www.atsizcilar.com
Sayfa 1
BÖLÜM 1: BÜYÜK ADAMLAR
BÜYÜK ADAM Millete ve vatana bağlılık bakımından birkaç türlü vatandaş vardır. Bunların başında kahramanlar gelir. Hiçbir karşılık beklemeden kendisini her zaman millet ve vatan uğrunda harcayabilenler, kahraman vatandaşlardır. Bu birinci sınıfın sayısı oldukça azdır. İkinci sınıfı iyi vatandaşlar teşkil eder. Bunlar tek başlarına ve her zaman kendilerini kendi istekleriyle feda edemeseler bile, iyi bir ad bırakmak pahasına kendilerini feda edebilen kimselerdir. Mukaddes vazifeler için, ülküler için kendilerini harcayan bu iyi vatandaşlar, yanlarında kendilerine benzeyenleri gördükçe cesaretlenir ve birinci sınıfa yaklaşırlar. Üçüncü sınıf, kendilerini feda edebilecek yaratılışta olmamakla beraber, başka her hususta fedakârlığa katlanabilen, hatta kendisini feda etmek gerektiği zaman, bu fedakârlığa hiçbir arzu duymadığı halde katlanan yani kaçmayı düşünmeyen vatandaşlardır. Dördüncü sınıf, vatan ve millet için ancak başka bir kazanç karşılığında fedakârlık yapabilen, fakat hiçbir zaman kan fedakârlığına girişemeyen ve kan fedâkârlığından kaçınmak için her çareye başvuran, her hileyi yapan kötü bir sınıftır. Bir de hainler vardır ki onlardan bahs etmeği lüzumsuz buluyorum. Okuyucular biraz hafızalarını yormakla bunun birçok canlı örneğini bulabilirler. Bir milletin yükselip alçalması, kendî içîndeki bu dört sınıfın çoğalıp azalmasıyla mebsuten mütenasiptir. Milletin yükselmesinde baş rolü oynayan büyük adamlar ancak ilk iki sınıftan çıkmıştır. Gerçekten büyük adam olanı ayırmak pek de kolay bir iş değildir. Çünkü şahsiyetleri tarafsız olarak incelemeğe engel olan çok şeyler vardır. Bu engellerin başında propaganda gelir. Propaganda, kötüye kullanıldığı zaman o kadar fena bir şeydir ki bazen büyük adamları değersiz kimseler olarak gösterdiği gibi, bazen de alelade insanları büyük adam diye tanıtabilir. Hele tek taraflı propaganda nice hakikatleri ortadan silmektedir. Bereket versin ki bir propaganda, asıl hakikatleri hiçbir zaman sonuna kadar gizleyemiyor. Doğru olan şey ergeç ortaya çıkıyor. Meselâ Osmanlı vezîr‐i âzamlarından Gedik Ahmet Paşa büyük fütuhat yapmış büyük bir vezîr gibi gösterilir. Bu yanlış telâkki iyice yerleşmiş, hattâ şair Yahya Kemal, "Gedik Ahmet Paşaya Gazel" diye güzel bir şiir bîle yazmıştır. Fakat hakikat hiç de böyle değildir. Gedik Ahmed'in fütuhatı diye gösterilen şeyler, muhteşem ve yenilmez Osmanlı ordusuyla bazen savaşsız, bazen kısa bir savaşla elde edilmiş ve küçücük devletlere karşı kazanılmış ucuz başarılardır. Değersiz Gedik Ahmed haksız yere böyle şişirildiği gibi, İkinci Abdülhamid de haksız yere küçültülmüş; müstebit, zalim, hatta hain gibi gösterilmiştir. Bu da îttihatçıların propagandası neticesidir. Halbuki son zamanlarda yapılan bayı ciddi ve ilmi neşriyat Sultan Abdülhamid'in lehinedir. Henüz şahsiyetinin değerini tam mânâsı ile bize bildirecek bir kitap yazılmamış olmakla beraber şimdiden şu hakikati www.atsizcilar.com
Sayfa 2
kabul edebiliriz ki İttihatçıların idare edemeyerek 9‐10 yılda mahvettikleri İmparatorluğu 33 yıl dağıtmadan tutabilmiş olmakla, Abdülhamid büyük bir iktidar sahibi olduğunu göstermiş ve aleyhindeki neşriyatın haksız olduğunu ispat etmiştir. Hele kanlı oyunlara asla girmemesi de zalim olduğu hakkındaki iddiaları çürütecek bir delildir. Bundan başka mevkiinin sorumluluğunu iyi kavramış bir şahsiyetti, İstanbul'a yürüyen ve içinde muntazam kuvvetlerden çok Rumeli'nin türlü ırklara mensup başıbozuk döküntüleri bulunan Hareket Ordusunu dağıtmak, Abdülhamit'in elinde idi. Fakat saltanatını korumak için bile olsa bunu yapmadı. Paşaları, çok kuvvetli muhafız kıtalarırı Hareket Ordusu üzerine sevk etmek için müsaade istemişler, fakat o, halife bulunmak dolayısıyla Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söyleyerek bunu reddetmişti. Gedik Ahmed'le ikinci Abdülhamid misalleri, tarihin birçok meşhurları üzerinde tatbîk olunursa malûm telâkkilerden başka türlü sonuçlar alınacağı muhakkaktır. Bundan başka tarihteki şahıslardan hangisinin büyük olduğunu araştırırken, zaman, muhit ve imkân şartlarını asla gözden kaçırmamak icap eder. Yavuz Sultan Selim acaba Balkan savaşında padişah olsaydı ne yapabilirdi? Belki hiçbir şey yapamaz, belki pek az şey yapardı. Fakat davranışları ve uğraşmaları ile büyük adam olduğunu her halde ispat ederdi. Bundan dolayıdır ki büyüklüğü başarı derecesi ile ölçemeyiz. Başarı; zamanın, yerin, muhitin, daha Önce o şartları hazırlayanların, biraz da tesadüf ve talihin işidir. Osmanlı padişahlarından Genç Osman hemen hemen hiçbir şey yapmamıştır. Bununla beraber pek büyük bir şahsiyettir. Çok mühim planları vardı. Şehid edilmeseydi bugünkü Türkiye'nin manzarası bambaşka olacaktı. O halde hangi şahsiyetlere büyük adam demelî? Bunun şartları şunlardır. 1‐ Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki âmiller cemiyetin yükselmesidir. Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur. 2‐ Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan adamdır. 3‐ Büyük adam hususî hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiçbir zaman büyük değildir. 4‐ Mevkii için milleti feda eden değil, bilâkis gerektiği zaman millet uğrunda mevkiini, hatta hayatını verebilen adam büyük adamdır. 5‐ Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır. 6‐ Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır. 7‐ Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir. 8‐ Adam seçmesini,her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.
www.atsizcilar.com
Sayfa 3
9‐ Büyük adam olmak için ailevî şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış, çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz. 10‐ Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez. Bu hususta Hindenburg'un misali pek belâgatlidir: Mareşal Von Hindenburg, Almanya Cumhurbaşkanlığına seçileceği zaman, o aralık Hollanda'da sürgün hayatı yaşayan Kayzer Wilhelm'den müsaade almış, subay çıkarken imparatora sadık kalacağına dair ettiği yeminle Cumburbaşkanı olmak arasındaki ahlâkî bir tezat görerek onun fikrini sormuştur. Hinderburg, Kayzer Wilhelm'in kendisini yemin şartlarından terbiye etmesi üzerine Cumhurbaşkanlığını kabul etmîşti. Sözüne bu kadar sadık olan adam elbette büyük adamdır. 11‐ Büyük adam sorumluluktan kaçmaz. Balkan savaşında Edirne'yi müdafaa eden merhum Şükrü Paşa, kahramanca bir müdafaadan sonra esir düşünce, adı bütün dünyayı tuttuğu halde kendisini yine sorumlu saymış, esaretten döndüğü zaman bizzat, müracaat ederek divanı harbe verilmesini istemiştir. Şükrü Paşa da bunun için büyüktür. Velhasıl büyük adam pek seyrek yetişir. Bir millet için büyük adam yetiştirmek ne kadar büyük bir bahtiyarlıksa, yetiştirmemek de o kadar büyük bir felakettir. Bundan daha büyük ve korkunç olan felâket ise alelâde adamları büyük sanacak kadar gafilleşmektir. ÖZLEYİŞ, Mart 1947, Sayı:6
CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk Kağan sülâlesi arasındaki şahsî ihtiras ve entrikalar yüzünden devlet parçalanmak tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe Çinin fesadı da karışarak Gök Türk ülkesinin şark kısımları 630'da Çinin eline geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler için bulunmaz bir nimet olduğundan Kieli Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine getirdiler. Parça parça Çine dağıtarak milliyetlerini unutturmak, Çinlileştirmek siyasetini takip eltiler. Kieli Han esareti izzetinefsine yediremeyerek kederinden 634 de öldü. Bunun üzerine esir Türklerden birkaçı da teessürlerinin şiddetinden intihar ettiler. Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak üzere aldıkları tedbirleri gören Gök Türk hükümdar sülâlesinden KÜR ŞAD Türk devletini yeniden diriltmek için 639 da gizli bir ihtilâl cemiyeti kurdu. 40 Türk bu cemiyete girdi. Türk devletini yeniden kurmak iç Çin împaratorunu öldürmeyi ve Çin sarayında esir bulunan Türk prenslerinden Holuku'yu Türkeli'ne Kağan ilân etmeyi kararlaştırdılar. Geceleri şehri gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu sokakta öldüreceklerdi. Fakat ihtilâlin yapılacağı gece hava bozulduğundan İmparator Tay‐tsung sarayından dışarı çıkmadı. Kür Şad, ihtilâl gecikirse farkına varılacağından çekinerek geceleyin împaratorun muhafızlarına saldırdı. Gayet kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu. Türkler azlık olduklarından çekilmeye mecbur kaldılar. İmparatorun ahırına hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar. Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı ve Öldürüldü. Bu işte dahli olmayan Holuku cenup vilâyetlerine sürüldü. Fakat imparatorluğun merkezindeki bu hareket Çinlileri o kadar korkuttuk ki Türkler'i Çinlileştirmekten filân vazgeçerek onları San ırmağın şimaline nakledip yalnız ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya mecbur kaldılar, Bu surette 681'deki Türk istiklâlinin tohumu atılmış oldu. www.atsizcilar.com
Sayfa 4
Tarih, Kür Şad hakkında işte bu kadar söylüyor Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde birçok kahramanlar görülmüştür. Bunlardan bazılarının ünü dünyayı tutmuş, kimi büyük fütühat yapmış, kimi şanlı bir müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat bununla beraber tarih en büyük kahramanlarını bile çok defa ufak tefek kusurlarını kaydetmiştir. Meselâ son asırlarımızın kahramanlarından Fatih, Yavuz ve Kanuni o kadar büyük oldukları halde ne kadar da küçüklükler yapmışlardır. Şanlı Fatihin sırf şehvet için yaptığı ahlâksızlar, kahraman Yavuzun şahsi ikbal için işlediği cinayetler ve büyük Kanuni'nin kadınlara âlet olarak düştüğü büyük yanlışlıklar olmasaydı hiç şüphesiz bunlar bizim gözümüzde daha büyük insanlar olacaklardı. Yine bazı kahramanlar da gelmiştir ki önceleri büyük yararlık gösterip milleti yükselttikleri halde sonraları fenalığa sefahate dalmışlar ve iyi namlarıyla birlikte hayatlarını da vererek bunu ödemişlerdir. Kapağan Kağan buna iyi bir örnektir. Kür Şad'a gelince o bunların hiç birine benzemez. Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununl a beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır. Tarihin herhangi bir yaprağına sıkışmış bir kaç satarlık malumattan Kür Şad'ın büyük rolünü çıkarabilmek güçtür. Bunun için, büyük şöhretlilerin yanında bazen ünsüzlerin de pek büyük fedakârlıklar yapabileceğini düşünmek lâzımdır. Tarih, adını bile bilmediğimiz birçok kahramanlar yetiştirmiş olabilir. Irak cephesinde tek başına bir İngiliz süvari alayıyla çarpışmak cesaretini gönlünde bulan topal bir Türk piyade neferi gibi bir millete şan verecek erler bulunur. Fakat zaman ve mekân şartlarını da nazara dikkate alınca bunlardan hiç birisinin Kür Şad'a yetişeceği teslim olunur. Arkasını kendi ordusuna veya ülkesine dayayınca, birkaç misli düşmanla çarpışmak, herkes için olmasa bile yapılabilecek bir kahramanlıktır. Kendi menfaatini milli menfaatle birleştirerek mevki ve şeref için kabadayılık edecek insanlar da çoktur. Fakat ne mevki ne de şerefi düşünmeden, sırf millet için ve kendi kanı pahasına başkasını tahta çıkarmak üzere çekilen kılıcın sahibine saygı ile baş eğmek lâzımdır. Kür Şad, Kağan sülâlesindendi. Bu büyük kahramanlığı yaptıktan sonra kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile.... 40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın yapacağı işlerden değildir. Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvvei mâneviyesi hürlerinki gibi sağlam değildir. Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs edebilmekle Kûr Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır. Onların bu hareketine çılgınlık diyecek zavallılar bulunabilir. Çünkü kahramanlıktan nasibi bulunmayanlar ve hiç olmazsa kahramanlığı takdir edecek kadar asil seciyeli olmayanlar için kahramanlık budalalıktır. Fakat mensup bulunduğu milleti kurtarmak için hayatını harcayıp toprağa düşmek, kartal gibi göğe yükselmek demektîr ki zahife gibi yerde sürünenler bunun mânâsını anlayamazlar. Millet yolunda ölen Namık Kemal bir kahramandır. Şahsiyetini milli varlık içinde eriten Gök Alp da öyledir. Türkistan'da miili şuuru uyandırmak için ölmek kararını veren ve Rus makinalısına yürüyen Enver Paşa da belki onlardan daha büyük bir kahramandır. Fakat bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük bir maksatla ve onunki kadar güç şartlar içinde olarak çarpışmamışlardır. Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç bir yerde çıkmamıştır, Kür Şad'ın bu hareketi hiçbir netice vermeden sönseydi bile yine o en büyük kahraman sıfatına lâyık olacak ve bu hareketiyle torunları olan biz, bugünkü Türklere edebi bir şan ve www.atsizcilar.com
Sayfa 5
şeref kazandırmış bulunacaktı. Halbuki bu misli görülmeyen kahramanlık Çinlileri o kadar korkuttu ki onlar Çin'de esir bulunan bütün Türkleri bir an önce Türkeli'ne göndermekten başka bir şey düşünmediler. Bu suretle, denilebilir ki, Türkleri esaretten kurtaran, Kür Şad'ın kahramanca saldırışı olmasaydı Çinliler, tabii, Türkleri Çin'de alıkoyarak Çinlileştirmek siyasetinde muvaffak olacaklardı. Ve belki de bugün yeryüzünde büyük Türk milleti bulunmayacaktı. Bir millete ileri atılış gücünü verebilmek için Kür Şad gibi serden geçti yiğitler gerektir, Bu türlü gözünü daldan budaktan sakınmayan erler boşu boşuna ölseler bile milletlerinin ruhuna soktukları duygu ile en müspet neticeyi almış sayılabilir. Çünkü bunlar millet için birer örnek ve birer remiz olurlar. Kür Şad ve 40 arkadaşının ölümünden beri 13 asır geçti. Bu 13 asırda Türk milleti ne savaşlar, ne felâketler, nasıl korkunç hengâmeler, neler geçirdi; yalnız bir iki tanesi büyük ve sağlam milletleri devirecek ne acı bozgunlar tattı. Fakat işte o millet dipdiri ve ayakta duruyor. Yine kim olursa olsun dövüşe hazırdır. Denilebilir ki Türk milletine bu güç kaynağını veren şey ondaki Kür Şadlık ruhudur. Kür Şad'ı kutlularsak Kür Şadlık ruhunu yüceltmiş oluruz. Büyük geçmişinden ilham alan yüksek tahsil gençliğinin, büyüklerimiz için günler yapmasını bütün samimiyetimle alkışlarken, büyük Namık Kemal'le büyük Gök Alp'ın ruhlarına, kendindeki büyüklükten yalnız bir parçasını tevarüs ettirmiş olan en büyük Kür Şad için de ayrı bir gün yapmalarını, biraz daha yaşlı bir arkadaş sıfatıyla, diler ve beklerim. Yüksek tahsil gençliği gibi Namık Kemal ve Gök Alp'ın ruhunu pek çok ve Kür Şad'ın ruhunu biraz sevindiren yüksek duygulu bir kütleden bunu beklemek hakkımızdır. Kür Şad 639'da öldü. Beş yıl sonra yani 1939 da, onun ölümünün tam 1300. yılında büyük bir Kür Şad günü için şimdiden hazırlık yapılsa, onun hayatı için bir piyes yazılsa ve büyük adına Üniversite meydanında tek parçalı sade bir taşla kırık bir kılıçtan ibaret bir âbide dikilse nasıl olur? Üniversite bir ilim ocağıdır. Fakat şunu unutmamalıdır ki bir millette önce kahramanlar yetişir, ondan sonra şâirler gelir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar. Üniversite bir ilim yeri, Kür Şad da ömründe ok ve kılıçtan başka bir şey kullanmamış bir asker olabilir. Lâkin şunu da kabul etmek lâzımdır ki arkadaşım Orhan Şâik'in dediği gibi: En yüksek eserler kılıçla ve düşman kanıyla yazılmış olanlardır. KOPUZ, 1939, Sayı: 3
EN BÜYÜK TÜRK KAHRAMANI KÜRŞAD Türk tarihi, dünyanın en hamasi şiiri, Türk kahramanları da o şiirin berceste mısralarıdır. Bir zafer şebrâhını dolduran heykeller gibi 26 asrı süsleyen bu ölmezler tümeni arasında bir teki bir millete şeref verecek ne büyük fâniler gelip geçti. Tanrının Türk Tanrısı olduğuna, mavi gökle kara toprak arasındaki insan oğullarının yalnız Türklerden ibaret bulunduğuna, kendi ırklarının başkalarına hâkim olarak yaratıldığına inanan atalarımız için kahramanlık bir tabiat, fazilet bir huydu... Şimdi büyük adını saygı ile andığımız Kür Şad o kahramanlıkla faziletin şahıslanmış örneği olan büyük Türk kahramanıdır. www.atsizcilar.com
Sayfa 6
Milli ıstırapların şahlandığı ve şahsi ıstıraba karıştığı son yıllarda,ölmezler tümeninin zafer ve Şeref şehrâhında hayalen çok dolaştım. Yarı masallaşmış çehresiyle Alp Er Tunga'dan, kahraman kadın Tomıris'ten bağlıyarak Pilevne kahramanı Gazi Osman Paşa'ya, Edirne kahramanı Şükrü Paşa'ya ve kurtuluş savaşının meçhul fakat meşhur şehidine kadar bütün ölmezlerin önünden ihtiramla geçtim. Eskiden olduğu gibi yine Kûr Şad'ı hepsinden büyük buldum. Çünkü o birçok büyüklerde görülen bazı küçüklüklerden uzak, birçok büyüklerde rastlanan menfaat duygusundan sıyrılmış, bazı büyüklerde bulunan yanlış hareketlerden beride kalmış kaya gibi aşılmaz bir devdi. Kür Şad, tarihimizde alevlerin, ışıkların, mehtapların ve yanardağların yanında gerçi parlamasıyla sönmesi bir olmuş geçici bir şahap gibidir. Fakat o geçici ışık tarihin gidişini değiştirmiş, kısa aydınlığında bize en büyük hakikati görebilecek fırsatı vermiştir. Bu hakikat ezeli ve ebedî kahramanlıktır. Tarih acayip bir ihtiyardır. Bazılarına tam hakkını verir. Bazı değersizlerden çok bahseder. Bazı büyükleri hiç anmaz. Bazılarından da yalnız bir kaç kelime söyler. Kür Şad bu sonuncularındandır. Onun hakkında bütün bildiğimiz; Türk milletini kurtarmak ve esir olan yeğenini Türk kağanı yapmak için kendisi gibi esir 40 arkadaşıyla birlikte Çin imparatorunun sarayına saldırdığı, fakat pek nispetsiz bir savaştan sonra can ve baş verdiğidir. Bu muhteşem saldırışın muhteşem kahramanlarını bilip tanısaydık ne hoş olurdu! Adlarını bile bilmediğimiz bu örneksiz fedailer acaba nasıl insanlardı? Kaç yaşlarında idiler? Hangileri hangi savaşlardan arta kalmışlardı? Anaları, babaları yaşıyor mu idi? Çocukları var mıydı? Seviyorlar mıydı? Karıları, sevgilileriyle son defa neler konuşmuşlar, neler düşünmüşlerdi? Yazık, hiçbirini bilmiyoruz. Bildiğimiz yalnız şu: Yanardağ ruhlu, çelik iradeli kahraman Kür Şad... Bozkurt hanedânından yani kağanlar soyundan olduğu halde yeğenini tahta çıkararak Türk milletini diriltmek için kılıca sarılan Kür Şad.. Bu nispetsiz çarpışmada zaferi sağlayacak tek yola giderek, yani düşmanın kalbine saldırarak ruh ve irade kuvveti kadar muhakeme gücüne de sahip olduğunu belirten Kür Şad... Başarılamayan bir ihtilâle rağmen düşmanın yüreğine korku ve dehşet salarak ırkı mahvolmadan kurtaran Kür Şad... Sonra onun 40 şanlı arkadaşı.. Bir hareketin değeri, verdiği sonuca göre ele alınırsa Kür Şad'ın hareketi Türklüğü yok olmaktan kurtardığı için Kür Şad büyüktür. Yapanın fedakârlığı ve kahramanlığı ile ölçülürse Kür Şad yine büyüktür. Velhasıl o çok büyüktür. Hiçbir kıskançlığın erişemeyeceği kadar büyük... Biz, bugünün Türkçüleri bu "kaybolmuş güneş"imizi 13 asrın karanlıklarından çekip çıkararak başımıza taç ettik. Şimdi o, büyük yarınımızı aydınlatıyor. Onun boşa gitmemiş okları 13 asrın ötesinden bize 41 kahramanın selâmlarını getiriyor. Ve onların ruhları kendilerine doğru çelik ve kan tufanlarıyla yapılacak büyük bir yürüyüşü bekliyor. 1300 yıl önce dökülen Kür Şad'ın kanı ırkımızı yabancılar arasında erimekten kurtarmıştı. Bugün de onun hâtırası Türklük ruhunu eriyip sönmekten kurtaracaktır. Vaktiyle onun at koşturduğu yerlerdeki
www.atsizcilar.com
Sayfa 7
meçhul mezarlardan bize gelen sesler "dâha ne kadar bekleyeceğiz?" diye sorarken bizim yayladan "yakında geleceğiz" diye yükselen haykırışlar onlara karşılık veriyor... Sefil ihtirasların ve baykuş seslerinin söndüğü yarın ki Türkeli'nde Kür Şad için ulu bir anıt düşünüyorum. Gösterişsiz, sade fakat metin, kayadan bir anıt... O anıtın önünde Kür Şad'a ve arkadaşlarına saygı olarak börk ve çizme giymiş, kılıç ve sadak takmış Türk gençlerinin, birbirine perçinlenmiş sarp bir yığın gibi dik adımlarla geçit resmi yaptığını düşünüyor ve 1300 yıllık gençler olan Kür Şadla arkadaşlarının da, yaralarından hâlâ dinmeyen kanlar sızdığı halde, kendilerine çevrilen başlara gülümseyerek selâm aldıklarını görür gibi oluyorum... KÜRŞAD,1947,Sayı: 1
ÇAĞRI BEĞ Türkiye devletinin kuruluşunda çok büyük payı olan bu kahraman Oğuz beği, Mikâil Yabgu'nun büyük oğlu, Selçuk Subaşı'nın da torunudur. Mikail Yabgu büyük bir ihtimalle babası Selçuk Beğ'den önce ölmüş, fakat tarihe Çağrı Beğ ve Tuğrul Beğ adında iki ateş parçası oğul bırakmıştır. Hazar Kağanlığına bağlı olan Oğuzlar, On Birinci Yüzyıl başlarken bu kağanlığın dağılmaya yüz tutmuş olması dolayısıyla dağınık bir halde bulunuyorlardı. Doğularında kuvvetli Karahanlı Hakanlığı, güneylerinde daha kuvvetli Gazneliler İmparatorluğu vardı. Oğuzların mühim bir kısmı Gazneliler'e tâbi olduğu halde Çağrı Beğ'le Tuğrul Beğ, Karahanlılar'ın Talas valisi olan Yağan Tegin Mehmet Buğra Han'a bağlıydılar. Yağan Tegin, Talas ırmağı boyundaki Şelci şehrini dirlik olarak Çağrı ve Tuğrul Beğlere vermişti. Yağan Tegin'den sonra Karahanlılar'ın Semerkand ve Buhara valisi olan Ali Tegin'e tâbi oldular. Fakat huzur içinde değillerdi. Bir yandan Karahanlı‐Gazneli rekabeti ve savaşları, Öte yandan kendi aralarındaki düzensizlik ve birlik olmayışı, geleceklerine güvenle bakmalarına engel oluyordu. İktisadî darlık içinde de bulunuyorlardı. Çağrı Beğ bu düzensizliği ve huzursuzluğu giderecek bir yol aradı. Kendi buyruğundaki savaşçılarla Anadolu'ya geçerek Rumlarla çarpışmaya karar verdi. Bu savaş milli‐ dini bir ülkü ile, aynı zamanda iktisadi darlığa düşmekte bulunan Oğuzları doyurmak için yapılacaktı. Bu savaş, gözü pek bir davranış olacaktı. Çünkü Maveraünnehir'den kalkarak Bizans'a gelmek için Gazneliler İmparatorluğu'nun toprakları olan Horasan ve lrak‐ı Acem ülkelerinden geçmek gerekiyordu. Çağrı Beğ bu atılgan ve korkusuz yürüyüşü 1015'te yaptı. Kardeşi Tuğrul Beğ'i girilmesi güç çöllerde bırakarak Harzem ile Buhara arasından Horasan'a girdi. Van gölünün güney bölgesinden Anadolu'ya saldırdı. O zaman bu bölgede Vaspuragan adında, Bizans'a bağlı küçük bir Ermeni krallığı vardı. Çağrı Beğ, 1015‐1016 yıllarında bu krallığa korkunç saldırışlar yaptı. Kral Seneharim'in ordularını yendi. Ermeni kralı bu akınlardan o kadar yıldı ki krallığını Bizans'a bırakarak Anadolu'da kendisine başka bir yer verilmesini istedi. Vaspurargan karşılığında kendisi Sivas bölgesi bağışlandı. www.atsizcilar.com
Sayfa 8
Gazneliler, Çağrı Beğin bu pervasız hareketini görünce onun dönüş yolunu kapamak için 1017'de Harzem'i işgal ettiler. Bundan haberi olmayan korkusuz Oğuz beğ'i 1018 de kuzeye yönelerek Gence ve Nahçıvan şehirlerine hâkim olan Şeddadoğulları Beğliğinin ülkesine girdi. Bu Kürt Beğliğinin topraklarını çiğnedikten sonra Bizans'ın tabiiyetinde olan Gürcü Krallığına sokuldu ve bütün o bölgeyi yağma etti. 1021'de Ani Ermeni Krallığına çarptı. Sonra yolunu kesmek için Gazneliler'in aldığı bütün tedbirlere rağmen yurduna döndü. Altı yıl süren bu akın bütün tarihte eşsizdir. Çünkü gerisi kesilmiş olduğu halde bir kumandanın, tanımadığı düşman ülkelerinde bu kadar çok dolaşması ve büyük doyumluklarla yurduna dönmesi âdeta bir askerlik mucizesidir. Gazneli Sultan Mahmud, Çağrı Beğ Oğuzlarının bu hareketinden ürktü ve Buhara civarına yürüyerek Oğuzların en büyük başkanı olan Arslan Yabgu'yu tutsak etti. Bu olaylardan sonra Çağrı Beğ'i Karahanlılar''ın yanaşmış görüyoruz. Karahanlılar'ın batı kolunun hükümdarı olan Ali Tegin'in maiyetinde idi. Fakat Ali Tegin bilmediğimiz bir sebeple Çağrı Beğ'in amcası oğlu İnanç Yabgu'yu öldürünce araları açıldı. Savaş hazırlığı yapıldığı bir sırada Çağrı Begin bir oğlu doğarak adı Alp Arslan kondu. 1029'da yapılan savaşı kazanan Çağrı ve Tuğrul Beğler biraz sonra Ali Tegin'in oğlu Şahmelik'in darbeleriyle darmadağınık oldular. Mallarının çoğunu kaybettiler ve kalanını çöllerde saklayarak bir daha bir bozguna uğramamak için askeri hazırlıklara başladılar. Gazneliler bu hazırlığı kendilerine karşı sandıklarından onlar da Oğuzları tepelemek üzere hazırlığa giriştiler ve l035'te tecrübeli kumandan Beğdoğdu kumandasındaki orduyu Çağrı Beğ ve diğer Oğuzlara karşı yürüttüler. Bu ordu 2 Temmuz 1035'te Oğuzların merkez koluna kumanda eden Çağrı Beğ'in pususuna düştü. Çağrı Beğ kolu, yağmur gibi ok yağdırarak Gazneliler'in atlarını öldürdü ve Gazneliler'i bozdu. Fakat Selçuklular bu zaferlerini tesadüfe vererek Gazneliler'e elçi gönderip barış istediler. Elçiler gidip geldikten sonra bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmada Dehistan vilâyeti Çağrı Beğ'e veriliyordu. Fakat gönderilen menşurda Oğuz beğlerine "emîr" denecek yerde "dihkan" denilmesi Oğuzları güvensizliğe sevketti. Çünkü bu söz "köy ağası" demekti. Yeniden savaş ve vuruş başladı. 1036'da Çağrı Beğ, Merv yakınlarına kadar bir akın yaptı.1037'de Gazneliler, Çağrı Beğ'i bastırmak üzere Merv'e büyük bir kuvvet yürüttülerse de Çağrı Beğ çöle çekildi. Gazneliler kendisini kovaladılar. Fakat Çağrı Beğ bu kuvveti susuz bir vadide ani olarak karşılayıp yok etti. 1037 Mayısının başlarında Çağrı Beğ Merv'de, Tuğrul Beğ Serhas'ta kendi adlarına hutbe okuttular. Fakat tam bağımsız değildiler. Çünkü ikisi de hutbede kendi adlarından önce Sultan Mesud'un adını okutmuşlardı. Bu arada iki taraf anlaşır gibi oldu ve Oğuz beğlerine Gazneliler devletinin büyüklerinden bazılarının kızları namzet gösterildi. Bu arada Çağrı Beğ'e de Ebülhasan Abdülcelil'in kızı düştü. Selçuklular Merv ve Semerhas'ı boşaltarak düğün hazırlıklarına başlarken Karahanlılar'dan Uzkend valisi Börü Tegin
www.atsizcilar.com
Sayfa 9
yeniden Selçukluları kışkırtarak para ve silâh gönderince iş değişti. Çağrı Beğ, kardeşi Tuğrul Beğle birlikte birkaç Gazneli kuvvetini yendi. 1038 Nisanında Gazneliler 30.000 kişilik seçme bir orduyla Selçuklular üzerine yürüyünce Oğuzlar kendi aralarında ne yapacaklarını konuştular. Çağrı Beğ, Nişabur'a baskın yapmak gibi gayet cüretli bir plan teklif ettiyse de Tuğrul beğ bunu tehlikeli bularak normal savaşı tercih etti. 1038 Haziranında Serhas civarındaki Telhab'da savaş başladı. Pek şiddetli ve hileli bir savaştan sonra Gazne ordusu yok edildi. Serhas ve Merv yeniden alındı. Merv'de Ulu Camide yapılan bir toplantıda Çağrı Beğ artık Gazneli sultanın himayesinde beğlik kurmaya razı olmayarak bağımsız devlet kurulmasını ve içlerinden birinin hepsine başkan seçilerek "sultan" tanınmasını teklif etti. Bu teklif kabul edildi ve Tuğrul Beğ başkan seçildi. Çağrı Beğ küçük kardeşine hiçbir zaman rakip olmak istemedi. Tuğrul Beğ kısır olduğu için padişahlık nasıl olsa Çağn Beğ koluna geçecekti. 1038 Temmuzunda Çağrı Beğ, Herat'ı işgal etti. Ekimde 50.000 kişilik Gazneli ordusu Selçuklulara karşı yürüyüşe geçti. Kasımda Belh'e girdi. Fakat Gazneli Sultan Mesud, Selçuklular tarafından Horasan padişahı ilân edileceği hakkında bir söylenti duymuştu. Kara, soğuğa, insan ve hayvan kaybına bakmadan ilerliyordu. Çağrı Beğ de bu durumdan faydalanmak istiyerek Gazneliler ordusunun gerisine düşecek şekilde harekete başladı. Sultan Mesud bunu duyunca Börü Tegin'i bırakarak geri döndü (12 Ocak 1039). Belh'e çekildi. Çağrı Beğ Şubatta Nişabur'a gelerek Tuğrul Beğ tarafından karşılandı. Burada 40 gün kaldı. Şehrin büyükleri birer birer ziyaret ederek hoş geldin dediler. Tuğrul Beğ'in oturduğu tahtan yanına konulan süslü bir sedirin üzerinde oturuyordu. Fakat Nişaburlulara Tuğrul Beğ kadar iyi davranmak niyetinde değildi. Çünkü Sultan Mesud taraftarlarının propagandasıyla Nişabur emirlerinin ve şeyhlerinin ahaliye Selçuklular aleyhinde söz söylediğini ve camilerde açıkça beddua ettiklerini işitmişti. Gazneliler'le Selçuklular arasında yapılan savaşlar İran‐Türkistan‐Çin pazarı olan Nişabur'un ticaretini felce uğrattığından bundan şikayetçi olan tüccarlar da Oğuzlar aleyhine yürütülen Gazne ordularına maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Bundan dolayı Çağrı Beğ ve buyruğundaki beğler Tuğrul Beğ'e başvurarak Selçuklu‐Gazneli savaşlarının kesin bir sonuca bağlanmamış olması dolayısıyla, hâlâ zengin ticaret eşyasına malik bulunan şehrin yağmasına izin rica ettiler. Tuğrul Beğ razı olmayınca hoşnutsuzluklarını gizlemediler. Uzun tartışmalardan bir sonuç çıkmayınca Tuğrul Beğ bıçağını çekerek Çağrı Beğ'e: "Yağmada direnirsen kendimi öldürürüm" dedi ve bıçağı yüreğine götürdü. Çağrı, bıçağı yakalayarak yağmadan vazgeçeceğine söz verip intiharı önledi. Tuğrul Beğ de ona 500.000 dirhem ve birçok hediye verilmesini emretti. Martta Çağrı Beğ, Nişabur'dan ayrılarak Serhas'a yöneldi. Çağrı Beğ, Gazneli Sultan Mesud'un kesin sonuçlu bir saldırı yapacağını bildiği için o da tedbirli davranıyor, onun hareketlerini güçleştirmek için geçeceği yerleri yakıp yıkıyordu. 6 Nisan 1039'da Aliabad ovasında Sultan Mesut ve Çağrı Beğ kuvvetleri çarpıştılar. Çağrı Beğ, üstün kuvvetler karşısında çekilmeye mecbur oldu.
www.atsizcilar.com
Sayfa 10
15 Mayıs 1039'da Sultan Mesud 100.000 kişilik görülmemiş bir orduyla Belh'ten hareket etti. Bu ordu çok kuvvetli idi. Fakat beslenmesi güç ve hareketi de ağırdı. Çağrı beğ bu yürüyüşü öğrendiği zaman Serhas'ta idi. Kardeşine ve bütün akrabalarına durumu bildirdi. Hepsi kuvvetlerini birleştirdiler. Ordular ancak 20.000 kadar atlıdan mürekkepti. Bir bölümü zırhlı ve son derece mükemmel silâhlı, büyük çoğunluğu da çevik, hızlı, şiddetle ok atan hafif süvarilerdi. Gazneliler ordusunu aç bırakmak için Horasan'daki açık şehirleri yıktılar, ekinleri yaktılar, ağaçları kestiler. Oğuz beğleri Serhas'ta bir savaş meclisi kurarak Gazneli Mesud'un büyük ordusuyla çarpışıp çarpışmamak meselesi üzerinde konuştular. Türlü düşünceler ileri sürüldü. En son konuşan Çağrı Beğ'in ağırlıkları uzakta bulundurarak son derece şiddetle çarpışmak fikri kabul olundu. 1039 Haziranında, ilerleyen ağır Gazneli ordusuyla Selçuklular arasında bir sıra savaşlar başladı. Bu savaşlarda Oğuz‐Türkmen ordusunun ruhunu Çağrı Beğ teşkil ediyordu. Selçuklular kesin sonuçlu savaşa giremeyerek yıpratma taktiğini kullanıyordu. Haziran sonunda iki taraf da iyice yorulmuştu. Gazneliler'in yolladığı bir elçi, bu sebeple barışa yol açtı ve iki taraf da, savaşa daha iyi hazırlanmak gizli düşüncesiyle barışa yanaştı. Bununla beraber barış yapılır yapılmaz iki tarafın hazırlığı da başlamıştı. 1039 Kasımında Gazneli Sultan Mesud 100.000'i aşan mükemmel ordusuyla hızla harekete geçti.Oğuzlar Baverd'de toplanıp birleştiler Selçuklular stratejik bir baskına uğrayıp yok olmaktan güç kurtuldular. Sultan Mesud onları yakalayamayınca yiyecek güçlüğü yüzünden yürüyüşü durdurup Nişabur'a döndü. (Ocak 1040) Gazneliler'in Selçuklular üzerine kesin yürüyüşü 3 Mayıs 1040'ta başladı. Gazneliler ordusu büyük su sıkıntısı içinde yürüyordu. 21 Mayıs 1040'ta ilk çarpışma oldu. Selçuklular, Çağrı Beğ'in başkomutanlığında 16.000 seçme askerdi. 23 Mayıs 1040 cuma günü Dendânekan ovasında yapılan büyük meydan savaşı Selçukluların tam zaferiyle bitti. Çağrı Beğ, Sultan Mesud'un karargâhına gelerek onun tahtına oturdu. Mal ve doyumlukları askerlerine dağıttı. Ancak kazanılan zaferin büyüklüğünü o da gereği gibi kavramamıştı. Sultan Mesud'dan hâlâ çekiniyordu. Netekim ordusuna Sultan Mesud'un, askerlerini toplayarak geri dönmesi ihtimaline karşı Selçuk ordusunu saf halinde topladı. Düzüne koyarak bekledi. Yiyip içmek zaruri ihtiyaç zamanları müstesna olmak üzere bütün ordusunu üç gün üç gece at üzerinde, elde silâh bekletti. Bu tedbir pek de boşuna değildi. Çünkü büyük Gazne ordusunun ölü tutsakları çıkarılınca çölde dağılmış olan yine 40‐50 bin kişisi kalıyordu ki Selçuklu ordusundan kat kat üstündü. Bunların bir iki konak ilerde toparlanıvermeleri yine büyük bir tehlike yaratabilirdi. Fakat bu tehlike doğmadı. Çağrı Beğ, Sultan Mesud'un bitkin bir halde Mervrûd'a düştüğünü ve yanında hiç kuvvet kalmadığını öğrendikten sonradır ki üç gündür at üstünde beklettiği ordusuna dinlenme buyruğunu verdi. www.atsizcilar.com
Sayfa 11
Cağrı Beğ bundan sonra imparatorluğun doğu bölgesi olan Horasan'ın hâkimi olarak kalmış ve ölünceye kadar bu mevkiini muhafaza etmiştir. 1060'ta 70 yaşında olduğu halde öldü. Merv'e gömüldü. Alp Arslan, Yakutu, Kavurt, Süleyman adındaki oğullarından Alp Arslan, onun yerine Horasan valisi oldu. ORKUN,1962,Sayı:9
NAMIK KEMÂL Yakın tarihimizin en büyük şahsiyeti olan Namık Kemal hakkında şimdiye kadar yazılan eserlerde birbirine pek aykırı düşenler ileri sürülmüştür. Büyük bir adam hakkında, birbirine benzemeyen mütalâalar yürütülmesi tabii ise de vatana hizmet etmiş, milliyet uğruna çalışmış, millet ve hürriyet için her cefaya katlanmış yüksek ahlâklı bir insanı bu meziyetlerinin zıddı ile görmek tamamıyla hususi maksatlarla hareket etmekten başka bir şey değildir. Namık Kemal için yazılmış eserlerin en büyükleri tarih sırasıyla Sadettin Nüzhet, Doktor Rıza Nur ve Necip Fazıl tarafından kaleme alınmıştır, Maarif Vekâletinin para ile ve ısmarlama olarak yazdırdığı sonuncusunun hiçbir ilmi değeri yoktur. Kaynakları arasında Rıza Nur'un kitabı alınmadığı halde onun bir kopyası olduğu anlaşılan, fakat içinde ilmi ve ciddi bir fikir ve mütalaaya rastlanmayan bu eserin müellifi de esasen Namık Kemal hakkında ilmi bir monografi yazacak salâhiyette değildir. Sadettin Nüzhet ve Doktor Rıza Nur'un eserleri ise iki ayrı bakımla kaleme alınmıştır. Rıza Nur'un eserinde Namık Kemal hakkında ileri sürülen düşünceler ekseriyetin fikirlerine uygundur. Yani Namık Kemalin yurtseverliği, yüksek şairliği, milliyetçiliği, ahlâki büyüklüğü kabul edilmektedir. Sadettin Nüzhet ise Namık Kemal'de bazı meziyetler kabul etmekle birlikte onun milliyetseverliğini ve ülkücülüğünü tanımakta, üstelik Namık Kemal'in Arnavutluğunu ileri sürmektedir. Çok iyi tanıdığım Sadettin Nüzhet'in bu fikirlerinde samimi olmadığını biliyorum. Onun hangi hayat endişesiyle, ne gibi düşünce ve kaygılarla böyle yazdığına da vâkıfım. Sadettin Nüzhet, Namık Kemal hakkındaki bu yanlış fikirlerini bugün de müdafaa ediyorsa bunun sebebi bir defa okun yaydan çıkmış olması, yiğitliğe leke sürmemek kaygısıdır. Şahsiyata dökülmemek için onun Namık Kemal'e zoraki düşmanlık göstermesindeki sebepleri saymayacağım. Fakat onun bu yanlış hareketi birçok zihinleri bulandırdığı için bunlara cevap vereceğim. Türk olmayan veya yabancı ülkülere bulaşmış bazı kimseler Sadettin Nüzhet'in fikirlerini senet ettikleri için Sadettin Nüzhet, bilmeyerek ve istemeyerek de kötülük yapmış demektir. 1‐ Namık Kemal'e yapılan hücumların başında, onun Arnavutluğu hakkındaki iddia gelir. Bunun başlıca iki sebebi var: Namık Kemal'in annesinin babası olan Abdüllâtif Paşa'nın Koniçeli olması ve Namık Kemal'in "Tâkib" adlı eserinde "Bendeniz Arnavud'um ama o kadar ciğerden hoşlanmam. Harâbâtın her sayfasında ise bir ciğer mazmuna tesadüf ettikçe kendimi Bahçe Kapısında Süslünün lokantasında zannediyorum da gönlüme istikrah geliyor" demesi... 2‐ Bu iki zayıf delille Namık Kemal'i Arnavut yapmak için insanın muhakkak kötü bir niyeti olması lâzımdır. Çünkü annesinin babası Arnavut olmakla bir kimsenin Arnavut olması icap etmez. www.atsizcilar.com
Sayfa 12
Ambriyoloği ilmine göre o adamda ancak % 25 Arnavut kanı var demektir. Eğer Namık Kemal'in anne babası hakikaten Arnavut ise Namık Kemal'de dörtte bir nispetinde ve kültürünün tamamıyla Türk olmasını bir yana bırakarak Namık Kemal'e Arnavutluk kondurmak ne gülünçtür! Kaldı ki anne babasının Arnavutluğu da kat'i değildir, bir ihtimaldir. Çünkü Koniçeliler Arnavut değildir. Bu, İstanbul'daki Koniçelilerden sorulup öğrenilebilir. Doktor Rıza Nur," Namık Kemal" adlı eserini yazarken Koniçelilerin ırkı hakkında araştırmalar yapmış ve İstanbul'da da benim araştırmamı istemişti. Yaptığımız araştırmalara göre "Koniçe" kelimesinin Sırpça, Rumca ve Arnavutça olmadığını, Koniçelerin kendilerini Türk saydıkları, aralarında bozuk bir Rumca, Selânik şivesine benzeyen bozuk bir Türkçe ve çarşıda kısmen Arnavutça konuştuklarını öğrenmiştik. Bu muhtemel % 25 gayr‐i Türklüğe karşı Namık Kemal'in babası tarafından sağlam bir Türk şeceresi vardır ki inkâr olunamayacak kadar kuvvetlidir. Namık Kemal'in bilinen ilk dedesi Konyalı Bekir Ağa, onun oğlu Sadrâzam ve şehit Topal Osman Paşâ, onun oğlu Derya Kaptanı ve Üçüncü Sultan Ahmed'in damadı şair ve hattat Râtib Ahmed Paşa, onun oğlu beğlerbeğilik rütbesi almış olan ve Üçüncü Mustafa'ya mabeyinci olan Şemseddin beğ, onun oğlu ve Namık Kemal'in babası da İkinci Abdülhamid'in başmüneccimi Mustafa Âsım Beğdir. Görülüyor ki Namık Kemal 250 yıllık aristokrat ve vatana hizmet etmiş bir aileye mensuptur. Üçüncü Sultan Ahmed'in kızı Ayşe Sultanla evlenen Râtib Ahmed Paşanın 10 tane oğlu vardır. Bunlar herhalde bir zevceden değildir. Eğer Namık Kemal`in dedesi Şemseddin Beğ, Ayşe Sultan'dan doğmuşsa Namık Kemal kısmen de Osmanlı hanedanına mensup demektir. Okuyuculara kolaylık olsun diye Namık Kemal'in şeceresini liste halinde gösteriyorum. Yanlarındaki tarihler ölüm tarihleridir:
Bazıları Topal Osman Paşa'nın babası olan Konyalı Bekir Ağa'yı mevsuk saymıyorlar. Tarihi hiç bir kayıtta bu isme rastlanmıyor diyorlar. Olabilir. Fakat ailenin hususi sicillerinde bu ismin pekâlâ mahfuz kalmış olması mûmkündür. Böyle olmasaydı Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem, "Namık Kemal adlı kitabında Konyalı Bekir Ağa'yı zikretmezdi. Konyalı Bekir Ağa uydurma bir isim olsa bile Topal Osman Paşa'nın Türklüğü aleyhinde hiç bir delil yoktur. Eski tercümeihal kitaplarında Türk'ten başka ırklara mensup olanların asıl milliyetleri daima zikrolunduğu halde Topal Osman Paşa hakkında böyle biç bir www.atsizcilar.com
Sayfa 13
kayıt yoktur. Türklüğü aleyhinde hiç bir kayıt olmayan bir Osmanlı Paşasını Türk saymamak kötü niyetten başka bir şey göstermez. Namık Kemal'in "Bendeniz Arnavud'um ama o kadar ciğerden hoşlanmam" demesi ise apaçık bir alaydır. Bu söz, o zaman Namık Kemal'le arası açık olan Ziya Paşayı tezyif için söylenmiştir. Ziya Paşanın annesi Arnavut'tur. Namık Kemal burada Ziya Paşanın "Harâbât"ını tenkit ederek Ziya Paşa için bir telmih. ve kinayede bulunmuştur, Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem, Edebiyat Fakültesinde benim hocamdı. Tam bir Osmanlı olan Ali Ekrem'de Türklük asabiyeti yoktu. Ailelerinde hakikaten bir Arnavutluk olsaydı bunu, biz talebe ile, çok hususi ve samimi konuşan Ali Ekrem'in ağzından elbette işitirdik. Halbuki, biz onun ağzından aksini duyduk. Görülüyor ki Namık Kemal'in Arnavutluğu, son zamanlarda Türk düşmanları tarafından Ömer Seyfettin'in Çerkezliği, Abdülhak Hâmid'in Araplığı, Ziya Gök Alp'ın Kürtlüğü ve Osman Gazinin Rumluğu kabilinden bir yalandır. 3‐ Namık Kemal'in padişahtan para aldığı hakkındaki sözler de iftiradır. Namık Kemal Avrupa'da iken Mustafa Fazıl Paşa'nın verdiği para ile geçinip mücadelesini yapıyordu. O para kesilince Türkiye'ye döndü. Padişahtan para alan adam Türkiye'de otururdu. Namık Kemal düşmanları onun Osmanlı hanedanına düşman olduğu halde onlardan memuriyet almasını aleyhine bir delil diye kullanmak istiyorlar. Şunu açıkça bilmeliyiz ki Namık Kemal Osmanlı hanedanına düşman değildi. Bilâkis o hanedanı seven ve sayan bir adamdı. Bu, tarihi eserlerinde pek açık olarak görülür. O yalnız mutlakıyeti yıkıp yerine meşrutiyeti getirmek için padişahla çarpışmıştı. Memuriyet almasına gelince bundan da tabii bir şey olamazdı. Çünkü nihayet kendi vatanına hizmet ediyor ve hizmetine mukabil de yaşamak için milletinin parası demek olan maaş alıyordu. Namık Kemal Rus çarına hizmet etmiyordu. Kendisine memuriyet veren adam nihayet bir Türk padişahıydı. Nasıl, Osmanlı hanedanını yıkan Atatürk'ün Osmanlı devletinde bir general ve padişahın yaveri olması onun aleyhine kaydolunacak bir nokta değilse mutlakıyetin düşmanı olan Namık Kemal'in de padişahın bir mutasarrıftı olması onu asla küçültmez. 4‐ Namık Kemal milliyetçi değildir, Osmanlıcı ve İslâmcıdır diyorlar. Acaba 19. asır Türkiye'sinde bugünkü gibi bir Türkçülük yapılabilir miydi? Her şeyi zaman ve muhitle ölçmek hak ve insaf icabı iken neden Namık Kemal'in zamanı dikkate alınmadan tenkit olunuyor? Namık Kemal Osmanlıcı ve İslâm'a idi. Fakat onun zamanının milliyetçiliği de ancak o şekilde yapılabilirdi. O kadar uluğladığımız, yakında heykelini dikeceğimiz Fatih Sultan Mehmed de bugünkü mânâsı ile Türkçü değildi diye tenkit mi edeceğiz? Bu gülünç iddialar demagojiden başka bir şey değildir. Unutmamalı ki Namık Kemal, yurdumuza herkesin "Memâlik‐i Osmâniyye" dediği bir sırada "Türkistan" diyordu. Milletimiz için birçok yerlerde "Türkler" tâbirini kullanmıştı. Bunlar onun şuurlu bir milliyetçi olduğunu göstermez mi? Namık Kemal'in hakiki bir Türk milliyetperveri olduğuna bir delil daha vardır ki küçümsenemez: Türkiye'deki komünistler neden daima Namık "Kemal'e saldırmışlardır? Herhalde kendilerinin tam zıddı olduğu için... Namık Kemal en büyük milliyetçi olmasaydı Türklük ve vatan düşmanları ilk önce ona saldırmazlardı. Namık Kemal'in şairliği, bilginliği hakkındaki tenkitlere cevap vermeyeceğim. Bunlar asıl mevzua temas etmez. Fakat şu kadar söylemeliyim ki Namık Kemal Osmanlı Türk edebiyatına bütün www.atsizcilar.com
Sayfa 14
incelikleriyle vâkıftı. Öyle sanıyorum ki Osmanlı şairlerinin en ehemmiyetsizlerini bile dikkatle okumuştu. 15. asır sonu tarihçilerinden meşhur Neşri'nin bir gazeline yaptığı nazire bunu gösterir. Çünkü Neşri değersiz bir şairdi. Büyük Namık Kemal'e yapılan hücumlar ya milliyetçiliği yıkmak yahut yaranmak için yapılıyor. Namık Kemal'in belki tenkit olunacak tarafları vardır. Fakat bunlar ne komünistlerin, ne de dalkavukların sürdükleri şeyler değildir. Çınaraltı, 1942, Sayı: 22
ZİYA GÖKÂLP Fikir tarihimizde birinci plânda yer alan şahsiyetler arasında Ziya Gökalp'in özel bir yeri vardır. Diyarbakır'ın bu sakin yaratılışlı evlâdı, fikir tarihimizdeki bu mühim yerini, Türklüğe yaptığı büyük hizmetlerle elde etmiştir. Ziya Gökalp'in Türklüğe yaptığı büyük hizmet, Türk milliyetçiliği, yani Türkçülük alanındadır. Tarihin uzak yüzyıllarından beri varolan, fakat Tanzimat'tan sonraki devirde hem devamlı, hem de daha şuurlu bir mahiyet alan Türkçülüğü, ilk defa bir programa bağlayan Ziya Gökalp'tir. Gökalp'in eserlerinin hemen hepsinde, bu büyük ülkünün izlerini bulmak mümkündür. Fakat muhakkak ki, bu alandaki en mühim eseri, Türkçülüğün bir programa bağlandığı 'Türkçülüğün Esasları" dır. Ziya Gökalp'ten önceki Türkçüler, Türk milletinin bağlanacağı ülkünün Türkçülük olduğunu anlamışlar ve bunu eserlerinde anlatmaya çalışmışlardı. Fakat bu büyük gerçeği millete mal edebilmiş oldukları asla söylenemez. Gökalp ise, Türkiye tarihinin en buhranlı bir devrinde, birkaç arkadaşıyla birlikte giriştikleri mücadele ile, Türk soyunun ülküsü olan Türkçülüğü geniş çevrelere yaymak imkânını bulmuştur. Gökalp, bu fikir mücadelesi sırasında, o vakitler bir vilâyetimiz olan Selanik'te çıkan Genç Kalemler dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle formülleştirmişti: Vatan; ne Türkiye'dir Türkler'e, ne Türkistan, Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!. Türk'ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir. Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Bazı Türk şubelerinin Türkiye Türlüğünden ayrı bir dil ve kültüre sahip olmaya çalışmaları doğru değildir. Türklerin birleşmeleri lâzımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.
