16-30 NİSAN 2016

Page 1

Ermeni Soykırımı’nın ölüm yolunda bugün Kürtler yürüyor

sf 12-13

Topyekûn savaşın hedefi: Devrimci tutsaklar AKP/ Erdoğan iktidarı bütün ülkeyi koca bir hapishaneye çevirmeye çalışırken, başlattıkları topyekûn savaşta devimci tutsakları da yok etmek istiyor. Ülkenin dört bir yanında bulanan onlarca hapishanede tutsaklara yönelik hali hazırda her daim var olan keyfi uygulamalar, iletişim yasakları, baskılar, dayatmalar, OHAL uygulamaları giderek tırmandırıldı. Devrimci, sosyalist, komünist tutsaklar ise devletin saldırılarına karşı direnişle karşılık veriyorlar Sayfa 16-17

Halkın Günlüğü

16-30 NİSAN 2016 Yıl: 4 Sayı: 120 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Efendinin buyruğu, kulun “itirazını” aşar!

ISSN: 2147-0499

Faşizme ve gericiliğe karşı özgür bir dünya için

1 Mayıs’ta alanlara

f GÜNCEL 14-15

Yine bir 1 Mayıs’ın öngünlerine girmiş bulunmaktayız. İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel koşullar ve siyasal gelişmeler ele alındığında 2016 1 Mayıs’ı tarihsel bir önem arz etmektedir. Devrim ile karşı devrim arasındaki savaşımın keskinleştiği bir tarihsel gerçeklikte 1 Mayıs’ı karşılıyoruz. Dünya gericiliğinin ve onun stratejik ileri bir karakolu olan “TC” devletinin halklarımıza karşı sömürü, zulüm ve barbarlıkta sınır tanımadığı bir konjonktürde, halkların devrimci isyanı kuşanılarak 1 Mayıs alanları öfkeye dö-

Kuşkusuz, emperyalist güçlerle gerici bölgesel güçler arasındaki politik-diplomatik ilişkiler, bu gerici güçlerin stratejik çıkarlarını koruma ve geliştirme üzerine şekillenmektedir. Bu gerici güçler arasındaki “uyum” ve “uyumsuzluk”, çıkarlarının niteliğine göredir. Son Obama-Erdoğan görüşmesi de, gerici katliamcı güçlerin, kendi gerici çıkarlarının tayin ettiği süreçlerine dair gerçekleştirdiği görüşmedir

Kapitalizmin ortaya saçılan pislikleri

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

06

Erkek/devlet şiddetine karşı mücadeleye

10

nüşmeli ve hâkim sınıfların beyninde bir tokat gibi patlayarak cevap olmalıdır. Faşist diktatörlüğün sömürü ve zulmüne karşı bulunduğumuz bütün alanlarda özgür bir dünya için, faşizme ve gericiliğe karşı mücadeleyi haykırmak için öfkemizi kuşanıp 1 Mayıs alanlarına akalım. Enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta bulunduğumuz tüm alanlarda insanlığın özgürlük ve kurtuluş projesi olan sosyalizm bayrağını yükseltelim!

Öfke ve patlamaların yaşanacağı bir dönemdeyiz

17


02

güncel haber

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Faşizme ve gericiliğe karşı; Birlik mücadele zafer! Savaş, sömürü, yıkım, katliam, talan ve bin bir türlü köhnemiş kirli politikalarıyla yaşamı halklarımıza zindana çeviren bu kokuşmuş gerici sisteme karşı alternatifsiz değiliz. İşçi sınıfı ve emekçiler başta olmak üzere halklarımızın tarihi büyük bedeller ve yaratılan devrimci birikimlerle doludur. Bu tarihsel devrimci birikimleri bugünün gerçeklikleriyle birleştirerek daha da ileri taşıyıp halklarımızın özgürlük ve kurtuluş mücadelesini büyüteceğiz Bu yılki 1 Mayıs’a damgasını vuran şiar “Faşizme ve gericiliğe karşı yaşasın birleşik devrimci mücadele” olmalıdır. Enternasyonal proletaryanın ve ezilen halkların birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta bulunduğumuz bütün alanlarda faşizme ve gericiliğe karşı birleşik mücadele ruhunu ve isyanı kuşanarak sosyalizm bayrağını yükseltmeliyiz. 12 Mart’ta ilan edilen devrimci birlik 1 Mayıs’ta alanlarda yaşam bulmalıdır. 1 Mayıs kutlamaları devlet/AKP faşizminin kudurganlığına karşı iyi tokat olmalı. 1 Mayıs için alanlara çıkma hazırlığı içindeyiz. Bu yıl faşizme ve gericiliğe karşı iyi cevap olmalıyız. Aklımızda Kürt halkına karşı uygulanan soykırımı aratmayacak düzeyde yapılan katliamlar var. Çalışmalarımızı yaparken bunlar hep aklımızda, bu sebepten dolayı bu yıl daha kitlesel bir katılımla alanlarda olma bilinciyle hareket ediyoruz. Dünya, Ortadoğu ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir atmosferde 1 Mayıs’a girmekteyiz. Emperyalist-kapitalist dünya gericiliği, savaş, barbarlık, sömürü, göç, yıkım ve bin bir türlü gerici politikalarıyla ezilen dünya halklarına kan kusturmaktadır. Geçmişten günümüze soykırımcı ve katliamcı geleneğini devam ettiren faşist “TC” ve somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı mazlum Kürt ulusu üzerinde sınırsız bir zulüm ve barbarlık uygulamaktadır. Kuzey Kürdistan’da yerleşim yerlerini yakıp yıkan, talan eden Erdoğan/AKP iktidarı kadınlar, çocuklar başta olmak üzere yüzlerce insanı vahşice katletmiştir. Bu katliam ve baskılara karşı alanlara taşıdığımız kit-

lenin motivasyonu ve militan duruşu faşizmin anlayacağı dilden iyi bir yanıt olmalı. Çalışmalarımız buna dönük olmalı. Halkların Birleşik Devrim Hareketi(HBDH), önemli bir dönemde ilan edildi. Şimdi bu birliğin güçlendirilmesi ve her alanda örgütlenmesi gerekiyor. Bu yönlü pratik adımlara 1 Mayıs iyi bir vesiledir. Bu aracın iyi kullanılması gerekiyor. Yine dönüp dolaşarak vurgusunu yapacağımız şey, Kürt illerinde uygulanan katliamlara karşı güçlü ve kararlı bir duruş ihtiyacıdır. Çünkü 1 Mayıs için alanlarda faşizme verilecek yanıt ne kadar güçlü olursa devlet o kadar gerileyecektir. Öte yandan eleştirilmesi gereken şey ise emek hareketlerinin Kürt illerinde yaşananlar karşısında sessiz kalmalarıdır. Sessiz kalmaları bir tarafa sanki üretim sahalarında hiçbir sorun yokmuş, işçi ve emekçilere dönük saldırı ve hak gaspları yokmuş gibi bir hava içindeler. Erdoğan/AKP iktidarının işçi sınıfına dönük vahşi sömürü politikaları ise gittikçe ağırlaşarak devam etmektedir. Son olarak devreye sokulan kiralık işçilik başta olmak üzere işçi ve emekçilere yönelik sömürü ve saldırılar önümüzdeki süreçte daha da artacaktır. Bu sömürü politikalarına karşı işçi ve emek örgütleriyle birlikte bulunduğumuz tüm alanlarda kiralık işçiliğe, taşeronlaştırmaya, ucuz işgücüne, güvenliksiz iş koşullarına yani bunların toplamını ifade eden vahşi ka-

pitalist sömürü ve barbarlığa karşı birleşik emek mücadelesini yükselterek cevap olmalıyız.

Taksim tartışmasız olarak 1 Mayıs alanıdır! Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 1 Mayıs denince ilk akla gelen olgulardan biri kuşkusuz ki Taksim meydanıdır. Taksim ısrarı ve iradesi sadece sembolik ya da alanla sınırlandırılarak ele alınacak bir mesele değildir. Ki meseleye böyle sıradan ve yüzeysel bakarak ele alıp 1 Mayıs Taksim iradesini zayıflatmaya çalışanlar oldukça fazladır. Sınıf mücadelesine devrimci perspektif ve kaygılarla bakamayanların Taksim meselesine böyle yüzeysel yaklaşmaları bizler açısından şaşırtıcı değildir. Fakat tüm bu anlayışlara karşı asla prim verilmeden ve keskin bir ideolojik mücadele yürütülerek Taksim Meydanı’nın tarihsel devrimci önemi kitlelere doğru bir zeminde kavratılmalıdır. Bu yıl yine İstanbul’da yapılacak kutlamalar için Taksim Meydanı’nda tartışmasız olarak ısrar edilmelidir. Bu saatten sonra Taksim’de kutlanmalı mı kutlanmamalı mı tartışması devrimciler açısından gereksiz bir tartışmadır. Bu anlamda bütün devrimci ve ilerici güçler birleşik mücadele ruhuna yakışır bir şekilde 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması noktasında ortak ve güçlü bir devrimci irade ortaya koymaları gerekmektedir. Böyle yaklaşılırsa ancak diğer toplumsal

güçler ve emek hareketleri üzerinde devrimci bir basınç oluşturulabilinir. Bu bağlamda tüm devrimci güçler içinden geçmekte olduğumuz keskin sürecin hassasiyetleri ve devrimci sorumluluğu ile hareket ederek 1 Mayıs’a hazırlık yapmalıdırlar. Hâlihazırda ciddi problemlerine rağmen emek mücadelesinde önemli bir etkisi olan DİSK’in 1 Mayıs’ı Taksim’de karşılama iradesi oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Ki DİSK’in bu tavrı diğer emek örgütleri üzerinde de olumlu bir etki yaratacaktır.

DHF: Özgür ve onurlu bir gelecek için tek kurtuluş sosyalizmdir! 1 Mayıs’a dair bildiri yayınlayan Demokratik Haklar Federasyonu(DHF) “Özgür ve onurlu bir gelecek için tek kurtuluş sosyalizmdir” şiarı ile tüm işçi ve emekçileri faşizme, gericiliğe ve kapitalist sömürüye karşı alanlara çıkmaya çağırdı. DHF yayınladığı bildiride özetle şunları vurguladı; “Geçmişten günümüze soykırımcı ve katliamcı geleneğini devam ettiren faşist “TC” ve somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı mazlum Kürt ulusu üzerinde sınırsız bir zulüm ve barbarlık uygulamaktadır. Kuzey Kürdistan’da yerleşim yerlerini yakıp yıkan, talan eden Erdoğan/AKP iktidarı kadınlar, çocuklar başta olmak üzere yüzlerce insa-


03

nı vahşice katletmiştir. Ordusu ve polisi başta olmak üzere bütün gerici kurum ve mekanizmalarıyla Kürdistan’ı yakıp yıkan, talan eden ve mazlum Kürt ulusu üzerinde milli zulüm ve barbarlık uygulayan faşist “TC” ülke genelinde de tüm devrimci ve ilerici toplumsal güçler üzerinde faşist bir diktatörlük uygulamaktadır. Sisteme muhalefet eden, eleştiren, daha iyi bir gelecek için mücadele eden aydınlar, akademisyenler, gazeteciler, avukatlar, kadınlar, gençler, LGBTİ’ler ve diğer toplumsal dinamikler sistematik olarak gözaltı tutuklama terörüne maruz kalmaktadırlar. Faşizm ve gericiliği en koyu biçimde topluma dayatarak korku ve zulüm imparatorluğu yaratmaya çalışan Erdoğan/AKP iktidarı, halklarımızın birleşik devrimci mücadelesi karşısında yıkılmaktan ve döktüğü kan deryası içinde boğulmaktan kurtulmayacaktır. Savaş, sömürü, yıkım, katliam, talan ve bin bir türlü köhnemiş kirli politikalarıyla yaşamı halklarımıza zindana çeviren bu kokuşmuş gerici sisteme karşı alternatifsiz değiliz. İşçi sınıfı ve emekçiler başta olmak üzere halklarımızın tarihi büyük bedeller ve yaratılan devrimci birikimlerle doludur. Bu tarihsel devrimci birikimleri bugünün gerçeklikleriyle birleştirerek daha da ileri taşıyıp halklarımızın özgürlük ve kurtuluş mücadelesini büyüteceğiz. Mevcut köhnemiş kapitalist sistemin halklarımıza vereceği bir gelecek yoktur. Tam tersine halklarımızın geleceğini karartan ve yaşamlarını zindana çeviren bu çürümüş kapitalist sistemin ta kendisidir. Bu tarihsel devrimci gerçeklikler en yakıcı biçimde sosyalizm mücadelesini alternatif olarak önümüze koymaktadır. Kapitalist sömürü ve barbarlığa karşı yaşamın tüm alanlarında sosyalizm bayrağını kuşanarak ayağa kalkmalıyız. Enternasyonal proletaryanın ve ezilen halkların birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta bulunduğumuz bütün alanlarda faşizme ve gericiliğe karşı birleşik mücadele ruhunu ve isyanımızı kuşanarak sosyalizm bayrağını yükseltelim!” vurgusunda bulundu.

SINIF TAVRI

≫ Bedreddin Ufuktan

ALAMETLER VE FIRSATLAR...

O

lup bitenin ortaya koyacağı resmin nasıl olacağını şimdiden tarif etmek zor olsa da, insanlığın ezici çoğunluğunun bugüne kadar getirebildiği toplumsal ve hukuksal ölçülerin hiçbirine uymaya kendini zorunlu saymayan yeni tarz bir egemenlik anlayışıyla karşı karşıya olduğumuz açık bir gerçektir. Barış diyorlar ama savaş çıkarıyorlar. Yaşam diyorlar ama ölüm üretiyorlar. Özgürlük diyorlar ama köleleştirmeye uğraşıyorlar. Hukuk diyorlar ama hukukun cenazesini kaldırmak çabasında birbirleriyle yarışıyorlar. İnsan diyorlar ama mal ve servete duydukları doyumsuz istekle kan akıtıyorlar. Kısacası, bütün bir insanlığa pazarladıkları tek şey ikiyüzlülük ve yalan! Buna karşılık olarak ha bire biriktirdikleri şey ise para ve onun satın alabildiği her şeydir. Şakağımızı fazla kaşımanın anlamı yoktur: Tüme varım yöntemiyle hareket edersek, “TC” devletinin yürütmesi olan AKP hükümetinin ölçüsüz, katliamcı, zalim, talancı, yalancı, hırsız, arsız kimliği üzerinden durumun genel özelliklerini bulabiliriz. “Bilgi ve İletişim Çağı”nda olduğumuz son on beş-yirmi yılın en gösterişli iddiası olsa da hala otoritelerin, diktatörlerin ve sosyal illüzyonistlerin bloke ettiği gerçeklere ulaşamıyoruz. Aleniyet ve denetim müjdesi de yalan çıktı. Görüldü ki, sistem kapitalist olarak kaldığı müddetçe değişen bir şey olmuyor. Ya da değişen şey, ortaya çıktığı anda yarattığı tepkinin büyüklüğü oranında tersten okuma yaptıran otoritenin kitleleri daha hızlı bir maharetle manipüle etmesidir. Yalana inandırılması başarılmış kitlelerin olduğu yerde ise başarılamayacak hiçbir ulusal ihanet, halk düşmanlığı yoktur; son on üç yıllık “TC” hükümeti bunun en anlaşılır örneğidir. Ama bu madalyonun bir yüzüdür ama şeylerin ikinci yüzü vardır. Tarih, yalanın zaferini ilan ettiği zamanlarda ortaya çıkan sosyal çöküşün halk kitlelerini nasıl dramatik bir yok olma sürecine sürüklediğinin örnekleriyle doludur. Hitler ve Mussolini buna en özgün örnek olsa da, tüm burjuva diktatörlüklerin iktidar enerjisine dönüştürdüğü yakıt da zaten bundan başkası olmamıştır. Bizdeki örnekleri ise saymakla bitmez. Gezi Direnişi sürecinde “Cami’de içki içtiler”, ve “Başörtülü bacımıza saldırdılar” yalanı “raştang yangını” yalanıyla aynı tasarlanmışlığa tekabül eder. İlkinin sahibi olan Hitler yirminci yüzyılın en iğrenç canisi olarak tarihe kaydolmuştur. Biz de ise bir başbakanın ağzından çıkmış olması nedeniyle, halkı birbirine kırdırma tasarısı olarak bu ülkenin yasaları nezdinde “yüce divan”lık bir suç olduğu halde hiçbir şey olmamış gibi davranılması, toplumu daha neleri kabul etmeye kadar götürdüğüne işaret olmuştur. Ama daha ağırı da gecikmemiştir: Karaman olayı iktidarın ve tarikatların el ele verip toplumu sürükledikleri çöküntünün yeni ve dehşet bir tarifini verirken, olan yine toplumsal tansiyonun hiper koduyla alarm vereceğini bekleyenlere oldu. Aileden sorumlu bakan! kurduğu cümleyle adeta, topumdaki her canlıya bir kerelik tecavüz edilebilirliği kazanılmış hak olarak ifade edince, bu memleketin geleceğinden tümüyle ümidini kesenlerin sayısı tavan mı yaptı ne? “Teröre” destek verenlerin vatandaşlıktan çıkarılması teklifinin bu ümitsizleri kapı dışarı etmek ihtiyacına binaen olduğu da güçlü bir ihtimal ama neyse bunu da anlayacağız… Kendi sorumluluk alanında bulunan Ensar Vakfı’nda erkek çocukların yıllarca tecavüz ve cinsel istismara uğradığı ortaya çıktığında, başta Karaman Valisi olmak üzere devlet bürokrasisi bu evlerden “Haberlerinin olmadığını” söylediler. Yine çoğu kimse bunu şaşkınlıkla karşıladı. Şaşkınlık yaşayanlar, o evlerde kendi çocukları da bulunan vali ve bürokratların, çocuklarından önce iradelerinin tecavüze uğradığını hesap edemiyor, hatta devlet büyükleri hakkında böyle düşünmüş olmayı akla ziyan sayan milyonlarımız var hala. Oysa akla ziyan sayılacak şey basbayağı sistem-

leşmiş bir gerçek olarak yaşana geliyor. Türk filmlerinde “sapık” karakter tarafından şeker ve balonla kandırılan çocuk sahneleri ne kadar gerçekse, “TC” devlet bürokrasindeki yetkililerin koltuk ve mevkie ulaşma karşılığında “iffet’lerinden vazgeçerek o mevkilere ulaşabildiği de o kadar gerçektir. Böyle olduğu için de, İçişleri Bakanı olmuş birisi, İstanbul valisiyken halk çocuklarını infaz ettiğinde “kahraman”; halkın demokratik protestosunu gaza, şiddete ve kana boğarken “vatan savunan”; vatandaşı olduğu İran’ın zenginliğini çalarken kendisini bu hırsızlıktan “nasiplendiren” Reza Zarrab söz konusu olduğunda “önüne yatan” olup çıkabiliyor. Özcesi Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı yöneten iktidarın İçişleri Bakanı devrimcileri morglara ölü olarak taşıyıp; iktidara milyon dolar rüşvetler dağıtan kişi olunca önüne yatıyorsa; aile ve çocuklardan sorumlu bakanı, tecavüz edenlerin sahiplenmesinde içişleri bakanını taklit ediyorsa; ülkenin reisi olan kişi, Kürtleri yaşadığı kentlerin bodrumlarında kimyasal gazlarla boğuyorsa, Bütün bunlar normal bir zamanda olmadığımızın alametleridir. Açık bir gerçek ki, yönetenlerin bu çürümüşlüğü, yarattıkları sosyal çöküntüden besleniyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan toplumu AKP iktidarı altında tarihinin en ağır sosyal çöküntüsünü yaşarken, sosyal bir belirleyen olan işçi sınıfı ve bağlaşıklarının örgütlü olamamasından yararlanmaktadır. Dolayısıyla sosyal çöküntü hangi derinliğe varırsa varsın işçi sınıfının uyanışına yaslanmayan bir karşı koyuş olmadığı müddetçe de yozlaşma sosyal bir değişime olanak sunmaz. Bu, hiçbir değişik görüngü nedeniyle unutmamamız gereken en temel gerçektir: Ezilenler de örgütten yoksun oldukları sürece ezilirler. Siyasal sistemin dayattığı durum ne kadar karmaşık görünürse görünsün geçmişte olduğu gibi bugün de ezen ezilen çelişmesinin olduğu tüm süreçlerin temel görevi ezilenlerin örgütlenmesi görevini en temel görev olarak tanımlamaya devam etmektedir. Farkında olunması gereken diğer gerçeklik de şudur. Devrim ve karşı devrimin birbirine geçişler yaparak ilerleyeceği bir sürecin içindeyiz artık. Irak’ın işgali ve talanıyla başlayan 21. yüzyıl emperyalist paylaşım stratejisinin Suriye’de yediği vurgunla birlikte Türkiye de Ortadoğu’nun zincirlerine eklenmiş, hatta artık Suriyeleşmiştir. Ortadoğu zenginliklerinin yeni bir bölüşümü için başlatılan işgal ve talan süreciyle emperyalistlerin açtığı kapı, kendi amacı dışında durumlar ortaya çıkarmıştır, bu merkezkaçın en önemli ve bölgesel ölçekte olanı da Kürtler olmuştur. Bu sürecin Kürtlerin lehine gelişmeye devam edeceğinin en temel kanıtlarından biri Türkiye’nin çoktandır benzer unsurlarıyla Suriyelileştiğidir. Ama bu koşullara rağmen sürecin yön gösterici tabelası Kürtlerin elleri olmadan dikilemeyeceğinden, bundan sonraki süreci, ortaya çıkan iradenin örgütsel bir güce ulaştırmadaki kararlılık belirleyecektir. Kuşkusuz, aynı zamanda tarihi bir sınavla karşı karşıya olan ezen ulus devrimcilerinin Kürt ulusal mücadelenin başarısı için gösterecekleri birlik ve katacakları enerji de önemlidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin takınacağı tutum ya “TC” sisteminin yüzyıldır halkları keyfince yönetebilmiş olmanın sihirli değneği olan “bölünme” korkutması payandasını kıracak, hem Kürtlerin hem işçi sınıfı ve emekçi halkının özgürlüğüne kapı açacak ya da egemenlerin korkusunu ezilenlerin korkusu olarak yaşanmasını boşa çıkaramamış olarak, Kürtlerle birlikte işçi sınıfı ve ezilen halklarının ortak kaderini Kürtlerin kan revan içindeki kaderinde ortaklaştıracaktır. Üçüncü bir yol olmayacak...


