Abdullah Öcalan
DEMOKRATİK TOPLUM MANİFESTOSO
İkinci Kitap
KAPİTALİST UYGARLIK Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı
Abdullah Öcalan
DEMOKRATİK TOPLUM MANİFESTOSU
İkinci Kitap
KAPİTALİST UYGARLIK Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı
WEŞANÊN SERXWEBÛN 148
DEMOKRATİK TOPLUM MANİFESTOSU İkinci Kitap
KAPİTALİST UYGARLIK -Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar ÇağıWEŞANÊN SERXWEBÛN: 148
Baskı Tarihi: Haziran 2009
İÇİNDEKİLER 1-GİRİŞ.....................................................................................7 2- KAPİTALİZMİN DOĞUŞ ETKENLERİ
-EV HIRSIZI- .....................................................................19 a- Akılcılık............................................................................23 b- Ekonomizm......................................................................45 c- Siyasal İktidar ve Hukukla İlişkisi...................................62 d- Kapitalizmin Mekânı.......................................................75 e- Tarihi-Toplumsal Uygarlıklar ve Kapitalizm....................87 3- KAPİTALİZM EKONOMİ DEĞİL İKTİDARDIR.....105 a- Kapitalizm Ekonomi Değil İktidardır.............................112 b- Kapitalizmin Ekonomi Olmadığına İlişkin Veriler.........118 c- Kapitalizm Toplumsal ve Uygarlıksal Gerçekliğin Neresinde ve Hangi Zamanındadır?..............................124 d- Kapitalizm Doğarken Avrupa'nın Durumu.....................156 4- MODERN LEVİATHAN: ULUS-DEVLET..................161 -Tanrının Yeryüzüne İnmiş Halia- Ulus Gelişmesi, Ulus Olgusu.........................................167 b- Devleti Tanımlamak.......................................................171 c- Kapitalist Uygarlık (Modernite) İdeolojisi ve Dinselleştirilmesi.......................................................180 d-Yahudi Soykırımının Anısına -İbrani Kabilesinin Öyküsü- ................................................189 1- Yahudiler ve Uygarlık 2- Yahudi İdeolojisi 3- Yahudi Milliyetçiliği e- Kapitalist Modernitede İktidar.......................................202 f- Kapitalist Modernite ve Ulus-Devlet.............................210
5- KAPİTALİST MODERNİTENİN ZAMANI.................233 a- Tekelci Ticaret Kapitalizmi............................................236 b- Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı......................243 c- Finans Çağı-Komutan Para............................................259 6- SONUÇ:............................................................................277 DEVLETLİ UYGARLIK DEMOKRATİK UYGARLIKLA UZLAŞABİLİR Mİ?
İkinci Kitap
KAPİTALİST UYGARLIK -Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı-
1- GİRİŞ Kapitalist sisteme karşı savunmamı geliştirirken yapmam gereken ilk işleyişlerden biri onun zihni formatlarından kurtulmaktır. Nasıl ki İslamiyet'in her işe başlarken bir 'Bismillah'ı varsa, kapitalizmin de benzer kutsalları vardır. Mademki ondan kurtulmak istiyoruz, o halde her şeyden önce onun niyet duasını reddetmeliyiz. Bunların başında empoze ettiği 'bilim yöntemi' gelmektedir. Bahsedilen, toplumsal yaşamın süzgecinden geçen ve insan toplumu var oldukça onsuz olmayacağı 'özgürlük ahlakı' ve etiği değildir. Tersine, onu yadsıma temelinde anlamsızlaştırarak dağılmasına ve yozlaşmasına yol açan en gelişmiş kölecil yaşam zihniyeti, onu var kılan maddi ve manevi kültürüdür. Bundan kurtulmaya çalışırken, temel argümanım bizzat KENDİMDEN başkası olamaz. Descartes, kapitalizme belki de pek farkında olmadan zemin sunduğu felsefesiyle her şeyden şüphe ederken, en son kendisi kalmıştı. Kendisinden de şüphe etmeli miydi? Daha da önemli olan, nasıl o duruma düşmüştü? Tarihte onun durumuna benzeyen birkaç evre'nin olduğunu biliyoruz. Sü7
mer rahiplerinin tanrı inşaları, İbrahim Peygamberin derin tanrıcıl şüpheleri (sonuncu örneği Hz. Muhammed'in tanrı serüvenidir), İonya septisizmi (şüpheciliği) ilk hatırlanması gereken örneklerdir. Bu tarihsel aşamalarda içine girilen ve ret gerektiren önceki zihniyetler toplumu köklü biçimlendirme, tarzlara uğratma özelliklerine sahiptir. En azından temel paradigma sağlarlar. Köklü bir zihniyetin (ideolojik yapısallık da denilebilir), uç veren yeni bir yaşam tarzı karşısında yetmezliğe düşmesi şüphenin esas nedenidir. Yeni yaşam için gerekli zihniyet kalıpları ise çok zordur ve köklü kişilik sıçraması ister. Adına ister peygambersel çıkış, ister filozofik aşama, isterse bilimsel keşif diyelim, esas olarak aynı ihtiyaca yanıt aramaktadırlar. Yeni toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan yeni zihniyet kalıpları nasıl döşenecektir? Korkunç şüphecilik bu ara aşamanın özelliğidir. 16. yüzyılda kapitalizmin kalıcı yükselişine beşiklik eden mekânda (yaklaşık bugünkü Hollanda) Descartes, Spinoza ve Erasmus'un müthiş yaşamları böylesi bir tarihsel aşamanın izini taşımaktadır. Yaşam tarihim 1950'lerde başlayan bir zamana denk gelmektedir. Kapitalizmin zamanın küresel hamlesinin zirvesine ulaştığı yıllardır. Mekânım halen çok köklü zihni kalıplarının kalıntıları olan neolitik (tarım, köy devrimi) çağla kent uygarlığının ilklerinin en uzun süreler halinde yaşadığı Toros-Zagros dağ sisteminin çerçevelediği ünlü Verimli Hilal'in en mümbit toprağı Mezopotamya'nın yukarı kısımlarıdır: Uygarlığa çıkış yaptıran dağ etekleri. Neolitik geçişin görkemli adaklarının sunulduğu (Urfa yakınlarında ilk örneği açığa çıkan 12 bin yıllık büyük dikili taşların çevrelediği tapınak kültleri) temel alanlar. Kapitalist sistemin bekçileri tarafından çok sistematik biçimde, adeta Zeus'un Prometheus'u bağladığı Kafkas kayalıklarına taş çıkartan biçimde İmralı adasına mahkûm edilmem kendimliğin sistem zıtlığını çözmeyi zorunlu kılmaktadır derken, bu tarihi gerçekleri hatırlayıp yeniden çözümlemeden, anlamı fark edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti'ne takılmamın, olsa olsa İspanyol boğa güreşinde hep kırmızı şala saldıran boğadan pek farkı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz bir boğa güreşçisine indirgenmiştir. Öyle rol 8
kesilmiştir. Sürekli ve verimlice bu rolde oynanmak istenmektedir. Ama bize, bana gerekli olan, bu vahşi oyunun (ki, kral oyunudur) gerçek sahiplerini tüm yaşam gerçekleriyle tanımlamaktır. Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek açısından, Karl Marks örneğini önemle göz önünde tutmalıyız. Marks'ın kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama ondan esinlenen muazzam toplumsal değişimlerin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır. Kendi kimliğimi tanımlamaya çalışırken temel parametrelerden hareket etme istemim anlaşılmaya değerdir. Nedir bunlar? Neolitiğe geçiş ve neolitik zihniyet kalıntıları ve yaşam alışkanlıkları, kent uygarlığına dayalı iktidar hiyerarşileri ve devlet kültleri ve nihayet tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak ölçeklerde kapitalizm oyunu gerçekleri. Daha alt bir katmandan da bahsetmek gerekir: İnsan türünün ayırt edici özellikleri. Yaşam için sunduğu riskler ve kolaylıkları. Bu satırları sıralarken, kapitalizmin meşruiyet sınırları kapsamındaki yerimin farkındayım. Ona dayanarak yaşadığımı veya Prometeleştirildiğimi inkâr edecek değilim. Gücümün ve içindeki anlamının her saat yoğunlaşan açılımlarla bu farkındalığını geliştiriyorum. Bilinen örneklerden kalkarsak, Sasani iktidar kapısında Mani, İslamik iktidar kapılarında İmam Hüseyin, Hallac-ı Mansur, Sühreverdi bir yandan, İsa geleneğinden yüzlerce aziz ve azizeler diğer yandan, ayrıca Buda geleneğinin dehşetinden kaçtığı iktidar kurbanları, kilisenin engizisyon ateşlerinden geçenler ve kapitalizmin soykırıma varan dehşetleri yazılı kültürün tespitlerinin uç örnekleridir. Bu başat örneklerin ortak özellikleri, yaşamın farkındalığında ısrarlı olmalarıydı. Yaşamla aralarına örülmek istenen perdeye takılmak istemiyorlardı. Suçları buydu. Eğer yaşam-ölüm ikilemi müthiş bir açmaza düşürülmüşse, nedeni kesinlikle toplumsaldır. Esas olarak ne önümüze serilen anlamıyla bir ölüm vardır, ne de sürekli reklamı yapılan bir yaşamın ya9
şamla alakası vardır. Simülasyonun yaşam gerçeğimiz haline getirildiğini (yaşamın mekanik taklidi olarak anlaşılmalı) anlamak durumundayız. Yaşama en sıradan bir saygı bu lanetli döngel çemberinden kurtulmayı gerektirir. Altmış yaşıma dayandım. İlkokul öncesi tabir edilen yaşam meraklarım esas olarak aşılmadı. Halen o sınırlardayım. Kapitalizmin meşruiyet sınırlarında büyüyemiyorum. Adeta o sınırlarda ya sahtekârca bir yaşam, ya cüce kalmak kaçınılmaz gibi geliyor. Ya da hepsi; simülasyon, sahtekâr, cüce, aldatıcı, vicdansız, çirkin, cahil. Fakat yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak durumundadır. Esas görevi de anlaşılmaktır. Anlayabilmek yaşamaktır. Yaşayabilmek anlamak içindir. Kozmos'un başka bir yorumu olacağını sanmıyorum. Mutlak anlam ne kadar gerçekleşmesi imkânsıza yakın denecek kadar zorsa da, yaşamı sürükleyen gerçeklik olduğunda ısrarlıyım. Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösteriler olmaktan kurtulamaz. Yine kendime gelmeliyim. Belirtmeye çalıştığım bu sözde yaşam parametreleri yaşam meraklarıma cevap olmaktan yoksun oldukları gibi, derin kuşkulara düşmemin de esas nedeniydiler. Sadece şüphelenmiyorum, tiksiniyorum da. Kanserli vakalar yaşamın anlam savunuculuğunun bittiği yerde veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda önlenemez hale gelir. Bunun da nedeni kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu antropolojinin sıradan bir gerçekliğidir. Anlamsızlık veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme başlar. Soranlarımın bazı sorularına yanıt için bazı belirlemeler yapmam saygı gereğidir. Bu satırlara başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti'nin en üst yürütme heyetiyle kapitalist sistemin en üst heyeti olan ABD yürütmesi "PKK'yi ABD, Türkiye ve Irak Hükümetlerinin ortak düşmanı ilan ediyoruz" derken, yerim ve zamanımın anlamını daha derinliğine kavramak deneyim gereğidir. Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama bu tarz yaşam konusunda hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir 'koca erkek' olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kaldığım 10
söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir; her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır. Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasındaki kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Eylem hiç olmadığı kadar hegemonik sistemin kulluğunda adeta mekanik bir aygıt gibi rol sahibi kılınmıştır. Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form kestirmenin her tür saptırılmaya açık olacağı birçok tarihsel örnekten anlaşılmaktadır. Söylenecek her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori-pratik rakibinin sahasında kendine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalistik modernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya, peygamber ve Budistik yaklaşımları geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz. Anti-kapitalizmler çok işlendi. Gelinen aşamada bunların ezici çoğunluğunun kapitalizmin değirmenine en aptalca su taşıyanından kurtulunamadığı yetkince itiraf edilmelidir. Küreselliğin zirvesindeki kapitalizmi hiç de güçlü görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve kırılmaya müsaittir. Gerçekleşemeyen de toplumun ona karşı doğru ve yetkin savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılık da diğer kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm en zayıf bir hegemonik sistem 11
olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek kişilikte kalsa bile, toplumsallığın doğru ve yetkin yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen, 'güçlü adam' veya 'hegemon'a karşı onunla aynı silahları kullanmaktır. Hem anlayış hem eylem olarak aynılık benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma'ya karşı birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orijinali olan Uruk sitesi, halen kendini 'Yeni Irak' olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar çok fazladır. Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman iktidarı, sömürüyü, baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi, onsuz yaşanmaz aşamasında da olmamışlardır. Şöylesi anlayışlardan da kurtulmak gerekir: 'Yepyeni toplum', art arda gelen benzemez 'toplum biçimleri' en içi boş kavramlardır. İnsan türünün varoluş tarzı olarak toplumlar gelişirler; ama benzer olarak. Aşk eğer gözü körse, en aşağılık durumlara, cehaletin en yoğunlaşmış haline götürebilir. Bu ister iktidar aşkında, ister cinsellik aşkında olsun böyledir. Anlamla yüklü olduğunda ise aşk bir 'Nirvana' değerindedir. Fenafillâhtır; gerçeğin içinde erimek oluyor; Enel-haktır; adil, özgür toplumun kendini hükümran kılma, yani tam demokrasi olma halidir. Köy toplumuna teslim olmamakla doğru hareket ettiğimden eminim. Yanlış olan, kapitalistik moderniteyi ışık sanmaktı. Geç çözümlendiğinde, köy toplumu da olsa, henüz demokratikleşmemiş de olsa, hele hele ulus-devlet, endüstri gibi temel kategorik aşamaların çok uzağında da kalınsa, radikal kopuş büyük bir hataydı. Üzüntülerimin köklü bir kaynağı burada yatar. Adını pek anmadığım babam bendeki yaşam enerjisini doğru fark etmek kadar, çok acı bir gerçeği yüzüme söylerken, en az anam kadar arifaneydi. Bilgece söylüyordu. "Öldüğümde bir damla gözyaşı bile dökmezsin" sözü hâlâ hatırımdadır. Eski dünyanın inanmışlarındandı. Emek dünyasındandı ve özü itibariyle demokrattı. Kapitalist tanrısallığın bende bu denli lanetli ve aldatıcı bir çekiciliğe nasıl yol açtığını hala araştırıp duruyorum. Karl Marks kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. O da yarım kaldı. İktidar ve devlete el bile atmadı. Bu yaklaşıma hiçbir zaman derinlik kazandıramadım. Sömürü 12
olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, çok eksikli bir yaklaşım ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848'ler gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul emekçi çoğunluklarına karşı bir ahtapot gibi sarmalayıcı yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. En son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi, bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır. Kapitalist hegemonyacılık o kadar güçlüyse, bunun en temel nedeni yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün yüksek ücrete karşı olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir. Kapitalizmle mücadelede yoğunlaştığımda, aklıma hep karıkoca ilişkisi düşer. Eğer koca ortama göre karıya normal bir yaşam sunmuşsa, bu kadını kocaya karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, işçiyi de eğer dolgun bir ücret vermişse, efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o denli zordur. Bırakın özgürleşmeyi, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendiye karşı takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar. Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa, proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımının benzeri tabanda işçimemur arasında gerçekleşmektedir. Köy toplumundan beni mıknatıs gibi çeken kent toplumu, çözümlenmiş haliyle benim için toplumsal sorunun esas mekânıdır. Toplumun içteki çürüyüşü kadar çevreden kopuşunun da baş suçlusu, kent ve yol açtığı toplumsallıktır. Daha doğrusu, sınıflı devletli uygarlığın kentinin toplumudur. En ilkel klan toplumu bile yaşama karşı kent uygarlığı kadar cahil değildir. Tersine, uygar13
laşmış kent toplumu kapitalist aşamada tam bir çevre katliamcısına dönüşmüşse, bu herhalde bünyesindeki sistematik cehaletleşmesinden kaynaklanmaktadır. Duygusal zekâdan kopmuş akıl ve anlamını çoktan yitirmiş cinsellik, kapitalizmin kanserojen gerçekliğinin temel göstergeleridir. İktidar için nükleer dehşete bel bağlamaktan tutalım, ucuz işçilik için dünyaya sığmayacak nüfuslar sistemin özüyle, özellikle onun iktidar biçimlenişiyle ilgilidir. Dünya savaşları, sömürge savaşları ve tüm topluma karşı her düzeyde kılcal damarlara kadar etkileyen iktidar savaşımları sistemin iflasından başka anlama gelmez. Liberalizm, bireysellik kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak sıkça ileri sürülür. Ama iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır. Denilebilir ki, halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün. Fakat içinde bulunduğum mekân, sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır. Dört yüz yıldır kapitalist hegemonyacılığın değirmeninde sayısız halk kültürü eritilerek yok edildi. Büyüdüğüm mekân adeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazısan her taraftan bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzdeki Irak vahşeti bir anlamda kültürlerin intikamıdır. Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz Batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof bir oryantalizm türevidir. Oryantalizmi ve İslamizmi sağ ve sol yorumlarıyla birlikte aştıktan sonra geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O savunma değil, papağanca tekrarlama olur. 14
Kapitalizmin zafer mekânı Kuzeybatı Avrupa'nın sahil kıyıları ve İngiltere adasıydı. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlediği yer Ortadoğu kadim kültür merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı, hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla derindir. Şu an gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender'le Üçüncü Darius'un kopyaları oynanmaktadır. G. W. Bush ne kadar İskender'se, Ahmedinecad da o denli Darius'tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlilik altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile gelmemektedir. Toplumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş durumdadır. Şahsımda dile gelen veya dile getirmeye çalıştığım, iktidar karşıtlığının komple biçimleridir. Kapitalizmin kâr sızdırması bu biçimlerden sadece birisidir. Ona karşı olmak sosyalist olmaya yetmez. Kaldı ki, bu kendi başına bir başarı vaadi de olamaz. Tüm direniş ve özgür yaşam formlarını iç içe sözlü ve eylemli olarak adeta bir orkestrasyon stilinde icra etmedikçe, ya 'Agade'ye Lanet' ya da 'Nippur'a Ağıt'tan öteye gidilemez. Yaşadıklarımı dostlarım ve yoldaşlarım ağır trajedi olarak da değerlendirmektedirler. Ama şundan emin olsunlar ki, bu trajedi olmasaydı, biz özgür yaşamı tanımayacaktık. Her şey beş kuruş etmez bir durumdayken, nasıl birbirimizin yüzüne bakabiliriz ki! Babasının ölümüne bile gözyaşı dökemeyen bir evlat durumundayken, yaşamın hangi onurundan bahsedebilirdik? Yanlış anlamayın. O ölüm yılında, ben ilk Kürdistan seferini özgür kimlik idealiyle Ağrı Dağı eteklerinde başlatmıştım. Halen Serhatlı Kürtlerin bu yürüyüşün tek bir adımını bile kutsallıkla andıklarını duydum. Fakat gerçekliğimiz yerinde yine ağır durmaktadır. Tam otuz beş yıldır özgürlük yürüyüşünden öte adeta maratonu diyebileceğim bu çıkış bu satırlarla kendini anlamlandırmaktadır. Her nefesi, her mekânı, her kişisi bir destan değerinde olan bu maraton nasıl sonuçlanacak? İskendervari ordularımla zafer üstüne zafer kazansaydım bile, bu kesinlikle özgürlüğün zaferi olmayacaktı. Kaldı ki, askeri zaferler özgürlük değil kölelik getirir. Onunla kendini, dost ve yoldaşlarını savunduğunda ancak bir değeri olur. Tersine, kendimi iktidar 15
zaferine karşı savunmayı en az iktidara karşı savunmak kadar gerekli görüyorum. Olsaydı bile, ordularımın zaferlerine karşı kendimi savunmayı en büyük cihat sayardım. Gerçekliğimizde yaşam yerlerde sürünüyor. Anlamını tümüyle yitirmiştir. Müthiş bir yalan ve kendini kandırma, her yere sızmış bir çirkinlik, baykuşlar kadar bile ötmeyen diller ortamındayız. Tek kişilik odamda tam dokuz yıldır dayanabiliyorsam, bu, dışarının daha da beter olmasıyla da biraz bağlantılıdır. Savunmam genelde ana nehir olarak uygarlık sürecine karşı geliştirilirken, kapitalist hegemonyacılığa karşı daha derinlikli olacaktır. Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge kişiler de aynı kanıda birleşiyorlar. Sorun kaostan hangi sağlıklı, özgür, demokratik ve eşitçe çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor. Kapitalist sistem bile temelde kendini kendinden kurtarmaya çalışırken, toplumsallık inşalarına ne kadar dikkat etmemiz gerektiği anlaşılır bir husustur. Eğer iki yüz yıllık sosyalizmlerimiz bile kapitale asimile olmuşlarsa, herhalde bu büyük insanlık idealleri olan savaşçıların anısına benzer bir akıbet getirebilecek lanetliler tayfasından olamayız. Daha da ötesi, Sokrates'i, Buda'yı, Zerdüşt'ü susmuş ve son sözlerini söylemiş sayamayız. Onları yaşamsallaştırmak dün gibi bize yeni gelmedikçe, özgürlük felsefesinden hiçbir şey anlamamış sayılırız. Bir de inleyen insanlık var, onun acılarına yanıt olmadan; tüketilen bir doğa var, bu durdurulmadan; ihanete uğramış aşk var, cevaplamadan hangi yaşamdan bahsedebiliriz? Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır. Eğer bilim esas olarak 'kendini bilmek'se, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabii ki başta insani bilimler. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere de derinliğine bakıldığında, onlar da son tahlilde insani bilim kategorisinden sayılır. Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık, tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli kıskıvrak bağlan16
mamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girilmemişti. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu. Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos'un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve hegemonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır. Kapitalizm bilimi geliştirmedi, bilimi kullandı. Bilimin böylesi kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz, Hiroşima'ları genelleştirir. Anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam, simülasyon, bilimin zaferi midir? Yoksa yaşamın anlam yitimi midir? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum. Bilimcilik dini olarak pozitivizmin bilim olmadığını açıklamak istiyorum. Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek putçuluğunun dinidir. Sonuç olarak, Descartesvari bir kuşkuculuk hastalığı zihnimi sürekli kemirdi. İnanılacak, bağlanılacak hiçbir değer tanımama durumuna düştüm. Bu, bendeki eski kültürün trajik yitimi kadar, karşımda bir dev gibi -Leviathan- yükselen kapitalist modernizmin erişilmezlik korkusundan kaynaklanıyordu. Kendime zar zor inanıyordum. Daha doğrusu, ayakta tutunmaya çalışıyordum. Şüphesiz 17
bu garip bir durumdur. Toplumlar bu durumlarda bir yolunu bulup üyelerinin başını ve yüreğini bağlamasını bilirler. Garip olan diğer bir husus, bir toplumumun olduğuna da inanamıyordum. Aile ve köye inancımı bu koşullarda kaybettim. Üniversiteye kadar okumam, devrimciliğim, daha önceki dinciliğim hep dostlar alışverişte görsün kabilinden göstermelikti. Keskin bir nihilist de değildim. Bir şeyi gönülden anlamıyordum ki, köklüce gereklerini yapayım. İşin daha da ilginç tarafı, başta öğretmenlerim olmak üzere çevrem beni zeki ve inançlı buluyordu. Bir nevi yarı deli, yarı da olmadığıma emindim. Fakat geriden bugün baktığımda, bu uzun dönemin pek yararsız bir dönem olmadığını da fark ediyorum. Kopuş ve bağlanmama, gerçeğe koşuşta beyaz sayfa açma, zemin temizleme gibi bir anlamı da beraberinde taşır. Kişiliğim bu özelliğiyle hegemonik sistemin yapısal krizini daha iyi tanımama katkı sundu. Tarihi de yorumlayacak gücü kazanmıştım. Kaotik ortamdan korkma yerine ona anlam yükleme, çıkış sağlamada idealli kıldı. Dogmatik inançların, düz hatlarda ilerlemenin, bilimsel kesinliklerin ve katı yasallıkların aynı hükümran zihniyetten kaynaklandığını fark etmek son derece rahatlığı getirdi. Doğanın işleyiş tarzının insanda kazandığı boyutları rahatlıkla sezebilmem tam bir bilinç patlamasına yol açtı. Korku ve şüphenin temelindeki kendime yabancılaşma aşıldıkça, yüksek algı gücü ve yorumlama yeteneği her insani koşul için gerekli bilinç ve cesareti fazlasıyla veriyordu. Derin araştırmalara ihtiyaç duymadan kapitalizmin kendisini bir kriz rejimi olarak değerlendirmek, konjonktürel sürelere dayanmadan da kapasitem dahilindeydi. Kent, sınıf ve devlet temelli uygarlığın kapitalist aşaması, insan aklının son evresi olmak şurada kalsın, dayandığı geleneksel aklın tükenişi ve özgürlük aklının olanca zenginliğiyle ortaya çıkışıydı. Bu anlamda kapitalist modernite umut çağı olarak yorumlanabilir.
18
2- KAPİTALİZMİN DOĞUŞ ETKENLERİ -EV HIRSIZIKapitalizmi hakkında en çok söz söylenen ve eylem yapılan bir din olarak yorumlamak, doğru kavranmasına daha çok katkı sunabilir. Zafer kazandığı mekân olarak Avrupai zihniyet, kapitalizm hakkında çok söz söylemesine ve eylem yapmasına karşılık, her dinde olduğu gibi varoluşsal gerçekliğini mistisize etmekten geri kalmamıştır. Buna en zıtları gibi duran Hıristiyanlar, sosyalistler, anarşistler de dahildir. Avrupa merkezli düşünce ve akıl bir ekoldür. 16. yüzyıldan itibaren de bir dünya-sistemi olarak hegemonya sürecini başlatmışlardır. Şahsi yoğunlaşmama göre, bu öyle bir ekoldür ki, Sümer rahiplerinin tanrı inşa sistemlerinden katbekat daha fazla toplumsal gerçekliğin mistifikasyonunu geliştirme ustalığını göstermişlerdir. Batı Avrupa aklı ve düşünce sisteminde 'bilimsel yöntem' temel bir rol oynar. İnsan da dahil, doğanın farkına varış olarak bilimden bahsetmiyorum. İnsanlığın ortak hazinesi olarak bilim hiçbir birey, topluluk, kurum ve ulusa mal edilemeyecek kadar anonimdir. Eğer illa bir tanrısal kutsallıktan bahsetmek gerekirse, bu anlamıyla bilime bu 19
unvanı bahşetmek doğruya en yakın bir değerlendirme olabilir. Fakat 'bilimsel yöntem' Avrupa terminolojisinde farklı bir yere sahiptir. O, çağdaş diktatörün (her türlü total ve otoriter dikta biçimleri) prototipidir. Daha doğrusu, ana rahmine düşen tohumudur. Yöntem kelime olarak usül, yol, tarikat anlamına gelir. Başlangıçta olumlu, algı yeteneğine bir katkısı olsa da, uzun süreli bağlı kalındığında tam bir zihniyet diktatörlüğü rolü kazanır. Bilim adına yöntem ısrarı en tehlikeli diktatörlüğe götürebilir. Nitekim bilimsel yöntemin yalınkat savunucuları olan Alman ulus-devletçiliğinin faşizmi doğurması bu değerlendirmemizi doğrulamaktadır. Şüphesiz Batı Avrupa'da bir zihniyet devrimi gerçekleştirilmiştir. Ama bu, Avrupa merkezciliğe yol açmak biçiminde yorumlanamaz. Kaldı ki, bu devrim tüm öncüllerini Avrupa dışı zihinsel gelişmelerden almıştır. Kapitalistik gelişmeyi Avrupa akılcılığına bağlamakta Max Weber sosyolojisinin önemli bir rolü vardır. Protestan Ahlakı ve Kapitalizm adlı eseri bu teze kapıyı aralamak ister. Kapitalizmin oluşumunda rasyonalitenin rolü belirleyici etkenlerden biri olmakla birlikte, rasyonalite ve hukuka indirgemecilik tek başına bu olguyu izah etme yeteneğinde olamaz. Karl Marks'ın sosyolojisinde kapitalizmin sistem olarak zaferi ekonomik üretkenliğine bağlanır. Tüm üretim biçimlerinden daha üretken olması, artık-değer geliştirmesi ve kâra, sermayeye dönüştürme yeteneği zaferine yol açmıştır. Tarih, politika, ideoloji, hukuk, coğrafya ve uygarlık-kültür gibi etkenlere çok az yer vermesi temel eksiklikleri olarak değerlendirilebilir. Ekonomik indirgemeciliğe kolayca dönüştürülebilen bir ekol olmaktan kurtulamamıştır. Şüphesiz sosyoekonomik izahların çözüm değeri yadsınamaz. Ama diğer temel etkenler içindeki yerleri yeterli bir açıklığa kavuşturulamadığında, dogmatizme kayma riski tüm bilimsellik ideallerine rağmen eksik olmaz. Çoğunlukla yaşanan da bu eksikliklerden kaynaklanan riskler olmuştur. Kapitalist gelişmeyi bizzat iktidara ve onun daha da görünür hukuki ifadesi olarak modern devlete bağlayan görüşler de az değildir. Toplumsal bütünlükler içinde iktidar hiyerarşilerinin kökleri çok eskiye dayanır. Maddi hayatın sevk ve idaresindeki rolle20
ri temel etkenlerden biridir. Fakat zorun kendisi maddi hayatı, ekonomiyi, onun en uç noktası olarak kapitalizmi tek başına doğurma yeteneğinde değildir. Düzenleme, geliştirme ve engelleme rolleri hep iç içe olmuştur. Kapitalizmin Kuzeybatı Avrupa'da zafer kazanması coğrafi etkenin, mekânın önemini gözler önüne serer. Amsterdam kentinin ona beşiklik ettiği çokça söylenir. Diğer etkenler gibi coğrafyanın izahta payı sınırlıdır. Abartmadan yerli yerine konması anlam değerini daha belirgin kılar. Uygarlık-kültürel etkenlere dayalı açıklamaların yorum gücü tartışmasızdır. Kapitalizm esas olarak uygarlıksal gelişmenin çürüme aşamasına denk gelmektedir. Benim daha çok ağırlık verdiğim tez budur. Ana uygarlık nehrinin okyanusa döküldüğü yer (sembolik olarak Amsterdam kıyılarındaki Atlas Okyanusu) bu sistemin de sonu olmaktadır. Şüphesiz sistem okyanusun ötesine taşınmış, ABD ulus-devletiyle yeni bir hegemonya altında küreselleşmenin zirvesine tırmanmayı başarmıştır. Fakat yaşamın aşırı simülakr ve medyatikleşme niteliği kazanması, gösteri ve tüketici toplumunun egemenliği, ekonominin arzuyu gidermek yerine azgınlaştırması, iktidarın tüm toplumsal kılcal damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile getirilmesi çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir. Tarihsiz, zamansız gerçeklik düşünülemez. Gelişim, evrim, çeşitlilik, farklılık oluşumu tarihle mümkündür. Sonul söz ancak bir biçim için söylenebilir. Hiçbir biçim sonsuzlaşma ayrıcalığına sahip değildir. Toplum biçimlenişlerinde sonsuzluk, kıyamete kadar, son peygamber, değişmez yasa, kesintisizlik, sonsuz ilerleme gibi kavramlara varmada daha çok düşünce ve inançların dogmatikleşmeleri, bununla kalıcı iktidar olma çabaları, ayrıcalıklı kesimlerin avantalarını sürekli kılma amaçları rol oynamıştır. Bunda propagandayla özgüven kazanma, çıkarları kalıcılaştırma esastır. Kapitalizmin ideolojik merkezi olan liberalizmin tarihin son sözü olma ideası da aynı oyunun modernistik tekrarıdır. Kapitalizmi tanımlarken sanki değişmez, yaratılmış, tek merkezli bir düşünce ve eylem olarak nitelendirmemek gerekir. Esas olarak toplumda artık-ürün potansiyeli geliştikçe yarıklara yerleşen 21
fırsatçı kişi ve grupların toplumsal artıkları asalakça kemirerek sistematikleşen eylemleri anlaşılmalıdır. Bunların sayıları hiçbir zaman toplumun yüzde bir veya ikisini geçmez. Güçlerini fırsatçılık ve örgütlenmeden alırlar. Zaferlerini kendilerini mekân içinde daha iyi örgütleyerek, çatlakları gittikçe gelişen toplumsal aralıklarda bir yandan ihtiyaç nesnelerini kontrole alarak, diğer yandan arz-talep kesişmesinde fiyatlara oynayarak gerçekleştirirler. Eğer resmi toplum güçleri onları bastırmaz, bilakis ihtikârlarından (vurgunculuk, spekülasyon) borçlanarak ve karşılığında sürekli iltizamlarla (kayırma) beslerlerse, her toplum biçiminde marjinal olarak yer alan bu gruplar toplumun yeni efendileri olarak meşruiyet kazanabilirler. Uygarlık tarihi boyunca, özellikle tüm Ortadoğu toplumlarında bu tip marjinal tefeci ihtikâr grupları oluşagelmiştir. Sürekli toplumun nefretinden ötürü yarıklardan gün yüzüne çıkma cesaretini bulamamışlardır. En zorba toplum yöneticileri dahil, kimse bu grupları meşrulaştırma gücünü göstermemiştir. Sadece hor görülmekle kalınmamışlar, en tehlikeli çürütücü güç olarak değerlendirilmişler ve ahlaki olarak kötülük tohumu sayılmışlardır. İnsanlık tarihinde Batı Avrupa merkezli son dört yüz yılda yaşanan kadar savaş, talan, katliam, sömürü ve doğa tahribatının başka bir örneğine rastlanmaması hegemonik sistemle bağlantılıdır. Şüphesiz en büyük karşı mücadelelere de aynı coğrafyada tanık olunmuştur. Tümüyle insanlık kaybı olarak yargılanamaz. Yapmak istediğim, Batının insanlığa kazandırdıklarını Doğunun kadim pozitif değerleriyle sentezleyerek anlamlı bir çıkışa bir demet ışık sunmaktır.
22
A- Akılcılık Kapitalizmin doğuşunda akılcılık etkenine başat rol tanınır. Batı düşünce tarzı diye bir kategoriye de tanık oluyoruz. Akılcılık sanki Batı toplum biçiminin ayırt edici bir özelliğiymiş gibi sunulur. Diğer toplumların tarih boyunca akıldan yeterince nasiplenmediği, bu varsayımın değer yargısıdır. Aklını kullanarak bilimi yarattıkları söylenir; bilimin de güç olduğu kanıtlanınca, sistemin hegemonikleşmesi kaçınılmaz olur. Nitekim günümüzde bu akıldan kaynaklanan dört başı mamur bir hegemonik sistemle kuşatılmış bulunmamız iddianın ciddiyetini gösterir. Ancak nükleer dehşet politikasıyla kendini ayakta tutan bu sistemin akıl tarzını tanımlayabilmek için aklın kendisini, dolayısıyla biyolojik tür olarak insanı ayırt edici özellikleriyle tanımlamak gerekir. Soruna iki yoldan yaklaşmak mümkündür: Biyolojik tür ve toplumsal gelişme olarak. Birbirini tamamlayacak tarzda iki yolu da kesiştirerek tanımlamaya ulaşalım. 1- Biyolojik tür olarak insanın zihniyetinden bahsetmek mümkündür. Konuya hâkim olabilmek için canlılar sisteminde, hatta mikro ve makro ölçülerde, evrensel boyutlarda aklın ne anlam taşıyabileceğini sormalıyız. Atom altı parçacıklar üzerinde yapılan düşünce kurgulamaları çeşitliliği, farklılığı, bunlarla birlikte gelişmeyi açıklayabilmek için bir tür akıldan bahsetmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Evrendeki tüm gelişmelerin ana motoru, atom çapında düşünülemeyecek kadar küçük bir mekân içinde ve yine düşünülemeyecek kadar büyük hızlar içinde sürekli birbirine dönüşen parçacık ve dalga hareketleri olanca çeşitliliği içindeki gelişmeye yol açmaktadır. Sadece fiziki âlemlerde değil, biyolojik âlemlerde de çeşitlilik olarak gelişme bu kapsamda vuku bulmaktadır. Metafizik sınırlarda gezindiğimize dikkat edelim. Benzer bir kurgulamayı makro evrene ilişkin olarak da yapabiliriz. Evrenin kendisi canlı-cansız, sonlu-sonsuz, benzer-farklı, madde-enerji, çekim-itim gibi temel kategorik varoluşların varoluşudur. Yani bir bütündür. Atom altıyla evren üstü aynı bütünlüğün temel diyalektik ikilemidir. Zaman derinliğin, mekân genişliğin birlikteliği olarak gerçekleşmekte veya kendisini anlaşılır, görünür kıl23
maktadır. Evren niçin vardır sorusu tam bir metafizik anlayışı çağrıştırır, ama yersiz olduğu söylenemez. Fakat unutmayalım, soruyu soran insandır, o da toplumsaldır. Fenomenoloji duyumsadıklarımızdan ötede bir varoluşa pek inanmaz. Ne kadar duyumsuyor, hissediyor, hatta düşünüyorsak o kadarız. Tersine, materyalizm histe ve düşüncede yansıyan varoluşların kendisidir. Bu ikilemin baştan çıkarıcılığının farkındayım ve aşılması gerektiğini önemle belirtirim. Bu ikilemlerle evreni anlamak mümkün görünmemektedir. Düşünce-beden ayrımı yaşamın inkârına en çok yol açan felsefi, hatta dini saptırmadır. Evrenin böyle bir sorunu yoktur. En ilkel canlının örgütlenmesinde bile müthiş bir zekâ unsurunu yakalamaktayız. İlk özelliği olarak, bu zekânın kendini çok anlık süreler dahilinde bölerek sonsuzlaşma eğilimine katıldığını görmekteyiz. İlk kendini var kılan hiçbir canlı yok olmamıştır. Bu canlının kendini var kılan ortamda direnişi, en son insan türündeki zekâ potansiyeline kadar bir gelişmeye yol açmıştır. Canlılığın tek bir hücrede gerçekleşmesindeki potansiyel, nasıl oldu da insan gibi müthiş bir zekâ canlısına kadar çeşitlenerek gelişebildi? Belki de sadece canlı hücre için, en mikro evrenler için bile kendini çoğaltma, bunun için ortamdan beslenme, bunun için de yeterince korunma esastır. Atom altı parçacıklar yok olmayacak denli çoklaşma, beslenme ve korunma sorunlarını belki de ancak bu mikro evren tarzında gerçekleştirebilirler. Dayandıkları sınırlar sonsuz çoğalma, beslenme ve güvenlik sınırlarıdır. Evrensel zekâ arayışımızın cevabını burada bir nebze yakalayabiliriz. Bu evreni kendi dışımızda saymayalım. Her tarafımız bunlarla sarılı ve doludur. Belki de çoğalma, beslenme ve güvenlik arayışımız bu dünyanın (mikro evrenin) birleşik yansımış bir ifadesidir. Belki makro evren de aynı varoluştadır. Zaman ve mekânı zorlayarak sonsuzluk sınırlarında büyüme ve güvenli bir zekâ duruşunda mukarrerdir (kararlaşmıştır). Makro evrenin de insan zekâsında yansıması bir ihtimaldir. Aşırı bir kurgulama içinde olduğumuzun farkındayım. Fakat insandaki potansiyel zekâlı durumu gökten zembille düşmüş gibi yorumlayamayacağımız da anlaşılırdır. Varoluştan, evrimden soyut bir zekâ ne kadar düşünülebilir? Zekâlılığı yalnız insana özgü olarak düşünmek ne kadar gerçekçidir? Ölüm bile yaşamın, dolayısıy24
la varoluşun anlaşılabilmesi için zorunlu görünmektedir. Ölüm olmasaydı yaşamı fark edemeyeceğimizi kestirebiliyoruz. Değişmeden sonsuza kadar yaşamak, özünde yaşamamaktır. Çünkü hiç fark etmenin olmadığı bir ortam, hiçbir şeyin olmadığı bir ortamdır. Bu durumda bile ölüm, aslında yaşamın gerçekleşmesi için kaçınılmaz gözükmektedir. O halde bir nimet olarak değerlendirilmesi gerekirken, neden sanki yaşamın sonuymuş gibi ondan korkuyoruz? Ondan korkacağımıza, onun mümkün kıldığı yaşamı anlamak, oradan sonuca gitmek, bana göre evrensel katılıma daha uygun gibi gelmektedir. Nasıl ölümün elinden kaçınılmazsa, yaşamdan da kaçınılamaz. Daha doğrusu, evrenin sırrını bu ikilemin çözümünde bulmamız yegâne amaç gibi gözükmektedir. Peki, bu ikilemin çözümü gereği, en yetkin yaşam anlamına erişmekle gerçekleşen nedir? Bu soru bana hem yersiz, hem çok gerekli gibi gelmektedir. Evrenin sırrına vakıf olmak gibi tam bir bilme durumuna yaşamın sonul zaferi diyebiliriz. İster Kutsal Kitaplardaki cennet, ister Budizm'deki Nirvana durumu, ister tasavvuftaki tam vecd hali yaşamın kutsanması ve sürekli bayramlaşma olarak yorumlanabilir. Bazı Batılı düşünürler, bilinen gözlemlerle ancak gezegenimizle sınırlı bir yaşam ortamının tam bir tesadüf sonucu olduğunu ve güneş sisteminin tükenmesiyle hiç anlamı olmayan bir kozmogoni içinde yitileceğini söylemleştirirler. Bu da cehennem tasavvuruna benziyor. Kurgulamanın bu biçiminin dayandığı argümanlar da vardır. Fakat yaşamı çözmek ideası en kısır kurgulamadır. Ne tam evreni biliyoruz, ne de yaşamın yetkin anlamını. Bu tür kurgulamalar için gerekçeler pek güçlü değildir. Dünyamız bile yeterince ortamı olmayan bir yaşama geçit vermediği gibi, vakti gelen her canlıya da potansiyeli kadar yaşam ortamını sunacak kadar adeta canlı ve adildir. İnsan türünün oluş öyküsünü ben-merkezli kılmamak önemli olduğu kadar, sıradanlaştırmak da evrenin müthiş döngüsüne saygısızlık olmaktadır. En kötü metafizik, insan olgusunu tüm evrenden soyutlayarak anlatma durumuna düşen pozitivizmdir. En kaba materyalizm olarak pozitivizmin kapitalizmle bağını ortaya koyduğumuzda, yaşama daha anlamlı olduğu kadar saygıyla yaklaşacağımız kanısındayım. 25
Sonuç olarak, biyolojik bir tür olan insanda evrenin en yetkin farkına varma şansına sahip gibiyiz. Bu potansiyelin farkında olmak ayrı, gerçekleştirmek çok daha ayrı aşamalardır. Doğu düşüncesindeki 'ne varsa insanda' söylemi bu gerçekliği fark etmiş gibidir. Tekrar belirtmeliyim ki, insan-merkezciliğe kaymış bir düşünce, canlı-cansız diğer tüm doğaları insanın hizmetinde görür ki, hiyerarşik otoriter ve total iktidar anlayışının felsefi zemini olan bu anlayış, açık ki yaşamdan en uzak kurgusal akla götürür. Daha doğrusu, bu aklın ürünüdür. Tersi gibi gözüken, insanı tüm doğanın başına bela gibi gören ekolojik bazı felsefeler de aynı kapıya çıkar. İnsanın tür olarak gerçekleşmesini doğanın başına bela olarak görmek, çok kısır ve yaşamla bağı zayıf kurgulanmış bir felsefenin ürünüdür. İnsana kadar varmış bir evrime yetkin değer vermemek, yaşamla bağı ya çok zayıf, ya aşırı sömürü temelinde kurgulanmış sistemlerle bağlantılıdır. İnsan sınırına varmış bir evrim, önümüze çok ciddi ahlaki sorunlar koyar. Buna geçmeden aklın toplumla bağını da tanımlayabilmeliyiz. 2- İnsan türü, zekâ potansiyelini ne denli toplumsallaştırırsa, o denli açığa çıkarma özelliğindedir. Daha da önemlisi, insanın biyolojik yapısı toplumsallığı zorunlu kılmaktadır. İnsan hiçbir canlıda gözükmeyen bir toplumsallığa icbar edilmiştir. Bir insan yavrusu ancak on beş yaşlarından sonra çocukluktan tam çıkabilir ki, bu süre toplum olmadan yaşanamayacak bir zaman dilimidir. Çocuk ana karnından çok zayıf olarak doğmaktadır. Diğer tüm hayvan yavruları günlük sürelerle yaşamlarını olanaklı kılabilirler. İnsan toplumsallığı çok karmaşıktır ve derinliğine kavranmayı gerektirir. Toplumsallığını yitirmiş insan türü ya maymun türüne yakın bir tür olarak kendini yeniden evrimleştirir; bu geriye doğru bir evrimleştirmedir ki, mümkündür; ya da yok olur. Tüm canlılar hem tür olarak, hem de türler bütünü olarak kendilerine özgü bir aradalığa ihtiyaç duyarlar. İnsan türüne özgü olan toplum, bir aradalığın çok üstünde varoluşsal nitelik taşır. Toplumun ikinci doğa olarak kavramlaştırılması daha derinlikli bir yaklaşımdır. Toplumsallığın kendisi zekânın potansiyel olmaktan çıkıp aktifleşme sürecine etkince girmesidir. Topluluk sürekli 26
düşünceyi gerektirir. Toplumsal gelişme esas olarak düşüncenin gelişmesidir. Onunla olanaklı hale gelmedir. Beslenme, çoğalma ve güvenlik, artan toplumsallıkla daha çok gelişir. Daha açıklıkla belirtmeliyim ki, tüm canlılara özgü beslenme, çoğalma ve güvenlik unsurları bir nevi akıldır. Öğrenmenin en katı içgüdüsel tarzıdır. Canlı hareketleri öğrenme hareketleridir. Genelleştirirsek, tüm evrensel gelişim zekâ ve öğrenmeyi çağrıştırır. İkinci doğa olarak toplum, bir nevi birinci doğanın üst aşaması, onun yansımış halidir. İkinci doğa olarak toplumsallığı çözmeden, birinci doğaya öncelik veren düşünce ve eylem yapısında riskli bir sapma olduğu kanısındayım. Madem insan ikinci doğanın bir ürünüdür, o halde öncelik o doğanın kavranmasına verilmelidir ki, insanı anlayabilelim. Bu nedenle birinci doğaya özgü bilimin objektifliğine ve ikinci doğadan bağımsız gerçekleştirilebileceğine ikna olmuş değilim. Bu bana hep bir sapma gibi geliyor. Fiziğin, kimyanın, hatta biyolojinin bilimi ikinci doğa ve insana özgü bilimden bağımsız olamazlar diye düşünüyorum. Dinsel yasacılığın kıyılarında gezindiğimin farkındayım. Fakat açıklığa kavuşturulması gereken temel sorun, birinci doğaya özgü tüm yasalar ikinci doğa aracılığıyla insanda dile geliyor iken, acaba özne-nesne ayrımının bir anlamı var mı sorusudur. Bilenle bilinen ne kadar ayrıştırılabilir? Daha da yakıcı soru, bilenle bilineni özne-nesne biçiminde ikilemleştirmek en temel sapma olmuyor mu? Birinci ve ikinci doğayı özne ve nesne olarak konumlandırmak, bana insana özgü tüm hatalı gidişlerin ve acısı çekilen tüm toplumsal süreçlerin temeli gibi gelmektedir. Bu mantık sistemi (düşünce alışkanlığı) kapitalist sistemle tüm toplumu esaret ve sömürü altına alır. Daha da vahimi, aynı baskı ve sömürü mantığını tüm birinci doğa unsurlarına karşı yaymaktan çekinmez. İnsan türünün trajik konumuna bir çözüm olarak devreye giren toplumsallık, kat ettiği gelişmenin belirgin aşamalarında hem toplum bünyesinde hem de doğal çevre üzerinde sorunlaşır. Sorunların başta ekonomi olmak üzere diğer belli başlı etkenlerini daha sonra tanımlamaya çalışacağımızı belirterek, zihniyet boyutundaki gelişmeleri yorumlayalım. Biyolojik evrimle insan beynine erişen zihniyet gücünün toplumsal evrimle hem aktifleştiğini hem de ayrıştığını tespit etmek 27
önemlidir. Toplumsallığın kendisinin adeta uykudan uyanan ve sürekli çalışan bir zihniyet durumunu mümkün kıldığını belirtmiştim. Zihniyetteki sürekli çalışma halinin karşılıklı olarak beyinsel gelişmeye de yol açması evrimsellik gereğidir. Uzun süre gerektirse de, aktif toplumsal yaşam, zihniyeti geliştiren esas etkendir. Kişisel deha açıklamaları pek inandırıcı değildir. Her zekâ durumunun temelinde toplumsal özgünlük yatar. İnsanın toplumsal yaşamının çok büyük bölümünün avcılık ve toplayıcılık biçiminde geçtiğini, kendine yakın türlere benzeyen bir işaret diliyle iletişim sağladığını mevcut antropolojik bilgilerimizden çıkarabiliyoruz. Bu aşamada toplumsal kaynaklı ciddi bir sorundan bahsedemeyiz. Doğal evrim halen hükmünü icra etmekte ve dengesini sağlayabilmektedir. Zekâ seviyesi duygusaldır. Daha doğrusu, zekânın duygusal karakteri hâkimdir. Duygusal zekânın temel özelliği reflekslerle çalışmasıdır. İçgüdüsellik de duygusal zekâdır. Ama en eski (ilk canlı hücreye kadar gidilebilir) zekâ türüdür. Çalışma tarzı, uyarılara karşı ani tepki göstermesi biçimindedir. Adeta otomatik bir çalışma düzeni geçerlidir. Bu tarz, korumayı en iyi gerçekleştirme işlevini yerine getirir. Bitkilerde bile bunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. En gelişkin biçimine insan türünde erişir. Beş duyulu bir zekâ erişimi, aradaki koordinasyonla birlikte hiçbir varlıkta insan kadar gelişmemiştir. Şüphesiz ses, görme, tat gibi duyular birçok canlıda insandan çok gelişmiştir. Ama beş duyulu komple ve koordineli bir duruma erişmekte insan türü başattır. Duygusal zekânın en önemli özelliği yaşamla bağlantısıdır. Yaşamı korumak temel işlevidir. Yaşamı koruma konusunda çok gelişmiştir. Bu yönü asla küçümsenmemelidir. Sıfır hatayla çalışır. Bunu anında cevap verme anlamında belirtiyorum. Bu zekâ türünden yoksunluk, yaşamın tehlikelere alabildiğine açık hale gelmesidir. Yaşama saygı ve değer verme, duygusal zekânın gelişmişlik seviyesiyle bağlantılıdır. Doğa dengesini gözetir. Doğal yaşamı mümkün kılan zekâ da diyebiliriz. His dünyamızı tamamıyla bu zekâ türüne borçluyuz. İnsan türünde duygusal zekânın komple gelişmesi, duyular arasında bağlantı kurma şansını arttırır. Ses, görme, tat duyuları başta olmak üzere, aralarında çağrışım kurarak zekâlı hareketleri gelişti28
rirler. İşaret diliyle uzun süre idare eden insan toplulukları, konuşmanın fizyolojik koşullarının gelişmesiyle bağlantılı 'simge' diline erişebilmiştir. Simge dilinin esası kelimelerle soyut düşünceye geçiştir. İşaret yerine kavramlarla anlaşabilme, insanlık tarihinde büyük bir devrimdir. Artık yapılması gereken, en zorunlu ihtiyaçlarını gideren nesne ve olaylara ad vermektir. Ad verme büyük bir aşamadır. Çeşitli adlar arasındaki ilişkilerin de kavramlaşmaları beraberinde gelişir. Gerek adların temsil ettiği nesnenin özellikleri, gerek aralarındaki işlevler fiil ve bağlaçlara yol açar. Cümle düzenine geçişle dil devrimi başarılmış olur. Bu yeni bir düşünce biçimi demektir. Kelimeleri zihne yerleştirmek, nesneler ve olaylar olmadan da haklarında düşünmeyi mümkün kılar. Kurgusal veya teorik zekânın başlangıcındayız. Bu muazzam bir gelişmedir. Beynin yanılmıyorsam sol ön lobundaki kısım tamamen bu zekâ türüyle ilgili olarak ihtisaslaşır. Faydası kadar çok tehlikeli, zararlı durumlara da yol açabilecek zekâ türüyle karşı karşıyayız. Duygulardan kopuk çalışması temel özelliğidir. Kurgusal veya ANALİTİK DÜŞÜNCE'ye yol açan zekâ olarak da tanımlanabilir. Analitik zekâ veya aklın en önemli avantajı, kendini fazla yormadan, gerektiğinde tüm evren hakkında düşünmesidir. Sınırsız hayal kurma yeteneğidir. Analitik zekâ müthiş bir imgeler dünyası oluşturur. Plan, tuzak, komplo kurma yeteneği gelişmiştir. Doğayı taklit ederek her tür icadı geliştirebilir. Planlı tuzak ve her çeşit komployla istediğine ulaşabilme yeteneği, toplum içinde ve dışında sorunların temel kaynağı olmasına neden olur. Zekânın analitik ve duygusal boyutlarının iç içelik kazanması, kendilik olarak insana özgü büyük bir erdemdir. Fakat daha da önemli olan, hangi amaçla kullanılacağıdır. Toplum daha ilk aşamalarda bu ikilemi fark etmiştir. Buna verdiği yanıt, temel örgütlenme ilkesi olarak AHLAK'ı esas almadır. Toplumsal ahlak olmadan, analitik zekâyla baş edilemez. Örneğin kızgınlık hissine kapılan biri, biraz analitik zekâsını çalıştırarak istemediği, karşı olduğu her canlıyı, insan topluluğunu imha edebilir. Toplum işte bu tehlikeye karşı ahlakı olmazsa olmaz bir toplum ilkesi haline getirerek baş etmek istemiştir. Her topluluk üyelerini müthiş ahlaklı yetiştirmeyi ilk görevi bellemiştir. Ahlaktaki temel ikili olan 29
'iyi ve kötü' bu analitik zekânın işleviyle ilgilidir. Faydalı çalışırsa iyilik ahlakı tarafından ödüllendirilir. Zararlı olmaya çalışırsa kötülük ahlakı olarak mahkûm edilir. Daha doğrusu, kötülük her ahlakta olmaması gereken şey olarak bastırılır, cezalandırılır. Ta ki iyilik ahlakı başat hale gelene kadar. Fakat toplumun bu hal çaresi mutlak bir önleyici güce bir türlü erişemez. Toplumsal yarıklarda her zaman kurnazlar, tuzak ve komplo peşinde koşanlar olacaktır. Kaldı ki, bunda temelde rol oynayan çok eski bir kültür de vardır: AVCILIK. Avcılık kültürünün ilkesi, diğer canlılara karşı tuzak ve komplodur. Hayvanlar, hatta bitkiler âleminde bile kökleri olan bir kültürdür bu. Bu kökler aynı zamanda analitik zekânın da biyolojik kökleridir; insan toplumunda daha farklı olan bu avcılık kültürünün analitik zekânın gelişmesiyle birleşerek, sentezlenerek, toplumsal bünyede ve çevre ekolojisinde erkenden bir katman, hiyerarşi oluşturma yeteneğini veya gücünü kazanmasıdır. Felaket böyle başlamıştır. Cennet-cehennem ayrımı analitik zekânın toplumsal hiyerarşi kurma gücüyle el ele gider. Hiyerarşik toplumda bir avuç 'güçlü erkek adam' toplumun üstünde kurulup cennetsel yaşam tahayyülüne yol açarken, alttaki toplum için gittikçe derinleşen, nedeni ve çıkışı anlaşılamayan cehennemin yolu açılır. Güçlü adam karşısında ilk kurban kadın olmuştur. Yaşamla bağının daha güçlü olması, kadında doğal duygusal zekâyı daha gelişkin kılar. Çocukların anası olarak acıyla yoğrulu bir emekle toplumsal yaşamın esas sorumlusudur. Yaşamın farkında olması kadar, nasıl sürdürüldüğünü de daha çok bilmektedir. Toplayıcıdır; toplayıcılığı hem duygusal zekânın bir sonucu, hem de doğadan öğrenmiş olmasının bir gereğidir. Toplumsal birikimin uzun bir tarihi boyunca ana-kadın etrafında gerçekleştirildiği, ana-kadının bir nevi zenginlik, değer merkezi rolü oynadığı antropolojik verilerdendir. Artık-değerlerin de anası olduğu kestirilebilir. Esas rolünü avcılık olarak belirleyen güçlü erkek adamın bu birikime göz koyması anlaşılırdır. Hâkimiyet kurması halinde yüklü avantajlar sağlayabilecek durumdadır. Kadının cinsel obje durumundan tutalım çocukların babalığına, bir nevi efendiliğine geçiş, diğer maddi ve manevi kültürel birikimler üzerinde söz sahibi olması hayli iştah kabartıcıdır. 30
Avcılıkla kazandığı gücün örgütlülüğü, ona egemen olma, ilk toplumsal hiyerarşiyi kurma şansını tanımaktadır. Analitik zekânın toplumsal bünyede ilk kötücül amaçla kullanımını ve sistematik hale gelmesini bu tip olgu ve olaysal gelişmelerde gözlemleyebiliriz. Kutsal ana kültünden baba kültüne geçiş, kurgusal zekânın kutsallık zırhına bürünmesini de sağlar. Ataerkil sistemin bu biçimde kök bağladığı güçlü bir varsayım olarak ileri sürülebilir. Ataerkil zihniyetin olanca görkemli çıkışını Dicle-Fırat havzasında güçlü kanıtlarıyla tarihen de tespit edebiliyoruz. Yaklaşık M.Ö. 55004000'lerde Aşağı Mezopotamya çıkışlı olarak tüm Mezopotamya'da yayıldığını, başat toplumsal kültür haline geldiğini görüyoruz. Bu kültüre geçmeden, daha çok Yukarı Mezopotamya'nın dağ-ova eteklerinde ürün bitekliğine dayalı bir anaerkil toplumun milattan önce tüm mezolitik ve neolitik evrelerde başat olduğunu da özellikle arkeolojik kayıtlardan çıkarsamak mümkündür. Yazılı kültürde de bunun birçok ipucuna rastlıyoruz. Kadına dayalı din ve dil öğeleri hayli gelişkindir. Toplumsal sorunun ilk defa ciddi boyutlarda güçlü erkek adamın etrafında giderek kültleşen ataerkil topluluklarda boy gösterdiğini söylemek mümkündür. Kadın köleliğinin bu başlangıcı, çocuklardan başlamak üzere erkeğin de köleliğine zemin hazırlar. Kadın ve erkek köleler başta artık-ürün olmak üzere ne kadar değer biriktirme tecrübesi kazanırlarsa, o denli kontrol ve hâkimiyet altına alınırlar. İktidar ve otorite giderek önem kazanır. Ayrıcalıklı bir kesim olarak güçlü adam + tecrübeli yaşlı erkek + şamanın işbirliği, karşı konulması zor bir iktidar odağı oluşturur. Bu odakta kurgusal zekâ, zihni hâkimiyeti için olağanüstü mitolojik bir anlatım geliştirir. Sümer toplumunda tarihen de tanıdığımız bu mitolojik dünya, tanrılaştırılan erkek etrafında yeri-göğü yaratanlığa kadar yüceltilir. Kadın tanrısallığı ve kutsallığı alabildiğine alçaltılır ve silinirken, erkek egemen mutlak güç sahibi olarak belletilir ve muazzam bir mitolojik efsane ağıyla her şey hükmeden-hükmedilen, yaratan-yaratılan ilişkisine bürünür. Tüm topluma ezici bir biçimde özümsetilen bu mitolojik dünya, temel anlatım değeri kazanarak giderek dinselleşir. Artık sınır tanımayan bir kurgusal ve kurumsallaşmış zihniyet biçimiyle karşı karşıyayız. 31
Ortaya çıkan bu hiyerarşik ilişki düzeni ataerkil kökenli mitolojik zekânın ve ondan kaynaklanan zihniyet kalıplarının tam bir meşruiyet kazandırarak başardığı ilk sömürü, baskı ve kurumsal otorite düzenidir. Çeşitli aşamalarda birçok toplulukta bu gelişmeye tanık oluyoruz. Değişik yoğunluk ve biçimlerde de olsa. Baskı ve sömürüyü mümkün kılan zekâ duygusal olamaz. Analitik düzeye gelmedikçe ve avcılık kültüründeki tuzak oyunlarıyla bütünleşmedikçe, toplumsal soruna yol açabilecek bir zihniyet düşünülemez. Bu zihniyet esas işlevini gizlemek için sahte efsaneler üretmek zorundadır. Şüphesiz kurgusal zekânın duygusal zekâyla iç içe çok olumlu düşünce gelenekleri ve kurumsallığını yarattığını da söylemek mümkündür. Tüm zihniyet dünyasını hiyerarşik iktidarlara atfetmek doğru olmaz. Bu nedenledir ki, çıplak kavgalar kadar amansız zihniyet kalıpları ve düşünce savaşlarını da bu süreçlerde yoğunca gözlemleyebilmekteyiz. İdeolojik savaş dediğimiz ve dini, felsefi, etik, sanatsal birçok biçimde karşımıza çıkan olgu ve olayların kökenine böyle varabiliriz. Mitoloji ve dinlerde bolca rastladığımız çatışmalar, özünde bir ekonomik ve politik mücadeledir. Kapitalist zihniyete kadar ekonomik ve siyasi iktidar savaşları hep mitolojik ve dini görüngüler örtüsü içinde kendilerini yansıtırlar. Devlet hiyerarşik yapıların kalıcı kurumlaşmasını temsil eder. İktidar yapılarının bireysel temsilinin kurumsal temsile dönüşümü, tarihte uygarlık dediğimiz kentleşmeyle gelişen sınıfsal toplumla bağlantılıdır. Kent ve sınıfsallık daha çok kapitalist sistemle birlikte kavramsallaştırılır. Fakat kökenlerinin izahı daha önemlidir. Çıkış veya kökenleri açıklanmayan hiçbir toplumsal ilişki yeterince anlamlandırılamaz. Kent oluşumu halen tam çözümünü bulan bir ilişki yoğunluğu olmaktan uzaktır. En az kapitalizmin çıkışı kadar önemlidir ve açıklanmayı gerektirir. Şahsen kente ön, proto-kapitalistik demenin yanlış kaçmayacağı kanaatindeyim. Nasıl ki pazar kapitalizmin üzerinde beslendiği, vücut bulduğu bir ilişki alanıysa, kent de pazarın gelişmiş ve kalıcılaşmış mekânı olarak tanımlanabilir. Konumuzla ilgisi ise, kurgusal zekânın en gelişkin mekânı, pazarı olmasına dayanır. Kentin kendisi, pazar niteliğinden ötürü analitik, soyut zihni gerektiren ve daha çok da ortaya çıkaran çok yoğun top32
lumsallaştırma aracı olan bir kuruluştur. Mitolojik ve dinsel dünyanın daha da akılcılaşması, bilimi hızlandırması kadar çarpıtması, beraberinde felsefeye yol açması gibi tarihsel gelişmeleri hızlandıran ilişki ortamıdır. Daha çok analitik zekâyla iş yapar. Kavramların soyut dünyası, sanata yansıması kenti daha da görkemlileştirir. Toplumun zihniyetine, duygusal zekâdan soyutlanmış, sınır tanımayan bir spekülatif ilişki ortamında her tür tuzak ve komployla cirit atan imgeler dünyası enjekte eder. Kent ortamında akıl gelişir. Ama niteliği nedir? Aydınlığı mı, karanlığı mı daha çok gerçekleştirir? Bu sorulara henüz tam doğru cevaplar verilmemiştir. Savaş ve sömürü, iktidar ve sınıflaşma kent toplumunu üreten başat ilişki yumağıdır. Kendi içinde toplumun ezici çoğunluğu olan sınıf düşkünlerine yol açtığı kadar, çevreye yönelik de tam bir soykırım yapılanmasıdır. Kırsal temele dayalı toplulukların mitolojik ve dinsel ifadeleri analitik zekâyla ilişkili olsa da, daha çok pozitif rol oynarlar. Tanrıları başta olmak üzere, inanç dünyaları duygu yüklü samimi dünyalarını yansıtır. Dost, rahman, gafur ve merhametlidirler. Acıları azaltan, zorlukları kolaylaştırandırlar. Mitolojik ve dinsel formlar kentleştikçe, tanrıları da soyut, sınayan, cezalandıran, hep kendine yalvartan sıfatlara bürünürler. Acı çektirir, daha çok hükmetmekten hoşlanırlar. Esasta pazarda dolaşıma giren mal dünyasının başına gelenler yansıtılmaktadır. Pazar ve kent tanrıları iç içedir. Sınıfsallık üst iktidar hiyerarşik grupların kendilerine başta kan bağlarıyla olmak üzere bağlı olan klan, kabile ve aile-aşiret ilişkilerinin parçalanmasıyla gelişir. Üst gruplar devletleşirken, alt gruplar yönetilen gruplara dönüşür. Bu da acımasız ve yabancılaştırıcı bir süreçtir. Duygusal zekânın gerilemesiyle bağlantılıdır. Ezilen sınıflar yönetici sınıf gruplarına bağlı oldukları oranda, zihniyet egemenliklerini de meşrulaştırarak kendi düşkünlüklerini onaylamış olurlar. Ezilenlerin en lanetli duruma düşme anıdır bu. Kendi müstebit sömürüsünü onaylama, her iki zekâdan yoksunluğun dip noktasıdır. Zihniyetten yoksun olma toplum içinde en olumsuz, deklase durumu ifade eder. Tepede ne kadar soyut bir kurbanlaştıran ve kullaştıran kurgusal zekâ varsa, dipte de o kadar akıl yoksunu alık, dilenci, köle oluşmuş demektir. 33
Tarihi zihniyet açısından dönemselleştirdiğimizde, mitoloji ve dinsel aşamanın ağırlıkta olduğu ilk çağlar (M.Ö. 5000-M.S. 500'ler), din ve felsefenin sentezi olan teolojik ortaçağ (M.S. 5001500'ler), felsefe ve bilimin ayrıştığı modern çağ (M.S. 1500 - günümüze kadar) biçiminde bir ayrıma gidebiliriz. Mitolojinin dogmalaşması dini oluşturur. Mitolojiye tam din denilemez. Din değişmez inanç ve tapınma biçimlerini gerektirir. Tamamen kurgusaldır. Kurgulara inanmak dinin temelidir. Tek olumlu yanı, soyut düşünceye geçişte toplumda derin bir yarılmaya yol açarak bilimsel ve felsefi düşünceye zorlaması, istemese de ona ortam hazırlamasıdır. Felsefe ve bilim düşüncesi dinsel düşünceyle diyalektik bağ içinde gelişirler. Dinin derin izlerini taşırlar. Felsefe kurgusal yanı ağır basan zekâ kaynaklı olsa da, somutu gözlemeyle sürekli bağlantılandırır. Duygusal zekâyla bağını hepten kopartmaz. Soyutlama gücü en yüksek düşünce biçimidir. Bilime katkısı dinden daha önceliklidir. Bilimin aslında felsefeden fazla farkı yoktur. Bilim deney temeli daha gelişkin felsefe olarak da yorumlanabilir. Her iki doğayı gözlem ve deneyle anlamlandırmaya çalışırlar. Doğrusu da budur. Fakat dinin sorduğu niçin sorusuna yanıtlarının olmaması en önemli eksikliğidir. Doğanın nasılını cevaplandırmak, yaşamın yeterli yanıtı olamaz. Koca bir evreni niçinsiz, nedensiz, amaçsız varsaymak pek arzuya şayan bir yaklaşım olamaz. Yaşamın niçin'ine yanıtı olmayan bilim, sonuçta köleleştirici iktidara araç olmaktan kurtulamaz. Bilimin felsefe ve dinden (niçin ve amaç sorunsallığına ilişkin) ayrıştırılmasının kapitalistik zihniyetle çok yakından bağlantılı olduğunu güçlü bir tez olarak ileri sürmek durumundayım. Şöyle kanıtlayabilirim: Din ve felsefe, hatta mitoloji toplumun hafızası, kimliği ve zihnen savunma gücüdür. Çokça çarpıtılsa, kendine karşıt kılınsa da, sosyolojik bir gerçekliktir. Tarihle, hafızasıyla bağı kopartılmış bir toplum ve böylesi bir toplumun bilimi ancak güncel iktidara hizmete koşturur ki, bu da kapitalizmdir. Kapitalizmde mitoloji, din ve felsefe neredeyse beş para etmez bir duruma indirgenmiştir. Neden? Cevap açıktır. Binlerce yıl din, felsefe, efsane toplumun yarıklarında pusuya yatmış kapitalist unsurları (tefeci, dengesiz fiyat farkını kullanan spekülatörler) hep dışladık34
ları, kendilerine meşruiyet tanımadıkları için. Din, felsefe ve efsane toplum düşüncesinde yerini korudukça, duygusal zekâ toplumda ağırlığını sürdürdükçe, kapitalizmin başat hale gelmesi olanaksızdır. Hiçbir iktidar bu zihniyet -dolayısıyla ahlak- ortamında kapitalizme meşruiyet kazandıramaz. Dayandığı bir sosyoekonomik düzen halinde savunamaz. Sosyolog Max Weber, Hıristiyanlığın Protestan mezhebini kapitalizme zihinsel ortam hazırlayan, ahlaki olarak kapitalizme geçit veren bir zihniyet dünyası olarak tanımlar. Gerçek payı olan bu değerlendirmeyi iki yönden eleştirmek mümkündür. a- Protestanlığın kendisi en zayıf din demektir. Kapitalizm tarzı bilime de çok yakındır. Daha da önemlisi, milli dinler çağını başlatır. Milliyetçiliğin bir nevi ön aşamasıdır. Milliyetçilik ise, kapitalizmin halis bir ideolojisidir. Avrupa'daki büyük din savaşlarına bu açıdan bakmak daha da tamamlayıcı bir anlama yol açar. Kapitalistler dinselliğin en zayıf olduğu veya Protestanlığa yeni geçen coğrafyada (Hollanda, İngiltere, ABD) ilk defa zafer kazanma imkânı bulmuşlardır. Bu ülkeler aynı zamanda her tür mezhep sapkınlığının sığındığı mekânlardır. Burada dinin ortodoksisini savunmuyorum. Belirtmek istediğim, Protestan ahlakı Hıristiyanlığın en zayıf ahlakı olduğu için kolay geçit olmuştur. Weber'den farkım bu noktadadır. Onun olumlu dediğini, ben olumsuzluk olarak yorumluyorum. b- Paradoks gibi gelse de, kapitalist zihniyet genelde dinsel zihniyetin uzun tarihsel yürüyüşünün sonul veya en zayıflatılmış bir aşamasında meşruiyet kazanmıştır. Ben bilimi kesinlikle kapitalistik gelişmenin bir ürünü olarak görmüyorum. Olan, talihsiz bir gelişme aşamasına denk gelmedir. O da bilimsel devrimle kapitalist ekonomik devrimin Batı Avrupa'da neredeyse aynı yüzyılda gerçekleşmesidir. Bu zamandaşlık, kapitalist zihniyet inşacıları tarafından kapitalizmin bilimi doğurduğu biçiminde çok büyük bir yalanı gerçek yerine koymalarıyla sonuçlanmıştır. Bilime katkısı olan bireyler elbette kapitalizmin hızlı gelişme içinde olduğu aynı toplumlarda yaşıyorlardı. Fakat bu husus, bilim adamlarını kapitalizm ortaya çıkardı gibi bir totolojiye kesinlikle yol açmaz. Bilim adamlarının dinsel düşünceyle çelişkileri vardı. Ama çoğunluğu kapitalist zihniyete de tenezzül etmez konumdaydı. 35
Söylenmesi gereken, kapitalizmin tüm düşünce biçimlerinden tıpkı mal, para spekülasyonundan kâr-sermaye sağlaması gibi istifade etmesidir. Tüm düşünce formlarını tartıya vurarak çıkarına olanları yeni felsefe veya din okulları biçiminde istifleyip, liberalizm ve pozitivizm adı altında piyasaya yeniden sürmüştür. Daha hazin olanı, yeni bir kumaş gibi müthiş bir kâr oranıyla satmayı, yani hakîm zihniyet durumuna getirmeyi, taşırma ustalığını veya kurnazlığını sergilemeyi başarmıştır. Kapitalizmin zihniyet tanımlanması çeşitli açılardan yapılabilir. Başta yapılması gereken eklektik, her kalıba giren, aldatıcı riski yüksek, bir yandan en katı dinsel dogmalardan daha dogmatik, en soyut felsefelerden daha saçma, spekülatif, putçuluğun bile asla düşmediği kadar sığ putçuluk olan pozitivizm ve liberalizm olarak tanımlamaktır. Pozitivizmle bilimi iğdiş edip inanç ve ahlak dünyasına karşı çıkarırken, liberalizmle de toplumun canına okuyan bireyciliği soykırıma kadar tırmandıran ulus-devletçi tanrıya dönüştürmüştür. Hiçbir dini zihniyet kapitalizm zihniyeti kadar savaş, baskı ve işkence doğurmadı. Hiçbir toplum bireyi kapitalizmin zafer kazandığı toplumdaki birey zihni kadar sorumsuz, çıkar düşkünü, zalim, soykırımcı, asimilasyonist, diktatör doğurmadı. Mal ve para dünyası üzerine kurulan tekel sistemi olarak kapitalizm, günümüzdeki finansçı zihniyetini inşa ederken, insan toplumunu hiçbir nemrut veya firavunun yapmayı aklından geçiremeyeceği zihniyet kalıplarına bağlar ve en aşağılık putları karşısında küresel insanlığı secdeye kapandırırken, sadece zihinsel iflas ve çürümeden bahsedilebilir. Kapitalizmin zihniyet içeriğini biraz daha yakından gözlemlemek büyük önem arz etmektedir. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, kapitalizmin tek boyutlu tanımlamaları sistemin ağır etkisi altındaki zihniyet çalışmalarının bir sonucudur. En anti-kapitalistler olan ve bilimsel sosyoloji yaptıklarını idea eden Marksistler ve anarşistlerde de bu tür yorumları görmek mümkündür. Marks'ın bizzat kendisinin ekonomik altyapıyı tüm hukuki, siyasi ve ideolojik formların izahının kaynağına yerleştirmesi, belki de uğruna çok büyük savaşlar verilen sosyalizmin başarılı olamayışı36
nın temel nedenlerinin başında gelmektedir. Şu hususu iyi bilmek gerekir ki, hiçbir insan topluluğu zihniyet formunu uzun süre tanımadan, denemeden, maddi hayat (ekonomik yaşam) tarzını inşa edip sistemleştiremez. Zihniyet gelişimini karanlıkta bırakarak yapılan sistem analizleri, bizzat bu sistemlerin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamaz. Çok karşıt temelde oluşturulsa da böyledir. Verili hâkim sistemler öncelikle bu hâkimiyetlerini zihniyet ve siyasi kurumlaşmayla garantiye alırlar. Maddi hayat ancak bu çerçevede düzenlenebilir. Marks'ın "Hegel diyalektiğini doğrultuyorum" ideası, sanıldığının aksine kendisinin doğrulanması değil, vahim yanılgısıdır. Artık iyice anlaşılmıştır ki, metafizik düşüncenin doruk noktası olarak Hegel idealizmi, Alman ulus-devletine giden yolda temel kilometre taşlarından biridir. Daha öncesinde Luther (Protestan ideolojik inşacısı), E. Kant (katı nesnelciliğe karşı öznelliği, kısmen ahlakiliği dikkate alır) gelir. Aslında Karl Marks da paradoksal gözükse de bu çizgiyi proleter, anti-kapitalist sistem adı altında sürdürmüştür. Sonuç, Alman ideolojisinin (zihniyetinin) faşizmle ve Hitler tarzı önderliklerle sonuçlanmasıdır. Bu tehlikeyi zihniyet sorununda en iyi fark eden de Alman Filozof Nietzsche olmuştur. Nietzsche tarzı zihniyet çalışmaları gerçek bir kapitalist modernite karşıtlığıdır. Geliştirilip siyaset felsefesi ve pratiğine dönüştürülememesi büyük bir eksikliktir. Gecikmiş olarak Fransız filozofların (Deleuze, Guattari, M. Foucault, vb), İtalyan Gramsci'nin çabaları çok yetersizdir ve siyasi kurumlaşmaya dökülmemiştir. Reel sosyalizmle zaten başarılan, kapitalist modernizmin sol adı altında en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığıdır. Sovyet Rusya ve Çin deneyimi bu yargımızın çarpıcı doğrulanmasıdır. İlgili bölümlerde bu konuyu kapsamlıca ele almayı umuyorum. Anarşistlerden özellikle ilk klasikler olan Proudhon, Bakunin ve Kropotkin başta olmak üzere, kapitalizmin doğuşuna yönelik eleştirileri birçok noktada daha aydınlatıcıdır. İdeolojik ve siyasi boyutu daha iyi görebiliyorlardı. Fakat doğru bir siyasi felsefe ve kurumlaşmayı başaramayışları, ahlak ve tarih konusundan bihaber olmaları onları da son tahlilde kapitalizme bir ideolojik meta olmaktan kurtaramamıştır. Yine şunu belirtmeliyim ki, bir zihniyet çalış37
ması yetkin siyaset, ahlak, tarih ve pratik çalışmayla bütünleştirilmedikçe, karşıtı tarafından kullanılmaktan, ya yok edilerek ya da asimile edilerek etkisizleştirilmekten kurtulamaz. Ne acıdır ki, anti-kapitalist zihniyet çalışmalarının başına gelen de, tarihte çok örneğini gördüğümüz (başta Hıristiyanlık, Budizm, Zerdüştlük, Manicilik) aynı kaderi paylaşmak olmuştur. Hemen belirtmeliyim ki, bu öğretilerin boşa gittiğini, kaderden kurtulunamayacağını iddia etmiyorum. Böyle olsaydı, zaten ne bu satırlar yazılırdı, ne de özgürlük ahlakına anlam verilirdi. Yaptığım bir eleştiridir. Eğer günümüzde, daha doğrusu tarihsel bütünlüğü içinde uygarlığın son evresi (tanımlandığı şekliyle) olan kapitalizme ve tarihsel dayanaklarına karşı başarılı bir alternatif sisteme ulaşılmak isteniyorsa, tam bir bütünlük içinde zihniyet çalışmalarının yol göstericiliğinde siyaset felsefesi, siyaset kurumlaşması ve maddi hayat eylemleri iç içe aşkla döşenmek durumundadır. Kapitalist sistem hegemonyacılığında siyasi ve askeri zorun yeri önemli olmakla birlikte, esas ayakta tutanı toplumun kültür endüstrisiyle teslim alınması, hatta felçli hale getirilmesidir. Denilebilir ki, sistemin etkisindeki topluluk zihniyetleri insana yakın maymunlardan daha geri ve oynatılmaya müsait hale getirilmiştir. Hayvanat bahçelerindeki düzen, aslında tüm toplumun hayvanat bahçesi tarzında düzenlendiğine dair çok aydınlatıcı bir örnektir. Nasıl hayvanat bahçesindeki hayvanlar seyirlikse (gösteri unsurları), toplumun da bir gösteri toplumuna dönüştüğü birçok filozofça tespit edilmiştir ve dillendirilmektedir. Başta üç (S)'ler, seks endüstrisi, peşi sıra ve iç içe spor ve sanat-kültür endüstrileri geniş bir medyatik reklam kampanyasıyla yoğun ve sürekli olarak duygusal ve analitik zekâyı bombalayarak, tamamen işlevsizleştirerek, gösteri (temaşa eden) toplumunun zihniyet fethi tamamlanmıştır. Bu toplum, teslim alınmaktan da daha kötü, sistemin dilediği gibi sevk ve idare ettiği toplumdur. Aslında faşizmin ilk gösteri toplum deneyimi yenilmedi. Elebaşları tasfiye edildi. Fakat sistem soğuk savaş ve sonrasında tüm topluluklara ulus-devletle ve küresel finans şirketleriyle egemen kılındı. Yaşanılan dönem Sümer, Mısır, Hint, Çin ve Roma başta olmak üzere, güçlü imparatorluk sistemlerinin toplumlar üzerindeki fethini katbekat geride 38
bırakmıştır. Kapitalizmin imparatorluk aşaması hegemonyasının (daha önceki sömürgecilik ve emperyalizm aşamaları) zirvesi olup, her ne kadar objektif olarak kaotik ve çürüme belirtilerini yoğunca yaşasa da, sistemin toplumla çok oynayarak, yani zihni hegemonyayı içinden çıkılmaz hale getirerek bu gerçekliği telafi etmek istediği çok iyi anlaşılmak durumundadır. Bu noktaya gelinmesinde, değinildiği gibi cinselliğin (seksin) endüstrileşerek sunulması belirleyici etkenlerdendir. İnsanlar başarıyı seks gücünde arar hale sokulmuştur. Hâlbuki cinsellik tüm canlılarda yaşamı fark etmede ve onu sonsuzlaştırmada öğretici bir etkinlik işlevindedir. Tek hücreli canlılardan tutalım insan türüne kadar cinselliğin işlevini bu biçimde tanımlamak mümkündür. Dolayısıyla anlamlı ve hatta kutsaldır. İnsan toplulukları da tarih boyunca bu tarz bir yorumu esas almışlardır. Tüm antropolojik araştırmalar bu yorumu doğrulamaktadır. Eğer metalaştırılamayacak (endüstrileştirilemeyecek) bir ilişki veya ilişkiler varsa, bunların başta geleni cinsel ilişki olmak durumundadır. Çünkü yaşamın kutsallığıyla, yüceliğiyle, sürekliliğiyle ilgilidir. Daha çok da saptırılıp diğer yaşamları tehdit etmeme sorumluluğuyla bezelidir. Cinsel istismar, denilebilir ki, sistemin en temel hegemonik araçlarındandır. Sadece metalaştırılarak dev bir endüstriye dönüştürülmemiştir; toplumda Hint fallus tanrısallığını hem yozlaştırıp hem de kırk kat geride bırakan bir erkek egemen cinsiyetçilik dini haline getirilmiştir. Özellikle her erkekte bu yeni dini gösterge başta edebiyat olmak üzere sanatın baş köşesine oturtularak tam bir uyuşturucu araca dönüştürülmüştür. Kimyasal uyuşturucular bu yeni cinsellik dini karşısında solda sıfır gibi kalmıştır. Tüm toplum bireyleri medyatik reklam (sadece alelade reklam değil) kampanyalarıyla bir cinsel sapık haline getirilmiştir. Genç, yaşlı, hatta çocuk fark etmiyor; herkes kullanılıyor. Kadın en gelişkin seks nesnesine dönüştürülmüştür. Her zerresi seks çağrıştırmasa sanki para etmeyecekmiş gibi bir zihniyete mahkûm edilmiştir. Kutsal aile ocağı bir seks dergâhına dönüştürülmüştür. Kutsal ana ve tanrıçalıktan geriye işe yaramaz, bir köşeye atılan 'kocakarılar' kalmıştır. Çok hazin ve acı verici bir durum. Suni döllenmeyle kadının tam bir seks aracı olma süreci zirveye tırmandırılmıştır. 39
Tersi bir konum da sistem gereği varlığını dayanılmaz boyutlara taşımıştır. Özünde bir ataerkil toplum geleneği olan başta erkek olmak üzere çok çocuklu olma, sağlık tekniklerinin devreye sokulmasıyla alt tabaka kadınlarında çocuk doğum makinesi rolüne indirgenmiştir. Böylelikle zor olan çocuk yetiştirilmesi de yoksullara yüklenerek, bir yandan genç işçi ihtiyacı gideriliyor, diğer yandan içinden çıkılmaz bir aile yozlaşması yaratılıyor. Bir taşla birkaç kuş vuruluyor. Üst tabaka kadın ve erkeği artık suni bebek, üvey evlat ve hayvan beslemeyle evlat kavramını yozlaştırarak eksikliğini giderirken, sonuna kadar seksi kalmaya çalışıp yeni seks dinini ritüelleştirerek baygınlaşıyorlar. Sonuç, altından çıkılamaz anlamsız bir nüfus, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir işsizlik ve çevre bunalımının insan yükünü taşıyamaz bir konuma getirilmiş bulunmasıdır. Bu sorunla nasıl baş edilmesi gerektiğini daha çok 'Özgürlük Sosyolojisi'nde işlemeyi düşündüğümü belirtmeliyim. Kültürün endüstrileşmesi, diğer bir deyişle yaygın metasal üretimi de köleliğin en etkin araçlarından ikincisidir. Kültür dar anlamıyla toplumların zihniyet dünyasını ifade eder. Düşünüş, beğeni ve ahlak üç temel konusudur. Kültür unsurlarının sistem dahilinde siyasi ve ekonomik iktidar tarafından kuşatılıp satın alınmaları yüzyılların işidir. Tüm uygarlık tarihinde kültür unsurlarını bağlamak meşruiyetleri açısından vazgeçilmezdir. Ekonomik ve iktidar erkleri erkenden bu hususu fark edip tedbir almakta asla gecikmezler. Kültürün iktidarca asimilasyonu, hiyerarşilerin kuruluş dönemlerine kadar gider. Esas yönetim araçlarıdır. Kültürel hegemonya olmazsa, ekonomik ve iktidar tekelleri yönetemezler. Zora ve sömürüye dayalı sistemler zorla olsa olsa kısa süreli talanlarla varlıklarını ayakta tutabilirler ki, talan edilecek bir şey kalmayınca ya birbirlerine girerler ya da yıkılıp dağılırlar. Kapitalist uygarlıkta kültürün rolü hayatidir. Tüm toplumsal alanların zihniyet toplamı olarak kültür, önce asimile edilip (ekonomik ve siyasi iktidara uyarlama) sonra da yaygınca ve yoğunca tüm dünya topluluklarına (uluslar, halklar, ulus-devletler, sivil toplum ve şirketler) taşırılması için bir endüstri haline getirilir. Edebiyat, bilim, felsefe, sanatın diğer alanları, tarih, din ve hukuk gibi bellibaşlı alanlar objeleştirilerek metalaştırılır. Kitap, film, gazete, TV, 40
internet, radyo gibi araçlar bu endüstrinin metaları olarak işlev görürler. Burada kültürel metalar dev bir maddi kazanca yol açmakla birlikte, esas tahripkâr işlevlerini zihinsel tutsaklığı tarihte eşi görülmemiş boyutlarda gerçekleştirip, sığırdan beter sınıf, ulus, aşiret ve her tür cemaat, anlamını yitirmiş, özce amorf, şekilsiz ve maymun iştahlı bir KİTLE oluşturarak oynarlar. Baş mimarları ulusdevletler, küresel şirketler ve medya tekelleridir. Para kazanmak ve tüketmek dışında toplumun hiçbir şeyi onları esas olarak ilgilendirmemektedir. En yoksullaştırılmış kesimler bile bir gün çok kazanarak dilediğince yaşama amacı dışında düşünemez kılınmışlardır. Yoksullaştırılmanın bir kültürel olgu olarak kullanıldığına dikkat edelim. Beğenmediğimiz ortaçağlar bile yoksullaşmayı isyan nedeni bellerken, resmi kültürel hegemonya altında ücrete kavuşmayı amaç haline getirme sistemin kültürel zaferini gösterir. Kültürel endüstrinin iç içe olduğu seks endüstrisiyle birlikte sağladığı egemenliğin, dolayısıyla tutsaklığın en vahim yanı gönüllüce yaşanması, hatta özgürlük patlaması olarak adlandırılmasıdır. Bunun yönetimin en güçlü dayanağı, meşruiyet aracı olduğu kesindir. Kapitalizmin imparatorluk aşaması ancak kültürel endüstriyle mümkündür. Dolayısıyla kültürel hegemonyacılığa karşı mücadele en zorlu zihniyet mücadelesini gerektirir. Bu sistemin fetih, asimilasyon ve endüstrileştirerek yürüttüğü kültürel savaşına karşı mücadele hem içerik hem form olarak geliştirilip örgütlendirilmedikçe, hiçbir özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin başarı şansı yoktur. Bu yönlü sorunları da kapsamlı olarak Özgürlük Sosyolojisi'nde tartışmaya çalışacağım. Spor toplumlarda başlangıcından beri katılım için bir hazırlık oyunu olarak işlev kazanmıştır. Spor oyunları yaşama başarıyla katılım için düzenlenir. Bir nevi toplumsallığa alıştırma rolünü oynarlar. Özellikle Roma İmparatorluğunun çürüme aşamasından itibaren sporun yeni yeni endüstrileştiğini görüyoruz. Gladyatörlük kurumu böyledir. Kapitalizm baştan itibaren sporu da iktidarla bütünleştirip (profesyonelleşme) amatör özünü yıkarak endüstrileşmeyi dayatmıştır. Metalaştırılan diğer önemli bir uyuşturma alanıdır. Topluma üstün moralli ve fiziki dayanıklılık temelinde katılım yerine, para kazan41
ma, bunun için rekabeti çılgınca körükleme, toplumu pasif seyirciye dönüştürme geçerli kılınmıştır. Arena kültürü (aslanlara yem olma ve gladyatör cinayetleri) tüm spor alanlarına yayılmıştır. Rekor ve alkış iki hâkim imgedir. Takımı olmak, dini ve felsefesi olmaktan daha önemli hale gelmiştir. Takım tutma tam bir hastalık haline gelmiştir. Böylelikle yönetimler için kolay yönetmenin yetkin bir aracına daha ulaşılmıştır. Örneğin futbolun yönetimler için oynadığı rolü hangi din veya felsefe oynayabilir? Kaba bir değerlendirmeyle üç (S)'ler endüstriye dönüştürülerek yönetim sanatının zirvesine ulaşılmıştır. Küresel sermaye yönetimi, ulus-devlet iktidarı üç (S) endüstri haline getirilmeden gerçekleştirilemez. Tekrar belirtmeliyim ki, olgu olarak cinsellik, kültür ve spor kendi başına kötülenip eleştirilmiyor. Toplumsal oluşum ve sürekliliğin en hayati alanları olarak yozlaştırılıp endüstrileşmeleri eleştiriliyor. Kapitalizmin zihniyet hegemonyasında temelde medya organlarınca yürütülen sanal dünya, diğer çok önemli bir zihinsel araçtır. Yaşamın sanallaşması, analitik aklın en uç sınırlara varmasıdır. Savaş gibi en dehşetli bir olay bile sanal olarak sunulduğunda, ahlakı tek başına yıkması işten bile değildir. İnsan beden ve zihninin deneyimlemediği yaşama eskiden beri sahte yaşam denirdi. Sanal ismi takılmakla yaşam sahte olmaktan kurtulamaz. Sanal yaşamı olanaklı hale getiren teknik gelişim kendi başına suçlanmıyor. İstismarı bir kere daha karşımıza çıkarıp, bireyin zihnini felç eden özelliğiyle değerlendiriliyor. Başıboş teknoloji en tehlikeli silahtır. Kapitalizmin tekniğe hâkimiyeti ve milyarları yönetme ihtiyacı sanal yaşamı zorlayan esas etkendir. Yaşam artık yaşanmıyor. Sürekli sanallaşıyor. Bir nevi ayakta ölüm oluyor. Simülakrlar sanal yaşamın en somut halidir. Her olayı, ilişkiyi, eseri simüle etmekle insan bilgilenmez. Aptallaştırılır. Tüm uygarlık eserlerinin taklidi yapılmakla bir gelişme sağlanmıyor; taklit kültürünün hegemonyası gerçekleştiriliyor. Yaşamın özünde yatan farklılaşma asla tekrara dayanmaz. Tarih bile tekerrür etmez. Taklit, gelişmenin zıddıdır. Sanal yaşam ise sınırsız taklide dayanır. Herkes birbirini taklit ederek birbirine benzetilir. Böylelikle koyun sürüleri yaratılır. Finans çağı sanal yaşam olmadan yaşayamaz. Ancak sınırsız aptallaşmayla yürüyebilir ki, o da sahte, sanal yaşamla gerçekleştirilir. 42
Buna karşılık vermek, özgür yaşamın en temel görevidir. Özgür yaşamı tanımlamak, örgütlemek, toplumların ayakta durmaları için olmazsa olmazlardandır. Özgürlük sosyolojisinin en çok cevaplandırması gereken sorunlar bu sahadadır. Sistemin bu başarısını birkaç yönden yorumlayabiliriz. Birincisi, toplumun ahlak ve dinle işlevsel bağlılığını gevşetmesi, laik hukukla ikinci plana indirip kendine tabi kılmasıdır. Din ve ahlak sisteme hizmet ettiği oranda bırakılıyor. Hukuk ve laiklik özünde toplumsal denetimin kapitalist iktidara geçiş araçlarıdır. Eski toplumun hem aristokratik kesimlerini, hem serflerini sermaye ve işgücüne alan, rezerv oluşturmak için hukuk ve laiklik silahlarıyla tasfiye ediyor. Tümüyle ortadan kaldırmıyor. Uygarlık tarafından oldukça kullanılan araçlar oldukları için, uygarlığın son sözü olarak kendisine de çok lazımdır. Fakat ekonomik ve siyasi iktidarına ortak olmamak, engel koymamak kaydıyla. Dinde reform ve hukuk devleti, bu işlevle kapitalist modernitenin temel göstergeleri haline geliyor. Kapitalist ekonomi ve toplum haline geçişin iki temel aracı olmak gibi asli rollerini oynuyorlar. Sistemin zihniyet problemlerinin çözüm aracıdırlar aynı zamanda. İkincisi, 'bilimsel yöntem'dir. Nesne-özne ayrımı zihniyet hegemonyasının adeta kilididir. Görünüşte bilimsel yöntemin vazgeçilmezi olan nesnellik ilkesi, aslında öznelciliğin hâkimiyeti için gerekli bir ön aşamadır. Yönetmek için özne olmak gerekir. Doğal olarak yönetilenlere düşen rol nesne olmaktır. Nesne olmak eşyalaşmak, eşya gibi yönetilmektir. Eşya, dolayısıyla doğa olarak nesne, öznenin dilediği gibi yönetme erki haline gelişinin yöntemsel ifadesidir. Hem de bilimin amentüsü olarak. Özne-nesne ayrımının Eflatun'a kadar giden bir kökeni vardır. Eflatun'un ünlü 'idea'lar dünyasıyla basit yansımalar ikilemi benzer tüm ayrımların temelidir. Bunun mitolojik temelini ise harikulade biçimde Sümer ve Mısır toplumlarında gözlemliyoruz. Üst hiyerarşinin tanrısal yükselişi, yüceltilişi, altındakilerin ise kullaştırılmaları asli kökenidir. Yaratan-yaratılan, yöneten-yönetilen ikileminin zihinsel ifadesi tanrı-kul, kelam-eşya, mükemmel idealarbasit yansımalar biçiminde gelişe gelişe özne-nesne ayrımına varıyor. Ruh-beden ayrımı da bu kapsamdadır. Bunun siyasi anlamı demokrasinin inkârı, oligarşi ve monarşinin önünün açılmasıdır. 43
Kapitalizmle analitik zihnin en hilekâr ve komplocu biçimlere büründüğünü iyi anlamak gerekir. Borsa bu gerçekliğin en çarpıcı ifadesidir; spekülatif (kurgusal) zekânın müthiş kâr getiren alanıdır. Spekülasyon ve kurgusal zekâ sistemde ikiz kardeş haline gelirler. Politika ve askeri alanda da öyledir. Savaş hilekârlık ve kurnazlık üzerine kuruludur. Avcı kültürünün zirvesi oluyor. Kurgusal zekâ borsa, politika ve askeri alanlarda hiç olmadığı kadar manipülasyon ve komplo aracı haline gelmiştir. Vicdan ve duyguya zerre kadar yer vermez. Bir anda nükleer ve diğer dehşet bombalarıyla canlar kavrulurken, diğer bir alanda birkaç günde ter dökmeden milyarlar kazanılabilir. Denilebilir ki, kapitalizm bütün çıplaklığıyla borsa, politika ve savaşta zihniyetini açığa vurur. Kapitalizmin kâr uğruna çiğnemeyeceği hiçbir insanlık değeri ve duygusu yoktur. Hâlbuki yaşamın olmazsa olmazı duygusal zekâdır. Bu zekâ türünden kopuldukça, yaşamın anlamı giderek silinir. Ekolojik felaketler yaşam üzerindeki tehlikeyi bir nevi kıyamet haberi gibi vermektedir. Bunun sorumlusu çarpık kullanılan kurgusal zekânın dil, iktidar, kent, devlet, bilim ve sanatla beslene beslene küresel Leviathan (küresel sermayenin dünya imparatorluğu) haline gelmesidir. Bu canavarı durdurmak, çok kapsamlı duygusal zekâ çabasını gerektirir. Onu zararsız hale getirmek için özgür yaşam üzerindeki baskısını püskürtmek gerekir. Gezegeni yaşanmaz hale getirmeden, onu yaşayamaz hale getirmek gerekir. Özgürlük sosyolojisinin temel görevi bu yaşamsal eylemin teorik bakışına erişmek ve doğru yapılanmasını başarmak olacaktır.
44
B- Ekonomizm Kapitalizmin doğuşunu ekonomik gelişmenin doğal bir sonucu sayan görüşler bu gruba girer. Özellikle Marksizm bu açıdan bir nevi ekonomizme indirgenmiştir. Öyle ki, kapitalizm hep sanki bir ekonomik modelmiş gibi algılanmaya çalışılmıştır. Ekonomi-politika adeta sosyal bilimlerin baş köşesine oturtulmuştur. Adı üstünde, modern devletin oluşumunda ekonomik yaşama ilişkin alınan bazı kararlar bilim olarak disipline edilmiştir. Kapitalin, yani kâr getiren sermayenin pazarda oluşan fiyat istismarına dayalı olarak gerçekleştirilmesi, bu görüşün gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Sanki tarih, toplum, iktidar ve bir bütün olarak uygarlıksal gelişmeden ayrı bir kapitalist gelişme mümkünmüş gibi bir eğilim belirmiştir. Paradoksal olarak en çok anti-kapitalist geçinenler kapitalizmi hak etmediği bir konuma oturtarak, sözde kapitalizme karşı savaşmış oluyorlar. İngiltere kökenli ekonomik-politikacıları anlamak mümkündür. Kapitalizmin zafere ulaştığı ülke olarak yeni ekonomiyi modelleştirmeleri beklenebilir. K. Marks'ın bu model üzerinde yoğunlaşması, İngiliz ekonomi-politikacılarının eleştirisi açısından önemli ve oldukça açıklayıcı olmuştur. Talihsiz olan, Marks'ın eserinin yarım kalması ve ardılı olan Marksistlerin de onu tam karikatürize etmeleridir. İktidar ve devletle kapitalizmin ilişkisini sistemlice çözümlememesi en temel eksiklik olarak belirtilebilir. İdeolojinin rolünü belirlemeye çalışmıştır. Kapitalizmin zihniyetine ilişkin yaklaşımları yer yer güçlüdür. Fakat esas yanılgısı, çoktan entelektüel ortama damgasını vurmuş Aydınlanmanın gözde ideolojisi olarak pozitivizmin bakış açısını esas almasıdır. Fiziksel bilim gibi toplumsal bilimin de yapılabileceğine dair görüşe kanidir, inanmıştır, bundan kuşkusu yoktur. Bu yaklaşım çok değerli olan Kapital çalışmasını kısır kılmış, bir araştırmadan çok din kitabı gibi yorumlanmasına yol açmıştır. Müritlerin de yapacağı işler bellidir. Lenin'in emperyalizm, tekelci kapitalizm ve devlet-devrim yorumları Aydınlanma felsefesini aşamamış çabalardır. Yine birçok katkı sunan görüşe rağmen, kapitalist moderniteyi aşacak kapasiteyi ortaya koyamaması, Sovyet deneyiminin başarısız kılınmasında baş etkendir. 45
Anarşistlerin kapitalizm yorumları da ekonomik ağırlıklıdır. Kapitalizm ekonomik olarak mahkûm edilirse, sanki yıkılacakmış gibi bir eğilim içinde kalmışlardır. Pozitivizmle sakatlanmış anlayışlar: İşte bilimin kanunları vardır. Ekonomi de bir bilimdir. Dolayısıyla onun da kanunları vardır. Bu kanunlara göre, kapitalizm, bunalım üretmesi nedeniyle yaşayamayacak bir sistemdir. Yapılması gereken, bu kanunların işleyişini hızlandırmaktır. Sonuç, kapitalizm yıkılacak, komünizm kurulacaktır! Bu görüşlerin temelinde toplumsal gerçekliğin doğru tanımlanmaması yatar. Toplum genelde Aydınlanma ideolojilerinin çok dışında işleyen bir sistematiğe, hatta kaosa sahiptir. Ekonomi de dahil, tüm zihniyet ve kurumsal yapılarıyla pozitif tabir edilen bilimlerden nitelikçe farklı olması kadar, eylemli halinin çoğunlukla kaos niteliğinde olması; çok farklı yaklaşımlarla çözüm ve eylemleri gerekli kılar. Bu eleştirilerin ışığında ekonomiyle kapital, yani sermaye düzeni arasındaki bağlantıları daha anlaşılır kılabiliriz. İlk yapılması gereken tespit, paradoksal gözükse de, kapitalizmi ekonomi saymamaktır. Kapitalizmi bir siyasi rejim olarak çözümlemek, bizi muhtevasındaki kârı kavramaya daha çok yakınlaştıracaktır. Burada iktidar ve devlet indirgemeciliğine düşmemek önemlidir. Yani ekonomizmden iktidarizme savrulmayacağız. Sosyolog Max Weber eğer Protestan Ahlakı ve Kapitalizm adlı değerlendirme yerine, kapitalizmi bizzat bir tarikat gibi yorumlasaydı, izah şansı daha artardı. Fernand Braudel, pazarda oluşan fiyatlar üzerinde tekel kurmakla kapitalizmin doğuşunu izah etmek ister. Marks'ınki de dahil, hepsi de önemli çözümlemeler olmakla birlikte, hep ekonomik bir izah zorunluymuş gibi yaklaşmaları temel eksiklikleridir. Bana göre kapitalizm başından beri askeri-siyasi-kültürel olarak örgütlenmiş, başta maddi birikimler olmak üzere toplumsal değerleri gasp etme kurnazlığını örgütleyen eski bir geleneğin, Batı Avrupa'da 16. yüzyıldan itibaren giderek hakîm bir toplum biçimlenmesi haline gelmesidir. İlk güçlü adamın etrafındaki çapulcu grupla ana-kadın etrafında oluşan toplumsal değerleri gasp etmesi geleneğinin modern halkası olarak da tanımlayabiliriz bu doğuşu. İngiltere ve Hollanda'da, daha önceki İtalyan şehir devletlerinin başını çeken Cenova, Floransa ve Venedik kentlerinde, ilk kapitalist grup46
lar devletle iç içe bir tarikat gibi özel yaşam biçimleri olan, sağladıkları yeniliklerle para üzerinden vurgun yapma ustalığını gösteren, dünyanın her tarafına yayılmış pazarlarda oluşan fiyatlarla oynayarak muazzam değer gasp eden, gerektiğinde ve sıkça zor uygulamaktan geri kalmayan, kurgusal zekâsı gelişmiş grupların bir eylemidir. Bunlara kimi yerde hanedan, aristokrat ve burjuva da denilebilir. İlk ve ortaçağ haramilerinden yegâne ve önemli farkları, ağırlıklı olarak kentlerde üslenmiş olmaları, devlet otoritesiyle iç içe geçmeleri, zoru gerektiğinde daha örtülü ve ikinci planda kullanmalarıdır. Görünüşte ekonominin kuralları vardır. Onlar da bu kurallara göre zekâları ve eldeki ilk paralarıyla kâr yapıyorlar. Kapitalin tarihi doğru incelendiğinde, bu yaklaşımın tam bir masal değerinde olduğu görülecektir. İlk birikimlerin gerçekleştirildiği sömürge savaşlarında hiçbir ekonomik kural yoktur. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, daha önceleri Venedik, Cenova gibi kentlerin kolonileri düpedüz tamamen zora dayalı ilk kapital birikimlerini sağlamışlardır. Hem yakın ülke pazarlarında, hem sömürge alanlarında bu gerçekleri tespit etmek zor değildir. Kırk haramilerden de sonradan efendilikler türemiştir. Beyler oluşmuştur. Modern kırk haramilere de burjuva efendiler demek, modadan öteye bir ağırlık teşkil etmez. Ekonomi bilimi denilen disiplinler işin özünü örtülü kılmayı temel işlevleri olarak sürdürürler. Hangi teori bu konularda başarılı sunum yaparsa, başyapıt olarak o etüt edilecektir, ödüllendirilecektir. Hiçbir bilim ekonomik olgu bilimi kadar gerçeklerle oynamamış, gerçekleri tersyüz etmemiştir. Kurgusal aklın en büyük saptırmasına kapitalist ekonomipolitika alanında rastlamaktayız. Kapitalist modernite tümüyle böylesi bir kalpazan bilimi üzerinde yükselme lüksüne sahip tek sistemdir. Ekonomi veya maddi hayat nesnelerinin elde edilmesi, canlılığın en temel sorunudur. Ekonomi evrimin gerçekleşme malzemesidir. Canlı sistemi, metabolizma ile dış ortamdan edindiği kendi sindirim sistemine uygun ihtiyaç nesneleriyle devamlılığını sağlar. Evrensel bir kuraldır; farklılaşmayla evrim yaşamın sürekliliğini sağlar. Bir türün aşırı çoğalmasını önlemek ve diğer türler üzerindeki istilayı, dolayısıyla yok edilmelerini engellemek için belli bir dengeyi hep gözetmiş veya mümkün kılmıştır. Farelerin aşırı üreyip tüm bitkile47
ri yok etmelerini yılan engeliyle, koyun, keçi ve tüm benzer sığır sürülerinin aynı eylemini et yiyen yırtıcılarla dengeleyip olanak hazırlamış, onların türsel gelişmesine geçit vermiştir. Doğal evrim niye böyle yapıyor sorusuna ancak sonuçlarına bakılarak cevap verilebilir. Bana göre bunun en temel nedeni, canlılar sisteminin gelişerek sürekliliğini sağlamaktır. Buna doğanın vahşeti mi, yoksa adaleti mi denilebilir? Bu ayrı bir tartışma konusudur. Yine derin bir zekânın ürünü müdür, yoksa ilkel olmayla mı bağlantılıdır? Metafizik kapsama dahil edilsin mi, edilmesin mi hususu, bana göre anlamlı ve üzerinde analitik zekâyla düşünülecek evrenselliğe ilişkin sorunlardır. Varoluşçulukla da bağlantılandırılabilir. Bu sorulara verilebilecek en önemli yanıt, evrimin yetkinleşmeyi hep gözettiğidir. Bir anlamda evrenin, zamanın akışında yetkinlik, mükemmellik arayışı gözetilir, arzu edilir gibidir. Aksi halde insana kadar evrimi, ayrıca insanın dar toplum halindeki gelişmesini nasıl izah edebiliriz? Eğer hep aslanlar veya sığırlar olsa ve ortalığı istila etseydi, yaşamın sürmesi ilkel yosunlar düzeyinden öteye gidemezdi. Muhteşem evrim insana kadar evrimle vicdan, ahlak diye bir oluşuma da geçit vermiştir. Nedir anlamı? Merhamet ve adalet! Bu ilkenin özü de şöyle ifade edilmiştir: "Fikir bir olsaydı, kuzu ile kurt bir arada yaşardı." Burada da bir evrensellik gizlidir. Kuzu ile kurdun kardeş olması mümkün müdür? İnsan eylemi bunun mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Yani insanın, insanın kurdu olamayacağını (kapitalizmin vahşet ilkesi) düşünmek ve eylemek, bizzat insan olmanın vazgeçilmez hedefidir. Kaldı ki, bir dönem kuzuyla kurdun atası aynıydı. Ayrılık sonra gelişti. İkisi neden tekrar en azından kardeşçe birliğe doğru yol almasınlar? Bu, en azından teorik olarak mümkündür ve örneklerine de bolca rastlamaktayız. Bu hususları şunun için söylüyorum: Kapitalizmin doğuşunun evrimde gözlediğimiz sayısı çok sınırlı vahşi diyebileceğimiz örnekleri kendisine vesile yapmasının bir anlamının olamayacağı açıktır. Daha da çarpıcı cevap, ilk yosunlardan kara yosunlarına, onlardan görkemli ağaçlara, bu arada otla beslenen milyonlarca hayvanlar sistemine (birbirlerini yemeyen hayvanlar) yol açmasını örnek almayıp, birer evrim kanseri olarak da yorumlanabilecek örnekleri mi insan yaşamı için örnek göstereceğiz? Doğal evrim48
le kapitalizmin doğuş teorilerine yer olmadığını belirlemek açısından, bu hususları ön açıklama olarak belirlemek durumundayım. Buna sürekli işsizler ordusunu büyütüp, ücret düşüklüğünü canlı tutmak gibi tersi ilke de dahildir. İnsan türünün, toplumsallık temelinde varoluşunu sürdürürken, tüm evrimsel süreçleri bünyesinde tutarak eylemselleştiği biyolojik bir tespittir. Eğer bilimi pozitivizm dinine bulaşmadan yorumlayacaksak, muhteşem bir saptamanın da bu olduğunu iyice bellemeliyiz. İnsan türünün gerek bu özelliği, gerek ahlaki seçim, yargı özelliğini (özgür tercih imkânı) Özgürlük Sosyolojisi'nde tartışacağımı belirterek, toplumsal gelişmenin doğal evrime de ters olmayan RİTMİK GELİŞİMİNİ özetlerken aşırı kentleşmeye, onunla birlikte hiyerarşi ve sınıfsallıkla ur gibi büyüyen devlet ve iktidar odaklarına dayalı uygarlıksal yaşamın neden 'aşırı aslanlaşma' veya tersi 'aşırı sığırlaşma' kategorisine dahil etmemiz gerektiğini kanıtlamaya çalışacağım. Her şeyden önce bu tip gelişmelerin evrimde köklerinin sınırlı da olsa bulunabileceğini, insanın tür olarak evriminde bunları bir nevi hastalık, sapma, kalıntı olarak da yorumlayabileceğimizi (yamyamlık) yine belirtmek durumundayım. Ayrıca evrimin doğal ritminin bu tarz olmadığını olanca açıklığıyla kavramalıyız. Genelde uygarlıkta, özelde kapitalizm aşamasında bir kalıntı özelliğinden yararlanarak toplumsal sistemin, ikinci doğanın oluşturulamayacağını da bağlantılı olarak çok açıkça ve sadece belirlemek değil (bu, akademisyenlerin önüne konulan görevdir), temelli bir yaşam ilkesi olarak yorumlamak esastır. Aksi halde toplumsal yorumlarımızı baştan sakatlamış oluruz. Fernand Braudel kapitalizmin doğuşunu yorumlarken, bunu çok geniş bir gözlem gücüne ve mukayese imkânına sahip olmaya dayandırır. Ayrıca tarih, toplum, iktidar, uygarlık-kültür, mekânsal gelişme bütünlüğü içinde yorumlamasını oturturken, yöntem sorununa da açıklık getirir. Pozitivistik yaklaşımlara karşı ihtiyatlıdır. K. Marks, Aydınlanmanın derin etkisi altında pozitivistik bilimi esas almakla ekonomiyi bilim haline getirmede hayli iddialıdır. Bunda sosyolojinin henüz emekleme döneminde olmasının payını da dikkate almak gerekir. Bilimsel kesinlik ve çizgisel ilerlemecilik 49
'amentü' düzeyinde çoktandır zihinlere çakılmıştır. Romantizm bu çizgiyi yıkmaya çalışırken, tersine iradecilik sapmasına düşerek zihinsel problemleri daha da ağırlaştırır. Nietzsche'nin göreci, döngüsel ve duygusal zekâ ağırlıklı yaklaşımı fazla geliştirilmez. Bu zihinsel hengâme içinde liberalizm adeta cirit atar. Kapitalizm fiziksel bilimi (kimya, matematik, biyoloji dahil) pozitivizmle felsefeleştirirken, daha doğrusu dinleştirirken, sosyal gerçekliği liberalizmle aynı doğrultuda felsefeleştirir veya dinleştirir. İdeolojik savaşımı da bu temelde kazanarak, 19. yüzyılla birlikte sistemin küreselliği netleşir gibidir. Ekonomik savaş ise daha önce kazanılmıştır. Bu eleştiri ve yorumları biraz daha açalım. Topluluklar zihinsellikleri içinde maddi ihtiyaç nesnelerini hep aramış ve geliştirmek istemişler; yemek, barınmak, çoğalmak ve korunmak temel kaygıları olmuştur. Önce bulduklarıyla yetinmek, mağaralarda barınmak, göl ve orman kenarlarında daha iyi korunmak, doğurgan anaya öncelik tanımak bu temel ihtiyaçlar nedeniyledir. Avcılık da giderek devreye girer. Hem korunmak hem de etle beslenmek bu kültürü geliştirir. Fakat toplumsallığın başından itibaren kadın toplayıcılığıyla erkek ağırlıklı avcılık arasında bir gerginliğin, farklı kültürel evrimlerin geliştiğini gözlemek mümkündür. İki tarafta da tek yanlı gelişme, birinde 'aslan erkek', diğerinde 'sığır kadın' kültürüne adım adım birikim sağlar. İlk farklı ekonomik anlayışlar böyle temellenir. Neolitik dönemde kadın kültürü zirveye çıkar. Son buzul döneminden sonra, yani M.Ö. 15 binlerden itibaren, özellikle Zagros-Toros sisteminde (eteklerinde) varolan çok zengin bitki ve hayvan türleri adeta cennet gibi bir yaşam kurgusuna yol açar. Bu dönem günümüze kadar sürecek olan toplumsal gelişmenin ana nehri olarak, yazılı tarih ve uygarlıkla daha da farklılaşarak küreselleşmeye damgasını vurur. Günümüze kadar dil gruplarına dayalı gelişmeler de bu dönemin ürünüdür. İnsanlığın bu uzun tarihinde kapitalizme ilişkin söylenebilecek tek önemli husus, avcılık kültürünün erkeği gittikçe hegemonlaştırmasıdır. Tespit edilebildiği kadarıyla M.Ö. 10 binlerde kalıcılaşan neolitik kültür kadın ağırlıklıdır. Toplayıcılık sürecinde mağaradan çıkıp yarı-çadırımsı kulübelere geçiş (mağara yakınlarında), bitki tohumlarını ekerek çoğaltma, giderek tarım ve köy devrimine yol 50
açacaktır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılarla bu kültürün tüm Yukarı Mezopotamya'da, özellikle Zagros-Toros sisteminin iç kavislerinde (Bradostiyan, Garzan, Amanos ve Orta Torosların iç etekleri, Nevali Çori, Çayönü, Çemê Hallan kültürü) geliştiği gözlemlenmektedir. Artık-ürün çok sınırlı olsa da biriktirilmektedir. Ekonomi, kavram olarak olmasa bile, öz olarak belki de ilk defa bu tarz birikime dayandırılabilir. Bilindiği gibi, eko-nomos kelimesi Yunanca aile, hane yasası demektir. Kadın etrafında ilk yerleşik tarımsal ailelerin doğması ve çok az da olsa başta dayanıklı gıdalar olmak üzere saklama, ambarlama imkânı ile birlikte ekonomi doğmaktadır. Fakat bu tüccar ve pazar için bir birikim değil, aile için bir birikimdir. İnsani olan ve gerçek ekonomi de bu olsa gerekir. Birikim çok yaygın bir armağan kültürüyle göz koyulacak bir tehlike öğesi olmaktan çıkarılmaktadır. "Mal tamah getirir" ilkesi herhalde bu dönemden kalmadır. Armağan kültürü önemli bir ekonomik biçimdir. İnsanın gelişme ritmiyle de son derece uyumludur. Kurban kültürünü de bu dönemden başlatmak mümkündür. Tanrılar denen kavramın aslında artan verim karşısında toplulukların kendi kimliklerine saygının ve ilk ifade tarzının sonucu olarak geliştiğini gözlemek anlaşılır bir husustur. Verimlilik hamd etmeyi getirir. Kaynağı topluluk tarzındaki evrime dayandığına göre, kendini kimliklendirme, yüce kılma, dua etme, tapınma ve zihinsel dünyanın artan gelişmesi olarak sunma tarımsal devrimle derinden bağlantılı kültür öğeleridir. Arkeolojik bulgular bu görüşü çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Daha da somut olarak ana-tanrıça ve kutsal ana kavramları da doğrulayıcı bir etkendir. Kadın figürlerinin yaygınlığı bu gerçeği kanıtlayıcı etkenlerin başında gelmektedir. Fakat korkulan tehlike daha sonra başa gelecektir. Tecrübeyle ve zihinsel gelişmeyle artan artık-ürün birikimleri armağanlarla tüketilemeyince, yine ağırlıklı olarak tetikte bekleyen avcı erkek, mesleğine ilave olarak bu artının ticaretini kafasına ve kültürüne yerleştirir. Farklı bölgelerde artan farklı ürünlerin birikimi, ticaret denen olguyu devreye sokar. Ürünlerin karşılıklı ihtiyaçları daha iyi giderme niteliği, meslek veya ikinci büyük toplumsal işbölümü olarak ticaret ve tüccarı doğurur. Çekiniklikle yüklü de olsa meşrulaştırır. Çünkü taşınan ürünler işbölümünü geliştiriyor. O da daha verimli 51
bir üretim ve yaşamı mümkün kılıyor. Bir tarafta gıda ve dokuma, diğer bir tarafta maden yatakları çok olunca ticaret anlamlıdır. Tarih M.Ö. 4000'lerden itibaren ticaretin yaygınlaştığını göstermektedir. Aşağı Mezopotamya'da ilk kent devleti olan Uruk sitesi etrafında (M.Ö. 4000-3000) gelişen uygarlığa bağlı olarak, İran'ın güneybatısındaki Elam'dan Yukarı Mezopotamya'da bugünkü Elazığ ve Malatya yörelerine kadar bir tüccar kolonileşmesine rastlamaktayız. İlk sömürgecilik kapısı bu biçimde açılıyor. Daha önce de M.Ö. 5000-4000 döneminde Uruk öncesi egemen kültür olarak El Ubeyd (devlet öncesi ilk ciddi gözlemlenen ataerkil kültür) koloniciliğine tanık olmaktayız. Ticaret ve kolonileşme iç içedir. Çanak çömlek, dokuma ürünleri karşılığında maden ve kereste ağırlıklı eşya nakledilmektedir. Tüccarla birlikte pazar da şekilleniyor. Eski armağan ve kurban sunma merkezleri yavaş yavaş pazara dönüşüyorlar. Farklı bölgelerin ürünleri arasındaki bir nevi ilkel fiyatlandırma ayrıcalığına kavuşan tüccara ilkel kapitalist diyebiliriz. Çünkü fiyat tayin etme olanağıyla hiç kimsenin o döneme kadar başaramadığı bir mal birikimine sahip oluyor. Geçerken belirtmeliyim ki, yine ilk defa metalaşma sürecine mal değişimiyle ticaret etkinliği yol açmaktadır. Armağan ekonomisinden değişim değerine henüz geçilmemiştir. Toplum için esas olan, malların kullanım değeridir. Kullanım değeri, malların bir ihtiyacı giderme özelliğidir. İnsan için asli olan da bu değerdir. Değişim değeri hayli tartışmalı bir kavramdır. Doğru tanımlamak da büyük önem arz etmektedir. Bana göre, Marks'ta da dahil, değişim değerinin temeline emeği koymak çok tartışmalı bir konudur. İster soyut ister somut emekle tarif edilmeye çalışılsın, değişim değeri her zaman spekülatif bir yan taşır. Varsayalım ki, ilk Uruklu tüccar Fırat kıyılarındaki bir kolonisinde, çanak çömlek karşılığında taşlar ve maden bileşiklerini değiştirmeye kalkıştı. Değişim değerini önce kim belirleyecek dediğimizde, birincisi karşılıklı ihtiyaç derecesi, ikincisi tüccar inisiyatifi diyebiliriz. İhtiyaç arzusu yüksekse, tüccar malı dilediği gibi fiyatlandırabilir. Bire karşı iki yerine, rahatlıkla bire karşı dört koyabilir. Onu bundan engelleyecek bir etken söz konusu değildir. Kendi vicdanından başka, daha doğrusu gücünden başka. O zaman emeğin rolü nerede kalıyor? 52
Burada emek faktörünü tümüyle devre dışı bırakmıyorum. Fakat esas belirleyen olmadığını iddia ediyorum. Tarihteki tüm mal değişimlerinde bu hususu gözlemek mümkündür. Zaman zaman mal alışverişlerindeki özgür rekabete bağlı olarak, eşitlemeye yakın emek değerleriyle değişim sağlanabilir. Ama bu daha çok teorik bir emek-değer değişimidir. Fiiliyatta belirleyici olan spekülasyondur. Bazı durumlarda da aşırı mal birikimi olur. O zaman da değeri sıfırın altına düşer. Malı imha etmek için ilave emek gerektiren durumlarda, emeğin değeri yok oldu diyemeyeceğimize göre, emeğin temel belirleyici bir kıstas olmadığı ortaya çıkıyor. Yine kıtlık ve fazlalık yaratma şansı olan tüccar gücü belirleyici olmaktadır. Kaldı ki, mallar mallarla üretilir. Tarih boyunca binlerce adsız emekçinin birikimiyle bir mal üretilmektedir. Peki, hangi mekanizma bu donmuş emek sahiplerine hak ettikleri karşılığı ödeyecektir? Buna yaratıcı zanaatkârı, hatta tüm toplumsal etkinliğin gerekli olduğunu eklediğimiz zaman, canlı emek denilen emek türünün anlamlı bir fiyatı, dolayısıyla ücretlendirilmesi düşünülemez. İngiliz ekonomi-politiğinin sakatlığı veya sahtekârlığı burada kendini ele vermektedir. Bilindiği gibi kapitalizmin sistem olarak ilk zaferini sağlayan, ada İngiltere'si ve Hollanda'dır. Kapitalizme meşruiyet kazandırmak için teorik bir gerekçeye ihtiyaç şarttır. Özellikle spekülatif kazanç olduğunu örtbas etmek için kabul edilebilir bir teori büyük önem taşır. Tıpkı ilk Uruk tüccar dinleri gibi mitolojik bir anlatımın yeni versiyonunu sunmak, sözde ekonomi-politik bilginlerine, özde ise kapitalizmin yeni dini icatçılarına düştü. İnşa edilen ekonomi-politik değil, yeni bir dindir. Giderek her dinde olduğu gibi kutsal kitabıyla ve dallı budaklı mezhepleriyle. Ekonomi-politik, kapitalizmin en değme kırk haramiler talanını bile geride bırakan spekülatif (fiyatlarla oynamak için mal birikimleri, bölgesel farkların kullanılması) karakterini örtbas etmek için geliştirilmiş, kurgusal zekânın en sahtekâr ve talancı eseridir. Emek-değer teorisi bu konuda tam bir av malzemesidir. Nasıl seçildiğini gerçekten merak ediyorum. En bellibaşlı nedeninin emekçileri oyalamak olduğu kanısındayım. K. Marks gibi birisi bile bu ava yemci olarak katılmaktan kendini alıkoyamamıştır. Bu eleştiriyi yaparken büyük acı duyuyorum. Fakat en azından kuşkularımızı belirtmek bilime saygımızın asgari gereğidir. 53
Bu hususları biraz daha açarsak şunları belirtebiliriz: Tarihte ikinci büyük tüccar sıçramasına Asur kolonileri şahsında M.Ö. 2000'lerden itibaren rastlıyoruz. Denilebilir ki, hiçbir despotizm (kapitalizmin iktidarla bağını daha sonraki bölümlerde tartışacağım) Asur'daki kadar ticarete ve ticari kolonilere dayanarak uygarlık yaratmamıştır. Dönemin (M.Ö. 2000-600) en gelişkin ticaretini ve kolonilerini küresel boyutta (o dönemin küreselliği) ilk gerçekleştirenlerdir. Her ne kadar yaklaşık aynı dönemlerde arkasına Mısır uygarlığını alan Fenike tüccarları da ticaret ve kolonileştirmede son derece mahirlerse de ikinci planda kalırlar. İngiltere'nin yanında Hollanda veya Portekiz gibi, her ikisi de tarihte en azgın zorbalıklarla birlikte yürüyen ticaretle Kaf Dağı misali değer gasp etmişlerdir. Asur ve Fenike zenginliğinin ticaret ve zorbalıkla iç içe yürüyen tarihi araştırılsa, herhalde Avrupalı kolonicilerin (İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa, Belçika vb) izini en iyi bu örneklerde yakalamak mümkündür. İnsan kelleleriyle kaleler ve sur duvarları yaptıklarını öve öve anlatırlar. Bu gasp temelinde oluşturdukları yaşam ahlakı ve kültürü halen Lübnan ve Irak'ın yakasını bırakmamakta, bu iki ülke en acılı savaşların konusu olmaktan kurtulamamaktadır. Roma Cumhuriyeti boşuna Kartaca'yı (Fenike ticaret kolonisi) dümdüz edip tarla haline getirmedi. Yine boşuna Medler Ninova'yı (M.Ö. 612'lerde) yerle bir edip bir viraneye dönüştürmediler. Tüccar uygarlıklarına dikkat etmek gerekir. Tarihte savaşların ve devlet kuruluşlarının en temel nedenlerinin başında tüccar ve kolonilerinin emniyeti, daha doğrusu çıkarlarının korunması gelir. Bugünkü Ortadoğu (ne acıdır ki, ilk ticaret savaşlarını başlatarak Irak, Uruk'tan gelir- son savaşını da halen en acımasız biçimde sürdürmektedir) savaşlarının temel nedeninin de özünde petrol ticaretinden kaynaklandığı iyi bilinmektedir. Daha çok sayıda örnek verilebilir. Ama gereği yoktur. Kapitalizme doğru yol alırken ve uygarlık merkezi Avrupa'ya taşınırken, yine ticaretin başı çektiğini görüyoruz. Ortadoğu merkezli ticaret ve tüccar uygarlığı ortaçağda İslam'la yeniden bir hamle yapar. Bizzat Hatice ve sonra eşleştiği işçisi Muhammed, Asur kökenli Süryaniler ve Yahudi kökenli tüccar ve tefecilerle 54
giriştiği rekabet sonucu, yine zor temelinde Mekke ve Medine'ye dayalı ticaret uygarlığının temelini atarlar. İslam dini örtüsü altında, kadim Ortadoğu kentleri ticaret etrafında yeni bir canlanma yaşar. Bizans ve Sasaniliğin yenilmesiyle Halep, Bağdat, Kahire ve Şam başta olmak üzere, büyük bir kent ve pazar ağına ulaşır. Çin'den Atlas Okyanus'una, Endonezya ve Afrika içlerine kadar ticaret ağları tam bir küreselleşmeyi yaşar. Yaygın bir meta ve para piyasası oluşur. Yahudiler, Ermeniler ve Süryanilerin elinde büyük para birikimleri gerçekleşir. Avrupa tamamen bu mirasa dayanır. Ortadoğu'nun Müslüman tüccarları elinde bir hamle daha gerçekleştiren ticaret kültürünün 13. yüzyıldan itibaren İtalya'nın Cenova ve Floransa kentleri öncülüğünde Avrupa'ya taşındığına tarih tanıktır. Para ve ticaret bu kentlerin temel zenginlik nedenidir. Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ticarete 16. yüzyıla kadar önderlik ederler. Tarihte belki de ilk defa hem kavram hem uygulama olarak kent ölçeğinde kapitalizmin küçük zaferlerini gerçekleştirirler. Bunda Akdeniz korsanlığı ve Akdeniz'in doğu-batı yakası arasındaki fiyat tekeli başrolü oynar. Yine zorbalığın gölgesinde spekülasyon atbaşı gitmektedir. Ticaret kapitale, kapital kente, kent pazara, pazar spekülasyonun genişlemesine yol açarak kapitalist uygarlığın şafağı atmaktadır. Bu aşamanın bir prototipi de klasik Athena-Roma çağında (M.Ö. 500M.S. 500) yaşanmıştı. Bu çağda kapitalin zaferine ulaşılmaması, tarımın büyük ağırlığı ve din savaşlarından yenilgiyle çıkmalarından ötürüdür. İtalyan kent devletlerinde 1300-1600'lerde kapitalizmin başarılı deneyimi Kuzeybatı ve Kuzey Avrupa'ya doğru yayılmakta gecikmedi. İspanya zaten daha önce fethedilmişti. 16. yüzyıldan itibaren tüccarın uzun yol öyküsü ilk defa kentleri aşan ülke çapındaki zaferlerine zorladı. Dünya çapında bir pazar oluşmuştur. Afrika ve Amerika sömürgeciliğe alınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nu ekarte ederek, Atlas Okyanusu ve Güney Afrika üzerinden Hindistan ve Çin'e ulaşılmıştır. Avrupa yoğun kentleşmeye alınmıştır. İlk defa kentler tarıma galebe çalmaya başlamışlardır. Feodal krallıklar modern monarşik devlete dönüşmektedir. Son İslam İmparatorluğu Osmanlılar peş peşe yenilmektedir. Rönesans yine 14. yüzyılda 55
İtalya'da başlamış ve tüm Avrupa'ya yayılmıştır. Dinde Reformasyon hareketi Avrupa'nın kuzey ülkelerinde başarıya ulaşmıştır. Din savaşları ilk defa çağlarını doldurmaktadır. Daha da önemlisi, tüm Çin, Hint, İslam ve hatta Afrika ve Amerika'nın kültürel ve uygarlık değerleri Avrupa'ya akıtılmıştır. Bir yandan modern devlet, diğer yandan uluslar doğmaktadır. Kapitalizm zafere doğru yürürken, arkasına bu denli tarihi, kültürü, ticaret birikimini, uygarlığı, siyasi erki ve pazarlanmış dünya bütünlüğünü almaktadır. Kapitalist ekonomi için bu önkoşullar oluşmadan ve bu koşullara dayanmadan çıkış yapmak mümkün müdür? Mümkün olmanın ötesinde, kapitalin kendisi bile düşünülebilir mi? Tarih tıpkı Aşağı Mezopotamya'da Uruk sitesiyle başlayan kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmeyle nasıl ilk adımını, Fenike ve İyonya'daki ticaret ve kentleşmeyle ikinci dev adımını atmışsa, bu sefer üçüncü büyük adımını tüm adı geçen koşullarla ideal hale gelen İtalya, Hollanda ve İngiltere coğrafi mekânında büyük ticaret, kentleşme, dünya çapında genişleyen pazar üstü ve karşıtı olarak kapitalist ekonomiye kalıcı zafer temelinde atmıştır. Halen ABD önderliğinde yaşanan bu gerçekliktir. Fernand Braudel, ısrarla, kapitalist ekonomi pazar karşıtı ve büyük tüccar alanındaki spekülatif tekelci fiyat ayarlamasına dayalı ekonomi biçimidir derken, ekonomi denen gerçeklik konusunda K. Marks'tan daha fazla gerçeğe yakındır. Tarih aynasından iktidarlaşmış, alabildiğine bünyesinde pazarı geliştirmiş, kentten kıra hâkim olmaya başlamış, din ve ahlaka bağlılığını ikinci plana atmış bir toplumsal gelişme ortamında, birikmiş metalara el koymanın inceltilmiş ve ideolojik ambalaja konulmuş talana dayalı bir ekonomik eylem türünü veya biçimini gözlemlemekteyiz. El koymanın bu yeni biçiminde şüphesiz pazarda buluşan arz-talep tarafından şekillenen fiyat ve fiyatın para aracılığıyla yansıtılması, eski dönemlere göre büyük bir ilerleme veya oyunculuk yeteneği kazanmıştır. İlk tefecilik ve sarrafçılık yerine, banka, senet, kâğıt para, kredi, muhasebe, şirketleşme hayli gelişmiştir ve bunlar modern çağın ekonomik ilmihalini oluşturan temel konulardır. Eksik kalan bilimsel izahtır. Onu da anavatan İngiliz ekonomi-politikacıları ve sonra yanları56
na çektikleri paradoksal da olsa karşıtları, başta K. Marks olmak üzere sosyalistler inşa etmeye çalışmışlardır. Kapitalist ekonomi denilen talan düzeni, tüm eski ve yeni dünyada toplumları ve coğrafyaları sömürgeleştirip yeniden köleleştirirken, tüm güç erklerini (dönemin devletlerini bir gasp biçimi olan borçlandırmayla) kendine bağlarken, tarihin en kanlı savaşlarını yürütürken, toplum bünyesi üzerinde her şeyiyle oynayıp hegemonyasını onaylatırken, onu eski topluma karşı devrimci ilan eden K. Marks ve ardılları ile benzer düşünce ekolleri bence bilim inşa etmiyorlar. Das Kapital kapitale karşı yazılmış en eksikli, dolayısıyla yanlış yorumlanmaya müsait kitaptır. Burada Marks'ı suçlamıyorum. Sadece eserinin tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutunun olmadığını, geliştirilmediğini söylüyorum. Yapısı gereği çok 'bilimcil' geçinen Avrupa aydınları, sübjektif olarak kasten olmasa da, objektif konumları gereği, Kapital (kitap olarak) temelli inceleme ve araştırmalarıyla anti-kapitalist temelde 'emekçi' denilen kesimler adına bilim ve ideoloji üretmediler. Liberalizm de çok iyi fark ettiği bu yetersizliklerini, kapital tahlilleriyle doğuşunda kapitalizmi devrimci ilan etmelerini mükemmel kullandı. Nitekim daha sonraları önce Alman sosyal-demokratlarını, ardından reel sosyalist sistemi (Rusya ve Çin dahil) ve en sonunda da ulusal kurtuluş sistemlerini asimile (modernist ideoloji gücüyle, ulus-devlet ve endüstriyalizmle) ederek, uğruna çok savaşılan sınıf savaşımını da kazandı. Liberalizm karşısında her üç akımın net bir yenilgisi söz konusudur ve ne yazık ki henüz bu konuda net bir özeleştiri yapılamamaktadır. Bir söz vardır: Bilim er geç dediğini geçerli kılar. Eğer bu aydın metinleri, gerçekten başta işçi sınıfı olmak üzere, topluma ve tarihine karşı açılmış bir savaş olan kapitalizme ilişkin bilimsel nitelikte olsalardı, karşıt sisteme bu denli yenik düşmezlerdi. Daha kötüsü, mirasları böylesine ucuz harcanmazdı. Özgürlük Sosyolojisi'nde bu tartışmaları boyutlandıracağımı belirterek, burada 'kapitalist ekonomi' denilen gerçekleri daha iyi tanımlayarak işlevselliği içinde çözmeye çalışayım. Sermaye birikimine ilişkin çok kullanılan artık-ürün, artık-değer, emek-değer, ücret, kâr, fiyat, tekel, pazar, para başta olmak üzere belli başlı ekonomik lügatı açma gere57
ği duymuyorum. Üzerinde sayısız inceleme yürütülmüş bu konuları, toplumsal ahlaki yaklaşımlarım gereği basitliği içinde bırakıp, esas açılması gereken etkenlerle uğraşmaya devam edeceğim. Ancak gerektiği ölçüde dokunmaktan da geri kalmayacağım. Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. Zaten değişimin ilk başlarda ayıplanmayla karşılaşması, fazlalıkların armağan edilmesi değere verilen kutsal anlam nedeniyledir. Halen hiçbir çiftçi "Ben ürettim" demez; "Atalarımın malını işleyip nasipleniyorum" der. Hatta "Tanrının nimetine hamd olsun" diyerek, kaynaktan ne anladığını basitçe ama sözde 'bilimden' daha anlamlıca ortaya koymaktadır. Bir ananın, proleteri dokuz ay karnında taşıyıp binbir zahmetle işgücü haline getirinceye kadar verdiği emeğin karşılığını nasıl tanımlayacağız? Sermayedarın çalıp çırptığı binlerce yıldan kalma birikimlerle hazırlanan üretim araçlarının sahipliklerini ve paylarını nasıl belirleyeceğiz? Hiçbir üretim aracının değerinin pazarda satıldığı gibi olmadığını unutmayalım. Bir fabrikanın sadece teknik icatçılığı binlerce keşifçi insanın birikimli yaratıcılığının ürünüdür. Bunların değerini nasıl belirleyip kime ödeyeceğiz? Bunların toplumsal paylarını düşünmemek, ahlakı tamamen yadsımadan mümkün mü? Bu tarihi-toplumsal değerleri sadece iki kişi arasında paylaştırmak adaletle uyuşur mu? Kaldı ki, bu iki kişinin aileleri, toplumsal çevreleri vardır. Aileleri ve toplumsal çevreleriyle korunup kollanan bu iki kişi üzerinde bunların hiç mi hakkı yoktur? Sorula58
rı daha da yakıcı kılıp arttırabiliriz. Fakat bu kadarı bile kâr-ücret ikileminin ne kadar problemli olduğunu göstermeye yeterlidir. Kâr ve ücretin sahiplerini bu sefer birer burjuva-proleter olarak ilişkilendirelim. Bu iki sınıfın doğuş aşamasında iki devrimci sınıf olarak eski topluma karşı yeni toplumu doğurttuklarını iddia etmek gerçeklerle ne kadar bağdaşıyor? Tarihte bu ittifakın hiçbir karşılığı yoktur. Sonra temel çelişki gereği karşı karşıya geldiklerini, köklü çatışma süreci anlamında doğrulatacak örnekler belirleyici olmayacak denli azdır. Olanlar da eski çatışma geleneklerinin devamıdır. Belirgin olan ve somut yaşam içinde gözlemlenen, tıpkı kölenin Firavun'un bedeninin bir eki olması gibi, işçinin burjuva karşısındaki pozisyonu da benzerdir. Tarihte efendisine karşı kölelerinin hiçbir başarılı eylemi yoktur. Çokça adı örnek gösterilen Spartaküs bile, son tahlilde efendi olma özlemindeki bir isyancıydı. Bundan farklı bir programının olmadığını biliyoruz. Unutmamalıyız ki, binlerce yıllık köle-efendi ilişki mirasını devralan patron-işçi ilişkisi binbir ilmekle birbirine bağlı olup, öyle patrona karşı tek tük istisnalar dışında, köklü başkaldırılar ve zaferler sağlamış olmaktan uzaktır. İlişkiler ezici oranda patrona bağlılık temelinde sürdürülmüştür. İşçi başkaldırısı denilen olayların da çoğunlukla yarı-köylü ve işsizleştirmeye karşı olanlar tarafından geliştirildiğini bilmekteyiz. Başkaldırılar genel toplumsal etkilemelerle ilgilidir. Patron-işçi ilişkisine yansıyan da bu etkilerdir. Daha da önemli olan, işçinin patrona karşı hak mücadelesi (problemli olduğunu belirttik) değil, proleterleşmeye karşı, işçi ve işsiz olmaya karşı mücadelesidir. Proleterleşmemek, işçileşmemek, işsizliği kabul etmemek daha anlamlı ve etik bir toplumsal mücadeledir. Birer ezilen olarak köleyi, serfi ve işçiyi asla yüceltmemeliyiz. Yüceltilecek eylem ve ilişki, tersine köleleşmeme, serfleşmeme ve işçileşmeme biçiminde formüle edilmelidir. Efendileri tanıyıp ve tanımlayıp, daha sonra hizmetkârlarına mücadele önermek, tüm oportünizmlerin ortak eğilimidir. Tarih boyunca hak, emek mücadelesini boşa çıkaran bu zihniyetler olmuştur. Özcesi, bu ilk 'bilim' kavramlarıyla ne anlamlı bir sosyoloji yapmak, ne de başarılı bir toplumsal mücadele geliştirmek mümkündür! Bu hususları belirtirken emeği, değeri, kârı, sınıfı inkâr etmediğimizi, daha çok bilim inşa59
sında kullanılma tarzlarını doğru bulmadığımızı belirtiyoruz. Yanlış bir sosyolojinin inşa edildiğini belirtmek istiyorum. Toplumun ekonomik yaşamında kapitalizmin yeri en üst katlarda gerçekleşmektedir. Başlangıcında büyük tüccarın pazar üzerinde tekel fiyatlarıyla sermaye biriktirmesine dayanır. Sermaye, tarifi gereği, sürekli kendini büyüten parasal değerlerdir. Özellikle aralarında büyük fiyat farkı olan uzak pazarlar karşısında büyük değer birikimleri kapılır. Finans olarak devlete verilen borçların karşılığı olarak faiz ve iltizamla büyüme ikinci yoldur. Maden işletmeleri, kıtlık ve savaş dönemleri, palazlandığı diğer önemli alan ve dönemleridir. Ticaret dışında tarım, endüstri ve ulaşımcılıkta kârlı buldukça yer alır. Endüstri devrimiyle temel kâr alanları sanayi sektörü olur. Her iki dönemde de arz ve taleple oynayarak, hem üretimi hem tüketimi belirlemeye çalışır. Belirleyici olduğu oranda kâr oranlarını arttırır. Büyük ticaret ve sanayi, kapitalizmin başlangıç ve olgunluk süreçlerinin kâr alanlarıyken, günümüzde ağır basan sektör finanstır. Başlıca finans araçları olan para, senet, banka, kredi araçları kapitalist ekonominin hızlanarak kâr devrelerini kısaltmayı, yoğunlaştırmayı ve genişletmeyi sağlar. Böylelikle kâr oranlarında büyük spekülatif balonlar oluşur. Böylece de kriz süreçleri bu ekonominin ayrılmazları haline gelir. İşsizliği çoğaltarak ücretleri düşürme ve ucuz çalışan ülkelere kayan yatırımlar, diğer kâr şişiren yöntemlerdir. Sonuç olarak kaynağını en eski avcı ve ticaret kültüründe bulan, fiyatlarla oynama gücü kazanarak gelişme şansı yakalayan, toplumsal denetimden ahlakı ve dini gevşeterek kurtulan, iktidarı borçla kendine bağlayan ve pazar üzerinde tekel kurarak gelişen bu ekonomi biçimi, nihai tahlilde talan ekonomisi olmaktan kurtulamaz. Kâr amacıyla endüstriye el atması, kâr oranlarına göre bir üretim ve tüketim yapısını esas alması, toplumsal bünye ve doğal çevre üzerinde gittikçe taşınması zor yükler yükleyerek yol açtığı krizler, çöküş ve çürümesinin doğuşundan itibaren yol arkadaşlarıdır. Şüphesiz ekonominin tümü değildir. Ne ticaret, tarım, sanayi, ne de dolaşım, teknikler ve pazarlar kapitalizmin icatları olmayıp, tersine ağır istismarına ve talanlarına uğrayan temel toplumsal ekonomik kurumlarıdır. Tarih ve uygarlıkla belirlenip politikayla iç içe bir yaşama sahiptirler. 60
Böylelikle ekonomizmin, kapitalist ekonominin tanımıyla ilgili gerçeği önemli oranda çarpıtan bir anlayış, düşünce eğilimi olduğunu belirlemeye çalıştım. Doğru tanımlamayı da ana hatlarıyla bu eleştiriler temelinde tarih-toplum, siyaset ve uygarlık-kültür bağlantılarıyla iç içe yorumlayıp, bir nebze de olsa aydınlatmaya çalıştığım kanısındayım.
