Avucumda Patikalar

Page 1

1


AVUCUMDA PATİKALAR Baki kalan bu kubbede Bir hoş sada imiş

2


Selam : ) Bu gülen yüzlere bayılıyorum ben! Eğer siz gülümseyerek yaklaşırsanız hayatın da size gülümseyeceğine inanıyorum inat ve ısrarla. Geçenlerde önümdeki birkaç günün planını yapıyordum. “Ben hesapladım. Ayın 12’sinde Zambiya’dayım. 13’ünde günübirlik vize alıp Zimbabve’ye geçer Victoria Şelaleleri’ni bir de o taraftan görürüm; sonra dönerim, 14’ünde de Tanzanya’ya doğru yola çıkarız.” Karşımda oturmuş beni dinleyen arkadaşlardan biri “Şimdi benim sokaktan geçerken bu konuşmaya kulak misafiri olan halktan biri olduğumu düşünsenize” deyip kahkahadan kırıldı. Peki nereden çıktı bu dünya turu? Ne gereği vardı sanki? Paşa paşa oturuyordum evimde. Tüm sahip olduklarımı bırakıp sonu bilinmeyen bir maceraya atılıyorum şimdi. Neden?? Belki genlerimdedir cevap, veya nerede değilsem, neye sahip değilsem onun cazip gelmesindedir bu işin çekiciliği. Belki de rahat batıyordur kimilerinin burun kıvırarak söylediği gibi. Döndüğümde bir cevap bulmuş olur muyum bu ve bunun gibi kendime sorduğum binlerce soruya bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki önümüzdeki bir yıl bana, yirmi iki yıllık eğitim hayatımın öğrettiğinden çok daha fazla şey öğretecek. Afrika'ya giden beyaz adama rehberlik yapan yerliler arada sırada duruyor ve ona zaman kaybettiriyorlarmış. Her zaman acelesi olan beyaz adam "Neden bu kadar sık duruyoruz?" diye sorduğunda yerliler şu cevabı vermişler: "Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor." Bizim

için

belirlenen

hayat

çizgisinde

koştururken

kaçımız

durup

düşünebiliyoruz ve acaba kaç kişi ruhlarıyla buluşabiliyor? İşte benim ruhum biraz göçebe galiba. Ben de onun sesini dinleyip düşeceğim yollara. Bir konuşma sırasında bir de gaflete düşmüştüm. Hani yıllarımı verdiğim doktorayı bitirmeden bırakıyorum ya "Benim yerimde başka birisi olsa çok daha başarılı olabilirdi" dedim. Karşımdaki kişi toplumun önyargılarına benden daha az bağlı olduğu için midir yoksa neden bahsettiğimin ucunu kaçırdığından mıdır bilmem, “Ne gibi?” diye sordu. Bunun üzerine düşündüm! Ki böyle kötü (!) bir alışkanlığım vardır. Ne demek istiyordum gerçekten? Sanırım kastettiğim en bildik tanımıydı başarının. Yani iyi okullardan iyi dereceyle mezun olmak, yükselmek ve mevki sahibi olmak. Bu her ne işe yarayacaksa?! Tabii ki iyi bir eğitim önemli, yaptığınız iş yaşam standardınızı ve toplumdaki yerinizi belirliyor. Ama tek başarı kriteri bu olmamalı hayatta. Peki nedir başarı 3


gerçekten? Bu yolculuğun tanıtımı için İngilizce olarak yazdığım bir kısa yazıda "Eğer bir kısmınızı dürtebilir, bilinmeyene adım atmanız için kışkırtabilirsem; dünya, insan ve hayat üstüne daha fazla düşünmenizi sağlayabilir ve bir şekilde fark yaratabilirsem bunu başarı sayacağım" demişim. Bunu biraz daha geliştirecek olursak... Hiç tanımadığınız birinden gelen destekleyici bir söz, yoldan alıp evine bıraktığınız yaşlı teyzenin sizin için ettiği hayırduası, yabancı bir ülkede dilini bilmediğiniz bir çocuğun yüzündeki mahcup gülümseme, herhangi bir insanın gününü daha güzel ve aydınlık yapan ufak şeyler, veya bazen de genç bir insanın geleceğini olumlu şekilde etkilemek, birine bir şey kattığınızı hissetmek... işte bunlar gerçek başarı bence. Aslına bakarsanız insanın başarı kriterleri yaşına göre de değişiyor. 10 aylık bir çocuğun attığı ilk adım, söylediği ilk sözcük başarı. Sonra okulda başarı, karşı cinsle ilişkilerde başarı, iş yaşamında başarı diye gelişiyor hayat genelde. 60’lı yaşlarda çocuklarınızın başarısı bir anlamda sizin için başarı oluyor belki de; 70-80'inde ise sağlıklı olmak başarı diyebiliriz sanırım. Sonuçta yapmaya kalkıştığım işi eleştirip vazgeçirmeye çalışanlara George Bernard Shaw’un “Eğer yürüdüğünüz yolda hiç engel yoksa o yol sizi hiçbir yere götürmez” sözünü kalkan olarak kullanarak önüme bilinmezlerle dolu yeni bir yol çizdim. Hain haziran! Hain haziran 30 çekti! Benim bir günümü çaldı ve işte şimdi yolculuk zamanı. “bilmezdim şarkıların bu kadar güzel kelimelerinse bu kadar kifayetsiz olduğunu...” demiş Orhan Veli. Ben de bilmezdim doğrusu bir günün bu kadar kıymetli olabileceğini. Ne de olsa üniversitede rahat bir hayat yaşarken zamanla kısıtlı değildim. Yapılması gereken onca şey var ki… Bir günüm daha olsa hepsi yetişecek sanki. Ve bu eğitim yılı sonunda, üç senedir özel ders verdiğim öğrencimle vedalaştık. Gariptir ki anne-babama değil de, bir tek ona ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum bir yıllığına buradan giderek. O benim olmayan kızım, biraz arkadaşım, biraz kardeşim gibiydi. Annesi "Gülin abla gidiyor, benim derslerim bitti artık," dediğini söyledi. Başkasını istemiyormuş. "Onun sabrı, iyi niyeti, ilgisi kimsede olmaz" diye de saymış. Mutlu oluyor

4


insan böyle şeyler duyunca. Ona hâlâ bir basket maçı sözüm var…

veda etmek... şimdiye kadar hiç umursamadığım bir kavram. Şairin şu dizeleri geliyor aklıma: "Vedalar canını sıkmasın, yeniden merhaba diyebilmek için önce bir elveda gerekir."

özlem duymak... sanırım bu kavramı da daha iyi öğreneceğim bu yolculukta. Bu seferki gidişim biraz farklı diğerlerinden. Bir sene galiba (!) uzun bir zaman. Eminim birçok kez "Ne derdim vardı rahat evimi, ailemi, düzenimi bırakıp buralara geldim?" diye geçireceğim içimden. Yuvanın sıcaklığını özleyeceğim. Diğer yandan belki de hayatımda ilk defa, üstelik kendi belirlediğim bir amacım var. Ve biliyorum ki, bu dünya turunu yapmadan ruhum rahat etmeyecek, huzur bulamayacağım. Şu anda bu fikir beni büyülemişcesine cezbediyor ve her şeye ağır basıyor!

ait olmak... bu da pek tanıdık bir kavram değil benim için. Yine de sanki şu anda ait olduğum yerdeymişim gibi geliyor bana. Veya çok yakınlarındayım. Kendimi kozasından çıkan tırtıl gibi hissediyorum biraz. Ben önümüzdeki yıl "bir pantolon bir gömlek, yaşamayı severiz" oynayacağım. Peki ya siz ne yapacaksınız?

Hikâye Şöyle Başlıyor Kendimi

çok

mutsuz

hissediyordum.

Üstelik

de

bunun

ilelebet

süreceğini

zannediyordum! Bir süre önce karar vermiştim yıllardır aklımda olan dünya turunu yapmaya. Hatta, “nasıl yapılabilir” diye araştırmalara da başlamıştım. Dünyanın etrafında dönen, 15 uçuş yapabileceğiniz, bir yıl geçerli özel biletler vardı; onlardan alacaktım. Yanıma da 5


bir arkadaş arıyordum. Tüm arkadaşlarıma bir elektronik posta atmıştım böyle bir geziyle ilgilenirler mi diye. İlgilenen, fikri çok müthiş bulan birçok kişi vardı ama gelecek olan yoktu. Herkesin iş, para, zaman gibi sorunları vardı. Ancak aralarından birinin bir arkadaşı o sırada benzer bir seyahat yapıyormuş, Afrika ve Asya’yı dolaştıktan sonra yakınlarda yurda dönmek üzereymiş. Mustafa ile haberleştik ve buluştuk. Bana akıl verebilir mi, ne gibi tavsiyelerde bulunur öğrenmek istiyordum. Onun hikâyesini dinledim: O da benim gibi yanına bir arkadaş aramıştı önce. Ve aynı durumla karşılaşmıştı. Onun da arkadaşları öyle bir geziyi çok cazip bulmuş, ama yapmaya yanaşmamışlardı. Kimseyi bulamayınca da tek başına çıkmıştı yola Mustafa. “Aslında böylesi daha iyi oldu,” dedi. “Yalnızlık seni diğer insanlara daha açık olmaya itiyor. Hem insanlar da sana daha rahat yaklaşabiliyorlar yalnız olduğunda.” Çok mantıklıydı söyledikleri. Bayan olunca durum biraz daha farklıydı tabii ama Afrika’da olmasa bile Asya’da yalnız gezen birçok bayan vardı. Mustafa cesaretlendirmişti beni tek başına yola çıkmaya. Bir de web sitesinden bahsetmişti; Lonelyplanet sayfasında bir yolculuk arkadaşı bölümü vardı. “Gir bak, eğlenirsin insanlar neler yapıyor okuyarak” demişti. Bu önerisi bana hitap etmedi doğrusu, internetten yol arkadaşı mı bulunurdu? Hiç oralı olmadım. Ama dedim ya o gün moralim çok bozuktu. Baktım ne bir şey okuyabiliyor ne de yazabiliyorum, gidecek güzel film de kalmamış… “Kafamı dağıtır, insanların yaptıklarına bakar oyalanırım biraz” dedim ve girdim Mustafa’nın bahsettiği sayfaya. Bir sürü abuk subuk yazı vardı; “Ben şu tarihte şurada olacağım, beraber bir tek atmak isterseniz…” diye gidiyordu çoğu. Kısa sürede sıkılıp birkaç sayfa ileri atladım. Birkaç “eh- fena değil” yazı okudum; benim yaşlarımda biri benim düşündüğüm biletlerden alıp dünya turu yapmak istiyordu, makul olabilirdi. Onu bir kenara not edip birkaç sayfa daha atladım… Tarih olarak geri gidiyordu ilanlar; aynı tarz şeyleri okumaktan sıkılmıştım zaten 5-10 dakika içinde. Kapatacaktım artık… O sırada Jeff Willner adında birinin ilanı ilgimi çekti. Verdiği web adresine girip daha önce yaptıklarını ve dünya turu projesini okuduğumda “Bu tam bana göre bir şey” dedim kendi kendime. Jeff, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanlardan oluşan bir takım kurup bir jiple dünya turu yapmayı planlıyordu. “Mutlaka bu takıma girmem gerekiyor!” diye bir cümle dökülüverdi dudaklarımdan. Ve o gün bugündür hayatımın en keyifli günlerini geçiriyorum.

6


Üç sene evvel, hayatta en mutlu ve ardından en mutsuz olduğum anların peşine düşmüştüm. Şu anda mutsuz anlar konu dışı. En en mutlu anlara bulduğum yanıtlar ise seyahatle ilgiliydi. Herkes Avrupa'ya gider, ben ilk olarak Mısır'a gitmiştim. Uçak havaalanına indiğinde yerdeki görevlilerin kravatlarının uçuştuğunu fark etmiş, haziran ayında sadece tedbir olsun diye yanıma aldığım tek hırkayı bir hafta boyunca giymek zorunda kalacağımı düşünmüştüm. Hâlbuki uçaktan dışarı ilk adımımı attığımda ılık bir rüzgâr karşılamıştı beni. İlk ülke ilk sürpriz! Rüzgâr diğer memleketlerde başka esiyormuş meğer. Ve sonra El-Gezirah Sheraton'ın penceresinden Nil'e baktığımda çocuklar gibi yerimde zıplamıştım. İnsan hayatında kaç kere duyar böyle bir coşkuyu? Ya ikinci en mutlu an?... 1997 Şubat’ında Güney Afrika'ya gidişim. Bilenler bilir, biraz komikti: Tunus'tayken öğrenmiştim THY’nın promosyonu olduğunu. “Gitmem lazım” dediğimde arkadaşlar gülmüş, “Güney Afrika'ya gideceğim” dediğimde inanmamışlardı. O meşhur akşamüstü eve gelip “Anne, ben bu akşam gideyim mi?” diye sordum. Zavallı annem, “Taksim’e” filan diye cevap vereceğimi sanmıştı “Nereye?” diye sorarken. O zamanlar bilmiyordu kızının bu kadar kaçık olabileceğini. Ve işte ben Tunus’tan döndükten iki gün sonra, üstelik hiç hesapta yokken, bir saat içinde hazırlanıp üç saat sonra uçağa binmiştim. Filmlerde olur ya, ruhunuz bedeninizin dışına çıkıp bakar, ben de öyle seyretmiştim kendimi! Normalde beyin çok hızlı işler. Aklınızdan bir şey geçer, karar alır ve uygularsınız. Hatta bazen uygulamaya geçemeden beyin önden gittiğinden siz bakakalırsınız ancak arkasından. Özellikle kafanızdan geçenleri kelimelere dökme aşamasında böyledir bu. Kalem beyninizin hızına yetişemez. Bu sefer işler tersine dönmüştü. Düşüncenin hemen arkasından eylem gelmişti; beynim henüz ne fikre alışmış ne de üstüne düşünecek vakit bulabilmişti. O karar vermemişti ama ben uçaktaydım işte! Eğer bir şeyi fazla düşünürseniz yapamazsınız zaten. Yapmamak için mantıklı bir yığın sebep üretmek kolaydır çünkü. Bahaneler hep oradadır. Özellikle de benim gibi çok kararsız biriyseniz işler iyice zorlaşır. Bu gibi durumlarda hiçbir şey yapmadan takılıp kalmayı önlemek için kendimce bir yöntem geliştirmem gerekti. Çok basit. Anlatayım: İnsanlara önce “Evet” diyor ve sonra düşünüyorsunuz :) … yapmak istiyor muyum, istemiyor muyum diye. Bu geziye de benzer bir şekilde başladım zaten. “Peki” dedim, “Gideceksem önce ne yapılması gerekiyor?” Bir özgeçmiş ve fotoğraf gönder. “Ondan sonra onların beni takıma kabul etmeleri lazım, değil mi? Eğer kabul edilmezsem hiç böyle bir karar vermek durumunda kalmayacağım. Eğer kabul ederlerse

7


o zaman düşünürüm.” Eh, seçilince de haliyle o karar otomatik olarak verilmiş oldu. Tabii ki bir kere evet deyip bir şeye başlamışsanız devamını da getiriyorsunuz. Aslında tabiri caizse, beni takıma almaları için onları kandırdım! Daha doğrusu Jeff’i. Ki kendisi hem rehberimiz hem “kahraman liderimiz” olacak. Grup üç çiçek bir böcek. Hâlbuki makine mühendisliği bölümününde tek bayan okumuş biri olarak ben bunun tam tersine alışığım. Neyse, Jeff’e dedim ki “Dünyada iki kıta üzerinde bulunan tek şehir İstanbul’dan gruba çok farklı bir bakış açısı getireceğime inanıyorum.” Ve bu geziyi neden istediğimi, ne umduğumu, ne beklediğimi oturup yazdım. İkna yeteneğim fena değil galiba!

Hikâyenin biraz daha başına dönecek olursak… Üniversitede köreldiğimi hissetmeye başlamıştım artık. Makine Mühendisliği bana göre bir bölüm değildi pek. Hiç bilinçli bir seçim yapmamıştım. Bana kalsa turizm, psikoloji, felsefe, arkeoloji filan okurdum herhalde ama Robert Kolej'den mezun olup matematik ve fenden anlayınca neresi yüksek puanla alıyorsa oraya girmeniz bekleniyor sizden. Artı, ailede akademisyen çok. Dayı uçak mühendisi profesör, amca inşaat mühendisi profesör, teyze genetikçi profesör, bölüm başkanı. Eh durum böyle olunca, bir bayan için çok güzel bir meslek onu da kabul ediyorum, herkes bir şekilde beni akademisyen olmaya yöneltti. Gerçi hiç pişman değilim geçen yıllara. Her sene altmış küsur genç insan tanıyorsunuz; onları biraz da çocuklarım olarak görüyorum ben. Hatta şu anda arkadaşlarımın çoğunu eski öğrencilerim oluşturuyor. Bu da muhteşem bir şey. Yine de aynı işi on sene yapmak yeterli. Artık biraz farklı bir şeyler denemek, asıl önemlisi kendi seçimlerimi yaşamak istiyorum. Benim isteklerim de standart hayatın dışında şeyler. Velhasılı-kelam, hayat 15 kilometrekarede geçmemeli. Ve işte uzunca bir süre üniversitede kaldıktan sonra hayatımı değiştirmeye karar verdim. Geçmişi çok fazla yargılamanın anlamı yok. Bazı şeylerin öyle yaşanması gerekiyordu, yaşandı. Toplumun benden beklentilerini yerine getirdikten sonra içim rahat istediğim hayatı seçme özgürlüğüm var şimdi. Bazen daha genç insanları gezerken görünce kıskanıyorum ama olsun, ben de epey yer gördüm; hem yaşın getirdiği tecrübe ve olgunluğun artıları da çok fazla. Hayatta yaşanan her şey bir birikim sonuçta. Bunca zaman sonra farklı ve yeni bir şeylere atılmak heyecan verici ama tabiidir ki aynı zamanda biraz da korkutucu. Beraberinde yeni sorumluluklar ve riskler getiriyor çünkü. Geçenlerde komik bir olay oldu. Bir yemek sırasında kardeşim gittiğimiz yerlerin

8


tehlikeli olduğunu söyleyince “Bizim kaçırılma ve fidye sigortamız var” dedim hiç dert etmez bir rahatlık ve güvenle. Kardeşim gülerek bakıyor bana. “Ne oldu?” dedim. “Sen ne olacağını sanıyorsun onun?” diye sordu yüzünde hâlâ o muzip gülümseme. “E fidyeyi ödeyip bizi kurtaracaklar,” dedim gaaayet masum. Meğer öyle olmuyormuş o! Geride kalanlara ödeniyormuş sigorta parası. Aksi, terörü desteklemek olurmuş. Hımmm?!!!…. Neyse, n’apalım? Ben biraz kaderciyimdir. Eğer başıma bir şey gelecekse burada da gelebilir. Hem kötü olduğunu düşündüğünüz bir şey aslında sizin için iyi, iyi olduğunu sandığınız bir şey ise kötü olabilir. Güvenlik diye bir şey gerçekten var mı hayatta? Bu yolculuğu sağ salim tamamlayıp tek parça halinde dönersem mutlu olacağım tabi! Sonuçta ciddi ve kalıcı bir zarar görmedikçe tüm sıkıntılar, zorluklar unutulur; sadece hoş bir macera ve değerli anılar kalır geriye. Zaten insan yaptıklarından değil, yapmadıklarından pişman oluyor zaman içinde. Ben sadece anne-babam açısından baktığımda üzülüyorum. Genelde benim yaşımda insanların oturmuş bir hayatı, bir düzeni oluyor; onlar da ebeveyn olarak benden bunu bekliyorlardı ama akıllı uslu, güya (!) zeki kızları her şeyi bir kenara itip sonu belirsiz bir maceraya atılıyor şimdi. Ama ben hayatımın en mutlu günlerini yaşıyorum ki! Sonuçta her şeyin avantajları ve dezavantajları var. Özgürlük güzel ama insan bazen de bilinenin rahatlığını ve bunun insana verdiği güven duygusunu özlüyor. Bazıları benim çok şey istediğimi söylüyor. Doğrudur belki… Ama istemezseniz de elde edemezsiniz, öyle değil mi?

GÜNAYDIN "GÜNAYDIN GÜNEŞ, yeşil ovalar!..." Yıllarımı geçirdiğim laboratuvarın kapısından şarkı söyleyerek içeri girdim. Arkadaşım “Eski zamanlarda insanların neden güneşe taptıklarını anlayabiliyorum” dedi gülerek. Güneşli, parlak bir gündü. 9


*** Bir insan kolunda 19 dikişle hayatının en güzel günlerini geçirebilir mi? Ben geçirdim… O günler, bu yolculuğun planlarını yaptığım günlerdi. Ameliyat bile oyun gibi gelmiş, heyecanımın arasında kaynayıp gitmişti. Jeff bu dünya turunu neden yapmak istediğimi sormuştu. Ona şöyle yazdım: "Eğer bu fikrimi anlatmak için arkadaşlarımı aradığımda sesimdeki neşe ve canlılığı duymuş olsaydın bu soruyu hiç sormazdın.” Ama yine de ona istediği cevapları verdim. “ne

umuyorum? Eğlenmeyi, kendimi ve bakış açımı zenginleştirmeyi, yeni insanlarla tanışıp farklı

kültürler tanımayı, dünyada ve insanlar üzerinde bir iz bırakmayı umuyorum. bir gülüş ve bazen hüzün veya acıyı paylaşmayı umuyorum. bir başarının ardından gelen o bütünlük, gurur ve rahatlama duygusunu tatmayı umuyorum. başka türlü mümkün olmayacak şeyleri deneyimlemeyi umuyorum, şu anda hayal bile edemeyeceğim şeyleri. yarının yeni bir macera olacağından emin olmayı umuyorum. yazmak için malzeme toplamayı umuyorum vs.

ne istiyorum? Ne olacağını bilmemek istiyorum. bilinmeyene seyahat etmek, sonra da evin güvenlik ve sıcaklığını tatmak istiyorum. o “ilk kez’leri yaşamak, dünyaya dokunmak, benim yapmak, ait olmak istiyorum… Orada koca bir dünya var. Ve ben tüm hayatım boyunca bir yerde takılı kalmak istemiyorum. Ailem ve toplumun benden beklediği standart hayattan payımı aldım. Annemler ayrılar ve çocukluğum hiç de kolay geçmedi. O zamanlar hoş olmasa bile sanırım bu, daha güçlü bir insan olmama yardımcı oldu. Türkiye’nin en iyi okullarından mezuniyet, iş, evlilik… Yıllar geçti düşün(e)meden. Beni bekleyen bir zorunluluk hep vardı. Ve şimdi sadece kendim istediğim için bir şey yapmanın zamanı. Bir hayali gerçeğe dönüştürmenin. Bunu yapabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Çoğu insan sadece geçimini veya kendini mutlu edeceğini sandığı hayatı sağlamak için çalışıyor. Benim ise üniversitede yıllarım güzel geçti. İş değil, bir yaşam biçimiydi eğitmenlik. Üniversite

10


ikinci evim, hocam ikinci babamdı; öğrencilerim ise çocuklarım. Şimdi ise topluma karşı sorumluluklarımı yerine getirdiğim için içim rahat gidebiliyorum.

neden mi gitmek istiyorum?! Aslında buna çok basit bir cevap verebilirim: Çünkü bu benim doğamda var! Robert Young Pelton'ın Dünyanın En Tehlikeli Yerleri adlı kitabını okudun mu? Orada diyor ki: "Nature Genetics (Doğa Genetiği) adlı dergide yayınlanan bir araştırmada, keşfetmeye meraklı ve heyecanlı kişilerin 11. kromozomda bulunan D4DR adlı genlerinin uzun olduğu saptanmıştır. Bu gen, beyinde his ve zevk kontrolünü sağlayan dopaminin salgılanmasına yardımcı olur." Ah, demek ki gidip dünyayı fethetme tutkumdan annemle babam sorumlu! Sen de seninkileri suçlayabilirsin :) *** Belki öyle, belki böyle. Tüm yukarıdakiler Jeff’i etkileyip beni takıma alması için kandırmak amacıyla yazılmıştı. Size bir itirafta bulunacağım. Bu geziyi her ne demeye yaptığıma dair hiçbir fikrim yok! Beynimde bir ses sürekli "Bu hiç mantıklı değil!" deyip duruyor. Ne de olsa güzel evimi, iyi işimi, rahat yaşantımı bırakıp gidiyorum. Ama kim mantıklı olmak istiyor ki? En çok değer verdiğimiz ve anılarımızda yer eden anlar, içimizden gelen ve birdenbire oluveren, hatta çok da akıllıca olmayan şeyler yaptığımız zamanlar değil midir?

Yola Çıkmadan Önce Öncelikle aklıma gelen ve yol arkadaşlarımın da bana ilk sorduğu maalesef "Türk pasaportu ile vize alabilecek misin?" oldu. Gerçi sanırım Avrupa dışında Türk olmak daha avantajlı vize açısından. Mesela çift pasaportlu Jeff, Amerika değil Kanada pasaportu ile seyahat edecekmiş. Amerikalı Jody, İran ve Pakistan'a gel(e)meyecek bizimle. Daha sonra Hindistan'da buluşacağız onunla. Yine de politik konularda durumlar hiç belli olmuyor. Mesela, geçenlerde tamamen tesadüfen Tanzanya'ya dört ayda vize çıktığını öğrendim. Çünkü Tanzanya bizi terörist ülke ilan etmiş! Meğer altı ay kadar önce orada bir konsolosluk bombalanmış ve bir Türk karışmış bu olaya. 11


Dolayısıyla daha önce çok kolay vize alınabiliyorken şimdi uzun bir süreç gerektiriyormuş. “Böyle böyle” diye anlatırken kardeşimin liseden en samimi arkadaşının amcasının Tanzanya konsolosu olduğunu öğrendim! Yani gevezeliğim sayesinde buna da bir çözüm bulunmuş oldu. Ne mutlu bana. Vizelerin dışında halledilmesi gereken en önemli konu aşı. Bu, hem sağlık açısından önemli, hem de bazı ülkelere girebilmek için zorunlu. Sağlık karnesini sadece Karaköy’deki Sahil Sıhhiye'de veriyorlar. Fakat oraya gittiğimde şu anda tek ölümcül hastalığın sarı humma olduğunu ve bir tek onun aşısını yaptıklarını söylediler. Diğerlerini (difteri, tetanos, polyo, Hepatit A ve B, menenjit vb.) Alman Hastanesi’nde yaptırdım. Bir de oralarda konaklama sorunu var. Açıkcası ben hostellerde kalacağımızı düşünmüştüm. Jeff görüşme için gecenin bir yarısı mı desem sabahın körü mü desem, saat 04'te arayıp "Arabada iki kişilik yer var. İki kişi de dışarıda yatacak. Bu koşullar senin için uygun mu?" dediğinde "Hı-hı" dedim. Uyandırıldığımda telefonla konuşabilirim aslında ama işin bu kısmının hiç farkına varmadan evet demiştim. Neden sonra yazışırken kavrayıverdim. Bizim takım dışarıda yatmaktan filan bahsediyordu! Ama tabii ki böyle bir şeyden dolayı kalkıştığım işten vazgeçecek değilim. Evet, şimdiye kadar hiç kamp yapmadım ama bir haftada alışırım diye düşünüyorum. Zaten alışamazsam da hiç alışamam. Jody idman olsun diye evde uyku tulumuyla yatacağını yazmıştı. İdman ağır gelmiş olacak ki bir saat sonra tulumdan çıkıp yatağına girmiş. Işin tanımadığım insanlarla seyahat edecek olmak kısmı ise bence sorun değil. Yolculuk öyle bir şeydir ki, çok samimi, hatta daha önce beraber çok yolculuk yapmış olduğunuz biriyle 5-10 dakika içinde düşman olabilirsiniz. İnsanlar stres anlarında farklı, tuhaf, beklenmedik tepkiler gösterirler. Göbeğimiz de bağlı değil ya… Jeff’in tecrübeli olması bizim için çok büyük avantaj. Daha önce altı aylık bir ekspedisyon yapmış. Anne-babası misyonermiş, Kenya ve Kongo'da büyümüş, Svahili dili konuşuyor. Aslında ben tehlikelerin çok fazla farkında değilim. Birçok yerde savaş varmış, özellikle Afrika'da. Jody'nin babası Jeff'e bu konuda ne yapmayı düşündüğünü sorduğunda, Jeff askerlere rüşvet olarak kurabiye ve sigara verdiğini söylemiş. Ama tabii hiçbir asker bunları, içinde üç kadın olan bir jipe tercih etmez herhalde! Bu konuşmadan birkaç gün sonra Kongo'da barış gücü askerleri öldürülünce Jody'nin babası "Onların kurabiye ve sigaraları yokmuş rüşvet verecek" diye imalı bir yorum yapmış. Bunun üzerine Jeff hesaplarına dört günde bir 50 $’lık otel ve 20 $’lık yemek katmış. Gerçi bu da Amerikalı mantığı. Tamam, birkaç ülke pahalıdır belki ama Afrika ve Uzakdoğu'da

12


çok daha ucuza makul yerlerde kalınabilir. Tabii yemek ve yatacak yer dışında hiç tahmin edemediğiniz masraflar da çıkabilir yolda. Sonuçta ben 10 senelik birikimimi harcamayı göze aldım zaten. Olmazsa paramın bittiği yerde geri dönerim, veya bir arkadaşımın dediği gibi, bittiği yerde kalırım. Geldiği gibi al... Rüzgârla git... Onun seni istemediğin bir yere götürdüğünü veya artık manzarayı beğenmediğini fark edersen, o zaman dümene geçip yelkenlerin yönünü değiştirirsin. Ben böyle yapmayı tercih ediyorum. Evet benim de herkes gibi gelecek korkum var. Ama genelde çok fazla düşünmüyorum bazı konularda. Rüzgâr Gibi Geçti, Scarlett*’ın "Bunu yarın düşünürüm" sözleri ile biter. Bu, aklımda yer etmiş, hayatımda etkili olmuş cümlelerden biridir. ‘Zamanı gelince düşünürüm, nasıl olsa bir çaresini buluruz’ felsefesini benimsetmiştir bana. Meksikalı balıkçı ile Amerikalı iş adamının hikâyesini duymuşsunuzdur mutlaka. Ama ben yine de anlatayım: Amerikalı armatör bir Meksika kasabasına gitmiş, oradaki balıkçı ile sohbete başlamış. "Günde kaç saat balık tutuyorsun?" "Bir-iki saat kadar." "Diğer zamanlarda balık olmuyor mu?" "Oluyor" demiş balıkçı. "Peki balık tuttuktan sonra ne yapıyorsun?" "Kahveye gidip arkadaşlarımla söyleşiyor, gitar çalıp eğleniyorum. Sonra da eve gidip çocuklarımla oynuyor, karımla vakit geçiriyorum." "Onun yerine neden daha fazla balık tutmuyorsun?" "Ne yapacağım yiyeceğimden fazla balığı?" "Satarsın." "Sonra?" "O parayı biriktirir bir tekne alır, daha çok balık tutarsın." "Peki sonra?" "İşi daha da büyütür, kendine bir filo kurarsın. Bir sürü adamın ve çok paran olur." "Ya sonra?"

13


"Sonra da kahveye gider arkadaşlarınla söyleşir, gitar çalıp eğlenir, eve gidip çocuklarınla oynar, karınla vakit geçirirsin.” Tabii ki hayatta hiç güvencemiz olmasın demiyorum, salt bugünü düşünerek yaşamak zor günümüz şartlarında. Yine de bir şekilde bugünle geleceği dengelemek gerekiyor. Hayatın sonunda "yaşadım" diyebilmek önemli. Bu arada arkadaşlar benimle dalga geçiyorlar. Aslında ben de kendimle dalga geçiyorum ya. Mızlanıyordum biraz. Yolculuk tarihi yaklaştıkça yaptığım işin akıl kârı olduğuna dair şüphelerimin arttığını söylediğimde bir arkadaş "Jetonun yeni mi düştü?" diye sordu. Güldüm. Aslında hâlâ düşmemiş olmalı ki gidiyorum!

Günlükler 17 Temmuz 2001 4,5 yıl önce Güney Afrika'ya geldiğimde kış mevsiminden yaz mevsimine geçmiştim ne güzel. Bu sefer tam tersi oldu. Sıcacık ülkemi bırakıp soğuğa uçtum. Emirates Havayolları ile, üstelik hayatımın ilk ‘business class’ uçuşu bu yolculuk için çok güzel bir başlangıç oldu. Yine de işadamlarının arasında biraz garip kaçtım sanırım. En çok yemeğin yanında gelen karanfilleri sevdim! Johannesburg'dan sonra Livingstone-Zambiya aktarması için 25 saatim vardı. Yola çıkmadan önce Mustafa ile konuşurken, "Acaba havaalanında mı beklesem?" demiştim. Kaç saat bekleyeceğimi sormuş ve "Çık gez" demişti. 25 saat az bir süre değil ama elimde onca eşyayla git; otele yerleş; pek dışarı da çıkamazsın; ayrıca zaten daha önce gördüğüm bir yer ve de çok para tutacak... Neden sonra sordu Mustafa nereye uçacağımı. "Jo'burg," dediğimde "Öyleyse 40 saat de olsa bekle, ben Cape Town'a gideceğini sanmıştım" dedi. Ve sonra gülmeye başladı. Diyorum ya herkes benimle dalga geçiyor! "Eğer orada havaalanından dışarı çıkarsan ilk yazının konusu belli olur: Nasıl soyuldum?" Son istatistiklere göre Güney Afrika'ya gelenlerin % 25'i bir şekilde saldırıya uğruyormuş. Bu da her dört kişiden biri demek, ki epey yüksek bir rakam. Sonuçta o kadar zamanı buz gibi havaalanında geçirmek pek eğlenceli değildi ama olaylara iyi

14


tarafından bakmak gerek. Artık “Hayatımda hiç, 25 saatimi havaalanında geçirmedim” demeyeceğim. Ve Livingstone Havaalanı... Jeff biraz geç geldiği için taksicilere defalarca bir arkadaşımı beklediğimi anlatmak zorunda kaldım ama etrafı incelemek için de iyi bir fırsat oldu. Hostelimize eşyaları bırakıp hemen Zimbabve tarafına geçtik. Aslında ben oraya uçmayı düşünmüştüm başta. Hem böylece havaalanında beklemek zorunda da kalmayacaktım. Ama Zimbabve’ye girebilmek için önceden vize almak gerektiğini, kapıdan alamayacağımı söylemişlerdi. Hâlbuki inanmamalıymışım resmi kurallara! (Yani en azından her yerde değil.) Jeff "Sizden alamaz mıyız vizeyi?" diye sordu görevliye, "Bir-iki gün şelaleleri görüp döneceğiz." Ve 30 $ verip geçtim. Yanlış anlamayın, rüşvet değil. Vize damgasını vurup makbuzunu verdiler. Keşke lüzumsuz formaliteler hep böyle kolay aşılabilse! (FOTOĞRAF: EPSN0009) FOTOĞRAF ALTI: Zimbabve’de sokakta satılan heykeller Geceyi geçireceğimiz dinlenme kampında yürürken "İyi ki gelmişim," diye düşünüyordum kendi kendime. "Burası Afrika'ya benziyor!" Bakalııım... Evet... daha önce Afrika kıtasında Mısır, Tunus, Güney Afrika ve Fas'a gittim. Gelişmişliklerini takdir etmek lazım tabii ama nedense kafamdaki Afrika imajina uymuyorlardı pek. Burada ise herkes kapkara, benim çok hoşuma gidiyor farklı renkli insanlar görmek. Taksiler mavi… Kimbilir hangi geçmiş zamandan kalma. Her taraflarından kablolar sarkıyor. Arabalar dökülüyor ama yalpalayarak da olsa yürüyorlar. Sonunda Sally, erkek arkadaşı Mike ve Jody ile de tanıştık. Şimdilik herkes çok canayakın. Burada benden başka herkesin anadili İngilizce. Jeff Kanadalı, Sally ve Mike Avustralyalı, Jody Amerikalı. Barda biraz sohbet ettikten sonra ben yatacağımı söyledim. Başımı yatağa koymanın bu kadar keyif verdiği başka bir an hatırlamıyorum. (FOTOĞRAF: ZAMBIA_T) FOTOĞRAF ALTI: Zambiya’da takım Ertesi gün nihayet Victoria Şelaleleri’ni gördüm! Üstelik hem Zimbabve hem de Zambiya tarafından. Biraz ıslak (!) olmakla beraber muhteşemdi. Yanlış bilmiyorsam Niagara en büyük hacimle akan şelale, Victoria ise en yüksekten (90 ve 107 metre) ve en uzun (1,9 km) akan şelale. Ortalama 550.000 metreküp su akıyor dakikada. Fakat mart ve mayıs arasında, yani sel zamanı bu miktar on kat artabiliyor. Peki aynı anda kaç tane gökkuşağı görebilir insan acaba? Ben üç tane gördüm! Maalesef fotoğrafını çekemeden kayboldu biri. Şelalenin karşısında yürürken sürekli iki gökkuşağı birden görüyorsunuz. 360 derecelik, halka şeklinde bir gökkuşağı mümkün

15


müdür bilmem ama ben aşağı-yukarı 240 derecelik bir tanesine şahit olduğumda keyiften ‘dört köşe’ oldum. (FOTOĞRAF: EPSN0012) Her an bekliyorum ama henüz sefil olmadık. Burada gecesi 3 dolara eski püskü de olsa temiz, uydu televizyonlu ve klimalı hosteller var. Sanırım önümüzdeki birkaç günü kamp kurarak

geçireceğiz.

Jo'burg

Havaalanı’nda

uyku

tulumumu

battaniye

olarak

kullanmıştım, şimdi gerçek amacına uygun olarak kullanmak için sabırsızlanıyorum. Artık tekrar yola çıkma zamanı. Aracımızı alıp Malavi'ye doğru gidiyoruz. Afrika’daki yer isimleri muhteşem! Size birkaç örnek: Kibamba, Msambiazi, Mgagoo, Mvanga, Meserani, Uchiro, Kifaru, Kiboroloni, Nakuru.. Sadece şehir ve ülke isimleri bile buraları görmek istemek için yeterli değil mi sizce de?!

24 Temmuz 2001 Neyse ki soğuktan tekrar sıcağa geçişim uzun sürmedi. Malum, buralarda alışık olduğumuzun tersine kuzeye çıktıkça ısınıyor hava. Afrika’da ‘zengin beyaz turist’ olmak istemiyorum ama bazı bölgelerinde öyle olmamak da çok zor. Her ne kadar 4-5 yıldızlı otellerde değil, 2-3 $’lık, dökülen, sıcak suyu olmayan, hatta suyu olmayan, izbe hostel veya motellerde kalsak bile yiyeceğimiz, gündelik ihtiyaçlarımızı karşılayacak eşyalarımız ve en önemlisi, bir süre sonra da olsa dönmeyi umduğumuz, bizi bekleyen temiz, konforlu ve sıcak bir yuvamız var. Araçtan indiğinde “Açım” diyen çocuğun eline bir paket grisini tutuşturmak ne kadar işe yarıyor ki?... Peki ya sonra, kimsenin yanında bir şey yememeye o kadar özen gösterdiğin halde elinden düşen bir parça kırıntıyı, arkandan gelen bir çocuğun alıp ağzına attığını görmek nasıl içini eziyor insanın… Neyse ki her şey bu kadar olumsuz değil. Bir de aydınlık, gülen yüzü var hayatın. Özellikle Malavi’de, ki buraya ‘Afrika’nın sıcak kalbi’ diyorlar, yürürken gördüğünüz hemen hemen herkes “Merhaba, nasılsın?” diye sorup iki çift laf ediyor; siz arabayla geçerken yoldaki insanlar, çocuklar el sallıyor. Aslında şimdi düşününce komik geldi. Bunun sebebi ne?... Renklerimizin farklı olması! Ve bu farklılığın düşmanlık ve nefret değil de ilgi, merak, sempati, dostluk yarattığını görmek çok hoş. Bir tek Güney Afrika’da 16


durum tersine gibiydi genelde ama onları da kim suçlayabilir ki? Beyaz adam gelip elmas madenlerine, zenginliğine, ülkesine el koymuş, onu köle yapmış. Karşılığında teşekkür beklemiyordu herhalde! Aslında orada, üç metrelik duvarlarının üstünde bir metrelik dikenli telleri ve kocaman “Dikkat! Elektrikli tel” veya “Alarmla korunuyor” yazıları olan evlerde kendileri esir olarak yaşıyorlar ya o da başka bir konu. (FOTOĞRAF: EPSN0043)- TAM SAYFA KULLANILSIN? Kamp kurduğumuz sahilde “Geceleri kumsalımıza su aygırları geldiği için hava karardıktan sonra göle girmeyiniz ve sahilde dolaşırken dikkatli olunuz” tabelası vardı. Çok fazla belgesel seyreden bir arkadaşım, ben yola çıkmadan önce, nihayet öğrendigi bilgilere kullanım alanı bulduğu için mutlu, Afrika’da en fazla insan öldüren hayvanın aslan veya kaplan değil de suaygırı olduğunu söylemişti. Hâlbuki uzaktan bakınca ne kadar da şirin görünüyorlar. Neymiiiş??… Demek görünüşe aldanmamak gerekmiş! (FOTOĞRAF: ANTYUVASI) FOTOĞRAF ALTI: “Onlar karınca yuvası. Hani şu uzun uzun, 1-1.5 metrelik toprak birikintileri” Bu arada yaptığım en akıllıca işlerden biri de, tesadüfen tanıştığım profesyonel bir fotoğrafçının tavsiyesine uyarak dijital fotoğraf makinesi almak olmuş. Aslında biraz mertliğe sığmıyormuş gibime geliyor dijital makine. Ne de olsa pek çaba, bilgi veya çektiğini düşünmeyi gerektirmiyor. Sadece deklanşöre basmak yetiyor. Sonradan photoshop ile üstünde at koşturulmuş resimler parlak renklere kavuşsa da yapaylıkları beni rahatsız ediyor. Gerçi avantajları da yok değil. Fotoğraf çekerken ister istemez karenize giren telefon/elektrik direkleri pek hoş durmaz. Onları almayayım derseniz kadraj bozulur. Dijital fotoğrafta, güzel bir manzaranın ortasında duran çöpler gibi detayları da kolaylıkla temizleyebilirsiniz. Ama bu sefer gerçeği yansıtmaz. Tabi şimdi burada fotoğrafın amacını tartışmak niyetinde değilim. Iyi veya kötü tüm özelliklerinin ötesinde, dijital makinenin çok hoş bir özelliğini keşfettim kullanırken. Hatta bence en güzel yanı bu. Polaroid gibi çekip insanlara veremeseniz bile, çektikten hemen sonra fotoğrafı likit ekrandan göstermenin özellikle çocuklar arasında nasıl heyecan yarattığını görmelisiniz. Hepsi parmaklarıyla işaret edip gülüşüyor, sizin için özel pozlar veriyorlar. Buralarda (Zimbabve, Malavi, Tanzanya) yollarda adım başı kontrol noktaları var. Genelde selam verip geçiyoruz; onlar da bize ‘güvenli (bu “iyi” demek) yolculuklar’

17


diliyorlar. Kimi zaman nereden gelip nereye gittiğimizi, arada bir de araç sigortası veya ehliyetimizi soruyorlar. İkisini birden soran hiç olmadı nedense! Fakat dün bir asker, değişiklik olsun diye düşünmüş olmalı ; bizden 50 $ istedi. “Kalabalıksınız.” “Evet, beş kişiyiz” dedi Jeff, “Fakat bizim o kadar paramız yok. Öğrenciyiz. Bak sana ne önereceğim; üç kalem versem ne dersin?” Hı??!! Jeff dalga mı geçiyordu??!... Asker yaklaşırken beni biraz dikkatlice süzdüğünden ve daha önce hiç böyle bir şeye tanık olmadığım için, yola çıkmadan önce dinlediğim hikâyelerin de etkisi olsa gerek biraz tedirgin olmuştum. Kişibaşı 10 $ için, elinde silah olan bir askeri kızdırma riskine girilir miydi? Ve tüm hayretlerim arasında adam üç kalemi kabul etti! Hem de hemen! Hiç itiraz bile etmeden!! Sonra, hiçbirimiz pek bir anlam veremesek de, başıyla beni işaret ederek “O çok genç görünüyor” dedi ve uzaklaştı. Malavi’ye yasal yollardan girip de nasıl kaçak çıktığımı anlatmayacağım, başım belaya girmesin sonra :) Şışşşşşş…. Siz de kimseye söylemeyin. Zanzibar’dan sevgiler, ZGA

15 Ağustos 2001 Şimdiden kaç kere içimden “Hayat güzel” diye geçirdiğimin, yaşamaktan böyle keyif aldığımın sayısını hatırlayamıyorum. Tamam, başta para harcamayı göze almıştım ama 10 yılda memur maaşımla damla damla biriken parayı harcamaya da çok hevesli değildim doğrusu, zor geliyordu. Artık öyle değil... Bu dünya turu hayatımda yaptığım en akıllıca iş, bu turu yapmak da hayatta aldığım en akıllıca karar. Ve buna her geçen gün daha çok inanıyorum. Paramı harcayacak daha iyi bir yer düşünemiyorum. Jeff’in dediği gibi “Yirmili yaşlarda ilk para kazanmaya başladığında ‘Vay, 1.000 $ seyahate harcamak için çok para’ diye düşünüyorsun. Sonra farkına varıyorsun ki... Aslında, 1.000 $ seyahat DIŞINDA bir şeye harcamak için çok para!"

18


Bu seyahat, aynı zamanda benim sadece kendim için yaptığım ilk ve tek şey belki de. Jeff “Hayatını başkaları için kendini sorumlu hissederek geçiremezsin” demişti. Evet, bu doğru. Ama hayır, doğru değil. İnsanın, onu o kadar çok ve kalpten sevenlere karşı sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Yine de, kendine de sadık kalması ve sadece kendisi için bir şeyler yapması da lazım tabi. Yani en azından ara sıra.

19 Ağustos 2001 Bazen yeterince yaşadım duygusuna kapılıyorum. Yeterince gezdim gördüm, sevdim sevildim, okudum yazdım. Ama daha gidilecek yerler, tanışılacak insanlar, okuyacak kitaplar ve yazılacak şeyler olduğu sürece... yaşamak için bir nedeni var insanın ve bunlar asla tükenmeyecek! Hâlâ tatmin olmadım. Bu iyi. Çünkü merakını kaybettiğinde, arayış bittiğinde, hayat da biter. (FOTOĞRAF: EKVATOR_) FOTOĞRAF ALTI: Ekvator çizgisinin üstünde. Tabii hemen bu tabelanın altında fotoğraf çektirmemiz gerekiyordu. Hazır durmuşken, oradaki dükkândaki hediyelik eşyalara bakındık biraz. Yola tekrar koyulduktan bir süre sonra aynı tabeladan bir tane daha gördük. Sonra bir tane daha... Sonra bir tane daha... Bunun müşteri çekmek için tuzak olabileceği aklımızdan geçse de, aslında yol, ekvator çizgisi üstünden kıvrılarak geçiyor olabilirdi.)

Jambo! Svahili derslerimize tabii ki her dilde ilk öğrenilmesi gereken kelime “Merhaba” ile başladık. Buralarda en çok duyduğumuz kelime aynı zamanda Jambo (cambo diye okunuyor). Ardından “Hakuna Matata” geliyor. Bir

otobüsün arkasında bu yazıyı

gördüğümde "Ben bunu bir yerden hatırlıyorum" dedim. Evet, Aslan Kral! Pek sevdiğim bu Disney çizgi filminin burada karşıma çıkması çocukça mutlu etti birden.

19


Hakuna Matata “Problem yok”, “Sorun değil” demek. Hakuna Haraka "Dert etme". Ve Afrika’da acele yok! Haraka haraka haina baraka! Keşke herkes bu sözleri gerçek anlamda uygulamayı becerebilse. Bu kıtanın insana öğreteceği ne çok şey var! "Daha sonra devam etmek üzere" diyerek şimdilik dersimize ara verelim… Zanzibar biraz Marakeş’i andırıyor. Bunu söylediğimde Jeff de Marakeş'e gittiğinde öyle düşündüğünü söyledi. O önce Zanzibar'ı görmüş. Bu arada, bir arkadaşım şehir adı geçtiğinde ülkeyi de yazmamı istemiş ama kendi adıma haritaya bakmak bile heyecan verici olduğu ve mutlu olmama yettiği içindir ki sizi bu zevkten mahrum etmek istemiyorum. Bilmediğiniz isimler belki bahane olur haritaya bakmak için. Yeri gelmişken biz ne yapıyoruz? Tamam dünya turu ama nasıl bir tur diyecek olursanız... Güney Afrika, Zambiya, Zimbabve, Malavi, Tanzanya, Kenya, Etiyopya, Sudan, Mısır ve oradan aracı nasıl geçireceğimize bağlı olarak Lübnan, Ürdün, İsrail ve Suriye üzerinden Türkiye'ye geleceğiz. Takımdaki herkes, heyecanla bekliyor Türkiye'yi; ben dahil. İlk defa bu kadar ayrı kaldım İstanbul'dan, ailemden, arkadaşlarımdan, okulumdan. Aslında şimdiye kadar çoktan özlemiş olmam lazımdı hepsini; özlemedim dersem ayıp olur mu? Annecim bunun sevmemekle alakası yok; birini her gün düşünmeden de sevebilir insan. İstanbul'dan sonra yolumuz İran'a düşüyor. Pakistan, Hindistan, Nepal... Ardından planda Singapur, Tayland var galiba ama ben gruptan ayrılıp Myanmar (Birmanya veya eski adıyla Burma), Butan, Vietnam, Kamboçya, Laos yapabilirim. Sonra Endonezya ve Avustralya. Bu yılbaşına kadar olan kısım. 2002 yılbaşından sonra LimaPeru'da buluşup güneye Şili'ye ineceğiz ve oradan Brezilya üzerinden Orta Amerika, A.B.D. ve Kanada. Neyse... Geleceği bırakıp bugüne geri dönelim. Biliyorum, "Yediğin içtiğin senin olsun" diye bir özlü sözümüz var ama Zanzibar sahilinde sokakta her çeşit yiyecek yapan seyyar satıcılardan 1,5 dolara istakoz yiyebiliyorsunuz. Ayrıca "Baharat Turu'nda tattığımız envai çeşit garip meyveden bahsetmesem de olmaz şimdi. Size sadece Zanzibar'in milli meyvesini tarif edeceğim: Elma şeklinde, armut, muz karışımı bir tadı var; kabuğu ise gül renginde ve tadında. Gerisini de kendiniz gidip görün ve tadın. (FOTOĞRAF: EPSN0080) "Peri peri ho ho" biberlerini duydunuz mu? İçi ruj niyetine dudağa sürülen kestanemsi bir meyve. Adı şuradan geliyor: O kadar acı ki, yedikten sonra "ho ho" diye

20


ses çıkarıyormuşsunuz. Benim acıyla aram olmadığı için pek ilgilenmedim ama Jody denemek gibi bir hata yaptı! Sizin başınıza gelmeyince tepkiyi seyretmek eğlenceli. Bir ek bilgi: Karanfil ne kıymetliyse devlet kontrolündeymiş. İzinsiz ihracat yapılamıyor. Ve turun sonunda bir çocuk ayağına halka şeklinde ip bağlayıp 30 metrelik hindistan cevizi ağacına maymun gibi tırmandı. Sonradan hepimize denetti aynı şeyi ama pek başarılı olduğumuz söylenemez. Bizim yaptığımız daha çok ‘ağaca sarılmak’ diye tanımlanabilir. Siz hiç denemedinizse dalga geçmeyin, bilin ki hiç kolay değil! Onca çabalayıp bir santim bile ilerleyememek sinir ediyor adamı. Çocuk baktı ki beceremeyeceğiz; halimize acıdı, bizi neşelendirmek için “Şimdi gidip kola içelim” dedi. ???!... İrkilip bir an duraladım. Burada da mı kola?! Meğer bahsettiği Zanzibar kolasıymış. Yani hindistan cevizi suyu! Ve bize (Jody & ben) yapraklardan sepet ördüler. Mike’ın payına ise kravat ve şapka düştü. Ardından bana bir adet saat/bilezik, Jody'ye gözlük. Ne kadar maharetliler, değil mi? (FOTOĞRAF: UCUMUZ) Bir ara Mike “Ortalıkta çocuk yok, Gülin nereye kayboldu?” diye sormuş. Genelde her gördüğüm çocukla konuşup oynuyorum da!… Ama bu sefer çiçeklerle oynuyordum. Dokunduğunuzda parmaksı yaprakları kapanan yeşilliklerle. Kamp ateşinin etrafında sohbet, sonsuz karanlığın verdiği huzur, sessizliği dinlemek, kuş sesleriyle uyanmak, kömür ateşinde pişen yemeğin tadı, odun yakarak depoda ısınan suyla yıkanmak... Bunlara ilk günden alıştım. Kamp kurma detaylarını ise iki günde öğrendim. Yakında "Nasıl kamp kurulur?" diye seminer bile verebilirim :) Uyku tulumu güzel bir şeymiş de içinde dönmek biraz zor oluyor. Ama zamanla çeşitli yöntemler geliştiriyor insan her soruna. Aracın üstündeki çadır çok rahat. Ben sıcak olacağı için içeride yatmayı tercih edeceğimi sanmıştım ama sivrisinek vızıltısından uyuyamadım… Sesten ziyade ‘Şimdi beni ısıracak, sıtma olacağım’ diye düşünmekten! Hâlimiz nicedir burada, anlayın artık. (Bu kısmı annem okumasın lütfen, ciddi sanıp üzülür. Sıtma ilacımı alıyorum, ayrıca burada Jody varken bize sıra gelmez gibi duruyor. Şimdiye kadar anlaşılan o ki haşaratlar onu seviyor.)

