1
BİZ KİMİZ Kİ ZATEN ? CEM IŞIK Penguen Dergisi’nin, pardon; “Haftalık Penguen Dergisi”nin kapanma sürecini hep birlikte yaşadık. Bu süreçte gördük ki insanların derdi ne mizah, ne muhalefet ne de sanat. Herkes parasının derdinde, prim yapmanın derdinde. Kronolojik olarak anlatmak gerekirse… Penguen dergisi, sosyal medyadan “4 sayı sonra kapanıyoruz, bizden bu kadar.” dedi. Satışların düştüğünden dert yandı. İlk tepki sosyal medyadan geldi yine, aman nasıl olur yapmayın etmeyinler, kampanyalar başladı. Çağrılar yapıldı, “10 tane alalım kapanmasın.” diyenler oldu. Bizi rafta görüp bir tane almaya tenezzül etmeyen halk on tane penguen aldı. Erdil Yaşaroğlu bütün bu gelişmeleri sahibinden.com’da Ferrari ilanlarına bakarak takip etti. Biz ise 2,5 Liradan 2,75 Lira olan dolmuş fiyatları yüzünden efkar içindeydik. İkinci tepki ardından Penguen çizeri Serkan Yılmaz’dan geldi. Penguen yönetimini eleştirdi. Tepkisinde Edirne’den Kars’a, Dünya’dan Mars’a, kasıktan dize kadar haklıydı. 10 tane alalım diyen kesimin bazılarında jeton düşmüştü. Ulan yoksa bizi mi sikiyorlar diye düşünmeye başladı. Mizah okuyucusu bu boru değil, düşünebilme özelliği var.
Erdil Yaşaroğlu bu süreci İnstagram’da kendisine yazan mankenlere cevap vererek takip etti. Biz ise İnstagram’da mankenlerin götüne bakarak 31 çekmeye devam ediyorduk. Arkasından Vedat Özdemiroğlu güzel bir yazı yazarak “Bu satılmıyoruz yalanını yemedim.” dedi. Türk mizahından filan bahsetti. Yazıyı okudum, sonra ulan dedim ben mi atlıyorum acaba. CTRL+F ye bastım ve bizim derginin adını yazdım. Sonuç bulunamadı dedi. Leman yazdım çıktı, Penguen çıktı, Uykusuz çıktı, Gırgır çıktı. Bizim dergiden bahsetmemiş. Çok canım sıkıldı. Bütün bunlar olurken Erdil Yaşaroğlu zevk sigarasını içiyordu. Biz de efkar sigarasını yakmıştık. Yak yak yak. Sonra Otisabi karakterini (karaktersizini desek daha doğru. Milletin anasına bacısına sarkıyor.) çizen Yılmaz Aslantürk “Mizah dergileri muhalefet yapmadığı için kapanıyor.” başlıklı bir röportaj verdi. Merak etmeyin o röportajda da biz yokuz. Biz kimiz ki amına koduğumun piyasasında zaten. Tabi bu sırada Erdil Yaşaroğlu yeni reklam anlaşmaları filan yapıyor. Biz de Yaysat ile olan anlaşmamızı bitirip, genel dağıtıma ara veriyoruz. Mizahçılar arasında 2. Dünya savaşı başlamış tabi. Gırgır’ın kapanmasına neden olan karikatürün çizeri Seyfi Şahin, Yılmaz Aslantürk’ün röportajını paylaşarak “30 yıldır hiç siyasi bir çizimi olmayan kişinin kurduğu cümleye bak amk.” dedi.
Bu sırada bizim dergiyi hiç okumamış olan Şevket Çoruh (arka sokaklardaki dışı kötü içi iyi polis) penguen için video çekti. Çünkü biz tam bir pislik çıktık Rıza Baba. Erdil mi? O da ulan ayıp olmasın, millet 10’ar 20’şer dergi alıyor. “Teşekkür ederiz ama yine de kapanıyoruz, bu kadar kampanya yapmanıza gerek yok. ” dedi. Biz de sigara paketi şeklinde kapak yaptık, belki dikkat çekeriz de 100-200 fazla satarız diye. Ve “journo.com.tr” sitesinde Gülten Sarı adlı bacımız bir yazı yazdı. Başlık şu; “Penguen, Gırgır, mizah dergilerinin ömrü ve ölümü” Aha dedim bu sefer birisi bizden bahsetti galiba. Okudum okudum okudum. Bi baktım yine biz yokuz. Ulan Türkiye’de 4-5 tane mizah dergisi var zaten. 4 tane çizerle röportaj yapmış yine bize bişi soran yok. Bizde mi bir orospu çocukluğu var acaba diye düşünmeye başladım. Mail attım journo ya. Cevap bile vermediler. Penguen son sayısının çıkartıp yayın hayatına veda etti. Erdil Yaşaroğlu erdi muradına, biz çıkalım kerevetine. ( Google - > kerevet nedir? - > enter - > Üzerine şilte serilerek yatmaya veya oturmaya yarayan, duvara bitişik, ayakları olan, tahtadan sedir ) İşte böyle böyle şeyler oldu. Hani oyuncu olmanın yolu yönetmenin yatağından geçiyor derler ya. Galiba Türkiye’de de mizah dergisi olmanın yolu Metin Üstündağ ve Bahadır Baruter’in yatağından geçiyor. Dergim adına kendimi feda ediyorum. Sikin beni!
