasfiye yaşanmıştır. Tabiri caizse karıncaya tüfekle ateş eder gibi bir yaklaşımla kuşkuculuk paranoyası da diyebileceğimiz kaygılarla toplumun bir kısmı yeşil tehlike diye tanımlanarak potansiyel suçlu ilan edilmiştir. Yahut kendi kültürel kimliklerini yaşamak

İnterneti yasaklamayı ulusal güvenlik tartışması içine sokan dünyada iki devlet var. Afganistan ve Türkiye… Bir ailede baba yetersizse, anne veya büyük oğul direksiyona geçer. Türkiye'de sivil irade sorunları konuşarak çözmek için otoritesini ortaya koymalıdır. Yoksa dış dünyada Türkiye’nin imajı militarist bir yönetim olarak gözükmeye devam edecektir. Büyük yöneticiler farklı karakterdeki insanları aynı amaç etrafında benzer hareket şekliyle çalıştırmayı başarırlar. Osmanlı ve ABD bunu başardı. Bizde başarmalıyız.

Yönetilenler olabildiğince her düzeyde iktidara ortak olduklarında keyfilik önlenecektir.

isteyen, anasından öğrendiği dili konuşmak, yazmak isteyenler bölücülükle suçlanır hale gelmişlerdir. Böyle insanlar dostları ile düşmanlarını kolayca karıştırabildikleri için büyük hatalar yaparlar. Evrensel değerleri savunanları hemen vatan hainliği ile suçlarlar. Kendilerini en büyük vatansever, her şeyi bilen kurtarıcı psikolojisinde gördükleri için eleştiriye açık değildirler. Diyalogdan kaçarlar. Konuşmayı vakit kaybı gibi algılarlar. Zaten empati yetenekleri gelişmedikleri için dinlemezler. Dinleseler de kendi diyeceklerini düşünerek dinlerler. Küreselleşmenin yenidünya düzeni olduğu günümüzde, Türkiye yerini batı değerlerinden yana koymuştur. Hak ve özgürlük esasına dayalı yenidünya düzeninde hak arama ve sorun çözme yöntemi olarak demokratik yöntemler geçerlidir. Her türlü fikrin pazara sunulduğu, doğru fikirlerin yaşayacağı, yanlış fikirlerin zamanla yok olacağına inanan yenidünya düzeninde zorba yaklaşımlar, korku ve güvensizliğe dayalı güvenlik konseptleri savunulamaz.

TOHUM/EKİM-KASIM 2008

DUYGUSAL HAYATIN EĞİTİLMESİ İnsanda iki beyin vardır. Düşünen beyin, hisseden beyin… İnsanoğlu gezegenimizin en üstün varlığı ise bu güçlü olduğu için değil, akıllı olduğu içindir. İnsanın beyninin kuru gerçekleri kaydeden bölümü hipokampustur. Duygusal çeşniyi kaydeden bellekte Amigdala isimli badem şeklindeki hücreler grubudur. Korku, öfke, heyecan, depresyon, neşe, sevinç, kıskançlık, şüphecilik beyinde kimyasal olarak özellikle amigdal bölgesinin yönetimindedir. Yüz ifademizi burası belirler. Duygusal anılar, korkular, heyecanlar beynin ilgili bölgelerinde “network” olarak kaydedilir. Beynin amigdal bölgesi çıkarıldığında duygusal körlük oluşur. Çok iyi konuşabildiği halde yakınlarına karşı sevgi, nefret, acıma hissetmez. Beyne bir uyarı geldiğinde talanun bölgesi süzgeçten geçirir, bilgileri beyin kabuğuna gönderirken bazı bilgileri doğrudan amigdale gönderir. Bu, duygusal şartlanmalarla ilgilidir. Çocukluk dönemlerinde korkutularak yetiştirilmiş insanlarda, beyinlerde böyle refleksler oluşmakta, sormadan, düşünmeden itaat etmek konusunda duygusal şartlanmalar meydana gelmektedir. Kişi isterse bu beyindeki duygusal şartlanmayı değiştirebilmektedir. Beynin sağ ön bölgesi zarar görmüş kişiler empati yeteneklerini yitirmektedirler. Söylenenleri anlıyorlar ama ses tonundaki duygusal ton farklılığını ayırt edemiyorlar. Duygusal hayat ve korkular atalarımızdan bize miras kalmıştır. Ama biz onları değiştirebilecek zihinsel ve duygusal altyapıya sahibiz. Sorma, düşünme, itaat et zihinsel şartlanması yerine; düşün, hesap sor, uygula, zihinsel ve duygusal şartlanmalar çağımızın doğrularıdır.

9


İYİ BİR GELECEK İÇİN GENÇLERE SORUMLULUK VERİNİZ

AHMET ALTUN

Hz. Peygamber ferasetiyle ashabının saklı kabiliyet ve becerilerini ortaya çıkarıyordu. Eğer Peygamber efendimizin terbiye ve güveni olmasaydı, Hz. Ebu Bekir’in doğruluğu, Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Osman’ın hayası, Hz. Ali’nin cesareti, Amr bin As’ın komutanlık dehası ortaya çıkmayacaktı.

10

Ş

imdiki gençler harika. Hiçbir dönemde çocuk, anne-babaya, öğrenci, öğretmene karşı bugünkü kadar becerikli ve bilgili olmamış. Roller değişmiş gibi. Bilgi ve teknoloji bombardımanı altında olduğumuz günümüzde, gençler daha başarılı. Araba, telefon ve internet konularında gençler hatta çocuklar, birçok anne-baba ve öğretmenden bir adım önde. İşte ailelerin ve ülkenin geleceği gençlerimizin beceri ve kabiliyetlerini keşfedip geliştirmek, yönlendirmek, faydalı hale getirmek, anne-baba ve eğitimcilere düşmektedir. Uzmanlara göre çocukların becerilerini ortaya çıkarabilmek, onlara yaşlarına göre sorumluluk vermekle olur. Onun için onlara zaman zaman sorumluluk verilmeli. Başarması durumunda çocuğun kendine güveni artacak, güç kazanacak ve zoru başaracaktır. Anne-baba- öğretmen, çocuğun neye yatkın olduğu ve sahip olduğu becerilerini gözetmeli ve bu becerilerin ortaya çıkmaları için yaşına göre ve yatkın olduğu konularda, uygun zaman ve mekânlarda sorumluluk vermeli. Sıkılma belirtileri gösterdiklerinde veya işleri baştan savma yapmaya başladığında görev değişikliğine gitmeli. Çocuğu üst üste başarısızlığa sevk edecek, gücünün üstünde sorumluluklar verilmemeli. Çocuk sürekli motive edilmeli, umutlandırılmalı ve ona büyük hedefler göstermeli. Asla beceriksizlikle suçlanmamalı, eleştirilmemeli, yargılanmamalı. Aksi takdirde çocuk cesaret, yetenek ve özgüvenini kaybeder, geleceği kararır. Meslek seçiminde çocuğun ilgi duyduğu alanlar ve yetenekleri esas olmalı, anne-babanın tutku, arzu ve istekleri değil. Baktınız ki, çocuğun dinleme, anlama ve kavrama yeteneği yüksek, bu demektir ki, bu çocuk okuyup bilim adamı olabilir. Çocuğun alış-veriş ve ticarete kabiliyeti varsa, o zaman ticarete yönlendiTOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

rilir. Veya sanata yatkın, o takdirde sanata yönlendirip ona göre eğitime tabi tutulmalı. Ya da yönetim ve organizasyon becerilerine sahip, o takdirde de o yönde bir eğitim verilmeli. Hz. Peygamber: “Çalışınız… Kim ne iş için yaratılmışsa, o iş kendisine kolaylaştırılır.”(Müslim) diyerek bu gerçeğe işaret ediyor. Üzeyr Garih’in oğlu örneği! Bir TV programında, Çin’in başkenti Pekin'de yapılan Dünya Genç Girişimciler Yarışması'nda 1 milyar dolarlık ‘‘Alkent 2000'' toplu konut projesiyle 78 ülkeden 95 genç girişimci arasında birinci olan, Musevi işadamı Üzeyr Garih’in oğlu İzzet Garih’i dinliyordum. Diyor ki: “Ortaokul ikinci sınıfa geldiğimde babam harçlığımı kesti. “Kendi harçlığını kendin kazan” dedi. Ben de su satmaya başladım, sonra bir arkadaş buldum, bu işi ortak yaptık ve para kazanmaya başladık, bu çok hoşumuza gitti. Hafta sonu, yaz tatilinde farklı işler yaptım, ABD'de Michigan Üniversitesi'nin Endüstri Mühendisliği bölümünü bitirdim. Masterı mı yine aynı üniversitede inşaat işletmeciliği alanında yaptım. İş hayatıma inşaat mühendisi olarak devam ettim. İnşaat ve proje işlerine ağırlık verdim, geliştirdim. Sonra söz konusu toplu konut proje yarışmasına katıldım ve projem birinciliğe layık görüldü. Bunu babamın küçük yaşta iken bana sorumluluk verip, çalışmamı sağlamasına borçluyum.” Bu konuda kelebekten insanlara önemli bir ders vardır: “Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi. Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona. Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi. Böylece adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline küçük bir makas alıp kozadaki deliği büyütmeye başladı. Bunun üzerine kelebek kolayca dı-


şarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu. Adam izlemeye devam etti. Çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiç biri olmadı! Kelebek, hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de asla uçamadı. Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey, kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın, Tanrı'nın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve Bu sayede de kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yol olduğuydu. Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer Tanrı, yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık.. Güçlü olmak istedim… Ve Tanrı beni

güçlendirmek için zorluklar yolladı. Bilgelik istedim… Ve Tanrı çözmem için sorunlar yolladı. Başarı istedim… Ve Tanrı bana çalışmam icin zeka ve kas gücü verdi. Cesaret istedim… Ve Tanrı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi. Sevgi istedim… Ve Tanrı bana, yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı. İyilik istedim… Ve Tanrı bana fırsatlar yolladı. "İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim... Ama ihtiyaç duyduğum her şeyi elde ettim." Yaşamınızı korkusuzca yaşayın, zorlukların tümüne göğüs gerin ve onların üstesinden gelebileceğinizi açıkça gösterin.” Can AKIN İslam dini, insanda var olan becerileri ortaya çıkarıp geliştirmek için münbit bir arazi gibidir. Hz. Peygamber ferasetiyle ashabının saklı kabiliyet ve becerilerini ortaya çıkarıyordu. Eğer Peygamber efendimizin terbiye ve güveni olmasaydı, Hz. Ebu Bekir’in doğruluğu, Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Osman’ın hayası, Hz. Ali’nin cesareti, Amr

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

bin As’ın komutanlık dehası ortaya çıkmayacaktı. O, çocukların kabiliyetlerini fark eder ve onlara, günümüzde 100 kişinin altından kalkamayacağı büyük sorumluluklar verirdi. Mesela hicret gecesinde, öldürülme ihtimaline rağmen çocuk yaşta olan Hz. Ali’yi yatağında yatırmıştı. Yirmi yaşındaki Üsame bin Zeyd’i, içinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın bulunduğu orduya komutan tayin etmişti, Zeyd bin Sabit’in hafızasına güvenerek ona İbranice ve Süryanice öğrenmeyi emretmişti. O da bu iki dili, 17 gün gibi kısa bir zamanda öğrenmişti’. İşte, tabiinlerden İbn-i Siri’nin kızı, 12 yaşında iken Kur’an’ı ezberlemiş ve tefsirini öğrenmişti. Babası zaman zaman onun bilgisine başvururdu. İslam tarihine baktığımız zaman görüyoruz ki İslam, toplumun bütün kesimlerine, efendi-köle, fakir-zengin, büyük-küçük farkı gözetmeksizin hepsine eşit, adil davranarak insanlığın mertebesini yükseltmiştir. İşte Hz. Ömer’in oğlu, Abdullah’ın kölesi Nafi hadiste, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu, Abdullah’ın kölesi İkrime, tefsirde önemli birer kaynak olmuşlardır.

11


Hüseyin Karaca

KORKULARIYLA DEĞİL

DEĞERLERİYLE YAŞAMAK

Korku, bütünlükten kopmamak şartıyla ahlakın da lokomotifi sayılabilir. Akif 'in deyimiyle "fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır." Havf, kendi kusurlarını bilmek, Rabbimizin kudretini görmektir. Faniliklerden yılmamaktır. Muvakkat sıkıntılardan kurtulma niyazında, Rabbin lütuf ve inayetine sığınmadır. Bir imtihan bir sınanma testidir aynı zamanda. (Bakara, 2/155)

12

i

nsanlar gibi medeniyetlerin de gün geçtikçe tazelenen, hayatiyetini devam ettiren, dolayısıyla beraberinde kendine has bir vakur duruşu getiren mihver kelimeleri, bu kelimelerden oluşan dilleri vardır. Takva bilincine yükseltici bir kavram olarak, "hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korku", "isyanlardan ve günahlardan dolayı hayâ ve elem duymak" şeklinde tarif edilen, "havf", hayata hükmeden İslami incelikleri özetlemesi bakımından bu mihver kelimelerden biridir. Takva, müminden ayrı düşünülemeyen lazımı gayri mufarık bir vasıftır. Sakınmak, hoyratça yaşamamak, serkeşliği bırakıp, yerini yurdunu bilip, faniliğe fanilik kadar, bekaya da beka kadar kıymet biçmek, yaşadığımız an'ların muhasebesi konusunda korkmak, ebedi bir yarına göre akort edilmiş dengeli bir ömür geçirmek, kâmil insanın özellikleridir. Takva, korkuyu muhabbetin bir vasıtası kılıp, hayatı veren Kudret’e aşk ile yönelme iştiyakıdır. Bu şevk, korku ve umuttan meydana gelir. Ariflerin havf ile reca arası bir kulluk disiplinine özel vurgu yapmaları bundandır. Kişi, tabir yerindeyse havf ile kılı kırk yaran bir titizliği kazanır. Haram helali gözetme, şüpheli şeylerden uzak durma bu inceliğin bir neticesidir. Korku, müslümanın hareket noktasını belirler. İnsanlığın huzura vahyin iksiriyle çıkması hedefine giden yolda celali bir kamçıdır. Vusulün bereketini müjdeleyen bir başlangıçtır. Tohumu ekmezden evvel, zemini tohuma layık bir yurt haline getirme sancısıdır. Yürüdüğümüz yolu nahoş kokulardan arındırmaktır. Men-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

zili maksuda emin adımlarla yürümenin veznidir havf. Marifet ile, marifet sayesinde korkar insan. Bilen korkar, bilen umut eder. İrfanı kadar duyar insan, irfanı kadar görür. Gördüğü kadar cennete şevk duyar. Ateşi yüreğinde misafir eden özler cenneti... Hicranın kasvetidir, yâre vuslatı değerli kılan... Günahın mancınığından düşen fark eder, firdevsin berd-ü selamını. Hicran yaşamayan anlamaz kavuşmanın hasretini... Tevbe ile nazlanamayan namaz ile şahlanamaz. Nedamet fırınında ter dökemeyen düşmanın bileğini bükemez... Korku, bütünlükten kopmamak şartıyla ahlakın da lokomotifi sayılabilir. Akif'in deyimiyle "fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır." Havf, kendi kusurlarını bilmek, Rabbimizin kudretini görmektir. Faniliklerden yılmamaktır. Muvakkat sıkıntılardan kurtulma niyazında, Rabbin lütuf ve inayetine sığınmadır. Bir imtihan bir sınanma testidir aynı zamanda. (Bakara, 2/155) İslam denge unsuru prensipler getirmiştir. Aşırı korku, her şeyden korkmak ümitsizlik ve karamsarlığa götürür (ifrat). Korkulması gereken konularda korkmamak ise gevşeklik ve laubaliliktir (tefrit). Hikmet, doğru açıda, doğru reflekslerle hareket etmektir. Bir muhayyel korku travması, bir kaygı kuşatılmışlığı içinde yaşamamalıdır insan. İmanın tadını almış mümin, tevekkül ile donanmış kişidir... Yüzyıllara göre hakikat değişkenlik göstermez. Erdemler asırlar üstüdür. İyi ve kötü, zaman ve mekân kaydından azadedir. Sahih bir duruş, ilk insandan bu güne sadece kıyafet değiştirmiştir. Modern çağ nitelemesi, modernlik aynasında kendine hayran bakışlarla tatmini mutluluk sayanların bir yalanından ibarettir. Piramitleri yapan mimari disiplin, kendi as-


rında bir ileri medeniyet unsuru kabul edilebilir... Coğrafya her şey değildir. Ama düşünceler, sahip olduğunuz iklim kadar geniştir. Kurduğunuz cümleler, baktığınız gökyüzü, ıslandığınız yağmura gebe bulutların vüsatı ile doğru orantılıdır. Hayat denen şey hep mutluluk kaygısından mı ibarettir? Yaşanılası bir dünya, mutlaka sevinçlerden örülü bir ütopik tarla mıdır? Nefsanîliğin önündeki setleri bir bir yıkıp ruhun rağmına kalbe rağmen, bir narsist bir kişisel gelişim dayatmacılığı mıdır? Hakikatler evrenseldir doğru; fakat her makamın bir mekali vardır. Bir mümin yaşadığı asrın hadiselerine seyirci kalamaz. İslam dikkate alınmadan Müslümanlara yönelik sürdürülen, bir takva sömürüsü diyebileceğimiz "miskin", "kabuğuna çekilmiş", "ötekine mesajını ulaştırmaktan aciz", "değişen olaylara değişmeyen İslami disiplinler muvacehesinden değişik alternatifler üretemeyen", "potansiyel bir şiddet" olarak dayatılan bir İslam imajı problemi karşısında Müslümanların yeni bir ifade dili geliştirmeleri zorunlu hale gelmiştir. Korkmak ne olaylara duyarsız kalmaktır, ne de usulsüz vusule yeltenmektir. Endişelerimizi doğru teşhislerle dile getirmek, korkularımızı acziyetimizi ifşa vasıtası kılmamak da bir görevimizdir. Bazen korku psikolojisi ile müslümanın vakarını zedeleyecek hareketler sergilenebilmektedir. Aslında kaliteli insan yetiştirememe noktasında temerküz eden bir özgüven problemi ile karşı karşıyayız. İlimde teknikte geride olanlar ileridekilere ister istemez sürü olurlar. Sürüden yükselen nakaratlar, umumiyetle çobana şekva, kendi kendine iradesiz kalıplarda bahane bulma ana fikri etrafında döner. Mağluplar galipleri hep tenkit eder. Galiplerin galibiyet tılsımının anlaşılmasına yönelik iç kritik, pek az görülür bir payedir mağluplar cephesinde. Bu durumda yenilen pehlivanın güreş dışı hezimet faktörlerine müracaatı söz konusudur. Sahadaki oyununa değil, hakemin taraf tutmasına dikkat çeken mağlup takım da aynı savunma travması ile karşı karşıyadır. Başarısızlıklar hep

saha dışı tesirlerle tehdit ve şiddetle hallolmaktadır! Bir merkez üssünden felaketler servis edilmektedir! Hep hırsız haksızdır. Ev sahibinin de bir başka evin sahibi olduğu düşünülmez. Dolayısıyla ev sahiplerinin teyakkuzu bir garanti korunmuşluk perdesi ile kaplanmıştır... Rüyalarımızdaki korkunç karabasanlar bile başkalarının eseridir! Hâlbuki korku, bizatihi kişinin kendinde başlar. Vehmin korkudan farkı işte burada devreye girmektedir. Değerleriyle yaşar insan, vehimleriyle değil... "Korkma" hissi ile

"korkaklığı" birbirinden ayırmak gerekir. Rasülullah (s.a.v), "Allah’ım, aczden, tembellikten, korkaklıktan Sana sığınırım" şeklinde dua ederdi. Herkes sahip olduğu kıymetlerin bekçisidir. Korunacak ve korkulacak hususlar da bu kıymetlerin saklandığı çeyiz sandığı ile onun muhtevasıdır. Günümüz insanının kıymetler düğününe hazırladığı çeyiz sandığında neler mevcuttur? El emeği göz nuru biriktirdiği hangi şaheser işlemeleri dikiş nakışları vardır? Marifet nurundan gözyaşı serinliğine kadar, teheccüd aydınlığından, paraya hük-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

meden istiğnalı duruşuna, muhitine her konuda örnek olacak salih amellere imza atmasına kadar nasıl bir çeyiz hazırlamıştır? Çalınmasından korktuğumuz değerler sandığımız terazide kaç dirhem gelmektedir? Kendi hırsızlıklarımızın deposu olan bir çeyiz sandığından mı bahsediyoruz yoksa! Yersiz temelsiz endişelerimiz bundan mı? Hangi yitik hazineden söz ediyoruz? İçi boşaltılmış bir altın küpe mi mersiyelerimiz? "İtikad"ı, bir meçhul anlamsızlık uçurumuna yuvarladığımız, "amel”i dönülmez akşamın ufkuna sürgün gönderdiğimiz için, hayat standardımızın üst komşunun bir gömlek altında kalmaklığından ötürü mü korkuyoruz? Gelecek endişelerinde mest-ü mahmur, maaş-savaş telaşında global güçlere sövmeyi buğz, klavyede yeni sevdalara açılmayı, münkeri elle düzeltme, liyakatli liyakatsiz her konuda kamuyu aydınlatmayı dille düzeltme olarak algıladığımız için mi acaba hüzünleniyoruz? Hüzünlerimiz sahiden hüzün kafiyeli mi? Korkularımız, katkı maddesi içermeyen cinsten haşyet haşiyeli havf dipnotlu, reca referanslı mı, yoksa anksiyete, kaygı, üzüntü, stres, iş yoğunluğu gibi telaffuzu da kendisi de şık kavramlardan mı mülhem? Toprak kokulu korkularla toprağın bağrına buyur edilmek asıl dert... Tasamız, endişemiz dünyanın sohbetini, ukbanın firkatine tercih etmemeye göre şekillenmeli aslında. Fani ayrılıklara değil, baki kopuşlara hayıflanmayı öncelemek ve dahi gönlümüzdeki fikri, dilimizdeki zikri güncellemek. "Kork Allah'tan korkmayandan" atalar sözüne biat tazelemek... Yaratana saygıyı, yaratılanlara sevgi prensibi üzerinden pişirdikten sonra ifadeye dökmek... "Kendimizi ifade edemiyoruz" şikâyetinden "biz kimiz" sualine yükselmek... Bizi anlamıyorlar" tenkidinden, "neden anlatamıyoruz" muhasebesine direksiyon kırmak... Bizi korku ile terbiye edenlerle ucuz meşguliyeti bir kenara bırakmak… En büyük umuda tırmandırıcı bir reca işçiliğine besmele çekmek... Korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail olma dileklerimizle...

13


KORKU: DÜNYAYI İKİYE BÖLEN KALIN ÇİZGİ

ZÜMRÜT SÖNMEZ

İnsanları ve kavramları kolaylıkla saflara ayırıp kutuplaştıran korku unsuru bir büyük kıyımı daha gerçekleştiriyor; çeşitliliği yok ediyor. Çünkü her şey, saflar ve tribünler belirlenirken hoyrat genellemelere maruz kalıyor.

14

K

orkular hayatın ortasına sıkıca gerilmiş bir ip, çelik bir halat. En büyük bölücü, ayrımcı, kutuplaştırıcı. Bu gergin ip, bu bariyerler, dünyayı, birinden diğerine ulaşımı imkansız iki karşı kıyıdan ibaretmiş gibi algılatıyor; gidilecek başka kıyılar, görülecek başka renkler yokmuş gibi. İnsanları ve kavramları kolaylıkla saflara ayırıp kutuplaştıran korku unsuru bir büyük kıyımı daha gerçekleştiriyor; çeşitliliği yok ediyor. Çünkü her şey, saflar ve tribünler belirlenirken hoyrat genellemelere maruz kalıyor. Koca koca harflerle muhkemleşmiş yaftalardan sıyırıp “aslında şöyle!” diye haykırmak yoruyor, zamanla kabullenip, söylemlerimizi aynı büyük harflerin gölgesinde yükseltiyoruz. O kadar keskin çizgilerle çiziliyor ki sınırlar, aynı anda iki tarafı birden anlayamıyor, herhangi bir şekilde etiketleyip karşımızda konumlandırdığımız hiç kimseyle empati kuramıyoruz. Sonra tüm kavramlarımız birbirini bir türlü dengeleyemeyen bu iki kutuplu dünyanın pençesinde yeniden yazılıyor, şekilden şekle giriyor, içi boşalıyor. Gün geliyor, bu kavramların en evrensel olanları hakkında bile üç kişiyi bir araya getirip uzlaştıramıyoruz. Doğu, Batı, Millet, vatandaş, Müslüman, kâfir, devlet, din vs. Bu kavramlar Hucurat suresinde geçen “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ’birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvaca en ileride olanınızdır.” hükmündeki temel tasnif dolayısıyla şekilleniyor aslında. Allah’ın bu hükmü, yarattığı girift hayatın insanlarının ve kategorilerinin de ne kadar çok şekilli olduğunun bir göstergesi. Bizler üstünlüğün takvada olduğunu bilerek ama

farklılıkları da doğru tanımlayarak ilişkilerimizi sürdürürüz. Çünkü sağlıklı ilişkiler kurmak için muhatabımızı doğru tanım(lam)ak zorundayızdır. Ancak muhafazakar, İslamcı, laik, köktenci, dinci ayrıştırmaları Allah’ın hükmündeki adil tasnifin üzerinden, korku unsurunun tetiklenmesiyle sanal olarak oluş(turul)uyor. Bunlar sadece konjonktüre göre şekilden şekle giren yaftalar-etiketler olduğu halde, temel kavramları sınırlandıran üst kimlikler halini alıyor. Böylece kimi şeyleri ötekileştirip, kimilerini de meşrulaştırıyor korku unsuru. Kimilerini can havliyle öteye itip uzaklaştırırken, kimilerine doluya yakalanmış da aynı şemsiyenin altına sığınmış gibi yanaşıyoruz. “Bizden ve sizden” ayrımı da burada başlıyor işte. Sadece yağıştan korunmak için altına sindiğimiz yafta şemsiyeleri ve zorunlu kabuller evimiz oluyor. Şemsiyenin dışındakilerse evimizden, ailemizden, bizden olmayanlar. Aynı şemsiyenin altında yağıştan korunmaya çalışırken, yani herhangi bir kriz durumuna karşı güya birlik olurken, bakış açılarımızı kimliksizleştirmek zorunda kalıyoruz. Fikirlerimizin sivri uçlarını içimize çekerek, nefesimizi tutarak ancak yan yana durabiliyoruz. Son yıllarda dilimize pelesenk ettiğimiz hoşgörü kavramı tam da bu silikleşmenin üzerinden yol buluyor kendisine. Birey olarak gizlenip kitleler halinde gizli bir sözleşmede birleşmiş oluyoruz bu kavramla. Hoşgörü bambaşka bir etiket olarak neşvünema buluyor. Sosyal ve siyasi gündemimizi belirleyen meselelere yaklaşım biçimlerimiz ve tepkilerimiz doğal insani korkuların üzerine konuşlanmış toplumsal korkularımızdan kaynaklanıyor. Derin devlet analizleri ve ürkütücü paranoyalarla dolu dizi senaryoları, kemikleşmiş toplumsal korkularımız yüzünden bu kadar revaç buluyor. Biz bu korkular yüzünden yağmurdan sonra dağılacak tespih taneleri gibiyiz, aynı tarağın dişleri değil. Sosyolog Prof. Nükhet Sirman’ın geçen yıl Fa-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


BİZ BU KORKULAR YÜZÜNDEN YAĞMURDAN SONRA DAĞILACAK TESPİH TANELERİ GİBİYİZ, AYNI TARAĞIN DİŞLERİ DEĞİL. dime Özkan’a verdiği röportajda bu konuyla ilgili ilginç tespitler yer alıyor: “Korku insanları kendi evine, safına geri çağırır. Korkmayan insan ortalığa atılır. Korkan ise önce kabuğuna çekilir, kendini korumaya çalışır. Bunun için de kendi gibilerle yan yana durur, ortaya saflaşma çıkartır. Korku politikaları bunu mümkün kılar. (…) Safların adı ırkçılar ile ırkçı olmayanlar, cumhuriyetçiler ile cumhuriyetin değerlerine kastedenler, devleti koruyanlar ile hainler... şeklinde konuyor. Korku politikası kimin nerede durduğunu yeni

baştan belirliyor ve belli bir coğrafyayı yeniden kendi meşru toprağı haline getiriyor.” Doğduğumuzdan beri yapma-etme gibi yasaklarla yetiştirilmiş olmamız, yine aynı yasaklarla dolu sosyal yaşantımız, siyasi tarihimiz, darbe politikaları, gündemden hiç inmeyen savaş ve terör haberleri içimizde bizimle birlikte bir de korkak çocuk büyüttü. Şimdilerde sıkça karşılaştığımız öfkeli, duygusal, ne yapsak memnun olmayan insan halleri, yavaş yavaş beslenip palazlanan bu çocuğun eseri. zumrut.sonmez@10yazar.com

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

15


Galeri

ŞİMDİ ZAMAN DEĞİŞTİ ... BİR HİLAL UĞRUNA NE GÜNEŞLER DOĞUYORYÂ RÂB! SADIK ALBAYRAK: OSMANLILAR VİYANA’YI KILIÇLA FETHEDEMEDİLER, AMA İMAM HATİPLİ GENÇLER BUGÜN İLİMLE ÇÖZECEKLER BUNU, HİÇBİR ŞEKİLDE KAVGA DA OLMAYACAK. TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ BU… Öncelikle bir durum değerlendirmesi yaptığımızda, Türkiye’nin coğrafi-tarihi konumu itibari ile bugünkü halini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu şöyle değerlendirmek lazım: Mehmet Akif kendi döneminde, "Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor" demişti. Ama biz artık 21. asırdayız. Türkiye artık o güneşlerin battığı dönemden,"Bir hilal uğruna ne güneşler doğuyor ya Rab" demek gereken bir döneme gelmiştir. Bu hilalin yeniden doğuşu son elli yıllık çabanın, çalışmanın ürünü… Yani bir nevi “İslami Rönesans” da diyebilirsiniz. Rönesans demek yeniden doğuş demek… İslami yeniden doğuş… Bunun da kaynağını, ruhunu İmam Hatip nesli temsil ediyor. Hatta hepimizin mensup olduğu camianın mensuplarının, İmam Hatiplilerin daha liseyi bitirir bitirmez çıkardıkları ilk dergiye Tohum adını vermeleri bunun bir göstergesi, inancıdır. İşte bu yeniden doğuşun ilk adımlarıdır. Kim demiş bilmiyorum: "Gelsin de baharım; Seyret ki toprak içinde kalacak dane miyim ben" İslam toplumları diğer devletler gibi dağılma süreçlerini yüzyıllara aktaran bir toplum değil, dinamik bir toplumdur. Yeniden uyanışın, yeniden hareketlenmenin kıvılcımlarını çakmışlardır. Önde gelenler de bu kubbenin altında yeni neslin doğması için paratoner vazifesi gördüler. Bizim eskiden okuyacak kitabımız yoktu ama bir nesil ilmi

16

notlarla, fotokopilerle devam ettirdi öğrenimini. Daha sonra 50 ciltte tamamlanacak bir ansiklopediye varıncaya kadar bir gelişme gösterdiler. Bugün İslam ansiklopedisi yani Diyanet’in çıkardığı ansiklopedi bunun doruk noktasıdır. Bu ansiklopediye vücut veren nesil, tuzsuz çorba, küflü bulgur yiyerek büyümüştür ve bir sürü badirelerden sonra bugünkü konuma gelmiştir. İşte bugün Türkiye böyle bir mücadelenin öncüsü konumundadır. Türkiye’nin bugün siyasi, sosyal ve kültürel bakımdan ulaştığı seviyenin ilk adımları böyle çileli olmuştur. Türk toplumu ilme ve kültüre ne kadar açık?

Geçmişte Türkiye kapalı bir toplumdu ama bu öyle olmuş ki, Balkanlar'a uzanıyorsun hala Türkiye'den medet umuyorlar. Libya'ya gidiyorsun aynı. Sudan’a gittim, orada iki İmam Hatipli kız gördüm: Nedfe yurdunda. Diğer öğrenci kızların hepsi zenci, Afrikalı; Farsça konuşuyorlar. İki tanesi de İmam Hatipli beyaz. "Biz" dediler, "tesettürden dolayı buraya okumaya geldik". O zaman dedim ki İmam Hatipli bir kız okumak için Sudan’a kadar giderse, herhalde erkek İmam Hatipliler Antartika’ya, Kostarika ve Patagonya gibi yerlere gitmeleri lazım. Kültürün, inancın, idealizmin ne kadar önemli olduğunu, bunun da baskılarla, sindirmelerle yok edilemeyeceğini gösteri-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

yorlar... Karadeniz’de Türküler söylenir; eğer şimdi bir kız şu dörtlüğü söylerken kullandığı Farsça, Arapça kelimeleri yerli yerine oturtuyorsa o memlekette büyük bir kültür var. Mesela bu, yüz sene evvel söylenmiş bir türkü: "Dünya viran kalasın Kimseye amanın yok Parma herşeyin yekta Sade bir numanın yok" Trabzon'da sülüklü asri mezarlıktaki taşları toplamışlar; Orada en az 10 tane müderrise var. Bunlar 300 belki 400 sene evveli yazıyor. Bu ne demek: Kadın erkek bu ilme herkes talip olmuş. “Nesara-yensuru”dan başlayıp da icazetname alan kızlar var. İşte bu bizde köklü bir kültürün mevcut olduğunun teyidi... Balkanlar'da, Afrika'da yahut Ortadoğu'da aynı şeylerin olduğunu göreceksiniz. Bu saydığım yerlere gidin, sizi hilafetin başkentinden geliyorsunuz diye karşılarlar. İşte bu Türkiye’nin mevcut olduğu konum; elli sene toprak altında kalmış, üzerine kül serpilmiş. Şu anda bir uyanış döneminde miyiz?

Evet. Necip Fazıl şöyle derdi: "Benim fikirlerim o kadar önemli ki istedikleri zaman gürültü koparırlar, istemedikleri zaman kül


fOtOĞraflar:elif YIlMaZ

RABİA AYAZ

Bir insan için en korkunç şey fikri erozyondur, fikri atalettir.

gibi örterler, hiç kaale almazlar". Bu, böyle bir fikir mücadelesinden, böyle bir inançtan, iştiyaktan, sevgiden tezahür ettiği için bugün Türkiye İslam dünyasında itibarı olan bir ülkedir. Kültürel bakımdan, sosyal bakımdan abi konumundadır. Son dönemlerde BM’nin Türkiye'yi seçmesinin ölçüsü de budur. Cumhuriyetin ilk döneminden sonra yaşadığımız boşluk ve eksikliklerden bir nesil yetişiyor. O neslin çalışmaları yavaş yavaş meyvesini gösteriyor.

Tabi ki o zamanlar biraz baskıcı bir dönemdi. Ben çocukken hatırlıyorum, bizim köyde Molla İbrahim Hoca vardı, balkondan ezan okurdu. Ezanı şöyle okurdu: "Tanrı ulu-

dur tanrı uludur". Sonra kısık bir sesle: "Allahü Ekber Allahü Ekber" diye okurdu. Şimdi yanındakiler Allahu Ekber duyacak ama rejimin jandarması var, şikâyet eder falan. Ama o günler “nesara-yensuru”dan başlanırdı ve bizim de hemencemiz vardı, içine subarayı, amme cüzünü koyardık. Bunu söküp atamadılar. Yani o tohum toprak altında bekliyordu. 50’li, 60’lı yıllarda bu yavaş yavaş filizlendi ama yaz çok sıcak olur yakar, kışın çok soğuk olur dondurur. O mevsimlerin hepsini yaşayarak Türkiye yeni bir oluşum içinde yeni bir yüzyıla geldi. Türk insanının kalbi Beytullah’ta, kafası Anadolu'da, bir eli Balkanlar'da, bir eli de Kafkaslar'da. İşte o ruh yapısı içinde yeni bir hilal nesli doğuyor. Bu hilal Tunus’ta da, Fas’ta da, diğer ülkelerde de vardır. Ama çeşitli varyasyonlarda,

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

bir takım şekillerledir. Ruh ve mana aynıdır, bunun öncüsü Türkiye'dir. Türkiye'yi böyle görüyorlar. Efendim Osmanlılar Viyana’yı kılıçla fethedemediler, ama İmam Hatipli gençler bugün ilimle çözecekler bunu, hiçbir şekilde kavga da olmayacak. Türkiye'nin geleceği bu… Başlangıçtaki İmam Hatip talebeleri ile bugünküler arasında nasıl bir fark var?