21


Her tarafımı oraya buraya çarpmış, sağ bacağımı azıcık kanatıp kocaman morartmış olmamın dışında sağlamım. Sol başparmağımın bir kısmını saymazsak da tüm parçalarım hâlâ yerinde. (FOTOĞRAF: ASLANVEO) Aranızda taş düşürmek isteyenler varsa Ngorongoro kraterini tavsiye ederim. Uzman olmadığım için iddia etmeyeceğim ama 2,5-3 saat süren o yolda taş düşürmezseniz hiç düşüremezsiniz gibime geliyor. Hem hazır buraya kadar gelmişken wildebeest dedikleri buraya özgü çirkin(!) hayvanları, maymun, zebra, bufalo sürüsü, flamingo ve kartal dahil birkaç kuş türü, fil, zürafa, şanslıysanız ağaçtan sarkan aslan filan da görürsünüz, yanınıza kâr kalır. Kwaheri

ARA SÖZ Ata söz Bul söz.. Bul çöz Buraya kadarki yazılar bir gazetede yayınlanmak üzere yazılmış yazılardı. Malum hikâyeyi biliyorsunuz. Kenya’da bir asker 50 $ istemiş, Jeff de üç tükenmez önermişti onun yerine. Yani kalemin altın değerinde olması idi hikâyenin anafikri. Gazete ise “Afrikalı asker bana göz koydu!” diye başlık atmış. Benim ağzımdan asla çıkmamış ve çıkmayacak bir lafın öyle verilmesini hoş karşılamadım. Hatta belki de biraz sert bir tepki verdim. Şimdi olsa, gemileri yakmadan isteklerimi söyler, daha akıllıca hareket ederdim sanırım. Her ne ise, gazeteye yazmayı bıraktım. Durumun tatsızlığını bir yana bırakacak olursak aslında epey eğlenceli bir hikâye oldu bu. Bir arkadaşım yazıyı okuduktan sonra sağolsun yorumunu esirgememiş: “O asker ya şaşı ya kör olmalı” diye yazmış. Bence de. Doğru söze başka ne denir? Hâlâ gülümsüyorum bunu hatırladığımda. 22


Hikâyenin kaderi olsa gerek asla doğru anlatılamadı zaten. Bir başka gazetede “2.000 dolara karşılık üç tükenmez” diye geçti. Bunu yazan kişiye “İki bini nereden çıkardın?” diye sordum, hayır yani söyleşinin hiçbir yerinde iki bin rakamı da geçmemişti ki karıştırmış filan olsun. Meğer dört kişiyiz diye elliyi dörtle çarpmış ve iki bin bulmuş ! Eh, haliyle “Meşhur Kenyalı Asker” hikâyesi diye geçti artık bu kısa macera literatüre.

Şimdi kitap yazmaya gelince… Şüphesiz ki her şeyi baştan yazabilirdim. Hatta öyle yapmak daha akıcı bir anlatım, daha bir bütünlük sağlayabilirdi. Ama asla o anda yaşananları, hissedilenleri yansıtamazdı. Ve bu da gerçekliklerinin bozulması demek olurdu. İşte bu nedenle, daha önce yazdığım yazılara çok müdahale etmek istemedim. Onun yerine “İlk söz ve son söz yazarım,” diyordum kitaba. Sonra çatladım! Yazıya nasıl başlamalı üstüne çok düşünmüştüm ve bulduğum başlangıcı değiştirmek istemiyordum. Yani ilk söz yazmak söz konusu değildi. Ama bu arada kitabın sonunu da bulmuştum; hem başlangıcına uyan çok güzel bir sondu, üstelik de uyumlu ve simetriktiler, onu da illa bozmayacaktım. Bu durumda son söz de yazılamıyordu tabii… Ama bazı şeyleri açıklamak da gerekiyordu. İki arada sıkışmıştım. Ne yapacağım? Başka bir alternatif bul! Buldum :) Ara söz…

Bir Otobüs Yolculuğu Bir ülkenin yerel otobüsüne binmeden o ülkeyi pek görmüş sayılmazsınız. Jody ile gruptan ayrılıp Ngorongoro Krateri’ni görmeye gittiğimizde bu fırsatı elde etmiş olduk. Sadece günübirlik bir tur yapıp o gece Nairobi'de buluşacaktık bizim takımla. En azından plan buydu. Ve fakat kratere giderken tekerleğimiz patladı, dönerken aracımız bozuldu, ve biz Arusha’ya ancak akşam 9 gibi varabildik. Önümüzde beş-altı saatlik yol vardı daha. Üstelik de tehlikeli bir yol. Ve bir gece vakti "Bu saatten sonra gidemezsiniz. Nairobi, Tanzanya gibi değil. Sizin yerinizde olsak bu gece burada yatar, ertesi sabah giderdik," diye uyarılmamıza rağmen yapılan bir yolculuk başladı. 23


Kırmızı kadife döşemeli, ayarlanması mümkün olmayan 45 derece arkaya yatık koltuklar, eski püskü bir otobüs. Fonda cızırtılı hoparlörden yayılan kıvrak bir Afrika ritmi. Kimi örgü ören, kimi çocuğunu zapt etmeye çalışan, her biri ayrı telden çalan yolcular ve hepsi siyah olan bu yolcuların arasında iki beyaz kız. Otobüs tamamen dolu. Muavin kalk deyince hemen yer veren bir kadın. Jody oturdu. Muavin kalk deyince itiraz edip hakkına sahip çıkan ve yerinden kalkmayan bir kadın. Bağırış çağırışma. Konuştuklarını anlamasam bile tahmin etmek güç değil. Bilet almış oturmuş, neden kalksın? Peki ya diğer kadın neden kalkmıştı? İtiraz etmeyi bilmediğinden mi, yabancılara kibarlık olsun diye mi, yoksa hiç aklıma gelmeyecek başka bir sebepten mi? Kalkmayan kadın aksi biri miydi, yoksa o gün çok yorulmuş, yoksa onu ezen kocasına artık tahammülü kalmadığını o gün fark etmiş de herkese isyan mı ediyordu bilinmez. Aynı duruma iki farklı tepki görmeseydim hiç sorgulamayacaktım bile bunları. Kıssadan hisse şu: Ancak o günkü ruh halini ve kişileri tanıdıktan sonra olaylar insan karakterleri hakkında bir ipucu verebilir. Ne adamı ne kadını çok fazla uğraştırmayıp arkaya geçtim. Bana kendiliğinden yer veren bir genç. Yanımda uyuklayan şişman bir adam. Kucağımdaki video kamera, uyku tulumu, sırt çantam ve bir şişe suyuma yapışmışım düşmemeleri ve çalınmamaları için. Pencereden dışarıyı seyrederken kalbim “Yaşam güzel” yazıyor beynime. Zifiri karanlıkta yol alıyoruz. Bir ve iki derken otobüs üçüncü kez durduğunda herkesin indiğini, bizim de yapmamız gereken bir şeyler olduğunu anlamamız biraz uzun sürüyor. Sınıra gelmişiz. Tanzanya çıkış damgamızı alıyor ve otobüse dönüyoruz. Ama otobüs hâlâ boş. Tüm bu kalabalık nereye gitmiş peki? Meğer Kenya sınırına yürüyerek gidiliyormuş. Pekiii... Gerçi kimle konuştuğumuzu bile bilmiyoruz ama yanımıza verdiği adama güvenerek karanlığın içine dalıyoruz. Önümüzü görmeden, nereye bastığımızı bilmeden

24


500 metre kadar gittikten sonra Kenya sınırına ulaşıyoruz. Girişte iki yanlı dükkânlar var. Gece yarısında hâlâ canlı ortalık. Gümrükteki kalabalığın içinde bir çocuk benden kalem istiyor. Dış görünüşü yerli izlenimi yaratıyor; koyu tenli, kafası kazılı, omzuna battaniye sarılı... İngilizcesi şaşılacak derecede düzgün. Konuşmaya başlıyoruz. Şaşılası bir tarafı yokmuş meğer İngilizcesinin düzgün olmasının. Arkadaş İngiliz'miş de! Zanzibar'da tüm parasını çarptırmış. Neyse ki uçak bileti varmış ve yarın sabah ülkesine dönüyormuş. Boşalan otobüste yan yana yer buluyor, birkaç saati birbirimize yol hikâyeleri anlatarak geçiriyor ve sonra kendimizi gecenin yorgunluğuna bırakıyoruz. Saat sabaha karşı 3 civarı Nairobi'ye varmakla yolun sona ermediğini, daha önümüzde uzun bir gece olduğunu bilmiyoruz. Jody "Bizi otelimize bırakacaksınız, değil mi?" diye sormaya gidiyor, kızgın ve asık bir suratla geri geliyor. Götürmeyeceklermiş. Hâlbuki otobüse binerken bizi otelimize kadar bırakmayı vaat etmişlerdi. Olaya bir de benim el koymam gerektiğini hissediyorum. Otobüs, bizim bildiğimiz otobüslerden değil. Ön tarafında uçaklardaki gibi bir kokpit var. İçeride birisi bir divanda yatıyor, bir başkası yemek yiyor, bir kadın elişi ile uğraşıyor, birkaç kişi de son durağa gelmiş olmamıza rağmen sanki yoldaymışız gibi önlerine bakarak sakin sakin oturuyor... Burası birinci mevki mi yoksa otobüs çalışanlarının dinlenmesi için yapılmış özel bir bölme mi? Hiçbir fikrim yok. Şoförü bulmakta zorlanıyorum. Bunun bir sebebi gördüğüm manzara karşısındaki şaşkınlığım olabilir ama alışkanlıkla direksiyonu solda, yani yanlış (!) tarafta aramamın da payı olsa gerek. Doğru tarafı saptadığımda şoförün yanına gidip elimdeki haritadan otelimizi gösteriyorum. Bana "Okey" diyor adam. Tabii bu pek bir şey ifade etmiyor. Ne söylemek istediğimi anlayıp evet dediğinin garantisi yok. Bildiğiniz gibi Afrika’da her şeye “Hakuna Matata” diye cevap veriliyor. Her şeye “okey”, “olur”, “yaparız” cevabı alırsınız ama daima aklınızda bulundurmalısınız ki… Yapılmasa da nasıl olsa “Hakuna Matata.” Jody'nin yanına döndüm. Durmuştuk ama kimse inmiyordu. Yoksa gelmemiş miydik? İnmeye yelteniyoruz nerede olduğumuza bakmak için; bırakmıyorlar. Bir süre sonra otobüs bir ileri bir geri gitmeye başlıyor. Bomboş sokakta neden illa o iki araç arasına park etmeye çalıştığımız ve bunun için yarım saat harcadığımız hakkında mantıklı bir tahminde bulunmak için kafamı yoracak durumda değilim o saatte. Sonradan düşündüm ama hayal gücüm hâlâ yeterli olamadı, ben de bunu hayatın cevapsız kalan meçhul sorular hanesine yazdım.

25


Nihayet inebildiğimizde, “Yakınlarda kalacak yer var mı?” diye bakıyoruz etrafımıza. Otel tarzı yerlerin hiçbiri tekin gözükmüyor. Birileri yanımıza gelip oraların daha çok genelev olarak kullanıldıklarını, hırsızlık olaylarının çok yaygın olduğunu söylüyor. Jeff’in ayarladığı yere gitmenin bir yolunu bulsak iyi olacak galiba. Bir yarım saat de taksiyle mi gideceğiz oraya ve parasını kim ödeyecek tartışması yaşıyoruz. Yeni bir ülkedeyiz, yerel paramız yok, üstelik bize söz vermişler binerken. Sonunda derdimizi anlatabilmeyi başarıyor ve bir taksiye bindiriliyoruz. Taksinin camları sonuna kadar açık. Saat geceyarısı 3'ü geçiyor ve hava buz gibi. Camı kapatmak için elimi atıyorum...??!... Kulp yok!... Aynı anda önde oturan Jody de aynı eylemde bulunmuş ve benzeri bir durumla karşılaşmış olmalı ki taksiciye camın nasıl kapandığını soruyor benden önce. Bizim yaşlarımızda, kırmızı bereli, kulağı küpeli taksicimiz arabayı yolun ortasında durduruyor, ön konsola elini atıp biraz karıştırdıktan sonra bir kulp bulup çıkarıyor ve Jody'nin üstünden uzanarak onun "Tamam, ben yaparım" demesine aldırmadan pencereyi kapıyor. Aynı senaryo benimle de tekrarlanıyor. Ve biz bir kez daha bilinmeyene doğru yol alıyoruz gecede. Biraz aradıktan sonra nihayet otelimize vardığımızda bizi farklı bir sürpriz bekliyor. Resepsiyondaki görevli "90 $" dediğinde ikimiz de şöyle bir yutkunuyoruz! Bunun özel indirimli fiyat olduğunu söylüyor kız. Etrafa bakınacak durumda olsak böyle bir otelde daha ucuza kalamayacağımızı hemen girişte anlamamız gerekirdi ama o zamana kadar 1,5-3 $'lik otellerde kaldığımız için böyle bir durumla karşılaşmayı ummamıştık doğrusu. Rezervasyonu yaptıran Jeff de bizi uyarmamıştı hiç. Sadece buluşacağımız otelin ismini vermişti. "Kişi başı mı, oda fiyatı mı?" diye sormayı akıl ediyoruz. Neyse ki oda fiyatıymış; açık büfe kahvaltı dahil. Eh, yolda o kadar sefillik çekerken arada bir kendimizi şımartmamız da gerekiyor. Zaten o saatten sonra Nairobi gibi tehlikeli olarak adı çıkmış bir şehirde başka alternatifimiz olmadığı için kaderimize boyun eğiyoruz bir geceliğine. Hayatımızın en rahatsız ve yorucu ama en keyifli, uçuk, dolu dolu yaşanmış günlerinden biri pırıl pırıl bir yatakta mışıl mışıl bir uykuyla sona eriyor. Yaşamanın güzel olduğu anları özlediyseniz Arusha-Nairobi otobüsüne bir bilet almaya ne dersiniz?

26


Afrika: Müthiş bir Kıta

(foto: Max)- ufak, pul şeklinde başlığın

yanına 2,5 ayda 20.000 kilometre yol kat edip 13 ülkeden geçince, çevreniz ve insanlar bu kadar hızlı değişince "Kalıcı olan ne?" diye sorgulamaya başlıyor insan. Ya da ne kalıyor geriye yaşananlardan. Anılar... Anılar ve an'lar. Onları biriktiriyorum ben. *** Aşağıda Afrika deyince ilk anda aklıma gelen şeyler var. Tabii bir de unuttuğumu sandığım ama ufacık bir taş parçasının, bir gül yaprağının veya bir sözcüğün bana uzaklardan taşıdığı veya apansız yoktan çıkıp gelenler var… onlar zihnimin ve kalbimin bir yerlerinde gizli şimdilik. • öğütülmüş mısırdan yapılmış Zimbabve özel yemeği sadza Tanıştığım bir çocuk beni yol ortasında duran bir otobüse götürdü. Meğer otobüs, yemekçiymiş. Mısırdan yapılmış pilavımsı Zimbabve spesyalitesini alıp kaldırıma çöktüm. Çocuk da yanıma. Ve sadzayı geleneksel yöntemle yedirtti bana: Ellerimle. • nasıl evlendiklerini anlatan kadınlar “Seni seviyorum” dedi. Ben de “Seni seviyorum” dedim. Çok basit ifade edilmiş bu sözlerin hiçbir özelliği yok aslında... Her kadın paylaşmıştır en azından bir aşk hikâyesini en yakın arkadaşıyla; kız-kıza fısıltıyla konuşulmuştur ilk heyecanlar veya üzüntüler. Ancak şu anda, şehrin pazar yerinde toplanmış dedikodu yapan kalabalık Türkiye’den bir kızla Zimbabve’de çanak çömlek yapan kadınlar... • Malavi’ye yasal girip yasadışı çıkışım Sınır kapısına dayanmadan önce Malavi diye bir ülkenin adını bile duymamıştım. Ve pek tabii ki varlığından haberdar olmadığım bir ülkeye vize gerekip gerekmediğini araştırmamıştım. Artık biliyorum ki gerekiyor. Üstelik kapıya gitmeden almak gerekiyor. Ama ben kapının önünde hazır ve nazır bulunmaktayım. Peki şimdi ne yapacağız?

27


Yalvarıp yakarmak ilk başvurulan çare. Ama tüm ısrarlarım boşuna; adam Nuh diyor peygamber demiyor, ülkeye giremezsin diyor. Duvardaki vize istenen ülkeler arasında Türkiye adını gösterip duruyor. Tamam; işin o kısmını anladık. Vize almam gerekiyormuş gelmeden, almamışım. Ben “Şimdi ne yapabiliriz?” öğrenmek istiyorum. Zaten biraz da tarzanca anlaşıyoruz adamla. Herkes dört bir yandan çevrelemiş adamı. Jody’nin flörtü işe yaramıyor, Jeff’in rüşvet teklifi işe yaramıyor, Sally’nin “Grup olarak seyahat ediyoruz, onu burada bırakamayız. Sizden alalım vizeyi,” diye mantıki açıklamaları da nafile. Fakat sonunda ne olduysa oluyor, adam bir polis istasyonuna bildirmem gerektiğini söylüyor, önüme bir kağıt koyuyor, anladığımdan emin olmak için “Bak iyi oku şurayı, dikkatlice oku” diyor. Okuyorum. “Eğer iki gün içinde durumu yetkililere bildirmezseniz sınır dışı edileceksiniz” yazıyor. Adam karakola haber vermem gerektiğini bir kez daha sıkı sıkı tembihliyor ve kağıdı imzalatıyor bana. İşin komiği vize almak için önce ülke sınırından içeri sokuyorlar sizi! Bu arada merak ediyorum Jeff bununla uğraşacak mı? Onun minimum zamanda maksimum yol gitme çabalarına uymayacak bir iş ne de olsa. Üstelik Malavi ufacık bir ülke ve biz zaten iki gün kalmayı planlamışız. Jeff hiç zahmet etmiyor gidip o yeri bulmaya, “Tabii ki gitmeyeceğiz” diye kesin ve net son sözü söylüyor. “Eğer postalayacaklarsa kuzeyden atsınlar lütfen!” diye espriler yapılıyor arabada. Yine de bir tedirginlik var iki gün sonra çıkış kapısına gittiğimizde. Jeff alıp götürüyor herkesin pasaportlarını damgalatmaya. Ben “Saklansam mı?” diye soruyorum. Jody “O zaman daha çok dikkat çeker,” diyor. Bunun üzerine bir kitabın arkasına ördek gibi saklanıp (kitapları böyle bir işe alet ettiğim için utanıyorum kendimden!) koltuğa gömüldüm ve “yokmuş numarası” yaptım. Ve dört pasaport karşılığında beş kişi çıktık sınırdan. • Tanzanya'da Çin lokantasına gidip Fransız müziği dinledik Arap olayım ki öyle! • eh, Tanzanya’da Çin lokantasına giden Kenya’da da İspanyol lokantasına gider Ama inanın benim parmağım yok bu işte. Bazen grup ne derse o olur! • Masai Mara'da tanıştığımız bir aile: İngiliz bir mühendis, karısı, bir ve beş yaşlarında iki kızı

28


Safaride! Asıl amaçları anne-babası AIDS'den ölen çocuklar için bir arsa alıp onların eğitimini ve yaşamını sağlamak. İngiltere'de işlerini güçlerini, kurulu düzenlerini bırakmış ve Kenya'ya gelmişler. Böyle insanlar da var hayatta! • Masai Mara’da çita avı Çita gazeli (bir geyik türü) yakalayıp yedi. Ne vahşice, değil mi?... Ama değil. Bu sadece doğa. O gün etkileyici/nadir bir şey göreceğimizi tahmin ediyordum. Söylemesi ayıp, biraz şanslıyımdır da… Önce çitayı gördük. Rehberimiz, onun av peşinde olduğunu söyledi. Meğer av esnasında belli bir şekilde geriniyorlarmış. Bir araç çitayı daha iyi görebilmek için ona yaklaşınca diğer gruplar kızdı. Malum, avlanma esnasında rahatsız etmemek lazım hayvanları. Bizim çita önce wildebeest’lere saldırdı. Ama yakalayamadı. Peki nasıl oluyordu bu? Çita dünyanın en hızlı koşan hayvanı değil miydi? Sonradan okuduğum bir kitaptan öğrendim: Saatte 100 km. hızla koşabiliyor, ama bu hızını ancak 100-150 metre boyunca koruyabiliyormuş çita. Dolayısıyla, eğer uzaktan saldırırsa avını yakalayamama ihtimali fazla. Tabii çita wildebeest’leri çok lezzetli bulmadığı için veya sürü halinde oldukları için de vazgeçmiş olabilir bu avdan. Ardından iki başlarına dolaşan gazelleri kestirdi gözüne bizimki. Ve uzunca bir kovalama sahnesi başladı. Sahnenin sonunda ise gazellerden biri çitamızın dişlerini boğazında hissetti. Zavallı gazel can çekişirken tek yapabildiğimiz içimiz acıyarak seyretmekti. Doğaya müdahale etmemek gerektiğini ezberlemiştik ilkokul andımız gibi. Ve gazel ölmüştü. Ya da biz öyle zannetmiştik… Zira çitanın yemeğe hazırlık aşamasının onuncu dakikasında gazel, tüm gücünü toparlayıp can havliyle birkaç metre kaçtı. Ancak bu, onun son hamlesiydi. O kadar yaralı durumda çitanın elinden kurtulması mümkün değildi. Bu sefer sağlamca dişledi çita gazelin boynunu ve birkaç dakika öylece tuttu. Gazel yaşam mücadelesini kaybetmişti artık. Çita yaptığı işten gururlu poz verir gibi bizi seyretti bir süre. Bir ileri bir geri dolaştı zafer turu atar havasında. Veya belki de seyirciden rahatsız olmuştu, gitmemizi bekliyordu. Neden sonra yemeğine başladı. Ve kanlı ağzıyla dönüp tekrar bize baktığında yüzündeki ifade bir yandan kendi gücünü hatırlatmak ister gibi haşin, diğer yandan gayet doğal bir iş yapıyor, yemeğini yiyor gibi (!) masumcaydı.

29


• Sally ve Mike aslanların çiftleşmesini görmüş. Önce kıskandım biraz ama avlanma sahnesi görmek daha az rastlanır bir olaymış. Ve de çiftleşme sadece 5 saniye sürmüş! • Etiyopya'da şunları yazmışım günlüğüme: "Burada iki gündür resmen ekmek ve ekmek yiyorum. Midem biraz et ve sebze istemeye başladı artık. Umarım yakında düzgün bir şeyler bulabilirim yiyecek." • algılama biçimleri ve görecelik kavramları... Sally ve Jody, Etiyopya’da merkatoya gittiler. Merkato dedikleri ufak dükkânlardan oluşan bir alış-veriş bölgesi. Burası da Afrika'nın en büyük merkatosu. Bizim kızlar tişört arıyorlar. Bir dükkâna giriyorlar. Adam Jody'ye bakıp "Sana olur ama…", Sally'ye dönüp "Sen şişmansın," diyor. İkinci dükkânda da aynı şey geliyor başlarına. "Sana tamam ama… sana ı-ıh, sen şişmansın." Ve üçüncü dükkândan çıktıklarında Sally artık iyice rahatsız olmaya başlamış durumda. Bu insanlar sürekli ona hakaret edip duruyor. Dördüncü dükkânda da adam “Senin için tamam, ama sana hayır, sen…” Sally dinlemek istemiyor daha fazla. Kendi kendine "Bu ülkede 'sen şişmansın' demek hakaret sayılmıyor herhalde!…" (!!!) diye söylenirken anlamlanıyor birden her şey. Ne de olsa açlık olan bir ülkede, dolayısıyla biraz etinize budunuza dolgunsanız bu sizin iyi beslenebildiğinizi ve sağlıklı olduğunuzun göstergesi olsa gerek. Yani “Sen şişmansın” sadece “hakaret sayılmıyor” değil, üstelik bir iltifat! Düşünce yapısı ve anlayış farklılıkları nedeniyle insanların sizin algıladığınızdan çok farklı bir şey kastetmelerinin komik bir örneği size. • Tana Gölü kenarında bir ağaca tünediğimde kim bilir kaç yıl öncesinden çıkagelen, pek de yaşayamadığım çocukluğumun hatıraları • üç küçük çocuk Neden bilmem ama Gondar’da insanların sizi evinize bırakmak gibi bir âdetleri var. Sokakta top oynadıktan sonra çocuklar ellerimden tuttular ve hep beraber otelime geldik. İkindi için tatlı almıştım pastaneden; çay ve süt söyledim yanına. Çocuklar da oturdular benimle. Özel bir ikram veya davet gerektirmeden kendiliğinden oluyordu tüm bunlar. Öylesine doğaldı ki, gelip geçenler “Senin çocukların mı?” diye takıldılar. Yanınızda onu paylaşacak birileri olduğu zaman çok daha doyurucu olmuyor mu hayat? 30


• Gondar sokaklarında masa tenisi oynamak Kırk yıl düşünsem Etiyopya’da sokakta masa tenisi oynayacağım aklıma gelmezdi. Hoş, başkalarının oynayacağı da gelmezdi ya. Seyre daldım gayri ihtiyari. Akça pakça derisiyle bu kalabalığın içine girmiş kızın ilgisini çektiği belli oyunun. Halden anlayan hakem “Sen de oynamak ister misin?” diye sorduğunda kız hiç itiraz etmiyor. Eline raket almayalı çok olmuş, biraz paslanmış; yeniliyor. Ardından bir yengi ve bir yenilgi daha alıyor. Ve yüzünde gülücük teşekkür ederek ayrılıyor oradan. • kendime komik saç şekilleri yaparak güldürdüğüm kadınlar Kuaföre girdim. Saçımı kestirir miyim diye. Emin değilim. Onların saçlarının cinsleri farklı olduğu için tereddütteyim acaba kesimleri de çok fark eder mi diye. Dilimden anlayan yok. Ben de şaklabanlık yapıyorum. Bazen bir dili konuşamamak daha eğlenceli olabiliyor… Hem bir gülücük için tercümeye ihtiyacınız yok. • 16 ağustos… mum, ateş, şimşek Viktor'un doğumgünü mumu, odundan ateşin etrafında beş kişi, ve gölün ufkunda çakan şimşek. • video kamera kullananlara bir hile öğreteyim: Makinenin ekranını çocuklara doğru çevirin ve nasıl tepki verdiklerini seyreyleyin. Tabi burada esas olan, böyle teknolojik aletlere alışık olmayan çocukları bulup onların sevinç çığlıkları atmalarını, veya utanıp kaçmalarını ama sonra meraklarına yenik düşerek geri dönmelerini, sonra tekrar kaçışlarını görmek. • hayatımda ilk defa karakola gitmemin istenmesi Sudan’da iç savaş var ve öyle her istediğiniz yere gidemiyorsunuz. Her gittiğiniz yerde de karakola gidip “Ben geldim, buradayım” diye kayıt yaptırmanız gerekiyor. İnsanların neden savaştığını hiçbir zaman anlayamamışımdır ama savaşıyorlar (ara söz: Bunu zamanında yazmışım. Şimdi gayet iyi anlıyorum. Görüyorum insanın içindeki hırsı, sahip olma duygusunu, kıskanmayı, neden senin var benim yoku, her şeyin en iyisini en doğrusunu ben bilirim ve size de bunu empoze ederimi, kısaca bencilliği.) Her neyse, Sudanlılar çoğunlukla misafirperver ve canayakınlar. Tabii ki her zaman istisnalar vardır. Bir gün, sokakta bir adam beni çevirdi. Bir caminin fotoğrafını çekmiştim. Filmimi almak istedi ama kameram dijital olduğu için yapamazdı bunu. Fotoğrafı gösterip “Ne mahsuru var bunun?” diye sordum. İngilizce konuşamıyordu ve konuşmak yerine elimden fotoğraf makinemi çekiştirmeye çalışıyordu. Makinem 31


kıymetli ve düşecek olursa tamir ettiremem oralarda. Yerine yenisini de alamam. Dolayısıyla sıkı sıkı yapışmışım. Sonunda bir polis bulundu ama o da İngilizce konuşmuyor. Ardından İngilizce bilen biri de bulundu. Adam bana, “Senden şüpheleniyor, ben de senden şüpheleniyorum,” diyor. Ne yapmışım ki? Neden şüphelendiğini bir anlasam! Casus muymuşum? “Bir caminin fotoğrafını çekmenin nesi yanlış?” diye tekrar sordum. Cevap vermek yerine karakola gitmem gerektiğini söylediler. Tabii ki gitmeyecektim! “Gelmeyeceğim,” deyince de bu sefer “Neden korkuyorsun?” oldu. Korktuğum yok da Neden gideceğim ki?! Tartışmanın anlamı yoktu, her şeyi bitirecek çok daha kolay ve pratik bir yol vardı. Fotoğrafı sildim ve yoluma devam ettim. (FOTOĞRAF: SUDANCAM) FOTOĞRAF ALTI: Sözkonusu cami. Birkaç poz çekince biri yadigar kalmış...) Son gecemizde de ufak bir sorun yaşadık ama kompleksli, kendilerini önemli hissetmek isteyen görevlilerin her yerde var olduklarını biliyoruz zaten. Neyse… Afrika’da dedikleri gibi “Hakuna Matata!” • Wadi Halfa’da mecburen geçirilen 6 gün İstemeden oldu. Ama bu yolculuğun en güzel ve hatırlanacak günleri oldu. Sudan'da görülecek önemli bir yer vardı: Meroe’deki piramitler. Nubya çöllerindeki M.Ö. 3-4. yüzyıldan kalma bu piramitler Mısır’dakilerden sonra en önemli piramitler olarak kabul ediliyor. Tabii erkekler yol sormayı bilmediklerinden ve biz de Jeff’i kaba kuvvetle durdurup soramadığımızdan kaçırmışız bu piramitleri. Yani yol kenarından görmüşüz de ruhumuz duymamış. Fark ettiğimizde de “geri dönelim” diye oy kullanan tek ben oldum. Dolayısıyla yolumuza devam ettik. Diğerleri ertesi gün kalkacak feribotu kaçırırız diye endişeleniyorlardı. Evet zaman vardı ama aracın işlemleri uzun sürebilirdi ve o feribotu kaçırırsak bir hafta beklemek zorunda kalabilirdik. Wadi Halfa, Mısır’daki Aswan’ın Sudan’daki karşılığı. Baraj yapılırken Aswan taşındığı halde Wadi Halfa sular altında kalmış. Biz yeni kurulan Wadi Halfa’ya vardık, otel bakıyoruz. Ve oteldeki insanlar bizi evlerinde misafir etmeyi teklif ettiler. Feribot ertesi gün hareket etmedi, bir ertesi gün de. Zamanında gelmişti ama nedense kalkmıyordu. Feribotu beklediğimiz o altı gün boyunca bu ufacık köyde yapacak hiçbir şey yoktu. Ama macerasız geçtiği söylenemez.

32


• Hayatın çok belirli bir temposu var Wadi Halfa’da. Sabah 7 gibi uyanıp sütlü çay yanında kurabiye veya ekmekle başlıyorsunuz güne. 11'de kahvaltı konuyor önünüze, 4'te öğle yemeği. Evler geniş bir oda ve içinde bol bol yataktan oluşuyor. Ev sahibi, akraba, komşu, öğleden sonra sıcaktan bunaldığında veya yorulduğunda gelip uzanıyor 15-20 dakika; sonra kalkıp gidiyor geldiği gibi kapıyı vurmadan. Wadi Halfa'da hemen hemen her akşam bir düğün var. Düğünler 9'da başlıyor. Kadınlar ve erkekler ayrı (yani haremlik-selamlık) dans ediyorlar. Dans şu şekilde oluyor: Elele tutuşup bir ileri bir geri sallanıyorsunuz! 11'de müzik susuyor, düğün bitiyor. Eve gidilip akşam yemeği yeniyor! Bu arada bütün öğünler birbirinin aynı: Fasulye geleneksel yemekleri, peynir, yumurta, ton balığı ve makarna. Ve gece 12'de elektrikler sönüyor. Akşamüstü hava serinleyince (!) bahçeye çıkarmış olduğunuz yataklarınızda hurma ağacının altında yatıyor, yıldızları battaniye olarak örtüyorsunuz üstünüze. • Elimize kına yaptılar. Üstelik kırmızı kına. Neden üstelik diyecek olursanız "Evlenmek istiyorum" demekmiş de ondan! Önce kınayı yapıp sonra söylediler tabii bize bunu. Bekârlar sadece ellerine kına yapıyor Sudan’da. Evli kadınlar siyah kına kullanıyor ve onlar isterlerse ayaklarına da yapabiliyorlar. Bizim önce tırnaklarımız kına oldu; sonra hızlarını alamadılar, sıra avucumuza geldi; ardından parmaklarımız ve ellerimizin üstü çiçek desenleri ve çeşitli şekillerle süslendi. İsmimizin başharfini de yazmak istediler. Annem babam farkında olmadan güzel bir göbek adı koymuşlar bana. Müslüman ülkelerde hem bir dostluk/kardeşlik göstergesi olarak (Arapça olduğu için onlara yakın geliyor, hoşlarına gidiyor, kendilerinden biri diye görüyorlar) hem de hatırlayabilsinler diye göbek adımı kullanıyorum. Adım Zeynep. Üç ayrı kişi elime başharfimi yazdı... Hepsi S! (FOTOĞRAF: KINALIKI) FOTOĞRAF ALTI: Sudan’da kına, kadınlar için vazgeçilmez bir aksesuar, hayatın bir parçası (FOTOĞRAF: KINAYAPA) FOTOĞRAF ALTI: Wadi Halfa’da kına yaparken • siz hiç kendi elinizden korktunuz mu? :) Yemek sırasında kaşığı ağzıma götürürken birden geri silktim. Elimde kocaman siyah bir böcek vardı! Meğersem elimdeki kınalarmış böcük sandığım… • Wadi Halfa’da sırtlanlarla bir gece yürüyüşü İmkansız Yolculuk adlı bir kitap okudum. Beş günlük evli bir çiftin 13 ayda deve üstünde Büyük Sahra Çölü’nü geçmesini anlatan bir kitap. E şimdi böyle bir kitap okumuşum…

33


Ben de çölün ortasındayım… Şöyle bir akşam gezmesine çıkıp çölü hissetmem gerekmiyor mu? Çölün insana verdiği o sonsuzluk duygusunu... (FOTOĞRAF: DEVECIKL) Öyle bir yerde saate ihtiyaç olmadığı için kolumdan çıkarmıştım. Dolayısıyla saat kaçtı hatırlamıyorum, 10.5 gibi diyelim biz. Dolunay geceyi aydınlatıyordu. Evlerden uzaklaşıp çölün ortasına doğru yürüdüm. Gelirken yolumuzu bulmak için pusula olarak kullandığımız tren rayları vardı ileride. Onların ötesinde ise kayalıklar. Siz yaklaştıkça sizden uzaklaşan, onlar uzaklaştıkça sizin yaklaşmak ve ulaşmak istediğiniz kayalıklar… Kayalar insana dinginlik veriyor. Sabit, yenilmez, hükmedici. Uzaktan geçen araçlara göre yolumu değiştirerek, zig-zaglar çizerek yürüyorum. Kumlar... orta-sert bir döşek. Gökyüzünü seyredalmış giderken kafamda başka şeyler dolaşmasını ummuştum ama gelmiş geçmiş tüm erkek arkadaşlarım ziyarete geldiler. Sonra “12'de elektrikler kesilmeden eve dönsem mi?” diye düşünmeye başladım. Ve o sırada ileride kalabalık bir grup belirdi. Bir aracın önünde 25-30 kadar beyaz cübbeli adam yavaş yavaş ilerliyordu. Kafam karıştı. Bir anlam veremedim. Klu-klux-klan tarzı bir şey miydi bu? Veya düğünlerden sonra yapılan garip bir ayin veya gelenek olabilir miydi? Tamam, Sudan güvenli bir yer ama gecenin bir yarısı o kadar erkeğin beni tek başına görmesini istemedim. Adamlar bana doğru geliyorlardı. Zaten artık geri dönme zamanım da gelmişti. Biraz gönülsüzce de olsa kalktım kum yatağımdan ve karanlığa karıştım. Evlerin bulunduğu bölgeye geldiğimde adamların da kasabaya doğru geri döndüğünü fark edince görülmemek için sıra sıra evlerin arasına daldım. Ve sonra, akıl sır ermez bir biçimde fantastik bir gerilim filmi sahnesinin içine düştüm. Bir sokağı dönüyorum, diğerinde adamlar karşıma çıkıveriyorlar. Tekrar dön, yine karşımdalar. Bizim evin istikametinde ilerlermeye çalışıyorum ama geçit vermiyorlar. Beşinci köşeden kafamı uzattığımda da yine biraraya toplanmış bir kalabalık görünce daha da arka sokaklara saptım. Birbirine dik ve paralel sokaklı labirentin içinde kovalamaca kaçmaca oyunu başlamıştı. Wadi Halfa'da bütün evler birbirine benziyorsa da istediğim yöne gidebilsem evi bulamamam mümkün değil. Çölün ortasına geri çıktım mı ön sıradaki evlerin birinde belirleyici bir nişan bulacağımı biliyorum. Önünde biri bizim, biri de ev sahibimizin iki jip duran ev. Fakat ne zaman o tarafa yönelmeye kalksam karşıma başka bir kalabalık çıkıyor! Yabancı bir memlekette, gecenin bir yarısı kapana kısılmışım; ne yapacağımı bilemiyorum. Labirentteki deney faresinin çaresizliği içindeyim.

34


Nihayet bir yerde sadece kadınlar olduğunu fark ettim. Bir an duraladım, ya daha da garip, uzak yerlere girecektim ya da kadınların arasından geçecektim. İkinci seçenekte karar kıldım. Henüz açıklığa adımımı atmıştım ki, neye uğradığımı şaşırdım! İki kadın koluma yapışmış, "Zeyneb, Zeyneb" diye bağırıyorlardı. Kadınlardan kurtulmaya çalışıyorum ama bırakmıyorlar. Diğer kadınlar da balkovanı bulmuş sinekler gibi sardı etrafımı birkaç saniye içinde. Hep bir ağızdan bağrışıp çağrışıyorlar ama ne dediklerini anlamıyorum ki! Ne yapmaya çalışıyor bu insanlar?? Şaşkın şaşkın etrafa bakınıp bir anlam vermeye çalışıyorum olan bitene. Ne istiyor bu kadınlar benden? Ne diyorlar? İmdaaat! Bir süre sonra Sally ve Jody belirdi kalabalığın arasından. Sır perdesi aralandı… Meğer çölde sırtlanlar varmış ve son günlerde köyden birkaç kişiyi kaybetmişler, sırtlanlara yem olarak... Benim de çöle doğru gittiğimi duyunca tüm kasaba halkı beni aramaya çıkmış! Gördüğüm araç bizim jipimizmiş; öndeki erkekler de benim izimi sürüyormuş. Serseri mayın gibi oradan oraya dolaştığımı, nerede ayakkabımı çıkardığımı, nerede uzandığımı bildiklerini duyunca utandım. Neyse ki Jeff “Beyaz kadın zeki, kaybolmaz” diye konuştuklarını anlattı. Rahatladım biraz. En azından itibarımız sarsılmamış! Evet, herkesi sokağa dökmek, onca kişiye iş çıkarmış olmak pek hoş değildi ama onların da sıradan hayatlarına biraz eğlence girmiş oldu belki bu sayede. Aslında düşününce durum komik. Onlar beni sırtlanlardan korumaya çalışıyor, ben onlardan kaçmaya… E iyi de nerden aklıma gelsin ki arayış objelerinin ben olacağım? • bir kova su ile yıkanmak • kendi kendime “dışarı çıktığımda soğuk olmayacak” diye düşünmek • ufuk çizgisiyle birleşen Nil, araç kavurucu öğlen güneşinde yol alırken çölle birlikte gözümün önünden akan toprak rengi kerpiç evler • gidemiyoruz. Wadi Halfa’dan hareket edemiyoruz. Gemideki malların boşalması gerekiyormuş. Boşalması için de tüccarların mallarının parasını ödemeleri. Öğreniyoruz ki, meğer ev sahibimizin malları varmış gemide. Normalde onları satıp parasını alana kadar beklermiş. Ve gemi de o zamana kadar bekler dururmuş orada. Ama bizim için bir şekilde bankadan kredi ayarlamış ve mallarını çekmiş Awad. Nihayet yola çıkabiliyoruz. • Nil, Abu Simbel, günbatımı, ılık bir rüzgâr, ayışığı… 35


• ilk gözağrım Mısır İlk aşkına yıllar sonra rastlayıp kel ve şişman görmemeli insan. Onun hatırası o ilk günlerindeki gibi kalmalı, öyle hatırlanmalı. Bazen yazı veya resimler de yok edilmeli belki sırf bu yüzden. Yanıltan hafızanın elinde olmalı güç. Güzel anıları bozmamalı gerçekler. İlk gözağrım Mısır’dı benim. Ve bu seferki karşılaşmamız maalesef hayal kırıklığıydı. Seksen kişinin öldüğü saldırıdan yıllar geçmesine rağmen o eski günlerine hiç geri dönmemiş galiba Mısır. Turist sayısında ciddi bir düşüş var. Şehirden şehire ancak konvoy halinde gidilebiliyor şimdi. On yıl önce gittiğim Karnak tapınağındaki ses ve ışık gösterisi hafızamda “muhteşem’”olarak kalmıştı. Yirmi yaş, ilk yurtdışı seyahatinin heyecanı, mekânın ve bin kişilik bir kalabalığın yarattığı ihtişamla kendini geçmişte hissetmek! Hâlbuki dün gördüğüm vasatın altında turistik bir gösteriydi; sıradan bir metin, sönük bir ışık düzeni. İlk izlediğim gösteriden hatırladığım15 metrelik bir heykel aydınlatılıyor ve sanki gerçekten firavun oradaymış, canlıymış gibi tok bir sesle konuşmaya başlıyor: “Ben, İkinci Ramses! 600 küsur oğlum 500 küsur kızım var. İmparatorluğumun büyüklüğünü siz tahmin edin!” O zaman düşünmüştüm… Hımm, evet bir erkeğin o kadar çocuğu olabilir ama bir kadının asla! Ama bu haksızlık! Ve asıl haksızlık başkaydı. Çünkü adam :) pardon firavun, dört kızıyla evlenmiş ve aslında 92 oğlu, 105 kızı varmış! Ama olmaz ki! Ben ne güzel 500 ve 600 diye anlatıyordum ve doğru olduğuna inanıyordum, şimdi böyle anlatamayacağım :( • Afrika'da gezerken elinizi sallasanız elli tane İngiliz'e çarpıyor. Gerçi eski sömürgeleri olması da önemli bir faktör olabilir ama en çok gezen, ekspedisyon düzenleyen millet onlar galiba. Bir kere de bir Türk'e rastlayabilir miyim lütfen? • Jeff’in çocuk gibi ayak parmaklarını oynatması • El Gouna’da bir kumsalda uzanmak, ay ışığı, uzaklardan dalgaları aşıp gelen Arap müziği • ve tabii hepsinden önemlisi: Viktor, Awad, Wadi Halfa’da Mithat, Etiyopya’da Grace, “Ben cümlede bir noktayım” diyen Yunan-Sudanlı Ducas, Hotel Shady’de Mefaret, Suriye’de Abdullah ve isimsiz diğer arkadaşlarım... Hatırlamadığım tüm o yüzlerdeki gülümsemeler... *** Afrika müthiş bir kıta. Onu çekici kılan iki özelliği vardır kanaatimce: İnsanları ve yolları. 36


Afrika’da nereye giderseniz gidin sizin yabancı olduğunuz çok ortadadır. Hiç şaşmamak mı lazım? “Haliyle” mi diyorsunuz? Evet öyle. Burada en çok hoşuma giden benden farklı insanlar görmek. Bir yerden ne bekleyip ne bulduğu kişiden kişiye değişir. Tabii zamana göre de. Ben eskiden daha çok ülkelerle, görülecek yerleri, tarihi, doğasıyla ilgilenirdim, şimdi ise insanlar ve farklı yaşamlar çekiyor beni. Etiyopya’da hiçbir yer dahi görmemiş olsaydım, sokaktan geçerken beni oyunlarına alan çocuklarla top oynamış olmak o yolculuğa değerdi... Naylona sarılmış paçavralardan yapılmış top...

Afrika: Yol yok, Acele yok, Dert yok “Yolcular yanılır, yollar yanılmaz.” Seyrani Bir gün, Afrika’yı araçla geçme gibi bir hayale kapılırsanız... Bilin ki bol bol yol hikâyesi biriktireceksinizdir. Afrika’nın gizemini yollarda çözer, onun olgunluğuna yollar sayesinde erişirsiniz ancak. • Yolculuğun ilk bir haftası boyunca aracımız ha devrildi ha devrilecek diye beklemiştim. "Tamam, bu sefer devrildik artık" diyordum hep. Ama her defasında, bebeklerin pati pati yürüyüp sonra pat diye popolarının üstüne düşmeleri misali biz de sonunda hep dört tekerlek üstüne düştük. • Awash Milli Parkı... Yollar çamurlu. İnsanlar uyardılar “kötü”, “riskli” diye ama biz yine de girdik yola; ne de olsa altımızda 4x4 araç var. Jeff "Bu araç bunun için yapılmış" diyerek daldı ormanın içine. Dağ, taş, tepe demeden yarık, bayır, nehir, tam anlamıyla off-road yaptık. Hani benim şu “Araç her an devrilecek” diye beklediğim zamanlardan. Bir de Max sürekli bozuluyor zaten. Max, Land Rover Defender'ımızın ismi. Bu araç bizim yollarımızda pek görülmüyor. Türkiye'de sadece ordu için üretiliyormuş ama burada seyahat ederken rastladığımız

hiç

kimseye

aracını

sormuyoruz.

alternatifsiz. 37

Ekspedisyonlar

için

Defender


Neyse, kaplıca dedikleri sıcak su göletine kadar geldik. Yanımıza bir yerli yanaştı. Ardından birkaç kişi daha. Tişört istediler. İnsanlara verebileceğiniz bir şeyler olması güzeldir; hatta bunun için yanınızda özellikle ufak nazar boncukları, bol bol kalem ve hasta birilerine vermek üzere vitamin bulundurmakta fayda vardır. İnsanları sevindirir <--> sizi mutlu eder :: onlara moral verir <--> size moral olur. Çantamdan çıkardığım tişörtü törenle küçük kıza giydirdiler. Tam fotoğraflık. Klik… Üstünde kocaman duran bir tişörtle başında kasketi, boynunu utangaç bükmüş ufak, kara, şirin bir kız. Biraz oyalandıktan sonra çamur rengindeki sıcacık suya girdik paçalarımızı sıvayıp. Eh, günün eziyetine değmişti doğrusu. Dönüşte güya daha iyi olan farklı bir yoldan gidelim dedik. Ama tabela filan yok. Vardığımız bir noktada, yol fazlasıyla çamurdu. Ve bir kez daha o bitmez tükenmez uğraşlara sil baştan başlayacağımızı anladık. Yine çamura saplanmıştık! "Aracı çıkarmak için uğraşmak pek eğlenceli değildi tabi," dersem yalan olur. Yani böyle şeyler olmasa yolculuğun anlamı kalmayacak. Aracı itmeye çalışırken boşa dönen lastikten sıçrayan çamur güzelim bej rengi Gore-Tex ceketimi rezil etti. Ben ona dünya para bayılmıştım! Sadece ceket değil, pantolonum ve tişörtüm de batmış, yüzüm ise çita gibi benekli olmuştu. İstanbul'da böyle bir şey başıma gelse söylenir, kaşlarımı çatar, suratımı asardım. Orada ise şöyle bir an durdum... ve kahkahayı bastım! Siz hiç muzurluk yapma ihtiyacı duyar mısınız? Göletin içindeyken Sally'ye "Islatayım mı?" diye takılmış ama karşılığında onun da beni ıslatma riskinin çok olduğunu hesaplayarak cesaret edememiştim. İşte şimdi tam vakti, nasıl olsa kaybedecek bir şeyim kalmamış. Elime çamuru aldığım gibi Sally'nin yüzüne buladım. O arada birer ikişer etrafımızda toplanmaya başlamıştı yerliler. Üç, beş, on... On iki kişi itmeye uğraşıyor; nafile. Max inadına yaparmış gibi daha da fazla saplanıyor çamura. Lastiklerin arkasına önüne taş, dal yerleştirmek veya etrafını kazmak da işe yaramadı. Yarım saat-45 dakika sonra bir araç sesi duyduk. Biri traktör getirmiş bizi kurtarmak için! Şimdi etrafta en azından 20-25 kişi birikmiş. Veee... başarılı bir operasyondan sonra aracımızı kurtardık. Ardından da bir dolu para dağıttık doğal olarak! Yani bize pahalıya mal oldu bu Awash gezisi. Tüm bu işkenceye ve pahaya değdi mi bilmiyorum… Ama evet! Değdi.

38


Macera bununla bitti sanarsanız çok yanılırsınız. Şansımızı daha fazla zorlamak istemedik, geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Bir süre sonra araba tekleyip gazdan kesip stop etmeye başladı. Önce beş dakikada birdi... sonra üç, daha sonra 1.5 dakikada bir... Ve sonunda motor ancak bir dakika dayanabiliyor hale geldi. Ve nihayet taşlarla dolu dik bir yokuşta kaldı Max! Neye isyan ediyor bilmiyoruz. Neyse, fazla korkutmadan ikinci denemede çıktı yokuşu. Fazla korkutmadı dediysem, lafın gelişi. Çünkü her an devrilecek veya bir yerde takılıp kalacağız diye bekliyoruz hepimiz. Bir buçuk saat böyle (böylenin açıklamasını yapayım: Bir dakika yol, stop, bir dakika bekle, tekrar kontağı çalıştır, bir dakika yol, istop, bir dakika daha bekle arabayı çalıştırabilmek için) yol aldıktan sonra arabayı durdurup kaportayı açtı Jeff. Benzin filtresi temiz, su kaçmış olsa şimdiye çıkmış olması lazım. Zambiya'daki servisimizi aradık uydu telefonundan. Neyse ki adamlar tecrübeli ve işlerini biliyorlar. Arabaya özel bir hijack valve -kaçırılma vanası- takılmış. Eğer kaçırılacak olursak bir düğmeye basıyormuşuz, araba teklemeye başlıyor, adamlara "Bak, yanlış araba seçmişsin kaçırmak için, başkasını dene," diyormuşuz. Onunla ilgili olabilirmiş. İyi de nasıl düzelteceğiz? Bu arada hava kararmaya başladı ve biz hâlâ milli parktan çıkamamışız. Jody kükreme sesi duyduğunu söylüyor, "Jeff arabaya yakın dur" diye çağırıyor. Sally "Medeniyete ulaşmak istiyorum, karanlık iyice çökmeden en azından otobana çıkalım," diyor. Jeff’in güvenlik için taktırdığı aksesuar bizi tehlikeye atmış durumda. En yakın kasabaya kaç kilometre olduğunu bile bilmiyoruz. Şansımızı biraz daha zorlayarak tekrar yola çıkıyoruz, hatta asfalta ulaşıyoruz ama boş dahi olsa, böyle sürekli durup kalkarak anayolda gitmemizin imkânı yok. Sonunda kenara çektik, Jeff alet kutusunu çıkardı, ön yolcu koltuğunu söküp yedek benzin deposunun yanındaki kaçırılma vanasını iptal etmeye çalışıyor. Jeff, çocukluk hayali olan bu aracın dilinden anlıyor, biraz uzun sürse de hallediyor sorunu. Tehlikeyi atlatmışız ya, kızlar rahatlamışlar, teşekkür etmek yerine dalga geçiyorlar Jeff’le. Çocukcağız o gece Addis Ababa'ya gitmeyi planlıyordu da… • Jeff’ten bir alıntı: "Bugün biraz daha uğraşsaydık iki kişi öldürebilirdik.” Etiyopya’daki ilk günümüzdü. Ve benim Land Rover kullanmamın ilk seferi. Normal bir araba kullanmaktan farklı olacağını düşünmemiştim hiç. Yani sonuçta bir gaz pedalı,

39


frenler ve debriyaj var; bir de vites kutusu var. Araba kullanmak bunlardan ibaret, öyle değil mi? Eh evet... Ama bu Land Rover birazcık sallantılı! Tabi o gün olanların bizim arabamızla alakalı olduğunu hiç sanmam. İşin komik yanı, tam da o sırada, eğer bir kaza yapsam gazete için ne müthiş bir haber olacağını düşünüyordum. Hepimizin bildiği gibi sansasyona bayılırlar. Ama eğer onlara ben söylemezsem öğrenemezlerdi ki. Sonuçta, uzak uzak topraklardaydık. Zihnimden böyle düşünceler geçerken, muhtemelen karşıdan karşıya geçmeye niyetlenmiş bu adam, yüzünde şaşkın bir ifadeyle yol ortasında donup kaldı! Caddeyi geçmeye kalkmadan önce bakmak zahmetinde bulunmadığı için olsa gerek ki benim yaklaştığımı fark etmemişti. Şimdi ileri mi geri mi gitse? Karar vermeye çalışıyordu… Sonunda kararını verdiiiii… Yanlış karar diye buna denir! Penaltı pozisyonu olsaydı onun adına doğru olacaktı ama bu durumda ters köşeye yatmış oldu, benim direksiyonu çevirdiğim tarafa yönelmişti! Adamın her hareketini tedirginlikle izlemekteyim, kazayla golü kurtarmasın diye. Direksiyonu öbür tarafa kırdım ve o da benimle yön değiştirdi! Yahu adam kaç! Kahraman kaleciliğin âlemi yok! Ona vuracağımdan emindim… Veya yol kenarındaki saman yığınına gireceğime. Şansıma ikisini de ıskaladım. O anda elim ayağım değil, tüm içimin boşaldığını hissettim. Derin bir ohh çekildi belli etmeden. Ve yola devam edildi. Birkaç saat sonra… Jeff direksiyonda. Neredeyse

aynı

senaryo

tekrarlanıyor

gözlerimizin

önünde.

Bu

sefer

kahramanımız yaşlıca bir kadın! Kaçırmak için penaltı çeken Jeff. Yok yok, bu bizden kaynaklanmıyor. Etiyopyalılarda cadde ile kaldırım ayrımı yok

da ondan! Yollardan pek araba geçmediği için çok da haksız sayılmazlar ama

yanacak bizim başımızdı. • Turkanaların reisinin ineğini öldürmek Asla yapmamanız gereken bir şey. Siz siz olun uzak durun, bulaşmayın hayatta işleyebileceğiniz en ciddi suçlardan birine. Jeff biraz hızlı gidiyordu ve aniden karşımıza çıkan bir inek sürüsünün içine daldı. Çarptığı inek yere düştü, ayakları havaya dikti. (Malûm, onların nalları yok.)