3
PARÇA-LAMA MİTOS-LAMA Mitolojik öyküler çok eğlencelidir. Olanaksız bir yapılanmanın sonunda güzel sonuçlar çıkar, aslında masallar, fantastik sinema senaryoları hep bu mitlerden türer. Salt kurgu değil, tıp, biyoloji, mimari konular da mitosa bulaşmıştır. Narsist, yani kendine tapma da mitoslara dayanır. Kendi halinde bir genç göl kenarına gider, kendi yansımasını göl yüzeyinde görür ve aşık olur. Göl kenarından ayrılamaz, gözlerini yansımasından alamaz, aç susuz kalıp ruhunu teslim eder. Bedenin olduğu yerde çiçekler biter, nergisler. Narsist ve nergis aynı kökene sahip kelimelerdir. Daha doğudan bir mitosta ise, Çin topraklarında bir budist rahip sürekli dua eder, gece gündüz. Uykusuzluğa dayanamaz dalar uykuya. Uyandığında kızar kendine ve göz kapaklarını kesip atar bahçeye. Orada da bir bitki oluşur, çay. Kızgın rahibin göz kapakları sabah ayılmamızı sağlarken kendine aşık gencin bedeni bize hoş koku ve benzersiz biçimiyle keyif veriyor. Psikiyatride anılan Elektra ve Oedipus komplekslerinin adlarının kökeni de aynı adlı tragedyadan gelir. Bilim ve sanat içiçedir. Biri olmadan diğerinden söz edilmez.
SAÇMA-LAMA Eriyen buzun içindeki çizgilere baktı uzun süre. Bunlar yukarıdan aşağıya doğru mu oluşmuş, biri diğerinden kalın mı? Sokakta taşın bile kokusunu söküp havaya saçan yaz yağmuru vardı. Yaz yok, ama yaz yağmuru vardı. Onca mucizenin içinden aldırış etmeden geçen insanlar, olmadık şeylerden şikayet edip nohut mayası ekmek yapan Veysi’nin fırınında nefsine yenilip duruyor, şekilsiz ekmeklerden alıp yollarına devam ediyordu. Burası benim sokağım, burası benim evim. Burası İzmir.
tanırsınız onu. Çok yorucu bir kafa aslında, sürekli işaretler, sürekli yüksek enerji… Günlerden bir gün pazara gidiyorlar çoluk çocuk, sadece domates alıp çıkacaklar. Eşi Handan seçerken domatesleri, büyük oğlu çiçekçiyi görüp iskele oluyor tezgaha, anneciğine çiçek beğenmiş. Harçlığı ile anneciğine çiçek alıyor. Pazarda teslimatını yapıyor. Handan şüpheci, soruyor Kulbert’e “Sen mi aldın, baban mı söyledi almanı”. Çocukcağız kendi içinden gelip aldığını söylüyor. Handan sazı alıyor “zaten baban almaz” vesaire. Serbülent çok sakat yanıt veriyor “çiçek alan çocuk yaptım, daha ne yapayım” diye. Seviyorum hesapsız, kitapsız konuşanları. Pazar aydınlanıyor Handan’ın gülümsemesiyle.
CARPENTER-LAMA John Carpenter diye bir çoğul yetenekli adam var, filmlerle uğraşıyor. Çok acayip filmler yapıyor, kadroyu oluşturuyor, öyküyü yazıyor, müziklerini yapıyor. Starman “Yıldız Adam” ve They Live “Onlar yaşıyor” diye filmleri var, daha bir dünya var ama bunları bir de “Karanlıklar Prensi” izlenmeli. Amerika ve felsefe bir arada düşünülmez ama Carpenter gerçekten ayrı kafa. Bakın “They Live” diye isim koymak çok acayip. Hadi analiz edelim, “they” onlar demek, yani senden olmayan, karşı taraftan birileri. Üstelik yaşıyorlar! Sevdiğin birinin yaşaması güzel de, onlar diyecek kadar mesafeli olduklarının yaşaması sakat. Mesafeli tedirginlik. Tüm filmlerinin her sahnesi, her saniyesi dikkatle izlenmeli. Hemen listenize alın lütfen.
