Minerva Dergisi - Sayı: 16

Page 1

. MINERVA OCAK - 2015

SAYI: 16

İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni


#BizimHikayemiz Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi - Çalışma Grubu, 2009 yılında yola çıkarken ilk üyelerini bir araya getiren temel sebep; geçmişte İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü bünyesinden çıkan Minerva’yı canlandırma isteğiydi. Grubumuz, Minerva’yı istikrarlı yayımlanan bir bülten haline getirerek yola çıkışının boşuna olmadığını gösterdi. SUİAM-ÇG, amatör dergi yayını ile kendisini geliştirmeye çalışırken daha çok etkileşim kaynağıyla beslenme yoluna gitti. Bulunduğu ortamda akademik ve sosyal birikimin artması ve yoğunlaşması için etkin olmayı hedefledi. Bu anlamda okul içinde ve dışında çeşitli faaliyetler yürütüyor, etkinlikler düzenliyor. SUİAM-ÇG yola çıktığından beri onlarca üniversite öğrencisi için bir deneme alanı, alternatif bir öğrenme çevresi oluşturdu. Üniversite dönemini daha anlamlı kılmaya çalışan pek çok arkadaşımız kendilerince oluşturulan bu okulun parçası oldu, olmaya devam ediyor. Misyonumuz: İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencilerinin gerek sosyal gerek akademik hayata hazırlanmaları için alternatif bir ortam sağlamak, Araştırma ve düşüncelerin başta yayıncılık olmak üzere pek çok etkinlikle paylaşılması için aracı olmak, Kendimizi yenileyerek yaptığımız çalışmalarla çevremizde sürdürülebilir bir etkileşim sağlamak, Entelektüel birikime ve sosyokültürel hayatın gelişimine katkı sağlamak, Sivil toplum, özgür düşünce, farklılıklara saygı, insan hakları, toplumsal barış gibi olguların gelişmesine yardımcı olmaktır. facebook.com/iu.suiamcg twitter.com/suiamcalisma suiamcalisma@gmail.com


.

MINERVA

Sayi 16

Bizden... Biraz sessizlik… Belki de kısa bir mola… Minerva 16. sayısıyla ‘’yine’’ sizlerle… Hedeflediği akademik çizgiye ulaşmaya çalışmış, amatör ruhunun cesaretini kalemiyle söylemeyi tercih eden onlarca kişi geçti bu yazı tahtasından. Her dergide farklı yüzler ancak amaçlar hep aynı; ileri bakabilmek… Herkesin bir yolu var elbet. Farklı sokakları, kıvrımları, yokuşları ve inişleri olan zorlu upuzun bir yol… Bulunduğu çevreden beslendiği akademik ve sosyal birikimi, yürüyeceği yolda şimdiden küfesine ekledi. Belki çoğu için bu yolun başlangıcı oldu Minerva. Güzel günlere…

Teşekkür...

Sn. Prof. Dr. Nevin ATEŞ, Sn. Prof. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Prof. Dr. Nuray MERT, Sn. Doç. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Doç. Dr. Ahmet ÖZTÜRK, Sn. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emre ATEŞ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. A. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. İrfan ÇİFTÇİ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV, Sn. Yrd. Doç. Dr. Murat METİNSOY, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muhammed A. AĞCAN, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli araştırma görevlilerine teşekkürü borç biliriz.

SUİAM Çalışma Grubu Adına Sorumlu: İbrahim ALTUNBAŞ Genel Yayın Yönetmeni: Şaban ÇAYTAŞ SUİAM Çalışma Grubu: Sinan AKBULUT, Onur ASLAN, Özgenur AKTAN, Sevgi ALTINBIÇAK, Sedef BEDER, Ünal ÇELİK, Can ELDEN, Ayça GEGEOĞLU, Ersel KORUK, Sedat KUBAT, Yaren MUĞLALI, Kenan ODALI, Yağmur PAL, Ayda SEZGİN, Melike ŞAHİN, Yusuf TELLİ, Selma TURAN, Yunus TURAN, Ekin TÜRKAY, Büşra Selen YILMAZ Görsel Yönetmen: Coşkun SAİTOĞLU coskunsaitoglu@live.com

Basım Tarihi: 05.01.2015

minervadergi@gmail.com minervadergi.blogspot.com

İLETİŞİM

twitter.com/minervadergi facebook.com/iu.suiamcg

MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.


içindekiler...

Toplum Düzeni Ersel KORUK

3 IŞİD’in Dini Kökeni Ayça GEGEOĞLU

9 Ortadoğu’da Dengeleri Değiştren Aktör: IŞİD Yağmur PAL

11 Yrd.Doç.Dr. M. Hilmi ÖZEV ile “IŞİD” Üzerine Hüseyin ÇELİK - Yusuf TELLİ

15 Ali Semin ile “Terörizm” Üzerine Özgenur AKTAN - Ersel KORUK

18 Ortadoğu’da “Êzidi” Çığlığı Yusuf TELLİ

23 Arap-İsrail Savaşlarında Rusya’nın Tavrı Selma TURAN

26

Doç.Dr. Burak Samih GÜLBOY ile 100. Yılında 1. Dünya Savaşı Uğur OVACIKLI- Büşra BAYRAKTAR

45 Türkiye Ekonomisinin Kırılganlıkları Yunus TURAN

52 Kadına Yönelik Şiddetin Yaygınlığı Ecenaz TERZİ

56 Tarih, Toplum ve Homofobi E. Can ELDEN

58 Gülsüm KAV ile “Kadın Cinayetleri” Üzerine Sedef BEDER

62 Petrol Fiyatlarındaki Değişim Üzerine Büşra Selen YILMAZ - Melike CENGİZ

65 Medeniyetin Kavramsal Revizyonu

Prof.Dr. Namık Sinan Turan ile Osmanlı Diplomasisinin İzinde: İmparatorluk ve Diplomasi

Fatih Safa AYDIN

68

M. Fahri DANIŞ - Tuğçe KUL

30 Türkiye’de Özelleştirmenin Gerekçeleri,Tarihçesi ve Etkileri Ünal ÇELİK

35 Dünyada İş Sağlığı, Güvenliği ve Kazaları Yaren MUĞLALI

38

SOYUTLAMA Metropolis: Fiziki Emek ile Zihni Emek Arasındaki Denge Nasıl Sağlanabilir? Özgenur AKTAN

71 Hükümdarlık Onur ASLAN

Kapitalizme Cılız Bir Direniş: Sultan II. Mahmud

76

Mustafa Can GÜRİPEK

40

Germinal Deniz ÖZKELEŞ

78


MİNERVA

G

TOPLUM DÜZENİ Ersel KORUK

erselkoruk@gmail.com

daha başından itibaren büyük şehirlere dayanmıştır.” deyip, şöyle devam ermiştir:

eçtiğimiz son yüzyıl Türkiye açısından çok çalkantılı geçmiş, birçok sorunla karşı karşıya kalınmıştır. Birçoğunun hala varlığını sürdürdüğü bu sorunların çok çeşitli nedenleri bulunmaktadır; ancak bu nedenlerin toplum düzeniyle ilişkili oldukları görülmektedir. Toplum düzeninin ise ekonomik ilişkilerden, kültürden, yenileşme hareketlerinden, dinde vb. birçok olgudan etkilendiği açıktır. Türkiye toplumu Osmanlı döneminden bugüne kadar birçok değişim yaşamış, ülke olarak çokça ileri-geri gidilmiştir. Bütün bu ileri gidiş gelişleri açıklamak geçtiğimiz yüzyılda aynı zamanda bugün de karşı karşıya kalınan sorunlara çözümlerini kendiliğinden getirecektir.

“15. ve 16. Yüzyıllarda Türkiye nüfusu büyük bir artış göstermiştir. Prof. Barkan’ın yaptığı hesaplara göre, 1530-1580 yılları arasında Türkiye nüfusu yüzde 40-50 arasında artış göstermiştir. Birçok büyük şehirde bu artış yüzde 100’ü aşmaktadır. 1478 sayımında, 97956 kişiyi barındıran İstanbul, 1520’lerde 400 bin nüfusa ulaşmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul nüfusu 800 bine yaklaşmıştır. 1608-1619 yıllarında Türkiye’yi dolaşan Polonyalı Simon ise, o tarihlerde İstanbul nüfusunu 1 milyon olarak tahmin etmektedir. Yani 17. yüzyıl başında İstanbul, dünyanın en büyük şehridir.(…) Bu yabancı yazar, Edirne için 200 bin, Sivas için 150 bin, Kayseri için 95 bin nüfus rakamlarını ileri sürmektedir.”3

İLERİ BİR TOPLUM; OSMANLI Osmanlı Devleti çok önemli bir ticaret yolu (İpek Yolu) üzerinde kurulmuştur. Aynı toprakları paylaşan Selçuklular döneminden başlamak üzere Anadolu hanlar, kervansaraylarla donatılmış; yaygın bir posta, güvenlik ağı oluşturulmuştur. Böylece Anadolu önemli bir tüccar yerleşimi haline gelmiştir. Maxime Rodinson’a göre Anadolu’da çok büyük bir Müslüman Ortak Pazarı’ndan söz etmek mümkündür; hatta kapitalisttik bir sektör oluşmuş, yine bu sektör yüzyıllar sonra Batı Avrupa Burjuvazisinin oluşturacağı dünya pazarından önceki en büyük, en gelişmiş pazardır.1 Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut ise bu ticari faaliyetin şehirlerarası çok büyük bir uzmanlaşmayı beraberinde getirdiğini söylemektedir.2 Yine bu dönemde küçük sanayi tipi el işçiliğin tarımdan ayrıldığı, şehirlerarası ticaret ile küçük sanayi üreticisiyle tüccarın birbirinden koptuğu görülmektedir. Bu ileri ticaret yapısının bir sonucu olarak Anadolu’da gelişmiş bir şehirler ağı ortaya çıkmıştır. Bakın Doğan Avcıoğlu bu şehirleri nasıl anlatıyor:

Polonyalı Simon’un verdiği rakamlar abartılı dahi olsa o dönem Türkiye’sinin Batı’ya göre daha fazla şehir hayatına dayandığı görülmektedir. Bu ticari hayat köy yaşamını da etkilemiş, Anadolu köylerinde de büyük bir gelişim ortaya çıkmıştır. Köylerin gösterdiği bu gelişim sadece ticari hayatın etkisiyle değil kurulmuş olan toprak düzeniyle de yakından ilişkilidir. İsmail Cem Anadolu köyleri için şunu söylüyor: “Osmanlı tarihinin 1550 yıllarına kadar süren ilk dönemini bize ileten ve yorumlayan tarihçilerin hemen hepsi bir noktada birleşiyor: Osmanlı köylüsünün çağın koşulları çerçevesinde benzerleriyle kıyaslanamayacak kadar düzenli ve güvenli bir yaşama sahip olması. Köylünün bu durumu doğrudan doğruya miri toprak rejiminin bir sonucu şeklide belirmektedir. Toprağın devletin mülkiyetinde ve memur-askerlerin denetiminde olması köylüyü doğal ve toplumsal tehlikelere karşı güvenceye almaktadır. Sel baskını, kuraklık gibi afetler karşısında köylü yalnız değildir. Dirlik sahibi ona iyi bakmak, gereğince yardım etmekle yükümlüdür. Ortak ambarlar her çeşit bireysel sıkıntıya karşı toplumun güvenlik unsurudur. Ancak miri bir rejimin mümkün kılabi-

“Öte yandan milletlerarası ticaret yolları üzerinde gelişen Osmanlı Devleti, Selçuklu Devleti gibi –Batı tarihçilerinin ‘Göçebe Türk’ iddialarının tam tersine-, 1 Avcıoğlu, D.(1973), Türkiyenin Düzeni, cilt: 1, Ankara: Bilgi Yayınevi, s.15 2 Avcıoğlu, 1973, s.14 3

Avcıoğlu, 1973, s.15-16

3


leceği sosyal içerikli yasalar, köylüyü çeşitli tehlikelere karşı adeta devlet tarafından sigorta etmektedir.”4

ta; temlik edilmiş bu gelirlerin 40-50 bin kişilik askeri beslemeye yeteceğini belirtmektedir: ‘Kerime-i mükerremeleri Mihrimah Sultan’ı Rüstem Paşa’ya verüb veziriazam eyledi. Ecdadı zamanında fetholunmuş memalikten o kadar karyeler temlik eyledi ki mülukü tavaiften bir padişaha hazine olmağa kifayet ederdi. (…) Hâlbuki havass-ı hümayun karyeleri ve hilaf-ı şer temlikleri ve vakıflar mahsulatı namahal yerlere sarf olunmaktan ise yollar ile gelmiş ulufeli kul taifesine tevzi ve taksim olunca kırk elli bin nefer ulufelerin hazineye koyup tımara çıkarlardı…’”15

Osmanlı ekonomik düzeninde devlet bütün ekonomik düzenin hâkimiydi. Topraklar devlet adına işletilir, ticaret devlet adına yapılırdı.5_6_7 Bu yapı gereği özel mülkiyet gelişmemiştir. Ancak özel mülkiyeti zorlayan durumlarda söz konusudur. Osmanlı’da Muamele-i Şer’iyye8 denen faiz uygulaması söz konusudur, faiz fiyatı %10-15 geçmeyecek şekilde kanunla sınırlandırılmıştır.9_10 Doğan Avcıoğlu bu durumu şöyle aktarmaktadır: “Devlet, taşradaki sivrilmiş tefecileri, İstanbul’un et ihtiyacının karşılanmasında yararlı olmaları için, hayvan ticareti yapmak üzere, İstanbul’a getirmektedir. Hatta 1566 yılında, İstanbul’un et ihtiyacının finansmanını sağlamak amacıyla, ‘Et Bank’ adını verebileceğimiz, 20 bin altın flori sermayeli bir fon kurulmuştur.

Özel mülkiyetin zorlandığıyla ilgili daha birçok çarpıcı örnek bulunmaktadır. Bu zorlayış için kullanılan yollardan biri de vakıfları aracı etmek olmuştur. Yukarıda bahsedilen temlikname usulü (Temlikname ile gelir dağıtma usulü Osmanlı’ya Selçuklulardan geçmiştir.) ile elde edilen toprak; her çeşit geri alınma durumuna karşı, ayrıca toprakları oğullarına bırakabilmek için vakıf haline getirilmektedir; böylece Türk tipi malikâneler doğmuş oldular. Vakıf adına kervansaraylar yaptırılmakta; başlarına da maaşlı yöneticisi olarak çocukları daha sonra da onların çocukları vakıfnameye yazdırılmaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in temlikname yoluyla toprak elde etmiş bu tip –özellikle devlete zararlı vakıflarla- büyük bir mücadeleye girdiği, birçok toprağı da geri aldığı bilinmektedir. Tekrar bu usulün başlaması Kanuni Sultan Süleyman döneminde olmuştur.16

Bu bakımdan en dikkat çekici olay, yüzlerce vakfın para ticaretine yönelmesidir. 16. yüzyılda büyük şehirlerde, birçok ‘vakıf bankaları’ mevcuttur. Prof. Barkan, 1561 yılında Bursa şehrinde mevcut 159 halk tipi vakfın elinde 3 milyon 350 bin akçe bulunduğunu, işletilen bu paranın o yıl 333 bin akçe faiz getirdiğini belirtmektedir.”11 Bu tefecilik faaliyetleri hızlanarak devam etmiştir. İlerleyen yıllarda para sıkıntısının da artmasıyla özellikle tarım kesimini kavuracak %50’lik, %60’lık, %300’lük12 faiz oranları da görülecektir. Tefecilikle beraber önemli bir sermaye birikimi oluşmaya başlamıştır, kaçınılmaz olarak da özel mülkiyet zorlanacaktır. Prof. Dr. Barkan’a göre bunun en açık örneklerinden biri Kanuni Sultan Süleyman döneminde devrin ileri gelen vezirlerinin kendi hayvanları için çiftlik ya da mandıra olarak kullanabilmek üzere köylüden bahsi geçen topraklara ihtiyaçları olmadığına dair mazbata almaktır. “Böylece, kitabına uydurularak, arazi kanunları13 özel mülkiyete doğru zorlanmaktadır. Fakat birçok halde kitabına bile uydurulmadan çiftlikler kurulmuştu.”14 İsmail Cem ise yine Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşanmış başka bir olayı şöyle anlatıyor:

17. yüzyılın başına gelindiğinde artık sanayi kesimlerindeki büyük gelişim de kendini göstermiştir. Adnan Giz’in verdiği rakama göre, 1638 yılında özel sanayide 46426 kişi çalışmaktadır. Yine çoğu ağır sanayi olmakla birlikte ordunun ve büyük devlet örgütünün ihtiyaçla-

“Devlet toprağının temlikname yoluyla büyük ölçüde çarçur edilmesi Kanuni Süleyman’la başlamaktadır. Çağın tarihçisi Koçi Bey, ünlü risalesinde Kanuni’nin damadı Vezir Rüstem Paşa’ya ‘bir padişaha hazine olacak kadar çok’ toprak temlik etmesinden yakınmak-

4 Cem, İ. (2014), Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.40 5 Cem, 2014, s.49 6 Avcıoğlu, 1973, s.17 7 Karpat, K.H. (2013), Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul: Timaş Yayınları, s.23 8 Tam anlamıyla şerri hükümlere uygun ticaret işlemi demek; dönemin din adamlarınca çokça tartışılmıştır. 9 Cem, 2014, s.116 10 Avcıoğlu, 1973, s.27 11 Avcıoğlu, 1973, s.27 12 Cem,2014, s.116 13 Osmanlı İmparatorluğu Toprak Kanunlarına göz atmak isteyenler için bkz. Avcıoğlu, 1973, s.18 14 Avcıoğlu, 1973, s.20 15 Cem, 2014, s.119 16

Cem, 2014, s.119

4


rını karşılamak üzere kurulmuş 2 tersane, 1 tophane, 5 barut karhanesi, 1 humbarahane, 1 top arabası karhanesi, 1 at meydanı mumhanesi, çok sayıda peksimet fırını, kurşunhane, dökümhane, şişehane, boyahane, doğramahane vb devlet sektörüne ait kuruluşlar vardır. Büyük olasılıkla bu kurumlarda on binlerce işçi çalışıyordu.17 Sadece bu rakamlara bakarak bile Osmanlı’nın çağının çok ilerisinde bir sanayisinin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kaçınılmaz olarak da bu gelişim Lonca sisteminin zorlanmasını beraberinde getirecektir. Prof. Dr. Ülgener, bu konuda, “lonca baskısından ferahlamak, kuralların dışında daha karlı satış imkânları aramak” eğilimlerinin arttığını ve “meslek ve sanat haddinden fazla taştığını yazmaktadır. 18_19

Sanayi sermayesine dönüşen para, ticaret ile tefecilikten gelmektedir. Bu sermaye birikimi tek başına kapitalistleşmek için yeterli değildir; sanayi tecrübesinin varlığı, lonca ve tarım düzeninin çözülmeye başlayarak, emek, üretim araçları ve geçim maddelerinin serbestleşmesi zorunludur. Prekapitalist düzen içinde elde edilmiş sermaye (tüccar ve tefeci parası), serbestleşmiş emek ile üretim araçlarını bir araya getirerek kapitalist evrimi gerçekleştirecektir.25 Osmanlı’nın prekapitalist düzeni içerisinde, bozulup gelişerek daha ileri düzene, yani kapitalist düzene geçmesini sağlayacak güçlerin geliştiği söylenebilir.26_27 Ancak bunların hepsi gerçekleşseydi dahi kuşku götürmez ki bu geçiş çok sancılı ve şiddetli direnmeler içinde yüzyılları alacaktı. DENGE BOZULUYOR; GERİYE GİDİŞ

Osmanlı İmparatorluğu’nun 17. yüzyıla gelindiğinde daha önce örneğine rastlanmamış büyüklükte bir ticaret pazarına20 ve çağdaşlarıyla kıyaslanamayacak derecede büyük şehirlere sahip olduğu21, sanayisinin tarımdan ayrılarak (ki köylüler de yavaş yavaş topraktan kopmaya şehirlere göç etmeye başlamışlardı) gelişip lonca sistemini zorlayacak konuma geldiği22, ülkede özel mülkiyetin de zorlanmaya başlandığı ve ayrıca tefecilik yoluyla da bazı kesimlerin sermaye birikimi sağladığı23 görülmektedir. Bunlara bakarak Osmanlı toplumunun kendiliğinden bir kapitalistleşme süreci içine girebilecekmiş denebilir. Avcıoğlu kapitalistleşme süreciyle ilgili şunları söylemektedir:

İsmail Cem Osmanlı’nın çağına göre ileri toplum yapısını şu cümlelerle anlatıyor: “Osmanlı yönetimini büyük yapan, çağın ve toplumun temel ihtiyaçlarını en yüksek bir düzeyde çözümleyebilmiş olmasıdır. Doğa’nın belirsizliği karşısında örgütlenme ihtiyacı, üretimin, ulaştırmanın, tüketimin ve ticaretin ayrıntılı düzenlenmesiyle karşılanmıştır. Eşitlik ve adalet özlemleri, derebeyliği yıkmakla ve insancıl ilkeleri de olan bir sistem getirmekle cevaplanmış, devlet otoritesi ve güçlü idare mekanizmasıyla, halkın güvenliği sağlanmıştır. Osmanlıları bu başarıya götüren, kurmuş oldukları tutarlı ve dengeli toplum düzenidir.”28

“Kapitalizm doğuş şartlarını derinlemesine incelemiş Batılı bilim adamlarına göre, prekapitalist düzen içinden kapitalizmin çıkıp gelişmesi, üç dizi olayın birleşmesini gerektirmiştir:

Osmanlı’nın toplum düzeni birçok denge üzerine kurulmuştu. Bu dengeler her anlamda birbiri içine geçmiş, ayrılmaz bir bütünün ayrı ayrı parçalarını teşkil ediyordu. Daha öncede belirtildiği üzere devlet ekonomik düzene hâkim konumdaydı; özel teşebbüs sınırlı durumdaydı. Bu ekonomik nitelikler devletin görevine, hizmetlerine, sosyal yapısına, ordusuna şekil vermiş; toplumu İslam düşüncesi uyarınca eşitliğe ve adalete yönlendirmiştir. Ekonominin bu etkisi de hassas bir dengeler düzeni oluşturmuştur.29 Ortadoğu özelinde Osmanlı’nın yönetim anlayışıyla ilgili Cleveland şöyle demektedir:

1)Belirli bir noktada, toprağa bağlı köylünün, bu bağlılığından kurtulmaya başlaması. 2)Uzmanlaşmış bir şehir zanaatının varlığı ve serbestleşmesi. 3)Ticaret ve tefecilikten sağlanmış olan nakit servet birikimi.” Karl Marx’a göre: “Kelimenin tam anlamıyla sermaye, yani sanayi sermayesi biçimini alan para, asıl tefecilikten –özellikle toprak mülkiyeti üzerinde tefecilikten- elde edilmiş olan ve ticaretteki karlardan sağlanan menkul (para biçimindeki) servetten birikmiş paradır”24

“Vergiler toplanıp iktidar sağlandığı sürece Osmanlılar, çok çeşitli yerel uygulamaların varlığına hoşgörüyle bakarlardı. Bu tutum çok hassas farklılıkları içeren idari ve mali bir mozaiğin doğmasını sağladı.”30

17 Avcıoğlu, 1973, s.28 18 Avcıoğlu, 1973, s.28 19 Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Cem, 2014, s.59-60-61 20 Bkz. 1. Dipnot 21 Bkz. 3. Dipnot 22 Bkz. 16. ve 17. Dipnotlar 23 Bkz. 8., 9., 10., 13., 14. ve 15. Dipnotlar 24 Avcıoğlu, 1973, s.21 25 Ayrıntılı bilgi için bkz. Avcıoğlu, 1973, s.21-s.28 26 Ayrıntılı bilgi için bkz. M.Rodinson ile V. B.Loutsky 27 Karşıt görüş olarak bkz. Berkes, N. (1969), 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi, İstanbul, Gerçek Yayınevi 28 Cem, 2014, s.100 29 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cem, 2013, s.83-103 30

Cleveland, W.C.(2008), Modern Ortadoğu Tarihi, İstanbul: Agora Kitaplığı, s.50

5


Asafname’de yazmaktadır. Sultan Selim ve Kanuni’ye ‘İstanbul’un velinimetinin deniz olduğu, gemiler gelmezse, İstanbul’un batacağı, kâfirlerin deniz savaşında Osmanlılardan ileri gittiği, bu durumun düzeltilmesi gerektiği’ bildirilmiştir. (…) 1625 yılında Ömer Talip, tehlikeyi mealen şu sözlerle belirtmektedir: ‘Artık Avrupalılar, bütün dünyayı tanıyorlar. Gemilerini her yere gönderiyorlar, önemli limanları ele geçiriyorlar. Önceleri, Hindistan ve Süveyş malları, Süveyş’e gelmekte, oradan Müslümanlar eliyle bütün dünyaya dağıtılmaktaydı. Fakat şimdi bu mallar, Portekiz, Hollanda ve İngiliz gemileriyle Frengistan’a taşınmakta, İstanbul’a ve öteki İslam memleketlerine getirerek beş kar fiyatla satmakta ve böylece çok para kazanmaktadırlar. Bu sebeple, İslam memleketlerinde altın ve gümüş kıtlığı hissedilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Yemen kıyılarını zapt etmeli ve oradan geçen ticarete el koymalıdır. Bu yapılmazsa, çok geçmeden İslam ülkelerine Avrupalılar hâkim olacaktı.’ Uyanık düşünürler gibi Osmanlı yöneticileri de tehlikeyi görmüşler, Piri Reis, Seydi Reis gibi denizciler, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle mücadeleye girmişlerdir. Bu savaşlarda, okyanuslar için hazırlanmış yüksek bordalı ve ateş gücü üstün savaş gemilerine sahip Portekizliler galip çıkmış, Türkiye’nin Süveyş donanması yok olmuştur.”33

Ayrıca İsmail Cem toplumun bu ileri yapısını devletin ekonomik yapısına bağlamaktadır: “Osmanlı toplumunun ekonomik ve sosyal gelişmesindeki, ileriliğindeki temel etken, çağın en büyük üretim aracı olan toprağın devlet mülkiyetinde bulunması; yönetimin devletçi iktisat politikasıdır. Bu politika bilinçli değil el yordamıyla bulunduğundan bırakılması kolay olmuştur.”31 Kurulan bu ileri düzenin en hassas noktası ise dengeler bütününden oluştuğu için içerden ya da dışardan gelebilecek bir darbede, tepki oluşturabilecek bir esnek yapısının olmamasıydı. Gerçekten de ülke çöküşe geçerken doğru bir tepki verilememiş, verilen tepkiler ise durumu düzelteceğine iyice kötüleştirmiştir. Örneğin lonca sistemi, üretim özelliklerinin ve evrensel koşulların belirli bir düzeye ulaşmamış olduğu dönemlerde, toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilmiş ve aşırı fiyat artışlarının önlemesinde önemli bir rol almıştır. Ancak dünyadaki değişimin hızlandığı, Osmanlı’nın etkilenmeye başladığı dönemde, lonca sistemi hem olumlu yapısını kaybetmiş hem de üretim de ve emek de serbestliğe izin vermemesiyle kapitalistleşme sürecinin de önünü tıkamıştır. Ayrıca Osmanlı düzeninin katılığından ötürü, toprak rejimine dokunmak kaçınılmaz şekilde ordunun yapısını da bozmuştur. Aynı şekilde askeri anlamda bir yenileşme yapıldığındaysa, toprak rejimi bozulmuştur. Bu katı düzen vergileri de etkilemiştir. Sürekli aynı oranda toprak üzerinden alınan vergi paranın değer kaybetmesiyle birlikte, paranın değer kaybetmesinin toprak rejimiyle ve iç dış ticaret ile ilişkisi söz konusudur, rakam sabit olmasına karşın devlete gerçekte olan getirisi giderek düşmüştür.32

Bu keşifler ayrıca Avrupa için büyük bir sermaye birikiminin kapısını da açmıştır; Osmanlı’nın 300 yılda sağlayamadığı zenginliği 30 yılda Avrupa’ya getirmiştir. Prof. Dr. Barkan’ın bu konuda verdiği rakamlar şöyledir; 1521-1560 yıllarında İspanya’ya resmen 18000 ton gümüş ve 200 ton altın ithal edilmiştir. Avrupa’daki altın stoku 1500-1550 arasında 57 kat artmıştır.34 Oluşan kapitalin ihtiyaçları hızla artmıştır. Maden bolluğunun da etkisiyle Batı, Doğu’dan hammaddeyi çok yüksek fiyattan almaya başlamıştır. Bu da Osmanlı İmparatorluğu’nda hammaddenin pahalılaşmasına, darlığa, zanaatların durmasına yol açmıştır. Üstüne bir de kapitülasyonlar da eklenince ülke 19. yüzyılın başına geldiğinde ekonomik açıdan yarı sömürge konumuna düşmüştür. Ekonomik durumun bu denli bozulması toprak rejimini de altüst etmiş, toprak rejiminin altüst olmasıyla ordu da bozulmuş, ordunun bozulması refah ve güven ortamını ortadan kaldırmış ve köylerin durumu giderek kötülemiştir. Toprak rejimi normal olarak işlediği dönemde, tarım üretiminin artışında köylü kadar çıkarı olan sipahinin tasfiyesi ve yerini alan mültezimin baskıları tarım üretimini olumsuz yönde etkilemiş, toprağını bırakan köylülerin sayısı çoğalmıştır. Büyük sayıda delikanlı (levent) sokaklara dökülmüştür. Bu köy delikanlılarının çoğu, medrese öğrencisi (suhte) ve bey kapısında asker (sekban) olmuşlardır. Celali İsyanları sürecinde vurucu gücü bu delikanlılar oluşturmuştur. Prof. Dr. Tankut bu delikanlılar için şu cümleleri kuruyor:

Görüldüğü üzere Osmanlı düzeni, dengeler üzerine kurulmuş, katı bir yapı sahiptir. Bir alanda meydana gelen değişim bütün yapıyı baştan sona etkilemiştir. Dıştan gelen darbe dengenin en önemli yapısı konumundaki ekonomiyi bozunca Osmanlı düzeni gerilemeye başlamış, 19. yüzyıla gelindiğinde ülkeyi tamamen geri kalmış bir konuma itmiştir. Ekonomiyi sarsan büyük darbe Batı’da gerçekleşen “Coğrafi Keşifler” olmuştur. Avcıoğlu bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Buhran, Doğu-Batı ticaret yolunun Akdeniz’den Okyanuslara kayması biçiminde hissedilmiştir. Milletlerarası ticaret yolunun değişmesinin, bu ticaretten yararlanan şehir ve köyler ile devlet hazinesi üzerinde, giderek nasıl bir sarsıntı yaratacağı açıktır. Nitekim dünya tarihinde yeni bir dönemin başladığını haber veren bu değişiklik, uyanık Osmanlı yöneticileri ve bilginleri tarafından zamanında anlaşılmış ve tehlike çanları çalınmıştır. Mesela, 16. yüzyılın ilk yarısında Lütfü Paşa, Sultanların bu tehlikeye dikkatlerinin çekildiğini 31 Cem, 2014, s.103 32 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cem, 2014, s.107-122 33 Avcıoğlu, 1973, s.36-37 34

Cem, 2014, s.126

6


“Sipahi, levent, saruca, sekban, deli taifeleri ile kapıdan kopmuş serseri kopuk alayları –iddiaları ve davaları ne olursa olsun- bir noktada ittifak ediyorlardı: Köyleri basmak, köylüyü soymak.”35

Köylünün durumu bu hale gelmiştir ve köylü bu durumla çok uzunca bir süre yaşamıştır. Osmanlı’nın eski ileri düzeni yıkılmış, artık ortaçağı yaşayan bir toplum oluşmuştur.

Doğan Avcıoğlu ise köylünün durumunu şöyle anlatmaktadır:

İMPARATORLUK YIKILIYOR: YENİ DEVLET YÜKSELİYOR

“Din adamından, asayiş görevlisinden, asi devlet memurundan, köy milis güçleri şefinden ve hatta bunları temizlemekle görevli paşalardan dahi gelen zulüm, mal güvenliğinden vazgeçen köylüyü can güvenliği derdine düşürmüştür. Köylü, ovadaki ve yollar üzerindeki köylerini bırakmış, resmi sıfatlı kişilerin erişemeyeceği, gözden uzak noktalarda 5-10 hanelik yerleşme bölgelerine sığınmıştır. Tarihimizde buna ‘Büyük Kaçgun’ denmektedir.(…) Anadolu’nun bugün en elverişsiz yerlerde 65 bin yerleşme noktasında toplanmış akıl dışı dağınık köy yapısı, merkeziyetçi Osmanlı düzeninin Batı üstünlüğü karşısında sürüklendiği buhranın eseridir.”36

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılına gelindiğinde artık ülke tamamen yarı sömürge konuma düşmüştü. Osmanlı’da ilk reform hareketleri Lale devrinde başlamıştır; ancak ciddi anlamda reformların yapılması 2. Mahmut dönemiyle olmuştur. İlk olarak toplumun can ve mal güvenliği sağlanmaya çalışılmıştır. Sonra orduda reform yapılmış ve Yeniçeri ocağı kaldırılmıştır. Tımar sistemi kaldırılmış, topraklar hazineye aktarılmıştır. Yerli sanayi mallarının kullanılması teşvik edilmiş, yeni sanayinin kurulmasına çalışılmıştır. Tarım, ticaret, sanayi ve bayındırlık alanında ayrı ayrı komiteler kurularak daha sistematik bir kalkınma amaçlanmıştır. Bunların yanı sıra başlık reformu, kıyafet reformu, yabancı dil eğitime önem verilmesi gibi bazı reformlarda yapılmıştır. Cumhuriyet kurulana kadar da durmadan yenileşme hareketleri yapılmış, özellikle sanayide istenilen sonuç bir türlü alınamamıştır.39 Ancak cumhuriyet döneminde yapılan birçok devrimin temelleri Osmanlı’nın son yüzyılında atılmıştır.

“Köy hayatında mal ve can güvenliğinin ortadan kalkmasıyla birlikte halkın dini dünya görüşünde köklü değişiklikler vuku bulmuştur. 1500-1600 yılları arasında İstanbul ve Anadolu’da kıyamet gününün yaklaştığı ve Mehdi’nin geldiği inancı yayılmıştır. Yeryüzünde iyiye gidiş umudunu kaybeden halk kitleleri, kurtuluşu başka dünyalarda aramaya koyulmuştur. Kadercilik İslamiyet’in değil, bu ekonomik çöküntünün sonucudur”37

Devlet o dönemde bazı sanayi atılımları yapmıştır; ancak özellikle serbest ticaret doktrinini kabul etmiş, 1838’de yapılan ticaret anlaşmasıyla dışa karşı hiçbir koruma tedbiri alınmadan içerideki kayıtlar kaldırılmış-

“Din artık gericiliğin bir silahıdır ve bir üst yapı olarak toplumsal ilerlemeyi frenlemektedir.” 38 35 Avcıoğlu, 1973, s.40 36 Avcıoğlu, 1973, s.42 37 Avcıoğlu, 1973, s.44 38 Avcıoğlu, 1973, s.45 39

Avcıoğlu, 1973, s.51-52

7


tır, bu da zaten zayıf olan sanayi yatırımını baltalamaya yetmiştir. Türkiye artık tamamen Avrupa’nın pazarı haline gelmiştir.40 Daha sonra girişilen modern sanayi kurma hamlelerini de baltalamaya devam etmiştir, serbest piyasa doktrini. İlk dış borçlanma bu dönemde yaşanmış, devlet borçlardan iflas etmiştir. Bunun sonucu olarak 1881’de Düyunu Umumiye kurulmuştur. 2 milyon 522 bin Osmanlı Lirası tutarındaki geliri kontrol ederek başlamıştır, kurum; 1911-1912 yıllarına gelindiğinde 8 milyon 258 bin lirayı kontrol eder duruma gelmiştir. 1912 yılında Düyunu Umumiye devlet gelirinin %31,5 kontrol etmeye başlamış, aynı yıl çalıştırdığı memur sayısı 8931 kişiyi bulmuştur. 1910 yılında Maliye Nezareti’nin memur sayısının 5472 olduğu düşünülürse, çalıştırdığı memur sayısının ciddiyetine daha iyi varılır.41 Kurtuluş Savaşı’nın ardından cumhuriyet kurulurken, bu ağır yükümlülüklerden kurtulmak oldukça zor olmuştur.42

eşrafa dayanarak Kurtuluş Savaşı’nı yapmıştır. Sonradan CHP’ye dönüşecek Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde eşrafın ağırlığı çok fazladır. Toprak reformu denemelerinin başarısız olmasının altında yatan temel neden Kurtuluş Savaşı’nın bu karakteristik özelliğidir.46 İsmail Cem bu karakteristik özelliği şöyle anlatıyor: “Daha ilk mecliste eşraf önemli bir yer almaktadır; mebuslar arsındaki oranı %20 civarındadır. (…) Milli Mücadeleci kadroyla eşrafın işbirliği Kurtuluş Savaşı’nın para ihtiyacından doğmuştur. Eşraf, dâhildeki tek para kaynağıdır. (…) Eşraf, devletin fiilen yok olduğu bir ortamda köylünün hem sömürenidir, hem de dayanağı.”47 Bu koşullarda birçok devrimler -hilafetin kaldırılması, laiklik, öğretim birliği, tekkelerin kapanması, medeni kanun, milli sanayi atılımı gibi- yapılmıştır. Ancak bunlar toprak reformu gibi toplumsal düzeni bir çırpıda temelinden değiştirecek nitelikte devrimler değillerdir. Bunun yanında eğitimde Köy Enstitüleri ve Halk Evleri’yle çok büyük atılımlar yapılmış; ancak onlarda eski toplumsal düzenin üzerine oturtuldukları için ömürleri kısa olmuştur. Toplum düzenini bu denli değiştirecek bir devrimin tabandan bir baskı gelmeden yapılmasının ne denli zor olacağı görülmektedir. Bu denli büyük değişimlerin Batı’da gerçekleşmesi yüzyıllar almış çok kanlı ve zor zamanlardan geçilmiştir. Böylece modern anlamda Batı toplumu oluşmuştur. Çağının ilerisinde Türkiye toplumu da yine oluşacaktır.

DEVRİM DENEMELERİ İsmail Cem: “Tek cümleyle özetlendiğinde, Cumhuriyet’in bu ilk dönemi, köylünün yüzyıllardan beri sürdürdüğü yoksul yaşantısına hiçbir değişiklik getirmemiştir.”43 Niyazi Berkes: “Kemalizm devrimi, Mustafa Kemal’in arkasındaki bir avuç ilericiler ile gene bu savaş içerisinde bulunan muazzam bir gericiler kitlesi arasında, didişile didişile santim santim koparılmış bir devrimdir.”44 Doğan Avcıoğlu: “… eşrafa ve büyük kısmıyla tutucu bir bürokrasiye dayanma durumundaki devrimci kadro, mümkün olanın çok ötesinde büyük işleri başarmıştır. Fakat bütün yapılanlar değiştirilemeyen eski toplumsal yapı üzerine oturtulmuştur. Reformlar, devrim yoluyla değiştirilmeyen bu toplumsal yapı üzerine bina edildiği içindir ki, çağdaş uygarlığa ulaşma açısından, beklendiği ölçüde verimli olamamıştır.” 45

KAYNAKÇA AVCIOĞLU, D. (1973), TÜRKİYENİN DÜZENİ, Ankara: Bilgi Yayınevi BARATOV, K (2012), TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ, Ankara: İmge Kitapevi

Köklü devrimlere girişilirken ilk yapılması gereken eski düzeni tasfiye etmektir; toprak düzenini değiştirmektir. Toprak düzeninin ilk değiştirilmesini isteyenler İngiliz liberal iktisatçılardır; çünkü var olan toprak yapısını kapitalizmin gelişimini engeller. Türkiye’de de toprak reformu denemeleri olmuş başarıya ulaşamamıştır. Türkiye’de köklü bir reform yapmak için alttan bir baskı söz konusu olmamış, aksine topraklarını daha da genişletmek isteyen eşraftan baskı gelmiştir. Ayrıca Mustafa Kemal’de dayanacak başka bir kuvvet olmadığından bu 40 Avcıoğlu, 1973, s.71 41 Avcıoğlu, 1973, s.85 42 Ayrıntılı bilgi için bkz. Avcıoğlu, 1973, s 106 43 Cem, 2014, s.249 44 Avcıoğlu, 1973, s.224 45 Avcıoğlu, 1973, s.243 46 Avcıoğlu, 1973, s.234 47

Cem, 2014, s.251

BARATOV, K (2006), TÜRKİYE’DE DEVLETÇİLİK, Ankara: İmge Kitapevi CEM, İ. (2014), TÜRKİYE’DE GERİ KALMIŞLIĞIN TARİHİ, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları CLEVELAND, W.C. (2008), MODERN ORTADOĞU TARİHİ, İstanbul: Agora Kitaplığı KARPAT, K.H. (2013), TÜRK DEMOKRASİ TARİHİ, İstanbul: Timaş Yayınları

8


MİNERVA

IŞİD’İN DİNİ KÖKENİ aycagegeoglu@gmail.com

Ayça GEGEOĞLU “Değişimden korkan bir insan topluluğu, eskinin değerlerine ve simgelerine sığınacak ve tepkiyi esas alan bir din projesi geliştirecektir.’’

I

bin Hanbel’dir. İkinci isim olarak Ahmet bin Hanbel olmasının önemli bir anlamı vardır ve bu büyük ölçüde o güne kadar İslam dünyasında görülmeyen bir değişimin yaşanmış olmasına, onun yaşadığı dönemde büyük ilerleme ve gelişme denilebilecek fikri ve siyasi bir etkinliğin mevcudiyetine bağlıdır. Abbasilerin, Emevilerin basit aşiret iktidarı olmamasının tabii sonuçları özellikle Me’mun dönemindeki yenileşme çabaları, ‘’mihne’’nin temsil ettiği sosyokültürel, sosyopolitik durumlar ve çatışmalar, ehlü’l-hadis ve ashabu’l-hadis ile Ahmet bin Hanbel isminin özleşmesinin sebepleri olarak zikredilebilir. Me’mun ile birlikte başlatılan yenileşme çabalarının toplumdaki homojen yapıyı heterojen yapı haline getirdiği söylenebilir. O dönemde çok farklı kültürel ve sosyal değerlere sahip insanların iletişime geçtiği, toplumsal alanların ve kültürün, hâkim olan dini sembollerin dışına çıkmasına sebep olacak yapısal ayrışma, inanç sistemlerinde farklılıklar belirmiş, hâkim olan dini yapı toplumsal yapıyı düzenleyici bir ilke olmaktan çıkmıştır. Bu gelişmeler din üzerinde yeniden durulmasını gerekli hale getirmiştir. ‘’Sünnet dışında, geçmişte oluşmuş hakikat dışında çözüm arama girişimleri bir hâkimiyet kaybı olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzden dini ilave ve tahriflerden temizleme, onu saf ve asli şekline uygun anlamaya ağırlık verilmiştir. Böylece ilk dini topluluğun sadeliğine dönme şeklinde özetlenebilecek bir itiraz şekillenmiştir. Ehlü’l-eser ve Ashabu’l-hadis’in temsil ettiği gerilemeci din söylemi ‘’selef mezhebi’’ adı altında ilk İslam nesillerinin din anlayışı olarak anılmıştır. Selef mezhebi İlkel düzeyde de olsa geçmişin gelenekselleştirilmeye çalışılması faaliyetidir. Yani burada gelenekçilik değil, gelenekleştirici bir görev söz konusudur. Bu akımı benimseyenler dinde yerel nitelikli olanın ön plana çıkarılması, belli tarihselliklere kapatıl-

Mehmet Zeki İŞCAN

rak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak bilinen fakat adını İslam Devleti (İD) olarak değiştirdiğini açıklayan örgüt, cihadist bir örgüt olmakla birlikte genel olarak isyancı örgütlerin stratejisini izlemektedir. “Ayrılıkçı birçok örgütün izlediği üç aşamalı stratejiyi -stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik taarruz aşamalarını-IŞİD’in de uygulamaya çalıştığı görülmektedir. Bu stratejileri izlerken bazı dini temellere dayanırlar. İslam düşünce tarihinde dinin anlaşılması biçimi ile ilgili olarak ortaya çıkan birçok tutum ve tavır boy göstermektedir. Bu tavırlardan biri tarihin bir önceki döneminde(selef) sahip olduğu kültürel yapıyla şimdiki yapıyı yakınlaştırmaktır. Bu tavır mutlak doğrunun tek kaynağının bu olduğunu söylediği gibi her türlü gelişme ve yenileşmeye kapalıdır. Bir problemin çözümünde sadece geçmişi muhatap alması bu zihniyetin gerilemeci din söylemi şeklinde anılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu tutum özetlenecek olursa ‘’Hakikat adına ne varsa hepsi geçmişte olmuştur. Şimdi ve gelecekte hakikat aranamaz. Bu yüzden bir meselenin halli için ‘nas’ olmalıdır. Tek delil nas’tır. Yani ya vahiy olacak ya da sahabeden gelen bir haber olacaktır. Yahut geçmiş uluların bir kararı bulunacaktır...’’1 şeklindedir. Kelime anlamıyla selef öncekiler, önde olanlar anlamına gelmektedir. Halef ise sonradan gelenler anlamındadır. İslami anlamını ise Buhari ve Müslim’de yer alan şu hadisten alırlar: ‘’En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler sonra onların ardından gelenlerdir.’’2 İşte bu hadiste geçen üç kuşak selef kavramını meydana getirir. Bu üç kuşak İslam’ın ilk asırlarında Allah’a yakınlıklarına göre derecelendirilmiştir. Selefilik kavramı İslam tarihindeki en eski hareketlerden biridir. Tarihi kökenine dönük araştırma yapıldığında Hicri 8. asırda yaşayan İbn Teymiyye, ehl-i sünnet kelamına yönelttiği eleştiriler ve selef akidesi başlığı adı altında ‘’ Haşviyye ile örtüşen görüşlerin, eski ihtilaflarının tekrar canlanmasına yol açtığı gibi günümüzde selefiyye hareketinin doğmasını sağlamıştır. Selefilik deyince akla gelen İbn Teymiyye’den sonraki isim Ahmet 1 Mehmet Zeki İŞCAN, Selefilik, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2014, sf:243 2

Erdal KAANGİL, Selefilik ve IŞİD, 12.06.2014

9


mış bir İslam’ın evrensel olduğu iddiasına tekabül edip bildik, tanıdık dünyanın bozulmasını önlemek için esere tabi olmayı istikamet üzere oluş kabul eden, her türlü değişime cephe alan, yorum, algılama, değerlendirme, düzeltme çeşidinden tüm insani eylemleri yok farz eden gerilemeci zihniyeti temsil etmektedir.

edilmiştir.4 Dünya Müslüman Âlimler Birliği tarafından yapılan açıklamada IŞİD örgütünün başlangıçta Irak’taki diğer güçlerle birlik olup ülkedeki Sünnileri savunması fikrini memnuniyetle karşıladıklarını belirterek , ‘’Ancak IŞİD’in söz konusu gruplardan ayrılıp hilafet ilan etmesi ve Müslümanları itaate çağırması İslami prensiplere ve reel şartlara uygun olmadığı gibi bir tutumum yarardan çok zarar getirdiğini düşünüyoruz’’ diye yorumlamıştır. Avrupa Düşünce Forumu Genel Sekreteri Dr. Sadık el Fakih, Irak’taki çatışmaların sadece IŞİD’e mal edilmesinin yanlış olduğunu belirterek IŞİD’in mezhepsel ya da dini hareket olarak anılmasının doğru olmadığını belirterek ‘’IŞİD din adı altında siyaset yapan bir örgüttür. IŞİD medyada kullanılabilir. Güzel bir malzemedir. Ancak faaliyetleri dini değil siyasidir ve siyasal amaçların tezahürüdür.’’ der. IŞİD hakkında birçok farklı yorum yapılmış ve yapılmaktadır. Fakat bilinmelidir ki IŞİD kendilerini cihadist olarak belirtecek kadar dini örgüt gibi gözüküp, bu cihatı arka plan bağlamında İslami birikimleri yok sayan bir akım Selefilik’e dayandırarak gerçekleştirmektedirler. İslam’a göre masum insan öldürmenin, işkenceler yapmanın kabul edilemeyeceğini öne sürersek IŞİD’in İslami hareketleri temsil edemez. IŞİD bu çelişkilerinde nasıl ilerleyip ilerleyemeyeceğini İslami Hareketler Uzmanı Hasan Ebu Haniye ‘’Belli bir grubu temsil eden, diğerlerini ise dışlayan tehdit eden bir grup marjinal olmaya devam edecektir. Ve marjinal olduğundan ilerleyemeyecektir’’ der.

Çağımıza yaklaştığımızda ‘’Selefilik’’ kavramı, İslam köktenciliği ile ayrılmaz bir bütün olmuşlardır. İslam köktenciliği genel olarak Müslümanların ülkelerdeki yerleşik iktidarına yönelen bir tehdit olarak tanımlanır. Milliyetçi devrimler neticesinde vücut bulan siyasal iktidarlar, şeriatın bireysel ve sosyal alandaki bir kısım uygulamalarına müdahale etmeye başlamışlardır.3 Bu durum siyasi otoriteye tehdit oluşturmadığı sürece şeriata karışmayan monarşilerin uyguladığı pratiğin ters yüz edilmesidir. Artık bu ulus devlet temelli sınırlar içerisinde şekillenen yeni siyasal iktidarların dinin bireysel ve sosyal hayattaki varlığına karşı olumsuz tavır takınmaları ve bu uygulamaları sınırlandırmaya dönük reform süreci başlatmaları, İslamcı modern radikallerin devlete karşı eleştiri yöneltmelerine zemin hazırlamıştır. Eleştirilerin merkezindeki iddiası; İslam’ın esaslarının hiçe saydığıdır. Yeni siyasal iktidarlardaki bu değişim iktidarların batılı yasaları, siyasal uygulamaları ve hayat tarzlarını benimsediklerini gösterir. Bu da köktenci iddialara geçerlilik kazandırmıştır. Emperyalizm kuşatması nedeniyle İslam’a dayalı sosyal ve kültürel değerlerin, laik, Batılı ve Hristiyan yorumların saldırısına uğradığı ve bunun Müslüman toplumlara çeşitli katmanlarda krizler yarattığı iddia edilmiştir. Böyle bir tehditle karşılaşan Müslüman toplumlarda ortaya çıkan İslamcı canlanışın amacı her açıdan İslam’ın ve Müslümanların bu bozulmuşluktan kurtarılmasıdır. İslam dünyasının çöküş içinde olduğu ve bunun sorumlusunun bugünkü Batı olduğu yolundaki dış etken, bugünkü dünya politikasında İslam’ın bir güç merkezi olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu kapsamda İslam’ın yeniden üstün konuma geçirilmesini hedefleyen hareketlerin bugünün siyasi gerekçelerine göre stratejiler belirlenmesinin önü açılmıştır. Bu da belirtilmelidir ki İslam köktenciliğinin küreselleşme sürecinin bir yan ürünü olduğu ileri sürülür. Yeni bağımsızlığa kavuşan birçok İslam ülkesindeki yeni rejimlerin, Batının kuklası olarak algılaması neticesinde, Batı karşısındaki ezikliğin, siyasal iktidarı ele geçirilmesiyle düzelebileceği inancı doğmuştur.