www.atsizcilar.com
Sayfa 15
Gökalp, Türklük meselesini bu şekilde ortaya koyduktan sonra, milletimizin bu tek ülküsünün ne olacağım tespite çalışmıştır. Değerli fikir adamımıza göre, Türk ülküsünü yakın ve uzak ülkü olmak üzere ikiye ayırmak lâzımdır. Yakın ülkümüz, Oğuz veya Türkmen birliğidir. Çünkü, kültürce birleşmeleri en kolay olan Türkler Oğuz Türkleridir. Türkiye Türkleri’nden başka Azerbaycan, İran ve Harzem ülkelerinin Türkleri de Oğuz boyundandır. Bu bakımdan, Türkçülüğün yakın ülküsü bu boydan olan Türklerin birleşmesi, yani Oğuz birliği veya Türkmen birliğidir. Uzak ülkümüz ise Turan'dır. Turan ülküsü, Turanlı kavimlerin birleşmesiyle meydana gelecek bir kavimler karışımı değil, sadece Türkler’in birliğidir. Ziya Gökalp'e göre "böyle bir birleşme mümkün müdür?" sorusunu sormak dahi lüzumsuzdur. Çünkü bu bir ülküdür. Hem de Türkler’in ruhlarındaki heyecanı sonsuz bir dereceye ulaştıracak çok cazip bir ülküdür. Türk milletini böyle büyüleyici ve coşturucu bir duygudan yoksun bırakmak asla doğru değildir. Türkçülük fikrinin bu derece çabuk gelişmesinde en büyük sebep, Turan ülküsünün ruhlarda ve gönüllerde yaktığı ateş ve büyük hamle gücüdür. Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir. Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu sonuca varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir! Gökalp, Türk’ün bu büyük ülküsünü sadece bilim ve fikir eserlerinde ele almakla yetinmiş değildir. Türklük ülküsünün Türk milletinin her seviyedeki fertleri ve toplulukları arasında yayılması için, konuyu ilmî olmayan eserlerinde de çeşitli şekillerde işlemeye çalışmıştır. Gökalp'in Türkçülük alanındaki en verimli ve sistemli eseri Türkçülüğün Esasları adlı kitabıdır. Bu kitabın ikinci kısmında Türkçülük sekiz bölümde programlaştırılmış ve her bölümde o alanda yapılması gerekli hususlar ana çizgileriyle tespit edilmiştir. Bu program yalnız kendi neslinin değil, sonraki nesillerin aydınları üzerinde de büyük etkiler yapmıştır. Programdaki fikirlerden bazılarını uygulamak isteyenler arasında Atatürk de vardır. Türkçülüğün Esasları, Türklüğe ait meseleleri sadece ana çizgileriyle ortaya koyabilmiştir. Programda, aradan geçen uzun zaman dolayısıyla eskiyen yerler de vardır. Fakat bu hususlar, Türkçülüğün Esasları'nın bugün de Türk milliyetçiliğinin belli başlı kaynaklarından birisi bulunmak vasfını yok etmiş değildir. Bu eserde bulunan eksikler, daha sonraki Türkçüler tarafından ele alınmış bulunduğu için, Türklüğün bütün meseleleri bugün tespit edilmiş durumdadır. Eksiklik, bütün bu fikirlerin ve meselelerin bir ana kitapta toplanmamış bulunmasıdır. Ziya Gökalp, Türklüğü seven her Türk'ün her zaman saygı ile andığı fikir adamlarımızdan birisidir. Bu saygı, onun Türklüğe fikir alanında yaptığı hizmetlerin eseri ve sonucudur. Her fikir adamında olduğu gibi, elbette ki Ziya Gökalp'ta da tenkit edilecek tarafları vardır. Bu tenkidi, fikrin ciddî sınırlan içinde
www.atsizcilar.com
Sayfa 16
yapmak da elbette ki lâzımdır. Ancak, bu gibi tenkitlerin tek gayesinin Türkçülüğe ve ilme hizmet olması gerekir. Gökalp'i, bu şekilde tenkit etmiş fikir adamlarımız vardır. Bu suretle onlar da hem Türklüğe, hem de ilme hizmet etmişlerdir. Ancak bu hizmetin yanında bir de büyük fikir adamımızı küçük düşürmek için yapılan tenkitler bulunmaktadır. Bu gibiler, Gökalp düşmanlığının eserleridir. Gökalp düşmanlığı, fikir adamımızın şahsından çok milliyetçiliğine karşıdır. Türkçülük ülküsüne düşman olanlar, bu ülküyü zayıflatmak için Türk milliyetçiliğinin en büyük şahsiyetlerinden birisi bulunan Ziya Gökalp'i hırpalama taktiğinden hiç ayrılmamışlardır. Gökalp’e düşmanlık edenlerin büyük çoğunluğu yerli kızıllardır. Bu düşmanlığın iki sebebi vardır. Birincisi, Gökalp'in eserleriyle, Türkün manevî gücünü ayakta tutmasıdır. Türkiye'de Türkçülük varoldukça, kızılların memleketimizi Moskof pençesine atmak gayretleri elbette ki gerçekleşemez, ikincisi ise, büyük fikir adamımızın, Turancılık ülküsünün de en büyük siması bulunmasıdır. Türkiye dışındaki Türklerin hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına kavuşması dâvası olan Turancılık gerçekleşirse, bu yerli kızılların manevî vatanları olan Rusya'nın, pençesindeki en verimli toprakları elinden kaçırmak suretiyle yarı yarıya çökmesi olacaktır. İşte, kızılların Gökalp düşmanlığının sebepleri bunlardır. Ancak, bu düşmanlığın bu açık sebepleriyle değil, birtakım süslü tüllere büründürülmek suretiyle yapıldığını unutmamak lâzımdır. Fakat Gökalp o kadar kuvvetlidir ki, yıllardan beri devam ettirilen yıkıcı kampanyaya rağmen dimdik ayakta durmaktadır. Ziya Gökalp'in, Türkçülüğün Esasları'ndan başka 'Türk Türesi", "Türk Medeniyeti Tarihî", "Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" adlı fikrî ve ilmî eserleri vardır. Manzumeleri ise "Kızılelma", "Altın Işık" ve 'Yeni Hayat" isimli kitaplarında toplanmıştır. Bir çok mühim makaleleri dergi sayfalarında kalmıştır. Bu yazılarının en ehemmiyetlileri Küçük Mecmua ile Yeni Mecmua'dadır. Damadı Ali Nüzhet Göksel taraflından yayımlanan Ziya Gökalp ve Malta Mektupları adlı eserde, büyük Türkçü’nün Malta'dan kızlarına gönderdiği mektuplar yayımlanmıştır. Fevziye Abdullah Tansel tarafından hazırlanan Ziya Gökalp Külliyatı: I. Şiirler ve Halk Masalları'nda da değerli fikir adamımızın bütün manzum eserleri toplanmıştır. Gökalp'in Yarınki Türkiye'nin Hedefleri adlı eserinin tenkitli bir basımı da, genç fikir adamlarımızdan Dr. Hikmet Tanyu tarafından, bir önsöz ilâvesiyle yayımlanmıştır. Yine Dr. Hikmet Tanyu tarafından hazırlanan, fakat henüz basılmamış bulunan Ziya Gökalp ve Türkçülük adlı mühim eserde büyük Türkçünün Türkçülüğe ait bütün yazıları toplanmıştır. ORKUN, 1962, Sayı: 1 www.atsizcilar.com
Sayfa 17
M. ÂKİF Âkif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Şairliğine kimse itiraz edemez. Onun oldukça bol manzum eserleri arasında öyle parçalar vardır ki Türk edebiyatı tarihinde ölmez mısralar arasına girmiştir. Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Akif, sözle vatanperver olduğu halde fiille bunu tekzip edenlerden değildi, Vatanperverane şiirler yazdığı halde en sefil bir namert ve en rezil asker kaçağı hayatı yaşılanlar henüz aramızda bulunduğu için Akif'in vatanperverliği yüksek bir değer kazanır. Karakter adamı olmak bakımından ise Âkif eşsizdir. O, daima bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi veya cıvık bir halita değil; şeklini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada muhafaza eden katı bir cisimdir. İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılıkda o idi. Esasen İslâmcılık Osmanlı Türklerinin mefkuresiydi, On dördüncü asırdan beri, Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Âraplar, ne Acemler, ne de Hintliler İslâmcılık mefkuresi görmüş değillerdi. Bir Osmanlı şairi olan Âkif'te milli mefkure kemaline ermiş, fakat yeni bir milli mefkurenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür. Mazide yaşayanların fikir ve mefkureleri bize aykırı gelse bile onların zaman ve mekân şartları içinde mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz. Çanakkale şehitleri için yazdığı şiir kâfidir. Başka söz istemez... Akif inandı, dönmedi ve öyle öldü. Kızıllelma, 1947, Sayı: 9
RIZA NUR Türkçülük ülküsünün bugünkü en büyük şahsiyeti Rıza Nur artık "Dünkü şahsiyet" oldu. 63 yıllık çetin ve metin bir hayattan sonra vatan toprağına karışırken onu son defa selamlayanlar dinmiş bir kasırga için duyulan neyse onu duydular. Rıza Nur 1879'da Sinop’ta doğdu. 1902'de askerî tıbbiyeden yüzbaşı olarak çıktı ve Gülhane’ye asistan alındı. 1903'te kolağalığına terfi etti. 1905'te Gülhane’ye muallim muavini (doçent), 1907de askerî tıbbiyeye cerrahî profesörü oldu. 1908'de binbaşılığa terfi etti. Aynı yıl meşrutiyetin ilânı üzerine Sinop mebusu oldu. Biraz sonra, İttihatçılara muhalefet ettiği için dersi lağvedilerek muallimlikten çıkarıldı. 1909'da yine aynı sebepten dolayı rütbesi tasfiye edilip kolağalığına indirildi. 1910'da askerlikten istifa etti. Balkan savaşında silâh altına alınıp yaralılara baktı, aynı zamanda tıp fakültesinde morg müdürlüğüne tayin edildi. Daha sonra İttihatçılara karşı pek şiddetli muhalefetinden dolayı memleket dışına sürüldü. Rıza Nur sekiz yıl dışarıda, gurbette yaşadı. www.atsizcilar.com
Sayfa 18
Mütareke olunca vatan savaşına koştu. İlk Millet Meclisine Sinop mebusu seçildiği gibi, Ankara'da ilk hükümeti kuranlar arasında da bulundu. 1920'de Ankara hükümetinin ilk Maarif Vekili olarak hizmetler etti. Aynı yıl Hariciye Vekâletinin de Vekilliğini yaptı. Yine aynı yılın sonunda Rusya’ya gönderilen fevkalâde murahhas heyeti âzalığı dolayısıyla Maarif Vekâletinden istifa etti, 1921'de Sıhhiye Vekili oldu. Sakarya meydan savaşının buhranlı günlerinde cephe gerisinde bulunarak pek iptidai vasıtalarla kurduğu seyyar hastanelerde bizzat yaralıları tedavi etti. Operatörlükte usta bir doktor olduğu için pek çok Türk yaralısının hayatını kurtardı. 1922'de Ukrayna’ya gönderilen fevkalâde murahhas heyeti reisliğine tayin olundu. Döndükten sonra tekrar Sıhhiye vekâletine seçildi ve bu yıl içinde üç defa Hariciye Vekâleti vekilliğini de yaptı, 1923'te Sıhhiye Vekilliği uhdesinde kalmak üzere Lozan konferansına ikinci murahhas olarak gitti. Lozan müzakerelerinde bilgisi, zekâsı ve metaneti ile pek büyük hizmetlerde bulundu. Hattâ Venizelos’la olan meşhur bir münakaşasında Venizelos’un bayılmasına sebep oldu. Lozan barışı imzalandıktan sonra Türkiye’ye dönüp ikinci Millet meclisine yine Sinop’tan mebus seçildi ve Tıp Fakültesi kendisine fahrî profesörlük unvanını verdi. 1926'da, ilkkânunda mebusluğu bırakıp Paris’e gitti, 1926'dan 1938'e kadar on iki yıl gurbette yaşadı. İlk yıllarını Paris’te, son yıllarını daha ucuz bir memleket olan İskenderiye’de geçirdi. Bu müddet zarfında Türkbilik Revüsü adlı yıllık bir Türkiyat dergisi neşrederek ilmî araştırmalarının sonuçlarını yaydı. 1938'de Türkiye’ye dönüp Taksimde bir kira apartmanında oturmağa başladı. Bu üç odalı mütevazı dairede dört yıl kadar yaşadı. Merhum Refik Saydam’ın yardımıyla tedahülde kalmış olan üç yıllık tekaüt maaşını aldıktan sonra Tanrıdağ dergisini çıkararak memlekete son bir hizmet daha yapmak istedi. Bu iş onu fazla yordu ve çok üzdü. Diğer bir takım hâdiseler de buna eklenince ölüm kendisine daha çabuk geldi. 7 Eylülü 8 Eylüle bağlayan gece, gece yarısından beş dakika sonra kendisinde bir fenalık duyarak uyandı. Aynı apartmanda oturan ahbabı doktor Semih Sümerman hemen gelerek bir iğne yaptıysa da iş işten geçmişti. Ağzından kan geliyordu. Gece yarısını yirmi dakika geçerken artık Rıza Nur yaşamıyordu. Onun hakikî dostları ölümünü pek geç haber aldılar. Biz, 8 Eylülde kendisine Beyoğlu hastanesinin bir kıyısında tabuta konmuş olarak bulduğumuz zaman şaşırdık. Yanında kimse yoktu. Onu bir kalabalığın ortasında mı bulacağımızı umuyorduk, bilmem. Çok hazin ve çok manalı bir yalnızlığın içinde Rıza Nur, ertesi günü ikindiye kadar orada yattı. Belki bu, onun toprak üzerindeki ilk rahat yatışıydı. Ömrünün yirmi yılı, yani üçte biri gurbette geçen Rıza Nur, hapislere atılan Rıza Nur belki artık dinlenecekti. 9 Eylül günü öğleden sonra Beyoğlu hastanesine tek tük vefalı kalp sahipleri gelmeğe başladı. Rıza Nur’un yaşıt akranları arasında birkaç üniversite ve lise talebesi de bulunuyordu. Çoğu birbirini tanımayan bu insanlar burada hangi duygu ile birleşmişlerdi? Şu iki Azerbaycanlı ve şu tek Türkistanlı burada ne arıyordu? Burada resmiyet ve gösteriş bağları yoktu. Burada bir tek bağ vardı. Oda Türk ırkının ve kanının bağı idi. Manzaranın en hazin tarafı bir takım yaşlı insanların gelip hissiz ve mütevekkil beklemeleri idi. Türk milletinin tevazuuna pek yakışan asker kumaşından elbise giymiş olan yarbay rütbesindeki şu ak saçlı askerî doktor kimdi? Niçin bu kadar sessiz ve durgundu? Rıza Nur’un eski bir dostu olduğunu bildiğim şu yaşlı eczacı ne zaman gelmişti ve neden onun sükûtu en belâgatlı bir hitabet kadar tesirliydi? Burada her şey hazindi. Doktor Mazhar Osman’ın büyük bir değerbilirlikle gönderdiği çelenk, dışarı Türkleri’nin çelengi, Ülkü ve Arkadaş Basımevleri sahiplerinin sessizce gelişleri, liseli, üniversiteli, Güzel Sanatlı, eski elçi, eski başkonsolos, eski paşa, profesör bana
www.atsizcilar.com
Sayfa 19
hep hazin ve manalı geliyordu. Daha tanımadığım birçok dostları bu hazin manzaraya daha çok hüzün katıyordu. Gençler Rıza Nur’un tabutunu Türk bayrağına sardılar. Teşvikiye camisinden Harbiye’ye kadar eller üstünde gelen Rıza Nur’un bütün hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da yüreği mi kanıyordu? Değilse tabuttan aşağı sızan o kan damlaları neydi? Tulgalı on polis tabutun iki yanında yürüyor, Riyaseti Cumhur yaveri ve İstanbul Valisi de arkasından geliyordu. Bu hazin alay Harbiye’ye kadar yavaş yavaş geldi. Sonra mezara doğru hızlı bir gidiş başladı. Cenaze arabasının arkasından giden iki otobüs ve birkaç otomobil, Peyami Safa’nın bahsettiği iki üç mangayı götürürken yanlış bir tesadüfle Beyazıt’ta toplanmış olan diğer bir iki manga da orada boşuna beklediler. O "makberin yolunu gösteren tabut, yürüyen bir heykel olan tabut, o dilsiz ve sağır hatip" arkasında bir avuç insanla mezara doğru koşuyordu. Hiç bir gömme töreni bu kadar sade ve samimî olmamıştır. O gün hafızaların seslerinde yanık bir eda mı vardı, göğün bulutlu ve serin havası mı elemliydi? Her halde bir başkalık gönüllere kadar işliyordu. Mezar kapanırken oradakilerin hepsinin gözleri yaşlıydı. Etrafta çevre çevre kardeşi, Ebüzziyade Velid, Avukat Mehmet Ali, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Hilmi Ziya, Peyami Safa, eski Sivas mebusu Rasim, Avukat İffet, İsmet Rasin, Azerbaycanlı Sadık ve Ali Ekber, Türkistanlı İlhan, Ülkü Basımevi sahibi Muharrem, Arkadaş Basımevi sahibi Şemseddin, Doktor Mustafa Hakkı Akansel, Doktor İzzettin Şadan, eski elçi Tevfik Kâmil, Şeyhislâm zade Muhtar, eczacı Vedat, eski başkonsolos Fahrettin Hayri Beyler; edebiyat, tıp, mimarî ve lise talebeleri, tanımadığım vefakâr arkadaşlar ve gençler, nihayet oradaki tek kadın Tolunay Atsız, sessiz duruyorlardı. Mezar kapandıktan sonra o yaşlı dost, o candan insan irticalen "Büyük Türk Rıza Nur, bütün hayatında dimdik kalan, kanaatlerini her yerde açıkça söyleyerek nikbetlere katlanan büyük Türk Rıza Nur, Türk milletinin nuru Rıza Nur" için ne güzel sözler söyledi. Bugünkü tenhalıktan yarın bu kabri bir ziyaretgâh haline getirecek kalabalıklar doğacağını anlattı. Sonra gökten birkaç damla yağmur düştü ve biz, ölen değil, vatan topraklarına karışan Rıza Nuru orada yalnız bıraktık. Çınaraltı, 19 Eylül 1942, Sayı: 52
BÜYÜK TÜRKÇÜ RIZA NUR (*) Doktor, siyaset ve devlet adamı, tarihçi ve Türkçü olarak Türk tarihinde ileri bir yeri olan Rıza Nur'un en kuvvetli cephesi Türkçülüğüdür. Doktor olarak, bilhassa Kurtuluş Savaşında, milletine değerli hizmetler yapan, sünnetçiliği ilmî bir şekle koyarak bu alanda orijinal eserler veren; geniş halk yığını ve gençler için yazdığı büyük Türk Tarihi'yle Türkiye'de milliyetçilik, Türkçülük ve ırkçılık duygu ve düşüncelerini alevlendiren; Lozan'da ikinci murahhas olarak Baş murahhas İsmet Paşa'nın dediği gibi en büyük hizmeti yapan ve ondan sonraki bütün çalışmasını Türklüğe, Türkçülüğe veren ve ömründe en büyük övüncünün Türk yaratılmak olduğunu söyleyen Doktor Rıza Nur, meziyetleri ve eksikleri ile birlikte büyük çapta bir adamdı. Eski Türkler gibi hususî meclislerinde ince ve güler yüzlü, devlet ve millet işlerinde sert ve müsamahasızdı. Maddî ve manevî birçok hizmetleri arasında, yaptığı tesirin büyüklüğü ve genişliği bakımından, en üstünü, bazıları tarafından ilmî olmadığı ileri sürülen Türk tarihidir. Rıza Nur o büyük ve dağınık Türk tarihini bilginlik taslamak için değil, Türklüğe faydalı olmak, milleti uyandırmak, maziyi sevdirmek için yazmıştı. Kitap bu bakımdan vazifesini fazlasıyla yapmıştır. Bu satırların sahibi de o büyük "Türk Tarihi"nden feyz alanların biridir. O büyük tarihi okuyanların www.atsizcilar.com
Sayfa 20
aklında, belki hiçbir tarihî hâdise kalmıyor, fakat Türklük sevgisi ve şuuru, Türk ırkının üstünlüğü duygusu silinmez bir şekilde yer ediyordu. Bu küçük kitap büyük bir adamı Türk gençliğine iyice tanıtmak, onlara bir örnek ve millî bir borcu ödemek için yazılmıştır. Millete hizmet edenleri tanıtmak, onları manen yaşatmak demektir. Bir millet, kendine hizmet edenleri manen ne kadar çok yaşatırsa, o kadar çok yaşamağa hak kazanmış olur. Beni tanıyanların iyi bildiği "Zamansızlık" gibi güç şartlar altında yazdığım bu eseri, artık Tanrı'nın esirgenliğine bırakmış olduğumuz Doktor Rıza Nur'un büyük hâtırasına sunuyorum. 11 Temmuz 1943, Maltepe (*) Bu yazı, Atsız'ın hazırlamakta olduğu "Rıza Nur" hakkındaki eserden alınmıştır.
RIZA NUR'UN HAYATI AİLESİ Rıza Nur'un baba tarafı en aşağı 200 yıldan beri Sinop'ta oturan ve "İmamoğlu" adını taşıyan bir aileye mensuptur. Rıza Nur'un bilinen ilk atası Sinoplu Hacı İbrahim'dir. Bunun oğlu Sinop Kalesi dizdarı Mustafa aynı zamanda Sinop'taki Hisar camisinin imamı olduğu için bu aile adı onlara yâdigâr kalmıştır. Bu İmam Mustafa tarafından yazılıp nesilden nesile Rıza Nur'a kadar gelen bir yazmada, 1189, 1200, 1212, 1213 Hicri tarihleri vardır, Bu tarihlerde Mustafa'nın imam olduğu anlaşılmaktadır. Bu imam aynı zamanda Sinop'ta yazıcılık ve hekimlik de yaparmış. Rıza Nur'un baytar binbaşısı olan amcası Bağdat'ta ölmüş, babası Mahmud ise, 20 yaşında askere çağırılıp Tersaneye alınmış, İstanbul'da kundura fabrikasına verilmiş, o zamanın usulünce 10 yıl askerlikten sonra subay yapmışlarsa da istifa edip Sinop'a gelmiş kunduracılık etmişti. O zamana kadar ayakkabı olarak yalnız yemeni kullanan Sinoplular kundura giymeğe böylelikle alışmışlardı. Mahmud, kemikli, sarı saçlı, mavi gözlü, güzel yüzlü bir adamdı. Okur yazardı. Pek dindardı.Namazı hiç bırakmaz, her cuma akşamı Kur'an okur du. Rıza Nur'un ana tarafi da yine Sinoplu ve Zarflıoğlu denen bir alieye mensuptu. Rıza Nurun annesi olan Hâcere Hanımın babası"25 kadar yelkenliye sahip, zengin bir adamdı. Rusya ile Sinop ve İstanbul arasında nakliyat yapardı. Fakat bir firtınada bütün gemileriyle birlikte battı. Kara saçlı bir kadın olan Hâcere Hanım da hiç bir namazını bırakmayan akıllı ve işgüzar bir kadındı. ÇOCUKLUĞU Rıza Nur, İmamoğullarından Mahmud ile Zarflıoğullarında Hâcere'nin dört çocuğunun ilki olarak 30 Ağustos 1879'da Sinop'ta doğdu. Adı, yalnız "Rıza" idi. "Nur" adını sonra Tıbbiye'de kendisine o www.atsizcilar.com
Sayfa 21
zamanın modasınca mahlas olarak koymuştur. Rıza Nur, baba ve ana cihetinden Sinoplu ve Türk olup soyunda hiçbir yabancılık yoktur. Dindar ve namuslu insanlar olan babasından ve anasından dini fazilet telkinleri alarak büyüdü. Anasının Rıza Nur üzerindeki tesiri pek büyüktü.. Anasını çok severdi. Onun sözlerini, ögütlerini ölünceye kadar unutmamıştır. Dört yaşında iken Sinop'taki Kapan ilkokuluna (ibtidai mektebine) başladı. Sarıklı Hoca Ahmed Efendi, Rıza Nur'u çok sever, oğlunu İstanbul'a gotürüp okutması için babası Mahmud Efendiyi teşvik ederdi. İlkokulu bitirdikten sonra Alâaddin Camisi avlusundaki mülkiye rüşdiyesine girdi. (O zaman rüşdiyeler ilkokulla ortaokul arasındaki ikinci derecede okullardı). Bu iki okulda Rıza Nur, sınıfın ilerisinde bulunmakla beraber çalışkan değildi. Kuşa meraklıydı. Kafesler, kapancalar ökseler yapar, saka, iskete, filürye tutardı. Evde on, on beş tane kafesi vardı. Fakat babası, Rıza Nur'a çok dikkat eder, yaramazlığını haylazlığa vardırmasına engel olurdu. Her gün okul dönüşünde 10 satır güzel yazı meşk ettirirdi. Bu Rıza Nur'a çok sıkıntı vermekle beraber, yazısının güzel olmasını sağlamıştır. Sonraları Tıbbiye'de acele not tutmak ve daha sonra da birçok yazı ve makaleyi çabuk çabuk yazmak dolayısıyla Rıza Nur'un yazısı biraz bozulmuşsa da yine işlek bir yazısı vardı. Bir gün Rüşdiye öğretmeni olan sarıklı hoca, sınıfa kızdı. "Yirmi kişilik sınıfın bütün öğrencilerini falakaya yatırıp birer birer dövdü. Fakat sıra Rıza Nur'a gelince, isyan etti. "İnsan dayak yemez, hayvan dayak yer" diyerek kitaplarını alıp okuldan kaçtı. Fakat bir yandan da babasından korkuyordu. Babası üç gün sonra işi tatlıya bağladı. Rıza Nur'un ısrarına rağmen: "Seni hocan istiyor; okumazsa yazık olur diyor" sözleriyle onu tekrar okula götürüp meseleyi kapattı. 12 yaşında rüşdiyeden çıkarken Rıza Nur on dersin her birinden birer kitap mükâfat almıştı. Rüşdiyede okurken kürek çekmesini, yüzmesini, ata binmesini pek güzel öğrenmişti. Avcılığı ve atıcılığı da severdi. Ama anası, babası "kazâ çıkarırsın" diye ona tüfek vermezlerdi. Cuma günleri "Meydan Eteği" denilen kale dışındaki düzlükte top oynanır,at yarışları yapılırdı. Bunu yaşlı adamlar yapardı. Rıza Nur bunları seyreder ve heveslenirdi. Bu sırada bir eğlencesi de "Battal Gazi", "Kan Kelesi" ve buna benzer kitapları okumaktı.Bunları çok sever, "bir na'rada bin kâfiri yere serdi", "kılıcını çekip tek başına.düşman ordusuna girdi" cümleleri ni okuduğu zaman büyük bir heyecana kapılır, kahramanlık duyguları uyanır, kendisi de öyle isterdi RIZA NUR İSTANBUL'DA Sinop'taki rüşdiyeyi bitirdikten sonra, babası Rıza Nur'u getirerek halasının yanına bıraktı. Rıza Nur'un halasının kocası, yani Rıza Nur'un eniştesi Şehremaneti mühendislerinden Hüsnü Beğdi. Bu mühendisin dayısı olan bir albay (miralay) askeri rüşdiyelerin nâzırı idi. Bu albay, Rıza Nur'u Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesine yazdırdı. Şimdi Adli Tıp müessesesi olan bu okulda 500 kadar öğrenci vardı.Rıza Nur, ilk hususi imtihanda sınıfın birincisi oldu. Okuduğu Battal Gazilerin ve o gibi kitapların tesiriyle süvari subayı olmak istiyordu. Babası ise atalarının tesiriyle doktor yapmak istiyordu. Çünkü, Rıza Nur'un ataları ocak halinde bir nevi halk hekimliği yaparlardı. Rıza Nur bir oldu bitti yapmak isteyerek, iki yıl okuduktan sonra çıktığı Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesinden sonra Çengelköy'ündeki Kuleli Harbiye idadisine (Lisesine) yazıldı. Fakat babasının ısrarlarına dayanamayarak oradan çıkıp onun yanındaki Tıbbiye İdadisine girdi. Bu okul üç sınıflı idi. Bütün öğrencileri 600 kadar olan Tıbbiye İdadisinde sınıflar 200 kişilikti. Rıza Nur sınıfın ilerisinde idi.Fakat burada haylaz ve haşarı oldu. Yalnız www.atsizcilar.com
Sayfa 22
imtihan zamanlarında birkaç gün çalışırdı. Bütün günü kavga, dövüşle geçiriyordu.Güreşe de heves etmişti.Güreşler yapıyordu. Tıbbiye idadisinin talebesi doktor ve baytar olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yani idadiyi bitirdikten sonra Baytar Mektebine girecek talebe de burada okurdu.Bu iki takım talebe birbirine düşmandı. İkide bir toplu olarak çetin dövüşler yaparlardı. Bazen usturpa ve muştalarla yapılan ve temeli kahramanlık dâvası olan bu dövüşlerde Rıza Nur'un fikri hayatında bir değişiklik oldu: Bir gün bir öğrencide Namık Kemal'in bir şiirini görmüş okumuş ve derhal büyük bir tesir altında kalmıştı. Rıza Nur bu şiire âdeta bayılmıştı. Derhal Namık Kemal'in öteki şiirlerini de aramağa başlamıştı. Yazma birtakım şiirlerini ve Celâleddin Harzemşah, Cezmi, Rüya, Gelibolu gibi nesirlerini buldu. Bunları okudukça Namık Kemal'e hayranlığı arttı. Hürriyet aşkı ve istipdat düşmanlığı gönlünde yer etti. Bu eserleri gizli okuyup birbirine verirlerdi. O sırada Tıbbiye İdadisinde Muhtar adında ve teğmen (mülâzim) rütbesinde bir Fransızca öğretmen muavini vardı. Derslerinde kapalı olarak hürriyet sevgisi vermeğe çalışırdı. Rıza Nur'un çok hoşuna gittiğinden onu Türkçe olarak yazdı. Filibe'de, Selânikli Hilmi tarafından çıkarılan "Emniyet" adındaki gazeteye yolladı. Bu yazı o gâzetede Sinoplu Rıza" imzasıyla çıktı. Bu yazı Rıza Nur'un ilk yazısıdır. Onun basılması ve arkadaşları tarafından beğenilmesi Rıza Nur'un pek boşuna gitti. Yine Mülâzım Muhtar Efendi, bir gün Chateaubriant'ın "Atala" adlı eserinden bahsetti. Rıza Nur,Beyoğlu kitapçılarından bu eseri bulduysa da anlayama dı.O zaman kendisine bu kitabın Recaizade Ekrem Bey tarafından yapılmış bir tercümesi olduğunu söylediler. Onu da buldu. Bu tercüme ile ve kamusla aylarca uğraşarak eseri söktü.Çok hoşuna gitmişti. Atala'nın tesiriyle olacak, idadiyi bitirip tatil zamanında Sinob'a gittiği zaman "Zeytinlik" denilen yerde "Şüküfe‐i Muhabbet" adında edebi bir nesir yazdı.O zaman 18 yaşlarında idi. 1895'te Tıbbiye Mektebine girdi. Sınıfları 180 kişiydi. Askeri Tıbbiye'nin eskiden beri talebe arasında yaşılan kuvvetli gelenekleri vardı. Yeni gelen sınıfın her talebesine yukarı sınıflardan bir talebenin gelip fazilet, hürriyet severlik, istibdat düşmanlığı, talebe arasında kardeşlik, yukarı sınıflara itaat dersleri vermesi de bu gelenekler arasıda idi. Rıza Nur'a yukarı sınıflardan Nâzım adında bir öğrenci gelmiş, bunları söylemişti. Bu sözler Rıza Nur'da büyük bir tesir yaptı ve talebe arasındaki siyasi teşkilâta girmesine sebep oldu. Askeri Tıbbiye ilk önce külhanbeylik, yani şövalyelik, sonra edebiyat ve felsefe, nihayet hürriyetseverlik çağının ateşli zamanıydı. Askeri Tıbbiyeliler para toplayarak Paris'e, Mısır'a, Cenevre'ye hürriyet için çalışanlara gönderirlerdi. O vakit o memleketlerde yaşılan hürriyetperverlerin bastıkları yazıları Galata'daki Fransız Postahanesi vasıtasıyla getirterek her yere dağıtırlardı. Tıbbiyeye girince Rıza Nur'un haşarılığı, haylazlığı kalmadı. Çok uslu, sessiz ve çalışkan oldu. Teneffüs zamanlarında ve geceleyin subay gelip yasak edinceye kadar yatakta bile hep okuyordu. Şahsi kusurlarını düzeltmek için nefsiyle mücadeleye başladı. İrade kuvvetiyle birkaç ayda bunlardan kurtuldu. Artık bütün kusurları ve fazlalıkları atmıştı. Hatta gülmeği bile unutmuştu. Tıbbiyeden çıkıncaya kadar belki bir defa bile gülmediği gibi fazla gülenlerden de tiksinir olmuştu. www.atsizcilar.com
Sayfa 23
Askeri Tıbbiyede daima siyasetle meşguldü. Siirle de uğraşmaya başlayıp arzuyla bir iki şiir yazdı. Bir tanesini "Malûmat" gazetesine verdi. Bastılar. Fakat şiir için kültürün çok lâzım olduğunu anlayarak bir yandan derslerine, bir yandan da edebiyat ve felsefe kitaplarına düştü. İlk önce Abdülhak Hâmid, Naci gibi son devir Türk şairlerini; sonra da Fransız klâsikleri ve Goethe, Sehiller, Shakespeare ve Byron'un fransızcaya tercümelerini okudu. Bilhassa tatil zamanlarında Sinop'ta iken kırlara, kıyılara çekilir, bu eserleri okurdu. İlk önce lügatla okuyordu. Sonra Fransızcayı adamakıllı öğrendi. Lamark, Darwin, Buchner, Hekel, Schopenhaur gibi filozofları da okudu. Rıza Nur siyasi ve edebi çalışmaların tıp tahsiline engel olduğunu görünce artık yalnız dersleriyle uğraşmağa karar vermişti. Bu sıralarda Askeri Tıbbiyenin dahiliye zabitlerinden Arap Sabri adında ve Mülâzım (teğmen) rütbesinde bir Zenci, Rıza Nur'u çağırtarak: "Siyasetle uğraştığını mektep idaresi biliyor, seni sürgün edecekler. Halbuki millete hizmet edebilecek bir talebesin. Sonra sana yazık olur" dedi. Rıza Nur, dahiliye zabıtına teşekkür ederek ayrıldı, tedbir aldı. Birkaç gün sonra idare heyeti dersaneyi ve yatakhaneyi basıp Rıza Nur un dolaplarını aradıkları zaman bir şey bulamadılar. Yalnız Fransızca bir gramer kitabının içinde Santo Briyan'ın İstanbul'a geldiği zaman yazmış olduğu,padişahların zulmünden bahseden bir parçayı buldular. Müdür bu Fransızcayı dahiliye subaylarından Binbaşı Hüsnü Beğe vererek ne olduğunu sordu. Hüsnü Beğ, derse ait olduğunu söyleyerek. Rıza Nur'u kurtardı. Rıza Nur siyasi faaliyetten çekilince derslerine sarıldı. Sınıfının çavuşlarındandı. Çalışkanlığı, fazileti, dünyaya aldırış etmemesi yüzünden arkadaşları ona "Diyojen" diyorlardı. Derslerini Paris Tıp Fakültesinde okutulan Fransızca kitaplardan takip ediyordu. Fakat son sınıflarda bu aralıksız ve çetin çalışmadan hasta düştü. Çok zayıftı. Babası da eskisi kadar para gönderemediğinden her istediği kitabı alamıyordu.O zaman: "İlerde param olursa kitap bulamayanlar için bir kütüphane yapayım" diye ahdetmişti. Sinop'taki kütüphaneyi bu yüzden yapmıştır. Son sınıfta tez olarak o zaman kadar yazılmamış bir şey hazırlamak istiyordu. "Hitan" aklına geldi. Bunu yazdı. Doktor olunca. büyültüp eser halinde neşretmiştir. RIZA NUR'UN GÜLHANE'DE ASİSTANLIĞI 27 Kasım 1901'de Askeri Tıbbiye'den yüzbaşılıkla mezun olarak doktor çıktı. Tıbbiyedeki dersler çok nazari idi.Gülhane hastahanesinde staj yaparak ameli tıp öğreneceklerdi. O zaman Gülhane'ye Alman profesörler getirmişlerdi. Rıza Nur'un, Tıbbiye idadisinde 200 kişi, Askeri Tıbbiyenin ilk sınıfında 180 kişi olan sınıfı döküle döküle azalmış, 67 kişi doktor çıkmıştı. 27 Şubat 1902 de Gülhane'ye başladı. Orada Alman profesörlerinin yanında doktorluğa fevkalâde çalıştığı gibi Fransızca konuşan bir ailenin yanında pansiyon kalarak Fransızca pratiğini de ilerletti. Çünkü o zamana kadar Fransızcayı iyice öğrenmiş olduğu halde konuşma pratiği yoktu. Bu müddet için de hem Fransızca konuşmasını ilerletti, hem de yılın sonunda Alman profesörlerden "pekiyi" derecede diploma aldı.Alman profesörler, bu yüksek başarısından dolayı Rıza Nur'u dört beş arkadaşıyla birlikte yanlarına asistan aldılar. Halbuki Serasker Kapısı (yeni Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı yerinde olan makam) kurra ile Rıza Nur'u Basra'ya, Altıncı Orduya bağlı 46. alayın 3. taburuna tayin etti. Ortaya tuhaf bir durum çıktı. Profesörler Rıza Nur'u vermediler; Serasker Kapısı da Basra'ya tayin etmekte direndi. Altı aylık çekişmeden sonra profesörlerin dediği oldu. www.atsizcilar.com
Sayfa 24
Fakat bir yıl sonra Serasker Kapısı,Rıza Nur'u Yemen'e tayin etti. Yine çekişme oldu. Nihayet Alman elçisi Von Bieberstein bir cuma selâmlığında huzura çıkarak "Rıza Nur hastahaneye lâzımdır" diyerek onu orada bıraktırdı. Bu vak'a birçoklarınca tuhaf görüldü. "Rıza Nur kim oluyor ki Alman elçisi onun için huzura çıkıyor" dediler. Rıza Nur artık gece gündüz hastanede idi. Cuma günleri bile çıkmıyordu. Tıbbın bütün şubelerinde, bilhassa profesör Deike'nin yanında lâboratuvar ve teşrihi marazide çalışıyordu. Doktorluğa ait umimi bilgisini kuvvetlendirdikten sonra ihtisas yapmak üzere cerrahi kısmına girdi ve operatörlükte ilerdi. Rıza Nur,Alman profesörlerinin yanında iki yıl asistanlık ettikten sonra doçent oldu. Artık kendi kendine ameliyatlar yapmaya ve ders vermeye başladı. Daha Tıbbiye de talebe iken başladığı '' Fenni Hitan'' adlı eserini bitirmişti.Bu eser henüz basıldığı halde duyulmuş, orijinal olduğundan tıp âleminin dikkatini çekmişti. Padişahın başhekimi Said Paşa da işitmişti. Gülhane'ye bir telgraf çekerek Rıza Nur'u Yıldızda, Yenimahalle'deki evine çağırttı. Kitabı ve Rıza Nur'un hazırlamış olduğu sünnet âletleri koleksiyonunu görerek beğendi. Bir müddet sonra yine telgrafla Rıza Nur'u istetti. Bu eserden ve âletlerden padişaha bahsettiğini, padişahın bunları görmek istediğini, iyi bir yazı ile eseri yazdırıp âletleri de kadife bir kutuya koyarak getirmesini söyledi. Rıza Nur 15 altın vererek eseri iyi bir hattata yazdırdı. Bir de kadife kutu yaptırıp âletleri koydu; Said Paşaya götürdü. Başhekim, bir gün sonra Rıza Nur'u telgrafla Yıldız sarayına çağırdı. Rıza Nur, Said Paşanın odasına girdi. Yanında Sultan Abdülhamid'in başmusabihi Zenci Nadir Ağa ile başka birisi, bir de Said Paşanın muavini bir doktor binbaşı vardı.Orada Said Paşa, Rıza Nur'a, eserinin Sultan Abdülhamid tarafından beğenildiğini, bu yüzden kendisinin sol kolağalığa ( kıdemsiz önyüzbaşılığa) terfi edildiğini ve kitabının basılmasına irade çıktığını bildirdi (6 Haziran 1903). Fakat Rıza Nur, eseri yine kolay kolay bastıramadı. Çünkü Serasker Kapısı matbaası kitabı basmadı. Kitabı Maarif Nezaretine (=Milli Eğitim Bakanlığına) verip oradaki sansürden izin almaya mecbur oldu. Birkaç ay da böylece uğraştıktan sonra adından "Nur"u kaldırıp yalnız "Rıza" adıyla kitabını bastırabildi (1905). Bu eser, Gülbane Hastahanesi Dış Hastalıklar Muallimi olan Alman Profesör Miralay (= Albay) Witing tarafından Almancaya da çevrildi. RIZA NUR ZİBEFCEDE 1903 Kasımında Rıza Nur'u o zamanki Türk‐Sırp sınırı üzerindeki Zibefce gümrüğüne bakteriyolog olarak tayin ettiler. Bu köy Belgrad‐Selânik demiryolu üzerinde idi. Makedonya'daki Türk askerleri için Bulgaristan'dan gelen ve Niş yolu ile sınırımıza giren unlara Bulgarların veba mikrobu ve zehir kattıkları hakkında Padişaha bir haber geldiğinden Mabeyin, Serasker Kapısından oraya çabucak gönderilmek üzere bir bakteriyolog istemiş, Serasker Kapısı da Profesör Deike'nin muavini olarak lâboratuvarda vermişti. Rıza Nur, Rüsumat Emini Nazif Paşaya başvurarak bakteriyoloji ile toksikolojinin iki ayrı iş olduğunu, bundan dolayı kendisinin ancak veba mikrobu arayabileceğini, zehir arıyamayacağını söyledi. Cahil bir adam olan Rüsumat Emini Nazif Paşa, Rıza Nur'u dikkatle dinledikten sonra: "Git, ikisini de yaparsın" dedi. Bunun üzerine Rıza Nur bu işler için gereken âletleri istedi. Paşa buna da: "Git, arkandan göndeririz" diye cevap verdi. Belli idi ki Rıza Nur'u başında savıyordu. Çünkü istediği âletlerin ne olduğunu sormamıştı.
www.atsizcilar.com
Sayfa 25
Birkaç gün sonra Rıza Nur yine Sirkecideki Rüsumat dairesine giderek âletleri istedi. Paşa, yine başından savacak şekilde cevaplar verdi. En sonunda Rıza Nur kendisinin büyük bir sorumluluk altına gireceğini, mikroskop olmadan mikropları, eğer varsa, göremeyeceğini söyledi. Pek bilgisiz olan Rüsumat Emini buna karşı: "Gözünü dört aç, mikrobu görürsün,diye cevap verince Rıza Nur az kalsın ağlayacaktı.Çare olmadığını görünce nihayet mikroskopsuz, âletsiz olarak Zibefce'ye hareket etti.Burası bir istasyon yapısı ile bir büfeden, üç beş de barakamsı evden yapma bir dağ köyü idi. O barakalarda gümrük memurları oturuyordu.Açıkta kalan Rıza Nur İsviçreli olan istasyon şefinden müsaade alarak istasyonun kömür deposunda yattı. Kürekle kömürleri bir yana iterek bir yataklık yer açtı ve İstanbul'dan getirmiş olduğu şiltesini oraya serip uyudu.Birkaç gün sonra gümrük memurları için yapılmış apartman tarzında kâgir bir yapı olduğunu öğrendi. Daha bitmemiş olan bu yapıda kömürlükle ölçülemeyecek kadar iyi ve güzel odalar vardı. Rıza Nur boş bir odada yatmak için gümrük memurundan izin istedi. Fakat Gümrük memuru bu izni vermedi. Bunun üzerine Rıza Nur subaylığı ele aldı. Bir adama yüklettiği bavul ve yatağı ile birlikte kılıcını eline alarak kapıyı kırdı. Odayı işgâl ederek üzerine kilit vurdu, yerleşti. Bunun üzerine Rıza Nur'u oradan çıkarmaya çalıştılar. Çıkaramayınca Selânik Rüsumat Müdürlüğüne yazdılar. Orası da Rıza Nurun muhakkak çıkmasını istedi Bunun üzerine Rıza Nur 12 Kasım 1903'te Rüsumat Emanetine, 17 Aralık 1903'te Selânik Rüsumat Nezaretine ( Umum Müdürlüğüne) mektuplar yazarak hem âlet, hem de yatacak yer gösterilmesini istedi. Rıza Nur'u girdiği yerden çıkaramadılar. Fakat unları muayene için de hiçbir âlet filân gelmedi. Unlar birikmişti. Geçirmek için gümrük Rıza Nur'dan rapor istiyordu. Rıza Nur: "Mikroskop olmadan muayene edemem" diyordu. Sonunda, un tüccarları şikayet ettiler. Unlar raporsuz geçti. Ne veba çıktı, ne de zehirlenme oldu. Zibefce'ye tren geldikçe gümrük salonunda Rıza Nur da bulunurdu. Bir takım Sırp ve Bulgar köylülerinin çarıklarındaki bağ yerine elektrik tellerinin, bellerinde de kemer yerine yine elektrik tellerinin bulunması bir gün Rıza Nur'un dikkatini çekti. Onları iyice muayene ettirince birkaçının eşyası arasında paket paket güherçile, birkaç tane elektrik kömürü, bir tanesinin üzerinde de dinamit çıktı.Rıza Nur bunları toplayarak raporunu yazıp Üsküp'e gönderdi. Üsküp'teki incelemeler ve sorgular bu heriflerin Üsküp'te bir camiyi ve demiryolunu atacaklarını ortaya çıkardı. Yine bir gün gümrük kolcusu ile gayet güzel bir Türkçe ile konuşan, kendisinin Komanova'lı olduğunu ve Üsküp'teki Türk okulunda okuduğunu söyleyen, Türkleri sevdiğinden bahseden genç bir Sırp'ın boyunbağında, üstünde Sırp Kıralı Petro'nun resmi olan bir iğne bulunduğunu gördü. Sırp'a "Türkleri seviyorsun da Sırp Kralı göğsünde ne arıyor" diye sorunca, genç Sırp, hemen iğneyi yere atıp çiğnedi, kırdı ve: "Ben farkına varmadan otel hizmetçisi koymuş" dedi. Fakat iki gün sonra Selânik'teki Hüseyin Hilmi Paşadan telgraflar yağmaya başladı. O vakit Makedonya'da Avrupalı subaylar idaresinde jandarma yapılmış, orada tuhaf bir idare kurulmuştu. Bu idarenin başında Hüseyin Hilmi Paşa bulunuyordu. Rıza Nur'un sorgusu üzerine, Sırp Kralının resmi bulunan boyunbağı iğnesini yere atıp çiğneyerek kıran genç Sırp bu idareye: Bir Türk polisi Sırp Kralının resmini çiğnedi" diye şikâyet etmişti. Askeri üniformasının üstünde sivil kaput taşıyan Rıza Nur'u polis memuru sanmıştı. Bereket versin, Zibefce'deki polis memuru, Sırp ile o hâdisenin geçtiği gün vazife ile köylere gitmişti.Cevapta bu yazıldı da mesele durdu. Rıza Nur 6 ay kadar Zibefce'de kaldı. Hemen hemen hiçbir iş görmüyordu. Buradan bir kazancı olmuştu.Bulgar ve Sırp komitalarının içyüzünü görüp gözü açılmıştı. Fakat kendi haline kalsa yıllarca burada kalacağını anladığından, 20 Nisan 1904tarihi trene atlayınca Selânik'e indi. Gerçi bu işi kendi www.atsizcilar.com
Sayfa 26
kendine yapıyor idiyse de Zibefce Rüsumat merkez memurluğundan resmi bir vesika almıştı. Bu vesikada aynen şöyle yazılıydı: "Beş mah mukaddem bâ irade‐i seniyye‐î hazret‐i padişahi Zibefce rüsumat idaresi kimyagerliğine tayin ve izam buyurulan tabib kolağası izzetlü Rıza Beğ bu defa şerefsüdûr buyurulan irade‐i seniyye‐i cenâb‐ı hilâfetpenahi mantuk‐ı münifince Dersaadete avdet etmek üzere Zilbefce'den hareket ettiğini mübeyyin işbu ilm‐ü haber efendi‐i mumaileyhin yed'ine ita kılmdı. 7 Nisan 1320." Mühür : Üskübe tâbi Zübefce Rüsumat Merkez Memurluğu. Altınışık, Ağustos 1947, Sayı: 8 Orkun, 7 Eylül 1951, Sayı: 49
RIZA NUR'UN TÜRKÇÜLÜĞE EN BÜYÜK HİZMETİ Büyük Türkçülerden merhum Dr. Rıza Nur'un Türkçülüğe en büyük hizmeti, büyük Tarihi'ni yazmış olmasıdır. Siyasi hayatın haksız darbelerine uğrayıp gurbetlere düştükçe, boş durmayan, duramayan, milletine mutlaka bir hizmet yapmak isteyen Rıza Nur, Türklüğe faydalı saydığı bir yığın eseri hazırlarken 1917'de Mısır'da başlayıp 1921'de Türkiye'de bitirdiği 14 ciltlik koca bir eser meydana getirmiş, bunun 12 cildini Cumhuriyetin ilk yıllarında bastırmaya muvaffak olmuştur. Yine meşhur bir Türkçü olan Müşir Süleyman Paşa'nın vaktiyle yazdığı 'Tarih‐i Âlem" adlı mektep kitabından sonra Rıza Nur'un tarihi, milli tarihimizi Osmanlı çerçevesinden çıkararak bütün Türkleri kaplamış bir kadro haline getiren ikinci eserdir. Süleyman Paşa'nın askeri mektepler için yazdığı, bilhassa son çağ tarihimizde iş olan asker sınıfının orduya Türkçülüğü, Turancılığı nasıl sokmuşsa ondan kırk yıl sonra yazılan Rıza Nur'un tarihi de ilk tohumları orduda atılan Türkçülük ve Turancılık fikrini daha büyük bir aydınlar alayına yaymış, milleti yaşatacak ana düşünceyi memlekette kökleştirmiştir. Bu tarih ilmi bir eser değildir. Zaten böyle bir gayesi de yoktur. Hattâ birçok yerlerinde indi tasarruflar ve yanlışlarda vardır. Kronolojik bir sıra takip etmeyip türlü sülâleleri gelişi güzel sıralaması da başlıca bir kusurdur. Fakat bunlar o büyük eserin değerini asla azaltmamaktadır. "Dünyada en büyük iftiharım Türk yaratıldığımdır" diye başlayan bu koca eserin can alacak noktası, Türkçülük bakımından yazılması okuyanlarda Türklük sevgisi yaratmasıdır. Türk tarihini tamamıyla sistemlendirememiş olmakla beraber, meselâ Selçuklularla Osmanlıları aynı devletin iki hanedanı sayması gibi hem tarihi gerçeğe, hem de milli menfaat ve ülküye uygun keşifleri bir haylidir. Bu büyük eserin basılmayan 13‐14. ciltleri, Türklerin tarih huzurunda almaları gereken siyasi, içtimai durumu gözden geçirmesi bakımından mühimdir. Türklerle komşuları olan millet ve devletlerin www.atsizcilar.com
Sayfa 27
münasebetleri, bunlardan Türklüğe gelecek fenalıkların önlenmesi meseleleri bu ciltlerde tartışılmış, çareleri ve tedbirleri gösterilmiştir. Eğer Cumhuriyetin ilânından sonra başbakanlığa İsmet İnönü değil de Rıza Nur gelseydi milleşmek, Türkleşmek ve kuvvetlenmek bakımından Türkiye bugün başka bir manzara gösterir, bugün başımıza belâ olan birçok dâvalar tamamıyla ve kökünden tasfiye edilmiş bulunurdu. Eski harflerle yazılmış olduğu için bugün 40 yaşından küçük olanların istifade edemediği bu büyük Türk Tarihi, milliyetçilik tarihimizin mühim eserlerinden biri olarak kalacaktır. Onun yerine bugün bir yenisini koymak mühim bir milli vazifedir. Ve Tanrı dilerse Türkçüler bunu da yapacaklardır. Orkun, Eylül 1962, Sayı: 8
Dr. HASAN FERİT CANSEVER Doktor Hasan Ferit Cansever, 1944‐1945 Irkçılık Turancılık dâvasının mahkemeye sürüklediği 23 sanığın arasında en yaşlısı idi. Daha önceden de tanışmış olmamıza rağmen tutuklu olarak geçen bir buçuk yıllık hayatımızın, Askerî Cezaevindeki son yedi sekiz aylık süresinde birbirimizi daha yakından anlamış ve tanımıştık. Doktor, Türk Ocağı'nın ilk mensuplarından ve Türkçülük dâvasının, karşılık beklemeden çalışan ülkücülerindendir. Türkçülük anlayışımızda belki nesil ve yetişme tarzımız bakımından az çok ayrılık olmasına rağmen kendisiyle hiçbir zaman ihtilafa düşmedik. Ve aşağıda anlatacağım et ve ot meselesinden başka hiçbir konuda aramızda tartışma olmadı. Hasan Ferit Cansever, Türkçülüğü yaymak için misyonerler gibi çalışmak taraflısı idi. Yıllarca çalışarak bir tek kişiyi dâvaya kazanmanın bile başarı olacağına inanırdı. Ömrü boyunca da iğne ile kuyu kazan adam olmak vasfını taşımıştı. İlk doktor olduğu zaman bu prensiple kasabalar ve köylerde, kendi mesleğinin gereklerine göre çalışarak Türklüğe faydalı olmuştu. Yine doktorluğu dolayısıyla ırk sağlığı meselesine eğilmiş, başta et olmak üzere, hayvani besinlerin insan sağlığına zararlı olduğuna inanarak bu konu üzerinde ciddî etütler yapmış, esaslı fikirler edinmişti. Ona göre her yaratığın tabiî gıdaları vardı. O tabiî gıda ile beslenirse uzun ömürlü ve sıhhatli olurdu. İnsanın tabiî yiyeceği otlar ve yemişlerdi. Eskimoların ancak 30‐40 yıl yaşamalarını yalnız etle beslenmelerine bağlıyordu. Pirinçle beslenen Çinli ve Hintliler'in bu çoğalmasına karşılık savaşçı ve üstün Türk ırkının Orta Asya'daki çöküşünü yalnız hayvani gıda ile beslenmekte buluyordu. Buna karşılık Ön Asya'daki Türklüğün devamı büyük ölçüde tahılla beslenmesinde idi. Çok et yiyen İngilizler'in inkırazı yakındı. Esasen daha şimdiden aptallaşmış bir ırktı. Ben eski bir tıbbiyeli olduğum, Fethi Tevetoğlu doktor olduğu, İsmet Tümtürk de eti çok sevdiği için bazı itirazlar yapardık. Fakat bu konuda hazırlıklı ve tabiî bizden çok bilgili olduğu için onunla başa çıkamazdık. Bu tartışmalar Tevetoğlu ile benim susmamızla bitmiş, İsmet Tümtürk'e de "Tanrım! Pirzola lezzetinde bir bitki yarat" diye yakarmak kalmıştı.