40


Bir an korkuyu yaşadık. Neyse ki inek kendine geldi, şöyle bir silkinip reenkarne oldu. Yolculuğun başından beri Jeff bize direktifleri sürekli tekrarlayıp durmuştu: “Afrika’da veya Hindistan’da hayvana değil, bir insana dahi çarpacak olursak hiç duraklamadan kaçılacak.” Ama kendi talimatına kendi uymadı. Omzunda koca bir tüfekle Turkana yanımıza geldi. Jeff özür diledi, jest olarak teklif etmek üzere de kalemlere yöneldi hemen. Torpido gözünde duran kutudan bir-iki tane çıkarmaya çalışıyordu ki bizim Turkana açık pencereden uzanıp yüzlük kutunun tamamına el koydu. Yüzünde “Pardon, bir itirazınız mı vardı?” bakışı. Jeff “Tabii ki hayır beyefendi” gülüşü, biz kim bilir kaçıncı kez kullandığımız “Ucuz atlattık yine” deyişi ile ayrıldık olay yerinden. • araba hikâyelerine devam… Kenya’dan Etiyopya sınırına geçerken aradaki bir bölgede Somali saldırıları olabileceği için yanınıza asker almanız gerekiyor. Biz arabada dört kişiyiz ve ancak bir askerlik yerimiz mevcut. Amma velâkin “Tek asker olmaz, iki tane almak mecburiyetindesiniz” deniyor. Emir yüksek yerden gelince boyun kıldan incedir. Tıkıştık arabanın içine altı kişi. Elinde silahlı adamlar ister istemez bir gerginlik yaratıyor 4 metrekarelik kaplumbağa evimizde. Fakat bir süre sonra müzik dinleyip şarkılar söylenmeye başlayınca içerideki hava yumuşadı. Jeff taşlı toprak yoldan giderken arada zorlandığında gaza basıp direksiyonu çevirerek ralli yapar gibi kullanmakta sevgili arabasını. Asayiş berkemal, her şey gayet yolunda. Fazla yolunda tabi! Yok hayır, saldırı filan olmadı. Araba durdu! Duruverdi. Öylesine. Çalışmıyor. İstifa etmiş. Emekliye ayrılmak istemiş. Grev yapıyor. Her ne ise işte. Tehlikeli olduğu için yanımıza bir tane de yeterli olmayıp iki asker verdikleri, göz alabildiğine bozkır arazide kalakalmışız. İnler cinler top oynamaktalarsa da bize görünmüyorlar. Bir saattir yolda tek bir araca rastlamamışız. Birilerinin bu yolu kullanma, dolayısıyla bizim de yardım bulma ihtimalimiz ancak noktadan sonra bol sıfırlı rakamlarla ifade edilebilir. Bir süre herkes kaportaya kafasını sokup baktı. Sonunda bu işi kendi bilgisizliğimizle beceremeyeceğimize kanaat getirildi. Yola çıkmadan önce gereksiz

41


bulduğumuz uydu telefonu harcamasının gereği, o bir kez daha imdadımıza yetişince anlaşıldı. Yine Zambiya’da servis arandı, olasılıklar araştırıldı. Oraya buraya kablolar bağlandı. Bir saat içinde Jeff durumu çözmüştü ve Max öksürüp tıksırarak hayata döndü. Bazen gerçekten tehlikeli veya zor bir durumla karşılaşırsınız ama farkına bile varmazsınız ya… Yoksa size hiç olmadı mı öyle?! Doğrusu ben genelde derin bir gaflet ve delalet içindeyimdir korku konusunda. Kötü düşünmeye meyilli olmadığım için rahatımdır. Hadi bu durum istem dışıydı, yine bi derece… Ben göz göre göre de, yani görmem gerekip göz kör kör de tehlikenin içine dalarım. Durumun vehametinin farkında olmayınca da korkmazsınız tabii. Burada da nedense bir an bile şüphe etmemiştim her şeyin düzelip durumun çözülüp oradan kurtulacağımızdan. Ve paylaşılan zor anlar insanları birbirine yaklaştırdığı üzere, bu olay da bizi askerlerle iyice yakınlaştırdı. Silahlarını ve şapkalarını asla kimseye vermemeleri gerekiyor… Ohooo, biz onlarla fotoğraf bile çektirdik! • çamura saplanmak Kaç kere geldi başımıza hesabı tutulamadı. Ama bir tanesini unutamıyorum... Kötü bir yol var önümüzde. Jeff bir an duruyor, “Bakalım ne olacak” diyor. 5 saniye sonraaaaa... Bilin bakalım ne oldu? :) 5 saniye içinde saplandığımız çamurdan çıkmak 5 saatimizi aldı. • aracın bozulup yolda kalması, tekerlek patlaması, çamura saplanmak, kuma saplanmak, kum merdivenlerini her adımda tekrar dizmek, üstünün başının çamura batması, baştan aşağı sırılsıklam olmak... Veya düşünebileceğiniz her tür aksilik. Tüm bunların hepsi evde olsam canımı sıkacak şeylerken burada eğlence. Belki de seyahat bu demektir. Hayatın güçlüklerine gülebilme sanatı... Evet, bunu beğendim... İşte benim seyahat tanımım: sorun, bela, zorluk üçlüsünü komediye çevirebilme sanatı! *** İnsanlar ve hayatın ritmi bizim yaşadığımız diyarlardan çok farklı Afrika’da. Hakuna Matata’nın

gerçek anlamını

alışıyorsunuz

onu.

tecrübe ile öğreniyorsunuz.

Otobüsünüz

gecikti

“Hakuna

Her yerde duymaya

Matata”,

gece

otelinize

gidemeyeceğinizden tehlikeli olduğundan şikâyet mi ediyorsunuz “Hakuna Matata”, birisi söylediği şeyi yapmadı mı “Hakuna Matata”, trafik mi var “Hakuna Matata.” Ölüm kalım olmadığı veya kalıcı zarar görmediğiniz sürece hayatta hiçbir şey o kadar ciddi değildir.

42


Haraka haraka haina baraka. Hayatın yavaş bir temposu var burada. Afrika’da yol yok. Ama acele de yok. Dert çok olsa da “Hakuna Matata” dostum, problem yok.

11 Eylül 11 Eylül'de herkes gibi biz de büyük bir şok yaşadık. Hurgada’ya doğru giderken Sally'nin erkek arkadaşından aldık haberi. Telefon edip "Şu anda Dünya Ticaret Merkezinin yıkılmasını izliyorum," dediğinde şaka yapıyor gibi gelmişti. Birkaç gün bekledik. Sonunda Ürdün ve Suriye üzerinden bir senelik yolculuğun ilk ayağını, Afrika'yı tamamlayarak İstanbul'a geldik. (FOTOĞRAF: PILLARSO) FOTOĞRAF ALTI: Ürdün Petra’da 7 Bilgelik Sütunu (FOTOĞRAF: BUS_DAMA) FOTOĞRAF ALTI: Şam’ın rengârenk otobüslerinden biri (FOTOĞRAF: GULUNADI) FOTOĞRAF ALTI: Gülün Adı (FOTOĞRAF:13MARASH) FOTORAF ALTI: Maraş İran, Pakistan üzerinden Hindistan, Nepal'e gitmekti niyetimiz ama evdeki hesap çarşıya uymamış, bizim planlarımızı da suya düşürmüştü 11 Eylül. Yine de hâlâ tartışıyorduk bu işin hangi şekilde yapılabilirliğini. Diğerlerinin İran’a vize bile almaları söz konusu değildi. “Ben arabayı alıp geçerim, sonra bir yerde buluşuruz…” diyordum ki kardeşim “Gülin bu şaka değil, insanlar dinleri yüzünden birbirlerini öldürüyorlar” deyince Jeff’e gidip “Başka bir plan yapmak zorunda kalacağız,” diye bitirdim. Ve şimdi İstanbul'dan Asya'ya değil Avrupa'ya sapıyoruz. Diğerleri Bulgaristan’a doğru yola çıkarken ben, on beş gün sonra buluşmak üzere İstanbul’da kaldım.

İlginize Bilginize İstanbul- 10 ‘01 • Kilo almışım! İnanabiliyor musunuz? Afrika’ya gidip kilo almış tek insan ben olabilirim! Jeff’e özel teşekkürlerimle…

43


İşin iyi tarafından bakarsam, pantolonlarım biraz dar da olsa hâlâ içlerine girebiliyorum. • Üç ayı yolda sefillik içinde geçirdikten sonra kendimi kadın gibi hissetmek istedim ve saçımı kestirmeye gittim. Vola! Öncekinden daha da kötü olmuştu! Dünya turu yaptığımı duyunca adam benim uçuk kaçık biri olduğumu düşünmüş olsa gerek, saçımı tıraşladı ve öyle kısa oldu ki kadından çok çirkin bir erkek çocuğuna benzedim. Kafamda neredeyse hiç saç kalmadı! Ama olsun, hâlâ kökleri bende. Dolayısıyla uzuyorlar. Bu arada saçımı taramakla uğraşmak zorunda değilim, saç kurutma makinesine ihtiyacım yok, şampuandan tasarruf edip çevreyi koruyorum. • Kişisel problemler yüzünden ayrılmayı düşünüyordum gruptan. Ama tabii ki geziden vazgeçmeyeceğim. “Bir sağlık problemi veya ölüm olmadıkça bırakmayacağım,” demiştim kendime başlarken. Ve genelde başladığım işi tamamlarım. Vazgeçmek??… O kadar kolay değil! • Doğu yerine Batı’ya gidiyor olmak iyi oldu; böylece fazladan bir gün yaşayacağız (referans 80 Günde Devr-i Alem). Bu yeni rotanın tek problemi var. “Bu dünya turunu tamamlayabilirsem yetmiş ülkeye gitmiş ama Fransa’yı görmemiş olacağım” diyordum. Nedense çekici bir tarafı vardı bunun benim için. Şimdi öyle olmayacak. N’apalım? Hakuna Matata. • Geçenlerde Açık Radyo’da “Issız Ada” programına konuk oldum. Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 10-12 şarkı seçiyorsunuz. Kararsız olmak iyi bir şey değil belki ama bu sayede kendimle çok da eğlenebiliyorum. Şarkıları seçmek sekiz saatimi aldı (biliyorum, deliyim!) ve iki saat de ilk 10’u belirlemek için harcadım. Bazı şarkıları elemek üzücüydü. Ama bazen hayatta seçimler yapmak zorundasınız :( • İstanbul’da olmak güzel ama buradan bir an evvel kurtulmam lazım! Tüm zamanımı yutuyor, ham yapıyor bu şehir. Geçen gün fark ettim ki normalde İstanbul’da nasıl yaşıyorsam öyle yaşamaya başlamışım. Tüm sinemalara, tiyatrolara gitmek, yeni açılan ve sevdiğim eski mekânları ziyaret etmek, tüm arkadaşlarımı görmek istiyorum. Önceden bunları hiç düşünmeden yapabiliyordum, çünkü zaman problemim yoktu. Ama şimdi var. Bu yüzden, şu anda teknik olarak yolda, seyahatte olduğumu kendime hatırlatmam gerekti. • Bazen dünyada olup bitenden nefret ediyorum. Çocukluğumda (80'ler) bir terör olayı olduğunda babama sorduğumu hatırlıyorum: "Neden bu insanlar ‘Biz yaptık’ diyorlar?" Suç işliyorlardı ve kaçmak yerine ortaya çıkıyorlardı. Üstelik bazı olaylar için 44


birkaç grup birden "Biz yaptık" diyordu. Bu da demekti ki, bir kısmı işlemedikleri bir suçu üstleniyordu! Peki ama neden? "Bir amaç uğruna savaşıyorlar ve o ideali sahipleniyorlar" demişti babam. Bu açıklama bilmeceyi çözmemişti benim için. Çocuk aklım pek almamıştı... Neden insanlar kavga ediyorlar, neden barış içinde yaşayamıyorlardı? Hâlâ da pek almıyor ya... En azından dünyanın böyle bir yer olduğunu kabullenmeyi öğrendim galiba. Yine de bu, insanların acı çektiğini gördüğümde duyduğum acıyı hafifletmiyor. Televizyonda savaş haberlerini izlerken her şey anlamsız geliyor bana. Şimdi gezmenin sırası mı bir yerde insanlar ölürken, öldürürken, öldürülürken? Ama hayat devam ediyor. Etmek zorunda… Sular durmaz, nehirler tersine akmaz.

Avrupa Eveeeet düştük yollara yeniden. Başladık bir kere, bitirmeliyiz. Değil mi? Helsinki’de bir gece yarısı… Jeff karşılıyor beni havaalanında. Hava buz gibi ama şikâyet etmek aklımın ucundan bile geçmiyor. Burası İskandinavya, aylardan kasım; soğuk olmasından doğal bir şey yok. Hostelin avlusuna park edip eşyaları boşaltıyoruz. Beş kişilik bir odada yerlerde yatarak geçirilen bir geceden sonra grupla seyahat başlıyor bir kez daha. Yine bir dolu ülkeden uçarak geçiyoruz. Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa ve İspanya. (FOTOĞRAF: 021NORWA) “İnsan niye seyahat eder ki?” Hani sorduğum tüm soruların cevabını bildiğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz! Hem sorup hem de cevap mı vereceğim? Ben size sordum. Yine de hadi bir tahminde bulunayım. “Laf olsun diye?” :) Yok, o kadar değil tabi. Ben geziyorum işte. Yapmayı bildiğim şeylerden biri o da. Veya şehir koleksiyonu yapmak içindir ;)

45


“Tüm hayatım boyunca hatırlayacağım yerler vardır…” der bir Beatles şarkısı. Benim de hatırlayacağım çok yer var! İşte Avrupa’dan birkaç tanesi:

Oslo: Ulusal Müze’ye gittik. “Çığlık” oradaymış. Munch’un. 1893 tarihli bu tablo Alman Ekspresyonizminin gelişmesinde çok önemli rol oynamış. Munch’un arkadaşları arasında tiyatro yazarı Henrik İbsen bulunuyormuş ve İbsen’in birçok oyununun setini de o hazırlamış. Genç yaşında anne babasının, kız ve erkek kardeşlerinin ölümü Munch’un tablolarındaki pesimizm ve boşluğu bir derece açıklıyor. Bir süre Paris’te yaşayıp resim yapan Munch, yaşlılığında Norveç’e geri dönmüş. Daha çok doğayla ilgilendiği bu dönemdeki tabloları daha renkli. Başı ve sonu olmayan bir yol--- zamandan bir kesit... cinsiyetsiz bir insan--- kulaklarını elleriyle kapamış, gözleri korku dolu, ağzı açık… ruhunuzun yerşekillerini gösteren o çığlığı duyanınız oldu mu?

Berlin: Almanya’ya gitmek hiçbir zaman cezbetmemişti beni. İlginç bir şey yok diye bakıyordum. Ama Berlin ve özellikle Berlin yürüyüş turu fikrimi toptan değiştirdi. Bir kere Berlin tarih demek. Yıllarca ülkeyi ikiye ayırmış Berlin duvarı ve yıkılması, kristal kubbeli meclis, Hitler ve intiharı, katlettiği Yahudiler, Charlie kontrol noktası, Doğu’dan Batı’ya yapılan casusluklar, torunlarını ele veren vatanperver nineler, ilk adımı atan bir adam ve ona ateş açmayan askerler, yaşanan şok ve demir perdenin sonu. Berlin turunda tabanvay gezerken her binanın önünde anlatılan hikâyelerle olayları yaşıyorsunuz. Keşke tarih ve coğrafya böyle öğretilebilse okullarda.

Brugges: Nedense balayı şehri olarak Paris yer etmiştir kafamda. Ama Brugges’la tanıştığımızda bana asıl balayı şehrinin kendisi olduğunu söyledi. Ufak ve zarif dükkânları olan küçük sakin bir kasaba. Müzesi gördüğüm en güzel mimarilerden birine sahip. Kandil şeklinde bir sokak lambası ile aydınlatılan duvardaki yaprakların rengi, bir köşede oturtup saatlerce seyrettirebilir kendini size. Yürüyüş yaparken hoş bir otel gördüm. Otel turu yapmak âdetim yoktur, ama bu sefer içimden içeri girip bakma dürtüsü geldi ve ona engel olmadım. Hotel Die Swaene. Her odası farklı bir stilde döşenmiş, kanala bakan bir 15. yüzyıl oteli. 46


Paris’te bir gün… Hattaaa bir gün bile değil, üç saat. Paris için fazla bile :) Bilbao: Meşhuuur Guggenheim Müzesi’ni görmek için ekstradan 30 $ ödeyerek biletimi değiştirdim. Uçuşumdan neden vazgeçtiğime ve orada ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Sadece Guggenheim’ı görmem gerektiğini biliyordum, o kadar. Doğrusunu itiraf etmek gerekirse, tabii ki benim aptallığım olabilir ama ben modern sanattan anlamıyorum. Basit ve gülünç bir şey yapıyorlar, sonra da onu sanat gibi göstermek için bir konsept (o da her ne demekse!) yaratıyorlarmış gibime geliyor: “Evet, işte bu duvarda gördüğünüz yarısı boş bardak, aslında yarısı su dolu bir bardak değil, bir çınar ağacı.” Bana espri gibi geliyor ama onlar ciddi ! Ve gazetede üç sayfalık söyleşi yapılıyor o bardağın neden ve nasıl çınar ağacı olduğunu anlatan. “Eveeet bu bir labirent. Girin girin, dolanın dolanın. Sonuna geldiniz, kapana kısıldınız.” Hadi şimdi geri çıkın! (FOTOĞRAF : BILBAO_G) FOTOĞRAF ALTI : Guggenheim müzesinin önündeki, üstü çiçeklerle kaplı köpek heykeli Binanın etkileyici olduğunu itiraf etmeliyim. Frank Gehry’nin yaratıcı ve orijinal olduğunu da kabul etmek lazım. Yine de benim favori mimarım Gaudi. Tabii ki, sevgili annecim ve babacımdan sonra. Bir gün bir arabanın altında kalarak öleceğime karar verdim. Hani etraftaki binaları seyretmek veya bir yandan kitap okumak varken neden yoldan geçen arabalara ve önüne baksın ki insan? Öyle değil mi? Artık tramvayların olmaması ne kötü! Ölümüm Gaudi’ninki kadar trajik olamayacak! Gaudi tüm hayatını işine ve dine adamış. Paçavralarla dolaşıyor ve bir gün bir tramvay ona çarptığında bilincini yitiriyor. Hastaneye kaldırıldığında onu evsiz barksız bir dilenci sanıyorlar. Kimse orada bir dahinin yattığını tahmin edemiyor. Gaudi hem insan olarak, hem de eserleriyle beni büyülüyor! Gaudi’nin şehri olan Barselona da. Ve gezdiğim şehirlerin dışında bir de hikâyelerimin şehirleri var:

47


Takım ve Fasulye (Bergen)

Bölüm 1: Ben buyum… bir cadı. İnsanların kalplerine pençe atıp yolan bir cadı. Yuvam yok, benim diyeceğim bir yerim yok… Hiçbir yere aidiyetim yok. Kalbur içinde bir saman, evvel zaman içinde bir zaman, yerlerden bir yere ait oldum mu hiç acaba? *** Jeff “Yuva kalbinin olduğu yerdedir,” dedi ve sordu. “Kalbin nerede?” Evet gerçekten, kalbim nerede? Bilmiyorum ki… Uzun bir süreden beri görmedim, rastlamadım kendisine. Ama kalbimde ne olduğunu biliyorum. Çok özel bir hazine var orada… bir çeşit sihir… kimse çalamaz onu… zaman bile… ama size onun ne olduğunu söyleyemem… o bir sır. Ve sırlar söylenmez! *** Ortaokuldaki ilk senemizde bize öğrettikleri bir şarkıyı hatırlıyorum. Adı “Tumbalalaika” olmalı, sözleri şöyleydi: Kar ve yağmur olmadan ne büyüyebilir? Sonsuz yıllar boyunca ne yanabilir? Ve ne ağlayabilir gözyaşı dökmeden? Ah kızım, benimle dalga geçiyorsun biliyorum… Bir taş, yağmur ve kar olmadan büyüyebilir… Aşk, sonsuz yıllar boyunca yanabilir, Bir kalp ağlayabilir gözyaşı dökmeden. 48


*** Jeff’in yuva tanımı beni hüzünlendiriyor. Sanırım ben “Yuva, şapkamı nereye koyarsam orasıdır” tanımını tercih edeceğim.

Bölüm 2: Ben bir gezginim… sıkıcı bir gezgin. Siz hiç “sıkıcı gezgin” diye bir şey duydunuz mu? Benim için gezgin, tanımı gereği heyecan verici ve ilginç bir kişi demektir. Ama ben bir istisnayım! Hani şu kaideyi bozmayanlardan. Ben bile kendimden sıkılıyorum, başkalarının ne yapmasını bekliyorsunuz ki? Kendimden hiç böyle ölesiye sıkılmamış, hayattan hiç bu kadar bezmemiştim. Yine de, garip bir şekilde insanlar benim yaptıklarımdan heyecan duyuyorlar. Peki müzik nerede? Ben duyamıyorum… Bu bana hayatımda aldığım en güzel iltifatı hatırlatıyor. Hayır hayır, öyle “Güzelsin, akıllısın, sen bir meleksin” gibi bir şey değil. Bana yapılan en güzel kompliman şuydu: “Eğer bir adam arkadaşlarıyla aynı tempoda gitmiyorsa, belki de farklı bir davulcunun sesini duyduğu içindir. Ne kadar uzak ve ulaşılamaz olursa olsun, bırakın onu, kendi duyduğu müziğe ayak uydursun." Bir arkadaşım bunu bir yerde okuduğunu ve okurken aklına benim geldiğimi yazmış. İyi de ben anlamadım bunun benimle alakasını. Aradaki bağlantıyı kuramadım bir türlü. Dolayısıyla en sevdiğim sorulardan birini sordum: “Neden?” :) Cevap vermiş neyse ki. Bütün (Ah tabii, yazının orijinali İngilizce olunca bir dolu vardı, Türkçe’de sadece bir tane kalıyor!) maskülen kelimeleri feminen yapmamı söylüyordu. “Eğer hâlâ bir ritim duymuyorsan, bu ritmin olmadığını değil, senin onu duyamayacak kadar onunla yaşamaya alışmış olduğunu gösterir.” Ardından bunun başarı olarak algılanması gerektiğini söylemiş. Gerçekten mi??! Eğer müziği ben duymuyorsam neye yarar? *** Hırslarım yok, rüyalarım yok… Size söylüyorum, ben sönük silik bir insanım.

49


Fantazi sıfır, hayal gücü sıfır… Ölsem daha iyi! İnsanlar ne söylerlerse, onlara kelimesi kelimesine inanıyorum. Yooo, sakın yanlış anlamayın, aptal değilim. Sevinç, her zaman kahkaha atarak belli etmez kendini Ağlamak da mutsuz olduğunuz anlamına gelmez her zaman Ve kelimelerin sözlük anlamları dışında dahası vardır anlatmak istedikleri Bunları bilecek kadar zekiyim. Sadece şu var ki ben verilerle, o varlığı yadsınamayan şeylerle yaşıyorum. Benim çocukluk hayallerim yoktu, şimdi de rüyalarım yok: Benim gerçeklerim var. Ama gerçek nedir? *** Termodinamiğin ilk yasası, enerji yoktan var edilemez ve varken yok edilemez der. Aynı şekilde, madde korunum prensibi denen bir şey vardır. Peki sevgiye ne olur? Artık âşık olmadığınızda nereye gider aşk? Başka birine mi transfer olur? Sevdiğiniz insana kızdığınızda sevgi nerededir? Saklanıyor mudur? Kırılan kalplere ne olur, başlarına neler gelir? Onları tamir edecek bir yer var mıdır? Hani benim böyle bir yere ihtiyacım olduğundan değil. Ben sevemiyorum. Belki de bir kalbim yoktur; taa baştan, ilk baştan kalpsiz yaratılmışımdır… belki sebep budur. Ama öyleyse bile… Benim yaşamımı devam ettirmemi sağlayan bir şey olması lazım. Ben neye özlem duyuyorum? *** Her gün gidip yeni bir ülke görüyorum, yeni insanlarla tanışıyorum. Peki değişiyor muyum? Hayır! Hâlâ eski ben. Günden güne aynı ben. Peki bu etrafımdaki insanlar kim? Arkadaşlarım neredeler? İnsanın kendisinden başka arkadaşı var mıdır? Ne kadar güzel olurdu kendimin en iyi arkadaşı ben olsam. Ben bile kendimle arkadaş olamıyorum (Ne yalan ama! Söylediğim en büyük yalanlardan.)

50


Etrafımda neler olup bitiyor? Kontrolüm yok… yok hayatım üzerinde hiçbir kontrolüm. Ama gidin herhangi bir arkadaşıma sorun, benim bir şeyleri oldurttuğumu söyleyeceklerdir. Bu doğru mu? Hiç sanmıyorum… Her zaman böyle miydim yoksa yeni mi böyle oldum? Bu kadar çok insanın bende gördüğü ruh, o ilham nerede? “Kendine dikkat et,” diyor hepsi. Tabii edeceğim… Ama belki de etmem. İstemezsem etmem. Paşa keyfim ne isterse onu yaparım. Sizi ilgilendirir mi? Ama bu çok sert bir yanıt olur… Ben o kadar acımasız olamam! *** tüm duygularım kayboldu… hissizim düşünce zincirim bütünlükten yoksun… Hikâye başlıyor… ama bitmiyor… ve bir yere de gitmiyor. “Mutlu aşk olsa da, mutlu son yoktur,” diyor Teoman şarkısında. Ama zaten… hayatta herhangi bir şeyin sonu var mıdır? tüm düşüncelerim çekip gitti… kendimi boş hissediyorum

Başkasının Çocuğu (Almanya-Copacabana-İstanbul) İşte karşılarınızda sonuncu müthişinci fikrim: Beş çocuk istiyorum! Bunun için artık çok mu geç?... Sally “Hayır, ama hemen evlenip çocukları art arda sıralaman gerek,” dedi. I-ıh, bu pek mantıki değil. O “Evlat edi…” derken, benzer bir şey benim de kafamdan geçiyordu: “Çözüm bu! Heeeey!... Bu güzel bir fikir.” 51


Bir tane Çin’den, bir tane Hindistan’dan, bir tane Afrika’dan, bir tane Güney Amerika’dan evlat edinirim ve yabancı bir adamla evlenip bir tane de ben yaparım… Ne dersiniz? Düşünsenize ne harika bir aile olurdu! Evde Birleşmiş Milletler! Keşke o kadar kolay olsaydı. *** Bu gezide fark ettiğim şeylerden biri: Çocukları çok seviyorum. Çocuklar… Varlıkları gününüzü daha aydınlık yapmıyor mu? Tabii kendimin yok da o nedenle öyle düşünüyor olabilirim :) Bakımıyla uğraşmak zorunda olmadığınız bir başkasının çocuğunu mu sevmek kolaydır? Yoksa kendi kanınızdan canınızdan birinin sevgisi daha mı farklıdır? Şimdiye kadar, bir çocuk doğurmanın çok zor, dünyaya bir canlı getirmenin sorumluluğunun

çok

büyük

ve

ağır

olduğunu

düşünüyordum.

Aslında,

bu

düşüncelerimde değişen bir şey yok; hâlâ bunların böyle olduğuna inanıyorum. Bilmiyorum… Sadece şimdi bunları gözardı edebilirmişim gibi geliyor. Belki yaşlanıyorum, belki yaşım ve hormonlarımla ilgili bir şeydir. Annelerin çok özel insanlar olduklarını düşünmüşümdür hep. Ama anlaşılan kendim anne olmak isteyecek kadar değil. *** Evde yatakta oturmuş her zamanki gibi kitap okuduğum veya yazı yazdığım günlerden biri. Sessiz gemi çalıyor radyoda… Birçok giden Memnun ki yerinden Çok seneler geçti, çok seneler geçti Dönen yok seferinden E ben buradan memnun değilim… Bir de orayı denemekte fayda var… ölüm… gidip geri dönmemek… düşüncesi cezbediyor beni birden. Ömrümde onlarca defa dinlediğim bir şarkı, o anda intiharı düşündürtüyor bana. 13-14 yaşlarında bir kitap okumuştum: “I Heard the Owl Call My Name” (Baykuş’un Adımı Çağırdığını Duydum). O yaşta bile, o yalın anlatımın ardındaki derin bilgiyi sezmiş; o basit, sıradan kitabı çok sevmiştim.

52


İki yıllık ömrü kalan genç bir rahip bir Kızılderili kasabasına gönderilir. Rahip durumundan bi-haberdir. Başrahip onun için iyi olacağını düşünerek göndermiştir genç adamı bu ücra kasabaya. Kızılderililerin kendisini aralarına almalarını sabırla bekler rahip. Onları izler, onlardan öğrenir. Ve bir gün başrahiple aralarında şu konuşma geçer: “… sadece önemli şeylerin kaale alındığı bir yer, her insanın bu dünyada öğrenmesi gerekeni öğrenmek.” “Ve bu, nedir Lordum?” “Ölmeye hazır olacak kadar hayatın anlamı” (Enough of the meaning of life to be ready to die.) Hayat bazen çok ironik olabiliyor. Utanmadan yüzünüze kahkahayla gülüp dalga geçiyor: Radyo çalmaya devam ediyor… Şimdi Cem Karaca söylüyor… “Ben göremedim, sen görürsün mutlakaaa… Yavrum yavrum” düşüncelerim başka bir yön çiziyor kendilerine/ bu sefer/ bir öncekine dik bir sokağa sapıyorlar. Doğum sokağına Tabii bunun mümkün olması için önce bir erkek lazım. Ama bu yeterli değil. İhtiyacım olan sadece bir erkek olsa, o kolaydı. Hayat boyu arkadaş ve sevgili, kendiniz olabileceğiniz ve beraber büyüyebileceğiniz birini aradığınızda biraz zorlaşıyor iş. Üstüne üstelik, derin ve güçlü ilişkiler bir gecede oluşmuyor. Akıllı bir arkadaşım “Bırak, aşk/sevgi bir muz çalı çiçeği gibi değil, bir çınar ağacı gibi yavaş ve sağlam büyüsün” diye tembihlemişti. Kabul etmem lazım, bunu yapması bazen çok zor (hatta neredeyse imkânsız olacak kadar zor); ama sonuçta çok daha ödüllendirici olacağına ve bekleme sancısına değeceğine eminim. Zaman bir ilişkiyi ya yıpratır ya güçlendirir. Arkadaşlık zaman ve mekân testini geçer eğer kökleri yeterince sağlamsa. Ufak bir alevi söndüren ama ateşi körükleyen rüzgâr gibi. Bazen, özellikle insanlar konusunda ne kadar sabırlı olduğuma ben bile şaşıyor olsam da kendimi sabırlı biri olarak tanımlamazdım. Ama sorun bu değil. Bekleyebilirim. Elimde çok fazla zaman var (Hoş, bu tam olarak doğru değil ya bu gezide zaman

53


kavramını yitirdim). Sorun beklemek değil, çınar ağacı tohumunu nerede bulacağım?? Hani bir an önce eksem de büyüse :) Neyse ki hayat, komik bir delikanlı. Bir an dünyanız parçalarına ayrılıyor… olabilir, bir sonraki an bulutlarla dans ediyor… olabilirsiniz. Veya bir şeyi en az beklediğiniz bir zamanda elde edersiniz, vazgeçtiğinizde… pes ettiğinizde… Oradadır, sizi bekliyordur… Hatta hep orada gözünüzün önünde olmuş ama siz onu görmemiş olabilirsiniz. can vermek/ birine can vermek kendin can vermek Şu anda içimde bir dinginlik hakim… Fırtınalı bir gemi yolculuğundan sonra suların durulması gibi… Aslında hepsinin kısacası… Ben gönülden inanıyorum, veya daha doğrusu inanmak istiyorum ki :) Her ne ise aradığınız, bir sevgili, bir çocuk veya hayatın anlamı Hazır olduğunuz zaman, elde edersiniz.

Ara Söz: Eski yazılarımı okuduğum zaman bazen ben bile aynı fikirde olmayabiliyorum kendimle. Veyahut yazdıklarımı saçma, fazla duygusal, kötü buluyorum. Kimi zaman ise “Aferin bana” diyorum ve tekrar eğleniyorum onları okurken. Yaptıklarımı kıskanıyorum, yazdıklarımı

kıskanıyorum.

Kıskandığım

başkaları

da

var.

Neyse

lafı

fazla

gevelemeyeyim, muhtemelen bazı şeylerin zıttını da düşünmüşümdür ama bir zamanlar bu benmişim; bunları düşünmüşüm. Ve ben onlara, sadık kalmak istedim.

54


kendi başıma Yaşasın özgürlük, çok yaşasın trenler! Jeff gitti, ben aracı limana bıraktım ve nihayet özgürüm! Bilbao’dan Salamanca trenine bindim.

Salamanca’yı çok sevdim. Buradaki katedralin yapımının 220 yıl sürdüğünü biliyor muydunuz? Bir kitapta diyor ki "Fasaddaki detayları sindirmeye çalışırken nasıl olmuş da bu kadar çabuk bitirmişler diye şaşıracaksınız." Düşündüm de… Başkaları bakıp “Vay Canına!” desin diye böyle binalar yapıyor olmalı bu insanlar. Pansiyonda, odamda oturuyorum: Birden bir gitar sesi yakalıyor beni. Müziği dinlerken bir kez daha emin oluyorum: Salamanca harika. Ama yarın sabaha karşı 4’te tren istasyonunda beklerken böyle hissetmeyeceğime bahse girerim! Gitarı kim çalıyor diye gidip bakmıyorum rahatsız ederim korkusuyla. Sonradan keşfediyorum: Meğer pansiyonu yöneten adammış. Hakkında daha çok bilgi ediniyorum. Haftada 3-4 gün koşmaya gidiyor, kalan günlerde yüzüyor ve bisiklete biniyor, üç senedir gitar çalıyor, “zor” diyor, dans kurslarına başlamayı düşünüyor. Ve mükemmel bir ahçı! Böyle çok yönlü insanları hep takdir etmişimdir ve tabii gıptayla teessüf de ediyorum.

Salamanca tren istasyonu artık hafızama iyice kazındı. Geçen gün 21:00-04:38 (7,5 saat), ertesi gece 02:20-10:30 (8 saat), toplam 15,5 saatimi geçirdim burada… Doğuştan sırtçantalı bir gezgin olmadığımı biliyordum da… Bir daha tren istasyonunda gecelemeye niyetlenirsem biri bana bunun için fazla yaşlı olduğumu hatırlatır mı lütfen? Üstelik her tarafım tren bileti oldu! :) O gün neredeyse trenimi kaçırıyordum. Geç kalmıştım; o nedenle saati fark ettiğimde soluk bile alamadan yerimden kalktım ve koşturdum. Trene yetiştim ama bu sefer de ineceğim tren istasyonunu kaçırıyordum. Uyumayayım diye o kadar çabaladım. Nafile. Uyku süzülmüş sinsice gözkapaklarımdan içeri.

55


Gerçi saati kurmuştum ama gözlerimi o çalmadan açtım, daha 10 dakikam vardı. Tren hızlı geçtiğinden ve istasyon isimleri her yerden görünmediğinden ineceğim yeri zamandan hesaplıyorum. “Bir sonraki istasyon olmalı Salamanca. Tam zamanında uyanmışım,” dedim kendi kendime. Yaşlı, sevimli bir çift oturuyor karşımda. Yüzlerinden okunuyor yıllardır huzurlu bir yaşamları olduğu. Tonton amcam "Uzağa mı gidiyorsun? Fransa'ya?" diye sordu. "Salamanca," dedim. Kafasını tren penceresinden dışarı uzattı. Hangi istasyonda olduğumuza bakıyor gibiydi. Baş bir o yana, bir bu yana ve içeri döndü. “Burası Salamanca.” Şanslı kızım vesselam. Meğer erken gelmişiz! Apar topar çantalarımı kapıp fırladım. Arkamdan sesleniyor amca: “Acele etme.” Doğru dürüst hoşçakal diyemediğim, veda edemediğim için üzülüyorum… Ama eminim anlayışla karşılamışlardır. *** Bir parkta oturuyorum. Gözlerim kapalı güneşin keyfini çıkarıyorum. Kulağıma sanki bana hitaben söylenmiş bir ses geliyor. “¡Hola!” (Merhaba) diyor birisi. Gözlerimi araladığımda küçük bir çocuğun yaklaştığını görüyorum. “¿Por que no vas a casa?” (Neden eve gitmiyorsun?) diye soruyor. Gülümsüyorum. Öyle şeker ki! Afrika’da kimse onlardan biri olduğunuzu düşünmüyordu. E İskandinav ülkelerinde de yabancıyım, belli. Fakat İspanya’ya geldiğimde artık onlardan biri olmuştum. Akşam çöktü… Bir kez daha trene biniyorum. Eşyalarımı toparlamaya çalışırken bir görevli "¡Hey chica!" diye seslenip bir şeyler söylüyor. Sonunda çıkartıyorum ne dediğini, son “compartamento” (vagon) boşmuş, orada oturabilirmişim. Beni yerime yerleştirdi. İnsan İspanyayı ve İspanyolları nasıl sevmez?!

Porto: “Porto iki gece trenlerde uykusuz sürünmeye değecek bir yer olsa iyi eder,” diye düşünüyorum yolda. Sanırım olacak. Bütün günü dar sokaklarda yürüyerek, limanı keşfe çıkıp, tramvay müzesini, katedral ve plazayı gezerek geçirdim.

56


Bazı şehirler geceleri bir başka güzel oluyor. Makyajlı kadınlar gibi… Işıklar yanınca yüzleri parlıyor. (FOTOĞRAF: EPSN0185) Gündüz sıcak ama akşamları soğuk. Burası Avrupa olacak bir de, değil mi? Bu insanlar kalorifer veya ısıtıcı nedir duymamışlar gibi duruyor. “O kadar sıcak ki ihtiyaçları yok” filan da değil hani! Evet fiziksel olarak orada bulundum belki ama Porto’ya gittim diyemem. Porto’ya gidip port içmeden dönülür mü? N’apim Jeff yoktu ki yanımda bana içirsin.. Aaah, bu geziyi yaptığım her gün ayrı güzel. İyi ki gelmişim, iyi ki geziyorum; büyüyorum. güneşli ve sıcak porto´dan sevgiler,

İlkinci AraAra Söz: O kendimi yabancıladığım insanlardan ayrılıp bir süre tek başıma gezdikten sonra Londra’ya gittiğimde bir dostun yanında bulunmak harikaydı. Birazcık sevindirik olmuştum…

Çoktan Kaybolmuş Çocukluk Hatıraları heeeeeey! bilin bakalım şu anda dünyanın en mutlu insanı kim?! hayat harika değil mi? aldığım tüm postaları seviyorum (keşke hepsini okuyabilseniz, en sonuncusu İstanbul’daki amcasını ziyarete geldiğinde okuduğu bir dergiden yaptığım geziyi öğrenen bir Nijeryalı’dan!), yolda karşılaştığım, tanıştığım tüm güzel insanları seviyorum, yağmuru seviyorum, güneşi seviyorum, suyu seviyorum (köpüklü sıcak bir banyodan sonra yeni doğmuş bir bebek gibi hissetmeyi. ve tabii ki susuzluğunuzu dindirmek için su gibisi yok). çocukları seviyorum, ispanyolları ve yaptıkları ekmeği seviyorum, seyahat etmeyi seviyorum (ama bazen bütün gün evde kalıp hiçbir şey yapmamayı da seviyorum). gülmeyi seviyorum, ağlamayı daha da çok seviyorum, sinemayı seviyorum, kitapları seviyorum, en çok Bozkırkurdunu seviyorum, büyükbabam Hermann Hesse’yi seviyorum, Pedro’yu (soyadı: Almadovar) seviyorum, aynı hataları tekrar ve tekrar yapmayı seviyorum, Cnn-Türk’ten birinin beni aradığını duymayı seviyorum, çirkin yara izimi seviyorum, hayatın acı-tatlı-ekşi-tuzlu-buruk tadını seviyorum, yap-bozları 57


seviyorum, atları seviyorum, yunusları da seviyorum, ah kaplumbağayı unutmayalım, güzel gözlü zürafayı, kuşları da… ama anlamalısınız ki tüm hayvanları burada saymam mümkün değil. anahtarsız kapıları seviyorum, kağıt ve kalemi kesinlikle çok seviyorum, yeşili (doğanın rengi) seviyorum, kırmızı ve maviyi (tutkunun rengi, huzurun rengi) seviyorum, peki ya beyaza (masumiyetin rengi) ne demeli, siyah (insanların rengi) seviyorum, sarıyı (güneş ve ışığının rengi) seviyorum, mutluluğun rengi nedir? ilkokul birinci sınıf müsameresinde söylediğim şarkıyı hatırlıyorum : “ilkbaharı cicim, çok sevdiğim için, hep yeşildir elbiselerim” :) çocukluğumu hatırlamayı seviyorum, sürücü koltuğunun yanına veya arkasına oturmayı seviyorum, ağaçları seviyorum, çiçek almayı seviyorum, gündüzü seviyorum, geceyi seviyorum, yürümeyi seviyorum, ailemi en en çok seviyorum, çorbayı seviyorum, koca burnumu ve onu her şeye nane yapmayı seviyorum, gözlerimin altındaki çizgileri seviyorum, saçımdaki beyazları o kadar çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim!, müziği seviyorum, bunalımı seviyorum. ah, nasıl unuturum? aynaları seviyorum... ve tabii ki içinizdeki en iyiyi yansıtan aynaları seviyorum. -Londra

Sonuncu AraAra Söz: Monoton bir ilkokul öğrencisi yazısı mı okudunuz? Bu yazı, albenisi son cümlesinde saklı evladım benim. Bütün o cümleleri kurdurtan o son cümlesinde…

Londra: İki günü eski ve yakın bir arkadaşımla geçirdim. Haftanın geri kalanını da hiç tanımadığım insanlarla. Tamamen yabancı kişilerle kendimi bu kadar kendi evimde hissedeceğimi asla hayal bile edemezdim. Helsinki’den Stokholm’e giden gemideki Finli bir çocuk sayesinde tanıştım Turgay’larla. Londra’da Türk arkadaşları olduğunu söyleyip telefonlarını vermişti bana Pasi. Bazen hiç tahmin etmeyeceğiniz karmaşık yollardan geçirerek çok özel insanlar çıkarır hayat karşınıza. Şaşırır ve u/mutlu olursunuz. Veya bu kadar çok yer görüp, bunca müzeye gittikten sonra bile hâlâ sizi etkileyebilen yerler olduğunu görürsünüz. Kraliyet Savaş Müzesi gibi. Başka şeyler de yapmak istersiniz… Mesela Big Ben’e çıkmak, Londra Kulesi’ni gezmek gibi. Ama bir türlü fırsat veya kısmet olmaz, onlara sıra gelmez. “Olsun” dersiniz, “Bir yere tekrar gitmek için bir sebep gerektir insana.”

58


Oradan ayrılmak için de bir sebep vardır elbet. Avrupa’da biraz daha kalırsam ocağıma incir dikecek! Londra korktuğum kadar soğuk ve yağışlı değilse bile yaza gideceğim için mutluyum. Bekle beni Rio de Janeiiiiiiro!

Güney Amerika Ve hayallerin kıtası! Mekânımız: Dehşet hikâyeleri anlatılan bir şehir Zamanımız: Karnaval zamanı filan değil, normal günlerden biri. Vakit gündüz. Kahramanımız: Belediye otobüsünde herkesin içinde boğazına bıçak dayanmış ve soyulmuş bir genç. Ertesi gün ilk uçağa atlayıp ülkesine dönüyor. Mekân 2: Böyle olayların yaşandığı aynı şehir Zaman 2: Bir Cuma gecesi Kahramane: Sahildeki tezgâhlardan ufak hayvan şeklinde tütsülükler aldığı Peru’lu kadının davetini kabul eden bir kız. Gece yarısı yakılan ateşler, yapılan gösteriler, çılgın danslar, travestiler… Müthiş eğleniyor ve sabaha karşı saat 3’te tek başına hosteline dönüyor. *** Gündüzleri… Aracı gümrükten çekmek için çimlerde veya ofiste oturarak harcanan saatlerle geçiyor… Jeff yerde bulduğu telden, bir araba yapıp bana hediye etti. Jeff beklemeye devam ediyor, ben arada kaçıp dolanıyorum şehirde. Müze, kütüphane filan geziyorum. Akşamları… Değişik bir müzik geliyor penceremizden yemeğe oturduğumuzda. Halka şeklinde oturmuş bir grup var. Capoeira yapıyorlar. Capoeira, Afrika’dan gelen kölelerin dövüş-dans sanatı. (FOTOĞRAF: 1422RIOS) Çekiniyorum önce Copacabana’da. Her kitap uyarı dolu. Ama hakkımı teslim etmek lazım, üç gün direndim… Maalesef dördüncüde nefsime yenik düştüm. “Buraya

59


gelmişim, dünyanın en ünlü plajından birindeyim. Bir kumsalda yürümemiş mi olacağım yani?” Hiç pişman değilim... Çoook güzel sahil. Gölgeler korku getirse de deniz huzur dolu. Kumlarda güller bitmiş. Neden sonra, kaldırım kenarına oturdum. Elime yapışan kumları temizlemek için ellerimi çırptım. Ve korkuyla irkildim. Bir adam kafasını kaldırmıştı altımdan! Evsizlerden biri kendine sığınak bulmuş kaldırımın çıkıntısını; elimden çıkan sese uyanmış, “Bu kim gürültü yapan da kim?” diye bakıyor. *** Brezilya gibi deniz, güneş ve samba diyarında… hayatımda sıradan bir gün… ileride başka bir gün hatırlayıp gülümseyeceğim (FOTOĞRAF: RIO) *** Ben bir küçük insanım Hem aklım var hem canım Kanım halis Türk kanı Bu küçücük insanı Hele olsun kocaman Görürsünüz o zaman İlk öğrendiğim şiir belki de. Nereden geldi aklıma bilmem. Küçük insanlar büyüyor… Büyürken Dünyanın döndüğünün farkına varın!

Kıskanç Paranagua-Buenos Aires

60


Bazı özel anlar vardır, ruhunuzda bütünlüğe ihtiyaç duyduğunuz. Kaybettiğiniz yarınızı aradığınız. Ve başka özel anlarda da biriyle paylaşırsınız bunu. O zayıf tarafınızı gösterirsiniz birine. İşte bir akşam konuşurken Jeff böyle bir itirafta bulundu: “O’na rastlasaydım güzel olurdu.” Ve hemen ardından örtüverdi üstünü, utanılacak bir şey varmış gibi bunda. “Bu yolculuk doğru kadını bulmakla ilgili değil.” Ah evet evet, bu yolculuk doğru adamı/kadını = doğru insanı bulmakla ilgili! Yani en azından ben öyle olduğunu sanıyordum :) Ama hangi doğru insan?? Nasıl bir doğrudan bahsediyoruz burada? Evliliğin doğru insanı bulmak değil, doğru insan olmak olduğunu söylerler. Ben doğru insan diye bir şey olduğuna inanıyorum ama evet, aynı zamanda siz de doğru insan olmak zorundasınız. İlişki fonksiyonu için şöyle bir tanımım var: eğer x, y < 1

=>

f(x+y) < 1

eğer x, y = 1

=>

f(x+y) > 2

Bunu tercüme etmek gerekirse… Eğer siz başta bütün bir insan değilseniz, biriyle beraber olduğunuzda da tamamlanmayacaksınız. Bu niyetle başlayan bir birliktelik sadece içinizdeki boşluğu büyütecek. Diğer taraftan, eğer sağlam bir karakter oluşturmuşsanız kendinize, ve ayaklarınız sağlam basıyorsa yere… İşte o zaman tamamlanır ve beraber ikiden fazla edersiniz. Bu durumda 1 artı 1’in 6 etmediğini söylemeye biri cüret etsin edebilirse, hodri meydan! Benim fonksiyonum, istediğim gibi tanımlarım. Bu gezinin bir “dünya turu yapma yarışı” olmadığını sanıyordum ben. Kendini görmek, hayatınla aslında ne yapmak istediğini keşfetmek olduğunu sanıyordum. Kendini kaybetmek ve yeniden bulmak olduğunu. Diğer insanlardan ve kültürlerden öğrenmek, tüm önyargılarından kurtulup 32 (veya her ne ise) yıllık tecrübenle yeni bir kişilik yaratmak olduğunu sanıyordum. İçten büyümek, toprağa daha derine… Dışarı doğru büyümek, gökyüzüne daha yükseklere… Jeff’in “Türk kızından büyük laflar,” dediğini duyar gibi oluyorum. Evet, itiraf ediyorum. Büyük sözleri severim. ***

61


Kendimi yataktan kalkmaya zorluyorum. Nihayetinde buraya uyumaya gelmedim! Uruguay’a gideceğim. Limana doğru yollanıyorum. Saat 9’da Colonia’ya giden bir gemi var. Elimizdeki iki rehber kitap da tek yön 33 yeşil ($) diye yazıyordu, 8 yeşil de vergisi vardı; yani toplam 74 $ ve kitaplara göre tüm ülkelerden vize isteniyordu! Günübirlik bir gezi için caydırıcıydı bütün bunlar. Amma velakin, benim ihtiyacım yoktu vizeye. Gidiş-dönüş 22 yeşillik biletimi alıyor ve 10 dakikada gümrükten geçiyorum. Vergi de ödemiyorum. Hani var da ödemiyor değilim; öyle bir şey yok. Yani siz siz olun, okuduğunuz her şeye inanmayın asla!: her zaman kendiniz kontrol edin vazgeçmeden önce. Amerikalı bir fotoğrafçı, Daniel Reilly ile tanışıyorum gemide. “Üç ayda bir Colonia’ya gitmem gerekiyor,” diyor. Nasıl yani?... Gerekiyor?! Ah evet, çünkü turist vizesinin süresi doluyor. Uzatmakla uğraşmak yerine, ülkeden çıkıp yeniden giriş yaptığında otomatikman bir üç ayı daha oluyor. Sekiz aydır Buenos Aires’te yaşıyormuş. Kartımı uzatıyorum ona, cebine koymadan önce inceliyor. “Demek sen de fotoğrafçısın?” Doğrusu şu ki, kendim kendimi öyle ilan ettim! Üniversite diplomam benim bir yüksek makine mühendisi olduğumu söylüyor. Ama o sadece bir unvan, diploma da sadece bir kağıt parçası. Öyle değil mi? Sohbete devam ediyoruz. Arjantin’in şu anda olağanüstü hâl durumunda olduğunu söylüyor bana. Hükümetin kötü yönetimi insanların canına tak demiş, standardın altındaki yaşam koşullarından şikâyet ediyorlarmış. “İnsanlar süpermarket sahiplerine yiyecek vermelerini söylediler, onlar vermeyince de bugün talana başladılar,” diye anlatıyor. İşte bu, dün anlamadığımız garip olayları açıklıyor!! Demek bu nedenle polis bizi otoyolda durdurup dikkatli olmamızı söylemiiiş! Demek kamyonlardan çabuk çabuk bir şeyler fırlatan adamlar yağmacılarmış! Demek dün akşamki tüm şamatanın sebebi buymuuuş. Uzun bir kalabalık, ellerinde tencere ve tavalarla şehrin ana caddesinde dam-dam-dam, tram-tram-tram yürüyordu. Demek maç kutlaması filan değil, protesto imiş bunlar. 2,5 saat çabuk geçiyor; gemi limana yanaşıyor. Turist bürosuna “Montevideo’ya gidip dönebilir miyim?” diye soruyorum. Hayır, orası bir günlüğüne gitmek için çok uzak. Peki, madem öyle ben de Colonia’yı gezerim.

62


Colonia del Sacramento 1680 yılında kurulmuş. Portekiz ve İspanyollar bu güzel toprak parçasına sahip olmak için birbirleriyle savaşmışlar. Colonia, tam Buenos Aires’in karşısında stratejik bir öneme sahip. Barrio Historica, yani tarihi merkez, limandan sadece dört blok ötede. Önce elime içinde ıspanak gibi bir şeyli çörek alıyorum. Yammm, lezzetli! Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürüyorum… Sanki burada her binanın anlatacak ayrı bir hikâyesi var… hepsi vakur ve asaletli, İnsan onlarla konuşamasa da, onları duyup anlayamasa da biliyor bunu… Caddelerde kırık-dökük arabalar/ sanki zaman 1950’lerde durmuş burada. Kasabanın feria’sına yani pazaryerine gidiyorum; gidiyor ve eski paralar alıyorumkimbilir hangi denizcinin elinden geçmiş, hangi çocuğa şeker almış, hangi handa gecelemiş eski paralar. Ve sonra üç yüz yıldır nehri seyretmekte olan Museo del Azulejo- Mavi Müze’yi ziyaret zamanı. Sahil boyunca yürürken her 10 metrede bir durmak zorunda kalıyorum. Burada kızlar fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanıyorlar. Bir orada bir burada hoplayıp zıplayan köpekler, kumda oynayan, yüzen, şakalaşıp gülüşen ve ağlayan çocuklar, onları seyreden büyükler... Barrio Historica’nın 5 km batısında Real de San Carlos var. Yüzyılın başında Arjantinli bir işadamı olan Nicolas Mihanovich 1,5 milyon $ yatırım yapmış buraya. 10.000 oturma kapasiteli Plaza del Toros (boğa güreş alanı), 3.000 kişilik jai alai (topu tutmak ve atmak için kola bağlanan sepetlerle oynanan bir Latin Amerika oyunu) sahası, bir at yarış alanı ve bir otel-casino için. Tüm bunlardan sadece hipodrom kalmış bugüne. Gerisi… harabe. Hipodromun akustiğinin çok özel olduğunu söylemiş, içeride el çırpıp denememi tembihlemişti beni oraya girerken gören bir adam. Sesim yankılanıyor. Tüm dünyada bir tek ben varım, tüm dünya benim orada. O koca hipodromun ortasında.

63


Kasabada bir de ‘paleontoloji’ müzesi var. Beşer metrekarelik iki odadan oluşan bu küçücük yeri görünce o şatafatlı ad gülümsetiyor insanı. Yine de, binlerce yıl önceden kalma devasa kaplumbağa kabukları ile adının hakkını vermiş müze. Dönüşte farklı bir yol izleyip ormandan yürüyorum. Bir kadın gülümseyerek “Günaydın,” diyor sanki kırk yıllık komşusunun kızıymışım gibi. Hani yabancıya güleryüz gösteriyor desem değil, çünkü tipimde “turist” yazmıyor buralarda. İnsanlar çok canayakın, o kadar. Bir kitap şöyle anlatıyor: Buraya ilk gelen Portekiz gemicilerinden biri Pero Lopes de Souza, günlüğüne şunları yazmış. “Bu, görmeyi hayal edebileceğim en güzel toprak.” Burada bir şehir kurmayı düşleyen Castilla’nın hizmetindeki Venedikli, Sebastian Caboto da aynı izlenimleri edinmiş. Ne var ki, yerli Hintliler o kadar kaba ve düşmancılmış ki, sonunda Castilla orada bir şehir inşa etme planlarından vazgeçmiş. Şimdi, yani 500 sene sonra, Uruguay hâlâ aynı doğal güzelliklere sahip; fakat bir şey değişmiş durumda: Yerliler misafir ağırlamaktan şeref duyuyorlar; mümkünse onlarla bir bardak mate (her daim yeşil bir Güney Amerika ağacından yapılan çay) içiyorlar. Burada insanların hâlâ sohbet etmeye, tarlaları, günbatımını, nehirleri, kum ve denizi seyretmeye vakitleri var. Evet, tüm bunlar doğru gibi duruyor. İki yaşlı çift sokakta çene çalıyor; çiçeklerin arasından siesta yapan bir adam görüyorum. Hayat o kadar sakin ki burada zaman bile sakinleşmiş. Tarihi merkeze geri döndüm. Şimdi tatlı vakti. Denizfenerinin aşağısındaki yaşlı çınar ağacının altına oturup nehre karşı günbatımını seyrediyorum. Maalesef artık dönüş vakti. Limana doğru yavaş adımlarla yürürken kendimi yorgun ama dingin hissediyorum. Uruguay’da o kadar sessiz sakin ve keyifli bir gün geçirdim ki… Kendimi çok kıskanıyorum :-> sahip olduğum tüm arkadaşları, gittiğim tüm yerleri, çektiğim tüm fotoğrafları, tanıdığım tüm insanları kıskanıyorum. Tüm bunlar için çok kıskanıyorum kendimi. Eğer daha iyi İspanyolca konuşsaydım daha da çok kıskanırdım. “Pekâlâ!… Bu geziye artık devam edemem!” diyorum kendi kendime. Fazlasıyla mutluyum! Her iyi şeyin bir limiti olmalı. Yoksa daha sonra nasıl tatmin olacağım? Sık kullanıldığında dozunu arttırmanız gereken ilaçlar gibi mutluluk da. Şehrin ana yaya caddelerinden birindeki otelimizdeyim yeniden.