SONUÇ IŞİD, incelendiğinde ve kendilerine dönük yorumlarında aşırı dini bir örgüt olarak anılır. IŞİD’in kendilerini dayandırdıkları bu dini düşünce tarzı, mutlak doğrunun sadece ve sadece geçmişte aranması gerektiğini savunan; geleceği, yorumları ve değerlendirmeleri reddeden Selefilik akımıdır. Fakat kendilerinin, dini kurtarmaya geldiklerini iddia edip Müslümanlık adına iyi şeyler yerine kötü bir propaganda izlediği rahatlıkla söylenebilir. Denebilir ki, IŞİD din adı altında siyaset yapan, bunu yaparken Müslüman insanların huzurunu, neredeyse tüm dünyanın ilgisini çekebilen tek tük terör örgütlerinden birisidir. KAYNAKÇA ATEŞ, Davut, İslam Köktenciliği; Kökeni, Genel Nitelikleri, Tanımlar ve Sınıflamalar, 2014.

1990’lı yılların başına kadar ulusal sınırlar içinde siyasal niteliği ağır basan hareketler dışında bu tarihten sonra küresel nitelikli ve yeni strateji belirleyen daha radikal örgütlenmeler belirmiştir. IŞİD gibi.

İŞCAN, Mehmet Zeki, Selefilik, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2014. KAANGİL, Erdal, Selefilik ve IŞİD, 2014.

IŞİD ‘’radikal dinci terör örgütü müdür?’’ yoksa ‘’İslami terör örgütü mü?’’ Bir dinin, inancın ideolojikleştirilerek ya da siyasallaştırılarak yapılan terörün, radikal dinci terör örgütü olarak kavramlaştırılabileceği kabul

ÖZERKMEN, Necmettin, Terör, Terörizm ve Radikal İslamcı Terör, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 44, (2004)

3 Davut Ateş, İslam Köktenciliği; Kökeni, Genel Nitelikleri, Tanımlar ve Sınıflamalar, 2014 4

Necmettin ÖZERKMEN, Terör, Terörizm ve Radikal İslamcı Terör, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 44, 2 (2004) s. 247-265

10


MİNERVA

G

ORTADOĞU’DA DENGELERİ DEGİŞTİREN AKTÖR: IŞİD Yağmur PAL

palyagmur@gmail.com

ünümüzde Irak ve Şam İslam Devleti veya İslam Devleti olarak bilinen örgüt ilk kez Irak’ta Tevhit ve Cihat örgütü adıyla ortaya çıkmıştır. Tevhit ve Cihat örgütü 1999 yılında Afganistan’daki bir kampta Ürdün doğumlu olan Ebu Musab el-Zerkavi tarafından kurulmuş ve üyelerinin çoğu Ürdün, Filistin ve Suriyeli İslamcı militanlardan oluşmuştur.1 Zerkavi, ABD’nin 2001’deki Afganistan müdahalesinin ardından örgütünü Irak’ın kuzeyine çekmiş ve bu bölgede bulunan Ensar el-İslam2 grubu ile bir süre birlikte hareket etmiştir. ABD’nin Irak müdahalesine kadar bağımsız hareket eden örgüt 2004 yılında El Kaide’ye bağlılığını bildirmiş ve böylece Irak El Kaidesi olarak anılmaya başlanmıştır. Zerkavi, 2006 yılında ABD’nin hava operasyonu sonucunda öldürülmüştür. Aynı yıl içerisinde Irak İslam Devleti ilan edilmiş ve liderliğine Ömer el Bağdadi getirilmiştir. Bölgede gittikçe güç kazanan bu örgüte karşı Irak güvenlik güçleri ABD ve Sünni aşiretlerin de desteğini alarak operasyonlara girişmiş içerisinde Ömer el Bağdadi’nin de olduğu örgütün üst düzey yöneticilerini yaptığı operasyonlarla öldürmüş ve bu defa örgütün başına Ebu Bekir el Bağdadi geçmiştir.3

Suriye’de iç savaşın baş göstermesiyle birlikte Irak El Kaidesi olan Irak İslam Devleti 2011’den itibaren Suriye El Kaidesi olan Nusra örgütü5 ile birlikte savaşta yer almıştır. Örgüt Suriye’nin petrol kenti olan Rakka’yı ele geçirmiş kısa bir süre sonra da Irak ve Şam İslam Devleti’ni ilan ederek Nusra’dan kendilerine bağlanmalarını talep etmiştir. Ebu Bekir El Bağdadi internette yayınlanan konuşmasında şu sözlere yer vermişti:6 “Şam ehli ve tüm dünyanın öğrenme vakti geldi. Nusra Cephesi, Irak İslam Devleti’nin bir uzantısıdır, İslam Devleti’nin bir parçasıdır. Yoğun istişarelerden sonra Irak İslam Devleti ve Nusra Cephesi isimlerini iptal etmeye, bunun yerine Irak ve Şam İslam Devleti ismini kullanmaya karar verdik”… Fakat El Bağdadi’nin bu ilanı hem Nusra Cephesi tarafından hem de El-kaide lideri Zevahiri tarafından kabul edilmeyip tepkiyle karşılanmıştır. Bağdadi’nin açıklamalarından birkaç gün sonra Nusra Cephesi Şeyh Eymen el-Zevahiri’ye biatını duyurmuş ve Irak İslam Devleti’ne saygı duymakla birlikte Bağdadi’nin yaptığı ilan ile alakalı kendilerinin haberdar edilmediğini, Irak İslam Devleti’ne saygılarının devam ettiğini lakin grubun adında ve bayraklarında bir değişiklik olmayacağını dile getirdiği bir ses kaydı yayınlanmıştır. Zevahiri ise yayımladığı bir mektupla IŞİD’in iptal edildiğini Nusret cephesinin faaliyet alanının Suriye, Irak İslam Devleti’nin alanının ise Irak olduğunu belirtmiştir.7 Emire biatın öncelikli olduğu ElKaide içinde Zevahiri’nin açık emirlerine karşı IŞİD’in var olduğunu ve bu amaçtan vazgeçmeyeceklerini belirten Bağdadi’nin bu çıkışının ardından önemli sayıda savaşçı Nusra’dan IŞİD’e geçmiştir. Nusret Cephesi, el-Kaide merkezi ve IŞİD üçgenindeki bu ihtilaf kar-

Örgüt ABD’nin Irak işgalinin yarattığı boşluğu değerlendirerek zamanla dayandığı zemini genişletmiş ve siyasi istikrarsızlık ortamının bölgedeki diğer ülkelere de sıçramasıyla hâkimiyet alanını genişletmiştir. ABD, Irak’tan çekildiği 2011 yılına kadar örgütle mücadele etmiş fakat ABD’nin bölgedeki askeri varlığını geri çekmeye başlaması ve Suriye’deki rejime karşı olan muhalif hareketlerin silahlı mücadeleye girişmesi ile örgütün terör faaliyetleri bölgesel çapta büyük bir ivme kazanmıştır. Yine Irak’taki Maliki yönetimiyle Sünni aşiretler arasında olan gerilimler bu aşiretlerin bir kısmının bu örgüte destek vermesine neden olmuştur. Örgütün kullandığı yöntemler, yarattığı korku ve saldığı dehşet örgütün zamanla küresel bir fenomene dönüşmesine neden olmuştur. BM verilerine göre örgütün 2013 yılında Irak’ta gerçekleştirdiği saldırılarda 8 bin kişi hayatını yitirmiş 18 bine yakın kişi ise yaralanmıştır.4 1

Recep Tayyip Gürler ve Ömer Behram Özdemir, El Kaide’den Post-Kaide’ye Dönüşüm: IŞİD,Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Mayıs 2014, ss.113-155. 2 Irak’ta bağımsız bir İslami devlet kurmayı amaçlayan Iraklı Kürtlerden ve Araplardan oluşan bir örgüttür. 3 Gürler ve Özdemir, A.g.e, s.113-155. 4 Gülsüm Boz, IŞİD Terör Örgütü ve Evrim Süreci: Irak el-Kaide’sinden Irak-Şam İslam Devleti’ne, Ankara Strateji, Analiz No: 2014-3. 5 Radikal İslamcı silahlı bir gruptur. Esad’ı devirmek ve bu yolla kendi ideolojik amaçlarını uygulamak ve yaymak istemektedir. El-Kaide’ye bağlılığını açıklamıştır. 6 “Irak İslam Devleti ile Nusra Cephesi birleşiyor”, Yakın Doğu Haber, 09.04.2013 7 “Zevahiri’nin Nusret Cephesi Mektubu”, İnca News, 13 Haziran 2013

11


şılıklı benzer içerikli mesajlarla uzunca bir süre devam etti. Nihayetinde Şubat 2014’te el-Kaide merkezinden yapılan açıkla¬mayla IŞİD ile tüm bağların koparıldığı ve grubun eylemlerinin el-Kaide’yi bağlamayacağı duyuruldu.

rılarında birçok liderini kaybetmiştir.Irak El-Kaidesi’ne karşı Suriye’deki halk ayaklanmasını silahlı direnişe dönüştüğünde çok sayıda subayın yönetici kadrolarında bulunduğu Özgür Suriye Ordusu12 kurulmuştur. ÖSO, IŞİD’i Suriye Devrimine ihanet eden aşırı bir hareket olarak nitelendirirken IŞİD ise ÖSO’yu hain olarak nitelendirmektedir. Halep ve Şam’da rejime karşı ha-

IŞİD’IN DİĞER MUHALİF GRUPLARLA ARASINDAKİ İLİŞKİ Nusra ile arada yaşanan ayrıma karşın Deir ez-Zor başta olmak üzere pek çok yerde ortak operasyonlar düzenlenmektedir. Lakin IŞİD’in Rakka’daki tutumlarından rahatsız olarak Nusra Cephesine geçen Ebu Saad el-Hadrami’nin IŞİD tarafından kaçırılması ve Nusra Cephesinin Hadrami’nin salınması için bölgedeki aşiret liderlerine çağrıda bulunmasıyla gerilim artmış, çatışma boyutuna kadar gelinmiştir. Nakşibendi Ordusu8 her ne kadar ülkedeki Maliki Hükümeti’ne karşı IŞİD ve diğer cihadi Sünni gruplarla hareket ediyor gibi görünse de ideoloji açısından farklı bir örgüttür. Bu grubun lideri İzzeddin İbrahim ed-Duri’nin IŞİD saflarında savaşan eski Baasçılarla ilişkisini sürdürdüğü ve anlaştığı öne sürülse de IŞİD’in gücünü paylaşmayan yapısı bunu pek mümkün kılmamaktadır.9 Başka bir örgüt olan Irak işgali sırasında ABD’ye karşı Irak El-Kaidesiyle birlikte savaşan Irak İslam Ordusu10 daha sonraları Sahva konseylerine katılarak ABD ve Irak güçlerinin yanında Irak El-Kaidesi’ne karşı savaşmıştır. Sahva’larla birlikte El-Kaideye karşı mücadele eden 1920 Devrim Tugayları11 ise Irak ElKaidesi’ne karşı savaşmış ve düzenlenen intihar saldı-

8 Nakşibendi Ordusu, Iraklı Baasçıların kurduğu bir grup¬tur ve sufi referansa sahiptir. Arap ve Irak milliyetçiliğini ön plana çıkartır. 9 Can Acun, Neo el-Kaide: Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD), Seta Perspektif, Sayı:53, Haziran 2014. 10

2003 yılında kurulan Selefilikle Irak ulusalcılığını birleştiren bir söyleme sa¬hip olsa da, vizyon olarak sivil bir anayasayı ve belli ölçüde laik bir devleti benimseyen örgüt.Li¬derliğini İsmail El-Cuburi yapmaktadır. 11 ABD işgaline karşı kurulan ilk silahlı direniş örgütü. Bir İslami Cihad hareketi olarak tanımlanmaktadır. 12 Suriye ordusu asker ve subaylarından oluşan, Esad ve rejimini devirmek için faaliyet gösteren silahlı örgüt.

12


reketlerde işbirliği içinde olunsa da Rakka ve Türkiye sınırına yakın kuzey bölgelerde can kayıplarının olduğu çatışmalar yaşanmıştır. IŞİD Kuzey Kasırgası grubunu Azez’den çıkartırken Türkiye topraklarına düşen havan mermilerine karşılık TSK güçlerince top atışı yapılmıştır.13

bazı direniş gruplarından oluşan Sahva Konseyleri’ni kurarak bu direniş hareketlerini durdurmaya çalışmış ve bunda çok ciddi bir başarı sağlamıştır. 2008 yılının başına kadar yaklaşık 11.000 El Kaide üyesi öldürülmüş veya yakalanmıştır.14 ABD’nin izlediği bu yeni strateji karşısında Irak İslam Devleti gücünü büyük ölçüde yitirmişti. Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçraması ve ABD’nin Irak’taki güçlerini geriye çekmeye başlamasıyla Irak İslam Devleti gücünü yeniden toparlayabilecek bir konjonktürün içerisine girdi.

ÖSO ile kavgalı olan IŞİD’in Nusra haricindeki İslamcı gruplarla da ilişkileri istikrarsızdır. Kuzey cephesinde PYD ve rejim güçlerine karşı işbirliğinde bulunduğu Ahrar’uş Şam Grubuyla bile çatışmanın eşiğine gelmiştir. Temmuz 2014 itibariyle ÖSO, İslami Cephe ve YPG dahil olmak üzere orta ve büyük çaplı rejime muhalif neredeyse tüm unsurlar ile savaş halinde olmasının sebebi önemli petrol sahaları ve barajların yer aldığı Suriye’nin kuzeyine hakim olarak hem Irak’taki unsurlarına derinlikli bir saha kazandırmak hem de bu bölgede bulunan petrol kaynaklarını gelir hanesine yazdırmak istemesidir.

ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle yönetimde hakim hale gelen Maliki’nin politikalarından rahatsızlık duyan Sünni aşiretler zaman içerisinde halihazırda ABD ve Maliki’nin güçleriyle mücadele eden Irak Şam İslam Devletine destek vermeye ve örgüt de Sünni kesimden taraftarlar edinmeye başladı. Maliki, Sahva hareketi içerisindeki 100 bin civarındaki Sünni milisin ordu içerisine entegre edilmesini kendi iktidarı için tehdit olarak görüp istemeyerek Sünni-Şii geriliminin artmasına neden olmuş, Sünniler açısından önemli olan politikacıların tutuklanması ve buna karşı olan protesto gösterilerinin sert bir biçimde bastırılması Maliki’ye olan tepkileri artırırken ülkedeki Sünni-Şii ayrışmasını da derinleştirmiştir. Zamanla birçoğu işsiz olan Sahva mensubu milisler saf değiştirerek IŞİD tarafında savaşmaya başlamıştır.

IŞİD’İN GÜÇ KAZANMASINI SAĞLAYAN NEDENLER ABD’nin Irak müdahalesiyle birlikte Saddam yönetimi düşmüş ve Irak’ta siyasi boşluk ve güvenlik boşluğu oluşmuştur. ABD zamanla ülkede hâkimiyeti sağlamaya çalışsa da bu defa ABD ile bölgedeki gruplar arasında bir çatışma ortamı oluşmuştur. Bu da bölgedeki kaosu arttırmış; ABD işgaline karşı olan saldırıların yanı sıra mezhepsel yönü olan çatışmalar da baş göstermiştir. ABD bu durumun karşısında Sünni aşiretlerden ve

IŞİD, Suriye’de başlayan iç savaş ortamından yararlanarak petrol, silah, su gibi kaynaklara daha kolay erişmeye başlamış ve cihatçı savaşçılarının sayısında da büyük bir artış sağlamıştır. Suriye’de ele geçirdiği şehirler ve bünyesine dahil ettiği örgütlerle hakimiyet alanını genişletmiştir. IŞİD’in özellikle Suriye-Irak sınırını kontrol etmeye başlamasıyla örgüt Suriye’de elde ettiği kaynakları Irak tarafına rahat bir biçimde aktarmaya başlamış böylece de Irak’taki faaliyetlerini genişletme imkanı elde etmiştir. IŞİD’in Suriye’deki savaşçıları Irak’takinden farklı olarak ciddi bir kısmı yabancı ve uluslararası cihatçılardan oluşmaktadır.

13 “Genelkurmay: Kuzey Kasırgası Tugayı mensubu 85 kişi teslim oldu”, Zaman, 17 Ekim 2013. 14

Recep Tayyip Gurler ve Ömer Behram Ozdemir, El Kaide’den Post-Kaide’ye Dönüşüm: ISİD,Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Mayıs 2014, ss.113-155.

13


IŞİD’İN MALİ KAYNAKLARI

Kaide ve benzeri cihatçı örgütlerin vereceği tepki açısından önemli olacaktır.

IŞİD’in ekonomik kaynaklarını elde ettikleri ganimetler, bağışlar ve petrol gelirleri oluşturmaktadır. IŞİD, Musul’a girdiğinde buradaki merkez bankasında bulunan yaklaşık 420 milyon dolara el koydu ve o dönemde örgütün elinde yaklaşık 2 milyar dolar olduğu da tahmin ediliyordu.15 Irak hükümeti, IŞİD’e yönelik finansal desteğin Körfez ülkelerinden sağlandığını iddia etti. Hatta başbakan Nuri El Maliki yaptığı konuşmasında Suudi Arabistan’ı IŞİD’e maddi destek vermekle suçladı.16

IŞİD’in Irak ve Suriye’deki faaliyetleri bölgedeki dengeleri değiştirebilecek bir boyuta ulaşmaktadır. Suriye’deki savaş ve otorite boşluğu, Irak’taki anlaşmazlıklar ve sorunlar devam ettiği sürece IŞİD’in bölgede yaşam alanı bulacağı açıktır. Askeri çözümlerin yanı sıra sorunu yaratan nedenlerin de ortadan kaldırılması sadece IŞİD özelinde değil var olan diğer örgütlerin ve ortaya çıkması muhtemel örgütlerin de bölgede yaşam alanı bulmasına engel olacaktır. KAYNAKÇA ACUN, Can, Neo el-Kaide: Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD), SETA Perspektif, Sayi: 53, Haziran 2014. ACUN, Can, Irakta İsyanın Haritası : Silahlı gruplar, SETA Perspektif, Sayi: 55, Haziran 2014 BOZ, Gulsum, IŞİD Terör Örgütü ve Evrim Süreci Irak el-Kaide’sinden Irak-Şam İslam Devleti’ne, Ankara Strateji, Analiz No: 2014-3. GURLER, Recep Tayyip ve OZDEMIR, Omer Behram, El Kaide’den Post-Kaide’ye Dönüşüm: ISİD, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Mayıs 2014, ss.113-155. ORHAN, Oytun, Işid Ile Mücadele Sınır Geçişleri ve Türkiye, Orsam Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi, 11 eylül 2014. ORHAN, Oytun, ABD’nin Suriye’de IŞİD İle Mucadele Stratejisi ve Turkiye, Orsam Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi, 17 kasım 2014. ÖZERKMEN, Necmettin, Teror, Terorizm ve Radikal Islamci Teror, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Sayi: 44-2, 2004, s. 247-265. , Irak Siyasetini Anlama Kilavuzu, SETA Yayınları XXVIII, I. Baskı : 2013

IŞİD’in gelir kalemlerinden birini de petrol gelirleri oluşturmaktadır. IŞİD Rakka ve Deir ez-Zor’daki petrol bölgeleri için Nusra ile birçok çatışma yaşamış ve IŞİD bu çatışmalardan zaferle ayrılarak petrol bölgelerinde hakimiyetini sağlamıştır. Suriye’nin doğu bölgelerinde bulunan 7 petrol sahasının ve Irak’taki iki rafinede bulunan petrol yataklarının yüzde 60’ının kontrolüne sahip olan örgüt, kontrol ettiği bu bölgelerden çıkardığı petrolü kaçak yollarla satarak çok ciddi gelirler elde etmektedir.17 IŞİD günlük 9 bin varil petrolü 25 ile 45 dolar arasında değişen fiyatlarla ihraç etmektedir.18 IŞİD’in sadece Irak’taki petrol kaçakçılığından günlük 2 milyon dolar gelir elde ettiği tahmin edilmektedir.19 IŞİD fidye karşılığında bıraktığı rehinelerden ve topladığı haraçlardan da gelir kaynağı yaratmaktadır. IŞİD son bir yıl içerisinde fidye karşılığında serbest bıraktığı rehinelerden 20 milyon dolar gelir elde ederken iş adamlarını gelirlerinin yüzde onunu kendilerine vermeleri için zorladı.20 SONUÇ YERİNE IŞİD, Irak ve Suriye’de yaptığı katliamlar, sansasyonel eylemleri ve kısa sürede Irak ve Suriye arasındaki geniş coğrafyaya hakim olmasıyla son bir yıl içerisinde dünya gündemine oturmuştur. Son dönemlerde öldürdükleri Amerikalı ve İngiliz gazetecilerin görüntülerini internette yayınlamış, oluşan kamuoyu tepkisinin de etkisiyle ABD ve İngiltere örgüte yönelik askeri operasyonlara başlamıştır. Bu kısıtlı askeri operasyonların sorunu ortadan kaldırmayacağı açık olsa da ABD ve müttefiklerinin bir kara operasyonuna gönüllü olmadığı ve sorunu uzun vadeli bir stratejiyle çözmeye çalışacağı görülmektedir.

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Geniş insan ve mali kaynaklara sahip olan örgütün temel amacı Irak ve Suriye toprakları üzerinde İslam’ın Selefilik anlayışına dayalı bir devlet kurmak olarak görülmektedir. Son dönemde de örgüt lideri olan Ebu Bekir el Bağdadi halife olarak ilan edilmiş ve örgüt adını İslam Devleti olarak değiştirmiştir. Hilafet ilanı IŞİD açısından beklenen etkiyi ve desteği yaratamasa da El

çin ileriniz İ ir t ş le E Katkı ve şın: Bize Ula

15 www.dw.de Andreas Becker, Işid Kasayı Dolduruyor 16 www.dw.de Andreas Becker, Işid Kasayı Dolduruyor 17 Habertürk, 24 Ağustos 2014, Işid’in Günlük Kazancı Dudak Uçuklattı 18 www.bbc.co.uk 1 Eylül 2014, Işid Nereden Besleniyor? 19 Habertürk, 24 Ağustos 2014, Işid’in Günlük Kazancı Dudak Uçuklattı 20

om

minervadergi@gmail.c

Gülsüm Boz, IŞİD’in Finansal Kaynakları, Ankara Stratejisi Enstitüsü, 21 Ekim 2014.

14


Hazırlayanlar: Hüseyin ÇELİK YUSUF TELLİ

huseyinclk@yahoo.com yusuftelli34@gmail.com

YRD.DOÇ.DR. M. HİLMİ ÖZEV İLE “IŞİD” ÜZERİNE...

İ

stanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Yrd. Doç. Dr. M.Hilmi Özev ile Irak ve Suriye’de etkinlik gösteren radikal İslamcı ve dünyanın en zengin terör grupları arasında sayılan IŞİD hakkında konuştuk.

mıştır. Suudi Arabistan öteden beri tüm dünyada Selefî hareketleri desteklemiştir. İran 1979 İslam Devrimi’nin ardından küresel düzeydeki yalnızlıktan kurtulmak, İsrail ve Batı karşısında bölgedeki etkisini artırmak için Lübnan’da Şiiler, Suriye’de ise rejimin temelini oluşturan Nusayriler ile yakın ilişkiler geliştirmiştir. ABD işgalinin ardından Maliki iktidarı ile birlikte Irak’ta da bütünüyle etkili olan İran’ın bölgede oluşturmaya çalıştığı Şii hilal Ortadoğu’daki diğer ülkeleri kuzeyden kuşatmış ve onların Avrupa ve Orta Asya ile jeopolitik etkileşimini sorunlu hale getirmiştir. Üstelik Yemen’de Zeydiler üzerinden de etkili olan İran, Suudi Arabistan’ı kıskaç altına almış ve bölgenin en önemli jeopolitik oyuncusu haline gelmiştir. Bu durumda Suudi Arabistan için bölgedeki Sünnileri, ama özellikle IŞİD’in insan kaynağı özelliğindeki Selefi kesimleri daha fazla desteklemeye başlamıştır.

IŞİD’in ortaya çıkmasındaki bireysel sebepler nelerdir? Esed rejiminin ve bölgedeki ülkelerin bundaki payı nedir? Öncelikle bireysel düzeyde örgütün etkili olmasında ABD’nin ve Esed ailesinin Irak ve Suriye’deki politikaları göz önünde bulundurulmalıdır. Esed ailesi Suriye nüfusunun %9’luk kısmının temsilcisi olarak Suriye’de Sünniler aleyhine politikalar izlemiştir. Sünnilerin üst düzey askeri ve bürokratik kademelerde yer almaması onların rejime yabancılaşmalarına neden olmuştur. Ekonomik bakımdan bazı Sünniler oldukça önemli biçimde zenginlikler elde etmişlerse de, rejim ile birlikte davranmaları nedeniyle geniş Sünni kitleler menfaatine hiçbir uygulama gerçekleştiremedikleri için, rejimin Sünniler gözünde meşrulaşmasına hiçbir katkıları olmamıştır. 1981 Hama katliamının ardından Suriye’de Sünniler sindirilmişse de, aradan geçen otuz yılda rejime karşı daha da yabancılaşmışlardır.

IŞİD’in sadece Suriye’de 7 bin civarında militanı olduğu tahmin ediliyor. Nasıl oldu da bu kadar kısa sürede bu güce kavuşabildi? Şu bir gerçek ki İslam dünyasının genelinde Batı’ya karşı duyulan güvensizlik ve El Kaide gibi küresel düzeyde faaliyet gösteren “İslami” terör örgütlerinin faaliyetleri ve propagandaları İslam dünyası içerisindeki, ama özellikle Suriye gibi yabancılaştırma politikalarının yoğun olduğu ülkelerdeki Müslümanlar içinden

Bölgesel düzeyde baktığımızda ise İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin Suriye ve Irak politikaları IŞİD terör örgütünün ortaya çıkmasında önemli rol oyna15


Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile Türk Hükümeti arasındaki ilişkilerde IŞİD’in nasıl bir etkisi oldu?

insan kaynağı devşirme konusunda etkili olmuştur. Bu gün Suriye’de IŞİD gibi bir örgütün kendine “savaşçı” toplayabilmesinin ardında böyle bir sosyolojik temel bulunmaktadır.

Dünya kamuoyunda ve Türkiye’de IŞİD’in sahip olduğu olumsuz imaj Kuzey Irak ile Türkiye arasındaki ilişkilerde başlangıçta tedirginlik yaratmıştır. Çünkü IŞİD Kuzey Irak için ciddi tehdit unsurudur. Rehine krizi gibi nedenlerden dolayı Türkiye’nin IŞİD’e karşı Kuzey Irak’ı ve genel olarak Kürtleri tatmin edecek düzeyde sert karşılık vermemesi bu tedirginliği artırmıştır ama süreç içerisinde Kuzey Irak ile yapılan görüşmeler ve anlaşmalar neticesinde Peşmerge’nin Türkiye üzerinden Kobani’ye geçişi sağlanmış, kaygılar azaltılmaya çalışılmıştır. Ne var ki, bölgedeki IŞİD tehdidi çözüm süreci ve Kuzey Irak ile ilişkileri için ciddi risk üretmeye devam etmektedir.

Türkiye’nin bölgedeki ilişkileri yeni dönemde gelişen bu olaylardan nasıl etkilendi? Meseleye Türkiye’nin bölgesel ilişkileri açısından bakıldığında, İran’ın bölgede kazandığı jeopolitik mevzi sadece Türkiye için değil tüm Anadolu tarihi için bir ilktir. Tarihsel olarak Suriye ve Anadolu’da ortaya çıkan bir güç her iki ülkeyi de kontrol altına almıştır. Coğrafi koşullara bakıldığında bunun doğal olduğu görülmektedir. Çünkü Anadolu ve Suriye’yi 950 kilometrelik sınırlar boyunca birbirinden ayıran nehir, vadi ya da dağ gibi hiçbir doğal engel yoktur. Savaşlar dışında İran bölgede hiçbir zaman şimdi olduğu kadar yoğun bir varlık göstermemiş; bölge daha ziyade, örneğin Bizans gibi, Anadolu merkezli, ya da; örneğin Emevi Devleti gibi, Suriye merkezli tek bir siyasi otoritenin yönetimi altında kalmıştır. Bazı durumlarda ise Anadolu’da ve Suriye’de pek çok küçük devlet ya da beylik kurulmuştur. Dolayısıyla Suriye’de İran etkisinin son dönemlerdeki şekliyle artması tarihte bir ilktir ve Türkiye için, Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerin tümünü sorunlu hale getirmesi nedeniyle, son derece rahatsız edici olmuştur. Bu nedenle, Ortadoğu’da öteden beri Müslüman Kardeşler eğilimli guruplarla yakın ilişkiler içinde olan Türkiye için, Selefi eğilimli IŞİD mevcut bölgesel dengeleri değiştiren bir unsur olmuştur.

İsrail açısından bakıldığında IŞİD’in dengeleri değiştirdiği söyleniyor bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bence İsrail’in nihai amacı bölgede kendi varlığını tehdit eden bir gücün bulunmamasıdır. Bu nedenle, Esed rejimi yönetimindeki Suriye İsrail için ciddi bölgesel bir tehdit içermekteydi ama Suriye Muhalefeti yönetimi altındaki birleşik bir Suriye daha büyük bir tehdit olabilirdi. Dolayısıyla, Suriye’nin kaotik durumu ya da en azından parçalanmış bir ülkeye dönüşmesi İsrail’in çıkarları bakımından uygundur ve IŞİD de bu amaca hizmet eden unsurlardan biri olarak tebarüz etmektedir.

16


IŞİD aylardır Kobani’yi ablukaya almış durumda. Kobani’yi bu kadar önemli kılan nedir?

üzerine Batılı ülkelerce net bir tutum takınılmadıkça tereddütlü davranmayı sürdürecektir.

Kobani, ya da Ayn El Arab, Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafındaki en önemli halkalardan ve geçiş noktalarından biridir. Suriye’deki aktörler açısından Hatay ile Kuzey Irak arasındaki hattın bir bütün olarak sahiplenilmesi Türkiye’nin diğer Ortadoğu ülkelerine erişimi kadar, bölgesel aktörlerin Anadolu üzerinden Balkanlar, Kafkaslar ve Avrupa’ya erişimi açısından da büyük önem taşımaktadır. Bu yüzden, Kobani sadece IŞİD açısından değil, bölgesel ve küresel tüm aktörlerin gözünde jeopolitik ve stratejik açıdan hayati öneme sahip bir bölge olarak tebarüz etmektedir. Çözüm süreci bağlamında Türkiye iç politikasını –ve dolayısıyla dış politikasını- etkileme potansiyeline sahiptir. Kobani’yi elinde bulunduran güç pazarlık gücünü artıracaktır. IŞİD de bu ve benzeri mülahazalarla Kobani’yi kontrol etmek istemektedir.

Avrupa’da İslamafobi ve aşırı sağın yükselmesinde IŞİD’in nasıl bir etkisi olmuştur? IŞİD’in ortaya çıkışı ile ilgili olarak Batılı istihbarat örgütlerince desteklendiği ya da bazı Arap ülkelerinden doğrudan destek aldığı gibi çok farklı spekülasyonlar yapılmaktadır. Bu söylentiler doğru ya da yanlış olabilir ama böylesine güçlü ve ses getiren bir örgütün sahip olduğu sosyolojik taban göz ardı edilemez. Suriye’de on yıllardır varlığını yer altında sürdüren rejim muhalefeti hareketler bir yana, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından Irak’taki Sünnilerin sistem dışına itilmesi bu sosyolojik tabanın oluşmasının temel nedenlerindendir. Bu sayede örgüt İslam dünyasının her yerinden insan kaynağı tedarik edebilmektedir. Bu çerçevede, batılı ülkelerden de hatırı sayılır rakamlarda militanın örgüte katıldığı, hatta örgütün liderlik kadrolarının Batılı ülkelerde bir süreliğine ve farklı nedenlerden dolayı bulunanlardan olduğu da bilinmektedir. Bunda Batılı ülkelerdeki genel atmosferin oradaki Müslümanları aşağılayıcı nitelikte olmasının etkisi yadsınamaz. Ne var ki, IŞİD’in bölgedeki uygulamaları aşırı sağ hareketlerin iddialarını haklı çıkaracak ve İslamofobiyi daha da derinleştirecek niteliktedir.

Peki, Kobani düşmeden Türkiye’de gerek eylemlerle gerek siyasi arenada büyük yankı uyandırmıştı, düşerse sonuçları Türkiye açısından ne olur? Türkiye açısından Kobani, Suruç ilçesinin sınırın öte yakasındaki devamı mesabesindedir. Kobani ile Suruç arasındaki etkileşimin koparılması çözüm süreci bağlamında Türkiye için ciddi sorunlar doğurabilir. Ayrıca, Türkiye’nin Ortadoğu ile temel bağlantı noktalarından biri de Kobani’nin düşmesi ile sorunlu hale gelecektir.

Son olarak IŞİD Küresel olarak nasıl bir etki yarattı? Bana göre olaya küresel jeopolitik açıdan bakıldığında ise, Suriye temelde Rusya ve ABD arasındaki nüfuz alanı paylaşım mücadelesinin en yoğun yaşandığı bir soruna dönüşmüştür. Rusya İran ile birlikte Esed rejimine mutlak destek sağlamaktadır. ABD başlangıçta Suriye muhalefetini desteklerken, ilerleyen süreçte ikircikli bir yaklaşıma düşmüştür. Bunun en önemli nedeni bölgesel dengenin İsrail aleyhine ve Türkiye lehine bozulması olasılığıdır. ABD bölgede İsrail’in bekasını tehdit edebilecek bir oluşum istememektedir. Yine ABD bölgede İran ya da Türkiye’nin tek başına kontrol sağlamasını da istememektedir ve bu iki ülkenin bir diğerini dengelemesini amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında IŞİD ABD için bölge dengelerine müdahil olma amacıyla devreye sokabileceği önemli bir unsur olarak tebarüz etmektedir. Öte yandan, Rusya’nın Esed rejimine sağladığı mutlak desteğin de IŞİD ile birlikte işlevselliğini kaybettiği görülmektedir. Ayrıca, IŞİD’in Batı dünyasındaki ve genel olarak dünya kamuoyundaki kötü imajı ABD’nin İslam dünyasında yürüttüğü operasyonlara meşruiyet kazandırmaktadır. Sonuçta IŞİD’in varlığı Rusya, Almanya ve Çin gibi ülkelerin bölge politikalarını ciddi oranda zedelemiş; ABD’nin bölgeye çok farklı kanallardan yeniden müdahil olmasının önünü açmıştır.

ABD öncülüğünde IŞİD’e karşı bir koalisyon oluşturuldu fakat bu koalisyonun yetersizliği tartışılmakta. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Türkiye resmi olarak IŞİD’i bir terör örgütü olarak tanımış, bir takım önlemler almış ve girişimlerde bulunmuşsa da, iç ve dış kamuoyunda IŞİD karşısında yeterli tepki vermediği yönünde eleştirilere maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Ne var ki, ABD ve diğer küresel güçler, bölgesel politikalarını görece daha makro düzeyde ele almakta ve bölgesel sorunları ve duyarlılıkları göz ardı etmektedirler. Türkiye ise önemli bir bölgesel aktör olarak çözüm sürecini, Kuzey Irak ile ilişkilerini, İran ile ilişkilerini, Rusya ile ilişkilerini, Arap ülkeleri ile ilişkilerini ve Arap kamuoyunun mevcut durumda ve gelecekteki tepkilerini aynı anda göz önünde bulundurmak zorundadır. Ayrıca, IŞİD’e karşı Batılı ülkeler öncülüğünde verilecek sert mücadelelere Türkiye’nin de hiçbir rezerv koymaksızın katılması sadece dış politikada değil, iç politikada da ciddi sorunlar doğurabilir. Öte yandan “Arap Baharı”ndan sonra Suriye ile ilgili olarak Batılı ülkelerle Türkiye arasında ciddi ayrışmalar yaşanmış, Batı’nın Suriye ile ilgili politikalarında görülen ciddi dalgalanma ve kırılmalar Türkiye’de hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu noktada Türkiye, Esed iktidarının geleceği sorunu başta olmak üzere, Suriye’nin geleceği

Vakit ayırıp, sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. 17


Hazırlayanlar: Özgenur AKTAN Ersel KORUK

aktanozgenur@gmail.com erselkoruk@gmail.com

ALİ SEMİN İLE “TERÖRİZM” ÜZERİNE...

Ö

ncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Okuyucularımız için kendinizden, çalışma alanlarınızdan bahsedebilir misiniz?

önemlidir. Devletin, toplumu ötekileştirmesi ve dışlaması da terör faaliyetlerine ivme kazandırır. Toplum ve devlet arasında ilişki kurulamaması ve buna paralel olarak ortaya çıkan sorunlar, belli bir dönemden sonra bazı bölgelerde halk ayaklanmalarına, bazı bölgelerde de terörizme dönüşebiliyor. Özellikle 2011 Arap Baharı ile birlikte halk ayaklanmalarının ortaya çıkması ve bu halk ayaklanmalarının sonucunda meydana gelen gelişmelere baktığımızda, devlet dışı örgütlerin güçlendiklerini görebiliriz. Ayrıca; terörizme kimlik açısından bakarsak; terörün bir kimliği yoktur. Ancak terörün bugünkü gündem maddelerinin başında gelmesi; yönetimlerin, kendi toplumlarındaki belli kesimlere karşı uyguladıkları birtakım baskıcı ve dışlayıcı yöntemlerinin de bir sonucudur.

Irak doğumluyum ve Türkmen’im. Gazi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler bölümünde doktora yapıyorum; şu anda tez aşamasındayım. Genel olarak çalışma alanım; Ortadoğu üzerinedir ve özel olarak da; Irak, Mısır, Suriye ve Körfez ülkeleri ile ilgileniyorum. 2011 Mart ayından itibaren BİLGESAM’da, Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak çalışıyorum. Bu bölge hakkında, enerji ve güvenlik konularında çeşitli çalışmaları yapmaktayım. Terörizm olgusunu kavramsal olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Kısaca terör kavramı ilk olarak nasıl ortaya çıkmıştır, nasıl bir gelişim göstermiştir? Ayrıca uluslararası arenada bir örgütün terör örgütü olarak kabul edilmesi nasıl gerçekleşiyor, bunun için ne gibi durumların oluşması lazım?

Uluslararası arenadaki aktörler, bir örgütün terör örgütü olarak nitelendirilmesi konusunda bir konsensüs sağlayamamışlardır. Bir ülkede ortaya çıkan silahlı bir grubun bütün terör eylemlerine rağmen, bazı ülkeler tarafından hem desteklendiklerine hem de terör listesine alınmadıklarına tanık oluyoruz. Yine herhangi bir ülke tarafından, bir terör grubunun terör listesine alınmasına rağmen gizlice desteklenmesi de söz konusu olabiliyor. Yani, terörizm konusunda uluslararası arenada bir konsensüs oluşmamıştır. Belli radikal grupların; devletin ulusal birliğini ve egemenliğini zedeleyecek politikalar izlemeleri, halkı hedef almaları ve halka karşı baskıcı

Terör kavramına Ortadoğu açısından baktığımızda; terör örgütlerinin, Ortadoğu’daki bölgesel ve küresel güç mücadelelerinin sonucunda her geçen gün daha da güç kazandıklarını görüyoruz. Örgütlerin güçlenmelerinin temel nedeni ise bölgedeki güç boşluğudur. Bu noktada, devlet ile toplum arasındaki ilişki de çok 18


olarak, özellikle insan gücü ve ekonomik bakımdan nasıl destek bulduklarını açıklayabilir misiniz?

davranmaları söz konusu olduğu zaman terör örgütü olarak nitelendirilmelerini ifade etmek gerekir. Ancak ülkelerin, bölgesel ve küresel çıkarları doğrultusunda birtakım terör örgütlerine destek sağladıklarını gözlemliyoruz. Bu destek, çeşitli yöntemler aracılığıyla veriliyor.

Genel olarak terör örgütlerinin kendilerini; baskıcı olan yönetimlere karşı bir başkaldırı ya da dini bir örgüt olarak -İslam’ı öne çıkararak- gösterdiklerini ifade edebiliriz. Bu durum IŞİD için de geçerlidir. Her ne kadar dinden uzak eylemleri, yöntemleri olsa da IŞİD’in İslam çatısı altında olduğunu iddia ederek belli kesimlerden destek aldığını yani; dini, bir araç olarak kullandığını görüyoruz. Bir başka örnek olarak, Hizbullah gösterilebilir. Hizbullah, Lübnan’da Şiilere hitap eden bir örgüt. Hizbullah’ın bu bölgede güçlenmesinin temel nedeni, Şiilerden aldığı destekle açıklanabilir.

Şu anda da, IŞİD’e kimin destek verdiği konusu tartışılıyor. Bana göre IŞİD’i; Irak’ta ya da genel olarak Ortadoğu coğrafyasında kimin çıkarı varsa o -bu çıkarına uygun olarak- destekliyor. IŞİD ile mücadelede kapsamında ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyonuna, sadece 33 ülke katılmış durumda. Bence bu durum, terörle mücadele konusunda sorgulanması gereken bir durumdur.

Dolayısıyla her örgütün belli bir kesime hitabeti vardır. Yani; hiçbir terör örgütünün hitap ettiği belli bir kesimin olmadığını, söylemek zor. Herhangi bir terör örgütünün toplumsal anlamda bir desteği olmasa bile, o toplumun içinden destek aldığı belli bir taban söz konusudur. Ayrıca her terör örgütünün bir grup sempatizanı da vardır.

Ortadoğu coğrafyasında, uzun zamandır çeşitli terör gruplarının ortaya çıktığını, bu yüzden de birçok kişinin artık bu durumu kanıksamaya başladığını gözlemliyoruz. Sizce bölgedeki ne tür yapısal ya da değişken sorunlar, radikal grupların ortaya çıkmalarını kolaylaştırıyor? Terör örgütleri, hem uluslararası ilişkiler açısından hem de bölgesel güçler açısından değerlendirilmelidir. Ortadoğu coğrafyasında terör örgütlerinin güçlenebilmeleri; küresel güçlerin bölge üzerindeki mücadelelerinin bir sonucu olabileceği gibi, bu coğrafyadaki ülkelerin -rejimleri tarafından belirlenen- iç politikalarının ve siyasi yapılanmalarının da bir sonucu olabilir. Örneğin; IŞİD’in Irak’ta daha geniş bir hareket alanı elde etmesinin temel nedenlerinden biri de, Bağdat yönetiminde çoğunlukta olan Maliki başkanlığındaki Şii yönetiminin Sünni Arapları dışlamasıydı.

Son zamanlarda, Suriye’de ve Irak’ta birçok terör olayı yaşandı. Bölge insanının da kısmen, bu olayları gerçekleştiren radikal terör gruplarına destek verdiği söyleniyor. Sizce insanlar böyle radikal gruplara neden destek veriyorlar ya da nasıl bu kadar radikalleşebiliyorlar? Terörizm sadece siyasi ya da askeri bir sorun değildir, aynı zamanda sosyal bir sorundur. Irak’taki duruma baktığımızda da; Sünni Arapları hedef alan Bağdat yönetiminin sonucunda, bölgedeki Sünni Arap aşiretlerinin IŞİD’e destek verdikleri söylenebilir. Şimdi, Irak’taki sosyal yapıya baktığımız zaman üç durum karşımıza çıkmaktadır. Birinci durumda; Bağdat ile işbirliği yapıp IŞİD gibi örgütlere karşı mücadele veren Sünni Arap aşiretleri söz konusudur. İkinci durumda ise karşımızda, ne Bağdat’la ne de IŞİD’le mücadele halinde olan bir Sünni Arap aşiret yapılanması var. Yani; kendi bölgelerini, sadece kendileri korumak ve yönetmek istiyorlar. Son durumda da; Bağdat’taki Şii yönetimine karşı, IŞİD’i koruyucu olarak gören bir aşiret yapılanması söz konusu.

Irak’ta merkezi hükümet ile yerel yönetimler arasındaki iletişimsizlik ve işbirliğinin olmaması da aslında bu tür sorunları ortaya çıkarıyor. Yani; yerel yönetimlerin yetkilerinin güçlendirilmemesi, sadece merkezden yönetimin gerçekleşmesi noktası da aslında bir sorun yaratıyor. Musul valisi Etil Nucayfi ile Maliki’nin sorun yaşadıkları bilinmekteydi.Vali, Bağdat’tan son dakikaya kadar yardım istediğini ancak hiçbir yardımın gelmediğini açıklamıştı. Benim kanaatimce Ortadoğu ikiye ayrılıyor: İlk olarak; maalesef, terörizmle özdeşleşen bir Ortadoğu var. İkincil olarak da; coğrafi anlamda bir Ortadoğu var. Bugün Ortadoğu’da onlarca ciddi anlamda silahlı güce sahip örgüt var. Tabii bunların hangisinin bir terör örgütü olduğunun ya da olmadığının da belirtilmesi önemlidir.

Dolayısıyla; Sünni Arapların hepsi IŞİD’e destek sağlıyor, gibi bir şey söylememiz mümkün değildir. Bakınız; Irak’ta IŞİD ile işbirliği yapan Sünni Arap aşiretleri, ideolojik vizyon açısından benzerliklerini yitirmektedirler ve bu duruma da sosyolojik anlamdaki yapının izin verdiğini görüyoruz. Mesela; IŞİD’in kendisini bir İslam Devleti olarak ilan etmesi, IŞİD’e destek veren gruplar için uygun olarak nitelendirilemez; çünkü birincisi; başlangıçta bu gruplar IŞİD’e, İslam Devleti kurulacağı şeklindeki sloganları için destek vermediler. İkincisi; bu gruplar, Sünni Araplar’ın yerel olarak -bölgesel olarak- güçlenmelerini sağlayabilmek gibi bir amaca

Ortadoğu coğrafyasındaki terör örgütlerinin, genellikle belli bir dini inanıştan beslenerek ortaya çıktıkları öne sürülüyor. Bir inanç sistemini kılavuz olarak kabul ettiklerini iddia eden terör grupları, halk içinden destek toplamak amaçlarını da sadece bölgede var olan dinsel ayrışmaları kullanarak mı gerçekleştiriyorlar? Yani terör gruplarının bölgesel 19


sahip oldukları için, IŞİD’i desteklemişlerdi. Ancak bugün IŞİD, sadece Irak’tan ya da Suriye’den ibaret değil. IŞİD, bölgesel ve küresel bir aktör haline gelmeye çalışıyor. Yani; burada bir vizyon çelişkisinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Önümüzdeki süreçte IŞİD’in -her ne kadar Sünni eksenli bir oluşum olarak ortaya çıksa da- Sünniler ile de çatışması söz konusu olabilir. Belirttiğimiz gibi, vizyon ve ideolojik açılardan ayrışmalar bizi bu sürece götürebilir.

sında kullanarak da bazı eylemlerini gerçekleştirebilmiştir. Suriye’de yaşanmış olan hava olaylarının etkisiyle, bugün Suriye’deki bir kesimin -özellikle Sünni Arapların- IŞİD’e destek verdiği söylenebilir mi? Suriyeli bazı Arap aşiretlerin IŞİD’e yardım ettiğini ifade edebilirim. Ancak şunu da belirteyim: Suriye’de zaten rejime karşı direnen bir halk muhalif gücü var. Temmuz 2011’de kurulan; Özgür Suriye Ordusu adı altında birtakım silahlı grupların mücadelelerini görüyoruz. Tabii, burada da IŞİD’e destek sunan belli kesimler vardır. Suriye’deki yapıya baktığımızda, özellikler Kürtler’in bir kısmının YPG’ye destek verdiğini görüyoruz. Bunun dışında Özgür Suriye Ordusu’na da destek verenler var. Yani burada, biraz daha karışık bir yapı söz konusu ve IŞİD’in yayılım gösterebilmesindeki diğer bir neden de Suriye’deki güç boşluğudur. 2011’de Suriye’de ortaya çıkan kriz -bu krizde Rusya ve İran önemli faktörlerdir- ve Suriye’deki terör gruplarının güçlenmesi de, IŞİD’in sınırlarını genişletebilmesinde önemli bir etkiye sahiptir.

Söylediklerinize ek olarak IŞİD’in, bölgede -özellikle Irak’ta- eski Baas destekçisi olan Sünnilerden destek aldıkları söylenebilir mi? ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinin hemen ardından yaptığı ilk iş, güvenlik kurumlarını (ordu, polis, istihbarat gibi) feshetmek olmuştu. Ayrıca Saddam Hüseyin döneminde çalışmış olan birçok ordu mensubu, Baasçı olduğu gerekçesiyle uzaklaştırılmıştı. Görevinden uzaklaştırılarak boşlukta bırakılan bu kişiler, belli bir süre sonra -Baas örgütü olarak- Nakşibendi silahlı grubu adı altında ortaya çıktılar. Nakşibendi, 2006 yılında Saddam Hüseyin’in yardımcısı İzzet İbrahim el-Duri’nin liderliğinde, kurulan bir örgüttür. Yine 2006 yılında, artık Baas Partisi’nin de bir silahlı güce; kendisinin kurduğu direnişe dönüştüğünü biliyoruz. Yani IŞİD, sadece belirli Sünni Arap aşiretlerinden destek almadı. Saddam döneminden kalan silahlı grupların da IŞİD’e destek verdiklerini görüyoruz. Bununla birlikte Sünni kesimden bazı silahlı grupların yeni Irak siyasetine ve Bağdat yönetimine karşı direniş gücü göstererek örgütlenip IŞİD’e destek sağladıklarını da belirtebiliriz.

Esad PYD’ye karşı, Saddam’ın izlediği stratejiyi uygulamış oldu. Saddam, 1991 yılında Kuzey Irak’ı Kürtlere bırakıp, Güney Irak’ta yoğunlaşarak güneydeki Şii ayaklanmasını bastırabilmişti. Burada Saddam, Irak’ın tamamını kaybetmektense; belli bir bölgeyi belli bir kesime bırakarak, kendisini güçlendirmeyi tercih etmiştir. Esad rejiminin de stratejik olarak böyle bir politika izlediğini görmek mümkün. Dikkat edersek muhalif güçleriyle bile Esad rejimi yerine, artık IŞİD çatışmaya başladı.

Musul, Irak’ın ikinci büyük kentidir ve Irak Ordusu’nun -askeri anlamdaki- en önemli ordu mensupları, Irak kurulduktan bu yana, Musul’da mevzilenmişlerdir. IŞİD böyle bir kenti, 2000 militanla bir gecede ele geçirdi. Baas silahlı örgütlerinin ve Sünni aşiretlerin desteği sağlanmasaydı, IŞİD böyle bir girişimde bile bulunamazdı. Yani tüm bu destek gücü ile 30,000 asker geri çekildi ve silahlarını bıraktı; bu sayede IŞİD Irak’ta ilerleyebildi.