www.atsizcilar.com
Sayfa 28
Hasan Ferit bu et ve ot tartışmasını bıkmadan, usanmadan yapar, bir kişiyi kazanabilmek için günlerce anlatmaktan, açıklama yapmaktan, deliller göstermekten bezmezdi. Karşısındakinin fikrini çelmek için psikolojik tesirler yapmasını da iyi bilirdi. Bir delili şu idi: "Balık yedikten sonra kalan kılçık ve balık artığı iğrenç bir şeydir. Halbuki portakalın kabuğunu bir saat sonra iğrenmeden ısırabilirsin. Balığın kılçığına beş dakika sonra bakamazsın bile.." Bu açıklama doğru idi. Fakat Hasan Ferit bununla kanmaz, daha da ileri giderdi. Bir gün şöyle demişti: "Pilavın üstüne bir bıldırcın kızartıp koysam iştahla yersin. Bıldırcın yerine fare koysam yemezsin. Halbuki birinin kanadına karşı ötekinin kuyruğu olmasından başka farkları yoktur. İkisi de hayvan leşidir." Bu benzetme ve Hasan Ferit'in ısrarla telkinleri, merhum Hüseyin Namık Orkun müstesna, hepimiz üzerinde tesirli olmuştu. O zamandan beri Hikmet Tanyu et yemez. Nejdet Sançar pek az yer. Birkaç ay ben de yiyemedim. Hâlâ da zaman zaman yiyemem. İyi bir doktordu ve diploma alırken ettiği yemine ömür boyunca sadık kalan nadir hekimlerden biriydi. Tünel başında muayenehanesi bulunduğu sırada Türkçü gençler dertleri oldukça kendisine başvururlar, karşılıksız şefkat, ilgi ve tedavi görürlerdi. Makale, kitap ve konferanslarla ülküsünün yayılmasına çalışmış, bir aralık "Türk Yurdu" dergisini çıkarmış olan Hasan Ferit, Irkçılık‐Turancılık dâvasında beraat etmiş olmakla beraber, başlangıçta Askerî Cezaevinde çok sıkıntı çekmiş, bunlara arkadaşlarıyla birlikte metanetle katlanmıştı. Kusurlarından birisi fazla şüpheci olması, birçok kimsenin masonluğundan şüphe etmesiydi. Fakat kimseye düşman değildi. Hattâ beraatından sonra, kendisine müracaat eden duruşma hâkimi Cevdet Erkut'u bile tedavi etmiş, ücret almamıştı. Halbuki o duruşma hâkimi o sırada Millî Şeften ikbâl umduğu için bize karşı çok kez haksız davranmış, ifadelerimizi zapta geçirmemiş, bol keseden 10 yıl, 6,5 yıl, 5 yıl beş ay, 4 yıl gibi cezalar vermiş, fakat bunların hepsi haksız olduğu için Askerî Yargıtay’ca kökünden bozularak sonunda beraatımıza gidilmişti. Hasan Ferit masonlardan şüphelenmekle beraber onlardan pek çok arkadaşı, dostu, tanıdığı vardı. Masonların üst kademesinin bütün mason teşkilâtını kendi maksatlarına âlet ettiğine inanır, bildiklerini çekici bir anlatışla anlatırdı. Bu dünya uğrağına her gelen günün birinde gidecektir. Irkçılık‐Turancılık dâvasında mahkemeye sevk edilen 23 kişiden Hibetullah İdil ve Hüseyin Namık Orkun 'dan sonra Hasan Ferit Cansever’de ebediyet âlemine göçmüştür. Onun değerli hâtırasına lâyık olmayan şu değersiz satırlar Hasan Ferit Cansever'e son bir selâm, ilk ve son bir saygı duruşudur. ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 6 www.atsizcilar.com
Sayfa 29
ZEKİ VELİDİ TOGAN'IN TARİHÇİLİĞİ Zeki Velidi Togan, biç şüphesiz, tarihe "büyük bir tarihçi" olarak geçecektir. Hatta genç tarihçi Yılmaz Öztuna onun için "şimdiye kadar gelmiş en büyük Türk müverribi" tabirini kullanmıştır. Zeki Velidi Togan daha pek genç yaşında tarihe milli bir düşünce ile atılmış ve maceralı geçen hayatında tarihçiliğe hiç ara vermemiştir. Bu konudaki hususi kabiliyetinin ve çok dil bilmenin verdiği imkânlarla büyük bir müverrih olmuş, tarihçi olmak için gereken yardımcı ilimlerde de aynı hizaya gelmeyi başarmıştır. Büyük tarihçi olmanın şartlarından biri tarihi olaylara iyice nüfuz edebilmek, kaynaklardaki gerçek ve yanlış payını iyi hesaplamak, hâdiselerin daha önceki vakalarla bağlantı iyi tahmin etmektir. Büyük tarihçi, destan ve menkıbelerden de tarihi hakikatler çıkarmasını bilen adamdır. Zeki Velidi Togan 60 yılı aşan tarihçiliği sırasında bu vasıfları kazanmıştı. Bilgisine göre az eser vermiştir. İmkânlar elverişli olsaydı da hazırlanmış eserlerini yayınlayabilseydi Türk kütüpbanesi tarih bakımından çok zenginleşecekti. Karahanlılar, Aksak Temür Türk Ellerinin Tarihi Coğrafyası, Nevâi, Biruni Reşideddin üzerindeki büyük eserlerini neşredemeyişine ne kadar yansak yeridir. Onun için ilmi değeri bütün dünyaca kabul olunan Türk profesörüdür diyebiliriz. Kendisine Amerika, İngiltere, Almanya, Hindistan, Pakistan ve galiba Japonya'dan kürsü teklif edilmişti ki bu mazhariyete eren başka hiçbir Türk profesörü yoktur. Türkistan ve Altın Ordu tarihlerini çok iyi biliyordu. Türkiye tarihiyle uğraşmamıştır. Fakat büyük tarihçi olmanın verdiği sezgi ve kabiliyetle Türkiye tarihine ait bir meseleyi ilk çözen bilgin kendisi olmuştur. Bilindiği üzere Osmanlı Tarihi bir destanla başlar. Tuğrul Beğ'in başkanlığındaki Kayılar, Anadolu'da batıya doğru ilerlerken bir ovada çarpışan iki orduya rastlarlar, Selçuklularla Tatarlar (yani Çengizliler) savaşmakta ve Selçuklular yenilmek üzere bulunmaktadır. Ertuğrul Beğ kendi küçük kuvvetiyle yenilenlere yardım edince Tatarlar savaşı kaybeder. Bizim ilkokul öğrencisi olduğumuz çağlarda bu konu tarih kitaplarında anlatılır ve gönlümüze "mağlüp tarafa yardım Türkler'in şanındandır prensibini işlerdi. Bu olay, Zeki Velidi Togana kadar Çengizler'le Selçuklular'ın bir savaşı diye kabul olunmuştur. Bunun bir Selçuklu‐Çengizli savaşı değil. Selçuklu Harzemli savaşı olduğunu, Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubad'la Harzemşah Celâleddin Mengüberti arasında Yassıçimen'de yapılan bir savaş olduğuna dikkati ilk çeken Zeki Velidi Togan olmuştur.Savaş 1230'da Erzincan civarındaki Yassıçimen'de yapılmış ve Zeki Velidi Togan bunu müverrih Nesevi'nin bir kaydından çıkararak ortaya koymuştur. Nesevi, savaşı kaybetmek üzere olan Alâaddin Keykubad'a doğudan hiç beklenmedik bir yardımın gelmesiyle savaşın kazanıldığını yazmıştır.(Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970, ikinci www.atsizcilar.com
Sayfa 30
basım, s. 322), Bu tarihlerde Kayılar, Horasan'dan Anadolu'nun batısına doğru yürümekte idiler. Çengizliler'in ve İlhanlılar'ın tarihini iyi bilen Zeki Velidi Togan, Çengiz hareketlerinin Batı ve Önasya'da meydana getirdiği sonuçları iyi muhakeme ediyordu. Zeki Velidi Togan'ın bu buluşunu hatırlatmaktan maksadım büyük tarihçinin hâdiselere nüfuzundaki isabeti göstermektir. Onun bu şekildeki buluşları Yassıçimen savaşına münhasır olmayıp Osmanlılar'ın başlangıcında, Uçlardaki beğliklerin bütün tarihine şamildir. Osmanlı Tarihi'nin başlangıcına ait karanlık, karışık ve yanlış haberlerin bir kısmını aydınlığa kavuşturan da yine aynı görüş ve metodla Zeki Velidi Togan olmuştur. Burada bunları tekrarlayacak değilim. Öğrenmek isteyenler yukarda adı gecen eserin 324‐327. sayfalarına baksınlar. Eserleri dikkatle okurdu. Bu dikkati sayesinde Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lugati't‐Türk'ünün telif yılını da tespit etmiştir. Bu eserin telif yılı olarak hicri 466 (miladi 1073/1074) tarihi kabul olunuyordu. Eserin içindeki kayıtları dikkatle inceleyen Togan bunun doğrusunun hicri 470 (m.1077) olduğunu tesbit etmiştir (Bak: Atsız Mecmua, 15 Ağustos 1932). Zeki Velidi Togan, tarih bakımından destanlardan faydalanmasını da iyi biliyordu.Oğuznâme'deki bazı hakan isimleriyle bazı Batı Gök Türk kağanlarının adlarını birleştirmesi bu kabildendir. Boy, uruk ve ulus adlarının destanlarda çok defa şahıs (=hükümdar) adı olarak geçtiğini dikkate alarak bundan bazı neticeler çıkardığı olmuştur. Kaşgarlı'nın eserinde İskender'le çağdaş Türk Hakanı olarak gösterilen "Şu" nun gerçekte Türkistan'daki en eski Türk kavmi olduğunu ileri sürmüş ve onun bu düşüncesini Sinolog Eberbard da teyit etmiştir. Yine bunun gibi türlü Türk topluluklarından kullanılan şahıs adlarını da iyi bildiği için bundan da bazı tarihi sonuçlar çıkarmış. Batı Anadolu'daki Uç beğlerinden bir kısmının Oğuz‐Türkmen değil, Kıpçak grubundan olduğunu şahıs isimleriyle tespit etmiştir. Onun tarihçiliğini bu kadar kuvvetlendiren bir sebep de Türk tarihinin geçtiği geniş bölgelerden büyük bir bölümünü gezip görmüş olmasıdır. Bu, şöyle böyle bir gezip görme değil, beyne ve gönüle işleyen bir etüd şeklinde olmuştur. Tarihin içinde yaşayan bir kişi olarak özel konuşma ve toplantılarda da söz mutlaka tarihe kadar uzanırdı. Batı bilginleri tarafından kendi nazariyelerini berkiten ciddi kitaplar yayınlandığı zaman çok memnun olurdu. Zeki Velidi Togan, Türkiye'ye geldiği zaman gülmesini bilmiyordu. Sonra bunu öğrendi ve hoş fıkralar da anlatmaya başladı. Bu yazımı bitirirken o fıkralardan birini buraya geçirmeden edemeyeceğim: Doğum yeri olan Başkurdistan'da bir gece çok kımız içip sarhoş olmuş. Kımızla sarhoş olmanın güzel bir şey olduğunu ben de tecrübeyle biliyorum. Togan evlerinin karşısında bulunan çeşmeden yüzüne su serperek ayılmak için çeşmeye doğru yürümüş. Gökte ay varmış. Bundan sonrasını şöyle anlattı: "Tam çeşmeye yaklaştım. Bir de ne göreyim? Ay karşımda duruyor. Meğer sarhoşlukla sırtüstü düşmüşüm ama düştüğümün bile farkında olmadığım için ayı karşımda görmüşüm." www.atsizcilar.com
Sayfa 31
Tabii hem kendisi, hem de dinleyenler kahkalarla gülmüşlerdir. Tarihçi Zeki Velidi Togan de artık tarih ve hâtıra oldu. Zaten hayat bir iki hâtıradan başka nedir ki? ÖTÜKEN,1971,Sayı:11
PROF. FINDIKOĞLU ZİYAEDDİN FAHRİ Profesör Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri 16 Kasım 1974'te hayata veda etti. Doğru bir insan ve sağlam bir Türk milliyetçisi olduğu için burada birkaç satırla hâtırasını anmak ve unutulmuş bir cephesini hatırlatmak istiyorum. Onu 1939‐1944 yıllarında, Özel Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmeni olduğum sırada tanıdım. Okulda öğretmenlik yapan beş altı doçentten biriydi, "İş" dergisini çıkarıyordu. Türkiye çapında bir mücadele açmıştı: Soyadlarının küçük isimden önce yazılmasını ve uydurma yeni soyadları yerine "oğlu" ile biten gerçek soyadlarının kullanılmasını istiyordu. Soyadları Gök Türkler'den beri başta kullanıldığı için bu davasında yüzde yüz haklıydı. On Birinci Yüzyıldan beri de soyadının sonuna "oğlu" kelimesini getirmek âdet olmuştu. Bıkıp usanmadan yaptığı bu mücadele, yemişini vermeye başladı. Pek çok kimse mahkemeye başvurarak "oğlu" ile biten eski soyadlarını tescil ettirdi. Soyadı kanununa göre bunun asıl addan sonra yazılması mecburiyetine rağmen resmî makamlara yazılan yazılarda da soyadı başa getirilir olmuştu. Hatta bizim 1944‐1945 Irkçılık Turancılık davasında Sıkıyönetim Mahkemesi de buna uymuş ve arkadaşımız Sofuoğlu'nu "Sofuoğlu Zeki Özgür" diye çağırmaya başlamıştı. O sırada Millî Eğitim Bakanı olup da aşırı devrimci geçinerek göze girmeye çalışan Hasan Ali, Fındıkoğlu'nun memlekette tesirli olmaya başladığım görünce ona resmî bir ihtarname göndererek kampanyaya son vermesini istedi. Üniversite muhtariyeti de olmadığı için Fındıkoğlu bu konudaki yazılarına son verdi ama bir kere çığır açılmıştı. Durdurmak mümkün olmadı. Tek parti çağının zihniyetine göre Fındıkoğlu büyük bir suç işlemişti. Nitekim 1944'te açılan Irkçılık‐ Turancılık davasının dosyasının başına eklenen ve Hilmi Uran imzasını taşıyan yazıda Türkçülere yükletilen suçlardan biri de "soyadlarını eski Türkler ve bugünkü Macarlar gibi başa getirmeleri" idi. Türkiye'de Ziya Gökalp'i en iyi bilen insan Fındıkoğlu idi. Bu konuda Türkçe ve Fransızca bir hayli inceleme yayınlamış ve onu ilim gözüyle etüt etmişti. Bu yüzden, Gökalp hakkında bir konferans vermek gerektiği zaman derhal Fındıkoğlu'na başvurmak âdet haline gelmiş ve bu başvurmalar merhum profesörü bıktırıncaya kadar sürüp gitmişti. Fındıkoğlu, vaktiyle Anadolu Mecmuası'nı çıkaran ekiple birlikte çalışmıştı. Fakat diğerleri gibi dar Anadoluculuk zihniyetine saplanmış değildi. Onun Anadoluculuğu bir nevî Anadolu Türkleri ırkçılığı idi. Dergi çıkarken Türkiye'de Dış Türkler meselesi diye bir konu akla gelmediği için Fındıkoğlu da Dış Türkler'le ilgili bir yazı yazmamış, fakat sonraları Dış Türkler konusu ortaya dökülünce tıpkı Turancılar gibi davranarak onlara ait yazılar yazmak suretiyle Türkler'i bir bütün olarak kabul ettiğini göstermişti. www.atsizcilar.com
Sayfa 32
Bugün üniversitelere göz atıldığı zaman Fındıkoğlu’nun millî değeri daha çok anlaşılmaktadır. Her yazılarında, bin dereden su getirerek milliyetçiliğin aleyhinde bulunan, bunu sinsi sinsi, fırsat bulunca da açıkça yapan sözüm ona profesörleri gördükçe Fındıkoğlu'nun değer kazanması gayet normaldir. İlim beynelmileldir demek, ilim her millette vardır anlamına gelir. Ama her millette olan ilim ve ilimler yine de millî maksatla kullanılır. İlmi, millî maksatla kullanan üniversite ve profesör, görevini yapmış demektir. Fındıkoğlu görevini yaparak öldü ÖTÜKEN, Kasım 1974, Sayı: 12
MEHMET SADIK ARAN VE TAHSİN DEMİRAY Şu geçen aylarda, bizi ilgilendirmesi gereken iki kişi, aramızdan göçüp gitti.Azerbaycanlı Mehmet Sadık Aran ve Türkiyeli Tahsin Demiray, "Bizi ilgilendirmesi" demekten maksadım ikisinin de Türk milliyetçisi olması, bu yolda çalışıp uğraşmaları, yazılar yazmaları ve hizmet etmeleri bakımındandır. Ayrıca beni ilgilendiren bir yönleri de var: Mehmet Sadık Aran, Edebiyat Fakültesi'nden; Tahsin Demiray, Sultâniden sınıf arkadaşımdır ve bu arkadaşlıklar ömür boyu sürüp gitmiştir. 1926 ders yılı başında Edebiyat Fakültesi'ne devama başlamışken bir hafta sonra beni askere aldıkları için askerliğimi yaptıktan sonra ertesi yıl, 1927'de tekrar derslere başladığım zaman yeni simâlarla karşılaştım.O zaman Edebiyat Fakültesi şubeleri üç yıldı ve ilk iki yılı hazırlanma, son yılı. ihtisas sayılır, ihtisastaki öğrenciler kendi seçtikleri dört derse girmekle mükellef olurdu. Bizim ilk dört sömestir hazırlanma dönemi epey kalabalıklaşmış, 10‐12 kişi olmuştu. Günümüzün öğrencileri 12 kişilik kalabalığa hayret edeceklerdir ama öyleydi. Yeni simâlar arasında iki de Azerbaycanlı vardı: Kemal ve Mehmet Sadık. Kemal tam Azeri ağzıyla konuşur, güleç, soğuk kanlı; Mehmet Sadık ise Azeri ve Türkiye lehçeleri karması bir Türkçeyle konuşan şakacı, fakat hırçın her ikisi de bilgili ve bütün Azeriler gibi güzel ve kolaylıkla söz söyleyen arkadaşlardı. Farsçayı ve Rusçayı iyi biliyorlardı. Mehmet Sadık, din adamı ailesinden geldiği için Arapçayı da anlıyordu. İkisi de Fakülteyi bitirmedi. Zaten onlar öğrenci değil, siyaset adamıydılar, mücahiddiler. Kısa ömürlü Azerbaycan Cumhuriyeti'nde hizmet etmişler, bu devlet Moskoflar tarafından istila edilince Türkiye'ye sığınmışlardı. Sonra Kemal, İran Azerbaycanı'na giderek mücadeleye orada devam etti ve İkinci Cihan Savaşında İran İngilizler'le Moskoflar tarafından işgal edildiği zaman komünistler tarafından öldürüldü.
www.atsizcilar.com
Sayfa 33
Mehmet Sadık Aran'ın bizim Edebiyat Fakültesi'nde öğreneceği pek bir şey yoktu. Fuzulî'yi zaten ezbere biliyordu. Farsçayı da iyi bildiği için bütün Divan Edebiyatımız ve İran Edebiyatı ona açıktı ve nihayet o da bir ülkü ve mücadele adamı olduğundan Azerbaycan'ın kurtuluş davası için çalışmaya mecburdu. Bu sebeple fakülteyi bıraktı. İstanbul'daki Azeriler'den bir kısmının başına geçerek dergi çıkarmak, konferans vermek, propaganda yapmak suretiyle Azerbaycan davası yolunda çalıştı. Ülküsünü savunmak için nerde imkân bulursa oraya koşuyordu. Bu yüzden, bir aralık Finlandiya'ya giderek orada Türkçe bir gazete bile çıkardı. Mehmet Sadık Aran'ın savaşı, sarfettiği enerjiye göre az yemiş veriyordu ama o, bundan asla tedirgin olmuyordu. Bezmek, ümitsizliğe kapılmak onun sözlüğünde yoktu. Yukarıda onun için "hırçın" demiştim. Öyleydi. Bu yüzden Azeriler'in bile hepsiyle anlaşamıyordu. Müsamaha nedir bilmiyordu. Fakat belki de kuvvetli tarafı burada idi. Ben onun, Azerbaycanlı öğrencilerin işlerini halletmek için sağlığını tehlikeye koyarak nasıl uğraştığını, nasıl koştuğunu görmüş kimse olarak bunu söylüyorum. Benden 8‐10 yaş büyüktü ve günümüzden aşağı yukarı on yıl önce de büyük bir akciğer ameliyatı geçirmişti. Kendisine yorulmak, çok konuşmak, sıcak ve soğuk şeyler içmek yasaktı ama Mehmet Sadık bu yasakların yalnız sonuncularına dikkat ediyor, yorulmak ve konuşmak hususunda kontenjan tanımıyordu. Çünkü çayı sıcak içmese de olurdu ama dava için yorulması da, konuşması da lâzımdı. Cihangir'de oturuyordu. İstanbul'un berbat ve rutubetli sıcaklarında kaç defa Cihangir'den Süleymaniye'deki çalışma yerime, yahut Kartal Maltepesi'ndeki evime gelmişti. Bunu Azerbaycanlı öğrencileri okullara yerleştirebilmek için yapıyordu. Tabii, sadece bana gelmekle mesele bitmediği için uzunboylu danışma ve tartışmadan sonra, verdiğimiz kararları uygulamak için başka yerlere de, hatta Ankara'ya da gidiyordu. O yorgunluğun ciğerlerindeki olumsuz tesirleri sesinin kısılmasından derhal anlaşılıyordu ama kendisini Azerbaycan'a adamış olan Mehmet Sadık Aran, bir tek Azeri gencini okula yerleştirebilmek için hayatını vermekte en ufak tereddüt gösterecek kişi değildi. Ona:''Türkler için uğraşan bir Atatürk Mustafa Kemal, Gagavuzlar için uğraşan bir Atagagavuz Hamdullah Suphi olduğu gibi Azeriler için çalışan bir Ataazeri var. O da sensin" diye takılmıştım. Konuşmalarımız hep şakalı olurdu. Hükümetin, milliyetçilik bakımından yanlış bir davranışı olmuşsa "Siz Osmanlılar, Türklüğü batırdınız" diye söze başlar, yanlış yapılan işi anlatır, araya bir fıkra veya bir darbımesel katarak bitirirdi. Bazen de yalnız bana "Osmanlı" demekle kalmaz, " Acemler" diyerek Azerileri de eski Osmanlı‐İran savaşlarındaki hava ile anarak konuşmaya neşe katardı. Azerbaycanlılar'ın halk söylentileri arasında Şah İsmail'in Yavuz'u yenerek İstanbul'u zaptettiği hakkında bir masal varmış. Bunu kahkahalarla gülerek anlatmıştı. Bir gün telefonla beni aramış ve "Burası Şah İsmail‐i Safevi'nin karargâhı" diye kendisini tanıtıp benden: "Burası da Yavuz Sultan Selim'in karargâhı" cevabını alınca: "Canım, şimdi ben övünürken Yavuz'u hatırlatmanın sırası mıydı" diyerek gülmüş ve güldürmüştü. Şah İsmail'le beni korkutamayınca daha sonraki bir telefonunda: "Burası Aksak Temür'ün karargâhı. Osmanlı, ülkesini yıkmaya geliyoruz" demiş, ben: Aksak Temür bizden önce sizin ülkenizi yıktı" cevabını alınca da yine gülerek "O kadarını: karıştırma" demişti. Mehmet Sadık Aran, Azerbaycanlılar'ın davası uğrunda ömür harcamakla beraber Azerbaycancı değil, Türkçü idi. Azerbaycan'ın ayrı devlet olmasını değil, Türkiye'nin doğu bölümü olmasını istiyor ve: " Ne yapalım? Siz Osmanlılar yardıma gelmediğiniz için biz de kendi başımızın çaresine bakıyoruz" diyordu. www.atsizcilar.com
Sayfa 34
"San'an" imzasıyla yazdığı şiirlerin bazıları başarılıdır. Bunlarda milli ülkü ve hüzün vardır. O şiirler toplanıp yayınlansa ne güzel olur. Mehmet Sadık Aran, Kuzey Azerbaycanlılar (yani Rusya elindeki Azeri Türkleri'nin çoğu gibi) Şii idi. İslamiyet'i iyi biliyordu. Fakat Kuzey Azerbaycanlılar daha çarlık zamanında din meselesini kesin şekilde halledip lâyıkleştikleri için onda dini taassup diye bir şey yoktu. Türkiye'de şu son yirmi yılda çoğalan yobazların asla hazmedemeyecekleri şekilde konuşuyordu. Bir telefonda hatır sorarlarken "Nasılsın? Ben bir Sünni namazı kılacağım. Sen de orada Şii namazı kıl" diye takılmıştı. İstanbullu kibar bir öğretmen hanımla evliydi. Bir gün Cihangir'deki evinde kendi demlediği nefis çayı içerken yine böyle konuşunca hanımı bana: "Kuzum bu nedir Allah aşkınıza? Sünni mi, Şii mi, dinsiz mi, nedir, ben hâlâ anlayamadım" demiş, ben de: "Hiç biri değil Şamani' diye cevap vermiştim. Mehmet Sadık Aran, şaka tavrı ile "Hah! İşte, tamam" üye tasdik etmişti. Şaka ve mizah onda esaslı bir karakterdi. Yıllardır oturduğu Cihangir'deki ilk evleri Sormagir sokağında 111 numarada idi. Sokaklarında eksik olan bir belediye hizmeti için dilekçeyle başvurduğu zaman, sokağı unutmasınlar diye adresini manzum olarak: Cihangir, Sormagir, Yüz on bir diye yazmıştı. Aziz kardeş,m Mehmet Sadık Aran.Sen son fişeğe kadar çarpışan bir cephe askeri gibi ülkü vazifeni yaptıktan sonra aramızdan ayrıldın.Her ne kadar ölmek,yaşamamak anlamına geliyorsa da bir bakıma göre insanlar anıldıkça yaşayorlar demektir. Herhalde daha uzun zaman dillerde anılacak, sonra da Türkçülük tarihindeki yerini dolduracaksın. Sözlerimi bitirirken, çok defa söylediğim şeyi tekrarlayacağım: Sen karşı koysan da günün birinde kuzeyi ve güneyi ile bütün Azerbaycanlı olacağız. Mehmet Sadık Aran'dan daha önce göçen Tahsin Demiray ise Kadıköy Sultanisi'nden arkadaşımdı. Yani onunla arkadaşlığımız daha eskiye 1920 yıllarına kadar uzanır. Benden bir iki yaş büyüktü ama bir yıl kaybettiği için Sultanı'nın 7. sınıfında, sınıf arkadaşı olmuştuk. Okulumuz şimdiki Fenerbahçe stadyumunun yanındaki karşılıklı iki binaya yerleşmişti. Evvelce her sınıfının birçok şubeleri olan Sultani, mütareke ve kurtuluş savaşı yıllarının yoksul, az öğrencili bir okulu haline gelmişti. Tahsin ile 7 ve 8. sınıfları birlikte okuduk. Biz 9. sınıfa geçerken o Bolu'ya gitti. Zaten okumak da kolay değildi. Az kalsın ben de okuyamayacaktım. Sekizinci sınıfta 30 kişi kadarken dokuzuncu sınıfta ancak 9 kişi idik. Tahsin'i uzun zaman göremedim. Ancak Edebiyat Fakültesi'nin son zamanlarında ara sıra rastlaşır olmuştuk. İlkokul öğretmeni idi. Fen Fakültesi'nin Tabiiye şubesine devam ediyordu. Ben Edebiyat Fakültesi'ni bitirdim. O, Fen Fakültesini bıraktı ama ne ben edebiyatçı oldum, ne de o fenci oldu. İkimizde; gayr‐ı kaabil‐i ıslah olan dünyayı ıslaha kalktık ve tabii başarısızlığa uğradık. Tahsin Demiray, Bâbıâli'de Türkiye Yayımevi'nin sahibiydi. Buna, tasarlayarak değil, buriyetle sahip olmuştu. Birkaç ortakla birlikte ilkokullar için alfabe bastığı yıl harf inkılâbı olmuş, binlerce kitap elde kalmıştı. Kitabın sahibi olarak Tahsin Demiray gözüküyordu, sözleşmelerde imza onundu. Uğranan zararın yüklediği borcu kapatmak için kiraladığı bir matbaada uzun süre çalışarak ister istemez bir www.atsizcilar.com
Sayfa 35
basımevi sahibi olmuş, onu yayınevi halinde genişleterek ve öğretmenliği bırakarak birçok dergiler çıkarmış, kitaplar basmıştı. Sosyal bilim ekolüne mensuptu. Militarist fikirlerim yüzünden beni şiddetle tenkid ederdi, tartışırdık ve bütün tartışmalarda olduğu gibi herkes kendi fikrinde sâbit kalırdı. Memlekete hizmet etmek, fikirlerini uygulayacak alan bulmak için siyari hayata da atıldı. Bir iki partiye girdi. Hattâ başkan oldu. Fakat particiliğin çıkar yol olmadığını deneyince vazgeçerek konferanslarla fikirlerini yaymaya başladı. Küçük broşürler halinde basılmış olan bu konferanslar irticâlen söylenmiş değil, uzun hazırlıktan sonra verilmiştir. Yıllardır edindiği kütüphanesinde son yüzyıl için tarihi malzeme toplamış, toplatmış ve nihayet "Son Yüzyılın Meşhur Kişileri" adıyla birkaç ciltlik bir eser yazmaya karar vermiş. Eser kısmen de basıma hazır hale gelmişti; işte, pek çok hayırlı iş gibi bu da yarıda kaldı. Tahsin Demiray memleketin kültür hayatına hizmet etmek istediği için külliyat halinde eserler neşretmek istiyordu. Birinci teşebbüsü olan "Canlı Tarihler" 6 cilt halinde basılmıştır. Memleketin fikir, kültür ve siyaset hayatında rolü olup da o sırada hayatta bulunan mühim kişilerin hâtıralarından ibarettir ve Türk tarihinin bir dönemi için ana kaynak haline gelmiştir.İkinci ve daha mühim teşebbüsü Osmanlı Tarihi'nin ana kaynaklarının yayınlanması idi. Bunlardan güzel ve sade Türkçe ile yazılmış olanlar aynen, Divan edebiyatı diliyle yazılmış olanlar sadeleştirilerek, Arapça ve Farsça yazılmış olanlar da tercüme edilerek basılacak, ayrıca Osmanlı tarihine ait Batı dillerindeki mühim eserler Türkçeye çevrilecekti. Tahsin Demiray burada şatafata aldandı: Bu işlerin idaresini, kendisini satmasını çok iyi bilen birisine verdi. Ücretlerin şekli ve miktan kararlaştırıldı ve Tahsin'in "telif vesaire hakkı olarak yılda 10.000 liranın aşılmaması"nı kesinlikle bildirmesine rağmen her önüne gelene eser ısmarlayan bu "A.Magnus" sekiz dokuz ayda 17.000 liralık eser sipariş edince işler durduruldu. Bu mühim teşebbüsten yalnız "Osmanlı Tarihleri" adı altında bir tek eser yayınlanmış ve en eski Osmanlı tarihinden beş tanesi bu kitapta toplanmıştır. Tahsin Demiray İngilizce bilen evdeşi Rezan Hanım'la birlikte Amerika ve İngiltere'yi dolaştı. Bu bir eğlence gezisi değil, onun merak sardığı konu olan "sosyal bilim" açısından İngiliz ve Amerikan toplumlarını incelemek için yapılmış bir seyahatti. Dönüşünde intibalarının özetini bana şu şekil söyledi: "İngiliz toplumu daha sağlam. Zenginliğine ve kuvvetli görünüşüne rağmen Amerika komünist olabilir; İngiltere olmaz." Onun, pek çoklarınca bilinmeyen bir özelliği mizaha olan istidatı idi. Bu konuda Mehmet Sadık Aran'dan farklıydı. Mehmet Sadık Aran hem güler hem güldürür; Tahsin ise hiç gülmeden, sanki ciddi bir şey söylüyormuş gibi mizah yaparak karşısındakini daha çok güldürürdü. Pahalılığın alıp yürüdüğü bir çağda: "Yiyecek mi pahalı? Türk milleti yememekle mukavemet eder; giyecek mi pahalı? Giymemekle mukavemet eder" demişti. Bu, acıklı bir mizahtı. Halk Partisi'nden nefret ediyordu. Bu parti iktidarının son zamanlarındaki bir konuşma sırasında bir olayın tarihi kendisine sorulduğu vakit: "O zaman ıhlamur inkılâbı olmuştu" diye cevap vermişti. www.atsizcilar.com
Sayfa 36
Tahsin Demiray'ın unutamadığım bir fıkrasını ve sözünü pek çok kimseye anlatmış ve Türk hükümetlerinin tutumunu ona benzetmiştim. Şu idi: Bana, ehemmiyet verdiği bir konu üzerinde yazı yazmak için gece çalışmasını anlatıyordu. Sözlerini şöyle bitirdi: "Saat 12'ye (yani 24'e) kadar doğru dürüst yazdım. 12'den sonra sapıttım ve yazıyı yırttım". Bu sözleriyle gece yarısından sonra, belki de yorgunluğun tesiriyle yazının zülfüyara dokunacak bir şekilde aldığını, basılamaz hale geldiğini söylemek istiyordu. ''12'den sonra sapıtmak'' son çağ tarihimizde daima gördüğümüz manzaradır. İşe iyi ve dürüst başlanır.12'den sonra sapıtılır ve işler karmakarışık edilir. Halk Partisi, Demokrat Parti, Milli Birlik İdaresi, Adalet Partisi hep 12'den sonra sapıtmışlardır. Son görüşmemiz, ölümünden iki ay önce, tesadüfen karşılaştığımız Yeni Postahane önünde oldu. Ondan önce uzun süre görüşemediğimiz için benim artık emekli olduğumu öğrenince maziye telehhüf eder bir sesle "biz emekli olduk mu" diye sordu. O gün benden en aşağı on yaş genç gözüküyordu. Şişli Camisinden cenazesi kaldırılıp yanımdaki tamdıklâr uzaklaşırken iki kişi gelip bulunduğum sıraya oturdular. Bunlar Kadıköy Sultânîsi'nden Tahsin'in ve benim sınıf arkadaşlarımız İlhami ile Namık'tı. Tahsin'le yıllardan beri temasları kesilmiş olduğu halde sırf vefakârlık dolayısıyla, gazetede gördükleri ölüm haberi üzerine gelmişlerdi, Emekli elçi olan İlhami "İçimizde en dinç o idi" dedi. İnsan öldükten sonra dinçlikle ile tazeliğin hükmü kalmıyor. Çok ilerde de bir gün gelecek; dünya, dünya sanki bu insanlar hiç yaşamamış bu savaşlar yapılmamış, bu acılar çekilmemiş, bu sevinçler tadılmamış, bu medeniyetler kurulmamış gibi bir sessizliğe bürünecek. 27 Temmuz 1971
PROFESÖR CAFEROĞLU AHMET Birkaç gün önce ölen Prof. Caferoğlu Ahmet, Türk kültür hayatına büyük hizmet eden Dış Türkler'den biriydi. Son kırk elli yılda, Türkiye'de yaşayıp da millî kültür ve sanat alanında seçkin yer tutanlar arasında Dış Türkler'in çokluğu dikkati çeken ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmed, Ayaz İshaki, Zâkir Kadiri, Abdullah Battal Taymas, Sadri Maksudi, Reşit Rahmeti Arat, Akdes Nimet Kurat, Ahmet Temir, Zeki Velidî Togan, Abdülkadir İnan, Mehmet Sadık Aran ve diğerleri gibi Caferoğlu Ahmet de Kara ve Kızıl Moskoflar’dan canlarını kurtararak Türkiye'ye yerleşen ve siyasî mücadeleye de katılmakla beraber özellikle kültüre hizmet eden değerli Dış Türkler'den biriydi. Almanya'da doktorasını verdikten sonra İstanbul Darülfünununun Edebiyat Fakültesinde Türk Dili Tarihi Doçenti olarak göreve başlamış, bana ve sınıf arkadaşlarıma iki sömestir hocalık etmişti. Bu iki www.atsizcilar.com
Sayfa 37
sömestirde, bilgisi henüz kemalini bulmamış olmakla beraber hocalığı metodik idi. Öteki yaşlı hocaların, bu arada Köprülü'nün, gelip yalnızca ders takrir etmelerine karşılık Caferoğlu'nun her dersi bir seminer şeklinde geçer, o zamanki sınıflar 8‐10 kişilik olduğu için istifade büyük olurdu. Uzun süren hocalık hayatında en verimli olan profesörlerden biri Cafer oğlu'dur. Çalışkandı. Rusça, Almanca, Farsça, Fransızca bildiği için kendi sahasının kaynaklarından kolaylıkla istifade ediyordu. Doçent iken, 1931'de yayınladığı ilk eser, meşhur Ebû Hayyân'ın 1312’de bitirdiği Kitâbü'l‐îdrâk li‐ lisani'l‐E'trâk adlı sözlüğünün ilmî şekilde basımı olmuştur. Kitap Arapça olduğu için Arapça’da üstat olan Kilisli Rıfat Hoca’nın yardımıyla meydana gelen sözlük bir ana kaynak olup Caferoğlu buradaki Türkçe kelimeleri başka kaynaklarla da mukayese ederek alfabetik şekilde dizinlemiş, araştırıcılar için büyük bir hazine meydana getirmişti. Daha sonra Anadolu'ya yaptığı ilmî gezilerle tespit ettiği Anadolu Türk Ağızları külliyatım birkaç cilt halinde yayınlamış ve Türkiye'nin sosyal hızı dolayısıyla bir süne sonra kaybolacak olan bu. ağızları tespit etmekle ileriki dil çalışmalarına mühim malzeme bırakmıştır. Mühim eserlerinden birisi de ilk defa basılan. Uygur Sözlüğü'dür. Almanya'da basılmış olan Uygurca metinleri tarayarak elde edilen bu eser sade dil değil, tarih bakımından da kaynak olan pek değerli bir eserdir. Caferoğlu, ders kitabı olarak Türk Dili Tarihini de yazmış, mühim bir boşluğu doldurmuştur. Türlü dergilerde, son yıllarda Türk Kültürü'nde çıkan Türkçe ve yabancı dildeki makaleleri pek çoktur ve hiç şüphesiz Edebiyat Fakültesi onun hâtırasını anmak için Caferoğlu'nun tam bir bibliyografyasını yayınlayacaktır. Caferoğlu bizzat dergi çıkararak da Türk kültürüne hizmet etmiştir: Azerbaycan Yurt Bilgisi adıyla çıkardığı aylık kültür dergisi 1932‐1934'te 36 sayı çıkıp kapanmış, 1954'te dergiyi diriltmek için yapılan teşebbüs yalnız 37. sayının neşrine münhasır kalmıştır. Bu dergide tanınmış veya genç tarihçi, edebiyatçı ve dilcilerin yazılarıyla birlikte Caferoğlu'nun da bir hayli makalesi çıkmıştır. 1942‐1943 ise Türk Amacı adıyla çıkardığı aylık kültür dergisi ancak sekiz sayı devam edebilmiştir. Son hizmeti eski Türk Yazıtları'nın bir arada yayınlanması olacaktı. Eseri eksiksiz çıksın diye Kazakistan'da Almatı yakınlarında bulunan Altın Elbiseli Adamın mezarında bulunan ve Hasan Oraltay tarafından bana gönderilen kısa yazıtın fotoğrafını kendisine vermiştim. Bu işe Önce Reşit Rahmeti Arat teşebbüs etmiş fakat ölümü engel olmuştu. Reşit Rahmeti'den sonra bu işi en iyi yapacak kimse şüphesiz Caferoğlu idi. Çünkü eski Türk yazıtları üzerinde birçok neşriyat yapılmış iki dili, Almanca ve Rusça’yı biliyordu. Nitekim Türk Dil Kurumu'nun teklifiyle bu işe girişmiş, eseri hazırlayarak Kuruma göndermişti. Uzun zaman geçtiği halde Kurum bunu yayınlamadı. Fakat herhalde yayınlanacaktır. Bu kadar mühim bir eserin tashihlerini de, bu konuda Bin Temel Eser yayınları arasında bir kitap neşreden Prof. Muharrem Ergin yapmalıdır. Hem Caferoğlu'nun talebesi, hem de halefi olarak herhalde başkalarından daha iyi tashih yapar ve konunun genç uzmanlarından www.atsizcilar.com
Sayfa 38
Asistan Osman Sertkaya’da kendisine yardım edebilir. Dil Kurumu ve Fakülte bunun arkasını bırakmamalıdır. TRT'nin Caferoğlu''dan bahsetmeyişi de hesabının sorulması gerekli bir davranıştır. Ivır zıvırlara pek çok yer ayıran TRT'nin bir Dış Türk hakkındaki susuşu manâlıdır. Caferoğlu şimdi çok sevdiği güzellerden uzak bir âlemde tek başınadır. Fakat dünya güzellerini gölgede bırakacak güzellikteki yakut gözlü; nurdan, miskten ve amberden yaratılmış Huriler herhalde ona dünyayı unutturacaktır. ÖTÜKEN, Ocak 1975, Sayı: 2
NEJDET SANÇAR (1910‐1975) Nejdet Sançar öldü demek, Türkçülük cephesi en iyi savaşan tümenini kaybetti demektir. Bu boşluğu ve ön saftakilerin yıpranmışlığından doğan açığı ikinci, üçüncü sırada hedefe doğru yürüyenler dolduracak, yürüyüşe bir an bile ara verilmeyecektir Gerçek insan için hayat, savaştır. Biz bu dünyaya hayvanlar gibi zevketmeye değil, bir görev yapmaya geldik. Bu görev, dirliğimiz boyunca, son günümüze ye gücümüze kadar sürecek Türkçülük savaşıdır. Ölenleri toprak ananın kucağına, tarihin şeref yaprağına, Tanrı'nın esirgenliğine bırakarak Kızılalma'ya doğru ilerlemek olan Türkçülük savaşı... Nejdet Sançar böyle öldü. Öldüğü gün, yazı makinesinde, ikinci ve geniş basımını hazırlamakta olduğu "Tarihte Türk‐İtalyan Savaşları"nın bir sayfası takılıydı. Belki kimsenin bilmediği acılar içinde yaşayan, yoksulluk devirleri geçiren Nejdet Sançar'ın kaybı benim için bir kardeş kaybından daha ileri, bir ülküdaş kaybetmenin ıstırabıdır. Afşın, Nejdet Sançar'a karşı sırayı bozduğu gibi,Sançar da bana karşı sırayı bozdu. En büyük kanun olan ölüm sıra diye bir şey dinlemiyor. İkinci, üçüncü saftakiler ilerdeki yerlerini çabuk alsınlar. Zaman çok azaldı.Artık yalnız kaldığımız zamanlardaki bazen ciddi ve kederli, bazen şaka ile karışık konuşmalar bitti. Şimdi ben ona ara sıra içimden hitap ediyor, fakat cevabını alamıyorum. Şu satırları, 1944 davasında Sançar'ın yaptığı savunmanın son cümlesiyle bitireyim: Türk Irkı Sağ Olsun... ÖTÜKEN, 11 Mart 1975, Sayı: 3 www.atsizcilar.com
Sayfa 39
TÜRK BÜYÜKLERİNE SAYGI Bir milletin kendi büyüklerine saygı göstermesi de millet olmanın büyük vasıflarından biridir. Büyükler, tarih dersi kitaplarında dile getirilmekle başlayan, anıt ve heykelleri dikilmek, anma günleri yapılmak suretiyle devam eden vefakârlıklarla saygı görür. Daha ilkokul çağındaki çocuk, tarih kitabında okuduğu büyüğü görerek yüreğinde ona karşı yakınlık duyar; bu yakınlıktan doğan sevgi, o büyüğün milletine kadar uzanarak çocukta önce millet sevgisini, sonra o büyüğe benzemek duygusunu, daha sonra da millete hizmet etmek ihtirasını uyandırır. Bu bir sosyal taklit kanunudur. Bir çocukta millî duygu böylece alevlendi mi, ülke iyi bir vatandaş kazandı demektir. O çocuk bir büyüğün anıtını gördükçe, onun anma günlerini yaşadıkça büyüklere saygı onda perçinleşir. Büyüklere saygı duymak da bir insanlık vasfıdır. Hayvan veya hayvanlaşmış insanda bu vasıf bulunmaz. Türkiye'de Cumhuriyet'ten beri, rast gele de olsa, bu saygıya başlandığını gösteren anmalar yapılmış, hele son yıllarda anma törenleri çoğalmıştır. Fakat biz bu çoğalmada övünecek ve sevinecek bir yön göremiyoruz. Çünkü bu anmalar bilgisizliğin, şuursuzluğun delili, gösterişin alâmeti olmaktan ileri gidememektedir. Bizim bildiğimize göre iki yıldır, Anadolu'yu Türkleştirmeye başlayan bir Seyid Battal Gazi töreni yapılmaktadır. Halbuki tarihteki Abdullah Battal bir Arap kumandanıdır. Yine iki yıldır "Ahi Evren" töreni yapılmaktadır. Geçen yılki törende bu adamın adı "Ahi Evren" iken bu yıl "Ahî Evran" olmuştur. Belki her yıl bir hecesi düzeltilerek "Ahi Evren" haline gelecektir ama zavallıyı Türkiye'de sendikacılığın ve kooperatifçiliğin kurucusu diye anmak bilgisizlikten de ileri bir lâubalîliktir. Böyle önüne gelen hevesli, aklına esen bir Türk'ü veya Türk sandığı şunu bunu ele alarak ona istediği vasfı yakıştıracaksa mesele büyükleri veya ünlüleri anmaktan çıkıp maskaralık haline gelir. Türkiye'de yapılan ciddî törenlerin biri eski geleneği olan Ertuğrul Gazi'yi anma töreniydi. Geçen yılın törenine katılan bir gençten Ertuğrul türbesi yanma 16 Türk büyüğünün büstlerinin dikildiğini dinlemiş ve tabii sevinmiştim. Fakat bu yıl yapılan törene ait haberlerde, büstü dikilen büyüklerin resimlerini görünce büyük hayal kırıklığına uğradım. 11 Eylül 1972 tarihli Hürriyet gazetesinden öğrendiğimize göre bu işe Söğüt Kaymakamı Burhan Ten ile Belediye Başkanı Yaşar Ersoy önayak olmuşlar, büstleri ünlü mimar ve heykeltıraşlara yaptırmışlar. Eski çağlarda yaşamış insanların resim veya heykelleri nasıl yapılır? Eğer zamanında yapılmış bir minyatürü varsa esas olarak o alınır, yoksa o büyükle çağdaş ve tercihen onu bizzat görmüş tarihçilerin verdiği bilgiye göre hareket edilîr. Bunlar yoksa o büyüğün heykeli temsilî mahiyette olacak demektir. Fakat temsilî olacak demek heykeltıraşın keyfine göre olacak demek değildir. O büyüğün yaşadığı zamanın giyim kuşamı hakkında elde mevcut bilgiler esas alınacak ve ondan sonrasını heykeltıraşın kendisi yaratacak demektir. Fakat bunu yaratacak heykeltıraşın millî ruh ve kültürle yetişmiş olması birinci şarttır. www.atsizcilar.com
Sayfa 40
Hürriyet gazetesinde bu büyüklerden 5 tanesinin büstünün resmi var. En eskileri olan 'Mete" bıyıksız ve sakalsız, saçları bugünkü Hippilere çalar şekilde enseye doğru uzun ve tarakla soldan sağa ayrılmış, eski Yunan heykelleri tipinde bir adamdır. Bunu, Holivut'un artistlerinden birinin heykelidir diye kime gösterseniz inanır ama Türk tarihi hakkında ufak bir bilgisi olanlar, onun Mete'yi temsil ettiğini öğrenince ya güler, ya da kızarlar. Zaman bakımından ikinci olan Atilla ise gür bıyıklı ve gür sakallı bir Aryânî tipidir. Hele başlığı 15. Asra ait Osmanlı tipinde sarıklı bir başlıktır. Atilla’yı görmüş olanlar kısaca boylu, buğday renkli, iri başlı ve gülmez yüzlü olduğunu yazar. Bu büstte tek başarılı taraf onun gülmez yüzlülüğünün belirtilmesi olmuştur ama zaten şimdiye kadar gelip geçen Türk devlet başkanları arasında, İsmet İnönü müstesna, vara yoğa gülen kimseye rastlanmamıştır. Zaman bakımından "üçüncü" olan Cengiz Han, mahzun bakışlı, iri gözlü, başında acayip bir tulga bulunan bir şahıs olarak tasvir olunmuştur. Cengiz'iri uzun boylu, ak tenli, çakır gözlü ve kumral sakallı olduğu bilinmektedir. Gerek onun, gerekse Atilla ile Mete'nin çekik gözlü olarak yapılması gerekirken eski Türk'lerin "sığır gözü" tabir ettiği iri gözlü kimseler olarak yapılması büyük bir hatâdır. Dördüncü büst Ertuğrul Gazi'ye aittir. Tarihlerde onun tipine ait hiçbir bilgi, yoktur. Bildiğimiz tek şey ömrü boyunca börk giydiğidir. Büstte ise onun başına kocaman bir kavuk giydirilmiştir. Bu kavuk 16‐ 17. yüzyıllara ait gösterişli Osmanlı kavuklarına çok benzemektedir. Fatih'e ait beşinci büst bile başarısızdır. Fatih'in İtalyan ressama yaptırdığı resmi bugün herkes tarafından bilinmektedir. Yalnız ona bakarak büyük hakana çok benzeyen bir büstü yapılabilirdi. Bunun dahi yapılmayışı ünlü mimar ve heykeltıraşların başarısızlığını ortaya koymuştur. Hürriyet gazetesinin verdiği bilgiden öğreniyoruz ki 16 büst, devlet kurmuş olan 16 Türk Büyüğüne aitmiş. Son zamanlarda ortaya atılan ve birkaç yıl önce bunun için bir de takvim çıkarılan uydurma 16 Büyük Türk Devleti Masalı.. Öyle anlaşılıyor ki kaymakamla belediye başkanı bu takvimin tesirinde kalarak işe girişmişler, fakat yanlış takvime körü körüne inandıkları için bu millî iyi niyetleri başarısızlıkla değil de bozgunla sona ermiştir. Bu kadar mühim ve güzel bir teşebbüse girerken bu işi bilenlere danışsalardı cidden şahane bir eser meydana getirmiş ve milletin ebedî şükranına hak kazanmış olacaklardı. Fakat ne kadar yazık, eserler baştanbaşa yanlıştır. Top yekûn yıkılıp yeniden yapılması lâzımdır. Bir büyük yanlış da burada büstü olan 16 kişinin, 16 devlet kurucusu olarak gösterilmesidir. Meselâ Selçuk Bey, Selçuklu İmparatorluğunu, Ertuğrul Bey, Osmanlı İmparatorluğunu, Bilge Kağan, Uygur Kağanlığını kurmuşlar. Selçuk Bey (doğrusu "Selçuk Subaşı"), o zamanki asıl Türk Devletinin yani Karahanlı Devleti’nin veya asıl devletten kopmuş olan Batı'daki Hazar Devleti'nin bir kumandanı idi. Selçuklu Devletini torunları Çağrı ve Tuğrul beyler kurdu. Ertuğrul Bey, hattâ onun oğlu olup devlete adını veren Osman Bey de devlet kurucusu değildir. Bu ikisi Batı Türk Hakanlığı'nın yani İlhanlılar'ın Uç Beyleri idiler. www.atsizcilar.com
Sayfa 41
Bilge Kağan ise Uygur değil, Gök Türk'tü. Bir de bütün büyüklere "Han" veya "Kaan" unvanı verilmesi de yanlıştır. "Mete’nin unvanı "yabgu", "Bumun"un (Bumin değil) "kağan", 'Temir" ve 'Ertuğrul’un "bey" ancak "Cengiz"inki "Kaan" dır. Bu isim yanlışlarını gazetecinin yapmış olması mümkündür ama büstlerin fotoğrafları yanılmaz belgelerdir. Hazin belgeler... 16 büst arasında Atatürk'ün büstü de var ve galiba sahibine en çok benzeyen de bu. Atatürk'ün büstü bize, İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nın bahçesindeki Atatürk heykelini hatırlattı. Görenlerin bildiği gibi heykel erkek ve kız iki üniversiteli Öğrencinin ortasında Atatürk'ü göstermektedir. İşin garibi öğrencilerin atlet kılığında, Atatürk'ün ise entarili olarak tasvir edilmiş olmasıdır. Her şeyden önce bir asker olan Atatürk'ü gecelik denecek çirkin bir kılıkla, eski Asurî ve İran hükümdar rölyeflerindeki şekillere benzeyen biçimde canlandırmak hem Türk milletine, hem de onun hâtırasına saygısızlıktır. Bunu bir zamanın Talebe Derneği İdare Heyeti'nin yaptırdığı söyleniyor. Üniversite öğrencisi deyince akla atlet veya atlet kılıklı gençler gelmez. Atatürk diyince de ya kumandan, ya da sivil elbiseli devlet adamı gelir. Hakikat bu iken atletli, entarili heykelleri oraya dikmekteki sebep nedir? En hafifi: Düşüncesizlik. Rektörlüğün dikkatini çekerim: O çirkin heykeli indirsin. Türkiye'nin türlü yerlerindeki anıt ve heykeller arasında yozlaşmış sanat zevkinin mahsulü olanlar da var. Bir tanesi Afyon'daki Zafer Anıtı'dır. Türklüğün tarihinde dönüm noktası olan bir zafer, iki çıplak King‐kong'la mı temsil edilecekti. Bu zaferin büyüklüğünü, hattâ Yunan'ı rezil etmeden, daha başarılı şekilde ele alacak bir üslûp, bunu Türk soyuna armağan edecek bir sanatkâr bulunmaz mıydı? Bunlarla ilgilenecek makamın Millî Eğitim Bakanlığı olması gerekir sanıyorum. Orada Anıtlar Komisyonu, Güzel Sanatlar genel Müdürlüğü falan gibi bir takım kuruluşlar var. Bunlar ne yapar? Bu kayıtsızlıklar yüzünden İstanbul Fethi'nin 500. Malazgirt Zaferi'nin 900. yıllarını çok sönük bir şekilde kutladık. Halbuki bunlar milleti ruhlandıracak törenlerdir. Bunlar millî savunmanın da birer unsuru idi. Hattâ bunlar anayasaya kadar girecek hayatî maddelerdi. Evet! Anayasa... Çünkü anayasa, bazı art niyetli hainlerin bangır bangır bağırdıkları gibi grev, genel grev vesairenin cirit atacağı bir eser olmadan önce millî ruhun dile geldiği bir anıt olmak mecburiyetindedir. Bu bakımdan oraya işçi ve patrondan önce bu milleti yaratan büyüklerin ve o büyüklere yapılacak saygının girmesi gerekmektedir, ÖTÜKEN, Eylül 1972, Sayı: 105 www.atsizcilar.com
Sayfa 42
BÖLÜM 2: VE DİĞERLERİ...