64


Birinci katta, ortasında sahanlık bulunan avlunun sonundaki odamıza girdim. Jody, Montevideo’ya gidip gitmediğimi soruyor. “Hayır,” diyorum, “Colonia’ya gittim.” “Nasıldı?” “Montevideo’dan daha güzel.” Ardından Jeff oturduğu masadan arkasına dönerek, “Burada devrim oldu,” diyor. Biliyorum; gemide televizyonda seyrettim. “Bu tüm gezinin en harika günüydü,” diyor Jeff heyecanla. Gözüne nasıl gözyaşartıcı bomba geldiğini, her şeye rağmen kaçmayıp da nasıl fotoğraf çektiğini, her zaman bir gazeteci olmak istediğini ve o gün karmaşanındevrimin-tarihin ortasında olduğunu anlatırken kötü kalpli canavarı yenmiş yedi yaşında bir çocuğu andırıyor. Şimdi onu kıskanıyorum! Tabii ki gerçek anlamda değil. Sadece ben de isterdim orada olanları görmüş ve yaşamış olmak. Maalesef, aynı anda iki yerde birden bulunamıyorsunuz. Bilemezdim ki böyle bir şey olacağını. Hem bilseydim bile Uruguay’daki bu harika günümü değişir miydim bilemiyorum. Hangisini tercih ederdim karar veremiyorum… Bu sakin ve huzurlu günümden vazgeçmek istemezdim ama heyecanı ve hareketi de kaçırdım. İki gün… Bir günde yaşanan iki zıt gün… İkisi de aynı derecede mükemmel! ***

Flashback (Geriye Dönüş): San Martin Plaza’dan otele doğru yürürken, beynimde bir soru dönüp duruyor:: “Nasıl daha mutlu olabilirdim? Tüm bunlar öyle mükemmel ki! Nasıl daha güzel olabilirdi?” Soruma rüzgâr cevap veriyor… Çiçek kokularının melodisini duyuyorum. Beynimin daha farklı bir yanıtı var… “Tüm bunlar yanında özel biriyle daha güzel olabilirdi,” diye konuşuyor sesli. Ama şu anda, biz fazlasıyla mutluyuz… Ben ve yalnızlığım

65


Ara Söz: Arabayı gümrükten çekip İguazu Şelalesi üstünden Paraguay, Uruguay, Arjantin ve güneye Tierra del Fuego’ya (Ateş Toprakları) indik. Ushuaia’ya “end of the world”, yani dünyanın ucu demişler. Bir anakaranın en güney noktası. Ve dünyanın en güzel buzulu olduğu iddia edilen Moreno Buzulu’nu görmeye gidiyorduk…

Bir Kazanın Anatomisi Takla atmaya başladığımız sırada ne hayatım gözlerimin önünden geçti, ne de dua etmeye başladım. Tek düşünebildiğim “Neler oluyor?” idi ve içimden bir ses “HAAAAAYIIR” diye bağırıyordu. *** Nihayet sarsıntı durduğunda beynim de durmuştu sanki. Gözlerimin önündeki kan gölünü görebiliyordum ama bir şey ifade etmiyordu. Bir yerden kan damlamaya devam ediyor… Jody’nin sesi kendime getiriyor beni. “Gülin, iyi misin?” “Evet iyiyim.” Tepetaklak, direksiyonla koltuk arasında sıkışmış dururken ne olduğunu kavramaya çalışıyor beynim hâlâ. Birden Jeff’in ayağını görüyorum önümde. Kopmuş gibi duruyor. “Jeeeeff! Jeff iyi misin?”, “Jeff iyi misin?”, “Jeff iyi misin?” diye kaç kere tekrarladığımı bilmiyorum zayıf bir “İyiyim” yanıtı alana kadar. Sesi pek inandırıcı gelmiyor. Korkuyla ayağını oynatıyorum… Oynuyor ama hâlâ emin değilim canlı olduğundan. Jody dışarıda… Yanıma gelip tekrar soruyor “İyi misin?” diye. “Seni oradan çıkarmamız lazım.” Hareket edemiyorum. Emniyet kemeri sımsıkı tutuyor beni, izin vermiyor kıpırdamama. Jody bir şekilde çözüyor kemeri. Kapıyı açmama gerek yok. Artık camı olmayan pencereden dışarı çıkıyorum sürünerek. Jeff de dışarıda… Herkesin tek parça ve hareket edebiliyor olmasına sevinmem gerek ama hâlâ ilk şoku atlatabilmiş değilim. Yüzümde gözümde kan olduğunu 66


hissediyorum ama aldıran kim? “Özür dilerim Jeff,” diye takılmış plak gibi dönüp durmaktan başka bir şey yapamıyorum. “Her şeyi mahvettim.” “Sadece para,” diyor Jeff. “Hayır, sadece para değil, biliyorsun.” “Planlar değişecek, o kadar.” Hayır, o kadar basit değil! Ne güzel hayallerimiz vardı. Artık yok… Her şey ne kadar güzel olacaktı... Mahvettim her şeyi! Ağlayamıyorum bile… Şili ile Arjantin sınırı arasında, “No Man’s Land” denilen, hiç kimsenin ülkesindeyiz. Rüzgâr acımasızca esiyor. Her şeyimiz etrafa savrulmuş durumda. Tuvalet kağıdı metrelerce ötede uçuşuyor. Jody yardım bulmaya gitti. Jeff yağmurluğunu uzatıyor bana. “Ben üşüyorum, sen donuyor olmalısın.” Doğru… Ama istemiyorum. Arabanın dibinde kıpırdaman öylece kalmaktan başka hiçbir şey istemiyorum. “Benzin sızmaya başlamasından korkuyorum, eşyaları bir an önce toplamamız lazım.” Biliyorum şimdi sızlanma zamanı değil; o sonra da yapılabilir; olan oldu artık, sorun olmaktansa çözüm olmam gerek şu anda. Hiç içimden gelmese de kalkıyorum, eşyaları gelişigüzel çantalara tıkmaya başlıyoruz. “Afrika’daki tüm tur rehberleri sürekli takla attırırlar Land Rover’lara.” “Bana ne başkalarından? Bana olmamalıydı!” diye isyan ediyor içim ama dile getirmiyorum. (*) Land Rover’lar devrilmeye meyilli arazi araçlarıymış. Ondan da bana ne?

(*) Şimdi düşününce “Neden bana olmamalıymış?” diye soruyorum kendime. Tabii ki bu sorunun yanıtı yok, o anın mantığı olmadığı gibi.

Jody yolda rastladığı İsrailli bir grupla geri dönüyor. Arjantin sınır kapısına bırakıyorlar bizi. Bir hemşire mikrop kapmasın diye yaralarıma tentürdiyot sürerken içeriden Jeff’in arabayı çekmek için kamyonet sorduğunu duyuyorum. HI???!... Ben onu orada öyle

67


bırakıp gideceğimizi, her şeyin bittiğini sanmıştım. “Sen kal,” diyorlar ama tabii ki kabul etmiyorum. Sorumlu ben olduğuma göre orada olmam lazım. Korkunç rüzgâr hâlâ esmeye devam ediyor… Beş yapılı adam uğraşıyor aracı düzeltmek için ama Max de benim gibi sadece olduğu yerde öylece kalmak istiyor olmalı. İnatla, azimle direniyor. Taa ki adamlar pes edene kadar. Tekrar sınır kapısındayız. “Yaralarını temizlemelisin,” diyor Jeff. Evet ama kan iyice kurumuş durumda. Önce yüzümü yıkıyorum. Kolumu temizlemek o kadar kolay değil. Suya tuttuğum anda acıyla geri çekiyorum. Ne olduğunu anlamak için baktığımda deriye batmış cam parçasını görüyorum. Jody “Cımbız lazım,” diyor, birileri gidip getiriyor. Hemşire elinde cımbız bana doğru hamle yapmaya kalktığında durduyorum onu. “Ben yaparım.” Cımbızı da istemiyorum, elimle yavaşça çekiyorum hain cam parçasını. Jody “Saklamak istiyor musun?” diye soruyor. Yüzümde acı bir gülümseme, “Hayır” anlamında sallıyorum başımı. Ilık su ve bir bez parçasıyla yavaşça temizliyorum kanları. Ve ancak sonra inceleyebiliyorum yaraları. Ufak ama derin birkaç kesik var. “Dikiş gerekir mi dersin?” “Hayır,” diyor Jeff, “Ama bant yapıştıralım, böylece iz kalmaz.” “İzi her halükârda kalacak.” “Olsun, böyle yaparsan daha az kalır.” Kamyonet yerine traktör bulunuyor Max’i çekmek için. Jeff yine orada kalmamı söylüyor bana. Bir işe yaradığım yok zaten… Bu sefer itiraz etmiyorum. Jody duş alıyor. Benim bu yaralarla yıkanmam iyi fikir mi bilmem ama evet, su her zaman iyi geliyor. Çıktığımda Jeff de dönmüş. O da duş alıyor. Artık beklemekten başka yapacak bir şey yok. “Vardır bir öğreteceği Allah’ın. Vardır bir bildiği,” diye geçiyor aklımdan. Hayatta her şeyin bir amacı olduğuna inanmışımdır hep. “Her işte bir hayır vardır” sözüne de. Yoksa bu bir avuntu mu sadece?

68


Kendi kendime hatırlatıyorum iki gün önce yazdığım hikâyeyi... Yazdıklarım bana düşman sanki. “Güneş her gün yeniden doğar,” demiştim. Şimdi pek doğru bir cümle gibi görünmüyor. Bir köşeye geçip sessizce ağlıyorum. Yarım saat sonra Fernando (askerlerden biri) dayanamayıp yanıma geliyor, “Lütfen ağlama artık. Size bir şey olmadı, iyisiniz” diyor. O gittikten sonra Jeff geliyor yanıma, “Eskisini değiştirip kendime mavi bir kasa alacağım.” Saat gece yarısı.. İçeride yemek hazırlıyorlar. Bir şey yiyecek halim yok. Jeff “En azından sofraya otur ki bu insanlara iyi bir ev sahibi olduklarını hissettir,” diyor. Doğru söylüyor yine!... Oturuyorum… Sadece oturacağım ama. Masanın ortasında koca parçalar halinde et yığını duruyor. İsteksizce bakıyorum. “Bir parça alıp tabağımda oynarım” diye geçiriyorum içimden. Pek öyle olmuyor. Yanımda oturan Fabio eti tabağıma koyup kesince “yemeyeceğim” demem mümkün değil… Hımmm… Et öyle lezzetli ki! Salonu temizleyip uyumamız için bize bırakıyorlar. Uyku tulumlarımızı şöminenin karşısına seriyoruz yere. Herkes yattı. Pencereden dışarı bakıyorum… Uçsuz bucaksız bir bozkır uzanıyor önümde… Yağmur yağıyor… Şöminenin karşısına yere oturup çıtırdayan ateşe boş gözlerle bakıyorum. Sonunda uzanıyorum uyku tulumumun içine, uyuyamayacağımı bilsem de. Ufff… bacağım!… Morarmış olmalı. Ters dönüyorum, yine canım yanıyor. Kafamı da çarpmışım anlaşılan. Yan dönüyorum… yine olmadı. Kolumdaki yaraları ezmeyecek ve morluklarımı acıtmayacak bir pozisyon bulmak biraz güç oluyor. Sabah kabus değil ama kaza anını yaşayarak uyanıyorum. Jeff “Direksiyonu fazla kırma,” diyor ve ben sanki o aksini söylememiş gibi, birden iyice savuruyorum direksiyonu ve o anda takla atmaya başlıyoruz. Ne kadar aptalım!

69


Ama bir dakika… Bu benim aptallığım değil. Beynin çalışma prensibi. Beyin olumsuz emir almıyor. Resmi canlandırıp üstüne çarpı atmıyor. Hatırlıyorum bir yerde okumuştum: “Eğer birine ‘Pembe tavşan düşünme’ derseniz düşünür.” “Motosiklete bindiğinde ‘Kendini kasma’ dersen kasılırsın. Onun yerine ‘Gevşe’ demek gerekir,” demişti yolda tanıştığımız beş yıldır motosikletle dünyayı gezen bir çift. Tabii bunu Jeff’e söyleyemem. Söylersem onu suçladığımı sanır. Hâlbuki gayet iyi biliyor ki ben hayatı olduğu gibi yaşıyorum. Kalıcı bir zarar olmadıkça, sağlığımız yerinde olduktan sonra gerisinin önemi yok hayatta gibi geliyor bana. Ortada suçlu yok. Hayat böyle bir şey. Atalarımızın bir bildiği olsa gerek. Akacak kan damarda durmaz. Tabii başkaları söz konusu olunca böyle söylemek zor. Suçlu benim. Kendimi affetmeyi becerebilir miyim acaba? Zamanı geri döndürüp baştan almak istiyorum her şeyi. Ama tekrarı yok. Hayat tek yönlü bir cadde… Yine de beynim başa sarıyor… Viraja daha yavaş giriyorum, yine kayıyoruz ama düzgün bir şekilde duruyoruz. Yeniden başa sarıyorum… Bu sefer daha farklı bir senaryo var. Jeff’in ayağı kopmuş veya… Veya… Hayır, düşünmek bile istemiyorum… Böyle bir acıyla nasıl yaşardım? Bu kadar ağır bir yükü kaldırabilir miydim? Anlayabiliyorum başına gerçekten acı bir olay gelen insanların inançlarını yitirmelerini. Ben de yitirir miydim acaba? Gün ortasında artık espri yapabiliyorum. Jeff, metal parçaları çok yer kapladığı için Amerikan askeri sırt çantamı sevmediğini söyleyip duruyordu. Askerlerden biri beğeniyle bakınca “Size bırakabilirim” dedim; o da sevinçle kabul etti. Hemen içeri gidip yetiştirdim haberi Jeff’e, “Sırt çantasından kurtuldum. Bunun için yapmışız kazayı!” “Attan düşmeden ata binmeyi öğrenmiş sayılmazsın. Bir Land Rover’ı ters çevirmeden de gerçek off-road şoförü olunmuyor!” “Buenos Aires’te heyecanı kaçırdım ama kendi maceramı kendim yarattım!” Kimi kandırıyorum ki? Sadece acıyı gizlemek için şakaya vuruyorum…

70


Bir arkadaşa öyle çok ihtiyacım var ki. Birinin yanımda olmasına. Biriyle konuşmaya…. Ve tüm sevdiklerim ve arkadaşlarım dünyanın öbür ucunda! Ama birine ihtiyacım olması demek değil ki kendi başıma halledemem. Ederim ve edeceğim. Sadece biraz zor olacak. Hem zor iyidir. Adamı adam yapar. Doğru da… Kolay daha iyidir :) Otel odasında yatağın kenarına yaslanmış, yerde otururken hıçkırıklara dönüyor bu sefer gözyaşlarım. Acıyı kemiklerine kadar hissetmek lazım ki dinsin. Ve zaman her şeyin ilacı derler, biz isteyelim veya istemeyelim, bazen çabuk bazen yavaş gibi görünse bile o aynı hızda akmaya devam ediyor. Bir gün yaşlanıp bilge bir kadın olduğumda :) tüm yaşadıklarımı, yaptığım aptallıkları hatırlayacağım, acıyı tekrar hissedeceğim, kiminde aynı şiddette kiminde daha az... Yüzüme tatlı bir gülümseme yayılacak… *** Bu geziye başlamadan önce, dönüşte yazacağım kitaba isim düşünüyordum. Birçok fikir üretip ölçüp biçtim, evirdim çevirdim, topladım çıkardım, boşa koyup dolu tarttım, doluya koyup boşu tarttım ve sonunda “Avucumda Patikalar’da karar kıldım. Öncelikle, bir dünya turu yapıyordum ve dünya avucumun içinde olacaktı. Sonralıkla, ben hayatın kendisini bir yolculuk olarak görüyordum. Önümde binlerce patika vardı, onlardan birini seçip ilerliyordum… Yollar birbiriyle kesişiyor… Tekrar ayrılıyor... Kendinizi hiç beklemediğiniz bir anda hiç beklemediğiniz bir yerde bulabiliyorsunuz. İşte avucumdaki çizgiler o patikalar. Hem el falına da o çizgilerden bakılmıyor mu? Avucumdaki patikalar… kaderim. (biraz arabesk oldu farkındayım ama n’apim, idare edin artık. Elimdeki çizikler… kaderin fırça darbeleri :)

71


Bu yolculukta acı çekmek hiç hesapta yoktu. Zaman, acının renklerini soldurdukça geleceğin yaşlı teyzesine gülümsüyorum. (FOTOĞRAF: 1226_KAZ) FOTOĞRAF ALTI: “Oyuncak araba gibi duruyor değil mi?”

72


Ara Söz: Kıskanç’ın konusu olan Colonia’daki o huzurlu günün ertesi sabahı bir kabus görünce kafamı kurcalamıştı bu. Neden??? Neden insan böyle huzurlu bir günün ertesinde kabus görür? Üstelik hiç öyle kabus gören biri değilimdir. Ve sonra kaza oldu. Kazanın üstünden ancak 3-4 ay geçtiğinde hatırladım kabusu. “Garip bir tesadüf,” diyebildim ancak. Ve üstünden iki ay daha geçince fark ettim kazadan hemen önce yazdığım son yazının adının “kıskanç” olduğunu! Fazla mutlu olduğumu, böyle devam edemeyeceğini söylediğimi… Fazla tesadüf, kötü bir kurgu mu oldu? İnandırıcılığımı yitirmedim umarım bunları yazarak. Neyse, yazıların devamı kendiliğinden geldi. Kitabın gelişme bölümüne geçildi…

ARKADAŞLARIMA MEKTUPLAR 26.1.2002

Kaza-ertesi Hey Arkadaşcıklar! Ben bir süreliğine Buenos Aires’e yerleştim. Geçen hafta bizim takımı yolcu ettim ve kendime günde 6 pesoya (bugünkü kurla 3,5 $ bile etmiyor!) çok hoş bir aile pansiyonu buldum. Biraz eski ama egzotik ahşap bir bina, güzel bir avlu, yeşillik, çiçekler, kocaman mutfak, oturma salonları, kablo tv’si bile var. Tabii daha önemlisi içindeki insanlar. Ufak tombik Viki öyle tatlı ki yanaklarını mıncıklayıp sarılası geliyor insanın. Herkes çok iyi niyetli; her konuda yardımcı olmaya çalışıyor, ufacık şeyle ilgileniyorlar. Ak saçlı zayıf teyzem

bana

nasıl

merdivenlerden

düştüğünü

anlatıyor

ona

bizim

kazadan

bahsettiğimde. “Beni anlıyor musun?” diye soruyor önce. Gezerken lazım olacak diye öğrendiğim İspanyolcam pek iyi değil ama söylenenlerin çoğunu anlıyorum; istediğim kadar iyi cevap veremesem de anlaşıyoruz. Kızını, torununu anlatıyor bana. Miami’ye gidecekmiş, evrakları avukattaymış, bir şeyin sonuçlanmasını bekliyormuş. Ben çıkarken onlar karşı komşuyla sohbetlerine geri dönüyor. Sonradan öğrendim 87 yaşındaymış! 73


Felsefe okuyan 21 yaşındaki genç ise bana tarihini anlatmaya hevesli. Yerel halkın dışında Japonya, Finlandiya, Avusturya gibi dünyanın dört bir yanından buraya okumaya veya çalışmaya gelen gençler var. Havalar sıcak, hayat güzel! Geçen bisiklet kiralayıp Tigre’ye gittik (tabi ki yeni arkadaşlar edindim hemen). 20 yıl sonra bisiklete binmek pek keyifliydi doğrusu. Nehir boyunca ileri geri tur atıp durduk. Herkes çoluğunu çocuğunu kapıp gezmeye çıkmış. Yorucu ama güzel bir pazar günüydü. Bundan sonraki planlarım plansızlık! Aklımda olanlar: El Calafate’ye gidip Moreno Buzulu’nu göreceğim. Bariloche ve Mendoza’ya gidilecek; sonra Şili Göller Bölgesi, Peru, Bolivya, Ekvador var. İki sene önce Galapagos diye tutturmuştum; biraz pahalı olacak ama oraya gitmek artık bana farz diye düşünüyorum. Yanıma birini bulursam Kolombiya da çok cazip. Belki Surinam, Angel Şelaleleri; ardından Orta Amerika’dan Meksika’ya kadar çıkabilirim. Ya da belli olmaz, son anda başka bir karar alırım. Özgürlük güzel şey hani. Önümüzdeki ay Rio Karnavalı var; orası çok kalabalık ve pahalı olacak tabii. Onun yerine San Salvador’daki karnavalın daha doğal ve eğlenceli olduğuna dair söylentiler var. Son aldığım haberlere göre üniversitede bizim bölümde yeni gelişmeler varmış, hareketlenmeye başlamış ortalık. Eminim sizin işiniz de çok heyecanlıdır (!). Türkiye’de de olay hiç eksik olmaz ama hep aynı kavgalardan sıkıldıydıysanız, Arjantin de şu anda az olaylı bir yer sayılmaz hani! Ben işsiz güçsüz sürtüyorum; katılmak isterseniz gerçek macera burada. Sizi de bekleriz efendim. Sevgiler, g

14 Şubat 2002-

Hamamböcekli Sevgililer Günü Mesajı Meraba arkadaşlar! Öncelikle bu mesut günde âşık olanlara acil şifalar, olmayanlara acil hastalıklar dilerim. Şimdi hemen asıl konuya geçiyorum:

74


Bana acilen ilginç hamamböceği hikâyesi lazım! Şimdi diyeceksiniz ki bu kız kafayı yemiş oralarda. Hani haksız da sayılmazsınız :) Eh olur o kadar, yolculuk hali… N’aparsınız, bütün gün aylaklık yapıp, yatakta uzanıp tavanı veya ranzanın üst katını seyretmekten başka yapacak daha iyi işiniz olmayınca başınıza bunlar geliyor işte. Hayır benim bi hamamböceği hikâyem var ama üstüne makale yazmak için yeterli değil. Biraz daha bir şeyler gevelemek lazım şimdi (yoksa ayıp olur!), onun için yardımınıza ihtiyacım var. Hani nasıl bir şey istediğime dair size bir fikir vermek için aşağıda kendi hikâyemi sunuyorum: Ben bu zavallı hayvancağızları öldüremiyorum. Pamuk gibi bi kalbim var, izin vermiyor böyle bir zulme. Ve fakat öyle gelişigüzel her istedikleri yerde cirit atmalarını da hoş karşılayamıyorum bu hayvanların, özellikle de ben ortalıklardayken! Dolayısıyla, mutfakta tesadüf eseri karşılaştığımızda, önce onlar bana şöyle bir bakıyor, sonra ben onları şöyle bir süzüyorum, tezgahın üstünde veya dolapta elime geçirebildiğim ilk kapak veya kavanozu hemen üstlerine kapatıp onları etkisiz hale getiriyorum; taa ki annem veya kardeşim gelip cezalarını infaz edene kadar hapis altında tutmuş oluyorum böylece. Bir süre esir hayatı yaşamak zorunda kalıyorlar tabii… Bu vesileyle şimdiye kadar böyle bir işkenceye maruz bırakmış olduğum tüm masum hamamböceklerinden özür diler, sizin de affınıza sığınırım. Bir de hiç yeri ve günü değil biliyorum ama… dün nedendir bilinmez… ölümün ne olduğunu fark ettiğimde kaç yaşında olduğumu sorguladım… Ne zaman anlamıştım acaba ölümün nasıl bir şey olduğunu? Yıl ’79 olmalı… Yani on yaşımdaydım… Gece yarısı gezmeden döndüğümüzde bir telefon gelmişti. Ardından bizi babaannemlere bırakıp Maraş’a gitti annemler. İstemeden kulak misafiri mi oldum, biri mi söyledi büyükbabamın muhtemelen ölmüş olduğunu, emin değilim. İnanmamıştım. Bunu gayet net hatırlıyorum. Sevgili büyükbabam ölmüş olamazdı. Daha küçük sayılırdım; onu pek tanımıyordum ama biliyordum ki çok özel bir insandı ve benim için hep öyle kaldı bugüne kadar. Annemin “Büyükbaban hep söylerdi,” diye tekrarladığı dizeler aklımın bir köşesinde: “Şükre açılan kapıları kapanmasın gönlünün.” Sanırım kazayı düşünüyordum… Garip gelecek belki ama şimdi böyle bir kaza yaşadığım için aslında çok şanslı olduğuma inanıyorum. Sanırım elimin üstünde, yani her zaman kolayca görebileceğim bir yerde ufacık bir iz kalacak… Belli belirsiz de olsa bana hayatın ne kadar değerli olduğunu, aynı zamanda incecik bir ipin ucuna bağlı

75


olduğunu, her dakikayı en sevdiğim şiirin son cümlesinde Rudyard Kipling’in dediği gibi yaşamak gerektiğini hatırlatacak bir iz: “If you can fill the unforgiving minute with 60 seconds’ worth of distance run…” Eğer acımasız/affetmeyen dakikayı 60 saniyelik değerle doldurabilirsen… Herkesin sevgililer günü kutlu olsun, her şeyin en iyisi sizin olsun, benim de artık bir dahaki seneye sevgililer gününde bir sevgilim olsun! Uzak diyarlardan kocaman kucak ve öpücükler, gülin

8 Çift Ayakkabılı Kadın Başlığa bakarsanız pek enteresan bir yanı yok aslında bu durumun. Ben dahil, tanıdığım birçok kadın ayakkabıya düşkündür. Kiminin değişik tarzda ayakkabıları vardır. Veya benim gibi cins olanların aşağı yukarı aynı modelde, farklı renklerde 50 çift ayakkabısı bulunur. Bu tür insanların tutucu olduklarını söylememe gerek yok. Detaya meraklı olanlardır belki de onlar. Alırlar benzer ayakkabıları, sonra da karar veremezler hangisini giyeceklerine. Hak verirsiniz ki, birbirlerinden çok ufak farkları olduğu için zordur karar vermek. Aslında yine aynı sebepten, pek de fark etmez hangisini giydikleri; nasıl olsa o detaylar kaynayıp gidecektir arada. Ama takıntılı mükemmelistler içlerine sineni seçene kadar hayatlarının en önemli hazinesi zamanı harcarlar bu uğurda. “Helal olsun” demek gerekir böyle insanlara. Onlar da zamana karşı haklarını helal etsinler. Neyse, biz konumuza dönelim. Ne diyorduk? Marcela ile Arjantin’in sakin bir kasabası Buenos Aires’te tanıştım. Her gittiğim yere hareket ve bereket getirdiğim biliniyor olmalı. Eğer bilmiyorsanız veya aynı fikirde değilseniz sizi teessüfle kınıyorum. Tamam tamam, bir konu üstüne alakalı iki çift laf edebilme yeteneğimin sıfır olduğunun farkındayım. İki cümle kuruyorsam üçüncüsünde yoldan çıkmış, başka bir patikaya sapmış buluyorum kendimi, n’apim? En iyisi fasulyenin faydalarını anlatmaya devam edeyim size: Özetçe, Marcela ile tanışmıştık. Tanıştığımızın haftasına da aynı odaya taşınmıştık.

76


Önce onu yerleştirdim, ardından ben tuttum dört sokak ötedeki pansiyonun yolunu. Marcela’nın beş çift ayakkabısı vardı dolabında dizili. Bu sayıyı biraz çok bulduğumu itiraf etmeliyim. Evet, benim de beş çift ayakkabım vardı kazadan önce ama başta sadece iki çiftle, bir bot bir sandaletle yetinmiştim. Fakat Afrika’da baktım arabayla sorun olmuyor, bir banyo terliği ile bir timberland de aldım yanıma. Brezilya’da ise arabayı gümrükten uzun süre çekemeyip yanımda sadece kıştan getirdiğim botlar olunca bir tane de açık ayakkabı satın almak zorunda kalmıştım. Ve hey! Araçla seyahat ederken bile beş çiftin fazla olduğunu düşünüyordum. Bu kız ise uçak ve otobüsle seyahat ediyor ve tüm eşyasını kentten kente kentisi taşımak zorunda kalıyordu. Tabii buna bir tür test olarak da bakılabilirdi. Marcela bir ülkenin erkekleri konusunda benden daha doğru ve kesin fikir sahibiydi. Mesela İtalyanlar centilmendiler. İngilizlerse hiç kibar değildiler, metroda bile yardımcı olmuyorlardı. Biz kadınların bu gibi şeylerden muaf olma durumumuz vardır hâlbuki ama Marcela kendi bavullarını kendisi taşımak zorunda kalmıştı Londra’da. Marcela 32 yaşında. Aslen Arjantinli ama yedi yaşındayken ailesi ile birlikte Avustralya’ya yerleşmiş. Şimdi, bunca yıl sonra, bir dünya seyahatine çıkmış ve son nokta olan Buenos Aires’e yerleşip yeni bir hayata başlamaya çalışıyor. O nedenle biraz tedirgin. Sürekli gelip benimle konuşuyor, bir şeyler anlatıyor. Ben çalışırken veya uyurken bile! Normalde böyle bir şey rahatsız eder ama sanki kırılacak çok kıymetli bir vazo tutarmış gibi dikkatli ve çekingen, üstelik o kadar saf ve temiz ki ona kızmak, bozulmak na-mümkün. Gelip soruyor: “Yürüyüşe veya bir şeyler içmeye gitmek ister misin?” Dürüst olmak gerekirse… “HAYIR!” Yalnız kalmak ve düşünmek veya yazmak istiyorum. Onun yerine ağzımdan istekli bir “Olur!” çıkıyor. Marcela tanımlama cümlelerinin en sevdiğimi şöyle: Sekiz çift ayakkabı ile dünya seyahati yapan kız! Evet, evet biliyorum. Az önce beş demiştim. Çünkü başta ben de öyle sanmıştım. Sonra 6. bir çift daha gördüm dolabında. Ve ertesi gün çantasından bir çift daha çıkarttığını gördüğümde hayretle bakakaldım. Veeee bir çift daha çıkarıyor!… Üstelik bir çizme!! İnanamadım, inanamadım!! Bir yandan kahkahadan kırılıyor, bir yandan “Herkese anlatacağım, çok ünlü olacaksın. Türkiye’ye gelip ismini söylediğinde‚ ‘Oooo! Marcelaa?! 8 çift ayakkabı ile dünyayı dolaşan kız!’ diyecek herkes” diye ona takılıyordum.

77


Marcela gayet masum cevap veriyor: “Evde daha ayakkabım var.” Ah evet, ben de tam bunu söylüyordum!! Benim de evde 50 çift ayakkabım var. Ama evdeler! Durun bir dakika. Daha bitmedi. Bir gün duş almıştım ve biraz soğuktu, ıslak saçla dışarı çıkmak istemedim. Marcela bana saç kurutma makinesi verdi. Ertesi gün, Marcela’nın elinde gördüm makineyi. Ama bir gariplik vardı. Pek dikkatli biri değilimdir ama benim kullandığım makineye benzemiyordu tam. Sordum. Ve ortaya çıktı ki Marcela’nın iki tane saç kurutma makinesi varmış! Bana açıklama yapmaya çalışıyor: “Ama şimdi bak, bu priz İspanya’da çalışmıyordu ve yeni bir tane almak zorunda kaldım.” E mecbur kalmış işte kızcağız! Ben de amma acımasızım, bilmeden yargılıyorum yahu, ayıp. O kadar da inanarak söylüyor ki bunu… Çocukların sevimli naifliklerine gülümseme çizgisi oluşuyor ister istemez dudaklarınızın kenarında. Bir hafta sonra Marcela’nın üstünde farklı bir çift kot pantolon görüyorum bu sefer. “Yeni mi aldın?” diye soruyorum. “Hayır,” diyor “SADECE iki çift kotum var.” Kitap boyunca gülen yüz işaretlerini kullanmamaya çalıştım ama bu noktada bunlara engel olamayacağım. :))) Marcela’ya kotların ağır, rahatsız, yıkanması zor olduğunu ve seyyahların normalde kot giymediklerini söylemenin anlamı yok. Marcela bir dükkânda şemsiyelere bakıyor ve “Bu güzelmiş” diyor. “Ama Marcela senin şemsiyen var.” Olsun, ikinci bir şemsiyesi yok henüz. Ama merak etmeyin, parası olur olmaz olacak ;) (FOTOĞRAF: 210_KIZL) FOTOĞRAF ALTI: Soldan sağa: İç mimari eğitimi alan Finlandiyalı Nina, İspanyolca öğrenmeye gelen Avusturyalı Alma, 8 çift ayakkabılı kadın Marcela ve anne-babasının biriciği Gülin

Öylesine Düşünceler

Şubat 2002- Buenos Aires

Ön AraSöz- Aslında bu bir tek kişiye yazılan özel bir e-posta idi. Bir arkadaşım benden, “bu geziyle nasıl değiştiğimi, gerçek insan olmanın anlamı nedir” anlatan bir kitap beklediğini yazmıştı. Doğal olarak “Ne kadar zor bir şey istemişsin sen benden öyle!” diye başladım. Ve hiç cevap vermemektense işi kolaylaştırıp yapmayı sevdiğim bir şeyi 78


yaptım: O sırada aklımda olan, aslında her biri üstüne sayfalar yazılabilecek bir sürü düşüncecikleri attım ortaya: Ne bileyim kendimde ne değişiklik oluyor, bunu başkasının söylemesi lazım; ben olayların içindeyim. (Yok, tabii ki çok öyle değil. Değişen bir sürü şey var ve bunun da farkındayım ama her şeyi hazmetmek için biraz daha zamana ihtiyacım var.) İnsanlar “Ne macera ama!” diye yazıyorlar. Öyle mi?! Bana pek öyle gelmiyor. Zor bir şey mi yapıyorum? Burada olması kolay da asıl zor olan geri dönmekmiş gibi geliyor bana. Olağandışı mı yaptığım gerçekten? Yooo… Benden daha ilginç şeyler yapan öyle çok insan var ki… farklı hayatlar. 20 yaşında kimi zaman çalışarak, kâh at sırtında, kâh uçakla dünyayı gezen gençler var. Onları kıskanıyorum. Neyse ki başkaları da beni kıskanıyor! “Yok arkadaş, biz memnun mesut Esentepe’de evimizde otururken oradan böyle şeyler yazıp bizi kıskandıramazsın.” “Kıskançlıktan çatladım. Mektubunun tamamını okumadan cevap yazdım.” “Allahım, seni öyle çok kıskanıyorum ki!” Cevap yazdım: “Kıskanmaya devam edin. Belki bir gün benim ayak izlerimi takip ederek siz de buralara gelirsiniz. Size bir sır vereyim mi? Ben de kendimi kıskanıyorum :)” Ama o kadar basit değil, o kadar kolay değil! Bunları yazanlar bilmiyorlar kimi zaman yalnızlığın ne kadar acımasız olduğunu. Özlem… Aile, bir arkadaş, tanıdık bir yüz özlemi… “O kadar özlediysen, gerçekten özlediysen dön” diyor kardeşim telefonda. “Dönemem… Daha değil... Henüz değil...” Ne zaman bilmiyorum. Bildiğim, önce “pişmem” lazım. Mevlana’nın sözünün başını ve sonunu değil, ortasını hatırlıyorum sadece (Şu anda o aşamadayım diye belki de.) Başı ve sonu yok. Arkadaşıma soruyorum. “Hamdım, piştim, yandım” diye özetlemiş Mevlana yaşamını. İlk ikisi tamam da… Son sözcük korkutuyor. “Bir hırka, bir lokma.” Daha fazlasına ihtiyacımız var mı? Evet var… Sevmeye ve sevilmeye… Kabul görmeye… Kısacası, insanın insana ihtiyacı var. Herkese göre tanımı değişebilir, zamana göre de değişebilir ama bence mutluluğun iki farklı boyutu var. Biri yüzeysel mutluluk; yani yeni bir araba veya oyuncak aldığında, istediğin bir şeyi elde ettiğinde hissettiğin duygu, veyahut dış olayların belirlediği yüzeydeki dalgalanma diyebiliriz. Diğeri ise daha temelde olan bir iç huzur. Dış etkenlere, paraya pula, incik boncuğa, renkli aldatmacalara ihtiyaç duymayan bir mutluluk. Tabii ihtiyaç duymamak demek yadsımak demek değil. Onları sıradan bir

79


günde verilen büyük bir hediye olarak görmek belki de. İşte o temel mutluluğu elde etmek öyle her babayiğidin harcı değil. Pek insani bir şey de değil sanki. Hepimiz insanız, herkesin zaafları var. Benim de var. Zaman zaman ihtiyaç duyuyorum öyle şeylere ama temel sağlammış gibime geliyor. Bu güzel bir şey. Başıma ciddi kötü bir olay gelirse bunu kaybeder miyim bilmiyorum; açıkçası böyle bir şeyle sınanmak da istemiyorum. Ve aslında galiba bu mutluluğun sırrının ne olduğunu da biliyorum. Müteşekkir olmayı bilmek! Büyükbabamın sözündeki gibi, “Şükre açılan kapıları kapanmasın gönlünün.” Neyle mutlu olduğumu biliyorum artık. Ufak şeylerle! “Mesela şimdi sihirin tanımını yapabilirim: Yanından geçerken küçük bir kızın at kuyruğuyla oyna, arkana dön bak ve yüzünde koskocaman bir gülücüğün parladığını gör! İşte sana sihir!… Hımmmm… sihiri böyle tanımlayan bir sözlük var mıdır dersin? Yok, ben de sanmam. Belki de bir sözlük yazmayı düşünmemin zamanı gelmiştir :) Evet henüz tek bir kelimem olduğunun farkındayım ama bir yerden başlamak gerekiyor, öyle değil mi?” Temelde mutluyum ama hâlâ bir eksik var gibi. Özel biri! Öyle birini istemek yerine aptal romantikliği bırakıp günümü gün etmeyi öğrensem diyorum. I-ıh… Pek becerebileceğimi sanmıyorum; çünkü bazı konularda aptal olmakla gurur bile duyuyorum! Evet haklısın, insanlar ömürlerini tüketiyorlar bir koşuşturmaca içinde; ve ne için tükettiklerini bilmeden. Aslına bakarsan hayat bir yarış gibi… Kazadan sonra Buenos Aires’e geri dönüp bir tango gösterisine gittiğimde fark ettim ki bu gezi de amacından sapmış ve yarış haline gelmişti. Her gün yetişmemiz gereken bir yer vardı. Belki de bu kaza Allah’ın bize “Dur” deme şekliydi. Yola çıkmadan önce siyah adamın beyaz adama “Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor” dediğini yazmıştım ve güya günlük hayatın karmaşasından, lüzumsuz gerekliliklerinden kaçıp ruhumu bulacaktım ama işte hayatım eskisinin farklı bir versiyonu olmuştu yine. Hâlâ yerleşik yaşama göre daha renkliydi belki ama özü kaybetmiştim.

80


O tango gösterisi öyle harikaydı ki… ruhuma dokundum yeniden. Nasıl bu kadar etkileyici olabiliyordu bu kadınlar ve adamlar? Güzel veya yakışıklı denemezlerdi ama her hareketleri o kadar zarifti ki. Öyle dans etmesini öğrenmek kaç yıllarını almıştı acaba? Gıpta ettim işte! Ben de istiyorum onlar gibi dans edebilmek! Eskiden Türk olduğum için utanmak demeyelim de, benim için hiç problem olmamış olsa bile özellikle vize almam gerektiğinde ikinci sınıf vatandaş gibi hissediyordum kendimi. Şimdi tam tersine, klasik “Where are you from?” (Nerelisin?) sorusuna “Turkey” diye cevap vermekten gurur duyuyorum; farklı olmaktan, herkesin gelmediği bir yerden olmaktan, sıradan olmamaktan. Daha da önemlisi kültürümle gurur duyuyorum! Bizim günlük konuşmalarımızın içine yerleşmiş atasözlerini, deyişleri yabancılara açıklamaya kalktığım zaman fark ediyorum onlarla büyüdüğümüz için ne kadar şanslı olduğumuzu. “Zorla güzellik olmaz”, “Önemli olan düşünmek”, “Mala gelsin cana gelmesin”, “Yarası olan gocunur” ve şu anda aklıma gelmeyen, sıradan, hatta belki aptalca gelebilecek sözlerin ardındaki basit gerçeğin önemini görüyorum. Onlar “Perception is reality” (Algı gerçektir) diyorlar. Hayır, algı yanılsamadır! Herkesin algısı kendi gerçeği olabilir ama asla gerçeğin kendisi değildir. Sanırım bunu hep biliyordum da… üstüne pek düşünmemiştim. Gerçeğin kendisinin peşine düşmek ise zor bir iştir. Bir şeyi algılama biçimin senin kim olduğunu gösterir. Verdiğin tepki sensindir. Mutsuzluk, maskeli baloya öfke kılığında gider. Ve eğer gördüğün şeylere kafanı başka taraflara çevirerek bakmayı öğrenirsen, hemen hemen her şeyin iyi, olumlu, işe yarar bir tarafını bulabilirsin. Jeff kollarımın çok ince olduğunu, 20 kilo taşırsam kırılacağını söylüyor. Biraz abartıyor olsa bile doğruluk payı olduğunu itiraf etmeliyim. Benim ona cevabım “İyi de, 20 kilo taşımam gerekmiyor” oluyor. “Haklısın” diyebiliyor ancak, “Senin farklı bir yaklaşımın var.” O da haklı. “20 kilo taşımak için kullanılamayabilirler, zaten ben onları chopstick (yemek çubuğu) olarak kullanmayı planlıyordum” diyen birine ne denir ki?? Hayata bakış açın yaşamını değiştiriyor, seni yansıtıyor. İçinin aynası… Neşe yansıtmayı kimi doğal olarak yapabiliyor. Bazıları içinse veya bazı şeyler içinse biraz çaba gerekiyor. O biraz çabaya ise kesinlikle değiyor. Ve yavaş yavaş artık çaba gerekmiyor, senin bir parçan oluyor bu yaşam.

81


Zincirlerimden kurtuluyorum birer birer… Bir gün yeniden toplamak üzere… Varolmayı öğreniyorum. (çok mu iddiali oldu? iyi. olsun!) Kendimi tanıyorum… Çocukları ne kadar çok sevdiğimi biliyorum artık, yazı yazmayı da… İnsan bağımlısı olduğumu biliyorum. Bu kadar çok arkadaşım olduğu için seviniyorum. Kendimi güvenli hissediyorum onların varlığını düşündüğümde. Ayaklarım sanki daha sağlam basıyor toprağa artık. Darbeleri kaldırabileceğimi hissediyorum ve yanılmadığımı umuyorum. İnsanları tanıyorum… Herkesin ne kadar farklı olduğunu görüyorum… Renkler… Dünyayı tanıyorum… Acı, savaş, sefalet, açlık, ihanet, haksızlık… Diğer yanda lüküs hayat, kahkaha, sevgi, aşk, ümit… İşte böyle bir şey! Her şey ne kadar basit ve karmaşık. Arada bir avucuma bakıp hayat yolculuğumun beni nereye götüreceğini merak ediyorum. Geçmişime bakıp kendimi bir kez daha mutlu hissediyorum; hep güzel şeyler olduğu için değil (çok kişi bilmez zamanında ne kadar zor olduğunu benim için ayakta kalabilmenin, ne fırtınalar koptuğunu içimde. şimdiki yaşantımı görürler ve sanırlar ki her zaman her şeye sahiptim, her şey çok kolaydı. ama bu başka zaman anlatılacak başka bir hikâye), güzel bir manzara için gökyüzümde yeterince bulut olduğu için. Tüm bunları gördükten, yaşadıktan sonra nasıl dönebilirim her gün aynı işi yaptığın rutin bir hayata? Normal hayata adapte olabilecek miyim, sahip olduklarımın kıymetini anlayıp, takdir edecek miyim, yoksa tersi mi olacak? Korkuyorum. Yazdıklarım çok mu uçuk kaçık, yoksa çok mu zekice karar veremiyorum. Sen sordun, ben de cevapladım (yani suç benim değil). Bir sene sonra sana çok daha farklı bir cevap verebilirim. Belki iki kelimeyle bile özetleyebilirim her şeyi. (Sakın ciddiye alma tabi söylediğimi! Çok o kadar kabiliyetli olduğumu sanmıyorum ama belli olmaz, hayatta ne mucizeler oluyor.) Davetin için teşekkür. Eğer iki sene daha oradaysanız mutlaka gelirim. Gerçi Kazablanka’yı çok sevmemiştim, Marakeş’e tekrar dönerim diye düşünüyordum ama benim için yeter ki gezme olsun! Tabii bir de kızının benim gibi kaçık biriyle tanışmasına

82


izin verebileceksen… Davetini ikinci bir kez daha iyice düşün derim ben! Küçücük yaşta aklına girerim, büyüdüğünde sizi bırakıp gider ha ben karışmam. Buenos Aires’ten sevgilerle

2 Nisan 2002-

Ab-ı Hayat Amadeo 74 yaşında son yolculuğuna çık(mış)tı. O kadar yaşlı olduğunu ve bunun son yolculuğu olduğunu bilseydim yine de onunla Pasifik’in engin sularına açılır mıydım bilmiyorum. Artık her şey sona erdi. 22 saatlik yolculuk 36 saat sürmüş olsa bile, adından anlaşılacağı üzere bir liman şehri olan Puerto Montt’a vardık. Amadeo, adından anlaşılmıyorsa, gemimizin adıydı! (Aslında bu çok daha güzel hikâye olacak ama gelecek kitabıma saklıyorum.) (FOTOĞRAF: EPSNOO41) FOTOĞRAF ALTI: Şili Fiyordları 2,5 ay yerleşik düzenden sonra tekrar yollara düştüm. Nihayet meşhuuuuur Moreno Buzulu’nu gördüm; kaza yaptığımızda oraya gidiyorduk biliyorsunuz. Hani bilmeyenler için… Buzul şu demek: Kar yağıyor yağıyor çok yağıyor, sonra çok soğuk oluyor, nehir donuyor, kar ağırlığıyla çöküyor, iyice yoğunlaşıyor, daha da yağınca iyice çöküyor… ve sonunda “buz nehirleri” oluşuyor. İşte bu buzullar vadileri şekillendiriyor, coğrafyayı tanımlıyor. Su nelere kadir!... Sadece iki harf diye küçümseyip, “su” deyip geçmeyin! Evet iki harf… Eski dilde ab…veya ma… Onlar da iki harf. Ben ab’ı tercih ettim. Alfabenin ilk iki harfi ne de olsa. Ayrıca bakınız ne güzel başlık oldu! Ha bir de, uzunca bir süre susuz kalın, bakın bakalım ne kadar harika oluyor su içmek. Su ve çöl… Ben Patagonya çöllerinde at sırtında yolculuk yaptııım! Bunu telefonda söylediğim bir arkadaşımdan şöyle bir e-posta aldım: “Sevgili Gü, Geçen gün gördüğün rüyayı hayra yormaya çalıştım. Evet biraz abuk subuk şeyler görmüşsün ama yine de büyük olasılıkla "iç dünyandaki birtakım sorunlara" denk düşmekteler :-) At sırtında olman öyle sanıyorum iyi ve severek yaptığın şeylere özlem. Çölde bulunman esas olarak özellikle sevmediğin insanlardan uzakta (ama genel olarak da herkesten uzakta) kurmaya çalışacağın bir 83


hayat. Olayın Patagonya'da geçiyor olması ise tamamen linguistik bir çağrışımdan kaynaklanıyor olmalı. Kuruçeşme'deki evinizin bahçesinde yetişen Kasımpatılarla evinizin balkonundaki Begonya'nın o kompleks beyniniz tarafından birleştirilip PatiGonya haline getirilmiş olması gayet muhtemel. Böyle olunca da bütün rüyanın aslında çok derindeki bir ev-anne-aile özlemiyle şekillenmiş olduğunu görüyoruz. Her ne kadar yalnızlık arzusuyla ev-anne-aile özlemi çelişir gibi gözükse de zaten yaşanan sıkıntının bundan kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Velhasılı-kelam hiç görülmemiş bir rüya üzerine ancak bu kadar uçabileceğim. Ne de olsa bu meslekte pek deneyimli sayılmam. Sen rüya görür gibi yaşamaya devam et. Ben de rüya yorumlar gibi yorumlamaya. (düpedüz yalan söyledim, bu sadece bir kez yapılabilecek bir espri) Cü” Sonracıma El Chalten’e gidip Fitz Roy’un tepesine 10 saatlik trekking yaptım. İki Daniel iki avukatla… Yanlış anlamayın, kümeler kesişiyor, toplam üç kişilerdi. İki Daniel Arcantinli. Biri avukat, diğeri ressam. İki avukatın biri Arcantin biri Japonyalı. Bir de ben. Bu kadar garip bir dörtlü başka nerede nasıl bir araya gelebilir bilmem! İşte mutlu olmak için bahane bana. (FOTOĞRAF : EPSN0033) FOTOĞRAF ALTI : Tres Lagos, yani üç göller denen zirvede sadece iki göl bulabildik. Birini çalmışlar :) (FOTOĞRAF EKLE ?- FITZ ROY) “Burası geldiğimiz yol değil.” “Tabela burayı gösteriyordu.” İlerledikçe memnuniyetsizliğim artıyordu. “Burası bataklık” diye içimden protesto ediyordum ama yürümeye de devam ediyordum. Ne de olsa önümde kendinden emin altı erkek (bir ara yolumuzu şaşırdığımızda önümüze üç İsrailli takılmıştı), arkamda beni kollayan başka bir erkek vardı. Birden durduk. “Terrible mistake!” (Korkunç hata!) Hiç komik değildi :) İsrailli çocuklardan biri nihayet elindeki haritaya bakmayı akıl edince doğru yolda olmadığımızı fark etmiş. Bu gibi durumlarda en akıllıca davranış

84


geri dönüp doğru yolu izlemektir. Tabii bizim akıllı olduğumuzu söyleyen oldu mu? Hayır! Haritaya bakmayı akıl eden aynı şahsiyet 180 derece dönmektense 90 derece dönersek kestirmeden anayola çıkacağımız kehanetinde bulundu ve “Recto, recto” diye eliyle işaret edip yola koyulunca biz de ardından takip ettik mecburen. Haritaya sahip olan tek kişi oydu aramızda ne de olsa. Kaderin talihsizliği sonucudur ki haritalar uçurumları, aşılmaz tepeleri, devrilen ağaçları, yolda biriken suları göstermiyor. Bir yerden sonra artık takatim tükenmeye başlamıştı ve oyumu geri dönmekten yana kullanırdım ama fikrimi soran olmadı. Hava da kararmaya başlıyordu, en geç bir saat içinde şehirde olmalıydık. Tek başıma geri dönmeye kalkmak hiç akıl kârı değildi. Kaybolursak en azından hep beraber kaybolacaktık. Broşürde “Kayıp kurtarmak masraflı ve zorlu bir iştir. Bizi bu dertten kurtarın ve işaretli ana patikalardan ayrılmayın” yazdığını okumuştum. Demek kurtarma teşkilatları vardı. İyi. İyi de bizim kaybolduğumuzu kim bilecekti? (O zaman akıl etmedim -aklım o sırada daha hayati meselelerle meşguldü tabi- ama kimsenin tanıdığı, arkadaşı olmasa bile en azından kaldığımız hostelde yokluğumuzun farkına varırlardı herhalde.) 15 dakika sonra hâlâ ümit yok. Dizlerim çok fazla tutmuyor, tökezliyorum, artık iyice ağlamaklıyım. Ama Japon Hiro hâlâ yanımda; bırakmıyor ki ağlayayım, ne de olsa ayıp olur şimdi. Ayrıca pes etmek… Cık cık cık, asla bana yakışmaz! Birden durduk. Nihayet öndekilere yetişmek için koşturmacaya ara verdiğim için sevinmiştim ama durmamızın sebebi dinlenmek değil, önümüzdeki dik kayalıkmış meğer. İtiraf ediyorum, ben “Artık geri dönmemiz gerek” diye geçirdim. Yoo… Onlar benimle aynı fikirde değillerdi. Hâlâ bu yolda devam edecekmiştik. (Hikâyeyi anlattığım başka bir İsrailli “Biz asla geri dönmeyiz,” dedi. Güney Amerika, İsrailli cenneti. Bir çoğunu tanıdığım için şu anda orada yaşananlar konusunda farklı yorumlar yapabilirim ama politikaya girmeyeceğim.) Nerde kalmıştık? Ha evet, sarp kayalıklarda… Önden ilk gidenin ayağının altından bir kaya yuvarlandı yuvarlandı, o sırada aramızdan biri daha tökezleyince bir kaya daha yerçekiminin varlığını kanıtladı. Dedim tamam!… Ama henüz hiçbirimizin eceli gelmemiş. Biraz adrenalin salgılamış oldu vücudumuz ama hepimiz tek parça aşağı inmeyi becerdik. Fakat hâlâ nerede olduğumuza dair bir fikrimiz yok. Herkes ayrı yönlere dağılıp yol ilerliyor mu teftiş ediyor ve ilerliyorsa diğerlerine sesleniyor. Bu şekilde 15-20 dakika

85


daha nereye gittiğimizi bilmeden gezindikten sonra nihayet Hiro ile anayolu bulduğumuzda aldığımız o rahat nefesin değerini tahmin edemezsiniz ! O gün fiziksel limitlerimi zorladım resmen. Bu maceranın en güzel tarafı: Artık gıdım selülitim yok. Ne mutlu bana. Sonra Cueva de las Manos’u gördüm. “Eller Mağarası” diye adlandırılan bu yer Güney Amerika’daki ilk insan topluluklarına ait. Bana pek inanılır gibi gelmese de resmi kayıtlarda bile 10-13 bin yıl öncesine ait oldukları söyleniyor. Tarih öncesi kaya sanatına örnek teşkil eden bu el resimlerinin yanı sıra guanako (halen bölgede varolan bir hayvan) resimleri ve av sahneleri de yer almakta. 24 metre derinliğinde, 15 metre genişlik ve 10 metre yüksekliği olan bu mağara Tehuelche Kızılderilileri için kutsal bir mağara imiş. Mağarayı yazın avlanma döneminde kullanıyor, kışınsa Patagonya’nın sert kışından kaçmak için sahil bölgelerine taşınıyorlarmış. İnsanların nefeslerini üfledikleri boyayla ellerinin negatifini çıkarmalarının hastalıkları tedavi edici özelliği şamanizmde de yaygın bir inanç. Mağaradaki kırmızıdan beyaza her tonda, mor, kırmızımsı mor, patlıcan mor ve siyah renklerde 890 el resminin çoğunluğu çocuk ve gençlere ait. Genellikle de sol el kullanılmış. Oradan Chile Chico’ya geldik. Neden bilmem -yoo biliyorum, cehalet işte!- her istediğim yere her istediğim zaman otobüs bulamayacağımı düşünmemiştim hiç. Eh ben de mecburen otostop yapmayı öğrendim! Deli miyim neyim? Bunlar 33 yaşında yapılacak işler mi? Şimdiye olgun ve dolgun bir kadın olmuş olmam lazımdı. Ne gezer? Ha? Pardon?… Gezmek mi dedim yine :) (Kızım bıkmadın mı yaban ellerde dolanmaktan aylardır? Haaalâ aklın fikrin gezmekte.) (FOTOĞRAF: B_RUTA40) FOTOĞRAF ALTI: Ruta 40 üzerinde Ruta 40, dünyanın en güzel manzaralı on yolundan biriymiş. İşte o yolda “Otostop beklenilen 5 saatte neler düşünülür, neler yapılır?” başlıklı bir yazım oldu. Gerçi 5 saat beklemedim ama başlığa cazibe katmak lazım, abartısız zevki olmaz hiçbir şeyin. O yazıyı da ayrıca göndermeyeceğim merak etmeyin. Yani merak edin de gelecek kitabımı bekleyin! Aslında yolda her hafta bir kitap yazacak kadar çok şey oluyor. Hadi sizin güzel hatırınız için ayda bir olsun. (Hemen kendiliklerinden, verdikleri ilk fiyatın dörtte birine düşen Mısır’lı satıcılara benzedim ben de! Ama daha fazla pazarlık payı yok, bilesiniz.) Cidden çok fazla şey oluyor ama bir kısmı ıvır-zıvır tabii. Yani yaşayanlar için eğlenceli

86


de yaşamayan için sıkıcı olabilir. Dolayısıyla olup bitenden hangilerinin seçilip nasıl yazılacağına karar vermek zor iş. Şimdi bunlar için vaktim yok, o nedenle kusura bakmayın abuk yazılarımın. Bu arada başta bozulmuştum sponsor bulamadığım için; gazeteyi reddetmekle aptallık mı yaptım diye de düşünüyordum ara sıra ama şimdi daha memnunum, zorunluluk

olmaması

güzel.

