Untitled 1

Page 1

1


KAKA LAMA D E F T E R İ Mehmet Akkoyunlu Acılar içindeki insanlığa selam olsun. Dergimizin bu köşesine hikaye paylaşma özelliği getirdim. Komik hikayelerinizi benimle paylaşın ben de güleyim. Acılı hikayelerinizi lütfen benimle paylaşmayın. Instagram’da paylaşın. Gregor Samsa, bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir T.C. vatandaşına dönüşmüş olarak buldu. Bir anda büyük bir karamsarlık ve mutsuzluğa kapıldı. Karnı da çok acıkmıştı... “Hay .mına koyim, keşke hamam böceğine dönüşseydim, şu ülkede daha çok karnım doyardı, daha mutlu olurdum.” dedi. Çok acıkmıştı ve Gregor Samsa Batı’yı kıskanıyordu... Mutfaktan tıkırtılar geliyordu. Birisinin onun için kahvaltı hazırlıyor olabileceği ihtimalini düşündü ve gülümsedi. Yatağından kalıp mutfağa doğru yöneldi. Mutfağa girmek üzereyken yanından kocaman bir fare koşup geçti. İrkilmişti. Ardından mutfağa göz gezdirdi. Mutfak tezgahı ve lavabosu bulaşıklarla doluydu. Yerlerde patlamış çöp torbaları vardı. Buzdolabının kapağı ise açıktı ve içi boştu. Gregor Samsa, mutfağın bu durumunu buruk bir gülümsemeyle karşıladı. Gözüne ortalıkta dolaşan hamam böcekleri takıldı. Telaşlı telaşlı hareket ediyorlardı. Sağ avucuyla göbeğine dokundu. Midesinden gürültüler geliyordu. Bir an önce yemek yiyemezse açlıktan öleceğini hissetti. Gregor Samsa, açlıktan ölmeyi kendine yediremediği için intihar etmeye karar verdi... Hayatımın kadınıyla karşılaşsam; kesin onun hayatımın kadını olduğunu anlayamam ve öylece yoluma devam ederim.

Nazım Hikmet (1902-1963), “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz. Motorları maviliklere süreceğiz...” şiirini yazalı 87 yıl oldu. Göreceğiz bakalım. Hala bekliyoruz... Haram diye domuz eti yemeyip her gece içki içenleri de anlayamıyorum be arkadaş! Yerini beğenmemiş bir ağacın kuruluğu bizimkisi... Biraz kuru belki de ama dalları hep güneşe doğru uzayan; uzayan ama güneşe uzanmayan... Yaprakları yeşilin bilinmeyen bir tonu, gövdesi ise bir kemirgen kovuğu... Hoplayan bir kuş yüreği gibi... Artık, siz bizim gölgemizde serinlemeyi tercih etmediniz. Bunun suçu bizim dallarımızda mı? Ah kırık dallar ve eğreti gövde! Peki biz yerimizi beğenmedik de, siz bu ağacın nesini beğenmediniz? Meyve verdik, taşladınız. İlkbahar, seviliyorsun... Yaz, değerlisin kardeşim... Her şey yolunda giderken bir anda acılı şarkılar açıp sol tarafımızı çürütme eğilimimizin nedenini anlayamıyorum. Sanırım, bu Ortadoğulu olmamızla alakalı bir durumdur. Sanki mutlu ve huzurlu bir şekilde, adeta bir ütopyada yaşıyormuşçasına acı çekmeye gerçekten ihtiyaç duyuyor gibiyiz. Kanımız ve canımız bunu talep ediyor, yeterince acılarımız olmasına rağmen... Önce şunu kabul etmeliyiz ki, burası acıların coğrafyasıdır. Bu nedenle en küçük bir mutluluk kırıntısına dahi tahammülü yoktur burada var olmuş bilinçaltımızın. Şikayetçi de değiliz aslında. Çünkü biliyoruz ki, acılarımız biterse biz de biteriz. Bu coğrafyada ancak ölülerin acıları yoktur. 92 yaşındaki dedeme uzun yaşamanın sırrını sordum, duymadı. Hayat beni hiç ‘Dokunsa gol olacaktı.’ denilebilecek bir pozisyona sokmadı ki, voleyi vurayım. Barcelona defansı arasında kaybolan San Marino forveti gibi geçiyor ömrüm... Topla buluşmayalı belki de bin sene oldu...

Çocukluğumda birkaç yaz tatili boyunca muhtelif günlerde mahallemizde bulunan camiye gidip caminin hocasından, yanlış hatırlamıyorsam sabah 10’dan öğle namazına kadar olan sürede mahalledeki diğer çocuklarla Kur’an, İtikad, Siyer ve İlim dersleri alırdım. Neredeyse burada öğrendiğim hiçbir şeyi unutmadım. Ama asıl bu derslerdeki unutamadığım ve en mutlu olduğum kısım ise ders aralarında, hocadan gizli gizli caminin içinde oynadığımız uzun eşek oyunlarıydı. O caminin çocukluğuma dair bana bıraktığı en güzel hatıra budur. Türk futbolunun en büyük eksikliği, artık bıyıklı futbolcu yetiştirememesidir. Şunu çok iyi biliyorum ki; bana umudunu kaybetme diye moral vermeye çalışan insanlar, (u)mutsuzluktan antidepresan kullanıyorlar. Ünlü biri olup toplumsal mesajlar vermek istiyorum ama nasıl ünlü olunur, onu bilmiyorum. Soyunmak lazım sanırım. Lakin soyununca mı ünlü olunur yoksa ünlü olunca mı soyunulur onu ayırt edemiyorum. Şimdi boşu boşuna kabağımızı millete göstermeyelim değil mi? Önce bi ünlü olayım da sonra düşünürüm soyunma işini... Arka planda rahatsız edici bir müzik eşliğinde, arabanın ön koltuğundan çekilen yol videolarını. Allah’ın her günü ‘anlık hikaye’ olarak paylaşanların, insanlığa ne gibi bir mesaj vermeye çalıştıklarını anlamaya çalışıyorum. Ve umutların tükendiği bir gündü. Aslında hava parçalı umutluydu ama gökten kan yağıyordu. Gömleğim sırılsıklam olurken baktım ki, her yer kan kızılı... İşte o anda istediğim tek şey ömrümün yok olduğuna tanıklık etmekti. Gömleğimi çıkardım ve karşı duvarın kenarına geçtim. Dışarıdan O’nun gözüyle baktım. Zaman artık avuçlarımdan hızla kayıp giderken ben bir tek O’nu düşünüyordum. O ki, aslında fiziksel anlamda kayıp giden ben değildim. Ben olmamalıydım zaten. Kolay mıydı sanki? Burnumda bitmek tükenmek bilmeyen kokular varken... En sonunda kimsenin adını bilmediği ve milyonlarcası olan o çiçekten bir tanesini gömleğimin yakasına iliştirdiler. Ben de vazifemi yerine getirdim. Kokladım! Birgün evlenmeye karar verirsem esrara, eroine, fuhuşturucuya, Candy Crush Saga’ya ve A Haber’e bulaşmamış birini tercih ederim. Bu mevsim tişört üstüne gömlek giyenlerin mevsimidir. Bunun dışında giyinen herkes defolup gidebilir mi? Öptüm bay.