ÇOKAYOĞLU MUSTAFA BEYE SON CEVAP Efendim, "Yaş Türkistan" mecmuasında çıkan yazılarınızı dikkatle okudum. "Atsız Mecmua" da K.A. imzasıyla çıkan yazı dolayısıyla ve kullandığımız "Sart" kelimesi münasebetiyle yazdıklarınıza Atsız’ın bu sonuncu sayısında cevap vermeği kendime millî borç bildiğim için bu satırları yazıyorum: K.A. imzası sizin sandığınız gibi Başkurdistanlı Abdülkadir Bey’e değil, bana, yani pek yakında "Sabık" sıfatını takınacak olan Türkiyat Enstitüsü Asistanlarından Türkiyeli H. Nihâl'e aittir. Asıl adım yerine niçin K.A. imzasını attığımı geçen sayıda başka birisine verdiğim cevapta anlattığım için bu sefer yeniden izaha girişmiyorum. Sizin verdiğiniz cevaplar büyük bir telâş ve asabiyetle yazıldığı için oradaki mugalâtalarınıza da cevap vermeyeceğim. Çünkü Abdülkadir beyin bana gösterdiği, sizin el yazınızla yazılı cümleleri inkâr edecek kadar küçüldükten sonra sizinle uzun boylu münakaşayı faydasız buluyorum. Eğer Abdülkadir Bey sizin hakkınızda "Ne de olsa Türkistan için bağırıp çağıran bir adamdır. Ona ölüm darbesi vurmamalı" diyerek sizin hakkınızdaki büyük bir hüsnü niyet göstermeseydi, Atsız’ın bu sayısında sizin aleyhinizde mühim bir vesika olacak Rusça bazı mektuplarınızın klişesini basacaktık. Fakat sizin bir çok hücumlarda bulunduğunuz ve küfür ettiğiniz Abdülkadir bey yine bir yiğitlik göstererek bu mektupların klişelerinin alınmasına müsaade etmedi. Her ne ise bunu geçelim ve gelelim "Sart" meselesine: Ben Atsız Mecmuanın 12. sayısında "Sart" kelimesini kullandım. Fakat sizin yaygara ile etrafa yaymak istediğiniz gibi Türkistan halkları arasında ayrılık sokmak kaygısıyla değil... O yazımda ben "Türk ırkının istikbalini kuracak ve koruyacak olanlar Türkistan’ın Sart’ı ile Türkiye’nin şehirlileri değil, Türkistan’ın göçebeleriyle Türkiye’nin köylüleridir" demiştim. Bu fikrim bugün eskisinden daha ziyade kuvvetlenmiştir. Siz benim bu fikrimi siyasî bir körlük sayabilirsiniz. Nitekim ben de sizin hakkınızda aynı şeyleri düşünüyorum. Kimin doğru düşündüğünü zaman gösterecektir. Mustafa bey! Ben size her şeyden evvel şunu söylemek isterim ki Türkistan’ın istiklâli Paris’te rahat rahat oturarak Yaş Türkistan’a yazı yazmakla alınmaz, istiklâl için Türkistan dağlarında yıllarca çarpışmak, ölmek lâzımdır. Ölümü göze alamayanların istiklâlden bahsetmesi denizdeki balığı pazarlık etmeğe benzer. Türkistan’da istiklâl için çarpışanlar ve hâlâ da çarpışmakta olanlar Sartlar değil hakikî Türkler’dir. Zeki Velidî Bey’in kitabından her türlü Türklerin ahlâkı hakkında az çok bir fikir edinmek kabil olmakla beraber ben burada Sart’ı da, Türkmen’i de, Özbek’i de, Başkurt’u da, Kazak’ı da, Tarançı ve Kaşgarlı’yı da gördüm ve hepsi hakkında fikir edindim. Sart, tarihî bakımından Hintli ve Acemle karışık etnik bir Türk zümresidir. Fakat bana göre Sart Türkistan’ın millî menfaatlerine engel olan mütereddi bir zümredir. Her yerde olduğu gibi Şartlar arasında da kahraman ve iyi insanlar olabilir. Fakat bu, Şart denilen, zümrenin Türkistan’ın bünyesinde bir çıban olmasına mani olamaz. Onun için bu çıban deşilmedikçe yaranın iyi olmasına ihtimal yoktur diyorum. www.atsizcilar.com
Sayfa 43
İstanbul’a vaktiyle Türkistanlı diye gelen Sart talebelerin de pek çoğunu tanırım. Bunlar zeki değildir, çalışkan değildir. Üstelik korkak ve seciyesizdir de. Bu Sartlar’dan Yüksek Muallim mektebinde okuyan birisi "Türk milleti yoktur. Türk milletleri vardır. Ben Türk değil Özbek’im" derdi. Edebiyat zümresinde talebe olan bir diğeri de Azerbaycanlı, Başkurdistanlı ve şair Türkler’in de bulunduğu bir mecliste "Türkiye gibi müstakil olmaktansa Rus esaretinde kalmağı tercih ederim" demek alçaklığında bulundu. Bu sözler üzerine de kendisine yaptığım en şiddetli hakaretlere karşı sustu... Sart budur. Onda ne millî haysiyetine şahsî gurur vardır. İşte sizin Türkistan gençliği dediğiniz ve bel bağladığınız gençlik! Halbuki Türkistan’ın dağlarında, Bozkırlarında Basmacı Özbeklerle eşkıya Türkmenler hâlâ çarpışıyor. Çokayoğlu Mustafa Bey! Türkiye’nin şehirlisi ve Türkistan’ın Sart’ı birer mütereddi unsurdur. Türklüğün istikbalini bunlara yükletemeyiz. Türkiye’nin su katılmamış çobanları, yarı göçebe köylüleri, Türkistan’ın Özbekleri, Kazakları, Türkmenleri, Kırgızları, Başkurtları dururken ve Türk tarihini bunlar yapmışken ileriki Türkistan’ın başına harp etmesini bilmeyen korkak Sartlar geçemez. Sartlar ancak Yahudiler üzerinde hâkim olabilir. Ben sizin anladığınız gibi, Türkistan istiklâline düşman değilim. Böyle olmama imkân da yoktur. Fakat ben ayrı bir Türkistan’a, ayrı bir Azerbaycan’a, ayrı bir Kırım’a muarızım. Kanaatimce Türk milleti 30‐ 40 yıla kadar ya Garbı Trakya’dan Yakutistan’a kadar birleşecek, yahut da yeryüzünden kalkacaktır. Yer yüzünde yüz milyonluk milletler meydana gelirken arasında bir çok da yabancı unsurlar olan 14 milyonluk Türkiye, 13 milyonluk Türkistan hele üç milyonluk Azerbaycan ve 300 binlik Kırım tek başına yaşayamaz. Ayrı istiklâl, ayrı idare, muhtariyet, federasyon., bunlar hep lâftır. Bir büyük Türk ili vardır. Bu il daima bir tek merkezden idare olunacaktır. Münakaşa olunacak mesele federasyon mu, ittihat mı meselesi değil ancak "merkez Anadolu’da mı, Yedisuda mı" meselesi olabilir. Mustafa bey! Şimdilik ne söylesek aramızdaki meseleleri halledemeyeceğiz. Müşterek düşmanlarımızı yok ettikten sonra sizinle kendi aramızdaki kozu elbette paylaşırız. Fakat size şu kadar söylemekten de kendimi alamayacağım ki benim kimseden milliyetperverlik ve Türklük dersi almağa ihtiyacım yoktur. ATSIZ MECMUA, 1932, Sayı: 17
VÂLÂ NURETTİN BEĞ'E BİR SUAL Vâlâ Nurettin Bey, Siz vaktiyle dilimizde bugünkünden daha fazla Türkçülük yapılmasına muhaliftiniz. Hattâ daha geçen ay, dilimize birkaç yeni Türkçe söz sokulmak tecrübesine karşı "Dilimizi tatarcıklar buruyor" diye tezyifkâr bir feryatla mukabele etmiştiniz. Şimdi ise Dil Kurultayı dolayısıyla yazdığınız yazılarda, Türkçülükte bizi geçtiniz. İnsan bu yazılarınıza bakarak sizi anadan doğma Turancı sanacak. www.atsizcilar.com
Sayfa 44
Fikirler hürmete lâyıktır derler. Fakat bu kadar çabuk fikir değiştirmeye de "döneklik" derler. Vâlâ Nurettin bey! Artık eskisi gibi Türkçülükle alay etmeye yeltenmiyorsunuz. Belli ki havanın değiştiğini sezdiniz. Sizi bu dönekliğe sürükleyen sebebi bize soğukkanlılıkla anlatır mısınız? H.NİHÂL Atsız Mecmua, (1932), Sayı: 17
HADDİNİ BİL Hâkimiyeti Milliyenin 21.XL1933 tarihli 4434. sayısında A. Muhip imzasıyla Orhun'dan bahseden bir yazı çıktı. Tarihten de, felsefeden de salâhiyetle dem vuran ve benim "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" adlı eserimin başlangıcını tenkit eden bu yazı aynen şudur: Orhon [1] Edirne’de bu namda bir mecmua intişar etmeye başladı. Matbaamıza gelen birinci sayıdan anlaşıldığına göre, geçen sene İstanbul’da Adsız [ 2 ] diye çıkan bir mecmuanın devamıdır. Mecmua kendisini okurlara takdim ediyor, maksadını anlatıyor ve ezcümle diyor ki: Orhun’dan gelen yol Turfandan geçerek Ankara’ya uğrayan yoldur. Ankara, Adalar Denizinden Altay’ın daha ötesine kadar uzanan ulu bir varlığın kısaltılmış ifadesidir... Bu yolun arkasında büyük bir ezeliyet önünde yüce bir ebediyet vardır, ilh... Edirne’deki gençlerin pragmatizm felsefesi etrafında toplanmak istedikleri anlaşılıyor. Bu felsefenin iyi taraflarıyla beraber kötü tarafları da vardır. Amerika’da doğan ve tatbik edilen bu sistemden kuru, gözsüz ve az beşerî bir Amerika medeniyeti doğmuştur. Nitekim, bu hususta en salâhiyetli kalemlerden olan Suut Kemalettin "Millî Pragmatizm" adını taşıyan makalesinde, pragmatizmi yabana milletlerin anladığı mânâda almak lâzım geldiğini söylüyor: Biz pragmatizmi başka türlü anlıyoruz. Bizim için hakikat alelûmum hayat değil, bir milletin Türk milletinin hayatıdır. Bizim için bir fikrin, biri itikadın, bir sistemin doğruluğu onun hayattaki, dünyadaki faydasıyla değil, Türk milletinin enerjisini beslemek kabiliyetiyle ölçülür. Mecmuanın sahip ve müdürü H. Nihâl Bey, Adsız namı müstearıyla "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar "ını neşrediyor. Yazı gelecek nüshada devam edecek. Bizden ziyade tarihçileri alâkadar edecek olan bu yazının mukaddimesi üzerinde ehemmiyetle nazarı dikkati celbederiz. İsmini koymaktan içtinap eden Nihâl Bey, bir sayfaya sığdırdığı bu mukaddimede kocaman ve cüretkâr bir iddiada bulunmaktadır: Ne kadar yazık ki, diyor, tarih cemiyeti tarafından yazılan ve mekteplerde okutulan dört ciltlik tarih kitabı da aynı yanlış görüşle yazılmıştır. Ve devam ediyor: Bu tarih, beş yüz âlimin kaleminden çıkmışa benzemiyor ve asıl gayesi olan Türk gençliğine tarihi öğretmek maksadını hiç de temin etmiyor. Bir edebiyat hocası olduğu halde memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimlerinin görüş tarzını tenkit eden bu fazla taşkın iddia şudur: Tarihçilerimiz muhtelif Türk sülâlelerinin zamanlarını birbirinden ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlışlığına düşüyorlarmış. Halbuki, bu tarihçilere www.atsizcilar.com
Sayfa 45
göre, ayrı ayrı devletler olarak mütalaa edilen, meselâ Gök Türk Devleti, Dokuz Oğuz Devleti, Çağatay Devleti, Aksak Timur [ 3 ] Devleti ayrı devlet değil, aynı devleti idare eden ayrı sülâlelermiş. Aynı milletten olan bir takım zümreleri idare eden ayrı devletleri sülâle sanan ve devletle sülâleyi birbirine karıştıran bu adsıza verilecek cevap bize ait değildir. Türk gençliği bilmediği mevzular üzerinde bu kadar uluorta iddialara girişmemelidirler. Bu yazıyı okuyunca bunu yazanın kim olduğunu sordum. Bir iki yıl önce Ankara Lisesini bitirip şimdi gazetecilik eden ve Varlık mecmuasına şiirler yazan biri olduğunu söylediler. Vaktiyle kendi hocası olan Suut Kemal Beyin Millî Pragmatizm adlı yazısına ait olan kısımlarına cevap verecek ve bu gence, burada, bilmediği bazı şeyler öğreteceğim. İlk önce herkes gibi Muhip Bey de şunu bilmelidir ki ben Atsız imzasını atmakla onun sandığı gibi adımı koymaktan içtinap ediyor değilim. İçtinap etmek için ortada içtinap edilecek bir sebep bulunmak veya korkak olmak lâzımdır. Halbuki ortada ne içtinap edilecek bir sebep var, ne de ben korkağım. Onun için Muhip Beyin genç yaşından umulmayacak bir karakterle, bizden önceki nesillere yaraşan bir jurnalci ruhuyla bizden ziyade tarihçileri alâkadar edecek olan bu yazının mukaddimesi üzerinde ehemmiyetle nazarı dikkati celbederiz demesine, yani beni jurnal etmesine gülüp geçtim. Fakat burada bence anlaşılamayan bir nokta var: Muhip Bey bizden ziyade tarihçileri alâkadar eden bu yazı... derken, biz kelimesiyle kimi ve hangi mesleki kastediyor? Eğer gazetecilik mesleğini kastediyorsa kendisine vereceğim cevap şudur: Bu kadar ilmî ve şümullü bir mesele bir gazetecinin ilmi, zekâsı ve ihatasıyla ve gazete sütunlarında münakaşa olunamaz. Henüz gazetecilik mektebi açılmadığı ve Muhip Bey de oradan mezun olmadığı için onun ilmî seviyesi benimle bu meseleyi münakaşa edecek bir raddede değildir. Ankara Lisesinden mezun olmak ise Muhip Bey'e bu meseleyi benimle münakaşa edecek kadar bir salâhiyet vermemiştir. Çünkü kendisi henüz sınıf geçmek için Ali Reşat Bey’in kitabından tarih ezberlemeye çalışır ve Kül Tigin'i ve Göl Tekin diye yalan yanlış öğrenirken ben Kül Tigin’i asıl metninden okuyor, Türk tarihini kafamda sistemlendirmek için onun boyunca kitap karıştırıyor, hakikî âlimlere çıraklık ederek bir tarih amatörü olmak yoluna giriyordum. Benim yüzlerce kitap okuyarak ve yıllarca çalışarak meydana getirdiğim bir eseri, o eser ne kadar taslak olursa olsun, Muhip B. gibi henüz özenti şiirler yazmak çağında bulunan çocuklar tenkit edemez. Muhip B. bu yazım hakkında ehemmiyetle nazarı dikkati celbediyor. Kimin nazarı dikkatini celbediyor ve ne için celbediyor acaba? Kendisi tarihin nazariyeleri, usulü ve tespiti hakkında ne kadar fikir ve bilgi sahibidir ki çizmeden yukarı çıkabiliyor da söze girişiyor? Ahmet Muhip Beye ve Ahmet Muhip Beylere top yekûn söylüyorum: Ben Türküm! Türk kanunlarının bana verdiği müsaade ve salâhiyetler dahilinde herkesi ve her şeyi tenkit edebilirim. Bu tenkit kanununun çerçevesi dahilinde olmak şartıyla dünyadaki hiç bir kuvvet bana yan bakamaz. Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır derken ben hiç de, Muhip B. in sandığı gibi cüretkâr bir iddiada bulunmadım. Bilâkis Türk tarihi âlimlerinin öteden beri haykırdıkları, fakat kimseye anlatamadıkları bir hakikati yeni bir tarzda ifade ettim. Evet, yine tekrarlıyorum ki Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır. Çünkü biz medenî ve büyük bir millet olduğumuzu ispat etmek istiyorsak tarihî hayatımızda bir istikrar olduğunu ispata mecburuz. Medenî ve büyük olmayan milletlerin hayatında istikrar olmaz. Halbuki dört ciltlik tarih, hakikatin tamamen hilâfına olarak, bizi istikrarsız bir millet gibi gösteriyor. Bizi dünyanın yetmiş iki yerinde yetmiş iki devlet kurmuş bir millet olarak gösteriyor. Peki, eğer hakikat bu www.atsizcilar.com
Sayfa 46
ise ve biz kurduğumuz hiç bir devleti, hakikaten bir iki asırdan fazla yaşatamamış bir milletsek nasıl olur da dünyanın ikinci milleti olduğumuzu iddia edebiliriz? Halbuki benim ortaya sürdüğüm tez şudur: Türk tarihini bir bütün olarak mütalaa etmek lâzımdır. Sülâleleri devlet olarak mütalaa etmek yanlıştır. Çünkü sülâleleri ayrı devlet saymak zihniyeti, sülâlelerin hâkim oldukları devirlerde revaçta bulunan ve bugünün ileri ve milliyetçi zihniyetine yaraşmayan geri bir düşünüştür. Halbuki dört ciltlik tarih Türk tarihini bir bütün olarak değil, parçalayarak mütalaa ediyor ve birbirleriyle olan irtibatını bulamıyor. Bunun için Muhip B.'e bir daha edeyim ki o tarih 500 değil bir tek âlimin kaleminden çıkmışa bile benzemiyor. Bunu anlamak için de yalnız Orhun'un birinci sayısında gösterdiğim ismihas yanlışlarına bakmak kâfidir. Yalnız Kül Tigin'i Gültekin yazmak bile o tarihi yazanlar arasında bir tek âlim olmadığını ispata yetişir. Çünkü: bir kere onların Orhun âbidelerini okumadığını gösterir. Sonra Türk dilinin kaidelerini bilmediğini anlatır (çünkü eski Türkçe’de ve bugünkü şark Türkçe’sinde g ile başlayan hiç bir söz yoktur.) Ve en sonra "prens" mânâsına olan tigin ile "boş" mânasına gelen tekin'i karıştırmakla insan nihayet kendi boşluğunu meydana koymuş olur. [ 4 ] Benim, popüler mahiyette olsa da yılların emeğiyle vücuda gelmiş bir yazımı bir iki kalem darbesiyle berbat (!) eden Muhip B. Türkçe’yi de bilmiyor. Bakınız şu ifadeye: Bir edebiyat hocası olduğu halde memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimlerinin görüş tarzını tenkit eden bu fazla taşkın iddia şudur. Gördünüz mü Türkçe’yi? O halde edebiyat hocası olduğumu ileri süren Muhip B.in şu cümlesini edebiyat hocası sıfatıyla önce bir düzelteyim. Bu cümleye göre edebiyat hocası ben olmuyorum. Taşkın iddia edebiyat hocası oluyor. Görülüyor ki fiili, faili yerinde bir cümle yazmaktan âciz olan bu lise mezunu Türkçe’yi ancak Salamon, Nobar veya Çaldaris kadar biliyor. Bu kabil Don Kişotça yazılar "Fon Lökok"la "Pol dökok"u birbirine karıştıracak kadar cahil olan gazeteciler için pek ayıp sayılmazsa da lise mezunu olan Muhip B.in, bir lise hocasının yazışını tenkide yeltenirken biraz daha bilgili ve şuurlu olması icap etmez miydi? Hem anlayamıyorum: Muhip B.in memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimleri dediği zevat kimlerdir? Bir kere Muhip B. in Avrupa âlimlerinin isimlerini bile bilmediği muhakkaktır. Çünkü bir lise mezunu bunları bilmez. Fakat şu bizim memleketimiz âlimleri acaba kimlerdir? Eğer Muhip B. bu sözüyle 4 ciltlik tarihi yazanları kastediyorsa aldanıyor. Her ne kadar bu zevattan hiç birisi kendisinin âlim olduğunu iddia edecek kadar ciddiyetsiz ve hafif değilse de galiba Muhip B. onların hepsini âlim sandığı için ben burada o zevatın âlim olmadıklarını Muhip B. e göstermek mecburiyetindeyim. Anadolu kitabeleri sahasında değerli bir mütehassıs olan (fakat eski Türk tarihi sahasını hiç bilmediği oradaki yanlışları düzeltmediğinden anlaşılan) Balıkesir mebusu İsmail Hakkı Bey’i şöyle bir tarafa ayırırsak, evet bu heyet arasında bir tek âlim yoktur. Âlim demek ilmî eserler yaratmış ve şöhreti dünyaca tanınmış insan demektir. Halbuki onların arasında eskiden beri tarihle uğraşan Yusuf Akçura Bey bile hiç bir ilmî eser vücuda getirerek şöhretini dünyaya tanıtmış değildir. Eğer Muhip B. âlim diyerek tarih heyeti arasında bulunan Hâmit ve Ali Muzaffer B.’ ler gibi sabık darülfünun hocalarını kastediyorsa yine aldanıyor. Çünkü hiç bir eserleri bulunmayan bu zevat, hayal bu ya, âlim olsalardı cehaletleri yüzünden darülfünundan çıkarılmazlardı. Bu heyetin azasından olan ve ileri gelenlerinden bulunan Reşit Galip B. bile henüz amatör bir müptedi sayılabilir[ 5 ] . Ülkü mecmuasında (sayı 9) çıkan tarihî bir makalesinde Yavuz Sultan Selim’in Türkçe şiir yazmadığını söyleyecek kadar vukufsuzluk gösteren, hele bu iddiada bulunurken Lâtifi tezkiresine dayanarak okuduğunu dahi anlamadığını ispat eden ve Lâtifî'nin adını bile doğru dürüst bilmeyip Lûtfı yazmak suretiyle bu malûmatın kendisine www.atsizcilar.com
Sayfa 47
başkaları tarafından verildiği şüphesini uyandıran ve Sehî ve Lâtifi tezkirelerinin verdiği malûmatı kendi kafasındaki fikri sabite göre izaha kalkışan Reşit Galip B.'e de âlim denilemeyeceği gayet tabiîdir[ 6 ] . Sadri Maksudî B.'e gelince onun da âlim olmayıp müptedi olduğu ve Sorbon müderrisi diye imza atmakla da kendisini reklâm ettiği, Köprülüzade Fuat Bey’le yaptıkları münakaşa dolayısıyla ilim efkârı umumiyesine malûm olduğundan (merak edenler Türk Yurdu ve Türkiyat mecmualarında bu münakaşayı okuyarak hüküm verebilirler) şu sual kendiliğinden doğuyor [ 7 ] . Bu değerli âlimler acaba kimlerdir? İmdi: Ben böyle müptediler tarafından yazılan ve içinde tabiatıyla bir çok yanlışlıklan bulunan bir eseri tenkit edersem bunda memleket hesabına ne zarar vardır? Tarih cemiyeti hüsnüniyetle bir eser vücuda getirir. Fakat hüsnüniyet kâfi olmadığı için bunda kaş yaparken göz çıkarır. Ben de o kitabı hüsnüniyetle tenkit ederim. Eğer iddialarım haklı ise tarih cemiyeti onu derhal kabul eder. Haksızsam, haksız olduğumu bana ispat eder. Eğer haksızlığım meydana çıktığı halde inat edersem kötü bir maksadım var demektir: Eğer tarih cemiyeti de benim haklı iddialarım karşısında inadında devam ederse onun kötü bir niyeti var demektir. Fakat her ne de olsa bu münakaşa benimle onlar arasında cereyan eder. Muhip B. gibi lise mezunu çocuklar bu münakaşaya karışamazlar. Muhip B. aynı milletten olan bir takım zümreleri idare eden ayrı devletleri sülâle sanan ve devletle sülâleyi birbirine karıştıran bu atsıza verilecek cevap bize ait değildir diyor". Peki Muhip B.! Size ait değilse ne diye bu kadar çene çaldınız? Gösteriş olsun diye mi? Yoksa gazetecilik dolayısıyla sütun doldurmak için mi? Evet, tarihî görüşümüz yanlıştır. Gök Türk, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı, Selçuk, Karahıtay, Nayman, Çingiz devletleri değil, sülâleleri vardır. Beni devletle sülâleyi birbirine karıştırmakla itham eden Muhip B. acaba devletle sülâlenin doğru bir tarifini yapabilir mi? Eğer yapsaydı muhakkak bu iddiada bulunmayacaktı. Belki istifade eder diye burada kendisine yeniden izah edeyim ki: Meselâ Gök Türklerle Dokuz Oğuzlar iki ayrı devlet değildir. Fark: Birinde Gök Türk boylarının, birinde de Dokuz Oğuz boylarının diğer bütün boylara hâkim olmasıdır ki, buna da sülâle farkı derler. Muhip B. belki bilmez ama sülâle diye yalnız aileye değil, kabileye de derler. Çünkü, zaten hükümdar olan da o kabilenin başında olan ailedir. Yazısını "Türk gençliği bilmediği mevzular üzerinde bu kadar ulu orta iddialara girişmemelidirler" diye bitiren Muhip B.'in yine yanlış olan bu cümlesini "Türk gençleri..." diye düzelttikten sonra bu hitabı aynen kendisine tekrarlayarak soruyorum! Yıllardır uğraştığım bu mevzu üzerinde bir amatör kadar, ben salâhiyet sahibi değilim de gazeteci Muhip B. mi salâhiyet sahibidir? Delikanlı, haddini bil! ORHUN, (1934), Sayı: 3 [1] Orhon değildir. Orhun'dur. Burada uzun süreceği için izaha lüzum görmüyorum. [2] Adsız değildir. Atsız'dır. Türkçe’de "d" ile biten söz olmadığını Muhip Bey bilmiyor mu? [3] Türkçe’de 'Timur" diye bir söz yoktur. Muhip Bey hiç olmazsa benim mukaddimemden, bunun "Temür" olduğunu öğrenmeliydi.
www.atsizcilar.com
Sayfa 48
[4] Bu kitabın yanlışları bir iki tane değildir. Burada maksat kitabı tenkit değil, Muhip B'e cevap olduğu için bu yanlışları birer birer sayacak değilim. Yalnız burada şu kadarını söyleyeyim ki meselâ "Mete’nin Siyenpileri Kingan Dağları şarkına çekilmeye mecbur etmesi (cilt 1, s.65)" hakkındaki malûmat cehaletin şaheseri sayılabilir. Çünkü Mete’yi Siyenpilerle çarpıştırmak Selçüklüleri Aksak Temür’le savaştırmak gibidir ki bu yanlışı da ancak bir ilk mektep çocuğu yapar. Aralarında, Siyenpi adının Mete’nin ölümünden bir iki asır sonra tarihe çıktığını bilen bir tek kişi bulunmayan bir heyetin azasına nasıl âlim denilir? [5] Müptedi kelimesini, Reşit Galip B. tarihle henüz iki üç yıldır uğraşmaya başladığı için kullanıyorum. [6] Türk tarihinin membalarını iyi bilmediği anlaşılan Reşit Galip B. eğer arzu ederse Sehi ve Lâtifi (Lûtfî değil) tezkirelerinin verdiği malûmatı kendisine izah eder ve Yavuz’un Türkçe şiirleri olduğuna dair başka memba da gösteririm. [7] Hususî ve resmî şahsiyetleri ne olursa olsun, âlim olmadıklarını ispat mecburiyetinde olduğum kimselerin ilmî şahsiyetlerini teşrih etmek şahsiyata dökülmek değildir. Bu adamın ilmî şahsiyetini açığa dökmekten başka yol olamaz.
EDİRNE MEBUSU ŞEREF BEY'E CEVAP Şeref Bey, Şimdiye kadar Millet Meclisinde sesinizin çıktığını hiç işitmemiştik. Halbuki 21‐kânunusani‐1934 tarihli Hâkimiyeti Milliye de, bana dair yazdığınız yazıda eski bir müverrih gibi konuşuyorsunuz. Tarihten salâhiyetle dem vurmanın moda olduğu şu zamanda, sizin de hiç bir ilmî salâhiyetiniz olmadan bu mevzua karışmanızı modaya uymak şeklinde telâkki etmekle beraber mesele hem benim şahsıma, hem de Türk tarihinde takip edilmesi icap eden usule ait olduğu için size bu cevabı veriyorum. Benim ileri sürdüğüm ve sizin bir türlü anlayamadığınız dava (isterseniz tez deyin) şudur: Muhtelif Türk sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlıştır. Bilâkis muhtelif devlet telâkki olunan şeyleri sülâle olarak almalıdır. Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da nasıl sülaleler birbirini takip etmişse ve bir Kapet, bir Burbon, bir Orlean, bir Habsburg devleti yoksa Türkeli’nde de sülâleler birbirini takip etmiştir; ve bir Kun, bir Gök Türk, bir Osmanlı devleti yoktur, yalnızca Kun, Gök Türk, Osmanlı sülâleleri vardır. Bazen iki veya daha çok sülâle idaresinde iki veya daha çok Türk siyasî zümrelerinin birbiriyle çarpışması bu kaideyi bozmaz. Nasıl ki Almanya’da düne kadar birçok sülâleler aynı zamanda hâkim oldukları sırada birbirleriyle çarpıştıkları halde Alman Devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak iktiza eder. Eğer bütün milletler tarihlerini bizim gibi mütalaa etselerdi o zaman, meselâ İngiltere’de iki gül muharebesinde iki devlet bulunması icap ederdi. Keza Fransa’da kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun zayıfladığı zamanlarda birkaç devlet birden bulunması lâzım gelirdi. Hele 18‐19. asır Almanya’sı içinden çıkılmaz bir tarih manzarası gösterir ve belki de "Almanya" dediğimiz varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi. İşte, benim ileri sürdüğüm bu nokta nazar daha anlaşılmadan, münakaşa olunmadan gürültü ile karşılandı. Bir tezin çürük olduğu ancak ilmî delillerle ispat olunabilir, kuru gürültü ile değil. Kuru gürültü ile susturulmak istense bile o yine günün birinde güneş gibi meydana çıkar. Vaktiyle dünyanın yuvarlak olduğunu ileri süren adamın küfürle itham olunması gibi şimdi siz de, sizin kafanızdaki tarih
www.atsizcilar.com
Sayfa 49
telâkkisinden ayrı bir tez ileri sürenleri âdeta küfürle itham ediyorsunuz. Fakat Şeref Bey, burada size sorulacak bir sual var: Siz tarihten ne kadar anlarsınız? Benimkinin üç misli olan hayatınızda acaba kaç buçuk tarih okudunuz da tarih tezleri üzerinde fikir yürütebiliyorsunuz? Hiç şüphesiz bütün dünküler gibi sizin de, bir iki yıl önceye kadar kafanızdaki tarih telâkkisi 699’daki "İstiklâl‐i‐Osmânî" ile başlıyordu. Şimdi ortaya yeni bir Türkçü tarih cereyanı çıkınca anlayan anlamayan herkesle beraber siz de bu cereyana kapıldınız. Hattâ bu mesele üzerinde kalem bile oynatıyorsunuz. Mademki kalem oynatıyorsunuz, o halde sizi bu işten benim kadar anlar farz ederek size cevap vereceğim. Fakat Şeref Bey, ben iddialarıma cevap isterim. Sizin tarafınızda bulunan bazı mahlûkat gibi küfür edecekseniz bunun da münakaşada yenilmek demek olduğunu size hatırlatırım. Türklerin tarihini bence şöyle üçe ayırmak gerektir: I‐ En eski zamanlardan milâttan önceki 7. asra kadar olan çağ; buna Türklerin kablettarih çağı diyelim. II‐ Milâttan önce 7. asırdan milâttan sonra 6. asra kadar olan çağ. Bu çağda Türk tarihi hakkında epeyce malûmatımız vardır. Fakat hepsi yabancı kaynaklardan gelme olduğu için buna da nispi tarih çağı diyelim. III‐ 545'ten sonraki çağ ki, bu çağda Türkler de kendileri için tarihî kaynaklar bıraktığından buna da Türkler’in tarihi çağı diyelim. Türkler’in tarihî çağını da şöylece üçe ayırabiliriz: 1) Uzak şark medeniyeti çevresinde Türk tarihi (545‐940); 2) Yakın şark (= İslâm) medeniyeti çevresinde Türk tarihi (940‐1840) 3) Batı medeniyeti çevresinde Türk tarihi(1840‐?). Tabiî, bu üç devri de ikinci derecede taksimata ayırmak kabildir. Fakat Türkler dört bucağa yayılmış ve dağılmış bir millet oldukları için bunların tarihî nasıl mütalaa olunmalıdır? Bunun için en kestirme ve en makul yol şudur: Türkler’in anayurttaki tarihleriyle yabancı ellerdeki tarihlerini birbirinden ayırarak mütalaa etmek. Çünkü anayurttaki Türk tarihi birbirini takip eden bir bütün olduğu ve buradaki sülâleler daima Türk ırkına dayandığı halde yabancı ellerdeki Türk devletleri yabancı ırklara dayanmış ve sürekli bir bütün şeklinde olmamıştır. Meselâ Çinin bazen tamamında, bazen bir kısmında Türk devletleri kurulmuştur. Fakat bunlarda yalnız sülâle ve kısmen ordu Türk olduğundan hem devletin ömrü uzun sürmemiş, hem de asıl Türk tarihiyle münasebeti olmamıştır. Hindistan’da, İran’da, Mısırda ve Avrupa’da böyle Türk hükümetleri kurulmuştur. Bunlar daima gelip geçici olmuş ve sonunda o Türkler yendikleri başka milletlere karışarak adlarını kaybetmişlerdir. Bunun için, Türk tarihi diyince aklımıza ilk önce anayurttaki Türk tarihi gelmelidir. Anayurttaki Türk tarihinin kablettarih çağını, hem tarih ilminin sahasından dışarıda kaldığı hem de aramızdaki anlaşmazlık burada olmadığı için, bir tarafa bırakıyorum ve doğrudan doğruya nispi tarih
www.atsizcilar.com
Sayfa 50
çağına geliyorum. Bu çağda, bana göre, Türkeli’nde sırasıyla Saka, Kun, Siyenpi, Apar sülâleleri hâkim olmuştur. Sizin ayrı devletler devri dediğiniz bu devirlere ben ayrı sülâleler devri diyorum. Çünkü: Milâttan önceki yedinci asırdan, milâttan önceki üçüncü asra kadar Türkistan’da yüksek hâkimiyet Sakalardaydı. Daha batıdaki Masaget (= Peçenekler) Sakalar’ın bir kolu sayıldığı gibi Çin tarihlerinin Şimalî Çin’de olarak gösterdiği ve "Xu" umumî adını taşıyan zümre de henüz bir devlet halinde teşekkül etmemişti. Sonra milâttan önceki 6‐4. asırlarda Aryanî milletler cenuptan mütemadiyen Türkistan’a saldırdılar. Önce İranlılar, sonra İskender’in Yunanlılar’ı Cenubî Türkistan’ı zaptettiler. Azlık olan Türkler de Çin sınırına doğru çekilerek orada kısa bir dahilî çarpışmalar devrinden sonra Kun (= Oğuz) sülâlesinin idaresinde birleştiler. Bu suretle kablelmilât üçüncü asrın ikinci asırla birleştiği yıllarda bütün Orta Asya’da Kunlar’ın idaresinde bütün Türkler birleşmiş oluyordu. Aynı devirde Maveraünnehir, Afgan ve Hindistan’da hükümet kuran Kuşanlar ise ana Türk yurdundan kaçan muhalifler olup bunların kurdukları devlet yabancı ırklardan olan ekseriyetlere dayandığından anayurt Türk tarihi kadrosuna sokulamaz. Kun sülâlesi milâttan sonra 216'ya kadar hâkim olmuştur. Bir aralık bu sülâlenin Şimalî ve Cenubî olarak ikiye ayrılması iki Kun devleti kurulması demek değildir. Bu, saltanat kavgalarının doğurduğu gayrı tabiî bir neticedir. Hattâ bazen Kuneli’nde beş yabgunun birden bulunduğu olmuştur. Ankara harbinden sonra Yıldırım ölünce Osmanlı ülkesinde peyda olan üç şehzade Osmanlı toprağını üçe böldükleri zaman bunlar üç ayrı devlet sayılmıyordu. Bunun gibi Kuneli de ikiye bölünmüş farz olunamaz. 216‐394 yılları arasında ise Türkeli’nde Siyenpi sülâlesi hâkim olmuştur. Kunlar’ın yerine Siyenpilerin gelmesi Türkeli’nde yeni ve ayrı bir devlet kurulması değildir. Çünkü aynı toprakta kurulan ve aynı boylardan mürekkep olan devlette yalnız hâkim olan boy değişmişti. Kunlar da tamamıyla Siyenpiler’e tâbi olup Siyenpi adını almışlardı. Bu hâkimiyeti tanımayan bir kısım Kunlar ise batıya çekilerek beşinci asırda Atilla kumandasında Avrupa’yı titreten bir güç olmuşlardı ki o da tamamen yabancı sahalarda ve yabancı ekseriyetler üzerine kurulmuş bir devlet olduğundan Türk tarihinin anayurt dışındaki kısmı mütalaa olunurken nazara alınmalıdır ve zaten bunun da ne kadar kısa sürdüğü malûmdur. 394‐545'te anayurtta Apar sülâlesi hâkim olmuştur. Bu sülâleden Tolun Kağan, Mete'den sonra Türkistan’ın ikinci büyük ıslahatçısı ve müceddididir. Kağan ‐ Han unvanı da Tolun tarafından konulmuştur. Ondan önce hükümdarların unvanları Yabgu idi. Onun için dört ciltlik tarihte Kuşanlar’ın Kuşhanlar şeklinde yazılması yanlıştır. Çünkü Han (aslı Kaan) unvanı Kuşanlardan epeyce sonra çıkmıştı. Apar sülâlesi ayrı bir devlet sayılamaz. Çünkü evvelce Siyenpiler’e tâbi olan boylardan Apar boyu Siyenpiler’i devirerek ötekilerine hâkim olmuş, ülke ve millet aynı kalmıştır. Bunda değişen sülâleden başka nedir? Bunlara ayrı devlet nasıl denir? Şimdi gelelim Türk tarihinin üçüncü çağına, yani tarihî çağ dediğimiz çağına: Altaylarda ve Tanrı Dağları’nda Apar Kağanları’na silâh yapmakla uğraşan ve Türük (= Türk) adını taşıyan boylar bir kadın meselesi yüzünden Aparlar’a isyan ettiler. Aparlar’ı devirerek kendileri hâkim www.atsizcilar.com
Sayfa 51
oldular. Bu suretle 545‐745 arasında hâkim olan Gök Türük sülâlesi kurulmuş oldu. Önceden Aparlar’a tâbi olan bütün ülkeler ve boylar Gök Türkler’in idaresine geçti. Dört ciltlik tarihte yazıldığı gibi Şark’ta ve Garp’ta iki Türk devleti yoktur. Memleketin siyaseten iki, bazen dörde taksimi vardır. Yoksa, bazı ihtilâl zamanları müstesna olmak üzere Gök Türk devletinde daima bir tek büyük Kağan olmuştur. Bir kere Gök Türk sülâlesinin ilk hükümdarı dört ciltlik tarihte yazıldığı gibi İlhan Bumin değildir. O devirde ilhan diye unvan olmadığı gibi Bumin de olsa olsa Türkçe’ye dili dönmeyen bir yabancının telâffuzu olabilir. Bu hükümdarın adı Bumın veya Bumun Kağandır; ve kendisinden sonra da Türk tahtına oğlu Kolo değil, kardeşi İstemi geçmiştir. Kolo Türk Kağanı değil, Şark hanıdır. Çinliler Gök Türkler’in daha çok kendileriyle sınırdaş olan şark kısımlarından bahsettikleri ve bazen kendilerine tâbi olan şark hanlarını bir öğünme duygusuyla veya siyasî sebeplerle umumî Gök Türk Kağanı gibi gösterdikleri için Türkler’in Şarkî ve Garbî diye iki devlet olarak kurulup devam ettikleri zehabı hasıl olmuştur. Bir kere Gök Türkler’in iki kısım olduklarını yalnız Çin kaynakları söylüyor. İran ve Bizans kaynakları böyle bir şey kaydetmiyor. Saniyen bu devrin son zamanlarına ait olan Türk kaynaklarında, yani Gök Türk kitabelerinde Garp Türkleri’nden ancak bir tâbi olarak bahsolunuyor. Bundan başka Çinliler tarafından Garp Türk hükümdarı olarak gösterilen bazı kağanların (meselâ Tardu'nun) umumî Türk Kağanı oldukları da tasdik olunuyor. Eski Türkler’in devlet teşkilâtı da göz önünde bulundurulmak şartıyla bundan şu netice çıkar: Türkeli’nin büyük kağanları daha ziyade garpta oturuyorlardı. Ancak Kutluğ Kağandan sonra Garp Türkleri hep Şark Türklerine tâbi oldular. Eğer, meselâ, Mohan Han büyük han olmuş olsaydı Orhun âbidelerinde İstemi’nin yerine onun adı geçerdi. Halbuki kitabelerde Mohan’ın adı geçmiyor. Fakat Bumın'dan sonra İstemi'den bahsolunuyor. Çin tarihlerinin Mohan'ı Kağan olarak göstermeleri ise Mohan'ın Çin’i alt üst etmiş olmasındandır. Zavallı Çinliler kendilerini kuşa çevirip vergi vermeye icbar eden Mohan’ın da ayrıca daha büyük bir kağana tâbi olacağını tasavvur edemedikleri için İstemi'yi Mohan'a tâbi gibi göstermişlerdir. Gök Türklerde 545'ten 609'a kadar daima tek kağan bulunmuş ve sırasıyla Bumun (545‐553), İstemi Bağatur (553‐576), Topo (576‐581). Şapolı (581‐587), Çuluk (587‐588), Tulan [Turan] (588‐600), Bilge Tardu (600‐603), Kimin (603‐609) Kağanlar hükümdar olmuşlardır. 609‐630 arasında asıl hâkim olan garp kağanlarına şark hanları muhalif vaziyet aldıklarından devlet iki hanla idare olunuyor gibi bir vaziyet doğmuş, bununla beraber Tung Yabgu (619‐630) gibi büyük Kağanlar yine Gök Türk devletinin şevketini muhafaza etmişlerdir. 630'da Kiyeli Han'ın Çine esir olmasını bizim tarihlerimiz Şarkî Gök Türk devletinin inkırazı gibi gösterirler. Bu, sülâlecilik zihniyetinin gayet açık bir yanlışıdır. Kiyeli Han'ın ve kumandasındaki Türklerden birkaç tümeninin Çin’e esir olması hakikatte mevcut olmayan Şarkî Gök Türk devletinin inkırazı değil, büyük Türk Kağanlığının Çine sınırdaş olan vilâyetlerinin Çinliler tarafından zapt olunmasıdır. Zaten Şarkî Gök Türklerin en büyük boyları olan Tarduş'lar Çin’e tâbi olmamışlardı ve ismen garptaki Türk kağanlarına tâbi bulunuyorlardı. Orhun kitabelerinde Çinliler’e elli yıl hizmet edilmiş olduğunun söylenmesi Kiyeli Han sülâlesinden prenslerin Çine hizmet etmiş olması şeklinde anlaşılmalıdır. Türklerin Çin’e tâbi olmaları hakikatte 653'te, İpi Tulu Han'dan sonradır; ve 681'de Şark Türkleri neslinden Kutluğ Kağan'ın isyanıyla da devlet yeniden istiklâlini kazanmıştır. 681‐745 arasında kağanlığa Şark Türkleri hâkim olmuş ve memleketin batı kısımlarını da Türgişler idare etmiştir. Dört ciltlik tarihte Kül Tigin'e Gültekin denildiği gibi Türgiş'lere Türkeş denilmesi de o kitabı yazanlar arasında Orhun Âbidelerini okuyabilen bir tek kişi bulunmadığını gösterir. www.atsizcilar.com
Sayfa 52
745'te Türk Kağanlığına tâbi olan Türk zümrelerinden Dokuz Oğuz'lar, Karluk'lar ve Basmıl'lar isyan ederek Gök Türk sülâlesini devirdiler: ve Basmıllar’ın başbuğunu Türk Kağanı ilân ettiler. Bu suretle başlayan Basmıl hanedanı pek kısa devam etti. Aynı yılda Dokuz Oğuzlarla Karluklar birleşerek Basmıllar’ı devirdiler. Bunun üzerine kağanlık Dokuz Oğuzlar’a geçti. Dokuz Oğuz sülâlesi 745‐840 arasında bir asır devam etti. Bu müddet zarfında Türgişler ve Karluklar Kağan idaresinde, fakat Dokuz Oğuzları matbû tanıyarak idare olundular. 840'ta Türkistan’da kıtlık ve kargaşalık oldu. Dokuz Oğuzlar’a tâbi olarak Kırgız'lar isyan ve Türkeli’ni karma karışık ettiler. Dokuz Oğuzlar Moğolistan’dan çekilerek yalnız Şarkî Türkistan ve Çungarya’daki hâkimiyetle iktifa ettiler. 840‐940 arasındaki bu devre Uygur devri diyoruz. Çünkü Dokuz Oğuz müttehidesinin başında zaten Uygurlar bulunuyordu. Şarkî Türkistan sahasında ise bir kısım medenî ve şehirli Uygurlar yaşıyordu. 840 vekayiinde Dokuz Oğuzlar bu sahaya çekildikten sonra tamamı ile Uygur adını aldılar ve burada parlak medenî hayatlarına devam ettiler. Bu müddet zarfında Kırgızlar Uygurlar’a tâbi değiller gibi görünüyor. Fakat hukuken iki ayrı devlet bulunması demek değildir. Çünkü Kırgız Kağanı Türkler tarafından müstakil hükümdar diye tanınmadığı gibi hukuken de Uygur Kağanına karşı âsi vaziyettedir ve zaten kendisinin siyasî hükmü de fazla yürümemiştir. 840‐940 arasında Uygur Eline tâbi olmadan yaşayan bir kısım Garbî Türkler de dağınık boylar halinde yaşıyorlar ve ekseriya Abbasî imparatorluğuna tâbi bulunuyorlardı. Yani Türkler’in medeniyetçe en parlak, fakat siyasetçe ve askerlik bakımından en sönük zamanları olan bu devirde bile resmen Türk devleti olarak yalnız Türkistan’ın bir kısmına hâkim olan Uygur sülâlesi, bunun şimalinde âsi Kırgız hanı, garpta da dağınık Türk boyları (meselâ Türgişler) vardır. Onuncu asrın ilk yarısında Türkler arasında yeni bir hareket başladı: İslâmlaşma. Bu hareket önce, Uygurlar’a tâbi olmadan yaşayan Batı Türkleri’nde başladı. Bunlar yeni ülkünün hızıyla bir anda kuvvetlendiler. Eski Türgiş hanları neslinden gelen Satuk Buğra Han'ın kumandasında Uygurlar’a yüklendiler. Onları devirerek Karahanlı sülâlesini kurdular. Uygurlar şarkta pek küçük iki üç beylik şeklinde 14. asra dek devam ettilerse de topraklarının büyük bir kısmını Karahanlılar’a kaptırdılar; ve Karahanlılar İslâmî bir renk altında eski Gök Türk Kağanlığını diriltmiş oldular. Karahanlı sülâlesi 940‐ 1123 arasında hüküm sürdü. Bu sülâlenin hükümdarlarından Yığan Tegin Mahmut Han (1047‐1049) daha hükümdar olmadan evvelki "zamanlarında Selçuk hanedanı idaresindeki Oğuzları, Karahanlılar’ın siyasî rakipleri olan Gazneliler’e karşı kışkırttı. Selçüklüler’in ilk hükümdarı Tuğrul Bey önceleri Yığan Tegin'in emrinde idi. Tuğrul beyin 1040'ta Horasanda ayrıca istiklâli ve halefleri zamanında garpta yapılan fütuhatla Türkistan’daki Türk devletinden başka bir de Türkiye devleti vücuda gelmiş oldu (ki bu iki devlet bile tarihte bir iki defa birleştiler). 1123'te Karahıtaylar şarktan gelerek Karahanlı sülâlesini yerlerinde bırakmak şartıyla onları Vasal mevkiine indirip kendileri büyük Kağan (Gür Han) oldular. Karahıtay sülâlesi 1123‐1207 arasında hüküm sürdü. Bunlardan sonra kısa bir zaman için Nayman (Sekiz) sülâlesi hâkim olmuşsa da onun yerine de Çingiz sülâlesi gelerek 1370'e kadar devam etmiştir. Daha sonra Aksak Temür sülâlesi hâkim olmuş, fakat bunlar ilk zamanlarında hükümdar olmaya cesaret edemedikleri için, Çingiz soyundan bir şehzadeyi han olarak daima bulundurmuşlardır. Aksak Temür sülâlesi (1370‐1500)'nden sonra Türkistan’a Özbekler hâkim olmuş ve gitgide parçalanmak ve ufalanmak suretiyle günümüze kadar devam etmiştir. Türkiye’ye gelince: Tuğrul Bey ve Alp Arslan'ın kurduğu bu ikinci Türk devleti üzerinde önce Selçüklüler hâkim olmuş, sonra İlhanlılar’a tâbi olmak suretiyle bir müddet için Türkistan ve Türkiye devletleri birleşmiştir. İlhanlılar’dan sonra memleket parçalanmış, 10 kadarı büyücek olmak üzere 40‐ 50 parçaya ayrılmıştır. Bu 40‐50 parçadan her birinin başında birer sülâle bulunmuştur. Fakat bunlar www.atsizcilar.com
Sayfa 53
birer ayrı devlet değildir. Selçuklu ve İlhanlı sülâlelerinin hâkim olduğu devirlerde irsî valiliklerde bulunan ailelerin Selçuk ve İlhanlı hanedanları kalktıktan sonra mahallî hâkimiyetlerini muhafaza etmeleri tabiidir. Fakat bu ayrı devlet demek değildir ki... Almanya’da da bazen 360 ailenin birden bulunduğu görülmüştür. Fakat hiçbir zaman bu aileler ayrı devletler sayılmamıştır. 1914'te Almanya 25 hükümetten mürekkep bulunuyordu. Fakat kimse Bavyera’nın veya Meklenburg'un müstakil devlet olduğunu düşünmüyordu. Hattâ Napolyon devrinde bu hükümetlerden bazıları Fransızlarla birleşerek meşru Almanya hanedanı olan Habsburglar’a karşı savaştıkları halde hiç kimse onların ayrı devletler olduğunu söylemiyordu. Almanya tarihine tatbik olunan bu kaide neden daha muntazam olan Türk tarihine tatbik olunmasın? Osmanlılar Yıldırım zamanında Türkiye’nin siyasî birliğini kurduktan sonra Aksak Temür’le çarpışıp yenildiler. Yeniden sülâleler idaresine bölünen Türkiye (Rumeli müstesna) Aksak Temür devletine tâbi oldu. Hattâ İkinci Murat bile Aksak Temür devletine tabiiydi. Türkistan’dan ona ferman gelmişti. Sonra Osmanlı hanedanı tekrar Türkiye’nin birliğini kurdu; ve 1515'ten 1922'ye kadar Türkiye’ye hâkim kaldı. Daha sonra da Cumhuriyet kuruldu. Şimdi: zannedersem yukarıdaki izahatımla Türk tarihinin plânını çizmiş oldum; ve siz de gördünüz ki anayurtta muhtelif devletler değil, bilâkis birbirini muntazam takip eden Saka, Kun, Siyenpi, Apar, Gök Türk, Basmıl, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı, Karahıtay, Nayman, Çingiz, Temür, Özbek sülâleleri, Türkiye’de de Selçuk, İlhanlı sülâleleri, sona ilk fetret devri, sonra Osmanlı sülâlesi, sonra Temür sülâlesi, sonra yine fetret, sonra ikinci defa Osmanlı sülâlesi ve nihayet Cumhuriyet vardır. Bütün milletler de tarihlerini bu şekilde mütalaa ederler. Çin’de 20‐30 imparator sülâlesi geçmistir. Bazen Çin’de 5‐6 küçük sülâle birden hâkim olmuştur. Fakat Çinliler onlara sülâle derler, devlet demezler. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da da bu kadar sülâle geçmiştir. Fransa’da bazen kralların hiç nüfuzu kalmamış, irsi valiler mesabesinde olan kontlar, derebeyleri hâkim olmuşlardır. Fakat hiç kimse Fransa’nın birkaç devlete ayrıldığını söylememiştir. O halde neden biz de tarihimizi sistemlendirmek için aynı yolu tutmayalım? Cumhuriyet devrinde olduğumuzu sık sık söyler, dururuz. Halbuki tarihteki zihniyetimiz imparatorluk zamanından kalma sülâlecilik zihniyetidir. Yani geri bir zihniyettir. Siz bile cumhuriyetin bir mebusu olduğunuz halde hâlâ bu geri zihniyeti taşıyor ve yazınızda şöyle diyorsunuz: "Şu kadarını çok iyi biliyorum ki yok olan Osmanlı imparatorluğundaki Osmanlı yapmacık milleti ile Türk Cumhuriyeti’ni kuran ve omuzlarında taşıyan Türk soyunun hiç bir bağlantısı yoktur. Gidişte, düşünüşte, duyuşta, yaşayışta ve en son iki işte., ülküde ve kültürde yok olan Osmanlı ile orada da var olan, burada da var olan ve şayet batarsa dünya baştan başa batıncaya kadar var olacak olan Türk milletinin kurduğu bu devletin onunla bir yerde ne benzeyişi, ne bağlantısı vardır". Öyle mi Şeref Bey? Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı imparatorluğu ile hiç bir bağlantısı yok? Peki, öyleyse siz nereden çıktınız? Yaşınıza bakılırsa Sultan Reşat’a da, Abdülhamit’e de hizmet ettiğiniz pek açık olarak meydana çıkıyor. Doğru söyleyin Şeref Bey. Abdülhamit devrinde, velev ki korku saikasıyla olsun, hiç "padişahım çok yaşa!" diye bağırmadınız mı? Şeref Bey! Bu kadar hafif cümleleri sizin ağır başlılığınıza yaraştıramıyorum. Osmanlılık ile Türkiye Cumhuriyeti’nin hiç bir bağlantısı yoktur diye en büyük bir hakikati inkâr ederken hangi maksada www.atsizcilar.com
Sayfa 54
saplanıyorsunuz? Korkmayın: Türkiye Cumhuriyeti’nin anası Osmanlı İmparatorluğu’dur demek vatan hainliği veya inkılâp düşmanlığı değildir. Sizden, böyle yaşınıza yaraşmayacak şekilde çocukça inkılâpçılık beklenmez. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti ile hiç bir bağı yoksa cumhuriyeti gökten inenler mi kurdu? Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nu yaratanlar Hotanto'lar mı idi? Türkiye Cumhuriyetinin başı ve kurucusu olan Gazi bile imparatorluğun bir generali değil miydi? Şeref Bey! Bugün Türkiye’de herkes anadan doğma cumhuriyetçidir amma 1923'e kadar başta siz olmak üzere herhalde kimsenin aklından cumhuriyet kurmak fikri geçmiyordu. Fakat bugün cumhuriyetçilik aşkıyla herkes bütün maziyi baltalıyor. Ve işin garibi de bir yandan millî tarihçilik dolayısıyla mazi mühimseniyor. Peki, bu tezat nedir? Siz ve sizin gibiler bir yandan "yaşasın şanlı ecdadımız Hititler!" diye bağırıyorlar, bir yandan da "Osmanlılarla alâkamız yoktur" diye haykırıyorlar. Dikkat etin Şeref Bey: Cumhuriyete olan aşkınız Mecnunun Leylâ’ya olan aşkına benzemesin! Şimdi gelelim dört ciltlik tarihe: Bu kitabın Türkler’e ait kısmı baştan başa yanlışlarla doludur. Bir kere deminden beri söylediğim gibi usule ait kısmı, yani sülâle‐devlet meselesi fahiş bir hatâdır. Haydi diyelim ki tarih cemiyeti azaları ne de olsa tarihte yenilik yapacak âlimler olmadıkları için bu hatâyı yaptılar. Ya herkesin bildiği şeyler hakkındaki yanlışlara ne dersiniz? Orhun’un birinci ve üçüncü sayısında birkaç yanlışa işaret etmiştim. Burada da birkaç yanlış daha gösterebilirim. Meselâ: I‐İsmi haslarda birçok yanlışlar var: Orhon, Selenga, Kara Hata, Basmil, Bumin, Moço, Tekin, Cengiz, Timur, Hun, Kuşhan, Türkeş, Selçuk kelimeleri yanlıştır. Bunların doğrusu: Orhun, Selenge, Kara Hıtay, Basmıl, Bumın, Meç'uo, Tigin, Çingiz, Temür, Kun, Kuşan, Türgiş, Selçuk'tur. Bu yanlışları yapmak o tarihi yazanlar arasında ne Orhun âbidelerini okuyan, ne de Türk dilinin kaidelerini bilen bir tek kişi bulunmadığını gösterir. Bu yanlışları düzelttim diye beni Türkeli’nin muhterem bilginlerine saygısızlık etmekle itham ediyorsunuz. Hangi "bilgin" 1er Şeref Bey? O kitabı yazanlar bilgin olsalardı bu fahiş hatâları yaparlar mıydı? ve nihayet ben bir kitabı tenkit ederken bu yanlışları yapan insanlara "aynı keramet buyurdunuz efendim!" diyemezdim ya! II‐ Mete’nin Siyenpiler’le çarpışması (I, 65) hakkındaki satırlar da cehaletin şaheseridir. Çünkü Siyenpiler Mete’nin ölümünden 1‐2 asır sonra tarihte gözükmüşlerdir. Mete’yi Siyenpiler’le çarpıştırmak Selçüklüler’i Aksak Temür’le veya Muhammet peygamberi Karahanlılar’la çarpıştırmak kadar gülünçtür. Şeref Bey! Bana verdiğiniz cevapta kırk yıldır Türk tarihiyle uğraştığınızı söylüyorsunuz. Şüphesiz ki kırk yıldır uğraştığınız bu mevzuda ilminiz, ihtisasınız pek yüksek bir dereceye varmıştır. O halde lütfen bana izah eder misiniz ki bu fahiş hatâyı kimler yapar? Her halde buna mürettip yanlışı diyip işi zavallı mürettibin omzuna yükletemezsiniz. O halde acaba, bunu nasıl tevil edebilirsiniz? Bana öyle geliyor ki şu tarih bilginleri kırk yıl düşünseler ve kırk tarih kongresi daha yapsalar bu okkalı yanlışı düzeltemezler. Bunu düzeltmek için bir tek çıkar yol vardır. O da benim haklı olduğumu ve kendi cehaletlerini itiraf etmektir.