61
C- Siyasal İktidar ve Hukukla İlişkisi Kapitalizmin daha çekirdek halindeyken siyasal iktidar ve hukuksallığın fideliğinde oluştuğunu tüm gözlemler doğrulamaktadır. Kapitalizm her iktidar ve hukukundan yararlandığı gibi, işine geldiğinde en tutucu savunucusu kesilmiş; çıkarlarını zedelediğinde ise, her tür komplo yöntemleriyle -gerektiğinde devrimci eylemlere katılmak da dahil- devirmekten çekinmemiştir. Bazen en gözü kara devrimcilik oyununa da katılmıştır. Faşist darbecilikten sahte devlet komünizmi darbeciliğine kadar -özellikle bunalım ve kaos dönemlerinde- iktidar savaşlarını gerçekleştirmiştir. Tarihin en kapsamlı sömürgecilik, emperyalizm ve imparatorluk savaşlarını yürütmüştür. Hiçbir ekonomik biçimin kapitalizm kadar iktidar zırhına ihtiyaç duymadığını, kapitalizmin iktidarsız oluşamayacağını önemle belirtmeliyiz. Ekonomi-politik 'bilimciler', kapitalizmin en temel özelliği olarak, tarihte ilk defa iktidar dışında ekonomik yöntemle, sermaye-emek gönüllü birlikteliğiyle kârın, artık-ürünün-değerin oluştuğunu iddia ederler. Hem de başat bir varsayım olarak. Burada en az emek teorisi kadar saptırılmış bir söylemle karşı karşıyayız. Bir yerlerden barışçıl tarzda sermaye oluşturulmuş; yine barışçıl ilişkiler sonucunda köylüler, serfler, zanaatkârlar üretim araçlarından kopup bir araya gelerek, adeta mutlu ve devrimci bir evlilik yaparcasına, faktörel değerler olarak bir sentez oluşturup yeni ekonomik biçimi tarih sahnesine çıkarmışlardır. Öykü aşağı yukarı böyle yazılmaktadır. Kocaman ekonomi-politikçilerin sağlı sollu karargâhlarında gerçekleştirilen tüm metinlerde bu idea 'amentü' değerindedir. Bu idea olmadan ekonomi-politik olamaz. Buna bir de pazarda rekabeti ekledin mi, dört dörtlük bir ekonomi-politik kitabını ana ilkeleri bağlamında yazdın demektir. Kendim bir şey idea etme gereği duymuyorum. Sosyolog ve tarihçi olarak Fernand Braudel'in Maddi Uygarlık araştırması (ki, otuz yıllık komple bir emeğin üç ciltlik muhteşem bir eseridir), çok kapsamlı gözlemleri ve mukayeseli yaklaşımıyla bunu net biçimde yalanlamaktadır. Braudel'in bu eserindeki birinci ideası, kapitalizmin pazar karşıtı olduğudur. İkincisi, kapitalizm gırtlağına kadar 62
güç, iktidar bağlantılıdır. Üçüncü olarak, başından beri endüstri öncesi ve sonrasında hep tekeldir. Dördüncü olarak, kapitalist içten ve alttan rekabetle değil, dıştan ve üstten tekellerle -talanla- dayatılmıştır. Kitabın anafikri budur. Eksik, katılmadığım yanları olsa da, anlatım yönü ve özü itibariyle en değerli bir tarih-sosyoloji yorumudur. Sınırlı da olsa İngiliz ekonomi-politikçileri, Fransız sosyalistleri ve Alman tarihçi ve felsefecilerinin sosyal bilime yönelik tahribat ve saptırmalarını düzeltmede iyi bir giriştir. Gönüllü ve serbest rekabet ortamında emek birikimlerini ve güçlerini birleştirerek, kapitalist ve işçinin gerçekleştirdiği bir ekonomik düzen yoktur. Masal ve öyküler bile gerçek'ten bu denli uzak düşmemiştir. Tek tek ve grup, sınıf olarak kapitalist sayabileceğimiz tüm unsurlar ve sahip oldukları ekonomik güçler, bir saniye iktidarın koruması olmadan ayakta duramazlar ve iktidar ellerinde durmaz. Yine iktidarın en kapsamlı kuşatması olmadan, hiçbir kent pazarında serbest rekabetle ne mal alışverişi, ne işgücü üzerinde bir pazar söz konusudur. En önemlisi de serfin, köylünün ve kent zanaatkârının toprak ve tezgâhından koparılışı acımasız ve adaletsiz bir zor ortamı oluşturulmadan geliştirilemez, gerçekleştirilemez. Avrupa'da neredeyse 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar boydan boya bu toprak ve atölye emekçilerinin anaları gibi bağlı oldukları bu geçim araçlarından koparılışı isyanlar ve ihtilallerle karşılanmıştır. Binlerce insan idam edilmiş, milyonlarca insan iç savaşlarda öldürülmüş, hapishane ve hastanelerde çürütülmüştür. Bunlar yetmemiş, aralarındaki mezhep ve ulus savaşlarıyla ortam kan deryasına dönmüştür. Sömürge savaşları ve emperyalist savaşlar bilançoyu konsolide etmiştir. Tüm bu zor etkenlerinin kapitalizmin doğuşundaki dıştan dayatmalı tekelci talancı karakteriyle ilişkisi gayet iyi gözlemlenmekte ve açıkça görünmektedir. Hangi ekonomik-politik retoriği bu gerçekleri tersyüz edebilir? Gerçekleri daha somut görebilmek için, kapitalistleri zafere götüren 16. yüzyıl savaşlarını yakından gözlemlemek gerekir. Yüzyılın başlıca iktidar ve savaş faktörleri Habsburg sülalesinin İspanya kolu imparatorları, Fransa'dan Valois sülalesi kralları, İngiltere'de Norman kökenli kralların yerine geçen Anglo-Sakson Stuartlar ha63
nedanı ve en ilginci ve zincirleme reaksiyon başlatacak olan daha ismi bile konulmamış Hollanda'nın yeniyetme Orange Prensliği. Müslümanların İspanya'dan kovulmasından (1500'lere doğru) güç alan ve hızla imparatorluğa koşan bu Alman kökenli Habsburglu kral ve imparatorlar, kendilerini Roma'nın mirasçısı olarak görüyorlar. Özellikle Konstantinopolis'in 1453'te Osmanlı sülalesinin eline geçmesi ve Osmanlılarla yürütülen savaşın başını Avusturya Habsburglarının çekmesi bu ideaya gerekçe olarak kullanılmaktadır. Fransız Valois kral sülalesi de imparatorluk ateşine tutulmuştur. Roma'nın gerçek mirasçısı olarak kendilerini görmektedir. İngiltere Krallığı ve Hollanda Orange Prensliği bu iki imparatorluk tarafından yutulmamak için bir nevi pro-ulusal kurtuluş savaşlarını vermektedir. Peşi sıra İsveç Krallığı, Prusya Prensliği ve hatta Moskova Prensliğinin Çarlık yükselişi benzer hareketler olarak kendilerini duyuracaklarıdır. İngiltere Krallığı ve Orange Prensliği 16. yüzyıl başlarında İspanya ve Fransa kralları tarafından gerçek bir yutulma tehlikesi ile karşı karşıyaydılar. Eğer bu eylemler başarılı olsaydı, İngiltere ve Hollanda başta olmak üzere, Kuzeybatı Avrupa kentlerinin kapitalistik gelişmelerinin İtalya'nın Venedik, Cenova ve Floransa kentlerinin konumuna düşmesi yüksek bir olasılıktı. İtalya'nın çok güçlenmiş bu kapitalist kentlerinin tüm İtalya çapında kapitalizmin zaferini sağlayamamalarının temel etkeni siyasal güçsüzlükleriydi. Daha doğrusu, İtalya üzerinde (dolayısıyla kent zenginlikleri üzerinde) İspanya, Fransa ve Avusturya kral ve imparatorlarının yürüttüğü egemenlik ve fetih savaşları, bu kentlerin boyun eğmesiyle sonuçlanmıştır. Söz konusu kentler sınırlı bir ekonomik ve siyasi güçle yetinmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla hem İtalyan birliği gecikmiş, hem de kapitalizmin İtalyan deneyimi yarım kalıp tüm ülkede yaygınlaşamamıştır. Geçici de olsa, burada zor belirleyici rol oynamıştır. Karşılık olarak ve her kapitalistik unsurun içine girdiği gibi, İtalyan kent kapitalistleri de siyasal egemenlikten vazgeçirilmeleri karşılığında bu devletleri finans yoluyla kendilerini bağlayıp "al gülüm ver gülüm" politikasına alet olmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü kapitalizm yeni dini para > para (PP) etrafında şekillenmektedir. 64
İngiltere Krallığı ve Orange Prensliği yenilmediler. Bu yenilmemede kapitalist unsurların hem devleti kredilendirmeleri, hem de devletle birlikte oluşturdukları gemi ulaşım sanayi başat rol oynadı. Kara gücü değil, deniz gücü üzerinde yoğunlaşmaları kendilerine zaferin yolunu açtı. Bu süreçte çok önemli iki stratejik gelişme ortaya çıkmıştır: 1- İngiliz Krallığı ve Hollanda eyaletleri kapitalist tarzda yeniden örgütlenen ve eylemleşen devlet modeline ağırlık verdiler. Düzenli vergilerle beslenen, bütçesini denkleştiren, rasyonel bir bürokrasiye ve profesyonel bir orduya dayanan ilk örnekler oldular. Üstün deniz güçleriyle İspanya ve Fransa'nın deniz gücünü yendiler. Atlas Okyanusu ve sonraları Akdeniz'deki egemenlikleri, sömürge savaşlarının da kaderini belirledi. İspanya ve Fransa'nın düşüşü böyle başlar. İspanya ve Fransa krallarının karadaki başarıları, borçlanmaları nedeniyle astarı yüzünden pahalı Pirus zaferlerine döndü. Kapitalist ekonominin de kaderini belirleyenin İngiltere ve Hollanda'nın iktidar yapılanmasındaki yenilikler olduğu genelde kabul gören bir yorumdur. Bir kez daha görüyoruz ki, kritik bir dönemeçte siyasi zor ekonomik biçimlenme üzerinde belirleyici rol oynayabiliyor. İtalyan kentlerinin başaramadığını, Londra ve Amsterdam kentleri başarıyor. 2- İngiltere ve Hollanda'nın siyasi erkine zıt bir gelişme, bu yüzyıldaki İspanya, Fransa ve Avusturya imparatorluk devletlerinde yaşanmaktadır. Bu üç devlet de daha çok Roma modeline benzer bir imparatorluk kurmak sevdasındaydılar. Aralarında hem yoğun akrabalıklar hem de çelişkiler vardı. İngiltere Krallığı bu sevdadan erken kurtuldu. Avrupa imparatorluğu yerine gözünü dünya imparatorluğuna dikti. Ama kapitalist sistemin zaferine dayalı olarak İspanya, Fransa ve Avusturya devlet rejimleri her ne kadar modern monarşiler olmaya doğru birçok reform yaşasalar da, öz itibariyle eski toplumlara göre şekillenmiş siyasal araçlardı. Modern bir vergi, bürokrasi ve profesyonel ordu oluşturmaktan uzak idiler. Bütçeleri denk değildi. Sürekli borçlanıyorlardı. Kapitalist gelişmenin yol açtığı huzursuzlukları çözmede yetersiz kaldılar. Kapitalistlerinin kendilerini tam desteklemeleri şurada kalsın, borç ve iltizam nedeniyle aralarında yoğun çelişkiler olu65
şuyordu. Feodal aristokrasiyle merkezileşme, monarşik krallık hamlesi nedeniyle çelişkiler daha da yoğundu. Kent-kır çelişkisi nedeniyle de bütün toplum ayağa kalkmıştı. İsyanlar bile bu monarşileri nefessiz bırakmaya yeterliydi. İngiltere ve Hollanda'nın el altından muhalifleri desteklemesi, birçok devrimin patlak vermesine yol açıyordu. Tabii amaç ve sonuçlar bazen çok farklı oluyordu. Tıpkı Büyük Fransa Devriminde olduğu gibi. İtalya'da kapitalist ekonominin siyasal-toplumsal zaferini önleyen aynı güçler, Fransa, İspanya ve Avusturya monarşileri; İngiltere ve Hollanda kent kapitalistleri tarafından finanse edilen verimli devlet modelleri karşısında defalarca yenilgiye uğramaktan kurtulamadılar. Çok açıkça bir kez daha ekonomik biçimle zor sistemleri arasındaki ilişkilerin stratejik sonuçların doğuşunda belirleyici rol oynadıklarını gözlemlemekteyiz. Zor, iktidar ve ekonomi arasındaki ilişkilerin anlaşılması açısında 16. yüzyıl Avrupa'sı tam bir laboratuar işlevi görme konumundadır. Adeta tüm uygarlık tarihi mezarından uyanıp kendi öz öyküsünü anlatır gibidir. Şunu söyler gibidir: Kendini (16. yüzyıl Avrupa'sı) anladığın kadar, beni de anlamış olursun! Zor ve ekonomi arasındaki ilişkinin tarihsel-toplumsal gelişiminin kısa bir özeti konuyu daha iyi açıklığa kavuşturacaktır. a- Uygarlık öncesi toplum çağlarında 'güçlü adam'ın ilk zor örgütlenmesi sadece hayvanları tuzağa düşürmedi. Kadının duygusal emeğinin (göz nurunun) ürünü olan aile-klan birikimine de göz koyan yine aynı örgütlenmeydi. Bu ilk ciddi zor örgütlenmesidir. El konulan, kadının kendisi, çocukları ve diğer kan hısımlarıydı; hepsinin maddi ve manevi kültür birikimleriydi; ilk ev ekonomisinin talanıydı. Bu temelde proto-rahip şaman, tecrübe sahibi şeyh ve güçlü adamın zor örgütünün el ele verip, tarihin ilk ve en uzun süreli ataerkil hiyerarşik (kutsal yönetim) gücünü oluşturduğunu tüm benzer aşamadaki toplumlarda gözlemlemekteyiz. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme aşamasına kadar toplumsal ve ekonomik yaşamda bu hiyerarşinin belirleyici rol oynadığı açıktır. b- Sınıf-kent-devlet oluşumuyla başlayan uygarlık sürecindeki ekonomik biçimlenmeye, rahip-kral-komutan olarak kişiselleştirebileceğimiz güç odağına devlet denilmektedir. Kurum olarak din66
siyaset-askerlik iç içe geçmiş biçimde iktidarı oluşturmaktadır. Bu güç sisteminin en temel özelliği, kendi ekonomisini devlet komünizmi biçiminde örgütlemesidir. Henüz Max Weber tarafından kullanıldığını görmeden, benim de 'firavun sosyalizmi' dediğim bir ekonomi söz konusudur. Kalıntı halinde anacıl ekonomi ataerkil-feodal aşiretsel ekonomide varlığını sürdürmektedir. Firavun sosyalizminde insanlar yalınkat köle olarak çalıştırılmaktadır. Hakları, ölmeyecekleri kadar birer çömlek kâsesi çorbadır. Halen kalıntısı bulunan eski tapınak ve saray binalarında binlerce köle kâsesine rastlanması bu ilişkiyi doğrulamaktadır. Devlet biçiminde zor, ulaştığı her alanda ekonomik anlamda ne bulursa talan etmeyi hakkı olarak görmektedir. Talan, bir nevi zorun diyeti olarak düşünülmektedir. Zor tanrısal ve kutsaldır. Ne yapsa haktandır ve helaldir. Özellikle ana şekillenme merkezli olan Ortadoğu, Çin ve Hint uygarlıklarında siyasi üstyapı veya kast, bir nevi altyapıyı ekonomi olarak değerlendirip, her tür yönetim gücünü kendinde görmektedir. Pazar, rekabet henüz oluşmadığı gibi, günümüzdeki anlamıyla ekonomik sektör diye bir kavram da oluşmuş değildir. Her ne kadar ticaret varsa da, bu eylem devletler arası ana işlevden biridir. Ticaret özelleşmiş olmaktan uzaktır. Devlet tekeli aynı zamanda ticaret tekelidir. Pazar kentleri çok istisnai olarak devletlerin tampon bölgelerinde ancak zaman zaman boy vermektedir. Onlar da kısa süreler içinde kent devletlerine dönüşürler. Bu süreçte ticaret kervanlarla yapıldığı için, 'güçlü adamın' daha sonra 'kırk haramiler', 'korsanlar' ve 'eşkıyalar'ın soygunu da en az devlet soygunları kadar geçerlidir. c- Grek-Roma uygarlığında özerk kent, pazar ve ticaretin yaygın ve yoğun bir hal aldığını görmekteyiz. Uruk ve Ur'un mirasını devralan Babil ve Asur despotizmi, ekonomiye belki de ilk defa ticaret acenteleri (bir nevi pazar-karum-kâr kavramlarının iç içeliği söz konusu) açarak uygarlığa yeni bir katkıda bulunmuşlardır. Zaten ticaret kolonileri Uruk ve hatta öncesine kadar gitmektedir. Değişimin artması ve pazarın oluşumu, Asur devletinin ilk görkemli imparatorluk olarak tarih sahnesine çıkışını hazırlar. İmparatorluklar esas olarak ekonomik yaşam için duyulan güvenlik ihtiyacına cevaptır. Asur'da ekonominin bel kemiği ticaret olduğu için, ticaret ve 67
karumları, imparatorluk tarzında bir siyasi örgütlenmeyi gerektirmiştir. Tarih Asur İmparatorluğunu en gaddar imparatorluk, despotizm örneği olarak değerlendirir ki, yine temel ticaret tekelciliği dediğimiz taslak halindeki kapitalizmdir. Asur ticaret-tekel kapitalizmi üstyapıda en gaddar imparatorluk yönetimini getirmiştir. Grek-Roma siyasi erki, Asur mirasına Fenikelilerden kalma kent ticaret kolonileri mirasını da ekleyerek, daha gelişkin bir siyası üstyapıyla ekonomik altyapı oluşturmayı başarmışlardır. Değişim yaygınlaşmış, özerk kent, pazar, ticaret ve rekabet sınırlı da olsa devreye girmiştir. Kırları dengeleyecek kadar bir kentleşmeye tanık olmaktayız. Kırlar artık değişim amacıyla kentler için daha çok artıkürün ürütmektedirler. Dokuma, gıda, maden ticareti gelişmiştir. Özellikle yol ağları Çin'den Atlas Okyanusuna kadar örülmüştür. İran'daki siyasi erk doğu-batı ticareti nedeniyle kalıcı bir tüccar imparatorluğuna dönüşmektedir. Grek ve Roma'yı hegemonya altına alacak kadar zorlamışlardır. Çin, Hint ve Orta Asya kavimlerinin ve siyasi erklerinin batıya doğru istila hareketleri önünde temel benttir. Batının da doğuya karşı istilasının önünde aynı bent işlevini sürdürecektir. İskender ve ardılları ancak kısa bir zaman diliminde (M.Ö. 330-250) bu bendi yıkıp baraj kapaklarını açabileceklerdir. Greko-Roma uygarlığı, kapitalist ekonominin ilk örneklerine en çok rastladığımız mekânı da temsil eder. Kentlerin özerklik derecesi, pazarda değişim ve fiyat belirlenmesi, büyük tüccarların varlığı kapitalizmin eşiğine kadar gelindiğini gösterir. Gerek kırsal alanın kent karşısındaki gücü, gerek imparatorluk örgütlenmesi (esas olarak kır ekonomisine dayanırlar) kapitalistlerin hâkim toplumsal sistem haline gelmelerine engel olur. Kapitalistler azami büyük tüccar seviyesinde kalırlar. Üretime ve endüstriye müdahaleleri çok sınırlıdır. Ayrıca siyasi erkin sıkı engellemeleriyle karşı karşıyadırlar. Efendiye bağlı kölelik henüz güçlü konumunu yaşamakta olup, işgücünün serbest yaşama şansı yok denecek kadar azdır. Kadınlar cariye olarak, erkekler de tüm bedenleriyle köle olarak alınıp satılıp. Köle ekonomisinin tek belirleyici gücünün şiddet olduğu tartışmasızdır. Sadece bir ekonomik değer olarak kölelerin varlığı, şiddet-ekonomi (artı-ürün gaspına dayalı ekonomi) ilişkisine hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. Çin ve Hint ilkçağ siste68
minde siyasi ve askeri kast kuruluşundan kapitalist sömürgeciliğe kadar, altındaki tüm toplumu bir nevi ekonomik sektör olarak görüp çalıştırarak yönetmeyi temel görevleri ve doğal hakları saymakta, daha doğrusu tanrısal hakları olarak görmektedir. Ekonomi sözcük olarak Antikçağ Grek-Helen dünyasına aittir. Aile yasası olarak anlamlandırılması bir yandan kadınla bağlantısını dile getirirken, diğer yandan geleneksel siyasi erkin konumunu da açığa vurmaktadır. Onlar ekonominin üstünde tıpkı kapitalizm çağında tekellerin oynadığı rolü siyasi tekeller olarak oynarlar. Şu hususu önemle belirtmeliyim ki, siyasi tekelle ekonomik tekel arasında sıkı bir korelasyon (bağlam) olup, birbirini genel olarak gerektirirler. Atina ve Roma'nın siyasi gücü paradoksal olarak bir anlamda çok büyük olduğu için kapitalizme kapalıdır. Diğer yandan kır karşısında çok küçük olduğu için, kent kökenli bir ekonomik biçime güç getirememektedirler. Uygarlığın bu dönemi kapitalistleri tanımakla birlikte, sistemsel gelişmelerine henüz elvermemektedir. d- Ortaçağ İslam uygarlığında ticaret çok ağırlıklı bir role erişmiştir. Hz. Muhammed ve İslam dini ekonomik açıdan ticaretle oldukça bağlantılıdır. Bizans ve Sasani İmparatorlukları arasında sıkışan Arap aristokrasisinin ticaret kökenli gelişmesi, İslamiyet'in çıkışında temel sosyal ve ekonomik etkendir. İslamiyet'in doğuşundan itibaren kılıcı esas aldığı bilinmektedir. Yahudiler ve Asur'dan kalma Süryanilerin ticaret ve para üzerindeki hâkimiyeti onlarla çelişkilerini açıkça ortaya koyar. Zaten iki siyasi tekel olarak Bizans ve Sasanilere nefes aldırmamaktadır. Tarihin bu aşamasında ve kadim mekânda zor ile ekonomi arasındaki ilişkiyi çarpıcı kılmaktadır. Ortaçağ bir nevi İslam çağıdır. Ticaret için güvenlik imparatorluk tarzını gereksindiği kadar, önünün aynı nedenle engellendiğinin de farkındadır. Ticari sermayenin kapitalist üretim biçimine dönüşümünü sürekli engellemektedir. Kırsaldaki toplumsal örgü, din ve ahlakın sıkı kontrolündedir. Kentlerde kazandığı sınırlı serbestliği siyasal güce dönüştürememektedir. Yaygın bir kent-pazar ağı olmasına ve kentler çok büyümesine rağmen, İtalyan kentlerine benzer bir konumu aşacak güçte değillerdir. Sorun kesinlikle teknolojik değildir; dinsel ve siyasal tekel kaynaklıdır. Tüccarın sık sık müsadereye tabi tutulması sistemin gereğidir. İslamiyet'in kapitalizmi 69
doğurmaması, lehinde düşünülmesi gereken bir husustur. Halen kapitalizme karşı en ciddi engel rolünü oynaması, eğer olumlu tarafından değerlendirilirse (İslam ümmet anlayışı-kavimler enternasyonalizmi, faize karşıtlık, yoksullara yardım vb gibi hususlar), toplumsal özgürlük projelerine önemli bir katkı sunabilir. Ama mevcut İslam radikalizminin sağ ve ekonomik milliyetçilik yüklü bir neoİslam kapitalizmini bağrında taşıdığını iyi görmek gerekir. İslam uygarlığını kültürel olarak Avrupa'ya taşıyan, Endülüs Emevi önderlikli Araplar ve Berberilerdir. Ekonomik-ticari olarak aktaranlar ise İtalyan kent tüccarlarıdır. Osmanlılar ancak siyasi tekel anlamında sınırlı ölçüde taşımışlardır. Etkileri, daha çok Avrupa'nın siyasi ve dini güçlerinin, Osmanlılara karşı başarılı olabilmek için kapitalizme daha fazla sarılmaları biçiminde olmuştur. Osmanlılar olmasaydı, belki de Avrupa'nın dini ve siyasi tekelleri bu denli kapitalist ekonomik, siyasal ve askeri örgütlenmeye mecbur kalmazlardı. Bir kez daha gücün gücü doğurduğunu, onun da ekonomik biçim arayışlarını hızlandırdığını görüyoruz. Avrupa'da kapitalizmin doğuşunda Ortadoğu'nun belirleyici katkısı Hıristiyanlıkla bağlantılıdır. Bu konuyu Özgürlük Sosyolojisi'nde genişçe değerlendirmeyi umduğumu belirterek, Max Weber'in eserini (Protestanlık Ahlakı ve Kapitalizm) hatırlatmakla yetiniyorum. İlave olarak Ortadoğu'nun 10. yüzyıla kadar Avrupa'nın ahlakını belirlemeyi tamamladığı, feodal Avrupa'nın doğuşunda temel rol oynadığı (hem siyasi hem dini), Haçlı Savaşlarıyla bir kez daha Ortadoğu'nun Avrupa'ya taşındığı belirtilebilir. Tüm bu hususlar olmazsa olmaz belirleyici özellikleridir. Bu çok kısa tarihi-toplumsal özetleme 16. yüzyıl değerlendirmemizle birleştirildiğinde, siyasal erk ve kapitalizmin doğuşu üzerindeki etkisi daha iyi anlaşılmaktadır. Bazen geciktirici, engelleyici, bazen de hızlandırıcı ve hatta döllendirici olduğu rahatlıkla belirtilebilir. En fazla kapitalist sistemde devlet tekeli = kapitalist tekel formülüne yaklaşır. Hukukla yeni sistemin ilişkisine birkaç cihetten kısaca değinmekte yarar vardır. Hukuk genelde ticaret, pazar ve kent ilişkileri geliştikçe kendini dayatan bir kurumdur. Hukukun devreye girdiği toplumlar, ahlakın aşındığı, zorun rolünün arttığı ve kaosa 70
yol açtığı, eşitlik probleminin yoğunca hissedildiği toplumlardır. En büyük ahlaki ve eşitliğe dair sorunlar kentlerde gelişen sınıflaşma ve pazar etrafında oluştuğu için, devlet düzenlemesinde hukuk kaçınılmaz olur. Hukuk olmadan, devlet yönetimi imkânsız olmasa da, son derece zorlaşır. Tanım olarak hukuk, devletin siyasi güç eyleminin kalıcı, kurallı ve kurumlu bir biçim almış hali olarak değerlendirilebilir. Bir nevi donmuş, sakin, istikrar kazanmış devlettir. Devletle en çok bağı olan bir kurumdur. Ticaretdevlet bağlantısı doğuşundan kapitalistleşmeye kadar hep ilerleyerek, karmaşıklaşarak sürüp gelmiştir. Babil toplumundan Roma'ya kadar hukuk diyebileceğimiz kanun metinleri düzenlenmiştir. Ağırlıklı olarak mal ve can kayıplarını düzenlemektedir. Hukuk hem siyasetin sorunlarını hafifletmeye, bazen de tersine çoğaltmaya hizmet eder. Görevi, sanıldığının aksine, her vatandaşına eşit yaklaşımından ziyade, fiili eşitsizlikleri meşrulaştırıp kabul edilebilir seviyede kesinleştirme ve dokunulmaz kılmadır. Özcesi, hukuku siyasal erk tekelinin kalıcı düzenlenmesi olarak tanımlamak gerçeğe daha yakın bir yorumdur. Ahlakla ilişkisi daha çok önem taşır. Ahlak bir toplumun çimentosu gibidir. Ahlakı olmayan hiçbir toplum yoktur. Ahlak insan toplumunun ilk örgütlenme ilkesidir. Esas işlevi, analitik zekâ ile duygusal zekânın toplumun iyiliği için nasıl düzenleneceği, nasıl ilke ve tutumlar haline getirileceği ile ilgilidir. Tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü, hakkını da gözeterek davranır. Başlangıçta toplumun kolektif vicdanını temsil eder. Hiyerarşi ve siyasi erkin devlet olarak kurumlaşması, ahlaki topluma ilk darbeyi indirir. Sınıf bölünmesi ahlaki bölünmenin de temelini hazırlar. Ahlaki problem böyle başlar. Siyasi elit bu problemi hukukla çözmeye çalışırken, rahipler dinselleştirerek yanıt bulmaya çalışırlar. Hem hukuk hem de din bu açıdan ahlakı kaynak olarak alır. Nasıl ki siyasetin, siyasi gücün kalıcı, kurallı ve kurumlu mekanizmaları hukuku teşkil ediyorsa, din inşacıları da aynı işlevi ahlak kaynaklı kalıcı, kurallı ve kurumlu başka bir inşayla, yani dinle ahlaki krizi çözmek isterler. Aralarındaki fark, hukukun yaptırım gücünün olması, dinin ise bu niteliğinin olmayıp vicdan ve tanrı korkusunu esas almasıdır. 71
Ahlak insanın seçim kabiliyetiyle ilgi olduğundan ötürü özgürlükle yakından bağlantılıdır. Ahlak, özgürlüğü gerektirir. Bir toplum esas olarak ahlakı ile özgürlüğünü belli eder. Dolayısıyla özgürlüğü olmayanın ahlakı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu, ahlakıyla bağlantısını kopartmaktır. Dinin etkisinin zayıflatılması ahlak kadar çöküntüye yol açmaz. Onun boşluğunu bir nevi din haline gelmiş çeşitler ideolojiler ve politik felsefeler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlakın bıraktığı boşluğu ise, ancak mahkûmiyet ve özgürlük yoksunluğu doldurabilir. Ahlakın teorisi olarak etik veya ahlakiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı hale gelmiş ahlakı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevini doğru ortaya koymak kadar, temel yaşam ilkesi haline gelene dek önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır. Siyasi iktidarla bağlantılı olarak hukuk ve ahlaka ilişkin bu kısa tanımlamalar, kapitalist ekonominin doğuşu söz konusu olduğunda büyük önem taşırlar. Din ve ahlak, hatta feodal hukuk aşındırılıp yer yer kırılmadıkça, kapitalist ekonominin toplumda tutunması zordur. Burada eski üst sınıf din ve ahlakını savunduğumuz anlaşılmasın. İleri sürdüğümüz, büyük dinlerin ve büyük ahlaki öğreti ve törelerin kapitalizm gibi bir sistemi, rejimi kendi ilkeleriyle bağdaşır bulmalarının çok zor olmasıdır. Siyasi güç bile bu konularda sınırlı bir etkiye sahiptir. Din ve ahlakın yıkımı siyasi erkin de sonunu getirir. 16. yüzyılda reformasyon, hukuk ve ahlak felsefesine ilişkin bu tartışmalar açık ki kapitalizmin doğuşuyla ilgilidir. Siyasi çatışmaların, gücün konumunun tanımını özce yaptığımız için tekrarlamakdan kaçınacağım. Protestan reformasyonu ve beraberinde yol açtığı büyük tartışma ve savaşların sonuçları, Yeniçağ Avrupa'sının kaderini belirleyen en temel etmenlerin başında gelmektedir. Max Weber Protestan ahlakının rolünü değerlendirirken, bence en önemli noktayı ihmal etmiştir. Protestanlık kapitalizmin doğuşunu kolaylaştırmıştır. Ama genelde dine ve ahlaka, özelde de Katolikliğe büyük darbe vurmuştur. Kapitalizmin bütün günahlarından Protestanlık da az sorumlu değildir. Dini ve Katolikliği savunma anlamında 72
belirtmiyorum; toplumu daha savunmasız bıraktığını idea ediyorum. Protestanlık nerede gelişmişse, oralarda kapitalizm sıçrama yapmıştır. Bir nevi kapitalizmin Truva Atı rolünü oynamıştır. Protestan reformasyonunun yol açtığı olumsuzluklara ve yarattığı yeni Leviathan'a karşı çağın bazı düşünürleri ilk ciddi uyarıları yaparlar. Bunlardan Nietzsche'yi kapitalist moderniteye karşı tutum alan ilk öncü olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Bu düşünürler anti-kapitalist özgür toplum ve özgür birey arayışçıları olarak önemlerini günümüzde de sürdürmektedirler. Hukuk tartışmalarında başı çeken Hobbes ve Grotius, yeni Leviathan'a (kapitalist devlet) yol açmak için hukuku yeniden teorikleştirmişlerdir. Bütün şiddet tekelini devletin eline vermek, toplumu silahsızlandırmaktır. Sonuç, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde artan merkezi ulus-devlet gücünün faşizme kadar tırmanmasıdır. Egemenliğin bölünmezlik kuralı, devlet dışındaki tüm toplumsal güçleri erksiz bırakmanın teorisidir. Kapitalist canavara karşı toplumu tarihte eşi görülmemiş biçimde öz savunma araçlarından yoksun kılmadır. Bu iki düşünürün, özcesi insanı insanın kurdu olarak ilan edip, bununla birlikte monarkın tekelci güç konumunu muştulamaları, tüm cephelerden kapitalist tekelin önünü açma işlevini görmüştür. Tekrarlarsak, siyasal tekel = ekonomik tekeldir. Machiavelli, hiçbir örtüye sığınma gereği duymadan, siyasi başarı için gerektiğinde hiçbir ahlaki kurala bağlı kalınmamasına cevaz veren diğer önemli bir 16. yüzyıl düşünürüdür. Faşizme varacak ilkeyi yüzyıllarca önce dile getirmiş oluyor. Yanlış anlaşılmaması açısından, tüm reformasyon çabasını suçladığım, eleştirdiğim idea edilmemelidir. Dinin reformasyonunun yalnız birkaç defa değil, sıkça yapılması gereğini savunuyorum. Yıllardır özellikle Hıristiyan reformasyonundan daha derin ve sürekli bir İslami reformasyon hareketine ihtiyaç olduğunu söylüyorum. Açık ki, bu çaba kapasite ve kişilik gerektirir. Ama Ortadoğu despotizmini aşmak açısından zorunlu bir görevdir. Ayrı bir cilt olarak düşündüğüm 'Ortadoğu Demokratik Konfederasyonu' çalışmamda bu ve benzeri birçok alanı tartışmaya çalışacağım. Rönesans ve Aydınlanma hareketlerini açmak bu satırların fazla ilgilendiği bir görev değildir. Çünkü bunlar farklı yüzyılların hare73
ketleridir. Ayrıca kapitalizmle ilişkilendirilseler bile, bu ilişki ancak dolaylı olabilir. Yine genelleme yapmak doğru olmaz. İçlerinde kapitalizme yol açmak kadar, yolu kapamak isteyenler de vardır. Kapitalist unsurların muhaliflerini para gücü ile asimile etmeleri anlaşılır bir husustur. Tıpkı iktidarın bağlamak istemesi gibi. Ama yakılmayı göze alacak kadar büyük özgürlük filozofları, reformatörler (Bruno, Erasmus), ütopyacılar, komüncüler olarak da bu dönemler tüm insanlığın hizmetindedir. Bir kez daha tekrarlamalıyım ki, Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma çağında tüm uygarlıklar ayağa kalktılar. Yeniden dirildiler. Kendilerini dillendirip resimlediler, melodileştirdiler; tanrılaştılar, kullaştılar; savaştılar, barıştılar; yendiler, yenildiler. Ama sonuçta yüzyıllardır toplumun yarıklarında, marjinal köşelerinde pusuya yatan kapitalistik öğeler, bu mahşer yüzyıllarının karmaşasında en hazırlıklı örgüt ve maddi güç sahipleri olarak, ortamı şiddet, para ve zihniyet çalışmalarıyla istismar ve asimile ederek, gerektiğinde zorla egemenliğine alarak kapitalist sistemi zaferle taçlandırmışlardır. Günümüze kadar da bu zafer yürüyüşünü sürdürmektedirler.
74
D- Kapitalizmin Mekânı Toplumun mekân sorunu irdelenmeye değer bir konudur. İnsan toplumunun hangi coğrafya ile bağlantılı olup geliştiğini anlamaya çalışır. Konu geniştir. Güneş sisteminin oluşmasından başlatılabilir. Hatta bunun ötesinde, güneşin etrafında üçüncü halka olan Dünya gezegeninin oluşum evreleri; atmosfer tabakaları, deniz, okyanus, akarsu ve yağmur oluşumları, kaya tabakalarının ortaya çıkmaları, toprak tabakası, okyanuslarda canlı ortamı ve ilk canlı hücreleri, yosunla başlayan bitkiler alemi, yine ilk bakterilerle başlayan hayvanlar alemi, hayvan-bitki ilişkisi, genel anlamda bitki ve hayvanlar aleminin evrimi, ilk insan ataları varsayılan primatlarla başlayan evrim zincirinin hangi halkasında insan türünün biçimlendiği gibi çok uzun bir soru ve cevaplar listesi coğrafyanın konusuna dahil edilebilir. Kalın çizgilerle ve spiral halkalar halinde insan-coğrafya ilişkisinde sıkı bir ilintililik olduğu açıktır. Örneğin atmosfer, bitki, hayvanlar, toprak ve tatlı su kaynakları bir gün kesilse, insan türü diye bir şey kalmaz. Hatta sanki muazzam bir zekâ eseriymiş gibi, bu ortamların ani bir bozulmaları bile insan yaşamının sonunu getirebilir. Dolayısıyla genel anlamda insan-coğrafya ilişkilerini daimi olarak göz önünde bulundurmayı gerektirir. Bunsuz toplumbilimi incelenemez, araştırılamaz. Hâlbuki son dönemlere gelinceye kadar sanki bu ilişkinin söz konusu edilmesi gerekmezmiş gibi bilim, felsefe ve din yapılmış, binlerce eser yazılmıştır. Tuhaftır, en çok gerçek dışı saydığımız mitolojiler, coğrafya-insan ilişkisi diyebileceğimiz konularla daha çok ilgilenmişlerdir. Bu, analitik zekânın duygusal zekâdan kopuşunun bir sonucu olsa gerekir. İnsan topluluklarının ilk klan düzeyinin 'uzun süre' aşamasında mekânın, yani coğrafi koşulların etkisi daha belirgindir. Dördüncü buzul döneminin sonuna kadar klan toplumunun sıçrama yapamamasını iç evrimin yetersiz kalmasından ziyade, coğrafi ortamın elverişsiz olmasına bağlamak daha doğru bir yorumdur. Yaşadığı varsayılan birkaç milyon yıl iç evrimleşmeler için yeterli bir süredir. Demek ki dış ortam gelişmeye şans tanımıyordu. Dördüncü buzul döneminin sonunda (M.Ö. 20.000'lerden günümüze doğru) bugün75
lere ana hatlarıyla benzeyen bir coğrafi ortamın oluştuğunda coğrafyacılar hemfikirdir. İnsan türü bu döneme kadar (galiba Amerika ve Okyanus Adalarının büyük kısmı dışında) Asya, Avrupa ve Afrika diye çok sonraları adlandırılan coğrafyada birçok aşamadan geçtikten sonra, dördüncü buzul döneminin sonunda Homo Sapiens (Düşünen insan) türünün etkinliğinde yeni döneme giriş yapmıştır. M.Ö. 20.000'den sonra üç kültür grubunun belirginlik kazandığını gözlemekteyiz. Mukayeseli antropolojik ve arkeolojik olarak. Birinci grup, daha çok Afrika kıtasından sürekli kopmaların son dalgası olan siyaha yakın Semitiklerdir. Bunlar Kuzey Afrika, Arabistan ve yer yer Zagros-Toros dağ sistemlerinin eteklerine kadar yayılma istidadı göstermişlerdir. Uygarlık aşamasına kadar çok yoğun, sonrasında da güç buldukları oranda. İkinci grup Sibirya eteklerinden kopup Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtasına, diğer ana kolu Büyük Okyanusun batı kıyılarına, adalarına ve iç kara olarak Orta Asya ve yer yer Doğu Avrupa'ya (Fin-Uygur) kadar yayılma olanağı bulmuşlardır. Sarı ve Kızılderililer olarak da adlandırılırlar. En büyük grubu bugünkü Çin, Japonlar ve Türkler oluşturur. Arada kalan daha elverişli ve geniş alanda Hint-Avrupa grubu dediğimiz beyaz tür yer alır. Uygarlığı ve daha önceki ön aşama olan neolitik tarım çağını başlatan esas grup bunlardır. Daha gecikmeli olarak, kuzey ve güney türü olan sarı ve siyahlar neolitiğe ve uygarlığa geçmişlerse de, yorumum, bu geçişleri ortada yer alan beyazların etkisi olmadan çok zordur. Hint-Avrupa grubunda neolitiği ve daha sonraki aşaması olarak uygarlığı başlatan mekân olarak Zagros-Toros eteklerinin geçiş için en elverişli koşulları sunduğu, tüm önde gelen antropolog, arkeolog, jeolog ve biyologların ortak görüşüdür. Esas belirleyici olarak hayvan ve bitki örtüsü, yağmur ve akarsu durumu, iklimi ve jeolojisiyle birlikte Afrika, Asya ve Avrupa arasında temel geçiş ve ana konaklama mekânı olarak, burası ideal bir konum arz etmektedir. Hint-Avrupa grubunun öncü çekirdeği olarak, tarihte uygarlığı ilk başlatanlarca (muhtemelen Sümerler tepe ve tarladaki bitki kültürünü çağrıştıran Aryan -günümüzde İran- kelimesini ilk kullanan kültür olmuştur) Aryen grup olarak tabir edilenler, bu mekânın neolitik-tarım ve daha sonra kent-devlet-uygarlık çağını başlatıp dün76
yaya yayılmasında başat rolü oynamışlardır. Savunmamın birinci kitabı bu konuya ayrıldığından tekrarlamayacağım. Esas konumuz olan husus, kapitalist ekonominin tarihte adı bile pek okunmayan bugünkü Hollanda ve İngiltere adasında nasıl olup da zafere ulaştığı konusunda bu coğrafyanın rolünü araştırmaktır. Günümüz sosyal bilimcileri coğrafyanın rolünü daha çok 'jeopolitika', 'jeostrateji' adları altında daraltarak ve esas özünü göz ardı ederek yorumlamaya çalışırlar. Hâlbuki tarihi-toplumsallıkla coğrafya arasındaki ilişki, daha temel ve öncelikli ele alınmayı gerektirir. Dallarla değil, köklerle uğraşmak herhalde daha anlamlıdır. Genelde çağların ve uygarlıkların coğrafi incelenmesi anlamlı bir antropoloji ve tarih bilgisi için şarttır. Mekânsız tarih olmaz. Zaten evrenin zaman-mekân ikilemi en temel boyutlar olarak hep dikkatlerdedir. Birbirlerine etkileri, hatta dönüşme, birleşme yetenekleri bilimlerce sürekli tartışılmakta, değerlendirilmektedir. 'Güçlü ve kurnaz adam' öykümüze yeniden dönelim. Geçerken şu noktaya da dikkat çekmeliyim ki, öykü ve bilgi-bilim arasında ilişkinin gereğine inanırım. Öyküsüz bilimin tam anlam kazanacağına kani değilim. O açıdan 'kurnaz ve güçlü adam' öyküsü, sosyal bilimlerde köşe taşı yapılması gereken kavramlardan biridir. Birçok toplumsal ilişkiyi daha iyi yorumlayabilmemiz için gerekmektedir. Kaldı ki, sayılamayacak kadar çok olay ve ilişkinin olduğu alanlarda, öyküleme bilime en değerli katkı aracını sunar. Pozitivizm denen dinsellik, olguculuk adı altında bu denli sayılması ve tespit edilmesi olanaksız olay ve ilişkileri tespit edemeyeceğine göre, geriye öyküleme benzeri din, ahlak ve diğer sanat türlerine başvurarak bilimi geliştirmek daha doğru yol olsa gerekir. Kurnaz ve güçlü adam egemen erkeğe geçişle başlayıp, günümüzün süper güç odaklarında üslenenlere kadar uzun, labirentli, bol komplolu bir yol izler. Bu adam veya adamların mekânlarını, zaman zaman açık, bazen gizli saklandıkları yerleri araştırmak önemlidir. Onları daimi stratejik bir güç olarak sürekli toplumsal hamleler (ekonomik, siyasi, askeri), taktikler içinde tasarlamak bilgilerine bizi daha da yaklaştırır. 'Güçlü ve kurnaz adam' kadının ev ekonomisine bir hırsız gibi girdi. Talanla yetinmedi. Daha da vahimi, kadını daimi tecavüzü altında tutarak, kutsal aile ocağını kırk haramiler yatağına dönüştür77
dü. Ne yaptığını bilen bir hainin ruh halini hiçbir zaman terk etmedi. İlk sermaye birikimlerinin tohumları bu iki mekânda atıldı. Birincisi, ev ekonomisinin yakınlarından bizzat evi işgal etme; ikincisi, devletin resmi, meşrulaşmış tekeline karşı özel tekel halinde kırk haramilerin üs merkezlerinde veya yakınlarında mekân tutma. Toplumun ve devletin gözetiminden çekindiği için, erkenden hileli ve maskeli yüzle mekânları arasında gezindi. Pusuda yattı. Fırsat bulduğunda aslan kesilerek avının üzerine atladı. Bazen tilki kurnazlığıyla avını yakaladı. Bukalemun gibi her ortama renk vermekten geri kalmadı. Marjinal noktalarda ticaret uzmanı kesildi. Uygarlıkların erişemediği kent ve kırsal alan onun sıkı gözetimindedir. Toplumun yarıldığı noktalara yerleşmede ustadır. Denge rolünü oynayarak iki tarafı da soymasını bilir. Kısa ticaretten az, uzun yol ticaretlerinden ise azami kazanmanın çok iyi farkındadır. Kârlı alanları adeta burnuyla koku alırcasına tanıması ve yönelmesi, mesleğinin temel kurallarındandır. Eylemini bu yolların stratejik korsanlığı olarak değerlendirmek öğreticidir. Sermayenin yurdu yoktur denilirken, bu gerçeklik dile getirilmek istenir. Denilebilir ki, madem kent-pazar-ticaret kapitalistin ön şartları iken, neden bu mekânlarda zaferini erkenden ilan etmedi? Bu noktada önemle belirtmeliyim ki, kapitalizmin sistem olarak gelişmiş bilim ve teknolojiyle direkt bir ilişkisi yoktur. Amsterdam kentine bağlı olarak başarılı bir doğuş yaptığı gibi, Uruk sitesinde de doğuş yapabilirdi. Tüm sisteme oynama yerine, bir işbirlikçi tüccar veya tezgâhtar başı, çiftlik sahibi gibi kalmak daha çok işine gelebilir. Fakat esas neden rahip, siyaset ve askeri tekelin ona hâkimiyet kurabilecek bir yer vermemesi olabilir. Denenmiş ve meşruiyet kazanmış bu güç odakları, dördüncü bir odağı fazla ve belki de yapısından ötürü varoluşlarına karşı bir tehlike olarak görmüş olabilirler. 'Güçlü ve kurnaz adam'ın dördüncü bir tekel olarak sisteme oynamayı yer yer denediğini görüyoruz. Ama hep yeniliyor. Sanıyorum birçok kentin beklenmedik coğrafyalarda bir enkaza dönüşmesi bu tür gelişmelerle mümkündür. Hem ilk hem ortaçağlarda çok zengin tüccar kentlerinin aniden tarihten silinecek kadar bir viraneye çevrilmeleri, dördüncü tekelin (ilkel kapitalizmin) siyasi ve askeri direnişiyle bağlantılı olabilir. Hindistan-Pakistan coğrafyasın78
da Harappa kentinin (çok gelişmiş, yazıyı bile kullanan, mimarisi düzgün, oldukça zengin bir kent; M.Ö. 2500) çok erkenden silinmesi, komşu coğrafyadaki rahip-siyaset-asker üçlüsünün tekeli karşısındaki rekabeti ve başkaldırısı nedeniyle olabilir. Önceleri Sümer kökenli bir uygarlığın ticaret kolonisiyken, bağımsızlık peşine düşüp başkaldırma ihtimali güçlü bir olasılıktır. Kazansaydı, belki de rakiplerine benzer şartları olmadığı için, ilk Amsterdam gibi bir sistem (ilk kapitalist deneyim) kurmaya yeltenebilirdi. Daha çarpıcı bir örnek Kartaca'nın öyküsüdür. Fenikelilerin Akdeniz'in en uç noktalarında M.Ö. 8. yüzyılda inşa ettikleri bu kent, tamamen ticari ağırlıklı bir kentti. Adeta Batı Akdeniz'i ve Kuzey Afrika'yı temsil eden ve hinterlandı gibi kullanabilen konumdaydı. Çok geliştiği açıktı, fakat koşullar gereği imparatorluk oluşturmama gibi bir zaafı vardı. Oluşturmak isteyenlere de engel oluyordu. Roma'yla çelişkisi bu nedenle olsa gerekir. Roma'nın İtalyan yarımadası nedeniyle kent devletini aşma ve geniş alanlar üzerinde cumhuriyet veya imparatorluk kurma yeteneği vardı. Kartaca'nın kurtuluşu için tek şartı, İspanya ve Fransız İmparatorluğu karşısındaki Amsterdam'ın yaptığını yapmaktı. Yani kentin gelişkin ticari tekel karakterini kapitalistik bir devlet aygıtıyla giderek genişleyen bir coğrafya üzerinde (örneğin Kuzey Afrika'nın tümü veya Emevi sülalesinin İspanya'da kurduğu gibi İspanya'da bir devlet tekeli kurmak) birleştirmek, takviye etmekti. Bunun dışında Roma Cumhuriyetinden kurtuluş şansı yoktu. Roma'nın da Kartaca'yı yenmekten başka şansı yoktu. Çünkü yanı başında sonunu getirebilecek bir alternatif olabilirdi. Küba-ABD ilişkisini nasıl da çağrıştırıyor! Halen ünlü bir deyim olarak söylenir: Romalı senatörlerin her toplantı açılışında ayağa fırlayıp ilk söyledikleri söz, "Şu Kartaca işi ne olacak?" olmuştur. Roma'nın benzer bir kurbanı da imparatorluğun ilk çöküş krizlerini yaşadığı M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısında Suriye'nin doğusundaki ünlü Palmyra kentinin başına gelenlerdir. Suriye'deyken sık sık ziyaret ettiğim bu şehrin kalıntısını büyülenerek seyrettim. Çölde yer altından çıkan bir su etrafındaki hurma ormanının kenarında kalesi, surları, agorası, tapınağı (ünlü Delf Tapınağı), senato binası, vadi mezarları, uzun çarşıları, çok sayıda saraylarıyla muhteşem bir 79
kenttir. Taş oymacılığının tam bir harikası olma vasıflarına sahiptir. İnsanı huşu ve dehşet içinde bırakan bir kenttir. Önemi doğu-batı, kuzey-güney ticaret ağının merkezinde yer almasından; Roma ve İran-Sasani İmparatorluğu arasındaki tampon kent-devleti rolünden ileri gelmektedir. Uzun yüzyıllar ticaret tekelleri üzerinde büyüdükçe büyüyor, zenginleştikçe zenginleşiyor. Dönemin Amsterdam'ına veya günümüzün Newyork'una benzetmek bana göre az bile gelir. Evrensellik açısından! Roma İmparatorluğu, tıpkı Kartaca gibi bu örnekten de çok rahatsızdır. Tarih kentin son döneminde (M. S. 270'ler) Roma'ya bağlı bir nevi krallık statüsünde sülaleye dayalı bir güç erki olmayla yetinmediğini, bizzat Roma'ya alternatif olmaya soyunduğunu göstermektedir. Kartaca'nın başaramadığını Palmyra başarabilecek mi? Sorun budur ve tehlikeli bir potansiyel arz ettiği açıktır. Roma İmparatoru Aurelius'un uzun çatışmalardan sonra zaptettiğinde, kenti dönemin güçlü kraliçesi Zennube'ye olduğu gibi bırakmak istediği söylenir. Kendine bağladıktan sonra bağımlı bir eyalet olarak Zennube'ye bırakır. Dönerken yarı yolda kentin tekrar başkaldırdığını ve bağımsızlık peşinde koştuğunu duyduğunda, büyük bir hışımla kentin üzerine yürür. Bir daha kendine gelmemek üzere, sadece harabesini geride bırakarak Roma'ya döner. Yanında Sasanilere kaçarken Fırat kıyılarında yakalanmış Zennubey'le birlikte. Bütün zenginliğiyle Zennube'nin bir esir gibi Roma halkına teşhir edildiği tarihin diğer bir sözüdür. Roma'nın kadın dili beni hep etkilemiştir. Zenubbe öyküsünü anladıktan sonra, bunun sırrını yakalamış gibiyim. Roma sadece bütün yolların bağlandığı kent değil, bütün yetenekli güç sahibi kral ve kraliçelerin de taşındığı bir kenttir. Tabii başıma gelenin (yarı komik-yarı trajik Roma çıkışım) Roma'nın bu tarihiyle yakından bağlantısı olsa gerek. Spartaküs, Saint Paul ve Bruno'yu iyi özümsemiş olsaydım, daha dikkatli olacağım açıktı. Bir de Gramsci'yi iyi okumam gerekliydi. Ah Sosyalistler! Palmyra'nın da kurtuluşu için tek yol, Amsterdam veya London yoluydu. Direndi, fakat başaramadı. Antikçağın Atina'sını da örneklemek öğretici olabilir. Deniz ticaretinin ürünü olan bu kent (M.Ö. 500-350), döneminde uygarlığın 80
yıldızı gibiydi. İlkel kapitalizmin en çok geliştiği bir kent olduğunu tespit etmek mümkündür. Büyük ve özel (devlet değil) ticaret tekelleri, yüzlerce mil ve kilometreler ötesinden işler halleder. Zenginlikler Atina'ya akıyor. Doğu Akdeniz'den Marsilya'ya, Kuzey Afrika'dan Makedonya'ya, tüm Anadolu Karadeniz ticaret ağlarıyla Atina'ya artık-ürün ve para akıtmaktadır. Felsefeyi yaratmış, zanaat fabrikanın eşiğine gelmiştir; gemi yapım sanatı zirvede, para devrededir. Her tarafta kolonileri vardır. Atina'ya her yandan zenginler, para sahipleri geliyor. İlk defa kozmopolit niteliği kazanıyor. Şahsi yorumum, tek eksiği olarak yarımada içindeki birliği sağlayamamasının kapitalist zaferin önündeki tek engel olmasıdır. İşgücü sorunu da yoktu. Pazarda köleler sudan ucuzdu. Gelinen aşamada Atina ya köleliğin eski yapısını aşıp, yarımada ölçüsünde bir ulusal devlet olarak çıkış yaparak erkenden bir Hollanda olacaktı, ya da rakipleri tarafından yenilip önemsiz bir konumda bırakılacaktı. Kara gücü olarak Sparta Krallığı ve deniz ötesinden gelen Pers İmparatorluğu bu kenti yüzyıldan fazla sürekli dövdüler. Ama o demokrasisiyle kendini hep ayakta tutmaya çalıştı. Makedon kralları baba Filip ve oğul İskender'in pençesi Atina'yı stratejik bir yenilgiye soktu. M.Ö. 300'lerden sonra yükselen Roma ve Anadolu Helenistik krallıklar karşısında pek hamle yapacak şansı kalmamıştı. Proto-kapitalizmin ortaçağ İslam uygarlığındaki örnekleriyle Hint yarımadası ağzında kurulan örneklerini sunmak kaba bir tekrar olur. Bu dönemin en çarpıcı örnekleri İtalyan yarımadasındaki ünlü kapitalist kentlerdir. Venedik, Cenova ve Floransa'nın, eski tarz imparatorluk sevdasında olan İspanya, Fransa ve Avusturya kaynaklı olanları tarafından yarımadanın bütünlüğünde olduğu gibi her kentin üstündeki egemenlikleri de kırılıp ellerinden alınınca, daha erken bir Amsterdam ve London olma şansını kaybettiler. İtalyan kentleri modern kapitalizm için gerekli her şeyi yaratmışlardı. Sermaye birikimi, banka, şirket, kredi, finans araçları olarak senetler, uzak ve yakın ticaret, manifaktür, zanaatkâr ve sanatkârların her çeşidi, dönemin tüm endüstri mamulleri, cumhuriyet ve imparatorluk deneyimleri, din ve her tür mezhepleriyle İtalya yarımadası, 1300-1600 döneminde daha sonra doğacak Avrupa'nın laboratuarı ve prototipidir. Ayrıca Rönesans'ın yurdudur. Bu şüphe81
siz diğer Doğulu coğrafyayla öncü ilişkileri ve tarihi mirasıyla bağlantılıdır. Bu dönemin İtalya'sı demek, İslam'ın Ortadoğu'su, Çin, Hint ve hatta yeni yükselen Rusya demektir. Bu coğrafyanın birikimleri Venedik, Floransa ve Cenova başta olmak üzere, kent ticaret tekelleri tarafından doymak bilmez bir iştahla yarımadaya taşınmışlardı. Daha da önemlisi, tarihinde ilk defa tüm Avrupa çapında İtalyan kentlerinin öncülüğünde gelişen kentleşme hareketleri, sermaye birikimi için muazzam bir hinterland oluşturuyordu. Her Avrupa kentinde bir İtalyan tüccar parmağını görmek mümkündü. Zaten Katolik Kilisesi çoktandır uygarlık zeminini döşemişti. Rönesans öncülük için son kesin söz oluyordu. İtalya'nın İngiltere ve Hollanda olamamasının tek nedeni coğrafyasıydı. Paradoksal olarak aynı coğrafya kent kapitalizminde öncü kılıyor, yarımada çapında zaferin eşiğine getiriyor, ama nihai zafer adımını atamıyordu. Attığında başına gelmedik bela kalmıyordu. Nedeni çok açıktır. Eğer İtalya erken dönemin İngiltere'si olsaydı, kendini işgal etmek isteyen İspanya, Fransa ve Avusturya'nın taçlarını başlarına yıkıp, tıpkı Roma'nın imparatorluk çıkışı gibi ikinci bir dünya emperyali olabilecekti. Ama kapitalist sosyoekonomik temel üzerinde. Taç sahiplerinin İtalyan kentlerinin başına üşüşmeleri son derece anlaşılırdır. İtalyan kentlerinin yeni sosyoekonomik temel üzerinde birliği imparatorlukların sonu olacak, önce Avrupa'da ve sonra da tüm dünya üzerinde bir yayılma dönemi kaçınılmaz hale gelecekti. Bunun için başta sermaye olmak üzere ellerinde her şey vardı. Başarısızlık gerçekten büyük şansızlık ve üç yüz yıllık bir ulusal gerilik anlamına geldi. Bence ikinci Roma olamama coğrafi nedenlerle kıl payı kaçırıldı. Birinci Roma da kuzeyden uzun yürüyüşten sonra saldıran Hannibal'den kıl payı kurtulmuştu. Bu sefer kuzeyden saldıranlar, bir değil kırk Hannibal'e bedel güçlerdi. Dolayısıyla şansı yoktu. Bunun için tek yol, Arap İslam'ının tüm Ortadoğu'da yayıldığı gibi bir kılıç dini olacaktı. Roma'daki Hıristiyanlık yerine İslam olsaydı veya Katolik Hıristiyanlık dini ve siyasi yayılmayı birlikte ve kılıçla yürütseydi, dünya tarihinin seyri bambaşka olurdu. İnsan şunu sormadan edemiyor: Hıristiyanlık olmasaydı, Roma'nın sonu nasıl olurdu ve nelere yol açardı? Daha ilginci, Fatih Sultan Mehmet, Pa82
pa'nın davet ettiği gibi bir nevi kılıçlı Hıristiyan olmayı kabul etseydi, sonuçlar nasıl olurdu? Tarih spekülasyon alanı değildir. Ama her zaman birçok alternatifi de beraberinde taşıdığı inkâr edilemez bir gerçekliktir. İtalyan kentlerinin başaramadığını 16. yüzyılın sonlarında Amsterdam ve Londra başardı. Nedenleri ve sonuçları tarihçiler tarafından en çok araştırılan ve tez konusu olan alandır. Oldukça da aydınlatılmıştır. Nedenlerini kısaca sıralarsak: 1- Tüm eski uygarlık alanlarının Atlas Okyanusuna en geç ve en zayıf ulaştıkları Kuzeybatı Avrupa'nın ucunda yer almaktadırlar. 2- Avrupa'nın üç büyük gücü Fransa, Avusturya ve İspanya Krallıkları kendi aralarında Avrupa üzerinde egemenlik savaşı yürütmektedirler. 3- İtalyan kentleri kadar tehlikeli görülmeyip üzerlerine birleşik ve yeterli güçle gelinmemektedir. 4- Reformasyonun Kuzey Avrupa'daki yayılmasında öncülük yapmaktadırlar. 5- Atlas Okyanusu kıyılarında olmaları uzak ve yakın ticarette büyük avantaj sağlamaktadır. 6- İtalyan kentlerinin bütün maddi ve manevi kültürlerini transfer etmişlerdir. 7- Feodalizmin hem maddi hem manevi kültürü bakımından zayıf olduğu alanların başında gelmektedirler. 8- Ulaşım, tarım ve endüstrinin kapitalistleşmesini engelleyecek güçlü bir feodalizm oluşmadığı gibi, uygarlaşma birçok bölgede belki de ilk defa kapitalistik nitelikte gelişmektedir. Sayısını daha da arttırabileceğimiz bu nedensel etkiler coğrafik konumla yakından bağlantılıdır. Jeostrateji ve jeopolitika gerçekten en elverişli konum arz etmektedir. Toplumsal koşullarla bu konum birleşince başarı mümkün kılınmıştır. Avrupa ve Asya, hatta Afrika birleşik üç kıtadır. Afrika'nın son buzul dönemine kadar insanlık serüveninde öncü konumda olduğu antropolojinin önemli tespitlerindendir. Öncü coğrafya daha sonra Zagros-Torosların çok çekici mümbit eteklerinde neolitik devrim olarak el değiştirdi. M.Ö. 15.000'lerden M.Ö. 4000'lere kadar bu dağ etekleri daha sonra uygarlık olacak süreç için ne gerekiyorsa hepsini üretti: Maddi ve manevi kültür olarak. Neolitik devrime ta83
rihin en büyük devrimi demek yerinde bir tespittir. Dicle ve Fırat suları bu dağlardan ve eteklerinden sadece en verimli toprakları Haliç deltasına yığmadılar; ilk gemiler ve gemicilik zanaatıyla kendilerini ve tüm kültürel değerlerini de taşıdılar. Eridu ve Uruk kentleri ilk uygarlık serüvenine başladığında, aslında bu kahırlı yolculuğun değerlerini sentezleştirmişlerdi. Büyüme kutsal ırmaklar kenarında ve okyanusa döküldüğü ağza kadar bir nehir akışı gibi devam ediyordu. Kesintisiz ve büyüyerek. Uruk sıradan bir insanlık kültürü değildir. Yeni bir mucizenin başlangıcıdır. Uruk Tanrıçası İnanna'nın sesi halen tüm destanların, şiir ve türkülerin ana kaynağıdır. Bu ses bu muhteşem kültürün sesidir. Çirkin erkeğin henüz lekelemediği kadının sesidir aynı zamanda. Uruk kültürü kendi coğrafyasında çiçek açtı. Peş peşe kentler çığ gibi arttı. Bir kent kuşağı oluştu. Güçlü ve kurnaz adam bu sefer asıl birikim kaynağını kentin artan ticari olanaklarında gördü. Dağ eteklerine kadar tersinden bir kültürel akış başladı. Neolitik coğrafyanın kent tarafından yutulmaya başlandığı başlangıç sürecidir. Giderek kısılan İnnana'nın sesi, etkisizleşen kadının sesidir. Kurnaz ve güçlü adamın artık sesi de gürdü. Sümer dilinin ön takıları kadın cinsi karakterindedir. Bu husus dilin oluşumunda kadının rolünü gösterir. Güce dayalı uygarlığın coğrafi serüvenini burada açma gereği yoktur. Fakat yazılsa iyi olur. Ama bir ana nehir gibi aktığını ve binlerce kilometrelik kıyı ve engebeli araziyi aşarak, en son Amsterdam ve London kıyılarında yeni bir kültürü arkada bırakarak Atlas Okyanusuna döküldüğünü simgesel olarak belirtmekle yetinelim. Tüm çağlardan ve coğrafyalarından alınan maddi ve manevi kültürün en son bu iki kentin öncülüğünde modern kapitalist ekonomiyi ve ulusu tarih sahnesine çıkardığı açıktır. Aynı bölgeler neolitik kültürü de en geç alan bölgeler konumundaydılar. Coğrafyayla kültür arasında şu tür bir ilişkiyi hep görüyoruz: Eski kültürün köklü olduğu alanda, yeni bir kültürün oluşumu çok zordur. Eski kültür yeniyi kolay kolay kabul etmiyor. Kendini savunuyor ki, bu da anlaşılır bir husustur. Ortadoğu'da eski uygarlık kültürünün yeterince işgal etmediği tek alan Arabistan yarı84
madasının iç bölgeleriydi. Bu coğrafi boşluk İslam'ın sosyal coğrafyasını oluşturdu. Bu coğrafya olmasaydı İslam da olmazdı. Kuzey Avrupa ve iki uç ülke (ülke kavramı ulusal sınır anlamında bu dönemde yeni yeni ortaya çıkmaktadır), İngiltere ve Hollanda eski uygarlıklar açısından boş denecek kadar bakir topraklardır. Eğer yeni bir tohum atılırsa en iyi yeşerebilecek alan olmaları bu özellikleri nedeniyledir. Derinliğe kök salma ve kalıcı olma şansı yüksektir. Kapitalist ekonominin bu tohumu atılmış ve iyi tutmuştur. Uruk kültürünün bir kıyıdan diğer bir kıyıya taşınan son mirasıdır. Bu mirasın taşıyıcıları hep tüccar olmuştur. Denilir ki, tüccarlar kârın bol ürediği alanları iyi sezen insanlardır. Güç odaklarının ufkunda yer almayan bir nevi marjinal bölge konumları ve uzun yol avantajlarının şansın olumlu yönde tecelli etmesine yol açtığını önemle belirtiyorum. İtalyan kentlerinin tüm kapitalistik bulgularına ve İspanya-Portekiz yarımadasının keşfettiği coğrafi yollara korsanvari konarak öncülük şansını pekiştirdiler. Yapılan, kendi dillerine bir asimile işlemiydi. Avrupa'nın büyük güçler arası iç savaşı dıştan gelecek tehlikeyi önlerken, içte yeni ekonominin kesin verimliliği (ucuz işgücü ve hammadde), 16. yüzyılın sonlarında bu coğrafyadaki doğuşu başarılı ve kalıcı kılmaya yeterliydi. Aralarında sadece bazı biçimsel farklar bulunan bu iki güç, kurdukları ittifakla yeni ekonomiyi dünya çapında temsil etme konumuna geçtiler. Ekonominin yeniliği devletin de kendini yenilemesine, verimli ve başarılı devlet biçimine doğru evrilmesine yol açtı. Ekonomik üstünlük askeri ve siyasi üstünlüğe katkıda bulundu. Tüccar tekelleri ilk defa devlet tekelleriyle ortaklık (Batı ve Doğu Hint Kumpanyaları) kurarak yarı resmi güce eriştiler. Hep uçlarda ve dehlizlerde gizlenen, tutunan uygarlık gaspçıları, ilk defa meşruiyetleri tartışılmaz efendiler haline geldiler. Eskinin tüm aristokrat yaftalarını kral ve kraliçelerinin eliyle üstlerine taktılar. Nasıl zamanında Uruk aslanının 'Gılgameş'in önünde duracak gücü yok idiyse, en son mirasçıları Amsterdam ve Londra (aslan demeyelim) yırtıcılarının karşısında duracak güç kalmamış gibidir. Kalsa da, tıpkı Gılgameş'in aslanı boynunda tutup boğması gibi boğmaları zor değildir. 85
Tanrıça İnanna'nın ilk zorba ve kurnaz erkek tanrısı (tanrılaştırılmış egemen erkek), Eridu kentinin koruyucusu Enki'nin elinden kadın icadı 99 sanat türünün eserlerini kurtarmaya çalışırken yaptığı savaşı dile getiren destanı, aslında ilk ve en etkili destandır. Mirasçısı sayılan İngiltere ve Hollanda kraliçelerinin ise, sanki zorba ve kurnaz erkeğin bütün çirkinliklerinin kadında yansıtılmış sembol figürleriymiş gibi biçim kazanmaları, adeta bütün uygarlık serüvenini özetler gibidir.
86
E- Tarihi-Toplumsal Uygarlıklar ve Kapitalizm Toplumu biçimlendirme eylemi olarak kapitalist sektörün karşılıklı rolünü yorumladığımızda, toplum biçimleri sorununa daha somut yaklaşmış oluruz. Şu sorunu cevaplandırmaya çalışıyorum: Kapitalist-ekonomi ve toplum biçimi, toplumsal-tarihsel bir zorunluluk mudur? Cevap olarak savunmamın bu bölümü, tarihseltoplumsal bir zorunluluğun olmadığına ilişkindir. Tarihsel materyalizmin Marksist yorumunun (kaba materyalizm) büyük bir yanlışı ve saptırması, zorunluluk olduğu ideasıdır. Daha da vahimi, toplum biçimlerinin art arda düzenlenişi, Hegel idealizminin materyalizm adı altında sunulması ikincil bir türevden başka içerik taşımaz. E. Kant'ın çok utangaçça yapmaya çalıştığı, bu tür nesnel gelişim anlayışına karşı öznenin gücünü, dolayısıyla ahlakın bir özgürlük tercihi olarak rolünü belirtmiş olmasıdır. Marksizm özgürlük ahlakı açısından Kantçılığın da gerisine düşmektedir. Diğer sağ liberal anlayışlardan bahsetmek bile gereksizdir. Onlar kapitalizmi sadece bir zorunluluk olarak değil, tarihin son sözü olarak değerlendirirler. Dinden daha tehlikeli olan ve arkasına en tutucu din olarak pozitivizmi alan bu kapitalizm tanımlamalarının içyüzü açıklanıp boşa çıkarılmadıkça, özgürlük tercihinin herhangi bir şansı olamaz. Zaten iki yüz yıllık sosyalizm ve reel sosyalizmin tarihi de kapitalizme soldan destek olma çabasını aşamadığını göstermektedir. Mesele hatanın, yanlışın nerede yapıldığının çok üstündedir. Paradigmanın kendisi yanlıştır. İçinden ayırt edici bir iki yanlış veya doğrunun olması, paradigmatik açıdan sonucu pek değiştirmez. Topluma düz bir çizgi üzerinden yaklaşıp, sırayla her biçiminin sanki Levhi-Mahfuz'da (tanrı katında çok önceden belirlenmiş) yazıldığı gibi bakılmaktadır: Sırası gelince gerçekleşir. Ortaçağın cüzi ve külli irade tartışmaları bile bu tür pozitivist-materyalist yaklaşımların üstündedir. Sosyalizm uğruna verilen büyük mücadelelerin yenilgisinde belirleyici etken, topluma ilişkin bu paradigmatik yaklaşımdır. Bundan önceki başlıklar altında yaptığım tanımlamalar açık ki bu yaklaşımların tamamen dışındadır. Kapitalizmi zorunlu bir 87
toplumsal aşama olarak görmek şurada kalsın, bu yaklaşımın kendisi ya bilerek ya da bilincinde olmadan bu sistemin etkisi altındadır ve propagandasına alet olmaktadır. Sondan söyleyeceğimi önceden söyleyeyim. Kapitalizm bir toplum biçimi olamaz. Etkilemek ister, etkili olur, ama biçimi olamaz. Denilebilir ki, dört yüz yıldır dünyaya egemen olan tek biçim değil midir? Egemen olmak ayrı bir husus, biçim olmak ayrı bir husustur. Tarih üç toplum biçimini veya tarzını tanımaktadır: İlkel klan toplumu, sınıflı devlet veya uygarlık toplumu ve demokratik çoklu toplum. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum gibi çizgisel ilerlemeci yaklaşımlar fazlasıyla dogmatiktir. Diğer bir deyişle idealist ve kadercidir. Daha da önemlisi, tanımlamamda üç toplum tarzı da düz çizgisel bir doğrultuda ilerlemez. Derinleşen ve genişleyen döngüsel bir sisteme daha yakındır. Diyalektik işleyişi kabul etmekle birlikte, uçların birbirini yok ederek ilerlemesi gibi bir yorumu doğru bulmadığımı açıkça belirtmek durumundayım. Tez, antitez ve sentezci yaklaşımlar evrenin işleyiş esaslarını açıklamada elverişli bir mantık aracı olabilir. Ama çok zengin, farklılığı mümkün kılan, karşılıklı beslenmeyi tanıyan (simbiyotik ilişki) bir diyalektik ilişki tarzı veya kavrayışı doğanın diyalektik işleyişine daha yakındır. Veya açıklayıcı niteliktedir. Unutmamak ve farkında olmak gerekir ki, evrende en küçük zerreciklerden tutalım kozmos seviyesindeki bütünlüğe kadar, oluşumu mümkün kılan ikilemler ve bunların karşılıklı ilişki ve etkilemelerinden doğan, her ikisini bağrında taşıyan, fakat ikisinin de toplamından farklı olan bir oluşum tarzı esastır, evrenseldir. Tüm değişimin ve gelişimin temelinde bu tarz oluşumu görmekteyiz. Toplum da bu oluşum tarzının dışında bir varlık değildir. Aynı tarzın oluşum diline sahiptir. Özcesi, ikilemleri sürekli oluşturur. Bundan ikisini de bağrında taşıyan, ama toplamlarını aşan yeni farklı oluşturmalara imkân tanır. Toplumların değişim ve gelişimlerindeki diyalektiği böyle algılamak, somutun bilgisine daha fazla sahip olmamızı sağlar. En küçük toplumsal birimlerden bütünleşmiş biçimlerine kadar bu diyalektik anlayışıyla yaklaştığımızda, yorumlama ve algılama gücümüzün daha insani özelliklerimizi (özgür insan potansiyeli) harekete geçireceğini belirtebilirim. 88
Hem toplumu bireyde somutlaştırarak sorumlu özgür bireyi geliştirebiliriz, hem de özgür bireylerden etkilenmiş toplumu daha çok özgürleştirebiliriz. Özgürleşme imkânı en iyi eşitlik ve demokratikleşme potansiyeline ve şansına sahiptir. Tekrar belirtmeliyim ki, toplumsal gerçekliğin üçlü dinamiğini belirtirken bir keşifte bulunmuyorum. Sadece evrensel oluşum dinamizmini topluma uyarlamaya çalışıyorum. Neden üçlü dinamizmler diye bir soru sorulursa, VAROLUŞ'tan ötürü derim. Eğer var olmak da bir sorun olarak cevabını bulmak isterse, o zaman neden varız sorusuna atlamak gerekir. Fakat var olmak bence tartışılmaz. Varlık olmasaydı, zaten bu soru ve sorunlara da hiç gerek olmayacaktı. Olmayan bir şeye yer olmaz. Olmayanlık durumunda sadece oluşumsuzluk, hiçbir şey olmamaktan bahsedilebilir ki, bu da saçmalık dediğimiz şeydir. Eğer varlığı, varoluşu kabul ediyorsak, oluşum tarzından bahsetmek anlamlıdır. Yaşamın tüm anlamı, düşüncenin tüm gelişimi, değişim ve gelişimin oluşumdan kaynaklandığını sezmişlerdir. Bu temelde mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel düşünme kategorilerinde muazzam bir külliyat oluşturmuşlardır. Herhalde bu külliyatları inkâr edemeyiz. Hepsi de esasta oluşumu cevaplandırmak istemiştir. Bunun için kimi mitolojik, kimi dinsel yönteme başvurmuş, bunlar yetmemiş, imdada felsefe ve bilim kategorileri yetişmiştir. İşlevsellikleri aynıdır, fakat cevapları farklıdır. Oluşumun nedeni, nasılı ve amaçları hep sorulmuş, her kategori kendi disiplinine göre cevaplar üretmeye çalışmıştır. En iddialı disiplin olan bilim, oluşumun üçlü dinamiğini önemli oranda aydınlatmıştır. Madde-enerji, parçacık-dalga mekaniği kuantumlar düzeyine taşırıldığında (hem teorik hem deneysel) ikilemin hep oluşumlara yol açtığını, bu oluşumların ürünü olan sonucun hep içinden çıktığı ikilemin (madde-enerji, parçacık-dalga akımlarının everenselliği vardır) izini ikisinin üçüncü içinde devamını sürdürerek farklılaştığını, değişimin gelişme veya ters-gerileme biçiminde olduğunu, varlık dinamizminin temel karakteristiğinin bu tarz olduğunu kanıtlamıştır. Yeniden kanıtlamaya da gereksinim yoktur. Kendimize bakalım. Baba-annenin çocuğu, anne ve babaya çok benzeyen, ikisinin kalıtını sürdüren, ama bunu farklılaşarak (Bu 89
farklılaşma çok yavaş seyreder. Doğanın her olayında farklılaşma böyledir) yeni bir biçimde temsil eden bir oluştur. Ezeli oluşun bir zerreciği olarak da yorumlanabilir. Oluşum ancak bu tarzda olmakla aslında varlık savaşını kazanıyor. Nedir varlık savaşı? Var kalmak nasıl oluyor? Var kalmak, kendini değiştirerek sürdürmektir. Niçin? Belki de var olduğunu kanıtlamak için. Değişerek var olmanın tanrısallığını, muhteşemliğini seyre dalmak için! Saçmalık şuradadır: En yakınımızdaki oluşları gözleyerek sağlam bir mantık edinmemiz gerekirken, neden bu asli hakikatten bu kadar uzaklaşabildik veya uzaklaştırıldık? Eğer bu saçmalığı aydınlatırsak, esas meseleye gelmiş olacağız. Toplumsal olgunun işleyiş karakterini daha doğuşundan itibaren saran anlatım ağlarını, örüntülerini, örtülemelerini söz konusu ediyorum. Toplumsallık neden bu örtülemelere ihtiyaç duydu? Zekâ bu gelişmeler karşısında neden duygusal ve analitik boyutlara bölündü? İşlevleri neler oldu? Verilecek cevaplarla toplumsallığımızı olduğu gibi, olmasını istediğimiz gibi yorumlayıp değiştirebileceğiz. İnsan, özne olarak, YORUMLAYIP İSTEDİĞİ BİÇİMDE DEĞİŞTİRME değeri olan bir varlıktır. Yorumlama ve arzu (diğer bir deyişle düşünme ve duyumsama, isteme) ne kadar oluşum dinamizmine denk düşerse, yeni biçimin gelişme şansı o denli yüksek olur. Ne kadar uzak düşerse, toplumsallıkta ya tutuculuk ya gerileme yaşanır. Duygusal ve analitik zekâ gelişimi bu sorunlar etrafında gelişir. Epey felsefi yoruma kaçan bu bölümü burada kapatmalıyız. Daha çok Özgürlük Sosyolojisi'nde açımlamaya çalışacağım. Klan diye adlandırdığımız toplumsallık, şüphesiz ki durağan bir oluş değildir. Türün farkını (diğer insanımsı primatlardan) geliştirmesi, klan toplumunun da gelişmesidir. Temel sorunu var kalmaktır. Genel olarak da bir toplumun (binlerce topluluğun toplumu) sorunu öncelikle var olmak, ayakta durmaktır. Kendini toplum olmaktan çıkarmak isteyen güçlere karşı varlığını savunmaktır. Her zaman ve her yerde toplumların bu sorunu vardır. Bu savunma bazen tehlikelere, risklere karşı öz savunma biçiminde varlığını korumak hedefine kilitlenir. Bazen elverişli, simbiyotik, karşılıklı gelişmeye fırsat tanıyan yararlı bir ortam ve varlıklar olur. O zamanda ve o yerde pozitif gelişme hız kazanır. Türün, 90
klan veya toplumun maddi ve manevi kültürce zenginleşmesi yaşanır. Son dönemin sosyolojik kavramları olan 'ben ve öteki' ikilemini sarmalayarak anlatırsak, benler tehlike, risk arz eden ötekiler karşısında öz savunmaya geçer. Ya ötekini yener, gelişmeye devam eder; ya denge durumunda kalır, varlığını korur ama gelişme yavaşlar; ya da yenilgiyle karşılaşır, yenilgi düzeyine göre varlığını kısmen veya tamamen yitirir. O zaman kendisi olarak varlık olmaktan çıkar. Başka varlığın nesnesi olur. Ya da asimile edilerek, başkası olarak var olmaya devam eder. Çarpık veya yozlaşmış var olmalar denilen kategoriler oluşur. Daha somut olarak, toplumun varlık mücadelesi daha basit oluşum düzeylerinde bir yandan yırtıcı hayvanlara av olmamak, diğer yandan iklim koşullarından, yetersiz besin ortamlarından ve hastalıklardan korunmak için doğal koşullara karşı hep mücadele içinde olur. Tehlikeler varlığı tehdit ederken, elverişli koşullar olumlu geliştirir. Büyük kısmı Afrika'da ve yaklaşık son bir milyon yılı da Avrupa ve Asya'da geçen bu serüven temel halkalarından sınırlı da olsa aydınlatılmıştır. Birbirine benzeyen, henüz simgesel konuşma tarzını geliştirmemiş, yüz kişiye varmayan sayısal nicelikteki bu toplumsallık, ağırlıklı olarak biyolojik özelliklerinin de etkili olduğu, ama daha çok topluluk pratiği nedeniyle ana-kadın etrafında oluşur, kümeleşir. İlk dillerin kadın ekli yapısı da bu gerçekliği doğruluyor. Toplumun anacıl karakterini göz ardı etmemek gerekir. Ana-kadını bir şef, bir otoriteden ziyade, yaşam tecrübesiyle ve çocuk beslemesiyle doğal bir 'idari' güç odağı olarak görmek önemlidir. İlk ev düzeneğine benzer yerleşimlerde odak konumu ve çekiciliği daha da artar. Babalık kavramı çok sonradan ortaya çıkan bir sosyal ilişki olup, uzun aşamalarda toplum bu kavramdan yoksundur. Miras kurumu, mülkiyet düzeni geliştikten sonra ataerkilliğe bağlı olarak gelişir. Çocukların aidiyeti ve dayılık, yani ana-kardeşliği daha erken ortaya çıkan kavramlardır. Besin toplayıcılığı ve sınırlı ölçüde avcılık, maddi ihtiyaçları giderme biçimleridir. Klan üyesi olmak yaşamın en önemli güvencesidir. Büyük ihtimalle klan toplumundan dışlanmak veya tekleşmek ölümle sonuçlanırdı. Klana sağlam bir toplum çekirdeği olarak bakmak gerçekçidir. Toplumun en asli biçimidir. 91
Uzun gelişim aşamalarından sonra coğrafyanın da elverişliliği sayesinde neolitik toplum aşamasına geçildiğini, bunun ana nehir olarak Zagros-Toros dağ sisteminin elverişli ortam sunmasından kaynaklandığını sıkça dile getirdik. Anacıl toplumun zirvesi olarak da bu aşamanın değerlendirilebileceğini, artık-ürün imkânının doğduğunu da sıkça belirttik. Sosyal bilimlerin çoğunlukla ilkel komünal düzen, eski ve yeni taş devri, vahşet düzeni dedikleri bu düzende, bana göre komünal anacıl-toplum demenin daha anlamlı olabileceği bir aşamalar serisi söz konusudur. Bu, insan toplumunun toplam yaşam süresinin neredeyse yüzde doksan dokuzluk kısmını teşkil eden bir aşamadır. Küçümsememek gerekir. Komünal anacıl toplumun bağrında artık-ürün ve diğer kültür değerlerini biriktirmesi karşısında, hep yanı başında avare avare gezen, bazen başarılı avcılık seferleriyle gittikçe güç kazanan güçlü ve kurnaz erkeğin bu toplumsal düzen üzerinde ilk egemenlik arayışına yöneldiğini çıkarsamak zor değildir. Birçok antropolojik belirti ve arkeolojik kayıt, gözlem ve mukayese, bakış bu ihtimali güçlü kılıyor. Ataerkil toplumun şaman + yaşlı tecrübeli şeyh + askeri komutan erkek ağırlıklı oluşumundan da sıkça bahsettik. Yeni bir toplum biçiminin prototipini bu gelişimde aramak daha doğrudur. Yeni toplumdan kastımız, klanın hiyerarşi kazanma durumudur. Hiyerarşinin kalıcı sınıflaşma ve devlet tarzı örgütlenmeye yol açması bu bölünmeyi kesinleştirdi. Sınıf ve devleti tanıyan toplum açık ki nitelik değiştirmiştir. Artık-ürünün armağan olmaktan çıkarılıp değişim malı halinde metalaştırılarak pazarda alışveriş konusu yapılması bu değişimin temel dinamiğidir. Toplumda pazar-kent-ticaret üçlüsünün kalıcı bir unsur olarak devreye girmesiyle devletleşme ve sınıflaşma daha da ivme kazanır. Zaman ve mekân koşullarında bu gelişmenin nasıl seyrettiğini de sıkça işlediğimiz için tekrarlamayacağım. Farklı anlatımlar olarak çeşitli sosyolojiler bu yeni topluma sınıflı toplum, kent toplumu, devletli toplum, köleci, feodal, kapitalist toplumlar adıyla birçok kavramlarla karşılık vermeye çalışmışlardır. Sınıfsallık, kentlilik ve devletlilik daha bariz ve kalıcı özellikler olduğundan, daha çok da bu süreçlere 'uygarlık', 'medenilik' sıfatı tanındığından, bence içeriğine uygun olarak 'uygar toplum', daha kısaltılarak uygarlık demek uygun düşer. 92
Fakat dikkatten kaçmamış olmalı ki, uygarlık derken toplum etiği açısından bir yücelmeyi, gelişmeyi değil, düşüşü ve baskılamayı esas nitelik olarak yorumluyoruz. Uygar toplum eski komünal anacıl değer yargılarına, yani ahlak anlayışına göre büyük bir düşüş anlamına gelmektedir. En eski bildiğimiz dil olan Sümercede bu ilişki çarpıcı biçimde dile gelmektedir. Amargi kelimesi hem özgürlük, hem anaya ve doğaya dönüş anlamına gelmektedir. Ana, özgürlük ve doğa arasında kurulan özdeşlik çarpıcı ve doğru bir algılamadır. Uygar toplumu ilk defa tanıyan Sümer toplumu, henüz çok uzak olmadığı eski topluma veya komünal anacıl topluma amargi kelimesi ile özlem duymaktadır. Bu toplumsal altüst oluşu Sümer orijinalinde izlemek hem mümkün, hem çok çarpıcı ve öğreticidir. Kadın-erkek ilişkisindeki dengenin kadın aleyhine bozulmasındaki yansımalar, İnanna-Enki (Uruk ve Eridu koruyucu tanrıça ve tanrısı) arasındaki diyaloglar biçiminde düzenlenmiş ilk destan denemesinde görülmektedir. Gılgameş Destanından önceki bir destandır. Komünal anacıl düzenle veya toplumla hiyerarşik ataerkil (uygarlığa geçiş toplumu) toplum arasındaki kavgayı dile getirmektedir. Sürecin çok adaletsiz ve mücadeleli geçtiği netçe anlaşılmaktadır. Tarihi veriler Sümer toplumunun ilk aşamasında ilkel demokrasi diyebileceğimiz bir süreci de yaşadığına dair argümanlar sunmaktadır. Yaşlılar meclisi henüz ataerkil bir düzene dönüşmemiştir. Çok canlı geçen tartışmalar bir nevi demokrasiye işaret etmektedir. Tanrı emri (aslında güçlü ve kurnaz adamın takındığı bir maskeli tipten kaynaklanan tek taraflı askeri-despotik düzen ilkesidir), buyruğu türü kavramlar henüz oluşmamıştır. Zaten İnanna Destanındaki söyleşi tarzı çok canlıdır ve toplumda olup biteni; adaletsizliği, kadının ve birikimlerinin, çocuklarının başına gelen felaketleri anlatmaktadır. Belgeler çok olsaydı, Atina demokrasisini (köleci sınıf demokrasisi) çok aşan bir demokratik geçiş aşamasının da bulunduğunu güçlü bir olasılık olarak görebilir, fark edebilirdik. Uygar topluma geçişin aynı zamanda demokratik topluma geçişle iç içe oluştuğunu teorik olarak kestirtmek mümkündür. İlk ihtiyar meclislerindeki sert tartışmalar demokratik toplumun ayak sesleri, ilk yansımalarıdır. Tüm toplumların bu aşamasında benzer bir ikileme daha tanık oluyoruz: Demokratik toplum ve uygar toplum ikile93
mi. Daha anlaşılır bir somutluk biçiminde, devlet ve demokrasi ikilemi. Devletin olduğu her yerde demokrasi sorunu vardır. Demokrasinin olduğu her alanda bir devletleşme riski vardır. Demokrasi bir devlet biçimi olmadığı gibi, demokrasi olarak da devlet kavramı yanlıştır. İkisi arasındaki ilişkinin niteliğine çok dikkat etmek gerekir. Tarih boyunca üzerinde oynanan bir ikilem de bu olmuştur. Gelişenin (eski toplumun bağrından) demokrasi mi, devlet mi olduğu büyük çarpıtmalara, tartışmalara yol açmıştır. Sürecin iç içeliğine ilişkin kendisinin çok kavgalı, çekişmeli ve savaşlı geçtiğini göstermektedir. Örneğin en iyi bildiğimiz İslam örneğinde demokratiyetcumhuriyet ve saltanat tartışma ve kavgaları çarpıcı ve nettir. Hz. Muhammed'in Medine Mukavelesi sanki J. J. Rousseau'nun Toplumsal Sözleşmesi gibidir. Kur'an ve hadislerde bu açıkça gözlenebilir. Fakat yanı başlarında çok güçlenmiş olan aşiret aristokrasisi, özellikle Kureyş kabilesinin hiyerarşik düzeni açıktan Bizans ve Sasani örneği bir saltanat arayışındadır. Daha Hz. Muhammed zamanında bu kavga vardır. Zaten Mekke ile Medine arasındaki kavganın bir anlamı da yeni düzen cumhuriyet mi (Arapça halk demokrasisi demektir), saltanat mı (babadan oğla geçen monarşik düzen) olacak kavgasıdır. Hz. Muhammed'in Mekke'den kaçışıyla (M.S. 610) başlayan bu kavgalı süreç, Hz. Ali'nin 661 yılında halen aynı şiddete benzer bir çatışmanın bugün de yanı başında geçtiği Kufe'de öldürülmesiyle, saltanat yanlısı Muaviye kliği bu elli yıllık kavgadan zaferle çıkmıştır. O dönemde çok güçlü aşiret hiyerarşik düzeni cumhuriyete, daha doğrusu ilkel bir demokrasiye bile şans tanımamaktadır. İslamiyet'i bir de bu açıdan gerçek bir sosyolojik araştırmaya tabi tutmak hayli çarpıcı ve ilginç sonuçlar verecektir! Tarih diğer çarpıcı bir örneği İran Pers İmparatorluğu kurulurken de sunmaktadır. Persler Med Konfederasyonunun mirasını uzun bir tartışma ve kavgadan sonra imparatorluğa çevirdiler. Bunda Akamenit sülalesi belirleyici rol oynamıştır. Medyalı rahiplerin önderliğinde M.Ö. 560'lardan 520'lere kadar çok şiddetli bir dönemin geçtiğine dair çok gösterge vardır. Sahte Kambiz en çarpıcı örnektir. Hâlbuki daha önceki Med Konfederasyonunun kuruluşu tipik bir ilkel demokrasi örneğidir. Heredot Tarihi bu konuda ilginç anlatımlar sunmaktadır. 94
Atina demokrasisi diğer iyi bilinen örneklerdendir. Gerek Sparta Krallığıyla gerek Persler ve Makedonlarla yaptıkları savaş, diğer bir anlamda demokrasi mi, imparatorluk veya krallık mı savaşıdır. İlkel de olsa, sınıf temelinde de olsa, demokratik toplum mu, uygarlık toplumu mu tartışması ve kavgası hep vardır. Roma'da cumhuriyet ve imparatorluk kavgası, başta Sezar olmak üzere en ünlü kişiliklerin bile bu kavgalarda öldürülebileceğini, dolayısıyla şiddetli, savaşlı bir ikilemin var olduğunu gösterir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Hatta konuya ilgimizi yüksek tutabilmek ve kavrayış gücümüzü geliştirmek için, büyük Fransız ve Rus Devrimlerini de bu açıdan tanımlayabiliriz. Fransa Devrimi (1789) mutlak monarşiye karşı başlatıldı. Cumhuriyetle (radikal toplumsal demokrasi) sonuçlandı. Çok şiddetli, yani devrimci terör döneminden geçti. Triumviralık'tan sonra Napolyon İmparatorluğuyla devam etti. Çeşitli geçiş dönemlerinden sonra günümüze kadar beş cumhuriyet ilanı tanıdı. Altıncısı tartışılmaktadır. Büyük Rus Devriminde (1917) perde daha radikal bir demokrasiyle açıldı (Sovyet, şuralar dönemi). İç savaşta devrimci diktatörlüğü tanıdı. Stalin döneminde diktatörlük kalıcılaştı. 1989'da Fransız Devriminin iki yüzüncü yıldönümünde tekrar demokrasiye döndü. Halen demokrasisini geliştirmek istiyor. Kapitalistik modernizm döneminde benzer yüzlerce örnek neredeyse her yıl yaşanmaktadır. Bu uzun örneklerle anlatımı iki ilişki yumağı, uygarlık ve demokrasi odaklaşması arasındaki çelişkili, gergin ve kavgalı ortamı, alanı yansıtmak açısından sundum. Dikkat edilmesi gereken en önemli bir husus da, iki yeni toplumun da komünal toplum üzerinde varlık bulmaya çalıştıklarıdır. Tanımladığımız gibi, komünal toplum halen de devam eden, toplumların tüm dokularında kalıntı halinde de olsa varlığını sürdüren ve vazgeçilmez insan türünün sonuna kadar kalıcı olacağından kuşku duyulmaması gereken 'ana hücre' toplumudur. Nasıl ki ana hücreler vücudun değişik dokularında bünyeyi besleyip tamir etmek, gerektiğinde yeniden inşa etmek rolünü oynuyorlarsa, komünal anacıl toplum da tüm ikilemli toplumlarda varlığını benzer tarzda sürdürmektedir. Bünyesinden doğurduğu demokra95
tik ve uygar toplumlarda çatışmalı, gergin, bazen uzlaşmalı da olsa komünal toplumun yok olmadığını ve olmayacağını sıkça vurgulamamın önemli nedenleri ve sonuçları vardır. Yeri geldiğinde sunmaya sık sık devam edeceğim. Demokratik toplumla uygar toplum arasında hep çatışmadan bahsetmem uzlaşma olasılığını dışlamıyor. Tersine, bu iki toplum arasında uzlaşma esastır. Daha doğrusu esas olmalıydı. Bunun başta gelen nedeni de, uçların birbirini yok etmediği bir diyalektik anlayışın da sonucu olarak, demokratik toplumla uygarlık toplumu birbirisiz edemezler. Birinin varlığı diğeriyle mümkündür. Vurguladığım gibi, demokrasi ve uygarlık çıkışlarını aynı komünal ana toplumdan alırlar. Demokrasi daha çok hiyerarşik üst tabakanın ihanetine, baskı ve sömürüsüne uğramış alt çoğunluğu ve çoklukları kendine esas alırken, uygarlık daha çok üst tabakanın baskı, sömürü ve ideolojik hegemonyasını sürdüren kesimini temel alır. Tabii bu kesimler bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ve komünal ana toplumdan kopmazlar. İç içedirler, fakat farklılıkları epey gelişmiş odaklardır. Bu noktada bir bütün olarak toplum kavramı anlayışını gözden geçirmemiz gereği vardır. Hem de sık sık hatırlamak, bilince çıkarmak kaydıyla. Toplumlar sınıflaşmanın, her sınıf içinde binlerce alt grupların, milyonlarca ailenin, sınıflaşmamış, sınıflaşmaya karşı direnen her tür topluluğun, küreselleşenler kadar yerelleşen birimlerin, dinlerin, dillerin, siyasilerin, ekonomilerin, aşiretlerin, ulusların, uluslararasıların, kaos ve düzenlerin gergin, dingin, çatışmalı, dayanışmalı binbir çeşitten ilişki ve çelişkilerin iç içe geçtiği, teklik biçiminde değil, tekillerin binlercesinin bütününün bütünü olarak anlaşılmalıdır. Bu büyük karmaşa içinde demokrasi ve devlet birbirini dengelediği oranda, barışa yakın bir toplumsal düzen oluşur. Tam barış hali ancak devletsiz hali gerektirir ki, teorik olarak düşünülse bile, pratikte henüz bundan çok uzağız. Tüm toplumu, hatta devlet toplumunu da kapsayan uzun süreli bir demokratik yaşam ancak tam barışa götürebilir. Var olan tarih momentinde söz konusu olan güçlerin dengesine (devlet ve demokrasi güçlerinin) dayalı çatışmasız süreç olarak barışlardan bahsedebiliriz. Demokrasi devleti tam yutmak isterse, mevcut tarihi momentte daha çok kaotik özellikler ağır basar. Birçok ülkede yaşanan 96
deneyim bunu gösterir. Devlet demokrasisizliği sürekli dayatırsa, despotik, diktatörlük sistemleri oluşur ki, yine mevcut tarihsel momentte sonuç kaostur. Tarihsel süreç de denilen uygarlaşma yaklaşık beş bin yıldır devam ediyor. Demokrasi daha sınırlı yaşama şansı buldu. Ama toplum ezici çoğunluk ve çokluklar olarak hep demokrasiyi bekledi. Onun için mücadele etti. Belki binlerce yıl geçse de, aynı biçimde olmasa bile, bir tür olarak devlet ve demokrasiler iç içe yaşamaya devam edecekler. Sorun olan devlet ve demokrasiyi ayrıştırmak kadar, nasıl verimli olarak ya da en azından birbirini inkâr etmeden bir aradalıklarını sistematik kurallarla belirlemektir. Belki de yeni türde anayasalar oluşturmak gerekecektir. Mevcut devlet ve demokrasi iç içeliği tam bir kandırmacadır. Birbirlerinin ayıbını gidermeye yarayan, çıplak vücudun ayıplı yerlerini örten asma yaprakları örneğidir. Bu durum aşılmadan, tutarlı bir devlet ve demokrasi tartışması bile yapılamaz. En modern iki devrim olan Fransız ve Rus Devrimleri bu konuda gelişme ve netlik kazandırma şurada kalsın, karmaşayı daha da arttırmışlardır. Siyaset teorisinin en azından demokrasiye açık devletle (kendini demokrasi yerine koymayan ve demokrasiyi yasaklamayan) devleti inkâr etmeyen (kendini hızla devletleştirmeyen ve devleti hep yıkılması gereken engel olarak görmeyen) demokrasinin içerik ve biçim belirlemesini tam yapmaya şiddetle ihtiyaç vardır. Teoriye gerçekten ihtiyaç vardır; fakat pratik ortamın karmaşa haline cevap veren teoriye ihtiyaç vardır. Devlet ve demokrasinin daha az çatışmalı ve birbirlerini daha verimli kılacak biçimlerinin hem çok gerekli hem de mümkün olduğuna, ihtiyaç duyulan en güçlü siyasi olasılığın bu temelde geliştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Mevcut devletler demokrasiyi özde tanımıyor. Devletler çok hantal ve dev cüsselidir. Demokrasiler ise birer devlet karikatürü olarak çok çarpık ve işlevsizdir. Siyaset felsefesinin ve pratiğinin en temel meselesinin bu olduğu kuşkusuzdur. Tekrar belirteyim, birçok yenilik içeren bu hususları Özgürlük Sosyolojisi kitabında genişçe tartışacağım. Geleneksel liberal ve sosyalist paradigmalardan farklı bir paradigmayı, ana teorik çerçeveyi sunduğumun farkındayım. Daha da içerik kazandırmaya çalışacağım. Bu kısa çerçeveyi bir 'toplum bi97
çimi' olarak kapitalizmi nereye ve nasıl oturtacağım sorununa yanıt vermek için çizdim. Açık ki kapitalizmi salt bir ekonomik biçim olarak görmediğim gibi, bir toplum biçimi olarak da görmüyorum. Öncelikle kapitalist ekonomi denilen ilişkiyi bir uygar toplum bütünlüğü içinde görmeye çalışalım. Kapitalist ekonominin, değişim ekonomisi de denilen metalaşmanın pazar ilişkisi ve rekabetinin üstünde tüneyen ve esas olarak fiyatlarla oynayarak ve farklı alanlar arasında oluşan farklı fiyatlardan yararlanarak kurulan bir tekelcilik kazancına dayandığını iyi kavrayıp özümsemek gerekir. Aslında değişim değeri yaratan bir sektör olmadığını da bu tanım gereği iyi anlamalıyız. Genel ekonomik yaşamın çok cüzi bir kısmıyla ilgilidir. Ama stratejik konumu nedeniyle bu belirleyicilik sağlayan bir cüziliktir. Çok az kişinin elinde çok büyük ölçüde biriken bir değişim değeri toplamıdır. Dolayısıyla hem arz hem taleple oynama stratejik üstünlüğü vardır. Unutmamak gerekir ki, bu üstünlük o güne kadar devletlerde de yoktur. İlginç olan, bu üstünlüğün doğuşu ve kullanılış tarzıdır. Doğuşunu az çok anlıyoruz. Kullanılışı sürekli sermaye büyümesine dayandığı için, çok daha çarpıcı ve toplumu altüst edicidir. Buna devrimci demek topluma ihanetle özdeştir. Özellikle tarihsel-demokratik topluma! Sermayenin kendini büyüterek (Ekonominin süpermenleri ekonomi politikacıların kanun adının kutsiyetinden de yararlanarak cilalayıp sundukları meşhur kâr kanunu) kullandırılmasının en ince ve kılıfına uydurularak yapılmış bir talan olduğunu ekonomipolitik bilimi ne zaman itiraf edecek? Güçlü ve kurnaz adama neden kapitalist demiyorum? Çünkü el koyuşu açık güce ve savaşa dayalı da ondan. Savaşın tuzak demek olduğunu tabii unutmuyoruz. Hukuka, dine uydurmaya, kılıfa büründürmeye gerek duymaz. Yalnız kapitalist ekonominin hakkını şu noktada teslim etmek gerekir: Kendinden önceki devlet-ekonomi ilişkisi cebren el koymaya dayanıyordu. Hiyerarşinin örf hukuku ve geleneği mensup olduğu dinin "kâfirin malı helal" kuralı açık gaspa, ganimeti hak bellemeye cevaz veriyordu. Yani güçlü ve kurnaz adam artık devlet oluyordu. Kapitalist ekonomi bu noktada klasik devletten ayrışır. Zıtlaşır demiyorum. Uygar toplumun gelişim düzeyi ganimet türü bir talanı verimli kılmadığında bu sektöre gün doğar. Za98
ten köleci ve feodal devletin verimsizleşmeye (açık gasp, talan demek olan ganimet hakkı verimli olmadığında, toplumun iliklerini kurutup artık-ürün üretemez sınırlara taşıdığında) başladığı an ve süreçlerde devreye girmesi bu farkı ortaya çıkarıyor. Kendine yeni bir ekonomik düzen yaftasını vurma şansı tanıyor. Köleci devlet tekeli ilk çağlarda çok verimlidir. Firavun piramit mezarlarına, Greko-Romen kent kalıntılarına baktığımızda kendini gösterir. Kapitalistik sektör bu dönemde de vardır, ama çok sınırlıdır. Devlet tekelinin verimliliği ona, o sektöre gelişme şansı tanımıyor veya çok az tanıyor. Köleci çalışma düzeni verimsizleştiğinde, feodal çalışma düzeninin yaygınlaştığını biliyoruz. Köleci uygarlığın neden verimsizleştiğini çözümlemek konumuz değildir. Bu uygarlığın çok uzun süren (M.Ö. 4000-M.S. 500) çalışma ve yaşam anlayışıyla, geniş mekânlara yayılımıyla, muazzam masraf yapısıyla, zorla ve kölece daha fazla alan ve insan elde edilişinin sınırlarının tükenmesiyle, içten ve dıştan binlerce demokratik ve özgürlük karakterli direniş ve isyanlarla aşıldığını belirtmekle yetinelim. İnşa edilen ve daha çok İslam Ortadoğu'suyla Avrupa Hıristiyanlığınca temsil edilen uygarlık toplumu; mirasını devraldığı GrekoRomen uygarlığına ve onların da üzerine kurulduğu Sümer ve Mısır uygarlığına nazaran farklı bir meşruiyet ve sömürü tarzına dayandı. İki din güçlü bir meşruiyet sunarken, köleye nazaran biraz kendisinin olan serf köylüyle uygar toplum kendini yenilemeyi başardı. Şüphesiz üç yüz yıl yoksulların vicdanı olan Hıristiyanlığın uzun bir süresiyle İslam'ın farklı mezhep örtüsü altında süren eşitlik ve özgürlük mücadelesi, dolayısıyla demokratik toplum çabaları ve arayışları, uygarlığın hem kendini yenilemesinde hem de daha taşınır kılınmasında başat rolü oynar. Uygarlık ideologlarınca iddia edildiği gibi, bu durum uygarlığın yüceliğinden, onurlu gelişiminden kaynaklanmıyor. Bazı kazanımları varsa bile, eski komünal toplum kalıntıları, aşiretlerin, kavimlerin, kölelerin kaçışı ve yoksulların binlerce direniş ve isyanlarıyla bu evreye erişildi. Uygar toplumda baskı ve sömürünün yeni meşruiyet araçlarıyla kendini yenilemesi, temel araçları olan sınıf, kent ve devletin de yenilenmesini sağladı. Serf-senyör, kent-pazar, devlet-kul ilişkilerinin yeni ortamında kapitalist öğelerin gelişmesi kolaylaştı. Çin'den At99
las Okyanusuna kadar pazar etrafında gelişen kentler, meta üretiminin hızlanmasını ve değişimin derinlik ve genişlik kazanmasını beraberinde getirdi. Pazarlar arasındaki fiyat farkı tekelci tüccar kârlarının görülmemiş seviyelere ulaşmasını sağladı. Kentlerin ilk defa kırsal alan karşısında denge sağlaması imkân dahiline girdi. Uzakdoğu ve Avrupa arasında İslam uygarlığı bir nevi ticaret uygarlığıydı. Ticari açıdan Avrupa için ne gerekliyse onu sundu. Hem maddi kültür, hem manevi kültür olarak. Uygarlığın diğer temel araçları zaten ilkçağdan beri sunulmaktadır. Kent, sınıf ve devletin taşınması İslamiyet ile sona eriyor. Bunda şüphesiz Araplar ve Yahudiler başrolü oynadılar. Antikçağda Greko-Romenlerin yarım bıraktığı işleri Arap ve Yahudi bilgin, zanaatkâr ve tüccarları tamamladılar. Ortadoğu uygarlığının tek önemli eksikliği, kapitalist sektörün kentleri aşıp bir ülke mekânında başat rol oynamamasıydı; Amsterdam ve London'un başardığını başaramamasıydı. Bunda Avrupa mutlakıyet rejimlerinden daha ezici merkezi despotik otorite başrolü oynadı. Çin ve Hindistan'daki siyasi yapılanma Ortadoğu saltanatlarından da merkezi ve asimetrik ezici bir üstünlüğe sahipti. Japonya kısmen Avrupa tarzı feodal siyasi yapılanmada kaldı. 16. yüzyıla dayandığımızda, kadim Asya uygarlıklarının yeni hamle takatleri kalmamıştı. Cengiz ve Timur'un seferleri, daha önceki Türk boylarının göç ve akınları taze kan vermekten, ömürlerini uzatmaktan öteye bir rol oynamadı. Ne olacaksa bir nevi Asya'nın batı ucundaki yarımadası niteliğindeki Avrupa'da olacaktı. Yeni uygarlık laboratuarı orasıydı. Uygarlıkla birlikte ticaret ve kapitalist sektör Avrupa'ya taşındığında, önlerinde bakir topraklar, taze kent kuruluşları ve toy, yeni yetme bir Avrupa feodalitesi oluşuyordu. Onlara uygarlık bile denemezdi. Hıristiyanlığın onuncu yüzyılın sonlarına dek başardığı, manevi moral aşıydı. Ortadoğu tarzında kadim bir uygarlık Avrupa'da oluşsaydı, kapitalist uygarlığın gelişme şansı son derece tartışılır olurdu. Yeni uygarlıklar bakir topraklarda oluşur. Uygarlıklar açısından bu yönü de dikkate almak öğreticidir. Avrupa uygarlık mayalanmasına baktığımızda, ilginç bir boşluk kendini hissettiriyor. Eskinin sürdürülme zorlukları ve yeninin toyluğu (feodalite) üçüncüsüne aradan sıyrılma şansı veriyor. Örneğin İspanya üzerin100
den Arapların, Balkanlar üzerinden Osmanlıların, Sibirya'nın güneyinden kavimler saldırısının, en son Moğol akınlarının bir kolu Avrupa'da eski tarz bir imparatorluk kursaydı, acaba tarih nasıl yön alırdı? Demek ki Avrupa için şans da önemli bir faktördür. Tüm bu uygarlık üzerine spekülasyonları kapitalistik bir sektörün doğuşuna ve hegemonik bir karakter kazanmasına açıklık getirmek için yapıyoruz. Görüyoruz ki, uygarlıksal bir gelişmenin kaçınılmaz bir halkası söz konusu bile değildir. Binbir tesadüfün birleşik etkisiyle ve kadim uygarlıkların yarıklarında ve marjinal bölgelerinde, pazarın üzerinde ve karşıtında para oyunlarıyla sağlanan ve uzak ticaret yollarından, sömürge talanlarından payına düşeni fazlasıyla almış bir grup büyük tüccar spekülatörü, Avrupa'nın en iddiasız iki kenti üzerinden önce Avrupa'da, sonra tüm dünya üzerinde hegemonyasını kuracak şansı yakalamış ve müthiş kullanmıştır. Bütün araştırmalar bu spekülatör grubun son derece tutucu olduğunu ve hiçbir yaratıcı fikrinin, icadının bulunmadığını göstermektedir. En becerdiği iş, para üzerinden para kazanmaktır. Kıtlık ve savaş rantlarından yine para kazanmak, dünya genelinde oluşan fiyat farkından kazandıkça daha çok para kazanmak, becerikli olduğu tek toplumsal alandır. 16. yüzyıl başlarının Avrupa'sının ilginç bir özelliği de paranın her şeye hükmedecek bir güce erişmesiydi. Gerçek yönetici ve komutan para olmuştu. Para kimdeyse güç ondaydı. Bunda şüphesiz müthiş metalaşma, pazarlaşma ve kentleşme temel etkendir. Hiçbir kadim Asyatik iktidar gücünün, sultanı veya imparatorunun, hatta hiçbir Roma imparatorunun metalaşmanın ürünü paralaşma, parayla iktidar yürütme sorunu yoktur. Olsa bile çok sınırlıdır. Varsa dünya hazineleri, onlar da çoktan saraylarına taşınmıştır. Kapitalist sektör başarı üzerine başarı kazandığında, Avrupa kralları borç dilenir durumdaydı. Para-iktidar gücünün farklı bir aşaması söz konusuydu. İlk defa siyasi iktidar, para karşısında diz çökebiliyordu. Bu gerçeklik paranın komuta gücünü devralacak kadar güçlendiğinin de kanıtıdır. Napolyon ordu konusunda "Para! Para! Para!" derken bu gerçeği dillendiriyordu. Dünya uygarlık tarihinde (uygarlık karşıtı dünyanın tarihi değil!) yeniliğin temelinde para etkeninin ağır basması, uygarlıkta 101
bir yeniliğe yol açar. Ama temel niteliğinde hiçbir köklü değişikliğe yol açmaz. Kaldı ki, uygarlık parayı, pazarı, kenti, ticareti, hatta banka ve senedi yeni tanımıyor ki. Hepsi binlerce yıl önce icat edilmiş araçlardır. Diğer önemli bir başlık, kapitalist sektörün başlangıçta üretimle ilişkisinin olmamasıdır. Hatta küçük ticaretle de ilişkisi yoktur. Ekonominin temel ilişkilerinde herhangi bir keşfi, yeniliği söz konusu değildir. Meta ve değişimin de yaratıcı gücü değildir. Binlerce yıldan beri metalaşma, değişim sürüp gelmektedir. Eğer illa bir yeteneğinden bahsedeceksek, paranın gücünü çok iyi keşfetmesi, kullanması, parayı sermaye haline getirmesi, yani paradan para kazanma zanaatını iyi becermesidir. Paranın kazanılacağı kent ve ülkeleri, yol ve pazarları da iyi takip etmede ustalıkları tartışılmaz. Para ve mal dolaşım ağlarının uzmanlarıydılar. 16. yüzyıl başlarında Avrupa'nın paranın komutasına girmesini bu grubun ustalığına bağlamak gerçekleri zorlamak olur. Dile getirdiğimiz tüm gerçekler, uygarlıksal gelişmede bu grubun rolünün son derece marjinal olduğunu gösterir. Para ve pazarın kapitalist ekonomik sektörü doğurması bir zorunluluk değildir. Avrupa'nın çok üstünde para ve pazar gücü Asya uygarlıklarında vardı. Direkt bağlantılı olsaydı, öncelikle oralarda doğardı. Kapitalizmin doğuşunun bilim, sanat, din ve felsefeyle bağlantılı kılınamayacağı, bilakis bu disiplinlerin moral ilke açısından bu doğuşa hep kuşkulu ve karşıt baktığı genel bir kabuldür. Her zaman hatırlatmaya çalıştığım bir konudur. Kadın gibi bir gücün, fazla üretken ve yaratıcı bir özelliği olmayan erkeğin elinde neden bu kadar zavallı durumu düştüğü ve eline mahkûm olduğudur. Cevap tabii ki zorun rolüdür. Ekonomi de elinden alınınca, korkunç bir tutsaklık kaçınılmaz olur. Başına bir erkek çocuk koysan, kırk yıl karılık gibi çok düşkün bir sanatı icra etmeye razı edilmiş kadar kendisi olmaktan çıkarılmıştır. Kaldı ki, güçlü erkeğin karılığı daha korkunçtur. Paranın, sermaye olarak paranın toplum üzerinde kazandığı gücü bu örnekle kıyaslamanın çok öğretici olduğu kanısındayım. Paranın komuta gücü kazanması, aslında ekonomik olay olmaktan çıktığının da itirafıdır. Usta tarihçi Fernand Braudel, kapitalizm pazar karşıtı, dolayısıyla ekonomi karşıtı, hatta ekonomi dı102
şıdır derken, çok anlamlı bir gerçeği dile getirmektedir. Ekonomiyi değişim ve pazar olgusuyla başlattığı için bu yargısı büyük değer arz etmektedir. Her şeyi ekonomiye boğan kapitalizmin ekonomiyle ilgisinin olmadığı, hatta onun can düşmanı olduğu benim de hep dile getirmek istediğim bir görüştü. İDDİA EDİYORUM: KAPİTALİZM EKONOMİ DEĞİL, EKONOMİNİN CAN DÜŞMANIDIR. İleriki bölümlerde bu konuyu kapsamlı ele alacağım. Finans, ekonomi midir? Küresel finans, ekonomi midir? Çevre felaketi ekonomi midir? İşsizlik ekonomik sorun mudur? Banka, senet, kur, faiz ekonomi midir? Kanser gibi kâr uğruna meta üretmek ekonomi midir? Soru listesi kabarıktır. Hepsine verilecek tek cevap koca bir HAYIR'dır. Formül şudur: Para, sermaye bahane = iktidar şahane! Para-sermayenin son derece hileli oyunlarıyla ne yeni bir ekonomik biçim yaratılmıştır, ne de kapitalist toplum biçimi, hatta kapitalist uygarlık diye bir uygarlık biçimi söz konusudur. Ortada tarihin hiçbir döneminde tanık olunmayan toplumun bir ele geçiriliş oyunu vardır. Sadece ekonomik gücün değil, tüm siyasi, askeri, dini, ahlaki, bilimsel, felsefi, sanatsal, tarihi, maddi ve manevi tüm kültürel gücün ele geçirilişi. KAPİTALİZM EN GELİŞMİŞ EGEMENLİKTİR, İKTİDARDIR. Kapitalizm çağı da denen insanın son dört yüz yılına bakalım. Toplumla ilgili egemenlik altına alınmamış, en ince kılcal damarlarına kadar üzerinde iktidar kurulmamış toplumun bir hücresi, dokusu kalmış mıdır? Kurnaz İngiliz sosyologu Antony Giddens, modernitenin üç süreksizliğinden bahseder: Kapitalist üretim biçimi, ulus-devlet ve endüstri. Moderniteyi bu üç ayakla tanımlarken görünüşte gerçekçidir. Fakat sanırım farkındadır; bu paradigmayla özünde kapitalizmi anayurdunda kurtarma savaşının yeni bir aşamasının teorisyenliğini yapmaktadır. Kapitalizmin değişerek sonsuz kılınmasının teorisi liberalizmin sağ tarzı tarihin sonu ideası, liberalizmin sol tarzı sonsuzluğu ideasıyla birlikte bir kez daha beyinlere sızdırılmak isteniyor. Son kapitalist küresel hamleyle birlikte. Kapitalizme ilişkin yorumlamayı bundan sonraki modernlik çözümlemesi temelinde sürdüreceğim. Özellikle ulus-devlet ve endüstriyalizm boyutunda. Fakat kendisini de bizzat iktidar karar103
gâhlarında takip etmeye çalışacağım. F. Braudel'den ilham aldığım, ama eksik bulduğum başlığı 'kapitalizm evinde' biçiminde değil de, tıpkı Sümerlerin kurnaz tanrısı Enki gibi, Helenlerin Hades'i gibi yeraltı saraylarında, yani görünmez kıldığı iktidar oyunu alanlarında. Dolayısıyla başlığımız 'Çıplak Kral ve Maskesiz Tanrı Sarayında' gibi olursa daha anlamlı olacaktır. Başından beri küresel iktidar sistemi arzusu olan kapitalizmin bu emelini ulus-devlet ve endüstriyalizm ayaklarıyla nasıl başarmaya çalıştığını tüm anlatım tarzlarını sentezleyerek sunmaya devam edeceğim. Çünkü büyük anlatım tarzlarının parçalanması da bu yeni Leviathan'ın ilk işlerindendir. Birleştirmeden anlatım çok eksik bir anlatımdır. Birleştirme eleştirinin hedefinin hizmetine girmesine yol açar. Yöntemim yadırganabilir, ama toplumsal ilişkinin yetkin yorumuna, dolayısıyla bilincine götürdüğüne inanıyorum. Değerlendirmemin son bölümünü Ekonominin Can Düşmanı Kapitalizm başlığı altında tamamlamaya çalışacağım. Ondan sonraki çalışmam Özgürlük Sosyolojisi adı altında demokratik, özgür ve eşitlikçi toplumun çözümlenmesine ayrımlanacaktır.