3


PARÇA-LAMA AYIK-LAMA

Kendine saygısını koruyan biri kahve gibi kutsal bir ürünü kağıt bardak gibi aşağılayıcı nesne kanalıyla tüketmez. Kahve yürürken içilmez bir kere, aslında yürürken hiç bir şey içilmez. Binbir güçlükle toplanan kahve çekirdekleri, dünyanın öbür ucundan ülkene geliyor, tam derecesinde, tam süresince kavruluyor, büyük özenle toz hale dönüştürülüyor, paketleniyor. Ustalıkla ve epey komplike makinelerle suyla buluşturuluyor ve dandik bir kağıt bardağa dökülüyor. Olacak iş mi şimdi? Ya porselende iç ya daA hiç içme. Zamanın çok değerli olduğu için mi yürüyerek kahve içiyorsun? Kahve ruhunun dinlenmesi için var, kendinle, dostunla konuşurken samimi ol diye var. Fiyat farkı çok fazla değilse kağıt bardağı içeceklerin için kullanma. Laboratuvar için yapılmış bir ürün o.

ALINTI-LAMA

Düşmekten, yenilmekten korkmayın. Kaybetmenin büyüsüne inanın. Kendinizi kurtarmak için başkasını kurtarın, kendinizi beslemek için başkasını doyurun. Sevilmek için, karşılık beklemeden sevin. Kendinizi hüznün o kara çekiciliğine teslim etmeyin. Gökyüzüne bakın. Samuel Beckett söylemişti, bilirsin. “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” Umberto Eco yenilene övgü düzmüş “kazanmak sıkıcıdır, kazananın öyküsü yoktur.” Bon Jovi “başarı dokuz kez düşüp, on kez ayağa kalkmaktır” Tom Waits, çatlak sesli çatlak deha “arzulamaktan güçlü dua yoktur” der. Hadi git yenil şimdi.

TOHUM-LAMA

Hayat beklenmedik güzelliklerin saklandığı yer. Görev arayıp bulmak. Çok ipucu var. Tohumların çoğu bir zırhla kaplı, kayısı, yumurta, şeftali...Suya teslim olan duvarlar, suya açılan kasalar. Kırıldıysan, yıkıldıysan, yıpranıp bıktıysan aç kalbini, teslim et dünyaya çekirdeğini. Başka türlü ne çiçek, ne de meyve var.

SAYIK-LAMA

Çoğu kişinin aksine toplu taşımayı çok seviyorum. Kimi zaman, çaktırmadan fotoğraflarını çekiyorum, boşluğa bakan insanların. Rönesans tabloları gibi kareler çıkıyor. İnsan zihni ile sohbet ederken, plan yaparken yüzü berraklaşıyor. Ellerine bakıp senaryolar üretiyorum aklımca “bu adam işyerini açtıktan sonra içeceği çayı hayal ediyor, bu kadın, tüm karşı koymasına rağmen kızına kendi annesinin ismini koyan kocasını düşünüyor, bu kız sosyal medyada, hoşlandığı çocuğun yeni takip etmeye başladığı kıza kafayı takmış. Kimi zaman kulak misafiri oluyorum telefon konuşmalarına, ya da yan yana , karşılıklı oturanların sözlerine. Kara suratlı somurtkan bir delikanlı “bana aydınlık yüzlüm” dedi diyor. Yüzü ay-

4

dınlanıyor, otobüs ışıyor. Bir diğeri “indirsene bardağı, yüzünü göreyim” demesini anlatıyor, kağıt bardaklı kahve satan yerde filizlenen aşkını. durup durup aklıma geliyor söylenenler. Kimi zaman bir kitapta mı okudum, filmde mi duydum, yoksa toplu taşıma vecizesi mi bilemiyorum. Küçücük kelimeler kalpleri dolduruyor, kalpler aklı ele geçiriyor ve bahar sızıyor ruhlara. Hiç ölmeyeceğini düşünerek yaşıyor insan hayatı. Oysa fırsatın varsa öp, sarıl, sev.

SAÇMA-LAMA

Film önerisi ister misiniz? Yanıtınızın bir önemi yok, istemezseniz diğer bölüme geçin. 1973 yılında yapılan, tüm zamanların ötesine geçen “The Sting” dünyanın Oscar’ını toplaması beni çok ilgilendirmiyor. Kadro, öykü, müzik, oyunculuk benzersiz. Diğer önerim “10 Things I Hate About You”. Batman’in efsanevi Joker’ini ustalıkla canlandırım hayata veda eden Heath Ledger oynuyor. Aslında film bir Shakespeare oyunu olan Hırçın Kız uyarlaması. Dehşet güzel bir film. Hımm bir tane daha film önereyim. “Enemy of the State” Gene Hackman ve Will Smith var kadroda.

AŞK-LAMA

Metin Eloğlu diye bir şair yaşadı topraklarımızda, “Aşklama” onun şiirinin adı.

Tolga Özbalcı Şaraptı rakıydı şuydu buydu Kişi esrimeyi bir aşkta tatmalı ilkten Dedim ya ondan gayrı korkuluğa güvenmem İçtiğim hep aşktı benim gerisi tortu… Nature Boy diye bir şarkı var, Nat King Cole’un 1948 yılında söylediği. Sonrasında 300’den fazla şarkıcı yorumlamış. Celine Dion’dan, David Bowie’ye, James Brown’dan Aurora’ya herkes söylemiş bu şarkıyı. Takıldım mı bir şarkıya haftalarca farklı farklı kişilerden dinliyorum. www.secondhandsongs. com diye bir site var, kimlerin yorunladığını oradan öğreniyorum, iyi bir yolculuk, öneririm. Peki, bu şarkıyı güzel kılan ne? Bence sonundaki dize “öğreneceğin en önemli şey, sevmek ve o sevginin karşılığında sevilmek”. Son Söz: İyi insan olmaya çabalayalım. Zengin, güçlü, akıllı, güzel olmak sadece hedeflerle ilgili değil. İyi olmak bizim elimizde.