On

sene

çalıştım,

bir sene

çok dert

etmeden

dolaşabilmeliyim değil mi? Tabii bunu yapabilecek kadar şanslıyım, farkındayım. Ne çok şeyin bilincindeyim artık. Ne çok şey kalıcı olarak yerleşti. Bir şeyi zor yoldan öğrenirseniz iyi öğreniyorsunuz. İnsan kendini evde, oturduğu yerde de bulabilir belki ama yolculuk katalizör oluyor, bir sürü olay ve de düşünmek için bol bol vakit, hayatın cevaplarının bulunmasını çabuklaştırıyor. Son zamanlarda Eric Clapton’ın şarkısı dilimde. “I have to find myself

“Kendimi bulmam lazım

I have to find myself

Kendimi bulmam lazım

No use looking for no one else

Başkasını aramanın anlamı yok

Before I find myself”

Kendimi bulmadan önce”

Ben kendimi buldum. Hayatın anlamını da buldum (!). Darısı başınıza. Yani misyonumu tamamladım aslında. Amma ve lakin, yolum bitmedi. N’apıcaz şimdi?! Artık eve dönebilirim. Geçenlerde ne çok özledim İstanbul’u ve evimi. Aptalca ve alakası yok ama Puerto Montt, gece yarısı denizden bakıldığında bana Boğaz’ı hatırlattı. Şu anda Hisar’da bankta oturup balık-ekmek yemek için neler vermezdim. Ve arkadaşlarla takılmak, sinemaya gitmek, hani bildiğiniz günlük sıradan işler… Boş şeylerle uğraşmak isteği var anlayacağınız. Gerçi burada pek bir iş yapmıyor gibi görünsem de herkesten önemli şeyler yapıyorum! Filozof olucam yakında :) Geri dönmek mi dedim geçen paragrafta?… I-ıh, olmaz; henüz yolum bitmedi. Güney Amerika’dan sonra Avustralya’ya mı geçsem; yoksa orası soğuk, direkt Asya’ya mı geçerim, tek başıma Kolombiya’ya gider miyim; bizim takım hâlâ İstanbul’a kadar gidecekse onlarla tekrar buluşur muyum Hindistan’da derken bir arkadaştan haber geldi. Meksika’da durum kötüleşiyormuş; NGO (Non-Governmental Organization), Sivil Toplum Örgütü’nde çalışacak, asker sayacak insanlara ihtiyaç varmış. Ve böylece bir seçenek daha belirdi önümde. Üstelik de gayet tercih edebileceğim bir seçenek. Hâlâ

87


bilmiyorum ne yapacağımı. Zamanı gelince, yani o yol ayrımına geldiğimde seçerim elbet birini. Şimdiden görebiliyorum olasılıkları ama yaklaştıkça yeni olasılıklar çıkıyor veya görüyorsun ki o yolun devamı sandığın seçenekler, aslında senin gittiğin yolun üzerinde değilmiş. Hatta genelde seçim yapmak zorunda bile kalmıyorsun; bakıyorsun ayakların seni götürüyor bilinmez bir yöne doğru. Ah benim meşhur patikalarım! Yani henüz meşhur olmadı ama bir gün olacak, tüm dünya beni tanıyacak :) “Martı” veya “Küçük Prens” veya “Candide” gibi bir kitap yazmak istediğime karar verdim. Becerebilir miyim, göreceğiz. Hatta patika serisi oluşturacağım. “Patikadaki Ayak İzleri”, “Patikanın İntikamı”, “Patikanın Karısı ve Hırsızın Oğlu”… Türetin türetebildiğiniz kadar! Neyse, şu anda Bariloche’deyim. Hani benden duymuş olmayın ama Bariloche mutlaka gelinip görülmesi gereken bir yer. Burada çikolata yeniyormuş. Ben de arada bir herkesin yaptığını yapmalıyım, değil mi? Hem ormanın derinliklerinde kaybettiğim yağ hücrelerimi telafi etmek için daha güzel bir yol biliyor musunuz? Lay lay lom (burada sevinç gösterisi olarak el çırpılıyor!) “Bulutlara Giden Tren’e binmeme çok az kaldı! Hani şu meşhur Lonely Planet kitapları var ya, neredeyse tüm dünya elinde onlarla dolaşıyor dünyayı. Orada kısaca bahsediyor bu trenden ama buradan kime söylesem “Divino” (ilahi) diyor onun için. Ben genelde birinden duyuyorum, ya da adını beğeniyorum gidiyorum bir yere. Orada tam olarak ne olduğunu bilmeden gidiyorum. Bence böylesi daha iyi oluyor. İlk izlenimlerim önyargısız oluşuyor; sonrasında okuyor öğreniyorum. Otel bulmaya gelince… Eğer kendi arabanızla geziyorsanız evet mantıklı, elinizde nerede kalacağınıza dair bir rehber kitabınız olması. Diğer ulaşım araçlarını kullanıyorsanız havaalanı, otobüs terminali gibi yerlerde nerede kalabileceğinize dair info bulabiliyorsunuz; oradakiler sizi bir yere gönderiyorlar veya otelciler sizi gelip buluyor. Genelde hiç de fena olmuyor bu yerler. Hatta çoğu kez kontrol ettim ve bu şekilde hep en iyi yerleri seçtiğime kanaat getirdim. Hiç anayoldan sapmayanlara, sapıp da ilk engelden geri dönenlere, ömrü boyunca hiç anayola çıkmayıp yanyoldan anayolu takip edenlere, yükseklerden uçmaya cesaret edenlere etmeyenlere, yalnızlığı seçenlere, yalını sevenlere, yalanı sevmeyenlere, rüyalarını gerçekleştirmişlere, yeni hayaller kuranlara, hiç hayali olmayanlara, Bozkırkurdu’nu okumuşlara okumamışlara, hepinize bol çikolatalı günler dilerim.

88


17.4.2002-

Bulutlara Giden Tren’e Otostop Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, benim gibi hayatıyla ne yapacağını bilemeyen bir adam, o sıradan günlerin birinde, bulutlara dokunmayı hayal etmiş. Bunun için de bir tren yolu yapmış. Dünyanın öbür ucundaki bir kız da avare avare dolanırken bu trenin adını duymuş ve sihirine kapılmış. … ve her şey sustuğunda veya artık hiçbir sürpriz kalmadığında… sonsuz bulutlar kaplar insanlığın gururu olan bu eşsiz eseri (FOTOĞRAF: BULUTLAR) YUPPPİİİİİ! Ben trenime bindim! Muhteşemdi, harikaydı, müthişti! 4.200 metre çok da bir şey gibi gelmiyor ama trende oksijen tüplerinin varlığı ve insanların onları kullanmış olması bir şey ifade etmeli. *** Şimdi de dünyanın en yüksek başşehri La Paz’dayım. 3.658 metre. Ardından Quito 2.879 metre ile ikinci; üçüncü de yüksekliğini bilmiyorum ama Addis Ababa olmalı. Hani merak edeniniz olmuşsa, eminim üşenirsiniz şimdi harita açmaya söyleyeyim bari: Quito Ekvador’un, Addis Ababa da Etiyopya’nın başkenti. La Paz için mektubun sonunu beklemeniz gerekiyor. (FOTOĞRAF : LAPAZ2) FOTOĞRAF ALTI : La Paz’a “bowl”, yani “çanak” diyorlar. Etrafı dağlarla çevrili bir vadide kurulu, engebeli bir şehir. Başkentinin ismi barış olan bir ülke düşünün… *** Bu arada aklıma geldi ki, Amadeo’nun asıl hikâyesi komikti. Planlarım farklıydı ama hayat ve yol beni Coihaique’ye götürdü. Oradan da kendimi Aysen ve Puerto Chacabuco’da buldum. Bu durumda, hani gerçek fiyordlardan sonra çok cazip gelmese de “Eh iyi, Şili fiyordlarında da bir gezi yapmış olurum madem öyle,” dedim kendi kendime. Biletimi aldım. Ve ben akıllı, lüks turist gemisi beklerken kendimi kargo gemisinde ineklerle yolculuk yaparken buldum ! Beş metrekarelik, on 89


koltukluk salona oturduğumda kahkahadan kırıldım kırıldım. Dünyanın da parasıydı ha! Hayır, bir de yolculuk sonunda ıskartaya çıkacak gemiye bilet satmışlar utanmadan. (FOTOĞRAF: B_AMADEO) FOTOĞRAF ALTI: Amadeo’da ahbap olduğum şoförler, şoför eşleri ve seyyar satıcılarla… *** St. Patrick gecesinde barda çalışıp kaç yüz bardak yıkadığımdan bahsetmiş miydim? Bir bu eksikti zaten. Ben ki yeşilaycıyım, o gün babamın kızı oldum. “Bir şişe Heineken 2, iki şişesi 3 para” deyip insanlara fazla içki içirdiğime inanamıyorum! Ama şimdi bu kadar dolaşmışım, eğlencesine de olsa bir gece barda çalışmadan dönsem ayıp olurdu değil mi? İspanyolcayı sökmeden dönsem de ayıp olurdu. Neyse ki çat-pattan eli yüzü düzgün sohbet mertebesine ulaştım; ayıptan yırttım. *** İlk otostopumu tek başıma yapmadım. Rotem, İsrailli ilginç bir çocuk. Ben insanlara klasik “Neredensiniz, ne kadardır seyahat ediyorsunuz, nerelere gittiniz?” gibi sorular sormaktan sıkıldım. Ve genelde “Burada ne arıyorsun?” gibi abuk sorular soruyorum. İşte bir gün, aynı soruyu bana soran biri çıktı karşıma! Neyse, maksat burada kitap reklamı yapmak, geleceğime yatırım yapıyorum sadece. Dolayısıyla abuk sorularım ve cevaplarımı, Aynadaki Yabancı’da tamamlamak üzere yarım bırakıp otostopuma döndüm yine. Şimdi Rotem bana otostop çekme teknikleri öğretiyor. Eşyalarımızı kenara sakladık, görmemeleri lazımmış. “İyi de eninde sonunda görecekler” “Olsun, ne kadar geç görürlerse o kadar iyi.” “Peki.” Uyumlu bir kızımdır, hani bilmeyen varsa aranızda. İyi de elimi verdim kolumu istedi. Bu sefer “Look miserable,” dedi bana. Yahu şimdi durup dururken neden dünyam başıma yıkılmış, hayatım kararmış gibi görüneceğim? Üstelik keyfim acaip yerinde, ne güzel hoplayıp zıplıyorum, komiklik ya da daha doğrusu şaklabanlık yapıyorum. Ve sonra öyle tabak gibi bir ay çıktı ki cidden inanamadım! Hiç bu kadar büyük aydede görmemiştim. Siz de görmek isterseniz aklınızda bulunsun, Los Antiguos’ta sahneye çıkıyor.

90


O gecenin sonunda İngilizce öğretmeni bir kız ve laboratuvarda çalışan bir çocuğun evine konuk olduk Rotem’le. Aslında hikâye ilginç, ikinci ve üçüncü otostoplarım da ilginç ama şimdi vaktim yok, yorgunum, sonra anlatırım, yarın yine yollardayım arkadaşlar. *** Resim soranlar olmuş. İyi demişsiniz güzel demişsiniz de binlerce resim arasından seçim yapmak ne kadar zor, fikriniz var mı hiç? Yine de size bir buzul resmi, bir de kendi resmimi gönderiyorum. Hani belki özlemiş olanlar vardır. Bir de sormak istedim ki “Müze tuvaletinin aynasından kendi fotoğrafını çekip eğlenen kaç kaçık tanıdığınız var?” Mektubuma burada son verirken Bolivya’ya vardığımı gururla duyurur, gözlerinizden öperim. FOTOĞRAF: EKLENECEK!! (FOTOĞRAF: CLOSETHE) 5.5.2002

İguanayla Sohbet 1998’in Şubat’ında “Küba” diye tutturduğumdan kısa bir süre sonra gazetede “Cubana” havayollarının ilk uçuşu dolayısıyla yaptığı promosyonu görmüş ve bu dileğimi gerçekleştirmiştim. Bir sene sonra 99 Şubat’ında ise Galapagos diye tutturdum ne hikmetse. Hikmeti bu konuya neden karıştırıyorsun derseniz, orada ne olduğunu bırakın, Galapagos’un nerede olduğuna dair bile fikrim yoktu tuttururken de ondan. Tabi açıp haritaya baktım. Şimdiye kadar fark etmiş olacağınız üzere, ben cahil bir kızım. Ne var, bilmemek ayıp değil ki, öğrenmemek ayıp! Ben de öğreniyorum işte. Okuyarak değil, gezerek. Biraz yavaş oluyor ama olsun, acelem yok. Hayat şimdilik bir yere kaçmıyor. Hem geç olsun da güç olmasın. Atalarımız ne çok güzel şeyler demişler farkında mısınız? Ah bir gün bitecek, bu ilham kaynaklarım tükenecek diye ne korkuyorum. Ama korkunun ecele faydası yok. *** Bir rüya gördüm. Güya Pasifik Okyanusu’nda bir akşamüstü, altı tane pelikanla yüzüyormuşum. Rüya bu ya, ertesi sabah olmuş, yine denize girmişim, yanımdan bir fok balığı geçip “Günaydın” demiş. Rüyanın gerisini de çok net hatırlıyorum. Sevimli yaratık 91


etrafımda şöyle bir tur attı. Güne neşeli başlamış gibi görünüyordu. “Benimle yarışa ne dersin?” diye sordu ama ona karşı hiç şansım olmadığını fark etmişti. “Yüzmesini bilmeyen bu yaratık komik,” diye geçirdi içinden ve yarıştan vazgeçip etrafımda tur atmaya başladı. İlerideki kayalarda rastladığım iguanaya “Neredensin?” diye sormadım. Buranın yerlilerinden olduğu her halinden belliydi. Ben soranlara hemen direkt söylemiyorum artık nereden olduğumu. Var mı öyle hazıra konmak? “Tarihten mi, coğrafyadan mı sınanmak istiyorsunuz?” diyorum. Tarih sorumuz “Fethi çağ değiştiren kent hangisi?” Coğrafya sorumuzun yanıtı ise “Dünyada iki kıta üstünde bulunan tek şehirden.” İguana tarih sorusunu bilemedi ama coğrafyası iyiymiş. Hemen ardından kendini tanıttı: “Ben su iguanası amblyrhynchus cristatus, nam-ı diğer kısa burun. Sen bana Maribel diyebilirsin.” Hâl hatır sorduktan sonra nereden aklına geldiyse büyükannesinin 48 sene önce volkan patladığında nasıl öldüğünü, fakat büyükbabasının kurtulup hayatta kalan altı çocuğuna nasıl özveriyle baktığını anlatıyordu ki birden konuyu değiştirdi ve en son ne zaman kağıttan gemi yaptığımı sordu bana. Garip… Yakınlarda ben de aynı şeyi sormuştum kendime. “En son ip atladığından bu yana ne kadar zaman geçti, bir kaleideskopa bakıp hayal kurduğundan? Peki ya çocuklar kadar saf ne zaman eğlendin ve güldün en son? En son ne zaman salıncakta sallandın? Bunları yapmak için yaşlanır mı hiç insan?” Yoldan geçmekte olan mavi gözlü, turuncu yengeç de katıldı sohbetimize: “Hayatın ufak zevkleri: lolipop şekeri!” Aslında rüya daha uzun, fakat artık biliyorsunuz ki devamı henüz yazılmamış öykü kitabımda… Tamam, iguanayla sohbetimiz hayal gücümün ürünü olabilir ama hikâyenin gerisi gerçekti galiba. Sahi siz en son ne zaman kağıttan gemi yapıp yüzdürdünüz?

25.5.2002

oradan buradan kısa kısa 92


Aslına bakarsanız Galapagos’ta çok fazla bir şey görmediğimi sanıyordum ama resimlere bakınca şaştım kaldım. Sanırım bu turun sonunda ben bile inanamayacağım ne çok şey yaptığıma, gördüğüme, yaşadığıma! İşte son zamanlarda yaptığım birkaç şey: (FOTOĞRAF: B_ANNETE) FOTOĞRAF ALTI: Machu Pichu’ya gitmek isteyenleri kıskandırmak gibi olmasın ama… Nazca çizgilerini gördüm. Çizgilerden ziyade helikopter gezisi ilginçti sanırım. Yani çizgiler tabii ki ilginç ama görmek çok etkileyici değildi doğrusu. Biliyorsunuz çeşitli iddialar var nasıl yapıldıklarına, ne olduklarına dair. Şimdi gidip gördüm diye benim de düşünüp bir teori üretmem gerekiyor bu çizgiler hakkında. *** Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Hayatımda yaptığım en akıllıca işlerden biriydi Amanti adasına gitmek. Titicaca, hepinizin bildiği üzere dünyanın en yüksek gölü. (Zaten şu aralar hep yükseklerde uçuyorum.) Peru tarafında Quechua, Bolivya tarafında Aymara kabileleri yaşıyor. Akşam bize yerel kıyafetlerini getirdiler; “Hayır” diyemedik, giydik paşa paşa. Tabii bir yandan halimize kahkahalarla gülerek. Ve partiye gittik. Doğrusu turistlerde bir gariplik vardı ama kimse yadırgamıyor gibiydi kıyafetini. Nereden geldiğini, eski kimliğini unutmuş, dansa kaptırmıştı kendini insanlar. Döndüğümde bir parti verip Peru müzikleri çalıp öğreteceğim size o müthiş keyifli dansı! (FOTOĞRAF : BUF_KOYL) *** Her gittiğim yerde Pacha Mama (Toprak Ana) çıktı karşıma. simgeler: Gökyüzü kondor, yeryüzü puma, yeraltı yılan. *** Tiwanaku, şimdiye kadar gördüğüm en ilginç kültürlerden birine sahip. Mesela kulaktan örnek alıp bir taş oymuşlar; bir tarafından konuştuğunuzda mikrofon, diğer taraftan konuştuğunuzda hoparlör görevi görüyor. ***

93


La Paz’daki San Pedro hapishanesi hakkında ne diyebilirim ki?... Gerçek ötesi? Uçuk?! 1.500 kadar tutuklu var. 500 kadar da çocuk ve kadın. Millet ailesiyle içeride. Tutuklular hapishanede yaşamak için para ödüyor. Paranız varsa her tür lüks içinde yaşıyorsunuz. Yani yaptığınızda sağlam dolandırıcılık yapmışsanız kral sizsiniz. Dört sene önce bir helikopter dolusu kokainle yakalanan Kanadalı’nın 5.000 $’lık hücresinin banyosunda jakuzisi bile var! Diğer garip tipleri ve bizi gezdiren Fernando’nun yumurtladığı cevherleri de başka bir zaman anlatırım artık. *** Dünyanın en yüksek başkentinden en yüksek şehrine, Potosi’ye geçtim. Potosi, 1545’te gümüşüyle ünlü olmuş bir şehir. Latin Amerika’nın en büyük ve en zengin şehri haline gelmiş kısa zamanda. Görkemini de, daha sonra yaşadığı hazin sonu da gümüşe borçlu. Sekiz milyon işçi ölmüş üç yüzyıl içinde. 6 Ağustos 1825’te Bolivya’nın özgürlüğüne kavuştuğu ve ismini aldığı şehir Sucre’de ise dünyanın en uzun (350 metre) dinazor ayak izleri varmış. Ben de gidip görmedim, ne gereği var, duydunuz öğrendiniz işte… Diyecektim ama böyle düşünürken bir de baktım ki oradayım bile! (FOTOĞRAF: BUF_DINO) FOTOĞRAF ALTI: İşte şu çukurlar var ya... dinoların ayak izleri :) Ben size söyleyeyim, bunları Marslılar yapmışlar. Piramitleri, Paskalya Adası’ndaki moaileri, hatta şaşırıp hayret ettiğimiz, sırrını çözemediğimiz ne varsa (işte böylece Nazca çizgilerinin de açıklamasını yapmış oldum size!) hepsini Marslılar yaptı. Şimdi de bize bakıp eğleniyorlar yukarıda. Bizimle oyun oynuyorlar. Aslında biz Marslıların Monopoli’sinin bir parçasıyız sadece ve farkında değiliz, kendimizi akıllı sanıyoruz :) Yoksa imkânı var mı 68 milyon yıl önce dinazorlar yaşamış da, tektonik plakalar kaymış da, sonra bir gün çimento çıkarırken dinazorların ayak izleri bulunmuş!... İzler bazı yerlerde düz çizgi halinde gitmiyor, farklı çukurlar var. Orada da dinazorlar kavga ediyorlarmış, hah ne komik :) Ardından Uyuni’ye gittim. Oranın da dünyanın en büyük tuz gölü olacağını umuyordum; araştırdım ama öyle bir veri bulamadım :( N’apim, illa tüm en’leri göreceğim diye bir mecburiyetim yok sanırım. Uyuni’de tren mezarlığı var. Bir zamanlar madencileri ve onların ne zor koşullarda gün ışığına çıkardıkları gümüşü taşımış bu zavallı trenleri

94


paslanmış şekilde bırakmışlar öyle ıssız bir yerde. Pek bir mahzun ama sevimli duruyorlardı. (FOTOĞRAF: EPSN0232) FOTOĞRAF ALTI: Uyuni’de tuz yığınları (FOTOĞRAF: EPSN0233) FOTOĞRAF ALTI: Uyuni’de krater suları (FOTOĞRAF EKLE!) KAKTÜSLER Tuz gölünde göz alabildiğine parlak her taraf. “Abre los Ojos” aklıma geldi; gözlerini aç açabiliyorsan! Akşam oldu, güneş battı, gökyüzü pırıl pırıl yıldız oldu. Güney Haç’ından yön tayin etmeyi gösterdi Fransız bir doktor hanım. Bir de öğrendim ki Fransa’da üç yıl aynı şirkette çalışırsanız altı ay veya bir yıl ücretsiz izin isteyebiliyormuşunuz, aynı koşullarda aynı maaşa geri dönmek üzere. Üstelik “hayır” deme hakları bile yokmuş. Üstelik sebep filan da söylemek zorunda değilmişiniz. İsterseniz hiçbir şey yapmayın, isterseniz çıkın sürtün, isterseniz gidip başka bir işte çalışın. Ne âlâ iş değil mi? Isla del Pescado’da (Balık Adası), kaktüsler ve hilal aydede ile uyudum. Tabi arkadaşlar bu arada bilmenizi isterim ki, hayat hep öyle anlattığım gibi günlük güneşlik değil. Her tarafından soğuk sızan kulübelerde titrediğim uykusuz gecelerden, uzun geceler boyunca bitmeyecek gibi gelen otobüs yolculuklarından, aç veya ekmek ve ekmek yiyerek geçen günlerden haftalardan, geçilemeyen yollardan, yaşadığım hayal kırıklıklarından, yorgunluktan hiçbir şey yapamayacak hale gelip ağladığım zamanlardan bahsetmiyorsam,

sanırım

güzelliklerin

yanında

gölgede

kaldıklarından.

Yaşanmadıklarından değil. Az sonra sandboarding (kumkayağı) yapmaya gidiyorum San Pedro de Atacama’da. Umarım ayağımı kırmam için dua etmezsiniz; ben bir gün sizin de buralara gelip benim yaptıklarımın hiç değilse bir kısmını yapmanızı diliyorum. Kalın sağlıcakla… (FOTOĞRAF : EPSN0003)

11.7.2002- Buenos Aires

TAKİP Bölüm 1 95


Hı! Bu çanta niye yerde? Hımmm, demek yere koymuşum… İlginç. Aman neyse, hadi çıkalım. Film de fena değildi. Aslında ona gitmemeye karar vermişti ama arkadaş için çiğ tavuk bile yenir derler; Marcela isteyince gidilebilir olduğuna dair bir karar değişikliği yaptı fazla düşünmeden. Amma da ağlamıştı. Ne vardı filmde bu kadar etkileyici, bilemedi. Filmlerde çok öyle sulugözlülük de yapmazdı hâlbuki; sonuçta film değil miydi? Ekran kararıp ışıklar yandığı anda gerçek dünyaya geri döndü; filmin etkisi uzun sürmedi yani. Sinemadan çıkışta beraber yürüdüler bir süre. Sonra Marce ayrıldı; o oturdu bir kafeye, ısmarladı balığını, açtı dergisini, gidilecek filmleri, tiyatroları, konserleri, pazarları seçti ve işaretledi ciddi bir görevi yerine getiriyormuş gibi dikkatlice. Balık geldi; özel olarak lezzetli değildi ama “Balık balıktır, iyidir, sağlıklıdır,” dedi kendi kendine. Üstüne Venedik tatlısı, frambuaz, yanında dondurma, nefis! Pek yapmadığı bir şeydi böyle bir yere gidip oturmak, keyifliydi doğrusu. Hesabı istedi. Hesap geldi. Ödemek için cüzdanı açtı… *** Ve hikâye burada bitti arkadaşlar! Çünkü param kalmadııııı!... Yahu böyle şeyler filmlerde olur. Adam cüzdanı açar, içine bakar, boş olduğunu görünce tekrar açıp bakar. Hah işte, ben de aynen öyle yaptım! :) Üstüne üstlük bir de iyice gözüme sokup baktım, sanki uzak olduğu için göremiyormuşum gibi! “Gözlerine inanamamak” böyle oluyormuş meğer. Öyle düşecek bir para değildi; bir dolu 10 ve 20 $’larım vardı, ufak param olsun diye özenle bozdurduğum. Ardından cüzdanı iyice açıp tekrar baktım. Birden geri orada belireceklerini ummuştum herhalde ama ı-ıh!... Yoook! Gitmiiiş!… Güle güle :) Peki nasıl oldu bu iş? Yani hiçbir yere bırakmadım çantamı. Kimsenin ben fark etmeden çalması mümkün değil. “Nasıl bu kadar şapşal olabilirim?” diyeceğim ama asla aklıma gelmezdi doğrusu; sinemada biri yanımdaki koltuktan çantamı alacak da, içinden cüzdanımı çıkarıp bir klipsi açıp bir gizli bir fermuarı bulacak, paramı cebine atacak ve çantayı aynen kapatıp yerine koyacak! Pek inanılmaz bir hikâye gibi geliyor ama başka açıklaması yok. Yok yani, mümkün değil başka türlü olması. Bir kere de arabam gitmişti

96


inanılmaz bir şekilde ama o akşama geri dönmüştü, paramın tekerlekleri olmadığı için geri dönebilemedi sanırım. Şimdi düşününce ufak ayrıntılar yerine oturuyor. Öncelikle çantanın koltukta değil, yerde olması. Ve yavaş yavaş hatırladım; sinema koltukları siz kalktığınızda kendi kendilerine kapanırlar ya, koltuk öyle bir çarpmıştı film sırasında. Nasıl bu kadar kaptırmışım kendimi, insan bi kafasını çevirip bakar değil mi? Yani çevirdim baktım; ve aynen filme geri döndüm. O anda adamı yakalamış olmayı ne çok isterdim. Aynen kazadaki gibi. O anda farklı bir şey yapmış olup gerçekleri, yaşananları değiştirebilmek istiyor insan. Mümkün değil elbette. Ve er ya da geç hayatı kabul etmeyi öğreniyorsunuz, er olsa daha iyi tabii :) Ama dolandırılmış olmak kötü bir his. Sinsice yapılmış olması daha da kötü gibime geliyor… Sanki saldırsalardı veya en azından yaptıklarında farkında olsaydım daha memnun olurdum diye düşünüyorum bir an ama takdir ettim ki saldırıya uğramak da hiç cazip olmasa gerek. Öyle bir korkuyu yaşayıp atlatmak zordur herhalde. Ama ama :(… Filmlere baktığımda buna gitmeyeceğime karar vermiştim, niye gittim ki? Michelle Pfeiffer filmlerini sevmiyorum ben, tercihim Meg Ryan. Şimdi bunun konumuzla ne alakası varsa! Kabul etmek gerekir ki epey çocuksu bir tepki de gösterdim: “Bu şehri sevmiyorum işte!” Şehrin ne kabahati var idiyse! Sonra başladım saymaya: Bu şehir hâlâ dar bir sokaktan geçmeniz gerektiğinde erkeklerin sokak başında durup size yol verdikleri şehir, bu şehir hâlâ yaşlı insanların parkta toplanıp golfe benzer bir top oyunu, satranç, okey, tavla veya kağıt oynadıkları şehir, bu şehir hâlâ bankta oturmuş hafiften makyajlı yaşlı bir teyzenin size gülümsediği şehir… Bu şehir hâlâ sokaklarında insanların çeşitli sanat eserleri yapıp sergiledikleri şehir… Bu şehir bütün gürültüsüne, bütün pisliğine rağmen hâlâ sevdiğim şehir. Üstelik ilk anılarımın kazadan sonra olduğunu düşününce, ki emin olabilirsiniz hiç hoş anılar değillerdi!, sevmemem lazım ama gelin görün ki seviyorum işte. Ne çok sey yaşadım bu şehirde. (FOTOĞRAF : PALYACOC) TÜM SAYFA KULLANILSIN? FOTOĞRAF ALTI : San Telmo’da her Pazar düzenlenen şenliklerin değişmez bir parçası da bu palyaçocu. Eski bir gramafonda çalan tango eşliğinde yaptığı kukla gösterisine, adamın kabiliyetine, işiyle bütünleşmesine, duruşuna, her şeyine âşık olmuştum.

97


(FOTOĞRAF : LABOCA_E) FOTOĞRAF ALTI : Eskiden varoş kabul edilirken günümüzde entellektüellerin, yani sanatçı ve aydınların mekânı olan La Boca, İspanyolca’da “ağız” anlamına geliyor. Tangonun da doğduğu yer olan La Boca’da gemiciler evlerini alüminyum levhalarla kaplar, artık gemi boyaları ile boyarlarmış. Hem seyahatin bir parçası soyulmak! Bu da seyyah olmaya bir adım daha yaklaştım demek. Ayrıca bu şehirde soyulduğuma, paranın Arjantin ekonomisine gittiğine memnunum. Gariptir, şimdi kendimi daha zengin hissediyorum. O parayla özellikle burada neler yapabileceğimi düşündükçe moralim bozuluyor; ben de onun yerine, o para olmadan da yaşayabileceğimi ve kaybetmeyi kaldırabileceğim bir para olduğunu düşünmeyi tercih ediyorum. Çalmak zorunda olmadığınız için kendinizi şanslı hissettiniz mi hiç? Umarım o parayla işe yarar bir şey yapmıştır; çocuğuna karısına giyecek, yiyecek almış veya ne bileyim annesinin kirasını ödemiştir. Cüzdanımda asıl paralarımın olduğu gözü bulmuş ama asıl asıl paralarım evde duruyordu. Kredi kartlarım ve damga dolu pasaportum da sağlam. Çok klasik olacak belki ama zaten asıl zenginlik başka değil mi? Çalınamayacak erdemler. Ve en önemlisi sağlığım yerinde. Santiago’da kaldığım hosteldeki İngiliz bir çocuk hastalanmıştı; ona ilaç vermeye kalktığımda önce istemedi ama çıkarınca itiraz etmedi; “Emin misin?” diye soruyor, “Evet eminim” ve “En azından bir işe yaramış olurlar,” dediğim anda fark ettim ki yola çıktığımdan bu yana, yani tam bir yıldır, malarya (sıtma) tabletleri ve bitsinler diye arada sırada aldığım vitaminlerden başka hap kullanmamışım! Seyahat ederken, direncinizin düşük olduğu göz önünde bulundurulursa bu müthiş bir şey aslında. Yani canım acıdı ama ilaç almayı gerektirecek kadar bir tarafım ağrımamış hiç. Üstelik tüm pis, yani öyle diyorum ama kastettiğim sokakta satılan yiyecekleri de yedim yerel şeyleri denemek adına. Afrika’da bizim takımın hepsi sırayla hastalanınca kendimi garip hissetmeye başlamış, “Bir tek Gülin hastalanmadı” demeye kalktıklarında iyice rahatsız olmuştum. En sonunda, bir gün midem bir parça kötü olunca “Hastalandım” dedim. Sally “Sevindim,” diye kaçırdı ağzından! Hemen sonra, söylediğini kulağı duyunca düzeltti, “Yani hastalandığın için değil, sadece biz değiliz artık” diye ama ne fayda?

98


Neyse… Bana geçmiş olsun, giden para olsun, canım sağolsun, paranın gözü kör olsun. N’apim ağlayayım mı yani? Onu da yaptım tabii ki canım :) Dökülen süte ağlanmaz biliyorum ama bu yaşta kendimi de biliyorum artık. Her şeyde önce bir ağlamam gerektiğini, ancak sonra mantıklı düşünmeye başlayabildiğimi. Eh, ne de olsa kadınım, ve şanslıyım ki kadınlar ağlamaz diye bir kaide yok. Yeter ki gönlüm zengin olsun ve sağlığım yerinde olsun, yalan mı?

TAKİP Bölüm 2 Soyulmanın stresi yüzünden bir önceki akşam pek uyuyamamıştı. Dolayısıyla o akşam saat 8 gibi yatakta sızmış ve sonra 10-10,5 gibi de cin gibi kalkmıştı. Yapacak acil bir işi yoktu. İki hafta önce tanıştığı 25 yaşındaki, saçı sakalı birbirine karışmış İskoç genç uğramış, akşam yemeğe davet etmişti ama içinden bir şey yapmak gelmiyordu; reddetmişti. Çocuk kızın kaldığı pansiyonun kapısından çıkmak üzereyken geri dönüp tüm gece Gibraltar’da olacağını söylemişti, belki gelir diye. Gibraltar, St. Patrick’s gününde bir geceliğine çalıştığı bardı. Sahipleri ve çalışanları tanıdıktı. Şehre geri döndüğünden beri uğramamıştı oraya, bir gidip merhaba dese iyi olurdu aslında. Hazırlandı. Sokağa çıktığında saat 11 civarıydı. Barın kapısının önüne kadar geldi ama içeri girmedi. Etrafında bir tur attı barın. Hâlâ da içinden pek gelmiyordu içeri girmek. “Bari San Telmo meydanında biraz dolaşayım” dedi. Yolda bir apartman eşiğine oturmuş, muhtemelen kendi yaşlarında, entel sakallı bir genç “20 sentavon var mı?” diye sorduğu sırada kendini kaptırmış, uygun adımlarla yürüyordu. “Hayır” anlamında ellerini iki yana açarak yürümeye devam etti. Arkasından çocuğun “Rahatsız ettiğim için özür dilerim” dediğini duydu, sesinde hiç manalı bir ton yok gibiydi. Ve kız düşünmeye başladı... Aslında tabii ki vardı 20 sentavosu. 5 kuruş gibi gibi bir rakamdı sonuçta. Ama dilencilere vermeme adeti vardır ya, öyle öğretilmiştir; veya o tür insanlarla muhatap olmamak. Peki ama bir insan neden 20 sentavo ister? O parayla hiçbir şey yapılmaz ki, ancak iki ufak somun ekmekcik alınır. Böyle bir şey soran insanın psikolojisini anlamaya çalıştı. Kapasitesi yetmiyordu. Gidip sormayı düşündü.

99


Tekrar düşündü… Gecenin bir yarısı, böyle bir tipin yanına gidilir mi? Gerçi ne dilenci gibi duruyordu ne de tehlikeli biri gibi. Yine de soyulalı henüz 24 saat dolmuş iken, başına tekrar bir şey gelmesini istiyor muydu? Peki insan neden vermez? “İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara” diye de öğretmemişler miydi? 20 sentavo verse fakir olmayacağı kesinden öteydi. Hem daha dün birisi 250 $ını çalmışken bugün isteyen birine vermemek iyice ayıp geliyordu. Kararsızdı… “Dönüp sorsam mı yoksa unutsam mı?” Ama aklına takılmıştı bir kere. Sorusunun cevabını istiyordu. Neden 20 sentavo istemişti bu çocuk? Peki bu yanıt için neleri göze almaya hazırdı kız? Meydanda oturmuş bunları düşünürken kafasını kaldırdığında çocuğun önünden geçtiğini gördü. Bir an duraladıktan sonra çocuğun peşine düştü. Genç adam bir sonraki yol ayrımında durdu. Geri döndü. Kaldırıma çıktı. Bir sağa, bir sola bakındı. O da nereye gideceğini bilmiyor gibiydi. “Benim gibi,” diye düşündü kız. Çoğu zaman kendisinin yaptığı gibi, kararsız, arada yol değiştiren, kafasına eseni yapan birini takip etmek garip bir duyguydu. Sonunda sola saptı. Kız da arkasından… Ana caddeye çıktılar. İki üç sokak gitmişlerdi ki, çocuk yine aniden durdu ve bu sefer 180 derecelik bir dönüş yaparak kendinden emin adımlarla ilerlemeye başladı. Onu görecek ve takip ettiğini anlayacak diye korktu bir an kız. Ama çocuk da normalde onun yaptığı gibi kendi işine bakıyor, etrafında olup bitenlerle ilgilenmiyor gibiydi. Aklında ne vardı acaba? Çocuk karşı kaldırıma geçtiğinde kız, olduğu blokta kaldı bu sefer. Çocuk geri onun kaldırımına geçti. Biraz ilerledikten sonra bir dükkânın önünde durdu uzunca bir süre. Acaba neye bakıyordu? Kızın bulunduğu yerden oto-yedek parçaları gibi görünüyordu baktığı şeyler. Motosiklet dükkânı filan olabilirdi. Biraz sonra kız da aynı dükkânın önünde durdu. Nasıl da yanılmıştı! Bir antikacı dükkânıydı burası! “Acaba hangi parçayı incelemiş ve ne düşünmüş olabilir?” diye sorguladı. Daha uzunca kalıp her parçayı ayrı ayrı incelemek istedi ama şu anda daha acil bir işi vardı. Çocuk adımlarını hızlandırmış, ilerliyordu. O’nu kaybetmemesi gerekiyordu. “Dükkâna daha sonra dönüp bakabilirim” deyip yoluna devam etti. Çocuk caddeyi geçti. Bir dükkâna girdi. Ondan çıkıp yan dükkâna girdi. Acaba ne alıyordu? İçki?... Bir telefon kulübesinin arkasına saklanıp bekledi kız. Dışarı çıktığında onu görmemeliydi çocuk; ayrıca beklerken oyalanması ve bir şey yapıyor gibi görünmesi gerekti.

100


Acaba, ortalıkta pek kimselerin olmadığı gece vakti mi kolaydı birini takip etmek yoksa gündüz kalabalıkta mı? Sanki etrafta az kişi olursa takip ettiğin daha kolay fark edilebilirdi ama kalabalıkta da takip ettiğin kişiyi kaybetmek daha kolaydı. Akşam uzaktan takip edebiliyordun ama gündüz yakın takibe almak durumundaydın herhalde. Çocuk epeyce kaldı içeride. Acaba bir şey mi seçiyordu, başka müşteri mi vardı, yoksa dükkân sahibi arkadaşıydı da sohbet mi ediyordu? Kız onun daha birkaç saat orada kalabileceğini düşünmeye başlamıştı ki çıktı dükkândan. Karşıya geçti, bir süre sonra yolda durdu, kafasını duvara doğru çevirip elleri ile ağzının çevresinde başka bir duvar oluşturdu. Çocuk tekrar yürümeye başladığında, önce dumanı göründü, sonra da ateşi yana indirdiği elindeki sigaranın. Dumanlar, ıssız bir çölde dizi dizi giden tren vagonlarını andırıyordu. Sahile doğru iniyor gibiydi çocuk. Puerto Madero’ya doğru. Muhtemelen tüm gece ortalıkta sürtecek, sabahlara kadar dolaşacaktı sokaklarda, sonu hiç gelmeyebilirdi bunun… Sonunda vazgeçti kız takip etmekten. Su kenarında dolaştı biraz. Kafeler Arjantin’in krizde olduğunu yalanlarcasına doluydu. Üstelik hafta arasıydı. Biraz daha öteye gitme dürtüsü duydu ama gece vakti iyice karanlık yerlere girmeyi gerçekten istiyor muydu? Bazen aptallıkla cesaret arasında çok ince bir çizgi vardır. Gerçi bunu birçok defa yapmıştı ama bu sefer aptallık sınırına girmemeye karar verdi ve evine geri döndü. Ayakları isyan ediyordu. Uzun zamandır, hatta belki hiç hatırlamıyordu onu böyle yüzüstü bırakmaya niyetlendiklerini. Olduğu yerde çökecek gibiydi kız. Doğru, sabah da epey bir yürüyüş yapmıştı ama… Bu kadar tükenmiş olabilir miydi? Şimdiye kadar hiç asilik yapmamıştı bacakları. Neyse, eve kadar götürdüler onu 34 numara vefakâr dostları. *** Eeee, hikâyenin sonu böyle mi bitti yani şimdi?! Ben bundan daha iyisini yapabilirim gibime geliyor. “Bir deneyelim bakalım” diyeceim ama o da öykü kitabıma kalabilir. Şşşimdilik bu kadar.

Nasıl Soyuldum 11.7.2002 101


¡Hola amigos! Ay bu ne zor işmiş! Aslında daha uğraşırdım ama saatlerce bu ekranın karşısında çok sıkıldım. Yapıcı öneriniz varsa memnun olurum, hikâye yazmayı öğrenmem lazım artık bir şekilde. Ben üçüncü kez Buenos Aires’e geri döndüm. Daha doğrusu yollar beni yine Buenos Aires’e getirdi. Asya’da her yol Bağdat’a çıktığı gibi Güney Amerika’da da her yol Buenos Aires’e çıkıyor (olmalı :) En son Atacama’da sandboarding’de kalmıştık galiba. Ayak kırmıyormuşsunuz kumkayağı yaparken. Zaten hemen ayağınızdan çıkıveriyor kızak. Hiç zevkli değildi, güvenin bana. Söz dinleyin, hiç heves etmeyin. Biraz hızlanmaya başladığınızda otomatik olarak kendinizi arkaya atıyorsunuz, eh ardından yine otomatik olarak düşüyorsunuz. Sonra da kalk kalkabilirsen! Hadi kalktın diyelim, tekrar kay kayabilirsen. Sonra hadiii bi daha tırman o tepeyi elinde kızakla o sıcakta. İki saniyelik eğlence için beş dakika eziyet çek. Hiç akıl kârı değil! En sonunda dayanamadım, “Ben hızlı gitmek istiyorum” dedim; bu işin zevkini çıkarmayı kafama koymuştum. Kızağın üstüne oturduuum… Ve kaymaya başladım. Nefesim kesildi!... Bu gerçekten hızlıydı! Bu sefer de otomatik olarak kollarımı yana açarak fren yapmaya çalıştım ve bunun hediyesi de harika bir takla ve sürtünmeden dolayı kolumda bir yanık oldu. Neyse ki ameliyatlı yerini yakmamışım kolumun. Bir de tırnağım kırılmış eşantiyon olarak. Bir de duştan sonra bile kulağımdan ve saçımdan kum temizledim durdum. Ama o taklaya ve adrenaline değdi doğrusu! Ne zaman aklı başında hanım hanımcık bır kız olacağım bilmem! Aslında öyleyim, çaktırmayın. Amma velakin arada böyle bir şeyler yapmazsanız da hayatın tadı kalmaz, değil mi? Ardından Santiago’ya indim. Santiago’yu sevmedim; yağmurlu ve soğuktu. Fakat Güzel Sanatlar Müzesi’nde şimdiye kadar gördüğüm en ilginç sergilerden birini gördüm. Sanatı tarif etmek mümkün değildir; resim çekmek yasaktı, yasak olmasaydı da yanımda makinem yoktu zaten. Dolayısıyla kendiniz gidip görmeniz gerekecek. Ama elinizi biraz çabuk tutun, çünkü geçici bir sergiydi. Ha bir de daha önce söylemeyi unuttum, sanırım gezdiğim bunca yer arasında en beğendiğim katedral Bariloche’dekiydi. Basit taş bir bina belki ama içindeki sadelik huzur veriyor. Sadeliğin büyüleyiciliğini görmek için gidilmesi

102


gereken başka bir yer de Montevideo’da Alvear’ın mozalesi. Simsiyah mermerden döşeli odaya adımınızı attığınızda boşluğa bastığınızı sanıyorsunuz bir an. Dört duvarda 40-50 santimlik harflerle bir tek cümle yazılı Alvear’ın kahramanlığını anlatan. Santiago’dan Paskalya Adası üzerinden Avustralya’ya gitmekti niyetim ama uçak fiyatları anormal pahalıydı ve Lan Chile ofisinde adamlar “round-the-world ticket” (dünya turu bileti) dediğimde anlamıyorlardı bile neden bahsettiğimi. Baktım vize için filan da çok oyalanacağım; Buenos Aires de beni çağırıyordu, ben de kalktım geldim. (Ah benim bu ‘de’ ve ‘da’ bağlaçları ile başım dertte! Çok fazla kullanıyorum ve onlardan nasıl kurtulacağım bilmiyorum.) Parantezi kapattığıma göre devam edelim kaldığımız yerden: Yani aslında öyle kalkıp gelemedim tabii; üç gün mahsur kaldım, sınır kapıları kapalıymış kar yüzünden. And Dağlar’ı geçit vermezmiş bazen. Burada da pek farklı değil uçak fiyatları ama en azından sorularıma adam gibi cevap alabiliyorum. Arjantin Havayolları’nın promosyonları var peso bazında… Malum, dolara çevirince epey makul oluyor şu sıralar. Caracas’a uçayım dedim ama ondan sonra kuzeye çıkmak veya Surinam’a gitmek için uygun zaman değil; yağmur mevsimiymiş, biraz daha beklemeye karar verdim. “Önüme güzel bır fırsat çıkana kadar rölantideyim” derken babam “Babalar günü yaklaşıyor; ben hediyemi seçtim, senin yanımda olmanı istiyorum” deyince ben de ona “Yanında olmamı istiyorsan kalk gel buraya. Hem hayatına renk katmış olursun biraz, fena mı?” dedim. O da şaka maka geldi. Ben bu bizimkileri olduğum yere getirme işini sevdim. Birileri bana “Altı ay sonra bu köprünün üzerinden, bu sefer yürüyerek, bir kere daha geçeceksin,” deseydi asla inanmazdım. Brezilya ile Paraguay sınırında iki ülkeyi birbirine bağladığı için “Dostluk Köprüsü” adı verilen köprüden bahsediyorum. Millet, hatta Arcantinliler bile bir kere görmemişken ben ikinci kez gördüm İguazu’yu. Neyse, dün babamları yolcu ettim. Kaldım mı tekrar tek başıma?!... Resmen gitti, beni terk etti! Viki’ye söylediğimde “Sen de onu terk ettin buraya gelerek” dedi. Olabilir! Ama anne-babalar çocuklarını terk etmezler bi kere, çocuklar gidebilir. (Bunları tüm şımarıklığımla söylüyorum ama siz duyamıyorsunuz.) Şimdilerde bu anne-baba ve çocuk ilişkisini anlamaya çalışıyorum. Anne-babalar çocuklarını kendilerinin bir uzantısı/uzvu gibi görüyorlar da onun için mi kontrol etmeye çalışıyorlar acaba? Kendi iradeleri dahilinde hareket etmesi gereken elleri, gidip onların istemedikleri şeyler yapıyor gibi mi algılıyorlar bunu? Neden kabul edemiyorlar benim onların kafalarında kurduklarından farklı bir hayat yaşamak istediğimi? Tamam, çocuklarını yanlarında istemelerini anlayabiliyorum ama herkesin kendi hayatı var;

103


onların da ayrı hayatları var. Eğer İstanbul’da olsaydım babamla toplam ancak bu kadar görüşmüş olurdum bir sene içinde. Böylesi daha iyi değil mi, kaliteli zaman ayırmak? Ya da hadi tamam, daha iyi demeyeyim ama çok da kötü değil. Aslında artık ben de bir an evvel İstanbul’a dönmek istiyorum. Fark ettim ki 33 oluyorum bu sene. 30’umda 30 arkadaşımı Heybeliada’da toplayayım demiştim, kısmet olmamıştı. Bu sefer yapsam mı yoksa dünyanın bir yerinde tek başıma veya tanımadığım insanlarla mı geçirsem doğum günümü? Neyse, sonuçta dönsem bile bu dönüşün ne kadar uzun süreli olacağına emin değilim; iki ay yeterli. Belki Afrika’da gönüllü çalışmaya giderim, belki Londra’da kendime iş bulurum. Hazır zincirlerimi koparmışken tekrar kök salmadan yapmak istediklerimi yapayım diyorum. En son muhteşem fikirlerimden biri de Malta’ya gidip orada bir şato kiralayıp (!) kitap yazmak. Tabii ondan önce Avustralya ve Yeni Zelanda vizelerim olduğuna göre o kıtalara ayak basmanın bir yolunu bulsam iyi olacak. Sevgiler saygılar iyi şanslar sağlıklar mutluluklar beraberlikler ayrılıklar kavuşmalar ve işte aklınıza gelebilecek diğer bütün güzel şeyler

Arjantin’den 3. Sayfa Haberleri 21.7.2002- Pazar Merabaaaa! Yine ben! Bir arkadaşım “Orada neler oluyor? İlk geldiğin zamanlarla kıyaslarsan ne fark var?” diye sorup duruyordu. Bari bu sefer size biraz buradaki olaylardan bahsedeyim dedim. Şimdi düşününce fark ediyorum Arjantin’in yakın geçmişinde yaşadığı en önemli olaylara tanık olduğumu: Bu ülkeye ilk olayların patlak verdiği gün adımımı attım. Daha sonra doların hâlâ bire bir peso olduğu zamanları yaşadım. Ardından 1,4’ten başlayarak yavaş yavaş 2,3’e tırmanışını takip ettim. Dolar 3,5’lara vurduğunda hâlâ ülke sınırları içinde seyahat ediyordum. Ve şimdi, yaklaşık iki aydır (zaman ne kadar çabuk geçiyor, inanılmaz!) yine başkent Buenos Aires’te yaşıyorum. Detaylara geçecek olursak:

104


16 Aralık günü otoyoldan çıktık, şehre gireceğiz. Ama bir gariplik var. Polisler arabaları durdurup bir şey söylüyorlar; bize de söylediler ama ne dediklerini anlayan olmadı

aramızda.

(O

zamanlar

İspanyolcam

yeterince

yeterli

değildi).

Tek

çıkarabildiğimiz bir şey hakkında bizi uyarmaya çalıştıklarıydı. Fazla üstünde durmadık. Önden giden arabaları takip etmeye karar verdik. (Yaşasın! En azından bir takip lafı geçti burada da.) Ara sokaklardan gidiyorduk. Ups!… Kırmızı Vosvos sola saptı, siyah Opel düz devam ediyor. Ne yapacağız şimdi? Çabuk!… Düşünmeden hareket etmek lazım. Peki, düz gidelim… Üçyol ağzına çıktık. Bir kalabalık var ortalıkta. Birileri kamyonlardan bir şeyler fırlatıyorlar yolda. Ne olabileceğine dair yorumlar yapıyoruz. Galiba polis bir şey olursa durmamamızı da söylemişti. Yol yapımı filan mı vardı, yoksa daha tehlikeli bir şeyler mi oluyordu? Akşamüstü bir vakitte şehre girdik ve olanları unuttuk. Etrafı keşfetmek için dışarı çıktım. Avenida 9 de Julio (Tanıştırayım: Kendileri dünyanın en geniş caddesi oluyorlar.) üstünde bir kalabalık ellerindeki tavalara kepçe, kaşık vurarak uygun adımlarla ilerliyor, arabalar da klakson çalarak yavaş adım onlara eşlik ediyorlardı. Ben cahil, “Önemli bir maç vardı da kazandılar filan herhalde” diye düşündüm. Hatırlarsanız, ertesi gün Colonia, Uruguay’a giderken tanıştığım Daniel’dan öğrenmiştim neler olduğunu. Dönüşte feribotta televizyondan olayları seyrediyorum: Ateşler, camları kırılmış dükkânlar, savaş alanına dönmüş bir şehir… İnsanlar hararetli hararetli bir şeyler tartışıyorlar, bir de ne dediklerini anlayabilsem. Otele dönerken yolda yanmış otobüsler görüyorum. Gittiğimiz tempoda bir şehirde iki gün geçirmek lükstü. Terk ettik Buenos Aires’i üçüncü günün sabahında. Ama O bizi bırakmayacaktı. Kazadan sonra 31 Aralık’ta ikinci kez döndük BA’e. Hâlâ bire birdi dolar. O zaman hayatın ne kadar pahalı olduğunu hatırlıyorum da… Hosteldeki insanlar Florida Caddesi (bizim İstiklal veya Valikonağı Caddemiz) üzerindeki dükkânların vitrinlerine bile bakmadıklarını söylüyorlardı. Ve sonra, on gün içinde ülkede dört kez hükümet değişmiş, huzursuzluk iyice artmış, yarın öbür gün devalüasyon olacağı söylentileri yayılmaya başlamıştı. Bu gerçekleştiğinde de her şey birden tersine döndü turistler için. Çok pahalı olan ülke, yaşanabilir hale geldi.

