Demir Kucukaydin - Avrupa Merkezcilik - Doğu ve Bati Uzerine

Page 1

Demir Küçükaydın Avrupa Merkezcilik Doğu ve Batı Üzerine Yayınları


Avrupa Merkezcilik Doğu ve Batı Üzerine Demir Küçükaydın Birinci Sürüm Kasım 2007

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları


Avrupa Merkezcilik, Doğu, Batı Üzerine Yazılar İçindekiler Konferans İlanı ....................................................................................................................... 4 Doğu ve Batı ........................................................................................................................... 5 Doğu Toplumları ve Ütopya................................................................................................... 9 Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük Veya ”Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin Gericidir? .............................................................................................................................. 15 Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar/Kültürler Çatışması ..................... 31 Marksizm ve Batı Dışı Toplumlar ........................................................................................ 39 Demokratik Cumhuriyet Üzerine ......................................................................................... 43 Giriş .................................................................................................................................. 43 -I- Demokrasiler Neden Kırallıktır? Ve Cumhuriyetler Neden Demokratik Değildir? .. 47


Konferans İlanı 12 Şubat 2000'de Basel'de ve 13 Şubatta Zürich'te yapacağım konuşmanın konusu:

Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük ilk bakışta birbiriyle çelişiyor gibi görünüyor. Hatta bir çoklarınca çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin bir eleştirisi ve aşılması olarak görülüyor. Avrupa Merkezciliği değil miydi, diğer kültürleri kendi değerleriyle yargılayan ve onlara daha alt bir değer biçen. Çok kültürlülük ise, bütün kültürleri eşit değerde görüyor. Bu zıtlığın göründüğü gibi olup olmadığı. Çok Kültürlülük veya Çok Kültürlü Toplum kavramlarının Avrupa Merkezciliğin günümüze uyarlanmış bir versiyonu olup olmadığı gibi sorulara cevap aramaya çalışılacaktır. Demir Küçükaydın Nernsweg 33 22765 Hamburg Tel: + 49 (040) 39 66 84 El: + 49 (0172) 45 83 160 e-mail: demir@comlink.de


Doğu ve Batı Bu gün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları kapitalizmin Avrupa’da zafer yürüyüşüne başlamasıyla doğduğundan, burjuva uygarlığına göre bir koordinat ekseninden tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” gibi kavramlar hep Avrupa’ya göre tanımlanmıştır. Bu ideolojik karakterini unutmadan, Doğu ile Batı arasındaki temel farka baktığımızda ne görürüz? Birinde zengin ülkeler ve demokratik rejimler vardır, diğeri yoksuldur ve anti demokratik rejimler vardır. Doğu’dakilerin en parlamenter biçimlerinde bile, halkın seçilmiş temsilcilerinin gerçek bir iktidarı, gerçek özgürlükler yoktur. Peki niye böyledir? Batı’da kapitalizmin doğup gelişti, Doğu’da ise modern bir kapitalizm hiçbir zaman doğmamıştır. Peki Doğu’da niye olmadı? Bunun sırrı Doğu’da Devletin güçlü olmasındadır. Yani Demokrasidedir batıdaki refah ve kapitalizmin sırrı. Sanılır ki, demokrasi kapitalizmin ürünüdür, aksine kapitalizm demokrasinin ürünüdür. Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Peki Japonya doğunun doğusunda, orada pek ala kapitalizm gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya nasıl olmuş da çıkmış? Bu bize, doğu ve batı kavramlarını daha dakik olarak tanımlamamız gerektiğini gösterir. Doğu denenin ayırıcı özelliği nedir? Eski uygarlık beşikleri olması. Yani Çin, Hint, İran ve Orta Doğu, bunların hepsi, eski uygarlık beşikleridir. Binlerce yıl boyunca buralar, bu gün dünyada Avrupa ve Kuzey Amerika’nın bulunduğu yerlerdeydiler. Doğu’nun bu özelliğinden hareket edersek, Doğu’nun coğrafi değil bir sosyolojik kavram olarak, eski uygarlıklara bulaşmışlık veya eski uygarlık beşikleri olarak tanımlanabileceği ortaya çıkar. Eski uygarlık beşikleri Avrupa’ya göre Doğu’da oldukları için, onlara doğu denmektedir. Eski uygarlık beşiği olmak ne demektir? Uygarlık demek ticaret, yani tefecilik ve bezirganlık demektir. Uygarlık demek çok güçlü bir devlet demektir. Doğu’yu böyle sosyolojik olarak tanımlayıp bu kriterler açısından baktığımızda, Japonya’nın istisna olmadığı kuralı doğruladığı görülür. Japonya coğrafi olarak Doğudadır ama tarihsel ve sosyolojik olarak Batılı bir ülkedir. Çin uygarlığı Japonya’ya, Tıpkı Akdeniz Uygarlığı’nın İngiltere’ye fazla işleyememesi gibi, hiçbir zaman fazla işleyememiştir. Japonya’nın antik tefeci bezirgan uygarlıklarla ilişkisi, tıpkı Kuzey ve Batı Avrupa’nın Orta doğu ve Akdeniz uygarlıklarıyla ilişkisi gibidir. Yani Japonya, sosyolojik olarak doğulu değil batılı bir ülkedir. Tersinden de örnek verilebilir. Örneğin, Fas, Tunus, Cezayir, Arap uygarlığının Magrep dedikleri, Batının batısındadırlar coğrafi olarak ama tarihsel ve sosyolojik olarak doğuludurlar. Fenikelilerden beri, boğazlarına kadar Akdeniz ve orta doğu uygarlığına batmışlardır. Hatta bu ölçüt bizzat, Batı’nın kendi içinde bile görülebilir. Güney Avrupa, uygarlığa çok daha fazla bulaşmıştır. Kuzey ise çok daha az. Bu antik uygarlıklara bulaşmışlık, Katolik Protestan sınırını bile belirler. Tıpkı doğu ve Batı Roma’nın Ortodoks, Katolik sınırı gibi. Eski Romla imparatorluğunun iyice içine işlediği alanlar Katolik, uygarlığa yeterince


bulaşmamış alanlar Protestan’dır. Yani Avrupa ölçülerinde, Güney Dünya’daki Doğu’nun benzeridir, Kuzey Batı’nın. Bütün bu sonuçlara baktığımızda, medeniyete az bulaşmışlık, yani komünal ilişkilerin güçlülüğü ile demokrasi ve modern kapitalizm arasında çok yakın bir ilişki olduğu görülür. Bütün Kuzey Avrupa ülkeleri Krallıktır, ama o Kralların, her hangi bir doğulu ülkenin bir köy jandarma karakolundaki en sıradan jandarma kadar bile yetkisi yoktur. Japonya’da bir istisna oluşturmaz. Japon İmparatoru’nun adı imparatordur, yaksa konumu İngiliz krallarından farklı değildir. Bunun nedeni, batı krallarının, hiçbir zaman doğu firavunları gibi her şeylere kadir tanrılar olamamasıdır, yani komünün yaşayan etkileridir. Onlar hiçbir zaman firavunlaşamamışlar, diğer asiller (komün şefleri) karşısında, eşitler arasında birinci olabilmişlerdir. Magna Karta bu gerçek ilişkinin yazıya dökülmesinden başka bir şey değildir. Bu fark sadece doğu ve batı siyasi ve iktisadi sistemlerini belirlemez, insan malzemesini de belirler. Doğu insanı binlerce yıl, kadiri mutlak kralların, keyfi devletlerin baskısı altında yaşamıştır. İnsanlıktan çıkmış bir insan posasına dönüşmüştür. Beş yüz yıllık köleciliğin, Afrika’daki siyahların ruhunda yarattığı derin tahribattan çok söz edilir ama nedense beş bin yıllık devletçiliğin yarattığı tahribattan kimse söz etmez. 12 Eylülün tahribatından çok söz edilir ama bu tarih boyunca binlerce 12 Eylül yaşandığı ve bu binlerce 12 eylülün tahribatlarının doğu insanının ruhunda bıraktığı tortulardan söz edilmez. Kuzeylinin veya Avrupalının doğululara saf görünmesinin, politik kültürde bile yansıyan binlerce farklı düşünce ve davranış kotlarının ardında hep bu Batı veya Kuzey Avrupa’da Komün aracılığıyla yaşamış, doğuda veya Güney Avrupa’da devlet aracılıyla yok olmuş eşit kandaşlık vardır. Batı’da doğan kapitalizmin, bir kere doğduktan sonra, bir yağ lekesi gibi yayılarak, zamanla doğuyu da batılılaştırabileceği düşünülebilirdi. Ne var ki, bu yağ lekesinin yayılışı esnasında, yirminci yüzyılın başlarında, Batı Uygarlığının kendisi doğululaşmaya başladı. Sermayenin kendisi tefecileşti. Demokrasi düşmanlığı, güçlü devlet eğilimi burjuva uygarlığının da alnına vurulu bir tarihsel lanet damgası oldu. Böylece, Batı uygarlığı Doğu’nun devletçiliğinde ve tefeci bezirganlığında, bir düşman değil, kendisinin içine girdiği eğilimin modelini ve idealini gördü. Batı’nın doğululaştığı dünyada, Doğu’nun batılılaşması, yani o tefeci bezirganlıktan, devletçilikten kurtulması, demokratikleşmesi ve rekabetçi girişimciliğe yönelmesi olanaksızlaştı. Bir tek, modern işçi sınıfı, Doğu’yu Doğululuktan, Doğu’yu Doğu yapan sermayeyi ve o binlerce yıldır mükemmelleşmiş devlet ve devletçiliği tasfiye ederek, sosyalist bir devrimle kurtarabilirdi. Ekim Devrimi, ayakta kalabildiği ilk birkaç yılda bu alanda hiç küçümsenmeyecek adımlar da attı. Ama bu arada bizzat Doğu’ya batılı olma perspektifi veren işçi sınıfı, olağanüstü zor tarihsel koşullarda fiilen tasfiye olduğu ve Batı ülkelerindeki devrimler yardıma gelmediği için tecrit olup yenildi. Ve tıpkı binlerce yıllık doğu devletçiliğinin bir benzeri bu yenilginin üzerinde ve yok ettiği devrimin bayrağıyla yükseldi. Böylece Doğu’yu doğululuktan kurtarabilecek biricik yol da bizzat modern bir doğulu versiyonun kurbanı oldu. Böylece, artık bütün dünya Doğu’dur. Batı yoktur artık. Batı da doğu olmuştur. Globalizm


hayranları, globalizmi, kapitalist yayılma aracılığıyla doğunun batılılaşması olarak görüyorlar; Globalizm Doğu’nun batılılaşması, yani o doğuya doğru yayılan batılı yağ lekesi değildir; Doğululaşmış Batının yayılmasıdır. Yani daha çok tefecilik, daha güçlü devletin zaten bunun vatanlarında pekişmesidir. İnsanlığı doğululuktan kurtarabilecek, yani şu kahredici bürokratik, militer; baskıcı devletleri tasfiye edecek, parçalayacak; kendisi tefeciliğe dönüşmüş sermayeyi tasfiye edebilecek potansiyele sahip biricik güç, işçi sınıfı yani ücretliler ise darmadağın, demoralize, programsız ve de üstüne üstlük, dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasında korkunç bir bölünmeye uğramış durumda. Zengin ülkelerdeki kültive işçilerin zümre çıkarları ile dünya çapındaki bir eşitlikçi düzen çelişiyor. Yoksul ülkelerdeki bunu isteyebilir ama yapacak maddi ve kültürel temelden yoksunlar. Amerika ve Avrupa’da işçiler sosyalizm istemeden dünyaya sosyalizm gelemez, yani dünya doğululuktan çıkamaz. Ama Avrupa ve Amerika’nın işçileri için yeryüzü çapında eşitlikçi bir düzen bu günkü refah ve tüketim düzeyinden bir geriye gidiş demektir. Çıkmaz buradadır. Bu koşullarda, sadece coğrafi anlamda değil, tarihsel anlamda da, en batılı Doğu olan, Orta Doğu’da bir Demokratik Cumhuriyet projesinin şansı var mıdır? Bir yanıyla, Orta Doğuda komünden uygarlığa son geçiş olan, Kürt Ulusal Hareketi, dünya dengeleri başarı için başka hiç bir olanak sunmadığından, tam bir kuşatılmışlık içinde, kuşatılmışlıktan kurtulmak, kendini kuşatanları arkadan kuşatmak için bu burjuva uygarlığının henüz batılı olduğu dönemin projesi olan Demokratik Cumhuriyet projesine yöneldi. Bu dünyanın genel gidiş eğilimine aykırı ama yine de kendine özgü dinamikleri olan bir gelişmeydi. Bu program sadece burjuva uygarlığının batılı olduğu dönemin değil, işçi hareketinin de programıydı, bürokratik deformasyonlara uğramadığı zamanlar. İşçi Devleti tasfiye olunca, onu tasfiye eden devletçilik, bu programı, sosyalistlere unutturmuştu. Böylece burjuvazi artık doğululaştığı, sosyalistler ise kültürel olarak binlerce yıllık doğu devletçiliğiyle; ideolojik olarak, bu kültürel kotlara denk gelen doğulu devletçiliğin benzeri bürokratik ideolojiyle şekillendikleri için, Demokratik Cumhuriyet programı, ne Kürt ve Türk burjuvazisinden, ne de Kürt ve Türk sosyalistlerinden bir yankı görmedi, etkisiz ve tecrit kaldı. Ama yine de uzun vadede, en azından bölge için, doğululuktan kurtulma için bir olanak olmaya devam ediyordu. Ne var ki, ABD’nin Irak’ı işgali, orta doğunun doğululuktan kurtulabilmek için bu son şansının önünü ciddi biçimde kesiyor. Kürtlerin ulusal baskıdan kurtulmaları için, şarklı, baskıcı, militer, bürokratik keyfi devletlerin yıkılması koşulu ortadan kalkıyor. Kürtler pek ala, bu devletler yıkılmadan, kendileri de böyle devlete veya devletlere sahip olarak da ulusal baskıdan kurtulabilirler yeni durumda. Yani bütün orta doğu için o şarklı devletçilik yaşamaya devam eder; Orta Doğu doğulu kalır. Kürtler de, tıpkı, Araplar, Farslar, Türkler gibi, keyfi, baskıcı, bürokratik ve militer bir doğulu devlete sahip olabilir. Bir Demokratik Cumhuriyet’e değil, bir bürokratik cumhuriyete. Bu elbette onlar için ulusal baskının sonu demektir. Ama ulusal baskıdan kurtulma otomatik olarak demokrasi ve doğululuktan kurtulma anlamına gelmez. Artık Batı’sı kalmamış bir dünyada şaşırtıcı da olmaz bu. Ama tıpkı Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim olsaydı, kapitalizme bulaşmamış halkaların kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçişi gibi, Orta Doğu’nun bu son batılılaşma olanağı da, tarihsel olarak yitirilmiş


bir fırsat, kaçırılmış bir şans olarak kalır. Önümüzdeki dönem Orta doğu halklarının bu tarihsel şansın kullanabilmeleri için “uzatmaların oynanması”dır. Bu uzatmalarda hala bir gol atma şansı var. Türkiye’deki Bürokrasi ve Devletçilik yılanı, yani beş bin yıllık doğululuk, yeni dünya dengelerine kendini uyarlamak için gömlek değiştirmek zorunda kalacaktır. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar en zayıf anlarıdır. 13 Mayıs 2003 Salı


