Emperyalist gerici savaşlara karşı tek panzehir devrimci savaşlardır
sf 12-13
DKH: “Kadın yönetime kadın iktidara” Demokratik Kadın Hareketi “Kadın Yönetime Kadın İktidara” şiarıyla örgütlediği 3. Kadın Kurultayı’nı devrim ve sosyalizm mücadelesinde öncüleşen ve önderleşen kadınlara atfen kadının iradesini kuşanarak sonlandırdı. Kadın mücadelesini daha da büyütme ve örgütlenme çağrısını yapan kadınlar iki gün boyunca yoğun katılımlı tartışmalar gerçekleştirdi sayfa 10-11
Halkın Günlüğü
16-29 ŞUBAT 2016 Yıl: 4 Sayı: 116 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
PYD’nin Azez hamlesi ve “TC”nin askeri işgal hevesi f GÜNCEL 06-07 Faşist egemenlik, kanlı bir oyun tezgâhlamaktadır. Kuzey Kürdistan’dan Rojava Kürdistan’ına, mazlum Kürt ulusunu katletmek, Suriye sahasında gerici emellerini gerçekleştirmek için, askeri işgal planlarını yapmak, ezilen halklar ve mazlum uluslar için bir tercih sorunu değildir. Bu gerici siyasete devrimci savaşla karşı durmak, Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halklarının tek tercihidir
Çok uluslu tekellerin İran iştahı
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Milli zulüm, soykırım ve katliamlar geleneğinin yeni adı: Cizîr Soykırımcı ve katliamcı geleneği ile ün yapmış olan “TC” bu geleneğini yeni soykırım ve katliamlarla sürdürmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca onlarca soykırım ve katliama imza atarak coğrafyamızı bir kan deryasına ve halklar hapishanesine dönüştüren “TC” Kuzey-Kürdistan’da katliamlar serisine bir yenisini daha ekleyerek dünyanın gözleri önünde onlarca Kürdü vahşice katletti. Cizîr’de bir binanın bodrum katında kuşatılan onlarca Kürdistanlı tüm yardım ve kurtarma çabalarına rağmen günlerce süren
02
Siyasi krizin gölgesinde kalan ekonomik kriz
ve adım adım örülen barbarca bir katliamla katledildi. Cizîr katliamının, Dersim, Şeyh Said, Koçgiri, Zîlan ve Roboski katliamlarından hiçbir farkı yoktur. Geçmişte olduğu gibi faşist “TC” Cizîr’de de Kürt ulusu üzerinde milli zulüm uygulayarak barbarca bir katliam gerçekleştirmiştir. Fakat tarihsel direniş geleneğini kuşanarak milli zulme meydan okuyan Kürt ulusu Cizîr’de yeni, soluksuz bir direniş geleneği yaratmaya devam ediyor
08
Biz buradaysak umut var demektir
20
02
güncel haber
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
Ambargonun kalkması
ve çok uluslu tekellerin İran iştahı
Ambargonun kalkmasıyla kısa vadede ciddi gelişmeler yaşayacak olan İran’ın uzun vadede emperyalist talanla çoraklaştırılacağı ve hatta siyasi bakımdan da İran’da daha rahat bulunma avantajıyla siyasi plan ve oyunların sahnelenmesi eskiye oranla çok daha olanaklı olacaktır. Kısa vadede kazanan İran’ın uzun vadede kaybetmesi tamamen mümkündür. Emperyalist dünya sistemi içinde veya bu ilişkiler içinde emperyalist haydutluğun kurbanı olmak İran açısından rastlantı olmayacaktır Bugün İran’a uygulanan ambargonun kalkması ekseninde yürütülen tartışmalara vesile olan arka planın oldukça derin bir tarihçeye sahip olduğu bilinmektedir. İran bugün yapılan anlaşmalar baz alındığında esasta son bulan 36 yıl süren ağır bir ambargo dönemi yaşadı. İran’ın maruz kaldığı bu uzun ambargo dönemi organik bir devamlılık taşımasa da aslında 1950’li yıllara uzanan bir geçmiştir de. 1951-1952 dönemi İran Başbakanı Muhammed Musaddık “pet-
rolün millileştirilmesi” politikasını hayata geçirerek İngiltere’nin İran petrolü üzerindeki kontrolüne ket vurdu. Bunun üzerine İran petrolü pazarda İngiltere’nin ambargosuyla karşılaştı. İlk ambargo böyle başlamıştı ve bu ambargo ABD’nin planladığı darbeyle Musaddık’ı devirmesiyle ambargo da son bulmuş oldu… Ancak inişli-çıkışlı, gevşeyen-sıkılaşan ama her halükarda İran’ı ekonomi esasında darbeleyerek her yönlü gelişimini köstekleyen ambargo dönemi, 1979 İran “İslam Devrimi” olarak bilinen süreçten sonra başladı. “Devrimden” sonra Tahran’da bulunan ABD Büyükelçiliği’ne yapılan işgal eylemiyle 66 diplomatın rehin alınması bugünlere uzanan ve inişli-çıkışlı seyir izleyen ambargonun başlangıcı oldu. Kelimenin tam anlamıyla inişliçıkışlı bir ambargo süreci oldu. Örneğin, ambargoya gerekçe edilen diplomatların rehin alınmasından yaklaşık 15 ay sonra bu diplomatların bırakılmasıyla ambargo da esasta kaldırıldı… Esasta diyoruz çünkü ABD bankalarında dondurulan İran’ın milyarlarca doları adeta rehin tutulmaya devam edildi… İran’a uygulanan ambargo süreci aşamalı bir süreç biçiminde gelişmekle birlikte, ABD ve AB ülkelerinin uygulamasıyla uluslar arası alanda son derece ağır ve geniş bir nitelikteydi. Nitekim BM kararlarıyla İran’a yaptırımların ve ambargonun uygulanması aşamasıyla İran’a uygulanan bu emperyalist baskı/am-
bargo daha büyük meşruiyete ulaşmakla birlikte, neredeyse dünya ölçeğinde bir ambargoyla karşılaşması süreci yaşandı…
İran’ın nükleer programı ve ambargo Belirtmek gerekir ki, en geniş ambargo yaptırımları İran’ın nükleer programı gerekçesiyle ya da bu bahaneyle uygulandı... İran’ın dünyada yaklaşık 100 milyar dolarlık varlığı donduruldu, İran Merkez Bankası’nın varlıklarına el konuldu, yabancı şirketlerin İran’a enerji yatırım yapması yasaklandı, petrol ihracı dünya pazarını kapsayacak ölçüde yasaklandı, silah, sanayi, tarım alanları ve akla gelebilir her alanda ambargolar İran’ı ekonomik anlamda bunaltıcı, siyasi anlamda tecrit gibi bir ağırlıkta uygulandı… İran’ın dünya ölçeğinde 100 milyar doları donduruldu, İran Merkez Bankası’nın varlıklarına el koyuldu, yabancı şirketlerin İran’a enerji yatırımları yasaklandı. Bu ambargo sürecinin İran’da ekonomik gelişmeden, özgürlüklerin gelişmesine kadar hemen her toplumsal gelişme dinamiğini baltaladığını söylemek sanırız anlaşılırdır. Dönemsel yumuşamalarla devam eden ambargoların 2004’te Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte İran’da nükleer çalışma ve üretimin yoğunlaşması emperyalistlerin dikkatini çekti. 2004 ile 2011 arası dö-
nem ambargoların daha da ağırlaşması ve hatta ABD ile İsrail’in İran’a savaş tehditleri yaptığı en keskin çatışma dönemlerindendi. Bütün bu dönem ambargosunu daha iyi anlamak için şu istatistiklere bakmak bile yeterlidir. İran’ın 2011’de günde 2,5 milyon varil olan petrol ihtiyacı yarı yarıya düştü ve 1,2 milyon dolara geriledi. Yaptırımlar nedeniyle uçak filosu eskidi, ülkede sık sık uçak kazaları meydana geldi. Motorlu taşıt üretimi de yüzde 50 azaldı. Üretim, yılda 1,6 milyon’dan 800 bine geriledi. Finansal kısıtlamalar nedeniyle tüm İranlıları yurtdışından para transferi yapamaz hale geldi… İran petrol zengini bir ülke olmakla birlikte sanayi/ekonomisi de esasta petrole dayalı bir ülkedir. Yukarıdaki tablo temel unsurlarda verilen boyutuyla bile İran’ın nasıl daralıp köreltildiğini anlatmaya yeterlidir. Ancak aynı tablo aynı zamanda İran’ın ambargonun kalkmasıyla birlikte nasıl bir gelişme dinamizmi ve ekonomik canlanmaya ulaşacağını, öte taraftan uluslar arası emperyalist tekeller için ne kadar iştah kabartıcı bir pazar olduğunu da gösteren bir tablodur. Varılan anlaşma ile İran’a nükleer enerji üretin hakkının tanınmış olduğuna da dikkat çekmekte fayda vardır… *** Bugün gelinen aşamada, yani 36 yıllık ağır ambargonun ardından uzun zamandır sürdürülen diplomatik görüşme
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
ve girişimler sonunda önemli bir anlaşmaya varıldı. Kısacası İran ile emperyalist beş artı bir(ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve Almanya) ülkeleri arasında İran’ın nükleer üretimi üzerine yürütülen uzun müzakerelerde anlaşmaya varılarak somut bir netice sağlandı. 14 Temmuz 2015 Temmuz’unda Viyana’da varılan anlaşmaya göre, İran, nükleer üretim çalışmalarını kısıtlı ve barışçıl amaçlar zeminde yapacağını taahhüt ederken, emperyalist ambargocu ilgili diğer muhataplar da İran’a uygulanan ambargonun kaldırılmasını kabul etti. Bu gelişmeyle İran ekonomiye girmesiyle birlikte petrol fiyatlarında belli bir düşüşün olması, en önemlisi de daha fazla zenginleşerek güçlenmesi beklenen İran’ın Ortadoğu’daki dengeleri de değiştireceği beklenmesi gereken gelişmelerdir. İran’ın dünya bankalarında dondurulmuş olan yüz milyar dolarlık varlığının serbest kalması, finansal yaptırımların kalkarak İran’ın dünya bankacılık sistemine girmesi, İran’la ticaret yapan ülkelerin önündeki engellerin-yasakların kalkmasıyla gelişecek olan ticari ilişkilerin ve yatırımların İran ekonomisini şahlandırması gibi gelişmeler İran’ın bundan sonraki konumunu belirlerken, aynı zamanda şimdiden İran’a giriş yapmaya çalışan uluslararası tekellere-firmalara bakıldığında da bu gelişmenin uzun zaman almayacağı da söylenebilir. Elbette bu gelişme madalyonun bir yüzüdür, öteki yüzü ise esasta tam olarak girilmemiş İran pazarının çok uluslu uluslararası tekelci sermaye tarafında talan edilmesi gerçeğidir. Ambargonun kalkmasıyla kısa vadede ciddi gelişmeler yaşayacak olan İran’ın uzun vadede emperyalist talanla çoraklaştırılacağı ve hatta siyasi bakımdan da İran’da daha rahat bulunma avantajıyla siyasi plan ve oyunların sahnelenmesi eskiye oranla çok daha olanaklı olacaktır. Kısa vadede kazanan İran’ın uzun vadede kaybetmesi tamamen mümkündür. Emperyalist dünya sistemi içinde veya bu ilişkiler içinde emperyalist haydutluğun kurbanı olmak İran açısından rastlantı olmayacaktır. İran nükleer görüşmelerde varılan anlaşma sonrasında adeta bir istila hamlesine uğradı. Gelişmesini de talan edilmesini de sağlayan bu süreç, şimdiden İran’ı çok uluslu emperyalist tekellerin ilgi odağı haline getirerek istilacı misafirlerin pazar kapma yarışına tanıklık yapmaktadır. Havacılık sektöründen, otomotiv, finans ve enerji sektörünün ve firmasının devasa tekelleri İran pazarından pay almak için sıraya girmiş durumdadır. Boeing, Shell, BP, Airbus, Credit Agricole, Societe Generale, BNP Paribas, BMW, Peugeot, Renault, Mercedes, Toyota, Citroen gibi firma ve sektörler mevcut durumda girişimde bulunanlardır. Hatta daha ilginci Erdoğan da İran pazarından pay kapmak için hesaplar yapmakta, anlaşmalar sağlamaktadır. Kapitalizmin tabiatı her yerde birdir. Elbette yanı başındaki pazarın iştahlarını kabartması komprador tekelci kapitalizmin tabiatı evrensel kapitalizmin tabiatıdır. Nitekim uçak filosunu yenilemek için harekete geçen İran, Airbus’tan 114 yolcu uçağı almaya hazırlanmaktadır. Ki bu adım hiç de boş değildir, bilakis varsayılan gelişmesinin somut ihtiyaçlarına dönüktür. Ancak öyle ya da böyle bu ihtiyaçlar uluslararası sermaye veya çok uluslu tekellerin İran’da boy gösterip talan etmelerine yol açacaktır. Diğer taraftan ambargonun kalkması İran’ın ekonomik gelişmeler yaşayarak güçlenmesini de tanıklık edecektir.
güncel haber
03
Tiranlar gladyatörleri sever; Spartaküsler hariç Milli maç ve benzeri şeyler üzerinden estirilen rüzgârlarla emekçi kesimleri ve ezilen ulusu kendine biat etmeye, ezen ulusun bir parçası olmaya zorlayan hâkim zihniyet cephesinde bu maç sonrası derin bir hazımsızlık yaşanmıştır. Ezilen ulus artık ulus olarak var olduğunu AZADÎ diyerek egemenlerin yüzüne çarpmıştır. Tiranlar birbirleri ile ölesiye mücadele eden ve onları eğlendiren piyonlar olarak gladyatörleri severken, arenada özgürlük diyen Spartaküslerden her zaman nefret edeceklerdir 31 Ocak’ta Bursa’da oynanan Bursa ve Amedspor maçının öncesinde ve sonrasında yaşananlar faşizmin çirkin yüzünü bir kez daha bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Tarih boyunca egemen sınıflar ezilenlerin algılarını yönetme ve öfkelerini farklı kanallara yönlendirmede zor aygıtları dışında araçlara da ihtiyaç duymuştur. Köleci Roma bunu gladyatör dövüşleri ile yapıyordu; 400 bin nüfuslu Roma’da 50 bin insanın sığabileceği kapasitede bir arena olan Colosseum inşa edilmesi oyunların sadece oyun olmadığını anlamak için yeterli olacaktır sanırım. Feodal Avrupa’da ise şövalye müsabakaları benzer bir işlev görmekteydi. Neredeyse 1500 yıl varlık göstererek insanlık tarihinin en uzun devlet yapısını sürdüren Bizans ise hemen hemen tüm şehirlerinde ilk iş olarak bir hipodrom inşa etmekteydi. Bu hipodromlarda yapılan at yarışlarına halkın katılımı sağlamak için ilk başlarda bedava erzak dağıtımı yapılmaktaydı.(Kömür ve makarnanın dağıtımın kimden miras kaldığı belli oluyor) Takımlar arabalarına bağladıkları kurdelelere göre ayrılmaktaydı. Maviler; soyluları, Yeşiller ise; orta ve alt sınıfları temsil etmekteydi. Kapitalizm çağı ile birlikte arena ve hipodromların yerini stadyumlar, gladyatör ve yarış arabalarının yerini ise futbol takımları almaktaydı. Yaygın bir hikâye olan Portekiz diktatörü Salazar’ın “İktidarınızı neye borçlusunuz” sorusuna vermiş olduğu: “3F; Futbol, Fado, Fiesta” yanıtı kapitalizm ve futbol arasındaki bağın itirafıydı bir anlamda. Hayatlarını makinenin bir parçası olarak anlamsızca geçiren milyonların yaşamına, sistemin işleyişine karşıt eğilimleri baskılayacak bir amaç katmak futbol endüstrisini kapitalizmin bir parçası haline getirmiştir. Bir kapitalist için günde 12 saat çalışıp sefil bir ücret alan işçinin tüm düşün dünyasının tuttuğu takımın yapacağı transfer ve maçlar olmasından daha güzel ne olabilir ki? Ezilenlere empoze edilen bu kur-
gusal amaçlar dönem dönem esas işlevinden farklı bir biçime bürünebilmektedir. Gezi Ayaklanması sonrası Türkiye’de yaşanan tam olarak buydu. Zorba iktidara karşı sokağa taşan halkın önlenemez isyanı stadyumları da etkisi altına almıştı. Maçlarda yapılan protesto eylemlerinden kaynaklı artık TV kanalları ses yayınını durdurmak zorunda kalmıştı. AKP bu protestoları ve iktidar karşıtı politikleşme mecrasını futbol endüstrisinin gelirleri büyük oranda kaybetmesini göze alarak Passolig uygulaması ile yok etmeye çalıştı. Seyircisiz maçlar dönemi de böylece başlamış oluyordu. Borsa da hisse senetleri olan milyon dolarlık rakamlarla transferler yapan bir endüstri egemenlerin çıkarına hizmet ettiği sürece önemlidir gerçeği bir kez daha tüm açıklığıyla görülmekteydi. 1 Kasım seçimleri sonrasında Kürtlerin desteği olmadan başkan olamayacağını anlayan ve bu desteği asla alamayacağını görüp savaşimha konsepti ile Kuzey-Kürdistan şehirlerinde bir soykırım başlatan AKP’nin faşizan ideolojisi ile Kürt direnişi bir futbol maçında karşı karşıya geliyordu. Kendine iltifat etmeyen her davranışı hakaret olarak algılayan egemen ulus kibri, ezilen ulusun futbol takımının kazanma iddiasını kabul edilemez görmekteydi. Maç öncesi faşist holigan gruplar nefret dili ile militarist propagandaya başlarken, futbol federasyonu güvenlik gerekçesi ile Amedspor’a seyircisiz oynamayı dayatıyordu. Hitler’in Berlin Olimpiyatları’ndaki üstün alman ırkı şovuna benzer bir gösteri BursaAmed maçı içinde titizlikle kurgulanıyordu. ‘Türkün gücü her mecrada ezilen ulusa gösterilmeliydi.” Ve fakat tıpkı Berlin Olimpiyatları’nda siyah atletlerin üstün Alman ırkı zırvalıklarını paçavra edip Hitler’in propaganda zemini çökertmesi gibi Amedspor da kazandığı galibiyetle ezen ulus kibrini çöpe atıyordu. Kürtler ve demokrat kesimler tarafından sevinçle karşılanan bu yengi sonrası futbol federasyonu Amedspor oyuncusu Deniz Naki’ye 12 maç sahaya çıkmama ve 19.500 TL para cezası veriyordu. Milli maç vb. şeyler üzerinden estirilen rüzgârlarla emekçi kesimleri ve ezilen ulusu kendine biat etmeye, ezen ulusun bir parçası olmaya zorlayan hâkim zihniyet cephesinde bu maç sonrası derin bir hazımsızlık yaşanmıştır. Ezilen ulus artık ulus olarak var olduğunu AZADÎ diyerek egemenlerin yüzüne çarpmıştır. Tiranlar birbirleri ile ölesiye mücadele eden ve onları eğlendiren piyonlar olarak gladyatörleri severken, arenada özgürlük diyen Spartaküslerden her zaman nefret edeceklerdir.
04
güncel haber
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
Arınç klasiği ve derin çatlağın izdüşümleri
Ezilen halklar gibi, zamanında AKP’yi kurmuş, emek vermiş ve en azından belli bir AKP tabanı da bu gidişattan memnun kalmayarak yeni arayışlara giriyor. Gül, Arınç, Çelik, Ergün, Ergin, Suat Kılıç gibi bir dizi eski AKP kurucusu, bakanı, vekili ve üyesi isimlerin hızlanan hareketliliği tam da bunun ifadesidir. Bu isimlerin mevcut sayısal durumda bile AKP’den önemli bir kesimi koparabilecek güçte olduklarını söylemek yanlış olmaz. Eğer bu kesim burjuva açıdan da olsa bir parça kararlı durursa, Erdoğan’ın işi zordur. Ki, Kürt Ulusal Hareketi’nin kararlı pratik çizgisi veya mevcut duruşu Erdoğan’ı tarihe gömme potansiyeli ve enerjisi taşıyarak Erdoğan’a tehlike sinyalleri vermiş durumdadır. Erdoğan, geniş taban ve toplumsal kesimler ile birlikte iç muhalefeti de, geliştirdiği saldırganlıkla ve sorunlara millilik kılıfı geçirerek manipüle edip kontrolde tutmayı hedeflese de bu paslı silah artık çalışmaz-iş görmez durumdadır Meclis başkanı, bakan, başbakan yardımcısı görevlerinde bulunup “ağlayan bakan”
namı kazanan Bülent Arınç AKP içinde “Erdoğan karşıtı” “çatlak ses” ya da “parazit yapan” rolünde oynamakla birlikte aynı zamanda iyi bir düğme ilikleyicisi olarak Erdoğan kutsayıcılarının başında gelmektedir. Ünlü U dönüşleriyle usta bir çarkçı olduğunu kanıtlamış, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ile restleşmesinde trajik bir duruma düşmüş siyasi bir sima olduğu yakinen bilinmektedir. Görünen ve yansıtılana göre görüş hâsıl eden geniş kitlelerce, Erdoğan gibi despotik faşist bir diktatöre karşı “eleştiri cesaretinde” bulunan biri olarak bir parça kitlelerin takdirini almış olduğunu söylemek de mümkün, Arınç için… Yukarıdaki tarifiyle kamuoyunun alışkın olduğu Arınç portresi bir kez daha “sıra dışı” çıkış yaparak sıra dışı olmayan “Arınç klasiği” repliğini sahneledi. Eğer bir tekerrürden söz edilirse, Arınç’ın yeni eleştiri ve açıklamaları birer “Arınç Klasiği” olarak anlamlandırılabilir. Ne var ki, bu seferki eleştiri repliği ya da tavrı daha öncekilere göre daha tutarlı görünmektedir. Arınç’ın Erdoğan’ı alenen hedef alarak, “Dolmabahçe Mutabakatı’ndan” haberi olduğunu ileri sürüp Erdoğan’ın sebebi bilinen saldırganlığını kılıflama çabalarına kendi cephesinden darbe vurmuş olması ve gerçeği itiraf etmiş olması, Erdoğan’ın yanıtına karşı geri adım atmadan söylediklerinin arkasında durması, bu tavrının eski tavırlarına göre daha tutarlı olduğuna işarettir. Bu eleştirilerini anlamlı kılan veya perçinleyen yaklaşımlarının devamı olarak, “savaş ve çatışmaların durdurularak çözüm sürecine dönülmesi” gerektiği ve bu “süreçte Öcalan’ın olduğunu-olması gerektiğini”,
“HDP’nin güçlendirilmesi gerektiğini” açıklaması ya da söylemesi de aynı tutarlılık zemininde değerlendirilebilir. Arınç’ın bu seferki tavrının daha tutarlı olması, AKP geleneği içinde yaşanan çelişki ve çatlakların dışa yansıyan boyutuyla saklanamayacak kadar derinleşmiş olmasından da destek bulmaktadır. Yansıyan gerçekler bu cenahta bu grubun oluştuğuna işaret etmektedir. Bu, Arınç’ın Erdoğan’a dönük ilgili eleştiri ve açıklamalarını sosyal medya üzerinden destekleyenpaylaşan simalarla önemli ipuçları vermektedir. Grubun hepsi olmasa da, basına yansıyan isimler ve bu isimlerin aynı bölgede bürolar açarak izlene yoğunlaşması ciddi bir çalışmanın ve grup faaliyetinin güçlü delilleridir. Nitekim son olarak Abdullah Gül’ün Erdoğan’la görüşmesi ve bu görüşmenin akabinde, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin, Suat Kılıç ve Nihat Ergün gibi isimlerin Arınç’ın evinde 4 saat süren bir görüşmetoplantı yapması durumu daha da belirgin hale getirdi… Elbette grup çalışması ekseninde değerlendirdiğimiz bu durum kesin bir yargı değildir. Fakat mevcut emarelerin desteklediği bir olasılıktır. Erdoğan/AKP iktidarının karşı karşıya olduğu gerçekler temelinde bu olasılık tamamen mümkündür de…
Arınç’ın AKP savunuculuğu ve Erdoğan karşıtlığı Arınç’ın eleştiri ve demecinde dikkat çeken bir husus da, geliştirdiği eleştiri ve tavırda AKP’nin hedef alınmayıp, daha çok Erdoğan ve ekibinin hedef alınmasıdır. Ki bu tutumun önemi; ilgili grubun AKP içinde çalışma yürüterek güç olma ve AKP’yi
ele geçirme, bu mümkün olmadığında ise AKP’den ciddi bir parça kopararak alternatif oluşuma güçlü biçimde gitme gayesinde yatmaktadır. Bu grubun, Erdoğan despotunun dikte ettiği ve ekibi aracılığıyla avucunda tuttuğu AKP’yi ele geçirme şansı zayıf olduğundan, çalışmasını daha çok parça kopararak ayrı bir oluşuma gitme hedefi biçiminde yürüyeceğini söylemek yanlış olmaz. Ayrı bir yapı yorumuna gitmenin yeterli emareleri vardır. Grup olma-grup şeklinde hareket etme gerçekliği bir realitedir. Arınç’ın yaptığı açıklamalar da ortadadır. Bu açıklamaların yapılmasının ve zamanlamasının da bir gerekçesi olmalıdır. Yapılan açıklamaların ve grup tavrının yansımasının anlamsız olmadığı açıktır. Açıklamaların öylesine yapıldığını, sıradan ve anlamsız açıklamalar olduğunu, gündeme gelmesinin bir şey ifade etmediğini söylemek pek mümkün değil. O halde sebepli açıklamalar ve anlamlı grupsal tavırları yok saymak gerçeğe gözlerimizi kapamak iken, bu gelişmelerin ayrı bir yapılanma sinyali verdiğini söylemek de yanlış olmaz… Yaşanan gelişmelerin sıradan olmadığı, bilakis takip edilmeye değer olduğu her bakımdan açıktır. Yoğunlaşmakla birlikte daha da alenileşen bu gelişmelerin amaçsız-hedefsiz olduğu da düşünülemez. Bu görüşmeler trafiğiyle alenileşen grup varlığı ve faaliyetleri Erdoğan/AKP üzerine baskı kurmayı hedeflemesi mümkün. Ancak baskı kurmanın ötesine geçen bir performans olduğu da inkâr edilemez. Gül’ün Erdoğan’la görüşmesi, muhtemelen atacakları adım ya da girişecekleri çalışmalar ile ilgili bir görüşmedir ki, bu görüşmeyle, “Erdoğan’ı uyar-
05
dık, ondan gizli hareket etmedik veya gizli çalışma yürütmedik” mesajı verilerek AKP tabanından ve Erdoğan’dan gelecek tepkileri kırmak hedeflenmiş olabilir. Ya da Erdoğan ile görüşerek, kendi taleplerini iletip uzlaşma arayışını sürdürmüş olmaları ve talepleri kabul edilmediği takdirde ayrı yapılanmaya gitme veya ayrı hareket edeceklerini açıklayarak bu adımları atmaya başlamalarını bildirmeleri bir başka olasılıktır. Bu grubun arasındaki görüşmeden sonra Arınç’ın imalarda bulunan açıklaması, Erdoğan’dan yanıt beklediklerini-bekleyeceklerini çağrıştırmaktadır.