105


Şubat ayı boyunca her Cuma akşamı “La Casa Rosada”, yani Pembe Ev’in önünde, “caserolazo”, yani çanak çömlek protestosu, tencere boş gösterisi yapılıyordu. Bir gün televizyonda canlı yayında görünce “Gitmeliyim! Ben de orada bulunmalıyım,” dedim. On blok ötemde olan olayları yakından izlemeliydim; olayların içinde, göbeğinde olmalıydım. Marcela engel oldu bana. “Bu şaka değil, döverler, kameranı çalarlar.” “Ben yabancıyım.” “Dayak yedikten sonra pasaportunu göstersen ne fark eder?” “Kadınım.” “Kadın olman daha kötü. Burada erkekler maço, kadınsın diye daha da kötü döverler.” Tamam tamam… Bilmediğim bir ülkede bilebilecek biri böyle kendinden çok emin konuşuyorsa söz dinlemekte fayda vardır. Hem makinemin çalınmasını da göze alamam doğrusu. Fotoğraf çekmezsem de boşu boşuna riske girmenin anlamı olmayacak. Bir sonraki hafta Mario (Arjantin’li felsefe öğrencisi çocuk), eğer hâlâ caserolazo’ya gitmek istiyorsam bana eşlik edebileceğini söyledi. Bu fırsatı kaçırmadım tabii ki. Üstünde başbakana ve karısına küfürler dolu pankartlar, tamtamlar çalıp yüksek sesle tartışan bağıran insanlar, bir polis kordonu… Doğrusu çok kontrolden çıkmış bir durum yoktu. Saat 10 civarı hareketlenen kalabalık, geceyarısı 1’den sonra dağılmaya başladı. 3 metre boyunda penis şeklinde bir balonla protestoların yapıldığı, Bank of Boston’ın kapısına ölü tavuk astıkları, banka çalışanlarına yumurta attıkları dönemlerdi. Bankalar camları taşlandıktan sonra boydan boya kepenkler yaptırmışlar ama bu bile yeterli olmamıştı. O metal duvarlar, çanak, çömlek ve bilumum araçla vurulduklarının, dövüldüklerinin izlerini taşıyordu. İnsanlar kepenklere vurarak alıyorlardı hınçlarını. Bankaların yeni çelik kapıları sadece 1 metre yüksekliğindeydi; ancak eğilerek girip çıkılabiliyordu. Ve Temmuz 2002… Geçen hafta 22 yaşında bir gencin kaçırılmasıyla başlayan isyan uzun süre gündemi meşgul etti. Honda Civic’i vardı çocuğun. (Buradan çıkan sonuç: İyi araba ile gezmeyeceksin. Hatta zenginlerin şimdi bir de ikinci, eski bir araba aldıkları, onunla sokağa çıktıkları, diğerini sakladıkları söyleniyor.) Gündüz gözüyle yol ortasından kaçırmış, ailesine telefon edip fidye istemişlerdi suçlular. Çocuğun babası yanında bulunan 300 pesoyu (yani 90 dolar civarı- ama o para şu anda burada epey bir

106


para) vermiş, kaçıranlar bunu yeterli bulmayınca adam 700 peso (200 $) daha bulmak için bankaya gitmiş, döndüğünde ise evinden iki blok ötede oğlunun cesedini bulmuştu……………… Bu noktalar bence sonsuza kadar devam edebilir… O insanların bu acıyı yaşamları boyunca unutamayacakları gibi… Birisi bir konuya dikkatinizi çekince sürekli görmeye başlarsınız. Sanki bunun ardından tüm olaylar art arda gelmeye başladı. Ertesi gün 1,5 yaşındaki bir kız kaçırıldı; yine arabadan. Baba 8 yaşındaki büyük kızını okuldan almaya gittiğinde birileri arabayla kızı alıp kaçmışlardı. Neyse ki bu kız canlı bulundu bir sonraki gün. Çalındığı yere geri bırakılmıştı. Bir sonraki akşam… Sanırım bu hikâye biraz daha enteresandı. Bir çocuk bankadan çıkarken yaşlıca bir kadın bankamatik nasıl çalışıyor diye soruyor, “Ha öyle mi? Peki teşekkür ederim yavrum,” derken bir adam arkadan gelip çocuğun beline silah dayayarak “Sesini çıkarma” diyor. Çocuğu bir arabaya bindiriyorlar, arkaya yatırıp üstünü arıyorlar, kimliklerine bakıyorlar ve “Pardon, yanlış kişi kaçırmışız” diye bırakıyorlar! (Güler misin, ağlar mısın?) Aslında bunların her birini al, üstüne yaz. Neler oluyor hayatta… Akşam haberlerinin devamında, havaalanında işten çıkarılmaları protesto gösterileri var... İnsanların durumu acıklı… Fazla seyretmek istemiyorum; içim kaldırmıyor, elimden gelen bir şey yok maalesef. Tabii bir yandan her gün böyle şeyler olurken diğer yandan hayat devam ediyor. İnsanlar eğleniyorlar, barlara gidip müzik dinliyorlar, sosyal aktivitelere katılıyorlar. Şehrin diğer yüzü… başka bir gerçek. Galiba evrensel bir şey bu. Bir yanda ızdırap süregiderken, diğer yanda gülen insanlar var. Şimdiye kadar haberlerde seyrettiğim vahşet görüntüleri geçti gözümün önünden. Koltukta oturdum… tek başıma… kaldım öylece. Beynim durmuştu... Fakat sonra zaman tekrar akmaya başladı. Zaman geçiyor, hayat devam ediyor.

107


Biraz acımasız gibi geliyor ama kimsenin sürekli olarak yas tutması beklenemez sanırım. Sonuçta her an dünyanın bir yerinde bir acı yaşanıyor ve herkes bir yerden sonra kendi acısıyla kendi yaşamıyla başbaşa. Arkadaşımın sözüyle “realite” bu. Keşke olmasaydı… keşke acı olmasaydı… sefalet olmasaydı… hastalık olmasaydı… hırsızlık olmasaydı… ölüm olmasaydı… ya da en azından sırasız ölüm olmasaydı… mutsuzluk olmasaydı… aşk olmasaydı… … Hoppalaaa? Yahu böyle şeyleri sıralarken illa bir yerde alakasız bir şey gelip giriyor araya. Beynimin loblarında bir yerlerde temassızlık demeyeyim de, yanlış bir bağlantı var galiba :) Ve dün: Yatakta ayaklarımı uzatmış, kucağımda dizüstü bilgisayarım, oturuyordum. (Aynen şu anda olduğu gibi!) Adamın biri odanın kapısını açtı, kafasını uzatıp bir sağa bir sola bakındı… Ben de kafamı uzattım ranzanın altından, hani “ne oluyor?” gibilerinden. O, bir şey demeden çıktı… Ben de yazıma devam ettim. Herhalde yeni biriydi, odaları karıştırdı. Veya Viki’yi (pansiyonun sorumlusu) arıyordu, odada göremeyince çıktı. Az sonra Viki’nin “Juan Carlos” diye bağırdığını duydum. Juan Carlos eskiden burada çalışan, pansiyonun tamirat işlerini yapan bir adam. Eskiden diyorum ama henüz birkaç gün öncesine kadar buradaydı. “Artık iyi çalışmıyor, hep uyuyor” diye Gonzalo (pansiyonun sahibi) onu işten atmış. Viki “Bırak onları” diye bağırmaya devam ediyordu. Zannettim ki Juan Carlos eşyalarını toplamaya geldiğinde pansiyonun eşyalarını da götürmeye kalktı, Viki de ona kızıyor. Ancak öğlen yemeği için odamdan çıktığımda öğrendim olanları. Meğer gördüğüm adam hırsızmış ve pansiyonun battaniyelerini çalmaya kalkmışmış. Viki görüp “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda adam gayet pişkin “Eşyalarımı alıyorum” demiş. Viki “NE?! Nasıl, nereden senin eşyaların oluyor?” diye öfkelendiğinde adam da ona öfkelenmiş; yağız hırsız ev sahibini evden kovar misali, Viki’ye bağırarak çıkıp gitmiş. Küçücük sevimli tombik Viki’yi adamı öldürmekle tehdit ederken düşünmek gülünç.

108


Olayın kendisi de abuk zaten. İnsan nasıl gündüz vakti, bu kadar çok kişinin olduğu bir yere, bir pansiyona girip böyle bir şey yapmaya yeltenir, ne cesaret yani?! Tesadüf kapıyı açık bulmuş, tesadüf o anda salonda kimse yokmuş. Eskiden ne rahattık. Şimdi artık mutfağa, tuvalete giderken, iki dakikalığına bile olsa, odaları kilitlemeye başladık; hani bir kere daha olursa diye. Bilgisayarım gitseydi ne yapardım bilmem. Bu öyle 250 $’ımın çalınmasına benzemez. Ne yazdıklarımı yeniden yazabilirim, ne o fotoğrafları tekrar çekebilirim. Akşam Viki Marcela’ya anlatırken başka detaylar da öğreniyorum. Meğer adam bizim yanımızdaki odaya girip üstünü bile değişmiş; kendi pantolonunu yatağın altına fırlatmış, Luis’in pantolonunu giymiş. Battaniyeleri çalmaya yeltenmeden önce yapmış olsa gerek. Viki hikâyeyi bitirdiğinde Marcela “Bari özür dileseydi” diyor. Bu yorum da ayrı bir ilginç. Hırsızlık yapan adam özür diler mi? Özür dileyecek olsa onu yapmaz. Marcela itiraz ediyor, “Yakaladı diye karşısındakine bağıracağına özür dileyebilirdi.” Evet, yapabilirdi tabii. Ama günlük hayatta bile insanlar suçlanınca, suçlu olduklarını bildikleri halde özür yerine saldırıyı seçmiyor mu? Ve gece, bir şey almaya dışarı çıkmıştım. Bir apartman eşiğinde yerde yatan iki adam gördüm. Biri o’ydu. Hırsız (!). Bir an göz göze geldik. Size bir gece tuvalette uyuduğumu söylememiştim, değil mi? Bir gece yarısı vardık Los Antiguos’a. 18 saatlik otobüs yolculuğu boyunca herkes ahbap olmuştu. Bir kısım insanlar hemen ertesi gün Cueva de las Manos’a (Eller Mağarası) gitmek için taksicilerle konuşuyorlardı. Zaten onlar kampa gideceklerdi; ben de çok yorgundum, ayrılıp kendime hostel tarzı bir yer baktım. Ama yoktu, doluydu, bir girdiğim yer de geneleve benziyordu. Çıktığımda ne yapacağım diye bakınırken bizimkileri gördüm; “Gel” dediler, ben de takıldım peşlerine. Kamp yerinde kulübeler ve yatak vardı. Fakat hava çok soğuktu. Ağırlık olacak, fazla yer kaplıyor, taşıyamam diye uyku tulumumu eve göndermiştim kazadan sonra. O soğukta uyumam mümkün değil, donuyorum. Beynim sürekli çalışıyor: Ne yapabilirim? Bulabildiğim her şeyi üstüme geçirdim; elimde eldiven, başımda şapka, ayaklarımda iki çift çorap, üstüme havlu ve uzun eteğimi örttüm yorgan niyetine. Nafile… Donuyorum. Ne yapabilirim? Battaniye sordum. Yok. Herhangi bir ısıtıcı? O da yok. Görevlinin odasında bile yok.

109


Ne yapabilirim?? Sıcak bir yer? Kalorifer? Bir tek tuvalette vardı. Şöyle bir inceledim. Çok pırıl pırıl değildi, ama çok pis de değildi. Kaloriferin önünde yeterince geniş bir alan vardı. Ve gidip görevliden tuvalette yatmak için izin (!) istedim resmen. Güler misin, ağlar mısın?! “Benim için mahsuru yok,” dedi adam. Ben de aldım döşeğimi, götürdüm tuvalete, koydum kaloriferin yanına ve Uyudum! Muhtemelen hiçbirinizin hayatında böyle bir gece olmamıştır. Benim için bir geceydi. Bazıları için her gece. Benim bulabildiğim çözüm tuvalette uyumaktı. Evsiz bir adam… Akşam ısınmak için battaniyeye ihtiyacı var… Onun bulduğu çözüm bir pansiyona girip battaniye çalmaktı. Ne diyebilirim ki? Çaresiz kalan insanın neler yapabileceğine dair bir fikrim var. Yorum olarak: İtiraf etmem gerekirse, benim ülkemde dolar yedi haneli rakamlarla ifade edilirken Arjantinlilerin dolar 2 veya 3, hatta 4 oldu diye şikâyet etmelerini sanki gönlüm pek mantıklı bulmuyor. Fakat bu yolculukta öğrendiğim şeylerden biri de her şeyin ne kadar göreceli olduğu. Mesela Türkiye’de 16 ay askerlik yapmak zorunda olan biri bunu çok uzun buluyor -ki yalan da değil, kabul ediyorum uzun- ama kimse “İsrail’deki gibi üç sene zorunlu askerlik de yapabilirdim” diye düşünmüyor. (Hem onun bile iyi yanları vardır belki… Gözlemlediğim kadarıyla orada kurulan arkadaşlıkların başka bir ortamda kurulması mümkün değil.) Bence insan kıyaslamaktan vazgeçmeyi öğrenmeli veya illa kıyaslayacaksa bari en azından daha olumsuzla kıyaslamalı. Daha iyiyi, kıyaslamak için değil, erişilebilecek bir nokta olarak görmek lazım. Tabii bence Arjantin’deki durumun acı yanı, “şu an” değil. Yani doların bugün 1 yerine 3,6 peso olmasının ötesinde daha acı bir gerçek var. Bugün için doların dört katına çıkması belki bir dereceye kadar kabul edilebilirdi ama şu anda Arjantin’de yaşanan, insanların geçmişinin çalınması. İnsanlar yıllarca çalışıp para biriktirmişler ve güvenip bankaya yatırmışlar. Şimdi bütün o geçmiş, 15-20 yıllık emek birden dörtte birine düşmüş durumda. Üstelik onu bile alamıyorlar. Aylık belli bir miktar çekmelerine izin veriliyor, onun için de saatlerce kuyruk beklemeleri gerekiyor.

110


Tüm bu olanlarda hükümette yıllarca sürmüş hırsızlıkların, yöneticilerin “bugün elimizdekinin tamamını yiyip saltanatını sürelim” mantığının, işler kötü gitmesine rağmen eski sefahat dönemi yaşamından vazgeçmemelerinin payı var; belki Arjantinlilerin kendilerinin bile itiraf ettikleri tembelliklerinin payı da. Her şeye rağmen, bir halkın geçmişinin çalınmasının ne özrü ne açıklaması olamaz. Dipnot: Ben politikadan anlamam. Yazdıklarım sadece bir yabancı olarak dışarıdan gördüklerim ve içeriden duyduklarımın bir sentezi. Yanlış bir yorum yapmışsam affola. Dip2not- Fotoğraflar: Buenos Aires’e üçüncü kere geldiğim ilk gün çekilmiş iki fotoğraf, ve Buenos Aires Obelisk’siz düşünülemez. Zamanında bir fuar için yapılmış, sonra kimse beğenmemiş, çok çirkin olduğu için yıkım kararı bile alınmış ama bu karar hiçbir zaman uygulanmamış. Yıllar sonra da şehrin sembolü haline gelmiş. Bu, biriyle görücü usulü evlenip, ardından ayrılma kararı alıp, mahkemeye gitmeye üşendiğinden gitmeyip sonra sonsuza dek mutlu yaşamaya benziyor! Benzetmenin harikalığına bakar mısınız? :) Aslında daha anlatacaklarım vardı ama sonra devam edeyim bari, çünkü çok güzel bir son buldum: Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… (FOTOĞRAF1: EPSN0071) (FOTOĞRAF2: EPSNOO75) (FOTOĞRAF3: OBELISK)

La Ultima Noche En Mi Querido Buenos Aires 30.7- Salı Yakında kalpten gideceğim herhalde! Ay içime fenalıklar bastı! Her seferinde gidip bir bilet bulup sonra bana satamayacaklarını söylemelerinden bıktım; her gün başka bir acentaya gitmekten, o olmayınca başka alternatif üretmeye çalışmaktan yoruldum. Kör şeytan diyor ki, “Bas parayı, al gidiş-dönüş en pahalı bileti ve yarın bin uçağa”. İyi de şeytanın sözüne uyulmaz ki! Hem kör olanınkine hiç uyulmaz. 111


31.7- Çarşamba Her geçen günle birlikte gözden çıkardığım para 100-150 dolar daha artar hale gelmişti artık. Ve bugün, dünkünden daha ucuz bir bilet buldum. Yani Santiago buldu. “Yüzün gülsün biraz,” diyor. Senin benim adıma sevindiğini görmeme rağmen “Yok, biletimi almadan olmaz” diye cevaplamak kalbimi burkuyor Santiago ama dersimi öğrendim bunca tekrardan sonra… Sevinmeden önce temkinli olmakta fayda var. Yine de galiba bu kez olacak gibi. Hatta neredeyse parasını ödüyordum. Ama temkin izin vermedi işte. “Bir kez daha ‘Yok, bu bileti size satamıyoruz’ derlerse bu sefer geri almakla uğraşmak zorunda kalırsın” dedi. En azından kesinleşsindi. “Peki” deyip dinledim sözünü temkinin; ama diğer yandan da “Hani aslında ödeseydim daha iyi miydi, parayı aldıktan sonra ‘Hayır’ diyemezler miydi?” diye geçirdim içimden. Neyse… Eğer bu sefer de olmazsa, daha fazla uğraşmaktan vazgeçip buraya yerleşmeyi düşünmek daha hayırlı olabilir benim için. Bunu kabul ettikten sonra da sorun kalmıyor zaten. 1.8- Perşembe Sabah tekrar gittim. Gerçi değişen bir şey olmamıştı, bilet onaylanmamıştı henüz ama bu sefer ödedim parayı. “Birkaç saat sonra uğra veya telefon et,” dedi Santiago. Tam kapıdan çıkıyordum… “Şimdi onay geldi” diyerek geri çevirdi beni. 7’si Auckland, 16’sı Sidney. “Yarın veya akşamüstü alabilirsin biletini.” Tabii ki akşama gideceğim! Bunca beklemişim ve artık bir an önce elime almak istiyorum şu bileti. Gece onunla uyuyacağım! Bugün güzel bir gün olacağa benziyor. Yani galiba gerçek olacak, gerçekten bir biletim olacak.

112


Bu durumda sevinçli olacağımı sanırdım; hâlbuki eve döndüğümde yatakta uzanırken gözlerimden yaşlar süzüldü. Varlıkları hayatımın bir parçası olmuş insanları bırakıp gidecek olmanın hüznü kaplamıştı içimi. Arjantin’deki sıradışı ailem... Belki de hayatında en çok sevdiği olan kızını “Artık senden haber almak, ne yaptığını bilmek istemiyorum” diye kesip atan (Fazla acıklı bir hikâyesi var, gelecekte bir gün anlatılacak) ve belki de beni biraz onun yerine koyan sevgili Viki; bu yaşına kadar evlenmemiş (Sanırım 60’larında) ve “Neden?” diye sorduğumda “Çünkü henüz aklımı kaybetmedim de ondan” diye cevaplayan, ve sonra bir akşamüstü yemek salonuna girdiğimde öyle damdan düşercesine “Seninle evlenecek adam çok mutlu olacak” diyen eski denizci Don Juan; İspanyolca öğrenmeye gelen 23 yaşındaki Japon Quique; Viki ile akşamları incil okuyan Monik; ne karakterlerimiz ne hayata bakış açımız uymasa bile birçok şeyi paylaştığım Marcela; her gün saatlerce televizyon seyreden, dondurma yiyen ve sesini sonuna kadar açıp müzik dinleyen Fernando; İspanya’ya gitmenin yolunu bulmaya çalışan Kübalı Abel; galiba pansiyondaki tüm kızların âşık olduğu Marco; bir zamanların meşhur Colon tiyatrosunda şarkı söylemiş Marie Cruz ve 70’li yılları hatırlatan sevgilisi; sürekli şikâyet edip herkesin işine karışan Lucrecia; Amerikan Hava Kuvvetlerinde patlayıcı uzmanı iken bunalım geçiren Lee; yaşı küçük olduğu için ablasının nüfus cüzdanını alarak evden kaçıp Buenos Aires’e çalışmaya gelen Faviana… Sanırım bu liste daha epey uzun… Kısaca “Bunca zaman beraber yaşayıp varlıklarına alıştığım diğerleri” diyeyim. Onları özleyeceğim, burayı özleyeceğim, gece yarısı acıktığımda çıkıp köşedeki pizzacıdan “empanada” almayı özleyeceğim, bugünü özleyeceğim. (FOTOĞRAF: ODADA) FOTOĞRAF ALTI: San Telmo’daki pansiyon odam Ve akşam… Zannediyor musunuz ki aldım biletimi? Cıks! Bu sefer de “Arjantin Havayolları hiçbir yabancıya kredi kartı ile satış yapmıyor” idi gerekçe. Kredi kartımın fotokopisini aldılar, “Yarın tekrar deneyeceğiz.” Ama ama… :(( “Sabır” diyor Viki. Yeterince sabırlı olmadım mı? Babamlar gideli 25 gün olmuş. Tam 25 gündür gitgel-git’le uğraşıyorum.

113


Ve bu akşam biriyle yemeğe çıkarken bunun kutlama olacağını ummuştum. Olmadı, olamadı. 2.8- Cuma Kredi kartım “gold” diye renkli fotokopisini istiyorlarmış! Güldüm. “Ben de güldüm” dedi Santiago. Neyse, istedikleri bir fotokopi olsun. Gerçi bu sefer de “Acaba…” diyorum ama herhalde dolandırıcılık yapacak halleri yok havayollarında. Ve biletimi aldım. İşte elimde. İstediğiniz şeyi elde ettiğinizde üzüldüğünüz, getirdiği sorumluluklardan korktuğunuz veya “E peki ya şimdi?” diye sorduğunuz oldu mu hiç? Bir de kelimemi kaybettim zaten! Sabah hayatımda olmayan, gördüğüm anda âşık olduğum, kelebek kadar kısa ömrü olan o kelimeyi geri getirebilmek için yalvardım ama gelmedi; arayışlarım nafile. Sonunda biletimi aldığımda, bu sefer kaybettiğim kelime gölgeledi sevincimi. Hani eğer “Bu kız yine ne saçmalıyor?” diyorsanız açıklayayım: Bir arkadaşımla internette “yazılı konuşma” yaparken ekrana yansıyan iki garip kelimenin bir araya gelmesi ile oluşturulmuş bir fiildi. Hani şu daha önce bahsettiğim, beynimdeki garip bağlantıların sonucu yaratılanlardan. Unutmamak için not edeyim dedim ama başka bir şey dikkatimi dağıttı ve geri döndüğümde ekrandan kaybolmuştu bile. Maalesef hayatın acı gerçeklerinden biri de: öyle yukarı işaret eden bir oka basıp yazdıklarınızı bıraktığınız yerde bulamayabiliyorsunuz her zaman. Tamam, sizin söylemenize gerek yok. Garip olduğumu veya normal olmadığımı ben de biliyorum. “Kelime kaybettim diye kim ağlar?” Aha! Şimdi bu fikir hoşuma gitti. “Acaba yazar olmak bu mu?” Ardından ağladığım gerçekte o kelime miydi; yıkılan umutlar, varolan yeni ümitler, terk etmenin hüznü, kavuşacak olmanın heyecanı, bulmaya yakın olmanın belirsizliği miydi, yoksa tamamen kendi iç savaşım mıydı? Bilmiyorum… Bilemiyorum. 3.8- Cumartesi

114


Eeeee??! Peki ya şimdi? Her gün işe gider gibi acenta acenta dolaşmaya alışmıştım, bugün ne yapacağım? Kendimi boşlukta hissediyorum. Akşam Viki ile sohbet ediyoruz. Odamızın kapısının perdesini aralamış giren çıkanı görebilmek için. Para ödemeden kaçmayı düşünen biri varmış da. “Bütün gece uyanık bekleyemezsin” diyorum, “Bir hırsızı mı?” diye o tamamlıyor cümleyi. “Eninde sonunda uyuyacaksın, gözlerin kapanınca da anlamı kalmayacak.” “İki kibrit çöpü koyacağım,” diye gözlerini açıp provasını yapıyor. Ona çare üretmeye çalışıyorum, “Çıkış kapısının üstüne…” “Çan mı koyayım? Biri gelip gittiğinde çalsın, haberim olsun diye.” Yok, benim fikrim kova koyması idi :) Kapı açıldığında kafasına düşsün diye. Ama olmaz tabi, tehlikeli; o kapıyı kimin açacağı belli olmaz. Onun yerine yeni bir fikir üretmeye çalışıyorum. “Güçlü bir yapıştırıcı bulman lazım… Çocuğun odasının kapısının önüne süreceksin, çıkmaya kalktığında oraya yapışıp kalacak.” “O yapıştırıcıyı senin için kullanacağım” diyor Viki, “Bavulunla gitmeye kalktığında gidemeyeceksin.” Ah Viki ah, istemez miyim seninle burada kalmayı? İstemez miyim sanıyorsun sana arkadaşlık etmeyi? Ama insan on parçaya bölünemiyor, on yerde birden olamıyor. Onun yerine kalbini parçalara bölüp bir kısmını bırakıyor belki tanıdığı her insanda, gördüğü her binada, ayak bastığı her toprakta. 4.8- Pazar Viki “Gülin sen gidiyorsun, ben de gidiyorum” diyor, “Bolivya’ya dönüyorum.” Akşam evimin penceresinden dışarı bakıyorum… Boğaz’a… Özlem duyduğum o Boğaz’a… Kim bilir kaç gece yürüyüşe çıktığım, dertlerimi avutan o sahil sanki oradaymışım gibi gözümün önünde. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Yürümek istiyorum… Düşünmemek.

115


Dışarısı soğuk… titriyorum… beni kendime getiriyor 6.8- Salı Ve günler aylar geçti arkadaşlar. Beş tane 31’lik, üç tane 30’luk ay eskitmişim bu kıtada. Üstüne de bozukluk olarak 6 gün bıraktım. Geriye bakınca tüm yaşadıklarım rüya gibi geliyor. Gelecek ise yaşamak için sabırsızlandığım bir kâbus! “Yaşadım” diyebilmek ve yarın dört gözle beklenilen bir şeyler olması… bugünü üç misli değerli kılıyor. Aslında 3. Sayfa hikâyelerine devam etmeyi, Takip’in iki, üç, hatta 4. versiyonlarını yazmayı planlamıştım. Viki üstüne ayrıca bir yazı yazılması gerek, hatta belki bir gün bu “residencia’da hayatı anlatan bir kitap. Daha Buenos Aires ve Arjantin üstüne bahsedilecekler, artı “Bir köprüde karşılaşmış domatesle patates” diye başlayan abuk hikâyelerim… Hepsini yazayım istemiştim ama araya hep başka şeyler giriyor işte. Eh, bu gidişle de ancak 50 yaşımda filan sıra gelir bunlara ya neyse! Onlar sonra yazılsa da olur ama sadece Bolivya’ya adını vermekle kalmayıp Güney Amerika’nın bağımsızlık savaşındaki en önemli ismi olan Simon Bolivar’dan bahsetmeden bu kıtayı terk etmek olmaz. Evita’dan bahsetmeden de Arjantin’i terk etmek. “Don’t cry for me Argentina

Benim için ağlama Arjantin

The truth is

Gerçek şu ki

I never left you…”

Seni asla terk etmedim…

OKYANUSYA 16.8.’02

Şööyle bir Pasifik’i geçtim… Yeni bir kara parçasına ayak bastım.

116


Aotearoa’da... yani “Uzun beyaz bulut”un ülkesindeyim, yeni doğan güne herkesten önce başlıyorum artık. Evet bildiniz,

Yeni Zelanda’dayım.

Burada insanlar İngilizce konuşuyorlar; ben de konuşuyorum ama hâlâ “Gracias” ve “Chau” demeye de devam ediyorum. Efendim? “Sen fiziksel olarak yer değiştirmişsin ama Güney Amerika’da kalmışsın,” mı dediniz? Sanırım haklısınız.

Adaya Benden Önce Gelenler

Yeni Zelanda’nın yerlileri Maoriler’in buraya 1.000 yıl kadar önce Polinezya’dan (Polinezya, Yunancada “birçok ada” demek) dalga dalga göç ederek geldikleri sanılıyor. Bir rivayete göre, günlerce süren yorucu bir yolculuktan sonra karayı ilk gördüklerinde adanın üstünde asılı duran uzun beyaz bir bulut varmış. Kimileri ise uzun beyaz bulutun, ince bir şerit boyunca uzanan Güney Alpler’inin tepesindeki kar olduğunu söylüyor. Maorilerin çeşitli yaratılış efsaneleri, mitleri, maceralı yolculuk hikâyeleri var. Bunlara göre, Polinezya’da çıkan vahşi savaşların ardından insanlar ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlar. “Köpekbalığı”, “Muhteşem Dalga”, “Tanrının Yüzü”, “Fırtına Bulutu”, “Güneyin Gölgesi” gibi görkemli isimli teknelerle okyanusa açılmışlar. Yeni Zelanda’ya ilk ayak basan Maori denizcisi Kupe imiş. Adaya ilk gelen Avrupalı ise Abel Tasman. 1642’de batı kıyısından adaya yaklaştığında ada halkına düşman olmadığını göstermek amacıyla karaya önce müzisyenlerini göndermiş, barış borusu öttürmeleri için. Nerden bilsin Maorilerde sadece savaş borusu çalındığını? Tabii Maoriler, onların savaş için geldiklerini zannedip saldırıyorlar Tasman’ın günahsız müzisyenlerine. Dört kişiyi öldürüyorlar ve Tasman adaya adımını atmadan geri dönüyor. Yine de Hollanda adına adaya ismini o veriyor. Yani o 117


zamanlarda âdet olduğu üzere, ülkesinde sevdiği bir yeri yaşatmak için başına Yeni getirerek adlandırıyor keşfettiği toprağı. 1769’da Kaptan Cook adaya geldiğinde ise, o zamanın tipik İngiliz kıyafetleri içinde uzun beyaz saçları ve eldivenleri ile Maoriler onu Tanrı sanıyor. Kaptan Cook Yeni Zelanda’nın ardından Tahiti ve Hawai adalarına gidiyor. Gidiyor gitmesine ama orada bir kızı hamile bırakınca sonu yemek kazanı oluyor.

Waitangi ve Anzak Günü

1840 Yeni Zelanda için dönüm noktası. Yeni Zelanda’nın kuruluş dokümanı olarak nitelendirilen Waitangi anlaşması imzalanıyor adanın yerlileri Maoriler ve İngilizler arasında. Elden ele ülkeyi dolaşarak 500 Maori şefi tarafından imzalanan bu anlaşmanın çevirileri yüzünden yıllar boyunca sürekli anlaşmazlık çıkıyor. Adadaki İngiliz bayrağı birkaç kez indiriliyor ama sonunda barış sağlanıyor. 6 Şubat, Yeni Zelanda’nın ulusal günü- Waitangi günü olarak kutlanıyor. Yeni Zelandalılar için önemli bir diğer gün de tabii ki Anzak günü– 25 Nisan. Anzac, Australia and New Zealand Army Corps’un, yani Avustralya ve Yeni Zelanda Ordu Birliği’nin kısaltması. Önce Birinci Dünya Savaşı sırasında Gelibolu’da ölen askerleri anma, dönenleri de onurlandırma günü olarak 1922’de resmi tatil ilan edilmiş. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Mısır’da da kayıplar verildiğinde, onların boşuna ölmediklerini göstermek amacı ile Anzak ruhunu yaşatmak üzere milli birlik ve beraberliğin sembolü olmuş bu gün. Anzak gününün kutlanması halen çeşitli çevrelerce militarist bir yaklaşım olarak algılanmakta ve tepki çekmekte ise de duygusal toplum ritüellerinin pek olmadığı bir ülkede çok önemli bir yer işgal ediyor. 80’lerden itibaren ise politikacıların savaş ve toplum üzerine konuşma verdiği törenlere dönüşmüş olmakla birlikte, bu gün çoğunluk için savaş kutlaması değil, savaşın acısının ve üzüntüsünün anımsatıldığı kutsal bir gün olarak görülüyor.

118


Ada Popülasyonu

Şu anda Yeni Zelanda nüfusunun % 73’ü Avrupalı, % 12’si Maori-Polinezya kökenli, geri kalanın çoğunluğu ise Asyalı.

Ama insandan çok koyun yaşıyor bu memlekette. 3,8 milyon insan, 60 milyon koyun. Kişibaşına düşen koyun sayısı muhabbeti yapmadan bu ülkeden ayrılamazsınız! Türkiye’deki koyun nüfusunu bileniniz var mı peki? Siz zahmet etmeyin, ben araştırdım. 29 milyonmuş. Az sayılmaz belki ama Avustralya ve Çin’den sonra dünyanın üçüncü büyük yün üreticisi ile yarışacak boyutlarda değil. İnsanlar ve koyunların dışında adadaki bir diğer önemli canlı türü kuşlar. Maoriler gelmeden önce 4 metre uzunluğunda dev bir devekuşunu andıran Moa yaşıyormuş adalarda. 1700’lerin sonunda soyu tükenmiş moaların. Şu anda 84 denizkuşu türü var burada. Dünyanın uçamayan tek papağanı Kakapo ve dünyadaki tek Alp papağanı Kea da Yeni Zelanda’da bulunuyor. Kivi gibi diğer uçamayan kuşların varlığı ise adada yırtıcı hayvan olmamasına bağlanıyor. Avcı hayvanlardan kaçma zorunluluğu olmayan kuşlar zamanla uçma yeteneklerini kaybetmişler. İki yarasa türü hariç, hiçbir memeli hayvan adaya ait değil. Şu anda adalara dışarıdan gelmiş kemirgenlerle savaşıyor Yeni Zelanda halkı. Yılan gibi hayvanlar yok ve sadece birkaç tane böcek türü bulunuyor. Koyun nüfusu epey yoğun olmakla birlikte burası dünya nüfus yoğunluğunun en az olduğu yerlerden. Öyle ki, kimseciklere rastlamadan günlerce yol alabiliyorsunuz. Eğer kalabalığa alışık insanlardansanız rahatsız bile olabilirsiniz bu durumdan. Ancak büyük şehirlerde biraz insan yüzü görmeniz mümkün.

Amaki Makau Rau

119


Nüfusun yarıya yakını, 1,5 milyon kişi eski başkent Auckland’da yaşıyor. Maori dilinde “amaki Makau Rau”, yani “100 aşığı olan genç kız” olarak biliniyor Auckland. Bu biraz masum bir ifade şekli gibi hani sanki. Çünkü böyle denmesinin sebebi, herkesin arzuladığı ve birçok insanın yerleştiği bir yer olması. İlk sahipleri, yani Auckland’a ilk yerleşenler açık-tenli, mistik Turehu’lar. Auckland, dünyada kişibaşına en çok yelken düşen şehir. Dolayısıyla şimdilerde bilinen takma adı “Yelkenler Şehri.” Dünyanın dört bir yanından büyük kalabalıkları çektiği için turizm ve ülke ekonomisine önemli bir katkı sağlayan Amerika Kupası yarışları 2001 yılında burada yapıldı. Deniz, yerli veya Avrupalı olsun Yeni Zelandalının hayatında çok özel bir yer kaplıyor.

Yeryüzü Ülkesi

Burası toprak renginin değil… mavi denizin ve yeşil çimlerin ülkesi. İnsanların değil… volkanlar, fiyordlar, buzullar, göller, gayzerler, mağaralar ve yağmur ormanlarının ülkesi. Etrafında 48 volkanik ada bulunan Auckland, adım başı yerden dumanlar tüten, oturduğunuz taşın soğuk değil de sıcak olduğu kötü kokulu gayzerler şehri Rotorua, sıcaklığı en derin noktasında 200 °C’ye ulaşan dünyanın en sıcak su kaynağı Frying Pan Lake (Kızartma Tavası Gölü), Waikoropupu Kaplıcası, Franz Joseph ve Tazman Buzulları, Nettlebed Mağarası ve 180 milyon yıllık Curio Bay Ormanı… Eğer ekstrem doğa sporlarından hoşlanıyorsanız Yeni Zelanda bir cennet. Hayal bile edemeyeceğeniz mekânlarda daha önce hiçbir yerde görmüş olamayacağınız düzeneklerle adrenalinizi arttırmanız mümkün. Auckland’da 328 metre ile güney yarıkürenin en yüksek binası Sky Tower- Gök Kule’den aşağı atlamak ise hafif heyecanlardan sadece. Bazıları ilk uçuşu gerçekleştiren kişinin bir Yeni Zelandalı olduğunu söylüyor. İddiaya göre Richard William Pearse, Wright kardeşlerden iki yıl önce kendi yaptığı kanatlı bir makine ile 91 metre yükseklikten uçmayı başarmış. Tarih sayfalarına adlarını yazdıran Wright kardeşler olsa da, doğaya ve

120


spora bu kadar düşkün bir memleketten böyle birinin çıkmış olması akla aykırı gelmiyor hiç. Everest’in tepesine çıkan ilk insan Sir Edmund Hillary de Yeni Zelandalı. Sadece koyun yoğunluğunda değil, kişi başına düşen golf sahasında da birinci geliyor Yeni Zelanda. 400 tane golf sahası var, Japonya veya Amerika’daki Kolorado eyaleti boyutlarındaki bu ülkede. (FOTOĞRAF: EPSN0025) FOTOĞRAF ALTI: Hayatın, golfün önüne geçmesine izin vermeyin Her ne kadar doğa içinde sağlıklı bir yaşam sürüyor gibi gözükseler de, deri kanseri artış göstermiş son yıllarda. Bu bölgede ozon tabakasının çok ince olması ve Yeni Zelandalıların güneşte çok fazla dolaştıkları gibi mantıki bir açıklama getirilebilir bu duruma. Sihirlere, tabuları yıkanları cezalandıran Atua denen ruhlara inanan Maorilerin ise çok daha ilginç bir hikâyeleri olacağına eminim.

Zaten efsaneler çoğu zaman gerçeklerden daha çekicidir.

Yunan mitolojisi ayın oluşumunu şöyle anlatır: Dünyanın yarı sıvı yarı katı olduğu dönemlerde… çok güçlü bir med-cezir anında yerden bir parça kopup gökyüzüne çıkar. Ve bu parça Afrodit Ay Tanrıçası olur. Onun ardında bıraktığı büyük boşluk Pasifik Okyanusu.

Bir Maori efsanesine göre ise: Çok eskiden, yeraltı dünyası ölümlülere kapalı idi. Bir gün, iki meraklı kadın su yosunundan aşağı tırmandı... çok derinlerde bir mağarada buldular kendilerini. Bir ateşin başında üç yaşlı, ak saçlı ruh oturmakta idi. “Bu bir ruh ateşi” dedi kadınlardan biri, “Eğer ondan bir parçaya sahip olabilseydik evlerimizi sonsuza dek ısıtırdı. Ama daha fazla yaklaşamayız yanlarına.” Diğer kadın daha cesaretli idi. Hızlı bir hamle yaparak yanmakta olan ateşten bir odun parçasını kaptı ve kaçtı. Hemen ardından, bir anlık şaşkınlıklarını üzerlerinden atan ruhlar da onları kovalamaya başladı.

121


Su yüzeyine çok yaklaşmıştı iki kadın. Başardıklarını sandılar. Ama ruhlardan biri son anda yakaladı ateşi tutan kadını eteğinden. O korku anında kadın elindeki odunu yukarı doğru fırlattı vargücüyle… Ve ruhun elinden sıyrılıp kaçıverdi. Fırlattığı yanar odun ise hızla yükseldi, yükseldi; Gökbabanın eteklerine tutundu… Ve sonsuza kadar orada parıldamaya devam etti.

Maori Töreleri ve Kültü

Maorilerde zamanında bir düşmanlık göstergesi olan dil çıkarma bugün turistik bir sembol olmuş. “Kia ora”, yani “merhaba” derken aynı zamanda size sağlık da diliyorlar. Hongi, yani burun dokundurarak selamlaşmalarının ardındaki “Nefesim nefesine karışsın, dost olalım” felsefesi çok etkileyici olmasına rağmen, böyle bir selamlaşma biçimi hastalıkların yayılmasında etken olmuş olabilir. Beyaz adam adaya çıktıktan sonra onların taşıdığı mikroplara alışık olmayan yerliler ölmeye başlamış. Geniş aileleri olan Maorilerin nüfusu, 100 sene içinde üçte birine düşmüş. Öyle ki Avrupalılar Maorilerden “ölen ırk” diye bahsediyorlarmış.

Maorilerin birçok orman ve okyanus tanrısı var. Yüksek rütbeli rahipler ve şefler en büyük tanrı Io’ya da tapıyorlardı. Io’nun varlığını halk bilmezdi. Maorilerde efsaneler kulaktan kulağa aktarılırdı. Adaya ilk geldiklerinde metal, kumaş ve yazıları yoktu Maorilerin. Dilleri kano mürettabatına göre ufak değişiklikler gösterse bile herkes tarafından anlaşılıyordu. Aralarında kullandıkları çeşitli işaretler vardı ama topluluklar küçük olduğu için yazı diline pek ihtiyaç duyulmuyordu. Yabancılar gelince bu ihtiyaç arttı. Adaya yerleşen İngilizler onlara yazıyı öğrettiler. Maoriler de büyük bir hevesle öğrendiler. Hatta kağıt olmadığı zamanlarda yaprak ve kömür parçası, tüy veya deri parçası kullandılar; tahta oydular. Fakat 1880’lerde, Maorilerin kendi dillerini konuşmaları ve Maori’nin okullarda öğretilmesi ciddi oranda yasaklanmaya başladı. Bu sadece dış yaptırımlarla olmadı; Maoriler arasında da Avrupalılar uygar toplum olarak görülüyordu. Onların kültürünü öğrenmek yüceltiliyordu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Maoriler 122


kentlere yerleşmeye başladılar ve Maori dili iyice unutuldu. Yine de bir kısım, önemli toplantılar ve cenazeler olduğunda köylerine gidiyor, evlerinde de Maori bakıcılar tutuyordu. Ancak ikinci ve üçüncü kuşak gittikçe kendi kültüründen koptu. Bugün, Maorilerin ancak % 15’i kendi dilini konuşabiliyor.

Maoriler’de ahşap oymacılık çok gelişmiş ama insanı asla olduğu gibi çizmiyorlar. Çünkü sadece Tanrı’ya mahsus insan yaratmak. Tahtadan da olsa insana eşdeğer bir şey yapmak, Tanrı olmaya çalışıyorsun anlamına gelir. Onlar da kendilerini Tanrı ile aynı mertebede görüyormuş gibi olmak istemiyorlar. Bu yüzden figürler başparmaksız veya üç parmak ve bir başparmaklı. Vücut şekilleri de çarpıtılmış. Resim, fotoğraf, heykel ve çömlekçilikte halen eski Maori motifleri kullanılıyor. Şarkılarında kahramanlıklar, yaratılış hikâyeleri anlatılıyor; erkeklerin dansları sert kadınlarınki kıvrak ve yumuşak.

Günümüz Yeni Zelanda(lı)sı

Yeni Zelandalı’lar bir şeyleri taşımayı seviyorlar. Kiliseleri taşıyorlar (Üç defa yerini değiştirdikleri bir kilise bile var!), isimleri sürekli değiştiyorlar, başşehri taşımışlar iki kez. Yeni Zelanda’nın ilk başkenti Kororareka, yeni ismi ile Russell, kuzeyde. Daha sonra Auckland 25 yıl başkentlik yapıyor; sonra bu unvanı daha da güneydeki Wellington’a kaptırıyor. Wellington’da New York’takinden çok kafe ve restoran düşüyor kişi başına. Caddeleri çok düzenli karelerden oluşmuş Buenos Aires’ten sonra burası garip geliyor. Dört yol ağzında iki tarafa birden yanıyor ışıklar yeşile. Yani çapraz geçebiliyorsunuz caddeyi isterseniz. Ama benim hangi tarafa yeşil yanıyorsa önce o tarafa geçmek gibi bir alışkanlığım vardır bir şehrin sokaklarında sürterken. Hâl böyle olunca, ışıkta beklemek zor geliyor. Ayrıca mantıksız da geliyor. Ne anlamı var ki? Soruyorum, benim düşünemediğim bir sebebi varsa öğreneyim diye. Varmış bir mantığı. “İki taraftan da arabalara kırmızı yanınca yayaların ezilme ihtimali yok. Sadece şehir merkezindeki trafik lambaları böyle,” diye açıklıyorlar.

123


“Burası Arjantin’den 5-10 misli pahalı,” diye düşünürken yakalıyorum kendimi. İlla kıyaslayacaksanız kötü ile kıyaslayın diye nutuk çeken ben değil miydim? Evet ama gelin görün ki bazen insan bir şey söyleyip aksini yapabiliyor.

Şehrin ana caddesinde dolaşırken dükkânların kapısındaki ilanlara bakıyorum. Bakınca da “Ben Fiji’ye de gitmek istiyorum!...” diye kendi kendime şımarmaya başlıyorum. “Burada fazla vaktimiz yok. Vakit yerine Avustralya’ya biletimiz var,” diyor aklı başında ben. Uslu bir çocuk gibi kabul ediyorum, bir kez daha üstelemiyorum.

Yeni Zelandalılar genelde misafirperverler. Çoğunun kendi evi var, ufak da olsa bahçelerinde çeşitli sebzeler yetiştiriyorlar. Evde “barbi”, yani barbekü yapmak en büyük eğlencelikleri. Tabii ki bir de ragbi ligi!

Odama döndüm. Yatağımda oturuyorum sakin usul. Gümbüüür!… Odaya birileri girdi. Bütün düşünce ipliğimin ucunu kaçırdım. Gürültülüler. Kim bunlar? Meğer kivilermiş. Biliyorsunuz kivi hem gece karanlığında zıplayarak dolaşan şirin irice bir kuş, hem bir meyve, hem de Yeni Zelandalılara verilen ad. Paralarının adı da borsada kivi. Kivinin her şeyini yapıyor Yeni Zelandalılar: Yemeğini, dondurmasını, yoğurdunu, şarabını, reçelini. Ama turşusunu yaptıklarını sanmıyorum. Bilseler yaparlardı belki… Buradan birilerinin hostelde kalmasını garipsiyorum. Meğer ragbi oynamaya gelmişler başka bir şehirden. Fazla davetiyeleri varmış, beni de çağırdılar. Bu fırsat kaçar mı? Sessizliğimi üstümden çıkarıp sosyal insan kıyafetimi giyiyorum. Bir de size ragbi maçını anlatacağımı sanıyorsanız çoook aldanıyorsunuz. Her şeyi benden beklemeyin. Gidin kendiniz görün. (Zorlandığım veya üşendiğim zaman nasıl da sizin üstünüze yıkıyorum 124


yapılacakları ama!) Heyecanlı bir şey. Ama tuttuğunuz takımın kazanacağı bir maça gidin; daha keyifli oluyor.

(FOTOĞRAF: EPSN0152) FOTOĞRAF ALTI: Hostelde kalırken odanıza girdiğinizde karşınızda bulabileceğiniz olağan manzaralardan sadece biri!

Derken dokuz sayılı gün geçti; geçiverdi. Gitme vakti geldi bile. Offf yine uçak, yine seyahat. Ben yoruldum artık, istemiyorum… Aslında bunlar abuk bir saatte uyanmanın mızlanması. Saatle uyanmak zorunda kalmayalı ne çok zaman olmuş…

Hazırlandım. Çarşaflar verildi, anahtar verildi, depozit geri alındı. Yüz yıkanmadı, krem sürüldü. Sabahın 3’ünde servise binilip 4’te havaalanında olundu. Zamanında insanlar buraya gemilerle çok zor koşullar altında gelmişler… Bense modern zaman aracı kullanıyorum. Yeni bir kara parçasına doğru yol almak için havalandığımızda Maori dilinde hoşçakal diyorum kuzey ve güney iki ana ada ve birçok küçük adacıktan oluşan bu ülkeye…

E noho ra

Avustralya’ya kondum.

125


Gümrükte didik didik aranıyorsunuz. İmigrasyon formlarında her şey sorulmuş ama çok da fark etmiyor; bir şeyim var deseniz de yok deseniz de x-ray’leniyorsunuz. İki avuç bademimi deklere etmiştim (!); baktılar ve içeri sokmama izin vermediler. İyi de ben özenle saklamışım onları çabuk bitmesinler diye. “Peki burada yiyebilir miyim?” diye sordum. “Evet” dediler. Ben de oturdum bir köşeye, başladım atıştırmaya. Ama kısa bir süre sonra çok mantıklı gelmedi yaptığım; adaletin ellerine teslim ettim bademlerimi. Cezalarını çekmek üzere hijyenik eldivenlerle çöp tenekesine gönderildiler. Neyse ki ben Güney Amerika’dan çıkalı bir hafta olmuş. Yoksa ben de bademlerimin yanında olabilirdim. Aslında haksız sayılmazlar tabii bu titizlikte. Kötü niyetli olmanız gerekmiyor, adalara yabancı herhangi bir nesne geldi mi çok büyük zarar verebiliyor. Bu sıkı kontrolün, özellikle Galapagos’ta yapılması lazımdı aslında. Ne de olsa Darwin’in evrim teorisine ilham kaynağı olan canlı türlerini barındırıyordu hâlâ bu adalar topluluğu. Neyse… Sidney şehir merkezine geldim, hangi otobüse binmem gerektiğini keşfettim, otobüsün nereden kalktığını buldum bindim, otobüsteki küçük kızla oynadım, Bondi Beach’te indim, doğru sokağı saptadım, şimdi sıra apartmandaaa... Tekerlekli bavulumu ardımdan sürüyerek azalan numaraları takip ediyorum. Uçakta yanımda olsun, bagajda filan kaybolma riskini almayayım diye içinde dizüstü ve bütün önemli eşyalarım olan çantam kolumda; pasaport, bilumum kartlar ve biraz paramın olduğu küçük çanta boynumda çapraz. Yanımdan geçen bir çocuk “Bu tarafa mı gidiyorsun?” diye elimden aldı mı kolumdaki hani şu en kıymetli çantayı yardım etmek için!... Hani ben de verdim, şimdi “Yok, hayır” demek ayıp olur diye! Ardından da düşünüyorum “Hah gitti işte benim dizüstü… Üstelik kendi ellerimle verdim, alıp kaçacak şimdi çantayı.” :) Ama kaçmadı. Yani henüz. Her an kaçabilir. Konuşmaya başladık. Bir pizzacıda çalışıyormuş akşamları. Sorular soruyor; nereliyim, niye geldim, nerede kalacağım… Cevap veriyorum ama bir yandan da kafamda dönüp duruyor “Demiştim sana diyecek.”

126


Bir arkadaşım sürekli bilgisayarımdaki resimleri bir diske aktarıp ona yollamamı söyleyip duruyordu da… Yapmadımdı “artık az kaldı, nasıl olsa dönüyorum, ne uğraşacağım şimdi” diye. Her an kaçıp gitmesini bekliyorum çocuğun.

İngilizcesi

pek

iyi

değil,

buralı

olmadığını

tahmin

edip

soruyorum.

Brezilyalı’ymış. “Sizi iki kere yendik” diyor hemen. “Ama ilki haksızlıktı,” dediğimde itiraz etmiyor. (FOTOĞRAF: BREZILYA) FOTOĞRAF ALTI: Türk Konsolosluğu çalışanları ile seyrettik maçı Çocukla konuşuyorum ama konuşmadığım kısa aralarda hâlâ korkuyorum. Dinliyorum ama dinlemediğim kısa aralarda hâlâ korkuyorum. Korkup da bir şey yapıyor muyum? Yooo! Ben öyle bir garibim zaten. Ama kendimle çok eğleniyorum bu sayede… İnsanın elinin altında her daim dalga geçebileceği birinin olması güzel bir şey. Tavsiye ederim. Kendinizle dalga geçmeyi öğrenebilirseniz hiç sıkılmıyorsunuz!

Nihayet eve geldiğimizi sanıyorum, ama evler bitiverdi. Sokağın sonuna gelmişiz?! Ben şaşkın kalakalınca elimdeki adrese bakıyor çocuk. Meğer burada daire numarası önce, apartman numarası sonra yazılırmış. Yani 10/40 deyince 10 daire numarası, 40 apartman numarası oluyormuş. Eh, kesir olarak düşünürseniz mantıklı. Zaten sokak ismini de numaradan sonra yazıyorlar. Geri döndük. Alberto beni evin kapısına kadar geçirdi, “Görüşürüz” dedi ve ayrıldı. Marcela’nın ailesinin evinde kalacağım. Tatlı bir baba açıyor kapıyı. Elinde adım yazılı tabela. Beni havaalanında karşılamak için hazırlamış… Ama zahmet olmasın diye uçaktan inince onlara haber vermemiş, kendim gelmiştim. Hostellerden sonra bir evde kalmak garip bir duygu. Burada bir aile var. Bir anne, bir baba ve kızları. Ben de uzaklardaki diğer kızlarının yerine geçiyorum. Hep beraber yemek yeniyor. Banyo sadece size ait!

127


Liseden bir arkadaşım da buradaymış; yatakta uzanıp telefon sohbeti etmeyi ne özlemişim. Sanki evime dönmüşüm gibi hissettim.