UYGU-LAMA
Kendinizi en son ne zaman şaşırttınız? “Hayatta yapmam” dediğinizi ne zaman yaptınız? Hayat epey kısa, bir an önce deneyimleriPAZAR-LAMA nizi gerçekleştirin. Belki çok güzel bir kıyıdan kendinizi Arkadaşlar seçtiğimiz kardeşlerimiz demiş sakınıyorsunuz kendinizi, koca yürekli biri. Serbülent var bilmeden. Kocaman bir İzmir’de, çok tuhaf bir barı var, bahçesinlabirentin içindeyiz, ırk, de dinozor kafası heykeli var. Serbülent’in din, dil, cinsiyet, dümottosu var “hava ancak bu kadar güzel şünce, mezhep, politik olabilir” diye, işin ilginci yağmur, kar, görüş hep sınıflandırıyor fırtına ya da günlük güneşlik, hep söyler. Aslında söylediği som carpe diemdir. “Salak bizi. olma, nefes alıyorsun, yaşa” der. Zengin, fakir olmak, yaHayatımda “öğlen içkisi” kavramını öğlen öncesine taşıyan kahramanlardan biri. Bor- şadığımız şehirler, semtler, sa tipi bir uygulaması var, içki fiyatları artıp babamızın mesleği eksiliyor. Değişik kafa diyeceğim yeterli de- falan… ğil bu tanım. Neyse İzmir’e yolunuz düşerse
4
Tolga Özbalcı Hepsini bir kenara koyup sevsek ya hayatı. Hiç bir ayrım olmadan, gerçekten bize söylendiği gibi. Amasız, fakatsız…
ALINTI-LAMA Mutlaka çok güzel yazan yazarlar, şairler var. Ama kimisi sanki yazmaz da “aktarır”. Turgut Uyar’ın Geyikli Gecesi, Göğe Bakma Durağı şiir değil de bir duadır sanki. Ama konumuz onlar değil. Şöyle küçücük G.K. Chesterton alıntı yapıp geçelim. “Bir treni yakalamanın en garanti yolu, bir öncekini kaçırmaktır.” SON SÖZ: Sahip olduğumuz şeyler yitip gidebilir. Sahip olduğumuz erdemler, dersler, anılar, yetenekler hep bizimdir. Gerçek sahip olduklarımızı kimse elimizden alamaz.
5
PESTENKERANİ THE NERİMAN
Hadi lan ordan ! Olmaz olum öyle şey saçmalamayın. İnsanın anası babası Ferhat ile Şirin yahut Aslı ile Kerem olsa bile böyle bir aşk çocuğu yapamaz. Bütün hücreleri el emeği göz nuru olmuş mübarek. Rabbim biz normal insanlardan tasarım olarak sıkılıp piyasaya yeni model sürmüş. Ademoğlu’nun bir çıt üstü “İnsan 2.0”. Lan o gözler neyin yeşili ? Lan o saçlar neyin turuncusu?. Lan burası Ankara, senin baban denen adam Gölbaşı bebesi. Sen neden İskoçya’lardan ithal edilmiş gibi böyle çilli milli zilli milli ballı güllüsün ? Aynı mahallede büyüdük, hemen hemen aynı oyunları oynadık ve aynı okullara gittik. Yani herhangi benim bilmediğim bir doğal seleksiyona tabi ya da başka bir dış etkene maruz kalmış olamazsın. Ayrıca yemin ederim benim anam babam da sizin alış veriş yaptığınız mahalle bakkalından manavından alırdı alacağını. Yani yediğimiz içtiğimiz de aynı. Ama ben bak bu yaşıma geldim hala hayatımda ki en büyük muammasın sen Neriman. Altın Oran denen mucize ilk kez , bilinenin aksine sen ilk okulda aşı yapmaya gelen hemşire boyunu ölçtüğü sırada keşfedildi. Şimdinin güzellik ölçüsü sayılan 90-60-90 , sen komşunun düğününde giy diye bizzat annen tarafından sana dikeceği elbise için ölçü alınırken bulundu. İzafiyet Teorisi , sen mahalleden geçerken zamanı yavaşlattığın an tüm bilim camialarında kabul edildi. Diyanet İşleri , sırf seninle büyüyen bir nesli ateistlikten kurtardığın için evine plaket gönderdi, baban televizyonlara çıktı.(O babadan bu kız nasıl çıkar lan !) O mahallede büyüyen ne kadar erkek varsa seninle kuracağı yuvanın hayalleriyle kendini nasıl geliştirdiyse artık, yıllar sonra kurdukları aileler sayesinde ülkenin refah seviyesi arttı. Sen kadın. Sen adım attığın yerde börtü böceğin bile hayatına anlam katmayı başardığın ve bundan haberin bile olmadığı onlarca yıl boyunca , böğrünü delip geçtiğin binlerce adamdan sadece biriyim. Gerçekler acıdır ve ben senin komşunun kafası yarık ve akşama kadar top peşinde koşturan çocuğundan bir adım ileri gidemedim farkındayım ama sen sana denk gelmiş küçüğüne büyüğüne sadece ve sadece ufacık bir gülüşünle oturdukları yerde taklalar attırdın. Ulan ölüm döşeğinde ki dedem cam kenarında otururken mahalleden geçtiğinde seni gördü de ömrü üç yıl uzadı. Adamın o gece ciğerlerinde ki ödem söküldüydü de tıp göte gelmişti nasıl olur diye. Koskoca bir mahallenin kısıtlı lügatına “mucize nedir?’in tanımı olarak girmeyi başardığında henüz ondört yaşlarındaydık. Derslerin hep beş , hanım hanımcıklığın dillere ve altın günlerine manşet, yardımseverliğin ve karşında ki kim olursa olsun kişilik veya sosyal statü gözetmeksizin sergilediğin davranışlar Nobel Barış Ödülü’ne ilk sıradan adaydı.