5


PESTENKERANİ BEYOĞLU’ NDA BİR ÖĞLE VAKTİ Sarı saçları yana taralı , füme rengi takım elbisesi ütülü , kendisini yaklaşık beş metre geriden takip eden parfümüyle Beyoğlu’ndan Taksim Meydanı’na doğru yürürken , Berlin Sanat Üniversitesi( Universität der Künste Berlin) mezunu genç Hans Müller Şıtayn ‘ın aklında onlarca soru işareti birbirini kovalıyordu. Bir aile geleceği olarak adını dedesi Hans Herman’dan almıştı ki kendisi eski bir nazi subayı olarak aile tarihine kanlı elleriyle bir çok anı nakşetmiş bir zattı. Haliyle Türk dostlarına bundan bahsetmemeye özellikle dikkat ederdi. Elinde , aşkından kendinden geçmesine sebep olan, hal-i pür melalini daha da ziyan eyleyen, yaratılmış her şey ve herkesten bir kademe daha güzel , daha eksiksiz, daha fazla ve daha DAHA olan , endamı dillere pelesenk, en rüzgarsız havada bile poyrazları lodosları utandıracak derece savrulabilen saçlarıyla , çizimleri için kendisine modellik yapan Nihal’in nü portreleri vardı. Derince bir iç çekerek daha da sıkı sarıldı çantasına. Bu akşam açılacak sanat sergisinde boy gösterecekti bu eserler ve Hans şimdiden , çoktandır anlamadığı “Türk Kıskançlığı” denen illete tutulmuştu. Hatta kariyeri için bu çok önemli sergiden vazgeçmeyi bile düşünüyordu. Zira , hayali bile kalbini sıkıştıran bu güzelliği bir takım entelektüel üst sınıf dangalağın görecek olması fikrine daha şimdiden katlanamıyordu. Bir an duraksayıp caddenin kenarına geçti ve memleketten getirtmeyi asla ihmal etmediği Alaman sigarasından bir dal çıkarıp önce kokladı. Caddeden geçen insanlara karşı yaktı ve dertli dertli savurdu dumanı. Taksim anıtına yakın geçtiğini iddia eden dolmuştan inip anıta doğru yürümeye başladıktan yirmibir dakika sonra ancak hedef noktaya ulaşan Tuğçe , içinden bildiği tüm küfürleri şöföre ve akrabalarına içten içten saydırırken bir an durup çantasından ciyak ciyak öten telefonunu çıkardığında saat öğleden sonrayı geçiyordu. Geç kalmıştı. Koşturmaya başladı hemen. Kısa bir hesaplamayla on dakika sonra yârinin kollarında olacaktı. Tabi yâri YİNE geciktiği için kalaylayacaktı ama olsundu. Beden eğitimi öğretmeni olmanın verdiği güçle başladı koşturmaya. Ömrü boyunca zararlı herşeyden uzak durmaya çalışmış ve bilhassa sigarayı kendine düşman bellemiş olduğundan pıspırıl ciğerleri bu tempoda bir koşuya bana mısın demiyordu. Artistik hareketlerle sıyrılıp süzülüyor ve kimseye çarpmadan altın madalyalık performans sergiliyordu. Tam Galatasaray Lisesi’ni geçtiği sırada yolun kenarında baca gibi tüten sarışın adam öyle bir duman savurdu ki Tuğçe kendini apansız sis içinde kalmış araba gibi kenara savurdu. Omzunu , sokak tabelasına öyle sert çarptı ki üzerinde duran güvercin anlık kalp krizi geçirir gibi olup cibili cibili havalandı can havliyle. Tarlabaşı’ndan Beyoğlu’na günün bu saatinde sallana sallana çıkan , üstü başı yırtık torbacı Mert satmak üzere

6

kendisine verilen malın yarısıyla Mars’a ayak basan ilk torbacı ünvanını almaya hak kazanalı yaklaşık iki saat olmuştu. Sikseler elimi sürmem bu mala ağğbi diyerek mahallenin bu işlerlerden sorumlu ve psikopat abisinden aldığı ne idüğü belirsiz otu sütun gibi sülün gibi ilah gibi silah gibi bir dilberle sabaha kadar hiç etmişti. Kafa geçmeye başladığı şu dakikalarda da göt korkusu önce midesine şimdi de başına vurmuştu. Onca malın parasını nasıl ödeyecekti şimdi ? Şerefsizim neticesinden kan alırlardı. Kimse de kara kaşına kara gözüne bakmazdı ki baksan bakılır derece de yakışıklıydı da Piç Mert. Son bir umut , ölmeden önce babasının emanet ettiği namlı mı namlı pala mı pala bıyıklı amcasının balık tezgahına uğrayacak , yine tövbeler edecek ve üç beş kuruş uçlanacaktı. Tabi makul bir dayak karşılığında. Güvercin can havliyle hala nereye konacağına karar vermeye çalışırken Tuğçe dünyayı unutmuş şekilde fabrika bacası gibi suratına sis bombası atan Alman tipli jantiye ver yansın yapıyordu. Adana’lıydı Tuğçe öğretmen ve şu an atalarının icat ettiği küfürleri tüm Beyoğlu ahalisi önünde çekinmeden Alman kültürüne damardan enjekte ediyor , garibim Alman yediği küfürden başı dönmüş şekilde fakat bariz bir saygıyla özürleri bozuk aksanıyla sıralamaya çalışıyordu. Piç Mert sokağa çıkar çıkmaz karşılaştığı bu kavga yüzünden kafasındakileri , kafası halen güzel olduğundan, anında unutmuş izlerken tam yanında duran sokak levhasına konan güvercinin yüzünün ortasına şak diye az önce ki korkusunun sıvı halini bırakmasıyla kendine geldi tekrar. Okumuş kadındı Nadide Hanım. Yurtdışılarında yapmıştı tahsilatını yıllar evvel. İsveç konsolosluğundan emekli olmuş ve muadilleri gibi evinde kitap okuyup musiki dinleyerek yaşlılığın tadını çıkartıyor ve artan zamanının çoğunu güzeller güzeli torununa harcıyordu. Ailesi öldüğünden beri torununa en güzel şekilde bakmaya çalışan Nadide Hanım , terim yerindeyse kuş sütüyle besliyor fakat her eski toprak gibi paradan neredeyse zırnık koklatmıyordu tutumlu olmayı öğrendin diye toruncağızı. En büyük zevki olan yürüyüşlerini , günün en güzel saatleri olan öğleden sonraları ve son derece süslü bir şekilde Beyoğlu’nda yapıyordu. Yine aynı saatte evinden çıkmış, zarif bir kuğu misali yürürken denk geldiği kavgayı ayıplayarak bir süre izledi. Aman yarabbi onlar nasıl küfürler. Gençler artık kızınca tersleri fena oluyordu , tıpkı torunu gibi. İki üç günde bir evi başına yıkıyor ve Nadide Hanım’dan bol bol para isteyip geceyi dışarıda geçiriyordu. Ah gençler. Yoluna dönüp yürümeye devam ederken yanında ki gencin suratına edepsiz bir güvercinin şak diye hacetini giderdiğini gördü. Aman yarabbi ne yakışıklı bir delikanlı. Mendilini çıkarıp uzattı çocuğa ve şans oyunu oynamasını tembihledi. Mendili alıp yüzünü silen genç son derece kadifemsi ve cazibeli ses tonuyla ağzını yayarak siktir