Doğu Toplumları ve Ütopya Doğu Toplumları ve Ütopya ilişkisini anlamak için önce “Doğu Toplumu” ve “Ütopya” kavramlarını netleştirmek gerekmektedir. Çünkü bu kavramlar, sanıldığının aksine, tarihin burjuva uygarlığınca geliştirilmiş metafizik bir kavranışına bağlı olan zaman ve mekan kavramlarına dayanırlar. Doğu nedir? Coğrafi olarak güneşin doğduğu yön demektir. Birçok dilde doğu zaten güneşin doğduğu ülke ya da taraf anlamına gelen sözcüklerle karşılanır. Bizzat Anadolu sözcüğü de böyledir. Eski çağın Grekleri için güneş küçük Asya yarımadasından doğduğu için, buraya Güneşin Doğduğu Yer diyorlardı. Ama dünya yuvarlaktır. Bu demektir ki, dünyanın her yeri doğudur. Amerika’nın Uzak Batı’sı da Uzak Doğu’daki Japonya’ya göre Uzak Doğu’dur. Demek ki doğu sözcüğü, ancak bulunulan yere göre bir anlam taşımaktadır. Bu da bir yön olarak değil ama bir yer olarak Doğu’nun ancak belli bir koordinat sistemine göre var olabileceğini gösterir. Bu gün dilimize yerleşmiş Doğu ve Doğu Toplumu kavramları, çok açıktır ki, Avrupa’da doğup gelişen Kapitalist burjuva uygarlığının kavramlarıdır. Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu, Batı, Orta Batı, Uzak Batı gibi coğrafi adlandırmaların hepsi, özünde batı Avrupa’nın Koordinat sisteminin bakış açısından kullanılan birer mekân adlandırılmasıdır ve coğrafi bir kavram olarak bile nötral adlandırmalar değil, coğrafyanın Avrupa merkezli bir kavranışını içerirler. Doğu kavramı, coğrafi bir kavram olarak bile masum, tarafsız bir kavram değildir. Ama Doğu, sadece coğrafi bir kavram değil, aynı zamanda sosyolojik ve tarihsel bir kavramdır. Bütün kapitalizm öncesi uygarlıklar, Çin, Hint, Pers, Doğu Akdeniz uygarlıklarının hepsi, Kapitalizmin doğduğu Batı Avrupa’ya göre Doğu’da olduğu için, Doğu sözcüğü aynı zamanda, bu uygarlıkların tarihinden gelen, bu uygarlıklara ilişkin anlamında da kullanılır. Bu uygarlık alanları, tam da prekapitalist uygarlık alanları oldukları için daha sonra kapitalizm karşısında geri kalıp sömürgeleştiğinden, Doğu sözcüğü aşağılayıcı bir anlama da sahiptir. Daha sonra Kurtuluş savaşlarının yükselişinin bir yansıması olarak, buralarda yaşayan halkların dilinde Doğu, bu sefer, var olan durumda pek övünülecek bir yan olmadığından, eski uygarlık beşiği geçmişe bir gönderme içerir ve olumlu bir anlam yüküyle kullanılır olmuştur. Bu değer yüklü anlamlardan soyutladığımızda, Doğu, Prekapitalist uygarlıkların yayıldığı yerler anlamına gelir. Ne var ki, bunun yerine Doğu sözcüğünün kullanılması, sık sık anlam kaymalarına ve karışıklıklara yer açar. Coğrafi Doğu kavramı, bu sosyolojik Doğu kavramının yerini alır. En tipik örnek Japonya’dır. Japonya, coğrafi olarak Doğu’nun doğusundadır, ama sosyolojik ve tarihsel olarak bir “Doğu Toplumu” değildir. Çünkü Japonya, tıpkı Britanya Adaları gibi uygarlığa çok geç girmiş, Doğulu olma fırsatı bulamamış ve tam da bu sayede Doğulu olamadığı için batılı olmuş bir ülkedir. Yirminci Yüzyılın başında, Japonya’nın Çarlık Rusya'sına karşı kazandığı askeri zaferi, Doğu’nun Batı’ya karşı bir zaferi olarak selamlayan Lenin gibi Marksistler bile, ezilenlere


sempatilerini belirtmek için bu coğrafi ve sosyolojik anlamlar arasında kayma yaptıklarını fark etmezler. Japonya’nın Rusya’ya karşı zaferi, Doğu’nun Batı’ya değil; yine Batı’nın Doğu’ya karşı; Kapitalizmin Asyalılığa karşı bir zaferiydi. Çarlık Rusya’sı, coğrafi olarak daha Batıda olmasına rağmen; sosyolojik olarak, Japonya’ya göre çok daha Doğulu ve Asyatik bir ülkeydi. Ve de tam bu nedenle yenilmişti Japonya karşısında. Fas ve Cezayir, bu gün Batılı denen birçok ülkeden çok daha batıdadırlar coğrafi olarak, ama onlar tarihsel ve sosyolojik olarak, ta Fenikelilerden beri, prekapitalist uygarlıklar çemberine girdiklerinden doğuludurlar. Özetle, doğu demek, sosyolojik olarak, prekapitalist uygarlık demektir. * O halde “Doğu Toplumları ve Ütopya” konusunu ele alabilmek için, soruyu, sosyolojinin diline çevrilmiş olarak, önce şöyle sormak gerekir: Prekapitalist Uygarlıklarda Ütopya var mıydı? Ama bu soruda açıklanmayı bekleyen bir de Ütopya kavramı bulunmaktadır. Çünkü Ütopya kavramının kendisi de bizzat tarihin çok özel bir dönemine ilişkin bir tarih ve zaman kavrayışını yansıtan bir kavram olarak doğmuştur ve bizzat kendi burjuva uygarlığının ve toplumsal mücadelelerin gidişi içinde değişmiştir ve değişmektedir. Ütopya kavramı günümüzde genellikle, gerçekleşmesi mümkün görülmeyen, ayakları yere basmayan, gerçeklikle bağını yitirmiş anlamlarında, siyasi veya toplumsal programları ve projeleri tanımlarken kullanılmaktadır. Bu kullanımda büyük ölçüde gerçekçinin zıttı gibi olumsuz bir anlamı vardır. Realpolitikerlerin dilinde devrimci ve köklü değişiklere dayanan bir mücadeleyi aşağılamanın bir aracıdır bu kavram bu anlamıyla. Ama Ütopya aynı zamanda, bir program, kendisi için mücadele edilmesi gereken ve edildiğinde ulaşılabilecek bir hayal anlamında da kullanılır olmuştur son yıllarda. Bu anlamda, kendisine ulaşılamasa bile uğruna mücadele edilmeye değer, yol gösterici bir hedef anlamına sahiptir. Bu anlamda, umutsuz “Zeitgeist”ın bir dışa vurumudur. Ütopya ayrıca, sosyalist gelenekte, insanı arıdan ayıran, yapacağı şeyi önceden kafasında tasarlaması olduğundan, insan olmanın ve eylemin olmazsa olmaz koşulu olarak, yapılacak bir şeyin hayalini kurmak, onu kafada canlandırmak anlamında da kullanılmaktadır. Burada vurgu gerçekliği değiştirmeye yöneliktir, gerçeklikle bağın kaybı, ya da onun değiştirilemeyeceği gibi bir ima yoktur. Lenin’in Ne Yapmalı’daki “Hayal görmeliyiz” diye başlayan satırları bu tür bir kullanıma örnek olarak gösterilebilir1.

1

"Rüya görmeliyiz!" Bu sözcükleri yazıyorum, ve birdenbire bir korkudur beni alıyor. Kendimi "Birlik (sayfa: 207) Konferansı"nin bir oturumunda görüyorum ve karşımda Raboçeye Dyelo'nun editörleri ve yazarları oturuyorlar. Martinov yoldaş ayağa kalkıyor, ve bana dönerek sertçe şöyle diyor: "İzninizle şunu sorayım, özerk bir yazıkurulunun, daha önce parti komitesinin görüşünü almadan rüya görmeye hakkı var mıdır?" Onun ardından Kriçevski yoldaş dikiliyor (Plehanov yoldaşı çoktan beri derinleştirmiş olan Martinov yoldaşı, felsefi bakımdan daha da derinleştirerek) daha da sert bir tonla: "Daha ileri gideceğim, diyor, size soruyorum: bir


Ütopyanın bu anlamda kullanılışına bağlı olarak, son yıllarda, solun ve sosyalistlerin bir ütopyasının olmadığından, bir Ütopyaya ihtiyacı olduğundan söz edildiğinde, Ütopya kavramı, onların bir programı olmadığı anlamında kullanılmaktadır. Ama Ütopya, tam bu anlamıyla da, son yıllarda, özellikle post-modern düşünürler arasında olumsuz bir anlam kazanmıştır. Bu kullanımda ütopyaların gerçekleşemezliklerinden söz edilmemektedir artık. Hayır onlar gerçekleşebilirler, ama gerçekleştikleri takdirde, toplumu ve insanları bir cendereye sokarak, büyük acılara ve haksızlıklara neden olurlar denmektedir. “Büyük anlatıların sonu” deyişi, bu tür bir ütopya, hayal ya da toplum tasavvuru kavranışına dayanmaktadır. Burada, artık toplumu düzeltmek için, modeller, programlar, hayaller kurmanın kendisi kategorik olarak yanlış bulunmaktadır. Elbette bunlar felsefi bir elbise giymiş yüzeysel ve ideolojik açıklamalardır. Sovyetler birliği ve diğer devletlerdeki rejimlerin açıklamasını toplumsal ve tarihsel koşullarda değil, fikirlerde ve hayallerde gördüğünden; ciddi tarihsel ve sosyolojik analizler yerine; kestirmeden düşüncelerin varlığı belirlediği türden bir tarih anlayışıyla sözde bir açıklama sunmayı ifade ederler. Ne var ki, bu anlamda ütopya, ister kategorik olarak reddedilsin, isterse insani ve politik eylemin ayrılmaz koşulu olarak ele alınsın, daima gizli bir varsayım olarak gelecekle ilişkilidir. Ütopya ile gelecek arasında zorunlu ve ayrılmaz bir bağ varmış gibi düşünülür. Ama Ütopyanın şimdiye veya geçmişe değil, geleceğe ait olduğu gizli varsayımı, daha genel bir gizli varsayıma dayanır. Bir gelecek olduğu ve bu geleceğin bu günkünden daha farklı olduğu ve olacağı. Ama bu iki kabul de oldukça yenidir.

marksistin, Marx'a göre insanlığın kendisine her zaman çözebileceği görevler yüklediğini ve taktiğin partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesinin bir süreci olduğunu bile bile, rüya görmeye hakkı var mıdır?" Bu korkunç soruları düşünmek bile beni titretiyor, ve bir tek şeyi düşünüyorum: nereye saklanacağımı. Pissarev'in arkasında siper alsam nasıl olur? Rüya ile gerçeklik arasındaki ayrılık konusunda Pissarev şöyle yazar: "Ayrılık vardır, ayrılık vardır. Benim rüyam, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiç bir zaman gitmeyeceği bir doğrultuya sapabilir. Birinci halde, rüyadan hiç bir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini destekler, güçlendirir bile. ... Böyle rüyalarda çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce uğratacak hiç bir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle rüya görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, arasıra zihni ilerilere atlayarak ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman insani, sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemem bile. ... Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kıyaslarsa (sayfa: 208) ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse, rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki ayrılığın hiç bir zararı olmaz. Rüyalarla yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır."[78] Ne yazık ki, bizim hareketimiz içinde, bu türden rüya görme çok azdır. Ve bundan en çok sorumlu olan kimseler, aklıbaşında görüşleriyle, "somuta" "yakınlıklarıyla" öğünenler, legal eleştiriciliğin ve illegal "kuyrukçuluğun" temsilcileridirler. (Lenin, Ne Yapmalı?)


Bir gelecek düşüncesi, bütün toplumlarda ve her zaman olmamıştır. Örneğin batı Ortaçağı’nda insanlar, büyük ölçüde zamanın sonunda yaşadıklarını düşünüyorlar ve sürekli kıyamet bekliyorlardı. Böyle bir zaman tasavvurunun olduğu bir dönemde ütopyalar var olsa bile, bunlar ile gelecek arasında zorunlu bir bağ olması bir yana bunlar birlikte bile düşünülemez. Ama geleceğin şimdiden ve geçmişten farklı olduğu ve olacağı düşüncesi de son derece yenidir. Bu doğrusal, geçmişten gelip geleceğe giden zaman tasavvuru, kapitalizm ve aydınlanmayla birlikte gelişip zihinlerde egemenliğin kurmuştur. Ondan önceleri, zaman doğrusal değil, dairesel, değişen değil, tekrarlayan; akan değil, dönen bir zamandı. İnsanlar doğup, büyüyor ölüyorlardı; doğada hep aynı mevsimler tekrarlanıyordu. İnsanlar gibi medeniyetler ve devletler de kuruluyor, gelişiyor, olgunluğa eriyor, çürüyor ve yıkılıyorlardı. Hâsılı “devran dönüyor”du. Dolayısıyla geleceğin geçmişteki geleceklerden daha farklı bir gelecek olabileceği yönünde bir tasavvur da bulunmuyordu. Geleceğin farklı olacağı tasavvuru bütünüyle kapitalist geniş yeniden üretim yordamına, ve ona bağlı olarak ortaya çıkan, doğrusal ve değişken bir zaman tasavvuruna bağlıdır. Dolayısıyla tıpkı Doğu kavramı gibi ütopya kavramının kendisi de, en azından bugünkü yaygın kullanımlarında Burjuva Uygarlığı’na ait kavramlardır. Her ikisi de burjuva uygarlığı ile birlikte ortaya çıkmışlardır. O halde, doğu toplumları ve ütopya ilişkisini, bu kavramların tarihsel ve burjuva uygarlığına bağlı, o uygarlığın ideolojik egemenliğinin aracı olmaları niteliklerini göz önüne olmadan, bir sorun, bir konu olarak ortaya koymanın kendisi bizzat, burjuva uygarlığının ideolojisinin yaygınlaştırılmasının bir aracıdır. İsterseniz, böyle bir kavrayış içinde, Doğu’yu savunun, savunduğunuz sadece içi dışına çevrilmiş biçimiyle burjuva uygarlığı ve onun ideolojisi olmaktan öteye gitmez. * Batı’ya ve burjuva uygarlığına bağlanan Ütopya düşüncesi, klasikleşmiş Ütopya olarak ele alınan kitaplar göz önüne alındığında, tarihsel gerçekliğe uymaz ve bütünüyle bir yanılsamadır. Yani Ütopya kavramı burjuvaziyle birlikte doğmuştur ama bu kavrama adını veren kitap ve benzerleri göz önüne alındığında gerçeğin pek öyle olmadığı, burjuvazinin gerçekliği tahrif ederek böyle bir anlayışı yerleştirdiği görülebilir. Bu gün en klasik ütopyaları göz önüne getirdiğimizde, onların, sanılanın aksine Kapitalizme değil, belki onun şafağına has oldukları görülür. Ütopyalar burjuva uygarlığının şafağında doğarlar: Campanella’nın Civitas Solis’i (Güneş ülkesi) 1602 tarihini taşır. Thomas Morus’un (1478- 1535) Ütopya’sı neredeyse bundan yüz yıl önce, 1516’da yazılmıştır. Bacon’un Yeni Atlantis’i 1624 tarihlidir. Dikkat edilirse, en yeni tarihli olan Bacon’unki bile, henüz Ticari kapitalizm döneminin, burjuva uygarlığının henüz Prekapitalist uygarlıklar karşısında kesin bir üstünlük sağlamadığı bir dönemin ürünüdür.


Bu şu demektir onlar aslında Batı’nın ürünleri, yani kapitalizmin ürünleri sayılmazlar. Uzak dış ticaret ile bir ilgileri vardır ama bu dış ticaretin modern kapitalizme bir sıçrama yapıp yapmayacağı henüz belirsizdir. Bu anlamda, klasik Ütopyalar aslında henüz batılı değildirler. Çünkü henüz ortada tam bir batı yoktur. Bu onların zaman ilişkisinde de görülebilir. Henüz ilerleyen bir zaman ve tarih kavramı pek yoktur bunlarda. Bu bakımdan Ütopya, doğuşunda bu günkü gibi geleceğe göbek bağıyla bağlı değildi. Bu nedenle o Ütopyalar temporal değil lokal (zamansal değil mekansal) bir gönderme içerirler. Hemen hepsi bilinmeyen denizlerde bir adadadır. Bu onların uzak dış ticaret ile ilişkisini gösterdiği gibi, aynı zamanda henüz burjuva uygarlığı ile oluşacak zaman ve mekan kavrayışlarına uzaklığını da gösterir. Kapitalizmin gelişmesinden sonra, o okyanusların bilinmeyen adaları kalmamış ve onlar, bir ütopyaya ilham vermek bir yana giderek sömürgeleşmeye bağlı olarak aşağılayıcı bir anlam kazanmışlardır. Bu nedenle henüz Doğu’nun dolayısıyla Batı’nın da olmadığı bir döneme aittirler. Aynı zamanda geleceğe değil, yaşanan döneme ilişkindirler, gelecek göndermeleri yoktur. O halde, Ütopyalar aslında Doğu’nun ürünleridirler; ama bu Doğu’nun ürünleri olanlar, aslında Bu gün batı’nın olduğu kabul edilenlerdir. Bunların içinde belki sadece Yeni Atlantis, Batı’nın, burjuva uygarlığının daha açık bir damgasını taşır. Gerisi, tamamen Doğu’nun ürünüdür. Doğu’nun ütopya geleneğinin devamıdır. Peki Doğu’nun ütopya geleneği nedir? Doğu’nun dönen zaman kavrayışı içinde, geleceğe ilişkin bir ütopya yoktur. Hele geleceğin geçmişten daha iyi olacağı yönünde bir inanç ve kabul de pek yoktur. O halde, Doğu’da, yani kapitalizm öncesi uygarlıklarda, Ütopyanın kaynağı Geçmişte olabilir ve de öyledir. Ama bu geçmiş, sınıf çelişkileri içinde parçalanmış çürüyen medeniyet olamaz. Komün’ün “Cahiliye” denen sınıfsız toplumu da olamaz. O zaman, sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçilen Kent (Cite, Medine); Kıvılcımlı’nın deyişiyle “Barbar (sınıfsız toplum, Komün) kurdunun, medeniyet kelebeğine dönüştüğü koza” olan Kent olabilir Ütopyalara ilham verebilecek geçmiş. Orada henüz sınıfsız toplumun erdemleri yaşamaktadır ama aynı zamanda Uygarlığın zenginliğine de ulaşılmıştır. Bu nedenle, aslında bütün ütopyalar genellikle bir Kent’den ötesini hayal edemez, Kral olsa Soğanın cücüğünden başka şeyi yemeyi akıl edemeyen Çoban gibi. Platon’un Devlet’i, bir Kent’i anlatır. Ona İlham veren Isparta kentidir. Farabi’nin Medinetü’l Fadıla’sı (Erdemli Şehir) da bir Kenti anlatır. Campanella’nın Güneş Ülkesi de aslında bir Kent’i anlatır. Morus’un Ütopya’sı da, bir ada söz konusu olmakla birlikte, toplumsal örgütlenme olarak bir Kent’in örgütlenmesine sahiptir. O halde, bütün bu Ütopyalar, bu gün Doğu denen kapitalizm öncesi uygarlıkların ürünüdürler. Geleceğin toplumunu değil ideal toplumu anlatır ve bu toplum, henüz uygarlaşmamış, uygarlığın eşiğindeki Kent’ten başka bir şey değildir.