104
3- KAPİTALİZM EKONOMİ DEĞİL İKTİDARDIR -Maskesiz Tanrı, Çıplak Kral ve Para-Komutan Kendi SarayındaBir halk deyişidir. Doğru haber alınmak istendiğinde, "Çocuktan al haberi" olarak deyimlenir. Bir kez daha hem tüm çocuklara saygı gereği, hem de gerçek haber kaynağına inmek için çocuk imgelemelerimi yeniden yorumlamak durumundayım. Komşumuzun çocuğu Emin'in 'İlmihal' adlı kitabı okumaya başladığını duyduğumda, İslam ve camiye olan ilgim artmıştı. Birkaç dua ezberleme karşılığında imam Müslim'in hemen arkasında saflara sızmayı başarmıştım. Daha sonra duyduğumda, Müslim'in, "Abdullah bu hızla giderse uçar" deyişini hiç unutmadım. Demek ki doğru giriş yapmıştım. Yine hala hatırımdadır; zeytin ağacının köküne sarılmış olarak, ilkokul arkadaşım olacak Aziz'e (sonradan silik kadastro mühendisi ve tapu müdürü olduğunu duydum), okul ve öğretmenin nasıl olabileceğini sormuş ve tartışmıştım. Bana daha çok canavar (modern Leviathan) imgesi gibi gelmişti. Bunda da yanılmamıştım. Çünkü okul, yeni tanrı ulus-devletin ezberletildiği yerdi. Çok sonraları Hegel felsefesinde yeni tanrının ulus-devlet olarak yeryüzüne indiğini, Napolyon biçiminde yürüyüşe geçtiğini 105
okuduğumda ve bunun ilkokuldan itibaren rahip-öğretmenleri tarafından çocuklara ezberletildiğini yorumlamaya başladığımda, çocukluğumdan haberi doğru aldığımı fark ettim. Müslim'in cami tanrısı silikleşirken, Çorumlu öğretmen Mehmet'in ilkokul tanrıcılığı yükselişe geçmişti. Bir de komşu Argıl köyünün kamyon şoförü Haydar'ın arabasının farlarının ışığı yılda birkaç kez şafak vaktinde çardak üzerinde yarı uykulu beklenti halindeyken gözlerime vurduğunda, makinenin büyücülüğü, yarı-tanrı olarak imgelemime iyice sinmişti. Yeni tanrının arabası söz konusuydu. Yine çok sonraları endüstriyalizmin yeni Leviathan'ının en güçlü ayağı veya sıfatlarından biri olarak yorumlamaya başladığımda, çocukluğumun hayallerinden bir kez daha doğru haber aldığıma inandım. Hemen burada şunu belirteyim ki, hiçbir tanrısallık endüstriyalizm kadar canavarlaşmamıştır. Köyümüz Suriye hududuna yaklaşık elli kilometre uzaklıktaydı. Hudut aydınlatma projektörleri ikide bir yıldırım şavkı gibi kendini gözüme yansıttığında, devlet-tanrı karışımı bir imgenin oluştuğunu üçüncü bir çocukluk haberim olarak hep anımsamaya çalışırım. Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet haline dönüştürülen kapitalist modernitenin yarı-sömürge ülkelerde gelişen ilk örneklerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda Fransa Cumhuriyeti'nin izlerini taşır. Onun gibi ilk başlarda demokrasi ve devlet olarak iç içedir. Tıpkı İran İslam Cumhuriyeti, ilk İslam Medine Cumhuriyeti, hatta ilk SSCB gibi. Süreç içinde kapitalist iktidar biçimi olarak demokratik öğeler budanıp yalınkat ulus-devletlere dönüştürüldüler. Bu konuları ilgili bölümlerde daha kapsamlı çözmeye ve tartışmaya çalışacağım. Belki de ilkidir. İlk örnekler hep dikkatle yorumlamayı gerektirir. Cumhuriyet imgelemelerimi ayrı, uzun bir hikâye-roman olarak anlatmak isterdim. Ancak tek cümleyle söylemek isterim ki, en güzide Cumhuriyet okulu olan Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye-Devlet Mektebi) bitirme yılına girdiğimde, analitik ve duygusal zekâsı felç olmuş, hiçbir şeyi duyumsayıp anlamayan, tam da yeni Leviathan'ın tenekeden yapılma ve onun sesini vermeye zorlanan kara cahili haline geldiğimi, daha sonraki anlayışım olarak belirtebilirim.
106
Köydeki eski dinin etkisini uzun yıllardan sonra özellikle reel-sosyalizm mezhep okulundan ezberlediklerimle kırmayı başarmıştım. Şunu da belirteyim ki, bu yıllarda korkunç bir septik (şüpheci) durumuna düşmüştüm. Düşündükçe batıyor, adeta boğuluyordum. Çok sonraları gerek Türkiye Cumhuriyeti kılığında, gerek Sovyet Reel Sosyalizmi kılığında kendini dayatanın modern Leviathan olduğunu fark ettiğimde, biraz kendime gelmeye başladım. Bütün dinlerin tanrısından daha korkunç modern dinin tanrısıyla (her tarafımı kuşatan sayısız imge ve putlarıyla) karşı karşıya olduğumu, bunun doğuşunu ve egemen hale gelişini anlamakla bu dinin bana göre olmayacağını, kendimi bu dine kaptırmamayı ve saptırmamayı başardığım oranda özgür yaşam seçeneğimin gelişebileceğini hissetmeye ve anlamaya başladım. İlk defa duygusal ve analitik zihnim el ele vererek beni kendime getirdi. Bu satırlarla bu süreci yorumlamaya çalışıyorum. K. Marks ve F. Engels 'bilimsel sosyalizmi', yani kendi sosyolojilerini yorumlarken; "İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız sosyalizminden bir sentez oluşturduk" derler. Bu üç ekol, tüm Avrupa yaşamına hükmetmeye çalışan modernitenin teorik çözümlemelerini geliştirmeye çalışmaktadır. İngiliz ekonomi-politik ekolü, olup bitenin yeni ekonominin zaferi olduğunu kanıtlamaya (veya yeni din olarak inandırmaya) çalışırken, Alman felsefesi baş aktörün (tanrı-kralın yeni biçiminin) ulus-devlet olarak esas alınması gerektiğini, Fransız sosyalizmi ise tüm toplum adına (uygarlık ve demokrasinin birliği olarak) eski dinsel anlatımın geriye çekildiği laik-pozitivist (sistemin yeni dini) toplumun zaferinin söz konusu olduğunu teorikleştirmeye baş koyar. 16. yüzyıldan itibaren Arupa'da gelişen düşünce devriminin temelinde kapitalist tekelin muazzam altüst edici etkisi vardır. Bu düşünce devrimini tanımlamaya çalışırken, benzer birkaç tarihi örneği sık sık dile getirmek gerekir. İlk örneğimiz Sümer rahip devletinin tapınağın (ziggurat) döl yatağında doğmasına ilişkindir. Artık-ürün üzerinde devlet tipi örgütlenme koşulları düşünce devrimiyle birlikte değerlendirilmektedir. Artık-ürün hangi denetim aygıtıyla kapatılabilir? Temel meşrulaştırma araçları (toplumu yeni düzene inandırma) nasıl geliştirilip düzenlenmelidir? Bulunan çareler devlet örgütlenmesi ve tüm uygarlık dinlerinin ilk örneği olan yeni tanrıların in107
şa edilmesidir. Çok radikal bir cevap üretilmiştir. Devlet ilk defa rahip-kral olarak örgütlenmektedir. Ekonomi ilk defa devlet sosyalizmi olarak devletle iç içe örgütlendirilip denetim altına alınmaktadır. Geleneksel hiyerarşik güçler ise yeni gök, yer, hava, su, şehir tanrıları olarak inşa edilip maskelenmektedir. İnsanın ilk köleleştirilmesi yaratılış destanında tanrıların dışkısı olarak simgeleştirilmektedir. Tüm bu icatların yeri ise ziggurattır. Tapınak olarak zigguratın en üst katı tanrı panteonu (tanrılar birliği, hiyerarşik üst tabaka otoriteleri), onun altındaki kat rahip-kralın (sistem yaratıcısı ilk yönetici hegemon) yeridir; en alt kat ise artık-değer-ürün üreten köleler ve zanaatkârlara ayrılmaktadır. Tapınak şehrin, devletin, sınıfların ilk prototipi, döl yatağıdır derken, tüm uygarlık sistematiğinin formülünü de belirlemiş oluyoruz. En son Avrupa modeline kadar hepsi bu örneğin izini taşımaktadır. Onun için Sümer örneğine muhteşem orijinal kaynak demenin doğru olduğunu savunuyorum. Hiçbir versiyon, türev orijinali kadar çekici ve etkileyici olamaz diyorum. İonya-Grek versiyonu üçüncüdür. Sümerlerin ikinci versiyonu, Yukarı Mezopotamya kaynaklı Hurriler ve onlarla iç içe olan Hitit uygarlığıdır. Greklerin farkı, klasik mitolojik söylemi aşıp felsefi tarzı inşa etmiş olmalarıdır. Doğa ve toplum felsefesini inşa etmelerinin temel nedeni, ortaya çıkan ve daha gelişmiş kent devletleşmelerini mitolojiyle izah etmenin inandırıcı değerinin zayıflamasıdır. Her ne kadar alt tabakalarda mitolojik anlatımın meşrulaştırma gücü devam ediyorsa da, somut yönetim sorunlarıyla boğuşanlar için daha ikna edici bir söylem gittikçe kendini dayatan bir ihtiyaç haline geliyor. Sosyal yaşam pratiği kentlerin yol açtığı problemler nedeniyle felsefi izah tarzını gerektirmektedir. Fakat Zeus'la başlatılan Olympos tanrılar panteonu halen çok etkilidir. Sokrates ilk kuşkucu yaklaşımlarını hayatıyla öderken, öğrencileri taslak halindeki öğretisini felsefenin temel kaynağı haline getirmeyi başarırlar. Özellikle Eflatun ve Aristo'ya felsefenin babaları demek yanlış düşmez. İbranileri Sümer ve Mısır mitolojisinden ilk tek tanrılı dinsel anlatıma geçen kabile olarak tanımlamak mümkündür. Ayrı bir koldan versiyonlaştırmadır. Birçok yan kolları da (Zerdüştizm, Yunan felsefesi başta olmak üzere) katarak Musevilik, İsevilik ve Muhammedî türevleri doğururlar. 108
Avrupa'da 16. yüzyılda büyük bir hamle gücü kazanan yeni maddi ve manevi kültür birikimleri, esas olarak bu tarihi orijin ve versiyonlarına dayanır. Onlarsız düşünmek, tarihi Avrupa ile başlatmak, ancak inandırıcı olamayacağı baştan belli olan yeni mitoloji ve din icat etmekle olur. Pozitivizm, laiklik, liberalizm, hatta sosyalizm adı altında yapılan düşünce inşa faaliyetleri her ne kadar yenilik taşısalar da, tarihsel ana kaynağın derin etkisi altında oluşturuldular. Kavram ve içerikleri ezici çoğunlukta önceki versiyonlarda geliştirilmiştir. Sadece Greko-Romen felsefe, bilim, sanat ve hukukuna değil, Mısır ve Sümer mirasına dayanmadan Avrupa Rönesans'ının, Reformasyon ve Aydınlanma döneminin izahı mümkün olamaz. Avrupa'nın katkısı şüphesiz vardır. 16. yüzyılla birlikte zaten meyvelerini vermeye başlar. Francis Bacon, Montaigne, Machiavelli, Kopernik başta olmak üzere bilim, felsefe ve din karışımı anlatımları yeni versiyonu belirlemektedir. Uygarlık sadece şehir, devlet, sınıf, tüccar, para ve pazar sunmadı; felsefe, din, bilim ve sanat da sundu. Avrupa kadim tarihin maddi ve manevi kültürünü en çok alma ve kendi potasında laboratuar inceliği içinde inceleyip sentezleştirme yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamıştır. Bunu Hint ve Çin uygarlığı başaramamıştır. Ortadoğu uygarlığı da son hamlesini yapma gücünü gösterememiştir. Nedenlerine sık sık değindim. Avrupa'nın uygarlık tarihinde yaptığı üçüncü büyük versiyonudur derken, kısaca bu tarihi gerçekleri yeniden hatırlamak öğreticidir. Antony Giddens, Avrupa'nın katkılarını 'süreksizlikler' olarak kavramlaştırır. Bununla orijin belirlemeye çalışıyor. Şüphesiz Avrupa uygarlığının orijinalleri vardır. Ama Giddens'in süreksizlikleri (kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm) kısmen kanıtlayıcıdır. Günümüz kapitalizmini kurtarma anlamı taşıyan Giddens'in sosyolojisini ileriki bölümlerde değerlendirmeye çalışacağım. Fakat açımladığı üç temel konu derinliğine çözümlenmeyi gerektirir. Bu nedenle bağlantı kurmak önemlidir. Yeniden Marksizm'in üç önemli kaynağına dönelim. Avrupa'nın düşünce kaynaklarını toparlamak açısından üç ayrım anlamlıdır. Fakat üçü arasındaki benzerliği yakalayamamıştır. Çünkü yakalasaydı kendisini de ele verecekti. Marksizm de dahil, İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız sosyalizmini ortak kılan Ay109
dınlanma ideolojisidir. Esas çözümlenmesi gereken bu ideolojidir. Dünyada hala çok etkili ve egemen olan bu ideolojidir. Her ne kadar sosyoloji bilim olarak sunuluyorsa da, aynı ideolojinin çerçevesi dışında herhangi bir yenilik içermemektedir. Yanılmıyorsam günümüz ABD'li ünlü Sosyolog E. Wallestein, Marksizm de dahil Avrupa düşüncesini yorumlarken, şuna benzer bir itiraf yapar: "Biz konuşurken, özgürlük ve sosyalizmi tartışırken, korkarım ilahların gazabına uğrarız. Çünkü aynı zehirli kaynaktan içtik." Bahsedilen düşünce, Aydınlanma ideolojisidir. Frankfurt Felsefe Okulu'nun güçlü temsilcisi Adorno'nun meşhur itirafı ise, "Yanlış hayat doğru yaşanmaz" şeklinde bizzat kendisi tarafından deyimlenmiştir. Nietzsche ve benzer ardılları Aydınlanma ideolojisini çok daha açık eleştirirler. Nietzsche, Aydınlanmanın bütün kavramları dinden alınmıştır der. Carl Schmitt siyaset felsefesinin tüm kavram ve varsayımlarının dinsel kökünü aydınlatmıştır. Avrupa'nın kendi düşünce tarzından kuşkusunun derinleştiğine ilişkin zengin bir literatür ve örnek kişilikler listesi vardır. Uygarlığın Avrupa'daki hali çok karmaşık ve ürkütücüdür. Sadece korkunç sömürgeci, emperyalist din ve ulus savaşlarıyla değil, ekonominin kontrol altına alınıp yönlendirilmesiyle, iktidarı ve devletleştirilmesiyle de tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmaz büyüklüklere ulaşmıştır. Bu noktada birçok 'süreksizliği' inkâr edilemez. Hatta bazı açılardan kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet şüphesiz çok önemli 'süreksizlikler' arz eder. Fakat başta Aydınlanma ideolojisi olmak üzere, tüm bu anlatımlar Avrupa uygarlığının 'süreksizliğini' açıklamıyor. Bilinçlice olmasa da, her din mensubunun kendi dini propagandasını yapmak durumunda kalması gibi, son tahlilde bir din olarak benimsenip bağlılığını sunmada anlatım sahipleri benzer konumdadır. İstisnaların her zaman mümkün olmasının genel yargıyı bozmayıp doğruladığını hatırlatmak isterim. Kökleri tarihin derinliklerinde olan, birkaç versiyondan geçmiş, kendi orijinleri olan çok karmaşık bir maddi uygarlık ortamında oluşan Avrupa'nın düşünce yapısının dinsel metafizik niteliği asla göz ardı edilmemelidir. Her din gibi, ifade ettiği maddi kültür koşullarını savunmak ve ebedileştirmekle yükümlüdür. Tüm dünyaya yaymak stratejik görevleridir. İlk rahiplerinden 110
okul ve akademileriyle tüm resmi üniversitelerine, ilkokuldan kışlaya, fabrikadan büyük alışveriş merkezlerine, medyadan müzelerine, eski dinlerin kalıntılarına, hastaneden hapishanelerine, mezarlarına kadar küresel ve yerel, özellikle ulusal çapta tüm toplumu zihniyet alanında fethettiği gibi, politik iktidar teknikleri ve askeri zoruyla zırh gibi sarmalamıştır. Tüm toplum "Demir kafese kapatılmıştır." Dinler ve izlerini taşıyan düşünceler resmileştikçe ideolojileşirler. İdeolojiler ise, somut olarak insan gruplarını ve çıkarlarını savunan program ilkeleridir. Dünya çapında resmileşen Avrupa düşüncesi veya dini artık bir ideolojidir. Uygarlık olarak üst tabakasını bütün gücüyle savunmak, ebedileştirmek ve egemen kılmak zorundadır. Ayrıca yanlış anlaşılmaması açısından bu eleştiriler sadece Avrupalı insana yapılmıyor; kendim, bölgem, dünyam dahil, fethedilmiş insanlığın tümüne yapılıyor. Aydınlanma ideolojisinin neden bu kadar etkili olduğu yerinde bir sorudur. En gelişmiş kozmopolit din niteliğindedir. Kendisinden önceki tüm din mensuplarına seslenir. Ulusaldır; ulus-devlete tapmayan bir ulusallık, toplumsallık neredeyse düşünülmez kılınmıştır. Ulus-devletsiz insan dinsiz insan durumuna sokulmuştur. En zayıf din durumundadır. Dolayısıyla kabullenmek eski dinler kadar zor değildir. Bilimcilikle sürekli beslenmektedir. Maddi yaşam tarzı bir nevi dinin ritüeli haline getirilmiştir. Manevi kültür araçları, başta medya organları sürekli propagandasını yapmaktadır. Siyasi ve ekonomik yaşam tam kontrolündedir. Küreselleşmiştir. Bu genellemeleri yaparken, içinden çıkılmaz bir dünya imajı yarattığımın farkındayım. Şunu hemen eklemek durumundayım ki, kendini böyle sunan bir uygarlık, özgüveni kalmayan Roma İmparatorluğu'nun son dönemine benzer. Ne kadar görkemli ve güçlü gözükse de, yıkıma uğrattığı tüm toplumun içindeki çokluklarla çevrenin ekolojik savunması çoktandır mücadele halindedir. Uygarlığın imparatorluklaşması kadar demokrasinin konfederasyonlaşması devam ediyor.
111
A- Kapitalizm Ekonomi Değil İktidardır Kapitalizmin ekonomi olmadığını düşünmek, en az Marks'ın Das Kapital kitabı kadar sonuçları olması gereken bir düşüncedir. Burada açıklamaya çalıştığım düşüncenin iktidar indirgemeciliğiyle ilişkisi olmadığını peşinen belirtmeliyim. Ayrıca kapitalizmi ekonomi olarak devletle bağlantılandıran düşünceyle de eleştirilmeyi kabul etmem. Kapitalizm, kapitalist ve kapitalist ekonomi diye kavramlaştırılanın, ekonomiyi kontrol eden politik bir gücün, kliğin oluşumundan bahsediyorum. Bu güç ilk defa 16. yüzyıl Avrupa'sında etkili olmuş, Hollanda ve İngiltere'de bizzat bu adlarla bu ülkelerin esas politik egemeni olmuştur. Ekonomiyi kullanması ekonomik olduğunu göstermez. Fernand Braudel, denilebilir ki, bu gerçeği ilk fark eden değerli bir sosyolog-tarihçidir. Fakat düşüncesini sistematize edememiştir. Hatta tüm Avrupa düşüncesinin bir amentüsünü ne denli bozduğunu fark etse de pek dillendirmemiştir. Belki de bu yönlü düşüncesini geliştirememiştir. Kapitalizmin pazar karşıtı, tekel talanı ve dıştan dayatma olduğunu açıkça söylemektedir. O zaman sormak gerekiyor: Bu dıştan kendini dayatan, pazara karşıt ve ekonomi olmayan nedir? Bu soruya yanıt çok yetersizdir. Politik güç müdür, din midir, düşünce okulu mudur? Teorik düşüncenin çatallaştığı ilişki alanlarında pratik gelişmeyi incelemek, irdelemek daha öğretici sonuçlar verebilir. Örneğimizi Venedik üzerinde irdelemeyle başlayalım. 13. yüzyılda Venedik'te büyük tüccar bir grup vardır. Fakat bu grup aynı zamanda kentin yönetimine de egemendir. Rakipleriyle savaşıyor. Deniz armadaları vardır. Yani askeri olan bir Venedik de vardır. Ayrıca Rönesans'a hamilik yapıyor. Ekonomi ve toplum üzerinde denetimi güçlüdür. Tüm bu ilişkilerin iç içe olduğu, bunda paranın bir zamk işlevi gördüğü de rahatlıkla belirtilebilir. O zaman bu ilişkiler bütünlüğüne hangi kavram yanıt verebilir? Açıklanabilecek hususlar olarak; ekonomiyi büyük tüccar adı verilen grupla denetlemekte ve artıkdeğerin önemli bir kısmını sızdırmaktadır. Bunun için politik erkin ya kendisini ya da kontrolünü elinde tutmaktadır. Zor uygulamak gerektiğinde ordu gücünü kullanabilmektedir. 112
Dikkat edilirse, aşağı yukarı aynı grubun komple bir hareketi söz konusudur. Grubun içinden bazı isimler değişse de, en azından Venedik çapında belirleyici konumda olan bir grup vardır. Tekrar bu grubu niteleyelim. Tüccar tekelidir, devlettir, ordudur, bürokrasidir. Önde gelen kilise ve sanat camiasının hamisidir. Devleti de aşan, ekonomiye kendini dıştan tekel gibi dayatan, ama ekonomi olmayan, topluma devleti de aşan bir hegemonya dayatan bu gruba iktidar yoğunluğu demek, bizzat iktidar olarak adlandırmak doğruluk payı güçlü bir yorumdur. Eğer grubumuz tüm İtalya çapında etkili olsaydı, ona ulusal iktidar diyecektik. Toplumun tüm kesimlerine kendisini yaysaydı, ulus-devlet diyecektik. Ülke ekonomisini denetimine geçirseydi, ekonomik iktidar olarak adlandıracaktık. Tüm Avrupa'ya, oradan dünyaya konumunu taşıracak olsaydı, Avrupa ve dünya imparatorluğu diyecektik. Bu varsayımlar temelinde 16. yüzyılın bugünkü Hollanda ve İngiltere coğrafyasına bakalım. Belirleyici olay, Fransa ve İspanya Krallıkları tarafından sürekli sıkıştırılmalarıdır. Bu krallıklar kendilerini imparatorluk olarak ilan edip İngiltere ve Hollanda'yı da kendi eyaletleri haline getirmek istemektedirler. Hâlbuki bu iki ülkenin kral ve prensi siyasi bağımsızlıklarını korumak ve geliştirmek istemektedir. Bunun için şiddetle güce ihtiyaçları vardır. Aksi halde yutulmaları an meselesidir. İhtiyaç duyulan güç siyasi, askeri, parasal ve entelektüeldir. Düşünür ve sanatkârları davet ediyorlar. Descartes, Spinoza, Erasmus oradalar. Yahudi sarraflar para sahibi olarak oraya akın ediyorlar. Yeni bir ordunun temeli atılıyor. Bu profesyonel, talim, disiplin ve tekniği yeni olan bir ordudur. Toplumsal dayanışma ve destek için özgürlüğe önem veriyorlar. İç siyasi çatışmaları gideriyorlar. En önemlisi de, Avrupa çapında verimli olan bir ekonomik beceri sağlıyorlar. Tüm bu etkenleri bir arada düşündüğümüzde, Hollanda ve İngiltere rakiplerine karşı kendilerini güçlü savunuyorlar. Hatta yüzyılın sonlarında kendilerini hegemon kılma şansını yakalıyorlar. Gelişmelerin pratikteki ana çizgisinin böyle olduğunu az çok bilgisi olanlar kabul edecektir. O zaman sorularımızı yeniden soralım. Tüm bu iç içe ve birbiriyle bağlantılı ilişki ağlarına ne ad verelim? Nasıl bir sistem olarak 113
tanımlayalım? Tüm bu gelişmeyi yeni bir ekonomik yaratıcı sınıf mı sağladı? Ortada verimli kılınmış bir ekonomi vardır. Kimdir bunu yaratanlar? Binbir çeşit zanaatkâr, çiftçi, işçi, küçük tüccar, dükkâncı, pazar ve dolaşımı hızlandıran para ve senetler. En önemlisi, bu ekonomik verimlilik artık-değeri büyütüyor. Kim aslan payını alıyor? Herhalde ekonomiyi para ve siyasi-askeri güçle denetleyenler. Çünkü para olmazsa satış olmaz. O olmazsa verim durur. Ordu ve siyasi güç olmazsa işgal görür, o zaman yine verim düşer. Demek ki belirleyicilikte para ve türevlerinin etkileri olmakla birlikte, ekonomiyi ancak kontrol düzeyine getirmek ve karşılığında da büyüyen artık-değeri gasp etmek için bu denetimi sürdürüyorlar. Bunlar muhtemelen siyasi ve askeri erkle sıkı ilişki içinde olan kesimlerdir. Prensin ve kralın ordunun başı olduğu, paraya da çok ihtiyaçları olduğu, dolayısıyla artık-değer toplayanlarla ya aynı gruptan ya da yoğun ilişkiler içinde oldukları yüksek bir ihtimaldir. Bu arada sanat ve fikir hareketleriyle de aralarını iyi tutuyorlar. Avrupa'da özgürlüğe önem veren kral ve prens olarak tanınma işlerine geliyor. Rakiplerindeki muhalefet hareketlerini de desteklemekten geri kalmıyorlar. Bir kez daha soralım: Bu komple hareketi nasıl kavramlaştırabiliriz? Ekonomiktir desek, ortada gerçek ekonomiyle uğraşan bir kişi bile yoktur. Olanlar artık-değeri ele geçirenlerdir. Bunlar kimlerdir? Kendilerini dıştan ekonomiye dayatanlar. Para-değeri dolaşımda hızlandırarak parayı çoğaltanlar. Devlete borç olarak aktaranlar. Karşılılığında belki de devlete ortak olanlar. Görüyoruz ki, kapitalizm, kapitalist ve kapitalist ekonomi dediğimiz dolaylı olarak ekonomiyi denetleyenler, ama esas olarak içinde yer almayanlar oluyor. Esas uğraşları ne bunların? İktidar tekeliyle ilgililer. Ekonomik tekellerini iktidar tekelleriyle birleştiriyorlar. Savaşıyorlar; ülkede savaşı kazandıklarında ülke içinde güçleri artıyor. Bu daha çok artık-değer demektir. Dışa doğru savaş kazandıklarında, bu sömürge kazanımı ve hegemonya demektir. Bu gelişme ise tekel talanı demektir. İngiltere ve Hollanda örneğini zamana ve mekâna yaydığımızda, gelişmeler daha somutluk kazanıyor. Aralarındaki ittifakı önce Avrupa'daki hegemonyaları için kullanırlar. 16. yüzyıl sonlarında İspanya İmparatorluğunun boyunduruğu kırılmış ve Avrupa 114
çapında imparatorluk emelleri ölümcül bir darbe yemiştir. 17. yüzyılın sonlarında Fransa monarşisi de yenilgiye uğratılmış ve Avrupa üzerindeki hegemonik emelleri ağır darbe almıştır. Avusturya karşısında Prusya Almanya'sını destekleyerek, Habsburg sülalesiyle Avrupa üzerindeki imparatorluk düşlerine de ölümcül darbe vurulmuştur. Son Otuz Yıl Savaşlarıyla din savaşı çağına son verilmiş, 1649 Westphalia Anlaşmasıyla kendi çizgilerinde ulusal devletler dengesine dayalı sistemin temelini atmışlardır. Fransa'nın 1789 Devrimiyle buna cevabı, Napolyon şahsında stratejik hegemonya kaybıyla sonuçlanmıştır. Aynı dönemlerde sömürgeler savaşı da kazanılıp, 19. yüzyıla endüstri devrimiyle girilmiştir. Endüstri devrimi İngiliz hegemonyacılığını kesinleştirmiş, kendisine dünya imparatorluğunun yolunu açmıştır. Prusya'nın şahsında geç uyanan Alman devi, 1870'te Fransa'ya karşı kazandığı zaferden sonra, Avrupa ve Dünya hegemonu olmak için iki dünya savaşıyla iki defa ağır yenilgiye uğratılmıştır. İkinci İngiltere olarak ABD iki dünya savaşından da kazançlı çıkmış ve İkinci Cihan Harbinden beri yeni dünya hegemonik gücü olmuştur. Almanya'nın rolünü tekrarlamak isteyen Rusya Sovyet İmparatorluğu hegemonya savaşından yenik çıkmıştır. Artık Dünya İmparatorluğuna oynayan bir ABD var ki, çöküşü engellemek için bir nevi savunma savaşıyla ömrünü uzatma peşindedir. İktidarın ana doğrultusu böyledir. Uruk sitesinden başlayan iktidar nehri, akışına binlerce yan kol alarak, ABD'nin Newyork kenti yakınlarında artık okyanus sularında kaybolmaktadır. Başka dolaşacağı kıyı olarak Çin'in okyanus kıyıları düşünülmektedir ki, şimdilik bunun varsayımı yapılmaktadır. Oraya varması ihtimali, varmaması ihtimalinden düşüktür. Uygarlık toplumunun çözülme şansı daha yüksek bir ihtimaldir. Dünya çapında dev boyutlara varan toplumsal ve çevresel sorunlar, demokratik toplumların devreye girmelerini ve kendi uygarlıklarını inşa etmelerini öncelikli olasılıklardan biri haline getirmiştir. Eski devlet sistemlerinden kalma imparatorluk kültü yerine, demokrasilerin konfederatif birliğinin küresel sorunlarla baş etme şansı daha yüksektir. Bu varsayımlar kapitalizmi yerli yerine oturtmak için yapılmaktadır. Ufuk turu gibi bir şeydir. Uygarlık ana nehrinin İngiltere ve 115
Hollanda durağı derin bir girdap yaptıktan sonra devam ediyor. Yeni bir hız ve renk kazanarak. Girdabla birlikte ana nehre katılan süreksizlerin uygarlığın sonraki akışına yeni bir renk ve hız verdikleri açıkça belirtilebilir. Geleneksel devletin ulus-devlet olarak yeni versiyonu, yine neolitik devrimden sonra en büyük ekonomik devrim olarak endüstrisi, iki çok güçlü akarsudur. Geleneksel uygarlığı hızlandıran ve renklendiren de bu iki etkendir. Yine sürekli sorduğum soru devreye giriyor. Kapitalizm nerede? Kapitalizm ulus-devlet ve endüstrinin neresinde? Bu soruları ekonomik içerik açısından soruyorum. Cevabını çok sıkı aramama rağmen ekonomi içinde bulamıyorum biçiminde tekrarlıyorum. Belki tuhaf karşılanabilir, ama bana göre ekonominin gerçek sahibi, tüm işgal ve sömürgeleştirme çabalarına rağmen kadındır. Ekonomiyi sosyolojik açıdan anlamlı değerlendirmek istiyorsak, en doğru yaklaşım, mademki çocuğu karnında beslemekten tutalım, en zor doğum sonrası ayakta durabilecek hale getirinceye kadar kadın besliyor, -evin besleme zanaatkârı da kadındır- o halde en temel güç kadındır. Cevabım gerçeğe daha saygılı sosyolojik bir cevaptır. Biyolojiyle bağını da kesin göz önünde bulundurarak. Kaldı ki, tarım devrimindeki rolü ve milyonlarca yıl bitki toplayıcılığıyla, halen sadece ev içinde değil, ekonomik yaşamın birçok alanında çarkı döndüren kadındır. Bilimlerin temelini atma onurunu taşıyan Antik Yunanlıların ekonomiye ev yasası, kadın yasası olarak ad koymaları da bu gerçeği binlerce yıl önce tespit etmiştir. İkinci sırada şüphesiz uygarlık güçlerinin baş sanat olarak belledikleri artık-ürün ve artık-değer gaspı için sürekli ve acımasız yöntemlerle hep denetim altında çalıştırdıkları köle, serf ve işçi kategorisinde yer alanlar vardır. Üçüncü sırada biraz daha özgür her tür zanaatkâr, küçük tüccar, dükkancı ve küçük arazi sahibi çiftçiler gelir. Bunlara sanatkâr, mimar, mühendis, doktor vb serbest meslek erbabını da dahil etmekle tabloyu aşağı yukarı tamamlamış oluruz. Ekonomik çarkı tarih boyunca çeviren toplumsal grup veya sınıfların bunlar olduğu tartışmasızdır. Yine aralarında kapitalist, senyör, ağa, efendi yoktur. Bunlar çok açık ki, ekonomik güçler değil, insan ve emeği üzerine her tür sömürüyü, işgali, sömürgeciliği ve asimilasyonu dıştan ve tekelci ola116
rak dayatan işgalci, sömürücü, sömürgeci ve asimilasyoncu güçlerdir. Dıştan dayatmacı ve ekonomi olmayan sadece kapitalist değildir. Büyük tüccar, sanayici ve bankacı olarak kapitalistten başka senyör, efendi, politikacı, asker ve uygarlıkçı entelektüel de ekonomik olmayan, ekonomiye dıştan kendilerini dayatan güçlerdir.
117
B- Kapitalizmin Ekonomi Olmadığına İlişkin Veriler Kapitalizmin sadece ekonomi olmadığına, daha da vahimi ekonomi karşıtlığı olduğuna ilişkin de eldeki veriler çarpıcıdır. 1- Ekonomik krizler. Kapitalizmi bir ekonomik sistem olarak kanıtlama çabasındaki 'pozitivist-bilimci' rahip takımı, krizler sorununu da yanlış algılamakta ve algılatmaktadır. Ekonomik krizlerin tek bir izahı vardır. O da ekonominin can düşmanı, karşıtlığı kimliğinde yatmaktadır. Bazen fazla üretimden kaynaklanan krizler diye bir tanım geliştirilmektedir. Bir yandan dünyanın büyük kısmı açlıktan kırılacak, diğer yandan üretim fazlası bulunacak! Kapitalizmin ekonomi karşıtlığı en çok bu tür bilinçli olarak yaratılmış bunalımlarda kanıtlanmaktadır. Nedeni de gayet açıktır: Tekel kârı. Yok pahasına ürettiği emekçi güçlere bırakılan paylar alım gücüne yetmeyince, sözde bunalımlar ortaya çıkıyor. Daha doğrusu, çıkarılmış oluyor. Bu durumda hangi sahte rahip, daha doğrusu sözde ekonomist imdada yetişiyor? Keynes! Ne diyor? Harcamaları devlet arttırsın. Nasıl? Emekçilerin alım gücünü yükselterek! Oyun bütün iğrençliğiyle nasıl ortaya çıkıyor? Bir yandan cebini boşaltacaksın, diğer yandan elinle diğer cebini dolduracaksın! Bu, bal gibi emekçileri ve tüm uygarlık dışı toplumu ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıdır. Çok açık ki, politik bir ilişkiyle karşı karşıyayız. Uygarlığa karşı demokratik güçlerin eylemi bastırılmak istendiğinde önce aç bırakılır. Sonra yalvartılarak karınları doyurulur. En eski savaş taktikleriyle karşı karşıyayız: Bir halkı, bir şehri teslim almak istiyorsan, önce ablukaya alacak, aç bırakacaksın! Sonra teslim olma karşılığında karnını doyuracaksın! Kapitalizmin sahte bunalım teorisinin gerçek özünün bu olduğunu yüzlerce örnekle kanıtlayabilirim. Sadece meşhur 1930 bunalımını çözümlersek, tüm mantığı sökmüş oluruz. Bu dönemde neler oluyor? İngiltere'nin hegemonyasını kabul etmeyen Sovyetler Birliği kalıcı ve başarılı bir rejim haline geliyor. Hem de kapitalist adı verilen dünyayı tehdit ederek. Avrupa içinde ağır şartlarla teslimiyet antlaşması dayatılan Almanlar ve bağlaşıkları sağı ve soluyla direniş halindedir. Çin, Mao önderliğinde büyük bir köylü başkaldırısını yönetiyor. Anadolu başta olmak üzere, İngiliz hegemonya118
cılığına karşı sömürge ve yarı sömürge ülkeler ulusal diriliş mücadelesiyle dünya çapında başkaldırmaktadır. İngiliz dünya hegemonyacılığının bunlara verdiği yanıt, 1929-30 bilinçli bunalımıdır. Bir yandan dağ gibi yığılmış mallar, diğer yandan açlıktan kırılan halklar, emekçiler. İngiliz Keynes'in ilacı her şeyi açığa vuruyor: Dünya emekçilerine ve halklarına kırıntılar kabilinden ayakta kalma şansı. Sözde sosyal devlet politikaları. Sonucu ne olmuştur bu 'kapitalist sosyal devlet politikalarının'? Ekim Sovyet İhtilali ile başlayan dünya demokratik toplumunun, uygarlığın yeni hegemon gücü karşısında adım adım geriletilmesi, çarpıtılması, asimile edilmesi; 1990'larda Sovyet sisteminin çok önceden başlatılan (1930'larda Stalin'in antidemokratik politikaları, yani diktatörlüğü: Niçin? 1929-30 bunalımının etkisini bertaraf etmek için. Kim bertaraf oldu? Stalin ve ekibi, Sovyet ekonomisi) içten çökertilme politikalarıyla resmen ortadan kaldırılmasının ilanı. Ulusal kurtuluş devletlerinin sosyal içeriğinden (demokratik devrim ve toplum içeriğinden) boşaltılarak hegemon kapitalist sisteme entegre edilmesi. Tüm bunalımların ana amacının bu olduğu, bilinçli devlet politikalarıyla hegemonik sistemin varlığının sürdürülmesiyle amaca erişildiği, en azından kritik bir aşamanın geride bırakıldığı. 2- Kıtlığa dayalı krizleri de aynı kategoride değerlendirebiliriz. Bilinçli mal üretiminden vazgeçilmesi veya hastalık ve afetler karşısında insanların çaresizliğinden medet umulması. Mevcut teknik ve donanımlarla ciddi bir açlık ve kitlevi hastalıklar düşünülemez. Amaç hegemonik sistemin varlık sorunu olduğunda bu yapay bunalım türüne başvurulmakta, hastalık ve afetler koz olarak kullanılmaktadır. Bir kez daha 'kapitalist ekonomi ve toplumu' denilen aygıtın resmi hegemonik uygar güçle bağlantısını netçe görüp yorumlayabiliyoruz. Metot aynıdır: Aç bırak, hastalığını ve felaket halini kullan! Hem de kurtarıcı melek ve hatta tanrısı olduğunu kanıtlamış olursun. Kulların sana bol bol şükretsin! 3- Kapitalizmin sadece ekonomi karşıtlığı değil, toplum karşıtlığı olduğunu da iyi anlamak gerekir. Teorik olarak toplumun bütün olarak kapitalistleşemeyeceğini, bunun imkânsız olduğunu çok önceden Roza Luxemburg kanıtlamaya çalışmıştır. Bence ince teorilere pek gerek yoktur. Herkes, her toplum, işçi ve kapitalist olarak iki119
ye bölünse, kâr amacıyla satacak mal üretemezsin! Kaba örnek: Yüz işçinin çalıştırıldığı bir fabrika varsayalım. Yüz araba üretebilsinler. Toplum da bir kapitalist fazlasıyla 1+100 kişiden oluşsun (Çünkü toplum sadece işçi ve kapitalistlerden oluşmaktadır. Saf kapitalist toplum denilen olay budur. Tabii Marksistlerin en azından bir kısmının büyük yanlışı). Yüz arabayı elden çıkaralım ki kâr gelsin. Yüz işçi ücretleri ile arabaları aldılar. Geriye patrona ne kaldı? '0' (sıfır). Demek ki, daimi olarak kapitalistleştirilmeyen, benim sistem analizimle 'uygarlık karşıtı demokratik toplum' her zaman var olmalı ki, uygarlık toplumu sürdürülebilsin. Yeni hegemon güç olarak 'kapitalist uygarlık' da diğerleri gibi ancak demokratik toplum karşıtlığı, eylem zamanlarında daha da azgınlaşarak demokratik toplum düşmanlığı temelinde var olabilir: Ya savaşlarla ya barışlarla. Tüm uygarlık tarihinde olduğu gibi, kapitalist uygarlık tarihinde de bu anlatımı doğrulayacak sayılamayacak kadar çok olay ve savaşlar vardır. 4- İşsizlik. Kapitalizm sistem olarak artık-değerden kâr oranını yüksek tutmak için daima bir yedek işsizler ordusunu devrede tutmak zorundadır. Hatta yoksa yaratmak zorundadır. İşsizlik bilinçli yaratılan süreçtir. En sıradan canlı hayvan ve bitkiler işe yararken, insan gibi bir varlık nasıl işsiz bırakılarak yararsız kılınsın? Örneğin işsiz karınca olabilir mi? Karınca bile işsiz olamıyorsa, insan gibi gelişmiş bir varlık nasıl işsiz olsun? Evrende işsizlik kavramına yer yoktur. Ancak analitik zekânın sapık bir ürünü olarak, toplumsal yaşamın en vahşi eylemi olarak işsizlik yapay olarak yaratılmakta ve canlı tutulmaktadır. Kapitalist sistemin ekonomik yaşama karşı en amansız düşmanlığını hiçbir olay 'işsizlik' kadar açığa çıkaramaz. En ağır eleştirdiğimiz firavun rejiminde bile 'işsiz köle' kavramına yer yoktur. Nasıl ki işsiz firavun olmaz ise, işsiz köle de kavram olarak bile düşünülemez. Bir kölenin her zaman değeri ve işi olmuştur. Sadece kapitalizmde işsizlik, yani amansız ekonomi düşmanlığı vardır. 5- Kapitalizm ekonomik tekniğin de düşmanıdır. Mevcut bilim ve teknik düzeyi, adına ister 'refah toplumu' ister 'cennetteki toplum' diyelim, herhangi bir toplumun rahatlıkla hem siyasi sistem olarak demokratik toplum biçiminde varlığını sürdürebilecek, hem de ekonomik olarak sorunlarını çözebilecek bir tarzda gelişmiş bu120
lunmaktadır. İnsan ihtiyaçlarına bu bilim ve teknik düzeyin optimum (en verimli tarzda) uygulanmasına kapitalist sistemin 'kâr yasası' engel koymaktadır. Kâr yasası olmazsa, sadece insanın beslenme ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir ekonomiye, mevcut bilim ve teknik düzeyi rahatlıkla gerekli her çözümü bulabilecek kapasitededir. Bu kapasite hiçbir zaman tam kullandırılmamakta; bilakis sürekli krizler, işsizlik, toplumsal şişkinlikler yaratılarak kapitalist uygarlık sürdürülmek istenmektedir. Demek ki kapitalizm sadece ekonomi düşmanlığı değil, ekonomiyi optimal düzeyde gerçekleştirebilecek bilim ve tekniğin de düşmanıdır. 6- Kapitalizm ekonominin en temel ilkesi olan ahlakın, moral değerlerin de düşmanıdır. İnsanlık ancak ahlaki ilkeyle ekonomik ihtiyaçlarını düzenleyebilir. Aksi halde örneğin karıncalar gibi çoğalabilir ki, buna on tane dünya gibi gezegen bile yetmez. Ahlak olmazsa 'aslan toplumuna' dönüşebilir ki, geriye yenilecek sığır, hayvan kalmaz. O zaman aslana da dünya kalmaz. Yani kapitalizm sınırlandırılıp durdurulamazsa, ya toplumu 'karıncalar toplumuna' dönüştürerek yıkımın eşiğine getirecek (örneğin Çin ve Japonya'nın durumu), ya da 'aslanlar toplumu' durumuna getirecektir (örnek ABD toplumu). Her toplum ABD, Çin ve Japonya gibi olursa, insan toplumunun sürdürülebilirlik şansının gittikçe azalacağı açıktır. Burada kapitalizm esasta ahlaki ilkeyi sözde 'kapitalist ekonomiye' kurban etmiştir. Bir dönem çocuklar, kız çocukları da fazlalıktır diye kurban edilirdi. Varsa ancak böyle bir ahlakla insan kurban edilerek toplum sürdürülebilir. Nitekim tüm kapitalist damgalı savaşlara 'insan kurban etme ayinleri' olarak bakarsak, nasıl bir 'kapitalist ekonomi ilkesi' ya da ahlaksızlığıyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Yalnız toplumun iç sosyal dokularını tahrip etmiyor bu ahlaksızlık. Çevreyi, doğayı da ilk defa hükmü altına alarak, büyük bir katliam sürdürerek sadece insan yaşamını değil, tüm canlı yaşamı da tehdit edecek boyuta varıyor. Bundan daha büyük ahlaksızlık ve canlı düşmanlığı olabilir mi? 7- Kapitalizm ekonominin ana gücü, yaratıcısı kadının da düşmanıdır. Tüm çözümlememiz kadının toplumsal yaşamdaki yerinin, ekonomik değerinin birincil düzeyde ve yüksek seviyede olduğunu kanıtlamaktadır. Tüm uygarlık tarihinde olduğu gibi, en acımasız dönemini kapitalist uygarlık aşamasında yaşamaya başlayan 121
'ekonomisiz kılınmış kadın' gerçeği, en çarpıcı ve derinlikli toplum çelişkisi haline gelmiştir. Kadın nüfusu ezici olarak işsiz bırakılmıştır. Ev işleri en zor işler olduğu halde, beş metelik değer etmemektedir. Çocuk doğurma ve yetiştirme hayatın en zor işi olduğu halde, sadece değer etmemekle kalmamakta, giderek başa bela olarak düşünülmektedir. Hem ucuz, işsiz, çocuk doğurma ve binbir zahmetle büyütme makinesi, hem ücretsiz ve hatta suçludur! Kadın uygarlık tarihi boyunca toplumun zemin katına yerleştirilmiştir. Ama hiçbir toplum kapitalizmin yürüttüğü ve çok sistemli hale getirdiği istismarı geliştirme gücünde olamamıştır. Bu sefer kadın sadece zemin katta değil, tüm katlarda eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, demokrasisizliğin nesnesidir! Daha da vahimi, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak şiddette ve yoğunlukta cinsiyetçi toplum iktidarını insanın en mahrem organlarına kadar şartlandırıp çoğaltarak, kadını bir seks endüstrisine dönüştürerek, işkenceyi toplumun tüm katmanlarına yayarak, 'erkek egemen toplumu' kapitalist uygarlık döneminde azamiye çıkartarak, 'ekonomostan', ekonominin yaratıcısı özneden intikam alırcasına kadın ve ekonomi düşmanlığını her yerde ve her zamanında kanıtlamaktadır! 8- Kapitalizm, ekonomiyi en son küresel aşamasında zirveye çıkarttığı 'borsa, kur ve faiz' piyasası denilen para-kâğıt oyununa çevirerek düşmanlığını, gerçek ekonomiyle ilgisizliğini fazlasıyla ve tüm toplumun gözüne sokarcasına kanıtlamaktadır. Tarihin yine hiçbir döneminde ekonomi bu tür kâğıt oyunlarına, sanal bir sisteme dönüştürülmemiştir. Ekonomi toplumların en hassas dokusu olarak değerlendirilmiş, hep kutsallık atfedilecek düzeyde (kutsallık kelimesinin kaynağı Sümer toplumuna kadar gitmekte ve gıda kavramıyla bağlantılandırılmaktadır) değerlendirilmiştir. Beslenme en öncelikli sorun olarak görülüp çözümlenmeye çalışılmıştır. Bütün dinlerde ekonomik güvenceye dayalı bir izah yanı vardır. Bayramlar ekonomik bolluk veya en azından kriz olmaktan çıktığı dönemlerin anısına düzenlenmektedir. K. Marks'ın haklı olduğu bir nokta olarak, toplumun tüm alanlarını etkileyecek özelliklerin toplam ifadesi olacak kadar önemli olan ekonomi, duygusal ve analitik zihnin yoğunluk alanı olmaktan çıkarılıp para-kâğıt oyunlarına bağlanarak, analitik-spekülatif zihniyetin en sorumsuz, gerçek yaşamdan kopuk 122
alanına dönüştürülerek gerçek niteliğini ortaya koymaktadır. Hiçbir emek harcamadan, kur, faiz ve senet fiyatlarıyla oynayarak, küresel çapta saatlik süreler içinde milyarlarca Dolar (küresel para) el değiştirmektedir. İnsanlığın yarısı açlık ve yoksulluk sınırlarında gezinirken, bu tür değer transferleri kadar ekonomiye zıtlığı yansıtacak bir sistemi tasavvur etmek zordur. Kapitalizm, finans çağı da denilen son evresinde, sadece bu yüzüyle bile ne kadar gereksiz, ekonomi dışı ve düşmanca sistem olduğunu gayet iyi kanıtlamaktadır. 9- Kapitalizm ekonominin en temel iki alanı olan üretim ve tüketime el atıp kontrol altına alarak, toplumların gerçek besin, giyim, barınma ve dolaşım ihtiyaçlarıyla ilgisi bulunmayan, sadece kârını maksimize etmeyi hedefleyen politikalara ağırlık vererek ve daha önce belirttiğimiz gibi üretim ve tüketim krizleri yaratarak yapılarını kökten bozmaktadır. İnsanlık emeğinin gerçek üretim ve tüketim yapılarıyla ilişkisi bulunmayan veya önceliği olmayan, bilakis büyük sakıncalar içeren nükleer silahlar başta olmak üzere korkunç boyutlarda silahlanma, çok kâr getirdiği için çevreyi felakete götüren karbon kökenli enerji kaynaklarına yatırım, genetiği değiştirilmiş tarım, uzay teknolojisi, kara, deniz ve hava ulaşım hatlarına çok pahalı olmak kadar yol açtığı kirlilik bilindiği halde büyük yatırımlar, moda çılgınlığının sonucu olan aynı tür malın yüzlerce versiyonu için hesapsız yatırımlar sadece birkaç örnek olarak sunulabilir. Bir yandan çılgınca ve gereksiz alanlarda dağ gibi yığılan eşyaların pazarsızlıktan tüketim niteliğini yitirip çürümeye terk edilmesi, diğer yandan tüketim gücü olamamaktan kaynaklanan açlık ve hastalıktan kırılmalar. İşsizlik orduları! Tarihte hiçbir savaşın, doğal felaketin insan toplumuna yapamadığı kötülüğü ve düşmanlığı; kapitalizm denilen ekonomik biçim hem de ekonominin can damarlarına basarak, sıkıştırarak, kopartarak, suni damarlar takarak gerçekleştirmektedir. Bir uygarlık aşaması olarak kapitalizme ilişkin bu saydığımız dokuz başlık şüphesiz ciltler dolusu kanıtlamalı çözümleme gerektirmektedir. Yapmaya çalıştığım savunma düzeyinde tez belirleme olduğu için, böyle kısa anlatımları tercih ettim. Sonuç bölümüyle bundan sonraki iki başlık altında açımlama başka yönleriyle devam edecektir. 123
C- Kapitalizm Toplumsal ve Uygarlıksal Gerçekliğin Neresinde ve Hangi Zamanındadır? O halde hem ekonomi olmayan ve hem de ekonomi karşıtlığı bariz olan bu sistemi toplumsal ve uygarlıksal gerçekliğin neresine ve hangi zamanına yerleştirerek, yetkin bir anlamlandırma ve yorumlamayı başarabiliriz? Kapitalizm hakkında anlamlı bir sonuca ancak uygarlık tarihi boyunca uygarlık güçlerinin, sistemlerinin bir yandan kendi içlerinde, aralarında yürüttükleri eylemler, çatışmalar; diğer yandan uygarlık karşıtı güçlerle yapılan eylem ve savaşlar içinde varmak mümkündür. Konuya aşırı vurgu yaptığımın, çok tekrara kaçtığımın farkındayım. Özür de belirterek, bu çok ilginç ve ufuk açıcı turu bir kez daha kalın çizgilerle ve bütünlük içinde sunmak durumundayım. 1- İlkel Komünal Çağ (İlkel insandan dördüncü buzul döneminin sonuna, 20.000 yıl öncesine kadar): İlkel komünal ana düzeninde ekonomi kültürünün temeli atılmaktadır. Toplayıcılık ve avcılıkla sağlanan besinler anında tüketilmekte, post ve liflerinden yararlanılmaktadır. Ağırlıklı olarak ana-kadın klanın düzenleyici otoritesidir. Bir nevi ilk anacıl hegemondur. Klan toplumunun ana ilişkisi ve çelişkisi doğal çevre koşullarından risk teşkil edenlerden korunmak, elverişlilik ve beslenme imkânı sunanlardan yararlanmaktır. Klan kimliği bu koşullarda hayati vazgeçilmezlik arz etmektedir. Karı-koca mefhumu gelişmemiştir. Doğuran ana tanınmaktadır, ama partner, çiftleşilen erkek tanınmayacak kadar önemsizdir. İnsan toplumu şimdiye kadar yaşamının yüzde 98.5'ini bu biçimde sürdürmüştür. En uzun vadeli toplum biçimi oluyor. Hafif yontulan taşlar ilk temel kullanım araçları olduğu için, bu döneme yontma taş devri de denilmektedir. İlkel vahşet dönemi denildiği de olur. Sosyolojik olarak benimsenen ad ilkel komünal düzendir. İşaret dili kullanılmaktadır. Dere ve göl kıyılarında, mağara ve çakılan kazıklar üzerindeki kulübelerde barınmaktadırlar. Yaklaşık iki milyon yıl yalnız Afrika'da, bir milyon yıldan beri de Asya ve Avrupa kıtasında böyle yaşandığı varsayılmaktadır. Yurt kavramı, sınır, mülkiyet henüz gelişmemiştir. Aidiyet sadece klanla tanınmaktadır. Klan simgeleştirildi124
ğinde, herhangi bir nesneyle, totemle temsil edilmektedir. Kendi içinde aşama yapma, az veya çok gelişmişlik düzeyleri olsa da, dördüncü buzul dönemi sonuna insanlık bu düzen biçimi altında geçiş yapıyor. 2- Neolitik Çağ (M.Ö. 15000-4000 yaklaşık): Dördüncü buzul döneminin bitiminden sonra, tahminen 17 bin yıl önce kısa bir mezolitik (orta taş devri) dönemden sonra ilk defa ana kol halinde Toros-Zagros dağ sisteminin eteklerinde, iyi cilalanmış taşlar ve obsidyen kullanımından ötürü neolitik (yeni taş devri) olarak adlandırılan, fakat özü tarım ve köy devrimi olan, tarihi önemi büyük bir aşamaya geçiliyor. Yaklaşık 10 bin yıl öncesine dayanan varlığı arkeolojik olarak kanıtlanan bu toplum, ilgili dağ sisteminin iklimi ve çevresinin bitki ve yararlanılabilir hayvanlarla dolu olması nedeniyle büyük bir sıçrama gerçekleştiriyor. Beslenme imkânları artıyor. Dokuma yapılıyor. Mağaradan köy yaşantısına geçiliyor. Bitki ve hayvanlar tarım kültürüne ve evcilleşmeye alınıyor. Yaklaşık M.Ö. 6000'den itibaren çanak çömlek yapılıyor. Özellikle Doğu Akdeniz dağ eteklerinden Zagroslara kadar bir hilal çizen bölgede, çok güçlü ve sık ağlarla birbirine bağlanan bir kültür dönemine (Tel Halaf kültürü) geçiliyor. Ana odak Yukarı Mezopotamya oluyor. Toplum yeni icat ve üretim araçlarında bir patlama yaşıyor. Bir nevi neolitiğin endüstri dönemi yaşanıyor. Ana kadın bu kültürde ana-tanrıça katına yükseliyor. Büyük ihtimalle yeni toplumun oluşumundaki rolü belirleyicidir. Anacıl düzen klan toplumuna damgasını iyice vuruyor. Erkekle çelişki yeni yeni açılmaya başlıyor. Simgesel dile geçilmiştir. Güneyden Semitik ad kazanmış siyah derili grupların ana hat olan bölge üzerinden Asya ve Avrupa'ya göçleri artık eskisi kadar kolayca gerçekleşmiyor. Semitik kültürün oluşumunda bu etken önemli rol oynasa gerekir. Kuzeyden de daha çok sarı ve kızılderili diyebileceğimiz gruplar bölgeye kolay geçiş yapamıyor. Bir kolu Amerikan kıtasına (Bering Boğazından, tahminen M.Ö. 12000-7000) geçerken, diğerleri Çin, Orta Asya ve Doğu Avrupa'da yoğunlaşıyor. Ortadaki beyaz tenli Hint-Avrupa grubu, iklim ve beslenme koşulları nedeniyle başat hegemonik rol oynuyor. Özellikle Verimli Hilal'deki grup hegemon gruptur. Uzun süre uygarlık aşamasına kadar bu sıfatını koruyacaktır. 125
Tarihte ilk defa kanıtlanmış ve kalıcılık arz eden Verimli Hilal kültürü, M.Ö. yaklaşık 6000 yıllarında Aşağı Mezopotamya'ya, 5000'lerde Mısır-Nil vadisine, Balkanlar, İran ve Kuzey Karadeniz steplerine, 4000'lerde tüm Avrupa ve Çin'e kadar taşırılıyor. Her ne kadar iç dinamiğiyle bir Çin neolitiğinden bahsedilse de, benim tahminimce, Çin neolitiği ağırlıklı olarak taşırılmış kültüre dayanmaktadır. Sığır yetiştirilmesi, obsidyen kullanımının taşırılması bu tezi güçlendirmektedir. Tabii olarak uzun süreler söz konusu olduğundan, her ana bölge kendi neolitiğini geliştirme şansına sahiptir. Fakat bütün belirgin işaretler ilk kültürel kıvılcımın ana odak Verimli Hilal'e dayandığını göstermektedir. Yayılmanın sömürgeciliği, işgali söz konusu değildir. Boş alanların genişliği bu tür ilişkilere yer vermiyor. Dünyada kalıcı iz bırakan ve etkisini halen sürdüren ilk büyük küresel hareketin bu temelde geliştiği genel kabul gören bir tarihsel görüş ve sosyolojik bilgidir. 3- Sümer Uygarlık Çağı (M.Ö. 4000-2000) M.Ö. 5500'lerde Aşağı Mezopotamya'da El Ubeyd kültürü denilen, M.Ö. 3800'lere kadar sürdüğü tahmin edilen yeni bir evre etkili oluyor. Verimli Hilal kültürüne (özellikle Tel Halaf kültürüne) dayanmakla birlikte, gerek ataerkil topluma geçiş, gerek çanak çömlek tekniğindeki gelişmeler, ticaretin önem kazanması, ilk istilacı seferler ve kolonileştirme çağını başlatması açısından, bu dönem ve kültürü tarihi açıdan önem kazanmaktadır. Proto-Uruk kültürü de denilebilir. Özellikle ataerkil toplumun ortaya çıkışı, ön uygarlık anlamına geldiği için de önemlidir. Ana-tanrıça kültürü önemini yitiriyor. Kadın erkeğin kesin üstünlüğünü tanımaya zorlanıyor. Hiyerarşik yönetim büyük gelişme sağlıyor. Geleneksel uygarlık yönetiminin üçlü yapısı taslak halinde bu kültürde kendini ilk defa etkili bir biçimde duyuruyor. Bir nevi rahip olan Şaman, tecrübeli toplum yöneticisi şeyh ve fiziki güç sahibi olarak askeri şef'in ayak sesleri bu dönemde giderek güçlenecektir. Ortadoğu'nun din, politika ve askeri kültürü bu dönemden derin izler almaktadır. Bu kendini kanıtlayan bir kültürdür. M.Ö. 4500'lerde etkisini Yukarı Mezopotamya'da hissettiriyor. Tel Halaf kültürünü kontrolüne alıyor. Bir nevi kolonileştiriyor. İlk kolonilerin M.Ö. 4000'lerde bugünkü Malatya ve Elazığ'a kadar yayıldığı arkeolojik kayıtlarda ka126
nıtlanmaktadır. Hanedanlık, geniş aile dediğimiz kültürü de taşırıyor. Daha önceki kültürde bu öğeler yoktur. Yıkıcı faaliyetlerine ilişkin izlere de rastlanmaktadır. Yıkılan bazı köylerin kültürel izleri, bilinçli bir yıkım ve işgalin gerçekleştiğine tanıklık etmektedir. Ticaret kültürü kesinlik kazanıyor. Tarihin belki de ilk ciddi hegemonyacılığı bu kültürün eşliğinde gerçekleştiriliyor. Yaklaşık M.Ö. 4000-3000 dönemine Uruk kültür dönemi demek artık adetten sayılmaktadır. Uruk kültürü El Ubeyd kültürünün izi üzerinden gelişiyor. Ondan farklı olarak ilk kent-sınıf-devlet çıkışını, yani uygarlığı, yazılı tarihi başlatma ayrıcalığıdır. Tabii ki ataerkil kültürü ilk uygarlık kültürüne dönüştürmek tarih için çok önemlidir. Bunda Aşağı Mezopotamya ikliminin elle sulamayı zorunlu kılması temel rol oynar. Bu tür sulamanın geniş bir nüfus gerektirmesi, ayrıca sulama araç gereçleri kentleşmenin önkoşullarıdır. Büyük nüfusun aynı anda çalıştırılması beraberinde iaşe sorununu, sulama araç gereçleri de zanaatkârlığı gerektirmektedir. Bu durumda yerleşim zorunlu olarak kent çapında olmaktadır. Bu da kentin yönetimini, yönetimin meşruiyet sorunlarının çözümünü dayatıyor. Ayrıca dışta çoktan başlamış olan talancı kabile saldırılarından korunmayı da gerektiriyor. Hepsi birleşince, mükemmel bir rahip + yönetici kral + askeri komutan üçlüsünü doğuruyor. İlk Uruk kralına ithafen yazılan Gılgameş Destanı bu tarihsel gelişmeyi çok çarpıcı ve etkileyici olarak yansıtmaktadır. Şehir kendi başına mantığı gelişmeye zorlayan bir altyapıdır. Çünkü çok sorunlara yol açıyor. Sorunlar mantığı çalıştırmayı, dolayısıyla düşünceyi, düşünce yeni üretim araçlarını geliştiriyor. Ardından ekonominin yönetimi gelişiyor, o da politik ve askeri yönetimi peşi sıra sürüklüyor. Sınıfsal gelişmeyi de daha çok şehrin bir ürünü sayabiliriz. Kabile ve hanedan birimlerini aşan bir topluluktur şehir. Ayrıca hiyerarşik, ataerkil yönetimlerin çelişkili doğası gereği, çok sayıda nüfusu bünyesinden dışladığını varsaymak mümkündür. Karın doyurma kabilinden de olsa, şehir boşalan nüfus için bir çekim merkezi oluyor. Çeşitli nedenlerle aşiret ve hanedan dışı kalan kişilikler, şehirde kurulu yönetim altında yönetilençalışan kesimi oluşturacağına göre, artık sınıflaşmanın doğması kaçınılmaz olur. Sosyolojik bir ilişki, yani sınıfsallık, Uruk kültürü127
nün önemli bir öğesidir. Devlet tüm bu şehir ilişki ağlarının doğal bir uzantısı olarak doğacaktır. Şehir yönetimi ne kabile, ne hanedan yönetimine olanak tanır. Kan bağını aşan profesyonel bir yönetimi gerektirir. Ayrıca meşruiyet için bir inandırma gereği de kendini dayatır. Bunun imdadına yetişen, belki ilk devlet taslağını ele veren rahip ve bir nevi ilk şehir maketi olan tapınaktır. Kurum olarak şehir, devlet ve sınıfsallaşmayı ideolojik olarak zihnen inşa etme işi mitolojik ve dini üretim işidir. Maddi kültürün manevi kültürü etkilemesi Uruk kültüründe çarpıcıdır. Tersi de çok etkilidir. Hatta manevi kültürün ağır etkisi altında maddi kültürün anlaşılması neredeyse mümkün değildir. Büyük bir ideolojik inşa vasıtasıyla görünmez kılınmıştır. Dil ve içerik olarak bu inşayı binlerce yıl sürecek tarzda zihne yerleştirerek maddi koşulların görünmez kılınması yeni devlet ideolojisinin baş görevidir. Sümer toplumunda bu işlev çok çarpıcı olarak kendini ele veriyor. Devlet tanrısal kurum olarak anlamlandırılırken, çalışan sınıf tanrının yarattığı kullar olarak yansıtılır. Devlet ve yönetilenler arasındaki arabulucu halka melek kavramında yansır. En büyük yönetim otoritesi baş tanrı olarak yansıtılırken, yardımcıları ikinci el tanrılar olarak panteon'u, yani üst düzey devlet yönetimini, toplantı düzenini yansıtır. Eski tanrıçalar kuşağı kent öncesi kuşağın kadın etkinliğinin yansıma gücü olarak hala kendilerini hatırlatırlar. Tüm toplumsal ilişkiler yarı-mitolojik, yarı-dinsel bir dile tercüme edilerek, bambaşka bir metafizik dünya içinde, birim nüfus içinde yerlerini meşrulaştırmış olurlar. Şehir-devlet-sınıf ideolojik olarak yeniden yaratılır. İdeolojik olarak yeniden yaratılma, çok büyük işlevi olan bir manevi kültür olarak her tür maddi gelişmenin, hatta doğanın yorumu olacaktır. Ona dayanılarak, özellikle yansıtıcı dil esas alınarak anlamlar türetilecek, insanlar inanacak, yaşamı bu yeni meşru dünya içinde kutsayarak yaşayacaktır. Yeniden doğum karşısında gerçek maddi doğum var mı, yok mu sorusu bile bu gelişmeler karşısında anlamını neredeyse kaybedecek, görülse bile başka türlü imgeselleştirilecektir. Uruk devrimi tarım devrimi kadar önemli bir ilk şehir devrimidir. Ana nehir kolunun çıkış membaıdır. Daha sonraki katılımlar derecikler ve göletler seviyesindeki kapalı 128
membalardır ki, onların bile hareketlenmesi ancak ana nehir sayesinde mümkündür. Doğrudur, Çin'de de bir kent devrimi vardır. Orta Amerika'da da vardır. Ama ana nehir oluşturmayan, doğdukları yerde ya kuruyan, ya da durgun bir göl gibi etrafını çok az kişiye yararlandıran mahalli kültürlerdir. Uygarlık olmak için ana nehir olmak veya ona katılmak önemli bir koşul olarak anlaşılmak durumundadır. Saf uygarlık yoktur. Kaldı ki, Uruk kültürünün arkasında on bin yıllık neolitik miras yatmaktadır. Zembille gökten çöle düşmemiştir. Bu yeni kültüre uygarlık (medeniyet) da denilmektedir. Şehirlilik olarak tercüme edilebilir ki, doğrudur. Maddi ve manevi yapısı ve yansımasını böyle tanımlarken, aslında bir anlamda tüm uygarlığı tanımlamış oluyoruz. Yapısı gereği Uruk kültürü yayılmacıdır. Şehrin artan verimlilikle her bakımdan büyümesi, nüfusunu bir dereceye kadar taşırması nedeniyle peş peşe komşu şehirlerin doğmasına yol açar. Verimli Hilal'in köylü kültürü de böyle çoğalarak zincirleme köy kuruluşlarına yol açmıştır. İlk köy kuşakları olarak Nevali Çor'dan (Urfa-Siverek Fırat kıyısında) Çayönü'ne (Diyarbakır-Ergani Dicle'nin bir kolu kıyısında), oradan Çemê Hallan'a (Batman Çayı yakınlarında), böylece aşağıya Kerkük'e kadar çığ gibi (M.Ö. yaklaşık 10 binlerden itibaren) yayılım gösterirler. Kültürlerin çiçeklenmesi dediğimiz olay budur. Uruk kültürlenmesi de benzer bir seyir izlemiştir. Çoğalan şehir artan rekabettir. Şehir aynı zamanda pazar demek olduğundan, yeni kültür rekabet unsurunu da peşi sıra taşır. Ticaret daha şimdiden gözde bir meslek olmuştur. Tarıma ve ulaşıma yönelik bir zanaatkâr endüstrisi doğmuştur bile. Şehirler arası kavga, doğal olarak hegemonya sorununu gündeme getirecektir. Şehir devletinden ilkel imparatorluğa (bu durumda mevcut tüm şehirlerin aynı kişi veya hanedan yönetimine alınması oluyor) geçiş süreci peşi sıra kendini dayatacaktır. Uruk'un ticaret ihtiyacı erkenden neolitik alanı uygarlaştırma ve kolonileştirme sürecine sokacaktır. Eldeki birçok veri, El Ubeyd kültürüne dayalı koloni katmanlarını takiben, daha gelişkin bir Uruk yayılma alanı ve kolonileştirme faaliyetini kanıtlamaktadır. Özellikle Fırat kıyılarında çok gelişkin Uruk kolonilerine rastlan129
mıştır. M.Ö. 3500'lerden itibaren gelişen Uruk kolonileştirme hareketine karşı, zaten Tel Halaf kültüründen beri büyüme halkalarını durdurmayan Yukarı Mezopotamya kültürünün hem bir başkaldırısını, hem de karşılıklı alışverişini yansıtan bir eğilimin varlığını da eldeki arkeolojik bulgular kanıtlamaktadır. Bölgenin çok güçlü iç dinamikleriyle M.Ö. 3000'lerde kentleşmeye başladığını gösteren çok sayıda höyük kazısı vardır. Her gün artan bulgular, şehir kültürünün de Aşağı Mezopotamya'ya tıpkı Mısır, Elam ve Harappa'ya taşındığı gibi ana kaynak bölgeden taşındığını düşündürtmektedir. Özellikle yakın dönemde Urfa yakınlarında Göbeklitepe'deki yerleşimin kazınması (M.Ö. 10.000'lerde başladığı kanıtlanmıştır) mevcut görüşleri değiştirecek bulgulara yol açmıştır. Köyleşmeden önce dönemine göre dev boyutlu sayılabilecek, muhtemelen tapınak olan bir kültürün varlığı saptanmıştır. Mevcut dikili taşların anlamı tam çözümlenmese de, çok gelişmiş bir kültürü yansıttığı kesindir. Yeni araştırmalar kültürel merkez kaymalara yol açabilir. Bu paragrafı Uruk yayılmasına karşı güçlü bir kültürün ancak cevap verebileceğini belirtmek için açtım. Bölgedeki kültürün daha önceleri başlayan (muhtemelen M.Ö. 5000'lerde başlayan El Ubeyd kültürü) kültür yayılmasına karşı da direnişi ve kendi kültüründe ısrarı vardır. Hatta tüm mezolitik ve neolitik dönemde güney ve kuzeyden dalga dalga gelen göçlere karşı sürekli bir direnme halinin mevcudiyeti bölgedeki kültürel yapının kalıcılığından anlaşılmaktadır. Bu gerçeklik, Uruk kültürünün yerel kültür içinde erimesi, karşı kültürün gücünü göstermektedir. Bu aslında bugüne kadar devam eden bir süreçtir. Uruk'un üstünlüğünü üretimdeki gücü ve nüfusuna dayalı devlet gücü sağlamaktadır. Tıpkı Hollanda ve İngiltere örneğinin ilk prototipiyle karşı karşıyayız. Benim şahsi yorumum, ilk El Ubeyd ve Uruk yayılmasına Mısır, Elam (bugünkü İran'ın güneybatısı) ve Yukarı Mezopotamya kültürü başarıyla karşılık verip kendi kent kültürünü yaratmışlardır. Nitekim M.Ö. 3000'lerden itibaren bu üç tarihi merkezden kent gelişmesinin hızlandığını ve uygarlık nehrine kendi kollarını akıttıklarını kanıtlayan arkeolojik kanıtlar her geçen gün artmaktadır. Daha da önemli olan, Uruk'un yakın çevresindeki şehir ve kırsal bölgelerde nelerin olup bittiğidir. Tarih Uruk kültürel çağının M.Ö. 130
3000'lerde sona erdiğini ve I. Ur Hanedanlığıyla yeni bir dönemin başladığını haber vermektedir. Muhtemelen yoğun şehir çatışmasının sonucudur bu gelişme. Zaten tabletlerin okunmasında bu yönlü gelişmeler net anlaşılmaktadır. 'Nippur'a Ağıt', 'Agade'ye Lanet' ezgileri, yakılıp yıkılan şehirlerin encamına ilişkindir. Tıpkı bugünkü Bağdat ve çevresinde olup bitenlere nasıl da benziyor! I. ve II. Ur dönemleri M.Ö. 2350'lere kadar gelmektedir. M.Ö. 2350-2150'lerde meşhur Sargon yönetiminde bir hanedan dönemi başlıyor. İlk imparator olarak da tanımlanabilecek Sargon, çok kanlı savaşlar sonucunda tüm Verimli Hilal'de hükmünü, yani imparatorluğunu geçerli kıldığını övünerek anlatmaktadır. Büyük vahşetler şanlı, onur yükselten eylemler olarak anlatılmaktadır. Yazılı kaynaklardan bunu takip etmek mümkün oluyor. Agade'yi başkent yaptığı, Amorit (o dönemin Arabistan çölünden saldıran kabilelere Sümerlerin taktıkları ad; 'tozlu, kirli adamlar'ın adı) kökenli olduğu kayıtlanmaktadır. M.Ö. 2150'lerde bu sefer Zagros kökenliler Gudea önderliğinde Agade'yi yerle bir edip yeni hanedanı tesis ediyorlar. Yaklaşık M.Ö. 2050'lerde bu hanedan da düşüyor. Yerine geçen Üçüncü Ur Hanedanı da ancak yüz yıl yaşıyor. Tarih M.Ö. 1950'lerde görkemli Babil çağının başladığını gösteriyor. Bu şehir kavgalarında karşımıza çok ilginç bir ikilem çıkıyor. Sümerler uygarlığı yaratan ana toplumdur. Ana derken, kaynak anlamında söylüyorum. Menşeleri muhtemelen çok önceleri Verimli Hilal kültüründen gelen, ama artık yerleşik hale gelen bir halk, bir toplum olduğunu çağrıştırmaktadır. Dilleri iki yakın komşu olan Amoritler ve Gutilerden farklıdır. Hayli iç içe geçen kelimeler de vardır. Özellikle Aryen dil grubuna daha yakındır. Semitik kökenden bariz olarak farklılar. Semitik-Amorit kabilelerin saldırıları yoğundur. Nitekim Agade kenti, hanedanı ve Sargon Semitik-Amorit kökenlidir. Hatta Sümer şehir saraylarında büyüyen ve yönetimde yer alan bir komutan olma ihtimali yüksektir. Destanlar bunu yansıtmaktadır. Gutiler daha çok Sümerlere müttefik olarak yaklaşıyorlar. Kökenleri Zagros-Aryendir. Çok enteresan olan nokta, bugünkü Irak'ta da çok benzeyen bir tablo söz konusudur. Sonuç olarak M.Ö. 2000'lerin başlarına kadar uygarlığın sistem olarak doğuşu ve gelişimi çok kanlı, sömürülü, kent kurmalı ve yık131
malı, ittifaklı, kolonili, hegemonik karakterde oluyor. Kölelerin karın tokluğuna çalıştığı verimli sulak topraklarda tarımla birlikte komşu şehir ve neolitik bölgelerle ticaret ve zanaatkârlık büyük artık-ürün üretiyor. Bu üretim, yani maddi kültür üzerine kurulan uygarlık sistemi, muhteşem bir manevi kültür inşa ederek kendi yönetici gruplarını tanrılaştırırken, çalışan kölelerini de tanrıların dışkısı olarak aşağılıyor. İyi anlaşılmalıdır ki, doğuş efsanelerinde maddi hayatın böyle yansıtılması çok nettir. Yaratıcı ana-tanrıça ise, erkeğin sağ kaburga kemiğinden yaratılıyor. Efsaneler hayli ilginçtir, ana kadının da kesin bağımlılaştığını çarpıcı yansıtıyorlar. Yaşam artık bu efsanelerin teşkil ettiği dille anlaşılıp yorumlanacaktır. Gerçek maddi hayat ise, günümüze kadar kendi dilini ve yorumunu yaratamadan, ancak bazen 'Ezop diliyle' bazı eski gerçeklerden bahsetmek isteyecek, ama o dili de kimse anlamadığından dilsizliğini ve anlam yitikliğini yaşayacaktır. Unutmayalım, hala gerçekliğin dili ve anlatım kabiliyeti yaratılamamıştır! 4- Babil ve Asur Uygarlık Çağı: (M.Ö. 2000-300) Kendine özgü bir fark yaratan bu iki uygarlık çağı, aralarında zaman ve mekân açısından farklar olsa da, tarih sahnesine çıkış ve Sümer hanedanlarından iktidar olarak kopuş bakımından zamandaşlık ve kültürel benzerlik daha belirgindir. Amorit-Semitik kökenden kaynaklandıkları ve Akad Hanedanlığıyla ortak bir uygarlığı paylaştıkları yüksek bir olasılıktır. Dil ve kültür benzerlikleri, ayrıca bol olan yazılı kaynaklar bunu kanıtlayıcı niteliktedir. Sümerlerin son görkemli çağı Nippur kültür kentinde yaşanmıştır. İlk akademik eğitimin alındığı kent olarak belirtilebilir. Kentin büyük ihtimalle Akad hanedanları tarafından tahrip edilmesinden sonra, yakınlarında Akad dil ve kültür ağırlığını taşıyan Babil kentinin yükselişi yeni uygarlık çağının başlangıcı olarak alınabilir. Zaten son Sümer hanedanı III. Ur döneminden sonra M.Ö. 2000'lerin başlarından itibaren Babil öncülüğünde yeni hanedanların kent egemenliklerini peş peşe ele geçirişi yeni durumu belirginleştirmektedir. Akad dili yeni uygarlık dili olarak önem kazanır. Siyasi egemenlik ve ticaret dili olarak tüm uygarlık bölgesinde kendini hissettirir. Daha sonraları Aramice adıyla tüm uygar halkların ortak anlaşma aracı olarak, bugünkü İngiliz132
ceye benzeyen bir rol oynar. Akad kültürü uygarlık açısından içerik olarak Sümer kültürünü miras alır. Mitolojik olarak yaptığı dönüşüm, Marduk'un tanrı olarak yükselişinde kendini gösterir. Ennuma Eliş bu dönemden kalma en önemli destandır. Marduk, ana-tanrıçanın iyice kötülendiği, erkek-egemen kültürünün simgeleştirildiği ve tanrısallaştırıldığı kültür baştanrısı rolündedir. Yunan kültüründe Zeus, Roma kültüründe Jüpiter, Hint-Avrupa kültüründe Aryen kaynaklı Gudea (Germenlerin Gotları ve Tanrı Got aynı kökenden gelir, Kürtçede halen kullanılan Xwedê aynı kökenden gelir), Arap kültüründe Allah, Hintlilerde Brahman, Çinlilerde Tao aynı tanrısal kuşağı temsil ederler. Ortak uygarlık aşaması ve kültürel benzerlikler, bu dönemde en çok temel simge olarak toplumu temsil eden tanrı adlandırılmalarında kendini gösterir. İsim olarak bile hepsinin yaklaşık M.Ö. 2000'lerde ortaya çıkışı tesadüfi değildir. Temellerindeki derin ve ortak kültürden kaynaklanmaktadır. Simgeleştirilmiş biçimiyle (ana-kadın ev ekonomisinin artık zorba ve kurnaz erkek tarafından gasp edilişini) erkek egemen kültürü tanrısallaştırılmaktadır. Temel ana-tanrıça adı Aryence Star, Sümerce İnanna, Hititçe Kibele, Semitikçe İştar, Hintçe Kali giderek sönükleşirken, adı geçen erkektanrı adları yüceltilmektedir. Kadının toplumsal zemin kata çekilişinde M.Ö. 2000'ler dil ve kültür açısından da önemli bir yenilgi ve aşağılamayı yansıtırlar. Uygarlığın maddi ve manevi kültüründe erkek ve kabile köleliğinden önce gelen cins olarak kadın köleliğinde, kadın gerçekten en derin, zemin kat köleliği olarak yenilgili, aşağılanmış, sesi soluğu kesilmiş, lanetlenmiş, ölümcül bir statü altına alınmıştır. Karılık ve üzerinde sınırsız yetki sahibi olarak erkek-koca, bu kültürel zemin üzerinde yükselir. Araplarda ve aynı kültürel zemini paylaşan Ortadoğulu toplumlarda kadınların halen devam eden statüsü bu değerlendirmeyi doğrulamaktadır. Namus cinayetleri bu kültürün küçücük bir unsurudur. Babil çağı Asur çağından önceliklidir. Bunda coğrafi mekân olarak Kuzey Mezopotamya'ya adım adım çekiliş önemli rol oynar. Babil bugünkü Bağdat'ın daha güneyindeyken, Asur tanrı adlı kent bugünkü Musul yakınlarındadır. Daha sonra Ninova olarak aşama kaydetmiştir. 133
Babil kentinin bazı özellikleriyle tarihte dikkat çektiği görülmektedir. Son Sümer kültürel kenti Nippur'un tüm kültürünü öncelikle özümsemiştir. İmparatorluk aşamasında tüm çağdaşı toplumların kültürel birikimleriyle soylarının önde gelenlerini Babil'e taşıdıkları anlaşılmaktadır. Ünlü Babil Kulesi ve 'yetmiş iki dilin konuşulduğu' efsane değil, bir gerçek olsa gerekir. Daha doğrusu, gerçeğin efsaneleştirilmesidir. M.Ö. 1900-1600 dönemi Babil uygarlık çağının en görkemli dönemidir. Tüm uygar bölgelerde imparatorluk gücü olarak hükmünü icra etmektedir. En ünlü imparatoru olan Hammurabi, Sargon'dan sonra tarihin ikinci imparatorudur. Kendi adına ilan ettiği 'Hammurabi Yasaları', daha önceki yasallaştırma geleneğinin devamı da olsa, etkililik ve tarihte iz bırakma anlamında birincil öneme sahiptir. Uygarlık kültüründeki ister 'Tanrı yasallığı'nın, ister 'hukuk yasallığı'nın olsun, Hammurabi döneminden izler taşıdığı kesindir. Dönemin tüm şehirlerini kanlı savaşlardan sonra egemenliği altına almıştır. Ayrıca komşu ve sınırları dahilindeki kabile kültürlerine de amansız bir egemenlik dayattığı anlaşılmaktadır. Bölge tarihinde Mısır tanrı-kralları olarak kendilerini tanımlayanlara 'firavun' denilirken, ağırlıklı olarak Babil ve Asur tanrı-krallarına da 'nemrut' adı verilmektedir. Ahdi-Atik'te (Yahudilerin en eski Kutsal Kitabı) anlatılan Hz. İbrahim'in Ur (Bugünkü Urfa) kentinden çıkışı veya kaçışı, öyle anlaşılıyor ki, Babil Nemrutlarının zulmüyle yakından bağlantılıdır. Tarih Hammurabi'nin M.Ö. 1700-1650 civarında hüküm sürdüğünü yazmaktadır. Hz. İbrahim'in hicretinin de aynı tarihte gerçekleştiği düşünüldüğünde, İbrahim-Nemrut çekişmesi gayet iyi anlaşılmaktadır. İbrahim bir kabilenin başıdır. Kabilesi Urfa civarında tarım, hayvancılık ve ticaretle geçinen çok sayıda kabilelerden biridir. Bugünkü gibi köken olarak Aryen ve Semitik kökenli iki kültürün etkisi altındaki geçiş toplumları da bölgede bolca bulunmaktadır. Yarı-dinsel, yarı-mitolojik İbrahim ve kabilesinin öyküsünün simgesel değeri bilinmektedir. Hz. İbrahim'in üç tek tanrılı dinin atası sayılması ve dünyada neredeyse etkilemedik din bırakmamış olması önemini ortaya koymaktadır. Hammurabi'yle en otoriter çağını yaşayan Babil Nemrutlarına (Bunlar Babil bürokrasisinin tüm merkezi ve bölgesel önde gelenlerini kapsamaktadır. Nemrut önde 134
gelen kent ve bölge yöneticisine verilen unvan, ad olsa gerek) karşı direnen çok sayıda kabile ve kentin olması beklenebilir. Henüz güçlü komünal düzen etkisini taşıyan kabile ve hatta köy ve kentlerin, hangi tanrısal ad (Allah adına) altında yapılırsa yapılsın, imparatorluk dayatmasının kendi karşısında direniş ve isyan bulacağı açıktır. Kölelik nedir tanımayan toplumlar çok zor köleleşirler. Bazen köleleşmektense, toptan imha olmayı bile göze alabilirler. Tarihte bunun sayısız örneklerini tanımaktayız. Hz. İbrahim dini veya öykülemeleri aslında bu genel anti-nemrut direniş kültürünü temsil etmektedir. Bu kültürün birinci kaynağı, 1700'lerdeki Babil İmparatorluğu zemin ve zamanıdır. İkinci kaynak ve kol ise, Hz. Musa'nın M.Ö. 1300'lerin sonlarından itibaren Mısır Firavunlarına karşı çıkış öyküleridir. Yani Mısır Firavun otoritesini temsil eden kültüre karşı aynı veya benzer iz üzerindeki yarı-köle, ama kurtulmak isteyen Hz. İbrahim geleneğindeki toplulukların direniş kültürüdür. Toplamı Kitabı Mukaddes geleneğini oluşturmaktadır. Dönemin iki güçlü ve kendilerini tanrı-krallar olarak simgeleştiren Nemrut ve Firavunlarına karşı çok uzun soluklu ve giderek kendini yeni bir kültür olarak oluşturan bu gelenek, Hz. Musa'dan sonra daha çok güçlü rahiplerle (örneğin Musa'nın kardeşi Harun'la başlayan gelenekten I. ve II. Samuel, İşaya ve birçok peygamber) temsil edildikten sonra, Hz. Davut ve Hz. Süleyman'la M.Ö. 1020-900 yıllarında bugünkü İsrail-Filistin toprakları üzerinde güçlü bir krallık kuracaklardır. Bu geleneğin ve temsili olan İbrani kabilesinin tarih içindeki yürüyüşünü ve etkisini dikkatle yorumlamadan, uygarlık tarihini ve ona karşı yöneltilen her türden direniş ve isyanları anlayamayız, çözemeyiz. (Her tür derken ideolojik, mitolojik, felsefi, dini, siyasi, fiziki, ekonomik, hukuki, kabilesel ve ulusal tüm hareketleri kastediyorum.) Birinci Babil döneminin M.Ö. 1596 yılında Hitit ve Hurri kökenli Kassitler adı verilen güçler tarafından sona erdirildiğini görmekteyiz. Burada daha ilginç ve önemli olan, Hitit ve Kassit kimliğiyle aralarındaki ittifaktır. Tarihçilerin pek açmadıkları bu konu, bölge halklarının tarihini öğrenmek açısından önem taşımaktadır. Herhalde Babil gibi güçlü bir kültürel, siyasal ve askeri geleneği yenmek kolay olmadığı gibi, çok güçlü bir karşı kültürü gerektirir. 135
Nitekim İbrahimî geleneğin yaptığı sürekli hicret, daha doğrusu kaçıştır. Ancak boşluk bulduğunda siyasi erk olabiliyor. Uruk ve Ur dönemlerinde Zagros kabile federasyonları olan ve son örneğini M.Ö. 2150'de Akad sülalesine son veren ünlü Guti Kralı Gudea'nın (İlginçtir, Aryenlerin en büyük tanrısının aynı olan adını taşımaktadır. Bir nevi karşı-uygarlık sürecine girdiği anlaşılmaktadır) temsil ettiği Zagros-Toroslarda oluşan geleneğin çözümlenmesi kilit önemdedir. Tarihin bu geleneklerden çok az veya hiç bahsetmemesi ilginç olduğu kadar, üzerinde durulmayı gerektiren önemli bir alan, araştırma sahasıdır. Gerek El Ubeyd kültür kolonilerine, gerekse Uruk ve Ur'un siyasi ve ticari koloniciliğine karşı çok daha kalıcı bir tarım kültürünü yaratmış, çok sık bir köy ağını kurmuş, şehirleşmenin eşiğine gelmiş, belki de daha önce şehirleşmiş (Urfa-Göbeklitepe'deki büyük tapınaklar tepesi bunun mümkün olabileceğini hatırlatıyor. M.Ö. 10.000’lerde bu kültürü yaratanlar Uruk ve Ur'un çok ilerisinde bir kent kültürünü de rahatlıkla yaratabilirler. Mimarisi ve mitolojisi bunu hissettirmektedir), dağ etek ve ovalarını birlikte kullanan çok geniş bir ağdaki kabile topluluklarının direnmesi ve müşterek tehlikeye karşı federasyonlaşmaları, ardından daha kalıcı siyasi birlikler kurmaları en güçlü olasılıktır. M.Ö. 3000'lerde Sümerler tarafından Hurriler olarak genel bir ad altında toplanan bu toplulukların 1650'lerde daha kuzeyde Kaniş ve Hattuşas merkezli Hititler, Wajukani (Xweşkanî, güzel, hoş pınar, bugünkü Ceylanpınar ve Suriye'deki karşılığı olan Serekanî kenti) merkezli Mitanniler adında iki güçlü siyasi birlik kurdukları görülmektedir. Mitannilerin Kerkük'ten-Zagrostan Tel-Alal'a, Amanoslara kadar genişledikleri, M.Ö. 1400'lerde Mısır ve Hititlerle birlikte üçüncü büyük siyasi ve kültürel güç oldukları birçok belgeyle kanıtlanmaktadır. Hititlerle ortak bir kültürü ve dili paylaşmaktadırlar. Aralarında güçlü kan bağlılıkları bulunmakta ve siyasi düzeyde evlilikler yapmaktadırlar. (Hitit İmparatoru Şupiluliuma, Mitanni Prensi Matizava'ya "Sana kızımı verdim, adam gibi birlikte bölgeyi yönetelim" demektedir) Mısır hiyerogliflerinde Mitannilerin gücü yansıtılmaktadır. Sarayda birçok Mitannili gelin bulunmaktadır. Ünlü Nefertiti bunlardan biridir. 136
Hititlerin ünlü kadın-tanrıçası Puduhepa da Hurri kökenlidir. Alan kültüründe kadın izinin son temsilcisi gibidir. Daha önceki Guti, Kassit, yeni adıyla Mitanniler, Hurrilerin alt kollarını yansıtmaktadır. Hurri kelimesi etimolojik olarak Sümerce 'Dağlılar' anlamına gelmektedir ki, günümüze kadar zaman zaman kullanılan bir adlandırmadır. Daha da önemlisi, tüm güçlü belirtiler, Hitit adı verilen devletin tüm kral ve prenslerinin Hurri adı taşımakta olup, evli oldukları kadınların da hep Hurri prensesleri olmalarıdır. Şahsi yorumuma göre, Mitanniler ağırlıklı olarak Zagros-Toros dağ silsilesinin kavisli güney eteklerindeki Verimli Hilal'de kurulan siyasi birlik veya konfederasyon benzeri bir oluşum iken; Hurri toplulukların bir kolunun kuzeyde Karadeniz dağlarına kadar, tüm Kuzey Toroslarda da Hititler adı altında ikinci kol örgütlenmesi olarak daha güçlü, hatta ilkel bir imparatorluk olarak temsil edilmektedir. Kültürel temel, akrabalıklar, diplomatik ilişkiler, en önemlisi HititKassit ittifakı bunu doğrulayıcı etkenler olarak ileri sürülebilir. Birinci Babil dönemini kuzeydeki bu kültürel direnişin ve sonunda geliştirilen siyasi birliğin sona erdirdiği rahatlıkla belirtilebilir. Babil, ikinci döneminde (M.Ö. 1600-1300) bu siyasi birliğin ya egemenliği altında, ya da bir nevi onunla uzlaşmış olarak birlikte yönetilen, daha çok dönemin en büyük kültür ve ticari merkezi olarak yaşamını sürdürmektedir. Bir nevi günümüzün Paris'i gibidir. Babil kültürü üç Kutsal Kitabı da derinden etkilemiştir. Birçok iz bırakmıştır. Ticaret deposu, bölgesel pazar ve üniversite şehri olarak da tanımlanabilir. Dönem uygarlığının uluslararası (daha doğrusu kavimler ve mezhepler arası) merkezi rolünü de rahatlıkla temsil ettiği belirtilebilir. Bütün siyasi, ticari, istihbari oyunlar Babil'de geliştirilmektedir. Komplo merkezi rolü de ihmale gelmez. Kutsal Kitap'taki tasvirleri çok çarpıcıdır. Özcesi tam bir uygarlık merkezi olarak rolünü layıkıyla oynamaktadır. Bu yönüyle bugünkü Londra'ya çok benzemektedir. Üçüncü Babil dönemi (M.Ö. 610-330) Medlerle kurdukları (bugünkü Şii-Kürt ittifakına çok benziyor) ittifak, 612'de Ninova'nın haritadan silinişiyle başlar, İskender'in M.Ö. 330'larda fethiyle sona erer. Meşhur Nabokadnazar'ın imparatorluğuyla anılır. Mezopotamya'nın son büyük imparatorluğudur. Mezopotamya bu 137
tarihten sonra ana merkez rolünü yavaş yavaş kaybeder. Yaklaşık 15 bin yıl tarihin ana merkezi olan Dicle-Fırat vadilerinde, kollarında, aralarındaki dağ ve ovalarda insanlık kültürünü yoğurup bütün kıtalara yaydıktan sonra çok yorgun, ama umutkâr olarak bugün yeni bir döneme hazırlanmaktadır. Asur çağı da benzer biçimde üç döneme ayrılabilir. Kadim tarihin en güçlü siyasi, askeri ve ticari güçlerindendir. Sümer uygarlığıyla Greko-Romen uygarlığı arasındaki ara halka rolünü oynar. Uygarlıkta kan dökücülüğü, zorbalığı ve ticari yaratıcılığıyla anılır. Yıkılışı bütün Ortadoğu halklarınca (kendi halkı da dahil) bayram olarak kutlanır. Bu kutlayışta nemrut ve firavun türü despotluğun sona erişinin payı belirleyicidir. Birinci dönem (M.Ö. 2000-1600) ticari aristokrasinin yükseliş dönemidir. Çok çarpıcı olarak tüccar ve siyasi erk sıklıkla aynı kişide tekel olarak temsilini bulur. Siyasi ve ticari güç tekelinin ilk defa Asur topluluklarınca kurulduğu belirtilebilir. Geniş bir tarihi mirasa dayandıklarını, El Ubeyd-Uruk-Ur-Babil ticari birikimlerini kullandıklarını, onların izini takip ettiklerini, M.Ö. 2000'lerden itibaren tüm uygarlık alanlarında ve komşu neolitik köy ve göçer topluluklarıyla ticareti geliştirdiklerini, belli başlı merkezlerde ticari koloniler kurduklarını, ilk defa bağımsız kapitülasyonlar gibi çalıştıklarını, çok geniş kervan ağlarına sahip olduklarını, ticari bilinci en yüksek uygarlık olduklarını, tüm bu stratejik ilişkileri güvencelemek için çok acımasız güç kullandıklarını rahatlıkla belirtebiliriz. Ninova bir nevi Hollanda'nın Amsterdam'ı gibi zenginliğe, altın ve gümüşe boğulur. En kaliteli kumaş merkezi, en ünlü saraylar artık Ninova ve yakınlarındaki şehirlerde toplanır. Amsterdam'ın Paris'le rekabeti gibi, Ninova'nın (Asur) rakibi de Babil'dir. Birbirlerini etkilemek ve hegemonya altına almak için büyük çaba harcarlar. Ekonomik, ticari, siyasi ve askeri çatışmaları karşılıklı çıkarlar nedeniyle eksik olmaz. Birbirlerine devrevi üstünlük kursalar da, nihai üstünlük kuramazlar. İkinci dönem (M.Ö. 1600-1300) Mitanni ve Babillilerin ittifakla yürüttükleri egemenlik altında geçer. Ticari rollerini devam ettirirler. Üçüncü dönem (M.Ö. 1300-600) asıl askeri ve siyasi güçlerini inşa ederek dönemin en korkutucu gücü haline geldikleri dönemdir. Urartular hariç ve Mısır da dahil, işgal etmedik ve haraca bağ138
lamadık bir yer bırakmazlar. Kavim ve kabilelerin en çok acı çektikleri bir dönemi yaşatırlar. Uygarlığın en kanlı yüzü demek mümkündür. Öve öve nasıl kellelerden surlar ve kaleler yaptıklarını büyüklüklerinin bir ölçüsü olarak anlatırlar. Kavim ve kabilelerin köleleştirilenleri dışında hepsi katledilir. Mısır gibi bir uygarlık bile işgalden (M.Ö. 670) kurtulamaz. Kudüs Krallığı yerle bir edilir. Bugünün ABD benzeri bir dünya gücüdür. Her imparatorluktaki egoizmin bir benzerini en gelişmiş haliyle yaşarlar. Barış içinde birlikte yaşama ve uzlaşma kültürünü tanımazlar. İmparatorluk geleneğinin yaratılmasındaki payları küçümsenemez. Yıkılmalarındaki belirleyici rolü yine Hurri kökenliler oynar. Uzun süre Mitannilerin kendilerine göz açtırmadıklarını biliyoruz (M.Ö. 1600-1300). Mitannileri yıkmaları, Hurri kökenlilerin direnişini sona erdirmez. Nairiler diye (Asurcada 'Su Halkı' anlamına gelir) bilinen aşiret toplulukları bugünkü Botan'da aşiretler konfederasyonu benzeri birliklerle (M.Ö. 1200-900) uzun süre direnirler. Bu tarihten sonra Urartular adlı siyasi birlik devreye girer. Asur'a karşı direnişleri M.Ö. 870'lerden yıkılıncaya (M.Ö. 610) kadar devam eder. Yaklaşık üç yüz yıllık bu direniş bugünkü Van merkezli oldukça güçlü bir merkezi siyasi oluşuma dönüşüp tarihe iz bırakır. Muhtemelen karışık bir siyasi üstyapı söz konusudur. Başlangıçta Asurcanın etkisi hâkimdir. Hurrice, Ermeni ve Kafkas dil etkilerini de taşıyan karma bir dilin kullanıldığı tahmin edilmektedir. Bu dil yapısı direnişteki mozaiği de yansıtmaktadır. Alanda karma yaşayan bu halkların ortak tehlike karşısında birleşerek ve güçlü bir siyasi oluşumla varlıklarını korudukları anlaşılmaktadır. Kafkas kökenli İskitlerin devreye etkin olarak girdiği bir dönemdir de. Urartuların demircilikte usta oldukları, tunçtan epey silah ve kap kacak geliştirdikleri, kale yapımı başta olmak üzere mimarideki üstünlükleri, askeri olarak da sık sık Asur'u yenmeleri göz önüne getirildiğinde önemleri daha iyi anlaşılır. Asurları nihai olarak yenmedilerse de, yıpratmadaki en büyük pay Urartu Devletine düşer. Uygarlık tarihinin silinmesi zor bir izidir. Asur'un nihai yenilgisi Babil'in uzun süreli el altından yürüttüğü diplomasiyle ve Mağ (Kürtçe, ateş ocağı) adlı Med rahiplerinin uzun uğraşlarından sonra Med Konfederasyonu ve Babil şehir dev139
leti ittifakıyla M.Ö. 612'de gerçekleştirilmiştir. Bölgede Med ve Üçüncü Babil dönemi başlar. Asur uygarlık pratiğinden çıkarılabilecek en önemli sonuç, ticaret tekeliyle siyasi tekelin iç içeliği ve savaşlarla ilgisidir. Siyasi ve ticari tekelin uygarlık tarihinde en önemli bir aşamasıdır Asur. Denilebilir ki, Pers İmparatorluğundan önce Mısır, Çin ve Hint uygarlığı arasındaki birincil merkezi halkayı Asur ticaret tekelleri kurmuştur. Ticari bir dünya yaratmışlardır. Dönemin bir nevi küreselliği söz konusudur. Yine ticari tekelin ekonomi olmadığı, ekonomiye eşine az rastlanır bir terör rejimiyle dıştan dayatılıp halklar ve kabilelerin binbir emekle topladıkları, yarattıkları birikimleri gasp ettiği ortaya çıkmaktadır. Devlet olmadan ticari tekelin yürüyemeyeceği çok açıktır. Daha önceki siyasi tekeller tümüyle tarımın köleci tarzıyla ilişkili iken, ilk defa ticaret tarımla denk gelen bir ağırlık kazanmıştır. Ticari tekeli kapitalizm olarak tanımlarsak, siyasi tekelin tarımdaki artı-ürünü gaspında daha etkin sömürücü bir güç olarak uygarlıkta yerini almaktadır. İmparatorluk tarımdan ziyade ticaretin tahrik ettiği bir yönetim biçimidir. Yol güvenliği uzun alan ticaretinin ihtiyacıdır. Bunu da ancak imparatorluk sağlar. Şiddetteki yoğunluğu ise, toplumun yeni ekonomik dayatmalara karşı direnciyle iç içe geliştiği, büyüdüğü tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır. Ekonomi için tarımın, pazarın, küçük ticaretin, zanaatçılığın, çok sayıda bağımsız özel kesimin yararlı olabileceği de açıktır. Tüm bu alanlardaki insan emeği üretkenliği geliştiren değerini kanıtlamıştır. Ne siyasi, ne askeri, ne de ticari-ekonomik tekelin gerekmediğini tespit etmek zor değildir. Asur olmasaydı ekonomi duracak mıydı? Tersine, barışçıl bir ortamın daha farklı ve olumlu bir ekonomik yaşamı mümkün kılacağı anlaşılırdır. Demokrasi karşıtı yönetim olarak devlet sadece gereksiz değildir; ortaya çıkardığı bürokrasiyle, yol açtığı savaşlarla, yaptığı gasplarla ekonomi ve toplumu tahrip eden bir güçtür. Burada şehri ve tabakalaşmanın önemini, gereğini tartışmıyorum; tanrısal ideolojik kılıflara büründürülmüş, etrafında sıkı bir askeri-siyasi duvar ören zorba gücün uygarlıkla ilişkisini sorguluyorum. Şehirleşmenin olumlu yanları anlamında varsa bile bir uygarlık, bunun na140
sıl kirletildiğini, muazzam bir geriletici, tutucu engelle olumsuzlaştırıldığını tekrarlıyorum. Yönetim koordinasyonu ayrı, zorba ve gaspçı tekeller ayrıdır. Siyasi, ticari ve ekonomik tekelin iç içeliğinin sadece kapitalizme özgü olmadığını, şehirleşme ve hanedanlıkla birlikte uygarlığın ilk başlarından beri aynı özelliklerini oluşturarak, kopmaz bir zincir halinde uygarlığın olumlu yanlarıyla demokratik etkinliği ezerek, sarmalayarak varlığını günümüze kadar taşıdığını vurguluyorum. Zincirin halkalarını tanımaya devam edelim. 5- Mısır, Hint, Çin, Hitit ve Fenike Uygarlıkları Mısır, Hint ve Çin'in uygarlık ana nehrine katkılarını tartışmak büyük bir çalışma ister. Bunun yeri burası değildir. Fakat neden daha çok tarım ağırlıklı olduklarını, kendi bölgelerini aşma irade ve gücünü niye gösteremediklerini özce sorgulamak öğretici olabilir. Kendi içlerinde oldukça gelişkin oldukları, çok uzun süreli ayakta kalışlarını ekonomik tekele, özellikle uzun alan ticaret tekelciliğine başvurmamalarına borçlu oldukları kanısındayım. Üçünün de dış ticareti yok gibidir. Tarım ve ticaretin iç yapısında da tekele fazla şans tanınmadığı görülüyor. Mevcut siyasi tekel ekonomik tekelcilikten uzak kaldığı oranda uzun ömürlü oluyor. Siyasi ve askeri güç dışta tehlikeleri, içte kaosu önleme anlamında daha az itiraz topluyor. Dolayısıyla ömrü uzuyor. Son tahlilde bunlar da ekonomik rant tekelleridir. Ama gırtlağına kadar ekonomik tekellere boğulmadıkları da anlaşılır bir husustur. Mısır, Greko-Romen kültürünü etkilediği oranda, Avrupa kültür ve uygarlığına katkısını vermiştir. Afrika için sanki olmamış bir kültür konumunda kalmıştır. Ticarete el atmamıştır. Ortadoğu'dan da kendini soyutlamıştır. Belki de devlet eliyle sosyalizm için ilk örneklerdendir. Benzer örneklerden hiçbiri Mısır kadar etkileyici değildir. Mısır tümüyle, Hint ve Çin ise kısmen ortaçağ uygarlığına Ortadoğu üzerinden katılmışlardır. İslamiyet hepsini kendi havuzuna akıtıp Avrupa'ya sunmada temel bir rol oynamıştır. Hititler için ayrı bir başlık yapmak gerekmez. Hurri-Mitanni müttefiki olarak uygarlığı Anadolu'ya yaymıştır. Ege kıyılarındaki etkisiyle Yunan Yarımadasındaki yeni uygarlıksal gelişmeye en az Mısır ve Fenikeliler kadar katkıda bulunmuştur. Mısır'ın Suriye 141
üzerindeki yayılımını durdurmuştur. Asur'un ve daha önceki Babil'in yayılımını durdurmada etkili olmuştur. Mısır'ın yapamadığı ve boş bıraktığı uzun alan ticaretini Doğu Akdeniz'de üslenmiş Fenike adlı kavim gerçekleştirmiştir. Akdeniz'in her tarafında ilk ticari kolonileri kurma başarısı Fenikelilerindir. Ortadoğu ve Mısır kültürünü Avrupa'ya ilk yaygınlaştıranlar da Fenikelilerdir. Alfabe ve gemi yapım sanatları uygarlık açısından etkileyicidir. Yunanlılara alfabeyi onlar öğretmiştir. İlk limanları onlar kurmuştur. Manevi kültürün taşınmasında da rolleri önemlidir. Uygarlık tarihinde en az Urartular kadar etkileyici bir izdir. İsrail Krallığının etkisi daha çok manevi alandadır. Daha önemlisi, İbrani geleneğinin tek tanrılı dinleri üretmesidir. Sanki Mısır ve Sümer maddi devleti karşısına manevi devleti çıkarmak gibi tarihsel bir gerekçeleri varmış gibi. İbrani geleneğine dar Yahudi penceresinden bakmamak gerekir. Yahudi bu geleneğin daha çok maddi para kolunda yükselirken, manevi kolunda peygamberler, yazarlar ve aydınlar, entelektüeller vardır. Her iki kolda da etkili olmaları dünya uygarlık tarihini derinliğine etkilemiştir. Uygarlığı tam olarak tanımak için Sümer, Mısır ve İbrani geleneği bütün yönleriyle çözümlenmek durumundadır. Bu açıdan Avrupa'yı sadece ortaçağ ve kısmen antik Greko-Romen kültürüne dayanarak izah etmek ayakları havada kalan bir anlatım tarzıdır. Çok eksik ve yanlış bir tarzdır. Daha sonra bu eksikliklerin ne tür vahim sonuçlara yol açtığını tartışmaya çalışacağım. 6- Med-Pers Çağı: (M.Ö. 700-330) Medlerin henüz tam gün yüzüne çıkmamış bir uygarlık etkisi vardır. Bilinen en önemli özellikleri Zagroslarda yaşayan Hurri kökenli oldukları, Farslarla akrabalıklarının bulunduğu ve Aryen kabileler biçiminde bir kol oluşturduklarıdır. Asur'un yoğun baskısı altında direnişçi bir kimlik kazanmışlardır. Esas eğitici ve örgütleyicileri olarak Mağ adı verilen rahipleri vardır. Rahiplerin uzun süre yönetimde rol oynadığı söylenebilir. M.Ö. 700'lere doğru konfederatif bir birlik oluşturdukları, Medya denilen bugünkü Batı İran ve bugünkü İran, Irak ve Türkiye sınırlarının yakınlaştığı alanda yaşadıkları kesindir. Kafkaslardan inen İskitlerle bazen dost, bazen çatışmalı oluyorlar. 612'de Asurları yenmeleri ünlerini arttırıyor ve önlerini açıyor. M.Ö. 585'te Frigyalıları Kızılırmak 142
kıyısında yendikleri bilinmektedir. Bu arada Mağlardan Zerdüşt adında yetkin bir bilge çıkıyor. Ahlaki ağırlıklı bir dinsellik oluşuyor. Ne tam din, ne tam felsefedir. İbrani geleneğinden farklı olmakla birlikte, karşılıklı etkileşimleri yoğun olmuştur. Zerdüştlüğün etkileri özellikle Babil İmparatoru Nabokadnazar'ın İsrailoğullarını M.Ö. 595'te Babil'de tutsak etmeleri döneminde olmuştur. Yunan uygarlığı Medleri Perslerden daha önemli ve üstün sayar. Herodot Tarihinde en çok bahsedilen halktır. M.Ö. 559'da bir iç ihanet sonucu Pers Akamenitler Med siyasi oluşumunun başına geçer. Kurucusu olan Kiros, Med saraylarında büyütülmüştür. Persler ve Medler imparatorluğun ortak kurucu unsurlarıdır. Sadece Pers İmparatorluğu eksik bir adlandırmadır. Pers-Med imparatorluğu yaklaşık üç yüz yıllık zaman diliminde Mısır'dan Hindistan (M.Ö. 515'de fethedilmiştir) içlerine, Çin sınırından Yunan Yarımadasına kadar dönemin en geniş siyasi birliğini sağlamışlardır. Yirmi iki eyalete bölünüp bir nevi yarım devlet oluşturmuşlardır. Uygarlıktaki katkıları bürokrasiyi, iyi bir yol ve posta sistemini, dönemin ihtişamlı en büyük ordu güçlerini yaratmak olmuştur. Ahlaki geleneğe önem vermişlerdir. Yunan uygarlığı birçok kültür öğesini Medler ve Perslerden almıştır. Doğu-batı ayrışması bu dönemde belirginleşmiştir. Aralarında yoğun bir etkileşim vardır. Birçok Yunanlı, Pers saraylarında görevli olup, binlercesi paralı asker olmuştur. Büyük bir zenginlik biriktirmiş olmaları, iki yüz yıl Ege bölgesini egemenlikleri altında tutmaları Perslere karşı tutku derecesinde bir karşı-akım geliştirmiştir. Hem Perslerin baskılarını kırmak, hem zenginliklerini ele geçirmek adeta milli amaç haline gelmiştir. Yeni Herkül olarak İskender'in çıkması tesadüfi değildir. Bu iklimden payını almış ve Aristo'nun özel eğitiminden geçmiştir. Yunan felsefesi bile bu baskıya karşı çıkış sorunlarıyla boğuşmanın etkilerini taşır. Zaten mitolojik etkilenmeler çok daha fazladır. Bir nevi direniş kültürü oluşturulmuştur. Medlerin Asur'a karşı deneyimini Yunanlılar Perslere karşı uygulamışlardır. Makedonyalı ama Yunan kültürünün çocuğu olan İskender'in kâğıttan şato gibi Pers İmparatorluğunu parçalamasının arkasındaki güç yüzlerce yıllık direniş kültürü, özellikle felsefi aydınlanma ve özgür Makedon kabile ruhunun sentezidir. 143
7- Greko-Romen Kültürü ve Uygarlığı Greko-Romen kültürü ve uygarlığı yanlış olarak Batı kültürünün başlangıcı biçiminde yorumlanmaktadır. Batıda, yani Avrupa'da böyle bir kültür ve uygarlık doğmadı ki, Batı kültürü ve uygarlığı denilsin. Hıristiyanlık ortaçağı da dahil, olup bitenler, Ortadoğu (Mezopotamya ve Mısır) kaynaklı kültür ve uygarlıkların anlamlı bir gecikmeyle M.S. 15. yüzyıla kadar Avrupa'ya taşınmasıdır. Anlatmaya çalıştığımız, 15 bin yıllık 'uzun süre' ve 'belli bir mekândan' kaynaklanan zincirleme halkalar halinde bir kültürün ana nehir olarak Avrupa'ya nasıl aktığıdır. Greko-Romen halkası Avrupa coğrafyasında oluşsa da, her şeyini bağlı olduğu mirastan almıştır. Maddi ve manevi kültür olarak 16. yüzyıldan sonra oluşan herhangi bir ciddi yenilik ve 'süreksizlik' bu süreçte oluşmamıştır. Bir yenilik olarak düşünebileceğimiz felsefi çıkış Babil, Mısır, Hitit, Urartu, Med ve Perslerden alınan kültür olmaksızın düşünülemez. Eflatun bile M.Ö. 600'lerden beri Solon, Pisagor, Thales başta olmak üzere, Yunan bilgelerin yıllarca Babil başta olmak üzere Doğu bilgelik merkezlerini nasıl dolaştıklarını ve kendi felsefi görüşlerini oluşturduklarını itiraf eder. Yunan ve Roma mitolojisi ise, adlandırmalar dışında öz itibariyle Sümer ve kısmen Mısır mitolojisinin dördüncü ve beşinci versiyonudur (Sümer + Babil + Hurri-Hitit-Mitanni + Yunan + Roma). Zaten maddi kültür olarak neolitik M.Ö. 4000'lerde Avrupa'nın tüm yaşam alanlarına ulaşmıştır. Sümer ve Mısır kültürü M.Ö. 2000-1000'lerde ulaşmıştır. Yunan yarımadasında M.Ö. 2000'lerin sonlarında başlayan sentez, M.Ö. 16001200'lerde ilk denemeden sonra, ancak M.Ö. 1000'lerden itibaren başlayan antikçağda ürün vermeye başlamıştır. Homeros ve Hesiodos bunu ilk dillendirenler olmuştur. İtalyan yarımadasında M.Ö. 1000'lerde Etrüsklerle başlayan mayalanma M.Ö. 700'lerde krallık, M.Ö. 500'de cumhuriyetle sonuçlanmıştır. M.Ö. 500-M.S. 500'lerde yaşanan bin yıllık süreç önemli özgünlükler sunar. Uruk'tan sonra ikinci denmeye layık bir kentler halkası oluşturmuştur. Greko-Romen kentleşmesi şüphesiz estetik değeri yüksek bir aşamadır. Sınıflaşma ve yönetim biçimleri aynı olgunlukta olmasa da, birçok özellikleriyle binlerce yıl önce yaşanmıştır. 144
Ticaret, pazar, para, alfabe, bilim, felsefe (bilgelik), moral, mitoloji gibi maddi ve manevi kültür öğeleri de binlerce yıl önce oluşmuştu. Bütün bunları çok önemli bir ikinci versiyondan geçirdikleri söylenebilir. Ama miras olmadan sadece yerden çimen fışkırmış gibi iki yarımadadan türetmek anlamlı değildir. Batı tarihi uzun süre kökler meselesini çok eksik ve yanlış anlamıştır. Postmodernite döneminde daha doğru yorumlar gelişmektedir. Greko-Romen kültürünün bir özgünlüğü krallık, cumhuriyet, demokrasi ve imparatorluk gibi devlet rejimlerini peş peşe ve iç içe yaşamasıdır. Başlangıçta demokrasi ve krallıklar iç içeyken, son dönemlerinde cumhuriyet ve imparatorluk iç içe olmuş; çözülüş öncesinin son biçimleniş tarzı olarak imparatorluk önem kazanmıştır. Bir nevi köleci sistemin son ve en kapsayıcı kültür ve uygarlık sistemini teşkil etmiştir. Bu özelliği önemlidir. Ya yıkılacak, ya dönüşecektir. Nitekim Roma İmparatorluğu yıkılarak dönüşmüştür. Greko-Romen uygarlığıyla tarihin uzun süreli bir aşaması en olgun dönemini yaşadıktan sonra derin bir krize girer. Kırsalda tarım, şehirde zanaatçılığa dayalı üretim önemli bir artık-ürüne yol açıyor. Artık-ürünün bolluğu devlet türü örgütlenmenin temelidir. Artık-ürün özünde karın tokluğuna çalışan ve beceri kazanan emekle bağlantılıdır. Köleci tarz emek sunumu ve kullanımı başat türdür. Bu tür üzerinde ideolojik, politik ve askeri üçlüden oluşan devlet tekeli kurulmaktadır. Kentleşmeyle iç içe gelişen bu sistem, zanaatkârlıkla birlikte işbölümünü geliştirerek, metalaşma-pazar-para zincirinin oluşumunu sağlıyor. Bu halkada ticaret tekeli devreye girerek, artı-ürünün bir bölümüne el koyma imkânı veriyor. Devlet içinde veya devletler arasında tarım ve zanaatçılıkta oluşan artı-ürüne el koyma konusunda yarışan ve giderek çatışan iki tekel öz itibariyle doğuyor. Aralarında keskin bir ayrım olmasa da, birçok siyasi ve askeri ilişki ve çatışmaları çözmek açısından iki tekel kavramı kilit rol oynar. Kabaca tarım ve ticari tekelci klikler olarak kavramlaştırabileceğimiz bu güçlerin şehir etrafında yoğunlaşan ideolojik, politik ve askeri aygıtların çekirdeğini oluşturduğu maddi ve manevi kültürel bütünlerden oluşan toplum sistemini (biçimini) uygarlık olarak tanımlayabiliriz. İstismar edilen emeğin hâkim biçimi kölecil tarzda denetlendiği için, bu sistemlere 'köleci uygarlıklar' demek de an145