www.atsizcilar.com
Sayfa 55
III‐ Orhun harfleri listesinde "ny" mürekkep harfi "i" olarak ve "e" harfi de "b" olarak gösterilmiştir. Halbuki Prof. Thomsen daha 1918'de çıkan bir makalesinde bu harfin "b" değil "e" olduğunu ispat etmişti. 1918'de ortaya atılan bir hakikatten hâlâ haberi olmayan bir heyet âlimdir, öyle mi Şeref Bey? IV‐ Birinci cildin 45. sayfasındaki Orhun harfleriyle yazılan "Tanrı Türkü yaşatsın" cümlesinde dört tane imlâ yanlışı vardır. V‐ Bu kitapta uydurma tahrifat da var. Meselâ ilk cildin 46. sayfasında "Orhun kitabelerine göre Kutluk Hanın ölümünden sonra oğullarının velisi anaları Bilge Hatun olmuştur" deniliyor. Bir kere Kutluğ Kağanın karısı Bilge Hatun değil İlbilge Katun'dur. Sonra da Orhun âbidelerinde kafiyen böyle bir malûmat yoktur. Hem tarih cemiyeti azalarının Orhun âbidelerinden haberleri var mı ki böyle olup olmadığını bilsinler. Orhun âbidelerinden haberi olanlar o arada geçen ismi haslardan hiç olmazsa bir tanesini doğru yazarlardı. Her halde bu malûmatı içlerinden birisi kulaktan kapma duymuş olacak. VI‐ Bu kitapta, Hun devletinin birinci asırda inkıraz bulduğu yazılıyor (I, 64). Halbuki Kun devleti üçüncü asırda inkıraz bulmuştur. Görülüyor ki tarih cemiyeti azaları için bir iki asırlık fark ehemmiyetsiz bir şey sayılıyor. VII‐ Kitapta garip tezatlar da var: bir yerde (I, 48) Türklerin devlet teşkilâtında kuvvetli bir merkeziyet olduğu söylendiği halde, başka bir yerde (II, 50) Türk teşkilâtının merkeziyetçi olmayıp feodal olduğu zikrolunuyor. Demek ki şimdi biri çıkıp da tarih cemiyeti azalarına hangisi doğrudur dese bocalayacaklar. Kendilerine yardım olmak üzere şu kadarını söyleyeyim ki Cumhuriyetten önceki bütün Türk sülâleleri (Osmanlılar da dahil olduğu halde) ademi merkeziyetçidir. VIII‐ Kitapta bol keseden avam iştikakçılığı da var. Bunlar her halde Türk dili bilgini sabık komünist ve şimdiki şoven nasyonalist Giritli Ahmet Cevat Beyin nazarı dikkatini celbetmemiş olacak. İlk cildin 179. sayfasındaki listeye göre meselâ acemler kendi dillerinde ağaç mânâsına gelen "Draht" sözünü bizim "direk" ten almışlar. Keza bizim "Akkor" kelimelerimizi alarak kor mânâsında "Ahker" yapmışlar. Bu gülünç iştikaklara insan gülmek mi, ağlamak mı lâzım geleceğini kestiremiyor. Çünkü iki dili mukayese etmek için ikisini de mükemmelen bilmek icap ettiği halde farisîdeki ahger kelimesini ahker okuyacak kadar Acemce’den ve Türkçe ses mânâsına gelen "kü" yü gû okuyacak kadar da Türkçe’den behresiz olan bu tarihçilerin nasıl olup da bu kadar yüksekten atıp tuttuklarına insan şaşıyor. Bu kitaba göre Acemce’de "söyle" demek olan "gû", Türkçe "ses" demek olan "gû" dan geliyormuş. Eski harflerle yazıldıkları zaman ahker ve gû gibi de okunabilen acemce ahger ve Türkçe kü kelimelerini doğru dürüst okuyamayan bu heyet azaları bilgin oluyor da, bunları tenkit etmek de inkılâba muhalefet oluyor, öyle mi Şeref Bey? Bu iş böyle avam iştikakçılığı ile yürüyecek olduktan sonra "Amazon"un "amma uzun" dan, "Niyagara"nın "ne yaygara" dan, "Petepones"in, "bir pul etmez" den, "Korsika"nın "kuru sıkı"dan geldiğin: söyleyip bu avam iştikakçılığı ile alay edenlerin de günün birinde dil bilgini olmaları uzak bir ihtimal değildir. IX‐ Türkçe’de millet mânâsına gelen "budun" sözü iki yerde (I, 47) büdün yazılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki cemiyet azaları eski harflere göre budun de okunabileceği için öyle sanıvermişlerdir. (mürettip yanlışı olduğu ileri sürülemez. Çünkü bilginlerin yazdığı bir kitapta hem mürettip yanlışı www.atsizcilar.com
Sayfa 56
olması da ayıp, hem de aynı sayfada iki yerde üst üste büdün diye geçtiği için bu ihtimal varit değildir.) X‐ Kitap millî bir fikirle yazılmış olduğu halde Gök Türkler’den daima Tukyu diye bahsolunuyor. Halbuki bu Çinlilerin Türklere verdiği bir addır; ve Tukyu şekli de doğru değildir. Bunun transkripsiyonu Tu‐kiüe'dir. XI‐ Kutluğ’dan sonra tahta geçen Türk Kağanı Moço diye zikrolunuyor. Bu Kağanın Çince adı Meç'uo, Türkçe adı da Kapağan Kağandır. Moço adının nereden çıktığını öğrenmek benim için pek meraklı bir şey olurdu. Tarih cemiyeti azaları Bilge Tonyukuk âbidesi denilen bir nesneden haberli olsalardı millî bir duyguyla yazılan bir kitaba Moço gibi Çince’de bile olmayan uydurma bir ad değil, Kapağan adını koyarlardı. XII‐ Bu kitapta (II, 53) Orhun harflerinin yukardan aşağı ve sağdan sola yazıldığı hakkındaki ifade de yanlıştır. Gök Türk harfleri yukardan aşağıya olmak üzere sağdan sola da, soldan sağa da yazılır. Hattâ bazen ufkî olarak da yazılmıştır. XIII‐ Türklerde rütbe ve unvan olan şad, bu kitapta sal yazılmıştır. Bugünkü Türkçe’de sözlerin sonu d ile bitmese de Orhun Türkçe’sinde böyle bir şey yoktur. Şad, bod kelimeleri d ile biter. XIV‐ Yuğ, kitapta yazıldığı gibi (II, 50) gömme merasimi değil, matem merasimidir. Bu ikisi arasında büyük fark vardır. XV‐ Hiç bir zaman müstakil devlet kurmamış olan Türgiş ve Karluklar’dan müstakil devlet gibi bahsolunduğu halde 745‐840 arasında Orta Asya’yı idare eden ve Çini altüst edip 52.000.000 nüfusunu 16.000.000'a indiren, Moyunçur gibi cidden büyük kağanlar yetiştiren Dokuz Oğuz devrinden hemen hiç bahsolunmamıştır. Anlaşılıyor ki tarih cemiyeti azaları Hüseyin Cahit Bey tarafından tercüme olunan Deguignes tarihini de bilmiyorlar. Bu kitabın üçüncü cildinde Dokuz Oğuzlara dair malûmat olduğunu bilselerdi Dokuz Oğuz devri gibi cidden mühim bir devri bu kadar ihmal etmezlerdi. Velhasıl bu kitabın yanlışları saymakla tükenir gibi olmadığı için birer birer saymaktan vazgeçiyorum. Şeref Bey! Bu gösterdiğim yanlışlar haklı ise bunda memleket hesabına kâr mı vardır, zarar mı? Cumhuriyet, yurttaş yetiştirmeyi herkesin eline bırakamaz diyorsunuz. Evet doğru, bırakmamalıdır. Fakat cumhuriyet, tarih yazmayı herkesin eline bırakmalı mıdır? Vekâletin kitabını tenkit ettim diye vekâlet emrine alındım. Peki, bu fahiş hatalı kitabı yazanlar ne emrine alınsınlar? Eğer benim tenkidim olmasaydı kimse bu yanlışların farkına varmayacaktı, yahut da herkes bile bile eyvallah diyecekti. Çünkü en küçük tenkit karşısında göreceği karşılığın vekâlet emrine alınmak olduğunu bilen herkes bunu gözüne kestiremez. Eğer benim bu tenkitlerimden sonra da kitabın bu yanlışları düzeltilmezse tarih cemiyetinin, ilminden sarfınazar, çünkü onun olmadığı artık gün gibi aydın oldu, fakat herkes hüsnüniyetinden de şüpheye düşecektir. Millet yolunda sakal ağartmış insanlara ulu orta söz söylemeyi suç sayıyorsunuz. Eğer ben de ulu orta söz söyleseydim hakikaten suç olurdu. Fakat ben bir millî kültür meselesini mevzubahis ettiğim için www.atsizcilar.com
Sayfa 57
tabiatıyla o zevatı tenkit ettim. Hem de millet yolunda sakal ağartmak tenkitten münezzeh olmak değildir. Evvelce de söylediğim gibi ben kanunun bana verdiği salâhiyetler dahilinde büyük küçük herkesi ve her şeyi tenkit edebilirim. Edirne mebusu Şeref Bey! Bizim vekillerimiz olan sizlerin yaptığınız teşkilâtı esasiye kanunu mucibince her Türk hür doğar, hür yaşar; vicdan, tefekkür, kelâm, neşir hakları Türkler’in tabiî haklarındandır. Ben de Türk olduğum için bu haklarımdan bazılarını kullandım. Bunun inkılâpla, inkılâba muhalefetle alâkası yoktur. İnkılâba ve Türk kanunlarına muhalefet edersem memleketin polisi, müddeiumumisi, mahkemesi vazifesini görür; başkaca gürültüye lüzum yoktur. Sizin bahsettiğiniz inkılâba hürmeti ben de sadece yaşasın inkılâp diye bağırmaktan ve hükümetin her icraatını alkışlamaktan ibaret sanmıyorum. Benim bir millî mesele hakkında fikir yürütmemi ulu orta söylenmek farz eden siz, artık ununuzu elediniz, eleğinizi astınız. Yarın savaş olunca sınıra ben koşacağım, siz değil! Onun için yurt işlerinde kanunen olmasa bile, vicdanen ve mantıken benim sizden artık rey sahibi olmam iktiza eder. Size bir de tavsiyem var! her şeyde, her münakaşada, her meselede kendi şahsiyetinize Gazi'nin heybetini siper etmeyiniz! İkimizin arasındaki bir münakaşaya derhal Gazi'yi karıştırmak hem doğru değildir, hem de yakışık almaz. Fazla olarak da sizin kendi hak ve kuvvetinize güvenemediğinizi gösterir. ORHUN, 20 Şubat 1934, Sayı:4
KANUN, AHMET MUHİP EFENDİYİ ÇARPTI İnkılâbın fahrî avukatlığını yapmak ve bazılarına yaranmak için memleketin namuslu çocuklarına dil uzatan Ahmet Muhip Efendi inkılâbın mahkemesi tarafından altı ay hapis cezasına çarpıldı. Bu, onun hakkıydı. Kendisi de bunu bildiği, daha doğrusu sezdiği için sekiz celse süren muhakemenin yalnız ilk iki celsesinde bulundu, ötekilerinde avukatıyla birlikte kaçtı. 20 Mart 1934'te başlayan muhakemede reis, benim iddialarıma karşı ne diyeceğini sorduğu zaman, Ahmet Muhip Efendi ayağa kalkarak: 'İnkılâp davası..." diye söze başlamak istedi. Fakat edebiyata metelik vermeyen reis derhal onun sözümü keserek: "Biz nutuk istemeyiz. Esasa gel" diye zaten hazan yaprağı gibi titremekte olan Ahmet Muhip Efendiyi büsbütün şaşırttı. Ahmet Muhip Efendi o kadar şaşırmış ve beyni o kadar darmadağınık olmuştu ki mahkeme reisinin: "Mütereddi diyerek tahkir etmişsin; ne dersin?" sualine "tahkir maksadıyla söylemedim. Bu kelimeyi Nihâl Beyin şahsı hakkında değil, fikirleri hakkında kullandım" diye cevap verdi. Hâkim sordu: "Bak, makalende ahmak da demişsin; buna ne dersin?". Muhip Ef. şu şaheser cevabı verdi: "Bunda bir hakaret yoktur. Burada ahmak, görgüsüz demektir". Bu cevaba herhalde çok şaşıran reis, zabıt kâtibine: "Yaz, dedi, tahkir değilmiş; görgüsüz demekmiş". Velhasıl Ahmet Muhip Efendi, Hakimiyeti Milliyedeki kabadayıca edasının tamamen zıddı bir tavır içinde bütün yazdığı saçmalan tevile uğraştı. O kadar ki, o âna kadar kendisine karşı büyük bir hiddet ve nefret duyduğum halde, ahmak kelimesine görgüsüz mânasını verecek kadar bocalayan Ahmet Muhip Efendinin bu aczine ve görgüsüzlüğüne acıdım. www.atsizcilar.com
Sayfa 58
Avukat ise tam bir avukatlık ederek muhakemenin Ankara yahut Edirne’de yapılmasını temine uğraştı. Bu da boşuna çıktı. Sanki kanun Ankara’da başka türlü ve Ahmet Muhip Efendinin lehine tecelli edecekmiş gibi... İkinci celsede Ahmet Muhip Efendinin avukatı mukabil bir hakaret davası açtı. Bu da vakit kazanmak için yapılmış bir bocalamadan başka bir şey değildi. Nitekim ikinci celseden sonra Ahmet Muhip Efendi, ne de avukatı meydanda görünmediler. Daha sonraki celselerde mukabil davaya başlandı. Orhun'un üçüncü sayısındaki "Haddini Bil" başlıklı yazımda Muhip Efendi aleyhindeki tahkir satırları mevzubahis oldu. Bunda hakaret tazammum eden satırların altını Muhip Efendi veya avukatı çizmişlerdi. İşte o satırlardan bazıları: Muhip Beyin genç yaşından umulmayacak bir karakterle, bizden önceki nesillere yaraşan bir jurnalci ruhuyla beni jurnal etmesine gülüp geçtim. Henüz gazetecilik mektebi açılmadığı ve Muhip Bey de oradan mezun olmadığı için onun ilmî seviyesi benimle bu meseleyi münakaşa edecek bir raddede değildir... Yalnız Kül Tigin'i Gültekin yazmak bile o tarihi yazanlar arasında bir tek âlim olmadığını ispata yetişir. Haddini bil... Ve bunlardan başka Orhun'un dış kapağında, milliyetçi mecmuaların yani Birlik, İnkılâp, Çığır, Doğu, Geçit, Kastamonu Lise Mecmuası ve Ege Işıldağı'nm reklâmı altındaki şu satırlar: Yukarıdaki mecmualardan taşan ruh gösteriyor ki içerdeki ve dışarıdaki bütün itlerin ulumasına rağmen Bozkurt yavruları Kızıl Elma'ya doğru yaman bir gidişle gidiyor. Bu satırları hakaret diye ileri sürmesi Ahmet Muhip Efendinin nasıl bir mânevi kargaşalık içinde bulunduğunu gösteriyordu. Reisin bu iddiaya karşı ne diyeceğimi sorması üzerine şu cevabı verdim: Tahsili benden aşağı olan bir adama ilmî seviyesinin herhangi bir ilmî meseleyi benimle münakaşa edecek kadar olmadığını hatırlatmak ve ona haddini bil demek hakaret değildir. Çünkü hiç bir kötü söz kullanılmamıştır. Jurnal etmek tâbirinde de tahkir yoktur. Çünkü bu resmî bir ıstılah olarak da kullanılan bir sözdür. Bir zabit, kendisine selâm vermeyen bir Harbiyeli veya Tıbbiyeliyi cezalandırmak için mensup olduğu mektebe şikâyet ederse, zabit için o talebeyi 'Jurnal etti" derler. Eğer bu sözde bir hakaret mânâsı mündemiç olsaydı orduda kullanılmazdı. Tarih cemiyeti azaları arasında âlim olmadığı hakkındaki yazım ise Muhip Beye değil, tarih cemiyeti azalarına taallûk eder. Eğer bunda hakaret varsa tarih cemiyeti azaları haklarını arayabilirler. "İçerdeki ve dışarıdaki itlere" gelince: bundan maksadım Türkiye’nin dahilî ve haricî düşmanları, yani Yahudiler, Ermeniler, komünistler, İngilizler, Ruslardır. Ahmet Muhip Bey Yahudi, komünist yahut Rus ise bu sözlerimde kendisi için de bir pay vardır. Aksi halde gocunmakta mânâ yoktur. Mahkeme, Ahmet Muhip Efendiye tebligat yapılmak üzere celseyi bir ay geriye attı. Fakat boşuna... Çünkü Hakimiyeti Milliye gazetesinden gelen cevap Ahmet Muhip Efendiye www.atsizcilar.com
Sayfa 59
Hakimiyeti Milliyeden el çektirildiğini bildiriyordu. Bununla beraber ben onun Ankara’da dolaştığını biliyordum. Kanun ağır aksak da olsa nihayet suçluyu yakalar. Ahmet Muhip Efendi de bütün kaçmalarına rağmen hapse girecektir. Fakat mesele bununla bitmemiştir. Benim hakkımdaki hakaretli makaleyi neşreden gazetenin sahibiyle müdürü olan, fakat teşriî masuniyetleri dolayısıyla bugünlük yakayı kurtaran Falih Rıfkı ve Naşit Hakkı Beylerle olan hesabımız kapanmış değildir. Kanun, mebuslukları bittiği gün onları da dava etmek hakkını bana verdiği için ilerde bu haktan istifade edeceğim. Tâ ki bu muhterem mebuslar, bilhassa Falih Rıfkı Bey, teşriî masuniyet siperine saklanarak aşırı ve aylan işler görmenin her zaman mukabelesiz kalmayacağını öğrensinler. Mebusluk ebedî bir muska olmadığı için günün birinde Falih Rıfkı Bey de altı ay hapis ve 200 lira para cezasına çarpılacak demektir. Her ne kadar mebusların dolgun bir tekaüt maaşları olduğu için bu 200 lira onun bütçesini sarsmazsa da, ihtiyarlıkta altı ay hapis sıhhatini epeyce sarsacaktır. ORHUN, Sayı: 8
ALAYLI ÂLİMLER Son yıllarda, bilhassa hükümetin millî kültür meselelerine fazla ehemmiyet vermesinden sonra, memleketimizde bir sürü alaylı âlim türedi. Edebiyat, dil ve tarih sahasında ilmî olmak iddiasıyla birçok şeyler yazıldı. Buda’nın Türk olduğu, Arapçının Türkçe’den çıktığı, Türklerin aryanî ve divan edebiyatının gayrı ahlâkî olduğu ispat olundu (!). Dil ve tarih o kadar müptezel oldu ki iştikakçılıkta, palavra atmakta kabiliyetli ne kadar insan varsa hepsi âlim kesildi. Ya felsefe sahasında kemale ermelerinden, ya edebiyat ve tarihçiliğin kendilerine pek kolay gözükmesinden, yahut da felsefe tahsilinin kendilerine bir nevi felsefi görüş kabiliyeti vermesinden dolayı olacak, felsefeciler de bu işe burunlarım soktular. Fakat dil ve tarih sahası felsefe gibi her şeyin bir pundunu bulmak olmadığından yalnızca gülünç olup kaldılar. İlmî eserlerin haşiyelerinde kullanılan ve aynı yer mânâsına gelen Lâtince ibidem kelimesini müellif veya kitap ismi sanacak kadar cahil olduğu halde Türk Tefekkürü Tarihi diye bir akademinin bile başaramayacağı bir işe kalkışan felsefeci Hilmi Ziya Bey'in kitabı alaylı âlim eserlerine iyi bir örnektir. Manzum destandan tutun da ruhiyat, felsefe, içtimaiyat ve tarihe kadar her telden çalan bu yerli peygamberin kitabındaki belli başlı yanlışları Hüseyin Namık Bey Çığırın 10. sayısında tenkit etti. Ben burada başka bir alaylı âlimden, yine felsefeci olduğu halde bu yalanlarda dil ve tarih âlimliğine terfi edenlerden Hasan Ali Bey'in bir kitabından bahsedeceğim. Kitabın adı Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış' tır. Divan edebiyatını kötüleyip halk edebiyatını göklere çıkarmak kablî fikriyle yazılan bu 160 sayfalık karalamada, çok yanlış var. Güya Türk edebiyatını yeni bir görüşle mütalaa eden bu kitap baştan başa bir ilim hezeyanı, bir cehalet senedidir. Başkalarının ilmini, mesaisini intihal ve istismar ederek yazılan bir kitaptan da daha fazla bir şey beklenemez. Ben, Hasan Ali Beyin bu kitabı kimlerin mesaisinden istifade ederek meydana getirdiğini biliyorum. Hasan Âli Bey Türkiyat enstitüsüne gelerek bazen bana, bazen Caferoğlu Ahmet Beye, çok defa da Abdülkadir Bey’e dil ve tarihe dair bazı şeyler sorar, bazen de metinler üzerinde Abdülkadir Bey’le birlikte uğraşırdı. Anlaşılan Abdülkadir Bey bildiklerini Hasan Âli Beye iyi öğretmemiş, yahut Hasan Âli Beyin hiç kabiliyeti yokmuş da iyi anlayamamış. Türk edebiyatına toplu bir bakış gibi büyük bir iddia ile çıkan bu kitap, öyle gözüküyor ki, yalnızca Hasan Âli Beyin karihasından çıkmıştır. Bakınız 32‐33. sayfalarından aldığım şu satırlara: www.atsizcilar.com
Sayfa 60
Halk şiirlerini okuduğumuz zaman onları söyleyenleri şöyle tasavvur ederiz: Şahin bakışlı, kor gibi yanan iki göz; yanık, acılar ve kaygularla tunçlaşmış bir yüz; ruhlarındaki irade kudretini çizen dudaklar, rintliklerini gösteren laubali bir giyiniş. Nihayet her ezen kudrete, din baskısına, anane tahakkümüne, siyaset istiptadına yan bakan bir kalenderlik... İşte size ilmî bir eserden şaheser bir parça! Hasan Âli Bey biraz daha sıkılmasa bu halk şairlerinin brakisefal ve anadan doğma cumhuriyetçi olduklarını da iddia edecek. Bizatihi bir ananenin mahsulü olan halk şairlerini anane tahakkümüne yan baktırmak için insanın Hasan Âli Bey kadar ilme yandan bakması lâzımdır. Şimdi gelelim belli başlı yanlışlara: I‐ Kitabın 10. sayfasında Kaşgarlı Mahmut’tan alınmış şu şekilde bir manzume ve tercümesi var: Alp Er‐Tonga öldü mü Isız ajun kaldı mu Özlek öcün aldu mu İmdi yürek yırtılur. Alp Er‐Tonga öldü mü‐ Yaman dünya kaldı mı‐Zamane öcünü aldı mı‐ Şimdi yürek yırtılıyor. Bir de bunun doğrusuna bakınız: Alp Er Tunga öldi‐mü Issız ajun kaldı‐mu Ödlek öcin aldı‐mu Emdi yürek yırtılur. Alp Er Tunga öldü mü? Dünya sahipsiz kaldı mı? Zaman öcünü aldı mı? Şimdi yürek parçalanır. Görülüyor ki Hasan Âli Bey bol keseden Divân‐ü Lügât’i mehaz göstermesine rağmen en basit bir şiiri okuyup mânâ vermekten âcizdir. Yırtılmak kelimesine bugünkü mânâyı vererek "yürek yırtılıyor" gibi gülünç bir tercüme yapan Hasan Âli Bey nedense ıssız'a asıl mânâsını vermiyor: II‐ Fakat Hasan Âli Bey’in bol keseden görmediği kitapları mehaz göstermesi bu kadar değildir. Kitabının 44. sayfasındaki kitabiyat listesinde Atsız Mecmua da zikrolunduğu halde kitabın 105. sayfasında Divan‐ü Lügât’in 1074'te yazıldığını söylüyor, Hasan Âli Bey, Atsız Mecmuaları okusaydı onun 16. sayısında Zeki Velidi Bey tarafından yazılan bir makalede bu eserin 1077'de yazıldığının ispat olunduğunu bilirdi.
www.atsizcilar.com
Sayfa 61
III‐ Fakat Hasan Âli Beyin ezbere yalan atması bu kadar da değildir: Kitabın 18‐19. sayfalarında, Dîvân‐ ü Lügât’ten alınmış dört tane dörtlük var. Bunlardan ikincisinin Dîvân‐ü Lügât’in ilk cildinin 140. sayfasında böyle bir şiir yoktur. Görülüyor ki Hasan Âli Bey eserini başkalarından topladığı ağızdan kapma malûmatla yazmıştır. VI‐ 19. sayfada, güya Dîvân‐ü Lügât’ten alman şiirlerin transkripsiyonu ve tercümesi de baştan başa yanlıştır. Burada boşuna sayfa doldurmamak için bu yanlışları birer birer tasrih etmiyorum. Hasan Âli Bey öğrenmek isterse kendisine bildiririm. V‐ Türk tarihi bilginlerinin yazdığı dört ciltlik tarih gibi edebiyat tarihi bilgini H. Âli Beyin kitabı da birçok isim yanlışlıklarıyla doludur: diyiş, Tongay, Cengiz, Timur, Orhun, Harezim, Tohsi, İlâ, duş kelimelerinin doğrusu deyiş, Tunga, Çingiz, Temür, Orhun, Hârzem (yahut TürklerdeHarzem), Tuhsı, ile düş'tür. Görülüyor ki H. Âli Bey daha şu ilk mektep çocuklarının bile ezberinde olan ahenk kaidesini bilmiyor. Hele eski metinlerde "elif harfinin bazen kelime sonunda da "e" sedası verdiğinin farkında değil. Eski Türkçe’nin elif‐besini bilmeyen bir adam nasıl olur da edebiyat tarihi yazmağa kalkar? VI‐ Gök Türkler’e bazen Tukyu, bazen Tokyo, bazen de Tu‐Kiyu deniliyor ve sonra H. Âh Bey edebiyat tarihi yazmış oluyor. VII‐ Hele 20‐21. sayfalardaki, Orhun Abideleri’nden bir parçanın transkripsiyonu ile tercümesi bir hezeyan şaheseridir. Her kelimesi yanlış olan bu hezeyannameyi aynen buraya geçirerek sayfa doldurmak istemiyorum. Hasan Âli Bey bu tenkide itiraz etmeye yeltenirse bunu o zaman aynen neşrederek yeni bilginlerin ne kadar acınacak derecede cahil olduğunu memleket gençliğine göstermek kararındayım. Kenarına bak, bezini al diye bir atalar sözü vardır. Onun gibi, H. Âli Beyin bu ilmî hezeyanına hak vermek için de gösterdiği mehazlara bakmak kâfidir. Bu mehazlar Necip Asım Beyin "Orhun Abideleri", Sadri Maksudî Bey’in "Türk dili için" adlı kitabı, bir de H. Âli Bey bu listeye dil kurultayındaki Artin Cebeliyan efendinin nutuklarını da ilâve etseydi işte o zaman kimsenin itiraza mecali kalmazdı. VIII‐ 22. sayfadaki Deli Dumrul hikâyesinin metni de baştan başa yanlıştır. IX‐ H. Âli Bey dörtlükle kıtayı birbirine karıştırıyor (s. 27). Malûm olduğu üzere kıta divan edebiyatında bir nazım şeklidir ve bazen dört satırdan da fazla olabilir. Dörtlük ise halk şiirine mahsus bir şekildir. X‐ Aynı sayfada İran edebiyatında şiirin ana ölçüsünün mısra olduğunu söylüyor. Halbuki İran edebiyatında şiirin ana ölçüsü mısra değil beyit'tir XI‐ Varsağılarda şairin adının zikrolunmadığını söylüyor (s. 28)..Halbuki varsağılarda şairin adı zikrolunuyor. Görülüyor ki halk edebiyatına olan aşkı cezbe derecesine varan H. Ali Bey daha halk edebiyatındaki şiir şekillerinin tarifini bilmiyor.
www.atsizcilar.com
Sayfa 62
XII‐ H. Âli Bey türkü'yü de şekil itibarıyla koşma gibi sanıyor. Halbuki türkünün ana ölçüsü San Zeybek türküsünde olduğu gibi şöyledir: a a a b b XIII‐H. Ali Bey, kitabının 31. sayfasında şöyle bir şeyler söylüyor: Divan edebiyatında rengi kaybolmuş görünen Türk duygusunun ziynetsiz, fakat baştan başa şiir olan numunelerini halk şiirlerinin coşkun dilinden işitiyoruz. Belli ki sözler de H. Âli Beyin tabiriyle zamâne'ye uymak için söylenmiş boş lâflardır. Divan edebiyatında Türk duygusunun kaybolduğunu kimse çıkıp da iddia edemez. Divan edebiyatı zümresine mensup bir iki serserinin Türk kelimesini kötü mânâda kullanmış olması bütün divan edebiyatını körü körüne kötülemek için bir sebep değildir. Halk edebiyatı zümresinden yetişen bazı şairler de Türk kelimesini tahkir yerinde kullanmışlardır. Bu yüzden H. Âli Bey bütün halk edebiyatını inkâra yelteniyor mu? Şüphesiz yeltenmiyor. O halde neden divan edebiyatı basma kalıp hücuma maruz kalıyor? Divan edebiyatı bugün ölmüştür, tarihe karışmıştır diye arkasından sövmek dürüstlük değildir. Çünkü o edebiyat asırlarca bu milletin münevver zümresi tarafından sevilmiş ve bu milletin hissi olduğu kadar hamasî ve vatanî duygularına da makes olmuştur. Kaldı ki biz H. Âli Beyin şahsen divan edebiyatı meclûplarından olduğunu bilenlerdeniz. Kendisi şunu elbette bilir ki halk edebiyatı zümresinden, meselâ Fuzulî ile en uzaktan kıyas olunabilecek bir halk şairi çıkmış değildir. Vatanî şiir bahsine gelince bunda da divan edebiyatı halk edebiyatından yüksektir: Râyete meyi ederiz qâmet‐i dilcû yerine Tuğa dil bağlamışız zülf‐i yahut semenbû yerine yahut Bizimle azm ü cezm‐i feth‐i Bağdâd eyleyen gelsün Gaza ecrin, şehâdet şerbetin yâd eyleyen gelsün beyitleriyle başlayan kahramanca gazeller gibi hamasî şiir örneklerini H. Âli Bey halk edebiyatında bulabilir mi? Halk edebiyatı da bizim edebiyatımızdır, severiz. Hele bugünün temayüllerine daha yakındır ve işlenirse ötekini de geçer. Fakat divan edebiyatı asırlarca bu milletin yalnız garâmî değil, vatanî hislerine de tercüman olan pek yüksek bir edebiyattır ki Hasan Âli Bey gibi alaylı âlimler onu öyle kolay kolay tenkit edemezler. Modası geçen her şeyi tenkit edeceksek artık bugün Namık Kemal’e, Ziya Gök Alp’e, yarın da daha başka büyüklere dil uzatmağa başlayabiliriz.
www.atsizcilar.com
Sayfa 63
XIV‐ Bütün alaylı âlimlerin eserlerinde olduğu gibi H. Âli Beyin eserinde de aslı faslı olmayan uydurmalar pek çoktur: Oğuz Han’ın kardeşiyle bağdaşması (s.14) hakkındaki satırlarda olduğu gibi. Mevcut olmayan bir kardeşle bağdaşmak olsa olsa felsefede bir Hasan Âli sistemiyle izah olunabilir. XV‐ Tarih bilginlerinin yazdığı dört ciltlik kitapta nasıl avam iştikakçılığı yapıldığını Orhun’un dördüncü sayısında göstermiştim. H. Âli Bey de bu avam iştikakçılığında onlardan aşağı kalmamış olmak için böyle uydurma isimler icat ederek Yenisey'in adını Yeni Çay yapıyor. Tonguzca ile izah olunan Yenisey'in Türkçe Yeni Çay yapılması bile H. Âli Beyin bilgisizliğini meydana koyuyor. Koca bir ırmağa çay denilmeyeceğini düşünmediği gibi çay kelimesinin Türkistan’da kullanılmadığını da bilmiyor. XVI‐ H. Âli Bey, Kaşgar dilinin Uygurca’nın devamı olduğunu söyleyerek (s. 103) Türk tarihini, lisaniyatını, edebiyat tarihini en ana çizgileriyle dahi bilmediğini ispat ediyor. Bu kadar cehaletle bu kadar büyük iddialı bir eser yazmaktaki cüreti insan anlayamıyor. XVII‐ 47. sayfada Oğuz Türkmenleri arasında Hıristiyanlık’tan bahsolunuyor. Ne gülünç şey. Belli ki H. Âli Bey bu Oğuz Türkmenleri tâbirini Köprülüzade’nin eserlerinde görerek mânâsını anlamadan malûmatfuruşluk yapmak için almış. Belli ki, müellif Türkiyat neşriyatını hiç takip etmiyor. Türkmen demek Müslüman garp Türk’ü demek olduğuna göre Oğuz Türkmen’ini Hıristiyan yapmak Alman Protestanlarının Müslümanlığından bahsetmeye benziyor. XVIII‐ Kitabın sonundaki listede, altıncı asırda Kunlar’daki edebiyattan bahsolunuyor. Altıncı asırda artık Kunlar kalmamıştı. Görülüyor ki Hasan Âli Bey'in tarihî malûmatı sıfırın altındadır. Velhasıl bu eserin tenkidi için kendisinden daha büyük bir kitap yazılabilir. Hiç bir kıymeti olmayan ve baştan başa martaval olan bu eseri tenkit edecek değildim. Ancak Hasan Ali Beyin Dil Cemiyetinde etimoloji kolu reisi olduğunu öğrendiğim içindir ki bu tenkidi yazdım. Kolbaşı H. Âli Beyin kitabını Maarif Vekâleti yanlışlıkla mekteplere kabul eder diye korktuğum için bunu yazmakta acele ettim. Hasan Âli Beyin Türk Dili Tetkik Cemiyetinde kolbaşı olduğunu öğrendikten sonra zavallı Türkçe’nin istikbalini düşündüm. Ortaya atacağımız yeni ve büyük Türk dilini, demek böyle diplomasız mühendisler yapıyor. Garp medeniyetine girerken her şeyden önce onun ihtisas sistemini almak icap ettiği halde buna hiç riayet olunmaması, ve hele mühim yerlere H. Âli Bey gibi ehliyetsizlerin getirilmesi ne hazin şeydir. Edebiyatla bir parçacık, o da en dışından alâkadar olan H. Âli Bey gibi amatör müptedileri dil cemiyetinde kolbaşı yapmakla, meselâ Abidin Daver Bey’i Yavuz'a süvari yapmak arasında hiç bir fark yoktur. Alaylı âlimlerin eline kalan Türk dilinden katiyen bir hayır gelmeyecektir. Nitekim hâlâ ortaya müspet bir iş koyamadılar; ve katiyetle iddia ediyorum ki koyamayacaklardır da.. Bunların meydana koyacağı esere kimin itimadı olur ki? Muallimler köylerden on binlerce kelime toplar, dil cemiyetine yüzlerce rapor gönderir, fakat H. Âli Bey gibi alaylıların elinde bulunan bir cemiyet ondan istifade yolunu nasıl bulur? Hasan Ali Bey çizmeden yukarı çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı yazmaya kalkıyor muyum? ORHUN, 1935, Sayı: 5 www.atsizcilar.com
Sayfa 64
HASAN ÂLİ HESAP VERMELİDİR Bugün Türkiye’de bir Hasan Âli meselesi, daha doğrusu millete hesap vermeğe mecbur bir Hasan Âli vardır. Maarif Vekâletindeki sekiz yıllık icraatıyla umumun nefretini üzerine çeken bu adam gazete tenkitleriyle, mizahî hücumlarla ve kuşa çevrilmekle yaptıklarının hesabını vermiş sayılamaz. Gizli veya açık ikazlara aldırış etmeden yaptığı keyfî icraat için, sicilli komünistleri maarifin yüksek mevkilerine getirirken milliyetçileri vazifelerinden uzaklaştırdığı için, hattâ İçişleri Bakanı’nın son konan mahut "Yurt ve Dünya" dergisini bu milletin parasıyla satın alıp himaye ettiği ve en haince maksatlarla çıkan bu dergiyi lise kütüphanelerine soktuğu için Hasan Âli Divan‐ı Âli’de hesap vermelidir. Sabık Millî Eğitim Bakanı kendisini masum sayıyor ve "Komünistleri himaye eden vekilden bahsolunduğu zaman hayretle "o vekil ben miyim?" diye soruyor. Biz de onun bu hayretine hayret ediyor ve "acaba vekâlet sandalyesiyle birlikte zekâsını da mı kaybetti" diye düşünüyoruz. Hasan Âli’nin, her şeyin pundunu bulan filozof zekâsı herhalde biraz körlenmiş, hiç olmazsa biraz sarsıntı geçirmiş olacak ki, Kenan Öner gibi tek başına Halk Partisini allak bullak eden bir hukuk devi ile mahkeme salonunda boy ölçüşmeğe kalkıyor. Türkiye’nin en çok sevilen adamı olan Çakmakoğlu Müşür Fevzi Paşa Hazretleriyle tartışmaya yelteniyor ve kendisini Ruzveltle bir tutarak bazı muhalifleri bulunmasının tabiî olduğunu iddia ediyor. Bunlar sekiz yıllık ikbal devrinin alışkanlıkları ve tatlı rüyadan henüz tamamıyla uyanmamış olmanın mahmurluğu olsa gerek. Kendisinin mahmurluk içinde daha fazla kalmasına müsaade etmeyeceğiz ve onun çok kullandığı tabiri kullanarak "Namuslu bir vatandaş sıfatıyla" aşağıdaki 10 madde hakkında cevap isteyeceğiz: Birinci madde: İşte size uzun bir manzumenin bir dörtlüğü: Beli f[1] mi diyorlar enelhak [2] dese, Hâlâ taparlar mı koca terese? İsmet girmedi mi daha kodese? Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur? Buradaki "koca teres" manzume yazıldığı zaman cumhurbaşkanı olan "Atatürk", kodese girmesi arzulanan İsmet de o zamanki başbakan İsmet İnönü’dür. Kel Ali de malûm Ali Çetinkaya’dır. Bu manzumeyi yazan da, beş yıllık Muallim Mektebi mezunu olduğu halde, Hasan Ali tarafından Devlet Konservatuarı gibi yüksek bir mektebe profesör yapılan Marko Paşacı Sabahattin Âlidir. Sabahattin Âlinin komünistlikten başka hangi meziyeti vardı ki Halk Partisince iki mukaddes şahsiyet sayılan birinci ve ikinci cumhurbaşkanlarına sövdüğü ve bu yüzden 14 ay hapis cezası aldığı halde de Halk Partisinin bir Maarif Bakanı tarafından bu kadar büyük bir himayeye mazhar oldu? İkinci madde: İşte size bir makaleden bir parça: "Karanlık gecelerde gökte binlerce yıldızlar görünür! Bu dünya da nihayet bir yıldız! O kadar ufak, o kadar ufak bir yıldız ki! O halde bu dünyada hudut" bu dünyada "milliyet", "vatan", "harp", "düşman" ne demek? Genç kardeşler, dünyanın bütün tecellileri vâhimenin esiri değildir. Ve bilelim ki, vâhimeler dünyası yıkılıp gidiyor. Ufkunda, doğacak güneşin ilk ışıklarını gördüğümüz hakikî dünyaya, büyük ruhların uçtuğu, sıcak kalblerin hep beraber aynı iyilik emeli ile çarptığı ve hakiki hayatın yaşandığı hakiki dünyaya yani dünya sosyalizminin kurduğu insaniyet âlemine koşunuz!..." www.atsizcilar.com
Sayfa 65
Türk gençliğini komünizme çağıran bu fikir bediasını da Hasan Âli’nin, Dil Fakültesine dekan yaptığı Şevket Aziz yazmıştır. Hani bugün, bir yandan dünyadaki bütün brakisefalleri Türk yapacak kadar Türkçü olduğu halde bir yandan da yabancı bir ırka ait bir soyadı taşıyan Şevket Aziz... Üçüncü Madde: Komünist "Aydınlık" dergisini çıkaran ve komünist tahrikçiliğinden dolayı 2 yıl hapiste yatan komünist Sadreddin Celâli İstanbul Üniversitesinde, doçentlik imtihanı bile vermeden doğrudan doğruya profesör yapan Hasan Âlidir. Cevap versin : Sadreddin Celâlin menşei buna müsait mi idi? Hangi üniversitenin pedagoji enstitüsünden mezun olmuş ve bu sahada hangi ilmî eserleri yazmıştır? Dördüncü madde: Almanya’da tahsilde iken komünistlik yaptığı için Türkiye’ye iade olunan Pertev Naili Boratav'ın Dil Fakültesindeki profesörlüğünden sorumlu olan Hasan Âli değil de acaba Mareşal veya Kenan Öner midir? Hasan Âli bütün bunları bilmeyecek kadar gafil miydi? Gafil idiyse, Saracoğlu’na yazdığım açık mektuplardan sonra neye ayılmadı? Beşinci madde: Dünyada himaye edecek adam kalmamış gibi, Türkiye’nin ilk ve en meşhur komünistlerinden Hasan Âli Ediz'i, Maarif Vekâletiyle ilgili mütedavil sermayeler teşkilâtında ve millî eğitim basımevinde bir vazifeye koyan Hasan Âli bu işi yalnız adaşlık gayretiyle mi yapmıştır? Altıncı madde: Profesör Zeki Velidi ve diğer Türkçüler, ırkçılık‐Turancılık cinayetinden (!) dolayı vekâlet emrine alındıkları zaman kanunî hakları olan açık maaşlarını bile alamazken komünistlikten dolayı tevkif olunan Abdülbaki Gölpınarlı sade maaşını almakla kalmıyor, Hasan Âli kendisini himaye için ayrıca klâsikler neşriyatından bazı tercümeler de yaptırıyordu. Hesap versin: Niçin ? Abdülbaki Gölpınarlı’yı çok iyi tanıyan ve sola sapıtıncaya kadar kendisiyle arkadaşlık eden birisi sıfatıyla soruyorum: Fransızca bilmeyen Abdülbaki, Hasan Ali devrinde doçentlik imtihanını verirken Fransızca’yı nasıl başardı? Yedinci madde: Bir kısmı komünistlikten dolayı takibata uğramış ve hepsi makale, kitap ve konferanslarıyla komünistlik propagandası yapmış olan Muzaffer Şerif Odabaşıoğlu [3] Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Behice Boran, Adnan Cemgil gibi muhtelif kademedeki öğretmenleri Dil Fakültesinde ısrarla niçin tuttu? Eskiden bir tane bile solcu talebe yokken bugün 108 tanesi bir araya gelebilecek kadar çoğalsınlar diye mi? www.atsizcilar.com
Sayfa 66
Sekizinci madde: Pek mühim bir nokta daha: Türkçüler "görülen lüzum üzerine" Bakanlık emrine alınırken komünistler niçin "sebep tasrih edilerek" bakanlık emrine alındılar? Cevabını biz verelim: Bir bakan sebep zikretmeden birisini bakanlık emrine alırsa, bakanlık emrine alınan memur Danıştay’a şikâyet hakkına haiz değildir. Sebep tasrih edilerek alınırsa şikâyet hakkına haizdir. Komünist öğretmenler "siyasî makale yazmak" gibi sudan bir sebep gösterilerek bakanlık emrine alındıkları için hepsi Danıştay’a başvurup iki üç ayda haklarını geri aldılar. Acaba Hasan Âli, Türk efkârı umumiyesini aldatarak solcular hakkında takibat yapıyormuş gibi görünmek için mi böyle yaptı? Böyle değilse cevap versin: Türkçüleri bakanlık emrine alırken niçin sebep tasrih etmedi? Dokuzuncu madde: Her nedense bir takım çoluk çocuğa kapılarak kırkından sonra komünist olan ak saçlı Abdülbaki Gölpınarlı’yı üniversite muhtariyetinden önce ve Abdülbaki mevkuf iken acele ile niçin tekrar doçentliğe tayin etti? Onuncu madde: Şimdi mevkuf bulunan ve evvelce de takibata uğramış olan Doktor Şefik Hüsnü'nün Moskova ajanı olduğunda kimsenin şüphesi olmadığı gibi, "Yurt ve Dünya" dergisinin de Şefik Hüsnünün perde arkasındaki önderliğiyle çıktığı Şefik Hüsnünün mektuplarını işhad eden İçişleri Bakanlığının son beyanatıyla gün gibi aşikâr olmuştur. İşte Hasan Âli bu komünist dergisine 300 tane abone olarak bunları liselerin ve öğretmen okullarının kütüphanelerine dağıtmıştır. Niçin? Yalnız bu bile Hasan Ali’nin mahkemeye gönderilmesi için kâfi bir sebeptir. Türkçü dergiler, Moskova’ya cemile yapmak isteyen o zamanki hükümet tarafından, tarihin hiçbir zaman affetmeyeceği bir gafletle birer birer kapatılırken, Türk milletinin ve bilhassa gençliğin sessiz, fakat derin gayzından ürken Hasan Ali’nin, "Yurt ve Dünya" sahiplerini çağırarak dergilerini hükümet kapatmadan kendilerinin kapatmaları doğru olacağını söylediği ve basılmış son nüshayı piyasaya çıkarmamaktan doğacak maddî zararı bizzat ödemeği taahhüt ettiği doğru mudur? Cevap istiyoruz. En büyük meziyetlerden biri kusurlarını itiraf etmektir. Hasan Âli için kusurlarını itiraf etmek onun meziyeti değil, hayata dönüşü olacaktır. Türk milleti için, rahmetle anılmayacak siyasî bir ölü olan Hasan Âli için artık bugün üzerine yapışılacak bir sandalye de kalmamıştır. O, uzunca sürmüş tatlı bir rüya idi. Geldi, geçti. Tatlı olmasına rağmen de birçok kâbusları vardı. Buhranlar içinde uykusuz geçen gecelerin nikotinle zehirlenmeleri ve sokaklarda motosikletli polislerin himayesinde gezmek gibi insana hicap ve azap veren sahneler herhalde hoş şeyler değildi. Bunlardan kurtulmanın tek yolu millet karşısında, hatâlarım itiraf etmesidir. Hasan Ali komünistleri himaye etmiş, hattâ klâsik eserler külliyatında bir tek Türk klâsiğini neşrettirmediği halde birçok Rusça eserleri tercüme ettirmek ve bu klâsikler (?) tercümesinde baş rolü solculara ve komünistlere vermek gibi sol hâmiliği yapmaktan da geri kalmamıştır. Bütün bu deliller karşısında artık "Ben komünistleri himaye etmedim" diyemez. İnkâr ve mugalata ile kusurlarını örtbas etmek yoluna gidecek yerde, açık kalple hatâlarını itiraf etmezse, bu sefer de bizzat kendisi için bir mevlit okutmaktan başka çaresi kalmayacak demektir. www.atsizcilar.com
Sayfa 67
Altın‐Işık, 1947, Sayı: 5 [1]Evet. [2]Ben Tanrıyım [3] Muzaffer Şerif, sosyalistlik tasladığı halde asıl soyadını kullanmaz. Soyadını "Başoğlu" diye değiştirerek kullanır.