Bizim dönemimizde İmam Hatip okulunun programı çok önemliydi. Hocalarımızın hepsi rüşdiye, idadiyeli, klasik kültürle yetişmiş insanlardı. Dilde derslerimiz çok ağırlıklı idi ve kültürel bakımdan insanı doyuma ulaştıracak yapıdaydı. Rüştiye idadi diplo-

17


masıyla, (hatta askeri lise diploması) 50-60'lı yıllardaki İmam Hatip diplomaları aynıdır. O programı o devirde yetişenler uyguladıkları için milli savunma dersine gelen bir asker ile İmam Hatip öğrencileri arasında bir problem olmuyordu. Ama sonradan bir takım değişmeler, basitleşmeler olmuş, o kültür biraz genişlemiş gibi geliyor bana. Bizim zamanımızda kitap yoktu, not tutardık. Şimdi ise kitaplar, ansiklopediler, bilgisayarlar var. Bu bolluğa rağmen eski kültür zenginliği yok. Özümüz içe kapalı olduğu için hırsla her şeye dalıyorduk. Mesela bize hitap eden gazete yoktu ama bir yerde bütün gazeteleri okurduk, yani toplumun ilgilendiği her alanla ilgilenirdik. Kelimenin tam anlamı ile talebeliği yaşıyordunuz o halde…

Evet, 29 Ekim'de 19 Mayıs'ta yürüyorsunuz siz İmam Hatipli olarak, Türk bayrağı önde, İmam Hatipli flaması arkada. "İmam olacaksın" diye dalga geçerlerdi bizle. Ama sonradan öyle oldu ki futbol maçı yapıyoruz, biz yeniyoruz; güreş müsabakaları yapıyoruz, galip geliyoruz. Münazaralar da öyle. Tabi böyle bir nesil sonradan çoğalınca, değişik alanlara kayınca bir takım sıkıntılar baş gösterdi. İmam Hatip okulları yüksek tahsile gittiler, gelişme olunca o zaman "siz imamsınız, hatipsiniz, gidin imamlık yapın" dediler. Bu nesle şimdi olduğu gibi imtihanla da eğitimde fırsat eşitliğini çok gördüler. Böyle bir sıkışma oldu ama bütün bunlara rağmen binlerce öğrencinin yetişmesi Türkiye'de yeni bir yapılanmanın ürünü olmuştur. Bugünkü İmam Hatip gençliğinin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdiki gençlerin hali Türkiye'nin genel durumudur. Herkes yüksek tahsil yapacak, herkes diploma alacak diye bir şey yok.

18

TÜRK İNSANININ KALBİ BEYTULLAH’TA, KAFASI ANADOLU'DA, BİR ELİ BALKANLAR'DA, BİR ELİ DE KAFKASLAR'DA. İŞTE O RUH YAPISI İÇİNDE YENİ BİR HİLAL NESLİ DOĞUYOR. BU HİLAL TUNUS’TA DA, FAS’TA DA, DİĞER ÜLKELERDE DE VARDIR. AMA ÇEŞİTLİ VARYASYONLARDA, BİR TAKIM ŞEKİLLERLEDİR. RUH VE MANA AYNIDIR, BUNUN ÖNCÜSÜ TÜRKİYE'DİR. Önemli olan sosyal hayatta, gelir dağılımında dengeli bir şekilde yaşamak ve kendi örfadetleri içerisinde sosyal yaşantıyı düzenlemektir. İşte bütün sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Türkiye geneline baktığımızda sanki ortada bir sorun var, çözülmeyi bekleyen bir tılsım gibi. Her yerde var; 68 olayları, 27 Mayıs falan. Gençler hep hareket halinde. Ama bunlar toplumun genel değişimini gösteriyor. Eskiden aileler çağdaşlaşma imiş gibi çocuklara dansı öğretirler, sonra sahneye çıkartırlardı. Yapmacık bir şeydi, şimdi ise insanlar örfâdeti ile hareket ediyor, kimliğini kazanıyor. Eskiden devrim, kadın diyorlardı sonra baskı uyguluyorlardı. Şimdi ise kadınlar da kendi kimlikleri, kendi ölçüleri ile hayat ve inanç mücadelesi veriyorlar. Bu hudutlar içinde kalmış bir şey değil. Bunu mayın tarlaları ile kısıtlayamazsın, dışarıya taşmış her alanda. Yani toplumun bütün kesimlerinde aynı değişim söz konusu. Tabi ki toplumun bir kesimi gelişmişte, bir kısmı geri kalmış diye bir şey yok. Top-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

lumu bir bütün olarak değerlendirmek lazım… İşte Türkiye’deki, siyasi yapılanma da bunun bir tezahürüdür. Biraz da siyasi partilerden bahsedelim, "Türkiye’de bu siyasi ahlaktır" diyebileceğimiz bir oluşum var mı?

Şimdi siyaset kelimesi aslında literatür bakımından güzel de, Türkiye'de politika yapılıyor. Politika çok yönlü ve bunu böyle değerlendirmek lazım… Ayrıca toplumda batılı normlara göre yerleşmiş bir politik yapılanma yok. Demokratikleşme yönünde partilerin yolu aslında güzel bir olaydır. Bir kulvarda koşulurken kesin çizgiler varsa otriksiyon olmamalı, yani partilerin birine geç, birine dur olmaz. 60 ihtilalinde olduğu gibi CHP'ye al teslim et, öbürüne dur olmaz. O devirde Ali Fuat Başgil Hoca'yı (Allah rahmet etsin), komite üyeleri çağırmışlar, "sen senatör olmuşsun, cumhurbaşkanlığına sakın adaylığını koyma." Çıktıktan sonra gazeteciler sormuş ne yaptınız ne konuştunuz: "Ben Mr. Tomson'la, Mr. Sten'le tanıştım" demiş. Tomson ile sten silah markası. Artık bu devirler geçti. İster istemez bu değişime, bu bilinçlenmeye herkes uyacak, uymak mecburiyetinde. Siyasi partilerimiz buna yeteri kadar uyabiliyorlar mı? Siyasi partiler bizim eserimizdir, bizim ürünümüzdür. Yani herkes parti, herkes fikrini söylesin. Ama fikrinde vakarlı ve dik dursun…

Tabi dik dursun. Bu da gene kültürel bir yapıdır. Okumalı, yetişmeli, cesaret etmeli. Yoksa iş, "düğüne giden zurnaya, hamama gider kurnaya aşık olur" meseline döner. Tabi farklı fikirler ve partiler de olsun. Necip Fazıl


der ya, "Sen benim ifade ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç, sen de bana lazımsın". Bunlar da olsun gök kubbenin altında. Yedi renk varsa bu renkler hepsi olsun. Siyah da lazım, beyaz da…

Günümüzde herşeye rağmen geçmişte yaşanan bazı olumsuzlukların (örneğin darbe denemelerinin) artık sonuçsuz kalması önceki denemelerin acı tecrübelerinden olsa gerek. Tabi o kadar çileler, sıkıntılar çekildi. Herkesin bir görevi var; adam darbe yapıyor, profesörler karışıyor işin içine. O zaman üniversite berbat oluyor. Adamlar askeri karıştırıyor, o zaman askeriyenin içinde huzursuzluk oluyor. Askeri kimse istismar etmemeli; Temennim o, örnekleri ile ortada… Maddi zorluklar mücadeleyi etkiler mi?

Hapishaneye gittiğim zaman kurtlu çorba içtim, hiçbir şeyden de kaybetmedim. Çünkü bir inanç varsa o mezbelelik gülistan olur in-

sana. Onun için İmam Hatip nesli umutsuz olmasın, şimdikiler de ağabeylerinin yaşadıklarını görsünler, nelerle mücadele ettiklerini. Bugün öyle kimselerle karşılaşıyorum ki değil İmam Hatip mezunu, İmam Hatip okuluna altı ay girmiş çıkmış, "ben İmam Hatipliyim" diyor. Bunların içinde vali var, kaymakam var. Başka bir şey o kapıdan girmek çıkmak. Eskiden Türkiye'yi siyasallar yönetiyordu, daha evvel Galatasaraylılar yönetiyordu. Peki, bu adamlar kozmopolit yetiştikleri, papazlar onları destekledikleri için mi Türkiye’yi yönetecekler de ötekiler yönetmeyecek. Onun da anası, babası, köyü, kaynağı belli. Hele icazetnamelere bakarsan bizim kültür yapımızın nerelere kadar gittiği görülür. Onların kültürü kozmopolittir bizim ise nebevidir, yani Peygambere kadar gider. Gençler eski ideolojik şeyleri bir tarafa bırakmalı, okumalı, öğrenmeli bilgi sahibi olmalı. Bugün roman, şiir kitabı, hadis külliyatı hepsi sünenlerle tercüme edilmiş tefsirler var. İşte Müslüman yitik olan ilmi alacak, aldığı zamanda hiç kimse karşısında duramaz.

ABD'de bir seçim oldu, Barack Obama kazandı. Sizce diğer Amerika başkanlarından bir farkı var mı? Amerika'da başkanlar değişir ama Amerika’nın menfaatleri değişmez. Obama zenci, Hüseyin falan boş… Eğer Amerika'nın menfaatlerini düşünmezse bu adamı seçmezlerdi... Ama nasıl ki Türkiye'deki demokratikleşme süreci pek çok şeyi değiştirdi. Obama'nın seçilme süreci de 60-70'li yıllardan itibaren bu noktaya geldi. "Aynı otobüse binemezsin, aynı lokantada yiyemezsin" diye bir şey yok. Şimdi Amerika'da dünyada kendini iyi göstermek için böyle bir yapılanma içine girdi. Clinton da fena değildi, Bush'ta Amerika için çalıştı. Şimdi ben Türkiye'de güçlüysem, mutluysam herkes benden yana olur. Türkiye, bugün kriz olaylarında büyük badireler atlattı. Ama bazı ülkeler var, iflas bayrağı çekti. Global menfaatlerini göz önüne aldığımızda ne gibi bir fark olabilir?

Dünya açısından baktığımızda diğerlerinden farkı yok. Amerika ile diyalogların sağ-

Türkiye'de siyasetten çok politika yapılıyor.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

19


İnsan mutluluğu içinde yaşamalı, yaptığı işten zevk almalı.

lanması açısından belki iyi olur. Filistin, Irak, Afganistan sorunu çözülür mü, Obama "çekilelim Afganistan’dan, ne işiniz var" diyebilir mi, bunu göreceğiz. O zaman bir farkı olur. Şu da var ki Amerika’ya alternatif ülkeler olmalı, satranç oyunu gibi o dengeyi kurmak lazım.

Gazeteci ve yazar olarak tanıdığımız Sadık Albayrak olarak sizi en çok kimler yada neler üzdü? Biraz da bunlardan bahsedebilir miyiz? Hayatta hiç kimse beni üzmedi, hayatta hiç mutsuz olmadım. Çile, ızdırap çektim, fikrin çilesini çektim ama hayatta yaptığım hiç bir şeyden de pişman değilim. Geldiğim nokta itibari ile de cesur olduğumu söyleyebilirim. Çünkü bir insan en çok neyi düşünür? Yiyecek, içecek vesaire… Öyle bir şey düşünmedim. Diyanet’ten yazılarımdan dolayı atıldığım zaman Nesil'de yazı yazıyordum. Küçük oğlan bir yaşındaydı, büyüğü beş yaşında. Bunun gibi hapishanelerde, sıkıyönetim mahkemelerinde, açlıklar, sıkıntılar ama bunlar hep bana mutluluk verdi. Ağlamakla olmaz... Ailem ben hapiste iken 3 ay senatoryumda yattı. Silivri'de yatıyorum, babam kanserden ameliyat olmak için İstanbul’a geldi. Beni sormuş, Almanya'ya konferansa gitti demişler. Ameliyat olduktan sonra, "Sadık abim hapishanede" demişler babama, "o zaman ben anladım" dedi. "Ameliyat olaca-

20

ğım da Sadık gelmeyecek". Ziyarete gidelim dedi ve geldiler. Ama nasıl… Mahşer günü gibi, ben dışarıyı görmüyorum. Ziyaret 15 günde birdi. Sakallısından sakalsızına kadar, mercedes arabalısından, yurt dışından gelenine kadar herkes yiyecek, içecek getirmiş. Babam "bunları nerden tanıyorsun" dedi, "ben bunları tanımıyorum" dedim. "Sen bizi okuttun, o okumanın karşılığı olarak kitap yazdım. Beni hapse attılar, o adamlarda bu kitapları, yazıları okudukları için buraya geliyorlar, bana dua ediyorlar. Baba, bu duaların 2'si benimse, 98’i senindir. Sen bizi okuttun, yetiştirdin..." Hayatta üzüldüğümüz şeyler belki olmuştur ama belirli bir şeyden sonra bunu da aştım. Kurban bayramında 4 gün evden hiç çıkmadım. Yattım, kalktım, gece uyumadım. Bir kitap vardı hazırlayacaktım, bu bana mutluluk veriyordu. Size bu değerli çalışmaları yaptıran heyecanı, enerjiyi neye borçlusunuz?

Geçmişle ilgili olabilir. Bizim dedelerimizden kalma 3 şey var: Köydeki evimiz. Onu babam yıktı, yetmişli yıllarda yeniden yaptı. O evden kalma bir kapı var: 1837'de yapılmış. Bir tane kılıç var, biraz da eğri. O da kardeşimde duruyor. Bir de Kur'an-ı Kerim var, o da bende. Onun başı ve sonu yok. El yazma ve farsça kırık mana verilmiş, mukatalı. Belki bu olabilir. Ha birde dalgacı bir ruhum var.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

Osmanlı uleması kitabını hazırlarken arşiv çalışmaları bana çok şeyler verdi. Orada gördüğüm o zulümler, işkenceler baskılar, hatıratlar... Mesela İskilipli Atıf Hoca'yı okuyordum, istiklal mahkemeleri ve matbuatı okuyunca görüyorum ki, çile çekmiş, büyük adamlar onlar. "Onlar gibi niye olmayalım" dedim. Beni bütün bu şeylere sevk eden bunlar. Gazetedeki yazarlık görevinizden ayrıldınız, buraya geldiniz. Neden böyle bir şey yaptınız?

4-5 sene evvel ben anjiyo oldum. Hem de kendimi bir dinleyeyim dedim. İnsan hayatı böyle; çıkar, ondan sonra iner. Öte tarafta inerken de, çıkarken hangi seviyede isen inişi de o seviyeden yaparsın. Şimdi benim çocukluk dönemimdeki şeyleri tekrar tadayım dedim, dut ise çocukken yediğim dut, salatalık köyde eskiden yediğim salatalık; "bunları tekrar bir tadayım" dedim biraz da torunlarım tatsın istedim. Burada da boş durmuyorum; yazıyorum. Yani kendimi sıkmıyorum. Okuyorum, dolaşıyorum, gazeteleri okuyup kızıyorum. Günlerimi böyle geçiriyorum. Tekrar gazetede yazmaya başlayacak mısınız? Ya nasip.

ayaz.rabia@gmail.com


BULUŞMA NOKTAMIZ www.onder.org.tr


GÜNAHIN KUTSİYETİ

P İSMİHAN ŞİMŞEK

Günaha, hataya bulaşmama adına yaşamın gerisinde duranlar, tövbe edebilme lütfuna da erişemeyecek olanlardır. Ne tecrübenin getirdiği bilgeliğe erişebilirler, ne de tövbenin safiyetine. Kendilerini yenilemek için yeterli bir sebepleri de olamayacaktır onların.

22

usuda herkes… Tek bir çıtırtıda dağılıverecek olan odalarda, tülden zırhlarımızı kuşanmış bekliyoruz. Süreli mutluluk oyunları konuluyor önümüze, süresi bitince yeni bekleyişler, yeni oyunlar elimize tutuşturuluyor. ‘’Oyalan” diyorlar, oyalanıyoruz yapboz parçalarıyla. Kimsenin kapının eşiğine kadar bile ilerlemeye cesareti yok, gücü de… Önündekine odaklanmış, parçaları bir araya getirme telaşından ne geçen zamanın, ne de değişmeyen mekânın farkındalar. Kapının arkasına geçebilmeyi istemek, çıkabilecek çıtırtıyla tüm odaların dağılmasını göze almak demek. Bırakın kapıyı çarpabilmeyi, kalkıp gidebilmenin bile çok fevri karşılanabileceği, bütün kenarları törpülenmiş “lıght” bir algının esiri olarak, başımızın üstünden kalpli baloncuklar saçarak ne kadar da uyumlu insanlar olduğumuzun ilanı telaşındayız. Aman ucumuz hiçbir yere batmasın, herkesi anlayalım, herkes bizi anlasın, önce cümleleri ağzımızda yuvarlayalım, sonra da biz yuvarlanıp gidelim peşlerinden düşüncesi, kurduğumuz her net cümlenin bir gün başımıza bela olabileceği korkusuyla kucağımızı gelen-gidene açmamızın nedeni. Bu aynı zamanda bizim hataya karşı olan bağışıklığımızı azaltarak, benliğimizin küçücük bir çizikle büyük yaralar almasına da sebep oluveriyor. “Hataya bağışıklık kazanmak” ibaresi çok iddialı gelebilir kimilerine. Ki öyledir de… Dünyadaki asli görevimizin “iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak” olduğunu bilen herkes için, hata, günah, yanlış alışılmaması gereken şeylerdir. Fakat bir şeyi hiç tanımamakla, o şeye alışıp, duyarsızlaşmak arasında pek bir fark yoktur. İkisi de etki bırakmaz insanda. Dolayısıyla kendimizi kilitlediğimiz odalar, güvenin değil, güvensizliğin adresidir. Sorun, aynı hatalara alışmaktadır, “hata yapabilme” durumuna değil… Bu yüzdendir ki Allah, “hata yapmayacak bir kavim olsaydık, bizi helak edip yerimize başka bir kavim getirmek” uyarısında bulunmuştur. Ne kadar çok bilmek isterseniz, o kadar çok şey yaşamanız, ne kadar çok şey yaşarsanız da, o kadar hata yapmanız kaçınılmaz. Tanıyıp, anlayabilmek

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

ancak içine dalıp, yaşamakla mümkündür. Cahiller öğretilerek değil, cezalandırılarak ya da zevk verilerek, yani şartlandırılarak eğitilebilir. Böyle olunca da kimi zaman “çarpa çarpa kendisi öğrensin” demek gerekir. Her birimiz cahili olduğumuz alanlarda bu metotla mesafe kat edebiliriz. Çünkü bir şeyin arifi olmak, âlimi olmaktan önce gelir. Günaha, hataya bulaşmama adına yaşamın gerisinde duranlar, tövbe edebilme lütfuna da erişemeyecek olanlardır. Ne tecrübenin getirdiği bilgeliğe erişebilirler, ne de tövbenin safiyetine. Kendilerini yenilemek için yeterli bir sebepleri de olamayacaktır onların. İşin en iç karartıcı yanı ise, geriye altına imza atacakları hiçbir iz, eser bırakamayacak olmalarıdır. Mevlana, “hayat denizine batıp batıp çıkmak” tan bahsededursun, sudan korkan kedi gibi hayatın kıyısında, sadece seyirci olarak kalmaya mahkûm ederler kendilerini. Pürüzlere olan tahammülsüzlükleri, önlerine konulacak bariyerlere karşı olan korkuları, ilk domino taşına şöyle bir dokunuvermelerine engel teşkil eder. Çünkü bilirler ki, ona dokunduklarında yüzlercesine dokunmuş olacaklar. Biri diğerini tetikleyecek ve tam da göbeğine düşecekler hayatın. Bu bariyerlerin üstesinden gelebilmenin formülü ise korku ile zevk arasındaki paralellikte saklıdır. Korku filmlerinden hem korkup, hem de izlemekten vazgeçemeyenler ya da lunaparkta trene bindiğinde çığlık çığlığa kalıp, bitiminde yeniden binenlerin psikolojisiyle atlatılabilir bu durum. Araştırıcılar, kıvrılıp giden bir ray üzerinde fır fır dönen bu alete karşı korkusunu yenenlerle konuştuklarında, onların bu işten ölümüne korktuğunu, buna rağmen korkmaya karşı mazohistik bir duyguyla bağımlılık yaşadıklarını, bundan bahsederken de ağızlarını yayarak güldüklerini fark etmişler. Kimse korkudan kaçarak korkusunu yenemez, ancak ondan zevk alarak yenebilir. Hayat da böyledir… Üstesinden gelebilmek için, uç noktalarıyla karşı karşıya gelmek gerekir. Korkularımız çoğaldıkça, kontrol edilme alanımız genişler. Üstesinden gelebileceğimiz şeyler azalır. Korkmak kontrol edilmekse, kontrol etmenin yolu zevk alabilmeyi öğrenmek-


ten geçer. Deniz hem boğucudur, hem serinletici… Boğulmamak için serinlemekten vazgeçmek yerine, iyi yüzücü olmayı öğrenip dalgalarla cebelleşmeyi göze almalı insan. Çünkü bu deniz bizi arındıracak, tazeleyecek umutlanacağımız yarınlar için. Demek ki günahın ve hatanın da kendine has bir kutsiyeti var insan açısından… Onu ileriye taşıyacak, itici güç olacak yegâne etken belki de. Muhammed (a.s)‘ın “İsmet” sıfatını taşıdığı halde günde 70 defa tövbe edişini de ancak bu perspektiften baktığımızda anlayabiliriz. Bilirsiniz, Arap kültüründe yedi, yetmiş, yetmiş yedi gibi sayılar “çokluğu” simgeler. Belki de Muhammed (a.s) yaşadığı her dakikadan, her andan tövbe ederek bir adım daha öteye taşıyordu kendini, insanı kâmil olmasına rağmen. Bu onun işlediği bir günahtan ya da eksikliğinden değil, kendini bir akarsu gibi sürekli yenileme, silkeleme iştiyakından kaynaklanı-

yordu muhtemelen. Bu bir anlamda kişinin hali hazırdaki durumuna isyan etmesi anlamına da gelir ki, bu noktada Nurettin Topçu‘nun “İsyan Ahlakı” adını verdiği öğreti imdadımıza yetişir. Ona göre “her hareket ‘ancak kendinden daha üstün bir düzene yönelirse’ isyan adını alır.” Tövbe, öyle bir isyandır ki, itaatin de yerli yerine oturmasını sağlar. Korkularımız, isyan bekleyen tabular olarak önümüzdeki yapboz parçalarına mahkûm etmiş durumda bizleri. Hata yapabilme hakkımızı elimizden alırken, “yaşamak” kelimesinin içini doldurma hakkımızı da alıyor elimizden. Bize de geriye, gerektiğinde kapı çarpabilmeyi göze alamayışımızdan dolayı, kapının ardını görememek kalıyor… ismihansimsek@gmail.com

KORKULARIMIZ, İSYAN BEKLEYEN TABULAR OLARAK ÖNÜMÜZDEKİ YAPBOZ PARÇALARINA MAHKÛM ETMİŞ DURUMDA BİZLERİ. HATA YAPABİLME HAKKIMIZI ELİMİZDEN ALIRKEN, “YAŞAMAK” KELİMESİNİN İÇİNİ DOLDURMA HAKKIMIZI DA ALIYOR ELİMİZDEN. BİZE DE GERİYE, GEREKTİĞİNDE KAPI ÇARPABİLMEYİ GÖZE ALAMAYIŞIMIZDAN DOLAYI, KAPININ ARDINI GÖREMEMEK KALIYOR…

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

23


ÖNCELİKLERİMİZ KORKULARIMIZ OLMAMALI

MİNE İZGİ

Korku, dünyanın imtihan yeri olmasının gereği olarak insanın önüne çıkarılmış engellerden biridir. Bu engeller, insanın kalitesini yükseltmek, değerini artırmak için insanın önüne konulmuştur. Bir nevi, askeri eğitim alanındaki engelli parkur sahasındaki engeller gibidir. O engeller, askerlerin kabiliyetlerini artırmak içindir. Ama askerler eğitim alanında kurallara uymaz ve yanlış hareket ederlerse, kendilerine faydalı olması için konan engeller onlara zarar verebilir. 24

B

ir gün New-York'ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar. Gruptan biri, bir Kızılderili'dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kızılderili, kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır aramaya başlar. Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam eder. Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kızılderili, yolun karşı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar. Arkadaşı, Kızılderili'ye: "Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?" diye sorar. Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek, arkadaşına kendisini takip etmesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar. Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol eder. Kızılderili, arkadaşına dönerek: "Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin." der. Evet, bizim önceliklerimiz de korkularımız üzerine olmamalı, onları yenmeyi ve üstesinden gelmeyi bilmeliyiz. Kim ne yaparsa yapsın, ne dayatırsa dayatsın, korkmamız gereken tek bir mercii var… Korkulardan uzak durmak, ancak olumlu düşünceleri çoğaltmakla mümkündür. Şimdi bir dostunuzda, envai çeşit yemeklerin hazırlandığı bir ziyafette, yemekte olduğunuzu farz edin. Açık büfe

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

servis yapılmasını isteyen dostunuzun hazırladığı bu çeşit çeşit yemekler yerine, kafanızda da çeşit çeşit düşünceler var. Nasıl ki, açık büfede istediğiniz yemeği seçmekte özgürsünüz, aynı şekilde bu düşünce çeşitlerinden de istediğinizi seçmekte özgürsünüz. İşte bu seçtiklerinizle yarınınızı oluşturuyor olacaksınız. Nasıl ki, size dokunan, tadını sevmediğiniz ya da bilmediğiniz yemekleri seçmek size hoş gelmeyecekse, size acı veren ve sorun oluşturan düşünceleri seçmekle de kendinize zarar vermiş olursunuz. Hangi yiyeceğin size dokunduğunu fark ettiğinizde, ondan uzak durursunuz değil mi? Düşünceler içinde aynı şey geçerli. Sıkıntı veren ve bizi çıkmaza sokan düşüncelerden uzak durmalıyız. Bu düşünceler kimden ve nasıl gelirse gelsin. Biz istemedikten sonra kimse bize bir şey yapamaz… Kardeşim, sen düşünceden ibaretsin, Geriye kalan et ve kemiksin. Gül düşünürsün, gülistan olursun, Diken düşünürsün, dikenlik olursun. Mevlana İster inanın ister inanmayın, ama düşüncelerimizi biz seçiyoruz. Geçmiş, yaşanmış ve bitmiştir. Bunu değiştiremeyiz, ama geçmiş hakkındaki düşüncelerimizi değiştirebiliriz. Oturup geçmişi düşünerek gelecek için vesveselenmek, korkuya kapılmak bize ne kazandırır. Hiç! Bu tür düşüncelerin altında yatan tek sebep, olumsuz düşünceleri besliyor olmamız. Eğer bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsanız, o doğrudur. Doğru olmadığına inanıyorsanız, o doğru değildir. Şimdi düşüncelerinizi gözden geçirin. Sorun ne olursa olsun, kökeni bir düşünce kalıbında yatıyordur. Unutmayın! Düşünce kalıpları değiştirilebilir. Elinize bir kâğıt kalem alın. Hemen şimdi! Öğrenciyseniz sınavlar, evliyseniz evlilik, çocuklarınız… ile ilgili düşüncelerinizi maddeler halinde yazın. Daha sonra bakın, kaç tanesi olumsuz. Bir süre durun ve düşüncelerinizi yakalamaya çalışın.


Şuanda neler düşünüyorsunuz? Evet, düşünceleri yakalamak kolay bir şey değil. Çünkü düşünceler çok hızlı hareket eder. Bu yüzden ağzınızdan çıkan sözlere dikkat etmeye çalışın. Bu sözler olumsuzluk içeriyorsa, cümleyi olumlu bitirmeye gayret edin ya da cümleyi tamamlamadan bitirin. Bakın düşüncelerinizi siz beslemektesiniz. Onları nasıl beslerseniz, o şekilde gelişirler. Onları olumlu beslemek en güzeli… İç dünyamızdaki mücadeleyi, iyi duygular kazanmalı. Ama onları iyi beslemezsek kazanmaları çok zor… “Yaşlı dede, evinin önünde torunuyla oturuyormuş, az ötede de birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlarmış. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve 12 yaşındaki torun, kendini bildi bileli o köpekler dedesinin evi önünde boğuşup dururlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar… Çocuk, evi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin ille de siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesin. Yaşlı dede, bilgece bir gülümsemeyle torunun sırtını sıvazladı. “Onlar” dedi, “benim için iki simgedir evlat.” “Neyin simgesi?” diye sordu çocuk. “İyilik ve kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.” Çocuk sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi. “Peki, sence hangisi kazanır mücadeleyi?” Bilge adam, derin bir gülümsemeyle baktı torununa. “Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem o!” Korku, bir tür engeldir. Korku, dünyanın imtihan yeri olmasının gereği olarak insanın önüne çıkarılmış engellerden biridir. Bu engeller, insanın kalitesini yükseltmek, değerini artırmak için insanın önüne konulmuştur. Bir nevi, askeri eğitim alanındaki engelli parkur sahasındaki engeller gibidir. O engeller, askerlerin kabiliyetlerini artırmak içindir. Ama askerler eğitim alanında kurallara uymaz ve yanlış hareket ederlerse, kendilerine faydalı olması için konan engeller onlara zarar verebilir. Eli, kolu, ayağı, kafası veya vücudunun başka yerleri zarar görebilir. Korku da böyledir. O, esasen insanın faydası için yaratılmış bir durumdur. Fakat insan, onu tanımaz, mahiyetini öğrenmezse, aleyhine çalışır. Bu sebeple bu konuda en önemli iş, onu iyi tanımaktır. Bilindiği takdirde insana zarar vermez, bilakis faydalı olur. İnsanı her an uyanık, diri ve canlı tutmaya yarar. Gafleti, gevşekliği ve vurdumduymazlığı kaldırır. Korkuyu tanıdıktan sonra, onu ciddiye almamak, önem vermemek, üzerinde durmamak, takıntı haline getirmemek gerekir. Unutmayalım, kısmette varsa, 9 köyden kovulsak da 10. köyde muhtar olacağız. 10. köyde buluşmak üzere… mineizgi@mynet.com TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

25


ÇAĞIMIZDA İLETİŞİM(SİZLİK) (Bilal AKKAYA) Aynı mekanı paylaşan aile fertleri, ayrı dünyaların insanları gibi yaşamaya başlıyor. Böylece ailede birbirinden kopmalar ve neticesinde aile içi yabancılaşmalar, birbirini anlamayan kavgacı toplumlar ortaya çıkmaktadır.

26

İletişimin rolü, gülük hayatımızda olduğu kadar; iş, ekonomi ve siyasi hayatımızda her geçen gün daha fazla artmaktadır. İletişime hizmet eden teknoloji geliştikçe, iletişimdeki sorunlar da beraberinde artış göstermektedir. İletişim; her konuda başta insanlarla; görünüşle, sözle, yazıyla, hareket veya mimiklerle, içtenlikle ilişki kurarak birbirlerini etkilemeleri, görüşlerini, anlayışlarını, taleplerini, tepkilerini, dertlerini, sevinçlerini ve kısacası tüm hallerini birbiryleriyle paylaşarak bir ortak zeminde buluşabilme gayretleri anlamına gelmektedir. Bu ortak zemin bazen aynı ortamları paylaşarak karşılıklı, bazen de ayrı ortamlarda ancak teknolojik iletişim cihazlarıyla gerçekleştilmektedir. Teknolojik iletişim, doğal iletişimi öylesine etkisiz hale getirdi ki; insanlar hiç tanımadıkları, ancak olumlu olumsuz tesirinden kendilerini kurtaramadıkları teknolojik iletişim cihazlarının sunduğu mesajlara göre hayatlarını plan-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

layıp, çevresiyle iletişimlerini sağlamaktadırlar. Çağdaş yaşamda iletişim, faydalı veya faydasız bilgi aktarma hizmetini gittikçe artırırken, toplumda ve özellikle ailelerde ortak anlayışa varabilme imkanlarını azaltıyor ve bu sebeple, aile fertlerinin birlikte yaşama imkanları zorlaşıyor. Günümüzde, kapsamlı antenlerle dünyanın her ülkesiyle, televizyon bağlantısı ve internet bağlantısı sayesinde çok kolay iletişim kurulabilmektedir. Özel TV. kanalları ve internet siteleri de hesaba katıldığında, ülkemizde her hane aynı anda çok farklı zevk ve arzulara hitabeden bir çok (faydalı/zararlı) program ve mesajların etkisi altına girmiş bulunmaktadır. Ailede iletişim kopukluğu İşlerinden evlerine dönen karı-koca ve ailedeki diğer fertler, kendilerini TV’nin karşısında bulu-


yorlar. Herbiri imkan bulduğu takdirde, zevkine en uygun programı, çoğu kez ayrı odalarda seyretmek durumunda. Gençler internette dolaşırken kendini kaybetmekte. Karı-koca, ev, yaşam ve çocuklarla ilgili konularda, esasen kısıtlı olan birliktelik zamanlarında yeterli iletişim kurmakta zorluk çekilmektedir. Amacı iletişim kurarak bazı konuları öğrenmek, tartışmak, irdelemek, karşılıklı müzakere etmek, şu veya bu şekilde neticeye varmak olan toplantılar veya yemekler, yerini TV’deki bir dizi veya maça, yada internetteki dolaşıma bırakmak zorunda kalıyor. Aynı mekanı paylaşan aile fertleri, ayrı dünyaların insanları gibi yaşamaya başlıyor. Böylece ailede birbirinden kopmalar ve neticesinde aile içi yabancılaşmalar, birbirini anlamayan kavgacı toplumlar ortaya çıkmaktadır. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız tablo, çok özet olmasına rağmen, tarifi mümkün olmayacak şekilde de ürkütücü ve korkutucu bir hal arzetmekte-

dir. Bu tablonun iki yüzü bulunmakta: Birinci yüzde, bir kamera arkası (yönetmenliği) birde ekranda yansıması var. Tablonun ikinci yüzünde de seyirci durumunda olanlar var. Bizler hangi durumdayız ve nerede olmalıyız..! Çağımızda teknoloji, iletişimin hizmetinde her gün yenilikler icad ederken, insalar arasındaki iletişim eksikliğinden söz ediyoruz. Buradaki terslik, teknolojide mi? Onu kullanan insanlarda mı? Bu terslik hangi tarafta olursa olsun sonuçta zarar gören insanlar, bizler ve toplum. Bu zarardan insanların korunmasına katkı sağlamamız boynumuzun borcudur. Bu da olaylara ekranlardan seyirci kalmakla yerine getirilecek bir sorumluluk olmadığı aşikardır. 1992’de Burdur'da askerlik yaparken solcu bir asker arkadaşımız; benim İmamHatip lisesi mezunu olduğumu duyunca şöyle demişti: “Biz solcular, sizlerin cami ve cemaatine sahip olsak, bu toplumun

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

büyük çoğunluğu solcu olurdu yada solcu gibi düşünürdü” demişti. Solcuların kapitalistleri holding patronu, idealistleride reklamcı ve televizyoncu oldular. Müslüman işadamları holdingler kurma yolunda ilerlerken, idealistler de müslümanca reklamcı ve televizyoncu olup toplumla iletişime geçmeliler diye düşünüyorum. Topluma iletişimin yolu, önceleri camiler, okullar ve sosyal alanlar idi. Günümüzde ise teknoloji yanlışıyla-doğrusuyla iletişimi, insanların çok özel alanlarına taşıdı. İletişim teknolojilerinin içine mesajlarımızı üretip, servis etmezsek, teknolojik iletişim seyircisine de ulaşmamız söz konusu olmayacaktır. Bu zararların etkisinden, ne kendimizi, ne de ailemizi ve dolayısıyla da toplumumuzu korumamız mümkün olmayacaktır. Umarım idealist müslümaların duyarlılığını gösterir, seyircilikten çıkarak seyircilere mesajlarımızı servis etme gayretini gösteririz.

27


SOSYAL YAPININ GÜÇLENDİRİLMESİ (Yaşar Ergincan) Birbirimizi hata ve kusurlarımızla sevmeye mecburuz. Zira yapılmakta olan bu kadar büyük haksızlıklar karşısında aynı gayeye sahip olan insanların kenetlenmesi gerekir. Biz sizden daha iyisini yapacağız diyerek bile TEFRİKA çıkaramayız. Eğer gerçekleri kabul eden bir topluluk isek anlaşmazlıklarımızın çözümünü hak ve adalet ölçülerinde aramak mecburiyetindeyiz. Bu bizim için daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.