lamlı olabilir. Uygarlık tarihi boyunca rekabet ve çatışmanın iki kanaldan yürütüldüğünü ayırt edebiliyoruz: Uygarlığın kendi içinde genelde tekeller arasında, özelde tarım ve ticaret tekelleri arasında; ikinci olarak, uygarlık sistemleriyle çelişkileri olan tüm toplum güçleri (sınıf, kabile, aşiret, halk, zanaatkâr) arasında. Savaşların doğası bu iki kanaldan beslendiği gibi, kazanabilmek açısından maddi ve manevi kültürün yoğun rekabet ve çatışma ortamında sürekli geliştirilmesi de bu nedenlerledir. Uygarlık tarihinde zincirleme reaksiyon dediğimiz oluşumlar başlar. Greko-Romen dönemine kadar kısaca özetlediğimiz bu zincirleme reaksiyon krizli bir süreçtir. Tarım ve ticaretin çeşitli nedenlerle bazı alanlarda çökmesi, zayıflaması krizleri hep devrede tutar. İklim, aşırı üretim, iç ve dış çatışmalar, iç ve dış göçler, verimli üretim tarzları, askeri, siyasi ve ideolojik konularda analitik yönden daha gelişkin sistem (felsefe) ve örgütlemeler bellibaşlı kriz nedenleridir. Tekel kliklerinden yok olmak istemeyen ve pay arttırımını dayatan kesimleri, çatışma ve savaşları üretim araçları rolünde kullanırlar. Ekonomi üzerine kurulu tekel olmaları nedeniyle bu böyledir. Özellikle ticari temele daha fazla dayalı devlet ve uygarlıklar, ticari krizlerin sıklığı nedeniyle daha çok savaşa yol açarlar. Elverişli iklim ve sulama koşullarına düzenli olarak sahip olan tarım tekellerinin egemen olduğu devlet ve uygarlıkların daha istikrarlı ve barış içinde olmaları, krizlerin sık sık devreye girmemesi nedeniyledir. Bu perspektiften baktığımızda, neden Mısır, Hindistan ve Çin'in, bazı şehir, bölge ve köle ayaklanmaları hariç, pek az savaştıkları daha iyi anlaşılır. Genel Mezopotamya kökenli uygarlıkların yayılmacı ve sürekli savaşçı olmalarının da ticarete aşırı bağlılıklarından kaynaklandığı anlaşılır bir husustur. El Ubeyd, Uruk, Ur, Babil, Asur, Pers uygarlıklarının sürekli kolonileştirme, yayılma ve savaş ortamında yaşamaları, ticaretin üretim sürecindeki vazgeçilmez rolüyle yakından bağlantılıdır. Greko-Romen uygarlığının hem Atina döneminde deniz ve karada, hem de Roma önderliğinde deniz ve karada sürekli sefer ve savaş halinde olması, Akdeniz dünyasındaki ticaretin olmazsa olmaz türünden ağırlığıyla bağlantılıdır. Uygarlığın kurulduğu aşamadan beri Mezopotamya tarım ve ticaretin beşiği olmuştur. M.Ö. 600'ler146
den itibaren doğuda Perslerin, batıda Grekler ve Romalıların hem kendi ana üretim ve ticari bölgelerinde, hem Mezopotamya ticaretine ve tarımına bağlılıkları yüzünden Mezopotamya üzerinde 'bin yıllık savaş'lar yürütmeleri de ağırlıklı olarak aynı nedenlerledir. Mezopotamya ticareti ve ticaret olmadan uygarlık olmaz. Ya ikisi birden veya biri düşecektir ya da birbirlerini dengeleyeceklerdir. Kazananlar kaybedenler olmuştur. Dengede kalma, iki tarafın kazanamadığı dönemler daha uzun süreli olmuştur. Yine örneklersek, El UbeydUruk çatışmalı ve dengeli olmuştur. Daha önce ikisi de Yukarı Mezopotamya'daki toplumla çatışmalı ve dengeli olmuştur. Ur ve Akad hanedanlıkları arasında korkunç çatışmalar olmuştur. Denge de vardır. Ancak Ur ve Akad'ın tarihten silindiği dönemler de olmuştur. Akadlar ve Gutiler çatışmalı, yok etmeli ve dengeli süreçler yaşamışlardır. Babil ve Asur dengeli ve çatışmalı olmuşlardır. Bir bütün olarak Hurriler (Hitit, Mitanni, Kassit, Med, Urartu dahil) ile Babil ve Asurlar arasında korkunç savaşlar ve denge dönemleri sık aralıklarla yaşanmıştır. Hititlerle Mısırlılar arasında denge ve savaş dönemleri varlığını korumuştur. Nihayet 'bin yıllık' (M.Ö. 550-M.S. 650) Greko-Romen ve Pers-Sasani savaşları yaşanmıştır. Uygarlıkların kendi iç klikleri ve birbirleri arasındaki çatışma ve barışları böyledir. Ayrıca uygarlığa, yani köleliğe ve ticari gaspa zorla bağlanmak istenen halklar, kabileler, köleler ve kentlerin (zanaatkârlar) direniş ve isyanları bitmez tükenmez diğer bir ana kategoridir. Uygarlık sadece kapitalizmin (sermayenin) artık-değerinin değil, beş bin-altı bin yıllık artı-ürünün (sermayenin) temelinde yattığı kanlı, işkenceci ve sömürücü kölecil bir sistemdir. 8- İslamiyet ve Hıristiyanlık İslamiyet ve Hıristiyanlık şüphesiz birer uygarlıktır. İkisi arasındaki farklar ve benzerlikler ilgi çekici ve önemlidir. Uygarlık tarihinde konumları ve etkileri üzerinde çok şey söylenmesine ve yazılmasına rağmen, bilimsel niteliği gelişkin yorumlar azdır. Bunda etkileri altındaki kişilik oluşumunun payı belirgindir. Hıristiyanlık ve İslamiyet'in dışına çıkarak paradigma geliştirmek, ilerde başarılması gereken bir görev olabilir. Laik pozitif yorumların kendileri en kaba putçuluk benzeri bir din olup, genelde dinleri, özelde Yahudiliği, Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı çözümleyebilecek ve aşabilecek içerikten yoksundurlar. 147
Reformasyon ve Aydınlanma, Hıristiyanlığın kapitalizme uyarlanmasını temsil ederler. Rönesans'ın zaten Hıristiyanlıkla çatışmaya girmediği bilinmektedir. Aydınlanmanın din ve Hıristiyan karşıtlığı, 'aşma' niteliğinden yoksun olmak kadar, tutarlı bir eleştiri ve yorumuna ulaşmaktan da uzaktır. İslamiyet ise kendi mensuplarınca eleştirilmekten ziyade, erkenden mezhep çatışmalarında bir katılaşmayı yaşamıştır. Hıristiyanlık kadar felsefi yoruma da tabi tutulmamıştır. Kendi Rönesans, reformasyon ve aydınlanmasını ise hiç yaşamamıştır. Birer reaksiyon ve provokasyon olan 'yeniden İslamcılık' akımları ise, kapitalizm koşullarında milliyetçilik ve faşist iktidar anlayışından öte bir anlam ifade edememektedir. İslamiyet ve Hıristiyanlığı uygarlık tarihinin ikinci aşaması olarak yorumlayabiliriz. Roma İmparatorluğunun M.S. 4. ve 5. yüzyıllarda içine girdiği kriz genel olarak bir uygarlık krizidir. Yaklaşık 4000 yıllık köleci uygarlığın genel bir çözülmesi bu yüzyıllarda hızlanmaktadır. Tarihçiler bu iki yüzyılı 'karanlık yüzyıllar' olarak değerlendirir. Uygar toplumun boyunduruğu altında yaşayan insanlık derin bir kurtuluşa, onun zihni ve maddi yapısal araçlarına ihtiyaç duymaktadır. Her tarafta amaç ve araç arayışı vardır. Bir kâbustan uyanmak üzere olan bir ruh hali söz konusudur. Gün doğacaktır, ama nasıl bir günlük güneşlik olacak, orası meçhuldür. Eski inançlar ve putsal simgeleri artık pazarlarda beş para etmiyor. Roma imparatorları bile Jüpiter mabedine uğramaz olmuşlardır. Zihin yoğunlaşmasının, inanç arayışının derinliğine kendisini hissettirdiği bu dönemin ruhuna uygun olarak Hıristiyanlık, Manicilik ve İslamiyet'in doğuşu anlaşılırdır. Çok daha yakıcı bir soru şudur: Hem Hıristiyanlık hem İslamiyet kesin siyasi hareketler oldukları halde, kendilerini neden ısrarla 'ilahi', 'teolojik' hareketler, yani din olarak sundular? Bu önemli sorunun cevabını bahsettiğimiz ortam kadar, o dönemin kurtuluşçu, entelektüel arayışçı biçimlerinde aramak öğretici olabilir. Düşünce, tartışma, program ve örgüt anlayışları daha önce biçimlenmiş örnekler üzerinde yürümek durumundadır. Bunda en önemli gelenek İbrahimî peygamberlik geleneğidir. Kurtuluştan ilk olarak peygamberler haber verecektir. Peygamber 148
olmadan, olunmadan kimse "Ben kurtuluşçuyum" diyen bir militan veya aydının arkasından gitmez. Çok köklü bir gelenek olması nedeniyle başka bir seçenek fazla şanslı olmayabilir. Nitekim Manicilik biraz farklı bir geleneği denemek istedi. İçeriği daha aydınlatıcı olduğu halde, eski gelenekler nedeniyle tam başarılı olamadı. Halen Ortadoğu kökenli hareketlerin kendilerini dini kisve altında sunmaları bu tarihsel geleneksellikle bağlantılıdır. Dolayısıyla İslamiyet ve Hıristiyanlığı yorumlarken, her ikisinin dini kisve giydirilmiş düpedüz siyasi hareket olduklarını iyi anlamak gerekir. Şüphesiz ideolojik kısmı da vardır. Bu kısa değerlendirmemizde sunduğumuz gibi, kökleri ilkçağlara, özellikle Sümer ve Mısır rahip tapınaklarınca düzenlenen mitolojik-dinsel imgelere kadar giden İbrahimî dinsel geleneğin ağırlıklı bölümü teolojiktir. Tanrı kavramı ve ritüelleriyle ilgilidir. Mısır ve Sümer tanrılarından ve ritüellerinden (ibadetlerinden) farklı bir yorum geliştirmek için büyük çaba harcamışlardır. Çok ünlü peygamberlere izafe edilen 'yorumlama katkıları' hep geliştirilmiştir. Musa, Samuel, Davut, Süleyman, Hezekiel, İşaya ve pek çokları bu türdedir. Fakat bu kişiliklerin dönemin despotik rejimlerinden kurtulmak için büyük kurtuluşçu misyonları olduğunu biliyoruz. Maniciliğin izinin kaybolmasının nedeni, önünde ve arkasında böylesine sağlam bir geleneği yaşamamasıdır. Fakat İbrahimî gelenek yaklaşık 1500 yıllık olmasına karşılık, İsa Mesih dönemine kadar sınırlı bir başarı sağlamıştır. Mısır ve Mezopotamya kökenli uygarlıkların hiçbirini yenememiştir. Oluşturduğu ufacık Kudüs Krallığı ise uzun ömürlü ve pek etkili olamamıştır. Çok önemli başarısı ise, hep mazlum insanların ve kurtuluş arayanların umut sesi olmasını bilmesidir. Nemrut ve firavunlardan (tüm despotik yönetimlerden) acı çeken tüm ezilenlerin, yoksulların, ideal peşinde koşmak isteyenlerin vicdanı ve çekim merkezi olmuştur. Hz. İsa Mesih olayını bu çerçeveye oturtursak daha iyi kavrayabiliriz. Roma İmparatorluğu çoktandır Kudüs Krallığını da fethetmiştir. İşbirlikçiler (kâhin) Romalı yöneticilerle birlikte olunca, ortam yeni peygamber için uygunluk arz etmektedir. Ayrıca Roma köleciliğinin çözdüğü Ortadoğu topluluklarının bağrından oluk oluk 'işsiz köleler', proleterler yığını çıkmaktadır. Birçok tarikat ve 149
peygamber türemiştir. İsa Mesih muhtemelen bunlardan çarmıha gerilen biridir. Aslında çokçası benzer ölümlere mahkûm edilmiştir. Mesih (kurtuluşçu) sadece sembol ismi oluyor. Genel yoksullar hareketinin ortak adı, sembol ismi oluyor. İlkel bir sosyalist hareket olarak değerlendirmek mümkündür. Kesinlikle başlangıçta yoksul ve kaçan kölelerin hareketidir. İsa denilen kişinin son hareketi, Kudüs'ü fethetme yürüyüşüdür. Yeni krallık peşindedir: Yoksulların kralı. Bir nevi Romalı Spartaküs gibidir. Ama onun savaşsız olanıdır. Hareket 12 havarilerin ardından, özellikle ilk İncil taslakları (ideolojik materyaller) ve gruplaşmalardan sonra kitleselleşiyor. Saint Paul ve bazı havariler çok faaldir. Roma ve Sasani İmparatorluğunu izliyorlar. İki, üç ana halk grubu olarak Grekler İç ve Batı Anadolu'da, Asuriler doğuda Sasani bölgelerinde, Ermeniler Kuzeydoğu Anadolu'da kitlesel katılım gösteriyorlar. Başta Saint Paul olmak üzere Yahudi aydınları da çok faaldir. Roma ve Sasani İmparatorluğunu sosyal temellerinden sarsıyorlar. Tam bir siyasi hareket haline geliyorlar. Bizans'ın (Kostantinopolis) Doğu Roma olarak ayrışması, akabinde Hıristiyanlığın resmi din haline gelişini izliyor. Çelişki buradadır. Roma'ya karşıtlık temelinde ortaya çıkan öğreti, Roma'nın büyük parçasının resmi dini, ideolojisi oluyor. Bu durum hem parçalanmayı hızlandırıyor, hem de imparatorluğu dönüştürerek ömürlerini uzatıyor. Doğu ve Batı Roma tarihleri biliniyor. Belli oluyor ki, Hıristiyan yöneticilerin önde gelenleri arasında bu süreç büyük tartışma ve ayrışmalara yol açıyor. Birçok mezhep doğuyor. Tartışma teolojik (Monofizit, Diofizit), fakat özünde tamamen siyasidir. Bir kısmı tekrar yer altına geçerken, önemli bir kısmı her iki Roma'nın en güçlü siyasi, ekonomik ortakları oluyor. İdeolojinin maskesinden siyaset ve ekonomi fışkırıyor. Hıristiyanlık din olmaktan çıkıp uygarlığa dönüşüyor. Din kisvesi altında Avrupa'nın tarihinde ilk defa tümüyle uygarlığa geçişi, Hıristiyanlığın kısaca özetlediğimiz bu teolojik ve siyasi eyleminin sonucudur. M.S. 10. yüzyılda Kuzey ve Kuzeydoğu Avrupa'ya taşınmasıyla, Hıristiyanlık gerçekten ilk tarihsel misyonunu başarıyla tamamlıyor. Daha sonra, özellikle 'kapitalistleşme' denilen süreçle birlikte yeni bir dünya hamlesine girişecektir. Anadolu ve Mezopotam150
ya'daki Hıristiyanlık ise, yani Grek, Armenia ve Asuriya halkları da önce Bizans uygarlığı temelinde, daha sonra bağımsız kiliseler etrafında manevi yanı ağır basan bir uygarlaşma sürecine girecekler; 'Hıristiyan halklar' olmaları kaderlerini çok stratejik olarak etkileyecektir. Özellikle İslamiyet'in hedefleri haline gelmeleri çok trajik sonuçlara yol açacaktır. İslam uygarlığının doğuş öyküsü de benzer gelenek üzerinde başlar. Mekke esas olarak Kızıldeniz-Haliç, Yemen, HabesistanŞam ana ticaret yollarının kesişim noktasındadır. Kureyş Arap kabilesinin hiyerarşik, aristokratik yönetimi oluşmuş durumdadır. Kureyş kabilesi tamamen tüccar bir kabiledir, putperesttir. Belli bir ticari sermaye oluşmuştur. Yahudilik, Zerdüştlük ve Hıristiyanlığın yanında birçok inanç etrafta kol geziyor. Hz. İbrahim'in Hacer'den olma oğlu İsmail'in göç ettiği yerde (İbrani ana kabilesinden kopanlar), Zemzem kuyusu etrafında bir kulübe inşa ediliyor. İlk mabet budur. Fakat içine daha sonra putlar yerleştiriliyor. Hz. Muhammed döneminde üç önemli put vardır: Laat, Menaat ve Uzza. Şeytan Ayetlerinde öyküleştiriliyor: Hz. Muhammed yoksul bir Kureyşli kabilenin yoksul bir ailesinden doğuyor. İslam geçinen ülkelerde genelde İslamiyet, özelde Hz. Muhammed'in yaşamı sosyolojik araştırmaya konu edilmekten sakınılıyor. Sanki korktukları bir şeyler varmış gibi. Din de bir düşünce ve toplumsal yaşam biçimi olarak sosyolojik incelenmeye konulmadan, gerçek bir aydınlanma gelişmez. Bu yapılmazsa, o zaman Ortadoğu, ABD ve müttefiklerinin deney tahtası olmaktan kurtulamaz. Yine Hz. Muhammed'i en iyi anlamanın yolu sosyolojik araştırmadan geçer. Toplum bu tutumdan kaybetmez. Avrupa bu tutumu esas aldığı için aydınlanmayı yaşadı. Ortadoğu kendi öz aydınlanmasını gerçekleştirmedikçe düşünce devrimi yapamaz. Hz. Muhammed'in çözümlenmesi, düşünce devriminin ilk adımlarından biri olabilir. Dönemi, kişiliği ve eylemi buna uygundur. (Abdülmenaf-Haşimi kabilesi, babası Abdullah'tır.) Kadın tüccar Hatice'nin kervanlarında pay karşılığı Şam'a sefer düzenliyor. Süryani rahiplerden etkileniyor. Yahudiler ticarette ağırlıklı rol oynuyorlar. Çelişkiler başlangıçta vardır. Hatice ile evlilik yeni bir durum yaratıyor. Etrafta yine 'Ahir (son) Peygamber' sözü dolaşıyor. Yine taliplisi çoktur. Hatta kadın 151
taliplisi de çıkıyor. Tahminimce, Hz. Muhammed Hatice'den çok şey öğreniyor. Çünkü zengin ve tüccar kadın olabilmesi yetkinlik ister. Kulağına ilk peygamber söylentisini fısıldayan kişi olması kuvvetle muhtemeldir. İkisi arasındaki birlik kesinlikle çekirdek halinde bir iktidar arayışıdır. Kureyş aristokrasisi gerici gelenekleri (putları) nedeniyle devletleşemeyecek durumdadır. Yahudiler ve Hıristiyanlar etkisizler ve kabul edilmiyorlar. Ayrıca maddi çelişki vardır. Hacer-İsmail öyküsü bir Arap öyküsüdür; ilham veriyor. Etrafındaki inanç ve tarikatları tanıyor. Hiçbirinin amacını gerçekleştiremeyeceğini, yani Arabistan çerçevesinde siyasi birliği kuramayacağını fark ediyor. Hatice'nin teşvikiyle bu role aday oluyor. İdeolojik gelenek olarak İbrahim'in Arap kolu zaten yanı başındadır, gerisini kabiliyetli Süryani rahiplerinden öğrenmesi zor değildir. Peygamber olduğuna ilişkin ilk vahiy, M.S. 610'da geliyor. Bizans-Sasani çatışmasının en kızgın bir dönemidir. Durum Arabistan yarımadası için bir şans sayılır. Önündeki iki engel Kureyş ve Yahudi kolonileridir. Peygamberlik baştan itibaren siyasi liderlik anlamına da geliyor. Başka türlü zaten mümkün değildir. Tüm mesajları devlet adamlarına özgüdür. Ortadoğu'nun yeni yükselen imparatorluk çıkışıdır. Oldukça yenilenmiş ve güncelleştirilmiş Yahudi ideolojisi Araplar önderliğinde tüm halklara açık kılınarak darlık aşılıyor. Yeni yaşam tarzı ibadetlerle simgeleştiriliyor; iyi bir strateji ve taktikle dünyanın dört bir yanına yayılıyor. İslamiyet'i ilk kapsamlı enternasyonalist hareket olarak değerlendirmek de mümkündür. Özcesi ideolojisi, siyasi programı, önderliği, strateji ve taktikleriyle örnek bir uygarlıksal siyasi hareket tarihe damga vura vura ilerleyecektir. İslam'ın adının barış anlamına gelmesi ilginçtir. Muhtemelen çok çatışmalı bir süreci öngördüğünden, barışa öncelik veriyor. Üç temel hedefe yönelmek durumundadır: Bizans ve Sasani İmparatorlukları ile Kureyş aristokrasisi. Mekke'de ilk hedefe yöneliş sürgünle (Hicretle) sonuçlanıyor (M.S. 622). Medine'de ilk sosyal sözleşmeyi hazırlıyor. Yeni sözleşme çok az aşiret, kabile aristokratı dışında, kabilelerin ezici çoğunluğunun işine geliyor. Vaat edilen cennet Bizans ve Sasani mülküdür, cehennem ise eski yaşam tarzıdır. Çöldeki yaşam zaten çoğunlukla cehennemi çağrıştırır. Kureyşlilerin ilk saldırılarını püskürttükten sonra (Bedir, Uhud, Hendek) sonuç belli oluyor. İlk 152
Arap Cumhuriyetinin (demokrasi) doğması an meselesidir. Tartışmalar ve toplantılar (Cami, topluluğu çağrıştırır) yoğundur. Sanılanın aksine, ilk camiler ibadet yeri değil, toplantı ve tartışma yerleridir. Fakat iktidarı kısa bir süre kaybeden aristokrasi ve başı Muaviye, yeni manevralarla (çok ustalaşmış olması doğaldır) Hz. Muhammed'in ölümünden sonra (632) adım adım iktidarı yeniden ele geçirecektir. İnanmış ve ilkeli insan Hz. Ali'nin öldürülmesi, Muaviye ve sülalesine sultanlık (krallık) yolunu açacaktır. Peygamber sülalesi Hz. Hüseyin'in Kerbela'da trajik biçimde öldürülmesiyle önemini politik olarak yitirecektir. Fakat yeni bir tüccar Arap kliği sadece yarımadada değil, tüm Bizans ve Sasani mülkünde hak iddia edecektir. Büyük fetih hareketi peş peşe zafer kazanmaktadır. Yarımadadaki Yahudi ve Hıristiyanlar ilk kaybedenler olurlar. M.S. 650'lerde Sasanilerin tümü, Bizans'ın büyük kısmı, Kuzey Afrika fethedilmiş, Konstantinopolis'in kapılarına dayanılmıştır. Bu hızlı fethediş tarzını İskender'in Makedon kabile ruhuyla Yunan felsefesini birleştirerek gerçekleştirdiği yıldırım fetihlere ve yol açtığı maddi-manevi kültürel sonuçlarına benzetebiliriz. Arabistan kabilelerinin yiğitlikleri köklü bir mirasa dayanan yeni dini inancın ruhuyla sentezlenerek, güçlü bir fethin gücüyle İskendervari fetih savaşları başarılıyor. İkinci aşama uygarlığının en önemli bir kolunu oluşturuyor. Doğunun son büyük kültüreluygarlıksal hamlesini başarıyor. İslam öyküsünde ilginç olan, Hıristiyanlıktaki gibi üç yüz yıl sonra değil, ilan edilişi ve yayılışıyla birlikte iktidarla iç içe olması, iktidar olarak doğmasıdır. Ezilenler, yoksullar, gerçek emek verenler hızla iktidardan dışlanacak, kabilelerin asi, taze ve aç ruhlarıyla cennetvari saray ve camiler etrafında kudretli bir devlet etrafında uygarlık inşasına geçilecektir. Küçük bir kent tüccar klanından çok kısa süre içinde (M.S. 640-650) bir imparatorluk oluşun, dini açıyla birlikte, siyasi anlamı içinde bilimsel-sosyolojik olarak çözümlenmesi son derece öğretici olacaktır. Şahsi yorumum, Arabistan içlerinde uzun süreli iktidar boşluğu, sosyal kaos (kabile çatışmaları), Bizans ve Sasani İmparatorluklarının birinci aşamanın özelliklerini taşımaları, Hz. Muhammed'in kişilik özellikleri bu hızlı iktidar öyküsünü açıklayabilir. Ortadoğu'nun gele153
neksel uygarlık alanlarının tümünü fethettiği gibi, Hindistan'ın yarılarına, Orta Asya'ya, Kafkasya içlerine, Güneydoğu Asya uçlarına (Endonezya, Malezya), Güneybatı ve Güneydoğu Avrupa'nın en önemli iki yarımadası İberik ve Balkanların ötesine kadar taşırılıyor. Böylesine büyük bir askeri ve siyasi hareket olmasına rağmen, İslam gibi dini bir kelime pek açıklayıcı olmuyor. Gerçeği örtüleyici bir rol oynuyor. İslam simgesel bir isimdir. Allah ve peygamber kavramları İbranilerce çoktandır geliştirilmiştir. Medine Yahudilerinin "Dinimizi bizden çalıyor, bize karşı kullanıyorsun" eleştirisi sanırım Hz. Muhammed'i çok kızdırmıştır. Sosyolojik olarak, kral ve yardımcılarının yüceltilmesi, Sümer ve Mısır mitolojisine kadar köken olarak götürülebilir. Fakat Hz. Muhammed'in Allah kavramına kazandırdığı içerik hayli farklılık kazanmıştır. Allah bir nevi evrenin enerjisi gibi bir şeydir. İleri bir mefhumdur. Fakat İslam bilginlerince bu konuda hiçbir sosyolojik yorum geliştirilmemiştir. İmanın şartları bir nevi teorik ilkelerdir. İbadetler pratikle bağlılığı canlı tutmak içindir. Büyük bir kısmı dönemin ahlaki ve hukuki ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Ticaret ve tarımda verimlilik, bunun için hukuki düzenlemeler (fıkıh) geliştirilmiştir. Birincil köleci aşamadan kalma ideolojik yaşam tarzına sert müdahale edilmiştir. Kâfirlik, imha edilmesi gereken bir 'ötekidir'. İdeolojik çoğulculuk sadece İbrahimî gelenek için bir hak olarak tanınır. İslamiyet Hıristiyanlığa göre laikliğe daha açıktır. Objektif olarak bu böyledir. Fakat eski yaşam tarzına karşı köklü savaş çok olumsuz sonuçları da beraberinde getirmiştir. Halkların tarihsel kültürleri, inançlar bahane edilerek (Hıristiyanlıkla birlikte) ya yok edilmiş, ya asimile edilmiştir: Örneğin Zerdüştilik, Manilik gibi. Getirdiği yeni yaşamın feodal aristokrasiye yol açtığı açıktır. Tanrı-kral yerine Tanrı-Gölgesi Sultan ikilemi geçmiştir. Sonuçta despotik sultanlıklar kaçınılmaz olmuştur. Din olarak İslam'ın despotizmi önleme yeteneği yoktur. Hatta Hıristiyanlık için de daha fazlası söylenebilir. Monarşiye açık olması kadar, rahipliği de daha gelişkin bir iktidar ortağı kılmıştır. Her iki dinin devlet olarak uygarlığın dışındaki kesimlerinin klasik köleliğe göre hafifletilmiş (bazı yönleriyle eskisindekinden olumsuz) serflik, kul düzeyinde tutulmalarına özen gösterilmiştir. İki din de köleliğe tam karşıt değildir. Hem hiyerarşik, hem 154
devlet iktidarını daha güçlü koruma özelliği taşırlar. Her iki din de kavimsel gelişmeyi teşvik edici mahiyettedir. Zaman ve mekân itibariyle iki (Yahudilik dahil) din, uygarlık ana nehrine ikinci aşama olarak katılmalarına rağmen, ne hâkim tekelci klikler arasındaki sorunlara, ne de uygarlığın dışlamış olduğu demokratik toplum güçlerinin özgürlük ve adalet sorunlarına çözüm olabilmişlerdir. İkinci aşama savaş, özgürlük ve adalet sorunlarını tersine daha da ağırlaştırmıştır. a- Tekelci iktidar odaklarına yenileri eklenmiş, buna karşılık zanaatçılık ve tarımda verimlilik niteliksel bir gelişme göstermemiştir. Artık-ürün üzerinden savaşan taraflar çoğalmıştır. Emirlikler (prensler) sultanlar (monark) kadar tekelci unsurlar haline gelmiştir. Hanedanlar çoğalmıştır. Pay isteyenler eski aşamaya nazaran çok artmıştır. Bir nevi orta sınıf gibi, yeterince pay alamayınca sürekli savaş çıkarmışlardır. Avrupa'da, Rusya'da derebey savaşları çok yoğun geçmiştir. Monarklar bürokrasiyi daha da çoğaltarak gelir sorunlarını büyütmüşlerdir. b- Her iki dine yeni kurtuluş, özgürlük ve adalet amacıyla girenler umduklarını bulamayınca, çeşitli mezhepler halinde sürekli direniş sergilemişlerdir. c- Manevi kültürde de gelişme yerine, 'ortaçağ karanlığı' denilen eski kültür yok edilirken yenisi de geliştirilememiş, bunun yerine bitmez tükenmez teoloji ve mezhep tartışmalarıyla zihnen dünyadan ve tarihten (tarih din öykülerine indirgenmişti) kopulmuş, irade adeta yok sayılmış, gölge insanlar haline gelinmiştir. Cennet ve cehennem imgelerine esir düşmüş insanlar dünyayı umursamaz ve yaşama değmez gören bir hale düşürülmüşlerdir. Tekelci klikler kendileri için cennetvari kale ve saraylar yapmaktan geri kalmamıştır. Kent kültürü, felsefe eskisinin gerisinde kalmıştır. d- En vahimi de, gökte tek tanrı, yerde tek sultan sloganıyla 'cihan fethi' gibi yeryüzünde tüm iktidarlarını yayma savaşı ilkçağları da geride bırakmıştır. Tanrı adına savaş, tanrıların savaşından daha yıkıcı geçmiştir. İlk aşamanın katbekat üstünde yayılma ve sömürgeleştirmeler geliştirilmiştir. Ümmet savaşları ilkçağa göre daha sistemlilik ve süreklilik kazanmıştır. Mezhep çatışmaları içinden çıkılmaz bir hal almıştır. 155
D- Kapitalizm Doğarken Avrupa'nın Durumu Köleci aşamada Roma İmparatorluğunun çöküş süreciyle derinleşen nihai krize ne Hıristiyanlık ne de İslam çözüm olabilmişlerdir. Geliştirdikleri 'feodal düzen' ya da 'ortaçağ uygarlığı' denilen sistem; Sümer ve Mısır rahip reçetelerinden pek farklı olmayan, anlaşılması güç metafizik reçetelerle gerek siyasi program, gerek eylem itibariyle toplumu 'ortaçağ karanlığı' denen duruma sokmaktan öteye gitmemiştir. İlkçağlarda var olan birçok kültürel değer yok olmuştur. Roma'nın krizi mirasçıları tarafından daha da derinleştirilmiştir. Uygarlık alanında toplumlar 'cennet ve cehennem taifeleri' halinde sıralarını bekleyen, bu amaçla savaş saflarına rap rap adımlarıyla yürüyen imgelere dönüştürülerek, neredeyse gezegendeki canlı yaşamın dışına itilmiştir. Ana maddeler halinde teorik olarak sunduğumuz bu tabloya göre, somut durumda neler görüyoruz? a- Hıristiyanlığı ilk benimseyen kavimler olan Grekler, Ermeniler ve Asuriler, İslam fetihleriyle tarihsel-kültürel alanlarının büyük bir kısmını kaybetmişlerdir. Bir anlamda hem Roma'ya karşı Grek kimliğini, hem de Bizans'a ve Sasanilere karşı Ermeni ve Asuri-Süryani kimliğini kalıcılaştırıp güçlendirelim derken, İslam'ın fetih dalgası karşısında elde olanın büyük kısmını yitiren bu halklar en trajik durumlara düşmüşler, binlerce yıllık maddi ve manevi kültür alanlarını yitirmişlerdir. Kavim olarak en kazançlı çıkan ve büyük genişleme yaşayan Türkler ve Araplar olmuştur. Kürtler ve Farslar ancak varlıklarını koruyabilmişlerdir. Buna mukabil Ruslar, Hıristiyanlık sayesinde en çok kazanan kavim olmuştur. Ruslar karşısında Türkler, Tatarlar, Moğollar, hatta Çinliler kaybeden taraf olmuşlardır. b- Avrupa kabileleri Hıristiyanlık yoluyla kazançlarını ve kazanımlarını dengelemişlerdir. Kavimsel kimliklerde ortak inanç nedeniyle kısmi gelişmeler olurken, rahip aristokrasisi ve ardından derebeyliklerin eski kültürel canlılıklarının önemli bir kısmını yitirmelerinde etkili olmuşlardır. Neolitiğin üstün yanlarına boyun eğdirilmiş, asimilasyon dayatılmıştır. Fakat ilk ulusal öğelerin bu dönemde kalıcı olarak ortaya çıktığı tarihsel bir gerçektir. c- Afrika, Amerika ve Avustralya yerlileri ana kültürlerini koruyamamışlar, Hıristiyanlık ve kısmen Müslümanlık karşısında kim156
liklerini uzun süre yitirmişlerdir. Hint kültürü kaybeden tarafta olmuştur. Çin bu dinler karşısında yayılmaya cesaret edememiştir. Ortaçağ uygarlığı, benim deyişimle ikinci uygarlık aşaması, kriz çözme yerine daha da derinleştirme sonuçlarına yol açtığından, Avrupa'nın durumu stratejik bir nitelik kazanmıştır. Avrupa uygarlık savaşını kaybettiğinde hepten kaybetmiş olacak, kazandığında ise stratejik üstünlüğü kesinleşecektir. Uygarlık savaşı şüphesiz ortaçağın iki stratejik gücü arasındaki bir savaş, Avrupa'daki ve Avrupa üzerindeki Hıristiyanlık ve Müslümanlık savaşıdır. Durum sanıldığından daha da karışıktır. 15. yüzyıla varıldığında, Hıristiyanlık tüm Avrupa'daki yayılmasını tamamlamıştır ve kutsal krallık ve derebeylik dönemini yaşamaktadır. Roma'nın mirasını Roma-Germen İmparatorluğu devam ettirdiği iddiasındadır. Fakat itiraz eden rakipleri vardır. Fransa Krallığı bunların başında gelmektedir. Avusturya Habsburg Hanedanlığı yeni bir güç olarak yükselmekte ve benzer ideadadır. Rus Çarlığı kendini çoktandır Üçüncü Roma (İstanbul'un düşünden sonra) ilan etmiştir. Polonya Krallığı en yeni Hıristiyanlaşmış kültür olarak kutsallığı kimseye kaybettirmek istemeyecek kadar en öndedir. İngiltere ve Fransa yüzyıl savaşındadır. İspanya ve Balkan Hıristiyanları savunma durumundadır. İtalyan kentleri kapitalistleşmekte, diğer yandan Rönesans'a önderlik etmektedir. Roma gibi bir şehrin yükselerek birliğini sağlayıp Avrupa için de bir örnek oluşturmaları beklenmemektedir. Gırtlaklarına kadar ticari rekabete girişmişlerdir. Aralarındaki çekişme şiddetlidir. Tek katkıları, son iki yüzyıl içinde Avrupa'ya kentleşmede öncülük etmek ve ticaret kapitalizmini Avrupa'ya yayarak stratejik bir imkân hazırlamak konumundadır. Büyük olasılıkla bu stratejik imkân Avrupa'nın en önemli şansı olacaktır. 16. yüzyıl bunu doğrulayacaktır. Haçlı Savaşları umulduğu gibi sonuçlanmamıştır. Avrupa'nın ne olacağı belirsizdir. Tam bu sırada Müslüman Araplar hala İberik-İspanya üzerinden stratejik bir tehdit olmaya devam etmektedir. Fransa'ya bir defa girmişler, zorbela çıkarılmışlardır. O cepheyi kaybetmeleri halinde, Hıristiyan Avrupa bir nevi sömürgeleşip yok olacaktır. Balkanlar üzerinden Osmanlı İmparatorları yıldırım hızıyla Avusturya-Macaristan'a ulaşmışlar, Polonya'ya dayanmışlardır. Eğer durdurulmazlarsa, 157
Roma gibi Avrupa'nın siyasi ve kültürel varlığı da sona erebilecektir. Osmanlı Türkleri ve İspanya-Endülüs Arapları da biliyorlar ki, Avrupa karşısında nihai zaferi kazanmasalar, kesinlikle peş peşe kaybetme sürecine gireceklerdir. Kuzey Karadeniz üzerinden Moğolların devamı olarak Altınordu Devleti her an Avrupa'ya da saldırabilir. Avrupa'nın derinden gelen birkaç özelliği daha vardır. Kabile demokrasilerinin gelenekleri halen tazedir. Halklar uygar köleci sistemi pek derinliğine yaşamamışlardır. Hıristiyanlığı algılayışları son derece yüzeyseldir. Zihinleri tam anlamıyla fethedilmemiştir. Özellikle kuzey hattı böyledir. Doğal yaşamla ilişkileri güçlüdür. Kentleşmenin en hızlı ve taze dönemini yaşamaktadırlar. Kentler krallık ve imparatorlukları pek tanımadığından, demokratik yanları ağır basmaktadır. Hepsinde yarı-demokratik yönetimler vardır ve bu yönetimler arasında konfederasyonlar kurulmaktadır. Başka ve iradeleri dışında egemenlikleri kolay kolay tanımamaktadırlar. Kurulan tüm krallık ve derebeylikler tazedir. Avrupa'yı temsil yetenekleri ve tecrübeleri kıttır. Haçlı Seferlerinde çoğu pul pul dökülmüştür. Buna mukabil İslam uygarlığı tecrübelidir. Arkasında eski uygarlık dünyası vardır. İktidar sorunlarını daha iyi bilmektedir. Kendilerine inançları yüksektir. Nihai din ve peygamberi kendileri temsil ettiklerinden daha fazla dogmatiktirler. İlk Haçlı Seferlerini kaybetmedikleri gibi, ticaret yolları halen denetimlerindedir. Ticarette halen üstündürler. Bu gerçeklikler ortamından bakıldığında, Avrupa'nın uygarlık krizini en derinden yaşadığı rahatlıkla görülecektir. İslam'ın, dolayısıyla Türkler ve Arapların tehlikesi her geçen gün büyüyor. Konstantinopolis kaybedilmiş, Fatih Sultan Mehmet İtalya'nın güneyine, Otranto'ya asker çıkarmıştır. İslam bizzatihi din olarak ve sürüklediği kavimler olarak Avrupa için tam bir kâbustur. Hıristiyanlık bu kâbusla baş edecek bir uygarlık biçimi değildir. Zaten sürekli kaybetmektedir. Tek savaşma hattı olarak Viyana kalmıştır. O da düşse, İslam'ı ve Türkleri durdurmaları çok zordur. Bu durumda İtalyan kentlerinin olağanüstü ticaret kapitalizmine sarılmaları ve Rönesans'ı ortaya koymaları daha çok anlam taşımaktadır. Her iki hareket de Avrupa için aynı zamanda varlık yokluk sorunudur. İtalya yarımadasında yaşananlar bu açıdan kader belirleyicidir. 158
İnsanlığı Roma'nın çöküş karanlığından çıkarıp kurtuluşa ve aydınlığa kavuşturma ideasıyla ortaya çıkan iki kriz çözümleyici güç, Hıristiyanlık ve İslam, gerek kendi içlerinde gerek birbirleri karşısında krizi daha da derinleştirip, yeniden kurtuluş ve aydınlık sorunlarına yol açmışlardır. Avrupa, ikinci uygarlık aşamasının iki temsil gücünün geliştirip kendi kucağında kilitlediği krizi ya çözecek ya da Roma gibi daha da derinliğine batacaktır. Tam da bu noktada 16. yüzyılda doğuşunu sorguladığımız 'kapitalizm' acaba çözüm çaresi olabilir mi sorusu olanca ağırlığıyla gündeme gelmektedir. Kapitalizmin doğuş özellikleri geç ortaçağın (M.S. 14. ve 15. yüzyıl) İslamiyet ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan krizlerine belki bir çözüm şansını verecektir. Gerçekten Hollanda ve İngiltere'nin 16. yüzyıl deneyimi çözüm şansına ışık tutmaktadır. Ama bu özellikleri yakından irdelediğimizde, bu sefer uygarlığın üçüncü aşamasının krizinin ilk iki aşamasındaki krizden daha çok derinleştirilip tüm dünyaya yayılması riskinin hiç de az olmadığını ortaya koymaya çalıştık. Kapitalizmin kendisinin savaş, siyaset ve ekonomik tekel olarak varlık bulması, tüm uygarlık tarihinin temel kriz etkenidir. Hem kriz ürünüdür, hem krizin üretenidir. Krizleri mekâna ve zamana yayabilir. Ama bu çözüm olamaz. 16. yüzyıldan 21. yüzyıla girişimize kadar olup bitenler ne demek istediğimi fazlasıyla doğruluyor. Bundan sonraki iki ana başlık Ulus-Devlet ve Endüstriyalizm olacaktır. Kapitalizmin tarihte ilk defa toplumsal sorunların temel çözüm ayakları olarak devreye soktuğu bu araçları sorgulayıp, sonuç bölümünde bizzat kriz rejimi, kriz uygarlığı olarak kapitalizm hakkında tartışma ve yargılarımı sonuçlandırmaya çalışacağım.
159
4- MODERN LEVİATHAN: ULUS-DEVLET -Tanrının Yeryüzüne İnmiş HaliKapitalist moderniteyi kavramlaştırmak için ekonomiyle işe başlamak hem yetersiz, hem de yöntem açısından saptırıcı, ilişkiyi ve özü kavramaktan uzaklaştırıcı, bulanıklaştırıcı sonuçlara, yargılara yol açar. Kapitalizme ilişkin şimdiye kadar yapmaya çalıştığımız tanımlama ve çözümlemeler, ekonomik sahada ancak dıştan dayatmacı tekelci bir güç olabileceğini kanıtlamıştı. Demek ki, öz olarak kapitalizmi başka yerde aramak, yöntem olarak da daha isabetli bulgulara yol açabilir. Onu asıl gizlenmeye, sıkı perdelenmeye çalıştığı yerde, devlet sahasında aramayı sürdüreceğiz. Kapitalizmi ekonomik sahada arayan K. Marks'ın bunun için yaptığı tüm metodolojik, felsefi, tarihsel ve sosyolojik hazırlıklar, sonucunu olumlu olarak tespit ettiği yoğun bir kriz sistemiyle kendini karakterize eden kapitalizmin tekelci yapısına işaret ediyordu. Ekonomiye hükmetmek, ekonomik olmak anlamına gelmez. Ekonomiye yapı dayatmak da ekonomi değildir. Pazarda fiyatlarla oynayarak bunun için para aracını çeşitlendirip kâr-sermaye yığmakta kullanmak, sosyolojik olarak siyasal iktidar olmadan mümkün 161
değildir. Siyasal iktidarı ve onun zor karakterini tüm sonuçlarıyla çözümlemeden, soyut ekonomi-politik analizlerle kapitali kavramlaştırmak, sürekli bilince taşımak, bilerek veya iyi niyetle yöntem hatasına düşmek ve kapitalist paradigmaya kurban gitmektir. K. Marks'ı kapsamlı analizlere gitmeden, ucuz ve yüzeysel tezlerle eleştirmenin sakıncalarını biliyorum. Özellikle Marksist geçinenlerin dogmatik-pozitif yaklaşımları tarikat müritliğini aşmadığından, bıktırıcı, tekrarlayan ideaları tartışmaları geliştirmez. Fakat 'Kapitali'n yeni bir totem hizmeti gördüğü, işçilerin pek işine yaramadığı, yüz elli yıllık teorik-pratik deneyimle yüzlerce kez doğrulanmıştır. Ben bunun temel nedenini kapitalizmi ekonomi olmadığı başka yerde arama, ekonomi olmayana temel ekonomik konular olarak yaklaşım gösterme hatasına bağlıyorum. Tekelci devlet politikalarını, tüm ekonomi dışı özelliklerine rağmen, ekonominin baş köşesine oturtmayı muazzam zihin bulandırıcı, kapitalizmi örtücü ve politik-ideolojik olarak da feci trajik sonuçlar getiren 'aydınlanmacı' bir sapma olarak değerlendiriyorum. Hegel ve Marks uzmanı değilim. Pek okumadım da. Haklarında anafikir dışında bilgili değilim. Bunun pek gerekli olduğu kanısında da değilim. Fakat önemsiyorum ve yorum hakkının bir özgürlük görevi olduğuna kaniyim. Belki de kapitalist modernite toplumunu en çok etkilemiş olmalarından ötürü, özgürlük ve eşitlik göreviyle bağlantılandırıyorum. Marks ve Engels, bilimsel sosyalizmin kaynaklarından birini Alman Felsefesi olarak belirlerken, herhalde en çok etkilendikleri Hegel'i göz önünde bulunduruyorlardı. Eleştirilerinden bunu çıkarsamak mümkündür. İdeolojik olarak Hegel, metafiziğin zirvesi ve diyalektiğin en büyük çağdaş temsilcisidir. Gerçek bir Alman filozofudur. Bununla kastettiğim, Alman milliyetçiliğinin fikir babalığıdır. Marks'la Engels, Alman kapitalizminin geri seviyesinin Alman burjuvazisini, burjuvazinin de Alman felsefesindeki konumunu irdelemeye çalışırken iyi yoldalar. Başlangıçta Hegel'in Hukuk Felsefesini Eleştiri'leri de bu tutumlarını yansıtır. Bunun akabinde Komünistler Ligi ve Komünist Manifesto çalışmaları pratik olarak da konumlarını sağlamlaştırır. 1848 Devrimlerinden umduklarını bulamamaları, kanaatimce köklü kırılmalarından birine yol açar ve ekonomizme 162
sapmanın ilk belirtileri bu dönemden sonradır. Ekonomiye başat yer vermelerini tartışmıyorum. Ekonomiyi araştırmanın da gerekli olmadığını söylemiyorum. 'Kapital' araştırmasını da yanlış olduğu için eleştirmiyorum. Eleştirdiğim temel nokta, tam da Hegel'i eleştirdikleri noktadır. O da neden devlete ve hukuka öncelik tanıdığıdır. Hegel bence en gerekli noktadan düşüncesini geliştiriyor. Başlanması gereken yerden başlıyor. Tarihi hata yapan Marks'la Engels'in kendileridir; yani ekonomizm sapmasıdır. Bu sapma sanıldığından çok daha fazla yüz elli yıllık sosyalizmin, yani eşitlik ve özgürlük, dolayısıyla demokratik toplum mücadelesinin beklenen başarıyı gösterememesinin temel nedenidir. Hegel'in doğruyu yaptığını söylerken, bunu onun teorik-eylem hattını benimsediğim anlamında söylemiyorum. Doğruluğu işe nereden başlanması gerektiğine ilişkindir. Yanlış anlaşılmaması için tekrarlıyorum. Sorun Avrupa'da geneldir. Devletleşen Avrupa'nın iktidarlaşma sorunlarıyla ilgilidir. Modern Leviathan nasıl şekillenecek? Hobbes ve Grotius'un belirledikleri, devletin mutlak gerekliliği ve merkeziyetçiliğidir. Yaptıkları, mutlakıyetçiliğin teorisyenliğidir. Feodal çağdan kapitalist çağa geçişteki devlet modeli olarak modern mutlakıyetçiliği temel çıkış, çözüm aracı olarak görüyorlar. Fakat bu çözüm aracı krizi tam çözmüyor. Devlet sorunu olanca ağırlığıyla sürüyor. Kapitalizmin Hollanda ve İngiltere'de başat rol oynaması, bu ülkelerin hegemonyacılığı geliştirmeleri Fransa ve Almanya'yı sarsıyor, etkiliyor. Fransa hegemonya uğruna mücadeleyi peş peşe kaybetmiştir. Almanya henüz 'ulusal birlik' denilen davayı kazanmamıştır. Zaten Avrupa'nın 'ikbal' bekleyen diğer tüm iktidar adayları devletçilik sorunlarıyla haşir neşirdirler. Krallık ve mutlakıyet bu sorunları tam çözemiyor. Fransız örneği ortadadır. Güneş Kral, Muhteşem 14. Louis mutlakıyetçiliği Hollanda-İngiltere ittifakı karşısında başarılı olamamakta, içte devletin sorunları sürekli büyümektedir. Diğerleri ne yapabilirler ki? Hollanda-İngiltere devlet modelinin peşine takılmaya ise, maddi ve manevi kültürel durumları ve çıkar çelişkileri elvermemektedir. Fransız Devrimi denilen olay bu ortam ve sorunlar karşısında patlak vermiş, ortaya çıkan sonuç devlet sorununa ilaveten bir de dev163
rim sorunlarını eklemesi olmuştur. Lenin boşuna 'Devlet ve Devrim' demiyor. İktidar sorunu tam bir kriz halindedir. Feodal krize çözüm amacıyla gelişen kapitalistik hegemonya, krizi daha da derinleştirip genellemiştir. Mutlakıyet çöküyor, cumhuriyet ilan ediliyor, müthiş bir terör dönemi başlıyor ve ardı sıra çılgın bir imparator taslağı ve imparatorluğu sanki gökten yere inmiş gibi tüm Avrupa'yı sarsıyor. Fransızlar ortalığı beklenmedik biçimde laf ve eyleme, daha kibarcası teori ve savaşa boğuyorlar. Giyotin de neyin nesi oluyor? Hegel'in yaptığı yorum şahanedir. Napolyon'un şahsında devlete ilişkin şu belirlemeyi yapıyor: "Tanrının yeryüzüne inmiş hali". Napolyon için de "Yeryüzünde yürüyen tanrı" diyor. Bu, hayatımda en büyülendiğim, yararlandığım bir izah tarzıdır. Hem eski devleti, hem yeni devleti bundan daha mükemmel izah edecek cümle bulmak zordur. Bir cümleyle binlerce kutsal ve laik kitabın anlatmak istediğini söylemeyi akıl etmiştir. Gerçekten felsefe yapmıştır. Şunu söylemem mümkündür: İngilizler ekonomik işi, Fransızlar toplum işini, Almanlar ise felsefe işini iyi yaparlar. Ama bunlardan sentez yapmanın çok sakıncalı olabileceğini de belirtiyorum. Napolyon, etrafındaki Avrupa mutlakıyetçiliğini dağıtmak için, sanıyorum, 1802'de 'ulus-devlet' diyebileceğimiz modeli dillendirir. Fransızların topyekûn olarak devletleşmesini, ayağa kalkarak Avrupa'yı dize getirmesini istiyor. Başarıyor da. Napolyon feodal uygarlıkçı değildir. Zaten onu devrim temelinde tufan içinde boğmak istiyor. Roma imparatorlarına, Sezar ve İskender'e özeniyor. Ama dönem buna elvermiyor. Öylesi bir imparator olmanın maddi ve manevi kültürel ortamı yoktur. İngiltere ise karşısında daha sinsi, ince ve de 'ekonomi-politiğe' uygun hegemonyacılık sanatını ustaca icra ediyor. Napolyon çıldıracak gibidir. Elbe Adasına sürgünden hiç ders çıkarmamıştır. Çıkarsa da, daha doludizgin bir Napolyon'dur. Müthiş savaşır, fakat Waterloo'da yenik düşmüştür ve çok perişandır. Atlas Okyanusunun ortasındaki Saint Hellen Adasında beş yıllık sürgünden sonra (1821) öldüğünde son sözleri "Fransa! Ordular, Josefine!"dir. Bunlar bir ulus-devlet eylemcisini mükemmelen özetleyen sözlerdir. Teorisine Almanlar, onların adına da Hegel girişir. Muazzam bir ideolojik külliyat oluşuyor. Boşuna Alman ideolojisi dememişler. 164
Pratikte Prusya Devleti adım adım inşa edilir. Yükseliştedir. İngiltere; Fransa ve Avusturya devletlerini (başta imparatorluklarını) geriletmek için Prusya'yı destekler. 1870'teki Sedan zaferi ve Alman birliğinin kuruluşuyla Prusya, İngiltere'nin karşısına ikinci hegemonik güç olarak çıkar. Dünyanın adaletsiz pay edilişinden rahatsızdır. Payını ister. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla o da Fransa gibi yenilmiş olarak hegemonik ideasını kaybeder. Fransız Devriminden 1945'e kadar kapitalizmin krizinin (devrevi değil, sürekli) ne kadar derin olduğu kanıtlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman Führer'i (Lideri) Hitler'dir. Gamalı haçla temsil edilir. Faşizmin birçok tahlili yapılmıştır. Başta Marksistlerce; liberaller, muhafazakârlar ve anarşistlerçe yapılanlar da dahil, hepsi fena yanıltıcıdır. Hiçbiri olup biteni dürüstçe ve doyurucu olarak açıklamak gücünde veya niyetinde değildir. Soykırım kurbanı Yahudilerin müthiş entelektüelleri de bu yanıltmada başta gelirler. Çünkü Hitler hepsinin ortak entelektüel pisliği, siyasi pratiklerinin ortak 'kusmuğudur.' "Kargaya yavrusu Zümrüdü Anka kuşu gibi gelir" derler. Hiçbiri ideolojik ve eylemsel olarak "Pislik kustum" der mi? Yahudi kökenli olan Alman filozofu Adorno'nun, aynen olmasa da, özcesi şu anlama gelen bir yargısını çok anlamlı buluyorum. Birinci yargısını vermiştim. Kapitalist moderniteye ilişkin, derin anlamlı söz olarak, "Yanlış hayat, doğru yaşanmaz" demişti. İkincisi, soykırım kamplarını kastederek, anlamlarını çözerek şunu söylüyordu: "Tüm tanrısallıklar adına, kutsallıklar adına insanoğlunun söz söyleme hakkı bitmiştir." Yanılabilirim, ama özünü böyle yorumladım. Soykırımların izahı olamaz demektedir. Uygarlığımızın maskesi düşmüştür. Söz hakkı kalmamıştır. Frankfurt Felsefe Okulu gerçeğin izi üzerindedir. Ama suça bulaşmış olmanın ezikliği, itirafları onları derinden üzmüş, küskün kılmıştır. Benjamin ve Adorno'da Yahudi ideolojisinin bundaki payının kavranması ve itirafı (küskünlük, melankoli) önemlidir. Avrupa Birliği (AB) mevcut haliyle bu pisliğin üstünü örtme hareketidir. Altını temizlediğini sanmıyorum. Krizin derinliği devam ediyor. Üçüncü büyük küreselleşme (finans çağı küreselciliği) hamlesi, krizi zamana ve mekâna derinliğine yayarak kontrol etme pratiğidir. 1989'da resmen de dağılmasıyla Sovyet sisteminin hem ulus165
devlet niteliği, hem de daimi krizdeki rolleri itiraf edilmiştir. 1945 sonrasının yeni hegemon gücü ABD, soğuk savaşın galip gücü olarak, sistemin uzun süreli ana kriz bölgesi olan Ortadoğu'yu stratejik savaş bölgesi ilan etmiştir. Ortadoğu'da ulus-devletin 16. Louis'i olarak Irak Devlet Başkanı Saddam'ın idamı sembolik olarak neyi ifade ediyor? Bu kapsamlı bir tartışmayı gerektiriyor.
166
A- Ulus Gelişmesi, Ulus Olgusu Toplumların ilkel komünal toplum, devlet-toplum ve demokratik toplum olarak kendi içindeki bölünmesi sınıflaşma ve yönetim sorunlarıyla bağlantılıdır. Ulus gerçekliği temelinde bölünmeler ise daha çok dil, kültür, hukuk ve siyasal gelişmelerle belirlenir. Tek bir ulus tipinden değil, çok farklı ulus biçimlerinden bahsetmek daha anlamlıdır. Aynı temelde değil, çok farklı temellerde inşa edilmiş uluslardan bahsetmek mümkündür. Ulus kategorisini anlamlandırırken, genel bir toplumsal olguyu sürekli göz önünde bulundurmak öğretici olacaktır. Başta klanlar olmak üzere, tüm toplulukların bir kendilik sorunları vardır. Ben nasıl bir toplumum veya topluluğum? Bu bir nevi kimlik sorgulamasıdır. Nasıl ki her insanın bir adı ve kimliği varsa, her topluluk için de ad ve kimlik gereğinden bahsetmek gereklilikten öteye zorunluluktur. Ortada göze batarcasına farklı niteliklerden oluşan birçok toplumsal olgu varsa, bunların kimlik ve ifadeleri de doğaldır. Aksi halde bir ailedeki fertlerin birbirlerinin adını ve kimliğini belirtmeden ilişki kurmaları anlamına gelir ki, klan toplumunda bile bunun mümkün olması düşünülemez. Biri en basitinden 'gel!' derken bile, bunun adsız mümkün olmaması gibi. Kaldı ki, toplumların kendilerine özgü binlerce farklılık arz eden özelliklerini adlandırmadan, sıfat takmadan anlamlandırmak, iletişim kurmak, bilim yapmak, toplumsal eyleme geçmek, gelişmekten bahsetmek abestir. Bu durumda dilsiz bir toplum akla gelir ki, bu, hayvanlarda bile mümkün olmaz. Onların bile işaret dilleri vardır. Çok dillilik, kültürlülük, siyasetlilik, hukukluk mümkündür. Fakat tüm bu ilişkiler ağında ad ve kimlik yine şarttır. İki dilli, kültürlü, siyasetli, hukuklu ulus olabilir; fakat bu, ad ve kimlik gereğini ortadan kaldırmaz. Çok kimliklilik ve farklılıkların bir arada yaşamasının yöntemlerinin doğru seçimini gerektirir. Zaten toplumlar başka türlü oluşmaz ve yönetilmez. Dolayısıyla bir klanın kendi aidiyetini toteminde dile getirmesi bu gerçeğin ne kadar eskiye dayandığını kanıtlamaktadır. Totem en basitiyle klanın kendi kimliği demektir. Halen bazı klan ve kabilelerde bu ilişkiyi gözlemek mümkündür. 167
Sümer toplumu kendini tapınak kimliğinde ifade etmekle adlandırma ve inanç arasındaki bağı yansıtmaktadır. Tapınak bir imgesel ilişkiler ağıdır. Toplumun kendini anlamlandırması daha analitik bir düzey kazanmıştır. Tapınaktaki toplam ilişkilere bakmak, yani kimliğe bakmak, o toplumu önemli ölçüde tanımak anlamına geliyor. Günümüzdeki gibi çok soyut, simgesel bir ad ve soyad da çok daha kapsamlıdır ve toplumun varlığını büyük oranda yansıtmaktadır. Kent tapınağı, kent tanrı ve tanrıçası, toplumun hangi kavramlara, güce sahip olduğuna dair ipuçları da veriyor. Halen kutsal mekânlara değer verilmesi, taşıdıkları kimliksel değerlerden ötürüdür. Böylelikle kendilerini bulmuş oluyorlar. Öz bilinç dediğimiz olay budur. Kimlik bilinçlilik olayıdır. Kendi öz varlığı hakkında en etkin bilinç kavramı olayıdır. Tek tanrılı dinlerde toplumun kimliği, dinin ve tanrının kendisidir. Dinden ayrı toplum, toplumdan ayrı din imgesi tasavvur edilemez. Bu ilişkinin sonucu olarak din ve tanrısı, toplumun kendi öz varlığı hakkındaki bilinçlenme olayı olarak da tanımlanabilir. İslam toplumlarını tanımak, büyük ölçüde özümsedikleri dinsel bilinç kapsamındadır. Diğer aidiyetler de vardır. Örneğin cinsel kimlik, siyasal kimlik, kabilesel kimlik, sınıfsal kimlik, entelektüel kimlik gibi. Ama tüm bunlar genel kimlik olarak din kimliğinin damgasını taşır. Atina ve Roma kendi başına kimliktir. Antikçağdan bahsediyorum. Atina ve Roma vatandaşlığı en seçkin kimliktir. Herkese kolay verilmez. Kentin ne kadar kişilik sahibi ve onurlu olduğunu gösterir. Grek ve İtalik kimliği henüz çok siliktir. Ortaçağda kavimsellik gelişmektedir. Dinler bu konuda önemli işlev görmektedir. Örneğin İslam aynı zamanda Araplılık bilinci ve yüceliğidir. Musevilik Yahudilikle özdeştir. Hıristiyanlık erken dönemde Hıristiyanlaşan Ermeni, Süryani ve Grekler için çok önemli bir kavimsel kimliği de ifade ediyor. Karşılıklı birbirlerini besliyorlar. Tek tanrılı dinlerin en önemli bir işlevi de kabile ve aşiret kimliğini aşmadır. Ulus bilinci, kimliği kadar olmasa da, kavimsel bilinç büyük oranda ortaçağda Ortadoğu'da tek tanrılı dinlerin etkili oldukları sosyolojik bir oluşumdur. Dinler için kavimsellikle bağlantılandırıldığında, proto (ön) milliyetçilik demek mümkündür. Türklerde din çok önemli bir kimlik aracıdır. İslam olmasaydı, Or168
tadoğu'da Türk ve Arap kavimliği büyük ihtimalle daha sönük olurdu. Örneğin Musevi Hazar Türklüğüyle Hıristiyan Arapların durumunda bu gerçeği gözlemek mümkündür. Her halk, kavim için din ilişkisi farklı roller oynamıştır. Avrupa ortaçağında Hıristiyanlık yayılması büyük oranda kavimsel gelişmeyle iç içe olmuştur. Daha önceki kabile topluluklarında ortak kavim bilinci tıpkı Arap ve Türk kabilelerinde gözlemlendiği gibi çok zayıftı. Hıristiyanlık, modernite öncesi kavimsel bilincin objektif bir etkeni rolünde olmuştur. Yani gittiği topluluğa "Siz Fransız veya Almansınız" dememiştir. Ama tüm Alman ve Fransız kabilelerine aynı din bilincini vermesi, ortak kimlik anlamında kavimsel gelişme için dev bir adım olmuştur. İkinci adım krallıklar biçimindeki siyasi gelişmedir. Kabilelerde ortak dinlerinden ayrı olarak ortak bir krallıklarının oluşması da ulus olmaya doğru son büyük bir adım olmuştur. Fransa için bu durum tipiktir. Pazarın gelişmesiyle artan sosyal ilişkisellikle artık ulusun doğuşundan bahsedebiliriz. Avrupa'da başlangıç uluslarının doğuşu bu modele göre olmuştur. Şu halde ulus; kabile bilinci + din bilinci + ortak siyasi otorite + pazar etrafında gelişen sosyal bir olgu veya ilişkiler toplamıdır. Buna ulus toplumu demek daha anlamlı kılabilir. Uluslaşmak devletleşmekle aynı şey değildir. Örneğin Fransız Krallığı yıkılsa da, Fransız ulusu olarak kalmak devam eder. Ulusu dil ve kültür birimleri olarak genel bir tarife bağlamak öğretici olabilir. Ama yalnız dil ve kültür ulusu belirler demek çok dar ve eksik bir yaklaşımdır. Ulusu, ulus olmayı sağlayan çok kaynak vardır. Siyaset, hukuk, devrim, sanatlar, özellikle edebiyat, müzik, ekonomik pazar hepsi uluslaşmada rol oynar. Ulusların ekonomik ve siyasi sistemlerle direkt ilişkisi yoktur. Karşılıklı etkileyici olabilirler. Ulus son derece müphem bir konudur. Hakkında çok duyarlı ve dengeli olmak büyük önem taşır. Günümüz toplumları büyük ölçüde uluslaşmış toplumlardır. Uluslaşmamış marjinal gruplar olsa da, ezici çoğunluk ulus toplumudur. Ulusu olmayan birey yok gibidir. Uluslu olmak doğal bir toplum hali olarak düşünülmelidir. Uygarlıklar tarihi boyunca ulus ancak kriz olarak kapitalist sistemde büyük önem kazanmıştır. Daha doğrusu, ulus adına girilen korkunç spekülasyonlar büyük felaketleri hazırlamıştır. 169
Ulusu oluşturan etkenlere aşırı vurgu felaketlerin başlangıcı olmuştur. Örneklersek, ulus-siyaset bağı milliyetçi ideolojinin oluşumunda baş etkendir. Ulusal siyasetin son durağı faşizm iktidarı olacaktır. Ekonominin, dinin, edebiyatın körüklediği ulusçuluk aynı kapıya çıkar. Kapitalist tekel, krizleri çözme adına, en kolay yol olarak ulusu oluşturan etkenlerin hepsini; siyaset, ekonomi, din, hukuk, sanat, spor, diplomasi, yurtseverlik olarak ne varsa tümünü aşırı uluslaştırarak sistematik bir bütünlüğe kavuşturmuş; böylelikle iktidarlaşmamış tek bir toplum öğesi bırakmayarak, en güçlüsü olacağını (her ulus açısından) hesaplamıştır. Bunun sonuçları korkunç olmuştur. Avrupa'yı kan deryasına çevirerek ve dünya çapında savaşlara yol açarak, tarihte misli görülmemiş sonuçlara yol açmıştır. Bu eylem uluslaşma değildir; uluslaşmanın dinselleştirilmesidir. Bu da milliyetçilik dinidir. Sosyolojik anlamıyla milliyetçilik dindir. Bu konuyu ilgili başlıkta ele alacağım. Dinler bile kavmiyetçiliğin tehlikesini bildiklerinden, oldukça tutarlı ve enternasyonalist (ümmetçi) tutum takınmışlardır. Uygarlık tarihi bu konuda en kirli dönemini kapitalizmde yaşamıştır. Uluslar için en verimli model demokratik ulustur. Demokratik toplumun ulus konusunda en çözümleyici, geliştirici toplum tipi olduğunu önemle anlamak gerekir. Uluslar en iyi demokratik toplum sisteminde oluşup gelişebilirler. Kavga, savaş aracı değil, kültürel zenginlik içinde dayanışmalı, hatta ulusların ulusu olma (üst ulus) gibi tarihi bir evreyi de mümkün kılabilirler. Ulusların kendi başına kavga etkeni değil, dayanışma ve kültürel zenginlik içinde barış, kardeşlik etkeni olabilmeleri demokratik sistemle mümkündür. Konuyu öneminden ötürü yeri geldikçe kapsamlı tartışmayı umuyorum. Ulusu inkâr etmemek, kendini oluşturan faktörleri aşırı ulusallaştırmamak, ulusu faktörlerine indirgememek, özellikle siyasallaştırıp aşırı milliyetçi iktidar oluşumlarına araç yapmamak, buna karşılık demokratik ulus bilinç ve uygulanmasını geliştirmek ulus sorunlarından kurtulmanın çözümleyici yoludur.
170
B- Devleti Tanımlamak Devlet tarihte ve günümüzde en çok kullanılan kavramdır. Fakat en az tanınan ve tanımlanan kavramdır da. Büyük karanlıklar içinde kalmış bir kavramdır. Devletin ne olduğu konusunda korkunç bir cehalet söz konusudur. Tarihi olduğu kadar günümüzü çözmek ve krizli toplum halini aşmak için devleti doğru tanımlamak, yorumlamak halen en temel mesele hüviyetini korumaktadır. En vahimi, kendini devlette sananların bindikleri aracın ne türde olduğunu bilememeleri kadar, devletin dışında kalmış olanların (kalmışlarsa tabii) da devleti yanlış tanımaları (özellikle reel-sosyalizm faciası) tam bir körler ve sağırlar diyaloguna, Babil Kulesinin yetmiş iki dil konuşan toplulukların üzerine düşmesinden sonra oluşan karmaşa haline benzemektedir. Devlet çoğunlukça sorunların çözüm alanı olarak düşünülür. Devlette olmak bütün sorunlardan kurtulmakla özdeş sayılır. Bir adım ötesi, devletin tanrı-devlet olarak düşlenmesi halidir. Derinliğine sosyolojik kavrayış, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen tanrısallıkla devletleşmenin iç içe geçtiğini göstermektedir. Devletleşmedeki rahip katkısı, devlet-tanrı iç içeliğinin gelişmesinin temel nedenidir. Rahipler devleti inşa ederken, özellikle Sümer tapınak kimliğinde ideolojik öğe olarak yer bulan tanrılar panteonunun siyasi yöneticinin ideolojik maskesi olarak kullanıldığı kesindir. Rahip-kralın bir adım ötesi tanrı-kraldır. Roma İmparatorluğuna kadar Sümer tapınak kökenli bu tanrı-kral veya imparator kavramı kullanılmıştır. İbrahimî dinler bu kavramı tanrıpeygamber veya tanrı-elçi platformuna çekerek biraz insani figür katmak istemişlerdir. Başarılı da olmuşlardır. Çok ilginç bir durum, Yunan mitolojisindeki (Sümerlerden alınan üçüncü versiyon) tanrısallık ve insanlık ayrımıdır. Hesiodos'un bilinç düzeyiyle orantılı geliştirdiği panteon, insanla bağlantılanmayı yasaklar gibidir; ayıp sayılır. Israrla tanrı-tanrıçalar ilişkisi bir kast gibi tutulur. Tanrı-kral imgesinin silik bir hali olan Hintlilerdeki Brahmanlar kastı çok daha katıdır. Tanrının insanlaşmasını, ilişkilenmesini kolay kabul etmiyorlar. Bilim diline çevirirsek, devletin bir insani inşa olduğunu ideoloji düzeyinde (mitoloji ve dinlerde bariz, felsefede kısmen) asla kabul etmeye yanaşmıyorlar. Devletin kat kat 171
perdeli olmasını ve tanrısal kalmasını büyük bir inanç katılığı içinde muhafaza etmeye çalışıyorlar. Devlet yücedir, kutsaldır, temel kurtuluş aracıdır vb kavramsallaştırmalar kökenini gerçekten ilk devlet inşacıları olan Sümerli rahiplerden alır. Daha önce kapsamlıca çözümlemeye çalıştığım tapınağın döl yatağında inşa edilmiştir. Hegel'in Napolyon'la başlattığı ulus-devleti 'tanrının yeryüzüne inmesi' biçiminde değerlendirmesi, yine Napolyon'un şahsında 'tanrının yürüyüşü' olarak sembolize etmesi ideası yukarıdaki açıklama ışığında son derece öğreticidir. Ulus-devlet, tanrı-devletin en son biçimidir. Aynı zamanda devletin en tehlikeli biçimidir. Sosyolojik bilimsel yorum ise, bu ilişki yumağını (devleti) yeni yeni tanımlamaya çalışmaktadır. Uzun süredir üzerinde yoğunlaştığım bu konuyu tartışmayla paylaşmayı en temel görev bilmekteyim. Ufuk açıcı nitelikte olacağını umuyorum. Devleti iktidar bağlamında tanımlamak iyi bir başlangıç olabilir. İktidarın hukuklaşmış biçimlerinin tümüne devlet demek mümkündür. Çerçeveye alınmış, kuralları belirlenmiş kurumlar bütünlüğü içinde yoğunlaşmış iktidar, devleti hukuki açıdan iyi tanımlamaktadır. Fakat yeterli değildir. İçeriğini açıklayarak biçimle bütünledikleri, kapsam ve biçimi birlikte ele aldıkları için daha tamamlayıcı bir bakış sunmaktadır. Bu yaklaşımı tarihsel-toplumsal gelişmeyle birleştirdiğimizde, anlam ve anlatım değeri yüksek kapsamlı bir tanımlamaya erişebiliriz. Devletin birçok tanımının farkındayım. Hem liberal, hem sosyalist kampta uzun süre ezberlenen klişeleri tekrarlamak öğretici değildir. Önce devletin ne olmadığını belirtmem gerekir. a- Sınıf çatışmasını ya susturmak, ya da dengede (Status) tutmak değildir. Ağır basan yanı olarak dile getirilen sınıfsal baskı aracı kavramı da pek geliştirici değildir. b- Kaos halinin ortadan kaldırılması hiç değildir. Güvenlik, düzen ideaları gerçeği ifade etmekten uzaktır. c- Sorunların, hedeflerin çözüm alanı ise hiç değildir. Tersine sorunları kangrene, krize sokma ve sürdürme platformudur. d- Tanrısallıklarla, kutsallıklarla ilişkisi ise sadece mitolojiktir, ideolojiktir. e- Ulusun, dinin, kültürün oluşturucu, yönetici gücü olarak da hiçbir şey ifade etmez. 172
Daha da arttırabileceğimiz bu şıkların hepsi ağırlıklı olarak birer propagandadır. Devlet bahsedilen durumlarla uğraşır. Ama tarih gösteriyor ki, tüm devletler ortalığı mezbahaya çevirmekten, asimilasyondan, tembel toplum yaratmaktan, insanı spekülatif aklın aptalı kılmaktan öteye asli olarak pek fazla rol icra etmemiştir. Devletin toplumu yönetmedeki konumunu inkâr etmiyorum. Anarşistler gibi devlet tanımlamasını ve devletsiz olma biçimini anlamlı ve uygulanabilir bulmuyorum. Sosyalistler gibi onların da açığa çıkan gerçeği, yüz elli yıllık pratikleriyle başarılı olmadıklarıdır. Birçok doğruyu söylemeleri temel yaklaşım hatalarını ortadan kaldırmaz. Liberallerin 'en az devlet' dedikleri durum ise bir açıdan anlamlıdır. Devletin ekonomik tekelci dayatma olduğunu fark etmişlerdir. Ama kapitalizmin en verimli ekonomi olduğunu hararetle savunmaları, onları tüm devlet tanımlamalarını geride bırakan en büyük yalancı olduklarını göstermekten kurtarmaz. Devleti dar anlamda artık-ürün-değer üzerine kurulu ekonomik tekel olarak tanımlamak daha açıklayıcıdır. Devlet artık-ürün ve değeri toplumdan sızdırmak için, ideolojik araçlardan zor araçlarına kadar kendini toplum üzerinde bir üstyapı olarak örgütleyip tekelleştirir. Devletin bu dar tanımı ışığında bakarsak, siyaset, devlet politikacılığı son tahlilde artık-ürün ve değerlerini gerçekleştirmeyi koordine eden bir yönetim sanatıdır. En kaba bir formülleştirmeye bağlarsak, DEVLET = ARTIK ÜRÜN-DEĞER + İDEOLOJİK ARAÇLAR + ZOR AYGITLARI + YÖNETİM SANATI diyebiliriz. Tüm tarihsel gelişimi içinde değerlendirirsek, devlet deyince bu faktörlerin devrede olduğu görülür. Bu unsurlar veya faktörler dışında ne bir bütünsellik olarak, ne de tek tek her araçsallığı devlet olarak tanımlamak, devlet adlı ilişkisel yumaklığı çözümlemeye imkân tanır. 1- Devlet artık-değer gaspıdır demek doğru, ama çok eksik bir tanımlamadır. 2- Devleti ideolojik olarak bir tanrısallık, kutsallık veya yeryüzüne inmiş tanrı gölgesi (zıllullah), tanrının somutlaşmış hali olarak tanımlamak, her türlü zorbalık için ideolojik kılıf biçmekten başka sonuç vermez. 3- Devlet zorbalıktır deyimi, diğer unsurları dışladığı için, bilimsel değeri en zayıf bir ahlaki yargı olmaktan öteye gitmez. 173
4- Devleti yönetim sanatı, idarecilik olarak yorumlayan anlayışlar, en az ahlaki yorumlar kadar diğer vazgeçilmez unsurları göz ardı ettikleri için, devletin gerçek içyüzünü örtbas etmek gibi önemli bir sakınca taşırlar. Şüphesiz belirtilen her unsurun devletin varlığında kaçınılmaz bir yeri vardır, ama tek başına devlet olarak tanımlanamaz. Yapılan tanımların çoğu her unsuru öne çıkarmalarına göre farklılık arz edip eksik değerlendirmelere yol açmaktan kurtulamazlar. Devleti tarih boyunca çeşitli bölünmeler halinde tasnif etmek mümkündür. a- Artık-değer ve ürününün sızdırıldığı sosyal sınıflar açısından: 1- Kölecil Devlet: İnsanların karın tokluğu karşılığında, devlete ve devletli özel efendilere emeğiyle değil, tüm varlığıyla ait olduğu devlet biçimidir. İlkçağ uygarlığının temel sömürü biçimidir. Köleler temel üretim aracıdır. 2- Feodal Devlet: Köleliğin sınırlı yumuşatılmış biçimidir. Serf olarak eski köleden farkı, serfin aile kurma hakkıdır. Pratikte gerçekleşmesi zor ve epey şartlara bağlı bulunsa da, artık-ürün ve değere daha çok imkân verdiği için ortaçağ uygarlığında denenen biçimdir. 3- Kapitalist Devlet: İşçi adı verilen, sadece emeğini emek pazarında mal gibi satan sosyal sınıfı esas alan devlet biçimidir. Biçim demekten çok, bölüm veya yapı demek daha uygun düşer. Kapitalist uygarlık çağının devletidir. b- Başka bir bölünme tarzı, yönetici kesimin etnik varlığına ilişkin olarak yapılanıdır: 1- Rahip Devleti: İlk inşa ediciler olarak rahip grubunun damgasını taşıdığı için bu adlandırma verilir. Tapınak, kutsal devlet veya tanrı-devlet gibi kavramlar hep bu kategoriye aittir. 2- Hanedan Devleti: Yönetimlerinde yer alan hanedana göre tanımlanır. Sülale devleti demek mümkündür. Bütün uygarlık çağlarında, hatta günümüz devletlerinde bile yaygın etkisi bulunan bir yönetici devlet tarzıdır. Bir aile veya hanedanın esas yönetici grubu oluşturduğu devlettir. 3- Aşiret veya Kavim Devleti: Daha çok bir aşiret veya kavmin etkisi altında bulunan devlettir. Özellikle ortaçağda aşiret veya kavim bilincinin geliştiği dönemde kendini hissettirir. Hıristiyan, İs174
lam, Yahudi, Hint, Çin vb birçok kavim ve dinde devletin durumu böyle bir tanıma yer verebilir. Din burada kavimleşme rolü görür. 4- Ulusal Devlet: Temelinde uluslaşmış toplumların yer aldığı devlettir. Yeniçağın (dar anlamda kapitalist çağ) devletidir. Sadece kapitalist çağın değil, demokratik çağın da temel aldığı veya daha doğrusu uzlaşarak (devlet + demokrasi) yönetimde rol alma durumudur. İkisi birlikte olduklarında, yani devlet + demokrasi rejimi geçerli olduğunda da ulusal devlet demek mümkündür. Ulus-devletten farklıdır. Çünkü bir ulusal devlette çok ulus bulunabilir. 5- Ulus-Devlet: Bünyesinde tek bir ulusun bulunduğu ve tüm ulus üyelerinin milliyetçilik dini temelinde kendini devletle bütünleştirdiği devlettir. Ulusla devlet adeta tekleşmiştir. Kapitalist uygarlığın esas devlet biçimidir. Faşist denen devlet de ulus-devletin karşıdevrim veya sürekli bir kriz rejimi olarak kapitalizmde aldığı biçimi olduğundan, ikisini birbirinden ayırt etmek mümkün değildir. c- Bir bölünme tarzı da seçilmek veya atanmak, babadan oğula ya da zorla yönetime gelmek bakımından yapılabilir: 1- Monarşik Devlet: Yönetici olarak bir kişinin sembolize ettiği devlettir. Burada devlet-yönetici tekleşmesi vardır. Bu kişi bir monark, kral veya imparator olabilir. Babadan geçme veya zor gücü de kullanılarak monarşik idareye geçilebilir. Tüm uygarlık çağlarında görülmüştür. Devlet kurumlaşmasının zayıflığını yansıtır. 2- Cumhuriyet: Yönetimin ana grubunun seçimle işbaşına gelmesi halidir. Bir kişi de seçilebilir, bin kişi de, pek fark etmez. Etse de özü değiştirmez. Bazen cumhuriyetle demokrasi karıştırılır. Bu vahim bir yanlışlıktır. Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Seçim, çok güçlü oluşturulmuş bulunan devlet kurumlarının yönetimi için yapılır. Yoksa halkın yönetimi olarak demokrasi için yapılmaz. Demokrasi bambaşka bir sistemdir. Devlet tarzında olmayan bir yönetim biçimidir. Elbette demokrasinin de kurumları vardır. Bu kurumlar için de seçim yapılır. Fakat demokrasi ve devlet öz olarak birbirinden ayrılır. Marksistler de dahil, tüm aydınlanmacı entelektüeller bu durumu karıştırmışlardır. Lenin'de bile karıştırma vardır. Demokrasi durumuyla devletin çekirdeğini oluşturduğu resmi uygarlıklar arasında niteliksel bir farklılık hali vardır. 175
Dolayısıyla demokratik yönetimle devlet yönetimini (seçimli olsun veya olmasın, her ikisi açısından da) karıştırmamak büyük önem taşır. Kaldı ki, devlet esas olarak bir yönetim geleneğidir. Bin yıllara dayanan kurumsal yönetimdir. Seçimlerin yönetimdeki işlevi son derece sınırlıdır. Seçimlerle gerçekleşen, esas olarak DEVLET İÇİNDEKİ ÇEŞİTLİ TEKELCİ KLİKLERİN (tarım tekelci kliği, ticaret tekelci kliği, endüstri veya finans kliği gibi) güç durumlarına göre birbirlerine karşı üstünlük sağlamalarıdır. Daha güçlü olan seçilir. Yoksa ortada demokrasi veya demokrasinin kazanması diye bir durum söz konusu değildir. Her demokraside de herkesin mutlaka seçimle görevlendirilmesi diye bir durum yoktur. Seçilmemişler de demokrasilerde yönetimde rol oynayabilir. Fakat esas olan, demokratik toplumun kendi yönetimini kısa aralıklarla farklı gelişme ve verimliliklere, yaratıcılıklara, haklara, özgürlüklere, eşitliklere gerçekleşme şansı vermek için seçimle belirlemesidir. d- Bir diğer bölünme biçimi artık-değeri sızdıran gruplara dayalı olanıdır: 1- Tarımcı Devlet: İlk kurulduğundaki devlet esas olarak tarımsal artık-ürünü ele geçirme yönetimi olarak örgütlendiğinden, böyle tanımlanması oldukça açıklayıcıdır. Tarih boyunca birçok devlet veya devlet içindeki tarımcı kliğin gücüyle orantılı olarak tarım devletinden bahsetmek mümkündür. 2- Ticaret Devleti (Merkantilist Devlet): Artık-değer ve ürün sızdırma yöntemini ticari örgütlendirmeye dayandıran devlettir. Örneğin tarihte Asur, Fenike devletleri böyledir. Günümüzde ticaret kliği halen çok güçlü olan devletler vardır. 3- Finans Devleti: Para gücüne dayalı devlet durumudur. Örnek olarak İsviçre'yi gösterebiliriz. Daha da önemlisi, kapitalizmin son küresel çağı finans çağı olarak da değerlendirilebileceği için, günümüzde mali finans kliğinin, tekelinin tüm devletlerde çok güçlendiği ve yönetim üzerinde belirleyici ağırlık teşkil ettiği söylenebilir. 4- Endüstri Devleti: Özellikle endüstri devrimiyle birlikte ekonomide başat rol oynayan endüstriyel üretim nedeniyle bu nitelikte adlandırılan birçok devlet vardır. Endüstri devleti olmak 19. yüzyılda baş idealdi. Endüstrileşmek zenginleşmekle eşanlamlıydı. Kuru176
lan tüm devletlerin gayesi bir an önce endüstrileşmekti. Dolayısıyla en güçlü devlet kliği endüstricilerden oluşuyordu. 18. yüzyılda büyük tüccar (merkantilizm), 19. yüzyılda sanayiciler (endüstriyalizm), 20. yüzyıldan günümüze kadar ağırlıklı olarak maliyeciler (finansçılar) devlet içinde yuvalanan temel tekelci kliklerdir. Devlet denen ilişkiler yumağını esas olarak bunlar idare eder. e- Daha ilginç bir bölünme olarak kapitalist devlet tekellerini örtbas etmek, örtülemek için ideolojik aygıt rolünü oynayan sahte devlet adlandırmaları vardır. Devlet kavramını tanımlanamaz hale getiren, bunun için ideolojik inşalardan ibaret olan bu devletin sözde modellerini de gözden geçirmek öğretici olabilir. Çünkü günlük ortam bu kavramların işgali altındadır. 1- Liberal Devlet: Politik-ekonomicilerin gözde ideolojik kavramıdır. Tercümesi, özgür devlet demektir ki, özgürlükle devlet kavramı arasında örtüşme değil zıtlık esastır. Devlet öz itibariyle özgürlüklerin kısıtlanmasıdır. Tarih boyunca en büyük sorunlardan biri, kişi ve grup özgürlüklerini devlete karşı savunmaktır; bu mücadele en temel siyasi ve hukuki savaşlardan başta geleni olmuştur. Ayrıca ekonomiye en az müdahale eden devlet olarak da tanımlanır. Halbuki devletin varlığı ancak ekonomik tekel olmakla mümkündür. Dolayısıyla 'en az müdahale eden devlet' bir safsatadan ibarettir. Özüne, devlet olmanın kimliğine aykırıdır. Belki bu kavramla devlet olarak kapitalist ekonomik tekellerin önü ve payı açılmak ve çoğaltılmak istenmektedir. 2- Sosyalist Devlet: Özellikle reel-sosyalist kampta çok işlenen bu kavram en az liberal devlet kadar bir safsatadır. Bir defa gerçek sosyalizmin devletle alakası yoktur. Devlet sosyalizmle en az demokrasi kadar zıtlık içindedir. Tarihsel büyük ekonomik tekelci klikler toplamı olan devleti eşitlik rejimi olarak sosyalizmle karıştırmak oportünizmin en büyük günahıdır. 'Firavun sosyalizmi' biçiminde kavramlaştırılan olgunun günümüzdeki karşılığı olan sosyalist devlet, kapitalizmin en açık devlet şekli olması nedeniyle de proto-faşizmle çok alakalıdır: Ulus-devletin (faşizmin) reel sosyalizm karşılığıdır. Ulusdevlet hem liberalizmin, hem de reel sosyalizm (devlet sosyalizmi) olarak sosyalizmin gerçek karakteridir ki, faşizmle ilişkisini (otoritarizm ve totalitarizm kapsamında) değerlendirmek büyük önem taşır. 177
Liberal ve sosyal veya sosyalist devleti faşizme giden yolda pro-faşizm olarak değerlendirmek hayli öğretici olacaktır. Sosyalizm yandaşı olanların şunu çok iyi bilmesi gerekir ki, sadece dört yüzyıllık kapitalist geleneğin değil, beş bin yıllık uygarlık geleneğinin artık-ürün ve değer sızdırmasının temel kurumu olan devlet eliyle sosyalizm inşa etmek, bunu savunmak bilerek yapılıyorsa faşizmdir, bilmeyerek alet olunmuşsa gaflet ve ihanettir. Bu konuları Özgürlük Sosyolojisi'nde kapsamlı tartışmayı umuyorum. 3- Faşist Devlet: Fazla anlamı olmayan bir kavramdır. Ulus-devlet olarak faşizm özde benzerdir. Faşizm sanki istisnai, kapitalizm dışında sisteme musallat olmuş bir şeymiş gibi tanımlama geliştirmek, liberal ve sosyalist geçinen entelektüellerin en büyük sefaletidir. Kapitalizm, uygarlık ve devlet olarak ulus-devleti, dolayısıyla her zaman faşizmi kapıda tutmanın sistematik ifadesidir. Faşizm kuraldır. İstisna olan demokratik yapıyla uzlaşma zorunluluğudur! 4- Demokratik Devlet: Devletin neden demokratik olamayacağını defalarca belirttik. Devletle demokrasinin zihniyeti, toplum yapısı, işleyiş tarzı öz itibariyle farklı olduğu için demokratik devlet olmaz. Fakat çok esaslı bir etken olarak tarih boyunca, ama daha çok günümüzde kapitalist uygarlığın gittikçe daha da ağırlaşan krizsel yapısı nedeniyle demokratik uygarlık sistemiyle uzlaşma zorunluluğu doğmuştur. Yani devlet tek başına yönetememektedir. Demokratik güçlerle ortak yönetmeye mecbur bir konuma gelmiştir. Dolayısıyla uzlaşmalar mümkündür. Tarihte de bunun birçok örneği yaşanmıştır. Eğer devlet (biçimi ne olursa olursun) demokratik ilke ve yapılarla ortaklık arar ve kurarsa, demokrasiye açık olma anlamında demokratik devlet kavramı anlamlı olabilir. Bana göre en doğru tanımı devlet + demokrasidir. Devlet biçimleri üzerinde durmanın siyaset felsefesinin en güncel (acil) görevi olduğunu daha önce belirtmiştim. Çünkü günümüz toplumlarını klasik devlet mantığıyla yönetmek artık mümkün olamamaktadır. Sivil toplum örgütleri bu nedenle devreye sokulmuştur. Ama çok yetersizdirler. Bu örgütlerin yönetim boşluğunu doldurmaları, paylaşmaları mevcut durumlarıyla mümkün görünmemektedir. Daha radikal örgütlenmiş demokratik toplum yapılanmalarıyla daha verimli kılınmış devlet kurumları arasındaki uzlaşma tek 178
çıkış yolu gibi görünmektedir. Mevcut tarihsel aşamada (kimse kaç yıl süreceğini tahmin edemez) ya tek başına kapitalist uygarlık, ya tek başına demokratik uygarlık veya sosyalist sistem demek, vücut bulmuş pratikler tarafından feci trajik sonuçlar vererek iflas etmiştir. Kaybedilen insan toplumu oluyor. Sadece acı, kan ve sömürünün ömrü uzatılıyor. (Bu konular Özgürlük Sosyolojisi'nde genişçe işlenecektir.) Diğer bazı kavramlar vardır. Örneğin, başta gelen hukuk devleti vardır. Ekonomik tekel olarak devlet zaten artık-ürüne el koyarak yaşadığı için, özünde adil veya hukuki olamaz. Fakat kendi mensuplarına ve vatandaşlarına inşa ettiği kurallar gereği, eşit ve önceden belirlenmiş kanunlara göre davranmasına kurallı veya kanun, hukuk devleti denmiştir. Şüphesiz her gün kural uyduran veya her sözü ferman olan despot ve padişah devletlerine göre bu bir olumluluk olabilir. Ama özü itibariyle farklı bir devlet tanımı teşkil etmez. Örneğin din devleti, fazla anlamlı değildir. Rahip devleti nedeniyle devlet tarih boyunca hep kutsallık kisvesi altında sunulmuştur. Devletin ideolojik araçları olarak din, mitoloji, felsefe, hatta 'bilimcilik' kaynaklı adlandırmalar daha çok propaganda kapsamına girer. Laik devlet zaten din devletinin zıddı olarak düşünülmüştür ki, aynı anlama sahiptir. Laik veya dini devlet izahları (ideolojik amaçlı) propaganda değeri dışında fazla içerik arz etmezler. Sonuç olarak devlet, uygarlığın ve uygarlık tarihinin çekirdeği olup, günümüze doğru hep çoğalarak gelmiştir. Sayısız biçimlenmelerle kesişerek kendini sürekli kamufle etmeye özen göstermiştir. İlk defa kapitalist uygarlık çağında tüm ideolojik saptırmalara rağmen gerçek işlevi içinde devleti tanımlama şansına kavuşulmuştur. Bu tanımlanma büyük zihinsel ve eylemsel çabalar sonucu kapitalizme karşı mücadelenin en anlamlı kazanımıdır. Yakıcı sorun, bu tanımlanma ışığında demokratik uygarlığın gelişim ve başarısını anlamlı içerik ve biçimlenmelerle (örgüt ve eylemlilikle) daha da yükseltmek ve kalıcı kılmaktır.
179
C- Kapitalist Uygarlık (Modernite) İdeolojisi ve Dinselleştirilmesi Uygarlıklar uzun süreli ve ideolojik inşalar temelinde oluşur. "Önce maddi kültür mü gelir, sonra manevi kültür mü gelişir?" benzeri sorular konuyu karıştırmaktan öteye bir anlam ifade etmez. Fiziki âlemde evrensel olan bir örnek verirsem, konu daha açıklık kazanır. Uzun süre parçacık mı, dalga mı sorunu çok tartışma yaratmıştır. Sonuçta evrenin özünde dalga-parçacık ikileminin temel bir diyalektik (yok edici değil, gelişmeci diyalektik) oluşumla geliştiği, genel kabul gören görüş oldu. Farklı bir doğasallıkta da olsa, maddi-manevi kültür ikilemi benzer bir rol oynar. Birbirlerine karşıt değil, birbirlerini besleyen oluşum etkenleridir. Birbirlerini farklılaştırarak doğururlar. Her parçacığın veya maddi kültürün yol açtığı, tetiklediği bir dalgacık, bir manevi kültür öğesi oluştuğu gibi, bir dalgacık ve manevi kültür öğesi de parçacık ve maddi öğe oluşturur. Uygarlık sisteminde genel bir analitik zihin sapkınlığı vardır. Ki, bu da kurdukları avantajlı sistem nedeniyledir: Değişmez kurallar, herkesin uyması gereken mutlak yasalar, tanrıların öncelliği, devletin kutsallığı, ebediliği, ideallerin mükemmelliği, görüngülerin geçiciliği, değişmeyen öz, biçimin uçuculuğu gibi ikilemler inşa ederek çıkarlarını kalıcılaştırmak ve sistemleştirmek isterler. Bu, evrensel oluşum diyalektiğine ters bir yaklaşımdır. Toplumda alt ve üstyapı tartışmaları da uygarlığın inşa edilmiş bu sapkınlık inşalarıyla yakından bağlantılıdır. Hegel kendi sistemini öncelikle üstyapıdan, yani devlet ve hukuktan başlatır. Evrensel sistemi de mutlak zekâ (Geist)'dan başlattığı gibi. Marks ise, önceliği altyapı olarak adlandırdığı üretim güçleri ve ilişkilerine verir. O da her ne kadar "Ayakları üzerine oturttum" dese de, Hegel'le aynı mantığı paylaşmaktadır. O da nedir? Biri, bir unsur temeldir, diğeri ikinci veya belirlenendir diyor. Bu, özne-nesne ayrımının kaba mantığına düşmektir. Her ne kadar tersini idea etseler de, eski uygarlık zihniyeti devam etmiştir. Marks'ın sosyalizmi neden başarılı olmadı sorusu bu mantıkta gizlidir. Hem ekonomi tanımı büyük karmaşıklık içeriyor, hem 180
klasik uygarlığın bütün anlam araçlarıyla yola çıkıyor. Ne kadar kahramanlık yapılsa ve doğru sözler söylense de, sonu gerçekliğin pek de yorumlandığı gibi olmadığıdır. Kapitalist uygarlık (modernite) kendini inşa ederken, Sümer rahiplerine taş çıkartacak kadar usta bir ideolojik inşa faaliyeti yürütmüş, sistematik hale getirmiştir. Hatta denilebilir ki, devlet tarzında önce ideolojiyle uzun mesafe yol kat etmiştir. Hiçbir uygarlık sanki tek bir tanrının elinden çıkmamıştır, ama kendini öyle izah eder, ettirir. Bu cümleler önemlidir. Hz. Muhammed'i bile inceleyelim. Kur'an'daki ilk ayetlerle son ayetlerin içeriği çok farklıdır. Tanrı kavramı sürekli geliştirilmektedir. Başta sadece 'oku' diyen tanrı, sonradan sistem geliştirmiştir. Parça parça ayetler sistemi oluşturmuş, daha doğrusu temeli atmıştır. Sonradan dağ gibi bir ideolojik külliyat oluşturulmuştur. Sistem inşası yüzyıllara mal olmuştur. Kapitalist modernitenin zihinsel araçlarını, sistematiğini tüm yönleriyle kavramadan çözümleyemeyiz. Kapitalist modernite tüm kavram, varsayım ve uygulamalarını sadece kendisi inşa etmemiştir; bin yılların mirasına konmuştur. Bu mirasla kendi evine yeni bir mimari düzen ve içerik kazandırmaktadır. Önce kendi sınıfını, sonra bir veya birkaç kendisi gibi inşa edilmiş devlet sınıflarını ideolojik inşayla bütünlüyor. Modasından felsefesine, üretimin kontrolünden tüketime, siyasetin kontrolüne kadar inşasını bütünlüyor. Daha sonra kıtasal ve giderek küresel çapta bunu yapıyor. Kaba bir sıralamasını yaparsak: 1- R. Descartes ve F. Bacon başta olmak üzere, ideolojik inşacılar, 16. yüzyılda kendini hissettiren oluşumların gerekli kıldığı yeni mantık ilkeleri ve ütopyalar inşa ediyorlar. Çok basit görünse de, ruh-beden ikilemini gündemleştirmek, beraberinde özennesne, zincirleme reaksiyon gibi daha sonra inşa edilen düşünceler 'kapitalizmin, burjuvazinin' öncülüğüne kadar tırmandırılacaktır. Feodal mantıktan kopmak kadar, yeni bir sınıf ve onun her tür eylemi için yeni bir mantık inşa ediliyor. Ayrıca ve daha önemlisi, yöneteceği yeni ve eski sınıflara göre de önceliği bu ideolojik inşalarla atılıyor. Eski bir oyun, ama oldukça yenilenmiş olarak oynanıyor. Yeni rahip sınıfının adı filozoflar ve bilim adamlarıdır. Feodal, hatta köleci ideolojik kutudan sürekli yeni 181
kavram ve teoriler alınıyor. Duruma göre bunlara ya yama vuruluyor, ya da yepyeni bir model (ama ilkeler aynı) oluşturuluyor. Sadece Descartes'in çözümlemesini yaparsak, ideolojik inşanın çarpıcı unsurlarını fark etmemek mümkün değildir. Descartes önce her şeyden şüphe ediyor. Şifresinin çözümü şudur: Feodal sınıfın ideolojik zırhı, dolayısıyla iktidarı aşılmak durumundadır demek istemektedir. Açık söylese karşısında engizisyon vardır; yakılma tehlikesi titretiyor. Dolayısıyla çok soyut düzeyde felsefe yapmak zorundadır. Sonra "düşünüyorum, o halde varım" diyor. Bununla ideolojik hazırlığın yapıldığı ve unsurlarının peş peşe devreye sokulacağı işaret ediliyor. Herkese "her şeyden şüphe edin, varlığınızı sadece güçlü düşüncelerle kanıtlayabilirsiniz" diyor. Şifresini böyle çözmek hiç de zor değildir. Feodalitenin dayattığı yaşam tarzının değeri yoktur. Yeni yaşamı güçlü düşüncelerinizle inşa edebilirsiniz. Beden-ruh ikilemiyle hafiften tanrıya, öte dünyaya bu dünyanın da önemi hatırlatılıyor. Tanrı ilk itilimi verdikten sonra, evren sürekli kendi kendine mekanik olarak hareket etmektedir. Bu cümlenin şifresini çözersek; eski uygarlığın yaratıcıları esas olmakla birlikte, harekete geçen yeni bir uygarlık vardır, kendi kendine yeni bir uygarlık inşa edebilir. Sınıf diline çevirirsek, yeni bir sınıf doğmaktadır. Düşünecek güçtedir; kendi dünyasını kendi hareket ve eylem yasalarıyla düzenleyebilir. F. Bacon'un da kısa bir çözümlemesini denersek, mantığında deney esastır. Deneyin doğruladığı genelleştirilir. Deneysel olmayan düşünce bilim olamaz, değerli olamaz. Şifresi çözülebilir: Her şey pratikle, eylemle öğrenilecektir; eski safsatalara inanmayın, bilim güçtür; deneyimleriniz ve eylemlerinizle edindiğiniz, edinmek zorunda olduğunuz düşünceler ancak sizi güçlendirebilir. Sınıfsal şifresinin çözümü şöyle olabilir: Artık-değer üzerinde onun kapitalist tekel yöntemleriyle oluşan yeni güçlere, "Eski dogmatik zihniyete göre değil, kendi kazançlarınızın yol göstericiliğinde bizzat her şeyi deneyleyin, sonuçlarını geliştirin ve genelleyin; bilgiyle güçleneceksiniz ve kendi evinizi, kendi dünyanızı kuracaksınız" demek istiyor. 16. yüzyıldan itibaren giderek çoğalan bilim ve felsefe ordusunu kapitalist tekelin öncü gücü olarak değerlendirmek elbette doğru değildir. Hatta üç tarihi harekette yer alanların (Rönesans, Refor182
masyon ve Aydınlanma) büyük çoğunluğunun ve nitelikçe de ağır basanların özgür zihniyet bilge ve ahlakiyatçıları olduğunu, bunların kapitalizm gibi sonuçları doğduğu günde belli olan bir sistemden, onun yönetici kliğinden ve yaşam tarzından nefret ettiklerini biliyoruz. Avrupa'da patlak veren zihniyet devriminin hiç olmadığı kadar tüm dünya insanlığının bir değeri olduğundan da kuşku duyulamaz. Bu devrimin öncülerinin büyük bir kısmı hümanistti. Din ve milliyetçilikten uzak duruyorlardı. Kaldı ki, bilim ve felsefe çalışmasının kendisi bir devrimdir. Eğer bir sosyal kesime mal edilecekse, bunların klasik uygarlık değerleriyle haşır neşir olanlardan yana değil, özgürlüğe, eşitliğe, demokrasiye en çok ihtiyacı olanlardan yana olduklarından da kuşku duyulamaz. Bu satırları yazarken bile onlara minettarız. Sorun bu değildir. Nasıl ki artı-ürün sahiplerinden sızdırılıp yeni bir sosyal sınıfın yönetici güç olarak kendilerini inşa etmelerinde kullanıldıysa, zihniyet artı-ürünlerine, değerlerine de benzer biçimde el koymaları ve kendi zihniyet inşalarında kullanmaları söz konusudur. Bu eyleme de rahatlıkla zihniyet hırsızlığı diyebiliriz. Yeni moderniteyi her bakımdan kendi sınıf çıkarlarına göre inşa etmeyi bildiler. Tekelci devlet kliklerinin şu özelliğini iyi bilmek gerekir. Onlar "kaz gelecek yerden tavuk esirgemezler". Zorluklarını ustaca kullanarak (ekonomik, sosyal, siyasal zorluklar) yanlarına çekip, tıpkı alttaki ekonomiyi yaratan kesimleri istismar ettikleri gibi onları da istismar etmesini bildiler. Nice sanatkârı, bilim adamını ve filozofu denetimlerine, hatta iktidar aygıtlarına katarak bu istismarı gerçekleştirmelerini sağlıyorlardı. Karşılarında direnenleri de aynı ekonomik, sosyal ve siyasal yöntemlerle etkisizleştirmesini biliyorlardı. Erasmus, Galileo, Bruno gibilerinin başına neler getirildiğini biliyoruz. Nasıl ki devlet tekeli eliyle ekonomiye yeniden hâkimiyet sağlandıysa, ideolojik tekel hareketi de benzer biçimde etkileyici oldu. İsyanlar hem siyasi, hem ideolojik, hem ekonomik sahada çok kapsamlı eylemlerle bastırıldı. 18. yüzyılın sonunda sadece ekonomik tekel cephesinde (sanayide) değil, siyasi (Fransız İhtilali) ve ideolojik cephede de (milliyetçilik ve ulus-devlet) kazanıldı. Kaybedenler Hıristiyan Katolizmi, eski tarz monarşi, imparatorluklar ve hümanizmdi. Ekonomi nasıl karşıtı olan tekelciler tarafından yutulduysa, demokra183
tik hareketler ve uluslar da ulus-devlet ve milliyetçilik tarafından yutulma sürecine alınmıştı. Aristokrasiye ve Katolik Kilisesine, tüm Hıristiyanlığa düşen ise, eskisi kadar itibarlı olunmasa da, yeni efendilerle çıkar karşılığı ittifak tazelemek, mümkün olduğu kadar elverişli koşullarla uzlaşmaktı. Demek ki 19. yüzyıla kadar sadece yeni ekonomik tekellerin (ticari, sınai ve mali) zaferi söz konusu değildir. İdeolojik zafer de en az onun kadar önemliydi ve kazanılmıştı. 2- Feodal uygarlığın din inşa tarzı çözülmüştü. Protestanlık bunun sonucuydu. Katolik Kilisesi görkemli konumunu yitirmişti. Yerine konulan Protestanlık ahlakının kapitalizme uygunluğunu zaten Max Weber mükemmel sunumuyla herkese gösterdi. Laiklik, çözümlenmesi gereken bir kavram olarak bu dönemin ideolojik başarılarındandı. Hıristiyanlık dünyası, daha çoğu özgür kabileyken, Avrupa halklarının zihnine aşırı bir dogmatizmle çökmüştü. Dünyayla çelişkisi ayan beyandı. Siyasi ve ekonomik ağırlığını yitirdiğinde, ideolojik olarak hızla aşılacağını beklemek zor değildi. Daha önemli olan, laiklik denen ucubeydi. Kelime olarak 'din dışılık' olsa da, ne kadar dinin içinde ne kadar dışında olduğu en muğlâk konulardandı. Burjuvazi pozitivizm denilen olguya sarıldı. Pozitivizm kendini yeni dünya dini ilan ettiğine göre, laiklik ne kadar din dışı olabilirdi? Yeni din ne demek oluyordu? Pozitivizm dinsel niteliğini olguculuğundan alır. Özü itibariyle pozitivizm için olgu en temel gerçekliktir. Olgusal olmayan gerçeklik yoktur. Hâlbuki araştırmalar ve felsefe (bir bütün olarak) olgunun algıyla aynı olduğunu (yani olgu=algı) göstermektedir. Algıcılık ise, en basit zihni işlemdir. Nesnenin en yüzeysel gözlemlenmesi sonucu oluşup kaba bilgilenmenin (bilimsel olmayan en yanılgılı bilgi türü) yöntemidir. Olguyu olguculuk haline getirmek, nesneye temel gerçeklik rolü bahşetmektir. Paganizmin (putçuluğun) temelinde de aynı yaklaşım vardı: Nesneyi tapınma konusu yapmak. Bu durumda pozitivizm istediği kadar din başta olmak üzere metafiziğe saldırsın, kendisi de nesne hakikatçiliği nedeniyle en kaba materyalist bir din haline gelmiştir; yani nesnelci putçuluğun modernitedeki yeni bir türevi, temsilcisi olarak metafiziktir. Hem de onun en yüzeyselidir. Nietzsche de aynı kanıdadır. Bu konuyu Özgürlük Sosyolojisi'nde genişçe tartışacağım. 184
Pozitivizm en az ortaçağ teolojisi kadar zihinler üzerinde tahribat yarattı. İnsan toplumlarının büyük manevi dünyasının farkında bile olmadı. Metafizik dünyanın sonu geldi deyip, milyonlarca yılın birikimi olan insani kutsallıkları çöp sepetine attı. Tam bir cehalet hareketi idi. Hz. Muhammed'in Ebu Cehil için kullandığı söz veya unvan tam da pozitivistler içindir: Toplumbilimi açısından çağdaş Ebu Cehiller. Din dışılık (laikos) ve olguculuğun (pozitivist felsefe veya din) kaba materyalizmle ("İnsan zihni ayna gibidir. Sadece yansıtır") birlikte kapitalist tekellerle yakından bağlantılı ideolojik örgüler olduklarını çok iyi kavramak gerekir. Tam dört yüzyılı aşkındır yeni toplum üzerine bu üç ideolojik versiyonla tahrip ve terör hareketi yürütülmektedir: Toplumun manevi dünyası üzerinde. Manevi kültürün, yani ahlakın binlerce yıldır etkisiyle varlığını koruyan toplum çözülmeden, kapitalizmin maddi kültürünün zaferi mümkün olamazdı. İdeolojik fetih bu nedenle gerekliydi. Dine karşıtlıkları da ahlaki boyutundan kaynaklanıyordu. Bu üç felsefe toplum ahlakını yıkmada çok etkili oldular. Ahlaken boşalan toplumlar ya sapkınlaşır, ya kolayca teslim olurlar. Olan da bu oldu. Laiklik, din dışılıkla dindeki ahlaki erdemi yıktı. Pozitivizm olguculukla yeni putçuluğun (En son tüketim toplumu çılgınlığı, eşyaya taparcasına sahip çıkma tutkusu modern putçuluk olarak tanımlanabilir) yolunu açtı. Muazzam bir ahlaki düşüş de bu yolla gerçekleşti. Metafiziğe karşıtlık pozitivizmin en cahilce saldırılarından biridir. Metafizik oluştuğundan beri (insan oluşumu) insanlık için bir zarurettir. Sadece devlet etrafında örülmüş uygarlıklar için değil, tüm insanlar için, hatta zihni gelişkin hayvanlar için bile ihtiyaçtır. Hiçbir insan tam bilgiyle, bilimle, haydi diyelim pozitivistlerin diliyle bilimcilikle donanmış olarak ne geçmişte, ne de günümüzde donanma yeteneğinde değildir. Bu imkânsız olmasa bile, zihni gücü buna yetmez. Elinden metafizik dünyasını alırsanız veya yıkarsanız, ölüsü elde kalır. Ya da hiçbir kural tanımayan çılgın insanlar (Batı toplumu bu olguya çok tanık oldu) ortaya çıkar. Yine olan bu oldu. Kaldı ki, olgular gerçeğin her şeyini değil, sadece genelgeçer yanını teşkil eder. Kuantum ve kozmoloji henüz son sözünü söylemedi. Yaşam ise hiç çözümlenemedi, sırrının farkına bile varılamadı. Bu nedenle 185
pozitivizm modern cehalet sözcüğünü hak ediyor. Kaba materyalizm ondan farklı değildir. Yaşam ve zihin sorunları ayna teorileriyle asla izah edilemeyecek olan, bilimin bile halen her gün yeni bir mucizesiyle karşılaştığı evrenlerdir. Toplumsal yaşam onlardan da karmaşıktır. Bunların erken cehalet hareketleri olduğu ve anlamlı bir çekim merkezi olamayacakları anlaşılınca, bu sefer bu üç felsefenin daha örtülü iki sentezini devreye soktular: Birbiriyle çelişir gibi görünen, ama özünde birbirini tamamlayan burjuva enternasyonalizmi ve milliyetçiliği. 3- Burjuva Enterasyonalizmi veya Küreselciliği: Uygarlık tarihinde ideolojik inşacılar iki şeye dikkat ederler: Üst katta oturanlar ve ortak simgesel değerler. Öyle ki, bunlar ortak çıkarların sembolik ifadeleridir. İdeolojiler her zaman simgesel bir nitelik taşırlar. Önemli olan neyin, kimin çıkarlarının simgeselliğidir. Zigguratın en üst katındaki tanrılar konseyi bir simgeydi. En, Enlil, Marduk yeni yükselen ve kurumlaşan hiyerarşinin üst kurulunu yansıtıyordu. Bu simgeselliğin ne kadar bilinçli, ne kadar kendiliğinden olduğunu bilemeyiz. Fakat gelenek eskidir ve genel özellikler de taşıyor. Bu simgesellik günümüze kadar sürekli daha da karmaşıklaşarak ve dönüştürülerek devredildi. En alt kattakiler içinse kulluk, kölelik simgesellikleri oluşturulur. Kutsal tanrılar konseyinin onlarla karıştırılmaması için çok ince ve keskin çizgiler çizilir. Kul kulluğunun gereklerini yapmalı, asla tanrıların işine karışmamalıdır. İnsanın, toplum bu tür masallarla neyi kaybetti, ne kazandı diye sorası geliyor. Bugünkü üst kattakilerin konseyi, gizli veya açık, Davos'larda düzenli toplanır. Fakat şu kesindir: Zigguratın en üst katında oturanların çıplak ve maskesiz hali olarak, zaman zaman insanların arasına (bunlar farklı üst tabaka insanı olsalar da) giriyorlar. İnsanların onlardan korkmalarına gerek olmadığı, durumu sürekli kontrol altında tuttukları, yeteri kadar savaş hazırlıklarının ve stoklarının olduğu, yenilgilerin asla düşünülmemesi gerektiği bu toplantılarda görevli usta rahipler tarafından özenle belirtilir, işlenir ve herkes için gerekli hayırlı sonuç çıkarılır. Birçok mekânda seçkin rahipler bu enternasyonalist ideolojiyi gelişmiş medya kanallarıyla misli görülmemiş yoğunlukta zihinlere, duygulara işlerler. Üniversite ve camiler, kiliseler geride kalmıştır. İletişim 186
çağı küresellik çağıdır. Tüketimleri, eğlenmeleri tüm uygarlıkların son çağına göre nasılsa öyle sürüp gidiyor. İlk defa gerçek anlamda ekolojik çevre yok edilirken bile, kurulu dünyalarına toz kondurmak istemezler. Toplum, kent, kır, demografya sürdürülemezliğin gonglarını sürekli çalmalarına rağmen, enternasyonalist ideolojileri gereği gözleri kör, kulakları sağır kılınmıştır. İçeriğinden çoktan boşatılmış, seks-spor-sanat çılgınlıklarının uyuşturamayacağı hiçbir toplum odağı bırakılmamış gibidir. 4- Milliyetçilik: Her ne kadar tersi gibi dursa da, üst kat enternasyonalistlerinin toplumun alt katlarını afyonlamak için dört elle sarıldıkları yeni 'böl ve yönet' dininin stratejik aracıdır. Pozitivizm, laiklik, kaba materyalizm ve bilimcilik gibi ideolojik araçların hem doğurdukları sorunları, hem de yetersizliklerini gidermek için, kapitalist modernitenin onsuz edemeyeceği en etkili ideolojik aracıdır. Her şeyden önce ulus-devletin tek etkili dinidir. Her uygarlık çağının kendine göre etkili inançları vardır. Onlar olmadan adım atamazlar. Miliyetçilik modernitenin en etkili inanç kalıbıdır. İnşası son derece basittir: Ulusu oluşturan her faktörü inanç kutsalı haline getireceksin. Tüm okul, kışla, cami, kilise, aile ve diğer cemiyet faaliyetlerinde bunları namusla özdeş kılarak, en duyarsız bireyi bile heyecanlandırıp saldırgan kılacak kadar işleyeceksin. İşte o zaman en etkili dini yarattın demektir. Sanıldığının aksine, dinler öyle ahret için, öte dünyalara inanç ve hazırlık için inşa edilmiş değillerdir. Siyasi program ve stratejilerdir. İbadet olarak günlük eğitim araçlarıdır. Din çözümlemelerini olanca ağır örtünmelerine rağmen bu tarz geliştirmek sosyolojinin temel işlevidir. Aksi halde bilimciliğin alt kolu olmaktan öte rol oynayamaz. Kaldı ki, dinlerin kutsallıkları vardır ve çok önemlidir. Bunları da açığa çıkarmak görevdir. Eğer din gerçekten kutsallıklarına da ihanet edilerek (edildiği çok açık) en kaba ideolojik araç haline sokulmuşsa, o zaman yeni, fakat bizzat vaazcıları tarafından münafıklığa oynanan bir konuma itilmiş demektir. Kısaca din de günümüz milliyetçiliğinin en çok başvurulan bir aracıdır: Aracın aracı. Bundan sonraki iki konuda bu dinin oluşum ve kullanış seyrini daha yakından göreceğimizden sadece tanımlamakla yetiniyorum. 187
Kapitalist modernitenin ekonomik tekel kadar yüzyılların ideolojik araçlarının etkisinden zihni, düşünceyi, dolayısıyla özgür eylemi kurtarmak zordur, ama demokratik modernitenin en temel görevidir. Başta Marks ve Marksistler olmak üzere, anarşistlere, ütopyacılara, çeşitli kardeşlik tarikatlarına, hatta sosyal-demokrat ve ulusal kurtuluşçulara o kadar eleştiri yüklememin nedeni, demokratik modernitenin etkili bir ideolojik inşasının gerçekleştirilmemesinden dolayıdır. Marks'ın ve Marksistlerin yükselen kapitalist tekele karşı bir duruş, direniş sergilemek istedikleri açıktır. Diğerlerinin de demokratik eğilimleri küçümsenemez. Ama günümüzle kıyaslandığında ne kadar yetersiz, yanlış ve eylemsiz kaldıkları; kapitalist modernizmin yaşadığı derin ve sürekli krizlere, toplum dışılığına, çevre felaketine, yol açtığı işsizliğe ve yoksulluğa rağmen tahtında en rahat dönemini geçirmesinden bellidir. Demokratik uygarlık cephesinin tüm çağların kendi geçmişindeki mirasını iyice gözden geçirerek, neye ihtiyacı varsa onu alarak, eksik kalanı güncel somutun analizinden çıkarıp tamamlayarak ideolojik hamlesini başarıyla yerine getirme görevi kadar acil ve kutsal başka bir iş olamaz.
