İlker balkan elveda çocuk ön okuma

Page 1

İLKER BALKAN

ELVEDA ÇOCUK

-1Apartman dedikleri bu binaya ilk baktıkları, kendi dairelerine ilk girdikleri o mutlu gün geldi aklına Selim’in. Şimdi yalnız yaşadığı bu dairede bir zamanlar yeni bir yaşam umudu kurmuş üç kişiydiler. Şimdi, tam da karşı dairesine, yıllarca boş durduktan sonra taşınan bir aile vardı. Yalnızca bu taşınma işi değil, aynı zamanda gördüğü kadarıyla kendi ailesi gibi üç kişi oluşları ve hemen hemen buraya taşındıkları yaşlarda olan bir de erkek çocuğun ailenin bir parçası olarak tam karşı daireye yerleşiyor oluşu fikri, Selim’i yeniden geriye, o güneşli güzel Eylül sabahına götürmüştü. Huysuz bir ihtiyar olarak bilinirdi apartmanda; hatta dalga geçerlerdi onunla. Oysaki o henüz yaşlı hissetmezdi kendisini, belki de zaten yaşlı değildi. Ama zihin yaşını sorsanız bir milyon bile diyebilirdi; huysuzdu işte büsbütün, huysuz ve yalnız… Kapıyı hafifçe aralayıp başını dışarı uzattı. Yakında titremeye başlayacak ellerini kuvvetlice kapıya kenetlemişti. “Hoş geldiniz,” dedi dairenin kapısında, yorgunlukla dikilmekte olan İhsan’a bakıp. “Siz mi taşınıyorsunuz?” “Hoş bulduk abiciğim, sağ olun,” dedi İhsan, “Evet, kısmetse biz oturacağız.” Eve bakmaya geldiklerinde de görmüştü bu adamı Selim, ama daha birkaç kişi de geldiğinden, kim alıcı olmuş çıkaramamıştı. Dile kolay, otuz beş yıl kendisine komşuluk eden Neveser Teyze’nin ardından beş yıllık da bir boşluk… Şimdi yeni bir komşuya alışması zor olacaktı. “Hayırlısı,” dedi Selim, “Var mı bir ihtiyacınız?” “Sağ olun abiciğim, biz hallediyoruz.” Selim’in yaşamdaki en büyük takıntısıydı bu akrabalık lafları. Sevmezdi. Ailesinin yerine kimsenin geçmesini sevmezdi, öyle hitap etmez, kendisi de kimseye akrabalık sıfatlarıyla seslenmezdi. Bu inceliği de herkesten beklerdi. O böyle düşünüp üsteledikçe de huysuz derlerdi ona; giderek de ihtiyarladığından huysuz ihtiyara


dönecekti lakabı. Kapıyı yavaşça kapattı. Huysuzlanmaya başlamıştı işte. Taşralı bir aile taşınıyordu biricik apartmanına. Apartmanını biricik yapan şey sessizlikti; sessizlik demezdi apartmanın durumuna, annesi gibi sükûnet derdi, huzurlu bir sükûneti vardı apartmanın. Bozacaklardı. Pencereye gitti Selim; kitaplığın pencere pervazına kadar uzanan raflarına sırtını dayadı ve perdenin hafif aralık ucundan aşağıda eşya indirmekte olan insanlara şöyle bir baktı. Kendi taşınmaları gözlerinin önüne geldi. Annesi nasıl da istemişti bu semte taşınmayı. Cihangir’de doğmuştu aslında annesi ama sonra yaşam onları Teşvikiye denilen bu küçük mahalleye yollamıştı. Annesi hep isterdi, kendi doğduğu mahalleye taşınmayı. Dedesinin ölümünü fırsat bilmiş ve dedesinden kalan daireyi satan babasının kenarda köşede zorla biriktirdiği parayla, nice zorluklarla aldıkları bu yepyeni daireye, ne aceleyle taşınmışlardı. Eylül, okul ayıydı ve annesi tam da o sene yedi yaşına basan oğlunun Teşvikiye’de okula başlamasını istiyordu. Doğrusu dedesinin bu kadar iyi bir zamanlamayla yaz sonuna çıkmadan ama pek de ani olmayan ölümü, onlara yeni bir yaşam umudu vermişti. Cihangir’deki o daire, dedesinin içinde öldüğü daire, aslında dört kişilik bir ailenin gerilim dolu ve sıkıntılarla kavrulmuş dergâhıydı. Teşvikiye ise onun yaşamının aydınlık tarafını temsil eder hale gelmişti. Sonsuza kadar düşünebilirdi o günü. Ya da sonsuza kadar reddedebilirdi bu evdeki kötü anıları. Ama hepsi gerçektiler ve daktilonun başına geçtiğinde daima zihnine üşüşüveriyorlardı.