Klasik uygarlıklarda, bir de dinlerin içine sızmış bir Ütopya daha vardır. O da, geleceğe değil, geçmişe aittir: sınıfsız toplum, tarih öncesi, yani Cennet. O halde, toparlarsak, bu gün batılılara ait olduğu düşünülen ütopya kitapları aslında tamamen klasik uygarlıkların damgasını taşırlar, yani onlar doğuludur. Doğu’nun ütopyası, yani klasik kapitalizm öncesi ticarete ve tarih ve tarım temeli üzerinde üretime dayanan toplamların ütopyaları, ilhamını geçmişin Kent’inde bulur 21 Haziran 2004 Pazartesi


Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük Veya ”Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin Gericidir? Şöyle genel geçer bir yargı var: "Çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin aşılmasıdır. Avrupa Merkezcilik diğer kültürleri, aşağı görüyor, onları kendi ölçülerine göre yargılıyordu. Şimdi ise, hiç bir kültür diğerinden üstün veya aşağı değil, hepsi aynı değerde görülüyor. Artık slogan, eşitlenme ve birbirine benzeme değil, çok renklilik, çeşitlilik. Bu anlayış içinde elbette Avrupa Merkezcilik yer bulamaz." İlk bakışta her şey çok açık! Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi. Nasıl güneşin doğuşunun ve batışının şahidi gerekmiyorsa, öyle. Çok kültürlülük de, bütün kültürleri eşit düzeyde gördüğüne göre, Avrupa kültürünü diğerlerinden üstün gören; her şeyi Avrupa'nın aynasında değerlendiren bir anlayış, bu çok kültürlülük dünyasında yaşayamaz. Bu gizli varsayıma dayanarak konuşmalar, çıkarsamalar yapılıyor; programlar oluşturuluyor; makaleler, kitaplar yazılıyor. Ne var ki bizim ihtiyar Marks veya diyalektik, “her şeyden şüphe et” demiş. Hele bizim yaşam deneylerimiz gösteriyor ki, hiç şüphe uyandırmayanlardan, yanlışlığı akla hiç gelmeyenlerden, özellikle şüphe etmek gerekiyor. Biz de bu ihtiyar Marksist diyalektiğin öğüdünü izleyelim. Evet ilk bakışta güneş doğudan doğan batıdan batar ama, onun hiç "doğup" "batmadığı", aksine hep yerinde durduğu, buna karşılık, dünyanın kendi etrafında dönüşü nedeniyle öyle göründüğü artık kimse için bir sır değil. Yani gerçek aslında tam da kendine zıt bir biçimde görünmektedir. Güneş yerinde dururken hareket ediyormuş gibi görünmekte, biz ise hareket ediyorken sanki yerimizde duruyormuşuz gibi. Demek ki, binlerce yıldır bilginin ve tecrübenin birikmiş özü olan halk bilgeliğinin dediği gibi, öyle hemen “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. Ya da Marks’ın değişik ifadesiyle: “Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.” Biz de, bu Avrupa Merkezcilik, Çok Kültürlülük kavramlarında bu dersleri ve ilkeleri bir doğruluk sınavından geçirelim. Bakalım gerçekten öyle mi? Gerçekten, Çok Kültürlülük Avrupa Merkezciliğin aşılması mı? Yoksa Bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi mi? Son söylenmesi gerekeni ilk önce söylersek, bizim tezimiz, "Çok Kültürlülük" ya da "Çok Kültürlü Toplum" gibi siyasi slogan ve projelerin bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi olduğudur. Ama bu tezi kanıtlamak için önce, uzun bir yolculuğa çıkmak; ileriye doğru fırlayabilmek için bir yay gibi gerilmek gerekiyor. * Avrupa Merkezcilik nedir? Bu kavramın ilk kelimesi olan Avrupa'dan başlayalım. Avrupa nedir? Bir yeri tanımlayan coğrafi bir kavram olarak Avrupa son derece yeni bir kavramdır. Bir


bakıma kapitalizm ile birlikte doğmuştur. Kapitalizm öncesinde Avrupa yoktu. Avrupa adının kaynaklandığı mitolojideki Avrupa’nın ve Greklerin Avrupa dediği bölgenin bu günkü Avrupa ile bir ilgisi yoktu. Bu gün Avrupa diye bilinen yerler, Grekler için bırakalım Avrupa kavramının içinde olmayı bir yana, var olduğu bile bilinmeyen, söylencelerin ardında, bilinen dünyanın ötesindeki yerlerdi. Romalılar için de bir Avrupa değil, Galler, Germanya, Britanya vardı, ama bu günkü gibi bir Avrupa yoktu. İslam Uygarlığı için de aynı durum söz konusuydu. Belli bir bölgeye Avrupa adını verenler ve onun bir kıtanın coğrafi adı olarak kullananlar yine bizzat “Avrupalı”lardır. Ama bu adlandırmanın kendisi bizzat, o “Avrupalı” denenlerin tarihsel ve toplumsal eğilimlerini yansıtır aynı zamanda. “Avrupalı” da “Avrupa” gibidir. “Avrupa” gibi “Avrupalı”yı da “Avrupalı” yaratmıştır. Ama bu “Avrupalı” nedir? Bunu anlamak için “Avrupa”yı anlamak gerekiyor. Şöyle düşünülebilir. Modern bilimler, dolayısıyla da Coğrafya Avrupa’da doğduğundan, Avrupa’ya Avrupa adının verilmesi de, bu bağlamda görülmelidir, tıpkı diğer kıtaların adlandırılması ve tanımlanması gibidir ve o sürecin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bu bakımdan, bu günkü Avrupa’ya Avrupa denilmesi, bütünüyle, o adlandırmaları yapanların Avrupalılığından bağımsız olarak, bilimin, jeoloji ve coğrafyanın kendisiyle ilgilidir. Ne var ki, coğrafya açısından baktığımızda Avrupa’nın bir kita olarak tanımlanmasının hiç de masum olmadığı görülür. Avrupa, coğrafi bir kavram olarak, Asya kıtasının Ural dağlarının batısında kalan kısmına keyfi olarak verilmiş bir isimdir. Dünyadaki adlandırmaların hepsi keyfidir. Avrupa yerine Mavrupa da denebilirdi. Asya yerine Masya da. Sorun burada değil. Bu isimle tanımlanan alının kendisindeki keyfilikte. Eğer Kıta’lar jeolojik veya tektonik kriterlere göre tanımlanıyorsa, bütün Kıtalar ayrı bir plakadan oluşmaktadırlar. Bir zamanlar kocaman bir Pangaea kıtasının parçalanmasından oluşmuş plakalara kıta deniyorsa, ki bütün Kıtalar bu büyük plakalardan oluşurlar, Avrupa kıtalar içinde tek böyle olmayanıdır. Güney ve Kuzey Amerika bile ayrı plakalardır. Afrika, Avustralya, Antartika, Hindistan hep ayrı plakalardır. Avrupa ise ne Asya’dan böyle ayrılır ne de Afrika’dan. Pireneler ve Alpler’in güneyi de bu gün Avrupa sayılmaktadır ama başka bir plakaya aittirler. Yani Jeolojik kriterler geçerliyse eğer, örneğin İtalya Avrupa’ya dahil değildir. Hindistan, Asya Kıtasından çok daha belirgin coğrafi şekillenmelerle ayrılmış olmasına; aynı zamanda ayrı bir plakadan oluşmasına ve Himalaya dağları bu plakanın Asya’ya çarpmasıyla oluşmasına rağmen ve bunlar kültürel bir ayrılığa da denk düşmesine ve neredeyse bir kıta kadar büyük olmasına rağmen, yani bir ayrı kıta olarak sayılmanın bütün kriterlerine sahip olmasına rağmen, Hindistan'a bir Kıta denilmemektedir. Avrupa’nın ise, böyle bir özelliği yoktur. Onu Asya’dan ayırdığı söylenen Ural dağları çok eski dağlardır ve örneğin bir Himalayalar gibi aşılmaz bir engel değildirler. Urallar kültürel bakımdan da bir ayırıcı sınır oluşturmazlar. Bu dağların batısında ya da doğusunda yaşayan Ruslar ya da Slavlar birbirinden çok farklı da değildir. Avrupa’dan sayılan Pirene ve Alplerin


güneyi ise, aslında Avrupa’nın içinde bulunduğu plakaya dahil değildirler. Yani Avrupa Kıtası, tamamen keyfi olarak, bir kıta olmanın kriterlerine uymamasına rağmen, güneyinde ve doğusunda bu kriterler ayaklar altına alınarak sınırları çizilmiş, kıtalığa terfi ettirilmiş bir bölgedir coğrafi olarak. Doğusunda, Asya’dan ayırmak için; güneyinde, Akdeniz veya Afrika’yı Avrupa’ya katmak için, bir kıta olmanın kriterleri ayaklar altına alınarak yaratılmış bir kıtadır Avrupa. Eğer kıtalar plakalara göre tanımlanıyorsa veya jeolojik anlamda kıtalar böyle ise, kıtalar içinde bir tek Avrupa böyle tanımlanmayı hak etmemektedir. Böyle tanımlanmayı hak eden Hindistan ve Amerika’lar bile ayrı kıtalar olarak tanımlanmazken, Avrupa hiç hak etmediği halde kıta kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi, Avrupa kavramı, bu coğrafi kavram ve bu kavramın kapsadığı alan, coğrafi kriter ve kaygılara göre belirlenmemiştir. * O halde şu soru hala ortada durmaktadır: Niçin Asya'nın bu, batı ucundaki yarımadada yaşayan insanlar, bulundukları yere örneğin Batı Asya gibi bir isim vermemişlerdir de, yani coğrafi olarak gerçeği daha iyi yansıtan bir isim vermemişler, o kıtanın bir uzantısı olduklarını belirtmemişlerdir de, coğrafi ya da jeolojik bakımdan hiç de kıta kriterlerine denk düşmeyen bir bölgeyi ayrı bir kıta olarak, Avrupa olarak; Kendilerini de Avrupalı olarak tanımlamışlardır ve tanımlamaktadırlar? Peki acaba, coğrafi olmamakla birlikte, kültürel, tarihsel sınırlar ve ayrım çizgileri mi vardır da, coğrafya bu sınırları kabartılandırmak için ona kıta dedi? O halde kültürel ve tarihsel sınırlara bakalım. Tarihsel ve kültürel sınırlar arandığında ise keyfilik zirveye yükselir. Alp dağlarının veya Pirene dağlarının güneyi veya Balkanlar ve Güneyi, Kültürel ve tarihsel olarak Avrupalıdan çok Akdenizlidir. Zaten tarih boyunca, Akdeniz uygarlığı Fenikelilerden beri kültürel ve ticari bakımdan ve büyük imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte de siyasi bakımdan bir bütün olagelmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin siyasi ve üstyapı birliğini sağlamışlardır veya bu yöndeki çabalardır. Hatta, Hıristiyanlık ve İslamiyet bile, bu uyarlık alanının farklı aşamalardaki üstyapıları olarak görülebilirler. Bunların ortaklıkları, Kuzey Avrupa'da yaşayanlarla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir İskenderiyeli ile bir Yunanlının tarihsel, kültürel ortaklıkları, bir Yunanlının bir Almanla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir Endülüslünün bir İzmirli ile tarihsel ve kültürel ortaklıkları, bir Endülüslü ile bir Parisliden çok daha fazladır. Aşağı yukarı aynı yemekleri yerler; aynı müziklerden zevk alırlar. Bu takdirde, niçin Yunanistan Avrupa'dır da, Asya değildir veya İskenderiye Niye Afrikalıdır da Avrupalı değil? Bunun da tarihsel, kültürel veya toplumsal bir ölçüsü yoktur. Demek ki, eğer Kıtalar Kültürel ya da tarihsel ortaklıklara göre tanımlanacaksa, Avrupa, burada da bütün kuralları ayaklar altına almaktadır. Bu kültürel sınırlardaki keyfilik karşısında da Avrupa, Avrupa’nın ve Avrupalılığın coğrafi bir kavram olduğunu söyler.


Ama yukarıda değinildiği gibi, coğrafi bir kavram olarak da geçerliliği yoktur ve orada da sıkışınca, bu açmazdan kurtulmak için tarihsel ve kültürel bir kavram olduğu söylenmektedir. Deve Kuşu gibidir Avrupa kavramı. Deve misin? Kuşum. Kuş musun? Deveyim. Tarihsel ve kültürel misin? Coğrafiyim. Coğrafi misin? Tarihsel, Kültürelim. Demek ki, daha, Avrupa Merkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas önemli olanının kendisinde çok ciddi bir sorun var. Avrupa nedir? Neye denk düşer belli değildir? Ne coğrafi ne de tarihsel veya kültürel bir ayrıma denk gelmez. Tamamen keyfi olarak belirlenmiş görünmektedir. * Bu keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yetmez. Onu anlamak, açıklamak gerekir. Niçin böyle bir keyfilik vardır, niye böyle bütün kıtalardan farklı olarak Avrupa kıtası ya da Avrupa denen şey, tüm nesnel ölçüler ayaklar altına alınarak suni ve keyfi olarak yaratılmıştır. Bu keyfiliği yaratan zorunluluk nedir? Ayrıca bir kavram gerçekliği açıklamanın aracı değilse, aksine onu çarpıtıyorsa, bu onun sosyolojik değil ideolojik; yani belli çıkarları korumaya yarayan, onlara hizmet eden, onları gizleyen bir işlevi olduğu anlamına gelir. Peki, bu çıkarlar veya imtiyazlar nelerdir? Şimdi bu keyfiliğin ardındaki zorunluluğu araştıralım. Avrupa kavramı, Coğrafi, kültürel ya da tarihsel kriterler ayaklar altına alınarak ortaya çıktığına göre, Avrupa aslında neyin karşılığıdır? O bir başka “şey”in karşılığı olmalıdır ki, o başka “şey” coğrafi ya da kültürelmiş gibi görünebilsin. Peki, nedir bu "şey"? Bunu anlamak için Avrupa kavramının kullanımındaki hileleri iyi anlamak gerekir. Yukarıda görüldü ki, Avrupa ne jeolojik, ne de kültürel bir kavram olarak bir bilimsel değere sahip değildir. O bu anlamlarda, ideolojik bir kavramdır. Aslında hep, coğrafi ya da kültürel anlamları olduğu söylenerek, fiilen siyasi bir kavram olarak kullanılmaktadır. Yani aslında siyasi olan bu kavram, yani ideolojik olan bu kavram, hep coğrafi ve kültürelin ardına gizlenerek, bir bilimsellik postu giymektedir; yani coğrafi veya kültürel olduğu yolundaki göndermeler, bu siyasi ve ideolojik kavramın sosyolojik bir kavram olduğu izlenimi yaratmasını sağlamaktadır. Halbuki, Avrupa denen bölge, diğer kıtalar gibi, coğrafi ya da kültürel sınırlara sahip olsaydı bile bu Avrupa’nın sosyolojik bir kavram olduğu anlamına gelmezdi. Kaldı ki, Avrupa bu sınırlara da denk gelmemektedir. Bunu anlamak için, sosyolojik bir kavram olarak Avrupa’nın ne anlama gelebileceğine ve geldiğine bakalım. Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa demek kapitalizm demektir. Avrupa demek, sosyolojik olarak Modern Burjuva uygarlığı demektir. Modern Burjuva uygarlığı, bugün Avrupa denen bölgenin, Kuzey batısında doğup, öncelikle orada yayıldığı ve oradan dünyaya egemen olduğu için, Kapitalizm, Modern burjuva uyarlığı karşılığı olarak Avrupa kavramı sosyolojik bir kavram olarak kullanılabilir ve Avrupa’nın biricik sosyolojik karşılığı bu anlamıdır.