Bölgedeki etnik unsurların arasındaki çatışmaların bu denli çok olmasının ulus-devlet kavramıyla nasıl bir ilişkisi vardır? Tüm bu çatışmaların olmasında ulus devlet kavramının gelişmemesinin ne gibi bir etkisi vardır? Özellikle Arap Baharı’nın ardından bu kavram biraz Ortadoğu’daki ülkeler için geri plana itilmiş durumda. Mesela Irak işgal edildi ve ulus-devlet yapısından federatif bir yapıya dönüştürüldü. Biliyorsunuz; kuzeyde bir Kürt yönetimi, güneyde ise Şii yönetimi var. Suriye keza aynı şekilde. Yemen’in güneyiyle kuzeyi 1991’de birleşmişti, şimdi Husiler ile Sünniler arasındaki çatışmalar ile yine ayrışma noktasına geldi. Libya’da yine özerk bölgeler kurulmaya çalışılıyor. Yani ulus-devlet kavramı önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’da çok az duyacağımız bir kavram haline geliyor. Bölge gerçekten çok acılı bir çağdan geçiyor. Burada artık eski ulus-devlet yapısından yeni bir devlet yapısına giden bir süreç söz konusu. Mesela Irak’ın bugün ki yapısı bunun bariz bir örneği. Yeni bir dayatmayla yeni bir ulus-devlet yapısı getirmeye çalışıyorlar; ancak bence 20-30 yıl sonra anca yeni bir yapı oluşabilir Ortadoğu’da.

2013 Temmuz ayında, Irak’taki Ebu Gureyb ve Taci hapishanelerinden 1000’e yakın El Kaide mensubu kaçırıldı. Bu kişiler Suriye’ye geçip, burada örgütlenmeye başladılar ve bu gelişmelerin sonrasında; IŞİD’in Rakka bölgesini ele geçirdiğini, Suriye’nin kuzeyine yöneldiğini ve Irak’ın kuzeybatısında (Musul ve Ambar bölgesinde) güçlendiğini görebiliriz. ABD, 2005 yılı ile 2013 yılı arasında Irak’a toplam 14 milyar dolarlık silah satmıştır. Bunun 3 milyar dolar değerine yakın bir kısmı IŞİD’in eline geçmiştir. Çünkü Musul’dan Irak askerleri çekildikleri zaman silahlarıyla çekilmediler, silahlarını ve hatta asker kıyafetlerini bile bıraktılar. IŞİD sadece bu kıyafetleri birçok kontrol nokta20


Bölgedeki terör gruplarının dayanak aldıkları ne gibi ideolojik temeller var? Genelde mezhepler ya da etnisiteler üzerinden yürüyen bir yapı var son IŞID örneği mesela Sünni bir söylem var. Peki, bunun bir ideolojik altyapısı var mı? Karşı oldukları sistemin neyinin değiştirmek istiyorlar?

listin topraklarını almak için savaşırdı. Ama bunu yapmıyorlar, İslam’ı İslam’a karşı kullanıyorlar. Aslında konu İslam üzerinden tartışılmalı, çünkü İslam Dini’ni tehlikeye sokuyorlar. Devletlere verdikleri bir zarardan ziyade bir dini de lekelemeye çalışıyorlar. Şimdi İslam ülkelerinden Avrupa’ya gidenler vize bile alamıyorlar. Neden alamıyor? Çünkü sizin ülkeniz radikal İslamcılar’ın elinde siz de potansiyel tehdit durumundasınız, diyorlar. IŞİD’i, Şii - Sünni fark etmeden bütün din adamları reddediyor. Suudi Arabistan’da bir kesim olan Vahhabi-Selefi’den destek alıyorlar. IŞİD’in aslında Vahhabiler’in giriştikleri güç mücadelesi sonucunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in darbeyle iktidardan alınması, terör örgütü ilan edilmesi bu güç mücadelesinin bir sonucu. Aynı şeyi Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de de görüyoruz.

IŞİD ideolojisini İslam ideolojisi olarak belirtiyor. Siyasal İslam kavramını biz hep konuşuyoruz. Biliyorsunuz hep gündemde olan bir şey. Bu bölgede bu tür örgütlerin bu Siyasal İslam kavramını kullanarak eylemlerde bulunduklarını görüyoruz. İdeolojik olarak bulundukları bölgeden, durumdan etkileniyorlar. Mesela IŞİD için önce Irak, Suriye iddiası vardı; şimdi bir İslam Devleti vurgusu var, ta Yemen’e kadar olan coğrafyada İslam Devleti Hilafeti ilan ettiler. 10 Haziran’da Musul’u işgal ettiler, 27 Haziran’da ise hilafeti ilan ettiler. Başlangıçta bir kurtarıcı olarak görüldü; ancak örgüt şimdi kendi ideolojisini empoze etmeye çalışıyor. IŞİD’in ideolojisi; Radikal İslam inşa etmek.

Terör gruplarının din ve etnisite üzerinden ilerlemesine karşı bir çözüm üretilebilir mi? Bu sayede terör öğütlerinin faaliyetlerinin azaltılması sağlanabilir mi?

Radikal Siyasal İslam’a dayalı bir devlet yapısının kurulmak istenmesinde cihat anlayışının önemi nedir sizce? Batıdaki terör örgütlerinin genelde sosyalist temelli olduğunu ancak Ortadoğu coğrafyasında ise dinin bir temel oluşturduğunu görüyoruz, örgütlerin oluşumunda bulundukları coğrafyanın da etkisi var mı?

Klasik olabilir ancak bu tür terör örgütlerinin hareket alanını kısmak için bölgesel uzlaşı lazım. Bölgede üç tane önemli ülke var: Türkiye, İran, Suudi Arabistan. Bu üç ülke arasında bir uzlaşı sağlanarak güç mücadelesi bir sonuca ulaştırılırsa emin olun bu tür grupların hareket alanı kendiliğinden daralacaktır. Bugün Suudi Arabistan’ın, IŞİD’i Irak’ta desteklemesi, İran’ın, Hizbullah’ı ve Esad rejimini desteklemesi, bölgesel çıkarların çatıştığı bir ortamdan kaynaklanıyor. Bu çekişmenin dinsel bir yönü olduğu doğru; ama bunun yanında bölgesel güç kavgası da büyük bir etken. Bir uzlaşmaya, anlaşmaya varılsa teröre karşı önlem alınması da fazlasıyla kolaylaşır. Bölgede bir terör örgütü gerçeği var ama bölgeyi kim koruyor? Batı koruyor gibi görünüyor, ABD koruyor. Koalisyonun öncülüğünü Suudi Arabistan mı üslendi? Hayır, yine ABD. Biz yine Batılıların Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda birleşebiliyoruz. Bölgede huzuru bölge ülkeleri barış, huzur, istikrar için çalıştığı zaman görebiliriz.

Bu örgütler burada ancak dinle beslenebiliyorlar. Latin Amerika, batılı ülkeler veya diğer bölgelerin aksine, Ortadoğu’da iki ayrı yapıdan beslenebiliyorlar; biri etnisite diğeri ise din. Bu bölgede farklı bir ideolojik temelle ortaya çıkmak çok zor. Peki, cihat anlayışı? Cihat anlayışı benim alanıma girmiyor, ilahiyatçı olmak lazım. Ancak cihat İslam coğrafyasında İslam’a karşı bir mücadele değildir. Önceden Filistin Kurtuluş Örgütü vardı, sosyalist temelliydi. Bugün örgüt yapılarının daha çok din ve etnisite üzerinden gittiğini söylediniz. Ortadoğu’da bu yöne bir kayış mı yaşandı?

Bölgede en azından yüz yıllık bir çekişmeden bahsedebiliriz ve bunların sonucunda Batı’nın projelerinin hayata geçirildiğini görüyoruz. Mesela IŞİD Irak’ta baş gösterdiği zaman 10 Eylül’de Riyad toplantısı düzenlendi. Ardından Paris’te bir toplantı düzenlendi. Ama yine bunun öncülüğünü ABD ve Batılı ülkeler üslendi. Bölgede bir liderlik sorunu var. Bölge ülkeleri güç mücadelesi içinde olunca hem bölge istikrarsızlaşıyor hem de Batı’nın müdahalesi kolaylaşıyor. Bölgede herkes güç dengesiyle hareket ederse bir uzlaşı sağlanır. Şu ana kadar gerçekleşmedi, bundan sonra da biraz zor gerçekleşir gibi geliyor bana.

FKÖ Arap-İsrail savaşının sonucunda ortaya çıkan, İsrail’e karşı bir örgüt. Ben şuna inanıyorum bölgede artık mezhepler, dinler üzerinden ulus inşa edilmeye çalışıyor. Yani dinler, mezhepler kimlikleşiyor. Şimdi örgütler bu yeni kimlik inşasından besleniyor. FKÖ tamamen Filistin Devleti’nin kurulması, gasp edilen toprakların geri alınması üzerine kurulu bir yapı olarak ortaya çıktı. IŞİD gibi örgütler Cihat kavramını bile çarpıttılar. Cihat’ın amacı bir başka Müslüman ülkeye saldırmak değildir. Cihat eskiden beri İslam’ı korumak, İslam için hayatını feda etmek için yapılan bir girişimdir. IŞİD gerçekten cihat yapsaydı gidip İsrail’in gasp ettiği Fi-

Bölgedeki ve bölge dışındaki devletlerin dış siyasetlerinin etkisinden bahsedecektik ama siz 21


zaten belirttiniz. Bölgede bir liderlik sorununun oluştuğundan ve ülkelerin ulusal çıkarlarını dayatmaya çalışmalarından ötürü bir denge sağlanamıyor dediniz. Peki, terör örgütlerinin uluslararası anlamda etkin olmaları ve uluslararası arenadan da katılım sağlamalarını nasıl açıklayabiliriz?

şimlerde bulunmaya başladılar. Almanya’da, Fransa’da yargılanan insanlar vardı; ancak başlarda katılımcılar sonradan vatandaşlık almış Araplar’dan oluşunca, bu durum Batılılar’ın işine geldi. Mesela Fransa’dan sekiz yüz kişinin IŞİD’e katılmasıyla içerideki bu tehditlerden kurtulmuş oldu. Ne zaman ki Fransız kökenli Müslümanlar da katılmaya başladı IŞİD’e, işte o zaman; tehlikedeyiz, dediler. Bir takım yasalar çıkarıldı, yargılamalar başladı. Batı, El Kaide mücadelesi eksenindeki mücadele yöntemlerini deniyor ;ama açıkçası bununla nasıl mücadele edeceklerini bilmiyorlar. Bakın, biliyorsunuz kısa bir süre önce ABD, Yemen’de operasyon düzenledi ve iki tane rehine öldürüldü. Bazen ABD bunları kontrol edemeyeceğinden çekiniyor. İşte Batılıların IŞİD’e katılması ister istemez Batı için bir tehdit algısı oluşturdu.

IŞİD’e seksen ülkeden destek var. Batı’da da bence bu örgütün ikinci bir El Kaide ve El Kaide’den daha sert bir örgüt –daha önce birkaç yerde de dile getirmiştim; IŞİD öyle bir hal alacak ki El Kaide yanında yumuşak kalacak- olduğu algısı var. IŞİD’e katılımlar sırasında cihat, cennet vadi gibi psikolojik taraflar var. Seksen ülkeden aldığı katılım örgütün uluslararası bir örgüt haline geldiğini gösteriyor. Ayrıca IŞİD’in elde ettiği petrol geliriyle yurtdışından katılanlara 1200 dolar, yerelden de katılanlara ise 500 dolar aylık maaş verdiği ifade edilebilir. Ayrıca ele geçirdikleri yerlere de bu kişilerin ailelerini yerleştiriyorlar. Bence IŞİD’in tamamen etniksel ya da mezhepsel bir amacı yok. Neden yok? Çünkü amaç Irak’ta Şiiler ile mücadeleyse, Suriye’de Esad rejiminin devrilmesiyse, muhaliflerle mücadeleyse bunun yerel bir kaynaktan olması gerekir. Ama bu örgüt İsviçre’den, Rusya’dan, bütün Arap ülkelerinden, ABD’den bile katılım sağlıyor. Mesela en son bir gazetecinin katledilmesi videosunda konuşan kişinin; İngilizce ’sinin çok düzgün olduğunu gördük, sonradan yayınlanan istihbarat raporlarıyla da İngiliz vatandaşı olduğunu öğrendik. Bunlara baktığımız zaman IŞİD’in birincisi tamamen uluslararası ikincisi de -kimlik açısından- Sünni olduğunu görüyoruz ama kesinlikle bu dini kimliğin uluslar üstü olduğunu ve kesinlikle ayrım yapılmaksızın militan alındığını görüyoruz. Mesela adam Hristiyan’dı, Müslüman olup geldi, bu kişiyi alıyorlar. Yani bu örgütün hitap ettiği tabanla, hareket ettikleri arasında bir çelişki var. Çok detaylı bir şekilde çalıştığınız zaman karşınıza çıkıyor. Bugün örgüt olarak ortaya çıkan Irak-Suriye temelli bir yapı var ama mesela Fransa’dan sekiz yüz kişinin katıldığıyla ilgili raporlar yayınlandı. Rusya’dan, Çeçenistan’dan katılanlar var. Az önce belirtmiştim Irak’ın işgalinden sonra Sünni gruplar içerisinde ABD’ye karşı ortaya çıkan direniş; biz yabancı gücü başımızda istemeyiz, diyen bir direnişti. Şu anda IŞİD’in Musul’daki valisi Libyalı, başka bir bölgedeki komutanı Çeçenistanlı. Buna baktığımızda çok uluslu bir örgüt söz konusu, bu da yerelden tepki çekebilir.

Bu olaylar Türkiye’yi şu ana kadar nasıl etkiledi ve ileride ne tür etkiler meydana getirebilir? Bu olaylar Türkiye’yi hem güvenlik hem de ekonomik anlamda etkiledi. Türkiye’nin ikinci büyük ticaret ortağı olan Irak ile ticareti geriledi. Bunun yanında biliyorsunuz IŞİD’in Kobani’ye saldırmasıyla yaşanan 6-7 Ekim olayları bir iç güvenlik sorunuyla karşı karşıya bıraktı Türkiye’yi. Türkiye’nin sınırı şu anda gerçekten ciddi bir tehdit altında. Bunun yanında IŞİD’in eylem gösterdiği yerlerden ciddi bir mülteci akını yaşandı. İki günde iki yüz bine yakın insan Kobani’den Türkiye’ye sığındı, Irak’tan Ezidiler geldi. Türkiye’deki mülteci sayısı şu anda resmi rakamlara göre bir milyon yedi yüz bin, resmi olmayan rakamlara göre ise iki milyonu buldu. Bütün bunlar Türkiye açısından büyük bir tehdit ve zarar anlamına geliyor. Bir kıyaslama yaparsak Haziran ayına kadar Türkiye’de mülteci sayısı bir milyon üç yüz elli bindi, bu olaylardan sonra şu anda bir milyon yedi yüz bin olmuş durumda. Nerden bakarsanız bakın fazladan üç yüz elli-dört yüz bine yakın insan Türkiye’ye sığınmış durumda. Bu durum Türkiye’nin hem ekonomik hem güvenlik hem de sosyal yapısı açısından büyük sorun demek. Çünkü mesela Antepliler Türk vatandaşlarının ekonomik zarara uğradıklarını dillendiriyor. Gelen bu mülteci akınından sonra kira ve ev fiyatlarının artması, ister istemez esnafın ve işçilerin işini zorlaştırdı. Suriyeliler daha ucuza çalıştığı için bazı firmalar Türk işçilerini çıkarmaya başladılar; bu da ülkedeki işsizlik oranlarının yükselmesini de beraberinde getirebilir.

Uluslararası arenada etkin hale gelmek için bunları kullandığını söyleyebilir miyiz? Uluslararasından ziyade biraz da muhatap alınmak için. Yani sadece Irak, Suriye katılımlı bir örgüt olsaydı bu kadar dikkat çekmezdi. Ama şimdi Batı’daki duruma baktığımız zaman kendi vatandaşlarının da katılım yaptığını görünce Batılılar bunu engellemek için giri-

Peki, Ali Bey bizimle röportaj yaptığınız için çok teşekkür ederiz, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Ben teşekkür ederim… 22


MİNERVA

ORTADOĞU’DA “ÊZİDİ” ÇIĞLIĞI Yusuf TELLİ

yusuftelli34@gmail.com

M

ezopotamya tarihten bu güne birçok halka, inanca ve mezhebe ev sahipliği yapmıştır. Uğruna yüzlerce savaş yapılan bu bereketli toprakların cazibesi, bölgenin her daim revaçta olmasını sağlamıştır. Ortadoğu’nun gözbebeği sayılan bu bölge inanç akımlarının yayılma eşiği olarak görülmüştür. Bu husus bölgenin kozmopolit bir inanç yapısına sahip olmasının temel sebebi olmuştur. Belirli dönemlerde farklı inançların hegemonyası altında kalan diğer inançlar ve mezheplerden olan insanlar göçe zorlanmakla beraber inançlarını inkâr etmelerine, din değişikliklerine ya da katliamlara maruz kalmışlardır.

merakı arttırıyordu. “Êzidililer kimdir? Êzidilik nasıl bir inançtır? Nerede yaşarlar? Hangi dilleri konuşurlar?” gibi sorular artmaya başlamıştı. Êzidiler’in yaşadığı coğrafyaları, inanç sistemleri ve ritüelleri son olarak maruz kaldıkları katliamları sırasıyla inceleyerek bu soru işaretlerini dağıtabiliriz. Êzidi Coğrafyası

Bölgenin kadim inançlarından ve en çok baskıya uğrayan inançlarından birisi de Êzidilik’tir. Kökeni hakkında tartışmaların hala devam ettiği bu kadim inanç yüzyıllardır bölgede “üvey evlat” muamelesi görmektedir. Kutsal mitleri olan “Melek Tavus”un İslam inancındaki “Şeytan”a benzetilmesi kendilerinin “şeytana tapanlar” olarak bilinmesine sebep olmuştur. Bu sebeple bölgede yüzlerce yıldır hor görülüp çeşitli baskılara hatta katliamlara maruz kalmışlardır. Ezidiler hakkında yanlış bilinen diğer önemli hususlardan biri de Kerbela olayının baş aktörü Yezid bin Muaviye bin Ebu Süfyan’ın soyundan geldikleri kanısıdır. İslam dünyasındaki Hz. Hüseyin’i katleden Yezid’e olan nefret böylelikle Ezidiler üzerinde somut baskılara sebep olmuştur. Yanlış zan ve bilgilerle –uygun tabirle- “ adı çıkan” Êzidiler bugün Ortadoğu’nun en çok zulüm gören inançları arasında önde gelmektedir.

Êzidiler yüzyıllardır Ortadoğu’da varlığını sürdürmelerine rağmen sayıları çok fazla değildir. Bunun temel sebepleri arasında iç evlilik3 ve katliamlar önemli yere sahiptir. Azınlık olarak hayatlarını sürdüren bu insanlar bugün Mezopotamya’da bulunan hemen hemen bütün ülkelerde varlıklarını sürdürmektedirler. Êzidiler’in büyük bir kısmı bugün Irak’taki Kürt Özerk Bölgesi’nde yaşamaktadır. Arap asıllı olduğu tahmin edilen Şeyh Adi’in müritlerinin soyundan gelen hariç; tamamı Kürt olup günümüzde bir çeşit Kuzey Kürtçe’si konuşmaktadırlar.4 Aralarında Arapça konuşan aşiretler olsa bile bugün bu aşiretler hala ibadet dili olarak Kürtçe’yi konuşmaktadırlar. Êzidiler’le ilgili araştırmalarıyla meşhur Philip G. Kreyenbroek’in araştırma ve analizlerine bakacak olursak “…Irak’ta 100 bin ile 250 bin arasında, Ermenistan ve Gürcistan’da 40 binin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir, Suriye’de ise 5 bin Êzidi bulunmaktadır. Bir zamanlar Türkiye’de yaşayan 10 bin Êzidi’nin büyük bölümü, anayurtlarından yaşam koşullarının gittikçe ağırlaşmasına bağlı olarak 1980’li yıllarda Almanya’ya sığınmıştır.”5

Son olarak radikal İslamcı örgüt IŞİD’in1 katliamlarına hedef olan Êzidiler bir anda dünya gündemine oturdular. Birçok kitle iletişim aracında adlarından sıkça söz edilen bu insanlar merak konusu olmaya başladılar. IŞİD’in 3 Ağustos 2014’te başlayan Şengal(Sincar) saldırıları bütün dünyada yankı uyandırmış, yaklaşık olarak 30 bin insan-çoğu kadın ve çocuk- Şengal dağlarına sığınmıştı. Yaz kuraklığında açlığa ve susuzluğa terkedilen bu insanlar için dünyanın çeşitli yerlerinden tepkiler yağdı. Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu(UNICEF) daha ilk gün 40 çocuğun öldüğünü bildirdi.2

Êzidiler bugün Türkiye’de yok denecek kadar az sayıdadır. Güneydoğu’da özellikle Mardin, Batman, Siirt gibi illerde yaşayan on binlerce Êzidi, hem dinleri yüzünden uğradıkları hoşgörüsüzlük hem de 1980-2000 yılları arasındaki PKK-Devlet savaşında arada kaldıkları için çareyi Avrupa’nın çeşitli ülkelerine kaçmakta buldular. Êzidilik’teki iç evlilik geleneğinin getirisi olarak birbirinden kopmayan bu insanlar şehirlerde bir-

Êzidilerle ilgili kaynak kitap sayısının kıtlığı ve Êzidi dünyasının yeni yeni açılan gizemli kapısı bu halka olan

1 Irak-Şam İslam Devleti 2 Erişim Tarihi: 12.08.2014 http://www.unicef.org/media/media_74762.html 3 Êzidilik inancında sık görülen ve bir Êzidi’nin yalnızca başka bir Êzidi’yle evlenmesini uygun gören din temelli uygulama 4 B. Şengül Açıkyıldız, (2014 Ekim). Êzidilik Dininde Melek Tavus İnancı ve İkonografisi, Kürt Tarihi, 15, 7. 5

P. Kreyenbroek, (2014). Ezidilik Arka Planı, Dini Âdetleri ve Metinsel Geleneği ( Amed G. Çev.) İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.XV

23


birilerini bularak genellikle aynı muhitlerde oturmaktadır. Yeni yeni anayurtlarına dönüş yapmaya başlayan Êzidiler yıkılan köylerini tekrar imar etmeye çalışıyor fakat bölgedeki Sünni Kürtler ve devletin el koyduğu toprakları için mahkemelerde haklarını aramaktan çok öteye gidemiyorlar. “Midyat 1979 yılında ilk kez gördüğümde güzelliğine, temizliğine hayran kaldığım, nüfusunun çoğunluğunu Süryanilerin oluşturduğu ufak bir kasabaydı. Kentin çevresinde pek çok Êzidi ve Süryani köyü vardı. 1991’de ikinci kez gördüğümde, göçün etkisiyle çehresi iyice değişmeye başlamış, gittikçe bir Sünni yerleşim yeri olmaya yüz tutmuştu. 2001 yılında ise tüm Ezidi köyleri boştu. 60-70 Süryani ailenin kaldığı Midyat’ta, tamamı ileri yaşta sekiz Ezidi yaşıyor. Aralarında iş görebilecek durumda olan iki erkeğin işleriyse hiç bitmiyor. Zira Avrupa’daki Ezidilerin ölülerini başka diyarlara gömmeye içleri bir türlü el vermiyor. Yaşantılarını Avrupa’da sürdürmelerine karşın ölülerini uzaklardaki boş köylerine gömmekten vazgeçmiyorlar. Büyük çoğunluğu mülteci olduğu için cenaze törenine katılamıyor, töreni ancak video kayıtlarından izleyebiliyor. Her düğünün olduğu gibi her cenaze töreninin de bir video kaydı var.”6 Avrupa’da ekonomik durumlarını bir nebze olsun yükselten bu insanlar bugün anayurtlarının özlemine son vermek istiyorlar ve döndükleri köylerinde “Mala Êzidiya” dedikleri köy misafirhaneleri bile yapıyorlar. Êzidi araştırması için saha çalışması yapan insanlar bunlardan faydalanabiliyor.

İnanç Yapısı Êzidilik inancının kökeni hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla beraber tartışmalar devam etmektedir. Bazı araştırmacılar Êzidilikte İran düalizmi gördüler ve Melek Tavus’un iyi tanrı Ahura Mazdâ’nın karşıtı olan kötü tanrı Angra Mainyu olduğunu ileri sürdüler. Oysaki Êzidilikte Şeytan ne kötüdür ne de tanrı karşıtıdır bu nedenle düalizm mevcut değildir.7 Öte yandan Êzidilik

inancının İslam’dan sapma bir inanç olduğu savını akademisyen M. Guidi ortaya atmıştır fakat günümüzde İslam ile nispeten çok az noktasının bulunması konuyu çıkmaza sokmuştur. Êzidilikte “Xwedê” olarak adlandırılan kâinatın yaratıcısı olan tek tanrı vardır. Yeryüzündeki her şeyden haberi olan bu merhametli ve bağışlayıcı tanrı evreni yönetme yetkisi ve gücünü yedi meleğe vermiştir. Bu yedi meleğin lideri ve aynı zamanda kaderi, evrendeki olayları tayin eden Melek Tavus’tur.8 Melek Tavus hakkında da yine mutabakata varılmış bir kanı yoktur. En ilginç Melek Tavus tasviri ise tanrının meleklere verdiği insana secde etme emrine karşı çıkmasıdır. Buradaki tanrıya karşı olan gerçek sevgisinden ödün vereceği için secde etmemiştir. Melek Tavus’a göre tanrı insanın önünde secde etmesini isteyerek ondan güvenilirliğini sınamak istemiştir. Zira tanrı meleklere kendisinden başkasına secde etmemelerini emretmiştir. Melek Tavus da insana secde etmeyerek tanrının kutsallığını yüceltmiştir.9 Êzidilik inancında Hinduizm inancından daha yumuşak olan hiyerarşik bir kast sistemi mevcuttur. Hiyerarşinin en tepesinde üç soydan gelen ve yeryüzündeki meleklerin temsilcileri olarak kabul gören “Şeyhler” bulunmaktadır. Bu Şeyhlerin öncelikli amaçları dünyevi ve Êzidilerle ilgili politik mevzulardır. Şeyhlerin altında ise “Pirler” bulunur. Pirler aynı zamanda Şeyhlerin müritleridir ve her müridin de kendi müritleri vardır. Yani bütün Êzidiler bir Pir’e bağlıdır.10 Êzidilerin en önemli bayramlarından biri olan ayrıca İslam’daki hac ile benzerlik gösteren her yıl 6-13 Ekim arasında kutlanan “Cejna Cemaya Êzidiyan” bayramı Irak Kürdistan Özerk Bölgesi sınırlarında kalan Laliş Tapınağı yapılır. Burada bir dizi ritüeller(vadiye yalın ayak girilmesi, çocukların vaftiz edilmesi, herkesin beyazlara bürünmesi vb.) yerine getirilir. Festivalleriyle beraber Êzidi kültüründe ilgi çekecek birtakım yasaklar vardır. Örnek olarak: Toprağa tekme atmak veya tükürmek, mavi renk kıyafetler giymek, umumi tuvaletleri kullanmamak, oturarak kıyafet giymek, ateşe tükürmek, suyu şapırdatarak içmek, regl olan kadının kirli olması, marul, balık, kabak, bakla, lahana, karnabahar, bamya, genç horoz ve ceylan eti yememek gösterilebilir.11 Görüldüğü gibi bugün Êzidilik, İslam’dan çok daha farklı emir, yasak ve ritüellerle dolu bir inançtır. Sanıldığı ne İslam ne de Zerdüştlükten gelmemekle beraber, bunların sentezi olması da söz konusu değildir. Kendi ayrı kutsal kitapları olan “Mishefa Reş” (kara kitap)

6 Sabiha B. Yalkut, 2013, s.25 7 B. Şengül Açıkyıldız, (2014 Ekim). Êzidilik Dininde Melek Tavus İnancı ve İkonografisi, Kürt Tarihi, 15, 12. 8 Melek Tavus dini ikonografide tavus kuşu olarak resmedilir 9 —. Êzidilik Dininde Melek Tavus İnancı ve İkonografisi, Kürt Tarihi, 15, 11-15 10 —. Ezidilik Arka Planı, Dini Âdetleri ve Metinsel Geleneği ( Amed G. Çev.) İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.123 11

—. Ezidilik Arka Planı, Dini Âdetleri ve Metinsel Geleneği ( Amed G. Çev.) İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.142-144

24


ve vahiy kitapları olan “Cilwe” adlı yazıtları da vardır. Êzidiliğin sözlü gelenekten ilerlediğini bildiğimiz için bu iki kaynak altın değerine dönüşüyor. Bu kaynakları ezbere bilen ve Anadolu’daki ozanlara benzeyen “Qewwal”ler vardır. Bunlar önemli bayramlarda bu ezberledikleri “Qewl”leri okurlar ve babadan oğula miras bırakarak bu geleneği devam ettirirler.

Son olarak 3 Ağustos 2014’te radikal İslamcı örgüt IŞİD’in saldırılarına hedef olan Êzidiler evlerini terk ederek Şengal dağına sığınmak zorunda kalmıştır. IŞİD ise yakaladığı Êzidileri katletmeye devam ediyor. Bölgede hala durumlar kesin olmadığı için kaç Êzidinin öldürüldüğü bilinmiyor fakat Şengal dağında yaklaşık 30 bin kişi çaresizce bekliyor. Önce yaz kurağında susuzluk çeken bu insanlar şimdi de çetin kış şartlarıyla mücadele ediyorlar. Yazımı yazarken yapılan habere göre (19.12.2014) Irak Kürdistan Özerk Bölgesi silahlı kuvvetleri peşmergeler Şengal’e girmiş ve şehri almaya yaklaşmışlar.14 Ortadoğu’nun bu yetim bırakılmış insanları hala bazı noktalarda gizeme sahip olmakla beraber hala yanlış biliniyorlar. Bugün sayıları 800 bin ile 1,5 milyon oldukları tahmin edilen bu mazlum insanlar, giderek azalıyor. Özellikle radikal İslam’ın nefret ettiği ve beş senelik periyotlarla Êzidi kasabalarına saldırdıklarını göz önüne alırsak, bu konuda Müslümanlara büyük görev düştüğünün farkına varmalıyız. Bu insanların artık biraz olsun rahat yaşamalarına izin vermek bizim elimizde. Irak Kürdistanı Özerk Bölgesi, Êzidi bayramlarında Laliş vadisini tanklar ve peşmerge kuvvetleriyle koruma altına alıyor. Bu takdir edilecek hareketi halk tabanına yaymadığımız suretle bu insanlar sürekli olarak “Şeytanın Çocukları” olarak bilineceklerdir. Sürekli kıyılmaya, katledilmeye devam edeceklerdir.

Êzidi Katliamları Êzidi inancındaki Melek Tavus figürünün tanımlanması ve İslam inancındaki Şeytan ile ilişkilendirilmesi sonucu Êzidiler yıllardır zulüm görmektedirler. En çok sürtüşmeyi bugün Sünni Müslümanlar ile yaşıyorlar çünkü Müslümanlar Êzidileri “Şeytana Tapanlar” olarak nitelendiriyor ve kötülüğe hizmet ettiklerini varsayarak hor görüyorlar. Halit bin Velid döneminden başlarsak günümüze kadar toplamda 73 tane Êzidi katliamı bulunuyor.12

KAYNAKÇA

Êzidilere yönelik yapılan son katliamları nefret söyleminin tetiklediğini 5 Şubat 2013 Mili Gazete internet sayfasındaki haberden görebiliriz. Mustafa Kılıç’ın Diyarbakır Hacı Sıddık Camii’nin hatibi Abdulvasi Yaz’la yaptığı röportajda Abdulvasi Yaz:

AÇIKYILDIZ, B.(2014). Kürt Tarihi Dergisi (sayı 15), Melek Tavus İnancı ve İkonografisi, Ankara, Özge Yayınevi KREYENBROEK, P.(2014). Ezidilik Arka Planı, Dinî Âdetleri ve Metinsel Geleneği, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

“Mesela Yezidiler ve Hristiyanlar bu coğrafyada kanın akması için birçok karanlık ve kötü emelleri olan gruplar gibi var gücüyle çalışmaktadır. Bu topraklardan İslamiyet’i silmeye çalışıyorlar. Bahsettiğim o gruplar bölgede kapı kapı dolaşarak batılı benimsetmeye çalışıyorlar.”13

YALKUT, Sabiha B.(2001). Melek Tavus’un Halkı Ezidiler, İstanbul, Metis Yayınları İNTERNET KAYNAKLARI www.unicef.com (Erişim Tarihi: 12.08.2014) http:// www.unicef.org/media/media_74762.html

Hiçbir bölgede politik ya da ekonomik olarak bir güce sahip olmayan bu insanlara yapılan nefret söylemleri hoşgörü çizgisinin gittikçe uzaklaştığını gösteriyor ve insanları kışkırtıyor. Son büyük Êzidi katliamlarından biri de bir akşamda 800 Êzidinin canına mal olan intihar saldırısıdır. Irak’ın Şengal bölgesindeki iki Êzidi köyüne art arda beş intihar saldırısı düzenlenmiştir. Zaten dünya üzerinde bir avuç kalmış bu insanlara yapılan zulmün en açık göstergesidir.

http://www.milligazete.com.tr (Erişim Tarihi: 05 Şubat 2013 Salı 03.00), http://www.milligazete.com.tr/haber/ Batil_gucler_bolgede_cirit_atiyor/273422#.VJvcSV4gs www.imctv.com.tr (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2014), http://www.imctv.com.tr/2014/12/20/sengalde-kontrolkurt-guclerinde/

12 Sabiha B.Yalkut, (2001). Melek Tavus’un Halkı Ezidiler, İstanbul, Metis Yayınları,s 15 13 Erişim Tarihi: 05 Şubat 2013 Salı 03.00, http://www.milligazete.com.tr/haber/Batil_gucler_bolgede_cirit_atiyor/273422#.VJvcSV4gs 14

Erişim Tarihi: 20 Aralık 2014, http://www.imctv.com.tr/2014/12/20/sengalde-kontrol-kurt-guclerinde/

25


MİNERVA

ARAP - İSRAİL SAVAŞLARINDA RUSYA’NIN TAVRI Selma TURAN

trnselma@gmail.com

R

usya’nın Filistin sorununda aktif olmaya başlaması; İngiltere’nin, sorunu Birleşmiş Milletler’e taşımasıyla gerçekleşmiştir. Ruslar, İngiltere’yi bölgeden tamamen çekmek amacıyla İngiliz mandasının bölgede sona ermesini BM Genel Kurulu’nda talep etmişlerdir. Ayrıca Birleşmiş Milletler’in, halkın çoğunlukta olduğu bölgelere göre bir Yahudi bir de Filistin Devleti kurulmasını ve Kudüs’ün uluslararası yönetime bırakılmasını içeren; Taksim Planı da mevcuttu ve bu plan Arapların reddetmesine rağmen oylanmış, kabul edilmişti. Rusya ‘nın bu planı, Yahudilerin artık kamplarda değil de kendi vatanlarında yaşamalarının gerektiğini belirterek BM Kurulu’nda kabul etmesi Arapları kızdırmıştı. Ardından 14 mayıs 1948’de İsrail bağımsızlığını ilan ettiğinde SSCB’nin İsrail ‘i ilk tanıyan devletlerden biri olması ve diplomatik ilişkilere başlaması, Arapların tepkisine neden olmuştur. İsrail kurulur kurulmaz başlayan I. Arap - İsrail Savaşın’da SSCB, İsrail’e silah yardımında bulunarak Araplarla karşı karşıya gelmiştir. İsrail’e karşı Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Irak birleşmişse de Arapların disiplinsizliği ve kendi içlerindeki savaşlar nedeniyle, savaş İsrail lehine sonuçlanmıştır. İsrail için topraklarını %21 genişlettiği bu savaş bağımsızlık savaşı olurken, Araplar için yıkım anlamına gelmiştir. Ayrıca komşu Arap ülkelerine göç etmek zorunda kalan Filistinliler nedeniyle ortaya çıkan Mülteciler So-

yalist akımlarla birlikte Sovyetler ile yakınlaşmaya başladılar. Ortadoğu yavaş yavaş Soğuk Savaş’ın etkilerinin fazlasıyla görüldüğü bir bölge haline gelmeye başlamıştı.1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklamasıyla İngiltere, Fransa ve İsrail’in, Mısır’a karşı savaştığı bir mücadele başlamıştır. SSCB bu savaşla birlikte yön değiştirmiş, Mısır’ın tarafında olmuştur. ABD de çatışmaya karşı cephe almıştır. ABD ‘nin, İngiltere ve Fransa gibi müttefiklerine cephe alıp SSCB ile aynı tarafta olması şaşırtıcı olsa da bölgedeki çıkarları doğrultusunda hareket ettiği aşikardır. ABD, Arap ülkelerinin Sovyetler’e yaklaşmasından tedirgin olduğundan, petrol zengini olan bu bölgeyi Rus politikalarına bırakmak istememişti. Ayrıca Sovyetler’in, Mısır’dan çekilmezse Paris ve Londra’ya nükleer saldırı yapacağı tehdidi Fransa, İngiltere ve İsrail’in ateşkes ilan etmesini sağlamıştır. Bu savaşın sonucunda Süveyş Kanalı millileşmiş, İsrail ise kanalı kısa sürede işgal ederek askeri gücünü göstermiştir. İngiltere ve Fransa ise artık bölgedeki üstünlüklerini Soğuk Savaş Dönemi’nin iki rakibine; ABD ve SSCB’ye bırakmıştır. 1967 Savaşı’na diğer adıyla Altı Gün Savaşı’na baktığımızda daha yerel bir savaş olduğunu ve biraz da su kaynakları için mücadele edildiğini anlayabiliriz. Suriye ve İsrail’in stratejik toprakları elinde bulundurmaları da bir etkendir. Ürdün Nehri sularından daha fazla yararlanmak isteyen İsrail ile Suriye arasında ocak ayında çatışmalar başlamıştır. Şiddetli bir hava muharebesi olmuştur. İsrail’e karşı Mısır ve Ürdün’ün kolayca yenildiğini gören Suriye fazla çaba göstermemiştir. Sonuçta İsrail; Batı Şeria, Doğu Kudüs, Golan Tepeleri ve Gazze bölgesini ele geçirmiştir. Sovyetler, bu savaş ile soruna ikinci kez müdahale etmek durumunda kalmışsa da bu savaşta SSCB’nin ciddi bir desteği olmamıştır. Sebebi ise büyük bir askeri desteğin SSCB - ABD ilişkilerini bozacağıdır.

runu, savaşın başka bir sonucu olmuştur. 1950’lerde Avrupalı devletlerin sömürüsünden kurtulmaya çalışan Araplar, yaygınlaşmaya başlayan sos26


Ayrıca Sovyetler Birliği’ne göre bu savaşın bir diğer nedeni; ABD’nin İsrail aracılığıyla Mısır, Suriye gibi ülkelerde Batı karşıtı rejimleri devirmek istemesiydi. Bu sebeplerle SSCB Haziran 1967’de İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir. Bu savaşla birlikte Araplar bütün Filistin’i ele geçirip İsrail Devleti’ni yıkma hedeflerini Batı Şeria ve Gazze’yi almak yönünde daraltmışlardır.

nabilmesi için baskı yapmışlardır. BM, 242 sayılı karar** ile İsrail’den, işgal ettiği topraklardan çekilmesini talep ettiyse de İsrail bu kararı tanımamıştır. Bu savaşın sonunda İsrail, askeri anlamda bir zafer elde etmiş olsa da beklemediği bu saldırı karşısında savunma stratejisi sarsılmıştır. Ayrıca uluslararası alanda tenkit edildiğinden ABD’ye daha bağımlı hale gelmiştir. Bu savaş esnasında Suudi Arabistan’ın ABD ve Hollanda’ya; İsrail ‘e destek verdikleri gerekçesiyle petrol ambargosu uygulaması, petrolün siyasi bir güç olarak kullanılmasının ilk adımı olmuştur. ABD ve SSCB’nin baskıları sonucu BM aldığı karar doğrultusunda 21 Aralık 1973’te bir barış konferansı düzenlemiştir. Mısır, İsrail, Ürdün katıldıysa da Suriye hem alınan kararı hem de konferansa katılmayı reddetmiştir. Bu arada SSCB’nin yeni müttefiki FKÖ Asya ve Afrika’nın dayanışması çerçevesinde SSCB ‘yi ziyaret etmiştir. Yaser Arafat başkanlığındaki FKÖ soruna daha realist yaklaşmaya çalışmış, Sovyetlerle ilişkisini geliştirmiştir. 1 - 9 Haziran 1974 tarihinde Filistin Milli Konseyi sorunu adım adım çözmeyi hedeflemiş ve Filistin’i, İsrail işgalinden kurtararak milli bir iktidar kurma amacıyla bir program kabul etmiştir. Çözüm amacıyla ilk kez İsrail ile diyaloga geçmiştir. Aynı yıl SSCB - FKÖ arasındaki diplomatik ilişkiler sayesinde FKÖ, Moskova’da temsilcilik açmıştır. SSCB bundan sonraki uluslararası görüşmelerde Filistin halkına destek olmuştur.

Filistin halkı, İsrail’in saldırıları için sözde yardımlar, eleştiriler dışında ciddi bir destek göremeyince direniş örgütleri kurmaya başlamıştır. Bunlardan en önemlisi El-Fetih ‘tir. El-Fetih’in yanında 1964’te, bağımsız Filistin Devleti kurmayı amaçlayan Filistin Kurtuluş Örgütü kurulmuştur. FKÖ, 1967 Altı Gün Savaşı sonrası El- Fetih’in komutasına geçmiştir. Altı Gün Savaşı’ndan sonra El-Fetih, İsrail’e düzenlediği terör eylemlerine arttırarak devam etmiştir. Mısır liderlerinden Nasır, ElFetih’in kurucularından Yaser Arafat’ı Rus liderlerine tanıtmıştır. Arafat, Sovyet desteğiyle FKÖ’nün başına gelmiştir. İsrail ise ABD ile daha da yakınlaşmıştır. 1970’lerden itibaren FKÖ, SSCB’nin önemli müttefiklerinden biri olmaya başlamıştır. Lakin 1967

Ancak 1977’de Filistin halkının düşmanı olarak İsrail bakanı Şaron’un ve onun ardından Begin’in planları doğrultusunda İsrail Devleti, Filistin yerleşimlerini içine alacak ve onların örgütlenmelerini önleyecek şekilde yerleşim yerleri inşa etmeye başlamıştır. İsrail’in bu planıyla Batı Şeria üçe bölünmüştür. Bunun sonucunda 1978 Ocak ayında ABD’nin girişimleriyle İsrail ile Mısır arasında bir dizi belgenin imzalanmasından oluşan Camp David Anlaşmaları gerçekleşmiştir. Bu anlaşmalar; Mısır ve İsrail arasındaki bir barış için değil, Filistin sorununun çözümüne ilişkin strateji belirlemek amacıyla imzalanmıştır. Bu anlaşmalara ABD’nin öncülük etmesi SSCB’nin etkinliğini azaltmıştır.

Savaşı’ndan sonra iki taraf da, barış görüşmesine yanaşmadığından sorun yine çözümsüz kalmıştır. 6 Ekim 1973’te Mısır ve Suriye Müslümanlar için kutsal olan Ramazan ayında, İsrail’in Yom Kippur* isimli dini bayramını -aynı zamanda- kutladığı sırada taarruza geçmişlerdir. İsrail beklemediği bir sırada gelen saldırı karşısında savaşa yenik başladıysa da hava kuvvetlerinin de etkisiyle üstün konuma gelmiştir. Savaşın Doğu - Batı arasında olabilecek bir medeniyetler çatışmasına dönüşmesini engellemek için ABD ve SSCB Birleşmiş Milletler’e başvurmuşlardır. Ortadoğu’da barışın ve güvenliğin sağlanabilmesi için 242 sayılı kararın uygula-

*Yom Kippur:

Yahudiler için dini ağırlığı olan, yılın en kutsal günüdür. Günün ana temaları kefaret ve tövbedir. Yahudiler genel olarak bu günü; 25 saatlik bir oruçla ve yoğun olarak dualarla geçirirler. Günün büyük kısmında sinagoglarda bulunan Yahudiler, gün boyunca toplu olarak tövbe ederler. Yom Kippur sonunda kişiler kendilerini arınmış hisseder. **242 sayılı karar “Ortadoğu’da adil ve kalıcı bir barışın sağlanması” çağrısını yapar. Bunun sağlanması için belirlenen ilkeler “İsrail’in son savaşta işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesi” ve “bölgedeki tüm devletlerin güvenli ve tanınmış sınırlar içerisinde varolma hakkına saygı duyulması” şeklindedir.

27


1987’de İsrail işgal yönetimini sürdürerek Arapların belediye seçimlerine katılmasını istese de Müslüman halk bunun İsrail yönetiminin egemenliğini kabullenme mahiyetine geldiğini anlayarak boykot etmiştir. İsrail’in doğu - batı ayrımı yapmadan Kudüs’ü işgal etmesi, mahkemeleri kapatarak sadece Yahudi kanunlarını dayatması, Araplara ait bankaları kapatması ve Müslüman mahallelerine saldırılar düzenleyerek onları göçe zorlamasıyla 1987- 1993 yılları arasında Filistin halkının ayaklanması niteliğindeki Birinci İntifada başlamıştır. 15 Kasım 1988’de Filistin Ulusal Konseyi Cezayir’de sürgündeyken, Filistin Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir. Türkiye Filistin’i tanıyan beşinci devlet olunca, İsrail’in tepkisine maruz kalmıştır. 1991 yılında ise SSCB, İsrail ile yeniden diplomatik ilişkilere girişmiştir.

lideri olduğu parti yönetime gelince; barış yolu iyice tıkanmıştır. 2002 yılında ABD, BM, AB ve Rusya ‘dan oluşan Ortadoğu Dörtlüsü, Yol Haritası isimli Kudüs, Filistinli mülteciler gibi kilit konuları da içeren bir plan hazırlamışlardır. Bu planla Rusya tekrar Ortadoğu’ya dönebilmiştir. Fakat Filistin’deki siyasi gelişmeler sonucu bu plan o kadar da geçerli olmayacaktır. 2004 Kasımı’nda Arafat vefat edince yerine, Avrupa’nın da desteklediği Mahmut Abbas devlet başkanı olmuştur. Ancak 2006 Ocak ayında yapılan seçimler sonucu Hamas (İslami Direniş Örgütü)’ın iktidara gelmesiyle barış süreci yine aksamıştır. Çünkü Hamas, İsrail Devleti’ne yaşam hakkı vermeyen bir örgüttü ve tek amacı başkenti Kudüs olan bir Filistin Devleti kurmaktı. Hamas seçimlerden sonra hükümeti kurduğunda ABD ve AB buna aşırı tepki vermiş, Filistin’e ambargo uygulamaya başlamıştır. Rusya ise Avrupa’nın bu kadar tepki vermesine rağmen Hamas ile diyaloğunu devam ettirmiş, Ortadoğu’daki bağımsız oyuncu olarak kalabilmiştir. Rusya Hamas’ın seçim galibiyetini önemsemiş, hatta onu ilk tanıyan devletlerden biri olmuştur ve Hamas, Moskova’da temsilcilik açmıştır. İspanya ziyareti sırasında Hamas’ın, Moskova’ya davet edileceği açıklaması üzerine; Batı epey şaşırmıştır. Rusya 2006 yılında Hamas ve Hizbullah’ı terörist örgütler listesine almayarak bir jest yapmış ve aynı zamanda ikisini de terörist kabul eden ABD’ye meydan okumuştur. Aslında Rusya’nın Hamas üzerinde belirli, net bir politikası yoktu ki 2006 yılında Hamas liderinin Rusya ziyareti sırasında, hiçbir üst düzey görüşme yapamaması da bunu kanıtlamıştır. Rusya Ortadoğu Dörtlüsü’yle Filistin arasında bir nevi arabuluculuk yapmaya çalışmıştır. Ortadoğu Dörtlüsü’nün 3 isteğine, Filistin’i ikna etmeye çalışmıştır. O 3 istek ise şöyledir:

SSCB hala yasal olarak birliğini koruyorken 30 Ekim 1991’de ABD ile ortak hareket ederek Madrid’de Ortadoğu Barış Görüşmeleri’ni başlatmıştır. İsrail ile FKÖ, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında olan bu görüşmelerde; taraflar, alışıldık tutumlarını değiştirmediklerinden barış konusunda bir ilerleme kaydedilememiştir. SSCB kendi içindeki ideolojik çekişmeler sonucunda dağılınca Ortadoğu’ya gereken önemi verememiş, aktifliği azalmıştır.Böylece Arap dünyası ve Filistin halkı güçlü bir müttefiğini kaybetmiştir. Soğuk Savaş Dönemi boyunca Rusya’nın temelde iki amacı olduğunu söylemek mümkündür: Birincisi; Arapların, Çeçen bağımsızlık hareketine destek vermemesini sağlamaktır. Diğeri de Ortadoğu’daki -silah satışları dahil- ekonomik çıkarlarını zedelememektir. Rusya Ortadoğu’daki karışıklıktan elde ettiği geliri düşürmemek için bölgede daha aktif olmak istemiş, ABD ve Batılı devletlere meydan okumuştur. Böylece Arapların sempatisini kazanmış olsa da ABD ve İsrail ile ilişkileri zedelenmiştir.

1- İsrail’in tanınması

Madrid konferanslarının ardından 13 Eylül 1993’te İsrail ve FKÖ’nün birbirini tanıdığı Oslo görüşmeleri yapılmış, soruna ortak bir çözüm bulmak amaçlanmıştır. Oslo görüşmeleri ardından Beyaz Saray’daki Rusya Dışişleri Bakanı’nın da bulunduğu görüşme sonucu, İsrail - FKÖ arasında İlkeler Bildirgesi imzalanmıştır.

2- Şiddetin ve terörizmin sona ermesi 3- Oslo dahil tüm anlaşmalara sadık kalınması Hamas lideri Meşal’in Rusya’ya 26 Şubat 2007’de başka bir ziyareti olmuştur. Bu ziyarette ise Hamas ve El-Fetih, milli birlik hükümeti gibi bir koalisyon kurmak için Avrupa’nın koyduğu ambargoların kaldırılmasında; Rusya’dan destek istemişlerdir. Rus Dışişleri, uluslararası alanda çaba göstereceklerini belirtmiştir. Rusya yeni döneminde İsrail veya Filistin tarafında değil, dengeli bir politika izlemeye çalışmıştır.

1990’larda FKÖ, Rusya kendi iç sorunlarıyla boğuştuğundan çözümü ABD ve Avrupa ülkelerinde bulmak amacıyla Batı’ya yönelmiştir. İlkeler Bildirgesi’yle Oslo süreci devam ettirilmeye çalışılsa da 1999 yılına kadar imzalanan birçok belgeye rağmen, Filistin tarafının beklentileri doğrultusunda yol kat edilememiştir. İşgaller kalkmamış, saldırılar durmamış, ekonomik yaptırımlar sona ermemiştir.

Putin döneminde 2005 Nisan ayında İsrail ile Rusya arasında ortak bir görüşme olmuştur. Rusya her ne kadar İran’ın nükleer programına destek olsa da, Suriye’ye füze satışı yapsa da, İsrail bu görüşmeyi bir güvence gibi görmüştür.