OZAN AK

be teyze deyip dönüp arkasını uzaklaştı. Ah şu gençler diye geçirdi içinden , kalbi bir çıt fazla attığı sırada. Nihal, leş gibi bir evde kafası kazan gibi uyandığında saat öğleden sonrayı geçmişti. Mer piçi yine dandik malla kafa ütülemiş ve her zamanki gibi çıkıp gitmişti. Kaan’ın artık bu ilişkinin sonsuza kadar bittiğini söylediği geçen haftadan beri Nihal Murat’ın evine her ayrılıkta olduğu gibi kamp kurmuş ve dumanlanmış allah dumanlanmıştı. Mert ha babam mal bulmaya çalışmaktan helak olsa da Nihal’e köpek gibi aşık olduğundan ne derse yapmış ne istiyorsa getirmişti. Kaan’ın yeni birini bulduğunu duyunca Nihal kafayı hepten kırınca son satacağı mal dışında elinde avucunda birşey kalmayan Mert , içelim anasını satayım demiş ve dayanmışlardı mala. El yordamıyla telefonunu bulup saati görünce voltaj yemiş gibi zıpladı yataktan. Sergiye geç kalacaktı ve ordan gelecek paraya gerçekten ihtiyacı vardı.Yılışık Alman’ın ağız kokusunu çektiğine değsindi bari , Mert’in ağzına sonra sıçacaktı. Dayısından balıkları ıslatmak için kullandıkları tuvalet tasıyla bir kamyon sopayı afiyetle yiyen Mert çareyi süslü teyzenin sözünü dinlemekte bulup iki saat sonra çekilecek piyango için bilet alıp bir köşeye çöktü. Tuğçe yeterince küfür ettiğini düşünerek ve çevredekilerin de sakinleştirme çabaları sonucu rahatlamış ve daha da beter geç kaldığını fark etmenin verdiği gazla adeta şahlanarak depara kalkmıştı. Kalabalığı yararak giderken Nihal’e çarptı ve pardon diyerek durmaksızın devam etti. Hans karnı küfür aklı Nihal dolu olarak sergi salonuna girdi ve saatine bakıp tek aşkı gelene kadar işe koyuldu. Nihal bir Mert’e bir Kaan’a söverek sergi salonunun olduğu sokağı döndüğü sırada telefonu çaldı. Tuğçe sonunda sevdiceğini uzaktan gördü ve aşkııııaaamm diyerek Kaan’ın boynuna atladı. Mert beklerken sızdığı yerden kalkıp canlı sonuçlara bakarken çeyrek biletine düşen ve yüklü sayılabilecek ikramiyesine götü patlarcasına sevinirken Nihal’i aradı. Nihal tam solan girecekken çantasında bulmayı başardığı telefonu açtı. Hans , tam kapıda durup sevinç çığlıkları atan Nihal’i kendisi hariç neyin bu kadar mutlu ettiğine üzülürken Nihal ters istikamette koşarak uzaklaşıp gitti. Tuğçe mahçup Hans terkedilmiş Nadide Hanım herşeyden bi haber Nihal ve Mert heyecanlı ve en önemlisi


7


Kontrpiye Yazılar editörün notları

editörün notları Ne kadar acı çekersem çekiyim, insandım. Uykusuz gecelerim de olsa, sonunda bedenin ihtiyacı olan uykuyu uyuyordum. İştahtan kesilsem de mecburen yemek yiyordum. Bazen mutlu bile oluyordum. Nisan ayında kar yağan Ankara’nın bu or*spu gibi havası beni üşütmüştü ve aynı zamanda acıktığımı hissetmiştim. İlk bulduğum lokantanın kapısında içerip girip masaların arasından geçerek en dipteki masaya oturdum. Masada, kenarları yırtılmış eski bir menü vardı. Masa tozluydu. Umurumda değildi. Menüde sevdiğim tek bir yemek vardı. Yüzünde sert bir ifade ile garson yaklaşıyordu bana. Yanıma gelip; “Ne yaptırayım abime, güzel Adanam var.” dedi. Bir garson müşteriye bir yemeği tavsiye ediyorsa ya o yemekten çok vardır, ya da kar marjı çok yüksektir. Parmağımla menüden sevdiğim yemeği gösterdim. Garson, “Abi o yemek biraz geç gelir, başka bişi yaptırayım mı sana?” dedi. “Pezevenk ben gelmeyen birisini yıllardır bekliyorum. Başkasını hayatıma almayı bilmiyor muydum? Ama bekledim. Çünkü ben O’nu seviyorum. Gelecek biliyorum. Gratis’e girdi diye düşüyorum. Ben kapıda onun çıkmasını bekliyorum ya da alışveriş merkezinde bi mağazada indirim gördü. Çantasını bana verip içeri girdi. Elbise deniyor. Gelecek abi. En güzel elbiseyi üzerine giyip, prenses gibi çıkacak o mağazadan. Yanıma gelip; ‘Yakışmış mı?’ diyecek. Bizi görenler; ‘Vay amk. Bi kıza bak bi de yanındaki mala bak.’ diyecekler. Desinler. Benim kulağım sadece Onu duyacak, gözlerim sadece Onu görecek. Ben yıllardır onun gelmesini bekliyorum, bekleyecem. Şimdi de bu yemeğin gelmesini bekleyecem. Başka yemek istemiyorum.” dedim.Tabii ki içimden dedim.... Biliyordum ki bir garson yemek için geç çıkar diyorsa o yemek hiç yoktur. “Tamam, başka bişi getir.” dedim. Garson uzaklaştığında, karşımda boş bir sandalye, masada tuzluk ve biberlikle baş başa kaldım. Artık karşımdaki boş sandalyeler koyuyordu bana. Sonra düşündüm ki; O artık gelmeyecek. Ama garsona başka yemek getir dediğim gibi; “Allahım, başka birisini getir.” diyemiyorum. Oturdum kaldım bu dünyada. Tek çayla saatlerce kafede masa işgal edenler gibi, tek sevgi ile bu dünyayı işgal ediyorum. Gelen yemeği karnımı doyuracak kadar yedikten sonra kalkıp evime gittim. Yatağa uzanıp bir gözümü tavana bir gözümü de Yüksel Caddesinde ikinci el elbise satan tezgahlardan aldığım elbiseye diktim.Onu en son gördüğümde üzerinde olan elbisenin aynısını bulmuştum. Güzelce yıkayıp ellerimle ütüleyip duvara asmıştım.Sonra uykum geldi. Uyuyacaktım ve yarın yeni bir gün olacaktı. Ama yarın da dönmeyecek. Bu gerçeği bilerek uyumak istemiyorum. Ve galiba hiç dönmeyecek. Bu gerçeği bilerek yaşamak istemiyorum. Galiba sevgisizlikten ölecem...

