7
Binlerce kez öp beni, sonra yüzlerce Sonra tekrar öp binlerce, bir daha yüzlerce Sonra bir binlerce, bir yüzlerce kez daha Derken bu binlerin sayısı artınca Sallayalım şu abaküsü, bilmesin kimse kaç tane Hem kıskansınlar gördüklerinde Bugüne kadar ne çok öpüşmüşüz diye
- Catullus 5
06.11, 5 Ocak 2012
Sabahları bir öpücükle uyandırılmaktan daha tatlı bir şey yoktur herhalde. Maalesef bu sabah -bu evde geçireceğim son sabah- bir sevgilinin dudaklarıma değen yumuşacık öpüşleriyle değil, göğsümde yatan şişko bir kedinin patileriyle uyanıyorum. "Günaydın, Harry," diye fısıldarken bir yandan da çenesinin altını gıdıklıyorum, yatağımın altında baklava kaslı bir erkek olmadığının da farkındayım elbette. Dün gece yarı uyuklar halde yediğim iki gofretin ambalajı var sadece. "Bugün büyük gün, dostum," diyorum. Son günlerde Harry'ye bir haller oldu, şimdi de deli gibi patilerini yalıyor. Son birkaç gündür evin gelen giden trafiği, bütün dengesini altüst etti tabii. "Saçmalama kuzum, seni ve kız kardeşini almadan bir yere gider miyim?"
Burnuna
hemen
bir
öpücük
kondurup
onu
yataktan
kaldırıyorum. Bacaklarımı da kolilerle dolu olan yere indiriyorum. Bir kez daha hayatın bu kadar çabuk paketlenip toplanabildiğine şaşırmadan edemiyorum. Her şey o kadar gelip geçici geliyor ki... Kendimizi sıcacık yuvamızda hissedelim diye gereğinden fazla önem verdiğimiz onca eşya, her yeri doldurduğumuz bir sürü hatıra tetikleyici ıvır zıvırın çoğu çöpmüş aslında. Gerçekten, adam akıllı bir temizlik yapınca insan arındığını hissediyor. Derin bir nefes alıp önce ne yapmam gerektiğine karar ver-
meye çalışıyorum. Kaloriferler henüz çalışmaya başlamadığı için evin içi soğuk, duşa giremem. Hem zaten canım fena halde kahve çekiyor. Nakliyeciler gelmeden önce de toparlamam gereken birkaç kutum daha kaldı. Bir yanım bütün işlerle tek başıma uğraştığım için öfkeli, ama diğer yandan bugün hiçbir aksaklık yaşanmaması gerektiğinin de farkındayım. Eh, her kadının bildiği gibi bu da işleri tek başına halletmek demek. Böyle söylerken anneme ne kadar çok benzediğimi fark edince önce biraz ayak diriyorum ama sonunda dayanamayıp gülümsüyorum. Of, gençliğimdeki ben, beni şimdi görse kesin dehşete düşerdi! Dışarıda her şey simsiyah bir denizin altına gizlenmiş gibi. İçim ürperiyor. Fazla oyalanmadan tişörtümle taytımın üstüne sabahlığımı geçirip ayağıma da botlarımı giyiyorum. Duvarın kenarında baloncuklu naylona sarılmayı bekleyen boy aynasında kendimi görünce de rengim atıyor. Ne berbatım! Gözlerim kurbağa gözü gibi şişmiş, günlerce uyumamaktan betim benzim atmış, rengim gri olmuş ve üstüne üstlük bir de alerji olmuşum. Kapının orada durarak yatak odamın köşesindeki televizyonda dün gece seyrettiğim DVD'yi makineden çıkarmak için dönüyorum. DVD'yi ve yarısı yenmiş bisküvi paketini kolumun altına sıkıştırıp merdivenden aşağı iniyorum. Dün gece bu DVD'yi üstünde "DEPO" yazan bir kutunun içinde bulmuş ve kendime engel olamamıştım. Bu filmi en az kırk kere izlemişimdir ama yakın zamanda hiç seyretmemiştim. O "bizim filmimizdi." Ve böyle zamanlarda eski yaraları deşmemek gerektiğini herkes bilir! Elimde çay fincanımla salonda bir ileri bir geri turluyorum ama bir yandan da ekranı kıpraşan televizyona bakmamak için kendimi zor tutuyorum. Filmin açılış jeneriğinde durdurmuşum. Ve kumandanın "oynat" düğmesine basmamak için kendimle gerçekten büyük savaş veriyorum. Zaten şu anda yapacak o kadar çok işim var ki, oyalanamam.