28 Eylül 2000’de İsrail, Mescid-i Aksa’ya girince Filistin halkı ikinci kez ayaklanmış, çözüm sürecinden uzaklaşılmıştır. Bu ayaklanma sonunda Filistin 3000, İsrail 1000 vatandaşını kaybetmiştir. 2001’de ise Filistin halkına yaşam hakkı bile tanımayan Ariel Şaron ‘un

Rusya Hamas ile ilişkilerinden dolayı, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki gibi iddialarının olduğu yönünde eleşti28


rilse de İsrail ile ilişkilerini de fazlasıyla geliştirdiği söylenebilir. Örneğin; 1991 yılında Rusya ile İsrail arasındaki ticaret hacmi 12 milyon dolarken, 2006 yılında 2 milyar dolara fırlamıştır. Rusya Hamas yönetimini meşru kabul ederken ABD’ye karşı bir politika izlemenin yanında, yönetimi Filistin - İsrail sorunu için bir fırsat olarak gördüğünü de belirtmiştir. Putin Ortadoğu bölgesinde daha aktif bir politika izlemeye çalışmıştır. Temelde Rusya’yı bölgede sürekli aktif olmaya iten şey petrol rezervleri, ham madde, silah ticareti ve nükleer enerji konularında elde edeceği gelirdir. Rusya gelir elde etmesinin yanında bir yandan da Ortadoğu’da terörizmin değil, güvenliğin ve istikrarın sağlanmasını istiyordu. Ama bu konudaki politikaları, Batı’dan farklıydı. Rusya, Ortadoğu’da SSCB dönemindeki gibi etkin olmak istiyordu. Ayrıca gerek Rusya’daki Müslüman nüfus gerekse İsrail nüfusunun 1/4 ünü oluşturan Rusça konuşan nüfus gibi kültürel ilişkiler de Rusya’nın Ortadoğu’ya yaklaşmasında etkilidir.

çevirmiştir. Bu saldırı üzerine Hamas İsrail ile 6 aylık ateşkesi sürdüremeyeceğini dile getirince; Rusya dahil Ortadoğu Dörtlüsü’nün tepkisine neden olmuştur. Operasyonun şiddetlenmesi üzerine Rusya, İsrail ile Hamas arasında bir arabuluculuk teklif ettiyse de ne İsrail ne Hamas buna olumlu yanıt vermemiştir. Rusya 11 Ocak’ta Mısır’ın ateşkes isteği üzerine bir görüşme yapmış, BM’nin ve Ortadoğu Dörtlüsü ‘nün krizi çözümleyebileceğini belirtmiştir. Rusya’nın özellikle BM ve Ortadoğu Dörtlüsü’nü vurgulamasının sebebi; ABD’nin ve Avrupa’nın politikalarını sadece bu şekilde dengeleyebilecek oluşudur. Gazze krizi esnasında Rusya’nın Ukrayna ile yaşadığı bir doğalgaz sorunu da mevcuttu. Doğalgaz sorunu Rus medyasında daha fazla yer almış, Gazze ‘ye gösterilen tepki biraz arka planda kalmıştır. Rusya Mısır ile görüşmesinin ardından Suriye ve İran ile görüşerek Hamas’a, eylemlerine ve şiddete son vermesi için baskı yapmıştır. 18 Aralık’ta Rusya ‘nın baskısı sonucu Hamas ile İsrail ateşkes ilan etmiştir.

SSCB dağılınca Ortadoğu’da ABD’nin karşısında bir güç kalmamış, ABD tek taraflı engelsiz politikalarını sürdürmüştür. Rusya Hamas ile görüşerek ABD’nin tek taraflı politikalarına karşı alternatif bir yol izlemiştir. AB ve ABD’nin, Filistin’e destek vermedikleri zamanlarda maddi ve teknik yardımlarını sürdürerek imajını düzeltmeye çalışmıştır. İlk yıllardaki ideolojik problemlerden, kısıtlı imkanlardan sıyrılan Rusya, Putin döneminde dış politikasını yine Ortadoğu’ya çevirmeye çalışmıştır. Merkeziyeti güçlendirmekle uğraşmış, muhalefeti sindirmeye çalışmıştır ve ekonomik gelişmeye de önem vermiştir. Rusya’nın dünyada SSCB dönemindeki gibi etkili olabilmesi için ABD’nin politikalarına cevap vermesi gerekiyordu ve bunu da yine ABD’nin en etkili olduğu; Ortadoğu’da yapabilirdi. Rusya’nın Ortadoğu’daki politikasını genel olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlara ulaşabiliriz: Rusya Ortadoğu’daki çözümsüzlüğün nedenini iç içe geçmiş sorunlara bağlamakta ve uluslararası bir diplomasinin gerektiğini düşünmektedir. Hem böylece daha tarafsız ve daha etkin olabilecektir. Ayrıca Rusya bölgede devlet dışı aktörlerle ilişkisini kesmemiş, seçimi kazanınca Hamas ile arasını gayet sıcak tutmuştur. Bu durum Rusya’nın, sorunda daha aktif olmasını sağlamıştır. Yine yaptığı insani yardımlar da, ülkenin daha etkili görünmesini sağlamıştır. Rusya Batılı devletlerle ortak bir politika uygulamamış, tek taraflı hareket etmiştir ;ama ABD ve Avrupa ile de karşı karşıya gelmekten kaçınmıştır.

Rusya, Lübnan krizindeki ateşkes döneminde etkin bir politika izlemiş, Lübnan’ın haklarını savunmuştur. Gazze sürecinde de benzer bir politika izlemiştir. İsrail’in Golan Tepeleri’nden ve tüm Filistin’den çekilmesini istemiş, anlaşmazlığın son bulmasını, hem Filistin hem de İsrail’in güvenliğinin sağlanmasını talep etmiştir. Rusya, Gazze krizi sonrasında İsrail - Filistin Barış Sürecini tekrar başlatmak için barış konferansı yapılmasını teklif etmiştir. Ancak Obama’nın ABD başkanlığını almasıyla yeni bir sürecin başlaması, olasılığı artmıştır. Rusya, tarafların tümüyle iletişimini sürdürse de Ortadoğu ve BM de etkin politika izlemeye çalışsa da ABD, bu barış sürecine baskınlığını koyacaktır. KAYNAKÇA DOSBOLOV, Abzal, Arap- İsrail Sorununda Rusya Federasyonu ‘nun Rolü, Erişim Adresi : < dergi.cicr.org.tr/ article/download/5000069453/5000064797 >, 2010 GÖKÇINAR, Demet, Arap İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu, Erişim Adresi: < acikarsiv.atilim.edu.tr/ browse/75/311.pdf > ,2009 PRİMAKOV, Yevgeni, Rusların Gözüyle Ortadoğu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010 PURTAŞ, Fırat, Rusya ve Arap Ortadoğusu, Erişim Adresi: <www.akademikortadogu.com/belge/.../firat_purtas.pdf >, 2010

2006’da patlak veren Lübnan kriziyle Rusya İsrail’i suçlamış, ikili ilişkiler yine gerginleşmiştir. Bir yandan da Lübnan’a gönderdiği yardımlarla Arap dünyasıyla ilişkilerini daha da iyileştirmiştir.

ROKACH, Livia, İsrail’in Kutsal Terörü, Belge Yayınları, 2006 ŞİR, Aslan Yavuz, Rusya Federasyonu ‘nun Ortadoğu Politikası Çerçevesinde Gazze Krizine Yaklaşımı, ORSAM Ortadoğu Analiz, Şubat 2009

27 Aralık 2008’de İsrail Gazze ‘ye, Hamas’ı yok etmeyi hedefleyen Dökme Kurşun operasyonunu başlatmıştır. Üç hafta boyunca Birleşmiş Milletler’in eleştirisine bile aldırmadan, İsrail Gazze’yi harabeye

Rusya ‘nın Ortadoğu Politikası, ORSAM Rapor No:125, 2012 29


Hazırlayanlar: M. Fahri DANIŞ Tuğçe KUL

mehmetfahridns@yahoo.com

tgckul@gmail.com

PROF.DR.

NAMIK SİNAN TURAN İLE

OSMANLI DİPLOMASİSİNİN İZİNDE: İMPARATORLUK VE DİPLOMASİ

B

ölümümüzün sevilen hocalarından Prof. Dr. Namık Sinan Turan’ın yeni kitabı ‘’İmparatorluk ve Diplomasi’’ üzerine keyifli ve hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine, bizi kırmadığı için çok teşekkür ediyoruz.

kurumları olgunlaştırmaya ihtiyacı yoktu. Zaten hükmettikleri toprakları askeri güç kullanarak ele geçiriyorlardı ve bu tarz kurumlara pek de ihtiyaçları olmadığı şeklinde bir algılama vardı. Bu algılama yalnızca Batı literatürüne hakim olan ve geçmiş dönemde yazılmış metinlerle ortaya çıkmış bir algılama değil. Günümüzde de hala etkinliğini sürdüren, Bernard Lewis gibi önemli tarihçilerin de altını çizdiği bir bakış açısına işaret ediyor. O yüzden de, böyle bir yanlışlık üzerine Osmanlı İmparatorluğu kuruluyor. Ekonomisi, zihniyeti, toplumsal akitleri, dış dünya tasavvuru dikkate alınmadan bir tarih yazıcılığı yapılıyor ve tabi ki eksik algılamamıza ya da yanlışlar üzerine yorumlama yapmamıza neden oluyor bu tarih anlayışı.

Uzun bir süre tarih sahnesinde kalmayı başarmış, çok uluslu bir devlet olarak Osmanlı’yı “barut çağının imparatorluğu” olarak okuyan, onu salt askeri ve stratejik başarılarla genişleyen bir ‘savaş makinesi’ olarak gören; oturmuş, yaygın bir kanı var. Oysa sizin de öne sürdüğünüz gibi askeri faaliyetlerle genişleyen ve dünya görüşünde İslami hukuk literatürünün fazlaca etkisi olan Osmanlılarda, Batı diplomasi geleneğini de şekillendiren, erken tarihten itibaren gelişmiş bir diplomasi anlayışının izlerine rastlamak mümkün. Osmanlı’yı yalnızca savaş tarihi üzerinden okumaya eğilimli bu kanının sebebi sizce nedir?

Diplomasiyi yalnızca, erken modern çağ İtalyan devletlerinin bir buluşu ya da dış politika aracı olarak düşünürsek ya da sadece sürekli elçilik anlayışına geçmenin diplomaside önemli bir gösterge olduğu yanılgısı üzerine diplomasi tarihimizi inşa edersek, Osmanlıları 18. yüzyıla kadar bu sürecin dışında kalmış bir devlet olarak düşünüp diplomasi yapmadığını söyleriz.

Bu kanının birçok sebebi var: Birincisi, Osmanlı tarihine bakışımızdaki yanlış ve yanlı algılamadır. O da şu; Osmanlı İmparatorluğu, tıpkı Roma İmparatorluğu gibi evrensel hakimiyet iddiasında bir imparatorluktu. Askeri fetihlerle territoryal olarak yayılan ve bu yayıldığı alanlardaki halkı vergiyle kendisine bağlayan, hanedana sadakat duygusu üzerinden bir kimlik inşa eden geleneksel bir imparatorluktu. O yüzden bunların diplomasi yapmaya, dış dünyayla ilişki kurarken diplomatik

Oysa erken modern çağlarda bile bu sürekli diplomasi anlayışının kurumsallaşması için bir hayli zaman 30


geçmesi gerekti. Kaldı ki Osmanlı sistemi; Rönesans kültürünün oluşmasını ya da İtalya’daki şehir devletlerinin ekonomik canlılığını, zenginleşmesini ve onların politik kültürünün, toplumsal kurumlarının dönüşümünü ortaya çıkaran sosyal dokunun oluşmasına katkıda bulunmuştur.

le bakıldığında evet, Karlofça bir kırılma noktası. Oysa 17. yüzyılın bu aşamasında Osmanlı bürokratlarının ve tarihçilerinin Karlofça’yı algılamaları hiç de öyle değildi. Bunu, düzeltilebilecek bir kriz olarak görüyorlardı. 1700’lerin ilk 20 yılında Karlofça’da verilen yerlerin bir kısmı geri alınıyor. Stratejik davranmayı öğrenen, yeni bir bürokrat tipi var artık Osmanlı diplomasisinde. Rami Mehmet Efendi bunu temsil ediyor bizim için. Çok önemli bir kırılma noktası. Müzakere yapmayı öğrenmiş, pazarlık yapabilen, yeni bir diplomat tipi diplomaside ortaya çıkıyor. Reisülküttap Rami Mehmet Efendi’nin, belki bu makamın dönüşümünde bile etkili olan pozisyonu budur. Bundan sonraki dönemde Reisülküttaplar, adeta Dışişleri Bakanı gibi çalışmaya başlıyorlar.

Bunu da göz önüne aldığımızda, Osmanlıların erken modern İtalya’sına ya da Akdeniz tarihine olan katkılarını düşünmeden onun diplomatik mirasını anlamak çok mümkün değil. Resmi tarihe dayalı, Karlofça’yı “Duraklama Devri’nin başı” olarak okuyan sistem, 17. yüzyıldan itibaren tasarlanmaya çalışılan yeni bir imparatorluk algısını da ıskalama eğiliminde oluyor. İmparatorluğun çehresini değiştiren bu değişimindönüşümün en önemli parçalarından biri olan müzakere ve muahede metodlarının kullanılmaya başlanması ve gittikçe karmaşıklaşmaya başlayan dış politka ilişkileriyle örülü bir kriz yüzyılı olarak 17. yüzyıla, Osmanlı merkezi kurumlarının ve diplomasi anlayışının reaksiyonu nasıl olmuştur?

1699 Karlofça müzakereleri, 1648’de kurulmuş olan yeni dış konjonktüre, Avrupa sisteminin içine entegre olma girişimidir ve diplomatik müzakere tekniği olarak bakıldığında, başarısız da değildir.18.yy daha yeni bir diplomasi örgütünün ortaya çıkışına hizmet edecektir. Batı’ya bakış değişecektir. İlk defa Yirmisekiz Mehmet Çelebi Paris’e gittiğinde ona bir talimatname verilecek ve buradaki yenilikleri takip etmesi, bunların bizim bünyemize uygun olanları; adapte edebileceklerimiz, hakkında rapor hazırlaması istenecektir. Bu, Osmanlı bürokratının dünyaya bakışının değişimini açıkça ortaya koyan bir durumdur. Daha önce küçümsedikleri, aşağıladıkları bir dünyayı, uygarlık dairesini şimdi öğrenmeye çalışan bir bürokrat tipi karşımıza çıkıyor. Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve yanında gidenler bu yeni bürokrat tipinin ilk habercisi oluyorlar. Bu, yüzyılın başında; 1720’lerde gerçekleşiyor. 1790’lara gelindiğinde, III. Selim’le birlikte daimi elçilikler gündeme geliyor, Mühimme Odası kuruluyor. Diplomasiye olan bakışları bütünüyle değişiyor ve daha modern kurumları kendilerine adapte ederek imparatorluğu ayakta tutabileceklerine yönelik algı güçleniyor bu dönemde.

Özellikle Türkiye’deki tarihçiliğe bakış ya da resmi tarihin Osmanlı tarihini dönemlendirmeye yönelik paradigması, 1930’lardan kalma bir paradigma. Afet İnan’ın Tarih Kongresi’ne sunduğu tebliğlerden birinde ilk defa ileri sürülüyor; kuruluş, yükseliş, duraklama ve çöküş. Bu belki o dönemin pedagojik eğitim sürecinde ihtiyaç hissedildiği için inşa edilmiş bir anlayış; oysa bugün açısından bakıldığında modern tarihçiliğin verileriyle çatışan bir içerikte olduğu da görülüyor. Biz yalnızca askeri zaferler ve yenilgilerden oluşan bir tarih inşa ettiğimizde o toplumun imparatorluk kurumlarını, uygarlık anlayışını, kültürel yapılarını doğru değerlendiremiyoruz. Bunların hiçbiri yokmuş, sadece askeri bir sistem varmış gibi algılıyoruz. O yüzden ne kadar çok toprak elde edilirse; o kadar büyük bir “cihan imparatorluğu”; bunların olmadığı bir dönemde de bir duraklama, bir kriz olgusunu hemen kafamızda kurguluyoruz. Oysa 17. yüzyılda Osmanlı toplumu belki 15.yüzyıla göre daha çok okur-yazar bir toplumdu, tabi modern toplumlar gibi olmasa da. Dünya ticaretinin Osmanlı insanının gündelik hayatına etkisi artmıştı. Daha çok seyahat edilmeye başlanmıştı. Geleneksel toplumun kabukları kırılmaya başlanmıştı. 17. ve 18. yüzyılları bu bağlamda okumamız ve yeni bir imparatorluğun kurulduğunu görmemiz gerekli. Bu sistem artık Fatih’in, Sultan Selim’in, Sultan Süleyman’ın, imparatorluğu değil. Artık başka bir sistem var. Daha adem-i merkeziyetçi, uyruklarını merkezden giden buyruklarla değil; kurmuş olduğu yeni bir müzakereler sistemiyle yönetmeyi öğrenmiş bir imparatorluk var karşımızda. Dünyadaki bütün gelişmeler; bu imparatorluğun hayatında artık daha da doğrudan etkiler uyandırıyor ve buna karşı hem diplomatik hem de siyasi anlamda bir savunma sistemi oluşturuyor. Elbette bunu ekonomik anlamda da geliştirmeye çalışıyor. Bu yönüy-

Galiba bu değişimin toplumsal hayattaki en somut tezahürünü de Lale Devri olarak adlandırabiliriz. Tabii Lale Devri denilen; Osmanlı Barok dönemi aslında. Dünyaya, kendi toplumsal düzenine bakışı değişiyor Osmanlı seçkininin. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris’ten getirmiş olduğu Sefaretnamesi, Osmanlı yönetici toplumunun yaşam anlayışını değiştirdiği için çok önemli bir metindir. Daha Barok, daha estetik, daha farklı bir yaşam anlayışı inşa etmiştir. Genelde dönemin tarihçileri ya da çok sonraları Ahmet Refik Bey’in ortaya koyduğu tanımlamayla bakarsak; bir zevk-ü sefa dönemi gibi adlandırılır. Nedim’in şiiri ya da mimari... “Gülelim, eğlenelim, dünyadan kâm alalım dünyadan” şeklinde bir bakışla anlatılır. Kaldı ki bu çok epikürist ya da hedonist bir sunum tarzı bile aslında, o dönemdeki zihniyet değişikliğini ortaya koymak açısından önemsenmesi gereken bir bakış açısı sağlıyor bize. Çünkü sekülerleşmenin, o politik kültürün bu anlamdaki dö31


nüşümünün ilk izlerini orda görürsün. Kamusal alan dönüşüyor. Yalnızca mesire yerleri değil, kentin dekoru değişiyor. Kahvehaneler olsun, daha büyük yapılan Barok çeşmeler olsun bu bakışla değerlendirilmeli. Yine aynı dönemle ilgili önemli bir başka nokta da; kadının toplum hayatı içinde daha görünür olmasıdır ve bu durum, dönemin tarihçilerini oldukça rahatsız etmiştir. Örneğin saray tarihçisi Küçük Çelebizade’nin yazdıkları bu durumun tutucu bir ifadesidir.

Ahidnameler, muahedeler bütün bu anlayış üzerine tesis edilen bir müzakere biçimi ya da uluslararası bağıtları temsil ediyor. Osmanlı İslamı aslında devletten bağımsız bir şekilde değil, devletin hizmetinde, belki 12-13. yüzyıllarda Maverdi, Gazali gibi düşünürlerin de dile getirdiği; “din ve devlet özdeştir” ya da “din ve devlet ikizdir” şeklindeki politik algılayışın da ortaya koyduğu ve devletin hizmetinde, meşruiyet sağlayıcı bir argüman olarak kullanılıyor. Pragmatik, melez bir meşruiyet sürecine işaret ediyor Osmanlı İslamı;15-16. yüzyıllarda imparatorluğun yöneticileri Batıyla olan mücadelede Allah’ın kelamını oraya yayma konusunda, eylemlerini meşrulaştırıcı bir söylem inşa ediyorlardı. Ama aynı dönemde Sultan Süleyman, Habsburg’larla mücadele ederken hem Akdeniz’de hem de merkezi Avrupa’da bir başka önemli Katolik güç olan Fransa ile ittifak yapıyor. Ya da o ve halefleri, Avrupa’yı Habsburgların hegomanyasından kurtarmak için; Fransa’yı, İtalyan şehir devletlerini, İngiltere’yi ve kuzeyin önemli güçlerinden Flemenk Cumhuriyeti’ni kapitülasyonlarla Akdeniz’e davet ediyor. Onlarla ticari bir işbirliği içine giriyor. Onların bu projeleri modern Avrupa’nın kurgulanmasında çok önemli sonuçlar ortaya çıkardı. İzledikleri ekonomi politikası Avrupa’daki merkantilist sistemi destekledi. Bu, Osmanlı’nın aleyhine oldu; ama özellikle daha küçük ulusal ölçekli krallıkların yaşaması, Habsburglar karşısında direnebilmesi için imkan tanıdı. İslam bu yönüyle bakıldığında zamana ve mekana göre yorumlanabilen, devletin çıkarlarıyla doğru orantılı olarak okunabilen bir siyaset aracına dönüştü.

Osmanlıların Batı’ya bakışlarında 17.yüzyıla kadar etkisini sürdüren ve kaynağını İslam hukukundan alan bir dünya algılaması var. Dünya’yı Dar’ül İslam ve Dar’ül Harb olarak ikiye ayıran ve cihad kavramını ön plana çıkararak; uzun soluklu bir barış anlayışını mümkün kılmayan bu okuma, Osmanlılar için erken tarihlerde gaza felsefesi ile uyum içinde görülmekteydi. Fakat değişen dünya koşulları içerisinde gayrimüslim Batı ile zaman zaman ittifak kurabilecek ve Avrupa dengesi bağlamında özellikle Habsburg karşıtı aktörlere direkt olarak yardım etmeye hazır bir Osmanlı İmparatorluğu, kuşkusuz salt İslami bir okumayla anlaşılamaz. Osmanlıların İslam’ı pragmatik bir araç olarak kullanımı ya da “Devlet İslamı” dediğimiz algının, 17. yy ile birlikte dönüşmeye başlayan diplomasi anlayışıyla ilişkisi nasıldır? İmparatorluğun temelindeki kurumların dayandığı kaynaklardan birisi İslam hukukudur. O yüzden dış politikayı yaparken de Dar’ül Harb, Dar’ül İslam, Dar’ül Sulh gibi kavramlar, çok atıfta bulunulan kavramlardır.

32


Osmanlı İslamı dediğimiz; bu melez meşruiyet anlayışını besleyen bir politik güç aynı zamanda. 19. yüzyılda yeniden kurgulanıyor ve inşa ediliyor; II. Abdülhamid’in İttihad-ı İslam politikası kapsamı içinde. Şüphesiz ki halifeliğin Kanuni Sultan Süleyman ve II. Abdülhamit döneminde algılanışı ya da değerlendirilişi farklıdır. O, değişen İslam ve siyaset pratiğini de doğru olarak anlamamıza yarayan veriyi sağlıyor bize. Mesela ilk defa Batılı bir devlet olarak Prusya ile ittifak söz konusu oluyor ve şeyhülislamdan fetva alınmak suretiyle bu sorun aşılıyor.

etme açısından, bize yeni imkanlar sağlayacaktır. En basitinden, 1821’de kurulan Tercüme Odası’nın faaliyetleriyle oluşum aşamasına giren yeni aydın tipinin, Cumhuriyet kadrolaşması açısından da bir milat olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Olabilir tabi ama şu da var; o yönüyle 2. Meşrutiyet’i çok doğru okumak gerekiyor. Onun politik ortamı, kültürel havzası ve onun içinde ortaya çıkan yeni bir aydın tipi var, yeni bir muhalif tipi var. Bunun üzerinde durmak gerekir; Osmanlı modernleşmesi kendi memurunu, aydınını ve muhalifini yaratmıştır. Kimi zaman basın yoluyla, kimi zaman açılan okullar yoluyla. Tanzimat’a bakıyorsun; yeni bir memur tipi, yeni bir Osmanlı bürokratı tipi yaratıyor ve tüm bu katkılar, Cumhuriyet’e giden yolda önemli bir süreci oluşturuyor.

Melez meşruiyet, imparatorluğun yüksek çıkarlarını esas alıyor. Ne gerektiriyorsa ona göre bir diplomasi ve siyaset anlayışı biçimlendiriliyor ve İslam da buna göre pragmatik olarak yorumlanıyor.

Son günlerde sıkça tartışılan Osmanlıca meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

III. Selim ve II. Mahmut gibi “aydın-despot monarkların” reform çalışmalarıyla ön ayak oldukları ve Tanzimat ile birlikte tam manasıyla değişimine şahit olduğumuz diplomasi anlayışımızın ve bunu şekillendiren kurumlarımızın; Cumhuriyet Türkiye’sine mirası nasıl olmuştur?

Çok politikleşmiş bir konu. Entelektüel merak, kültürel mesele olarak bakmıyorlar; sadece bir hesaplaşmanın sonucu olarak değerlendiriyorlar, bunu tartışanlar. Ben fakültede daha birinci sınıftaki öğrencilerime yabancı diller öğrenmeleri öğüdünün yanında, “Ne konu çalışıyorsanız çalışın; ister Siyaset Bilimi, ister Uluslararası İlişkiler ama eski yazıyı mutlaka öğrenin.” demeyi ihmal etmem. Fakat bunun zorunlu olmasını ve küçük yaşlardaki çocuklara, hangi pedagojik yöntemlerle yapılacağı belli olmadan aktarılmaya çalışılmasını doğru bulmuyorum. Seçmeli olabilir. Seçmeli olursa isteyenler, kendisini daha sonra sosyal bilimlerde yetiştirecek olanlar dersi alıp öğrenirler. Ama bu öğrenme süreci de sorunlu bir süreç olacak. Bu kadar hoca nereden bulunacak, nasıl öğretilecek, hangi metinler esas alınarak okutulacak? Bunlar göz ardı ediliyor, tamamen politik olarak değerlendiriliyor. Bu durum eğitim sisteminde ciddi sorunlar çıkarır ortaya.

Türkiye’nin hem bölgesel hem de içinde bulunduğu dünya koşulları içindeki var olan yapısını inşa eden gelişmeler, 200 yıllık süreçte inşa edilen sosyolojik yapı ve siyasal kurumlarla orantılı okunabilir. III. Selim ve II. Mahmut’un başlattığı bu reformlar, geç 18. yüzyıl reformları ve 19. yüzyıldaki bu yapısal dönüşümler yeni bir devlet anlayışı tesis etti. Yeni bir ordu düzeni, yeni bir bürokrasi ve dünyaya adapte olan, dünyayı takip eden bir imparatorluk bürokrasisi inşa etti. Cumhuriyet’e bu kurumların mirası intikal etti. Hep bahsedilir; bir kopuş mudur, keskin viraj mıdır yoksa süreklilik esas mıdır diye. Elbette ki rejim değişmiştir; meşruiyetini geleneksel referanslardan alan meşruti bir sistemden seküler bir cumhuriyete geçiş söz konusudur. Ancak sosyolojik yapı, politik kültürün unsurları birden değişmez. Bu kurumlar arasında süreklilik vardır; biz bu sürece imtidat süreci deriz. Bu kurumlar bir sonraki yüzyıla farklı bir kimlikle intikal eder. Bunu sadece diplomasi kurumları üzerinden okursak 1836’da kurulan Hariciye Nezareti’nin modern Cumhuriyet’in dışişleri örgütünün temelini oluşturduğunu çok açıkça görürüz. Hem bürokratik hem de kurumsal anlamda, bu sürekliliği çok açık şekilde görebiliriz. Söz konusu dönüşüm nerede kesin kopuş, nerede süreklilik arzeder belirlememiz gerekir. Bu iş elbette tarihçilere ve sosyologlara düşer. Tarihçilik açısından bakıldığında İlber Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” adlı eseri bütün bu modernleşme projesinin, özellikle Balkanlar ve merkezi Anadolu’daki etkilerinin, kısacası cumhuriyete intikal eden toplumsal ve kurumsal mirasın izini süren öncü bir çalışmadır. Bu tarz çalışmaların artması bürokratik, toplumsal, ordu, siyasal kültür arasındaki kopuşlar ve devamlılıkları tespit

Osmanlı matbaasında 1729’den 1928’e kadar olan sürede basılan kitap sayısı, 2013-2014’te Türkiye’de basılan kitap sayısına denk düşer. Eğer çok samimi olunsa bu eserlerin hepsi latinize edilebilir. O kadar Türkoloji bölümü, tarih bölümü olan bir ülkede uzman yetiştirmek; biraz da bunları günümüz okuruna ulaştırabilecek imkanların da sağlanması demek; fakat bundan faydalanılmıyorsa ve inatlaşmayla gündeme getiriliyorsa, elbette sorunlar doğar. Bireysel olarak baktığımda üniversite eğitimi alan öğrencilerden sosyal bilimlerle ilgilenenlerin, bu eğitimi almaları gerektiğini düşünüyorum o ayrı. Bu onlara özellikle Türkiye konusunda çalışırken kaynaklarını zenginleştirme konusunda konfor sağlayacaktır. 33


“Dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz” gibi basit bir önergeden yola çıkılıyor; ama dedelerimizin de kendi dedelerinin mezar taşını okuyamadıkları unutuluyor.

den gelindiği için göçebe çadırına benzetiyor Topkapı Sarayı’nı. 19. yüzyılda imparatorluk değişirken sarayın mekânsal tasarımı da değişecektir. Bunun nedenleri anlaşılabilir. Diplomasi yüzyılında Frenk elçilerinin, artık Arz Odasında ağırlanamayacağı ortadadır. Ama kabul edelim ki yaptırılan Dolmabahçe Sarayı bu bile aslında abartıdan uzak mütevazi bir saraydır. Avrupadakilerle kıyaslanamayacak kadar sadedir. Monarşiden cumhuriyete geçişte cumhurbaşkanının oturduğu konut unutmayalım aslında bir bağ evidir. Çankaya Köşkü aslında bu anlamdaki tevazu anlayışının devam ettiğinin bir temsilidir.

Çok haklısın. Geleneksel bir toplumda okur-yazar olmak; alimlerin, ve bürokratların ayrıcalığıdır. Modern toplumun; eğitimli, okur yazar orta sınıf şehirli bir nüfusa ihtiyacı vardır. Onun üzerine bir siyaset anlayışı inşa edebilmek için eğitim kitleselleşmiş, örgün hale gelmiştir 19. yüzyılda Napolyon sonrasında olduğu gibi. Osmanlı da benzer bir yol izleyecektir modernleşmeyle birlikte. Sultan Süleyman’ın 16. yüzyılda yaptırdığı abidevi yapıya, Süleymaniye’deki kitabelere ya da Topkapı Sarayı girişindeki o muhteşem hatta bakanlar, oradaki yazıyı; dekoratif bir şey olarak görüp okuyamıyorlardı. “Dedelerimizin mezar taşını okuyacağız”, şeklinde naif bir düşünceye sahip olanlara şunu garanti edebilirim ki yine dedelerinin mezar taşını okuyamayacaklar. Çünkü mezar taşlarını okumak ayrı bir uzmanlık, ayrı bir tarihçilik donanımı ister.

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Uluslararası siyaset çalışmalarında bir dış politika aracı olarak diplomasi ile Osmanlılar arasındaki ilişkiye dair her zaman önyargılı bir tavır olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Osmanlıların fetihlerle büyüyen bir askeri sistem olduğu ve bu anlayışın sonucu olarak diplomasiyle ilgilenmediklerine yönelik genel geçer kabul, artık tartışılmaya açılmakta, bu konuda önemli çalışmalar yapılmaktadır.

Yine güncel olarak Ak-Saray meselesinde de, kamuoyunda bu konunun maliyeti, gösterişli yapısı ve sigortası gibi konular çokça tartışılmasına rağmen, merkezileşen ve otoriterleşen bir devletin en önemli iktidar göstergelerinden biri olarak; ‘saray’ objesi üzerinde pek durulmadı. Oysa XIV. Louis’nin tüm merkeziyetçi politikalarını, Versailles Sarayı gibi bir simgeyle özetlemek dahi mümkün olabilir.

Osmanlılar ve diplomasiye dair bir diğer önyargı ise Doğu Avrupa’dan Yemen’e uzanan bu imparatorluk sisteminin Avrupa ile olan ilişkisinin boyutudur. Osmanlıları Avrupa tarihinin ve kimliğinin dışında görme alışkanlığı son yıllara kadar sorgulanmaksızın kabul edilmiştir. Oysa bugün Rönesans’tan itibaren 19. Yüzyıldaki kriz dönemine kadar Osmanlıların hem ekonomik ve politik, hem de diplomatik olarak bu kimliğin şekillenmesinde rolünün olduğu akademik çalışmalarla ortaya konmaktadır.

Geleneksel monarşilerde sarayın görevi, hanedanın yaşam alanı olmaktan daha fazladır. Çünkü bürokrasinin kalbidir. Mesela 16. yüzyılda Osmanlı sarayına baktığımızda bunu çok açık şekilde görürüz. Elimizde olan 1528 tarihli Osmanlı bütçesine göre Topkapı Sarayı diye andığımız, asıl ismi Saray-ı Cedide-i Amire olan imparatorluk sarayında bir günde yaşayanların nüfusu; 24 binin üzerindedir. Bu insanlar; bürokratlar, Enderun’daki öğrenciler, ordunun bir kısmı ve harem dediğimiz sultanın kendi özel yaşam alanı ki hepsi birlikte karmaşık bir yaşama işaret ediyorlar. O zamanların Bakanlar Kurulu diyebileceğimiz Divan’ın, sarayın içinde yer alması da çok fonksiyonlu bir hale dönüştürüyor sarayı. Bunun ötesinde; bir iktidar objesidir de saray.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Sinan Turan’ın çalışması Rönesans ile birlikte ilk izlerini gördüğümüz yeni bir diplomasi anlayışı karşısında Osmanlı tavrını, Avrupa devletler sisteminin oluşumdaki katkılarını da dikkate alarak bütünsel bir yaklaşımla Osmanlı diplomasisi ile kurumlarının ve siyasi gelişmelerin izini sürüyor.

Modern devletin de iktidarı sembolize etmek için kullandığı objeler var. Kamusal yapılar, yöneticilerin oturdukları özel konutlar bunlar arasında sayılabilir. Amerika’da da var, Avrupa’da da. O biraz demokrasi algısını da ifade eden bir şey. Daha sade bir yapı tercih edilebileceği gibi bunun tam tersi de söz konusu olabilir. Buradan bile bir toplumun siyaset anlayışını ölçebilirsiniz. Osmanlı sarayı aslında çok mütevazı bir yapıdır. Gösterişli olan kısımlar temsil ve protokol bölümleridir. Elçilerin ağırlandıkları odalar, mesela. Ama Hareme baktığımızda duvarı badanadır. Osmanlı hükümdarlarının mekansal tasarım anlayışı, biraz daha tevazu anlayışı üzerine inşa edilmiştir. Bunun farklı açıklamaları var; bazıları oryantalist bir yaklaşımla, göçebe kültür-

Bu çalışmada Turan, klasik dönemde yerleşmiş olan diplomasi kurumlarını, bunların işleyiş yöntemlerini ve Osmanlıların dış politika tercihlerini aktarırken, çizdiği geniş çerçevenin içine Kanuni Sultan Süleyman’ın Habsburglara karşı denge siyasetindeki François’ten, İngiltere’ye karşı Abdülhamid’in denge unsuru olarak sarıldığı Alman İmparatoruna kadar önemli tarihse kişilikleri de dahil ediyor. 34


MİNERVA

TÜRKİYE’DE ÖZELLEŞTİRMELERİN GEREKÇELERİ, TARİHÇESİ VE ETKİLERİ Ünal ÇELİK

unalcelik1917@gmail.com

“Babalar gibi satarım’’1 , “Satışa çıkarıyoruz, parayı veren düdüğü çalar’’2 , “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim’’3 . Okuduğunuz bu açıklamalar geçtiğimiz yıllarda devletin merkezi kademelerinde (Maliye Bakanı ve Başbakan) görev yapmış yöneticilere ait. Buradan hareketle başlangıç için bu açıklamaların, özelleştirme kavramının ülkemizde nasıl ele alındığına dair bir ön fikir verebileceğini düşünüyorum.

nizmasına daha kolay uyum sağlamaktadır. Temelde ise özelleştirmelerin yapılmasındaki en önemli gerekçe ‘’kapitalizmin kendini yeniden ayağa kaldıracak neo-liberal dönüşümlere olan ihtiyacı’’ olarak tespit etmemiz 8 çok daha doğru bir değerlendirme olacaktır. Neo-liberalizmde devlet ekonomiye müdahaleden uzak kalacak ve sistem kendini geliştirerek yeniden üretecektir. Tabii ki bu yeniden üretim aşamasında, üretimin gerçekleştirilmesinde engel teşkil eden pürüzlerin ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Bu ortadan kaldırma faaliyetlerinin ise reeldeki karşılığı ise, bu dönüşümlerin yaşandığı ülkelerdeki sol, sosyalist muhalefetlerin askeri darbelerle etkisizleştirilmesi biçiminde gerçekleşti. Bunun ülkemizdeki örneği ise 12 Eylül askeri darbesi olmuştur. Kavramın (özelleştirme) tarihsel sürecine şimdilik değinmeden, özelleştirilen kurumların kendisini –yani KİT’lerin- tarihsel gelişim sürecine değineceğim.

Ö

zelleştirme, en yaygın ve kapsamlı resmi tanımına göre; “Kamunun sahip olduğu ticari ve endüstri teşebbüsleri ile varlıkların mülkiyet, yönetim ve denetimlerinin tamamen veya kısmen özel kişi ve kuruluşlara devredilmesi’’4 olarak tanımlanmaktadır. Özelleştirmeler sayesinde kamu sektörü özel sektörün faaliyet göstereceği tüm alanlardan çekilecek, böylece devletin başarılı olarak(!)5 işletemediği ekonomik birimler özel sektöre devredilmektedir. Özelleştirme ile kamu kesiminin payının küçültülmesi, dolayısıyla serbest kalan kaynakların özel kesim tarafından üretilecek mal ve hizmetlere tahsisi amaçlanmaktadır. Bu sayede ekonomik kaynakların daha etkin kullanılacağı, üretim artışının sağlanacağı ve büyümenin hızlanacağı düşünülmektedir.6 Bütün bu tanımlar ışığında özelleştirmenin, bütün ekonomik sıkıntıların çözüm yolu olduğuna dair bir tartışma bile gereksiz kalacaktır. Ancak bu liberal tanımların ne kadar geçersiz ve gerçeklikten uzak olduğuna yazının ilerleyen bölümlerinde değinilecek.

Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin Tarihi 1923’te yapılan devrim kendini iktisadi alanda ‘’sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir toplum’’ olarak göstermeye çalışsa da iktidar sahiplerinin temel amacının devlet eliyle bir burjuva sınıfı yaratmak olduğu, Lozan görüşmeleri esnasında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde alınan “iktisadi sistem serbest ekonomi sistemidir’’ kararıyla açıkça ortaya konmuştur. Ulusal bağımsızlık savaşının yaratmış olduğu yıkım, 1929 ekonomik buhranı gibi nedenler kamu sektörü eliyle bir burjuva sınıfının yaratılmasını zorunlu kılmıştır. 1930’lu yıllarda kurulan KİT’lerin temel amacı birilerinin söylediği gibi ‘’kalkınma için temel gereksinimleri bir an önce karşılamak’’ ya da “alt yapıyı güçlendirmek”9 değil, başka bir deyişle ‘’geç kapitalistleşmiş bir ülkede burjuva sınıfı oluşturuluncaya kadar durumu idare etmek’’tir. İlerleyen yıllarda KİT’ler ülke ekonomisinin en önemli taşlarından birisi haline gelecektir.

Özelleştirmelerin Gerekçeleri Özelleştirme için öne sürülen nedenler, esasta kamu ekonomik girişimciliğinin başarısızlığına dayandırılmaktadır.7 Bu iddialara göre, Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada özel sektör işletmeciliğinin gerisinde kalmış, dünya konjonktüründeki dalgalanmalar karşısında özel sektörün gösterdiği direnci ve istikrarı gösterememişlerdir. KİT’ler bürokratik yapılarından dolayı hantal bir görünüm arz ettiklerinden, serbest rekabet koşullarına adapte olamamaktadırlar. Dolayısıyla özel işletmeler, kamu işletmelerinden daha etkin çalışmakta ve piyasa meka-

1990’lara gelindiğinde ise KİT sisteminin tamamı, önemli boyutlarda katma değer üreten, emek verimi hareketleri açısından ayakta durabilecek özellikler taşıyan;

1 http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/04/13/274279.asp 2 http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/359652.asp 3 http://arsiv.sabah.com.tr/2005/10/16/eko107.html 4

M.Necati Doğan, Rakamlarlar Özelleştirme, Türkiye’de ve Dünyada Özelleştirme Uygulamaları ve Özelleştirme Fonu’nun Kaynak ve Kullanımları, T.C. Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Ankara 2012 5 M.Özgür Yanardağ-Bora Süslü, Türkiye’de Özelleştirmenin Nedenleri ve Uygulamaları, Mevzuat Dergisi, Sayı 55, Temmuz 2002. 6 Türkan Öncel, Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Türkiye Ekonomisindeki Yeri ve Amaçları Açısından Özelleştirme Sorunu, Maliye Araştırma Merkezleri Konferansları, 1988. 7 Mustafa Emir- Devlet Toksoy, Özelleştirmenin Amaçları ve Türkiye’deki Uygulama Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme 8 Tevfik Çavdar, Neoliberalizmin Türkiye Seyir Defteri, Yazılama Yayınevi, 2013 9 Özgür Yanardağ-Bora Süslü, Türkiye’de Özelleştirmenin Nedenleri ve Uygulamaları, Mevzuat Dergisi, Sayı 55, Temmuz 2002.

35


başarılı sayılabilecek durumdaydı.10 Ne var ki katma değerin tümünden fazlası borç finansmanına ve ücretlere gidiyor; sermaye birikimine ayrılacak “artık”11 kaybolmuş oluyor. Artığın kaybolması, kâr oranlarını düşüreceğinden burjuva iktisatçıları tarafından “serbest rekabete uyum sağlayamayan hantal, bürokratik KİT’ler’’ olarak değerlendirilmiştir.

1980’ler boyunca iktisat politikalarının uygulanmasında başrolü oynayacak kişi olarak karşımıza çıkmaktadır.18 Bu politikaların uygulanması için, Demirel Hükümeti gerekliği araçlardan yoksunlardı. İşte 12 Eylül’de gerçekleşen rejim değişikliği 24 Ocak Programı’nın önündeki engelleri ortadan kaldırdı. 24 Ocak Programı ne Türkiye ne de Dünya bakımından orijinal bir önlemler paketidir. Bu kararlar, 1970’li yıllarda IMF’nin dış tıkanma koşulları altında bunalan pek çok az gelişmiş ülkeye empoze ettiği, Dünya Bankası tarafından geliştirilen tipik bir yapısal uyum programının tüm bilinen unsurlarını içermektedir.19 24 Ocak Kararları dünya ekonomisinde gelinmiş bir noktanın dayatmasıdır.20 Burjuva ideolojisinin kendisini “orta direk’’, “köşeyi dönme’’, “her mahallede bir milyoner

Özelleştirme Kavramının Gelişmesi Özelleştirme kavramı, dönemsel olarak neo-liberal politikaların tüm dünyada önem kazanmasıyla birlikte yaygınlık kazanmıştır. Bu duruma yol açan sebepler arasında ise temel olarak reel sosyalizmin çözülüşü göstermemiz gerekmektedir. SSCB’nin ortadan kalkması neo-liberalizmin önündeki tek fren mekanizmasını da ortadan kaldırarak dünya çapında özelleştirmelerin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Özelleştirme, ilk defa 1979 yılında İngiltere’de Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakâr Parti’nin seçim bildirgesinde yer almış, ilk özelleştirme uygulamaları da yine aynı İngiltere’de Muhafazakâr Parti döneminde gerçekleşmiştir.12 Daha sonra Kasım 1980’de ABD’de başkanlık seçimlerinin Ronald Reagan tarafından kazanılması ile uygulama dünyaya ihraç edilir hale gelmiştir.13 Bu iki isim neo-liberal politikaların yayılmasında önemli bir rol oynamışladır. Thatcher’e göre, kamu harcamalarında kesin azaltma gerçekleştirilmeli, sosyal güvenlik harcamaları kısıtlanmalı, kamu sektörünün sahip olduğu bütün taşınmazlar özel sektöre satılmalıdır.14 Dünyada bu süreç işlerken Türkiye de bu süreçten nasibini almaktaydı. Bu dönemleri “sermayenin rövanş aldığı dönemeçler’’15 ya da “sermayenin karşı saldırısı16’’ olarak nitelendirmemiz yerinde olacaktır. Dünya çapında neo-liberal politikaların uygulayıcıları olarak Thatcher ve Reagan ön plana çıkarken, ülkemizde bu politikaların başlatıcısı Turgut Özal’dır. Demirel hükümeti, yeni bir istikrar programı hazırlama görevini, Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a verdi. MESS17 ve Sabancı Holding’in yöneticisi olarak yerli ve uluslar arası sermaye çevrelerinin güvenini kazanan Turgut Özal, bu tarihlerden başlayarak 10 http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/04/13/274279.asp 11 http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/359652.asp 12 http://arsiv.sabah.com.tr/2005/10/16/eko107.html 13

M.Necati Doğan, Rakamlarlar Özelleştirme, Türkiye’de ve Dünyada Özelleştirme Uygulamaları ve Özelleştirme Fonu’nun Kaynak ve Kullanımları, T.C. Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Ankara 2012 14 M.Özgür Yanardağ-Bora Süslü, Türkiye’de Özelleştirmenin Nedenleri ve Uygulamaları, Mevzuat Dergisi, Sayı 55, Temmuz 2002. 15 Türkan Öncel, Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Türkiye Ekonomisindeki Yeri ve Amaçları Açısından Özelleştirme Sorunu, Maliye Araştırma Merkezleri Konferansları, 1988. 16 Mustafa Emir-Devlet Toksoy, Özelleştirmenin Amaçları ve Türkiye’deki Uygulama Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme 17 Tevfik Çavdar, Neoliberalizmin Türkiye Seyir Defteri, Yazılama Yayınevi, 2013 18 Özgür Yanardağ-Bora Süslü, Türkiye’de Özelleştirmenin Nedenleri ve Uygulamaları, Mevzuat Dergisi, Sayı 55, Temmuz 2002. 19 Mustafa Emir-Devlet Toksoy, Özelleştirmenin Amaçları ve Türkiye’deki Uygulama Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme 20 Tevfik Çavdar, Neoliberalizmin Türkiye Seyir Defteri, Yazılama Yayınevi, 2013

36


KAYNAKÇA

yaratacağız!’’ tarzındaki popülist sloganlarıyla topluma benimsettiği bir dönemdir.

AFŞAR, Muarrem. Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüslerinde Özelleştirme Verimlilik İlişkisi, Eskişehir 1999

Özelleştirmelerin Ülke Ekonomisine Etkileri Özelleştirmelerin ileri sürülen gerekçeleri arasında en çok ön plana çıkarılanı; kamu sektörünün ülke ekonomisini zarar ettirdiğidir. Buradan yola çıkarak özelleştirmelerin devlet bütçesi üzerindeki yükü azaltması gerekmektedir. Dolayısıyla zarar eden KİT’lerin özelleştirme kapsamına alınması kâr edenlerin ise bu kapsamın dışında tutulması gerekmektedir. Ancak bizde yapılan özelleştirmelerde tam tersine ERDEMİR, PETKİM, SEKA gibi kâr eden kuruluşlar bulunmaktadır. Dolayısıyla asıl gerekçe açıktır: özel sektöre yeni kâr alanları açmak.21 Dolayısıyla kamu ekonomisinin gelirleri azalarak toplum refahında gerilemeler meydana gelmiştir.

BORATAV, Korkut.Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İmge Kitabevi Yayınları ÇAVDAR, Tevfik. Neoliberalizmin Türkiye Seyir Defteri, Yazılama Yayınevi, 2013 DOĞAN, M.Necati. Rakamlarla Özelleştirme Türkiye’de ve Dünyada Özelleştirme Uygulamaları ve Özelleştirme Fonu’nun Kaynak ve Kullanımları, T.C. Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Ankara 2012 EMIR, Mustafa - TOKSOY, Devlet. Özelleştirmenin Amaçları ve Türkiye’de Uygulama Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme

Özelleştirmelerin öne sürülen önemli gerekçelerinden bir diğeri de verimlilik meselesidir. Et-Balık Kurumu’nda (EBK) yapılan özelleştirmeler sonucu, satılan 18 kombinadan22 11 tanesi kapatılmıştır. Ayrıca özelleştirme öncesi 1665 olan işçi sayısı özelleştirme sonucu 445’e düşmüştür.23 Süt Endüstrisi Kurumu’nda özelleştirme öncesi yıllık üretim düzeyi 62776 ton iken, özelleştirme sonrası bu miktar 25650 tona gerilemiştir. Aradaki bu farkında dışarıdan karşılandığını ve bu durumu ekonominin dışa bağımlılığını arttırdığını ise rahatlıkla söyleyebiliriz. 1989-2006 yılları arasında özelleştirilen 56 kuruluşta özelleştirme öncesi 65209 işçi çalışırken, özelleştirme sonrası işçi sayısı 21275 azalarak 43934’e gerilemiştir. Ayrıca yöntem olarak blok satış yöntemi kullanıldığı için sermayenin tabana yayılması gibi bir durum ortaya çıkmamış, sermaye gittikçe daha dar bir toplamın elinde toplanmaya başlamıştır. Özelleştirmelerle birlikte birçok kritik sektör yabancı sektörün hâkimiyetine girmiştir. Türkiye’den şirket satın alan yabancı şirketlerin bir bölümünün kendi ülkesinin KİT’i olması da, burjuva iktisatçılarının öne sürdükleri gibi ekonomiyi özel sektöre devretmenin sorunlara çözüm getirmediği, aksine mevcut eşitsizlikleri arttırarak emekçiler açısından daha karanlık bir geleceği beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Bu karanlık gelecekten kurtulmak için ise özelleştirme ve yağma karşıtı, toplumcu bir iktisat anlayışının egemen kılınması gerekmektedir.