Çanlar Erdoğan ve şürekâsı için çalıyor Erdoğan/AKP üzerinde basın oluşturmanın ötesinde, AKP içinde güç ve etkin olma(ki, Erdoğan’ın varlığında bu pek mümkün değildir) ya da ayrı bir yapılanmaya gitme eğilimi belirmektedir. Ki, mevcut görünenlerden ve Erdoğan’ın AKP üzerindeki mutlak tayin ediciliği düşünüldüğünde ayrı bir yapılanmaya gitmeleri esas eğilim olarak öne çıkmaktadır. Erdoğan tek adam sevdasıyla kendi cenahı içinde de çizmeyi aştı. Dahası, mevcut gidişatla kendisinden sonra AKP’den eser kalmayacak bir rota izliyor ki, bu durumu AKP cenahı ve özelliklede bahsi geçen belli simaların bunu kabul etmesi elbette zordur. Dolayısıyla miadını dolduran AKP sürecinin yenilenmesi ve kredisini hoyratça kullanan Erdoğan’ın da aşılması bir zorunluluk olarak bu simaların önüne çıkmıştır. Erdoğan’ın, ‘saltanatımı bırakmam’ şeklinde verdiği mesaja bakılırsa Gül-Arınç grubunun yol ayrımına geldiği anlaşılmaktadır. Bütün gelişmelerin bağı kurulduğunda Arınç’ın son çıkışının geleneksel ve rutin “Arınç klasiği” tutumunu aşan bir eğilime işaret etmektedir. Bu toplum, yaşanan vahşet ve zulüm şartlarından sonra ne Erdoğan’ı ne de AKP’yi daha fazla kaldıramaz, kaldırmamalı, kaldırmayacaktır. Tersini tasavvur etmek yanılgı olmakla birlikte, toplumu aşağılamak olur. Ezilen halklar gibi, zamanında AKP’yi kurmuş, emek vermiş ve en azından belli bir AKP tabanı da bu gidişattan memnun kalmayarak yeni arayışlara giriyor. Gül, Arınç, Çelik, Ergün, Ergin, Suat Kılıç gibi bir dizi eski AKP kurucusu, bakanı, vekili ve üyesi isimlerin hızlanan hareketliliği tam da bunun ifadesidir. Bu isimlerin mevcut sayısal durumda bile AKP’den önemli bir kesimi koparabilecek güçte olduklarını söylemek yanlış olmaz. Eğer bu kesim burjuva açıdan da olsa bir parça kararlı durursa, Erdoğan’ın işi zordur. Ki, Kürt Ulusal Hareketi’nin kararlı pratik çizgisi veya mevcut duruşu Erdoğan’ı tarihe gömme potansiyeli ve enerjisi taşıyarak Erdoğan’a tehlike sinyalleri vermiş durumdadır. Erdoğan, geniş taban ve toplumsal kesimler ile birlikte iç muhalefeti de, geliştirdiği saldırganlıkla ve sorunlara millilik kılıfı geçirerek manipüle edip kontrolde tutmayı hedeflese de bu paslı silah artık çalışmaz-iş görmez durumdadır.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
BODRUMDAKİ YARALILARI KATLEDEN ERDOĞAN/AKP İKTİDARI MI YOKSA “DERİN DEVLET” Mİ?
A
sker-polis ve tüm katliam mangalarının Cizîr’de binaların bodrumlarında mahsur kalan yaralıların katledilmesine dönük sergilediği insanlık dışı imha-infaz eksenli cani tavır, bu katliamcı güçlerin devlet yetkililerinin verdiği talimatları tanımadığı şeklinde değerlendirilip; derin devletin devreye girdiği ve dolayısıyla fiilen Erdoğan/AKP iktidarı dışında hareket ettiği veya ona rağmen yaralılara yardım edilmesini engelleyip bu yaralıları infaz ve katletme amacıyla hareket ettikleri şeklinde yorumlanmakta, buna benzer yorumlar yapılmaktadır. Kısacası söylenen şu: “Derin devlet devreye girdi münferit-şahsi davranıyor, iktidarınhükümetin(Erdoğan-AKP’nin) talimatlarını tanımıyor!” Bu açıklama ve söylemler ya siyasi saflıktır ya da gerçektir. Yani ya siyasi saflığın ürünüdür ya da bir doğruyu-gerçekliği ifade etmektedir. Eğer bu söylenenler doğruyu-gerçeği ifade ediyorsa; Erdoğan/AKP iktidarının işi bitmiş, derin devlet inisiyatifi ele geçirerek bu iktidarın ipini de çekmiş, çekecek demektir. Yok eğer bu açıklamalar siyasi saflığın ürünü ise; bu saflık objektif olarak Erdoğan/AKP güruhunu aklamaktadır, aklamaya hizmet etmektedir. Bu iki olasılığı mütalaa ve münakaşa etme anlamında hemen söyleyelim ki, gerçekleştirilen katliamlar topyekun savaş konsepti temelinde bizzat Erdoğan/AKP iktidarı tarafından kararlaştırılıp devreye sokulan katliamlardır. Süreç doğrudan Erdoğan’ın tek adam sultasına dayalı olarak ve kişisel hırslarının katkıda bulunduğu bilinen hedef ve amaçlar güdümünde bilinçli olarak planlanmış olup; Kürt ulusunun iradesini kırıp ezerek teslim alınmasına, aynı zamanda tüm toplumsal demokratik muhalefeti faşist terörle sindirmeyi amaçlayan bir saldırganlık sürecidir… Dolayısıyla yaşanan her katliam, her vahşet, her politika adım adım bizzat Erdoğan ve ekibi tarafından planlanmış, hesaplanmış ve devreye sokularak uygulanmış-uygulanmaktadır. Burada başka sorumlular aramak siyasi olarak kafa karışıklığına düşmektir. Katliam ve tüm vahşeti genel devlet ve iktidar politikası olmaktan çıkarıp münferit gösteren ya da belli illegal güçlere yıkan anlayış son derece hatalı bir yaklaşımdır. Sorun kötü niyetli birilerinin, fırsatçıların, devlet veya iktidardan bağımsız kafatasçı unsurların özel davranışı ya da uygulaması olarak ortaya konulamaz. Bilakis hamile kadından karnındaki cenine, bebek ve çocuklardan yaşlılara, tanklatopla yıkılan kentlerden viran edilen yaşama ve nihayet yardıma muhtaç yaralılara uygulanan işkence ve alçakça katliamlara kadar her gelişmenin sorumlusu ve organizatörü; Erdoğan/AKP güruhudur! Özcesi, yaralılara dönük ısrarla ve alçakça planlarla yürütülen insanlık dışı uygulama ve nihayetinde gerçekleştirilen canice katliam, hiş şüphe yok ki, doğrudan Erdoğan ve ekibinin talimatıyla yürütülüp gerçekleştirilmektedir. Katliam mangalarını Erdoğan/AKP iktidarından bağımsız telakki etmek, bu katliam mangalarının iktidarın talimatlarını dinlemediğini ileri sürmek gerçek dışı olup politik saflıktır. Verilip de dinlenmediğine tanıklık yapılan o talimatların ikiyüzlü burjuva politika olduğu anla-
şılmak, görülmek durumundadır. Heyetlerin, vekillerin vb. yüzüne karşı yaralıları alın talimatı verenlerin perde arkasında “öldürün” talimatı verdiklerinden emin olunmalıdır. Dolayısıyla bu basit burjuva oyun ve hilelere itibar edilmemelidir. Bu yanılgı iktidarı suçları karşısında objektif olarak aklayan sonuçlara çıkarak gerçekleri ters yüz etmeye yol açmaktadır. “İyi polis kötü polis” oyunu bayat burjuva oyun olarak ipliği pazara çıkandır. Özyönetim direniş alanlarında en ağır ve canavarca katliamları gerçekleştiren ölüm mangalarının yaşlı insanların koluna girip yardım etme pozları vermelerindeki sahtekârlık ve ikiyüzlülük ne ise, verildiği ve dinlenmediği söylenen talimatları verenlerin tavırları da en az o kadar ikiyüzlüdür. İktidarın “yaralılara yardım edin, bulundukları yerden alın” talimatı verdiğine ve verilen talimatların yerine getirilmeyip tersinin yapıldığına inanmak saflıktır. Erdoğan’ın tek adam sultasında talimat dinlemeyen bir memurun asla memur kalamayacağı bilinmelidir. Erdoğan despotizmi altında talimat dinlemeyen bir tek memur, görevli ve cellâttan söz etmek mümkün değildir. Şüpheye yer yok ki, Erdoğan “derin devletini” zaten teşkilatlandırmış durumdadır. Gülen cemaati bu konuda önemli görev yürütürken, cemaatin “tasfiye edilmesinden” sonra Erdoğan’ın kendi özel ekibini kurmak vasıtasıyla devletin ilgili kurumlarını bunlar üzerinden örgütlediği, elinde tutup kirli ve illegal işlerinde kullandığı her bakımdan açıktır. Şayet “derin devletten” kasıt eski Ergenekoncu-Perinçekçi milliyetçi generaller ise, bu kafatasçıların Erdoğan’la anlaştıkları ve esasta da anlaşmalar kapsamında, özellikle de Kürt düşmanlığı müşterekinde Erdoğan sultasına entegre oldukları açıktır. Dolayısıyla, Erdoğan ile “derin devleti” birbirinden ayırmak büyük bir yanılgı ve politik hatadır. “Derin devlet” denen şey aslında burjuva gerici devletlerin olmazsa olmaz örgütlenmesidir. Bu anlamdaki “derin devlet” her devlette ve her iktidar döneminde mutlak biçimde vardır. Bugün de vardır. Bu anlamda Erdoğan/AKP iktidarını “derin devletten” bağımsız göstermek, bu iki olguyu farklı ve karşıt şeylermiş gibi göstermek su katılmamış saflıkta yanılgıdır. Hangi devletin veya gerici devlette hangi dönem “derin devlet” örgütlenmesinin olmadığı savunulabilir? Savunulamaz, zira “derin devlet” denen örgütlenme biçimi devletin-hâkim sınıfların stratejik değişmez örgütlenmesidir. Kavram olarak “derin devlet” söyleminin üretilmesi ise, tamamen devletin aklanması veya kirli ve yaşa dışı yüzünü gizleyerek aklaması girişiminden ibarettir. HDP bu konularda daha dikkatli ve uyanık olmak durumundadır. Erdoğan/AKP iktidarı son açıklamalarında HDP’yi muhatap almaya dönük mesajlar vererek HDP’nin katliamlar karşısındaki tutarlı duruşunu ve katliamları teşhir ederek kamuoyuna taşıma tavrını iktidar lehine yumuşatmaya çalışıyor. Bu açıklamalarıyla HDP’nin iktidar ve katliamları karşısında daha “makul” eleştirilerde bulunmasının mesajını vererek, onun tutarlı tavrını kırmaya çalışıyor. HDP bu burjuva politikaya prim vermeden, tutarlı duruş ve tavrını sürdürmeli, iktidarın istediği gibi kendilerince “kabul edilir” dil ve eleştiri gerilemesine düşmemelidir.
06 haber analiz
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
PYD-YPG’nin Azez hamlesi ve “TC”nin askeri işgal çığırtkanlığı sormak lazım: Senin ne işin var Suriye’de? Şu anda adeta işgalcisin. Sen devlet terörü estiren bir kişiyle beraber hareket ediyorsun… Kaldı ki orada bizim soydaşlarımız da var. Ey Rusya, senin burada sınırın mı var, Soydaşların mı? var... Neymiş Esad çağırmış.” açıklaması, hem bir telaşın dışavurumudur hem de hiddetle maskelenen hiddettir. Stratejik yönelim sürece hazırlıktır dedi diktatör Erdoğan. Tarafların hazırlığı, Suriye’ye askeri bir işgal hareketinin verilerini güçlendiriyor. Suudi Arabistan’ın başını çektiği körfez ülkeleri askeri hazırlık yaparken, İran Rusya ile birlikte, Esad rejimine alan açıyor, Esad rejimi üzerinden çıkarlarını kurumsallaştırıyor. Durum hızla karşılıklı blokların savaşına doğru gidiyor. Lakin bölgede stratejik olarak konumlanan emperyalist güçler için, savaş bir ihtiyaç hali almıştır. Hangi neden ve hangi ülke üzerinden bunun patlatılacağı, bu rolü hangi saldırganlığın alacağı, tamamıyla çatışmalı pratik sürecin vereceği karardır. Emperyal güçlerin savaşı, emperyalist blokların ana aktörleri üzerinden olmuyor. Bölgesel devletler üzerinden şekillenecek savaş, pratik gelişmelerle güçlü bir ihtimal durumu almıştır. Faşist “TC” de bu duruma göre hazırlanmaktadır. Zamanında müdahale etmeme durumunda, bölgesel çıkarlarının ağır faturalar ödeyeceğini düşünen AKP-Erdoğan gericiliği, Suriye’ye askeri müdahale için, hem tehdit hem fiili durum ve hem de hukuki gerekçeler yaratmaya çalışmaktadır.
Emperyalist bölge politikalarına ve gerici savaş çığırtkanlığına, her türlü işgale karşı, Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden ezilen halkların, bağımsızlığını ve kendi kurtuluşlarını sağlayacak devrimci-komünist örgütlü iradenin bayrağında sürece tavır almaları, gericiliklerin yaratmak istediği kanlı girdapta, bağnaz gericilikleri boğacaktır. Faşist egemenlik, kanlı bir oyun tezgâhlamaktadır. Kuzey Kürdistan’dan Rojava Kürdistan’ına, mazlum Kürt ulusunu katletmek, Suriye sahasında gerici emellerini gerçekleştirmek için, askeri işgal planlarını yapmak, ezilen halklar ve mazlum uluslar için bir tercih sorunu değildir. Bu gerici siyasete devrimci savaşla karşı durmak, Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halklarının tek tercihidir Cenevre 3 Görüşmeleri’nde, PYD-YPG’nin görüşmelerin dışında tutulması, Suriye Demokratik Güçleri’nin bunun üzerine şekillenen tavrı ve El-Nusra, Ahrar el-Şam, İslam Ordusu, Cephe el Şemiye gibi gerici cihadist “muhalefetin” Esad rejimi ile emperyalist “siyasal çözüm” projesi altında masa başında buluşturulma çabaları, ilk hamlede sonuçsuz kalmıştı. “TC”, Arabistan ve Katar gerici egemenliklerinin, gerici “muhalefet” üzerinden gündemleşen Kürtleri uluslararası terörist statüsünde kabul ettirme ve ateşkes şartı nedeniyle tıkanan görüşmeler, Şubat’ın 25’ine ertelendi. Bu ertelenmenin politik sonucu açıktır. Savaş sahasında karşılıklı “yeni” hamlelerle, diplomatik alanda güçlerin birbirlerine sağlayamadığı üstünlüğün “dinamiklerini” oluşturmak. Çok kısa zamanda yaşanan gelişmeler, bu durumun açıktan ilanı niteliğinde oldu. Görüşmelerin tıkanmasından hemen bir gün sonra, Suudi Krallığı yöneticilerinin, “kara gücüyle Suriye’ye girme” önerisi, Erdoğan’ın Ekvator’da “gereken güvenlik önlemlerini alma” çıkışı, savaş borazanlarının tiz sesi olarak yükseldi. Akabinde, Suudi Arabistan’ın “TC”deki askeri üslerde keşif çalışması yapması, Suudi uçaklarının İncirlik’te konuşlandırılacak olması, Türk ve Suudi Arabistan gerici egemenlerinin, bugüne kadar var olan ortak hareketine, Suriye’ye askeri bir müdahaleyi ekleye-
ceklerinin sinyalleri oldu. Suriye’de ve Ortadoğu’daki gerici işgalci güçlerin blok cephesinde bu gelişmeler yaşanırken, diğer gerici blok olan Rusya, Esad, İran ittifakından da önemli hamleler geldi. Lazkiye’nin kuzeyinden “TC” sınırına kadar, geniş bir alanı denetim altına alan Esad, Rusya ve İran güçleri, Halep’i kuşatmak için en etkili hamlelerini yapıyordu. Suriye’deki emperyalist paylaşım müdahalesinde, gerici çıkarlarını inşa etmek için, cihadist-gerici bağnaz Sünni-Arapİslam ideolojisi üzerinden şekillenen çeteler vasıtasıyla, savaş sahasında boy gösteren, “TC”, Suudi Arabistan ve Katar egemenlikleri, (ABD-AB emperyalist bloku bu körfez ülkeleriyle stratejik ilişkilerle ittifak halindedir. Bu bağlamda yapılan hamleler ve savaş sahasında yaşanan stratejik politik başarısızlıklar, bu emperyalist bloku da ilgilendirmektedir) Rusya ve Esad rejiminin kuzeyde “muhaliflerden” aldığı yerler ve Suriye Demokratik Güçleri’nin öncü gücü YPG’nin bu bileşenle denetimi altına aldığı yerleşim yerleri neticesinde, elde etmek istedikleri hamle üstünlüğünü başaramadılar. AKP-Erdoğan selefi diktatörlüğü tarafından, yeni “göç” dalgasının bahane edilerek, Halep-“TC” koridorunun açılması çabası, tamamıyla bu pratik gelişmenin, Türk hâkim sınıfları siyaseti özgülün-
de yarattığı sıkışmışlıkla alakalıdır. Bütün askeri-politik yatırımını, Esad rejimini tasfiye edip, Cihadist “muhalefetin” iktidar yapılması, Erdoğan’ın bir Cuma namazını Emevi Camii’nde kılması ve PYD-YPG iradesindeki Rojava devriminin ezilmesi üzerine kuran Faşist Türk egemenlik sistemi, bu gelişmeler üzerine iyice manevra alanını yitirmiş oldu. “TC” ile Halep arasındaki koridorun Rusya ve Esad güçleri tarafından kuşatılması, Fırat’ın batı yakasında Türk hâkim gericiliğinin “kırmızı çizgilerini” anlamsızlaştıran PYD-YPG’nin Kobanê-Afrin hattını birleştirme hamlesi, Erdoğan-AKP hanedanlığını iyice telaşa sürüklemiş durumdadır. Her siyasal-diplomatik görüşme trafiğinin ardından, süreç ağır savaş koşullarına dönüşmektedir. Cenevre 3 Görüşmeleri’nden sonra da, emperyalist ve bölgesel gericilikler aynı ağır savaş durumunu icra etmişlerdir. Karşılıklı yapılan hazırlıklar ve yapılan askeri operasyonlar, Suriye ve Ortadoğu’da, çatışmaların derinleşeceğini söylemektedir.
“Kırmızı çizgilerin” iflası, hiddetin dozuyla maskelenen telaşı büyütüyor Latin Amerika gezisinden dönen selefi diktatör Erdoğan’ın, “Aslında Rusya’ya
AKP-Erdoğan faşizminin “tehdit” gerekçesi olarak PYD-YPG Faşist “TC”nin Hitler’in selef-i salihi aktörü Erdoğan-AKP hükümetinin esas sorunu, ne bölgeye açık askeri müdahale eden Rusya ve ABD gibi emperyalist güçler ne de IŞİD gibi cihadist örgütler. Bölgenin paylaşımında, ittifak ve gerici dalaş ekseninde bu güçlerle konjonktürel olarak “uzlaşmakta” veya “çatışmaktadır.” Emperyalist hegemonyaya biat ederek, dönemsel gelişmelere göre bunu zaten yapmaktadır. Türk hâkim sınıfları açısından esas imha edilmesi gereken güç; Rojava Kürdistan’ı ve önderliği PYD-YPG’dir. Uykularını kaçıran kâbus, inkâr ve imha hayallerini süsleyen pembe rüya budur. Rojava’da Kürtlerin kendi yönetimleriyle somut statü kazanması, Türk faşizminin inkâr ve imha siyaseti için tarihten beslenen “kırmızı çizgi”dir. Siyasal gelişmeler, Türk hâkim gericiliğini, bu “kırmızı çizgisi”yle kendi gerici dünyasına mahkûm etti. Fırat’ın batı yakasına ilan edilen “kırmızı çizgiler” de PYD-YPG tarafından hükümsüz kılınınca, Türk gerici egemenliği, “sınır boylarımıza tehdit unsurlarına müdahale etmeyi”, “yeni” bir “kırmızı çizgi” olarak ilan etti. ABD ve Rusya başta olmak üzere, PYD-YPG’yi, konjonktürel emper-
07
yalist çıkarlarından kaynaklı, “terörist” görmemeleri, sürecin “dengelerine” farklı bir boyut kazandırmıştır. PYD-YPG özellikle IŞİD ile mücadelesinden dolayı, uluslararası halklar nazarında prestij kazanırken, Türk hakim sınıflarının diktatör temsilcileri, uluslararası alanda lanetlenmektedir. Son Latin ülkeleri ziyaretinde, gittiği her ülkede, özellikle Kürt ulusuna karşı geliştirdiği düşmanlık yüzünden lanetlenen Erdoğan, bu durumun açık örneği. Bu da sürece dair sürdürülen ilerici ve gerici siyaset açısından başka bir siyasal sonuçtur. AKP-Erdoğan hükümranlığı, Rojava işgali üzerine şekillenen savaş kararını hep diri tuttu. Bu kanlı mecra, bölgedeki PYDYPG’nin duruşu karşısında iflas etse de, (emperyalistlerin çıkarlarına göre duruşu da bu mecradaki iflasta rol oynamıştır), Kürtleri yok etme üzerine şekillenen kanlı planlarından vazgeçmedi. Şimdi YPG’nin Efrin ve Minbiç tarafından, Azez ve Cerablus’a yönelmesi, El-Nusra ve Ahrar el-Şam’ın elindeki Maranaz ve Minih köylerinin, Minih’teki askeri havaalanının alınması, Ankara’nın “yeni” bir sömürgecilik savaşının tamtamlarını çalmasına vesile oldu. Bu işgal planının özü şudur: Kuzey Kürdistan’da sürdürdüğü soykırımcı savaşı, Rojava’ya taşımak istiyor. Bu ana hedef, bölgedeki birçok çıkarlarla birleştirilerek, fiili askeri müdahale için “hukuksal” zemin haline getirilmek isteniyor. Tüm bu gelişmeler sonucunda, bölge siyasetinde manevra alanı daralan Türk hâkim gericilinin, Suudi Arabistan’la birlikte askeri bir işgale kalkışması, ihtimal dışı bir durum değildir. Mevcut konsept ve Suriye’de emperyalist gericiliklerin dönemsel siyaseti ele alındığında, ABD ve AB’nin, bu duruma sesli onay vermesi zor. Ama karşılıklı çatışmalar ve Rakka operasyonunda, “TC” ve Suudi Arabistan’ın önü sessiz durularak açılabilir. Sürecin, ABD, AB, “TC”, Suudi Arabistan, Katar gerici egemenliklerinin cephesini bölgeye sürmesi ihtimal dâhilindedir. Ki askeri hazırlıklarla, Suudi Arabistan Türk hâkim gericiliği ile “ortak koordine” ile hareket etmeyi deklare etmiş durumdadır. Özellikle ABD-AB’nin bölgedeki gerici aktörlerinin atacağı bu adım ekseninde, efendilerini yanına çekmeleri, her zaman bir olasılıktır. Türk hâkim gericiliği, olasılık dâhilinde olan ferdi bir yönelim yerine, bazı adımlarla efendilerinin desteğini yanına alarak, askeri işgali gerçekleştirmek istemektedir. AB’yi mültecileri salarız tehdidiyle baskı altına alarak, NATO gücünü bölgede konumlandırmak ve YPG’nin Azez’e yürüyüşünü NATO ülkesinin maruz kaldığı tehdit maddesi üzerinden NATO güçleriyle işgali gerçekleştirmek esasta Türk egemenlerinin asıl yaratmak istedikleri sonuçtur. ABD’yi de fiili bir askeri güçle “tercihe” zorlamak, mevcutta Türk egemenliğinin bir başka manevrasıdır. Bütün bu karşılıklı didişmeler içinde, faşist Türk askeri güçleri tarafından, El-Nusra ve Ahrar el-Şam gibi cihadist örgütlerin elinden, Ceyş El Suwar (Devrimciler Ordusu, Demokratik Suriye Güçleri’nin bileşenidir) tarafından alınan Maranaz ve Mınıh köylerinin, obüs toplarıyla vurulması, askeri işgal provası ve ABD başta olmak üzere gerici müttefiklerini fiili bir duruma zorlama çabasıdır. Suriye ve Ortadoğu’da süreç, gerici emperyalist güçlerin bölgesel aktörleri üzerinden, gerici ve kirli bir savaşın derinleşmesi lehine gelişmektedir. Suriye’de planlanan “geçiş” dönemi, nispi bir askeri çatışmasızlık süreci yaratsa dahi(ki bu bir olasılıktır), emperyalist ve bölgesel gericilikler arasında derinleşecek çatışma ve savaş esas tehlikedir. Bu bölge ezilen halkları ve mazlum uluslar için ağır yıkım ve katliamlar anlamına gelmektedir. Emperyalist bölge politikalarına ve gerici savaş çığırtkanlığına, her türlü işgale karşı, Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden ezilen halkların, bağımsızlığını ve kendi kurtuluşlarını sağlayacak devrimci-komünist örgütlü iradenin bayrağında sürece tavır almaları, gericiliklerin yaratmak istediği kanlı girdapta, bağnaz gericilikleri boğacaktır. Faşist egemenlik, kanlı bir oyun tezgâhlamaktadır. Kuzey Kürdistan’dan Rojava Kürdistan’ına, mazlum Kürt ulusunu katletmek, Suriye sahasında gerici emellerini gerçekleştirmek için, askeri işgal planlarını yapmak, ezilen halklar ve mazlum uluslar için bir tercih sorunu değildir. Bu gerici siyasete devrimci savaşla karşı durmak, Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halklarının tek tercihidir.