SIFIRA CEVAP Benim, sıfırlarla uğraşacak zamanım yoktu. Fakat o "Sıfır", "Dâvam" adıyla çıkardığı kitabın bir kısmında bana taarruz ve hattâ hakaret etmeğe yeltendiği için, zamanımı israfa mecbur oldum. Yazması kalemime ağır gelen "Hasan Âli"yi kullanmaktansa, sevimli ve hoş "Sıfır'ı ele almağı tercih ettim. Kendisi her ne kadar, ancak Atatürk'e nispetle sıfır olduğunu iftiharla ileri sürüyorsa da ben bunu kabul etmiyorum. Çünkü sıfırın en büyük rakamdan en küçük sayıya kadar nispeti yine sıfırdır. Halbuki ben, bana göre namütenahi derecede büyük olan şahsiyetlere, meselâ Fatihe göre de "Bir" olduğum için, bir Sıfırla, yani bir hiçle muhasamaya girişmek benim için cidden bir tenezzül olurdu. Buna mecbur kaldığım için, sıfırı birin karşısına çıkaran cahil riyaziye öğretmenleri utansın! Sıfırla Nasıl Tanıştım: Onunla 1928 veya 1929'da Pertev Naili vasıtasıyla tanıştım. O zaman Darülfünun talebesiydim. Pertevin liseden hocası olduğu için arasıra evine giderdi. Pertev, o zamanki samimiyetimiz dolayısıyla beni ve Orhan Şaik’i de Sıfır’a götürmüş, tanıştırmıştı. O sırada yegâne ihtilâfımız Fuat Köprülünün Türk edebiyatındaki bilgisi üzerindeydi. Hususî ve hissi bir meseleden dolayı Köprülü’ye düşman olan Sıfır onu çekiştirir, zımnen cehlini ileri sürer, biz de aksi tezi müdafaa ettiğimiz için arada tartışmalar olurdu. 1930'da Türkiyat Enstitüsü’ne asistan olduğum zaman ahbaplığımız yine devam etti. Enstitüye gelir, bana ve öteki asistan Abdülkadir İnan’a Türk edebiyatı hakkında bazı şeyler sorup öğrenir ve aramızda her hangi bir sızıltı ve münaferet olmazdı. Bilâkis herkesin nabzına göre şerbet vermesini daha o zamandan beri bildiği ve meclisindekileri eğlendirmekte üstat olduğu için kendisinden hoşlanırdık. Sıfırın Bana Düşmanlığı: "Orhun"un 21 Mart 1934 tarihli beşinci sayısında yayınladığım bir yazı üzerine Sıfır bana düşman oldu. "Alaylı Alimler" başlığını taşıyan bu tenkit yazısı onun "Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış" adlı pek cahilane ve vahim hatâlarla dolu eserinin mahiyetini ortaya koyan sert bir makaleydi. Sertliğinin sebebi de bu kitabın liselere kabul olunacağı hakkındaki söylentinin günden güne büyümesiydi "Sıfır" o zaman Dil Kurumunda Türkçe’yi tahriple uğraşan heyet arasında bulunduğu ve huzurda gazeller okuyarak göze girmiş olduğu için bu kitap hakikaten liselerin resmî ders kitabı olabilirdi. Böyle bir faciayı önlemek için vicdanî bir vazife yaptım ve sert bir yazıyla işi açığa vurarak belki de hakikaten bir kültür trajedisini önlemiş oldum, işte Sıfır bana bu yüzden düşman olmuş, hattâ o zaman beni www.atsizcilar.com
Sayfa 68
mahkemeye vermek istemiş, fakat başvurduğu bir avukat yazıda suç unsuru bulunmadığını söylediği için, bu dâvadan vazgeçmek mecburiyetinde kalmıştı. Sıfır, hakikaten bir sıfır olduğu için bu kininde ileri gitmiş, kinini benden taşırarak benimle ilgili olanlara kadar teşmil etmiştir. İşte örnekleri: 1‐1938 yılının son ayında, Maarif Vekili Saffet Arıkan’ın zamanında, benim tekrar resmî bir liseye tâyinim için Besim Atalay Bey, bana hiç haber vermeden uğraşmış ve işi halletmişti. Hattâ Abdülkadir İnan’dan tâyinime dair telgraf ve mektup almıştım. Tam bu sırada "Sıfır" Maarif Vekâletine geçti ve benim resmî liseye tâyinimi durdurmak gibi şahane bir icraatla işe başladı. Ben özel lisede zaten öğretmendim. Ayrıca resmî liselerin gülünç hâyuhûyuna karışmakta bir menfaatim yoktu. Maksat sadece bir haksızlığı tamir etmekti. Terhis olunmuş çavuşlardan ilkokul öğretmeni, lise mezunlarından ortaokul öğretmeni yapıldığı bir sırada darülfünunu ve Yüksek Muallim Mektebini bitirmiş birisine bir lise hocalığı vermek pek basit bir hak ve adalet meselesiydi. Sıfır, kinine kapılarak bu tâyini durdurdu. 2‐ Sivas’ta Edebiyat öğretmeni olan kardeşim Nejdet Sançarı, öteki öğretmenlerle birlikte kendisini okul kapısında karşılamadığı için öğretmenlikten çıkarmağa kalktı. Hattâ Nejdet Sançar’ı okula sokmaması için müdüre emir verdi. Fakat daha ileri gitmeğe kıyışamadığı için bundan caydı. Yalnız, Nejdet Sançar’ la aralarında sert bir konuşma geçmiş olduğu için artık onun Sivas’ta bulunmasını Bakanlık otoritesi(!) ile bağdaştıramadığından Balıkesir’e naklederek işi kapattı. 3‐ Tekrar resmî bir liseye tâyinim için, bilgim dahilinde veya dışında, kendisine başvuran eski Adliye Vekili Fethi Okyar, merhum Diyanet İşleri Başkanı Şerafeddin Yaltkaya, Tarih Kurumu ve Millet Meclisi âzasından Uzunçarşılıoğlu İsmail Hakkı, Profesör Mükrimin Halil Yinanç, Orhan Saik Gökyay ve Kâmil Su'yu uydurma bahanelerle atlattı. Baş bahanesi şu idi: "Vaktiyle Orhun’un birinci sayısında Tarih Kurumu aleyhine neşrettiği yazıdaki fikrinden caydığım ya şifahen, ya yazıyla bildirsin, tâyin edeyim." Sıfır, Tarih Kurumunun fuzulî avukatlığını yaparken Tarih Kurumu’nun benim fikrimi kabul ederek ilmî hezeyanlardan vazgeçtiğini, Orhun’un birinci sayısındaki yazımda Yusuf Akçura’ya hiçbir hakaret ve isnatta bulunmadığımı bilmez görünüyor ve hattâ Yusuf Akçura’nın davetiyle müteaddit defalar evine giderek kendisiyle dost olduğumu, Yusuf Akçura’nın bana hak verdiğini ve neler, neler anlattığını bilmiyordu. Bundan başka benim "Bir" olduğumu hesaba katmıyor, kendisine başvuracağımı sanarak tatlı bir hülya içinde avunuyordu. 4‐ Ankaradaki 3 Mayıs 1944 nümayişi dolayısıyla zevcem Bedriye Atsız da İstanbul’da 16 Mayısta tevkif edildi. Halbuki "Sıfır" onu, tevkifinden üç gün önce, 13 Mayıs günü bakanlık emrine alarak kindarlığını bir kere daha gösterdi. 5‐ Zevcem ve zevcemle birlikte Zonguldak Lisesi tarih öğretmeni Ziya Özkaynak, kendilerine hiçbir suç uydurulup yakıştırılmadığı için men‐i muhakeme kararı aldılar ve 26 Temmuz 1944'te tahliye edildiler. Ziya Özkaynak derhal eski vazifesine tâyin edildi. Fakat Bedriye Atsız tâyin edilmedi. Dilekçelerine "Sıfır" 24 puntoluk bir imza ile "tâyininize imkân yoktur" diye cevap verdi. Çünkü kini sönmemişti. Sıfırın Fırsattan Faydalanması:
www.atsizcilar.com
Sayfa 69
Millî Eğitimi solcularla dolduran, klâsikler neşriyatında bir tek Türk klâsiği neşretmemek suretiyle millî edebiyata olan bakışını belli eden ve şimdiki Bakan Reşat Şemseddin tarafından liselerden kaldırılan ve okutulması yasak edilen Türkçe Metinler kitabı gibi bir hâileyi liselere kabul etmekle tarihte ebedî bir ad bırakacak olan "Sıfır", Türkçülüğü baltalamak için fırsat gözlüyordu. Daha 1943 yılında, tesiri büyümeğe başlayan Türkçü yayına karşı alınacak tedbirleri görüşmek üzere kurulan komiteye Sıfır başkan seçildi. Hükümet, Türkçü yayını aşırı ve tehlikeli buluyorsa, Türkçüler’in bir ihtilâl çıkaracaklarını sanıyorsa buna karşı tedbir almakta haklıydı. Fakat bir idare ve emniyet işi olan böyle bir meseleye Millî Eğitim Bakanının hangi hak ve salâhiyetle karıştığı izah olunamazdı. Kendisini oraya daha yüksek makamlar tâyin etmiş olsa bile "Sıfır" bu vazifeyi kabul etmekle salâhiyetini aşmış, vazifesini kötüye kullanmıştır. Belli ki Türkçülerle uğraşmak için fırsat kollayan Sıfır bu vazifeye bizzat tâlip olmuş, gazelhanlık ve mevlithanlık dolayısıyla gözde olduğu için de bu isteği kabul olunmuştur. Böyle bir komite seçilip başkanlığına Sıfır’ın getirildiği hakkındaki rapor, eski İçişleri Bakanı Hilmi Uran imzasıyla Sıkı Yönetim Komutanlığına gönderilip Irkçılar‐Turancılar dosyasının başına konmuştur. Bu raporda menfî faaliyet (!) gösteren 47 şahıs olarak kalem sahibi bütün Türkçüler sıralanmış, aralarına birkaç da, Türkçülükle hiçbir ilgisi olmayan şahıs sokulmuştur. [1] Sıfır, o zamanki Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye yazdığım ikinci açık mektupla fena halde sarsıldı. Parti grubunda da sert hücumlara uğradı. Hattâ o gece sabaha kadar düşünüp sigara içmekten zehirlendi. Çünkü bir yandan "ah ebedî şef, millî şef diye dalkavukluk etmek, bir yandan da bu iki şefi nazmen hicvettiği için mahkûm edilen Sabahattin Ali’yi himaye etmek hiçbir suretle tevil olunur şey değildi. Bu darbeyle sersemleyen Sıfır ilk iş olarak Sabahattin Ali’yi benim aleyhimde dâva açmağa kışkırttı. Arkasından da Boğaziçi Lisesi’ndeki öğretmenliğime son verilmesi için bu lisenin müdürüne bir kâğıt yazdı. Sabahattin Ali, dâvayı Sıfır’ın ve Falih Rıfkı’nın kışkırtmasıyla açtığı gerek savcılığa, gerekse Orhan Şaik’e söylemiştir. Sabahattin’le olan duruşma sırasında, 3 Mayıs 1944 günü yapılan Ankara nümayişi, ona beklediği fırsatı verdi. Hem Türkçülüğün, hem de şahsımın düşmanıydı. Bir taşla iki kuş vuracaktı. Üstelik, nümayiş, hâdisesini istedikleri kalıba sokup anlatmak için iki de müttefik bulmuştu: Falih Rıfkı ve Ankara Valisi Nevzat. Birincisi şahsen bana, ikincisi de Orhan Şaik’e düşman olduğu için birleştiler ve Türkçülere karşı bir Haçlı seferi tertip ettiler. Öteki müttefikleri Sabit Noyon, Kâzım Alöç, Ahmet Demir, Cevdet Erkut, Yusuf Ziya Yazgan, Şinasi Turga (veya Tolga), Sait Köçek (veya Koçak) vesaire idi. 3 Mayıs 1944 nümayişini Devlet Reisine bir Nazi ihtilâli şeklinde anlatanların başında "Sıfır" vardır. Çünkü Çankaya köşkünün davetsiz misafiri olduğu gibi polis tahkikatı yapıldığı sırada Ankara Valiliğine ve Emniyet Müdürlüğüne gelerek tahkikatla ilgilenen, hattâ bazı sanıklara sorgu bile soran yine odur. Usul ve kanuna göre polis tahkikatı gizli yapılır. Ona kimse karışamaz. Böyle olduğu halde Sıfır bu işlere karıştı. Ve merhum reisicumhur başyaveri Celâlin bizzat Orhan Şaik’e söylediği gibi cumhur reisini iğfal etti. Falih Rıfkı ve Ankara Valisi Nevzat da tabiî, kendisini desteklediler. İşte bu şartlar dahilinde 1944 nutkunu verdi ve 3 Mayıs nümayişini âdeta devlet rejimini değiştirmeğe matuf bir hareket olarak vasıflandırdı. Daha sonra neler olduğu malûmdur. www.atsizcilar.com
Sayfa 70
Sıfırın İtirafları: Sıfır, "Dâvam" adlı kitapta masum rolü oynarken suçlarından bir kısmını itiraf ettiğinin farkına varmamıştır. Irkçılık‐Turancılık dâvasının dosyasında bulunup ancak sanıkların ve avukatlarının görebileceği bazı vesikaları aynen neşretmek, zevcemin 9 Mayıs 1944 günü İstanbul’dan bana yazdığı bir mektuptan (ki bu mektup bana varmamıştır) parçalar almak suretiyle bu dosyayı didiklemiş olduğunu itiraf etmiş bulunuyor. Görmek hakkı olmayan bir dosyayı kim bilir ne gibi nüfuzlar kullanarak görmek, Sıfır’ın hakkımızdaki kötü niyetlerinden başka bir sebeple izah olunamaz. Bilhassa şuna dikkati çekmek isterim: Zevcemin bana yazdığı birçok mektuplar bir Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinin duruşmalarında suç delili (!) diye okunduğu halde, Sıfır’ın kitabının 20. sayfasında yayınlanan 9 Mayıs 1944 tarihlisi okunmamıştı. Dernek ki Bir Numaralı Mahkemenin dosyasına girmemişti. Nasıl oluyor da mahkeme dosyasına bile girmeyen bir hususî mektup Sıfır’ın eline geçiyor? Belli ki Irkçılar‐Turancılar dâvasının ilk tahkikatını ve savcılığını yapan Kâzım Alöç bunu dostu Sıfır’a vermiştir. Her ikisi de bir gün bunun hesabını vereceklerdir. Ayrıca bu mektubun tamamıyla hususî mahiyette olan bölümünü neşrettiği için de Sıfır bana ayrı ve hususî bir hesap verecektir. Beklesin! Diğer mühim bir itiraf da "Dâvam" adlı kitabın 15. sayfasındaki şu satırlardır: "Nihâl Atsız ve diğerleri hakkında zabıtaca yapılan takibat ve tahkikattan, teşkilâtımız mensubu bulunması sebebiyle, haberdar oluyordum. Bu maksatla da Ankara Vilâyeti binasında Vali Nevzat Tandoğan’a, vaki daveti üzerine iki defa gittim. Bunun birinde yolda rastladığım Falih Rıfkı Atay’la beraberdim. Valiler, aynı zamanda bakanların da mümessilleri olduğu için teşkilâtımızdaki memurları ilgilendiren böyle bir meselede onunla temas etmek pek tabiî idi. Söylenildiği gibi kendisini sık sık ziyaret etmiş değilim." İşte kurulan kumpasın zavallıca bir itirafı: Türkçülüğe karşı harekete geçen Haçlıların üç ele başı bir arada, Ankara Valiliğinde toplanmışlar. Sıfır bunun bir iki defa olduğunu söylüyor. Biz de fazla bir iddiada bulunmadık. Ankara nümayişinin devlet reisine fecî bir şekilde anlatılmasını kararlaştırmak için bir toplantı her halde kâfidir. Sıfır’ın itiraf etmediği cihet bundan sonradır. Devlet Reisine neler söylediğini anlatmıyor. Kâzım Alöç’le birlikte yemek yediğini de hatırlamıyor. Halbuki bunu da oldukça geveze olan Kâzım Alöç bizlerden birisine söylemiş, daha doğrusu ağzından kaçırıvermiştir. Sıfır, Devlet Başkanına neler söylediğini gizli kalacak sanıyorsa, bunda da aldanıyor. Unuttuysa ben kendisine hatırlatayım: O, bilhassa, biz Türkçülerin doğu vilâyetleri halkını Kürt saydığımızı ısrarla söyleyerek devlet reisini aleyhimize kışkırtmağa çalışmıştır. Aile ocağı bakımından Siirtli olan devlet başkanı, Sıfır’ın aklımızdan bile geçmeyen yalanlarına inandığı için bu sözlerden haklı olarak yüksünmüş, Sıfır’ın iddiasına göre kendisini de Kürt saymaları icap eden Türkçüler aleyhinde, beşerî hislerine kapılarak 19 Mayıs nutkunu vermiştir. Sıfırın yukarıya aldığım ibaresi başka bir bakımdan da meraklıdır: Kendisi bakan olduğu halde nasıl oluyor da kendi mümessili ve astı bulunan bir vali onu vilâyete çağırabiliyor Sıfırın Yalanları:
www.atsizcilar.com
Sayfa 71
Masum bir kuzu tavrıyla hâkimin karşısına çıkan ve sözlerini ağlayarak bitiren, göz yaşlarının hakkını isteyen Sıfır, derhal yüzüne vurulabilecek yalanları söylemekten çekinmemiştir. Bunların en dikkate değer olanı, benim öğretmenlikten çıkarılmamın tarihi hakkındaki sözleridir. Kitabının 15. sayfasında bakınız, ne diyor: 'İşsiz ve yaşama medarından mahrum kalması düşüncesiyle ve ıslah‐ı hal etmiş bulunması ihtimalini derpiş ederek 106 lira aylık ücretle Boğaziçi Özel Lisesi’ne tâyinine müsaade ettim. Bu vazifesi kesiksiz devam etmiş, ancak 3 Mayıs 1944 günü Ankara’da yapılan nümayiş neticesinde vaki takibattan sonra ödevine bakanlıkça nihayet verilmiştir." Bu ibarede içice üç yalan var: 1‐ Ben ne yaşama medarından mahrumdum, ne ıslah‐ı hal etmiştim. Islah‐ı hal etmiş olmak için bir suç işlemiş olmak lâzımdır. Vaktiyle resmî lise öğretmenliğinden "millî tarih tezi" denilen "millî yüz karası"nı kabul etmediğim için çıkarılmıştım. Bugün benim fikirlerimin doğruluğu kabul olunmuş, lise tarih kitaplarından eski hezeyanlar tamamıyla silinmiştir. Ortada ıslah‐ı hal eden birisi varsa, o da vaktiyle o teze taraftar olduğu halde kendi bakanlığı zamanında benim fikirlerime uygun tarih kitapları yazdırarak okullara tamim eden Sıfır’ın kendisidir. 2‐ Ben özel lise öğretmenliğine Sıfır’ın bakanlığı zamanında başlamış değilim, 1936'da Yuca Ülkü Lisesi’ne öğretmen olduğum zaman Maarif Vekâletinde Saffet Arıkan bulunuyordu. Sıfır’ın tasdik ettiği şey, benim Yuca Ülkü Lisesi’nden, Boğaziçi Lisesi’ne geçişimdi. Bunu yapmağa da mecburdu. Çünkü Maarif Vekâleti kendisine Boşnak Âli Efendi’den irsen intikal etmiş bir çiftlik değildi. 3‐ Boğaziçi Lisesinden çıkarılışım Sıfır’ın yazdığı gibi 3 Mayıs 1944'te, o zamanki Başbakan Saraçoğlu Şükrü' ye ikinci açık mektubu yazıp Maarif Vekâletini komünistlerin bürüdüğünü gösterdikten ve Sıfır’ı istifaya davet ettikten biraz sonradır. Boğaziçi Lisesi’nin o zamanki müdürü Hıfzı Gönensay, vazifeme son verilmesi hakkında Sıfır’ın yazdığı tebliği bana 7 Nisan 1944'te bildirdiğine göre bu kâğıt her halde 5 Nisanda yazılmış olmalıdır. Demek ki Sıfır, ikinci açık mektubu okur okumaz (Orhun, Ankara’ya ayın ikisinde veya üçünde varabilirdi) vazifeme nihayet vermiş, sonrada Ankara’da, hâkim huzurunda "3 Mayıstan sonra işten çıkardım" diye bir yalan söylemekten çekinmemiştir. Boğaziçi Lisesi’ne tâyinimin 106 lira ücret gibi muazzam bir servetle olduğu hakkında benim çoktan unuttuğum tafsilâtı bile hatırlayan veya millî eğitim dosyalarından inceleyen Sıfır’ın, öğretmenlikten çıkarılışımın tarihini de kesin olarak öğrenmesi mümkündü. Bunu yapmamakla ve yalan söylemekle güya bana karşı kin gütmediğini ispat etmek sevdasındadır. Zavallı Türk öğretmenleri ve öğrencileri! Sekiz yıl nasıl bir sıfır tarafından idare olunduklarını görsünler!.. Sıfır’ın fecî bir yalanı da, kitabının 21. sayfasında, "Orhun dergisinin arka kapağındaki bir yazıya göre Ankara’daki tevzi yerinin Konservatuar olduğu"nun anlaşılmış bulunması hakkındaki sözleridir. Halbuki Orhun’un arka kapağının iç sayfasındaki ilân şudur: Orhun’da yayınlanmak için dışardan gönderilecek her türlü yazıların aşağıdaki adrese gönderilmesi rica olunur: Orhan Saik Gökyay, Konservatuar Müdürü www.atsizcilar.com
Sayfa 72
ANKARA Bu ilândan, Orhun’un tevzi yerinin konservatuar olduğu mânâsını çıkaran adamın millî eğitim bakanı olduğu düşünmek, zavallı Türkiye’nin talihi üzerinde hepimizi derin derin kederlere sevk etmelidir. Sıfırın Tezvirleri: Sıfır, bu kitabında beni asker ve sivil Türk gençlerinin ve münevverlerinin gözünden düşürmek için pek sinsice bir tabiye kullanmıştır. Irkçılık‐Turancılık dâvasının dosyasında bulunan ve bana ait olan eski, yeni yazılardan parçalar alarak bugünkü durumu tenkit eden ve bazı şahıslara hücum eden fikirlerimi göstermiş hattâ bu arada zevcemin bir mektubundan da, pek zavallıca bir maksatla, bir parça almıştır. Çünkü 3 Mayıstan sonra polis birbirimize yazdığımız mektupları iç etmek dirayetini göstermiş, zevcem de bu mektubu yazdıktan sonra Sıfırların ve tahtessıfırların sayesinde bir vukuat seli içinde kaldığından bu mektubu unutmuş ve bana bahsetmemişti. Sıfır’ın bu mektuptaki son parçayı yayınlamasına hiç de lüzum yoktu. Eski bir Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak bu mektubun ifadesini 8‐9 numara alacak bir olgunlukta buldum. Sayın Bayan Yücel’in de kültür seviyesini anlamak ve Türkçe’deki iktidarını ölçüp kendisine bir numara vermek için onun da böyle bir hususî mektubunu görmeme lüzum varsa da şimdilik bu imkândan mahrumum. Sıfır, benim rejim meselesi, milliyet ve ırk meselesi, dış siyaset meselesi ve ordu hakkındaki fikirlerimi gösteren bazı parçalar neşrederek beni gözden düşürmeğe çalışırken lehimde propaganda yaptığı için de kendisine teşekkür ederim. Türkiye’de hiçbir şeyi beğenmediğimi göstermek istiyor, değil mi? Nesini beğeneyim? Sıfır’ın maarif bakanı olduğu bir memlekette beğenilecek ne kalır ki? "A" dan "Z" ye kadar devletin her işinin bozuk olduğunu söyleyen Refik Saydam onun parti arkadaşı değil mi? Refik Saydam’a yazdığım mektuptaki fikirlerimin doğruluğu bugün tahakkuk etmedi mi?[2] Oğluma yazmış olduğum vasiyetnamede bütün milletleri bize düşman göstermemi Sıfır hazmedemiyor. Zaten aramızdaki fark da buradadır. Moskofları gücendirmemek uğruna Türkçülere karşı takınılan yüz kızartıcı durumun hiçbir işe yaramadığını, Moskofların edepsizlikte ileri gitmelerinden başka bir sonuç vermediğini hep birlikte gördük. Onun için ben yabancılarla dostluktan bahsedenlere, hele bunda samimî olanlara sadece acır, geçerim. Kitabının 18. sayfasında "ordumuz hakkındaki fikirleri" diye bana izafe edilen fikirlerde benim ordu hakkındaki düşüncelerimi gösteren bir şey yoktur. Burada yalnız Turancılığın orduya sokulması lüzumundan bahsetmişim. Moskoflarla çarpışmak üzere yetiştirilen bir orduda Turancılık fikri olmazsa o ordu zaten beş para etmez. Asker demek, meselelerin, dâvaların kuvvetle ve kanla hallolunacağına inanmış insan demektir. Böyle bir inancı olmayan asker, üniformalı bir başı bozuktan başka bir şey değildir. Kuvvetle çözülecek mesele ne kadar büyük, millî ve âdilâne olursa onu çözeceklerin kuvveti de o kadar büyük olur. Türk ordusuna Turancılık fikri verilmeyecek de altı ok uğruna ölmeleri mi telkin edilecek? Yoksa Moskof kardeşliği duygusu mu aşılanacak? Ben babası ve dedesi asker olan ve askerlik hakkında fikri bulunan birisi sıfatıyla askerlik üzerindeki düşüncelerimi herkesle tartışmağa hazırım. Ben Turancılık ülküsüyle tutuşmuş, çelik gibi disiplinli ve imanlı bir ordu istiyorum. Soyu sopu www.atsizcilar.com
Sayfa 73
belli, su katılmamış subaylar istiyorum. Emirberliğin kaldırılmasını, başkalarından kopya edilen üniforma yerine millî üniforma giyilmesini istiyorum. Gelen veya giden askerlerin kırk kişilik vagonlarda sevk olunmamasını, inzibat erlerinin erbaşlara kafa tutmamasını, terfilerin yıl doldurmakla değil, ehliyetle olmasını istiyorum. Generallerden hoşlanmıyorum; paşalar istiyorum. Subaylardan ve erlerden çok ağır hizmetler beklenmesini, fakat eğlence hakkının da tanınmasını istiyorum. Alaylara tarihteki ünlü Türk askerlerinin adı verilmesini, başlarına çok genç ve enerjik kumandanlar geçmesini, bütün askerî bilgilerin 3 yılda değil, 3 ayda verilmesini (çünkü kabildir) istiyorum. Kışlaya gelen erin oradan ayrılırken ağlayacak kadar kışlayı sevmesini ve bağlanmasını istiyorum. Profesyonel tümenler ve profesyonel donanma istiyorum. Kabiliyet gösteren erbaşların subay olmasını, bütün erkek liselerinde her gün bir saat askerî talim (ders değil) yapılmasını, tatil devresinin askerî (ve ciddî) kamplarda geçmesini istiyorum. Böyle bir orduya inandığım için de (inşallah hayal kırıklığına uğramam) oğullarımı daha şimdiden asker olarak yetiştiriyorum. Ben "Sıfır" değilim. "Bir"im. Bundan dolayı bütün yazılarımın, fikirlerimin ve yaptıklarımın sorumluluğunu üzerime almaktan bir an bile çekinmem. Fikir ve kanaatlerimde samimiyim. Olayların pundunu bularak yaşamadım. Esen rüzgâra göre dönmedim. Nâmert köprüsünden geçmemek için selde boğulmayı tercih ettim. Onun için, bana ait vesikaları (!) neşretmekle Sıfır yanlış kapı çalmıştır. Sıfırın diğer tezviri de 1944 Mayısında, Ankara’daki dâva görülürken, fahrî olarak avukatlığımı alan Hâmit Şevket incenin sonra bundan dönmesini aleyhime bir delil olarak kullanmasıdır [3] . O, Rasih Yeğengil ve Ferruh Ağan ile birlikte müdafiliğimi deruhte etmiş, sonra diğer iki genç avukat daha, yine fahrî olarak bu müdafiliği üzerlerine almak istedikleri zaman "ben varken başka avukatlara ne lüzum var" diyerek o iki genç avukatın da vekilim olmasına engel olmuştu. Hâmit Şevket’in vekilliğimi bırakması sırf korkusu yüzündendir. O zamanki dostu Falih Rıfkı ona, beni müdafaa etmekteki tehlikeleri anlatmış, o da benim Atatürk düşmanı olduğumu ileri sürerek avukatlığımı bırakmış, fakat bunu gazetelerle ilân etmek gibi avukatlık ahlâkına ve teamülüne zıt bir harekette bulunduğundan dolayı Ankara Barosu tarafından cezalandırılmıştır. Fakat zaman öcünü aldı: Demokrat Parti çıktığı sıralarda Falih Rıfkı’yla Hâmit Şevket kapıştılar. Neticede Hâmit Şevket, Falih Rıfkı yüzünden Halk Partisinden istifa etti. Her ne olursa olsun, Hâmit Şevket’in benim vekâletimi bırakması neyi ifade eder? O, Atatürk'e hayransa, ben de değilsem, bu, beni yan yolda bırakmayı mazur gösterir mi? Fikir ve vicdan hürriyetinin mümessili olması gereken bir avukat, fikir hürriyetine bu kadar düşmansa beni müdafaa etmemiş olması benim için büyük bir nimettir. Hakikatte, onun hareketindeki tek âmil "korku" dur. Sıfır’ın başka bir tezviri de "Halk Partisini temizlemeğe kalktığım" hakkındaki sözüdür (s. 20). Dünyada bir sabun buhranı yaratmadan Halk Partisini temizlemenin mümkün olmadığını biliyorum. Bununla beraber mukadderatın bu partiyi temizleyeceğine imanım var. Halk Partisi ya içindeki sıfırları atarak muayyen değerde bir rakam olacak, yahut hakikaten temizlenecektir. Bunu yakında göreceğiz. Parti aleyhinde söz söylemenin günah sayıldığı devirlerde olsaydık, Sıfır, bu yazıyla aleyhime mitingler yaptırabilirdi. Şimdi millet böyle şeyleri kanıksadı. www.atsizcilar.com
Sayfa 74
Ben, Halk Partisini temizlemeğe kalktığım zaman Türkiye’de müthiş bir diktatörlük vardı. Vicdanlar âdeta boğulmuş gibiydi. Şakşakçılık ve dalkavukluk alıp yürümüştü. Türkiye, Mısır Kölemenleri devletine benzemişti. Bugün manzara değişti. Zulme, istibdada, komünist istilâsına karşı ilk savaş bayrağını açanlardan biri isem bununla ancak övünürüm. Fikir uğrunda, hakikati söylediğim için bir buçuk yıl hapiste kaldımsa, güneş görmeyen hücrelerde ve toprak altındaki mezarlık gibi bölmeciklerde yıprandımsa oğullarıma bir şeref mirası bırakmışım demektir. Bu şeref sıfır olmaktan duyulan şerefe benzemez. * * * 3 Mayıs nümayişi Türkçülüğün komünizme karşı ilk filî hareketiydi. Bunu Ankara’da zorla susturmak isteyen Halk Partisi Hükümeti iki yıl sonra emir vererek İstanbul’da aynı hareketi tekrar ettirmek suretiyle fikren mağlûbiyetini kabul etmiş bulunuyordu. Bu mağlûbiyetten sonradır ki biz İki Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinde beraat ettik. Sıkı Yönetim Komutanlığı bunu temyiz etmekle hiçbir şey çıkmaz. Çünkü bizi tahliye eden ve hakkımızda verilen bütün cezaları kökünden bozan, Askerî Yargıtay’ın umumî heyetidir. Bu dâva artık olup bitmiştir. Fakat Sıfır’ın dâvası daha görülmemiştir. O, kendisini müdafaa etmek isterken hâlâ bize "tahrikçi grup" (s. 13), "Nazi dostu ve mihverci" (s. 18), "iğvâcı" (s. 19) ve "faşist" (s. 21) demekle hakikatleri tahrifte devam etmiştir. Bana faşist, Nazi dostu ve mihverci diyen "Sıfır" kendi kitabının 17. sayfasında Almanlar’ı da millî düşman saydığımı gösteren bir vesikayı yayınlıyor. Onun vesika dediği şey Almanlar’ın Yunanistan’ı zaptettiği sırada büyük oğluma yazdığım vasiyetnamenin bir parçasıdır. O zaman Almanların Türkiye’ye saldırmasına gün meselesi diye bakılıyordu; ordu, köprüleri atarak Çatalca’ya çekilmiş, okullar Nisan ayında tatil yapmıştı. Sıfır’ın iftirası gibi Nazi dostu ve mihverci olsaydım öyle bir vasiyetname yazmazdım. Bundan başka 1939'da yazılan bazı manzumelerimle de ben naziliğe ve faşistliğe karşı olan bakışımı belli etmişimdir. Moskoflarla çarpışıp onların belkemiğini kırdıkları için Almanlar’a karşı ‐her Türk gibi‐ duyduğum sempatiye nazilik diyen Sıfır’a, benim de Moskofçu dememeliğim için kendisinin Ruslar aleyhinde bir yazısını görmem icap eder.. Yoksa kendi itirafı veçhile 15 milletten 496 klâsik yayınlayarak bunun 63 tanesini Rus klâsiklerinden (!) yaptırmak ve bir tek, evet bir tek, Türk klâsiği neşretmemek kendisi için iyi bir not değildir. Meğer şu Ruslar ne de kültürlü milletmiş. Avrupa kültürünün babası olan Yunan klâsiklerinden 62 tane neşrolunuyor da yan barbar ve aşağılık Moskof’un klâsiklerinden (!) 63 tanesi Türk milletine sunuluyor. Her milletten kaç tane klâsik neşrolunduğunu gösteren şu listeye bir bakın: 171 Fransız 63 Rus 62 Yunan 56 İngiliz 53 Alman 19 Şark‐İslâm 18 Lâtin 13 Macar 12 İtalyan 10 Amerikan 6 İskandinav 4 Çin 1 Hind 1 Babil www.atsizcilar.com
Sayfa 75
Babil’den Amerikanına kadar hepsi var. Fakat Türk klâsiği yok. Yalnız bir Türkçe klâsik var: Kabusnâme. O da aslı Farsça olup vaktiyle Türkçe’ye çevrilmiş olduğu için Türk klâsiği değil, Türkçe klâsiktir. Yalnız bu liste bile Sıfırın Moskof hayranlığını göstermeğe kâfidir. Sıfır, Kenan Öner’le olan dâvasında hasmı tarafından gösterilen tanıkların hakikatte bir kişiden ibaret bulunduğunu, onun da Atsız olduğunu söylüyor. Bu saçma iddia Türkçüler’in muhakkak tahrikle iş yaptıklarını iddiadan ve Türkçüler’e hakaretten başka bir şey değildir. 18 kişinin kanaati birse ve Sıfır’ın aleyhinde ise bundan çıkan mâna Sıfır’ın büyük bir nefret kazanmış olduğudur; Moskof dostluğu yapmasıdır. Sıfır, sıfırlığına bakmadan Maarif Vekâletinde asıp kesecek, solcuları dolduracak, Türkçe diye milliyet fikrini yıkıcı bir kitabı liselere sokacak, Türkçü öğretmenleri ve yakınlarını sebepsiz yere vekâlet emrine alacak, sonra milliyetçiler kendi aleyhinde tanıklık ettikleri zaman bu iş bir kişinin eseri olacak. Böyle gülünç iddialarla ne hâkim, ne de Türk milleti aldatılamaz. O, kendisine karşı olan umumî nefretin sebepleri üzerinde biraz düşünmeli, akşam karanlığında evine dönerken üniversitelilerin kendisine niçin sövdüğünü araştırmalıdır. Ona düşen şey küfür işitince kadın gibi ağlamak değil, erkek gibi dövüşmek olmalıydı. Acaba o akşam kendisine söven üniversitelileri de ben mi tahrik etmiştim. Yedek Subay Okulunu ziyaret ettiği zaman kendisine savrulan küfürleri işitmemiş miydi? Sıfır, hâkimden göz yaşlarının hakkını istiyormuş. Daha kendisine esaslı bir hesap sorulmadan bu ne telâş böyle? Ben ve zevcem Sıfırların ve tahtessıfırların tahrikatı, garezleri, kinleri yüzünden tevkif edildiğimiz sırada, o zaman dört buçuk yaşında olan ve arasıra eve gelip çamaşır yıkayan bir kadının elinde kalmış bulunan oğlum, her gece yatarken: "Benim annemle babam vardı, nerdeler?" diye ağlıyor ve anasız, babasız kalan bu küçük çocuğun ne olduğunu anlamak için gelen iyi yürekli dostlar da evin etrafındaki köpekler tarafından ürkütülüp uzaklaştırılıyordu. Bu masum yavrunun samimî göz yaşlarıyla Sıfır’ın acizliğinden ve korkudan doğmuş göz yaşları arasında ne büyük fark var!... Ben henüz küçücük oğlumun haksız yere akıtılmış göz yaşlarının hesabını sormadım. Bunu sorduğum zaman yaman soracağım ve daima iddia ettiğim gibi yine söyleyeceğim ki tekke mezarlıklarında büyüyen Sıfırlar, Türk milletinin mukadderatında söz sahibi oldukları müddetçe bu millete kalkınma ümidi yoktur. Kür Şad, Temmuz 1947, Sayı: 4‐5 [1] Rapordaki 47 Irkçı ve Turancı şunlardır. Cafer Seyidahmet Kınmer, Muharrem Feyzi Togay, Ali Genceli, Zeki Velidi Togan, Kadircan Kaflı, Azerî M. Altunbay, Abdülkadir İnan, San'an Azer, Akdes Nimet Kurat, Nebil Buharalı, Samet Ağaoğlu, Caferoğlu Ahmet, Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin Namık Orkun, Remzi Oğuz Arık, Mehmed Halid Bayrı, Bedriye Atsız, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Müftüoğlu Mustafa Tatlısu, Sofuoğlu Zeki Özgür, Tevetoğlu Gülcan, Uluğ Türanlıoğlu, Ali Haydar Yeşilyurt, İzzettin Şadan, Nihâl Atsız, Tahir Akın Karauğuz, Mustafa Hakkı Akansel, Hakkı Yılanhoğlu, Tesbihçioğlu, Tevetoğlu Ali Dursun Tibet, M. Şakir Ülkütaşır, Yusuf Kadıgil, Mükrimin Halil Yinanç, Sepicoğlu, Nurullah Barıman, Hamza Sadi Özbek, Orhan Saik Gökyay, Hüseyin Avni Göktürk, Nejdet Sançar, Cemal Oğuz Öcal, Nihat Sami Banarlı, Peyami Safa, Tevetoğlu Dr. Fethi, Elmas Yıldırım, Osman Turan, İsmet Rasin. www.atsizcilar.com
Sayfa 76
[2] Refik Saydam’a yazdığım uzun bir mektupta bir nevi anayasa teklif etmiş ve reisicumhurluk ihtirasının önüne geçmek için bu makamın ancak beş namzedi bulunması gerektiğini ileri sürmüştüm. Bu fikrin tahrife uğrayarak, güya Refik Saydama "Memleketi biz beş kişi idare edelim" dediğim şekline inkılâp etmiş. Ahmaklara söz anlatmanın ne güç olduğuna bu tahrif iyi bir örnektir. [3] Bu meseleye ait, yazarın dokunmadığı bir noktaya da biz işaret edeceğiz: Sıfır, Hâmit Şevket İnce’nin bu tornistanını "yüksek bir duygu" olarak vasıflandırmış (s. 19). Dönmenin onun indinde yüksek bir duygu eseri olduğuna şüphemiz yok. Yalnız, Sıfır, o mahkemede Atsız’ın karşısında bulunan Sabahattin Ali'yi sevindiren bir hareketin şakşakçısı olduğunu ve böylece bir kaşarlanmış komünistle olan duygu birliğini itiraf ettiğinin farkında değil. Doğrusu bunu onun kurnazlığına yakıştıramadık! KÜR ŞAD
MAZİYİ İNKÂR EDENLER, DARÜLFÜNUN VE MİLLÎ TARİH KONGRESİ Fertler için olsun, milletler için olsun "mazi" dayanılacak en büyük kuvvettir ve maziyi ancak mazisi lekeli ve karanlık olanlar inkâr ederken son inkılâbın zayıf iradeler ve zayıf seciyeler üzerinde yaptığı sarsıntı ile "maziye sövmek" moda haline gelmiş. Ve maziye sövmek daha müfrit bir şekle girerek milliyet düşmanlığı halini de almıştı. Aramızda öyle piçlere rast geliyorduk ki yalnız maziye sövmekle, milliyeti inkâr etmekle kalmıyorlar, bu fikirlerini matbuatla yayarak sarsılmaya meyyal olanları da sarsıyorlardı. Bu cereyan bazen o kadar genişliyor, o kadar korkunç bir şekil alıyordu ki insanın Türk Milliyetinin istikbalinden bile meyus olacağı geliyordu. İnsanın, "Türk olduğuma pişmanım" diyen bir muallim namzedini gördüğü veya işittiği zaman meyus olmaması için pek geniş yürekli daha doğrusu pek kayıtsız olması lâzımdır. Maziyi inkâr edenler "istikbal, istikbal" diye haykırıyorlardı. Maziye dayanmayan bir istikbal olamayacağını düşünmüyorlardı. Onlara göre maziyi sevmek irtica idi. Asrî olmak için maziyi atmak ve yalnız ilerisini düşünmek lâzımdı. Halbuki bu fikri ileri sürenler hep imanları ve iradeleri zayıf biçare insanlardı. Biz şimdiye kadar mekteplerimizde çocuklara mazimizi ve dolayısıyla milliyetimizi sevdirecek hiçbir şey yapmadık. Daha düne kadar liselerimizde okutulan tarih kitaplarında Roma, Yunan, Mısır, vesaire tarihlerine hasredilen sayfa adediyle Türk tarihine hasredilen sayfa adedini mukayese edince insanın hiddetten çıldıracağı gelirdi. Tarihî hayatları ve doldurdukları coğrafî saha Türkler’e göre pek kısa ve küçük olan Alman milletinin tarihi için Viyana Darülfünununda on bir kürsü varken koca Türk tarihi için bizim darülfünunumuzda yalnız iki kürsü vardır. Garba gitmek, garba tapmak diye bağıran, garbın her şeyini taklit eden efendiler, garbın giyinme usullerini, şampanyasını almadan önce bu gibi milliyetçiliği kuvvetlendirecek âdetleri memleketimize soksaydılar daha insanca bir iş görmüş olurlardı. Fakat biz, bize zararı olan cihetlerde Avrupa’yı bir maymun mukallitliği ile taklit ederken, bize faydalı olacak taraflarında onun zıddına gittik. Memleketin en yüksek ilim şahsiyetlerini www.atsizcilar.com
Sayfa 77
toplaması icap eden ve yalnız millî irfanın değil, millî mefkurenin de kaynağı olması lâzım gelen darülfünuna gelince: bu millî vazifesini ne dereceye kadar yaptı? Bir iki yıl önce "darülfünun vazifesini yapıyor mu?" diye açılan bir ankete hukuk müderrisleri: "mükemmelen yapıyor" diye cevap vermişlerdi. Onlara göre arada sırada inkılâp nutukları vermek, bu nutukları verirken maziyi inkâr ederek Türk tarihini cumhuriyetten başlatmak, zaman zaman yaşasın cumhuriyet diye kadeh kaldırmak ve yabancı bir millete mensup profesörlerle talebeler geldiği zaman onlarla Türk milleti arasında mevcut tarihî dostluktan bahsederek öpüşmekle darülfünunun ilmî‐millî‐içtimaî vazifesi tamam oluyordu. Bu müderrisler ne düne, ne de bu güne karşı olan vazifelerinden hiçbirisini yapmadılar. Memleket gençliğine öğretilmesi icap eden bir inkılâp ideolojisi, bir eski Türk hukuku vardır. Roma hukukunu, Yunan teşkilâtını su gibi bilen, bülbül gibi okuyan müderrisler bunu tedvin etmeyi akıllarına getirdiler mi? Şu veya bu dersin tarihini okutan profesörler Fransız hukukuna göre yazılmış olan ve Türkiye’yi solda sıfır bırakan eserleri papağan gibi tekrardan başka ne yaptılar? İçtimaiyat derslerinde Avustralya’nın vahşî kabilelerinin isimleri yanında "Türk" adı kaç kere geçti? Halbuki bu müderrisler inkılâba olan sadakatlerini şekil itibariyle göstermekten bir an bile geri kalmadılar. Edebiyat fakültesi talebesine şehadetname verirken cumhuriyete sadık kalacaklarına yemin ettiren, hatta bu yemini yabancı tebaalardan olan talebeye de teşmil etmek gibi gülünç bir harekette bulunan müderris beylerin hepsi dünün adamlarıydılar. Onlar dün de "padişahım çok yaşa" diye bağırmışlardı. Ve bu gün istibdat zihniyetini, istibdat karakterini aynen cumhuriyete tatbik ediyorlardı. Bu işlere karşı bir aksülâmelin olması tabiiydi. Olacaktı da. Ankara’da kurulan tarih cemiyeti bu aksülâmelin ifadesi, tarih kongresi darülfünunun foyasını meydana çıkaran bir meydan harbi oldu. Biz garp medeniyetini kabul ettikten sonra baş döndürücü bir süratle ve kendimizi unutacak kadar garplılaştık. Fakat bir de Türkleşmek lâzımdı. Biz öyle bir millet olmalıydık ki mazideki ananelerimizle bu günün icaplarını telif edebilelim. Bunun için maziye hürmet etmek, hürmet etmek için de maziyi bilmek lâzımdı. Halbuki münevverlerimiz maziye bol bol sövmekten başka ne yapıyorlardı? İmparatorluk devrimiz olan Osmanlı ve Selçuk hanedanları devri bir çirkef sahnesi gibi tasvir ediliyor, atılıyor ve her şeyin başlangıcı olmak üzere cumhuriyet devri alınıyordu. Bunun bütün kabahati kraldan çok krallık taraftan olan yaygaracılarda, yani inkılâbı yapanlardan çok inkılâpçı olmaya kalkışan çığırtkanlarda idi. Vahdettin vatanına ihanet etti, Abdülhamit zulüm yaptı, Sultan İbrahim deli idi diye bütün imparatorluk devri büyüklerine ve o devrin tarihine küfür etmek çok yanlış bir yoldur. İnkılâpçıların arasında birisi millî müdafaa bütçesinden çaldı diye bütün inkılâbı ve inkılâpçıları inkâr etmek nasıl yanlış bir hareketse, bir kaç kişi için de Kılıç Arslanları, Sultan Mesutları, Osman Gazileri, Orhanları, Muratları, Fatihleri, Yavuzları vesaire, inkâra kalkışmak da öyle bir hareket olurdu. Halbuki bizim imparatorluk tarihimiz yalnız büyük reis ve büyük kumandanlardan; yalnız Kosova, Varna, Çaldıran, Mohaç, Silistire ve Plevnelerden ibaret değildi. Onun Füzulîleri, Nedimleri, Mimar Sinanları, Kâtip Çelebileri, kanunları, teşkilâtları, birer sanat şaheseri olan heybetli camileri, birer darülfünun olan medreseleri de vardı. Hem de bu Osmanlı ve Selçuk devri maziye daha başka ve daha şanlı devirlerle bağlanıyordu.