04

güncel haber

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

“Teslimiyet ihanete direniş zafere götürür” Faşizm cephesi misyonuna uygun bir şekilde hareket ediyor. Ayakta kalması ve kendi gerici iktidarını sürdürebilmesi için başka çaresi de yok. Fakat faşist diktatörlük karşısında konumlanan, devrimci mücadele içerisinde yer alan direniş cephesi olarak isimlendirebileceğimiz güçler açısından durumun hiç de istenilen seviyede olmadığını açıkça ifade etmek lazım. Tarihe geçecek boyutta katliamların yaşandığı ülkemizde gerek komünist-devrimci güçlerin gerekse genel sol cephenin gösterdiği karşı koyuş ve direnç oldukça yetersiz durumda Faşist “TC”nin Türkiye-Kuzey Kürdistan halkına dönük 90 yılı aşan soykırım, katliam, baskı ve sömürü düzeni, gelinen aşamada yeni boyut kazanmıştır. AKP iktidarıyla beraber, bin bir hile ve entrika eşliğinde, sistemin bütün olanaklarının sınırsızca kullanıldığı, “demokrasi, özgürlük, insan hakları” sözlerinin havada uçuşup, her türlü baskı ve zulmün hayata geçirildiği açık faşist bir diktatörlükle karşı karşıyayız. AKP eliyle gericifaşist politikalarını hayata geçiren “TC”, özellikle son bir yıldır mazlum Kürt halkına karşı topyekûn imha hareketine girişmiş durumda. Çözüm-barış süreci adı altında analar ağlamasın türlü manipülatif sözlerle kendi gerici iktidarını sağlama alma çıkarıyla hareket eden AKP’nin istediği yönde bir gidişin olmadığını gördükten sonra hayata geçirmeye başladığı imha konsepti, Kuzey Kürdistan kentlerinin yakılıp, yıkılması aşamasına varmıştır. Faşist “TC”nin katliamcı saldırılarına karşı Kürt halkının Öz Savunma ve Öz Yönetim anlayışları çerçevesinde başlattıkları direniş, her gün yeni bir cephe üzerinden sürdürülüyor. On binlerce asker ve polis eşliğinde, en ağır silahların kullanıldığı, büyük yerleşim alanlarının tank ve toplarla yerle bir edildiği, kundaktaki bebekten yaşlı insanlarımıza kadar yüzlerce insanın vahşice katledildiği bir soykırım uygulamasına karşın, geliştirilen direniş karşısında çaresiz kalan faşist “TC”, birer hizmet eri gibi hareket enden basın-yayın-medya organları aracılığıyla büyük bir manipülasyon yaratmaya çalışıyor. Aylarca süren büyük direniş karşısında çaresiz kalan “TC” Cizîr ve Sûr gibi on binlerce insanın yaşadığı yerleşim birimlerini tümden yakıp, yıkmış durumda. Şimdi de Acele Kamulaştırma adı altında, insansızlaştırılan bu bölgelerin TOKİ aracılığıyla kodamanlara peşkeş çekip, istedikleri tarzda bir süreç inşa etmek istiyorlar. Burjuva medyada hemen her gün onlarca direnişçinin öldürüldüğü haberlerine, asker-polis ölümlerinin gizlenme-

sine rağmen gerçek rakamları ve yaşanan vahşeti saklamakta her geçen gün daha zorlanıyorlar. Gerilla güçlerinin hareketsiz kaldığı kış aylarında bütün gücüyle Kuzey Kürdistan’daki direniş bölgelerine karşı saldırıya geçen “TC”nin işi, bahar aylarının gelmesiyle beraber iyice zora girmiş durumda. Cizîr ve Sûr’u tümden insansızlaştırıp, yakıp-yıkarak çözüm ürettiğini sanan “TC” şimdi de Nisêbîn’de büyük bir saldırı furyası başlatmış durumda. YPS /YPS-Jin (Yekîneyên Parastina Sîvîl-Sivil Savunma Birlikleri) üyelerinin etkili eylemleri ve güçlü savunmaları karşısında çaresiz kalan JÖH-PÖH(Jandarma ve Polis Özel Hareket) güçleri çareyi tank ve top atışlarıyla toplu imhada aramaktadır. Cizîr’de Vahşet Bodrumu olarak isimlendirilen ve yüzlerce insanın diri diri yakılıp yok edildiği katliama benzer saldırılar bütün güncelliğiyle devam ediyor. Şimdi de Nisêbîn kuşatma altında. Kentte asker-polis güçleri bütün yetkiyi almış durumda. Kendi elemanlarına güvenmiyor olacaklar ki vali ve kaymaklık gibi en üst devlet kurumları dâhil tümden işlevsizleştirilerek bütün yönetim asker-polise devredilmiş durumda. Günlerdir bütün gücüyle, binlerce asker-polisi, en ağır silahları ve hava saldırılarına rağmen Nisêbîn’e giremeyen devlet güçleri büyük kayıplar vermeye başladı. Bütün gizleme çabalarına rağmen şimdiye değin üst kademe kadrolarının da içinde olduğu yüzlerce JÖH-PÖH elemanı öldürülmüş durumda. YPS tarafından yapılan bir açıklamada Nisêbîn’de “TC”güçlerinin komuta kademesinin büyük oranda imha edildiği belirtildi. Bölgede yaşanan savaşın boyutlanarak bütün ülkeye yayılacağı ise kesin. TAK tarafından İstanbul ve Ankara’da gerçekleştirilen feda eylemleri, gerilla güçlerinin Kuzey Kürdistan genelinde bahar aylarıyla beraber adım adım sürece müdahil olup, karakollara dönük gerçekleştirdikleri askeri eylemler önümüzdeki günlerde faşist

“TC”yi daha yoğun, kapsamlı bir savaşın beklediğine işaret ediyor. İç ve dış politikada batağa sağlanan AKP-Erdoğan iktidarının, saltanatlarını sürdürmek için hep saldırı mantığı üzerine kurdukları sistemleri çatırdamaya başlamış durumda. Emperyalist merkezlerle yaşanan çelişkilere rağmen uluslararası sermayenin AKP’yi gözden çıkardığı ya da düşüreceği yönlü safsataları bir kenara bırakıp, AKP’nin sonunun ancak ve ancak Türkiye-Kuzey Kürdistan halkının direnişi ile geleceğini bir kez belirtelim. Bugün Kuzey Kürdistan’ın birkaç yerleşim alanında yaşamsallaştırılmaya çalışılan ve aylardır her türlü baskı ve katliama rağmen bitirilemeyen direniş çizgisinin ülke geneline yayılarak birleşik-devrimci bir harekete evrilmesi ve bir halk hareketi yaratma durumu hâkim sınıfların esas korkusu durumundadır. Türkiye-Kuzey Kürdistanlı devrimci örgütler ile PKK tarafından kurulan Halkların Birleşik Devrim Hareketi(HBDH)’ne dönük burjuva-gerici medyanın yoğun saldırılarının sebebi de budur. Cizîr’de Sûr’da yaşanan destansı direnişin İstanbul’a, İzmir’e, Adana’ya yayılmasını engelleme çabalarına rağmen, özellikle komünist-devrimci güçlerin şimdiye değin esasta atıl kalan durumlarını aşarak sürecin birer özneleri haline gelmeleri riskine karşı, faşist “TC” her türlü düzenleme ve hazırlık ile böylesi bir gelişmenin önünü şimdiden almaya çalışmaktadır. HDP vekilleri üzerinden sopa olarak gösterilen dokunulmazlık kozu, Kuzey Kürdistan’da seçilen yüzlerce Kürt siyasetçinin tutuklanarak hapishanelere konulması, yüzlerce insanın huhnarca katledilmesi, yerleşim alanlarının yakılıp-yok edilmesi, İstanbul’un, Ankara’nın emekçi semtlerine dönük yoğunlaşan saldırılar… Bütün gelişmeler AKP-Erdoğan iktidarının ayakta kalabilmek adına yoğun bir faşist hegemonya ile kontrolü sağlama çabalarının son çırpınışlarıdır. Göçmen me-

selesi başta olmak üzere çeşitli meseleler üzerinden emperyalist güçlerle uyum içerisinde hareket eden AKP’nin, içerde gelişecek devrimci karşı koyuşa dönük topyekûn imha konseptiyle hareket ettiği-edeceği kesin.

Direniş cephesinin bazı sorunları Karşı devrim cephesinde özlerine uygun bir sürecin işletildiğini yukarıda kısaca belirtmeye çalıştık. Ki yukarıda ifade ettiklerimizin yaşanan süreci anlatmaya yetmeyeceğini de biliyoruz. Yaşanan katliam ve vahşet karşısında bazen kelimelerin dahi yetersiz kaldığına tanık oluyoruz. Lakin Osmanlı’dan devralınan gerici miras üzerine kurulu faşist “TC”nin 90 yılı aşan tarihinde bugüne benzer onlarca katliama tanık olduk, oluyoruz. Ermeni Soykırımı, Koçgiri, Zilan, Amed, Dersim katliamları, Kızıldere, Vartinik, Çorum, Maraş, Sivas, Gazi, Gezi… Ulucanlar, 19-22 Aralık, Mercanlar, Paris, Roboski… ve şimdi de Cizîr, Sûr, Silopiya, Nisêbîn. Bu soykırım, katliam geleneğine halkımız oldukça aşina. Bu gerçekliği ne kadar anlatsak, yazıp çizsek de az kalır. Faşizm cephesi misyonuna uygun bir şekilde hareket ediyor. Ayakta kalması ve kendi gerici iktidarını sürdürebilmesi için başka çaresi de yok. Fakat faşist diktatörlük karşısında konumlanan, devrimci mücadele içerisinde yer alan direniş cephesi olarak isimlendirebileceğimiz güçler açısından durumun hiç de istenilen seviyede olmadığını açıkça ifade etmek lazım. Tarihe geçecek boyutta katliamların yaşandığı ülkemizde gerek komünist-devrimci güçlerin gerekse genel sol cephenin gösterdiği karşı koyuş ve direnç oldukça yetersiz durumda. Bazı dar sınırları aşamayan eylemliliklerle örülmeye çalışılan direniş cephesi birçok sorunu bağrında taşıyor. HBDH hamlesinin bu sürece nispi de olsa dur deme potansiyeli taşımasına rağmen, mevcut atıl durum ve çalışmaörgütlenme tarzı değiştirilmediği müddetçe var olan gerçekliğin aşılma ihtimali de zayıf


05

gözüküyor. AKP-Erdoğan iktidarının bütün pisliklerinin birer birer ayyuka çıktığı, hırsızlık, katliam, tecavüz üçlüsüyle isimlendirebileceğimiz çürümüş bir devlet gerçekliğine rağmen, geniş emekçi halk kitlelerinin örgütlü bir şekilde devrimci mücadeleye kanalize edilemiyor olması önemle üzerinde durulması gereken bir realitedir. Bir yıla yakındır süren faşist kuşatma ve katliam karşısında gerekli bir karşı koyuşu örgütleyemedik, örgütleyemiyoruz. Faşizmin böylesine pervasızca saldırılarını sürdürebilmesinin en önemli sebeplerinden birisi kuşkusuz bu realitedir. Başta Maoist güçler olmak bütün devrimci güçler acil olarak silkelenip, doğru-devrimci bir pozisyon alarak sürece müdahil olmalıdırlar. HBDH ile atılan adımın bütün mücadele alanlarında birleşik-devrimci bir halk hareketine evriltilmesi en önemli görevlerimizden birisidir. Direniş cephesinde yer alan sorunlardan ve süreci esasta belirleyen etkenlerden bir diğeri ise Kürt Ulusal Hareketi(PKK)’nin durumudur. PKK’nin de bugün yaşanan sürece dair özeleştirel bir tavır takınması gerekiyor. Sürecin bugüne gelmesinde geçilen aşamalar ve tüm bu süreçte PKK’nin yaşamsallaştırdığı politikalar muhasebe edilmek durumundadır. Özellikle AKP-Erdoğan iktidarının bugünkü konumuna gelmesinde bizzat Abdullah Öcalan tarafından ifade edilen gerçeklikler orta yerde durmaktadır. Keza yıllardır barış söylemi adı altında hayata geçirilen politikalar, AKP ile girilen çözüm arayışları ve dönem dönem hem AKP hem de faşist “TC”gerçekliğine dair yaklaşımlarda sergilenen yanlış yaklaşımlar her seferinde daha fazla ölüm, zulüm ve katliam olarak dönmüştür Kürt ulusuna. Bugün Öz Yönetim ilanlarına karşın Kürt ulusunun gösterdiği tavırsızlık sorgulanması gereken bir durumdur. Şimdiye değin ölümü hiçe sayarak nice isyan ve direnişe imza atan mazlum Kürt halkının, barış-çözüm söylemleriyle yıllardır umutlandırılan, sonra yeniden daha kapsamlı bir savaş sürecine evrilen paradokstan dolayı gelinen aşamada önemli bir umutsuzluk ve güvensizlik içerisinde olduğunu ifade etmek lazım. Amed’in Sûr ilçesinde aylarca süren faşist işgal ve katliam gerçekliğine rağmen, kentin geri kalan önemli bir kısmında günlük yaşamın normal seyrinde devam etmesi, geçmişte sıkça örneklerine rastladığımız serhildanların yaşam bulmaması büyük birer soru işareti olarak karşımızda durmaktadır. Kuşkusuz PKK’nin 40 yılı bulan savaş tecrübesi ve sürece dair kapsamlı bir planı mevcuttur. Ki sürecin genel hatlarıyla bir plan program dâhilinde ele alınıp ilerletildiğini düşünmek isteriz, fakat süreci bütünlüklü analiz ettiğimiz vakit, düşmanın saldırı, direniş cephesinin ise savunma pozisyonunda olduğunu ifade etmeliyiz. Bahar aylarıyla beraber gerilla gücünün sürece müdahalesi bütün dengeleri değiştirecek ve PKK’nin elini önemli oranda güçlendirecektir. Fakat dostlarımızın hala her fırsatta barış çağrıları yapması, ABD emperyalizminin barış elçisi olarak masalara davet edilmesi, Gül-Arınç gibi faşist kadroların örgütleyeceği bir sürece destek olunacağı vb. söylem ve yaklaşımların hepsi halkanın zayıf zincirleri olarak hafızalarda yer ediniyor. Kuşkusuz gün bolca laf etmenin değil bir fiil direniş içerisinde yer alarak faşizme karşı devrimci mücadeleyi örgütlemenin günüdür. Lakin yaşanan yoğun pratik süreç içerisinde doğru-devrimci politikaların yol göstericiliğinden sapmamak, bu perspektifle hem sürecin birer öznesi olarak yer almak ve hem de dostlarımıza eleştiri ve önerilerimizi sunmak devrimci görevlerimiz arasındadır. Eylül karanlığında Newroz’un isyan ruhunu kuşanarak bedenini direniş topuna dönüştüren Mazlum Doğan’ın sözleriyle makalemizi sonlandıralım: “Teslimiyet İhanete Direniş Zafere Götürür”

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

ÖNERİLERİNDEKİ BİR NOKTA VESİLESİYLE ORUÇOĞLU’NA “ELEŞTİRİ”!

E

n azından buradaki eleştiriyi daha çok sohbet ederek öğrenme ve eğer kaba olmazsa karşılıklı öğrenme olarak tarif etmek istiyorum. Sevgili Oruçoğlu bir değerdir ve değerlidir geleneğimiz için. Geleneğimize rağmen de böyledir. Değer ve değerli olmasına ilişkin bir tartışma açtığım için de affına sığınıyorum. Zira sarf edilen bu sözler belki gereksiz ve Oruçoğlu’nun kıymet vermediği sözler olabilir. En önemlisi de böyle bir meselenin tartışılmasına vesile olma gibi bir vebal açısından da ilgili sözlerim özür dileme sorumluluğu yüklüyor bana. Ve umarım gereksiz bir tartışmaya vesile olmaz bu sözlerim. Her şeye karşın, Oruçoğlu’nun bizler için ifade ettiği anlamı belirtmeden de geçemedim. Çünkü söz konusu yaptığım değer ve değerlilik meselesi, diğer özellikleri konu etmeden söylersek, esasta Oruçoğlu’nun fikirleri veya savunduğu devrimci görüşlerinde karşılık buluyor. Aydın ve komünist bir aydın olması O’nun değerini kendiliğinden belirliyor. Aydının tüm toplumlar tarihinde rolü son derece anlamlıyken, özellikle günümüz zifiri karanlığında çok daha kıymetlidir. Bir aydın koca bir toplum içinde, tonlarca maden içindeki altın parlaklığında ve kıymetinde değerlidir. Altının diğer madenler karşısındaki tüm değeri diğer madenlere oranla az bulunmasından ileri gelir esasta. Aydın da toplumsal yığın içinde az bulunan bir kıymet olarak değerlidir. Altın tüm değerine karşın renkli taşlarla daha da güzelleştirilip elit kullanımda iyice değerlendiriliyor. Bu da aydının komünist aydın olmasına yakın bir şey olarak değerlendirilebilir. Ama komünist aydın salt elitler için değil, tüm insanlık için kıymetli olarak farklılaşır. Dolayısıyla Oruçoğlu salt geleneğimiz için değil, toplum ya da sınıfsal mesele için değerlidir. Abartıya düşmeme adına söylersek, Oruçoğlu son derece değerli olmasına karşın, hatasız değildir, her fikri de doğru olamaz. Bunu benden önce kendisinin söyleyeceğine adım kadar eminim. Emin olduğum için bunu rahatlıkla söylüyorum... Uzattım, geçiyorum. Oruçoğlu, diğer yazılarında olduğu gibi, ilgili köşe yazısında da takdir edilen sorumluluk örneği sergileyerek fikirlerini sunuyor, önerilerde ve eleştirilerde bulunuyor. Önerilerinde bir noktaya ilişkin görüşümü ya da genel olan görüşü sahiplenerek eleştiride bulunmak ya da sorunu daha geniş öğrenmek istiyorum. Oruçoğlu Kuzey Kürdistan’a özgü ayrı bir partinin kurulmasını öneriyor özetle. İtirazım bu noktayadır. Bildiğim veya bilinen şey şu: Milliyetlere göre örgütlenme anlayışı sınıf örgütlenmesi perspektifinde kabul görmüyor. Çünkü milliyetlere göre örgütlenme anlayışı, tabi ki pratiği, etnik köken itibarıyla değişik millet ve milliyetlere mensup olan-oluşan işçi-emekçi sınıfını, aynı biçimde halkları etnik kimliklerine ayırarak bölmeye hizmet ediyor, eder de. Halkların birliği şiarı, proletarya enternasyonalizmi argümanı ve hatta ulusların tam hak eşitliğine dayalı birlikteliği-birlikte yaşamı gibi argümanlar yukarıdaki görüş temelinde anlam kazanmakta ya da ona uygunluk

göstermektedir. Eleştiri olarak ifade ettiğimiz bu fikirler dikkate alındığında, bu anlayışa uygun bir parti olmasına ve bu partinin birleşik devrimi savunmasına ya da ulusal sorunu sosyalist çözümle halletmeyi öngören bilinen devrim projesine kaşın, Kuzey Kürdistan’da oraya özgü ayrı bir parti kurma önerisi veya yaklaşımı ne kadar doğrudur? Ve eğer doğru ise, yukarıda izah etmeye çalıştığımız anlayışın-perspektifin neresi yanlıştır ya da neden yanlıştır? Proleter sınıf örgütlenme perspektifi ile Kuzey Kürdistan’da ayrı bir parti kurma anlayışları, kavrayışımız oranında birbiriyle çelişen durumdur. Bu çelişki nasıl giderilir ve bu karşıtlık içinde doğru olan hangisidir? Özcesi, doğru olduğuna inandığımız milliyetlere göre örgütlenmeme anlayışı benimsediğimiz gibi doğru mudur, yoksa benimsediğimiz biçimiyle yanlış mıdır? Söz konusu anlayışın-anlayışımızın doğruluğuna temel oluşturan gerekçe, özetle işçi sınıfı ve halkları etnisitelerine göre bölme, ayırma ve ulusal çitleri örerek sınıf birliğini objektif olarak baltalama gerekçesidir. Buna karşın, Kuzey Kürdistan’da parti kurmanın doğruluğu ve bu anlamda milliyetlere göre örgütlenmeyi reddeden anlayışın yanlış olduğunu kanıtlayan gerekçeler nelerdir? Şunu da ekleyelim, Kuzey Kürdistan’da bir partinin kurulması önerisi doğrudan Maoistlere yapılan bir öneridir, en azından biz böyle anlıyoruz. Dolayısıyla Türkiye-Kuzey Kürdistan bütünlüğü zemininde mevcut bulunan Maoist Komünist Partisi’ne rağmen aynı dinamiğin Kuzey Kürdistan’da yeni bir parti kurması önerisi olarak karşılık bulmaktadır. İfade ettiğimiz iddia ve perspektifle örgütlü bulunan Maoist Komünist Partisi’nin, bu iddia ve perspektifine karşın yeni bir parti daha kurması nasıl izah edilir, edilmeli ve bu adım kendi varlığı, iddiası ve çeşitli millet ve milliyetlerden sınıf birliği görüşüne dayalı perspektifine ne kadar uyumlu olabilir? Öneride mevzu bahis olan, ilgili Maoist Komünist Parti veya başka bir komünist partiye alternatif veya bunlar dışında bağımsız bulunan bura komünistlerin yeni bir parti kurması değildir. Aynı zamanda ilgili öneri muhtelif herhangi bir ülkede bir partinin kurulması biçiminde de değildir. Yani, mevcut bulunan komünist partisinin Kuzey Kürdistan’da bir parti kurmasının istendiği açıktır, açıkça söylendiği gibi... Bu durumda, mevcut komünist partisinin Kuzey Kürdistan’da ora özgünlüğüne-çelişkisine uygun olarak görev ve sorumluluklarını daha etkin olarak yerine getirme, siyaset ve stratejisini objektif duruma göre daha objektif hale getirip güçlendirme pratiğine geçmesi durumunda yeni bir parti ihtiyaç olur mu? Komünist partisinin iddiasına uygun pozisyon alıp konumlanması durumunda, yeni parti hangi ihtiyacın ürünü olacak, hangi ihtiyaca yanıt olacak? Yeni bir parti neden şarttır? Oruçoğlu yukarıdaki sorularımıza, dolayısıyla çelişki gördüğümüz bu noktaya ilişkin görüşlerini bizlerle paylaşırsa son derece sevinmiş olacağız. Dahası öğrenmiş, biraz da iddialı konuşursak birlikte öğrenmiş oluruz.


06 haber analiz

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Kapitalizmin ortaya saçılan pislikleri Siyaseti dar bir alanda, aynı araç ve yöntemlerle değil, bin bir araç ve yöntemle en etkili şekilde yürütmemiz gerekiyor. Hırsızlık, yolsuzluk, Ensar Vakfı benzeri tecavüz olayları vb. birçok gelişme sistemin bütün pisliklerini gözler önüne seriyor. Tüm bu gelişmeleri devrimci mücadelenin lehine, en etkili şekilde kullanmamız gerekiyor. On yıllardır anlatmaya çalıştığımız kapitalizmin asalaklığı ve çürümüşlüğü defalarca kez olduğu gibi bir kez daha bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor

3

Nisan 2016 tarihinde dünya gündemini alt üst eden bir olay yaşandı. Panama Belgeleri ismi verilen, ilk bölümünde 50’den fazla ülkeden 140 devlet yetkilisinin isminin bulunduğu ve 11 milyon sayfadan oluşan yolsuzluk ve kara para aklama dokümanları aynı anda dünya genelindeki birçok gazete ve internet sitesinde yayınlandı. Dünyanın en büyük 4. Offshore(sınır ötesi) hukuk firması olarak bilinen Mossack Fonseca isimli şirketin 40 yıllık bütün arşivinin sızdırıldığı ifade ediliyor. Panama merkezli Mossack Fonseca şirketinin özel belgelerinden oluşan bütün arşivi internete sızdırılmış durumda. 42 farklı ülkede 600’den fazla çalışanı bulunan bu şirketin şimdiye kadar 214 binden fazla müşteriye hizmet verdiği ifade ediliyor. Söz konusu müşterilerin büyük çoğunluğunun ise vergi kaçakçılığı ve çeşitli yolsuzluk işlerini bu şirket üzerinden çözdükleri anlaşılmakta. Şimdiye kadar açıklananlar sızdırılan belgelerin başlangıç kısmı. Bu kadarıyla dahi gündemin baş sırasına oturan belgelerin tamamının Mayıs ayı başlarında yayınlanacağı söylendi. Yayınlanan bölümlerde dünya siyasetinden, sporuna kadar oldukça tanıdık isimler var. Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin’den, Barcelonalı futbolcu Messi’ye kadar birçok isim yayınlanan ilk bölümlerde yer alıyor. Söz konusu belgeler ilk olarak Alman Süddeutsche Zeitung(SZ) Gazetesi’ne sızdırıldı. İsmi açıklanmayan bir kaynak tarafından sızdırılan belgeler buradan Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu(ICIJ)’na gönderildi. Burada incelenip tasnif edilen belgeler 78 ülkeden 107 medya kuruluşuna gönderile-

rek kamuoyuna servis edildi. 3 Nisan tarihinden bu yana haberlerde okuduğumuz belgeler incelenerek yayınlanmaya devam ediliyor. Belgelerin basında yayınlanması sonrası dünya genelinde büyük tartışmalar yaşandı. Birçok devlet başkanından, siyasetçisine kadar halkın emeği üzerinden gasp edilen milyarlarca dolar tutarındaki paranın paravan şirketler aracılığıyla nasıl aklandıkları, nasıl vergi kaçırıldığı bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Özellikle 2008 yılından bu yana büyük bir ekonomik kriz içerisinde olan İzlanda’nın Başbakanı Sigmundur David Gunnlaugsonn’nun büyük miktarda vergi kaçırdığının basına yansıması sonrası İzlanda halkı sokaklara dökülerek protesto gösterileri düzenledi. Benzer eylemlerin birçok ülkede yaşanması bekleniyor. Mossack Fonseca şirketi 1997 yılında kurulmuş bir firma ve sızdırılan belgelerin 1997 ile 2016 yılları arasına ait olduğu ifade ediliyor. Onlarca ülkeden binlerce kişinin isminin geçtiği belgelerde Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan 101 şirketin, 10 bireysel müşterinin ve 517 hissedarın adı geçiyor.

Belgelerin yayınlanmasının sebebi Teknik ve teknolojideki gelişim, özellikle bilişim alanında yaşanan gelişmeler birçok bilgi ve belgenin rahat bir şekilde erişime açılmasını da beraberinde getiriyor. Özellikle bilgisayar ve internet kullanımında gelinen aşama göz önüne alınanca Panama Belgeleri benzeri sızıntıların daha yoğun bir şekilde yaşanacağı kesin. Ki hatırlanırsa 2010 yılında

yayınlanan Wikileaks Belgeleri hala tartışılmaya devam ediliyor. Julian Assange liderliğindeki Wikileaks grubu, ABD Dışişleri Bakanlığı ve dünya genelindeki ABD büyükelçilikleri arasındaki yazışmalardan 251.287 gizli belgeyi elde edip yayınlamıştı. ABD emperyalizminin dünya genelinde nasıl bir çalışma yürüttüğü, ne tür kirli ilişkiler içerisinde olduğu Wikileaks Belgeleri’yle bir kez daha gün yüzüne çıkmıştı. Panama belgelerinin Wikileaks’ın on binlerce katı büyüklükte olduğu ve şimdiye kadar sadece küçük bir kısmının yayınlandığı düşünüldüğünde, önümüzdeki günlerde bu konunun dünya gündeminin baş sıralarında kalacağına şüphe yok. Peki böylesine devasa boyutlarda ve oldukça korunaklı bir şekilde 40 yıldı sorunsuz devam eden çalışmaların gün yüzüne çıkıp, belgelerin sızdırılmasının sebebi nedir? Bu belgelerin vergi kaçakçılığı, yolsuzluk, kara para aklama vb. durumlardan rahatsız olan, duyarlı bir çalışan tarafından sızdırılmadığı kesin. Meselenin emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatışmalarla direkt bağlantısı söz konusu. Ki yayınlanan belgelerin esas hedefinin Rusya ve Rusya Devlet Başkanı Putin olduğu aşikâr. Belgelerin Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu(ICIJ) tarafından ilan edilmesi başlı başına bir soru işareti. ICIJ, ABD’de bulunan Kamu Dürüstlük Merkezi isimli, kar amacı gütmeyen bir kuruluşun projesi. Bu kar amacı gütmeyen, kamu yararına kurulmuş olan(!) olan

Merkez’in finansörleri arasında ise oldukça tanıdık isimler var; Soros’un Açık Toplum Vakfı, Rockefeller Ailesi Fonu… Soros vb. isimlerin söz konusu vakıflar aracılığıyla dünyanın dört bir yanında ABD emperyalizminin çıkarlarına ne tür kirli ilişki ve çalışmalar içerisinde olduğu biliniyor. Özellikle Renkli Devrimler olarak isimlendirilen(Gürcistan en bilineni) sürecin örgütlenmesinde Soros’un rolü açıktan biliniyor. Panama Belgeleri’nin sızdırılma süreci ve bağlantıları göz önüne alınınca bunların bir tesadüf zinciri olduğunu iddia etmek ham saflık ürünü olsa gerek. ABD ile Rusya emperyalizmi arasında devam eden ve son 10 yıllık süreçte oldukça keskinleşen çelişkilerin sadece askeri ya da siyasi alanda yaşanmadığı, yaşanmayacağı bir kez daha görülmüş oldu. ABD emperyalizminin Reza Zarrab operasyonu ve akabinde yayınlanan Panama Belgeleri, rakip emperyalist güçler ve yerli uşaklarına karşı geliştirdiği önemli hamlelerden biridir. Keza belgelerin yayınlanmasından bir hafta önce Kremlin’den Rusya’nın istikrarını bozmak amacıyla bazı bilgilerin paylaşılacağı yönlü uyarıları düşünüldüğünde Rusya’nın söz konusu çalışmanın istihbaratını aldığını gösteriyor. Ayrıca büyük miktarda vergi kaçırdıkları kesin olan birçok ABD’li şirketin belgelerde yer alamaması büyük bir soru işareti?