6
Hani hatırlar mısın mahallenin iti Serkan vardı ? Terör estirirdi pezevenk. Desturla geçerdik yanından durduk yere olay çıkartıp kaşımızı gözümü elimize vermesin diye. Anasının her fırsatta “Hasbelkader ölse, helvasını yedi düvele şevkle dağıtırım vallahi” diye gerinerek söylediği eleman. Neyse işte bu İt Serkan bir gün aşağı mahalle bebeleriyle kavga edip ağzı yüzü kan içinde geldiğinde anası eve almamıştı da bütün mahalle ne zaman ölür acaba diye camda kapıda beklerken elinde kolonya ve bandajlarla bir sen gitmiştin yanına. Halbuki gözünden sakındığın bisikletini elinden alıp kaçmıştı da başka mahallede satmıştı. Günlerce ağladığını bilirim. Senin bu hareketinden sonra anasının bile ölsün diye beklediği o çocuk şimdilerde hayır kurumu işletiyor biliyor musun ? Hiç mi hatan yoktu ? Bu kadar mı melektin yani ? Hayır. Elinde sigarayla yakaladığım zamanı hatırlıyor musun? Bak yemin ediyorum babam hobi olarak travestiliğe falan başlasa bu kadar şaşırmazdım. Bir de masum masum “şşşşşş” yapmıştın bana. Hayır içersin bir yere kadar anlarım belki ama daha evvelki gün beni sigarayla görüp anamdan beter haşlamıştın bir de. İşte o gün ben ömrümde ilk kez onsekiz yaşımda insanlığı sorgulamıştım senin yüzünden. Sonra her ne olduysa o yakışıklı piç taşındı bizim iki kat altımıza. Bir insan evladında karşı cinsi etkileyecek ne kadar vasıf ve hormon varsa almış gelmişti yanında. Bir koca mahallenin en büyüğünden en küçüğüne kadar örnek aldığı en az bir davranışı olan Neriman , maçın üçüncü dakikasında gol yemiş ev sahibi takım şaşkınlığıyla kalakalmıştı. Eli ayağı birbirine girmiş , ne yaptığını bilmeyen avarelere dönmüştü. O piç de olayın farkına vardı tabi hemen. Başladı rol kesmelere. Caka satarak yürümeler, artist gibi giyinip saç baş yapmalar. Lan burası ortak direk bir mahalle sen neyin şeklini yapıyorsun diye ne zaman sıkıştırsak bebeyi imdadına Neriman yetişti. Çip takmış gibi çocuğu nerde denk getirsek Neriman da yanımızda beliriveriyordu. Yavaş yavaş mahalleli akranlarıyla sohbeti azalttı. Artık sadece o dümbükle takıldıktan sonra akşamları eve dönüşüne tesadüfen denk gelirsek görebiliyorduk. Tamam eleman yakışıklı olabilirdi ama sonuçta Neriman’dı bu. Öyle herkese pabuç bırakmazdı. Hevestir dedik aşkımızı ve sevgimizi kalbimize gömdük bir süre topyekün. En güzel pastalar börekler elemana yapılır, en güzel atkılar bereler elemana örülür oldu. Kıskançlık algılarımızla oynuyordu kız resmen.
OZAN AK
Artık nasıl sahiplenip sevdiysek evliymişiz de karımız bizi terk etmiş gibi günün okuldan arda kalan zamanını efkarlanarak geçiriyorduk. Bir gün bu piçe kurula kurula gereken enerjiyi ve kararlılığı depolayıp sabahın ayazında yazıldım peşine. Sinmiyordu bu göt oğlanının hareketleri içime bir türlü. Hak etmiyordu Neriman’ımı. Tamam belki ben de hak etmiyordum ama en azından bi mazim vardı komşu kızıyla. Okuduğu üniversitenin kapısına kadar geldim. Bu içeri girdi ben de başladım beklemeye. Üç beş tanış denk geldi sohbet muhabbet derken baktım bu çakal yavrusu yamanarak duvar kenarından çıkış yapıyor. Ne yapıyor lan bu demeye kalmadan ileride bekleyen kıza göz kırptı döndüler köşeyi çaktırmadan. Aha dedim siktim şimdi o göz kapaklarını. Okulun yakınında ki