www.atsizcilar.com
Sayfa 78
Mazisi ve mefahiri olmayan milletler bile kendilerine bir mazi, bir millî destan uydururken, biz binlerce yıllık şanlı bir fütuhat, teşkilât ve medeniyet tarihimizi inkâr ederek bir prensip halinde çingeneleşiyorduk. Bu uçuruma gidişin önüne geçecek kuvvet darülfünundu. Darülfünun buna karşı ne yaptı? Dünyada muhtelif isimler altında milliyetperverlik cereyanları hızlanır ve Türk gençliği berbat bir kozmopolitliğe doğru sürüklenirken millî şuuru, millî irfanla uyandıracak olan darülfünun hararetli bir alış veriş pazarı halini almıştı. Darülfünunda baremin tatbiki dolayısıyla biraz fazlaca arpalık koparmak isteyen müderrisler birbirlerine girmişlerdi. "Müderrisler kendilerini yalnız ilme hasretmelidir.." diyenlere karşı yaygara kopuyor, birer bahane bulunarak onlara leke sürülmeye çalışılıyordu. Ömründe bir tek eser neşretmemiş olanlara, ilimle hiç bir alâkası olmayan tüccarlara, avukatlara, iş adamlarına kıdemlidir diye yüzlerce lira maaş veriliyor. Bir kütüphane dolduracak kadar eser neşretmiş olanlar birer sudan sebeple birkaç derece aşağı atılıyordu. Darülfünuna dışardan bakanlar bu hale "kemik kavgası" diyorlardı. Tasarruf dolayısıyla hükümet millî müdafaadan bile para kestiği halde darülfünuna bir yıl önceki bütçesini aynen vererek teveccühünü göstermişken, bu efendiler bu parayı öyle bir paylaştılar ki neşriyat yapmak, vesait almak için hemen hemen hiç para kalmadı. Fakat iş bu kadarla da bitmedi. Müderris beyler millet meclisinden çıkmış bir kanuna muhalif bir kararla ikinci bir gaf daha yaptılar: barem kanunu mucibince asistanların (yüksek tahsil gördükleri için) on ikinci dereceden maaşa girmeleri lâzımken bu asistanlara iki derece daha aşağı maaş tahsis etmekte beis görmediler. Sanki bir müderrisin midesiyle bir asistanın midesi arasında fark varmış gibi kendilerine bol keseden 200‐250‐300 lira maaş tahsis eden efendiler asistanlara da lütfen 50 lira bahşettiler. Bu suretle darülfünunun 800 bin lirası kışlık odunlarla müderrisler arasında taksim olunmuş bulunuyordu. Bu müderrislerin çoğu dışarıda doktorluk, tüccarlık, muallimlik, vesaire gibi işlerden de arpalıklarını genişletir ve müderrisliği yalnız bir reklâm olarak kullanırken asistanların dışarıda herhangi bir vazife almamasını men edecek bir de karar çıkardılar. Halbuki bu müderrislerin ilmî kıymeti ne idi? Memlekete, Türk inkılâbına karşı borçlarını yapmış mı idiler? Bunu anlamak için çok söze ne hacet, darülfünunu biraz gözden geçirmek kâfidir. Hukuk mezunlarından bir genç, kendi hocalarından birinin takriben on yıl önce taş basması olarak basılmış notlarını tesadüfen ele geçirdiğini; kelimeleri, noktaları ve virgülleri ile bugün de talebesine verdiği notların aynı olduğunu söylüyordu. Aşağı yukarı bütün fakültelerimizde de buna mümasil haller pek çoktur. İlim böyle bir papağanlıksa müderrislere bu kadar para vermeye lüzum yoktur. Bir gramofon plâğı darülfünunun talebelerini fisebilillah da okutabilirdi. Ankara’da toplanan millî tarih kongresi bu uyuşukluktan kurtulmak için yapılan bir silkiniştir. Bir buçuk yılda büyük mesai sarf eden ve liseler için bir kitap yazan bu heyet hiç şüphesiz zamanla, yanlışını düzeltip eksiğini tamamlayarak kitabı daha güzel bir şekle sokacak ve orta mekteplerle ilk mektepler için de birer kitap yazdıktan sonra ilk mektepten darülfünuna kadar Türk çocuğu millî bir kültür ile yetişecektir. Halbuki şimdiye kadar nasıldı? İskender’i, Napolyon’u büyük insan olarak öğrenen Türk çocuğuna Temür bir vahşi, Çingiz bir medeniyet düşmanı olarak öğretilir, Temür’ün, Çingiz’in orduları ve devleti "Tatar" tesmiye olunurdu. Darülfünunun hocaları Ankara’daki tarih kongresine gidip de tarih encümeninin fikirlerini münhezimane bir şekilde kabul ederek cehalet hüccetlerini kendi elleriyle imzalayacak yerde, Garbı www.atsizcilar.com
Sayfa 79
körü körüne taklitten vazgeçerek tarihi Türk görüşüne göre okutsalardı şüphesiz daha iyi olurdu. Bu hocalardan birinin tarih kongresinde kalkıp "sizin vesaitiniz vardı, çalıştınız; bizim yoktu, onun için kısmen mazuruz" demesi de kuru bir lâftır. Vesait nedir? Kitap mı? işte sonsuz bir hazine halinde İstanbul kütüphaneleri... O halde mazeret nerde kaldı? Ankara’daki tarih encümeni bazı nazariyeler koymuş olabilir. Avrupalıların kendi lehlerine ve bizim aleyhimize koydukları nazariyeleri kabul etmektense kendi lehimize nazariyeler koymak şüphesiz daha makul bir harekettir. Komünist propagandası, frenkperestlik, kozmopolitlik, memleketimizde bir sistem halinde dört nala ilerlerken ve artık "din" bir mefkure olmak kuvvetini kaybetmişken bizim için sarılacak yegâne istinatgah milliyetimiz, genç Türkçülüğümüzdür. Yeryüzünün geniş bir sahasına yayılmış olan, şerefli ve müşterek bir mazi sahibi 30‐40 milyonluk büyük bir milletin mefkuresi başka bir şey olamaz. Bir gün muhakkak birleşmesi tarihî bir zaruret olan bu büyük milletin programını çizmek için, hatta geç bile kalınmıştır. Ankara tarih kongresi müderrislerin ehliyetsizliğini ispat ederek darülfünunda ıslahat yapılması lüzumunu tekrar ortaya koydu. Hakikatte bu günkü darülfünun orta mekteplerin üçüncü devresidir. Çünkü buradaki dersler biraz mufassalca okutulan lise dersleri ve hocalar da ‐iki üçü müstesna‐ esersiz, kitapsız lise hocalarıdır. Kaldı ki lise hocaları arasında, çok nadir olsa bile, darülfünun müderrislerine parmak ısırtacak ilmî mahsul verenler vardır. Kendi kendine bir eser çıkaramayan talebe darülfünunun talebesi olamayacağı gibi, ilme bir şey katamayan hocalar da darülfünun hocası olamaz. Bu hocalar değişmedikten sonra darülfünunun ıslahı için yapılacak her hareket akim kalacak ve darülfünuna sarf olunan emek ve para heba olacaktır. Bugün darülfünun her haliyle liseden biraz yüksek bir mektep şeklini almıştır. İmtihanlar gayet gevşektir. Bu imtihanlarda kayıtsızlığın, ahbaplığın her türlü neticeleri görülür. Kendisi mahcup olmamak için talebelerine anlaşma teklif eden hocalar vardır. Gidip bu derslere bakınız: Önünde ne bir not, ne bir kitap olmadan hafıza kuvvetiyle talebesine ders veren müderrisler (?) göreceksiniz. İlmin yalnız hafızaya dayandığı orta çağ devirleri geçmekle beraber bizim müderrisler hâlâ o kafadadır. Çünkü onların ilimleri de o kadardır. Açık söyleyelim: imtihanda mühim bir meseleymiş gibi İskender’in atını soran hocalarla, eserlerinin Mısırdaki Cami ül‐Ezher’de okunmasıyla öğünen müderrislerle bu iş yürümez. Lâik bir devletin darülfünununda ders okutan bir adam eserlerinin mutaassıp ve kurunuvustaî Cami ül‐Ezher’de revaç bulmasıyla öğünürse o adam softalıkla iftihar demektir. İlmî vazifesini yapamayan ve bir çok müderrisleri Türk olmayan darülfünundan ise mefkurecî bir vazife beklenemeyeceği gayet tabiîdir. Daha iyisi kurulmak şartıyla, bu darülfünun kökünden yıkılmalıdır. ATSIZ MECMUA, 15 Ağustos 1932, Sayı: 16 www.atsizcilar.com
Sayfa 80
DARÜLFÜNUNUN KARA, DAHA DOĞRU BİR TABİRLE YÜZ KIZARTACAK LİSTESİ Darülfünunun ıslahatının zamanı yaklaştıkça darülfünunun müderrisleri ve muallimleri arasında gittikçe artan telaş ve dedikoduları yakından seyretmek, ibretle bakılacak bir levhadır. Memleketin ilim ve irfan ordusunun bu başı bozuk erkânı harpları yeni yapılacak darülfünunun kadrosunda bir yer alabilmek, yahut da arkadaşının ayağını kaydırarak onun yerine geçebilmek için sürekli bir kompas halinde bulunuyorlardı. Biz bu heyetin büyük kısmının ilminin, daha doğrusu cehaletinin derecesini pek yakından bildiğimiz için bunların eserlerinin listesini yapmayı düşündük. Fakat maalesef bu listeyi bütün darülfünunun fakültelerine teşmil edemedik. Tıbbiye hocalarının eserleri hakkında malûmat almak için bu müesseseye mensup bir doktor arkadaşa müracaat ettiğimiz zaman kendi mensup bulunduğu fakültenin cehalet hüccetini kendi eliyle veremeyeceğini, bununla beraber kendi fakültesinin diğer fakültelerden üstün olduğuna emin bulunduğunu söyledi. Hukukçuların eserleri için hukuku bitirmiş üç arkadaşa müracaat ettik. Birincisi, kendisinden hukuk müderrislerinin eserlerinin listesini istediğimiz zaman, hayretle bakarak "eserleri yok ki listesi olsun" dedi. "Hiç bir şeyleri de mi yoktur?" diye sorduk. "Bazı öteberileri vardır ama insan onlara eser diyemez" cevabını verdi. Şu halde kendilerinin nasıl hukuktan mezun oldukları ve imtihana hangi kitapları okuyarak girdikleri hakkındaki sualimize de sadece güldü. Hukuktan mezun olan diğer iki arkadaştan hukuk müderrislerinin eserlerini öğrendik. Bu arkadaşlar dersi sıkıcı, takriri fena olmakla beraber profesör denmeye lâyık yegâne hocalarının "hukuk usulü muhakemeleri" müderrisi Mustafa Reşit Bey olduğunu söylediler. Bu müderrisin eserleri istisna edilirse diğerlerinin eseri olarak, talebe tarafından taş basması olarak bastırılan, notlardan başka hemen hemen bir şeyleri olmadığım ilâve ettiler. Hukuk hocalarının eserleri Muammer Raşit B. (Hukuku hususiyeti düvel): Bugün darülfünunun emini olan bu kıdemli müderrisin yegâne eseri 16 sayfalık bir hülâsadır. Bir de kendi mesuliyeti altında olmaksızın talebesi tarafından basılmış taş basması notlar. Mithat B. (Hukuku âmme): Taş basması notlar. Etem Akif B. (Tıbbı adli): Bir ders kitabı. Etem AkifB. (Tıbbi adlî): Bir ders kitabı. Ebülülâ B. (Hukuku medeniye): Takrirlerini talebe bastırmaktadır. Samiın B. (Hukuku medeniye): Takrirlerini talebe bastırmaktadır. Hasan Tahsin B. (İlmi mali): Eski yazı ile eski bir kitabı vardır. Bu listeyi veren hukukçu arkadaşlar bu kitabı "feci bir kitaptır" diye tavsif ettiler. Fazıl B. (İktisat): Matbu bir kitabı vardır. www.atsizcilar.com
Sayfa 81
Zühtü B. (Ihsa): Taşbasması notlar. Mustafa Reşit B. (Hukuk usulü muhakemeleri: Hukuk usulü muhakemeleri (3 basım), dört cilt Kanunu Medenî şerhi, İcra Kanunu şerhi (3 basım), eski Ceza kanunu şerhi, hukuk ansiklopedisi, Vatandaşlık kanunu şerhi. Bu müderrisin Fransızca makaleleri de Fransız hukuk mecmualarında neşrolunmaktadır. Bu listede hukuk müderrisleri tamam olmuyordu. Meselâ Muslihiddin Adil Bey’in hangi eserleri olduğunu sorduk. Hukukçu arkadaşlarımız "Alman hayatı irfanı" adındaki eserinden bahsettiler. Bunun mevzua temas etmediğini, Köprülüzade Fuat Beyin şiirlerini nasıl eserleri arasında saymıyorsak bunu da saymayacağımızı söyledik. Hukukçu arkadaşlar bir sözümüze karşı, merhum maarif vekili Necati Bey zamanında, ders ayları esnasında, bir davanın avukatlığını yapmak üzere Eskişehir’e giden Muslihiddin Adil Bey’in Necati Bey tarafından: "Bir müderrise yakışmaz" diye İstanbul’a gönderilmesi hakkındaki hikâyeyi anlatmakla mukabele ettiler. Edebiyat hocalarının eserleri Zeki Velidî, Köprülüzade, Ahmet Refik Beyler: Bu üçünün eserleri saymakla tükenir gibi olmadığı için burada en mühimlerinin bile zikrine girişemeyeceğiz. Bunların eserleri muhtelif dillerde çıktığı gibi muhtelif dillere de tercüme olunmuştur. Eserleri hakkında bir fikir vermek için yalnızca şu kadarını söyleyelim ki, meselâ Köprülüzade’nin eserleri tartılsa, yüksek tahsil görmediği için baremdeki derecesinin indirilmesi hakkındaki ilk teklifi yapan İzmirli İsmail Hakkı Bey’den ağır gelir. Ahmet Refik Bey’in eserleri ise, bu eserlere kıymet biçmek için darülfünunda içtima yapan tarih hocalarının boyundan aşkındır. Zeki Velidî Beye gelince eski ve yeni bütün Türk lehçelerinden başka Arapça, Acemce, Rusça ve Almanca bilen İngilizce ve Fransızca’dan da eser takip edebilen bu hoca Avrupa ve Amerika’nın her yerinde (ilim muhitlerinde) birinci sınıf âlim olarak tanınmıştır. Çıkanlardan başka tamamen hazırlanmış olup, çıkmak için maddî imkân bekleyen en mühim eserleri şunlardır: dört ciltlik Türkistan’ın tarihî coğrafyası, Temür ve Temürlüler devri, Yedinci asırda garbî Asya vekayii ve Türkler, Türk destanlarının tetkiki, Elbîrûnî... Temür oğullarının siyasî tarihine dair vaktiyle Özbekçe yazılan hülâsa, benimle beraber Türkiyat Enstitüsünün diğer asistanları Kıvameddin, Abdülkadir ve Pertev Naili Beyler tarafından Türkiye Türkçe’sine çevrildikten sonra Türk tarih cemiyetine verilmiştir. Yine asistanlar ve talebeler tarafından tebyiz edilen Çağatay oğulları tarihi de Zeki Bey Avrupa’ya gitmeden biraz önce kendisi tarafından vaki olan talep üzeri Riyaseticumhur Başkâtibi Hikmet Bey’e verilmiştir. Hamit Sadi B. : İktisadî coğrafya; İktisadî Türkiye; Beş kıta coğrafyası; muhtelif makaleler ve duvar haritaları. Şerif Bey: 16 yıllık hocadır. Eserleri tercümelerdir: Edebiyat tarihinde usul; Avrupa edebiyatı muhtasar tarihi [1], Fransız edebiyatı tarihi. Ali Ekrem bey: Nazariyatı edebiye; Edebî meslekler; ve muhtelif makaleler. Ferit bey: İran edebiyatı tarihi (bu kitap altı Farisî membadan toplanmış malûmatın birbirine eklenmesinden hasıl olmuştur). www.atsizcilar.com
Sayfa 82
Hamit bey: Yegâne eseri lise muallimlerinden Muhsin Beyle müşterek liseler için yazılan "Türkiye tarihi"dir. Fakat bu tarihin de asıl Türkiye kısmını Muhsin bey, onun arasına serpiştirilen Avrupa vakayii kısmını da Hamit Bey yazmıştır. Avram Galanti Efendi: 16 yıllık hocadır. Zeki Velidî ve Ahmet Refik Beyler çıkarıldıktan sonra hiç şüphesiz tarih zümresinin en kıymetli hocası budur. Yahudi olduğu için çok lisan bilir. Fakat diğer lisanları da Türkçe kadar biliyorsa zayıf demektir. Makalelerden mürekkep bir eserinin adı "Küçük Türk tetebbüler"dir. Görülüyor ki Galanti efendi Türkçe’yi bilmek hususunda "kol düğmeler, kahve fincanlar" diye bağıran Yahudi esnafından farksızdır. Eserlerinin en mühimleri "Üç Sâmî Vâzı Kanun", "Hitit Kanunu", "Hamurabi Kanunu"dur. Bir de Türkiye Yahudilerine dair mühim bir eseri vardır. Galanti efendi fırsat düştükçe "Türk" olduğunu öne sürüyorsa da hakikatte kendisi gayri meş'ur bir Yahudi ve Sâmî milliyetperverdir. Türklüğe dair en mühim ve eski meseleleri Tevrat’la halletmek istemesi de bunun delilidir. Fazıl Nazmi Bey: Roma ve Yunan tarihi müderrisi olan Fazıl Nazmi Bey’in kendisi de hakikî bir yunanlıdır. Türkçe’yi az bilir ve Atina’dan yeni gelmiş bir Rumun şivesiyle konuşur. Aynı zamanda Yunanlılığa karşı duyduğu hürmet ve rabıtayı ifadeden de çekinmez. Yunanlı talebe İstanbul’a geldiği gün sevincinden fazla heyecana kapılmış ve talebesine "duyduğu sevinç ders yapmasına mani olduğu için ders yapamayacağını" söyleyerek o günü derssiz geçirmiştir. Yunanlı talebeye Rumca konferans vererek Rumluğa merbutiyetini gösterdiği gibi Venizelos İstanbul’a geldiği zaman da vatandaşlık hislerini ifadeye giden heyetin reisliğinde bulunmuştur. Herşeyi Yunanlılık gözüyle gördüğünden, kız talebesinden birine de bir Yunan ilahesinin adını takmıştı. Fazıl Nazmi Bey kendi ifadesine göre çok çalışkandır. Bir gün, derse girmeyip de koridorda dolaştığını gördüğü bir kız talebesine: "Kızım! insan daima çalışmalı. Ben uyurken bile çalışırım" dediğini ben kendim işittim. Fakat bu günde 24 saatlik mesainin verdiği mahsul nedir bilir misiniz? Edebiyat Fakültesi mecmuasında çıkmış iki küçük makale... Macit bey: 14 yıllık hocadır. Eserleri Avrupa coğrafyası (lise için); Umumî coğrafya (İbrahim Hakkı Beyle müşterek) Fakülte mecmuasında muhtelif makaleler. İbrahim Hakkı bey: 10 yıllık hocadır. Eserleri: Tabiî coğrafya; orta mekteplere mahsus coğrafya serisi, muhtelif makaleler ve Mösyö Chaput ile birlikte hazırlanmış kıymetli risalecikler. Sekip Bey: 16 yıllık hocadır. Eserlerinin başlıcaları "terbiye musahabeleri", "terakki fikri", "froydizm"dir. Muhtelif mecmualarda bir hayli makaleleri çıkmıştır. Ribo’nun "hissiyat ruhiyat "mı da, Şerif Bey’in yardımıyla, tercüme etmiştir. Eserleri diğer bazı hocalardan çoktur. Fakat bu Sekip Bey’in cahilliğine bir mani teşkil etmez. Çünkü Sekip Bey ruhiyat hocası olmakla beraber ömründe bir defa dimağın teşrihini yapmamıştır. Dimağı nazarî olarak bilir. Hatta Sekip Bey derslerinin birinde erkek ve dişi "amip»lerin "ehdâbı mühtezze"leri vasıtası ile birbirlerini cezbettiklerini söyleyerek bir orta mektep talebesinden daha cahil olduğunu ispat etmiştir. Amiplerde erkeklik dişilik olmadığını felsefe tarihi hocası bilmezse ayıp değildir. Fakat ruhiyat müderrisi bilmezse bu, ilmî gafların şaheserini teşkil eder. Bununla beraber Sekip Bey’in kırdığı potlar bu kadar değildir. "Türkçe yerine başka bir dil kabul etmek", "Hıristiyanlık dinine girmek" gibi fikirler de Sekip Bey’in efkârı felsefiyesi arasında vardır. Her www.atsizcilar.com
Sayfa 83
ne kadar Sekip Beyin fikirleri arasında eskiden beri "Lâtin harflerini kabul etmek" gibi memlekete faydalı olanlar da varsa da bu Sekip Bey’in memleketten ziyade kendisini düşünmesinin neticesidir. Çünkü Sekip Bey’den not alan talebeleri de pek iyi bilirler ki Sekip Bey’in eski harflerle olan imlâsı bir ilk mektep çocuğundan farksızdır. Orhan Sadettin Bey: 3‐4 yıllık müderris muavinidir. Almanya’da okumuştur. Karl Furlanderin felsefe tarihinin bir cildini lisanımıza çevirmiştir. Bu tercüme pek muvaffakiyetli bir Türkçe ile çevrilmemiştir. Fakat eserin aslının da ağır olduğunu söylüyorlar. Caferoğlu Ahmet Bey: Türk Lisanı tarihi müderris muavininin en az bildiği şey Türk lisanıdır. Kendisi çalışkan ise de telâşı ve Türkçe’yi bilmemesi yüzünden her yaptığı iş yanlış oluyor. Belli başlı eserleri "Ebü Hayyân lügati", "Tukyu ve Uygurlarda han unvanları" ve "Türk lisanı tarihi notları”dır. Takriben 2500 kelimeden ibaret olan Ebû Hayyan lügatinde, A. Battal Bey 145 kelimeye yanlış mana verildiğini tespit etmiş ve bu tenkit "Azerbaycan Yurt Bilgisi"nde çıkmıştır. 2500 kelimeden ibaret bir lügatin 145 kelimesi yanlış olursa o eser pek feci bir eserdir. "Tukyu ve Uygurlarda han unvanları" adlı makalesinin başında da fahiş bir tarihî hata var. Caferoğlu Ahmet Bey Gök Türk hükümdarlarının ilki olan "Tumen'i Şimal Türk kabileleri müttehidesinin başında olarak "Cücen"lere karşı isyan etmiş olarak gösteriyor. Hakikatte ise Şimal Türk kabilelerinin Cücenler’e karşı olan isyanını bastıran "Tumen" dir. Tumen'in Cücenler’e isyanı bu vakadan sonradır. "Türk lisanı tarihi notları" ise biri ilim faciasıdır. Bu notlardaki ilmî palavralar saymakla tükenir gibi değildir. Meselâ bu notlarda "İlhanlılar devleti" "Karahanlılar Devleti'nin devamı olarak gösterilmiştir. 13. asırda kurulan İlhanlılar Devletini 11. asırda siyasî hâkimiyeti biten ve 12. asırda sülâlesi ortadan kalkan Karahanlılar'la birleştirmek için insanın kara cahil olması lâzımdır. Kendisinden ders alan bütün talebe şahittir ki Ahmet Bey her hangi bir eski metni okuyup anlamaktan acizdir. Hele aruzu katiyen bilmez. Türkçe "suna" ile Rusça "sonia" (kadın adı)yı birleştirmek gibi yaptığı gülünç iştikakları bir tarafa bırakırsak bile "bilemeyince atmak" düsturu ile bu iş yürümez. Denilebilir ki Köprülüzade’nin en berbat eseri Caferoğlu Ahmet Beydir. Reşer Efendi: Arap edebiyatı tarihi müderrisi olan bu zat bir Alman Yahudisidir. Fakat Ramazanlarda bazen oruç tuttuğuna bakarak kendisinin Müslüman olduğunu söyleyenler varsa da, bunun Arapça’da kendisine çok büyük yardımları dokunan Beyazıt kütüphanesi müdürü İsmail Saip Efendinin teveccühünü kazanmak için yapılmış bir tabiye olduğunu temin edenler de vardır. Bu müderrisin Türkçe eseri yoktur. Çünkü Türkçe’yi Fazıl Nazmi Bey kadar da konuşamıyor. Fakat Almanca neşriyatı çoktur ve iyidir. Fakat eserlerini yalnız yetmiş nüsha bastırdığından ve satılığa çıkarmayıp yalnız muayyen kütüphane ve bayilerle mübadele yaptığından bu eserleri görmek her kula müyesser olmaz. Talebesine verdiği dersler bir Arap edebiyatı tarihi olmaktan ziyade bir "Arap şairleri biyografisi" mahiyetindedir. Reşer Efendinin buradaki bir vazifesi de nadide yazma kitapları toplayıp Almanya’ya göndermektir. Almanca’da "sch" şeklinde üç harfle yazılan "şe" harfi için Türklerin bir tek "ş" harfini kabul etmelerini de Türkler’in en büyük muvaffakiyeti saymaktadır. Ali Muzaffer Bey: 17 yıllık hocadır. Kitap, makale veya makalecik şeklindeki eserlerinin adedi: 000. [2] Görülüyor ki darülfünunun hocaları arasında Ali Muzaffer Bey Amerikanvarî bir rekor kırmıştır. Halbuki biz öyle zannediyoruz ki bu kürsüye "Zaro Ağa" bile getirilseydi 17 yılda bir iki eser, hiç olmazsa öteki hocalar gibi bir lise kitabı yazardı. www.atsizcilar.com
Sayfa 84
Bu neticeye göre şu tasnif kendiliğinden doğuyor. Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17 [1] Şerif Bey, Giritli olmak dolayısıyla vâkıf olduğu Rumca’dan başka Fransızca’yı bir Fransız kadar bilir. Fakat buna mukabil Türkçe’yi pek iyi bilmediği, bu kitabın tercümesine koyduğu isimden anlaşılıyor. [2] "Balkanlarda içtimaî ilimler" diye İngilizce çıkan bir kitapta kendisine birkaç eser isnat olunuyorsa da aslı yoktur.
ESERİ OLMAYAN EŞSİZ (!) PROFESÖRLER Üniversiteler, milletlerin beyni olmalıdır. Çünkü orası en seçkin bilginlerin, araştırıcıların toplandığı yerdir. Türkiye'de böyle düşünüldüğü için üniversitelere muhtariyet verilmiş, öğretmeni ve öğrencisiyle üniversite seçkin bir çevre olarak tanınmıştır. Fakat gerçek hiç de böyle değildir. Üniversitelerde gerçek bilginler ve araştırıcılar pek azdır. Profesörlük bir ilim unvanı değil, bir kazanç sertifikasıdır. Üniversite tüzüklerine göre profesörlerin birkaç dil bilmesi, orijinal eser sahibi olması, inceleme için Avrupa'ya gittikten sonra bilgi kazancını belirtecek bir rapor veya etüt hazırlaması lazımdır. Ama nerede? Üniversite profesörleri hoca değil, tüccardır. Kendini bilim alanına vermiş sekiz on kişinin dışında, Avrupa’dan bilim ve bilgi değil, başta araba olmak üzere, geçer akça mal getirmektedir. Orijinal esere gelince Edebiyat Fakültelerindeki birkaç kişinin eserleri dışında ortaya konan kitaplar, yine kazanç vasıtası olan ders kitaplarıdır. Öğrencisi gayet kalabalık olan Hukuk ve Tıp Fakültelerinde astronomik fiyatlarla satışa çıkarılan bu kitaplar bayağı birer derlemeden ibaret olduğu halde tükenip sahibine kazanç sağlar ve zavallı Hukuklu ve Tıbbiyeli de güç bela edinebildiği veya iğreti olarak okuduğu bu kitaplarla sınıfını geçmeye çabalar, durur. Üniversiteler muhtardır. Oraya polis bile izin almadan giremez. Oraya yalnız profesörlerin maddî menfaati girer. Profesör, klinik şefi ise klinikteki yatak sayın profesörü özel muayenehanesinden geçer. Özel muayenehane ebedî çalışma halindedir. Sayın profesör inceleme için Avrupa'ya gittiği zaman asistanlar tarafından işletilir ve asistanların muayene ettiği hastalardan alınan ücreti kendisine mal etmekte profesör hiçbir ahlâkî sakınca görmez. Sayın Hukuk Profesörleri 2000 kişiye birden ders verecek kadar bilim ve hatta dehâ sahibidirler. Haftada dört saat dersi olan bu dâhiler, şu 2000 garibi dörde bölerek 500'er kişilik guruplara ayrı ayrı ders vermeyi ve o hengâmeyi birer sınıf haline getirmeyi bir türlü düşünemezler. Hayır, düşünmesine düşünürler ama bunun için ayrı ücret beklerler. Çünkü haftada 8 veya 12 saat ders verirlerse, dışarıdaki hukuksal danışmadan gelecek kazanç baltalanacaktır. Mühendis profesörlere gelince, onlar memleketi imar ve inşa ile o kadar meşguldürler ki, resmî makamları olan odaları bile dışarıya yapılan projelerle doludur. Ya Üniversiteler talimatnamesine göre yazılması gereken orijinal eserler? Onlar istim gibi arkadan gelecektir. www.atsizcilar.com
Sayfa 85
Yalnız maddî kazanç peşinde olup şahsî çıkarlarıyla bu derece uğraşan kimselerin ne bilim gelişmeleri hakkındaki yeni eserleri okumaya, ne de bizzat araştırma yapıp eser vermeye elbette vakitleri olmayacaktır. Birkaç yıl önce, Hamburg Üniversitesi Türk Tarihi ve Türkoloji Kürsüsü profesörü olan Spuler adında genç bir Alman bilgini İstanbul'a gelip konferanslar vermişti. Spuler, İngilizce ve Fransızca'dan başka Türkçe, Arapça, Farsça, Rusça, Moğolca da biliyor ve bu dillerdeki yayınları asıllardan takip ediyordu. Bilim adamı, işte böyle olur. Bizim göstermelikler arasında böyle 7 dilden vazgeçtik, 3 büyük Batı dilini bilip de o dillerdeki yayınları takip eden kaç kişi var? Onlar ya ticaret ardındadırlar, yahut, meslekleri ticarete elverişli olmayanlar klik yapmakla uğraşırlar. Evet, onlar birbirleriyle gizli gizli konuşacaklar, sen benim dekanlığıma oy verirsen ben de senin asistanının doçentliği için oy kullanırım diyecekler, sohbete benzeyen profesörler toplantısında nutuk çekme gösterisi yaparak günlerini gün edeceklerdir. Tüccarlara muhtariyet verilir de her türlü kontrolden uzak bırakılırsa elbette sonu budur: Kazanç için çürük mal sürerler ve halkı asla düşünmezler. Göstermelik profesörlerin kötü bir huyu da kıskançlıklarıdır. Değerli asistanları ve doçentleri baltalamak için her şeyi yaparlar. Kendileri yükselemedikleri için onları alçaltmaya çalışırlar. Doğru konuşan, yanlışları yüze vuranlardan ödleri patlar. Ömürleri boyunca ciddî bir eser veremeyen, erdem örneği gösteremeyenlerin yapacağı iş budur. Kıskançlığın en berbat örneğini birkaç yıl önce İstanbul Edebiyat Fakültesinde gördük: Profesörlüğe aday üç Fransız Edebiyatı doçentinden en değerlisi, en ehliyetli ve zekisi olan, eserleriyle Fransa'da da tanınıp en değerlisi, en ehliyetli ve zekisi olan, eserleriyle Fransa'da tanınıp takdir edilen Adile Ayda, sırf şahsiyetinin kuvveti yüzünden profesörlüğe seçilmedi ve yanlışları açığa vurması "geçimsizlik" diye adlandırıldı. Geçimsizlik iddiası sudan bahaneydi. Birbirlerine çelme takmak için klikler halinde sinsi bir mücadele yapan profesörlerin, mücadelesini medenî cesaretle herkesin içinde yapan Adile Ayda'ya geçimsiz demeleri gerçekten gülünçtü. İşin daha gülünç bir yönü de vardı: Kulis didişmelerinde bazı Anadolucu profesörler onun Tatar olmasını âdeta tehlike diye gösteriyorlardı. Zavallılar!... O Tatar kadar Türk olsalar, olabilseler daha ne isterlerdi? Tatar'ın, Yörük veya Türkmen gibi, Türkler’den bir bölümünün adı olduğunu kavramayan bu profesörler Tatar'ın yerine bir Yahudi dönmesini getirmekle nasıl bir ahlâkî gaf yaptıklarının farkına varamadılar. Bu davranış o kadar çirkindi ki, Anadoluculuğun kurucusu olan ve Kazanlılarla Kırımlıları pek de sevmeyen merhum Mükrimin Halil bile bu Anadoluculardan biriyle tartışmış ve: "Ne yaptığınızın farkında mısın?" sorusuna, "Adile Ayda Tatardır. Türk olmaz!" cevabını alınca: "Kendisi olmazsa çocuğu Türk olur. Fakat Selanik dönmesinin bin yıl sonraki torunu da Yahudidir" diye karşılık vermişti.[1] Böyle uzun boylu tablolar çizip eskiye doğru gitmemin sebebi İstanbul’daki Edebiyat Fakültesinde geçen ay oynanmak istenen bir oyundur. Bu oyun, Edebiyat Fakültesindeki bir kısım profesörlerini iyice hazırlandıktan sonra, ortamı elverişli sanarak, vaktiyle aşırı solcu olduğu için Üniversiteden çıkarılan birisini, oldu bitti ile tekrar getirme teşebbüsleridir.
www.atsizcilar.com
Sayfa 86
Ankara'daki Dil ve Tarih‐Coğrafya Fakültesinde doçent iken aşırı solcu davranışlarıyla huzursuzluk yaratan dört kişi: Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav, nihayet Maarif Vekâleti tarafından Üniversiteden atılmışlardı. Bunlardan Pertev Naili Boratav'ın hikâyesi diğerlerinden daha ilgi çekiciydi. Almanya'ya Sümeroloji öğrenimi için giden Pertev, orada solcu faaliyete başladığı, solcularla düşüp kalktığı için arkadaşları tarafından önce ihtara maruz kalmış, dinlemeyince Maarif Vekâletine şikâyet edilmişti. Müfettiş olarak giden Reşat Şemsettin Sirer şikâyetleri doğru bulduğu için Pertev'i Türkiye'ye geri göndermiş ve önce bir lisede ambar memurluğuna tayin edilen Pertev Naili, sonra Ahmet Kutsi Tecer gibi bazı ahbaplarının ve bazı mebus dayılarının aracılığı ile folklor doçenti olarak Dil ve Tarih‐Coğrafya Fakültesine alınmıştı. Aşırı solculuğu sabit olmuş bir kimsenin öğretmen yapılmasındaki yakışıksızlık ortada iken bunu düşünen çıkmamıştı. Fakat gördüğü himayeden şımarıp işi azıtınca nihayet diğer üç kişiyle birlikte atılmış, böylelikle mazarratına set çekilmişti. İşte Edebiyat Fakültesine getirilmek istenen Pertev Naili Boratav budur. Edebiyat Fakültesi kurulunda teklifi ortaya atan, sosyoloji kürsüsü profesörü Nurettin Şazi Kösemihal olmuştur. Kösemihal, sosyoloji alanının gittikçe genişlediğini ileri sürerek bu kürsünün Üniversite dışından değerli elemanlarla takviyesini teklif etmiş ve hemen herkes bu fikri benimsemişken Pertev'in adı söylenince profesörlerin çoğu şaşırmıştır. Çünkü o, vaktiyle folklor doçenti idi. Şimdi ise sosyoloji profesörü olarak getirilmek isteniyordu. Bu teklife yapılan itirazlar iki noktada oldu: 1‐Folklorla uğraşmış bir adam yıllardan sonra sosyolojiye getirilemezdi. 2‐ Aşırı solculuğundan dolayı atıldığı için getirilemezdi. Karşı taraf, yani Pertev Naili'yi getirmek isteyenler (ki buz gibi aşırı solcuyu getirmek istedikleri için artık bunlara solcu cephe diyebiliriz) onun büyük bir bilgin olduğunu, Üniversitede müsamaha göstermek gerektiğini ileri sürüp sosyal kanaatlerin dikkate alınamayacağını savundular. Aleyhte olan (ki solcuların karşısında oldukları için bunlara da milliyetçi cephe diyebiliriz) Pertev Naili'nin ancak folklora ait basit bir iki eser sahibi olduğunu, folklor doçenti olmanın sosyoloji profesörü olmak için çok yetersiz bulunduğunu, solcu fikriyata sahip bir adamın getirilmesinin asla mümkün olamayacağını, meselâ Rusya'dan bir Rus profesörünün de getirilmesinin kesin olarak düşünülemeyeceğini ileri sürdüler ve bir Nurcu nasıl profesör olarak getirilemezse bir aşırı solcu da öylece getirilemez dediler. Milliyetçilerle solcular arasındaki tartışma sert ve uzun oldu. Türk Edebiyatı profesörlerinden Fahir İz ile İngiliz Edebiyatı profesörü Vahit Turhan, solcu Pertev Naili'nin getirilmesi fikrini şiddetle ve heyecanla desteklediler. Teklifi getiren Kösemihal ile Psikoloji Profesörü Sabri Esat ve sosyoloji profesörlerinden Cahit Tanyol da aynı düşünceyi ısrarla savundular. Buna karşı milliyetçi cepheden Pertevin hem ilmî yetersizliği, hem de ideoloji sapıklığı üzerinde konuşarak gelmesi aleyhinde bulunanlar çok oldu. Sanat Tarihinden Oktay Aslanapâ, psikolojiden, Mümtaz Turhan, coğrafyadan İsmail Yalçınlar, tarihten Zeki Velidi Togan, İbrahim Kafesoğlu, şarkiyattan Ahmet Ateş, Türkoloji’den Ömer Faruk Akün, Mehmet Kaplan, Sadettin Buluç, Muharrem Ergin ve Ahmet Caferoğlu türlü bakımlardan gelemeyeceğini söylediler.
www.atsizcilar.com
Sayfa 87
Tartışmadan sonra, düşüncesini sözle belli etmeyen, fakat tutumu ile Pertev'in gelmesi aleyhinde bulunduğu anlaşılan dekan Vehbi Eralp nihayet oya başvurdu. Pertev Naili'nin gelmesi lehinde oy verenler şunlardı: 1‐Nurettin Şazi Kösemihal (Sosyoloji) 2‐Fahir İz (Türkoloji) 3‐Vahit Turhan (İngiliz dili) 4‐Sabri Esat Siyavuşgil (Psikoloji) 5‐Cahit Tanyol (Sosyoloji) 6‐Macit Gökberk (Felsefe) 7‐Halet Çambel (Arkeoloji) 8‐Mina Urgan (İngiliz dili) 9‐Cemal Tukin (Tarih) 10‐Besim Darkot (Coğrafya) 11‐Adnan Benk (Fransız dili) 12‐Refia Semin (Pedagoji) 13‐Süheylâ Bayrav (Fransız dili) 14‐Bedia Akarsu (Felsefe) 15‐İsmail Tunalı (Felsefe) 16‐Tatyana Moran (İngiliz dili) 17‐Arif Müfit Mansel (Tarih) 18‐Jale İnan (Arkeoloji) 19‐Takiyettin Mengüşoğlu (Felsefe) 20‐Şâra Sayın (Alman dili) 21‐Nermi Uygur (Felsefe) www.atsizcilar.com
Sayfa 88
Bu 21 kişilik listenin tahlili, doğrusu, çok ilgi çekici sonuçlar verecek değerdedir. Tatyana, Türk’le evli bir Rus kadını olduğu gibi aralarında üç kişi aşırı solcudur. Hele 21'lerin etnik bölünümü pek hoştur. İçlerinde üç Selanik Dönmesi (yâni Yahudi) 1 Arap, 1 Arnavut, 1 Boşnak, 1 Kürt, 1 Rus bulunması, 1 kişinin de soyadı kanunundaki hükümlere rağmen Rumca soyadı taşıması ibret verici manzaradır. Hele yetmiş iki buçuk milletin tamamlanması şartmış gibi Üniversite öğreticileri arasında bir Moskof kadınının bulunması tarihî bir olaydır. İşin ibret verici bir yönü de bugün Pertevin gelmesi lehinde oy veren Macit Gökberk'in vaktiyle onu komünist faaliyetinden dolayı şikâyet eden öğrenciler arasında bulunmasıdır. Edebiyat Fakültesindeki 9 kadın öğretim üyesinden 8'inin solcularla işbirliği yapması da ayrıca üzerinde durulacak bir noktadır. Bu oylamanın en büyük sürprizi Fahir İz'in solcularla yaptığı işbirliği olmuştur. Fahir İz'i kimse böyle bilmiyor, tanımıyordu. Herkes kendi kendisinden sorumlu olmakla beraber, onun, Mahir İz gibi sağlam karakterli, milliyetçi ve mukaddesatçı bir öğretmenin kardeşi olması derin üzüntü yaratmıştır. Fahir İz'in bu davranışı hangi kulis taktiğinin ve hangi klik menfaatinin sonucu olursa olsun bu oylamadan sonra herhalde iki kardeşin arası açılacaktır. Solcuların sağladığı 21 oydan sonra dekan, Pertev Naili'nin getirilmesi aleyhinde olanların oylarını saymaya başladı. Aleyhte olanlar şunlardı: 1‐Oktay Aslanapa (Sanat Tarihi) 2‐Mümtaz Turhan (Psikoloji) 3‐Ömer Faruk Akün (Türkoloji) 4‐Zeki Velidi Togan (Tarih) 5‐Mehmet Kaplan (Türkoloji) 6‐Sadettin Buluç (Türkoloji) 7‐Muharrem Ergin (Türkoloji) 8‐Ahmet Ateş (Şarkiyat) 9‐Ahmet Caferoğlu (Türkoloji) 10‐İsmail Yalçınlar (Coğrafya) 11‐İbrahim Kafesoğlu (Tarih) 12‐Cavit Baysun (Tarih) 13‐Şahabeddin Tekindağ (Tarih) www.atsizcilar.com
Sayfa 89
14‐Münir Aktepe (Tarih) 15‐Faruk Timurtaş (Türkoloji) 16‐Ahmet Ardel (Coğrafya) 17‐Necdet Tunçdilek (Coğrafya) 18‐Sırrı Erinç (Coğrafya) 19‐Hamit İnandık (Coğrafya) 20‐Afif Erzen (Tarih) 21‐Sabahat Atlan (Tarih) 22‐Tahsin Yazıcı (Şarkiyat) 23‐Semavi Eyice (Sanat Tarihi) 24‐Bahadır Alkım (Klâsik filoloji) 25‐Zafer Taşlıklıoğlu (Yunan dili) 26‐Faruk Perek (Lâtin Dili) 27‐Fikret Işıltan (Tarih) 28‐Nihat Keklik (İslâm Tetkikleri) 29‐Beylan Toğrol (Psikoloji) 30‐Adnan Pekman (Arkeoloji) 31‐Sençer Tonguç (İngiliz dili) Solcuların 21 oyu, oylama sırasında toplantıda bulunmayan ve Pertev Naili lehinde rey veremediği için eseflenen tarih profesörü Tayyip Gökbilgin'in de katılmasıyla yarın 22'ye çıkabilecektir. Bu muhteşem soyadının sahibi İslâm Ansiklopedisinde yazdığı çok sathî maddelere rağmen Moskoflar tarafından övülen biricik Türk tarih bilgini (!)dir. Zaten solcu listede orijinal eser vermiş adam bulmak hemen hemen imkânsızdır. Bunlar ders kitapları müellifleridir. Aralarında Zeki Velidi Togan, Cavid Baysun, Kafesoğlu, Ahmet Ateş, Ceferoğlu, Aslanapa, Semavi Eyice, Faruk Timurtaş, Muharrem Ergin vesaire gibi orijinal eser veren, yani bilime yeni değerler katan ve Türk kültürüne yararlı olan tek kişi yoktur. www.atsizcilar.com
Sayfa 90
Son zamanlarda basında çok görülen, İmam‐Hatip okulları, Yabancı okulları ve liselerin yetersizliğine dair haklı tenkitleri daha büyük ölçüde Üniversite için söylemek yerinde olur. Devlet tarafından kurulmuş olan, bütçesi devletçe sağlanan Üniversiteler, kafası işlemeyen ve millî şuuru bulunmayan yetersiz hocalar, akıllarına esince oraya her zararlı adamı soksun diye yaşatılmıyor. Bu göstermeliklere fırsat verilirse bugün Pertev Naili yarın Niyazi Berkes, öbür gün Behice Boran derken sıra Pavlof ve Konriloflara gelecektir. Üniversite muhtariyeti ve fikir hürriyeti, milleti yok etmek muhtariyeti ve vatanı yıkmak hürriyeti değildir. Bir millet, bir vatan, kazma kürekle değil, onun düşmanlarını su başına yerleştirmekle yıkılır. En sağlam gövdenin yıkılması, ciğere yerleşen küçük bir koli basili ile başlar. Bilim, özgürlük, anayasa, demokrasi teraneleri arasında korkunç baltalamalar var. Uyanalım... Artık uyanalım... ÖTÜKEN, 16 Temmuz 1964, Sayı: 7 [1] Adile Ayda somatik olarak Türk ırkının tam örneklerinden biri olduğu gibi şuur ve ülkü bakımından da tam bir Türk olduğunu, Anadolucu profesörlerin miskin bir tevekkül içinde sustukları, vicdanî kanaatlerini yakınlarına ancak fısıldayarak söyledikleri kritik zamanlarda Türk milliyetçileri lehindeki yazılarıyla ispat etmişti.
MANTIK ŞAHESERLERİ Halk Partili üç mebus, Bülent Ecevit, Ali İhsan Göğüs ve Coşkun Kırca, Millet Meclisi Başkanlığına bir kanun teklifi sunarak "Bakanlar Kurulunun yabancı memleketlerde basılmış eserlerden sakıncalı bulduklarını yurda sokmama yetkisi"nin kaldırılmasını istemişler. Bu yetki anayasada kabul edilen hürriyetlerle bağdaşmıyormuş. Adalet Partili mebus Gökhan Evliyaoğlu da kendi partisinin Meclis Grubu Başkanlığına verdiği önergede Halk Partililerin bu teklifini "olumlu" diye vasıflandırdı. Bu dört mebustaki mantık mekanizması ibretle tahlile değer niteliktedir. Demek ki Türkiye aleyhinde de olsa Bakanlar Kurulu hiçbir eserin memlekete girmemesi için karar veremeyecektir. Meselâ Kıbrıs davasında Yunanlıların haklı bulunduğunu, Hatay'ın Suriye'ye verilmesi gerektiğini, Atatürk ün ahlâksız bir sarhoş ve Türk milleti'nin soysuzlaşmış bir sürü olduğunu da savunsa o eser Türkiye'ye girecektir. Bakanlar Kurulu "giremez" dedi mi, anayasaya aykırı davranmış olacaktır. İşte, hürriyet yobazlığının insanları nereye kadar düşürdüğüne ait şaheser örnekler... Acaba dünyanın herhangi bir yerinde bu kadar sınırsız bir hürriyet var mı? Din uğruna bazen bilim gerçeklerini bile yasaklayan medenî ülkeler yok mu? Bu türlü eserlerin Türkiye'ye sokulmasıyla kaybımız ve sokulmasıyla kazancımız ne olur? Türkiye'de bir Atatürk Kanunu, bir Tedbirler Kanunu varken ve kimse bunlara ses çıkarmazken sen tut, dışarıda basılan eserler yurda girsin diye teklif yap. İşte lâf kıtlığında asma budamak diye buna derler. www.atsizcilar.com
Sayfa 91
27 Mayıs 1960'dan beri bir "anayasaya aykırı" tekerlemesi çıktı. O zaman bir ortaokulun haylazları kendilerini döndüren öğretmenin bu hareketini anayasaya aykırı bulmuşlardı ya, bu her iki anlamı ile bay mebusların önergeleri de zihniyet bakımından bundan pek farklı değil. Bakanlar Kurulu bir bekçiler kurulu mudur?Bu kurul, Türkiye'ye zararlı yayınların girmesini önleyemeyecek olduktan sonra neye yarar? Özgürlük, mözgürlük, hepsini anladık... Fakat bunun sınırı yok mu? Elbette var. Var ama o sınırı kanunlar değil, insanların beyni, düşüncesi, vicdanı ve ahlâkı çizer. Özgürlük diye Türkiye'de ne komünist propagandası yapılabilir, ne poliandri derneği kurulabilir, ne de sokaklarda çıplak olarak gezilebilir. Türkiye'de Atatürk'ün aleyhinde yazılamadığı gibi İsrail'de Filistin'in Araplar'a geri verilmesinden, hürriyetçi Amerika’da da İsa'nın gayrı meşru bir çocuk ve Meryem'in zâniye olduğundan bahsedilmez. Çünkü hürriyetlerin şartı, zemini, zamanı ve toplumun çıkarına uygunluğu ilkesi vardır. Onu aştın mı hürriyet yobazı olursun. Hürriyet, güneş ışınları gibidir. Çoğu insanı çarpar, hattâ öldürür. Şu mebuslar ne şahane sosyal demokratlar!... Vitamin eksikliğinden zayıf düşmüş bulunan Türkiye'ye bütün vitaminleri birden yutturarak onu bir anda diriltmek istiyorlar. Bunu yaparken zavallı zayıf Türkiye'yi ölümün kucağına atacaklarını hesaplayamıyorlar. Herhalde beyinleri anayasaya aykırı da ondan. 6 Mayıs 1965, Ötüken
YALAN Hâmit Şevket, ömrünün kışını yaşayan, belki kırk yıllık bir hukukçudur. Bilhassa milletvekili olduktan sonra bir hukukçunun tartılı ve ölçülü konuşması, delilsiz iddialarda bulunmaması, vatandaş şeref ve haysiyetini düşünerek söz söylemesi lâzımdır. 1944 Mayıs’ında, komünist Sabahattin Ali’nin aleyhime açtığı dâva Ankara mahkemesinde görülürken Savcı Hadi Tan, çok genç olmasına rağmen, Hamit Şevket gibi ihtiyarlara ebedî ders olabilecek bir iddia serdetmiş; "Biz hukuk ve kanun adamları idama mahkûm insanların bile haklarını korumağa mecburuz." demişti. 1951 Mayısında ihtiyar Hâmit Şevket millet meclisinde herhangi bir tartışmayı mutlaka kazanmak hırsı ile konuşurken benim için "Hitlerimize tâbi adam" tâbirini kullanıyor ve benim "Sarhoşlar Gecesi" adlı eserimden bahsediyor. "Sarhoşlar Gecesi" adında bir eserim yoktur. Fakat Hâmit Şevket bana bu isimde, yahut "Bunaklar Gecesi" isminde bir eserin ilhamını verebilir.
www.atsizcilar.com
Sayfa 92
Hâmit Şevket, meclisteki beyanatında şöyle diyor: "Nihal Atsız’la Bulgaristan hududunda öldürülen Sabahattin Ali arasında bir hakaret dâvası vardı. Bana dediler ki: Milliyetçi ateşîn bir genç olan bu adamın dâvasını senin gibi milliyetçilik yolunda anılmış bir avukata vermek istiyoruz, bunu al. Ben de (Memnuniyetle !) dedim ve vekâletini deruhte ettim." Bu sözler yalandır. Benim dâvamı ikimiz de milliyetçi olduğumuz için almış değildir. Hâmit Şevket’le aynı yolun yolcusu olamam. O milliyetçi ise, mutlaka ben değilimdir. Onun milliyetçi olduğu hakkındaki rivayeti de yalnız kendisinden menkûldür. Bu memlekette onu milliyetçi diye tanıyan kimse yoktur. Vekâletimi bırakmış olması da benim ırkçı olduğumu öğrendiği için değildir. Vekâletimi terk ederken bana bir mektup yazarak, "bazı itimat ettiği dostları"nın kendilerine benim Irkçı ve Turancı olduğumu bildirdiklerini yazmıştır. Millet Meclisindeki beyanatında ise bunu kendisine bir komşusunun bildirdiğini söylüyor. Hangisi doğru? Hiçbiri değil... Bu itimat ettiği dostlar ve komşu hakikatte Falih Rıfkı idi, ve Hâmit Şevkete Çankaya’nın emrini bildirmişti, işte hakikat budur. Hâmit Şevket bu emri yerine getirdi ve benim vekâletimi bıraktığını Falih Rıfkı'nın gazetesinde tantanalı bir şekilde ilân etmek gibi avukatlık ahlâkının asla kabul etmeyeceği bir küçüklükte bulundu. İşte şimdi bu küçük ihtiyar, aradan yedi yıl geçtiği, ben askerî mahkemeden beraat kararı almış olduğum halde, yine bana "Hitlerizme tâbi bir insan" diye saldırıyor, yine ölçüsüz konuşarak, aklınca, başımı belâya sokmak istiyor. Belâdan çekinmiyorum, ve belânın "erbabı istihkak" aradığını, Hâmit Şevket gibilere gelmek tenezzülünde bulunmayacağını biliyorum. Buna rağmen, "Hitlerizme tabî bir adam" tâbiri beni iğzap ediyor. Onun Hitlerizme tâbi dediği adam vaktiyle: Tanıyoruz Atilla’dan beri Cermeni, Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni? Senin dostun Cermanya'ya biz Nemse deriz; Bir gün yine Beç önünde düğün ederiz. ve: Yine Batılıların Üçüncü Kosova'da Topraklara sereriz, bir değil, birkaçını, Çekilince kılıçlar yeniden Haçova'da Paramparça ederiz Cermenliğin haçını.