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
≫ refik demir
MÜCADELENİN BİÇİM VE ARAÇLARI ARASINDAKİ BAĞ
S
ınıf mücadelesi değişik toplumsal sorun ve çelişkiler bağlamında keskinleşerek devam ediyor. İstisnasız olarak gök kubbenin altında yaşanan her sorun mutlak biçimde sınıflar mücadelesine tekabül etmektedir. Yani kısacası günümüz dünyasında sınıflar mücadelesinden azade bir toplumsal sorun asla düşünülemez. Bu berrak devrimci gerçekliği kavramayanlar ya da muğlâklaştıranlar iflah olmaz sınıf işbirlikçileri ve MLM’yi reddeden post Marksistlerdir. Dolayısı ile sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz ayaklarından biri olan ideolojik mücadele bugün her zamankinden daha fazla önem arz etmektedir. İdeolojik mücadelenin rafa kaldırılarak ya da önemsizleştirilerek ele alındığı bir sınıf mücadelesi kesinlikle proleter devrime hizmet etmez. Reel politika adına koşullara teslim olanlar ve toplumsal mücadeleyle ilişkilenmeyi devrimci ilkelerden kopuk ele alanlar kesinlikle bir devrim hareketi yaratamazlar. Sınıflar mücadelesini sadece andaki konjonktür devrimciliğine indirgeyenler olsa olsa iflah olmaz oportünistlerdir. Mevcut konjonktür değiştiğinde bu iflah olmaz oportünistlerimizin ne yapacaklarını merakla beklemekteyiz. Devrim; bütünlüklü bir ideoloji, program, strateji ve taktikler toplamıdır. Bugün açıkça belirtmek gerekir ki; devrim hareketi burjuva ideolojik kuşatmanın basıncı altındadır. Sınıflar mücadelesinin ve MLM’nin reddedildiği ya da silikleştirildiği ve buna bağlı olarak da siyaset yapış tarzından tutalım da örgütlenme meselesine oradan da kullanılan dile ve araçların muhtevasına kadar hepsi bu düzlemde biçimlendirilmeye çalışılmaktadır. Proleter devrimin kendine has devrimci argümanları, araçları ve siyaset yapış tarzı yerine anti MLM siyaset yaşama geçirilmektedir. Somutlarsak, DKÖ’ler yerine STÖ(Sivil Toplum Örgütleri)’nün, proleter demokrasi yerine radikal demokrasinin ya da Kürt Ulusal Hareketi yerine Kürt Özgürlük hareketi kavramlarının üst perdeden kullanılması gibi. Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Kuşkusuz ki bu yaklaşımlar sadece basit birer kavram kargaşası yüzeyselliğinde ele alınamazlar. Her kavram mutlaka bir ideolojik zeminden beslenmektedir. Yukarıda vurgulamaya çalıştığımız gerçekliklerden kaynaklı proleter devrim hareketi MLM bir zeminde ideolojik mücadeleyi daha berrak ve keskin bir biçimde yürüterek kendi devrimci yasalarını bayraklaştırmalıdır. Sınıflar mücadelesi, stratejik, taktik, silahlı-silahsız, illegal-legal vb. onlarca de-
ğişik ve her birinin kendi içinde özgünlükler taşıdığı mücadele biçimleri ve araçları ile sürdürülmektedir. Mücadele biçimlerinin ve araçlarının muhtevasının farklılığı ve özgünlüğü onları asla karşı karşıya koymaz ve önemsizleştirmez. Esas-tali diyalektiği düzleminde ele alınması gereken tüm mücadele biçim ve araçları devrimin objektif birer devrimci mevzileridir. İstisnasız olarak bütün mücadele biçim ve araçları proleter devrim hareketine kan taşıyan ve onu besleyen bir perspektifle ele alınmalıdır. Bunu öteleyen ya da sıradanlaştıran anlayışlar reformizme kaymaktan kurtulamazlar. Bu anlamda legal mücadele biçimleri ve araçları kesinlikle devrimci meşruluğu ve militan devrimci bir hattı esas alarak örgütlenmelidir. Bu alan plansız, programsız, hedefsiz ve kendi misyonunu sadece belli görevlerle sınırlandıran sığ yaklaşımlarla asla ele alınamaz. Diğer tüm devrimci çalışmalar gibi legal alandaki çalışmalarda sınıf mücadelesinin keskin çelişkilerini ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir ciddiyet ve perspektifle ete kemiğe bürünmek zorundadır. Her mücadele ve araç mutlak biçimde sınıf mücadelesinin nesnel gerçeklikleri ve ihtiyaçlarına göre biçimlenmek durumundadır. Yani sınıf mücadelesinin nesnel yasalarına dayanmayan ve sübjektif yaklaşımlarla ele alınan bir mücadele hattı proleter bir içerik taşımaz ve son tahlilde küçük burjuva bir muhtevaya dönüşür. Her sürecin temel ve başlıca çelişkilerine göre bütünlüklü bir siyaset geliştirmeliyiz. Bütün mücadele araçlarımız gündemde olan devrimin niteliğine uygun olarak biçimlenmelidir. Yani gündemde olan devrimin niteliği başka, kullandığımız araçlar ve mücadele biçimleri başka bir içerikle ele alınamazlar. Sosyalist devrimin gündemde olduğu bir durumda demokratik devrime tekabül eden mücadele biçim ve araçlarıyla sınıf mücadelesi yürütülemez. Bu anlamda tartışmasız olarak tüm mücadele araçlarımız demokratik devrimin kalan görevlerini de üstlenen sosyalist devrim perspektifi ile ele alınmalıdır. İçerikten tutalım da, argümanlara oradan da isme kadar tüm mücadele araçlarımız ve kurumlarımız sosyalist devrim ve sosyalist devrimle paralellik arz eden sosyalist bir halk hareketi yaratma perspektifini rehber alarak biçimlenmek durumundadırlar. Bu devrimci gerçeklik tüm araçlarımız ve kurumlarımızın önüne komünler, konseyler ve meclisler tarzında örgütlenmeyi esas alan bir perspektif koymaktadır.
08
emek haber
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
Siyasi krizin gölgesinde kalan
EKONOMİK KRİZ Tamamen dışa bağımlı bir şekilde şişen ekonomik balonun patlaması an meselesidir. Bu balonun patlaması neticesinde yaşanacak olan ekonomik krizin faturası ise daha önceki dönemlerde olduğu gibi, emekçilerin sırtına bindirilecektir Faşist “TC”nin AKP eliyle Kuzey Kürdistan’da uyguladığı faşist-gerici işgal ve katliamlar, Suriye’ye dönük içerisine girilen karanlık dehlizler ve hemen her gün bir başka pencereden açılan siyasi krizlerin gölgesinde, Türkiye-Kuzey Kürdistan ekonomisine dair çalan alarm zilleri gündemde yer edinememekte. AKP’nin bir yıla yakın bir süredir yaşadığı yönetememe krizi, bu krize paralel geliştirilen açık faşizm süreci, sadece siyasi arenada gelişen olaylara dönük değil, aynı zamanda yakın süreçte yaşanması yüksek ihtimal olan ekonomik kriz ve bu kriz neticesinde gelişecek olan toplumsal kalkışmalara bir önlem olarak da ele alınmaktadır. “TC”nin kurulduğu andan itibaren emperyalizme olan göbekten bağımlılığı, her geçen gün azalmak bir yana katlanarak artmış ve gelinen aşamada, Türkiye-Kuzey Kürdistan, emperyalizmin keyfince at oynattığı bir alana dönüşmüştür. Ülkemizde yaşanan 2001 ekonomik krizi sonrası iş başına getirilen AKP, “Adalet ve Kalkınma” sloganıyla uzun yıllar sürecek sahte bir dünya yaratmış, tamamen düşük faiz eksenli gelen sıcak para akışı neticesinde tüketime dayalı bir “refah” süreci inşa ederek, bu ekonomik dünya üzerine iktidarını bina etmiştir. 2008 yılında ABD merkezli yaşanan ve bütün dünyayı etkisi altına alan kriz sürecini atlatan AKP, emperyalist merkezlerin kriz sürecinden çıkıp, uzun bir duraklama dönemine girdiği şu sıralar ise ciddi bir ekonomik kriz ile karşı karşıya. Uluslararası kapitalist kuruluşların dahi ardı ardına açıklamalar yaparak uyarılarda bulunduğu Türkiye-Kuzey Kürdistan ekonomisine dair AKP-Erdoğan’ın burun kıvırıp, bize bir şey olmaz yollu söylemleri, aslında süreci tam bir faşist baskı örgütleyerek, krizin faturasını emekçi halkımıza kesme planlarındandır. AKP’nin dümeninde olduğu “TC” ekonomisine dair bazı göstergeleri inceleyerek, neden ve nasıl bir kriz sorularının cevaplarını bulmaya çalışalım.
Patlamaya hazır büyüyen ekonomi AKP’nin hükümete geldiği 2002 yılından bu yana, ısrarla altını çizdiği ve öne çıkardığı olguların başında kuşkusuz “ekonomik büyüme ve istikrar” geliyor. Bilimsel, Marksist bir gözle meseleyi incelemek yerine, sadece görünen fotoğraf üzerine bir değerlendirme yapıldığında AKP’nin bu söyleminin doğru olduğu sonucuna varılabilinir. Neticede AKP hükümetleri döneminde, ekonomide sürekli büyüme, istikrar ve krizsiz bir 10 yıl geçirdi ülkemiz. Burjuvazi cephesinde her şey tıkırında gidiyor. Özellikle ülkemize akan sıcak para ve sermayenin önündeki engellerin birer birer kaldırılması, burjuvazi için bulunmaz bir fırsat. Sömürü ve talan politikasının sorunsuz bir şekilde devam etmesi ve sermaye kaçışının engellenmesi için gerekli olan siyasal açılımlar ve istikrar içinse AKP bulunmaz kaftandı. Fakat bu şaşalı dünyanın ardında müthiş bir sömürü çarkı ve sermayenin hiçbir kural, sınır tanımadan ülke kaynaklarını hoyratça kullandığı, işçi ve emekçilerin haklarının birer birer budanıp, sendikasız, güvencesiz, sigortasız çalışmanın dayatıldığı, vergi ve zamlarla soygun üstüne soygunun gerçekleştirildiği bir realite yatıyor. Mantar gibi çoğalan AVM’ler ve gökdelenlerin gölgesinde, yaşamak adı altında ölümü her sabah yeniden karşılayan milyonlarca yoksul yaşıyor. AVM ve gökdelenlerin, sınır tanımayan inşaat yapımlarının, kapitalizmin kuralsız ve hesapsız doğasına uygun bir şekilde hızla büyüdüğü, uygulanan düşük faiz politikalarına denk ülkeye akan sıcak paranın oluştuğu balon ekonomi patlamayla yüz yüze gelmiş durumda. Emperyalist-kapitalist sistemin kopmaz bağlarla iç içe geçtiği bir dönemde, herhangi bir ülke ekonomisini bir başına ele alıp incelemek bizi doğru sonuçlara götürmeyecektir. Hatırlanacağı üzere 2008 krizi sonrası baş
gösteren durgunluk sürecini atlatmak için piyasalara düşük faizli sıcak para aktarımı yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Bu durum küresel çapta bir balon ekonomisinin oluşmasına vesile oldu. Bu balonun sınırlarına ulaştığı anda ise büyük bir gürültüyle patlayacağı kesin. Bu realite içerisinde önemli bir yer tutan Türkiye-Kuzey Kürdistan ise yıllardır havası atılan büyük söylemlerin aksine en sert şekilde patlayacak ekonomilerin başında geliyor. Bilindiği gibi AKP, oldukça düşük faiz oranlarıyla ülkeye hayli sıcak paranın gelmesine vesile oldu. Ülkeye akan bu sıcak para bilhassa özel sektöre borç şeklinde işliyor ve herhangi bir sorgulama, denetleme yapılmadan işletiliyor. Yaşanan bu sıcak para akışı ve yükselen değerler içerisinde ise GSMH’nın kat be katı bir büyüme var karşımızda. AKP’nin ilk hükümet olduğu dönemlerde 140 milyar dolar düzeyinde olan dış borcun 2013 yılı sonunda ise 376 milyar dolar civarında olduğunu göz önüne alınca, ülkemizdeki toplam borçların, Merkez Bankası rezervlerini haylice aştığını rahatlıkla görebiliriz. 2001 yılında ülkemizde yaşanan ekonomik kriz döneminde dahi yüzde 3,7 olan cari açık 2013 sonu itibariyle yüzde 6’ya ulaşmış durumda. AKP döneminde yaşanan ekonomik büyümenin en önemli kaynaklarından birisini iç tüketim oluşturmakta. Adeta alış-veriş çılgınlığı içerisinde kaybolmaktayız. Ödeme durumlarının göz ardı edildiği kredi alımlarında yaşanan devasa artış, bu kartlar üzerinden gerçekleştirilen muazzam miktardaki alışveriş dinamiği büyüme olarak atfedilen gerçekliğin ana damarını oluştu-
ruyor. İç tüketim meselesinde özellikle emlak sektöründe yaşanan gelişmeler ise, 2008 krizi öncesi ABD’yi andırmakta. Oldukça benzer gelişmelerin yaşandığı emlak sektörünün yaşanacak bir ekonomik krizin başat aktörlerinden olacağı kesin. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın hemen hemen her yerinde mantar gibi bitiveren AVM’ler, plazalar, oteller, havaalanları… Hiçbir kural ve denetim olmadan şişen balona her gün hava pompalıyor. Kırılgan ekonomiler statüsünde değerlendirilen ülkemizin Forbes tarafından yayınlanan milyarderler listesinde ilk ona yükselmesi, emekçiler için cehenneme dönen yaşamın burjuvalar için nasıl bir cennete çevrildiğinin en önemli resimlerinden biridir.
AKP ve ekonomik durgunluk Gezi, 17-25 Aralık, Suriye politikaları ve son olarak Rusya ile yaşanan sorunlar neticesinde ülke ekonomisinde ciddi bir durgunluk dönemine girildiğinin işaretleri geliyor. Merkez Bankası ile çoğu kamuoyuna da yansıyan faiz artışı tartışmalarında, Erdoğan’ın bütün kabadayı söylem ve çıkışlarına rağmen Merkez Bankası’nın çizdiği çerçevede hareket edilmek zorunda kalındı. Uzun yıllardır düşük faizle ülkeye gelen sıcak para 2015-16 döneminde uygulanan yüksek faiz artışlarıyla beraber düşüşe geçmiş durumda. Sıcak para akışının azalması ve giderek kesilmesi, tüketim
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
alanında yaşanan çılgınlık neticesinde ortaya çıkan devasa miktarlardaki borcun ödenememesi ve bu borcun bir müddet sonra kamu borcu statüsüne alınması durumu krizi tetikleyen başat faktörler. Bu tablo içerisinde TL’nin günden güne değer kaybetmesi ise işin cabası. Yaklaşan bu açık kriz haline rağmen, 2016 yılı Ocak ayında ihracatta yaşanan kısmi artışı örnek gösterenlerin, Türkiye-Kuzey Kürdistan ekonomisinin yüzde 90’nını tüketim ve inşaat sektörünün oluşturduğundan habersizler galiba. Aynı şekilde özel şirketlere ait borçlar yüzünden devlete bir şey olmayacağını iddia edenlerinde özel sektör çöktüğü zaman ortaya çıkacak olan borcun mecburi bir şekilde devlet tarafından üstlenileceğinden de habersiz olduklarını düşünemiyoruz. AKP’nin 1 Kasım seçim paketinde açıkladığı asgari ücret miktarını dahi ödeme noktasında yaşadıkları çıkmaz, ekonominin gidişine dair önemli bir veri. Son on yıllık dönemde ortalama yüzde 4,7’lik bir büyüme oranı yakalayan Türkiye-Kuzey Kürdistan ekonomisi 2015 yılında bu oranın altına düştü ve 2016 yılında daha düşük bir oran bekleniyor. Aynı şekilde Uluslararası Para Fonu(IMF) ve Standard&Poor’s(S&P) tarafından yayınlanan 2016 tahminlerinde oldukça karamsar bir hava hâkim. Bu iki kuruluş tarafından 2016 yılı için yapılan büyüme tahmini yüzde 3’ün altında. Tamamen dışa bağımlı bir şekilde şişen ekonomik balonun patlaması an meselesi. Bu balonun patlaması neticesinde yaşanacak olan ekonomik krizin faturası ise daha önceki dönemlerde olduğu gibi, emekçilerin sırtına bindirilecektir. AKP’nin içte ve dışta geliştirdiği gericifaşist tahakkümün en önemli sebeplerinden birisi de kuşkusuz sorgulamayan, karşı çıkmayan ve efendilerinin iktidarının devamı için her türlü çileye katlanmak durumunda kalan bir halk yaratma gerçekliğidir. Ülkemizde açık bir savaş hali yaşanıyor. Kuzey Kürdistan, her türlü vahşet ve katliamın pervasızca gerçekleştirildiği bir alana dönmüş durumda. Kundaktaki bebekten, yaşlı, hasta insanlara kadar, sözde terörle mücadele adı altında tam bir devlet terörü uygulanıyor. Suriye’de hayata geçirilmek istenen bütün politikalar iflas etmiş durumda ve Rusya’nın Suriye politikası, Rusya ile “TC” arasında yaşanan kriz, faşist Türk devletinin bu alanda elini kolunu bağlamış durumda. “TC”nin mevcut durumu içte ve dışta tam bir tıkanıklık ve iflas şeklindedir. 7 Haziran seçimleri sonrası hayata geçirilen politikalar ve parlamenter maskenin atılıp açık faşist bir yönetim sürecine girilmesi, gelişen her türlü toplumsal muhalefetin zorla bastırılarak, gerici iktidarlarının devamını sağlamaya dönüktür. Böylesine bir siyasi kriz sürecinde yaşanacak bir ekonomik kriz tümden bir yönetememe durumuna yol açacaktır. Elbette devrimci müdahale ve zorun devreye girmediği her kriz süreci o ya da bu şekilde emperyalist-kapitalist sistem içerisinde erimeye mahkûmdur. Komünist-devrimci güçlerin, devrimci platformlar oluşturup, güçlü bir şekilde işçi ve emekçileri örgütleyip, adım adım devrimci mücadeleyi inşa edip geliştirmeleri anın en önemli görevlerindendir. Bir ülke yaşanan bunca sorun ve keskin çelişki-çatışmalara rağmen, faşist güçlerce yönetilmeye devam ediliyorsa, o ülkede devrimci güçler istenilen seviyede bir mücadele içerisinde değildirler demektir. Mevcut durumu bütün yönleriyle analiz ederek, doğru araç ve yöntemlerle sürece müdahale edip, devrimci görevlerimizi yerine getirmeliyiz.
emek haber
09
Daha çok kar, ucuz ve yedek iş gücü kapısı: Göçmen işçiler İSİG Meclisi'nin hazırladığı rapora göre 2016’nın Ocak ayında en az 5, son üç yılda ise en az 144 göçmen işçi katledildi. Sağlıksız ve güvencesiz işlerde çalıştırılan göçmen işçilere patronlar ucuz ve yedek iş gücü olarak bakıyor. Göçmen işçilerin katliamlarında ise hesap soran, ceza veren yargı yok! Özellikle ülkelerindeki savaş nedeniyle Türkiye-Kuzey Kürdistan’a göç etmek zorunda kalan mülteciler, patronlar tarafından ucuz iş gücü olarak görülüyor. Hayatta kalmak adına güvencesiz ve çok düşük ücretlerle çalışan göçmenler, sağlıksız ve güvenliksiz şartlarda can veriyorlar. Göçmen işçilerin ardından ise ne hesap soruluyor ne davalar açılıyor ne de gerekli önlemler alınıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin yazılı, görsel, dijital basından takip ederek hazırladığı rapora göre 2016'nın Ocak ayında en az 5 göçmen işçi katledildi. Basına yansımayan, güvenliksiz iş yerlerinde hayatlarını kaybeden onlarca göçmen işçi ise “Bu işin fıtratında var, kader” vb. söylemlerle, basının hiç bir haberi olmadan defnediliyor. İSİG Meclisi raporunda, “Göçmen işçi ölümlerini tespit etmek çok zor. Zira çalıştıkları inkar ediliyor. İşyerinde “tesadüfen” bulundukları söyleniyor ya da cenazeleri ıssız bir yere bırakılıyor. Yani bilinenler buzdağının görünen yüzü. Bizlerin tespit yapması için diğer bir zorluk da hukuki statülerini öğrenme imkânımızın neredeyse imkansız oluşu.” ifadelerine yer verdi. Son 3 yılda en az 144 göçmen işçi katledildi Hayatlarını kaybeden göçmenlerse sadece Suriyeliler değil. Ülkemizde ayrıca yüzlerce, binlerce Afgan, Türkmen, İranlı işçilerde bulunuyor. Suriyelilere ise geçtiğimiz ay çalışma izni verildi. Ülkemizde tahminen 3-4 milyon civarında bulunduğu söylenen Suriyeliler bu izinle birlikte yasal olarak ucuz iş gücü olarak emek piyasasına resmi olarak katılmış oldu. İSİG Meclisi'nin verilene göre 2013 yılında 22, 2014 yılında 53, 2015 yılında ise 69 göçmen işçi katledildi. Tekrar edelim bu veriler “en az” olarak yansıyor. Gerçeğin bunun kat be kat üstünde olduğu biliniyor. Sayıları giderek artan göçmen işçi katliamlarının, bu şekliyle bu yıl daha da artması sürpriz olmayacaktır. Son 3 yılda yaşamını yitiren işçilerin 89’u ise Suriyeli. Bunun dışında 11 Gürcü, 11 İranlı, 8 Afgan’da bulunuyor. Üç yıl içinde katledilen 144 göçmen işçinin çalıştığı iş koluna bakıldığında ise en çok tarım ve inşaat kolunda çalıştırıldıkları ve
göz göre göre katledildikleri görülüyor. 144 işçinin 43'ü tarım, 38'i inşaat ve 12'si de tekstil iş kolunda katledildi. Tarım ve inşaat iş kolu ülkemizde işçi katliamları açısından en riskli iş kolları olarak karşımıza çıkıyor. Konu göçmen işçiler olunca ise, çok daha acımasız davranıldığı biliniyor. Çünkü patronlar göçmen işçileri katlettikleri için, soruşturmalara, davalara uğramayacaklarını bu yüzden ceza almayacaklarını çok iyi biliyor hatta üste göçmen işçileri çalıştırdıkları için “takdir” dahi bekliyorlar! Katledilen kadınların oranı yüzde 15 Türkiye-Kuzey Kürdistanlı işçiler açısından baktığımızda kadın işçilerin katledilmesi oranı yüzde 7 olarak karşımıza çıkıyor. Ancak göçmen işçiler açısından durum biraz daha farklı. Konu göçmen işçiler olunca bu rakam yüzde 15’e yükseliyor. Bu rakamlar emek sürecinde göçmen kadınların hangi koşullarda çalıştırıldıklarına dair göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda göçmen işçi kadınlar çalıştıkları yerlerde cinsel saldırılara maruz kalıyor. İSİG Meclisi konuya ilişkin raporunda şu ifadelere yer verdi; “Suriyeli göçmen kadınları konu alan haberlerin içeriklerine baktığımızda, kadınları Türkiye’de bekleyen cinsel saldırı, zorla gerçekleştirilen evlilikler ve baskı oluyor. Şiddet sadece Suriyeli kadınlara yönelik değildir. Ülkemizdeki göçmen kadınların şiddet ve baskıya karşı mücadele ederek hayatlarını sürdüklerini ya da şiddet sonucu hayatlarını kaybettiklerini biliyoruz.” Katliamlara baktığımızda ise, en çok katliam ‘yaşandı. Urfa 26, Adana'da 16, İstanbul'da 15 göçmen işçi katledildi. Sonuç olarak baktığımızda, ülkelerinde ki savaştan, yoksulluktan kaçan göçmen işçiler, Türkiye-Kuzey Kürdistan'da patronlar tarafından ucuz ve yedek iş gücü olarak görülüyor. Asgari ücretin 1300 lira olduğu ülkemizde, çalışanlara sigorta yapılması da yasal zorunluluk. Ancak göçmen işçiler açısından durum böyle değil. 1300 liraya sigorta ücreti de yatırarak işçi çalıştırmak istemeyen patronlar, göçmen işçilere yöneliyor. Böylece çok daha düşük miktarlara çalışan göçmen işçiler üzerinden de karlarına kar katıyorlar. Sağlıksız ve güvencesiz şartlarda katledilen, sakat bırakılan, insani biçimde yaşayacak ücreti alamayan göçmen işçiler ise hükümet tarafından yok sayılıyor. Başta çalışma izni çıkarılan Suriyeli işçiler olmak üzere, sendikaların göçmen işçilere yönelerek eşit şartlarda, güvenceli çalışma hakkını talep etmesi gerekiyor. Patronların adına çalışan hükümet, işçiler emekten gelen güçlerini kullanmadıkça bunu vermeyecektir.