8


9


YAŞAMAYA DAİR.. Yeni tanıştığım ve yavaş yavaş kaynaşmaya başladığım arkadaşım durmadan babasından bahsediyordu. Babasının 90 yaşında olduğunu, biraz daha genç olsa onunla seyahat edip gezeceğini anlatıyordu. Bende üzülmemesini söylüyordum. Hatta babasının hayat da olduğunu bizim babamızın hayat da olmadığını hatırlatıp sakinleştiriyordum. Arkadaşlarla sohbet ederken bizim arkadaş birden fırladı oturduğu masadan ve babam telefona cevap vermiyor mutlaka bi şey oldu diye bağırmaya başladı. Bende sakin olmasını istedim. Hemen benim arabaya binip onun tarifi ile evlerine gittik. Kapıyı çalmaya başladık. Kapıyı açan yoktu. Bizim arkadaş durmadan telefonla arıyor ve babam babam diye panikle ağlıyordu. Ben daha önce amcayı hiç görmemiştim. Herhalde yatalak ve yaşlı 90 yaşındaki amca son nefesini verdi diye düşünüyordum. Dış kapıya hızla abandım ve omuzumla vurarak kırdım. İçeri girdik ama kimsecikler yoktu. Arkadaşım; “Babam gitmeden mutlaka haber verirdi” diyince ben çok şaşırdım.Yahu nereye gidecek 90 yaşında adam diye tepki verdim. Arkadaşım cama doğru koştu ve aşağı baktı “araba da yok oh” deyince ben olan bitene bir türlü anlam veremiyordum. Daha sonra haydi arabaya gidelim sesi ile irkil-

10

dim. Meğerse amcamın 89 Model Şahin arabası varmış ve sanayiye araba yağı değiştirmeye gidermiş ara ara…Ben şoka girmiştim bile..Daha sonra sanayiye amcanın devamlı gittiği ustaya gittik. Baktık orada oturmuş elinde çayı sohbet ediyor ustalarla… Bizi görünce oğluna beni sordu kim bu arkadaşın oğlum hatırlayamadım dedikten sonra hemen kendimi tanıttım.Yahu amca kusura bakma senin bu oğlun yüzünden kapınızı kırdım vs. deyince vay ayı vay… dedi ve adım artık amcanın kafasına ayı olarak işlenmiş oldu. Bizim Amca eski taksi şoförüymüş ve 89 model Şahin arabası ile haftanın her günü gezermiş. 90 yaşında araba sürdüğüne mi yanayım 89 model Şahin arabanın o kazık gibi direksiyonuyla trafikte gezdiğine mi? Amca bizim arkadaşa senin ayı arkadaşını çağır da beni bir gün gezdirsin deyince kıramadım. Bana ayı aşağı ayı yukarı amca verip veriştiriyordu. O kadar keyifliydi ki sohbeti anlatamam. En son çek bakalım ayıcık şu pavyonun önüne deyince artık ben iyiden iyiye kopmuştum.…18 Mart- 24 Mart Yaşlılar Haftasını Coşkuyla kutlamıştı Amcam.. Arabanın arkasında oturmuş sür ulan ayı bizim eve doğru diyordu.Benim Aklımda Nazım Hikmet Usta’nın yaşamaya dair şiiri…

YAŞAMAYA DAİR… Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından.


11


12


13


EMRE HAKAN TEKERLEKLİBAVUL

külahsız galata kulesi Yağmurun bile yağmaktan sıkıldığı bir İstanbul ikindisinde, dükkânın önünde aylak aylak oturuyordu Ragıp. Yağmur sularının içindeki engellere rağmen ilerlemekte inat eden bir süpürge otunu izliyordu. Önündeki büyük taşı da atlatırsa müşkül yolculuğuna uzun bir süre engelsiz devam edecekti süpürge otu. Taşı itmek için ayağa kalktığı sırada karşı dükkânın sahibi Hayri amca ile yüz yüze geldi. Hayri amca her gün olduğu gibi “Ben ikindiye gidiyorum oğlum, gelene kadar göz kulak oluver dükkâna.” dedi. Ragıp da elini kalbine götürüp “Başüstüne” dercesine kafasını aşağıya doğru eğdi. Bu ikindi ritüeli bittikten sonra yeniden süpürge otunun olduğu yere doğru yöneldi Ragıp. Fakat süpürge otu büyük taşın arkasında değildi artık. Suyun akış yönüne doğru görebildiği son noktaya kadar baktı. Ne yazık ki kendisine haber vermeden yoluna devam etmişti süpürge otu. Bu olayın burukluğuyla dükkânın önündeki süpürgeden bir ot koparıp, büyük taşın arkasına koydu. Ardından da taşı yana doğru itti. Darbeden yeni çıkmış bir ülkenin, en kalabalık şehrinin, en popüler semtlerinden birinde esnaflık