28

İnsan ne kadar iyi eğitim görür, ne kadar iyi vasıflara (niteliklere) sahip olursa; toplumsal huzura o oranda katkısı olur. Bir toplumun sosyal yapısının güçlendirilmesi, fertlerin (bireylerin) iyi ahlak sahibi olmalarıyla yakından ilişkilidir. Bu bakımdan önce hatalı davranışları ve bunların giderilmesi yollarını incelemeli, sonra da toplumun faydalı bir insan olmak için nasıl olmalıyız sorusunun cevabını aramalıyız. 1-Enâniyet sahibi değil, İRFAN SAHİBİ OLMAK Bu vasfı kuvvetli olan insan her şeyde kendi istediğinin olmasını arzu eder. Kendisi dışında oluşacak her faaliyeti eksik görür, eleştirir. Herkesin kendisine uymasını ister. Bu ise önemli bir noksandır. Çözüm ise; İtaatte, sadakatte ve ihlastadır. Kâmil insan olmak için önce insanın şahsi arzu ve isteklerinden vazgeçmesi gerekir. Kemâlat (olgunluk) bu noktadan başlar. Zira hayırlı olan başkadır, doğru olan başkadır. Dolayısıyla İrfan sahibi olmak gerekir. İrfan sahibi olmak benim düşüncem de yanlış olabilir diye düşünebilmekle başlar. İnsanlar nefislerinden taviz verdikleri sürece yücelirler. Zira Allahın rızasını kazanmak nefsin istediğinin zıddını yapmaktan geçe. Ben olmazsam olmaz, ne yapıp yapayım şu makamı elde edeyim. Ben daha layığım, daha iyi yaparım düşüncesi; insanı helâke götüren düşüncedir. Unutulmamalıdır ki; İblisi helâke götüren, benliği (enâniyeti) olmuştur. 2-Tefrika değil, BİRLİK BERABERLİK SAHİBİ OLMAK Fikir farklılıklarında rahmet, ihtilafta ise çok büyük vebal vardır. Bir konunun her yönünün “istişareyle” ortaya konulması çok önemli bir görevdir. Bu kararların daha isabetli alınmasını sağlar. Ancak yapılan istişarede kendi düşüncesi yönünde karar çıkmadı diye tefrika çıkarmak sadece kötülüğe yol açar. Doğru olan cemaat ruhuna sahip olarak ittifak halinde olmaktır. Cenâb-ı Hak: “Hepiniz topluca Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. (tefrika yapmayın) dağılıp parçalanmayın

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

buyurmaktadır. Askeri tatbikatlarda gecenin zifiri karanlığında bilinmeyen bir vadide bir bölüğü nehrin öbür yakasına geçirmek için yüzme bilenler karşı tarafa geçip ipi bağlarlar. Öbür ucunu da bu yakaya bağlarlar. Böylece yüzme bilmeyenler de tutunarak karşı tarafa boğulmadan geçerler. Birlik ve beraberlik ruhu en kılcal damarlarımıza kadar yer etmelidir. Birbirimizi hata ve kusurlarımızla sevmeye mecburuz. Zira yapılmakta olan bu kadar büyük haksızlıklar karşısında aynı gayeye sahip olan insanların kenetlenmesi gerekir. Biz sizden daha iyisini yapacağız diyerek bile TEFRİKA çıkaramayız. Eğer gerçekleri kabul eden bir topluluk isek anlaşmazlıklarımızın çözümünü hak ve adalet ölçülerinde aramak mecburiyetindeyiz. Bu bizim için daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir. 3-Makam mevki hırsı yerine, İHLÂS SAHİBİ OLMAK İnsanlar çoğu zaman kendi yeteneklerini tarafsız olarak değerlendiremezler. Bir göreve gelmeyi çok arzu etmek, önce kişinin kendisine zarar verir. Hatalarıyla baş başa kalır. Manevi yardımdan mahrum olur. Ayrıca çok arzu ettiği o makamı, muhafaza etmek için herkesi hoş tutmak mecburiyetinde olduğundan, etrafını büyük ölçüde maddi çıkarları peşinde olanlar sarabilir. Sahip olduğu imkânları, hizmet ve topluma yararlı olmak için değil, şahsı için kullanır. Böylece o imkânları, desteklerini almak gayesiyle davası aleyhinde olanlara dağıtır. Davası için feragatle çalışanların hakkını gözetmekse; akıbet çok üzücü olur. Diğer yandan insanlar uzun süre içlerinde sakladıklarını etraftan gizleyemezler. Halleri belli olur. İnsanların itimadını kaybederler. Talip olmak (istemek) değil ,matlup olmak (istenmek) daha değerlidir. Doğru olan bir görev verilirse ihlasla, sadakatle, feragatle çalışmaktır. Yoksa bir makamı elde etmek için “kulis” yapmak, “grup oluşturmak” çirkin mücadelelere yol açar.


Böyle bir talepte bulunanların sayısınca gruplar oluşur. Bir müddet sonra gruplara karşı gruplarda oluşur. Bu yola girilirse birbirine kenetlenmiş olan topluluğumuz parça parça olur. Bu davranış ise; bir insanın davasına yapabileceği en büyük zarar demektir. Zira Hakkı sahibine vermemek ne kadar zulüm ise, hakkı olmadığı şeyi vermekte bir o kadar zulümdür.” İyi insan olmak başka ,değerli insan olmak başkadır. Bir toplumun sorumluluklarını kendine ve o topluma zarar vermeden taşımak başkadır. 4 -Dedikodu, Tenkit değil, TEKLİF SAHİBİ OLMAK Gıybet (dedikodu) doğru bile olsa, bir kardeşimizin duyduğu takdirde üzüleceği bir sözü onun arkasından söylemektir. İftira ise; gerçek olmayanı söylemektir. Bu toplumu birbirine düşüren, gücünü zaafa uğratan çok zararlı bir hastalıktır. Doğru bile olsa bir kardeşimizin aleyhinde bir sözü bile söyleyene asla itibar edemeyiz. Onu dinlemeyiz, onun söylemesini de önleriz. Her duyduğunu söylemek bir insanın yalancı olmasına yeterlidir. Bir kardeşimizin hatasını görürsek, o hatayı o kardeşimize yalnızken hiç kimsenin duymayacağı bir şekilde söyleriz. Bizim gayemiz tenkitçilik değil kardeşimize faydalı olmaktır. Şayet yanılarak yaptıysa bir hatadan onu kurtarmaktır. Bununla, faydalı bir iş yapmayı murat ediyoruz. Yoksa o kardeşimizin “gıybetini” yapmayı onu “teşhir” etmeyi isteyemeyiz. Bizim usulümüz yol göstermek, hizmete katkıda bulunmaktır. Gıybetten, iftiradan şiddetle kaçınmalıyız. Uyarılarımızı güzel ahlak çerçevesinde ilgili kimseye yapmalıyız. Ya hayır söylemeli yahut susmalıyız. Ama her şey zamanında yapılmalıdır. Zira zamanı geçen teklif idamdan sonra gelen affa benzer. 5-Su-ı zan değil, HÜSN-İ ZAN SAHİBİ OLMAK Su-i zandan şiddetle kaçınmak gerekir. Çünkü su-i zan büyük vebaldir. Zira insanın kalbini bozar ve kişinin kendisine zarar verir. Çok keskin delillerle aksi belli olmadıkça herkes

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

hakkında hüsnü zanda bulunmak esastır. 6-Tembellik ve laf ebeliği değil GAYRETLİ OLMAK Biz çalışsak da tembellik etsek de zaman aynı hızla akarak ömrümüz tamamlanmaktadır. Şunu hiç hatırdan çıkarmamalıyız ki insan için sadece çalışmasının karşılığı vardır. Bu karşılığını da muhakkak görecektir. Unutmayalım ki hayır için cehdetmek (bütün gücüyle çalışmak) yapılacak bir şeydir, konuşulacak bir şey değildir. Çalışmayıp çareyi laf ebeliğinde aramak akıllı işi olamaz. Yeryüzünde yatarak başarıya ulaşan tek varlığın tavuk olduğunu unutmamak gerekir. 7-İhmalkâr değil, HİZMETKÂR OLMAK İhmalkârlık hayırlı işlerin yapılmasını engelleyen hatalı bir davranış biçimidir. “Hayırlı işlerde acele etmeli, elimizi çabuk tutmalıyız” düsturu bizim çalışmalarımızda ana ilkemiz olmalıdır. Bugünün işini yarına bırakmama gayreti bizi büyük başarılara götürmede çok önemli itici bir güç demektir. Böyle yaparsak zamanımızın kıymetini bilmiş oluruz. İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır anlayışı bizi hizmetkâr anlayışı sahibi yapmalıdır. 8-Yeis sahibi değil, ÜMİTVAR OLMAK Bazı insanlar zorluklar karşısında çabuk yılgınlığa düşerler, ümitlerini kaybederler ve şikâyete başlarlar. Bu kötümserlikleri hem kendilerini huzursuz eder hem de etrafında ki insanların şevkini kırarlar. Akıllıca düşünecek olursak kötümserlikle olayların ağırlığı azalmaz aksine artar. Bir imtihanla karşı karşıya geldiğimizde bu bizim mücadele gücümüzü arttırır. Sabrımızı arttırır. Kim Allah’a güvenirse Allah’ın ona yettiğini biliriz. Sabrederiz ve yine biliriz ki bizim sabrımız da Allah’ın yardımıyladır. Ayrıca hangi şart altında olursa olsun Allah’tan ümidimizi kesemeyiz. Şairin: “Yeis öyle bir bataklıktır ki girme boğulursun. Ümide sarıl bak gör ne olursun.” ifadeleri her şeyi anlatmaya yeter aslında.

29


ÖNDER’DEN HABERLER

ÖNDER 50. YIL ETKİNLİKLERİ BÜYÜK BİR COŞKUYLA KUTLANDI PROGRAMDA KONUŞAN ÖNDER GENEL BAŞKANI YUSUF ZİYAETTİN SULA:"TARİH İÇİN 50 YIL BELKİ KISA BİR ZAMAN DİLİMİNE TEKABÜL EDİYOR. BAKTIĞIMIZDA BİR ROMA DEVLETİ 1100 YIL YAŞAMIŞ, OSMANLI DEVLETİ 600 YIL YAŞAMIŞ VE EN KISA KALDIĞIMIZ YER OLAN MACARİSTAN'DA 150 YILLIK MAZİMİZ VAR. BUGÜNKÜ YUNANİSTAN'DA 350 SENE KALMIŞIZ. BİR BAŞKA AÇIDAN BAKTIĞIMIZDA DA PEYGAMBERİMİZ 23 YILLIK NÜBÜVVET DÖNEMİNDE DÜNYANIN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİRMİŞ. BÜYÜK İSKENDER 33 YAŞINDA ÖLMÜŞ AMA 12 TANE İSKENDERİYE ŞEHRİ KURMUŞ. BİLİNEN DÜNYANIN ÇOĞUNU FETHETMİŞ. İTTİHAT TERAKKİ'NİN ÜÇLÜSÜ ENVER 41, TALAT 49, CEMAL 51 YAŞINDA ÖLMÜŞLER. AMA KISACIK BİR SÜRE İÇİNDE KOCA OSMANLI İMPARATORLUĞUNU TARİHE GÖMMÜŞLER. İŞTE İMAM HATİP OKULLARI DA 58 SENE EVVEL KURULDU VE İLK MEZUNLARIMIZI DA BUNDAN 50 YIL EVVEL VERDİK. ÖNDER, İŞTE BU 50 YIL EVVELKİ İLK MEZUNLARIMIZIN BİR ARAYA GELMESİYLE KURULDU."

30

ÖNDER 50. Yılını büyük bir coşkuyla kutladı. 19 Ekim 2008’de Eminönü Halk Eğitim Merkezinde gerçekleşen etkinlikÖNDER 50. Yılını büyük bir coşkuyla kutladı. 19 Ekim 2008'de Eminönü Halk Eğitim Merkezinde gerçekleşen etkinliklere yurdun dört bir yanından birçok önemli isim katıldı. Programda konuşan ÖNDER Genel Başkanı Yusuf Ziyaettin SULA: "Tarih için 50 yıl belki kısa bir zaman dilimine tekabül ediyor. Baktığımızda bir Roma Devleti 1100 yıl yaşamış, Osmanlı Devleti 600 yıl yaşamış ve en kısa kaldığımız yer olan Macaristan'da 150 yıllık mazimiz var. Bugünkü Yunanistan'da 350 sene kalmışız. Bir başka açıdan baktığımızda da Peygamberimiz 23 yıllık nübüvvet döneminde dünyanın çehresini değiştirmiş. Büyük İskender 33 yaşında ölmüş ama 12 tane İskenderiye Şehri kurmuş. Bilinen Dünyanın çoğunu fethetmiş. İttihat Terakki'nin üçlüsü Enver 41, Talat 49, Cemal 51 yaşında ölmüşler. Ama kısacık bir süre içinde koca Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömmüşler. İşte İmam Hatip okulları da 58 sene evvel kuruldu ve ilk mezunlarımızı da bundan 50 yıl evvel verdik. ÖNDER, işte bu 50 yıl evvelki ilk mezunlarımızın bir araya gelmesiyle kuruldu." Konuşmasında önemli noktalara değinen SULA: "50 yılda çok sıkıntı ve badirelerden geçerek bugünlere geldik.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

Sıkıntıların temelinde ise ülkemizdeki çarpık laiklik anlayışı ve dar bir kesimin dine bakışında yaşanan olumsuz tutum yatmakta. Biz ÖNDER olarak hazırlamış olduğumuz raporlarla dünyada bize model gösterilen Avrupa ülkelerindeki laiklik uygulamalarını gözler önüne serdik. Din subaylığını anlattık, hastanelerde din hizmetlerinin var olduğunu gösterdik. Bugün laik bir ülke olan Fransa'da okulların %44'ünun kiliseler ve dini cemaatlere ait kurumlara bağlı olduğunu hayretle müşahede ettik. Fransa'da hiçkimse bu okulların laikliğe aykırı olduğunu, teokratik düzen getireceğini söylemiyor. İngiltere'de de durum aynı: Okulların%35'i kilise ve dini kurumlara ait. Fransa ve İngiltere'de devlet bu okulların müfredatına da karışmıyor. Sadece alınması gereken ana dersleri belirliyor, onun dışında müfredat bağlı bulunduğu kilise ve cemaatler tarafından belirleniyor. Ülkemizde ise ortaöğretim kurumlarında din eğitimi oranı ancak yüzde 5 sınırlarında kalmaktadır. Ülkemizde din eğitiminin en azından bize model gösterilen gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarılmasını bekliyoruz." dedi. SULA, sözlerini şöyle sürdürdü: "Artık entrikaların çevrilmediği, entrika çevirenlerin üzerine cesaretle gidildiği, temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesine müsade edilmediği, kimsenin eğitim hakkını kullanmak için yurt dışına çıkmak zorunda


ÖNDER 50. YILINI BÜYÜK BİR COŞKUYLA KUTLADI. 19 EKİM 2008’DE EMİNÖNÜ HALK EĞİTİM MERKEZİNDE GERÇEKLEŞEN ETKİNLİKLERE YURDUN DÖRT BİR YANINDAN BİRÇOK ÖNEMLİ İSİM KATILDI. kalmadığı, manevi değerlerimize uluorta saldırılmadığı ve hayır kurumlarımızın ve milletimizin hayır duygularının çok kolay bir şekilde yıpratılmadığı günlerin beklentisi içindeyiz. Ülkemizin ve milletimizin geleceği adına Türkiye´mizin manevi dinamizmini ayakta tutan İmam Hatip Liseleri hayati önem arz etmektedir. Okullarımızın kurulması ve yaşatılmasına emeği geçen büyüklerimizin, mezuniyetlerinin 50. yılını idrak eden ağabeylerimizin gayretlerini şükran ve minnetle anıyoruz. Bu ulvi nöbetin İmam Hatip neslince nice 50. yılları daha güzel günlerde idrak edileceği inancımızı yineliyor, Rabbimizden razı olacağı hizmetlerde Asım´ın neslini muvaffak kılmasını niyaz ediyoruz." Her Okula Bir Mezun Derneği Konuşmasında ayrıca ÖNDER´in "Her okula bir mezun derneği" projesinde önemli bir mesafe kat edildiğini vurgulayan SULA: "Türkiye genelinde 2006 yılında 28 olan aktif mezun dernek sayımız 2008´de 180´e ulaşmıştır olup mezun derneği olmayan ilimiz kal-

mamıştır. Üniversiteye girişte katsayı probleminin ortadan kalktığı, eğitimin her kademesinde yatay ve dikey geçişlerin mümkün olduğu bir sistemin hayata geçirilmesi, bu topluluğun öncülüğünü yapan kurumların önemsediği konuların başında gelmektedir. Okullarımıza sahip çıkan okul aile birlikleri ve mezun dernekleri ile birlikte okul müdürlerimizin kayıt esnasında öğrencilerinin gözüne bakarak çözüm umutlarını her defasında bir kez daha tazelediklerini yetkililere buradan tekrar hatırlatıyoruz" dedi. 50. YILINDA İHL İÇİN KİM NE DEDİ Prof. Dr. Yaşar Kandemir: “İmam hatip okulları bin bir zorluk içinde kurulmuş ve talebelerini adeta yokluk içinde yetiştirmiş bir müessese. Aradan 50 yıl geçtikten sonra görüyoruz ki önemli çapta ilim adamı yetiştirmiş. Önemli eserler ortaya konmuş.” Prof. Dr. Hayrettin Karaman: “İmam Hatiplerin oluşturduğu sosyal kültürel bir seviye var. Bu okullar sayesinde o seviyeyi değiştirdik ve yükselttik. Anamız, çocuklarımız okur oldu. İnsanımız, top-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

31


YAHYA KUTLUOĞLU: YENİ NESİLLER ÖNCEKİ NES- ÖNDER GENEL BAŞKANI SULA, KONUŞMASINDA LİN İLİM FELSEFESİNİ YAKALAMALIDIR. ÖNEMLİ NOKTALARA DEĞİNDİ. lumumuz ve ülkemiz istifade etti bu okullardan. Bu kadar geçmişi olan bu okullar yok olmaz, bu kadar eseri olan okulları ülkemizin coğrafyasından ve milletin hafızasından kimse yok edemez. Geleceğe ümitle bakıyorum.” Yahya Kutluoğlu: “Bu okullardan mezun olup büyük hizmetler yapan ilim adaları var. O ilk mezunlardan diyanet işleri başkanı olanlar oldu, bakanlar oldu, başbakanlar oldu, profesörler oldu, müdürler oldu, dekan ve rektörler oldu. Yeni nesiller o eski neslin ilim felsefesini yakalamalıdır.” Prof. Dr. Cevat Akşit: “Şimdiki gençler üniversiteye giremiyoruz diye endişe ediyor. Oysa bizim zamanımızda bazı hocalarımız bizi soğutmak için ‘siz cenaze yıkayıcısı olacaksınız’ derlerdi. Şartlar çok zordu ama buna rağmen biz okumaktan vazgeçmedik. Bakın bu gün bakan ve başbakan olan İmam Hatip mezunları var. Şimdiki neslin her şeye rağmen bu okulları benimsemesi çok önemli.” Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman: İHL´lerin toplum için ne anlam ifade ettiğinin en açık ifadesi, "toplumun din eğitimi talebi ve ihtiyacına cevap verebilen kurum oluşunda gizli. Türkiye´de sağlıklı koşullarda ve pedagojik formasyon sahibi öğretmenler tarafından yeterli derecede din eğitiminin verildiği yerler İHL´lerdir. Toplum İHL´lere güvenmekte ve herşeye rağmen çocuklarını buraya göndermektedir. Şunun unutulmaması gerekir ki, Türkiye´nin sorunları İHL´lerin sorunu, İHL´lerin sorunları Türkiye´nin sorunudur..." Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öcal: “50. yılında İmam Hatipler orta kısmından 900 bin öğrenci, lise kısmından 600 bin öğrenci verdi. Birçok önemli ilim adamı yetiştirdi.”

32

Söğüt İlim Yayma Cemiyeti Başkanı Mustafa Işık: “İmam Hatip okulları Türkiye’mizin İslami geleceğidir. Kendimi ben bu okullara adadım, ömrümün sonuna kadar bu okulların başarılı olması için çalışacağım. Bu okullar bizim geleceğimiz.” Prof. Ahmet Lütfü Kazancı: “Allah´a şükürler olsun ki bu ülkede İmam Hatip okulları doğdu. Edebin, ahlakın ve vatanseverliğin ne olduğunu anlattılar.” Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş: "İmam Hatipler geçmişten günümüze kültür ve medeniyetimizin temsilcileri, taşıyıcıları olagelmişlerdir. Gelecekte de öyle olacaktır... Bugün dünya materyalist felsefenin iflasına şahit olmakta. Üç asırdır bu felsefe bazı dar guruplar dışında insanlık için açlık ve sefalet üretti. Artık batının başını çektiği bu paradigmanın işe yaramadığı ortada. Şimdi söz sırası dünyanın ve bilhassa islam aleminin göz bebeği konumundaki Türkiye´de." Merhum Tevfik İleri´nin Oğlu Cahit ileri: “Bu okullar açılırken babamın hissettiği heyecanı bende hissediyorum. Bu okulların ve buradan yetişen çocukların hem dinimiz hem de kültürümüzü yaşamamız vesile olduklarını düşünüyorum.” Ömer Döngeloğlu: “Geleceğe dönük daha donanımlı, çağı yakalamış bir neslin inşasını oluşturdu bu okullar.” İstanbul İmam Hatip Müdürü Vedat Karabayır: “Buraya evlatlarını gönderen aileler ileride ne kadar doğru bir tercih yaptıklarını göreceklerdir. Çocuklarının ortaya koymuş olduğu başarı ve güzellikleri gördükleri zaman ne kadar mutlu olacaklar.” İhsan Toksarı: “Bin bir sıkıntı çektik; Gelecek bizimdir, başarı bizimdir.”

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


NUMAN KURTULMUŞ: İMAM HATİPLER KÜLTÜR VE MEDENİYETİMİZİN TEMSİLCİSİ OLAGELMİŞLERDİR. Eski Nevşehir Milletvekili Turan Öztürk: “En güzel günlerimi inanarak geçirdim: Bu okullarda insanlar eline, diline, beline sahip çıkarak yetişiyor. Hayatın en güzel günleri bu okullardan geçerek yaşanıyor. O günlerden bu günlere baktığımız zaman fiilen Türkiye’nin çehresinde çok büyük değişiklik olduğunu görüyoruz.” Yasin Hatipoğlu: “Büyükler dua ederken Allah dareyn saadeti versin derler. Dareyn iki cihan saadeti demek. Birincisi bu dünyada bahtiyar ve mutlu etmek, ikincisi başı ve sonu olmayan cihan saadeti.” KİMLER KATILDI ÖNDER´in eski Genel Başkanlarından, Faruk Kaya, Kazım Serhatlı, Süleyman Erdemir, İbrahim Solmaz, 50 yıl önce İmam Hatip Liselerinin ilk mezunlarından Yasin Hatipoğlu, İhsan Toksarı, Osman Kandemir, Mustafa Ak, Hüseyin Top, Halim Karakaya Prof. Sadettin Öktem, Yahya Kutluoğlu, Cemal Demircan, Fatih Alakuş, A. Hayrettin Tınmaz, Necmettin Nursaçan, Selahattin Parladur, Ahmet Baltacı, Mustafa Uzunpostalcı gibi isimlerin katıldığı programa, Wonder Başkanı Yusuf Kara, Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman, Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Adnan İnanç, Prof. Mustafa Şentop, Emrullah Hatipoğlu, Hadımköy Belediye Başkanı Ali Osman Çolak, Selahattin Kaya, İlk 7 İHL Müdürleri adına; Adana İHL adına Muhammet Karaduran, Ankara İHL adına Rami Özalan, Kayseri İHL adına İbrahim Şimşek, Konya İHL adına Hüseyin Avni Erdemir, Kahraman Maraş İHL adına Mehmet Keşifli, İstanbul İHL adına Vedat Karabayır... Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu, Esenler Belediye Başkanı Mehmet Öcalan, Samandıra Belediye Baş-

kanı Yusuf Büyük, Ak Parti İst. Milletvekili Mehmet Müezzinoğlu, Saadet Partisi Genel Başkan Adayı Numan Kurtulmuş, Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge, Eminönü Belediye Başkanı Nevzat Er ve Sarıyer Belediye Başkanı Yusuf Tülün gibi imam hatipliler katıldı. ÖNDER GENEL KURULU 50. Yıl Etkinliklerinin akabinde yapılan Genel Kurul'da Yusuf Ziyaettin SULA, yeniden ÖNDER Genel Başkanlığına seçildi. SULA, yaptığı teşekkür konuşmasında: "ÖNDER Genel Başkanı olarak büyük bir şeref ve gayretle sürdürdüğümüz bu göreve tekrar bizleri layık gören camiamızın kıymetli mensuplarına şükranlarımı arz ediyorum. Cenab- Hak bizleri mahcup etmesin, yardımını üzerimizden esirgemesin".


İLK OLARAK 18 EKİM'DE İSTANBUL İHL'DE GERÇEKLEŞEN MEZUNLAR BULUŞMASINA İLK DÖNEM MEZUNLARI YOĞUN İLGİ GÖSTERDİ

TÜRKİYE GENELİ DENEME YARIŞMASINDA BİRİNCİ 50.YIL ANISINA İLK İMAM-HATİP MEZUNLARIMIZA OLAN HALİL KURBETOĞLU ÖDÜLÜNÜ ALIRKEN... ONUR BELGELERİ VERİLDİ.

PROGRAM SONRASINDA BAŞTA İLK MEZUNLAR OLMAK ÜZERE BİR ÇOK KATILIMCIYA İMAM HATİPLERE KATKI VE HİZMETLERİNDEN ÖTÜRÜ ŞİLT VE PLAKETLER VERİLDİ

34

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


50

NİCE YILLARA ÖNDER (Halil KURBETOĞLU) Önder´in 50. yılını kutlamaya geldiler. Gelirken yanlarında taşıdıkları havayı hep birlikte soluklandılar, kucaklaştılar, hasret giderdiler. Yetiştirdikleri, ter döktükleri, göz yaşı akıttıkları fidanın nasıl mükemmel bir ağaca dönüştüğünü izlemeye geldiler?..

Yurdun her tarafından geldiler onlar. İçlerinde sevgi, hasret, inanç, azim ve gururla… Önder´in 50. yılını kutlamaya geldiler. Gelirken yanlarında taşıdıkları havayı hep birlikte soluklandılar, kucaklaştılar, hasret giderdiler. Yetiştirdikleri, ter döktükleri, göz yaşı akıttıkları fidanın nasıl mükemmel bir ağaca dönüştüğünü izlemeye geldiler?.. Sakalları bembeyaz olsa da içlerindeki inanç sayesinde hiç yaşlanmadılar… Onlar, ´mazinin hadimleri´ 50 yıllık mücadelenin vermiş olduğu yorgunluğu ve haklı gururu ´geleceğin varisleriyle´ paylaşmaya geldiler… Neler anlatmadılar ki? Bu okulları nasıl kurduklarını anlattılar? Ne mücadeleler verdiklerini nasıl bu günlere gelindiğini anlattılar? Ve tecrübelerine dayanarak ´geleceğin varislerine´ uyarılarda bulundular…. Anlattılar… "Bize dediler ki; iş bulamazsınız, bize dediler ki; hayatınızı yaşayamazsınız, bize dediler ki; dışlanırsınız, bize dediler ki; kavulursunuz yurtlarınızdan. Biz dedik ki; ´Bunlar bize ilk kez denmiyor, daha önce nice nebilere de denmişti. Biz önü sonu olmayan uzun hayattaki saadeti isteriz, biz ebedi saadeti talep edenlerdeniz…" Anlattılar… ‘İmam-Hatip Lisesine Yardım’ pankartını gören bir işçinin günlük kazandığı paranın tamamını bağışladığı ve yarın da hanımıyla birlikte oruç tuttuğunu anlattılar. Aç kalma pahasına elinde avucunda ne varsa gelip imam-hatipler kurulsun diye bağışlayan isimsiz kahramanları anlattılar. Anlattılar… Takva ve ihlâs üzerine kurulan müesseselerin Allah´ın koruması altında olduğunu anlattılar… Anlattılar… Yalnızda olsan, tek de olsan hak bildiğin yoldan

ayrılmamanın gerekli olduğunu anlattılar… Anlattılar… Müslümanların esen rüzgara göre yön değiştirmediğini, ılımlı, ılımsız olmadığını ve davasına sahip çıkan kişi olduğunu anlattılar… Anlattılar… Nefes almakta bile güçlük çeken çok hasta bir hoca efendinin zor şartlar altında talebelerine ders vermekten geri kalmadığını ve bir gün talebelerinin gelip ´hocam artık siz yorulmayın, hastasınız biz yolumuza devam edelim´ dediğinde o zatın kıbleye dönüp, ´Yarabbi! Şahitsin ben bırakmadım onlar bırakıyorlar´ demesini, bu yolda çekilen her çilenin kutsal olduğunu anlattılar…Bence her ´İmam-Hatipli´ İHl´ne kaydedilirken bu videoları izledikten sonra kaydedilmeli. Bu liselerin nasıl şartlarda kurulduğunu iyice anlamalı, kavramalı sonra kaydedilmeli… Onca uğraş veren ve bu uğurda saçlarını ağartan insanların derdinin ne olduğunu iyice kavramalı… Oturduğu sıralarda ´o rahatça oturabilsin´ diye, kimlerin kaç gece uykusuz kaldığını, kaç gün oruç tuttuğunu ve kimlerin geleceğini feda ettiğini tam olarak idrak etmeli… Birde ebediyete irtihal edipte 50. yıla katılamayanlar vardı. Onlar da rahmet ve şükranla anıldılar. Önder´e böyle bir organizasyonu gerçekleştirdiği, 50 yıldır bir davaya baş koymuş kahraman insanları bir araya toplayıp hasret gidermelerini sağladığı ve ´İmam-Hatip´ şuurunu kalplere nakşettiği için en kalbi şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim. Benim orada aldığım en güzel ödül işte bu dayanışmaya gözlerimle şahit olmaktır. Allah bizlere de ´imam-hatipli´ olmanın bilincini nasip etsin. Bu davaya sadık olan, ´geleceğin varisleri´ ve yaşadığımız sürece bu davanın ´hadimleri´ olmayı nasip ve müyesser eylesin.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

35


ÖNDER ZİYARETLER

ÖNDER’İN 50. YILI MÜNASEBETİYLE İHL’LERE DESTEK OLAN KURUMLAR ZİYARET EDİLİP ŞİLTLER TAKDİM EDİLDİ. İHH ZİYARETİ İHH’YA YAPILAN ZİYARETTE ÖNDER GENEL BAŞKANI YUSUF ZİYAETTİN SULA TARAFINDAN İHH GENEL BAŞKAN’I AV. BÜLENT YILDIRIM’A ŞİLT TAKDİM EDİLDİ. YAPILAN ZİYARETTE ÖNDER’İN HEM İMAMHATİP CAMİASI, HEM DE TÜRKİYE’NİN SON DÖNEM GELDİĞİ NOKTA AÇISINDAN ÖNEMLİ BİR MİSYON YÜKLENDİĞİNE DİKKAT ÇEKİLDİ. YILDIRIM, İHL’LERE OLAN İLGİ VE DESTEKLERİNİN BUNDAN SONRA DA DEVAM EDECEĞİNİ SÖZLERİNE EKLEDİ.

DENİZ FENERİ ZİYARETİ SON DÖNEMLERDE GÜNDEMDEN DÜŞMEYEN VE ASILSIZ BİRTAKIM HABERLERLE YIPRATILAMAYA ÇALIŞILAN DENİZ FENERİ DERNEĞİ’NE GERÇEKLEŞTİRİLEN ZİYARETTE, ÖNCELİKLİ OLARAK ÖNDER’İN DENİZ FENERİ DERNEĞİ’NE DUYDUĞU GÜVEN VE İTİBAR DİLE GETİRİLDİ. DERNEK BAŞKANI ENGİN YILMAZ ZİYARETİN KENDİLERİ AÇISINDAN MORAL VESİLESİ OLDUĞUNU BELİRTEREK KENDİLERİNİ YIPRATMA POLİTİKALARININ

ASILSIZ VE MAKSATLI BİR ŞEKİLDE YÜRÜTÜLDÜĞÜNE DİKKAT ÇEKTİ. YILMAZ, HER ŞEYE RAĞMEN HALKIN DENİZ FENERİNE OLAN İLGİ VE DESTEĞİNİN SÜRDÜĞÜNÜ İFADE ETTİ. SON ALARAK ÖNDER GENEL BAŞKANI YUSUF ZİYAETTİN SULA, WONDER BAŞKANI YUSUF KARA VE GENEL MÜDÜR SABRİ OTAĞ TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLEN ZİYARETTE DENİZ FENERİ DERNEĞİ BAŞKANI ENGİN YILMAZ’ A ŞİLT TAKDİM EDİLDİ.


BİMTAŞ ZİYARET ÖNDER’İN 50. YILI MÜNASEBETİYLE DÜZENLENEN ZİYARETLER ÇERÇEVESİNDE ÖNDER’E VE İMAM-HATİP CAMİASINA YAPTIĞI KATKILARDAN ÖTÜRÜ BİMTAŞ GENEL MÜDÜRÜ AHMET AĞIRMAN MAKAMINDA ZİYARET EDİLDİ. ÖNDER GENEL MÜDÜRÜ SABRİ OTAĞ, ÖNDER YÖNETİM KURULU ÜYELERİ MUHARREM MUHSİN AYDIN VE MUSTAFA KARAKUŞ’UN KATILDIĞI ZİYARETTE AHMET AĞIRMAN’A ÖNDER’İN FAALİYET VE ETKİNLİKLERİYLE İLGİLİ BİLGİ VERİLEREK ŞİLT TAKDİM EDİLDİ.

TİYEMDER ZİYARET: ÖNDER´İN 50. YILI MÜNASEBETİYLE DÜZENLENEN PROGRAMLAR ÇERÇEVESİNDE TÜM İLAHİYAT FAKÜLTELERİ VE YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜLERİ MEZUNLARI DERNEĞİ (TİYEMDER) BAŞKANI SELAHADDİN YAZICI ZİYARET EDİLDİ. ÖNDER ADINA ZİYARETE TANITIM VE ORGANİZASYONLARDAN SORUMLU GN. BAŞKAN YRD. YAŞAR ERGİNCAN VE EĞİTİMDEN SORUMLU GN. BAŞKAN YRD. MANSUR ÖZDEMİR KATILDI. ZİYARETTE ÖNDER´İN FAALİYET VE ETKİNLİKLERİNİ YAKINDAN TAKİP ETTİKLERİNİ BELİRTEN YAZICI, "ÖNDER YAPMIŞ OLDUĞU ÖNEMLİ VE KAYDA DEĞER ÇALIŞMALARLA ÖZELLİKLE İMAM HATİP CAMİASI NEZDİNDE SAYGIN BİR KURUM” OLDUĞUNU VURGULADI.

ÖNDER YENİ PROJELERLE ÇALIŞMALARINA DEVAM ETMEK İÇİN KOLLARI SIVADI

STRATEJİK PLANLAMA TOPLANTISINA GENEL SEKRETER HÜSEYİN KORKUT BAŞKANLIK ETTİ.