Bu eve ilk taşındığım günü o kadar net hatırlıyorum ki. Hem dün gibi geliyor hem de aradan asırlar geçmiş gibi... Burası "ebedi yuva" olacaktı (beni bu kadar yüksek beklentileri olan birine dönüştürdüğün için sana lanet olsun, Kirstie Allsopp!) Köklerimizi salabileceğimiz bir yer... Broadway, Leigh on Sea'nin keşmekeşinin içinde ufak tefek seçme dükkân ve kafelerin bulunduğu şirin mi şirin, daracık bir sokakta yer alan evin yatak odasının balkonundan muhteşem bir deniz manzarası görünüyordu. Fakat evin geri kalanı tamamen yıkılmak üzereydi. Tam proje dedikleri şeydi, yeni evli genç bir çift için biçilmiş kaftandı ve ben de bu projeyi üstlenmek için çok hevesliydim. Böyle bir yerde yaşamak hep hayalimiz olmuştu bizim. Evi eve benzeteceğim diye yatak odasını maviye boyayıp şöminenin üstüne de Leigh Sahili'nde çektiğim çakıltaşlarının tuvale basılmış fotoğrafını yerleştirmiş, geçirdiğim her anı severek yaşamıştım. Halı işleri, parkelerin zımpara ve cilası, şöminenin asıl halinin ortaya çıkarılması, iPod'da bangır bangır çalan Take That parçaları eşliğinde duvarların capcanlı renklere boyanması derken haftalarca süren bir tadilata soyunmuştuk. Her gün şafak vaktinde, hava nasıl olursa olsun, onunla beraber denize bakan The Green'e kadar yürüyüş yapar ve her zamanki bankımızda oturup birbirimizden ayrı geçireceğimiz upuzun günü düşünürdük. Geçmişle ilgili konuşur, geleceğe dair hayaller kurardık. Her gün kendimi bir önceki günden daha mutlu hissederdim. DVD oynatıcısının yanına gidiyorum. İçimdeki mantıklı ses, bunu kendine yapma, Molly, diyor. Ama bir kerecik daha izlemekten ne çıkar ki? "Oynat" tuşuna basarken çay fincanımı sımsıkı kavrıyorum. Bu filmi son seyredişim bu. Sonra bu DVD'yi salondaki rafları dolduran diğer ağlak, romantik komedilerin arasına saklayacağım. Ya da en azından saklamayı düşünüyorum. Her türlü şahsi dokunuştan, upuzun bir sıra halinde dizilmiş fotoğraflardan, üst üste yığılı dev minderlerden, mumlardan, kedi sepetinden,
atıştırmalıklardan ve bu evi yıllarca bir yuva kılan anılardan tamamen arındırılmış salonda etrafıma bakıyorum. Televizyonun sesi kısık ama filmin jeneriğinin müziği evin içindeki bütün sessizliği delip geçiyor. Ses düğmesine basıp kumandayı koltuğa bırakıyorum. Şarkının gitgide yükselen nakarat kısmı salonun içinde yankılanırken tüylerim diken diken oluyor, gözlerimi kapıyorum. Ne zaman bu şarkıyı duysam içimden bebek gibi anıra anıra ağlamak gelir. Eskiden bu evi bir yuvaya dönüştürebilmek uğruna tüm kalbim ve ruhumla kendimi paralarken bu şarkıyı ardı ardına dinlerdim. "Kendin yap" tarzı işlerle uğraşmadığım zamanlarda doğru düzgün bir eş gibi mutfakta bir ziyafet hazırlamakla meşgul olurdum. Sonra da filmin karşısında oturup yemeğimizi yerdik, o da bu kadar sulugöz birine dönüştüğüm için benimle alay ederdi. Yukarılara bakarak gözlerimi deviriyor, bir elimle de yüzümü siliyorum. Her bir sahnesini ezbere bilmeme rağmen bu film her seferinde bana aynısını yapıyor. Yanımdaki kutudan bir mendil alıp burnumu siliyorum. Bir yandan da gözüm hâlâ televizyonda... Yakışıklı, yere bakan yürek yakan gencimiz özlem dolu gözlerle ilgisinin yegâne odağını süzmekle meşgul. Kumandayı kaptığım gibi, tam da dudakları acemice, ilk defa buluşmak üzereyken "durdur" tuşuna basıyorum. Sonra da bir bisküvi alıp onu ilaç gibi ağzıma atıyorum. Tek umudum bisküvinin içimdeki ağlama isteğini bastırması. Kendi kendimi azarlıyorum. Aptal aptal davranmayı kes, Molly. Bu sadece bir film. Sen de duygusal bir anındasın. Taşınmak bir insanın hayatındaki en stresli süreçlerden biridir. Boşanmak ya da bebek doğurmaktan farkı yok. Bisküvi ağzımda bir anda kum gibi dağılıyor, yutkunup onu boğazıma oturan yumrunun gerisine geçireyim derken az daha boğuluyordum. Nefes nefese öksürüyorum. Bir an komşunun, göz-
lerimi tavana dikmiş, bir elim gırtlağımda bir elimde de bisküviyle kanepede yatarken beni bulduğunu hayal ediyorum. Hafif aralanmış ağzımın kenarından damlayan böğürtlen marmelatı gerçekten çok etkileyici, vefatımın yegâne kanlı kanıtı... "Ne büyük trajedi," diyecek komşum. "Zavallı kızcağız kırık kalp şeklinde bir bisküvi yüzünden öldü." Paketi elime alıp ağzıma bir bisküvi daha tıkıyorum. Zaten bu saatten sonra kilo alsam da fark etmez. Gençlik günleri geride kaldı, hem ayrıca kalbimin bundan daha fazla kırılması da mümkün olmayacak. Benim yaşadıklarımı yaşayınca, aşk uğruna her şeyi riske edip, sonunda da kumarı kaybedince bir daha asla aynı olamazsın. Asla. Tekrar "oynat" düğmesine basıyorum ve arkama yaslanıp filmin devamını seyretmeye çalışıyorum. Ama gözlerim Ryan Cooper'dan başkasını görmüyor. İlk aşkım... Ve son olacağını umduğum aşkım.
Bütün Öpücüklere Son Veren Öpücük
Her kızın hayatı boyunca hayal ettiği "bir an" vardır, derler. Hangi an olduğunu biliyorsunuz tabii ki. Adamın tekinin diz çöküp bütün yüreğini size sunduğu o anı diyorum işte. Şey, ben asla öyle bir kız olmadım. Ama öyle olsaydım bile, o "anın" asla bu kadar muhteşem olabileceğini hayal edemezdim.