Halkın sırtından zenginleşen asalaklar Kapitalist sistemi ayakta tutan en önemli gelirlerden birisi vergi adı altında halktan çalınan paralar. Günümüzde ne-


07

redeyse bütün tüketim maddeleri, elektrik, su, doğalgaz vb. temel ihtiyaçlar, hemen her şey vergilendirilmiş durumda. Vergi adı altında halkın sırtından sürekli olarak milyarca dolar tutarında para kazanılmakta ve karşılığında ise alınan paranın binlerce kat düşük değerinde sözde hizmet sunulmaktadır. Misal TürkiyeKuzey Kürdistan’da hali hazırda 127 çeşit vergi ödüyoruz. Halkın sırtından çalınan paralar noktasında bir sıkıntı yok. Asıl sorun zenginlerin, kodamanların büyük miktarda vergi kaçırması. İşte bu vergi kaçırma meselesi eski tarzda sadece ülke sınırları içerisinde yapılmıyor. Sınır ötesi birçok kurum ve kuruluş sırf bu iş için kurulmuş durumda. Panama Belgelerini sızdıran Mossack Fonseca şirketi bunlardan sadece birisi. Keza Panama’da bir vergi cenneti olarak isimlendirilse de Panama gibi birçok merkez sırf vergi kaçakçılığı ve yolsuzluk için çalışıyor. Ki bu şirketlerin büyük bir çoğunluğu sadece kâğıt üzerinde var. Bu şirketlerin ofisleri ya da çalışanların yoktur. Bilanço ve gelir tablolarından ibaret, hayalet yapılardır karşımızda olan. Aslında hemen hemen birçok ülkede vergi kaçırmanın çeşitli yol ve yöntemleri bulunuyor. Misal ABD’de vergi yasaları eyaletten eyalete değişiyor ve vergi oranının düşük olduğu eyaletlerde birçok paravan şirket kurularak vergi kaçakçılığı yapılıyor. Aynı şekilde Lüksemburg, İsviçre, İrlanda, Hollanda, Singapur, Hong Kong, Bermuda, Cayman Adaları, Britanya Virjin Adaları ve daha birçok ülke ve ada vergi cenneti olarak isimlendiriliyor. Bu merkezlerde akıl almaz boyutlarda vergi kaçakçılığı yapılıyor. Panama Belgeleri’yle ortaya saçılan pislik buz dağının sadece görünen kısmı. Ki bu belgelerin yukarıda da belirttiğimiz gibi emperyalist güçler arası çelişkilerden kaynaklı sızdırıldığını düşünürsek, gerçek anlamda dünya genelinde bu meselenin ifşa edilip, üzerine gidilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ayrıca kapitalist sistem doğası gereği böyle bir süreci de işletemez. Belgelerde şimdilik öne çıkan ve tartışmanın odağına oturan isimler Putin, Esad… gibi ABD emperyalizminin çıkarlarına ters düşen isimler. Belgelerin tamamı açıklandığında bütün isim, şirket, kurum ve kuruluşlar ifşa olacak, fakat bu süreç sonunda bizzat işin içinde olan birkaç ismin istifasından başka bir gelişme yaşanmayacaktır. Emperyalist-kapitalist sistemin bu ve benzeri oyunlar sonucu yıkılacağını vs. düşünmek ise aptallıkla eş değer bir tutum olacaktır.

Panama belgeleri ve Türkiye-Kuzey Kürdistan Açıklanan belgelerde şimdiye değin Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan 101 şirketin, 10 bireysel müşterinin ve 517 hissedarın adı geçiyor. Bu isimler açıklandığında ne tür gelişmelerin yaşanacağı malumunuz. En yakını 17-25 Aralık sürecinde tanık olduğumuz gibi AKP iktidarı büyük bir manipülasyon ve saldırı furyası ile meselenin üstünü kapatmaya çalışacaktır. Reza Zarrab’ın ABD’de tutuklanması, İran’da idam cezası alan Babek Zencani’nin Türk devlet yetkilileriyle geliştirdiği kirli ilişkileri deşifre etmesi ve tüm bu pisliğin üzerine bir de Panama Belgeleri’nin eklenmesi nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu net bir şekilde gösteriyor. Bütün pislikleri her gün yeni gelişmelerle ortaya dökülen AKP/Erdoğan iktidarına karşı, devrimci güçlerin ortak platformlarda buluşup, etkili araç ve yöntemlerle büyük bir halk hareketi yaratmasının koşulları oldukça elverişlidir. Burjuvazinin gün yüzüne çıkmış bunca pisliğine rağmen, etkili bir hareketin geliştirilemiyor olması sorgulanması gereken bir durumdur. Siyaseti dar bir alanda, aynı araç ve yöntemlerle değil, bin bir araç ve yöntemle en etkili şekilde yürütmemiz gerekiyor. Hırsızlık, yolsuzluk, Ensar Vakfı benzeri tecavüz olayları vb. birçok gelişme sistemin bütün pisliklerini gözler önüne seriyor. Tüm bu gelişmeleri devrimci mücadelenin lehine, en etkili şekilde kullanmamız gerekiyor. On yıllardır anlatmaya çalıştığımız kapitalizmin asalaklığı ve çürümüşlüğü defalarca kez olduğu gibi bir kez daha bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

1 MAYIS’IN TEMEL GÜNDEMİ SOSYALİZMDİR!

Y

ine 1 Mayıs’ın öngünlerini yaşamaktayız. Dolayısı ile bütün devrimci ve ilerici toplumsal güçler başta olmak üzere emek mücadelesi yürüten tüm örgütlerin esas gündemi 1 Mayıs’a yoğunlaşmış durumda. Devrim ile karşı devrim arasındaki savaşımın gittikçe keskinleştiği bir dönemeçte 1 Mayıs’ı karşılamaktayız. Dolayısı ile işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından tarihsel devrimci bir rolü olan 1 Mayıs kutlamaları aynı zamanda devrim ile karşı devrim arasındaki çatışmanın yaşanacağı önemli mevzilerden biri durumundadır. Emperyalist/kapitalist gerici dünyanın çığırından çıkmış sömürü, zulüm, işgal ve talan başta olmak üzere bin bir türlü gerici saldırganlığı ile yer küremizi halklara cehenneme çevirdiği ve dünyayı yaşanamaz hale getirdiği bir gerçeklikte 1 Mayıs’ı karşılamaktayız. Keza emperyalist/kapitalist sistemin stratejik ileri karakollarından biri durumundaki Türkiye-Kuzey Kürdistan’da da aynı sömürü ve vahşet politikaları ve saldırganlığı halklarımıza yaşamı cehenneme dönüştürmektedir. Faşist “TC” devleti ve somuttaki uygulayıcısı Erdoğan/AKP iktidarı tüm çirkefliği, gericiliği ve barbarlığı ile halklarımız üzerine bir karabasan gibi çökerek halklarımıza kan kusturmaktadır. Tek vatan, millet, bayrak ve din gerici paradigması üzerinden ezilen Kürt ulusu başta olmak üzere değişik milliyet ve inançlar üzerinde sınırsız bir milli zulüm uygulayan hâkim sınıflar bu barbar ve gerici saldırganlıkları ile halklar mozaiği olan Anadolu ve Mezopotamya topraklarını çoraklaştırarak halklar hapishanesine dönüştürmüştür. Osmanlı’nın barbar ve gerici geleneği ile her daim övünen ve gururlanarak halklara zorla dayatan Erdoğan’ın çokça övündüğü gerici tarihinin mayasında; kadim halklar olan Ermeniler ve Kürtler başta olmak üzere halklarımızın zorla kıyımdan geçirilmesi vardır. Erkek egemen gerici zihniyetini toplumun bütün hücrelerine kadar hissettiren Erdoğan/AKP iktidarı, devlet, din, geleneksel ahlak ve gelenekler başta olmak üzere bütün gerici mekanizmaları ile kadınlar ve LGBTİ’ler üzerinde tam anlamıyla sömürü ve vahşet uygulamaktadır. Kadını sadece cinsel bir meta olarak ele alan

bu erkek egemen gerici zihniyet tüm çıplaklığı ile pislik saçmaya devam ediyor. Ensar Vakfı’nda yaşananlar sistemin tüm çürümüşlüğünün resmini gözler önüne sermiştir. Bundan kaynaklı da 1 Mayıs’ta sistemin bu kokuşmuş erkek egemen gerici zihniyetinin teşhir edilerek bütün cinsiyetlerin tam hak eşitliği mücadelesi öne çıkarılmalıdır. Yani işçi sınıfı ve emekçilerin yaşadıkları emek eksenli sömürü politikaları ve saldırılar başta olmak üzere, kadınlar, LGBTİ’ler, gençler, çevre, ezilen ulus/milliyet ve inançlar başta olmak üzere tüm toplumsal sorun ve çelişkiler kendi özgünlükleri ile 1 Mayıs’ı gündemleştirilmelidirler. Proleter devrimciler yaşanan toplumsal sorun ve çelişkileri sadece teşhir etmekle yetinmezler, esas olarak bu teşhiri toplumsal sorun ve çelişkilere kaynaklık eden özel mülk dünyasını siyasal mücadelenin merkezine koyarak ele alırlar. Ki proleter devrimcileri reformistler ve bilumum küçük burjuva anlayışlardan ayıran faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. Dolayısı ile her toplumsal sorunun teşhiri, onu yaratan sistemle bağı kurularak ele alınmalıdır. Enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının birlik mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta tabi ki alternatif çözüm projemiz olan sosyalizm öne çıkarılmalıdır. Yaşanan toplumsal sorun ve çelişkiler teşhir edilirken alternatifte mutlak biçimde kitlelere gösterilmelidir. Her tarihsel sürecin kendine özgün bir ekseni ve gündemi bulunmaktadır. Misal, Newroz’da ezilen halkların direnişi ana eksendir ve doğallığında bu öne çıkarılmalıdır. Fakat 1 Mayıs enternasyonal proletaryanın tarihsel önemde bir mücadele ve kazanım mevzisidir. Bu gerçeklikten kaynaklıdır ki özellikle bu 1 Mayıs’ta sosyalizm bayrağı daha ileri bir düzeyde bayraklaştırılmalıdır. Bu tarihsel gerçekliklerden ötürü, proleter devrimciler bu 1 Mayıs’ta bulundukları bütün alanlarda yukarıda ifade ettiğimiz toplumsal çelişkiler gündemleştirirken, alternatif toplum projemiz olan sosyalizm mücadelesi de bayraklaştırılmalıdır.


Siv as 19 15

08

analiz

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

sürgün-direniş-soykırım-gasp-talan:

Ermeni Soykırımı’nda Sivas Vilayeti örneği

SAİT ÇETİNOĞLU

Ermeni direnişlerini ve yerel Ermeni direnişçilerinin tepkilerini aktaran Murad'ın Yolculuğu (1917) yazarı Zabel Eseyan'a

Baskılar neticesi din değiştirenler vardır: Zamanında bu köydeki Ermeni sayısı dört yüze ulaşmaktaymış. Ancak eziyetler sonucu Ermeniler istemeyerek de olsa Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Şimdilerde kırk sekiz Ermeni hanesi kalmıştır.

Sivas Vilayeti, oldukça büyük bir coğrafyayı kapsar, günümüzde üç vilayete (Amasya, Tokat, Sivas) bölündüğü gibi, Malatya, Kayseri, Giresun, Samsun, Çorum vilayetlerinin bir bölümü de o dönem Sivas Vilayeti dâhilindedir. Sivas Vilayeti, yoğun bir Hıristiyan nüfusa sahip olduğu gibi aynı zamanda Hıristiyanlar burada ekonomik olarak da çok güçlüdürler. Hıristiyanların özellikle de Ermenilerin sahip olduğu ekonomik güce ilişkin ayrıntılı bilgimizin olduğu ender illerden biridir. Vilayete dair geniş literatür bulunmaktadır. Sivas Ermenileri tarihine ilişkin bir önemli eser de Arsen Yarman'ın yayına hazırladığı Boğos Natanyan'ın Sivas 1877 raporudur. Natanyan'ın kapsamlı eleştirel raporunda Sivas şehrinin ekonomik yapısını tasvir ederken Ermenilerin ekonomik yapı içindeki rollerine de dikkat çekip Ermenilerin karşı karşıya kaldığı tarihsel ayrımcılığı ve asimetrik ilişkinin altını çizer: Müslüman halkın baskısına ve ayrımcılığına işaret eder Büyüklü küçüklü tüm çocuklar sokakta bir papaz gördüklerinde, hep bir ağızdan ‘Keşiş oşoş’ diye bağırırlar. Yetişkinler de Ermenilere ‘gavur’ demeyi ağız alışkanlığı yapmışlardır. Sevgisizlik o derece¬ye ulaşmıştır ki, eğer bir Türk bir Ermeni'nin çarşıda aldığı malın kendisine de gerekli olduğunu görürse, almasına izin vermez. Hatta kendisi daha aşağı fiyata satın alır ki bu bir nevi haksızlıktır, çoğu zaman yeri geldiğinde de küfür eder, eziyet eder veya saldırırlar. Şunu da söyleyelim ki yerel idareciden çekinirler, ancak ne fayda, yine de halka sıkıntı vermedikleri gün olmaz. Ermeniler mülk edinmeye korkarlar. Bazıları mal sahibi olsa da bunların sayısı azdır. Zira eski za¬manlarda Ermenilerin elinden pek çok malları zorla almışlar ve bugün güzelce kullanmaktadırlar… En küçük detayla ilgilenir. Türk kadınların da yaptığı eziyet şudur ki, Ermeni kadınların mekruh olduğunu ileri sürerek onlarla yıkanmak istememektedirler. Sekiz hamam, Ermeni kadınların özel günlerde yani Cumartesi ve Salı günleri öğleden sonra yıkanmalarına izin verilmiştir. Baskılardan dolayı göçlerden örnekler verir. Sivas’ta Ermenilere eziyetler başladığı zaman Sivaslılar, özellikle Bardizak köylüleri bu eziyetlere dayanamayarak yaşadıkları yerleri terk edip yabancı diyarlara göçmüşlerdir.

Vali Ahmet Muammer: Vilayetin Soykırım mimarı Vali Ahmet Muammer Bey'in (Cankardeş) 1913 yılında Sivas'a vali olarak tayin edilmesi Sivaslı Hıristiyanları için sonun başlangıcı anlamına gelmektedir. Bir hâkimin oğlu ve Sivas doğumlu Vali Muammer bölgeyi çok iyi bilmektedir. Muammer'in ilk memuriyeti de Sivas vilayetinde başlar, Sivas'ın Kangal, Niksar, Aziziye gibi ilçelerinde de kaymakamlık görevlerinde bulunmuştur. 30 Mart 1913’ten 1 Şubat 1916’ya kadar bu görevde kalan vali Muammer göreve başlar başlamaz, Jön Türk çevrelerinin, Osmanlı Devleti’nin Balkan ittifakı karşısında aldığı yenilgiden sonra¬ki talepleri doğrultusunda, Hıristiyan iş adamlarına ve tüccarlara karşı bir boykot politikası başlatır. Muammer 1908’den itiba¬ren vilayette bir İttihat kulüpleri ağının kurulmasında belirleyici bir rol üstlenmiş¬tir. Göreve başladığında otuz iki yaşında olan vali, İTC’nin, “milli iktisat” politikasını vilayetlerde yürürlüğe koymak için ihtiyaç duyduğu yeni insan türünün bir prototipidir. Muammer, bu orta Küçük Asya vilayetinin hem valisi hem de İttihat Merkez Komitesi temsilcisidir; Vali Muammer direkt olarak İttihat Terakki Cemiyeti ile doğrudan görüşerek talimatları aldığını yardımcısı Ahmet tarafından söylenir. “Vali Muammer Bey dâhiliyeye yazdığı raporlardan başka İttihat ve Terakki merkezi umumisiyle de muhabere eder, mühim meselelerimizi doğrudan doğruya bir rapor ila bu merkeze bildirirdi.” Vali ekibiyle ilçeleri dolaşarak soykırım öncesi gerekli tedbirleri alır. Partinin militan kadrolarını genişletmek ve propa¬gandasını yaymak ve milis gücü oluşturmak için vilayeti karış karış gezer. Katliam ekibi oluşturulmasının yanında, kendileriyle çalışamayacak idareciler değiştirilir. Bu uygulama ile bölgede görevli Hıristiyan idareciler ve güvenlik elemanları görevden uzaklaştırılmıştır. “Bu teftiş esnasında Amasya mutasarrıfı olmak üzere dört kaza kaymakamı tebdil edilmişti [değiştirilmişti] değiştirilen kaymakamlar muhtemelen Ermeni olmalıdır. Zira Ahmet Hilmi, Ermeniler idari mekanizmada yer almalarından şikâyetçidir: “O vakitler Dahiliye nezaretinin memurin müdürü Ermeni idi, Sivas Vilayeti’nde Hafik, Havza,

Merzifon kaymakamları ile bir kısım komiser ve polisler onlardan intihap olunmuştu [seçilmişti]." Sivas'ta, Balkan Savaşı sonrasında tıpkı Ege sahillerinde yaşayan Rum ahali gibi, Sivas Ermenileri başta olmak üzere Sivas Hıristiyanlarının baş başa kaldıkları Jön Türklerin giderek sert¬leşen politikaları gereği uygulanan ekonomik boykotun Ermenileri/Hıristiyanları çökertmeye yetmediğinden Nisan ve Mayıs 1914’te Merzifon, Amasya, Sivas ve Tokat çarşılarında arka arkaya bir sürü şüpheli yan¬gın çıkar. 1 Mayıs 1914’te şehrin önemli iş-yerlerinin bulunduğu Bağdat Caddesi’nde çıkan yangında 85 dükkân, 45 ev ve üç han yanıp kül olur. Merzifon, Amasya ve Sivas’ta üç büyük un değirmeni de yakı¬lıp yıkılır. Amasya, Selağzı 12 Mart 1914, 21 Temmuz 1915… Özellikle 21 Temmuz 1915 tarihli ikinci yangının sürgün sonrası boşalmış haldeki Ermeni evlerinin bulunduğu mahallelerde gerçekleşmiştir. Günümüzde Selağzı, Yavuz Sultan Selim Meydanı’dır. Ermeni Soykırımı’na baltası ile katılan Gabaş Ali'nin baltası ile resmedildiği heykeli bulunmaktadır. Amasya ikinci defa sürgün sırasında yakılır. 1900 doğumlu Minareciyan ikinci yangın sırasında ölüm yoluna koyulduğunun ilk gecesidir. “Başımı gökyüzündeki parlak ışığa çevirmiştim. Gündoğumu olabilir miydi? Büyükanneme döndüm ve fısıldadım, 'Sabah mı oldu?' 'Hayır Ester, güneş değil, Amasya'da yanan evler. Duman ve tıptı bir yaz gecesi dolaşan ateşböcekleri gibi uçuşan korlar havayı doldurdu.” Mayıs 1914 ve Ocak 1916 Tokat. 1914’teki ilk yangında Çarşı’nın büyük bir kısmı ve kent merkezinde 3 han ve 100’e yakın dükkân yanmıştır. Dükkânların çoğu o dönemde bakırcılık, satencilik, ipek ticareti, boyacılık yapan Ermenilere aittir. 1916’daki yangında da evler, dükkânlar ve bir han zarar görür. Ahmet Muammer'in Malta dosyasında “Toplu katliamlardan önce Erzurum’a giderek Ermeni illerinin valileriyle müzakereye katıldı. Mahmut Kâmil Paşa’nın başkanlı¬ğındaki bu toplantıda Ermeni unsurunun imha edil-

mesi kararı alın¬mıştı.” notu yer alır. Muammer bütün Ermeni erkeklerini öldürdükten sonra, Ağustos ortalarına doğru büyük bir ziya¬fet vererek başarısını kutlar. Muammer 31 Temmuz’da Bahaeddin Şakir ta¬rafından düzenlenen ve Erzurum, Trabzon, Harput ve Sivas gibi bölge valilerinin de katıldı¬ğı bir toplantıya gitmiştir. Bu toplantının operasyonların ilk aşamasını değerlen¬dirmek üzere yapıl-dığı düşünülebilir. Vali Muammer, Diyarbakır ve Trabzon valileri gibi aynı zamanda Teşkilât-ı Mahsusa’nın bölge lideridir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin fanatik bir üyesi ve Diyarbakır Valisi Dr. Reşit gibi fanatik Türkçü olması Sivas Vilayetini de Diyarbakır, Malatya ve Der Zor gibi mezbaha vilayetlerine çevirmiştir. Ateşkes sonrası oluşturulan Hasan mahzar başkanlığındaki Tedkik-i Seyyiat Komisyonu raporunda, Sivas Ermenileri tehcir edilirken Muammer Bey’in halka şöyle seslendiği “Evinde Ermeni saklayan her Müslüman evinin önün¬de asılacaktır!” dediği ve bu sözlerin Şeyh Yayınevi tarafından basılan Vilayet Gazetesi’nde yayınlandığı yer alır. Hasan Mahzar'ın raporda Çanakkale’de savaşan ve savaş gazisi olan 52 Er¬meni askeri Muammer Bey’in emriyle zorla bir amele taburuna kaydedildiği bilgisi yer alır. Bu kayıt onlar için ölüm anlamına gelmektedir. Muammer uygulamalarından dolayı ateşkesten sonra tutuklanarak Malta'ya gönderilir. Ancak, İngilizler başta olmak üzere


analiz

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Batı’nın 25 Mayıs 1915'te verdiği "insanlığa karşı işlenen suçların yargılanacağı" sözünü yerine getirmemesiyle serbest bırakılır. Muammer, Kemalist dönemde mebus tayin edilmiş ölene kadar mebusluğu sürdürmüştür. Muammer'in yardımcısı ve suç ortağı Ahmet Hilmi de özel bir İttihatçıdır. "Nisan [1913] ortalarında henüz yer yer karlı olan Ana¬dolu'nun yayla şehri olan Sivas’a gelmiş bulunuyordum. O sırada vilâyeti esaslı iki mesele işgal, ediyordu. Asayiş, ekal¬liyetler [Azınlıklar] politikası..." sözleri, vilayete belli bir misyon ile görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Ahmet Hilmi'de Kemalist dönemde üst düzey görevlerin yanı sıra mebus tayin edilir. Sivas'ta soykırımın ayak seslerinin, bölgedeki Başpiskoposluğa tayin edilen Sahak Odabaşıyan'ın katledilmesiyle duyulmaya başlandığını söyleyebiliyoruz: 20 Aralık'ta Sıvas'a gelen Odabaşıyan'ın hemen arkasından, Dahiliye Nazırı tarafından 21 Aralık 1914’te Muammer’e gönderilen şifreli bir telgrafta “[Odabaşıyan’ın] Ermeniler arasında kargaşa çıkarmayı planladığını düşünmek için cid¬di nedenler olduğu” ve validen “gelir gelmez onu gözetim altına al¬masını” talep edilir. Piskoposu izleme görevi çeteci birliklerinin ko¬mutanı Halil Bey’e, Uzunyayla Çerkezlerinden Emirpaşaoğlu Hamid’e ve çe¬teciler Bacanakoğlu Edhem, Kütükoğlu Hüseyin ve Zaralı Mahir’e verilir. Bu kişi¬ler 1 Ocak 1915 sabahı Odabaşıyan’ı Şuşehri ile Refahiye arasındaki yol¬da, Ağvanis Köyü yakınlarında öldürürler. Odabaşıyan’ın şoförü Arakel Arslanyan’ın da öldürüldüğü bu cinayetten sonra yapılan soruşturma, çarpıcı bir ikiyüzlülük örneğidir. Suşehir Kaymakamı Ahmet Hilmi raporunda, cinayetten Erzincan bölgesi Ermenileri ve Rumlarını sorumlu tutar. Mr. Horburg olmak üzere Hıristiyanlara yönelik ardı ardına birçok faili meçhul(!) cinayetler birbirini izler. Seferberlik Hıristiyanları özellikle Ermenileri sindirme aracı olarak kullanılmaktadır. 8 Şubat’ta, Suşehir kazasına bağlı Pürk [Ye-

şilyayla] Köyü’nün, yeni kurulan bir çeteci birliği tarafından şüphe¬li bir şekilde yakılıp yıkıldığını öğrendiklerinde daha da artar; Sahak Odabaşıyan’ı öldüren adamlardan biri olan Zaralı Mahir de bu birliktedir. Çok sayıda erkeğin öldürüldüğü Pürk katliamının sembolik bir anlamı vardır zira bu köy Abdülhamid döneminde bir Ermeni fedai merkezi olarak nam salmıştır. Vali Yardımcısı Ahmet Hilmi, Köylerin Teşkilat-ı Mahsusa birliklerince basılması ve muhasaraya alınması köylerin boşaltılması ve birbirleriyle irtibatını kopartmak için bahaneler üretir. Provokasyon, baskı ve sürgün soykırım zincirinin halkalarından biridir. Ortak uygulama başında asker kaçakları ve silah aramaları bahanesiyle köylerin basılmasıdır. Silah aramaları Müslümanlar için bir başka sömürü ve geçim kaynağıdır; yönetim Ermenilerden getirmelerini istedikleri silahları Müslümanlardan satın alıp kaymakamlığa teslim etmektedirler. Suşehir kaymakamı Ahmet Hilmi Pürk Köyü’nün sürgününe çok önem vererek uzun uzun anlatır. Provokasyon ve hemen ardından baskı ve sürgünün bahanesinin hazır olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.