Avrupa aslında burada, bu kullanım içinde, bir kavram da değil, bir koddur. Modern burjuva uygarlığının, kapitalizmin karşılığı olarak kullanılan bir kod. Bir tür kısa yazış, bir kısaltma gibi görülmelidir. Örneğin Modern Burjuva Uygarlığı diyeceğinize, kısaca MBU diyecek yerde, MBU’nun karşılığı olarak Avrupa da denebilir. Avrupa’nın bilimsel tek anlamı budur. Bir kavram bile değildir, bir Kod’dur ve anlamı karıştırılmadığı sürece, kolay anlaşılırlık ve tasarruf sağlayabileceğinden bir sorun oluşturmaz. Ama tam da burada “Vehbi’nin kerrakesi” ortaya çıkıyor. Bu modern burjuva uygarlığı, bu uygarlığın burjuvazisi ve ulusal devletleri, onu bu anlamda, sosyolojik bir gerçekliği anlamayı kolaylaştıran bir kavramın, bir kod olarak karşılığı anlamında kullanmıyorlar. Onlar onu bilimsel olarak kullandıklarını söylerken, hep kültürel ya da coğrafi olduğundan hareketle bilimsel, dolayısıyla sosyolojik bir kavram olarak kullanıldığı gibi bir izlenim yaratıyorlar, böylece aslında politik bağlamlarda kullandıklarını, ideolojik bir kavram olduğunu gizliyorlar. Yani Coğrafi veya Kültürel olduğu imalarının ardına gizlenerek onun ideolojik olduğunu gizleyip, gerçekliği çarpıtan değil, gerçekliği açıklayan bir kavram kullandıkları izlenimi yaratıyorlar. Tekrar edelim. Avrupa, sosyolojik bir kavram olarak, kapitalizm karşılığında bir kod olarak kullanılabilir. Burada sadece bir adlandırma sorunu söz konusudur. Her hangi bir şeyi adlandırmak için A sözcüğü yerine B sözcüğü, Kapitalizm yerine Avrupa veya Batı kullanılabilir. Burada kavram coğrafi ya da kültürel değil, sosyolojik bir anlama sahiptir. Sosyolojik olarak Avrupa, kapitalizm kavramının karşılığında kullanılmaktadır, sadece ve sadece bu anlamıyla Avrupa ya da Batı ideolojik bir kavram değildir. Gerçeği çarpıtmaz, aksine onu anlamanın bir aracıdır. Avrupa sosyolojik bir kavram olarak Kapitalizm’in karşılığı bir Kod olarak kullanıldığında; Asya da sosyolojik bir ayrımın karşılığı olan bir Kod olarak kullanılabilir. Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa'nın zıttı Asya'dır. Peki, Asya nedir, sosyolojik bir kavram olarak? Avrupa Modern kapitalizm demek ise, Asya da, klasik, kapitalizm öncesi Antik Uygarlık demektir. Bu kavramlara bir üçüncüsü, Afrika da eklenebilir. Afrika da, bir bakıma, klasik uygarlığa veya modern kapitalist uygarlığa geçmemiş veya geçememiş toplumlara denk düşer. Yani Komün’ün karşılığı bir kod olarak kullanılabilir. Yani bu üç kıta adlandırması, insanlık tarihindeki üç temel üretim biçimine; dolayısıyla üstyapının veya dinin üç temel biçimine karşılık düşer. Komün veya İlkel sosyalizm ve bunun üst yapısı olan, totemcilik veya Şamanizm karşılığı olarak Afrika; Klasik tarihin, tarım üretimi; artı ürüne ekonomi dışı cebir ile el koymaya ve Tefeci-Bezirgan Sermayeye dayanan Klasik Uygarlıklar ve bunların üstyapısı tanrılı ya da tanrısız “Semavi dinler” karşılığı olarak Asya; Modern İşgücü sömürüsüne ve artı değerin doğrudan üretim sürecinden elde edilmesine, geniş yeniden üretime dayanan modern kapitalist Uygarlık ve onun, uygarlık öncesi ve klasik uygarlıkların Üstyapısını, dindir, din de inançtır, kişiseldir diyerek, politik alanın dışına atan ve dini ya da üstyapısı; bizzat bu politik ve özel ayrımına dayanan din, ya da diğer bilinen adıyla ulusçuluk olan Avrupa. Sorun böyle koyulduğunda, bütün kafa karışıklıklarına yol açan kavram kargaşalarına son


verilebilir. Doğu'nun doğusundaki Japonya sosyolojik olanak batılıdır. Batının batısındaki, Portekiz veya Fas Sosyolojik olarak Doğuludur. Asya'nın doğusundaki Japonya, Avrupalıdır; Avrupa'nın güneyindeki balkanlar veya İtalya'nın Güneyi Asyalıdır. Sahranın Kuzeyindeki Afrika’nın Akdeniz kıyı şeridi ve Yemen ve eski Mısır üzerinden medenileşmeye uğramış Afrikalı Habeşistan, Asyalıdır. Sibirya Tundralarındaki; Orta Asya Bozkır veya Çöllerindeki; Himalayaların sapa vadilerindeki Asyalı halklar Afrika'lıdır. Coğrafi olarak ayrı bir kıta olan Latin Amerika sosyolojik olarak Asyalıdır veya Asya’dır; yine Jeolojik ve coğrafi olarak başka bir Kıta olan Kuzey Amerika Avrupalıdır veya Avrupa’dır. Beyazların yerleşmediği Okyanusya adaları Afrikalıdır. Amerika ve Avustralya'nın yerlileri Afrikalıdır. Oralara yerleşen beyazlar, köken anlamında değil, sosyolojik anlamıyla Avrupalıdır. Bu nedenle Yeni Zelanda ve Avustralya Avrupa’dır. Oralardaki rezervatlar Afrika. Politikada, bu anlamının dışında, Avrupa ya da Asyalılıktan; Avrupa ya da Asya’dan söz etmek; Batı ve Doğu’dan; Batılılık ve Doğululuktan söz etmek, ona burjuva uygarlığının, kendi üstünlüğünü ve egemenliğini gizlemek için, çıkarlarını korumak için yüklediği; aslında kullanıldığı politik bağlamlarda hiçbir bilimsel değeri ve anlamı olmayan; aksine gerçekliği çarpıtan bir anlam yüklemek olur. Dolayısıyla Avrupalının, yani modern burjuva uygarlığının, Avrupa veya Avrupalılığa verdiği anlamı kabul ederek, yani Avrupalılığın coğrafi veya kültürel bir olgu olduğu veya sınıra tekabül ettiği varsayımına dayanarak Avrupa merkezciliğe veya Avrupalılığa karşı çıkmak, aslında aynı varsayımları; aynı gerici ideoloji yeniden üretmektir. Avrupa’ya, Avrupalılığa ya da Avrupa merkezciliğe Kapitalizm veya Burjuva Uygarlığı anlamı dışında bir anlamla karşı çıkmak, bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir ve onu yeniden üretir. Yani Avrupa Merkezcilik kavramının kendisi problemlidir ve gerçeği çarpıtır, bu kavram, Avrupalının (Burjuva uygarlığının ya da kapitalizmin) ona yüklediği anlamda, yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma tekabül ettiği anlamanda eleştirilemez. Yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma denk düşen bir kavram olarak kullanıldığında, karşı olsanız bile onun kölesi olur, yanlışı yeniden üretmiş olursunuz. Avrupa Merkezcilik, Avrupa Kapitalizm demek olduğuna, dolayısıyla da “Kapitalizm Merkezcilik” olduğuna göre, “Kapitalizm Merkezciliğe” tekabül etmeyen bir anlamda Avrupa Merkezciliğe karşı çıkmanın kendisi bile o ideolojik tahrifatı yeniden üretir. Yani kapitalizme tarihsel ve politik olarak karşı çıkmadan Avrupa Merkezcilikle mücadele olanaksızdır ve Avrupa merkezcilik yenden üretilir. Avrupa merkezciliğin eleştirisi, kapitalizmin eleştirisi olmak zorundadır. Kapitalizmin eleştirisi ise, Ekonomi Politiğin eleştirisidir. Kapitalizm geniş ve yaygın meta üretimi demektir. Meta üretimiyle birlikte, Metanın tabi olduğu değer yasası, insan toplumunun karşısına bir doğa yasası gibi çıkar. Ekonomi Politik bu yasaları inceler. Ona karşı mücadelenin silahlarını sunar işçilere. Ama aynı zamanda, kendi konusunu, yani meta üretimini yok etmeye çalışır. Bu nedenledir ki, Marks’ın temel eserinin


alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir. Avrupa, yani kapitalizme karşı mücadele edilmeden, Avrupa merkezcilik, yani Avrupa kavramının burjuva uygarlığının bir ideolojik egemenlik aracı olarak kullanımına karşı mücadele edilemez. O halde, Marks’ın Kapital’i, yani Ekonomi Politiği Eleştirisi, Avrupa’nın ve Avrupa merkezciliğin eleştirisinin temelidir. Kapitalizm dışında bir Avrupa veya Batı kavramı, sadece başka ülkelerdeki kapitalizmin ve burjuvazinin çıkarlarını savunmanın aracıdır ve aynı Avrupa Burjuvazisinin çıkralarını kullanmak için kullandığı anlamlara sahiptir2. Yani Avrupa ve Avrupa’lılığın ya da batılılığın, coğrafi ya da kültürel bir ayrımın karşılığı olduğu var sayımına dayanır. Böyle olsaydı bile, yani Avrupa, örneğin Hindistan gibi, farklı coğrafi ve kültürel sınırlara denk gelseydi bile, bu onun ideolojik niteliğini gizlemiş olurdu. Çünkü coğrafi kavramlar sosyolojik kavramlar değildirler. Avrupa kavramının, sosyolojik olarak kapitalizm anlamına gelmesi, ama burjuvazinin onu hep kültürel veya coğrafi anlamlarına atıf yaparak bilimsel bir kavram gibi kullanıyor olması, tıpkı, aslında biyolojik bir kavram olan, “sosyal bir hayvan” olarak insan kavramını, sanki sosyolojik bir kavram gibi kullanmasına ve onun ideolojik niteliğini gizlemesine; Epistemolojik olarak inanç kavramının ardına gizlenerek dinleri sosyolojik olarak “inanç” olarak tanımlamasına benzemektedir. Bütün bunlar burjuva uygarlığının ve ideolojik egemenliğinin köşe taşlarıdır ve bunların hepsinde aynı “hile” yapılmaktadır. Kavramın başka bir bağlamdaki anlamına gönderme yapılarak, bilimsel veya sosyolojik bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Din’e “İnanç” denirken; İnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “Kıta” denirken, hep İnanç’ın Epistemolojik; İnsan’ın Biyolojik; Avrupa’nın Coğrafi anlamlarının ardına gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kavramlar olduğu yanılsaması yaratılarak, onların hukuki, politik ve ideolojik kavramlar; yani burjuva uygarlığının üstyapısının dayandığı kavramlar olduğu gizlenmekte ve egemenlik pekiştirilmektedir. Tam da bu gizleme eyleminin kendisi, kapitalizmi ya da burjuva uygarlığının egemenliğini kurmakta, bizleri kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezli, tam da bu anlamda Avrupa Merkezli (dikkat edilsin burada Avrupa kapitalizm anlamındadır) bir bakış açısına hapsetmektedir. İşçi hareketi ve sosyalizm bu kanallardan teslim alındı. Böylece İşçi hareketinin ve sosyalizmin Burjuva uygarlığına ve onun üstyapısına karşı başka bir uygarlık ve üstyapı tasavvuru geliştirilmesinin önüne geçildi. Toparlarsak, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan bir Avrupa merkezcilik eleştirisinin kendisi, sosyolojik olarak Avrupa merkezci, yani kapitalizm veya burjuva 2

Bu gün örneğin Türkiye’de Asyalılık, Doğululuk, Avrupa Merkezciliğe karşı çıkış, aslında aynı gerici anlayışı yeniden üretmekte ve Türkiye’ye egemen bürokratik Oligarşi’nin çıkarlarını ve egemenliğini savunmanın aracı olarak işlev görmektedir.


uygarlığı merkezci olur. Avrupa merkezciliğin bütün eleştirisi, özünde Avrupa merkezcidir. Bu güne kadar kullanıldığı anlamıyla Avrupa Merkezcilik, Avrupa Merkezci bir kavramdır. * Şimdi aynı hilenin Kültür dolayısıyla da Çok Kültürlülük kavramında nasıl tekrarlandığını, Kültür kavramının da, bu gün burjuva uygarlığının ona yüklediği anlamla nasıl bir ideolojik kavram haline dönüştüğünü, bu uygarlığın temel bir kavramı olduğunu ve çok kültürlülüğün ve bunu savunmanın aslında burjuva uygarlığını; yani Avrupa Merkezciliği savunmak olduğunu gösterelim. O zaman Avrupa merkezcilik ve Çok Kültürlülüğün birbirine zıt olmadığı; Çok kültürlülüğün bizzat kendisinin Avrupa merkezciliği, yani kapitalizmin egemenliğini nasıl ürettiğini ve onun temel taşlarından biri olduğunu görelim. Kültür Nedir? Kültür sosyolojik olarak, insanın doğaya kattığı her şeydir. Yani, toplumsal olan, insanı insan yapan, diğer hayvanlardan ayıran “şey” demektir. Elbette, yüksek memelilerin sürüler halinde oldukça karmaşık bir ilişkiler sistemi içinde yaşayanlarında da bir Kültürün tohumları, en ilkel biçimleri görülmektedir. Bunun için şöyle bir örnek bir fikir verebilir. Afrika’daki rezervatlardan birinde, fillerin soyu tükenir. Fakat soyları tükenmeden önce oradaki filler gergedanlarla aynı alanları paylaşmalarına rağmen gergedanlara saldırmazlar, bir bakıma “Barış içinde bir arada” yaşarlar. Filler tükendikten sonra, içinde gergedan olmayan, fillerin gergedanları tanımadığı, başka bir rezervattan, genç filler, soyu tükenmiş fillerin yerine getirilir ve bırakılırlar. Ancak yeni getirilen filler sürekli olarak gergedanlara saldırmaktadır. Bunun üzerine, yine gergedanlarla fillerin “barış içinde bir arada” yaşadıkları başka bir rezervattan, bir yaşlı fil getirildikten sonra, genç filler de, gergedanlara saldırmayı bırakırlar. Yaşlı ve tecrübeli fil, onlara fillerin gergedanlara saldırmaması gerektiğini, gergedanlarla “barış içinde bir arada” yaşamaları gerektiğini, fillerin tarihsel tecrübesinin bu dersini, bu bilgisini aktarmıştır. Gergedanlara saldırmamak, genetik ya da içgüdüsel değil; öğrenilen bir özelliktir. Bu gözlem, en azından, yüksek memeliler arasında, genlerle aktarılandan öte, başka bir şeylerin de aktarıldığını göstermektedir: Bu anlamda çok ilkel biçim içinde olsa da, yüksek memelilerde de kültürün bir tohumunun varlığından, çok ilkel bir biçiminden söz edilebilir. Tersinden örnek de “Kurt Çocuk”lar oluştururlar. Olağanüstü rastlantılar sonucu çok küçük yaşta, kurtlar, ayılar, maymunlar vs. tarafından bir şekilde büyütülmüş insan yavruları; genlerinde tüm olanaklar olmasına rağmen, konuşmayı, hatta iki ayak üzerinde yürümeyi bile becerememekte; tam anlamışla, bir kurt, bir ayı, bir maymun gibi davranmaktadırlar. Bu bakımdan “Tarzan”lar olanaksızdırlar ve Afrika’yı sömürgeleştiren beyaz adamın imgesinden başka bir şeye denk düşmezler. Bu nedenle, insan doğduğunda, aslında toplumun rahmine düşmüş bir tohum olarak da tasavvur edilebilir. İnsan ancak erişkin bir insan olduğunda, (bu erişkinlik genellikle biyolojik


erişkinlikte çakışmasına rağmen onunla karıştırılmamalıdır) yani toplum binlerce yıllık birikimini rahmine düşmüş insan yavrusuna aktardığında, insan insan olarak doğar. O halde, sosyolojik olarak, bizi insan yapan her şey Kültür’ü oluşturduğundan, aşağı yukarı Kültür ve Toplum aynı “şey”i karşılayan kavramlardır. Dolayısıyla bu anlamda, Kültür “ideolojik”, “politik”i de içerir bu sosyolojik anlamıyla. Lenin’ler çağının tartışmalarında örneğin aşağı yukarı böyle anlaşılıyor ve bu anlamı veri kabul edilerek tartışılıyordu. Örneğin Lenin, tam da Kültür denen şeyin içinde politik ve ideolojik olan da bulunduğu için, bunu ayırmak mümkün olamayacağı için ve tam da bu gerekçeyle, “kültürel özerklik” talebine karşı çıkıyor, bu ayrım mümkün olmadığından; “Kültürel özerkliğin” ideolojik özerklik anlamına geleceği; bir toplumda egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji olduğu; dolayısıyla; Kültürel özerkliğin fiilen egemen sınıfın ideolojik egemenliğinin bir aracı olacağı noktasından hareketle, “Kültürel Özerklik” talebini reddediyordu. Yani Lenin’ler, Kültür’ü, aşağı yukarı, tam da sosyolojik anlamıyla kabul ettikleri için ve tam da bu nedenle “Kültürel Özerklik” talebini reddediyorlardı. İdeolojiden ayrı, Politikadan ayrı bir kültür kavramı veya kavrayışı yoktu. Bu onların, bu gün çok kültürlülük kullanımında Kültür sözcüğüne yüklenen anlamdaki talepleri desteklemedikleri ya da savunmadıkları anlamına gelmiyordu. Aksine, bu gün “Çok kültürlülük” ya da “kültürel zenginlik” bağlamında savunulan hakları çok daha esaslı olarak savunuyorlardı. Örneğin bu gün, Kürtçe’nin de tanınması, insanların Türkçe’nin yan sıra ana dillerini de öğrenmesi türündeki talepler, çok kültürlülük bağlamında savunulmaktadırlar. Lenin’ler bu hakkı, çok daha radikal olarak, hiç de çok kültürlülük bağlamında değil, demokrasi ve demokratik cumhuriyet bağlamında savunuyorlardı. Ve bu savunuş bu günkünden bin kat daha ileri ve doğruydu ve bu gün de doğrudur. Lenin’ler çağının işçi hareketi için, “bütün dillerin eşitliği” talebi vardı. Onlar için, demokratik bir cumhuriyet, bir ulusu, her hangi bir dil, din, etni, soy ile tanımlamazdı, burjuva devriminin ve aydınlanmanın programı ve ideallerine bağlı olarak. Dolayısıyla dil ulusu tanımlamanın bir aracı değildi. Bu nedenle, Lenin’lerin çağının talebi, bütün dillerin eşitliği idi3. Bu aynı zamanda şu da demektir, hiçbir dil diğerinden imtiyazlı olmayacağından, demokratik bir Cumhuriyet’in ulusu tanımlayan resmi bir dili olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim yapma hakkı, onu geliştirme, istediği dili ana dili seçme hakkı olur. Dolayısıyla böyle bir cumhuriyet, bir dil ile bir ulusun tanımlanmasını, tıpkı bir soyla, bir “ırk”la tanımlanmasını reddettiği gibi 3

"Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması; (...) uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun (yani belediyenin), topluluğun vb. ) ulusların hal eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkı tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere girişecek olanları cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü." (Lenin)


reddetmelidir. Yani Klasik Marksist Demokratik Cumhuriyet programı, bu programın ayrılmaz bir öğesi olan, tüm dillerin eşitliği talebi ve hedefi, bu günkü, dile göre tanımlanmış egemen bir ulusun, kendisine zenginlik katmak için, bu devleti güçlendirmek için, diğer dillerin de öğrenimini istemesinden veya diğer dillerin, resmi dilin yanı sıra, kendilerinin de öğrenilmesini istemelerinden, bir kat daha radikal ve devrimciydi ve bu gün de hala devrimcidir. Birinde, bu günkünde, bir dile, tarihe, soya göre tanımlanmış egemen bir ulusun toleransı, kendi çıkarlarını bu şekilde daha iyi savunmuş olacağı anlayışı yatarken; Lenin’lerin çağında ya da Klasik İşçi hareketinin programında, tüm dillerin eşitliği ile, ulusun bir dile, soya, tarihe göre tanımlanması reddedilmektedir. Tüm dillerin eşitliğidir talep. Ne yazık ki, bu temel doğrular ve gerçekler sosyalistler tarafından bile unutulmuş bulunmakta, bütün sosyalistler çok kültürlülüğün faziletleri üzerine sosyalist gevişler getirmektedirler. Biz işçi hareketinin ve sosyalist hareketin, aydınlanmanın tamamlanmamış projesini; Demokratik Cumhuriyeti bayrağına yazması gerektiğini söylerken, bu günkünden bin kat daha ileri, ama unutulmuş ve Stalinist karşı devrimden sonra gerici bir ulus kavramına batmış olan sosyalist hareketi bundan çıkarmaya çalışıyoruz. Demokratik Cumhuriyet’in tarihin çöp tenekesine atıldığını ve aşıldığını söyleyenler ise, bizlerin bu talebi karşısında, gerici ulusçuluğun, kendini bu günkü globalleşmiş dünyaya adapte etmesinin bir aracından başka bur şey olmayan “Çok kültürlülük” gibi kavramlarla oyalanıp; bu demokratik görevlerden kaçışlarını; “emek eksenli mücadele” gibi, “enternasyonalizm”, “Anti emperyalizm” gibi, ilk bakışta çok sınıfçı ve anti emperyalist ve de enternasyonalist sloganların ve duruşların ardında gizliyorlar. Ve bir hareket, demokratik bir cumhuriyet yerine, “emek eksenli” ya da “ABD’ye karşı” hedef, eylem ve sloganları esas hedef olarak koyduğunda ve yakalanacak ana halka olarak bunları aldığında, sadece işçileri ekonomist bir mücadeleye hapsetmiş olmaz; onları aynı zamanda müttefiklerinden de tecrit etmiş olur. Örneğin, Kürt hareketi, tüm dillerin eşitliği talebinin, devletin Türklükle tanımlanmasına, dilinin Türkçe olmasına; adının Türk devleti olmasına karşı mücadelenin en büyük destekçisi olur. Böyle bir talep aynı zamanda işçileri bölen ayrılıklara karşı mücadele olduğundan, tüm işçilerin birliğinin koşullarını da yaratır. Keza, böyle bir mücadele, bizzat Kürtlerin mücadelesi içinde, devrimci demokrasinin güçlenmesine yol açar. İşçi sınıfını da ekonomist taleplerden ve tecrit olmaktan kurtarır. Böylece sınıfın sınıf olarak örgütlenmesinin ve bir politik hareket oluşturmasının koşullarını yaratır. Bir devlet veya ulus, kendini bir dille, bir soy, bir tarih, bir etni ile tanımlamışsa, bir sosyalistin savunması gereken, tüm dillerin eşitliği talebi her zamankinden çok daha acil olarak ortada duruyor demektir. Bir ulusu bir dille tanımlamak sadece gerici bir milliyetçilik değil; aynı zamanda ırkçılıktır. “Irk”ın ve Irkçılığın sadece biyolojik özelliklerle dayandığını sanmak, 19. yüzyılın sömürgeciliğinin ırkçılığından başka bir ırkçılık tanımamak demektir. Eski biyolojik


özelliklere dayanan klasik sömürge dönemi ırkçılığının yerini, çoktan kültüre, dile dayanan bir ırkçılık almış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti de, aynı zamanda ırkçı bir devlettir. Tıpkı dünyadaki diğer benzer devletler gibi. Bunun karşısında bir sosyalistin savunması gereken, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” vardır parolasının ardına gizlenerek, bunun karşısında sesini çıkarmamak ve “emek eksenli mücadele” diyerekten ileri kaçmak değil; ulusların bir dile, bir etniye, bir tarihe göre tanımlanması hakkını reddetmek, tıpkı bir zamanların kuzey eyaletlerinin güney eyaletlerinin ayrılarak, siyahları yurttaşlık haklarından mahrum eden ulus tanımlaması haklarını reddetmeleri ve onu yok etmek için onunla savaşmaları gibi, bu “hakka” karşı savaşmaktır. “Ulusların kendi kadirini tayin hakkı”, ama bu hak o kendi kaderini tayin etmek isteyen, ulusu bir dil, bir etni, bir soy, bir din, bir kültür ile tanımlamadığı takdirde bir hak olabilir. Ulusu bir dil, bir din, bir etni, bir soy, bir kültür, bir din ile tanımlama hakkını tanımaz demokratik cumhuriyet. Ancak tüm dillerin eşit olduğu bir “ulus”, yani bir dili olmayan, bir dile göre tanımlanmamış bir “ulus”; yine bir dile göre tanımlanmamış bir ulus; bir “Kültüre göre tanımlanmamış, bir kültür’ü olmayan bir ulus; Bir dine göre tanımlanmamış, bir dini olmayan bir ulus; tüm dinlere, kültürlere; dillere aynı hakkı tanıyan; bunların hiçbir politik anlamının olmadığı bir ulus; yine aynı şekilde kendini hiçbir dil, din, soy, kültürle tanımlamamış bir ulustan ayrılabilir. Zaten bu hakkı garanti eden de, Engels’in de ifade ettiği gibi, bir tek köyün bile, ayrılma hakkı olması; ulusun özgür komünlerin birliği olmasıdır. Eğer o köy, köyü veya ulusu, her hangi bir soy, boy, etni, dil, tarih, din vs. ile tanımlıyorsa, bu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” değil; ulusu gerici ve ırkçı bir ayrımla tanımlama hakkı olur ki, bu hakkı tanımaz demokratik bir cumhuriyet. Lenin özünde soruna böyle yaklaşıyordu. O bu anlamda demokratik cumhuriyetin bu hakkı içerdiğini söylüyordu4. Ama aynı zamanda ulusun ne olduğu konusundaki belirsizlik ve ulusçuların ulus kavramını kabul etme bu çelişkili durum, demokratik cumhuriyet’in içine giren bir mikrop gibi önce onu hastalandırdı, sonra da yok etti. Görüldüğü gibi, Kültür kavramı, yirminci yüzyılın hayaleti olan ulus kavramıyla, dolayısıyla burjuva toplumunun dini ve üstyapısıyla yakından ilgi içinde bulunmaktadır. Kültür kavramının şu veya bu şekilde tanımlanışı ve kavranışı, bütün bir siyasi programı ve stratejiyi belirlemektedir. Şimdi tekrar Kültür ve Çok Kültürlülük kavramlarının analizine geri dönelim. Bu gün çok kültürlülükten, kültürel renklerden ve zenginlikten söz edilirken acaba kültür hangi anlamda kullanılmaktadır. Kültür kavramına nasıl bir anlam verilmektedir? Ve bu anlam hangi sınıfın çıkarlarını korumanın aracıdır? Bunu araştırmaya ve analizimize devam 4

"Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununun demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir." (Lenin)


edelim. Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı Kültür neyi kapsıyor bu günkü kullanımda? Bu gün en çok kültürlülükten yana olana bile, eğer şöyle denirse, o bu çok kültürlülüğü kabul etmeyecektir. Örneğin bir Alevi vatandaş çıkıyor ve diyor ki, benim kültürüme göre, ben devlet ve vergiyi tanımıyorum. Devletin mahkemelerinin de yeri yoktur benim kültürümde. Keza bu günkü okulların da yeri yoktur. Benim Kültürüme göre, bilgi yaşlılar aracılığıyla şiir, saz müzik eşliğinde ve günlük hayat içinde yeni kuşaklara aktarılır. Bizde mahkemeler ve yazılı başka bir hukuk da yoktur. Bir köyün ahalisi toplanır, bir sorun ya da suçlu varsa, geleneklere ve aklına göre hep bir arada, bir karar verir ve verilen karar ortaklaşa uygulanır. Eh okul ve hâkimlere ihtiyacımız olmadığından, bu öğretmen ve yargıçları eğitecek okullara bunların maaş ve eğitimleri için vergilere; vergi vermeyenleri tutuklayacak askerlere ve polislere; dolayısıyla bu asker ve polisleri eğitecek okullara ve öğretmenlere ve de bunlara verilecek maaşlara, hâsılı devlete de ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla bizim askere gitmemiz, vergi vermemiz de gerekmez. Mademki çok kültürlü olmaktan; kültürel zenginlikten söz ediliyor; bunlar bizim kültürümüzün en esaslı bölümünü oluştururlar. Çok kültürlülük varsa, bizim askere gitmeme, vergi vermeme, okula gitmeme hakkımızın olması gerekir. Ya da başka bir örnek verelim. Birisi çıkıp diyebilir ki, benim kültürümde kadın ve erkeğin birbiriyle görüşüp anlaşarak evlenmesi diye bir şey yoktur ve ayıptır. Birisi ailesinin rızası dışında başka biriyle evlenir veya ona kaçarsa öldürülmesi gerekir. Bu da bizim kültürümüz. Mademki çok kültürlüyüz, bizim bu kültürümüzün tanınması gerekir. Böyle yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Şu çok kültürlülüğün en büyük taraftarları bile, size karşı, bunların kültürün bir öğesi olmadığını, bunların başka bir şey olduğunu söyleyeceklerdir. Ama siz de burada, ama o da senin kültürünün kültür tanımı; benim kültür tanımıma göre de bunlar kültüre dâhildir dediğinizde, söylediklerinizi uygulamaya kalktığınızda ne olacaktır? O zaman, çok kültürlülüğün, bu günkü burjuva toplumunun ve gerici ulusal devletlerin kültür kavramının diktatörlüğü olduğu görülür. Çok kültürlülük, kültürün, politik ve hukuki alanın dışına ilişkin olduğu şeklindeki bir kültür tanımının diktatörlüğü olarak ortaya çıkar. O zaman, çok kültürlü toplumun, çok kültürlülüğe saf saf inanıp, vergi vermeyen, askere gitmeyen, mahkemeleri tanımayan; okula gitmeyenleri hapse tıktığını görülecektir. Hatta çok kültürlülük masalına inananlar toplu halde davranırlarsa, üzerlerine askeri birliklerin geldiklerini ve kendilerini imha ettiklerini göreceklerdir. Demek ki, çok kültürlülük aslında Kültür’ün belli bir anlayışının diğer kültürler üzerindeki diktatörlüğüdür. Siz kültür kavramına, devleti, vergiyi, askerliği, yani bu günkü burjuva devletinin, politik olanın alanına giren şeyleri katmaya kalktığınızda, tanklar ve bombalarla; polis ve jandarmalarla kültürün bunları kapsamadığı size öğretilir.


Öğrenmezseniz de imha edilirsiniz. Böylece çok kültürlülüğün aslında çok kültürlülük olmadığı, bir kültür kavramının diktatörlüğü olduğu ortaya çıkar. Ama biz yazımızın başında Kültür’ün bilimsel tanımının insanı toplumsal yapan her şeyi kapsadığını; hatta geçen yüzyılın başında sosyalistlerin de Kültür’ü bu anlamda kabul ettikleri için, “Kültürel özerklik” gibi talepleri reddettiğini falan söylemiştik. Ama şimdi, Kültür’ün hiç de bilimsel olmayan, tamamen keyfi yapılmış bir tanımının, bizlere silah zoruyla dayatıldığını görüyoruz. Bu silah zoruyla dayatılan anlamında kültür tıpkı din gibi, politik olmayan, kişisel olanla tanımlanmaktadır. Burjuva toplumu, din, inançtır der. İnanç demek, kişisel, özele ilişkin, politik olmayan demektir. Bir din çıkıp, hayır ben inanç değilim, özele ilişkin değilim, politik olmayan değilim, tüm toplumsal hayata ilişkinim, örneğin aynı zamanda hukukum derse ve bunu uygulamaya kalkarsa, dinin inanç olduğu ilkesinin diktatörlüğünü görür. Böylece dinin inanç olmadığı; toplumda inanç diye sosyolojik bir kategori bulunmadığı; dine inanç demenin aslında modern toplumun dini ve örgütlenme ilkesi olduğu; dine inanç demenin aslında hukuki, ideolojik bir tanım olduğu ortaya çıkar. İşte Kültür için de olan, tamı tamına aynıdır. Ama dine inanç demek, aydınlanma çağında, kapitalizm öncesi toplumların üst yapısının tasfiyesi anlamına gelirken; ilerici ve demokratik bir karakteri varken; Kültür bağlamında aynı şeyi yapmak; kendini dil, din, etni, tarih, kültür ile tanımlamış gerici ulusçuluğun ve ulusal devletlerin korunması ve yaşatılması gibi anti demokratik ve gerici bir karaktere sahiptir. Burjuva devrimleri çağında, kapitalizm öncesinde toplumlar din ya da soy ilkesine göre örgütlendiğinden onları politika dışına itip, yepyeni bir toplumu örgütlemenin ilkesiydi dinlerin inanç ve özele ait olduğu ilkesi. Yani Modern toplumun dini, dinin inanç olduğunu; dolayısıyla özele ait olduğunu kabul eden dindir, daha da doğrusu dinin özele ait olduğun kabul etmek için; özel ve politik diye bir ayrım ön koşul olduğundan; özel ve politik diye bir ayrımın toplumsal örgütlenmenin temeli olduğu dindir. Bu gün aynısı, Kültür alanında yapılmaktadır. Aydınlanma başlangıçta, ulusu bir dil, din etniyle tanımlamıyordu. Bizzat yurttaş ve insan kavramları özdeş olduğundan; ulusun tanımında her hangi bir dil, din, soy ayrımı ve ayrıcalığı; dolayısıyla da ulusun bir dine, dile, soya göre tanımlanması reddediliyordu. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” aydınlanmanın bir sloganı ve idealiydi. Ancak burjuvazi daha ilk anda, buradan geri adım atarak, bunun tehlikelerini görerek, ulusu, yani yurttaşları, bir soy, tarih, kültür, etni, din ile tanımlamaya başladı. Ama ulus böyle tanımlanınca, bu gerici ulusçuluğun, diğer soy, etin, dil, din ve kültürlerin üzerindeki baskısı başladı. Böylece bu baskıya karşı hareketler de kendilerini aynı şekilde tanımlamaya başladılar. Yani ulusu her hangi bir dil, etni, soy, kültür, tarih ile tanımlamayı reddetmek yerine, başka dil, din,


etni temelinde yeni ulusların tanımı yapılmaya başlandı. Böylece gerici ulusçuluk, tıpkı bir DNA’nın kendini üretmesi gibi, tüm yeryüzünü kapladı. Devrimci dönemin, ulusu, yani politik olanı, bir dil, din etni, soy ile tanımlamayı reddeden; vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen dönemin ulusçuluğu, burjuvazinin ondan yüz çevirmesi karşısında İşçi Hareketi ve sosyalist hareket tarafından Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm biçiminde savunulmaya devam etti. Ama Lenin’in yazılarında da görüleceği gibi, modern toplumun dinin ve ulusun ne olduğunun kavranmaması, bunun önce “ulusların kaderini tayin hakkı” biçiminde aşınmasını, (Çünkü burada artık ulusun dile, dine, etniye göre tanımı fiilen kabul edilmiş oluyordu); Sovyet’ler’e bir bürokratik kastın egemenliği ile de, tüm sosyalist hareketin, tıpkı burjuvazi gibi, gerici, ulusu, dile, dine, etniye bağlayan gerici bir ulusçuluğu savunmasına ve bunun tüm sosyalist ve işçi hareketine egemen olmasına yol açtı. Ulusu bir etni, dil, din; soy ile tanımlamayı reddeden, Devrimci Demokratik dönemin ulusçuluğu, sadece anarşistlerin geleneklerinde yaşadı. İşçi ve sosyalist hareketin ulusu bir dil ve etniyle, dinle, soyla, tarihle tanımlaması enternasyonalizm ilkesinin bile içeriğinin burjuvazinin devrimci döneminden daha da gerilere düşmesine yol açtı. Aydınlanma döneminde, vatanım yeryüzü milletim insanlık diyenler ya da ilk enternasyonalleri kuranlar, bundan kendini bir dil, din etin, soy ile tanımlamamış özgür komünlerin birliğini; bu demokratik cumhuriyetin tüm dünyayı kapsamasını anlarlarken; gerici ulusçuluğu kabul etmiş sosyalist ve işçi hareketinin enternasyonalizmi, bunu her biri kendini bir dil, etni, soy, kültür, tarihe göre tanımlamış ulusların, dayanışması olarak anlıyordu. Bu anlamda enternasyonalizm kavramının içeriği bile değişti; gerici bir ulusçuluğun ve ulus anlayışının dünya çapındaki dayanışması anlamını kazandı. Bu günkü dünyanın durumu budur. Gerek burjuvazi gerek işçi hareketi, modern toplumu, gerici, soya dile, dine, tarihe, kültüre dayanan uluslarla tanımlamak bakımından birbiriyle yarışmıştır ve bu gün yeryüzüne bu uluslar ve devletler egemendir. İşte böyle bir dünyada, muazzam iş gücü göçleri ve globalleşme bir yandan; elektroniğin sağladığı olanaklar bir yandan; Avrupa Birliği gibi her biri dile, tarihe, kültüre göre tanımlanmış ulusların birleşme girişimleri bir yandan ve bu devletler içindeki ezilen dil, din., etni, kültürlerin direnişleri bir yandan, dile, dayanan ulus tanımını zorlamaya başladı. Bu durumda, hem gerici ulusçuluğu ayakta tutabilmek, hem yeni ekonomik ilişkilere uygun daha esnek bir sistem oluşturabilmek için, çok kültürlülük parolası ve Kültür’ün politik olmayanla, özellikle de dille tanımlanması gereği ortaya çıktı. Çok kültürlülük, demokratik cumhuriyetin tüm dil ve kültürlerin eşitliği ilkesinin aksine, ulusun beli bir dil ya da tarihle tanımlanmasını reddetmemekte, bunu kabul etmekte, ama kültürel zenginlik, çeşitlilik, azınlık hakları gibi kavramların ardında bunu esnetmekte; gerici ulusçuluğu globalizm çağında yaşatmak ve savunmak için yeni bir mevziye yerleştirmektedir. Aydınlanma çağının burjuvazisi veya 19 Yüzyılın işçi hareketi, bu günkü gibi, kültürü özel olanla, politik olmayanla tanımlamak gibi bir şeye gerek duymamıştı. Çünkü dillerin ve kültürlerin eşitliği, bunlara göre ulusun tanımlanmaması; bunların bir politik anlamının olmaması, demokratik cumhuriyet kavramının içinde bulunuyordu. Bu nedenle Kültür’ü az