10
kadın haber
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
DKH: “Kadın yönetime kadın iktidara” Demokratik Kadın Hareketi “Kadın Yönetime Kadın İktidara” şiarıyla örgütlediği 3. Kadın Kurultayı’nı devrim ve sosyalizm mücadelesinde öncüleşen ve önderleşen kadınlara atfen kadının iradesini kuşanarak sonlandırdı
“Kadının rengini, direngenliğini kuşanıyoruz” Demokratik Kadın Hareketi iradesi ile açılan kurultayın ilk günü devrim ve sosyalizm mücadelesinde ölümsüzleşenler anısına yapılan saygı duruşu ile başladı. Saygı duruşunun ardından Demokratik Kadın Hareketi adına yapılan açılış konuşmasında “Demokratik Kadın Hareketi özel mülkiyet ile başlayan kadına yönelik her türden cinsel saldırı, baskı ve şiddete; kadınların ulusal ve sınıfsal kimliği gereği yaşadığı ayrımcılığa karşı kadınların ortak özgün mücadelesidir. Bizler Demokratik Kadın Hareketi olarak kadın katliamlarına, LGBTİ katliamlarına, yaşanan haksız savaşlara karşı kadının rengini alanlara taşımak adına yeni programımız ile mücadele yaşamımıza devam etmekteyiz. Bu bağlamda ele aldığımız 3. Kurultayımızda “Kadın Yönetime Kadın İktidara” şiarı ile kadının rengini, bilincini alanlara taşımanın cüreti ile hepinizi selamlıyoruz” ifadelerine yer verildi. DKH tarafından yapılan açılış konuşmasının ardından kurultay diğer komisyonlar tarafından selamlandı. Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin selamlarının yer aldığı kurultayda devrimci kadın tutsaklar Evrim Konak ve Aysel Koç’un mektubu da okundu. Kurultay selamlamalarının ardından Demokratik Kadın Hareketi'nin kadının bilincini, rengini, iradesini taşımak iddia-
sı ile oluşturmuş olduğu yeni programı salona açılarak program üzerinden tartışmalar yürütüldü. İlk olarak Demokratik Kadın Hareketi’nin perspektifi, misyonu üzerine tartışmalar yürütüldü. Ardından kadın mücadelesi noktasında kadın temsiliyetlerinin önemi vurgulanarak kadın kotası uygulamasına vurgu yapıldı. Bunun yanı sıra feminizm, ekoloji, eğitim sistemi ve kadın, medya ve cinsiyetçi dil üzerine tartışmalar yürütüldü. Tartışmalarının olgunlaşması ile beraber DKH’nin talepleri, çalışma tarzı ve eylem birliktelikleri üzerine açıklamalarda bulunuldu ve fikir alışverişleri yapıldı. Yürütülen tartışmalar sonucu Demokratik Kadın Hareketi 3. Kurultayın ilk gününü sonlandırdı.
“Çıplak bedenlerimizle örgütlü mücadeleyi büyütelim” Kurultayın ikinci gününde ise Demokratik Kadın Hareketi’nin selamlamasının ardından devrim ve sosyalizm mücadelesinde yitirdiklerimiz anısına yapılan saygı duruşu ile günün programı başladı. Saygı duruşunun ardından Demokratik Kadın Hareketi tarafından sunumlar
gerçekleştirildi. Demokratik Kadın Hareketi Sözcüsü Dilşad Canbaz sunumunda Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki genel süreci ve bu süreç ile beraber gerçekleştirilen kadın katliamlarına, bedeni üzerinden onursuzlaştırılmaya çalışılan devrimci kadınlara değinerek “Nefret ve ayrımcı bir dille siyaset yaparak hem Türkiye'de hem de Kürdistan'da kadınlara yönelik bir savaş gerçekleştirilmektedir ve bu savaş kadınlar şahsında bütün halklara yönelik gerçekleştiriliyor. Kadınlar ve halklar olarak mücadeleyi büyütme çağrısı yapıyor ve çözümün örgütlü mücadeleden geçtiğini biliyoruz. Bütün kadınlar olarak çıplak bedenlerimizle örgütlü mücadeleyi büyütelim” ifadelerine yer verdi. Ardından Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi’nden Duygu Kıt “Eril Dil” üzerine sunum gerçekleştirdi. Yapılan sunumda kadın mücadelesi üzerine açıklamalarda bulunulurken yaşamın bulunduğu her alana nüfuz eden eril dil ve bu dilin aşılması üzerine açıklamalarda bulunuldu. Sunumda “Medyada ve toplumda kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran eril dili her alanda kapsamlı bir şekilde tartışmak gerekmektedir. Erilliği sınırlamamak kadın mücadelesinin buz kırıcı bir yöntemidir. Devlet bulunduğumuz her alanda erilliği kurma, süreklileştirme üzerine çalışmakta ve kadınlar uzun yıllardır buna karşı mücadele etmektedir. Kadın katliamı, nefret cinayetleri haberleri suçun unsurları ile donatılarak hikâyeleştiriliyor, meşrulaştırılıyor. Medyadaki eril dil böylece toplumda egemen olan erkek egemen söylemi yeniden üretiyor. Devletlerin bu noktadaki konumu da üzerine giydiği gömlekler de kanlı. Erkek egemen sistem yalnızca ekonomik ilişkilerle bir tahakküm ilişkisi kurmakla yetinmiyor, yaşamın her alanında bu tahakkümü kurumsallaştıracak yol, yöntem ve politikaları örgütlüyor. Biz kadınların da bu cinsiyetçi politikalarla çok
yönlü ve derinlikli bir mücadele geliştirmesi en etkili olandır. Gelecek toplum projemiz için içimize yerleştirilen tüm kadınlık ve erkeklik durumlarıyla, ilişkileriyle mücadele etmeliyiz.” ifadelerine yer verildi. “Eril Dil” üzerine yapılan sunumun ardından Demokratik Kadın Hareketi sözcülerinden Kıvılcım Arat da seks işçiliği üzerine sunum gerçekleştirdi. Kıvılcım Arat ise, seks işçisi kadınlara dönük yoğun bir şiddet politikasının olduğunu ve bu şiddetin giderek arttığını dile getirerek şunları belirtti: “Seks işçiliğine karşı hem dini hem sosyalist feminist felsefede yanlış bir yaklaşım var. Dini yaklaşımda kadını sadece bir erkeğe ait görmek ve meta olarak görme durumu var. Sosyalist feministler ise seks işçiliğini insan ticareti olarak değerlendiriyor. Sosyalistler ise bunun bir işçilik olmadığını iddia ediyor. Aslında kimse genel ahlaktan azade yaşamıyor. Bunun en belirgin özelliği ise erkek egemen zihniyetin bu kadar yaygın olması. Ve bununla birlikte seks işçiliği görmezden geliniyor. Bu durum da alanda çalışan kadını illegal alana itiyor ve kadınların illegal alana itilmesi ile birlikte taciz tecavüz olayları artıyor. Bulaşıcı cinsel hastalıkların yayılması artıyor. Yine devletin el altından para toplaması sağlanmış oluyor. Kimse kadınların ne istediğine ne hissettiğine önem vermemekte.” ifadelerine yer verdi. Yapılan sunumların ardından Halkın Günlüğü Gazetesi, DEDEF, İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği, Yeni Demokrat Kadın, Demokratik Kadın Hareketi 3. Kurultayı’nı selamladı. Yapılan sunumların ve selamların ardından kadın mücadelesine ve kurultaya dair fikir alışverişi yapmak, tartışmalar yürütmek adına serbest kürsü oluşturuldu. Serbest kürsüde yerini alan kadınlar kadın mücadelesinin önemine değinerek Demokratik Kadın Hareketi’nin
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
11
ÖNCÜ KADIN
“İNSANLIK İKTİDAR HIRSI OLMAYANLARIN İKTİDARI İLE KURULACAK”
Ç
bu mücadele içerisindeki önemini vurgulamakla beraber kadın kurultayını selamladı. Serbest kürsünün ardından Demokratik Kadın Hareketi’nin önümüzdeki süreçteki planlamalarına dair bilgilendirmeler yapıldı. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün yaklaşmasına bağlı olarak 8 Mart’ta kadınların
dan olan kadın bülteni ve kadın meclislerine de vurgu yapıldı. Demokratik Kadın Hareketi kadının öncüleşme ve önderleşme mücadelesinde “Kadın yönetime kadın iktidara” şiarı ile başlatmış olduğu 3. Kurultayını kadının bilincini ve rengini alanlara taşımanın önemine vurgu yaparken tüm kadınlara örgütlü mücadele-
iradesini alanlara taşıma çağrısı yapıldı. Kürdistan’da halklara dayatılmış olan gerici savaş, imha ve inkâr politikalarına karşı kadınların özgün mücadele aracı olan DKH’nin Kürdistan’a dair eylem etkinlikler öreceği açıklandı. Demokratik Kadın Hareketi’nin önümüzdeki süreç içerisinde önüne koyduğu programlar-
den yana çağrı yaptı. Demokratik Kadın Hareketi’nin 3. Kurultayı Grup Alamor Müzik Atölyesinin ezgilerinin eşlik ettiği halaylar ve zılgıtlar ile sonlandırıldı. Kurultaya JİNHA, Ebru Timtik, YDK ve KÖZ de katılım sağladı.
≫ aycan solmaz
ocuk doğurmayı vatani görevle aynılaştıran AKP ideolojisi kadının yerini, statüsünü, kimliğini kendi iktidarlarının bekası için bir kez daha hatırlattı. Vatana hayırlı evlatlar yetiştirmek kadının ömür boyu görevi olarak propaganda edilmesi tam da bu süreçte tesadüf olmasa gerek. Kadınların “kadınlar iktidara, kadınlar yönetime”, “savunma ve öz yönetim” konularının burjuva iktidara alternatif olarak tartışıldığı bugünlerde “ana-vatan” ilişkisinin kutsallığının ne anlama geldiğini, kapitalist iktidar için evlatlarını kurban veren, evlat acısı yaşayan analar bilir. Faşist iktidarın halkı taraf olmaya zorladığı ve Kuzey Kürdistan’da yaşananlara karşın söz söyleyen, yazan, her bireyi, gazeteyi, parti ve örgütü sindirerek sessiz seyirci pozisyonuna neredeyse getirdiğini söylemek abartılı olmaz. Yüz yirmi akademisyen barış talebinden dolayı görevlerinden alındı. Üniversiteler de ‘barış’, ‘demokrasi’ kavramlarını kullanmak tehlikeli bir hal aldı. Sanatçı ve aydınlar karanlığı aydınlatmak için cümle kurarlar, halkın söyleyemediğini sanatıyla, kalemiyle söyleyebilme özelliği ve birikimini taşıdıkları için aydınlığı ifade ederler. Bilginin aydınlığı AKP tarafından karartıldı. Emine Ayna’nın kirli siyasete ortak olmama tavrı ‘dağa mı gidecek’ tartışmalarıyla siyaset ve iktidar alternatiflerini terörize ederek bastırma çabasında... İktidarının ve dolayısıyla kapitalizmin zarar görmemesi için gözünü karartan AKP politik kadınlara tahammülsüzlüğünü de her fırsatta gösteriyor. Son dönemde hedef gözeterek katledilen kadınların sayısı her gün çoğalıyor. Ve yine kadın bedeni üzerinden sınırsız tasarruf hakkını kendinde bulan eril anlayış sonucu, onlarca kadın öldürülüyor. Kadın bedeni direk ve dolaylı olarak erkek pazarına sunulmuş, ilk fırsatta saldırıya uğramaya hazır halde. İktidar hırsı, talebi olmayan ama her kadın cinayetinde ilk fırsatta sokaklarda durumu protesto eden, duyarlılık ve farkındalık yaratmaya çalışan kadın kurumlarını görüyoruz. Hükümetin iktidarını daim yapma hırsı, hırs yapmayanların hayatını almaya devam ediyor. Tam da bu noktada sokakta, evde, işte hayatın her alanında emek harcayan ama karşılığını ezilenlerin kurtuluşu için güce dönüştüremeyen kadınlar, kadının dilini, siyasetini, rengini halklar arasında bir köprü olacak gökkuşağına dönüştürmekle yükümlüdür. Kuzey Kürdistan’da Kürt halkının desteğiyle sürdürülen savaşta sivil halkı öldürmekte tereddüt etmeyen devlete karşı ideolojik, politik ve kültürel olarak Sosyalist Halk Savaşı’nı örgütlemek gerekir. Eril bir kavram olan iktidar tam da bu süreçte kadınlaşmalı ve kadın sosyalist iktidarı hedeflemeli. Yani iktidar el değiştirmeli; ama mülksüzleşerek. Kaybedecek bir şeyi ve iktidar hırsı olmayanlar, politikleşerek özne ve öncü kadın kişiliğini sosyalist bir iktidar için örgütlemeli. Kadına biçilen kimlikleri reddedip, kadının mücadelede kazanacağı kişiliği önderleştirmeli. Çözüm ve yönetim gücünü kendi yaşamında somutlayarak, bilgiyi özümseyerek, yönetilenden çıkıp üreten, yöneten ve paylaşan, insanlığın ve kadının kurtuluş projesine aday olmalıyız. Sokaklar faşizme karşı örülen barikatlarla özgürleşecek. Göğün yarısı kendimiz için siyaset yaptığımızda, kendimiz için üretip yönettiğimizde bizim olacak. “Sen yoksan biz bir eksiğiz”i tamamlamak için çoğalmak zorundayız. Bizim iktidarımız bilgiyle süreklileşecek, bizim iktidarımız, dünyanın çarkını döndüren mülkün mülksüzlüğe dönüştüğü an özgürleşecek. Bu cümlelerin ajitasyondan çıkıp hayat bulması için egolarımızdan arınarak, gücü ezmek üzerine kuran anlayıştan bir an önce sıyrılmak için pratiğe geçmeliyiz. Sosyalist kolektifin yaşam bulması için gerekirse sosyalist kadın akademileri örgütleyerek kadının ve toplumun dönüşüm projelerini üretebilmeliyiz. Yüzyıldır öğretilmiş kadınlık ve erkeklik algısı ancak ve ancak toplumsal algıyı değiştirmekten geçer. Bunun için önce bizim algılarımız değişmeli. Değiştirebilmek için tek bir silahımız var; bilgi…
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
Emperyalist gerici savaşlara karşı Ortak hareket ve birliklerin gerçekleştirilmesinin sorunsuz düz bir süreç olarak algılanıp basite indirgenmesi hayal edilemezedilmemelidir. Ancak bu gerçeğe rağmen, sosyalist, devrimci, ilerici güçlerin ortak düşmana karşı ortaklaşan savaşımda bir araya gelip güçlerini birleştirmeleri ve ortak eylemde bulunmaları da bir zorunluluktur Ortadoğu eksenli olma kaydıyla dünya ölçeğinde yoğun ve hızlı gelişmelerin yaşadığına tanık olmaktayız. Öyle ki, mevcut çelişki ve gelişmeler takip edilip tavır takınılmaya zaman tanımayacak kadar hızlı değişmekte, bir gün içinde başka bir niteliğe bürünmekte, daha ileri gelişmeler boyutuna taşınarak rutin dışı aksiyonlar kaydetmektedir. Emperyalist bloklar arası çelişki ve çatışmalardan, bu çatışmaların keskinleşmiş düzeyinden bağımsız olmayan söz konusu tarihsel süreç ciddi gelişmelere gebe olup, önemli siyasi gelişmelere uygun koşullar ve elbette uygun devrimci şartlar barındırmaktadır. Emperyalist strateji ve çatışmalara kayıtsız ve alakasız olmayan, aynı zamanda Ortadoğu gelişmelerinden tecrit olmayan Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın da konjonktürel şartların atmosferinde olup aynı koşul ve özellikler taşıdığını, daha da önemlisi Kuzey Kürdistan’da cereyan özel koşulları açısından daha ağır ve keskin bir süreçten geçtiğini söylemek yetersiz değilse, tam isabettir. Gerek hâkim sınıflar(devlet) cephesinde ve gerekse de devrimci sınıf hareketi cephesinde dinamik bir sürecin yaşandığı ve devam edeceği, sıra dışı bir sürecin aktüel olduğu ve olacağı bilinmek durumundadır. Özellikle Suriye çatışmasında “çözüm” arayışlarının Cenevre Görüşmeleri’nde açıkça başarısız kalması ve bu başarısızlığın arkasında yatan emperyalist hegemonya çatışmasının yol açtığı derin gerçek, emperyalist paylaşım savaşı tehdidi olarak büyük felaketlere kapı aralayan dinamik durum olarak insanlığın karşısında durmaktadır. Suriye’de emperyalist gerici çıkarlar uğruna yol açtıkları ve bizzat yaşattıkları gerici çatışma ve savaşla mal oldukları büyük insani dram ve acılar emperyalist haydutlara yetmedi ki, şimdi bir dünya savaşına ha-
zırlanmakta, bu savaştan söz etmekte ve alenen dile getirmekten çekinmemektedirler. Suriye’de planlanan kara operasyonu kimi emperyalist haydutlarca bir dünya savaşının patlak vereceği son damla olarak değerlendirilirken, diğer emperyalist haydutlar hegemonya ve nüfuzları uğruna bundan geri durmamakta, insanlığı felakete sürüklemekten beis duymamaktadırlar. Duymamaktadırlar çünkü emperyalist sistem veya emperyalist gericilik ve emperyalizm tam da budur: Savaş, kriz, bunalım ve buhran… Ne ki, her emperyalist paylaşım savaşı sürecinin büyük insani kıyımlara yol açmasının yanı sıra, emperyalist gericiliğe karşı devrimci sınıf iktidarları ve ulusal bağımsızlıklara yol açan devrimci sınıf ve ulusal kurtuluş savaşlarıyla sonuçlandığı unutulamaz. Bir avuç kan emici haydut, gerici çıkarları uğruna toplumları kana boğup kan gölüne çevirirken buna karşı başkaldırı ve uyanışın gündeme gelmemesi tasavvur edilemez. Nasıl ki, diğer emperyalist paylaşım savaşları devrimlere ve devrimci iktidarların doğmasına yol açtıysa, bugün de aynı toplumsal patlamalar ve devrimci değişimler kaçınılmaz olacaktır. Dünyada yaşanan gerici çatışma ve savaşların, dolayısıyla ezilen ulus ve emekçi halkların yaşadığı büyük acıların kaynağı ve yaratıcısı emperyalist dünya gericiliğiyken, bu gerici çatışma ve savaşların sonuçları da buna kaynaklık yapan emperyalist gericiliğe fatura edilecekolacaktır… Yukarıda özetle işaret edilen bu koşullarda devrimci sınıf mücadelesinin temel bir ihtiyaç olup evrensel olarak tayin edici rolde durduğu açıktır. Aynı biçimde bilinçli sınıf hareketinin tarihsel sorumluluk ve görevlerle karşı karşıya olduğu da ortadadır. Elbette sınıf mücadelesi salt bilinçli sınıf hareketinin karşı karşıya olduğu sorumluluk ve görevlerle sınırlı dar bir alan değildir. Bilinçli-örgütlü sınıf hareketinin yanı sıra, biçimsel açıdan özgünlükler taşıyan değişik çelişkiler zeminindeki toplumsal muhalefet ve dinamikler, somut siyasal süreçte demokratik mücadelede çıkarı olan ve onunla bütünleşen etnik, inançsal ve cinsi ayrımcılığa karşı ve bu ayrımcılığın mağduru olan, aynı zamanda çevreci-yeşilci, doğacı vb. tüm güçler de aynı yelpazede yer almakta, süreçte rol oynamaktadırlar. Sınıf mücadelesi stratejik yerde duran ve son tahlilde tayin edici eylem de olsa, mücadele süreçlerine, toplumsal ve ulusal çelişkilere ve baskılara bağlı olarak
ilerici rol oynayan tüm güçler somut tarihsel koşullarda rol oynar ve devrimin müttefiki olarak anlam kazanırlar. Dünya ölçeğinde bu müttefiklik anti-emperyalist, anti-faşist harçla karılırken, dünya gericiliğine tabi tek tek gericiliklerdeparçalarda müttefiklik zemini somut olarak içerik kazanır, kazanmalıdır. Büyük-küçük, devrimci-demokratik, sınıfsal-ulusal gibi nitelik ve nüanslar öne çıkarılmadan bütün bu dinamiklerin verili toplumsal ilerleme veya değişim sürecinde sınıflar mücadelesi lehine rol oynayacağı, oynaması gerektiği bilince çıkarılarak buna uygun adımların atılması sürecin önemli görevlerindendir. Zira bu güçlerin ortak zeminde buluşturulması doğrudan sınıf mücadelesinin geliştirilmesi ve sınıf mücadelesinin bir konusudur.
Birleşik mücadele İster sosyalist-devrimci, ister demokratik-ilerici nitelikteki dinamikler olsun, ister büyük siyasi-örgütsel hareketler ve isterse de küçük örgütsel güçler olsun, hepsinin ortak mücadele zemininde görece birleştirilmesi hiçbir kaygı ve dar yaklaşıma prim verilmeden gerçekleştirilmesi gereken önemli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç tek tek her parçada somut olarak ele alınıp biçimlendirilmesi gerektiği gibi, uluslararası örgütlenmede-örgütte de somut karşılığa kavuşturulmak durumundadır. Uluslararası komünist birlik, uluslararası devrimci birlik ya da antiemperyalist cephe gibi enternasyonal örgütlenmeler ve kuşkusuz ki bunların bölgesel örgütlenme biçimleri tarihsel ödev olarak öne çıkmaktadır. Elbette aynı ihtiyaç her coğrafya somutunda da ülke ölçekli birleşik örgütlenme zemininde; cephe, ittifak ve eylem birliklerini
oluşturmada karşılık bulur-bulmak durumundadır. Emperyalist dünya gericiliği ve tek tek parçalardaki hâkim sınıflara karşı daha etkin bir mücadelenin sergilenerek proletarya ve geniş halk kitleleri cephesinden güçlü bir karşı koyuşun hayata geçirilmesi için bu güçlerin sığ yaklaşımlara düşülmeden birleştirilmesi devrimci görev ve zorunluluktur. Dahası, tarihsel bir sorumluluk ve görevdir! Bu görev ve ihtiyacın salt emperyalist paylaşım savaşı veya bu tehditten doğmadığını belirtmekte özellikle fayda vardır. Gerek uluslararası örgütlenmeler ve gerekse de ulusal çapta sağlanacak ortak mücadele kurumları tamamen devrimci sınıf savaşının stratejik ihtiyaçları, somut çelişkiler bazında anlam kazanan devrimci araç ve mücadeleler bakımından tüm devrimci mücadele boyunca gereklilikle geçerlidir. Geniş halk kitleleri ve sınıfın birleştirilmesi, devrimin kendi güçleriyle buluşturulması ve devrimci iktidarların dinamikleri üzerinde yükselmesi için bu ittifaklar, birlikler, ortaklık ve cepheler zorunlu olup her aşamanın görevleri durumundadır. Dolayısıyla, gerek uluslararası ölçekte ve gerekse de ulusal çapta doğru bularak önerdiğimiz cephe, ittifak ve eylem birlikleri ya da değişik niteliklerdeki enternasyonal örgütlenmeler sadece bir emperyalist paylaşım savaşı şartları için önerilmiş değildir. Stratejik bir sorun olarak benimsenmektedir fakat emperyalist gerici çatışma ve savaşın adeta çığırından çıktığı, emperyalist gericiliğin uzantısı olan coğrafyamızdaki gericiliğin devasa katliamlarla yürüttüğü soykırım ve koyu faşist baskılar bu örgütlenmeleri daha ivedi kılmakta, nesnel zeminini güçlendirmektedir. Dolayısıyla günün şartlarında
perspektif
tek panzehir devrimci savaşlardır
bu birlik ve ortak harekette bulunma bilinci çok daha yakıcı öneme sahiptir… Tarihsel sürecin yaşamsal ihtiyaçla, sınıf hareketi ve tüm ilerici güçlerin önüne koyduğu bu görev, elbette ki ideolojik mücadele ve siyasi iradenin bağımsızlığını yadsıyan salt birlikçi bir yaklaşım olarak düşünülemez. Bilakis değişik format ve zeminlerde ve ortak paydalarda da olsa ortak hareket ve birliklerin düz bir süreç, sorunsuz bir eylem olmadığı-olamayacağı açıktır. Bu realite doğrudan sınıflı toplum zemininde sınıflardan, sınıfların ideolojik etkilenmelerinden, düşünce ile eylem arasındaki çelişkiden ve nesnel bir durum olan farklı fikirlerden ileri gelir. Dolayısıyla ortak hareket ve birliklerin gerçekleştirilmesinin sorunsuz düz bir süreç olarak algılanıp basite indirgenmesi hayal edilemez-edilmemelidir. Ancak bu gerçeğe rağmen, sosyalist, devrimci, ilerici güçlerin ortak düşmana karşı ortaklaşan savaşımda bir araya gelip güçlerini birleştirmeleri ve ortak eylemde bulunmaları da bir zorunluluktur. Bu zorunluluk devrimci kaygılardan beslenen bir zorunluluktur. Dahası sorun ve zorluklarına rağmen, sınıflar arası mücadelede devrimci sınıf güçlerinin ortak düşmana karşı mücadele zemininde bir araya gelmeleri reddedilemez bir görevdir. Bunda ideolojik mücadele öncelenerek siyasi mücadele ötelenemez. Siyasi sınıf düşmanlarına karşı siyasi savaş esas, sınıf etkilenmeleri ve sınıf tezahürünün bir sonucu olan ideolojik mücadele (yok sayılmama şartıyla) ikincildir. Ki, ideolojik mücadelenin daha da netleşip keskin ayrışımlara oturmasının en gerçek zemini keskin siyasi savaş şartlarıdır. İçinden geçtiğimiz süreçte siyasi gelişmeler yaşanacaksa, bu gelişmelerin ezilen
yoksul dünya halkları ve ezilen uluslarından bağımsız gelişmesine müsaade edilemez. Zira emperyalist dünya gericiliği ve sistemi şartlarında yaşanan gelişmeler doğrudan yoksul dünya halkları ve ezilen uluslarının ağır bedeller ödemesi pahasına yaşanacaktır, yaşanmaktadır. Eğer bir tarih yazılacaksa, kuşkusuz ki o tarihe son noktayı dünya proletaryası ve yoksul halkları koyacaktır. İşte bu tarihsel gelişmelere ilerici sınıflar adına müdahale etmek için devrimci sınıf hareketinin her ölçekte hazırlıklar yapması, donanımını güçlendirerek güçlerini ortak mücadelede birleştirmesi zorunlu bir şarttır. Yarınlar bugün direnen ve savaşan güçlerin gelişimine, büyük hareketler haline gelerek devrim yürüyüşüne önderlik yapmasına tanık olacaktır. Görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyenlerin ise yarınların gerisinde kalmaları kaçınılmazdır. Suriyeli göçmen çocukların soğuk denizlere gömülen ve kıyılara vuran küçük bedenleri ne kadar dramatikse, Sûr’da, Silopiya’de, Cizîr’de bombalanıp binaların yıkıntılarına gömülen, kurşunlanarak sokaklara serilen, çıplak teşhir edilen Kürt kadını, çocuğu ve ana rahminde katledilen bebeğinin ölümü de o kadar dramatik ve acıdır… Suriye’deki kıyım ne kadar insanlık dışı ise, Kuzey Kürdistan’da uygulanan soykırım barbarlığı o kadar insanlık dışıdır, o kadar insanlık suçudur… Modern toplum ve demokrasi yaftasıyla her türlü zulüm ve barbarlığa imza atan “Batı’nın” Kürt kıyımına seyirci kalması da şaşırtıcı olmayıp ikiyüzlülüklerinin yeniden tastık olmasıdır. Bu barbarlıkların daha da derinleşerek devam etmesinin gündemde olup önümüzdeki sürece damgasını vuracağı muhtemel olan koşullarda, proleter devrimci tavır ölüm-kalım ikilemi keskinliğinde sürece müdahil olmakla yüz yüzedir. Bütün bu barbarlıklara kayıtsız kalmak, hiçbir açıdan ve hiçbir sebeple açıklanamaz, açıklanması da mümkün olamaz. Kısacası, proleter devrimciler bugün tarihsel önemde ciddi görevlerle karşı karşıya olduğunun bilincindedir, bu bilinçle hareket etmek durumundadırlar. Görevlerin devasa ağırlığı ortadayken, tarihsel önemi de bir o kadar ortadadır. Bu ağır görev ve tarihsel öneme karşın, proleter devrimcilerin zayıf olan örgütsel durumu, onların mevcut pratik pozisyonunu tayin eden tek unsurdur. Proleter devrimciler güçleri oranında çabalar içinde olup zayıf da olsa belli görevler sahiplenip yürütmektedirler. Elbette bunlarla yetinen bir durumda da de-
ğildirler. Ancak daha ciddi görev, pratik ve eylem çizgisi belli bir zeminde mümkündür. O halde tüm yakıcılığıyla yaşanıp his edilen sürecin ihtiyaçları, bu sürecin bizlere yüklediği tarihsel görev ve sorumluluklara cevap olmak için ertelemeden-geciktirmeden gerekli tüm donanımlar sağlanmalı, önümüzdeki sürece hazırlanmalıdır. Bu hazırlık süreci dinlenme süreci değil, bilakis nispeten küçük eylem ve çatışmalarda pişerek pratikte pişme süreci olarak algılanıp ele alınmalıdır.