Direnişler Şabinkarahisar'da Ermeniler önemli bir direniş gerçekleştirdikleri gibi, Sivas Vilayeti, aynı zamanda Karahisar Direnişin kırılmasından sonra da Murad ve arkadaşlarının güçleri oranında direnişi sürdürdükleri bir bölgedir. Bölge kişisel ve toplu direnişlere de sahne olmuştur.

Şarkikarahisar/Şabinkarahisar Direnişi Şabinkarahisar'ın Ermeni halkı, baskılara karşı ve Türklerin niyetini anladıklarından silahlarını kuşanıp şehri çevreleyen kaleye çıkarak direniş sergilediler. Mart’ta Sivas vilayetinin kuzeydoğusunda Pontus Dağları’¬nın yamacında bulunan Şabinkarahisar Ermenileri Türk as¬kerlerinin iaşesini sağlamayı reddettiler. Hükümet ileri gelen 200 Ermeni’yi tutuklayarak öldürttü. İşlenen bu cinayetler ve komşu köylerden gelen katliam haberleri, Şabinkarahisarlı Ermenilerin savunma örgütlemek üzere Haziran’da kalede si-perlenmelerine yol açtı. Ermeni mahalleleri Hınçak ve Taşnak liderlerinin komutası altında direnişe geçti ve Şabinkarahisar halkı kaleye ka¬pandı. Çatışmalar iki hafta sürdü. Türkler Erzurum’dan takvi¬ye talep ettiler: Toplarla donatılmış 600 kişilik düzenli birlik, 150 kişilik bir çete ve Giresun garnizonu kuşatmaya katıldı. Fedai Lukas’ın (Gugas) önderlik ettiği Ermeniler cephane ve su kıtlı¬ğına rağmen sekiz gün daha dayandılar. Lukas bundan sonra gruplar halinde dağlara kaç-

maya çalışmanın gerekli olduğunu düşünerek bu yönde karar vermişti. Ne var ki içlerinden pek azı dağlara ulaşabildi, bunlar direnişi birkaç ay daha sürdürebildiler. Türkler kaleye girdiklerinde sadece kadın ve yaşlı¬ları bulmuş ve hepsini katletmişlerdi. Hayatta kalanlardan az sayıda kadın haremlere götürüldü. Vali Yardımcısı Ahmet Hilmi, Şabinkarahisar Direnişi sırasında, direnişin kırılmasında görevlendirilmiştir. Ahmet Hilmi, direnişin kırılmasına büyük önem verir. Direnişin kırıldığı günü dönüm noktası olarak niteler: “16 Haziran 1915 tarihi, Anadolu'da bir dönüm noktasıdır... Kaleden çıkmağa muvaffak olan Ermeniler, Tamzara’dan sonra dağlara vurmuşlar, çete savaşları ile daha bir müddet hükümeti işgal etmişlerdir, Karahisar va¬kasının başlangıcından sonuna kadar asker, sivil ve jandarma kuvvetlerinden kaybımız seksen dört şehit ve yüz kırk yaralıya mal olmuştur. Bu rakamlar hadisenin ehemmiyetini gösterir kanaatindeyim..." Wartkes Tewekelyan’ın direnişin sonunu nakledişi trajiktir: "Beş bölük asker tahminen saat onbirde kaleye girdi. İnsanlara bakmadan ana girişleri işgal ettiler. Bir sinyal verildi ve asıl sa-vaşçı güçler saldırıya geçtiler. Onlardan hemen sonra çevre köy¬lerden başıbozuk gruplar kaleye girdiler. Köşe bucak her yeri araştırdılar. Korkudan şaşkın insanları yakaladılar, kadınları döv-düler, küpelerini kulaklarından kopardılar ve bir yüzük alabil¬mek için parmaklarını kestiler. Süt çocuklarını annelerinin göğ¬sünden alıp kale duvarından aşağıya attılar. Taşlarla ihtiyar er-keklerin kafasını kırdılar. Bu kan gölü birkaç saat sürdü. Nihayet kalede yüksek rütbeli bir Türk göründü. Cinayet ve yağmalama sona erdi. Bu Türk’ün emri üzerine tüm ihtiyarlar ve onüç yaşın üzerindeki oğlanlar oradan sürüldü. Hayatta kalan kadınlar ve çocuklar dağın altındaki ovaya götürüldü ve kiliseye kapatıldılar... Askerler ihtiyarları ve çocuklan çifter çifter sıraya dizdiler ve onları dağdan aşağıya sürdüler. İlk çiftler dağın eteğine ulaştı¬ğında dar geçidin her iki tarafına toplanmış olan kudurmuş bir Türk güruhu tarafından taşlarla karşılandılar.

Fedai Murad'ın direnişi Ün¬lü Ermeni liderlerinden Murad, Şarkışla’da etrafında topladı¬ğı bir grupla Divriği dağlarında Türklerle savaşa girişti. Arka¬daşlarının neredeyse hepsi öldükten sonra Samsun’a ulaşma¬yı başaran Murad, burada Türk tekne sahiplerinden birini zor¬layarak, kendisini izleyen Osmanlı donanmasına rağmen Batum’a ulaştı. Türklerle sayısız muzaffer çarpışma ve çatışmadan sonra, Murad 1915 yılının sonbaharında Samsun’a doğru yönelmiş. Katılan yedi Ermeni ve üç Rum’la Murad’ın çetesi büyümüş. Samsun’dan pek uzakta olmayan Çamalan Köyü’ne ulaştıklarında, Konstantin isimli önde gelen bir Rum tarafından karşılanmışlar... Murad ve yoldaşları, Konstantin ve ailesiyle birlikte Samsun’a doğru yollarına devam etmişler. Grup sonunda Karadeniz yakınındaki Hoca Dağı ormanlarına ulaşmış. Burada saklanmaya devam ederken, bölgeyi araştırmak ve bir kaçış yolu bulmak üzere keşif kolları gön-

09

dermişler. Yiyecek ve cephane stoklarını tamamlayan cesur savaşçılar, bir gece hızla deniz kıyısına inmişler. Burada, demir atmış bir yelkenli bulmuşlar ve beş kişilik Türk mürettebatla birlikte yelkenliyi ele geçirmişler. Malzemelerini yüklemişler ve yelken açarak Batum'a ulaşmışlardır.

Diğer direnişler Sivas Vilayeti’nde, Duzasar, Gevra, Horsan, Khantzod vb. yerlerdeki Ermeniler, savaşın ilk başlarında ırklar arası bir çatışmanın patlak vermesini engellemek için mümkün olan tüm fedakârlığı yaptı; ancak benimsedikleri pasif direniş tavrının hiçbir biçimde işe yaramayacağını anladıklarında silahlandılar ve Gürün, Gemerek, Divriği, Keçi Mağarası, Mancılık ve diğer yerlerdeki memleketlilerinin desteğiyle Müslüman asker ve çetelere karşı günlerce savaşarak aynı şekilde karşılık verdiler. Pürk Köyü baskını sırasında Bizik'in tek başına iki günlük silahlı direnişi de dikkate değerdir. Şebinkarahisar piskoposu Vağinag Torigyan'ın İTC delegesi ve Ahmet Hilmi karşısında dik duruşunu ve Şabinkarahisar hükümet konağındaki tutuklular katledilirken, Karnik Beyleryan’ın jandarmanın tüfeğini ele geçirip jandarma ko¬mutanını ve yardımcısını vurmasını da eklememiz gerekiyor. Sivas’ın zengin Şahinyan ailesi, baba, oğullar ve on dört yaşındaki bir kız çocuğu olan Hanım, onları ele geçirmek isteyen görevlilerden kaçtılar ve dar bir dağ geçidinde dört saat boyunca oldukça kalabalık bir güce karşı savaştılar. Ancak mermileri bitince öldürüldüler. Sivas Gürünlü Karapet Hambardzumi Azaryan, Çarşamba ve Niksar'da içinde bulunduğu direniş birliklerini, nakleder. Direnişlerde Hıristiyanlar ortak davranmaktadırlar. “Yozgat tarafına geri döndük. Bizim grupla Rum Dimitri'nin grubu da birleşti, ortak güçlerle Rum kızlarını bir Türk beyinin zorbalıklarından kurtardık. Bu Samsun yakınlarındaki Çarşamba'daydı. Sonra Niksar kasabasına gittik; orada haremde Ermeni kızları vardı. Onları da kurtardık. Aslan beyle çatışmaya girdik ; Türk hükümetinin ajanıydı. Biz kırk dört kişiydik. Dört taraftan kuşatıldığımızı duyduk. Çatışma başladı. Bizim taraftan sadece Dimitri'nin kardeşi Anastas şehit oldu, Türk tarafındansa yüzlercesi. Ermeni ve Rum kızlarına erkek elbiseleri giydirmiş halde, Çarşamba’dan çıktık, Karadeniz üzerinden, Karadeniz sahilindeki Platana'ya ulaştık. En nihayet Batum'a ulaştık. Kızları yerel komiteye teslim ettik. Çarşamba kazasında faaliyet gösteren gerilla birlikleri ekseri Ermenilerden oluşmuştu. Bilhassa ateşkesin ardından Ermenilerle Pontoslular, ortak bir program takip ettiler. Çarşamba kazasındaki Ermeni birliklerinin faaliyeti de devlet tarafından Pontus Rumluğunun faaliyeti olarak kabul edilir. Çarşamba kazasında Ermeni birlikleri 1920 yılı sonuna kadar faaliyette bulunmuşlardır. Çarşamba’nın en önemli Pontus kaptanları Akça Papas ve Vasil İdi. Başlıca reisler: Bölükbaşıoğlu, Ağlos, Eğridere köyünden Markar, Çifçi Köyünden Markaroğlu, Yovakim, Köyceğizden Haçin Usta, Todor, Kör Lazarani’nin oğlu Yuvan, Kara Yorgi, Manşeroğlu Karyani, Sarı Mayoki


10 kadın haber Asıl hedefimiz erkek-devlet şiddetini teşhir ederek mücadeleyi yükseltmektir 16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Yakın bir süre önce gerçekleştirdiği 3.Kurultayı ile çalışmalarına hız veren Demokratik Kadın Hareketi(DKH) “Erkeğin iktidarı her yerde kadının direnişi her yerde” şiarı ile siyasal bir kampanya başlattığını yaptığı açıklama ile kamuoyuna duyurdu. Halkın Günlüğü Gazetesi olarak başlatılan kampanya başta olmak üzere kadın temalı bazı güncel-siyasal meselelere dair DKH ile gerçekleştirdiğimiz röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz Halkın Günlüğü: Gerçekleştirdiğiniz kurultayla birlikte çalışmalarınız hız kazanmış durumda. Yakın zamanda “Erkeğin iktidarı her yerde kadının direnişi her yerde” temalı bir kampanya başlattınız. Kam-

panya hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktı? Hedefleriniz nelerdir? DKH: Bir bütün olarak kadınlar cephesinden yaşanan süreci değerlendirirken örgütlenen siyasal kampanyalarda sorunun asıl kaynağına inmek gerektiğini düşünüyoruz. Cins mücadelesinde ise bu hedef net olarak eril anlayıştır. Toplumun en küçük birimi olan aileden başlayarak devleti oluşturan bütün kurumlara, hizmet aldığımız kamu kurumlarından tutalım da eğitim ve sağlık sistemlerine kadar her yerde kadınlar olarak eril tahakküm ile karşı karşıyayız. Kadını sadece soyun devamı olarak gören bu zihniyet beraberinde kadınlara kimliği, bedeni ve varoluşu üzerinden de bir rol biçiyor. Bu rol ise kadını tamamıyla eve kapatan, ev işleri ve çocuk bakımı dışında herhangi bir yaşam alanı tanımayan, üretimde ise ucuz iş gücü olarak konumlandıran bir hat izliyor. Her gün bir kadının katledildiği, katillerinin korunup kollandığı böylesi bir süreçte kimliği, bedeni ve varoluşu üzerinden söz söyleyen, politika üreten, kendi kaderini tayin etmek isteyen kadınlar ise devlet şiddetinin en ağır yüzü ile

karşı karşıya kalıyor. Örgütlü kadını ciddi bir tehdit olarak algılayan devlet örgütlü kadınları ise yine bedenleri üzerinden vurmaya çalışıyor. Nitekim sokak ortasında çıplak bedenleri teşhir edilen Kürt kadınları bu eril anlayışın en kirli yüzünü gösteriyor. Tüm bu yaşananları göz önüne aldığımızda erkeğin iktidarını ve erkek-devlet şiddetini teşhir eden, sorunun kaynağını gören bir kampanya elzem bir yerde durmaktadır. Bu kampanya ile asıl amacımız; yoğun saldırıların yaşandığı bu süreçte örgütlenmeyi geliştirmek, erkek şiddetini ve erkekdevlet şiddetini teşhir etmek ve kadına yönelen her türlü saldırıya karşı en geniş muhalefeti ve örgütlülüğü yaratabilmektir.

HG: “Öz savunma” son süreçte kadın kurumları tarafından sıkça tartışılan konulardan biri. Sizin öz savunma hakkındaki fikirleriniz nelerdir? DKH: Kadının öz savunması geçmiş süreçlerden beri kadın mücadelesinin tarihini oluşturuyor. Ancak günümüzde özelde Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında öz savunmanın bir hak olduğu-

na dair mücadeleler ve kampanyalar geçmişe oranla daha yaygın örülmeye başladı ve bu da öz savunmayı daha da görünür kıldı. Günde her dört kadından birinin erkekler tarafından şiddete uğradığı ve ortalama beş kadının da katledildiği coğrafyamızda kadınlar bırakalım demokratik talepleri yaşam mücadelesi veriyorlar. İşte, evde her alanda kadınlar şiddete uğruyor ve devletin yaptığı açıklamalarla ve yasalarla da bu durum normalleştiriliyor. Devletin kadın düşmanı politikaları yargı alanında karşımıza ‘iyi hal indirimi’, ‘ağır tahrik indirimi’ ve ‘saygın tutum indirimi’ olarak çıkıyor. Yani kısacası kadınların katli meşrulaştırılıyor, normalleştiriliyor, kadınlara katledilmek ‘fıtratınız’ da var deniliyor. Kadınlar çok sevildikleri için katlediliyorlar, kadınlar kahkaha attıkları için katlediliyorlar, kadınlar masa da yoğurt olmadığı için katlediliyorlar. Bütün bu ataerkil sistemin cinsel saldırı ve katliam politikalarına karşı bizler de kadınları her türlü erkek şiddetine karşı öz savunmaya çağırıyor ve öz savunmanın tartışmasız bir hak olduğunu ifade ediyoruz. Öz savunma kadının yaşam hakkının ısrarıdır. Bugün Adana’da Çilem Doğan, Isparta’da Nevin Yıldırım, İs-


16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

11

ÖNCÜ KADIN

KENDİ İÇİMİZDEKİ ERK ANLAYIŞLA KESKİN MÜCADELE YÜRÜTMEK KAÇINILMAZ DEVRİMCİ BİR GÖREVDİR

T

tanbul’da Yasemin Kaymaklı kendilerine cinsel saldırıda bulunan, sistematik işkence ve ölüm tehdidi ile baskı altına alan ve öldürme teşebbüsünde bulunan erkeklere karşı yaşam haklarını savundukları için hapishanedeler. Kadın katilleri mahkemelerden komik cezalarla ayrılırken, kadınlar sırf yaşam haklarını savundukları için müebbet hapis cezalarına çarptırılıyorlar. Bu da öz savunma fikrinin meşruluğunu gitgide yaygınlaştırıyor. Kadına yönelik saldırı ve katliamlarda öz savunmanın yeri büyük bir öneme sahip oluyor. Öz savunma hem kadınların daha da dayanışma içerisinde olacağı bir süreci getiriyor hem de erkekler açısından caydırıcı bir etki yaratıyor. Bizler de DKH olarak bir kez daha vurguluyoruz öz savunma kadının yaşam hakkının ısrarıdır ve haktır.

HG: Kuzey Kürdistan’da devletin topyekûn saldırıları sürmekte. Saldırılara karşı süren direnişte de kadınların ön planda olduklarını görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? DKH: Kadınlar yaşamın her alanında hem üretimin ve emeğin hem de direniş ve mücadelenin öncülerinden olmuşlardır. Kürdistan’da ayları bulan bir saldırı ve katliam süreci yaşanmakta ve bu katliamın ilk hedefi arasında kadınlar yer alıyor. Hedefte kadınlar var çünkü kadınlar artık ‘dünya erkeğin hane kadının evidir’ anlayışına karşı hem erkek, hem de erkek devlet şiddetine karşı mücadeleyi büyütüyor ve her alanda direniş ve serhildan ruhunu kuşanıyor. Savaş içerisinde kadınların hedef alınması bir tesadüf değil, aksine devlet sistematik bir şekilde kadınlara saldırdığını açıktan ilan ediyor. Kürdistan’da kadınların bedenleri sokak ortalarından teşhir edilmeye çalışılıyor, duvarlara kadın bedeni üzerinden cinsiyetçi yazılamalar yapılıyor. Devlet savaşını kadının bedeni ve mücadelesi üzerinden sürdürüyor. Geçmiş süreçlerden bu yana savaş süreçlerinde sömür-

geci devletler işgal ettikleri topraklarda ilk olarak kadınlara cinsel şiddette bulunuyordu, çünkü kadın o toprakların namusu olarak görülüyor ve işgalci devletler kadınlara saldırarak o toprakların namusunu aldıklarını düşünüyordu. İşgalci TC devletinin zihniyetinin de aynı sapık ve cinsiyetçi anlayıştan beslendiğini görüyoruz. Kürdistan’da kadınlar bütün saldırılara karşı mücadele bayraklarını elinden indirmiyorlar, aksine mücadelede daha da öncüleşme ve özgürleşme perspektifini kendilerine rehber ediniyorlar. Hendek başlarında ve barikatlarda erkek devlet şiddetine karşı öz savunma mücadelesini büyütüyorlar.

HG: Son günlerin en çok tartışılan konularından birisi Ensar Vakfı. Yaşanan olay ve tartışmalara dair neler söylemek istersiniz? DKH: Bugün Ensar Vakfı şahsında ortaya saçılan gerçekler siyasi iktidarın gelmiş olduğu noktayı ve temsil ettiği sınıfın bütün kirliliklerini ortaya çıkarmış durumdadır. Devletin desteği ile palazlanan bu tarz dini vakıflar denetimden uzak bir şekilde siyasal iktidarın hedefleri doğrultusunda örgütlenme faaliyetlerine devam ederken ortaya çıkan bu tarz vakalar ise devlet tarafından aklanmaya çalışılıyor. Sema Ramazanoğlu hakkında verilen gensoru önergesinin reddedilmesi ve akabinde AKP’li vekillerin sıraya girerek bakanı tebrik etmesi siyasi iktidarın sorumluluğunu gözler önüne sermektedir. Soruşturma başlatıp ilgilileri yargılamak bir yana, vakfı koruyan siyasal iktidar çürümüşlüğün içinde yuvarlanıp durmaktadır. Bu çürümüş sistemin kadınlar ve çocuklar üzerinden güttüğü politikalara karşı ortak, birleşik ve güçlü bir cephe kurmak her zamankinden daha önemli bir yerde durmaktadır. Aksi tüm durumlar pedofili, taciz, tecavüz ve katliamların artmasına neden olacaktır.

≫ aycan solmaz

oplumsal bir sorun olarak önümüzde duran kadın sorunu, erkek egemen sistemin kadına biçtiği toplumsal cinsiyet rolleri ile katmerleşerek daha da zor hale geliyor. Eril zihniyetin kadını hedef alan cinsiyetçi söylemleri, kadın bedeni üzerindeki tahakkümü, din ve ahlak üzerinden erkek devlet anlayışının gerici politikaları kadının emeğini, bedenini ve kimliğini yok saymaktadır. Ezen ve ezilen sınıf çelişkisini düşündüğümüzde kadının toplumsal yaşamdaki kurtuluş mücadelesi kaçınılmaz bir yerde durmaktadır. Sınıf örgütlenmeleri içerisinde kadın mücadelesi önemli bir mevzi kazanırken erkek egemen anlayış sınıf örgütlerin içerisinde baş göstermektedir. Kadının özne olması esas olanken tek başına yeterli olmamakta. Dilimize pelesenk ettiğimiz gibi kadın sorunu diyerek burjuva yaklaşımlarla işin içinden çıkmak kolaycılığın ta kendisidir. Bugün toplumsal anlayışın kadın sorunu kavramı tam da buradan kendini var etmektedir. Sorun kadının sorunu değil erkek egemen ideolojinin sorunudur. Bu sorunun çözümü ise sınıfların ortadan kalkmasıyla var olacaktır. Sınıf hareketlerinin kadın mücadelesine yönelik perspektifleri ileri bir yerde dururken, pratikte kadın mücadelesine olan yaklaşımımız kendini zayıflatan bir yerde durmaktadır. Erkek egemen sistemin feodal erk anlayışı maalesef örgütlerin içerisinde kendini var etmektedir. Kadınlar sistem içerisinde mücadele ederken bir de bağlı bulundukları kurum içerisinde erkek anlayışla mücadele etmekte. Bu anlayışı değiştirmek için örgütsel ve ideolojik temelde mücadeleler vermek esas olmalıdır. Aksi söylem ve tavırlar mücadeleyi boşa çıkaran bir yerde durur. Kadının mücadelesinin esas alınması doğru noktadan kavranılması ile olacaktır. Siyasal programımızın önemli bir parçası olan kadın mücadelesi, asla ertelenemez bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Perspektifimiz kadınların özgürleşmesi, öncüleşebilmesi için özgün özerk örgütlenmeler üzerinden şekillenmelidir. Özgün politikalar belirlenmeli, siyasal kampanyalar düzenlenmeli, eril anlayışın hâkim olduğu her alanda hiçbir kaygı taşımadan tartışma yürüterek bu anlayışlar mahkûm edilmeli. Çünkü birbirimizi ancak doğru yol, yöntem ve metotla ilerletebiliriz. Siyasal perspektifimiz doğrultusunda her bir süreç bizler cephesinden doğru okunmalı. Zihinlerimizin berrak olması gerek… Kadın mücadelesinde önemli görev ve sorumluluklarımız var. Bu sorumluluklarla kadınların her alanda eşit temsiliyet, pozitif ayrımcılık, kadın kotası gibi uygulamalarla en önde yer almaları gerekiyor. Kadın bilincini kuşanarak erkek egemen sistemin kadın üzerindeki gerici politikalarına karşı mücadele edilmesinin yaşamsallığı gibi, kendi içimizdeki erk anlayışa karşı da mücadeledeki kararlılığımız, ısrarımız biz kadınlar cephesinden sonuna kadar sürecektir. O yüzdendir ki kadının özgürlük mücadelesinde bulunduğumuz her alanda öncüleşmek, özgürleşmek ve örgütlenmek bizler açısından kaçınılmaz zorunluluktur. Bu zorunluluktan hareketle “Kadınlar Yönetime Kadınlar İktidara” şiarını yeniden ve yeniden ısrarla daha ileri mevzilere taşımalıyız. Unutmayalım, kadının kurtuluş mücadelesi insanlığın kurtuluş mücadelesiyle olacaktır.


16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

1915 Ermeni Soykırımı’nın ölüm Tarihsel anlamda, Ermeni soykırımının devrimciler ve komünistler açısından anlamı, tarihin acılarının ortaklaştırdığı ezilen halkların ve mazlum ulusların örgütlü gücüyle, Kürt ulusuna uygulanan bu zulüm özgülünde, faşist barbarlığın topyekûn imha seferlerine karşı durmaktır. Acıların kardeşleştirdiği bir halk gerçeği, toprak ve vatan parçası üzerinden tanımlanamaz. Gericiliklerin, soykırım ve katliamlar dâhil, yarattığı tüm tarihsel haksızlıklar, halkların ortak dilinin ördüğü mücadele ile aşılır. Maoist komünistler olarak, ulusların maruz kaldıkları tarihsel haksızlıkları gidermek, siyasal sorumluluğumuz gereğidir. Ama bu sorumluluğumuz kesinlikle bir toprak parçası ve vatan kavramına hapsedilemez. Ulusların bu demokratik hakkını tanımamız, stratejik olarak enternasyonalist çözümlerin önüne geçemez. Bu anlamıyla, Batı Ermenistan, Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının ortak mücadelesi, sosyalizm programımızda gerçek çözüme dönüşecektir İnsanlığın normal halini en iyi tanımlayan ilkel-komünal toplumdan insanlığın ihtiyacını karşılamaya değil -kar etmeye dönük, kullanım değerine değil- değişim değerine dönük bir üretim tarzıyla hareket eden kapitalizme uzanan insanlık tarihi boyunca, yaşlı dünyamız ezilen halkların, ulusların mücadele ve direniş tarihine tanıklık ettiği gibi; iktidar, güç ve daha çok kazanma hırsıyla yapılan sayısız savaşlara, katliamlara ve soykırımlara da tanıklık etmiştir. Sınıflar mücadelesi tarihi olan insanlık tarihinin biyografisinin sayfaları, bu konuda yeterince kabarıktır. İnsanlık tarihinin dünden bugüne en barbar kesiti bağlamında yoğunlaşan ve merkezileşen sermayenin işleyişinin sonucu olan

emperyalizm, dolaşım kanallarını rahatlatmak, kendine yeni pazarlar açmak ve girip yağmalayabileceği tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kontrol etmek kaydıyla var olma ve gelişim sürecini, sömürülen sınıflara, mazlum uluslara ve ezilen-ötekileştirilen inanç kesimlerine uyguladığı katliamlar ve soykırımlar üzerinden inşa etmiştir. En son 2008’de patlak veren ve hala içinden çıkamadığı yapısal krizlerinden kurtulmak için, bir yandan eşitsiz gelişim yasasına bağlı olarak değişen güç dengelerini yeniden oluşturabilme adına dünyayı üçüncü bir emperyalist paylaşım savaşının eşiğine sürüklemekte, bir yandan da dayandığı gerici bölgesel güçler üzerinden sömürü ve baskı aygıtlarını yaygınlaştırmaktadır. Özellikle Ortadoğu’da daha çok “vekâlet savaşı” biçiminde sürdürülen bu yoğunlaşmış ekonomik-politik mücadele Ortadoğu halklarını kan sağanağına tutarken, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmede kullandıkları figüran IŞİD, bağımsız davranabilme potansiyelini açığa çıkararak sadece Ortadoğu’yu değil Avrupa’yı da kana bulamakta, kendisini besleyip büyütenlerin elinde patlamaktadır.