KÖSE, Salih. 24 Ocak 1980 ve 5 Nisan 1994 İstikrar Programları Çerçevesinde Yapılan Hukuki ve Kurumsal Düzenlemelerin Mukayeseli Analizi, DPT Uzmanlık Tezi, Ankara, Temmuz 2000 TÜRK, Yusuf Ziya. Türkiye’de Özelleştirme Uygulamalarının Analizi, T.C. Kalkınma Bakanlığı Yıllık Programlar ve Konjonktür Değerlendirme Genel Müdürlüğü, Nisan 2014 ÖNCEL, Türkan. Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Türkiye Ekonomisindeki Yeri ve Amaçları Açısından Özelleştirme Sorunu, Maliye Araştırma Merkezleri Konferansları, 1988 ÖNDER, İzzettin. Ekonomi ve Politika Yazıları, DER Yayınları, İstanbul 2000 SAMMEL, P. Özelleştirme ve Kamu Sektörü, Çev: Candan Kosan, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ekim 1987 SÖNMEZ, Sinan. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 1998 TÜRK-İŞ, İstihdam Raporu, 2006 YANARDAĞ, M.Özgür - SÜSLÜ, Bora. Türkiye’de Özelleştirmenin Nedenleri ve Uygulamaları, Mevzuat Dergisi, Sayı 55, Temmuz 2002 İNTERNET KAYNAKLARI http://www.oib.gov.tr

21 A.g.e. 22 Birkaç sanayi kurumunun tek yönetimde birleşmesi 23

Türk-İş, İstihdam Raporu, 2006

37


MİNERVA

DÜNYADA İŞ SAĞLIĞI, GÜVENLİĞİ VE KAZALARI Yaren MUĞLALI

a.yarenm@gmail.com

İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNİN TANIMI, KAPSAMI VE AMACI

ş sağlığı ve güvenliği genel olarak iş sırasında iş yerindeki fiziki ve beşeri çevre şartları sebebiyle işçilerin maruz kaldıkları sağlık sorunları ve mesleki risklerin kaldırılması veya azaltılması konusunda çalışan bilim dalıdır. Kapsamlı olarak iş sağlığı ve güvenliği ise; “tüm mesleklerde çalışanların bedensel, ruhsal, sosyal iyilik durumlarını sürdürmek, çalışanların çalışma koşullarından kaynaklanan risklerden korunmasını sağlamak, sağlıklarının bozulmasını önlemek, kendilerine uygun işlere yerleştirmek ve işin insana, insanın işe uyumunu sağlamak” olarak tanımlanmaktadır.1

olarak 4857 Sayılı İş Kanunu’nun Beşinci Bölüm’ü (m.77-89) İş Sağlığı ve Güvenliği’ne ayrılmıştır. Bu bölümde; iş sağlığı ve güvenliği konusunda işçilerin ve işverenlerin yükümlülükleri, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğine aykırı bir durumun tespiti halinde işyerinin kapatılması veya işin durdurulması, iş sağlığı ve güvenliğinin işyeri seviyesinde örgütlenmesi (iş sağlığı ve güvenliği kurulu, işyeri sağlık birimleri ve işyeri hekimi, iş güvenliği ile görevli mühendis veya teknik elemanlar, sağlık ve güvenlik işçi temsilcisi), çalışma hayatında kadın ve çocuk işçilerin korunmasına yönelik hükümler düzenlenmektedir. İSG’nin Türkiye’de belirlendiği diğer yasalara örnek olarak 506 sayılı SGK Kanunu ve Çevre Mevzuatı gibi örnekler verilebilir.

İş güvenliği çalışmalarının amacı; çalışanları korumak, rahat ve güvenli bir ortamda çalışmalarını sağlamak, işletme güvenliğini sağlayarak tehlikeli durumları ortadan kaldırmaktır.2 Bu doğrultuda ‘İSG’ tüzük ve kanunlarla çalışanların korunmasını sağlamaya yönelik inceleme ve uygulamalar bütünüdür. Kanunî dayanak

ILO (Internatioal Labour Organization), henüz 1950 yılında İSG tanımına “çalışanların sağlık ve refahlarının en üst düzeye ulaştırılması, işyeri koşullarının, çevrenin ve üretilen malların getirdiği sağlığa aykırı sonuçların yok edilmesi” gibi yeni nitelikler ekleyerek dışsal faktörleri de İSG kapsamına dâhil etmiştir.3

İ

1 Nüvit Gerek, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği, Eskişehir, Anadolu Üniv. Yayını, 2000, s. 3. 2

Sinan Ünsar, Türkiye’de İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Uygulamalarının Mevcut Durumu ve Konuyla İlgili Yapılan Bir Araştırma, İstanbul, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, 2003, s. 4. 3 Birleşik Metal–İş Sendikası, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği, İstanbul, Birleşik Metal–İş Yayını, No: 7, 2002, s. 5.

38


İŞ SAĞLIĞINI OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEYEN BAZI FAKTÖRLER

Almanya, ispanya, İtalya, Avusturya, Yunanistan, İsveç, İrlanda, Lüksemburg, İsviçre) sunulan hizmetlerce götürülmektedir.4

- Gereğinden fazla sıcak ve nemli ortamlarda veya kirli havada çalışmak

DÜNYADA İŞ KAZALARI

- Fazla gürültü ve yetersiz ışıklandırma

Sanayileşme ve teknolojik gelişme, büyük sosyo– ekonomik kayıplar doğuran iş kazalarına ve çevresel risklere yol açmaktadır.5 ILO her yıl işyerlerinde, 335 bini ölümle sonuçlanan 250 milyon iş kazası olduğunu belirtmektedir. Kirlilik, toksik materyal ve süreçler sebebiyle oluşan 160 milyon hastalıktan her yıl bir milyon insan ölmektedir.6 Yapılan araştırmalar, günümüzde dünya ölçeğinde, her saniyede en az üç işçinin iş kazaları sonucunda yaralanmakta olduğunu, her üç dakikada bir işçinin iş kazası ya da meslek hastalığı sonucu ölmekte olduğunu ortaya koymaktadır.7 Dünyada özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ) ekonomik krizleri anında hissettikleri için, attıkları ilk adım genellikle İSG önlemlerini ortadan kaldırmaktır. Tercih yapmaya zorlanan insanlar sağlıksız ortamlarda çalışmayı tercih etmektedir.8

- Bedeni ya da herhangi bir organı yoğun olarak yoran işler - Ara verme imkânlarının az olması - Ağır çalışma şartları ve saatleri (gece vardiyaları vb) - İşyeri atmosferinin kötü olması ve iş stresi yaratabilecek her türlü olumsuz etken

WHO’ya göre, dünyada çalışan toplam 3 milyar işçinin % 80’inden fazlası temel iş sağlığı hizmetlerinden yoksundur. Küreselleşme süreci, dünyada tüm ekonomik yapıları ve işyerlerini etkilemekte; ILO, WHO ve diğer otorite kuruluşlar bu hizmetlere olan ihtiyacın gittikçe arttığını yıllardır vurgulamaktadır.9 Bu açıdan, dünya üzerinde yaşanan eşitsizliklerin, korumadan yoksun işçilerin ve işyerlerinin önüne geçmek için İSG’ye önem verilmesi gerekmektedir.

AB ÜLKELERİNDE İŞ GÜVENLİĞİ ESAW (Avrupa İş Kazası İstatistikleri) 1990lı yıllarda AB ülkelerinde işyerlerinde gerçekleşen kazalar hakkında karşılaştırılabilir bilgi toplamayı ve bir veri tabanı oluşturmayı amaçlamıştır. Bu amaçla bir anket çalışması gerçekleştirmiş ve bu çalışmanın sonuçlarını bir rapor haline getirerek yayımlamıştır. Tüm üye ülkeler (Hollanda ve Yunanistan) hariç iş kazalarıyla ilgili farklı bir sigorta programına sahiptir. Tüm ülkelerde (Hollanda hariç) işçiler için sigorta zorunludur. İngiltere, İsveç, Lüksemburg, Avusturya ve Portekiz‘de tüm kendi adına çalışanlar (self-employed) için sigorta zorunlu hale getirilmiştir. Almanya, Fransa, Danimarka, İtalya, İspanya ve Finlandiya‘da kendi adına çalışanların sigorta kapsamında olması bazı özel faaliyetler için (başlıca tarım, balıkçılık) zorunludur. Sigortacılık, kamu sosyal güvenlik sisteminin bir parçası olabilmekte (Hollanda, Fransa, Birleşik Krallık), özel sigortacılık faaliyetleriyle yürütülebilmekte (Finlandiya, Belçika, Portekiz, Danimarka) ya da çok veya az devlet kontrolü altında fayda gütmeyen özel organlarca (

KAYNAKÇA DEMİRBİLEK, Tunç, İş Güvenliği Kültürü, Legal Yayıncılık, İstanbul YILMAZ, Fatih, T.C. İstanbul Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı Doktora Tezi, AB ve Türkiye’de İş Sağlığı ve Güvenliği: Türkiye’de İş Sağlığı ve Güvenliği Kurullarının Etkinlik Düzeyinin Ölçülmesi, 2009 İNTERNET KAYNAKLARI h t t p : / / w w w. i l o . o r g / g l o b a l / l a n g - - e n / i n d e x . htm>/20.12.2014 http://www.who.int/en//22.12.2014

4 Murat ANDAÇ-İç Denetçi, Şerif OLGUN ÖZEN-İç Denetçi: ESAW (2010) 5 Faik Arseven, “Yeni İş Kanununun İş Sağlığı ve Güvenliği Yaklaşımı”, TİSK İşveren Dergisi, Cilt: 42, Sayı: 7, Nisan 2004, s. 15. 6 International Labour Office, (Çevrimiçi) Erişim Adresi: <http://laborsta.ilo.org/cgi–bin/ brokerv8.exe> 7 Onan Kuru, “İş Sağlığı ve Güvenliğinde Yeni Oluşumlar”, TİSK İşveren Dergisi, Ankara, Cilt: 28, Sayı: 8, Mayıs 2000, s. 5. 8

Mustafa Kumlu, “Açılış Konuşması”, İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatındaki Değişiklikler ve İşveren Yükümlülükleri Semineri, İstanbul, TİSK ve PERYÖN Yayını, Şubat 2004, s. 9. 9 Jorma Rantanen, Basic Occupational Health Services, Ed. Suvi Lehtinen, 3rd Revised Edition, Helsinki, World Health Organization, Finnish Institute of Occupational Health, 28 September 2007, sf.5

39


MİNERVA

KAPİTALİZME CILIZ BİR DİRENİŞ; SULTAN II. MAHMUD Mustafa Can GÜRİPEK

mustafacan.guripek@gmail.com

O

smanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne gidilen zaman zarfında Türk modernleşmesi olarak adlandırılan sürecin ilk adımları 18.yüzyılın sonları ve 19.yüzyılın başlarına tekabül eder. Türk modernleşmesi Fransız Devrimi’yle eşzamanlı tahta çıkan Sultan III. Selim ve onun devamı olarak görebileceğimiz, tahta çıkışı da hükümdarlık zamanı kadar bir hayli olaylı olan, Sultan II. Mahmud zamanına dayanır. Bu makalede aydın despotizmi veyahut otokratik modernleşme hareketlerinin toplumsal ve iktisadi hayata etkisi üzerinde farklı bir bakış açısı verilmeye çalışılacaktır. Batılılaşma sürecinin son 50 yıldır muğlaklaştığı ve batı kökenli düşünürlerin yaptığı farklı tanımlamaların ışığında1 Osmanlı İmparatorluğu’nun 1808-1839 arası geçirmeye başladığı dönüşümün ileride getirdiği noktalara bakmak bugünün dinamiklerini anlamak için kuşkusuz bir başvuru kaynağıdır. III. Selim’in entrikalı bir şekilde tahta veda etmesi ve geri dönememesi üzerine devşirme kökenli bir paşa ( Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa) ve harem kalfalarından birinin yardımıyla2 tahta çıkan padişahın hükümdarlığı süresince aynı karmaşıklık devam edecektir. Sultan Selim’in kendi yetiştirmesi olarak bilinen padişah Osmanlı idarelerini başta ordu olmak üzere modern bir merkezi yapı olarak kurmaya çalışmıştır.3 Yönetimin merkezileşmesi Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri ve mali olarak anlaşılmıştır. Yapılan yenilik çalışmaları ordu ve vergi toplama mekanizmaları üstüne olmuştur.

başlamıştır. Fransız Devrimi ve sonrasında gelişen olaylar silsilesi Avrupa’da yeni bir düzen kurulacağının ilk habercisidir. Bu karışıklık ortamında tek bir kesinlik vardır. Ayak uyduramayan devletlerin (tarih yazımı bunun çok uluslu yapılar olduğunu gösteriyor) geleceğinin belirsiz olduğudur.

18.yüzyıl sonlarına doğru dünyada iki yeni görüşün ardı ardına zaferleri gelmeye başlamıştır; Liberalizm ve milliyetçilik. Bu iki ideoloji ortaya çıktığı andan itibaren dünyayı kasıp kavurmaya ‘‘statüko’’nun yıkılmasına neden olacaktır. Sömürgecilik faaliyetlerinin evrilme aşamasında Avrupalı devletler başrol üstlenerek ulusal çıkarlarını azami düzeye çıkarmaya çalışmaktadır. Kendi siyasi düşünceleri ve iktisadi çıkarlarını koruma amacıyla Fransa’nın Napolyon liderliğinde Kıta Sistemi uygulamaları Avrupa’da tam anlamıyla bir paradoks yaratmıştır. Bir tarafta yıkım ve savaşın izleri varken diğer taraftan yavaş yavaş birlikler, müttefikler ağı oluşmaya

Avrupa’da suların nispeten durulduğu 1815 yılından sonra yukarıda bahsettiğimiz siyasi müttefikleşmenin iktisadi alana yansıması gerçekleşmiştir. Giderek artan bir ticaret hacmi ve Avrupa insanının refahı 1913 yılına kadar kesintisiz bir biçimde sürmüştür. 20.yüzyılın başlarında kişi başına düşen gelir; 19.yüzyıl başında kişi başına düşen gelirin yirmi beş katıdır. Ve bu rakamlar günümüz iktisatçıları tarafından küreselleşmenin ilk dalgası olarak adlandırılır.4 Uluslararası ticaret deniz aşırı ve buharlı yollarla daha kolay bir hal almış

1

Bu konu hakkında detaylı olarak Gerges Corm, Avrupa ve Batı Miti Bir Tarihin İnşası, çev. Melike Işık Durmaz, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, 1.baskı, Bölüm 1 ve 4 bkz. 2 İlber Ortaylı; Sultan II.Mahmud’un tahta çıkmasını canlı bir üslupla veriyor. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Alkım Yayınları, Ocak 2006 25.baskı s.33-34 3 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi , çev. Yasemin Saner, İletişim Yayınları, İstanbul 2013, 28.baskı, s.29 4 Tevfik Güran, İktisat Tarihi, Der Yayınları, İstanbul 2011, 1.Baskı, s.161

40


ve kendi kabuğunu kırmış, dünya geneline yayılma aşamasındadır. Serbest ticaret öğretilerinin laissez-faire başlığında toplandığı bir döneme girilmiştir. Önce İskoç aydınlanmasının mimarlarından Adam Smith daha sonra Ricardo dış ticarete ilişkin teorilerini sunmuş ve bu ilkeler kapsamında devletlerin dış politikası belirlenmiştir. Avrupa’da ülkelerin birbirlerinin hinterlandlarına eklemlenmeleri Avrupa ve öteki algısını yaratmıştır. Öteki olarak kastedilen tabi ki eskiye göre çok daha fazla güç kaybetmiş, değişime ayak uydurmakta zorluk çeken Müslüman-Doğu sentezi Osmanlı İmparatorluğudur. Yüzyıllardır ‘‘dost’’ olan Fransa’nın Mısır’ı işgali üzerine Osmanlılar oyunun dışında kalmamak için başta askeri olmak üzere birçok alanda yeniliklere girişmiştir.

lemiştir.7 Vilayetlerde yönetimin etkisini artırmak için çabalamıştır.8 Askeri önlemler kapsamı içinde ‘‘ancient’’ bir kurum olan kapıkulu ordusunun çok kanlı bir şekilde kaldırılması (Vaka-ı Hayriyye), tıbbiye, bahriye ve harbiye okullarının kurulması, Avrupa’dan askeri öğretmenler getirtmesi, Avrupa’ya başta askeri olma üzere birçok alanda öğrenci göndermesi, dönemin şartlarına uygun olarak Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adlı ordunun kurulması sıralanabilir. Mahmud iktidarda yerini sağlamlaştırdıkça iktidar odağı merkeze doğru kaymaya başlamıştır. Ayanlarla olan çekişmeler bir süre sonra artık yerini mutlak bir merkezi otoriteye bırakmıştır; Fakat dış dünyanın fırtınaları sultanı çok da rahat bırakmamıştır. Milliyetçi akımların etkisiyle kasıp kavrulan Balkanlar, Osmanlı’nın asi valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa olayları sultanın yaptığı reformların çoğu zaman çıkmaza girmesini sağlamıştır.9 Sultanın açtığı yolda Türk modernleşmesi ince ve meşakkatli bir yolda dönüşümlere uğrayarak devam edecektir.

Osmanlı’nın kapitalist sistemle olan ilişkisi detaylı olarak bu makalenin konusu değildir ancak ilerleyen kısımların daha iyi anlaşılması için kısaca bir değinecek olursak Osmanlı’nın kapitalist bir ekonomik sisteme geçemediğini söyleyebiliriz. Bunun nedenleri Osmanlı’nın merkezi yapısının feodal bir sınıf oluşmasını engellemesidir. Feodalite yaşanmadığı için bir burjuva sınıfı buna bağlı olarak sermaye hareketliliği oluşmamıştır. Lonca sistemine bağlı kalınması, toprak yapısının korunmaya çalışılması Osmanlı’nın kapitalist ilişkiler kurmasını engellemiştir ve sistemin dışında bırakmıştır.5 Toprağın üstünde özel mülkiyet olmaması, insanların işledikleri toprağın üstündeki artı ürüne sahip olamaması, farklı bir üretim tarzına geçmesini engellemektedir.6

Osmanlı iktisat tarihi araştırmacısı Şevket Pamuk’a göre Sultanın tahta çıktığı dönem kapitalizm ülkeleri üç gruba bölmüştü. Bunlar; resmi sömürgeler, siyasal bağımsızlığını korumakla beraber bir sömürgeci ülkenin gayri resmi imparatorluğu altında olanlar ve siyasi bağımsızlığını koruyan ve kapitalist sistemde kendine sadece sömürge olarak bakılan ülkelerdir. Birinci grupta Afrika ülkeleri, ikinci grupta Orta ve Güney Amerika ülkeleri, üçüncü grupta ise Osmanlı, İran ve Çin vardır. Kapitalist sisteme entegre olması güç olan kapalı toplumlar; önlemler almışsa da yüzyılın ortalarına doğru bu önlemler zayıf kalmış ve kapitalizme doğru evirilmeye başlamıştır.10 Savaş makinasının yenilgiler alması askeri alanda yenilikleri körüklerken mali yapı buna ayak uydurmada güçlük çekmiştir.

Küresel ölçekte bir ekonominin ortaya çıkmasında şüphesiz en önemli faktör sanayileşme ile birlikte gereken meta üretimdir. Avrupalı ülkeler ithalatlarını ham madde odaklı yapmışlardır. Ham madde ülke içindeki sanayide işlenip kullanılabilir hale geldikten sonra ihraç edilmektedir. İhraç edilen ülkelerde yukarıda bahsettiğimiz eklemlenme koşulları olduğu sürece ülkeler dış ticaretten karlı bir şekilde çıkmaktadır. Burada konusu geçen dış ticaret anlayışı önemlidir çünkü Sultan Mahmud zamanında yapılan iktisadi ve siyasi faaliyetlere bu açıdan bakmaya çalışacağız.

Sultan Mahmud ’un ‘‘Virtusu’’ Merkezi yapıyı tekrar sağlayıp içte reform hareketlerine girişen padişahın dünya sisteminin değişmesine ayak uydurmaya çalıştığını söylemiştik. Sorun; sultanın düşünce yapısının çok köklü geleneklere sahip tebaaya ve idari kurumlara yansımasının zaman alması olarak tanımlanabilir. Yapılan reformlar kuşkusuz modern çağa ayak uydurmak için alınan birer önlem niteliğindedir fakat bunun içinde kendine has bir düşünce yapısı olduğu açıktır. Atılan adımların daha sonraki süreçte yaşanacak olanlar için bir mihenk taşı olduğunu da unutmamak gerekir.11 Sultanın devraldığı idari yapı ile bıraktığı ku-

Sultan Mahmud tahta çıktığında imparatorluğun dört bir yanındaki merkez-kaç unsurlar güçlenmeye başlamış ve yetkilerinin genişlemesi için birçok isyanda rol almıştır. Adem-i Merkezi yapının yükselişi merkezi devletin yetki alanlarını sınırlıyordu. Sultan Mahmud 1808 yılında ayanlarla Sened-i İttifak’ı imzalayarak en azından iç sınırlarda huzuru, merkezi yapıyı güçlendirmek için gerekli olan vergiyi ve askeri toplamayı hedef-

5 Murat Özyüksel, Feodalite ve Osmanlı Toplumu, Derin Yayınları, İstanbul 2007, 1.basım, s.274-27 6 Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Sermet Yayınları, Kırklareli 1981, 3.baskı, s. 102 7

Padişahın yetki aşınması için Şerif Mardin Sultan Mahmud’un 1810 yılında Rus Savaşı vesilesiyle Fatih Camii’nde bir divanın toplandığını belirtiyor. Divandaki fermanı ele alıyor ve yorumluyor. Fermanda padişahın divana karşı gayet rica eder bir üslup kullandığını emir cümlelerinden kaçındığını bunun sebebinin ise ayanlarla yapılan anlaşmanın olduğunu belirtiyor. Şerif Mardin, Türkiye, İslam ve Sekülarizm, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, 1.baskı, s.10-12 8 Cabir Doğan, II. Mahmut Dönemi Osmanlı Merkezileşme Politikasının Doğu Vilayetlerinde Uygulanması, Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literature And History Of Turkish or Turkic, Volume 6/4 Fall 2011, s.501-521 9 Tolga Uslubaş, Alfabetik Osmanlı Tarihi, Venedik Yayınları İstanbul 2013,1.baskı, Sultan II. Mahmud Maddesi s.401 10 Şevket Pamuk, 100 soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1988, 1.baskı,s.189. 11 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY Yayınları, İstanbul 2014, 20.baskı s.230.

41


rumlar arasındaki fark sultanın kendi şahsında açıklanmalıdır.

Bürokrasi devlet dairelerinin işleyiş biçimi olarak ele alınan bir olgudur. Weber’e göre devletin kendi akıl mekanizmasıdır18. Devlet-bürokrasi-iktisat üçlemesinin temelinde yasallık vardır. Ve bu yasallık sermaye hareketlerinin serbestisini engellemektedir. Yasallığın engellediği sermaye artık ölü sermayedir. Son yıllarda bu konu üzerine araştırmalar yapan ve veri toplayan Hernando De Soto konuyu şöyle örneklendiriyor; Mısır’da kamuya ait çöl arazisi üstünde bir hisse elde etmek ve bunu yasal yollardan tescil ettirmek isteyen bir kimse otuz bir kamu ve özel teşekküle başvurmak zorundadır. Bu başvuru sırasında yetmiş yedi bürokratik prosedürü tamamlamak zorundadır. Bunlar beş ila on dört yıl sürebilmektedir. Tarım arazisi için ise bu süreç altı ve on bir yıl arasında değişmektedir. Bu nedenle dört milyondan fazla Mısırlı evlerini kaçak inşa etmiştir. Soto devam ediyor; Haiti de ise bir vatandaşın sermaye sahibi olabilmesi için onu önce beş yıl kiralaması sonra yüz on bir bürokratik engeli aşması gerekiyor. Bürokrasinin getirdiği red tape, kırtasiyecilik anlayışı sermayenin hareketini bu şekilde kısıtlamaktadır. Batı bunu imza sayısını düşürüp, her türlü makine ve teçhizattan sermaye yaratılması vasıtasıyla aşmıştır Kapitalist sisteme ayak uyduran toplumlar bu yasallığı aşındıran toplumlardır.19 ‘‘Tanrı’nın bu topraklara bahşettiği en büyük nimet, sadece tek bir zulmün -statükonun- üstesinden gelmek zorunda olmalarıdır.’’20 Milton Friedman’ın söylediği bu söz saf kapitalist ekolün ve ideolojinin özünü vermektedir. Kapitalist sistem her ülkenin kendine has yapısını göz önüne alarak ona göre kılık değiştirmektedir. Ancak bürokrasi her şekilde dağıtılmaya mahkûmdur.

İngiltere’nin kapitalizm bağlamında kendine yeni bir pazar araması onu ilk önce Amerika’ya yönlendirmiştir. Ancak Amerika’da ve kıta Avrupası’nda uygulanan korumacı politikalar ve gümrük vergileri İngiltere’yi Asya’da yeni pazarlar açmaya yönlendirmiştir.12 Bu pazarı ona sunan başı Kavalalı’yla belada olan Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Daha önceleri gümrük gelirlerini, devlet tekellerini, olağan üstü vergi koyma yetkisini elinde bulunduran direnç zayıflamış ve Mısır sorununda yardım karşılığı sayılabilecek ithalatta %5 gümrük vergisi kabul edilmiştir. Osmanlı iktisadi hayatında kentlerin iaşesi her dönemde sorun olmuştur.13 Kalabalık kentlerin buğday, et gibi ihtiyaçları devletin piyasaya müdahalesini zorunlu kılmıştır. Fakat 19.yüzyıla gelindiğinde hammaddelere satış yasağı (ipek, zeytinyağı, zahire, afyon) getirilir. Bunlar devlet tekelleri tarafından satılmamaları için baskı yapmak suretiyle çoğu zaman çürümeye bırakılmıştır14. Burada yapılan bu hareketin arkasında ki asıl neden hammaddenin ülkedeki batıya eklemlenmesi daha kolay olan yabancı unsurlar tarafından toplanıp yabancı şirketlere satılmasını önlemektir Hammaddenin ülkeye geri dönüşü mamul mal olarak daha pahalı olacaktır. Reformların kendi içinde ayrı bir dinamiği, yapısı (sui generis) direnci vardır. Bu direnç Osmanlı’nın oyuna dâhil olurken kendi kurallarını koyma çabası olarak görülebilir. Buna bir örnek olarak askeri alanda yenilikleri takip ederken, yeni bir ordu kurarken ortaya çıkan en önemli ihtiyaç ordunun kullanacağı teçhizat olmuştur. Sultan bu ihtiyacı kısıtlı imkânlarla da olsa kendi ülkesinden karşılamaya çalışmıştır. Yeni ordunun üniformaları hem Osmanlı içinden hem ithal olarak karşılanmıştır.15 Askeri reformları desteklemek için fes, askeri üniforma, savaş gereçleri, kılıç, barut ve misket tüfeği devlet işletmelerine dayandı.16

Kapitalizm- Bürokrasi ikilisinin bu dikotomisini verdikten sonra merceği tekrar konumuza Osmanlı’ya çevirirsek; Osmanlı’da idari anlamda dönüşüm yaşanmaktadır. Carter Findley’in deyişiyle ‘‘Kalemiyeden Mülkiyeye’’. Merkezi yapının kurulması, taşranın denetlenmesi, vergi toplanması, yerinden yönetim gibi zor işler yasallığı ve işleyişi mecbur kılar vaziyettedir. Bu işleyişin sonucu olarak Osmanlı bürokrasisi şişmeye, sorumluluk almaya başlayacaktır. Bu çarklar içinde Sadrazam Kethüdası önce Mülkiye Nazırı sonra Dahiliye Nazırı oldu. Reisülküttap; Hariciye Nazırına dönüştü. Maliye ve adalet bakanlıkları gibi çalışan kurumlar da evrim geçirdiler. Artan yasama yükünün azaltılması için Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye kuruldu.21 Vergi gelirinin düzenlenmesi ve etkinliğin artırılması için köy ve mahalleler için muhtarlıklar kurulmuştur.22

Sultan’ın reformlarının kendi içinde ayrı bir kimliği olması doğal karşılanmalıdır. Çünkü kapital sistem her ülkenin yapısına göre kendine kılıflar bulmak zorunda kalır.17 Sultanın oyunda kendi kurallarını koyma isteği olarak yorumladığımız bu direnişler zamana ve mekâna göre çok cılız kalmıştır. Burada makalenin genel çerçevesini destekleyecek diğer bir materyal bürokrasi kavramıdır. Osmanlı bürokrasinin detayına girmeden önce Kapitalizm- Bürokrasi ilişkisini incelemekte fayda vardır. 12 Erik Jan Zürcher a.g.e s.77 13

Kentlerin iaşesiyle ilgili olarak kastedilen tabi ki en başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerdir. İhtiyaçların tarihsel dönüşümü ile detaylı olarak bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, çev. Neyyir Bektar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011, 5.basım s.207 14 İlber Ortaylı a.g.e s.105 15 Zürcher, a.g.e s.70 16 Carter V. Findley, Modern Türkiye Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, 2. Baskı s.58. 17 Kapitalizmin ülkelerin yapılarına göre girdiği farklı kimliklerin detaylı analizi için bkz. Naomi Klein, Şok Doktrini, çev. Selim Özgül, Agora Yayınları İstanbul 2010,1.Basım 4.Bölüm Geçiş Sürecinde Kaybolanlar 18 Max Weber Wirtschaft und Gesellschaft, Çev. Bahadır Akın, Adres Yayınları, Ankara 2013 6.baskı s.40-45 19 Rusya, Venezüella, Malezya, Mısır, A.B.D gibi bir çok ülkede. Bkz Hernando De Soto, Sermayenin Sırrı, Liman Yayınları, Ankara 2005, 1.Baskı s.14-16 20 De Soto, a.g.e., s.75 21 Zürcher a.g.e., s.71 22 Ortaylı a.g.e., s.46

42


Osmanlı İmparatorluğu da doğal bir süreç olan bürokrasinin şişmesi, etkinlik kazanması ve kırtasiyeciliğin artmasını yaşamıştır. ‘’Kalemiye’’ olarak bilinen eski Osmanlı memur sınıfı büyük ölçüde kendi sınıf içi devir daimini sağlıyordu. Babadan veya aile büyüklerinden kayırmayla girilebilen sınıf dönüşümle beraberinde bir beyaz yakalı sınıf getirmiş bu saltanat döngüsü kırılmıştır.

Cumhuriyeti’ne miras olarak bir kültür bırakmıştır. Çağa ayak uydurmaya çalışan ve ipleri eline almaya çalışan Sultan, Mısır’daki gelişmeleri izlemekle yetinmemiştir. Mısır’ın sürekli olarak artan vergi gelirleri (ilk yıl üç bin kese, kısa bir süre sonra on iki bin kese, paşanın eline geçen ise dört yüz bin kese olarak belirtiliyor.25) paşanın yaptığı reformların takip edilmesi gerektiğini düşündürtmüştür. 1830 ‘lar ve 1840’larda Osmanlı yöneticileri Avrupa’dan en son teknolojiyi kullanan makineler ithal ederek devlet mülkiyetinde ve esas olarak ordunun, donanmanın ve sarayın taleplerini karşılamak üzere bir dizi fabrika kurdular. Çoğunluğu İstanbul ve çevresine kurulan bu kapitalist işletmelerden en önemlileri Yedikule’den Küçükçekmece’ye kadar uzanan alanda faaliyete geçmiştir. Yünlü, pamuklu dokuma fabrikaları, Feshane ve Tophanede limanlar kurulmuştur. İzmir’de kâğıt fabrikası ve Hereke’de dokuma fabrikası kurulmuştur Ancak ürettikleri mallar devlet tarafından satın alındığı ve böylece ithal malların rekabetinden korundukları halde bu fabrikaların büyük bir bölümü işletilememiştir.26 Devlet iç pazardaki üreticiyi korumayı, kendi ihtiyaçlarını karşılamayı, dış piyasaya açılmak zorunda olduğu halde etkilerinden korunmak istemiştir.

18.yüzyıl sonunda iki bin olan memur sayısı 19.yüzyılın ortalarında otuz beş bine çıkmıştır.23 Sayının artması kendi içinde handikapları olan bir beyaz yakalılar sınıfı doğurmuştur. İlerleyen yıllarda bu sınıf yönetime ağırlığını koymaya başlayacaktır.1839 Tanzimat Fermanı ilanında büyük rol oynayan kişiler Osmanlı’nın bu sınıfının kendine has yapısından çıkan memurlardır. Bürokrasi Weber’in işaret ettiği gibi iş bölümü ve uzmanlaşmayla birlikte toplumların uzun zaman içinde geçirdikleri bir sürecin ürünüdür. Doğal olarak bürokrasinin oluşması da uzun zaman almaktadır. Osmanlı’da bürokrasinin getirdiği etkileri yaşamıştır ancak bu uzun zaman zarflarında olmuştur. Kırtasiyecilik faktörünü ele alırken aniden bir kitlenme olması söz konusu değildir. Ama bu mekanizma zamanla işler hale gelmiştir. Asker kökenli bir sadrazam ve döneminin devlet yönetimi hakkında neredeyse gerçeküstü fıkraların kaynağı olan Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa, ikinci seraskerliği sırasında Bab-Ali’ye top arabalarında ok olarak kullanılmak üzere kereste talebiyle gönderdiği bir evrakın başına gelenleri anlatmıştır. Öyküye göre nezaretten nezarete, tekrar tekrar gönderilen evrak birkaç ay sonra yeniden önüne gelir. Asıl evraka yapılan ekler bir ağaç kadar kalın bir tomar olmuştur. Bunun üzerine kendisi de sorunu nezaretlerden birine havale etmek zorunda kalır; geri gelen evrak takımı eskisinin iki katı kalınlıktadır. Üçüncü kez serasker olduğunda, tomar tekrar karşısına çıkar. Araba oklarının unutulduğunu ve sorunun ormanlarla ilgili nizamnameye intikal ettiğini görünce daireleri sıkıntıdan kurtarmak için tomarı ateşe atar.24 Görüldüğü gibi Mehmed Rüşdi Paşa’nın ve Mısırlı bir insanın başına gelenler aynıdır. Bürokrasi sermaye hareketlerini, bütçe giriş ve çıkışlarını etkileyecek unsurların hareketini yansıtır.

Mısır’da Kavalalı bunalımı önce Rusya ile Osmanlı’yı yakınlaştırmış 1833 Hünkar İskelesi Anlaşması imzalanmıştır. Rusya’nın Osmanlı topraklarında üstünlüğünü ve etkisini azaltmak isteyen İngiltere yine bir Mehmed Ali bunalımından sonra ayrıcalıklı bir sözleşme imzalamayı başarmıştır.27 1838 Balta Limanı Ticaret Sözleşmesi Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası değildir.28 Osmanlı piyasaları zaten daha öncede dışa bağımlı hale gelmiştir. Ancak burada bizim için önemli olan nokta artık dış ticarette Osmanlı bağımsız bir politika izleyemeyecektir. Dış ticarette veya iç piyasada ne kadar bağımsız bir politika izlenmeye çalışılmışsa da bu 1838 yılına kadar pek de başarılı olamamıştır. Siyasi bunalımlar her geçen gün zayıflayan ekonomiye darbe üstüne darbe vurmuştur. Dış ticaretten sürekli olarak zarar ile çıkmaya başlayan İmparatorluk çok geçmeden 1854 Kırım Savaşı29 sırasında ilk dış borcunu alacaktır. Daha sonra Muharrem Kararnamesi (1881) ile de tamamen ekonomisini dış ticarette karlı çıkan ülkeler lehine terk edecektir.

Bürokrat sınıfının toplumsal yaşamı ayrı bir çalışma konusudur burada detaylıca anlatılacak değildir. Ancak Osmanlı bürokrasi modern çağa ayak uydurmaya çalışan, hala kulluk sisteminden çıkamamış, yıkılmakta olan bir imparatorluğun ölü doğan reformlarına göre hareket etmeye uğraşan veya harekete yön verme gayreti içinde olan bir sınıf olarak kalmıştır. Hariciye Nazırlığının dönüşümü Osmanlı’nın denge politikası unsuru olarak önem kazanmıştır. Daha sonraki yıllarda Türkiye

Sonuç Yerine Sultan III.Selim’den itibaren bir zorunluluk olarak başlayan modernleşme süreci Sultan II.Mahmud zamanında yükseliş devrini yaşamıştır. Islahat yapmak, kurumlara çeki düzen vermek gibi meşakkatli işler zamana ve çalışmaya bağlı olan işlerdir. Türk modernleşmesi-

23 Carter V. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye, çev. Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011,2.baskı, s109 24 Findley a.g.e s.233 25 Ortaylı a.g.e s. 53 26 Pamuk a.g.e s.196 27 Oral Sander, İlkçağlardan 1918’e Siyasi Tarih, İmge Yayınevi, İstanbul 2011, 22.baskı, s. 304 28 Ortaylı a.g.e s. 104 29

İlk dış borçla ilgili detaylı olarak bakınız Binhan Elif Yılmaz, Osmanlı’dan Günümüze Borç Çıkmazı 1854-1913, Derin Yayınları İstanbul 2014 s.36-50

43


CORM, Georges Avrupa ve Batı Miti Bir Tarihin İnşası, çev. Melike Işık Durmaz, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, 1.baskı

nin iktisadi anlamda kendi içinde bir direnci olduğunu göstermeye çalıştık. Üretim faktörlerinde yapılmaya çalışan yenilikler, yeni piyasa oluşturma çabaları özgül dinamikleriyle açıklanmalıdır. Sermayenin üretim sürecine etkisi Osmanlı’da daha doğrusu Doğu toplumlarında Batı’ya göre her zaman geri kalmıştır. Günümüzde de ‘‘nesnelerin esnetilmesi’’ kavramını biraz incelersek bunun nedenlerini daha net görebiliriz. Batı’da bu esnetme yaygın ipotek yöntemleriyle sağlanmaktadır. Doğu toplumlarında ipotek işlemine zor zamanlar hariç pek sıcak bakılmamaktadır. Bu durumda da sermaye yaratma konusunda ve sermaye hareketliliği sağlamada pek başarılı olamamaktadır.

DIVITÇIOĞLU, Sencer Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Sermet Yayınları, Kırklareli 1981, 3.baskı DOĞAN, Cabir , II. Mahmut Dönemi Osmanlı Merkezileşme Politikasının Doğu Vilayetlerinde Uygulanması, Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literature And History Of Turkish or Turkic, Volume 6/4 Fall 2011 FAROQHI, Suraiya , Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, çev. Neyyir Bektar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011, 5.basım

Reform süreçlerinin toplumsal, kültürel, iktisadi ve siyasi nedenlerle başarısız olması reformların yanlış veya doğru uygulanmasında aranmamalıdır. Bu uzun süreçler Osmanlı dokusunda erimeye vakit bulamamıştır veyahut çok bunalımlı dönemlerde uygulanmaya çalışılmıştır. Dönemin istikrarsızlığı da bu durumu açıklamaktadır. Kemal Karpat’a göre Avrupa’nın baskı ve müdahaleleri olmasaydı bürokrasinin kendi kusurlarını giderebilmesi mümkün olabilirdi.30

FINDLEY, Carter V. , Kalemiyeden Mülkiyeye, çev. Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011,2.baskı FINDLEY, Carter V. , Modern Türkiye Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, 2. Baskı GÜRAN, Tevfik İktisat Tarihi, Der Yayınları, İstanbul 2011, 1.Baskı

Sultan’ın reformlara kendine has bir dinamik, direnç yükleme çabası dönemde birkaç örnekle daha anlamlandırılabilir. Sultan askeri konular başta olmak üzere Avrupa’ya birçok öğrenci göndermiştir. Avrupa’dan çeşitli alanlarda teknisyen ve uzman kişiler getirtmiştir. Mehmed Ali Paşa’nın yenilikleri doğrultusunda 1831’de ilk yerli gazete Takvim-i Vakayı çıkarılmaya başlanmıştır. İktisadi konularda araştırılmalar yapılmaya ve bu konularda halk bilinçlendirilmeye çalışılmıştır; nüfus bilimi için çok önemli kurallar niteliğinde olan, Malthus’un 1803 yılında gözden geçirip bastığı ‘‘Nüfus Artışı Hakkında Araştırması’’ 1832 yılında Takvim-i Vakayı ’de özetlenerek anlatılmıştır. Bu durum bize gösteriyor ki sultan ve yönetici sınıf yaptıkları işleri, sonuçlarını takip ediyorlar ve bilinçli adımlar atıyorlar. Dünyadaki gelişmeler paralelinde karar alıyorlar.

KARPAT, Kemal ,Osmanlı Modernleşmesi Toplum, Kuramsal Değişim, Nüfus, Timaş Yayınları, İstanbul 2014, 2,baskı KLEIN, Naomi , Şok Doktrini, çev. Selim Özgül, Agora Yayınları İstanbul 2010, 1.baskı MARDIN, Şerif , Türkiye, İslam ve Sekülarizm, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, 1.baskı ORTAYLI, İlber İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Alkım Yayınları, Ocak 2006 25.baskı ÖZYÜKSEL, Murat Feodalite ve Osmanlı Toplumu, Derin Yayınları, İstanbul 2007, 1.basım PAMUK, Şevket , 100 soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1988, 1.baskı

Sonuç olarak Sultan’ın merkezi yönetimi güçlendirme çabaları Avrupai tarzdaki oyuna Osmanlı kurallarını koyarak oynamak olarak açıklanabilir. Bu direnç kulluk sistemi, kalifiye eleman yetersizliği, dış bunalımlar, iç karışıklıklar gibi yukarıda detayıyla anlatılan birçok neden yüzünden cılız kalmıştır. Direnişlerin başarıya ulaşmadığı da açıktır. Direnişlerin başarıya ulaştığı durumda iktisadi hayatın göstergeleri neler gösterir sorusu başka bir tartışma konusudur.

SANDER, Oral , İlkçağlardan 1918’e Siyasi Tarih, İmge Yayınevi, İstanbul 2011, 22.baskı SOTO, Hernando De, Sermayenin Sırrı, Liman Yayınları, Ankara 2005, 1.Baskı USLUBAŞ, Tolga Alfabetik Osmanlı Tarihi, Venedik Yayınları İstanbul 2013,1.baskı WEBER, Max , Wirtschaft und Gesellschaft, Çev. Bahadır Akın, Adres Yayınları, Ankara 2013 6.baskı

KAYNAKÇA

YILMAZ , Binhan Elif , Osmanlı’dan Günümüze Borç Çıkmazı 1854-1913, Derin Yayınları İstanbul 2014

AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, Batı’da Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, 2.baskı

ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi , çev. Yasemin Saner, İletişim Yayınları, İstanbul 2013, 28.baskı

BERKES, Niyazi , Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY Yayınları, İstanbul 2014, 20.Baskı 30

Kemal Karpat, Osmanlı Modernleşmesi Toplum, Kuramsal Değişim, Nüfus, Timaş Yayınları, İstanbul 2014, 2,baskı , s.164

44


Hazırlayanlar: Uğur OVACIKLI Büşra BAYRAKTAR

uovacikli@gmail.com busbayraktar1@gmail.com

DOÇ.DR.

BURAK SAMİH GÜLBOY İLE

100. YILINDA 1. DÜNYA SAVAŞI

B

irinci Dünya Savaşı’nın 100. yılında, İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi, değerli hocamız Doç. Dr. Burak Samih Gülboy ile keyifli olduğu kadar öğretici olan bir söyleşi gerçekleştirdik. Avrupa Siyasal Tarihi üzerine birçok yayını bulunan Doç.Dr. Burak Samih Gülboy, yıl içerisinde bu yayınlara bir kitap daha ekledi; “Mutlak Savaş: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Clausewityen Bir Çözümleme.” Kitabında Clausewitz’in ayrım ve tanımları ile Birinci Dünya Savaşı’nın analizini gerçekleştiren hocamız ile Birinci Dünya Savaşı’na 100. yıldönümünde ışık tutmaya çalıştık.

Nedenleri ve kökenleri üzerine olan tartışma ve tarih anlatımı bir teknik üretmiyor. Çok varyasyon var ve bugün batı literatüründe Birinci Dünya Savaşının nedenleri ve kökenleri üzerine hala çok ciddi tartışmalar var. Hem akademik alanda hem de sivil alanda bu tartışmalar sürüyor. Hala mevcut tarih anlatımlarının birbirini çok fazla eleştirmesi söz konusu ama bu sadece bir tarihçilik işi değil. Uluslararası ilişkiler biliminin bile bu anlamda yaptığı teorizasyonlar, aklınıza gelebilecek sosyal bilimlerin tamamının 1815-1914 arasındaki döneme yaptığı analizler, eleştiriler ya da birikimler bu alanın hala ham olduğunu gösteriyor. Mesela İngiliz Okulu uluslararası toplumsallaşmadan bahsederken uluslararası toplumsallaşma sürecinde en çok eleştiriyi de şundan alır: Batı medeniyetinin kavramlarıyla bir inşa sürecinden bahseder. Asıl problem de burada. Batılıların, Rusya’yı da katarsak Avrupa’nın beş önemli devletinin (Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere, AvusturyaMacaristan) işin içinde oldukları bir süreçte her birinin kendi tarih yaklaşımları, kendi tarih felsefeleri ya da tarih görüşleri ve bunun evrene yayılan boyutları bu olayda farklı bir anlayış getiriyor. Birinci Dünya Savaşı tarihleri doğal olarak Birinci Dünya Savaşından sonra yazıldığı için galip devletlerin ve mağlup devletlerin tarihçileri aralarında çok ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor. Bunun nedeni de Versailles Antlaşmaşı’nın

“Avrupa’nın beş önemli devletinin işin içinde oldukları bir süreçte her birinin kendi tarih yaklaşımları, kendi tarih felsefeleri ya da tarih görüşleri ve bunun evrene yayılan boyutları, bu olayda farklı bir anlayış getiriyor.” Birinci Dünya Savaşı’nın kökenleri üzerine yapılan çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin bu alanda yaptığınız katkılar nelerdir? Birinci Dünya Savaşı’nı incelerken nedenleri ve kökenleri –originsle couses- olarak ayırmayı hiçbir zaman unutmamalı. Aralarında çok ciddi farklar var. 45


231. maddesi “suç maddesi” diye geçiyor. 231.madde devamlı atıf yaptığım ve konuşmalarıma başladığım önemli noktalardan bir tanesi. Batılıların en büyük problemi bu noktada çıkıyor. Çünkü burada başlayan süreçte Birinci Dünya savaşının algısı, yenenlerle yenilenler arasında çok ciddi varyasyonlar göstermeye başlayacak. Ve bunu takip eden literatür süreci bu ön kabullerin devamlılığıyla geliyor. Şunu söyleyebiliriz: Bir İngiliz tezi, bir Amerikan tezi, bir Fransız tezi ve bir Alman tezi olduğu hatta sonradan Bolşevik devrimi biraz değiştiriyor ama Lenin’in “emperyalizmin en ileri seviyesi” teziyle bakarsanız Rusya’nın da Sovyetler üzerine bir tezi olduğunu görürsünüz.

tezi “topyekün savaş” üzerine gidiyor, Anglo-Sakson tezi “savaşlara son verecek” savaşa gidiyor, sosyalistler “paylaşım savaşı” olarak görüyorlar… Ben bunların hepsine karşı çıkıyorum, bir yerlerde haklı mıyım? Haklılık diye bir endişem yok. Sadece daha fazla soru yaratmaya çalışıyorum. Birinci Dünya Savaşı üzerine yaptığınız ‘’Clausewitzyen’’ atıflarla kitabınızda nasıl bir bakış açısı getirmeye çalıştınız? Kanada’daki hocam David Hungled farkında olarak ya da olmayarak Clausewitz’i keşfetmemde etkili oldu. Benim Clausewitz’in içinde bulduğum birinci şey: Clausewitz’in zamandan ve mekandan bağımsız olmasıydı. Bu çok kolay bulunan bir şey değil çünkü diğer kitaplara baktığımda Clausewitz’in bu tarafı çok iyi algılanamıyor. Clausewitz’i genelde savaş teorisyeni olarak görüyorlar. Oysaki Clausewitz savaş ile savaşma eylemi arasındaki ayrımı ortaya çıkartıyor. Ben kitabıma bunu alıp savaşmakla savaş arasındaki farkı ortaya çıkarttıktan sonra işin sadece savaş kısmını almayı öngördüm. Haklı olarak benim kitabıma şöyle bir eleştiri geliyor: Kitap Birinci Dünya Savaşı üzerine olmasına rağmen Birinci Dünya Savaşı hiç yok içinde. Hep Birinci Dünya Savaşı öncesi var. Bunun nedeni şu: Savaş politik bir eylemdir. Bizim tezimiz zaten savaşın mutlak savaş olarak devletlerin kontrolünden çıktığından dolayı şunu söylemeye çalışıyoruz: Bu ana kadar savaş Clausewitzyen ama savaş başladıktan sonra Clausewitz’in distopyası üzerine. Clausewitz’in gerçekte olmayacak dediği bir şey üstüne. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nı o anlamda incelemek ya bir ikinci kitap gerektirir ya da bir başkasının çalışmasını gerektirir. Şuan için benim yorgunluğum buna müsait değil. Ama kendi tezim, Clausewizt’in distopyası üzerinden kuruldu. Ben en iyi İngilizce çeviri olan 1943 çevirisini okudum, bir de 1967 çevirisi var onu da yanıma yedek aldım. Ama aslını okuyabilmek için Almanca bilmeyi çok isterdim. Çok fark ediyor çeviriler. Clausewitz’in kitabının ilk bölümleri savaşı teorize ettiği bölümleri çok felsefi ve baktığınızda çok ilginç şeyler yakalıyorsunuz. Zaten ne görmek isterseniz o mantığı var. Clausewitz tam bir Alman filozofudur. Clausewitz’in en temel tanımı şu: Savaş dediğiniz şey siyasetin başka araçlarla devamı ancak savaşmak ise rakibe şiddet kullanarak iradenizi kabul ettirmektir. Clausewitz gerçek savaş ile mutlak savaş olarak iki tanım ortaya atıyor. Mutlak savaş onun tanımında salt teoriden oluşuyor. Savaşı platonik olarak düşünürsek Platon’un evreninde savaş hareketsiz bir idea olsa ne olur sorusunun cevabını veriyor bize. Mutlak savaş bir distopya, ütopya olamaz çünkü negatif bir şey. Meşhur bir üçlemesi var Clausewitz’in mutlak savaşın tanımı bu üçlemeden çıkıyor. Bu üçleme şöyle: İlk olarak rakibe şiddet kullanarak iradenizi kabul ettirmeye çalışıyorsunuz. Bu çok doğal olarak bir

Kitaba yönelirsek şöyle bir şey ortaya çıkıyor. Birincisi şu: Tarihin gerçek olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Akademik anlamda gerçek, Sokratesçi mantığa göre ulaşılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. O zaman yine Sokrates’in yöntemi olan diyalog yöntemi ile -sorular sorarak- tarihi kurgulayabilir miyiz? Bu ulaşacağımız kurgu bize nasıl hizmet edecek? Aslında benim sorum buradan ortaya çıkıyor. Bir akademisyen olarak bu senelerin çalışmasını basit bir tarih anlatımından kurtarmak istedim. Ve bunu farklı bir boyuta çekmek istedim. Öyle ki batı literatürünü okurken uluslararası ilişkiler teorisi de dahil çok ciddi handikapları olduğunu hissetmeye başlıyorsunuz. Avrupa tarihini çok uzun süre çalışırsanız AngloSaksonların kültürünün Avrupa tarihini çok kendince yorumlamaya başladığını görüyorsunuz. Aslında AngloSaksonlar’ın Avrupa tarihi içinde yaptığı yorumların Avrupa’nın kendi gidişatında gerçekten öyle olmadığını, başka anlamlar taşıdığını görmeye başlıyorsunuz. Buda yeni kurgular ve yeni analizler yapma şansı ortaya çıkartıyor. Bu hem ezber bozmak demek hem de mevcut tarihi bozmak demektir. Kitap hakkında şunu söylemeliyim doğru nedir aramıyoruz, gerçeği de aramıyoruz. Gerçeği bulamayacağımızı Sokratesçi mantığı kabul ederek söylemiştik. Doğrunun rölatifliğini kabul etmişiz. Bu kitabın en büyük eleştirileri bunlardı zaten. Onun için okuyucunun bunu bir tarih kitabı olarak algılamaması gerekir. Çünkü tarih öğretmiyor. Bu bir teori kitabı. Üst başlığını şuna koyuyor: Birinci Dünya Savaşının nedenleri ve kökenleri üzerine Clausewitz’in savaş teorisi anlamında yeni baştan değerlendirmeye sunmak. Birinci Dünya Savaşının genel kabul görmüş kavramları olan total war, topyekün savaş, savaşlara son veren savaş, paylaşım savaşı… Bunların her biri tanımdır. Ama hiç biri Birinci Dünya Savaşını gerçekten tanımlamıyor. Peki başka bir tanımı olamaz mı? Daha önceden hiç olmamış ve bir daha olması istenmeyen Birinci Dünya Savaşının kendine has özellikleri var. Neden olduğu sorusu ise o kadar kolay cevaplanır bir şey değil. İşte burada Clausewitz bize çok önemli ipuçları sunuyor. Diğer tanımların hepsi ideolojik tanımlardır. Kim yapıyorsa kendine mal etmeye çalışıyor. Alman 46


karşıtlık yaratıyor. Rakip de aynısını size yapıyor. İkinci aşamada bunu yapabilmek için iradenizi kabul ettirip rakibin iradesini kabul etmemek için onu silahlarından arındırmanız gerekiyor. Oda aynısını yapmaya çalışıyor buda sizi üçüncü karşıtlığa atıyor. Elinizdeki bütün enerjiyi, araçları bu ilk iki karşıtlık için harcamaya başlıyorsunuz.