<<REW 19/ll/05>
"Gerçekten burada olduğumuza inanamıyorum!" Heyecan içinde ellerimi birbirine vurarak yüzümü pencereye yapıştırdım ve görmek için ölüp bittiğim, karanlıkta bir sigorta kutusu gibi parlayan şehri içime sindirdim. Brooklyn-Queens arasındaki ekspres yolu geçip Brooklyn Köprüsü üstünde ilerlerken ağzım heyecandan bir karış açık kalmıştı. Sarı taksimizin içinde ilerlerken Manhattan önümüzde yükseliyordu. Binalar o kadar uzun ve parlaktı ki, insanın gerçekten inanası gelmiyordu. Sanki panayırlardaki ayna koridorlarındaki yansımalara bakıyor gibiydik. Nefes kesici gökdelenler, esneyen bir ağzın içindeki pırlanta implantlı dişler gibi lacivert akşam semasında bize göz kırpıyordu. Ryan bana doğru uzanıp omzumu öptü ve kolunu belime doladı. Halimden memnun, derin bir iç çektim. Ryan dalgın bir şekilde, "O kadar müthiş ki, tıpkı filmlerdeki gibi!" dedi. Benden çok kendi kendine konuşuyordu sanki. Barıştığımızdan beri planladığım bu tatilin hoşuna gitmeyeceğinden çok korkmuştum. O genelde deniz, kum, güneş tarzında bir adamdı çünkü. Kısık sesle, "Bu şehri seninle göreceğim için çok mutluyum," dedim. Ryan bana bakıp sırıttı. Bronz, yakışıklı yüzü şaşkınlığın res-
miydi adeta. "Hayırdır? Kuşkucu sevgilim nihayet bir romantiğe mi dönüştü? Harry nihayet Sally mi oldu?" "Olmuşsam ne olmuş, Cooper?" dedim, inatçı bir edayla kollarımı kavuşturup. Sonra da yanımızdaki aracın kornaya asılıp bizim şoförün de laf yetiştirmek için pencereden bağırmasıyla tekrar sevgilime sokuldum. "Bu konuda ne yapacaksın?" Ryan güldü. "Göreceksin, Molly Carter!" diye fısıldayarak bana sarıldı. "Göreceksin..." Dudaklarımı büzüp gözlerimi kısarak ona baktım. Tabii o sırada onu incelemekten de geri kalmadığımın farkında değildi. Deniz mavisi gözlerini, palmiye yapraklarını andıran kirpiklerini, üstdudağının kum tepesi misali kıvrımlarını, çenesinden aşağı inen, sapsarı saçlarıyla uyumlu pütür pütür, altın rengi kirli sakallarını içmekle meşguldüm. Son altı aydır bunu çok sık yapar olmuştum. O kadar olaydan sonra barışmış olmamıza hâlâ inanamıyordum. Fakat Ryan'la birlikte temiz bir başlangıç yapmaya ve sanki yeni bir ilişkiye başlıyormuş gibi davranmaya söz vermiştik. Tekrar pencereye dönmeden önce onu öpmek için kendime çektim. Köprü bizi Hudson Nehri üstünden geçirip yavaşça şehre indirdi. Bir an önümden hızla kayıp giden parıl parıl binalara, ışıklara, sıraya girmiş bizimki gibi sarı taksilere bakarken kendimi hızla ileri sarılan fütüristik bir müzik videosundaymışım gibi hissettim. Bu inanılmaz şehri bildiğim en iyi şekilde -kadrajın ardından- gözlemleyebilmek için fotoğraf makinemi kaldırdım. Hızla ilerleyen taksinin içinde, Ryan'ın kolu omzumda, parıl parıl ışık saçan metropolün derinlerine inerken bir daha da kıpırdamadım.
Ertesi sabah, "Gülümse!" diye bağırdım. Ryan sabahın kör saatinde Staten Adası Feribotu tabelasının önünde dikilmiş pis pis
sırıtıyor ve işaretparmağıyla da kasıklarını, kotunun üstüne giydiği Özgürlük Heykeli desenli g-string çamaşırını gösteriyordu. Meşhur yerlerin gezebildiğimiz kadarını gezmeyi kendimize görev edinmiştik. Ayrıca hediye dükkânlarındaki en adi hediyeyi kim alacak diye birbirimizle iddiaya da girmiştik. Ryan'ın ne kadar rekabetçi biri olduğunu bildiğim için iddiayı kazanmamak gibi bir şansı olmayacaktı. Fakat o rekabetçiydi belki, ama benim de yanımda azmim ve yaratıcılığım vardı. En iyi fotoğraf ödül kazanacaktı. Ryan kazanırsa, onu New York-Giants maçına götürecektim, ben kazanırsam, o da benimle birlikte Sex and the City turuna gelecekti. Dürüst olmak gerekirse her halükârda o kazanacaktı, çünkü büyük ihtimalle turda o da eğlenecekti. Ryan yarattığı görüntüye bir de plastik Özgürlük Heykeli tacını ekleyince kahkahalarla gülmeye başladım. New York'un lady'si gibi elini kaldırmış
poz
verirken
yanımızdan
geçen
Japon
turistler
de
kameralarıyla her anı kayda alıyordu. Bir nebze olsun utanmayan Ryan, sanki önemli bir tasarımcının mankenliğini yapıyormuş gibi onlar için de poz verdi. İkinci sınıf öğrencileri onun bu halini bir görseydi keşke! Beden öğretmenleri Havalı Bay Cooper, şu an hiç de havalı mavalı değildi. Fotoğraf makinesini indirip yanına sokuldum, beraber limanda demirli feribota yürüdük. Çabucak güverteye çıktık. Onu boynundan öpüp üstündeki gülünç kıyafete bakarken, "Biliyor musun, seni hayatımda hiç bu kadar istememiştim, Ryan Cooper!" dedim. Bunu der demez beni kollarına aldı ve Özgürlük Heykeli taçlarından ikincisini başıma takıp beni hafifçe geriye yatırdı. Millete göstere göstere dudaklarımdan öperken bizim şu büyük Japon turist grubu fotoğraflarına yenilerini eklemek için yine etrafımızı kuşattılar. Kıpkırmızı kesildim ve yüzümü saklamaya çalıştım (kendimi bildim bileli uluorta öpüşmekle aram iyi değildir) ama