Ermeni soykırımı kapitalist toplumsal sistemden bağımsız ele alınamaz Emperyalist-kapitalist sistemin bu güncel durumu, aynı zamanda onun barbar tarihi hafızasıdır. Ve barbarlık olarak, dayandığı tarihsel genler, sadece sınıflı toplumların kapitalizm aşamasıyla sınırlı değil, sınıflı toplum olan kölecilik ve feodal derebeylik zulmünü, kapitalist-emperyalist sistemin tarihsel birikimini oluşturmaktadır. Ve her coğrafyanın ezilen halkları ve mazlum ulusları, sömürü, katliam ve soykırım üzerinden yaygınlaşan ve derinleşen kapitalist gelişmenin vahşetinden “payına” düşeni almıştır. 1915 yılıyla, final aşamasına varan Ermeni soykırımı da, kapitalist gelişim paradigmasının yolu üzerinde durmaktadır. Bu anlamıyla tarihte yaşanmış ve bugün hala yaşanan tüm soykırım ve katliamlar gibi, Ermeni soykırımını, kapitalizm ve onun kendi özgün koşullarına göre, işbirliğine girdiği feodal, yarı-feodal gerici sistemlerle hesaplaşmadan açıklamak, meselenin özünü kavramaktan uzak bir yaklaşım olur. Somut

olarak Ermeni soykırımında, sınır tanımayan şiddet ve insan hafızasını zorlayan katliam uygulamaları, ceberut Osmanlı ve İttihat Terakki’nin zebani uygulamalarında özel bir hal alsa da, soykırımı egemen gerici güçlerin ait oldukları toplumsal sistemi geliştirme amaçlarıyla direk bağlantısı vardır. Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin ardından ortaya çıkan modernizm, uluslaşma ve üniter devletler, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısını derinden sarsarak buralarda ikamet eden ezilen ulusların kendi ulus devletlerini kurma taleplerine kapı aralamıştır. Balkanlarda ilk ayaklanan Yunan, Sırp ve Bulgarlar ilk ulus devletlerini kurdu. Ermenilerin ulusallaşma bilinci ve ayrı bir devlet kurma talebi bu uluslardan sonra gerçekleşmiş ve Balkan uluslaşmasını kendilerine model olarak kabul etmişlerdir. Balkanlardan kovulmayı hazmedemeyen ve Anadolu’ya tutunamama paranoyasından kurtulamayan İttihatçılar, daha önce de 1895’de II. Abdülhamit döneminde, yine İkinci Meşrutiyet’in

ilan edilmesinin ardından 1909’da katliamlardan geçirilmiş olan Anadolu’nun kadim halkı Ermenileri, 1915 Tehcir Kanunu’yla yerlerinden edip, kitlesel fiziki imha ile, kendilerince Ermeni “sorununu” “çözmüş” oldular. Tehcir Kanunu’nun ardından öncelikle İstanbul’dan sürgüne gönderilen Ermeniler, ya yollarda devletin kontra örgütlenmeleri olan “çeteler” tarafından katledildiler, ya da ağır yol koşullarında öldüler. Akabinde tüm Anadolu’daki Ermeniler, evlerinden yurtlarından edilip malları haraç mezat satılarak, ya da el konularak büyük ölüm yolculuğuna çıkartıldılar. El konulan Ermeni mallarıyla Türk komprador büyük burjuvazisi ve büyük toprak ağaları kuşkusuz daha da palazlandı. Zaten projenin bir ayağı da buydu. Gerileme ve dağılma dönemine giren Osmanlı devlet geleneğini, Türk-Sünni İslam sentezi olan Turancılık üzerinden ayağa kaldırmaya çalışan İttihat Terakki, toplumu cebir şiddetle Türkleştirmek istiyordu. Aynı zamanda, sermayeyi, bu ideolojik doku üzerinden egemen kıldığı kesimde merkezileştirip komprador kapitalizmin temellerini atmak, bu dönemki


perspektif

yolunda bugün Kürtler yürüyor

projelerin oturduğu zemindir. Bu durum, “Neden önce Ermeniler “ sorusuna da açıklık getirmektedir. Ticaret ve zanaatta çok ileri olan Ermeniler, hem sahip oldukları sermaye anlamında hem de ulusal bilinç düzeyi anlamında en örgütlü ulustu. Türk İslam paradigmalı Turancı egemenlik sistemi, Kürt, Rum, Süryani, Çerkes, Hıristiyan, Alevi gibi tüm farklı ulusal ve inançsal kesimleri tasfiye ve teslim alma üzerine süreci planlasa da, esas tehlikeden, taliye doğru bir tasfiye süreci örgütlemiştir. Hatta süreç içinde katli vacip diye vaaz edilen bazı ulus ve inanç gruplarını, askeri ve politik güç olarak katliamlarda kullanması, meselenin bir başka önemli boyutudur. Hamidiye Alayları’nda bazı Kürt aşiretlerin katliam gücü olarak kullanılması, buna en açık örnektir. Bütün bu planlama ve pratik uygulamalarla start alan soykırım, yollarda, hemen köy ve kasaba çıkışlarında katledilmeye başlanan Ermenilerden sağ kalabilenler ise Yahudi toplama kamplarının önceli olabilecek kadar korkunç ölüm kamplarında yine ölümün kucağına itildi. Tabi Osmanlı modernize ettiği ordusuyla savaştığı cephelerde ve Balkan-

larda ortaya koyduğu askeri başarısızlıklarla bu çapta bir soykırım operasyonunu gerçekleştiremezdi. Bizzat Alman subaylarının dâhiliyle ve batılı emperyalist devletlerinin Ermenilere ihanetiyle gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla Ermeni soykırımını güncelleyip soykırımın adını koyma ve mahkûm etme adına meseleyi tartışmaya açan batılı emperyalistlerin her meselede olduğu gibi bu meselede de ne kadar ikiyüzlü davrandıklarını deşifre etmeden geçmek doğru olmaz. Kuşkusuz bugünkü tekçi, inkârcı faşist devlet zihniyetinin temelleri de o dönemin Jön-Türkçü İttihatçileri tarafından inşa edilmiştir. Bugün hala faşist Türk devleti Ermeni soykırımını saldırgan bir dille inkâr etmekte, doğal savaş kayıpları olarak açıklamaya çalışmaktadır. Çünkü 1915’teki bu “büyük utanç”ın failleri olan İttihatçı kadrolar 1918’de, Anadolu’ya kaçıp yargılanmamak için faşist Mustafa Kemal önderliğindeki güçlere dâhil olmuşlardır. Soykırım karşısındaki inkâr biraz da Anadolu’ya kaçan bu kadroları aklamak içindir. Ve kuruluş- “gelişme” mayasını, bu soykırım ve katliamlar üzerinden var eden bir devlet geleneğinin, günahlarıyla hesaplaşmasını beklemek, en yalın

anlatımla siyasal körlüktür. Ki bu konuda uluslararası ve ülkemiz komünist ve devrimci hareketi, Kaypakkaya neşterine kadar problemlidir. 1917 devrimi ile, Lenin’in Kemalist hareket konusundaki hatalı tutumu ve Batı Ermenistan’ın tarihsel bir haksızlığa uğraması, ezilen halkların ve mazlum ulusların katliamı ile kan gölüne çevrilmiş coğrafya üzerinden kendini yaratan “Misak-ı Milli” ruhunu rehber edinenlerin “devrim ve sosyalizm” adına gafletleri, coğrafyamız devrimci hareketi açısından yakın zamana kadar aşılmamış problemleridir. Tamda bu kesitte, “TC”nin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le ilk ve en sağlam hesaplaşma Kaypakkaya çıkışıyla olmuştur. Ulusal sorun, Kemalizm niteliği, Dersim, Ağrı, Zilan, Şeyh Sait vb. gibi meşru ayaklanmalar konusunda açık tavır alan Kaypakkaya, çıkışı ile ülke devrimci hareketindeki sosyal şovenizmi mahkûm etmekle kalmamış, pozitif bilimcilik ve Batı aydınlanmacılığı etkisindeki “sosyalizm” adına olan tutumları da mahkûm etmiştir. Faşist Türk egemenleri, yüz bir yıl önce Ermenilere, Süryanilere, Keldanilere, Rumlara ve diğer azınlık milliyetlere reva gördüğü soykırım ve katliamları bugün Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirmektedir.

Acıların kardeşleştirdiği bir halk gerçeği toprak ve vatan üzerinden tanımlanamaz ABD’nin 1980’lerde geliştirdiği Yeşil Kuşak Projesi’nin çocuğu olan AKPErdoğan diktatörlüğü, ılımlı İslam modeli ve demokrasi maskesiyle Ortadoğu’da üstlendiği rolü layıkıyla yerine getiremeyince, efendisi ABD ve bölge devletleri nezdinde yaşadığı itibar kaybını, yine çatışmalı ve gergin komşuluk ilişkilerinin yıkıcı sonuçlarını bertaraf edebilmek için tıpkı İttihat ve Terakkicilerin Balkan yenilgisinin psikolojik ezikliğini Ermeni soykırımı ile gidermeye çalışması gibi, Kürtleri katletme yoluyla egemenliğini korumaya çalışıyor, Kürt ulusunu katliamlarla boğmak istiyor. Sûr, Cizîr, Nisêbîn, Amed, Colemêrg hattında yerleşim alanlarının yakılıp yıkılması üzerine gerçekleştirilen katliamlar, “yeni” imar planlarıyla, Kürt kentlerinin demografisi değiştirilmek isteniyor. Yakılıp yıkılan kentlerde zorla dayatılan kitlesel göç ve ardından zorla alan kamulaştırılması, bu planın ilk ayağıdır. Özellikle

Suriye savaşından dolayı göç eden “göçmenlerin”, planlanan yeni imarla bu alanlara yerleştirilmesi, “Tunceli Kanunları”nın, “Şark Islahat Planları”nın güncellenmesidir. Tarihsel anlamda, Ermeni soykırımının devrimciler ve komünistler açısından anlamı, tarihin acılarının ortaklaştırdığı ezilen halkların ve mazlum ulusların örgütlü gücüyle, Kürt ulusuna uygulanan bu zulüm özgülünde, faşist barbarlığın topyekûn imha seferlerine karşı durmaktır. Acıların kardeşleştirdiği bir halk gerçeği, toprak ve vatan parçası üzerinden tanımlanamaz. Gericiliklerin, soykırım ve katliamlar dâhil, yarattığı tüm tarihsel haksızlıklar, halkların ortak dilinin ördüğü mücadele ile aşılır. Maoist komünistler olarak, ulusların maruz kaldıkları tarihsel haksızlıkları gidermek, siyasal sorumluluğumuz gereğidir. Ama bu sorumluluğumuz kesinlikle bir toprak parçası ve vatan kavramına hapsedilemez. Ulusların bu demokratik hakkını tanımamız, stratejik olarak enternasyonalist çözümlerin önüne geçemez. Bu anlamıyla, Batı Ermenistan, Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının ortak mücadelesi, sosyalizm programımızda gerçek çözüme dönüşecektir. Tamda bu kesitte, Ermenilerin ülke devrimci hareketine bıraktığı sosyalist miras ve dönemin başat ilerici dinamikleri arasında olmaları, sahiplendiğimiz bir başka gerçektir. Komünist Manifesto Osmanlı’da ilk kez Ermeniler tarafından çevrilmiş, Paramaz ve yoldaşları bizlere çok değerli bir sosyalist mücadele geleneği armağan etmiştir. Kaypakkaya çıkışı ve 24 Nisan kuruluş güneşi bu değerli mirası sahiplenerek bir adım ileriye taşımıştır. Manuel Demir, Orhan Bakır, Nubar Yalım, Hrant Dink halkların özgürleşme ütopyasının sistematize olduğu bu Maoist güzergâhta, Ermeni, Kürt, Laz, Türk vb. halkların ortak değerleri olmuşlardır. İnkârcı, tekçi, faşist devlet geleneğiyle gerçek anlamda hesaplaşmak ve kopuş ezilen tüm halkların ve ulusların Sosyalist Halk Savaşı siperlerinde mevzilenmesiyle gerçekleşecektir. Ezilen halkların ve kurtuluşunun ancak sistemden tarihsel nitel bir kopuşla gerçekleştirilecek komünizm tahayyülü ile mümkün olacağının altını çiziyor, Ermeni soykırımını, 101. yılında sınıf kinimizle bir kez daha lanetliyoruz.


14

güncel haber

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Efendinin buyruğu, kulun “itirazını” aşar! Kuşkusuz, emperyalist güçlerle gerici bölgesel güçler arasındaki politik-diplomatik ilişkiler, bu gerici güçlerin stratejik çıkarlarını koruma ve geliştirme üzerine şekillenmektedir. Bu gerici güçler arasındaki “uyum” ve “uyumsuzluk”, çıkarlarının niteliğine göredir. Son Obama-Erdoğan görüşmesi de, gerici katliamcı güçlerin, kendi gerici çıkarlarının tayin ettiği süreçlerine dair gerçekleştirdiği görüşmedir. ABD ile “TC” arasında, bugün “uyumsuzluk” olarak var olan bölgesel politik farklılaşma, ister bir “uzlaşıya” dönüşsün, isterse bir dönem daha “uyumsuzluk” olarak devam etsin, bu didişmenin her biçiminden, sömürülen halkların, mazlum ulusların ve ezilen inanç gruplarının payına biçilen; katliamdır, yağmalamadır, sömürüdür, köleliktir. Devrim lehine, düşman güçlerin çatışmalı halinden faydalanmak, bu temel siyasetin belirlediği devrimci stratejik konumlanışı her alanda esas almakla mümkündür ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen “Nükleer Güvenlik Zirvesi”, öncesi ve sonrası yaşanan tartışmalarla emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki dalaş ve çatışmalar açısından, stratejik politik hesaplaşmaların yaşandığı bir oturum oldu. Her şeyden önce, “zirve” , nükleer “güvenlik” adı altında, emperyalist güçlerin nükleer gücü, çıkarları için nasıl daha etkili kullanacakları konusundaki bir planlamanın oturumu olmuştur. Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin, stratejik hegemonya politikalarının yol haritasını belirleme konusunda, son dönemlerde gerçekleştirdiği birçok “gizli” görüşmelerin yaşandığı sürecin devamı, bu kez nükleer silahların gölgesinde gerçekleşti. Kısacası, “zirveye” katılan tüm gerici güçler, gerici çıkarlarını dosyaladıkları klasörlerle, stratejik planları açısından önemli gördükleri görüşmeleri gerçekleştirmenin hesaplarıyla Washington’daydı. Bu çerçevede, özellikle Ortadoğu ve Suriye merkezli, farklılaşan politik yönelimin tartıştırdığı, Türk egemen güçleri ve ABD emperyalist güçleri arasında gerginleşen “stratejik müttefik” ilişkileri “normalleştirme” açısından, bu “zirve”, özellikle Türk hâkim güçleri açısından özel bir önem arz ediyordu. Ki özellikle, Türk hâkim gericiliğinin,

fiili “başkan”, diktatör Erdoğan temsili ile bu “zirveye” katılması, söz konusu önem ve beklenti olarak yaratılmak istenen sonucun verisidir. Daha nükleer “zirve” başlamadan, Obama-Erdoğan görüşecek mi, görüşmeyecek mi polemiği ve bunun üzerinden yapılan değerlendirmeler, “TC” ile ABD arasında sürece dair “ortak” bir politik plan çıkarma gayreti olarak ele alınmalıdır. “Nükleer Güven(siz)lik Zirvesi” öncesi, ABD ve Türk yandaş medya organlarında, konunun ele alınış biçimi, son dönemlerde “stratejik müttefik” ekseninden kayan ABD-“TC” ilişkilerini manşetlere taşımaktaydı. Irkçı Turancılığın, güncelleşmiş halinin en saldırgan temsilcisi olan Erdoğan’ın ziyareti öncesi, ABD basınının AKP-Erdoğan diktatörlüğü konusunda teşhir edici haberler yapması, ABD kongresinde Erdoğan karşıtı tavır ve açıklamalar, “TC”deki

basına, Kürt ulusuna ve muhalif güçlere karşı geliştirilen saldırılar merkezli şekillenen politikaların gündemleştirilmesi, ABD’nin, “TC” ile olan güncel çatışmasının dışa vurumu olduğu kadar, olası bir Obama-Erdoğan görüşmesinde, ABD’nin, stratejik politik üstünlüğünün yanında, diplomatik üstünlüğü de, ele geçirme taktiği olarak algılanmalıdır.

“TC”nin AB ile yakaladığı uzlaşı siyasetini ABD ile de yakalaması tıkanan siyasetlerine nefes borusu olacaktır Ortadoğu, Suriye, Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasında, askeri ve politik olarak ciddi bir çıkmaz yaşayan Türk hâkim gericiliği, ABD ile gerilen ilişkileri yumuşatarak, daralan alanını genişletmek istemiştir. Tarihsel ve politik gücünü, “liberal-parlamenter” de-

ğerlerle şekillendiren Batı emperyalist-kapitalist sistemi, AKP-Erdoğan yönetimiyle, özellikle “mülteciler” ve bölge siyaseti konusunda, bazı “ortak” çalışmalar üzerinde anlaşması, AB ile “TC” arasındaki çatışmaların molası niteliğindedir. Bölge ve Türk hâkim gericiliği üzerindeki siyasetini, rejim kaygıları ve Erdoğan’ın açık diktatörlük ilanı durumlarına, eleştiriler üzerinden baskılanmaya dönüştüren AB emperyalistlerine karşı, “meydan okumanın” gölgesinde, konjonktürel politik kaygılarla gerçekleştirilen anlaşmalar, aslında kendi içinde var olan çelişkiler yumağına bir çözümsüzlüktür. Kuşkusuz ki sorun AB emperyalist güçleriyle AKP-Erdoğan gericiliği arasındaki “değer” sorunu değildir. Özellikle, gelişiminde emperyalist güçlerin direk ilişkisi olan, cihadist gerici örgütlerin kitlesel katliamlar biçiminde gerçekleşen


16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

eylemleri gerekçe haline getirilerek, “devletin güvenliğinin”, halklar üzerinden baskıcı-otoriter uygulamalara dönüştürüldüğü Batı ile “TC” arasında, göreceli olarak var olan fark ortadan kalkmıştır. Geliştirilen ırkçılık ve militarize güçlerle sağlanan “güvenlik”, AB ile “TC” arasında bir çatışma konusu değil, uzlaşma konusudur. Bütün bunlardan öte, bölge siyaseti ve çıkarları konusundaki farklılaşma, bu güçler arasındaki çatışmanın ana yönünü tayin etmektedir. Konjonktürel siyasetin ihtiyaçları doğrultusunda AB ile “TC” arasında yakalanan “uzlaşıyı”, yine reel politik eksende ABD ile sağlanan “uzlaşılarla” genişletmek, Türk hâkim güçleri açısından tıkanan siyasetlerine nefes borusu olacaktır. Erdoğan-Obama görüşmesine bu denli önem verilmesi, yüklenen bu rolden kaynaklıdır. Bölgesel stratejisine göre, gerici müttefiklerine, niteliğine uygun roller veriyor. Köklü stratejik müttefikleri dâhil, dönemsel konjonktüre göre, öncelikleri değişiyor. Önceliklerinin değişmesi, direk ittifak güçlerinin değiştiği anlamına gelmez. Ama özellikle bölgesel gerici güçler özgülünde, konjonktürel ihtiyacına göre hangi kesimini, hangi politikanın öne çıkarılacağı meselesi, stratejik politikasının taktiksel manevralarıdır. ABD’nin bu kapsamlı emperyalist stratejik planında, taktik manevralarla kendisine yer bulmaya çalışan ya da bu taktik manevralarla yönlendirici olmaya çalışan Türk egemen güçleri, AB emperyalist güçlerinden aldığı icazetle, zedelenen ABD ilişkileri akabinde daha güvenilir bir ortaklık yaratmaya çalışmaktadır. Planlanan bu güvenilir ortaklık, “TC”nin kendisiyle sınırlı değildir. İsrail, (Türk hâkim gericiliğinin, Mavi Marmara meselesinden sonra, İsrail ile ilişkileri düzeltmeye çalışması, başlatılmaya çalışılan bu sürecin parçasıdır), Suudi Arabistan (ABD ziyareti sonrası Suudi Kralın “TC” ziyareti ve gerçekleştirilen “görkemli” karşılama, bu stratejik ilişkinin devam eden ayaklarıdır) ve Katar’ın ABD’nin başlatmış olduğu “yeni” sürece dair belirli kaygıları söz konusudur ve süreç içinde gerilen ilişkilerle, bu kaygılar “güvenilir stratejik ortaklıklarla” aşılmaya çalışılmaktadır. Lakin Washington’un başlattığı “İran” açılım hamlesi, “stratejik” müttefiklerini huzursuz etmektedir. İran’ın bölgede artan nüfuzunu engellemeye çalışan “TC”, Suudi Arabistan, Katar gerici egemenliği, muhalefetiyle ABD’yi dengelemeye çalışıyor ve ABD’yi “sapan stratejisinde” uyarmaya çalışıyor. Fakat ABD stratejisini sadece Ortadoğu üzerinden şekillendirmiyor. Asya-Pasifik stratejik planıyla uluslararası kapsamlı bir strateji planlıyor. Bunun için İran ve Esad’ın dâhil olduğu bir Ortadoğu dizaynı, stratejisinin dönemsel konjonktürüne uygun geliyor. Türk egemen güçleriyle yaşanan faklılaşma, bu fay hattından besleniyor ve Türk egemen güçlerinin bölge üzerindeki planları somutunda bir didişmeye dönüşüyor. “TC” ile ABD arasındaki ilişkiler açısından belirleyici bir hale gelen bir başka mesele de, Suriye ve Irak’taki dengeleri belirle-

mede ana güç haline gelmiş Kürt ulusudur. PYD-YPG önderliğindeki Kürt ulusal dinamiği, ABD ve “TC” açısından karşılıklı ilan edilmiş “kırmızı çizgilerdir”. Türkiye-Kuzey Kürdistan, Suriye ve Ortadoğu siyasal gündemi konusunda bir yığın beklentiyle, Erdoğan’ın ABD’ye gerçekleştirdiği “çıkartma” hareketi, ABD tekellerine sunulan rüşvet niteliğindeki paketlerle, ekonomik altyapısı güçlendirilmeye çalışılmıştır. Ama ilk hamle, ABD’nin bu konuda daha yaptırımcı davranacağını gözler önüne sermiştir. Havaalanında Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile birlikte, bir manga ABD askeri gücü tarafından karşılanması, ABD’nin sürece dair siyasetine uyum konusunda Erdoğan’a bir mesajıydı. Tek vatan, tek bayrak, tek devlet, tek millet dörtlüğünü, şahsiyetinde diktatörlük olarak merkezileştiren Erdoğan’ın danışmanları ve Türk hâkim gericiliğinin ilgili kurumlarının hummalı faaliyeti sonrası Erdoğan-Obama görüşmesi, sorunlu da olsa gerçekleşti. Öngörüldüğü gibi, görüşme masasında PYD, Güvenli Bölge ve “mülteciler” sorunu tartışılmıştır. PYD’nin özgülünde Kürt ulusunun uluslararası “terör” statüsünde değerlendirilmesi, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Suriye sınırında “tampon bölge” ve “mülteciler” konusunda ABD’den beklenen yardım (ABD %30’luk gümrük vergisinden vazgeçerse, “TC”de kurulacak fabrikalarda, % 30 Suriye’den göç etmiş insanlar çalıştırılacak. Bu çalışma koşulları ve sosyal haklara yeni bir saldırı demektir), arka planda yukarda sıraladığımız ABD’nin stratejik planlarına dair yapılan “muhalefetin” zemini haline getirilmiştir. Ama Erdoğan özgülünde Türk hâkim gericiliğinin, ABD politikası karşısında muhalefet edecek gücü yoktur. Türk hâkim gericiliğinin “muhalefeti”, ABD’nin stratejik politikaları içinde kendisine daha “ileri” zeminde yer bulma kadardır. Yani elindeki bazı pazarlık kozlarıyla “ileri” düzeyde bir entegrasyon, ancak ki tartışma konusu olabilir. Erdoğan’ın elde etmek istediği sonuçta buydu özünde. Ama Washington, politik üstünlük gibi, diplomatik üstünlüğü de başından ele geçirme konusunda hazırlıklı davranmıştır.

güncel haber

“TC”deki demokrasi sorunları başlığı altında, gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül’ün yargılanması, gazetecilere mahkemede destek veren konsolos ve büyükelçilerin Erdoğan tarafından hedef alınması, akademisyenlerin tutuklanması, Kuzey Kürdistan’daki sivil katliamlar, milletvekili dokunulmazlığı, en ufak demokratik muhalefetin militarize güçlerle bastırılması gibi Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki faşist uygulamalar ve şuursuz gerçekleştirilen katliamlar, günlerce ABD basını aracılığıyla kamuoyunda güncellendirildi. ABD emperyalizmi açısından sorun, bu faşist uygulamalara tutum alma sorunu değil tabi ki. Efendi kul ilişkisinde, haylazlık yapan kulunu hizaya getirme sorunudur. ABD’nin eski iki büyük elçisi Morton Abramowitz ve Erıc Edelman’ın Erdoğan mektubunu imzaya açması, yine Erdoğan’ın “haylazlığını” terbiye etme maksatlıdır.