30 Kasım 08 Pazar günü Beyoğlu İmam-Hatip Lisesi toplantı salonunda yapılan 2008-2009 Stratejik Planlama Toplantısı, yönetim ve denetleme kurulu üyelerinin katılımlarıyla gerçekleşti. ÖNDER´in teşkilatlanma, eğitim, hukuk, tanıtım, kurumsal ilişkiler, mali işler, spor, yurtdışı eğitim komisyonları ile hanımlar komisyonunun geçmiş dönem çalışmalarının değerlendirilip, yeni projelerinin konuşulduğu toplantı, İmam-Hatip camiası ve Türkiye açısından farklı açılımlar oluşturacak fikirlerin paylaşılmasına vesile oldu. Her birimin titizlikle hazırladıkları raporlar toplantıda olgunlaştırıldı ve faaliyete geçirilmesi için gerekli adımların atılmasına karar verildi. Özellikle, katsayı sorununun üstünün örtülmüş, böyle bir sorun yokmuş gibi gündemden düşürülmüş olmasına dikkat çekilerek, meselenin yeniden gündeme getirilmesinin önemine vurgu yapıldı. ÖNDER´ in taşıdığı misyon açısından önümüzdeki günlerde daha aktif bir kurum olabilmesi toplantının esas gündem maddelerinden biriydi.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

37


ÖNDER, ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİYLE BULUŞTU! EĞİTİMDEN SORUMLU GN. BŞK. YRD. MANSUR ÖZDEMİR: “ÖNDER EĞİTİM KOMİSYONU OLARAK, İHL ORİJİNLİ TÜM YÜKSEK ÖĞRENİM ÖĞRENCİLERİNİN GENEL REHBERLİK ÇALIŞMALARINDAN BAŞLAYARAK, BURS HİZMETLERİ, AKADEMİK REHBERLİK ÇALIŞMALARI, BİLİNÇ VE ŞUUR GELİŞİMİNE YÖNELİK ÇALIŞMALAR, SOSYAL GELİŞİME YÖNELİK PROGRAMLAR, AKADEMİK REHBERLİK HİZMETLERİ VE MESLEKİ KARİYER PLANLAMASI SÜREÇLERİNE KADAR GENİŞ BİR HİZMET ARALIĞINDA ÇALIŞMALAR PLANLAMAKTA VE UYGULAMAKTAYIZ.” Üniversite öğrencileri Önder Eğitim Komisyonu Akademik Çalışmalar ve Burs Hizmetleri Birimi tarafından organize edilen Yüksek Öğrenim toplantısında buluştu. 29 Aralık Pazar günü saat 10.00’da gerçekleştirilen kahvaltılı toplantıya çok sayıda yüksek öğrenim öğrencisi ve Önder bursiyerleri katıldı. Önder Genel Merkezi’nde gerçekleştirilen toplantı, hep birlikte yapılan kahvaltının ardından Eğitim komisyonu Başkanı İ.Mansur Özdemir’in konuşmasıyla başladı. Mansur Özdemir konuşmasında, toplantının 2008-2009 Eğitim Öğretim yılında gerçekleştirilecek yüksek öğrenim hizmet esas ve uygulamalarını paylaşmak amacıyla gerçekleştirildiğini belirterek, katılanlara teşekkür etti. Özdemir devamla, İmam-Hatip okullarının ve buradan mezun olan öğrencilerin Türkiye için önemine vurgu yaparak Önder Eğitim ve Kültür Hizmetleri alanında planlanan çalışmalar hakkında öğrencilere bilgi verdi. Gerçekleştirilecek çalışmalar için, öğrencileri destek ve tam bir işbirliğine çağıran Mansur Özdemir şöyle konuştu: “İmam Hatip ruhundan doğan pek çok müesseseden biri olarak ÖNDER'de tüm bu gelişmelerde milletinin ve okullarının yanında saf tutarak pek çok hayırlı çalışmanın ortaya çıkmasına gayret etmiştir. İmam Hatipli öğrenci, mezun ve mensuplara yönelik pek çok hizmetler sunarak özellikle son on yıl içinde gerçekleşen hak

38

ihlalleri ve katsayı problemi ile ilgili çözümden yana taraf olarak pek çok alternatif çalışma gerçekleştirmiştir. ÖNDER’in bu çalışmaları içerisinde en önemlilerinden bir tanesi İHL mezunu üniversite öğrencilerine yönelik olarak gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği hizmetlerdir. Değişen yeni toplumsal ihtiyaçlar etrafında kaliteli, şuurlu ve milletinin değerleri ile yetişmiş bir bireyin yetiştirilmesi biz Önder kadrolarının en temel önceliğidir. Önder Eğitim Komisyonu olarak, İHL orijinli tüm yüksek öğrenim öğrencilerinin genel rehberlik çalışmalarından başlayarak, burs hizmetleri, akademik rehberlik çalışmaları, bilinç ve şuur gelişimine yönelik çalışmalar, sosyal gelişime yönelik programlar, akademik rehberlik hizmetleri ve mesleki kariyer planlaması süreçlerine kadar geniş bir hizmet aralığında çalışmalar planlamakta ve uygulamaktayız. Öncelikli hizmet grubumuz olan lisans öğrencileri önemli engellemeleri aşarak elde ettikleri yüksek öğrenim hakkı ile öncelikli muhatap grup statüsünde algılanmaktadır. Burs hizmetleri başta olmak üzere tüm hizmet kalemleri özel statüleri göz önünde bulundurularak planlanmaktadır. Çalışmalarımızda bütüncül bir bakış yanında bireysel bir rehberlik ve algı etrafında çalışmaların yapılması gerektiğine inanıyoruz. Yüksek Öğrenim öğrencisi siz kardeşlerimizin eğitim süreçlerinin ilk başından iti-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

baren sunulacak rehberlik hizmeti yoluyla grup içi bağlılığın artırılması sağlanacaktır.. Aynı yazgıyı paylaşan arkadaşların birlikteliğini sağlamak bizim için önemlidir. Tüm öğrenci arkadaşlarımıza yönelik genel akademik rehberlik yapılarak muhakkak bir akademik topluluğa üye olunması sağlanmalı, multi disipliner bir zihin oluşumu için imkânlar oluşturulması ve akademik çalışmalar birimimizce, planlanan seminer çalışmalarına tüm öğrenci arkadaşlarımızın devamı gerekmektedir. İş birliği sağlanan öğrencilerimizi burs hizmeti yanında başka yardımlar sunulması ve özellikle çalışmalara iştirak eden tüm arkadaşlarımızın yabancı dil eğitimine destek verilmesi bizim için öncelikli bir konudur. Kıymetli arkadaşlarım, İstanbul bir kültür ocağıdır. Madden ve manen sahip olduğu bu zenginliğin siz öğrenci arkadaşlarımızca bilinmesi sizlerin kültür, sanat, spor, klüp ve sosyal çalışmalar yoluyla girişimcilik ve sosyal kabiliyetlerinizin öne çıkarılması ve özellikle her öğrencimizin bir sanat alanında gelişim sağlaması önemli bir konudur. Bu kültür ocağının münevver ve muharrirleri ile buluşarak tefekkür derinliği kazanmanız zaruridir. Sivil Toplum bilincini sağlamak amacıyla STK çalışmaları özendirilmesi gereğine inanmaktayız. Önder’in akademik programlarının içinde yer alan öğrencilerin başarılarının ödüllendirilmesi ve yaz tatil kampları, yurt


Mansur Özdemir konuşmasında, toplantının 2008-2009 Eğitim Öğretim yılında gerçekleştirilecek yüksek öğrenim hizmet esas ve uygulamalarını paylaşmak amacıyla gerçekleştirildiğini belirterek, katılanlara teşekkür etti.

Toplantıda ayrıca, yapılacak etkinlikler ve eğitim hizmetleri noktasında öğrencilerden hem öğrenci hem de öğretici olarak katılım beklendiği de belirtildi.

içi ve dışında yapılacak gezilerle desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Lisans öğrencilerimizin yüksek lisans ve doktora alanlarına yönlendirilmesi bizim için öncelikli bir başka husustur. Bunu başaran öğrencilerimizden Önder Akademi çalışmalarına “Aasistan” sıfatıyla seçilecek olanların, Y.Lisans ve Doktora bursu ile burslandırılarak aktif katılımları sağlanacaktır. Eğitim komisyonumuz stratejik planındaki esaslar doğrultusunda bütüncül bir destek programı sunmayı öngörmektedir. Bu kapsamda, mezunların her düzeyde mesleki kariyer süreçlerinin ve istihdam planlamasının yapılması gereğinden hareketle üretim ve istihdam komisyonu ihdas edilmiştir. Mezunlara yönelik kariyer programları yanında ilgili iş ve meslek alanlarına da insan kaynağı arz etmek için çalışmalar yapmak bu birimin önceliklerinden biridir. Tüm bu hayırlı çalışmalarda birlikte olmak ümidiyle hepinizi Allaha emanet ediyorum.” Ardından söz alan Akademik Çalışmalar ve Burs Hizmetleri Birimi Sorumlusu Muhammed Öz, lisans döneminde ihmal edilmemesi gereken yedi çalışmaya ve ÖNDER’in bu çalışmalarla ilgili sürdürdüğü hazırlıklara dikkat çekti. Bu çalışmalar; Bilir kişi rehberliği, Temel ilimler çalışması, Dil çalışmaları, Sanat çalışmaları, Şehrin tanınması, (Düşünenler için) akademik çalışmalara erken intibak, Kariyer planlama, şeklinde beliriyor. Kahvaltıda, 28 Aralık tarihinde Sabahattin Zaim Kültür Merkezi’nde başlayacak olan Önder Seminer programları da öğrencilere duyuruldu. Bu seneki seminerler Sosyolojiye Giriş ve Fıkha Giriş temel başlıkları çerçevesinde Dr.Suat Mertoğlu yönetiminde gerçekleştirilecek. Toplantıda ayrıca, yapılacak etkinlikler ve eğitim hizmetleri noktasında öğrencilerden hem öğrenci hem de öğretici olarak katılım beklendiği de belirtildi. Öğrencilerin de Önder ve kendi Eğitim süreçleriyle ilgili izlenimlerini paylaştıkları toplantı, soğuk havaya rağmen sıcak bir iklimde son buldu.

39


İHL ÖĞRENCİLERİ İLE RÖPORTAJ

Toplumun bize bakışı olumlu ve toplum bize hem moral veriyor hem büyük destek oluyor.

YILDIZ YILDIZ KARELER Lise seçimi gelecek açısından büyük önem taşır. Sizler hangi sebeplerden dolayı İmam-Hatip Lisesini tercih ettiniz? NUR KARAMAN (Zeytinburnu İ.h.l 12-B): Bizde herkes İmam-Hatipli'ydi. Ailem de tek seçenek olarak İmam-Hatibi sundu. Aslında farklı hedeflerim vardı. O zaman bu tür ortamlarda bulunmadığımdan cahilce düşüncelerimin olduğunu anladım. Burada da iyi yerlere gelebileceğimi düşünüyorum. MERVE TAHMAZ (Eyüp İ.h.l A.12-D): İlk seçeneğim İmamHatipti. Başörtüsünden de taviz vermek istemiyordum. Ailem ahlaki, ilmi açıdan ve farklı seçenek olması açısından teklif etti. İmam-Hatip ortamında şunu görüyorsunuz; eğer adımlarınızı sabit atmaz, hedeflerinizi belirleyip, okul içinde çalışmalar yapmazsanız, sadece sınavlardan geçme amacı güderseniz, İmamHatip size yetmez. Yalnız İmam-Hatip mezunu olmuş olursunuz. İmam-Hatip Lisesine başlamadan önceki düşüncelerinizle şimdiki düşünceleriniz arasında fark var mı? Varsa bu fikir değişikliğinin nedeni nedir? BETÜL IŞIK (Zeytinburnu İ.h.l 12-B): Tabi, farklı düşünüyorduk. Daha uçarı, daha basit. İHL'ye başlayınca daha farklı, güzel, oturaklı fikirler edindik. Bunu hem yaşın ilerlemesi hem de öğretmenlerimizin öğretisi de etkiledi.

40

NUR KARAMAN Çok farklılık oldu. Ailemde yüksek tahsilli yoktu; fakat gerek ahlaki eğitimim, gerekse ilmi yönden çabalıyorlar, okumamızı istiyorlardı. Kültürel ortam yoktu İmam-Hatip öncesinde. Dolayısıyla her şeyi İmam-Hatipte öğrendim, hocalarımızla aile olduk adeta. İmam-Hatipten sonra dünyaya geldim diyebilirim. Katsayı problemi olmasaydı hangi mesleği seçerdiniz? İsteyip de yapamadıklarınız nelerdir? ZEYNEP ÇOLAK (Zeytinburnu İ.h.l 12-B): İnsanları yönlendirme ilgi ve kabiliyetimden dolayı psikolojik danışmanlık ve rehberlik bölümünü okumak isterdim. Fakat bunu çok fazla sorun etmiyorum. MERVE TAHMAZ: Mimarlığı seçerdim büyük bir ihtimalle. Ama ben katsayıyı engel olarak görmüyorum; katsayının olmaması mesleki anlamda kolunuzda bileziğinizin olmasıdır. Bir Müslüman hukuk, sosyoloji, tıp, tarih gibi alanlar da seçse, bunlarda tamamen Allah’ın rızasını gütmesi gerekir. ELİF HAZİNE (Eyüp İ.h.l A.12-D): Hukuk isterdim. Hayatımda büyük bir eksiklik olmadığı için, bu durumu kayıp olarak adlanlandırmıyorum. Sizce on yıl sonra sizleri nasıl bir hayat bekliyor? Gelecekten bek-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


Ayşe Çoban lentileriniz nelerdir? NUR KARAMAN: Bence on yıl sonra bize karşı olan olumsuz bakış açılarını aşmış, toplumdaki yerimizi almış olacağız. Beklentim ise; başararak geldiğimiz bu ülkede var olmak, Allah’ın yolunda hizmet edebilmektir. Müslüman kimliği ile birey olmak nedir? Toplum-birey dengesi nasıl sağlanabilir? BETÜL IŞIK: İslami konuda, doğru yolda yürüyebilmektir ve şartlar ne olursa olsun Hz. Peygamber gibi Kuran’ı yaşamak, canlı tutabilmektir. Toplumun temel taşı bireydir, bu anlamda toplumun gelişmesi bireye bağlıdır. Dolayısıyla Müslüman birey hayata hazırlanma sürecinde olsun, hayatın içinde olsun; toplumdan kopmamalı, topluma kendinden bir şeyler katabilmelidir. ZEYNEP ÇOLAK: Birey olmakla, Müslüman birey olmak arasında fark var. Müslüman birey olmanın ayrıcalığı olsa bile sorumluluklarımızın daha fazla olduğu, daha elzem olduğu unutulmamalıdır. Bu sorumlulukların bilincinde olmak ise zaten toplum-birey dengesini sağlayacaktır. NUR KARAMAN: Yanlışları görüp kendinde yapmamak, önce kendindeki hataları düzeltme prensibidir müslüman birey olmanın bir diğer adı. Bir Müslüman ihtiyaç olunduğu bir zamanda başka bir Müslümana ulaşabilmelidir. Bu koşulun gerçekleşmesi aslında dengenin sağlanmasıdır. Günümüzde ise herhangi bir alanda yüksek mevkilerde bulunan birisine ulaşmakta güçlük çekiyorsunuz, aranızda uçurum var. Yani bu denge sağlanabilmiş değil. Kendinizi gerçekleştirebiliyor musunuz? Yetenekleriniz köreliyor mu, gelişiyor mu?

NUR KARAMAN: Bir yerlere gelip, dimdik durup, biz de buradayız demeliyiz. Gerilersek zaten bize karşı olan zihniyetin söylemlerini haklı çıkarırız. Öğrenciler istedikçe İmam-Hatip Lisesi destek verir, yeteneklerimizi köreltmeye değil de, geliştirmeye çalışır. Okulumuza her ay düzenli olarak bir yazar gelir, şiir dinletileri yapılır, tiyatrolar v.b sosyal etkinlikler olur. MERVE TAHMAZ: Mezun olduktan sonra bir köşeye çekilirim düşüncesine sahip olmamalıyız. Okulumuz kocaman dünyada ilme açılan küçücük bir kapıdır. Bu kapıyı elimizden geldiğince donanımlarımızla açıp, ileriki safhada da gayreti elden bırakmamalıyız. Yeteneklerimizi köreltmemeliyiz yani. Yoksa Rabbimiz; Kuran’da buyurduğu gibi, bizden sonra yeni bir toplum getirir. Allah onlardan razı, onlar Allah’tan razı olurlar. ELİF HAZİNE: İHL, bulunduğumuz noktada bizi geliştiren bir kapı. Kişi yeteneklerinin köreldiği bir yerde bulunmamalıdır zaten. İlgi duyduğum, kabiliyetimin olduğu şeyleri İmam-Hatip lisesinde gerçekleştirebiliyorum ve destek de alıyorum. Mesela edebiyata ilgiliyiz. Okulumuz bu nedenle dergi çıkarma imkanını sağladı. Okul, başka bir alanda yeteneğiniz varsa yine destek olur. Kültür, edebiyat, tiyatro, müzik, resim, spor v.b faaliyetlerden hangileriyle ilgileniyorsunuz? Gelecekte “bu sanatta da mutlaka kendimi göstereceğim” dediğiniz bir alan var mı? BETÜL IŞIK: Kültür, edebiyatla ilgileniyorum. Kendimi göstereceğimi düşünüyorum. Bir önceki konuyla alakalı bu aslında. Yeteneklerin körelmemesiyle ancak kendimizi gösterebiliriz. Herkes böyle bir açılımı bizden bekliyor. Bize karşı olan ön yargıları ise, gelecekte kararlılıkla yaptığımız dikkat çekici çalışmalarla yıkabi-

ASLINDA BİZ GLOBAL DÜNYADA KÜÇÜK BİR ÇEVRE OLARAK YAŞAMAK İSTEMİYORUZ. ŞU ANDA İMAMHATİPLERİN EN BÜYÜK SORUNU BU. BUNU KESİNLİKLE AŞMAYA ÇALIŞIYORUZ. BİZİ İÇİMİZE İTEN, ÇARPIK SİSTEMİN KENDİSİ. BİZİ SÖZDE LAİKLİK TEHLİKESİYLE, KATSAYIYLA DİĞER ALANLARDAN UZAKLAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR. SEN SADECE İLAHİYATA GİDECEKSİN DİYOR. BÖYLE OLUNCA NE OLUYOR, BİZ SADECE BUNLARI İLAHİYAT ÇATISI ALTINDA KONUŞABİLİYORUZ. EĞER BİZ TOPLUMUN HER KESİMİNE DAĞILABİLİRSEK BUNU KESİNLİKLE AŞACAĞIZ. SAFDİL KİŞİLİKLER OLARAK DURMUYORUZ. KENDİ İÇİMİZDE SADECE KENDİMİZE BİR ŞEYLER YAPMAK İSTEMİYORUZ. BEN ZATEN BU KONUDA ÇOK YARA ALIYORUM. BABAM BANA, “BİZDEN GEÇTİ KIZIM, SİZ OKUYACAKSINIZ, SİZE OLAN ÖN YARGILARI KALDIRACAKSINIZ” NASİHATİNDE BULUNUYOR. BİZ İMAMHATİPLİLER SADECE TÜRKİYE’DE DEĞİL, DÜNYADA KENDİMİZİ KANITLAYACAĞIZ.

Betül Işık: Biz global dünyada küçük bir çevre olarak yaşamak istemiyoruz.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

41


Merve Tahmaz (Eyüp İHL)

Zeynep Çolak (Zeytinburnu İHL)

liriz. MERVE TAHMAZ: Soru dikkatimi çekti doğrusu. İmam-Hatipliye genelde fıkıh, kelam, hadis gibi alanlardan hangisinde çalışmayı düşünürsünüz diye sorulurken, burada farklı alanlara değinilmiş. İmam-Hatiplinin her alanda elinin olması gerektiğini gösteren bir soru. Tiyatro, resim, kültür, edebiyata ilgim var. İmam-Hatipli mesleki alanların haricinde insan gelişimini de etkileyen, daha çok psikolojik yöne hitap eden çalışmalara da yönelmelidir. Bunlar insanı hem zihnen geliştirdiği gibi, hem de bedenen insana fayda sağlar. İmam-Hatip Lisesinde öğrenci-öğretmen diyalogları nasıldır? Hocalara şakalar yaptığınız, oluyor mu? ZEYNEP ÇOLAK: Öğrenci-öğretmen arası diyalog ebeveynlerin çocukları arasındaki ilişki gibidir. Okul dışında bir sorumuz dahi olsa telefon açıp sorabilecek kadar yardımcı gördük onları. Şaka yapmayı severiz ama zor durumda bırakacak şakalar yapmadık. Yeri geldi eğlenmesini de bildik. Zamanın çoğunu eğlenceyle harcamadan dozunda eğlendik. İmam-Hatip lisesinde zaman hem verimli, hem eğlenceli geçiyor... NUR KARAMAN: İmam-Hatipliyiz diye monoton geçmiyor hayat. Her türlü etkinliklerimiz oluyor. Hocalarımı annemden, babamdan daha çok görüyorum, zamanımın büyük bir kısmı okulda geçiyor. Hocaların da öyle. Şakalaşmalar oluyor yeri geliyor, onlar da şaka yapıyorlar. Haddimizi biliyoruz, aramız iyi deyip aşırıya gitmiyoruz. ELİF HAZİNE: Okulumuzda düşünce, karakter olarak çok farklı hocaların olduğuna inanıyorum. Biz de çoğu zaman onlara nasıl davranacağımızı biliyoruz. Genel olarak derslerimiz, öğretmenlerimizle sıradan öğrenci-öğretmen ilişkisinden ziyade, onların bizim sorunlarımızı görüp anladığı, bizim de onları anladığımız zevkli ve eğlenceli bir havada geçiyor. Diyaloğumuz kendi uzlaşmamıza, bakış açımızı genişletmemize, hocanın tek bir davranışına odaklanmamıza bağlı olarak gelişir. Buraya kadar verilen cevaplar, sanki İmam-Hatip Liselerinde her şey mükemmele yakın bir şekilde işliyormuş izlenimini oluşturdu. Size telkin edilen bir ön yargının neticesi olarak mı böyle düşünüyorsunuz, gördüğünüz tabloyu olduğu gibi okuyarak mı bunları söylüyorsunuz? NUR KARAMAN: Biz bu problemleri öne çıkarır, bunları an-

latırsak bize karşı olan bakış açılarını yıkamayız. Bunun adı yapmacıklık değil; olumsuzlukları düşünmeden umutla öne doğru yürümektir. Sizin devlete, topluma bakış açınızla, devletin ve toplumun size bakış açısını değerlendirir misiniz? ZEYNEP ÇOLAK: Toplumun bize bakışı bence olumlu değil. Bana nerede okuyorsun denildiğinde, İmam-Hatip cevabını aldıklarında geri adım atıyorlar. Üniversiteyi kazanamayacağımı düşünüyorlar katsayıdan dolayı. Toplumdan beklentim çok fazla değil ama bize karşı bakış açısının değişmesini isterim bu anlamda, sistemin de. MERVE TAHMAZ: İmam-Hatiplerin açılma nedenlerini biliyor muyuz acaba? Topluma olgun Müslümanlar, topluma yayılacak müthiş insanlar yetiştirmek için mi açıldı? İlk önce bunu idrak edebilmek gerekir. İmam-Hatipler şu an çok değişim göstermiştir. İmam-Hatiplerin ilk açılma nedeni bence, ciddi Müslüman önderlerin olmasına rağmen, bunlara alternatif olarak açılmıştır. Çünkü o zamanlar bu kişilere toplum çok rağbet ediyordu. Kendisini ilme adayan kişileri bu çatı altında topluyordu. Yani devlet kendi güdümü altına alıyor dini, laiklik garantisiyle. Amaçları bu değilken, bir bakıyorlar toplumun desteğiyle İmam-Hatiplerde patlama yaşanıyor. Bütün aileler çocuklarını dini eğitimini alsın, bir yandan da pozitif ilimleri öğrensin diye bu okullara yolluyor. Aslında önüne geçmek istedikleri durumu daha da güçlendiriyorlar. Bu anlamda birilerine göre İmam-Hatipler amacını aşmış, görevini yerine getirmiyor diye adlandırılırken, aslında kastedilen amacın kendi amaçları olduğu apaçık şekilde anlaşılıyor. Burada toplumun dikkate alınacak desteği söz konusu... Toplumun bizi anlamasını istiyoruz. Peki biz toplumu anlayabiliyor muyuz? Farklı kesimlerden insanların bize daha hoşgörülü yaklaşmalarını arzu ediyoruz. Çevremizde olup bitenleri doğru okuyabiliyor muyuz? BETÜL IŞIK: Ben onları anlayabiliyorum. Çevremdeki çoğu arkadaşım açık. Bana karşı olumsuz bir tavırla karşılaşmıyorum. Benim çocukluğumdan itibaren yakın arkadaşım olan kişi alevidir. Apartmanımızda çok alevi vardır. Onlarla hiçbir zaman tartışmadık. Kardeşiz biz. Türkiye’ de yaşıyoruz, vatandaşız. Çatışmalarla, sağ-sol, sünni-alevi v.b gruplaşmalarla ayıramaz bizi kimse. Alevi arkadaşım bana gelir, sorunlarını açar, dertleşiriz,

TOHUM/EKİM-KASIM 2008


çözüm ararız. Aynı şekilde ben de ondan yardım isterim. Arkadaşımın bana söylediği şey şu: “Ben kapalılara karşı biraz ön yargılıyım. Sen farklısın, beni çözebiliyorsun; şunu yapacaksın, bunu yapacaksın diye dayatmıyorsun. Ben seninle bu nedenle arkadaşlık yapabiliyorum.” Her şekilde onları anlıyorum. Onlar da beni anlıyor. Müslüman dayatmaz. Söylemlerini bizzat yaparak örnek olur. Biz kendimiz uygulamazsak nasıl önder olacağız? “Biz kendi sorunlarımızı kendimize göre çözümlüyoruz” dediniz. Kendi içimizde çözdüğümüz sorunlar da dış dünyayla uyuşmuyor. O zaman biz global dünyadan kopuk mu yaşıyoruz? BETÜL IŞIK: Aslında biz global dünyada küçük bir çevre olarak yaşamak istemiyoruz. Şu anda İmam-Hatiplerin en büyük sorunu bu. Bunu kesinlikle aşmaya çalışıyoruz. Bizi içimize iten, çarpık sistemin kendisi. Bizi sözde laiklik tehlikesiyle, katsayıyla diğer alanlardan uzaklaştırmaya çalışıyor. Sen sadece ilahiyata gideceksin diyor. Böyle olunca ne oluyor, biz sadece bunları ilahiyat çatısı altında konuşabiliyoruz. Eğer biz toplumun her kesimine dağılabilirsek bunu kesinlikle aşacağız. Safdil kişilikler olarak durmuyoruz. Kendi içimizde sadece kendimize bir şeyler yapmak istemiyoruz. Ben zaten bu konuda çok yara alıyorum. Babam bana, “bizden geçti kızım, siz okuyacaksınız, size olan ön yargıları kaldıracaksınız” nasihatinde bulunuyor. Biz İmam-Hatipliler sadece Türkiye’de değil, dünyada kendimizi kanıtlayacağız. Küçük bir grup olarak kalmayacağız. Biz sözde laiklik tehlikesiyle, suni gündemlerle, aslı olmayan iddialarla kendi kabuğumuza çekilmeyeceğiz. Sistem bizden böyle insanlar olmamızı bekliyor. Ama biliyoruz ki; toplum aksini bekliyor, dinamik gençlik istiyor. MERVE TAHMAZ: Kendi içimize çekilmemizin nedeni biz değiliz, sistemdir. Aynı zamanda bu sistemin dayatmacıları kendi sebep oldukları durumla bizleri yargılıyorlar. Hem dünyadan kopuksunuz deyip, hem de bizlere tek bir alandan başka alternatif sunmayan sistem, elbette kendi içinde çelişecektir. İmam-Hatipliler sisteme rağmen eğitim alanlarını genişletiyor ve yurt dışına bile gidiyorlar. İmam-Hatip Liselerinin değişime ihtiyacı var mı? MERVE TAHMAZ: İnsan kendini değiştirmedikçe, toplumu değiştiremez. Toplum şu anda tamamen Kuran’dan uzak. İmam-

Hatiplerde olması gereken düzey ve kalitede Kuran dersinin olmadığını düşünüyorum. Tüm Türkiye’nin sizi duyabileceği bir imkana sahip olsaydınız, İmam-Hatiplileri temsilen ne söylerdiniz? BETÜL IŞIK: Biz varız. Her zaman olacağız. Bizim olmayışımızla ekmeğine yağ sürülecek birilerine karşı var olacağız. Biz de insanız. Bu toplumun bir parçasıyız, dışlanamayız. Bizi ülkemizde sığlaştıran, Kur'andan uzaklaştıran, teknolojik aletlerle bizi tek başına bırakan, bireysellik adına sosyal hayattan koparmaya çalışıp, kendi içimize itmeye çalışan insanlar, ideolojiler bizi yenemeyecek. ELİF HAZİNE: İmam-Hatiplerin arka planda bırakılması toplum için büyük zarardır. Çünkü İmam-Hatiplilerin önü açıldığında görülecek ki devletin üst düzey kadrolarında, her türlü mesleki alanda başarılı, üstün hizmet aşkıyla vatana çalışan insanlar devletin ilerleyişine fayda sağlayacaktır. Devletin önemli kademelerinde İmam-Hatiplilerin olması, onların sosyal hayattan uzak olmadığını, aslında toplumla iç içe olduğunu gösteren bir durumdur. Çevremizde bu kapasiteye sahip birçok arkadaşımız var. Katsayı ve başörtü problemi olmadığı takdirde devletin kadrolarında faydalı işlerde bulunacak, toplumun ilerleyişinde büyük rol oynayacak kişiler olduklarını düşünüyorum. İmam-Hatip Liselerinde kız öğrenci sayısının artmasının, hem İmam-Hatip liselerine hem de Türkiye’ye yansımaları nasıl olur sizce? ZEYNEP ÇOLAK: Bahsedildiği gibi, geleceğin anne adaylarının gençlik döneminde mümtaz bir eğitimden geçmesi önemlidir. Çocuk ailede en çok annesiyle vakit geçirir çünkü. Bu nedenle İmam-Hatiplerde kız öğrenci sayısının artması olumlu bir değişmedir. NUR KARAMAN: İmam-Hatiplerde bayana önem verildiğinin, ikinci sınıf insan muamelesi yapılmadığının ve eğitim sürecinde önlerde yer aldığının göstergesidir. Nitekim bazı kesimler okullara kız çocukları gönderme kampanyaları yaparken, bir yandan da İmam-Hatip Liselerindeki kızları üniversite yolundan alıp, evlerine göndermeleri kendi içlerinde çeliştiklerini gösterir. aysecoban@gmail.com


HİCRİ 1430 VE

ÜMMETİN İMTİHANI SABRİ OTAĞ

Yarım asrı aşkın bir zamandır, Ortadoğu’nun, mazlum Filistin halkının rahatını kaçıran, huzurunu bozan da yine yahudi’dir. Hicri 1430’a girerken İslam âlemine meydan okurcasına Gazze’de sergilemekte olduğu vahşet, terör devleti İsrail’in çirkin yüzünü bir kere daha ortaya çıkardı. Önceki katliamları henüz hafızalardan silinmemişken bunlara bir yenisini, daha şiddetlisini ekledi.

44

Y

üreğimizi dağlayan, içimize kor düşüren Gazze’de mazlum Filistinlilere, yırtıcı hayvanlardan daha aşağı mel’un yahudinin attığı bomba sesleri ve mazlum Filistinlimin ah-u figanları ile Hicri 1430’a girdik.Nebiler Nebisi’nin kutlu yolculuğunun üzerinden 1429 yıl geçti. Doğup büyüdüğü, birçok hatıralarının ve akrabalarının bulunduğu ve çok sev-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

diği Mekke’yi terke mecbur edilişinin 1429. sene-i devriyesini geride bıraktık. İki sadık dostun kutlu yolculuklarının ilk menzili, Sevr mağarası, Sır mağarası, Kâinatın Sultanını misafir eden ulvi mekân. Peşlerinde, gözleri dönmüş, İslam nurundan nasipsiz yarasalar. Mağara kapısına kadar devam eden iz sürüş. Hz. Ebu Bekir endişeli, sadık dostuna zarar gelmesinden, İslam davasının başlamadan bitmesinden korkuyor. Efendimiz (S.A.V)’in Rabbimizin "La tahzen innallâhe meâna" (Korkma, Allah bi-


zimle beraberdir.) ayet-i kerimesini okuması ile Hz. Ebu Bekir sakinleşiyor, Cenab-ı Hak O’na sekineti indiriyor, güven veriyor ve görünmeyen askerlerle O’nu destekliyordu. Mağara kapısına kadar iz sürerek gelen İslam düşmanları, mağara girişindeki örümcek ağını, güvercin yuvasını görünce birbirlerine düşerek geri dönüyorlardı. Tarafsız bir bakışla, bu iki sadık dostun sonlarının geldiği düşünülebilirdi. Lakin, Allah’la beraber olana, Allah’ın kendisi ile beraber olduğu kişiye, Allah’ın izni olmadıkça kim zarar verebilir? Tüm mesele, Allah ile beraber olabilme, Rabbimizin sevgisine ve rızasına erebilme. Müminin biricik gayesi bu olmalıdır, gerisi lâf-u güzaf. Yesrib’e sağ-salim varış ve İslam devletinin temellerinin atılışı. Yesrib’in nurlu Medine’ye dönüştürülmesi. Kısa zaman içerisinde, Müslümanların kendi bölgelerinde güçlü bir devlet oluşu, kurt ile kuzunun bir arada yaşadığı huzurlu ortamın meydana gelişi, Saadet Asrı. Aradan 1429 yıl geçti, bugün her zamankinden daha çok saadet iklimine, her türlü iyiliğin kaynağı, hayat nizamı Kur’an-ın nurlu yoluna, âlemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’in rehberliğine muhtacız. Bir damla Müslüman kanı, içerisinde insan bulunmayan- şu dünyadan daha değerli olduğu halde, bugün oluk oluk Müslüman kanı akıtılıyor, her türlü zulümler İslam ülkelerinde deneniyor ve Müslümanlar şamar oğlanı

gibi itilip kakılıyor, sömürülüyor, öldürülüyor, hayat kendilerine zindan ediliyor ise, bunların sebebi, Asr-ı saadeti oluşturan değerlerden uzaklaşma, kendi dininden habersiz yaşamadır. Bugün, Müslümanların başının belası olan mel’un yahudi, kendi şeriatına sımsıkı bağlıdır. Muharref Tevrat’ın arz-ı mev’ud hedefine ulaşmak, her yahudi’nin ana gayesidir. Bu hedefe ulaşabilmek için onlara her yol meşrudur, mübahtır. Yahudi’nin yahudi’den başka dostu olamaz. Bugün ABD’ye dost gibi görünüyor ise, ABD’nin güçlü oluşundan ve ABD’yi türlü entrika ve oyunlarla soyuşundandır. Yahudi inancına göre, yahudi olmayanı, hele Müslüman’ı öldürmek sevaptır. Yahudilere zarar gelmeyeceğini bilse, yahudi dünyayı ateşe vermekten katiyen çekinmez. Kendi peygamberini öldüren lanetli bir millettir yahudiler. Tarih, yahudilerin, beraber yaşadıkları, nimet ve imkânlarından faydalandıkları toplumlara karşı nankörlük ve ihanetlerine şahittir. İspanya’dan kovulmaları, Nazi Almanya’sındaki cezalandırılmaları hep bu yüzdendir. Yarım asrı aşkın bir zamandır, Ortadoğu’nun, mazlum Filistin halkının rahatını kaçıran, huzurunu bozan da yine yahudi’dir. Hicri 1430’a girerken İslam âlemine meydan okurcasına Gazze’de sergilemekte olduğu vahşet, terör devleti İsrail’in çirkin yüzünü bir kere daha ortaya çıkardı. Önceki katliamları henüz hafızalardan silinmemişken bunlara bir yenisini, daha şiddetlisini ekledi. Bir balina karşısında duygulanan insanlık! Bu dram karşısında

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

45


sessiz. Göstermelik kınamalar dışında yapılan bir şey yok. İsrail, dünyaya meydan okuyor ifadesi bence gerçeği yansıtmıyor. Evet, İsrail’in meydan okuduğu bir toplum var, o da İslam toplumu. Ne yazık ki o toplumda parça parça olmuş, tefrikaya düşmüş, rüzgârını, cesaretini, güvenini kaybetmiş. "Kâfirler bir millettir." Buyruğundaki gerçek, son Gazze olayı ile bir kere daha tescillendi. Bu soykırım karşısında, içinde insanlıktan eser olanlar sessiz kalamazlar. Gazze’ye atılan bombalar, aslında insanların insanlığına atılıyor, sessiz, ilgisiz kalmamız halinde, mazlum Filistinli ile birlikte içimizdeki insanlıkta ölecek. Vahşet sınırlarını çoktan aşan bombalama devam ediyor, kadın-erkek, sivil, asker, genç, ihtiyar, çocuk-bebek, hastanecamii, ambulans demeden. İlk dört günde yaşları 2’nin altında 40’tan fazla bebek şehit edildi. Aylarca süren ambargonun ardından başlayan bu menfur saldırının 4 gününün bilançosu 400 şehit, 2000’e yakın yaralı. İsrailli Müslüman kasapları, saldırı daha yeni başlıyor diyerek soykırımda bulunacakları sinyalini veriyor. Ateşkes isteklerine ise, ne gerek var, bugün değilse yarın ölecekler beyanıyla, vahşette sınır tanımayacaklarını ilan ediyorlar. BM karar almaya çalışıyor, bilmem kaçıncı kararı aldı bugüne kadar, sanki yahudi’nin taktığı var. AB, ABD ve diğer batılılar danışıklı beyanatlar verme yarışındalar. Dün Bosna’da seyirci kalmışlardı, bugün Gazze’de, yarın seyir için kim bilir sırada hangi ülke var? Ürdün, Suriye, Mısır, Türkiye demek kehanet değil. Ülkemizde arz-ı mev’ut’a dâhil iller ve bölgeler var. Ümmetin imtihanı devam ediyor. Çeçenistan, Afganistan, Pakistan, Irak ve diğer mazlum Müslümanların feryatları karşısında neler yaptık, bu imtihanları kazanabildik mi? Devam etmekte olan Filistin meselesi, Gazze can pazarı ümmetin yeni imtihanı. Müslüman, dünya pazarında bir imtihan eri. Dostlar imtihan çetin. Din kardeşlerimiz, can kardeşlerimiz, dünyanın en gelişmiş silah teknolojisine sahip, Ortadoğu’nun çibanbaşısı yahudi’nin bombardımanı altında, aç, susuz, ilaçsız, elektriksiz, silahsız hayatta kalma mücadelesi veriyor. Her Müslüman’ın, mutlaka yapacağı şeyler vardır. Kavli dualarımıza, fiili dualarımızı ekleyelim. Yahudi ve Amerikan mallarını daima boykot edelim. Telefon ışığı altında kurşunu çıkarılmaya çalışılan, çocuk yuvasında bombalanan, ambulanslarda yahudi’nin hedefi olan şehit kardeşlerimizi düşünelim. Yahudi ve Amerikan mallarına vereceğimiz her kuruşun, dökme kurşun olarak Gazze’deki ve dünyadaki Müslüman kardeşlerimize döneceğini, atılacağını

unutmayalım. Ensar olgunluğu ile imkânlarımızı paylaşıp seferber edelim. Seher vakitlerinde seccadelerimiz gözyaşlarımızla ıslansın, Rabbimize dua edelim. Yakın gelecekte hedef ülke durumunda olan ülkemiz idarecileri, bu soykırımı yapan katil sürüleri ile yapılmış bulunan bütün antlaşmaları iptal etmeli, Türkiye–İsrail dostluk grubu! tamamen feshedilmeli, Konya’mızın semaları ve arazileri İslam düşmanları ile ortak tatbikat yapılarak kirletilmemeli. Askeri alanda ortaklık yapılacak en son ülke İsrail’dir. Tanklarımızın, uçaklarımızın modernizasyonlarının İsrail’e verilişi, onlarla istihbarat paylaşımı, ülkemizin geleceğini karartmaktan, bizi birbirimize düşürmekten, komşu ülkelerle düşman kardeşler haline getirmekten öte bir işe yaramaz. Bu, gafletin ötesinde bir şeydir. İsrail ABD’nin Ortadoğu’daki gayr-i meşru çocuğudur. İsrail’in arkasında hep ABD olmuştur. Sanılmasın ki ABD’nin jandarmalığı ebedidir. İnşallah çok yakın gelecekte ABD parçalanacaktır. Çünkü zulümle payidar olunmaz. Bu gerçeği hem yahudiler, hem de yahudi muhipleri akıllarından çıkarmamalıdırlar. ABD ülkemize yaptığı gizli ve aşikâr düşmanlıklarla güvenilmez olduğunu ispat etmiştir. ABD, münafıklığın ötesinde çok yüzlü bir düşmandır. ABD’nin bu çirkin yüzü görülerek tedbirlerin alınması idarecilerimizin görevidir. Son global kriz bahanesiyle ABD’ de bulunan Arap şeyhlerine ait milyarlarca dolar buharlaşmış, ihtimal ki, kriz savıyla terörist İsrail devletine gönderilip Filistin halkının üzerine bomba ve dökme kurşun olarak yağmıştır. Müslümanların imkân ve sermayelerinin, İslam düşmanları elinde çarçur edilmemesi ve Müslümanlara karşı kullanılan bombalar haline gelmemesi için ülkemizin güvenli bir liman haline getirilmesi ve Arap sermayesinin yurdumuza çekilerek Müslümanların vebalden kurtulmalarına zemin hazırlanması da ülkemiz idarecilerinin görevleri olsa gerek. Rabbimizin "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." emri, idare edene ve edilene şamildir. Türkiye’ye başsız kalmış olan İslam âlemine lider olması yaraşır. Ecdadı Osmanlıdan tevarüs eden değerler, böylesi bir liderliği kolaylaştıracaktır. Kana doymayan İsrail vampirini ancak böylesi bir güç durdurabilir. Geçmiş hadiselerin ışığı altında Gazze’nin ve mazlum Filistin’in akıbetini tarafsız bir gözle değerlendirmeye çalışalım.