Ryan beni tekrar kaldırıp, önünde eğilen ve kibarca el çırpan turistlere el salladı. Sonra da tangasının lastiğinden çekip sırıttı. "O halde yenilgiyi kabul ediyorsun," dedi. Ardından asker pantolonun cebinden tacıyla takım, köpükten bir meşale çıkardı ve Bayan Özgürlük kendiymiş gibi havaya kaldırdı. Kollarımı kavuşturdum. "Ya, demek bana değen şey oymuş!" dedim. "Bir an şansım döndü sandım..." "İddiayı kazandığımı kabul et," dedi pis pis sırıtıp elindeki erkeklik organı kılıklı meşaleyi sağa sola sallayarak. "Asla! İşin ucunda Carrie Bradshaw'in bütün Manolo koleksiyonu olduğu sürece hayatta olmaz!" Ryan kahkahalarla güldü. "Şundan birkaç yıl öncesine kadar Converse'ten başka ayakkabı giymeyen kız mı söylüyor bunu?" "Hey,
Converse'lerimi
hâlâ
seviyorum,"
dedim,
o
sırada
ayaklarıma renk katmakta olan kırmızı Converse'lere bakarak. "Hem ayrıca insan dediğin değişebilir, değil mi?" "Kesinlikle değişebilir... Harry" diyerek kahkahayı bastı Ryan. "Yani her şeye ve herkese karşı isyan etmek isteyen, 'aşk zavallılar içindir, bebeğim' diyen, öfkesi burnunda, dik kafalı, on beş yaşındaki bir kızın böyle olacağı kimin aklına gelirdi," dedi, her virgülü parmaklarıyla işaret ederek. "Böylesine aşk dolu, böylesine romantik bir kadın olacağını kim bilebilirdi." Susup sırıttı. "Kadınım." Sonra beni kollarının arasına çekti. "Oynadığım riski yüksek kumarın nihayet hayrını gördüğüme seviniyorum!" Tehlikenin bilinciyle gözlerimi kıstım. "Sen bana yaşlı mı diyorsun?" Ryan dişlerinin arasından bir ıslık çalıp başını iki yana salladı. "Yo, hayır. Hiç böyle bir şey der miyim? Yani birkaç güne yirmi altı yaşına yeni gireceksin, gerçi artık resmen otuzuna yir-
mine olduğundan daha yakın-sayılırsın!" Birden susup gülümsediğinde mavi gözlerinin içi parladı. "Ve ayrıca bu, on yılı aşkın süredir sana âşığım demek!" "On beş yaşındayken bana âşık değildin ki!" diye bağırdım, rüzgâr saçlarımın arasında ıslık çalarak yüzüme doğru eserken iyice kollarına sokuldum. Işıl ışıl parlayan Hudson Nehri'ni seyrederek acayip ve karmaşık genç halimi düşündüm. O zamanlar arkadaşlarımı saymak için bir parmağım yeterdi. Sosyal becerilerimi sayarken de kullandığım parmak sayısı sıfırdı. Asık suratlı ucubenin önde gideniydim, farklı olmak için yırtmıyordum ama asıl derdim kabul görmekti. Bu keskin fotoğrafçı gözlerime rağmen zekâmın fark etmeye yetmediği bir çelişkiydi işte. Eliyle yüzümdeki saçları çekti. "Dünyanın en güzel kızı olduğunu düşünürdüm." "Sen fazla Prince dinlemişsin," dedim, ilgisiz bir tebessümle. "Pekâlâ," dedi burnuma dokunarak, "o zaman neden ilk buluşmamızdan sonra anneme geleceğin Bayan Cooper'ıyla tanıştığımı söyledim?" "Hadi oradan!" Kahkahalarla güldüm. Onun da bana katılmasını bekledim ama yüzündeki ifade ciddiydi. "Jackie ne dedi?" "Eğer öyle düşünüyorsam, bunu mahvetmemek için elimden geleni yapmamı söyledi." Göz göze geldik. Bakışlarımızın yoğunluğunda yakın zamandaki ayrılığımızın farkındalığı vardı. Sonra gülümsedik. O zamandan bu yana çok yol kat etmiştik. Kollarına biraz daha sokuldum. Kelimenin tam anlamıyla bundan daha iyi bir yerde olduğumu düşünemiyordum. Kafamın içindeki genç kız o sırada çığlığı bastı: Asla bir ilişkinin baskıları altında kısıtlanmamaya ne oldu? Zaten Ryan'dan ayrılma sebebim de başta oydu. Üniversitedeyken ciddi ilişkilerden niçin uzak durmaya yemin ettiğimi bana hatırlatması için du-
varıma astığım o liste geldi aklıma. Ciddi bir sevgili istemememin nedenleri: 1. Sana engel olurlar 2. Seni ezerler 3. Sonra da kafanı allak bullak ederler Kısa ama öz bir listeydi. Ve evet, çocuktum, öfkeliydim ve bir daha kimsenin beni Ryan Cooper'in üzdüğü gibi üzmesine izin vermemeye kararlıydım. Ama işte bazı şeyler değişiyor, insanlar değişiyor. Tabii bununla birlikte insanların görüşleri de değişiyor. Ve şimdi verdiğim cevabı umarım genç halim de anlar diye umuyorum (gerçi gözlerini devirip parmaklarını gırtlağına sokacağından eminim). Molly Carter + Ryan Cooper = Sonsuza Dek İki saat sonra dünyanın filmlere ve fotoğraflara en çok malzeme olmuş, en meşhur binasının çevresini yılan gibi saran sıranın önündeydik. Birinci sınıf mimarinin yegâne örneği, Empire State Binası. Ben Ryan'ın elini sıkarken, o sırıtarak bana baktı ve elindeki sosisliyi uzattı. Kocaman bir ısırık aldım, o da dudaklarımın kenarına bulaşan hardalı öptü. Güldüm. Tom Hanks'in Büyük filminde daha az ciddiye alındığında ne kadar eğlenceli olabileceğini gösterdiği Elizabeth Perkins gibiydim. Şu son birkaç gün sırf ilişkimizin değil, aynı zamanda hayatımın da
en
güzel
günleri
olmuştu.