Obama-Erdoğan görüşmesinde Türk hâkim gericiliği beklediği sonucu alamamıştır Bütün bu karşılıklı politik ve diplomatik hamlelerle gerçekleşen Obama-Erdoğan görüşmesinden, Türk hâkim gericiliği beklediği sonucu alamamıştır. PYD konusunda “Farklı düşünüyoruz diye birbirimize küsecek değiliz. Biz stratejik müttefikiz” yönlü Çavuşoğlu patentli açıklama, süreci diplomatik olarak yumuşatmamıştır. Çünkü ABD, stratejik politikalarında, Türk egemenlik sistemine karşı buyruk tutumdan taviz vermek istemiyor. Bu duruşla, Türk egemenlik sisteminin siyasetini kendisine entegre etmek istemektedir. Hemen görüşmenin akabinde Obama’nın, “Türkiye'deki bazı eğilimlerden rahatsızım” yönlü açıklaması, bu hedefin ilanıdır. Yine hemen Obama’nın açıklamasının arkasında, PYD tartışmalarının sıcaklığında, ABD koalisyon güçleri sözcüsü Steve Warren’ın sözleri, ABD “TC” ilişkilerinin gelecek süreci açısından önemli veridir: Warren’a göre Suriye Demokratik Güçleri Rakka ve Deyr ez-Zor’u ele geçirecek en iyi güçtü. Anlaşılıyor ki, TÜSİAD-Erdoğan-AKP kurmaylarıyla gerçekleştirilen Washington ziyareti, diktatör Erdoğan yönetimi açısından pek de sonuç getirici olmamıştır. Ziyaret sonrası Erdoğan’ın şuursuz saldır-

15

ganlığı bunu başka açıdan doğrulayan bir durumdur. ABD’de Erdoğan’a karşı gelişen protestoları hazmedemeyen Erdoğan, PKK, YPG, ASALA, Paralel Yapı yan yana idi çıkışıyla, hem kendisine karşı gelişen protestoları “etkisiz” hale getirmeye çalışmıştır, hem de “stratejik müttefikine”, “teröre” destek verme serzenişinde bulunmuştur. ABD ile politik ilişkilerinde bu durum böyle bir rol oynasa da, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında gerçekleşecek devlet katliamları konusunda çok vahşi bir uygulamanın startı anlamına gelmektedir bu açıklama. Birbiriyle alakasız örgütleri yan yana koyarak, gerçekleştireceği katliamlara “milli şuur, milli çıkar” nitelemesi altında toplumsal “meşrutiyet” kazandırmak, bu açıklamanın arka planındaki kirli emeldir. Açıklamanın bir gün sonrası yurtsever gençleri katlederken, “Bakın bunların evinde Fethullah Gülen’in yayınları var. Bunlar beraber hareket ediyor” açıklaması, bu kirli planın icraatıdır. Yine Azeri gazeteci üzerinden, gazetecilik mesleğine verdiği nasihat, aba altında sopa gösterme siyasetidir. Mesaj açıktır: Sürecime uymayan her kurum ve akademik mesleğe, her türlü demokratik-sivil toplum kurumuna, cüssemin el verdiği oranda, faşist niteliğime uygun hesap soracağım! Kuşkusuz, emperyalist güçlerle gerici bölgesel güçler arasındaki politik-diplomatik ilişkiler, bu gerici güçlerin stratejik çıkarlarını koruma ve geliştirme üzerine şekillenmektedir. Bu gerici güçler arasındaki “uyum” ve “uyumsuzluk”, çıkarlarının niteliğine göredir. Son Obama-Erdoğan görüşmesi de, gerici katliamcı güçlerin, kendi gerici çıkarlarının tayin ettiği süreçlerine dair gerçekleştirdiği görüşmedir. ABD ile “TC” arasında, bugün “uyumsuzluk” olarak var olan bölgesel politik farklılaşma, ister bir “uzlaşıya” dönüşsün, isterse bir dönem daha “uyumsuzluk” olarak devam etsin, bu didişmenin her biçiminden, sömürülen halkların, mazlum ulusların ve ezilen inanç gruplarının payına biçilen; katliamdır, yağmalamadır, sömürüdür, köleliktir. Devrim lehine, düşman güçlerin çatışmalı halinden faydalanmak, bu temel siyasetin belirlediği devrimci stratejik konumlanışı her alanda esas almakla mümkündür.


16

güncel haber

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Topyekûn savaşın hedefi:

Devrimci tutsaklar AKP’nin başta Kürdistan olmak üzere tüm toplum üzerindeki saldırıları devam ediyor. Tutsaklar ise saldırılardan nasibini alanların başında geliyor. Ülkenin dört bir yanındaki hapishanelerde, iletişim yasakları, keyfi uygulamalar, baskılar, dayatmalar, OHAL uygulamaları devreye konmuş durumda. PKK ve PJAK’lı tutsakların 5 Mart’ta başlattıkları açlık grevleri ise devam ediyor AKP’nin başlattığı topyekûn savaş politikasında saldırılara maruz kalanların başında hapishanede bulunana tutsaklar yer alıyor. Yıllardır tecrit altında, baskılar ve hak gasplarıyla mücadele eden tutsaklar, topyekûn savaş politikasıyla yıldırılmak ve düzenin içine çekilmek isteniyor. Ülkenin dört bir yanında tipi ne olursa olsun birçok hapishanede durum birbirine benziyor. Özellikle PKK ve PJAK’lı tutsakların 5 Mart’ta başlattığı açlık grevleriyle birlikte saldırılar ve sürgünler yoğunlaşmış durumda. Keyfi uygulamalar ise OHAL’i aratmıyor. 12 Eylül’ün kalıntısı niteliğinde pek çok uygulama tutsaklara dayatılıyor. Tutsaklar ise keyfi uygulamalara ve dayatmalara karşı direnişlerine devam ediyor. DHKPC davasından yargılanan Fadik Adıyaman’ın tecrit koşullarını ve sürgünü protesto ettiği açlık grevi 2 aydır devam ediyor. PKK ve PJAK’lı tutsaklar ise talepleri yerine getirilmediği takdirde 5 Mart’ta başlattıkları açlık grevini ölüm orucuna evrilteceklerini söylüyorlar. MKP tutsakları da açlık grevindeki tutsaklara destek olmak için 3 günlük açlık grevi yapacaklarını kamuoyuna açıkladılar.

Erzurum hapishanesinde OHAL uygulamaları Erzurum Hapishanesi’nde bulunan MKP tutsağı Ünal Günal gazetemize gönderdiği mektupla, hapishanedeki OHAL uygulamalarını anlattı. Günal mektubunda, gündelik ihtiyaçları için kullandıkları eşyalara “güvenlik” gerekçesiyle el konulduğunu söyledi. Günal, “Geçtiğimiz ay Amed D Tipi Hapishanesinde gerçekleşen firarın ardından aynı gün akşam saatlerinde sayımdan sonra zorla ve keyfi armama

uygulamasına maruz kaldık. Don lastiğine kadar birçok şeye el konuldu. Güvenlik gerekçesiyle adalet bakanlığından gelen talimat üzerine odalarımız basılarak talan edildi. Normal ihtiyaçlar için kullandığımız çamaşır ipleri, çek pas, paspas ve fırçalar sopalarıyla birlikte toplandı. Maruz kaldığımız bu OHAL uygulamalarıyla “pilot” hapishane namıyla bilinmektedir. Buradan yine bir pilot eziyete maruz kaldığımızı söyleyebilirim. Aramalarda toplanan temel yaşam gereksinimi olan eşyalar günlerce bize verilmedi. Sonrasında Adalet bakanlığının yayınladığı bir genelgeyle F tiplerinde uygulanan kimi yaşamasal kısıtlamalar hortlatıldı. Geçen hafta yasak kapsamının genişlediğini leğenler, kavanoz ve şişelerin toplanmasıyla yaşadık. Pirit gibi yapıştırıcılar, bazı kırtasiye malzemeleri, dışarıdan gönderilen giysiler için yani hayatı zehir eden uygulamaların gün-

demde olduğunu söyleyebiliriz. Çamaşır leğenlerini her odaya bir adet biçiminde kotaya bağladılar.” dedi. Günal mektubunda yapılmak istenen uygulamaların 12 Eylül kalıntısı olduğunu belirtti. Mektubunda devamla şu ifadeler yer aldı; “Emir komuta sisteminin bazı kaideleri vardır. Tekmil vermek, tek sıra halinde ayakta sayım vermek vb şeyler… Yaklaşık iki aydır 200’den fazla tutsak bu 12 Eylül kalıntısı uygulamayı ret ettiği için aileleriyle telefon görüşmesi yapamıyor. Ayrıca amaç dışı kablo bulundurduğumuz gerekçesiyle 10 kadar arkadaşımıza 11 gün süreli hücre cezaları verildi. Tahliyesi yakın olan bazı arkadaşlarımızın infazı bu nedenle geciktiriliyor. Rutin hücre aramaları ise rutin dışına çıkarak devam etmektedir. Geçen hafta bir günde iki defa aramaya geldiler, bu aramalarda radyolarımız toplatıldı.”

Fadik Adıyaman 2 aydır açlık grevinde DHKP-C davasından yargılanan Fadik Adıyaman hapishane koşullarının düzeltilmesi için 2 aydır açlık grevinde. Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi'nden Tekirdağ T Tipi Kapalı Cezaevi'ne sürgün edildiği günden bu yana tek kişilik hücrede tutulan Adıyaman için avukatlar, durumunun kötüye gittiğini belirtiyor. DHKP-C davasından tutuklu yargılanan Fadik Adıyaman Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi'nden Tekirdağ T Tipi Kapalı Cezaevi'ne sürgün edildi. Tekirdağ Cezaevi’nde tek kişilik hücrede tutulurken, günlük 15 dakika havalandırmaya çıkabilen Adıyaman, ağır tecrit koşullarına karşı 2 aydır açlık grevinde. Fadik'in yüksek tansiyon hastası ve şeker hastası olması nedeniyle durumu gün geçtikçe kötüleşiyor. Fadik, tekrar Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’ne gönderilerek,


güncel haber

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

hücreden çıkmak istiyor.

‘Direnen bir kadın tutsağın yanında olmalıyız’ Konuya ilişkin yazılı açıklama yapan Halkın Hukuk Bürosu, müvekkillerinin durumlarının gittikçe kötüleştiğini belirtti. Açıklamada, “Adalet Bakanlığı ve Cezaevi İdaresi açısından görevi kötüye kullanma suçunu oluşturan bir uygulamanın terk edilmesini istemek için hayatını ortaya koyarak direnen bir devrimci tutsağın yanında olmalıyız” denildi. Durumun kötüleşmeden talebin karşılanması gerektiği vurgulanan açıklamada, “Bu nedenle tüm insan hakları alanında çalışan kişi ve kurumları, kadın hakları alanında çalışan örgütleri, tutuklu ve hükümlülerin hak ve özgürlükleri için çalışan kurumları, Baroları, Türk Tabipler Birliğini, milletvekillerini, avukatları, aydın ve sanatçıları, siyasi parti, dernek, kurum ve kuruluşları müvekkilimiz Fadik Adıyaman'ın taleplerine kulak vermeye, Adalet Bakanlığı'nın ve devletin işkenceye son vermesini sağlamak üzere mücadeleye çağırıyoruz” diye kaydedildi.

MKP tutsaklarından açlık grevi eylemlerine destek Maoist Komünist Partisi (MKP) tutsakları, pek çok hapishanede devam eden açlık grevi eylemlerine destek için 3 günlük açlık grevi yapacaklarını kamuoyuna duyurdular. MKP tutsakları yaptıkları duyuruda şu ifadelere yer verdiler: “Türkiye-Kuzey Kürdistan’da PKK ve PAJK’lı tutsakların 5 Mart’ta başlattıkları süresiz-dönüşümsüz açlık grevleri devam ediyor. PKK önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, sağlık koşullarının güvence altına alınması, Kürdistan’da başlatılan özyönetim ilanlarının tanınması ve Kuzey Kürdistan’da devam eden abluka ve kuşatmanın kaldırılması talepleri ile başlatılan açlık grevi eylemlerine destek vermek için tüm hapishanelerdeki MKP dava tutsakları olarak 15 Nisan’da üç günlük açlık grevine başlayacağız. Devletin mazlum Kürt ulusu başta olmak üzere halklarımıza karşı başlatmış olduğu savaşa karşı yaşamın bütün alanlarında direnen halkımızın yanında olduğumuzu açıkça beyan ederek hapishanelerde de devrimci direniş ve mücadele geleneğimizi kuşanarak faşizme karşı direneceğimizi bir kez daha haykırıyoruz. Bu bilinçle tüm hapishanelerdeki MKP dava tutsakları olarak yurtsever tutsakların başlattıkları açlık grevleriyle dayanışma başta olmak üzere hapishanelerde ve dışarıda devletin topyekûn saldırılarını protesto etmek için 15 Nisan’da 3 günlük açlık grevine başlayacağımızı tüm kamuoyuna ilan ediyoruz.”

Tekirdağ’da hak gaspları artıyor Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Kapalı Hapishanesi’nde bulunan TKP/ML, MLKP, MKP ve Devrimci Karargâh tutsakları, aileleri

aracılığıyla yolladıkları mektupta, kaldıkları hapishanelere ilişkin hak ihlallerini anlattı. Mart ayından itibaren “iyi hal” şartını taşımadıkları gerekçesi ile ağırlaştırılmış tutsakların havalandırmaya 1 saat ve tek çıkarılmaya başlandığını ve spor-kütüphane gibi haklarının gasp edildiğini belirten tutsaklar, “Yaşananlar haklarımızın hiçbir garantisinin olmadığını, bakanlık ve hapishane yönetimlerinin istediklerinde haklarımızı keyfice ortadan kaldırdıklarını gösteriyor. Bu hiçbir tutsak için kabul edilebilir değildir. Bu uygulamayı kabul etmediğimizi ve sonlandırılmasını istediğimizi yetkililere bildirdik, ancak uygulamanın merkezi olarak, bakanlık talimatı ile gerçekleştirildiğini ve herhangi bir değişiklik yapılamayacağını bildirdiler. Böylece AKP-Sarayın siyasi öncülüğünde devletin halklarımıza karşı yürüttüğü faşist savaş siyasetinin bir parçası olarak hapishanelerde de tutsaklara dönük saldırıların, baskı ve hak gasplarının yoğunlaşacağı anlaşılmaktadır. Hapishanelerdeki uygulamalar da bunu göstermektedir” ifadelerini kullandı.

Tutsaklardan dayanışma çağrısı “Haklarımızın hiçbir garantisinin olmadığı yerde bedel ödeyerek bedel ödeyerek haklarımızı korumaktan başka koşulumuz bulunmamaktadır” diye belirten tutsaklar şöyle devam etti: “Bu nedenle devrimci tutsaklar olarak bu uygulamaya karşı bir eylemlilik süreci başlatmış bulunuyoruz. İlk aşamada slogan atıp kapılara vurarak uygulamayı protesto ediyoruz. Sorunun çözümü yönünde bir gelişme sağlanmasını bekli-

yoruz. Ancak bu gerçekleşmediği takdirde başka yöntemler geliştirerek direnişimizi sürdüreceğiz. Bu uygulamaları kabul etmeyeceğiz ve direneceğiz. Bu konuda duyarlı herkesin desteğini bekliyoruz. Tecrit ancak tutsakların mücadelesi ile güçlü bir dayanışma sergilendiğinde geriletilebilir. Bunun için herkesi olanakları ölçüsünde bir şeyler yapmaya ve dayanışmayı yükseltmeye çağırıyoruz.”

PKK ve PJAK’lı tutsakların açlık grevleri devam ediyor PKK ve PJAK’lı tutsakların 5 Mart’ta başlattığı açlık grevi devam ediyor. TUAD Eşbaşkanı Süreyya Aydın açlık grevi direnişleri için “Açlık grevinde olan tutsaklarda dahi fiziki ağır rahatsızlıklar oluşabiliyor. Tutsakların taleplerinin kabul edilmezse sonuçları ağır olacak” dedi. Süresiz ve dönüşümlü olarak başlatılan açlık grevleriyle birlikte çok sayıda hak ihlalleri ve sürgünler yaşandığı bildiriliyor. Açlık grevlerine, hak ihlallerine ve hasta tutuklularla ilgili son duruma ilişkin TUHAD-FED Ankara Temsilcisi Havva Özcan ise, ‘tutukluların bölgedeki savaş karşısında vicdani bir duruş sergilemek amacıyla’ açlık grevi başlattıklarını söyledi. Özcan duyarlılık çağrısında bulunarak, tutukluların bakanlıklara ve kimi ülkelerin büyükelçiliklerine yazmış oldukları mektupların ‘Bizi şikâyet ediyorsunuz’ gerekçesiyle cezaevi yönetimlerince gönderilmediğini ifade etti. Tutuklu ve hükümlülere gönderilen kitap ve dergilerini verilmediğini de dile getiren Özcan, hasta tutukluların sağlık sorunlarına

17

ilişkin de şunları söyledi: “Hasta tutukluların hastaneye gidiş gelişi başlı başına sorun. İdare ’sevki çıkardım’, asker ise ‘ring yok, personel yok, araç yok’ gerekçeleriyle hastaneye gidişleri uzatıyor. Hasta tutuklulardan Vedat Durdu’nun acilen ameliyat olması gerekiyor. Kaç aydır ameliyat olması için hastaneye götürülmüyor, tedavisi doğru düzgün yapılmıyor.”

‘Açlık Grevlerinden sonra sürgünler arttı’ İHD Cezaevi Komisyonu Üyesi Necla Şengül ise açlık grevine giren tutukluların sayısına dair bir veriye sahip olmadıklarını ancak tüm cezaevlerinde açlık grevi olduğunu belirtti. Şengül, dönüşümlü yapılan açlık grevlerinde herhangi bir sayısal veriye sahip olmadıklarını söyleyerek, “Çünkü bu ölüm orucu değil. Ölüm oruçlarında sayılar dönüşümlü açlık grevlerinde sayı belli olmuyor. Bazen artıyor bazen de eksiliyor. Hemen hemen bütün cezaevlerinde açlık grevleri yapılıyor. Grevlerden sonra sürgünler, darp olayları daha fazla oluyor. Açlık grevlerinden sonra cezaevlerinde hak ihlalleri iyice arttı. Bununla birlikte çıplak aramalar da var. Cezaevinde yaşanan ihlallere ilişkin rapor hazırlıyoruz. Şu anda veri topluyorum. Bize gelen başvurular var” şeklinde konuştu. Açlık grevlerindeki tutukluların sadece şekerli su içtiklerini hatırlatan Şengül, “Ölüm oruçları daha kritiktir. Orada sağlıkçılar devreye girebiliyor. Şu anda tıbbi bir şeye gerek kalmıyor. Bunlar tepki eylemleridir. Eylem yaptıkları içinde disiplin cezaları alıyorlar. Açlık grevleri tutukluların verdikleri tepkilerdir. Ölüm orucu ise işin son noktasıdır” dedi.

‘Tutsakların üç talebi var’ TUAD Eşbaşkanı Süreyya Aydın, 5 Mart itibariyle 10'ar günlük grupların süresiz olarak başlattıkları açlık grevlerinde PAJK'lı ve PKK'li, tutsakların üç talebinin olduğunu aktararak bu talepleri “PKK Lideri Lideri Sayın Abdullah Öcalan'ın üzerinde uygulanan tecridin kaldırılması ve sekretaryanın yeniden oluşturularak adaya gönderilmesi, özyönetimlerin yaşamsallığa kavuşturulması, Kürt halkına yönelik yapılan bütün operasyonların durdurulması ve hasta tutsakların tedavi süreçlerinin başlatılması” şeklinde sıraladı. Süreyya, bu taleplerin karşılanmaması halinde siyasi tutsakların açlık grevlerini ölüm orucuna evirileceklerini ve bu sürecin daha olumsuz sonuçlar doğurmaması için bir kamuoyunun oluşturulması gerekliliği üzerinde durdu. Açlık grevinde bulunanların 18 yaş üstü ve daha çok hükümlü, hasta, ağırlaştırılmış müebbet alan tutsaklar olduğunu söyleyen Süreyya, “Açlık grevinde olan tutsaklarda dahi fiziki ağır rahatsızlıklar oluşabiliyor” hatırlatması yaptı.


18

röportaj

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

“Büyük sınıfsal öfke ve patlamaların yaşanacağı bir konjonktür içindeyiz” Türkiye-Kuzey Kürdistan’da önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçmekteyiz. Yaşanan savaş sürecinin gölgesinde kalan ve geniş kitleleri derinden etkileyen temel meselelerden biri kuşkusuz ki emek alanında yaşanan vahşi kapitalist sömürü ve saldırılardır. Bu bağlamda sınıf hareketinin genel durumu ve somutta yaşanan saldırılar başta olmak üzere ülkedeki güncel-siyasal gelişmelere dair siyaset felsefesi, toplumsal mücadeleler tarihi, sınıf teorisi tarihi ve ekonomipolitik üzerine çok sayıda kitabı ve makalesi bulunan araştırmacı-yazar Volkan Yaraşır ile bir röportaj gerçekleştirdik Önemli analiz ve siyasal belirlemelerin yapıldığı röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz. Halkın Günlüğü: Sınıf hareketinin bugün içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Volkan Yaraşır; Sınıf mücadelesi açısından tarihsel bir momentten ve yüksek bir konjonktürden geçiyoruz. Şiddetli gerici/faşist bir dalga altında sınıf alt üst oluyor, stratejik saldırılara maruz kalıyor. Bir nevi sürekli karşı devrimci hamleler ve ataklarla sınıf kadavraya, enkaza çevrilmek isteniyor. Rosa Luxenburg’un ifadesiyle sınıfa tam anlamıyla “kadavra itaatı” dayatılıyor. Bu stratejik saldırılar kapitalizmin yapısal krizinden, finans kapitalin yol haritasından, küresel jeo-politiğin odak coğrafyası olan Ortadoğu’daki gelişmelerden, TC’nin yeniden yapılanması ve hızlı militarizasyon sürecinden ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin geldiği aşamadan bağımsız ele alınamaz. Çok kısa ve konsantre olarak şunları söyleyebiliriz: TC’nin dışarda agresyon politikası izlemesi ve faşizmin yeniden yapılanması, içerde sınıfın felç edilmesiyle realize olabilir. Finans kapitalin sınıfa ontolojik saldırısının arkasında bu saikler var. Sınıfın bilinç ve kimliğinde ağır aşınma ve deformasyonların yaşandığı, eylem kapasitesinin azaldığı, örgütlenme gücünün son derece zayıfladığı bir konjontürün içindeyiz. Sınıf faşist ve gerici

bir kuşatma altında. İdeolojik terörün yarattığı yıkım, en temel refleksleri göstermesini engelliyor. Özellikle TC’nin Batı yakasında uyguladığı politikalar şovenizmin sınıfın içinde kökleşmesini sağladı. Şovenizmin yıkıcı anaforu sınıfı kuşatırken, onu felç eden sonuçlar yaratıyor. Bu yönde devletin farklı ideolojik aygıtları aktif olarak kullanılıyor. Özellikle, bürokrat, klerikal, klientalist nitelikli ve neo-korporatist sendikal yapılar, sınıfı atomize ve amorfe edici işlev görüyor. Sınıf, Marx’ın 1848 Haziranı için söylediği gibi “yalnız sınıf ”, hemde çıplak bir yalnızlık içinde. Sistematik saldırılar, kronik örgütsüzlük, yoğun ideolojik terör sınıfı tam anlamıyla bloke etmiş durumda. Sınıf açlık ve işsizlik tehdidi altında eziliyor ve işini, aşını korumak için olağanüstü defansif davranıyor. Kronik örgütsüzlük ve şovenizmin yıkıcı etkileri, devletle, korporatist sendikalarla ve sermayeyle açık bir hesaplaşmayı engelliyor. Faşizm kitle ruhu sınıfın üzerinde kesif bir etki yaratıyor. Bu negatif tabloya rağmen bir yandan da bir dip akıntısı kendini dışa vuruyor. Sınıf otonomisinden gelen zenginlikle bireysel, lokal, yer yer kent ve havza düzeyinde harekete geçiyor. Ağırlıkla spontan içerikte eylem, direniş, işgal, grev ve fiili grevlerle ontolojik hamleler yapıyor. Finans kapitalin stratejik saldırıları her havzayı, her fabrikayı sınıfsal öfke ve kinin odağına çevirmiş durumda. Yani bir yandan yıkım, enkazlaşma riskiyle karşı karşıyayız ama diğer yandan büyük sınıfsal öfke ve kinin patlamalarının yaşanacağı bir konjonktür içindeyiz. Sınıf en dar, en küçük eylem ya da pratik dâhil biriktiriyor. Bu biriktirme süreci ani ve sarsıcı sınıfsal infilakların önünü açıyor, sınıfsal patlamaları aktüelleştiyor. Yani sınıflar mücadelesinin o muazzam diyalektiği işliyor. Unutulmasın sınıflar mücade-

lesi özünde bir biriktirme sürecidir. Süreç tüm dinamikleriyle işliyor.