188
D- Yahudi Soykırımının Anısına -İbrani Kabilesinin ÖyküsüBöyle bir bölüm yapmam şaşırtıcı gelebilir. Ama bunun tam yerinde ve gerekli olduğu kanısındayım. Yurtdışına ÇIKIŞ, tutuklanmam ve Yahudi soykırımının kapitalizmin modern dini olan milliyetçilikle bağlantısı, bu öykünün konu edilecek kadar önemli olduğunun gerekçeleridir. Bir de entelektüellerin doyurucu yaklaşmamaları, özellikle Yahudi ideologlarının konuya ilişkin samimi bir özeleştiri yapmamaları veya yapmışlarsa benim görüp okuyamamam, savunmamın çok önemli bir parçası olarak anlatımını gerekli kılmaktadır. Konunun ayrıntılı açıklamalarını savunmamın (4) dördüncü ve (5) beşinci kitabı olarak hazırladığım ORTADOĞU KÜLTÜRÜNÜ DEMOKRATİKLEŞTİRMEK ile KÜRDİSTAN'DA DEMOKRATİK MEDENİYETİ İNŞA ETMEK adlı değerlendirme ve tartışmalarımda dile getireceğimi umuyorum. 1- Yahudiler ve Uygarlık Uygarlık tarihiyle ilgilenen her entelektüel, Yahudilerin rolünü görmeden yetkin bir değerlendirme sunamayacağını hemen görür. Daha önceki savunmalarımda konuya sınırlı bilgilerim sayesinde yer yer taslak şeklinde dokunduğum için, çok kısa bir özetle yetinmek durumundayım. Bütün belirtiler İbrahim olarak adlandırılan kimliğin (İbrahimî dinlerin atası olarak kabul edilen Hz. İbrahim'in kimliğiyle ilgili bilgiler, Hz. İsa ve Hz. Musa'da olduğu gibi mitolojik ağlarla örtülüdür. Gerçeğin daha net görünümü için kapsamlı sosyolojik araştırmalara ihtiyaç vardır) Babil Nemrutlarından (bir nevi eyalet valisi) olan bugünkü Urfa yöneticisiyle paradigmatik bir anlaşmazlığa girdiğini veya başka nedenleri olsa bile bu tür yansıtıldığını göstermektedir. İbrahim, panteondaki put heykellerinin tanrı olamayacağını göstermek için onları kırmakta, daha sonra ateşe atılmak için Urfa kalesindeki mancınıklarda sallandırılarak odun yığını üzerine atılırken ateşler su kesilmekte, bugünkü Balıklı Göl meydana gelmekte biçiminde mitolojik öykü sürüp gitmektedir. Büyük ihtimalle Urfa-Kudüs hattı, dönemin görkemli iki gücü olan Mısır'ın Yeni Hanedan uygarlığıyla Sümerlerin Babil Hammura189
bi Hanedanlığı arasında tampon bölge konumundadır. Ticaret tarihte ilk defa yükselişe geçen bir ekonomik sektör haline gelmektedir. İki uygarlık arasında ticaret belki de siyasetin üzerinde bir rol oynamaktadır. Tüccarların geliş gidişi hızlanmaktadır. Asurluların görkemli ticaret dönemi de bu evreyle çakışmaktadır. Ayrıca Urfa-Kudüs- ŞamHalep ilk çağlardan beri (neolitiğin doğuşu ve ilk kent kuruluş dönemleri) çok önemli bir göç, ticaret ve istila, işgal ve en önemlisi din alışveriş hattıdır. Bu alanların Hz. İbrahim'in çıkış ve ilk göç yerleri olması tesadüfî değildir. Hıristiyanlığın ve İslamiyet'in de ilk çıkış hatlarından oldukları çarpıcı olarak bilinmektedir. İbrahim (Bu adın muhtemelen Mısırlılar tarafından unvan olarak verildiği tahmin edilmektedir. Mısırlılar Sina Çölü üzerinden giriş yapanlara, üzerlerindeki kir ve tozdan dolayı 'Apiru'lar demektedir. İbrani ve İbrahim adlarının Apiru'dan dönüşerek türemiş olması kuvvetle muhtemeldir) önce bugünkü İsrail-Filistin olan Kudüs yakınlarında ikamet etmek ister. Yerel hâkimler kolay izin vermez. Çok küçük bir mülk aldığı ve orada öldüğü belirtilir. Sara, Hacer, İsmail, İshak, Yakup hikâyeleriyle başlayan, Hz. Musa, İsa, Muhammed ve aralarındaki yüzlerce peygamber halkasıyla devam eden öyküyü isteyen Kutsal Kitaplardan (Ahdi Atik, Ahdi Cedit ve Kur'an'dan) takip edebilir. Binlerce yan öyküleme ve romanlarla tarih kitapları da öğretici olabilir. Çok genel birkaç dönemle görünür kılmak amacım açısından yeterlidir. a- Birinci dönem, İbrahim'in Urfa'daki ve çıkışındaki öyküsü. Muhtemelen M.Ö. 1700-1600 dönemi. Kabile reisi ve tüccar. b- Mısır'da esaret dönemi. M.Ö. 1600-1300 c- Hz. Musa önderliğinde çıkış. M.Ö. 1300-1250. d- Vaat edilmiş topraklarda iskân. M.Ö. 1250-1200 (Komutan ve peygamber Hz. Yeşu dönemi). e- Önderler, Hâkimler dönemi. M.Ö. 1200-1000. İlk Kral Saul'a kadar geçen ve henüz kral ve peygamber olmamış laik ve dini (kâhin) önderler dönemi. f- Yahudi ve İsrail Krallar dönemi. M.Ö. 1000-700. Saul, Davut, Süleyman'la başlayıp Hezekiel'le (Asur işgali) biten dönemi. g- İşgal, istila, tahakküm, direniş ve diaspora çıkışı. M.Ö. 700M. S. 70 (Asur, Babil, İskender ve Romalıların işgal ve hâkimiyet dönemi). 190
Bu dönemde Yahudi veya İsrail Krallığı yıkılır. Yerine direnişçi ve işbirlikçi olmak üzere iki grup belirginlik kazanır. İşbirlikçiler özellikle Grek ve Pers yanlısı olmak üzere iki ana grup olarak belirginlik kazanır. Urfa ve Mısır'dan sonra üçüncü sürgünleri, Babil Kralı Nabokadnazar döneminde kırk yıl süren ünlü Babil sürgünüdür (M.Ö. 535-495). Kutsal Kitapta yer alan ve Zerdüştlük'ten etkilendiği açık olan hükümler bu dönemde aktarılmıştır. Perslere büyük hayranlık oluşmuştur. Çünkü kırk yıllık sürgünlerine son verdirilmiştir. Tevrat'ın ilk yazılı nüshaları da bu dönemde, yani M. Ö. 700'den sonra derlenmiştir. Yani yaklaşık altı yüz yıl (M.Ö. 1300-700) Kutsal Kitabın elde hiçbir yazılı nüshası yoktur. Demek ki üç Kutsal Kitaptaki ilgili kısımlar altı yüz yıl aradan sonraki sözlü anlatımlara dayanmaktadır. Homeros ve Hesiodos'un aynı dönemdeki İlyada ve Teogonia'da benzer söylentilerin yazıya geçmiş halleridir. Romalıların M.Ö. 70 ve M.S. 70 civarlarında Süleyman Mabedini iki defa yıkmaları büyük direnişlere yol açmıştır. Hıristiyanlık en yoksul kesimin direniş geleneğidir. Üst tabaka direnişleri de, örneğin Makabilerinki de ünlüdür. Diasporaya, yani yurtdışına çıkışla kabilenin veya kavmin dağılışı M.S. 70'den sonra yoğunluk kazanır. Dağılış Asur, Ermeni ve Grek kültüründe yaşayanlarda olduğu gibi, Roma ve İran İmparatorluk sahalarında olmak üzere iki alanda yoğunlaşır. Bu uzun döneme aynı zamanda Yazarlar Dönemi de denilmektedir. Yani sürekli Tevrat derlemeleri ve yorumları yapılmaktadır. Peygamberler de çıkıyor. Ama yazarlık daha önemli hale geliyor. Demek ki, Yahudi kültüründeki entelektüel seviyenin yüksekliği çok önemli bir tarihsel geleneğe dayanmaktadır. Diğer önemli bir meslek, para ve ticaret işleri olsa gerekir. Tarım toprakları üzerinde rahat geçinme imkânı bulamadıklarından, tüm güçleriyle ticaret ve onun etkili aracı para üzerinde yoğunlaşmaları konumlarıyla yakından bağlantılıdır. Asurluların yerine geçtiklerini, Ortadoğu'da artık para ve ticaret tekelini ele geçirdiklerini bu nedenle söylemek mümkündür. Bu konumları onları ortaçağ kentlerinde ve kapitalizmin beşiği Londra ve Amsterdam'da çok etkili ve kârlı duruma getirirken, aynı zamanda büyük sermayedarlar haline gelmelerinin de uzun bir tarihi geleneğe dayandığını göstermektedir. Kudüs çevrelerin191
de az kaldıkları, çoğunun diasporaya dağıldığı tahmin edilmektedir. Doğu ve Batı diasporası olarak iki önemli kültürel gelenek daha ortaya çıkacaktır bu kavmin dağılış öyküsünde. h- Diasporayla birlikte bir kabile olmaktan çıkıp çok sayıda kabile düzeyini aşmış kültürel gruplarda yoğunlaştıklarına göre, Yahudileri artık 'kavim' olarak adlandırmak daha uygun düşmektedir. Özellikle Arabistan, İran, Kürdistan, Mısır ve Helenistan bölgelerinde yoğunlaştıkları ve alan kültürüne dayalı Yahudi grupları haline geldikleri görülmektedir. İki kültürlü bir halk oluyorlar: Asıl İbrani kültürü ve içine yerleştikleri toplumların kültürü. Bu konum entelektüel yetenekleri üzerinde çok önemli ve olumlu etkide bulunacaktır. Çünkü tarihin en kadim kültürlerinin hepsiyle temasta oluyorlar. İslamiyet'in çıkışıyla birlikte yeni bir trajik dönem daha başlıyor. İslamiyet'le Araplar bir ticaret uygarlığına geçiş yapmak durumundadırlar. Fakat ticaret ve para tekeli çoğunlukla Arabistan'ın birçok bölgelerindeki de dahil, Yahudi tüccar ve sarrafların elindedir. Dolayısıyla Hz. Muhammed'e atfedilen "Yahudiler Arabistan'da kalmamalı" hadisi kuşkulu da olsa anlamlı görünmektedir. Arap-Yahudi düşmanlığı tarihin derinliklerine dayanmaktadır. Hacer ve oğlu İsmail'in Mekke'nin bulunduğu yere bir nevi istenmeyen ikili olarak gönderilmeleri, dönemin Yahudi ve Arap kabileleri arasındaki çelişkilerle ilgilidir. Yahudilerle Arap şeyh ve tüccarların çıkarları o dönemden beri sürekli çelişmekte olup, günümüzdeki Arap-İsrail ve Filistin-İsrail çatışmalarına kadar tırmanmaktadır. Yaklaşık 3500 yıllık köklerden ve tarihten kaynaklanan bu çelişkinin varlığı, günümüzde tam bir uygarlıklar çatışmasına dönüşmüş bulunmaktadır. Bölgedeki ticaret tekelleri arasında şiddetli bir rekabetin doğması normaldir. İslamiyet'in ticarete önem vermesinin nedeni ve Hatice ile Hz. Muhammed ilişkisi bu nedenle daha anlaşılır olmaktadır. Sonuçta Yahudiler ya kendilerini asimilasyona uğratıp faydalı işbirlikçiler haline getirerek (muhtedi) alanda kalacaklar, ya da yeni alanlara sürgünü yiyeceklerdir. İki durum da ortaya çıkıyor. Önemli bir kısmı daha Roma İmparatorluğunda Avrupa'ya doğru başlayan göçleri daha da yoğunlaştırıp ayrılırken, kalanlar da muhtedi ve yarı-esir biçiminde haraca bağlanarak yaşıyorlar. Ortaçağda İslam uygarlığında, özellikle İran ve Endülüs (İspanya) 192
bölgelerinde tarihsel rollerini (yani kâtiplik, ticaret ve sarraflık) daha da ilerleterek ünlü hale geliyorlar. Birçok siyasi güçle çalışma olanağını elde ediyorlar. Entelektüel ve tüccar-sarraf halk unvanını kesinleştiriyorlar. Bu yüzden bulundukları tüm bölgelerdeki diğer toplumların entelektüel ve tüccarlarının büyük hışmına hedef oluyorlar. Demek ki, tarihten sürüp gelen Yahudi düşmanlığının çok önemli maddi, kültürel ve tarihsel nedenleri vardır. i- Yeniçağın başlangıcına geldiğimizde, bu nedenlerden ötürü Yahudiler üzerinde bir nefret dalgası, tehditler ve sürgünler hızını daha da arttıracaktır. Çünkü kapitalizm ticaret ve para tekelinin ana rahminde doğan bir uygarlıktır. Bundan çıkarı ve zararı olan herkes, önlerinde engel olarak Yahudi entelektüel, tüccar ve sarrafları gösterecektir. Yahudiler tehlikeli bir paradoksla karşı karşıyadırlar. Çıkarları kapitalist gelişmelerden yana olan diğer ulusların tüccar ve sarraf tekelleri, önlerinde Yahudi unsurlarını engel görecektir. Çıkarları kapitalist tekellerin gelişmesiyle çelişen ulusların eski tarımcıları ve zanaatkârları da Yahudi'yi rahatlıkla mistik bir tehlike haline getirebilecektir. Entelektüellerin de, sisteme bağımlılıkları gereği, tüm kötülüklerin Pandora Kutusu olarak Yahudiliği göstermeleri çıkarları gereğidir. Bu etkenler altında 15. ve 16. yüzyıllar Yahudiler için tarihte olduğu gibi yine sürgünler ve pogromlarla (Yahudi katliamları) şiddetlenen yeni bir uygarlık sürecinin başlangıcı olacaktır. İşin ilginç yanı, Yahudi entelektüel ve tüccar-sarraf gücü bu yeni uygarlığın inşasında en önemli etken olabileceği gibi, en çok gazabına uğrayanları da olacaktır. Paradoks budur. 1492'de İspanya'dan sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de kitlesel halde atıldılar. Ne de olsa İsa'yı çarmıha gerenlerdi. Bahane hazır ve etkiliydi. Fakat asıl nedenler anlatıldığı gibidir. Polonya'da ve Rus Çarlığı'nda da benzeri süreçler yaşanmaktadır. Bu durumlar karşısında yeni toplandıkları ülkelerin başında Hollanda ve İngiltere gelecektir. Tüm etkili Yahudi tüccar, sarraf ve entelektüelleri dalga dalga bu ülkelere akacaklardır. Bir kısmı Avrupa monarşileriyle savaş halinde olan Osmanlı İmparatorluğuna, özellikle sultanın sarraflık ve tüccarlık tekelinde etkin rol almak amacıyla sadece kabul edilmeyecekler, çağrılacaklardır da. Yavaş yavaş Amerika Kıtasına da göç 193
başlamıştır. Yeni gelişen Alman kentlerinde entelektüel tüccar ve sarraf tekelinde gün geçtikçe konumlarını güçlendireceklerdir. Bu ülkede köklü bir yerleşme ve melezleşme söz konusudur. Bazı entelektüeller kapitalizmi Yahudiciliğe bağlarsa da, bu abartmalı bir ideadır. Etkileri vardır. Belirleyiciliğin kökenleri, elbette yerleşik toplum koşullarıdır. Fakat azınlıkların tetikleyici rolleri de küçümsenemez. Hollanda ve İngiltere'deki gerek entelektüel ortamın gelişmesinde, gerek kapitalizmin yeni sistem hegemonu olarak ortaya çıkmasında bu ülkelerdeki Yahudi banker, tüccar ve filozoflarının etkisi oldukça önemlidir. Spinoza yeniçağı zihniyet açısından başlatan en önemli simadır. İlk Yahudi laiklerindendir (Laikliği daha çok sinagogun dışına çıkmış veya çıkarılmış kişilere ilişkin belirtiyoruz). Özgürlüğün de büyük düşünürlerindendir. "Anlamak Özgürlüktür" felsefesi ona çok şey borçludur. Yahudi banker ve tüccarların İngiltere ve Hollanda devletine verdikleri borçlar, savaşların kazanılmasında ve güçlü devlet olmalarında büyük rol oynar. Amerika Kıtasında, özellikle Kuzey Amerika'da İngiltere eyaletlerinin bağımsızlık savaşında benzer rol oynayacaklardır. Günümüz ABD'nin oluşumunda temel etkileyici güçlerin başında Yahudi entelektüel, tüccar ve bankerlerinin geldiği iyi bilinmekte veya bilinmek durumundadır. 2- Yahudi İdeolojisi Baştan çok net belirtmeliyim. Dünya çapında ideolojik önderlik halen Yahudi entelektüellerinin elindedir. Bu önderliğin derin tarihsel kökleri vardır. a- Yahudi kültürünün oluşumunda ilk başlarda tarihsel iki büyük kültürün, Sümer ve Mısır kültürünün derin izleri vardır. Ahdi Atik, Tevrat İbrani kabilesinin bu iki kültürden özümsediklerinin kabile dilinde ve vicdanındaki yansımasıdır. Yansıma çok açıktır. Bu iki kültürün ilk versiyonlarındandır. Adem-Havva hikâyelerinden tutalım, dünyanın yedi günde yaratılmasına kadar, Allah kavramından tutalım peygamber kavramına kadar böyledir. Unutmayalım, Hz. Nuh Tufanı bir Sümer efsanesidir. Eyüp, İdris peygamber efsaneleri de hakeza! Tek tanrılı din kavramı ilk defa Mısır'da Firavun Eknaton döneminde büyük reform olarak denenmek istenmiştir. Ayrıca Urfa neolitik kültürün en eski ana merkezidir. Dolayısıyla neolitik ideolojisinin dönüşerek etkisi kesinlikle ihmal edilemez diğer 194
önemli bir kaynaktır. Arkasında iki büyük dil ve kültür grubu vardır: Aryenler ve Semitikler. İbrani kabile kültüründe bu iki ana kaynağın da rolü göz ardı edilemez. b- İlk sürgün döneminde Babil ve Zerdüşt (Pers-Med) kültürünün etkileri de çok barizdir. Birçok öykü bu kültürden derlenmiştir. c- Greko-Romen kültürü üçüncü büyük kaynaktır. Özellikle dinsel felsefenin geliştirilmesinde Greko-Romen döneminin etkisi belirleyicidir. Yani ortaçağdaki Hıristiyanlık ve İslam'ın içeriğinde bulunan dinin felsefeleştirilmesinin, felsefenin dinselleştirilmesinin temelleri Aristo, Eflatun ve ekol olarak başta Stoacılar olmak üzere Helenistik çağdaki felsefi ekollere dayanmaktadır. d- Açık ki, Hıristiyanlık ve İslam, İbrani Musevi dininin daha çok Greko-Romen ve Arap toplumlarının ihtiyacına göre uyarlanmış iki mezhebi durumundadır. Aynı kaynaktan beslendikleri açıktır. Bu iki mezhebin Musevilikle çelişkisi Museviliğin derin kabilevi özelliğinden ileri gelmektedir. Musevilik ilk başlarda İbrani kabile topluluğunun, ortaçağların başlarından itibaren (diaspora ile birlikte) Yahudi kavminin milli dini olarak şekillenmiştir. Daha doğrusu, karşımızda net bir özdeşlik vardır: İbrani kabilesi = İbrani dini = İbrani veya Yahudi kavmi. Baştan itibaren Yahudi ideolojisi dinsel bir içerikte, o da tamamen kabilevi ve kavmi niteliktedir. İslam ve Hıristiyanlık ise, Yahudilikle köklü ilişki ve çelişkileri bulunan yakın kavim topluluklarının maddi ve manevi kültürel ihtiyaçlarına göre inşa edilmiştir. Dolayısıyla hem çok etkilenmişler, hem de sık sık çatışma durumlarında kalmışlardır. e- Yahudi ideolojisi aynı zamanda derin maddi kültürün şekillendirdiği bir ideolojidir. Bu maddi kültür de uygarlıklarını nasıl tanımladıklarını gördük. Dolayısıyla Yahudi ideolojisi, Sümerlerden beri Ortadoğu bölgesinde oluşan tüm uygarlıkların yakın ilişki sahnesinde şekillenmiş bir uygarlık ideolojisidir. Şöyle bir formül geliştirmek öğretici olabilir: Yahudi ideolojisi tüm uygarlıkların sentezlendiği özü taşımaktadır. Gücünü bu özden almaktadır. Bunda Yahudi peygamber ve yazarların tarih boyunca oynadıkları rol belirleyicidir. Yine bu nedenle ilgili toplumlar uygarlıklarıyla ne kadar ilişkili ve çelişkili iseler, Yahudilikle de o denli ilişkili ve çelişkilidirler. Çıkarılacak başka bir sonuç şudur: Yahudilik sadece din 195
ve kavim değil, uygarlıklar sentezi (eklenmesi de denebilir) bir uygarlık olarak tanımlanabilir. Yahudi ideolojisinin entelektüel yapılarını güçlendirmedeki rolünü göz önünde bulundurursak, neden hala dünya çapında öncü rol oynadıklarını daha iyi anlayabiliriz. f- Yahudi ideolojisi yeniçağla birlikte parçalanmıştır. Dini ve laik doğrultularda iki ana kanala bölünmüştür. Spinoza (1632-1677) laik kanalın başıdır. Benzer birçok Yahudi kökenli filozof laik kanalı sürekli besleyecektir. Laikliğin ayrıca ne kadar yeni bir din ve ne kadar din dışılık olduğu tartışma götürür. Peşinen belirtmeliyim ki, dini ve din dışı fikir üretilmesini anlamlı bir toplumsal, ideolojik çalışma olarak görmüyorum. Yapılması gereken ayrım bu olmamalıdır. Bunun aydınlatıcı, öğretici değeri çok sınırlı olduğu gibi, oldukça saptırıcı, çarpıklaştırıcı özellikler barındırmaktadır. Mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel bilgi türlerinin her birinin bir toplumsal karşılığı vardır. Ancak sosyolojik çalışmayla rolleri, ilişki ve çelişkileri toplumsal ve siyasal temelleriyle birlikte açıklığa kavuşabilir. g- Aydınlanma ideolojisinde laik kanat Yahudiciliğinin büyük etkisi vardır. 'Bilimcilik' olarak adlandırabileceğimiz bu ideoloji, felsefi düzlemde pozitivizmle eştir. Yeniçağa damgasını vuran bu ideolojik akım, bilimcilik veya pozitivizm adıyla giderek kapitalist modernitenin dini inancı haline gelmiştir. Şu hususu önemle belirtmeliyim ki, pozitivizm bir gömlek farkla eski dindir. Veya aynı gömleğin, din gömleğinin tersine çevrilmiş halidir. Bilimcilikteki yasa anlayışıyla dinlerdeki yasa anlayışı arasında zihniyet birlikteliği vardır. Ne sanıldığı gibi din 'uhrevi' bir anlayıştır, ne de laiklik, sekülerlik 'dünyevi' bir anlayıştır. Burada yapay bir ayrım söz konusudur. Bütün dinler dünyevilikle ilgilidir ve toplumsallıkla bağlantılıdır. Dünyevi denilen anlayışlar da öncelikle dünyevi değil toplumsallıkla ilgilidir. Uhrevilik, dünyevilik kavramları toplumsallığın ciddi bir çelişkisini hem örtmekte, hem de çatışmayı örtülü sürdürmeye hizmet etmektedir. Aydınlanma ideolojisi bilimcilik ve olguculuk (pozitivizm) olarak sistemleştikçe, yeni ulus-devletin resmi ideolojisi haline geldiler. Bu da hızla milliyetçi ideolojiye dönüşüm demektir. 3 -Yahudi Milliyetçiliği Geleneksel Yahudi tüccar ve sarraf kesimi kapitalist sistemde burjuva sınıfı olarak daha görünür modern bir sıfat kazandı. Bur196
juvazinin yeni sosyal sınıf olarak resmi ideolojisini pozitivizmde bulması ve devlet anlayışının milliyetçiliği doğurması son derece anlaşılırdır. Hem ulusun yaratıcısı olarak, hem de yeni ideolojisiyle bu durumunu pekiştiriyor. Ulusu oluşturan tüm faktörler ulusallaştırıldıktan sonra, devlet tekeli kanalıyla egemen ekonomik tekellere transferleri zor değildir. Avrupa'nın her ulusunda hızla gelişen tekelleşme ancak milliyetçilik kanalıyla tüm ulusa yutturabilirdi. Sümerlerdeki ideolojinin başardığına benzer bir oluşumla karşı karşıyayız. Ulus en yüce birim (en eski tanrı veya yerine ikame ediliyor) olarak ilan ediliyor. Ulus içindeki devlet maddi hayatı tekeline geçiriyor. Toplumun en büyük gücü oluyor. İkisi birleşince, ulus-devlet olarak eski kral-tanrı devletinin yeni hali oluyor. Topluma mal edilmesi için mitolojilere, kapitalizm çağında felsefeye, onun tüm topluma mal edilecek vulger (kaba, basit, sıradan olanın duygularına hitap edecek seviyeye indirgenme) biçimlerine ihtiyaç vardır. Milliyetçilik bu ihtiyacı mükemmelen gideriyor. Avrupalı toplumların ulusal toplumlar olarak yolu son dört yüz yıllık ideolojik arayışlardan sonra böylece resmi ifadesine kavuşuyor. Ulus milliyetçiliği, milliyetçilik ulusu, ikisi devleti, devlet ekonomik tekeli besleyerek yeni dünya kesinleşiyor. Kendi geçici zamanı içinde tabii. Her tarafta muazzam bir ulusal ayrışma ve ateşli milliyetçilik çağı böyle gelişince, Yahudi ideolojisi tabii ki hem yoğun etkileyecek, hem de etkilenecekti. Yahudi ideolojisinin objektif olarak baştan beri kavim ve kabileyle, dolayısıyla kavimcilik ve kabilecilikle bağlantısının olması rahat anlaşılacak bir husustur. Kabile ve kavim milliyetçiliği anlamında en eski milliyetçilik, Yahudi ideolojisinin doğal ve temel bir özelliğidir. Burjuvalaşma evresinde dönüşüm geçirmesi en kolay ideolojilerdendir. Yine bir paradoksla karşı karşıyayız. Hem milliyetçilik ideolojisinin babalığını yapacaksın, hem yeni türemeler seni reddedecek: Tıpkı maddi alanda olduğu gibi, maneviideolojik alanda da bu paradoks gelişti. Tüm milliyetçilikler babalarına (zorunlu maddi nedenler, tabii kapitalist tercih açısından zorunluluk) diş bilemeye başladılar. Her Avrupa ulusundaki milliyetçiler önlerindeki sorun ve engellerden Yahudi'yi (ideoloji, maddi kültür ve ulus-kavim olarak) sorumlu tutmaya başladılar. 197
Musevi kökenli oldukları halde, tıpkı Hıristiyanlık ve İslamiyet'in Yahudiliği en temel engel saymaları gibi. Burada uygarlığın temelinde rol oynayan ve benim tezimi doğrulayan bir husus yatmaktadır. O da uygarlığın çekirdeği olarak devletin ekonomik tekel olduğudur. Yeni devletleşmelerin olduğu her yerde eski ve yeni tekeller arasında çatışma veya savaş kaçınılmaz olur. Biri ya yok edilinceye, teslim oluncaya veya çok önemsiz hale gelinceye kadar savaş sürmek zorundadır. Nasıl ki Yahudi kabilesi için 3500 yıl önce 'vaadi edilmiş topraklar' meselesi varsa, Avrupa'nın ulus ve milliyetçilik çağında da bu ihtiyaç şiddetle hissedilecektir. Yeni bir Yahudi ulusu, yeni toprak demektir. Avrupa Yahudilere hep karşı olduğuna göre, eski 'vaat edilmiş topraklar'a dayalı bir akım kaçınılmaz oluyor. Siyonizm denilen Yahudi burjuva milliyetçiliği böyle doğuyor: 19. yüzyılın milliyetçilikler çağının etkin bir örneği olarak. Öykü bundan sonra tarihe girer. Çok kısaca söylenmesi gereken şudur: Dönemin çok güçlü iki devletine ihtiyaç vardır: Almanya ve İngiltere. Fransa üçüncülüğe düşmüş durumdadır. Yahudi milliyetçileri iki kanatta da çok çalışıyorlar. İngiltere ve Hollanda devletini nasıl güçlü kıldıkları biliniyor. Almanya'da da benzeri bir işlev gören Yahudi sermayedarı işe koşuluyor. Yahudi entelektüeller de entelektüel sermaye (Alman ideolojisi) oluşturulmasında büyük katkı sahibidirler. Alman İmparatoru bu destekleri sayesinde iki kez Kudüs'e giderek yeni yurt hareketine ilgisini belli eder. Birinci Dünya Savaşı kazanılsa, Alman ve Osmanlı (İttihat ve Terakki'nin en güçlü kanadı Almancıydı ve Selanik Yahudileriyle, sermayedarlarıyla bağlantılıydı) korumasında Yahudilik erkenden ve çok daha güçlü temellerde Filistin'e veya eski topraklarına dönmüş olacaktı. Zaten Londra kanadında geleneksel bir ağırlıkları vardır. Geniş bir konu olan siyasi tarihi bir yana bırakalım. Hitler, Alman yenilgisinden kesin olarak Yahudileri sorumlu tutuyor. Şunu çok iyi görüyor: Londra'nın üstünlüğü Yahudi ideolojisi ve milliyetçiliğinden bağımsız değildir. Almanya büyük bir ihanete uğramıştır. Sorumlu Yahudi'dir. Benzer sorunları olan her ulusta (Fransa'da Dreyfus olayı) anti-Yahudicilik böyle gelişir. Böyle olmadığı kanıtlanabilir. Ama neden bu idealar hala dünya çapında sürdürülüyor? Örne198
ğin en son İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad tarafından? Bu, Yahudi ideolojisi ve milliyetçiliğinin dünyadaki işleviyle ilgilidir. Halen öncü ideolojidir. Tıpkı sermaye tekellerinde olduğu gibi. Hitlercilik asla savunulamaz. Soykırım en büyük insanlık suçudur. Bunlar tartışılmaz insani, toplumsal gerçekliklerdir. Yahudi aydınlarının insanlığın soylu özgürlük, eşitlik ve demokratik toplum mücadelesindeki konumları da küçümsenemez. Peygamberleri bir tarafa bırakalım, yeniçağda Spinoza'dan başlayan, Marks, Freud, Rosa Luxemburg, Trostky, Adorno, Hannah Arendt ve Einstein'a kadar giden çok sayıda entelektüel ve devrimcinin durumu bellidir. Yahudi entelektüelindeki demokratik sosyalist boyutların çok güçlü olduğunun farkındayım. Adorno'nun yargısını yinelemeyeceğim. Ama soykırımda Yahudiliğin (hem maddi hem manevi kültür alanında) objektif konumunu çözümleyici ve politik sonuç alıcı bir konuma taşımak için gerekli eleştiri-özeleştiriyi ne zaman yapacak ve eylemine geçecekler? İdeolojik güç olarak, hem de öncülük konumları itibariyle Yahudi milliyetçiliği doğru çözümlenmedikçe, ne Yahudi soykırımının anısı layıkıyla değerlendirilir, ne de yeni soykırımlar, katliamlar önlenebilir. Yahudi milliyetçiliği küçük bir ulusun milliyetçiliği değil, dünya milliyetçiliğidir. Bütün milliyetçiliklerin, ulus-devletçilerin babasıdır. Ne acıdır ki, milliyetçiliğin en büyük ve tarihte eşine az rastlanır kurbanı da Yahudiler olmuştur. Yahudilik sorun olarak çok tartışılmıştır; bizzat Marks, Freud gibi önde gelen Yahudi aydınlar tarafından. Ama şu sorun yanıtsız kalıyor: Soykırıma nasıl gelindi? Soykırımın anısı ancak başka soykırımların olmamasına bağlı olduğuna göre, bu nasıl gerçekleştirilecek? Savunmamda Yahudi örneği temelinde varabildiğim tüm sonuçları şöyle formüle edebilirim: Yahudi kabilesi Sümer ve Mısır uygarlığına özendi. Bu özenmenin karşılığı sürgün oldu. İnatçı küçük kabile (sanki tüm kabilelerin yapmak istediğine öncülük edercesine) kıskançlığından kendi kabilecilik ideolojisini (dinini) inşa etti. Kudüs Krallığını kurdu. Kurduğu krallık yıkıldı. Daha da inat etti; dünyaya yayıldı. Kabilesine, sonra kavmine yer aradı. Vermediler, sürdüler. Yenilmemek için atoma kadar indiler, uzaya kadar gittiler. Kabile bu sefer küçük 199
ulus-devletiyle uygarlık önderliğine oynuyor. Belki de ebelik ettiği tüm Ortadoğu ve hatta dünya uygarlık ve devletini yıkabilir. Ama o zaman kendisi de kalmaz. Çünkü küçük Yahudi uygarlığı, dünya uygarlığının özüdür. Dünya uygarlığı olmadan Yahudi uygarlığı, Yahudi uygarlığı olmadan dünya uygarlığı olmaz. Yahudi soykırımının en büyük dersi budur. Çok önemsediğim için üzerinde hep düşünürüm; tıpkı benzerleri üzerinde olduğu gibi. Bilgeler çoktan ateşi ateşle söndüremezsin demişlerdir. Uygarlık ateşinden küçük uygarlık ateşleri (ulus-devletler, genelde tekeller) yakarak kurtuluş sağlanamaz. Tarih boyunca uygarlık güçlerine karşı savaşan tüm kabile, kavim yoksullarının, mazlumlar ve kölelerin önderleri ya öldürüldüler ya da kazandılar. Ölenlerin anısı unutulamaz. Ama kazananların ilk yaptıkları, kendilerini de uygarlık yapmak oldu. Çünkü başka türlüsünü bilmiyorlardı. Bilimsel sosyalizmin zafer kazanmış önderleri bile kapitalist modernitenin demir kafesli örneği olmaktan kendilerini kurtaramadılar. Soykırıma uğrayanlar hiçbir zaman böylesinin başlarına geleceğini düşünmemişlerdi. Ama oldu. Bu noktada kalbim kesinlikle en anti-jenositçi geçinenden daha fazla jenosid kurbanlarını anlamaktadır. Neden anlıyorum, hiçbir Yahudi'nin anlamadığı kadar? Çünkü aynı sistem beni de o çarka almıştı da ondan. Tabii yine Yahudi gücüydü sistemi çeviren. O ideolojinin iktidar savaşı, uygarlık yaratım gücü olmasaydı Hıristiyanlık, Hıristiyanlık olmasaydı Hitler olur muydu? Hitler'i doğuran Alman milliyetçiliği nasıl Alman ideolojisinde, dolayısıyla Aydınlanma ideolojisinde (pozitivizm ve biyolojizm) köklerini buluyorsa, Yahudi ideolojisinin Aydınlanmadaki rolü ve Yahudi milliyetçiliğiyle bağlantılarıyla da bu vesileyle (Aydınlanmacı ortak kök) diyalektik ilişki içindedir. Yani nasıl Yahudi kabile ve kavimciliği Yahudi milliyetçiliğinin köklerini oluşturuyorsa, Alman kabileciliği ve kavimciliği de Alman milliyetçiliğinin köklerini oluşturur. Almanya'daki iç içe gelişmeleri, aralarında ekonomik ve siyasal tekeller nedeniyle girift ilişkilere yol açmıştır. Tüm bu tarihsel-toplumsal gelişmeler iki milliyetçilik arasındaki bağı gayet açıkça göstermektedir. Her iki milliyetçilik aşılmadıkça, soykırım kurbanları anlamlı anılamaz ve yeni türlerinden kurtulunamaz. 200
Benzer bir karşılaştırma Arap ideolojisi ve milliyetçiliğiyle Yahudi ideolojisi ve milliyetçiliği arasında yapılabilir. Sonuçları diyalektik ve çarpıcı olacaktır. O olmasaydı İslam, İslam olmasaydı Hz. Muhammed olur muydu? O olmasaydı Baas, Baas olmasaydı Saddam olur muydu? Totoloji yaptığım söylenecek. Fakat söylediklerim uygarlık çözümlememin süzgecinden geçmektedir. ABD dünya gücüdür, hegemondur, imparatorluk bile olabilir. Şimdi Ortadoğu'da İsrail için savaşıyor. Belki yarın İran'la da savaşabilir. Neden yine soykırım tehlikesi var? Bu sefer atom silahları da kullanılacaktır. Nükleer savaşı nükleer savaşla önlemek! Bunun kapıdaki tehlike olduğunu kimse inkâr edemez. Kaldı ki, bir Hiroşima yeter! Çözümlemem doğrudur. Uygarlık kurulurken göksel tanrıların himayesinde olduğu söylendi. Yıkılırken atoma sığınıyor. Sahtesi gerçeğinden bin defa daha fazla tercih edilir. Yeryüzünde yürüyen çıplak krallar ve maskesiz tanrısından, onun atom şimşeğinden bahsediyorum. Çok bilinçli insanlar olarak Yahudilerin Ortadoğu'da en çok yer bulmasını isteyenlerdenim. Ortadoğu kültürünü demokratikleştirmek, demokratik konfederatif bir İsrail-Filistin için, küresel dev haline gelmiş Leviathan çözüm gücü olamaz. Yahudilerin isim babası olduğu bu canavar soykırımın gerçek kaynağıdır. Çözüm Ortadoğu demokratik uygarlığındadır. Ortadoğu nasıl Yahudi'siz bir harabeyse, Yahudi de Ortadoğu'suz hep soykırımlar sürgünüdür. Tarih yeterince derslerle doludur. Yahudi aydını kendi sorununu, yani bu sorunun dünya sorunu olduğunu gittikçe iyi fark ediyor. Çözüm yeri Ortadoğu'da aranmalıdır. Demokratik Ortadoğu'nun bir hayal değil, ekmek ve su kadar günlük harcımız olduğunu asla unutmayalım. Yahudiler hem soykırımı anmanın, hem de yeni bir soykırıma ebediyen düşmemenin yolunun demokratik Ortadoğu uygarlığından geçtiğini bilmeli; tüm Ortadoğu halkları da Yahudi'siz demokratik Ortadoğu olamayacağını, tarihi bir demokratik uzlaşmanın tek çözüm yolu olduğunu bilerek, demokratik toplumu inşa görevine dört elle sarılmalıdır.
201
E- Kapitalist Modernitede İktidar Uygarlık, iktidar ve devlet kavramları gerek kendi içlerinde, gerek iç içelikleri kapsamında çözülmesi en güç sosyal ilişkiler kategorisini oluşturur. Uygarlık, tanımlanması konusunda tartışmaların halen devam ettiği bir konudur. İktidarın nerede başlayıp nerede bittiği, ne zaman ve nasıl oluştuğu ve sonlanması gerektiği daha da karmaşık bir tanımlamadır. Günlük dilde içilen su ve teneffüs edilen hava kadar adından bahsedildiği halde, tanımında görüş birliğine en ez varılan konuların başında gelmektedir. Sadece çok sırlı, karmaşık konular olduğundan ötürü değil, öyle kalmaları arzulandığı ve uğruna çok ideolojik faaliyetler yürütüldüğü için böyledir. Bir şeyden korkulması için ilk şart, çok sır ve karmaşıklık içinde bırakılmasıdır. Eğer içyüzleri açığa çıkarsa, herkesin alay konusu olurlar. Korku etkeni olmaktan çıkarlar. Böylelikle örtbas ettikleri çıkar gruplarının emelleri de boşa gider. Halk arasında bu konuda çokça öykü anlatılır. Uygarlık önce kendi mitolojik öyküleri ile başlatılır. Çıkar klikleri veya artık-ürün tekelleri bu öyküler bağlamında olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık talan gerçekleştirebilirler. Kalıcı ve kabul edilebilir olmaları için mutlaka mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle birlikte üç (S)lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilip medyada sunulmasıyla, toplumların zihnen ve duygusal olarak daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle kalıcılık ve kabul edilebilirlik kesinleştirilmeye çalışılır. Uygarlık tarihini başlıca üç ana döneme ayırıp taslak halinde her dönemi nitelemeye çalıştım. Bilimcilik yöntemlerine pek itibar etmediğimi, sınırlı olmak kaydıyla yararlı olabileceklerini, ama dogmatikleştirildikçe özgür yaşam şansını tehdit edebileceklerini özenle belirttim. Sosyolojik yorum yöntemini (bilimcilikle, pozitivizmle) dogmatikleştirmeden uygulamaya özen gösterdim. Yorumlarım ana hatları ve çok sayıda örneklemeyle her tür tartışmaya açık olarak sunulmuştur. Tekrarlara çok düştüğüm halde, çok gerekli olmadığı durumlarda bu alışkanlığa düşmemeye de dikkat edeceğim. Kapitalist (uygarlık, medeniyet ile birlikte aynı anlamda olan) moderniteyi yeniçağın (M.S. 16. yüzyıldan günümüze) resmi, zafer 202
kazanmış modernlik (çağdaşlık) olarak çözmeye çalışmakla birlikte, çağımızı tümüyle kapitalizme mal etmeme ve anti-modernitesi konusunda da çok kapsamlı eleştiriler getirdim. Sosyolog Antony Giddens'in modernlik tanımına katılmakla birlikte, 'üç sürdüremezlik' konusundaki yorumlarını olduğu gibi paylaşmadığımı belirttim. Üç sürdüremezlik kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizmdi. Üçünün de kökenleri itibariyle uygarlığın ilk başlarından itibaren gelişim halinde olduklarını, en güçlü hallerine ise kapitalist moderniteyle eriştiklerini çok kapsamlı yorumlarla ve örnekleriyle sundum. Bu bölümde daha çok yapacağım, resmi modernitenin (resmi olmayan moderniteyi, çağdaşlığı, demokratik modernite, medeniyet, uygarlık veya çağdaşlık olarak adlandırıyorum. Hepsi aynı anlamdadır) iktidar ve devlet ilişkilerini daha somut nasıl biçimlendirdiğine ilişkin olacaktır. 1- Pozitivist sosyologlar (A. Giddens ve benzerleri) uygarlık tarihinin her döneminde ve tekil tiplerinde kendilerini örneksiz yorumlayarak sosyoloji yaptıklarını sanırlar. Örneğin İngiliz uygarlığını ve devletini tarihte benzeri olmayan bir tür nevi şahsına münhasır bir devlet ve uygarlık olarak tanımlamak ve çözümlemek için binlerce araştırma yapmaktan geri durmazlar. Denizlerde kum, bunlarda araştırma! Aslında bu bilim denilen çalışmada çok ince bir saptırma gerçekleştirilmektedir. Benzetme yaparsak, ağaçlardan ormanı görünmez kıldırmak! Milyonlarca ağacı inceleme konusu yapmakla ormanı tanımlayamayız. Bu yöntemin doğru sonuç vermeyeceği başından bellidir. Ama on binlerce genci bu tip sosyal bilim yapıyorlar savıyla düzenin gerçek karakterini göz ardı ettirmek için kullanmak pek fena bir politika sayılmaz. Sosyal bilimler veya genel adlandırmayla sosyolojinin içeriği böyle boşaltılmakta ve anlamsızlaştırılmaktadır. Doğru olan, İngiliz devleti, iktidarı ve uygarlığı da beş bin yıldır temel kategorik özellikleri belli olan (sınıf-kent-ekonomik tekel olarak devlet) bir gelişmenin 10. yüzyıldan itibaren yeniden canlanan kentler etrafında gelişen sınıfların en önce kral ve aristokratlar olarak, 16. yüzyıldan itibaren de burjuvazi olarak ekonomik devlet tekelleri halinde yumaklaşarak, kendini çeşitli ideolojik örüntülerle sırlayıp görünmez kılarak veya zor anlaşılır kılmak için yüzlerce 203
simgesel değerle bezeyerek günümüze kadar süren ana nehir olan uygarlığın hegemonik temsilcilerinden biridir. Eminim bu bir cümlelik tanım, İngiliz ilişkiler yumağını on binlerce araştırmadan daha iyi anlaşılır kılar. Sümer rahiplerinin yıldız hareketlerine dayalı on binlerce tabletlik toplum yorumlarıyla, kapitalist modernitenin on binlerce bilimci rahibinin yorumları arasında özde (yani gizledikleri temel çıkar grupları bakımından) pek fark yoktur. Sadece araştırma yöntemleri, zaman ve mekânları farklıdır. Açık ki ve önemle açıkladık ki, zaman ve mekân farkı, evrensel olarak oluşum denilen değişim ve gelişme demektir. Toplumlar da zaman ve mekân farkına bağlı olarak değişir ve gelişirler. Bazen geriye evrimler hali de mümkün olmak üzere. Özgünlük halini eleştirmiyorum; evrende özgün olmayan gelişme, değişme yoktur. Her değişme özgünlük anlamına gelir. Aynen tekrar sadece bir dogmatik inanç değeridir. Tüm doğasal olaylarda anlamı olmayan bir dil oyunudur 'aynen tekrar' kelimeleri. Bu anlamda elbette kapitalist modernitenin de çok önemli özgünlükleri vardır. Bu özgünlükler Antony Giddens'in tanımıyla üç önemli alanda gerçekleşmişlerdir. Bu bağlamda 'süreksizler' olarak kavramlaştırmak da öğretici olabilir. Kapitalizmi özgünlükleri içinde bir özelliğiyle yorumlayıp örneklediğimiz için tekrarlamayacağım. Fakat iktidar kavramı ve onun daha somut ve hukuki bir ifadesi olarak ulus-devlet konusunda özlü ve kısa bir özetleme gerekli ve hayli öğretici olacaktır. 2- İktidar sosyal bilimlerin çok bahsettikleri, fakat özünü çarpıtmakta yarıştıkları konuların başında gelir dedik. Sadece kasıtla ilgili bir eleştiri değildir söylenen. Kapitalist modernitenin en özgün yanlarının başında geleni, her bireyin kendini iktidarlı sanma, öyle kılınma halini hiçbir uygarlığın başarmadığı kapsam ve özellikler içinde başarması yeteneğidir. Üzerinde en çok durulması gereken konu budur. Fransız sosyolog M. Foucault'nun zihnini en çok işlettiği ve altından tam kalkamadığı konu da budur. Lenin 'Devlet ve Devrim'de devleti tanımak istedi. Ama en çok yanıldığı noktanın devlet olduğu da daha sağlığında ortaya çıkmıştı. İktidarı ise hiç tanımak bile istemedi. Güçlü ve kurnaz adamın çeşitli uygarlık maskeleri takarak günümüze kadar taşıdığı bu 'ef204
sunlu taşı' kullanarak, sosyalizm gibi tamamen demokratik moderniteyle inşa edilmesi gereken temel toplumsal çalışmanın 'sosyalist iktidar'la başından beri boşa çıkarıldığını anlayamadı. M. Bakunin'in şu anlama gelen bir sözünü çok anlamlı bulurum: "En demokrat adamın başına iktidar tacını giydirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacaktır" veya "ahlakı bozulacaktır." İktidarın sosyolojisini yapmak, halen en temel bilimsel bir görev olarak çözümlenmeyi gerektiriyor. İktidarın ne olduğu kadar, ne kadar gerekip gerekmediği en çok toplumsal bilinmezi olan bir konudur. Bazı zihniyetlere ve altında gizledikleri çıkar gruplarına göre, mutlak iktidar mutlak çözüm demektir. Tam Asur görüşü bu olsa gerek: Hedefin tümden canını almak. İktidarı tam bir hastalık hali olarak görenler de vardır. Özellikler anarşistler, pasifistler böyledir. Bunlara göre vebadan kaçar gibi her tür güç ve otoriteden kaçmak gerekir. Aslında bu anlayış iktidara teslim olmanın objektif biçimidir. Demokratik uygarlık sisteminin getirdiği tanım ve çözüm niteliksel olarak farklıdır. Her toplumsal grubun savunma hakkı kutsaldır. Grubun varlığına ve varlığıyla bağlantılı değerlerine yönelik her saldırıya karşı savunma gücü olmak, vazgeçilmez bir hak olmanın da ötesinde bir varlık nedenidir. Savunma gücüne klasik anlamıyla iktidar denilemeyeceği kanısındayım. Demokratik savunma gücü veya otoritesi demek daha uygun düşmektedir. Bir bitki olarak gülün bile dikenleriyle kendini savunmak istediğini göz önüne getirdiğimizde, bu demokratik otorite paradigmasına 'gül teorisi' demek isterim. a- İktidarı uygarlık bağlamında artık-ürünü elde etmeye, arttırmaya ve ele geçirmeye yönelik her tür toplumsal faaliyet olarak işlevselleştirmek en uygun tanımdır. İdeolojik faaliyetlerden askeri faaliyete, uyutma masallarından soykırımlara, eğlence oyunlarından dinsel ritüellere kadar toplumsal artık-ürün ve değerleri sızdırmaya yarıyorsa, son tahlilde o faaliyetlere iktidarsal faaliyetler demek mümkündür. İktidar bu anlamda çok kapsamlı bir toplumsal faaliyet alanıdır. Özellikle uygarlıksal toplumlarda iktidar sürekli derinliğine ve genişliğine artık-ürün oranında artma eğilimindedir. Artık-ürün ve değer kavramına açıklık getirirsek, iktidarın mahiyeti daha iyi anlaşılır. Kişi ve grupların maddi ve manevi yaratım205
larını, kazanımlarını, bir bütün olarak kültürel değerlerini güç kullanarak ele geçirme eylemine ve kurumsallaştığı ölçüde de 'iktidar sanatı' olarak duruma baktığımızda, 'ele geçirilen' ve 'ele geçiren'in ne olduğu somutluk kazanır. İktidar kendisinin olmadığı halde sürekli bir şeyleri güçle ele geçirme, kendine ait sayma, asimile etme, mülkleştirme, yurtlaştırma, aksi durumlarda yine zorla kendisinden atma, sürgün etme, yurtsuzlaştırma, işsizleştirme, mülksüzleştirme, genel olarak maddi ve manevi açıdan değersizleştirme eylemi ve sanatıdır. Bunu sadece ekonomik artık-ürün ve değerle sınırlandırmak çok dar bir yaklaşım olur. Bu konuda ele geçirme asıldır. Fakat buna giden yolda binlerce başka değerler de iktidar güçlerince ele geçirilir ki, toplamına iktidar demek daha gerçekçidir. Demokratik otoritenin temel işlevi ise, ilgili kişi ve grubun varlığını ve varlığına dolaylı ve dolaysız bağlı olan maddi ve manevi değerlerini savunmak, ele geçirilmesine göz yummamak, ele geçirilmişlerse tekrar kendisine mal etmek gibi her bakımdan pozitif, gerekli, haklı, vazgeçilmesi zor durumlarla ilgilidir. Demokratik otorite, bu içerik temelinde eyleme geçme sanatıdır. Özünde ele geçirilmeyi önleme gücü ve onun sanatsal eylemi demek daha doğrudur. Anayurdunun ele geçirilmesiyle ele geçirilmesinin önlenmesi açısından güç kullanma etkinlikleri veya sanatları (ordu-savaş) arasında ontolojik (varlıksal) fark vardır. İkisi birbirine zıt kavramlardır. Toplumda bu durumların karşılığı iyi-kötü, günah-sevap, doğru-yanlış, haklı-haksız, güzel-çirkin gibi birçok temel kavram ikilemleriyle ifade edilir. b- İktidarı bakış açılarına göre birçok açıdan bölümlemek, tasnif etmek mümkündür. 1- Siyasal İktidar: En çok kullanılan iktidar biçimidir. Devletin ve izdüşümlerinin (parti ve sivil toplumun devleti esas alan örnekleri) yönetim, yürütme işlevini ifade eder. Çok büyük belirleyici ve tarih boyunca en çok üzerinde durulan ve kullanılan bir iktidar biçimidir. 2- Ekonomik İktidar: Artık-ürün ve değerleri ele geçirme eylemini yürüten tekel güçlerini ifade eder. Tarih boyunca birçok biçimleri uygulanmıştır. 3- Toplumsal İktidar: Temel toplumsal kesimlerin birbirleri üzerinde kurdukları güç eylemini, geleneğini ifade eder. Aile, sınıf, 206
cinsiyet, etnik kökenli birçok önemli ayrımları vardır. Bazılarını ayrıyeten ele almak gerekir. Ailede baba, sınıfsallıkta artık-değeri ele geçiren, cinsiyette erkek, etnisitede ezen, hâkim olan etnisite iktidarı temsil eder. 4- İdeolojik İktidar: Yönetici zihniyet anlamındadır. Bilim ve kültür ilişkilerinde gelişkin olan kişi ve gruplar ideolojik iktidar konumundadır. 5- Askeri İktidar: İktidarla en önde özdeş kurumdur. İktidarın en aşırı, en anti-toplumsal, en anti-insani biçimidir. Bütün iktidarların anasıdır (daha doğrusu babasıdır) o. 6- Ulusal İktidar: Ulus çapında uygulanan merkezi iktidarı ifade eder. Bir ve bölünmez olarak kendini ifade etmeye özen gösterir. Ulusal egemenlik de denilebilir. 7- Küresel İktidar: Hâkim uygarlık ve modernitenin hegemon konumunu veya imparatorluğunu ifade eder. Günümüzde kapitalist modernite bu iktidarını ABD önderliğinde küresel ekonomik tekel ve ulus-devletlerle kullanmak durumundadır. Bu tip bölümlemeler daha da çoğaltılabilir. 3- İktidar tarihsel-toplumsal ve kurumsal ilişkiler toplamıdır. Tarihen ve toplumsal gelişmenin en hayati dokuları, alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır. Geleneksellik kurumsallık anlamını da taşır. İktidarlar en kurumsallaşmış, özen gösterilen, hatta protokole bağlanan toplumsal ilişkiler alanıdır. İlgililerince çok işlevsel kılındıkları için, kurumlaşma ve biçimlenmesini çok iyi protokollere bağlamak, sürekliliği ve temsiliyeti açısından hayatidir. Örneğin sultanlık iktidarlarının inşası, devir ve teslim edilmeleri, ele geçirilmeleri muazzam örüntülerle, simgelerle, protokollerle düzenlenmiştir. Kılık kıyafetlerinden yemeklerine, evliliklerinden ölümlerine kadar her ilişkinin binlerce yıl önce gelenekselleşmiş biçimleri vardır. Bu nedenlerle herkes dilediği güçle iktidar olamaz. Eşkıya veya despot oldu derler. Gerçi iktidarın en açık ve gerçek özünü eşkıyalık ve despotizm ifade eder. Ama yüceltilmiş, kutsanmış iktidar kurumu "maske düştü, kel göründü" denmemesi için, bu açık iktidar biçimlerine şiddetle karşı çıkmayı kendi kurumsal sürekliliği ve saygınlığı açısından zorunluluk görür. Meşruiyetinin ancak bu gelenek ve sembollerle önemli oranda sağlandığının bilincindedir. 207
Daha önceki savunmamda dile getirdiğim bir benzetmeyi de hatırlatmalıyım. İktidar, uygarlık toplumunun tarihsel bir nitelik kazanmış çıkar tekelleri yumağının, dağın zirvesinden düştükçe büyüyen ve şiddetlenen kar topuna benzetilebilir. Tarihte öyle bir akış düzenine sahiptir. 4- İktidar bulaşıcı bir hastalığa benzetilerek de daha iyi anlaşılabilir. Yani iktidar bulaşıcıdır. Başlangıçta 'güçlü ve kurnaz adam'ın tek başına önce av hayvanları, sonra birikimli ana kadınlar üzerinden yürüttüğü bu toplumsal hastalık; önce hiyerarşik ataerkil düzende rahip (anlam sahibi kişi) + yönetici (tecrübesiyle toplumu idare eden) + askeri komutan (gücü tekelinde tutan) üçlüsünce kurumsallaştırıldı. Sınıf ve kent inşasıyla devletleştirildi. Fakat şunu hemen belirtelim ki, devlet iktidarının kurulmasıyla güçlü ve kurnaz adamların hiyerarşik ataerkil düzeninin ortadan kalktığı sanılmasın. Bu sefer iktidar formülünü şöyle geliştirebiliriz: İktidar = güçlü ve kurnaz adam + hiyerarşik ataerk + devlet. Bu üç esaslı kurum, iktidar toplumunu ifade eder. Çok sayıda alt ve üst kat inşalarıyla birlikte bu düzene genel bir kategori olarak uygarlık diyoruz. Zemin katta ekonomi vardır, üst katta ise tanrılar konseyi. Sümerler uygarlığı böyle inşa ettiler. Biçimi değişti, ama özü hep artarak anlamını korudu. Zemin katta tarih boyunca köle, serf ve işçi başta olmak üzere, artık-üründe kullanılan insan malzemesi yer alır. Zanaatkâr, çiftçi ve diğer serbest meslek sahipleri diye tabir edilen kesimler de esas olarak bu zeminde icra-eylem ederler. Üst katta mitolojik tanrılar, tek tanrılar (bazen gölgeleri olan sultan veya elçileri olan peygamberler, şaman ve rahipler de oturabilir), yöneten fikir ve yasalar (Eflatun'un ideası) yer alır. İlk ve ortaçağlarda iktidarlar daha çok bu temel kurumlar ve özellikle devlet biçiminde icra edilirken, kapitalist modernite çağında tüm toplum iktidara bulaştırıldı. Diğer bir deyişle tüm toplum kendini iktidar sahibi sanma hastalığına bulaştırıldı. Çok önemli ve Antony Giddens'in 'süreksizlikler' dediği kurumlar aracılığıyla iktidarın yaygınlaşması, bir hastalık hali olsa da, esas olarak kapitalist moderniteye özgüdür. Bu konuda bazı ideoloji ve kurumlar belirleyici rol oynar. Bu hususları bundan sonraki kısımda ele alacağım. 208
Şüphesiz iktidarın tüm topluma bulaştırılması sadece çok güçlendiği anlamına gelmez. Aynı zamanda çaresizleştiği, zavallılaştığı, çözülme sürecinin son haline ve hızına yaklaştığı anlamına da gelir. Herhangi bir şeyin son haddine varması halinde iki şey olur: Ya ilgilisi olan, o son halinde ona yapılması gerekeni yapar; ya da ilgilisi bir şey yapmaz ise o şey çürür. Örneğin bir elma en olgun, kırmızı haline geldiğinde onu dalından koparmak, yapılması gerekendir. Bu yapılmaz ve belli bir süre daha geçerse elma çürür; kurtlar girer, parçalanır, biter. Benzetme kabadır, ama iktidarlar için de geçerlidir. Kapitalist moderniteyle iktidar olgusu zaten kurulurken bir hastalık hali iken, çürüme aşamasına gelmiş sayılır. Kokuşmaktadır. Bakunin'in deyişiyle en sağlam, en ahlaklı adamın kendisine bulaşması halinde onu hasta edecek kadar çürümüştür. Bu yargı aslında şöyleydi: "İktidar en demokrat adamın başına tacını koyduğunda, yirmi dört saat içinde en alçak diktatör yapar." Doğrudur. Çürüme halindeki iktidarı en ezilen kadının başına bir taç gibi koyun, o da yirmi dört saat içinde diktatör kesilecektir. Bu çürümenin, hastalığın önüne geçmenin yegâne yolu, bir sistem olarak demokratik moderniteyi inşa etmekten geçer.
209
F- Kapitalist Modernite ve Ulus-Devlet Ulus-devlet kavramı en karanlıkta bırakılmak kadar, en çok çarpıtılan kavramların da başında gelmektedir. Gerçek işlevini, ana rolünü belirlemekten ısrarla kaçınılmaktadır. Daha çok propagandif amaçlı kullanıldığı söylenebilir. Özellikle faşizm ve milliyetçilikle ontolojik bağının görünmez kılınmasına özen gösterilir. Tıpkı faşizm ve milliyetçiliğin resmi moderniteyle ilineksel bağının göz ardı ettirilmesi gibi. Sadece burjuva liberallere özgü bir tutum değildir bu. Sosyalistler de ulus-devlet konusunda ya savunmacı görünürler, ya da çok önemsizmiş gibi sıradan cümle ve kelimelerine indirgeyerek geçiştirirler. Hâlbuki ulus-devlet çağımızı kavrama ve değiştirmenin kilit kavramlarındandır. Antony Giddens'i eksik de bulsam, önemini ortaya koyması açısından bu konuda aydınlatıcı buldum. Şimdiye kadar sergilemeye çalıştığım konular bir anlamda ulusdevlet tanımı ve işlevi için bir ön hazırlık olarak da değerlendirilebilir. Kapitalizmin doğuş etkenlerini, modernite, iktidar, ulus ve devlet kavramlarını taslak düzeyinde dahi olsa tanımlamadan, ulusdevletin rolünü belirlemek fazla çözümleyici olamayacaktır. Yahudi meselesini ana başlıklar biçiminde taslak halinde sunmaya çalışmam da konuyla yakından bağlantılıdır. Günümüz toplumsal sorunlarını çözümlemek için ulus-devlet çözümlenmesi nasıl kilit bir kavramsa, ulus-devlet meselesini çözümlemek için de Yahudi meselesini uygarlıklar bağlamında tarihsel-toplumsal olarak en azından tanımlama düzeyinde ele almak hayli öğretici ve örnekleyici değer sunmaktadır. Yahudi meselesini ve ulus-devleti çözümlemeden, Yahudi soykırımını anlamlandırmak çok eksik ve hatalı, dolayısıyla çok yanlış olacaktır. Bugünkü Ortadoğu trajedisi, ortaya konulan çözümlemeleri fazlasıyla doğrulamaktadır. 1- Ulus-devlet kapitalist tekelciliğin gerçekleştiği formdur. Daha 16. yüzyılda Hollanda ve İngiltere'de, İspanya ve Fransa imparatorluk emellerini kırmak için gerekli olan devlet formu bir nevi pro ulus-devletti. Hollanda Prensliği ve İngiltere Krallığı ulus-devlete doğru evrilerek üstünlük sağlamaya çalışacaklardı. 1649 Westphalia Konsensüsüyle devletler arasında ulusal faktör öne çıkınca, ulus-devlet doğrultusundaki gelişmeler hızlandı. Devletlerin eko210
nomi-politika olarak merkantilizmi esas almaları, ulusal pazar etkenini öne çıkaran diğer güçlendirici, hızlandırıcı bir faktör oldu. Ulusal dil, sanat, tarih çalışmaları artık devletin inhisarında giderek daha çok yer aldı. Uluslararasındaki çeşitli anlaşmazlıklar ve savaşlar artık milliyetçilik ve ulus-devlet tipi iktidar olmadan yürütülemez oldu. Napolyon savaşları bunda öncü rol oynadı. Fransa'yı ulus-devlet yapmadan savaş yürütülemezdi. Süreci yakından gözlemleyen Alman ideologları, Alman milliyetçiliği ve ulus-devletçiliği için gerekli tüm ipuçlarını Napolyon şahsında keşfetmişlerdi. Hızla geliştirilen Alman milliyetçiliği, bir an önce Almanya'nın birleştirilmesinde ve modernitenin aradığı devleti ortaya çıkarmada kaldıraç rolünü oynayacaktı. Daha sonra Hitler'i doğuracak olan süreç, 19. yüzyılın başlarında ilk adımlarını atacaktı. Aslında konu daha derinliklidir. Kapitalist modernitenin (uygarlığın) temelleriyle ilgilidir. Merkezinde ekonomik tekelin zafer arayışını barındıran bu hareket sadece ulusal gelişmeyi çarpıtmayacaktı; bütün ulusu ulus yapan etkenleri milliyetleştirmek zorundaydı. Dinin ulusallaştırılması olmadan, ekonomik tekelin pazar hâkimiyeti zordu. Kültür ve sanatın ulusallaştırılması benzer tekelci konumla bağlantılıdır. Savaşların ulusallaştırılması son ve en önemli faktörü oluşturacaktı. Tüm bu etkenlerin ulusallaştırılması ulusal ruhu doğuracak, o da milliyetçilikle sonuçlanacaktı. İdeologların ulus ve devlet çalışmaları gerekli fikri temelleri çoktan hazırlamıştı. Çok açık ki, bu etkenlerin hepsi ulusal pazar ve bu pazar üzerinde büyük kavga yürüten ve kendini ölümüne dayatan tekelci kapitalizmdi. 2- Endüstri devrimi tüm bu süreçlere ivme kazandırdı. Büyük ticaretten sonra ve giderek ondan daha fazla artık-değer üreten sanayileşme, bu niteliğiyle temel uluslaştırma konusunu teşkil edecekti. Ulusal sanayi ulus çapında tüm kapitalistler için en çok kâr demekti. 19. yüzyıl bu açıdan belirleyicidir. Endüstriyalizm bir ideoloji olarak ulusallıkla yakından bağlantılıdır. Milliyetçiliğin 19. yüzyılın en gözde ideolojisi ve siyasal eylemcisi haline gelmesini endüstriyalizmden ayrı düşünmek olası değildir. Ticaret burjuvazisi hacim olarak bir ulusu tek başına taşıyamaz. Merkantilizm tek başına ulusu sürükleyecek ekonomik tekel niteliğinden uzaktır. 211
Endüstri tekelleriyle hacim olarak çok genişleyen burjuvazi, artık tüm ulus adına konuşma hakkını kendinde görmeye başladı. Kendi tarihini yeniden yazdı. Felsefi eğilimini netleştirdi. Ulusal kültürü tarihinin bir parçası haline getirdi. Ulusal ordu ve ulusal eğitime damgasını vurdu. Ulusal sanayi burjuvazisiyle kapitalizmin ulus çapında hâkimiyeti, zaferi kalıcıydı. Burjuva devrimi denen kavram tüm bu süreçleri barındırdığında anlam ifade eder. Yoksa tekil İngiliz, Fransız ve benzeri devrimler sanıldığının aksine öyle planlı burjuva devrimleri değildir. Burjuvazinin yaptığı, bu devrimleri kendi çıkarına kullanmak oldu. Endüstri devrimini de bir burjuva sınıf zaferi olarak görmek hatalıdır. Bu devrim de tarihin büyük birikiminin sonucudur. Bencil ve tekelci burjuvazinin her alanda yaptığı gibi bu alana da el koyması, kendini, kârlarını dayatmasıydı söz konusu olan. Nasıl ekonomi sınıf olarak burjuvaziyi gerektirmeyen bir toplumsal alansa, sanayi de sanayi burjuvazisini peşinen gerektirmeyen bir ekonomik alandır. Ticaret tekellerinin yaptığı, ticarete göre tarihsel olarak çok daha fazla kâr getiren bu alana el koymaktı. Gerçek devrimin sahiplerinden hiçbiri burjuva değildir. Ne teorik olarak, ne de pratikte endüstri devriminin hazırlıklarında burjuvazi vardır. Endüstri devrimi ekonominin tarihsel-toplumsal gelişmenin ritmi içinde yaptığı en önemli sıçramalardan biriydi. Tıpkı neolitik dönemin tarım devrimi gibi. Tarihin her döneminde gelişen ekonomik üretim, özü ekonomik tekel olan devleti ve işbirlikçilerini yeni verimlilik alanı üzerinde de en ihtiraslı, gözü kara, gerektiğinde güç kullanmaktan çekinmeyen yeni tekeller haline getirecekti. Ulus-devlet esas olarak bu tekellerde maddi temelini bulacaktı. Bulamazsa da oluşturacaktı. 3- 19. yüzyılın ortaları tarihin dönüm noktalarındandır. Ya burjuvazinin merkezi ulus-devleti kazanacaktı, ya da toplumun bu yeni tekel ve aristokrasi dışında kalan tüm kesimlerinin demokratik konfederatif hareketi. 1640 ve 1688 İngiliz Devrimleriyle 1789 Fransız Devriminde ihtilal güçleri arasında bariz bir ayrım olmasa da, bu iki eğilim esas rol oynuyordu. Fransa Devrimindeki komüncülerle İngiliz Devrimindeki Leveller demokrat eğilimin temsilcileriydi. Bu eğilimler sonra tasfiye edileceklerdi. 1848 Devrimleri tam anlamıyla halk devrimleriydi. K. Marks ve F. Engels'in 1848'e kadar Komü212
nist Lig ve Manifesto çalışmaları yerinde ve tarihi adımlardı. Devrimlerin burjuvazinin ihanetiyle ve her tür gerici güçle uzlaşması sonucu yenilgiye uğramaları ilk stratejik kayıp oldu. Halkların baharı kısa sürdü ve tekrar karakış bastırdı. Burjuvazinin devrimciliği de anlık çıkarlarıyla bağlantılıydı. Başarsaydı, siyasi iktidarı erkenden ekonomik tekele dönüştürebilecekti. Her şeyi kaybetmektense, eldekini korumasını ve sınırlı kazanımlarla yetinmesini bildi. Eski krallık yanlıları ve aristokrasi de umduğunu bulamamıştı. Bir nevi denge gücü olarak ulus-devlet bu süreçte daha da güçlenecekti. Ekonomik ve siyasi tekellerin merkezi ulus-devlet ittifakı daha sonraki süreci belirleyecekti. 1861 ve 1871, İtalyan ve Alman ulus-devletinin resmi ilanıydı. Sıra diğer ulus-devlet ilanlarına gelecekti. Yeni devrim dalgası umdukları gibi gelmeyince, Marks Londra'ya çekildi. Kapitali incelemeye koyuldu. Enternasyonal denemesi, bir dernek çalışmasıydı. Alman komünistleri merkezi ulusdevleti esas almakla (Marks ve Engels dahil) objektif olarak yenilgiyi kabul etmiş oluyorlardı. Bunalım teorileriyle kapitalizmin düşüşüne göre program, örgüt, strateji, taktik dersleri giderek topluma karşı kapitalizmle aynı modernite kalıpları içinde (endüstriyalizm ve ulus-devleti meşru görme) uzlaşarak, ekonomizm denilen tekelden pay alma hareketine dönüştü. Ekonomizm, sanayi tekellerinin ekonomik ve ulus-devlet programının kabulü anlamına gelir. Sovyet Devrimi de daha öncekiler gibi tekelci devlet kapitalizmi + ulus-devlet programının aleti olmaktan kurtulamadı. Zaten Çin Devrimi de uzun kargaşadan sonra aynı rotada Çin ulusdevleti + Çin tekelci kapitalizmi + küresel tekel uzlaşmasıyla aynı akıbeti paylaşmaktan kurtulamadı. Ulusal kurtuluş devrimleri dediğimiz kategori daha sığ modernist zihniyet bağlantılı devrimler olup, sanayileşme ve ulus-devleti azami programları olarak belirlemişlerdi. İçlerinde çok sayıda reel-sosyalist örnekler olsa da, ortak program aynıydı. Yüz elli yıllık bilimsel sosyalizm adıyla yürütülen hareketin temel başarısızlık nedeni, Aydınlanmacı moderniteyi aşamaması ve demokratik moderniteyi teorik, programatik, stratejik ve taktik olarak oluşturup yürütecek gücü gösterememesidir. Daha doğrusu, bu niyeti bile taşımamasıdır. Bütün göstergeler bu hareketin küçük 213
burjuva karakterli, dar ufuklu, zafer sarhoşluğu kadar düzene kolay teslim olan özelliklerinde birleşmektedir. Anarşistler bu süreci protesto etmişlerdi. Ama özellikle Bakunin, Proudhon ve Kropotkin'in önemli eleştirileri ve program önerilerinin kendilerini örgütleyememeleri, ideolojik darlıkları ve toplumu yüzeysel tanımaları, ayrıca bireysel eylem anlayışları nedeniyle siyasi alternatif haline gelemediler. Tarihsel sürece müdahaleleri istenen başarıyı getiremedi. Her iki akımın esas zafiyeti ise, Aydınlanmacı felsefeyi olduğu gibi benimsemeleri ve pozitivist bilimciliğe dogmatik bağımlılıklarıydı. Başarısızlık ideolojik nedene daha çok bağımlıydı. Murray Bookchin, 1850'lere kadar Avrupa'da kent ve köy emekçilerinin demokratik konfederasyon eğilimlerinin çok güçlü olduğunu, sosyalistlerin merkezi ulus-devlet anlayışına teslim olmasıyla bu şansın hepten kaybedildiğini söylerken, toplumsal alanda olup bitenlere daha doğru teşhis koyar gibidir. 4- Alman ulus-devletinin 1870'te ilanındaki büyük tehlikeyi büyük filozof (kendisini kapitalist çağın en güçlü muhalif peygamberi olarak tanımlamak yerinde bir tespittir) Nietzsche ilk fark edenlerdendi. Sosyal-demokratlar dahil tüm aydınlar bu gelişmeyi alkışlarken, o bundan insanlığın büyük kaybını görüyordu. Yanılmıyorsam yorumlarının özü şöyledir: "Tanrılaşan devlet, karıncalaşan emekçiler ve bireyler, karılaşan, iğdiş edilen toplum." Proudhon'un vatandaşlık eleştirisi daha çarpıcıdır. Sanki günümüzdeki bireyi çok önceden görmüş gibidir. Max Weber modernite etkisindeki toplumu 'demir kafese kapatılmış toplum' olarak tanımlar. Çok daha ürkütücü tanımlar roman dünyasında yapılmıştır. Toplum ulus-devlet kapanına kıstırılınca benzeri yorumlar artacaktır. Fakat tüm bu eleştiriler, öngörüler toplumun somut bir çözümünden ve özgürlük programından uzaktır. 16. yüzyıldan 20. yüzyılın sonlarına kadar halklar, aydınlar tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak direniş de gösterdiler. Geçici birçok başarı da elde ettiler. Fakat kapitalizmin finans tekeller çağındaki küresel hegemonyası bütün gücüyle ayaktayken, demokratik modernite eğiliminin büyük çözümleme yetersizlikleri, program, strateji, örgüt ve eylem hattındaki yanlışlık ve eksikliklerinden kurtulamadığını kanıtlamaktadır. 214
5- Modernitenin üç ana unsurunu eşit ağırlıkta çözümlemek, bu temelde alternatif olarak demokratik modernitenin ana unsurlarını büyük entelektüel, aydınlanma ve toplumsal her tür hareketle yürütmek her uygarlık döneminin vazgeçilmez, ertelenmez görevidir. Kapitalizmin eleştirisi haddinden fazla eksik, yanlış da olsa yapıldığından, okun ucunu ulus-devlete yöneltmek, bunu endüstriyalizmin eleştirisiyle tamamlamak, üçüncü tekelci finans çağında demokratik, özgür ve eşitlikçi toplum mücadelesindeki önemini ağırlaştırarak korumaktadır. Kendi payımıza düşeni sunmaktayız. Ulus-devletin gerek oluşturulmasındaki, gerek sürdürülmesindeki zamk görevinin her türden milliyetçilik tarafından yürütüldüğünü belirlemek artık zor değildir. Bu durumda milliyetçiliği özgün rolü olan ideolojik bir unsur olarak değerlendirdiğimize dikkati çekerim. Pozitivist-laik ideolojinin dinselleştirilmesi demek daha uygun düşer. Sistemin doğuş aşamasında pozitivist ve laik yaklaşımlar demokratik modernite zihniyetinden çok uzak da olsalar, geleneksel dogmatizmin aşılmasında olumlu rol oynadılar. Bilimsel yorumun gelişmesinde payları vardır. Fakat sistem, 19. yüzyılın ortalarından itibaren bir yandan siyasi ve ekonomik zaferini sağlamış olması, diğer yandan demokratik eylemin devam eden tehdidi nedeniyle her uygarlıkta rastlandığı gibi ideolojik yönden dinselliğe kaydı. Bu ihtiyacı da fazlasıyla milliyetçilik yerine getiriyordu. Ulus-devlete ilişkin giriş kabilinden bu ön açıklamalardan sonra, konunun önemine binaen daha somut ve ayrıntılı bir çözümlemeyi denemek hayli öğretici ve gerekli olmaktadır. a- Daha kapsamlı tanımlarsak, kapitalist modernite döneminde toplumun tüm bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtlarının ve vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus-devlet demek mümkündür. Buradaki belirleyici kavram, toplumun tümüne yayılmış iktidar olgusudur. Daha önceki tüm devletlerin meşruiyeti kendi kurum ve kadrolarıyla sınırlıydı. Ulus-devlette bu sınır aşılır. Vatandaş denilen veya devletin kendi ideolojik, kurumsal ve ekonomik çıkarlarına göre oluşturmak istediği bireylerin, sanki devletin hak ve görevleri olan birer üyesiymiş gibi devletleştirilmesi, ulus-devletin özüdür. Vatandaşın oluşturulması, ulus-devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunun için ideo215
lojik, siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, cinsiyet, askerlik, din, eğitim, medya gibi birçok unsurdan yararlanmaya çalışılır. 1- En etkili ideolojik araç milliyetçiliktir. Yeni din değerindedir. Milliyetçilik ulus-devlete, 'tanrının yeryüzündeki hali' gibi kutsallık atfetmektedir. Devlete ölümüne bağlanmak, onu en üst değer olarak benimsemek yeni dinin gereğidir. 2- Siyasi iktidarın çekiciliği ve etki gücü, bireyi vatandaş kılmak için yoğunca kullanılır. Siyasi partiler özellikle bu amaçla rol ifa eder. İktidara kapılanmak, "Devlet benimdir" demek birey için güvenlik ve itibarın en kestirme yoludur. 3- Devletin ekonomik tekel niteliği sanayi devrimiyle daha yaygınlaştığı ve sanayi tekelciliği çok geliştiği için, neredeyse toplumun yarısı devlet kurumlarında işçi-memur olarak istihdam edilir. Kendi başına bu durum toplumun büyük kısmını ulus-devlet üyesi, yani vatandaşı olmak için yarış durumuna sokar. Özel denilen tekelleri ulus-devlet tekellerinden ayırmak güçtür. İkisi arasında çok sıkı birlik, ortaklık hali mevcuttur. Devlet tekelinin nerede başlayıp nerede bittiği ile özel tekelin yeri arasında ayrım yapmak güçtür. Özel tekeller kârın yarısından çoğunu devlete verirken, devlet de bir nevi modern iltizamlar olarak kendilerine sınırsız kolaylıklar sağlar. Dolayısıyla özel tekellerin bireyi vatandaşlaştırması devletten bazen daha da gericidir. Çünkü işsiz bırakma bahanesiyle istediği kıvamda eğitmesi çok kolaylaşır. Sendikaların son dönemlerinde tutuculaşıp ulus-devletçi kesilmesi de bu gelişmelerle bağlantılıdır. İşçilik reel-sosyalizmle adeta ulus-devletin militanı haline getirilir. 4- Hukukun vatandaşlıkla ilişkisi çok somuttur. İşini yürütmek isteyen her birey nüfus kimliğine sahip olmak zorundadır. Kimlik zaten kendi başına devlet vatandaşlığı anlamına gelir. Devlet üyesi olunduğunun simgesel ifadesidir. 5- Tarih boyunca canlı tutulan iktidar ve devlet bilinci, yani geleneği vatandaşlık biçimlenmesine açık ki önemli katkılarda bulunur. 6- Cinsiyetin etkisi babanın aile ocağında devletin temsilcisiymiş gibi algılanmasından ileri gelir. Evde her erkek kadınlar karşısında devlet demektir. Bu algılanma toplumun bütünlüğü açısından da geçerlidir. Ulus-devlet bu algıyı daha da eğitip kendisine uyarlamaya çalışır. 216
7- Askerlik kurumu ulus-devletin en temel değer olarak bireyin kimliğinin beyin ve duygularına kazılarak yeniden yetiştirildiği devlet kurumlarının başında gelir. Her ulus-devlet kurumunun benzer işlevi vardır. Ama hiçbiri askeri kurumun rolüne erişemez. 8- Din, ulus-devlet sürecinde milliyetçiliğin en çok kullandığı, direkt ulus-devlet dinine dönüştürüldüğü araç konumundadır. Din hem ulusallaştırılarak, hem milliyetçileştirilerek, ulus-devlet döneminde toplumsal kurum olarak ahlaki özüne en ters düşmüş konuma düşürülür. Seküler milliyetçiliğin dışında kalan toplum kesimlerini dini milliyetçilikle, eski tanrının yeni haliyle bilinçli veya kendiliğinden kulu halinde bütünleştirerek bir nevi kendi iç ihanetini de yaşamış olur. Din-laiklik çatışması bu ihanetle yakından bağlantılıdır. 9- Eğitim ilkokuldan üniversiteye kadar bireyi vatandaş kılmakta en etkili modernite kurumudur. Askeri kurumlarla bu konuda yarış halindedir. Kapitalist modernite için en aptallaştırılmış, tüm tarihsel-toplumsal gelişim ve değişimin farklılaşarak oluşturulan değerlerini önce dinciliğin, sonra milliyetçiliğin süzgecinde, resmi ideolojinin potasında yoğrulan vatandaş yetiştirmek bu kurumların öncelikli hedefidir. Bu konudaki softalık ortaçağ skolastiğini fersah fersah geride bırakmıştır. 10- Medya modernizmin en etkili beyin ve yürek yıkama aracıdır. Bu aygıtlar iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklardan yararlanan ulus-devlete dilediği vatandaşı yetiştirmekte büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Özellikle üç (S)lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilerek, özünden boşaltılarak topluma sunulmasında ve böylece en aptal, banal, afyonlanmış vatandaş oluşumunda medya başat rol oynamaktadır. Ana başlıklar halinde daha da çoğaltabileceğimiz bu araç ve yöntemlerle tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir vatandaş tipi yetiştirilmektedir. Esas yaşam hedefi bir araba + aile (karı veya koca bulmak, bir iki çocuk sahibi olmak) + daire sahibi günlük standart tüketici olabilmektir. Toplumsallığın anlamı en sufli (bayağı, aşağılık) bireyci ihtiraslar için rahatlıkla bir tarafa bırakılır. Hafızasızlaştırıldığı için tarihten de kopmuştur. Tarih sandığı, milliyetçi ulusal klişelerdir. Felsefesizdir ya da en dar faydacılık dışında bir mutluluk felsefesinin olabi217
leceğine hiç inanmaz. Görünüşte moderndir. İçerikte ise en kof, içi boşaltılmış, en karanlık emeller (faşizm) için koşmaya hazırlanmış 'vatandaş sürüsü', 'kitle toplumu' bireyi, daha doğrusu BİREYSİZLİĞİ söz konusudur. Faşizme gidişte bu vatandaş tipinin oynadığı role ilişkin çok sayıda değerli roman yazılmıştır. Bu konuda çok ünlü yazarlar vardır. Özellikle soykırım çözümlenmesine dayanan bu romanlar çok öğreticidir. Son dönemlerde postmodernizmin etkisi altında yapılan 'yurttaş' eleştirileri de oldukça aydınlatıcıdır. Demokratik modernitenin önündeki en temel engellerin başında bu tip vatandaşı üreten ulus-devlet ve toplumu gelir. Dolayısıyla demokratikleşmenin başta gelen görevlerinden biri, bu tip bireysizliği (çünkü gerçekte birey yok sayılmaktadır) doğuran ulus-devlet ve toplumunu çözümleyerek, demokratik uygarlığı inşa edecek eşitlikçi, özgür, demokrat bireyleri (özgür yurttaşı) yetiştirmektir. b- Ulus-devletle faşizm arasındaki ontolojik bağı görmek çok önemlidir. Faşizm konusunda yapılan en temel hatalardan biri, ulus-devlet sistematiğiyle bağını ya hiç görememek, açıklayamamak, ya da mızrak çuvala sığmadığında bir iki kalem darbesiyle geçiştirmek olmuştur. Halbuki taslak halindeki bu çözümlememiz bile faşizmin Aydınlanma ideolojisi ile (pozitivist laik ideolojiler dahil) olan kökten akrabalığını ortaya koyabilmiştir. Resmi modernitenin temel iktidar biçimi ulus-devlet olduğu gibi, yeni dini de milliyetçiliktir. Ulus-devlet milliyetçiliğinin süzgecinden geçen toplumlar, sürekli faşizm üretmeye hazır toplumlardır. Faşizmi ulusdevletsiz düşünmek mümkün değildir. Tabii ulus-devleti de ekonomik tekelciliğin (ticaret + sanayi + finans) yoğunlaşmış ifadesinden ayrı düşünmek mümkün olmadığı gibi. Hitler faşizminin kökenlerini Alman ideolojisinde görmek zor değildir. Alman burjuvazisi için tek çıkış yolu, ulus-devlet olarak tekelci yoğunlaşmaydı. 19. yüzyıl boyunca hem ideolojik, hem maddi alanda bu devlet tipini üretmek Alman burjuvazisi ve ideologlarının en önemli işi ve başarısı olmuştur. Hikâyesi uzundur. Anlatacak durumda değilim. Bunda Yahudi sermayesinin ve ideologlarının da payı elbette küçümsenemez. Almanya'da Yahudi ve Yahudicilikle Alman milliyetçiliği ve faşizmi arasında diyalektik 218
bağ olduğunu yüzlerce araştırma doğruladığı gibi, teorik yaklaşımımız da bu ilişkiyi kanıtlamıştır. Alman modeli daha sonra tüm milliyetçilikler ve ulus-devlet hareketlerinde esin kaynağı olmuştur. Sosyalistler başta olmak üzere, tüm anti-faşistlerin en büyük zaafı, ulus-devlet + tekeller (devlet ve özel tekel) + faşizm arasındaki sistematik bağı görmemeleridir. Dahası da genel olarak kapitalist moderniteyle faşizm arasındaki ontolojik bağı çözememeleridir. c- Ulus-devlet ve Sovyetler Birliği meselesi önemini halen koruyan ve çözümünü bekleyen diğer bir konudur. Daha Marks ve Engels döneminde işçi sınıfı için temel mücadele çerçevesinin Alman merkezi ulus-devleti olarak benimsenmesi tüm yanlışlıkların anası olmuştur. Almanya'da 19. yüzyıl ortalarına kadar çok güçlü olan kent ve köy isyanlarına dayalı demokratik konfederatif oluşumlar gerici bulunarak merkezi ulus-devletin desteklenmesi, bizzat Marks ve Engels'in görüşleri arasındadır. Bu konuda Bakunin ve Kropotkin'in eleştiri ve görüşleri bence güncelliğini halen korumaktadır. Marks ve Engels'in bu saptamaları, Birinci ve İkinci Enternasyonal'in düşük doğum gibi gerçekleşmesinin temel nedenidir. Objektif olarak Alman sanayi burjuvazisiyle yapılan bir ittifak vardır. Zaten bu husus açıkça yazılmıştır. Sonuç, ulus-devlet içinde erimedir. Marksizm'in yüz elli yıllık öyküsü, bu hatanın kurbanı olma öyküsüdür. Sovyetler deneyimi ve günümüz Çin'i bunun en kanıtlayıcı örnekleridir. Rusya'da daha 1920'ye varmadan Sovyetler'in demokratik yapısı sona erdirilmiştir. Geriye ulus-devlet modeliyle tek ülkede sosyalist inşa yolu kalmıştır. Bunun için tüm muhalifler tasfiye edilmiş, demokratik güçlerin başında gelen köylülük yok edilmiş, aydınlar susturulmuştur. Ortaya çıkan, modern 'Firavun Sosyalizmi'dir. Demokratik modernite akıllara bile gelmemiştir. Daha doğrusu engellenmiştir. O demokrasi de yine düşük doğum halinde 1990'lardan sonra gündeme gelecektir. Aynı dönemin Hitler faşizmi karşısında Stalin faşizmi demeyi doğru bulmam. İkisi farklı kanallardan gelen hareketlerdir. Ancak SSCB örneği Sovyet deneyiminin sosyalizm olmadığını, demokratik uygarlığı esas almayan bir sosyalizmin gerçekleşemeyeceğini en çarpıcı biçimde sunan tarihsel bir deneyimdir. 219
Mao'nun demokrasiyle ilgilendiği olmuştur. Sovyetler'i eleştirisi önemlidir. Kültür devrimi bir şeylerin yanlış gittiğinin kanıtıdır. Ancak Mao'nun ne bilinç seviyesi, ne de dayandığı araç ve yöntemler Marksçı yanılgıyı ve Sovyet deneyimini aşacak güçte olmamıştır. Bugünkü Çin bu konuda çok şeyi açıklıyor. Çoğu reel-sosyalist çizgide gelişen ulusal kurtuluş hareketleri, daha başında ulus-devleti azami programları saymışlardır. Gerçekleştirdikleri bu modelin ancak ABD, AB, IMF, Dünya Bankası gibi ana kapitalist tekellerle işbirliği halinde ayakta durabildiği göz önüne getirildiğinde, antidemokratik ve gittikçe tutuculaşan yapılarına şaşmamak gerekir. En hazin örnek Saddam'lı Baas sosyalizmidir. Anlamak isteyenler için altın değerinde bir örnek olaydır. Sosyal-demokratların 'refah devleti' zaten ulus-devletten farklı bir şey değildir. Yine dünyada bu konuda da önderlik eden Alman sosyal-demokratları, ekonomizmleriyle kendi ulus-devletlerine Hitler'in verdiği zarardan daha çok kâr sağlayarak muhkem yerlerini hala korumaktadırlar. Ama dünya demokratik hareketini de 'iğdiş edip' kendi burjuvalarının yedeğine verme karşılığında! d- Ulus-devletin en vahim sonuçlarından biri de kültürel miras üzerinde yol açtığı tarihte eşi görülmemiş yıkım, tasfiye ve asimilasyon hareketidir. Ulus-devletin en ayırt edici özelliklerinden biri, hakim bir ulus-etnisitesine dayanarak, kendi dışındaki tüm diğer etnisiteleri binlerce yıllık kültürleriyle (tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet Hitler'in baş sloganıydı) yok sayması ve buna dayalı yıkım, tasfiye ve asimile etmedir. Tarihte hiçbir baskıcı ve ideolojik gücün başvurmadığı bu hareketler ulus-devletin yapısıyla ilgilidir. Tek tekli başlayarak hep birbirine benzeyen vatandaşlar ve kurumlardan ibaret tek renkli, ya simsiyah ya bembeyaz bir çöl yaratılması esas kültür politikasıdır. Darwinizm, yani biyolojizm topluma da uygulanmak istenmiştir. Pozitivizmin en vahim günahlarından biri de bu alana yöneliktir. En güçlü kültürün diğer tüm kültürleri eritmesini evrim kuralı saymaktadır. Tabii insanın milyonlarca yıllık evrimi yok sayılarak ya da yok edilerek! Günümüzde kültürün gittikçe sığlaşması, büyüleyiciliğini kaybetmesi, sır veremez duruma düşmesi, ilham verici olmaktan çık220
ması, kültürel gelenek üzerinde ulus-devletin yürüttüğü buldozer hareketi dolayısıyladır. Binlerce dil, on binlerce kabile, aşiret, kavim, arkeolojik miras, farklı yaşam biçimi, yani kültürler hep bu tek kültür soykırım politikasının kurbanı olmuşlardır. Bunun nerede duracağı da belli değildir. Tek tip ve renkten ibaret ulus-devlet, ulus-birey ve ulus-toplumun kültürü sadece faşizm üretmekle kalmaz; yaşamı çölleştirerek sadece savaşacak hedef arayan bir canavarlaşma sürecine sokar. Sonuç içinden çıkılmaz etnisite, din, dil ve diğer kültür savaşlarıdır. Günümüz bu savaşlarla çalkalanmaktadır. Hitler bu savaş kültürünün başlangıcı ve simgesel değeridir. Günümüz bu simgeselliğin gerçeğe dönüşmüş halini yaşamaktadır. Yine öğrenmek isteyenler için altın değerinde olan Irak ve bu ülkede olup bitenler ortadadır. Ulus-devlet sadece İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi devletlerle ve öne çıkmış kültürlerle bir siyasi, askeri savaş hareketi değildir. Tüm tarihsel-toplumsal geleneğe ve gelecekte umut vaat eden, farklı olan her yeni oluşuma karşı kütlesel bir sosyal savaş hareketidir. Ulus-devletin kuruluş mantığında, ekonomik, sosyal ve siyasal hedefinde olan tek ulus, tek devlet, tek dil, tek yurt gibi devam eden tekli dizelerin varlığı sürekli, bazen gizli bazen açık, bazen kanlı bazen demagojik, her cephede süren kalıcı savaş halinden başka anlama gelmez! e- Ulus-devlet siyasi alanda da tek tipleşmeye özen gösterir. Farklı ulusal kimliklere yer olmadığı gibi, farklı siyasi oluşumlara da yer vermez. Merkezi devletten, diğer deyişle üniter yapı olarak da adlandırılan devletten kasıt, demokratikleşmenin temel koşullarından olan kendi farklılıkları temelinde siyaset yapmayı olanaksızlaştırmaktır. Bunu devletin bütünlüğüne tehdit sayar. Yerel yönetimlere asgari yetkilerin tanınmasını bile bu kapsamda kuşkuyla değerlendirir. Merkezi bürokrasi ana gücünü ve gövdesini oluşturur. Ulus-devlet modern bürokrasinin yarattığı devlettir. Tüm toplumu demir kafeste gözaltında tutar. Partiler ve sivil toplum konusundaki temel şartı, devlet politikalarıyla özdeş hareketleridir. Dolayısıyla demokrasinin vazgeçilmez bir ilkesi olan çoğulculuk gereği farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik örgütlenmelerin gelişmesi tehdit nedeni olarak hep takipte 221
tutulur. Seçenek oluşturmalarına, böylelikle yönetimde yer bulmalarına olanak tanınmaz. Ulus-devlet, yapısı gereği siyasi çoğulculuğa karşıt olduğundan antidemokratiktir. Ulus-devlet kapsamında demokrasi ve sosyalizm anlayışlarının (reel sosyalizm ve diğerleri) bir türlü gelişememeleri ve tasfiye olmaları, belirttiğimiz gibi ulus-devleti ya savunmalarından ya da ona teslim olmalarından kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet ve demokrasinin, farklı birimler olarak ilkeli bir uzlaşmaya varmaları halinde, demokrasiye açık bir yapıdan bahsedilebilir. f- Ulus-devlet sadece birey bazında tek tipleşmeyi yaratmakla kalmaz; tüm toplumsal bütünlüklere de tek tipleşmiş bir zihniyet ve duygu dünyasını aşılar. Böylelikle kendi iktidarını hem tüm topluma yayar, hem de tek tip toplumu, ulus-devlet toplumunu yaratmış olur. Korporatif (faşizmin toplum modeli) bir toplum oluşturmayı hedefler. Toplumun iktidarlaşmasını yanlış anlamamak gerekir. Tersi doğrudur. Ulus-devlet tüm toplum gözeneklerine kendi ajan kişi ve kurumlarını yerleştirerek, iktidarını derinliğine ve genişliğine çoğaltmayı esas alır. Güdülen toplum ancak bu yöntemle gerçekleşir. Yani iktidarın topluma yayılımı, tüm topluma karşı savaş anlamına gelir. Yoksa toplumun iktidarlaşması anlamına gelmez. M. Foucault bu noktayı önemser. Karısı üzerinde egemen erkeklik bir ajanlık kurumu olarak bu rolü oynar. Toplumsal cinsiyet seks politikalarıyla bir veba hastalığı gibi topluma yayılarak toplumla savaşılır. Özellikle kadın derinliğine köleleşir. Erkekleşmeyi özgürlük sanması yenilmiş kadınlıktır. Hem de en derinliğine! Toplumda spor ve sanatın işlevi de artık ulus-devletin hizmetinde toplumla savaşın etkili ajan kurumları haline dönüştürülmüştür. Özellikle popüler kültür ve spor programları bu amaçla genişçe kullanılmaktadır. Seks, spor ve sanat alanlarının bilinçli olarak küresel sermaye tarafından içi boşaltılarak en etkin toplumsal ajan kurumlarına dönüştürülmeleri, son dönemin en etkili topluma karşı savaş hareketleri olmalarına yol açmıştır. Bu değerlendirmeyi sunarken, şüphesiz kendi öz varlıkları itibariyle cinsel, sportif ve sanatsal etkinliği mahkûm etmiyoruz. Tersine, toplumun esenliği için büyük bir etik değer temelinde bu alanların toplumun hizmetinde kullanılmaları demokratik uygarlığın temel görevlerindendir. 222
Spor sağlıklı toplum için bir eğitim aracı iken, ulus-devletler bağlamında devletin şan ve şeref aracına indirgenmiştir. Sanki savaştaymışçasına, spor sadece bir yenme ve yenilme ikilemine sıkıştırılarak iktidarın savaş aracına dönüştürülüyor. Özellikle futbol sporu ulus-devletler için bu amaçla bir iktidar tekeli olarak kullanılmaktadır. Spor hem ulus-devletleştirilmiş, hem topluma karşı etkili savaş alanına dönüştürülmüştür. Sanat hem devlet hem özel tekellerin el attıkları ikinci önemli bir toplumsal savaş alanıdır. Özellikle pop kültür ve arabesk kültürü toplumun eğlence kültürü tarafından tutsak edilmesinde etkili rol oynamaktadır. Adeta bir starlar ordusu toplumu ateş altına almış gibidir. Klasik sanat gözden düşürülüp, halk kültürü popülerleştirilme yoluyla binlerce yıllık esas fonksiyonundan uzaklaştırılmakta ve imha edilmesinde tersine rol oynayan bir araca dönüştürülmektedir. Seks veya cinsellik tarihte hiç olmadığı kadar toplumla savaş nesnesine dönüştürülmüştür. Seks kadar hiçbir araç topluma karşı savaşta etkin rol oynayamaz. Kaos ve Özgürlük Sosyolojisi'nde kapsamlı tartışmayı umduğum bu konuda parantez içi bir not olarak şu kadarını belirteyim ki, her erkek için cinsel eylem bir iktidar eylemine dönüştürülmüştür. Cinsel eylem yaşamın ve cinsin devamı için biyolojik işlevinden çıkarılıp veya saptırılıp, toplumsal ve siyasal alanda erkek egemen iktidarın sınırsız çoğalma ve yayılma işlevine dönüştürülmüştür. Cinsel eylem iktidar eylemine dönüştürülmüştür. Tüm homo ve hetero vb cinsel ilişki biçimlerinde iktidar ilişkisi belirleyici rol oynamaktadır. Tarihsel temeli yaygın bulunmakla birlikte, hiçbir toplum ve devlet biçiminde ulus-devlet ve toplumunda olduğu kadar sistemli, yaygın ve iktidar amaçlı (dolayısıyla köleleştirme amaçlı) derinliğine ve genişliğine çoğaltılıp uygulanmamıştır. Toplumsal cinsiyet, toplumsal ve siyasal iktidar olayı ilişkisi ve olgusudur. Ulus-devlet hem aile içinde, hem dışında cinselliğe yönelik yürüttüğü politikalarla tam bir iktidar sapıklığına yol açmıştır. Kadın kendini seks metası olarak, erkek ise cinsel iktidar aracı kılarak, hem kendilerini hem toplumu sadece ahlaki buhrana sürüklemiyorlar, iktidar savaşının kurbanı haline de getirmiş oluyorlar. 223
Medya bu üç alanda da savaşın en etkili aracı konumundadır. Hiçbir araç tekellerin kontrolündeki medya kadar topluma karşı savaşta tahripkâr rol oynamamıştır. Demokratik uygarlık tarafından kullanıldıklarında da şüphesiz çok etkili demokratikleşme aracı rolünü oynama konumundadırlar. Ulus-devletin hapishane, hastahane politikaları da özenle oluşturulup, kendi iktidarını güçlendirmede ve toplumu tutsak kılmada etkili rol oynarlar. Hapishane ve hastahane yollarına düşenler, iktidar karşısında maddi ve manevi birçok değerlerini yitirmeyle karşı karşıya kalırlar. Ulus-devlet kılcal damarlarına kadar kendi iktidarını topluma dayatırken, aslında sonun sonuna geldiğini itiraf etmiş olmaktadır. Bu duruma gelmiş iktidar son noktada yere çakılmaktan kurtulamaz. Gerekli olan, demokratik uygarlığın etkili demokratikleştirme, örgüt ve eylem anlayışını toplumun tüm bütünlüklerinde, yani alanlarında yayıp uygulamaktır. g- Ulus-devlet esas olarak orta sınıfa oynar. Sınıf temeline ortayı alır. Başka tür gelişmesi teorik olarak mümkün olsa da, pratikte gerçekleşemez. Ulus-devlet orta sınıfın modern tanrısıdır. Kendi zihniyet ve tutkularında bu tanrıya hep kavuşacağını (görev ve çıkar sağlayarak) hayal ederek yaşar. Eskiçağ tanrılarına toplum nasıl içyüzünü bilmeden tapınıyor idiyse, günümüz modern orta sınıfı da tanrısını aslında (kapitalist modernite bağlamında) tanımamaktadır. Fakat ondan başka seçeneği olmadığının da farkındadır. Ya bürokrasisinde, ya tekellerinde (mesleki formasyon gereği) görev almak kurtulmuşluk anlamına gelir. Toplumu kendisinden ibaret sayar. Çok bencil bir sınıftır. Liberaller orta sınıfı demokrasinin temel şartlarından sayarlar. Ancak tersi doğrudur. Orta sınıflar demokrasinin değil, faşizmin malzemelerini derlediği depodur. Nasıl ki faşizm ve ulus-devlet ilişkisi yapısalsa, faşizmle orta sınıf ilişkisi de yapısaldır. Faşizmin kapitalist tekelin yapısal ilişkisi olması, orta sınıfa ilişkin bu yargıyı değiştirmez. İstisnalar olması sadece esas eğilimi doğrular. Liberal demokrasi esas olarak orta sınıfa oynarken, en büyük demokrasi oyununda gerçek demokratik toplum güçlerine üstünlük sağlayarak demokrasinin içeriğini boşa çıkarmayı hedefler. Liberal burjuvazi, liberal demokratlar ancak güçlü demokratik gelişmeler 224
ortamında sol kanat olarak olumlu kılınabilir. Dikkat edilmesi gereken, orta sınıf sapkınlığıdır. Kapitalizm toplumun demokratikleşme mücadelesi karşısında orta sınıfı kullanmada büyük deneyim kazanmıştır. Tavizler vererek, hayaller uyandırarak, toplumun alt zeminine karşı sürekli korkutarak iç politika yürütmeyi esas alır. Ulus-devlet bu anlamda orta sınıfın yoğunlaşmış savaşıdır. Yine bu anlamda ulus-devlet orta sınıfın savaş ilahıdır. Öyle anlar, öyle hayal eder, öyle tapınır. Bu tanrı ve yoğunlaştırdığı savaşına karşı demokratik güçlerin kendi öz zihniyet ve eylemlerini yaratmaktan başka seçenekleri yoktur. Bu tanrıya karşı tek seçenek ise, özgür yaşamın kendini en kutsal seçenek kılmasıdır! h- Ulus-devleti değelendirirken, bazı devlet biçimleriyle karşılaştırmak ve kendi içinde farklı modellerini tanımak aydınlatıcı olacaktır. Ulus-devletin kavram ve kurum olarak cumhuriyetle bir tutulmaması önemlidir. Her cumhuriyet ulus-devlet değildir. Hatta krallıklar da ulus-devlet olabilir. Cumhuriyetlerden bazıları ulus-devlete dönüşebilir. Cumhuriyet daha çok demokrasiye açıktır. Toplumla ilişkileri ulus-devlet tarzında değildir. Tekellere karşı daha mesafelidir. Cumhuriyet bir ittifak, uzlaşma rejimi iken, ulus-devlet tek taraflı dayatma ve toplumu dilediği gibi oluşturma rejimidir. Cumhuriyet kendi ittifaklarına ve toplum dengesine dikkat ederken, ulus-devlet her tür ittifak ve dengeyi bozarak tekleşmeyi, merkezi otoriteyi azamiye çıkarmayı; farklı siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel değerleri, anlayışları eritmeyi hedef alır. Cumhuriyet paylaşılabilir. Birçok farklı görüşler, kültürler, etnisiteler, siyasal oluşumlar, yerel, bölgesel yönetimler cumhuriyet çatısında yer bulabilirken, ulus-devlet zihniyet ve yapı olarak bu farklılıklara, bütünlüklere karşıdır. Ulus-devleti modelleştirmede sıklıkla üç örnekten bahsedilir. Fransa örneği ilk ulus-devlet modelidir. Ulus-devletin doğum yeri Fransa'dır. Yaratıcısı ve tanrısı Napolyon'dur. Siyasal kimliği esas alırlar. Siyasal ve hukuksal alan güçlendirilerek, Alman tipi bir faşizme kaymama noktasında daha geleneksel bir yaklaşımları vardır. Irk ve hâkim etnisite konusunda bağnaz değildirler. Fransa dilini ve kültürünü paylaşan herkes Fransız ulus-devletinde yer alabilir. Türkler bu modelden esinlenmiştir. Dünyada izleyicileri vardır. 225
Alman modeli kültürü esas alır. Alman ulusuna özgü kültür hem vatandaşlığın, hem ulus-devletin şartıdır. Faşizme daha çok eğilim arz etmesi, Alman ulus-devletinin bu temelde gelişmesiyle bağlantılıdır. Dünyayı etkilemiştir. Türkler bu uygulamadan da etkilenmiştir. Almanlar bu modeli aşmaktadır. İngiliz örneği en esnek olanıdır. İngilizler ne Fransızlar gibi siyasi birliği, ne de Almanlar gibi kültür birliğini esas alırlar. Farklı siyasal oluşum ve kültürlere daha açık bir ulus-devlet örneği sunar. i- Ulus-devleti zamanlama açısından ele almak, değişim ve gelişimini anlamak açısından önem taşır. Kapitalist modernitenin temel devlet formu olduğunu sıkça vurgulamakla tarihsel gelişimi içinde ele almadan rolünü tam anlayamayız. Hollanda ile İngiltere'nin, İspanya ve Fransa'nın imparatorluk emellerini kırmak için daha etkili devlet arayışları ulus-devlet tipini gündeme getirmişti. Hem mali ve siyasi açıdan, hem de özellikle ordunun yeniden inşası, eskinin siyasi ve askeri yapısı karşısında üstünlüğünü gittikçe daha çok kanıtladı. Önce deniz üstünlüğünü sağladılar. 16. yüzyılın sonlarında hâkimiyet, dolayısıyla denizlerde hegemonya Hollanda ve İngiltere'ye geçmişti. 1700'lerin başlarında Fransa'yla İspanya'da hanedanlık üzerine girilen savaşlarda karada da üstünlüklerini kanıtladılar. Fakat Fransa ve Avusturya hanedanları imparatorluk emellerini bir türlü terk etmiyorlardı. Bu onlara çok pahalıya mal oldu. Ulus-devlet şansını kaybediyorlardı. Ayrıca mali açıdan devlet yapılanmaları çok daha pahalıydı. Hollanda ve İngiltere, imparatorluk emelleri karşısında siyasi olarak ulus-devlet inşalarına destek verdiler. Özellikle Prusya Devletini güçlü bir ulus-devlet halinde Avusturya ve Fransa'nın karşısına çıkarmaları etkili bir politikaydı. Diğer etkili bir politika olarak Avrupa'nın tüm muhaliflerini, bu arada ulus-devlet arayışçılarını sürekli destekleyerek rakiplerini yıprattılar. Çünkü ulus-devletlerle baş etmeleri olanaksız gibiydi. Westphalia Antlaşması bu gelişmelerin sonucuydu. Ulus-devlet Avrupa'sı imparatorluk Avrupa'sına karşı giderek zemin kazanıyor ve üstünlük sağlıyordu. Fransa İhtilalinde İngiltere'nin amacı, kendisiyle uzlaşmayan kralı düşürerek muhalifleri yine gündeme sürmekti. Kralla çelişkisi olan herkesi desteklediler. Devrim aslında İngilte226
re'nin bir anlamda (tamamen değil) komplosuydu. Fakat krallık, daha sonra Cumhuriyet ve Napolyon'la ulus-devlete geçiş hesaplarını bozdu. İngiltere Napolyon karşısında kılpayı kurtuldu. Ayrıca Prusya politikası da benzer sonuç vermeyle karşı karşıyaydı. Napolyon örneğinin bir benzerini Türkiye Cumhuriyeti'nin inşasında görüyoruz. İngiltere Almancı İttihatçılara karşı İngiliz yanlısı muhaliflerini destekleyince, aynen Napolyon örneğini tekrarlarcasına, Mustafa Kemal Paşa aradan sıyrıldı. Hem Alman hem İngiliz yanlıları kaybetti. İngiltere'nin benzer çok politik deneyimleri vardır. Bu deneyimler dikkatle incelenmeyi gerektirir. Ayrıca Masonlarla birlikte politika yürüttüğünü de unutmamak gerekir. Ulus-devletin Avrupa çapında zaferi 1861 İtalyan ve 1871 Almanya ulusal birliğiyle birlikte bu iki ulus-devletin doğuşuyla kesinleşti. Bu sefer hegemonya savaşı İngiltere ve Almanya arasına kaydı. 1870-1914 yılları arasında geçen kırk beş yıllık süre her iki taraf için ittifak arayışlarıyla geçti. Birinci Dünya Savaşı Almanya'nın hegemonya emellerine büyük darbe indirdi. İkinci Dünya Savaşı bir nevi intikam savaşıydı. Sonuç Alman ulus-devletinin acı yıkımıydı. Rusya 1917 Ekim Devrimiyle Almanya'nın hegemonya boşluğunu doldurmak istedi. Bunun için Sovyetler hızla ulus-devlete dönüstürüldü. Fakat tecrübeli İngiltere'nin ABD ile ittifakı, Rusya'nın hegemonya emellerini tıpkı Fransızlar ve Almanlarda olduğu gibi boşa çıkardı. 1989'da Sovyetler'in resmen çözülüşü hegemonya iddiasının bırakılması anlamına geliyordu. Üç yüz yıllık İngiltere hegemonyası, 1945'le birlikte ABD'ye küçük müttefiki olarak kalma karşılığında devredildi. Sovyetler'in ABD hegemonyasına karşı ulusal kurtuluş hareketlerini destekleme politikası, 1949-1989 dönemindeki soğuk savaşın bir neticesiydi. ABD ve SSCB arasındaki soğuk savaş ulus-devletlerin altın çağıydı. Aradaki gerginlik ulusdevletlerin çığ gibi doğuşlarını hazırladı. 1914'e kadar Avrupa'da tamamlanan ulus-devlet süreci, 1970 başlarında da esas olarak dünya çapında tamamlandı. İkinci Dünya Savaşı Avrupa ulus-devletlerinin ilk ciddi kriziydi. AB bu krizin ürünü olarak doğdu. Aydınlatılması gereken bir konu, kapitalist modernitenin neden model olarak ulus-devleti geliştirdiğiydi. Tüm anlatımımız bu nedenleri açıklamakla birlikte kısa bir ek, bu modelin imparatorluk 227
tarzı gelişmelere kolay kolay fırsat vermemesiydi. İmparatorluk zafer kazansaydı, kapitalist tekellerin şansı tekrar orta çağlardaki gibi olabilirdi. Bu nedenle canlarını dişlerine takıp, dört büyük imparatorluk emellerine karşı koydular. 1500-1600 yıllarında İspanya, 1600-1870 yıllarında Fransa, 1870-1945 yıllarında Almanya, 19451990 yıllarında Rusya'nın imparatorluk emelleri (buna Osmanlı ve Avusturya İmparatorluklarını da eklemek gerekir) ancak ulus-devlet politikalarıyla boşa çıkarılmıştı. Her ne kadar ulus-devletlere ulusal burjuva unvanı yakıştırılıyorsa da, açığa çıkan gerçeklik ulus-devletin esas olarak uluslararası bir dünya-sistemi peşinde koşan kapitalist tekellerin eseri olduğudur. En sıkı ulusçu geçinen Türkiye örneği bile ancak İngiltere'nin onayı ve ABD müttefikliği ile yürütülebildi. Uluslararası kapitalist sistem olmadan, ulus-devletin doğuşu ve gelişimi düşünülemez. Buna Sovyet ve Çin ulus-devletleri de dahildir. Kurulması ve ayakta kalması etkenlerinin başında, sermayenin kâr güvencesine en iyi politik karşılık olması gelir. Ne zamanki bu özelliklerini yitirdiler, o zaman yavaş yavaş dönüştürülerek önce İngiltere, sonra ABD hegemonyası altında varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Dünya-sistemin (kapitalist modernite ve hegemonun) politikası olmadan, hiçbir ulus-devlet uzun süre ayakta kalamaz. Çünkü bu, sistemin mantığına aykırı olurdu. Aykırı olan çok zor yaşar veya yıkılır. Sovyetler'in ve Çin'in bile ayakta kalabilmek için ABD'yle ne kadar uzlaşmaya ihtiyaç duydukları açığa çıkan diğer bir kanıtlayıcı örnektir. Bu durumda Saddam Hüseyin'in trajik sonunu daha iyi anlayabiliriz. Sistemi tanımadı veya tanımak istemedi. Ayakta kalmak için tek bir şansı vardı, o da Irak'ı çok kapsamlı bir demokratik sisteme dönüştürmekti. Bu şansını ulus-devlet tanrısına olan çok güçlü inancı nedeniyle kullanmadı. İdam sehpasında eski tanrının sözlerinin yazılı olduğu Kur'an'ı elinde tutarken, sistemin yeni tanrısı karşısında imdadına yetişmediği ve kurtarmaya gücünün yetmediği de hazin bir biçimde ortaya çıkmıştı. Fakat sistemin tanrısı, yani Leviathan da Irak bataklığında iyice debeleniyor. Tüm Ortadoğu coğrafyasında zor durumdadır. Avrupa kendisine yeni tanrı arayışındadır. Muhtemelen kendisi için daha barışçı, hukuka yer veren bir tanrı inşa edecektir. AB, dört 228
yüz yıllık uluslaşma ve ulus-devlet tarihi boyunca yaşadığı korkunç savaşların en sonuncusu olan İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere, tüm savaşçı geçmişine tepki olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Ulus-devletin açığa çıkmış muazzam tahrip edici yanlarını evrimci yöntemlerle yeni bir Avrupa vatandaşlığı temelinde ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel alanda geliştirdiği yeni fikir, inanç ve kurumlarla aşmaya çalışıyor. Bu bir nevi özeleştirisel yaklaşımdır. Dikkatle izlenmesi gereken bir süreç olup, nasıl sonuçlanacağı önceden kestirilemez. ABD ise Irak'ta bir nevi ulus-devlet uygarlığının 16. Louis'i (Fransız İhtilalinde giyotinle öldürülen kral) olan Saddam ve rejimini yıkarak, işine gelmeyen ulus-devlete tavrını radikalce ortaya koydu. Daha çok ulus-devleti federatif tarzda (ABD'nin kendi yapısı) yeniden inşa yöntemini deneyebilir. ABD'nin hegemonya ile imparatorluk arasında sıkışması zorlu bir süreçten geçtiğinin kanıtıdır. Ulus-devletleri zayıf bir hegemonyayla idare etmek zordur. Örneğin Türkiye ile ilişkiler gibi. İmparatorluk halinde tecrit olabilir. Roma'nın çöküşü akıllardadır. Fakat ondan başka imparatorluğa cesaret edebilecek başka bir gücün bulunmaması şansı sayılır. Her şey bir çıkmazla karşı karşıya kalındığını gösteriyor. Klasik ulus-devlet hegemonya ile ancak 21. yüzyıl başlarına kadar zorbela var olabildi. AB ilk ama oluşum halinde bir adımdır. Geleceği net değildir. BM sistemi ulus-devletin sanki aynası gibi çıkmazı gösteriyor. Sorun çözme yeri değil, adeta ağırlaştırma organıdır. Diğer bölgesel, kıtasal birliklerin de ulus-devlet engelini aşmaları beklenmediğinden, çözüm olanakları yok gibidir. Ulus-devlet hem içte hem dışta toplumsal sorunların çözüm modeli olmaktan çoktan çıkmıştır. Kaldı ki, kuruluşlarında işgallere karşı ve ilk sermaye birikimleri için uygun bir model olsalar da, günümüzde hem içte bastırdıkları tüm tarihsel, toplumsal, kültürel, etnik, çevre, feministik ve siyasal boyutlu sorunların yeniden başkaldırmaları, hem de uluslararası anlaşmazlıklar karşısında tıkayıcı bir model oldukları yüzlerce örnek olayla açığa çıkmış bulunmaktadır. İsrail-Filistin sorunu bu açıdan derslerle doludur. İkisi de çok katı ulus-devlet modeline bağlıdır. Bir Kudüs sorununu çözmek için ya kenti paramparça etmeleri, ya da birbirlerini sonuna kadar yok etmeleri gerekir. Sistemin kör ve çözümleyici olmayan çık229
mazını bundan daha iyi açıklayan bir örnek bulmak zordur. Kaldı ki Irak, Afganistan ve Lübnan'ın durumu ortadadır. Sırada muhtemelen İran ve başkaları vardır. Ne adil ve insani ne de siyasi ve demokratik olmadığından, modelin şansının da olamayacağı her geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır. Ulus-devlet 1970'lerde zirve yaptıktan sonra ve özellikle SSCB'nin dağılmasıyla derin bir krize girmiştir. Krizi, sistemin sorunlarına yanıt verememesi ve gittikçe engel teşkil etmesiyle kapitalist tekelin gözünde eski itibarını yitirmiştir. AB modelinde krizin evrimle aşılması fazla umut vermiyor. Kapitalist modernitenin genel küresel kriziyle bağlantılıdır. Ortadoğu, krizli halin kaos'a dönüştüğü alandır. Olup bitenler Üçüncü Dünya Savaşı boyutundadır. İkinci bir AB veya BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) bölge gerçekliğine yanıt vermekten uzaktır. Kaos halinin uzun sürmesi beklenebilir. Sistem sahte demokrasi kılıfıyla ulusdevleti yeniden inşa etmeye çalışabilir. Eşitlik, özgürlük ve demokratik güçlerin buna yanıtı olarak demokratik uygarlığın geliştirilmesi en uygun yoldur. Ortadoğu'da Demokratik Kültür ve Kürdistanda Demokratik Medeniyet Çözümü adıyla geliştirmeye çalışacağım savunmamda, bölgenin Demokratik Konfederasyon projesini tartışmaya çalışacağım. j- Ulus-devletin çok köklü bir paradigma olarak epistemolojik (bilgibilimi) yönünü tartışmadan bırakmak ciddi bir eksikliktir. Herhangi bir devletten çok farklı bir paradigmaya dayandığını şimdiye kadar yapılan nitelendirmeler göstermektedir. Thomas Kuhn'un epistemolojiyle ilgili çalışmaları paradigmanın önemini ortaya koymaktadır. Paradigmayla ilgili bu konuda açıklamak istediğim husus, ulus-devletin muazzam çarpıtma gücüdür. Ulus-devletin toplumsal ortamında yetişen birinin bilim açısı, gerçeklere yüzde 90 (kaba tahmin kanımı gösterir) zıttır. Bunun temel nedeni, vatandaşlığın oluşturulma tarzından tutalım, toplumun tüm katlarında yürütülen ulus-devletçi paradigmanın kendi tarih ve toplum bilincini inşa etmesi ve egemen kılmasıdır. Özellikle oluşturduğu ulus ve devlet tarihi (iç içe inşa eder) genel tarihi yadsıdığı gibi, diğer ulus ve devletlerin, toplumların tarihini de büyük oranda yadsır veya çarpıtarak kendi tarihine malzeme yapar, sunar. 230
Bu paradigmadan geçmeyen bir vatandaşın bilim adamı olması, dolayısıyla bilim üretmesi imkânsız olmasa bile oldukça çarpık olup, anlamlı yorumları geliştirme gücüne erişemez. Birincisi, fanatiktir; her şeye ulus-devlet çıkarı açısından bakar. Tüm olgular onun milliyetçilik şablonundan geçmeden anlam bulamaz. Sosyal bilimleri anlamasına imkân yoktur. Şoven ulus perspektifi bilim elde etme şansını çok daralttığı gibi, ancak kabul açılarına denk geldiğinde anlayabilir. İstemediği hiçbir olgu, ilişki ve olay onun ezberini bozamaz. Milliyetçiliğin din olarak tahribatı tam da bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Milliyetçiliğine hizmet etmeyen bir şeyin gerçekliği ona anlamlı gelmez. İlgisi yoktur. Ruh hali, zihni kapalıdır. Ulus-devletin olguları dışında anlam ifade edecek sosyal gerçeklikler bu nedenle ona karşıt görünür. Çünkü sosyal gerçeklik alanında her şey ulus-devletçiliğin gözlüğünde yansımak durumundadır. Bu at gözlüğü de olsa böyledir. Bu gözlük tarihi, felsefeyi objektif düşünemez. Bilimi kavramaya da elverişli değildir. Zihninin katılaşması başlı başına bir engeldir. Kendi ulus-devlet toplumu dışında toplumları da düşünemez. Bu konuda katılaşma objektif gözlemeyi ya çarpıtmakta, ya da hiç ilgilendirmez bir bakışa sürüklemektedir. En bağnaz dincilerden daha bağnaz bir paradigmayla ötekine baktığında ya onu görmeyecek, ya da düşman olarak bakacaktır. Ulus-devlet dünyasının sürekli savaş üretmesi bu nedenledir. Hitler örneği bu konuda da çarpıcı olabilir. Ya Avrupa ve Dünya onun gözünden göründüğü gibi olacaktır, ya da olmayacaktır, yok olacaktır. Bu paradigmanın nasıl şiddet etkenine dönüştüğünü çok sayıda örnekle kanıtlamak zor değildir. Din savaşları da açık ki farklı paradigmalarla bağlantılıdır. Milliyetçilik kaynaklı savaşların bu kadar çoğalması paradigmasıyla, ulus-devletin egemen kıldığı temel bakış açısıyla ilgilidir. Bilgiyi doğru algılayamama, doğal olarak yanlış bilgilenmeye yol açacaktır. O da yanlış karar ve uygulamaları beraberinde getirecektir. Ulus-devletin derin bakış açısına (paradigmasına) sahip hiçbir bilim adamının, başta sosyal bilimler (diğer tüm bilimlerin de sosyal bir kökeni olduğunu unutmayalım) olmak üzere, tüm bilimlerde anlamlı yorum gücüne sahip olması beklenemez. 231
Her şeyi 'ben'leştirmeye çalışan bu zihniyet, 'benim sınırlarım', 'benim toplumum', 'benim ülkem', her şeyde 'ben' diyerek muazzam bir egoizme batmakta, kendini abartarak büyük kılmaktadır. O zaman bu kişilikten hiçbir sağlıklı karar, ilişki ve eylem gücünün çıkmayacağı anlaşılır bir husustur. Kendini devlet ve toplumuyla, onun tarih ve ufkuyla, çıkar ve tutkularıyla özdeşleştirdiğinden, ne ulusal ne de uluslararası barış ve dayanışma şansı beklenebilir. Kaba bir taslak halinde tanımlamaya çalıştığımız bu paradigmanın ulus-devlet bakış açısının dışına çıkmadan bilim, dolayısıyla doğru karar ve ilişki şansını kazanamayız. Tüm göstergeler demokratik bir ortamın bilimsel devrim için en uygun koşulları sunduğunu göstermektedir. M.Ö. 6000-4000 döneminin (Verimli Hilal) bilgisinden tutalım, M.Ö. 600-400 İyonya ve Atina'sına, 15. yüzyıldan itibaren başlayan Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma Avrupa'sına kadar bilimlerin en hızlı geliştiği dönemlerin toplumların özgürlük düzeyiyle bağlantılı olduğu görülecektir. Eğer Avrupa dünyada hala çok eleştiriliyorsa, büyük kazanımlarına rağmen, ulus-devletin bencil çıkarcılığı yüzündendir. Modernitenin günümüz sorunlarına çözüm üretememesi, esas aldığı ulus-devlet sistemi nedeniyledir. Tıpkı son dört yüzyılın eşi görülmemiş tüm önemli savaşlarının nedeni olması gibi. Demokratik uygarlık bakışı bilim üretimi açısından muazzam bir şanstır. Özellikle kriz ve kaos ortamında yeni bir bilime olan ihtiyaç ancak demokratik toplum paradigmasının hâkim olmasıyla giderilebilir. Epistemolojik sorunlar çözülmeden pratik çözümler gelişemeyeceğine göre, ulus-devlet paradigmasını yıkmak, demokratik modernite paradigmasını kazanmak gerekli olan çözüm gücüne eriştirecektir.