Bu rölatif bir soru yani değişik analizlerle değişik cevaplar çıkarılabilir. İnsanlar kitabın karakterini anlamayıp bu kitabı tarih kitabı olarak gördüklerinde hemen ezber tarihi öne atıyorlar. Burada şöyle bir problem oluyor: Önceki krizler dediğimizde Birinci Dünya Savaşı’nı kökenleri ve nedenleri üzerinden değerlendirirsek ilk görüntü Avrupa’nın biriken enerjisinin çatışmaya dönüşmesi üzerine kuruluyor. Geçen sene İngiltere’de Neil Ferguson-önemli bir tariçidir- “Birinci Dünya Savaşı’ndan AvusturyaMacaristan sorumludur.” dedi. Kıyamet koptu İngiltere’de. Bir sürü tarihçi tepki gösterdi. Herkes biliyor ki Birinci Dünya Savaşı’nın suçlusu Almanya(!) Bu şunu gösteriyor: Bu konuda kafalar sert. Bana da daha ilk sunumumda gelen yorum “Hocam ütopyalarla distopyalarla bu iş olmaz, herkes biliyor ki Birinci Dünya Savaşının nedeni doğu sorunudur.” adlı eleştiriydi. Bunları kırabilmek için bu kitabı yazdım. Ben demiyorum öyle değildir diye. Sadece şunu söylüyorum başka türlü düşünülemez mi? Orada da şu devreye giriyor, eğer kitabın analiz yöntemini belirliyorsak o zaman sorunun ciddiyeti üzerinde düşünmemiz lazım. İlk görüntü bunu yalanlıyor bir birikim sonucu Birinci Dünya Savaşı ortaya çıkmış gibi görünüyor. Fakat bunu değişik versiyonlarda tarihçiler inceliyorlar ama nedense cevabını veremiyorlar. Neden 1914? 1905 veya 1912 savaşın çıkması için çok daha iyi yıllar. 1905’te Alman imparatorluk konseyi yaptığı toplantıda genelkurmay direkt olarak “Fransa’ya savaş ilan edin. Yeterince güçlüyüz…” diyor. 1912’de yine bir Alman konseyinde benzer şeyler konuşuluyor, politik ortam işi zorluyor. Almanya’nın savaş suçlusu ilan edilmesinde bunlar etkilidir. Ama düşünmemiz gereken bu iş bu kadar kolay mı? 1914’e gelindiğinde bizim kriz olarak nitelendirdiğimiz her şey yatışmış durumda. Realizm şunu soruyor: Devletler neden savaşır? Bizde tarihe böyle bakmaya çalışıyoruz. Diğer ekollerin sorduğu sorulara neden bakmıyoruz? Mesela devletler bazen savaşmıyorlar. Neden savaşmıyorlar? Burada şundan endişe ediliyor: Bir savaşın ya da başkasının savaşının kendilerini o savaşa çekme ihtimalinden ürküyorlar. 1914’de Avrupadaki her devlet bir diğerinin savaşına girmekten korkuyor. İşin garip tarafı da bu, Savaşın nedeni olarak gösterilen şeylerden biri olan Almanya ile İngiltere arasında donanma yarışı 1914’te yatışmış durumda, iki taraf da gönüllü olarak vazgeçiyorlar. 1912’de öyle bir kriz oluyor ki bu Agadir Krizi, Avrupa’yı savaşın içine getiriyor. İngiltere ile Almanya kendi bloklarını radikalleştiriyorlar. Sonrasında Balkan Savaşları’nda tam tersini yapıp kendi bloklarını yatıştırmaya çalışıyorlar. Şunu görüyoruz aslında kimse savaş istemiyor. Ne oluyor da savaş oluyor? O zaman analizimizi farklı yerlere doğru değiştirmemiz gerekiyor. Bunun için bir tane analiz yok. Ben kitaba bir tane koydum ama başka analizler üzerinde de çalışıyorum. Nihayetinde 1914 senesi Avrupalı devletlerin istediği bir şey değil. Savaş istenen bir opsiyon değil. Savaş

“Devletlerin amacı diğerini yok etmek değildir. Devletler savaşa barış için girerler. Savaşın tanımı itibariyle barış sizin istediğiniz bir statüko ile eşittir.” Hocam Clausewitz’in genel savaş tanımı üçüncü sırada mı mutlak savaşa doğru evrilmeye başlıyor? Aslında bu üçlü sınırlanmadığı anlamda mutlak savaşın görüntüsünü ortaya çıkartıyor. Teorik olarak bu üçleme birinci aşama, ikinci aşama, üçüncü aşama diye devam ederse bunun sonu yok. Nereye kadar gidiyor? Elinizdeki kaynaklar tükenene kadar diğerini yok etmeye çalışıyorsunuz. Burada amaç şiddet kullanarak diğerini yok etmek. Bir süre sonra tek amaca dönüşüyor: Şiddete. Teorik anlamda savaşa engeller koymadığınızda savaş bu demektir. Pür bir şiddet eğilimi olur. Raymond Aron da Clausewitzyen atıfında aynı şeyi söylüyor hatta çoğu savaşın buna eğilimli olduğunu söylüyor. Ama Clausewitz bu noktada durup “Gerçek savaş bu değildir.” diyor. Gerçek savaşlarda devletler politik çıkarlardan dolayı sınırlar koyarlar. Devletlerin amacı diğerini yok etmek değildir. Devletler savaşa barış için girerler. Savaşın tanımı itibariyle barış eşittir sizin istediğiniz bir statükodur. Savaş aslında sınırlı bir olaydır. Devletler kendi koydukları sınırlarla kontrol altına alırlar. İşte gerçek savaş budur. Elimizde iki tane ayrımımız var: Birinci Dünya Savaşı gerçek bir savaş mıdır? Mutlak bir savaş mıdır? Bunun için kitabımda Calausewitz’in üçlemesinden çıkan beş tane soru üretiyorum. Bunu yapmamın sebebi: Yazımızı daha akademik ortama taşıyabilmek için yöntemimizi daha iyi kullanmamız gerekir. Yani beş tane soru soruyorsanız bunların cevabını ordan, buradan alıp veremiyorsunuz. Kendi kurgunuza göre kendi analizinizi üretmeniz gerekiyor. Ben bir mikro analiz, bir makro analiz yaptım. Ve oradan çıkardığım sonuçları kullandım. Bu kitabın tartışılır hale gelmesi demek çünkü kendi kurgumla ürettiğim bir süreçtir. Fakat burada tarihi dönüştürmeye çalışmadım. Sadece mevcut tarihin içinden kullanacağım kriterleri üretmeye çalıştım. “Realizm şunu soruyor: Devletler neden savaşır?Biz de tarihe böyle bakmaya çalışıyoruz. Diğer ekollerin sorduğu sorulara neden bakmıyoruz? Mesela devletler bazen savaşmıyorlar. Neden savaşmıyorlar?” Birinci Dünya Savaşı’ndan bahsedecek olursak devletlerin ani alınan savaş kararları 1914 öncesi birikmiş krizlerin mi sonucuydu? Yoksa savaş beklenmedik bir anda mı ortaya çıktı? 47


istenmiyorsa savaş neden çıktı? Bu çok uzayacak bir başlık, ben özet bir kısmına değindim.

ile yapacağı küçük bir savaşı dış politika aracı olarak düşünüyor. Fakat kafasındaki savaş hala 1871 savaşı veya öncesindeki savaş modeli. Asıl sorun burada savaş beklediği gibi olmayacak, kontrolünden çıkacak. Avusturya-Macaristan’ın yönetemediği bir krizdir aslında bu. Diğer Avrupalı devletler de savaşı aynı düşündükleri için savaşı başvurulabilir kolay bir yöntem olarak görüyorlar. Bir anda geri kalan politik sorunlara tek tek sürüklenerek karşılıklı savaş ilan edecekler. Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük sorun diplomasinin olmamasıdır. İlginçtir kendi aralarında var. Mesela antant devletleri, ittifak devletleri kendi aralarında diplomatik ilişki kuruyorlar. Ama savaşan taraflar kendi aralarında diplomatik ilişki kuramıyorlar. İşi mutlak savaşa götüren şey budur. Savaşın diplomasinin başka araçlarla devamı olması gerekir ama Birinci Dünya Savaşı’nda diplomasi yok. Savaş başka araçlarla devam etmiyor. Bir süre sonra şiddet tek amaç oluyor çünkü başka bir aracınız yok. Kendinizi anlatamadığınızda, tokat atıyorsunuz yani Türkçesi budur. Avrupa 19.yy’da savaşı uzak tutacak dinamikleri inşa ediyor. Savaşı yok etmiyor sadece lokalleştirecek. Bunun için tarafsızlık denilen kongreler vb. bir sürü sistemi geliştirmiş durumda. Neden hiçbiri 1914’ün Temmuzunda kullanılmıyor?

“Savaşın diplomasinin başka araçlarla devamı olması gerekir ama Birinci Dünya Savaş’ında diplomasi yok. Savaş başka araçlarla devam etmiyor. Bir süre sonra şiddet tek amaç oluyor çünkü başka bir aracınız yok. Kendinizi anlatamadığınızda, tokat atıyorsunuz yani Türkçesi budur.” Hem 1871’de hem 1905’te hem de 1912’ de büyük devletler diplomasiye başvurarak kendilerini büyük bir savaşın içine çekmediler ama 1914’te-İngiltere’nin Almanya notası hariç- hiçbir devlet diplomasiye başvurmadı. Sizce bunun nedeni ne olabilir? Bunun sebebini kitapta şöyle tartıştım: Savaş kavramı 19.yy boyunca değişiyor hatta bugün bile bu değişim devam ediyor. Savaş sabit bir tanıma sahip değil. Devletler savaşı bir araç olarak aynı şey olarak düşünseler de savaşın içeriği değiştiğinde savaş onların kullanmak istediği araçlıktan çıkabiliyor. 1871 FransaPrusya Savaşı’ndan sonra Avrupa savaş görmüyor. Savaş yapacak araçlar ciddi değişime uğruyorlar. Bu ister istemez savaşın içeriğini değişime uğratıyor fakat devletler henüz bunun farkında değiller. Oysa çok yakına baksalar görecekler; 1905’te Rus-Japon savaşı, Balkan Savaşı bunun örneklerini gösteriyor. Ama devletler hala savaşı kontrol edilebilir araçlar olarak görüyorlar. Oysaki Balkan Savaşı belki de ilk mutlak savaş. Tabi bu ayrı bir tartışma konusudur. 1914 Temmuz’unda Saraybosna Suikasti olduktan sonra Avusturya-Macaristan Sırbistan

“Birinci Dünya Savaşı’nın hikayesi savaş sırasında yazılmakla kalmıyor, Birinci Dünya Savaşı’ndan öncesi de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yazılıyor. İnsanlar savaştan dolayı çok büyük bir hayal kırıklığı içerisindeler. Bir medeniyet sona eriyor, Avrupa bütün değer yapısını tüketiyor.”

BURAK GÜLBOY

Doç. Dr. Haldun Yalçınkaya

BURAK GÜLBOY Mutlak Savaş

Burak Gülboy “Mutlak Savaş: B�r�nc� Dünya Savaşı’nın Kökenler� Üzer�ne Clausew�tzyen B�r Çözümleme” adlı bu eser�nde Clausew�tz’�n savaş teor�s�n� kullanarak B�r�nc� Dünya Savaşı’nın yüksek entelektüel b�r�k�me dayanan b�r anal�z�n� gerçekleşt�rm�şt�r. Unutmamak gerek�r k�; hâlâ Clausew�tz’�n savaş kuramı aşılamamış ve günümüzün bel�rs�zl�klerle dolu savaşlarını anlamada en öneml� kuramlardan b�r�s�n� araştırmacılara sunmaktadır. Bu özell�kler� �le Burak Gülboy’un bu çalışmasının Uluslararası İl�şk�ler akadem�syenler� ve öğrenc�ler� �ç�n s�stem� anlamak adına b�r zorunlu okuma olduğunu bel�rtmek �ster�m.

ISBN 978-605-64199-1-1

48

mutlak savaş B�r�nc� Dünya Savaşı’nın Kökenler� Üzer�ne Clausew�tzyen B�r Çözümleme


Ani savaş kararlarının alınması sürecinde devletlerin bu savaştan çıkarları nelerdi? Devletlerin karar alma mekanizmaları mevcut durumu nasıl değerlendirdi?

“Avrupa patlamaya hazır bir volkan gibi çok önemli bir sınıfsal mücadele ve değişim sürecinde 1910’lara gelindiğinde bu çok yoğunlaşmış. Mesela savaştan bir ay önce Paris’te yüz bini aşan kişinin katıldığı sosyalist gösteriler var. Almanya cidden sarsılıyor. İngitere’de de aynı sorunlar var. Rusya’da da 1905’te erken devrim oluyor. Bu devletlerin egemenlik alanlarından kopmak üzere olduklarını gösteriyor.”

Savaşa baktığınızda ilk olarak belli ön kabullerin olduğunu düşünüyorsunuz. İngiltere’nin şöyle bir düşüncesi var gibi: Tek bir güç Avrupa’yı kontrol altına almasın, Alman militarizmi yenilsin. Rusya için: Balkanlar statüsünü kaybetmesin… Bunları böyle tanımlayabiliriz ama gerçekten de böyle mi? Birinci Dünya Savaşı’nın kararları çok çabuk alınıyor. Genelde de üç kişi tarafından alınıyor bu kararlar. Birinci Dünya Savaşı’nın hikayesi savaş sırasında yazılmakla kalmıyor, Birinci Dünya Savaşı’ndan öncesi de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yazılıyor. İnsanlar savaştan dolayı çok büyük bir hayal kırıklığı içerisindeler. Bir medeniyet sona eriyor, Avrupa bütün değer yapısını tüketiyor. Genelde savaş öncesindeki kötülükler hatırlanmak istemiyor. Oysaki Barbra Tuchman gibi çok önemli yazarlar var, onların çok güzel tarih anlatımlı kitapları var. Mesela Proud Tower, savaş öncesindeki Avrupa 19.yüzyılını anlatıyor. O ülkeler hiç de bize anlatıldığı gibi değil. Örneğin İngiltere toplasanız on beş kişi tarafından yönetiliyor. Alt kesimler yönetimde hiçbir şekilde temsil edilmiyorlar. Ulusal gelirin yüzde seksenini alıp, toplumun neredeyse yüzde birini oluşturan bir grup İngiltere’yi yönetiyor. İlginçtir o dönemde Avrupa’nın en demokratik yönetimi Almanya, 1914’te sosyal demokratlar meclise sahipler. Ama hiç kimse savaşa engel olamayacak çünkü haberleri bile olmayacak, onlara danışılmayacak. AvusturyaMacaristan Almanya’ya misyon yolluyor “Olası bir savaş durumunda yanımızda mısınız?” şeklinde. Wilhem “Tabi ki yanınızdayım.” diyor. Bugün Almanya’yı savaşın suçlusu haline getiren şeylerden biri budur. Almanya’nın bu yaptığına açık çek vermek deniyor. Ve Almanya’nın bu cesaretlendirmesini suç olarak nitelendiriliyor. Ama aynı şey İngiltere içinde geçerli, İngiltere’nin savaşa girişi tam bir komplodur. İngiltere bir azınlık hükümeti kuruyor ve bunun içinde de anti Almancılar barındırıyor. Bu ekip İngiltere’yi savaşa sokuyor. İngiltere’nin 1913’te Fransa ile savaş sırasında devreye girecek gizli askeri anlaşmaları var. Askerler üzerinden gelen baskı olarak mesela donanma bakanı Churchill Lord Kitchener baya etkin olacak. Ama asıl olarak bu hükümet İngiltere’yi savaşa sokuyor. Fransa’nın savaşa girmesi de şu şekilde: Almanya Fransa’ya nota yolluyor, daha notanın cevabını beklemeden savaş başlıyor. Aynı şey Rusya için geçerli Rusya’da Çar Sırbistan’a destek için sınırlı seferberlik istiyor, askerler “Yeterli değil tam seferberlik yapalım.” diyorlar, Çar da kabul ediyor. Oysaki Alman savaş planlarında Rusya’nın tam seferberliği savaş ilanı kabul ediliyor.

Bu noktada yönetimler sivil yönetimden, askeri yönetime evrilmiş diyebilir miyiz? İşte o da değil. Devlet yapıları bir geçiş sürecinde. Biz bugün Avrupa’da modern demokrasiler görüyoruz. Sanki o dönemde de aynı şey var gibi düşünüyoruz. Avrupa patlamaya hazır bir volkan gibi çok önemli bir sınıfsal mücadele ve değişim sürecinde 1910’lara gelindiğinde bu çok yoğunlaşmış. Mesela savaştan bir ay önce Paris’te yüz bini aşan kişinin katıldığı sosyalist gösteriler var. Almanya cidden sarsılıyor. İngitere’de de aynı sorunlar var. Rusya’da da 1905’te erken devrim oluyor. Bu devletlerin egemenlik alanlarından kopmak üzere olduklarını gösteriyor. Tıpkı 1848’deki gibi bir durum var. Ondan dolayı da kimi devletlere göre savaş iyi bir opsiyon olarak gözüküyor. Kontrol edilebilir bir savaşın bir tür panzehir olabileceğini düşünüyorlar. Bu savaş kararını alanlar mevcut karar alma süreçlerini işletmiyorlar iki üç kişiyle kararlar alınıyor. Birinci Dünya Savaşı başlarken devletlerin net olarak tanımlanmış politik çıkarları yok. Askeri karar alma mekanizmalarıyla sivil karar alma mekanizmaları arasında ciddi kopukluklar var. Her ülkede var bu. Mesela Schlafen Planı’nı biz biliyoruz değil mi? 1914’te Alman Reichstag’ı bilmiyor. Hatta Wilhelm bilmiyor. Schlafen Planı 1905’te sunulan bir memorandum, sonradan genelkurmay başkanı buna öyle değişiklikler getiriyor ki işin içine Belçika giriyor. Wilhelm bunu hiç de onaylamıyor. Zaten savaş başladığında Belçika’ya girildiğinde genelkurmay başkanı orduların çekilmesini söyleyecek. Wilhelm “Bu iş başladı bir kere ve bu bir makine geri alınamaz.” diyecek. Hakikaten bir buçuk milyon insan yürüyor cepheye, saatle hesaplanmış her şey. Buna benzer Fransa ile İngiltere arasında gizli anlaşmalar var. Daha savaş ilan edilmiyor İngiliz askerleri gemiye biniyor. Ağutos 1914’te Paris’te savaş ilan ediliyor. Bu insanlar cepheye yürümeyecek ya bu kadar trenler atlar nereden temin ediliyor hemen? Nerede toplanıyor bütün bunlar? Politikacılar gerçekten hakim değilseler bile bunları görmüyorlar mı? Schlafen Plan’ında, Fransız ordusunun etkisizleştirilmesi vardır ama 1871’de daha Sedan Savaş’ında Fransız ordusu zaten etkisizleşmişti. Schlafen Plan’ına göre Fransız ordusunun yok edilmesi Fransa’nın barış yapacağı anlamına gelmiyor. Almanya’nın bunun için bir planı yok. Aynı şey Fransa’nın planlamasında da var Ren 49


bölgesine ilerleseler sonrasında ne olacak? Yada Rusya savaşa girdiğinde Almanya ikinci cephede ne yapacak? Almanya’nın Rusya ile Fransız ordusunu yenmesi savaşın biteceği anlamına gelmiyor. Net tanımlanmış politik çıkarları olmayan bir savaşın başlangıcından bahsediyoruz. Zaten bu savaşın ne olacağı belli değil. Tarihte böyle savaş çok az. Mesela İkinci Dünya Savaş’ında 1940’ta Atlantik Bildirgesi var. 1945’te ne yapacaklarını biliyorlar.

Wilson’un katkılarını şu soruyla düşünmek lazım. Wilson bir Amerikan başkanı mıydı? Barış mesihi miydi? Amerika’nın savaşa giriş süreci üzerinden konuşabiliriz. Amerika bir danışmanını Avrupa’ya yolluyor ve Avrupa hükümetlerine şunu sordurtuyor: Şuan savaş bitse ne bekliyorsunuz? Barıştan ne bekliyorsunuz? Hepsi tek tek yazıyor beklentilerini. Wilson şubat ayında Amerikan kongresinde bir konuşma yapacak “New World Speech” deniliyor buna. Orada bu yazılanları gösterecek ve hepsinin birbirinin aynısı olduğunu söyleyecek. O ölsün, yok bu olsun, bu kalsın tarzında beklentiler var. Bu şunu gösteriyor Avrupa senelerdir ürettiği değerlerle dünyayı bu hale getirdi. Ve hala da akıllanmıyorlar, savaş bitse yeni dünyayı yine bu değerlerle kurmaya çalışacaklar. Amerika’nın düşüncesi: Biz genç bir nesiliz, bizim farklı değerlerimiz var, Avrupa değerlerini kabul etmedik, biz Monroe Doktirini uyguladık. Yeni dünyayı biz kurabiliriz. Avrupa’nın iflas etmiş değerleri yerine bizim daha canlı daha evrensel değerlerimizle yeni dünyayı barış üzerine kurabiliriz. Bu düşünceler doğrultusunda kongre onay verecek Amerika savaşa girecek. New World Speech’in amacı buydu. Yeni dünyayı kurabilmemiz için savaşa girmemiz lazım diye düşünülüyor. Burada Başkan Wilson’un hakikaten barış istediğini düşünebiliriz. Ama Wilson şunu da düşünüyor olabilir: Amerika eliyle yeni bir dünya kurulabilir, bunun için savaşa da girilebilir. Amerika savaş denge de bir haldeyken savaşa girecek dengeler bozulabilir, savaş bitirilebilir. Dolayısıyla yeni dünya bizim değerlerimiz ile kurulabilir. Uluslararası bir örgüt olusturulur ve onun başına geçip dünyayı biz yönetebiliriz. Zaten ekonomik anlamda da Amerika en üstte. Burada da Wilson’u Amerikan başkanı olarak niteleyebiliriz. İkincisi yelpazenin iki ucu arasında biz yorumumuzu yapabiliriz. Bu konuda yorum yapmak için çok şansımız var. Çünkü 1989’dan sonra olanlar bize Amerika’nın iki yüzünü gösterdi. İki Clinton dönemi Wilson’un barış mesihi olduğu dönemi atıflayabileceğimiz bir pratik, iki Bush dönemiyse Wilson’un Amerikan başkanı olduğu döneme yapacağı bir atıf. Tarihçilik tarafımızla hipotezlerimizi test edebileceğimiz bir şans doğuyor. Eğer Wilson Amerikan başkanı ise savaştan sonra Amerika eli sopalı bir liderlik yapacaktı, eğer barış mesihi ise işbirlikçi bir liderlik yapacaktı. Clinton işbirlikçiydi, Bush sopalı bir liderdi ama ikisinde de ortak bileşen Amerika’nın dünyanın tepesinde olması. Evet Wilson çok büyük katkı yaptı, savaşı bitirdi. Şöyle de okuyabiliriz bunu: Birinci Dünya Savaş’ı aslında bir sistem sorunu olarak ortaya çıkıyor. Sistemin globalleşmesi, Avrupa’nın sınırları dışına taşması; Avrupa’ya bağlı değer yapısının artık yetersiz hale gelmesine neden oluyor. Amerika, Japonya gibi büyük güçler kıta dışından katıldığında onların tanımlarıyla Avrupa tanımları eşleşmeyecek. Dolayısıyla ortada bir tanım çokluğu oluyor. Buna Mearsheimer “Tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçiş.” diyor. “Tek kutupluluk genelde daha barışçıl

“Avrupa’da diplomasi ne ise savaş kavramı ne ise 1917’de iflas ediyor. Artık devletler savaşı yönetemiyorlar, savaş onları yönetiyor.” 1917 yılına gelindiğinde hem Papa’nın hem de Almanya’nın barış çağrıları var ama Avupalı devletleri barış masasına çekebilecek bir üst değer yapısı sizce var mı? Artık yok 1917’de. 1917 yılı önemli bir yıl çünkü bu yıla kadar ciddi değişimler olacak. Cepheler çok ciddi değişimlere yol açmamış olabilir ama en azından artık savaşın etkileri sivil tarafta gözükmeye başlıyor. Devletler kendi ellerindeki egemenliklerin yavaş yavaş kaymaya başladığını fark ediyorlar. Bu zaten Rusya’da birkaç ay içinde sonuç verecek. Cephane üretimi hat safhaya çıkınca temel lükslerden yoksun kalınıyor. İnsanlar artık yiyecek bulamamaya başlıyorlar. Bunların hepsi problem haline gelmeye başlıyor. Ve o zaman için de barış çağrıları yapılmaya başlanıyor. Ama bu barış çağrılarını ortaya atıyorlar gidip bir diğeri ile görüşmüyorlar. Mesela Papa ortaya atıyor, Almanya ortaya atıyor. Çünkü artık öyle bir mekanizma yok. Eskiden olsa kongre, konferans yaparlardı, şimdi yapamıyorlar. Net bir şekilde şunu söyleyebiliriz. 1648’den beri Avrupa’nın geliştirmiş olduğu değerleruluslararası politika değerleri- 1917’de iflas etmiş durumda. Bu bir medeniyetin yok olması demektir. Diplomasi yok olmuş demektir. Avrupa’da diplomasi ne ise savaş kavramı ne ise 1917’de iflas ediyor. Artık savaşı yönetemiyorlar savaş onları yönetiyor. İnsanlarda bunun farkındalar. 1914’de askerlere ne için savaşa gidiyorsun diye sorulduğunda “Devlet, millet, vatan için.” olduğunu söylüyorlar. 1917’de bu soru sorulduğunda “Yanımdaki arkadaşım için gidiyorum.” diyor. İnsanların vizyonu nerden nereye daralmış. Devletlerin de vizyonu böyle daralmış durumda. Avrupalı devletler barış masasına oturabilmek için Amerika’nın meditasyonuna ihtiyaç duyacaklar. Wilson’un etkisine ihtiyaç duyacaklar. “Amerikalılar liderliğe hazırlanıyor, Avrupalılar da bunun farkında fakat bu 1917 senesinden sonra bir anlam taşıyor. Çünkü 1917’ye kadar savaş bir Avrupa savaşı, sonrasında bir Dünya Savaşı halini alıyor.” Savaşın sonuna doğru gelindiğinde, taraf devletlerinin barış masasına oturma sürecine Wilson’un katkıları nelerdir? 50


veya uyumlu; çok kutupluluk ise daha çatışmacıdır.” diyor. Bu değer çatışmaları Birinci Dünya Savaşı öncesinde çok ciddi bir alan açığı ortaya çıkartıyor. Ve devletler de bunun farkında mesela Amerika’nın çağırısıyla yapılan ikinci Lahey Konferansı’nda sekiz sene içerisinde uluslararası bir örgütün kurulması dile getiriliyor, Millletler Cemiyeti yani. Amerikalılar liderliğe hazırlanıyor, Avrupalılar da bunun farkında fakat bu 1917 senesinden sonra bir anlam taşıyor. Çünkü 1917’ye kadar savaş bir Avrupa savaşı, sonrasında bir Dünya Savaşı halini alıyor.

Alman savaş borçlarının yeniden yapılandıracak. Fransa Ren-Ruhr bölgesinden çekilecek. Paranız yoksa borcunuzu ödeyemezsiniz bundan dolayı Almanya’ya para sağlamak için hareket ediliyor. Bu Almanya’yı rahatlatıyor. Almanya yeniden kendi burjuvasını inşa etmeye başlıyor. Ama 1929 Buhranı seri bir darbe etkisi yapıyor. Almanya’nın zaten zayıf olan ekonomisini çok ciddi etkiliyor, Alman ekonomisini diplere çekiyor. Böyle durumlarda toplum en uçlara kaçar. Almanya’da da gördüğünüz üzere sağ ve sol gelenekler çok kuvvetli. Bir yanda Prusya’nın aşırı dünya hakimiyeti teorik ruhu öbür tarafta Almanya’nın alt sınıflarından ve liberal üremiş, sosyal demokrat ve sosyalist ruhu. İnsanlar bu ikisi arasında uzaklaşıyorlar. Burada orta gücün kimin tarafına geçeceği önemli, yani Alman sanayicilerinin seçtiği taraf. Onlar sağı seçiyorlar yani Nazileri inşa edecekler. Gördüğünüz üzere Naziler aslında 1920’lerde başlayan süreçte uluslararası sermayenin inşası yani İngiliz ve Amerikan sermayesinin. 1932’den sonra da Alman sermayesinin dışa bağlı olarak seçtiği yoldur.

“Sekiz milyon dolar müttefik bonosu Amerika’da satılmış. Bu parayı nasıl geri alacak Amerika? Bunun için birilerinin cezalandırılması lazım. Amerika, Almanya olsun demiyor, Amerika diyor ki: ‘’Dünya ekonomisini yeniden serbest ekonomiye çekelim, yeni bir global ekonomi kuralım.” Versailles Antlaşması’nın 231.maddesinde Almanya tamamen savaş suçlusu ilan ediliyor. Sizce bu sonuca nasıl gidildi? Almanya’nın buna karşılığı nasıl oldu?

Almanya’nın seçtiği bu yola, 231. maddeye bir karşı cevap diyebilir miyiz?

Birinci Dünya Savaşı’nın sonu, öncesinden çok farklı bir yere düşecek. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce uluslararası sistemin tek boyutu var: Siyasal boyutu. Her şey siyasetin altında eriyor. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde uluslararası sistemin ekonomik boyutu diye yeni bir boyut çıkacak. Artık siyasete direk olarak etki eden farklı bir alan ortaya çıktı. Baktığımızda şöyle bir sorun var: Bütün dünya Amerika’ya borçlu. Birinci Dünya Savaş’ında Amerika çok satış yaptı hatta Almanya bile alıyor illegal yollardan. Amerika bütün borçların toplandığı bir nokta haline geliyor. Bu kadar borç olduğuna göre birinin bunları ödemesi gerekiyor, onun için savaşta birinin yenik olması gerekiyor. Wilson’un 14 ilkesi yine bir anlam taşıyor. Savaşa girmeliyiz çünkü borcumuzu almamız gerekiyor düşüncesi var. Sekiz milyon dolar müttefik bonosu Amerika’da satılmış. Bu parayı nasıl geri alacak Amerika? Bunun için birilerinin cezalandırılması lazım. Amerika, Almanya olsun demiyor, Amerika diyor ki: “ Dünya ekonomisini yeniden serbest ekonomiye çekelim, yeni bir global ekonomi kuralım.” Avrupalılar buna hazır değiller özellikle Fransa’nın bütün sanayi alanları işgal altında kaldı, zayıf düştü, bu durum Fransız ekonomisini çökertir. Fransa ne yapacak? Almanya’ya yüklenecek. İngiltere de “Almanya’yı ezmeyelim.” diyor. Üç tane görüş ortaya çıkıyor. Biri Amerika’nın daha global görüşü, biri Fransa’nın yerel görüşü ve İngiltere’nin ikisi arasında kaldığı görüş. Ondan dolayı Versailles Antlaşması ağırlıkla Fransa sonra İngiltere’nin ürünüdür. Amerika’nın payı hemen hemen hiç yoktur. 1922’den itibaren Amerika’nın antlaşmayı düzeltmekte payı var çünkü Almanya birinci savaş borcunu ödeyecek, ikincisini ödeyemeyecek. Amerika,

231.madde sonradan politik alanda ve literatür alanında çok işlenecek. Almanlarda hep bir ağırlık yaratıyor. Bunun içinde literatür alanında da, politik alanda da çok mücadele ediyorlar. Bu savaşın suçundan arınmak için çok şey yapıyorlar. Ama İkinci Dünya Savaş’ı bir haftada azınca boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Özellikle iki savaş arası dönemde çok yoğun tepkileri var. Nedeni Alman ordusu cephede yenilmiyor. Alman ordusu Fransa’nın kuzeyinde siperde bekliyor. Almanya’da cephe gerisi çökecek insanlar ayaklanıyorlar. Onun için Almanya kendi içinde de böyle bir hesaplaşmaya gidiyor. Komünistlerin, Yahudilerin cephe gerisindeki çıkardıkları ayaklanmalar için Birinci Dünya Savaşındaki haklı davaya ihanet olduğunu söylüyorlar. Ludendorf’un topyekün savaş tanımında bunlar “iç düşman” olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla Naziler geldiğinde bunları imha etmek isteyecekleri belli. Alman tarihçi Fürcher “Bismarck ne ise Hitler de oydu, Bismark ne emrettiyse, Hitler de onu yaptı.” diyor. Prusya zihniyetini absürt uçlara çeken Hitler’in bu işi yapacağı belli gibi gözüküyor. Yakın dünya tarihi suç ve sorumlulukları çok fazla paylaştığı için, hala objektif olarak yaklaşılabilen tarihler değil. Çok ön kabul var, ideolojik sorun çok var. Ondan dolayı rahat rahat konuştuğumuz şeyler, bazen çok küçük bir dilimini bize anlatıyor. Bunun alternatif analizlerini koyabildiğimiz sürece mümkün olduğunca günümüzü daha inşa edilebilir, daha çözülebilir, sağlıklı bir hale getirebiliyoruz. Hocam, değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz. 51


MİNERVA

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KIRILGANLIKLARI Yunus TURAN

ynstrn.25@gmail.com

II. TEORİK FİNANSAL KRİZ MODELLERİ

I. GİRİŞ

S

A. BİRİNCİ KUŞAK KRİZ MODELİ

ınırsız olan insan ihtiyaçlarının sınırlı imkanlar ile karşılanmaya çalışılması iktisat olarak tanımlanmaktadır. Sınırlı olma hali ise elbette ki bir takım sorunların oluşumunda etkin rol oynar, iktisadi yapılarda çeşitli bozulmalara neden olarak kriz denilen durumları oluşturur. Bahsi geçen kriz hallerinin nedenleriyle birlikte saptanması ise iktisat bilimi içerisinde çok fazla değişkenin yer almasından ötürü kolay değildir. Bütün bu değişkenlerin hareketleri sonucu dengesinde şaşmalar yaşayan iktisadi sistem belirli kritik eşiklerde tökezlemeler yaşar ve krizler meydana gelir. Şüphesiz daha ayrıntılı ölçekte ele alındığında ekonomik krizlerin sebeplerinin çok çeşitli başlıklar altında incelendiği görülebilmektedir. Fakat Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler çerçevesinde düşünüldüğünde bu durumun başlıca sebebinin 1980 sonrasındaki dönemde yaşanılan finansal liberalizasyon sürecinin olduğu anlaşılmaktadır.1 Bu çalışmada finansal liberalizasyon başlığı altında toparlanan ekonomik kriz sebepleri incelenerek Türkiye’nin gelecek yıllarda sahip olabileceği ekonomik kırılganlıklar teorik ekonomik kriz modelleri üzerinden ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

Özellikle 1980’li yıllardan sonra uygun olmayan iktisadi yapılar üzerine inşa edilen neo-liberal politikaların yaratmış olduğu olumsuz etkiler, finansal krizlerin görülme sıklığını arttırmış ve ülkelerin dışsal şoklara karşı daha duyarlı hale gelmesini sağlamıştır.4 Birinci kuşak kriz modelleri 1970 ve 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde yaşanılan finansal krizleri açıklamak için Paul Krugman tarafından ortaya atılmıştır. Bu model daha çok gelişmekte olan ülke ekonomilerindeki krizlerin ortak özelliklerini kapsamaktadır. Temel iddiası uygulamada olan kur rejimi ile uyuşmayan bir para politikasının ve bütçe açığının varlığıdır. Denetimi tam anlamda oturtulamamış bir ekonomi üzerinde gerçekleştirilmeye çalışılan neo-liberal düzenlemeler, sistem içerisinde ahenk bozukluğuna yol açarak uyumsuz para politikası ve kur rejimi sorununu doğurmaktadır. Ortaya çıkan bu tutarsızlık dolarizasyonu beraberinde getirmektedir. Dolarizasyon ile beraber ise ülkenin finans kurumları, hem olası döviz hareketlerine karşı risk yüklenmiş olmakta hem de bu kurumların gerçekleşen döviz hareketleri için önlem almasını zorunlu kılmaktadır. Devletler döviz kurunun yükselmesine karşı ise merkez bankalarının döviz rezervlerini piyasaya sürme yoluna gitme durumunda kalır ki bu durum da merkez bankasının rezervlerinin erimesine sebep olur. Devletler bu olumsuz durumu engellemek için ise dövizi dizginlemenin bir başka yolu olan faiz artırımı ile hazine tahvilini cazip kılmaya çalışmaktadır. Fakat özellikle bütçe açığının finanse edilmesi için kullanılan hazine tahvilinin değer kazanması devletin iç borcunun büyümesi anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla bütün bu durumlar ülke ekonomileri için bir açmaz oluşturmakta ve krize sebep olmaktadır.

Ekonomik krizler, para krizleri ve finansal krizler olmak üzere iki temel başlık altında incelenmektedir. Para krizleri kısaca dövize hücum şeklinde gerçekleşen spekülatif hareketler neticesinde döviz kurunun aşırı yükselmesi ve devletlerin uygulamış oldukları kur rejimlerinin çökmesi şeklinde tanımlanabilir. Finansal krizler ise finans piyasasında yaşanan bir deprem neticesinde finans kuruluşlarının batması ve kalanlarının ise sermayelerinin önemli oranda erimesidir. Her iki kriz de birbirini tetikleyerek birbirlerinin sebebi konumuna geçebilir ve bu durum “ikiz krizler” olarak adlandırılan, finans ve para krizlerinin aynı anda yaşanması halidir.2 Krizler kendi kendini doğrulayan bekleyişler ve iktisadi temellerdeki sorunlardan kaynaklanmaktadırlar.3 Bu iki temel başlık altında kümelenen kriz sebepleri ise finansal krizler için iktisat yazınında üç farklı kuşak kriz modeli oluşmasını sağlamıştır.

1. Türkiye Özelinde Birinci Kuşak Kriz Modeli Birinci kuşak kriz modeli çerçevesindeki kırılganlık noktaları Türkiye özelinde ele alınacak olursa; Türkiye’nin 2014 yılı bütçesine göre bütçe açığının 33,1 milyar lira dolaylarında gerçekleşeceği tahmin edilmek-

1 Mert URAL, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:18 Sayı:1 Yıl:2003, sayfa: 11 2 Fatih ÖZATAY, Finansal Krizler ve Türkiye, Doğan Egmont Yayıncılık,2009, İstanbul, sayfa: 17 3 A.g.e, sayfa: 18-19 4

Muhammet Ali AVCI, Nasuh Oğuzhan ALTAY, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 14, 2013, sayfa: 47-48

52


tedir.5 Tahmin edilen bu bütçe açığı ise gerçekleştirilen vergi artırımları, iç ve dış borçlanma yardımı ile finanse edilmektedir. 2013 yılı verilerine göre bütçe açığı 18,4 iken 2014 yılı için yapılan tahmin bütçe açığının büyüdüğünün ve bu açığın finanse edilmesi için borçlanma ve özelleştirme gibi yollara başvurulacağının göstergesidir.

ülke ekonomisi için dezavantaj oluşturmaktadır. B. İKİNCİ KUŞAK KRİZ MODELİ 1994 Latin Amerika krizlerini açıklamakta yetersiz kalan birinci nesil kriz modellerinden dolayı ikinci kuşak kriz modelleri ortaya atılmıştır. Bu modeller, finansal krizlerin olumsuz beklentiler nedeniyle oluşabileceği üzerinde durmuşlar, piyasa beklentisi ile hükümetin çelişen amaçlarının oluşturduğu dinamik etkileşim mekanizmalarının, rezerv yeterli olsa bile krize yol açabileceğini savunmuşlardır.10 İkinci kuşak kriz modelleri kendi kendini doğrulayan bekleyişler ekseninde gelişen krizleri kapsamaktadır. Büyük oranlarda yatırım hacmine sahip yatırımcılar, ülke ekonomisinde güvensizlik sezmeleri halinde dövize doğru yönelerek döviz kurunun yükselmesine neden olmaktadırlar ve bu dövize yöneliş dalgasını küçük yatırımcıların da takip etmesiyle dövizin yükselişi körüklenmektedir. Bu kriz modelinde kısa dönemli borç miktarı ve enflasyondaki artış öncül göstergeler arasında yer almaktadır.11 Bu kriz modeli daha çok gelişmiş ülke ekonomilerinde gerçekleşen krizleri kapsamakla beraber dolarizasyonun yüksek düzeyde olduğu ülke ekonomilerinde meydana gelen krizleri de içine almaktadır. Bir diğer deyişle bu modele göre krizler rezerv seviyeleri ile yakından ilintilidir.12

Devlet iç borçlanma senetleri bütçe açığının finanse edilmesi için kullanılmakta ve miktarı 2014 yılı Ekim ayı verilerinin 2014 yılı Ocak ayı ve geçen yılın ortalamasına göre daha yüksek olduğu gözlenebilmektedir.6 Bu durum da gittikçe iç borçlanmanın arttığını ortaya koymaktadır. Ocak ve Ekim 2014 verileri arasındaki fark ekonomik anlamda bir problem oluşturabilecek boyutta olmamak ile birlikte yalnızca ekonominin borçlanma eğiliminde olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçekleştirilen bu borçlanma ise ekonomik anlamda işlerin yolunda gitmediğini kanıtlamaktadır. Bütçe açığının finanse edilmesi noktasında bir diğer seçenek ise özelleştirmeler ile kar oranlarında azalma yaşayan ya da zarar eden kurumların özelleştirilmesi ile elde edilen gelirlerdir. Özelleştirme yoluyla elde edilen gelir 1986-2003 yılları arasında yaklaşık 8 milyar dolar ve 2003-2011 yılları arasında özelleştirme yolu ile elde edilen gelir yaklaşık 35 milyar dolar düzeyindedir.7 Özelleştirmelerde, zamanla sermayeyi tabana yayma, verimliliğin artırılması gibi amaçlarından uzaklaşılmış ve gelir elde etme amacının ağır bastığı tespit edilmiştir. Buna karşın KİT’lerin kamu üzerindeki mali yükünde bir azalma yaşanmamıştır.8 Dolayısıyla gerçekleştirilen özelleştirmeler yoluyla sağlanan gelir kısa vadede bütçeyi rahatlatmaktadır. Fakat uzun vadede zarar eden kurumlardan daha çok kar eden kurumların özelleştirilmesi bütçe yükünün artmasına neden olmaktadır.9 Bütçenin bu yolla finanse edilmesinin geçici bir çözüm olduğu sağlamış olduğu bütün bu olumsuzluklardan anlaşılabilmektedir. Bunun yanında özelleştirilmesi gerçekleştirilebilecek kurum sayısı sınırlıdır ve bütçe açığının bu şekilde finanse edilmesi doğru bir yöntem değildir. Gergin dünya siyaseti perspektifinden bakıldığı takdirde belirsizlik ve risk ortamının artmaya başladığı bir dönem içerisinde bulunulduğu ve bu yöndeki uygulamaların riski katladığı anlaşılabilmektedir. Belirsizliğin hakim olduğu bir ortamda yatırımcıların kurum ve kuruluş özelleştirme ihalelerine girmeleri ve yatırım yapmaları beklenemez. Dolayısı ile ekonomik anlamda güvensiz bir ortamın oluşması halinde bütçe açığının finanse edilmesi için kullanılan ve ciddi oranlarda kaynak sağlayan özelleştirme politikaları yeterince sağlıklı değildir ve

1. Türkiye Özelinde İkinci Kuşak Kriz Modeli Türkiye ekonomisinde kamu ve özel sektörün kısa vadeli dış borçları 2014 Ekim ayı sonu itibari ile 134,2 milyar doları aşmış durumdadır. Kamu borçlarındaki artış hızı ise özel sektörün borçlanma hızından daha yüksektir. 134,2 milyar dolarlık kısa vadeli dış borca ulaşılması itibari ile 2013 yılı sonuna göre %2,8’lik bir artış kaydedilmiştir. Kamu bankalarının kısa vadeli dış borcu ise 2013 yılsonuna göre %10,2 artarak 19,4 milyar dolara yükselmiştir. Özel sektör dış borcu ise 2013 yılsonuna göre %2,1’lik artış göstererek 114,4 milyar dolar düzeyine çıkmıştır. Bankalar kaynaklı kısa vadeli dış borç stoku ise %5,7 artış göstererek 97,5 milyar dolar seviyesine gelmiştir. Bankaların yurt dışında kullandıkları kısa vadeli krediler ise 2013 yılsonuna göre %10,8’lik artış ile 49,1 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır.13 Tüm bu veriler ışığında Türkiye ekonomisinin kısa vadeli dış borcunun artma eğiliminde olduğu görülebilmektedir. Yükselen dış borç miktarlarının ise döviz kurunda yaşanılacak herhangi bir sorunun ekonomiyi ciddi açmazlara sokacağı açıktır. Kısa vadeli borç miktarının fazla olması dışsal şoklara karşı ülke ekonomisini kırılgan kılmakta ve risk alanı oluşturmaktadır.