HG: AKP’nin işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırıları manipülasyonlar eşliğinde devam ediyor. Özel istihdam büroları, kadro vaadi ve kiralık işçi politikaları bunların başında gelmektedir. Bu politikaların içeriği ve yaratacağı sonuçlar nelerdir? VY: AKP finans kapitalin en militan partisi olarak hareket etti. Etmeye de devam ediyor. TC’nin yeniden yapılanma süreci, sermaye klikleri arasındaki çatışmalar, nepotist uygulamalar, parti- devlet bütünleşmesi, faşizmin yeni biçimlenişi üzerine çok şey söylenebilir. Ama temel vurgumuzu finans kapitalin sınıfa stratejik saldırıları üzerinden yapacaksak, AKP iktidarı ultra neo-liberal politikaların vurucu ve uygulayıcı gücü gibi hareket ediyor. Sürekli ve sistemli karşı devrimci politikalarla sınıfı tam anlamıyla atomize ederek, bir nevi “modern” patron-klient ilişkisini inşa ediyor. Ben buna bir dizi benzer uygulamayla birlikte hayırsever- cemaatçi kapitalizm diyorum. Burada klerikal ilişkiler toplumun tüm gözeneklerine yidiriliyor. Yeni ve yıkıcı rıza mekanizmaları üretiliyor. Toplumun enkazlaştırılması ve çürütülmesi üzerinden hegemonya tahsis ediliyor. Türkiye kapitalizmini ikinci kuşak kapitalist ülkeler içinde değerlendirebiliriz. Kapitalist entegrasyon düzeyine (AKP iktidarının bazı uygulamaları ve kendi organik sermayesini yaratırken, küresel kapitalist entegrasyonun temel sermaye gruplarını ekarte edecek pratikleri önümüzde süreçte ciddi problemlere neden olabilir) bağlı olarak ve uluslararası işbölümü gereği ve kapitalist krizin yıkıcı so-

nuçları her şeyden önce sınıfın direncinin kırılmasını ve örgütlülüğünün dağıtılmasını koşulluyor. Finans kapital bundan dolayı ve tam anlamıyla bir sınıfsal perspektifle, işçi sınıfına saldırıyor. Bu saldırı stratejik mahiyette bir saldırıdır. Çin/Vietnam Çalışma Rejimi diye tanımladığım yeni çalışma rejimini inşa ederek, sınıfı stratejik olarak etkisizleştirmeyi ve atomize etmeyi arzuluyor. Finans kapitalin sistematik esnekleştirme, sistematik taşeronlaştırma, sistematik güvencesizleştirme, sistematik mülksüzleştirme, sistematik sendikasızlaştırma, sistematik işsizleştirme, sistematik yoksullaştırma taktikleri Çin/Vietnam rejiminin alt yapısı oluşturuluyor. Son dönemde gündeme gelen kiralık işçilik, özel istidam büroları ve kıdem ihbar tazminatının gaspına yönelik saldırıları bu eksende değerlendirmek gerekir. Saldırılar, sınıfa stratejik saldırıların mızrak uçlarıdır. Örneğin özel istihdam büroları ve kiralık işçilik konsantre karşı devrimci bir saldırıdır. Tipik bir esnekleştirme yöntemi olan bu uygulamayla, sınıf bir yandan tarihsel kazanımlarını yitiriyor (8 saatlik çalışma hakkı, ikramiye ve bir dizi sosyal hak, sendikalaşma, toplu sözleşme hakkı, güvenceli iş, emeklilik hakkı vs.), diğer yandan sistematik mülksüzleştiriliyor, yoksullaştırılıyor, güvencesizleştiriliyor. Son dönemde kamuda taşeron işçilerin kadroya geçirileceği üzerine yapılan açıklamalarda, bir başka düzeyde örtülü sistematik taşeronlaştırmanın parçasıdır. Kısacası finans kapital sınıfa karşı topyekûn, stratejik ve sistematik bir saldırı gerçekleştiriyor. Dönem sınıfın militanca bir savunma hattı oluşturmasını zorunlu kılmaktadır. Ve bu zorunluluk yaşamsal içeriktedir. Paul Sweezy’nin ifadesiyle bunu gerçekleştirirsek, bu bizi militan saldırı dönemine hazırlayacaktır.


16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

HG: Metal sektöründeki direniş fırtınası zayıflasa da hala devam etmektedir. Metal'deki son durum ve sınıf hareketi açısından önemi nedir? VY: Metal direnişi ve fiili grev dalgası işçi hareketinin son yıllarda gerçekleştirdiği en önemli eylemdir. Bir kaç yönden stratejik önem taşımaktadır (Metal direnişi ve fiili grevlerinin muhtevasını değerlendiren, kapsamlı ve teorik mahiyette 5 makale kaleme aldım, Toplumsal Özgürlük’ten arkadaşlar bu makaleleri broşür haline getirdi ve bloglarında dosya olarak yayınladı, ilgi duyan arkadaşların okumasını tavsiye ederim). Birincisi Metal direnişi, benim 2007 beri gündeme getirdiğim, havza ve (kendi özgünlüğünde) kent grevlerinin bir soyutlama değil, çıplak bir gerçeklik olduğunu gösterdi. İkincisi direniş taban örgütlenmelerine dayanarak gelişti. Bu yön iki açıdan önem taşıdı. Taban örgütlenmeleri işçi inisiyatifinin somut bir görünümü oldu. Ayrıca gerici- faşist ve neokorporatist sendikal kuşatmanın nasıl kırılabileceğini gösterdi. Direniş üçüncü olarak, sınıfın otonomisinin yıkıcı ve yaratıcı gücünü açığa çıkardı. Dördüncüsü sınıfa dair postMarksist, post- yapısalcı, sol liberal melez kavramları, spekülatif argümantasyonları ve totolojileri boşa çıkardı. Eylemleri herşeyden önce proletaryanın, tüm toplumsal kesimlere ve hayata “Merhabası” olarak okumak gerekir. Sınıf kavramlara hayat vererek, tarihsel özneliğini her fırsatta hatırlatıyor. Metal direnişi, Batı yakasında sınıfın devrimci enerjisinin açığa çıkarılmasıyla neler yapılabileceği, bu enerjinin ne derece yıkıcı olabileceği ortaya koydu. Sosyal bir anafor/mıtnatıs olan işçi sınıfı, aynı zamanda anti- kapitalist mücadelenin odağı ve gerçek bir potası olduğunu gösterdi. Farklı anti- kapitalist alanların (Kadın özgürlük hareketi, hayvan özgürlük hareketi, ekolojik hareketler, LGBTİ, Alevi hareketi gibi) ya da dinamiklerin bu potada birleşmesi olağanüstü bir enerjinin açığa çıkmasını sağlayacaktır. “Yaşayan” kapitalizm bu alanlar arasında yüksek oranda kesişimsellik yaratmış durumda. Bu kesişimselliğin yıkıcı enerjiye dönüşmesi, Metal fırtınasının açtığı yolda yürümekle mümkündür. Aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’yle tarihsel ve stratejik ittifakın nesnel ve sahici zeminleri de sınıf dinamiği içinde örülebilir. Bunu başarmak başka bir Anadolu, başka bir Mezopotamya’nın önünü açacaktır. Metal direnişleri ve fiili grevleri taşıdığı potansiyelle bunu dışa vurmuştur. Kapitalizmin yapısal krizinin, şiddetle hissedilmesiyle birlikte (özellikle 2009’dan sonra) Türkiye’de 249 organize sanayi bölgesi, stratejik iller ve işçi havzaları sınıfsal öfke ve kinin odaklarına dönüştü. Finans kapitalin stratejik saldırılarına karşı işçi sınıfı refleksel, spontane bir biçimde harekete geçti. Kendini bireysel eylemler, lokal direnişler, fabrika işgal eylemleri, özyönetim pratikleri ve Gaziantep tekstil fiili grevi, Bosch direnişi gibi eylemler gerçekleştirdi. Özellikle son iki eylem aslında bir kaç yıl öncesinden Metal direnişinin, kendi özgünlüğünde bir kent ve havza grevinin habercisiydi. Öylede oldu. Metal direnişi Bursa

merkezli başlasa da senkronize etki yarattı. Kocaeli, Eskişehir, Ankara, Sakarya, İstanbul bu büyük dip dalgasından etkilendi, hatta sarsıldı. Harekete geçti. Havzada 25 bin işçi bu eylemlere aktif olarak katıldı. Eylemler yasadışı olmasına karşın, yüksek meşruiyeti sınıfın aktif katılımını sağladı. Yaşanan tam anlamıyla sınıfsal öfke ve kinin infilak etmesiydi. Patlamanın şiddeti gerici- faşist, neokorporatist sendikal kuşatmayı parçalanma noktasına getirdi. Müthiş bir auro ve anafor yarattı. Ne var ki enerjiyi kristalize edecek bir örgütlenmenin yaratılamaması, taban örgütlenmelerinin nitelik kazanamaması ve bir üst örgütlenmeye sıçrayamaması, siyasi iktidarın ve işverenlerin basıncı, gerici- faşist sendikal yapının hegemonyasını yeniden tahsis edecek zaman ve hamle şansı bulması, Birleşik Metal’in bürokratik manevraları, hareketi kucaklayacak perspektif, politika ve yapıdan uzak oluşu, klasik sendikal tutuculuğu ve statükoculuğu hareketin geri çekilmesine yol açtı. Tabi ki burada devrimci komünist hareketin (bir iki yapı, bir kaç işçi üzerinden ve dirsek temaslarıyla süreci götürmeye çalıştı. Böylesi bir büyük hareket uzun bir biriktirme, kuluçkaya yatma ve sınıfa stratejik yönelme ve sınıf içinde stratejik konumlanmayla ancak şekillenebilirdi) acizliği, sürecin bütünüyle dışında kalması son derece trajik bir durumdur. Sınıf için temel zaafiyetlerden birini bu oluşturmaktadır. Herşeye rağmen Bursa’da ve İstanbul’da stratejik işyerlerinin Türk- Metal’in dışında farklı sendikalara yönelmesi yeterli olmasa da önemli bir merhale oldu. Hareket şimdilik geri çekildi. Ama birikmeye devam ediyor. Aynı işyerleri, kentler ve havza büyük patlamalara gebe yerlerdir. Son olarak Renault’un yeniden hareketlenmesi söylediklerimizi doğrulamaktadır. Şöyle bir projeksiyon yapabiliriz. Renault sektörün en önemli işyeridir. Bursa’yı harekete geçiren bir katalizördür. Bursa, yaşanan pratiklerinde etkisiyle diğer illeri harekete geçirici bir ildir. Bu süreç havzanın harekete geçmesinin önünü açabilir. Çalışmaları bu perspektifle ele alarak stratejik işyerlerine ve proletarya açısında stratejik kentlere yönelmek ve konumlan-

röportaj mak gerekiyor. Usanmadan, sabırla sınıftan öğrenerek, biriktirmek gerekiyor. Artık kent ve havza grevleri aktüelleşmiş pratikler olarak önümüzde durmaktadır. Sınıfsal öfkenin ve kinin parçası olduğumuz oranda ve sınıfla ontolojik bir şekilde ilişkilendiğimiz ölçüde, böylesi yıkıcı ve sarsıcı pratikler yaratılabilir. Böylesi bir süreç sürekli/sistematik karşı devrimci saldırılara karşı, gerçek militanca bir savunmanın önünü açtığı gibi sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesini sağlayacak ve hızlandıracaktır.

HG: Türkiye-Kuzey Kürdistan’da önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz. Kürt ulusu başta olmak üzere tüm devrimci ve ilerici toplumsal güçlere karşı Erdoğan/AKP iktidarının sürdürdüğü topyekûn bir savaş durumu, yaratılan bir korku imparatorluğu gerçekliği var… Buna karşı ise istenilen düzeyde olmasa da bir mücadele ve direniş hattı gelişmektedir. Bu bağlamda ülkedeki güncel-siyasal gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? VY: TC yeniden yapılanıyor, bir restorasyon sürecinden geçiyor. Restorasyon bir karşı devrim tarzıdır, bir karşı devrim sürecidir. Yaşanan süreci faşizm yeniden yapılanması ya da derinleşmesi olarakta tanımlayabiliriz. Kapitalizmin yapısal krizi, Ortadoğu’nun yeniden dizaynı, Ortadoğu’da yaşanan kaynak savaşı ya da son derece yıkıcı bölgesel savaş, toplumsal muhalefetin Taksim Ayaklanması sonrası yükselişi ( Kobane direnişi, Batı’yı da saran Kobane serhildanları, HDP 7 Haziran atağı, farklı anti- kapitalist dinamiklerin gelişim seyri, Metal direnişleri ve fiili grevleri gibi), Kürt Özgürlük Hareketi’nin ulaştığı boyut, bir Ortadoğu gücü haline gelmesi ve çok boyutlu mücadele yürütme kabiliyeti ve özellikle Rojava Devrimi’nin gerçekleşmesi ve Rojava’da yaşanan devrimci inşa süreci ve bu gelişmenin 20. yüzyıl tarihine damgasını

19

vuran Skyes- Picot Anlaşması’na (1916) fiilen son vermesi ve TC’nin kuruluş paradigmalarının aşınması, karşı devrimci sürecini belirleyen temel etkenler oldu. Ve süreç devam ediyor. Başkanlık sistemi üzerine yapılan tartışmaları ve düzenlemeleri kişisel ya da ego- santrik bir arzudan öte bu çerçevede ele almak gerekiyor. Devletin yeniden yapılanması ve bu yeniden yapılanmaya bağlı devlet- toplum- birey ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi/dizaynı olarak görmek gerekir. TC A.Ş.+ Polis devleti şeklinde özetlenecek bu adımlarla, bir yanıyla sınıfın kadavraya çevrilmesi, maksimum sömürü ve tüm toplumsal muhalefetin dağıtılması ve Kürt dinamiğinin bertaraf edilmesi hedefleniyor. Savaş konsepti bu sürecin derinleştirilmesi anlamına geliyor. Bir nevi savaş rejimi inşa ediliyor. Medya bu noktada büyük ve konsantre bir manipülasyon aracı ve rıza imalatının temel aparatı olarak işlevlendiriliyor. Böylece kitlelerinin felç edilmesi ve faşizmin kitle ruhunun cisimleşmesi yönünde son derece önemli adımlar atıldı. Batı yakası kronik örgütsüzlük içinde ve şovenizmin anaforunda savruluyor. Bu son derece negatif tabloya karşın ve herşeye rağmen işçi sınıfı içinde lokal düzeyde, işyeri bazında, bazen birden çok işyerinde ya da işkolu bazında hareketlenmeler yaşanıyor. Direnişler ve farklı düzeylerde eylemler gerçekleşiyor. Artık her fabrika ve her işyeri, finans kapitalin yok edici saldırıları karşısında sınıfsal öfke ve kinin odakları haline dönüşmüş durumda. Sınıf geleceksizleştirildiğinin farkında. Sınıf öfkeli ve arayış içinde. Özellikle 2009 sonrası süreçte sınıfın eylem potansiyeli ve örgütlenme arayışı bunu gösteriyor. Spontane patlamaların yaşanacağı yüksek bir konjonktürün içindeyiz. Kadın özgürlük hareketi de önemli merhaleler kazandı. Son 8 Mart eylemleri, bir kadın isyanına dönüştü. Artvin Cerattepe direnişi ekolojik hareketin taşıdığı büyük ve sarsıcı potansiyeli açığa çıkardı. Ekoloji ve halk hareketinin rezonansıyla, kent direnişin yeni bir pratiği ortaya çıktı. Alevi hareketi bir anti- kapitalist alan olarak hızla şekilleniyor. Özellikle komünalite ve Alevilik eksenli tartışmalar ve adımlar bu tarihsel devrimci dinamikle, sosyal dinamiğin kaynaşmasının önünü açacaktır. LGBTİ hareketi de varlığını ortaya koyan, hızla örgütlenen anti- kapitalist alanlardan biridir. Hayvan özgürlük hareketi de yeni yeni şekillenmektedir. Kürt özgürlük hareketi olağanüstü bir gelişim seyriyle dikkat çekmektedir. Sorun bu dinamiklerin rezonansı ve enerjisinin kristalize edilmesidir. Bunu gerçekleştirecek bir potanın yaratılmasıdır. İşçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenmesi bu noktada stratejik önem taşımaktadır. Anti- kapitalist dinamiklerin tekillik riskiyle karşı karşıya kalması ve dar alana sıkışması ancak sınıfın yaratacağı sosyal anaforla aşılabilir. Bu anafor ya da sosyal mıtnatıs, diğer anti- kapitalist alanları birleştirecek ve enerjiyi kristalize edecek tek güçtür. Kürt özgürlük hareketi zaten bir Ortadoğu gücü olarak devrededir.


20

güncel haber

YAZININ ÖNCELİ SAYFA 19-20 HG: Son olarak yine bir 1 Mayıs’ın öngünlerini yaşamaktayız. İçinden geçmekte olduğumuz siyasal durum gerçekliğinde 1 Mayıs’a dair neler söylemek istersiniz? VY: 2016 1 Mayıs’ına, 2016 Newroz’u havasında giriyoruz. Newroz bir karşı duruş oldu. 1 Mayıs 2016, finans kapitalin sistematik ve stratejik saldırılarına, somutta kiralık işçiliğe, kıdem ihbar tazminatının gaspına, güvencesizleştirmeye, esnekleştirmeye, faşizme, şovenizme ve gericiliğe karşı kitlesel bir karşı duruşu simgelemelidir. Taksim “Meydanı”, 1 Mayıs alanıdır. Taksim, kolektif öfke ve kolektif duruşumuzun merkezi, tarihselliği, güncelliği ve mana derinliği itibariyle 1 Mayıs alanıdır. Taksim’in tartışılması bile abestir. Taksim ısrarı ve tavizsizliği özellikle bu konjonktürde başlı başına önemlidir. Newroz’la, Newroz Meydanı’yla kardeşleşmedir. Kürt halkının öfkesi, vakurluğu, kararlılığı, herşeyi göze alarak en zor şartlarda bile Newroz’u layıkıyla kutlama arzusu nasıl ki Diyarbakır’da somutlandıysa, 1 Mayıs Meydanı yani Taksim de işçi sınıfının, emekçi yığınların, tüm ezilenlerin ayağa kalktığı alana dönüştürülmelidir. Yalnızca kitleler, örgütlü kitleler faşizme ve kapitalizme karşı direnebilir. Akıntıya karşı durabilir. 30 yıllık diktatör olan Mübarek 18 günde, yine 30 yıllık diktatör Bin Ali 28 günde kitle hareketi/mobilizasyonu sonunda alaşağı edildi. Kitle hareketinin yaratıcı, yıkıcılığı muhteşem sonuçlar yaratır. Tarih yapar, tarih yazar. Faşizm ve otoriter rejimlerin en zayıf noktası kitle hareketidir. En vahşi rejimleri bile sarsacak güç kitle hareketidir. 1 Mayıs bu manada büyük bir kitle mobilizasyonunun gerçekleştiği gün olmalıdır. İşçi sınıfının katalizör olduğu kitle hareketi 2016’ın gelişim seyrini belirleyebilir. 2016 hem büyük siyasal gelgitlerin yaşanacağı, hem de savaşın şiddetleneceği, yıkıcı bir ekonomik bir krizin yaşanabileceği bir yıl olabilir. Özellikle yaz ayları her açıdan kritik geçecek. 1 Mayıs bu mana da özellikle barış sloganlarının yükseleceği, direniş ve mücadele şiarının cisimleneceği bir gün olmalıdır. 1 Mayıs, Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle, işçi sınıfın mücadelesinin kaynaşacağı, şovenizme ve her türden gericiliğe karşı kitlelerin barikat oluşturacağı, faşizme ve faşist bir geleceğe karşı tüm ezilenlerin, emekçilerin “No Pasaran” şiarıyla saf tuttuğu bir gün olmalıdır. Yukarıda belirttiğimiz anti-kapitalist güç ve dinamiklerin birleşeceği ve enerjilerinin kristalize olacağı pota 1 Mayıs şiarı ve ruhunda saklıdır. 1 Mayıs kavgadır ve kavganın manifestosudur. Teşekkür ederim.

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Gençliğin devrimci cüretiyle mücadeleye

Gençliğin dünya devrimci mücadelesindeki önemini kavramayan anlayışların devrim mücadelesinde yer alamayacakları aşikârdır. Tarih bize göstermektedir ki, gençlik büyük direnişlerin parçası ve öncüsü konumunda olmuştur. Bu gerçeklikten hareketle bizler de gençliğin örgütlenme sorunlarını yaratıcı çözümlerle sonuca ulaştırmalıyız. Toplumsal yaşamın bir parçası olarak gençliğin tüm bu sorunlara karşı örgütlü mücadelesinin önü açılmalıdır Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Kürt ulusuna karşı gerçekleştirilen saldırılar, barış isteyen akademisyenlerin tutuklanması, faşist ve gerici nitelikteki AKP iktidarının politikalarının bir yansıması olan Ensar Vakfı’ndaki çocuklara karşı işlenen cinsel istismarlar, üniversitelerde artan faşist baskılar gençliğin karşısında devrimci misyonla durması gereken ve son dönemde vuku bulan saldırılardır. Gençliğin devrimci rolü bu ve benzeri saldırıların karşısında olmayı gerektirmektedir. Ezilen Kürt ulusunun haklı direnişine, başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim kurumlarının gericileştirilmesi, doğanın talanı, ezilen cins, ulus, inanç sorunları gibi kapitalizmin bize dayattığı bütün sorunlara karşı gençliği mücadele zeminine taşımak elzemdir. Yukarıda kısaca bahsettiğimiz lokal ve genel sorunların çözümü ancak gençliğin kendi özgün sorunlarının çözümünden başlayarak tüm kapitalist sömürü ve barbarlığa karşı örgütlü mücadelesinden geçmektedir. Gençliğin örgütlenmesi önündeki sorunların çözümü alternatif çalışma tarzlarının üretilmesi acil görevlerimizdendir. Gençlik kitlelerinin kapitalist sistem içerisindeki yeri ve konumu önemlidir. Homojen bir yapıya sahip olan gençlik etkilenmeye de açıktır. Sistem tarafından aşılanmaya çalışılan her türlü yozlaşmaya maruz kal-

maktadır. Toplumdan yalıtılan gençlik toplumun sorunlarını görememekte, böylece yabancılaşmaktadır. Türkiye-Kuzey Kürdistan gençliği de üniversitelerde, liselerde, çalışma alanlarında ve semtlerde devamlı olarak sınıfsal, cinsel, ulusal baskıya maruz kalmaktadır. Bu baskı sonucunda kendi geleceği üzerinde söz sahibi olamayan gençlik, kapitalist sistem için yutulması kolay lokma haline gelmektedir. Bunların yanı sıra milliyetçilik, ırkçılık düşüncelerinin de en fazla sokulmaya çalışıldığı kesimdir gençlik. Bu gibi durumlarla mücadele etmenin yolu; burjuva kapitalist propagandaya karşı MLM bilimine dayanan propagandanın doğru temeller üzerinde yapılmasıdır. Gençliğin bulunduğu her alanda mücadele yürütülmeli, sistemin teşhiri yapılmalıdır. Burjuva kapitalist sistemin getirisi olarak kabullenen sanal dünyayı gerçek dünyaya tercih eden, sorgulamayan, topluma ve yaşadığı coğrafyaya duyarsız, burjuva değer yargılarının tahakkümü altında olan gençliğe doğru araçlarla gidilmelidir. Sığ ve ketum propaganda araçları güncele uyarlanmalı, gençliğin yüzü yeniden yeni ve güncel propaganda yollarıyla devrim mücadelesine yöneltilmelidir. Bu minval üzerine Gezi Parkı’nda tanık olduğumuz gençliğin zekâsı ve militan mücadelesi birleştirilmelidir. Faaliyet yürütülen her alanın özgün değerlendirilmesi yapılmalı ve buna göre mücadele yürütülmelidir. Gençliğin inisiyatifinin geliştirilmesi için kapitalist gerici sistemle arasına alternatifler sunulmalıdır. Gençliğin dünya devrimci mücadelesindeki önemini kavramayan anlayışların devrim mücadelesinde yer alamayacakları aşikârdır. Tarih bize göstermektedir ki, gençlik büyük direnişlerin parçası ve öncüsü konumunda olmuştur. Bu gerçeklikten hareketle bizler de gençliğin örgütlenme sorunlarını yaratıcı çözümlerle sonuca ulaştırmalıyız. Toplumsal yaşamın bir parçası olarak gençliğin tüm bu sorunlara karşı örgütlü mücadelesinin önü açılmalıdır. Gençlik tarih boyunca faşizm karşısında dinamik yapısı ile devrimci bir güç olarak yer almıştır. Geçmişte olduğu gibi bugün de gençliğin devrimci cüret ile mücadele etmesinin önünde hiçbir engel yoktur