232
5- KAPİTALİST MODERNİTENİN ZAMANI Uygarlık tarihinin ilk, orta ve yeniçağ biçiminde üçe bölünmesi yanlış değildir. İhtilaflar daha çok tanımlamaların içeriğine ilişkindir. Savunmamda dayandığım anlatım biçimi ve içeriğinin aydınlatıcı olduğu kanısındayım. Kapitalizmi bir uygarlık olarak ele almanın doğru olup olmadığı tartışılmıştır. Benim uygarlık tartışmamın temelinde uygarlığın bir bütün oluşturduğu ve 'ana nehir' gibi bir akış düzenine sahip olduğu gerçeği vardır. Şehir, sınıf ve devlet üçgeni üzerinde hareketlenir. Bu üçgenin aldığı biçimler uygarlığın da biçimini belirler. Sümer ve Mısır uygarlığını ilk klasik biçim, GrekRomen, İslam ve Hıristiyanlık dönemini olgunluk dönemi, Avrupa uygarlık dönemini ise çözülüş ve kaos olarak değerlendirebiliriz. Yapmak durumunda olduğum bir ayrım da Demokratik Uygarlık boyutudur. Ana nehir uygarlığında bulunmakla birlikte aynılaştırılamaz. Kaldı ki, uygarlık son derece çelişkili bir bütündür. Temel çelişki devlet tekelli uygarlıkla devletleşmemiş toplumun demokratik uygarlığı arasındadır. Devletli uygarlıkla demokrasili uygarlık arasındaki çelişkiyi en iyi antikçağdaki iki Grek kenti arasında gör233
mekteyiz: Krallıkla yönetilen Sparta ile demokrasiyle yönetilen Athena arasında. Avrupa uygarlığı geliştiğinde de benzer yoğun bir çelişki yaşandı. 14. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar devlet ve kent demokrasileri arasında yaşanan yoğun çatışmalar, özünde devlet ve demokratik uygarlıklar arasında geçmektedir. Marksizmin en önemli bir eksikliği de bu çatışmayı dar sınıf eksenli görmesidir. Sınıfların direkt çatışması analitiktir. Somut çatışma toplumsal gövdeler arasında olur: Devlet toplumuyla demokratik toplumlar arasında. Dar sınıf bakış açısının sonuçları bilinmektedir. Kaldı ki, sınırları hiçbir zaman kesin çizilemeyen ve her gün geçişler yaşayabilen sınıflarda asıl olan içinde yaşadıkları bilinç durumudur, kültürüdür. Kendi uygarlığını tanımayan veya oluşturamayan sınıf zaten yokluk durumundadır. Uygarlıksız sınıf mücadelesi olmaz. Tek uygarlık içinde iki sınıfın mücadelesinin ne denli vahim bir hata olduğu Sovyet deneyiminde görüldü. Avrupa devlet uygarlığının kalıplarını kıramadığı için, özgün bir Sovyet uygarlığı oluşturulamadı. Kapitalist modernite kalıplarını büyük oranda esas aldığı için, sonunda onlar gibi olmaktan kurtulamadı. Tarihte bu durumun birçok benzeri yaşanmıştır. Başkalarının silahlarıyla (uygarlık yaşam tarzı) savaşırsan, başkaları gibi olursun. Bu durumların ortaya çıkması, devrimlerin kendi uygarlık biçimlerini belirleyememeleri ile ilgilidir. Kapitalist uygarlık bu anlamda dar bir kavramdır. Fakat Avrupa uygarlığı gibi içinde çok güçlü demokratik öğeleri bulunduran bir uygarlığı, sanki iki sınıfın (işçi-kapitalist) ortak uygarlığıymış gibi yansıtmak da içinde çok yanlış anlamlar barındırır. Tek bir Avrupa uygarlığı yerine, demokratik ve kapitalist Avrupa ayrımı daha öğretici olabilir. Günümüzdeki AB bu iki uygarlık arasında geliştirilmeye çalışılan bir uzlaşmış uygarlıklar Avrupa'sıdır. İncelenmeye değer ilginç bir deneyimdir. Avrupa'nın katı devlet uygarlığını çok güçlü demokratik geleneklerle, mantık ve hukuk gibi yumuşak güçlerle dengeleme zorunluluğu, uygarlığın (devletli) son dönemine ilişkin tanımlamamızla (uygarlığın krizlerle iç içeliği) uygun düşmektedir. Dört yüz yıllık yoğun savaşlar krizli yapının diğer bir kanıtıdır. Yoğun sistem tartışmalarına Sovyet sistemi de kanıtlayıcı örnek sayılabilir. AB'nin yapısı, geleceği tartışmaları tek başına modernitenin kararsızlığını ve krizden kurtulamadığını yansıtmaktadır. 234
Bu yargıya varmamızın temel nedeni kapitalist tekelin yapısıyla bağlantılıdır. 'Kapital'de Marks'ın kanıtladığı gibi, kriz sermayeyle, yani tekel için yapısal olmasıyla ilişkilidir. Sermaye birikimi ve kâr krizsiz başarılamaz. Sermaye kârsız duramayacağına göre krizsiz de olamaz. Devrimlerin, demokratikleşmenin ve insan haklarının sürekli gündemde yer almaları, sadece kendi iç sorunlarından ötürü değil, krize yanıt arama ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Dünyanın yönetilemez durumudur. Küresel sermaye her döneminde dünyayı yönetmedi; dünyayla savaştı. Doğasındaki krizden dolayı savaşımlar dünya çapında yaygınlaştı. Uygarlığın doğuşuyla birlikte ilk profesyonel ordu ve savaşlar hep oldu. Devlet uygarlığı, özü gereği, topluma egemen olmadan gelişemez. Egemenlik ise iktidar demektir. İktidar hâkimiyetsiz, o da zor olmadan gerçekleşmez. Hegel'in tarihi 'kanlı mezbaha'ya benzetmesi bu nedenledir. Her iki önceki uygarlığın kapitalizmden farkları sınıf, kent ve devlet yapısının niceliğiyle ilintilidir. Kentler küçük, sınıflar sınırlı, devletler az ve küçüktü. Dolayısıyla savaşlar az ve kısa süreli olup biterlerdi. Yine de şiddet, uygarlığın yapısal karakteri olmasından ötürü önemlidir. Fakat kapitalizmde kent, sınıf ve devlet tüm toplumu yuttuğu gibi, çevreyi de, yerin altını ve üstünü de yutar. Kaotik durumlar hem toplumu hem çevreyi sarar. I. Wallerstein, kapitalizmin 1970'ler sonrası yapısal krize girdiği ve bu krizin 25-50 yıl sürebileceği gibi bir yargıda bulunur. Sonucu ise bilim + örgüt + eylemin niteliğinin belirleyeceğini söylerken, kısmen olgu ve ilişkileri dile getirmektedir. Halen Marksist devrevi bunalım anlayışından kurtulamamıştır. Kapitalizmin tüm zamanı açısından bunalımı varsaymak bana daha doğru gelmektedir. Bu bölümde kısaca kapitalizmin zamanını bölümleyerek hem yapısını, krizsel halini, hem de değişim sorunlarını taslak düzeyinde tartışmaya çalışacağım.
235
A-Tekelci Ticaret Kapitalizmi Sermayenin en eski alanı ticarettir. Tarihte M.Ö. 4000-3000 döneminde Uruk sitesi etrafında bir ticaret çağından bahsetmek mümkündür. Asurluların Anadolu'dan Hindistan'a kadar ticaret kolonileri kurduklarını bilmekteyiz. Fenikeliler ilk ticaret kolonilerini Akdeniz'in her tarafında kurma yeteneğini gösteren ilk kavimdir. Pers İmparatorluğundaki genişleme ve güvenlik ticaret açısından en geniş küresellik anlamını taşır. Greko-Romen uygarlığında ticaret tüm etkinliğini sürdürmüştür. Ticaret olmadan büyük kentlerin ayakta durması zordur. Büyük kent, büyük ticaret demektir. Ortaçağda küresel güç olan İslam uygarlığı, Batı ticaretine giden yolda son büyük merhaledir. Ticaret için gerekli tüm gelenekler oluşmuş gibidir. Para, kredi, banka, senet, pazar, taşıma gibi unsurlar, İslam uygarlığında eski ve yeni argümanlar olarak en çok ağırlık teşkil eden sektör olmuştur. İtalyan ticaret kentleri esas olarak Doğu Akdeniz'in, İslam ve Bizans ticaretinin geleneklerini devralmışlardır. 13. yüzyılda ticaret üstünlüğü İtalya üzerinden Avrupa kıtasına taşınır. İtalyan ticaret kentleri 13. ve 16. yüzyıllar arasında üstünlüklerini sürdürürler. 16. yüzyıldan itibaren üstünlük Hollanda ve İngiltere şehir tekellerine geçer. Ticari kapitalizmin zaferi büyük oranda bu yüzyıldan itibaren bu iki ülkenin başkentleri London ve Amsterdam üzerinden sağlanmıştır. Atlantik ve Ümit Burnu üzerinden Amerika ve Güneydoğu Asya'nın keşfi ve ticaret yollarına katılması en büyük ticari devrimlerden biridir. Bu yollarla birlikte Ortadoğu'nun geleneksel Doğu-Batı, Kuzey-Güney ticaret yollarına hâkimiyeti 16. yüzyıldan itibaren büyük darbe yemiş ve eski önemini yitirmiştir. Ortadoğu uygarlığının 16. yüzyıldan itibaren sürekli gerileme sürecine girmesi, yeni açılan bu ticaret yollarıyla yakından bağlantılıdır. Endüstri devrimiyle de en stratejik darbeyi yiyerek günümüze kadar bir daha kendini toparlama şansını ve gücünü bulamaz. Avrupa'nın ilk büyük sermaye birikimi 15. ve 18. yüzyıllarda başat rol oynamaktadır. 10. yüzyıldan itibaren yükselişe geçen kent zanaatçılığı ve tarım üzerinde ilk hegemonyasını kurar. İlk ciddi sanayi hareketi olan manifaktürün tekelleşmesi ve yaygınlaşması, hacimce büyümesi ticari tekel hegemonyacılığıyla yakın 236
bağ içinde oluşmuştur. Hollanda ve İngiltere'nin dönemin en büyük ticaret şirketleri olan Doğu ve Batı Hint Kumpanyaları öncü konumlarını uzun süre devam ettirmişlerdir. Sermayenin etkin araçları olan banka, senet, kredi, kâğıt para, muhasebe, fuarcılık bu dönemde güçlü kurumlara dönüşmüşlerdir. Bu dönemde bir kez daha görüyoruz ki, özel ticaret tekelleriyle devlet tekelleri arasında sıkı bir birlik mevcuttur. Esasen tekel olarak devlet olmadan, kendi başına ticaret tekellerinden bahsetmek mümkün değildir. İlk ticari çağdan Avrupa ticari çağına kadar devlet tekelciliği hep öncü olmuştur. Devlete rağmen liberalizm kocaman bir safsatadır. Liberalizmin esas anlamı, devleti tamamıyla ekonomik tekelciliğin hizmetine sokmak, siyasi devleti ekonomik devlet yapmaktır. Devletsiz liberalizm sahipsiz bahçe gibidir. Devlet üzerinde bu dönemde ticaretin ağırlığı, daha doğrusu ticaret tekelciliğiyle ilişkileri başat konumdadır. 15. ve 18. yüzyılları arasındaki döneme bu etken nedeniyle merkantilist dönem de denilir. Özünde devletin ticaret üzerinden kendini toparlaması, bütçesine fazla verdirmesidir. Ticari milliyetçilik de denilebilir. Aldığından fazla satmak, üstün devlet haline gelmenin en etkili yoludur. Ulusal devletin, monarşinin yükselişe geçtiği dönem olarak da bilinir. Sosyal planda aristokrasinin ticarete yönelmesiyle tüccarın aristokratlaşmasının iç içe geçtiği, yeni modern sınıf olarak burjuvazinin ilk gelenek kazandığı çağ da bu dönemdir. Burjuva ideolojisinden tutalım yaşam tarzına, moda anlayışına ve kent mimarisine kadar köklü reformlar yaşanmaktadır. Reformasyon ve Aydınlanma bu çağda olmuştur. Fakat Reformasyon ve Aydınlanma dönemini birer burjuva hareket olarak düşünmek büyük yanılgı olur. Reformasyon özünde dinin ulusallaştırılmasıdır; ulusal şubelerinin açılmasıdır. Burjuvaziyle nedensel bir ilişkisi yoktur. Dinsel düşüncedeki zamanını doldurmuş dogmaları günün yeni koşulları altında yenilemeyi hedefler. Dinin zamana uyarlanması hareketidir. O da düşünce devriminin bir parçasıdır. Aydınlanma daha kapsamlı düşünce devrimidir. Eski düşünme paradigmalarının büyük oranda aşılması ve yeni paradigmanın döneme damgasını vurmasıdır. Düşünce tarzlarının her bakımdan yenilenmesidir. İki önemli alan, bilim ve felsefe devrimiyle de bağlantılıdır. Ticari çağa 237
denk gelmesi tesadüfîdir, fakat burjuvazinin sınıf karakteri nedeniyle sahip çıkıp kendine mal ettiği görülür. Kendisine her iki alanı entelektüel sermaye yapar. Bu hareketinin büyük önemi vardır. Karşılığında meşru bir sınıf unvanını kazanır. Tekelciliğin en az mutlakıyet ve aristokrasi kadar asalak niteliğinin göz ardı edilmesinde Aydınlanma düşünürlerinin önemli rolü olmuştur. Burjuvazi yeni bir sınıfsal oluşum olduğu için doğuracağı sonuçlar pek düşünülmemiş, tüm olumsuzluklar eski sınıflara mal edilmiştir. Orta sınıf niteliğinin çağa damgasını vurmasında burjuvazi başat rol oynamıştır. Burjuvazinin milliyetçiliği ideoloji olarak desteklemesi ulusal pazar üzerinde tekel kurma amacıyladır. Rakiplerini tasfiye etmede milliyetçilik etkili rol oynamıştır. Diğer ulus ve milliyetlerden ticari sermaye sahiplerini dışlamak; her tür ırkçılığın, ulusal, etnik ve dini düşmanlıkların temeli olmuştur. Karşılıklı milliyetçiliğin gelişimini körüklemiştir. Dünya genelinde Yahudiliğe karşı bu nedenle nefret duyguları yükselmiştir. Yahudiler kötülüğün ve ulusal emellerin önünde artık en ciddi engel konumundadır. Yahudiler de buna karşıt bir nevi uluslararası savunma ve dostlarını geliştirme, düşmanlarını tasfiye etme amacıyla masonluk teşkilatını geliştirmişlerdir. Kökeni ortaçağa dayansa da, asıl rolü bu dönemde önem kazanmıştır. Birçok ihtilalci hareket içinde payı olmuştur. Yahudi milliyetçiliği Siyonizm'in önünü açmıştır. Ticaret ve kolonyalizm ilişkisinin doğuş çağıyla bağlantısını ve daha sonraki gelişmesini göz önüne aldığımızda, merkantilizm döneminde sıçrama yapması beklenebilirdi. Bu dönemin kolonyalizmi karşımıza sömürgecilik olarak çıkar. Tarihin hiç koloni tanımamış iki kıtası, Amerika ve Avustralya ve binlerce ada bu dönemde sömürgeciliği tanımışlardır. Dünyanın tüm eski kıtaları, başta Afrika ve Asya, birer sömürge kıtasına dönüştürülmeleri için adeta yeniden keşfedilmişlerdir. Bu amaçla oryantalizm (şarkiyat bilimi) ve antropoloji (insan bilimi) gibi çalışmalar başlatmışlardır. Bu, bilimle yeni toplum arasındaki ilişkiler açısından iyi bir örnek sayılabilir. Üstün ırk teorileri de bu dönemde gelişme imkânı bulmuştur. Darwinizm topluma da uygulanmak istenmiştir. Bunların coğrafya ve tarih çalışmalarını yeni paradigma ile kazanmaları aynı amaçlar doğrultusundadır. Dünyanın kapitalizme açılmasının keşif çalışmaları gibidir. 238
Kolonicilik veya daha sistematik sonuçları olan sömürgecilik, esas olarak ticaret tekellerinin yayılma politikalarıdır. Talanın daha modern biçimleri oluyorlar. Avrupa ticari kapitalizmi büyük oranda sömürge talanları temelinde oluşmuştur. Amerika'nın gümüş ve altınları talan edilirken, ucuz dokumalar görülmemiş fiyatlarla bu talanların önemli araçları olmuştur. Ticaret sadece dengesiz fiyat oluşumlarını değil, fiyatın bizzat tek taraflı belirlendiği dönemleri çok yaşamıştır. Kolonicilik, ticaret tekellerinin fiyat empoze etmelerinde ve dolayısıyla fahiş kazanç sağlamalarında başat rol oynamıştır. Zaten tüccar kazancının temelinde, pazarlar arasındaki fiyat farklarının ya kullanılması, ya da çeşitli yöntemlerle (mal stoğu, mal kıtlığı) bizzat oluşturulması yatmaktadır. Fernand Braudel, kapitalizmin oluşumunda büyük ticaretin spekülatif hareketlerinin belirleyici rol oynadığını söyler. Pazardaki sıradan değişimin rolünün olmadığını, bunların normal ekonomik faaliyetler olduğunu belirtir. Ekonomiyi değişimin gelişmesiyle başlatır. Kullanım amaçlı mal üretimi ekonomi sayılmaz. Değişim sürecinin eşiğine varıldığında ekonomi başlamış demektir. Kâr bu sahada söz konusu değildir. Tarafların değişim kazancından bahsedilebilir. Burası spekülasyon konusu değildir. Asıl spekülasyon büyük ticaret alanındadır. Kapitalizmin evi olarak tanımlanmaktadır. Fiyat farkları bizzat fiyatlarla oynanarak sağlanmaktadır. Dolayısıyla ekonomi sayılmamakta ve ona dıştan dayatılan bir 'şey' olarak sanki çok açık deşifre edilmek istenmemektedir. Burasından sonrasının pek tanımlanmaması büyük bir eksiklik olarak soru işareti bırakmaktadır. F. Braudel, devlet ve iktidar ayrımının farkındadır. Marks kadar olmasa da, yani devlet ve iktidarın işlevini önemsiz gibi göstermese de, ne kadar etkili olduğunu belirlememektedir. Marksizm'de devlet yoğunlaşmış ekonomi olarak tanımlanırken, bazen gerçeğe daha yakındır. Fakat bu çok soyut bir genellemedir. İktidar ve devlet, esas olarak 'ekonomi olmayan ekonomi'dir. Yani ekonomiyi ürettiği artık-ürün ve değerleri sızdırma alanı olarak görmekte ve bu alanda tekel kurmaktadır. Bu anlamda ekonominin hemen üstündeki alandadır. Çok ilgilidir. Bütün mekanizmaları, artık-ürün ve değerlerin çeşitli yöntemlerle ele geçirilmesi içindir. Tarım, ticaret ve sanayi tekel kurduğu alanların başında gelir. Yöntemlerin ba239
şında vergi gelmektedir. Mesela dolaylı vergiler devletin doğrudan tüccar tekeli olarak hareket etme ilişkisidir. Devlet burada tam bir tüccardır. Yoğunlaşmış ifadesi değil, doğrudan tüccardır. Bu vergilerin payı bilindiği üzere gelirinin yarısını aşan kısmıdır. Devlet ayrıca çiftlikleri, tarım pazarlarını, tarım fiyatlarını belirleme konumu dolayısıyla da tam bir ekonomik tekeldir. Avrupa ekonomi literatüründe ekonomi-devlet ve iktidar ilişkisi sürekli muğlâk bırakılır. Hem sosyalistler hem liberaller on binlerce cilt kitap çıkarmalarına rağmen, bu alanı halen aydınlatmış olmaktan uzaktırlar. Marks'ın bu alana el atmaması veya ömrünün vefa etmemesi büyük bir eksikliktir. Büyük kargaşada bu eksikliğin payı büyüktür. 15. ve 18. yüzyıl arasındaki ticari çağın zafere erişiminde, nereden bakarsak bakalım, ekonomi dışı mekanizmaların temel rol oynadığını itiraf etmek gerekir. O zaman ekonomi değilse nedir? Genelde iktidardan, özelde hukuki ifadesi olarak devletten başka bir gücün bu sahayı dilediği gibi kullanması imkânsız olmasa da zordur. Belki çeşitli tekelci güç kliklerinden bahsetmek mümkündür. Fakat sonuçta bu güçler de ya iktidar, ya da onun somut ifadesi olarak devletle ilişkili olmak durumundadır. Bazen parasal alan da denilebilir. Para basit bir değişim aracı olmaktan çıktığında, gerçekten en az kılıç kadar güç rolü oynayabilir. Napolyon ordu konusunda boşuna 'para, para, para' dememiştir. Ama bu hangi paradır? Bu, değişim aracı para değildir; ekonomi olmayan paradır. Büyük ticari paradır, spekülasyon aracı olan paradır. Para bu alanlarda tam bir komutandır, yönetendir. Burjuvazi bu noktayı çok iyi kavradığından ötürü paraya büyük rol biçmiştir. Paranın, toplumun sürekli komuta gücü olması için, toplum adeta kasap bıçağıyla paramparça edilmiştir. Toplum, hatta devlet o hale getirilmiştir ki, para olmadan yaşamını sürdüremez. Bu noktaya taşırılma belki de burjuvazinin gerçek devrimidir. Paraya muhtaç toplum ve devlet burjuvazinin emrine girmiş demektir. Para ihtilali de diyebileceğimiz bu konuma tarihte ilk defa kapsamlı olarak Avrupa'nın bu döneminde erişilmiştir. Örneğin, bir işçiyi eskisi gibi köle ve serf olarak bağlamaya gerek yoktur. Yevmiyesini almadığında zaten aç kalacaktır. Açlık onu paraya mahkûm edecektir. İşçi paraya teslim olmaktan başka çaresi olmayan bir konuma sokulmuştur. Dolayısıyla işçinin elde edilmesi ve yönetimi için, klasik kö240
leci ve feodal sahip olarak hareket etmeye gerek yoktur. Bu hem masraflıdır, hem de daha çok sorumluluk ister. Kapitalist ise, sadece paranın gücünü göstererek, işçiyi dilediği gibi elde eder ve kullanır. Emtia konusunda da benzer hususlar belirtilebilir. Mal olarak emtia, para olmadan hareket edemez konuma getirilmiştir. Emtianın her tür hareketi para ile bağlantılıdır. Üretilmesi, taşınması ve tüketilmesi parasız mümkün değildir. Bu da kapitalizmin büyük bir devrimidir: Ekonomiyi paranın mutlak komutasına vermek. Ekonomi artık paranın elinde bir oyuncak gibidir. Hiçbir çağda ekonomi bu denli paraya bağlanmamıştır. Burada para tam bir devlettir. Gibi de değil, devlet! Hatta devlet de paraya bu tür bir bağımlılık içindedir. Parasız devlet, parasız işçi mal durumuna sokulmuştur. Paradoksal gözükse de, devletin devleti aslında paradır. Devletin bu konuma getirilmesi, Hollanda ve İngiltere'nin 16. yüzyıl icadıdır. Güçlü devlet yaratılmıştır. Ama paraya bağlanan devlettir bu. Tarihçiler Fransa'nın bu başarıyı göstermediği için İngiltere ve Hollanda karşısında hegemonya savaşını kaybettiğini söylerler. Para konusunda finans çağında biraz daha tartışmak aydınlatıcı olacaktır. 15.-18. yüzyılları arasındaki uygarlıksal gelişmede ticaret burjuvazisinin en önemli aktör olarak ortaya çıkmasının tüm toplum üzerindeki etkisi kapsamlı tartışılabilir. Ticari toplumun özellikleri bilinmektedir. Aşırı paracıl, faizci, tefeci, banker olarak toplumun belleğindeki yeri son derece olumsuzdur. Ahlaka en büyük darbeyi bu unsurların vurduğu, başta edebiyat olmak üzere sanatın bu yüzyıllarda en çok işlediği konuların başında gelmektedir. Sanki topluma bir virüs girmiş gibidir. Kemirir durur. Toplumun genel yozlaşmışlık düzeyinden sorumlu tutulur. Eski sıcak, insancıl ilişkileri paranın soğuk yüzünde dondurur. Parası olmayan yaşam savaşını kaybetmiş gibidir. Ayrıca eskisi gibi büyüklük taslamak için altın tahtlara, gümüşlü tabaklara, yaldızlı saraylara, ihtişama, kaba güç gösterilerine, alacalı kıyafetlere, lüks sofralara gerek yoktur. Parayı saklayacak bir yerin olsun yeter. Artık en büyük sensin. İnsanlığın bu duruma gelmesi bir yükseliş olamaz. Adı yeniçağ da olsa, herhangi bir yenilik arz etmemektedir. Olsa olsa ancak uygarlık krizinin başlangıcı olabilir. Topluma saygınlığını yitirmemiş biri açısından, bundan daha kritik ve alçaltıcı durum düşünülemez. 241
Ticari sermayenin bu dönemlerde diğer alanlarda pek istekli olmadığı görülmektedir. Arz ettikleri kâr oranı onu tatmin etmemektedir. Büyük ticaret kârıyla hiçbir alan boy ölçüşememektedir. Tarım ve manifaktür ancak büyük ticaret kârına yakın kâr sunduklarında el atılan sektörler olmaktadır. Dolayısıyla sınırlı bir gelişim imkânı bulmuşlardır. Siyasi tarih açısından bu dönem büyük çalkantılarla geçmiştir. Büyük Roma İmparatorluğunun devamı olmak için aralarında büyük çekişme olan İspanya, Fransa ve Avusturya, eski tip imparatorluk eğilimleri taşımaları nedeniyle kaybetmekten kurtulamayacaklardır. Bunda para-devlet ilişkisi önemli rol oynamıştır. Hollanda ve İngiltere'yi peş peşe hegemonyaya götüren, büyük ticaret parasının komuta gücüdür. Devletlerini tüccar kredileriyle güçlendirirken, bizzat tüccar gibi de hareket ettirmişlerdir. Kâra geçen bir devlet ve siyaset söz konusudur. Paranın komuta gücünü, özellikle yeni ordu ve donanmalar oluştururken kanıtlamışlardır. Ekonomilerindeki kapitalizmin zaferi ucuz üretim olmuştur. Ucuz üretim ticaret üstünlüğü demektir. Bu da rakiplerin (dize getirmek istedikleri devletlerin) uluslararası alanda da kaybetmeleri demektir. Kaldı ki, askeri alanda da çoğunlukla kaybetmişlerdir. Hollanda ve İngiltere'nin komplovari devrim müdahaleleri, siyasi olarak da üstünlüklerini kanıtlamıştır. Tüm bu alanlarda rakiplerinden üstün olmaları açık ki hegemonik üstünlük olacaktır. Bu üstünlüklerini daha önceki İspanyol ve Portekiz sömürgelerinin el değiştirmesinde kanıtlamışlar, Asya ve Afrika'da benzer el değiştirme ve ticari üstünlükleri peş peşe gelmiştir. Kıta Avrupa'sında yürüttükleri ittifaklarla Fransızları etkisiz kılmışlar, Avusturya'nın Alman İmparatorluğu emelini yıkmışlar, Rus Çarlığını diledikleri gibi kullanmasını bilmişlerdir. Dönemin güçlü imparatorluklarından Osmanlı İmparatorluğunu yarı-sömürgeleşme sürecine sokmuşlardır. Kapitalist üretim ve devlet biçimi karşısında Osmanlıların da diğer hanedan imparatorlukları gibi çağı geçmiş bulunmaktaydı. Çin ve Hint İmparatorluklarını bekleyen akıbet sömürge ve yarı-sömürgeleşmeydi. Eski uygarlıkların tasfiye süreci hızla tarihin gündemindeydi. Yeni olan, ne olduğu fazla bilinmeden ilerlemeye dair olan her şeydi. Her yeni dinde olduğu gibi imanla bağlı olunuyordu. Dini ticaret, tanrısı paraydı. 242
B- Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı Çoğunlukla endüstri süreci sanayi devrimiyle eş tutulur. Hâlbuki tarih boyunca endüstri hep olmuştur. Hatta ilk yontma taş da bir endüstri veya sanayidir. Tarımın keşfi kendi alanında bir sanayi devrimidir. Zanaatçılık bir sanayidir. Üretimle ilgili her yeni araç, bilgi, yöntem sanayide bir gelişmedir. İnsan türü beslenme, giyinme ve barınma için araçla üretimini gerçekleştiren tek varlıktır. Sanayi, yani araçla üretim insana mahsustur. 18. yüzyılın sonunda Avrupa'nın hegemonik ülkesi İngiltere'de gerçekleşen, daha doğrusu önderlik edilen olgu, uzun süredir devam eden yeniliklerin önemli bir halkasıdır. Buharla elde edilen enerjinin makine çarkını döndürmesi simgesel bir ifadedir. Buharın ve makinelerin gücü çoktandır biliniyor ve kullanılıyordu. Hollanda ve İngiltere'de daha önce tarım ve manifaktür alanında öcülük ele geçirilmişti. En ucuz ve kitlesel üretim gerçekleştiriliyordu. Bunlar da sanayi devrimi sayılırdı. Başta Fransa ve İtalya'nın da endüstride geri yanları yoktu. Ucuzluk ve kitlesellik avantaj sağlıyordu. Hegemonyacılığın temelinde bu olgu yatmaktadır. 19. yüzyılla hamle yapan sanayinin önemi, kâr yani sermayenin kazancı açısından ilk sıraya oturmasıdır. Devrim denilen olay; ticari ve tarımsal kazanca, kâra göre sanayi üretiminden doğan kârın hızla katlanarak büyümesidir. Tarihte ilk defa sanayi üretimi öncülüğü ele alıyordu. Devriminin özünde bu olgu yatmaktadır. Daha önceleri tarım ve tezgâh geleneksel üretim alanlarıydı. Ticaret her iki sahadaki üretim-artıkları üzerinde meta alışverişi biçimindeydi. Ekonomi denilen faaliyetlerin özü de buydu. Eğer sadece üretim açısından bakarsak, sanayi devriminden fazla bir şey öğrenilemez. Gerek çeşitlilik gerekse bolluk açısından her zaman üretim olgusuyla karşılaşılmıştır. Hatta denilebilir ki, tarımsal devrimle toplumların yaşadığı devrime, süre ve önem bakımından hiçbir devrim hala ulaşmış sayılamaz. Dolayısıyla sanayi devriminin önemi başka yerde yatmaktadır. Bir tek yerde değil, birkaç yerde yatmaktadır. 1- Tarihte ilk defa kent üretimi kır üretiminin önüne geçmiştir. Binlerce yıl zanaatkâr, kent kökenli bir üretici olarak, daima kırın 243
yardımcı üreticisiydi. Kıra bağımlıydı. O olmasa da kır kendini sürdürebilirdi. 19. yüzyılın sanayi devrimi, binlerce yıl aradan sonra bu süreci tersine çevirdi. 15.-19. yüzyıllarını denge yüzyılları sayarsak, 19. yüzyıl dengeyi tamamen kentten yana çevirdi. Bu gelişme çok önemli sonuçlar doğuracak bir yeniliktir. 2- Daha önemli bir yenilik toplumsal alandadır. Şehir toplumu kır toplumunun önüne geçmektedir. Daha önceleri şehirler kırsal toplumun basit bir eki iken, sanayi devrimi şehir toplumunun gücünü olağanüstü arttırmıştır. Kırsal toplum artık tüm alt ve üstyapılarıyla şehir toplumunun tahakkümü altına geçiyordu. Bir nevi şehir-köy sömürgeci diyalektiği kuruluyordu. Köy toplumunun şehir toplumunca sömürgeleştirilmesine başlanmıştı. İdeolojik alandan üretim araçlarına, ahlakından sanatına kadar şehrin köy üzerinde bariz bir sömürgeci hâkimiyeti kuruluyordu. Zihniyet devrimi olanca hızıyla şehrin üstünlüğüne yol açıyordu. 3- Sınıfsal açıdan da tarihsel dönüşümler söz konusudur. Burjuvazi sanayi devrimiyle birlikte üstünlüğünü diğer tüm sınıf ve tabakalara karşı ilan edebilecek duruma gelmişti. Yedeğine işçi sınıfını da takan burjuvazi, feodal dönemle birlikte zanaatçılıktan kalma kesimlere karşı kendini en ilerici, doğruların tek sahibi, modern yaşamayı bilen, paradigma sahibi; mitolojisi, dini, felsefesi ve bilimiyle toplumun, ulusun, tarihin kendisi demekti. Diğerleri geçmişte kalmış, kalması gereken müzelik değerler konumundaydı. 4- Bilimin üretime ilk defa sanayi devrimiyle birlikte planlı katılımından bahsedebiliriz. Daha önceleri bilim ve üretim teknikleri kendi kanallarından ayrı gelişiyorlardı. Sanayi devrimiyle birlikte ilk defa el ele veriyorlardı. Bilim amaç olmaktan çıkıp araç konumuna indirgenmişti. Bilimin araçsallaşması toplumun ciddi düşüşünü de beraberinde getirecekti. 5- Sanayi kârı diğer bütün alanlardan sağlanan kârlılık oranını katladı. Toplumun yeni aktörleri sanayicilerdi. Sanayi her sahada stratejik üstünlük anlamına geliyordu. Bu silahı en etkili şekilde elinde tutanın sırtı yere getirilemezdi. Ticaret bile üstünlüğünü yitirmişti. Tarımcılar parya durumuna düşmüştü. 6- Sanayi devriminin siyasi sonuçları daha da önemliydi. Bir yandan ulus-devlete yol açarken, diğer yandan dışa doğru emperya244
lizm sürecini başlatacaktı. Sömürgeciliğe göre dünya üzerine daha sistemli bir yürüyüş söz konusuydu. Kilit sanayici ülke ve ülkeler artık dünyaya ikinci büyük küresel hamleyi dayatacak konumdaydı. Birinci hamle olan sömürgecilik, zorluklarla karşılaşmak kadar, pek verimli bir hâkimiyet yöntemi değildi. Sömürgecilik sermaye ihracıyla birlikte yerli işbirlikçilerle takviye ediliyordu. Kapitalizmin emperyalizmi sanayi devrimi temelinde olanaklıydı. Görüldüğü üzere sanayi devriminin sonuçları kapsamlıydı. Devrimin sosyal ve siyasal sonuçları en az ekonomik sonuçları kadar etkili oldu. Avrupa uygarlığının zaferini kesinleştiren 19. yüzyılın sanayi hamleleri oldu. Endüstri devrimini değerlendirmede bazı anlayışları eleştirmek önemlidir. İlki, endüstri devriminin kapitalizmle bir tutulmasıdır. Sanki kapitalizmin direkt sonucuymuş gibi algılanmaktadır. Bu anlayışın kırılması gerekir. Tıpkı Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma gibi endüstriyel devrimin de kendine has tarihsel ve toplumsal bir süreci vardır. Uzun bir tarihsel toplumsal birikimin sonucudur. Genelde devlet tekeli, özel olarak kapitalist tekeller artık-ürün ve değerler üzerinde sürekli yoğunlaşan kurumlardır. Nerede bir artık birikim varsa, leş kargaları gibi hemen kokusunu alıp o yere sızarlar. Bu konuda burunları çok hassastır ve iyi koku alır. Enerji ve makinenin kendi kendine çalışması ve üretime uygulanmasının muazzam bir kâr kaynağına yol açtığının görülmemesi düşünülemezdi. Sermayenin sanayi konusunda becerdiği şey, bu iki olguyu en verimli kâr alanına bağlamaktı. Enerji ilk defa kol gücüne bağlı olmaktan kurtuluyordu. Makineler kolun işini önemli oranda üstlenebilecek motor donanımına sahip oldu. Enerji kaynakları buhara ilaveten kömür, petrol, elektrik ve suyun yeni güç kaynağı haline dönüştürülmesiyle gerçek bir devrimi yaşadı. Kendi kendine çalışan makine düzeniyle enerjinin yeni türlerinin birleştirilmesi üretim patlamasının temeliydi. Günümüze kadar bu tür enerji ve makine düzenekleri milyonlara varan türleriyle doğayı ve toplumu halen nereye varılacağı kestirilemeyen bir hızla çoğu olumsuz olmak üzere çözmekte, parçalatmakta ve dağıtmaktadır. Bunu tarihinin en büyük fırsatı olarak değerlendiren sermaye, toplum ve doğa üzerinde görülmemiş boyutlarda ik245
tidar biçimlerini kurgulamakta ve uygulamaktadır. Toplum ve doğa sermayenin görülmemiş saldırılarıyla karşı karşıyadır. Toplumu ve doğayı savunmak bir sınıfsal, hatta sosyal mücadelenin ötesinde varoluşsal (ontolojik) bir soruna dönüşmüş bulunmaktadır. Birkaç örnek olayla bu varsayımımıza somutluk kazandırabiliriz. a- Kentin kanserleşmesi, kırın çöküşü yaşanmaktadır. Toplum ve doğa ikililiği hem kendi içinde, hem de kendi aralarında bir yaşam biçimi olmaktan çıkarılmaktadır. Hasta toplum ve çevresel (ekolojik) doğanın sürdürülemezliği denilen olayla karşılaşmaktayız. Toplum, içinde yaşanılan bir varoluş biçimi olmaktan ziyade, tahakküm ve sömürü sisteminin makine düzeneğinin bir parçasına, uzantısına dönüştürülmektedir. Uygarlık tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen tarzda toplumla birey ve doğa karşı karşıya bırakıldığı gibi, bireycilik ve ekolojik dengesi bozulmuş doğa, karşı saldırı etkenleri olarak, toplumdan ve ekolojik çevreden intikam alır duruma sokulmuşlardır. Bireysel kanserin toplumsal kökenli olduğu tıbbın her gün yüzlerce örnekle kanıtladığı bir olaydır. Yalnızca toplumsal bir alışkanlık (modernitenin körüklediği bir kapitalist kâr kaynağı, tütüncülük) olan sigaranın kanserin en temel nedeni olduğu göz önünde bulundurulursa, toplumsal kanserden bahsetmenin doğru bir kavramsallaştırma olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Toplum artık bir yaşam çerçevesi olmaktan çıkarılmıştır. Endüstriyalizmin (endüstriciliğe sadece kâr kaynağı olarak bakmak) en büyük tehdidi, anti-toplumsal boyutlara varmış bulunmasıdır. Marksizm'in en yetersiz kaldığı konulardan biri de budur. Pozitivist yapısı gereği endüstri toplumunu ideal olgu olarak itirazsız kabul etmekte, hatta tanrılaştırmaktadır. Çünkü işçi sınıfının onsuz oluşamayacağı ve yaşamayacağı varsayılmaktadır. Teorik özünde bu yatmaktadır. Endüstriye dair en ufak bir eleştiride bulunmamakla, bunun karşısında makine ve fabrika düzeneğini sınırsız yüceltmekle, endüstriyalizm denen dinin oluşumunda Marksistlerin payının en az kapitalistlerinki kadar etkili olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Endüstriyalizm en az ulus-devlet Leviathan'ı kadar küresel bir Leviathan haline çoktan gelmiş bulunmaktadır. Kent toplumsal kanserleşmenin temel dokusunu teşkil etmektedir. Kentlerin kuruluş tarihçesi ve işlevine sıkça değinmiş ol246
makla birlikte, toplumsal gelişmeyle bağını sıkça değerlendirmek durumundayız. Kent bir toplum biçimi olduğu kadar, bir sınıfsallaştırma olgusu ve devletleşmenin karargâhı konumundadır. Bu üç temel olgunun uygarlaşmak (sınıfsal, kentsel ve devletsel toplumlar) anlamına geldiği genel kabul gören bir görüştür. Uygarlaşmanın diğer adına boşuna 'medeniyet' dememişlerdir. Arapça olarak kente özgü, kentvari, kentli yaşam anlamına gelmektedir. Civilisation'un karşılığı da buna yakın anlam içermektedir. Öte yandan kenti sadece bir uygarlık olgusu olarak görmek dar yaklaşım olur. Kent illa uygarlaşmak, uygarlaşmanın mekânı olmak zorunda değildir. Nasıl ki köy kuruluşu toplumsal yaşamanın tarihsel bir olgusuysa, kenti de bu anlamda yorumlamak mümkündür. Toplum elbette ne sürekli mağara ve ağaç kovuklarında barınabilir, ne de köyden çıkmamak gibi bir durumda kalmak zorundadır. Mağara ve köyü aşan yaşam ve mekânlar inşa edilmek durumundaydı. Kent bu arayışların sonucu olarak tarihte yerini bulmuştur. Analitik aklın gelişmesinde kentin rolü önemlidir. Karmaşıklaşan toplum mekânı olarak kent, aklın analitik çalışmasını gerektirir. Buna zorlar. Artan toplumsal sorunlar çözüm yerini beyinde arayacağına göre, beynin ilgili kısmının analitik tarzda gelişmesi anlaşılır bir husustur. Zaten toplumun kendisi bu zekâ türünü gerektirir. Kent bunu üst aşamaya sıçratır. Ayrıca kent, köy gruplarının ortak ihtiyaç mekânı olarak da tanımlanabilir. Bu husus çok önemlidir. Kentin kuruluş felsefesini bu olguda bulmaktayız. Kentler köysüz kuruluşlar olarak düşünülemez. Kentizm olarak değerlendirebileceğimiz, ama adı konulmayan bu yaygın anlayış, özünde köyü kente karşıt olarak konumlandırmaktadır. Felaket bu anlayışla bağlantılıdır. Kenti köyün karşıtı konumuna yerleştirmek, anlayış olmaktan da öte, tarihsel gelişme içinde de çok tanıdık olduğumuz bir eğilimdir: Kenti köyün, kırsalın aleyhine bir olgu olarak görmek ve değerlendirmek. Aslında kentin kuruluş felsefesinde ve tarihsel temelinde bulunmayan bu eğilim dar bir sınıfsal ve devletçi anlayışı yansıtmaktadır. Köyün aleyhine daha çok artık-ürün ve iktidar anlamına gelen bu tutum uygarlığın da derinliklerinde yer tutmuştur. Köyü, kırı hor görme, aşağılama, idraksiz, cahil, incelikten yoksun, kaba gibi sıfatlamalar bu anlayışın tarih bo247
yunca takındığı tutumdan kaynaklanmaktadır. Devlet ve kent adeta kır ve köy karşısında, dolayısıyla ağırlıklı olarak kırsal alanda yaşayan kabile ve aşiret birimlerine karşı da tarihsel bir ittifak kurmuş gibidir. Köy ve kent toplumu arasındaki çelişkiler bu biçimde haksız ve kenti kendi gerçek kuruluş felsefesinden uzaklaştırarak, çarpıtarak ve problemli hale getirerek günümüze kadar taşıdı. Hâlbuki kent ve köy-kır birbirini besleyen (simbiyotik) mekânlar olarak da toplumsal yaşamın vazgeçilmez yaşam alanları olarak dengeli, uyumlu inşa edilebilirler. Bilhassa ikisi arasında, genel olarak da toplum nüfusuyla köy ve kent nüfusu arasında ekolojik denge kurularak bir oran bulunur ve bu en ideali olurdu. Uygarlığın en büyük tahribatlarından biri de kenti sürekli köy ve kırın aleyhinde büyütmesi ve bir tahakküm ve sömürü merkezi, mekânı olarak tutmasıdır. Rolünü bu temelde saptırmasıdır. Kentleri asıl işlevinden boşaltmasıdır. Sadece bu alanın gerçek kuruluş felsefesine kavuşturulması büyük toplumsal eylem gerektirmektedir. Kent tarihinden çıkaracağımız diğer bir sonuç, çevreyle ilişkisine bakmadan bir kanser uru gibi büyümesidir. "Sınırı, mekânı nerede tutulmalıdır?" sorusuna yanıtı yoktur. Saptırılmış kent mantığı ve bu mantık altında gelişen uygarlıklar sanıldığının aksine aklın değil akılsızlığın, daha doğrusu bir teneke sesine benzeyen, yaşam ve duyguyla bağını yitirmiş analitik aklın eseridir. Felaketlerin boyutları ve muhtemelen geriye dönülemez biçimde önlenemezlikleri bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Kentler yine de ilk çağlarda daha görkemli yapılardı. Sağduyu o kadar yitirilmemişti. Sümer ve Mısır uygarlığında doğa ve kırsal-köy toplumuyla çelişkiler henüz derinleşmemişti. Denge halen kırsal ağırlıklıydı. İç ve dış kale etrafında büyüyen kentler yer bakımından tarımla bütünlük içindeydi. Hacimleri çok ender yüz binleri aşardı. Belki de birkaç başkent bu düzeye erişebilirdi. Çevreyi kirletme sorunu ağırlık teşkil edecek boyutlarda değildi. Anlamlı bir mimarileri vardı. Organik bir bütündü. Greko-Romen uygarlığında tapınak, pazar, meclis, tiyatro salonu ve jimnasyumlar orantılı ve görkemli bir mimariye dayanmaktaydı. Teras ve bahçeler, ev düzenleri organik bütünlüğü tamamlayıcı nitelikteydi. Bu kentlerin kalıntıları halen derin huşu ve heyecan yaratmaktadır. Belli bir kutsallık içeren, felsefi bir anlamı olan mekânlardı. 248
Ortaçağda artan ticaretle bütünlük bozulsa da devam etti. Manevi kültürün ağır basan etkisi dinsel mimariyi ön plana çıkardı. Hacimleri hiçbir zaman tehdit edici boyutlara varmadı. Kırsal alanla dengeye daha yakındılar. Birbirlerini bütünleme daha ağır basardı. Tarımın önemi, kent zanaatçılığını da gelişkin bir sektör haline getirdi. Zanaatkâr köylüye, köylü zanaatkâra muhtaçtı. Çelişkiden ziyade organik bütünlük içindeydiler. Tek riskleri doğal felaketler (deprem, kuraklık) ve savaşlardı. Sur ve kale düzenleri görkemliliğini devam ettiriyordu. Büyük ticaret henüz zanaatkârı ve köyü yutacak boyutlarda değildi. Ticaret ekonominin bir sektörü olarak normal yolundaydı. 13. ve 16. yüzyıllar arasında İtalyan kentleri, Rönesans'ın da etkisiyle bu dönemin son temsilcileriydi. Venedik, Cenova ve Floransa klasik uygarlıkla yeniçağ uygarlığını birleştiren köprü konumundaydılar. Yeniçağla kentçilik başka anlamlar içermeye başladı. Pazarın egemenliği ufukta gözükmekteydi. Ticaret ağırlığını gittikçe arttırıyordu. Tarihsel denge yavaş yavaş kır-köy aleyhine bozulmaya başlamıştı. Tüccarın ihtiyaçlarını esas alan bir kent mimarisi ön plana çıkıyordu. Yaşam ve çevre bağlantısı yitirilmiş, kâr zihniyeti her şeyi belirler konuma gelmişti. Paris, London, Amsterdam ve Hamburg başta olmak üzere inşa edilen kentler yeni dönemin, merkantilizmin damgasını taşıyorlardı. Ticaret çağının kentleri hem klasik kent anlayışıyla farkını açıyor, hem de kırsal toplum ve doğayla olan çelişkilerini hızla yüze vuruyorlardı. Kent modern Leviathan'ın ana üssü olarak tüm toplum ve çevre alanlarına pençelerini uzatmaya başlamıştı. Endüstriyalizm çağı kentin ölümüdür. İşin daha ilginç boyutu, biyolojik kanser hastalığının da ağırlıklı olarak bir kent hastalığı olmasıdır. Kanser kesinlikle kentin kendi toplumunu hasta toplum haline getirmesiyle bağlantılıdır. 19. yüzyılla birlikte hızla gelişen sanayi devrimi, toplumu önce doğuş merkezlerinde vurdu. Kentte çığ gibi büyüyen sanayi kuruluşları, doğası itibariyle yaşam ihtiyacından değil, kâr ihtiyacından kaynaklanıyordu. Modern köle olan proleterlerin barınması için, içine dolduruldukları gecekondular ve varoşlar kentin yabancısı olduğu ortamlardı. Kırın sömürgeleştirilmesini temsil ediyorlardı. Ticaret çağının kolonileştirme harekâtından daha vahim bir iç koloni hareketi olarak gecekondu ve varoş kentler geliştirildi. İster iş sahi249
bi olunsun ister olunmasın, bu alanlar endüstri için emek deposuydular. Ticaret için depo ne ise, sanayici için de gecekondu ve varoş odur. Bu olguya bağlı olarak bir yığın yan olgu peydahlandı. Fabrika için fabrikacıklar kenti istila ediyordu. Klasik çağ modeli anlayış hatırlanmaz oldu. Kentler toplumun yutum merkezi oldular. 19. yüzyılın sonlarında endüstriyalizmin kent politikası sis tabakası altında zor nefes alıp veriyordu. Tarihte ilk defa milyonluk kentler baş göstermeye başladı. Milyon değil, yarım milyonu aşan kentin fonksiyonel olamayacağı, mimarlık bilgisinin öngörülerindendir. Milyon ve ötesi, hastalığın kriz boyutlarının açığa çıkmasıdır. Kanserleşme denilen olgu, bir hücrenin tüm bünyeyi kapsayacak tarzda büyümesidir. Bu durumda diğer organsal hücreler görev yapamaz duruma düştüğü için hasta ölür. Kentin büyümesi de toplum açısından benzer sonuçlar doğurur. Tarihsel toplumsal olguların da boyutları vardır. Bu boyutlardan biri çığ gibi büyüdü mü, kanserleşme başlamış demektir. Milyonu, hele hele on milyonu aşan kent olmak, toplum olmaktan çıkmaktır; kitle denilen sürü toplumu haline gelinmesidir. Sürüler nasıl ağıla doluşursa, kentte de insan toplumunu ifade edecek en iyi kelime ağıllaşmadır. Sürüleşen insanlar kent denilen ağıla dolmaktalar. Basit birer tüketici kitlesi olmaya çoktan razı edilmişlerdir. Ağıldaki sürü de öyledir. Bir de yanı başlarına bir işsizler sürüsü konulmuştur. Onunla teskin edilirler. Yönetim merkezi ve özel villalı, bahçeli evleri kavram olarak kentin ruhuna uygun değillerdir. Yönetim merkezi dağın başında da kurulabilir. Villalı bahçeli evler şehir gerektirmez. Her yere kurulabilir. O zaman şehirden geriye ne kalıyor? Tapınak, tiyatro, meclis, jimnasyum ve pazar yerini çoktan simültane örneklerine bırakmıştır. Suni nefes alış verişinin yapıldığı yerler demek daha uygundur. Bu haliyle kentin geleceği belirsizdir. On milyonluk bir kenti beslemek, bir bölgenin ekolojik toplum olarak ölmesi demektir. Bu kentin sadece beslenmesi bile toplum ve çevrenin katliamını gerektirir. Bir ülkeyi öldürmek için birkaç beş on milyonluk kent yeterlidir. Trafiğin sadece hava kirletmesi bile şehrin ölümü için yeterlidir. Kent orantının çok üzerine çıkmayla anlamını yitirmiştir. Anlamın olmadığı yerde yaşamdan bahsedilemez. Nefes alıp vermeyi yaşam saymıyorsak tabii. 250
Kentler eskiden gerçeklerin keşfedildiği, felsefenin inşa edildiği sahalardı. Şimdi endüstriyalizmin çöken kentlerinde ise üç S'nin; seks, spor ve sanatın tüm içeriğinden boşaltılarak sürüleşmenin sağlandığı hara çiftlikleri söz konusudur. Bu, kentin ölümü değil de nedir? b- Endüstriyalizmin diğer bir yok edici boyutu yaşam-çevre ilişkisidir. Kent daha çok içten toplumu kanserleştirirken, endüstriyalizm bir bütün olarak yaşam çevresine saldırır. Ulus-devletin halen önemini yitirmeyen endüstriyalizm politikası, tüm ülke ve toplum kaynaklarının endüstriye tabi kılınmasını gerektirir. Bunu bir kalkınma yolu olarak görür. Aslında bu politikanın ülke zenginliği ve kalkınmayla, güçlenmekle ilgisi yoktur. En temel neden sermayenin en yüksek 'KÂR' oranının bu sahada gerçekleştirilmesidir. Endüstriyalizm bir kâr yönetim harekâtıdır. Yatırım veya kalkınma kavramları asıl amacı gizleyen örtülerdir. Kâr varsa yatırım ve kalkınma olur. Yoksa kendi başına yatırım ve kalkınmanın hiçbir anlamı yoktur. Endüstriyalizm mülkiyetten binlerce kez daha büyük bir hırsızlıktır. Hem de tüm ülke halkından, doğasından yapılan bir hırsızlık. Kendi başına yatırımı, fabrikaya dayalı üretimi mahkûm etmediğimizi belirtelim. Toplum ve çevrenin esenliği esas alınarak, her zaman uygun bir yatırım ve fabrika modeli geliştirilebilir. Bunlar kendi başına kötülük saçmazlar. Kârın emrine girdiklerinde kanserleşmeye yol açarlar. Kâr için endüstri, toplumsal ihtiyaçlar için değildir. Azami kâr kuralı ihtiyaçtan kaynaklanmaz. Onun kendi mantığı vardır. İhtiyaç alanı kâr getirirse ilgilenir. Yoksa ölüme terk eder. Mevcut teknolojiler doğru geliştirilip uygulansa, ne işsizlilik, yoksulluk, ne de hastalık ve eğitimsizlik bir toplumsal sorun olarak kalır. En önemlisi, ne de kaynak uğruna çevrenin teknikle, fabrikayla yıkımına gerek kalır. Kârlı bulunmayan, ama kesinlikle hayati ihtiyaçları rahatlıkla karşılayabilecek olan binlerce alan, sırf kâr getirmediği için atıl bırakılmaktadır. Kâr uğruna ise, bazen milyonlarca yıllık evrimin sonucu olan kaynaklar, hiçbir hayati sonucuna bakmadan kısa bir sürede tüketilir. Petrol, deniz, orman ve maden politikaları kârlılık nedeniyle çevreyi bir ölüm-kalım alanına dönüştürmüştür. Kâr denilen olayın vahşi boyutunu hiçbir olgu çevre katliamı kadar açıkla251
yamaz. Kârlılık bu biçimde devam ederse, değil birkaç yüzyıl, birkaç on yıl daha devam ederse, çevresel felaketin kesin olduğunu tespit ediyor binlerce bilim adamı. Endüstriyalizm analitik akıl için süper bir zaferdir. Fakat duygusal aklın da feci bir yenilgisidir. Dünyanın tüm canlılarını insanın hizmetine koyan en eski tanrısal vahyin bir hortlamasıdır endüstriyalizm. İnsan hizmeti demek yanlış oluyor. Bir avuç kâr hırslısının emelleri uğruna tüm canlılar kurban ediliyor. O zaman insanın bizzat kurban olarak sunulması bir zaman meselesi haline gelmiş demektir. Kutsal Kitaplardaki kötü tarifine uygun hiçbir örnek endüstriyalizm kadar emsal teşkil etmez. c- Endüstriyalizmi bir üretim sorunu olarak görmemek gerekir. Üretim üzerine kurulan kâr, sermaye tekeli asıl anlamını verir. Endüstri kâr tekellerinin hizmetine girmedikçe, temel toplumsal ihtiyaçlar ve çevre koşulları göz önüne getirilerek, bilim ve teknolojinin olanaklarına göre her zaman bir üretim, dolayısıyla yatırım politikası kurgulanabilir. Bunun makineli veya makinesiz olması özde pek fark etmez. Biri yavaş, diğeri hızlı üretir, o kadar. Kaldı ki, burada belirleyici olan, toplumsal ihtiyaçlar ve çevreyle, ekolojiyle uyum koşullarıdır. Hız ve yavaşlık kendi başına amaç değildir. Dolayısıyla makineleşme de kendi başına iyi ve kötü değildir. 19. yüzyıldan günümüze kadar endüstriyalizm denilen olguya, makineli ve makinesiz, hızlı veya yavaş tüm yatırım, üretim ve tüketim süreçlerine kâr amacı damgasını vurdukça, o zaman her şey soruna ve kangrene dönüşüyor. Bunun için kentler anormal büyüdü. Silahlar korkunç gelişti. Devasa ordular kuruldu. Korkunç ve dünya çapında savaşlar oldu. Çevre katliamları yaşanmaya başladı. Ulus-devlet canavarı türetildi. Yaşam tümüyle içeriğinden boşaltıldı. Politika yok edildi. Tekel olarak kapitalizm makineli üretime damgasını vurunca, endüstriyalizm canavarı peydahlanıyor. Can alıcı husus budur. Devlet tekeli önce tarımda, sonra ticarette artık-ürünü yakaladı. 19. yüzyılla birlikte eşi görülmemiş sanayi üretimi üzerinde, tabii yeni enerji ve makine buluşlarıyla tekel kurulunca, tarihin hiçbir döneminde elde edilemeyen kârlar, diğer bir deyişle artık-ürünün karşılığı olarak sermaye elde edildi. Endüstrileşmeye kâr dayatılınca her şey çığırından çıkıyor. O halde endüstriyle kârlaşma olarak 252
endüstriyalizm çok farklı kavramlardır. Endüstriyalizm ayrıca ekonomi de değildir; ekonomi tekelidir; sanayi üretimine dayatılan, devlet veya özel fark etmiyor, tekeldir. Toplumun binlerce yıldır el emeğiyle kendine yabancılaşmadan bir ekonomik faaliyet olarak yürüttüğü, çalıştığı üretim sahaları ister fabrikalı, ister tezgâhtar, ister tarım çiftliği, ister manifaktür olsun tartışılmıyor. Sorun bu sahalarda üretim yapmaktan kaynaklanmıyor. Pazarda değişimden geçirmekten de kaynaklanmıyor. Direkt devlet veya devlet adına bazıları dıştan insan ihtiyaçları için verili olan bu alanları denetim altına alıp vergili, talanlı, kârlı yöntemlerle fazlayı aşırmaya başladıklarında, işte o zaman çok ciddi ekonomik ve sosyal sorunlar doğuyor. 19. yüzyıldan günümüze kadar üretimin sanayi devrimi dediğimiz döneminden sonra anormal kâr alanı haline gelmesiyle birlikte, tekel dayatmaları sonucunda müthiş sınıfsal ve ulusal savaşlar başta olmak üzere, toplumun hem kendi içinde, hem dışındaki toplumlara, hem de doğaya karşı çatışmalar derinleşiyor. Toplum hiç olmadığı kadar tahakküm iktidarını yaşıyor. Herkes herkesle boğuşuyor. Bir anlamda Hobbes'un canavarı Leviathan "herkesin herkesle savaşını'' sona erdirmiyor. Tersine "herkesin herkese", doğaya ve kendisiyle savaşına dönüşüyor. Canavarın toplumu, toplumun canavarı yaşadığı veya getirdiği son aşama bu oluyor. d- Sanayi toplumu kavramı da kendi başına anlamlı değildir. Sanayi tekelleri kurulduğunda, toplum daha çok emtialaşmanın, değişime sunulacak üretimin, üretim de sanayinin güdümüne veriliyor. Tekelci sanayi kapitalizmi, diğer üretim sahalarının tekelci sanayiye bağlı hale gelmesidir. Bu anlamda sanayi toplumu uygarlığın bir başka aşaması olarak anlam bulabilir. Böylesi bir uygarlık aşaması 19. yüzyıla damgasını vurdu demek gerçekçidir. Her dönemden daha fazla kâr sızdırmaya imkân verdiği için, kapitalizmin görkemli çağı demek de mümkündür. Tüm toplumu kâr hırsı sarar. Kapitalist olmak yaşamın amacı haline getirilir ve hayatın doğal tarzına indirgenir. İşte bu anlamda sanayi toplumu ilktir. Azami kapitalistleşme toplumudur. Kralın çıplak hale gelmesi, yani ilk defa önde gelen kapitalistlerin yeni, ama eskisinden daha farklı, süsü ve elbisesi normal olan, kendini vatandaş gibi sunan bir krallar grubu haline gelmesidir. Krallar da çoğalarak, 253
eski görkemli, süslenmiş hallerinden soyunarak varoluş kazanıyorlar. Sanayi toplumu bu anlamda çıplak krallar toplumudur. Ücretle bağlanan işçinin durumu bu toplumda yaygınlık kazanır. Bir anlamda toplumdan koparılmış bir sınıftır. Klasik kölecilikten farkı, ücretli kölelikle bağlanmasıdır. Hangisinin daha iyi olduğunu söylemek etik açıdan doğru sayılmaz. Marksistlerin en önemli hatalarından birisi, bu toplumda sanayi burjuvazisi ve işçi sınıfını ilerici ilan edip, toplumun geri kalanına gerilik damgası vurmasıdır. Halbuki tersi doğrudur. Sanayi ve işçi sınıfı birlikteliği belki modernitenin bir özelliği olabilir; ama eşitlik, özgürlük ve demokratikleşme açısından tekelci devlet kapsamındadırlar. Anti-toplumculuğa daha çok yakın bir duruş sergilerler. Aydınların bu sınıfsal ittifakla sözleşmesi sosyalizm açısından en talihsiz bir sapma olmuştur. Sanayici tekelleri toplumu, kavram olarak sürekli savaş toplumlarıdır. Ulusdevlet boşuna bu dönemin devlet biçimi haline gelmemiştir. e- Sanayi tekelciliğinin siyaseti ve devleti, milliyetçiliğin en yoğun hali ve devletle tüm ulusal toplumun kaynaştırılması temelinde oluşan ulus-devlettir. Ulus-devlet en çok bu dönemde idealize ve realize olmuştur. Bunun temel nedeni, sermayenin aşırı kârı ve topluma yaygınlaşmasıdır. Kârın çoğalması, tüm toplumun sanayi tekellerine bağlılığını gerektirir. Bu ise iç savaştır. Ancak yoğun milliyetçilik ve yine iktidarın en yoğun yaşandığı ulusdevletle bu iç savaş bastırılarak, kârın azamileşme düzeni sağlama alınmış olur. Faşizmin yavaş yavaş bir sistem olarak bu dönemde gelişmesi özgün bir olay değildir. Toplumun sürüleşmesi ve iktidarın ince çeperlerine kadar yayılması, bunun da ancak milliyetçiliğin dinselleşmesiyle mümkün olabilmesidir. Endüstri, ulus-devlet ve kapitalist üçlüsünden oluşan Batı modernitesi tarihin en kanlı çağı, uygarlığı olma niteliğini bu kapsamı dolayısıyla kazanır. İç içe geçmiş bu üçlü modernite; hem toplum içinde iç savaş (faşizm), hem de devletler arasında ulusal, bölgesel ve dünya savaşları konumuna düşer. Bunun temelinde, hep tekrarlıyoruz, kârın oluşum ve paylaşılma biçimi vardır. Ulus-devlet ana hedefini endüstrileşme olarak belirlerken, kapitalistleşme niteliğini veya arzusunu gündeme taşıyor. Kapitalistler siyasi hedeflerini ulus-devlet olarak belirlediklerinde, ancak milliyetçilikle ulusu 254
zamklayarak ulus-devleti mümkün kılabileceklerini, bunun da kâr düzeni için en gerekli devlet düzeni olduğunu açığa vuruyorlar. Sanayi hem devlet, hem kapitalizm için ana hedef haline geldiğinde, 19. ve 20. yüzyılın kaderi belirlenmiş oluyor. Sanayi de tarım gibi, manifaktür gibi bir üretim çağıdır. Uygarlığın mirasına dayanır. Ama hiçbir üretim çağı, sanayi çağı kadar devlet ve kapitalist tekeline kâr ve iktidar çoğaltım gücünü vermemiştir. Bu nedenle devlet ve kapitalist sanayileşme için yarışır. Toplumu ve bireyi çok düşündükleri, ulusa çok saygılı oldukları için değil, tarihi bir kâr imkânını yakaladıkları için bu karasevdayı gösterirler. Sanayi toplumu tarihsel olarak savaş ve hegemonya idealleriyle yakından bağlantılıdır. İngiltere ile Hollanda ittifakı Fransa tarafından zorlandıkça, bu devletler hegemonik konumlarını yitirmemek için yine ucuz üretim zırhına sığındılar. Tarih, eğer sanayi devrimine öncülüğü olmasaydı, İngiltere'nin hegemonyasını muhtemelen 19. yüzyılın başlarında, özellikle Napolyon karşısında kaybedebileceğini gösteriyor. Fransa'nın yanı başında yeni yükselişe geçen ABD ve Rus Çarlığı'nın hegemonya şansının bulunduğu söyleniyor. Daha sonra bu yarışa Almanya katılacaktır. İngiltere'nin şansı, belki de tek çaresi olan sanayi devrimi oluyor. Bu durum bir kez daha zaruretin yaratıcılığı zorladığını gösteriyor. Buharlı makine ve dokuma mekaniği tarihin çarkını İngiltere lehine bir kez daha çeviriyor. Siyasi ve askeri yenilikler yeni sanayi üretimiyle hız ve güç kazanıyor. Bu da peşi sıra askeri başarıları getiriyor. Zincir bir defa kurulunca kırılması güç oluyor. Napolyon'un yenilgisi diğer etkenlerin yanı sıra, büyük ihtimalle esas olarak sanayi devriminin bir sonucu olsa gerekir. İngiltere hegemonyası koca bir 19. yüzyıl cihan imparatorluğuna bu sanayi devrimiyle kulaç atıyor. 19. yüzyıl İngiltere'nin muhteşem yüzyılıdır. 'Üzerinde güneş batmayan imparatorluk' unvanı ilk defa bu yüzyılda İngiltere tarafından kazanılır. Bu klasik bir imparatorluk değildir. Örneğin Roma ve Osmanlı tarzı bir uygulaması yoktur. Etkisi altında devlet düzeyinde birçok siyasi oluşumun mevcudiyeti imparatorluğuna halel getirmiyor. Kendine özgü çoklu siyasi oluşumları bağrında taşıyan bir model olarak, giderek zayıflasa da, günümüzde bile İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) adıyla yaşamasını biliyor. 255
Sanayi devriminin dünyaya ihracı her uygarlık biçimine benzer tarzda gelişir. Kendini kanıtladıktan sonra, önce Batı Avrupa'da, 19. yüzyılın sonlarında tüm Avrupa'da yayılımını sürdürür. 20. yüzyılın başlarında tüm dünyaya açılımı hızlanır. Sanayi tekelleri arasındaki rekabetin öncülüğünü İngiltere ve Alman tekelinin yaptığı bu açılımın dengesizliği, iki büyük dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel ve yerel savaşa konu olur. Bir kez daha sanayi kârının tekel, tekelin ulus-devlet, ulus-devletin savaş olduğu karşımıza çıkıyor. Hiçbir ulus-devletin savaşsız kurulmadığını göz önüne getirdiğimizde, sanayileşme ve sanayi ihraç bölgelerini kazanmanın kanlı ve kârlı tarihini çarpıcı bir tarzda bu savaşlarda görüyoruz. Savaşın, ulus-devletçiliğin özünde kârın yattığı çok açıktır. Sanayi döneminin emperyalizm olarak da anlam bulması bu dışa ihracıyla ilgilidir. Sanayileşmenin sömürge ve yarı-sömürgelerde, bağımlı alanlarda da sınırlı bir gelişim sağlaması, bekleneceği gibi iç ve dış savaşın başlaması demektir. 20. yüzyılın güçlü bir olgusu olan ulusal kurtuluş savaşları, özünde sömürge ve yarı-sömürge alanlarının sanayileşme programıyla bağlantılıdır. Öncülük konumları ne olursa olsun, hepsinin ulus-devleti, ulus-devletin de sanayileşmeyi en başa alması, dünya kapitalizmine gidişin temel köşe taşlarındandır. Bu anlamda Rus ve Çin Devrimleri de son tahlilde birer ulus-devlet ve sanayileşme devrimidir. Gelişmeler bu süreci çarpıcı biçimde doğrulamıştır. O halde 20. yüzyıl, ister ulusal kurtuluş savaşları ister başka yöntemlerle olsun, ağırlıklı olarak Avrupa dışının sanayileşme çağıdır. Bu çağ ana hatlarıyla 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bütün ağırlığıyla yaşanır. Daha sonra olan ise, Avrupa'nın kendisine artık fazla kâr getirmeyen ve çok yük teşkil eden (çevre kirliliği, yüksek ücretler) sanayiyi dünyaya ihraç etme aşamasıdır. Önce mal, 19. yüzyılda mal ve sermaye, 20. yüzyılda ise mal, sermaye ve sanayi ihracı biçiminde üçlü bir mekanizma ile dünyaya taşındı. Sanayileşmeyi tanımayan dünya bölgesi artık kalmamış gibidir. Böylelikle sanayi çağının esas ağırlığını yitirdiğini, daha doğrusu sanayiyi finans sermayesiyle ikame ettiğini belirleyebiliriz. İlk çağını ticaret, ikincisini sanayi devrimiyle yürüten Avrupa uygarlığı, son aşama olarak üçüncü küresel finans çağını yaşamaktadır. Fi256
nans çağı ağırlıklı olarak 1970'ler sonrası döneminde öncü rolünü oynamaya başlamıştır. Bundan sonraki bölümün konusudur. Her çağ bir öncekini ortadan kaldırmaz, ikinci plana düşürür. Ticaret 19. yüzyılda devam etti. Fakat sanayiye göre kâr sağlamada eski gücünü yitirip ikinci sıralarda yerini korudu. Finans çağı çok önceleri temelini atmıştı. İtalyan kent cumhuriyetleri bir nevi finans cumhuriyetleriydi. Birçok krallığı finansla kendilerine bağladılar. Ticaret çağı döneminde de para işlemleri borç alıp vermede hızlı ve yoğun idiler. Kredi ciddi bir kazanç kapısı olmuştu. Fakat üçüncü sırada kâr getiren bir sektördü. Sanayi eleştirmenleri ve eleştirileri, çevre tahribatının gözle görülür risklerinin gezegensel boyuta vurmasıyla artmıştır. Endüstriyalizmin doğurduğu felaketlerle nasıl boğuşulacağı yoğun tartışılan bir konudur. Bir bütün olarak yaşamla çelişkisi kaldırılamaz boyutlara varmıştır. Bilim ve tekniğin bu denli sorumsuz kullanımının kıyamet anlamına gelebileceği tartışma konusu haline gelmiştir. Tüm sorunların temelinde kâr ve sanayi ilişkileri yatmaktadır. İkisinin dizginsiz birleşiminin, kalkınma sağlamak şurada kalsın, sorun yumağına dönüştüğü görülmüştür. Tüm toplumsal alana sanayinin hükmetmesi, emtia konusuna dönüşmeyen bir toplumsal alanın bırakılmaması, toplumsal sorunları görülmemiş boyutlara taşıdı. Sanayi kaynaklı birçok gelişme toplumların doğasına olduğu kadar çevreye de aykırıdır. Kırsal alanın neredeyse tamamen yutulmasının sonuçlarıyla daha yeni karşılaşıyoruz. Kentin zıddına dönüşümünün sonuçları da yeni görünmeye başlamıştır. Alternatiflerin ne olması gerektiği tartışma düzeyini geçmemektedir. Şüphesiz toplum sanayisiz yaşayamayacaktır. Ama sanayi adına yapılanları kaldırması da artık beklenemez. Anti-endüstricilik giderek güç kazanabilir. Kent ve çevre çalışmaları bu yönlü birçok akımı bünyesine almıştır. Siyasal alana taşınmalar da gittikçe gündem buluyor. Reform sınırlarını aşmayan bu çabalardan, bozulan her iki doğa dengesini yeniden kazanmasını beklemek safdillik olur. Mevcut uygarlık paradigmasında kaldıkça, biçimsel değişimlerden öteye sonuç beklenemez. Beş bin yıllık uygarlığın taşıdığı olumsuzlukları, belki de sanayi çağı tek başına birkaç kat arttırmıştır. Bu tüm gözlemcilerin üzerinde birleştikleri bir görüştür. Bunlardan iklim ısınması sadece bir ör257
nektir. Yıkım sanıldığından çok daha derin ve kapsamlıdır. Sadece endüstri çağının eleştirisi değil, tüm uygarlık eleştirisi gereklidir. Marksistlerin ve diğer muhaliflerin sorunları ya dar sınıfsal ekonomizme, ya da çevrecilik, kültürcülük ve feminizm gibi kategorilere sıkıştırmaları bazı olumlu sonuçların sergilenmesine yol açmıştır. Ama ciddi bir siyasi program ve eylem haline erişememeleri de herhalde köklü yetmezlikleriyle bağlantılıdır. Demokratik uygarlık seçeneği üzerinde yoğunlaştıkça, bunun isabetli bir seçim olduğu her geçen gün daha iyi açığa çıkıyor. Ancak köklü demokratik uygarlık seçenekleri çok kapsamlı eleştiri ve programlarla birlikte, en az bunlar kadar hayata geçirici örgüt ve eylemselliklerle bütünleştiğinde doğaya, yaşama daha özgür, eşit ve demokratik toplum paradigmasıyla bakıp yol alabiliriz.
258
C- Finans Çağ-Komutan Para Paranın toplumsal komuta gücü haline gelmesi şüphesiz önemli bir gelişmedir. Bu çözümlenmeden, toplumun kavranması çok eksik kalır. Para belki de tüm vücuda gerekli enerjiyi oluşturmak için, hücrelere besin taşıyan damarlardaki kan örneği gibi, ekonomik yaşamda akışkanlık sağlayan değerdir. Ne olduğu ve nasıl bu konuma eriştiği anlaşılması gereken en ciddi toplumsal fenomendir. Beraberinde muazzam kirlilik taşıdığı inkâr edilemez olan bu aygıt, hangi tarihsel ve toplumsal etkenler sonucu bu durumunu kazandı? Gerçekten toplumda neyi gerçekleştirmektedir? Kazandırdığı ve kaybettirdiği kişiler, gruplar kimlerdir? Onsuz olunur mu, olunmaz mı, yerine neler ikame edilebilir? Sorular çoğaltılabilir. Değişim aracı olarak para, basit bir işlemin aracı olarak gayet anlaşılırdır. Yine de dikkat etmek gerekir. Değişenler nedir? Para iki değişen arasında adil bir ölçü sağlayacak alet olabilir mi? Sorunun daha başında büyük zorluklar içerdiği açıktır. Bir elmayla bir armudu değiştirmek gibi en basit bir alışveriş meselesinde, diyelim oran bire iki oldu: 1 elma = 2 armut. Para piyasada böyle işlev görsün. Neden bire iki de, üç veya bire bir değil? O zaman işin içine en basitinden emek değer girecektir. Sorular peşi sıra gelebilir. Emeğe değerini veren nedir? Başka emek denilip soru sonsuza dek tekrarlanabilir. Açık ki alışveriş meselesinde adil ölçüyü paranın sağlaması zor görünmektedir. Büyük ihtimalle gücünü, itibarını bir seçenekten kazanacaktır. Öyle kabul gördüğü için kabul edilmektedir. Temelinde adalet, değer, emek gibi ölçüler aramak beyhudedir. Zaman ve mekânda hazır bulunanlar, işlerimizi kolaylaştırmak için bir arabulucu seçelim demişler. Bulunan arabulucu nesnenin adını para koymuşlar. Bu kısa öyküyle parayı tanımlamaya çalışıyoruz. Fakat öyle bir arabulucu aracıyla karşı karşıyayız ki, bu konumunu bırakıp başka rollere girdi mi her şey allak bullak olabilir. Bir örnekle anlaşılır kılalım. Toplum bir kadının ancak bir erkeğe bağlı olarak bir evde adına namuslu dediğimiz tarzda yaşayabildiği taktirde kabul görebileceğini belirtir. Kadının öyle olmaktan çıkıp birçok erkeği eve alması ya da tersi, adamın eve birçok kadını alması halinde durum nasıl olur? Herhalde en hafif deyimle allak 259
bullak olur. Paranın durumunda işler daha karmaşıktır. Örneğimize devam edelim. Kadın genel kabulü bozduğu için evden atılarak bir çözüme varılabilir. Fakat parada işler bu kadar kolay olmayabilir. Elinde parayı tutan, namuslu olmasa, paraya ne kadar para katılsa da kabulümdür diyebilir. Hâlbuki toplum tıpkı bir kadın meselesinde olduğu gibi, bu kabulle parayı aracı kılmamıştı. Onu biriktirmek en büyük namussuzluktur diyebilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Benim kanaatim, iş aynen böyle olmuştur. Son derece nispi bir zaman ve mekânla sınırlı, kolaylık olsun diye araya konulan bu arabulucu, asla tüm zaman ve mekâna yayılsın diye kabul edilmemiştir. Burada büyük bir suiistimal (kötüye kullanma) olayı vardır. Asla kabul etmem diyebilir. Fakat atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmiş olabilir. O zaman da hükmü yetmez olur. Dolayısıyla paranın ortama göre oynayan, eşi benzeri görülmemiş bir fahişenin kendisi haline gelmesi, yine ikinci bir defa kuvvetle muhtemeldir. Kendini birine bir, birine bin Dolara kiralayabilir. Önünde bunu önleyecek hiçbir kuvvet artık yoktur. Nasıl bu duruma gelindi? Biraz da ekonominin dilini kullanarak bunu anlaşılır kılmaya devam edelim. Ekonominin değişimle başlatılması pek fazla anlatım ifade etmese de, değişimin kendisi önemli bir ekonomik faktördür. Birbiriyle değişen iki şeye mal veya meta denilmektedir. Toplum henüz kullanım değerinden başka bir değer tanımazken, karşılıklı değişimi ahlaki olarak uzun süre doğru bulmadı. Armağan ekonomisi dediğimiz bir sisteme bağlı kaldı. Ürettiği veya elde ettiği çok değerli addedilen bir nesneyi değer verdiklerine armağan ediyordu. Armağan kültürü yücelticiliği ifade eder. Yüceltilene armağan sunulur. Değerli olanın böylece değeri kanıtlanmış, onurlandırılmış oluyordu. Geriye kalan nesneler günlük yaşam için harcanırdı. Birikime de iyi gözle bakılmazdı. İnsan toplulukları milyonlarca yıl böyle yaşayabildiler. Mal değişimi olmadan, karşılıklı mal olarak veya para karşılığında değişime toplumun ahlakı, vicdanı bir türlü razı olmuyordu. Çünkü ürettiği değerin pahası, karşılığı olabileceğini düşünmüyordu. Düşünülmesini ahlaken uygun bulmuyordu. Belki de sağduyusu veya ahlaki bilinciyle bunu hileli bir yol sayıyordu. Değişimin eşiği ekonominin eşiğiyse, ekonomiye böyle giriş yapılması herhalde iyi bir giriş sayılmayacaktır. Çünkü asli geleneğe 260
rağmen yapılmıştır. Değişimi ekonomik ilişkinin temel değeri saymak bir varsayım olabilir. Ama tek varsayım değerinde saymak doğru olmaz kanaatindeyim. Ekonomiyi değişimden başka etkenlerle bilimselleştirmek veya daha doğrusu değişimden farklı, hatta değişimin kabule dayanan, para gibi arabuluculuğa dayanmayan biçimleri de rahatlıkla geliştirilebilir. Teorik ve pratik, bu biçimleri geliştirme konusunda yaratıcı olmaktan geri durmaz. Değişimden daha önemli olan, emtianın mal haline geliş meselesidir. Kullanım değerinin değişime tabi tutulması emtialaşma, mallaşma olarak tanımlanır. Toplumda emtia olgusunun ortaya çıkışı uygarlık sürecine yakın dönemlerdir. Ticaretin kabul görmesindeki temel etkendir emtia. Emtianın kendisi onu ilk edinenin elinden çıkma anına denk geliyor. Elinden çıkarmayı kabul etmek emtianın başlangıcıdır. Karşıdan biri bir şey karşılığında alınca, emtia süreci tamamlanmış oluyor. Yine bir örnek verelim. Yıllarca beslediği bir ceylanı başka birinin de yıllarca beslediği keçiyle değiştirdiğini düşünelim. Bu değişimin adil ve eşit olduğu hiçbir zaman ispatlanamayacaktır. Çünkü hangi alın terinin ne kadar akıtıldığı hiç bilinmez. Daha da önemlisi, keçiyle ceylan hiçbir zaman iki eşit olamaz. Bu analojiler (örnekseme) şüphesiz değişimin mantığındaki çelişkiyi yakalamak içindir. Ve böylesi çelişkiler her zaman mevcuttur. Bu çelişkilerin kabulü temelinde para konusuna yeniden döndüğümüzde, barındırdığı hileleri daha iyi fark etmiş oluyoruz. Toplumları tanırken bir noktayı daha iyi anlamak büyük önem taşır: Toplumsal olguların fiziksel olgular olmaması. H2O, mutlak olmasa da, dünya koşullarında hep su molekülüdür. Başka anlamı olamaz. Toplum ise insanın inşa ettiği olgular paketidir. İçinde muazzam bilinmezlikler taşısa da. Toplum kendi inşa ettiğini değiştirip yeni inşalar kurabilir. Şu kural ortaya çıkıyor: TOPLUMSAL GERÇEKLİKLER İNŞA EDİLMİŞ GERÇEKLİKLERDİR; doğa veya tanrı vergisi gerçeklikler değildir. O halde para da rahatlıkla inşa edilmiş bir gerçekliktir. Değişim ve emtialar konusu da inşa edilmiş varsayımsal gerçekliklerdir. Tanrı veya doğa vergisi değiller. Pozitivistlerin en büyük günahı, toplumsal gerçeklikleri fiziki gerçeklikler gibi olgular niteliğiyle aynı kategoriye koymaları olmuştur. Toplumsal olguyu değişmez gerçeklikle bir tuttuğumuzda, 261
büyük yanılgılar içeren toplumsal paradigmalara kapıyı ardına kadar aralamış oluruz. Ekonomiye pozitivist açıdan baktığımızda, bu sakıncaları görmemek mümkün değildir. O zaman milliyetçilikler nesnel gerçeğin ifadesi olarak anlaşıldığında, değişik konumlarda da olsalar, felsefi bakımdan aynı olan Hitler ve Stalin konumuna düşersiniz. Bu ikisi de, yani tüm pozitivistler de, kaba materyalistler de toplumda kabul ettikleri gerçeklere mutlak olgu değeri vermekten kurtulamazlar. Para konusunu son derece nazik kılan bir etken de topluma bu pozitivist yaklaşımla bakan anlayıştan gelir: Parayı tam gerçek saymak. Dolayısıyla onun aracılığıyla el değiştirme, giderek tam gerçek algılamasına dönüşür. Paranın ekonomiye değişimle birlikte girmesini ve tarih boyunca gösterdiği gelişmeleri incelemek konumuz değildir. Fakat paranın giderek ekonominin vazgeçilmezi haline gelmesi, içerdiği sakıncaların da büyümesi anlamına gelir. Tek bir değişimin içerdiği çelişkiyle karşılaştırdığımızda, paranın sınırsız değişim gücü kazanmasının ne kadar netameli, sakıncalı durumlara yol açacağı anlaşılırdır. Binlerce çelişkinin somutlaşmış hali olmak kolay bir şey değildir. Bu çelişkili haliyle ekonomide yol ala ala finans çağına ulaştığında, ortaya çıkan durumun bütün vehametini görmeden toplumu anlaşılır kılmak kendini aldatmaktan başka anlama gelmez. Vehamet dediğimiz, paranın bağrındaki muazzam çelişkilerle birlikte en gelişkin çağına varmasıdır. Bu sicili, çok kötü bir zorbanın çok büyük bir orduya başkomutan yapılması gibi bir şeydir. Toplumda başlangıçta sadece hazır olanların bir anlık kabulüne dayanan bu kuşkulu aracın çok geçici bir aracı konumu giderek tanrı katına yükseltiliyor. En etkin komuta gücünü de elinde tutarak. Paranın gelişim tarihini incelemek hayli ilginç olurdu. Tarihte ilk altın sikkenin Lidyalı Kreuzus tarafından çıkarıldığı söylenir. Halen altın aramalarının sorun yarattığı Manisa'nın Sard kentinde oturduğu ve başına gelmedik iş kalmadığı söylenir. Para öyle bir şeydir ki, onunla da onsuz da olmak çok zor konum arz eder. Bilinen, emtia değişim ve paralaşmanın el ele vererek hızla geliştiği ve ekonominin başköşesini ele geçirdiğidir. Pers ve Greko-Romen uygarlığında para kullanımının çok yaygınlaştığı, günümüze kadar ulaşan yüzlerce sikke çeşidinden bellidir. 262
İslam uygarlığında Riyal en az sultanlar kadar itibarlı bir konuma erişmişti. Kentlerde paranın tahtı sağlamdı. Özellikle Yahudi sarraflar büyük önem kazanmıştı. Yahudi ve Ermeni sarraf ve tüccarlar Avrupa'dan Hindistan'a kadar uzanan ticaret yolları üzerindeki kentlerde paralel bir para ve ticari tekel hattı kurmuşlardı. Siyasi egemenliğe paralel bu kapital hattı çok etkiliydi. Sultan ve emirlikleri kendine oldukça bağlamıştı. Avrupa ve Asya'daki etkinlikleri sürekli artıyordu. Toplumların kavim olarak Yahudi ve Ermenilere artan tepkisinin altında bu gerçekliğin önemli payı olsa gerek. Yahudi ve Ermeni pogromlarını araştırırken, bu durum önemle göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. İtalyan kentlerinin İslam dünyasından para ve ticaretin öncülüğünü devralmaları 13. yüzyılın ortalarına doğrudur. Özellikle Venedik, Cenova ve Floransa gerçek bir para ve ticaret mucizesi olarak gerçekleştiler. 16. yüzyıla kadar başta Rönesans olmak üzere her bakımdan Avrupa'ya öncülük eden yıldız kentlerdi. İtalyan kentleri sadece Rönesans Devrimini gerçekleştirmekle kalmadılar; para devriminin de önemli mimarlarındandı. Her ne kadar ilk öncüllerini İslam dünyasında buldularsa da, katkıları oldukça büyüktür. Banka, senet, kâğıt para, kredi, muhasebe gibi modernitenin vazgeçilmez tüm para argümanlarını bu kentler geliştirdi, kurumlaştırdı. Para tarihinde bu gelişmelerin çok büyük rolü vardır. Pazar ve ticaretin gelişmesinde birer devrim rolünü oynadılar. Emtialaşma ve paralaşmanın hızını belki de yüzlerce defadan daha da arttırdılar. Paranın egemenliğinin gelişmesinde kilometre taşlarıydılar. Toplum yavaş yavaş bu araçların tahakkümüne hazırlatılıyordu. Görünüşte basit bir teknik muameleydi gerçekleştirilenler. Bankalar para birikim yerleri olacaktı. Senetler para karşılığı olan kâğıt parçalarıydı. Kâğıt para da bir nevi genel senetti. Hafifti, işleri daha da kolaylaştırıp hızlandırıyordu. Kredi, sıkışık durumda olan müşterilerine daha sonra ödenecek münasip bir faiz karşılığında verilen borç paraydı. O da işleri hızlandırıyor, boş kalmayı önlüyor, ilgilisinin tembel tembel oturacağına işlerini hızla sürdürmesine ve sağlanacak kârla borcunu kapatmasına hizmet ederek daha hayırlı bir rol oynuyordu. Muhasebe işlerin kâr-zarar, gelir-gider envanterini netleştiren birer dokümandılar. Ayna gibi dönemsel olarak kişi 263
veya şirketlerin durumunu yansıtıyordu. Bunlar basit ama müthiş sonuçları olan devrimlerdi. Başta Sevilla, Lizbon, London, Amsterdam, Hamburg, Lyon, Anvers, Paris olmak üzere, İtalya'nın bu devrim ürünlerini Rönesans ürünleriyle birlikte hızla ülkelerine aktaran Avrupa kentleri devrimleri kıta geneline yaydılar, büyüttüler. 16. yüzyılla birlikte Hollanda ve İngiltere'nin önce tarım ve ticarette, sonra sanayide bu devrim ürünlerinin etkin yardımlarıyla nasıl genel bir kapitalist devrime dönüştürdüklerini taslak halinde sunmuştuk. Kapital, kapitalist ve kapitalizm para saltanatının ön basamaklarıdır. Onlar bu basamakları atlayan gerçek birer kraldılar: Çıplak krallar. Ticaret çağı büyük hızıyla birlikte büyüyen kârını büyük oranda bu paralaşma ve para araçlarına borçluydu. Paranın egemenliği sessiz ve derinden ilerliyordu. Sadece krallığa değil, tanrısallığa da oynuyordu. Hem de ilk defa maskesiz ve bizzatihi olarak. Endüstri çağı ona hem çok şey borçluydu, hem de çok büyük fırsatlar sundu. Toplumda pazarlaşma, kentleşme, emtialaşma ve ticaret yoğunlaşması olmadan sanayi devrimi olamazdı. Tüm bu süreçler para olmadan gerçekleşemezdi. Para ve paralaşmanın hız kazanması vücut organlarındaki kan dolaşımı rolünü kazanmıştı. Onun kesilmesi organların çalışamaz duruma gelmesi ve işlevini kaybetmesiydi. Bu da ölümleriyle eşanlamlıydı. Fabrika-işçi ilişkisini çözümlediğimizde durum daha iyi anlaşılır. Fabrikalaşmayı eski köle ve köylü serfle işletmek mümkün değildir. Hem efendiden, hem senyör ve topraktan kopmadan işçileşme olmaz. Tam bir işçileşme mutlak ücretle gerçekleşir. Ücret ise, para olmadan ödenecek bir değer değildir. İşçinin paraya kesin mahkûmiyeti gerçekleşmiş oluyordu. Para, efendi ve senyör olmadan yeni köleyi mutlak egemenlik altına almanın konumunu kazanmıştı. İktidarlaşmada bu dev bir adımdır. Yeni sanayi toplumu bu yolla tamamen paranın egemenliğini tanıyan ilk büyük toplum biçimi oluyordu. Daha önceki hiçbir uygarlık toplumu bu denli paranın hâkimiyetini tanımamıştı. Endüstri toplumunda para artık bir kültürdür. Her şey onun etrafında anlam kazanır. Büyük hayallere yol açması kadar, tüm büyük projeler para olmadan başlatılamazdı. Çocuğuna küçük bir ayakkabı almaktan evinin ışığını yakmaya kadar, en ücra köyden en gelişmiş kent semtlerine kadar her aile pa264
ranın mutlak gereğinin bilincindeydi. Onu elde etmek uğruna içine girilmedik bir iş, plan düşünülemezdi. Herkes para edinmek için ne gerekiyorsa onu yeni tanrısına sunmaya mecbur edilmişti. Görünüşte kutsal değer emek satılıyordu. Bu, paranın yol açtığı en tipik yanılgılardan biridir. Parayla satılan, yani elden çıkarılan sadece emek değildir. Onu elde etmek için öncelikle sağlıklı bir bedene, bedeni elde etmek için bir anaya, anayı elde etmek için bir kadına ihtiyaç vardı. Bu içinler sonsuza dek gider. Emek ayrıca beceri kazanmalıydı. O olmadan satın alınmazdı. Onun için ustaya, tezgâhtara; onlar içinse binlerce yıllık iş tecrübesine, onun emektarlarına ihtiyaç vardı. İşte basit bir ücret -karın doyurmadan biraz fazla-, tüm bu kutsal değerlerin elden çıkarılması oyunuydu. Tarih ve toplum satılıyordu. İnsan, birey böyle araçsallaştırılmıştı. Şimdiye kadar hiçbir toplumsal tanrı bu denli kulları üzerinde hâkimiyet kurmamıştı. Para tarihinin önemli bir kilometre taşı da, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin karşılık olarak gösterilmesinden kurtulmasıydı. Bu büyük devrim -kara para devrimi- 1970'lerde gerçekleşti. Artık para tam özgürleşmişti. Birinci özgürleşmeyi özgür İtalyan kentleri onu kâğıt, senet, kredi gibi enstrümanlara bağlayarak sağlamıştı. İkinci büyük devrimi ise, ABD Dolarının, altın ve gümüşe bağlı olmaktan resmen kurtulmasıyla gerçekleştirilmişti. Finans çağına resmen bu devrimle girilmişti. Üçüncü büyük küreselleşme hamlesi denilen tarihsel gelişmenin altında bu olgu yatmaktadır. Kapitalizmin ilk büyük küreselleşme hamlesi, bilindiği gibi ticaret çağının (M.S. 15.-18. yüzyıllar) kıtasal sömürgeleştirme ve yarı sömürgeleştirme hareketleriydi. İkinci büyük küreselleşme hareketi, sanayi çağının (kabaca 19. yüzyılın başından 20. yüzyılın son çeyreğine kadar) emperyalizm hamlesi ve ondan kaynaklanan çok geniş bir sınıfsal ve ulusal savaşlar dönemiydi. Yaklaşık dört yüzyıl yıl süren bu dönemlerin baş yapıcılarından birinin para olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Hepsine birden para çağı demek yanlış olmazdı. Kapitalist modernitenin büyük tanrısı (Zeus, Jüpiter) ulus-devlet, iktidar ve savaş tanrısı (Ares ve Mars), para ise ekonominin ve tarihte genel anlamda karşılığı olmayan yeniçağın yükselen yeni tanrısıydı. Tüm kadim tanrıları bastıran ve hegemonyasını kuran tanrı! 265
Finans çağının temel özelliği, para kurumunun (tüm enstrümanlarıyla birlikte) başat duruma geçmesidir. Sanayi ve ticaret tekellerini tamamen kontrolü altına almıştır. Tekel olarak devleti de (özellikle ulus-devleti) kendine iyice bağımlı hale getirdi. Ekonominin temel katları olan kullanım (tüketici) ve üretim-değişim platformlarını da tamamen paranın denetimine aldı. Kullanılan araçlar IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret Örgütü; dünyanın tüm merkez bankaları, küresel bankalar, çeşitli kredi senetleri, piyasa ve borsalar; bono ve tahvil senetleri, tüketici kartları, faizler ve döviz kurları vb. geniş bir enstrümanlar listesidir. Bu kurumlar aracılığıyla para artık hayalet bir varlık haline gelmiştir. Daha doğrusu, ataerk ailenin eski hiyerarşik yöneticisi durumunda kalmıştır. Onun yerine yeniyetmeler olarak bu kurumlar evlat rolünü oynamaktadır. Ama hepsinin para atalarının tohumunu taşıdıkları da bir gerçektir. Kendi içinde bu kurumlar müthiş bir ağ halindeler. Son derece organizeler. Saniye saniye birbirlerinden haberleri vardır. Birbirlerini etkilerler. Hareketleri kısa, orta ve uzun vadeli olarak düzenlenir. Kısa süreli hareketlere 'sıcak para', orta vadeli olanlara 'bono ve tahvil', uzun vadeli olanlara da 'uzun vadeli senet' demek moda gereğidir. Sık sık isim ve süre değiştirebilirler. Toplumsal inşa etme gerçekliklerinden en hızlı gerçekleştirilenlerdir. Temel muhasebe aracı Dolar ve Euro'dur. ABD ve AB'nin para birimidirler. Sistem halen yetkinleştirilmekle birlikte tamamlanmış sayılır. Peki, temel gaye olan kârlar bu yeni sistem altında nasıl gerçekleştirilmektedir? Ekonomik, toplumsal ve siyasal dünyanın tüm ilişki ve çelişkileri bu yeni sanal sisteme olduğu gibi taşınmıştır. Hatta ideolojik, akademik ve diğer kültürel argümanlar da bu sistemin pençesine aldığı dünyalardır. Gerçeğe daha yakından bakmak anlam gücümüzü artıracaktır. Dolar'ın (yedekte tutulan Euro) temel muhasebe birimi olması ne anlama gelmektedir? Dolar birikim alanları ve milli paralar arasındaki kur değişimleri; bono ve tahvil, hisse senetleri piyasasındaki hareketler, faiz ve fiyat değişiklikleri hangi somut dünyalardaki ilişki ve çelişkileri, dolayısıyla ittifak ve savaşları yansıtmaktadır? Acaba giderek sıkça sözü edilen Üçüncü Dünya Savaşı ağırlıklı olarak bu simgesel, sanal dünya içinde geçmiş olma266
sın? Gerçek alandaki savaşlar ise, bunun yer yer deprem dünyasının fay yarıklarından dışa vurması misali gibi olmasın? ABD'nin İkinci Büyük Dünya Savaşı sonrasının hegemon gücü olduğu genelde kabul gören bir görüştür. Para birimi olarak Doların dünyasal ağırlığı bu hegemonyanın sonucudur. İlginç olan tam da bu hegemonya zirve yaparken, Doların altın karşılığından kurtulmasıdır. Bunun bir nevi hesapsız, sorumsuz dünya hegemonu olmayı yansıttığı çok açıktır. ABD'nin 1980'lerden itibaren dünyaya trilyonları kat kat aşan Doları karşılıksız olarak saldığı bilinmektedir. Bu korkunç bir olaydır. Yanlız banknot matbaasını çalıştırarak yılda trilyon Dolar kazanma anlamına gelmektedir. Para hiçbir çağda ve hiçbir yerde bu denli kendi kendini büyütmemiştir. Hegemon olmanın ilk defa kendini paraya yansıtmasını veya paranın bizzat hegemon olduğunun itirafını bu olgudan başka daha iyi açıklayan bir araç olabilir mi? Bütün ulus-devletlerin borçlu durumda olduklarını göz önünde bulundurursak (en büyük borçlu ulus-devlet, çok tuhaftır, ABD'nin kendisidir), paranın niye tam hegemon olduğunu bir kez daha algılama gücümüzü arttırmış oluruz. ABD Merkez Bankasının ufak tefek para oyunlarının (faiz-fiyat indirme, yükseltme hareketleri) dünyayı şiddetle sarsması da finans sisteminin iyi oturmuşluğunu gayet iyi açıklamaktadır. Yani paranın gücünü kanıtlayan olgular çok fazla oluyor. Krizlerin sistemle bağı daha da çarpıcıdır. Asya, Rusya ve Latin Amerika'da devrevi olarak zincirleme etkileyerek, saçarak oluşan krizler tamamen para sahasında geçmektedir. Reel ekonomiye yansımalar hep sonradır. Daha önceki krizler reel dünyada başlayıp para dünyasında sonuçlanırken, finans çağının krizleri tam tersine olmaktadır. Reel ekonomi en sona bırakılmakta, ama finans dünyasının egemenlerinin istedikleri gibi, o ülke veya ülke bloklarını hizaya getirdikten sonra, fazla ağırlaştırmadan sona erdirilmektedir. Rusya örneği öğretici olacaktır. SSCB resmi olarak 1991'de dağıldıktan sonra giderek ağırlaşan bir finansal kriz sürecine alındı. Kriz 1998'de doruk noktasına çıkarıldı. Çok ilginçtir; bu dönemde, bilinen Şam çıkışındaki gelişmeler bağlamında, ben de Moskova'daydım. Rus yetkililer çok acilen Rusya'dan çıkmamı, bunun için ellerinden ne geliyorsa yapabilecekleri267
ni söylüyorlardı. Kocaman İstihbarat Şefi şunu belirtiyordu: "Altı ay sonra olsaydı, her şey kolay olurdu. Biz de sana böyle davranmazdık." Evet, 1998 krizi Rusya'yı teslim almıştı ve ilk yetkili ağızlardan itiraf ediliyordu. Gayet iyi hatırlıyorum. Benimle ilgili operasyonu yürüten İsrail Başbakanı Ariel Şaron ve ABD Dışişleri Bakanı Albraight alelacele Moskova'ya gelip on milyar Dolar karşılığında Rusya sahasının dışına atılmamı sağlamışlardı. Bu amaçla IMF ile antlaşma imzalanmıştı. Türkiye ile Rusya arasında da benim karşılığımda ayrıca 'Mavi Akım' anlaşması imzalanmıştı. Rusya'nın da bir şartı bu oluyordu. ABD muhalefetine rağmen. Rusya sistem hegemonunun istediği neoliberal politikalara çekildikten sonra, yavaş yavaş felçli halinden çıkıp sistemle bütünleşti. Bir karşıdevrim de böyle gerçekleşiyordu; sanal ve finansal karşıdevrimler çağında! Finans çağının reel dünyayı yönetmesini çözümlemek hayli öğretici olacaktır. a- Reel ekonomik dünyayı yönetmesinin paranın komuta gücüne yükselmesiyle bağlantısını sıkça dile getirdik. Daha çok hegemonun ana politikalarına hizmet edecek projeler esas alınır. Dünya ekonomisi finans çağına göre nasıl dizayn edilecek? Hangi bölge hangi mallarda yoğunlaşacak? Payı ne olacak? Ülkelerin temel siyasetleri nasıl düzenlenmeli, ekonomik ve sosyal yapılanmalarını nasıl yenilemeli, borçlarını nasıl ödemeliler, kaynaklarını nasıl kullanmalılar? Ayrıca asi, çete dedikleri ülke ve ekonomiler nasıl hizaya getirilmeli? Eski SSCB bloğu, Çin ve diğer üçüncü dünya denilen ülkeler hegemonik sistemle nasıl bütünleşmeli? İsrail'le ilişkiler nasıl düzenlenmeli? Bir bütün olarak dünya, ülke, devlet ve halkları neo-liberal yeni finans çağının genel kriterlerine hangi parametreler tarafından uyum sağlayacaklarsa, o temelde her ülke, şirket, devlet ve bireylerin önüne projeler konulur. Bu projelere uygun yatırımlara birçok siyasal ve askeri şart da bağlandıktan sonra finansman, yani parasal enstrümanlar sağlanır. Uymayanlara ise kriz dayatılarak iflas noktasına getirilir. Zaten finansal çağ demek, projelere şartlı kredi sağlama çağı demektir. Sistem bu temelde çalıştırılmaktadır. Kapitalizmin finansal çağda ekonomi olmadığını en net biçimiyle bu kısa betimlemelerimiz bile göstermektedir. Kâğıt oyunlarının ekonomi olmamak 268
kadar, ekonomi dışı dayatmalar olduğunun en iyi kanıtlama araçlarıdır. Tekelin azami kârlaşması bu kâğıtlar üzerinde gerçekleşmektedir. Bundan daha açık ekonomi dışılık olur mu? Hiçbir sektör ve dönem, kârın ticaret ve sanayi çağının çok üstünde bedava kazanıldığını finans sistemi ve çağı kadar açıklayamaz. Küçük kuponlar karşılığında herkes kâra bulaştırılarak hem sisteme suç ortağı kılınıyor, hem sistem kendini daha da güçlendirerek kurtuluyor. Finansal çağ endüstriyalizmden daha ağır ekonomi dışıdır. Bir toplum biçimidir, kültürüdür. Çok üst düzeyde bir parasal tekelleşmeyle karşı karşıya olduğumuz çok açıktır. Devletleri de (hatta devlet olarak ABD'yi de) içinde eriten bir süper tekelleşme aşaması söz konusudur. Tüm iktidar süreçlerini kontrol eden, geliştiren, bozan, yeniden kuran bir güç konumuna erişilmiştir. Yeni küreselliğin özü budur. Sanıldığı gibi iletişim çağı küreselleşmeyi nitelememektedir. Ekonomiyle siyasetin, siyasi tekelin hiç örneği görülmemiş ölçüde küresel çapta iç içe geçmesi özünü teşkil etmektedir. Tüm yerel, ulusal, siyasi ve ekonomik iradelerin küresel süper tekel güçlerinin kontrolüne girmesini ifade etmektedir. Bu yeni bir durumdur ve oldukça üzerinde yoğunlaşmayı gerektirmektedir. b- Toplumsal realite üstündeki etkisi tamamen fethetme amaçlıdır. Parasal ve sanal bir toplum hedeflenmektedir. Toplumun kapitalize edilmesinin en etkili yolu bono, repo, tahvil, hisse senedi gibi enstrümanlarla kâra iştirak etmektedir. Böylelikle özellikle başta orta sınıflar olmak üzere, toplum finans dünyasıyla bütünleşmiş oluyor. Küçük bir kâr karşılığında düzeni koruma gücüne dönüştürülüyor. Düzene karşıt refleksleri önemli oranda kırılıyor. Tüketici toplum, tüketici kredi, mikro kredi, binbir türlü proje kredileriyle toplum kıskıvrak teslim alınmak istenmektedir. Yöntem basittir. Önce krizler dayatılarak işsizlik dünyasına yeni bir işsizler dünyası ekleniyor. Orta sınıf çökertilip yeniden aman dilenir hale getiriliyor. Açlık ve yoksulluk ölüm sınırına dek dayatılıyor. Kargaşa ve kaos derinleştiriliyor. Daha sonra şartlar karşılığında toplumun yeniden inşası için krediler bağlanıyor. Eskiden toplumlar devrimler ve aydınlanma-kültürel hareketlerle dönüştürülmeye çalışılırdı. Şimdiki finansal yöntemlerle daha 269
komple, planlı, elini ateşe atmadan, maşayla istediği sonucu elde ediyor; elde etmek istiyor. Tüm toplumlar üzerinde küresel bir homojenleştirme, kitle ve sürü toplumu için tek kültürel potadan geçirme, sisteme en ufacık bir itiraz gelmeyecek biçimde yeniden inşa etmeler devrededir. Toplum projeleri bir nevi eski devrimlerin, ütopyaların yerine ikame edilmiş oluyor. Artık ütopya ve devrimlere gerek yoktur. Her şey projelenebilir. Ayrıca finansörü hazırdır. Karşı-toplum, simülakr toplum, sanal toplum, tek zihniyetli toplum bu olsa gerek. Acaba dayatılanlar faşizmin yeni bir maskeyle küresel boyutta gerçekleşme projesi ve dünyası değil midir? Finans çağının toplumunu her yönüyle tanımak ve tanımlamak gerekir. c- Finans çağının siyaset ve devlet politikaları endüstriyel çağla kısmen çelişik özellikler taşır. Endüstriyalizm esas olarak milliyetçilik ve ulus-devlet politikalarında yoğunlaşır. Tekeller yaratmak ister. Finans çağının küresel olma ihtiyacı bu tekelleri artık engel olarak görmektedir. Kapitalizmin bir dünya-sistem olarak doğması da ulus-devlet tekelini sonuna kadar destekleyemez. İçe kapanmaya eğilimli ulus-devlet tekelleri, küresel çapta hareket etmek isteyen tekellerin önünde engel konumuna gelirler. Özellikle finans çağı küresel çapta ancak enstrümanlarını kullandığında kârı arttırabilir. Ulus-devlet bu durumda karşısında ciddi bir engel olarak durmaktadır. Ya yeni duruma uyarlanacak, ya da yıkılacaktır. Kuzey Kore, Libya, Suriye, İran, Irak, vb. Libya uyarlanmayı kabul ettiğinde varlığını korudu. Irak kabul etmeyince, simgesel önemde finans çağının gazabına uğradı. Yenisi inşa edilmek durumundadır. Tümüyle yıkma durumunda değildir. Özellikle Brezilya, Türkiye, Arjantin, Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkeler ulus-devletçiliği en yoğun biçimde yaşadıkları için, krizlerle terbiye edilip sistemle yeniden entegre edilmek durumunda olan ülkelerin başında gelmektedir. Daha da önemlisi, tek standart ulus-devlet derinliğine küreselleşmeyi de engellemektedir. Küresellik ulus-devlet tipi yerel siyasi üniteleri değil, daha küçük çapta sınırlı ve bağımlı iktidarla yetinen devlet tipini gündemleştirmektedir. Orta büyüklükteki devletleri yerel birimlerle dönüştürmek istemektedir. Ulus-devletle finans çağının küreselliği uzun süre çelişkili olmaya adaydır. Bünyelerinde270
ki sınırlı anti-kapitalist unsurlar da bunu zorunlu kılmaktadır. Genelde klasik devletin ve en çok da ulus-devletin yol açtığı derin yetmezlikler, sivil toplum denilen, özünde sivil toplumu tam anlamıyla temsil etmeyen bir tampon sistemle aşılmak istenmektedir. Sivil toplum demokratik içeriğinden boşaltılarak, liberalizmin ulus-devlet çıkmazını hafifletmek için kullanılmaya çalışılmaktadır. Sivil toplum klasik uygarlıkla demokratik uygarlığın üzerinde en çok çekiştikleri politik alandır. Sivil toplumun demokratikleşmesi ilkesel bir sorun olup, çözümlenmesi ve çalışılması gereken temel demokratik siyaset görevlerindendir. İdeolojik planda finans çağının gündeme getirdiği temel konu ve sorunların başında uygarlıklar savaşı, radikalizm, terörizm, devletin yeniden inşası, globalizm, dinin yükseltilmesi gibi değerler gelmektedir. Uygarlıklar savaşı tezi iki bakımdan önemlidir. Sistemin hegemon gücünün mensup olduğu uygarlığı dayatması beklenebilir. Sanıldığı gibi ve bazı çevrelerin yansıttığı türde beyaz, Anglo-Sakson Hıristiyan uygarlığı söz konusu değildir. Reel sosyalizmle yaratılmak istenen sosyalist uygarlığın kapitalist moderniteyi aşamaması, aşma özelliklerini sergileyememesi nedeniyle sistemle yeniden buluşması, var gibi gelen bir uygarlık krizinin aşılmasını mümkün kıldı. İki blok arasındaki çatışmanın iki uygarlık arasında değil, iki hegemonik güç (aynı moderniteyi temsil eden) arasında olduğu, SSCB'nin çözülmesi ve Çin'in kapitalistleşmesiyle açığa çıkmıştı. Fakat İslam dünyası denilen alan çok eski bir uygarlık alanı olmasının yanı sıra, İslamiyet'in bir nevi bölgesel milliyetçi konumu, ayrıca İsrail ile çelişkiler uygarlıklar sorununu gündemleştirdi. Ortadoğu her üç kapitalizm çağında da sistemle bir türlü bütünleşmiyordu. Ulus-devlet de çözüm getirmek şurada kalsın, sorunu daha da kilitliyordu. Dinsel milliyetçiliğin hem Suudi Arabistan, hem Şii İran kanadında yükseltilmesi, şiddetin de olanca yoğunluğuyla devrede olması, İsrail-Filistin sorununun kalıcı etkileri uygarlık tartışmasını boyutlandırıyordu. Bu, sorunun uygarlığın kendi içindeki boyutuydu. Diğer boyut bölge halklarının, mozaik toplumların varlıklarını koruma, kültürel kimliklerini savunma, despotik ve ulus-devlet karmaşası faşist devletten kurtulma arzusuy271
du. Bir anlamda güçlü potansiyel taşıyan demokratik uygarlıkla klasik despotik uygarlık arasındaki çatışmanın bölgesel yansımasıydı. Açık ki, bu anlamda petrol ve su meselesinin de etkisiyle Ortadoğu'da ciddi bir uygarlıklar arası sorundan bahsedebiliriz. Radikalizm, finans çağının küreselciliğine karşı özünde ulusdevletçi bir tepkidir. Dinsel ve ırkçı renkleriyle ulus-devletin daha çok içe kapanmasını amaçlayan, ideolojik-politik çıkışlardır. Her alanda örnekleri vardır. İslam, Hıristiyan, Hindu, Afrika animizmi gibi dinsel olanlarla her ulus-devlet içindeki sağ milliyetçi-ırkçı unsurlar diğer radikal kanadı teşkil eder. Bazen ikisinin çakıştığı sıkça görülen örneklerdir. Küreselciliğe karşı yerelciliğin geri biçimini temsil ederler. Diğer yandan küreselciliğe karşı yerel demokratik, kültürel, feminist akımlar ve yeni sol özellikle Dünya Sosyal Forumu gibi platformlarda yetersiz de olsa bir araya gelerek demokratik uygarlık için bir tartışma gücünü sergilemektedirler. Terörizm büyük ihtimalle sistemin bir provokasyon hareketidir. Finans çağının iktidarına meşru gerekçe yaratmak için, bilinçli başvurulan araçlar olduklarına dair güçlü işaretler vardır. Örneğin El-Kaide halen sır özelliğini korumaktadır. Finans çağının kendisi güçlü terörist özellikler taşır. Paranın tahrip ettiği toplumsal ilişkiler başlı başına büyük bir terörizm sorunudur. Hiçbir terör, toplumu en derin bağlarından uzaklaştıran para hegemonyası kadar etkili olamaz. Sistemin tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda varlığını inşa etmek ve sürdürmek için yaptığı faaliyetlerin büyük bir kısmı, tarihte örneğine ender rastlanan terör kapsamındadır. Büyük terörü provokatif unsurlarla gizlemek istemektedir. Paradan para kazanmanın reel ekonominin dışında büyük çapta gerçekleşmesi, tarihte hep karşımıza çıkan güçlü ve kurnaz elin sistem haline gelmesi ve toplumun tepesine oturmasıdır. Kırk haramilerin soygunları finans çağ tekel soygunlarının milyarda biri bile etmez. Böylesine büyük boyutlu soygunlar ancak tam bir terör sisteminde gerçekleşebilir. Bu anlamda iletişim çağı denilen olgu, ancak finans terörünü örtülemek için gerekli olabilirdi. Belki de bu amaçla medya terörü dediğimiz kavram anlam kazanabilir. Özcesi, sistemin kendisi tarihte gelmiş, gelecek en büyük teröristtir. 272
Dinin yükseltilmesi yine perdeleme ve örtüleme bağlamında anlam ifade edebilir. Sömürü tarzı, din gibi yüksek meşrulaştırma gücüne ihtiyaç duyar. Toplumun ihtiyaçları temelinde daha önce başlatılan üretimden dışlanma süreci finans çağıyla zirve yapar. Kitlevi işsizlik gerçekleşir. Bilimle izahı zor süreçler (kabul edilemez gelişmeler) ancak dinle yumuşatılarak yaşatılabilir ki, olan da budur. Söz konusu olan baskı altına alınan din kültürü değildir; yeniden dinselleşme denilen olaydır. Tutuculaştığında her çağın içine girdiği ideolojik tutuculaşmadır. Toplum böylelikle ekonomik rantiye, sürü toplum, uygarlık çatışmaları, terör ve dinsel tutucu halkalarla kıskıvrak bağlanmaktadır. Demir kafes, büyük gözaltı; toplumu tam kontrol edemediğinde, bu tür yeni ideolojik etkenler eklemleştirilerek devreye sokulmaktadır. Görünüşte kapitalizmin en güçlü çağı olan finans kapital tüm özellikleriyle çöküşü ifade etmektedir. Sistemin sürdürülme potansiyelini tükettiğini göstermektedir. Bir çağ ne kadar boşalırsa, o kadar tutuculaşmak zorunluluğunu hisseder. Bu zorunluluk gücünün değil, güçsüzlüğünün karşılığıdır. Üretim insanın, toplumun onsuz yaşayamayacağı temel faaliyetidir. Finans çağı ise, bunun sağlanamadığının itirafıdır. Üretimi gerçekleştiremeyen bir sistem işsiz sistemdir. Olan da budur. Çalışmayla, üretimle bu kadar çelişen bir sistemin tek yaşama şansı terördür ki, çok lafı edilen, saptırılan ve provokasyonla yürütülen de esas olarak budur. 1980'lerin başında sistemin iki hegemon gücü olan ABD ve İngiltere'nin başında bulunan Reagan ve Thatcher'ın Nikaragua ve Falkland saldırılarıyla terör dalgası başlatılmıştı. Pakistan ve Türkiye'deki iki darbe iktidarı da en yakın yardımcılarıydı. Latin Amerika toptan terörize edilmişti. Yıldız savaşlarıyla devam ettirilen silahlanma yarışları Rusya'yı hegemonik güç olmaktan caydırmıştı. Çin'de Deng Siao Ping reformları sisteme verilen tavizlerdi. Ulusal kurtuluş savaşları ve refah devletiyle sağlanan tavizlere de son verilip, her alanda finans çağının terör rüzgârı estirildi. Clinton bunu daha yumuşak ama etkili politikalarla sürdürdü. Tam fethedilemeyen bir Ortadoğu kalmıştı. O da uygarlık, radikalizm, terör, din kaynaklı sorunların kördüğümüne çevrilmişti. Sistem gerilemek istemiyorsa, şu veya bu yolla fethini tamam273
lamak durumundaydı. Ayrıca hayati petrol sorunu vardı. Petrol, finans çağının üzerinde en çok prim yaptığı sektördü. Sistemin ona bir asır daha ihtiyacı olduğu tespitliydi. Arap-İsrail sorunu sistemin başında Demokles'in kılıcı gibi sallanıyordu. Şii İran büyük tehdit olmaya devam ediyordu. Bölgenin büyük problem kapasitesi İngiltere ve Fransa'dan miras kalmıştı. Birinci Dünya Savaşı bölgede aslında bitmemişti. Darbe, isyan, iç savaş, gerilla hep bu bitmemiş halin göstergeleriydi. Sınırlar sırf problemleri çoğaltmak için cetvelle çizilmişti. ABD'nin bu sorunlar nedeniyle uzun süreden beri bir proje peşinde olduğu tahmin edilebilirdi. Soğuk savaş, SSCB, Latin Amerika ve Avrupa ile sorunlar olmasaydı, bölgeye çoktan müdahale etmek zorundaydı. Bahsi geçen sorunlar, tam olmasa da, 1990'ların başında sistem için nispi hal yoluna girmişlerdi. Ortadoğu sorunu ise kangrenleşerek devam ediyordu. Ya tam vazgeçecek, ya da tam müdahale edecekti. Vazgeçse petrol, İsrail elden gidecek, İran'a hegemon olma şansı doğacaktı. Saddam, Arap Bismarck'ı olma hevesine kapılmıştı. Ticaret çağı büyük sömürge talan savaşlarıyla yürütülmüştü. Sanayi çağı iki büyük dünya savaşı, kendi içinde sınıf savaşı dışında ulusal kurtuluş savaşlarıyla dolu yaşamıştı. Finans kapital ise, tüm toplumun toplumla iktidar savaşına dönüşmüştü. Uygarlık tekellerinin bu en sonuncusu, Ortadoğu'nun tümüyle yitimi karşısında yapısal kaosun dibini boylayabilirdi. Zaten yaşanan da buna yakın bir durumdu. Sistemin şansı önemli ölçüde bölgedeki gelişmelerle bağlantılı hale gelmişti. Bu nedenle kendine özgü koşulları nedeniyle yaşanan bir Üçüncü Dünya Savaşıydı. Sonraki gelişmeler bunu doğrulayacaktı. Bu sürecin benimle olan kritik ve stratejik ilişkisi sanıyorum ilerde daha net anlaşılacaktır. Konu zaten giderek netleşmektedir. Suriye'nin etkili lideri Hafız Esad, ABD'nin etkili lideri Clinton'la iki sefer görüştüğünde, gündemin yarısının bana ilişkin geçtiğini duydum. Kilitleyici bir konuma geldiğim anlaşılmıştı. Büyük Ortadoğu Projesinde (BOP) Kürtlere uzun vadeli olarak stratejik bir rol biçilmişti. Bölgenin finans kapitalle olan sorunlarının çözümünde Kürtler ve Kürdistan koçbaşı olarak kullanılacaktı. Bir dönem Ermeniler ve benzerleri (Helenler, Asurîler, hatta Yahudiler, Arap ve Filistinliler) bu tür amaçlar için kullanılmıştı. Statükocu, 274
aşırı ulus-devletçi, sistemle sorunların çözümüne yardımcı olmak yerine köstek olan, bölgenin hegemonu olmak sevdasını bırakmayan güçlere Kürt sopası çözücü etki yapabilirdi. 1970'lerden beri hazırlandığı anlaşılan bu planın içine ben beklenmedik bir unsur, ama kilitleyici olarak dahil olmuştum. Ya tam dediklerine uyacak bir askerleri olacaktım, ya da bertaraf edilecektim. Yapım sistemin askeri olmaya elverişli değildi. Dolayısıyla ilk ve en kolay bertaraf edilen unsur olmam anlaşılır bir husustur. Birinci Dünya Savaşı Avusturya Veliahdının bir Sırplı militan tarafından vurulmasıyla başlamıştı. Ama savaş Ortadoğu'da devam ediyordu. Daha da şiddetlenerek devam edecekti. Ama Üçüncü Dünya Savaşı olarak. Kurban ise, bu sefer tam tersine, sistemin tüm örgütlü güçlerinin planıyla ben olacaktım. Benzerlik ve tarihin yenilenerek tekerrürü çok çarpıcıdır. Atina İstinaf Mahkemesindeki davamla ilgili savunmamda, "Tanrı Zeus ve yardımcısı Tanrıça Athena, Hades ve Ares'in el ele vererek, Prometheus'u bağlayıp Kafkasya kayalıklarına zincirlemeleri gibi, onların insan torunları da beni zincirleyip İmralı Adası kayalıklarına zincirlediler" demiştim. Bu değerlendirmemin biraz eksik kaldığı anlaşılıyor. Bu çözümlememle daha iyi anlaşılıyor ki, beni gerçek bir tanrı zincirledi. Tarihin dehlizlerinde gizlice büyüye büyüye palazlanan, paralanan bu küçük tanrı yavrusu, kapitalist çağla toplumun gün yüzüne çıkmıştı. Kendini öyle kabul ettirdi ki, daha önceki çağların bütün tanrıları ortadan yok oldu. Krallar yerlerde süründü, kelleleri koparıldı. İnsanlığa en kanlı zamanları ve iliklerine kadar sömürüyü dayattı. Yerin altını ve üstünü kirletti, birbirine kattı. Gerçekten insanı ve gayrısı sınırsız canlıyı yok etti. Paranın tanrısallaşması, gerçeğinden daha dehşetli bir olgudur. Dayandığı ve sürüklediği sistemi eğer bu satırlarla biraz dile getirebildiysem, bu adına mutluluk denilen olgunun belki de bana nasip olan nevi münhasır tek mükâfatıdır. Spinoza, "Anlam özgürlüktür" demişti. Onun dışında özgürlük olmadığına ben de inanıyorum. Anlayabildiğim kadar özgürleşmem, yaşam için güçlü kuvvetimdir. Finans çağının en büyük tanrısı, tüm yardımcı ve yardakçılarıyla birleşip beni İmralı kayalıklarına bağladılar. Ama karşılığında tarihin tüm kutsal tanrı ve tanrıçalarının tahtı kurulu 275
olan Zagros ve Toros dağlarında bir daha asla sönmeyecek özgürlük meşalesini tutuşturanları bularak. Apollon ışık ve savunma tanrısıydı. Ondan biraz hoşlanırım. Dionysos dağların aşk, neşe, şarap tanrısıdır. Onun kültüründen de hoşlanırım. Zagros-Toros kökenli daha eski tanrıların Anadolu'ya taşmış suretleridir ikisi. Açık ki, halkların binlerce yıl süzülen kimliklerini ifade ediyorlar. Işık ve neşe, yaşamın en güzel ifadesidir. Bölgemizin iki kadim tanrısı Gudea ve El-Lah'a gelince, onların üzerinde de yoğunlaşıyor ve çözümlemeye çalışıyorum. Halklarımızı Parallah karşısında neden ışıksız ve savunmasız bırakıp kan ve acı içinde kalmalarına razı olduklarını öğrenmek istiyorum. Bölgenin âşık bir çocuğu olarak halklarımızı hileli, madrabaz ve kör para tanrısının insafına terk etmediğim için mutluyum. Dostlarımın ve teşkil ettikleri toplumların da benimle sonsuza dek mutlu kalacaklarına hep inanırım.
276
6- SONUÇ: DEVLETLİ UYGARLIK DEMOKRATİK UYGARLIKLA UZLAŞABİLİR Mİ?