5 http://www.bumko.gov.tr/TR,4918/sayin-bakanimiz-mehmet-simsekin-2013-yili-merkezi-yonet-.html 6 Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Aylık Para ve Banka İstatistikleri 2014 (Ekim), sayfa: 4 7 http://www.oib.gov.tr/baskanlik/ozellestirme-kitap29%203.pdf, sayfa: 23-25 8 Yusuf Ziya TÜRK, Türkiye’de Özelleştirme Uygulamalarının Analizi, T.C. Kalkınma Bakanlığı, 2014, Yayın No:2885, sayfa: 158, sf. 21. 9 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Yusuf Ziya TÜRK, Türkiye’de Özelleştirme Uygulamalarının Analizi, T.C. Kalkınma Bakanlığı, 2014, Yayın No:2885, sf. 158. 10 Muhammet Ali AVCI, Nasuh Oğuzhan ALTAY, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 14, 2013, sayfa: 49 11 A.g.e sayfa: 49 12 Hatice ERKEKOĞLU, Emine BİLGİLİ, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı:24, Ocak-Haziran 2005, sayfa: 17 13

http://www.radikal.com.tr/ekonomi/kisa_vadeli_dis_borclar_1342_milyar_dolara_cikti-1253353

53


Türk ekonomisinde enflasyon ise yılsonu verilerine göre hedeflenen rakamların üzerinde seyir etmektedir. Yılsonu için belirlenen enflasyon beklentisi %5,3’ten %9,4’e yükseltilmiş ve 2014 Kasım ayı için aylık enflasyon TÜFE’de %0,18’lik değişim ile %9,15 dolaylarına ulaşmıştır.14 Böylece hükümetin yılsonu için yapmış olduğu %9,4’lük tahmine yaklaşmıştır.15 Enflasyonun, tahmin edilen değerlerin bu denli üzerinde gelmesi ise Irak, Suriye ve Ukrayna’da yaşanılan çatışmaların ve

krediler batık krediler olarak adlandırılır ve batık krediler ise geri ödeme yükümlülüğünün garantör devlete ait olması nedeniyle devlet bütçesine yük oluşturmaktadır. Bunun yanında finansal kuruluşların tasarruf sahiplerinden sağlamış olduğu kaynağı ihtiyaçlılara kredi olarak açması ve bu kredileri açarken de yüksek riskli davranışlar sergilemesi ise yine devletin finansal sisteminde sarsıntılara neden olabilmektedir. Kısaca üçüncü kuşak kriz modeli bankacılık sektörünün yeterince iyi denetlenmemesini de kriz nedenleri arasında tutarak gündemine almaktadır.19 1. Türkiye Özelinde Üçüncü Kuşak Kriz Modeli Türkiye’de 2009 yılının Ekim ayında toplam tüketici kredileri 90 milyar lira civarında iken 2014 yılının aynı ayında 270 milyar liranın üzerine ulaştığı gözlenmektedir.20 Bireysel kredilerin kullanım miktarındaki artış toplumun birçok kesimine kredi açıldığını ortaya koymaktadır. Kredilerin bu kadar geniş kesimlere yayılması ise bankacılık

Tablo: 1 Kaynak: TCMB

dünya üzerinde gerginleşen ilişkilerin getirmiş olduğu belirsizliğin yansımasıdır. Enflasyon ise hem halkın alım gücünün erimesi hem de ülke ekonomisine belirsizliğin hâkim olması anlamlarına gelmektedir. 2015 yılı için belirlenen %5’lik enflasyon beklentisi ise son değişiklik ile %6,3’e yükseltildi.16 Enflasyonun, beklentilerin üzerinde olmasının yanında oldukça istikrarlı biçimde yükselme eğiliminde olduğu tablo 1’deki veriler ışığında açıkça görülebilmektedir ki bu durum olumsuz gelişmelerin habercisidir. C. ÜÇÜNCÜ KUŞAK KRİZ MODELİ Birinci ve ikinci kuşak kriz modelleri 1997 Asya krizini açıklamada yetersiz kalınca üçüncü kuşak kriz modelleri ortaya atılmıştır. Bu kriz modeli diğer kriz modellerinin bir nevi birleşiminden oluşmaktadır. Para ve bankacılık yani finans krizlerinin birbirini tetikleyen bir kısır döngüye sahip olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca ekonomik krizlerin finans kuruluşları çevresindeki dengesizliklerden kaynaklandığını öngörmektedir.17 Üçüncü nesil finansal kriz modelinde hükümet ile büyük sermayeli işletmeler arasındaki ilişkilerin sakıncalı olduğu ve krize yol açtığı da öne sürülmektedir. Sermaye akımının serbest olduğu ekonomilerde, hükümet uluslararası şirketlerin ya da finansal kuruluşların aldığı borçlara dolaylı da olsa garanti verir.18 Devletlerin garantisi altında alınan, denetim ve gözetimi iyi yapılmayan bu kredilerin verimsiz kaynaklara nakli söz konusu olabilmektedir. Bu şekilde verimsiz kaynaklara nakledilen

Grafik: 1 Kaynak: BDDK

Grafik: 2 Kaynak: BDDK

14 Thttp://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2014/10/141008_babacan_ekonomi_enflasyon 15 Tablo 1 16 http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2014/10/141008_babacan_ekonomi_enflasyon 17 Muhammet Ali AVCI, Nasuh Oğuzhan ALTAY, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 14, 2013, sayfa: 49 18 Zeynep KARAÇOR, Volkan ALPTEKİN, Celal Bayar Üniversitesi İ.İ.B.F, Yönetim ve Ekonomi, Cilt 13, Sayı 2, 2006, sayfa: 239-240 19 Muhammet Ali AVCI, Nasuh Oğuzhan ALTAY, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 14, 2013, sayfa: 49 20

Grafik 1, Kaynak: http://www.bddk.org.tr/

54


sektöründeki riskin büyümesi anlamlarını taşımaktadır. Finansal kurumlar, tasarruf sahibi insanlardan elde ettikleri kaynakları ihtiyaç sahibi kesimlere kredi olarak açan kurumlar olarak tanımlanmaktadır. Bu mantık içerisinde halkın geniş bir kesimine açılan kredilerin batık kredilere dönüşmesi riski oldukça fazladır. Kredi kartı aracılığı ile piyasalara akan toplam miktar ise 2009 Ekim ayında 40 milyar liranın altında iken 2014’ün aynı ayında 70 milyar lira üzerinde bir rakama ulaşmıştır. 2014 Ocak ayında bu rakam 80 milyar liraya yaklaşmışken hükümet aracılığı ile üretilen politikalar sayesinde 2014 Ekim ayında ulaşılan düzeyden aşağı doğru yöneliş yaşanmıştır.21 Hükümetin cep telefonu alışverişinde kredi kartına taksit uygulamasını yasaklaması bahsi geçen politikalara örnek olarak sunulabilir. BDDK verilerine göre 2014 Aralık ayı verilerine göre 230 milyar lira dolaylarına ulaşan ihtiyaç kredileri 2009 yılının aynı ayına göre 140 milyar liralık bir artış göstermiştir.22 Bütün bu veriler ışığında finans sektörünün bu denli fazla miktarlara ulaşan krediler açması bahsi geçen finans kurumlarının kredi riskini arttırmaktadır. Bu durumda gelişecek herhangi bir belirsizlik halinde mevduat sahiplerinin hesaplarına yönelmeleri ve bozulan refah düzeyi sonucu kredi borcu olan kesimin borçlarını bankalara ödeyememesi bankaların ciddi düzeyde likidite sorunları yaşamasına neden olacaktır. Bankacılık sektörüne ait veriler bu sektörün yeterince iyi denetlenmediğini ortaya koymaktadır.

de denetimsiz bir şekilde gerçekleşmektedir ve ortadaki bu denetimsizliğin finansal sistemde ciddi sarsıntılar yaşatması olasıdır. Özellikle finansal kuruluşların vermiş olduğu kredilerin büyük çoğunluğunun güven ortamının sarsılması halinde batık krediye dönüşme olasılığı yüksektir. İncelenen bütün veriler ışığında Türkiye ekonomisi üretilen yanlış ve çarpık politikalar ile içinden çıkılmaz bir hale doğru sürüklenmektedir. Dünya ekonomi çevrelerinde gerçekleşecek her türlü sarsıntıya karşı aşırı duyarlı ve kırılgan bir yapıya bürünmektedir. Dolayısı ile finansal kuruluşların daha iyi denetlenmesi, dolarizasyonun ve enflasyonun azaltılmasına yönelik politikalara öncelik verilmesi, bütçe açığı sorununu daha köktenci yaklaşımlar ile çözmeye çalışılması gerekmektedir. KAYNAKÇA AVCI, Muhammet Ali, ALTAY, Nasuh Oğuzhan, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 14, 2013 ERKEKOĞLU, Hatice, BİLGİLİ, Emine, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı:24, Ocak-Haziran 2005 KARAÇOR, Zeynep, ALPTEKİN, Volkan, Celal Bayar Üniversitesi İ.İ.B.F, Yönetim ve Ekonomi, Cilt 13, Sayı 2, 2006 ÖZATAY, Fatih, Finansal Krizler ve Türkiye, Doğan Egmont Yayıncılık,2009, İstanbul TÜRK, Yusuf Ziya, Türkiye’de Özelleştirme Uygulamalarının Analizi, T.C. Kalkınma Bakanlığı, 2014, Yayın No:2885 Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Aylık Para ve Banka İstatistikleri 2014 (Ekim) URAL, Mert, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:18 Sayı:1 Yıl:2003 İNTERNET KAYNAKLARI http://www.bumko.gov.tr/TR,4918/sayin-bakanimizmehmet-simsekin-2013-yili-merkezi-yonet-.html, Erişim Tarihi: (23.12.14) http://www.oib.gov.tr/baskanlik/ozellestirme-kitap29%203.pdf, Erişim Tarihi: (24.12.14) http://www.radikal.com.tr/ekonomi/kisa_vadeli_dis_borclar_1342_milyar_dolara_cikti-1253353, Erişim Tarihi: (25.12.14) http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2014/10/141008_ babacan_ekonomi_enflasyon, Erişim Tarihi: (26.12.14) http://www.bddk.org.tr/, Erişim Tarihi: (23.12.14) http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tcmb+tr/ tcmb+tr/main+page+site+area/tcmb+faiz+oranlari/1+hafta +repo, Erişim Tarihi: (25.12.14) http://www.tcmb.gov.tr/, Erişim Tarihi: (26.12.14) http://www.tuik.gov.tr/, Erişim Tarihi: (25.12.14)

Finans kuruluşları arası gecelik borç alış verişi olarak adlandırılan repoların faiz oranları ise merkez bankası verilerine göre 2014 yılı içerisinde ciddi yükselişler yaşamıştır. Gerçekleşen faiz yükselişleri ise olası borç alış verişini zorlaştırmaktadır. Likidite sorunu yaşayan finans kuruluşlarının kolayca borç bulamaması anlamına gelen bu durum ise finans piyasası içinde kırılganlıklar oluşturmaktadır. 2014 Yılı Temmuz ayı verilerine göre bu faiz 8,25 dolaylarındadır ve 2013 Mayıs ayı verilerine göre %3,75’lik bir artış göstermiştir. 2014 yılı ilk ayı verilerine göre her ne kadar faiz oranlarında düşüş yaşanmışsa da hala faizlerin yüksek olduğu anlaşılabilmektedir.23 Yüksek faizler ve denetlenemeyen krediler Türkiye ekonomisi için büyük kırılganlıklar oluşturmaktadır. III. SONUÇ YERİNE Üç farklı teorik ekonomik kriz modeli çerçevesinde her modelin kendine özgü öncül kriz göstergeleri üzerinden Türkiye’nin sahip olduğu ekonomik kırılganlıklar ele alınmıştır. Güncel veriler ışığında Türkiye’de enflasyonun hedeflenen düzeyin çok üzerinde olduğu ve bu durumun da ekonomi için riskler oluşturduğu açıktır. Dış borçlanma oranlarının giderek arttığı tespit edilerek bu durumun olası döviz hareketleri ve dışsal şoklar karşısında Türk ekonomisini zaafa uğratacağı anlaşılabilmektedir. Bunun yanında finans sektöründeki genişleme 21 Grafik 1 22 Grafik 2, Kaynak: http://www.bddk.org.tr/ 23

http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tcmb+tr/tcmb+tr/main+page+site+area/tcmb+faiz+oranlari/1+hafta+repo

55


MİNERVA

KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN YAYGINLIĞI Ecenaz TERZİ

ecenaz_terzi96@hotmail.com

ŞİDDET NEDİR?

gördüğünü belirtti. En çok maruz kalınan şiddet türünün ise kadınlara hakaret, küfür, aşağılama içeren psikolojik şiddet olduğu araştırmalarla kanıtlandı. Yaygın olarak görülen bir diğer şiddet türü ise ekonomik şiddettir. Kadınların maaşına el koyma, çalışmalarına izin vermeme, kadının adına kredi çekip ona karşı bunu tehdit olarak kullanma en yaygın görülen şiddetlerdendir. Şiddeti uygulayan kişi genellikle kadınların eşleridir. Kadınların en çok ihtiyaç duydukları destek ise sosyal ve hukuki destek olarak görüldü.3

H

er 3 kadından 1’i evde, dışarıda ya da işyerinde; kocasının ya da sevgilisinin fiziksel, cinsel, ekonomik ya da psikolojik şiddetine maruz kalıyor. Kadına yönelik şiddet, bütün dünyanın insan hakkı ihlalleri arasındadır. Aslında şiddet olgusunun ortaya çıkışı insanlık tarihi ile paraleldir. Yapılan araştırmalara göre kadına yönelik şiddetin kökeni, bizi 3000 yıl önceye götürmektedir. Buluntular erkek mumyalarının kemiklerinde %9-20 kırığa rastlarken, bu oranın kadınlarda %30-50 olduğu görülmektedir. Kısacası şiddet sadece günümüzde bir problem değil geçmişte de büyük bir sorun teşkil etmiştir. Erkeklerin, egemenliklerini tehdit altında görmeleri ya da bunları güçlendirmek istemeleri şiddet davranışına yol açar.1 Dünyada ve Türkiye’de maruz kalınan her türlü şiddete örnekler verecek olursak; 2014 yılında IŞİD’in Suriye ve Irak’taki kadınlara uyguladığı zulüm yüzbinlerce kadının vahşice öldürülmesi, tecavüze uğraması ve köle olarak satılmasıyla sonuçlandı. Nijerya’da Boko Haram’ın, 2014 yılındaki tek eyleminde 300 kız çocuğunu kaçırıp öldürmesine ve onlara tecavüz etmesine dünya seyirci kaldı. Bu şiddetlerin oluşmasında önemli bir etken de ne yazık ki adaletsizlik. 2014 yılında İran’da kendisini korumak için tecavüz saldırganını öldüren Reyhane Jabbari, suçlu bulunarak idam edildi ve yine dünya sadece seyretmekle yetindi. Mısır’da da durum pek farklı değil, kadınların %99’u sokağa çıktıklarında tacize uğruyorlar ve kadınlar hayatlarını eve mahkum bir şekilde sürdürüyorlar.

Şiddetin amacı güç göstermek, baskı kurmak, kontrol etmek, cezalandırmak ya da öfke boşaltmaktır. Fiziksel, duygusal, ekonomik, dijital şiddet biçimlerinin tümü bu amaca yöneliktir. Nitekim şiddet kadının korku, çaresizlik ve güvensizlik ortamı içinde yaşamasına yol açar. Ülke genelinde, yaşamın herhangi bir döneminde şiddete maruz kaldığını belirten kadınların oranı %39’dur. Başka bir ifadeyle bunu açıklarsak, her 10 kadından 4’ü, eşi veya birlikte olduğu kişi tarafından şiddete uğramaktadır. Yerleşim yeri açısından fiziksel şiddette önemli bir farklılaşma görülmemesine rağmen bölgesel düzeyde önemli bir farklılaşma vardır. Örneğin, Kuzey Anadolu bölgesinde yaşayan her 2’i kadından biri fiziksel şiddete maruz kaldığını belirtmiştir. Cinsel şiddet hakkında konuşmak fiziksel şiddet hakkında konuşmaktan daha zordur. Özellikle evlilikte yaşanmış, konuşulması çok daha zor bir konudur. Ülke genelinde evlenmiş kadınların %15’i cinsel şiddet içeren davranışlardan en az birine maruz kalmıştır. Fiziksel şiddet biçiminde olduğu gibi cinsel şiddete maruz kalanların oranında da bölgesel

“Türkiye’ye bakacak olursak, ülkemizde resmi rakamlara göre 2006 yılında 72 bin 643 kadın şiddete uğradı, bunların 842’si saldırılar sonucu yaşamını yitirdi. İlerleyen yıllarda durum değişmedi ve 2009 yılında 139, 2010 yılında 217, 2011 yılında 257, 2012 yılında ise 165 kadın öldürülüp, 150 kadına tecavüz edildi. 2013 yılında da bu rakamlar artarak devam etti.”2 ŞİDDET VE VAKIFLAR Şiddete maruz kaldığı için vakıflardan destek alan kişilerin yaş aralığı 0-90’dır. Başvuranların %4,7’si 15 yaşından küçük çocuklar. En çok da 25-34 yaş arasında kadınların şiddetten uzaklaşmak için vakıflardan destek aldığı bildirildi. Yardım isteyen kadınların çoğu eşlerinden şiddet

1 hemşirelik.maltepe.edu.tr, Maltepe Üniversitesi Hemşirelik Bilim ve Sanatı Dergisi,Cilt:1,Sayı:1.2008 2 Bianet.com, Kadın LGBT, Erkek Şiddeti Çetelesi 3

www.hacettepe.com/Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Makalesi (2008) Ana Rapor’dan Fiziksel ve Cinsel Şiddet s.50

56


düşük töre ve namus cinayeti sayısının görüldüğü bölgemiz ise 71(%6) ile Karadeniz Bölgesidir.Yapılan değerlendirmelere göre töre ve namus cinayetleri eğitim seviyesi düştükçe artmaktadır. Töre ve namus cinayetlerinde sadece kadınlar değil erkekler de mağdur olmaktadır. Hatta ölen erkek sayısı kadınlara göre daha fazladır. Töre ve namus cinayetlerinde failler genelde erkekler olsa da kadınlar da bazen fail konumunda olabilmektedir. Sanılanın aksine, cinayetleri işleyenler arasında çocukların oranı oldukça düşüktür (%9). Cinayetleri işleyenler(sanıklar) daha çok 19-35 yaş aralığındadır. AİLE İÇİ ŞİDDET Kadının ve erkeğin yetiştiği ortamda, özellikle de ailesinde şiddetin olup olmaması kadının ve erkeğin şiddeti daha çabuk kabullenmesine neden olabilir. Yapılan araştırmalarda kadınlara, babalarından annelerine ve kayınpederlerinden kayınvalidelerine yönelik fiziksel şiddetin olup olmadığı sorulmuştur. Sonuç, en az bir kere şiddet yaşamış kadınların yüzde 37’sinin; hiç şiddet yaşamadığını belirten kadınların ise %19’unun, annelerinin de şiddete maruz kaldığı belirtilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus şiddet yaşayan her ailedeki çocukların şiddete meyilli olmayacağının bilinmesidir. Ancak, yüzdeler açısından baktığımızda kendi ailesinde şiddete tanık olan kadınların tanık olmayan kadınlara oranla daha fazla şiddete maruz kaldıkları söylenebilir.7

anlamda önemli farklılıklar görülmüştür. Batı Marmara bölgesindeki kadınların %9’u, Kuzeydoğu Anadolu bölgesinde yaşayanların ise %29’u yaşamlarının herhangi bir döneminde cinsel şiddete maruz kalmışlardır. Cinsel şiddetle fiziksel şiddetin içiçe yaşanmadığı durumlar maalesef çok azdır. Fiziksel ve cinsel şiddeti yaş grupları olarak ele aldığımızda, ilerleyen yaşlarda şiddetin arttığı görülmektedir. Fiziksel ve cinsel şiddetin kümülatif olarak, 45-59 yaş grubunda olan kadınlarda daha fazla olması beklenen bir durumdur. Ancak son yıllarda tam tersi bir durum söz konusudur.4 Örneğin, 15-24 yaş grubunda iki şiddet biçiminden birinin görülmesi oranı %21’dir yani diğer yaş gruplarından daha fazla bir oran vardır.5 Eğitim düzeyi yönünden bakacak olursak eğer eğitim düzeyinin artması şiddetin yaşanma yüzdesini azaltmaktadır. Refah düzeyi düşük olan hanelerdeki kadınların yarısı, yaşamlarının herhangi bir döneminde şiddete maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Refah seviyesi yüksek olan hanelerdeki kadınların ise %29 şiddete maruz kalmıştır, bu da bize eğitim seviyesinin şiddet üzerindeki etkisinin yüksek olduğunu gösteriyor.

Yapılan araştırmalar bize değişimlerin yapılması gerektiğini gösteriyor. ‘’Hiçbir değişim kökten ve çabuk olmayacaktır ama filiz vermesi için tohumları atmak gerekir. Korkmadan, ümitle o tohumları atmalıdır kadın erişebildiği herkese. Özellikle bir anneyse en güçlü toprağa, çocuğuna atmalıdır onları, inanarak ve sevgiyle. Kendine acımayı bırakmalıdır artık kadın. Dayak yemiş yüzlere, işkence görmüş vücutlara ve öldürülmüş cesetlere bakmayı bırakmalıdır. Hepsini zihninde ve acılarını gönlünde saklarken bir şeyler yapabileceğine inanmalıdır. İçindeki ses tek başına bir şey değiştirmeyeceğini söyler bazen; çünkü bilir istisnalar kaideyi bozmayacaktır. Ne kadar da yanlış! Tam olarak istisnalar kaideyi bozabilir aslında. Tüm renkler aynıyken, parlayarak sıyrılırlar içlerinden ve başka bir şey anlatırlar. Başka bir şey anlatmalıdır kadın, istisna olmalıdır.’’8

TÖRE CİNAYETLERİ Bilindiği üzere ‘’töre cinayetleri’’ kamuoyunda “kadına yönelik öldürme olayı” olarak tanımlanır. Töre ve namus cinayetlerinin bölgelere göre dağılımına bakacak olursak; bu cinayetlerin en çok, sanılanın aksine, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde değil. Marmara, Ege ve İç Anadolu Bölgelerinde görüldüğü ortaya çıkmıştır.6 Töre ve namus cinayeti sayısı ve oranları bölgelere göre şu şekildedir: Marmara Bölgesi’n de 298(%28), Ege Bölgesi’n de 217(%20), İç Anadolu Bölgesi’n de 220(%20) iken bu sayı Güney Doğu Anadolu Bölgesi’n de 141(%12), Doğu Anadolu Bölgesi’n de 94(%8) ve Akdeniz Bölgesi’n de ise 84(%6)’ tır. En

İNTERNET KAYNAKLARI www.hips.hacettepe.com www.morçatı.org www.ttb.org hemşirelik.maltepe.edu.tr/dergiler/cilt1sayı1ağurtos2008 www.kadıncinayetlerinidurduracağız.net

4 www.hacettepe.com/Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Makalesi (2008) Ana Rapor’dan Fiziksel ve Cinsel Şiddet s.50. 5 www.hacettepe.com/Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Makalesi (2008) Ana Rapor’dan Eğitim Durumuna Göre Şiddet Yaygınlığı s.56. 6 bianet.org, Ayşe Durukan, Emniyetten 15 İlin Töre Cinayetleri Haritası’ndan alınmıştır. 7 www.hacettepe.com/Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Makalesi (2008) Ana Rapor’dan Kadının Kendi Ailesinde Şiddet s.60. 8

Merve Özdolap,KAFKAOKUR,Kasım¬Aralık 2014 sf.30

57


MİNERVA

TARİH, TOPLUM ve HOMOFOBİ E. Can ELDEN

can.elden.1995@gmail.com

K

avramsal olarak 1960’larda literatüre girmesine karşı homofobi, ilk çağlardan itibaren insanlık tarihinde biçimsel olarak var olan bir kavramdır. Literatürde tanımı “eşcinsellere karşı duyulan nefret, korku, hoşnutsuzluk ya da ayrımcılık”1 olsa da George Weinberg 1972 tarihli Society and Healty Homosexual isimli kitabında homofobiyi “eşcinsellerle aynı ortamda olmaktan duyulan korku” olarak tanımlar. Audrey Lorde ise kavramı “kişinin kendi cinsinden birine karşı duyduğu aşktan korkması ve bu nedenle bu duyguyu başkalarında gördüğünde buna nefretle bakması” olarak tanımlar. Üzerinde düşünülünce her bir tanım yanlış olmayacağı gibi her bir tanım da tamamen doğru olamaz.2

Milenyumun başına geldiğimizde Kilise, iktiradını Papa’nın kişiliğinde merkezileştirdi. Haçlı Seferleri’nden de cesaret alan papalık, otoritesini kralların dahi üzerine çıkarmaya çalıştı. Bunun için ise her türlü pislikten uzak durması ve tamamen temiz bir yapıya sahip olması gerekirdi. Ne var ki çoğu rahibin cariyeleri, hatta oğlanları vardı. Kilise’nin ahlaki otoritesi zayıftı. Kilise itibarını geri kazanamk için sodomiyi din kurumuna musallat olan bir hastalık olarak seçti ve sodomiye karşı sert önlemler almaya başladı. İkinci milenyum aynı zamanda sodominin iftira aracı olarak kullanılmaya başlandığı yıllardır. İnsanlar sırf Kilise’ye karşı bir tehdit, Yahudi ya da Müslüman olmalarından dolayı eşcinsellik ile suçlanıyor ve yakalanıp yargılanıyorlardı. Bunun en iyi örneklerinden birisi Albililer üzerine haçlı seferi düzenlenmesidir. 13. yy başında Güney Fransa’nın en verimli topraklarına sahip olan Albililer homoseksüellik ile suçlanmış ve üzerlerine bir haçlı seferi düzenlenmiştir. En nihayetinde Simon de Montfort komutasında bir Norman ordusunun yürüttüğü bir sefer sonucunda binlerce Albili öldürüldü. Bir diğer iyi örnek ise Tapınak Şövalyeleri’nin akıbetidir. 14. yy Kilise Engizisyonu’nun gücünün doruğunda olduğu yıllar olarak bilinir. Bu dönemde Engizisyon’un karşısında duran en büyük güçlerden biri Tapınak Şövalyeleri isimli haçlı grubudur. En nihayetinde, 1307 yılında Fransa Kralı IV. Philippe tarafından Tapınak Şövalyeleri yakalatılıp sodomi ile suçlanmıştır. Dayanılmaz işkenceler sonucu birçok Tapınak Şövalyesi kendilerinden istenilen itiraflarda bulunmuşlardır.

Tarihsel Süreç İçerisinde Homofobi Milenyumlar öncesinden beri homofobi gerçeği var olsa da asıl büyük nefret dalgaları MÖ 1. yüzyıldan itibaren Avrupa’da baş göstermeye başlamıştır. Orta çağlardan itibaren özellikle kıtlık, salgın hastalık gibi belalar sodomiye bağlanmış ve eşcinsel egilim gösteren insanlar -ya da eşcinsellik ile suçlanan insanlar- ağır şekilde ve çoğunlukla yakılarak infaz edilmiştir. Özellikle geç antik çağdan itibaren toplumlardaki tüm eşcinsel eğilimler “doğaya aykırı”, “lanetli” ve “iğrenç” şeklinde nitelendirilmiştir. Asketizm’ in yaygınlaşmasıyla beraber Yahudi ve erken Hristiyan yaputlarında eşcinsellik kesin olarak lanetlenmiştir. MS 313’te Roma İmparatorluğu’nun resmi dininin Hristiyanlık olmasının akabinde MS 342 yılında çıkan bir yasa ile eşcinsel eğilimler ciddi şekilde cezalandırılmaya başlandı, ki bu cezalar çoğunlukla organ (penis) kesimi ya da yakılarak idam edilme oluyordu. MS 527’de İustinianos’un İstanbul’daki uzun imparatorluk dönemi başladı. Pagan kültürünün izlerini tamamen silmek adına imparator, MS 533’te Lex Julio’yu değiştirerek eşcinsel eylemlere idam cezası getirdi. Halk açısından ise bu olağan bir durum olarak değerlendirilebilir, zira dönemde hiç eksik olmayan salgınlar, afetler ve kıtlıklar yüksek oranda bir çoğunlukla eşcinselliğe bağlanıyordu. Roma’dan sonra Avrupa’da egemen olan Gotik halklar arasında da bu tutum pek farklı değildi. MS 650 yılında Vizigot egemenliğindeki İspanya’da homofobik tutumlar yasa ile güvence altına alındı ve eşcinsellik “daima nefretle karşılanması gereken bir eylem” olarak nitelendirildi ve hadım edilmenin beraberinde sürgün ile müeyyidelendirildi. 1 http://tr.wikipedia.org/wiki/Homofobi 2

Vanessa Baird, Cinsel Çeşitlilik sf. 55

58


14. ve 15. yüzyıllar eşcinsellik paniğinin tavan yaptığı yıllar olarak bilinmektedir. Sodomiye karşı her zamankinden sıkı yaptırımlar uygulanmaya başlanmıştır. Örnek olarak Floransa’da 1325 yılında devreye giren bir kanunla kurulan Gece Devriyeleri sodomi zanlılarını yakalama ile görevlendirildi. Yasada ise sodominin cezası hadım edilme olarak belirlenmişti. Tüm soruşturmaların gizli yürütülmesi nedeni ile herkes herkesi sodomi ile suçlayabilirdi. Suçların itiraf ettirilmesi için ise işkenceye başvuruluyordu. Bu dönemde sodomiden söz etmek bile yasaktı; bu konuda şarkı yazan ya da söyleyen herkes cezalandırılıyordu. Ancak tüm bunlara rağmen, tüm baskıların paralelinde sodomi toplumda tavan yapmıştı. Floransa’da 1432 ve 1502 yılları arasında yaklaşık 15000 kişi sodomi suçundan yakalanmış ve en az 2000’i suçlu bulunmuştur.

“isimlerin şerefinin korunması” adına yaklaşık 100 yıl sonrasında sodomi yasadışı ilan edildi.

İngiltere’de 1533 yılında İngilizce konuşulan dünyada ilk homofobik yasa yürürlüğe girdi. VIII. Henry’nin yürürlüğe soktuğu yasada sodomi yazılı hukuk kapsamında ölümle cezalandırıldı. Ancak bu yasa kadınlardan bahsetmiyordu. Kadınlardan bahseden bir yasa ise bundan bir yıl önce Kutsal Roma-Germen İmpratorluğu’nda Kral V. Karl tarafından yürürlüğe sokuldu. Katolik Engizisyon binlerce kişiyi sodomi ile suçladı, öyle ki 1560-1640 yılları arasında kayıtlara geçen 1600 infaz var. Protestan cephesinde de tutum farklı değildi. Katı bir Protestan teokrasinin kurulduğu Cenevre’de sodomi duruşmalarının kayıtları aşırı titizlikle tutuluyordu ve kayıtlardaki rakamlar Avrupa’nın geri kalanından çok da farklı değildi.

Yakın tarihe baktığımızda ise Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra toplumlar eşcinsellere karşı daha ılımlı bir tutum geliştirmeye başlanmıştır. Özellikle Freud’un psikanalitik kuramları insanları cinsellik üzerine düşünmeye sevk etti. Öyle ki psikoloji biliminin merkezi olan Almanya’da seksoloji bir araştırma alanı haline geldi. Bunun paralelinde özellikle Berlin başta olmak üzere ülkede gelişen bir gay kültürü vardı. Ne var ki bu tutum çok uzun sürmedi. Hitler’in iktidara gelişi ile homoseksüeller başta olmak üzere tüm “cinsel açıdan yozlaşmışlar” toplama kamplarına gönderilmeye başlandı.

18. yy’da Avrupa’da ise eşcinsellik devlete karşı bir tehdit olarak görülüyor ve gay altkültürü dizginlenmeye çalışıyordu. Hollanda’da 1730-31 yılları arasında çoğu 19 yaş altı 60 kişi sodomi ile suçlanarak idam edilmiştir. Fransa’da 1791 yılında sodominin suç kapsamından çıkarılmasına rağmen İngiltere’de zulüm arttı. Dönemin bazı filozoflarının sağduyu çağrılarına rağmen idamlar 19. yy ortalarına kadar devam etti, 1806 ve 1836 yılları arasında 60 erkek sodomi suçundan asıldı. En nihayetinde 1861 yılında son olarak Britanya eşcinsellere idam cezasını kaldıran son ülke oldu. Ancak ceza bu sefer hapse çevrilmişti. Homofobik tutum, Britanya ve sömürgelerinde uzunca yıllar devam etmiştir, öyle ki Hindistan’da hicraları hedef alan bir tutum baş göstermiştir.

Rusya’ya bakarsak 1905 ve 1917 Devrimleri sırasında ülkede önemli bir gay alt kültürünün geliştiği görülür. Ancak 1920’lerde bu hareket zayıfladı. Ne Lenin ne de Troçki eşcinsel hareketlere hiçbir zaman onay vermedi, ki 1923’te eşcinsellik bu sefer bir “hastalık” olarak damgalandı. 1933’te çıkarılan bir yasa ile de eşcinsellere zulüm etmek komünizmin bir ilkesi haline getirildi.

Elbette ki Avrupalılar homofobiyi fethettikleri yerlerde de yayacaklardı. Önce Ekim 1513’te Vasco Nunez de Balboa Quarequa’da birkaç yüz Panama yerlisinin katliamını emretti. Daha sonra ise Meksika taraflarında Hernan Cortez büyük Aztek uygarlığının -büyük bir yanılgıya düşerek- sodomici eylemlere eğilimli olduğunu ve katledilmeleri gerektiğini emretti, ancak Aztekler’in sodomiye karşı bakış açısı Avrupalılar’dan pek de farklı değildi. Görüldüğü üzere sodomi hala düşmanlara karşı bir silah olarak kullanılıyordu. Dünyanın öbür ucu, Çin’de ise; 1644 Mançular’ın hanedana gelişi ile eşcinselliğe karşı hoşgörü devri bitti ve

Komşu olan Maocu Çin’de ise durum daha vahimdi. 1949 devriminden sonra gayler toplanıp tek tek vuruldular, kadınlar ise kaçmak zorunda kaldılar. Ülkede eşcinselliğin “varolmadığı” resmen ilan edildi. Sovyet ve Çin devriminden sonra kurulan sosyalist hükümetlerde ise eşcinsellik, önceki baskı rejimlerinin bir kalıntısı olarak görülüyor ve eşcinseller hor görülmeye devam ediyordu. Amerika’da da durum farklı değildi ve eşcinsellik kontrolden çıkmaya başlayan bir hastalık olarak görülüyordu. Öyle ki İkinci Dünya Savaşı’nda ordudaki gayler terhis edilmiş, hastanelerde eşcinsellik muayeneleri yapılmaya başlanmıştır. 59 16 28


McCarthy döneminde gelen “cadı avı” ile eşcinsellerin üzerine daha da çok gidilmeye başlandı. Ancak bu hareket paradoksal olarak eşcinsel hakları hareketlerinin baş göstermesine sebep oldu. Günümüze geldiğimizde, dünyada eşcinselliğe karşı tutum giderek yumuşamasına rağmen hala yaklaşık 70 ülkede eşcinsellere cezalar verilmektedir. Kuzey Kore, Hindistan’ın bazı bölgeleri, Jamaika gibi yerlerde eşcinsellik hapisle cezalandırılırken çoğunluğu Müslüman ve Arap ülkelerin başını çektiği bir takım ülkede de eşcinselliğin cezası idamdır.

nülemez. Özelikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ağırlık kazanan feminist hareketler ile eşcinsel hareketler birbirleriyle hep omuz omuza bir dayanışma içerisinde olmuştur. Bunun sebebi toplumlarda her iki grubun da (eşcinseller ve kadınlar) baskı ve ayrım görmesidir. Ki bu baskı ve ayrım çoğu toplumda nefrete dönüşmüştür. Özellikle Müslüman ülkelerde homofobik cinayetler ve kadın cinayetleri hiç de azımsanmayacak seviyelere çıkmıştır. İşte eşcinsel hareket ve feminist hareket de bu oranları sıfıra indirmek için her zaman bir dayanışma içerisinde olmuştur. Toplumsal eşitliği sağlamak amacıyla bu iki hareket birbirlerine paralel gelişmiştir. Bu düşüncelere göre ideal toplum düzeni bu iki grubu bastırmakla değil, onları bir birey olarak herkesle eşit görmek ile sağlanacaktır. Başka bir deyişle “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir.” 4

Eşcinsellik Doğal ve Bilimsel Bir Durum Mu? Bilim insanları, eşcinselliğin doğal kaynağını bulmak adına -birçoğu çok ilginç olan- bir takım yollar izlediler. Eşcinselliğin doğaya aykırı olup olmadığını test etmek isteyen bilim adamları bunun hayvanlar arasında var olup olmadığını test etmek istediler. Sonuç şaşırtıcıydı: yaklaşık 450 kuş ve memeli türünde eşcinsel eylemler görülüyordu. Bu araştırmalar bize şu sonucu veriyor; eşcinsellik insanın doğasında vardır.

KAYNAKÇA BAIRD, Vanessa, Cinsel Çeşitlilik, Metis Yayınları, İstanbul, 2004 HOOKS, Bell, Feminizm Herkes İçindir, BGST Yayınları, İstanbul, 2012 KAOS GL, Anti-Homofobi Kitabı, Ayrıntı Yayınları, Ankara, 2009 SEGAL, Lynne, Ağır Çekim: Değişen Erkeklik Değişen Erkekler, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1992 İNTERNET KAYNAKLARI VİKİPEDİ, Homofobi, Erişim Adresi: < http:// tr.wikipedia.org/wiki/Homofobi >, Erişim T a r i h i : 21.12.2014 VİKİPEDİ, Eşcinsellik, Erişim Adresi: < http:// tr.wikipedia.org/wiki/E%C5%9Fcinsellik >, Erişim Tarihi: 21.12.2014

Son 100 yıl içerisinde bu alanda yapılan en dikkate değer çalışma Amerikalı Alfred Kinsey tarafından yapılmıştır. Kinsey ve ekibi, uzun uğraşlar sonucunda eşcinselliğin hiç kimse için “ya hep ya hiç” meselesi olmadığını ortaya çıkarmış ve Kinsey Ölçeği’ni bulmuştur: 0: Tamamen heteroseksüel, hiç eşcinsel değil 1: Büyük ölçüde heteroseksüel, ara sıra eşcinsel 2: Büyük ölçüde heteroseksüel, ara sıradan fazla eşcinsel 3: Eşit derecede heteroseksüel ve eşcinsel 4: Büyük ölçüde eşcinsel, ara sıradan fazla heteroseksüel 5: Büyük ölçüde eşcinsel, ara sıra heteroseksüel 6: Tamamen eşcinsel, hiç heteroseksüel değil x: Toplumsal, cinsel temas ya da tepki yok3 Eşcinselliğin nedeni de bilim insanlarının çalışma alanlarına göre şekillendirilebiliyor. Örneğin; bir psikolog psikolojik nedenlerle açıklarken bir genetik bilimci eşcinselliğin genlerde var olduğunu söyler. Aynı şekilde bir sosyolog eşcinselliği kültürel dayanaklarla açıklar.

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Homofobinin Kaynağı, Feminizm Paralelinde İncelenmesi ve Sonuç Çoğunlukla homofobi din kaynaklı olmuştur. Birçok dinde eşcinsellik lanetlenmiş ve cehennem azabıyla müeyyidelendirilmiştir. Kültürel açıdan ise küçük yaşlardan itibaren çevresinde homofobik hareketlere seyirci kalan bir çocuk elbette ki ilerde homofobik olacaktır. Psikolojik bakımdan ise bir insan kendisinin homoseksüel olmasından korkarak çevrede gördüğü homoseksüellerden de nefret edebilir. Üzerinde düşünülünce bu korkunun kaynağı toplumdaki kadınsılığın artması ve kadınsılığın maskulenliğe oranla toplumda ağırlık kazanmasıdır. Bu sebeptendir ki eşcinsel hareketler feminist hareketlerden bağımsız düşü3 Vanessa Baird, Cinsel Çeşitlilik sf. 100. 4

Kaos GL, Anti-Homofobi Kitabı sf.6.

Katkı ve Eleştirileriniz Bize Ulaşın:

İçin

om

minervadergi@gmail.c 60


Türkiye’de ilk olmanın gururunu sizlerle yaşıyoruz.

MELEK GRUP www.melekgrup.com

Çekirdekilerin seçilmesi, kavrulması, hoş sohbetleri, aşıkları buluşturan falları ve 40 yıllık hatırı ile Türk Kahvesi UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras listesindeki yerini aldı. Melekler Kahvesi olarak yüzyıllık gelenekleri günümüze taşıyan Türk Kahvesi kültürünün yaşatılması, gelecek nesillere aktarılması ve uluslararası alanda tanıtılmasına katkıda bulunmaya devam edeceğiz. Melekler Kahvesi’nde bu kültürü ve tarihi bizimle birlikte yaşayın.

1850’li yıllada Dedemiz Kara Ali’nin Yemen’den develerle getirttirip; Anadolu’ya dağıttığı kahve kadar organik ve lezzetli çekeirdeklerden, doğaya saygılı yöntemlerle ürettiğimiz; fal kahvesini sizlerle buluşturmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Fal Kahvesi Satış Noktaları: Melekler Kahvesi & www.melekmarket.com

29 bin üyemizle size hizmet vermekten gurur duyuyoruz.

Beyaz Zambak Sertifikası


Hazırlayan:

Sedef BEDER sdf.beder@gmail.com

GÜLSÜM KAV İLE “KADIN CİNAYETLERİ” ÜZERİNE... K

adın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Genel Temsilci Gülsüm Kav ile Türkiye’deki kadın cinayetleri ve kadın hakları üzerine söyleşi gerçekleştirdik.

mümkündü. Kadınlar hiç bir sağlık sorunu olmadıkları halde ve genellikle de genç yaşlarında erkek şiddetiyle, erkek eliyle öldürülüyordu. Hepsi önlenebilir ölümlerdi ve durdurulmalıydı.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu neden kuruldu? Ulaşmak istediğiniz hukuksal hedef nedir, açıklar mısınız?

İddialı olmamızın temelinde kadın cinayetlerinin gerçekten durdurulabileceğini ve bunun ancak mücadeleyle kazanılacağını bilmek var. “Mağdur olduk” demek yerine “muhatap” olduğumuzu bilerek, mücadele etmeye karar verişimiz ve azmimiz bu ismi almamızı sağladı.

Platformu Münevver Karabulut cinayetiyle birlikte kurduk, takip ettiğimiz ilk dava da budur. Bizi; bir çocuk sayılan yaşta liseli Münevver’in öldürülüşü de, ardından cinayetin ele alınış biçimi de çok rahatsız etti. Katil, zengindi ve yakalanmıyordu. Emniyet Müdürü, görevini yerine getirmek yerine evlatları testere ile öldürülmüş aileye fırça atıyor, genç bir insanın öldürülmesinin üstü örtülerek, konu magazinleştirilerek ele alınıyordu. Aslında kadınların erkek şiddetiyle öldürülmeleri, yani “kadın cinayetlerinin” hepsi böyle 3. sayfa haberi, herhangi bir adli konuydu; yetkililer ve basın için. Oysa “cinnet geçirdi”, “kıskançlık cinayeti”, “aşk cinayeti” denilen, kadınların erkekler tarafından sırf cinsiyetleri nedeniyle rahatlıkla öldürülebiliyor olmasıydı. Bu anlamıyla politikti; adı “kadın cinayeti” idi.

2010 yılında kadın örgütleri, siyasi partilerden kadınlar, demokratik kitle örgütleri, dernekler, LGBTT örgütleri ve tüm kadınlara ve kamuoyuna geniş bir çağrı sonucunda, kurumlardan ya da birey olarak gelen herkesle beraber eylemlerimize ve dava takip etmeye başladık. Önce kadın cinayeti ile evlatlarını kaybeden ailelerinin acısını kendi acımız olarak duyduk, onların arasına karıştık. Ailelerle ve bu sorumluluğu bizim gibi duyan kadın kardeşlerimizle, sürekli ve çok yönlü bir emek vererek örgütlendik. Toplumsallaştıkça, farklı ülkelerden, illerden, işyerlerinden, üniversitelerden, liselerden, mahallelerden kadınlarla buluştuk, sayımız arttı. Şimdi çok sayıda ilden ve çeşitli ülkelerden platform çalışmalarına katılım var.

Dolayısıyla biz, gerçeğin üzerinin örtülmesine karşı “kadın cinayeti” diye gerçek adını kullanmaya başladık. Bu biraz ürkütücüydü ama bu ürkütücü olanı durdurmak

Amacımız kadın cinayetlerini durdurmak ve çözüm için ürettiğimiz 5 temel talebin yerine getirilmesidir: 62


yani çalışmalarınızın bu konu da her noktaya ulaştığını ya da kadınlarımızın sizlere ulaşabildiğini düşünüyor musunuz?

1. Cumhurbaşkanı, başbakan ve meclisteki bütün parti liderlerinin kadına yönelik şiddeti kınamasını istiyoruz. Mademki her gün kadın öldürülüyor, her gün açıklama yapsın parti başkanları. Bu kadar sık kadın cinayeti var iken, bunu kınamayı da aynı sıklıkta yapsalar, emin olun durum değişecektir. Ve devamında; 2. 6284 Sayılı Korunma Kanunun etkin uygulanması 3. Ceza kanununda caydırıcı ceza 4. Kadın Bakanlığı kurulması 5. Cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğini esas alan yeni anayasa, Türkiyeli kadınların hayatını kurtaracak, hem kadınlara hem bütün topluma iyi bir hayat getirecektir.

Evet, bize ulaşan çok sayıda aile ve korunmak isteyen kadın kardeşimiz oluyor ama bunun yeterli olmadığını, sorunun devam etmesinden anlıyoruz. Bu konuda kadınlar daha çok omuz omuza mücadele vermeli ve en sonunda devleti somut adım atmaya mecbur bırakmalıdır. Kadına yönelik şiddetin kısmi bir kabul gördüğü ülkemizin sosyolojik alt yapısını dikkate alarak bu bağlamda kadın cinayetlerini ele alır mısınız?

Feodal yapının kurallarının hüküm sürdüğü Doğu/Güneydoğu Anadolu bölgesinde, bireysel iffet ve şerefi ifade eden bu kavrama yani namusa yönelik cinayetleri durdurmak amaçlı projeleriniz var mı bu duruma nasıl yaklaşıyorsunuz?

Kadın cinayetlerinin kadınların ezilmesi ile ilgili politik bir konudur. Bizim de bu konudaki tarihsel maddeci analizimiz, ne iyi ki artık kabul görmeye başladı. Yani Türkiyeli kadınlar modern haklarını arıyor ve buna erkek egemenliği direnç gösteriyor. Hiç şüphesiz toplumun ilerlemesi nasıl durdurulamaz ise, kadınların haklarına kavuşması da durdurulamayacak. Ama bu sürecin kadınların hayatına mal olmasını durdurabiliriz. Bu tarihsel sürecin AKP’ye denk gelmiş olması büyük bir terslik. Ülkeyi erkeklere kuvvet ve cesaret veren hükümet yerine, kadınları güçlendirip erkeklerin direncini kıran bir siyaset yönetse, kadınlar öldürülmeyecek ve tüm toplum kazanacak. İlk yapılması gereken de kadınların güçlü ve örgütlü mücadele yürütmesidir. Bu konu konuşulurken hep “eğitim şart” denir ya, oysa “mücadele şart”. Ancak mücadeleyle erkek egemenliğini geriletebilir ve sorumluların adım atmasını sağlayabiliriz.

Kadın cinayeti olarak aklımıza gelen “töre” saikıyla işlenenler oluyor ama bu ölümlerin içinde belirli bir oranı “töre saikıyla” işleniyor. Kuşkusuz her ikisinde de öldürülen “kadın” olması nedeniyle birbirinden kesin sınırla ayrılamaz ama “kadın cinayeti” modernleşmeyle birlikte karşımız çıkan bir olgu diye düşünüyorum. Yani doğrudan “töre” olmadan, kadınların da içinde yer aldığı bir aile meclisi kararı olmadan, sadece bir erkek tarafından verilen kararla bir kadının sadece “kadın” olduğu için ve modern haklarını aradığı için öldürülebilir görülmesi söz konusu. Evet bütün çalışmalar kadınlar öldürülmesin diye fakat ülke genelini düşündüğümüzde haklarını bilmeyen koruma kanunundan haberi olmayan kadın sayımız çok bu konu da ne düşünüyorsunuz? Zaten bütün sorunlar kadınlar haklarını aramadığı arayamadığı için çıkmıyor mu?

Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) ne derece etkin? Kadına şiddeti ne kadar önleyecek? Kadına yönelik şiddetle mücadelede bütünsel önlemler getiren bu uluslararası sözleşmenin, bizimkiler tam tersini yaparken gündeme gelmesine herkes şaşırdı. Bence AKP de şaşırdı, sonuçta onun kurmak istediği Türkiye’de kadına reva gördükleriyle, burada anlatılan evrensel hakların hiç alakası yoktu. Daha yeni Bülent Arınç burada yazanların tam tersini yapmıştı, sözleşmeye göre suçlu konumdaydı. AKP yine uluslararası komplo ya da Gezicilerin bir numarası olduğundan bile şüphelenmiş olabilir. Nitekim Bakan Ayşenur İslam basına demeç bile vermedi önce, sonra ilk şoku atlatınca, bu bir zamanlar imza atıp unuttukları sözleşme hakkında açıklama yapması gerektiğini

Kadınlar ihtiyaçları olduğunda Koruma kanununu ve diğer haklarını gayet güzel öğreniyorlar. Sorun bu haklarının uygulanmaması sorunudur. Kadına şiddet uygulamak ya da onları öldürmek sadece eğitimsizlikle, cehaletle ve fakirlikle alâkalı bir şey olmadığını vurgularsak eğer en küçük bir isteklerinin yerine getirilmemesi durumunda dahi bu olayı kadın üzerinde kurulan ‘mutlak’ egemenliğin ihlâli olarak ya da benlik ezilmesi veya itaatsizlik olarak algılayan psikopat erkeklerden kadınlarımızı nasıl koruyacağız 63


fark ederek birkaç söz söyledi. Daha önce imza attıkları için mecburen sözleşmeyi savunmak durumunda da kaldı. İstanbul Sözleşmesinin, kadınların buna çok ihtiyacı olan bir dönemde yürürlüğe girmesi çok olumludur ancak hükümet ne sözleşmeyi ne de bu sözleşmeden esinlenerek hazırlanmış olan 6284 sayılı kanunu uygulamıyor.

sağlanacağını, ülkeyi yönetenlere, kamuya düşen görevleri yazmaktır. ’’Yasayı çıkart kadını yaşat’’ başlığı altında yapmış olduğunuz Güvenpark’taki basın açıklamasında asıl amacınız ağır cezanın yasalaşması ve uygulanmasıydı. Sizce Ceza Kanunu’nda ek madde talebiniz dikkate alınacak mı yoksa sadece çocuklarla ile mi sınırlı kalacağını düşünüyorsunuz?

Platform olarak, İstanbul Sözleşmesi’nin yararlı olduğunu düşünüyor musunuz?

Biz, Türk Ceza Kanunu’nda “nitelikli haller” maddesine “kadın cinayeti” terimi de girsin ve ceza ağırlaştırılsın istiyoruz. Bu konuda hazırlayıp TBMM’ye sunduğumuz ek madde teklifimiz bir yılı aşkın bir süredir bekliyor.

6284 sayılı yasa da, sözleşme maddelerinden izler taşıyor. Ama bu AKP’nin değil, yasanın yapımında emek veren kadın mücadelesinin marifetidir. Ayrıca İstanbul Sözleşmesinin yasada ve hatta diğer uluslararası sözleşmelerde olmayan bazı özellikleri var. Şiddete odaklanıp bütünsel önlemler tanımlaması, hem korunma hem de ceza yaptırımlarını içermesi, şiddetle mücadelede temel olan cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğini merkezine alıp, ayrımcılığın kapsamını genişletmesi önemli. Kadınlar kendi ülkelerinde korunamıyor ise mültecilik hakkından yararlanabilecek, bize başvuran kadınlar arasında bunu bekleyenler vardı ve iyi oldu. Mültecilik hakkının uygulandığı örnekler yaratırsak, hem kadının hayatı kurtulacak hem de önemli bir dolaylı sonucu olacak. Devletin topluma “ben kadının hayatını gerekirse yurtdışına çıkararak korurum” mesajını vermesi erkek egemenliği üzerinde siyasal olarak etkili olacaktır. Tabi bundan sonra esas mesele sözleşmesin uygulanması, bu konuda AKP’ye güvenmemek için pek çok sebebimiz var. En son bu hafta İstanbul Sözleşmesi ile ilgili GREVİO toplantısında Platformumuzu ve diğer kadın örgütlerini sürecin dışında bırakmaya çalışarak bunu ispatladılar. Bizle elbette mücadelemize güvenmeli ve hem yasanın hem de sözleşmenin uygulanmasının sonuna kadar takipçisi olmalıyız.

Korunma evleri hakkında ne düşünüyorsunuz, korunma evleri yeterince güvenli mi, yeterli olanağı ve imkanı sağlayabiliyor mu? Türkiye’de sığınma evleri nicelik ve nitelik olarak çok yetersiz. Hem sayı olarak çok az ve birçok şehirde bir sığınma evi bile bulunmuyor. Hem de koşulları çok yetersiz u yüzden kadınlar çok zorlanıyorlar. Bu zamana kadar mücadelenizin neleri değiştirdiğini düşünüyorsunuz? Politik bağlamda ve ülke genelinde sesinizi ne derece duyurabiliyorsunuz diğer tüm kadınlara? -Gerçeğin üzerini örten terminoloji bitti; artık “aşk, kıskançlık, cinnet cinayeti” gibi sözler değil “kadın cinayeti” ifadesi kullanılıyor. -8 Mart 2012’de, Ailenin Korunmasına ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Kanun kabul edildi. -6284 Sayılı Kanun’la Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı mücadelemiz sayesinde takip ettiğimiz davalara müdahil olarak katılmaya başladı.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ana akım medyada var olabiliyor mu? Medyayı etkin olarak kullanabiliyor mu?