Mağlup olmaya bu yolda galip: Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik

KONSEYİ ÜYELİĞİ DOÇ. DR. BERDAL ARAL

Başta İslam dünyası olmak üzere, dünya mazlumlarının Güvenlik Konseyi’ndeki seslerinden birisi olmak, Türkiye’nin önündeki bir başka seçenektir. İşte asıl onurlu duruş, evrensel moral değerlere yaslanan ahlâkî ve ilkeli tutum bu olacaktır.

T

ürkiye 17 Ekim 2008 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yapılan seçimlerde 151 oy alarak uzun yıllardan sonra ilk defa Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçildi. BM’e üye her beş devletin dördünün oyunu alması, Türkiye’nin yeni dış politika açılımları açısından aynı zamanda şu anlamlı mesajı da vermiş oldu: Türkiye’nin dış politikası doğru yönde ilerlemektedir; ahlâkî kaygıları da gözeten çok yönlü ve çok boyutlu dış politika başka milletlerce takdir edilmektedir. İslam dünyasına, Afrika’ya ve birçok minik ada devletine yönelik açılımlar semeresini vermiştir. Türkiye, üzerindeki ölü toprağını artık atmaya başlamış ve bir “merkez ülke” olarak, “tarihi ve stratejik derinliği”nin zaruri kıldığı ufuk genişliğine ve büyük düşünme yetisine ve yeteneğine doğru iz sürmeye başlamıştır. Bütün bunlar ümitvar olmamızı gerektiriyor elbet; lâkin Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve karar alma mekanizması düşünüldüğünde, insanın bütün heyecanı bir anda buharlaşabiliyor. Şöyle ki; bu örgüt bünyesinde “sürekli üyelik” hakkına sahip beş üye devlet vardır ki (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin), bunlar İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri olarak Konsey’deki “saltanatlarını” ilânihaye sürdürmeyi planlamaktadır. Üstüne üstlük bu beş devletin veto hakkı da vardır. Diğer on devlet ise, Türkiye benzeri on geçici üyeden oluşur ve bunlar iki yıllığına bu organ içinde temsil edilirler. Uluslararası barış ve güvenliği yönelik tehditleri bertaraf etmekle yükümlü olan Güvenlik Konseyi, BM’in bağlayıcı karar ve yaptırım yetkisine sahip olan tek organıdır. Burada kararlar (15 oy içinden en az) 9 olumlu oyla alınmaktadır. Ne var ki, karşı oylar içinde bir tek sürekli üyenin oyu varsa, bu durumda karar akim kalmaktadır. O nedenle üyeliği sürecince Türkiye’nin Konsey içinde pasif rol üstlenmesi ciddî bir olasılık

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstüne üstlük, Türkiye, Güvenlik Konseyi’nin ABD-İngiltere-Fransa emperyal üçlüsü eliyle İslam dünyasının üzerine çöreklendiği bir dönemde geçici üyeliğe seçilmiştir. Şartların ne denli çetin olduğunu anlamak için, Güvenlik Konseyi’nin son yıllarda İslam ülkelerine yönelik olarak kabul etmiş olduğu başlıca kararlara bakmak öğretici olacaktır: -ABD’nin ve onunla iş tutan işgal koalisyonunun önce Afganistan’a (2001) sonra da Irak’a (2003) yönelik silahlı saldırıları karşısında kayıtsızlık; işgal sonrasında ise işgalcileri “mazur ve meşru gören” bir kısım kararlara imza atmak; -2006’dan bu yana, en doğal hakkı olduğu halde, uranyum zenginleştirme faaliyetlerinden vazgeçmediği gerekçesiyle, İran’a yönelik olarak, bu faaliyetiyle ilişkili hususlarda, ekonomik, askerî ve malî ambargo öngören dört adet karar çıkarmak; -Sudan’ın Darfur bölgesinde devletle doğrudan ve/veya dolaylı ilişkisi olan silahlı güçlerce, bölge halkının bir kesimine karşı “insanlığa aykırı suçlar” işlendiği gerekçesiyle, bu bölgeye uluslararası bir askerî gücün yerleştirilmesini öngören bir dizi karar almak (ve fakat buna karşılık, Afrika’nın birçok başka bölgesinde benzer çatışmalara ve iç savaşlara kayıtsız kalmak. Herkes de biliyor ki, Sudan’ı ABD’nin ve diğer bazı Batılı güçlerin hedef tahtasına koyan asıl neden, bu ülkenin, zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarını Batı’ya peşkeş çekmemesi ve üstüne üstlük “İslamî bir yönetim”e sahip olmasıdır); -Ağustos 2006’ta, Lübnan’a saldırarak bu ülkeyi yerle bir etmiş olan İsrail’i kınamaktan bile imtina ederek, işgal mağduru bu ülkenin topraklarına BM’e bağlı barışgücü askerlerinin konuşlandırılmasını öngören bir karar almak; -2006 sonunda Somali’nin, ABD’nin teşvik ve desteği ile Etiyopya ordusunca işgali karşısında, önce tamamen sessiz kalıp, sonra, mevcut kukla hü-

47


kümetin elini güçlendirecek bir kısım hükümleri bünyesinde barındıran kararlara imza atmak; Bu ve benzeri Konsey kararları, İslam dünyasının gözünde bu organın güvenilirliğini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Irak’ın Kuveyt’i Ağustos 1990’daki işgali sonrasında, mesaisinin önemli bir bölümünü, Irak’a karşı akla gelebilecek her türden yaptırım kararı alan ve sonuçta da ABD öncülüğündeki Koalisyon Güçleri’ne, Irak’ı savaş yoluyla Kuveyt’ten çıkarma yetkisi veren Güvenlik Konseyi, “uluslararası barış ve güvenliğe” aynı ölçüde ve hatta çok daha fazla zarar veren başka işgaller karşısında süt dökmüş kedi gibi “sessiz ve sitemsiz” kalmıştır: ABD’nin Panama’yı (1989), Afganistan’ı (2001) ve Irak’ı (2003) işgali; İsrail’in Filistin’e yönelik işgal politikalarının devamı ve ayrıca Lübnan’ı işgali (2006); Etiyopya’nın Somali’yi işgali (2006); Rusya’nın Gürcistan’ı işgali (2008). Türkiye bu kemiksizliğe, çifte standarda ve ikiyüzlülüğe karşı Güvenlik Konseyi içinde bulunduğu süre içinde “gayruk yeteer!” diyebilecek midir? İşte bütün mesele budur…

48

EĞER SİZ “GERÇEKÇİ”, YANİ REELPOLİTİKÇİ KANATTANSANIZ, BU SÖZLERİMİZİ UNUTUN GİTSİN! NASILSA, TÜRKİYE KENDİNDEN ÖNCEKİ PEK ÇOK “GEÇİCİ” ÜYE GİBİ, ULUSLARARASI SİSTEMİN LORDLARININ AT KOŞTURDUĞU BİR SAHNEDE, YALNIZCA “KONU MANKENLİĞİ” YAPARAK HAYÂL KIRIKLIĞI İÇİNDE GÜNLERİNİ TÜKETECEK… O halde, Türkiye Güvenlik Konseyi içinde nasıl bir tutum içinde olacaktır? Kaba bir tasnif yapmak gerekirse, önümüzdeki iki yıl boyunca, Türkiye, Konsey içinde şu üç farklı duruş tercihiyle karşı karşıya kalacaktır: a)Reel politik ve Türkiye’nin –her ne demek ise- “âli menfaatleri” adına saldır-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

gan dış politika gündemini Güvenlik Konseyi’ne “yedirmeye” çalışan ABD’nin ve hempalarının dümen suyuna girmek; b)Avrupa Birliği yolunda bir aday ülke olarak, Avrupalılara şirin görünmek için başta Fransa olmak üzere Güvenlik Konseyi’nin Avrupalı üyeleri ile birlikte hareket etmek. Türkiye’de, emperyal tutumu nedeniyle ABD ile birlikte davranılmasını sağlıklı bulmayan birçok çevre, “Avrupamerkezli” bir tutum içinde bulunmasını Türkiye için ideal pozisyon olarak tavsif etmektedir. Bu çevrelerin içinde, böyle bir tutumu “evrensel moral değerlerin” bir ifadesi olarak görenler bile vardır. Sözgelimi, eski büyükelçilerden Rıza Türmen’e göre, “Türkiye Güvenlik Konseyi gündemindeki konularla ilgili tutumunu belirlerken reel politika düşüncelerinin egemen olduğu bir durumu kurtarmak siyaseti değil, evrensel moral değerlerin egemen olduğu ilkesel bir siyaset izleyebilmeli… Olli Rehn'in ‘Türkiye'nin bu koltuğu Avrupa'nın ortak değerlerini geliştirmek için kullanacağına inanıyorum’ sözlerine kulak kabartmalı.” Belli ki, Rıza Türmen ve benzerlerine göre, dış politikada yüksek ideallerin ta-


İŞGALE, ZULME KARŞI KAYITSIZLIĞA VE KONSEY’İN EMPERYAL PROJELERE ALET EDİLMESİNE KARŞI, HUKUKUN, MEŞRUİYETİN VE ADALETİN BAYRAĞINI DALGALANDIRACAK BU ESASLI DURUŞ, DÜNYA BARIŞINA TÜRKİYE’NİN YAPABİLECEĞİ ÖNEMLİ BİR KATKI OLACAKTIR. TÜRKİYE, BU ORGAN İÇİNDE, GEÇİCİ BİR ÜYE OLARAK TABİİ Kİ ASLA BELİRLEYİCİ OLMAYACAKTIR. NE GÜNDEMİN BELİRLENMESİNDE NE DE ALINACAK KARARLARDA TÜRKİYE’NİN ÖZGÜL AĞIRLIĞI, SÜREKLİ ÜYE OLAN DEVLETLERLE KIYAS-I KABİLDİR. kipçisi olmak, ille de “Avrupa’lı” bir tutum almayı gerektirmektedir. Oysa, son yıllarda yaşanan bir kısım gelişmeler, bu görüşün iler tutar yanının olmadığını ortaya koymuştur: Bosna-Hersek 1992-95 arasında Sırp işgaline uğradığında ve bu topraklarda korkunç bir soykırım yaşandığında, olası bir askerî müdahale kararına, en fazla, Rusya’nın yanı sıra, İngiltere ve Fransa gibi BM Güvenlik Konseyi’nin “Avrupalı” üyeleri karşı çıkmıştır. Benzer bir soykırım daha da büyük çapta 1994 yılında Ruanda’da yaşandığında, aynı güçler Güvenlik Konseyi’ni harekete geçirmek için kılını bile kıpırdatmamıştı. Son bir örnek: İsrail 2006 yılında Lübnan’ı karadan, havadan ve denizden kuşatıp bu ülkeye karşı amansız bir saldırı başlatarak, masum onca insanı acımasızca katlettiğinde, “çağdaş ve yüksek moral tutuma sahip” Avrupa’lı üyeler, Güvenlik Konseyi’nin bu büyük insanlık ayıbı karşısındaki acınası kayıtsızlığının ve ses-

sizliğinin ABD ile birlikte en önemli sorumlusu idi. “Evrensel moral değerler”: Trajikomedi!.. c)Başta İslam dünyası olmak üzere, dünya mazlumlarının Güvenlik Konseyi’ndeki seslerinden birisi olmak, Türkiye’nin önündeki bir başka seçenektir. İşte asıl onurlu duruş, evrensel moral değerlere yaslanan ahlâkî ve ilkeli tutum bu olacaktır. İşgale, zulme karşı kayıtsızlığa ve Konsey’in emperyal projelere alet edilmesine karşı, hukukun, meşruiyetin ve adaletin bayrağını dalgalandıracak bu esaslı duruş, dünya barışına Türkiye’nin yapabileceği önemli bir katkı olacaktır. Türkiye, bu organ içinde, geçici bir üye olarak tabii ki asla belirleyici olmayacaktır. Ne gündemin belirlenmesinde ne de alınacak kararlarda Türkiye’nin özgül ağırlığı, sürekli üye olan devletlerle kıyas-ı kabildir. Ama antiemperyalist bir duruş sergilemesi halinde, Türkiye en azından şu iki şeyi yapabilecektir: birincisi, Konsey’i kendi süflî emel-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

leri için “kullanmaktan” çekinmeyen ABD’nin ve hempalarının tekerleğine çomak sokmak; ikincisi, dünyanın farklı bölgelerinde barışa ve huzura zarar veren işgalleri ve zulümleri Güvenlik Konseyi’nin dikkatine sunmak. (sözgelimi, Filistin halkının üzerine karabasan gibi çöken –en başta İsrail kaynaklı- Gazze’deki topyekün uluslararası ambargonun yol açtığı insanlık dramını Konsey’in gündemine getirmek; ya da “devlet terörü”nün de aslında kınanması gereken bir terör türü olduğunu, zaman zaman gündeme geleceği belli olan “uluslararası terörizm”e ilişkin Konsey kararlarına geçirmeye çalışmak) Eğer siz “gerçekçi”, yani reelpolitikçi kanattansanız, bu sözlerimizi unutun gitsin! Nasılsa, Türkiye kendinden önceki pek çok “geçici” üye gibi, uluslararası sistemin lordlarının at koşturduğu bir sahnede, yalnızca “konu mankenliği” yaparak hayâl kırıklığı içinde günlerini tüketecek… baral@fatih.edu.tr

49


KAHROLSUN (MU) AMERİKA (?) (Abdulkerim Kenanoğlu) Son mali krizle beraber bir şeylerin yanlış ya da eksik olduğu fikri doğdu kalbimde. Zira Amerika’ya bir buhran isabet etti, “Oh olsun! İşte belasını buldu.” demeye kalmadan bir de baktık ki bu buhran, bizi de istila etmeye başladı. Artık Amerika’nın musibeti bizleri de kendine hedef seçmişti. Peki ne olmalıydı. Bundan böyle “Yaşasın Amerika aman yaşasın!” mıydı denilmesi gereken, yoksa kahrolmaya devam mı etmeliydi? Acaba Amerika’ya beddua, bindiğimiz dala lanet okumak mıydı? Yoksa artık bizde mi Amerika olmuştuk? Neler oluyordu…

50

“(Mahşer günü) Hesaplar görülünce şeytan der ki: Şüphe yok ki, Allah size hakk olan va’di vaat etti. Ben ise sizlere vaatte bulunup, yerine getirmedim. Oysa ki, sizleri çağırmaktan başka benim sizler üzerinde herhangi bir gücüm ya da hakimiyetim yoktu. Siz de benim çağrıma cevap verdiniz ve yerine getirdiniz. O halde artık beni kınamayı bırakın ve kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizlerin bir kurtarıcısıyım ne de sizler benim kurtarıcımsınız.” (İbrahim,22) İnsanın gözü kendinden yana kördür çoğu zaman. Özellikle, bir suçlu aradığında, yanlış ve eğri olanın peşinde adres sorguladığında. Nedense, hatayı asla “Ben” zamiri taşımaz; ya “Sen”sindir hataya hamal ya da kesinlikle “O” dur hatanın kaynağı. Maalesef İslam Dünyası’da bu denî hasletten ziyadesiyle muzdariptir. Maalesef diyorum, çünki Müslüman kendisine isabet eden musibeti kendinden, gelen haseneyi ise Allah’dan bilendir. Kur’an bize müteaddid defa tekrar etmiştir. Gelin görün ki, ne zaman bir kötülük isabet etse bize, ya “Takdir-i ilahidir” diyoruz ya da musibetin müsebbiplerini lanetliyoruz. “Ben” ise yine hatadan ve bedel ödemekten masun kalmakta, akibet bir günah keçisi bulunmaktadır. İşte “Kahrolsun Amerika” söylemi bu nevi, hatayı başkasına hamletme eğiliminden beslenmektedir. Ancak bu söylemin, eylem bazında ne kadar anlayışa dönüşmüş olduğunun ve ne derece hayatımıza yön verdiğinin muhasebesi herkes tarafından ayrıca yapılmalıdır. Ne var ki ortada inkar edilmez ve su götürmez bir gerçek vardır ki: Malum ülke, başta Müslümanlar olmak üzere insanlığın nefretini kazanmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Niyetim, ne bu satırlara bir suçlu mahkum etmek ne de bir günah keçisi bulma yolunda kelimeleri kürek mahkumu etmektir. Zaten testi kırılmışken, ha “O” kırmış testiyi, ha “Sen”, varsın “Ben” olayım testiyi kıran. Testi geri gelir mi? Artık suyu içilebilir mi. Genel anlamda İslam Alemi ve Amerika diyerek asıl vurgulamak istediğim: Belli bir coğrafya yada bir takım milletler değildir. Habil ve Kabil’den bu yana süregelen karşıtlığın günümüzdeki tezahürdür anlatmak istediğim. Şöyle ki:

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

Son mali krizle beraber bir şeylerin yanlış ya da eksik olduğu fikri doğdu kalbimde. Zira Amerika’ya bir buhran isabet etti, “Oh olsun! İşte belasını buldu.” demeye kalmadan bir de baktık ki bu buhran, bizi de istila etmeye başladı. Artık Amerika’nın musibeti bizleri de kendine hedef seçmişti. Peki ne olmalıydı. Bundan böyle “Yaşasın Amerika aman yaşasın!” mıydı denilmesi gereken, yoksa kahrolmaya devam mı etmeliydi? Acaba Amerika’ya beddua, bindiğimiz dala lanet okumak mıydı? Yoksa artık bizde mi Amerika olmuştuk? Neler oluyordu… İşte böyle bir ruh hali içinde şöyle bir soru geldi aklıma: Acaba Amerika ve onun temsil ettiği her ne varsa bürünüp et ve kemiğe dursa karşımda ve dese ki: Yazıklar olsun sana be Müslüman! “Sen ki en mukaddes bildiğin topraklarda; Mescid-i Haram’da, Mescid-i Nebevi’de benim İngilizce’m olmadan başka milletten bir Müslüman kardeşinle anlaşamazken… sen ki benim dolarım olmadan Müslüman devletlerle ticaret yapamazken… sen ki benim ilmi araştırmalarım, bilimsel çalışmalarım sayesinde teknolojiyle tanışmışken, benim ürettiğim cep telefonlarını, diz üstü bilgisayarlarını hayatının en değerli parçası yapmışken ve daha nice nimete benim emeğimle ermişken… sen ki benim yetiştirdiğim çocukların senaryolarıyla sahnelenen filmlere hayranken… çocukların benim kahramanlarımın sevdalısıyken… benim üniversitelerimde eğitim görmeye can atarken, teşekkür etmek yerine durmuş kahrolmam için haykırıyorsun, için için bana kin besliyor ve da helakimi bekliyorsun. İşte bak, İktisadi bir krizin neticesini müşahede ediyorsun. Helakimin akıbetini var sen düşün. Ne derdim acaba yalan mıydı söyledikleri, yoksa iftira mı? Gerçekten de bizler, maddi külfetini görmezden gelerek aşkla, şevkle İngilizce kurslarına gitmiyor muyuz? Evlatlarımız İngilizce biliyor diye gururlanmıyor muyuz? Onların Hollywood mahsulü filmlerinin hayranı değimliyiz. Cebimizde Amerikan dolarları varken kendimizi iktisadi anlamda daha bir güvende hissetmiyor muyuz? Ya da birbirimize borçlanırken Dolar, Euro’yu tercih etmiyor muyuz? Bu okuduğunuz yazı dahi onların teknoloji koridorlarından süzülüp sayfalara yazıl-


NEDEN…? NEDEN…? NEDEN…? SONRA BİR SES DİYOR Kİ İÇİMDEN: DİYELİM Kİ BULDUN NEDENİ. NE HALLOLACAK? BU HALİN SENCE NEDENİ, NEDENİNİN BİLİNMEMESİ Mİ? EVET, “NEDEN?” DİYE BAŞLAYAN BU CÜMLELER SUÇLU ARAYIŞININ, SORU İŞARETİNİN ARKASINA GİZLENMİŞ FARKLI BİR YÜZÜDÜR. ÖYLEYSE HER ŞEYDEN ÖNCE BU HAZİN HAL KARŞISINDA DUYULAN VİCDAN SIZISININ ARDINDAN SORULACAK SORU DEĞİŞMELİDİR. ARTIK NEDEN DİYE SORMAK YERİNE “NASIL?” DİYEREK YOL ARAMALI VE DAHA GÜZELİ YAKALAMAK İÇİN YÖNTEM BULMALIYIZ.

mıyor mu? Üniversitelerimizde bilimin kıblesi batı olarak gösterilmiyor mu? … mu? … mu? Acaba Microsoft: Rabbiniz size kalemle yazmayı öğretti bende klavye kullanmayı öğrettim dese ne deriz kendimize? İllaki diyecek bir şeyler bulunur bulunmasına da, o denilenler hakikati ne kadar değiştirir. Müslüman çocukların odalarındaki Hollywood’un hayali kahramanlarının, mesela örümcek adamın çıkartmalarını, yapıştığı duvarlardan, dolaplardan, okul çantalarından söküp alabilir mi? Soruyorum kendi kendime neden benim, evlatlarıma seyrettireceğim, içinde tarihimi anlatacağım, evlatlarıma kahramanları mı tanıttıracağım, yeri geldiğinde eğlendireceğim animasyon dahi olsa bir filmim yok , yoksa Allah’a ve ahiret gününe iman eden bilgisayarcı mı yok dünyada. Yoksa 4×4 ten aşağısına binmeyen zenginlerimizin ümmet hayrına yapılan faaliyetleri finanse edecek ekonomik yeterlikler mi yok. Neden benim evlatlarımın dolaplarında, duvarlarında benim kahramanlarımı temsil eden çıkartmalar, fotoğraflar yok… Neden benim ülkemde Kur’an dili olan Lisan-i Arabi eğitimi veren kurumlar az, gidilmesi mi yasak ya da Amerika yaygınlaşmasını mı engelliyor. Yoksa İngilizce kadar ekonomik değer taşımıyor diye mi. Neden…? Neden…? Neden…? Sonra bir ses diyor ki içimden: Diyelim ki buldun nedeni. Ne hallolacak? Bu halin sence nedeni, nedeninin bilinmemesi mi? Evet, “neden?” diye başlayan bu cümleler suçlu arayışının, soru işaretinin arkasına gizlenmiş farklı bir yüzüdür. Öyleyse her şeyden önce bu hazin hal karşısında duyulan vicdan sızısının ardından sorulacak soru değişmelidir. Artık neden diye sormak yerine “nasıl?” diyerek yol aramalı ve daha güzeli yakalamak için yöntem bulmalıyız. Nasıl bizim dilimizi, bizim bilim anlayışımızı, bizim iktisat anlayışımızı, bizim ilim anlayışımızı, bizim kainat anlayışımızı, bizim eğitim anlayışımız, bizim değerlerimizi, bizim kahramanlarımızı… ortaya koyabiliriz ve insanlığa takdim edebiliriz. Nasıl? Nasıl? Bir yol bulalıyız Hasılı, batılla boğuşup ona sövmeyi bırakıp, Hakkı tutup kaldırmalıyız. Zira Hakk geldiğinde batılın akıbeti zaten zâhık olmaktır. Karanlık ne kadar uçsuz bucaksız olsa da nazik bir mum alevine mağlubiyete mecburdur. Her Müslüman’ın, içinde bulunduğumuz, yukarda da değindim, ironik halden çıkmak için ödemesi gereken bir bedel vardır. Herkesin bedel olarak ortaya koyacağı mutlaka mamelekinde bir şeyler vardır. “Peki, Amerika ne olacak?” diye sorulacak olursa. Amerika ne olur bilmem ama; Artık kendime diyorum ki: “Ya keseceğin dala binme ya da bindiğin dalı kesme.” “O gün insan yapıpta getirdiği ve yapmayıp geride bıraktığı her şeyden haberdar edilir. Daha doğrusu, ne kadar mazeretlerini öne sürse de insan kendisinin ne yapıp ne ettiğini görüyordur.” (Kıyamet,13-15)

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

51


ÇOCUK

ÇOCUĞUN DÜNYASINI YANSITAN AYNA; RESİM Bilimsel çalışmaların hız kazanmasıyla birlikte, günümüzde çocukların davranışlarına ve ortaya koydukları ürünlere daha pedagojik açıdan bakmanın gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu bakış açısının etkisiyle çocukların oynadıkları oyunlardan, çizdikleri resimlere kadar birçok faaliyete yeni ve farklı anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Okul öncesi dönemde çocuklar yaşadıkları duygusal kırılmaları farklı davranış kalıplarıyla ifade ederler. Yani bir alandaki sorun çocuklar tarafından sembol davranışlarla ifade edilir. Çocuğun ağlaması semboldür. Aslında çocuk altını ıslatmış, susamış ya da bir acı duyduğu için ağlamış olabilir. Çocukların bu sembol davranışları etkinliklerine de yansımaktadır. Çocuklar yaptıkları etkinliklere farkında olmadan yaşadıkları üzüntü ya da mutlulukları yansıtırlar. Örneğin, iki kukla bebekle oynayan çocuk, birisini anne, diğerini çocuk yaparak konuşturabilmekte ve eğer evde kendi annesinden şiddet görüyorsa bunu kukla oyununa da yansıtabilmektedir. Oyunlar gibi çocuğun ruh dünyasını yansıtan önemli etkinliklerden birisi de, resimlerdir. Bugün, resmin çocuk dünyasını ifade etmede ne kadar fonksiyonel bir araç olduğu kabul edilmiş ve çalışmalar bu yönde hız kazanmıştır. Pedagoglar, çizilen resimler üzerinden çocukların yaşam dünyasını çözümlemeye yönelik çalışmalar ortaya koymaktadırlar. Resim çizimlerinin zekâ ile bağlantılı olduğunu ortaya koyan araştırmaların yapılması ve bununla alakalı çeşitli zeka testlerinin oluşturulması da uzmanların bu alana olan ilgisini göstermektedir. Resim çizimlerinde çocuklar duygularını çok yalın şekilde gösterirler. Çocuk önündeki resim kâğıdına öfkesini, üzüntüsünü, kırgınlığını ve mutluluğunu resmeder ya da renkleri kullanma biçimiyle bunu gösterir. O, kimi zaman anne babasının boşanmış olmasından dolayı yaşadığı üzüntüyü, kimi zamanda evde var olan şiddeti doğal olarak resimleriyle ifade eder. Yine beyaz bir kâğıt üzerine çizdiği resimlerle geniş hayal dünyasını yansıtabilir.

52

Kullandığı renklerle yaşadığı duygusal çalkantıyı ifade edebilir. Çocuğun etrafını nasıl algıladığını gösteren resim, bu yönüyle yazı ve konuşma dilini aşan önemli bir etkinlik aracıdır. Resmin çocuklar tarafından sevilen bir uğraş olması da bu faaliyeti devam ettirici bir etken olmaktadır. Resimlerin yalın bir anlatım aracı olması sebebiyle çocukların yaşadığı okul fobisi, aileden birinin kaybı, aile içi şiddet, dikkat eksikliği ve hiperaktivite, özgüven problemi, öğrenme güçlüğü gibi sorunlar çizimlerine ve hatta renklendirmelerine yansımaktadır. Resim çizimleri 2 yaş civarlarında karalamalarla başlamaktadır. 4 yaş dolaylarında düzenli şekillere dönüşürler. Pedagojik açıdan en anlamlı resimlerin çizildiği dönemlerin 4- 7 yaş arası olduğu belirtilmektedir. Bu yaş aralıklarında çocukların resimlerinde kullandıkları her figür dikkatle incelenmeyi gerektirir. Şema öncesi dönem olarak da adlandırılan bu yıllarda kullanılan renklerin, silik- canlı veya sıcak- soğuk renkler olması çocuğun duyguları hakkında izlenimler verir. Resim sayfasının tamamının ya da sadece küçük bir kısmının kullanılması, insan figürü çizimlerinde organların eksik ya da abartılı resmedilmesi de uzmanlar için dikkat çekici ve anlamlı bulunmaktadır. Araştırmalara göre sayfanın tümünü kaplayan büyük resimler, çoğu kez iç kontrolü zayıf olan saldırgan çocuklar tarafından çizilmektedir. Aşırı hareketli çocuklar da sayfanın tümünü kontrolsüz şekilde kullanırlar. Ender olarak çekingen, ürkek çocuklar zayıf benlik kavramları nedeniyle geniş figürlere yer vermektedirler. Bunlar daha güçlü olma arzularını bu yolla dile getirmeye çalışırlar (Yavuzer, 2003) Birkaç santimetre büyüklüğündeki resimler çoğunlukla korkak, çekingen, içedönük çocukların ürünleridir. Küçük boyut, onların güvensizliklerinin sembolü olmaktadır. Bu çocuklar kendilerini güvensiz, yetersiz ve küçük görmektedirler. Ender olarak saldırgan çocuklar da zayıf benlik kavramları sebebiyle küçük figürlere yer vermektedirler (Yavuzer, 2003).