yapıyordu Ragıp. İstanbul’un yerlilerinden değildi kendisi. Yirmi yıl önce göç etmiş bir ailenin en küçük çocuğuydu. Babasının vefatından sonra bakkaliyenin başında o duruyordu. Herkes tarafından sevilen, hakkında kötü söz duyamayacağınız insanlar vardır ya hani, işte Ragıp da onlardan birisiydi. Sabahın erken saatlerinde dükkânı açar, akşam ezanından sonra kapatırdı. Sorulmadıkça konuşmaz, bakılmadıkça selam vermezdi kimselere. İnsanlar onun bu sessizliğinin sebebini merak eder, kimi zaman kendi aralarında bunu tartışırlardı. Hatta dayanamayanlar bunu Ragıp’a sorarlardı fakat hiçbir zaman tatmin edici bir cevap alamazlardı. Ragıp yalnız başına oturduğu zamanların büyük çoğunluğunu hayal kurarak geçirirdi. Fakat hayalleri gerçekleşse, onlara sıkı sıkı sarılacağından şüpheliydi. Hayallerine bu kadar bağlı bir insanın, değişimlere kapalı oluşu da ruhundaki tezatlığı ortaya koyuyordu. Bakkaliyenin eski görünümü konusunda arkadaşlarından aldığı eleştirileri umursamıyordu misal. Kestirme yol açılmasına rağmen her gün eve eski yoldan gidiyordu. Değişimlere karşı değildi aslında, sadece kabullenmesi biraz uzun sürüyordu. Son günlerde kulağına gelen bir duyum Ragıp’ın sessizliğine sessizlik katmıştı. Çevresindekilerin “piyango” diye adlandırdığı bu duyum, onu ise içten içe tedirgin ediyordu. Galata Kulesi restore edilecek, içine tesisler yapılacak ve halkın ziyaretine açılacaktı. Bu demek oluyordu ki her gün Galata’ya yüzlerce kişi ziyarete gelecek ve esnafın yüzü gülecekti. Bu duyumu “piyango” olarak adlandırmalarının da sebebi buydu. Ragıp ise sürekli düşünüyordu. Restore sırasında ters giden şeyler olacak ve Galata Kulesi artık olmayacaktı. Diyelim ki restore başarıyla tamamlandı, bu sefer de kuleyi ziyarete gelen insanlar Galata Kulesi’ne kalıcı zararlar verecekti. Biliyordu Ragıp, geçmişte Galata Kulesi’nde defalarca yangın çıkmıştı. İşte şimdi ziyarete gelen insanlar bir yenisini daha çıkaracaktı. Kulenin sekizinci katına gece kulübü yapacaklarmış. Amaçları besbelli kuleyi yok etmekti. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Galata’dan Üsküdar’a doğru süzüldüğü efsanesini düşünerek, her gün kuleye en az bir kere bakıp Üsküdar’a doğru süzülmeyi hayal eden Ragıp, içindeki bu tedirginlikleri insanlara yansıtmadan, sanki duyumdan hoşnutmuş gibi, Galata Kulesi’nin konusu her açıldığında sadece gülümsüyordu. Duyum bir süre sonra gerçeğe dönüştü. Galata Kulesi’nin etrafına iskeleler kuruldu. İçinden sürekli makine sesleri duyuldu. Restorenin maliyetine dair gazetelerde bir sürü şey yazıldı. İçine asansör takılacak denildi. Avrupa’dan asansör beklenildiği konuşuldu. Yapılacak olan gece kulübünün, kulenin doğasına ne kadar uygun düşeceği tartışıldı. Tüm bunlar

14

yaşanırken Ragıp artık endişelerini saklayamaz olmuştu. Çevresindekilere sürekli yapılan çalışmaları kötülüyordu. Her konuşmayı döndürüp dolaştırıp kuleye getiriyordu. Dükkânın camına tepkisini dile getiren yazılar ve fotoğraflar asmıştı. Arkadaşları nasıl önceden Ragıp’ın sessizliğine anlam veremiyorlardıysa, şimdi de gereksiz buldukları bu tepkisine anlam veremiyorlardı. Onu rahatlatmaya çalıştılar sürekli. “Para toplayıp psikoloğa götürelim şu çocuğu.” diyenler de oldu, “Bir hocaya okutup üfletelim.” diyenler de. Dükkânına müşteri olarak gelen, hiç tanımadığı insanlara bile bu konuyu açtı. Sessizliğiyle meşhur Ragıp, adeta sessiz kaldığı günlerin acısını çıkarıyordu. Esnaf, teşekkürlerini iletmek için belediye başkanını ziyaret edeceği zaman onu da çağırdı. O sohbette Ragıp’ın ilk kez küfür ettiğine şahit olanlar oldu. Gerçi sonradan gitmediğine pişman oldu Ragıp. “Keşke gidip de yüzüne karşı sövseydim.” deyip durdu. Kulenin restore edilişi uzadıkça halk arasında “Kulenin yıkılması an meselesiymiş. O yüzden durdurmuşlar çalışmaları.” gibi birtakım dedikodular yayılmaya başladı. “Asansörün altında iki işçi kalmış. Belediye saklıyormuş. Avrupa eski asansörü yollamış buraya.” diye konuşanlar bile vardı. Çevresindeki insanlar tüm bu dedikodulardan Ragıp’ı uzak tutmak istediyse de Ragıp’a bu dedikodular bir şekilde ulaştı. Ragıp bir cuma günü dükkânda mal dizerken aşçı Hüseyin’in çırağı “Ragıp abi, Ragıp abi, kuleye şapka dikiyorlar.” diye bağırarak içeriye girdi. Bu, o gün yaşanacak olayların fitilini ateşledi. Ragıp bunu duyunca hemen dükkândan çıkıp kuleye doğru koşturdu. Meydana geldiğinde gerçekten de kuleye külah yerleştirilmekte olduğunu gördü. Ragıp dışında bütün Galata esnafı oradaydı. Ragıp’ın geldiğini görünce herkes kuleye bakmayı bırakıp ona doğru çevirdi kafasını. Sadece onun gözü kuledeydi. Ellerini ağzının iki yanına götürerek “O. çocukları” diye bağırdı. Ardından bağırmaya devam etti “Size diyorum kuledeki o. çocukları.” Arkadaşları yanına geldi o sırada. Ragıp’ı sakinleştirmeye çalıştılar. “O ne lan Karagöz’ün şapkası gibi? O külah var ya hepinize girsin hepinize.” diye bağırmaya devam etti. Susacak gibi durmuyordu Ragıp. Kuledekiler onu duyuyordu fakat onunla muhatap olmuyorlardı. Ragıp’ın koluna girdi etrafındakiler. “Sizi de s.kicem. Bırakın beni.” diye bağırdı Ragıp onlara. Kuleye doğru koşturmaya başladı. Esnaf da peşinden koşturuyordu. Ragıp çalışmalar için yapılmış, girişteki yarım metrelik çukuru görmedi koştururken. Ayağı boşluğa denk gelince, dengesini kaybedip düştü ve kafasını yere çarptı… Bir süre hastanede bilinci kapalı şekilde yattı Ragıp. Kendine gelip konuşmaya başladığı ilk zamanlar annesine “Kule halka açıldı mı?” diye sordu. Annesi başını olumlu anlamda sallayınca tam olarak orada kararını verdi Ragıp. Yataktan kalktığında yapacağı ilk iş kuleyi ziyaret etmek olacaktı. Şöyle bir düşündü kendi kendine “Neden bir Hezarfen de o olmasındı ki?”