Her şeyden önce bazı kadın kardeşlerimizin hayatı kurtuldu, ne yazık ki aramızdan ayrılmış olanlar için hiç değilse caydırıcı ceza alınmasını sağladık takip ettiğimiz davalar ile. Ve artık kadın cinayetlerine toplum tepki vermeye başladı, konuyu sahiplendi diye düşünüyorum,

Eskiden kadın cinayeti haberleri, gazetelerin üçüncü sayfalarında kaybolup giderdi. Adıyla da anılmazdı zaten, “aşk /kıskançlık/tutku cinayeti” gibi sözlerle örtülür, kadınların gördüğü şiddet unutturulmaya çalışılırdı. Kadın cinayetlerinin örtülmesine karşı verilen mücadele sonucunda bugün basının dili değişti, artık her türlü dünya görüşünden basın kadın cinayeti gerçeğini örtemiyor, adıyla kullanıyor. Ama şimdi de konuyu ele alırken “bir kısım medya” sürekli “yine kadın cinayeti”, “yasaya rağmen önlenemiyor” vb. bir dil kullanarak, bu en üst düzeydeki acıyı sanki bir doğa kanunu gibi kabullenmemiz sağlamaya çalışıldığı oluyor. Bir an önce bundan vazgeçmeliler, toplum “yeter” diyor iken, basın toplumun gerisine düşmemeli, o da “yeter” demelidir. Toplum ve mücadele ilerlemiş sorunun çözümü için yollar gösteriyor iken basına düşen bunları dile getirmek, “bir kadının hayatı kurtuldu” haberlerini ve bunun nasıl

Son olarak Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun eylemlerinin çözüm getirici ve kurucu olduğunu düşünüyor musunuz? Sorun devam ediyor olduğu için biz ortak ve omuz omuza mücadele etmek gerektiğini düşünüyoruz. 15 Kasım’da ortak bir “Kadın Cinayetleri ve Çözüm Yolları Konferansı” yaptık ve çok etkili oldu, hatta Kasım ayında öldürülen kadın sayısı azaldı. Konferansı birlikte yaptığımız tüm kurumlarla güçleri daha da büyüterek mücadeleye devam edeceğiz Değerli vaktinizi ayırıp, sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. 64


MİNERVA

PETROL FİYATLARINDAKİ DEĞİŞİM ÜZERİNE Büşra Selen Yılmaz

M

odern dünyanın hammadde kaynağı olan petrol gerek ticari gerek ekonomik boyutuyla gerekse de uluslararası konjonktürdeki politik - stratejik yeri itibariyle yeni dünya sisteminin düzenleyici bir unsurudur. Petrolün düzenleyici bir unsur olması sanayi ve teknoloji için gerekliliği dışında yenilenememesi ve ikame edilememesine bağlıdır. Nitekim petrol fiyatlarında meydana gelen değişimler, farklı boyutlarda dünyada hem ithalatçı hem de ihracatçı konumdaki ülkeleri başta ekonomik olmak üzere, birçok alanda etkileme gücüne sahiptir. Petrol fiyatlarındaki ani çıkış ve inişler, pazar içindeki tarafları etkilediği gibi, büyük ölçekte dünya ekonomisi için yüksek risk oluşturmaktadır.1 Petrol fiyatlarını etkileyen unsurları etki sürelerine ve etki güçlerine göre kısa vadeli, orta vadeli ve uzun vadeli olarak değerlendirebiliriz. Kısa vadede, jeopolitik, spekülatif haberler, stoklar, küresel kriz etkili olurken; orta vadede, ekonomik büyüme, sektörel yatırımlar etkili olur. Uzun vadede ise alternatif enerjiler, iklim değişikliklerinin etkileri görülür. OPEC ve piyasa yani arz-talep dengesi ise bu üç dönem içinde geçerli olan ana etkenlerdir. OPEC’i ana etkenlerden biri yapan üretim payındaki büyüklüğüdür. İstatistiklere göre 2010’da petrol üretiminin % 41,5’i OPEC ülkeleri, %22,1’i OECD ülkeleri tarafından yapılmaktadır. Bu üretimin ülke bazında en büyük payını ise %19,1 ile Suudi Arabistan almaktadır.2 Suudi Arabistan’ın yüksek üretim payının yanı sıra yüksek rezervlere ve düşük üretim maliyetine sahip olması fiyatları belirlemedeki gücünü diğer OPEC ülkelerine göre daha etkili hale getirmektedir. OPEC etkisini kimi zaman petrol kotasını düşürerek kimi zamanda kendi lehine olacak şekilde fiyatları değiştirerek gösterir. Diğer ana etkenimiz olan piyasa da küresel ekonomik büyümeyi etkileyerek ve yine bu büyümeden etkilenerek petrol fiyatlarını belirler. Genellikle petrol fiyatlarındaki fiyat değişikleri pozitif olarak değişim göstermiştir. Petrol fiyatları 1998’de 10 dolar, 2005’de 50 dolar, 2006’da 65 dolar ve 2008’de 147 dolar olarak yükselen bir seyir göstermiştir. Ancak OPEC’in Viyana’daki toplantısında üretim kotasının günlük 30 milyon varille devam ettirilmesi kararı çık-

&

Melike Cengiz

bselen96@hotmail.com melikecengiz68@gmail.com

masından sonra Kuzey Denizi petrolünün varil fiyatı 2010 yılından sonra ilk kez 75 doların altına düştü. Haziran ayında 110 doları bulan petrolün son 5,5 yılda görülen en düşük fiyatlara indi.3 Petrol fiyatında 40 dolara yakın bu büyük düşüşü dünya ekonomisindeki durgunluğu göz önüne alırsak beklenilen bir durum olarak görebiliriz. Ancak ekonomideki durgunluğun uzun süredir var olması ve bu düşüşün pek çok ekonomik, siyasi olaylar sonrasında meydana gelmesi düşüşün perde arkasındaki diğer faktörleri de görmemizi gerektiriyor. Bu faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz; Asya’daki petrol talebindeki artışın sürekli olmaması; 2002-2007 yılları arasında dünya ekonomisi yılda ortalama %5 civarında büyüme göstererek altın çağını yaşamıştır. Bunun en önemli sebebi Çin ve Hindistan’ın dünya ile entegre olmaları ile birlikte ekonomik gelirlerinin artması ve hayat standartlarının yükselmesidir. Hayat standartlarının yükselmesi de petrole olan taleplerini arttırmıştır. Bu da talepteki ani sıçramayla petrol fiyatındaki artmalara sebep olmuştur. Ancak şimdi ise talep standart bir seviyeye inmiştir. Küresel ekonomideki yavaşlama ve arzın artması; bu faktöre baktığımızda arz-talep dengesinde olması gerektiği gibi petrolün arzının kısılmadığını tam tersi arttığını; talebin ise küresel ekonominin yavaşlamasından dolayı azaldığını görürüz. 2007 yılında dünyada 85,08 mv/g petrol üretilirken 2008 yılında bu rakam 86,04 milyon v/g olmuştur. Rakamların 2030 yılında 106 milyon v/g ulaşılacağı tahmin edilmektedir. Bu durumda arz fazlalığını ortaya çıkarmaktadır. Doların diğer para birimleri karşısında değer kaybetmesi petrol fiyatlarını arttıran, kazanması ise petrol fiyatlarının düşmesine neden olan bir diğer faktördür. Euro/Dolar paritesi 2008’de 1,6039 ile en büyük değer kaybına uğrarken 1,2223 ile son on yılın en yüksek değerlerine ulaşmıştır. ABD’de kaya petrolünün üretiminin 30 yılın en hızlı seviyede gerçekleşmesi; BP 2010 verilerine göre %21,1 ile en çok petrol tüketen ülke ABD’dir. Ancak ABD’nin hidrolik kırma ile kaya petrolü elde etmesi sayesinde hem bu tüketimin yarısına yakınını karşılar olmasına hem de Suudi Arabistan’a rakip olarak ortaya çıkmasına neden oldu.4

1 Philip Verleger, Adjusting To Volatile eEnergy Prices, Washington DC, İnstute For İnternational Economics, 1993 2 www.mulkiyedergi.org/uaifd/article/download/.../5000048548> 3 Taha Özhan, Petrol Fiyatları, SETA Siyaset, 2005 4

Lagarde: Düşen petrol fiyatları küresel ekonomiyi canlandıracak, Aralık 2014, <http://www.fortuneturkey.com/lagarde-dusen-petrol-fiyatlari-kuresel-ekonomiyi-canlandiracak-3826>

65


Petrol fiyatlarının düşmesi, özellikle ABD’nin üretim maliyetlerine denk olan 80 doların altına düşmesi yatırımcıların kaya petrolüne yönelimini engellemek amaçlı da değerlendirilebilir. Teknolojinin gelişmesi; Petrol üretiminde güçlü bir yere sahip olan Suudi Arabistan’ı petrol düşüşleri olumsuz etkilemeyecek çünkü Suudi ham petrolünün işlenmesinin kolaylığı ve ucuzluğu hala yüksek bir getiriyor. Yeni kuyu kazma teknolojileri ve petrol üretim arazisi rezervuar yöntemiyle kuyuların kullanım süreleri de uzadı. Bunun yanında yabancı varlıklara yatırdıkları 900 milyar dolarlık yüksek bilanço petrol gelirlerindeki şok düşüşleri kolayca bertaraf etmelerini sağlıyor. Aynı zamanda Suudi Arabistan krallığının uzun vadeli ulusal güvenlik çıkarı olarak, küresel enerji piyasasına hammaddenin gücünü hatırlatmayı hedeflediğini görüyoruz.5 Liderlerin güç gösterisi; Ukrayna konusunda hem kendisi hem de Avrupa ile ters düşen Rusya’yı can damarından vurmak isteyen ABD’nin geçiminin %45’ini doğalgazdan elde eden Rusya’yı stratejik güvenliğini sağladığı OPEC ülkelerini de yanına alarak ekonomik darboğaza sokmak istemesi de bir diğer faktördür. Petrol fiyatlarındaki bu radikal değişim petrol ticaretinin iki yüzü olan alım ve satım ülkelerini oldukça etkiledi. Bu düşüş petrol ithal eden ülkelere pozitif yönlü

etki yaptı. En olumlu etkilenen ülkelerin başını Macaristan, Venezuela ve Türkiye çekiyor. Düşüşlerin Türkiye GSMH’sine %1,9 pozitif etki yapması bekleniyor. Bunun yanında Türkiye dış ticaret dengesine milli gelirin %1,3 pozitif katkı yapması da bekleniyor.6 Enflasyon oranlarındaki iyileşme ve döviz kurlarındaki istikrar ise cabası olacak. Ancak benzin fiyatlarındaki düşüşün brent petroldeki düşüşle aynı oranda olduğundan söz edemiyoruz. Ekim ayının başından bugüne brent petrol %32,8’lik değer kaybı yaşadı. Benzin fiyatları ise 4,89 liradan 4,32 liraya düştü yani indirim %12 ile sınırlı kaldı. Bu orantısızlığın en büyük nedeni ise benzin fiyatlarındaki vergi yükü diyebiliriz. Türkiye’nin yanı sıra ABD ekonomisin de büyüme beklentisi %3,1 ‘ den %3,5’e yükseldi. Fakat düşük petrol fiyatını kısa vadede olumlu görsek de uzun vadede kurtuluş olarak bakamıyoruz. Şu an ki düşük petrol fiyatlarının nedenlerinden biri de petrole olan talebin düşük olması ki bu küresel ekonominin daha az büyümesi, daha az yatırım, daha az ihracat anlamına gelir. Yani fiyatlardaki bu düşüş değerlendirilmezse sadece cari açığın azalması olarak kalır. Petrol düşüşünde etkilenen ikinci yüzümüz olan ihracatçı ülkelerde ise düşüşün negatif etkilerini görüyoruz. Avrupa’nın yaptırımlarına maruz kalan iki ülke; Rusya ve İran’ı bu durum tam bir ekonomik çıkmaza

5 Aydın Şahinalp, Oyun İçinde Oyun, Aralık 2014, <http://www.dunya.com/petrol-savaslarinda-oyun-icinde-oyun-247934h.htm> 6

Petrol Fiyatı Burada Kalırsa, Aralık 2014, <http://www.sabah.com.tr/ekonomi/2014/12/02/petrol-fiyati-burada-kalirsa-turkiye>

66


KAYNAKÇA EMEKLİER, Bilgehan - ERGÜL, Nihal, Petrolün Uluslararası İlişkilerdeki Yeri, Bilge Strateji, Cilt 2, Sayı 3, Güz 2010 ERSİN, Nihat, Ortadoğu Savaşlarının Perde Arkası, Gündem Yayınları, İstanbul, 2003 KABLAMACI, Barış, Petrol ve Ekonomi, Derin Yayınları, İstanbul, 2011

sokacak. Bütçesinin yarıdan fazlası petrol ve doğalgaz gelirinden oluşan Rusya’nın, petrol fiyatının 60 dolar civarında seyretmesi 2015 yılında ekonomisinin % 4,5 küçülmesine sebep olacak. Çünkü hem petrol fiyatlarındaki düşüş hem de batılı ülkelerin uyguladığı ambargo Rus para birimi rublenin hızla değer kaybetmesine neden oldu. Bu etkilenmeyi olabildiğince düşük seviyelere çekmeye çalışan Rusya dövize müdahale etti ve faizleri %10,5’ten %17’ye yükseltti. Rusya’nın dövize müdahale etmesi ve faizleri yükseltmesi tansiyonu bir miktar düşürse de yeterli gelmeyeceğini fark eden Rusya yönetimi geçici çözümler yerine büyük ortaklıkları ön plana aldı. Yıllık 1 dolarlık bir gerilemenin bile ülke ekonomisinde 2 milyar dolarlık kayıp yaratma ihtimali Rusya’yı iç kaynak aramaya yönlendirdi. Bu nedenle Türkiye ‘ ye gelen Rusya devlet başkanı Putin, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü bu görüşmeler sonrasında enerji hatlarının Türkiye ‘ den geçirilmesi kararı alındı. Rus ekonomisinin toparlanacağı ve bu yıl %0,6 büyüme göstereceğini ön planda tutarak Mavi Akım Boru Hattı işbirliğinin önemi vurgulandı. ABD’nin tutumu sayesinde Türkiye ile bölgesel konularda çok sayıda ortak çıkarı olduğunu hatırlayan Rusya Türkiye ile ilişkilerini geliştirmekte kararlı gözüküyor. Türkiye’nin stratejik önemini daha da geliştirebileceği, enerji koridoru olarak gelişmelerden daha çok yararlanabilmesi için özellikle bu dönemde çalışmalara ağırlık verilmesi gerekiyor. Diğer petrol ihraç eden ülkeler ise bu düşüşten fazla etkilenmedi. Daha öncede belirttiğimiz gibi başta Suudi Arabistan olmak üzere körfez ülkelerinin iç kaynakları ekonomilerini sürdürmelerine yeterli geliyor ve aynı zamanda petrol üretimi maliyetleri diğer ülkelere göre oldukça düşük. SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME Ekonomik büyümenin yavaşlamasının bir getirisi olarak düştüğünü gördüğümüz petrolün daha çok siyasi yönlendirici etkisinin de kullanıldığını görüyoruz. Siyasi etkilenmelerle fiyat dalgalanmaları yaşayan petrolün düşüşünün nedenlerinden yola çıkarak kısa vadeli olacağını söyleyebiliriz. Bu düşüş ekonomik büyümede 1-2 yıllık bir canlanma sağlayabilir. Devamında ise zarar verme durumuna geçecektir. Çünkü süreçten en çok etkilenen dev enerji şirketlerinin hisseleri şimdiden %11, %17, %23 gibi gerilemeler göstermiş durumda. Varil fiyatının 60 dolar civarında seyretmesi halinde sektördeki firmaların %30 unun batacağı tahmin ediliyor. Aynı zamanda bu yatırımların azalmasına ve enerji ekonomisinin küçülmesine neden olacaktır. Böyle bir durumda şirketler üretimde kısmi olarak azaltma kararı alabilirler ve bu sayede petrol hak ettiği seviyelere tekrar taşınır. Aksi takdirde yüksek riskli bono piyasalarında satışlar hızlanır, sigorta fiyatları yükselmeye başlar ve yeni bir ekonomik kriz riski ortaya çıkar.7

İNTERNET KAYNAKLARI http://www.cumhuriyet.com.tr/ 15.12.2014 http://www.fortuneturkey.com/ 13.12.2014 http://www.sabah.com.tr/ 17.12.2014

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın:

om

minervadergi@gmail.c

10

Ergin Yıldızoğlu, Petrol Fiyatları – Finansal Kriz Tehlikesi, Aralık 2014, <http://www.cumhuriyet.com.tr/m/koseyazisi/152467/Petrol_Fiyatlari_-_Finansal_Kriz_Tehlikesi.html>

67


MİNERVA

MEDENİYETİN KAVRAMSAL REVİZYONU Fatih Safa AYDIN

Giriş

fatihsafaaydin@gmail.com

Uygarlık kelimesini medeniyetle bağdaştırmaktan, eşitlemekten kaçınmalı, tenzih etmeliyiz; Uygarlık, medeniyet – demek- değildir.

“K

apalı bir dizgede düzensizlik daima artar.” Termodinamiğin meşhur kuralı olan bu cümleyi, öncelikle, doğduğumdan bu yana – nispeten muayyen – zihnimin algoritması çerçevesinde, bir dizi “subjektifterminolojik” süzgeçten geçireyim.

1757’de Marquis de Mirabeu medeniyet kelimesini toplumun tarihsel birikimi görüntüsüne ilaveten, insanların mükemmelleşmesi hedefiyle de beslemiştir. Buradan yola çıkarak, dini medeniyetin ilk parametresi olarak tayin etmiştir.1767’de ise İngiltere’de, kelime buna yakın anlamıyla vahşet(savagery) ve barbarlık(barbarism) kavramlarına zıt bir anlam teşkil etmiştir.

Kapalı –bir- dizge =Medeniyet(Zivilisation) Düzensizlik = Toplumsal kazanımların öznelliği “Medeniyette, toplumsal kazanımların öznelliği daima artar.”Zihni algoritmam aracılığıyla şarihliğini üstlendiğim bu cümle, şimdi bir müktesebata(body of knowledge) ihtiyaç duyuyor. O halde;

Bu kalıp çerçevesinde, Avrupa’da gelişe gelen medeniyet kavramı, insan “gelişimi” ve gelişimin evrenselliği etmenlerini kök telakki ederek, Aydınlanma Çağı’nda (Age of Enlightenment) bütün insanlık için geçerli bir modelin adını almıştır.

1-) Medeniyet nedir? 2-) Toplumsal kazanımların öznelliği nedir? Sorularına verilecek cevaplar, bu cümlenin künhüne varılması yolundaki önemli adımlardan biri telakki edilebilir. 1-) Medeniyet 1.1. Dar(Superficial) Bağlamda Medeniyet Medeniyet(Zivilisation),yol öncesi bir yoldaş arama meşguliyeti midir? Yoksa, yoldaşı bulup yola koyulma serüveni midir? Mesela, Anasazi ve Cahokia “medeniyetleri” yoldaşı bulup yola koyulmadılar. Yol öncesi yoldaş da aramadılar. Çünkü bu iki “medeniyet”,Huntington’ın o meşhur tabiriyle, olsa olsa “cultural-entity”(kültürel-var şeyler) idiler. Peki o halde, nedir medeniyet?

1.2. Kültür x Kapasite = Medeniyet? “Index sui et falsi.”, yani, kendisinin ve yanlışının göstergesi anlamına gelen bu deyiş(idiom),Aydınlanma Çağı’nda biçimine kavuşan medeniyet kavramıyla, kavramın muhtemel “tehditlere” karşı kendi kendini dikmesi (stitch wound by itself) amacına aracı olma muhtevasına sahip bir kelimelere bütünü olarak, medeniyeti tanımlama ve biçimlendirme vizyonu güdenler açısından başvurulan yol(path)’un çok yönlü(comprehensive)

Başta belirtmeyi gerek duyduğumuz bir durumu ortaya koyma niyetindeyiz. “Uygarlık”, medeniyet yerine mütemadiyen kullanılagelen bir kelime olmuştur. Ancak uygarlık, Uygurların en medeni Türk kavmi olduğu inancından yola çıkılarak harflerinden teşekkül etmiş bir kelimedir. Haliyle, eğer medeniyet “evrensel” bazda ele alma niyetinde isek, 68


özetini kendi içinde ihtiva eder.

alanlarına sahip “dönüştürücüler” teşekkül ve tecessüm etmiştir. Ekseriyet dışında zuhur eden, etki alanını azaltan kültürler ise daha önce de belirttiğimiz üzere “index sui et falsi” ile “fayda”(utility) elde edilebilir hale gelmiş, getirilmişlerdir.

Eğer başka bir şekilde ifade etmek gerekirse; ortada düzeltilmesi gereken bir yanlış varsa, bu yanlışın, ”kendindeki” tutarsızlıkların giderilmesi(smoothing) yoluyla ortadan kaldırılması mümkündür.

2-) Toplumsal Kazanımların Öznelliği

Bu noktada kültür kavramını kalemden kağıda akıtabiliriz.

“Herhangi bir şeyi doğru kabul etmek, hata riskine yakalanmak demektir.” Ünlü ekonomist(İktisat Uzmanı?) Schumacher, bu sözüyle, “kendini gerçekleştirme” uğruna kabul ettiği doğru veyahut doğruların kendisini “öznelleştirdiği” hususunda hülasa takdim ediyor.

1.2.1 Kültür Varoluşçu(Existentialist) bir çerçevede diyebiliriz ki, insan, varoluşsal gerçekliği kavramsallaştırma yetisine sahip bir varlıktır. Yani, düşünme ve dil yetileri birbirlerinin bağımlı değişkenleridir. (dependent variable) Hayvanlardan farklı olarak – tanımdan da anlaşılabileceği üzere- “gerçekliği” kendi zihninde kavramlar yoluyla dönüştürüp bunlardan bir output(çıktı),bir anlam elde edebilir. Hayvanlar arasında tecessüm eden ise, enformasyon aktarımından öteye gitmez.

“Dört Varlık Düzeyi: Maden(m),Hayat(x),Şuur(y) ve Kendinin farkında olma(z)” Ernst Friedrich Schumacher maden(x),bitki(m+x),hayv an(m+x+y) ve insan(m+x+y+z)’ı böyle sınıflandıran bir formülasyon geliştirmişti. Bu formülasyona ek olarak da bu bağlamda - medeniyet ve Aydınlanma Çağı aklımıza gelmek şartıyla – insan(m+x+y+z)’ın maden(x) ile olan meşguliyet ve uğraşılarına bu m,x,y ve z’lerden bağımsız bir şekilde, şu biçimde baktığını belirtiyor;

Ancak, evrimsel açıdan bu konuya değinilecek olursa, insan “yabancılaşmış”tır. Çünkü, eğer ortada elde edilen bir bilinç varsa, bunun karşılığında yitirilen bazı şeyler olmalıdır. Bu söyleme dayanak olarak söylenebileceklerden birisini aktarmakla yetinelim: Hayvan, kendisi için hangi yiyeceklerin zararlı olup olmadığını kendi kendine tespit edebilir. Ancak insan bu ayrım için bir kişiye ihtiyaç duymaktadır. Hülasa,insan bir “alienado”dur.

İnsan: M Hayvan: M – z Bitki: M – z – y Maden: M – z – y –x Söz konusu insan(M),maden(M – z – y –x) ile uğraşında, fizik ve kimyaya başvurarak, maden temelli bir birikim elde etme çabasına bürünmüştür. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, insan, eğer bir madeni aklı içerisinde olumlu karşılayamazsa, aklında nihai tökezlemeler meydan gelebileceği iddiasıdır.

Kültür için yapılan tanımlardan birisi,“insanun doğa((tabiat)nature) içerisinde var olabilmesini olanaklı kılan şeyler(things)”dir. Bu tanım çerçevesinde de “kültür, doğanın insan eliyle dönüştürülmesidir.” Anlamını ve hali hazırda “gerçekleşmiş” öngörüsünde bulunabiliriz.

İşte bu noktadan itibaren toplumsal kazanımlara ve kazanımların öznelliğine geçiş yapabiliriz;toplumsal kazanım elde etmek üzere,insan,kutsal bir,kendini gerçekleştirme hedefi belirlemiş ve bu hedefin bir sonucu olarak da öznelleşmiş(individual)’tir. Öznelleşmenin de bir getirisi olarak başlangıcı kendisinde saymış ve kendisinde zuhur edebilecek aksülameller adına da M – z – y – x’e sarılmış ve bunun üzerine yoğunlaşmıştır. Buna bir örnek olarak, iktisat biliminin oldukça sık kullanılan retoriğini verebiliriz;“kıt kaynaklarla sonsuz ihtiyaçları karşılama.”

Bu tabii ki etraflı bir tahlil değildir ve kavrama ilişkin öz(essence)lerden sadece birini sunmaktadır. İçtiğimiz limonatanın bardağı doldurana kadarki sürecinde, bardaktaki limonatanın mümessili bir konumdadır bu “öz”. Bunu söylerken bir Betrlebsführer(Müessese Müdürü) edasıyla da söylemiyoruz. Sonuç itibariyle diyebiliriz ki; C(Constant(Tabiat, Doğa vs.)) - | (Kültür x Kapasite)| =1 Detaylandırmak(Elaborate) gerekirse; ortada bir kültür var ise, bu kültür “dönüştürebildiği” kadar bir etki alanında(kapasite) medeniyete yakınsar. Denklemdeki sabit ise tabiat, doğa, nature vs. diyebileceğimiz bir olgudur ve kültürün kapasitesinin artması veyahut azalması, nihayet, nihai dönüşümü sağlama adına olumlu bir adımdır. Kültür var olduğu sürece denklem kendini sağlayabilmektedir.

Sonuç Medeniyette, toplumsal kazanımların öznelliğinin daima arttığına dair söylenebilecek şeyleri ana hatlarıyla aktarmaya çalıştık. İnsan, tarihin işlevinin ne olduğu konusundaki şüphelerini giderebildiği takdirde, bu “dizge”yi de sorgulama bahsindeki özgüveni kendisinde bulacaktır diye düşünüyoruz. Oscar Wilde’ın bir sözü ile de yazımızı sonlandırıyoruz: “Experience is simply the name we give our mistakes.”

Kültürün var olması uğruna sayısız “revizyonlar” gerçekleştirilmiş ve bu uğurda ekseriyetle daha fazla etki 69


SOYUTLAMA

METROPOLİS’TE GERMİNAL

70


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

METROPOLIS :

Özgenur AKTAN

FIZIKI EMEK ILE ZIHNI EMEK ARASINDAKI DENGE NASIL SAĞLANABILIR?

aktanozgenur@gmail.com

-“Metropolis’teki makineler için canlı yem kim? Kim makineleri kendi kanıyla yağlıyor? Kim makineleri kendi etiyle besliyor? Bırakınız makineler açlıktan kıvransın, bırakınız ölsünler.”* etropolis’in başlangıcındaki hiç bozulamayacakmış gibi çalışan dişli çarklar, çeşitli makinelerin bir düzen içerisinde, adeta bir tür döngüye alınmış gibi hareketleri ve tüm bunların belli bir süre zarfında yapılması gerektiğini anlatmak istercesine karşımıza sürekli bir duvar saatinin çıkarılması ister istemez Sanayi Devrimi üzerinde düşünmeye itiyor. Çünkü Sanayi Devrimi ile birlikte zaman artık metalaşmış, kitle üretimi anlayışı ve makine gücü egemen olmuş, üretim fabrikalara yığılmış, işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Bir sonraki görüntüdeyse makinelerin hareketlerine pek uygun ritimdeki müzikte bir düşüş yaşanıyor. Bunun nedeni üretimin şimdilik durmuş olması. İşçiler vardiya değişimindeler. Belli bir kurala göre sıralanmış, adımları diğer herkesle uyumlu, birbirlerine karşı hesaplanmış eşit mesafelerde duran işçiler, başları eğik ve omuzları düşük bir formda yürüyorlar. Bu durum, kitle üretiminin birey üzerindeki etkisini hatırlatabilir: “Bu üretim biçiminde en önemli unsur birçok kişinin inandığı gibi hareket eden montaj hattı değildir. Daha çok parçaların birbirlerinin yerine tam ve tutarlı bir biçimde konulabilecek şekilde değiştirilebilir olması ve birbirine bağlanmasının son derece basitliğinin çok daha önemli olduğu iddia edilmektedir. Yine kitle üretim biçiminde montajcının sadece tek bir işi vardır. Örneğin civata sıkmak ya da üretilen her arabaya bir tekerlek takmak gibi. Parça ısmarlaması, aletlerini tamir etmesi, kalite kontrolü yapması ve hatta yanındaki işçilerin ne yaptığını bilmesi dahi gerekmemektedir. Bunun yerine kafasını önüne eğip başka şeyler düşünmektedir. Bu parçaların nasıl bir araya geldiğini düşünmek ise endüstri mühendisinin görevidir. Buna karşılık sadece birkaç dakikalık eğitimden geçen montaj işçisi son derece katı bir disiplin içinde belirli rutin işleri tekrar tekrar yerine getirmektedir.”

M

71 60


“İşçilerin Şehri yüzeyden ne kadar derinde ise bir o kadar yukarıda da derslikleri, kütüphaneleri, amfileri ve stadyumları ile Evlatlar Kulübü yükseliyordu.” Okuduğunuz bu cümle -film içerisinde- üçgen bir şekli oluşturacak ve yukarıdan aşağıya okunacak biçimde -tavandan tabana doğru- veriliyor. Bu piramitin sunulmasından itibaren yerin altından -yönetilenlerden- uzaklaşmaya ve yerin üstüne çıkmaya başlıyoruz. Yerin üstünde ise adeta nefes aldığımızı hissediyoruz. Çünkü burada ağır makineler, çeşitli fabrikalardan havaya karışan dumanlar yok, “Sonsuz Bahçeler” var. Böylece hiyerarşi, toplumsal tabakalaşma ve toplumsal sınıflar üzerinde düşünmeye başlıyoruz. “Toplumsal tabakalaşma, toplumda belirli bir hiyerarşi içinde insanların sıralanmasını ifade eder.Tabakalaşma, ödüllere ve fırsatlara eşit bir biçimde ulaşamayan mesleklere (ya da tabakalara) göre toplumun bölünmesidir.” Yani Metropolis’te de toplum iki ana sınıfa ayrılmıştır: Üst sınıf ve alt sınıf. Alt sınıftaki bireyler yerin altında yaşamlarını sürdürürler ve gerçekten ağır şartlarda çalışırlar. Çünkü hayatlarını idame ettirmelerinin tek yolu çalışmaktan; yani fiziki emeklerini arz etmekten geçer. Üst sınıf ve alt sınıf biçiminde genel bir ayrıma başvursak bile, bu sınıflara homejen olarak bakılmaması gerekiyor. Çünkü üst sınıfın içerisinde de disiplinli ve sıkı çalışan -daha çok zihni emeklerini ortaya koyarak- bireyler var ve üstelik bu çalışmalarını belirsiz bir geleceğe karşı duyulan korku, endişe gibi duyguların altında sürdürmek zorundalar. Çünkü Joh Fredersen tarafından kovulmaları halinde, bu durum onlar için sadece Metropolis’in şefi tarafından kovulmak anlamını taşımıyor. Aynı zamanda yeryüzünden de kovuluyor ve yerin derinliklerine-fabrikalara, makineler için çalıştırılmaya- gönderiliyorlar. Metropolis hareketli, güçlü ve etkili bir toplumsal sistem olarak düşünülebilir. İşçiler de bu sistemin devamlılığını ve dengesini koruyabilmek için genel üretimin sadece küçük bir kısmında rol oynayan, kendi içlerinde iç bağımlılığa ve ahenge sahip parçalar olarak görülebilir. Metropolis ’in yöneticisi Joh Fredersen ise otoriter bir efendidir. Metropolis ile adeta özdeşleşmiştir. “Otorite, İngilizce’de author (yani yazar) sözcüğünden gelmekte ve üretkenliği çağrıştırmaktadır. Buna karşılık otoriter sözcüğü ise, baskıcı bir kişiyi ya da sistemi tanımlamak için kullanılır.” “Otoritecilik, kurumlar kişi önünde silindiği zaman ortaya çıkar.Temel olarak otoritecilik şefin hakimiyetidir. Modern toplumlarda otoritecilik kişilerin kendi kendilerine olan güvenlerini yitirmeleri sonucu ortaya çıkar. O halde, otoritecilik, şefin üstün kişiliği ya da harekete geçirebildiği güçlerin üstünlüğünden çok, yönetilenlerin hak ve özgürlüklerinden vazgeçmeleriyle meydana gelir.

72


İtaat, kişiyi sorumluluklardan kurtarır ve ayrıca kendisi gibi itaat eden kitlelerle birlikte hissetme kendine bir güven kazandırır. Dolayısıyla otoritecilik kötümser bir görüş ve bir hayal kırıklığı felsefesidir.” Ancak hikaye, Metropolis’in efendisi Joh Fredersen’nin oğlu Freder’in, bir işçi kızı Maria’ya aşık olmasıyla devinim kazanır. Freder, Maria’yı bulmak için yerin altına indiğinde gördükleri bir korku filminden farksız olur onun için. Freder’in yerin altına yaptığı yolculuk sırasında, ana makinenin -üretimde aksaklığa neden olacak bir durumun meydana gelmemesi için- kontrolünden sorumlu olmakla görevli bir işçinin, sağlık sorunlarından dolayı işini yapamamasıyla yapı geçici olarak bozulur ve bunun bedelini birçok işçi hayatlarıyla öder. Tüm bunlara tanık olan Freder, hayal gücünün etkisiyle üretim araçlarını bir an için, işçilerin hayatlarını almak isteyen kötü bir yaratık gibi algılar. Bu kazadan kısa bir süre sonra ise sistem bir şekilde kendisini düzeltmeyi başarır ve üretime devam edilir. Freder, tanık olduğu “iş kazası”ndan sonra ciddi bir değişim geçirir. Daha farklı algılamaya, düşünmeye başlar. Yeraltındaki fertleri, Metropolis için -Joh Fredersen için-çalışan işçiler olarak değil, kardeşleri olarak kimliklendirir. Böylece ataletinden sıyrılır, yanlış ve adaletsiz bulduğu -toplumsal yapıdaki- durumları azaltma ya da ortadan kaldırma mücadelesine girişir. Bu doğrultuda, ilk olarak babasının kovduğu Josaphat’a kendisi için çalışmasını teklif eder. Böylece onu, yeraltına sürülmekten kurtarmış olur. Yeraltına inip bir işçi ile toplumsal statüsünü mübadele eder. Ona Josaphat’ın adresini verir ve işçinin on saatlik vardiyasını kendisi güçlükle tamamlar. Ancak daha yapılacak çok iş vardır. Son birkaç aydır bazı ölü işçilerin kıyafetlerinden çıkarılan planların anlamı Joh Fredersen’in uzmanları için hala muamma olarak görülmekteyken Freder’in eline de aynı planın çizildiği bir kağıt parçası tutuşturulur. Freder bu kağıtta belirtilen yeri bilmese de hareket eden kalabalığı takip etmekten geri kalmaz ve böylece bir süredir aradığı kişiyi de bulmuş olur. Bu planlar yeraltının da altındaki mezarları göstermektedir. İşçiler burada toplanıp bir tür kutsilik atfettikleri Maria’ya kulak verirler. Ancak o sırada anlatılanları dinleyenler sadece Freder ve işçiler değildir.

73


Rotwang, uzun yıllar boyunca sevdiği kadını -Freder’i doğururken hayatını kaybeden Hel’i- yaşama yeniden döndürebilmek için çalışmış bir mucittir. Tüm çabalarının sonucunu; temel insan anatomisi biçimi verilmiş robot Hel’i, Joh Fredersen’e büyük bir kibirle sunar. Joh Fredersen başlarda,ölünün rahat bırakılması gerektiğini düşünse de Rotwang’ın geleceğin adamı olarak öngördüğü Makine Adam fikrinin cazibesine de kapılmıştır ve bununla birlikte aylardır birçok işçinin kıyafetlerinden çıkartılan planların açıklığa kavuşturulması için de Rotwang’a ihtiyacı vardır. Yeraltının da altındaki mezarlarda toplanan işçilere Babil Kulesi efsanesini anlatan Maria’yı biz de,Rotwang ve Joh Fredersen gibi, dinlediğimizde kule ile ilgili hırslı ve gösterişli tasarılarla dolu zihinlerin, projenin uygulanması aşamasında, işçilerin emeklerine başvurmak zorunda kaldıklarını görürüz. Planlayıcı zihinler için Babil Kulesi’nin tatlı bir hayal olarak algılandığının mesajı verildikten hemen sonra gerçekliğin; işçilerin çok zorlu şartlarda bir değer yaratma ve emeklerinin karşılığını alma mücadelesinde olduklarının, tüm çıplaklığıyla sunulmasıyla ekranda yeniden -ikinci kez- beyaz harflerle “Babel” ismi belirir. Ancak bu seferki isim, öncekindeki gibi beyaz ve parlak ışıltılarla tasvir edilmez. Bu seferkinden damlalar dökülür. Sanki işçilerin harcadıkları gözyaşlarını, döktükleri terleri anlatmak ister gibi... Efsanenin sonunda işçiler ayaklanır ve sahneye anarşi çıkar. İşçilerin sorunlarının efsanedeki gibi bir şiddetle, toplumun uyumsuz ve karışık bir yapıya getirilmesiyle çözüme kavuşabileceğine inanmayan Maria, akıl ve eller için uzlaştırıcı bir kimsenin varlığıyla toplumsal dengenin sağlanabileceğini düşünmektedir. “Eller ile aklın arabulucusu kalp olmalıdır” ve “Akıl ile el birleşmek istiyor, ama bunu yapacak yürekleri yok” gibi sözleriyle de bu kişinin vicdan sahibi olması, ahlaksal bir bilinç duygusu taşıması gerektiğini belirtir. Bahsedilen kişi Freder’den başkası değildir, şu an için. 74


Maria’nın işçilere kazandırdığı şuur Joh Fredersen için tehlikelidir. Üstelik bir de işçiler Maria’ya saygı beslemektedir ve bu durum Maria’ya ister istemez belli bir güç bahşetmektedir ;çünkü işçilerin duyguları, düşünceleri ve eylemleri -bu defa-kendi iradelerinden ortaya çıkmaktadır. Joh Fredersen’e göre Maria’nın toplumsal konumun sarsılması ile işçilerin Maria’ya duydukları güvenin ve bir arabulucu için besledikleri ümidin kırılması mümkün olacaktır ve bunun tek yolu da Maria’nın Joh Fredersen’e biat etmesinin sağlanmasından geçer. Bunun için de Rotwang’ın Makine Adam projesinden yararlanılır. Maria’nın durumu ve Freder’in vardiyasını tamamladığı işçinin, Joh Fredersen’nin görevlendirdiği Schmale tarafından yakalanması her şeyi daha da karmaşıklaştırırken, Joh Fredersen artık işçilerin ona karşı güçlerini birleştirmelerini ve başkaldırmalarını sağlamak istemektedir ;çünkü ancak bu yolla işçiler üzerinde uygulayacağı baskı ve fiziki cezalandırmaları meşru müdafaa kapsamında gösterebilecektir. Bu süreci hızlandırmak içinse itaatkarlaştırılmış Maria öne sürülür. Maria görüntüsü verilmiş robotun sadece kendi emirlerini yerine getireceğini düşünen Joh Fredersen, bir kez daha Rotwang’ı küçümsemiş olduğunu fark edecektir. Joh Fredersen, Rotwang’ın ayrıca Freder’in arabulucu olmak istediği bilgisine sahip olduğunu ve bunu da kendisinden gizlediğini öğrenir ve tüm bunlar sonucunda ikilinin karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur. Bu kavganın sonucu, gerçek Maria’nın kaderini de belirleyecektir. Robot Maria arabulucuları için bekleyen işçileri kışkırtır, onların makinelere, şehre zarar vermelerini sağlar. Freder’e ise işçilere, kulak verdikleri kişinin, tanıdıkları Maria olmadığını ispatlamak görevi düşer. Ancak işçilerin, Efendi Joh Fredersen’in oğluna inanmalarını sağlayabilmek o kadar kolay değildir. Üstelik işçilerin özellikle Kalp Makine denilen yapıya zarar vermemeleri de sağlanmalıdır. Zira bu yapının çalışamaz bir hale gelmesi durumunda işçilerin şehri sular altında kalacaktır. Joh Fredersen , Rotwang’ı mağlup edebilecek mi? Maria özgürlüğüne kavuşabilecek mi? Freder, gerçeği işçilere ispat edebilecek ve arabuluculuk görevini her şeye rağmen yerine getirebilecek midir? Metropolis bu sorulara verdiği cevaplarla çeşitli eleştirilere, yasaklara maruz kalmış olsa da devlet, yönetim, işçi sorunları, toplumsal statü, din, özgürlük gibi daha birçok konuyla ilgili yaptığı çeşitli sorgulamalarla -1927 yapımı bir film olarak- dikkatleri daima üzerine çekmeyi başarabilecektir kuşkusuz.

75


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

HÜKÜMDARLIK Onur ASLAN tezaim27@gmail.com

G

özlerimizi açtığımız andan itibaren dünya tecrübelerini tatmaya başlarız. Yıllar, benliğimizle birlikte uzaklaşabildiğimiz ve ulaşabildiğimiz yerleri de büyütüp geliştirir. Dünyanın bize sunduğu hayata göre şekillenip akan zamanın içinde var olmaya ve boğulmamaya çalışırız. Tüm bu deneyim ve varlığını kanıtlama çabaları içinde eylemlerimize, düşüncelerimize ve konuşmalarımıza bilinçli ya da bilinçsizce yön vermemize neden olan hükümdarlarımızı soyut kıyafetleriyle yanımızda taşırız. Bize hükmeden, bir olay, nesne, duyum veya insan olabilir. Mesela kendimizi bir karar verirken düşünelim. Geçmişte başımızdan geçen herhangi bir olay bize bu kararın yönünü vermemiz için hükmeder. Olması gereken ortada olduğu için elimiz kolumuz bağlıdır. Bu hükmedicilerin en acımasızı insandır. Çünkü insan doymazlıklarla doludur ve hiçbir zaman yetinmez. Hükmederken de insan, doğanın tarihinde üstüne aldığı bu rolü başarıyla oynar. Etki etmeye çalışan insanların varlığını ilk kez ailemizde ve arkadaşlarımızda fark ederiz. Karşılaştığımız etki zorunlu ve dardır. Bu nedenle iyi sonuçlarla karşılaşma ihtimalimiz yüksektir. Okul hayatı ile birlikte fark edemediğimiz siyasi ve sosyal hükümdarlar hayatımıza girmeye başlar. Dünya ağına katıldığımız ilk çevre olan okul, perdelerinin arkasında etki edilmiş fikirler barındırır. Alınan eğitimle etkilendiğimiz alan genişler ve biz yalın bir akılla karar veremeyecek hale gelmeye başlarız. İş hayatının kuralları ve evliliğin zorunlulukları bizi yönlendirmeye devam eder. Tüm bu düzenin arkasında ekonomik tedirginlikler, siyasi parmak sallamalar ve sosyal öğütler vardır. Fakat bahsettiğim gibi düzen, hâkimiyetinin sınırlarını hiçbir zaman beğenmez. Bu yüzden yöntemler arar.

76


En iyi yol insanın kendisini unutmasıdır -ki günümüzün internete bağlanan cihazları bu yüzden vardır- . Duygusuzlaşan insan, hayatını, düşünmeye vakti olamayacak kadar kalabalık görür. Bize benzeyen insanlarla kıyas yolumuz ardına kadar açık olduğu için yeniliklerden zevk almaz, heyecanlanmayız. En önemli olanın en farklı ve en uçta olduğunu düşünür, ne kadarını elde edebilecek kabiliyette olduğumuza bakmayız. Bu durum tükenmek bilmez bir hüznü peşinden sürükler. Tabi insan bu süreçte yara aldığı saldırılardan haberdar değildir. Kalbimize ve beynimize ait olan damarlar birer birer kesilerek yerlerine kontrolü hükümdarlarda olan ipler bağlanır. O andan itibaren kaderimiz kuklalarınkiyle aynıdır. Hal böyleyken hükümdarların ya da Charles Dickens’ın tabiriyle “haşmetlilerin” işi daha kolaydır. Dur durak bilmeden emirler yağdırılır ve insan vücudunun sınırları zorlanır. Sorularımız, sorunlarımız ve isteklerimiz tehditlerle bastırılır. Konuşamamak, koca bir denizin ortasında sinirli dalgaların arasında kalmış gibi hissettirir ve genelde çaresiz insan kaderine boyun eğer. Artık onun üstüne düşen tek şey -her kuklada olduğu gibi- istenilen zamanda istenilen hareketi yapmaktır. Fakat kimi insanlar son haddinde gözünü karartmamayı öğrenir. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığını fark ettiğinde bilir ki tüm koca denizlerin arkasında güvenli bir toprak parçası vardır. Bu andan sonra sorduğumuz sorular özgürlüğümüzün cevaplarını ister. Bu tahtadan bizler, tekrar nasıl can buluruz? İnsan kendi iplerini nasıl keser? Hükümdarlarla nasıl hesaplaşılır?

77


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA

GERMİNAL Deniz ÖZKELEŞ ozkeles-deniz@hotmail.com

Y

önetenler ve yönetilenler... İnsanlığın başından beri varolan bu durum, biçim, boyut ve içerik olarak değişse de temelde aynı olguyu esas alır. Zola, dönemin Fransa’sından esinlenerek kaleme aldığı Germinal’inde, Fransız maden işletmesindeki işçilerin ve işverenlerin hayatlarını, bir aile ve onların kiracısını merkez alarak anlatır. Kimin için çalıştığını bilmeyen işçiler, karınlarını doyurduklarına şükretmektedirler. Kadınlar, erkekler, çocuklar... Hepsinin dünleri, bugünleri ve yarınları aynıdır. Geçmişleri ve gelecekleri birdir. Kaderleri aynı yazılmıştır; aynı okunmaktadır. Çocuklar hayal kursa da yaşayacakları tek hayat ailelerinin hayatıdır. Tabi işletme... Dünyayı yese doymayacak olan canavar, hep oradadır. Burjuvaya göre rutin hayatlarıyla işçiler, oldukça şanslıdır. Onlar, bir elleri yağda bir elleri balda olan işçilerin neden şikayet ettiklerine anlam verememektedir.

6278


Özgür bireyler olarak atfedilen işçiler, açlıktan ölme özgürlüklerini gayet özgürce kullanıyorlardı ama bu işçilerin bir özgürlüğü daha vardı; grev. Bunu kullanmak için gerekli olan ise bir kıvılcımla barutun ateşlenmesiydi. Bu beklenen kıvılcım kitabın ana karakterlerinden Ettienne oldu. İşçiler “hayır” demeye cesaret etti ve olaylar birbirini kovaladı. Askerin, işçilerin yanında olmaması greve en ağır darbeydi. Burjuvanın gözünde yiyip, içip, sevişip yatan halk ve aslında halktan(!) olan asker karşı karşıya geldi. Çocuklarının açlıktan ölmesini seyreden aileleri en çok bu yıktı. Yine de bunlar işçilere geri adım attırmadı. Kan yerine kömür tozu tükürmeye alışmış işçilerin bir kısmı ekmek parası için yine de madene indi. İşletme sabotajı, burjuvayı ve işçileri bir an yardımlaşmaya sürüklese de bu yardımlaşma madencilerin deyimiyle “ölümün önce lambayı södürmesiyle” son buldu. Roman, grevin öcünü alan işletmenin, işçilerin hakkının yenmeye devam etmesi için kalan işçilerin de madene inmesiyle sonlandı. Tek amacı karnını doyurmak olan maden işçilerini anlatan Zola’nın romanı; kendi dönem burjuvaları tarafından “korkunç ve mide bulandırıcı” olarak görülse de aslında insanları sarsıp kendine getirme amacı taşıyordu. Romanda asıl söylenmek istenen “adalet çığlığı” idi. “Öyle bir adalet çığlığı istedim ki Fransa kendini kemirmekten vazgeçsin artık, parayı kemirmekten...” der Emile Zola. Burjuva onu ne kadar eleştirirse eleştirsin; o, doğru bildiğinden şaşmayan ve fikrini sonuna kadar savunan bir “cumhuriyetçi sosyalisttir”. Öyle de kalacaktır.

79


YOLCULUĞUMUZ SÜRERKEN... 11. Sayı - Kasım 2012 …Bizler bugün yola Minerva‘nın 11.sayısıyla devam ederken aslında geleceğe, hiç tanıyamayacağımız ama kelimelerle anlatmaya çalıştığımız; daha iyisinin yapılabileceğine olan inanç,güven ve kararlılığımızı hissederek emek verecek tüm arkadaşlarımıza sesleniyoruz. Söyleyecek sözlerimizin hiç bitmemesi dileğiyle... 12. Sayı - Mart 2013 “Çocuklar her şey değişiyor, isteseniz de değişiyor istemeseniz de...” Yeni bir hayat, üniversite, çoğu insan için büyük bir metropol. İşte belki de tüm bunlara ve gelecekte yaşanacaklara bir önsözdü bu. Çevremiz, yaşadığımız yer, tanıdığımız insanlar, kısaca hayatımız değişmişti ve bu üniversiteye attığımız ilk adımda bize ders olarak veriliyordu! Belki de çok basit bir dersti bu ancak; dersin adına (Türk Devrim Tarihi) takılı kalanlar, bu “büyük resmi”göremiyorlardı. Tabi ki onu kavramsal anlamda bu derece genişleten ve aydınlığa kavuşturan kişi, bize “Değişim nedir?” sorusuyla sorgulama yetisinin kapılarını aralayan Toktamış Ateş’ten başkası değildi. 13. Sayı – Mayıs 2013 Yine bir Minerva... Her sayıda karşılamaya biraz daha alışsak da yeni bir hazırlık telaşı... Yeni bilgiler, yeni kazanımlar ve tabii ki yeni hatalar... Minerva üniversitede olduğunu hissetmek isteyen öğrencilerden yalnızca küçük bir kısmının hazırladığı ve geliştirdiği bir ürün. Geride bıraktığımız on iki sayı boyunca onlarca arkadaşımız dergimizin gelişimine

80

katkı sağladı ve hemen hepsinin söylediği gibi dergi de onların gelişimine... Devamlı yenilenen ekibimiz de bugün aynı üretme ve deneme isteğiyle hareket ediyor. Minerva, hatalarını görmeye çalışarak; okurlarına, eleştirenlerine kulak vererek denemeye devam ediyor. 14. Sayı - Kasım 2013 Kendisi çatlamadan toprağı çatlatamaz tohum’ Kabuğumuzu kırıp filizlenmeye çalıştığımız bir döneme daha başladık. Kendimizi aştığımızda üstümüze serilen yükleri de aşacağımızın bilincinde olarak, yeni birikimler edinmenin çabasındayız. SUİAM Çalışma Grubu, bizim için okuldan çok okul, dersten çok ders, işten çok mesai oldu. Bu okulun bizlere kattıklarını naçizane araştırmalarımızla, düşüncelerimizle aktarmaya çalıştığımız Minerva ile yine karşınızdayız. 15. Sayı - Mart 2014 Minerva’nın yolculuğu devam ediyor ve 15. Sayımızla karşınızdayız. Bu yolculukta emeği geçen ve çalışmalarımıza destek veren, bu ifade aracının süreklilik kazanmasına katkıda bulunan herkese ayrı ayrı teşekkür borcumuz var ve her sayımız da çalışmalarımıza emek vermiş arkadaşlarımıza armağandır. Bununla birlikte Minerva’nın bu sayısı doğrudan bir teşekkür mahiyetinde. Bölümümüz için önemi ve katkıları tartışılmaz olan Prof. Dr. Levent Ürer’e bize kazandırdıkları için ettiğimiz teşekkür bu. Fakat bir veda olduğu söylenemez.


EN

UCUZ HIZLI KALİTELİ

“ önce dost ”

DETAY FOTOKOPİ

Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy

Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım

www.detayfotokopi.net

0212 528 38 71

ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH

DETAY FOTOKOPİ


İSTANBUL

ÜNİVERSİTESİ

ÖĞRENCİLERİNE

%40 İNDİRİM “Ş md İng l zce Zamanı”

GENERAL ENGLISH / BUSINESS ENGLISH YDS / IELTS / TOEFL / TOEIC / ONLINE www.engl st me.com www.engl st meakadem .com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.