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


Veysel GÖKBEL

Ancak unutulmamalıdır ki, resim üzerinden çocuğa dair yapılacak analizler ancak uzman tarafından yapıldığında bir anlam ifade edecektir. Çünkü resim çizimleri çocuk hakkında karar vermede tek başına yeterli bir araç değildir. Resim, uzman tarafından yapılacak gözlem, Anamnez bilgisi gibi verilerle birlikte değerlendirilmelidir. Resmin çocukların yaşadıkları duygusal sorunları tespit etmede yardımcı bir araç olması, bu konuda ailelerin ve eğitimcilerin bilinçlenmesini gerektirir. Aslında aile ve eğitimciler tarafından bilinmesi gereken en önemli nokta, resim çizimlerini yorumlamaktan ziyade, resmin çocuğa kazandırdığı psiko- pedagojik faydalarının neler olduğudur. Karalamalarla başlayan çizimler çocuğun gelişiminin bir ifadesi olduğuna göre resim çizmenin kazandırdığı faydaların bilinmesi gelişime çok olumlu katkılar sağlayacaktır. RESİM ÇİZMENİN GELİŞİME SAĞLADIĞI YARARLAR Çocuğun resim çizmesinin en önemli yararlarından birisi elgöz koordinasyonunun gelişmesine katkı sağlamasıdır. Bu koordinasyonun gelişmesi çocuğun birçok faaliyeti daha becerikli olarak yapmasını sağlayacaktır. Elinde kalemle resimler çizen çocuk ince kas motor becerilerini arttırarak yazı yazma becerilerini erken yaşlardan itibaren geliştirecektir. Resim çizmek çocukta estetik anlayışın oluşmasına da katkı sağlamaktadır. Çocuk çizdiği resme bakarak haz duymakta, hatta sadece çizme davranışı bile başlı başına onun için mutluluk kaynağı olmaktadır. Her çizdiği resim sonrasında başarmışlık duygusu yaşayan çocuğun bununla birlikte özgüveni de gelişme göstermektedir. Çocuğun kendi başına gerçekleştirdiği bir öğrenme yaşantısı

olması yönüyle de resim önemlidir. Değişik figürleri resmeden çocuk, bunları başka resimlerle kıyaslayacaktır. Bunun yanında, gördüğü gerçekleriyle karşılaştırarak, tekrar doğruyu bulmaya yönelik çizimlerle öğrenmeyi, kendi başına pekiştirmeyi sağlayacaktır. Resim çocuğun kendi kendine öğrenebilme becerisine katkı sağlamanın yanında, içsel uyaranların da harekete geçmesinde etkili olacaktır. Ayrıca çocuğun geniş hayal dünyasını yansıttığı bir yaşam alanı olması yönüyle de çizimler önemlidir. EBEVEYNELERE VE EĞİTİMCİLERE DÜŞEN SORUMLULUKLAR NELERDİR? Resmin çocuk dünyası için ne kadar önemli bir etkinlik olduğunun bilinmesi bu konudaki bilinç düzeyinin artmasını sağlayacaktır. Resim çizmenin asla boş bir uğraş olmadığını bilen eğitimciler ve ebeveynlerin çocuklarına karşı bir takım görevlerinin olduğu muhakkaktır. Bu konuda yapılması gerekenleri şöyle sıralamak mümkündür: 1)Çocukların dilediğince çizim yapması teşvik edilmeli ve bu konuda destek sağlanmalıdır. 2)Erken yaşlardan itibaren çocuklar kalem ve kâğıtla tanıştırılmalıdır. 3)Resim çizmeleri konusunda malzeme temini dikkatli yapılmalıdır. Renk çeşitliliği mümkün olduğu kadar geniş olmalıdır. 4)Çocuk kendisini rahat hissedeceği bir ortamda olmalıdır. 5)İyi ve gerçeğe uygun çizemediği resimler eleştirilmemeli bilakis teşvik edilmeli ve alaka gösterilmelidir. 6)Çizdiği resimler üzerinde çocuğu bunaltmayacak şekilde konuşmalar yapılmalıdır. 7)Resim çizmenin en az Matematik, Türkçe dersleri kadar önemli olduğu bilinmeli buna göre hareket edilmelidir. 8)Çocuk çeşitli çizimler gerçekleştirirken ebeveyninin ilgisini fark etmelidir. Çizim sırasında olumlu tepkiler gösterilmelidir. Netice itibariyle, ilk 7 yaş çocukların yetiştirilmesinde çok önemlidir. Özellikle bu dönemlerde çocuklara resim çizme imkânı verilmeli ve kendilerini ifade etmelerine imkânlar sağlanmalıdır. Küçük yaşlardan itibaren farklı sebeplerle resim çizme imkânı verilmeyen ya da engellenen çocuklar duygularını yansıtacakları ve gelişimlerine yararlı olan önemli bir araçtan mahrum kalacaklardır. Resim ekonomik anlamda aileye külfet oluşturmayacak bir araçtır. Bu yönüyle her sosyo- ekonomik düzeyde ailenin çocuklarına bu imkânı hazırlamaları eğitimsel açıdan önemli kazanımlar elde edilmesini sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki, büyüklerin sahip oldukları işler kendileri için ne kadar önemliyse çocuklar için de resim çizmek, oyun oynamak gibi faaliyetler o derece önemlidir ve çocuklar işlerini en az büyükleri kadar ciddiye alarak yapmaktadırlar. Onları ciddiye almanın ve gelişimleri adına yaralı olacak her türlü imkânı sağlamaya çalışmanın çocuklara karşı bir görev olduğu unutulmamalıdır. — Yavuzer, Haluk. , Resimleriyle Çocuk, 10. Basım, Remzi Kitabevi

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

53


GEZGİN

BERGAMA ASKLEPİEİON'U Eski Yunan Heros'u Asklepios, Yunanistan'da bulunan Epidaures'daki Asklepieiaon'a benzer bir sağlık merkezini, M.Ö. 4. yüzyılda Bergama'da da kurmuştur. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde kurulan bu tapınakların en meşhuru Hippokrates'in hastaları tedavi ettiği Ege, İstanköy'deki Kos tapınağı ve Bergama'da bulunan bu tapınaktır. Aynı zamanda Asklepieionlar dünyanın bilinen ilk hastaneleridir. Bu hastaneler dağlık ve temiz havalı yerlerde kurulurdu. Hastaların tedavisinde şifalı sular, ot yapımı ilaçlar, masaj, rüyaların yorumlanması, uyku kürü gibi yöntemlerin yanısıra; telkin, fizyoterapi ve müzik-terapi gibi tedavi yöntemleri de uygulanırdı. Asklepieionlarda bedensel ve ruhsal sorunu olan hastalar tedavi ediliyordu. Bergama Asklepieiaon'un giriş kapısı olan Virankapı'da "Buraya ölümlüler giremez" yazılı bir kitabe mevcuttur. Bunun açıklaması ise, Asklepieiaon'a gelen bütün hastaların girişte tabi tutuldukları muayene sonrasında, tedavisi olmayan ölümcül hastalığı bulunanların buraya alınmayacağı uyarısıdır. Asklepieion'da, hastalara su ve çamur banyoları yaptırmak, şifalı otlar ve kremlerle hastaları yağlamak, masaj yapmak tedavi yöntemlerinin başında geliyordu. Ayrıca kutsal su içiriliyor, açlık ve susuzluk kürleri, soğuk havalarda koşullar düzenleniyordu. Hastaları iyileştirmede telkin, büyük rol oynuyordu. Hatip Adisteides'in anlattığına

54

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

göre, hastalar ne şekilde iyileşeceklerini rüyalarında görüyorlardı. Güçlü telkinler yoluyla hastaların düş görmeleri sağlanıyordu. Bunun için özel olarak yapılmış uyku odaları bulunmaktaydı. Sağlık merkezinin yanındaki tiyatroda törenler yapılıyor, müzik eşliğinde hastalara ruhsal tedavi uygulanıyordu. Asklepion en parlak devrini M.S II. y.y’da yaşamıştır. Asklepieion'un bu parlak yıllarında, "Satyrosk" ve "Galenius" gibi dünyanın ilk büyük hekimleri burada yaşamış ve ders vermişlerdir. Bu hastane en çok Hellenistik Dönemde gelişmiştir. Eski Yunanistan'da Asklepieion'daki her şey kutsaldı. Roma Çağında şehirden Asklepion’a bir kutsal yol ile gidiliyordu. Bu kutsal yol Propylon avlusunda son bulur. Propylon avlusunun üç yanı Korint tarzında sütunlu galerilerle çevrilidir. Propylon M.S II. y.y'da tarihçi Konsül Claudius Charax tarafından yaptırılmıştı. Asklepios Kutsal Alanı, galerili avlusu, 3500 kişilik tiyatro yapısı, İmparator Hadrianus’a ait kült salonu, kütüphanesi, yuvarlak planlı Asklepios Tapınağı ile Roma Dönemi’nde oldukça önemli bir sağlık merkeziydi. Güney kesiminde Hellenistik Dönemden kalma üç küçük tapınak ile uyku odaları, kutsal kaynak ve havuzlar bulunmaktadır. Kutsal kaynak yanında burada tedavi gören hastaların soğuk ve sıcak havadan korunmasını sağlamak amacıyla uzun bir yer altı tüneli yapılmıştır. sevilsevi@gmail.com


fOtOĞraflar:seVil ÖZtürk

Sevil ÖZTÜRK

Asklepieon'un yakınındaki Kleopatra Güzellik Ilıcası, sıcak suyla tedavi amacıyla antik çağlardan beri kullanılmaktadır. Mısır kraliçesi Kleopatra'nın bu kaplıcada yıkandığı ve dillere destan güzelliğini borçlu olduğu düşünüldüğünden ılıcanın adının Kleopatra olduğu söylenmektedir. Kaplıca suyunun içerdiği inerallerin cilt hastalıklarına iyi geldiği, özellikle de cildi gerginleştirdiği için 'Güzellik Ilıcası' denmektedir.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

55


(

MALATYA ANADOLU İHL ÖĞRENCİLERİNDEN ÖMER FARUK AKÇAY’IN HAZIRLAMIŞ OLDUĞU BU YAZI TÜRKİYE GENELİ İMAM HATİPLER ARASI KOMPOZİSYON YARIŞMASINDA İKİNCİLİĞE LAYIK GÖRÜLDÜ.

)

KARANLIĞIN NURLU IŞIKLARI (SİYAH GÜL) Karanlığın nurlu ışıkları, kapalı kapılar ardındaki asıl gerçekler. Ahiret derdiyle hemdem olup düşünceli, insanların imanına vesile olmak için gayretli gönül erleri. Hayatın meşgalelerine karşı pervasız, dünyanın şatafatına duyarsız. Rıza-i İlahi tek amaç. Resulallah(asm)’ın “ümmeti, ümmeti..” dediği gibi onların da işi gücü kor haline gelen imana vesile olmak... Doktor, hastaya değil hastalığa düşmandır; bu manevi doktorlar da insanlara değil insanların işlediği günaha düşman. İnsanın Allah katında değerini bildikleri için tek uğraşları kalplere olmak mihman. Gönül erleri çıkmıştır yola. Sürerler atlarını dört nala. Ülkenin dört bir yanına umut dağıtmak, karanlık düşünceleri tarumar etmek, köhneleşmiş, viraneye dönmüş gönül evlerini tamir etmek için başladı bu kutlu yolculuk. Geçilen yollardaki sararmış otlar yemyeşil, çiçekli bahçelere döndü; kötülük ve çirkinliğin kol gezdiği semtler, iyilik ve güzelliklere mesken oldu. Derin pınarlar aktı; 56

insanlar kana kana içti. Pür-nur oldu yürekler. İmam-Hatip sevdası yurdun her köşesinde dal budak saldı. Bir anne kucağı gibi insanları bağrına bastı. İnsan soba misali olmalı. Soba önce kendini ısıtır, sonra etrafındakileri. İmam-Hatip öğrencisi önce kendi nefsini ıslah etme yoluna gitmeli. Kendi nefsine söz geçiremeyen, başkasının hidayetine nasıl vesile olabilir ki? Kökleri derinlerde olmayan ağaçlar hafif bir rüzgarla sallanır, kuvvetli bir rüzgarla da hak ile yeksan olur. Bu zincir geçmişte kalın halkalarla birbirine bağlandığı için geçmişten bugüne kadar sımsıkı bir şekilde geldi. Temelinde Allah(cc) rızası olduğundan halkalar kırılmadı. Her türlü fitne ve fesada karşı mukavemetini korudu. Allah(cc)’ın adını, en değerli taşlarla ve en güzel hat yazısıyla göğün en tepesine yazdıkları için Rabb’ül alemin onları muhafaza etti. Kur’an temel kaynakları, hadisler her alandaki uygulamaları

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


oldu. Sahabenin gittiği yolları kendilerine yol yaptılar. Nefsin is- Sözlerin yaşadıklarınla doğru orantılı olsun ki kalpleri fethedesin. temediği çamur ve bataklık olan bu yolda düşe kalka ilerlediler; Senin düşüncelerin tüm insanlara yol göstermeli, dinin gerekama bir an olsun geriye bakmadılar, hedefte hep ileriyi gördüler. lerini en güzel şekilde anlatmalısın: “Huzur dinin emin kanatları Işığın, yolun sonunda olduğunu bildiler ve nurundan feyizlendi- arasında." Sarmalı bütün bedenleri ve ruhları, basmalı sımsıkı şeler. Okuduklarını hayatlarına tatbik ettiler, insan gibi değerli bir kilde bağrına. Özümsemeli insan, yol almalı her türlü sıkıntı ve varlığı esfel-i safilinden çıkarıp alayi illiyine taşımaya vesile oldu- mihnete inatla. Bilmeli ki taşlaşmış kalpler yumuşayacak, gönüllar. Çünkü, onların derdi kararan kalplerdi; zehirlenmiş, körpecik ler nur ile dolacak. Kin, nefret, haset, adavet mahv-ı perişan oladimağlardı. cak. Diller hep doğruyu, güzeli, iyiyi telaffuz edip, kardeşlik ve Kainatın en değerli varlığı “insan”… Allah’ın yeryüzündeki ha- dostluk bağları kurulacak. Şerrin her türlü baskısına inat, hayrın lifesi… En mükemmel şekilde yaratılan güzide varlık… Rabb’ül temsilcileri görecek hep rahat. Ne kadar da güzel… İnsanlar biraleminin bu kadar önem verdiği bir varlık elbette en güzel has- birinden emin, her çehrede bir tebessüm, her yerde selamet. letlerle donatılmak zorundandır. Bir insanın ölümü alemin ölümü Komşuluklar hep muhabbet, anne ve babadan çocuklarına şefdeğil midir? Neden kararan kalplere ışık olmak için çabalamıyo- kat, tanıdık veya tanımadık insanların gönüllerinde iyi niyet. ruz? Neden şu geçici hayatı hiç ölmeyecek gibi yaşıyoruz? İnsanlar arasındaki kardeşliğin yaygınlaşması için gayretli olAllah(cc) gönderdiği peygamberlerle insanların hidayete erme- malı, İmam-Hatipli. Ümit ağacımızı yeşertecek kardeşlik tohumsini istememiş midir? Belki de ardı arkası kesilmeyecek binlerce ları serpilmeli ülkelerin bağrına, insanlar kardeşlik bayrağı altında soruyla muhatap olacağız. toplanıp, birlik ve beraberlik diİlim Allah için olmalı, her adım leklerini sunmalı kan dökenlerin onun rızası için atılmalı, her söz inadına. Biz artık birlik-beraberHER TÜRLÜ ZORLUK, YOLUMUZA onu anlatmalı, her kalp onun islik içinde yaşamak, canlara cefa ÇIKAN HER ENGEL AŞILDIĞI MÜDmiyle atmalı. Kainat üzerindeki çektirmek, hayalleri yıkmak istezerreden küreye her şey onu tesmiyoruz. Karanlık düşüncülerin DETÇE BİZİM KARARLILIĞIMIZI ARTIpih ve takdis etmektedir. Bu işin içine güneş edasıyla girip, düşünRIR. GÖNÜL İŞİ DEDİK BU YOLA. sevdalısı İmam-Hatipliler de celeri çevirmeliyiz aydınlıklara. GÖNÜL YIKAN DEĞİL YAPAN OLMALIAllah(cc)’ı anlatmayı temel kaide Kangren olmuş düşünceleri silip bilmeli. Bu silsilenin halkalarının atmalıyız, kurtulması için ümitYIZ. BİZ, İNSANLARI NEFİSİNİN HEVA çözülmemesi için bunu şiar edinlerin. Genç beyinlere yön vermeVE HEVESİNDEN ÇÖZÜP AHİRETE meli. Kişinin zikri neyse fikri de liyiz bir pilot edasınca. Rotasını BAĞLAMALIYIZ. BİZDEN ÖNCEKİLER odur. En güzel zikirler de Allah’ın şaşırmış insanlara doğru yolu isimleridir. Kalp yanmalı, ruh göstermeliyiz. Bütün insanlar YAPTIKLARIYLA BİRER ÖRNEK OLgönül kabına sığmamalı, cuş u hukardeş değil mi? Neden sevinçler DULAR. ATTIKLARI TEMELİN ÜZEruşa gelmeli. ve üzüntüler paylaşılmıyor, neden RİNE YAPILAN BİNALAR GÜÇLÜ BİR Her türlü zorluk, yolumuza dertler ortak hale gelmiyor? çıkan her engel aşıldığı müddetçe Dünya hep bir kaosa sürükleniŞEKİLDE SABİT DURMAKTA. EN bizim kararlılığımızı artırır. Gönül yor. Güçlülerin egemen olduğu, GÜÇLÜ DEPREMLER DAHİ ZARAR işi dedik bu yola. Gönül yıkan insanların birbirini sömürdüğü, değil yapan olmalıyız. Biz, insanhırsların ön plana çıktığı, zalimleVERMEMEKTE. BUGÜN YAPACAKLAları nefisinin heva ve hevesinden rin zulmünü en acımasız şekilde RIMIZLA BU BİNAYI YÜKSELTME YOçözüp ahirete bağlamalıyız. Bizuyguladığı bir arenaya döndürüLUNA GİTMELİYİZ. den öncekiler yaptıklarıyla birer lüyor. Kurumasın ümitlerimiz! örnek oldular. Attıkları temelin İlkbaharda dirilen bir ağaç gibi yeüzerine yapılan binalar güçlü bir şersin; dallar bir el gibi uzatsın şekilde sabit durmakta. En güçlü depremler dahi zarar verme- müjdeli haberle dolu yapraklarını, çiçekler sunsun ağaçlar, mutmekte. Bugün yapacaklarımızla bu binayı yükseltme yoluna git- luluk belgesi olarak. Dirilsin ölü düşünceler sihirli bir değneğin meliyiz. dokunuşuyla. Dünyanın her köşesine ulaşsın... Kardeşliğe ve inSen İmam-Hatiplisin! Gözler senin üzerinde. Attığın her adım, sanların arasındaki sevgi bağlarına darbe vuran, huzuru bozan, söylediğin her söz mercek altında. Herkes seni toplumun öncüsü kargaşa çıkaran insanlara şöyle seslenilmeli: “Barış ilan ediyoruz, olarak görüyor, kılavuz olarak kabul ediyor. İlminle ve ahlakınla bir daha kan dökmek, çocukları yetim bırakmak, aileleri tarumar örnek teşkil etmelisin. Adımların toprakta iz bırakmalı, insanlar etmek, ümitleri soldurmak istemiyoruz!” bu izlere bakarak seni takip etmeli. Kanayan yaralara ilaç, sadece Gelecek nesiller bugün yaptıklarınıza bakarak bizi izleyecek. Allah’a muhtaç olmalısın. Bilmelisin ki en büyük yardımcı O’dur. Onlar da bu yolun gönüllüsü olup meşakkatli ama zevkli bir yolda O, kulunu darda bırakmaz. Yeter ki tevekkül sahibi ol. Sen koşar adım ilerleyecekler. Engeller onları da yıldırmayacak aksine “imam” olacaksın. Kitlelerin ardı sıra durduğu, insanların ilmin- daha kararlı adımlara neden olacak. Allah(cc) rızası için yapılan den feyizlendiği bir lider. İlmin ışık olmalı, güneş misali her tarafı her işin sonunda gönüller pür-nur olacak ve kutlu dava ebediyen aydınlatmalı, katranlaşmış beyinleri nurun ala nur etmelisin. Sen devam edecek. de hal ve hareketlerle insanlara Resulallah(asm)’ı hatırlatmalısın. Allah(cc) yolumuzu açık etsin, güç kuvvet versin. Amin!

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

57


YELPAZE

fOtOĞraflar:tuĞBa erOĞlu

LAMBADA DANSINDAN, KUŞLARLA BİRLİKTE TAVAFA... “ BİR ÖLÜM, BAŞKA BİR İNSANIN DOĞUMUNA NASIL SEBEP OLABİLİR? SUSKUN MEZARLIKLAR KİMİ GÖRÜNCE DİLE GELİR? EYÜP SULTAN CAMİİ 42, KÂBE 47 YIL BOYUNCA HANGİ MİSAFİRİNİ BEKLEMİŞTİR? İŞTE BÜTÜN BU SORULARIN CEVABIDIR: YAŞAR ALPTEKİN… UZUN BİR DÖNEM GECELERİ ORADA SABAHLADIĞI, KEDİLERLE, MEZAR TAŞLARIYLA KONUŞTUĞU EYÜP SULTAN MEZARLIĞI’NDA BİR ÖĞLE NAMAZI SONRASI BİR ARAYA GELDİĞİMİZ ALPTEKİN, KENDİSİNE YÖNELTİLEN “REKLAM YAPIYOR” İDDİALARINA RAĞMEN, ÖYLESİNE RAHAT, ÖYLESİNE HUZURLU… BÖYLE OLUNCA DA, BU TESLİMİYETİ ANLAMAYANLAR, ANLAMAK İSTEMEYENLER İÇİN BİR SORU İŞARETİ ASLINDA. SORDUĞUNUZDA, CEVABI KENDİNİZ OLABİLECEĞİNİZ BİR SORU İŞARETİ…” Hayatınızdaki kırılma noktasının Sakıp Sabancı’nın cenazesi olduğunu biliyoruz. O cenazeden sonra sizin geceleri Eyüp Sultan Mezarlığı’nda geçirdiğiniz bir dönem olmuş. Bu dönemden biraz bahseder misiniz? Tabi, buralar benim vazgeçilmez mekânımdı. O zamanlar yeni doğduğumu düşünüyorum. Şu anda da 4 yaşındayım. Bu yüzden de çok heyecanlı olduğum için, sabah namazını gelip en ön safta kılmak istiyordum. Ben Anadolu yakasında oturduğum için, ne kadar erken gelirsem geleyim, oradan buraya gelene kadar arkalarda kalıyordum. Dedim ki; en iyisi yatsı namazından sonra buradan gitmeyeyim, cami açılınca hemen gireyim. Peki, o geceler mezarlıkta nasıl geçi-

58

Hacda dünyanın en büyük orkestrasına dahil olmasının verdiği heyecan, adeta o havayı yeniden solumasına sebep oluyor

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


İsmihan ŞİMŞEK yordu? Mezar taşları ve kedilerle konuşarak geçiyordu. Aslında konuştuğum onlar değildi, ben kendime ayna tuttum. Gökten yağmur boşanırcasına ağlıyordum. Ve hep şu soruyu soruyordum kendime, “Allah’ım, ben ne yaptım da sen beni hidayetinle ödüllendirdin?” Hani bir şeyinizi çamura düşürdüğünüzde, temiz olan yerinden tutup, onu silkelersiniz. Bana göre, benim tutulacak temiz bir tarafım yoktu. Sonra bir gün bir sohbet meclisinde konuşurken laf lafı açtı. “Ben 42 yaşındayım hala annem ve babamla oturuyorum” dedim orada. Bir abi bana: “Dur! Sorunun cevabı geldi” dedi. “Neyin cevabı?” dedim. “Sen biliyor musun, en etkin dua peygamberlerin duasından sonra, anne-baba duasıdır. Sen anne-baba duasına istinaden hidayetle nasiplendin” dedi. Siz Sakıp Sabancı cenazesine varana kadar bir sürü cenazeye katılmışsınızdır… Yok! Katılmadım… Hiç mi katılmadınız?! Etrafımdaki herkes, dedem, anneannem v.s çok önceden vefat etmişti. Çok cahildim ben. O cenazeye sizinle birlikte yüzlerce kişi geldi, onlarda neden böyle bir tefekküre sebep olmadı da, siz bir anda değişim yaşadınız? Rabbim istemedikçe yaprak bile kımıldamaz. Yeter ki O istesin, sevdiği kuluna bir şeyleri vesile eder. Kulu samimi olursa… Ben zaten arayış içindeydim. Bardağı taşıran son damla zannederiz ama o son damladan önce de damlalar vardır onu yükselten. O arayışlar içindeyken, ne yazık ki birçok cahil insanın yaptığı gibi, yanlış adreslere gittim. Uzakdoğu felsefesi ve dinleri ile ilgilendim. Her okuduğum kitaba da “heh! İşte bu” diye sarıldım ama bir müddet sonra tatmin etmedi. Ta ki Kuran’ı okuyana kadar… “Her fani ölümü tadacaktır”, “Siz sevdiklerinize hidayet veremezsiniz, onlara hidayet verecek olan Allah’tır” ayetleri beni çok etkiledi. Bu değişim hayata bakış açınızı, sosyal olaylara olan tepkinizi nasıl etkiledi? Ben namaza ilk başladığımda radikal kararlar aldım. Aç bir insanı masaya çağırırsınız da, masada ne bulursa yer ya, ben de o dönem bütün cemaatlere girdim, çıktım. Oralardan etkilenmiş olacağım ki, “mümin adam blue jean giymez” dedim, bütün kot pantolonlarımı verdim. “Mümin adam mankenlik yapmaz” dedim, bıraktım. “Mümin adam yazlığa gitmez, bozar bizi” dedim. Mümin adam onu yapmaz, mümin adam bunu yapmaz” diyerek radikal kararlar aldım, sakal bıraktım, sarıkla falan dolaşıyordum ben buralarda. Sonra bir gün Reha Yeprem ile otururken, ona da anlatıyordum bunları, “ya sen ne yapıyorsun, olmaz öyle şey. Sen mankenliği de, sinemayı da yapacaksın. Bu işin namaz kılınarak da yapılabileceğinin en iyi örneği olacaksın” dedi. Bende her

"Yaşar Alptekin, kâbeden tertemiz geldikten sonra, "reklam yapıyor" iddialarıyla üzerine sıçratılan çamurlardan dolayı üzgün..."

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

59


şeyin anlamı var artık, Yaradan’dan ötürü… Mesela mutfağı karınca basıyor, eskiden olsa öldürürdüm. Şimdi anneme de diyorum; ”bırak onlar rızıklarını alıyorlar, rızıklarını alacaklar, sonra kaybolup gidecekler.” Ya da camiden çıkarken, çıkaracağım ayakkabı sesinden birinin rahatsız olacağını düşünerek hareket ediyorum artık. Elim cebimde yürümüyorum, saygısızlık olur diye. Güneş gözlüğü takmam gerekiyor, doktor tavsiyesi olarak. Ama göz temasını keserek insanlara saygısızlık ederim diye takmıyorum. Sadece araba kullanırken takıyorum. Yeniden podyumlardan teklif gelse Yaşar Alptekin ne yapar? Zaman içinde şunu anladım. İş şekilcilikte değil, iş özde. İslami şartlar ve helal dairesi içerisinde her teklife açığım. En son STV’ de Mavi Rüya dizisinde oynadım mesela. Benim aslında gençlere yönelik projelerim var. Çünkü gençlerimiz bir bataklığın içinde. Uçurumun kenarındalar ve bir el bekliyorlar. Birilerinin bir şeyler anlatması lazım ama anlatırken üsluba da dikkat etmesi lazım. Evet, bilgili ağa-

yoktur. Namaz yoksa diğer ibadetler de zayıftır. Şu anda hayatınızda eksikliğini hissettiğiniz, “bu da olsa, tamam” diyeceğiniz bir şey var mı? Hacdı eksiğim. Ama çok dua ettim, yalvardım, yakardım. Rabbim kabul etti ve beni çağırdı. Kuran ve hadisler dışında sizi etkileyen âlimler, düşünürler kimler? Hepsini okuyorum, hiçbir ayrımım yok. Sabah namazından sonra ben yatmam. Çünkü o vakitler beynin algılamaya en açık olduğu vakitler. Hemen kitaba yönelirim. En son Beyazıt Bestami hazretlerinden çok etkilendim. Benim fıtratım, meşrebim tasavvufa daha yatkın. Ben bütün cemaatlere girdim. Hepsi bir hizmet içindeler. Ama herkesin bir mizacı var. Şimdi bu yüzük çok güzel, ben gittim aldım, diyelim parmağıma uymadı. Bu yüzüğün kötü olduğunu göstermez, parmağımın sakat olduğunu da göstermez. Benim fıtratıma uygun bir cemaat bulamadım. Hangi babaya sorarsanız sorun, “hangi çocuğunuzu daha çok seviyorsunuz” diye, “hepsini” der. Ama aslında

"Alptekin, 'cami jandarması' adını verdiği kişilerle ilgili ilginç saptamalarda bulundu."

beylerimiz var elhamdülillah ama yanlış diyalog kuruyorlar. Sürekli “Allah çarpar, yakar” diyerek, korkutarak anlatıyorlar. İnsanın içindeki korku yalnızca “haşyet” olmalı. Haşyet; sevdiğin insanın, sevgisini kaybetme korkusudur. İşte bu korku olmalı, cehennem korkusu değil. Sizin fazlasıyla duyarlı olduğunuz, aynı duyarlılığı başkalarından da beklediğiniz en önemli konu nedir? Namaz… Bazen görüyorum, insanlar camiden diğer insanları yara yara çıkıyorlar. Sanki batmak üzere olan bir gemiyi terk eder gibi çıkıyorlar. Ya da sünnetini kılmıyorlar. Ne olur yani bir 5 dakika daha kalsa… Annen bekler, patronun bekler, öğretmenin bekler ama namaz beklemez ve bekletilmez. Belki o senin son ibadetin olacak, onu düşünerek hakkını ver. Bakıyorum ben 2. rekâttayken, abinin biri 4. rekâtı bitirmiş gidiyor. Ne zaman bitirdin, ne zaman ettin o duaları, okudun sureleri? Ben seninle öyle konuşursam, sen beni anlayabilir misin? Rabbime bir şeyler anlatmak istiyorsun, isteklerin var ama ne dediğin anlaşılmıyor. Bir elimizde 5 parmak var. Bunlardan başparmak olmazsa hiçbir şeyi tutamayız. İslam’ın da 5 şartı var. Namaz da bunların içinde başparmak gibidir. Başparmak yoksa diğer parmakların da fonksiyonu

60

bir nebze de olsa birini daha çok sever. Benim için de cemaatlerle ilgili öyle bir durum var tabii. Müslümanlarda gördüğünüz bir takım hatalar sizin İslam’la ilgili düşüncelerinizi etkiledi mi, hayal kırıklığı yaşattı mı? Çok hayal kırıklığına uğradım. Ama Allah’a şükürler olsun ki, benim fıtratımda pireye kızıp yorgan yakan bir taraf yok. İslam’la ilgili hiçbir şüphem olmadı. Bir sürü şey yaşadım, üzüldüm, sıkıntılar çektim. Değişim yaşadığım zaman önceki çevrem beni dışladı ve parasız kaldım. Şu an ne iş yapıyorsunuz? Şu anda bir tek kitabımın satış geliri var ve belediyelerin düzenlediği konferanslardan cüzi bir miktar talep ediyorum. Ama onun dışında yurtlardan, okullardan falan para talep etmiyorum. Önceden çok para kazanıyordum bereketi yoktu. Şimdi az kazanıyorum, bereketi var. Bundan sonrası için yapmayı planladığınız şeyler neler? Ben pek uzağın hesabını yapmam. Anı yaşarım. Tek düşündüğüm şey; gençlere anlatmak… Dilim ve vaktim yettiğince… Gece-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


lere kadar anlatıyorum onlara, eve 1’de, 2’de gidiyorum. Yaşlılara da anlatma ihtiyacı duyuyorum, özellikle camilerde. Yaşlılar beni pek sevmiyor. Onlar için kalıpların dışındasınız çünkü… Ben bazılarına “cami jandarması” diyorum. Onları size tarif edeyim; şimdi kıble bu tarafa dönükse, amca sırtını duvara veriyor, eli tesbihte, gözü kapıda; “hop oraya gitme, şişt gürültü yapma, şunu yapma, bunu etme…” sanki cami karakol, o da jandarması. Bir gün dayanamadım: “ya amcacım, bu gencin gideceği birçok yer varken, elinin tersiyle itmiş, camiye gelmiş. Senin gideceğin hiçbir yer yok. Evden hanım kovuyor, kahveye gidiyorsun duman altı, gelip gelebileceğin yer cami zaten senin. Ama bu genç nefsine hoş gelebilecek birçok şeyi terk ederek gelmiş buraya. Onu kucakla ve anlat. Camide kendini mutlu hissetsin. Bu gencin belki de camiye ilk gelişiydi ama sayende son gelişi olacak” dedim. Ne kadar camiye gelmeyen insan varsa, araştırın, kesinlikle geçmişinde buna benzer bir anısı vardır. Ya topunu patlatmıştır, ya bir tokat atmıştır. Ya da yazın gittiği Kuran kursundaki hocasından dayak yemiştir… Kesinlikle geçmişinde öyle bir şey vardır. Onları kazanalım. Eğer gençlerimiz namazdan, niyazdan, camiden uzaksa kusuru kendimizde arayalım. Bir insana aynı cümleyi farklı vurgu-tonlamalar yapıp söyleyerek 3 ayrı duyguyu birden yaşatabilirsiniz. Kavga sebebi de olabilir, sevgi ifadesi de… Yani üsluptur önemli olan. Namaz çok önemli ama ibadet de namazdan ibaret değil. Gülmemiz de ibadet, ticaretteki ahlakımız, ailemizle iyi ilişkilerimiz… Yani Hakk’ın bize hak gördüğü her şeyi hakkını vererek, israf etmeden, pintilik etmeden helal dairesinde yaşamak, hepsi ibadet… Her an kayıttayız. Sadece camilerde değil… Her anımıza dikkat etmeliyiz ki, özendirici olalım. Bizler İslam’ı temsil ediyoruz. Bizim yapacağımız en ufak bir yanlış “bu namaz kılanlar, hacı-hoca takımı böyle ya!” diyerek bize saldırıya geçmelerine sebep olur. Camideki insanlara bakıyorum, gülümsemiyor. Sadece namaz kılıyorlar. Ya da kendileri kapatmışlar, insanlarla ilişkilerini kesmişler. Sosyal hayattan çekilmişler. Hayır, bir mümin her sektörde olmalı. Cami zaten insanları toplayan yer, toplantı eviymiş eskiden. Toplanıp siyaset yaptığı, yardımlaştığı, sohbet ettiği yermiş. Ama insanlar eskiden hayatını namaza göre düzenlermiş. Şimdiyse hayatlarına göre namazı düzenliyorlar. Sanat camiasından olan dostlarınızla ilişkiniz sekteye uğradı galiba hayatınız değişince? Görüşmüyorum onlarla. Öyle güzel Allah dostlarıyla birlikteyim ki, dolu dolu yaşıyorum elhamdülillah. Allah’ın selamıdır, yine onlarla görüşür, selamlaşırım. Ama daha ziyade istifade edebileceğim ve benden istifade edebilecek kişilerle, Allah’ın isminin geçtiği sohbet ortamlarında olmak bana daha keyifli geliyor. Namaz size “Namazla Yeniden Doğdum” kitabını yazdırdı. Peki, hac sizi nasıl etkiledi, neler yaşattı? (O sırada gökyüzünde sürü halinde uçan kuşlara bakarak;) Orada şahit olduğum ilginç bir şey var. Orada kuşların tavaf ettiğini gördüm. Ve sordum insanlara, “siz de görüyor musunuz?” diye, onlarda benimle birlikte gördüler. “O kadar kuş hiçbir pislik yapmaz mı” diye düşünüyorsunuz ama ne omzunuzda, ne yerde hiçbir pislik yok. Mübarek bir yer, mıknatıs gibi öyle bir çekiyor ki… Ayaklarım yara ve hala dinmedi yaralar. Sabah namazına kadar tavaf ediyordum. Namazı kılıp, otele gidiyordum. 1 ya da 2 saat uyuyordum, sonra tekrar tavafa… Arafat’a kadar yürüdüm içimdeki o aşkla… Orada, burada kılmadığım kadar güzel bir namaz kıldım. Bana “Kâbe’yi ilk

gördüğünde ettiğin dua çok önemlidir. Ettiğin duaya dikkat et” dediler. Ben de ilk gördüğümde “bundan önce ettiğim duaları ve bundan sonra edeceğim duaları kabul et yarabbi” dedim. Ve şafta başladım. 3. şafta kadar hiçbir şey hatırlamıyorum. Yalnızca Kâbe duruyordu, ben dönüyordum. Nefes almayı bile unuttum sanki. Gözlerim Kâbe’de takıldı kaldı. Sonra başladı içimden dualar akmaya. O ana kadar aklıma bile gelmeyen dualar, şelale gibi akmaya başladı. Tüm dünya milletleriyle bir arada olmak sizin için ne ifade etti? Din kardeşliği… Evrenin en iyi ressamının paletindeki renklerdik biz orada. Her renkten vardık. Dünyanın en güzel tablosunu oluşturduk. Dünyanın en büyük orkestrasıydık. Çeşitli ırklardan, mezheplerden insanlar hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyordu. Geçirdiğiniz değişimi gerçekçi bulmayanlar, “reklam yapıyor” diyenlere olan yaklaşımınız nasıl? O kadar çok şey söylediler ki… “reklam yapıyor, delirdi vs…” dediler, dediler, dediler… Ben de, “Allah onlara da nasip etsin” diye dua ediyorum her defasında. Yaptığınız şey doğruysa, söz ve hareketlerinizle onun arkasında durabiliyorsanız, bunları konuşan insanlar bir süre sonra yanınızda ceketini iliklemeye başlıyorlar. Eğer birilerine tebliğ etmek istiyorsanız, dilimiz kadar vücut dilimiz de önemli. Sözler havada uçuşur gider ama göz görür ve taklit eder. Taklit sonra hakikate dönüşür. Anlatacağım şeyi davranışlarımla anlatınca o zaman diyorlar ki; “bu namaz kılmak güzel bir şeymiş, ne kadar güzelleştiriyormuş insanı.” Ben eskiden çok hırçın, agresif biriydim. Benim ruh halimdeki bu değişimi görünce çoğu insan gelip, “Allah bize de nasip eder inşallah” dediler. Buraya geldikten sonra bu kadar üzerinize gelinmesi, yaşadığınız o denli büyük hislerin yanında, küçük şeylerle uğraşan insanlar gözünüzde nasıl görünüyor? Sendeledim ben. Hani denizin dibinde vurgun yer ya balık adam ona benzedim. Gelmişim, içim huzur dolu. Kıyafetimi orada giymiş, sakalımı bırakmışım. Efendimizin tüm sünnetlerini yerine getirmişim. Tertemizim. Ama buraya geldim, hep çamurlar sıçramaya başladı beyaz elbiseme. Bana “reklam yapıyorsun” derken insaflı olmalılardı. Ben hacca giderken kimseyi çağırmadım. Bu insanlar beni Kâbe’de gördü. Orada yapılan röportajlar ben gelmeden önce yayınlanınca, burada izleyenlerde tarihi öğrenince havaalanına gelmişler. Size hep aynı sorular soruluyor, hep aynı nedenlerle üstünüze geliniyor. Demiyor musunuz “biraz da benden başka türlü faydalanın, başka şeyler anlatayım” diye? Ben de onu istiyorum. Bizim konuşmamız gerekenler hac ibadeti ve İslam’ın güzellikleri olmalıydı. Benim tesbihime, kılığıma niye takıldınız? Film bitmeden film hakkında neden yorum yapıyorsunuz? Zaman en büyük ilaçtır. Önce bir seyredin, reklam yapıyorsam ortaya çıkacaktır. 4 senedir reklam yapıyor olsam, şimdiye banka hesabımda paralarım olurdu. Reklam yapacak olsam, o sektörde kalıp, reklamı başka şekillerle de yapabilirdim. O insanlar gibi polemiklere karışarak, sağda solda kadınlarla görünerek vs. Ben böyle bir şey yapmadım ve hayatımın en doğru kararını aldım. Ben kalbimi cilaladım. Bir insafa gelin ya… “Bu adam diskoyu, dansı bırakıp gelmiş, hele bir dinleyelim” deyin. Ahmet Hakan köşesinde yazmış. Onların benim hakkımda yazı yazabilmesi için benimle bir çay içmesi, beni araştırması lazım. Gazetede gördüğün, TV’de izlediğin şeyle köşe yazarlığı olur mu? Herkes bana baktığında kendini görüyor. Nasıl bakarsanız, öyle görürsünüz. ismihansimsek@gmail.com

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

61


BİR TOPLUMUN GÜCÜ, “İKİNİN GÜCÜ”NÜN SAĞLAMLIĞINA BAĞLI

MUSTAFA TOPALOĞLU

İnsanlık, aile kurumu sayesinde onurunu ve kişiliğini korumuştur. Bu yüzden aile kurumu, insanlığın “ilköğretimi” olmuştur. İnsani değerlerin ve sağlıklı yaşayışın alfabesi aile kurumunda öğretildiğinden; fertler, kimlik ve geleceklerini aile ocağında kazanıyorlar.