Devrimci görevlerimize sarılıp, mücadeleyi büyütelim Haklı ve nesnel de olsa hiçbir gerekçe yüz yüze olduğumuz süreçte tamamen atıl kalmanın sebebi olamaz. Ki, en zayıf örgütsel güç şartlarında bile yapılacak eylem ve etkinlikler vardır. Kuşkusuz ki bunlar örgütsel güçle orantılı olacak ve büyük-sistemli eylemsel pratikler düzeyinde olmayacaktır. Ama sokak direnişleri, protestolar, tek tek eylemler vb vs mevcut güç durumunda ötelenemez tavır ve duruşlardır. Gücümüz oranında pratik çalışma ve eylemlerle devrimci görevlerimize sarılmalı, sürecin seyircisi değil, müdahili olarak devrimci pozisyonumuzu güçlendirmeliyiz. Elbette devrimci savaş tüm görev ve sorumlulukların en ileri mevzisi ve en devrimci biçimidir. Ancak her düzey ve her nitelikte mücadele pratiği küçümsenemeden sergilenmek durumundadır. Daha da önemlisi şantaj ve savunma amaçlı da olsa, bahsi bile içinden geçilen sürecin kırılganlığını tanıtlayan kritik bir durum olarak dünya savaşından bahsedildiği mevcut şartlarda enternasyonal örgüt-örgütlenmelerin önemi bir kez daha ve kendiliğinden açığa çıkmışken, emperyalist savaşlara karşı etkili bir mücadele ve bu mücadelenin dinamiklerinin buluşturulmasının aracı olması bakımından enternasyonalist örgütlenme ivedi görev olarak önümüzde durmaktadır. Elbette bu, salt bizlerin sorunu değil, tüm dünya komünist ve devrimci hareketinin görevidir. Aynı mantık zemininde ulusal çap veya tek tek siyasi coğrafyalarda da proletarya ve devrimci halk kitlelerinin devrimci birliği, örgütlü sınıf ve halk güçlerinin devrimci mücadelenin ortak siperlerinde buluşması aynı derecede ivedi görevdir. Yerli gericiliklerin kılması kadar dünya gericiliğinin yıkılması da zorunludur. Dolayısıyla işbirlikçi iktidarların yürüttüğü gerici savaş ve saldırganlıklara, uyguladıkları kıyım ve zulme karşı müca-
dele ne kadar hayati ve somut görev ise, aynı biçimde dünya gericiliğinin nüfuz ve hegemonik çıkarlarına endeksli yürüttükleri kendi çatışmalarını ezilen ulus ve emekçi halklara fatura edip ezilen yoksul dünya halklarını bir birine kırdıran gerici savaşlara karşı mücadele de aynı derecede hayati ve somut bir görevdir. Daha somut olarak Erdoğan/AKP güruhunun Kürt ulusuna karşı yürüttüğü soykırımcı haksız savaşa karşı kararlı sınıf tavrına uygun mücadele tutumunu pratikleştirmeye paralel olarak, emperyalist savaşlara karşı da aynı kararlılıkla somut mücadele ve kampanyalar geliştirerek devrimci direniş bentleri oluşturmamız ötelenemez bir sorumluluktur. Emperyalist ve bilumum gerici savaşların panzehiri yalnızca ve yalnızca devrimci sınıf savaşlarıdır. Amaçlara uygun olan hiçbir mücadele biçimi ilkesel olarak reddedilemez, bunu tamamlamak adına ise devrimci savaştan asla kopulamaz! Faşizmin, katliamın, soykırım ve barbarlığın geçerli olduğu yerde, devrimci savaş olmadan diğer mücadele biçimleri köksüz olup devrim adına gerçek bir gelişme sağlayamazlar. O halde sürece hazırlanmanın esas yönelimi buna dönük olmalıdır. Ancak demokratik alanda yükseltilecek mücadelenin sonuna kadar yükseltilmesi görevi de burjuva reformist güçlere havale edilmeyecek, burjuvaziye ter edilmeyecek kadar önemlidir. Unutulmamalıdır ki, süreç dünya gericiliği ve onun uzantısı gericiliklerin kırım-kıyımları altında ne kadar karanlık, gerici savaş saldırganlıkları altında ne kadar acı ve dram dolu ise, aynı süreç gerici savaşlara karşı devrimci savaşların; baskıcı ırkçı-faşist diktatörlüklere karşı devrimci durum ve gelişmelerin; karanlığa karşı aydınlık şafağın; faşist baskı ve kıyıma karşı isyan ve başkaldırının; karşı-devrimci taarruza karşı devrimci sınıf mücadelesinin filizlenip boy vermesine, yeni ufukların açılmasına da o kadar uygundur. Sorun, dıştan etkinin iki yönlü çelişkinin hangi yanına müdahale edip geliştireceği, egemen hale getireceğidir. Yani, gerici ve devrimci olmak üzere ikili özellik barındıran sürece devrimci güçler mi müdahale edip çelişkinin devrimci yönünü geliştirecek, yoksa devrimci sınıf güçleri atıl kalıp gerici sınıflar mı sürece damgasını vuracak? İşte temel sorun ve sorun budur. Bu sorunu ve soruyu devrimci sınıflar lehine çözmek için tüm enerjimizle sürecin aktörü olma bilincini pratikleştiren iradeyi ortaya koymamız gerekir.
14
güncel analiz
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
Emperyalist dalaşın kirli oyunları ve Cenevre 3 süreci Suriye’de savaşı ve krizi başlatanların, “siyasal barışçıl” yanılsamayla “çözüm” aramaları, özünde emperyalist stratejik politikanın “yeni” yol haritasının arayışlarıydı ve savaş sahasında var olan derin çatışma ve dalaş, uzlaşmazlık olarak Cenevre 3 Görüşmeleri’nin, başlamadan biten sürecini belirledi. Başını ABD ve Rusya’nın çektiği, formülasyonda BM’nin mührünü taşıyan Viyana Görüşmeleri gibi, Cenevre Görüşmeleri de, savaş alanlarındaki gerici güçlerin karşılıklı stratejik konumlanış “dengelerini” aşamadı ve süreç derinleşen askeri çatışmalar ekseninde oluşacak “yeni” dengelerin oluşum sürecine paralel işletilmesi kararıyla ertelendi Emperyalist stratejik çıkarlar ekseninde Suriye başta olmak üzere, Ortadoğu’ya biçim vermeye çalışan, Rusya ve ABD-AB merkezli gerici emperyalist blokların, örgütlemeye çalıştıkları Cenevre 3 Görüşmeleri, 25 Şubat’a kadar askıya alındı. Suriye’de savaşı ve krizi başlatanların, “siyasal barışçıl” yanılsamayla “çözüm” aramaları, özünde emperyalist stratejik politikanın “yeni” yol haritasının arayışlarıydı ve savaş sahasında var olan derin çatışma ve dalaş, uzlaşmazlık olarak Cenevre 3 Görüşmeleri’nin, başlamadan biten sürecini belirledi. Başını ABD ve Rusya’nın çektiği, formülasyonda BM’nin mührünü taşıyan Viyana Görüşmeleri gibi, Cenevre Görüşmeleri de, savaş alanlarındaki gerici güçlerin karşılıklı stratejik konumlanış “dengelerini” aşamadı ve süreç derinleşen askeri çatışmalar ekseninde oluşacak “yeni” dengelerin oluşum sürecine paralel işletilmesi kararıyla ertelendi. Emperyalist gerici güçlerin, sürece dair fikirlerini özetleyen Birleşmiş Milletler’in Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, her ne kadar görüşmelerin çökmediğini ifade etse de, en azından mevcut güçlerin askeri-politik konumlanışı özgülünde, Suriye’de çatışmazlık ve “geçiş” sürecinin, gerici emperyalist ve bölgesel güçlerin elinde patladığı aşikârdır. Gerici emperyalist ve bölgesel güçlerin, stratejik çıkarlarını korumak ve genişletmek için, askeri savaş ayağının sürdüğü başka bir alan olan “siyasal-diplomatik” “çözüm” olarak belirlenen Viyana Görüşmeleri’nde, Suriye’de “geçiş süreci” için bir yol haritası belirlenmişti. 1 Ocak’ta başlamak kaydıyla Esad yönetimi ile “muhalif” güçlerin “müzakere” masasına çekilmesi, “geçiş” hükümetinin kurulması ve 18 ayda seçime gidilmesi, bu yol haritasının ana başlıklarıydı. Ama süreç planlanan gibi olmadı. Çünkü görüngünün arka planında yaşanan derin çatışmalar, emperyalist paylaşım siyasetidir. Emperyalist paylaşım ve dalaş siyasetinin yön verdiği bölgesel ittifaklar, ortaklaşılmayan derin çıkarlar ekseninde, her sürece, boyutlanan çatışmalar olarak nitelik vermektedir. Gazetemiz önceki sayılarında, askeri, politik boyutlarıyla defalarca değerlendirilen bu konu, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki çözümsüzlüktür. Her sürece gerici çatışmalar ekseninde biçim vermektedir ve çözüm, bu gerici siyasetin çizeceği yol haritasında değildir. Emperyalistler tarafından siyasal-diplomatik projeler olarak örgütlenen bu görüşmeler, savaş sahasındaki dengelere göre bölgenin paylaşımını yaratmak maksatlıdır. Çözüm denen meselenin
özü, emperyalist haydutlar arasındaki bu paylaşımdır. En basit yaklaşımla, Suriye ve Ortadoğu’daki askeri-politik konumlanış, sorunun IŞİD’le mücadele, ya da bölge “barışı” olmadığını ortaya koymaktadır. Lojistik, silah yardımı, fiili savaşa asker gönderme gibi değişik düzeylerde 40’a yakın ülkenin yer aldığı, ABD-AB’nin öncülük ettiği koalisyon güçleri, İran, Suriye, Çin ve Irak’ın içinde bulunduğu ve Rusya’nın öncülük ettiği güçler, El-Nusra, Ahrar el-Şam, İslam Ordusu, Cephe El Şemsiye gibi gerici cihadist Sünni cephe toplandığında, 80’e yakın ülke ve bölgesel irili-ufaklı güçlerin, IŞİD’le mücadele için bölgede bulunduğunu söylemek, en geri düzeyde işletilen bir mantık ilişkisi tarafından bile kabul edilecek bir durum değildir. Yani Suriye ve Ortadoğu’da yaşananlar, bir bölge sorunu olmaktan öte bir durumu ifade etmektedir. Suriye ve Ortadoğu’da emperyalist güçlerin arasındaki dalaş ve paylaşımın derin çatışmaları yaşanmakta ve bu çatışma bölgesel aktörler üzerinden yürümektedir. Ekonomik-politik çıkarlarını korumak ve genişletmek için bölgeye müdahale eden emperyalist ve bölgesel gerici güçler, çözüm perspektifi veya projesi adı altından gündemleştirdikleri her politik duruşla stratejik çıkarlarını ifade etmektedir. Esad’lı Esad’sız geçiş (ki bu sorunun cevabı Rusya’nın askeri müdahalesiyle verilmiştir), IŞİD ile “mücadele”, sadece emperyalist güçlerin stratejik çıkarlarının araçları durumundadır. ABD-AB ve Rusya başta olmak üzere, emperyalist hegemonya sürecinde yer alan her gerici güç, başta IŞİD’le “mücadele” olmak üzere, tüm bölge çelişkilerini, kendi amacına ulaşmak için bir araç olarak kullanmaktadır. Cenevre 3 Görüşmeleri’ne de bu amaç-araç ilişkisi yön vermiştir. Sahnelenen oyun, savaş sahasında oluşan “dengelere” bir statü kavuşturma ve oluşturulan bu statü üzerinden sürece, emperyalist çıkarlara göre yön verme oyunudur. Ama savaş sahasında, karşılıklı güçlerden birinin “mutlak” üstünlüğü hala oluşamadığı ve karmaşık çıkarlarda bir “uzlaşı” yaratılamadığı için, görüşmeleri bu çelişki ve çatışma tıkamıştır.
ABD’nin “muhalifleri” merkezileştirme planı, stratejik müttefiklerini ikna etmemiştir Suriye konusunda ABD-AB ve Rusya “ortaklığıyla” dikilen paltonun giydirildiği BM gözetiminde başlatılmaya çalışılan Cenevre 3 Görüşmeleri’nde, ABD’nin müttefikleri olan gerici cihadist “muhalefet” ve bölgesel gerici egemenliklerle yaşadığı uzlaşmazlık, ABD-Rusya blok çatışmasını dahi gölgede bırakmıştır. Bazı emperyalist güçlerinde bölgesel gericilikler üzerinden beslediği, ama somut bölge koşullarında Suudi Arabistan, Katar ve Türk hâkim sınıflarının öz evladı IŞİD, bölgede yaşanan gelişmeler akabinde “üvey evlat” olarak dıştalanınca, diğer siyasal ortaklar Cenevre 3’e taşınmak istendi. Suudi Arabistan’da 9-10 Aralık tarihinde yan yana gelen ve Türk egemenler devletinin aktif rol aldığı cihadist Riyad ortaklığı, ABD’nin ılımlı İslam merkezli “muhalifleri” merkezileştirme projesine de bir “itirazdı” aynı zamanda. Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Ahrar el-Şam ve İslam Ordusu gibi gerici cihadist örgütlemelerin heyetini dayatması, bu güçlerin Cenevre’ye davet edilmesi ile aşılmamış, bu güçlerin Rusya askeri müdahalesi ve Esad güçlerinin operasyonları durdurması talebiyle, emperyalist “çözüm” süreci olarak örgütlenen Cenevre görüşmelerini, emperyalist dalaş ve çatışmanın yarattığı derin çelişkilerin çözümsüzlük akıbetine uğramıştır. Türk hâkim sınıflarının cihadist gerici örgütlen-
meleri masa başına taşıma çabası, PYD-YPG özgülünde inkâr ve imha siyasetine dayanan Kürt ulusuna karşı var olan gerici siyasetiyle bütünleşince, gerici güçler arasında tam bir “kırmızı çizgi”ler enflasyonu yaşanmış oldu. ABD-AB, Rusya, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Esad, Rusya’nın örgütlediği “muhalefet”, ABD’nin dayandığı “muhalif” güçler ve ABD’nin de rol aldığı cihadist Riyad Yüksek Müzakereler Komisyonu, Suriye Demokratik Güçleri, PYDYPG, gibi aktif aktörlerin, sürece ilişkin derin çatışmalarından kaynaklı, emperyalist paylaşımın bir adımı olan Cenevre 3 ertelenmek durumunda kaldı. Bu aynı zamanda savaş sahasında bazı dengelerin değiştirilerek, ana aktörler tarafından bazı denörlerin “hâkim” hale getirilmesi hedefiyle, bazı hamlelerin yapılması için zaman yaratma ertelemesidir. Suriye’nin ve Ortadoğu’nun en önemli siyasal ve askeri güç temsili olan PYD’nin üzerinden, Kürtlerin, AKP-Erdoğan temsilinde faşist Türk egemenleriyle ABD arasında bir tercih sorununa evirilince, Washington kaşlarını çatarak ilk aşamada Ankara dedi. Ama bu, ABD’nin Türk hâkim sınıflarının PYD üzerinde var olan gerici siyasetine entegre olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, ABD’nin, PYD-YPG üzerinde var olan planlarının kapandığı anlamına gelmemektedir. ABD bir manevra yapmıştır. PYD’yi “terörist” görmek bir yana, “müttefik” yapma gayreti içindedir. Ve Cenevre’de Esad ile Esad rejimine karşı savaşan “muhalif” güçlerin müzakere masasında buluşturma çabası birincil olduğu için, ilk başlangıçta PYD’ Ankara’ya “feda” edilmesi, bu manevra alanının güncel bir zemini oldu. Yoksa ABD ve AB, Türk hâkim sınıflarının “kırmızı çizgilerine” rağmen, PYD’yi ve PYD üzerinden Rojava Kürtlerini, Rusya’ya kaptırma niyetinde değil, önümüzdeki süreç bu niyetin kapsamlı politikasını pratikleştirecektir. Ki hemen Cenevre Görüşmeleri’nde, sıcak gündem olan çatışmaların ve gerici güçler arasında oynanan kartların gölgesinde, Kürtlerin çıkarlarını “gözetmek” ve durumu
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
“dengelemek” için, ABD Başkanı’nın Suriye Özel Temsilcisi Brett McGurk’un İngiliz ve Fransız temsilcilerle birlikte Kobanê’yi ziyaret etmesi, özellikle Türk selefi egemenliğiyle farklılaşacak tercihleri nazarında bir gövde gösterisidir. ABD açısından sorun bölgesel çıkarlarıdır. Askeri ve politik olarak, dönemsel çıkarlarını hangi güçler üzerinden daha etkili uygulayabiliyorsa, bu güçlerle “ittifak” kurmayı esas alır. Kuşkusuz, konjonktürel durumdan öte bazı stratejik “müttefiklerinin” olması, eşyanın tabiatı gereğidir. Ama bu her durumda, bu stratejik “müttefikleriyle” aynı siyaseti benimseyeceği anlamına gelmez. PYD ve bölge siyaseti özgülünde Türk hâkim sınıflarıyla yaşadığı siyasal farklılaşma
güncel analiz aktör üzerinden uygulanışıdır. Afrin ve Kobanê’nin birleşmesi, takatsiz bırakılmış cihadist “muhalefet”, Türkiye ve Suudi Arabistanı’n da nefes borularının kesileceği anlamına gelmektedir. Bu askeri kuşatma ve yaratacağı politik sonuç, Suriye’de emperyalist proje olan, “geçiş” sürecinde”, daha aktif yer alma maksadıyla bulunmayı planlayan, gerici güçlerin “itiraz” dinamiğini zayıflatacaktır. Herkesin “teröristinin” farklı olduğu bir konseptte, Rusya’nın Bayırbucak’tan Halep’in kuzeyine, Türk egemenlerinin cihadist “muhaliflere” ikmalini kesen yoğun-yaygın askeri operasyon gerçekleştirmesi, bu konuda verilecek en iyi örnektir. İkinci ayak siyasi diplomatik ayaktır ve savaş sahasında askeri avantajı elinde bulunduran güçler, bu alanı daha etkili kullanacaktır. ABD ve Rusya’nın bu alanda da inisiyatifi tartışmasızdır. Cenevre’deki süreç, ikili görüşmelerde ortaya çıkan tablo ve en son Münih’te yapılan “Uluslararası Suriye Destek Grubu”(biz buna Suriye’yi emperyalist çıkarlar ekseninde paylaşma grubu diyelim) konferansında çıkan sonuç, gerici emperyalist siyasete, gerici çıkarlarıyla ayak direyen, cihadist örgütlenme ve devlet egemenliklerini, diplomatik alanda sıkıştırmıştır. Bu konferansın ABD-AB ve Rusya emperyalist güçlerinin “uzlaşısını” yansıtması, 1 Mart’ta Rusya’nın ateşkes önerisi, Suriye’de kuşatılan bazı bölgelere “insani” yardım planlaması somut olarak gerçekleşmese de, emperyalist hegemonya siyasetinin, Suriye özgülündeki “geçici dönem” projesinde sağlanan “uzlaşı” görüntüsü açısından, “itirazlara” bir gözdağıdır.