Kendi
romantik
filmimizin
oyuncularıymışız gibi şehri baştan sona geziyorduk. Dün, "Unutulmayan Aşk'ı biliyor musun," dedim Ryan'a. Ama o izlememişti. Ryan'ın kendi doğmadan önce yapılmış her şeyi dinlemeyi ya da izlemeyi reddettiğini şimdiye kadar çoktan öğrenmiş olmam ge-
rekirdi. Özellikle de siyah-beyaz filmleri. Hikâyeyi ona anlatmaya çalıştım ama tam Deborah Kerr'in, Empire State Binası'nın tepesinde Cary Grant'le buluşmaya giderken bir taksinin ona çarptığı bölüme geldiğimde, "Bana hiç de romantik gelmedi, bebeğim," dedi ve, "eğer biz bir film olsaydık, bence Keşke 30 Olsam daha çok yakışırdı," diye ekledi. Times Meydanı'nda yürürken elimi tuttu ve sırıttı. "Sonuçta sana ilk göz koyduğumda tuhaf, tepeden tırnağa sevimsiz bir ergendin ve şimdi Jennifer Garner yanında halt etmiş! Viva dergisinin güzel editörü!" "Fotoğraf editörü," diye düzeltip güldüm. İnanılmazdı ama sadece dört gün içinde "New York'tayken Yapılacaklar" listemdeki her şeye tik atmayı başarmıştık. . Staten Adası Feribotu'na bin, Özgürlük Heykeli'ne git . Central Park'ta fayton turuna çık . Empire State'e çık . Magnolia Bakery'den kapkek ye . MoMA'da bir akşamüstü geçir . Guggenheim'a git . Met'e git .Central Park'taki Wolfman ringinde buz pateni yap . Carnegie Hall . Alışveriş (bolca) . Broadway'de bir şova git .Srendipity 3'de dondurmalı milkshake iç . Strawberry Fields'a git Daha da önemlisi iyice âşık olmuştuk. Sırf bu şehre değil, birbirimize de. Yepyeni bir ilişkinin başında olduğumuzu hissediyordum. Zaten olan olaydan sonra bundan fazlasını dileyemezdim. "Hadi!" dedim, Ryan'ı asansörün içine çekiştirerek. Asansör
hızla yukarı çıkarken heyecan içinde ellerimi çırptım. "Tepeye çıkmak için sabırsızlanıyorum." Birkaç dakikâ sonra, "Nasılmış, Cooper?" diye bağırıyordum. Gözlem köprüsünün yanında kameraya poz verirken rüzgâr da sesimi kapıp götürüyor, şehrin gökdelenlerinin üzerine uçuruyordu. Ryan ise yanımda duruyordu. Fotoğraf makinesi elindeydi. Başındaysa New York Yankees şapkası vardı. Kadrajın arkasından bakıp hafifçe gülümsedi. "Güzel. New York'tayken gördüğüm en güzel şey." "Empire State'in muhteşem olduğunu söylemiştim," dedim heyecan içinde. "Ben seni kastediyorum, Moll," dedi. Ryan ardı ardına fotoğrafımı çekerken gülmemek için dudaklarımı sıktım. Derken biri yanımıza geldi ve beraber fotoğrafımızın çekilmesini isteyip istemediğimizi sordu. Ryan makineyi adama verip hemen yanıma geldi ve arkasına dönüp beni omuzlarına aldı. Ben de kahkahalarla gülerek bacaklarımı beline sardım, yanağımı boynuna yasladım. Bir an gözlerimi kapadım. İnsan oradayken kendini dünyanın tepesindeymiş, bundan daha yüksekte olamazmış gibi hisseder, derler. Doğruymuş.
Otelden üç şeritli, mağazalarla dolu 5. Cadde'ye çıkarken, "Son günümüz olduğuna inanamıyorum," dedim. Kaldırım yayalarla kaynıyor, yol sürekli akan araba trafiğinin uğultusuyla ve sarı taksilerin kornalarıyla inliyordu. Gözün alabildiğine uzanan kireçtaşı kaplı binalar reklam panolarının o capcanlı renkleriyle, tiyatro posterleriyle, burayı, yani dünyanın en meşhur alışveriş caddesini süsleyen bayraklarla donanmıştı. Ve mağazalardan bazıları o kadar ünlüydü ki sadece bayrak değil, ünlem işaretlerini, hatta kendi giriş
müziklerini hak ediyorlardı. Tiffany & Co! Bloomingdales! Harry Winston! Louis Vuitton! Pucci! Prada! Ve hepsinin arkasında upuzun yükselen Empire State Binası, topuğu yukarı bakan, ters dönmüş dünya güzeli stiletto türü bir ayakkabı gibi durduğu yerden tükenmek bilmeyen ziyaretçileriyle şehrin yıldızının kendisi olduğunu hatırlatmak ister gibiydi. Central Park'a doğru el ele yürürken, tişörtü, kot ceketi ve kolsuz yeleğiyle yanımda ilerleyen Ryan'a baktım. Eldivenli elimi onunkine uzatıp atkımı düzelttim. Kasım için alışılmadık derecede ılıman bir havaydı ama yine de Ryan'ın yanında mumyadan farkım yoktu. Oldum olası üşüdüğünü hissedemeyecek kadar aktif biri olmuştu. "Doğum günün... daha hediyeni almadın," dedi. "Seninle burada geçirdiğim günler hayatımın en güzel hediyesiydi," dedim. Doğruydu da. Kendimi bildim bileli doğum günlerini hiç sevmemişimdir. Çocukken bile bir parti düzenlenmenin beraberinde getirdiği o baskıdan nefret ederdim: Yok ne giyeceksin, yok efendim kimi davet edeceksin, yok kimler gelecek (tabii gelen olursa). Sonuç olarak doğum günlerine karşı asla özel bir hevesim olmamıştır. Özellikle de şu dönüm noktası sayılanlara... yirmi birinci yaş günümü Mia ve Casey'yle beraber öğrenci birliğinde geçirdim, yirmi beşinci yaş günümde Ryan ve ikimizin ailesiyle beraber Leigh on Sea'deki The Crooked Billet'deydik. Ama bu... bu gerçekten harikaydı. "Muhteşem bir tatildi!" dedi Ryan, yan yana yürürken. "Artık böyle şeyleri daha sık yapalım istiyorum, Moll. Dünyayı görelim, yeni yerler gezelim... her şeyi yapalım. Beraber." Ryan'ın elini sıkıp büyük bir memnuniyetle derin bir iç çektim. Central Park'a varmak üzereydik. Duyduğu heyecan bulaşıcıydı. Ryan her şeyi eğlenceli hale getirirdi. Hayatı asla ciddiye almaz, en ufak şeyden bile mutlu olurdu. Geçmişte bu duruma ka-
famı çok takardım ama şimdi onun ilgili en hayran olduğum özelliği bu olmuştu.