62

B

ir toplumun gücü, güçlü ailelerden doğacağı gerçeği herkesin kabul edeceği ortak bir payda. Güçlü aile ise, bilinçli ve sağlıklı yapılan evliliklerden meydana gelmektedir. Evlilik, hem kadın hem de erkek için bir ömür boyu mutlu olma adına yapılan bir anlaşmadır. Bekârlıktan evliliğe geçiş süreci zevkli ve heyecanlı bir olay gözükse de işin içine girildiğinde hiç de görüldüğü gibi olmadığı kısa zamanda fark ediliyor. Yaşam boyu sürecek olan evlilik hayatı, aşamalı bir süreçtir. Bu süreç “eş seçimiyle” başlıyor, “evliliğe hazırlık” aşamasıyla devam ediyor. Evlilik, suyun oluşumuna benziyor. Nasıl ki su hidrojen ve oksijenden oluşuyorsa, evlilik de kadın ve erkekten oluşuyor. Bu şekilde iki cins birbirini tamamlıyor. İki vücut, İki kalp, İki şahsiyet birleşiyor. İki ayrı dünyanın insanları bir araya gelerek “ikinin gücünü” meydana getiriyorlar. İşte bu güç, işte bu birliktelik insanlığın temeli olan “aile” yi oluşturuyor… Evlilikteki Esas Amaçlar Nelerdir?

Evlilikte esas amaçları öğrenebilmek için önce insanın “var olma” nedeni öğrenilmelidir. İnsan nasıl bir varlıktır? Neden evlenme ihtiyacı duyuyor? Evlilikle birlikte ne elde ediliyor? Evliliğin şahsa ve topluma kazandırdıkları nelerdir? İnsanı, evliliği enine boyuna düşünüp araştırdığımızda, o zaman evliliğin esas amacı ortaya çıkacaktır. İşte bu amaçların birincisi; aile kurumudur. İkincisi; neslin devamıdır. Üçüncüsü de; mutlu olmaktır. İnsanlığın ve toplumun temeli “bu üç amaç” sayesinde varlığını koruyor. İki insanın ayrı ayrı hayat tarzlarından farklı bir

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

hayatın ortaya çıkması, insan neslinin devamı için gerekli olan bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç da” evlilik” ile başlıyor, “aile kurumu” ile de amacına ulaşıyor. Meşru şartlarda birlikte olmak, cinsel ihtiyacı gidermek, yalnızlığı gidermek gibi kavramlar evlilikte amaç değil, birer araçtır. Hem de tatlı ve zevkli bir araçtır. İnsanoğlunun ruhsal ve bedensel ihtiyaçlarını karşılayan, hayatı yaşanır hale getiren, aileyi inşa eden evliliğin, esas amaçlarının “bu üç amaç” olduğunu evlenenler veya evlenecekler bilmek zorundadır. Ailenin Kutsallığı

Ailenin kutsallığı nedeniyle, gelmiş geçmiş bütün milletler ve dinler, “aileyi en önemli değer” kabul etmişlerdir. Aile kurumu, tarihin belli dönemlerinde, zayıflamış olsa bile, hiçbir zaman yok olmamıştır. Hangi millet, hangi devlet, hangi din, hangi ırk, hangi mezhep, hangi rejim olursa olsun varlığını ailesiz sürdürememiştir. İlk insanın barınacak yeri yoktu ama “aile yuvası” her zaman olmuştur. İnsanlık, aile kurumu sayesinde onurunu ve kişiliğini korumuştur. Bu yüzden aile kurumu, insanlığın “ilköğretimi” olmuştur. İnsani değerlerin ve sağlıklı yaşayışın alfabesi aile kurumunda öğretildiğinden; fertler, kimlik ve geleceklerini aile ocağında kazanıyorlar. Balık için su, otomobil için benzin, bina için temel, ampul için elektrik ne ise, toplum için de aile odur. Bu nedenle, devletin ve milletin temeli “aile kurumu”dur. Türk Aile Kurumu Ne Durumda?

Türk aile kurumunun yapısını kavrayabilmek için, dünya devletlerinden belli başlıların aile yapılarına göz atmamız gerekiyor. Almanya’da yayınlanan “Focus” dergisi ile Fran-


Evlilik, suyun oluşumuna benziyor. Nasıl ki su hidrojen ve oksijenden oluşuyorsa, evlilik de kadın ve erkekten oluşuyor.

sa’da yayınlanan “Ço M’ İn teresse” ve “L’evenement du Seudi” dergilerinin, aile kurumunun yapısı ile ilgili olarak ortaklaşa yaptıkları bir araştırmaya göre; Batı ülkelerinde aile kurumunun giderek çöktüğü gözler önüne seriliyor. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde çok yakında aile kavramının yok olacağı belirtiliyor. Dünya devletleri arasında yapılan bu araştırmada boşanma oranının en yüksek olduğu ülke İngiltere’dir. Bu ülkedeki boşanma oranı % 12’dir. Bu ülkeyi % 6.60 ile Rusya Federasyonu, % 4.57 ile ABD, % 2.70 ile Finlandiya ve Kanada, % 2.69 ile Kazakistan izliyor. Boşanma oranları İsveç ve Norveç’de % 2.54, İsviçre’de % 2.30, Almanya’da % 2.04. Türkiye’de ise bu oranın % 1’i bile bulmadığı belirtilmektedir. Bu oranlamada, Türkiye’deki aile kurumunun durumu iyi gözükmekle birlikte, karı-koca geçimsizlikleri ve boşanmalardaki artış herkesi ürkütmekte ve korkutmaktadır. Aile kurumumuz “kutsallığını” koruyor ama içten içe bir takım çözülmelerin olduğunu da göz ardı edemeyiz. Aile ocağı öyle zannedildiği kadar kolay çözülmez. Hele Türk ailesi gibi çok uzun geçmişi olan bir kurumun birden yıkılması beklenemez. Aile yuvası, yetişmiş bir çınar ağacının kökleri gibidir. Nasıl ki ağacın kökleri toprağa yayılıyorsa, aile de kadını, erkeği, çocuğu, torunu, akrabaları ve aldığı kültürle, çınar ağacının kökleri gibi yayılıp beslendiğinden kolayca yıkılmaz. Evlilikte “Bilinçlenmeye” Neden İhtiyaç Vardır?

Bilgilenme, hayatın her alanında var olan bir ihtiyaçtır. Hem de hava-su gibi bir ihtiyaç. Bir düşünürün dediği gibi, “Bildiğiniz

kadar düşünürsünüz.”. Cahil insandan düşünceli davranışlar beklenemez. Aklına estiği gibi davranır, geleceği ve sonucu düşünemez. Düşünebilmesi için, bilgisinin ve birikiminin olması lâzım. Aynı şekilde evlilik hakkında bilgisi olmayan, düşünmeden gelişigüzel evlilik yapar. Tabi bunun sonucunda da önüne çıkacak engellere direnç gösteremez. Hayatı boyunca devamlı zorluklarla mücadele etmeye mahkûm olur. Bilgilenme konusunda, insanlığa yol gösteren Hz. Ali; “Bilgilenmek servetten de üstündür. Çünkü serveti sen korursun, bilgi ise seni korur.” yorumunu yapıyor. Gerçekten de bilgi sahibi kişilerin davranışlarıyla, sıradan insanların davranışlarını karşılaştırdığımızda, bu farkı açık bir şekilde görebiliyoruz. Bilinçli kişinin evliliği ile cahil insanın evliliği aynı olabilir mi? Bundan her bilgili insanın evliliği sağlıklı olur anlamı çıkmaz elbette. Öyle olsaydı; başta eğitmenler olmak üzere bütün bilgili insanlar dünyadaki en mutlu çiftler olurdu. Oysa geçimsizliklerin çoğu bu çevrelerde yaşanıyor. Bilgilenirken “müspet ilim ile manevî ilim” birlikte öğrenilmeli. Sade öğrenmek yetmiyor. Her iki kaynaklı bilgileri “beyin, kalp ve irade” üçgeninde buluşturduktan sonra gerçek bilinçlenme ortaya çıkıyor. Beyinle kalp arasında duygusal bir bağ yoksa irade tek taraflı davranır. Hep kendi çıkarına olan bilgileri öğrenir. “Tek boyutlu bilgiler de insanı bencil ve çıkarcı yapar.” Günümüzde yaşanan bencilliğin temelinde de zaten bu anlayış yatıyor…

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

mustafa@evliligehazirlik.net

63


ÇEVRE

DİNLERİN ÇEVRE ÜZERİNE ETKİSİ Yaratılmışların en kıymetlisi insan, yaşadığı ortamdaki canlı cansız tüm varlıklara, geçmiş ve gelecekteki yaşamlara değer vermelidir. Dünyaya hâkim olma duygusu, her arzu ettiğine ulaşmak istemesi, doyumsuzluk, elindeki imkânları insafsızca kullanması, müsrifçe doğayı sömürmesi, zamanla tüketen ve yok eden bir varlık olma yönündeki gidişatı; maalesef ki insanın yanlış inanışlarının sonucudur.

64

Dünya komuoyunda insanlığın en büyük sorunu olarak ‘çevre kirliliği’ yer almaktadır. Ne acıdır ki insanlık; kirliliğin boyutunu insan yaşamını tehdit edip, geri dönüşümü mümkün olmayan bir hal aldığı zaman fark etti. Dünya üzerinden her gün bir canlı türü silinmekte. Her yıl ormanlık alanlardan 17 milyon hektarlık ağaç kesilmeye devam edilmekte. İnsan hayatını kolaylaştırmak için gelişen teknoloji, insan ve diğer canlılar için yaşam kaynağı olan suyun 7 milyon tonunu; petrol türevleri, mineral yağlar, civa, çinko, kurşun, fosfor ve azot atıklarının denizlere atılmasıyla kirletmeye devam etmekte. Son yüzyılda 30 bin bitki türü yok olmuş ve önlem alınmazsa yok olmaya devam edecek. Sınırsız sandığımız su kaynakları yavaş yavaş tükeniyor. Kuraklık, açlık, hastalık ve ölümler dünyaya yayılmaya başladı. Önceleri bu tip sorunlar, dünya geneli için problem sayılmıyordu. Çünkü süper güç sayılan ülkeler, doğayı ve insan sağlığını olumsuz etkileyecek çalışmaları, fakir sömürge ülkelerde yapıyorlardı. Kirlilik, kuraklık, açlık, hastalık ve ölümlerin bu fakır insanların sorunu olarak kalacağını sandılar. Ama yanıldılar… Ozon tabakasının delinmesi ve küresel ısınmayla iklim değişikliklerinin görülmesi, buzulların erimesi; kirliliğin, kuraklık, açlık, hastalık ve ölümlerin lokal bir tehlike olmayıp tüm dünyayı tehdit ettiği gerçeğini ortaya çıkardı. “Beyaz adam anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; bu toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.’’(1) Bu sözler, henüz çevre kirliliği dünya gündeminde bulunmadığı, ozon tabakasının delinmediği, küresel ısınma ve iklim değişikliklerinin olmadığı, insanları radyasyon, açlık ve susuzluk yüzünden ya-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

şamlarını yitirmediği;1854 yılında Kızılderili Reisi Seattle tarafından ABD Başkanına yazdığı mektupta yer almaktadır. Ayrıca Kızılderililerin meşhur bir atasözü vardır: ‘’Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde, son balık tutulduğunda beyaz adam paranın yenmeyeceğini anlayacak …’’(1) Batılılar tarafından ilkel toplum ithafında bulunulan bu insanların; bir asır önce, dünyanın geleceği hakkındaki haklı öngörülerinin sebebi ne olabilir? Tabii ki inançları… Kızılderililer, sanayi ve teknolojiden uzak diğer topluluklar gibi kendilerini doğanın bir parçası ve doğanın insana sağladığı yaşam olanakları için de kendilerini doğaya minnettar ve hizmetkâr görürler. Bir de batılıların, sömürgeci ve istilacı yaşamlarına tanık oldukları için olsa gerek; haklı tespitlerde bulunmuşlardır. Tüm dinler temelde; iyilik, doğruluk, sevgi, güzellik ve merhameti emreder. Ancak insanoğlu zaman içerisinde, hırs ve hükmetme duygusuyla hakikatten uzaklaşarak, dinlerinden yanlış yollara sapmışlardır. İnsandaki inanç bozulması, dünyadaki denge unsurlarını da olumsuz etkilemiştir. Çevre kirliliğinin temelinde, insanın fikren ve ruhen kirlenmesi yatmaktadır. Yaratılmışların en kıymetlisi insan, yaşadığı ortamdaki canlı cansız tüm varlıklara, geçmiş ve gelecekteki yaşamlara değer vermelidir. Dünyaya hâkim olma duygusu, her arzu ettiğine ulaşmak istemesi, doyumsuzluk, elindeki imkânları insafsızca kullanması, müsrifçe doğayı sömürmesi, zamanla tüketen ve yok eden bir varlık olma yönündeki gidişatı; maalesef ki insanın yanlış inanışlarının sonucudur. Hindu Baba Amte,1984 yılında dünyanın durumunu şu sözlerle özetlemiştir: ‘Hırs ve aç gözlülük, dünyamızı bir çöplüğe dönüştürüyor.’’ Ahimsa inancına sahip Amte’nin bu sözleri slogan


Ümran TURAN ATEŞ yapılıp; o yıllarda çevre seferberliği başlatılmıştır. Ahimsa inancı, Hint dinlerinde (Hinduizm, Brahmanizm, Budizm gibi) yer alan bir inanıştır. Ahimsa öğretisinde, ‘düşünsel, sözel ve fiziksel açıdan hiçbir varlığı (insan, hayvan ve bitki) incitmeme, yaralamama, öldürmeme, kan dökmeme, şiddetten uzak durma yer almaktadır.(2) Özellikle Batı Dinlerinde, (Yahudi-Hıristiyan) insanın yeryüzüne emanetçi olarak gönderilme inancı, yerini insan merkezli; doğaya hükmeden, dünyaya egemen olma inancına bırakmıştır. İnsanların beklentilerindeki artış, çağdaş bilim ve teknolojide insan merkezli yaklaşımlar, elde edilen hizmetlerin doğaya ve gelecek nesillere dönüşümündeki etkilerinin göz ardı edilişinin temelinde, Yahudi-Hıristiyan dini geleneği destek vermektedir. Bir de son zamanlarda hızla yaygınlaşan Envanjelizm yandaşlığı; toplumsal kaosların, doğal afetlerin, savaşların, açlık susuzluk ve toplu ölümlerin, doğadaki bozulmaların artışının; kıyamet belirtileri olup, İsa Mesih’in yeryüzüne inişini yakınlaştıracağını düşündükleri için, tabiattaki kirlenme ve bozulmalara kayıtsız kalıp, hatta destekleyici bir politika izlemektedir. ABD’nin Kyoto Anlaşması’na çekimser davranmasının altında da envanjerik yaklaşımın neden olduğu söylemi vardır.(3) Oysa tüm dinlerin özünü kendinde toplayan müberra dinimizin kitabı Kur’an-ı Kerim; insanlık için bir kullanım kılavuzu. Allah (c.c) kitabında insanlığa yaşam ve kâinat hakkında yol gösterip, uyarılarda bulunmuştur. ‘Su hayatın kaynağıdır.’ (Enbiya 30) ‘Allah dünyayı bütün canlılar için yaratmıştır.’ (Rahman 10) ‘Her şey bir ölçü ve miktar içinde yaratılmıştır’. (Kamer 49) ‘O, (Allah) yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.’ (Bakara 29) ‘Kâinatta ilahi bir denge mevcuttur.’ ‘Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz, zira O (Allah)israf edenleri sevmez.’(Araf 31) ‘Göğü Allah yükseltti ve nizamı (dengeyi) O koydu. Sakın. Dengeyi bozmayın.(Rahman7-8) ‘Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.’(Talak 3) ‘Rahman olan Allah’ın yaratışında bir dengesizlik, düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü çevir, tekrar tekrar bak. Göz aradığı düzensizliği bulmakta aciz ve bitkin halde geri döner.’’ (Mülk 3-4) ‘İnsanlar kendi işledikleri (kötülükler) sebebi ile karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Belki dönerler diye Allah, yaptıklarının bazı sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.’ (Rum 41) ‘Dönüp gittiğinde /iş başına geçtiğinde orada bozgunculuk yapmak, ekini ve zürriyeti yok etmek için yeryüzünde koşarlar. Oysa Allah bozgunculuğu sevmez.’(Bakara 205) Allah ‘ın (c.c) ayetlerinde pek çok şey apaçık ortadadır. Yine ayetinde yer alan “belki dönerler’’ ifadesi alimler tarafından; insanların kendilerine gelebileceklerine, dönüş yapabileceklerine, felaketlerin önüne geçilebileceğine imkan tanındığına işaret edil-

diği şeklinde yorumlanmıştır.(4) Tüm insanlığa ve ümmetine; temizliği, kul hakkı yanında hayvan hakkını, ağaç dikmenin faziletini, suyun kenarında dahi olunsa abdest alıyorken su israfının kötülüğünü nasihat eden Efendimiz (sav), dünya üzerinde ilk sit alanı uygulaması yapan kişidir. Efendimiz (sav) Medine’ye hicret ettiğinde burayı, doğal çevreyi korumak üzere 30 km2 yeri, ilahi sit alanı (harem) ilan etmiştir. Bu bölgede, ağaçların kesilmesini, otların yolunmasını, kuş ve diğer hayvanların avlanmasını, kan dökülmesini de yasaklayıp, bu bölgenin tabi ortamının bozulmasını engellemeye çalışmıştır. (Ebu Davud-menasik,93-96)- (5) Efendimiz (sav),başka yerlerde de bu tip uygulamalara yer vermiş, yaptığı anlaşmalarda çevrenin korunması üzerine şartlar koşmuş, yasalara uymayanların da cezalandırılmasını öngörmüştür. Dünyamızın geri dönüşümü çok zor olan kirliliğinin temelinde; dinimizin kesinlikle hoş görmediği, bencillik, hükmetme duygusu, hırs, aşırı tüketim merakı, sorumsuzluk, düşünce kirliliği yatmaktadır. Dünyayı imar etmek ve tasarrufta bulunmak için yaratılan insanın, bütün tasarruflarında aşırı gitmeden; savurganlık ve cimrilik yapmadan (Furkan 67) hareket etmesi, var olabilmesinin ve sürdürülebilinecek mutlu hayatın temel esasıdır. (6) ‘’Elinizde bir ağaç fidanı var da, kıyamet kopmaya başladıysa, şayet onu dikecek bir zaman bulabiliyorsanız, onu mutlaka yine de dikin.’’ (Buhari) 1-Nasuh Mahruki-AKUT Kurucu Üyesi ve Başkanı Çevre ve Din 2-Arş. Gör. Hammet Arslan-D.E.Ü ilahiyat Fakültesi Hint Dinlerinde Ahimsa 3-Yrd. Doç.Dr. Hakan Olgun-İ.Ü ilahiyat Fak. Yahudi-Hıristiyan Gelenekten Moderniteye Çevre Sorunu 4-Doç. Dr. Sıtkı Gülle-İ.Ü İlahiyat Fak. Çevre ve Din Sempozyumu 5-Prof. Dr. Talat Sakallı-S.D.Ü ilahiyat Fak. Çevre ve Din Sempozyumu. umranturanates@hotmail.com

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

65


BUZ SPORLARI

SPOR

Buz pistleri Avrupa'da halkın spor yapmak ve eğlenceli vakit geçirmek için gittiği sık uğrak alanları arasında yer alıyor

ICEPARK, Türkiye'de kayak ve buz pisti sporu tesislerinin kurulmasından sporun egitimine kadar birçok alanda hizmet veren bir kurumdur. Maalesef kayak sporu ve buz pateni sporu ülkemizde çok yaygınlaşamamıştır. Bulgaristan dahil Avrupa'nın bütün ülkelerinde artık halk sporu haline gelen bu sporlar ülkemizde zengin sporu olarak kalmıştır. Bunun önüne geçebilmek için öncelikle belediyelerin meydanlara buz pistleri kurarak halkı heveslendirmek , yönlendirmek ve teşvik etmesi gerekmektedir. Okullarda kış aylarında bütün öğrencilerin ücretsiz yada çok az bir ücretle yani herkesin rahatlıkla ödeyebileceği ücretlerle bu spordan istifade edebilmeleri gerekmektedir. Bu sporun birçok avantajı bulunmaktadır. Eğer belediyeler meydanlara ikişer üçer aylığına portatif olarak buz pistleri kurabilseler zaten halkın ayağına gitmiş olur ve halkta kolaylıkla benimsemiş olur. Bir de bu tesislerin çok pahalı olduğu düşünülür. Halbuki bu tesisler çok uygun sartlarla kiralanabilmektedir. Geçici olarak en

66

küçük ilçelerin maydanlarına bile rahatlıkla kurulabilecek bu tesislerin ülkemizde yaygınlaştırılmasının çok faydalı olacağını düşünüyoruz. Şimdi de özellikle Avrupa'da ve dünyanın pek çok ülkesinde kış aylarında günlük yaşamın bir parçası halinde yapılan buz sporuyla ilgili fikir vermesi açısından İstanbul'dan yola çıkarak kısaca somut bazı uygulama alanlarından bahsedelim. Amacımız, ülkemizde lüks ve zengin olarak görülen fakat Avrupa'da halkın geniş katılımıyla yapılan buz sporlarıyla ilgili yapılması gerekenleri somut bir şekilde gözler önüne sermek. ÖRNEK PROJELER Buz pistlerini şehir meydanları, fuar alanları, tenis kortları veya alışveriş merkezleri gibi birçok yere kurmak mümkün. Mobile Buz Pistler Icebox'ların icat edilmesiyle yapay buz pistleri bir yerden başka

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


Yusuf Kara BULGARİSTAN DAHİL AVRUPA'NIN BÜTÜN ÜLKELERİNDE ARTIK HALK SPORU HALİNE GELEN BU SPORLAR ÜLKEMİZDE ZENGİN SPORU OLARAK KALMIŞTIR.

bir yere taşınmaktadır. Icebox'lar buz pistlerin taşınmasını sağlar. Yapısal değişiklik yapılmadan seçili pilot alana kurulan pist kışsezonundan sonra kurulduğu yerden kaldırılır. Alüminyumla kaplanmış boru sistemi ve soğutucu, Ice Box’u olusturur. Ice Box’un kullanımı mekanın değişimi için kolaylık sağlar. Ice Box yöntemiyle bu yıl şehir meydanına gelecek yıl pazar önüne pistin kurulması mümkün. Multi Turf Buz Pistleri Soğutucu çimlerin altında bulunur. Soğurucu alan özel Multi Turfla kapatılır. Yaz boyunca bu alan farklı spor faliyetleri için kullanılır. Kış için hiçbir bir değişiklik yapılmadan kayak sporu için kullanılır. Buz Pisti Paten Yolu Uzun alanda buz pateni yolu. Uzun caddelerde ve yollarda bu

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


İstanbul Beyazıt Meydanı örnek bir mobil buz pisti uygulaması

system kullanılır. Devirdaim boruları önce döşenir ve sonra Skateway Ice Mats’la birleştirilir. Mat elementleri yanyana yerleştirilir. Büyüklükleri: 2,50*30m. Kayak Snow Cooling ICEPARK Snow Cooling Sistem kısa süreli sıcak hava periyotlarında karın korunmasında yardımcı olur. Kızakla pistten atlama alanlarından çocukların yamaçdan aşağıya kaymalarına

Sultanahmet

68

kadar birçok alanda kullanılmaktadır. Ski Jump Cooling IPT Refrigeration System kayak atlama pistinin soğutulması için kullanılır. Bu sistem uluslararası yarışmaları kışın olabilecek sıcak havalarda güvence altına alır. Ayrı bir avantaj olarak ise; atlama pisti bütün yarışmacılar için aynı şekilde muhafaza edilir. Snow Cooling Children’s Ski Slope Bu sistem sayesinde muhafaza edilen karda çocuklar yamaç-

Wiyana Belediyesi Önü

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


GEÇİCİ OLARAK EN KÜÇÜK İLÇELERİN MAYDANLARINA BİLE RAHATLIKLA KURULABİLECEK BU TESİSLERİN ÜLKEMİZDE YAYGINLAŞTIRILMASININ ÇOK FAYDALI OLACAĞINI DÜŞÜNÜYORUZ.

Pier Loti

İstanbul Büyükşehir Belediye binası önü örnek buz pisti şablonu

tan aşağıya doğru kayarlar. Fuar Alanı Fuar alanına insanları çeker! Alanın darlığından dolayı 300m2 - 600m2 büyüklüğündeki buz pistlerini hayata geçirilebilir. Güvenliği ve farklı olmasından dolayı buz alanları oldukca rağbet görürler. İşlevsel güvenlik açısından, buzdan üzerinde kayan insana kadar birçok konuda güvenlik önlemleri alınır. Değişen hava koşullarından fazla etkilenmez. Buz pistleri herhangi bir gün

kaybı olmaksızın IPT Buz Pisti System’i sayesinde aralıksız hizmet vermeye devam ederler. Sonuç olarak; buz pistlerinin üzerinde aktivite yapan insanlar için buluşmak, güzel faaliyetler yapmak, buzun üstünde kaymak oldukça eğlencelidir. Bu amaçla öncelikli olarak belediyelerimize, halkın yüksek katılımının sağlanabileceği alanlarda kuracakları pistlerle bu keyifli spor dalının yaygınlaştırılması ve böylece oldukça uygun fiyatlarla herkesin faydalanabileceği gününübirlik bir spor haline getirilmesi adına büyük görevler düşüyor. www.icepark.at

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

69


TÜRK SİNEMASININ SALINIMI (Esma ACAR) Bir kısmı varoluşsal anlamda sorgulama ve arayışın kapılarını açan, diğer bir kısmı ise bu yolu kapalı gören ve gösteren filmlerle sadece ticari başarıyı hedefleyen yapımlar şeklinde eğrisi bol bir tablo çiziyor sinemamızın seyri. Bir kimlik arayışı sezilse de, patolojik durumlara da yol açabilecek bu durum oturup üzerine düşünmeyi zorunlu kılıyor. Sinema, hem maddi hem manevi açıdan bedelleri büyük bir sanat dalı olduğundan alınacak yolda ticari başarı ile sanatsal sunum arasındaki dengenin iyi kurulması gerekmektedir

70

Türk sineması 2008 yılında 50’den fazla filmi izleyiciyle buluşturarak hayli hareketli bir yıl geçirdi. Üstelik gişe hâsılatının yüzde 60'ı yerli yapımlardan elde edildi. Türk filmleri, artık 6-10 milyon kişiyi salonlara çekebiliyor. Seyirci rekoru kırmanın yanı sıra kazanılan ulusal ve uluslar arası ödüllerle de çok konuşuldu sinemamız. Filmler arasında izlenme rekorunu yaklaşık 4,5 milyon izleyici ile “Recep İvedik” elinde bulunduruyor. Henüz yeni gösterime girmiş olan “Muro” ve “A.R.O.G” ise ilk hafta rekorunu kırdılar bile. “Mustafa” en çok konuşulan filmlerden biri olmasının yanı sıra, Türk sinemasının en çok izleyici toplayan belgeseli de oldu. Gişe başarısının yanı sıra “Üç Maymun”, “Gitmek”, “Tatil Kitabı”, “Nokta”, “Pandora'nın Kutusu” ve “Pazar” gibi yerli filmler birçok uluslararası festivalden ödüllerle döndü. Cannes Film Festivalinde Nuri Bilge Ceylan’a “En İyi Yönetmen” ödülünü getiren “Üç Maymun”, İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Altın Lale ödülü alan “Yumurta”, Ankara Film Festivali’nde “En İyi Film” seçilen “Rıza” ile çok konuşulan “Mustafa”, bol ödüllü “Tatil Kitabı”, “Recep İvedik” “120”, “Vicdan”, “Osmanlı Cumhuriyeti”, “Devrim Arabaları”, Issız Adam”, “A.R.O.G” yıl içerisinde seyirciyle buluşan filmler arasındaydı. Peki, hepsi birbirinden farklı mecralarda seyreden bu filmler ve Türk sinemasındaki niceliksel artış, bir ilerleme yahut yükseliş olarak okunabilir mi? Gişe başarısı elde etmiş olan filmler ile festivallerden ödüllerle dönen filmler nitelik olarak farklılık arz ediyorlar genellikle. Gişe başarısını elde tutan filmlerin çoğu komedi filmi… Bir anlamıyla var olan kalıpların uyarlanarak, tekrar sunumuyla şenlendirilen perde, yeni bir şeyle karşılaşmıyor as-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

lında. Argo/kadın ekseninden çıkamayan, hiçbir hayat tasavvuru olmayan, amaçsız, kaba saba tiplerin arzı endamını izledik yine. Bu tarz yapımlar her ne kadar seyircinin isteklerini bu yönde yorumluyorsa da, bir izleyici profili oluşturarak sinemanın gelişimi için açılacak mecraları geri, izleyici seviyesini de aşağı çekerek, başka türlü algılara kapatmış oluyorlar. Neyse ki perde de gördüğümüz “Yumurta” ,“Son Buluşma”, “120” gibi filmler insani duyarlıklara işaret edip, bir hassasiyet oluşturmaya özen göstererek yüreğimize su serptiler bu manada. Bir kısmı varoluşsal anlamda sorgulama ve arayışın kapılarını açan, diğer bir kısmı ise bu yolu kapalı gören ve gösteren filmlerle sadece ticari başarıyı hedefleyen yapımlar şeklinde eğrisi bol bir tablo çiziyor sinemamızın seyri. Bir kimlik arayışı sezilse de, patolojik durumlara da yol açabilecek bu durum oturup üzerine düşünmeyi zorunlu kılıyor. Sinema, hem maddi hem manevi açıdan bedelleri büyük bir sanat dalı olduğundan alınacak yolda ticari başarı ile sanatsal sunum arasındaki dengenin iyi kurulması gerekmektedir. Türk sineması, gösterdiği tablodaki salınma hali nedeniyle bahsi geçen denge unsuruna şimdilik uzak gibi görünüyor. Gişe başarısı elde eden filmlerde sanatsal bir içerikten bahsetmek mümkün değil. Diğer filmler de sanatsal sunumlara kendini kapamış, izleyici tarafından rağbet görmemekte. Bu anlamıyla niceliksel artışın bize bir ilerleme sağlamayacağı açıktır. Ticari ve sanatsal başarı dengesi, izleyensunan arasındaki ilişkinin de sağlıklı kurulmasına da vesile olacaktır. İlerleme, kendi manevi birikim ve değerlerini sinema diline aktararak izleyenine de bir şuur aşılayacak yapımlarla gelecektir. İşte o zaman seyircinin önüne uçsuz bucaksız bir alan: temaşa perdesi açılmış olacaktır.



Bilim & Teknoloji

RFID TEKNOLOJİSİ GÜNÜMÜZDE ÜRETİM TEDARİK ZİNCİRİ, HASTANELERDE HASTA VE İLAÇ TAKİBİ, BÜYÜKBAŞ HAYVANCILIK SEKTÖRÜNDE HAYVAN TAKİBİ, KARGO VE NAKLİYE HİZMETLERİ, OTOYOLLARDA ARAÇ TAKİBİ (OGS DE BİR RFID UYGULAMASIDIR), YAKINDA İSTANBUL’DA KULLANIMA GİRECEK İSTANBULKARTTA, BANKALARIN BAS-GEC, TOUCH-PASS GİBİ SİSTEMLERİNDE, KÜTÜPHANLERDE KİTAP ÖDÜNÇ ALMA İŞLEMLERİNDE VE DAHA SAYABİLECEĞİMİZ BİRÇOK ALANDA KULLANILMAKTADIR. MERHABA Dergimizin değerli okurları, Yeni sayımızda sizlere yeni bir köşeyle merhaba diyeceğiz. Bilim ve Teknolojinin sınırsız ilerlemesi, hayatımıza etkisi tartışılmaz bir gerçektir. Her gün sabah uyandığımızda yeni bir teknolojiyle yüzyüze geliyoruz. Sizleri dergimizde bunlardan haberdar etmek için sizlerle bu bölümü paylaşmayı uygun gördük. Bu bölümde genel olarak teknolojik, bilimsel ağırlıklı, güncel hayatta değeri olan konulardan bahsetmek istiyoruz. Bunların hayatımıza olan etkileri üzerinde fikirler vermeye çalışacağız. Ayrıca Web gezginleri içinde değişik alanlardan derlediğimiz “Web Sayfalarının Arasında” bölümü ile sizlere web sayfalarından tanıtım yapacağız. İnşallah yararlı olacağı düşüncesiyle. Vira bismillah... RFID teknolojisi ve etkileri

72

RFID nedir? RFID (Radio Frequency Identification), Radyo Frekansı İle Tanımlama, üzerinde mikroişlemci ile donanmış etiket taşıyan nesnelerin radyo frekansı kullanılarak hareketlerinin izlenmesini sağlayan yöntemdir. RFID teknolojisinin ilk kullanımı 2. Dünya Savaşı sırasında olmuş, 1960’larda saha denemeleri yapılmış, 1980’lerin sonunda ticari alanda RFID kullanımı başlamış ve günümüzde günlük yaşantımızdaki yerini almıştır. RFID teknolojisinin kullanım alanı sağladığı kontrol ve güvenlik kontrolleri sayesinde oldukça yaygındır. RFID, her sektör için değişik çözümler getirebilir, ne tür çözümler uygulanabileceğini kullanıcı tayin edip, geliştirebilir. RFID teknolojisi günümüzde üretim tedarik zinciri, hastanelerde hasta ve ilaç takibi, büyükbaş hayvancılık sektöründe hayvan takibi, kargo ve nakliye hizmetleri, otoyollarda araç takibi (OGS de bir

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


Recep İbiloğlu RFID uygulamasıdır), yakında İstanbul’da kullanıma girecek İstanbulkartta, bankaların Bas-Gec, Touch-Pass gibi sistemlerinde, kütüphanlerde kitap ödünç alma işlemlerinde ve daha sayabileceğimiz birçok alanda kullanılmaktadır.

arasında bulunan Kültür A.Ş tarafından derlenmekte ve sinema, sergi, söyleşiler, şiir gibi alanlarla ilgili yıl içerisinde yapılmış ve yapılacak faaliyetleri sunuyor. İsterseniz mail veya telefonunuzu siteye kaydettirerek faaliyetlerden haberdar olabiliyorsunuz.