parkta yakaladım öpüşken arkadaşı ensesinden. Dedim “ecelin geldi artist yürü gidiyoruz.” Mahalleye bunu resmen sürükleyerek soktuğumda akşam ezanı okunuyordu. Nasılsa Neriman hissedip damlar demeye kalmadan önce Neriman sonra mahalle eşrafı etrafımızda ki halkayı tamamlamıştı bile. Bunlara da aksiyon olsun da nasıl olursa olsun. Neyse. İçimden dedim ki eğer Neriman, bu kertenkelenin anlatacaklarına üzülüp ağlamaya başlarsa ben bu bebeyi mahalle ortasında cavlatmazsam adam değilim. “Anlat ulan göt oğlanı yediğin haltı!” diye gürledim. Anında sessizlik çöktü ve başladı günahlarını sıralamaya. Bir ara hiç susmayacak sandım. Piç meğer Lucifer imiş de haberimiz yokmuş. Neyse ki sonunda susmayı başardı. Herkesin Neriman gibi bir insandan bekleyeceği tepki ağır başlı olup yaşına göre kat kat olgun bir şekilde karşılamasıydı. Ensesinden tutup diz çöktürdüğüm sevgilisine yavaşça yaklaştı. Önce bana dönüp “teşekkür ederim” dedi en kibar sesiyle. Sonra bakışlarını kendini aldatan sevgilisine çevirdi (ki bu piçin yaptığı şey şimdilerin Adriana Lima’sını bendeniz ile aldatmakla aynı derecededir) “Seni orospunun çıkardığı !” diye bağırıp ağzının üstüyle burnun altının birleştiği o küçük çukura kafayı öyle bir oturttu ki , çıkan kemik sesi bugün halen hatrımdadır. Sakince kafayı o çukurdan geri kaldırdığında kocaman bir “ooooh” çeken Neriman , Sikerler pirensesliğini, dünya varmış mk deyip kalabalığı Hz. Musa gibi yararak evine giderken koskoca bir devir kapanmış ve bambaşka bir Neriman Destanı başlamıştı.
7
Kontrpiye Yazılar editörün notları
editörün notları
Evlenilmemesi Gereken Erkekler 1-naifler: sekülerleri hipsterlardan, muhafazakarları edebiyat ayakçılarından oluşur. bıdı bıdı yaparak hedeflerine ürkütmeden ulaşmayı ilke edinmişlerdir. çok eforla az kazanım elde ederler. arkadaş kalmak da isterler. toplum içinde meriçler şeklinde de yaşam sürebilirler. diyalog kurmaya çalıştığında ilk sorunuz: ‘askerliğini yaptın mı?’ olsun. eleman reboot olana kadar kaçarsınız zaten. habitatları: nişantaşı, maçka, çengelköy, salacak civarındaki kafeler, otantik çayçılar, butik çikolata dükkanları filandır. kitap fuarlarında da götün götün yanaşarak karşınıza çıkabilirler. 2-alfacılar: neo-maço pozunda düz ve harbi ayağında takılırlar, güldürmek için dandik küfür ederler. sigara içen ve göt cebinde telefon taşıyan kızlarla kokoşları hedeflerler. türkiye’deki örnekleri anadolu’nun idare eder üniversitelerinin iktisat, işletme, çeko gibi yormayan bölümlerinde okuyan patlamalı gençlerdir. anadolu’ya has eski bir türdür, internetle beraber online ortamlara da başarıyla taşınmıştır. habitatları: vasat üstü anadolu şehirlerindeki türkü barlar ve nargile kafeler. 3-golcüler: alfacılarla ortak yönleri vardır, bu yüzden bu iki tür genelde karıştırılır. amcılar, alfacıların daha esprili ve gole daha yakın oynayan türüdür. ne iş yaptıklarını asla net olarak anlayamazsınız ama ne zaman görseniz paraları vardır (bu sürekli para kazanabildikleri anlamına gelmez). sonuç alamadıklarında fazla oyalanmazlar ve diğerine geçerler, temassız kredi kartı gibidir bunlar. basitçe, naifler neymar ise amcılar suarez’dir diyebiliriz. habitatları: ataşehir, moda, bakırköy ve bomonti civarları.