Çok ortak bir noktaları var Avustralya ile Arjantin’in: İnsanlar başka başka yerlerden göç etmiş, yerleşmişler buralara. Arjantin’e daha çok Avrupa’dan İtalyan, İspanyol ve Alman göçmüş. Avustralya’ya ise çoğunlukla tutsaklar ve hastalar sürgüne gönderilmiş. Bu yüzden POME (Prisoner of Mother England)Ana İngiltere’nin tutukluları da deniyor Avustralyalılara. Birilerinin göç ettiği yerden, Arjantin’den bir aile de işte bu sürgün yerine göç etmiş. Toneatto ailesi. Paraların mini minnacık olduğu Arjantin, koskocaman olduğu Avustralya. Tüm yolların birbirine paralel ve dik olduğu Buenos Aires, karmaşık ve çapraşık olan Sidney. Şehri gezerken otobüs şoförüne takılıyorum. “Ne biçim düzeniniz var? Bir sokaktan gidiyorsun, buradaki numara 100 iken yan sokakta 300 oluyor.” Adam gayet mantıklı buluyor bu işi, “E bazı yerlerde ev yok.” “Ama” diyorum, “Ona göre numaralayabilirsiniz. Buenos Aires’te caddeler çok düzenli, hiç şaşırmıyorsun, kaybolmuyorsun. Bir yer 700’lerde mi, yan sokakta da öyle.” “Onların da ekonomileri tepetaklak,” diye gülüyor şoför. Doğru bir noktaya parmak basıyor ama ekonomik gelişmişlik göstergesine bakarak burası çok mu medeni sanıyorsunuz? Melbourne’da… Gece yarısı bangır bangır kapı çalınıyor. Tamam, yatakhanede kalırken gürültü yapılmış, insanlar ışığı açmış diye şikâyet etme lüksünüz yok. Bunların olabileceğini baştan kabul etmiş sayılmalısınız zaten. Yine de bu biraz fazla oluyor. Kalkıp açsam diyorum ama yatak bırakmıyor beni. Nasıl olsa bir süre sonra yorulup gider, başka bir yolunu bulur diye bekliyorum. O ise ısrarla sürdürüyor kapıyı yumruklamayı. “Anahtar vermemişler mi aşağıdan?” diye düşünüyorum uykumda. Çekip gitmiyor da bir türlü. Kalkmak istiyorum gürültü sussun diye ama yatağa mıknatıslanmışım; kıpırdayamıyorum.

128


Ve sonunda kapı açılıyor. Sadece kapıyla kalsa iyi, ışıkların da hepsi açılıyor! “Ne kadar da saygısız insanlar var,” diyor düşüncemin sesi. “İmigrasyon!” “N?!” (İki salisede telaffuz edilen kısa bir “ne”.) “Vizeleriniz hâlâ geçerli mi kontrol edeceğiz.”

Saat kaç diye bakmak için saate elimi attığımda “Evet, erken” diyor adam. Ne erkeni?? Saat gecenin 1,5’u. Çenemi tutamadım, “Daha uygun bir saat bulamadınız mı?” dedim. Neyse ki terslemediler, hatta hiçbir şey demediler. Onların yerine ben cevapladım kendimi: “Kaçak adam aramaya gelmiş adamlar. Yani bu bir baskın.” Yahu bana ne, kimi nasıl yakalarsan yakala. Hadi sabah 7’de gel, gece 11’de gel. Benim uyku saatlerim öyle de şu aralar :) Adamlarda hiç saygı yok ki kardeşim! Ama adalet mükemmel! O konuda toz kondurmam. Onlar Yeni Zelandalılardan farklı bir çözüm getirmişler başkent sorunlarına. Sidney mi Melbourne mu olsun anlaşamayınca ikisinin tam ortasına yeni bir şehir kurmuşlar. Canberra. Avustralyalıların kendilerine özgü deyimleri, garip bir espri anlayışları var. Onların en büyük eğlencelikleri footy, yani Amerikan futbolu. Çocukluğumuzun şarkısında “Do you come from a land down under?” (Aşağıdaki topraklardan mı geliyorsun?) diye sorardı Men at Work. Ben nedense onu “yeraltı” diye yorumlamıştım hep. “Down under” (Aşağısı) diye bir yer varmış meğer! Normalde dünya haritasının kenarında köşesinde kalıyor ya Avustralya. İşte ondan öyle “down under” deniyormuş. Burada haritalar tersine, yani Amerika kıtaları sağ tarafta Avrupa-Asya-Afrika sol tarafta veriliyor. Mantıklı tabii. Yoksa kendileri sağ alt köşede belli belirsiz bir yerde kalakalacaklar. İnsan kendini daha merkezde bir yerde görmek istiyor doğal olarak.

Şarkı devam ediyor: 129


“She just smiled and gave me a vegimite sandwich.” “Bana sadece gülümsedi ve bir vecimayt sandviç verdi.” Meğer “vegimite” diye bir şey de varmış! Onlar çok özlüyorlarmış başka bir yere gittiklerinde. Benim de illa denemem gerekiyor böyle yerel şeyleri. Denedim, eksik kalmasın diye. Allah da eksik etmesin tabi ama yenecek bir şey değil!

Melbourne’da Arjantin’de tanıştığım aslen Rus bir Avustralyalı, Paul gezdirdi beni. Great Ocean Road… 12 havarilerin geçmişi 20 milyon yıl öncesine dayanıyor! Esen sert rüzgâr, deniz fosillerinin oluşturduğu yumuşak kireçtaşını oyuyor ve mağaralar oluşuyor. Zamanla bu mağaralar birer köprü haline geliyor. Sonunda köprünün tepesi de çökünce, uçurum kenarında kıyıdan uzakta 45 metre yüksekliğinde kayalıklar kalıyor geriye.

Artık eve dönüş biletimi almak üzere Sidney’e geri dönüyorum. Hayır olamaz!! Aynı şeylere tekrar başlayamam! Dünyam karardı. Yine ayarladığım ucuz uçak biletlerini alamadım, “vergi” dediler, “tarih” dediler. Uffff!… Bir acentaya daha sormaya giderken söylene söylene yürüyorum yolda. Artık tahammül edecek halim kalmamış, uğraşacak takatim hiç kalmamış. Suratım asık giriyorum acentadan içeri. Acentadan çıktığımdaysa… “Singing in the Rain’deki Gene Kelly gibi ıslık çalıyor, kendi kendime gülümsüyorum; dans etmek istiyorum. Hayat çok eğlenceli! Kafam bozuldu; battı balık yan gider, nasıl olsa dönüyorum, evde düşünürüm para durumlarını, bir daha dünyanın bu taraflarına ne zaman geleceğim dedim veeee

Fiji’ye bir bilet aldım :)

130


“Bula!” Burada bilmeniz gereken tek kelime bu. Her zaman her yerde, çok kullanım amaçlı bir kelime. Dikkat etmeniz gereken nokta ise bu kelimeyi kocaman bir gülücükle sunmak. Fotoğraflarda gördüğünüz o berrak açık mavi sular, yeşilin ve mavinin her tonu bir deniz, göz alabildiğine uzanan sahil boyunca palmiye (onlar palmiye değil, hindistan cevizi!) ağaçları ve uzaklarda bir kara parçası; işte aynen öyle. (FOTOĞRAF: EPSN0188)

Kum kumsu değil burada. Ufak ufak deniz kabukları var. Balık avlamaya çıkıyoruz… Burası nedense bana Afrika’yı hatırlatıyor…

Tuvalette, masalarımızda, musluğun yanında hep taze çiçekler duruyor.

Hımmm… burada ananasın tadı bile farklı. Ups! Karpuzda iş yok. = demek hemen yargılara varmayacaksın ımmm… portakal suyu harika.

Peki yaqona neyin nesi? Kava, bir tür biber tohumundan yapılan çamur renginde bir içecek. Özel seremonilerde kullanılıyor ama gündelik hayatın bir parçası haline de gelmiş. Akşamları demlenme amacı. “Hoşgeldin”

131


deme ve sosyalleşme aracı. Farklı şeylere iyi geldiği söyleniyor. Tadı harika, tavsiye edilir. (Hain Gülin söylüyor bunu, sakın ha inanmayın!) Ağzı uyuşturuyor. Ama merak etmeyin sabaha kaybolmuş oluyor.

Okyanusun sesiyle uyanmak, kıyıya vuran dalgaların sessizliği…

Aylaklık… Benim işim gücüm aylaklık. Oh ne kebap, Ne kadar süre bakabilir insan boş boş denize? ***

Beachcomber adasının adı çok geçiyor konuşmalarda. “Ne var orada?” sorumun cevabı “Senin nefret ettiğin her şey. Tüm konfor, modern tesisler, kredi kartı,” oluyor. Bunlardan nefret etmiyorum ki! Benim tek derdim Amerika Amerika’da kalsın. Mc Donalds’a da bir garezim yok kendi ülke sınırları içinde kaldığı sürece. Burada karanlık çökünce jeneratör çalışıyor. Sabah olunca ışıklar yanıyor, anlıyorsunuz ki kalkma zamanı gelmiş. Bazı adalarda ise hiç elektrik yokmuş. Tamam bazılarında olsun, Beachcomber gibi adalar da olsun ama bari bir kısmına dokunmasınlar. Fiji’de 333 ada var. Niyetim ne teknolojiye karşı çıkmak, ne de insanların kötü şartlar altında yaşaması; sadece bir yerlerde doğal yaşam varolabilmeli. Küreselleşmenin bir başka boyutunu ise enteresan bulabiliyorum. Anlatayım: İskoç Alexander Selkirk denizde kaptanla tartışmış ve sonunda ona “Beni karaya bırak” diyerek gemiden inmiş. Masatierra’da dört yıl boyunca tek başına sürgün hayatı yaşamış. Daniel Defoe’nun romanı Robinson Crusoe, Selkirk’ten esinlenerek yazılmış. Yani gerçek Robinson Şili açıklarında bir adada yaşamış; Defoe’nun romanı Karayip’lerde geçiyor; beyaz ekranda yansıması, Tom Hanks’in oynadığı Cast Away filmi ise okyanusun diğer ucunda Fiji adalarının birinde çekilmiş. Fena değil! Ne dersiniz? Cast Away adası turistik olmuş şimdi. Süper lüks özel teknelerle geziler düzenliyorlar. Gitmedim. Ama çocukluğumuzun meşhur Mavi Göl’ünün çekildiği adayı seçmişim kendime... Oradayım. 132


Sigorta şirketlerinin araştırmalarına göre turistlerin en fazla ölüm sebebi, ne uçak kazaları, ne vahşi hayvanlar, ne de haşeratlar… Neymiş biliyor musunuz? En fazla ölümden hindistan cevizleri sorumluymuş! Bir akşam bir ağaca yaslanmış denizi seyrederken birden kafamı kaldırdım. Evet işte, katil cevizler oradaydı! Ellerinde hançer, bekliyorlardı beni gafil avlamak için. Kötü kötü baktım onlara, yapacaklarından utanmaları gerektiğini hissettirdim. Sonra da uzaklaştım yanlarından. ***

Fırtınalı bir gün… Buna rağmen denizde birileri var. Beş yeni birileri. İnsanlara “Neredensiniz?” diye sormama takıntım var ama bu havada denize girenlerin hangi memleketten olduğunu merak ediyorum. Onlara yaklaşmak için hafiften ayağımı sokuyorum denize. O sırada bir dalga geliyor ve üstüm başım sırılsıklam. Madem öyle, nasıl olsa içimde mayom var, attım üstümdekileri, daldım denize. İngiltere’denlermiş. “Eh, soğuk ülke olması icap ediyordu zaten” diyorum. Onlar da dünya turu yapıyorlarmış. Önce Afrika’da çocuklara İngilizce öğretmişler, şimdi eve dönmeden biraz tatil yapıyorlarmış. Çıktığımızda kurulanmak için donarak kabine koşarken garip üşüme sesleri çıkarıyor, bir yandan da gülüşüyoruz. Ve beş yağmurlu, rüzgârlı günden sonra, gideceğim gün güneş pırıl pırıl parlıyordu. Güneş, bana yaptığı bu şakayı komik bulmuş olmalı ki gülüyordu. Canı sağ olsun, ben ona darılmam ki…

İşte bir uçak yolculuğu daha. Güney küreye elveda, kuzeye hoşgeldiniz.

133


Japonya….

Da hiç hesapta yoktu. Dünyanın en pahalı ülkesi olduğu için gitmeyi hiç düşünmüyordum. Ama oraya uğrayan uçağın fiyatı makul gibiydi. Üstelik vize de gerekmiyor. “Bir daha ne zaman gitmek kısmet olur Japonya’ya? Ne kadar pahalıysa pahalı, dört gün idare edebilirim herhalde,” dedim ve geldim. Havaalanında otel araştırıyorum. Rakamları görünce dudağım uçukluyor! Dünyada ortalama hostel rakamları gecelik 10 yeşildir. Afrika ve Güney Amerika’nın bazı yerlerinde 3-4 dolara düşebilir. Avrupa ortalamadadır, İngiltere’de ise 20 dolar civarındadır. Hadi burada da olsun olsun 30 olur sandımdı; en ucuzu 40 dolardan başlıyor, onda da yer yok zaten. Sonunda 50 dolara bir otel bulunca fazla kurcalamıyorum.

Otele götürecek servisi beklemek için dışarı çıktım. Bir çocuk oradaki görevliye bir otobüs soruyor. Adam “Buradan kalkmıyor artık,” diyor. Çocuk arkasını dönmüş içeri giderken… Tanımadığım insanların işlerine burnumu sokmak gibi bir âdetim yoktur. Üstelik Japonya’yı çok iyi biliyor filan da değilim ama bir şey dürtmüş olmalı ki çocukla konuşmaya başlıyorum. Nereye gideceğini soruyorum; sanki bana bir şey ifade edecek, anlayacakmışım gibi! Nitekim anlamıyorum da ama birazdan benim için bir servis geleceğini, beklemesini söylüyorum. Bir süre sessiz kalıyoruz. Sonra bir kere yanlış otobüse bindiğini, dolaşıp dolaşıp havaalanına geri döndüğünü anlatıyor bana. İlk defa yurtdışına çıkıyormuş. Okyanus aşırı uçuşun yorgunluğu, bir de jetlag var üstüne. Yuvasını kaybetmiş bir yavru kedi gibi çaresiz hissediyor olmalı kendini. Aslında durumlarımız çok farklı değil. Ben de tamamen yabancıyım buraya; benim de hiçbir fikrim yok doğru yerde miyim, değil miyim. Ama tecrübeden doğan bir kimlik farkımız var: Bir seyahat oburu olarak benim artık kanıksadığım bir durum bu.

134


Servis gelince anlaşılıyor ki o da benim gideceğim otele gidiyormuş. İyi ki müdahale etmişim. Bunun son servis olduğunu, o saatten sonra havaalanına gelmediklerini söylüyor şoför. “Beni durdurmasaydın bir kez daha kaçıracaktım otobüsü, sonra ne yapardım bilmem!” diyor çocuk. Bir işe yaramış olmaktan haz alıyorum. Artık bana güveniyor olmalı, tanışıyoruz. Ryan Seattle’dan buraya Japonca öğrenmeye gelmiş. Hikâyesini anlatıyor. Yarın birilerinin onu gelip alacağını ve bir ailenin yanına yerleştireceğini söylüyor. Otelde yan yana odalarımıza yerleşirken vedalaşıyoruz. ***

O gece güzelce bir dinlendikten sonra dört gün Tokyo’da gezdim dolaştım. Her şeyi deniyorum ama Japonların garip yiyeceklerini deneme cesaretini gösteremedim pek; tabelalara bakıp bakıp “Bir şey anlıyorsam Arap olayım,” dedim bol bol.

Son gece… “Üç gün üst üste 50 dolar verecek kadar zengin değilim,” dedim ve geceyi havaalanında geçirmeye karar verdim. Nasıl olsa sabah erken kalkıyordu uçak. Hem zaten uyuyabileceğim de yok muhtemelen. Havaalanındayım. Saat 22:00. Etraf yavaş yavaş tenhalaşmaya, insanlar ortalıktan kaybolmaya başladı. “Akşamları kapanan havaalanını kim duymuş?” diyeceğim ama birinden duymuştum; bir zaman, bir yerlerde.

Bir başıma kaldım mı koca havaalanında? Ne yapsam diye etrafa bakınıyorum. Derken bir görevli yaklaştı yanıma. “Burada mı kalacaksın?” 135


“Evet,” dedim mecburen. “Gel gel” diye işaret etti. O önde, ben arkada gidiyoruz. “Üstelik tam 11 Eylül akşamı, ya beni terörist filan sanıp işkence yaparlarsa? Japonya güvenli bir yer ama ne bilirsin işkence veya kötü muamele olmadığını? Ama yok yok; ben suçlu filan değilim ki, pasaportumdan belli dünya turu yaptığım. Şimdi de gayet masum memleketime dönüyorum,” diye mantık yürütüyorum kendi kendime. Bana aşağıda girişte bir yer gösterdi ve hiçbir açıklama yapmadan uzaklaştı adam. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum; boş boş dolanıyorum, oyalanıyorum. Bugün ne oldu acaba? Amerika ne yaptı? Neden Irak’a savaş açıyor? Ne olup ne bitiyor? İsrail’de son gelişmeler ne peki? Benden habersiz veya ben ondan habersiz dönüyor dünya.

Ben acıktım! Keşke bir şey alsaymışım yanıma. Ya da sabah adam gibi yemek yeseymişim. O zaman canım istemedi, şimdi de satın alacak yer yok. Son gıdım çikolatamı da attım ağzıma. Tatlıdan içim bayıldı artık, tuzlu istiyorum; hatta sıcak istiyorum. Neyse… Bu yolculukta aç kalmayı da öğrenmiş oldum, titremeyi de. Aah ah, bademlerim olsaydı şimdi yanımda! Otomatlarda sadece içecek var; insan bir sandviç, grisini, bisküvi filan koyar. Bunu “Dilekler, öneriler” kutusuna yazayım diyorum ama önce sorunuma çare bulayım. İleride bir dükkân var mıdır diye bakınmaya yelteniyorum. Polis durduruyor beni. “Nereye gidiyorsun?” Dükkânların hepsi kapanmış! Birkaç kişi daha var etrafta benim gibi. İki polis, pasaport ve biletlerimizi alıp numaralarını yazdı. Uzanıyoruz bank sandalyelere. Gayet de rahat. Ama tabii ortalık yerde uyurken eşyalarına nasıl sahip çıkacaksın diye bir dert var bu dünyada. Ayak bir bavulun üstünde, kollar çantalara sarılmış, huzursuz bir uyku oluyor ancak. Gecenin bir yarısı kafamı kaldırıp baktığımda genç polis memurunu sandalyede oturmuş bizi bekler görünce içim de rahat uyumaya devam ediyorum.

Dünya turuna başlarken 25 saati havaalanında geçirmiştim. Bitirirken de havaalanlarında 25 saat geçirdim.

136


Bir Uçak Yolculuğu

Japonya’dan Frankfurt’a uçarken 14 aylık yolculuk bitiyor. Bunca uzak kaldığım ülkeme dönüyorum ama hiçbir duygu yok içimde. Garip…

12 saatlik uçuş. Uçağın iniş anı… Hüzün… Son aşamaya bir adım daha yaklaşmak. Frankfurt havaalanında boş geçen bir 7,5 saat.

Zaman kavramını çoktaaaan kaybettim zaten. Saatimle birlikte o da kayboldu. Gerçi saatim kaybolmadı. Buzluğa koyunca (!) bozuldu. Ve ben de yenisini almamaya karar verdim, bir daha saat takmamaya. (Ya da çalışan saat takmamaya!) Yani yanımda veya ortalık bir yerde saat olabilir ama üstümde değil. Hani öyle zırt pırt bakılacak bir yerde olmamalı. Ne gereği var? Genelde insanı strese sokmaktan başka işe yaramıyor o tik tak. Hiç bitmeyen, sonu gelmeyen o 16, 25, 38 saatlik otobüs yolculuklarında öğrendim bunu. Sürekli saate bakıp “Ne zaman geleceğiz, ne kadar kaldı?” diye strese giriyordum önceleri. Hâlbuki, ne zaman varırsak o zamana kadar bu kutunun içindeyim, nokta. Bu gerçeği kabul edince huzur buluyor insan.

Konuya nereden geldik? 6 saatim var. 7 vardı, birini harcamışım çabucak. Şimdiki 6 ise pek kolay geçmeyecek gibi ama belli olmaz. Uyuyuveririm belki. Hah, ve derken hayatımda hiç uçak kaçırmadım (Gerçekten kaçırmadım, isterseniz sabıka kaydımı inceleyebilirsiniz), bu uçağı kaçırırmışım!! Komik olurdu!... Yok yok, aman hiç komik olmazdı. Yeter artık. Ben evime gitmek, ev diye bir yerde uyumak istiyorum.

137


Beklediniz mi geçmiyor işte zaman. (Bu gerçeği bilmeyen var mı?) Peki beklemekten nasıl vazgeçmeli? O güzel günlerimi hatırlıyorum da... Tavana bakıp bakıp sıkılmadığım günleri… Sanırım yine o ruh haline geçtim… Ve ne keşfettim? Yanımda kimse yok ya, defter o kimse oluveriyor benim için. Alıp elime kalemi, onunla gevezelik ediyorum. “Bana cevap vermiyor,” diyemem. Her ne kadar monolog gibi olsa da, kalem aklımda olmayan şeyleri yazıyor bazen. İşte onlar defterin benimle konuşması. Hah! Ben bu işi sevdim. Böyle giderse 5,5 saat hiç sıkılmam.

Kafamda bir dolu tuhaf düşünce uçuşuyor. Neredeyse dakikası dakikasına kaydedilmiş. Gözüm salondaki saatte…

- bir dakika daha geçti. Tik, attı yelkovan. - dört dakika daha geçmiş en son saate baktığımdan beri. İyi ki bundan sonra saat kullanmamaya karar vermiştim. Bir dakika daha. Bir artı dört artı bir… altı yapar… benim uğurlu rakamım. - güneş batmak üzere… saat 7,5’a geliyor. Türkiye’de 8,5. Gözlerim yanıyor uykusuzluktan. Japonya’da 3,5. - hım evet, bu geri dönüş işi zormuş. Eeee? Ne yani, ben dünya turumu atmış, dünyanın etrafında dönmüş mü olacağım şimdi?!... Tamamlamış demedim; özellikle demedim, hiçbir şey tamamlanmıyor… Devam etmesi lazım... Biten bir şeyin ardından başka bir şeyin başlaması. Ancak hayat biter! O da bir gün sadece senin için biter... Yoksa bir şekilde hayat devam eder. - insanın kafasının boş olması ne büyük bir nimet!... Bu gezinin başında da böyleydim. E o zaman ne elde ettim? “Sıfıra sıfır, elde var sıfır” diyeceğim ama galiba bunlar bilinçli sıfırlar oldu. Bilinçli sıfırlar toplandığında kaç ediyorlar? - defteri bitiremedim. Ah, şaka maka 2,5 saatim kalmış. Güzel güzel…

138


- yuppi yuppi ya!... 1 saat kaldı. Bekleme salonuma geldim yerleştim. Her şey yolunda gibi görünüyor. Uçak geldi. İnenlerin hepsi tanıdık sanki. - evet, cep telefonları çalacak artık etrafımda. Gerekli gereksiz konuşan insanlar duyacağım. Ben de yapacağım belki o konuşmaları. Boşlukları doldurmak isteyeceğim. Lüzumsuz sözcüklerle… - Afrika’dan döndüğümde çok özlemiştim kot pantolonlarımı. Şimdi giymek istiyor muyum emin değilim. Bu en basit soru. Asıl, hayatıma kaldığı yerden devam edebilecek miyim?? - “Burada hayat yok, dönme” diyenler kolay mı zannediyorlar başka yerlerde? - 42 dakika kaldı. Yelkovanın hareketlerini izliyorum. Salondaki iki saat de aynı anda atıyor, otomatik bir merkezden kontrol ediliyor olmalı. - artık uçağa binmek istiyorum. İnanamıyorum. Geçti bunca zaman. 14 ay değil, şu son 25 veya hatta 7 saatin geçmiş olması inanılmaz geliyor. Bu yolculuğa başlarkenki ile şimdiki duygularım ne kadar farklı. - Türkçe anons yapıyorlar. Başka bir uçak için. Acaba bizi ne zaman içeri almaya başlarlar? Tam yarım saat kaldı. Pardon, 29 olmuş. 29 tane yarım saat değil, 29 tane dakika. - rahatına bak, acelen yok. - hadi gidiyorum artık. Kuyrukta bekleyeceğim. Alıp gazete okurum belki biraz. - gazete filan yok. Burada saat de yok. Bu da demek ki artık geri sayım yapamayacağım. - pencereden baktım. Herkes çalışıyor. Renkli ışıklı arabalar gidip geliyor. umarım benim bavullarımı getirmişlerdir. - kaptan “Her an motoru çalıştırabiliriz” dedi. Kendimi iyi hissettim. - ay ne kadar güzel görünüyormuş öyle!... Binaların hemen üstünde, alçakta bir yerde duruyor; nasıl oldu da gözüme çarptı bilmem. Yarım hilale yaklaşıyor. Pembemsi turuncumsu… Uçağın kanadındaki kırmızı ışık yanıp söndükçe dramatik bir efekt yaratıyor.

139


Ve İstanbul uçağı havalandığında gözlerimden yaşlar süzülmeye başlıyor. Neden bilmem. Kendimden hiç beklememiştim bunu. Şehre bakarken elveda dediğim şehir Frankfurt değildi, Narita da… Ne de Sidney. Sanki bu uçak beni bir kez daha Arjantin’den götürüyordu.

Uçuş sırasında da bir sürü boş şey yazıp durmuşum. Sonunda eğri yazılı “Işıklar gitti. Bu alçalmaya başlıyoruz mu demek?” ile bitiyor defter.

ve İstanbul’dayım…

Eve gelişim bir garipti. Havaalanında babam karşıladı beni. Gecenin köründe geldiğim için “anneme haber vermeyin, sürpriz olsun” demiştim ama vermişler. O da evde bekliyormuş beni. Benim yokluğumda taşınmış ama yerleşmemiş evde… Doğru düzgün bir yatak bile yok. Kanepede yatacağımı söylüyorum ama annem illa beni yatak odasında yatıracak. Anne, ben bunca zaman nerelerde yattım biliyor musun? “Olsun. İlk gece kendi yatağında yat, sonra istediğin yerde yatarsın.” Sonunda tartışmayı bırakıp koyun koyuna yatıyoruz annecimle.

Hâlâ yadırgamaktayım… Bana ne olduğunun farkında değilim. “Yuppi yuppi yaa! Ben geldim…” diye coşku duyacağımı sanıyordum. Tam tersine, durgunum. Sanki hayat bitmiş, zaman durmuş, boşlukta süzülüyorum

140


Öğlen anneme gidiyoruz. Sofraya otururken hiç değilse “Aaa!!… Yoğuuurt!” diye bir ünlem cümlesi kuruyorum. “Gerçek yoğurt. Hem de kaymaklı yoğurt.” Annem ne demek istediğimi anlamıyor bile. Kaç yerde yoğurt arayıp, yoğurt diye vanilyalı garip bişeyler bulduğumu bilmiyor tabi. Hoş, eminim yabancıların bir kısmı da bizim yoğurdu sevmez. İnsan alıştığı tadı özlüyor illa. Herkesin ortak kullandığı banyolarda değil de kendine ait bir yerde yıkanmak ne garip bir duygu. Bunca zaman duş yapmaya alışmıştım, artık kovayla yıkanamam diyordum. Ama annemin evinde öyle yıkanılıyor. Yıkanmak ayin olmalı aslında…

Dağınık ev beni bekliyor. Çok umurumda değil. Üstünde seni koruyacak bir çatı, sırtını koyup uzanacak düzgün bir döşek ve iyi akan güzel bir duş var mı yeterli. Önemli olan bunlar bir evde. Çamaşır makinesi??… Bir lüks. Evde kirliler birikmiş ve makine bağlanmamış. Usta bir türlü gelmiyor; geliyor, yaptığını söyleyip gidiyor ama makine yine çalışmıyor. Önemli değil ki, nasıl olsa dolapta daha bana kaç ay yetecek kıyafet var. Yolculukta iki parça eşyayı sürekli elinde yıkayıp giyen biri için hayret uyandıran bir durum.

Çantamı açıp boşaltırken her eşya ayrı bir hatıra… Taşınan evdeki kutuları açarken de her eşya… geçmişim

“Bir başkadır benim memleketim,” çalıyor radyoda. Kaş 13 saatmiş. Ben artık 16 saatin altını yolculuk olarak saymıyorum; hızımı alamadım, dinlenmeye de ihtiyacım vardı, atladım otobüse gittim.

141


Dönüşte hadi otogardan servisle Beşiktaş’a geldim ama oradan Ortaköy’e nasıl gideceğim diye bir dert alıyor beni. Bilmediğim bunca şehirde kendime yatacak yer bulan ben değil miydim? Şimdi kendi ülkemde, dilini bildiğim, gerekirse yol yordam sorabileceğim, üstelik yıllarımı geçirdiğim semtlerde evimin yolunu bulmak zoruma gidiyor. Buna bir anlam veremiyorum. Düşünüyorum neden. Yerleşik düzene geçtiğim bilincinden kaynaklanıyor olmalı. Farklı bir olgu ve değer yargı sistemi işleme konuyor birden.

Bir alışveriş merkezinde fiyatları dolara çevirirken yakalıyorum kendimi. Türkçe konuşan birilerini duyunca seviniyorum. Eh çok normal tabi, burası Türkiye’ydi değil mi? Seyahat esnasındaki olgularımı da atamamışım daha.

Araf’tayım anlaşılan. Ne tarafa ait olacağımı bilememezlik… Mefhumlarım kaybolmuş; “normal” hayatın akışına ayak uydurmakta, ne yaşadığımı kavramakta zorlanıyorum.

Çık gez dolaş... Oyalan, idare et... Boşver bırak... Derken kaçınılmaz sonla yüzleşiyorum. Kaçış göçüş yok. Dört gün boyunca sıkı bir çalışma ile biraz da olsa adama benzetiyorum evimi. Temizlemek ve yerleştirmek çoook zamanımı aldı ama iyi de oldu, fiziksel iş yapmak kafamı dağıttı. Ama artık gerçekten İstanbul’dayım.

İstanbul, Gözbebeğim…

Haziran ’03

142


Doğum

Tamam tamam arkadaşlar. Artık işgal kuvvetlerimi posta kutunuzdan çekiyorum. Haftaya Türkiye’ye döneli tam 9 ay 10 gün olmuş olacak ve bunun bebeğimin doğması için çok uygun bir tarih olduğuna kanaat getirdim. Tam o gün tamamlayayım artık şu dilimden düşürmediğim kitabımı. Bilirsiniz, “Kız doğurduk ellere” derler. Bizimkisi de 2-3 ay içinde* büyür serpilir, gelinlik kız olur ve görücüye çıkar belki. Umarım talibi bol, talihi çok açık olur yavrumun.

Sevgi, saygı, öpücük vs.

(*) Ah, ne gaflet ve dalalet! Kitap bastırmak öyle kolay iş değilmiş ve kitabın başına daha çok gelecekler varmış meğer.

Ara Söz: Bir gün bakmaya kalkınca kütüphanemde “80 Günde Devr-i Âlem” olmadığını keşfettim! Nasıl olmayabilirdi esin kaynağım bu kitap bende?! Bir dolu Jules Vernes’im vardı ama aralarında o meşhur dünya turu kitabı yoktu! Hemen edindim bir tane tabii ve bu sefer de keşfettim ki ben ters yönde dönmüşüm! (Hayallerim yıkıldı.) Batı’dan Doğu’ya gitmeliymişim Fileas Fogg gibi fazladan bir gün kazanmak için. Hâlbuki yaşanan o ekstra günde yapılanlar üzerine de bir yazı yazacaktım ben… Neyse, belki bir gün telafi ederim bunu. Arada kaptan ehliyetimi aldım. Bir de deniz yoluyla tur atayım diyorum kısmet olursa. Ardından da uçmayı öğrenir, bir de pırpırla dolaşırım dünyayı. Hayaller parayla satılmıyor nasıl olsa!

143


Ama sözler de parayla satılmıyor diye boş keseden atmak olmaz! Bir buçuk sene sonra bile olsa, basket maçı sözümü tuttum.

Ve artık sonuç bölümüne geldik…

144


BAKİ KALAN İstanbul, Gözbebeğim… “Tüm yolculukların amacı, ilk başladığınız yere dönüp orayı ilk defa bilmektir.” Demiş T. S. Elliot. “Olduğu yerde de bulabilir insan kendisini.” “Her gittiğin yere kendini de götürüyorsun. Kendinden kaçamazsın.” “Aynı gözlerle dünyayı görmektense farklı gözlerle çevrene bakmalısın.” Bu veya benzer şeyleri ise bir dolu insan demiş. *** Başka bir dolu insan da tekrarlamış bana bunları yola çıkmadan önce. “Gitmen gerekiyor mu?”diye soran ise olmamış. Eğer olsaydı, “Evet” derdim. Nedenini bilmeden. Şimdi sorulacak olsa alnım açık cevaplayabilirim: “Evet, benim gitmem gerekiyordu.” Soruyu tersinden soran da olmadı ama ben yine de cevaplayayım: Evet, bir gün geri dönmem de gerekiyordu. “Neden?” diye sormayacaksınız herhalde. Elliot’ın sözünü oraya boşuna yazmadım! O bir dolu insanın söylediklerini ise sadece karşı çıkabilmek, aksini savunabilmek için yazdım. “Evet, oturduğu yerde de bulabilir insan kendisini. ‘Kendini bulmak için illa seyahat etmek gerek’ diye bir kaide yok. Ama yolda, organize edilmiş günlük şehir yaşantısında başınıza gelmeyecek bir sürü olay oluyor; daha yoğun yaşıyorsunuz her şeyi. Dolayısıyla da yollar bazı şeyleri görmenizi çabuklaştırıyor. Evde oturduğunuz yerde 5 yılda yapabileceğiniz bir keşfi, yolda 3 ayda yapabiliyorsunuz. Sınırlarınızı, sahip olduğunuzu tahmin etmediğiniz becerilerinizi, dayanıklılığınızı test edebiliyorsunuz. Bol bol vaktiniz de oluyor kendi tanımlarınız üzerinde çalışmak, değer yargılarınızı oturtmak için.” “Gittiğim yere kendimi de götüreyim tabi. Kendimi evde bıraksam, gittiğimin ne anlamı var? Kimse kendinden kaçmaya çalışmıyor ki. Tam tersine kendiyle yaşamayı öğrenmek istiyor.” “E işte başka coğrafyalarda, dünyaya sizden çok farklı gözlerle bakan insanlar tanıyorsunuz; önünüzde bol bol farklı düşünce ve tepki örnekleri oluyor. Gitmek, tanışılan her insanla farklı gözler edinmek ve yeni bir benle farklı çerçevelerden bakmak demek.” *** Peki ne kaldı geriye? Geriye kalandan çok geleceğe ne kaldığı önemli sanki. Döndüğümde bir süre bocaladım. Ne oluyordu bana? Herkese ne olmuştu? Tüm arkadaşlarıma? Başta buradaki hayatı yadırgamışsam da dönmek, eski yaşayış tarzıma ve eski benliğime de dönüş olmuştu benim için. Gitmeden önce neyi nasıl yapıyorduysam yine aynı şekilde yapıyordum. Aynı hayata dönmüş, eski elbisemi aynen üstüme geçirmiş gibiydim. Gelen Gülin farklıydı belki ama aynı kalıba bürünmüştü. Hâlbuki o davranış özelliklerim çoook eskinin, geçmişin gerçeklikleriydi. Zamanında bir şablon geliştirmiştim kendime, sonra 145


koşullar değişmişti ama ben aynı şablonu kullanmaya devam etmiştim. Güncellememiştim kendimi. Bir gün kafama doink ediverdi! Önemli olan o donk noktası zaten. Gerisi kendiliğinden geliyor. Filin büyüdüğünü anlaması gibi… Arjantinli yazar Jorge Bucay mealen hikâye eder ki: “Çocukken sirklere bayılırdım. En çok da hayvanlar ve o hayvanlar arasında filler etkilerdi beni. Ayaklarında zincirlerle türlü numaralar yaparlardı. O zincirler ki, yerde ufacık bir çivinin ucuna bağlıydılar. Hayret ediyordum. Çocuk aklıma bir soru takılmıştı. Filleri orada tutan neydi? O çivi olsa olsa birkaç santimetre gömülüydü yere; tamam zincirler ağır ve sağlam gibi duruyordu ama demirden bir ağacı bile devirebilecek fil için çok hafif kalacakları aşikârdı. Peki neden kaçmıyordu filler? Beş-altı yaşlarındayken hâlâ büyüklerin bilgeliğine inanıyordum, onlara sordum. Bir amca, bir teyze veya bir öğretmen… Hepsi de fillerin eğitildiğini söyledi bana. Peki ama filler eğitimli idilerse zincire ne gerek vardı? Bu soruma mantıklı bir cevap alabildiğimi hatırlamıyorum. Hâlâ kafamı kurcalıyordu. O güce, o cüsseye, onca ağırlığa rağmen o ufacık çivi filleri nasıl orada tutuyordu?… Zamanla sorumu unuttum; fillerin gizemini de... Aynı soruyu sormuş başka insanlarla karşılaşınca hatırlıyordum ancak. Ve bir gün, sorunun cevabını da bilen birine rastladım. ‘Küçükken eğitilir filler…’ Evet, neden buydu! Belki de yaşamının ilk gününde bağlanır bebek fil o çiviye. Kaçmayı, koparmayı dener; ama yapamaz. Dener dener ve talihsiz bir gün… Vazgeçer. Zavallı fil yapamayacağına inanmıştır. Büyüdüğünde ise asla bir daha denemez… Asla.” Gitmek/dönmek kendini yakalamayı öğrenmek Hepimiz yaşadıklarımızın, öğrendiklerimizin, öğretildiklerimizin bir şekilde esiri ve eseri değil miyiz? Esaretten kurtulup o eseri yeniden şekillendirmek demek dönmek, Gitmek, şimdiki aklımla geçmişte olmak Dönmek “Ya şimdiki aklım olmasaydı” demek… Gitmek ve dönmek, gelecekteki aklıma bugünden sahip olmak Geçmişle geleceğe eşit uzaklıkta …Gitmek ve dönmek... Birbirinden bağımsız varolmayan sözcük çiftlerinden Gitmek/dönmek -- Çoğu şeyin daha iyi veya kötü, doğru veya yanlış değil, sadece farklı olabileceğini görmek için Gitmek ne kadar çekici (bir erkek) ise kalmak da o kadar cazibeli (bir kadın) olabilir. Gitmek/dönmek – İster geçmiş, stres, hırs gibi soyut bir kavram; ister araba, telefon, internet gibi somut bir araç olsun, her şeyi mümkün olduğunca olumsuz etkilerinden 146


arındırıp olumluları ile kullanmak için… Bir gün bir e-posta aldım. “N’aber?”den ibaretti. Şimdi oturup detaylı bir şekilde anlatmamı mı bekliyordu karşımdaki? Yoksa sadece “İyilik, senden?” diye mi cevap yazmalıydım onun tarzında? Ben ki, o laf olsun diye sorulan sorular ve verilen cevaplardan kendimi bildim bileli nefret eden ben, bir de bunu yazıya mı taşıyacaktım şimdi? Evet, yolculukta/uzaklarda elim ayağım gibiydi internet. Gerçek dünyayla, arkadaşlarımla ana bağlantımdı. Burada ise evet kullanılabilirdi tabii pratiklik açısından; ama hayır, ana bağlantı aracı olmamalıydı. Ben sanal bir yaşam, sanal arkadaşlar istemiyordum. Sonuç şu ki hayatımızın bir bölümünde çok işimize yarayan bir şey başka bir bölümde tamamen aleyhimize işleyebiliyor. Ve farkına bile varmadan sadece işlevli olduğu yerde değil de her yerde kullanmaya kalktığımızda bize zarar verebiliyor. Gitmek/dönmek -- Farkı görmek, seçim yapmayı öğrenebilmek için Hayatlarına Kendi seçimleriyle girmeyen sesler, görüntüler, insanlar işgal ediyordu çoğu kişinin dünyasını. Etrafta sürekli bir bombardıman vardı ve ister istemez buna maruz kalınıyordu. Modern yaşamın bedeliydi bu. Televizyon en klasik örneklerinden biriydi bu taarruzun; radyoda birileri bağırıyordu, olur olmaz birisi cepten mesaj gönderiyor, posta kutunuza onlarca reklam yağıyordu… Evet, bombardımana tutulmuştunuz. Tüm bunların arasında sevdiğiniz bir şey bulacaksınız diye hoşunuza gitmeyen bir dolu çöp yutuyordunuz. Gitmek/dönmek -- Gereksizi en az zararla ve en çabuklukla ayıklayabilmek için Taşınmak, en iyi yoludur işe yaramaz eşyalarınızdan kurtulmanın. Gitmek/dönmek-- Paslı alışkanlıkları atmak için. Dönmek, yerleşik hayata alışmak mecburiyeti değil; Seçtiğin alışkanlıklarla yaşamak demek. Alışkanlıkla tercih edilerek yapılanı ayırt etmek. Alışkanlığı reddetmek… ritüelin büyüsüne kapılana dek. Gitmek, hazmetmek için zaman bulmak demek Bugün anlattığım fizik konularını ben okuldayken anlamıyordum. Sadece doğru cevapları, çözüm yöntemlerini öğrenmiştim; ardındaki temeli değil. Şimdi nasıl öğretebiliyorum peki? Dönmek, taşların yerine oturması …. Rivayet odur ki: Bir adam varmış kentlerden bir kentte. Çokmuş malı mülkü, ünü unvanı, hanı hamamı, çoluk çocuğu, torun torbası. Sağlıklı ve mutluymuş da. Başka bir adam daha varmış uzaklardan bir uzakta. Yokmuş şusu busu, elması diğeri. Ama o da sağlıklı ve mutluymuş. Her şeyi olan, hiçi olanı merak etmiş. Adından bahsedilip durulurmuş dost meclislerinde. Merak bu, hiç bardakta durduğu gibi durur mu, insanı yollara düşürür. Ahval böyle olunca, bizimkisi kalkmış evceğizinden vurmuş yola, hiçi olanı ziyarete. Vardığında bakmış görmüş ki adam bir odada birkaç kırık dökük eşyayla oturmakta. Selam ve hâl hatırdan sonra, “Affınıza sığınarak sorabilir miyim?” demiş çekingen. 147


Başıyla onaylamış hiçi olan zat-ı muhterem. Meğer “Eşyalarınız nerede?” diye soracakmış bizimkisi. Soruya soru ile karşılık vermek adabdan değildir, ama soruyu aynaya tutup yansıtmış muhterem-i zat. “Sizinkiler nerede?” Şaşırmış bu soruya çok şeyi olan… Aşikâr değil miymiş ki? Yine de nezaketten ödün vermeden yanıtlamış. “Ben yolcuyum, geldim gideceğim.” Hiçi olan hiç tereddütsüz söylemiş sözünü: “Ben de bu dünyada yolcuyum, geldim gidiyorum.” Gitmek, hayatı turist gibi yaşamayı öğrenmek Kimse temel ihtiyaçları, hatta konforu reddetmekten, keşiş olmaktan bahsetmiyor. Sadece gelip geçici olduğumuzun bilinci aklımızın arkalarında bir yerde dursa bugünkü çekişmelerin, kavgaların çoğu yaşanmazdı sanki. Kötülüğün çoğu mal-mülk hırsı ve çekememezlikten, paylaşamamaktan kaynaklanmıyor mu dünyada? Gitmek, minimumda yaşamayı öğrenmek Sahiplenme duygusundan arınmak, vazgeçebilmek demek. Vazgeçebilmek özgürlük demek. Dönmek, vazgeçebilecek kadar sahiplenmeyi öğrenmek, yani sahiplenirken, gerekirse vazgeçebilecek olmak demek. Bir savaş alanı, bir hastane, bir afet bölgesi… veya benzeri bir durumda insanların çektiklerine tanık olduktan sonra bir çocuğun “Anne, bu çorba soğuk” demesi karşısında duyduğunuz hissin bir adı var mıdır? Her şey bu kadar göreceliyken, ve o dehşetin hafızanızdaki izleri henüz silinmemişken, çocuğun kapris filan yapmadığını, haklı olduğunu bilseniz bile ona nasıl anlayışla yaklaşacaksınız? En değerli varlığınız çocuğu mu azarlayacaksınız, yoksa dünyada olan bitene karşı kayıtsız mı kalacaksınız? Gitmek/dönmek, kalmanın değerini bilmek için Gitmek, gönlün şükre açılan kapılarını daima açık bırakmayı öğrenmek için -_Yine de huysuzluk yapılabilir, hatta isyan bile edilebilir hayata. İnsanın en doğal dürtülerinden ve haklarındandır bunlar ne de olsa. Dönmek, sağlık ve temel yaşamsal ihtiyaçlar dışında her tür soruna küçük ve önemsiz olarak bakılabileceğini görmek, şikâyet etmemeyi öğrenmek demek. Çevreye karşı duyarlı olmak, ufak detaylara dikkat etmek ama saplantılı olmamak Gitmek/dönmek, Orta yolu bulmak, dengeyi sağlamak demek Yolculuk size iki parça eşya ile de yaşanabileceğini öğrettiğinde, farklı bakıyorsunuz yaptığınız şeylere, etrafta olan bitene. “Neden çalışıyoruz?” ile başlayıp “Neden seyahat ediyoruz, neden biriyle görüşüyoruz, neden bir başkasına kızıyoruz, neden buna şunu dedim, neden şuna bunu dedim?” diye devam eden bir dizi soru üretebiliyorsunuz. “Neden?” sorusunu soramayacağınız çok az şey var hayatta. Peki yapmaya gerçekten mecbur olduğunuz kaç şey var? Nefes almak evet, yemek yemek, su içmek tamam; bunları yapmak zorundayız. Ya yaptığımız diğer şeyler? Diğerlerinin hepsi bir “seçim” aslında. İşimize geldiği için, pratik olduğu için, 148


karakterimiz ve şartlar onu getirdiği için yapılan şeyler belki ama hepsi seçim sonuçta. Kolay olmasa da, başka hayatlar da mümkün her zaman için. Peki acaba yaptıklarımızın ne kadarını kendimiz için, ne kadarını başkalarının değer yargılarına uymak için yapıyoruz? Elde ve akılda tutulması gereken soru “Bunu istiyor muyum?” olmalı belki de. Ama tabii benim gibi herkesin kullandığından farklı terimlerle ifade etmeye kalkarsanız kendinizi, karışıklıklara yol açabiliyorsunuz. Dönüşte bir sohbet sırasında “Şu kitabı bitirmem lazım” dediğimde “Lazım??” diye vurguladı arkadaşım kullandığım sözcüğü. Hiç duraksamadan açıkladım: “Lazım dediğimde bu, ‘çok istiyorum’ demek.” Aynen “Güney Afrika’ya gitmem lazım”, “Bu takıma girmem lazım” cümlelerimde olduğu gibi. Ve eğer bir şeyi yapmam “lazım” ise, bir yolunu bulup yapıyorum. Sonuçta her insan kendi istekleri ve öncelikleriyle ilgili bilgi sahibi olmalı. Ayrıca tüm soyut kavramlar için kendi tanımlarını yapmalı, üstünde vakit harcamalı, emek harcamalı, düşünce harcamalı. Gitmek/Dönmek kendi kendinin savcısı ve yargıcı olmak demek Dönmek, sorgulama ve değişim için Her yaptığının ardında yatan şeyi sorgulamak ise asap bozucu bir iş Yok yok, en iyisi bu kadar deşmemeli. En güzel tabloya bile eğer çok yakından bakarsan kara bir nokta görürsün. E sen içindesin (yaşamının); sana karanlık görünmeye başlamışsa hayat, biraz dışına çık. Gitmek, bunun çok eğlenceli olduğunu görmek Çok uzaktan bakarsan da ona anlam katan detayları seçemezsin Gitmek/dönmek açı ortayı bulmak Ne detayları göremeyecek kadar uzaktan, ne de siyah nokta görecek kadar yakından bakmalı tabloya. Durulması gereken en iyi mesafe bazen yaklaşıp inceleyerek, bazen uzaklaşarak saptanır. Piyale Madra’nın çizdiği, çok sevdiğim Piknik’te Müjgan kafasını omzuna doğru eğer ve “Ara sıra hayata bakışımızı değiştirmek lazım,” der. Evet, lazım gerçekten. Bir şeyleri farklı yapmayı denemek çok zaman aydınlatıcı olur. Gördümdü bir dolu insan, kâh derede kâh tepede, öğrendimdi yapabileceğimi, yolculuk, her cümleyi tersinden de kurabilmekti. Çoğunlukla içten içe biliriz bazı şeyleri yapabileceğimizi, ama onu yapan birini görene kadar kendimiz yapmayı ya akıl edemeyiz ya da cesaret. Gitmek, dönmenin keyfini yaşayabilmek için Gitmek… veda, özlem, aidiyet Gitmek/dönmek, uzun sıkıcı yolculukların neşesi demek Hüznün cazibesine kapılmak Dönmek, kendinde keşifler yapmanın heyecanını yaşamak... 149


Yıllardır masamda duran kartpostalda “Nereye gideceğini bilmeyene hiçbir rüzgârdan hayır gelmez” diyen yelkenliyi (Pardon, bunu söyleyen yelkenli değil, Montaigne imiş.) dinlememiştim. Yanlıştı onun iddiası. Tam tersine, nereye gideceğini bilmeyene her rüzgârdan hayır geliyordu. oraya veya buraya/ ne fark eder/ bir yere gidiyordunuz Aynı yerde durmuyor, oradan oraya savruluyordunuz işte. En azından olduğunuz yerde saymıyor, bir hareket halinde oluyordunuz. Ben de ne güzel, rüzgâr ne yöne eserse o yöne gidiyordum. Hem böylece karar vermek zorunda da kalmıyordum. Belki de sorumluluktan kaçış şeklimdi bu benim. Aslında nedeni bilinmez ama çoğu insan başkalarının limanlarına yelken açmıyor mu? İşin komiği, rüzgârın götürdüğü yere gitmenin harika bir fikir olduğuna gerçekten inanmıştım bunca yıl. Hâlbuki ne berbat bir fikirdi!! İnsan (ve aynı şeye baktığında gördükleri) değişiyor işte. İnsan, tuhaf yaratık. Şimdi garip bir Gülin vardı karşımda… Hâlâ biraz rüzgârla sürüklenen… fakat sürüklenirken bunun farkında olan... belli etmeden arka planda eski ile yeniyi, alışkanlıkla tercih edilerek yapılanın farkını analiz eden biri. İstemediği zaman biraz geç de olsa müdahale edip “Ben o yöne gitmiyorum, şöyle gidelim lütfen, veya ben şurada ineyim” diyordu bu yabancı. O rüzgârın değil, ayaklarının götürdüğü yere gidiyordu şimdi. Onu hiç yanıltmayan ayaklarının. Beyin, beden ve kalp işbirliği ile yönetilen ayaklarının götürdüğü yere. Avucumda Patikalar buluşuna hâlâ bayılıyordu. Hayat patikalarda ilerliyordu. Evet, başkalarının açtığı anayolda gitmek daha kolaydı; her zaman kendi yolunu açmakla uğraşmak da akıllıca bir davranış olmayabilirdi ama kimi zaman karanlıkta da olsa el yordamıyla kendi yolunda gitmek gerekiyordu. Bu sorunlu ve sorumlu/luklu, ama bir o kadar da maceralı ve eğlenceliydi. Hem pişmanlık da olmuyordu bu yolda sanki pek. (Bu da kademe kademe kararsızlık örneği oldu gibi galiba.) Gitmek, geçmişten geleceğe bir name Büyükbabamın sözünü ezberlemiş olmalısınız şimdiye kadar. Dedemden ise, kısa bir anekdot hatıra kalacak bana: “Bir gemide her yer boş. Biri gelip yanına oturuyor, yediklerini senin üstüne saçıyor, dirsek atıyor, gürültü yapıyor, bir şekilde seni rahatsız ediyor. ‘Önce ben geldim. Sen başka yere git,’ diyerek adamla kavga mı edeceksin? Ben olsam kalkıp kendim başka yere geçerim,” demişti dedem. O zamanlar gençliğin verdiği toylukla anlamamıştım dedemin ne demek istediğini; çok saçma bulmuştum bu düşünceyi, olur muydu hiç?! Savaşmak gerekti, hakkını savunmak gerekti. Hâlâ da evet bunlar gerekli diye düşünüyorum gerçi. Ama hangi koşullarda? Eğer o yer sizin için çok önemli ve vazgeçilmezse... Ki “gurur” ve “hak” yüzünden hayatı kendine zindan etmeye değmez. Ki bizim savaşlarımızın çoğu bize de çok zarar veren ve buna değmeyen savaşlar... Küçük iktidar savaşları. Eğer o insana anlatmaya çalıştığınız şeyi anlatma ihtimaliniz varsa... Ve bu uğraşıya değecekse. Ki çoğu zaman böyle insanları değiştirme ihtimaliniz yoktur ve bunun için uğraşacağınıza ona bakış açınızı değiştirip sizi rahatsız etmeyecek bir konuma getirmeye harcarsanız çabanızı, hayat daha kolay günlük güneşlik olur. 150


“O değişmedikçe hiçbir şey değişmeyecek” değil, Gitmek/yolculuk/dönmek değişim demek Kendini değiştirmek demek Yolculuğun başında hiç aldırmamıştım takımdaki insanların pek de hoş olmayan hareketlerine, söylediklerine. Ne fark ederdi ki? Benim değerimi onların yaptıkları veya bana gösterdikleri saygı belirlemiyordu. Ben kendi işime bakıyordum ve mutluydum. Ama fark edermiş meğer. Bazı şeyler haddini aşıp artık ciddi anlamda rahatsız etmeye başladığında, bunun sorumlusu bendim çünkü. Eğer o birileri belli bir süre hayatınızda yer edecek ve bir şeyleri paylaştığınız kişilerse bazı konularda çerçeveyi çizmek, Sınırları belirlemek gerektiğini görmemiştim. Bazı şeyleri insana karşısındaki yaptırıyordu. Hak her zaman verilmiyordu, bazen talep edilmesi ve alınması gerekiyordu. Gitmek/yolculuk/dönmek- Değişikliklerle deney yapmak ve yaparken eğlenmek Aah ah... Ne güzel inançlarım vardı gitmeden. İnsanların yapma/ma/sı gereken şeyler vardı benim kafamda. Meğer öyle olması “gerek” diye bir şey yokmuş hayatta. Ya da daha doğrusu, gerçeklerle uyuşmuyormuş böyle bir iddia. İnsanlar değillerdi işte öyle. Nokta. Evet yalan söylememelilerdi ama söylüyorlardı. Bu böyle kabul edilmeliydi. Bazen kasten, bazen bilmeden söylüyorlardı. Trafikte ters yöne girmemelilerdi ama giriyorlardı. Giriyorlar ve üstelik kendi yolunuzu ona vermenizi talep edebiliyorlardı. Ne yapacaktınız yani? Evet belki böyle insanlara hemen yol vermek, teslim olmak ve hakkını çiğnetmek olarak algılanabilirdi. Ama karşınızdaki, dilim varmıyor söylemeye, hadi sadece “sizinle aynı düşünce yapısına sahip değilse” diyeyim, canınızı sıkmanın gereği var mıydı? Sonu kaba güce varabilecek olaylara bulaşmak, o insanlarla uğraşmak yerine siz arkanızı dönüp gitseniz daha az zaman ve enerji harcamış olmaz mıydınız zaten hayatınızda hiçbir önemi ve yeri olmaması gereken şeylere? Gitmek/dönmek -- Hayatı ve insanları (oldukları gibi veya değil) kabul etmeyi öğrenmek demek Gitmek-dönmek -- Önemli ile önemsizi ayırt etmeyi, ince ayar yapmayı öğrenmek Önemli için uğraşıp önemsizi unutmayı bilmek Gitmek, çınar gibi dimdik durmayı öğrenmek Dönmek, esintinin en ufacıkında değil ama gerektiğinde gelincik gibi eğilmeyi öğrenmek Çınar gibi devrilmemek için Jeff’le zamanında çok tartıştık. “Beraber böyle bir gezi yaptığın insanlar en iyi arkadaşların olurlar” diye bir inanç taşıyordum ben. Maalesef olmadılar. Onların yerine başkaları oldu-uzakta olsalar bile hep benimle yaşayacak nice insanlar tanıdım. Neyse, Jeff insanlardan hoşlanmasam bile katlanmam gerektiğini iddia ediyordu. Bense ona, istersem tatsız insanlarla başedebileceğimi ama, bu yolculuğa kimseyle uğraşmak veya kimseye katlanmak için çıkmadığımı anlatamadım bir türlü. Rahatsız olduğum kişilerle seyahat edebilmek için çalışmamıştım on sene boyunca. Özgür olabilmek için çıkmıştım bu yolculuğa. Uğraşmak istediğim tek kişi olsa olsa kendimdim. (Gerçi onlar sayesinde kendimle uğraşmak da çok işime yaradı!) 151


Şimdi dedemin anlattığı gibi ben de kalkıp başka yere geçerdim yanımda beni rahatsız eden biri olduğunda. Dünya yeterince büyük bir yerdi. Herkese yer vardı. Jeff, bizim araçta sadece dört kişilik yer olduğunu söyledi. İyi de başka gemiler de vardı... Her zaman bir başka gemi vardı sizin istediğiniz yöne giden. Üstelik sizin beraber olmaktan hoşlandığınız insanlarla... Gitmek, yeni gemiler keşfetmek demek Gitmek, eski yollar aşındığında yenisini yapmak, geçilen köprülerin arkasından bakmamak Bıraktıklarının ardından hüzün Sevgi, umut, ayrılık Keyif aldığın patikalara sapmak, diğerlerinde vakit harcamamak… Ama zor ve tatsız diye öğrenmekten kaçış anlamına gelmemeli bu... Sadece o patikanın seni bir yere götürmeyeceğini fark ettiğinde vazgeçmek. Her zaman bir başka patika vardı, Sizi istediğiniz yere götürecek patikalar…. Gitmek, aynı yere çıkan başka patikalar olduğunu bilmek ve onları deneyebilmek cesareti yolculuk Hesap tutmamak Harita kullanmayı kaybolarak öğrenmek Her daim saygı, toprağında bulunduğun insana karşı. Herkesin sadece “insan” olduğu, etiketlerin olmadığı bir evren yolculuk kimliğini evde bırakarak kapıyı çekip çıkmak yolculuk Yeterince uzak kalmak kim olduğunu unutacak kadar Özlediğin halde uzak kalmaya devam etmek kendini görebilecek kadar Koşulları zorlamak, zihin kasların esneyip açılıncaya kadar... Gitmek/yolculuk maceraperestlik hiç değil Gitmek macerayı bir kelebeğin kanadında bulmak Gitmek/yolculuk/dönmek Benim için yukarıdakilerin hepsi Belki sizin için hiçbiri 152


Gitmek/kalmak/dönmek/yolculuk Beş duyumuz: hoş bir seda, uçucu bir rayiha, sıcacık bir dokunuş, aydınlık bir renk, kinin acısı bir buruk tat bir iğde ağacı çiçeğinin kokusu, meyvesinin tadı, yaprağının yeşili, rüzgârdaki hışırtısı ve üstündeki çiğ tanesinin ıslaklığı *** Gitmek, yolda bir yerlerde kendine rastlamak; dönmek, o yolda rastladığın kişiyle tanışabilme şerefine nail olmak Gidilen… Ayrı bir dünyaya Gitmek bir hayal. Gitmek, hayat yolculuğunun içinde başka bir yolculuk sadece Hayal-hayat trenine hoşgeldiniz *** Biz daha beşikte uyurken, Yataklı vagonları düşlerdik. Artık vagonlarda uyuyor, Beşikte gibi düş kuruyoruz. Alman Demiryolları reklamı Ben de daha yola çıkmadan önce, Gezip tozmanın hayalini kuruyordum. Tahmin ettiğim gibi gelişmedi hiçbir şey Ama daha iyisi oldu. Şimdi evimde… sanki yolculuktaymış gibi Yaşıyorum hayatı.