Savunmamın bu bölümünün özetini kısa sonuçlar halinde sunmaya çalışacağım. 1- Tarih boyunca iktidar oluşumunu çözmeden sağlıklı bir sosyoloji çalışması yapamayız. Pozitivist bilim anlayışıyla, diğer bir deyişle paradigmasıyla geliştirilmek istenen toplumsal bilimler tamamen çıkmaz içinde kalmıştır. Aksi halde bu denli yükselen sömürü ve savaş olgusunu izah edemeyiz. Bilim adamı topluma karşı bir din adamı veya ahlakiyatçıdan daha az sorumlu olamaz. Madem bilim mitoloji, din ve felsefeye karşı daha yüksek bir anlam gücüdür, o halde neden kendi devrimini yapıp (17. yüzyıl) zaferini sağladığı halde, bu üstünlüğünü eşi görülmemiş savaş ve sömürü olgularına karşı gösteremedi? Bilimin iktidarlaşması buna neden olarak gösterilebilir. İktidarlaşan bilim özgürlüğünü kaybeder. Bilimi en gelişkin anlam yorumu olarak tanımlarsak, bu kadar hızla iktidarla bütünleşmesi ya bilim adına bir yenilgidir, ya da bilim diye tanımlananın ciddi bir anlam sorunu vardır. Bu sorunu pozitivizmle bağlantılandırmak istedim. Kendisi çok eleştirmesine rağmen, pozitivizmin din ve metafiziğin de gerisinde, en kaba materyalizmle iç içe bir din ve metafizik olduğu, pozitivist bilimler denen disiplinlerin sorumsuzluk (Sömürü ve savaşa karşı bir şey yap277
madılar. Kendi sorunları saymadılar. Daha sonra iktidarın bilimi idiler) düzeyinden açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bundan çıkarılması gereken en önemli bir sonuç, bilimin yeniden bir anlam yorumuna şiddetle ihtiyaç duyduğudur. Bilimin yeni bir paradigmatik devrime ihtiyacı vardır. Yorum gücümü anlam yeteneğimin uygulaması olarak bu çalışmada sınadım. Sonuçlar bu sınamayla ilgilidir. 2- İktidarı bir gelenek olarak düşünmek gerekir. En kadim geleneklerden biri olarak. Toplumlar üzerinde günlük olarak doğum hükmünü icra eden eylemler bütünü değildir. Salt devlet olmadığını ise çok daha iyi anlamak gerekir. Çokça yapıldığı gibi, iktidarı devlete ve devlet biçimlerine indirgemek yapılacak yanlışlığın temelidir. Hele hele savaş eylemlerini göze batan diğer iktidar uygulamalarıyla birleştirip sunmak iktidarın en oportünist izahı olacaktır. Bu çalışmada bir imge kavram olarak 'kurnaz ve güçlü adam' deyimini çok kullandım. Hani piyasaları düzenleyen bir 'gizli el'den bahsedilir ya, bu da onun gibi bir şeydir. Ama iktidarın temelini anlamak açısından yüksek öğretici değeri olduğu kanısındayım. Kendini bazen yüze açık vurup, çoğunlukla toplumun açık yüzeyi altından iktidarı düzenleyen her ilişki ve bu ilişkilerin sahipleri, iktidar inşacılarıdır. İktidar en fazla süreklilik ve yoğunlaşma istidadında olan bir toplumsal olgudur. Kadını evcilleştiren erkek belki de bunun ilk ve en büyük pay sahiplerindendir. Şamanistlerin anlam gücü üzerinde tekel kurmaları, rahipleşerek dini hüviyet kazanmaları, iktidarın çıplak gücünün kutsallaştırılmasında ve sır niteliğine bürünmesinde çok etkili olmuştur. İktidar mitolojisini ve tüm tanrısallaştırma kavramlarını bu gruba bağlamak mümkündür. Mitolojik ve dini söylem büyük oranda iktidarın inşa edilmesinde ve meşrulaştırılmasında çok etkilidir. Hiyerarşik ataerkil rejimin rahip + yönetici + komutan üçlüsü, toplumda iktidar zeminini en geniş yayan grup niteliğindedir. İktidarın ilk taht kurma, sembolize etme geleneğinin yaratıcılarıdır. Tanrısallık, taht, yüceliş, tanrı-insan kopukluğu, kadın tanrıçanın gözden düşürülmesi, kulluk gibi kavramlar bu dönemden kalma güçlü iktidar simgeleridir. 3- Devlet iktidarı, hiyerarşik ve evcilleştirilmiş kadın zeminleri ve kulluğun köleleşimi üzerinde daha kalıcı ve somut bir iktidar biçim278
lenmesidir. Toplumda çok yaygınlaşmış iktidar ilişkilerini düzenlemeyi, belli bir sorumluluğa kavuşturmayı ve daha etkili ve ekonomik kullanmayı ifade eder. İktidar devleti içerir. Fakat devletten çok daha fazlasını içerir. Devletler tarihte kendilerini en çok kavramlaştıran, tarihi kendileriyle başlatan tekel kurumlardır. Son tahlilde toplumun artan ekonomik gücünü demokratik siyasetin konusu olmaktan çıkarıp üzerinde iktidar gücü olarak tekel kurmayı, böylelikle artık-ürün ve değerlere el koymayı ifade eder. Devletle ilgili diğer her şey; mitoloji, felsefe, din, bilim, savaş ve siyasetler bu asli amaçla bağlantılıdır. Komünist devlet olunsa dahi sonuç değişmez. Devletle iktidar toplumda resmiyet kazanır. Meşruiyetini geliştirir. Topluma anlamlı gelebilecek eylemler, savaşlar, söylemler devlet adına hareket edenlerin en çok ilgilendikleri konulardır. Devlet hukuki olarak bir kurallar bütünüdür. Geleneğin güçle takviye edilen kurallı hali diğer bir devlet tanımlanması olarak kullanılabilir. Bu anlamda en gelişkin soyut ilişkiler toplamı da denilebilir. Din, despotluk, krallık, imparatorluk, cumhuriyet, mutlakıyet, ulusal, sınıfsal, etnik, hukuk, laik, demokratik, sosyal devlet gibi adlandırmalar biçimsel anlamda farklılık içerseler de, özde hepsi iktidar düzenlemesidir. İlişki somutluğudur. Kentler toplumsal olarak karmaşıklaşıp sınıflaştıkça, devlet ve iktidar oluşumlarında başat rol oynamaya başlarlar. Fakat kent yalnız devletle özdeşleştirilemez. 4- Uygarlık devletin kent üzerindeki yoğunlaşması çerçevesinde kazandığı toplumsal hâkimiyetin kapsayıcı ifadesidir. Devletin kenti yönetmesi ilk ciddi uygarlık girişimidir. Uygarlığın diğer karşılık kelimesi olan 'medeniyet' zaten şehirlilik, şehirli gibi sıfatlarla bu anlamlılığı açıklar. Uygarlığın devleti aşan bazı özellikleri vardır. Zaman ve mekânla bağı sıkıdır. İçinde çok sayıda etnisite, kavim, ulus, din, inanç, düşünce barındırır. Devlet uygarlığın çekirdeğidir. Ama her şeyi değildir. Şehir de devlet için asli bir mekândır. Ama şehir sadece devlet ve hatta iktidar değildir. Uygarlıklar farklı mekân ve zamanlarda çoklaşabilirler. Mısır, Sümer, Pers, Greko-Romen, Hıristiyan, İslam, Hint, Çin, Aztek, Avrupa uygarlıkları gibi. Hepsinde benzerlik sağlayan şehirlilik, sınıflılık ve kenttir. Uygarlıkların kendi içinde ve aralarındaki ilişkiler ekonomik ve siyasi tekel içeriğine bağlı olarak barışçıl ve savaşçıl olabi279
lir. Kendi paylarına düşene razı olduklarında, buna adil paylaşım deyip barışabilirler. Razı olmadıkları taktirde savaş uygarlıkların, dolayısıyla devletlerin en çok başvurdukları adalet aracı olur. Savaş, şiddet, uygarlık, devlet ve adalet-hukuk arasında sıkı bir ilişki vardır. Özünde toplumsal grup ve bireylerin öz eylemleri üzerinde kendi adlarına ya sahip çıkmayı, ya da başka kişi ve grupların onların eylemini (ekonomik, siyasi, ideolojik) sahiplenmesini ifade eder. Uygarlık tüm bu gelenek, kurum ve kuralların ilişki bütünlüğüdür. Bazen sınıf ve artık-ürünün oluşum tarzlarına bağlı olarak da ifadelendirilirler. Kölecil, feodal, kapitalist uygarlık gibi. Evcilleşmiş kadın + hiyerarşik ataerkillik + devlet + uygarlık = katmanlar halinde iktidar bütünlüğünün ne kadar komple bir güç ilişkileri toplamı olduğunu formüle etmektedir. 5- Demokratik uygarlık veya medeniyet, devletli uygarlıktan ayrı bir toplumsal kategoridir. Gerek devletleşme ve uygarlaşmadan önceki toplumsal formların, gerekse sonrakilerin devlet dışında kalmış yapılarını kavramlaştırmayı amaçlamaktadır. Tarih boyunca devletler kendilerini hep toplumla özdeş tutmaya özen gösterirler. Devletten ayrı bir toplumsallığın olamayacağını ideolojik söylemlerinin baş köşesine oturturlar. Toplumun devletten farklı olduğunu ve köklü çelişkilerinin bulunduğunu belirtmek, devlet sahiplerinin tepkilerini en çok çeken söylemlerdir. Fakat özünde devletin çok dar bir çıkar tekeli olduğunu, kamusal denilen (toplumun ortak işleri) işleri ise temel amaç edinmediğini ve kendisine meşruiyet kılıfı haline getirdiğini belirtmek önemlidir. Şüphesiz toplum ilkel komünal aşamadan sonra karmaşıklaşmış ve toplumun idare edilmesi gereken birçok ortak işi ortaya çıkmıştır. Devlet bu işleri kendisi için meşruiyet gerekçesi yapıp toplumu dışlarken, demokrasi bu ortak işlerin bizzat toplumca yerine getirilmesini önerir veya sağlar. Devlet uygarlığıyla demokratik uygarlık arasındaki ayrılığın temelinde bu olgu yatar. Bu olgunun yaşamsal bir önemi vardır. Topluluklar kendilerine ilişkin bütün işler konusunda söz ve eylem gücü haline geldiklerinde demokratik olduklarından bahsetmek mümkündür. Aksi halde kendi ortak işlerinden çoğunu devlet veya başka gruplar yerine getirdiğinde yetenek, özgürlük, eşitlik ve bilinç kaybına uğrarlar. Kendini eylemleyemeyen 280
ve konuşturamayan birey ve gruplar bilinç edinemez, yetenek kazanamaz, eşit ve özgür yaşayamazlar. Olgusal farklılık bu denli önemli sonuçlara yol açmaktadır. Topluma ilişkin belirtilmesi gereken en temel bir olgu, milyonlarca yıl yaşadıkları ilkel klan ve kabilelerin komünal düzenidir. Demokrasinin en ilkel halini bu komünal düzende bulabiliriz. Nasıl devlet uygarlığın çekirdeği ise, ilkel komünal düzen de demokratik uygarlığın çekirdeğidir. Tek başına bu olgu bile demokratik tabanın ne denli güçlü olduğunu açıklar. Yazılı tarih hep devlet uygarlıklarından bahseder. Toplumların milyonlarca yıllık komünal düzenlerde nasıl yaşadıkları, işlerini nasıl çevirdikleri bu tarihin kapsamına girmez. Hâlbuki asıl tarihin bu olması gerekir. Çünkü insan türünün hem zaman hem mekân bakımından uzun süre ve geniş çevrelerde yaşadıkları komünal yaşam, toplumun kendisini ifade eder. Toplum asıl budur. Devlet ve uygarlık ise çok sonra gelir ve yapaydır. Asıl toplumun üzerine konmuş bir nevi gereksiz süs püs ağırlıklarıdır. Onlar olmadan da toplum gelişmesini sürdürürdü. Nitekim sürdürmüştür. Ama çarpık, kanlı ve sömürülü bir sürdürülüşe mahkûm edilmiştir. Yazılı ve devletli toplum diline, tarihine baktığımızda, kullanılan terminolojinin hep yalan, hile, zulüm ve baskı dili olduğunu görürüz. Toplumlar için sanki baskısız ve sömürüsüz, ezilensiz, kul ve kölesiz bir yaşam mümkün olmazmış gibi bir imgeler dünyası kurulmuştur. İmgeden reele geçerek doğal akış hali, yani demokratik potansiyel olarak topluluklar, yaşamlarının çocukluklarında zincire vurulmuşlardır. Olağan olmayan bu durumdur, yani zincirli uygarlıktır. Bu uygarlığın atom bombası patlattığını, beş bin yıllık ömrünün sadece üç yüz yılını barış içinde geçirip hep savaştığını, çevrenin yaşanmaz durumundan ve tüm toplumsal sorunların kangren hale gelmesinden sorumlu olduğunu belirtmek, demokratik çıkışın gerekçesinin güçlü savunusudur. Doğal olmayan devletli uygarlığın azmanlaşması, buna karşılık demokratik uygarlığın cüce kalmasıdır. Tüm toplumların bağrında yaşadıkları ana çelişki budur. Demokrasili gelişememe, devletli, sözsüz ve eylemsiz uygarlık hastalığıdır bu. Toplumların neşeli, aşklı hali en az acılı, üzüntülü ve aşksız hali kadar normal sayılmalıdır. İşte demokratik uygarlık bu 281
neşeli, aşk halli uygarlığa gidişin toplumudur. Sadece bir seçenek değil, en doğal, insan türünün doğasına uygun, duygusal ve analitik zekâsını bütünleştirebildiği özgür yaşam farklılığıdır. 6- Sermaye düzeni sanıldığı gibi, son dört yüz yıllık kapitalizmin bir ürünü olmayıp, beş bin yıllık devlet uygarlığının ürünüdür. Tarımda beliren artık-ürün sermaye oluşumunun maddi temelidir. İlk örgütlenmesini tapınak zemininde yürütmüştür. Üst kat tanrının (üst yönetici), orta kat meşrulaştırıcı güç rahibin (üst yöneticinin yardımcısı; topluluk ve kullara ilişkin elçi), alt kat karın tokluğuna çalışan kölelerin olan bu sistem, günümüze kadar sürekli çoğalarak, ayrışarak, katmerleşerek gelmiştir. Kentleşme, sınıflaşma ve devletleşme son tahlilde artık-ürünün ürünleridir. Toplumun artık-ürünü çoğaltma temelinde sürekli işbölümüne uğratılması, kademeleştirilmesi, güçle donatılması, savunma ve saldırı konumuna getirilmesi uygarlaşma denilen olgu olup, sermaye ile olan bağını açıkça ortaya koymaktadır. Dar anlamda sermaye kendisini ekonomik olarak kısa süreler halinde çoğaltma olarak tanımlarsa da, geniş anlamda uzun süreler halinde çoğaltmayla özde aynı anlamı taşır. Tüccarın günlük artısı ne kadar sermaye ise, toprak tekelinin (tarım devleti) yıllık artı-ürünü de rahatlıkla sermaye olarak tanımlanabilir. Tarih, ticaret çağının uygarlıktan daha uzun süreli (Uruk çağı, M.Ö. 4000-günümüze kadar), altı bin yıllık olduğunu göstermektedir. Tarım uygarlığına göre ikinci planda kalan tüccar uygarlığı, dönem ve mekân itibariyle ara sıra görkemli kent uygarlıklarına yol açsa da, toplumlarda fazla yüz bulamamıştır. Bunda kazancının istismarcı karakteri önemli rol oynamaktadır. Toplumsal tarihin dehlizlerinde ve kuytu köşelerinde daha çok mekân tutmuştur. Uygarlık çağları boyunca gelişmesini hep tırmandırmıştır. Tarihte ilk defa önce M.S. 13.-16. yüzyılları arasında İtalyan kentlerinde, 15-18. yüzyılları arasında da tüm Avrupa kentlerinde hegemonik bir güç haline gelen ticari sektör, Avrupa uygarlığının doğuşunda temel rol oynamıştır. Toplumun yeni aktörü konumuna yükseldiği gibi, siyasi platformu da etkisi altına almıştır. Sermaye artışında büyük ticaret tekelleri ve sömürge talanları belirleyici rol oynamıştır. Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma hareketini kendi hegemonyası altına almayı bilmiştir. 282
19. yüzyılda sanayi devrimiyle endüstrileşme, sermayenin esas kâr alanı haline gelmiştir. Üretim, dolaşım ve tüketimin sanayi tekellerinin kontrolüne geçmesi Avrupa uygarlığının zirvesini teşkil etmiştir. Bu durum içte sınıf, dışta ulusal kurtuluş savaşlarına yol açmıştır. Sistemin hegemon ideolojisi her iki direniş hareketini sistem dahilinde tavizler karşılığında etkisizleştirmiştir. 20. yüzyılın sonunda endüstriyalizmin kent ve çevre sorunları başta olmak üzere yol açtığı krizler yapısal bir karakter kazanmıştır. Bunun sonucu finans çağı olmuştur. Sermayenin üretimden, paranın altın rezervinden kurtularak tamamen sorunsuzlaştığı bu dönem, uygarlık sürecinin topyekûn krizine dönüşmüştür. Sermayenin toplumsal potansiyeli tükenmiş olup, kendisini sanal sistemler halinde yenileyerek sürdürmeye çalışmaktadır. Kâğıt tomarlarına dayalı hale gelen sermaye-kâr düzeni, sürekli krizlerle toplumu reflekssiz bırakmayı denemektedir. Üçüncü küresel hamle denilen olgu, aslında uygarlığın üçüncü ve son aşamasının yapısal bunalım evresidir. Kapitalizm çağının kendisini toplumsal kriz olarak nitelemeyi uygun bulduk. Kapitalizmin en ekonomik uygarlık denilen, ama ekonomi olmayan, kendini dıştan dayatan bir güç tekeli olarak meşru görülemeyeceğini temel tez olarak vurguladık. Toplum gibi çok kapsamlı bir topluluklar bütünü olan olgu üzerinde kapitalizm gibi en bencil, çıkarcı, en çok savaşa başvuran bir gücün tahakküm kurması, tarihte 'olağanüstü' bir durumu, yani ancak kriz halini ifade edebilir. Finans çağı bu gerçeğin bütün yönlerden, toplumun her parçasında kendini yüze vurmasıdır. Sistemin sürekli terör üretmesi, toplumun büyük kısmını işsiz bırakması, işçiliğin bile bir nevi işsizlik durumuna indirgenmesi, kitle ve sürü toplumuna yol açılması; sanat, seks ve sporun endüstrileşmesi, iktidarın toplumun kılcal damarlarına kadar sızdırılması sistemin tükendiğinin göstergeleridir. Öyle bir hava, atmosfer yaratılmıştır ki, sanki tüm tarih ve gelecek ancak sermaye düzeni temelinde var olabilir. Medya denilen sektörün ana rolü de bu sanal, simülakr toplumun gerçekmiş gibi sunulmasında yatar. Gerçekleşmesi, yaşanması gereken toplum ise verimsiz, hayali, ütopik diye sürekli gündem dışında tutulur. Sermaye, sanılanın aksine, başından beri ekonominin başına çöreklenmiş, onu alabildiğine saptırmış, gerekli ihtiyaç 283
maddeleri yerine sadece ur gibi kârı büyüten alanlara ölümüne dalmış bir güç tekeli, şiddet düzenidir. 7- Sermaye düzeninin aksine, ekonomi toplumun maddi ihtiyaçlarının temin alanıdır. Uzun süre kullanım değeri sınırında kalınması komünal düzenle bağlantılıdır. Toplumsal bütünlük herkese yaşamını garanti edecek tarzda bir ilkeyle yönetilir. İnsan türünün doğası da bunu gerektirir. Üretim hiçbir zaman kâr amacıyla düşünülmemiştir. Uzun tereddütlerden sonra (armağan ekonomisi), toplumda artan işbölümünün de sonucu olarak, değişim ekonomisi kendine yer bulmuştur. Kullanım değerine ilaveten değişim değerinin oluşumu kâr amaçlı değildir. İhtiyaçların artan çeşitlilik ve karşılıklı bağımlılık temelinde giderilmesini bağrında taşır. Metalaşma, pazar ve para ilişkisi başlangıçta kâr amaçlı değil, bu ihtiyaç çeşitliliğini ve bağımlılığını gidermek için geliştirilmiştir. Pazar ekonomisi denilen olgu sanıldığı gibi bir sermaye-kâr ekonomisi değil, değişimin yoğunca devreye girdiği ekonomidir. Ticaret belli bir çaba karşılığında dolaşım payı olarak bir karşılık bulduğunda faydalı ve gerekli olan bir ekonomik faaliyettir. Fiyatların tekel dışı rekabetle belirlendiği pazar da ekonominin nabzının attığı alan haline gelir. Para sadece değişimi kolaylaştıran bir araçtır. Küçük esnaf ve meslek sahipleri dediğimiz her türlü zümre de, pazar sürecinde istismar etmedikçe gerekli, faydalı ekonomik unsurlar olarak rol oynarlar. İhtiyaçların besin, giyim, barınma, ulaşım, eğlence gibi çeşitli sektörlere ayrışması ekonominin geliştiğinin göstergesidir. Tüm bu sektörlere ilişkin çabalar ekonomik faaliyet olarak anlam bulur. Toplum için tüm bu hususlar normalinde anlaşılırdır, değerlidir, etiktir. Büyük tepki ve itirazla karşılaşılan ve tarih boyunca kötü, çirkin, zorba, zulüm, haksız, olmaması gereken olarak algılanan olgu ise, ekonominin üzerine dıştan dayatılan, ya cebren, zorla, ya da ince kandırma yöntemleriyle (kıtlık, stok, fiyatlar ve paranın değeriyle oynama) kurulan tekelci dayatmalardır. Bu tekel kurma düzenine genel olarak sermaye-kâr düzeni denilmektedir. İlkesi illa birilerinin büyük kazanması, büyük kısmının ise işsiz, yoksul ve açlık sınırında tutulup sermaye düzenine sürekli muhtaç kılınmasıdır. Gerekçesi de büyük kazanma olanağı tanındığında yarışın başlayacağı, bunun da ekonomiyi geliştireceğidir. Bunun büyük yalan olduğu, bu284
günkü finans çağının tepesinde oturanların hiç ekonomiyle ilgilerinin (borsa, faiz, kur gibi spekülatif konular dışında) olmamasında görülmektedir. Bunların ekonomiyle ilişki kurmaları ise krizle eşanlamlıdır. Kâr dışında hiçbir şey onları ilgilendirmemektedir. Ekonomi-politik diye öyle saptırıcı bir bilim disiplini sayesinde gerçek ekonomik faaliyetler gündem dışına, ekonomi dışına sürülürken, ekonomi olmayan faaliyetler ekonominin vazgeçilmezleri, kutsalları (yine borsa, faiz, kur gibi spekülatif konular) diye sunulur. Yüksek ekonomi diye yutturulmaya çalışılır. Güç tekeli göz göre göre ekonomi olanı ekonomi olmayan, ekonomi olmayanı ve hatta ona karşıt olanı ise yüksek ekonomi, ekonominin kutsalları diye sunabilmektedir. Eğer ekonominin en temel sorunu nedir diye sorulursa, cevabı herhalde öncelikle bu soygun tekelinden kurtulmaktır. Gerçek ekonomi olmak için ekonomi olmayandan, dıştan güç tekeliyle dayatılan ekonomi karşıtlığından kurtulmaktır. Ekonomi haberleri adı altında faiz, borsa, kur spekülatörlerinin oyunundan kurtulmaktır; gerçek ekonomi gerçek ihtiyaçların sağlıklı, erişilebilir, çevreye dost yatırım teknikleriyle üretimi, bölüşümü ve tüketimidir. Böyle tanımlayabileceğimiz bir ekonomik inşa için ilk gerekli adım, ekonomik olmayandan kurtuluşun planlı, programlı ve örgütlü eylemidir. 8- Kapitalist çağın barbarlıkları karşısında ilkin sömürge ve yarı-sömürge sürecine tabi kılınmak istenen boylar ve kabileler direndiler ve isyan ettiler. Kuzey Amerika'nın Kızılderili kabileleri ve Güney Amerika'nın Aztek uygarlığı sonuna kadar direndiler. Asya ve Afrika uygarlıkları, kabile ve kavimleri de (Çin, Hindistan, Habeşistan uygarlıkları ve binlerce kabile) sürekli direniş ve isyanlarını sürdürdüler. Daha bilinçli ve örgütlü olarak, çoğu 20. yüzyılın ulusal kurtuluş hareketleri biçiminde, eksik ve yanılgılı da olsa, önemli başarılar elde ettiler. İçte büyük uyarıcılar ise, proleterleşme sürecinin kendisi olmuştur. Sanıldığı gibi piyasada emeğini özgürce satmak serflikten, yarı-kölelikten kurtuluş değildir; tersine, ücretten başka hiçbir çaresi olmayan en zalim köleliğe mahkûmiyettir. İş bulamamak kadar ücretin sürekli yetersizliği, yeni zorbalık rejiminin eskisinden beter karakterini hemen açığa çıkarır. 285
Kapitalizme karşı tüm büyük isyanlar böyle işçiler haline gelmemek için verilmiştir. Bu isyanlar işçileşmenin değil, işçileşmemenin mücadelesidir. Yanlış bir tanıtımla "Yaşasın işçi mücadelesi" demek, "Yaşasın kölelik" demekle eşittir. Doğru olan ve yaşamın da desteklediği, ücretli mahkûmiyete karşı çıkmaktır. Kendiliğinden çığ gibi gelişen bu yarı-köylü, yarı-tezgâhtar isyanları kapitalizmin tarihiyle hep iç içedir. Diğer yandan feodal düzenin geleceğinden umutlu olmayan, yeni düzenin nasıl gelişeceğini kestiremeyen aydınlar hep bir güneş ülkesi aradılar. İlk ütopyacılar asla kapitalizmi haber vermediler. Tersine, bu karabasana karşı umut dolu bir geleceğin, hayali de olsa projelerini sunmaktan geri durmadılar. Kapitalizme geçiş çağı aynı zamanda başta Saint Simon, Campanella, Fourier, Erasmus gibi büyük ütopyacılar olmak üzere geniş, kahraman bir kuşağın eşitlik, özgürlük ve komünal düzen çağı mücadelesiydi. K. Marks ve F. Engels'in öncülüğünde kapitalizme karşı ilk bilimsel temelli bir mücadele bayrağı açıldı. Bağrında önemli yetmezlikler ve yanlışlıklar da taşısa, bilimsel sosyalizm adı altında sistem karşıtı bu ilk hareket yüz elli yıl kapitalizmin korkulu rüyası oldu. Çok büyük kahramanlıklar sergiledi. Önemli mevziler kazandı. Yetmiş yıl SSCB'nin resmi ideolojisi oldu. Kıta Çin'ini ayağa kaldırdı. Ulusal kurtuluş hareketlerinin esin kaynağı oldu. Sistem karşıtı bu hareketin talihsizliği, kapitalist moderniteyi çözememesi ve ondan radikal kopuşu sağlayamamasıydı. Bilim paradigması pozitivistti. Devletli uygarlık ve iktidar geleneğinin kapitalist uygarlıktaki devamını pek az anlayabildiler. Yine de demokratik uygarlığın köşe taşlarından biri olmayı fazlasıyla hak ettiler. Anarşistlerin anti-kapitalizmini asla küçümsememek gerekir. Proudhon, Bakunin, Kropotkin başta olmak üzere, sisteme yönelik eleştirilerini demokratik komünalizmle bütünleştirmenin usta devrimcileriydiler. Özgürlük ve komün onlara çok şey borçludur. Kapitalizmi sadece bir ekonomik sistem olarak görmek, dayandığı uygarlık ve iktidar temelini tam görememek, modernitenin kalıplarını kıramamak bu hareketin de temel yetmezlik ve yanılgılarıydı. 1968'lerde sıçrama gösteren aydın-gençlik hareketi, finans çağına girişte en büyük protesto hareketiydi. Ütopik yanı ağır bassa da, en kirli ve karanlık çağa karşı aydınlığın ve özgürlüğün meşalesi oldu. 286
Ardı sıra gelişen kültürel, feminist ve çevre-ekolojik hareketler ilk anti-modernist perspektifleriyle çığır açtılar. İktidara dayanmadan eşitlik, özgürlük, demokratiklik mücadelesi açılımını genişlettiler. Küresel sermayeciliğe karşı küresel toplumun adı ve adımı duyulan sistem karşıtları, geçmişe ilişkin özeleştiriyle, ilk defa daha derli toplu bir tarih ve toplum anlayışıyla güçlenmiş olarak, kapitalist uygarlıktan tam kopuşa karşılık, demokratik uygarlıkla bütünleşmiş olarak özgürlüğün, eşitliğin, komünalizmin yolunda ilerleyebilirler. 9- 19. ve 20. yüzyıl devrimcilerinin başarısızlıklarının temelinde yatan, iktidar ve onun modern somut hali olan ulus-devlet konusundaki yanılgılarıydı. Toplumsal sorunların çözümünde temel halka olarak iktidara gelmeyi öngörüyorlardı. Programlarındaki ilk hedef, iktidarın ele geçirilişi olarak gösteriliyordu. Tüm mücadele biçimleri bu perspektife bağlanmıştı. Hâlbuki iktidarın kendisi özgürlüksüzlük, eşitsizlik ve anti-demokratizmdir. Araç, kendisine bulaşan en sağlam devrimciyi bile hasta edebilecek geleneksel özelliklere sahiptir. Kaldı ki, kurtuluş aracı saydıkları iktidar konusunda tarihsel-sosyolojik bir çözümlemeleri de yoktu. Tarih boyunca iktidarın nasıl oluştuğu, geçirdiği aşamalar, ekonomi ve devletle ilişkisi, uygarlıklar içinde oynadığı rol, toplumda nasıl yer aldığı gündeme bile getirilmedi. Sanki devrimcilerin eline geçerse 'sihirli bir değnek' gibi nereye dokunulsa orayı cennete çevirecekti. Hangi soruna değdirilirse hal yoluna sokacaktı. Diktatörlük tarzı bile daha cazibeli olabiliyordu. Burjuva diktatörlüğüne karşı proletarya diktatörlüğü ilan edilmişti. Bundan daha iyi tuzağa düşmek olamazdı. Yüz elli yıllık kahramanlıklar mücadelesi iktidar girdaplarında boğuldu gitti. Sonunda elinde kalan araç olarak iktidarın kapitalizmin en gerici, eşitsizlik, özgürlüksüzlük ve antidemokratik mekanizması olduğu anlaşıldı. Fakat çok şey kaybedilmişti. Hıristiyanlık tarihindeki iktidar hastalığının bir benzeri tekrarlanmıştı. Ulus-devlete yaklaşım daha felaketli bir hal aldı. Modernitenin bu en milliyetçi, cinsiyetçi, dinci ve bilimcilikle yoğrulmuş Leviathan'ı, içinde mücadele edilecek temel ve doğru çerçeve olarak kabul gördü. Demokratik Konfederalizm'e göre merkezi ulusdevlet daha ilerici ve sorun çözücü araç, daha doğrusu amaç olarak sunuldu. İktidarın milliyetçi toptancılık, cinsiyetçi toplumcu287
luk, dinci fanatizm ve bilimci pozitivizmle içi şişirilmiş, tarihin en ucube vatandaşını yaratan, toplumu tümüyle devletin içinde eriten ve sonuçta faşizme götüren yapının temeli olduğu anlaşılan ulus-devlete ilişkin de hiçbir çözümleme geliştirilmemişti. İktidarın toplumun çeperlerine kadar sızdırıldığı bu araç bilimsel sosyalizmin de tercihi olunca, sosyalizmin kaderi belli olmuştu. 1989'daki resmi çözülüş ilanı bir formaliteydi. Sovyetler'in demokratik niteliği daha Ekim Devriminin başlarında kaybedilince, doğacak olanın sosyalizm değil, kapitalizm olacağı anlaşılmalıydı. Ulusal kurtuluşun umut edileni verememesi de bu iktidar biçimiyle yakından bağlantılıydı. Özgürlüklerin, eşitlik ve demokrasinin bastırılmasının temeli olan bir araçla nasıl özgürlük ve eşitlikler inşa edilecekti? Demokrasi zaten iktidarı gevşeten bir araç olarak görüldüğü için, iktidarın başında devreden çıkarılmıştı. Ulus-devlet, proto-faşizm olarak tarih boyunca toplumun kazandığı zenginliklerin üzerinde buldozer gibi geçip, geleceğin umutlarını da karanlıklara boğuyordu. Geriye en nesnel putçu bir pozitivist milliyetçilik diniyle korunan, kendini tek doğru olarak inşa eden, duygusuz, soykırıma kadar varan gaddarlığıyla tanınan, bizzat tanrılaşan ulus-devlet kalıyordu. Sermayenin beş bin yıllık tarihinde ilk defa ekonomi, siyaset, toplum ve ideolojinin tek potada eritilerek elde edilen bu güç tekelinin kendisi tüm bu sorunların kaynağıydı. Açık ki, ulus-devlet kavram ve uygulama olarak aşılmadıkça, sosyalizm mücadelesi kendini aldatmaktan başka bir anlama gelmeyecekti. Endüstriyalizmi de ulus-devletin ikizi olarak çözümlemedikçe, başta kentin kanserleşmesi ve çevrenin yıkımının önüne geçilemez. Devrimci bir hedef gibi gösterilen endüstriyalizm, devlet tekelciliğinin azami kâr biçimidir. Olsa olsa firavun sosyalizmi olarak anlam bulabilir. Çözülüşe kadar SSCB, günümüzde de Çin sosyalizmi, endüstriyalizmin en kaba uygulayıcıları olarak, kapitalist sistemi en çok besleyen rejim konumuna düştüler. İkisinin en katı ulus-devlet ve endüstriyalizm modernisti haline gelmeleri, liberal kapitalizmin bir zaferiydi. Finans çağı gibi çok ekonomik olarak kendini sunan sistemi hep tersinden okumak daha öğretici bir metottur. O finans deyince, toplumun çeperlerine kadar yayılmış bir iktidar; o ekonomi deyince, 288
ekonomi dışı ve hatta karşıtı; o neoliberalizm dedikçe, katı muhafazakârlık olarak algılamak, bizi daha doğru yorumlara götürecektir. Ulus-devlet, endüstriyalizm ve finans tekeli sadece kapitalist modernitenin değil, beş bin yıllık uygarlık yapısının da çözülüşünü durdurma araçlarıdır. Kendilerini daha kalıcı kılacak bir yeniden yapılandırmaya uğratıncaya kadar daha sıkı sarılıp alternatiflerini yanlış ve eksikli çıkışa zorlamak, kendi içlerinde ehlileştirip etkisizleştirmek için silah olarak kullanacaklardır. 10- Tarih boyunca demokratik ve yoksul sosyal kesimler mücadelelerinde 'yanlış at'a oynadılar. Düşmanlarını sadece düşmanlarının silahlarını kullanarak yeneceklerini sandılar. Kendi özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik karakterli yapılarına uygun silahlar geliştiremediler. Geliştirseler bile, başarı veya başarısızlıkları halinde kolayca vazgeçtiler. Rakiplerinin daha gelişkin silahları kolaylarına gitti. Sadece askeri teknik ve araçlarını değil, tanrı inşalarından kılık kıyafetlerine, mimarilerinden akıl tarzlarına, sömürü biçimlerinden iktidar kurgulamalarına kadar daha önce tesis edilmiş uygarlık zihniyet ve kurumlarını olduğu gibi devraldılar. Veya içinde eriyip onlarlaştılar. Rakipleriyle aynı ata oynamak sonuçta bu oluyor. Sümer uygarlığına dört taraftan saldıran Semitik ve Aryenik kabile şefleri, Sümer zihniyet ve kurumlarının olduğu gibi ya başına geçtiler ya içinde kullaştılar. Binlerce yıl kabile boylarının destansı, hala nağmeleri davul ve zurnayla yüreklerimizi titreten kahramanlıkları böylece boşa akıp gitti. Mısır uygarlığına saldıran Apirular'ın çoğu köle, azı saray bürokratlarından öteye gidemedi. Bir İbrani kabilesini tanıyoruz; hem Sümer-Babil, hem Mısır uygarlığından miras kalan. Onlar da hem kendi başlarına hem dünyanın başına bela oldular. Ne tam köleleştiler, ne de tam özgürleşebildiler. Med ve İskit boyları Asur İmparatorluğuna karşı üç yüz yıl direndiler, saldırdılar. Sonuçta kopyaları olan Urartu ve Pers İmparatorluğunun yolunu açtılar. Askeri şefleri, çoğu da kulları olmaktan kurtulamadılar. Greko-Romen uygarlığına karşı dıştan Keltik, Nordik, Gotik ve Hunik kabile direniş ve akınları, içte köle isyanları ve tüm etnik kökenli yoksulların partisi olan Hıristiyan direnişleri beş yüz yıl bo289
yunca ardı arkası kesilmeden devam etti. Elde edilen kazanç, Roma tacının silik bir kopyasının, papalık ve bazı kabile şeflerinin başlarının süsü olmaktan öteye gidemedi. Aslanlara yedirilen, yakılan, çarmıha gerilen milyonlarca direnişçinin anısı uygarlığın buz kesilmiş hesaplarında dondu kaldı. Sasani ve Bizans (ve mirasçılarının) uygarlıklarına yedi yüz yıl boyunca direnen ve saldıran Arap, Türk, Kürt, Ermeni, Asuri, Çerkez, Helen boy ve kavimleri geriye eski uygarlıkların silik kopyaları olan sultanlık taçlarıyla milyonlarca yoksul kabile, ağa bendesi ve köle bıraktı. Avrupa kapitalist uygarlığına karşı direnen ve isyan edenlerin başına neler geldiğini zaten ayrıntılı olarak belirtmiştim. Neolitik çağın büyük devrimci toplumunun kutsallık dolu komünalist düzenlerinin tüm uygarlıkların yiye yiye (madden ve manen) hala bitiremedikleri mirasları ise yüreklerimizi, yüreğimi burkup durmaktadır. Bu müthiş ve destansı direnenler ve saldıranların tarihini öz tarihimiz saymalıyız. Yani 'demokratik uygarlık tarihi'. Fakat bu unutulan ve gasp edilen tarihi ayıklayarak yazmalı ve sahip çıkmalıyız. Uygarlık taçlarının süslerine sevdalanıp, kabile ve tüm etnisite, kavim yoksullarının emeklerine, direniş ve isyanlarına, kahramanlık ve bilgeliklerine ihanet eden silik taç sahiplerinin ve saray kullarının tarihine asla sahip çıkmamalıyız. Bu ayrım yapılmadan, demokratik uygarlık tarihi yazılamaz. Bu tarih yazılmadıkça da güncel özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesi başarıyla verilemez. Tarih köktür. Köküne dayanmayan bir canlı nasıl kendini devam ettiremezse, insan türü de sosyal tarihine dayanmadan özgür ve onurlu yaşam yolunu seçemez. Egemen uygarlık tarihi tek tarih olduğunu, başka tarih olamayacağı tezini esas alır. İndirgemeci ve dogmatik olan bu tarih anlayışından kopmadıkça, demokratik-sosyal tarih bilinci gelişmez. Sanılmasın ki demokratik uygarlık tarihinin olay, ilişki ve kurumları yoktur veya eksiktir. Bilâkis bu tarih en zengin materyalle doludur. En az uygarlık tarihi kadar mitolojisi, dini, felsefesi, bilimi, sanatı, bilge, ozan ve yazarları vardır. Yeter ki öz paradigmamızla bakmasını bilelim, seçip ayıralım ve yazmasını bilelim! Düşman ve rakiplerin silahları, kurumları ve zihniyetlerinden yararlanılamaz demi290
yorum. Ama en az yararlanmak kadar, kendi öz zihniyet, kurum ve silahlarını oluşturup esas almadıkça, onların zihniyet, kurum ve silahlarına yenilmekten ve onlar gibi olmaktan kurtulunamaz. 11- Sonuç olarak, tüm bu çözüm ve tezlerimden "uygarlıklar birbirleriyle uzlaşmadan, birbirini yok edip zafer kazanıncaya kadar savaşırlar" gibi bir yargı elbette çıkarılamaz. Yok edici diyalektik anlayıştan kaynaklanan bu tür yargıları, felsefi anlayışımda da açmaya çalıştığım gibi, evrensel akış diyalektiğine uygun bulmuyorum. Yok edici uçlar bulunsa bile esas olan, karşılıklı bağlılık ve birbirlerini besleyerek (simbiyotik ilişki) gelişmedir. Toplumun doğasında daha çok bu diyalektik öz işler. Uzlaşarak, birbirini yok etmeden, karşılıklı beslemeyi esas alan ortak yaşamlar toplumların esas halidir. Tarih ve güncellik bu doğaya ilişkin ezici bir çoğunluk sunmaktadır. Yok edici, aşırı ötekileştirici ilişki biçimleri istisnaidir. Tıpkı aslanların hayvanlar âleminde istisnai olmaları gibi. Devletli uygarlıkla demokratik uygarlığın bir arada, birbirini yok etmeden, uzlaşarak yaşamaları mümkündür. Bunun için ilk şart uygarlıkların birbirlerinin kimliğini tanıyıp saygılı olmalarıdır. Kendi kimliğini diğerine zorla veya çeşitli avantajlarına, öncülüklerine dayanarak kabul ettirmek uzlaşma değil, yok etme yöntemidir. Bu yöntem tarihte bolca karşımıza çıkan ve günümüzde de toplumların çeperlerine kadar yaydırılan iktidar-savaş yoludur. Avrupa, kısmen ABD, kapitalist sistemin hegemon güçleri olarak, dört yüzyıl boyunca uygulanan iktidar-savaş yönteminden gerekli dersleri çıkarıp ulus-devleti tümüyle yıkmadan (Çünkü iç ve dış savaşların temel nedeni iktidarın bu tip örgütlenmesidir), yeniden federal birlikler halinde inşa etmeye çalışıyorlar. İnsan hakları, sivil toplum ve demokratikleşme argümanlarını katıştırarak. Açık ki, ulus-devlet eski katı biçiminden esnetilerek, daha çözümleyici bir devlet aracı durumuna getirilmek isteniyor. Rusya ve Çin'de de benzeri gelişmeler vardır. Katılıkta ısrar eden Kuzey Kore, Irak, Suriye, Türkiye ve İran'a vb. daha sert yükleniliyor. Irak ibretlik olarak hedef seçildi. Artık kaotik bir hal alan krizden en az kayıpla ve fazla yara almadan çıkmak istiyorlar. Sistemin Roma türü bir imparatorluk yaşayıp yaşamadığı tartışılıyor. Şüphesiz Roma'dan çok daha etkili bir küresel yönetim 291
vardır. İster hegemonik, ister imparatorluk olsun, bu iradenin gücü tartışılamaz bir ağırlığa sahiptir. Sistemini sürekli restore edip ayakta tutmaya çalışacaktır. AB türü kıtasal düzenlemeler Asya, Afrika ve Amerika'da da gündemdedir. Ortadoğu için Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) geliştiriliyor. BM'nin reformasyondan geçirilmesi düşünülüyor. Ekonomik, kültürel ve sosyal yeniden düzenlemeler süreklilik kazanmaktadır. Yani karşımızda ve halen içinde güdüldüğümüz uygarlık sistemi, son çağının en kaotik döneminden geçse de boş durmuyor. Uzlaşı refleksi var mı denilirse, bence bu yöntemi de hiç eksik etmiyor. Kaldı ki, tarihinde sıkça denediği ve asıl sonuç aldığı bu yöntemdir. Karşı tarafın bilinçliliği, örgütlülüğü ve özgürlük inisiyatifi zayıf kaldıkça, sistem uzlaşma süreçlerinden hep başarılı çıkmıştır. Örneğin reel-sosyalizmi başta SSCB ve Çin örneğinde gördüğümüz gibi bu yöntemle etkisizleştirmiştir. Modernizm zaaflarını (ulus-devlet, endüstriyalizm, pozitivizm) kullanarak bu başarıyı elde etmiştir. Ulusal kurtuluş ve sosyal-demokratları daha kolay asimile edip etkisizleştirmiştir. Anarşist, feminist, ekolojik ve bazı radikal hareketleri ise marjinalleştirmeyi başarmıştır. Tüm bu göstergelere rağmen, sistemin gücü her şey değildir. Daha da ötesi, en zayıf dönemini yaşıyor. Eğer demokratik uygarlık cephesi hala istediği, gerekli ve hak edilmiş olan kazanımları elde edemiyorsa, bunun temel nedeni halen esas alması gereken paradigmatik devrimini tam yapmaması (temel bilimsel yaklaşım), yeterli program, örgüt ve eylem gücüne erişememesidir. Bunlar elde edilmeyecek ve erişilemeyecek hedefler değildir. Demokratik uygarlık hareketi kendi asli kimliğine (özgürlük, eşitlik, demokratlık) sahip çıkarak, tarih-sosyal çözümlemesini yaparak, program, örgüt ve eylem biçimlerini dünya, bölge ve yerel çapta inşa edebilir. Dünya Demokratik Konfederalizmi; Asya, Afrika, Avrupa ve Avustralya için bölgesel demokratik konfederalizmler gündemleştirilebilir. Özellikle Ortadoğu için Ortadoğu Demokratik Konfederalizm projesi mevcut kaotik ortam içinde oldukça anlamlı bir çalışma olacaktır. Şimdiye kadar içine düşülen 'ya hep, ya hiç' taktik yaklaşımlarından uzak durularak, sonuna kadar devrim veya savaş ile bunun karşıtı olan sonuna kadar Hz. İsa tavrı (barış), çok geleneksel ve 292
komplike olan iktidar olgusu karşısında başarılı ve etkili olamaz. Direniş, isyan ve inşa çalışmalarını bir yaşam biçimi haline getirerek, özgürlük insiyatifini elden bırakmadan, sistemin tüm güçleriyle yerinde ve zamanında uzlaşmalara varmak daha çok geliştirici ve kazandırıcı bir yöntemdir. Ama tekrar etmeliyim ki, demokratik uygarlığın kimliğimiz olduğunu, uzlaşmaya girebileceğini, fakat devletli uygarlık içinde kendini asla eritip yitirmeyeceğini bilmemiz, yapılandırmamız ve korumamız ŞARTIYLA! 12- Sonucu yazım tarzıma ilişkin birkaç hususa değinerek bitirmek istiyorum. Başlarken mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel anlam kategorilerini iç içe kullanmayı bir yöntem olarak deneyeceğimi söylemiştim. Sanırım bu konuda kısmen başarılı oldum. Mitolojik söylemden vazgeçemeyiz. Özellikle tarih öncesi, neolitik, ilkçağ tarihi ve demokratik uygarlık büyük kısmıyla mitolojiktir. Efsane ve bilge söyleyişlerinde kendilerini dile getirirler. Sosyolojik olarak başarılı çözümleri yapılırsa, tarih anlatımını kesinlikle güçlendirip renklendirirler. Olduğu gibi değil de, sosyolojik yorumdan geçirmek kaydıyla, dinsel görüş de kesinlikle tarihsel anlatımın vazgeçilmez bir argümanıdır. Tarih önemli oranda dini dogmalarda gizlenmiştir. Bunun çok nedenleri vardır. Yine toplumsal gelişmeler de dinde çoğunlukla kendine özgü anlatımla yer alırlar. Sosyolojik-tarihsel bir yaklaşımla muazzam bir bilgilendirici kaynak durumundadırlar. Felsefesiz tarihin yazılamayacağı açıktır. Kendisi en kaba bir metafizik olduğu halde, pozitivizmin sadece olgulara dayalı tarih yapılabileceği tezi saçmadır. Kapitalizmin resmi görüşü ve dini olarak, pozitivizmin sanki tarihi sermaye yokmuş ve her şey aniden Avrupa'ya gökten zembille inmiş gibi sergilediği bu tip yaklaşımlar aslında mitolojiktir. Dinselleştikleri zaman nesnel putçuluğun modernizm çağını temsil ederler. Dolayısıyla felsefeyi sıkça ve yoğun biçimde kullanmak, tarihsel-toplumsal anlatımın en vazgeçilmez kaynağıdır. Bilimsel yaklaşımla amaçladığım ne nesnel, ne de öznel ağırlıklı anlatım biçimleridir. Algı-olgu eşitliği veya benzerliğinin farkındayım. Bilimsel yöntemim, zaten tüm dile getirdiğim kaynakları iç içe kullandığımdan ötürü 'yorumculuk' olarak değer293
lendirilebilir. Nesnelliğe çok ağırlık vermediğim, verme gereği duymadığım çözümleme tarzımdan gayet iyi anlaşılmaktadır. Öznelciliğe fazla kaymadığım da konuya hâkim birçok kimse tarafından rahatlıkla fark edilebilecektir. Özne-nesne ayrımını inkâr etmeden aşmak gibi bir yorum gücünü sürekli geliştirmek istediğimi belirterek, kaba yetmezlik ve eksikliklerimin bağışlanmasını diliyorum. Toplumla ilgili herkesin anlam gücüne güç kattığım anlaşılırsa, kendimi mutlu sayarım.
294
Ek: Sözlük
Ek: Sözlük A
Adorno: Gerçek adı Theodor Ludwig Wiesengrund olan Adorno, 11 Eylül 1903'te Frankfurt am Main'da doğmuştur. Baba tarafı Yahudi olan Adorno, genç yaşlardan itibaren felsefeyle ilgilenmiş, felsefe doktorası unvanını kazanmış, Frankfurt Okulu (Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü)'nda çalışmaya ve yazmaya başlamış, 1938'de de Enstitü'nün resmi üyesi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Almanya'nın dışına çıkan Adorno, savaştan sonra Almanya'ya dönmüş, üniversitede dersler vermiş,1969'un Ağustos'unda kısa bir tatil için gittiği İsviçre'de geçirdiği bir kalp krizi sonucunda yaşamını yitirmiştir. Agora: Yunan klasik çağında bir sitenin yönetim, politika ve ticaret işlerini konuşmak için halkın toplandığı alan, halk meydanı. Ahd-ı Atik: Eski ahid, eski sözleşme anlamında olup Terat (Kitabı Mukaddes)'ı anlatmak için kullanılmaktadır. Ahd-ı Cedit: Yeni ahit, yeni sözleşme anlamında olup, Hıristiyanların dini kitabı olan İncil'i anlatmak için kullanılmaktadır. Ahtapot: Kabuksuz kafadan bacaklılardan, çok sayıda kolları olan, vantuzlu, dokunaçlı bir mürekkep balığı türüdür. Akabinde: Arkasından, hemen arkadan anlamındadır. Akhenaton: M.Ö. 1364 doğan Akhenaton, 18'inci sülaleden Ameophis IV (Akheneton) tahta çıktı. O zamana kadar Mısır'da tapınılan 13 dini ortadan kaldırarak yerine tek tanrıya dayanan güneş merkezli bir din kurmaya çalışan firavundur.
Aksiyonel: Hareketli, eylemli olan. Alegori: Bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme. Algı: Dikkati bir şeye yönelterek, o şeyle ilgili olarak duyular aracılığıyla edinilen yalın bilgi, o şeyi anlama. Alternatif: Seçilebilecek bir başka yol, yöntem; seçenek Amorf: Biçimsiz Anaerkil: Tarihin ilk çağlarındaki kadının toplumda etkin olduğu toplumsal örgütlenme modeli. Doğal toplum olarak da adlandırılır. Erkeğin etkin ve egemen olmasıyla birlikte anaerkil düzen yerini ataerkil düzene bırakır ve bu da toplumsal sistemde sınıflaşmanın temelini oluşturur. Analitik: Çözümlemeli, tahlile dayanan yöntem Analiz: Çözümleme, tahlil Analoji: Benzeşim, benzeşme Anarşi: Siyasî ve idarî kurumlardaki çözülme sonucu olarak devlet denetiminin kalmaması durumu, başsızlık. Anarşist, anarşizm yanlısı olan kimse. Anarşizm: Tarihî şartlar ne olursa olsun başta devlet olmak üzere hiçbir otoriteyi tanımayan, ortadan kaldırılmasına çalışan öğreti Angarya: Bir kimseye veya bir topluluğa zorla, ücret vermeden yaptırılan iş. Animizm: Canlıcılık, tüm doğanın canlı olduğuna inanan felsefi, düşünsel yaklaşım. Anonim: Adı sanı bilinmeyen, yaratıcısının adı bilinmeyen ve kamuya mal olan eser. Antropoloji: İnsanın kökenini, evri-
297
mini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim, insan bilimi Apollo: Zeus'un güzel saçlı Leto'dan olan oğlu ve Artemis'in ikiz kardeşidir. Yunan mitolojisindeki en önemli tanrılardan biridir. Arena: Boğa güreşi, yarış, oyun gibi türlü gösteriler yapılan alan. Köleci devlet sistemi döneminde gladyatörlerin kendi aralarında veya vahşi hayvanlarla dövüştürüldükleri alan. Argüman: Bir tartışmada öne sürülen savları desteklemek ya da doğrulamak adına karşı tarafı ikna etmek için girişilen akıl yürütme çabasında içine düşülen yanılgılara ya da yanıltılara karşılık gelen Latince tamlama; doğruluğu kanıtlanmak ya da ıspatlanmak istenen sav veya önermeyi en az bir öncüle dayanarak dile getirme. Aristokrasi: Ekonomik, toplumsal ve siyasî gücün soylular sınıfının elinde bulunduğu tarihî yönetim biçimi. Aristoteles: MÖ 384 - MÖ 322 tarihleri arasında yaşamış olan Yunanlı filozof ve bilim adamı. Ansiklopedik bilgiye sahip olup hemen her konuda yazmıştır. Düşünceleri insanlığın toplumsal gelişimini büyük oranda etkilemiş ve halen dinsel çerçevede de olsa etkilemektedir.Ayrıca Büyük İskender'e de öğretmenlik yapmış, İskender'i büyük Doğu fethine hazırlamıştır. Artı-değer: Artı-değer, başkaları tarafından el konulmak üzere, emek gücünün "gerekli-zorunlu-ürünün ötesinde", belirli bir ücret ile satın alınarak fazla üretim yapmasıdır. İşçi, belli bir ücret karşılığında, emek gücünü satabiliyor olmak için artı-değer üretmek durumundadır. İşçi, aldığı ücreti 4 saatlik çalışmayla (gerekli emek zamanıyla) karşılar. 8 saat çalışan işçi, ka-
298
lan 4 saati patron için üretir. Bu gerekli emek zamanı dışındaki üretilen değere artı-değer denir. Artık değer: Birden fazla ya da bir fabrikadaki işçilerin yarattığı artı-değerin toplamı. Artı-ürün: İhtiyaç fazlası ürüne denir. Bir insanın ya da topluluğun tüketebildiğinden fazlasını üretmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Üretimin ihtiyaçları karşılayanı kullanılmış, fazlası da artı-ürün haline gelmiştir. Astronomi: Gök bilimi Astronomik: Aşırı yüksek rakamları ifade etmek için kullanılan deyim. Ataerkil: İlkel- komünal sistem'de bir kabile örgütlenmesi olup, toplumsal üretimde ve kabile topluluğunun toplumsal yaşamında erkeğin üstünlüğünü ifade eder. Ailedeki gücün ve siyasal iktidarın erkeklerin elinde olduğu toplumsal sistem. Ateizm: Tanrıtanımazlık, tanrının varlığına inanmayan düşünce akımı. Atfen: Bir kişiye veya bir şeye mal ederek anlatma ya da bir şeyi sunma. Atmosfer: Bir yeri veya herhangi bir gök cismini saran gaz tabakası, gaz yuvarı. Dünyamızı saran ve güneşten gelen ultraviyole ışınlarını etkisiz duruma getiren, çeşitli katmanlardan oluşan ve insan yaşamına olanak sunan gaz tabakası. İçinde yaşanılan ve etkisinde kalınan ortam. Agust Comte: 1798-1857 arasında yaşamıştır. Aydınlanma çağıyla birlikte ortaya çıkan soru: Eski geleneksel düzenin yerine ne konmalıdır? Comte'un bu soruya cevabı; toplumun ve gurup hayatının bilimsel incelenmesi olmuştur. Ona göre bilimsel düşünceler tamamen değerlerden sıyrılmış ve objektif olmalıdır. Bu da Pozitivizm'dir. Sosyal hayatın yeni
bilimini tarif etmek üzere sosyoloji sözcüğünü ilk kullanan Comte'dir. Avadanlık: Bir işi yapmak ya da bir şeyi onarmak için kullanılan alet-edavat takımı. Aydınlanma Çağı: Reform ve rönesansla başlayıp süren döneme denir. Ansiklopedicilerin önderlik ettikleri bilimsel, teknik ve düşünsel gelişmelerin etkin ve yoğun yaşandığı, 1718. yüzyıllar için yapılan değerlendirme. Voltaire, Diderot, Lucke, Home, Hobbes vb Aydınlanma Çağı'nın en çok bilinen simalarıdır. Aysberg: Büyük çoğunluğu su altında olan, bir kısmı da su yüzeyinde kalan buz dağı. Aztekler: Bugünkü orta Meksika bölgesinde 16 yüzyıla kadar yaşamış olan bir Orta Amerika uygarlığıdır.
B Bacon Francis (1561 -1626): İngiliz ampirizminin öncülerinden Bacon'un bakış açısı temelde somut, pratik ve yararcı öğelerle belirlenmiştir. Eserlerinde Aristotelesçi felsefeye ve Skolastik mantığa karşı çıkar. Metodolojisi tümdengelimci Aristoteles'in tersine tümevarımcıdır. O tikelden genele ulaşmayı bilimsel bir yöntem olarak benimser. Bacon yeni metodolojisiyle ün kazanmıştır. O'nun metodolojisi modern araçsal akılcılığı kusursuz bir biçimde cisimleştiren deneysel bir metodolojidir. Modern bilimin baştan itibaren sergilediği başarıların bir sonucu olan ampirizmin savunuculuğunu yapmış olan Bacon, insanın deneysel kontrol yoluyla doğaya müdahale etmesini, dönüştürmesi ve hizmetine koşması gerektiğini savunmuştur. Bağnaz: Bir düşünceye, bir inanışa
aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka bir düşünce ve inanış kabul etmeyen kimse, mutaassıp. Bakir: El değmemiş, kullanılmamış, eskimemiş, yıpranmamış anlamında kullanılan bir deyimdir. Bakteri: Fransızca olan bir kavramdır. Toprakta, suda ve canlılarda bulunan; çürüme, mayalanma ve hastalıklara yol açan, küresel, silindirimsi, kıvrık ve değişik biçimlerde olan renksiz ve tek hücreli canlılara denir. Bakunin (Mihail Aleksandrowiç): Tanınmış bir Rus Anarşisti. Anarşizmin ilk savunucularından biridir. 30 Mayıs 1814 yılında Moskova'nın kuzeybatısında Pirumukhino köyünde doğar. Petersburg üniversitesini bitirdikten sonra orduya katılır. Ordudan ayrılarak Almanyaya geçer. Burada sol Hegelcilerle tanışır ve sosyalist mücadeleye katılır. Bu mücadelede birçok eyleme öncülük eder. Enternasyonalın kuruluş aşamasında Marks'la birlikte hareket eder. Ancak Enternasyonalin 1872'teki Lahey Kongresinde Marks'a karşı çıktığından tasfiye edilir. ilkesel düzeyde devlet, iktidar ve otorite karşıtıdır. Yine de devleti tarihsel ve toplumsal açıdan "zorunlu bir kötülük" diye tanımlar. Marks'ın işçi devleti görüşü gibi ara çözümü kabul etmez. Marks'ın sınıf çözümlemesi ve kapitalizme ilişkin geliştirdiği tezleri kabul etmekle birlikte, devlet, iktidar ve otorite tezlerini yetersiz bulur. Bunun yerine "Özgür Birlikler ve İşçi Federasyonlarından" yanadır. "Merkezden değil, yerinde yönetim tarzını" savunmaktadır. Marks karşısında en temel söylemi, "Hiçbir siyasi iktidarın kabul edilmemesi gerektiği siyasal iktidar kavramını ve olgusunun kendisinin ortadan kaldırılması gerekliliği" konusunda yaptığı
299
vurgudur. Bakunin bu konudaki düşüncesini, "Siyasal iktidar var olduğu sürece, daima yönetenler ile yönetilenler, efendiler ve köleler, sömüren ve sömürülen de var olacağından ötürü siyasi iktidar diye adlandırılabilecek her şeyin hem ilke olarak hem de uygulamada bütünüyle ortadan kaldırılması zorunludur" biçiminde dile getirmektedir. Bu, günümüzdeki anarşist eğilimlerin de söylemlerindeki en temel vurgusudur. "Siyasetsiz toplum" dedikleri bir toplum öngörmektedirler. Siyasi iktidarın yerine ise, "özgür birlikler federasyonları aracılığıyla insanlar arasındaki ilişkileri değiştirebilecek ve iktidarı kitlelerin eline teslim edebilecek olan toplumsal bir devrim" öngörülmektedir. Bakunin, toplumsal devriminde, bütün yerleşik kurumların yıkılmasında şiddetin kaçınılmaz olduğunu dile getirmektedir. Banal: Fransızca bir kelime olup, sıradan, bayağı,herkesin kullandığı anlamındadır. Banker: Çok zengin, para, altın vb taşınabilir değerlerin ticaretiyle uğraşan kimselere denir. Bariz: Besbelli, açık olan, çok belirgin ve göze çarpan şey. Başat: Benzerleri arasında güç ve önem bakımından başta gelen anlamında kullanılır. Belagat: (a) Konuyu bütün yönleriyle kavrayarak, hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatım sanatına denir. Ayrıca güzel konuşma ve sözle inandırma yeteneği olarak da belirtilebilir. Ya da söz sanatını inceleyen bilim dalı olan retoriğin diğer adıdır. Bellek: Hafıza olarak da bilinir. İnsanın geçmiş deneyimlerini, yaşadıklarını,
300
öğrendiklerini ve bildiklerini zihinde tutma, saklama ve anımsama yetisidir. Berberiler: Kuzey Afrika'nın bilinen en eski halkı. Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Mısır'a kabileler halinde dağılmışlardır. Birbirlerine kesin bir dil birliğiyle bağlı olmakla birlikte, fiziksel ve kültürel özellikleri büyük çeşitlilik gösterir. Berrin boğazı: Asya ile Kuzey Amerika'yı bir birine bağlayan boğazdır. Beyhude: Yararsız, anlmsız ve boş işler anlamındadır. Bilimcilik: Bilginin temelini yanlızca bilimin yöntemine dayandıran, buna önem veren yaklaşımdır. Buna ilimcilik de denir. Tek doğrunun bilimsel yasalarla ulaşılan doğrular olduğunu belirtir. Bunlar da deney ve gözlemdir. Deney ve gözleme dayanmayan bilgiyi doğru kabul etmez. Biyoloji: Yunanca bios (hayat) ve logos (bilmek, bilim) kavramlarının bileşiminden oluşmakta ve "canlı bilimi" anlamına gelmektedir. Doğada yaşayan bitki, hayvan ve insandan oluşan tüm canlı organizmaların doğma, üreme ve yaşamaları da dahil yapılarını, özelliklerini, evrimlerini ve işlevlerini inceler. Bono: İtalyanca bir kelimedir. Venediklilerde kullanılmıştır. Bono, belli bir sürenin sonunda belli bir para miktarının belirli kimselere ödeneceğini gösteren kağıt belge veya senettir. Buna değerli kağıt da denir. Buda: Tam adı Gautama Buda'dır. M.Ö. 6. yüzyılda yaşadığı sanılmaktadır. Gizemsel bir dünya görüşü ve din olan Budizm'in kurucusudur. Budizm, dinden ziyade ahlak felsefesine yakındır ve onu öğütler. Öldürmeyin, başkalarının malını ve karısını almayın, yalan söylemeyin, acıya katlanın, başkalarının acılarını ve sevinçlerini
paylaşın, iyicil ve merhametli olun, kin gütmeyin, size yapılan kötülükleri bağışlayın, demektedir. Buda'ya göre dört büyük gerçek var: Acı gerçeği (Bizi kendilerine bağlayan bütün nesneler acı vericidir), istek gerçeği (Acının kaynağı istektir, hiçbir şey istemezsek acı duymayız), acının yok edilmesi gerçeği (Acının yok edilmesi, ancak her türlü istekten vazgeçmekle sağlanır) Acının yok edilmesine götüren sekiz yol gerçeği (Katıksız inanç, katıksız irade, katıksız söz, katıksız eylem, katıksız geçim araçları, katıksız çalışma, katıksız bellek, katıksız düşünce) vardır. Yaşamak, acı çekmek demektir, acı yaşamın özünde var. Öyleyse acı çekmemek için, yaşamanın bütün mutluluklarından el çekmek gerekir. Buhran: Herhangi bir olayda yaşanan bunalım veya kriz halidir. Bu toplumsal, ekonomik, siyasal vb kısaca her alanda yaşanan olağanüstü durumları ifade etmek için kullanılır. Bukalemun: 20-30 cm uzunluğunda olan, bulunduğu ortama göre renk değiştirebilen bir sürüngen türüdür. Bu yüzden çıkarına göre davranışını, görüşünü çok kolay değiştirebilen, bu konuda ilke, ölçü ve kural tanımıyan kimseler bukalemun olarak nitelenir.
C-Ç Campanella: Asıl adı Giovanni Demenico olan Campenalla, 1568-1639 yılları arasında yaşayan İtalya'nın ilk ütopik sosyalistlerdendir. Görüşlerini 1602'de yazdığı Güneş Ülkesi kitabında yansıtmıştır. Tommaso Campenalla, bu kitabında özel mülkiyetin yasak, her şeyin ortak ve herkesin aydınlanmış olduğu bir toplumu betim-
ler ve yaşamını bu ütopyasına adar. 1582'de dinciliği seçene kadar adı Giovanni Demenico olan Campenella filozof ve ütopik bir komünisttir. Campanella, doğa felsefecisi Telesio'nun görüşlerni paylaşmış; skolastiğe karşı durarak, o gün için ilerici olan duyumculuk ve yaradanlık düşüncelerini dinsel gizemci görüşlerin yanı sıra, büyü ve astırolojiylede birleştirmiştir. Özgür düşünmesi yüzüden engizisyon tarafından yaşamına son verilmştir. Campanella, insanlığın birliğini düşlemiştir. 1599 da İtalya'yı İspanya egemenliğinden kurtarmak için bir ayaklanma çıkarmayı denemiş; bu olay öğrenilince Campanella amansızca işkenceye uğradıktan sonra, 27 yıl Napolli zindanlarında yatmıştır. 1602 yılında hapisteyken, kendi ütopyası olan Güneş Ülkesi kitabını yazmıştır. Burada, özel mülkiyet yoktur. İdealindeki toplumda toplumsal zenginlik herkesin çalışmasıyla sağlanır. Gündelik yaşam kesin kuralarla bağlı olup, rahiplerin teokratik yönetimi yer alır. Campanella, kendi kominist idealini, aklın buyruğuna ve doğanın yasalarına dayandırır. Cereyan: Her hangi bir yöne doğru olan kuvvetli akışa, akıntıya denir. Ayrıca aynı eğilimi paylaşan, aynı görüşte olanların oluşturduğu harekete de denir. Cevaz: Arapça bir kelime olup izin, müsaade anlamına gelmektedir. İcazet veya destur da aynı anlamda kullanılır. Charles Fourier (1772-1837): 19. yüzyıl ütopik sosyalist. Kapitalizmin çelişkilerini erkenden fark eden ve eleştiren Fourrier, çözümü toplumsal ortaklaşmada bulur. Bu çelişkiye de yanında çalışmış olduğu bir pirinç toptancısının yaklaşımları neden olur. Fourier 19. yüzyıl başlarken, Marsilya'da
301
yanında çalıştığı bir pirinç toptancısının fiyatları yükseltmek amacıyla 2 bin ton pirinci denize döküşüne şaşkınlıkla tanık olur. Fourier bu olaydan şu sonucu çıkarır: Plansız çalışma boşunadır. Bilimsel bir plana bağlanmış üretim, başıboş üretimden, ölçülemeyecek kadar verimli olacaktır. Yüz aile bir araya gelip aynı mutfağı kullanabilse daha az giderle beslenebilirler. Düşünce sistematiğini bu yaklaşım temelinde oluşturur. Aynı dönemlerde Saint Simon ve Robert Owen de kapitalizmin bu çelişkilerini görerek aynı sonuçlara giderler ve olanakları çerçevesinde düşündükleri sistemi kurmaya da çalışırlar. Ancak koşullar sistemi değiştirmeye uygun olmadığından, düşünceleri gerçekleşme imkanı bulmaz ve hayal düzeyinde kalır. Dolayısıyla da bu dönem sosyalizmi "Ütopik Sosyalizm" olarak değerlendirilir. Fourier kadının toplum içindeki yerini çözümler. Bir toplumun genel gelişmişliğinin ve özgürlüğünün, kadının gelişmişliği ve özgürlüğüyle ölçüldüğünü söyleyen ilk düşünür olan Fourier, düşüncelerini 1808 yılında yayınladığı Dört Hareketin Kuramı adlı yapıtında açıklamıştır. Öğretisinin ana çizgileri şunlardır: 1) İnsan iyidir, özgürce gelişebileceği sosyal kuruluşlara kavuşunca daha da yetkinleşecektir... 2) Ticaret kötüdür, insanın ortaklaşacılığı gerektiren doğal eğilimlerine aykırıdır... 3) Evlilik ikiyüzlülüktür, çünkü her yerde kadının köleleşmesini gerektirir... 4) Uygarlık her türlü kötülüğü içinde topladığı oranda ortaklaşacılığı gerçekleştirecek güçlerin oluşmasını sağlamaktadır. Cihet: Arapça bir kelime olup yön, taraf anlamına gelmektedir. Buna doğrultu da demek mümkündür. Copernik ( 1473-1543): Polonyalı
302
olan Copernik, Modern astronominin kururcusudur. Bilim insanı kimliği yanı sıra, bir din insanıdır da. Güneş merkezli hipotezini geliştirerek bir kuram düzeyine çıkardı. Kuramında dünyanın küresel olduğu, güneş çevresinde çembersel bir yörüngede tek düze devindiği tezlerini matematiksel olarak ispatlamaya çalıştı. Bilimsel düşünme açısından bu büyük bir atılımdı. İnsanlığın dünya görüşünde devrim denilebilecek köktenci bir dönüşüme yol açan bu kuram, yerin dolayısıyla insanın artık evrenin merkezinde yer almadığı görüşü bağnazların büyük tepkisine yol açtı. Cüzi: Arapça bir kelime olup, az, azıcık, çok az anlamında kullanılır. Tanrının yaratımı, iradesi karşısında insan iradesini dile getirir. Felsefede de tikel anlamında kullanılır. Çetrefil: Dolaylı, dolambaçlı, karmakarışık ve anlaşılması zor olan, bu yüzden sonuca gitmeyen şeyler için kullanılır. Düzensizliğin, dağınıklığın, savrukluğun diğer bir ifadesidir.
D Darwin, Charles Robert (18091882): Organik evrimin yasasını bularak evrim kuramını geliştiren İngiliz doğa bilimcisidir. Davos Zenginler Kulübü: Davos, 1970'li yıllarla birlikte Davos Ekonomik Formu adı altında dünyanın ekonomik sorunlarının tartışıldığı bir alan haline geldi. '80'li yıllarla birlikte Davos Ekonomik Formu'nun etkinliği daha fazla bilinir oldu ve çok daha geniş çevreleri etkiler hale geldi. Reel sosyalizmin çözülmesi ile birlikte küreselleşen dünyanın sorunları da bir anlamda küreselleşti. Davos bu tarihlerden itibaren
küreselleşen dünyanın sorunlarının "çözümü"ne ilişkin arayışların olduğu bir alan ve toplantı haline geldi. Her toplantıya onlarca devlet başkanı, bakan, sivil toplum örgütü başkanları ve yüzlerce büyük şirketin CEO'su da katılır oldu. Debdebe: Arapça bir kelime olup, ihtişam, gösteriş, şatafat ve görkemi dile getirir. Üst toplumun yaşadığı yaşam ve ilişki tarzını ifade eder. Debi: Akarsuyun herhangi bir yerinden saniyede geçen suyun miktarına veya suyun akımına denir. Declase: Sınıf dışı. Toplumda sınıf dışı kalmış, toplumun kenar ve kuytuluklarında kalmış kesimlere denir. Değişim değeri: Bir metanın piyasadaki alış-satış değeridir. Dehliz: Üstü kapalı dar, uzun ve karanlık geçittir. Buna koridor da demek mümkündür. Deizm: Vahiy ya da bir kilise öğretisi aracılığıyla edinilmiş her türlü dinsel bilgiye karşı çıkan buna karşılık belirli bir dinsel bilgi bütününü herkesin doğuştan taşıdığını ya da us yoluyla elde edebileceğini savunan görüş. Deizm, tanrılık gücünün sadece yaratma işlemiyle sınırlandığını ve bir kez yaratıldıktan sonra dünyanın hiçbir işine karışmadığını eş deyişle dünyayı yönetmediğini belirtir. Deizmin dayandığı "doğal" din kavramı başlıca iç kaynaktan beslenir. İnsan usuna duyulan inanç, dogmacılığa ve hoşgörüsüzlüğe yönelen vahiy öğretisinin, reddedilmesi ve tanrının düzenli bir dünyanın ussal mimarı biçiminde kavranmasıdır. Deistler Hıristiyanlıkta ve diğer tek tanrılı dinlerde görülen ibadet, inanç ve öğreti farklılıklarının temelinde evrensel olarak benimsenmiş din ve ahlak ilkelerinin, ussal bir özün bulunduğunu öne sürerler. Deleuze Gilles (1925-1995): Fransız
filozof, yapısalcılık sonrası teorinin, yani postyapısalcı felsefenin öncülerinden, dolayısıyla postmodern düşüncenin ya da felsefenin önemli temsilcilerinden biri olarak anılır. 1969 yılında tanıştığı Felix Guattari ile ortak yazmaya başlamış, gerek her ikisinin ortak çalışmaları, gerekse de Deleuze'nin kişisel çalışmaları postmodern düşüncenin teorik temelleri bakımından önemli örnekler olarak gösterilmektedir. Kalp rahatsızlığına kan dolaşımında yaşadığı problemler de eklenince yazamaz duruma gelmiş, intihar ederek yaşamına son vermiştir. Demagoji: Lafazanlık, aldatma ve yalana dayanan, gerçekliği ters yüz etmedir. Demografi: Nüfus bilim olarak bilinir. İnsan topluluklarının istatistik karakteriyle ilgilenen sosyoloji ve antropoloji dalıdır. Özellikle toplumdaki nüfusun yoğunluğu, toplumdaki doğum ve ölüm oranları, göçler vb olayları inceleyen bilim dalı. Demokritos (İ.Ö.460-370): Demokritos, antik çağın en büyük materyalistidir. Ona göre gerçek olarak sadece atomlar ve boşluk vardır. Atomlar, son derece küçük, bölünmez biçim ve büyüklükleri ve durumları farklı, hareket halindeki ilk öğelerdir. Nesneler bu atomların düzenlenmesinden doğarlar. Ruhun kendisi de maddidir. Her şey gibi onun da atomlardan -diğerlerinden daha ince- oluşmuş olduğunu iddia eder. Yine kendisine göre şeylerin, renk, koku gibi nitelikleri özneldir, duyuların yanılsamasıdır. Gerçek ve nesnel dünya bu gibi nitelikleri içermez. Aklın görevi, atomları bulmak için bu nitelikleri soyutlamak olmalıdır. Materyalist diyalektiğin bilgi sorununu ilk biçimiyle ortaya koyan da kendisidir. Yine atomlar
303
teorisi, atom biliminin önsezisi niteliğindedir. Sokrates öncesi Doğa felsefesinde Atomcu okulun kurucularındandır. Metafizik bilgi açısından Yunan felsefesini meşgul eden birlik-çokluk arasındaki ilişkinin neden meydana geldiği ile neyin gerçekten var olduğu problemi üzerinde yoğunlaşır. Doğanın bütün nesneleri maddeden oluşur. Çokluk, bir olanın meydana getirdiği farklı ve değişik birleşim ya da düzenlemelerden başka bir şey değildir. Doğada var olanların hepsi, tek bir şey tümüne, yani atom ya da maddeye indirgenebilir. Gerçekten var olan atomlar olup, dış dünyada çokluk görünüşten ibarettir. Deng Siao Ping: Çin Devrimi'nin önemli karakterlerinden. Komünist Partisi Genel sekreteri ve Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı. Mao'nun ölümünden sonra Kültür Devrimi'ndeki rolünden ötürü Mao'nun eşiyle birlikte "dörtlü çete" üyesi ve suçlamasıyla yargılanmış, sonrasında devlet başkanı olmuş, Çin'in kapitalist sistemle bütünleşmesinin yolunu açmıştır. Reel sosyalizmin çöküş rüzgarına kapılmasa da, Çin öncesinde Deng Siao Ping önderliğinde bu süreci başlatmış, sonrasında gelenler de bu süreci kontrollü ilerletmişlerdir. Çin'in pazar ekonomisine yönelmesinde Deng Siao Ping önemli bir rol oynamıştır. Denklem: İçinde yer alan bazı niceliklere ancak uygun bir değer verildiği zaman sağlanan eşitliktir. Descartes (1596-1649): Felsefi düşüncenin büyük aşamacılarından biridir. Felsefe ile -kendisinin geliştirdiği ve analitik geometri dediği- matematik bilimini birleştirmeye çalışan; teolojinin etkileri dışında ilk defa felsefi devrimin gelişimine ön ayak olan başlıca simalardandır. Yalnızca bir felsefe filozofu
304
olmakla kalmaz, Newton, J. Locke, Home ve Hobbes gibi simalar ile birlikte, Modernist-analitik geleneğin düşünsel temellerini atar ve bu geleneğin oluşmasında önemli bir rol oynar. Réné Descartes 1596'da Fransa'da doğar. Cizvitlerin elinde, felsefe ve matematik dâhil mükemmel bir eğitim alır. Hollanda'ya yerleşir. O dönemde Hollanda, Avrupa'nın en geniş ifade özgürlüğüne sahip ülkesidir. Descartes, araştırmalarını felsefe, matematik ve bilim alanlarında sürdürerek insan düşüncesinin temellerini incelemeye burada girişir. 1629-1649 arasında niteliği çok yüksek özgün eserler verir. Felsefede en önemli eserleri, 1637'de yayımlanan Yöntem Üzerine Konuşmalar ile 1641'de yayımlanan Meditasyonlar'dır. 1649'da İsveç'te ölür. Despotizm: Ataerkil ilişkilerin toplumda etkin ve egemen hale gelmesiyle birlikte gelişen politik güce dayalı egemenlik rejimidir. İdeolojik yanıltmalar ve zora, baskıya dayalı yöntemlerle kendisi, hanedanı ve partisi dışındakileri egemenlik altına alma ve yönetme biçimidir. Kişi veya birkaç kişinin çıkarlarına dayanan, dilediğini yapan, toplum ya da çoğunluk üzerinde baskı uygulayan keyfi yönetim biçimidir. Yönetim karar ve kuralları despot kişiye göre biçim kazanır, uygulanır. Bu anlamda en belirgin özelliği hukuka, yasaya ve siyasi geleneklere bağlı olmamasıdır. Determinizm (Gerekircilik): İnsan iradesinden bağımsız oluşan evrendeki düzenin, nesnel gerçekliği nedensellikle açıklayan felsefi/bilimsel görüşe denir. Bu bakışa göre doğanın kendi yasaları vardır. Bu yasalar nesnel ve sabittir. Doğadaki düzen ve uyum bu nesnel yasaların sonucudur.
Dolayısıyla aynı nedenler aynı sonuçları doğurur. Bunun anlamı; gerçekleşen her nesnel olgu ya da olayın bir nedeni olduğudur. Doğada ve toplumda gerçekleşen hiçbir şey nedensiz değildir ve aynı nedenler, zaman-mekânla birlikte aynı sonuçları yeniden yeniden yaratır. Neden ile sonuç arasında çok sıkı bir bağ vardır. Devindirici: Harekete geçirme özelliği olan. Diaspora: Yunanca "dağılma", İbarince "sürgün" demektir. Diaspora gerçekte Yahudilerin dünyanın çeşitli yönlerine fiziksel anlamda dağılmasını belirttiği halde, günümüzde esas olarak dinsel, felsefi, siyasal ve sosyolojik anlamlar da içerir. Dışarıda eriyip yok olmamak için anavatan olarak bilinen ülkeye dönmeyi hedefleyen, yurtdışı toplulukların onların örgütlü varlığını ifade etmek için de bu terim kullanılmaktadır. Dilemma: mantık veya ikilem denir. Dinozor: Omurgalı hayvanlardan sürüngenler sınıfına giren, boyu 20 metre kadar olabilen, ilk çağlarda yaşamış, günümüzde soyu tükenmiş, son yıllarda fosilleri bulunan bir sürüngen türüdür. Gelişmelere ayak uyduramayan, geride kalmış ve mevcut durumu korumak isteyen kişilere de denir. Diofizit: Kiliseden Nestoriliğin ayrılmasına neden olan düşünce. Kilisenin Monofizit yaklaşımına göre İsa'ya Kelam inmeden önce de Tanrı'ydı. Diofizit yaklaşıma göre; İsa'ya 30 yaşındayken Kelam'ın indiği, o zamana kadar Meryem'den doğan İsa'nın saf ve günahsız bir insan olduğu, Tanrılık vasfının Kelam geldikten sonra oluştuğu ve ancak o zamandan sonra İsa'nın hem insan, hem de tanrı karakterlerinin her ikisine de büründüğü, Meryem'in Tanrı İsa'nın değil, insan İsa'-
nın annesi olduğunu savunan kuram. Dionysos: Yunan öncesi tanrılardandır, Trakya'dan ya da Frigya'dan geldiği sanılmaktadır. Zeus ve Apollon'la birlikte antikçağ Yunan düşüncesinin üç büyük tanrısından biridir. Tapımı başlı başına bir din meydana getirmiştir. Kişiliği, birçok eski tanrıların karışımından meydana gelmiştir. Çiftçiliğin, bağcılığın, meyve ve özellikle üzümün koruyucusu, aşk ve şarap tanrısıdır. Dirayet: Yetenek, beceri, zeka, bazen kapasite ve yeterlilik anlamında da kullanılır. Diyalektik: Diyalektik, doğa kaynaklı olan, doğanın nasıl işlediğine dair bir düşünme ilkesi, bir düşünme yöntemidir. Doğadaki, onun bilinçli bir öğesi olan insan toplumundaki hareketi, değişimi koşullayan temel yasalara, ilkelere işaret eder. Doğayı ve doğayı meydana getiren şeylerin oluşlarını, çelişmelerini, karşılıklı ilişki ve etkileşimlerini, bundan doğan gelişme, değişim ve dönüşüm süreçlerinin bütünselliğini dile getirir. Şeylerin durağan, statik ve değişmez olduğunu ileri süren metafizik yöntemin tersine diyalektik yöntem, doğada ve toplumda hiçbir şeyin durağan olmadığı, olduğu yerde kalmadığı, sürekli hareket halinde ve değişmekte olduğu öncüllerden hareketle şeyleri açıklama yolundadır. Bu anlamda diyalektik, hem bir doğa durumu hem bir düşünme biçimi olarak bir bütünlemeyi ifade etmiştir. Dizayn: Herhangi bir şeyi tasarlamak ve bu tasarıyı çizmeye denir. Bu çizime görede planladığı yeri veya şeyi döşemesi, biçimlendirmesidir. Dogma (İnak, Nas): Genellikle dini hükümler için kullanılmakla beraber, ideoloji-politika alanında yansıyan, eleştirilemez, değiştirilemez katı hü-
305
küm ya da hükümler dizisine denilmektedir. Doku: Vücudu veya herhangi bir organı oluşturan hücrelerin bütününü ifade eder. Bu aynı zamanda toplumda da geçerlidir. Toplumun dokusu, toplumu oluşturan birey ve toplulukların toplamıdır. Döngü: Tekrarlanan, yinelenen şey. Bir iş ya da olayın tekrarlanması, çıkış bulunamaması, kısır döngü. Dreyfus Olayı: Fransız ordusunda Yüzbaşı olarak görev yapan Yahudi kökenli subayın Almanya'ya ajanlık yaptığı gerekçesiyle divan-ı harbe verilmesi, yargılanması ve ömür boyu kürek cezasına çarptırılması olayıdır. Dreyfus'un cezaya çarptırılmasından sonra Emile Zola'nın "İtham Ediyorum" konu başlıklı Fransa Cumhurbaşkanı'nı eleştiren açık mektubu üzerine olay Fransa'nın gündemine girmiş, üzerinde tartışmalar yürütülmüş, Dreyfus yeniden yargılanmış, cezaevinden salıverilmiştir. Bu olay Fransa tarihine Dreyfus Olayı olarak geçmiştir. Dumuzi: Mezopotamya inanışında bereket ve üreme tanrısıdır, ilkbaharda doğanın yeniden yaşam bulmasını sağlar. Öldüğünde İnanna (İştar) onu arar, ama yeraltı dünyasından geri getiremez. Dumuzi'nin yeryüzüne sağladığı bereketin devamı için, sonraki dönemlerde krallar, evlilik töreninde onunla özdeşleşir ve tanrıça İnanna'yı simgeleyen bir rahibeyle birleşerek o yıl için doğayı döller ve bereketli kılarlardı. Akad dilinde Tammuz adını almıştır. Durkheim Emile (1855(58)-1917): Düşünce ve yaklaşımlarıyla, toplumu ve bireyi yorumlayışıyla sosyolojinin ayrı bir akademik disiplin olarak tanınmasını sağlamıştır. Her toplumsal olgunun nedeninin başka toplumsal
306
olgular olduğunu ileri sürmüş, birey ve toplumsal bilinci de aynı birliktelik içerisinde açıklamıştır. Birlikte açıklamıştır derken, Durkheim'in toplum ve bireye aynı ağırlığı verdiği söylenemez. Tam tersine Durkheim toplumsal bilinci her şeyin üstünde tutar. Ona göre; toplum bireylerin toplamı değildir, ondan daha fazla bir şeydir. Toplumu parçaladığımızda bireysel bilinçler ortaya çıkar, ama onların toplamı toplumsal bilinci vermez. Bireysel bilinçlerin toplamı toplumsal bilinci oluşturur. Fakat toplumsal bilinç daha sonra bireysel bilinci yönlendirir. Böylelikle toplumun ve toplumsal konuların kendine has özelliklerini izah etmeye ve bu konuların fert seviyesine indirilmesini önlemiştir. Durkheim'ın sosyolojiye en büyük katkısı; sosyal olayları diğer gurup seviyesindeki özellikleri referans alarak açıklaması oluşturur. Bu da sosyolojide bir prensip olmuştur. Ayrıca sosyolojide sosyal istatistiklerin kullanılması bakımından da öncü olmuştur. Resmi kayıtlar ve sistematik müşahedeyle sosyal olgular belirli bir tarzda sıralanabilmekte ve böylece bilimsel çıkarsamalar yapılabilmektedir. Düçar: Çaresiz kalmak, mecbur bırakılmak. Dünya Sosyal Formu: Brezilya'nın Porto Alegre kentinde bir araya gelen, çok sayıdaki sivil troplum örgütünün oluşturduğu küreselleşme karşıtı platformdur. Küreselleşen emperyalizme karşı küresel bir yaklaşımın gelişmesi gerektiği fikri ilk olarak Brezilyalı Oded Grajew tarafından dile getirildi. İlk girişimciler 28 Şubat 2000 yılında, Sao Paulo kentinde (Brezilya komitesini oluşturan 8 örgütün delegeleri) bir araya gelerek Dünya Sosyal Formu'-
nun düzenlenmesine ilişkin karara varırlar. Bu anlaşma doğrultusunda Dünya Sosyal Formu ilk kez 25-30 Ocak 2001 tarihleri arasında, Davos zirvesine paralel ve alternatif olacak şekilde Porto Alegre'de düzenlenir.
E Ebedilik: Maddenin var edilip yok edilemezliği ile dünyanın maddi birliğinin bir sonucu olarak dünyanın sonsuzca var olmasıdır. Sonsuz Ebu Cehil: İslam öncesi Mekke'nin ve Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendir. Muhammed'in akrabasıdır. Büyük bir tüccardır. Ölünceye kadar müslüman olmamış, eski geleneklerinde ısrarcı olmuştur. İslami yazarlara göre, İslamın yeminli düşmanlarındandır. Ebu Cehil, üst toplumu oluşturan hiyerarşik, devletçi toplumun dönemindeki en uç temsilcisidir. İslamiyet öncesi cahiliye devrinin temsilcisi olduğundan Muhammed tarafında kendisine "cehaletin babası" anlamına gelen Ebu Cehil ismini verilmiştir. Edebi: Edebiyatla ilgili, edebiyata ilişkin olan. Yazınsal. Edilgen: Etkin olmayan, pasif. Edward Sait: Filistinli olup Amerika'da yaşamaktadır. Yazar, akademisyen ve sivil toplum aktivistidir. 1963 yılından bu yana Colombiya üniversitesinde İngilizce ve karşılaştırmalı edebiyat dersleri veren Sait, halen aynı üniversitede edebiyat profesörüdür. Şarkiyat adlı kitap yazmıştır. Ağırlıklı olarak Ortadoğu ve Filistin üzerine yazmaktadır. Eflatun: Platon olarak da bilinir, (İÖ. 428-348) Öğretmeni Socrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte Batı felsefesinin kurucularından eski Yunanlı filozof. Etik ağırlıklı felsefi sistemi, mutlak
olanı temsil eden idea ya da biçim kavramı üzerinde kuruludur. Hem Hıristiyan hem de İslam düşüncesini derinden etkilemiştir. Efsun: Sihir, büyü anlamına gelmektedir. Ego: Benlik veya ben anlamlarına gelir. Freud'un psikanaliz teorisinde id'in, (acil tatmin arayan dürtülerin kaynağı) ve süper egonun (ana-babaya ait otorite ile toplumsal otoritenin içselleştirilmesi) çatışmalarında arayı bulan içsel mekanizma olarak tanımlanır. Ancak genel kullanımda bir başka biçim olarak egoistlik, egoizm biçiminde de söylenir. Egoizm: Bireyci, bencil, yaratıcılıktan ve paylaşımdan uzak, nefsini ve menfaatini ön planda tutan, çıkarlarını esas alan, duyguda ve düşüncede sadece kendisini düşünen, istek ve arzularını tatmin etmenin peşinde koşan tutum ve davranışların tümüne egoizm, bunu sergileyen kişilik tipine de egoist denir. Ehemmiyet: Bir işe verilen önem. Ekarte: Herhangi bir şeyi saf dışı etmek, konunun dışında tutmak anlamında kullanılır. Eklektisizm (Seçmecilik): Seçmecilik olarak da bilinir. Eklektisizm, farklı düşünce sistemlerinden seçilen öğretilerin ayrı bir sistem içinde birleştirilmesidir. Öğretilerini aldığı düşünce sistemlerinin bütününü benimsemez. Söz konusu öğretilerini seçtiği düşünce sistemlerinin kendi aralarındaki farklı çözümleme amaçlarını da gütmez. Dolayısıyla, düşünce sistemlerini birleştirme ya da uzlaştırma yöntemi olan senkretizmden farklıdır. Ekol: Fransızca kökenli olan bu kavram, doktrin, kuram, öğreti, düşünce akımı, sistem anlamlarına gelir. Türkçe karşılığı okuldur. Ekoloji: /Çevrebilim./ İlk kez 1867 yı-
307
lında Alman biyoloji uzmanı Grnest Haeckel tarafından kullanılmıştır. Sözcük anlamı, konut veya ev bilimi olarak ifade edilmiştir. Ekoloji; hayvanlar, bitkiler ve inorganik çevreleri arasıdaki karşılıklı ilişkilerin ifade edilmesi için kullanılmıştır. Burada insan ve diğer canlıların çevreleriyle olan yakınlıkları veya ilişkilerini inceleyen bilim dalı olarak ifadelendirmek yerinde olur. Özcesi ekoloji, doğanın dinamik dengesi ile canlı ve cansız şeylerin karşılıklı bağlılığıyla ilgilenir. Doğa insanları da içerdiğinden bir bilim dalı olarak ekoloji, insanlığın doğal dünyadaki rolünü de içermektedir. Özelikle insanlığın diğer türlerle ve biyolojik çevrenin (yaşanan çevre) inorganik maddeleriyle ilişkisinin niteliği, biçimi ve yapısını inceler Ekoloji bilimi, insanın doğal dünya ile ayrılığından kaynaklanan büyük dengesizlik alanına açılır. Ekoloji, disiplinler arası bir bilim dalı olarak da tanımlanır. Yakın zamana kadar ekoloji biyolojinin bir kolu olarak flora ve fauna'nın çevreleriyle olan ilişkilerini inceleyen bir disiplin olarak tanımlanırken günümüzde tüm toplumsal sorunları içine alabilecek bir içeriğe kavuşmuştur. Bir diğer yönüyle ekoloji, organizmaların bölgesel dağılımını ve miktarını belirleyen karşılıklı ilişkileri inceleyen bilim dalıdır. Darvin'in evrim kuramı da ekolojinin gelişmesine esin kaynağı olmuştur. Darwine göre evrim bir yanda yeniden üreme ve kalıtımla, öbür yandan doğal ayıklamayla ilerlemektedir. Doğal ayıklama, değişen koşullara uyum sağlamadıkları için var oluş mücadelesinde en dayanıksız olan türleri eleyecektir. Var oluş mücadelesinin önemli bir boyutu (iklim ve topografya gibi faktörlerin yanı sıra) sınırlı topraklar ya da başka
308
kaynaklar için rekabet etmekte olan başka türlerin de bulunmasıdır. Bununla birlikte türlerin birbirlerine bağımlı olması, birbirlerine ve doğal ortama başarıyla uyum göstermesini sağlayan (gerçi bu durum bazı türlerin egemen konumda olmasını dışlamaz) "bir yaşam ağı"nda sembolik bir ilişki içinde bulunmaları nedeniyle dizginlenmiştir. Rekabet normalde sınırlı bir boyutta işler. Yeni türler egemen olmaya başladığında bu denge geçici olarak bozulur. İşte ekolojik işgal, tahakküm ve yerine geçme gibi kavramlar bu sürecin aşamalarını ifade etmek için kullanılmıştır. Ekonomi: Toplumun maddi üretim ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekonomi deyimi, toplumsal üretim faaliyetini dile getiren ve bizzat bu etkinlikten doğan ilişkilerin tümünü kapsayan bir tanımlamayı dile getirir. Daha genel bir ifade ile ekonomi; insanların temel bir yaşam gereksinimi olan maddi üretim ve tüketim sürecinden doğan toplumsal ilişkileri, bunun işleyiş biçimini ve uygulama usullerini kapsayan ve inceleyen bir bilgi ve faaliyet alanıdır. Ekonomik faaliyet toplumsal ilişkilerin en karmaşık bir görüntüsüdür. Bir dizi toplumsal ilişki ağından oluşmaktadır. Genel bir tanımlama düzeyinde ekonomik alan incelendiğinde görülmektedir ki, başta üretim ve tüketim olmak üzere bundan doğan bir dizi toplumsal ilişkileri kapsamaktadır. Ekümenik: Dünyadaki tüm Ortodoksların bağlı olduğu en yüksek dini makamdır. Nasıl ki, katoliklerin en yüksek dini organı papalık ise, Ortodoksların da Ekümeniktir. Dünyadaki Ortodoksların merkezi de İstanbul kabul ediliyor. Bu yüzden İstanbul’daki Rum
Ortodoks Patriğinin tüm Ortodoksların en yüksek dini organı olan Ekümenik kabul edilmesi istenmektedir. Ekvator: Fransızca bir kelime olup, yer yuvarlağının (dünyanın) eksenine dik olarak geçtiği ve dünyayı iki eşit parçaya (kuzey-güney) ayırdığı varsayılan çemberdir. Ekvatorun çevresi 40 bin km'dir. Elam: İran'ın güneybatısında, yaklaşık olarak bugünkü Kuzistan bölgesini kaplayan eski bir ülke. Tarih öncesi dönemin sonlarında kültürel bakımdan Mezopotamya ile yakın bir ilişki içinde olan Elamlılar, daha sonra Akad egemenliğinin etkisiyle (M.Ö.23342154) Sümer-Akad çivi yazısını benimsediler. Zamanla önce bölgedeki bir dağ halkı olan Gutilerin, ardından Ur kentinin üçüncü sülalesinin denetimine girdiler. M.Ö.1600 dolaylarında Mezopotamya'ya gelen istilacı Kasitlerin hem Babil, hem de Elam'ın çöküşüne yol açtıkları sanılmaktadır. M.Ö. 13. yüzyıldan sonra tekrar güçlenen Elamlılar, kralları Şutnuk Nahunte ve Kutir Nahunte'nin döneminde Mezopotamya'yı istila ederek birçok tarihsel anıtı ele geçirmeyi başardılar. Elam yayılmasının en parlak dönemi, Babil hükümdarı Nebuket Nezar'ın Susa'yı ele geçirmesiyle sona erdi. M.Ö. 640'ta Asur Kralı Asur Banipal'ın yönetimine girdi. Daha sonra ise Ahameniş İmparatorluğunun bir satraplığı oldu. Emannuel Kant (1724-1804): 1724 yılında Doğu Prusya'nın Koninsberg kasabasında doğan Kant, 80 yaşına kadar bu kasabada yaşamış ve 1804 yılında yine bu kasabada ölmüştür. Kant'ın doğduğu bu kentin dışına hiç çıkmadığı söylenir. Gündelik yaşamında oldukça dakik ve titiz olan Kant yaşadığı kasabada birçok fıkraya da konu olmuş-
tur. Doğduğu şehrin üniversitesinde yaklaşık 30 yıl profesörlük yapmıştır. Modern çağda üniversitede felsefe hocalığı yapan neredeyse tek filozoftur. Emeviler: Ben-i Ümeyye olarak da bilinir. Muhammed'in ölümünden sonra İslam devletine egemen olan (661750) ilk büyük hanedan. Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye'nin önderliğinde Mekke'deki Kureyş kabilesine bağlı, ticaretle uğraşan bir aileydi. Önceleri İslam dinine, Muhammed'e karşı çıkıp savaştılar. 627 yılında Müslümanlığı kabul edip Muhammed'in ölümünden sonra iktidarı ele geçirerek İslamiyet'e en büyük ihaneti sergilediler. Emperyalizm: /Yayılmacılık./ Anamalcı (kapitalist) üretim tarzının tekelci aşamasına denir. "Bir devletin genişleme ve öteki devletlere egemen olma isteği" biçiminde tanımlanan emperyalizm deyimi, ilkin 1880'lerde İngilizce olarak "imparatorluk rejimi yandaşlarının öğretisi " anlamında kullanılmıştır. Sözcük olarak imparatorluk anlamındaki La imperium deyiminden türetilmiştir. Sözcüğün kaynağı ise Hint -Avrupa dil grubunda Per (elde etme) sözcüğüdür. Kapitalizmin en yüksek aşaması olarak kategorilendirilmiş ise de, bütün sınıflı toplumlarda, özellikle devletin gericileşip dışa yayılmasını (sömürgecilik- kolonyalizm) ifadelendirmek için kullanılmıştır. Bir ulusun ya da başka ulusların topraklarını ele geçirerek yayılması, onları siyasal ve ekonomik egemenliği altına alması anlamına gelmektedir. Emtia: Pazarda satılmak üzere üretilmiş malın tümüne denir. Endüstriyalizm: /Sanayicilik./ Endüstriyal büyümeyi gelişmenin ve kalkınmanın temeli olarak gören anlayıştır.
309
Modernitenin ulus-devlet ve kapitalizmle birlikte üç sürdürülemezliklerinden biridir. Toplumun tüm ekonomik gücünü bu uğurda seferber etmektir. Engizisyon: Ortaçağda batı ülkelerinde, Katolikliğin katı inançlarına karşı gelenleri sapkın sayarak cezalandırmak için kurulan kilise mahkemesi. Latince araştırmak, soruşturmak anlamına gelen inguino kelimesinden türetilmiş olan bu deyim, orta çağ Avrupa'sında kurulmuş kilise mahkemelerine verilen isimdir. 12. yüzyılda kurulan bu mahkemeler, özellikle 15-17 yüzyılları arasındaki dönemde kilisenin otoritesini tahkim etmede çok etkili bir rol üstlenmişlerdir. Sayısız bilim insanını feci şekilde cezalandırmıştır. Bruno, Jan Huss gibiler bu mahkemeler tarafından diri diri yakılmışlardır. Enjekte: Herhangi bir şeyi zorla veya başka bir yolla benimsetme, kabul ettirme, yedirmedir. İğne, serum vb sıvı ilaçlar iğne yoluyla insanlara enjekte edilirler. Ancak toplumsal sorunlarda ise, hiyerarşik devletçi toplum olan üst toplumu oluşturan egemenler kendi fikir ve düşüncelerini zor dahil olmak üzere çeşitli yol ve yöntemlerle alt toplumu oluşturan ezilenlere enjekte ederler. Ensest: Aile içi sapık cinsel ilişki. Enstrüman: Müzik aleti Entegre: Herhangi bir şeyle bütünleşmedir veya farklı iki şeyi bütünleştirme, kaynaştırmadır. Entelektüel: Bilim, teknik ve kültürün, değişik dallarında özel öğrenim görmüş, aydın. Genelde bilimsel konularda bilgi birikimi olan toplumun aydın insanları için kullanılmaktadır. Enternasyonal: Uluslararası Emekçiler Birliğinin kurulduğu 1864 ile II. Dünya Savaşı arasında ortaya çıkan ve öncele-
310
ri çeşitli ülkelerdeki işçi hareketlerinin, daha sonraki dönemlerde de sosyalist ve komünist partilerin birliğini sağlama amacına yönelik olarak etkinlik gösteren örgütlerce benimsenen ad. Uluslararası Emekçiler Birliği, I. Enternasyonal kabul edilmiş, Paris Komününün başarısızlığı ve anarşistlerle Marksistler arasındaki mücadelenin şiddetlenmesi ile bu Enternasyonal dağılmış, yerine 1889'da II. Enternasyonal kurulmuş, bu da özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında savaşa karşı tutum ve devrim anlayışlarındaki ayrılıklarından dolayı bölünmüş, etkisizleşmiştir. Rusya'da Bolşevik Devrimi, zaferi ardından 1919'da bu sefer Bolşeviklerin öncülüğünde III. Enternasyonal kurulmuştur. Bu da görüş ayrılıkları ve Sovyetlerin egemen politikaları yüzünden II. Dünya Savaşı öncesinde kendini fes etmiştir. Dünyada onun dışında Troçkistler ve daha değişik akımlar da kendi enternasyonallerini oluşturmuşlar, fakat bir etkinlik sağlayamamışlardır. II. Enternasyonal sağcılarının devamı anlamındaki sosyal demokrat partilerin oluşturduğu Sosyalist Enternasyonal de uluslararası bir birlik olarak bu gün varlığını sürdürmektedir. Enternasyonal, uluslararası birlik anlamındadır. Enternasyonalizm: İşçi sınıfının uluslararası dayanışmasıdır. Epistemoloji: Bilgibilim. Erasmus (Didier Erasme) 1467-1536: Rönesans'ın önemli düşünce insanlarından biridir. Kilisenin egemenliğini asla benimsemese de, açıktan karşı duran yaklaşıma da girmemiştir. Büyük tartışmalardan, kavgalardan uzak durmuştur. Ne Katolikliği, ne de Protestanlığı benimsememiş, bir biçimde her ikisini de idare etmiş, kendisini her iki mezhepten de uzak tutmuştur. Felsefi
akımlarla birlikte anılmasına rağmen, bu konuda fazla bir eser bırakmamıştır. Ancak klasik Yunan ve Latin düşüncesini çevirip yayınlayarak çağını geniş ölçüde uyarmış, etkilemiştir. Temel arayışını mutluluğa yöneltmiştir. Temel ve günümüze gelen tek eseri olan Deliliğe Övgü'de, mutluluğa erişmenin yolu olarak delilik gösterilmiştir. 16. yüzyılın başında yayımlanan Deliliğe Övgü (Encomium Morias) adlı ünlü yapıtında Erasmus: alaylı bir üslup kullanmakta, deliliği övmekte, mutluluğu da burada bulmaktadır. Aklı öne çıkarmayı eleştiren Erasmus, "İnsanlar akla ne kadar bağlanırlarsa, mutluluktan o kadar uzaklaşırlar. Davranışlarını akla göre düzenleyenler, delilerden daha deli olduklarından, insanlıklarını unutur, Tanrılığa özenirler. Bilim üstüne bilim, sanat üstüne sanat yığarlar. Bütün bunları da doğaya karşı savaşmak için kullanmaya kalkarlar." demektedir. Erk: Bir işi yapabilme gücü, kudretidir. İktidar anlamında da kullanılır. Esseniler: Yahudi toplumunda topluluk halinde kazanmak ve topluluk olarak yemek temeline dayanan, yabancılara kapalı bir tarikat. Mal ortaklığı ve bekarlık başlıca özellikleridir. Esin: /İlham./ herhangi bir nedenle içe doğan güzel duygu ya da düşünce, yaratıcı içe doğuş. Eskimo: Kuzey kutbunda yaşayan insanların tümüne denir. Sibirya'nın kuzey bölgelerinde, Görland adasında yaşayan insanlar bu gruptandır. Estetik: Hayatı ve sanatı güzel kılmanın bilimidir. Ayrıca güzellik duygusu ile ilgili olan veya güzellik duygusuna uygun olanın kuramsal bilgisi de denir. Eşey: Bir organizmanın dişi veya erkek olarak sınıflandırılmasını sağlayan, cinsiyeti ayırt eden özel yapı.
Etik: Ahlak ve ahlaklılığın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olduğu, tek tek her bireyin şu ya da bu ölçüde şekillendirdiği, somut bir ahlaki hayatı bulunduğu, bu hayat içinde cisimleşen ahlaki değerler, peşinden koşulan ideallerin söz konusu kabulleri üzeride, ahlak adına verilen söz konusu tarihsel olguya yönelen felsefe disiplinidir. Etimoloji: Bir sözcüğün ya da sözcük öbeğinin kökenini, ne zaman ortaya çıktığını ve tarihini inceleyen bilim dalıdır. Etnik: Aynı dil ve kültüre dayalı, diğer toplumsal gruplaşmalardan farklı kültürel özellikler gösteren, kendisini ait gördüğü ortak bir tarihi, kimliği ve ismi olan ve dışardan da bu biçimde tanınan halk guruplaşmasını tanımlar. Bu açıdan etnik terimi, her hangi bir ülke sınırları içinde yaşayan, diğer toplumsal guruplaşmalardan farklı bir kökene sahip, dil ve kültür bakımından kararlı bir birlik oluşturan halk guruplaşmalarını dile getirir. Daha çok da farklı ulusal toplulukları ve yine aynı ulus formu içinde yaşayan azınlık milliyetleri dile getirmek için de kullanılır. Etnisite: Etnisitenin kaba bir tarihsel çizelgesi yapılmak istenirse, M.Ö 15.000-10.000'lerde tarımsal kültürün doğuşu ve kurumlaşmasıyla başlatmak anlamlı olabilir. Tarımsal devrim etnisite için varlık koşuludur. Bu devrim olmadan klan aşılamaz. Klan toplumu ise geniş aileyi aşmaz. Bu yüzden geniş bir dil oluşturamazlar. Dilin gelişimi üretimi, üretimin gelişimi toplumsallığı geliştirir. Tarım devrimini yaparak yerleşik köy yaşamına geçmiş, toplumsallığı bir üst aşamaya sıçratmış, dil ve kültür birliğini oluşturan kabilelerin bir araya gelmesinden oluşur. Etnoloji: (Etnografya) Toplum bilim-
311
lerinin insan toplulukları üzerine çözümsel ve karşılaştırmalı inceleme yapan dalı. Etnografya, toplum bilimlerinin belli bir insan topluluğunu betimlemeyi amaçlayan dalıdır. Everest Tepesi: Hindistan ile Nepal arasında bulunan Himaliya dağlarının en yüksek tepesidir. Dünyanın en yüksek tepesi kabul edilir. Yaklaşık 8880 metre yüksekliğindedir. Evre: Bir olayda birbiri ardınca görülen değişik hallerin her biridir. Evrim: Biyolojide çeşitli hayvan ve bitki tiplerinin daha önceki zamanlarda yaşamış, atasal tiplerden türediğini ve bu tipler arasındaki belirgin farklılıkların kuşakları boyunca değişikliklerden kaynaklandığını öne süren kuram. İnsanın kendi kökeni, evrenin ve yerin oluşumu, öbür canlıların başlangıcı üzerinde düşünmeye başlaması, herhalde insanlık tarihi kadar eskidir. Eski Yunan filozoflarından bazıları spekülasyondan öteye gitmese de evrim kuramına öncülük edecek bazı görüşler öne sürdüler. Anaksimendros, insanın suda yaşayan bir hayvandan türemiş olduğunu ileri sürerken, yüz yıl sonra Empedokles bütün canlı ve cansız varlıkların sürekli dönüşüm içinde olduklarını ortaya attı. Ama evrim kuramını bilimselleştiren, Charles Darwin oldu. Onun için evrim onun adıyla özdeşleşmiş gibidir. Günlük dilde yavaş yavaş tedrici olarak ilerleme ve gelişme anlamında da bu terim kullanılmaktadır. Ezop: Aisopos olarak da bilinir. Eski Yunan fabllarını derlediğine inanılan ama gerçekte yaşamadığı hemen hemen kesin olan yazara geleneksel olarak verilen ad. Siyasi literatürde gerçekliğin, doğruların anlaşılmaz ya da anlaşılması güç bir üslupta ifade edilmesi de ezop dili olarak anılır.
312
F Faktör: Her hangi bir olaya etki eden her şey. Fanatik: Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye veya bir şeye tutku derecesinde bağlı olma durumudur. Herhangi bir şeye aşırı düşkünlük anlamında da dile getirilir. Faz: Fizikte kullanılan bir deyimdir. Evre veya safha anlamına gelir. Ayrıca elektirik işlerinde devir anlamında da kullanılır. Federasyon: Birden çok eyaletin ya da başka siyasal birimin her birinin kendi temel siyasal bütünlüğünü koruyarak tek bir merkez altında birleştiği siyasal örgütlenme biçimi. Federal sistemlerde bu bütünlük temel politikaların görüşmeler yoluyla oluşturulması, yürütülmesi böylece bütün üyelerin kararların alınması ve uygulanmasında söz sahibi olmasıyla sağlanır. Bu örgütlenme biçimi devlet örgütlenmeleri için olduğu kadar değişik kitle örgütlenmeleri ve sivil toplum kuruluşları için de söz konusudur. Tek tek federe birimlerin bir bütün oluşturmalarına federasyon denir. Felsefe: Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen phileo ve 'bilgi, bilgelik'' anlamına gelen sophia sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disipline denir. İlk çağda felsefe, insanın içinde yaşadığı dünya üstüne edindiği bütünsel bilgiyi dile getiriyordu. Bugün de çok daha kapsamlı olmakla birlikte aynı anlamı dile getirir. Feminizm: 'Femin' kavramından türetilen feminizm düşüncesi, kadın merkezli düşünce, kadını esas alan düşünce, kadın bakış açılı düşünce olarak ifa-
de edilebilir. Ancak hem felsefe hem de hareket olarak kendini ifade etme tarzı, daha çok kadın sorununun toplumsal sorunların temeli olduğu ve kadın bakış açısı ile toplumsal sorunların çözülebileceğine ilişkin düşünce biçimi olarak tanımlanmaktadır. Fenafillah: Arapça bir kelime olup, Allah yoluna kendini bütün yönleriyle adamadır. İnsanın inandığı davayla bütünleşmesi, kendini onun içinde eritmesidir. Fenike: Günümüz Lübnan, Suriye ve İsrail'le bitişik toprakların bir bölümünü kapsayan tarihsel bölge. Fenikeliler deniz ticaretindeki ünlerinin yanı sıra çağdaşlarınca koloniciler olarak da tanımlandı. Bundan dolayı etkileri tüm Doğu Akdeniz'e yayıldı. Fenikeliler Mezopotamya'daki çivi yazısını kullanmakla birlikte kendilerine özgü bir yazı biçimini de geliştirmişlerdir. Yirmi iki harften oluşan Fenike alfabesi günümüzde tüm batı dillerinde kullanılan Latin alfabesinin de atasıdır. Fenomen: Olay ve olguların görüntüleri. Fenomenoloji: Olay ve olguların görüngülerini inceleyen bilim dalı. Fernand Braudel 1902-1985): Fransız tarihçi. Bir coğrafyacı olmasına rağmen tarih konularını ele alması, tarihe coğrafyayı da dahil etmesine zemin olmuş, çeşitli nedenler gibi, coğrafi yapıları, iklimi, gündelik hayatta kullanılan her türlü araç gereci de tarihin öznesi haline getirmiş ve aynı zamanda gerek zaman gerekse mekan algısını kökünden sarsmıştır. Temel eseri Maddi Uygarlıkta ise, başta kapitalizm çözümlemesi olmak üzere bir dünya tarihi kapsamındadır. Fersah: Eskiden metre yerine kullanılan bir uzunluk ölçüsüdür. Çok
uzun ve uzak şeyler için kullanılır. Bir fersah yaklaşık 5 bin metredir. Figür: Biçim, model Figüran: Oyunlarda ve siyasi mücadelelerde kişiliği ve etkisi olmayan, sıradan ve ikinci derece rollerde kullanılan kişileri ifade eder. Özellikle sinema filmi çekimlerinde, kalabalık insan gerektiren sahnelerin çekiminde kullanılan ve aktörlükle bir ilişkisi olmayan, filmde kısa süreliğine veya birkaç karede görülen, filmi herhangi bir biçimde etkilemeyen ve çok az ücretle çalışan insandır. Aynı şey siyasette de söz konusu olabilmekte, kişilik kazanmamış, işbirlikçi güç ve kesimler siyasi senaryolarda aynı işlevi görebilmektedir. Fıkıh: Arapça bir kelime olup, herhangi bir şeyi gerektiği gibi en ince ayrıntısına kadar bilme ve anlamadır. Fıkıh en fazla da İslam hukukunda kullanılır. İslam hukukuna göre, din ve dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan (kuran, hadis vb) yararlanılarak konulmuş kuralların bütünüdür. Filoloji: Bir dilin yazılı belgelerinin dilsel ve tarihsel açıdan incelenmesidir. Yani dilin, kelimenin, yazının kökenini inceler. Ayrıca buna dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleme de denmektedir. Finans: Kişilerin veya kurumların maddi gelir elde etmeleri, yatırım yapmaları ve zaman içinde bu yatırımları değerlendirmeleriyle ilgili bir kavramdır. Daha genel bir ifadeyle nakit ve sıcak paradır. Hazır ve sıcak para bankalarda bulunduğundan harcamalar için kullanılsa da üretime dönük yatırım amaçlı, faizi ödenmek koşuluyla bankalardan "kiralanan" paradır. Finansör: Bir girişim için gereken parayı ve mali desteği sağlayan kişi demektir.
313
Firavun: Kavram olarak "Büyük Ev" anlamına gelen, kendilerinde tanrısal nitelik bulunduğuna inanılan eski Mısır hükümdarları. Fonksiyon: Herhangi bir şeyin gördüğü işleve denir. Form: Bir şeyin biçimi, yapısı. Örneğin toplumsal yapılar, belirli bir form içinde kendisini yansıtırlar. Toplumsal form denildiğinde, o toplumun biçimi kastedilir. Formasyon: Biçimlenme, biçimlenim anlamında kullanılan formasyon onu temsil ve ifade edebilecek bir düzey kazandırma durumudur. Temsil gücü ve yeterlilik düzeyi olarak da anlaşılabilir. Format: Teknik bir kavram olup, biçimlendirmeyi, yeniden biçim kazandırmayı ifade eder. Fosil: Bir bitki ya da hayvanın eski jeolojik çağlardan bu yana yer kabuğunda korunmuş olan kalıntısı ya da izi. Yeryüzünün her yanından derlenmiş fosil kayıtları, yaşamın başlangıcından bu yana yeryüzünde yaşamış canlılar üstüne bilgi veren en önemli kaynaktır. Frankfurt Okulu: Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram diye bilinen gelenek, kurumsal olarak, 3 Şubat 1923'te, Frankfurt Üniversitesi'ne bağlı olarak Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü adıyla kuruldu. Enstitü'nün kurucusu olarak kabul edilen kişi, solcu bir doktora öğrencisi olan Felix Weil'dir. Sonrasında Horkheimer, Adorno, Eric Fromm vb kişilikler de bu okulda yer almış, çalışmalarına katılmışlardır. Enstitü'nün kuruluşu solcu çevrelerin ortaya koydukları akademik kurumlaşma çabalarının bir sonucu olmuştur. 1920'li yılların başında bir tartışma grubu olarak gelişmiş, sonrasında bir okul ve ekol haline gelmiştir. Eleştirilerinin temelini, tahakkümü ele geçirmek ve ortadan kal-
314
dırmak gibi pratik bir niyetle tasarlanmış bir kuramın kapsamını neyin oluşturduğu olmuştur. Marksizm de bunun dışında değildir. Frankfurt okulu, doğrudan doğruya anti-Bolşevik bir radikalizm ve ucu açık bırakılmış ya da eleştirel bir Marksizm ile ilişkilendirilebilir. Hem kapitalizme hem de Sovyet sosyalizmine karşıt olan Frankfurt Okulu, toplumsal gelişme için alternatif bir yol tutma arayışı içinde olmuştur. Friedrich Engels: 1820'doğmuş, 1895 yılında ölmüştür. Marks ile birlikte Marksizmin, bilimsel sosyalizmin ve uluslararası kominist hareketin kurucu önderlerindendir. Engels, 1820 yılında bugünkü Wuppertal olan Barmen-Elbertfeld'de doğar. Babası tekstilcidir. Üniversitede öğrenciyken sol Hegelcilerin toplantılarına katılır. 1837 yılında babasının baskısıyla okulu bırakır ve kendi fabrikasında çalışmaya başlar. Babası O'nu, İngiltere'nin Manchester'deki Pamuk fabrikasının yönetimine yardımcı olmaya gönderir. Burada işçilerin yaşadığı yoksulluğu görür, tanık olur. Bu durum O'nu derinden etkiler. Kapitalist sistemin İngiliz işçi sınıfı üzerindeki etkilerini 1844 yılında işçi sınıfının koşulları adlı kitabında yazar. Aynı yıl Paris'te Marks'la tanışarak, ortak teorik çalışmalara girişir. Editörlüğünü Marks'ın yaptığı Franco-Germen Annals adlı dergiye yardımcı olur. 1845 yılında Fransa'dan sürülünce Marks'la beraber Belçika'ya gider. Aynı yıl, birlikte İngiltere'ye giderler. İngiltere'de tanıştığı İrlandalı ve emekçi olan Mary Burns'la tanışır ve birlikte yaşar. Bu sırada Çartist hareketle ve onun önderleriyle tanışır. 1846 yılında Marks'la beraber yeniden Belçika'ya dönerek Komünist yazışma komitesini kurarlar. Daha sonra bunu
Komünist Liga'ya çevirirler. 1847 yılında kendi düşüncelerini kitlelere mal etmek için bir bröşür yazarlar ve 1848 yılında bunu Komünist Manifesto olarak yayınlarlar. Bu durum karşısında Belçika devleti onları sınır dışı eder. Böylece sürgün yılları yeniden başlar. Bir süre sonra Almanya'nın Köln kentine gelirler. Orada Yeni Ren Gazetesini çıkarmaya başlarlar. Engels, 1848 devrimlerine aktif katılır. Elbertfeld'deki ayaklanmasına katılır. Prusyaya karşı düzenlenen Baden seferinde komutan yardımcısı görevindedir. 1849 yılında Almanya'dan da sürgün edilince Londra'ya giderler. Çalışmalarına burada devm ederler. 1864 yılında Uluslararası Emekçiler Derneği olan I. Enternasyonalın kuruluş çalışmalarında Marks'la birlikte yer alır ve kongrede yürütmesine seçilir. 1883 yılında Marks'ın ölümüyle yarım kalan çalışmaları tamamlar. Bunların başında da Marksizmin başyapıtı olan Kapital kitabı gelir. Anti-Dühring, Doğanın Diyalektiği, Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Ailenin özel mülkiyeti ve Devletin Kökeni adlı klasikleşmiş kitapların yazarıdır. 1895 yılında Londra'da ölür. Freud, Sigmund: 1856-1939 tarihleri arasında yaşamış, Psikanaliz kuramı ile tanınan Yahudi asıllı Alman doktor. Tıp öğrenimi esnasında psikoloji alanında kariyer yapmış, bir süre beyin cerrahı olarak çalışmış, bu arada psikoloji, hipnoz ve "konuşarak tedavi" ile daha çok ilgilenmiştir. Kendi teorisi ve tedavi yönteminde esinlendiği yöntemlerden ilki hipnotizma ile tedavi çalışmalarıdır. Freud'a göre, insanı üç temel içgüdü yönetmektedir: Bunlar korunma, cinsellik ve toplumsallık içgüdüleridir. Cinsellik içgüdüsünün ahlaki baskılar altına alınması, birçok hastalığın nedenidir. İşte
ruhun incelenmesi yöntemi (psikanaliz) bu geriye itilmiş, baskı altına alınmış, hapsedilmiş heyecanları birer-birer bulup meydan çıkararak terbiye eder. Psikanalizin özü; id, ego, süper ego diye adlandırılan ve karşılıklı ilişkili üç sistemden oluşan bilinç dışı bir modeldir. İd, acil tatmin arayan dürtülerin kaynağı iken, süper ego, anne babaya ait otorite ile toplumsal otoritenin içselleştirilmesidir. Burada ego, işlev olarak sonuçta ortaya çıkan çatışan taleplerin arasını bulmaktadır. Frigya: Küçük Asya'nın (Anadolu'nun) geniş bir bölümüne verilen addır. Eski Yunanlılar burada yaşayanlara "Firigler" derlerdi. Bölgenin sınırları çeşitli devirlerde farklılıklar göstermişse de Firigya'nın aslını oluşturan yerler Sangarios (Sakarya) nehri ile Maindros (Büyük Menderes) nehirleri arasında kalan yerlerdir. Firigyanın iki önemli merkezi vardı. Biri Siyasal merkez olan Gordion, diğeri dini merkez konumundaki Midas kentidir. Pers krallarının yaptırdığı kral yolu Firigya topraklarından geçer.
G Gaflet: Duyarsızlık ve dikkatsizlik sonucunda tetbir almama durumudur. Buna aymazlık ve boş bulunma da denir. Yani işin ciddiyetinde olmamak, yüzeysel yaklaşmak ve umursamamaktır. Ayrıca sorunları küçük görerek aldırmama, ilgisiz ve sorumsuz yaklaşma durumudur. Galilei, Galileo (1564-1642): Deneysel bilimin ve teleskopik astronominin kurucularından, matematikçi ve fizikçi olan İtalyan bilim adamı. 1564 yılında İtalyan'ın Pisa şehrinde doğmuştur. Deneye ve gözleme dayalı bilimsel yönte-
315
min gelişiminde önemli katkıları olan Galileo, matematik, fizik ve astronomi bilimlerinde önemli buluşlara imza atmıştır. Bilimsel çalışmaları sırasında teleskopu geliştirmiştir. Sarkacın, yüzen cisimlerin ve hareketin dönemin egemen anlayışı olan Aristoteles fiziğinden farklı bir düşünce ile ele alınması gerektiğini ortaya koymuş, özellikle yaptığı deneysel buluşlarla Aristoteles'ten beri devam ede gelen ve kilise dogmatizminin temel dayanakları olan yerleşik inançta önemli gediklerin açılmasına neden olmuştur. Aristoteles'in mantığına dayandırılan niteliksel yaklaşıma karşı matematiksel akılcılığı savunmuş, buna karşılık olarak da deneysel yöntemi geliştirmiştir. Galileo deneysel yönteminde gözlemle hesaplamayı bir arada yürütmüş, böylelikle de matematik ile fiziği birleştirerek modern anlamda 'deney' kavramını geliştirmiştir. Bilimsel yönteme getirdiği bu yenilikle başta Newton fiziği olmak üzere kendinden sonraki bilimcileri önemli oranda etkilemiştir. Önder Apo, Roger ve Francis Bacon ile birlikte bilimsel yöntemin peygamberi olarak nitelendirdiği Galileo Galilei için; "bilime ölçüyü sokarak zincirleme devrim sürecine en güçlü katkıyı" yaptığını söyler. Teleskopu ilk kullanan gökbilimci olan Galileo, ilk kez 1613'te yayımladığı "Güneş Lekelerinin Tarihi ve Kanıtları" adlı çalışmasında Copernicus'un, dünyanın o zamana dek inanıldığı gibi evrenin merkezi olmayıp, güneşin çevresinde dönen bir gezegen olduğu görüşünü açıkça savunmuştur. Engizisyonun mahkûmiyet kararı üzerine ömrünün son yıllarını hapiste geçiren Galileo, 1642 yılında ölmüştür.
316
Gıpta: Her hangi bir şeye imrenme, özenme durumudur. Giardano Bruno (1548-1600): İtalyan filozof. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir. Aynı zamanda şair yönüyle de bir edebiyatçıdır. Ona 'Doğacı coşkunluğun düşünürü' de denilmektedir. Napolili soylu bir ailenin çocuğu olan Bruno, 1548 yılında doğmuştur. Henüz 16 yaşında iken Dominikken tarikatına girer. Ancak daha sonra Kopernik'in sistemiyle tanışınca girdiği bu tarikattan ayrılır. Kopernik'in güneş merkezli sistemi Bruno için kendi düşünce sistemini geliştirmede bir dönüm noktasını oluşturur. Kopernik'i aşan sonsuz ama bütün olan bir evren anlayışı ile Hıristiyan dogmatizmine ve kiliseye karşı bir düşünce sistemini geliştiren Bruno, "din sapkınlığı" ile suçlandığı için, artan engizisyon baskılarından ötürü Avrupa'yı köşe bucak dolaşmak zorunda kalır. Eserlerinin bir bölümünü Londra'da yayınlamıştır. Zürich'te olduğu bir süreçte bir İtalyan aristokrat tarafından Venedik'e davet edilince İtalya'ya geri döner. 1592'de kendisinden anımsama sanatı üzerine ders gören Mocenigo adlı bu aristokrat tarafından "heretik" olduğuna dair engizisyona şikâyet edilir, bunun üzerine tutuklanır. (Heretik, Hıristiyanlıkta dinden saptığı gerekçesiyle kilise otoritelerince reddedilmiş dinsel öğretilere verilmiş genel addır.) Roma'da yedi yıl süren yargılamasında ısrarla kendisine, düşüncelerinden vazgeçmesi istenir ve düşüncelerinin "din sapkınlığı" olduğunu kabul etmesi durumunda affedileceği söylenir. Yaptığı savunmasında ilahiyatla ilgilenmediğini, düşüncelerinin felsefi nitelikte olduğunu savunur. Bunun için geri alınacak hiçbir sözü olmadığını, hangi sözünün geri
alınmasının istendiğini de bilmediğini söyler. Bu direnişçi tutumundan dolayı Papa VIII. Clemenes pişmanlık duymayan, inatçı bir heretik olduğu gerekçesiyle mahkûm edilmesini emreder. 8 Şubat 1600 yılında kendisine verilen ölüm hükmü resmen tebliğ edildiğinde, Roma engizisyon yargıçlarına, "Bana ölüm hükmünü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz" der. Konuşmaması için ağzı tıkaçlı bir halde Campo di Fiori meydanına götürülerek orada diri diri yakılır. Giyotin: Orta çağ Avrupasında özellikle de kilise tarafından geliştirilen ve ölüm cezalarına çarptırılan kişilerin başını bedeninden koparmak için icat edilen ve kullanılan araç. Gladyatör: Latince gladius (kılıç) teriminden türetilmiştir. Eski Roma'da profesyonel dövüşçülere verilen addır. Gladyatörler genellikle köleler ve suçlular arasından seçilir, katı bir disiplin altında yaşarlardı. Arenada gladyatör dövüşleri eğlence gösterileri biçiminde sergilenirdi. Globalizm: Globalleşme; sözcük itibariyle ele alındığında dünyalaşma, uluslararasılaşma ve küreselleşme teriminin eş anlamlısıdır. Globalizm ise daha fazla bu sürecin ideolojik ve siyasal eğilimi olarak tanımlanabilir. Globalleşmeyi dünya çapında gelişen ekonomik bir bütünleşme süreci olarak tanımlayanlar olduğu gibi, bunu yalnızca ekonomik alanla sınırlı tutmayıp siyasal, sosyal ve kültürel alanı da kapsayan daha geniş anlamda bir bütünleşme süreci biçiminde tanımlayanlar da vardır. Gong: Keçe veya bez kaplı bir tokmakla vurularak ses çıkartması sağlanan vurmalı bir çalgıdır. Bu çalgı daha sonra boks karşılaşmalarında, borsa
açılışlarında vb durumlarda da kullanılmaktadır. Gordon Childe: Arkeolog, 14 Nisan 1892'de Avustralya'nın Sydney kentinde doğmuştur. Gordon Childe, Arkeolojiye Marksist bakış açısını getirmiştir. Arkeolojik bulguları tarihsel bütünlük ve gelişim içinde kavrayıp yorumlamaya çalışmış, bu anlayışla yazdığı yapıtları, arkeolojik ve tarihsel bulguların sosyalizm açısından değerlendirilmesinde ufuk açan yapıtlar olarak klasikler arasına girmiştir. Mezopotamya ve Irak'taki kazılarda ulaştığı sonuçları derlediği Tarihte Neler Oldu adlı yapıtında uygarlıksal gelişmenin temelini teşkil eden ve köy devrimi olarak da ifadelendirilen neolitik dönem üzerinde önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Gordon V. Childe, 19 Ekim 1959'da, 67 yaşındayken ölür. Görüngü: Gözlenebilen, duyularla algılanabilen her şey, her olgu ve olay. Fenomen de denir. Gösterimsel: Başkalarını aldatmak, şaşırtmak, korkutmak, düşündürtmek veya kendini beğendirmek için yapılan, göze hitap eden yapay davranıştır. Gramsci, Antonio (1891-1937): Marksist felsefe geleneğinden gelen ünlü İtalyan düşünür. Croce, George Sorel ve Hegel'den etkilenen Gramsci, eserlerini de bu düşün adamlarının yaklaşımları temelinde vermiştir. Bütünüyle ekonomik faktörler üzerinde yoğunlaşmak yerine, tarihsel ve kültürel etmenlere büyük bir önem veren Gramsci, Sovyet Sosyalizmi'nin merkezcil yaklaşımından ayrılmış, Marksizmi önce bir tarih felsefesi olarak yorumlamış, sonra da bir siyaset felsefesi olarak yeni baştan inşa etme çabası içinde girmiştir. Başka bir deyişle, klasik Marksist felsefeyi Croce'den öğrendiği He-
317
gelcilik ve tarihselcilikle zenginleştiren Gramsci'ye göre felsefe, toplumsal bir etkinlik olup kültürel normlar ve değerler evreninden, sağduyu olarak herkes tarafından paylaşılan dünya görüşünden başka bir şey değildir. Bundan dolayı, ona göre, tüm felsefeler somut olup bir yer, bir zaman ve bir halka aittir. Gramsci, Marksizmin toplumun siyasi ve kültürel üstyapısını belirleyen temel ya da altyapı olarak ekonomi anlayışına karşı çıkmıştır. Grotius Hugo: Siyaset ve hukuk felsefesi gibi iki önemli konu ve alanda eserler veren bir düşünür. Savunduğu düşüncelerle monarşik ve aristokratik yönetimlerin demokrasiye geçmelerinde etkili olmuş, adalet ve özgürlüğü savunmuştur. Uluslararası hukukta yeni ortaya çıkmakta olan ulus-devlet sisteminin kuramsal altyapısının atılmasında da Grotius'un düşüncelerinin de katkısı olduğu söylenebilir. Guattari Felix: Postyapısalcı düşüncenin, dolayısıyla postmodern düşüncenin ya da felsefenin önemli isimlerinden. 1969'da tanıştığı Gilles Deleuze ile ortak yazmaya başlamış, ortak yazdıkları kadar kişisel eserleri de postmodernizmin teorik temellerini oluşturmuş, konu hakkında önemli eserler vermiş bir filozof. Güdü: Genellikle canlıların doğasından gelen doğal dürtüleri ve davranışa yön veren kimi özellikleri tanımlamak üzere kullanılan bu terim, esasta ise, biyolojik davranışın içsel doğasına indirgenerek tanımlanan davranışı veya davranışları dile getirir. Bu, örneğin her canlıda yaşandığı gözlemlenen beslenme, üreme ve korunma gibi biyolojik türün sürdürülmesinin doğasından kaynaklanarak gelişen iç dürtülere denilir. Buna göre güdü; sonradan edinilmemiş, sadece be-
318
lirli şartlardan kaynaklanmamış, daha çok da biyolojik kökenden ötürü canlı türlerde ortaya çıkan, ortaya çıkmak durumunda olan davranış biçimlerinin tümünü ifade eder. Her canlıda içsel olarak vardır ve bir anlamda da biyolojik davranışın gizli gücü, enerji potansiyeli ve aktivitesidir. Güdümleme: Bir görüş, düşünce veya inancı benimsetme, kabul ettirmeye dönük yapılan manipülasyon çabasıdır. Buna yönlendirme de denir.