Dergilerde
çalışmaya
başladığımdan
beri,
yoğun
bir
"onaylanmış eğlence" ihtiyacı duymaya başlamıştım. Bilirsiniz işte, en yeni gözde bârlar, en iyi, en yeni çanta, en stil sahibi şehir, otel, restoran... Ama bu tükenmek bilmeyen "yeni" ve "havalı" şeyler arayışı bazen beni inanılmaz hoşnutsuz kılabiliyordu. Daha önce ilişkimizde sorunlara sebep olan şeylerden biri de buydu. Benim sürekli daha fazlasını arzulamam. Ama dersimi almıştım, umarım. Bu tatilde şehri beraber, onun yöntemiyle keşfetmek çok hoşuma gitti. Kâh yolda yürürken karşımıza çıkan ufak, tenha bir kafe, sakin, telaşsız bir yürüyüş; kâh Greenwich Village'da romantik bir İtalyan restoranında basit bir yemek... Bir gün önceki şehir turumuz aklıma gelince gülümsedim. Ryan'ı Harry Sally 'yle Tanışınca filminde geçen Katz'a öğlen yemeğine götürmüştüm. Sally'nin sahte orgazm sahnesini canlandırması için ısrar ettiğimde, "Hayatta olmaz," demişti. "Sen yap, asi olan sensin." Sesinde alaycı bir ton belirmiş, on yıl önceki gençlik rollerimize bürünüvermiştim. O, kasabanın yakışıklı genci, bense herkesin dışladığı, artık klişeleşmiş bir ucubeydim. Tanrım, hayatımın o döneminden hep nefret ettim. Keşke gençliğimdeki ben, o zamanki halimi görebilseydi! Kollarımı kavuşturdum. Pis pis sırıtıp, "Ben Harry'yim ama," dedim. "Sen hep böyle derdin. Yani bu saatten sonra rolleri değişenleyiz. Hadi ama Ryan, bekliyorum bak. Utanmıyorsun, değil mi? Yoksa başaramam, diye mi korkuyorsun?" Ryan'ın bu tarz bir meydan okumayı asla göz ardı etmeyeceğini bildiğimden için için gülüyordum. Ve tıpkı yapacağını bildiğim gibi, mecbur kaldığı şeyi yerine getirdi. Her zamanki bronz teni garip bir somon rengine bürünmüştü. "Doruk noktasına" ulaştığında nasıl da anıra anıra gül-
müştüm! Sonra pastırmalı sandviçinden koca bir ısırık aldı. Yanakları hâlâ al aldı. "Ry, bunu ömrüm boyunca unutmayacağım!" Kahkahalarla gülerek masasının üzerinden uzanıp dudaklarından öptüm, sonra da suratımı ekşittim. "Iyy, nefesin de leş gibi!"
Doğu Yakası'ndan Central Park'a girerken Ryan adımlarını iyice yavaşlattı. 79. Transverse boyunca yürüyerek Conservatory Pond'un önünden geçtik ve Bethesda Çeşmesi'ne geldik. "Çok güzel, değil mi Moll?" dedi Ryan sessizce. Elimi okşarken dev çeşmeye ve ortasındaki Suların Meleği heykeline baktık. Binbir hediye paketini yırtıp açtıktan sonra nihayet ulaştığınız o büyük ödül gibiydi. Sandallarla kaynayan masmavi gölün ortasında kürek çekenler, suda ağır ağır süzülen tek tük gondollar derken bütün manzara yemyeşil ağaçlarla çevrilmiş ve güneşte parlayan, ışıl ışıl gökdelenler de dekoratif bir dokunuşla bitiş çizgisini çekmişti. Etrafımız yürüyüş yapan, koşan insanlarla, fotoğraf çeken turistlerle, bisikletçilerle, pusetlerini itekleyen annelerle, köpek dolaştıranlarla, ofis çalışanlarıyla ve üniversite öğrencileriyle çevriliydi; fakat buna rağmen park bize hiç de kalabalık gelmiyordu. Sanki hepimiz parkın kendine has iPod'unun içine tıkıştırılmıştık; kahkahalarımızla laklaklarımız
rüzgâra,
trafiğin
bitmek
bilmeyen
uğultusuna
ve
yanımızdan geçen bisikletlerin vızıltısına karışıp şehir için mükemmel bir soundtrack oluşturmuştu. Konuşamayacak kadar mutlu olduğum için Ryan'a sadece başımı sallayarak cevap verebildim. Herhalde bundan daha romantik bir New York deneyimi olamazdı! Ryan'ın utanmadan sevdiği o romantik komedi filmleri olsun, benim taptığım Sex and the City'nin bölümleri olsun, bu parkı kaç kere beraber görmüştük!