-2Yalnızlık en çok yemek yerken zorlar insanı. Bu genetiktir belki de, yaşamda yarış olmadan bir hareket de olmuyordur… Böyle düşünen Selim, yemekle ilişkisini de çok düşünmüş, günlerce aç kaldıktan sonra mekanik bir kurala bağlamayı tercih etmişti. Pencereden baktığı manzara, yavaş yavaş yerini karanlık bir boşluğa terk ederken, apartmandan gelen eşya taşıma sesi de iyiden iyiye azalmıştı. İçi geçip de koltuğun üzerine uzanmış olan Selim, yavaş yavaş çöken karanlığa hayret ederek kalkmış, azıcık kendisine söylenmiş ve pencerenin başına geri dönmüştü. Yaşamında böyle anların sayısı artmaya başlamıştı. Şimdi, içindeki o korku dolu ırmak yerini sakin bir suya bırakırken, yaşamın böyle doğal akışı içinde kaybolduğu zamanları çok zaman fark etmediğini ayrımsadı. Düşüncelerinin hızı düşmemiş ama algıladıkları ve hatırladıkları arasındaki makas giderek açılmaya başlamıştı. Buna bunama diyenler çıkabilirdi. Ama Selim kendisini biliyordu. Bunama değildi bu, zihni, hele de daktilonun başına geçtiğinde hâlâ gençliğindeki kadar iyi çalışıyordu. Okuduğu kitapları da unutmuyordu, aldığı notları, yazdıklarını, kafasında kurguladığı o güzelim öyküleri, yarattığı birbirinden güzel insanları… İş gerçek dünyayı anımsamaya geldiğinde bir tek, bu kadar cömert olamıyordu belki de. “Anımsanacak ne var ki,” diye düşünüyor ve bazen de usturuplu olmak kaygısını elden bırakıp bir küfür savuruyordu. Tak tak!.. Pencerede dururken, kapısının çalındığını fark edince, içini bir ürperme kaplasa da soğukkanlı olarak kapıya yaklaştı. İçerisi bir hayli karanlıktı; koridorun ışığını açıp kapıya kadar gitti ve kapı dürbününden baktı. İlk başta göremediği misafiri, boyu bir hayli kısa olan, o sarışın, güzel çocuktu. Kapıyı naif bir hareketle açtı açmasına ama yüzündeki o korkutucu ifadeyi silememişti. Gözlerinin içine bakan çocuğa, “Sen de kimsin,” dedi çıkışırmış gibi. “Mert.” “Yani?” Çocuğun bakışı ilginçti. Yani karşısındaki koca adamın bu garip soruları, bu alışılmadık derecede sevimsiz tavrı ve yüzündeki o korkutucu ifade, Mert’i de korkutmuştu haliyle. “Annem gönderdi,” dedi Mert, aynı anda hem elindeki tabağı uzatmış hem de aralık duran karşı kapıyı işaret etmişti. O an kapıda, gençten bir kadın göründü. Daha sonra adının, çok sevdiği bir yazardan alınma olduğunu öğreneceği Halide, yüzünde telaşlı bir gülümsemeyle apartman otomatiğini açınca, üçünün yüzleri de birbirleri için daha aşikâr görünür hale geldi.