AKP-Erdoğan diktatörlüğü çöken bölge siyasetinin aciz çırpınışındadır
gibi. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün feryad-ı figan çığırtkanlığında, ABD’nin PYD’yi “terör” örgütü görmediğini açıklaması ve bunu Azez’e yürüyen PYD-YPG güçlerini havadan bombardımanla destekleyerek, reel bir siyasete dönüştürmesi, ABD’nin Türk hâkim sınıflarına, tavrını değiştirmesi konusunda verdiği en güçlü mesajdır. Mesele bölgesel çıkarlar olunca, Türk egemenlik sisteminin söylemleri, hiç de kıymetli olmuyor. Somut olarak Washington ve Moskova, PYD’nin “Cenevre masasında” olmasını istiyor. Bunu bölge çıkarları gereği istiyor. İki emperyalist blokun PYD özgülündeki “uzlaşısı”, Kürtlerin bölgedeki siyasal, örgütsel etkinliğini ve sahip olduğu askeri dinamiğini, emperyalist egemenlik çizgisine entegre etme mantığıdır. Rojava Kürtlerinin, PYD üzerinden Cenevre 3’te temsili veya Suriye’de planlanan emperyalist projede rol alması, süreç içinde emperyalist güçler tarafından oluşturulacaktır. Kürtlerin buna entegre olup olmaması tartışmanın başka yanıdır. Ama iki emperyalist blok, bunun koşullarını çıkarları gereği yaratacaktır. ABD ve Rusya heyetleriyle yapılan görüşmelerin ardından, Salih Müslim’in yaptığı açıklama, bu durumu daha da somutlamaktadır. “Bütün detaylarını size söyleyemem. Ama genel anlamda yapılan görüşmelerde iki taraf da bize şunları dile getirdi: ‘Biraz sabredin, kesinlikle bu süreç Kürtler olmadan gitmez. Muhakkak siz de olacaksınız. Ama zamanlama önemlidir.” Söz konusu zamanlama dedikleri, Rusya ve ABD-AB öncülüğünde iki yönlü işletilen süreçtir. Bu sürecin bir ayağı askeridir. Rusya’nın ana aktör olduğu bu ayak, özellikle cihadist “muhaliflerin” “itirazlarına” ve duruşlarına güç veren “dinamikleri” zayıflatmaktır. Karadan Esad ve İran güçleriyle, havadan Rusya uçaklarıyla, Halep’ten Rakka sahasına genişletilen koridor, cihadist “muhaliflerin” beslendiği zemine karşı imha operasyonlarıdır. ABD’nin Azez’e yürüyen YPG güçlerine havadan destek vermesi, bu planın başka bir
Bölge siyasetini, “Neo-Osmanlıcı” hayaller üzerine kuran selefi Türk hâkim sınıfları diktatörlüğü, bölgedeki her gelişmenin akabinde gerici siyasetinin yarattığı çamura batmıştır. Arabistan ve Katar’la birlikte, cihadist gerici bağnaz çeteler üzerinden, bölge siyasetini inşa eden AKP-Erdoğan hanedanlığı, YPG’nin denetimini ele geçirdiği alanlar sonucunda, Suriye’nin iç hatlarına olan ikmal yollarının da kesilmeyle yüz yüze kalmıştır. PYD-YPG özgülünde Suriye’de inkar ve imha üzerinde sürdürdüğü Kürt düşmanlığı, Cenevre 3 Görüşmeleri’nde, diplomatik olarak “dikkate” alınsa da, gelişen sürecin bu durumda köklü değişiklik yaratacağı kesindir ve Türk hâkim sınıfları bunu bilmektedir. “Geçiş döneminde”, cihadist gerici güçler üzerinden daha etkili irade olmaya çalışan Faşist diktatörlük, buradan yakalamak istediği avantajla, PYDYPG’yi tasfiye etmek istemektedir. Kürt ulusunun meşru mücadelesini, bir “terör” sorunu olarak uluslararası güçlere kabullendirmek, hâkim Türk gericiliğinin en büyük hayali. Ama askeri alanda da, diplomatik alanda da, Türk egemenlik sisteminin siyaseti tıkanmıştır. Ekvator’da Cenevre Görüşmeleri’ne dair, “kükreyen” Erdoğan’ın hezeyanı, tıkanan bu siyasete “yeni” argümanlar yaratma çabasıdır. Rusya’nın desteğiyle Esad’ın Halep’i kuşatmasına itirazın nedeni, Halep’ten gelecek olan yeni göç dalgası değildir. Halep’te dayandığı cihadist gerici örgütlerle bağının kesilmesi ve gücünün zayıflaması esas sorundur. Askeri operasyonlarla müzakere masasında zayıflayan “dinamiklerini” korumak için, Rusya’nın operasyonlarına karşı uluslararası güçleri göreve çağırmaktadır. ABD’nin PYD konusunda açıkladığı resmi tavır ve Azez’e yürüyüşüne verdiği hava desteği, Türk faşizmini bölge siyaseti konusunda sıkıştıran bir başka öğedir. Münih Toplantısı, perde arkasında “ABD-Rusya uzlaşması” olarak yansıyınca, Türk diplomasisi, bu ikiliye karşı geniş manevra alanını yitirdi. Mülteci sorunu bahanesiyle bölgede konuşlanma, tampon bölge, ikmal hatları siyaseti, Rusya, Esad ve YPG öncülüğünde Suriye Demokratik Güçleri’nin son hamleleriyle başarısız olmuştur. ABD, Türk hakim gericiliğini, “makul” itirazlarla siyasetine entegre etmeye çalışacaktır. Diplomatik ve askeri alanda manevra alanını yitiren AKP-Erdoğan selefi diktatörlüğü, bu konuda bir tercih yapacaktır. Bu tercihini yapmadan, elindeki tüm olanakları kullanmak isteyecektir. “Mülteciler” üzerinden yaratılan baskılanma ile NATO şemsiyesini kullanmak, bunun için bazı koşulları olgunlaştırmak, sınır ihlali bahane-
15
siyle, sınırda askeri manevralar yapmak, ABD-AB blokunu, “kırmızı çizgileri” konusunda ikna argümanları olacaktır. Özellikle Rojava Kürdistanı’nı boğma hayalleri bu argümanın ana kodlarıdır. Bu konuda, emperyalist güçlerin bölge siyasetinden kaynaklı eli güçlü değil. Tam da bu kesitte, Kuzey Kürdistan’da, Cizîr -Sûr hattında yaptığı gibi, sınırları zorlayan bir vahşetle Kürt ulusunu katletmektedir. Bu öyle Kuzey Kürdistan özgülünde planlanan lokal bir saldırı değildir. Bölge özgülünde Kürt düşmanlığı üzerinde şekillendirdiği siyasetini, olanakları olduğu koşullarda vahşice uygulama siyasetidir. PYD-PKK konusundaki ikili tavrıyla, ABD-AB başta olmak üzere, emperyalist gericilik, Kuzey Kürdistan’daki katliamlara onay vermişlerdir. Emperyalistler için sorun Kürt ulusunun özgürlük sorunu değildir. Emperyalist siyasete “dinamik” olup olmama sorunudur. Onun için Kandil’in bombalanmasına, Kuzey Kürdistan’da sivil, çocuk, yaşlı, genç kadın ve erkeklerin yakılarak, bombalanarak katledilmesine onay verirken, PYD üzerinde “dokunulmazlık” siyaseti gütmektedir.
PYD-YPG’nin tarihsel rolü ve bölge siyaseti PYD-YPG’nin Cenevre Görüşmeleri’ne çağrılıp-çağrılmaması, diplomatik anlamda bir anlam ifade etse de, Kürt ulusunun özgürleşme mücadelesi açısından çok anlamlı değildir. Hangi gerici gücün Cenevre Görüşmeleri’ne çağırdığı, hangi gerici gücün engellediği, meselenin tali yönüdür. Esas olan, bunlar gerici emperyalist projelerdir, sahnelenen oyun kirlidir. Her iki gerici emperyalist blok ve bölgesel gerici güçler için Kürtler pazarlık konusudur. Gelişecek emperyal çıkarlara göre imhası ya da “statüsü” çizilecektir. Bundan dolayı her gerici güç, kendi çıkarlarına göre bir Kürt prototipi ortaya çıkarmaktadır. PYD-YPG Kürtlerin tek temsilcisi değildir söylemi, gerici güçlerin, parçalı duran Kürt ulusu üzerindeki gerici emellerinin sonucudur. Rusya, ABD-AB, Kürtleri bölge siyasetinde lejyoner olarak kullanmak için plan yapıyor. Türk gericiliği, dinci Kürt cemiyetine dayanarak, PYD-YPG’yi, “terörist” diye boğmak istiyor. KDP ve dinci Kürt cemaatleri, Kürt ulusunun ulusal birliğini parçalamak için bir güç olarak kullanılıyor. Bütün bu kirli oyunları parçalamak, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin askeri-politik yönelimleriyle aramızda kalın çizgiler çekmekle olanaklıdır. Demokratik Suriye perspektifiyle, kardeşçe, özgür, eşit yaşamı öngören proje, emperyalist hegemonya siyasetine bulandırılmazsa, anlamlıdır. 21.yy, Ortadoğu’da Kürtlere jeo-politik gelişmelerle, kendi özgür iradesiyle özgürleşme olanağı sunuyor. Emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki çatışma ve dalaş, bunun dinamiklerini nesnel olarak yaratıyor. Fakat Kürtler, tam da gericiliklerin arzuladığı gibi, parçadaki emperyalist sürece dâhil olma adına, dört parçada oluşan ulusal birlik koşullarını heba etme tehlikesiyle baş başadır. Kürtler, hem bu ulusal birliği zedeleyen güçleri, hem de inkar ve imha siyaseti üzerine şekillenen gerici, bağnaz egemenlik siyasetlerini ve hem de Kürtleri kendi gerici çıkarlarına entegre etmeye çalışan dönemsel konseptleri, ulusal birlik ruhuyla ezip geçmelidir. Emperyalistlerin tayin edeceği “statüden” öte, emperyalistkapitalist paylaşım savaşlarının, yarattığı tarihsel haksızlıkları aşan, Kürt ulusunun dört parçada birleşme perspektifi, tüm gerici planları dize getirmeye muktedirdir. Bu anlamıyla Birleşik Sosyalist Kürdistan bayrağı, güncel bir aciliyettir. Politik askeri güç olarak, kendi bölge planları için, Rojava Kürdistanı üzerinde planlar yapan ABD ve Rusya emperyalist güçlerinin, Rojava devrimi özgülünde oluşan demokrasi statüsünü tasfiye etmeye çalışmaları, gerici hedeflerinin anlaşılması için yeterlidir. Kürtler, Cenevre, Münih gibi toplantılarda, “emperyalistlerin aldıkları kararlar bizi bağlamaz” söylemini, reel bir siyasete çevirmelidirler. Dönemsel emperyalist çelişkilerden faydalanma, bu siyaseti reel hale getirmeyi yadsımaz. Gerici emperyalist egemenliklerin, Kuzey ve Kandil’de boğmaya çalıştığı, Rojava’da gerici siyasetlerine entegre etmek istediği Kürt, tek bir ulustur, ezilen ve mazlumdur. Kendi kaderi kendi elindedir. Gericiliklerin kirli oyunlarıyla, bu hak ötelenemez, karartılamaz.
16
güncel analiz
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
Suriye’deki durumun özeti ve “TC”nin Suriye’ye müdahalesi
“Sûr’a, giremeyenlerin Suriye’ye girmesi” hayalden ibarettir. Özellikle de emperyalist güçlerin izni olmadan Suriye’ye girmeleri mümkün değildir. Ne var ki, iktidar hırsıyla şuurunu kaybeden Erdoğan bu şuursuzluğunun ürünü olarak bir felakete adım atabilir Suriye’de karmaşık bir denklemin olduğu, durumun girift olup kaotik siyasi şartların egemen olduğu ifade edilmeye muhtaç olmayacak kadar açık. Bu girift denklem ve kaotik siyasi sürecin izahı derin ve geniş bir analizi gerektirir, fakat şu kısa özetle durumun esas izahı yapılabilir: Bir; Suriye’de yıllara yayılan ve sonuç alınamayan, an itibarıyla emperyalist haydutlar tarafından “dünya savaşı” söylemleriyle kaotik siyasi şartların daha ciddi gelişmelere gebelik ettiği bir savaş mevcuttur. Bu savaşın arka plandaki asıl tarafları, ABD esaslı, ABD ve AB emperyalist blokları ile Rusya esaslı ve Rusya’nın başını çektiği emperyalist bloklarıdır. Daha yalın ifadeyle Suriye’deki bu savaşın asıl aktörleri ya da tarafları ABD ile Rusya’dır. Savaş, pratik savaşın insan öznesi-insan gücü itibarıyla Esad iktidarı ile muhalif kesim arasında biçimlense de, bu savaş esasta adı geçen emperyalist güçler arasında sürmektedir. Savaşın insan öznesi Suriye devleti ile muhalif güçler iken, Suriye devleti kendi adına olduğu kadar bir anlamda da Rusya adına savaşmakta, muhalif güçler ise iktidara gelme adına esasta da ABD adına savaşmaktadır. Suriye’deki savaşın arkasında ABD ile Rusya’nın olduğu gerçeğine göre, Esad iktidarının esasta Rusya emperyalizminin çıkarları için Rusya adına savaştığı, muhalif kesimin ise ADB emperyalizminin çıkarları uğruna ABD adına savaştığı doğru bir belirlemedir. Ki, Suriye’deki durumun girift olması da bu zeminde anlam bulmakta, ABD ile Rusya’nın beslediği bu kaynaktan ileri gelmektedir. İki; Suriye’de birden fazla ya da çok odaklı bir emperyalist varlıktan söz etmek objektif gerçeğin ifade edilmesidir. Çok odaklı emperyalist varlık realitesi, bu emperyalist güçlere bağımlı olan diğer birçok devletin de Suriye’de olması anlamına gelmektedir ki, belli gelişmelerle kanıtlanan bu durum fiilen de gözlemlenen bir durumdur. Durumun girift
olmasının bir özelliği de bundan beslenmektedir. Üç; Emperyalist blok veya güçlerin çatışmasına bağlı olarak gündeme gelen çok odaklılık ve çok odaklılığa bağlı olarak birçok devletin-ülkenin belli roller, görevler ekseninde veya emperyalist güce vekâleten aktörlük pozisyonunda Suriye’de bulunması, burada müttefikler ve dostlar-düşmanlar ilişkisi konusunda belli bir içiçeliğe ya da kördüğüm yumağına sebep olmaktadır. Öyle ki, tüm savaş ve çatışmanın ana kaynağı olan veya savaşın esas tarafları durumundaki emperyalist baş haydutların görece ve şartlı-geçici de olsa ittifak olmalarına dahi tanıklık yapılmaktadır. Dört; Suriye’deki savaş Esad iktidarının devrilmesi ile korunması ikilemindeki hedefler bağlamında ABD ile Rusya arasında, bir biçimiyle Suriye devleti ile muhalifler arasında cereyan eden veya “Arap Baharı” safsatasıyla bilinen emperyalist yeni stratejiler temelinde bir iktidar değişimi somutunda gündeme gelse de, bu savaş ve çatışmanın hesaplananın ötesinde uzayıp sonuç alınamaması zemininde gelişen iktidar boşluğu-zafiyetinin değerlendirilmesiyle ve elbette emperyalist plan-projelerin etkisi ya da inisiyatifiyle bölge ve Suriye’de yeni aktörler, yeni gelişmeler ve yeni şartlar gündeme geldi. Bu zeminde; Suriye devlet sınıflarındaki Kürdistan topraklarında-Batı Kürdistan’da demokratik bir gelişme olarak “Kürt yönetim bölgesi” -Kürt yönetimi iradesi ortaya çıktı. Bunu tersi kulvarda IŞİD adına gerici barbar bir çete ortaya çıktı ya da çıkarıldı. IŞİD bir proje de olsa, başka türlü de olsa, bölgede ve Suriye’de ciddi bir tehdit olarak gün yüzüne çıktı. Parantez açarak belirtelim ki, bu çetenin Kürt yönetim bölgesi veya Batı Kürdistan Kürtlerine karşı sergilediği kudurgan düşmanlığı da bir rastlantı değildi. Ne var ki, Kürtler bu barbar çeteyi Kobanê’de kahramanca bir direnişle yenilgiye uğratıp bu çetenin gerilemesini sağlayarak saldırganlığının ilerlemesine ket vurdu. Kuşkusuz ki, PYD ve IŞİD dışında çok daha parçalı güçler mevcuttur. Suriye devleti/Esad iktidarı, buna muhalif güçler(“ÖSO”), Araplar, Türkmenler, Demokratik Suriye Güçleri gibi bir dizi ayrı örgütlenme ve güç mevcut bulunmaktadır. Bu realite birçok devletin farklı ilişki ve ittifaklarını, her ayrı örgütlenme-gücün ayrı bir devlet ya da emperyalist güç tarafından desteklenmesini, dolayısıyla karmaşık
ilişki ve çelişkileri koşullamaktadır. Zira her emperyalist güç, her devlet ayrı ayrı hesap ve çıkarları temelinde farklı güçleri desteklemektedir… Suriye devlet sınırlarında ortaya çıkan bu tablo ve elbette Suriye’deki çok odaklı emperyalist varlık ve bunun devamı olan birden fazla devletin sürece dâhil olması, her emperyalist güç ve bunlara endeksli sürece dâhil edilen devletlerin gerici çıkar ve hesaplarla kurduğu ittifak ya da düşmanlıkların aktüel olması durumu şu anlama gelmekte veya şu karmaşık ilişki ve çelişki durumunu gündeme getirmektedir: a-) Yeni tehdit ve tehlikeler gündeme gelmekte veya algılanmaktadır. Bu yeni veya değişik düşman-tehdit algılaması ve/veya bu tehdidin gündeme gelmesi, sürece dâhil olan tüm devletlerin gerici çıkarlarına, gerici hesap, gerici plan, fırsattan yararlanma ve nüfuz olma-nüfuz büyütme emellerine göre biçimlenmektedir. b-) Savaşa yol açan esas çelişki ve çatışma, algılanan ve gündeme gelen tehdide göre politik ve geçici olmak kaydıyla geri plana düşmekte, ortak tehdit algısına uygun olarak izafi ittifak ve ortak düşmana karşı geçici de olsa yeni yönelim ve çatışma hedefi öne çık-
maktadır. İki şıkta ifade edilenler temelinde; aa-) ABD ile Rusya Suriye pazarı eksenli iktidarın değiştirilmesi ya da korunması somutundaki temel sorunda savaşan perde arkası iki emperyalist devlet olmasına karşın, göstermelik de olsa IŞİD tehdidi karşısında ittifak güçler durumuna gelmektedir. Yani, Suriye’deki esas savaşın tarafları olan bu emperyalist güçler IŞİD realitesi karşısında ortak hareket etmekte-ittifak yapmaktadır. Bu ittifakı stratejik hedef ve planları için bir manevra fırsatı veya belli şartlarda kendi faydalarına öngörseler de, son tahlilde karşıtlık içinde olan bu iki emperyalist devlet öyle ya da böyle IŞİD ile de çatışan durumdadır. Şüphesiz ki, IŞİD her iki emperyalist devlet tarafından aynı düzeyde bir tehdit olarak algılanmamaktadır. Hatta dolaylı ya da zımnen belli ilişkilenmelerinden söz etmek mümkündür. Ki, IŞİD bir proje olarak devreye sokulsa da kontrolden çıkmış barbar özelliğiyle genel bir tehdit haline gelmiştir denilebilir… Burjuva ahlak ve ilkesiz pragmatizmi tam da burada sırıtmaktadır. Emperyalist burjuvazi anlık çıkarları neyi gerektiriyorsa, anda faydalı olan neyse ona uygun politika geliştirmekte, ilişkilerini buna
güncel analiz
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
uygun düzenlemektedir… Nasıl ki, Suriye sorununda ABD ile Rusya’nın temelden tezat ve çatışan durumda olmalarına karşın politik konjonktürde ittifak olmaları gibi… Büyük dalaş ve çatışma içinde olmakla birlikte aynı zamanda BM’de ortaklık içinde olmaları gibi… IŞİD’e karşı ittifak etmelerine karşın, perde arkasında IŞİD ile ilişkilere girebilmekte, birbirlerine karşı çatışmada IŞİD’i bir koz olarak kullanabilmektedirler vs… bb-) ABD ile Rusya’nın keskin çatışmasına rağmen IŞİD özgülünden geçici de olsa gündeme gelen ittifaka karşın, ABD Suriye devleti-Esad iktidarına karşı düşmanlığını ortaya koyarak muhalifleri destekleyip Esad’a karşı savaşı destekleyip yürütürken, Rusya ise muhaliflere karşı düşmanlığını ortaya koyarak Esad’ı destekleyip muhalefete karşı savaşı destekleyip yürütmektedir. Yani dolaylı olarak birbirileriyle savaşmaktadırlar. IŞİD’e karşı ortak olan bu emperyalist devletler, Esad iktidarı ve iktidara karşı olan muhalif kesim karşısında ayrışmakta, karşıt pozisyonlarda bulunmaktadırlar. ABD, Esad’a karşı muhaliflerin savaşını, Rusya ise muhaliflere karşı Esad iktidarının savaşını desteklemekte, dolayısıyla düşman cephelerde bulunmaktadırlar… Özetle, ittifak ve savaş-çatışma ilişkileri tam bir tutarsızlık biçimini yansıtmaktadır. Ne var ki, geçici olarak biçimlenen bu ittifak ve düşmanlık ilişkilerinin görünümü derin gerçeği yansıtmamakla birlikte, derin gerçek dediğimiz ABD ile Rusya’nın Suriye’deki temel çıkarları ekseninde vuku bulan çatışmalarına uygun bir yansımadır. Ki, biçimde tutarsız görünen durum iki emperyalist dev-
letin de göreli süreçte kendi çıkarlarına uygun hareket etmesinin yansımasıdır… cc-) IŞİD’e karşı savaşta ortaklaşan bu iki emperyalist devlet, aynı zamanda Batı Kürdistan Kürt Yönetimi’ni-PYD’yi de ortakça desteklemektedirler. Zira bura Kürtleri IŞİD’e karşı direnen başat güç durumundadır ve IŞİD karşıtı koalisyonun ciddi bir gücü durumundadır. Elbette emperyalist stratejileri bağlamında bölgedeki Kürt politikaları da bura Kürt yönetimini desteklemelerinin temel gerekçesidir. ABD, Esad iktidarına karşı hesaplarında buradaki Kürt yönetimini desteklerken, Rusya da PYD’nin diğer muhalif kesimden ayrı duruşu ve “TC” ile olan ilişki veya çelişkileri bağlamında desteklemektedir. Zira Batı Kürdistan Kürt yönetiminin pozisyonu, “TC” devletinin Suriye-Esad iktidarını muhalifler lehine yıkma girişimlerine uygun değildir. Yani, “TC”nin muhalifleri destekleyerek ve hatta yöneterek amaçladığı Esad iktidarını yıkma girişimlerine bura Kürtleri ortak olmamaktadırlar. Bu anlamda bura Kürtlerin duruş veya pozisyonu Rusya’nın genel politikasına ters düşmemekte, aynı biçimde mevcut durumuyla Esad iktidarına karşı da bir mücadele yürütmemektedirler. Ki Rusya’nın özel olarak bura Kürtlerine düşmanlık beslemesini gerektirecek bir neden yoktur, bilakis bura Kürt yönetiminin varlığı “TC”yi rahatsız ederek de somut şartlarda Rusya’nın desteğini almaktadır… Kısacası, Batı Kürdistan Kürt yönetimi ABD ile Rusya’nın çatışmayarak ortaklaştıkları ikinci bir husustur. dd-) Bu devletlerin ortaklaştıkları bir başka konu ise, “TC” devletinin Batı Kürdistan Kürt Yönetimi’ne-PYD’ye karşı
izlediği düşmanlık politikasının tersine bir politika izlemeleridir. “TC” buradaki Kürt yönetimini tehdit olarak algılayıp düşman bellerken ve PYD’yi terörist olarak değerlendirirken, bunun aksine ABD de, Rusya da bura Kürt yönetimini desteklemekte, PYD’yi terörist değil, IŞİD’e karşı savaşta ciddi bir müttefik güç olarak açıklamakta, görmektedir.