15


16


17


18


19


20


Bizi biz yapan şey, sizi siz yapan şeylerdeki değişiklikler. Tam olarak anlayamadınız biliyorum ama bunu anlayamamanız bile çok lezzetli. Yıllardır doyuramadığı açlık hissi, dibini hissedemediği bir boşluğa dönüşmüştü artık. Ne yapması gerektiğini bilmiyor; yarım hissettiği bir hayatta sürüklenip duruyordu. Hemen yakınlarında bir çıkış olduğunu hissediyor ama kapıyı bulamıyordu. Yirmi sekiz yaşındaydı ve bunun en az yirmi yılında bu eksiklik hissiyle yaşamıştı. Bugün o kitapçık eline geçmeseydi, muhtemelen yirmi yıl daha aynı eksiklik ile yaşayacaktı. “Aç mısın?” diye sormuştu iş yerindeki en yakın arkadaşı. “Öğle yemeğine daha vakit var. Değilim.” diye cevaplamıştı onu Betül. Kadın kahkaha atmış ve onu sormadığını söylemişti. “Hep aç mısın?” Cevabını vermesi uzun sürmüştü Betül’ün. “Nasıl? Nereden biliyor?” Sorular kafasında dönüp duruyordu. Ne kadar vakit boş boş baktığını bilmiyordu ama sonunda ağzından zayıf, tereddütlü bir “Evet.” cevabı çıktı. Kadın memnun bir ifade ile elini çantasına atıp bir kitapçık çıkardı. LEZZET ÇIKARMA REHBERİ. “Bu kitap özeldir.” dedi. “Herkese verilmez çünkü Lezzeti herkesin bilmesi bizler için iyi olmaz. Ama her üyenin sadece bir arkadaşına bu kitapçığı hediye etme hakkı var. Oku bunu. İş çıkışı buluşup senin de üye olmanı kutlayalım.” Cevap vermesine fırsat bırakmadan kitapçığı Betül’ün eline sıkıştırıp masadan kalktı. Neler olduğunu anlayamayan Betül, kadın odasından çıkana kadar onu izledi. Aklında dolaşan düşünceleri kelimeye dökemiyor, arkasından seslenip bir şey soramıyordu. Kadın kapıyı arkasından kapatınca kafasını toparlamaya çalışıp elindeki kitapçığa döndü. Yaklaşık bir cüzdan boyutundaydı ve herhangi bir kitaptan katbekat kaliteli bir baskıya sahipti. Betül ‘ün elindeki kitapçığı okumak konusundaki kararsızlığı ilk cümle ile sona erdi ve ara vermeden okumaya başladı. *** “İlk seferindeki heyecanımı hiç unutamıyorum. Nasıl yapacağım, nasıl belli etmeyeceğim derken elim ayağıma dolaşmış; lezzetin çoğunu sağa sola saçmıştım. O sırada etrafın tenha olması benim için acemi şansı olmuştu neredeyse. Her ne kadar sonuçları hakkında tecrübesiz de olsam, büyüklerimin anlattıklarından bu durumun lezzetimin devamı bakımından ne kadar tehlikeli olduğunu tahmin edebiliyordum. Erkek bulmak kolay evet, ama o erkeğin lezzetli çıkma ihtimali yüzde bir bile değil. Bu yüzden hepimiz doğuştan itibaren “lezzet çıkarma” üzerine çalışıp uzman olmak için uğraşıyoruz. Şanslıysak çalışmalarımızı erkek kardeşlerimiz, babalarımız, kuzenlerimiz üzerinde yapıyoruz. Yok eğer bu şansımız yoksa mecburen okul arkadaşlarımıza ya da mahalledeki oyun arkadaşlarımıza yöneliyoruz. Ama hep çalışıyoruz. Çünkü çalışmamak aç kalmak anlamına geliyor ve biz aç kaldığımıza savunmasız oluyoruz, silik oluyoruz, başarısız oluyoruz... Etrafınıza baksanız hangi kadının aç, hangisinin doymuş olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz zaten. Yürüyüşüne bile yansır bu. Kimisi ürkek bakar sağa sola; omuzları çöküktür, gereksiz telaşlı alır nefesini; adımlarında, cevaplarında hep telaş vardır. Bu kadın açtır çünkü, ya lezzeti hiç bilmiyordur, ya da lezzet çıkarmayı öğrenememiştir. Şansına bir erkek bulsa da, lezzetini kendisi ortaya çıkaramadığından mutlaka başka bir kadın yapar; bunu bilmiyordur. O başka kadın da benim gibiler olur genelde. Doymuş ya da doymayı bilen, lezzetin en güzelinin nasıl çıkarılacağında uzman olan kadınlar. İlk erkeğinden son erkeğine kadar doğruyu arayan, onu bulduğunda da sömürmeden bırakmayan kadınlar. Böyle anlatınca uzun bir iş gibi geliyor. Aslında kısa ama emek isteyen bir süreç lezzet çıkarma işi. İlk iş tabi ki bir erkek bulma. Ki bu iş erkeklerin genel özelliklerini bilen birisi için zor değil. Ama tabi ki bunun da

püf noktaları var. Hiç lezzeti çıkarılmamışları ve lezzeti sonuna kadar çıkarılmışları, çok uğraşmamaları adına acemilere önermiyoruz mesela. İlk çatlağı alan erkekler biraz daha kolay onlar için. Deneyimli kadınlarda ise bu etkenler çok önemli değil. Onlar sadece hangi tür lezzet alacaklarına dikkat ederler. Sevdikleri lezzeti kendilerine verecek erkeği arar ve bulduklarında da bırakmazlar. Sistem bu ilişkilere sevgililik, nişanlılık, evlilik ve saire isimler veriyor, biz de idare ediyoruz. Bizim aramızda doğru erkeği bulma durumunun tek bir adı var: sahiplenmek. Sahiplendiğimiz erkeğe bir yüzük takarak onu diğer kadınlara karşı korumaya alırız. Erkekler bunu bağlılık simgesi olarak görse de işin aslı başka. Erkeğin lezzetinin kokusu belirli noktalardan yayılır ve yüzük parmakları da bunlardan iki tanesi. Oraya takılan bir yüzük -metalin türü önemli değil, hepsinden yayılan metalik koku iğrençtir.- diğer kadınları tiksindiren bir koku yayarak lezzetin kokusunu büyük ölçüde bastırır. Bu koku kalıcı bir çözüm değil ama en azından ilk görüşte başka kadınlara dur demeye yeterli. Aslında sahiplenilmiş bir erkek diğer kadınlara yasaklı duruma düşüyor kendi yazılı olmayan kurallarımıza göre. Tabi bunun istisnaları da yok değil, ama bu istisnaları yaratmak yine biz kadınlara bağlı. Daha önce bahsettiğim; lezzetten bihaber ya da kontrolünü iyi yapamayan bir kadının şans eseri bir erkeği sahiplenmesi biz diğer kadınlara pek bağlayıcı olmaz mesela. Tabi bazen kendimizi kaybettiğimiz de oluyor ama olacak o kadar. Sonuçta açlık bu, laftan anlamıyor. Sahiplenecek birini bulduktan sonra sistemli bir şekilde lezzet çıkarma süreci başlar. Erkek bu arada direnebilir, lezzete sekte vurabilir ama kırılır. Çünkü erkeğin kaderidir kırılmak. Lezzet önünde sonunda içimize akar. Peki nedir bu lezzet çıkarma? Nereden başlamalı ve nasıl başlanmalı? Eminim hepinizin aklında bu sorular dönmeye başladı. Normal. Sizin yaşınızda ben de aynı sorularla boğuştum. Şanslısınız ki sizin sorularınıza cevap verecek deneyimli birilerine sahipsiniz. Erkeğin beyninin ham hali genellikle tek olay odaklı çalışır. Seks. Bu bizim için şans çünkü lezzeti tatmaya bu noktadan başlayabiliyoruz. Erkek beyninin, size ne mesafede yaklaşabileceğini, bir sonraki aşamaya nasıl geçeceğini, sizi kendine nasıl bağlayacağını, nihayetinde yatağa nasıl atacağını kurgulaması sırasında yaşadığı kararsızlıklar dalgası ortaya lezzetin ham halini yayar. Bu noktada seçtiğiniz erkeğin lezzetinin size uygun olup olmadığını kontrol etmeniz gerekir. Uygun bulmadığınız bir lezzet ile fazla zaman harcamayın. Emin olun dışarıda tam sizin ağzınıza layık erkekler var. Diyelim ki lezzetini beğendiniz ve sahiplenmeye karar verdiniz. Bu kısımda yapılması gereken en doğru şey, erkeğe istediğine yaklaştığını belli eden sinyaller vererek geri çekmek olmalı. Erkek ne anlatmak istediğinizi anlamamalı. Acaba kelimesi hep kafasında dönmeli. Onunla sevişmek ya da sevişmemek, istediği başka bir şeyi vermek ya da vermemek hepsi sizin elinizde olmalı. Ne bıktıracak kadar sıkmalı ne öneminizi yitirmesine sebep olacak kadar serbest bırakmalısınız. Erkeğinizi hep o acabanın