Çok Gezen -Çok Okuyan Hayat ne güzel olurdu değil mi, bir tuşa basıp istemediklerimizi silebilsek, istediğimiz gibi değiştirebilsek? Çok da değil. Çünkü hoşlanmadığımız olaylar bile bizi belli bir yere götüren patikalar. Her şeyin bir şekilde olası dünyaların en güzelini gerçekleştirmeye yaradığına inanıyorum ben, Dr. Pangloss gibi. Evet, yaşandığı günlerde çok acı verdi kaza. Ama öyle lay-lay-lom gidip dönseydim pek anlamlı olmayacaktı bu yolculuk. Ne bileyim… Yavan olacaktı, eksik bir şeyler kalacaktı, bazı şeyler yerine oturmayacaktı. Ve üstünden zaman geçtiğinde, “başarılı bir kazaydı” diyebiliyordum artık; kimseye hiçbir şey olmadığı için ve sonrası bana çok şey öğrettiği için. Hatta hatta şu anda daha da ileri giderek, kazanın başıma gelen en iyi şeylerden biri olduğunu bile söyleyebilirim samimiyetle. Kazayı neden yaptığımıza dair on cevap sıralayabilirim bir çırpıda. Bunların arasında benim için en değerlisi, Tacuari 1007, San Telmo adresinde geçirdiğim günler, o residencia’daki hayatımdı. Lisedeyken hep yatılı olmak istemiştim, üniversitedeyken de kızlar arasında olmayı isterdim hep. Kazadan sonra Buenos Aires’te her iki dileğim de, evet belki yıllar sonra, ama gerçekleşmişti. İşin tuhaf tarafı, daha çok param olsaydı yaşanmayacaktı 153


muhtemelen onca güzel anı. Yolda tanıdığım insanlar, değiştirdiğim hayatlar, benim hayatımı değiştirenler... Sonuçta kaza, hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu. Değiştirilemeyecek bir nokta. Ama hayatta değiştirilebilecek noktalar da vardı. Kimini virgül, kimini noktalı virgül yapabilirdiniz; veya tüm bir cümlenin üstünü çizip baştan yazabilirdiniz. (Bu son üç cümleyi farklı noktalama işaretleri ile, veya farklı kelimelerle yazabileceğiniz gibi.) Ben de iki sene önce öyle köklü bir çizgi atmıştım geçmişime. İnsana üniversite diplomasına göre değil de içinden gelerek yaptığı, yaparken de zevk aldığı işlere göre unvan verilecek olsa ben ne olurdum diye düşündüğümde “Okur-yazar-gezer” olmuştu cevabım. “Hayatımla ne yapmak istiyorum?” diye sorduğumda bulduğum cevap ise “dünya turu” idi. *** Ben kendime böyle sorular sora durayım, bazıları “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” diye sorarlar. Dikkat edin, bubi tuzak sorudur. Çünkü ikisi de bilmez! “Çok gezenin ayağına bok, çok okuyanın gözüne çöp batar.” Gezmek de, okumak da tehlikeli iştir. Şaka bir yana, gerçekten çok yer gördüğünüzde, gittiğiniz yerler birbirine benziyor, bir olay bir başkasını hatırlatıyor ve hiçbir şey ilk heyecanı vermiyor. Çok okumuşsanız yıldızların altında söylenmedik söz olmadığına inancınız pekişiyor. İşte o zamanlarda “fazla bile yaşadım” duygusuna kapılabiliyorsunuz. // Hâlbuki hayatta öğrenecek ne kadar çok şey var, sayabilir misiniz? Bilmediğiniz, daha önce deneyimlemediğiniz, benzerini okumadığınız bir şeylere rastlıyorsunuz mutlaka bir yerlerde. Dünyadaki tüm ülkeleri görseniz, tüm şehirleri göremezsiniz; tüm şehirleri görseniz tüm kasabaları göremezsiniz. Babil Kitaplığı’nı bitirseniz Köy Kütüphanesi sizi bekler. Sayı tutmanın anlamı yok. Sayfa tutmanın da. Her zaman için Daha Yaşanacak çok şey var. Sonuçta “çok gezen” sadece kendi algısıyla, “çok okuyan” da ancak başkalarının algıları (üzerinden tabii ki yine kendi algısı) ile yetinir. Öte yandan asıl amaç bunların mümkün olduğunca iç içe geçmesini sağlamaktır. Bunun için de çok gezmek, çok okumak yetmez. Bir de çok düşünmek lazımdır. Acaba cevap c şıkkı mı dersiniz? c) Çok düşünen bilir. Eh ben de dönüşte unvanıma bir sıfat daha eklemiştim zaten: “Okur-yazar-gezer-düşünür.” Ama düşünmek de diğer iki eylem kadar tehlikelidir. Hele çok düşünmek, insanı delirtebilir. O halde sorunun cevabı yukarıdakilerden hiçbiri değilmiş. Peki ne olabilir? Tamam şimdi buldum! İşte beklenen cevabı açıklıyorum: d) Çok yazan bilir. Ah yaşasın! Şu anda “Hayatımla ne yapmak istiyorum?” sorusunun cevabı da yazı yazmak. *** Ama yazmak da tehlikeli ki. Kendini ortaya koyuyor, herkes tarafından eleştiri ve yargıya açıyorsun. 154


Tüh, yine çuvalladım galiba! E tabi, bize “Tüm şıkları okumadan yanıt vermeyin” diye öğretmemişler miydi? Demek ki doğru cevap e şıkkı imiş: e) Hayata güvenmek lazım. En iyisini O bilir.

Son Ara Söz Böyle bir gezinin sonrasında anıları hatırlamak hoş ama acı. Fotoğraflar... Bir çoğu da beynimde kazılı. Kimi zaman makineyi çıkarıp çekmeye üşendiğim, kimi zaman ayıp olur diye çekindiğim, kimi zaman ise sadece o anın güzelliğini ve kutsallığını bozmamak için çekmediğim kareler. Sözcükler... Havada uçuşan böcekler. Yazmak, o sözcük böceklerini kalemle yakalayıp kağıda hapsetme ve dizme işlemi. Eğlenceli bir işkence. Yazdıklarımı okudukça tekrar yaşıyorum. Ama tekrar okudukça hafızam silikleşiyor, onlar kitaba ait oluyorlar benden çok. Ben bunların hepsini yaptım mı, bu yerlerin hepsini gördüm, tüm bu insanları tanıdım mı? Bu hayatı ben mi yaşadım yoksa bir yabancı mı? Aslında belki geride bırakmak lazım tüm yaşananları… Hiç kayıt bırakmamak arkada. Ama hüzünlü bir hazan akşamında umut onlar... Geçmişten geleceğe uzanma, gelecekte bir nebze olsun geçmişe dokunabilme ümidi... Zamansızlık ümidi. Muhtemelen yazdıklarım bana çok daha farklı şeyler ifade ediyor sizden. Zaten ne benim her şeyi aynen yaşadığım gibi aktarmam mümkün, ne de bir başkasının benim yaşadıklarımı aynen anlaması. Bu çok gerekli de değil. Ben sadece bunları okuyan birileri belki tadını alır, özenir, kendi de yapar diye umdum. Bunun seyahat olması şart değil, herhangi bir hayale doğru adım atmasını sağlar belki birinin. Benim sihirli değneğimin ucu sizinkine dokunduğunda belki bir yıldız kayar gökyüzünde. Bu biraz kendi tekerine çomak sokmak olacak ama diyeceğim şu ki, başkalarının yaptıklarını okuyacağınıza çıkın kendi maceranızı yaşayın. Talih cesurdan yanadır diye bir deyim vardır İngilizce’de. Ben iki ekleme daha yaptım: Doğa samimiden, hayat iyimserden yanadır. (Maybe nature favors the sincere or life favors the optimist, just as fortune favors the brave!) Hayat hayalden yanadır, hayal hayattan. Ayrılmaz ikiz kardeştir onlar. Ağaç ile Rüzgârdan Korkan Çocuk

artık görüşmesem bile daima en iyi arkadaşım kalacak olana (FOTOĞRAF: 1221_AGA) “Hayat böyle,” diye buyurdu Tanrı. “Ama neden?” diye isyan etti kız. 155


“Böyle olması gerekiyor. Acı verecek.” *** Henüz kimsenin ayak basmadığı bu büyüleyici toprakta yapayalnızdı. Sığ, mavi-siyah su, ufkun ötesine uzanıyordu. Hareket edemiyordu. Ağlamak istiyor ama onu bile yapamıyordu. Gözyaşları yoktu. Bir süre geçmesi gerekse de üstünden, burada olduğunu ve bu konuda yapabileceği hiçbir şey olmadığını kabullendi sonunda. Ve böylece kendi içine döndü; yapraklarıyla oynamaya, dallarını birbirine geçirip değişik şekiller örmeye başladı. Sonra bir anda, bunun ne kadar eğlenceli olabileceğini fark ettiğinde, hiç sebepsiz bir sevinç duydu içinde. Gece, dalgalarda gölgesini ve ayı yansıtıyordu. “Ay emekliye ayrılmayı düşünür mü hiç acaba?” diye merak etti. Böyle bir şey çok kötü olurdu. Ama hayır, ay ona eşlik etmek için her zaman orada olacaktı, bunu biliyordu. Ertesi gün mavi bir kuşun şarkısıyla uyandı. Ve bir ertesi gün eflatun rengi bir çiçek açmaya başladı dibinde. Nihayet yapraklarını açtığında çiçeğe adını sorabildi. “Lavanta” dedi çiçek. Mavi kuş uzaklara uçuyor ve döndüğünde gördüklerini anlatıyordu ona. Bu sayede kendi gözüyle göremediği dünya hakkında bir şeyler öğrenmeye başladı. Mavi kuşun anlattığına göre, kum tepelerinin ardında ufak bir kasaba vardı. Bir gün, o tepelerin ardından küçük bir çocuk geldi ve gövdesinin dibine oturdu. Bu yeni ziyaretçiyi gördüğüne hem şaşırmış, hem de sevinmişti. Çocuk kendi kendine oynuyor, legolarından bir gemi yapıyordu. Bir ara onları kenara bıraktı ve elini ağzına götürdü. Hapşırdığında, içgüdüsel olarak “Çok yaşa,” dedi ağaç. Çocuk bu beklenmeyen sesin kimden geldiğini görmek için kafasını kaldırdı, “Teşekkür ederim.” O anda arkadaş olduklarını anlamıştı ağaç. “Hadi oynayalım,” dese hemen beraber oyuna başlayacaklarını çok iyi biliyordu. Ama o sessiz kalmayı tercih etti. Bir tane daha arkadaşının olduğunu bilmek yetiyordu ona şu an. Zamana bırakacaktı gerisini. Ve uzakta bir ses yankılandı. Annesi çağırıyordu küçük çocuğu: “Alex, buraya gel. Gidiyoruz.” Alex annesine doğru yürürken arkasına baktı ve “Hoşçakal” dedi. Ağaç

156


gülümseyerek yanıtladı onu. Ancak çocuk onu duyamayacak kadar uzaklaştığında çıktı ağzından sözcükler, “Güle güle.” Onu tekrar gördüğünde bir hafta geçmişti. O günden sonra ise çocuk her gün gelir oldu. Dibinde oturur ve saatlerce kitabını okurdu. Her ikisi de çok huzurluydu o anlarda. Sessizliği paylaştılar. Rüzgârın sesini paylaştılar. Bazen o, çocuğa bir şey sorardı, bazen çocuk bir şey söylerdi. Sözcüksüz sohbetler ederlerdi saatlerce. Ah evet, kavgaları da oluyordu. Çocuğun bir daha asla geri dönmeyeceğini düşündüğü zamanlar vardı, ama o her seferinde geri geldi. Ve böylece yıllar geçti. Mevsimler yapraklarını yeşilden sarıya sonra kırmızıya çevirdi. Kış yerini bahara bıraktı hep. Küçük çocuk büyüdü, yakışıklı bir genç adam oldu. Ve bir gün yurtdışına okumaya gideceğini söylemek için geldi ona. O kadar heyecanlıydı ki. Aslında böyle bir olasılık olduğunu, onun okullara başvurular yaptığını biliyordu ağaç. Yine de bir gün onun kendisini terk edeceğini düşünmemişti hiç. Çocuğa ne kadar değer verdiğini ve yokluğunda onu ne kadar özleyeceğini bilmiyordu o zamanlar. Ama özledi. Bir hayat sürecinde bir yıl nedir ki? O yıl da diğerleri gibi geçti. Günler daha uzun ve daha yalnız görünse bile geçti. Delikanlı hiç mektup yazmadı. Yazdığı zaman, mükemmel olmasını istiyordu. Bu nedenle de hiç yazamadı. Kendine bahaneler buluyordu. Hem yazsa bile nereye gönderecekti zaten? Aslında o da ağaca ne kadar bağlandığını fark etmemişti. Ama bağlanmıştı. Bir gün rüyasında, bir ormanda olduğunu gördü ağaç. Delikanlı da geri dönmüştü. Elinde bir gül vardı. Ve rüzgâr, kulağına “Seni seviyorum” diye fısıldadı. Sabah olup gözlerini açtığında uyanmadığını sandı ağaç. Gözlerini kapadı, tekrar açtı. Yanlış görmüyordu. Başka ağaçlar tarafından kuşatılmıştı etrafı. O uçsuz bucaksız sonsuzluk yerini hayata bırakmış/ o ıssız boşluk, nefes almaya başlamıştı. Şaşkınlıkla bakındı çevresine. Ve neden sonra bir şey daha dikkatini çekti… Kırmızı bir gül duruyordu yerde.

157


İçini bir sıcaklık kapladı. Sonra buruk bir sevinçle gördüğü ilk gökkuşağını hatırladı. Uzanıp dokunmak istemişti o renklere… Kökleri izin vermemişti ona. Oysa artık özgürdü.

OYUN Zaman nereden geliyor? Geçmişten, yani artık var olmayandan hangi yoldan geçiyor? Bugünden, yani uzatması mümkün olmayandan nereye gidiyor? Geleceğe, yani henüz varolmayana. *** Etiyopya’da önce acı kahve içilirdi, Sonra şekerli, Ardından tekrar acı. acı-tatlı-acı… Bu, hayatın döngüsüydü. ilk acı, doğumu simgeliyordu… Tatlı, yaşamın kendisini. Son acı ise, ölüm demekti. Doğarken ağlarız… ilk acı kahve içilir, Tatlı hayat- şekerli kahve kıvamındaydı (kahvelerini şekersiz içenlerin hayatı şekerli kahve olarak görmelerine bir engel yoktur- teşbihte hata olmaz!). Bu kahveyi içmeyi mümkün olduğunca uzatmalıydı insan, ağırdan almalı, tadını almalıydı. Geçiştirmemeliydi koyu telvenin arasındaki şekerin damaklarda bıraktığı o hazzı. Onca emek harcanmıştı o kahve yapılırken. Kavrulmuş, öğütülmüş ve kömür ateşinde pişirilmişti. Sağlıklı ve mutlu yaşanırken güzel geçerdi zaman. Tabii şu da vardı ki… şekerli kahve, içinde acı kahveyi de gizlerdi. Oysa ki acının içinde tatlı yoktu. Ve tekrar acı kahve içme zamanı geldiğinde… kaçınılmazdı ölüm Acı-tatlı ve tekrar acı içilen üç fincan kahve hayat döngüsünü kutsuyordu. 158


*** Kahve Habeşistan’dan gelirdi -kahvenin kahve, Etiyopya’nın Habeşistan olduğu günlerde. Öyleyse… Yani eğer onlar kahveyi bu düzende içiyorlarsa bir bildikleri olmalıydı. Hayat da bu sırada gelirdi. Acı-tatlı-acı. Evet, bir döngü izliyordu hayat. Döngünün iki tarafında da rahat ve huzurlu olmayı öğrenebilirsen, diğer tarafın gelmesini sabırla, şikâyet etmeden beklemeyi becerebilirsen eğer… hatta hatta daha da fazlasını yapıp keyfini çıkararak bekleyebilirsin tabii… -ki keyfini çıkardığın anda, bekliyor olmayacaksın zaten. kaldı ki hüznün bile kendine göre bir hazzı vardı Hayatta yapacak bir dolu güzel şey vardı… Birini yapamıyorduysan, orada takılıp kalacağına başka bir şey yapmalıydı. Hayatta alternatifler tükenmezdi. Güzel bir dolu insan vardı… tatsızlarıyla keyfini kaçıracağına, diğerleriyle vakit geçirmeliydi. Şu anda yalnız mısın, özgürlüğün keyfini çıkarmalı; Biriyle beraber misin, birlikteliğin keyfini çıkarmalıydı. Olursa da olur, olmazsa da olurdu. Zevkli patikalar kötü anayollara çıkarabileceği gibi, bozuk ve sorunlu patikalar eninde sonunda düzlüğe çıkıyordu. En karanlık saat gündoğumundan hemen önceki idi, geçecekti… atlatana kadar bekleyebilirsen eğer. ***

Döngü, tekdüzelikten de kurtarıyordu dünyayı. Her tada alışık olmayı öğreniyordu kimi insan veya ona zorla öğretiyordu hayat. Evet, gece ile gün gibi, mevsimler gibi, dünya gibi, mutluluklar da dönüyordu; acılar da. Her şey değişebiliyordu, havanın değiştiği gibi. Bir de gittikleri her yere güzel havayı beraberinde götüren insanlar vardı. *** 159


Tatminsizliğin tersi neydi acaba? Huzurlu, sakin bir mutluluk?… insanın her dileği gerçekleşmemiş dahi olsa, tüm arzulardan soyutlanmış bir var olma haline erişebilmenin sırrı ne idi? Zamanın bir parçası olabilmekte miydi yoksa?.. Zamanla dost olabilenler mi başarıyordu bu işi en iyi? Zaman, bir insanın dostu olabilir miydi? O zaman ki, insanı öldürüyordu. Ama karşılığında insan da zamanı öldürmek diye bir terim üretmişti. *** Yola çıkmadan önce Mustafa “Tek başına olunca insanlar sana yaklaşmaya meyilli oluyorlar, yanında biri varsa yaklaşmaları daha zor” demişti. Bir de “Yalnızsan sen de dışarıya daha açık oluyorsun, daha çok ihtiyaç hissediyorsun insan içine karışmaya” demişti. Mantığım onaylamıştı bu söylediklerini. Yolda kişisel tecrübem ise farklı bir şey göstermişti. Evet doğruydu, insanlar yanıma geliyordu. Geldiklerinde de itiraz etmiyordum. Ama ben kendiliğimden onlara yaklaşmıyordum genelde. O ihtiyacı hissetmiyordum. Tek başıma kaldığımda, olması beklenenin tam tersine, dokunduğunuzda yaprakları kapanan çiçekler gibi içime kapanıyor ve kendi kendimle oynamaya başlıyordum. Bende bir gariplik mi vardı? Yoksa bu, bana ait ama benim istemim dışında işleyen otomatik döngümün bir parçası mıydı? *** Hadi gelin bir oyun oynayalım sizinle. Zaman oyunu… Bir şey, herhangi bir şey yapmak “zorunda” olmayınca, her boş gününüzü doldurmak için ne yapacağınıza “karar vermek zorunda” kalıyorsunuz. Bunun ne zahmetli bir iş olduğunu bilemezsiniz yaşamadınızsa. Hem öyle bir-iki günden bahsetmiyorum; koca bir hafta, bir ay, belki de bir sene… zamanı doldurmak saat olmadan. *** 160


İçinin boş kalması korkutucudur insan için. Hele şehir insanı alışık değildir/ öyle boş kalmaya/ gelemez. İhtiyaç hisseder hemen geri takmaya kendini bildi bileli parmağında taşıdığı yüzüğü bir an çıkardığında hissettiği boşluk gibi. *** Şimdi…. Bol bol, sonsuza kadar boş zamanınız var, mecburiyetleriniz yok. Ne yaparsınız? Kalkıp işe mi gidersiniz, aylak aylak uyur musunuz? Film seyredersiniz… Evet kitap okursunuz; alışverişe çıkarsınız, tamam; arkadaşlarınızla buluşur sosyalleşirsiniz, tiyatroya konsere gidersiniz, güzel, radyo dinlersiniz… Peki ya sonra? Bunlar da olmasa ne bulursunuz yapacak tek başınıza? Yani bir tür Robinson hikâyesi… Yanınıza üç kitap hakkınız yok, veya varmış da unutmuşsunuz almamışsınız (Ne büyük talihsizlik!). Issız bir adadasınız, üstelik yemek, korunma gibi temel ihtiyaçlarınız sağlanıyor; onlarla uğraşmak zorunda değilsiniz. Ne yapacaksınız? Bu soruya ben cevap vermeyi deneyeyim mi? Kafanızda müzik çalın, kumdan kale yapın, elma şekeri yiyin, dönme dolaba binin, pardon adamızda dönme dolap yoktu… Öyleyse siz dönme dolap olun, başınız fırıldayana kadar göl kıyısında dönün, ve sonra durduğunuzda suyun gözlerinizin önünden akışını seyredin. Elinizle oyun oynayın, mavi damlara bakın… Gözlerinizi kapayarak ışık/gölge oyunu oynayın. Nasıl? Bilmiyor musunuz o oyunu? Ben tüm çocukların bildiğini sanırdım. Büyüyünce de hatırladıklarını… Çok basit aslında. Gözleriniz kapalıyken bakmayı deneyeceksiniz. Karanlık değildir gördüğünüz… Dışarıdaki ışık ve çevreye göre renkli şekiller ve gölgeler görürsünüz, hareket eder bu ışıklı gölgeler. Tıpkı bir kaleideskop gibi. İşte bu gökkuşağı cümbüşünü seyreder, başka bir dünyaya dalarsınız… Offf… Ben üstümdeki kıyafetlerle yatıp kalktığım başıboş, gamsız günleri özledim. Hiç öyle bir gün geçirmemişseniz, hayatınız çok sıkıcı demektir. Öyle bir güne adım atmayı da deneyebilirsiniz mesela.

161


Veya oturun sessizliği çerçeveleyin: Konuşmayı unuttum

Sussam/ sonsuza kadar/ tek bir kelime etmesem… Bir daha hiç konuşmasam Tek kelime etmesem/ sonsuza kadar/ sussam Sonra da hangi çerçeve daha güzel karar vermeye çalışın. *** Hayat, zamanı geçirme oyunu…

Aşk, iş, kültürel etkinlikler, hobiler, belki de insanın yaptığı her şey aslında yaşamın dışına çıkmak, zamanı bertaraf etmek için geliştirdiği çözümler. Bir hayalin peşinde koşarken de kayboluyor zaman. ve zaman artık varolmayandan /geçmişten, uzatması mümkün olmayan /bugün yolu ile henüz varolmayana /geleceğe geçiyor Hepinize iyi oyunlar!

İNSAN San Ignacio Kilisesinde... Ayinin ortasında salonun sessizliği bozuluyor; yüksek oktavdan başlayan bir çığlık, umarsız bir ağlamaya dönüşüyor. Çocuk ne anlar kilisede olduğundan, Çocuk her yerde çocuk. Yeni Zelanda’da Maori kökenli Koro… Adı “kaplan” anlamına geliyor kendi dilinde. Kız arkadaşı için “Her şeyi sağladım, yine de mutlu değildi, ne istiyordu anlamıyordum. Açıp babama bile sordum ne yapmam gerektiğini; ki o çok iyi bir eştir, ‘bilir’ dedim” diye anlatıyor, “Siz kadınlar, düşünüyorsunuz. Garip yaratıklarsınız.” Burada “partner” (evlilik bağı olmadan hayatı paylaştıkları eş) diyorlar beraber oldukları insanlara; evlenmiyorlarmış artık genelde. Bu, gerçeği değiştirir mi? 162


Kadın her yerde kadın, erkek her yerde erkek. *** Pasifiğin öyküsünü bilir misiniz? Ben bilmediğim için kulağımda kalan kırıntılardan kendime göre bir uyarlama yaptım. Kusur ettiysem şimdiden affola. Üç milyar yıl evvel… dünya yarı katı yarı sıvı bir halde…yken Hem kadın hem erkek olan Hermafrodit bütünselliğe ulaşmış ve o anda Tanrılardan dahi mükemmel olduğunu duyumsamış. Bazı yarı-Tanrılar çok öfkelenmiş buna. Varlıklarına tehdit olarak görmüş, kendini beğenmişlik olarak algılamış, çekememişler Hermafrodit’in mutluluğunu. Hırslarını almak için bir yıldırım göndermişler Olimpos’tan, sevgilileri ayırsın diye. En büyük Tanrı Zeus ise bilirmiş tabii ki Hermafrodit’in o bütünlüğü elde etmek için ne kadar uğraştığını, okyanusları dolduracak kadar gözyaşı döktüğünü; gönlü elvermemiş onun bulduğunu yitirmesine. Engel olmak istemiş yıldırıma. İstemiş fakat bir kez yola çıkmışmış öfke… Ve kınından çıkan öfkenin mutlaka bir yere varması gerekirmiş. Aksi taktirde, başka suçsuz birine zarar verirmiş. Bunu göz önünde bulunduran Zeus, yıldırımı engin sulara yönlendirmiş. Tam da bu sırada, insanoğlu kendi varlığını sorgulayarak Hermafrodit’le konuşmaya gitmekte imiş. O, geleceğine doğru dalgın yürüye dursun; Zeus’un okyanusa yönlendirdiği yıldırım hızla yanından geçmiş. Geçerken de insanın omzuna çarpmış. Yıldırım sadece teğet geçmiş geçmesine ama yine de güçlü bir sarsıntı hissetmiş insan. Ne olduğunu anlamak için baktığında yıldırım çoktan gözden kaybolmuşmuş. Uzaklarda bir aydınlık fark etmiş insan ancak. İşte o uzaklarda, yıldırımın denizle buluştuğu noktada, müthiş bir gürültü ve yer sarsıntısı olmuş. Büyük bir su kitlesi okyanustan kopup ayrılmış ve gökyüzüne doğru yükselmiş. Yükselmiş yükselmiş, ama yükseldikçe soğumuş, Çok da fazla uzaklaşmadan dünyadan/ yörüngesine oturmuş. Yıldırımın aydınlığı ile geceleri dünyayı aydınlatan Ay olmuş gökyüzünde. İşte o gün bugündür, Ay ana rahmi dünyayı düşündüğü zamanlarda öyle içten bir özlem duyar ki Med olur. Birbirlerine yaklaşırlar. Kimi zaman çok, kimi zaman az. Ama sonra Ay, kavuşma dileğinin asla tam anlamıyla gerçekleşmeyeceğini anlar ve vazgeçer, işte o “tam olmayacaksa hiç olmasın dediği” zaman Cezir olur. Ay geri çeker kendini. Uzaklaşır birbirlerine ait iki parça. Med anında yarı-bütünsellik, cezir anında parçalanmışlık yaşanır. Aslen Hermafrodit’e yönlendirilen şimşeğin değdiği insan ise bir yandan Hermafrodit gibi mükemmelliğe ulaşmak için diğer yarısını ararken, bir yandan da ay gibi bağımsızlığa özenir. O da git-geller yaşar kendi içinde. Bireyselleşme ve bütünlük arayışında insan Özgürlük ve mükemmellik arayışında insan Birbiriyle çelişkili şeyleri isteyen insan *** Özgür iradesi, düşünme yetisi olan insan. Hayal kırıklığına uğramaya da muktedir bir insan. 163


Yine milyonlarca sene evvel… İnsan (doğaya karşı varolma savaşında güçlü olmak için), varolabilmek için toplumu yaratmış. Sonra o yarattığı toplumun içinde kaybolmaya başlamış. Toplum büyüdükçe, kitle iletişim araçları arttıkça kendini iyice küçük hissetmeye başlamış. Bir zamanlar düşman doğa iken, şimdi o düşmana karşı yarattığı toplum kendi varlığını tehdit eder olmuş. Doğaya karşı hâlâ savunmasız olduğu alanlar varmış ama… asıl kendi yarattığı düşmanla nasıl başedebileceğini bilememiş insan. Toplum içinde, topluma karşı varolabilmeye çalışırken birey olmaya ihtiyaç duymaya başlamış yeniden. Ama tamamen inkâr da edemiyormuş ki varlığını borçlu olduğu toplumu. Çünkü zaman zaman bir şeye/birine tutunma ihtiyacı olan insanın, ait olmaya da ihtiyacı varmış. İhtiyaç duyulmaya da… Ve bir gün kulağına bir peri fısıldamış. Sihirli bir cümle imiş bu. “Ne kadar kendinden emin görünürse görünsün, herkesin sana ihtiyacı vardır.” Kibirlenmemiş, sadece mutlu olmuş bunu duyan küçük insan. Önemli olduğunu hissetmek güzelmiş. “Herkes değil, bir tek kişi olsa yeter” demiş. Bu düşünce onu teselli ede dursun, dünyada durum çok da parlak değilmiş. Kendi kurduğu düzenin başka yan etkileri de varmış çünkü. Başta hayvanlar gibi sadece ihtiyacı için öldüren insan, artık fazlası için de öldürmeye başlamış. Ne de olsa çiğ süt emmiş insan 12 kişiyi silahla tarayan bir adam “İnsanlığa sığar mı yaptığın?” sorusuna “İnsanlık nedir sen bana onu bir anlatsana. Ben hiç sinemaya gitmedim, tiyatro bilmem, hiç kitap okumadım,” demiş. Sözcüklerin yetersiz olduğu anlar varmış. insanlık, insaniyet, insanoğlu… Karşısında çaresiz kaldığı yerler varmış… Haksızlığa, hakarete uğradığı ve bir şey yapamadığı. Yine de insanüstü bir güç harcayarak ayakta kaldığı… Arjantin’de sürekli kaçırılma ve vahşet olayları dillendirilirken, dünyanın bir diğer ucunda medeni/gelişmiş sayılan Avustralya’da Gary şunları anlatıyormuş: “18 yaşında bir çocuk pizzacıyı soydu. Parayı aldı. Buna rağmen dönüp adamı vurdu. Bir hafta sonra da banka soydu. Bu sefer yakalandı. 17 yıl hapsi isteniyor.” Gary ise onun idam edilmesini istiyormuş, yok yere adam öldürdüğü için. O insanın yerinde olsa aynısını yapmaz mıymış acaba? Ne de olsa onun zekâsına, onun karakterine, onun deneyimlerine sahip olacaktı; kendisi değil, karşısındaki olacaktı O’nun yerinde olsaydı. Keşke herkesin hamuru ve ekmeği daha “iyi” olabilseymiş… Ama bu mümkün değilmiş, dünyanın düzeni böyleymiş biraz. Ütopik bir dünya değilmiş ki burası… İnsanca yaşamak için daha insancıl bir toplum düşlermiş insangiller. Ama insanlık haliymiş, insani davranışlarda bulunur, şeşer beşer şaşarmış beşer. Ölüm gibi ciddi boyutlara varan edimlerinin yanı sıra daha hafif kusurları, yanılgıları da 164


varmış insanın. Kendi doğrusunu herkesin doğrusu sanma gafleti varmış mesela. Herkesi kendi gibi zanneder, kendi gibi değerlendirirmiş. Çikolatayı seviyorsa herkesin seveceğini sanırmış. O evde oturmaktan keyif alıyor diye, aklı almazmış birilerinin gezmek istemesini. Annesi huzurlu sakin bir yaşam istiyorsa, kızının da öyle bir yaşamı özlediği fikrine kapılırmış. O hep doğru söylüyor diye, hiç aklına gelmezmiş başkalarının yalan söyleyebileceği. Herkesin doğrusunu kendi doğrusu sanma gafletine de düşermiş ara sıra. Para, ev, araba, unvan, mevkii, aile… Bunlar onun amaçları mıymış? yoksa toplumun kurduğu düzenin mi? Bazen başkasının monopolisini oynuyormuş kendi oyununu yaratmaktansa. Piyon oluyormuş birey olmaktansa. Hayatını anlamlandırma çabasında - ah sevgili insan ölümsüz insan ya da ölümlü insan, ölümsüz insanlık Özgürlük ile onu sınırlandıran toplum arasında sıkışıp kalmış. Aslında bir şeyleri inkâr etmesi, o veya bu tarafta olması gerekmiyormuş. Orta yolu bulmak, dengeyi sağlamakmış önemli olan. *** Biri gidip gördüğü yerleri anlatarak böbürlenirmiş. Diğeri “Birileri gidip La Sagrada Familia’yı mı görmüş, ama ne gam. Eserlerinden çok, Gaudi ilginç. O eserleri yaratan düşünce, beyin ilginç” dermiş. Bütün o hayranlık uyandıran yapıtların, binaların, tarihin, hatta doğanın bile arkasında (maalesef bugün daha çok günahıyla) insanoğlu varmış. Bir yandan yaratırken, diğer yandan yok eden insan. *** Hollandalı Auke “Arjantin’de insanlar kızdıklarında mate (Güney Amerika çayı) içiyordu, burada bağırmaya başlıyorlar” diyor. Evet, aynı tepkileri ifade şekilleri farklı; kimi zaman da aynı olaylara tepkileri farklı… Kimi elma sever kimi ayva Kimi kurtla birlikte elmayı çöpe atar Kimi kurdun büyüyüp elmayı çürütmesini bekler Kimi kurtlu olsa da yer Algıları farklı Yaklaşımları farklı “Düşünsene başka nerede kuş sarayları var? Doğu ile Batı’nın en büyük farkı bu zaten. Batı’da kuşları kafese koyarlar, Doğu’da ise kuş sarayları yaparlar… Esir değil, misafir olsunlar diye.” *** Bu dünyada çeşit çeşit insan varmış: Tepkisel insan varmış; hiç tepki vermeyen, taş gibi insanlar da. Tepki vermeden düşünen insan da. - illa kendi dediğini yaptırmak isteyen insan, hükmedilmek isteyen insan 165


- dokuz köyden kovulan doğrucu Davut, mumu yatsıya kadar yanan yalancı - kahramanlık sevdasında insan, istemeden kahraman olan insan - sevgi arsızı, para arsızı, sefa arsızı insan - muktedir olan, muhtac olan insan - tavuğa şapka giydiren, şapkadan tavşanı çıkaran insan - suçlayan savaşan/ suçlanan susan insan - serveti sonsuz sanan h/iç huzuru olmayan insan - kardeşlik türküleri söyleyen, kendini feda eden insan - toplumu yaratan, yarattığını eleştiren insan - kusurlu insan, kusursuzu düşleyen insan - arkadan vuran insan, arkadan vuranı da arkadan vuran insan - sevimli, sempatik, şirin- kaba, korkutucu, iyi insan - zafer sarhoşu, içki sarhoşu - kapıları koyan, kapıları kıran insan, zincirler yapan, onlara sıkı sıkı bağlanan insan Tepkileri farklı olsa da ortak kaygıları, ortak sevinçleri, kısaca ortak duyguları varmış insanın. Gözyaşı, kahkaha ortakmış/ eşiği değişse bile iğne battığındaki acı da… İnsanı temel bir zerreciğe indirmek mümkün müymüş peki? Aslında özümüz aynıymış da oranlarımız değişikmiş. 6 miktar doğruluk, 2 ölçek yalancılık, bugün 8 miktar nefret yarın 9 ölçek sevgi, onda 3 miktar haset bunda 16 miktar, bunda 5 ölçek gurur şunda 18 miktar gibi, kiminin ancak 1 ölçek nefrete tahammülü varmış, kimi 15 ölçeğe dayanıyormuş. İşin ilginci, bu rakamlar kimsede sürekli aynı kalmıyormuş. Sabit değilmiş eşikler. Toplumun onayına göre de değişim gösteriyormuş, o günkü ruh haline de. Evet kimi daha durağan oluyor ve mümkün mertebe koruyormuş oranlarını her koşulda herkese karşı; ama çoğu insan, karşısındaki aynanın kendisini yakışıklı/güzel göstermesine göre değişiyormuş… *** İnsanlar elementler gibi. Herkesin temel parçacığı atom. Ama hiçbir iki element birbirinin aynı değil. Herkesin atomlarının özellikleri farklı. Ama herkesin çekirdeğinde proton ve nötron var. Ama her atomun içindeki proton ve nötron sayıları farklı. Hidrojen, iki oksijenle çok iyi anlaşıp yaşam için en gerekli bileşimi oluşturuyor. Ama hiç sevmediği, asla bir araya gelmeyeceği elementler de var. İnsan da kimiyle çok iyi geçinirken, kimiyle geçinemiyormuş işte. *** Auke devam ediyor… “Ve burada kendi ülken, kendi dilin olduğu zaman kendini o(la)nlardan soyutlaman zorlaşıyor.” Eh, ne de olsa insanın ana dilindeki yaralayıcı sözcüklerin tahrip gücü daha fazlaymış. Hem yabancı bir dilde kavga etmek bile zormuş. Enerjinin bir kısmını, öfkeyi hissetmek yerine, onu ifadeye harcamak zorunda kalıyormuşsun. Bu durumda da yoğunluğu ister istemez azalıyormuş. Gerçi kimi zaman da ifade edilmediği için, insanın içinde kalma 166


ihtimali varmış. Evet, insanlar elementler gibiymiş. Topluluklara bakıldığında ise insan atomun çekirdeği, diğer insanlar onun etrafındaki yörüngelerde dolaşan elektronlarmış. Atomun çekirdeğinden başlayan ilk çemberde iki elektron bulunur; diğer çemberlerde, uzaklık arttıkça elektron sayısı da artarak gider. İşte bunun gibi, insanın dostlarının sayısı çok az, yakınındakilerin sayısı az, tanıdıklarının sayısı ise çokmuş. Her halükârda, insan yakınındakilerle (ilk çemberdeki elektronlarla) daha çok özdeşleştiriyormuş kendini. Onların acısını daha çok duyuyor, sevincini daha çok paylaşıyormuş. Başka türlüsü düşünülemezmiş zaten. Hayat katlanılmaz olurmuş tüm dünyanın yükü bir kişinin üstüne binecek olsa. Peki ya kendi acısını, sevincini paylaşmak? Gerçek acılar dilsizmiş, konuşamazmış. Paylaşmaya da ihtiyaç duyuyormuş insan tabii… Ama çok büyük acılar, paylaştırdıkça bölünecek, bölündükçe yükü azalacak acılar dışında, bir kişiyle paylaşınca başkasına gerek kalmıyormuş. Sevinçleri ise kimi tüm dünyayla paylaşmak, kimi bir tek kendi içinde saklamak istermiş. Her ne olursa olsun, insanın odasında bir kişiden fazlasına pek yer yokmuş. *** Elementlerin doğası periyodiktir. Birbirinin aynı iki element bulamazsınız ama birbirleri arasında benzer noktalar bulacaksınız. İnsanlar için de aynı şekilde bir periyodik tablo yapabilirsiniz. Evet, haliyle biraz büyük bir tablo olacak, hazırlaması zor olacak ama olsun. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz! Ben yavaştan başladım. (Bir gün bitirirsem size haber veririm.) *** Kimi zaman kolay açılan bir çiçek, kimi zaman değeri bilinmeyen bir elmas veya asla kullanmayacağınız bir yüzük. Rengi, dili, dini, ırkı ne olursa olsun, saçı uzun-kısa, beyaz-kızıl-kahve-siyah-sarı, kıvırcık-düz-dalgalı, yaşı 2 veya 105. Temel parçacık aynı İnsan her yerde insan. Aslında aynada gördüğümüz hep aynı yüz. Kendi yüzümüz…

AYNADAKİ YABANCI Aynada şu yazılıydı: Bülbül, mutlu olduğu için şarkı söyler. “Bir sabah saatin ziliyle uyandı, seçmediği bir hayatı yaşadığını fark etti.” 167


diye başlayamayacağım, üzgünüm. Fazla sıradan ve gerçeğe uymayan sözlerden çünkü. Ve benim bir “gerçek” saplantım var. Evet, durup dururken bir fikrin beynimde peydahlandığı (fikir gayri-meşru bir çocuk mudur ki peydahlansın?) ve onu hayata geçirdiğim olmuştur. Bazen aniden çakan bir şimşek, beynimin loblarının arasındaki boşluğu genişletir ve onu ikiye böler. Bu gibi durumlarda karar verme sorunu yaşamam. Takip edeceğim yol önümde üç şerit halinde açılmıştır. O daracık patikalardan kurtulup hızla akar hayat… Emir verilmiş, harekete geçilmiştir bile. Bu dünya turu öyle başlamadı. Başkalarının bana dikte ettiği hayattan bunalıp… Toplumun bana biçtiği cezamı tamamladığıma ve özgürlüğü hak ettiğime kanaat getirip… Önemli sorunun “Hayatta ne yapmam lazım?” değil de “Ne yapmak istiyorum?” olduğuna dair şüphelerim artıp… Sonunda bunu kendime yüksek sesle telaffuz etmeye yeltendiğimden beridir aklımdaydı. Jules Vernes’in Fileas Fogg’u gibi fazladan bir gün yaşama sevdasına tutulmuştum. Evet, ben bu dünya turu suçunu taammüden (!) işledim. Kendi başına ilk adımlarını atmaya çalışan bir bebektim sanki. “Limanda kal” uyarılarına kulak asmadan ne yöne gideceğinden emin bir gemi edasıyla yelken açtım derinliklere. Ardımdan birkaç el ateş atıldı beni durdurmak için ama önemli bir yara almadan sıyrılmayı başardım. Benim için Berlin duvarı yıkılmıştı artık. Aynanın karşısında elinde makas... Saçlarından bir tutam aldı.. Bir tutam da diğer taraftan. Eliyle başka bir ayna tutarak, iki yansımanın yardımıyla bir şeyler yapmaya çalışıyordu. O sırada tuvaletin kapısı açıldı ve içeri bir çocuk girdi. Bir şeyin gerçekleşmesini sağlayan nedir? Hayat yazabilmek için önce hayal yazıyorsunuz, o incecik yatay çizgidir hayali hayat, yani gerçek kılan. Elinizi korkak alıştırmayın, atıverin siz de bir yatay çizgi. Gerçekleşme yolunda bir başka patika da o şeyin çok fazla lafını edip durmaktan geçer. Bilirsiniz ki “kırk kere söylersen olur” derler. Boş laf değildir, bakın benim işime yaradı. Tabii sadece söylemek yetmez, bunu bir zanaat haline getirmeniz lazım. Gevezelik yolda çok işinize yarayacak olan en kıymetli erdemlerden biridir! İlk ağızdan edinilen çeşitli bilgiler kulağımızda yer etmeli ki beynimiz o bilgiyi değerlendirsin. Neyin ne zaman nerede işinize yarayacağı hiç belli olmaz. Öğrenmenizde fayda bulunan diğer bir zanaat olarak saç kesmeyi tavsiye edebilirim. Benim bu konudaki denemelerim oldukça başarılı sayılırdı. Hatta gizli bir yeteneğim olmasından şüphelendim doğrusu, ama yapacak daha başka işlerim (bu kitabı yazmak gibi!) olduğundan üstünde çok fazla uğraşamadım maalesef. Harcanıp gidecek bendeki bu cevher. “Eğer kendi saçını kesiyorsan sen sırtçantalı bir gezgin olmalısın” diye takıldı kıza. Konu üstüne birkaç espriden sonra öylesine “Yapabileceğim bir şey var mı?” diye sorduğunda kızın, “Evet, aslında saçımı sen kesebilirsin” diyeceğini tahmin etmemişti çocuk. Durakladı. Ama bir kere soruyu sormuş bulunmuştu, yapacaktı istenileni. Kızın uzattığı makası alıp bir parça kesti. “Başka?” Komik buldu kız bu soruyu. “Ben arkamı göremiyorum, sen görebilirsin diye düşünmüştüm.” Çocuk çekinerek bir iki makas daha attı. Kız onu daha fazla uğraştırmak istemedi. Zaten görünüşünün ne önemi vardı? “Tamam, teşekkür ederim” diyerek onu azad etti. Çocuk, “Aslında birkaç tek atmıştık az önce arkadaşlarla” dedi kapıdan çıkarken. 168


Hareket berekettir Yağmur da berekettir. Düzen iyidir Düzensizlik de iyidir. Hayatın tezatlarındaki uyuma bayılıyorum. Sükût altındır. Ne zaman nerede ne söyleyeceğini bilirsen, söz de altındır. Deniz yeşildir, gök mavidir, deniz mavidir Elma yeşildir, elma kırmızıdır, elma sarıdır Yaprak yeşildir, yaprak sarıdır, yaprak kırmızıdır. Hayatın simetrilerindeki zıtlıklara da bayılıyorum. Hııı?! Siz hayatınızda hiç sarhoş bir adama saç kestirdiniz mi? Bilerek, isteyerek olmadı ama o kestirmişti az önce. Bazı şeyler çok yapıldığı zaman anlamını yitirmeye başlıyor. “Belki de işin püf noktası, özleyecek kadar uzak kalmakta her şeyden.” Böyle yazmışım günlüğüme yola çıkmadan önce. O gün yerleşik düzeni bırakıp bilinmeyene giderken yazdığım bazı şeyler bugün yol hayatından, “gerçek” hayata dönüş için de geçerli. Yaşadıklarım tanıdık bir yabancı ile karşılaşmak gibi. Çocuk gittikten sonra kendisine baktı aynada… Yabancı bir yüze bakarmış gibiydi. Bir an tanıyamadı. “Kim bu? Ben miyim?” Hayalle hayat arasındaki farkı karıştırıyorum bazen ben. Sonra aklı başka bir yere kaydı. “Ben de çok geç öğrendim insanın hayatta bir amacı olması gerektiğini.” Böyle demişti babası. Fotoğraflarıma bakıyorum… Sanki onlar ben değilim, sanki o fotoğraflardaki kızın yaşadıklarını ben yaşamadım. O başka bir zamanın gerçekliği. Kaza yazısı… Bilmesem ben yazdığımı, üstelik yaşayıp yazdığımı, inanmayacağım. Sadece kaza değil, yaşadığım her şey gerçeküstü sanki. Özellikle Buenos Aires ve orada dünyanın dört bir değil, kaçbir tarafından hangi garip tesadüfler sonucu bir araya gelmiş ve hayatlarının çok çok özel bir zamanını paylaşmış insanlar… Hayır, istemiyorum şu anda gözümün yaşarmasını. Hüzünlü bir tebessüm/ gitmekle kalmak arasında takılmış; Gidilmiş ve bırakılmış, terk edilmiş ve ulaşılmış… Bazen de hayatın t’sinin kısa çizgisi siliniyor ve hayal kalıyor geriye. 169


Dedim ya, resimler bile inandırıcı gelmiyor. Belki bunların hiçbiri yaşanmadı, belki bunlar benim hayal ürünümdür… Belki hayat dediğimiz şey hayal ürünüdür... Ya da hayat hayallerin yan ürünüdür, eğer değilse/ öyle/ yapılmalıdır… Nedir bunların gerçekten yaşandığını kanıtlayacak? Hikâyeler mi? Belki kurmacadır... Resimler mi? Belki yapmacadır. Pasaportumdaki damgalar mı? Kim vurdu o damgayı? O kişi gerçek mi bakalım… Hem sahte olmadığı ne malum? Siz orada değildiniz, bilemezsiniz… Bir tek ben yaşadım ben de emin değilim. “Ben çok geç öğrenmedim baba,” dedi sanki babası oradaymış da kendini duyabilecekmiş gibi. “Yani umarım, sanırım geç olmamıştır çok. Ömrümün sonbaharında bile olsam geç olmayacaktı. Cevabı bulduğun zaman amacına ulaşmış oluyorsun,” diye devam etti. Ama içindeki ses susmuyordu “İyi de hiçbir zaman ulaşmamak önemli. Vardım diyemiyorsunuz, oldum diyemiyorsanız, geldim diyemiyorsunuz… Ancak bir limana varılır, bir sonraki seferde tekrar yollara düşünceye kadar. Gitmek, kalmak veya dönmek… Bunlardan hangisi amaç olabilir ki?” Hem gerçekten bu kadar önemli miydi amaç? “Bir şey yapmalısın” sendromu sarmıştı büyükşehir insanlarını. İşte belki de bu nedenle bir amaç arıyordu babası. Peki Afrika’da ve Güney Amerika’da yapacak kayda değer bir şey yokken dahi, hiç rahatsız olmamanızı ve bir eksiklik hissetmemenizi neyle açıklayacaktınız? Orada sadece var olmak yetiyordu. Siz vardınız. Boşluğunuz yoktu. Büyük şehirlerde ise, belki de yaşamın koşturmacasının yarattığı bir boşluk vardı ve o boşluğu hissetmemek için her dakika her saniye bir işle doldurulmalıydı. Toplum o boşlukla genel kabul gören kolay yoldan baş edebilme yöntemleri sunmuştu insanlara. Var/olmaya değil, sahip olmaya yönelik bir yaşam tarzı. Hâlbuki o boşlukla bir süre yaşamayı öğrenmek ve sonra onun yerini içinden gelenle doldurabilmek var olmayı öğrenmek demekti. Hayatın tek amacı olsa olsa bu olabilirdi. Onların amaç diye tanımladıkları ancak alt başlıklardı. Amaç derken kastettikleri “meşgale” idi. Her halükârda herkes bir şekilde kendi varlığının gerekliliğini yerine getiriyordu bu dünyada. Kale’m bitiyor. Yaptığım kale bitiyor. Kalemim de bitiyor. Kız aynaya tekrar baktığnda kelimeler yer değiştirmişlerdi: Bülbül, şarkı söylediği için mutlu olur. Acil durumlarda imdadıma yetişen sayfaları aynadan defteri açtım. H

H yazdım ortasına Sayfayı çevirdim. H aynadan yansıdı sol tarafa. A yazdım yeni sayfaya Ve bir sayfa daha çevirdim, A yansıdı bu sefer. Y yazdım yanına Çevirdiğim sayfa Y’yi yansıttı. Yanına yeni bir A yazdım Her çevirdiğim sayfa, yazdığım harfi yansıtıyordu. L yazdım

H A Y

A Y A A L

170


Gözlerim sola kaydığında L’nin gölgesiyle birlikte ⊥ beliriverdi bu sefer sessizce. Ve bir dans gösterisinin son hareketini yaparcasına şık bir takla atıp selamladı okuyucuyu

Aynadaki yabancının yüzüne kocaman bir gülücük kondurdu kız. Ve dudağından bir sözcük döküldü: “Merhaba!” rtky-stnbl (dünyanın en güzel şehri) Çocukluğumuza…

171

T


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.