çok bilimsel olarak, tüm toplumsal olanla tanımlıyordu o zamanın sosyalistleri 5. Zaten ulus bir dille, tarihle, etniyle, dinle tanımlamadığınız bir dönemde, kültürü böyle politika dışıyla keyfi olarak tanımlama ihtiyacı ve sorunu olmaz. Bir devlet, dini tümüyle kişinin özel sorunu olarak görürse; dillerin hepsi eşit ve herkese ana dilinde eğitim yapma hakkı var ise, bu günkü anlamıyla kültüre ve çok kültürlülüğe ihtiyaç olmaz. Dillerin eşitliği ve laiklik zaten böyle bir şeye gerek bırakmaz. Ancak gerici ulusçuluğun tüm uluslara egemen olduğu bir dünyada, böyle bir kültür kavramına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, ulus kavramının, bir dille, dinle, tarihle, etniyle, kültürle tanımlanması ile; kültür kavramının böyle politik olmayanla tanımlanması arasında ayrılmaz bir ilişki bulunmaktadır. Çok kültürlülük, gerici ulus anlayışının ayrılmaz parçasıdır. Bir ulusu, bir dil, din, etni, soy ile tanımlamayı reddeden bir ulusçuluk için, çok kültürlülük gibi bir kavrama ihtiyaç yoktur. Devletin dili yoksa, etnisi yoksa, tarihi, dini yoksa, o zaten suda yaşayan ve suda yaşadığını bilmeyen balık gibi “çok kültürlü”dür. O halde, Çok Kültürlülük kavramındaki Kültür, aslında Kültür’ün belli bir tanımının; kültürün siyaseti, hukuku, ideolojiyi kapsamadığı şeklindeki, hukuki, siyasi ve ideolojik bir kavramın diktatörlüğü demektir. Ve bu diktatörlük, Aydınlanmanı ve devrimci işçi hareketinin gericilik karşısındaki diktatörlüğü gibi de değildir. Elbette, Aydınlanmanın ulus anlayışı, demokratik bir cumhuriyet, örneğin din özeldir derken, dini özel olarak kabul etmeyen veya özel diye bir ayrımı kabul etmeyen dinler karşısında bir diktatörlüktür. Ama bu diktatörlük, tarihsel olarak, ilerici, kurtuluşçu karakterde bir diktatörlüktür. Ama Kültürü özel olarak tanımlamanın diktatörlüğü, ulusların kültürlere, dillere dayanacağı varsayımının diktatörlüğüdür, gerici ulusçuluğun diktatörlüğüdür. Bu gerici ulusçuluk içinde, ona dayanarak bir düzenleme getirir. Tekrar edelim. Bu gün kültür, büyük ölçüde, din kavramının benzeri, özel olanla sınırlı gibidir. Ama aydınlanma din özeldir derken; eski sistemin örgütlenme ilkesini, politik alanın dışına atıyor; onları parçalıyordu. Bu anlamda, devrimci bir işlev görüyordu. Bu günkü sistem ise, çok kültürlülük derken, bu gün dünyaya egemen olan gerici ulus devletleri parçalamıyor; aksine onları yaşatmaya çalışıyor. Çok kültürlülük ulusun dille, dinle tanımlanmasını reddetmemekte; aksine bunu var saymaktadır. Bizlerin sloganı, devrimci demokratik işçi hareketinin sloganı çok kültürlülük olamaz. Bizlerin sloganı; ulusun tanımından her türlü dil, din, etni, soy , tarih, kültür hatta coğrafya parçası tanımlamasını reddetmek; yurttaşlık ve insan haklarını özdeşleştirmektir. Bizim sloganımız; tüm dillerin eşitliği; herkese ana dilinde eğitim, isteyenin istediği dili ana dil kabul etmesidir. Bizim sloganımız, devletin dinlerden tümüyle elini eteğini çekmesidir. Bizim sloganımız, devletin veya ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu tarihi, kültürü olmamasıdır.

5

Veya daha ziyade, sanatın, yüksek bir eğitimin karşılığı olarak da kullanıyordu başka bağlamlarda. Ama bu başka bir sorundur.


Bunların olmadığı bir ulusta çok kültürlülük anlamsız bir kavram olarak kalır. * Şimdi tekrar başa gelelim. Avrupa’nın tek doğru sosyolojik karşılığının kapitalizm ya da burjuva uygarlığı olduğunu görmüştük. Sonra, Kültür’ün, “Çok Kültürlülük” kullanımındaki tanımının da, bilimsel kültürün tanımıyla ilgisi olmadığını ve aslında bütünüyle hukuki, ve ideolojik bir kavram olduğunu gördük. İşin ilginci bu hukuki, politik ve ideolojk kültür kavramının iddiası ve zorla dayattığı, Kültür’ün hukuk, ideoloji ve politiği içermediğidir Bundan başka çok kültürlülük kavramının ancak, ulusun gerici tanımıyla bir arada var olabileceğini; yani burjuva uygarlığının en gerici biçiminin var oluşuna bağlı olduğunu ve o var oluşu yaşatmaya yönelik olduğunu gördük. O halde çok kültürlülük burjuva uygarlığını ve kapitalizmi ve onun en gerici biçimini yaşatmanın ilkesi olduğuna göre; burjuva uygarlığı ve kapitalizmin karşılığı bir kot olarak da Avrupa kullanılabileceğine göre, çok kültürlülük kapitalizm merkezli bir bakış demektir. Kapitalizm de Avrupa demek olduğundan; Çok kültürlülük, Avrupa merkezciliktir. Çok kültürlülük gerici kapitalizm veya Burjuva uygarlığı merkezli düşünmek demektir. Kot olarak kullanıldığı takdirde: Çok kültürlülük Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir. Görüldüğü gibi, gerçek tam da kendi zıddı biçiminde görülmektedir. Eh, zaten öz ve görünüş aynı olsaydı, ihtiyar Marks ya da diyalektiğin dediği gibi, tüm bilim gereksiz bir şey olurdu. 17 Ocak 2006 Salı Demir Küçükaydın demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.org


Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar/Kültürler Çatışması Danimarka’da yayınlanan ırkçı karikatürler ile birlikte bir süredir gündemden düşmüş olan “Uygarlıklar/Kültürler Çatışması” “teorisi” (ki buna “Doktrin” demek daha doğru) tekrar çok duyulur oldu. Bu yazıda kısaca bu kavramların Tarihsel Maddeci ya da Marksist karşılıklarını ve aktüel - yaygın kullanımının somut anlamını ele almayı deneyelim. Irkçı Karikatürlerden sonraki gelişmelerde bunu bir uygarlık veya kültür çatışması olarak tanımlayanlar, genellikle Kültür ve Uygarlık kavramlarını birbirlerinin yerine kullanıyorlar. Marksizm yani Tarihsel maddecilik ise Kültür ve Uygarlığı kesin olarak birbirinden ayırır. Kültür, daha önce “Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” başlıklı yazımızda da gösterdiğimiz gibi, insanın doğaya kattığı her şeydir. Dolayısıyla Kültürsüz bir toplum yoktur ve olamaz. Ama uygarlık demek, devlet, sınıflı toplum demektir. Dolayısıyla uygar olmayan toplumlar vardır. Nerede, para, ticaret, devlet, yazı, sınıflar varsa orada uygarlık vardır. Ancak bütün bu uygarlık alameti farikalarından çoğu, aslında daha uygarlaşma olmadan ortaya çıkmıştır. Ticaret, para, yazı henüz sınıflar ve devlet ortaya çıkmadan da ilkel biçimleriyle de olsa biliniyordu. Medeniyet’in (Uygarlığın) keşif beratını elinde tuttuğu tek şey Devlet ve Sınıflardır. Uygarlık demek, devletli ve sınıflı toplum demektir. * İlk uygarlık, demir keşfedilmeden çok önce, Tunç ve Obsidyen taşı temelinde, aşağı Mezopotamya’da, balçıklar içinde ortaya çıkmış, oradan, eski dünya karalar topluluğundaki benzer özellikler gösteren, diğer subtropikal Irmak boylarına (Çin’de Sarı Nehir, Hindistan’da İndus, Mısır’da Nil) sıçramıştır. Bu güne kadar insanlık sadece iki türlü uygarlık görmüştür. Klasik Prekapitalist Uygarlık ve Modern Kapitalist Uygarlık. 5000 yıldan beri var olan Klasik uygarlıkların ortak özelliği, artı ürüne, ekonomi dışı zorla el koyulmasıdır (Haraç, vergiler, ganimet vs. ). Bu klasik uygarlıklarda, Sermaye vardır Tefecilik ve Bezirganlık yoluyla bir artı değer elde eder ama bu oldukça arızidir ve artı değer elde edildiğinde toplumun toplam zenginliğinde bir değişme olmaz. Yani sermayenin üretimle bir ilgisi yoktur ve üretimin gelişmesi veya yöntemleri onu ilgilendirmez. Modern kapitalist uygarlık ise, 500 yıl kadar önce, sisli ve soğuk İngiltere’de doğdu. Kapitalist sömürü için ekonomi dışı zora gerek yoktur. Sermaye, üretimle, dolayısıyla onun gelişmesi ve yöntemleriyle doğrudan ilgilidir, artı değeri üretim sürecinin kendisinde elde eder. Kapitalist uygarlıkta, klasik uygarlıktan farklı olarak, artı değer elde edildiğinde toplumda toplam bir zenginleşme ortaya çıkar. Onun klasik uygarlıklardan temel farkı budur. Gerçek anlamda, bir “Uygarlıklar Çatışması” 17. ve 20. yüzyıllar arasında, klasik ve modern


uygarlıklar arasında yaşandı. Bunların hepsinde, modern kapitalist uygarlık bu klasik uygarlıkları yerle yeksan etti ve son kalıntılarını birinci dünya savaşının sonunda, bir daha geri gelmemek üzere yeryüzünden sildi. O halde, birici dünya savaşının bitiminden beri, dünyada bir tek uygarlık vardır. Modern Kapitalist Burjuva uygarlığı. Bundan başka hiç bir uygarlık yoktur bu gün yeryüzünde. Bu bakımdan günümüzde bir uygarlıklar çatışmasından sosyolojik olarak söz edilemez. * Kapitalizm öncesi uygarlıklarda, farklı uygarlıklardan söz edilebilirdi. Neredeyse her subtropikal ırmak boyunda, aynı ekonomi temeline dayanmakla birlikte birbirinden farklı üstyapı şekillenmelerine (dinlere) de denk düşen farklı bir uygarlığın varlığından söz edilebilirdi. Bu bakımdan Çin, Hint, Mısır ve Mezopotamya farklı uygarlıklar olarak görülebilirdi. Keza klasik uygarlıklar esas olarak, İbni Haldun’un uygarlık kuşakları biçiminde de sınıflandırılabilir. Birinci Kuşak Uygarlıklar: Esas olarak Tunç’a dayandıklarından zorunlu olarak Subtropikal Irmak boylarına hapsolmuş bulunuyordu. Bunlara Kıvılcımlı “Bitkisel Uygarlıklar” demektedir. İkinci Kuşak Uygarlıklar: Demir’in keşfinden sonra, uygarlık bu ırmak boylarından kurtulup, İran ve Anadolu yaylarına, Çin ve Hindistan’ın daha geniş ve yüksek alanlarına yayılma olanağı buldu. Demir’in Keşfi, İran’ı ayrı bir uygarlık alanı olarak ortaya çıkarırken, Mezopotamya ve Mısır’ı da bir Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığının içinde eritti. Üçüncü Kuşak: İslamiyet ile klasik uygarlıkların bir üçüncü kuşağına geçildiği düşünülebilir. Hıristiyanlık, Akdeniz ve Orta Doğu’yu Roma’nın birleştirmesine uygun bir yapıyı sunuyorduysa, İslamlık da, Akdeniz’den, Çin ve Hint’e kadar tek bir dünya ticaretinin üstyapısını sunuyordu. Ne var ki, İslamiyet’in yayıldığı klasik uygarlık alanları, daha yayılmasının başında onu da çürüttüler ve gericileştirdiler. Bundan sonra İslam ancak, Türkmenler, Oğuzlar, Özbekler, Berberiler gibi henüz yeterince uygarlaşmamış halkların gençlik aşılarıyla Hindistan, Balkanlar ve İspanya’ya doğru bir yayılmayla sonuçlanabilen canlanmalar gösterebildi. Kapitalizm doğduğunda, bütün uygarlıklar, diğerlerine göre en genç ve dinamik İslam uygarlığı bile, gençliğini yitirmiş ölüm dönemine girmişlerdi kendilerini öldürecek, merhamet vuruşu yapacak olanı; gençliğini yitirmiş önceki klasik uygarlıklar gibi “Barbar”ların gelip kendisini yıkmasını bekler durumdaydı. Bu bakımdan, Kapitalizmin klasik uygarlıklarla karşılaşması ve onları kesin kendi egemenliği altına alması ve yok etmesi, bir uygarlık çatışmasından ziyade ölümünü bekleyen klasik uygarlıkların işinin bitirilmesidir. Ortada kelimenin gerçek anlamında doğru dürüst “uygarlıklar çatışması” bile olmamıştır. * Bu gün bütün dünyada, esas olarak sömürünün temeli modern kapitalist artı değer üretimidir. Dolayısıyla başka uygarlıklardan ve bunların çatışmalarından söz edilemez. Bütün klasik


uygarlık alanları modern uygarlığın, politik ve özeli ayıran temel ilkesini; ulus devletleri kabul ederler. Eski uygarlıkların üstyapısı olan dinler, birer kişisel sorun olarak, inanç olarak vardırlar. Artık onlar, modern uygarlığın politik ve özeli ayıran dininin basit bileşenleri halindedirler. Yani bir Hıristiyan, bir Budist, bir Konfüçyüs, bir İslam uyarlığından söz edilemez. Yoktur böyle bir şey. İslamiyet, Hıristiyanlık ya da başka dinler, birer inanç olarak, modern uygarlığın diniyle simbiyoz bir ilişki içinde birer parazit gibi yaşarlar. “Benim inancım İslamiyet”, “Ben Hıristiyanlığa inanıyorum”, “ben Buda’ya inanıyorum” diyen insanlar, aslında farklı inançları değil, aynı ortak inancı paylaştıklarını; yani dinlerin inanç, yani kişisel, özel bir sorun olduğu inancını kabul etmiş olduklarını ifade etmiş olurlar. Ama bu, kişisel bir inanç sorunu değil, modern toplumun örgütlenmesinin temelidir. Yani onların hepsi aynı modern toplumun dinindendirler. Onun içindeki farklı tarikat veya meşrepler olarak görülebilirler. Onlar bunu derken, Hıristiyanlık, İslam veya Budizm modern toplumun ihtiyaçlarına daha uygun bir özel inanç alanı oluşturur demektedirler. Şeriatı, devlet düzeni olarak isteyenler de aslında, (olanaksız bir şey olan) bir İslam uygarlığını değil, ulusal olanı İslam ve şeriat ile tanımlamayı savunurlar ve bu anlamda politik olanı bir dil, bir soy ya da ırk ile tanımlamaya kalkanlardan, yani modern uygarlığın en gerici biçimini savunanlardan hiç bir farkları yoktur. * Peki, bu günkü şu manzara nedir? Bir yanda Hıristiyan Batı, Diğer yanda Müslüman Doğu. Bir yanda fikir özgürlüğüne toz kondurmayanlar, diğer yanda peygamberime laf söylettirmem diyenler. İlk bakışta sanki farklı değerlerin, uygarlıkların, İslam ve Hıristiyanlığın veya Aklı dokunulmaz tutan burjuva uygarlığı ile Allah ve Muhammet’i dokunulmaz tutan İslam Uygarlığının, iki değer sisteminin çatışması gibi görünüyor. Öyle mi gerçekten? Bu hangi gerçek çatışmanın görünüşü? Eğer ortada farklı kültürler ve uygarlıklar yoksa bu nedir? Önce şu Doğu Batı; Hıristiyan ve Müslüman gibi kavramların ne anlama geldiğine bakalım. “Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” adlı yazımızda, Avrupa kavramının tek bilimsel kabul edilebilir karşılığının kapitalizm olduğunu açıklamıştık. Kapitalizm Avrupa’da doğduğu ve yayıldığı için, bir kot olarak kapitalizm karşılığı kullanılabilirdi. Bunun aynen Doğu ve Batı kavramları için de geçerli olacağını söylemiştik. Yani Batı Kapitalist, Doğu Prekapitalist uygarlık anlamında bir kot olarak kullanılabilirdi. Böyle bir kotlamada da Komün’ün, uygarlık öncesinin karşılığına Afrika düşüyordu. Afrika’yı Komün, Asya’yı Klasik uygarlıklar, Avrupa’yı modern Kapitalist Uygarlık karşılığı kullanırsak (ki sosyolojik olarak, biricik bilimsel karşılıkları bunlardır bu kavramların) şu sonuç görülür. Tarih boyunca sosyolojik olarak Avrupa yoktur. Tarih boyunca, 500 yıl öncesine, kapitalizm doğuncaya kadar, sadece Afrika (Komün, “barbar halklar”, “İlkel sosyalizm”) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) vardır. Kavramları bu gerçek ve doğru karşılıklarıyla kullandığımızda, Kapitalizm’e coğrafi olarak Avrupa’da ama Avrupa’dan değil (ki Avrupa Kapitalizm anlamına geldiğinden bu kapitalizmden kapitalizme geçmek anlamına gelir) Afrika’dan (Komün’den) geçilmiştir. Kapitalizme geçilmediği dönemde, İngiltere Avrupa’da değil Afrika’daydı. Coğrafi olarak