içinde bırakmalısınız. Çünkü lezzetlerin en güzeli acabadan aldığınızdır. Keşkenin, belkinin lezzetleri onun yanında sadece atıştırmalık olabilir hatta. Anlıyorum pek kolay değil erkeğe acaba dedirtmek ama emin olun bir kere alıştırırsanız gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bol bol sinirlendirin erkeği mesela; başlarda hatanızı kabul edin ve erkeğe kazanmanın verdiği hazzı yaşatın. Sonra yavaş yavaş onun sinirli anlarında sizde bağırıp çağırın, kapris yapın... Haklı olanın o olması bu seviyeden sonra hiç umurunuzda olmasın. Alttan almak sizin değil erkeğin işi. Siz alttan almadıkça, kaprislerinizle üste çıkmaya çalıştıkça erkek beyni yavaş yavaş o en lezzetli dalgayı ortaya çıkarır. Acaba ben mi haksızım? Acaba yanlış bir şey mi dedim? Acaba... Güzel değil mi? Hatta çok güzel. Arkanızı dönün ve dalganın sizi yakalamasına izin verin, ağzınızı oradan gelen tüm lezzetlere açın. Tüm açlığınızı, tüm arzunuzu ağzına kadar doldurun. Ama unutmayın her lezzet belirli süreyle yayılır ve bir süre sonra da bayatlar. Musluğu ihtiyacınızı aldığınız anda kesmeniz lazım. Ki bu da zor değil; çünkü doymuş haliniz, erkeğe karşı koyamayacağı bedensel kokular yayar. Erkek acabalardan kurtulur ve sizi kucağına alıp yatağa atmasının kaç saniye süreceğinden başka bir şey düşünemez olur. Bu süreçte de ufak acabaları tatlı kabul edebilirsiniz. Acaba zevk alıyor mu? Acaba burayı öpsem hoşuna gider mi? Erkekler kendilerini karmaşık zanneden basit beyinlilerdir. Birkaç duygu ve ikilemi evirip çevirmekten başka bir iş yapamaz beyinleri. Bu yüzden çok zorlamadan ve asıl ihtiyacımızı belli etmeden beslenmelisiniz. Çünkü en ufak hata erkeğin savunma duvarlarını beyninin etrafına çevirmesi ile sonuçlanabilir. Daha da kötüsü bu savunma kalıcı duruma da gelebilir. Unutmamak lazım ki evrim ihtiyaçlar doğrultusunda olur. Erkek beyni savunma ihtiyacı duyup lezzet üretmeyecek şekilde evirildiğinde, gelecek nesiller sürekli bir açlık içinde kalabilir. Hadi şimdi gidin ve erkeğinize bir kapris yapın. Önünüzde onlarca seçenek var ama yine de bulamıyorsanız ben size bir örnek vereyim: Sen beni sevmiyorsun artık... Afiyet olsun...” *** Betül kitapçığı kenara bırakıp derin bir nefes aldı. Az önce hayatı boyunca duyduğu açlığın ne kadar normal olduğunu ve nasıl gidereceğini öğrenmişti. Hayatı boyunca ne kadar kör olduğunu, nasıl boş bir hayat yaşadığını öğrenmişti. İçindeki kuyuyu nasıl dolduracağını öğrenmişti. Ve şimdi öğrendiklerini uygulamak için can atıyordu. Arkadaşı iş çıkışı demişti ama iş çıkışına daha beş saat vardı. Betül’ün ise beş saat değil beş dakika bile beklemeye niyeti yoktu. Kitapçığı çantasına koydu ve tüm eşyalarını toplayıp arkadaşının odasına koştu. Kapıyı açmasıyla birlikte olduğu yerde donakaldı. Arkadaşı yalnız değildi. Karşısında son zamanlarda şirkette kırıştırdığı müdür yardımcısı oturuyordu. Adam gözlerini karşıya dikmiş bilinçsiz ve şaşkın bir suratla duvara bakıyordu. Kafasından çıkan bir şey -ışık huzmesi, dalga, duman; Betül gördüğü şeyi kelimeye dökemiyordu- havada süzülerek arkadaşının ağzına doluyordu. Kadının ağzından o şeyin damlaları süzülüyor, o parıltı ve yayılan koku Betül’ün içinde karşı koyamayacağı arzular uyandırıyordu. Farkına varmıyordu ama yavaş yavaş arkadaşına doğru yürüyordu. Arkadaşı Betül içeri girdiğinden onu izliyor, memnun bir ifade lezzete doğru çekilmesini bekliyordu. Betül’ün adım atmaya başlaması ile yüzündeki gülümseme yayıldı ve elini uzatarak Betül’ü yanına çekti. Bu arada adam kendine gelmiş şaşkın gözlerle Betül’e bakıyordu. Ne zaman içeriye girdiğini görmemişti. Ama şuan karşısındaki manzara öyle keyifliydi ki bunu umursamıyordu. Arkadaşı Betül’ün yüzünü avuçlarının arasına aldı ve dudaklarını ona yapıştırdı. Betül tam o anda zamanı durdurmak istiyordu. Hayatının en güzel, en eksiksiz, en mutlu dakikasını yaşıyordu. Lezzet kadının ağzından süzülürken Betül tek damlasını bile ziyan etmemek için kadını iyice kendine çekti. Adam koltukta daha rahat bir pozisyon aldı ve aslında neler olduğunu hiç bilmeden apış arasını okşamaya devam etti.

21


22


23


24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.