“İhsan çabuk olsun diye balık getirmişti, kokmuştur diye yolladım amcacığım,” dedi Halide, “Afiyet olsun.” “İstemez,” deyiverdi Selim birden. Bir kapıyı çocuğun suratına çarpmadığı kalmıştı. “Ben balık sevmem,” diye de ekledi. Oysa yalandı. Deliler gibi severdi eskiden. Hele de Bihter Hanım’ın elleriyle yaptığı o boğazın uskumrusuna bayılırdı. Bu eve taşındıktan sonra çokça yapmamıştı Bihter Hanım aslında, evi kıymete binmiş, kokmasın diye balık bile pişirmez olmuştu ama dedesi daha yaşamda ve yanı başındayken, ne çok yerlerdi o Cihangir’deki kocaman evde. “Ah Bihter Hanım,” diye geçirdi içinden, “Ne titiz bir kadındın sen.” Mert, bir annesine, bir Selim’e baktı. “Gel yavrum,” dedi Halide, Mert de koşar adımlarla annesinin yanına gitti. Selim toparlandı sonra, kabalığa gerek yoktu. “Nezaketinize minnettarım,” dedi, “Çok teşekkür ederim size.” “Ziyanı yok,” dedi Halide ve iyi akşamlar dileyip kapıyı kapattı. Selim’in yalnızlığı, şimdi ensesinde duran o sıcak yumurta gibi belirgindi. Sinirlendiğinde annesi, ceza olarak ensesine sıcak yumurta koyar, yeterince özür dileyene kadar da çekmezdi. Can yakan bir sıcaklıkta olmazdı yumurta, ama anımsatırdı Bihter Hanım’ın sözlerinin her kelimesini. Yaramazlık yapmaktan değil de annesini sinirlendirmekten korkan bir çocuk oluşu geldi aklına. Cihangir’de özgürdü üstelik; burada büsbütün kendi kabuğuna çekilmişti. Gözlerinden yaşlar süzülerek, “Bir daha yatak örtüsünü kaldırıp katlamadan yatağa girmeyeceğim anneciğim,” deyişini hatırladı. Bu evdeki ilk yumurta cezası oydu. Üstelik tam da şimdi durduğu yerde, kapının hemen yanındaki o geniş kolonun yarattığı boşluğa, yüzü duvara dönük olarak durmuş, eliyle duvara tutunmuş ve gözlerinden yaşlar akarken, hemen annesinin elini ve elinde tuttuğu sıcak yumurtayı yalnızca bedeninde değil, bütün zihninde hissetmişti. Gözlerini açtı ve bu anıdan kurtulmaya çalıştı. Bihter Hanım, şimdi bile etkisini hissettiriyordu. Zaten bir ömür böyle geçmişti. Ne zaman kendisini bir konuda suçlu hissetse, evin bu ceza köşesi ve annesinin sıcak yumurtalı cezası daha da kötüsü katı tavrı ve üç günlük konuşmama cezası gelirdi aklına. Bu evin bir hapishane oluşu, daha o günlerden zihnine kazınan bir durumdu. Kendi suçlarını bilecek kadar kendi-sini tanıyan biri olmuştu Selim hayatı boyunca hep ve bu evde de ne çok ceza vermişti kendisine…


-3İçinde yaşamayı bildikten sonra her ev sıcak bir yuvadır. Arzulanan duyguların beşiğidir bir ev ama bir yuva, sahip olunanların tamamıdır. Daktilonun başına oturduğundan beridir, evini ve asla var olmayan yuvasını düşünmekten, yazacaklarına bir türlü başlayamıyordu Selim. Zihni, bulanık bir gölün içinde kayıp altın yüzüğü arayan bir adamın görüşü gibi karmakarışık ve muğlaktı. Bir yazarın en büyük ilham kayağı, başka yazarların daha önce yazdıklarıdır. Selim de bunu en iyi bilenlerden biriydi. Otuz yıldır, aynı masada ve şimdi artık yenilediği daktilosuyla, her akşam en az üç saat yazmaya çalışırdı. Yazamazsa huzursuz olurdu çünkü. Bu mekanik sesti belki de onu hayatta tutan. Kimseye söyleyemese de yaşamdaki bütün gayesi şu kocaman kitaplığıydı ve en büyük derdi bu kitaplığı bırakacak kimsesinin olmayışıydı. Onun hazinesi, her şeyi bu kitaplıktaydı. Oradan kendisine bakan kitapların çoğuyla o kadar keyifli zaman geçirmişti ki, onların anıları kendi anılarının yerlerini almaya başlamıştı. Doğal olarak gelişen bir anı yaratma sürecine girmişti. Bir yazar olarak beslenmesi gereken kendi yaşamı, bu evin içinde, inziva tadında sürmekteydi ve böyle kalsa gerçekten de anlatacak bir öyküsü olmazdı. Ama vardı işte. Tam yirmi iki kitap yazacak kadar öykü bulmuş, başkalarından okuyup dinlediklerini yazmış, biriktirdiklerini yazmış ama kıymetli yaşamlara ait kıymetli öyküler anlatmayı başarmıştı. Selim, zaman içinde sararsa da yine de kendisine çekici gelen kitap kâğıtlarına da hastalık derecesinde bağlıydı. Bütün günü, sanki hiç görmemiş gibi kitaplarına bakarak, onları açıp okşayarak, yer yer okuyarak geçirebilirdi. Mutlu olduğu anlardı bunlar ve geçmişine baktığında da bu mutlu anları görmek hoşuna gidiyordu. Ancak o akşam, bu kitaplık da onun zihnini yazıya vermesine yetmemişti. Yeni komşularının tedirginliği ve bu taşınan ailenin yapısına takılmıştı. Bu tesadüf olabilir miydi? Tam kendininkisi gibi bir ailenin kırk yıl sonra oraya, hemen karşı dairesine taşınması, anne, baba ve henüz yeni okul çağına gelmiş bir ailenin karşısında, Neveser Teyze’nin yerinde bu kez de başka bir yaşlı figür olarak kendisinin duruyor oluşu, tesadüf olabilir miydi? Bunu bir roman okurken düşünse, yazarın kurgu düğümünü burada atmaya başladığını ve bu fazlasıyla suni gözüken tesadüfün aslında romanın açılış planı olduğunu keşfetmenin mutluluğunu yaşardı. Bununla da yetinmez, zihninde bu romanı yazmış olan romancının yerine geçer, aynı romanı farklı bir tatta yazarmış gibi okur, sonra da severek daktilosunun başına oturup, yazarmış gibi okuduğu romanı yazan zihnî yazar olup kendi romanını yazardı. Ama ne yazık ki bu kendi yaşamıydı ve şimdi kendi yaşamının romanını yazmak zamanı geldiğini hissediyordu sanki. Şimdiye kadar kendisinden ne kadar az anı nakletmişti. Azdılar, çünkü Selim, unutmanın büyüsüne inanıyordu. Birçok olayın ardından yaşayabilmemizi de bu büyük yeteneğimize bağlıyordu. Sevdiklerini kaybedenlerin, yaşam nedenlerini kaybedenlerin ya da sağlıklarını kaybedenlerin yaşamaya devam edebilmelerinin tek yolu buydu: Kayıplarını unutmayı başaran yaşıyordu; asla