www.atsizcilar.com
Sayfa 93
mısralarını yazmış, 1941'de yazıp mahkeme tahkikatına kadar herkese meçhul kalmış olan vasiyetnamesinde Almanlarla İtalyanları da millî düşmanlar arasında oğluna saymış olan adamdır. Hâmit Şevket bunları biliyor mu? Bilmiyorsa benim Hitlerizme tâbi bir adam olduğuma nereden hükmeder? Saçlarım benzermiş... Bu ahmakça iddia yıllardan beri birçok budalalar tarafından aleyhimde delil gibi kullanıldı. Hattâ evimde Hitlerin resminin asılı olduğu bile söylendi. Ben, dışardan gelmiş hiç bir fikri kabul etmeğe tenezzül etmeyecek kadar millî gurur ve şuura sahip olduğumu, içtimaî mezhebimin Türkçülük olduğunu vaktiyle yazarak ilân ettim. Daha ne yapabilirim. Saçım Hitlerinkine benziyormuş diye beni Hitlerci sanacak kadar budalalık gösteren binlerce, belki on binlerce zavallıya ayrı ayrı mektup yazamam ya... Hâmit Şevket asla unutmasın ki bu vatana bağlılıkta kendisini benimle bir tutamaz. Çünkü ondan fazla olarak ben bu toprağa ecdadımın kanı ve hâtırasıyla bağlıyım. ORKUN, 25 Mayıs 1951, Sayı: 34
MİLLİ ŞEFİN BERGÜZARI İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduğu zaman bunu müspet karşılayanlardan biri de bendim. O sıralarda yabancı basından bizim gazetelere aktarılan bazı haberlerde Türk Devlet Başkanlığı adayları arasında Şükrü Kaya gibi isimlerin de bulunması cidden ürkütücü ve düşündürücü idi. 1938'de benim istiklâl Savaşı ve Cumhuriyet çağı hakkındaki bilgim, şüphesiz çok az olduğu için, İsmet Paşa'nın Filistin bozgununda 2000 kişilik kolordusunu[1] düşmana bırakıp tek başına kurtulduğunu, İstiklâl Savaşına nasıl katıldığını, İnönü savaşlarının tafsilatını, Eskişehir‐Kütahya bozgununu bilmiyor, bu sebeple mutedil bir devlet adamı diye bildiğim İsmet Paşa'yı o mevkie lâyık görüyordum. Devlet Başkanı olduğu zaman Meclis'te söylediği ilk nutku, o zaman öğretmeni bulunduğum bir özel lisenin salonunda radyodan dinlemiştim. Celâdetli ve millî ruhu okşayıcı bir nutuktu. Fakat Atatürk'ün adı dahi geçmiyordu. Tabiî, bunun saklanamamış bir hıncın sonucu olduğunu o zaman bilmiyordum. Fakat birkaç gün sonraki nutuk, havayı değiştirdi. Atatürk göklere çıkarılıyor, İsmet İnönü ona: "Eşsiz Kahraman Atatürk! Vatan sana minnettardır" diye hitap ediyordu. Hemen o günlerde yayılan bir söylentiye göre bu sözler Meclis ve Ordudaki Atatürkçülerin öfkesini gidermek için söylenmişti. İnönü, mevkiini berkittikten sonra yeni seçime gitti. 3 Nisan 1939'da yapılan yeni seçimle kendi adamlarından birçoğunu Meclise soktuğu gibi Şükrü Kaya,Tevfik Rüştü gibi Atatürk bendelerini ve onun muhafızlığını yapan Cevat Abbas, Kılıç Ali, Recep Zühtü vesaireyi Meclis dışında bıraktı[2]. Yani bir ileri, bir geri adım atarak kendi taktiğini uygulamaya başladı. www.atsizcilar.com
Sayfa 94
Bu arada ben resmî okullardan uzaklaştırılmış olarak özel liselerde öğretmenlik ediyordum. Haksızlıktı. Profesör Mükrimin Halil, bizzat İsmet Paşa’ya yazarak bu haksızlığın giderilmesini istememi tavsiye etti. Aşın bir Anadolucu olan Mükrimin Halil, Anadolulu olan İsmet Paşa’ya çok taraftar gözüküyor, bu haksızlığı mutlaka tamir edeceğini söylüyordu. İsmet İnönü hakkında henüz benim de duygularım lehte olduğu için taahhütlü bir mektupla durumu kısaca bildirip haksızlığın tamirini istedim. Bir şey çıkmadı[3]. Zaman İnönü'nün iç yüzünü yavaş yavaş ortaya koyuyor, ona ümit bağlayanlar hayal kırıklığına uğruyordu[4]. Millî Şefin bundan sonraki durumu, tutumu, yaptıkları bilindiği için tekrarına lüzum görmüyorum. Zaten bugün Millî Şef artık çekilmiş, silinmiş ve milletin büyük çoğunluğunda çok olumsuz intibalar bırakarak kaybolmuştur. Kaybolmuştur ama kendisini hatırlatacak bir taş dikmeyi de ihmal etmemiştir. Millî Şef’in millete bergüzarı olan bu taş, şimdi Cumhuriyet Halk Partisi'nin başında bulunan Bülent Ecevit'tir. Bülent Ecevit'i yetiştiren İsmet İnönü'dür. Başbakanlık ettiği üç koalisyon kabinesinde, 20 Kasım 1961 ile 20 Şubat 1965 arasında 3 yıl, 3 ay Bülent Ecevit'i Çalışma Bakanlığı'nda tutarak yurtta solculuğun gelişmesine hayli yardımda bulunmuştur. Acaba Millî Şef; hani çok zekî olduğu söylenen, hafızasının kuvveti göklere çıkarılan İnönü, Bülent Ecevit'in kafa içi şemasını bilmiyor muydu? "Partimiz sosyalist değildir. Çünkü sosyalizm milliyetçi değildir. Biz ise milliyetçiyiz." diyen İsmet Paşa, partisinin genel sekreterliğine getirdiği adamın milliyetçilik aleyhtarı olduğunun farkında değil miydi? Cumhurbaşkanlığı sırasında Hasan Ali'yi Millî Eğitim Bakanlığı'nda tutarak (8 yıl) bugünkü komünizmin tohumlarının atılmasına sebep olduğu gibi, Bülent Ecevit'i de Çalışma Bakanlığı'nda tutmasının sebebi mi vardı? Yoksa bunlar tesadüf mü idi? Biri öğretmenlerle öğrencileri, biri de işçileri milliyetçilikten koparmaya çalışan bu iki kişiyi bu kadar koruyan İnönü'nün anladığı milliyetçilik, herhalde nev'icad, belki de Çankaya'daki kimya laboratuarında keşfedilmiş, kimsenin bilmediği bir milliyetçiliktir. Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından, biri de milliyetçilik olan 6 umde ile kurulmuştu. İsmet İnönü parti başkanlığı sırasında milliyetçilik umdesinin kaldırılması cihetine gidemedi ama milliyetçiliğe en büyük darbeyi vurdu. Köy Enstitülerinin komünist yuvası haline gelmesine göz yumduğu gibi 1944'te Türkçüler'e karşı açılan Haçlı Seferinin başkomutanlığını da bilfiil yaptı. Yetiştirip Türkiye'ye armağan ettiği Ecevit ise milliyetçiliğe cephe almıştır. Nitekim son kongrelerinde, Halk Partisi'nin milliyetçi olduğunun tüzüğe geçirilmesi hakkındaki takriri hasır altı etmiştir. Fakat asıl mühimi, Anayasa değişikliği hakkında partilerin fikrini soran hükümete verilmek üzere hazırlanan cevaptır. Halk Partisi şu teklifleri kabul etmiyor: www.atsizcilar.com
Sayfa 95
1) Anayasa'nın ikinci maddesine "milliyetçilik" deyiminin konulmasını; 2) Anayasa'ya, sınıf kavgasını kesin olarak önleyecek madde konulmasını; 3) Anayasa'ya Türk Bayrağı'nın ve İstiklâl Marşı'nın konulmasını; 4) Tabiî senatörlüğün kaldırılmasını[5] . Demek ki, Türk Devleti'nin milliyetçi olmasını kabul etmiyor. Bunun mefhûm‐ı muhalifi beynelmilelciliktir. Dünyada komünist ülkelerden başka beynelmilelci olduğunu ileri süren devlet yoktur. Sınıf kavgalarını önleyecek maddeyi de istemiyor. Demek ki, sınıf kavgasını istiyor. Sınıf kavgası kimlerin şiarıdır? Türk Bayrağı ile İstiklâl Marşı'nın Anayasaya girmesini istememek bunları günün birinde kolaylıkla değiştirebilmek arzusundan doğar. Acaba sayın Bergüzar Türk Bayrağı yerine hangi bayrağı ve İstiklâl Marşı yerine hangi marşı düşünüyor? Bütün bunlardan sonra tabiî senatörlüğün kalmasını istemekteki sebep kendiliğinden ortaya çıkıyor: Tabiilerin büyük kısmı aşırı solcudur. Fakat Bergüzar'ın marifetleri bu kadar değil. Meğer o büyük bir şairmiş de haberimiz yokmuş. İşte belgesi: Türk ‐ Yunan Şiiri Sıla derdine düşünce anlarsın Yunanlıyla kardeş olduğunu. Bir Rum şarkısı duyunca gör, Gurbet elde İstanbul çocuğunu. Türkçe’nin ferah gönlünce küfretmişiz, Olmuşuz kanlı bıçaklı. Gene de bir sevdadır içimizde Böyle barış günlerinde saklı. Bir soyun kanı olmasın, varsın www.atsizcilar.com
Sayfa 96
Damarlarımızda akan. İçimizde şu deli rüzgâr, Bir havadan. Aramızda bir mavi sihir, Bir sıcak deniz Kıyısında birbirinden güzel, İki milletiz. Bizimle dirilecek bir gün, Ege'nin altın çağı. Yanıp yarının ateşinden, Eskinin ocağı. Önce bir kahkaha çalınır kulağına, Sonra Rum şiveli Türkçeler. O Boğazdan bahseder, Sen rakıyı hatırlarsın. Yunanla kardeş olduğunu, Sıla derdine düşünce anlarsın. Ne dersiniz? Ecevit, Makaryos ve Grivas'la kardeşlik dâvasında. Bu şahane şiirin altında 1953 tarihinin bulunması da bir acayip. O yıl, İstanbul'un 500'üncü fetih yılı kutlanıyordu. Yani biz Yunan kardeşimizin varlığına son verdiğimiz savaşın bayramını yapıyorduk.Halbuki Bergüzar, istikbali birlikte kuracağımızı iddia ediyor. Rum şiveli Türkçelerden bahsediyor. Rum şiveli Türkçeler ne de güzeldir ya! Bergüzar'ın Anadolu ve Rumeli'de aralıksız dört beş asır süren bir Türk‐Rum vuruşmasından galiba hiç haberi yok. Son 150 yıldan beri de bu savaşın tekrar başladığını ve çok kanlı, korkunç, onlardan gelen vahşiyane bir sertlikle devam ettiğini de herhalde bilmiyor. Bilse, asırlarca süren savaşın kana, beyine, gönüle işlediği düşmanlığın silinemeyeceğini anlar. Kıbrıs'ta, banyo içinde öldürülen ve bir Türk doktorunun çocukları olan üç güzel masum yavrunun hâtırasını bir an düşünse bu tekerlemeyi www.atsizcilar.com
Sayfa 97
yazmaz. Tarihi biraz kavramış bulunsa, dostluğun ve ittifakların milletler değil, hükümetler arasında kurulduğunu kabul eder.Millî duygusu olsa milletleri ayakta tutan sebepler arasında millî kinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu idrak eder. Evet, milletlere millî kin de lâzım.Çünkü öteki millet sana düşmandır.Seni yok etmek için açık veya gizli programını uygulamaktadır.O böyle yaparken senin dost olacağım diye göstereceğin gaflet millî hayatına mal olur. Türk'le Moskof,Türk'le Yunanlı,Arap'la Yahudi Alman'la Polonyalı ve daha niceleri dost olabilir mi? Hani "birleşmiş milletler ideali çevresinde toplanan, antlaşan milletler?".Her millî menfaat mutlaka başka bir millî menfaati törpüler.Kendi menfaatinin zedelenmesine de hiç kimse müsaade etmez.Böyle olunca da çatışmalar sonuna kadar devam eder. Barış ve dostluklar, kıran kırana maçların dinlenme saniyeleridir. Tabiat kanunu da, sosyal kanun da budur. Bu kanunlar bütün açıklığı ile ortada iken Türk Yunan kardeşliğinden bahsetmek Türkler’i millî uykuya davetten başka nedir? Bergüzar buna şüphesiz "hümanizmdir" diye cevap verecek. Ne büyük hümanizm, ne heybetli kardeşlik mefkuresi!.. Buda bile bu hayale kuruntu diyemez,tokat yiyince öteki yanağını uzatmayı tavsiye eden İsa bile bu kadar insaniyetçi olamazdı.Yunus Emre ve Mevlânâ bile bu derece hümanist değillerdi.Beşeriyetin büyük evlâtları (!) Karl Marks ve Lenin bile bu kadar ileri gitmemişlerdi. İşte Millî Şefin bergüzarı... Aklı evvellerin "yarınki başbakan" diye alkışladıkları genel başkan. Millî Şef böylece,Türklüğe koca bir aşırı sosyalist parti bırakarak gidiyor .Ne de "Millî" Şef imiş. Milliyetçiliğin,bayrağın,millî marşın anayasaya girmesine muhalif olan bir parti yaşayacak olduktan sonra zavallı Behice Boran’ın günahı neydi? Hiç olmazsa, o,gençliğinde güzel,şimdi de çirkin olmayan bir Tatar kadını idi ve her halde Türk Bayrağı'nın Anayasaya girmesine muhalefet etmeyecekti. ÖTÜKEN 1972‐106 Sayı [1] Filistin Cephesinde üç ordudan kurulu Yıldırım Ordularının savaşçı asker mevcudu 40.000 kişiydi. Bu arada kolordular da 2.000 kişiye kadar düşmüştü. Yani İnönü gerçekte kolorduya değil, zayıf mevcutlu bir alaya komuta ediyordu. [2] Bunlardan Cevat Abbas'a gizli ödenekten aylık bağlandığım, Cevat Abbas öldüğü zaman miras işlerine bakan, benim de avukatım olan Afif Şakir söylemişti. [3] İnönü'ye bundan sonra uzun bir mektubum daha vardır. Tamamıyla devlet işlerine ait olan bu mektup bir takım tekliflerden ibaretti ve en mühim noktası Devlet Başkanı öldüğü veya çekildiği zaman onun yerini alacakların yüksek kademelerdeki belirli beş kişi arasından seçilmesi teklifiydi. Başkanlık ihtiraslarının önlenmesi için ileri sürülmüştü. [4] Hele büyük memleket gezisinde halkla yaptığı temaslarda köylülerle, işçilerle ipe sapa gelmez konuşmaları çok basitti. O zamanki gazetelerde bunlar tafsilatıyla vardır.
www.atsizcilar.com
Sayfa 98
[5] Bunlar ve diğer acayip teklifler Milliyet'in 20 Eylül 1972 tarihli sayısında sıralanmıştır.
MUSTAFA İSMET VE KIZILLAR Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın Radyo'da birkaç kere okunan, gazetelere de geçen bildirisi, iki yıl önce intihar ettiği ileri sürülen "Dursun Önkuzu" adlı milliyetçi öğrencinin ölümündeki korkunç gerçeği aydınlığa çıkardı. Sıkıyönetimin aralıksız olarak yakalamayı başardığı komünistlerden birisinin itirafına göre Dursun önce kaçırılarak feci şekilde dövülmüş, sonra bilek damarları kesilmiş ve daha ölmeden ağzına sokulan lâstik boruya pompa ile hava verilmek suretiyle, şüphesiz akciğerleri patlayarak, korkunç şekilde öldürülmüştür. Sonra da, ölüme intihar süsü vermek için okulun üçüncü katından aşağı atılmıştır. Bu kadar alçakça bir cinayet, zannederim, artık Rusya'da bile işlenmemektedir. Bunu yapanlar vicdanı, beyni, gönlü satılmış, belki de Türk soyundan olmayan soysuz vatan hainleridir. Bir fikir savaşını bu hâle getirmelerine bakarak bunlardaki fikrin ne olduğu artık pek kolayca anlaşılabilir. Bunların yanında, hapishaneleri dolduran âdi caniler birer evliya kadar masum veya kahraman gibi asil kalmaktadır. "Dursun" milliyetçi olduğu için öldürülmüştür. Kinin son haddine vardığı bir anda birisi, ötekine bir kurşun sıkarak veya bir hançer vurarak öldürebilir. Bu da bir cinayet ve her cinayet gibi vahşet olmakla beraber insana kendisini ve şuurunu kaybettiren bir öfkenin sonucu diye bakmak belki mümkün olur. Fakat ancak Mao'nun Çin'indeki iki bin yıllık profesyonel işkence metotlarına yaraşacak şekilde ciğerleri pompa ile parçalayarak soğukkanlılıkla adam öldürmek, insanlığı değil, hayvanlığı ve hayvanları bile utandıracak bir alçaklıktır. Bu alçaklığı yapanlar, 12 Mart Muhtırası'ndan önceki "eylem'lere katılan Lâtin Amerika Don Kişotlarını taklide yeltenerek Türk Devleti'ni devirmeye kalkan, sonra da yurdumuzda bir Sovyet Cumhuriyeti kurarak Rusya'ya eklemeye çalışan güruhun bir bölümüdür. Bizim burada dokunmak istediğimiz nokta, bu cinayetin hesabını şüphesiz kendi hayatlarıyla ödeyecek olan canilerden çok o canilerden ölüme mahkûm edilmiş üç kişiyi kurtarmaya çabalayan ihtiyar adam, yani bir zamanların Millî Şefi İsmet İnönü'dür. İnönü bütün hayatında siyasî idamların aleyhinde bulunduğu hakkında, bu trajediler arasında insanı güldürecek iddialar ileri sürerek, idamların hiçbir meseleyi halletmeyeceğini telkine çalışmaktadır. Hoparlörü olan damadı da Türkiye'nin en dinamik unsuru olan bu gençlerin affa lâyık olduğunu, çünkü adam öldürmediklerini öne sürmektedir. Peki, İsrail Konsolosu ne idi? Bir apartmanda ölü bulunup katili hâlâ yakalanmayan şoför ne idi? İki İngiliz’le bir Kanadalı mühendis ne idi? Dursun ne idi? İmamaoğlu ve Özmen ne idi? Dinamizm bu ise bir anakonda yahut bir köpek balığı daha dinamiktir. Fakat bu dinamizm onları yılan ve canavar olmaktan kurtarmaz. Sabık ve sakıt Millî Şef’in dediği gibi idamlar hiçbir şeyi halletmeyecekse Talât Aydemir ile Fethi Gürcan niçin asıldı? www.atsizcilar.com
Sayfa 99
İdam bir şeyi halletmezmiş. Caniyi bağışlamak neyi halleder? Aklı ermiyorsa öğretelim: En azından, adaleti yerine getirir ve devleti ortadan kaldırmaya kalkışanların cür’etlenmesini önler. Bir de, siyasî suçla vatan aleyhindeki suçu birbirine karıştırmamak lâzımdır. İzmir suikastında idam olunanların suçu siyasî idi. Bunlar iktidara geldikleri takdirde Türkiye'yi başka bir devlete peşkeş çekecek değillerdi. Bugün bir muarız partilinin çıkıp İsmet Paşa'yı öldürmesi de siyasî suç olur. Çünkü İsmet Paşa öldürülmekle Türkiye, yabancı bir devletin hâkimiyetine girmez. Fakat gazetelerin "anarşist" diye bahsettikleri komünistlerin hareketi siyasî değil, ihanet suçudur. Çünkü sosyal düzeni bozup yüz binlerce insanı öldürdükten sonra Türkiye'yi Sovyetlere katmak hedefini gütmektedir. İşte, Bay İsmet İnönü'nün bağışlatmak için uğraştığı adamlar bu yaratıklardır ve Damat Efendi'nin "adam öldürmediler" diye savunduğu kişiler de "Dursun"u cinayetler tarihine geçecek şekilde öldüren ve Niksar'da imha edilen yahut hapishanelerde bekleyenlerin fikir ve aksiyon arkadaşlarıdır. Azizim Bay Mustafa İsmet! İdamdan kurtarabilirsen, ilerde, kalırsa, partiden mebus adayı çıkarmak üzere o dinamikleri al da Pembe Köşk'te, yahut Taşlık'ta, yahut Ada'da yahut Maltepe'de bir kokteyl ver. Onlara ortanın solundaki erdemleri anlat ve ırkçı, Turancı, kafatasçı, faşist Türkçüler'e karşı yeni bir düzen kurarak, vaktiyle Türk‐Moskof dostluğunu kurduğun gibi (ki bunu Podgorni 14 Nisan'da sana söyledi), şimdi de Mao ile yarınki Türk‐Çin dostluğunun temellerini at. Kafandaki plânlarla idamdan kurtarmaya çalıştığın vatan evlâtları uğurlu, kademli olsun ve elli yıl sonraki tarihler senin için ne yazarsa yazsın. Zaten senden sonra tufan... Sen tarih değil, kös dinlemeye alışkınsın... ÖTÜKEN, 1972, Sayı: 5
ZAMAN HÜKMÜNÜ VERİYOR Dünyanın neresine bakılırsa eski yanlışlıkların cezalandırıldığını gösteren örnekler görülüyor. "Zaman en büyük hâkimdir" sözü çok doğru. Bu büyük hâkimin ibretle bakılacak hükümleri, özellikle şahıslara değil de toplumlara, milletlere ait olanlarda göze çarpıyor. 6 Ekim 1973'te başlayan Dördüncü Arap‐ Yahudi Savaşı bu bakımdan çok düşündürücüdür. 80‐90 milyonluk Arap milletinin 2‐3 milyon Yahudi karşısındaki zelîlâne durumu, biz Türkler'e hemen Birinci Cihan Savaşı'nda, tebaamız olan Arapların ihanetini hatırlatıyor, aynı zamanda İslâm Halifesi olan Türk Padişahına karşı İngilizlerle birleşerek ordumuzu arkadan vurmalarındaki dinî‐ahlâkî rezaleti düşündürüyor. Binlerce Türk askeri öldürülerek, hatta "Şerif Hüseyin" geliyor diye koyun gibi boğazlanıp kurban edilerek büyük bir Arap devleti kuracağını sananların bugünkü durumu, ihanetin zaman tarafından nasıl cezalandırıldığının en www.atsizcilar.com
Sayfa 100
parlak örneğidir. Türkler'e karşı yapılan ihanet ve vahşet yönünden Hıristiyan Ermenilerle Müslüman Araplar arasında hiçbir fark yoktur. Türk devletine başkaldırıp Türk Milletine karşı suç işleyen Balkan milletleriyle Araplar'ın çektikleri, daha da çekecekleri, ileriyi görmemenin, kendi gücünü tartamamanın, iyiliğe kemlikle karşılık vermenin sonucudur. Zaman, hükmünü veriyor ve öcünü alıyor. Türkiye'yi haritadan silmek için uğraşmış bulunan İngiltere'nin koca imparatorluğunu kaybedip ikinci kümeye düşmesi de aynı tarihî kanunun icabıdır. Başka milletlerin başına gelenleri bir yana bırakıp kendimize bakarsak yine ibret verici örneklerle karşılaşırız: 1944'te Türkçüler tutuklanıp mahut 19 Mayıs nutku ile vatana ihanetle suçlandıkları zaman o devrin tek partisi olan Halk Partisi'nin Türkçüler hakkındaki tahkikatının neticesi olan rapor, dava dosyasının başına eklenmişti. Bu raporda Türkçüler’e isnat olunan suçlardan biri, "soyadlarını eski Türkler ve bugünkü Macarlar gibi küçük addan önce kullanmaları", biri de "Halk Partisi ileri gelenlerinden hiçbir yerde övücü dille bahsetmemeleriydi". Parti, kendi kendisine gelin güvey olarak başkanını Millî Şef ve değişmez genel başkan ilân etmişti. Halk Partisi, ileri görüşten tamamen mahrum olarak kendisinin daima iktidarda kalacağını sanıyor, Millî Şeflerinin günün birinde ne hale düşeceğini aklına bile getirmiyordu. Millî Şefleri de, herhalde geleceği hiç sezemediği için olacak, her nutkunda partisinin büyüklüğünden, tesirinden bahsetmeyi ihmal etmiyordu. Sonra ne oldu? Millî Şef’in sırf oy toplamak için dehşetli bir tarihî gafletle ortanın soluna kaydırmak istediği parti aşırı sola kayarak ve en seçkin unsurlarını kaybederek bugünkü şekline girdi. Başına da tarla ve su yağmasını meşru gösteren biri geçerek Millî Şef’i partiden uzaklaştırdı. Gerçi o, partiden kendi çekildi ama tecrit olunmuş bir halde kalmakla çekilmek arasında fark olmadığı için Millî Şef’in istifası siyasî hayatındaki bozgunların en büyüğüdür. Yeni Halk Partisi, Millî Şefi okadar kendisinden saymıyordu ki Bakırköy Parti Merkezi, bina değiştirirken İnönü'nün büstünü almaya bile lüzum görmeyerek onu çöpler ve molozlar arasında orada bıraktılar. Bu büstün resmi ve hikâyesi 20 Eylül 1973 tarihli Tercüman gazetesindedir. İbretle seyre değer. Devlet başkanlığı etmiş bir insanın büsbütün yere atılması şüphesiz ona hakarettir. İnönü yanlış hareket etmeseydi böyle bir muameleye uğramayacaktı. Onu büyük yanlışa sürükleyen sebeplerin başında, şahsî yetersizliği bir yana, Atatürk'e karşı duyduğu büyük kıskançlık ve hıncın tesiri vardır. Başbakanlıktan atılmasını hazmedemediği için pullardan ve paralardan Atatürk'ün resmini kaldırmak, başkanlığı süresince Anıtkabir’i yaptırmamak, bu kabrin niçin yapılmadığını soran "Yücel" dergisini kapatmak ve en sonra da röportaj mahiyetindeki hatıratında imâli ifadelerle Atatürk'e vurmak başka hiçbir sebeple tevil olunamaz. Vaktiyle komünistlikten mahkûm olmuş bir yazarın öne sürdüğü gibi İnönü hiçbir zaman "İkinci Adam" olamamıştır. İkinci Adam, Anadolu'ya Atatürk'ten daha önce geçip kolordusunun kumandasını ele alan ve Atatürk'ün İstanbul hükümetince tutuklanmasını önleyip Ermenistan'ı zaptederek ele geçirdiği çok sayıda silâhla büyük taarruzun başarısını sağlayan Kâzım Karabekir Paşa'dır. "Şeyh uçmaz, onu müritleri uçurur" meselinde olduğu gibi İnönü'yü bu kadar şişirip tecrübeli kaptanlığa çıkaranlar onun yakınları, dostları, bu arada da damadıdır. Damadı Metin Toker, İnönü için yazdığı birkaç eserde onun siyasî ustalığını ispata çalışmıştır. Fakat bu arada bilerek mi, bilmeyerek mi kestirilemez, İnönü aleyhinde hüküm verdirecek öyle şeyler anlatmıştır ki insan hayretler içinde kalır. Bundan başka Türkçe’yi iyi bilmediği anlaşılan Toker'in cümlelerindeki kastını anlamak için bazen çok dikkatli olmak gerektiği de hakikattir. Türkçe’yi iyi www.atsizcilar.com
Sayfa 101
bilmiyor derken, tabiî, yazılarına bakıyoruz. Metin Toker'in "benimle, seninle, onunla" diyecek yerde "benle, senle, onla" diye konuşan zümreye mensup olduğu anlaşılıyor. Milliyet gazetesinin 30 Eylül 1973 tarihli sayısında "Seçim Sonrasının Havasını Seçim Öncesi Yapar" başlıklı yazısı "Eğer 1960 en çok nenin sonucudur denilecek olursa..." diye başlıyor. Buradaki "nenin" kelimesi fahiş bir yanlıştır ve azınlık Türkçe’sidir. Doğrusu "neyin" olacaktır. Bilindiği üzere "ne" ve "su" kelimelerinin genetif şekli umumî kaide hilâfına olarak "nenin", "sunun" değil, "neyin" ve "suyun" şeklindedir. Aynı yazının birkaç satır aşağıdaki şu ifadeye bakın: "Buna rağmen, lider kadrosundaki bile düşmanlık teşvikçiliğinin derecesini şuradan anlıyoruz ki.." Bunun doğrusu da şöyle olacaktır: "Buna rağmen lider kadrosundaki düşmanlık teşvikçiliğinin bile derecesini şuradan alıyoruz ki.." Bunlar baskı ve mürettip yanlışı olmayan bir yazar için ayıp sayılan hatalardır. Metin Toker bu vahim hataları yalnız dilde değil, teşbihlerde de yapmıştır. Bu yazısında Türkiye'yi Hotantolar'a benzetmesi herhalde zarif bir nükte değil, çirkin bir benzetmedir. Temsilde hata olmaz denilmesine rağmen hiç kimse, nükte yapıyorum diye anasını fahişeye, babasını yankesiciye benzetemez. Metin Toker'den, Türk milletini, hiç olmazsa, yeni bir sevgili bulduğu söylenen Acem şahını savunduğu kadar savunması, hele Halk Partisi'ne rey vermeyin diyen çok yaşlı kaynatasını kırmamak için Halk Partisine oy vereceğini gazetede ilân etmemesi beklenirdi. Bütün bunlar için yazımızın başlığını tekrarlıyor; zaman, hükmünü veriyor diyoruz. Cumhuriyetin ellinci yılında daha dayanışmalı bir millet değilsek, Üçüncü Cumhurbaşkanı vatandaş haklarından mahrumsa, Türklük düşmanlığı haline gelen solculuk alabildiğine ilerlediyse, şöyle bir düşünün, bunun illet‐i ûlâsı nedir? Bunun ilk sebebi, Türkçülüğü maceracılık sanan, Hasan Ali ve Tonguç Babaları maarifin başına getiren, fikirlerini Falih Rıfkı vasıtasıyla savunduran, milletin Yunan ve Batı klâsikleriyle kalkınacağını düşünebilen (Tarım! Ne düşünce) Millî Şef, büstü, kendi partisi tarafından çöpe atılan Millî Şef değil midir? Zaman yalnız hükmünü veriyor değil, zaman öcünü de alıyor. ÖTÜKEN, 11 Ekim 1973, Sayı: 118
NE EKERSEN ONU BİÇERSİN TRT kanunu meselesi Millet Meclisini işgal eden mühim konulardan biri oldu. Milletçe ne kadar geçimsiz olduğumuz bu konu üzerinde şimdiden başlayan tartışmalarla bir daha ortaya çıktı. Bir taraftan gelen düşünce ne olursa olsun, karşı tarafın buna şiddetle karşı çıkması sanki tabiat kanunu imiş gibi davranmak, öyle sanıyorum ki yalnız bize has bir özelliktir. Bundan dolayı AP tarafından getirilen bir kanuna karşı çıkmak, tabiî, onun baş rakibi olan CHP'nin boynuna düşen görev olacaktır. Ana Muhalefet Partisi’nin başkanı bu konu üzerinde çok titiz ve telâşlı görünüyor. O kadar ki, hastalığı dolayısıyla deprem bölgesi gezisini sonraya bırakarak Ankara'ya dönen Cumhurbaşkanı Sunay'ın daha tamamen iyileşip iyileşmediği belli olmadan onu ziyaret ederek TRT kanunu işini onunla görüşmekten geri kalmadı. İsmet İnönü bugünkü TRT'den memnundur. TRT kanununda yapılacak değişikliğin anayasaya aykırı düşeceğinden ve bu özerk kuruluşun bir hükümet organı haline geleceğinden vatanperverâne www.atsizcilar.com
Sayfa 102
duyguları sebebiyle endişe etmektedir. Demek ki kendisi TRT'nin hiçbir eksiği, kusuru olmadığı kanaatindedir. Bize öyle geliyor ki İsmet Paşa’nın bu memnuniyeti ve TRT kanununun değişmesi ihtimalinden duyduğu korku bu müessesenin tamamıyla CHP'ye mensup unsurların elinde bulunmasından doğmaktadır. Diyelim ki TRT cidden tarafsızdır ve kanunun kendisine verdiği yetkilerden dışarı hiçbir taşma yapmamaktadır. Fakat acaba İnönü bu müessesenin ve hele onun bazı spikerlerinin dilinden ve edasından da memnun mudur? İnönü bazı konuşmalarında uydurma dilin tatsız kelimelerini kullanmakla beraber cümle yapısı bakımından Türk gramerine sadık kalmış ve devrik cümle denilen maskaralığa şimdiye kadar iltifat etmemiştir. Böyle olunca TRT'nin dil bakımından düzeltilmesi hakkında neden şimdiye kadar bir şey söyleyip yazmamıştır? Şimdiye kadar yazılanlar, hele dil bilginleri tarafından kaleme alınanlar açıkça ortaya koymuştur ki devrik cümle Türk dilini bozmak, geçmişle bağı koparıp Türkçe’yi köksüz bir hale getirmek ve Türk milletinde mazi şuurunu öldürmek için komünistler tarafından düşünülüp yayılmış ve başarıyla tatbik edilmiş bir usuldür. Yeni TRT kanunu tasarısına şiddetle karşı koyan İsmet İnönü'den, eski bir Cumhurbaşkanı sıfatı ile beklenirdi ki "TRT'nin di üzerindeki tutumunu beğenmiyorum ama özerkliğinin kısılmasına veya kaldırılmasına taraftar değilim" diyebilsin. Demedi. Çünkü tasarı kanunlaşırsa bunun kendisi ve partisi aleyhinde bir propaganda silâhı olacağından büyük bir korku duymaktadır. İsmet Paşa'nın bu büyük korkusunu belki birçokları anlamamakta, Paşa'yı lüzumsuz bir telâş veya kuruntu içinde görmektedirler. Onun telâş ve kuruntusunu biz Türkçüler, daha doğrusu 1944'te sıkıyönetim mahkemesine verilen eski Türkçüler çok iyi anlamaktayız. Çünkü 1944'te Türkiye'de Halk Partisi diktatörlüğü varken, yerli komünistlere karşı yapılan 3 Mayıs nümayişini "hükümeti devirme hareketi" şeklinde ilân ederek yüzlerce Türkçüyü tutuklayan İsmet İnönü idaresi, daha sorgular yapılmadan, 3 Mayıs nümayişinin gerçek niteliği anlaşılmadan gazeteler ve radyo aracılığı ile açtığı kampanyayı aylarca sürdürmüş, bir yurtseverlik gösterisini vatan hainliği şekline sokarak millete kabul ettirmeye çalışmış, radyoyu günde üç defa Türkçüler aleyhine zehir kusan bir âlet haline getirmişti. İsmet İnönü'nün bilgisi olmadan bir kuşun bile uçmadığı o karanlık ve çirkin devrin hâtırası henüz silinmediği içindir ki sabık diktatör endişelenmekte, soğukkanlılığını kaybetmektedir. Haydi, onun kendi tabiriyle söyleyelim: "Suçluların telâşı içindir". Bir Türk atalar sözüne göre bu dünya bir "etme, bulma dünyası"dır. Bir başka atalar sözü de "çalma kapıyı, çalırlar kapını" der. Diğer birine göre de "rüzgâr eserken fırtına biçer". Adalet Partisi hükümetini yeni tasarı kanunlaştığı takdirde TRT'yi nasıl kullanacağını, İsmet Paşa'nın vehmettiği gibi onu bir AP propaganda organı haline getirip getiremeyeceğini bilmiyoruz. Fakat Halk www.atsizcilar.com
Sayfa 103
Partisi Başkanı, dün kendisinin Türkçüler’e yaptığının bugün başkaları tarafından kendisine yapılacağı korkusundan asla kurtulamayacaktır. Demokrat Parti ve Adalet Partisi hükümetlerinin kanun sınırlarını zorlayarak Halk Partisine karşı uyguladıkları ne varsa hepsi de Halk Partisi Mektebinin prensipleridir. Vaktiyle çok rüzgâr estirdiler. O halde şimdi fırtına biçmeye katlanacaklardır. Hürriyete, demokrasiye, anayasaya bu kadar âşık olan İsmet İnönü'nün 1944'te Türkçüler’e reva görülen kıyıcılıklara nasıl müsaade ettiği ilk bakışta şaşılacak bir tezat gibi görünür. Fakat onun basit ve harcı âlem bir taktiği vardır: İşine gelmeyen bir soru sorulduğu zaman, tıpkı Atatürk'ün kaybolan evrakı konusunda olduğu gibi "Haberim yok" diye işin içinden çıkar; çıktım zanneder. Türkçülere yapılan işkence de böyledir. Onun haberi yoktur. Mümkündür. İhtimal Paşa o sırada viyolonsel dersi alıyordu. GÖZLEM, 1 Mayıs 1969
ATSIZ'IN SAĞLIK BAKANLIĞINA DİLEKÇESİ 29 Haziran 1965 Sayın Bakan; Kaburga kemiği kırıklığı dolayısıyla 21 Haziran günü Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevime gidemeyerek doktor gönderilmesi için Kütüphane Müdürüne telefon ettim. Süleymaniye Kütüphanesi’nin Kartal Hükümet Tabipliği’ne derhal yazdığı kâğıt 22 Haziran sabahı eline vardığı halde 22, 23, 24, 25 Haziran günlerinde Hükümet Doktoru Ahmet Rahmi Özsezgin gelmedi. Bunun üzerine 25 Haziran günü öğleden sonra Kartal Kaymakamlığı’na bir dilekçe yazarak Belediye Hekimini göndermesini talep ettim ve dilekçeyi oğlum vasıtası ile elden gönderdim. Belediye Hekimi Yavuz Aktoğu resmî vasıta ile yarım saat zarfından gelerek muayeneyi yaptı ve gerekli raporu verdi. İkisi de aynı dairenin hekimi olduğu halde birinin vazifeye karşı gösterdiği ihmalkârlığın, sağlığa taallûku bakımından vahameti aşikârdır. İşler ne kadar çok olursa olsun bir hekimin dört gün hastaya gitmemesinin hiçbir mazereti yoktur. Doktor Yavuz'un bulduğu vakti Doktor Rahmi'nin de bulabilmesi vicdanî, ahlâkî ve meslekî bir vecibedir. Vazifeye ve insanların sağlığına karşı bu kadar kayıtsız davranan Doktor Ahmet Rahmi Özsezgin'in şiddetle cezalandırılarak vazife duygusunun ayakta tutulmasına himmet buyurmanızı saygılarımla rica ederim. www.atsizcilar.com
Sayfa 104
Nihâl Atsız Süleymaniye Kütüphanesinde Görevli Öğretmen ÖTÜKEN, Temmuz 1965
SADRİ MAKSUDİ BEĞ’E BİR DERS Dört ciltlik tarihin pek çocukça olan yanlışları hakkında yaptığım tenkitlere Alaylı âlimlerden hiç biri, tabiî, cevap veremedi. Yalnız bu büyük suçun (yani dört ciltlik tarihin) cürüm şeriklerinden Sadri Maksudi Bey, üniversitede verdiği Türk tarihi derslerinin birinde "Orhun değildir, Orhon'dur" diyerek güya bana cevap vermiş oldu ve ilmî otoritesini ispat (!) etti. Saati 25 liraya ders veren ve bir saatte vasatî 2600 kelime söylediği için kelime başına bir kuruş alan Sadri Maksudi Bey demek ki "Orhun değildir, Orhon'dur" diye kırdığı bir ilmî pot için üç kuruş almış oldu. Üç kuruşa ilmî bir yalan... Ne güzel kazanç! Türk Milleti yoksul olmasına rağmen Sadri Maksudi Bey’e daha birkaç 25 lira bağışlayabilir. Fakat buna karşılık da Sadri Maksudi Bey’in, o milletin çocuklarına biraz daha ilmî ve doğru lâf söylemesi icap eder. Ben, aşağıdaki delillerle bu ırmağın adının Orhon değil, Orhun olduğunu gösteriyorum. O da ya aksini ispata yahut da cahilliğini bir defa daha itirafa mecburdur. Sadri Maksudi Bey’in, cehlini itiraf edecek kadar civanmert olmadığını bilmiyorum. Ancak, bütün alaylı âlimler gibi onun itirafı da susmakla olacaktır. I‐ Orhun sözü Türkçe metinlerde en eski olarak Moyunçur Kağan âbidesinde geçer. Bu âbidenin şimal cephesinin 3'cü satırında Orkun şeklinde ve cenup cephesinin onuncu satırında yalnız Orkun şeklinde Orhun kelimesi zikrolunmuştur. Bu âbideyi bulup neşreden Fin âlimi Ramstedt bu kelimeyi pek doğru olarak Oruqun diye okuyor. [1]. Çünkü Orkun harfi eski Türk alfabesinde ko, ku, ok, uk, şekillerinde okunan mürekkep bir harftir. II‐ Ramstedt'in bunu Orokun diye okumamasına sebep Türkçe’deki bir ahenk hususiyetidir. Çünkü Türkçe’de bir heceden fazla olan sözlerde ilk heceden başka hiç birinde O ve Ö seslileri bulunamaz (İstanbul şivesindeki hal sigası müstesna). III‐ Ramstedt'in okuyuşu doğru olmakla beraber bu söz Orqun diye de okunabilir. Çünkü eski Türk âbidelerinde imlâ kaidelerine pek o kadar dikkat olunmadığından Orkun harfinden sonra bir Orkun yazılmakla beraber Orkun imlâsı yerine Orkun imlâsı kullanılmış olabilir. VI‐ Fakat her ne de olsa bu kelime ancak Oruqun veya Orqun yahut da Uruqun veya Urqun şeklinde olabilir. Orqon (= Orhon) şeklinde okunmasına imkân yoktur. Çünkü ne Gök Türkçe ve Uygurca’da, ne de Çağatayca’da ve Osmanlıca’da (yani eski yeni bütün edebî lehçelerde ) birinci hecedeki "0"dan sonra, ikinci hecede "O" seslisi gelmez. İşte misal: dol‐du, yor‐gun, sol‐gun, O‐dun, o‐lur, yo‐lu‐muz, dol‐dur‐mu‐şuz. Hattâ Türk halkı yabancı kelimeleri bile bu telâffuz kaidesine uydurur, doktor yerine doktur der. www.atsizcilar.com
Sayfa 105
V‐ Bugünkü Saka, Altay ve Kırgız Türkleri’nde ahenk kaidesi daha ileri giderek edebî lehçelerdeki bu hususiyete zıt bir şekil almıştır. Yani bu lehçelerde "O" ile başlayan bir kelimenin ikinci hecesinde de "O" sesli harfi olabilir. Fakat bu lehçeler edebî lehçe değil mahallî ve umumî Türk kaidelerinden uzaklaşmış küçük lehçelerdir. Aynı zamanda Gök Türkçe’nin de doğrudan doğruya devamı değildirler. Ve bu Türklerden hiç biri bugün Orhun havalisinde oturmadıkları için bu ismin Türkler arasından ORHON telâffuzu mevzubahis değildir. VI‐ Bugün Orhun ırmağı çevresinde Moğollar oturuyor. Onların bu nehre Orhon diyip demediklerini bilmiyorum. Fakat onlar Orhon deseler bile hiç bir ehemmiyeti yoktur. Çünkü tarihen oranın Türk ülkesi olduğu zamanlarda Türkler Orhun (h olmadığından Orkun) diyorlardı. Şiveleri bozuk ufak Türk boyları müstesna bugün de bütün Türkler bu kelimeyi Orhun diye söylerler. Büyük âlim Ramstedt de böyle okumuştur. Binaenaleyh Türk üniversitelilerine Orhon diye yanlış belletmekte mânâ ve sebep yoktur. Maarif Vekâleti, Üniversite Türk tarihi dersi verdireceği adamları beynelmilel âlimlerden seçemiyorsa, hiç olmazsa beynelmilel cahillerden olmamasına dikkat etmelidir. ORHUN, 19 Nisan 1934, Sayı: 6
İŞİN BAŞI Başbakan Nihat Erim, yurttaki anarşinin gövdesinin ezildiğini fakat başının belli olmadığını birkaç kere söyledi. Bu diplomatça sözlerle neyi kastettiği, tabiî, kesinlikle belli olmadı. Yani "başı" diyerek bir iç kuvveti mi, yoksa yabancı bir devleti mi anlatmak istiyordu, anlaşılmadı. Türkiye'de komünist ihtilâli yapmak isteyen kuvvet dışarıda ise haritayı açarak 120 devlete bakıp keşfiyat yapmaya elbette lüzum yoktur. Bu devlet tektir ve Rusya'dır. Artık bir Moskof emperyalizmi olduğu, ahmaklar hariç, herkesçe bilinen komünizmin, Rusya'da kurulduğu yıldan beri Türkiye'ye de el attığı, hatta Atatürk'ü bir komünist parti kurmaya bile zorladığı, yapılan yayınlarla aydınlığa çıkmıştır. O halde Nihat Erim'in bahsettiği başı içerde aramak lâzım. Bunların memlekete nasıl dal budak saldığı, kaçakları koruyan, saklayan pek çok kimsenin yakalanmasıyla, pek çok kaçağın da hâlâ elegeçmemesiyle ortaya çıkmıştır. Bulunan eşyaları arasındaki silâhlar ve özellikle alıcı‐verici telsizler, susturuculu ve dürbünlü tüfeklerden daha düşündürücü olan mesele, Sıkı Yönetim bildirilerinden öğrendiğimize göre bir hayli askerî şahsın da bunlar arasında bulunmasıdır. Artık, duruma bakarak suçun kimde olduğunu tartışmanın mânâsı yoktur. Suçlu bellidir. Halk Partisi ve onun Genel Başkanının yıllardır süren tutumu... Memleket için tehlike olarak yalnız sağı (yani dincileri) gösteren, başbakanlığı zamanında komünizmden hüküm giymiş sicillilere "Kadro" dergisini çıkartıp ilk başmakaleyi de bizzat yazan, Cumhurbaşkanlığı sırasında sık sık ziyaret ettiği Konservatuarda, ne mal olduğu daha o zamandan bilinen Sabahattin Ali'yi okşayan, Hasan Âli'yi yıllarca millî eğitimin başında tutup Tonguç Baba'ya www.atsizcilar.com
Sayfa 106
komünist yatağı Köy Enstitülerini kurduran İsmet İnönü, komünizmin ve onun maskesi olan sosyalizmin Türkiye için ne büyük tehlike olduğunu anlayamamıştır. İsmet İnönü için hayatta gaye bir ülkü değil, sadece "İktidar" olmuş, iktidar için, Atatürk tarafından millî gayelerle kurulan Halk Partisini kalıptan kalıba sokarak bugünkü duruma getirmiştir. Bu sözlerimizin sırf kendi düşüncemiz olmadığının delili en sadık Halk Partililerden birçoğunun, Partinin sola kaydırıldığını görerek "izzet ü ikbâl" ile Partiden çekilmeleridir: Edebiyat Profesörü ve 10 Haziran 1948‐22 Mayıs 1950 arasında İsmet Paşa'nın son Millî Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu, Partinin Atatürkçülüğe aykırı bir yola yöneldiğini gazetelerde yazarak istifa etmiş, Hukuk Profesörü Turhan Feyzioğlu, hem de birçok arkadaşıyla birlikte Partiyi bırakmıştır. Feyzioğlu, Parti içinde sıradan bir kişi değildi. İnönü'nün koalisyon kabinelerinde 20 Haziran 1961‐25 Haziran 1962 arasında Devlet bakanlığı, 25 Haziran 1962‐25 Aralık 1963'te ise Başbakan Yardımcılığı yapmıştı. Feyzioğlu ve arkadaşları görünüşte Bülent Ecevit uğruna feda edilmişse de gerçekte, İnönü'nün şuuraltındaki bir korkunun, milliyetçi ve bilgili şahsiyetiyle Feyzioğlu'nun günün birinde kendisini gölgede bırakacağı korkusunun rol oynadığına tereddütsüz hükmedebiliriz. Feyzioğlu, eski başkentlerimizden Kayseri’nin köklü bir ailesine mensuptur. Ecevit ise Daday'da yerleşmiş bir kürdün torunu olup bu kasabada "Kürt Hocalar" diye anılırlar. İnönü, solcu olduğu bilinen Ecevit'i 20 Kasım 1961‐20 Şubat 1965 arasında, aralıksız Çalışma Bakanlığı’nda tutarak, işçi haklarını koruyoruz diye sonraki kargaşalıkların zeminini hazırlamıştır. İnönü ile Ecevit'in ortaklığı oldukça garip, âdeta danışıklı dövüş gibi bir şey olmuştur. Sırf oy toplamak için "ortanın solu" incisini siyaset pazarına süren İnönü bir yandan da "partimiz sosyalist değildir" diye birkaç kere söylediği halde onun genel sekreteri Almanya'daki işçilere "bana sosyalist derseniz memnun olurum" demiş. İnönü gazetelere geçen bu sözlerden elbette haberdar olduğu halde ses çıkarmamıştır. [1] İnönü için zeki adamdır derler. Bu düşünce katiyen doğru değildir. Zeki adam ilerisini gören, görebilen adamdır. Zeki olsaydı, bunca tecrübeden sonra bu kadar köklü ve zengin bir partiyi bugünkü acıklı hatta gülünç duruma düşürmezdi. Ecevit "toprak işleyenin, su kullananın" diyerek âdeta "haydi, ne duruyorsunuz" demeğe getiriyor, bir yandan da genel grev hakkı istiyordu. Genel grev... Yani Türkiye'nin mahvı... Manzarayı düşünün: Fabrikalar, trenler, vapurlar duracak. Posta işlemeyecek. Elektrikler yanmayacak. Sokaklar aç işsizlerle dolacak. Tabii birkaç gün sonra da İspanya İç Savaşına rahmet okutacak sertlikte kıran kırana bir iç savaş. Daha sonra da Türkler bir birini yerken barış ve insanlık adına ülkemizin dört yandan istilâsı.. İnönü, vatan haini olmadığına göre bu korkunç manzarayı görememiştir. Görecek kadar zeki olsaydı daha o zaman Ecevit’i bertaraf ederdi. Yine biraz ilerisini görecek kıratta bulunsaydı boykotla işgal aynı şeydir demek gibi bir devlet adamını küçük düşürecek sözler söylemezdi. www.atsizcilar.com
Sayfa 107
Onun şimdi Ecevit'le tartışmasını hakikatleri kavramasından sanmayınız. Ona hakikatleri kabul ettirmenin imkânı yoktur. Bugünkü kavga post kavgasıdır. Partinin birçok şubelerinde Ecevit'in kazanması ihtiyar ve muhteris politikacıyı endişelendirmiş, yeni tertiplere sürüklemiştir. İsmet İnönü’ye yaşlıdır diye, Atatürk'ün arkadaşıdır diye itibar gösteriliyordu. Tarihî şahsiyettir deniyordu. Bu bakımdan ordu tarafından da saygı görüyordu. Fakat bugün partisinde itibarı kalmadığı gibi ordudaki saygıyı da kaybetmiştir. Bir kere 12 Mart muhtırasına şiddetle karşı çıkmış, ancak ordunun çatık kaşlarını görünce geri dönmüştür. Daha önce de boykotla işgalin aynı şey olduğunu söyleyerek komünistlerin cesaretini artırmış, sonra bunu da tevile kalkmıştır. Daha sonra, idamlara sıra gelince gerekli müdahaleyi yapacağını, ömrü boyunca idamlara karşı olduğunu söyleyerek Türk milletini şaşkına çevirmiş, kendi zamanında idam edilen Talât Aydemir’le Fethi Gürcan için "şerefsizler" tabirini kullandığını pek çabuk unutmuştur. Artık kıyıya çekilip hâtıralarını yazsın da millet o yönden huzura kavuşsun. Bu yaştan sonra politika ve torunu yaşındakilerle itişip kakışmak ayıp oluyor. Duruma bir de insan psikolojisi yönünden bakmalıdır. Kendi partisi dahil, bütün millet artık İsmet Paşa'dan bıkmıştır. Bu millet, değil İsmet İnönü gibi üçüncü, dördüncü sınıf bir devlet başkanından, Kanunî Sultan Süleyman gibi kendisini zaferden zafere götürmüş birinci sınıf bir hakandan bile usanmış, yerine Şehzade Mustafa'nın geçmesini istemiştir. İnsanlar kimseye 50 yıl tahammül etmez. "Tarihî şahsiyet", "şahsiyetinin ağırlığı" falan gibi masallar artık tesirini kaybetmiştir. Yine kendisinin seçtirdiği yeni Genel Sekreter Kırıkoğlu bile İsmet Paşa’nın "sen Ecevit'ten emir alıyorsun" demesine karşılık, "bir daha böyle konuşursan çok sert karşılık veririm" mânâsındaki cevabı ile tarihî şahsiyet mavalının bir masal olduğunu ortaya koymuştur. Nihat Erim'in siyasî bir ihtiyatkârlıkla açıklamadığı "anarşizmin başı"nın CHP'nin iktidar için yanıp tutuşan tutumundan doğduğu iyice anlaşılıyor. Bu partiye mensup Millî Eğitim Bakanı, hapishaneden kaçan bir komünistin eşinin Paris'te devlet parasıyla okuduğunu itiraf etmiş, mazeret olarak da "şimdiye kadar hakkında şikâyet olmadı" demiştir. Gördünüz mü "Millî" Eğitim Bakanını? İşte bu, CHP zihniyetinin tipik bir örneğidir. Aynı kadın, tutuklanmış bir Türkçü’nün eşi olsaydı çoktan bursu kesilir, adlî kovuşturmaya geçilirdi. Nitekim CHP bu gibi işleri 1944'teki Türkçüler dâvasında hak, hukuk, vicdan, kanun dinlemeden fazlası ile yapmıştır. Bugün idam hükümlerinin infazını bekleyenler yahut idam isteğiyle duruşması yapılanlar da yıllarca, yıllarca kanunun gözünden kaçarak yahut kaçırılarak yıkıcı çalışmalarına devam ettiler. Vaktiyle yakalanıp mahkûm edilen Dr. Sevim Tarı da Fransa’da yıllarca aynı şekilde çalışmıştı. Bir devlet "beni sokmayan yılan yüz yıl yaşasın" kafasıyla yönetilirse bile bile uçuruma gidiyor demektir. Aynı Eğitim
www.atsizcilar.com
Sayfa 108
Bakanı Konya'daki Selçuk Enstitüsü Müdürünün Bozkurtlu rozetleri menetmesine, uyarmamıza rağmen ses çıkarmadı. Şimdi Nihat Erim'e soralım: İşin başı bu zihniyet değil de nedir? Türkiye'de komünizmi yok etmek için önce komünist yetiştiren bataklığı kurutmak, yani komünist öğretmenlerle profesörlerin tasfiyesi lâzım değil midir? Korkma! Memleket Öğretmensiz kalmaz. Sen sert tedbirlerini almaya başladın mı sosyalist ve komünist geçinen, gençleri zehirleyen ne kadar öğretmen ve esersiz profesör varsa hepsi anadan doğma milliyetçi olur. Yeter ki tedbirlerinde ciddî ve sert ol. İsmail Arar gibi idâre‐i maslahatçılar yerine tuttuğunu koparan milliyetçi bir bakan getir. "Özgürlük" denen yıkıcı herzevekilleri önleyecek çareler bul. Basının kazanç gayesiyle yaptığı ahlâk dışı yayını kanunlarla kes. Düzen bozucu her türlü hareketi şeref ve namusa taarruzu, başkasının hakkını yemeyi, hırsızlığı sert bir ceza kanunu ile durdur. Devlet dairelerine çay tiryakiliği yerine vazife ahlâkını koy. Sert cezalarla meseleler hallolunmaz diyen budalalara inanma. İslâmiyet’ten önceki Türkler'de evli kadına sataşmanın ve büyük çapta hırsızlığın cezası idamdı. Bu gibi ahlâksızları yok etmek asrın insanlığına yakışmayacak da yaşatmak mı yakışacak? Trafik kazasıyla adam öldürmenin cezası idam olduğu için Suudi Arabistan'da hiç trafik kazası olmuyor. Demek ki bu konuda S. Arabistan bütün dünyadan ileridir. Geri Araplar'dan mı örnek alacağız deme! İnsanlar uçmayı "Kuş beyinli" diye hor gördükleri kuşlardan öğrendiler. Sıkı tedbirleri almadan çekinirsen olacak olan şudur: Sıkı Yönetim kalkar kalkmaz rezaletler yeniden başlayacak ve bu sefer ordu idareye tamamen el koyacak, "faşizm" diye ödleri patlayan rejimi kuracaktır. O zaman sorguya çekilecek olanlar bugünkü gibi birkaç yüz kişi değil on binleri bulacaktır. Müzmin apandistin arada bir uygulanan buz tedavisiyle giderilmesine imkân yoktur. ÖTÜKEN, 26 Şubat 1972, Sayı: 99 [1] 26 Şubat 1972 tarihli Milliyet gazetesinde (9. sayfa) Metin Toker'in bir yazısının ihbar sayılarak Ecevit'in 12 Mart'tan önce bir sendika toplantısında işçileri sokağa dökülmeye çağırması sebebiyle savcılıkça inceleme yapıldığı haberi vardır.
www.atsizcilar.com
Sayfa 109