Tarihteki en meşhur kurgusal romantik anların bazılarının bu parkta geçtiğine şahit olmuştuk. Harry Sally 'yle Tanışınca'da Billy Crystal ve Meg Ryan'ın iki yakın arkadaştan öte olduklarını fark etmesi, Güzel Bir Gün'de Clooney ve Pfeiffer'ın çocuklarıyla beraber su göletlerinin içinde oynaması, Tesadüfte Cusack ve Beckinsale'in Wolfman ringindeki buz pateni kaçamağı... Ve şimdi biz oradaydık. Gerçek hayatta. Nihayet. Mutluluğumun etkisiyle derin bir iç çekip ağaç yapraklarının arasından sızan kış güneşini çekmek için fotoğraf makinemi kaldırdım. Sonra açımı değiştirip Ryan'ın güneşi arkadan alırken bir pozunu yakaladım. Saçına vuran ışık yüzünden bir melekten farkı yoktu. Onu kendime çektim ve yanak yanağa bir pozumuzu çekmek için kamerayı önümüze tuttum. Ağaçların ardında yükselen, şıkır şıkır parlayan gökdelenleri de kareye alabilmek için kamerayı bel hizasına kadar indirip lensini de biraz yukarı kaldırdım. Bir an aklıma babamın, John Constable'ın Leigh on Sea'deki evin duvarında asılı duran Hadleigh Kalesi adındaki tablosuyla ilgili söylediği söz geldi. "İşte doğanın gücüne boyun eğen insan yapımı bir şekil." Sonra da Ryan'ı, beni ve zaman içinde özene bezene büyüttüğümüz bu kadar güçlü bir şeyi az kalsın mahvettiğimi düşündüm. Ve ardından da aklıma Ryan'ın daha önce beni nasıl New York'a getirmeye çalıştığı geldi... Gözümden birden yaşlar boşandı, hemen elimle yüzümü sildim. Ryan'la birbirimize bu konuyu bir daha asla açmamaya yemin etmiştik. Hıçkırıklar arasında, "Çok özür dilerim," diyerek ona sarıldım. "Ne oldu?" Ryan'ın sesi önce şaşkın, sonra endişeliydi. "Neden ağlıyorsun?" "Özür dilerim, sadece şu anda her şeyin ne kadar da kusursuz olduğunu düşünüyorum ve sonsuza dek yaptığım şey yüzünden
pişmanlık duyacağım..." Artık alenen ağlıyordum. Ryan beni kollarına alarak sımsıkı sarıldı. "Hey, hey, hey," diye fısıldadı. "Lütfen ağlama, Molly. Bu konuları geçmişte bıraktık sanıyordum?" "Biliyorum." Başımı omzuna yapıştırıp burnumu çektim. "Ama elimde değil..." Birden kendini çekti ve gözlerimin içine baktı, dudaklarında bir tebessüm belirdi. "İlişkimiz eskisinden çok daha güçlü ve iyi. Bunu sen de biliyorsun. Ne kadar birlikte olmak istediğimizi anlamak için ayrılmak zorundaymışız demek. Ve bunu yaşadığımıza seviniyorum. Samimiyim! Lütfen unut artık geçmişi. Bu tatilin, bu anın geleceğimizle ilgili olmasını istiyorum. Ve kendini bu şekilde hırpalamaya devam ettiğin sürece asla öyle olmayacak. İkimiz de hatalıydık ve kaybedene kadar elimizdekinin değerini anlayamadık. Sadece bunu iş işten geçmeden önce fark ettiğimize seviniyorum." Yeniden yürümeye başladık. Ryan kolunu omzuma atarak beni ne kadar sevdiğini bir kez daha hatırlatmaya çalıştı, beni gülümsetti, sonra da güldürdü. Birkaç dakika daha yürüdükten sonra beni kendine çekip öptü. "İşte!" dedi heyecan içinde. "Böylesi daha iyi. Şimdi, seni bilmem ama şahsen kahve içmeden bir adım daha atamam. Şurada bir stant gördüm. Ben gidip bize iki kahve alsam, sen burada bekler misin? Sütlü, değil mi?" Başımı evet anlamında salladım ve kendi başıma oyalanabileceğimi ima edercesine fotoğraf makinemi kaldırdım. O da sırt çantasını elime tutuşturup bana bir öpücük yolladı ve geri geri birkaç adım gidip sonra da bir tür macera filmi kahramanı gibi koşarak parkta uzaklaştı. Ben de arkama dönüp fotoğraflar çekerek parkın bu büyüleyici bölümünün bütün renklerini ve güzelliğini yakalamaya çalıştım.
Güneş gitgide karanlık birer gölgeye dönüşen ağaçların ardında kaybolurken gökyüzünü mercan, kehribar ve yakut gibi değerli taşların tonlarıyla boyuyordu. Lensimi solumda bir tabelaya doğru odaklarken Strawberry Fields'in girişinde olduğumu fark ettim. Hem bulunduğum yerin müzikal tarihi hem de kış soğuğunun etkisiyle tüylerim ürperdi. Yere bakınca, az ileride John Lennon'ın 1980 yılında silahla vurularak öldürülmesinin anısına yapılan "Imagine" mozaiğini gördüm. Yanına giderek bir süre seyrettim. Babam bunu görmeyi çok isterdi. Kendisi Beatles âşığıdır da. Bu muhteşem tatili geçmişin kötü anılarıyla karaladığım için kendimden nefret ediyordum. Tek bir istediğim vardı, o da geçmişteki kusurlarımı düzeltmek ve bugüne odaklanmaktı. Evet, mottom kesinlikle bu olmalıydı. Hayatın o sırada ne kadar güzel olduğuna odaklan! Derken aklıma bir fikir geldi. Çantayı sırtımdan indirdim ve kıkır kıkır gülerek son birkaç günde aldığımız ne kadar aptalca hediyelik eşya varsa hepsini teker teker çıkardım ve üstüme giydim. Bu halde orada bir başıma dikilirken kendimi biraz şapşal hissettim, ama Ryan elinde kahvelerle döndüğünde yüzünde belirecek olan ifadeyi görmek için tüm bunlara değerdi. Köpük Özgürlük Heykeli tacını başıma yerleştirdim ve meraklı gözlerle bana bakan birkaç turiste el salladım. Bu şehirde gördükleri en enteresan şey olduğuma inanamadım. Etrafıma bakındım. Ryan gideli asırlar olmuştu. Hangi cehennemdeydi? Etrafımı saran manzaranın fotoğraflarını çekerek bir süre oyalandım ve son olarak kameramı aşağı çevirip babam için mozaiğin bir fotoğrafını çektim. Kırmızı Converse'lerim de kareye ucundan dahil olmuştu. Hâlâ aşağı bakarken Ryan'm sesini duydum. "Gözlerini kapa, Molly." Eliyle yavaşça gözlerimi kaparken nefesi alnımı ısıttı. Neşesini sesinden duyabiliyordum. "Duruma uygun giyinmene sevindim." "Ne dur..." Beni susturmak için parmağını dudaklarıma gö-
türdü. Parmağının arasından, "Ryan?" diye fısıldadım. "Kahve almadın mı?" "Hayır, Molly." "Ya!" diye isyan ettim bir an gözlerimi açıp. "Kırk saattir seni bekliyorum!" Ryan bu kez daha sert bir ifadeyle tekrarladı. "Sana gözlerini kapat dedim." "Neden bu kadar patronluk taslıyorsun bilmiyorum, Cooper..." "Hazır gözlerini kapamışken çeneni de kapar mısın, lütfen?" Sesinden gülmemek için kendini zor tuttuğu belliydi. "Harika!" Gözlerimi hafif araladım. "Dediğim hiçbir şeyi yapmayacak mısın sen?" diye sordu, artık sabrı tükenmek üzereydi. "Muhtemelen," dedim gülerek. Yalvaran gözlerle bana bakınca istemesem de kapadım gözlerimi. Karanlığa gömülürken derin bir iç geçirdim. "Ee, şimdi ne olacak?" "Şöyle ki," dedi, ensemdeki sıcaklık bir anda yok oldu, sesi sanki biraz daha uzaktan gelir gibiydi. "Gözlerini açmanı ve ayaklarının dibine bakmanı istiyorum." Dediğini yaptım ve tekrar mozaiği gördüm. Imagine* O an bunun aslında ne kadar güzel bir kelime olduğunu fark ettim. Umut, olasılık ve güven dolu. "Şimdi," dedi. Sesi nedense bir tuhaftı. "Bir an için burada yalnız olduğumuzu hayal et. Bizden başka kimse olmadığını hayal et. Sadece sen, ben, toprak ve önümüzde sonsuzluğa uzanan gökyüzüyle güneş var." "Kulağa güzel geliyor," dedim, bir saniyeliğine gözlerimi açıp. Orada değildi. Arkama döner gibi oldum ama durdum. Yine gözlerimi kapatıp, "Peki şimdi?" dedim. Bir müzik sesi, bir şarkının giriş * (İng.) "Hayal et" anlamına gelir. Aynı zamanda John Lennon 'in ölümsüz parçasının da adıdır, (ç.n.)