ABD ile “TC” devleti “stratejik ortaklık” safsatası ABD ile “TC” devleti “stratejik ortaklık” safsatasıyla açıklanan stratejik dostluk, bağımlılık ve işbirliği ilişkisi içindeyken, PYD ve Kürt yönetimi noktasında, dolayısıyla bölgedeki Kürt politikasında taban tabana zıt kutuplarda durmaktadır. Rusya ise uçaklarının düşürülmesinden sonra “TC” devletiyle sorunlu ilişkiler içinde olmakla birlikte, “TC” devletinin düşmanlık sürdürdüğü Kürt yönetimiyle olumlu ilişkiler içindedir esasta… Aynı biçimde, IŞİD politikasında da “TC” devleti ABD ve Rusya ile çatışan durumdadır. “TC” görünürde IŞİD’e terörist dese de, petrol kaçakçılığından, silah ve para desteği, lojistik yardım ve IŞİD militanlarını eğitmeden tedavilerine, oradan da komutanlarını misafir olarak ağırlamaya kadar her konuda IŞİD’le ilişkiler içinde olduğu, tırlarla silah ve para taşıdığı tüm dünya tarafından bilinmektedir. Özcesi, “TC”nin ve somut olarak Erdoğan/AKP iktidarı gerek Kürt politikasında olsun, gerekse de IŞİD politikasında olsun, ABD’den AB ve Rusya’ya kadar uluslararası toplumla uyumsuz ve çelişen pozisyonda olduğu söylenebilir. Ki, bu durum doğrudan Erdoğan/AKP iktidarının izlediği tüm politikalara agresif zeminde yansımaktadır. Erdoğan/AKP iktidarı yaşadığı acizliği gördüğü için adeta son çırpınış sahnelerini sergilemektedir. Suriye’deki durum bir anlamıyla “at iziyle it izinin birbirine karıştığı” deyimini doğrularken, gerici çıkar ve hegemonik nüfuz uğruna ilkesiz burjuva pragmatizmi zemininde çapraşık ve girift ilişkileri çıplak biçimde yansıtmaktadır. Bu ilişki ve çelişkiler yumağında hiçbir burjuva politika ve burjuva çözümün başarı şansı yoktur, olamaz da. Emperyalist güçlerin, çelişki ve çatışmaların geçici olarak soğumaya bırakılması veya ertelenmesinden öteye, bölge ve Suriye’deki sorunu çözme yeteneğinde olmadığı açıktır. Ancak bu girift ve çapraşık ilişkiler yumağında, yine geçici olarak ve sorunları ertelemek özünde belli anlaşmaların yapılması mümkündür. Nitekim Suriye’de “dünya savaşıbölgesel savaş” söylemleri havada uçuşurken, bir ateşkesin sağlanmasına dönük belli adımların atılmış-gelişmelerin sağlanmış olması dikkat çektiğimiz bu gerçeklikten ibarettir. Sorunlar çözülmeyecek, bilakis üstü örtülerek oldukları yerde bırakılacak ve geçici anlaşmalarla süreç geçiştirilerek büyük çatışma en fazla ertelenmiş olacaktır. Öte taraftan aynı bölgede, emperyalist
17
güçler arasındaki güçler dengesi ve ellerinde taşıdıkları avantaj ve kozlar temelinde belli bir anlaşmanın yapılması tercih edilecek-edilen durumdur. Bir dünya savaşına kolayca karar veremeyecekleri gibi bunun faturasını da dünya sistemleri açısından kabul edemeyecekleri söylenebilir. Bir dünya savaşının ilgili taraflara esasta kazanım sağlamayacağı aralarındaki güç dengesinin birbirine yakın olmasının sonucuyla yakından alakalıdır. Mevcut güçler dengesinde herhangi bir tarafın savaştan açık biçimde kazanan taraf olarak çıkması zorken, bir savaşın her taraf için büyük yıkım anlamına geleceği, dahası böylesi savaş şartlarında ulusal kurtuluş ve sınıf mücadelelerinin boy vererek bağımsız ve devrimci, sosyalist iktidarların doğması durumu var ki, emperyalistler buna da ehven bakmayacaklardır, bakmazlar. Ne var ki, mevcut durumun zaten bir paylaşım süreci olduğu ve bu zeminde devam eden bir savaş durumu olduğu da gerçektir. Ve bu savaşın büyük acı ve insani dramlara yol açtığına tüm dünya tanıklık yapmaktadır. Söz konusu emperyalist savaşın ürünü olan göçmen dalgası ve zorunlu göç yolunda kıyılara vuran bebeklerin cesetleri ve Aylan KURDİ asla unutulamayacak o büyük dramın bir parçasıdır… Emperyalizmin çıplak yüzü Suriye’de yaşanan tüm dram ve katliamlarla bir kez daha açığa çıkmıştır. Emperyalizm gibi emperyalist gerici savaşların tüm insanlık için bir felaket olduğu Suriye’de perçinlenmiştir… Muhtemel durum Suriye’deki çatışmanın bir müddet daha veya hesaplanandan biraz daha fazla uzun sürmesi olarak vuku bulacaktır. Bölgesel savaş genişleyebilir ama bir dünya savaşı gündeme gelmeyecektir. Altı çizilmeli ki, eninde sonunda yaşanan savaş ve gelişmeler bağlamında Ortadoğu’da ve Suriye’de de yeni sınırların çizilmesi gibi bir final beklenebilir, beklenmelidir. (Bu sınırların çizilmesinin, eski statülerin, iktidarların veya merkezi devlet yapılanmalarının gevşemesi biçiminde anlaşılması en doğrusudur. Uzun vadede sınırların daha derin çizilmesi mümkünken, bugün itibarıyla o derin kopuş sınırlarının çizilmesi -istisna olabilir- mümkün görülmemektedir esasta) Daha şimdiden ortaya çıkan durum bunun kanıtı ve açık işaretiyken, devam eden savaş bu yeni sınırları tamamen netleştirecektir ki, Suriye’de emperyalistler arasında yapılacak anlaşma da esasta bu zeminde mümkün olacaktır. Bu harita da Kürdistan’a dönük bir bölümün olmasından söz etmek yanlış olmayacaktır. Burada espri şu ki, Kürdistan’ı/her parçadaki Kürdistan’ı ilgilendiren büyük-küçük her gelişme mutlak biçimde “TC” devletini ilgilendirmekte, etkilemekte, refleks göstermesine yol açmaktadır. Bugün olduğu gibi… Ne ki, dünya “TC” devletinin etrafında dönmemektedir…
18
güncel analiz
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
AKP/Erdoğan’ın fiili olarak hayata geçirdiği başkanlık sisteminin yapı taşları adım adım inşa edilirken, aynı anda yoğun propaganda süreci işletilerek başkanlık için yapılacak olası bir referanduma da hazırlık yapılmaktadır. Bu minvalde Erdoğan’ın kaymakam ve muhtarlarla gerçekleştirdiği ve belirli bir takvime bağladığı toplantıları küçükseyip, burun kıvıranlar, dalga geçenler, nasıl bir algı yönetimiyle karşı karşı kaldığımızdan habersizdirler AKP/Erdoğan, büyük bir propaganda eşliğinde toplumsal birçok kesimle peşi sıra toplantılar gerçekleştiriyor, plan ve projelerini anlatıyor, destek toplayıp, iktidarının sosyal tabanını genişletiyor. Kuşkusuz faşizm gerçekliği kendisini sadece askeri ya da zor yöntemleriyle değil, baştan aşağı kurumsallaşmış bir çerçevede inşa etmeye çalışmaktadır. Aksi her realite kitlelerin gücü karşısında acizleşerek, yok olma kaderi yaşardı. AKP tarafından 7 Haziran seçimleri öncesi planlanan ve seçimlerden hemen sonra hayata geçirilen süreç, birçokları tarafından faşizmin yeniden keşfedilmesine vesile oldu. Olanı ismiyle çağırma yerine daha yumuşak, uzlaşmacı bazı ifadelerin kullanılmasının yanı sıra, burjuva-liberal cenahtan dahi faşizm tanımlamaları gelmeye başladı. Elbette ufku burjuva dar sınırları aşamayanlar, bilimsel MLM yöntem yerine küçük burjuva dar dünyalarıyla olay ve olguları okumaya kalkışanlar, gerçekler yerine niyetleriyle hareket edenler, stratejik düşünme ve konumlanma içerisinde değil, anın basıncı altında hareket edeceklerdir. Evet AKP 10 yıldır büyük bir başarıyla sürdürdüğü ve bazı dönemlerde kendisini sol, devrimci olarak tanımlayan bazı aklı evvelleri dahi peşine taktığı bir süreç işletti. Devrimci-komünist güçler için AKP’nin en başından itibaren niteliğine dair oldukça billur olan bakış açısının, geniş kitlelere taşınamaması, teşhir edilip geriletilememesi, AKP’nin bugüne gelebilmesinin önemli etkenlerindendir. Aynı şekilde Kürt Ulusal Hareketi’nin, kafası karışık bir halde, 10 yıl boyunca savaş-barış ikileminde oldukça tutarsız ve pragmatist politikalar izlemesi de sürecin bu aşamaya gelmesinin sebeplerindendir. Ne ki aylardır Kürdistan merkezli sürdürülen yoğun faşist baskı ve katliamlar, “TC” tarihinde ne ilktir ne de -bu köhnemiş düzen yok edilmedikçe- son olacaktır. Faşist “TC”nin kurulduğu andan itibaren başta komünist-devrimci güçler olmak üzere, Türk-İslam eksenli perspektife riayet etmeyen, dışında kalan, Ermeniler, Kürtler, Aleviler, Hıristiyanlar…’a dönük
Faşizmin sosyal dayanağı gerçekleştirdiği baskı ve katliamlar hafızalardaki canlılığını korumaktadır. Ermeni devrimcilerin katli, Ermeni Soykırımı, Mustafa Suphilerin katli, Amed, Ağrı, Koçgiri, Dersim katliamları, 6-7 Eylül, Varlık Vergisi, 33’ler, Kızıldere, Vartinik, Kanlı Pazar, Beyazıt, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi, Ulucanlar, 19-22 Aralık, Mercanlar, Roboski, Gezi, Suruç, Ankara ve şimdi de Sûr, Cizîr, Silopiya… ilk anda akla gelen ve on binlerce insanın öldürüldüğü, işkence görüp sürgün edildiği olaylardır. “TC” tarihinde buna benzer daha yüzlerce katliam söz konusudur. Tüm bu faşist tarihi görmeyen, görmek istemeyenlerin, burjuva medeniyetçi paradigmayla mest olup, cumhuriyetçi kandırmacanın hayaliyle yaşayanların,
AKP’yi bu öz üzerinden yükselen ve yeni döneme cevap mahiyetinde iş başına getirilen bir güç olarak değerlendirmek yerine şeriat, din, gericilik merkezli analizleri oldukça sorunlu ve sakattır. Meselenin bir yanını görüp, diğer yanlarını görmemek, kuşkusuz bizleri yanlış sonuçlara götürecektir.
Faşizm ve Erdoğan Bu meseleye dair öne çıkartılması gereken önemli başlıklardan birisi AKP’nin kendinden önceki faşist güçlere nazaran, faşizmi örgütlerken toplumsal bir taban oluşturma noktasında oldukça başarılı olduğu gerçekliğidir. Dikkat edilirse AKP eliyle hayata geçirilen faşist politikaların, baskı ve katliamların ciddi bir destekçi kitlesi bulunmaktadır. Erdo-
ğan liderliğinde örülmek istenen ve Erdoğan tarafından da örnek alınan şekliyle Hitler ve Nazi benzeri bir süreç işletilmeye çalışılmaktadır. Ülkemizde daha önce yaşanan askeri faşist darbeler ve sonrasında yaşanan gelişmeleri kuşkusuz analiz eden AKP’nin devletin sadece bazı üst kademelerinde değil, bütün hücrelerinde örgütlenip, yerleşme çabası manidardır. Benzer şekilde AKP sadece devletin üst kurumlarında değil, halk ile en yakın bağları kuran Sivil Toplum Kuruluşları(STK) içerisinde de ciddi bir örgütlenme çabası içerisindedir. Hâkim sınıf klikleri arasında süre giden çeşitli çatışma ve ittifaklar gerçekliğini AKP, en iyi şekilde değerlendirerek adım adım iktidarın tepesine oturmuştur. Bugün
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
parlamento, ordu, polis, yargı, eğitim kurumları, medya ve diğer bütün kurumlarda oldukça önemli bir güç elde eden ve baskın pozisyona geçen AKP/Erdoğan, bununla yetinmeyerek, özellikle belediye, kaymakamlık ve muhtarlıklar aracılığıyla direkt kitlelere temas edip, en küçük toplumsal hücrelere dahi dokunmaya çalışmaktadır. AKP/Erdoğan’ın fiili olarak hayata geçirdiği başkanlık sisteminin yapı taşları adım adım inşa edilirken, aynı anda yoğun propaganda süreci işletilerek başkanlık için yapılacak olası bir referanduma da hazırlık yapılmaktadır. Bu minvalde Erdoğan’ın kaymakam ve muhtarlarla gerçekleştirdiği ve belirli bir takvime bağladığı toplantıları küçükseyip, burun kıvıranlar, dalga geçenler, nasıl bir algı yönetimiyle karşı karşı kaldığımızdan habersizdirler. AKP/Erdoğan, büyük bir propaganda eşliğinde toplumsal birçok kesimle peşi sıra toplantılar gerçekleştiriyor, plan ve projelerini anlatıyor, destek toplayıp, iktidarının sosyal tabanını genişletiyor. AKP’nin seçimlerde yakaladığı %40-50 arası bant içerisinde %1015’lik bir kesimin kemikleşmiş bir güce dönüştüğünü rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu güç içerisinde faşizm süreçlerinin tipik örneklerinden olan paramiliter güçlerin çıkması yüksek olasılıktır. Ki Osmanlı Ocakları vb. örgütlenmeler bunun altyapısı olarak okunabilir. Devletin resmi askeri güçleri dışında, AKP bizzat kendisine hatta Erdoğan’a bağlı sivil güçler inşa etmeye çalışıyor. Ki bu süreci adım adım örgütledikleri de ayan. Bu örgütlenme sürecinde muhtarlarla geliştirilen ilişki ise oldukça önemlidir. Ülkemizdeki devlet örgütlenmesi içerisinde muhtarlıklar halk ile en yakın ilişki içerisinde olunan ve mahalle, köy halkının seçimiyle belirlenen bir kurumdur. Seçilen muhtarlar mahalle ya da köy halkı tarafından yakinen tanınan, hemen her gün ilişki içerisinde olunan kişilerdir. Aynı şekilde mahalle ya da köy muhtarları kendi yetki alanındaki hemen herkesle ilişki içerisinde, mahalle ya da köy halkını tanıyan, bilen kişilerdir. Bu realite büyük bir önem arz ediyor. Devlet açısından hem kendisini örgütlemede en ufak toplumsal tabakalara temas etme ve hem de buralardaki insanların genel yönelimlerine, fikir ve eylemlerine vakıf olma gerçekliği söz konusudur. Bu başlık altında dahi yerel yönetimlerin önemi daha anlaşılır olmaktadır. Ki AKP’nin bugün böylesine gelişip, palazlanması ve iktidara yerleşmesinde yerel yönetimler sürecinin önemli bir payı vardır. Hem ekonomik rant ve soygun hem de belediyeler üzerinden toplumsal örgütlenmenin sağlanması yerel yönetimler sürecinde AKP’nin nasıl bir gelişim gösterdiğinin resmidir.
Başkanlık referandumuna hazırlık AKP-Erdoğan tarafından adım adım inşa edilen başkanlık sistemi çalışmaları son hız devam ediyor. Fiili olarak hayata
geçirilmeye başlanılan başkanlık sisteminin, anayasal bir çerçeve ile düzenlenip, parlamentoda onaylanması, burada çıkacak olası pürüzler ihtimaline karşı ise referanduma götürülmesi AKP tarafından öngörülen ve hazırlıkları yapılan bir süreçtir. Bu sürecin kazasız belasız atlatılması içinse, devletin bütün imkân ve olanakları, medya, STK’lar… topyekûn bir seferberlik ilan etmiş durumda. Bu eksende ele alınan muhtarlar toplantısı ise sürecin önemli prototiplerindendir. Erdoğan tarafından 10 Şubat 2016 tarihinde 20.’si düzenlenen Muhtarlar Toplantısı, benzer şekilde örgütlenen kaymakamlar, sanatçılar, gazeteciler, iş insanları, STK temsilcileri vb. hemen hemen bütün toplumsal kesimlerle organize edilen toplantılar, AKP faşizmi için önemli bir toplumsal dayanak teşkil ediyor. Erdoğan’ın bütün bu toplantılarla yoğun bir propaganda eşliğinde toplumu şekillendirmeye çalıştığı, özellikle başkanlık sistemi için örgütlenme çalışmaları yürüttüğü ve güncel meselelere dair muazzam bir algı yönetimi işlettiği kuşkusuz. Kendi burjuva anayasal sınırlarını dahi rafa kaldıran, fiili bir süreç işleten AKP/Erdoğan’ın muhtarlar ve kaymakamlar toplantılarında ele aldıkları konular ve sarf edilen sözlere kısaca bakalım. Erdoğan’ın muhtarla gerçekleştirdiği toplantılardan birinde ifade ettiği şu sözler aslında bütün meseleye ışık tutacak cinsten: “Hangi evde kim var, nedir ne değildir? Bunu gelecek, orada kaymakamına, valisine emniyet müdürüne bildirecek. Siz bu devletin en ücra köşedeki mahallesinin köyünün temsilcisi durumundasınız. Siz muhtarsınız. Siz seçilmişsiniz. Siz memur değilsiniz. Seçilmiş atanmıştan her zaman daha önemlidir, bunu böyle biliniz.” Aynı şekilde Kürt ulusuna karşı topyekûn savaş açan AKP’nin, özellikle Kuzey Kürdistan’daki yerel yönetimlere dönük kapsamlı bir saldırı hazırlığı içerisinde olduğu biliniyor. Erdoğan’ın kaymakamlarla gerçekleştirdiği toplantıda ifade ettiği aşağıdaki sözlerde, kendi yasalarını dahi nasıl hiçe saydıklarının ibretlik bir örneğidir. Kaymakamlara hitaben şöyle diyor Erdoğan: “Kaymakamlarımız bulundukları ilçeyi avuçlarının içi gibi bilmelidirler. Bölücü terör örgütü ülkemizin Güneydoğusu'nda her türlü ahlaksızlığı kullanarak yer edinmeye çalışıyor. Örgütün güdümündeki partiye mensup belediyeler de tamamen örgütün hizmetine girmiş durumda. Kaymakamlar kendilerine verilen yetkiyi kullanarak belediyelerin yol açtıkları boşluğu doldurmalıdır. Gerekirse belediyelerin araç gereçlerine el koyarak, diğer imkânları kullanarak hayatı normale döndürmek zorundayız. Güven tesisinin ardından zarar gören yerleşim yerleri yeniden yapılandırılmalıdır. Paralel yapıyla mücadele çalışmalarımız gerek MGK gerekse DDK aracılığıyla yakından takip edilmektedir. Şu anda bana bağlı çalışan Devlet Denetleme Kurumu’nun en ön-
güncel analiz celikli görevi budur. Bu konu tamamen devletin güvenliği meselesidir. Burada herhangi bir ihmali, yanlışı olan hak ettiği cezayı görecektir. Sizlerden paralel yapılanmayla ilgili çalışmaları daha dikkatli ve kararlı bir şekilde yürütmenizi istiyorum. İstediğiniz anda özel kalemimi telefonla arayıp, bu bilgileri verebilirsiniz. Çünkü bizzat kendim takip ediyorum.” Aktardığımız bu iki örnek dahi tek başına faşizmin nasıl bir örgütlenme çalışması içerisinde olduğunu göstermektedir. Kapitalist sistem içerisinde görece özerk bir yapıya işaret eden ve seçimle işbaşına gelen belediye ve muhtarlıklara dair komünist-devrimci-ilerici güçlerin ise gerektiği önemi vermeyip, doğru bir çalışma tutturamadıklarını açıkça ifade etmek lazım. Burjuva sınırlar içerisinde yerel yönetimlere çok anlam biçmeden ama bu sınırlarında ötesinde meşruiyet zemininde hareket edip, yerel yönetimler politikası oluşturan ve söz, yetki, karar halka şiarını bayraklaştırıp, pratikleştiren bir yönelim içerisinde olmamız şart. Ülke genelinde yerel yönetimlerin büyük bir çoğunluğu faşist partilerin elindedir. Fakat Kuzey Kürdistan’da durum tam tersi. Kuzey Kürdistan’da yerel yönetimlerde Kürt Ulusal Hareketi’nin oldukça önemli bir gücü mevcut. Keza sosyalistlerin Dersim’de son dönemlerde geliştirdikleri yerel yönetimler pratiği de oldukça önemlidir. Fakat bu gücün en doğru şekilde kullanımı noktasında
19
önemli eksikliklerde mevcuttur. Faşist “TC”nin bütün baskı ve saldırıları, siyasi, ekonomik tahakkümüne rağmen, halkın bizzat yönetime dâhil edildiği, halk meclislerinin adım adım inşa edildiği bir sürecin işletilememesi önemli bir eksiklik olarak hanemize yazılmalıdır. Aynı şekilde yerel yönetimlerde elde edilen bu gücün, AKP tarafından hayata geçirilmek istenen politikalar karşısında etkili bir silah olarak kullanılması gerekmektedir. Misal Erdoğan’ın muhtarlar toplantısına karşı, devrimci, demokrat, ilerici bütün muhtarların bir araya gelerek, kendilerinin faşist politikalara alet olmayacaklarını, tamamen halka hizmet eksenli bir pratik geliştireceklerini, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin yanında olacaklarını ifade edip, bu durumu örgütlü bir güce dönüştürmeleri muazzam bir etki yaratacaktır. Bu ve buna benzer çalışmalar zenginleştirilerek, halkla direkt temas kurulacak araç ve yöntemleri etkili bir şekilde devreye sokmamız gerekiyor. Demokratik Haklar Federasyonu(DHF)’nun Dersim özgülünde geliştirdiği yerel yönetimler politikası ve özellikle Ovacık örneği bu tür çalışmaların ülke genelinde nasıl bir etki yaptıklarının bariz örnekleridir. Devrimci mücadelenin hiçbir aracı reddetmeden, oldukça çeşitli ve zengin araç ve yöntemlerle hayata geçirilmesi durumunda kitleler tarafından karşılık bulacağı kesindir.
20
kültür sanat
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
“Biz buradaysak umut var demektir” Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, birinci yaşını yaptığı sempozyum ile kutladı. Üç oturumdan oluşan sempozyuma çok sayıda yazar, şair ve akademisyen konuşmacı olarak katıldı Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, birinci yaşını düzenlediği sempozyum ile kutladı. Sempozyumun açılış konuşmasını Sancı Dergisi Danışma Kurulu Üyesi Aşkın Ayrancıoğlu yaptı. Ayrancıoğlu konuşmasında; “Faşizm kendine yarayan sanatçıları, sanat eserlerini korur ama muhalif olanların yaşamasına izin vermez” dedi. Burjuva olan edebiyat ile proleter olanın birbirine karıştığı ve aradaki farkın bulanıklaştığını söyleyen Ayrancıoğlu, “Bu bulanıklığı aşmak gerekiyor, Oruçoğlu Çıplak ve Özgür'de ‘Yıkmayı kendimden başlatıyorum’ diyordu. Biz de yüzeyselliği, bu bulanıklığı yıkmak için kendimizden başlamamız gerekiyor.” dedi. Sancı’nın varlık nedenini ayağa kalkan bir sanatedebiyat mücadelesinin zorunluluğu olduğunu vurgulayan Ayrancıoğlu, “Biz buradaysak umut var demektir” dedi.
Toplumsal Gelişmelerde Edebiyatın Rolü/Tanıklığı Birinci oturumun konu başlığı ise “Toplumsal Gelişmelerde Edebiyatın Rolü/Tanıklığı” idi. Oturumun konuşmacıları; Necmiye Alpay, Şükrü Erbaş, Asım Gönen ve Mıgırdiç Margosyan, moderatör ise Sancı Dergisi Yazı Kurulu üyesi Okan Eroğlu’ydu. Birinci oturumda ilk olarak konuşan Dil-
bilimci Necmiye Alpay konuşmasında; “Bizim 12 Eylül'ümüz, dünyada SSCB'nin çöküşü olan dönemde insanlığın edebiyatı da değişti. Ayrımcılık çizgileri de bu dönemde ortaya çıktı. Ayrımcılık daha önceden sınıftan ibaretti, tek mücadele ve ayrım meselesi sınıfsal meselelerdi. 80'lerden ve 90'lardan bu yana cins ayrımı başta olmak üzere diğer ayrım çizgileri ortaya çıktı. Edebiyatta ne oluyor peki? Edebiyatta kadının yeri, imzası yoktu. Ancak 80'lerlen ve 90'larlan beri artık kadınların da imzası var” ifadelerine yer verdi.
Şair Şükrü Erbaş ise konuşmasında özgür olmayan, acı çeken, şiddet gören herhangi birisi varsa kimsenin özgürlüğünden bahsedilemeyeceğini vurgulayarak, "Diyarbakır'daki çocuklar, Antalya'daki Araplar özgür değilse ben de özgür değilim. Ben özgür değilsem siz de özgür değilsiniz" dedi. Erbaş konuşmasını, 100 yılın ardından Ermeni Soykırımı için "Özür" şiiri ile bitirdi. Üçüncü olarak konuşan Şair Asım Gönen ise, artan üretimden sadece mülkiyet sahiplerinin değil üretenlerin, toplumun yararlanması gerektiğini vurguladı. Dünya çapında emekçiler örgütlü olursa, insanlık cennete kavuşacaktır diyen Gönen, "Başka türlü bu gericiliği, bu karanlığı dağıtmanın yolu yok" dedi. Birinci oturumun son konuşmacısı ise Yazar Mıgırdiç Margosyan'dı. Margosyan konuşmasında, evinin Sur'da olduğunu ancak artık yıkılmaya yüz tuttuğunu söyledi ve tek odalı evine son gittiğinde artık orada güvercin yetiştirildiğini söyledi ve sözlerini Hampartzum Gelenyan'ın kitabına atıfta bulunarak; "Güvercinim Harput'ta kaldı" diyerek bitirdi. Kültür Sanat Sempozyum'unun birinci oturumu soru-cevap kısmı ile son buldu. Sanat ve Hayat Dergisi de soru-cevap kısmında kısa bir konuşma yaparak, Sancı'nın birinci yılını kutladı.
Kadın ve Edebiyat Sempozyumun ikinci oturumunun başlığı ise, “Kadın ve Ebediyat” oldu. İkinci oturuma; Melike İnci, Şöhret Baltaş, Bade Osma Erbayav, Gulgeş Deryaspî ve Melek Öztürk konuşmacı olarak katıldı. İkinci oturumun moderatörü Ayşegül Tözeren, oturumun iki dilli olacağını, Gulgeş Deryaspî'nin Kürtçe olarak konuşacağını belirtti. Bade Osma Erbayav konuşmasında, kadınların Osmanlı döneminde de hak arayışına girdiğini söyleyedi. Erbayav, 1884'den beri kadın dergilerinin çıktığını belirtti. "Yeniden dünyayı keşfetmeye gerek yok, eski metinleri çevirdiğimiz zaman Rum, Ermeni kadınların mücadeleleri var" diyen Erbayav, Osmanlı'da, geçmişte yazan kadınları görmemiz gerektiğini, bunları gördüğümüz oranda geleceğe de daha sağlıklı bakabileceğimizi vurguladı. Melike İnci ise yaptığı konuşmada, Osmanlı'da ve Cumhuriyet döneminde azımsanamayacak kadar kadın yazarın var olduğunu ancak bunların "sızlanma" edebiyatı olarak görüldüğünü ve bir kenara atıldıklarını söyledi. İnci konuşmasında kadınların eril dilden uzak durması gerektiğini vurguladı. Melek Öztürk ise konuşmasında Tezer Özlü'nün yaşamından bahsetti. Öztürk, Tezer Özlü'nün "kadın yazar" kavramını
kültür sanat
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
kabul etmediğini ve kadın sorunun tüm Türkiye'nin sorunlarının içerisinde olduğunu ve sınıf bilinci ile çözüleceğini söyledi. Şöhret Baltaş ise edebiyat dünyasının kadınla kurduğu ilişki üzerine konuşma yaptı. "Neden edebiyat?" sorusunun haklı bir soru diyen Baltaş buna verdiği cevabın, "Hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatta da bir yüzleşme yaşamak zorundayız. Ortak kabullerle, ortak önyargılarla ve yalanlarla savaşmalıyız. Bu toplumda kirliliği yaratan her ne varsa her şeyi teşhir etmek, her alanda olduğu gibi edebiyatın da görevidir" olduğunu söyledi. Gulgeş Deryaspî ise konuşmasını Kürtçe olarak yaptı. Deryaspî, Kürt kadının toplumdaki durumuyla ilgili konuşmasında; "Kürt kadınlar olarak gözümüzü dünyaya açtığımızdan beri kendimizi büyük bir savaşın içinde bulduk. Ulus savaşı, kadın savaşı, edebiyat savaşı... Medreselerin açılışıyla birlikte Kürt kadının ismi edebiyattan silindi. Ancak 30 yıllık süreçle bu değişti. Daha önce evinde sadece çocukla, yemekle ilgilenen kadının, bu süreçte toplumdaki rolü değişti. Fakat medreselerden kalan düşünce hala göz önünde. Şiir yazan kadınlar var ancak roman yazan yalnız iki kişi var. Durum ortada çünkü pratik ve söylem her şeyi gösteriyor. Kürt kadınını bu alanda çok başarılı buluyorum, çünkü şartları ortada" ifadelerine yer verdi.