16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

güncel haber

21

Şan Olsun 24 Nisan Güneşi’ne! Yaşamak ankalaşmaktır yoldaşlar. Her «bitti» dediğiniz yerde daha güzel başlar hayat. Siz yeter ki kaybetmeyin damarlarınızda akan cevheri ve sarılın kırk dört yıllık çınarınızın köklerine sıkı sıkı… Yaprak açıyorsa kışa inat dalında, o halde durmaya, yakınmaya, vazgeçmeye lüzum yok Partim; Merhaba Yürek çarpıntım, Merhaba sana Kuşanıp öfkemi Omuzlamaya geldim dağ doruklarında kavgayı Kabul et Bu sevdalı canımı Yalçın dağlarını Adımlamaya geldim. Ömür dediğin Nedir ki Al senin olsun Mavzer olmuş öfkemi Sür namluya Kurşunun olsun! Zemheride boy veren kardelen çiçeğinin tomurcuğunda filizlenen, karların ayazını parçalayıp yaşama «Merhaba» diyen isyan ateşiyim ben. Amed zindanlarının işkence tezgâhlarında lime lime kesilen Cafer’in, çatışmada mermisi kalmadığında silahı düşmanın eline geçmesin diye kayalıklara vurarak parçalayan komutan Mete’nin, düşmanlarımızın içimize serptiği nifak to-

humlarını bulup «ayıklayan» Cüneyt’in, Yel Dağı’nın zemheri soğuğunda ayakları donup etleri parça parça dökülen Barbaraların, düşman tarafından yaralı olarak esir alınıp katledilen Ali Çelik’in, genç yaşında dağlara bel verip kavgayı kucaklayan Tugay Akdemir’in yoldaşıyım… Malatya’nın Kürecik Dağları’nda toprağa septiğimiz tohumu kanlarıyla sulayıp filizlendiren yoldaşlarımızın bilincini ve öfkesini kuşanan ardıllarımıza seslenmek istiyorum. Durmayın düştüm diye yoldaşlar; yüreğinize sarmalısınız beni ve almalısınız mavzeri elinize, kuşanmalısınız öfkemi, uydurmalısınız elinizi yüreğinizin atışına. Tetikte buluşmalı eliniz ve de yüreğiniz. Sonra, sonra sarsmalısınız dört bir yanı dövüşe dövüşe, vura vura, öle öle… Taşımalısınız düşenlerimizi kan diye damarlarınızda. Düşenlerimizi kendinize örs, kırk dört yıllık çınarımızı çekiç yaparak kavganın ateşiyle dövülüp atılmalısınız daha ileriye! Tıpkı yivli yuvalardan fırlayan

ANTAGONİZMA DİL ztürkçeciler bir iyi bir de kötü şey yaptılar. İyi şey; Selçuklu ve Osmanlı’nın kullanmadığı ama halkın kullandığı dili öne çıkardılar ve köklerden kelimeler üreterek dili zenginleştirdiler. Kötü şey ise; diğer dillerden Türkçeye giren sözcükleri, arındırma gerekçesiyle Türkçeden sürdüler. Bu korkunç sözcük tehciri, ifade, imge, çağrışım ve benzeri dil olanaklarına ciddi bir darbe indirerek Türkçeyi ve Türk edebiyatını çoraklaştırdı. Ben, sadece ‘arı dil’i kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda, kökleri asırlar öncesine sarkan, sürülen, gadre uğrayan kadim kelimeleri de kullanmaya çalışıyorum. Anlaşılsın veya anlaşılmasın kullanmak gerekiyor. Hayat, hayal edemeyeceğimiz derecede zengindir. Onu, zengin bir dille kavrama ve anlatma çabası içine girmek güzeldir. Sosyal hayatta tehcire karşı çıkıp, dilde tehcir uygulamasına boyun eğmenin bir anlamı var mı

Ö

mermiler misali… Tatmalısınız mutlaka bir mavzerden çıkan merminin hedefini bulduğundaki sevincini… Yaşamak ankalaşmaktır yoldaşlar. Her «bitti» dediğiniz yerde daha güzel başlar hayat. Siz yeter ki kaybetmeyin damarlarınızda akan cevheri ve sarılın kırk dört yıllık çınarınızın köklerine sıkı sıkı… Yaprak açıyorsa kışa inat dalında, o halde durmaya, yakınmaya, vazgeçmeye lüzum yok. Yürümelisiniz «dallara yaprak» olmaya. Gün gelir yoldaşlar, gün gelir, gün gelir kaplar semayı sol yumruklarımız ve gerici karanlıklar kurşun sesleriyle dağılır. Havan toplarıyla, mitralyöz atışlarıyla, ufalanır zalimlerin zulüm kaleleri. Sarar o zaman halklarımızın yüreğini bir kızıl fırtına, dağda silah çatanımız da, zindanda açlığa yatanımız da ardına milyonları katarak akar sarı-sıcak güneşimize… Haydi ileri o halde… Hayatın gülen gamzesine pınar olup akmaya, «Güneşimizi» sımsıcak kor haliyle kucaklamaya… MURAT AYGÜL 1 No’lu F Tipi Hapishane Sincan/Ankara

≫ muzaffer oruçoğlu bilemiyorum. Dillerin sağlıklı bir şekilde birbirlerini özümleyebilmeleri, özgür bir ortamında, çok yönlü bir şekilde zenginleşmeleriyle, iç içe geçerek, iletişim ve edebiyat maceralarına birlikte girmeleriyle mümkün olabilir ancak. İnsanlık komününün o büyük zengin diline gidişin başka bir yolu da yok sanırım. İnsanın içine doğan, kafasına yayılan her düşünceyi alışılmadık bir dille korkusuzca beyan etmesi, uygulaması bana ilginç ve eğlendirici geliyor. Yenilik nerden doğuyor? Kural ve akıl dışı, ters, habis düşüncelerin, seslerin, nefeslerin kıvıl kıvıl kaynadığı yerlerden, yani, yeni bir dil kurma sancısından doğuyor. Yalancıların, küfürbazların, üçkâğıtçıların, ahlaksızların, soytarıların, şapşalların, murtazaların, megalomanların, psikopatların, dalkavukların, sahte filozofların, türedi peygamberlerin yani bilcümle anormallerin düşünce ve dil dünyası, bana normalliğin düşünce ve dil dünyasından daha ilginç geliyor. Bunların düşünce ve duygu dili beni çekiyor. Geçenlerde çarşıdaydım. Mezar suskunluğu vardı. Yeni bir

dil arayışına girilmiş gibi herkes geviş getiriyor, bir başkasına bakmaya eriniyordu. Birden domates ve mango yığınlarının ötesinden bir deli peydah oldu. Fermuarı dağılmış, maslahatı azman ve sallantılı bir tarzda ayan olmuş güleç bir deli. Çarşı canlandı. Deli birkaç tur atınca, çarşının dikkat merkezi paradan, delinin delisine kaydı. Bakmanın, gülmenin, yorum yapmanın, mobil telefonlarla resim çekmenin, hayret nidalarıyla irkilmenin halleri devleti de canlandırdı. İki polis koşarak deliyi derdest edip çarşı tuvaletinin koridoruna soktu. Canlanan ve sözcüksüz bir dil konuşan halk, tuvalet koridorunun girişinde birikti. Az sonra deli, iki polisle birlikte tuvalet koridorundan çıktı. Devlet, maslahatı gizlemiş ama dağıldığı için fermuara bir çare bulamamıştı. Deli, halkı görünce şaşırdı, gülümsedi, zafer işareti yaptı. Halk, hiç beklemediğim bir tepkiyle karşılık verdi, güldü ve alkışladı. Alkış seslerinde ortaya çıkan yeni dile kaydı dikkatim.


22

tarih

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Geleceğin inşasında keskin tarih bilinci tayin edicidir! Böylesine şanlı bir tarihi tarihsel kesitleriyle sürekli bilinçlerde tazelemek ve günle buluşturarak ileriye taşıyıp keskin bir tarih bilinci oluşturmak yayın olarak olmazsa olmaz temel devrimci görevlerimizden biridir. Bu devrimci perspektifle bu sayımızdan itibaren özelde proleter öncü genelde ise bütün devrim hareketinin önemli süreçlerini ve devrim mücadelesine kanlarıyla harç olan ölümsüzleşenlerimizi tarihsel süreçlerine göre ele alarak tarih bilincimizi diri tutmaya mütevazı da olsa kendi cephemizden katkı sunmaya çalışacağız

İSMAİL HANOĞLU

Her toplumsal süreç mutlak biçimde geçmiş tarihsel birikim ve bilincin ışığında kendini yaratır ve geleceğe bu zeminin izinde yürüyerek ilerler. Kendilerini var eden tarihlerini devrimci diyalektik bir perspektifle ele alamayanlar ve sahiplenemeyenler, asla devrimci bir gelecek inşa edemezler. Devrim hareketi kendi tarihsel birikimlerinin toplamı ve keskin tarihi bilinci üzerinden ancak kendisini geliştirebilir. Keskin tarihi bilinci olmayanlar ve tarihsel devrimci geçmişlerine yabancılaşanlar çürümekten ve son tahlilde burjuva zemine kaymaktan asla kurtulamazlar. Enternasyonal proletaryanın TürkiyeKuzey Kürdistan’daki komünist mevzisi proleter öncü de işte böylesi yaratılan devrimci birikimler, devrimci değerler, ödenen ağır bedeller ve yüzlerce ölümsüz kızıl neferin dökülen kanlarıyla kan kızıla boyanan şanlı bir tarihin izinde yürüyerek bugünlere gelmiştir. Böylesine şanlı bir tarihi tarihsel kesitleriyle sürekli bilinçlerde tazelemek ve günle buluşturarak ileriye

taşıyıp keskin bir tarih bilinci oluşturmak yayın olarak olmazsa olmaz temel devrimci görevlerimizden biridir. Bu devrimci perspektifle bu sayımızdan itibaren özelde proleter öncü genelde ise bütün devrim hareketinin önemli süreçlerini ve devrim mücadelesine kanlarıyla harç olan ölümsüzleşenlerimizi tarihsel süreçlerine göre ele alarak tarih bilincimizi diri tutmaya mütevazı da olsa kendi cephemizden katkı sunmaya çalışacağız.

Devrime adanan bir yaşam: İsmail Hanoğlu Proleter öncünün komünist kadrolarından olan İsmail Hanoğlu Tokatlı yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. İşçi bir ailenin çocuğu olan İsmail Hanoğlu uzun yıllar hem çalışıp hem de öğrenimini tamamlamaya çalıştı. Ortaokul yıllarında devrimci mücadeleye sempati duyan Hanoğlu öğrencilik döneminde bir süre PDA(Aydınlık) saflarında gençlik örgütlenmesi içinde yer aldı. Kısa sürede PDA’nın gerçek niteliğini görerek terk eden Hanoğlu, 1975 yılında proleter öncü ile

ilişki kurar. 1976 yılından itibaren ise profesyonel bir devrimci olarak kendisini tamamen proleter öncü saflarında devrime adar. Dönemin koşullarının etkisiyle de asla silahsız dolaşmayan İsmail Hanoğlu aynı zamanda iyi bir örgütçüydü. Bu özelliğinden dolayı kısa sürede çevresini örgütleyen ve etkileyen biri durumundaydı. İsmail Hanoğlu İstanbul-Gültepe’de azılı bir faşist olan şerif Nedim’in cezalandırılması eyleminden sonra pusuya düşürülür ve saatlerce çatışarak 20 Nisan 1978 tarihinde ölümsüzleşir. Hanoğlu ölümsüzleştiğinde proleter öncünün üyesiydi. Hanoğlu ile birlikte yine Nisan ayının değişik tarihlerinde ölümsüzlüğe uğurladığımız Proleter öncünün önder kadroları Endercan Yıldız ve Ali Uçar başta olmak üzere; Adil Kaplan, Celal Alpay, Mehmet Kocadağ, Ömer Naci Güven, Nurettin Gül, Yahya Kara ve Metin Karataş’ın devrimci anıları önünde saygıyla eğilerek asla unutmayacağımızı bir kez daha vurguluyoruz.

ENDERCAN YILDIZ

ALİ UÇAR

CELAL ALPAY

YAHYA KARA

ADİL KAPLAN

METİN KARATAŞ

NURETTİN GÜL

ÖMER NACİ GÜVEN


güncel haber

16-30 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

23

“Tarihsel Miras ve Kaypakkaya Sempozyumu”nda buluşalım! Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’yı katledilişinin 43. yılında gerçekleştireceğimiz sempozyumla anacağız. “Tarihsel Miras ve Kaypakkaya” başlığı ile düzenleyeceğimiz sempozyum iki oturum biçiminde gerçekleşecektir. Birinci oturum; “Tarihsel Bakış ve Kaypakkaya”, ikinci oturum ise; “Kaypakkaya Aynasında Güncel Siyaset” olarak ele alınacaktır. Devrim ve komünizm şehitlerini anmak için Mayıs ayında düzenleyeceğimiz sempozyum vesilesiyle devrim ve komünizm mücadelesinde yitirdiklerimizin devrimci anıları önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz… Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın çığır açan ve hala kızıl bir fener olarak yolumuzu aydınlatan komünist fikir ve yöntemlerinin güncellenerek kitlelerle tartışılması önem arz etmektedir. Kaypakkaya’yı anmak ve sahiplenmek adına, onun komünist özünden ziyade dogmatik biçimde karikatürize edildiği bir gerçeklikte, Kaypakkaya’nın komünist çizgisinin diyalektik devrimci bir perspektifle sahiplenilmesi ve ilerletilmesi biz ardıllarının önemli devrimci görevlerinden biridir.

Geçmiş tarihsel mirası, doğru ve bilimsel bir yöntemle bugüne taşımalıyız. Kaypakkaya’nın ezilenlerin hizmetinde olan devrimci teori ve pratiğinin ilerletilmesi, günümüzde anlamlandırılması gerekmektedir. Kaypakkaya’nın görüşlerini değerlendirmede bilimsel-devrimci bir yöntemi rehber edinmek zorundayız. Kaypakkaya yoldaşın çizgisinin özüne ve yöntemine bağlı kalmayanlar, içinden geçmekte olduğumuz tarihsel süreçten ve gelişmelerden yeterince doğru ve bilimsel dersler çıkaramazlar. Zamana karşı devrimci kalmak, Kaypakkaya pratiğinin devrimci özüne uygun davranmakla olur, onun lafzını tekrarlamakla değil. Fikirler, tasarılar, hedeflediğimiz devrim değişmeden kalmaz. Sorun, değişen bu süreçte olguları nasıl ele aldığımızla ilgilidir. Kaypakkaya’nın komünist fikirlerini devrimci bir metotla ele alma ve güncelleştirme perspektifi ile düzenleyeceğimiz sempozyuma devrimci, demokrat ve ilerici kitleleri katılmaya çağırıyoruz. Kaypakkaya gibi olmalı, Kaypakkaya gibi kuşanmalıyız!

Zerya -Serhat’ta Bir Gün-

Çağdaş Kürt Edebiyatı Öykü Seçkisi: “Biraz Dolaşacağım”

Deniz Faruk Zeren’in ikinci öykü kitabı “Zerya” okuyucuyla buluştu. “Dört Mevsim İlkbahar” şiir kitabı ve “Yasak Kitap” adlı ilk öykü kitabının ardından Deniz Faruk “Zerya” ile yoluna devam ediyor. Patika Kitap’tan basılan Zerya’nın Tanıtım Bülteni ise şöyle; “Dayı” dedi yaşlı adama, “Kaşkol Dağı'na, dağın eteğindeki o köye niye varamadım ben, ne tarafta kaldı ora?” diye sordu. Yaşlı adam Selim'in ekmeği dişlerinin arasına alıp koparışını izledi, ekmeğe saygılıydı bu çocuk, dişlerinin arasında kırmızı ipek gibi toprağı gördü, sevindi, “Orda öyle bir dağ yok, öyle bir köy yok” dedi. “Askerler kendileri uydurup, kendileri inanıyorlar olduğuna” dedi. Ekmek Selim'in boğazında kaldı. Durdu inmedi aşağıya. “Biz Kaşkol Dağı'nı görüyorduk hep karşıda, dürbünle” diyebildi yutkunarak. “Kaşkol Dağı değil orası, gariban bir tepe ora”, dedi orta yaşlı adam, “O kadar büyük gariban tepe mi olur dayı?” dedi Selim. “Tepe değil, askerin korkusu büyüktür, umudu yoktur, sığınağı yoktur, kafasında öyle bir köy yaratır, ona sığınır” dedi

Ercan Yılmaz’ın hazırladığı, Şêxo Fîlîk’in çevirdiği öykü seçkisi “Biraz Dolaşacağım” Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın önemli bir özelliği de, öykülerini anadillerinde yazan genç öykücülerin öykülerinden oluşması…

yaşlı adam, ağzındaki lokma boğazından aşağı kayarak indi Selim'in. Yutkundu. Deniz Faruk Zeren öykü ile yol almaya, hayatın ve kavganın en insani hallerine dokunmaya Zerya ile devam ediyor. Zerya, Yasak Kitap'tan sonra yazarımızın ikinci öykü kitabı. Bu uzun öykünün ilginizi çekeceğine inanıyoruz...

Tanıtım bülteninden; “Günlerin birinde şehre gidecekti. Posta arabasına bindi. Postanın keyfine kalsaydı elli yılda ancak varacaklardı şehre. Kadının biri doğurdu posta arabasında. İki-üç tanesi hamile kaldı. Düğün dernek kuruldu, evlenenler oldu. Posta bir türlü varamadı, varacağı yere. Ölenler oldu, yolda gömüldü ama posta yine varamadı…”

ANMA Devletin zebanileri tarafından Amed’de 30 Mart’ta hedef gözetilerek vurulan ve günlerce yaşam mücadelesi sürdüren öncelimiz Devrimci Demokrasi gazetesinin çalışanı yoldaşımız İlyas Aktaş 14 Nisan günü yaşama gözlerini yumarak ölümsüzleşmişti. Halkın Günlüğü emekçileri olarak katledilişinin 10.Yılında yoldaşımız İlyas Aktaş’ın devrimci anısı önünde saygıyla eğilerek mücadelemizde sonsuza dek yaşatacağımıza söz veriyoruz.

Mehmet Dîcle, HelîmYûsiv, Bawer Rûken, Amed ÇekoJiyan, Brahîm Ronîzêr, Fatma Savci, Mihemed Şarman, Lorîn S Doğan, Sîdar Jîr, Lokman Ayebe, H. Kovan Baqî, Yaqob Tilermenî… Büyük çoğunluğu Türkiye’de yaşayan, öykülerini anadillerinde, Kürtçe yazan genç öykücüler… Bu başarılı yazarların çizdiği manzaranın acısını, yarasını ve mizahını anlatıyor Biraz Dolaşacağım. Öykülerin Türkçe çevirilerini Şêxo Fîlîk, editöryal hazırlıklarını Ercan y Yılmaz yaptı. Okuyunca göreceksiniz, Kürt edebiyatı, geleneksel anlatım sanatlarını kullanarak toplumla kültürel bir bağ kurmakla kalmıyor, gerçekçi edebiyat geleneğini, modern ve postmodern anlatı yöntemlerini ve ülkemizde öykünün bugün geldiği noktanın tüm olanaklarını Kürtçeye taşıyor.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Di ç apemeniya Tirk de pirsgirê ka “File yê n Misilmanbüyı” Hin mijarên ku li Tirkiyê heta niha wek tabû dihatin hesibandin, piştî namzetiya Yekitiya Awropayê û berayê hin sedemên din, ne bi awayekî azad lê pîçek be jî di çapemeniya Tirk de tên nîqaş kirin. Yên ku mijara tabûyê ye ji wan yek jî; File yên ku ji piştî Komkujiya Fileyan ji Anatoliya Rojhilat a Tirkiyê ango Rojava ya Ermenîstanê an jî hin warên Tirkiyê mane û hinê wan xwe veşartine, hinê wan jî ola xwe guherandine ye. Ev pirsgirêk tena bi ser xwe tabûyek e. Zêde nayê zanîn. Çapemeniya Tirk yên nûjen, Fileyên ku ola xwe guhertine di derheqa wan de hin car agahiyan dide, ew çawa belayî nava Tirkiyê bûne, çend kesin û çi karî dikin cih dide van agahiyan. Di derheqa Fileyên ku xwe veşartine jî agahiyan dide, hin mînak tîne ber çavan ku ew kes çawa guherîne û derbasî ola misilmantiyê bûne... Rewşenbirên Tirk jî di nav de, endamên çapemenî ya Tirk, zêdetir ji Fileyên ku ola xwe guherandine û bi vî hawî ji desteyên bilind û karên dewletê de cih girtine ewana ye. Ew kes çawa di rêvebertiya dewletê Tirk de cîh digirin û çawa rêvebertî dikin, çapemenî pê van zêde zêde eleqedar in. Fileyên ku Filetiyên xwe veşartine hinê wan jî di rêxistinên çep de cih digirin. Ev yek jî ji alî çapemeniya Tirk ve di salên dawî de tên ziman û çapemenî qala wan dike. Ev mijar, ji alî Seroka Saziya Dîroka Tirk Y. Halaçoğlu ve jî dubare car tê ziman û bi her awayî têdixe rojevê. Taybet jî rojnamevanê navdar Mehmet Şevkî Eygî li ser vî mijarê radiweste. Mijarên ku di rojevê de wek bi awayekî germahiya xwe tu car wenda nake jî, ji Fileyên olguherandî ve tekildar, Fileyên Misilman bûne ye. Divê me binî xêz bikin, ku Fileyên bi vî hawî, di salên dawî de taybet dijmintiya Filetiyê û nijadperestiya Tirktiyê dikin. Piştî qetilkirina Hrant Dînk'ê ku gel bi girseyî di oxirkirina darbesta Hirant'ê de ji pankartên xwe re "Em Hemû File ne" nivîsîn, piştî vê yekê li çapemeniya Tirk di sala 2007 de taybet jî li ser mijara Fileyên olguherandî û xweveşartî niqaşên balkêş hatin weşandin. Piştî vê, di 18'ê Tebaxê de li Kayserî di simpozyûmêkî de

Yusuf Halaçoğlu nêrînek avêt holê. Li gor vê nêrînê, Kurdên ku li Tirkiyê dijîn, çavkaniya wan zêdetir Tirkman e, Kurdên Elewî jî ji Fileyên olguherandî an jî Fileyên xweveşartî ye. Piştî ku Halaçoğlu ev nêrînanî ziman, di payîza sala 2007 de agirê vê mijarê ji nû ve hate pêxistin. Ev mesele, bi wesîleyeke din jî hatibû rojevê. Ew jî nêrîn û îdiayeke wekîla CHP'yê Canan Arıtman bû. Ew wekîl gotîbû ku dayika Serokwezîra berê ya Tirkiyê Abdullah Gül bixwe File bû. Bi wesîleya vê îdiayê jî nîqaşeke biagir pêyda bû, li ser pêvajoya çareseriya Pirsgirêka Kurd û Ermeniyan ku bi hikumata Tirk ve dabû destpêkirin ev mesele cardin di çapemeniyê de ji xwe re cih girt. Gava ku li Girava Axtumar'ê, li Dêra Xeç a Sûrp'ê ayîn çêbû, xwarziyên Wekîla Partîk ê Giştî ya File yên Tirkiyê Aram Ateşyan ên Misilmanbûyî jî tevlê bûn. Ew gotin, "Mm ji bo waftîzbûyînê, li benda vebûna Dêra Surb Krikos a Amed'ê ne." Ev jî di meha Îlon a 2010 şûnde bû sedema rojevbûna File yên xweveşartî. Ev mijar, ji alî civaka File ya Tirkiyê ve jî bu bandorek û ew jî li ser vê mijarê rawestan. Bi vê sedemê ve girêdayî çape-

meniya Tirk jî ji nêz ve li ser vê pisrgirêkê sekinîn û weşanên cûrbecûr pêk anîn. Em dikarin bêjin di çapemeniya Tirk de, bi File yên xweveşartî ve girêdayî du nêrîn heye û ji van yek erenî yek jî nêrîna neyînî ye. File yên Misilmanbûyî û taybet jî File yên xweveşartî gava ku li beranberî yekbûyina Tirkiyê wek xetereyek were dîtin ew car nêrîna neyînî xwe dide der û xuya dike, lê gava ku giyan û hêstên van Fileyan di çapemeniya Tirk de ji xwe re cih digire, hêstên xwe yên aligiriya Tirkiyê xuya ddin wê carê jî wek bi awayekî erenî cih digirin. Gava ku nivîsên neyînî tên nivîsîn, di naveroka wan nivîsan da tên gotin ku ew File di rêvebertiya dewletê de hin cihên bilin de cih girtine, divê miletê Tirk çavvekirî be û li himberî wan timî şiyariya xwe wenda neke. Gava gotarên erenî tên nivîsîn jî çîrokên File yên xweveşartî tînin ziman û ew File yên ku bi zorê bi zextê bûne misilman trajediya wan tînin ziman, bi taybetî jî çîrokên ew kesên ku bi zorê tevî Tirk û Kurdan zewac kirine hildidin dest û bi hêstên girînê ve dixemilînin ew nivîsên xwe. Bi vî hawî dixwazin ku di

hêstên civakê de hêsteke dilberî û hevdilî pêkbînin û biafirînin. File yên misilmanbûyî û xweveşartî, di medya ya Tirk de, ji bo yekbûyîna dewlet a Tirk jî wekî gefxurî tên binav kirin. Li gor wan çapemeniyan; ew File her çiqasî misilman bin jî, hişmendiya xwe ya Filetiyê diparêzin û êhtimaleke mezin ewana dê di rojeke bêyî de heyfa xwe ji dewleta Tirk hildin. Lêbelê ji alî hin çapemeniyên Tirk de jî çîroka van kesan tên weşandin û bi şert û mercê ku ew zelûl bin, nêzîkahiyeke erenî tê pêşniyar kirin. Mijar a File yên xweveşartî û misilman ku ji alî çapemeniya Tirk jî bi gelek gotarên heralî ve tên nirxandin, ev mesele girîng e. Gava em vê meseleyê hildidin dest, divê em bizanibin ka nêrîna çapemeniyê li ser çi rewşê diguhere, çawa dibe erenî û çawa dibe neyînî, ji çi nêrînê li berê çi ne. Bingeh û sedema hemû van nirxandinan Komkujî ya Ermeniyan e, divê were zanîn ku niqaşkirina Komkujiya Ermeniyan û ronîkirina vê meseleyê ji her tiştî wêdetir girîng e.

Meline Anumyum


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.