H Hades: Yunan mitolojisinde cehennem, cehennemden sorumlu tanrı. Hadis: Hz. Muhammet'in değişik olay ve sorunlar karşısında Kuran'ın kimi ayetlerini yorumlamak ve daha açık bir dille ifade etmek için söylediği sözlerin bütününe denilir. Hallac-ı Mansur: 848 yılında İran'ın Tur kentinde doğmuş ve 922 yılında Bağdat'ta derisi yüzülerek idam edilen dünyaca ünlü büyük İslam tasavvufçusudur. Hem yaşamı hemde ölümüyle İslam dünyasında tartışmalar yaratan hem dost, hem düşman kazanan birisidir. En-el Hak sözüyle tanınır. O'nu idama götüren de bu sözüdür. Ve idamı İslam dünyasında büyük yankılara yol açmış, etkisini göstermiş, ayrılıklar yaratmıştır. Halacı'ı idama götüren meşhur sözü şudur: "Eğer tanrıyı tanımıyorsanız, eserini tanıyınız. İşte o eser benim. Ben hakkım, ebediyen hakkım. En-el hak!" Hammurabi (M.Ö.1728-M.Ö 1786): Babil'in ilk hanedanı Amoritlerin altıncı ve en ünlü hükümdarı. Eskiden insanlık tarihinin ilk yasa belirlemesine sahip olduğuna inanılan Hammurabi, yaşadığı dönemde tabletler üzerine
yazdırdığı yazılı yasalarıyla anımsanır. Hannah Arendt (1906-1975): Yahudi kökenli bir Alman. Felsefeci olarak tanınsa da, O, felsefenin "bireyin kendisi"ne dair sorunlarla uğraştığını söyleyerek bu sıfatı reddetmiş, felsefeci olmadığını, siyaset bilimci olduğunu söylemiştir. Bunun gerekçesini veya böyle anılmasının nedenini de; siyaset biliminin "tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan insanlığa odaklanmış olması" olarak göstermiştir. Arendt'in eserleri iktidar ve politikanın özneleri olan otorite ve totaliterlikle ilgili olmuştur. Hannibal: Ünlü Kartacalı komutan ve devlet adamı. Babası Hamilkar'ın Kartaca (şimdiki Tunus) Kralı olduğu dönemde İspanya Valiliğine atanan Hannibal, Roma İmparatorluğu ile Kartaca arasında geçen çekişme ve savaşlardan hareketle hazırlamış olduğu bir orduyla Roma'nin üzerine yürür. İlk başta bir başarı sağlasa da sonra Romay’a yenilmekten kurtulamaz Yenilgiye uğrayan Hannibal kaçıp Marmara Denizi'ndeki bir adaya sığınır, ancak Roma'nın durmayan takibi sonrasında yeri keşfedilen ve yakalanacağını anlayan Hannibal, zehir içerek intihar eder. Hanibal'e mal edilen "Ya bir yol bulacağız, ya bir yol yapacağız" sözü, İspanya'dan Roma'nın üzerine yürürken kullandığı söylenmektedir. Hattuşaş: Boğazköy. Çorum ili Songurlu ilçesi Boğazkale köyünün hemen yanında yer alan antik yerleşim yeri. Hititlerin başkentidir. Hegel, George Wilhelm Friedrich (1770-1831): Genelde idealist felsefenin, özelde ise Alman idealizminin son ve en büyük temsilcilerinden biridir. Bu anlamda Alman idealist felsefesinde Kant'tan sonra gelen son büyük filozof-
tur. Felsefe tarihinde Hegel'in büyük önemi ve yeri, diyalektik yöntemi ilk defa bir sistem dâhilinde kuran ve geliştiren kişi olmasıdır. Memur bir ailenin çocuğu olan Hegel, 1770'te Almanya'nın Stuttgart şehrinde doğmuştur. Tübingen'de ilahiyat öğrenimini bitirdikten sonra Bern ve Frankfurt'ta felsefe öğretmenliğini yapar ve 1805'te Jena üniversitesinde profesör olur. Başlıca eserleri Tin'in Fenomenolojisi (görüngübilimi), Mantık Bilimi ve Felsefe Ansiklopedisi'dir. Ayrıca ölümünden sonra verdiği ders notları ayıklanılarak belirli isimler altında kitaplaştırılmıştır. Hegel, ömrünün son yıllarını Berlin'de geçirmiştir. 1831 yılında o dönemde yaygın bir hastalık olan kolera salgınına yakalanmış, yakalandığı bu hastalıktan ötürü de ölmüştür. Heraklitos: M.Ö. 540-480 arasında Küçük Asya'da bir ticaret kenti olan Efes'te yaşamış Yunanlı filozof. Antik çağın en büyük diyalektikçisidir. Ona göre oluş, evrenin temel yasasıdır; savaşım, karşıtların birliği, varlıkla varlık olmayanın birliğidir, dünyanın özü işte budur. Heraklitos, evrenin en genel yasasını, bütün şeylerin bu kalımsızlığında, durulmamışlığında, her varlığın bu sürekli değişmesinde görmüştür. Her şey akar, her şey değişir ve hiçbir şey kalıcı değildir, bu nedenle, değişmeye karşın birliğin korunmasını Heraklitos, yaşam ile ırmak arasındaki O ünlü "bir ırmakta iki kere yıkanılmaz" benzetmesiyle dile getirmiştir. Aynı ırmağa giren kişilerin üzerinden her zaman farklı sular akar. Heredot: Tarih yazımının babası sayılan en eski Yunanlı tarihçi. Arkeolojiyle bugün, Heredot'un verdiği bilgilerin çok çok ötesinde bilgi ve bulgulara ulaşılmıştır. Ancak He-
319
redot'un, tarih araştırmacılığına ve arkeologlara ciddi bir zemin sunduğu tartışmasızdır. Özellikle Ortadoğu ve Mısır uygarlığı konusunda önemli bilgiler vermiştir. Bu yönüyle yalnız bir Yunanlı tarihçi değildir. Medler konusunda verdiği önemli bilgilerle Kürt tarihinin anlaşılmasına hizmet eden yönü de vardır. Herkül: Yunan mitolojisinin önemli karakterlerinden biri. Ölümsüz, son derece güçlü, Tipon'u, Ekidna'yı yok etmiş, Areas ahırını temizleyip düzene koymuştur. Heseidos: M.Ö. 700'lü yıllarda yaşadığı sanılan Yunanlı ozan. Eserleri İşler ve Günler ile Teogonia'dır. Teogonia'da tanrıların oluşumunu/yaratımını anlatır. Yunan mitolojisindeki tüm tanrıların yaratılması ve bu tanrıların işlevleri anlatılır. Heseidos'u yazılı Yunan mitolojisinin Homeros'la birlikte en büyüğü saymak yerindedir. Hetero: Karşıt cins, karşıt cinsler arasındaki ilişkiye de heteroseksüel denilmektedir. Hezekial: Bir Yahudi peygamber. Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'ta adıyla yazılan bir bölüm vardır. Hilaf: Aykırı, ters, karşıt. Yalan. hilaf olmasın yalan söylemiş olmayayım, sanıyorum ki, yanılmıyorsam anlamında kullanılır Hinterland: Almanca bir kelime olup bir ülkenin veya bölgenin iç kısmı veya bölgesi demektir. Hiroşima: Japonya'da Honşu adasının güneybatısında bir kenttir. 16. yüzyılda kurulan bir kalenin etrafında gelişen kentin özelliği, ilk atom bombasının atıldığı kent olmasıdır. ABD hava kuvvetleri tarafından 6 Ağustos 1945'te atılan bu bomba sonucunda kentin büyük bölümü yıkılmış ve iki
320
yüz binden fazla kişi ölmüştür. Radyasyonun etkisi yıllarca sürdü. Sonraki yıllarda da binlerce kişi bu nedenle öldü ya da sakat kaldı. Hiroşima bugün nükleer silahların yasaklamasını amaçlayan Barış Hareketinin merkezi durumundadır. Hisse senedi: Ortaklık sermayesinin belli bir parçasının karşılığı olan belgedir. Buna pay senedi de denir. Herhangi bir yatırımda bir kişiye düşen payı belirleyen değerli kağıttır. Hiyerarşi: Etimolojik olarak bu sözcük, rahiplerin örgütlenme biçimini belirten eski Yunan teriminden türemiştir. Kutsalın yönetimi anlamına gelmektedir. Kurumsal düzenlemelerin genellikle, bireyler arasındaki farklara, tahakküm ve boyun eğme sistemine dayanan, yapılanma bütünlüğünü ifade eder. Toplumsal bir terim olan Hiyerarşi, salt ikinci doğanın (toplumun) ürünüdür. Belirtilenin yanında, hiyerarşi ile üstten asta, örgütlü komuta ve asttan üste örgütlü itaat sistemleri de kastedilir. Makamların, rütbelerin vb. önem sırası, astlık ve üstlük düzeni, aşama gözetilerek yapılan sınıflama, aşama sırası. Hiyeroglif: Eski Mısırda kullanılan eski yazıdır. Her kelime bir resimle gösterilir. Buna resim yazısı da denir. Sümer çivi yazısından sonra geliştirilen ilkyazıdır. Hizip: Bölük, kısım anlamına gelir. Bir topluluk, bir örgüt, bir düşünce veya inanç içinde baş gösteren farklı anlayış ve yaklaşımlardır. Bunlar o topluluk içinde küçük bir azınlığı oluştururlar. Bunlara klikte denir. Hobbes, Thomas: 1588-1679 yılları döneminde yaşamış, başta felsefe, matematik, devlet ve siyaset felsefesi olmak üzere, insan doğası ve bilgilenim
kaynakları gibi alanlarda çeşitli görüşler ileri sürmüş bir İngiliz maddeci filozoftur. Babası bir köy papazı olan Hobbes, Malmesbry'de doğmuştur. Oxford'a bağlı Magdalen Hall'da öğrenimini tamamlamıştır. Geçimini sağlamak üzere soylu ailelerin çocuklarına özel dersler vermiş, bu ara onların zengin kütüphanelerinden yararlanmıştır. İngiliz burjuva devrimi sırasında Paris'e geçmiş, orada De Cive ile birlikte 1642'de Leviathan'ı kaleme almış, İngiltere'ye 1652'de yeniden geri dönmüştür. Leviathan'da daha çok ele aldığı görüşler, Hıristiyan teolojisinin, kilisenin etkisinden çıkarılması gereken siyaset ve devlet felsefesidir. Leviathan "Hıristiyan tanrıtanımazlığın manifestosu" ilan edilmiş, bu yüzden de eserleri, Roma Katolik Kilisesi ve Oxford üniversitesi tarafından yasaklanmıştır. Hobbes, insanın bilgilenim süreçlerinin duyumlardan geldiğini, duyumlar sonucu oluştuğunu da belirtir. Onun için gerçek bilgi, gözlem bilimine dayanan bilgidir. Gözleme ve deneyime dayanmayan hiçbir bilgi yoktur. Bu konuda özellikle Descartes'in "doğuştan gelen düşüncecilik" öğretisine şiddetle karşı çıkar. Holigan: Aşırı fanatizmi besleyen ve çevreye zarar veren kimselere denir. Bunlara hayta, serseri, avare, berdüş ve hergele de denir. Homeros: İ. Ö. 10. yüzyılda yaşadığı sanılmaktadır. Yunan edebiyatının en eski ozanlarındandır. Eski Yunan'ın en büyük destanları olan İlyada ve Odiesseia'nın yaratıcısı kabul edilir. Kimi değerlendirmecilere gör ise Homeros bir kişi değil, bir ozanlar gurubunun adıdır. Homeros gezginci bir ozandır. İlyada ve Odiesseia'yı bizzat kendisinin yazmadığı, kendi anlatımlarının
yaşadığı dönemden çok sonraları kaleme alındığı söylenir. İlyada İ. Ö. 750 ve Odiesseia'nın İ. Ö. 700 yıllarında yazıldığı tahmin edilmektedir. Homeros'un yaşadığı dönem Grek mitolojisi ve teolojisinin yaratıldığı dönemdir. İlyada ve Odiesseia bu dönem Yunan kahramanlık çağını ve teolojisini destansı bir dille anlatmaktadır. Homo: İnsansı hayvanlardan ayıran Gen. Eşcinsel anlamında da kullanılıyor Homo sapiens: Latincede akıllı ya da düşünen insan demektir. Bugünkü insanın ait olduğu tür olmakla homo cinsi içinde varlığını halen sürdüren tek türdür. Homojen: Katışıksız, saf, bir birine bağdaşık, dolayısıyla bir birine uyumluluk gösteren olgular için kullanılır. Maddesi saf olarak kendisinde bulunan, başkaca da katkıları içermeyen bütünlük anlamında da kullanılır. Heterojen olanın karşıtıdır. Hukuk: Hukuk, uzun vadeli kural ve kurumlara bağlanmış siyasettir. Hukuk kendi başına bir gerçeklik değildir. Bir devletin, toplumun temel tarihi, siyasi ve ahlaki düzeyini yansıtır. Hukuk, yazılı veya sözlü olarak toplumda uyulması güçle sağlanan kurallar demektir. Hukuk deyimi Arapça'dır, hak deyiminin çoğuludur. Toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımıyla güçlendirilmiş bulunan kuralların, yasaların bütünü. Huşu: Arapça alçak gönüllülük anlamına gelir. İnsanın gönlünün saygıyla dolması veya mutlu olmasıdır. Gönlü Tanrı korkusu ve saygısıyla dolu olma, Tanrı’ya boyun eğiş. Hücre: Tüm canlılarda -insan, bitki ve havyalarda- en küçük anatomik birimdir. Canlı varlıkların dokularını meydana getiren öğelerden her birine hüc-
321
re denir. Hücreler dokuları, dokular da organları meydana getirirler. Hümanizm: İnsana ve insan değerlerine en büyük ağırlığı veren düşünsel, felsefi akım. Esasen de Rönesans'la başlayan temel kültürel bir akımdır.
I-İ İcbar: Herhangi bir olayda birisine zor uygulayarak iradesi dışında bir şey yapmaya zorlama veya zorunda bırakma. İç görü: Kişinin içindekini, ruhsal evrenindekini görme yetisi. Belirli bir nesne ya da durumun anlam, önem ve biçiminin anlaşılır duruma gelmesi. İç Güdü: Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak, doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranışa denir. İçgüdüler tüm canlılarda vardır. Kendini korumayı ifade eden savunma, kendini süreklileştirerek var etmeyi ifade eden üreme ve yaşam için gerekli besin ihtiyaçlarını karşılamayı ifade eden beslenme olmak üzere üç güdüdür. İdea: Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden varolabilen, duyularla değil de sadece ruhla algılanabilen gerçeklik. Düşünce ve fikir olarakta kullanılır. İdealizm: Evrende olup biten her şeyin temeline düşünceyi koyan, bu anlamda ilk öğenin düşünce olduğunu ve her şeyin düşünce tarafından belirlendiğini ileri süren felsefi görüş, düşüncecilik. Felsefi idealizmin kökeni daha temelli olmakla birlikte, felsefi bir öğreti olarak ilk çağ Yunan felsefesine dayanır. Sözcük itibariyle idealizm teriminin kökeni, eski Yunancada anlamı düşünce olan "idea"dan gelir. Bir ilk çağ Yunan düşünürü olan Platon, kendi felsefi sistemini, evrenin ilk öğesi ve temel
322
yapı taşı olarak gördüğü "idealara" dayandırarak kurması ile felsefi idealizm sürecini de başlatmış olur. İdeoloji: Yunanca İdea kökünden gelmektedir. İdea ve logos sözcüklerinin birleştirilmesinden meydana gelen "düşünceyi inceleyen bilim" anlamında kullanılmaktadır. İdeoloji kavramını ilk defa kullanan Fransız sosyolog Destutt De Tracy'dir. İğdiş Etmek: Herhangi bir şeyin özünü bozarak tanınmaz hale getirmektir. Bir deyim olarak erkeğin erkeklik bezleri ezilerek erkeklikten çıkarılmasını ifade eder. Hiyerarşik, devletçi toplum, alt toplumu özünden saptırıp kendisine bağlamak için iğdiş eder. İhtilaf: Herhangi bir olay ve olguda taraflar arasında oluşan uyuşmazlık, anlaşmazlık ve sürtüşme nedeni. İhtiras: Herhangi bir şeye tutku düzeyinde aşırı ve güçlü istek duyma. Ayrıca kapris anlamında da kullanılır. İkame: Herhangi bir şeyin yerine koyma veya yerinde kullanma. İkbal: İstek, arzu, baht açıklığı veya yüksek bir makama, duruma erişmiş olma durumu. İlahiyat: Tanrıbilim veya teoloji olarak da bilinir. Dinsel inançların davranış ve deneyimleri, özellikle tanrıyı ve onun dünyayla ilişkisini akıl aracılığıyla kavrayıp temellendirmeyi amaçlayan kurgusal düşünce dalı. İlinek: Bir şeye mecbur olarak bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan, rastlantı ile olan nitelik. İlmihal: Arapça kitap veya fasikül anlamına gelir. Ancak daha çok din kurallarını öğretmek için yazılmış kitaplara denir. İltizam: Bir olayda taraf tutarak birisini kayırmak, ayrıcalık tanımaktır. İmge: Duyu organlarının dıştan algıla-
dığı herhangi bir şeyin bilinçe ve zihne yansıması, bunun tasarlanması ve gerçekleşmesi istenilen şeye denir. Ayrıca düş, hayal ve hülya olarakta kullanılır. İnhisar: Bir şeyi tekeline almak. İhtikâr: Vurgunculuk, spekülâsyon. İroni: Alaya alarak eleştiri yapmak. İroninin edebiyat dışı kullanımı istihza ya da ince alay diye adlandırılır. İstidat: İnsanın gerek doğuştan getirdiği, gereksede sonradan edindiği alışkanlık, yetenek ve kabiliyet. İstif: Herhangi bir şeyi düzgün bir tarzda üst üste dizme. Daha çok ürünlerin depolanmasında, stoklanmasında, korutulup saklanmasında başvurulan bir yöntemdir. İstismar: İşletme, yararlanma birinin iyi niyetini kötüye kullanma, sömürme. İşaya: Bir Yahudi peygamberidir. Kitabı Mukaddes'in son bölümlerinden biri olan ve kendi adıyla anılan İşaya bölümü (kitap)nün yazarıdır. İyonya: İyonya, Yunanistan'a gelen Dorlar'ın önünden kaçarak Anadolu'ya geçen Akalar tarafından kurulur. M.Ö. 1200 yılında Akalar, adalar üzerinden Batı Anadolu'ya göç ederek Büyük Menderes ile Küçük Menderes nehirleri arasında kalan kıyı bölgelerine yerleştiler. Bu bölgeye İyonya, burada yaşayanlara İyonlar adı verilir. İyonlar polis adı verilen şehir devletleri kurmuşlardır. Efes, Milet, İzmir, Foça, Bodrum başlıca İyon şehir devletleridir. Marmara, Ege ve Karadeniz'de birçok koloniler kurmuşlardır. İzafeten: Bir şeye veya kimseye bağlanarak, dayanarak, ilişik olarak, mal edilerek. İzafi: Nispi, görece, göreli anlamındadır. Belirgin olmayan, belirginleşmeyen ya da gerçekte olduğu gibi yansımayan.
J Jenosit: Soykırım. Yunanca genos (soy) ile Latince Caedere (kesmek, öldürmek) kelimelerinden türetilmiştir. Irksal, dinsel, siyasal ya da etnik bir grubun bilerek ve sistemli biçimde yok edilmesi. Jeoloji: Yer bilimi, yerin geçmişinden günümüze kadarki geçirdiği ve gelecekteki geçireceği süreçleri, evreleri inceleyen bilim dalıdır. Ayrıca buna toprak bilimi de denir. Jeopolitika: Ekonomik ve politik coğrafya gerekçeleriyle emperyalist büyümeyi haklı göstermeğe çalışan bir burjuva öğretisi Kurumsal olarak, jeopolitik, burjuva fetişizm'in modern bir çeşidi olup, coğrafi mekânın ekonomi politiği ancak bir öğesi olarak yer aldığı bir takım özgül nitelikleri yeryüzü'nün temel özellikleleri gibi ortaya koyar. Jeostratejik: Uluslararası siyasette coğrafi etmenlerin ve güç ilişkileri üzerindeki etkisinin incelenmesidir. Jerontokrasi: Yaşlıların yönetimidir. Köy toplumlarında bulunan yaşlılar heyeti buna örnek gösterilebilir. Ancak bunun tarihsel kökeni çok eskidir. Hatta bunun devletin ilk hali olduğu da söylenebilir. Ana kadın etrafında örgütlenen doğal topluma karşı Şamanların, yaşlı erkeklerin ve avcıların geliştirdiği erkek toplumsallığının başlangıcını ifade eder. Bu daha sonra bir geleneğe dönüşür ve devleti ortaya çıkarır. Jimnasyum: Eski Yunan'da lise dengi okula verilen isim. Halen de bu ismin kullanıldığı yerler vardır.
K Kadim: Başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan, pek çok eskiye uza-
323
nan öncesiz. Veya kökleri eskilere dayanan şeylere denir. Kaf Dağı: Bir hayal dağı. Ulaşılması güç ve bulunması imkansız şeylerin arandığı yer. Bir şeyin gerçekleşemeyeceğini anlatmak için kullanılır. "Kaf Dağı'nın ardında" deyimi bu imkansızı anlatmak için kullanılır. Kalpazan: Sahte para basan ya da basılmış sahte parayı piyasaya süren kimse. Yalan dolanla iş gören kimse. Kambiz: Pers İmparatoru. Efsaneye göre Kambiz MÖ. 523 yılında Mısır'a bir ordu gönderir. Bu ordu çölün ortasında bir yerde, bir kum fırtınasına yakalanır ve ordu yok olur. Bu fırtınada 50 bin askerin kaybolduğu iddia edilmektedir. Kamusal: Toplumun yararına ve ortak kullanımına açık, toplumca üzerinde uzlaşılmış faaliyet alanları. Kanserojen: Kansere yol açan ve daha çok da kimyasal olan maddelerdir. Kaos: Yunancada çatlak yarık ve uçurum anlamlarında kullanılan bir kavramdır. Ancak zamanla karışıklık karmaşa gibi anlamlar da yüklenilerek daha farklı ve geniş bir anlam zenginliğine kavuşturulmuştur. Kaos Aralığı: Doğanın kuantum yapısının dışında, doğada henüz bilimin açıklık getiremediği olaylarda ani ve niteliksel gelişmeler yaşanabiliyor. Fizikçiler, açıklık getirmediği bu ani ve niteliksel gelişmelerin yaşandığı kesite "kaos aralığı" demektedir. Kaos aralığı enerjinin en yüksek seviyede olduğu durumdur. Bu, hareketi arttırır, hareket de etkileşimi arttırır. Kapital: Anamal, anapara. Kapitülasyonlar: Yarı sömürgeleşme sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı Avrupa devletleri başta olmak üzere gayrı Müslim topluluklara
324
ticarette tanıdığı çeşitli imtiyazlardır. Karadelik: Ünlü fizikçi Stephan Hawking'in ileri sürdüğü uzayda olduğuna inanılan boşluk. Bu boşlukların büyük bir çekme gücüne sahip olduğu, büyük gök cisimleri ve gezegenleri de yutabilecek güçte olduğuna inanılmaktadır. Karadelik teorisi halen bir varsayım olmanın ötesine geçmiş değildir. Karakter: Bir nesnenin, bir bireyin ya da topluluğun kendine özgü olan, onu başkalarından ayıran temel belirti, onun davranışlarını belirleyen ana özellik. Bir kimsenin, ya da bir insan topluluğunun duygulanma ve davranış biçimi, tutumu. Basımcılıkta harf türü. Karl Marx (1818-1883): Tarihsel materyalizm sosyolojisi içinde yer alan Alman toplum kuramcısı ve devrimci komünizmin kurucusudur. Üniversite sıralarında tanıştığı Hegel ile Feuerbach'ın düşüncelerinden etkilenen Marx, Hegel'in diyalektiğini ve Feuerbach'ın tarih yaklaşımlarını eleştirerek Diyalektik ve Tarihsel Materyalist sistemi kurar. Köln'de yayınlanan hükümete muhalif Rheinische Zeitung gazetesinin başyazarı olarak gazetede çalışan Marx, burada tanıştığı Engels’le birlikte kendi sistemlerini kurarlar ve bunu da Bilimsel Sosyalizm olarak tanımlarlar. Komünist Manifesto'da düşüncelerini ve amaçlarını en etkili biçimde yayınlayan Marx, burjuvalara karşı proletaryanın örgütlü mücadelesiyle insanlığın sınıfsız ve sınırsız özgür bir dünya anlamına gelen sosyalizme ulaşacağını savunur. 1850'den günümüze yürütülen sınıfsal ve ulusal mücadeleleri yönlendirmiştir. Marx kapitalizmi ve toplumu da kapsamlı değerlendirmelere tabi tutmuştur. Düşünceleri Marksizm olarak
literatüre giren Marx insanlığı, özellikle de son 150 yılın insanlığını en çok etkileyen bir kişiliktir. Kartaca: Bir ticaret uygarlığı olarak doğup gelişen Fenike uygarlığının Akdeniz ticaretini elinde tutmak için MÖ. 800'lü yıllarda bugünkü Tunus civarında kurdukları uç bir kolonileridir. Kartaca kelimesi Fenike'ce olup yeni kent anlamına gelir. Kasık: Vücudun karın ile uyluk arasında kalan bölümü. Kast: Ayrıcalıklar bakımından yukarıdan aşağıya doğru kesin ölçülerle sınırlanmış bulunan toplumsal sınıftır. En katı haliyle Hindistan'da uygulanmıştır. Bir kasttan bir kasta geçiş olmadığı gibi, kastlar arasında evlilikler de yasaktır. Kategori: Aralarında herhangi bir şekilde benzerlik bulunan nesnelerin, olguların bu benzerliklerinden dolayı sınıflandırılması, ayrıştırılması ve gruplandırılmasını ifade eder. Katmer: Herhangi bir şeyi oluşturan katlardan her birine denir. Katolik: Sözcük, Yunanca kathholou'dan gelmektedir. "Genellikle" anlamında olup eski bir kilise deyimidir. Evrensel, büyük kiliseyi ifade etmektedir. Her yerde, her zaman, herkes tarafından kabul edilen inanç veya uygulamaları ifade etmek üzere, dinden çıkanlara karşı, "ana caddeyi" belirtmek için kullanılmıştır. Kilisenin merkezi durumunda olan Roma Kilisesi, yukarıdaki anlayış ve eleştiriler temelinde, diğer mezheplerden ayırmak amacıyla kendisini Katolik Kilisesi olarak tanımlamıştır. Keşmekeş: Sözlük anlamı, karışık olma durumu karışıklığı ifade eden bir temadır. Olay ve olguların birbirine karışması, giriftleşmesi, sorunla-
rın birbirine dolanması, iç içe geçmesi anlamında olan her şey bir keşmekeşliği ifade eder. Zihinde netsizlik, karmaşıklık ve karışıklık yaşama durumu da keşmekeşlik olarak değerlendirilir. Keynes, Lohn Maynard (18831946): İngiliz ekonomist. Ekonomik durgunlukla mücadelede müdahaleci para ve maliye politikalarını savunmasıyla tanınır. Liberal, sınırlı devlet anlayışından vazgeçilerek, devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini savunmuştur. Kisve: Kılık, hacıların kâbe'de giydikleri üstlük, ihram. Ayrıca maske anlamına da gelir. Klan: Evrimleşme sürecindeki insanın ilk toplumsal ve örgütsel formudur. İnsanın uzun evrimleşme tarihinin en uzun evresi olarak tanımlanabilecek klan örgütlenmesi, yüz binlerce yılla ifade edilebilecek bir dönemi kapsamıştır. Klan kan bağına dayalı bir örgütlenme olup, sınırlı sayıda insandan oluşmaktadır. 20-30 kişilik yapısıyla geniş aileyi andırmaktadır. Klan yekpare bir örgüt konumunda olup, bir bütün oluşturur. Ondan bir kişiyi koparmak mümkün değildir. Bir klan da başka bir klandan birini içine almaz, aldığında da, onun diğer üyelerden hiçbir farkı kalmaz, o tamamen klanın üyesi haline gelir. "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için" söylemi en fazla da klan yaşamında somutluk kazanır. Klik: Herhangi bir düşünce, inanç veya örgüt içinde farklı düşünceleri savunmak, ayrı davranmaktır. Hizip'in eş anlamlısıdır. Klişe: Herhangi bir konu hakkında kalıplaşmış, basmakalıp düşüncelerdir. Kollektivizm: Ortaklıçılık. Koloni: Fransızca bir kelime olup, sö-
325
mürge anlamına gelmektedir. Egemen ülkelerin kendi benzerlerini başka yerlerde yaratma girişimdir. Kolonyalizm: Sömürgecilik, İngiliz ve Fransız sömürgecilerinin işgal ettikleri alana kendi yurttaşlarını taşıyarak koloniler kurması ve bunlar aracılığıyla işgal ettikleri alanda sömürgecilik uygulamaları anlamına gelir. Komple: Eksiksiz ve mükemmel olan demektir. Kompleks: /karmaşık, karmaşa/İki anlamda da kullanılır. Birinci anlamı, anlaşılmayan, karmakarışık, düzensiz demektir. İkinci anlamı ise ekonomiktir. Aynı ekonomik etkinliği gerçekleştiren sanayi tesislerinin tümü. Komplike: Herhangi bir olay veya olguda bileşenlerin sayısının fazlalığı yüzünden anlaşılması, yapılması güç olan, karmakarışık olan şey. Komün: Bir gurubun, bir topluluğun yaş, cinsiyet, yetenek fakı gözetmeden katılım gösterdiği ve paylaşımın gerçekleştiği eşitlikçi toplumsal sistemin bir birimine verilen ad. Gurup üyelerinin karşılık beklemeden yetenekleriyle yaşama katıldıkları ve ihtiyaçlarını da buradan karşıladıkları, insan ve toplum yapısına en uygun sistemdir. Eşitlikçilik, ortakçılık olarak da adlandırılan bu sistemin daha genel uygulanmasına da komünal sistem veya komünizm denmektedir. Konfüçyüs: Konfüçyüs, Lu derebeyliğinin hüküm sürdüğü bugünkü Çin'in Ch'iü-fu'ya yakın Şantung eyaletinin Tsu kentinde MÖ. 551 yılında doğmuştur. M.Ö. 5-6.yüzyıllar arkaik köleciliğin artık katlanamaz boyutlara ulaştığı bir dönemdir. Kölelerin dayanma gücü kalmamıştır. Köleci uygarlığın yaşadığı krizi aşmak, insanın
326
toplumsallaşmasında temel harç olan ve sınıflı toplumla bozulan ahlaka yeniden vurgu yapmaktır. Konfüçyüs, düşüncelerini olgunlaştırdığında doğup büyüdüğü kentten ayrılarak düşüncesine daha yakın bulduğu Wei derebeyliğinin yanına gider. Wei, derebeyi, Konfüçyüs'ün yüksek bir görevli olarak yanında kalmasını ve filizofik çalışmalarına devam etmesini ister. Bunun ilkelerinden vazgeçmek anlamına geleceğini iyi bilen Konfüçyüs, bu teklifi kabul etmez ve Wei derebeyliğinden ayrılır. Tıpkı ilk başta ilkelerini topluma kabul ettiremeyen Zerdüşt'ün yaşadığı alanı terk etmesi gibi, Konfüçyüs'de Wei derebeyliğinden ayrılarak Ch'en derebeyliğine gider. Ch'en'de ne kadar kaldığı belli değildir. Burada da ilkelerini kabul ettiremeyeceğini anlayınca, buradan da ayrılır. Önce Wei derebeyliğine, sonra da eski öğrencilerinin çağrısı üzerine doğduğu kent olan Tsu'ya geri döner. Bu gezilerinin 13 yıl sürdüğü belirtilir. Bu gezilerinden büyük bir gözlem ve deneyimle döner. Ölünceye kadar burada kalarak çalışmalarına devam eder. Konfüçyüs, M.Ö. 479 yılında ölür. Konjonktür: Ekonomik, toplumsal siyasal alanlarda istatistiklerden, olgulardan, nesnel durumlardan yararlanarak olayların gelecekteki gelişmeleriyle ilgili kestirim. Veya bir ülkenin ekonomik durumunu etkileyen, birbiriyle etkileşerek oluşturan ögelerin tümü. Konsolide: Uzun vadeli borçlanmaları öngören, tahkim edilmiş tahsilâtlardır. Bu borçlanmanın uzun vadeli ve faize dayalı olması kendisiyle beraber uzun vadede bir bağımlılığı da getirmektedir. Konsolidasyon yöntemiyle uzun vadede borçlanan ülkele-
rin ekonomik alanda dış sermayeye bağımlı hale gelmesi ile başlayan bağımlılık giderek her alandaki politikalarıyla da bağımlı hale gelmesi anlamına gelmektedir. Konsolide bütçe oluşturan devletlerin kendi kendisine yeten bir konumda olmayan bütçelerinin dış desteğe ihtiyaç duyduğu anlamındadır. Konsül: İtalyanca bir kelime olup başkan, şah, padişah vb demektir. Roma'da her yıl seçilen iki devlet başkanından her birine konsül denir. 1799-1804 yılları arasında Fransa'yı yönetmiş üç devlet başkanından her birine verilen sandır. Koordine: Belli bir amaca ulaşmak için çeşitli işler arasında bağlantı, uyum, düzen sağlama, eşgüdüm. Korelasyon: Bağlılaşım olarak da bilinir. İstatistikte değişkenler arasındaki karşılıklı ilişki. İki değişken arasındaki ilişkinin ölçüsü korelasyon kat sayısı denen kat sayıyla belirtilir. Değişkenler arasındaki ilişkinin pozitif olması, bir değişkendeki artışın öbür değişkende de bir artışa karşılık geldiğini negatif olması ise bir değişkendeki artışın öbür değişkende azalmaya karşılık geldiğini gösterir. Korparatif: Toplumun devletin güdümündeki korporasyonlar çerçevesinde örgütlenmesini öngören siyasal kuram ve ideoloji. İşçi ve işverenlerin kendi alanlarındaki kişileri ve etkinlikleri denetleyen ve siyasal temsil organları biçiminde de işlem gören sinai ve mesleki korporasyonlar biçiminde örgütlenmesini öngörür. Bir ideoloji olarak korperatizmin kökenleri 18. yüzyılda bireyciliğe, rekabete ve sınıflar arasındaki ekonomik ve siyasal çatışmalara karşı duyulan tepkiyi yansıtan düşüncelere uzanır.
Korsan: Başkalarının hakkını zor kullanarak ele geçiren kimse. En bilinen korsanlar deniz korsanlarıdır. Yine yasal yapılmayan her iş korsan sayılır. Ama bunlar küçük korsanlıklardır. En büyük korsan, toplumun tüm değerlerini çeşitli hile ve zor kullanarak ele geçiren devlettir. Kozmos: Sözcük tanımı evren demektir. İlk çağ Yunan felsefesinde "evren", "evrenin düzeni", özellikle de fiziksel ya da görünür dünyanın uyumlu birliği anlamında kullanılmıştır. Kozmogoni: Evrenin nasıl oluştuğunu inceleyen bilim dalı. Buna kozmonoloji de denir. Kozmoloji: Sözlük tanımı evren bilim demektir. Evreni, evrenin başlangıcını, yapısını ve evrimini (değişimdönüşümünü) matematiksel ve fiziksel olarak inceler. Evrenin içinde yer alan gökcisimlerin (galaksiler, yıldızlar, kara delikler, gezegenler, uydular, vb) ve bunların hareketlerinin, oluşumlarının, evrimlerinin, ölümlerinin, birbirleriyle olan ilişkilerinin deneysel ve kuramsal olarak incelenmesi bu bilim dalı içine girer. Astronomi ve astrofizik gibi bilim dalları da kozmolojinin yanında yer alır. Kozmopolitlik: Her türden farklılıkların bulunduğu, değişik unsurları barındıran, sade net olmayan, karışık durumlara kozmopolit denilir. Kritik: Latin dil kökenli olan kritik kavramının sözcük karşılığı eleştiri olmakla birlikte, aynı zamanda hassas ve kaygı veren halleri ifade eder. Genellikle ve yaygın olarak işaret ettiği haller ölümcül, tehlikeli ve hassas olan hallerdir. Kuantum Fiziği:1900'ler den başlayarak, başta M. Planck, A. Einstein ve Ni-
327
els Bohr olmak üzere birçok bilim insanının katkılarıyla oluşturulan fizik bilimidir. Kuantum, atom altı fizik veya parçacık fiziği olarak tanımlanabilir. Ancak, teorik- felsefî bilimsel vb. açılardan yol açtığı sonuçlar düşünüldüğünde, fizik boyutuyla sınırlı kalarak yapılacak bu tarz bir tanımın yetersiz kalacağı, kuantumcu gelişmeyi bir bütün olarak açıklayacak nitelikte bir tanımlama olmadığı anlaşılmaktadır. Kuantumu daha çok yeni bir bilim, felsefî düşünce ve anlam tarzı olarak düşünmek daha doğru bir yaklaşımdır. Atom altı düzeyde yapılan keşifler, fizik boyutuyla ulaştığı sonuç ve mekanik açıdan işlevsel oluşu bir yana, zihniyet dünyamıza kazandırdığı yeniliklerden dolayı kuantumcu gelişmeyi böyle ele almak gerekir. Fizik bilimi açısından Kuantum, atom altı düzeyde seyreden parçacık ve enerji türlerinin, hareket, hız, kütle, enerji ve konum gibi niceliklerin ölçümleriyle ilgilenir. Kullanım değeri: Metanın bir değişim, bir de kullanım değeri vardır. Metanın kullanım değeri, o metanın değişim değeri için değil, kullanım değeri için üretilmesine verilen addır. Kumpanya: Daha çok yabancı sermayeyle kurulan ticaret ortaklığıdır. Tanımı bu olsa da özü böyle değildir. Sermayeyi elinde bulunduran yabancı güçler, üretilen değerlerin önemli bir kısmına da sahip olurlar. Örneğin İngiliz-Hint kumpanyaları böyledir. Tiyatro topluluğu ve aynı görüşü paylaşan, aynı eylemi yapan kimseler topluluğu olarak da kullanılır. Kurgu: Pratik açıdan gerçekleşmemiş, öngörüldüğü tarzda birebir gerçekleşmesi ihtimal dâhilinde zayıf olan sezgisel, düşünsel anlamda oluşturulan ve gerçekmiş gibi gösterilen, inandırıl-
328
maya çalışılan olgulardır. Kurguyu tamamıyla pratikten kopuk olarak da ele almamak gerekir. Geleceğe dair düşünülen, tasarlanan, planlanan, öngörülen ve düşünce düzeyinde sistemleştirilmiş, öne sürülen zihni varsayımlardır. Kurguyu bir düşünce gücü olarak da ele almak mümkündür. Kutup: Yer yuvarlağının, ekvatordan en uzak olan yer ekseninin geçtiği var sayılan iki noktasından her birisi. Kuzey kutbu, güney kutbu. Birbirlerine karşıt olan şeylerden her biri. Eksi kutup, artı kutup. Herhangi bir fikir, düşünce veya inancın en uç hali. Külli: Bütünü ve geneli kapsamadır. Cuzzinin karşılığıdır. En fazla dinde tanrı iradesini belirtmek için kullanılır. Büyük, geneli kapsayan irade bakımından kulli irade denir. Külliyat: Eser koleksiyonuna karşılık geldiği gibi, bir yazara ait olan yazıların tümünü (eserlerin toplamı) içermektedir. Edebiyat'ta, bir yazarın yayınlanmış tüm yapıtları o yazarın külliyatıdır. Bütün eserlerinin toplamına karşılık gelen külliyat, aynı zamanda bir konu hakkında çok detaylı yazılı eserin bir koleksiyon dizini şeklinde bir arada bulunmasıdır. Kült: Antropolojide ve Sosyolojide kült kavramına farklı anlamlar yüklense de geçmişe ait dinsel öğelerin, inançların, tapma ve tapınma geleneklerin ve törenlerinin günümüzde varlığını sürdürme biçimlerine kült denilir. Bir dinsel gelenek ve inanç biçimi olarak insanlarda yer edinmesidir. Küreselleşme: Uygarlığın daha doğrusu dünya sisteminin yayılması anlamına gelir. İlkel klanlardan günümüze kadar tüm sistemler küreseldir. Başarılı olan her sistem az veya çok yayılma şansına sahiptir.
L Laboratuar: Bilimsel ve teknik araştırmalar için araç ve gereçleri bulunan yer. Hastane ve benzeri yerlerde, doktorun gerekli gördüğü kimi kan, salgı vb. incelemelerin yapıldığı yer. Lağvetmek: Herhangi bir şeyi uygulamadan, yürürlükten, işlerlikten kaldırmak, feshetmek, hükümsüz kılmak veya dağıtmak. Laiklik: Laiklik; kilisenin kuşatması altında ve dini dogmatizmin egemen olduğu toplumun, yaşadığı ortaçağ karanlığından kurtulma hareketi olarak, burjuva sınıfı öncülüğünde gelişen, dönemin koşulları içinde devrimci bir çıkışı ifade eden özgürleşme ilkesidir. Özgür düşüncenin, kendisini ifade edebilme, kutsallaştırılan tanrı-devletini dünyevileştirme ve teolojik öğreti yerine bilimi ikame etmesine dayanan ve bu anlamda dini, devlet ve toplum yönetiminden uzaklaştırmayı hedefleyen, hukuk, eğitim sağlık, ekonomik ve sosyal alanlarda fırsat eşitliği sağlayan devrimsel bir çıkıştır. Dinsel öğretinin tahlilini bilimsel yaparak, dogmaların, devlet ve toplum yönetiminden ayıklanması ve bilimsel gelişmelere yol açan, özgürlüklerin önünü açan laiklik ilkesini yaşamın her alanına yansıtarak, toplumu göksel hurafelerden kurtarmak ve her yönüyle köktenci devlet anlayışını hedef alarak onu ortadan kaldırmaktır. Lenin, Vladimir İliç Ulyanov: (18701924) 22 Nisan 1870'de Sibirya'nın Simbirsk kasabasında orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğar. Ailesi küçük bir memurdur. İlk ve orta eğitiminden sonra Kazan Üniversitesinde Hukuk öğrenimine başlar. Üniversite'de iken Marks'ın kitaplarını okumaya ilgi duyar. Plehanov öncülüğünde
Rusya'da giderek gelişen Marksistsosyalist düşünceyi benimser. Kazan üniversitesinde öğrenci iken 1887 yılında tutuklanır. Cezaevinde iken devrimci düşünce ve sosyalizm üzerinde yoğunlaşır. Cezaevinden çıktıktan sonra yeniden okula devam eder ve 1891 yılında okulu bitirir. Kazan'da bir süre serbest avukat olarak çalışır. Rus Marksistleri arasındaki tartışmalara katılır. Algılama ve kavrama yeteneğiyle kısa sürede sivrilir. Artık kendisini tümden işçi köylü sınıfının kurtuluşuna adar. Ancak kısa sürede tutuklanır ve Sibirya'ya sürgün edilir. Bir süre orda kaldıktan sonra serbest bırakılır. Ancak hemen ardından yeniden tutuklanır. 1898'de kurulan Rusya Sosyal Demokrat Partisine üye olur. Ancak 1902'deki kongrede yaşanan düşünce ayrılıklarından dolayı kendi fraksiyonunu örgütler. Rusya'da iç karışıklıklar, Çar'ın baskıları arttıkça faaliyetlerini yoğunlaştırır. 1905'te başarısız bir devrim girişiminde bulunur. Sürgündeyken çalışmalarına ara vermeden devam eder. Rusya içindeki Bolşeviklerle ilişkisini kesmez. Kurduğu Iskra (Kıvılcım) gazetesiyle düşüncelerini militanlara ulaştırır. I. Dünya Savaşında Bolşevikler iç savaş çıkararak Çar ordusunun yenilmesinde önemli bir rol oynarlar. Savaşın sonuna doğru, Rusya'da devrim koşullarının olgunlaştığını düşünerek 1917 Nisan'ında ülkesine döner. Daha sonra Nisan Tezleri olarak kaleme alıp kitaplaştırdığı düşünceleri Bolşevik militanların el kitabı olur. Bunun yanında aynı yıl kaleme aldığı ve emperyalizmi tahlil ettiği 'Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşamasıdır' adlı değerlendirmesi de öyledir. Savaşta yenilen Çar'ın yerine içinde her türden kesimlerin olduğu Ke-
329
renski yönetiminde geçici bir hükümet kurulur. Bu hükümet kısa sürede gerici yüzünü gösterir. Kimi kesimlerin Kerenski hükümetiyle uzlaşma düşüncelerine karşılık Lenin, bütün iktidar Sovyetlere sloganıyla Kerenski hükümetine karşı da mücadele kararı alır. Yaklaşık altı aylık bir mücadeleden sonra 26 Ekim akşamı, geçici Kerenski hükümetinin merkezi durumundaki Kışlık Sarayı baskınını geliştirir. Bu baskınla hükümeti iktidardan düşürür. Sosyalist toplumu kurmaya başlıyoruz diyerek ölünceye kadar çalışmalarına devam eder. 21 0cak 1924 yılında 54 yaşında iken ölür. Levhi-Mahvuz: Kutsal kitapta "korunmaya alınan levhalara yazılmış değişmez yasalardır." Ya da kısacası "korunan levhalar" anlamına gelmektedir. Asla değiştirilmesi mümkün olmayan düşünce kalıplarıdır. Dinsel inançlarda "Alın yazısı", "kadercilik" olarak bilinen inanç tarzının dayandığı temel köklerdir. Tevrat'ta adı geçen levhi- Mahvuz, Hz. Musa'ya gelen on emir, Yahudi toplumunun değişmez tanrı buyruğudur. Dogmatik düşünce kalıplarının anlaşılması açısından bu benzetme yapılmaktadır. Leviathan: Fenike mitolojisinde yer alan ve kötülüğü temsil eden canavardır. Tevrat ve İncil'de de kötülüğü temsil eden ve denizden gelen bir su canavarının adı olarak geçmektedir. Tevrat'a göre (Eşaya 27:1) dünyanın yaratılması sırasında Yehova tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Bu kavramı siyasal literatürde ilk defa Hobbes kullanır. Thomas Hobbes, 1651 yılında yazdığı kitabına bu adı vermiştir. Hobbes, bu eserinde mutlak güç ve yetkilere sahip devleti tanımlamaya çalışır. Burada toplumsal düzenin yöneticisi (başı) için kullandığı bir simgedir.
330
Leviathan yani Ejderha, toplum sözleşmesinden sonra ortaya çıkacak devletin birey karşısında güçlü olması gerektiğini göstermek amacıyla, Hobbes tarafından bilinçli olarak seçilmiş bir kavramdır. Buna göre, devleti, Fenike mitolojisindeki su canavarı anlamına gelen Leviathan'a benzeten ve tüm yasaları yaratmak ve kaldırmak gücü ya da iktidarı olarak tanımlayan Hobbes, devletle ilgili olarak materyalist ve mutlakıyetçi bir görüşü benimsemiştir. Liberalizm: Özgürlük anlamına gelen liberty kelimesinden türetilen liberalizm kavramı, 19. yüzyıldan itibaren daha güçlü formülleştirilmiş ve kapitalist sistemin siyasal alanda görece özgürlükçü biçimleri için kullanılmaya başlanmıştır. Fransız devriminden sonra farklı olan üç akım gelişir. Bunlardan devrimi daha da ileri götürmek isteyen devrimciler -ki bunların içinde sosyalistler ve anarşistler vardı- eski düzeni savunan muhafazakarlar ve her ikisine de karışmayarak bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler diyen liberallerdir. İşte bundan sonra siyasal bir akım olarak liberalizm gelişir. Bireyin özgür olmasını ve ekonomik güçler arasında özgür yarışmayı, devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki ekonomik ilişkilere karışmamasını isteyen siyasal ve ekonomik öğreti. Literatür: Kısaca anlamı edebiyattır, yazılı eserlerin geneline verilen addır. Herhangi bir bilim dalına ilişkin yazılmış yazılı edebiyatın tümüne de edebiyat denilir. Siyaset, ekonomi, askerlik, hukuk, diplomasi, tıp, sosyoloji, sanatkültür alanlarını örnek gösterecek olursak her bir dala ilişkin yazılmış tüm yazılı edebiyata literatür denilmektedir. Yada yazılı hale gelmiş edebiyatın dili anlamında da kullanılmaktadır.
M Michel Foucault (1926-1984): Çeşitli konulara ilişkin yazdığı yazılarından hareketle 20. yüzyılın filozoflarından biri olarak değerlendirilmektedir. Nietzche'ye bağlılığı kadar postmodern yaklaşımları içeren düşünceleriyle geniş bir yelpazede yazan Foucault, edebiyat eleştirmenliği de yapmıştır. İktidarı hastane, hapishane, cinsellik konuları temelinde incelemiştir. Ağdalı bir dil kullanan ve kendi doğrultusunun yaratanı olan Foucault kapitalizmi de kapsamlı değerlendirme ve çözümlemelere tabi tutmuştur. Kimi konulara ilişkin değerlendirmeleri öldüğünden yarım kalmıştır. İlk kitabı Akıl Hastalığı ve Kişilik'ten başlayarak hayatı boyunca adeta dört ana eksende topladığı "iktidar" konularının tarihini yazmıştır. Tıp-Delilik; Bilim-Bilgi; Gözetim-Hapishane; Cinsellik-Aile ana eksenlerinde verdiği ürünler arasında Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, Kişiliğin Doğuşu, Cinselliğin Tarihi vb sayılabilir. Mabet: İlk dinsel inanışların tapınma merkezleri, ibadet mekânları olarak bilinir. Mabetlerin görkemli yapıları günümüze kadar ayakta kalan tarihi, kültürel ve sanatsal değerleri olan yapılardır. Döneminde, dinsel inanışlara aşırı rol biçildiğinden dolayı mabetlerin rolleri ve işlevleri de bir o kadar önem taşımaktadır. İlk etapta saygı, sevgi ve hoşgörünün egemen olduğu bu tapınaklar, daha sonra otorite merkezlerine dönüşecek ve günüz devlet aygıtının ilk oluşum hücresi olarak rol biçilen mekânlara dönüştürüldüler. Macera: İnsanın başından geçen ilginç olay veya olaylar zinciri. Machiavelli, Niccolo: 1469-1527 yıl-
ları arasında yaşamış olan İtalyan düşünürü ve siyaset bilimcisidir. Devletin ya da devlet adamının, özellikle dış ilişkiler söz konusu olduğunda, ülkesinin yararına olabilecek her eylem ve hareket tarzının meşru olduğunu, amacın aracı meşrulaştırdığını dile getiren politik ilkesi ya da her türlü ahlâk ilkesini hiçe sayan siyasi görüşüyle öne çıkar. Tavır ve amacın bütün araçları meşrulaştırdığı belirtir. Bundan dolayı oldukça pragmatiktir. Hükümdar, Savaş Sanatı Üzerine Konuşmalar önemli yapıtlarıdır. Maharet: Her hangi bir işte kazanılmış olan yetkinlik, beceri. Mahşer: Dini bir kavram olup, ölülerin diğer dünyada toplanacaklarına inanılan yerdir. Bunun dışında büyük kalabalık, fazlalık, bolluk, ya da yığınak anlamında da kullanılır. Maiyet: Bir kimseye ait olan şeylerin tümüne denir. Köleci dönemde insanlarda efendilerinin eşyası olduklarından onun maiyetidirler. Ölünce maiyetiyle birlikte gömülürler. Bir kimsenin yönetimi, buyruğu altında çalışma Makro: En büyük, en fazla veya maksimum demektir. Manastır: Dünya işlerinden el etek çekmiş erkek ve kadın dindarların yaşadıkları yerlere denir. Ortaklaşa yaşanılan ev anlamındaki Manasterian deyiminden türemiştir. Latinceye Yunancadan geçmiştir ve kilise anlamındadır. Manastır yaşımı dinsel ve ortak bir yaşamdır. Manastırdaki herkes kendi yeteneğine göre çalışır, ihtiyacına göre harcar. Manastır rahip ve rahibeleri kendilerini İsa'ya adamışlardır. Evlenmezler ve cinsel ilişkide bulunmazlar. Manastırların Hıristiyan felsefesinde özel bir yeri vardır. Hıristiyan gizem-
331
ciliği manastırlarda biçimlendiği gibi birçok büyük Hıristiyan düşünürleri de manastırlardan yetişmiştir. Mancınık: Top icat edilmeden önceki dönemlerde, kale kuşatmalarında ağır taş gülle fırlatmakta kullanılan dönemin en etkili savaş aracı. Mani: MS 215 yılında doğan Mani, Zerdüştlük dinini reforme ederek, Hıristiyanlıkla birleştirip evrenselleştirmek isteyen din adamı, bilgin ve filozoftur. Sasaniler döneminde yaşamıştır. Sasani iktidarıyla bütünleşip Zerdüşt dininden uzaklaşan Zerdüşt rahiplerine karşı mücadele etmiştir. Bir dönem Sasani sarayında kalmasına rağmen iktidar ilişkilerine bulaşmaz. Yerel ve kavimsel kalan dinlerin sorunlara yol açtığını ve tanrıya ulaştırmadığını öne sürerek, tüm dinlerdeki olumlu yanları birleştirip bir sentez yaratarak evrensel bir din yaratmak ister. Bu dini, İsa ve Buda düşüncelerinin Zerdüşt düşüncesiyle kaynaştırarak meydana getirmek ister. Bu yüzden kendisini Adem'den Buda, Zerdüşt ve İsa'ya kadar uzanan bir peygamberler zincirinin son halkası olarak görür. Onun bu istem ve çabası Kartirler denen ve iktidarlaşarak halktan uzaklaşan Zerdüşt rahiplerinin tepkisini çeker. Bu rahiplerin Sasani Kralı Şahpur'u kışkırtarak Mani'yi tutuklatırlar. Yapılan tüm işkencelere rağmen düşüncesinden vazgeçmez. Bunun üzerine ölüm cezasına çarptırılır ve 276 yılında öldürülür. Manifesto: Yapılacak her hangi bir işin nasıl yapılacağını belirten bildiri veya anlaşmadır. Ancak bu daha çok devrim için kullanılır. Yapılacak devrimin nasıl bir devrim olacağı, dayanacağı zeminin ne olduğu, bu devrimin niteliklerinin nasıl olacağını belirten belgedir. Manipülasyon: Gerçeği saptırmak,
332
çarpıtmak, gerçekliği ve geçerliliği genel kabul gören konulara amaçlı müdahaleler yaparak başka bir biçime getirmek anlamında tanımlanabilir. Mantık: Felsefenin geleneksel bir dalıdır. Buna eldeki verileri kullanarak sonuç çıkarma sanatı da denir. Daha özgün olarak dille akıl yürütmedir. Gerçeğe uygun bir biçimde düşünmek de denir. Maraton: Atletizmde en uzun mesafeli koşuya denir. Adını eski Yunan tarihindeki Marathon savaşından alır. Yunan-Pers savaşında savaşı Yunanlılar kazanır. Efsaneye göre Atinalı Pheidippiedes ya da Ariston adlı asker Marathon ile Atina arasındaki yaklaşık 40 km'yi koşarak zafer haberini ulaştırır. Günümüzdeki maraton koşuları bu olaya dayanır. Marjinal: Her hangi bir toplumda, bir grup ya da bireyin, önemli iktisadi, dini ya da siyasal güç konumlarına ve sembollerinde uç olmadır. Yani sıra dışı olmadır. Martin Luther (1483-1576): Alman Hıristiyan reformcusu. Reform, Rönesans çığırı içinde yer alan dinsel akımlardan biridir. Rönesans "Yeniden doğuş" anlamındayken, Reform, "Yeniden biçimleniş" anlamında kullanılmıştır. Alman papazı Martin Luther, kilisenin ilk ve sade biçiminden uzaklaştığını, eski haline döndürülmesi gerektiğini savunmuştur. Kilisenin insan ile tanrı arasında bir aracı olmaktan çıkması, insanla tanrı arasında ilişkilerin doğrudan sağlanması gerektiğinden hareketle geliştirmiş olduğu eleştiriler temelinde yola çıkmış, kilisenin endüljans (cenneti parselleyip satma) satmasını da bunun gerekçesi yaparak reform çıkışını başlatmıştır. 95 madde olarak hazırlamış olduğu tezlerini 1517
yılında Wüttenberg Kilisesi'nin kapısına asarak reformu başlatmış, diğer mezhepler de bu adımın atılması temelinde gelişmişlerdir. Luther, o zamana kadar Latince yazılmış olan İncil'i de Alman diline çevirerek, İncil'i kilisenin tasarrufundan kurtarmış, insanla tanrı arasındaki bu kurumu aşmaya çalışmıştır. Luther'in bu İncil çevirisi aynı zamanda Alman edebiyatının da en önemli eseri sayılmaktadır. Materyal: Çok çeşitli konu hakkında bilgi sunan, belge sunan verilerin tününe materyal denilir. Araştırma konusu olan, bilimsel değer taşıyan, araştırma, öğrenme ve ispatlama açısından başvurulan eldeki bilgileri veri olarak sunan kaynaklara materyal denilmektedir. Materyalizm: Her şeyin temeline maddeyi koyan, ilk nedenin madde olduğunu ileri süren ve tüm açıklamalarını bu eksende yapan felsefi görüştür. Maddecilik görüşü, evrende varlık olan bütün olguları tek bir gerçeklik olarak gördüğü maddeye dayandırarak açıklar. Bu görüşe göre her şeyin temelinde madde vardır. Madde olmaksızın hiçbir öğe varlık olma özelliğini gösteremez. Bilinç, zihin ve düşünce gibi cisim olma özelliğini gösteremeyen bütün öğeler maddenin bir ürünü olarak açıklanabilir. Bu gibi öğeler ancak madde ile birlikte vardırlar, ya da maddenin karmaşık görünümünden öte bir şey değildirler. Varlık anlamında birer gerçeklik olsalar bile, maddi bir temele uyarlanmadan açıklanamazlar. Materyalizm aslında felsefenin temel bir sorunu olarak öteden beri ola gelen madde ve düşünce, ruh ve beden ikileminin, tartışmasının karşı bir tezi olarak gelişmiştir. "Her şey düşüncedir" diyen, ya da madde ve ruhun birbirine indirgenemez iki karşıt varlık olduğunu ileri süren tüm
felsefi görüşler bir tez halinde idealizm olarak tanımlanırken, karşı bir tez olarak materyalizm ise, "her şeyin kaynağı maddedir" görüşüne dayanır. Bu anlamda materyalizm, maddeye rağmen düşüncenin, bedene rağmen ruhun olamayacağı görüşüdür. Mecra: Kelimenin özü akarsu yatağı demektir. Ancak bir işin gidişatı veya bir olayın doğrultusu anlamında da kullanılır. Mefhum: Arapça bir kelime olup kavram, bilgi ve anlam demektir. Melez: Kelime olarak, karışmış, karma anlamına gelir. En genel anlamda değişik türden canlıların birleşmesiyle ortaya çıkan yeni türe denir. Farklı ırk veya kökenlerden anne ve babaların birleşmesinden doğan çocuklara denir. Yani farklı iki şeyin karışımından oluşan şeydir. Meram: Amaç, istek, gaye, maksat veya erekle eş anlamlıdır. Merhale: Varılması istenen noktaya kadar aşılması gereken yerlerden her biri, ya da aşılması gereken her aşama, her eşik. Merkantilizm: Devletin gücünü rakip devletlerin zararına artırmak amacıyla ulusal ekonominin hükümet tarafından düzenlenmesini öngörür, bu niteliği ile siyasal mutlakıyetçiliğin ekonomik alandaki karşılığını oluşturur. İlkel sermaye birikimi dönemine tekabül eden bir ekonomi politikadır. Mertebe: Kelime olarak derece ve rütbe anlamına gelse de aşama olarak ta kullanılır. Bir insanın varmak istediği yere varıncaya kadar aştığı eşiktir. Daha çok filozofların veya ermişlerin ulaştığı düzeyi ifade etmede kullanılır. Meşruiyet: Siyaset biliminde, politik bir sisteme, devlete veya hükümete itaat edilip edilmemek, bir teoriyi be-
333
nimseyip benimsememek gerektiğini belirleyen durum. Siyasi iktidarın sadece kurumsallaşmasına değil, fakat aynı zamanda ahlâki bakımdan temellendirilmesine imkan veren süreç. Meta: Sermaye veya ticaret malına meta denir. Metabolizma: Canlılarda büyüme, gelişme ve çoğalma için gerekli hücresel süreçleri kapsayan, hücre ile dış ortam arasındaki madde ve enerji alış verişini düzenleyen ve besin maddelerinden enerji elde etmek üzere kullanılmasını sağlayan kimyasal tepkimelerin tümüne denir. Metafizik: Fizik ötesi. Felsefenin en tartışmalı konularından olan varlık sorununa, oluşuma, yaratılışa ve bilgi kuramına cevap arayan temel bir yöntem olmuştur. Fiziksel dünyanın duyumlarla algılanabilenin ötesinde, kurgusal akıl yürütmelerle elde edildiği varsayılan bilgilerin tümüne verilen ad olmuştur. Bilgi kuramı bakımından salt aklın kavrayabileceği bilgi süreçlerini kapsaması, yani gerçek dünyada birer fiziksel gerçeklik olmayan soyut ilkeler ve bilgiler sorunu, metafiziğin temel dayanak noktasını oluşturur. Buna göre, varlık, oluşum, yaratım, bilgi duyularımızla algılayabildiğimiz şeylerin ötesinde şeylerdir. Bunlar ancak bu duyumsamaların ötesince akılla, düşünceyle kavranabilen şeylerdir. Bu yüzden felsefede bazen en üst felsefe disiplin olarak olumlanırken, bazen de boş ve anlamsız önermeler içeren bir disiplin denilerek küçük görülmüştür. Mezbaha: Hayvan kesim yeri. Mikro: En az, en küçük veya minimum. Militarizm: Bir yerde, sistemde ordu gücünün aşırı derecede büyütülerek ağır basması ve o sistemde tüm sorun-
334
ların sadece ordu gücüyle çözülebileceğini savunan düşüncedir. Ekonomik ya da siyasi sıkıntıların ağırlaştığı dönemlerde egemen güçler bu politikaya yönelirler. Ayrıca militarizm faşizmin ön biçimidir. Minval: Herhangi bir işte izlenen yol, yöntem, biçim, doğrultu ve tarz. Mistik: Gizemli, esrarlı demektir. Mistisizm ise gizemciliktir. Yunancada sırla ilgili anlamına gelen mystikos deyiminden türetilmiştir. Tanrının sezgi yoluyla kavranacağını ileri sürer. Kişinin her türlü aracıyı ortadan kaldırarak tanrıyla baş başa kalması ve onu kendine özgü bir anlayışla kavrayarak ona kendine özgü bir tapımla tapmasıdır. Bu kişinin bireysel bir mister’idir (gizi, sırrı). Kişiye derin ve tanrısal bir hayranlık, bir coşku verir. Çaresizlikten doğan umutsuzluğunu giderir, yaşama bağlar. Mistisizm: Tanrıya ve gerçeğe akıl ve araştırma yolu ile değil de gönül yolu ile, duygu ve sezgi ile ulaşılabileceğini kabul eden düşünce. Buna gizemcilik de denir. Mitoloji: Mit ile ilgili bir bilimdir. Mit, masal veya efsane demektir. Yunanca’da, uydurulmuş söz anlamındaki mythos deyiminden türetilmiştir. Ölçülü söz anlamındaki epos ve gerçeği dile getiren söz anlamındaki logosa karşı mit ya da mitos olağanüstü kahramanlıkları ve doğaüstü güçleri anlatan hayal ürünü sözdür. Bilgi öncesi ve dışıdır, pratikte denetlenemez, inanç alanının kapsamı içindedir. Bilgisiz insanlığın dünyayı açıklama gereksiniminden doğmuştur. Mitoloji, mitlerin tarihini ve onları yorumlayan bilimdir. Çok tanrıcı ilk çağ inanç tanrılarının, yarı tanrıların ve kahramanlarının tarihini kapsayan mitoloji dört kola ayrılır.
Tanrıların nasıl oluşturulduklarını inceleyen dalına Teogoni, Evrenin nasıl oluştuğunu inceleyen Kozmogoni, İnsanın nasıl oluştuğunu inceleyen Antropogoni, Tanrıların, evrenin ve insanın geleceğini inceleyen dalına da Eskatoloji denir. Modern: Otorite, itaat ve inançtan oluşan geleneksel topluma karşılık, özgürlük, demokrasi, hümanizm ve insan haklarından oluşan düşünce ve yaşam tarzına denir. Buna geleneksel olanı, yerleşik olanı değiştirerek yeni olana, yeni ortaya çıkana uyarlama da denir. Modernlik veya modernizm, geniş anlamda felsefi bir içeriğe de sahiptir. 16. yüzyıl sonunda Avrupa'da gelişen aydınlanmacı düşünceyle de bağı vardır. Daha doğrusu aydınlanmacı bağı kurmak için bu terim kullanılır. Aydınlanmayla birlikte gerçekleşen entelektüel dönüşümün ortaya çıkardığı dünya görüşünü, hümanizm, dünyevileşme ve demokrasi temeli üzerine yükselen bilimci, akılcı, ilerlemeci ve insan merkezci ideolojiyi ifade eder. Bu çerçevede moderniteye bakıldığında ciddi bir sorunun olmadığı sanılır. Oysa altı biraz kazıldığında, cilası söküldüğünde görülecektir ki, örtük tanrıların bir maskesinden başka bir şey olmadığıdır. Molekül: Birbirlerine sıkı bir biçimde bağlanarak kararlı bir bütün oluşturan ve tek birim gibi davranan atom grubuna denir. Molekül katışıksız bir maddenin bütün kimyasal özellikleri ve bileşimi aynı kalacak biçiminde bölünebileceği en küçük maddi birimdir. Molekül, maddi oluşumda atomdan sonra oluşan ilk maddi kümelenmedir. Değişik parçacıklardan atom, atomlardan molekül, birkaç molekül gurubunun bir araya gelerek yeni bir bütünlük
oluşturması sonucu ise zerre oluşmaktadır. Madde, moleküllerin bir araya gelmesi ile oluşur. Madde ise katı, sıvı, gaz ve son olarak keşfedilen plazma halinde bulunur. Moment: Bir cismin bir nokta veya eksen yörüngesinde döndürme etkisini belirleyen kuvvetin niceliği. Monark: Bir yerdeki siyasi otoritenin tüm yetkilerini elinde bulunduran ve bunu genellikle miras yolu ile elde eden kişidir. Monarşi: Devlet yönetiminde tek kişinin bölünmez egemenliğidir. Terim en yüksek yetkinin devletin sürekli başkanının (monark) elinde bulunduğu ülkeler için kullanılır. Monarşik devlet modellerinde, tüm siyasal iktidarın kaynağı kraldır. Mutlak devlet olarak düşünülen monarşide, siyasal erdemlere pek rastlanmaz. Çünkü her şey kralın ya da başkanın (monark) bireysel hırs ve şerefi içindir. Monofizit: Bu görüşe göre İsa Tanrı olarak Meryem'den doğmuş, insani ve Tanrısal yanlarının herhangi bir katışma ve değişme olmaksızın birlikte ve ayrılamaz olduğu, dolayısıyla haç üzerinde acı çeken İsa'nın sadece insani doğası değil, aynı zamanda tanrısal doğası olduğu, Kelam'la birleşmeden önce de İsa'nın Tanrı olduğunu savunan görüş. Montaigne (1533-1592): Rönesans'ın önemli şahsiyetlerinden biri. Özgür düşünceyi savunmuştur. Çeşitli konulara ilişkin yapmış olduğu değerlendirmeleri Denemeler adlı yapıtında toplanmıştır. Mutasyon: Canlının genetik yapılarında meydana gelen değişimdir. Bu değişimler evrimden farklı olarak beklenmeyen etkilenmeler dolayısıyla Türdeki ani değişimlerdir.
335
Mozaik: Türlü renklerde taşların yan yana getirilmesiyle yapılan resim, bezeme veya döşemeye denir. Ancak toplumsal anlamda ise, değişik halkların, farklı toplulukların oluşturduğu bütünlüğü tanımlamak için de kullanılmakatadır. Muamma: Divan edebiyatında belli kurallara göre düzenlenip, çözümlenebilen ve yanıtı tanrının sıfatlarından biri ya da bir insan adı olan manzum bilmece. Bundan hareketle günlük konuşma diline de girmiştir. Günlük dilde anlaşılmaz bir hal alan ve üzerinde uğraşarak çözülebilecek olay ve olguları nitelemek için kullanılır. Muaviye: 661 yılında Emevi devletinin kurucusu ve ilk halifesidir. 680 yılında ölünceye kadar halifelik yapmıştır. Zamanında İslam topraklarını sınırsız geliştirmiş ve başkenti de Mekke'den Şam'a taşırmıştır. Muaviye, bu iktidarıyla islam tarihindeki en büyük ayrışma ve bölünmeyi yaratmıştır. Bu bölünmenin etkisi günümüzde de devam etmektedir. Aslında bu bölünme insanlık tarihinde var olan, demokratik komünal değerlerle, hiyerarşik sınıfçı eğilimlerin çatışması ve ayrışmasının bir devamı niteliğindedir. Muhayyile: Herhangi bir şeyi hayal etme. Muhtedi: Vurguncu, spekülatör. Mukabil: Herhangi bir şeyin karşılığı olan şey. Musallat: Bir şeyin veya kimsenin üzerine bıktıracak kadar düşmek, yapışmaktır. Sırnaşık da denilir. Muştulamak: Sevinilecek bir işin olduğunu birbirine haber vermek, müjde vermek. Moorray Bookchim: Rus devrimci hareketinde faal bir rol oynamış olan
336
göçmen bir anne ve babanın çoçuğu olarak 14 ocak 1921'de Newyork City'de doğdu. 1930'larda komünist gençlik hareketlerine katıldı. Ancak daha bu tarihlerde solun otoriter tavrının farkına vardı. İspanya iç savaşı etkinliklerini örgütlemede aktif bir şekilde yer aldı. Eylül 1939'daki Hitler- Stalin anlaşmasına kadar komünistlerle birlikte hareket etti. Bu tarihte Troçkist-anarşist eğilimlerinden dolayı ihraç edildi. Troçki henüz hayattayken Amerikan Troçkistlerine ilgi duydu ve aktif şekilde eyleme katıldı. Troçkinin ölümünden sonra, Bolşevik otoriterizminin etkisinde kalmalarından dolayı onlardan da umudunu kesti. Zaman içinde özgürlükçü bir sosyalist oldu. Yeni sol hareketinin başlangıcından itibaren içinde yer aldı. ABD'de toplumsal ekoloji hareketlerine öncülük etti. 1960 yılların sonunda ABD'deki özgür üniversitelerden biri olan Newyork'daki Alternatif üniversite'de, daha sonra Staten İaland'da Newyork şehir üniversitesinde dersler verdi. 1974'te Plainfield Vermond'da ekonomi, felsefe ve toplumsal teori ve alternatif teknolojiler konularında Boockhim'in düşüncelerini yansıtan dersleri nedeniyle, uluslararası ün kazanan toplumsal ekoloji endüstrinin korucularından oldu. 1974'te New Jersey Ramapo College'de ders vermeye başladı. 1983'te toplumsal teori profesörü oldu. Mutlakçılık: Doğruluğun, değerin, güzelliğin ya da gerçekliğin nesnel olarak değişmez ve ezeli-ebedi olduğunu öne süren görüştür. Buna göre gerçekliğin değişmez ve tek bir doğru açıklaması olduğu inancıdır. Mutlakçılık, bilimde ve toplumsal geliş-
mede uygulandığında büyük bir dogmatizm yaratır. Bu kaderciliğin farklı bir biçimi olur. İnsan iradesini, bilincini yadsır. Siyaset felsefesinde mutlakçılık, mutlakıyetçilik anlamına gelir. Bu da yönetene mutlak ve sırsız bir güç ve yetki veren, yöneticinin ne doğa yasalarıyla, ne de ahlâki ya da hukuki hiçbir şeyle sınırlanmaması gerektiğini savunan anlayıştır. Münbit: Bir yana doğru çekilip sürüklenen şey. Münezzeh: Saf, temiz, pak. Mürşit: Doğru yolu gösteren klavuz. Müstebit: Denetimi altında bulunanlara söz akkı tanımayan zorba ve despot kişi. Müşterek: Ortaklaşa, el birliğiyle yapılan. Müteşekkil: Oluşmuş, meydana gelmiş.
N Nabukadnazar: Ünlü Babil kralı. İsrail krallığına son veren, krallığın zenginliklerini ve insanlarını Babil'e taşıyarak, Yahudi toplumuna Asur İmparatorluğu'ndan sonra ikinci büyük diasporayı yaşatmış ve en fazla da bu eylemiyle tarihte yer edinmiştir. Babil krallığı Nabukadnazar döneminde sınırlarını genişletmiş, Yahudi krallık topraklarını da sınırlarına dahil etmiştir. Naif: Yumuşak huylu, kavga dövüşü fazla sevmeyen, insanları kırmayan. Napolyon: (I. Napolyon) Napolyon Bonaparte 15 Ağustos 1769 Ajaccio Korsika’da doğar. 5 Mayıs 1821 Saint Helena Adasında yaşamını yitirir. Fransız komutan I. Konsül ve İmparator. Fransız devrimini boğmaya çalışan Avrupa monarşilerinin koalisyonuna
karşı mücadele biçiminde başlayan yayılma savaşları başarılı bir yükselişin ardından ağır bir yenilgiyle sonuçlanmış, buna karşın askerlik, eğitim, idare ve hukuk alanında gerçekleştirdiği reformlar Fransız kurumları üzerinde köklü bir etki bırakmıştır. Üstün askeri ve siyasal yetenekleri açısından da Avrupa tarihinin en ünlü kişiliklerinden biri olarak da kabul edilir. Nasip: Bir kimsenin elde edebildiği, sahip olabileceği, ya da birinin payına düşen şey. Neandertal: Bir tür insansı primat. Avrupa'nın Kuzey'inde, tundralarda yaşamış, fil benzeri büyük bir yaratık olan Mamut avcılığıyla geçinmiş, Mamutların soyunun tükenmesiyle birlikte ortadan kalkan ilk insansılardan. Nesnel: Nesne ile ilgili, nesneye ilişkin, maddi olan. Felsefede bireyin kişisel görüşünden bağımsız olan, objektif. Nesturi: Hiristiyanlığı ilk kabul eden Süryanilerin geliştirdiği bir mezhep. Hz. Muhammed, peygamber olmadan önce Nesturi rahiplerinden çok etkilenmiştir. Netame: Gizli bir tehlikesi olan, tekin olmayan, başına sık sık kaza gelen kişi. Nicelik: Nesnenin ölçülebilir tarafına nicelik denir. Yani bir nesne ve olayı tanımlarken onun ölçülen yanı nicel yanıdır. Nietzsche, Frederic: 18 Ekim 1844'te doğdu. Babası bir protestan papazıdır. Anneside protestan bir papaz ailesindendir. Bu yüzden çocukluğu saygı ve sevgi ortamında geçer. Babasının hastalığı olan migren, kalıtsal olarak ona da geçer. Babası 30 Temmuz 1849 yılında hastalığından körleşerek ölür. Bunun sonucunda katı kurallı kadınla-
337
rın elinde büyür. İlkokulu Namburg'da okur. Küçük yaşta dinin çözüm olmadığını anlar. Bunları sorgulamaya başlar. 13 yaşında ilk otobiyografisini yazar. Orta öğrenimini bitirdikten sonra Bonn üniversitesine kaydolur. Burada ilahiyat dersleri almakla birlikte dilbilgisine daha fazla ilgi gösterir. Daha sonra hocalarının desteğiyle felsefeye yönelir. Üniversiteyi bitirdikten sonra Basel üniversitesine dil bilgisi hocası olarak atanır. 1870 yılında 27 yaşında iken ordinaryüs olur. Nietzsche, bir dönem Almanyanın yüceliğine inansa da kısa sürede bundan vazgeçer. 1873 yılında kişiliğinde bölünmeler başlar. Böyle buyurdu Zerdüşt kitabını bu zaman yazar. Yaşama varoluşçuların penceresinden bakmaz. Sahte olmayan bir dürüstlük arar. Bu yüzden Baseldeki üniversite profesörlüğünü bırakır. Bazıları bu dönemde delirdiğini belirtirler. 1900 yıllarında halisünasyonlar görmeye başlar. Bu durum onun psikolojisini tamamen bozar. 25 Ağustos 1900'de yaşamını yitirir. Nihilizm: Hiççilik, yokçuluk, anlamsızlık, inkarcılık, Nirvana: Budizm'de, her türlü tutkudan alınmış ve doğuş çarkının dışına çıkmış olan kişinin eriştiği mertebe, mutlak dinginlik hali. Acının ve bilgisizliğin ortadan kalkışı durumu, kişinin dünyaya yönelik ilgilerden, kendisiyle ilgili tasalardan kurtulması, arzu ve isteklerden vazgeçmesi, gerçek bir bilgeliğe, mutlak bir bağımsızlığa ulaşması durumu. Nükleer: Atom çekirdediğle ilgili olan. Atom kendi içinde büyük miktarda enerji taşır. Atomu parçalara ayırmak, yani çekirdeğini parçalamak büyük bir enerji açığa çıkartır. Atom bombası de-
338
nen şey de atom çekirdeğindeki bu enerjiyi açığa çıkartıp öldürücü bir hale getirmek ve silah olarak kullanmaktır. Son yıllarda gelişen kuantumun fiziğinin en fazla ilgilendiği alan bu alandır. Atom altı parçacıklar ve onların enerjisi bunun konusudur. Nükleer fizik olarak ifadelendirilen durum da budur. Nüsha: Bir birinin tıpkısı olan yazılı şeylerden her biri.
O-Ö Obje: Cisim, eşya, nesne. Objektivizm: Genel olarak varlığın gerçekliği bilen özneden bağımsız olduğunu dile getiren görüş. Sanı ve özelliğe karşıt olarak bir durum, olaya varlığa duygulardan, önyargılardan etkilenmeksizin değer biçme yeteneği, düşünce, bilgi, yargı, karar ya da tezi. Obsibidyen: Lavlarla birlikte yanardağlardan dışarı çıkan, son derece sert ve işlenmesi güç yeşil renkli taş. Neolitik dönemde işlenerek balta, bıçak, mızrak ve ok başı olarak kullanılan bir taş türü. Odak: Merkez anlamındadır. Herhangi bir düşüncede, nitelikte olan kimselerin, örgütlerin, partilerin bir şeyin kaynağı ve toplama yeri haline gelmesidir veya toplanmasıdır. Olgu: Gerçek. Nesnel olgular ile bilimsel olgular arasında bir ayrım yapılır. Nesnel olgu, insanın pratik etkinliğinin ya da bilgisinin nesnesi olan bir olay, fenomen ya da gerçeklik kesitidir. Bilimsel bir olgu ise, insan bilincinde nesnel bir olgu'nun yansımasıdır, yani kesin bir dil içinde betimlenmesidir. Olimpus: Yunan mitolojisinde tanrıların yaşadığı dağ. Ontoloji: Varlık bilimi. İlk felsefe olarak da bilinen ve teolojiyle benzerlikle-
ri olan, zaman zaman metafizik anlamına gelecek şekilde anlaşılıp, bazen de metafiziğin bir dalı olarak görülen felsefe, disiplin. Optimal: Olabilirlik, uygulanabilirlik, en uygun anlamına gelmektedir. Organik: Çeşitli ön genleriyle bir bütün meydana getiren canlı düzen. Orijin: Bir şeyin kökü, kökeni, özgün hali ve aslı. Ortodoksluk: Başlangıçta Doğu Avrupa, Balkanlar ve Ortadoğu'da yaygınlık kazanmış Hıristiyanlığın üç büyük mezhebinin biri. Öteki iki mezhep Katoliklik ve Protestanlıktır. MS.1054 yılında Roma'dan ayrılan ve onu tanımayan Bizans'la ona bağlı olan Doğu kiliseleri Ortodoks'turlar. Bu anlayış 9. yüzyıldan sonra Slavlar arasında yayılmıştır. Ruslar, Bulgarlar, Sırplar vb gibi uluslar bu inancı benimsemişlerdir. Oryantalizm: /Doğu bilim/ Batı gözüyle Doğu'ya bakan yaklaşım. Bu yalaşıma göre Doğu zenginlik ve ihtişamın merkezidir, ama tembel ve yönlendirilmeye açıktır. Bu konu hakkında inceleme yapan ve bu yaklaşımı değerlendiren Edward Said'dir. Otantik: Gerçek olan, gerçeğe veya aslına dayanan, orijinal olan şeydir. Öznel: Yerleşik felsefe dilinde en genel anlamda, salt öznenin bilincinde ya da zihninde var olma; dış dünyada herkes için geçerli nesnel bir dayanağı bulunmama; nesnelin karşıtı olarak tek bir özeyle ilgili, tek bir özneye ilişkin ya da tek bir özneye ait olma; bilen kişinin kendi bireysel yaşantıları, duyumları ve algıları doğrultusunda dile getirilmiş olma; evrensel anlamında doğruluğu ya da geçerliliği olmama, kişisel ve keyfi yargılardan kaynaklanma; bütün kamuya açık olmama, kişiye ya da belli kişilere özel
olma; salt "ben" tarafından deneyimlenmiş, ben'le belirlenmiş, salt ben'in kendisi için geçerli olma durumunu anlatan felsefe terimi.
P Paganizm: Çok tanrıcılık, putçuluk. Palmyra: Günümüz Suriye topraklarında M.S. 300'lü yıllarda yaşayan, 256'da Roma İmparatorluğu'nun saldırıları sonucu yerle bir olan tarihi krallık. Pandoranın kutusu: Yunan mitolojisi Havva'sıdır. Sözcük karşılığı armağandır. Çünkü ona Aphrodite güzelliğini, Minerva çekiciliğini, Hermes kurnazlığını ve yalancılığını, bütün öteki tanrılar da tek tek kendi özelliklerini armağan etmişlerdir. Böylelikle kadın daha yaratılırken tüm tanrı olmuştur. Efsaneye göre Prometheus tanrılarla savaşmak üzere insanları yaratmasına karşılık, Prometheus'a öfkelenen Zeus da insanları cezalandırmak üzere Pandora adındaki kadını yaratmış, eline de içine de çeşit kötülük, hastalık, dert ve belayı doldurduğu bir kutu vermiş. Kutunun kapağı açıldığında tüm bu kötülükler ortalığa yayılacak, insanlar bu dertlerden muzdarip olacaklardır. Bir gün Pandora dayanamayıp kutunun kapağını açar ve tüm kötülükler ortalığa yayılır. Umut kutudan çıkmak üzereyken kutunun kapağı kapatıldığından, umut kötülüklerle birlikte dışarıya çıkamamış, dolayısıyla insanlık umutsuz bırakılmıştır. Panteizm: Tanrı ile evreni birleştirip özleştiren felsefe öğretisi. Panteon: Yunanlı ve Romalıların en büyük tapınaklarına verdikleri ad. Çok tanrılı dine sahip olan halkların tapındıkları tanrıların tümü, tanrılar kurulu.
339
Paradigma: Evrene bakışta sistematik düşünceler bütünü. Paradoks: Kökleşmiş inanışlara aykırı olarak ileri sürülen düşünce, çelişki, karşıtlık Parametre: Bir olay ya da gelişmeyi değerlendirmede ölçü alınan ve değerlendirmede yön tayin edici olan ilişkilerden her biri. Parmanides: Antik Çağ Yunan felsefesinin tanınan isimlerinden. Elea Okulu'ndan ve idealist felsefenin kurucu öncülerinden. Ksenophanes'in başlattığı varlığı açıklama girişimini Parmanides temel almış ve tamamlamıştır. O'na göre "değişim denen şey görünüşten ibarettir, vehimdir. Varlık ancak ezeli ve ebedi, değişmez, hareketsiz, sürekli, bölünemez, sonsuz, bir tek olarak düşünülebilir." Bu yaklaşımdan hareket ederek monist bir sistem kuran Parmanides, felsefeden dinin sınırlarına ulaşmış, sonraki idealist felsefecilerin tanrıyı açıklamalarının yolunu açmıştır. Partner: Eş, iş arkadaşı, ortak. Parya: Hindistan'da kast dışı olanlara verilen ad. Herkes tarafından hor görülen ve aşağılanan kimse. Pasifist: Pasif olma durumu, radikal eylemlerden kaçınan kimse. Patronaj: Yönetim, gözetim ve koruma ilişkileri. Paye: Rütbe, derece, aşama. Peydahlamak: Genellikle istenmeyen veya yolsuz görülen şeyler edinmek. Philippe: II. Philippe (Philippus), Kör Philippe olarak da tanınan Makedonya kralı ve Büyük İskenderin babası. Pigme: Boy ortalaması 150 cm altında olan Afrika kökenli bir topluluğun bireyi. Piramit: Geniş bir zemin üzerine kurulan, yukarı çıktıkça daralan ve en te-
340
pede birleşen, üç, dört ya da daha fazla cephesi olan yapı, ehram. Firavun mezarlarına verilen ad. Pirus Zaferi: Kazananı olmayan zafer. Savaşan tarafların her ikisinin de aşırı güç kaybına uğrayıp yıkımını ifade etmektedir. Taraflardan biri son tahlilde galip gelse de bu zaferden galip gelenin durumu mağlup olanınkinden pek farklı değildir. Astarı yüzünden pahalı savaş. Pisagor (Pythagoras M.Ö. 580-504): Yunanlı matematikçi ve felsefeci. Evreni sayılarla açıklamaya girişir. O'na göre sayılar "alemin prensibi ve özüdür veya eşya duyulur hale gelmiş olan sayılardır. Sayıların özü de 1'dir. Mutlak bir tanrı ve alemdir". Geometrik parçacıklar bir araya gelir, ilgilerine göre birleşir, ilkel isimleri meydana getirirler. Bunun dışında bir evren açıklaması olamaz. Plep: Eski Roma'da ezilenler ve vatandaş olmayanlar için kullanılan kavram. Pogrom: Yahudileri hedef alan katliam, soykırımlara verilen ad. Postmodernizm: Modernizm sonrası olarak tanımlanmıştır. Modernizme ilişkin kapsamlı eleştiriler geliştirmiştir, ancak yerine neyi koyacağı konusunda net ve berrak bir yaklaşımı yoktur. Sadece modernizme ilişkin eleştiri geliştirmemiş, din, felsefe dahil hemen her ideolojik yakaşıma eleştiri yöneltmiştir. Herkesin bildiğini yaptığı, ideolojilerin olmadığı bir toplumsal yapıyı vaaz etmiştir. Bu yaklaşımlarıyla modernizme karşı olduğu imajını yaratsa da, postmodernizmi kapitalizmi savunan bir yaklaşım olarak değerlendirmek mümkündür. Potansiyel: Varlığı, gücü ortaya çıkmamış olan, gizil güç.
Pozitif: Olgulara, deneylere dayalı olarak bazı nitelikleri belli olan, olumlu, müspet. Primat: Maymun türlerini ve ilk insansıları da içine alan memeliler takımı. Prometheus: Prometheus öç anlamına gelen Yunanca tisis kökünden türetilen bir Titan'dır. Çok akıllı, duygulu, iyicil bir yaratıktır. Bencilliklerinden ve despotluklarından ötürü tanrılara, özellikle de Zeus'e kızmaktadır. İnsanları da evrende kendine benzer varlıkları çoğaltmak için yaratır. İapetos'la Klymene'nin oğludur. Atlas, Menoitios ve Epimetheus'un kardeşidir. Prometheus, öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış, kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanlar yaratmak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vermekle bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır. Bu yüzden de Zeus tarafından zincire vurulmuş ve Prometheus Desmotes (Zincire vurulmuş Prometheus) adıyla anılmıştır. Tanrılarca görevlendirilen bir kartal, sürekli olarak, her gece yeniden oluşan, karaciğerini kemirmektedir. O'nu, Kafkas Dağı'nın tepesindeki bu tanrısal işkenceden bir insan, bir ölümlü olan Herakles kurtarır. Prometheus "Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok" der, böylelikle de insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur. Protestanlık: Martin Luther'in 1517'de 95 maddelik tezlerini Wüttenberg Kilisesi'nin kapısına asmasıyla başlattığı reform hareketi sonucu Hıristiyanlıktan koparak doğan mezhep. Kapitalizmin gelişmesine ve ulus-devletin doğmasında da son derece önemli bir rol oynamıştır. Protokol: Bir toplantı, oturum, soruşturma sonunda imzalanan belge, dip-
lomatlar arasında yapılan anlaşma tutanağı, diplomatlıkta, devletlerarasındaki ilişkilerde geçen yazışmalarda, resmî törenlerde, devlet başkanları ile onların temsilcileri arasındaki görüşmelerde uygulanan kurallar, resmi törenlerde devlet kademelerinde yer alanlara uygulanan kurallar bütünü. Prototip: Bir şeyin ilk örneği, il tipi, ilk modeli. Proudhon: (1809-1865) Fransız siyasetçi, filozof, sosyolog ve iktisatçı, anarşizmin kurucusu. Felsefede Proudhon bir idealist ve eklektik olmuş; Hegelci diyalektiği kaba bir şemaya, her fenomenin "iyi" ve "kötü" yanlarını mekanik biçimde bir araya getirilmesine çevirmiştir. Proudhon, toplum tarihini düşüncelerin mücadelesi olarak görmüştür. Kapitalist mülkiyetin "çalıntı" olduğunu ilan ettiği halde, küçük mülkiyeti sürekli kılmıştır. Proudhon, tek tek meta üreticileri arasında "adil mübadele"ye dayanan bir kapitalizm içinde örgütlenme gibi, ütopyacı bir düşünceyi savunmuştur. Marx ve Marksisler Proudhon'u ve yandaşlarını sert bir biçimde eleştirmişlerdir. Prusya: Almanya'nın kuzey ve doğusunu içeren eyaletlere geçmişte verilen ad. Birlik öncesi Almanya'nın en güçlü eyaleti olan Prusya, birliğin diğer küçük ve zayıf eyalet ve prensliklerini baskı altına alarak Almanya'nın birliğini yaratmıştır. Psikoanalitik: Psikanalizm, özel olarak Freud'un düşünce, çalışma ve eserleriyle birleştirilen psikoloji ve ruhsal tedavi anlayışı, daha genel olarak da Breuer ve Freud'un 1880 ve 1890'lı yıllardaki araştırma ve düşüncelerinden çıkan psikoloji akımı. Psikoanalitik, psikanalizmin uygulanması yöntemi veya diğer adıdır.
341
R Raca: Hindistan'da prenslere verilen unvan, mihrace. Rant: Bir mal veya paranın, belirli bir süre içinde emek verilmeden sağladığı gelir, getirim. Haksız gelir. Rantiye: Bankada bulunan paranın faiziyle veya sahibi bulunduğu değerli evrakın (hisse senedi vb.) geliriyle yaşayan; rantla geçinen kimse. Rasyonalizm: Aklı bilginin temel kaynağı ve sınanabilirlik ölçüsü olarak kabul eden akım. Akla dayanan ve akıl dışı olan her şeye karşı koyan Rasyonalizm, bütün insanlarda doğuştan değişmez bir akıl bulunduğunu, bu aklın da özsel, tümel, deney dışı gerçeklik taşıdığını ileri sürer. Rasyonel: Akla dayanan, ölçülü, akıllı, hesaplı. Reaksiyon: Tepki, tepkime. Realite: Gerçek, gerçeklik. Refleks: Dıştan gelen bir uyarım sonucu doğan hareket, salgı gibi iç tepkilere yol açan irade dışı sinir etkinliği, tepkime. Reform: Daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik, iyileştirme, düzeltme, ıslah etme. Reformatör: Reform yanlısı, reform yapan kişi. Repo: Bankalar arası işlemlerde bir gecelik faiz uygulaması. Restorasyon: Eski bir yapıda yıkılmış, bozulmuş olan bölümleri aslına uygun bir biçimde onarma, yenileme. Retorik: Güzel söz söyleme, hitabet sanatı. Revaç: Geçerli ve değerli olan. Revizyon: Yeniden gözden geçirme, düzeltme, yenileme. Rezerv: Saklanmış, biriktirilmiş, kullanılmayıp yedekte bekletilen, ih-
342
tiyat. Yatağında veya havzasında bulunduğu hesaplanan, henüz işletilmemiş kömür, demir, petrol madeni vb. devletin elinde bulunan dövizlerin toplamı, döviz rezervi. Rif Hattı: İnsanlığın doğuş ve evrimleşme süreçlerinin kök bulduğu yerlerin başında gelmektedir. Yapılan kazılar Doğu Afrika'nın bu bölgesinde ilk insansıların ortaya çıktığı, geliştiği ve buradan Toros-Zağros dağ sisteminin kavislerine ulaştığını kanıtlamaktadır. İlk insansıların tümünün Doğu Afrika kökenli olduğu, benzer insansıların dünyanın başka yerinde gelişmediği kesine yakındır. En azında bugüne kadar yapılan kazı ve araştırmaların gösterdikleri bu doğrultudadır. Ritüel: Dinsel ayin, ibadet. Roger Bacon: 1214-1294 yılları arasında yaşamış İngiliz bilim adamı ve filozofudur. Doğaya dair öğrenilecek daha çok şeyin olduğunu söyleyerek, deneysel bilimlere büyük bir önem veren Skolâstik Ortaçağ felsefecisi ve düşünürüdür. Fransiskenlerin yetiştirdiği en önemli bilim insanlarından biridir. Geniş bilgisi nedeniyle Batıda Dr. Mirabilis (olağanüstü bilgin) lakabıyla tanınır. Romantizm: XVIII. yüzyıl sonunda başlayan; duygu, coşku ve sembole aşırı yer veren sanat akımı. Roza Lüxemburg: Polonya kökenli Alman Marksisti. Polonya İşçi Partisi'nin önderlerinden biri olarak siyasal mücadeleye katılır. Sonrasında Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin üyesi olur. Düşünce ve eleştirileriyle sadece Almanya'da değil, işçi sınıfının uluslararası önderlerinden biri haline gelir. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Alman devriminde önder düzeyinde rol üstlenir. Savaştan
yenik çıkan Almanya'da bir devrim beklentisi oluşur. Roza Lüxemburg ile Karl Liebneckt'in bu durumdan hareketle Almanya'da devrimi gerçekleştirmenin önderliğine soyunurlar ve bu amaçla Spartakistler Hareketi'ni örgütlerler. Ancak 1919 Ocak ayında Roza Lüxemburg Karl Liebneckt'le birlikte katledilir. Temel eseri; Sermaye Birikiminin Tarihsel koşulları ve hapishaneden mektupları sayılabilir. Rönesans: Yeniden Doğuş anlamındadır. Floransa başta olmak üzere İtalya'da gelişmiştir. 13. yüzyılda gelişmeye başlamış, başta resim, heykel, mimari olmak üzere dönemin tüm sanat akımlarını etkilemiş, matematik, astronomi ve mühendislik bilimlerinin gelişmesinde de büyük roller oynamış, bunun da ötesinde düşünce akımlarını da etkilemiştir. Hümanizm düşüncesi bu dönemin düşünce akımı olup, Skolastiğin aşılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yine Reformasyon'un gelişmesinde ve dinde reformlara gidilmesinde Rönesans'ın önemli bir rolü olmuştur. İtalya'da gelişen Rönesans, daha sonra Avrupa'nın diğer ülkelerine yayılmıştır. Rüşeym: Embriyon, oluşum hali, bir şeyin doğum öncesi hali.
S-Ş Saint Paul: Tarsuslu olan Pavlus, ilk Hıristiyanlara karşı bir savaşım içindeyken, sonradan Hıristiyanlığı benimsemiş, yayılması için büyük çabanın sahibi olmuştur. Bu amaçla Roma İmparatorluğu'nun denetim altındaki Anadolu, Akdeniz ile Ege Denizi kıyılarındaki şehirler başta olmak üzere
geniş bir alanı gezmiş, Hıristiyanlığın propagandasını yapmıştır. Roma İmparatorluğu'nun Hıristiyanlığı yasaklamış olmasından hareketle dinin bu merkeze taşırılması ve alanın da ikna edilmesi gerektiğinden hareketle buraya da gitmiş, İmparatorluğa karşı dini propaganda ettiği gerekçesiyle yakalanmış, çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Çeşitli halklara yazmış olduğu mektupları "Resullerin İşleri" adıyla İncil'e eklenerek yayınlanmıştır. Safdil: Kolayca aldatılan, saf kimse. Safsata: Boş, temelsiz, asılsız söz. Saint Simon: Tam adıyla Henry Claude de Rouvroy Comte de Saint Simon, 1760 - 1825 yıları arasında yaşamıştır. Soylu bir aileden gelen ve iyi bir öğrenim gören Simon, 1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na subay olarak katılmıştır. Fransa'ya döndükten sonra gelişen Fransız Devrimi'ne de katılmış, bağlı olduğu Komün Meclisi'ne başkan seçilmiş, Kont unvanından vazgeçmiştir. Toplumsal eşitliği savunan düşünceleriyle tanınan Saint Simon, 19. yüzyıl ütopik sosyalistlerinin en önde gelen ismidir. İlerlemeci tarih anlayışı tarafından düşüncelerin gerçekleşme koşulları olmadığı gerekçesiyle ütopyacı olarak tanımlanmıştır. Sanal: Gerçekte var olmayan, zihinde tasarlanan, hayali, farazî. Sarraf: Mesleği, değerli kâğıt ve metal paraları birbiriyle değiştirmek, tahvil alış verişi yapmak olan kimse. Altın, gümüş gibi değerli metallerin alım satımıyla ilgili olmalarından hareketle kuyumculara da sarraf denilmektedir. Seans: Mesleğini veya sanatını yapan bir kimsenin yanında, o kimsenin mesleğiyle ilgili bir iş için aralıksız harcanan süre. Sinema, tiyatro, konser gibi sanat dallarında yapılan
343
gösterilerden her biri. Sektör: Bölüm, kol, dal, kesim. Özel sektör, kamu sektörü vb. Sembolik: Simgesel, örnek kabilinde olan. Sentez: Birleşim. Tez ve antitezden hareketle varılan sonuç, birleşim. Senyör: Ortaçağ Avrupa'sında toprağı olan derebeyi. Spetisizm: Kuşkuculuk, şüphecilik. Felsefede bir akım. Seramoni: Tören. Resmî yerlerde, resmî işlerde uyulması gereken kural, yol ve yöntemlerin tümü. Serf: Feodal toplum düzeninde toprakla birlikte alınıp satılan köle, toprak kölesi. Serimlemek: Açımlamak, bir konu anlatılırken veya yazılırken açmak. Sezgi: Bir olayı gerçekleşmeden önce sezme yeteneği, feraset. Gerçeğin deneye veya akla vurmadan, doğrudan doğruya kavranması. Silsile: Birbirine bağlı, birbiriyle ilgili şeylerin oluşturduğu dizi, dağ silsilesi gibi. Atalardan torunlara kadar aile efradının tümü için de kullanılmaktadır. Simbiotik: Karşılıklı bağımlılık ve beslenme. Örneğin; Anne-çocuk karşılıklı bağımlılık ve beslenme ilişkisi. Doğal yaşama dayanan karşılıklı çıkar ilişkisi. Simülasyon: Bir şeyin tıpkısının sanal ortamda gerçekleşmesi, sanal, yapay. Simültane: Aynı anda olan, eş zamanlı. Bir konuşmayı aynı anda başka bir dile tercüme etme. Siyonizm: 1898'ların sonunda gerçekleşen bir toplantıda fikir babalığını Theodor Herzl'in yaptığı ve çeşitli ülkelerdeki Yahudilerin de sahiplendiği Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan milliyetçi, ırkçı Yahudi akım.
344
Skolastik: İnanç ve bilgiyi kiliseyle, özellikle Aristoteles'in felsefesi temelinde dini yorumlayan ve tanrının varlığını akıl yoluyla ispatlamaya çalışan Ortaçağ felsefesi. Bu din ve felsefe karışımı yaklaşımı Scot Euregenia kurmuştur. Adını da kurucusunun adından almıştır, ancak Ortaçağ kilise ve uygulamalarıyla bütünleşmiş, Ortaçağ Avrupa'sını ve bu dönem kilisesini anlatan bir kavram haline gelmiştir. Sofizm (Bilgicilik): Eski Yunan'da M.Ö 5. yüzyılın ikinci yarısından M.Ö 4. yüzyılın başlarına değin para karşılığı felsefe öğreten gezgin felsefecilerin (sofistler) oluşturdukları akım. Softa: Medrese öğrencileri için kullanılsa da, günümüzde dine aşırı bağlı gibi görünen, ama özünde buna fazla inanmayan, dini, çıkarları için kullanan kimseler için de kullanılmaktadır. Bir görüşe, inanışa bilmeden, öğrenmeden körü körüne bağlananları anlatmak kadar, yaşadığı çağın gerisinde kalmışları ifade etmek için de kullanılmaktadır. Sokrates: M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşayan ünlü Yunanlı düşünür. Sofistleri ve demagogları şiddetle eleştiren Sokrates, devleti yönetmek için ahlaklı insanın yaratılması gerektiğini savunur. "Kendini bil" düsturuyla insanı öne çıkaran ve kendini bilmeyi tüm bilmelerin esası olarak ele alan ve bunu bulunduğu her ortamda yayan Sokrates iktidarda bulunanların hışmını üzerine çeker ve gençlerin ahlakını bozduğu gerekçesiyle yargılanır, idama mahkûm edilir. Öğrencileri kaçarak idamdan kurtulmasını önerseler de, Sokrates bu öneriyi reddeder ve baldıran zehrini içerek verilen idam kararını gerçekleştirir. Sokrates geride fazla yazılı eser bırakmazsa da, öğrencileri, özel-
likle de Platon hocasının düşüncelerini çalışmalarının konusu olarak yaymış, bugüne gelmesini sağlamıştır. Solon: Antikçağ Yunan devlet adamı. M.Ö. 600-500 yılları arasında yaşamıştır. Adıyla anılan yasaları geliştirmesiyle ünlüdür ve bununla tanınır. Yasaları, iç köleciliği kaldırmış, borçlanmaları ve dolayısıyla borçlanmaya bağlı köleciliği de sonlandırmıştır. Borçlanmaya bağlı köleleri azat etmiş, borç altında olan tarlaların üzerindeki borçlanmaları da kaldırmıştır. Yunan demokrasisinin gelişmesinde Solon en önemli adımı atmıştır. Sosyoloji: Toplumu inceleyen bilim dalı. Sosyo psikoloji: Toplumsal psikoloji Spartaküs: M.Ö. 73 yılında Roma İmparatorluğu'nda meydana gelen bir köle isyanına önderlik eden ve adını veren kişi. Spartaküs'ün Trakyalı bir soylu olduğu ve köleleştirildiği, gladyatör olarak arenalarda kullanıldığı, gladyatörleri örgütleyerek başlattığı isyanın kölelerin katılımıyla geniş alanlara yayıldığı, Roma ordularıyla birkaç karşılaşmada başarıyla çıktıkları, ancak sonunda yenildikleri, Spartaküs de dahil binlercesinin de yakalanarak çarmıha gerilerek öldürüldükleri tarih kitaplarında anlatılmaktadır. Spartaküs'ün eşitlik ve özgürlükçü düşünceleri savunduğu, isyanı da bu yaklaşımdan hareketle başlattığı, bu anlamda da sosyalist bir insan olduğu, isyanın da bu içerikte olduğu değerlendirilmektedir. Başarısız kalmasını da kimileri koşulların olgunlaşmamasıyla açıklamaktadırlar. Spekülasyon: Kurgu, kurgulama. Bir mal, şirket hakkında olduğundan farklı düşünceler yayarak çıkar sağlamak. Fi-
yat dalgalanmalarından yararlanarak kazanç elde etmek, vurgun, vurgunculuk, ihtikâr. Bir düşünceyi ya da kişiyi farklı yansıtarak, siyasal çıkar sağlamak Spinoza, Baruch: 1632-1677 yılları arasında yaşamış olan ünlü panteist düşünür. Teolojik-Politik Deneme, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine, Geometrik Bir Tarzda İspatlanmış Etika adlı eserleri bulunan Spinoza, dini baskı ve engizisyon nedeniyle, İspanya'dan Hollanda'ya kaçmış olan Yahudi bir ailenin çocuğudur. Felsefi görüşlerinden ve laikliği savunan yaklaşımlarından dolayı Yahudi camiasından aforoz edildiğinde 24 yaşında olan filozof, hayatını optik araçlar yaparak, lens tamir ederek kazanmıştır. Spiral: Sarmal, helezonik biçiminde olan. Stalin: Gürcü asıllı olan Stalin 1879 yılında doğmuş, Rus Komünist Partisi üyesi olarak Ekim Devrimi'nin örgütlenme sürecine katılmış, ülke içi faaliyetlerin temsilciliğini yapmıştır. Devrimin önemli simalarından olan Stalin, Sovyetler Birliği bünyesindeki "Uluslar Komiserliği"nde bulunmuş, Lenin'in ölümünden sonra Devrimin ve Sovyetler Birliğinin bir numaralı şahsiyeti haline gelmiş, otoriter sosyalizmin simge kişisi haline gelmiştir. Çeşitli konulara ilişkin düşüncelerini yayınlayan Stalin, 1953 yılında ölmüştür. Stoacılık: Kıbrıslı Zenon'un kurduğu felsefi öğreti. Derslerini stoa denilen direkli galeride verdiği Zenon'un felsefi akımı bu adla anılmıştır. Aklın egemenliğini, doğaya uygun yaşamayı, ruhun duyumsamazlığı ve dünya yurttaşlığı düşüncesini savunmuştur. Felsefe akımı olmakla birlikte dine de yakın durmuş, Roma İmparatorluğu'nda bir dönem devlet dini haline gelmiş, Hıris-
345
tiyanlık başta olmak üzere tek tanrılı dinlere esin kaynağı olmuştur. Strateji: Önceden belirlenen bir amaca ulaşmak için tutulan yol. Süfli: Kirli, pasaklı, dağınık, Suistimal (Suiistimal): Görevini, yetkisini, kendisine güveni vb. kötüye kullanma, yolsuzluk. Suhreverdi: Asıl adı, Şehabettin EbUla Futuh Suhreverdidir. 1155 yılında Suhreverd'de doğmuştur. Işıkçılık (İşrakiyun-İşrak felsefesi) felsefesinin ve tarikatının kurucusudur. Felsefede yeni Platoncu olarak bilinir. Ona göre, gerçeğe ancak sezgi yoluyla ulaşılabilinir. Tanrıyı bir ışık olarak görür. Maddi varlıkları ise, bu ışığın alçalması, dünyaya yayılması ve yoğunlaşması olarak tanımlar. Bu düşüncesini kısa sürede etrafa yayar. Önemli şahsiyetlerle ilişki geliştirir. Onun bu düşüncelerinin İslam akidesine ters düştüğünü öne süren Halep'teki İslam ulemasının kararıyla 1191 yılında düşüncelerinden dolayı idam edilir. Diğer önemli bir özelliği de Doğu ile Batı arasında yaptığı ayrımdır. Ona göre Doğu, maddiyattan tamamen sıyrılmış, saf ışık ve meleklerin mekanıdır. Batı ise maddiyatın dünyasıdır. Işık ise bu iki noktanın birleştiği yerdir. Böylece rasyonel düşünce ile sezgisel düşünceyi felsefesinde birleştirmiştir. Ona göre rasyonel bilgi önemlidir, ama tek başına yeterli değildir. Çünkü insan rasyonel kalıplardan ötedir. Süveyş (kanalı): Tamamı Mısır topraklarında yer alan, Akdeniz ile Kızıldeniz arasında geçiş sağlayan ve 1850'lerde yapılan kanal. Şablon: Çok sayıda yapılacak olan bir nesnenin çıkarılan ve her seferinde yeniden yeniden kullanılan kopyası.
346
Şahika: Doruk, zirve, en üst derece. Şaman: İlk çağ toplumlarında, toplumun bilgesi rolünde olan ve gelecekten haber verme, büyü yapma gibi görevleri olan, ruhlarla ilişki kurarak hastalıkları iyileştirdiğine inanılan din kadınıadamı. Şatafat: Süs ve gösteriş. Şovenizm: Kendi ulusunu öne çıkararak değişik ırk ve ulusları küçümseyen, aşağı gören, kökenini milliyetçilikten alan ırkçı yaklaşım. Şuur: Bilinç.
T Tabu: Hukuken olmasa da toplumsal ahlak ya da kural gereği dokunulması, kullanılması yasak olan insan, nesne, hayvan ve düşünce kalıpları gibi kutsal sayılan şeylere dokunulmasının topluma zarar vereceğini savunan yaklaşım. Korunması gereken şeyleri hukuka başvurmadan koruma. Tahakküm: Hükmetme, hakimiyet altına alma. Bıskı, zorbalık. Tahayyül: Hayal etme, hayal kurma. Tahvil: Devletin veya özel bir kuruluşun piyasaya sunduğu, faizi vadesinin tamamlanmasıyla gerçekleşen kıymetli kâğıt. Taife: Tayfayla aynı anlamda olup, türetmedir. Halk dilinde aynı işi yapan topluluğu anlatmak için kullanılmaktadır. Tarikat: Tasavvufa dayanan, Tanrı'ya ve gerçeğe ulaşmayı hedefleyen, dini savunulan düşünceler temelinde yorumlayan ve "yol" anlamına gelen dinsel yaklaşım. Tasarım: Bir araç ya da eylemi gerçekleştirilmeden önce düşünsel düzeyde gerçekleştirilebilecek tarzda planlamak.
Tasavvuf: Tanrı'nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdetivücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefî akım, İslâm mistisizmi. Tasavvur: Tasarımdan kökünü alan tasavvur etme, göz önüne getirme, hayal etme ve zihinde bir kişilik kazandırmayı ifade eder. Tasnif: Bölümleme, ayrıştırma, sınıflama. Tebaa: Bağımlılık ilişkilerinde ele alınan uyruk. Feodal beyin tebaası gibi. Tefeci: El altından yüksek faizle ödünç para veren kimse, faizci. Teoloji: İlahiyat, tanrıbilim. Teras: Taraça, bir binanın bir yanı kapalı olsa da, geniş alanı dışa açık ve görüş açısı olan en üst kat. Terminoloji: Bir sanat kolunda, bilim dallarında veya teknik alanlarda özel olarak kullanılan terimlerin tümü. Daha genel olarak da bir konu anlatılırken, konuyla ilgili kullanılan kavramlar. Teskin etmek: Acı, öfke, heyecan gibi duyguları yatıştırma, dindirmeye çalışma. Teslis: Hıristiyan dininin en temel doğmalarından biri. Baba, Oğul, Kutsal Ruh'u temsil eder ve Tanrı'nın üç ayrı kişiden oluştuğuna inanmayı ifade eder. Tez: Bir konu hakkında kesinleşmemiş, kanıtlanmamış, olası sonuçları hesaplanarak ileri sürülen toplu düşünce. Thales: Yunanlı olup, M.Ö. 600'lü yıllarda yaşamıştır. Babil ve Mısır'ı gezmiş, buralarda eğitim almış, felsefi yaklaşımlarını bu temelde kurmuştur. Thales, doğa felsefecilerinin ilki olmak kadar, Batılı anlamda ilk filozof sayılmaktadır. Thales evrenin ana maddesi (arkhe) nedir diye sormuş ve bunu da su ile açıklamıştır. Bu yakla-
şımıyla evrenin oluşumunu sorgulamanın yolunu açmış, öğrencileri Anaksimandros ile Anaksimenes bu sorgulamayı derinleştirmişlerdir. Sonraki felsefeler bundan ayrılsalar da, temel Thalesle atılmıştır. Total: Bütünsel, toplam. Totem: Doğal toplumda kendisinden türenildiği sanılan veya korkulan dolayısıyla da kutsal sayılan hayvan, ağaç, rüzgâr, güneş, ay, yıldırım vb. tapınma konusu olan nesne. Totoloji: Bir şeyi hep başka gerekçe ve nedenlere dayanarak açıklama. "Şu olmasaydı, bu olmazdı" türünden çıkarsama yaklaşımı. Trajedi: Konusunu efsanelerden veya tarihî olaylardan alan, acıklı sonuçlarla bağlanan bir tür tiyatro eseri, tragedya. Böyle olmakla birlikte, günümüzde karşılaşılan acıklı olayların hepsi için, yani, acıklı olayları anlatmak için kullanılmaktadır. Triumvira: Latince bir terim olup, "üçlü yönetim" anlamına gelmektedir. Roma Cumhuriyeti döneminde konsüllerin yönetiminden hareketle geliştirilen bir yönetim anlayışıdır. Sonrasında da Napoleon'un imparatorluk öncesi kısa dönemde uyguladığı yönetim biçimi. Trostky (Troçki): Ekim Devrimi'nin önemli simalarından. 1879'dadoğan Trostky, Lenin önderliğindeki devrime katılmış, Kızılorduyu kurmuş, devletin önemli kademelerinde görevler almış, ancak daha sonra ideolojik nedenlerle Ekim Devrimi'ni gerçekleştiren yapıyla ters düşmüş, Sovyetler Birliği'nden sınırdışı edilmiştir. Çıktığı ülke topraklarının dışında Sovyetler Birliği'ne karşı yürüttüğü faaliyetlerden dolayı vatandaşlıktan çıkarılmış, 1944'te de Mek-
347
sika da yanında çalışan bir kişi tarafından öldürülmüştür. Truva Atı: Efsane, Yunan site devletleri arasındaki savaşta geçer. Efsaneye göre savaşın taraflarında biri olan Atinalılar İonyalılarla yaptıkları savaşta bir hileye başvururlar. Hile; yenemedikleri İonyalılara tahtadan yaptıkları bir at hediye etmeleridir. Atinalılar yaptıkları atın içini asker doldurmuş, barış hediyesi adı altında surlardan şehre sokmuş, atın içinde saklanan askerlerin gecenin ilerleyen bir saatinde atın içinden çıkarak şehrin kapılarını açmaları ve bu temelde savaşta başarıya ulaşmalarını anlatır. Siyasal literatürde içten fethetme anlamında kullanılır. Troya (Truva): Antik Yunan site devleti. Yapılan kazılar bugünkü Çanakkale şehir sınırlarının olduğu yerde ortya çıkan kalıntılar Truva'nın M.Ö. 2.000'lere doğru kurulduğunu kayıtlamaktadır.
U-Ü Uhrevi: Ölüm sonrası dünya, ahiret ile ilgili olan, öte dünyayla ilgili olan. Ütopya: Hayal. Toplumun doğal ve demokratik özelliklerine göre yeniden kurulmasını veya eşitlikçi bir toplumu gerçekleştirme tasarısı, hayali. Ütopya her ne kadar gerçekleştirilmesi imkânsız hayaller gibi gösterilse de, toplumsal düzeydeki tüm gerçekleşmeler bu tasarım ve hayaller sonucu gerçekleşmişlerdir. Zor da olsa, iddia edildiği gibi ütopyanın gerçekleşmesi imkânsız değildir.
V-W Vaha: Çöllerde görülen ve yüzeye çı-
348
kan yeraltı sularının yarattığı yeşil alan, yerleşim bölgesi. Çölde yeşil adacık. Vakıa: Olgu. Varoluşçuluk: İnsanın dünyadaki varoluşunun somutluğuna ve sorunsallığına ağırlık vererek yorumlayan felsefi yaklaşımların ortak adı. İnsanın kendi kendini yarattığını savunan felsefi akım. Varsayım: Kanıtlanmadan, geçici veya kalıcı olarak benimsenen önerme; deneyle henüz yeter derecede doğrulanmamış ama doğrulanacağı umulan teorik düşünce, hipotez. Vasıf: Nitelik. Veciz: Kısa, vurgusu güçlü, anlatımı etkili söz. Vehamet: Kuruntu. Kökünü vehimden almaktadır. Veliaht: Bir hükümdarın ölümünden veya tahttan çekilmesinden sonra tahta geçmeye aday olan kimse. Versiyon: Değişik, farklı biçim. Aynı malın değişik biçimde üretilmesi, aynı düşüncenin farklı biçimde sunulması. Virüs: Bulaşıcı hastalıklara yol açan mikrop. Koşulları oluştuğunda üreyen ve hızla çoğalarak yayılan virüs, toplumsal alanda da düşüncelerin gelişip yayılmasını olumsuzlanma temelinde kullanılmaktadır. Vulger: İradecilik, felsefede olay ve gelişmeleri nesnel durumdan bağımsız iradeyle, iradenin gücüyle yönlendirmeyi savunan yaklaşım, felsefi akım. Wallerstein, Emanuel: Kapitalizm ve reel sosyalizmi eleştirel temelde değerlendiren Amerikalı sosyolog, sosyal bilimci. Weber, Max (1864-1920): Weber bir toplumbilimcidir. Düşünceleriyle
dönemini ve günümüzü de etkileyen kişiliktir. Toplumbiliminin gelişmesinde ve sistemli hale gelmesinde rolü olan Weber'e göre toplumbilim; toplumsal eylemi anlamaya, oluş biçimi ve sonuçları bakımından nedensel olarak açıklamaya çalışan bir bilimdir. "Eylemleri yalnızca pratik biçimde anlamak iyi değildir. Onları aynı zamanda nedenleri açısından da anlamak gerekir. Ancak bu şekilde bir anlayış açıklayıcı nitelik taşıyabilir." Toplumsal eylemleri açıklarken nedenler açısından almak gerektiğini söyleyen Weber, nesnel hareket edilmesi gerektiğini tavsiye edilmesini savunur ve aynı yaklaşımını bilimi değerlendirme ölçüsü olarak da verir. Weber'e göre bilim akılcılaştırmanın bir parçası olmakta ve iki nitelik göstermektedir. Toplumsal gerçekler zaman içinde sürekli değiştiklerinden tamamlanmamıştır. İkinci niteliği ise bilim nesneldir, değerlerle değil gerçeklerle uğraşmalıdır. Westphalia Antlaşması: Din savaşlarını sona erdiren ve ulus-devletin gelişmesinin temellerini atan bu antlaşma 1649 yılında gerçekleşmiştir. Prusya'nın egemenliği temelinde Alman ulus-devlet ve "birliğinin" yaratılması bu antlaşmayla sağlanmıştır. Westphalia Antlaşması'nın temelini attığı ulus-devlet, İngiliz devrimleri, Fransız Devrimi ve Napoleun'un yaklaşımlarıyla kök salmıştır.
Y-Z Yafta: Üzerine asıldığı veya yapıştırıldığı şeylerle ilgili herhangi bir bilgi veren yazılı kâğıt parçası, etiket. Orduda askerin hangi sınıfa dahil ol-
duğunu gösteren taşınan işaret. Yağdanlık: Makine parçalarına yağ akıtmak için kullanılan, ince uzun bir borusu olan kap, daha genel olarak da yağ konulan kap. Yanılsama: Yanlış algılama ve duyu yanılması. Var olan nesne veya canlıyı yanlış, ayrımlı veya değişik olarak algılama. Yapısal: Temel ilke ve kuruluşla ilgili olan. Yeknesak: Biteviye, tekdüze, tek örnek, monoton. Yeşua: Ünlü Yahudi kral. Mısır'dan çıkış ve Filistin'e gelinen zamana kadar Yahudi topluluğa direkt Musa'nın önderlik ettiği, uzun bir zaman alan yolculukları boyunca Yeşua'nın da komutan düzeyinde grubun güvenliğinden sorumlu olarak Musa'dan sonraki en etkin kişi olmuştur. Ölümünden sonra Musa'nın kabilesi din ve rahiplikle ilgili sorumlu olurken, Yeşua yönetimin başı ve bir anlamda "Kutsal Topraklardaki" ilk kral olmuş, İsrail Krallığı'nın kuruluşunun temellerini atmıştır. Yeti: İnsanda bulunan, bir şeyi yapabilme gücü, meleke. Bellek, usa vurma, algılama veya imgeleme gibi insanın doğuştan gelen zihin güçlerinden herhangi biri. Zennube: Ünlü Palmyra kraliçesi. M.S. 250'lerde iktidarda olan Zennube, Roma İmparatorluğu'nun saldırılarına güç getiremeyince teslim olur, egemenliği kabul eder. Ancak Roma İmparatoru Palmyra'yı terk edip Roma'ya dönmeye başladığı sırada ayaklanan Zennube önderliğindeki Palmyra Krallığı, Roma İmparatorluğu'nun ağır saldırılarıyla 256 yılında yok edilir. Zennube tutsak edilir bunun sonucunda intihar eder.
349