RFID teknolojik olarak şu kolaylıkları sağlar: •Okunabilmesi için insana ihtiyaç yoktur •Okunabilir ve bilgi saklanabilir •Görünebilir olması gerekmez •Aynı anda pek çok etiket okunabilir •Etiket ömrü çok daha uzundur •Okuma mesafesi oldukça yüksektir •Taklit edilemez, kullanımı daha güvenlidir. RFID, temel olarak bir etiket ve okuyucudan meydana gelir. RFID etiketi, radyo frekansı ile yapılan sorguları almaya ve cevaplamaya olanak tanıyan bir silikon yonga, anten ve kaplamadan meydana gelir. Yonga, etiketin üzerinde bulunduğu nesne ile ilgili bilgileri saklar. Anten, radyo frekansı kullanarak nesne bilgilerini okuyucuya iletir. Kaplama ise etiketin bir nesne üzerine yerleştirilebilmesi için yonga ve anteni çevreler. RFID etiketleri kullanım türüne göre de değişiklik gösterir. İçerisinde ürününçalışmasını sağlayan pil bulundurabilir. Teknoloji radyo frekansı ile çalıştığı için belirli enerji düzeyinde bulunması gerekiyor. Bunun içinde ülkeler belli bir standart oluşturmuştur. Türkiye 16 Mart 2007 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan yeni KET yönetmeliği ile 865.6-867.6 MHz. bandı arasında kullanım gücü 2 Watt olarak Avrupa Standartlarına uygun olarak kanunlarını düzenlemiştir. Son olarak bu teknolojinin insanlara da plante edilerek değişik amaçlar için kullanıldığını bildirerek yeni konumuzda görüşmek üzere diyoruz.

http://www.google.com/sky/ Google dünyayı görüntüleme, haritalama işinden sonra birde uzayada el attı. Maps.google.com adresinde artık sokakların 3 boyutlu görüntülerini içerisinde geziyormuşsunuz hissiyle izliyorsunuz. Her ne kadar japonlar izlenmeyi istemeyip karşı çıksalarda google enteresan ürünleriyle insanları etkiliyor. Sky ürününde de uzaydaki yıldızları, gezegenleri iezleyebiliyorsunuz. Kim bilir belki birgün Google uzaya astronot gönderir ve gezegenlerinde yüzeylerini, iç kısımlarını da izlettirebilir.

Web Sayfalarının Arasında Bu bölümde sizlere web sayfalarından seçtiğimiz örnekler vermeye çalışacağız. www.bergfex.com Avrupa’da bulunan Alp sıradağlarında yapılabilecek her türlü aktiviteyi anlatan bir site. Avusturya, Almanya, İtalya ve İsviçre’deki Alpleri ve buralarda bulunan tesisleri, mevsime göre yapılabilecek sporları anlatıyor. Sayısal değerleri size sunuyor. Çok kapsamlı bir site ve 18 farklı dilde siteyi ziyaret edebiliyorsunuz. Turizmi geliştirmek adına yapılmış güzel bir site. Kış aylarında kayak, boarding yapmak isteyenlerin; Yaz aylarında da gezi, dağ bisikleti kullanmak isteyenlerin sık başvurduğu bir site. www.kultursanat.org İstanbul’da gerçekleşen kültür-sanat olaylarını takip edebileceğiniz bir web sayfası. İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştirakleri

www.namazvakti.com Namaz vakitlerini artık daha kolay daha kapsamlı , kıble yönümüzüde görerek takip edebileceğiz. 14 farklı dil seçeneği ile Dünya üzerindeki tüm müslümanlar istedikleri noktaya göre namaz vakitlerini alabilecekler. Sitede ayrıca namaz vakitlerinin nasıl hesaplandığı ve kıblenin nasıl bulunduğuna yönelikte bilgiler bulunmakta. http://www.altincocuk.com/ Altınçocuk dergisinin çocuklar için eğlenceli, onları değişik konularda hem eğlendirecek hemde öğretici faaliyetler sunan bir site. Çocuklarımızı çevrenin kötü etkilerinden uzak tutacak, ahlaklarına en güzel bir şekilde etki yapacak sitede karikatürler,oyunlar, boyama, hikayeler bulunmakta. Kaynaklar: 1 http://tr.wikipedia.org/wiki/RFID 2 RFID teknolojisi ve sağladığı faydalar, Computerworld, 21 Kasım 2008 recep.ibiloglu@ibb.gov.tr

RFID, TEMEL OLARAK BİR ETİKET VE OKUYUCUDAN MEYDANA GELİR. RFID ETİKETİ, RADYO FREKANSI İLE YAPILAN SORGULARI ALMAYA VE CEVAPLAMAYA OLANAK TANIYAN BİR SİLİKON YONGA, ANTEN VE KAPLAMADAN MEYDANA GELİR. YONGA, ETİKETİN ÜZERİNDE BULUNDUĞU NESNE İLE İLGİLİ BİLGİLERİ SAKLAR. ANTEN, RADYO FREKANSI KULLANARAK NESNE BİLGİLERİNİ OKUYUCUYA İLETİR. KAPLAMA İSE ETİKETİN BİR NESNE ÜZERİNE YERLEŞTİRİLEBİLMESİ İÇİN YONGA VE ANTENİ ÇEVRELER.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

73


ANAHTAR

ÖMER BOLAT: "BALON EKONOMİ PATLADI, KRİZ SAÇILDI" FİNANS EKONOMİSİ, ÜRETİM EKONOMİSİNİN ÖNÜNE GEÇİNCE, PARADAN PARA KAZANMAK İÇİN OLMADIK BİN BİR TÜRLÜ ENSTRÜMANLAR, ARAÇLAR ORTAYA ÇIKARILDI VE BU ARAÇLAR KAMU OTORİTELERİ TARAFINDAN KONTROL EDİLEMEDİ. SONUÇTA DÜNYADAKİ ÜRETİM BUGÜN 50 TRİLYON DOLARKEN, DÜNYADAKİ MALİ VARLIKLARIN DEĞERİ BU KRİZ ÖNCESİNDE 170 TRİLYON DOLARDI, YANİ YAKLAŞIK ÜÇ BUÇUK KATIYDI. OLMAYAN BİR VARLIK, KÂĞIT İHRACAT EDEREK SATILIYOR, DÖNDÜRÜLÜYORDU. SONUÇTA BALON EKONOMİSİ PATLADI, KÖPÜK SAÇILDI. Söyleşiye ana gündem maddemiz olan ekonomik krizle başlamak istiyorum. Size göre bu krizi tetikleyen sebepler neydi? Sistemin böyle bir sona gideceği önceden bellimiydi? Dünyada yaşanan bu küresel kriz, yüzyılın krizi olarak tabir edebileceğimiz çok büyük bir kriz. İkinci dünya savaşının Amerika'ya maliyeti 3,6 trilyon dolardı, bu krizin Amerika' ya maliyetinin 8 trilyonu bulacağı tahmin ediliyor. Şu ana kadar bütün dünyada açıklanan kurtarma paketlerinin miktarı yaklaşık 6 trilyon doları buldu. Bu kriz öncelikle Amerika'da emlak krizi olarak patladı. Mortgage dediğimiz ipotekli konut finansman sistemini de riskli müşterilere verilen kredilerin son üç yıldır artan faizler nedeniyle geri ödenememesi üzerine, yatırım bankalarının zararlarının artmasıyla bu emlak krizi finans krizine dönüştü. Yatırım bankaları zarar etmeye başladı, içleri boşaldı. Mudiler yani mevduat sahiplerinde bir güven bunalımı oluştu. Paralarını çekmeye başladılar, bankalar hem reel sektöre, hem de birbirlerine kredi vermemeye başladılar. Güven krizi ortaya çıkmaya başladı, piyasadaki nakit akışı durdu. Şimdi Batı Avrupa, Rusya'da birçok bölgelerde bankaları kurtarmaya başladılar, fakat şu anda artık sorun bir reel sektör krizine dönüştü. Reel sektör dediğimiz şey, özellikle ekonomideki büyümenin durması ve küçülme sürecine girilmesi… Bunun neticesinde pi-

74

yasaların daralması, tüketimin daralması, ihracatın daralması ve en sonunda üretimin daralmasıyla maalesef işsizliğin artacak olması… Şimdi bu sonuçlara baktığımızda temel neden olarak, vahşi kapitalizmin ve insanın kar maksimizasyonu ihtirasının, ekonomileri getirebileceği felaket tablosu ortaya çıkmış oldu. Yani gazino kapitalizmi sona ermese de, acı bir fatura ödedi. Üçkâğıt ekonomisi dediğimiz ekonomi acı bir fatura ödedi. Bu durumunun arkasındaki esas sebep, dünyada sermaye hareketlerinin 90’ların başından itibaren serbestleşmesiyle birlikte, paradan para kazanma yönteminin dünya ekonomisine hâkim olmasıdır. Yani finans ekonomisi, üretim ekonomisinin önüne geçince, paradan para kazanmak için olmadık bin bir türlü enstrümanlar, araçlar ortaya çıkarıldı ve bu araçlar kamu otoriteleri tarafından kontrol edilemedi. Sonuçta dünyadaki üretim bugün 50 trilyon dolarken, dünyadaki mali varlıkların değeri bu kriz öncesinde 170 trilyon dolardı, yani yaklaşık üç buçuk katıydı. Olmayan bir varlık, kâğıt ihracat ederek satılıyor, döndürülüyordu. Sonuçta balon ekonomisi patladı, köpük saçıldı. Şu anda finans sektörünün yol açtığı bu ekonomik yıkımı bütün dünya ekonomileri ödemek zorunda kalıyor. Nasıl ödüyor? Üretimin, istihdamın, ihracatın azalmasıyla işsizliğin artmasıyla ödüyor, üretimin daralmasıyla köylünün ürünü tarlada kalıyor. Bu öngörülüyor muydu? Evet, öngörülüyordu. Biz MÜSİAD olarak, bundan 10-12 yıl önce mültivizyonlarımızda diyorduk ki;

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


Öznur AYDIN “Dünya ekonomisinin gidişatı bir gazino kapitalizmine dönüyor. Bu gazino kapitalizmi bir üçkâğıt ekonomisi şeklinde cereyan ediyor. Burada sanal bir ekonomi var. Reel bir ekonomi yok. Bir üretim ekonomisi yok. Bu gidişat iyi değil” diyorduk. Nitekim bu tespitlerimiz doğrulandı. Biz söylemiştik demek hoş bir şey değil ama gerçekten biz söylemiştik. Sizce bu kriz neyin sonu neyin başlangıcı olacak? Bu krizle çöken sadece dev ekonomiler, dev finans bankaları, dev fabrikalar mı, yoksa bir sistemin, bir anlayışın çöküşüne mi tanıklık ediyoruz? Her ikisine de tanıklık ediyoruz. Bir sistem, bir anlayış büyük yara aldı. Amerika’nın üç büyük otomotiv şirketi iflasın eşiğinde… Amerikan hükümetinden kurtarma paketi bekliyor, diğer birçok ülkede aynı durum söz konusu. Bu öyle bir kriz ki, bir ülkeyle sınırlı kalması söz konusu değil. Zaten Amerika artı Avrupa dünya ekonomisin %50'si olunca, onlarda ortaya çıkan bu krizin bütün dünyayı etkilememesi mümkün değil. Çünkü her iki grup yüksek

tüketimleriyle dünyadan yoğun ithalat yapıyorlar. Onlara mal satan ülkelerin de pazarları daraldığı için, onlar da bu durumun ceremesini çekiyor. Akdeniz ülkeleri de bu krizden etkilendi, Türkiye’de etkilendi, Doğu Avrupa ülkeleri de. Bize ait olmayan bir kriz, bizim ekonomimizi de vuruyor... Dünya ekonomisinde vahşi kapitalizm anlayışının yanlış olduğu çok net ortaya çıktı. İkinci olarak sadece finans ekonomiye, sanal ekonomiye dayalı bir anlayışın felaket getireceği ispatlanmış oldu. Reel ekonominin yani üreten mal ve hizmet üretimine dayalı ekonominin, her şeyden önemli olduğu ve gerçek olduğu anlayışı ortaya çıktı. Piyasa kendi kendini yönetir, devlet müdahale etmesin anlayışının da doğru olmadığı, piyasa ekonomisinin yanlışlıkları kendi içinde yönetemediği, izale edemediği de ortaya çıktı. Devletin denetleyici ve düzenleyici fonksiyonlarının ekonomide mutlaka olması gerektiği ortaya çıktı. Devlet üretici olmasın ama kuralları koysun. Denetim uygulasın, yanlış yapanlara müeyyide uygulasın. Bu anlayışın gerekli olduğu da bu son krizle ortaya çıkmış oldu.

Her şeye rağmen işadamı mutlaka cesur olmalı ama bu cahilce cesaret değil, basiretli, akıllı cesaret olmalı.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

75


olarak değil, aralarında Çin’in, Rusya’nın, Hindistan’ın, Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın da yer aldığı en gelişmiş 20 ülkenin çatısı altında G20 zirvesi yapıldı. Ama şu bir gerçek ki sistemin kurucuları ve koruyucuları sistemde radikal bir değişiklik ya da yapılanma istemiyorlar. Bir palyatif diyeceğimiz rehabilitasyon tedbirleri almak istiyorlar. Neden? Sistemin kurucusu ve koruyucusu olarak sahip oldukları imtiyazı ve avantajı kaybetmek istemiyorlar? Bakalım ne olacak? İletişimin bu kadar hızlı gelişmesi ve finans sektörünün inanılmaz şekilde yeni araçlarla donatılmış olması, finans sisteminin kontrolünü çok zorlaştırıyor ve ekonomiler esen ufak bir rüzgârdan dahi ciddi anlamda etkileniyorlar.

Bu krizle, sadece finans ve sanal ekonomiye dayalı anlayışın felaket getireceği ispatlanmış oldu.

BUNDAN 10-12 YIL ÖNCE MÜLTİVİZYONLARIMIZDA DİYORDUK Kİ; “DÜNYA EKONOMİSİNİN GİDİŞATI BİR GAZİNO KAPİTALİZMİNE DÖNÜYOR. BU GAZİNO KAPİTALİZMİ BİR ÜÇKÂĞIT EKONOMİSİ ŞEKLİNDE CEREYAN EDİYOR. BURADA SANAL BİR EKONOMİ VAR. REEL BİR EKONOMİ YOK. BİR ÜRETİM EKONOMİSİ YOK. BU GİDİŞAT İYİ DEĞİL” DİYORDUK. Açacak olursak, fatura çok yüksek. Şu ana kadar 8 trilyon dolarlık bir zarar var. Bu faturayı kimler ödeyecek? Hükümetler, devletler ödeyecek. Esasında halk ödeyecek ve bunun bir de siyasi faturası olur. Dolayısıyla bu kapitalist anlayışla dur durak bilmeyen kar ihtirasının, mutlaka bir ekonomik müeyyideyle cezalandırılması anlayışı hâkim. Son olarak G20 ülkeleri toplanıyor; Bir daha böylesine bir patlamanın olmaması için hangi tedbirlerin alınması lazım, dünya finans sisteminde ne gibi değişiklikler yapılmalı ve dünya finans sistemi nasıl denetim altında tutulmalı? Hem küresel anlamda, hem ülkeler bazında. Ve bu finansal patlamanın yol açtığı büyük reel sektör krizini de geride bırakabilmek için ekonomiler nasıl canlandırılmalı, neler yapılmalı konusunda çalışma süreci başlatıldı. Bakalım, nisan ayına kadar ortaya çıkacak olan çalışma planı netleşecek. İkinci dünya savaşını müteakiben, bugüne dünya finans ve ekonomik sistemini ve düzenini, ABD ve Batı Avrupa ülkeleri birlikte kurdular ve bugüne kadar da yönettiler. Tabi bunun avantajlarını yaşıyorlar ve bu tedavi döneminde, bu avantajlarını kaybetmek istemiyorlar. Ancak sisteme yeni ülkelerin de girmesi gerektiği konusunda da taviz vermek zorunda kaldılar. Dolayısıyla G8 ülkeleri

76

28 Şubat’ın İslami kesimin 68 kuşağını yarattığını söylüyorsunuz. Bu kesim iki dönemlik bu iktidar sayesinde aradığını bulabildi mi? Öfkesi dindi mi? Gerçekten 28 Şubat dönem yoksullaşma, yolsuzluklar ve yasaklar şeklinde “3 y” olarak adlandırılan bir dönem. Bu tabirin de patenti bizdedir. Bu dönemde Türkiye ekonomik, sosyal ve refah toplumu ve demokratikleşme anlamında 10 yıl geriye gitti. Tabi bu 2002 seçim sonuçlarını da beraberinde getirdi. 3 Kasım seçiminden sonra Türkiye bir restorasyon, bir tamir sürecine girdi. Bu tamir sürecinde önemli reformlar gerçekleştirildi, zor bir süreçti. Çünkü ekonomik enkaz devralınmış, aynı zamanda çok ağır bir sosyal problemler yumağı devralınmıştı ve uluslararası alanda da Avrupa Birliği, Kıbrıs ve gelmekte olan Irak Savaşı gibi çok ağır dış politika sorunlarıyla da karşı karşıyaydı. Bizce böylesi bir zor dönemde, Türkiye son beş yılı oldukça iyi bir performansla geçirdi. Ekonominin genel rehabilitasyonu yanında, sağlık alanında, eğitim alanında ve dış politika alanında başarılı icraat sergilendi. Ancak ekonomik enkaz ve borç ödeme yükü karşısında özellikle ekonomik gelişme makro anlamda sağlandı. Fakat mikro anlamda bunu tabana yayma konusunda arzu edilen netice alınamadı. Derken Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimiyle beraber hakikaten bir siyasi istikrarsızlık sürecine girdi. Ardından 22 Temmuz genel seçimleri, referandum, terör ve şiddet ortamı ve de AKP’yi kapatma davası, Türkiye’ye aşağı yukarı son iki yılı o kaybettirdi. 2007 ve 2008 Türkiye için dalgalı bir yıl oldu. Öncelikle kendi iç siyasi gerilimleri nedeniyle dalgalı bir yıl oldu. Ama eylülden bu yana da dünyada küresel finans krizi nedeniyle Türkiye’deki bu fırtınalı dönem, ekonomiye de olumsuz olarak tesir etti. Yine de Türkiye bu süreci eğer istikrarını koruyabilirse, az hasarla atlatmaya çalışacaktır. Çünkü ekonomimizin makro değerleri bir kriz ortamının göstergelerini yansıtmamakta ama başkasının krizi içerideki kriz lobisi ve bankacılık lobisinin bu krizden nemalanma, fırsatlar devşirme arzusu yüzünden 72 milyon insanımıza olumsuz tesirler yapacak riskler arz etmekte. 28 Şubat sürecinin getrdiği 68 kuşağı, yıllardır muhalefetin ardında iktidar olmanın sürecini yaşıyor. Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye bu süreçte hizmet anlamında, performans anlamında iyi bir icraat sergilendi. Ama şu bir gerçek ki, iktidar makamında mutlaka bir gevşeme olmakta. Dün idealler, değerler, dava için mücadele eden bazı insanların para, makam şöhret, iktidar, güç gibi kavramlarla karşılaştığı ve onların tesiri altına girdikleri zaman değişebileceklerini maalesef gözlemleyebiliyoruz. Bu hepimiz için bir imtihan. İnşallah bu imtihanları geçenlerden oluruz.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009


Siz başarıyı tanımlarken misyonunuzun başarınızda etkin rol oynadığını, çünkü Allah’ın adil olduğunu söylüyorsunuz. Peki, insanlar başarıyı elde ettikten sonra neden misyonlarını ve yola çıkış amaçlarını unutuyorlar? Bu nasıl önlenilebilir? Şöyle ki, MÜSİAD genel başkanı ve yöneticisi olduğum dönemde temel misyonumu, hedeflerimi gerçekleştirme konusunda, Allah’a şükürler olsun ekibimle beraber iyi bir çalışma dönemi geçirdim. Bunu yaparken de tabi Allah rızasını gözetmek çok önemli. Yani yaptığımız her işe başlarken, “bu işte Allah’ın rızası var mı?” diye düşünmek, bu soruyu kendimize sormamız lazım. Ancak ülkeleri yönetmek, devletleri yönetmek o kadar kolay bir şey değil. Evet, 72 milyon nüfusu barındıran, Osmanlı İmparatorluğu’nun dev mirası üzerinde oturan Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmek kolay değil. Çünkü kompleks bir ülkeyiz. Dolayısıyla demokrasiyle yönetiliyoruz. Seçimle gidip, seçimle gelme gibi bir süreç yaşanıyor. Siyaset makamı ülkeyi yönetmekle görevli ama bürokrasi, kamu otoritesi, yargısı, üniversitesi… Çok kompleks bir devlet mekanizması söz konusu. Bir de sizin gibi düşünmeyen insanların da varlığı söz konusu. Dolayısıyla eğer ülkeyi yönetmeye talipseniz, bunu da siyaset yoluyla yapacaksanız, ülke gerçeklerine göre de hedeflerinizi, misyonunuzu ayarlamak zorundasınız. Sorumluluk makamında olmadığınız durumlarda, temel değerler ya da hedefler konusunda düşünce olarak özgürsünüz ama icraat makamına geçtiğiniz zaman bunu hangi yolla gerçekleştireceğiniz konusunda devlet aygıtının mekanizmalarını dikkate almak zorundasınız. Anayasa, kanunlar, bürokrasi, yargı, üniversite, vs... Burada önemli olan, inandığınız doğruların anayasal sistem içerisinde yapılabilmesi için, gerekli siyasi iradeye, gerekli siyasi çoğunluğa sahip olmalısınız ve anayasal çerçevede bunları değiştirmeye hazır mısınız meselesidir. Bu iradeyi gösterebilmek ve bu değişikleri yapabilmek önemli… Eğer halkın bundan mutlu olacağını ve hayatlarının kolaylaşacağını düşünüyorsanız ve siyasetçi olarak iktidara talipseniz, bunları yapmak durumundasınız. Ama şu bir gerçek ki, hükümetlerin ülkeyi yönetirken siyasi iradesi güçlü olmalı. Siyasi desteğinin de, parlamento çoğunluğunun da yeterli olması büyük önem taşıyor. Dergimizin bu sayıdaki dosya konusu “korku psikolojisi”. Bu bağlamda iş hayatında, “bir işadamı ne ile korkutulur ve bu korkuyu nasıl yener?”. İş adamı sermaye sahibi kişidir. Sermaye de ürkektir. İş adamı devlet mekanizmasının üzerine gelmesinden ürker. Rakiplerinin kendisini geçmesinden ürker ve iflas etmekten ürker. 1990’da MÜSİAD’ı kurduğumuzdan bu yana, farklı bir işadamı profili ortaya koymaya çalışıyoruz. İşadamı sadece kar maksimizasyonuna çalışan, kar ve sermaye biriktirme ihtirasıyla her yolu meşru ya da mubah gören profilden çıkarılmalı. Bunun için mücadele veriyoruz. 90’dan bu yana ortaya koyma çalıştığımız iş adamı profili, kendi işinde helal ve meşru kurallar dâhilinde başarılı olmaya çalışan, ama emeği sömürmeyecek, vicdanı olacak sermayenin vicdanı olacak, hakça bir anlayış için mücadele edecek, paylaşmayı ve dağıtmayı bilecek, özellikle ekonomik ve sosyal alanda ülkenin ileri gitmesi için mücadele edecek, kazancını rantla değil, faize dayalı olarak değil, üreterek, istihdam meydana getirerek, yatırım

yaparak, ihracat yaparak, ülkeye döviz kazandırarak çalışacak bir işadamı profilini hedefledik. Profilini çizdiğiniz bu işadamı neyden güç alır? Beslendiği kaynak nedir? İnancımızın bize yüklediği misyondan ve temel değerlerimizden... 26 yıllık iş hayatınızda sermayenizi, imkânlarınızı kaybetme korkusuyla burun buruna geldiğiniz oldu mu? Ben profesyonel yönetici olarak iş hayatı içinde yer aldım. Tabi bir yönetici olarak yönettiğiniz kurumların sıkıntıya düştüğü anlar oluyor. 28 Şubat krizinde MÜSİAD’da yaşadığımız sıkıntılar, ekonomik kriz dönemlerinde üyelerimizin şirketlerinin yaşadığı sıkıntılar, hayatın çıkışları ve inişleri içinde yaşadığımız önemli hadiselerdir. Mutlaka bizim de bu endişelerimiz olmuştur... İşadamı yüksek moral sahibi olmalı. Tabi iş hayatının sıkıntıları içinde o morali yüksek tutmak zor. Ama kuvvetli bir imanınız varsa, tevekkül de ediyorsanız bu morali yüksek tutmanız kolaylaşır. Çünkü işadamı madden, zirveden sıfıra inebilir. Ama cesaretini ve moralini kaybetmemişse, işi biliyorsa, tekrar sıfırdan da zirveye çıkabilir. İşadamı için itibarını, cesaretini, moralini yüksek tutmak, kaybetmemek önem taşır. derinnlik@hotmail.com

Krizin asıl nedeni, reel sektörde yaşanan tıkanma ve boşluklardır.

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

77


İSLAM, İNSAN VE KAİNAT

D

(Mehmet Safa AKKOR)

…Acaba peygamberleri vasıtasıyla Allah’ın zengin, fakir, şöhret ve makam ayrımı yapmadan her insana eşit mesafede durduğunu ve insanlar için maddi-manevi felah ve kurtuluşun ancak hakka güvenmek ve hakikatiyle hareket etmekle mümkün olabileceğini anlatmasından daha büyük hangi bir hakikat olabilir?!

78

in hayatın kendisidir. Hayat ise fıtratın en ideal haliyle cisimleşmiş ve temessül etmiş şeklidir. Din, hayatın binbir gailesi içerisinde insanlara özlerinden kopmadan ve fıtratlarındaki mükemmel sistemi bozmadan nasıl en güzel biçimde yaşayabileceklerinin hayati, zengin ve pratik yollarını gösterir... Dinin ilahi olması mutlaka onun fıtratı kucaklayan ve hayatı yaşanılır kılan bir yapıda olmasını gerekli kılar. Kuşkusuz dinin sahibi olan Allah'ta temelde insanoğlunun ihtiyaç ve beklentilerine göre hazırladığı dünya şartlarında elbette huzurla ve şerefine yaraşır biçimde yaşayabilmesi için dinde insana lazım olan bütün hürriyet ve hakları en geniş manasıyla tanımıştır. Gönderiliş gayesine aykırı olarak fıtratla çelişen ve insanı kadük bırakan bir din olsa olsa dizginlerini şeytana kaptırmış birtakım habis ruhların çirkef bir hırs ve menfaat adına uydurdukları bir safsata olabilir. Oysa dini kendi asli çizgisine sadık kalarak yaşayan insanlar her zaman adaletin, hürriyet ve doğruluğun canlı birer timsali olagelmişlerdir. Zira her şeyden evvel din nokta-i nazarında insanın adi ve başıboş bir mahluk olması şöyle dursun, alemlerin Rabbi olan Allah başka hiçbir varlığa göstermediği bir titizlik ve yücelikle insanoğlunu yaratmış ve bütün mahlukatın üstünde bir itibarla onu sultanlık makamına yükseltmiştir. Yine Kitab-ı Kerimde beyan edildiği üzere insan her şeyin kaymağından yer içer ve sırtında kainatın en değerli yükünü çeker. Öyle ki üzerinde taşıdığı milyarlarca muhteşem galaksi ile durup dinlenmeden yol alan gökyüzü bile kendisine insanoğlunun uhdesine aldığı ağır yük ve sorumluluk teklif edildiğinde acziyetini görmüş ve özrünü beyan ederek emaneti yüklenmekten geri durmuştur. Mademki insan hemen ortaya atılarak yaratıcısına söz vermiş ve bir tereddüt göstermeden “büyük emaneti” üze-

TOHUM/OCAK-ŞUBAT 2009

rine almıştır. O halde zor geçit ve virajlarıyla imtihan meydanı olan dünya piyasasına çıkılacak ve taahhüt edildiği şekliyle gerekli ticaret ve alışverişler yapıldıktan sonra tekrar kainatın sultanı olan Allah’ın huzuruna çıkılacaktır. Ufak bir tehlike ve musibet karşısında hemen ümitsizliğe düşen ve ne zaman ne getireceği belli olmayan tesadüfi ve karmakarışık hadiseler ortasında başı dönen ve çaresiz kalan insanoğlunun yabancısı olduğu bu meydanda sadece kendi kuvvet ve tecrübelerine dayanarak başarılı bir imtihan grafiği yakalayabilmesine imkan yoktur. Ömürlerini bulanık bir ortamda olayların belirsiz ve gelişigüzel akışı arasında geçirmek zorunda kalan insanlar en değerli hazinelerinin yok pahasına elden çıkarılışına razı olmakla geride sadece derin ah ve eyvah feryatları bırakmaktan başka şey kalmadığını anladıklarında göz göre göre kaçırılan fırsatlara bakarak derinden derine pişmanlık ağıtları yakmaktan kendilerini kurtaramazlar. Mahlukatın en şereflisi ve alemin yaratılış sebebi olduğuna göre elbette Allah insanı üstün cihaz ve aletlerle donattıktan sonra ona en güzel haliyle kendi kabiliyet ve cevherlerini işleyebileceği uygun saha ve ortamı da hazırlayacaktır. Yoksa insanı oldukça mütehassis ve geniş bir ruhla yaratan ve kainata meyve yapan sonsuz kudret sonra onu sahipsiz ve düzeni bozuk bir dünyanın karanlık boşluğuna atarak “hatadan münezzeh ve kusurdan müberra” olarak tarif edilen alemşümul şefkat ve kudretini küçük düşürmek istemez. Binlerce yıldan beri insanoğlu eğer hala ayakta kalabilmişse bunu ancak Allah’ın engin rahmet ve hikmetle işleyen kudretine borçludur. Yeryüzünü insana bir beşik yapan, geçim ve istirahat için gecegündüzü yaratan ve karıncadan file, balıktan atmacaya kadar ayrı ayrı her canlıya rızklarını veren bir rahmet herhalde aklı başında olanlar için çok şey söylüyor… Baştan sona dikkatle incelendiğinde genel hatla-


rıyla dinin insanlara anlatmak istediği hususlar hep iki nokta üzerinde odaklanmaktadır. Birinci aşamada insanlara ısrarla ve uzun uzun hep şu mesajlar verilmektedir: “Başını kaldır ve gözünü aç, hiç fütur ve gevşeklik göstermeden aleme bir bak, incele ve araştır. Bir gör bakalım, acaba gözüne en ufak bir kusur ve noksanlık isabet edecek mi?! Hayır, o şüpheci ve dikkatli bakışlar fersiz ve yılgın halde tekrar yuvalarına geri döneceklerdir. Bakınız, kainatta gördüğünüz her şey sizlere tek bir Allah’ı ve onun sınırsız ilim ve kudretini haykırmakta. O’dur ki bu alemde her şeyi kopmaz kulp ve halatlarla sıkı sıkıya birbirine bağlamış. Eğer O’nun (c.c.) yerine işin içine başka bir kudretin eli karışmış olsa dünyanın düzeni bir anda altüst olacaktır. Çünkü, velev bir sivrisinek veya zeytin dalı kadar olsun, en küçük bir işin üstesinden gelebilmek için bütün alemi kudret elinde evirip çevirebilecek bir güç ve irade lazımdır. Bu da demektir ki, zerre kadar küçük işlerde bile az bir uyuşmazlığın olması dünyada her şeyi tersyüz etmeye yetecektir!.. İnsan düşünebilse ki, dünyamız gibi milyarlarca büyük cisim ve gezegenleri hiç sarsmadan ve rotasından saptırmadan baş döndürücü bir hızla son durakları olan kıyamete doğru direksiz olarak seyahat ettiren ve küçük-büyük her işi mükemmel bir düzen ve adaletle yapan bir kudrete hangi bir şey ağır gelebilir?! Hasılı, ilk merhalede din Allah’ın kainattaki eser ve icraatlarını şahit tutmakla hiçbir şeyin başıboş ve tesadüfi olmadığını, basit bir yaprağın en ufak kıpırtı ve hareketinden bulutların sevk ve idaresine kadar her işin mutlak bir nizama göre yapıldığını gösteriyor. Bu suretle insanlar kainatla bütünleşmeye ve korkmadan tam bir güvenle özlerini gerçekleştirmeye davet edilir. Kısaca kelime-i şahadetin ilk kısmında anlatılmak istenen de budur. Bakıldığında ikinci noktada ise, ne için bir ön şart olarak Peygamberlerin dinde yer aldıklarını ve neden hep ısrarla ve mükerrer beyanlarla dikkatlerin kendilerine çevrildiğini anlıyoruz. Zira peygamberler vahyi ilk elden yaşayan ve olduğu gibi topluma aktaran örnek şahsiyetlerdir. O yüzden bilhassa dürüst ve insaf sahibi insanlar için hakikatlerin doğru ve sadık eller tarafından anlatılmasında herhangi bir sakınca olmayacaktır. Aksine, tekzip ve muhalefete dair bir sebep aranıyorsa insanlar için bu ancak

hakkaniyet ve doğrulukla bağdaşmayan durumlarda oryaya çıkmalı!.. Buna rağmen ne gariptir ki her türlü yalan ve maskaralığa karşı savaş açarak sürekli güven ve kurtuluşun sarsılmaz elçileri olan o pek şerefli ve saygıdeğer insanlar toplumları tarafından genellikle şiddetli hakaret ve işkencelere maruz bırakılmışlardır. Elbette böylesine bayağı ve insafsızca davranışların temelinde insanların hep açıkça kendilerine yapılan “alicenaplık ve iyiniyet” çağrısına yapı ve karakter olarak olumlu cevap verebilecek şeref ve asaletten mahrum bulunmaları yatmaktadır! Beri yandan hakikaten dürüst ve yüksek karakter sahibi insanlar Peygamberlerine bakarak vahyin efsane ve kuru bir davet olmadığını anlar ve onlarda hayatlarını muvaffakiyetle ve istikamet üzere yaşayabilmenin müşahhas misallerini görürler. Zira melek olmayan ve kendileri gibi yiyip içen, evlenen ve kimisi bir terzi ve marangoz, kimisi bir sultan ve çoban olan insanların hiçbir kompleks ve endişeye düşmeden tevazu, adalet, hürriyet, şefkat ve cesaret gibi harika değerlere öncülük yapmasında bütün insanlar için eşsiz bir ders ve örnek vardır! Burada son olarak fikir vermesi bakımından hayatları boyunca sürekli yaptıkları o önemli ders ve tebliğlerden kısa bir hatırlatmayla artık bu noktada sözlerimi tamamlamaya çalışalım: “Allah’tan başka ibadet ettiklerinizde sizin için bir hayır ve menfaat olmadığı gibi zillet ve esaretten başka sizlere getirisi de olmayacaktır. Eğer siz gerçekten sizlere hayat veren ve sizin her ihtiyaç ve halinizi gören, bilen ve her duanıza icabet eden sonsuz izzet ve kerem sahibi birtek Allah’ı bırakarak isteklerinize yabancı olan ve kendileri dahi fani, aciz ve muhtaç bulunan şey ve kimseleri kendinize rab ve ilah yapıyorsanız o halde layık-ı veçhile horlanmış ve zelil kimseler olarak yaşamak sizin için kaçınılmazdır. Siz böyle kendinizi değiştirmediğiniz sürece Allah’ta sizleri değiştirecek değildir.” …Acaba peygamberleri vasıtasıyla Allah’ın zengin, fakir, şöhret ve makam ayrımı yapmadan her insana eşit mesafede durduğunu ve insanlar için maddi-manevi felah ve kurtuluşun ancak hakka güvenmek ve hakikatiyle hareket etmekle mümkün olabileceğini anlatmasından daha büyük hangi hakikat olabilir?!


Mimar Sinan Mah. Akşemsettin Cad. No: 62 / 4 Fatih – İST. Tel: 0212 521 38 98 Faks: 0212 521 53 13 www.asitane.com.tr asitane@asitane.com.tr

ORGANİZASYON AJANS MEDYA PLANLAMA EĞİTİM TURİZM TECRÜBELERİMİZ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Bağcılar Belediyesi, Bayrampaşa Belediyesi, Zeytinburnu Belediyesi, Küçükçekmece Belediyesi, Sarıyer Belediyesi, Silivri Belediyesi, Kıraç Belediyesi, Hadımköy Belediyesi, Gürpınar Belediyesi, Sultanbeyli Belediyesi, Bursa Yıldırım Belediyesi, İzmit Kocaeli Belediyesi, Sağlık A.Ş., Kültür A.Ş, Vakıflar Genel Müdürlüğü, RTÜK, Uluslar arası Saraybosna Üniversitesi, Çözüm Dergisi Dershaneleri, Bab-ı Alem Uluslar arası Öğrenci Derneği, BAYGEM, Bosna Park, İSDER, Çekmeköy Hayat Dergisi, Şelale Cafe, İSÖM, RB Et Lokantası, Sosyal Politikalar Dergisi, Nar İletişim, Yarımada Yayınları, MOS Media, İdeal Medya, Turuncu İnteraktif, TASARİUM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.