8
9
YAŞAMAYA DAİR.. Kimine göre masum bir amca, Kimine göre suç işleyen bir adam, esnaf için etrafı pisletmeye sebep olan gereksiz adam, kimine göre acımasız tüccar ama kuşlara göre ekmek kapısı… Evet dostlar… Ankara’ya gelenler bilirler, hemen her parkın etrafında kuşlara yem satan yaşlı amcalar, teyzeler vardır. Bir bardak yem almanın ve kuşlara atmanın bedeli sadece 1 TL’dir. Hem kuşları beslemiş olursunuz hem de yemi satana yardımcı olursunuz. Aslında meseleye baktığınızda bir çok boyutu vardır. Ekonomik, sosyal, işgalci, suç olan vs. saymakla bitmez. Ankara’da yaşlı bir amca Parkın kenarında oturmuş kuşlara yem satıyordu. Önceden biraz yem atıp güvercinleri alıştırıp yanında tutuyordu. Yaşlı amcanın her hareketinde kuşlar heyecanla havalanıyor ve yemleri yemek için birbirlerinin üstüne çıkıyorlardı. Yaşlı amca bir orkestra şefi gibiydi. Tüm kuşlar onu takip ediyor ve adeta adam para kazansın diye gözlerini ondan ayırmıyorlardı. İnsanlar gelip amcadan yem alıp kuşlara atıyorlar ve kuşlar anında atılan yemi tüketiyor ve amca daha parayı cebine koymadan yeni müşteriler geliyordu. İki saatlik bir gözlemle aslında yaşlı adamın hiç de fena para kazanmadığını gözlemlemiştim. Kızımın çok hoşuna gidiyordu kuşlara yem vermek. Her gittiğimizde en az 10 Liralık yem alıp biz de kuşlara atıyorduk. Amca da bizi çok seviyordu çünkü hemen hemen her hafta gidip yem alıp kuşlara atıyorduk. Parkın içinde kafe işleten adam yem satan amcaya söylenip duruyordu. “Oh ne güzel Amca günde 1000 Liralık yem satsın, bokunu biz temizleyelim. Arkadaş bu nedir ya… Bu kuşları alıştırdı buraya kafe kuş bokundan geçilmiyor. Bu nedir ya!” Tabi ki ben günde 1000 Lira kısmında takılı kalmıştım. Yani bu amca günde bu işten gerçekten 1000
10
Lira kazanıyor olabilir miydi? Hemen yanında duran Milli Piyango satan adam da çok keyifli idi. Malum kuşlar insanların üzerine pisledikçe o da bilet satışını hızlandırıyordu. Çok sevdiğim bir arkadaşım işsiz kalmış ve bir türlü borçlarını ödeyemiyordu. Bana ne iş yapayım diye sorduğunda bende güvercinlere yem satmasını tavsiye etmiştim. “Kazancı çok iyi bana dua edeceksin. İlk sermayende benden.” demiştim. Evet, arkadaşım da güvercin yemi satmaya başlamıştı ve kazancı ortalama 500 Lira civarında oluyordu. Arada bir zabıta gelip yemini döküyormuş ama bizim arkadaş olsun kuşlar daha fazla bu bölgeye bağlanıyor hiç önemli değil diye dalga geçiyordu. Kuşlar karnını doyururken orantısız para kazanan yem satıcısı, piyangocu, ceza kesen zabıta, rahatsız olan esnaf yani anlayacağınız olayın bambaşka boyutları.. Bizim arkadaş bu işten baya büyük paralar kazandı. Hatta nereye eğlenmeye gitse Ankara Misketi’ni çaldırıp oynuyordu: “Güvercin uçuverdi Kanadın açıverdi El oğlu değil mi aman aman Sevdi de kaçıverdi…” Bizim arkadaş ne zaman alkolü çok alsa ; dernek kuracağını dernek başkanı olacağını “Güvercinleri Besleme ve Doyurma Derneği Başkanı” olarak memlekette ne kadar aç güvercin varsa doyuracağını bir siyasetçi edasıyla anlatıyordu. Tabi ki 1 Lira karşılığında deyip basıyordu kahkahayı. “Vay kardeşim esnaf rahatsız oluyormuş bokundan.. Ulan biz karnını doyuruyoruz bokunu da siz temizleyin kardeşim her şeyi dernek başkanından beklemeyin..” deyip kahkahayı basıyordu..”Ulan kuş sıçmış zabıta bana
ceza kesiyor..Kabahatlar Kanununa göre..Ben mi sıçtım ulan…” deyip gene basıyordu kahkahayı.. Arkadaşımı arabayla eve bırakırken kendi kendine konuşuyordu; “Ulan günde 500 Lira net kazanan bir esnafım. Bana kimse bu kadar para vermedi. Ben İnşaat Mühendisiyim. Beni kuş bakıcısı yaptılar memlekette. Aha da bu kuşlara TOKİ kurup ev yapmazsam ne olayım…Kuşları sevelim.. Kuşumuzu sevelim. Yaşasın kuşlar..” Onu eve bırakırken bir güvercin fıkrası geldi aklıma ve ben de gülümseyerek evin yolunu tuttum.. Bir gün iki tane serseri şehirdeki meydanda boş boş geziyorlarmış. Kalabalığı görünce durmuşlar. Bu sırada bir güvercin onca kalabalığın arasından serserilerden birinin omzuna konmuş.Herkes toplanmış, serseriye;“Sen bizim padişahımız olacaksın.” diye bağırmaya başlamışlar. Serseri bunu kabul etmemiş ve ısrarla “Hayır.” demiş. Daha sonra güvercin havada birkaç tur daha atıp tekrar aynı serserinin omzuna konunca, halkın ısrarlarına dayanamayıp padişah olmuş. Diğer serseri arkadaşını da veziri yapmış. Sonra o kadar acımasız yönetmeye başlamış ki halkı; zulüm etmeye başlamış, boyun vurmaya, durmadan ağır vergiler toplamaya… Vezir olan arkadaşı demiş ki “Yapma halk kızacak.” demiş. Serseri padişah; “Güvercin uçurup padişah seçen halka ne yapsan az bile.” demiş. Bu da kapak olsun..