hatırlamamayı başaran ise mutlu bile olabiliyordu. Yaşam bir garipti işte; kitaplar bile bu garipliğin tadına erişemiyordu. Selim, o gece yazamayacağını anlayıp pes etti. Kırk yılda belki sadece kırk gece yapmıştı bunu. Hem de ilk kez bu vazgeçişinin kendince büyük bir nedeni vardı. Hafifçe gülümsedi bunları düşünüp. Işığı kapatmadan evvel yatağının örtüsünü kaldırdı, güzelce katlayıp yatak odasında duran sehpanın üzerine koydu; pijamalarını giyip ışığı söndürdü ve yatağa girerek yorganı üzerine çekti. Yaşamının yeni bir bölümü şimdi başlıyordu…


-4-

Kalın perdelerle örtülü olmasalar pencerelerin olduğu bir odada asla uyuyamaz Selim. Karanlık, uyuması için gerekli olan en önemli koşuldu. Selim, annesiyle babasının odasına geçtiğinden beri, pencereyi kaplayan bu bordo renkli kalın, saten perdelerden asla vazgeçmemişti. Her sabah uyandığında, içeriyi sadece şafak sökmüş kadar aydınlatabilen bir ışık süzülürdü perdelerden. Çok erken uyanırdı Selim, yılların alışkanlığı işte. Ama bu perdelerin sağladığı loşluk bile yetmediğinden bu kadar erken uyanıyordu. Belki içerisi daha karanlık olsa, daha geçe kadar uyurdu. Kalktı Selim ve salona geçiverdi hemen. Gerçekten de ancak yeni yeni sabah olmuştu. Daha kimse yoktu sokaklarda. İşe gidenler bile çıkmamışlardı caddeye. Sakince tıraş oldu, üzerini giyindi ve evden çıktı Selim, her sabah yaptığı gibi. Bir sokak ilerideki ekmek fırınından bir ekmek alacak, kısa bir sabah yürüyüşü yapıp, bir önceki günden kalan ekmeği kuşların yemesi için boş arsadaki toprak kabın içine bırakacak ve üzerine de yanında getirdiği sütten dökecekti. Kediler, bu erken saatte gelen güzel misafirden hoşnut olsalar da istiflerini bozmayacaklar, Selim de vazifesini yapmış ama kedilerle muhatap olmamış bir şekilde evine dönebilecekti. Ancak bu sabah hiç de öyle olmadı. Kendi kapısını açar açmaz, karşı kapı da açılıverdi birden ve uykudan yeni kalkmış olduğu her halinden belli olan, sevimli bir erkek çocuğu, gözlerini Selim’e dikmişti. Selim, önce görmezden gelmeye çalışsa da, kısa bir süre sonra, içinde çocuğa karşı bir sıcaklık hissetmeye başladı. Oldu olası çocuklardan nefret eder, onları gürültücü birer makine olarak görürdü. Oysaki romanlarının çocuk kahramanlarına oldukça tevazu gösterir, onları anlamaya ve anlatmaya çalışırdı. Zihnindeki acı çeken çocuk imgesi romanlarda kurtuluş çareleri bulurken, gerçek çocuklara olan nefreti büyürdü. “Nereye gidiyorsun,” diye aniden soruverince Mert, Selim afalladı iyiden iyiye. Bu çocuğun çekinmesi de yok, diye düşündü. Kapının kenarına dayanmış ve sağ elini ağzına sokmuş olan, pijamasının sol paçası yukarı kadar sıyrılmış ve saçları terden kafasına yapışmış bu çocuk, sevimliydi. O an gerçekten de sevimli göründü gözüne Selim’in. “Kedilere yemek vereceğim,” dedi Selim. “Hangi kedilere?” Gülümsedi Selim’e ve kendisine şaşırdı. Aksine, bu soruya kızması gerekirdi çünkü bir çocuğun yapmaması gereken bir densizlikti bu. Bihter Hanım ne çok kızardı böyle densizliklere, şımarıklıklara…