Avrupa denen topraklar, o zamanlar sosyolojik olarak Afrika’ydılar. İngiltere Kapitalizme geçtikten sonra Avrupa ortaya çıktı. Keza Oğuzlar, Türkmenler, Özbek’ler veya Moğollar, coğrafi olarak Asya’lı ama sosyolojik olarak Afrikalıydılar (yani ilkel sosyalisttiler). O zamanlar, İspanya örneğin sosyolojik olarak Asya’daydı. Vikingler, haçlı seferlerini yapan Franklar, Germenler, Saksonlar; Türkler, Moğollar hepsi Afrikalıydılar. Bu Afrikalıların bir bölümü Batı’dan bir bolümü Doğu’dan Asya’yı (Klasik Uygarlıkları) feth etmeye çalışıyorlardı. Yani haçlılar Afrikalıydı, Avrupalı değil. Türkler ya da Moğollar Afrika’lıydı Asyalı değil. Vikingler Kuzey’den geliyordu ama o zamanlar dünyada kuzey yoktu. Onlar da Afrikalıydı. Yine bu kotların gerçek ve doğru sosyolojik karşılıklarıyla tarihi ele aldığımızda, şunu görürüz. On altıncı yüzyılda Avrupa’nın ortaya çıkışından, birinci dünya savaşına kadar olan dönemde, Avrupa bütün dünyayı Avrupa yaptı. Ondan sonra dünyadaki Afrika (komünler, uygarlık öncesi toplumlar) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) Avrupa (Kapitalizm) oldu. Dünya’da nasıl eskiden Avrupa yok idiyse, artık bu günkü dünyada da Asya ve Afrika yoktur. Bir tek kapitalist uygarlık vardır. Bir tek Avrupa vardır. Bütün dünya Avrupa’dır (Kapitalist’tir). Ama bu Avrupa içinde, bir gelişmiş ve zengin Avrupa, bir de geri ve sömürge Avrupa vardır. Yani bir tek kapitalizmde, şu Merkez – Çevre diye de ifade edilen iki dünya vardır. Buna Kuzey ve Güney de denmektedir. Kuzey ve Güney de, birer yön olarak değil, Merkez ve Çevre’nin; gelişmiş ve az gelişmişin karşılığı olarak kullanılabilir sosyolojik bir kot olarak. Bu bakımdan coğrafi olarak Güney’in de güneyinde bulunan yeni Zelanda veya Avustralya, Kuzeyde; coğrafi olarak Kuzey’de bulunan Meksika, Gürcistan veya Kazakistan sosyolojik olarak Güney’dedir. En kör göz bile görür ki, Avrupa’nın ortaya çıkışından bütün dünyanın Avrupa oluşundan sonra, eski Afrika ve Asya, bu günkü Güney olmuşlardır. Ve bu Güney, artık dünya bir tek Avrupa (Kapitalizm) olduğundan, Avrupa’nın Güneyidir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Artık bütün dünya Avrupa’dır. Bu Avrupa’nın Güneyi de eski Asya ve Afrika’dır. Ama bu güney, Kuzey ile mücadelesinde bir bayrak olarak veya Kuzey Güney ile mücadelesinde, gerçek ırkçılığını ve ayrımcılığını gizlemenin bir aracı olarak, ortada bir Doğu ve Batı; bir Avrupa ve Asya, Bir Hıristiyanlık ve İslam; bir Aydınlanma ve Gericilik mücadelesi varmış gibi göstermekten çıkarlı olabilir. İşte bu günkü durum tam da böyledir. Gerçekte var olan mücadele ile onların bayrakları arasında hiçbir ilişki yoktur. Bizler mücadelelerin hangi güçler arasında olduğunu, bayraklarıyla değil onların ardındaki gerçek güçlere bakarak anlayabiliriz. Bu gerçek güçlerin neler olduğu ise ekonomik temelden çıkar. Tarih’ten bir örnek verilebilir. Çok örnek verilen haçlı seferlerinde, Hıristiyan ve İslam uygarlıkları çatışmıyordu. Haçlı seferlerinde Hıristiyanlık bayrağıyla Bizans ve İslam devletlerine saldıranlar, sosyolojik olarak Afrikalı, henüz uygarlaşmamış bu günkü kuzey Avrupalılardı. Haçlı seferleri bir “Uygarlıklar Savaşı” değil, bir “Barbar Akını” idi. Ya da Tersinden bir Örnek verirsek, Oğuzların Bizans’ı yıkması ve balkanlara doğru yayılışı bir uygarlıklar çatışması değil, Uygarlığa yapılan bir barbar akınıydı. Bu akının İslam veya


Hıristiyanlık bayrağıyla yapılmış olması onun gerçek sosyolojik ve tarihsel anlamını değiştirmez. Bu gün de, biz savaşan güçleri onların bayraklarıyla değil, o bayrakları kullanan güçlerle değerlendirebiliriz. Ve bunlar kendi iddialarının aksine ayrı uygarlıklar veya kültürleri değil, bu günün kapitalist dünyasının somut bölünmelerini ifade eden somut güçlerdir. * Politik İslam’ın veya Ulusçuluğun göstermek istediğinin aksine, bir Hıristiyan ve İslam Uygarlığı ve bunlar arasında bir çatışma yoktur. Gerici Modern ulusçuluğu savunanların iddialarının aksine de modern burjuva uygarlığının aydınlanması ile aydınlanma öncesinin uygarlığının bir çatışması da yoktur. Çünkü bu güçler yokturlar artık. Ama olayları ve çatışmaları böyle göstermekten çıkarlı güçler vardır. Kuzey’in zengin ülkelerinin burjuvazisi, çatışmayı böyle gösterebilmelidir ki, zengin ülkelerin emekçilerini, modern uygarlığın değerlerini savunma adına savaşa sürebilsin veya uzaktan atacağı bombalarla işleyeceği cinayetler onaylansın. Aynı şekilde, geri ve yoksul ülkelerin egemenleri de böyle gösterebilmelidir ki, geniş kitlelerdeki memnuniyetsizliği kendi gücünü ve iktidarını koruyup pekiştirebilmek ve pazarlık gücünü arttırabilmek için kullanabilsin. Aydınlanma’yı savunduğunu söyleyenler yalan söylüyorlar. Aydınlanma insanları şu veya bu devletin yurttaşı olarak tanımlayarak haklardan yoksun etmeyi savunmuyordu. Yurttaş ve insan özdeş kavramlar olarak görülüyor ve tüm dünya ölçüsünde bir tasavvur bulunuyordu: Vatanım Yeryüzü, illetim İnsanlık idealiydi aydınlanmanın ideali. Bu gün Kendilerini Batılı, Aydınlanmanın değerlerini savunmakla tanımlayanlar ulusal devlet ve sınırların bir numaralı savunucularıdırlar ve bu ayrımlar sayesinde dünya Kuzey ve Güney olarak bölünmektedir. Keza İslam’ı savunduğunu söyleyenler, İslam’ın ulusal devletlerle bir arada olamayacağını unutmuş bulunuyorlar. İslam, bu günün putları olan ulusal bayraklar ve onların devletlerine karşı bir cihat demektir her şeyden önce. Her hangi bir ulusal bayrağın dalgalandığı her yer, hatta bu ulusal bayrak Şeriate göre tanımlanmış bir İslam Ulusunu bile temsil etse, “Kafir Toprağı”dır, “Dar ül Harp”tir.. Yani her ikisi de doğuşlarındaki insancıl ve yeryüzü ölçüsündeki ideallerini terk etmiş, zıddına dönmüş; kurtuluşun değil baskının aracı olmuş, gericileşmiş dini savunuyorlar ideolojik olarak. İdeolojik düzeyde, gerek İslam Uygarlığını, gerek Burjuva Uygarlığını ve onun değerlerini savunduğunu iddia eden tarafların ikisi de aslında burjuva uygarlığının gerici biçimini savunmakta; dünyayı ulus devletlere bölünmüş olarak tutmakta anlaşıyorlar ve bunda bir sorun görmüyorlar. Tam da savundukları uluslara göre dünyanın bölünmüşlüğüdür bu zengin ve yoksul farklarını yaratan. Irkçılığa karşı mücadele ancak ulusal sınırlara ve uluslara karşı mücadele ile mümkündür. Bunu da ancak İşçi hareketi ve Sosyalizm gerçekleştirebilir. O halde sosyalist mücadele, işçilerin mücadelesi bundan sonra burjuva uygarlığına karşı bir savaş, bir


uygarlıklar savaşı, henüz doğmamış sosyalist uygarlığın burjuva uygarlığına karşı savaşı olmak zorundadır. Evet, bizler “uygarlıklar savaşı”ndan yanayız ama bu gün uygarlıklar savaşından söz edenlerin hiç birisi uygarlıklar savaşı yapmamakta; gerçek bir uygarlık savaşını; sosyalist bir uygarlık tasavvurunun bu günkü gerici burjuva uygarlığa karşı savaşını engellemek için iş ve güç birliği içinde bulunmaktadırlar. Uygarlıklar savaşı doktrinleri ya da teorileri gerçek uygarlıklar savaşını engellemenin; sosyalist uygarlığa karşı savaşın bir silahıdır. Bir uygarlıklar çatışması sadece burjuva uygarlığının dayandığı bütün varsayımları sorgulayan, onu yok etmeye yönelik bir sosyalizm ile olabilir. Ortada bu anlamda hiçbir hareket olmadığından ve var olan sosyalistlerin hepsi, özel ve politik ayrımını; politik olanın ulusal olana göre tanımlanması ilkesini sorgulamayı bile akla getirmediklerinden aslında burjuva uygarlığının, çoğu kez en gerici biçimlerinin sıradan bir mezhebidirler. Bu anlamda da bir uygarlıklar çatışması yoktur. * Ama biz biliyoruz ki, dinler aynı zamanda farklı sınıfsal ve toplumsal güçlerin arasındaki çatışmada birer bayrak da olurlar. Bu bakımdan farklı sınıflar ve toplumsal güçler arasındaki çatışma dinsel bir çatışma gibi görünebilir. Bu dinsel biçimlerdeki çatışmayı bir uygarlıklar çatışması gibi göstermek, tarafların çıkarlarına uygun olabilir. Bu gün tam da olan budur. Aslında Merkez ve Çevre bölünmesi ya da Avrupa’nın Kuzeyi ve Güneyi ya da dünya işçi sınıfının Siyah – Beyaz bölünmesi Hıristiyan batı uygarlığı ile İslam uygarlığı bölünmesi gibi yansımakta ve yansıtılmaktadır. Geri ülkelerin neredeyse, (Afrika’nın Güney’i ve Güney Amerika hariç) tamamı, aynı zamanda İslamiyet’in yaygın olduğu ülkelerdir. Ayrıca Avrupa ve Amerika’da yaşayan göçmen ve siyahların önemli bir bölümü de Müslüman’dır. Buna karşılık, zengin ülkelerin, Yani Avrupa’nın Kuzeyinin, beyazların, neredeyse tamamı Hıristiyan, hatta Protestan’dır. Bunun yanı sıra, geri ülkelerdeki egemen sınıfların büyük ölçüde yaşam tarzları da bu beyazlarınkine benzer. Bu durumda, olayların özüne inmeyen yüzeysel bir bakışın, tıpkı güneşi dünyanın etrafında dönüyor görmesi gibi, bu günkü dünyadaki çatışmayı bir Hıristiyanlık İslamiyet çatışması gibi görmesi mümkündür. Buradan da kolaylıkla Hıristiyanlık Batı, İslamiyet Doğu; Hıristiyanlık Maddiyat İslamiyet Maneviyat türünde paralelliklere ve Uygarlıklar çatışması gibi kavramlara varılabilir. Bu anlaşılır bir durumdur. Geniş kitleler açısından da durum aşağı yukarı böyle kavranmaktadır. Ne var ki sorun sadece olayların özüne inememekten, gerçek güçleri görememekten kaynaklanmamaktadır, bu aynı zamanda belli çıkarları savunmanın aracı bir ideolojidir. Uygarlıklar çatışması teorisinin ABD’den çıkması bir rastlantı değildir. Bu aslında, geri ülkelere yönelik saldırgan bir politikanın ideolojik hazırlığıdır. Nasıl geçen yüz yılda, kimi ırkların veya kültürlerin üstün olduğu teorileriyle sömürgeciliğin ve faşizmin ideolojik yolları açıldıysa, bu günkü uygarlıklar çatışması teorileri de daha sofistike olarak aynı işlevi görmektedir.


Bugün Dünyadaki bütün önemli petrol üreten ülkeler Venezüella ve Rusya hariç nüfusunun çoğu Müslümanlardan oluşan ülkeler olduğu için ve bu ülkelerin halkları da İslamiyet’i sömürülmelerine ve uğradıkları baskıya karşı mücadelede bir bayrak olarak kullandıkları için, Uygarlıklar Çatışması teorisi, bu haklara karşı cezalandırma ve ezme seferlerinin ideolojik alt yapısını oluşturmaktadır. Ne var ki, bu uygarlıklar veya kültürler veya Hıristiyanlık İslam çatışması teorileri aynı zamanda bizzat o nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerdeki egemenlerin de işine gelmektedir. Bunlar Türkiye’de olduğu gibi İslamiyet’i bayrak yapmış, palazlanmış burjuvalar; İran’daki gibi geleneksel bir Molla oligarşisi; bir askeri diktatörlük ya da bir monarşi olabilir. Bu teori onların da aynı zamanda geniş kitlelerin memnuniyetsizliğini kapitalizmden ve kendilerinden uzaklaştırmalarının da bir aracı olarak işlev görür. Böylece o kitlelerin memnuniyetsizliklerini kendi pazarlıklarında bir tehdit aracı olarak kullanırlar. Dolayısıyla ortada bir kültürler veya uygarlıklar çatışması olduğu savından yola çıkanlar, ister bu çatışmayı yumuşatmak istesinler, ister kışkırtsınlar, özü itibariyle karşılıklı bir suç ortaklığı içindedirler. Bu tıpkı soğuk savaş döneminin bürokratik Stalinist diktatörlüklerinin de, diğer kapitalist ülkelerin de çatışmayı bir sosyalizm kapitalizm çatışması gibi göstermekten ortaklaşa olarak çıkarlı olmaları ve o ülkelerin sosyalist olmadığını söyleyen devrimci Marksistler karşısında suç ortaklığı içinde bulunmaları gibidir. * Bu suç ortaklığı somut olarak Karikatür üzerine gelişmelerde çok açık görülmektedir. Karikatürlerin ırkçı olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerin ne yöneticileri ne aydınları ne de sosyalistleri şöyle bir davranış göstermedi: “Bu karikatürler ırkçıdırlar, Muhammet’i sembol olarak kullanarak, İslam’a inanan yoksul ülkelerin insanlarını ve onların şahsında da bu yoksul ülkelerin halklarını, insanlık düşmanı teröristler olarak göstererek, zengin ülkelerin işçi ve emekçilerini bu halklara karşı psikolojik ve ideolojik olarak sefere hazırlamakta, ırkçılık yapmaktadırlar, bunu proteste ve mahkûm ediyoruz. Irkçılığı savunan ideolojilere karşı yasaklamalarla mücadele edilemez, çünkü yasaklar bütün dünya tarihi göstermiştir ki daima gericiliğin işine yarar. Tartışmayı fikir özgürlüğü ile onu reddedenler gibi koymak yanlıştır. Burada bizlere düşen ırkçılığa karşı mücadele etmektir. Bunun ilk şartı da bu ırkçılığı mahkûm etmektir. Irkçılığı temelinden yok etmek ancak politik olanın tanımından ulusun tanımından sadece dil, din, etniyi değil her türlü territoryal sınırlamayı dışlamakla olabilir. Bu ise bu günkü ulusların ve ulusal sınırların ortadan kaldırılmasını gerektirir.” Beyazlar karikatürlerin ırkçılığını mahkûm ve teşhir etme yerine, sorunu bir fikir özgürlüğü sorun gibi koydular. Karikatürlerin ırkçılığından değil, provakatifliğinden söz ettiler. Ama bu koyuş da bizzat zaten dünyanın, zengin ve yoksul; güney ve Kuzey; Siyah ve beyaz olarak bölünüşünün bir yansıması ve zenginin, beyazın, kuzeyin, merkezin kendi çıkarını korumasının aracıydı. Buna karşılık karikatürleri protesto eden ve karşı çıkan “siyahlar” veya “güney”dekiler de