notalarını duydum. Mırıldanarak eşlik etmeye başladım. "Şimdi yanında olduğumu hayal et..." Mırıldanmayı kestim. "Ama değilsin ki, arkamdasın," dedim. O ise kararlı bir şekilde devam etti. "Her zaman... her zaman yanındayım. Bundan böyle. Sonsuza dek." Bir an ağzımı açtım ama hemen kapadım. Kısık sesle, "Bu da kulağa hoş geliyor," derken bir yandan da kafamın içinde yankılanan sesi susturmaya çalıştım. Düşündüğüm şeyi mi yapmak üzere? Aman Tanrım! Evet, öyle! Öyle! İşte o anda başından beri mırıldandığım şarkının John Lennon'ın "Imagine"ı olduğunu fark ettim. Yakında bir yerde çalıyordu herhalde. Ama öyle iPod'dan falan gelmiyordu bu ses. Sanki yaylı sazlar dörtlüsü gibiydi. Gözlerimi açtım ama arkama dönmedim. Ufak bir kalabalık toplanmıştı ve insanlar gülümseyerek bize bakıyordu. Bazılarının elinde kameraları vardı. Gözlerimi kırpıştırıp yutkundum. Arkama dönmek istiyorum, ah hem de nasıl! Ama içimden bir ses Ryan'ın bir sonraki talimatını beklememi söylüyordu. Ryan kısık sesle, "Şimdi," dedi. "Arkanda durduğumu ve sana, Molly Carter, seni seviyorum, hep sevdim, daima da seveceğim dediğimi hayal et. Ve tam burada, Central Park'm tam göbeğinde şunu sorduğumu hayal et. Kalbimi kabul eder misin, ona sonsuza dek sahip çıkıp benim de seninkine sahip çıkmama izin verir misin? Arkana dönebilirsin şimdi..." Elimdeki makineyi bir kez olsun tamamen unutup, bir elim ağzımda, gözümden yaşlar boşanırken arkama döndüm ve karşımda yaylı sazlar dörtlüsünün gülen yüzlerini buldum. Ryan hâlâ karede yoktu. "Buradayım," dedi kahkahalarla. Ve oradaydı. Tek dizini kırıp yere çömelerek kollarını öne uzatmış, bir eliyle kadife bir kutu, ötekiyle de kutunun kapalı kapağını tutuyordu. "Olamaz!" dedim. Nefesim kesilmişti.
O yine güldü. "Açıkçası beklediğim tepki bu değildi ama..." "Hayır! Yani şu halime bak, şaklaban gibiyim! Bunu nasıl yaparsın?" Ben de yere çömelip göğsüne iki tokat attım. Resmen ağlıyordum artık. "Bence harika görünüyorsun," dedi Ryan, Özgürlük Heykeli desenli tanganın lastiğini çekerek. "Bu kadar büyük bir anda böyle görünmeyi planlamıyordum!" diye feryat ettim. "Her şeyi kontrol edemezsin, Molly." Gülümsedi. "Bazen olayları akışına bırakman gerekir..." Gözlerinin içine baktım ve yüzünde, dalgalarla boğuşurken, kaleye gol atarken ya da teknenin yelkeninden tutup onu kıyıya doğru çekerkenki halinden bildiğim o kararlı ifade vardı. Yavaşça, "Molly Carter," dedi, "benimle evlenir misin?" Kutuyu açtı. İçinden, adeta bir yıldız kümesi gibi ışıl ışıl parıldayan minik pırlantalarla süslü, sarı altın bir alyans çıktı. Gözyaşlarını arasında kahkahalarla gülerek, "Evet! Evet!" dedim. Çabucak gözlerimi sildim ve dizlerimin üstüne çökerek Ryan'ın yüzünü ellerimin arasına aldım. O da aynı şekilde benim yüzümü ellerinin arasına aldı ve öpüştük. Ne kadar tanıdık bir his olsa da bu başkaydı. Çok, çok başkaydı. Çünkü bu bütün öpücüklere son verecek öpücüktü. Beklediğimi bile bilmediğim o öpücüktü. Tekrar gözlerimi kapadım ve beynimin içindeki minik "kayıt" tuşuna basarak, Ryan Cooper'in parmağıma nişan yüzüğü taktığı o anı tüm benliğime kazıdım. Hayatımda bundan daha güzel bir hediye alamazdım.