Hangi Kültür? Hangi Edebiyat? Sempozyumun son oturum başlığı ise, "Hangi Kültür? Hangi Edebiyat?" oldu. Oturumda konuşmacılar; Melike Uzun,
Sibel Özbudun, Selim Temo ve Ragıp Yavuz, moderatör olarak ise Yazı İşleri Müdürü Serkan Eker yer aldı. İlk olarak konuşan Melike Uzun, Kuir Kültür konusunda bir giriş yaptı. Uzun, "Kuir'ı baskın olan sanatın karşısında ezilenlerin, sömürenlerin sanatı olarak adlandırabileceğimi gördüm" dedi. "Günümüzde popüler kültürde kuir karakterlere rastlayabiliyoruz. Kayıp Balık Nemo gibi. Farklı olduğu için dışlanan balıkta kuir içine dahil edilebilir" diyen Uzun, şu an kuir deyince Jeanette Winterson'un akla geldiğini söyledi. Yazar Selim Temo ise, "Kürt edebiyatı nasıl okunmalı" üzerine bir konuşma yaptı. Temo konuşmasında, Kürt edebiyatının varlığı bir sorunken nasıl okunması gerektiği üzerine bir sunum yapacağını söyledi. “Kürtler her yerde 'sorun' oluyor. Edebiyat eleştirmenleri Kürt edebiyatında hemen bir 'dil' sorunu bulurlar. Tıpkı devletin Kürtleri 'sorun' olarak bulması gibi,” diyen Temo, bütün dillerde lehçelerin birbirlerini anlamadığını ancak Kürtçeye gelince bunun bir sorun gibi lanse edildiğini belirtti. Temo konuşmasını, “Kürt edebiyatının kendi yarasını derinleştiren bütün bu handikapları aşacağını düşünüyorum.” ifadeleriyle tamamladı. Sibel Özbudun ise, “Kürdistan kana ve gözyaşına boğulmuşken, ancak ve ancak şiir ve edebiyat yaparak susmuş vicdanlarımız harekete geçebilir” dedi. Antropolog gözüyle edebiyata bakmaya çalışacağını söyleyen Özbudun, her halkın birbirine temas ettiğini söyledi ve “Küreselleşme dediğimiz süreç kültür
tanımının ezberini bozdu. Çünkü kültürleri iç içe geçirdi” dedi. Kültürel herhangi bir ürünün ancak ve ancak kendisini piyasada var edebildiğini söyleyen Özbudun, piyasaya çıkan kültürel ürünün, artık kültür olmaktan çıktığını ifade etti. Özbudun konuşmasında, “Peki biz muhalifler nasıl bir kültür istiyoruz? Kültür egemenlerin sürekli müdahalelerine tabidir bu yüzden değiştirilebilir. Biz elbette medya kanallarına sahip değiliz ama çoğunluğuz, mağdurlarız ve meşru bir konumdayız. Bu dünyayı değiştirme mücadelesi olarak da kültürü değiştirme mücadelesini gündeme alabiliriz” ifadelerine yer verdi. Oturumda son olarak Ragıp Yavuz konuştu. Yavuz konuşmasında, “Öğrenci örgütlenemiyor, işçi örgütlenemiyor, köylü örgütlenemiyor ama kadının kendini feminizm anlamında ifade edişi açık pencere buldu ve kendini ifade etti(!)” dedi ve kadın ve erkeğin yan yana gelmemesi için her şeyin
ANTAGONİZMA
21
yapıldığını söyledi.
“Sancı sizin kürsünüzdür, sizin sesinizdir” Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM) Temsilcisi Buket Şimşek ise sempozyumun kapanış konuşmasını yaptı. Şimşek konuşmasında; “Sanat haklıdan, ezilenden, işçiden, ötekiden, doğrudan yana olandır. Devrimci kültür sanat cephesi eskiyi yıkarak yeniyi inşa etme gücüne sahiptir. Eğer bizler toplumsal mücadele içerisinde sanatın değiştirici, geliştirici gücüne inanıyorsak, ortak bir akılda buluşarak halkın sesi olmak durumundayız. YÇKM'de 21 yıllık emeğimizin cisimleştiği kültür sanat ve edebiyat dergimize, emeğimizi, birikimimizi katıp bu alandaki eksikliğimizi gidermeye çalışırken bizimle olun, beraber üretip, beraber paylaşıp, beraber ilerleyelim” ifadelerine yer verdi. Sempozyuma HDP İstanbul Milletvekili Erdal Ataş da katıldı.
≫ muzaffer oruçoğlu
YENİLENME İHTİYACI
D
ünyanın neresinde olursa olsun, duyarlı, ileri insanın devrime hazırlanması gerekiyor. Küresel nükleer güçler, dünyanın güvenliğini her zamankiden daha çok tehdit ediyorlar bugün. Hazırlığın teoride ve pratikte olması gerekiyor. Sonsuzluk âlemi, bitip tükenmez bir patlamalar, alt üst oluşlar, değişimler âlemidir. İnsanın mizacı, evrenin mizacından kopuk değildir. Bağıntılılık olgusunu es geçerek düşünemeyiz. Suya düşen taş, sadece suya değil, sonsuz evrenlerden oluşan sonsuzluk âlemine de düşüyor ve onun düşüşünü sadece su değil, er veya geç, sonsuzluk âlemi de hissediyor. Dünya savaşı ihtimali artık gündemden kalkmıştır, diyemeyiz. Böylesi mutlak bir tespit, olasılıkları dıştalar, savaşa karşı uyanıklığı ortadan kaldırır. Olabilecek en kötü şey, halkların, büyük bölgesel savaşlara veya bir dünya savaşına ha-
zırlıksız girmeleridir. Kuzey Kürdistan halkı hazırlıklıdır. Son şehir savaşları bunu daha iyi gösterdi. Türkiye hazırlıksızdır; devrimi yapabilecek güçlü yapılara sahip değildir. Türkiye komünistleri de dünya komünistleri gibi teoride yenilenme yeteneğini gösteremiyorlar bugün. Bunun pratikle, kültürle, çok yönlü bilgi birikimiyle ve tarihsel mirasla yakından ilgisi vardır. Komünistler, teoride yenilenmenin bir başlangıcı olarak, sosyalizmi tüm yönleriyle, geçmişin ve günün ortaya çıkardığı dersler ışığında tartışmak durumundalar. Hangi araçlarla nasıl bir yaşam? Pratik canlı olmadığı için, kadro okulları kurulmadığı için tartışma derinlikli olmuyor. Devlet, Kürt kentlerindeki direnişleri kısmen bastırdı. Baharla birlikte, öyle sanıyorum ki dağlar canlanacak. Devletin ve çevresinde kümelenen tüm faşist güçlerin zaafa uğraması, gerilemesi, Kürdistan direniş güçleri ile müttefiklerinin, milli esaret zincirine inatla yüklenmele-
rine ve bu yüklenişi, çeşitli milliyetlerden halkların acil talepleri ile ustaca birleştirmelerine bağlıdır. Özgürlüğe ancak, mizacını ateşten alan ve yığınların yakıcı taleplerini kucaklayan böylesi bir yükleniş soluk aldırabilir. Tartışmaya ve yenilenmeye olanak sunan bir durumdur aynı zamanda bu. Komünist olmayı sadece devrim yapmaya indirgememek, devrimden önceki veya sonraki komünist yaşamın bir işçisi, inşacısı olarak görmek gerekiyor. Komünist hareketin varlığı, sürekliliği, böylesi bir tarz ve yaşamın varlığına bağlıdır. Komünizm, komünizme gidişte bir yaşam biçimidir. Bu biçim, sistem haline gelip, tüm toplumu kucakladığında iyice içselleşir ve kendinden daha ileri olan kendi karşıtını doğurur. Nihai kurtuluş diye bir şey yoktur. İnsan var olduğu müddetçe, ondaki yanlış ile doğrunun, ileri ile gerinin vb. mücadelesi var olacaktır.
22
güncel analiz
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
Kurtlar sofrasında hümanizm Suriye, Ortadoğu, TürkiyeKuzey Kürdistan, faşist gericiliklerin gerçekleştirdiği katliamlarla kan deryasına dönüşmüş durumdadır. Cizîr, Sûr bodrumları, yanan insan cesetleriyle dolu iken, Merkellerin, Bidenlerin, faşist “TC” devletiyle süren ve sürece göre şekillenen stratejik ilişkileri, barbar ve gerici sınıf çıkarları gereğidir. Bu kan deryası üzerinde, AB müzakere sürecinin yeniden canlandırılması vaadi, AB başta olmak üzere, uluslararası emperyalist birliklerin vahşi, katliamcı niteliklerinden kaynaklıdır. Suriye’deki emperyalist savaş mağdurlarının, Türkiye ile AB arasında gerici çıkarların pazarlığına dönüştürülmesi, sadece mevcut statü üzerinde değil, aynı zamanda planlanan daha derin çatışmaların faturalarının ezilen halklara ve mazlum uluslara ödetilmesidir. Merkel ve Erdoğan-Davutoğlu görüşmesi, bölgesel gerici stratejik politikaların, gerici çıkarlar ekseninde ortaklaştırılması arayışıdır. Örgütlenen süreç kan ve katliam sürecidir Ortadoğu ve Suriye başta olmak üzere, emperyalist dalaş ve hegemonya çatışmasının sürdüğü tüm coğrafyalarda, insanlık açısından tarihsel bir dram yaşanmaktadır. Kitlesel katliamlar, kitlesel göçler, askeri operasyonlarla yerleşim yerlerinin yakılıp yıkılması, barbar gerici egemenlik çizgisinin hegemonya kurma yöntemi olarak, “sıradanlaşmış” bir durum almış vaziyettedir. Emperyalist paylaşım ve dalaş siyasetinin stratejik planlarla uygulanmasının yarattığı toplumsal-sosyal travma, emperyalist egemenlik çizgisinin bir yanını oluştururken, emperyalist stratejik siyasetlerin yarattığı toplumsal-sosyal yıkımları “giderme” adı altında şekillendirilen, ekonomik, siyasal, askeri politika da emperyalist egemenlik siyasetin bir başka ayağını oluşturmaktadır. Yani emperyalist güçlerin, hegemonyasını tesis etmek için sürdürdükleri askeri-siyasal yıkım, yine bu barbar kirli siyasetin ezilen
halklar ve mazlum uluslar üzerinde yarattığı kitlesel kıyımlarla birleşerek, emperyalist egemenlik çizgisini inşa etmektedir. Albert Einstein’in insanlığın tarihsel hafızasındaki sözü, somut durumu en etkili ifade etmemize yardımcı olacaktır: “Aynı anda hem savaşa hazırlanıp hem de savaşı önleyemezsiniz”... Ortadoğu ve Suriye merkezli, dünya sathında savaşa hazırlanan emperyalist ve bölgesel gerici güçler, bir yandan bu kirli savaşı sürdürürken, diğer yandan savaşın yarattığı toplumsal-sosyal yıkımları “çözme” adı altında, yarattıkları bu toplumsal-sosyal sonuçları da, emperyalist egemenlikleri için bir araç haline getirmektedirler. Bütün bu komplike emperyalist saldırı konsepti, kirli savaş yöntemlerine paralel gerici bölgesel ittifak arayışlarıyla, gerici egemenlik sisteminin stratejik ihtiyaçları ekseninde örgütlenmektedir. Yani, kirli savaşlarla egemenliğini kurmaya çalışan, emperyalist ve bölgesel gericilik, bu kirli savaşın mazlum uluslar ve ezilen halklar üzerindeki ağır faturalarını da, “çözüm” bulma yanılsaması ile yine kendi egemenliğini tesis etmenin aracı haline getirmektedir. Emperyalist bloklar arası çatışmaların, emperyalist güçlerle bölgesel gerici ittifak güçler arasındaki gerici ittifak ve çelişkilerin, bölgesel gerici güçler ve devletler arasındaki krizlerin, tüm bu gerici güçlerle bölgedeki mazlum uluslar ve ezilen halklar arasındaki sosyal ve sınıfsal çatışmaların iç içe geçerek derin çelişkiler ve çatışmalar ekseninde işleyen bu süreçte, uluslararası emperyalist ve gerici bölgesel güçler arasında, çatışmalar tüm hızıyla sürerken, bu çatışmaları her kesimin kendi çıkarlarına göre yönlendirmesi için, yoğun bir diplomatik ilişki sürmektedir. Savaşı çıkaranların, masa başlarındaki savaşlarının devamı olan bu diplomatik bilek güreşi, “TC”nin de içinde olduğu gerici haydutlar arasında hummalı bir görüşme trafiğine dönüşmüş durumdadır. Cenevre, Brüksel, NATO, Joe Biden derken, “TC” açısından, gerici dalaş ve siyasetin son tartışma misafiri Alman emperyalizminin temsili Angela Merkel olmuştur.
Mülteci “sorunu”, AB ve “TC”nin gerici çıkarlarının pazarlık masasında Almanya Başbakanı Angela Merkel, faşist Türk egemenlik sisteminin diktatörlüğü olan, AKP-Erdoğan ile “mülteci” sorununu “çözme” merkezli görüşse de, asıl gündem, Suriye ve Ortadoğu’dur. Bölgedeki emperyalist sa-
vaşın mağdurları olan ve yaşam alanlarından göç etmek zorunda kalmış insanlar, bu görüşmede “TC”nin ve Almanya’nın bölge siyasetinde pazarlık konusu yapılmıştır. Kuşkusuz pazarlığın odağında, savaş bölgelerinden göç eden kitleler oluşturmaktadır. Emperyalist talan ve yıkımın mağdurları olan halklar, yine bu mağduriyeti yaratanların çıkarları ekseninde pazarlık masasındadırlar. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Ankara ziyaretinin, AB emperyalist ülkeleri tarafından dikkatle izlenmesi, bu görüşmenin Almanya ile “TC” arasında olan bir görüşmeden öte, AB ile “TC” arasındaki bir görüşme olduğunu ortaya koymuştur. AB emperyalistleri, bölgedeki gerici yıkım savaşının taraf-
ları olmasına rağmen, bu savaşın ağır faturası olan göç yollarındaki mağdur insanların “yükünü” taşımak istemiyor. Bunun için Türk egemenleri diktatörlüğüyle AB arasında yapılan bazı anlaşmalar, bu görüşmeyle birlikte güncellenmiştir. Bu anlaşmaya göre, “TC”, AB den gelecek 3 milyarlık “yardım” karşılığında, Suriye’den gelen göçe kapılarını açacak ve AB ülkelerine geçişi engelleyecekti. Suriye’de şiddetlenen çatışmalar, Halep’ten “TC” sınırına doğru, 1 milyon ile ifade edilen yeni göç dalgası, Brüksel ile Ankara arasında geçen yıl varılan anlaşmayı acil gündeme almıştır. Financial Times’ın bu konudaki yorumu, AB emperyalistlerinin açık siyasetini ifade etmektedir: “3 milyar Euro’luk yardım karşılığında
16-29 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü
güncel analiz
23
ve Merkel’in Ankara ziyareti sında olan başlıklardı. Özellikle NATO gücünün bir vesile ile Ege ve Akdeniz havzasında konumlandırılması, sıcak çatışmanın eşiğinde bulunan Türk hâkim sınıfları için acildi. Bütün bunlarla birlikte, Balkanlar ve Kafkaslardaki gelişmeler, Kıbrıs müzakereleri, Türkiye-AB müzakereleri, AKP-Erdoğan diktatörlüğüyle Merkel arasında, Ankara’da pazarlık masasına yatırılmış, savaş mağdurlarının arka planındaki gündemlerdi. “TC”nin göç yollarındaki bu mağdur insan selinin, Avrupa’ya geçişinin engellenmesi karşılığında, esas almak istediği 3 milyar euroluk mali yardım değildir. PYDYPG’nin özgülünde, Kürt ulusunu inkâr ve imha siyasetiyle kuşatma, ilişki içinde olduğu cihadist “tugaylarla” var olan ilişkisini kesecek jeo-politik gelişmeleri engelleme, olası kara hareketinde NATO’yu bir güç olarak yanına alarak bölgede aktör olma, DavutoğluErdoğan hanedanlığının Merkel’le görüşmesinde esas “çözmek” istedikleri meselelerdi.
Bölge siyaseti ve görüşmede “anlaşmaya” varılan maddeler
AB’nin baskısı bazı değişimlere sebep olduysa da Avrupalı diplomatlar ısrarla daha fazla eylem talep ediyor. Yunanistan’a varan mülteci sayısı yüksek kalmaya devam ediyor. Bu sayı ocak ayında 70 bindi. AB’den üst düzey bir diplomat, ‘bu, şansölye için, Türkiye’yi planla ilgili daha ciddi olmak için zorlaması adına son bir çaba. Bazı olumlu adımlar attılar ama rakamlar hâlâ yüksek. Bu, tek turnusol sınavı.” Suriye ve Ortadoğu’da emperyalist dalaş savaşının yarattığı bu insanlık trajedisini, AB ekonomik ve siyasal olarak kendi coğrafyasına fatura etmek istemiyor. Kendi coğrafyası dışında bir “ikametgâh” alanında, salt mali “yardımla” süreci aşmak AB’nin ana siyaseti. Aynı zamanda “TC”, Suudi
Arabistan başta olmak üzere, bölgedeki gerici “müttefikleri” üzerinden, göç meselesini, Rusya’nın askeri müdahalesine bağlayarak, bölge siyasetinde Rusya’ya karşı kendisine alan açması, bölge üzerindeki stratejik planını oluşturmaktadır. “TC” ise, Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin diplomatik “hamleleriyle”, elindeki “mülteci” kozunu, AB’ye karşı en etkili şekilde kullanmak istiyor. Rusya’nın askeri müdahalesi ile Esad güçlerinin Halep’e gerçekleştirdiği kuşatma ve “muhaliflerin” (cihadist örgütlenmelerin) yaşadığı güç kaybı, PYD-YPG’nin Azez’e ilerleyişi, PYD-YPG’nin, “terörist” örgüt olarak görülmesi meselesi gibi ana başlıklar, Merkel nazarında AB ile gerçekleşen görüşmelerin masa-
Suriye’de yaşanan emperyalist dalaş ve hegemonya savaşının mağdurları olarak, göç yollarında yaşanan ölümlerin gölgesinde, açıklanan 10 maddelik “ortak” eylem planı, savaş mağdurlarının yaşadıkları sorunları çözmekten öte, savaş mağdurlarını askeri yönelimlerle denetim altında tutma planıdır. Ve dahası, savaş mağdurları gerekçe yapılarak, bölgede NATO başta olmak üzere, AB’nin askeri-politik varlığı bazı alanlarda oluşturulmak istenmektedir. Rusya’ya karşı diplomatik inisiyatif, Merkel’in Türk hakim sınıflarının bölge siyasetini destekleyen açıklaması, Ankara’ya açık destek çeki, NATO’nun Ege ve Akdeniz hattında görevlendirilmesi, sonuç olarak bir “mülteci” sorununu “çözmekten” öte, Rusya emperyalist askeri müdahalesi karşısında, emperyalist gerici çıkarlarla konumlanma çalışmasıdır. Türk Alman “yardım” kuruluşlarının sınırlarda birlikte hareketi, Alman polisi ile ortak çalışma, AB Sınır Yönetim Ajansı’nın (FRONTEX) daha etkin hale getirilmesi vb. gibi başlıklar, bölge siyasetini bütünleyen, savaş mağduru kitleler üzerindeki denetim ağlarıdır. Davutoğlu-Erdoğan ve Merkel görüşmesinin ardından, NATO savunma bakanlarının Brüksel toplantısından, Ege sularında devriye görevi yapacak gemilerin konumlandırılması kararı, bu sürece dair AB’nin planlarını ortaya yeterince koymaktadır. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in açıklamalarının devamı, bölge üzerin-
deki bir planın deklare edilmesidir. Rusya’ya doğrudan atıfta bulunarak, Doğu Avrupa’da ittifakın “çok uluslu yeni takviye güç” mekanizmalarıyla, tehdit altında olan müttefiklerin savunma gücünü kuvvetlendirme konusunda karar aldıklarını duyuran Stoltenberg, Avrupa’nın doğusunda NATO güçleriyle “yeni” önlemler alacaklarını duyurdu. Suudi Arabistan ve “TC” üzerinden, Mart’ta veya Nisan’da, NATO güçleriyle Suriye’ye bir kara hareketi hazırlığı ve bunun gündemleştirilmesi, NATO’nun sürece dair alacağı rolü ifade etmektedir. Avrupa Konsey Başkanı Tusk, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean Claude, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ve Almanya Başbakanı Angela Merkel ile faşist “TC” arasında süren diplomasi trafiği, savaş mağdurlarının yaşadığı travmayı gidermeye yönelik bir süreç olmadığı açıktır. Savaşta ölmeyenlerin, askeri önlemlerle denetim altında tutulması, yaşam standartlarının olmadığı kamplarda sefalete mahkûm edilmesi, “çözüm” projelerinin özüdür. NATO kalkanıyla Ege’de yaratılan kuşatma, AB ülkelerinde gündemleşen ırkçı-faşist yasa ve uygulamalarla, AB emperyalistlerinin gerici siyasetini yeterince ortaya koymaktadır. Fiili, askeri ve yasal uygulamalarla var olan bu gerici yönelimin sahipleri, yerküreye kan ve revandan başka bir şey taşıyamazlar. Ege ve Akdeniz havzasında ölen insanlık, emperyalist gericiliğin sadece “vicdan” manüpilasyonudur. Suriye, Ortadoğu, Türkiye-Kuzey Kürdistan, faşist gericiliklerin gerçekleştirdiği katliamlarla kan deryasına dönüşmüş durumdadır. Cizîr, Sûr bodrumları, yanan insan cesetleriyle dolu iken, Merkellerin, Bidenlerin, faşist “TC” devletiyle süren ve sürece göre şekillenen stratejik ilişkileri, barbar ve gerici sınıf çıkarları gereğidir. Bu kan deryası üzerinde, AB müzakere sürecinin yeniden canlandırılması vaadi, AB başta olmak üzere, uluslararası emperyalist birliklerin vahşi, katliamcı niteliklerinden kaynaklıdır. Suriye’deki emperyalist savaş mağdurlarının, Türkiye ile AB arasında gerici çıkarların pazarlığına dönüştürülmesi, sadece mevcut statü üzerinde değil, aynı zamanda planlanan daha derin çatışmaların faturalarının ezilen halklara ve mazlum uluslara ödetilmesidir. Merkel ve Erdoğan-Davutoğlu görüşmesi, bölgesel gerici stratejik politikaların, gerici çıkarlar ekseninde ortaklaştırılması arayışıdır. Örgütlenen süreç kan ve katliam sürecidir.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL "TC" sivîlan topbaran dike DAIŞ'ê diparêze
Hêzên Sûriyeya Demokratîk (QSD) ên ku li bangewaziya gelên herêmê berê xwe dan herêma Şehbayê ku ji bajarên Cerablus, Mînbîc, Bab û Çobanbeyê pêk tê, rastî êrîşên Tirkiyeyê hat Tirkiye tevî ku dizane pêngava hêzên QSD'ê ne li dijî "korîdora însanî' ya Ezaz û Helebê ye jî, herêmên ku ji çeteyan tê rizgarkirin topbaran dike û dibe sedama mirina sivîlan. Çavkaniyên herêmî diyar dikin ku armanca esasî ya Tirkiyeyê parastina çeteyên DAIŞ'ê yên li herêma Şehbayê ye. Hêzên Sûriyeya Demokratîk (QSD)
ên ku li bangewaziya gelên herêmê berê xwe dan herêma Şehbayê ku ji bajarên Cerablus, Mînbîc, Bab û Çobanbeyê pêk tê, rastî êrîşên Tirkiyeyê hat. Hêzên QSD'ê yên ji bo bigihin herêmê Balefirgeha Minix û gund û bajarokên Merenaz, Qîbar, Qîtmê, Kefercanê, Tel Rifat azad kirin û gihiştîn sînorên çeteyên DAIŞ'ê rastî topbarana artêşa tirk hatin. Tê diyar kirin ku tirsa herî mezin a Tirkiyeyê ew e ku piştî Til Rifatê, bajaroka Mare jî bikeve asoya QSD'ê ku Tirkiye ji ser vê riyê xwe digihînê Helebê.
Dora Mare ye Tê gotin ku piştî Tel Rifatê kêm maye ku hêzên QSD'ê bajaroka Mare jî azad bikin. Her wiha çavka-
niyên herêmî diyar dikin ku bi piştgiriya bombebaran hewayî ya koalîsyona navneteweyî ku DYA û Rûsya pêşengiyê dikin, herêma Şehbayê bi giştî ji destê çeteyên DAIŞ'ê were azad kirin.
be rê li ber pêngava hêzên QSD'ê bigire û Tirkiye dixwaze ku bi van êrîşan ve NATO û Rûsyayê bîne pêşberî hev û dagirkirina Rojavayê Kurdistanê rewa bike.
Ezaz ne hedefa QSD'ê ye
Tirsa esasî têkçûna DAIŞ'ê ye
Her wiha tê diyar kirin ku, wekî ku Tirkiye dike feryad û fîgan, di hedefa QSD'ê de Ezaz tune ye û ji bo rê li ber korîdora însanî ya ji Helebê re were vekirin jî tu pirsgirêk tune ye. Tê gotin ku armanca esasî ya Tirkiyeyê ya li herêmê parastina çeteyên DAIŞ'ê ye.
Welatiyê bi navê Cemal Tirkmen ê ji herêma Şehbayê anî ziman ku tu ferqa hêzên El Nusra, Ehrar El Şam û Tugaya Sultan Murat ji çeteyên DAIŞ'ê tune ye û tirsa esasî ya Tirkiyeyê jî têkçûna çeteyên DAIŞ'ê ye. Tirkmen anî zamin ku gelên Mareyê li benda pêngava rizgarkirina hêzên QSD'ê ne. Kani DİHA
Bombebaran nikare rê li ber pêngavê bigire Çavkaniyên herêmî diyar dikin ku dê bombebarana Tirkiyeyê nikari-