“Yan tarafta dokuz on tane kedi var,” dedi Selim, elindeki hasırdan örme, süslü pazar çantasını göstererek, “Bunun içindekileri onlara vereceğim.” “Ben de geleceğim,” dedi Mert, “Kedilere geleceğim.” Çocuğun teklifsizliği Selim’e garip gelmişti. Anlamsızdı hatta. Hiç çocuk olmamış birisinin çocukluğu anlamasının zor olduğunu bir ömür boyu fark edememişti Selim; insan olarak da yazar olarak da en büyük eksiği, yaşayamadığı çocukluğuydu belki de. O an hatırlamak istemedi ama bunların zihnini epeyi bir süre meşgul edeceğini biliyordu. “Annen merak eder,” dedi Selim. Kendisi de şaşırmıştı verdiği yanıta. Akşamki gibi olmuştu işte; kendi kendisine kabahat işleyip duruyordu. “Ya ama kedileri görmek istiyorum,” dedi Mert. Ağlamaklı olmuştu. Selim, arkasını dönmüş gitmeye hazırlanırken durdu ve çocuğun yanına giderek hemen önüne çömeldi. “Tamam, götüreceğim seni ama şimdi değil,” dedi, bir yandan da çocuğun gözünden akan yaşı silmeye çalışıyordu. Bu kadar sessiz ağlanabildiğini biliyordu kendisinden ama bir çocuğun bunu yapabileceğini hayal bile edemezdi. “Hadi gir şimdi içeri, öğleden sonra tekrar yemeklerini vermeye gideceğim, o zaman gelirsin,” dedi. Mert, bu yanıtı sevmese de uzlaşmak zorunda kaldı bu sert bakışlı adamla. “Tamam,” dedi, “Ama söz ver.” Selim, galiba gülümsedi. Ya da o yüzündeki asık ifadenin biraz azalmasına izin vermiş de olabilir ve bu ifade değişikliği Mert’e gülümseme gibi gelmiştir doğal olarak. “Tamam, söz,” dedi Selim. “Erkek sözü ver,” dedi Mert şimdi de. “O ne demek,” diye çıkıştı Selim birden, “Söz, sözdür.” “Ya ama erkek sözü ver.” “Tamam, tamam, erkek sözü veriyorum.” İşte tam o an, Selim’in hiç beklemediği bir şey oldu. Sağ omzunun hemen alt tarafında, kendisininkinden biraz daha hızlı çarpan bir kalbin ritmini duymaya başladı. Bihter Hanım’ın sıcak yumurta bastırdığı ensesinde bir çift küçük elin sıcaklığı vardı ve omzuna yaslanan bu küçük kafa, bir anda yanağına bir öpücük kondurdu. “Hadi git yat şimdi,” dedi Selim ve zorlukla doğruldu. Bir çocuğun sevgisini kazanmak da kaybetmek de kolay şeylerdi. Zor olan, bir çocuğu sevebilmekti; bir ömür boyunca sevebilmekti. Hızlı adımlarla merdivenden aşağı inmeye başladı Selim. Birkaç basamak inmişti ki, kapanan kapının sesi geldi. Gayri ihtiyari “Aferin,” dedi


Selim ve hafiften gülümsedi. Üstelik bu kez kendisi de bunu hissetti. Güzel bir eylül sabahıydı; güzel bir gün başlıyordu…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.