11
12
13
Derken sabah oldu. Gece artık neremle, ne nedenle ve nasıl içtiysem artık kaşım gözüm ayrı oynayarak kalktım yataktan. Saat öğlen olmuş , gün ışığı göz bebişlerimi kırbaçlarcasına odayı doldurmuştu. Üzerimde dün sabah iş görüşmesine giderken giydiğim gömlek ve pantolon vardı. Demek ki uyumamış adeta bayılmıştım. Bunu düşünürken dün geceyi hatırlamadığım aklıma geldi birden. Baş ağrımdan ve pijamasızlığımdan anladığım kadarıyla içmişim o belli ama nerede ve neden !? Kalkıp üzerimdekileri çıkarıp pijamalarıma kavuştuktan sonra mutfağa yöneldim. Salonun önünden geçerken ortalığın savaş alanına döndüğünü görünce durup bir süre bakakaldım. Lan burda ne olmuş anasını seviyim ? Yerde iki şişe şarap devrilmiş duruyor. İki kadeh var biri yarım. Kül tablası desen ağzına kadar dolmuş. Mutfağa girdiğimde de durum pek farklı değildi. Acemice bir yemek pişirme girişimi olmuş , ne kadar kap kaçak varsa kullanılıp bi yere atılmış ama ortada yemek yendiğine dair hiçbir kanıt yoktu. “N’olmuş lan bu evde ?!!” diyerek kahve içecek bir bardak bulup kahveyi yapmam on beş dakikamı aldı. Salona dönüp koltuğun minderlerini düzelttim. Bi kıçlık oturacak yer açıp düşünmeye başladım. Acaba işi almış mıydım ? Bu ikinci kadeh kimindi ? Eğer eve kız attıysam neden üzerimi çıkarmadan sızıp kalmıştım ve kız neredeydi? Ben bunları düşünüp kafa yakarken birden kapı çaldı. “Kim ooooğ?” “Ayla ben aç aç” Ayla kim mk ? Açtım kapıyı , Güler yüzlü sevimli bir kız. “Kusura bakma dün erken gitmek zorunda kaldım ama kendimi affettirmek için sana kahvaltılık birşeyler getirdim “ diyerek kapıyı tutan kolumun altından süzülüp mutfağa gitti. Ben daha ne oluyor başlıklı konuşmaya başlamadan o sazı eline alıp mutfağın geldiği halden yakınmaya başladı. Biz bekarlar neden hep böyleydik ? Kullandığımızı hemen yıkasak da bu kadar bulaşık çıkmasa çok mu zordu ? “Haklısın valla Ayla’cım “ derken buldum kendimi. Biz bekarlar da az değildik demek ki. “Ayla’cım diyen ağzını yerim” dedi ve yanağıma bir öpücük kondurup beni salona pışpışladı. “Git de ortalığı topla ben orayı da görüp iyice kalaylamayım seni “ deyip arkamı döndürüp neticeme tadında bir şaplak vurarak kendi işine döndü. O nasıl bir şaplaksa artık bütün sorular içimde kalmış şekilde salona yollanıp direk verilen emri yerine getirmeye başladım. Ben de çok pis adamdın buraları nasıl dağıtmıştım böyle ? Ayla görmeden düzeltseydim iyiydi. Yirmiyedi yaşındayım. Bir baltaya sabit bir sap olamamak gibi sabit bir huyum olduğun-
14
dan sürekli iş değiştirme hastalığım vardı. Hadi ona hastalık demeyelim de ha babam kovulmak diyelim. Huyumu kurusun asi olduğum kadar gevşeğimde sanki biraz. Kurallara gelemiyorsam demek ki. Neyse işte hal böyle olunca bu kafayla sosyal hayatta da pek tutunamadım. Bilhassa ilişkilerimde öyle çekingen oldum ki “vur enseme al lokmamı karıcım” düsturunu benimsemekten helak oldum. Şimdi olaya bu kişiliği de ekleyerek bakınca , beni yedi düvel yan yatırıp hallense ben yine de Ayla’ya “ Sen kimsin ?” diyemeyeceğimi adım gibi biliyordum. Ayrıca nasıl edip ne edip de kıza bu rahatlığı verdiysem , babasının evi tadında kafalarda olduğundan kıza gidip bodoslama sormak da ayıp olurdu. Sonuç olarak bana kahvaltı hazırlamak için kim bilir nerelerden gelmişti. Tanısam ne tanımasam ne. Neyse efendim başladım salonu toplamaya ama aklımın cüzi bir miktarı da halen dün gittiğimi umut ettiğim iş görüşmesinde. Ulan işin kötü yanı gidip gitmediğini de hatırlamıyorum. Kesin bonzai kafası bu. Puştun birinin şakasına kurban gittim ama dur bakalım. Tam son yastığı da kabartmış yerine koyarken elinde tepsiyle girdi salona yepizyeni kız arkadaşım. “Ellerine sağlık çiçek gibi olmuş , aferim sana “ diye şakıyıp şap diye yine öptü ve çayları almaya geri gitti. Elim yanağımda aklım dün gece de öylece kaldım bir iki saniye. Getirdi çayları oturduk sofraya, başladı muhabbete. Rahat uyumuş muydum ? Dün erken gitti diye çok kızmış mıydım ? Makyajsız alelacele çıkmıştı evden, bu haliyle de güzel miydi ? Bir erkek arkadaş olarak nasıl cevap vermem gerekiyorsa mecbur öyle cevaplar verip iyice güldürdüm yüzünü , o da karşılık olarak haldır şaldır öpüp durdu tabi. İyiymiş lan bu iş derken başladık “bugün ne yapalım?” planlamasına. Sonuçta bildiğim üzere işi yüzünden Ankara’ya taşınalı henüz bir hafta olmuştu. Peki ben gerçekten biliyor muydum ?? Üç beş plan sonra mutfağı falan da bol öpücük ve şakalaşmalarla temizledikten sonra müsaade isteyip üzerimi tekrar değiştirmeye odama gittim. “Olum Ercü ne yapıyorsun lan sen ?” Ercüment ben bu arada. “Kim olum bu kız ? “ Tamam cap cup öpülmek hoşuma gidiyordu ve kesinlikle eminim ki ben uzun süredir yalnızdım ama bi tanıdık sorsa bu kim diye ördek gibi yüzüne bakacaktım milletin. Neyse nasılsa öğrenirim zamanı gelince diyerek süslenip püslenip çıktım odadan. Baktım banyoda fönle saç baş düzeltiyor, makyaj çantasını da getirmiş. Daha vakit var diye bende az televizyona bakayım dedim ama aklımın artık yarısı iş görüşmesinde. İçim içimi yiyor arayıp öğrenmek için ama ne dicem ? “Merhaba ben Ercüment , dün iş görüşmesi için
gelip gelmediğimi teyid etmek istiyorum, dün nasıl içtiysem bi bok hatırlamıyorum da üzerinize afiyet eheheehe “. Tam bir facia. “Canım ben hazırım” komutuyla birlikte start verildi ve gezi başladı. Az fön az makyaj derken oldu mu sana Ayla manken. Bu işte bi bokluk var ben böyle hatun denk getiremem ama hadi hayırlısı diyerek çıktık dışarı. Ulan o nasıl gezmekler? Ulan o nasıl bir öğrenme aşkı ? Kadın gezmelere doymuyor Allah doymuyor. Kaleye mi çıkmıyoruz, Seğmenlerde mi oturmuyoruz Anıtkabir’e mi gitmiyoruz. Zerre mantık içermeyen bir plan dahilinde dolap beygiri gibi dönüp duruyoruz. İşin garip yanı bu kadar şikayet etmeme rağmen yavaş yavaş Ayla’nın muhabbetinden de hoşlanmaya başlıyorum. Çok sıcakkanlı çok sevecen bir kişiliği var ve ilginç bir şekilde de sürekli gittiğimiz yerlerde hesabı bir şekilde hep o ödüyor. Bir değil iki değil , yavuklumuza hesap mı ödeticez lan ! diye düşünerek dayanamayıp içtiğimiz çayları ödeyeceği sırada yakaladım kolundan. “Yavrum neden hep sen ödüyorsun bi bırak bari çayı ben ödeyeyim” diye girizgah yaptım. Baktım kem kim ediyor şekilden şekle giriyor ne oluyoruz dedim. “E işin bi belli olsun da ilk maaşınla yemeğe çıkartırsın ödeşiriz” dedi. İşin dedi belli olsun dedi maaş dedi!!!!! “İşim mi ? Nasıl yani ?” diyince zaten boş bakışlarımdan sabahtan beri şüphelenen yeni model zeki yarim başladı anlatmaya; Meğer ben dün gerçekten de iş başvurusuna gitmişim. Müdürle bir güzel konuşmuşuz birbirimize içimiz ısınmış adam yarın haber veririz demiş. Peki Ayla bütün bunları nereden mi biliyor ? Zaat-ı şahaneleri müdürün sekreteri oluyormuş. Bi şevkle odadan çıkınca tabi bende kendisine ne iltifatlar ne yazılmalar. Bir anlatışı var görmeniz lazım. Sanki ben değil de İtalyan marka şairin biri asılmış kıza. İyi boyamışım gözünü demek ki. Akşam görüşmek üzere söz alıp evde hayvani arkadaşlarımla kutlama yapmaya koşmuşum. İçip sıçıp dağıttıktan sonra Ayla gelmiş. Bana müjdeyi vermiş patronun tamam dediğini duyunca ve o gazla biz tam şarap eşliğinde aşk ateşiyle kavrulurken yanına taşındığı ev arkadaşı hastalanınca eve gitmek zorunda kalmış. İşte bu gün de yeni filizlenen aşkımıza kaldığı yerden devam etmeye gelmiş. Masayı devirircesine bir rahatlamayla üzerine atlayıp cap cup harala gürele lambır lumbur öpülmedik yer bırakmadım gidinin kızının suratında. Hiçbir bok hatırlamadığım ömrümün tek gecesinden maaşlı düzgün bir iş ve hatunla çıkmıştım. Nasıl oldu bilmiyorum ama şeytanın bacağını bala göte kırmayı başarmıştım.
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24