“Bu ırkçı karikatürleri protesto ve mahkum ediyoruz, tüm insanları da buna davet ediyoruz; bu ırkçılığa karşı yasaklarla değil, somut tavır alışlarla, onların ırkçılığını göstererek mücadele edilebilir” gibi bir yaklaşım içinde olmadı hiç bir zaman, böyle sesler duyulmadı. Bütün tartışma, “benim kutsal olduğuna inandıklarıma laf söyletmem” alanına taşındı. Yani bizzat burjuvazi, hükümetler vs. nin işine gelecek gerici bir noktadan tepki gösterildi. Bu da beyazlara, kuzeylilere, “benim kutsalım da hiçbir şeyin kutsal olmadığıdır” deme olanağı sağlandı. Ortada sanki ırkçılık ve ona duyulan tepkiler yokmuş da, bir yanda Muhammet’i dokunulmaz görenler, bir yanda hiçbir şeyi dokunulmaz görmeyenler gibi; sanki iki değer sistemi ve bunların çatışması varmış gibi; ortada sanki farklı değerler, yani farklı uygarlıklar çatışması varmış gibi görünüm ortaya çıktı. 21 Şubat 2006 Salı


Marksizm ve Batı Dışı Toplumlar Marksizm’in ya da daha doğrusu şöyle diyelim Tarihsel Maddeciliğin kurucularının ve hatta sonra gelen kimi meşhur, özellikle İkinci Enternasyonal Marksistlerinin eserlerinde Batı dışı toplumlar, halklar ya da uluslar hakkında bugün sıradan bir insanın bile tüylerini diken diken edecek ifadeler bulunduğu hiç kimse için bir sır değildir. Bu ifadelerin ve bu ifadelerin yansıttığı anlayışların içine sindiği bir öğretinin yeryüzünden baskı ve sömürüyü ortadan kaldırmak bakımından ne ölçüde yararlı olabileceği gibi bir soru elbet derhal insanın aklına geliverir. Özellikle Batı’da Batılı olmayan halklara yönelik olarak “bakın Marksizm Avrupa merkezli bir öğretidir, bu sizin gerçeğinizi anlamaya yaramaz; sizin gerilikten kurtulma mücadelesinde işinize yaramaz” diyen oldukça yaygın bir literatür de vardır. Ama öte yandan, Marks veya Engels’in “tarihsiz”, “sığır hırsızı”, “aşağılık”, “uyuşuk” dediği halkların ezilenleri ve en iyi beyinleri, bu gibi ifadeleri hiç bir dert etmeden, uzun yıllar boyunca adeta Marksizm’in bir numaralı savunucuları olmuşlardır. Bu paradoksal durum nasıl açıklanabilir? Ne ölçüde geçerlidir Marksizm’in de son duruşmada Batı Merkezli, “indirgemeci oryantalist paradigmanın” içindeki bir öğreti olduğu? Özellikle son yıllarda, Marksizm’in ne kadar işe yaramaz ve günü geçmiş bir öğreti olduğunu şöyle geçer ayak söyleyerek bir kılıç darbesiyle onun işini bitirmek isteyenler, bu tür ifadelerden bir kaçını peş peşe sıralayıp, Marksizm’in de bir tür, artık yerine göre, “pozitivizm”; “batılı düşünce” “oryantalizmle malul” düşünce olduğunu söyleyip, muzafferane bir eda ile yollarına devam ediyorlar. Biz, bu kadar açık delillere rağmen ilk bakışta apaçık suçlu görünenin suçluluğundan şüphe edelim. Gerçek çoğu kez kendine zıt biçimde görünür. Burada da öyle olamadığı ne malum? *** Marks ve Engels’in eserlerinde görülen bu tür ifadeleri bir kaç kategoriye ayırmak mümkündür. Birincisi, gerek Hegel’den gerekse o zamanlar Doğu’daki toplumlar hakkında Batı’da bilgi sahibi olmak için adeta biricik kaynak olan Oryantalistlerin eserlerinden gelen ve açık bir Avrupa Merkezciliği yansıtan ifadeler. Bunların en bilineni Engels’in meşhur “Tarihsiz Halklar” ifadesidir. Bir diğeri, çoğu kez bir halk ya da ulus ifadesi kullanılmakla birlikte, kastedilen bizzat o halk değil, o halkta sembolize olmuş bir özelliktir. Bu özellikle Yahudilere ilişkin ifadelerde çok açıktır. Bu ifadeler de doğru okunmaz ise, tıpkı Marks’ta oryantalizm gibi bol bol antisemitizm de bulunabilir. (Aynı paradoks burada da geçerlidir. Yahudiler de Marksizme on yıllarcı bütün büyük teorisyenleri vermişlerdir.) Kapitalizm öncesi toplumlarda, karın esas kaynağı, değerlerin transferidir. Kapitalizmin aksine kar elde edildiğinde toplumda genel bir zenginleşme olmaz, sadece aynı kalan zenginlik el değiştirmiş olur. Zaten bu tür bir bezirgan ekonomi, yarattığı ürünün değerini bilmeyen kapalı ekonomilerin yaygınlığını var sayar ki, böylece birileri birilerinden ürünleri değerinin altında alıp başka yerde değerinin üstünde satabilsin. Antik tarih boyunca, bütün medeniyet boylarında bunu belli kavimler yapar. Akdeniz uygarlığında esas olarak Yahudiler,


Uzak Doğu’da Çinliler, Hint Okyanusu bölgesinde Hintliler ve Araplar bu bezirgan ulusun sembolik ifadesi olmuşlardır. Dolayısıyla prekapitalist bezirganlığın özellikleri adeta o kavimlerin adıyla özdeşleşmiştir. Bu anlamda, bugün kaba bir yorumla, anti Semit gibi görünebilecek Yahudiler hakkındaki ifadeler aslında Yahudilik antika bezirganlıkla özdeşleştiği için, bir ulus ya da din olarak Yahudiliği değil, antik bezirganlığı ifade ederler. Bu tür yazılarda, her Yahudi sözü yerine Antik tefeci-bezirganlık sözü geçirilse anlamda bir kayma olmayacağı gibi daha da anlaşılır olabilir. Dolayısıyla Marks’ta kimi uluslar için Batı merkezli hatta ırkçı ya da anti-semit gibi görünebilecek ifadelerin özü bunlar değildir. Bu tür ifadeler bir de, aktüel politik yazılar bağlamında, belli bir tavır alışı ve konumu güçlendirmek için de sık sık kullanılmıştır. Örneğin, Marks – Engels yaşadıkları dönemde, çarlık Rusya’sını Avrupa gericiliğinin jandarması görüyorlar ve buna karşı her gücü ve girişimi destekliyorlardı. Bu bağlamda, örneğin Kırım Savaşı sırasında, Osmanlı’dan söz ederken “cesur Türkler” der. Buradan Marks’ın bir “Türk Dostu” olduğu çıkarılamaz, tersi örneklerde de o ulusun ya da halkın düşmanı olduğu sonucu çıkarılamayacağı gibi. Burada Marks veya Engels açısından önemli olan, belli bir durumu değerlendirir veya politik bir tavır alırken bir ulusun Batı’da bilinen klişeleşmiş bir özelliğini uygun yerde Tavır alışı ya da ifadeyi güçlendirmek için kullanmaktır. Aynı Marks’ta başka bağlamlarda Türkler için bugünün bakışıyla “ırkçı” denebilecek ifadeler de vardır. Ama bütün bu olumlu ya da olumsuz sıfatlarda, bir ulusun toptan aşağılanması veya övülmesinden ziyade, tarihsel tecrübe dolayısıyla hassasiyet oluşmadığı için üzerine düşünülmemiş öğretinin özü bakımından bir değeri olmayan, aksine o özle çelişen ifadeler söz konusudur. Her öğreti eni sonu somut insanlarca ifade edilir ve o insanlar son duruşmada kendi çağının çocuğudur. (Bu vesileyle kendi başımdan geçen bir örneği aktarayım. Kıvılcımlı’nın eserlerini okuyan herkes onun Araplar, İslamiyet karşısında nasıl bir olumlu yaklaşım içinde olduğunu bilir. Bir tarihte, Türkçe bilen Marksist bir Arap arkadaş Kıvılcımlı’nın eserlerini Arapça’ya çevirmek gerekir diye düşünmüş ve işe girişmişti. Daha işin başlarındaydı ki, birdenbire geldi büyük bir kızgınlıkla “Ben çevirmekten vaz geçtim, çevirmiyorum, bizi aşağılıyor” dedi. Peki “nerede” deyince şu iki ifadeyi gösterdi: “Anladıysam Arap olayım” ve “Arap saçına döndü”. Farkına varmadan hepimizin kim bilir kaç kere kullandığı bu ifadeler bu Arap arkadaşı gerçekten yaralamıştı ve bu anlaşılır bir durumdu. Söyleyecek bir şey bulamadım. Daha doğrusu, Kıvılcımlı’nın eserlerinin bütününü ele aldığında onun Arapları aşağılamadığının görüleceğini; bu tür ifadelerin o tarih görüşünün özünü yansıtmadığını aksine onu yaraladığını; herkesin ne derse desin kendi çağı ve toplumunun ürünü olduğunu; yeni olanın eskinin kabuğu içinde ortaya çıkabileceğini; önemli olanın onu eski kalıntılarından soyutlayıp ele almak olduğunu söylediysem ve de o bana büyük ölçüde hak verdiyse de, içindeki o ilk baştaki coşku ve heves kalmadığından tercüme işinden vaz geçmişti. Fakat ilginçtir Marks’ınki gibi bir paradoks Kıvılcımlı’da da vardır. Kıvılcımlı’nın sonradan eserleri başka bir Arap tarafından Arapça’ya çevrilmiş. Adam Kıvılcımlı’nın “Doğunun Marksı” olduğunu söylüyormuş.) Marks ve Engels çağında bir ırkçılık söz konusu olmadığından, onların kimi uluslar ya da halklar hakkında klişe, yüzeysel, o halkları yaralayıp yaralamayacağı düşünülmeden yazılmış


ifadelere daha sonraki dönemin özellikle ırkçılığın yani daha sonraki dönemin tarihsel tecrübelerinin hassaslıklarıyla değerlendirmemek gerekir. Herkes bir anlamda kendi çağının insanıdır. Marksizm, sanıldığının aksine bir öğreti değil, bir yöntemdir. Bu yöntemin en özlü adı Tarihsel Maddeciliktir. Tarihsel Maddecilik ise, sanıldığının ya da sözde Marksizm’i öğreten el kitaplarının anlattığının aksine, Tarih boyunca toplumların hangi aşamalardan geçtiğini anlatan bir şemalar silsilesi değil, Toplumsal süreçlerin ardındaki temel kuvvetlerin neler olduğuna dair bir kavramlar sitemidir. (Bu yazı aşağıdaki yazı vesilesiyle yazılmaya başlanmış ve yarım kalmıştı.) Marks ve Batı Dışı Toplumlar Marksizm Avrupa’daki sınıf savaşlarının bir ürünü olarak çıkmış ve temellerini Alman felsefesinden, Fransız ütopik sosyalistlerinden ve İngiliz ekonomi politiğinden almış bir kuram olarak Avrupamerkezciliğin, oryantalizmin ne kadar dışındadır? Larrain’e göre Marks, Hegel aracılığıyla Avrupamerkezli teoriye eklemlenmektedir. Hegel Dünya Tarih Felsefesi Üzerine Dersler adlı kitabında dünyayı tarihsel halklar ve tarihi olmayan halklar diye ikiye ayırır. Dünya tarihsel halkları kültürel olarak gelişmiş olup devlet kurma yeteneğine sahiptir ve bu yüzden tarihin gelişimine katkıları vardır. Onun karşıtı olarak duran, tarihsiz halklar ise ruhsal olarak zayıf, güçlü devlet kurma yeteneğinden yoksun ve bu yüzden uygarlığın gelişmesine katkıda bulunmaktan aciz halklardır. Hegel zayıf olanın güçlü olana boyun eğmek zorunda olduğunu belirtir. Hegel Çin’i ve Güney Amerika’yı zayıf, tarihsiz ve boyun eğmesi gereken kültürler olarak görmektedir. Marks burada Hegel’i ters çevirmeyi başaramamış gibi gözükmekte. Marks doğu toplumları ve Latin Amerika için söyledikleri ile Hegel’den pek de farklı düşünmemektedir. Marks Meksikalılar için şöyle diyor: “İspanyolların kibir, gangsterlik, hayalperestlik gibi özelliklerine üçüncü dereceden sahiptirler ama onların taşıdıkları olumluluklara sahip değildirler.” Marks’a göre “İngiltere’nin Hindistan’da yerine getireceği iki görevi vardır. Biri yıkıcı, diğeri yapıcı... Yaşlı Asya toplumunu ortadan kaldırmak ve yerine Avrupa toplumunun temel kurallarını getirmek”. Engels ilerleme adına Fransızların Cezayir’deki ve Amerika’daki sömürgeci saldırganlıklarını olumlu olarak değerlendirir. Engels’e göre zor kullanarak bu tarihsiz halkların ülkesi tarihsel hareketin içine çekilmiştir. Marks ve Engels daha sonradan sömürgeciliği daha olumsuz olarak gözlemlerler. Buna örnek olarak 1860’dan sonra Cezayir ve İrlanda sorununa bakışlarındaki sömürgeciliği olumsuz değerlendirişleri gösterilebilir. Fakat Larrain’e göre, Marks’ın sömürgecilik bağlamında Latin Amerika’ya bakışı değişmemiştir. Hatta Marks ve Engels geri kalmış olarak adlandırılan bazı uluslar için şu ifadeleri kullanmışlardır: Montenegrinler sığır hırsızı, Meksikalılar aşağılık insanlar, Bedouinler hırsızlar ulusu, Çinliler irsi olarak aptal... Acaba Marks bu söyledikleri ile indirgemeci oryantalist paradigmanın ve Avrupamerkezci anlayışın ne kadar dışındadır? Larrain’e göre, Marks’da genel olarak sömürgeci kapitalizmin yeni maddi uygarlığın temelini attığı düşüncesinden kaynaklanan iyimser bir görüşün olduğundan bahsedebiliriz. Evet, batı tarihinin ürünü olan kapitalizm Marksist evrim şemasında her toplumun sosyalizme ve komünizme geçmesi için zorunlu bir aşamadır. İlerlemenin mevcut son halkası olan


kapitalizmin sömürgecilik ile değişmekten aciz, aşağılık, geri batı dışı toplumlarına sokulması Marks’a göre hem yıkıcı hem de faydalıdır. Sadece bu değil. Marks insanlık tarihini daha ileri taşıyacak olan sosyalist devrimi batıdan, özellikle İngiltere’den beklemektedir. Kurtuluş misyonu Avrupa proletaryasının elindedir. Marks bir gelişme kuramcısı olarak geri kalmışlığın ve durgunluğun geleneksel hattından kurtarılması gereken, Avrupa dışı bir öteki kavramı içersindedir. Burada gelişme kuramcısı Marks’la sosyalistler yol alabilirler mi, sorusunu sormak yaralı olacaktır.


Demokratik Cumhuriyet Üzerine Giriş “Demokratik Cumhuriyet” kavramı, son yıllarda, özellikle Abdullah Öcalan’ın bu kavram ve/veya programı kullandığından beri en azından Kürtler arasında ve sol çevrelerde belli bir popülarite kazandı. Elbette bu popülarite, onun olumlu bir vurguyla yüklü olduğu anlamına gelmiyor. Öcalan’ın ifade ettiği “Demokratik Cumhuriyet” programı ve stratejisi, Kürt Milliyetçileri açısından, Kürdistan’ın bağımsızlık idealinden vazgeçme; teslimiyet olarak anlaşılıyor. Bu bakımdan, Kürt Milliyetçilerinin eleştirisi şu sloganla özetlenebilir: “Demokratik Cumhuriyet değil, Bağımsız Kürdistan!” Türk sosyalistleri de Demokratik Cumhuriyeti, tam ters açıdan ama sonuç itibariyle yine olumsuz olarak, sosyalist ideallerden bir uzaklaşma, bir geriye adım, bir teslimiyet olarak yorumluyorlar. Onların eleştirisi de şu sloganla özetlenebilir: “Demokratik Cumhuriyet değil Sosyalist Cumhuriyet!” Birbirine bu kadar zıt konumlarda bulunmalarına rağmen, gerek Kürt milliyetçilerinin gerek Türk sosyalistlerinin en azından Demokratik Cumhuriyeti bir teslimiyet, bir geri adım, bir ihanet olarak nitelemekte anlaşıyor olmaları manidardır. Elbette şu soru sorulabilir: Abdullah Öcalan’ın savunduğu Demokratik Cumhuriyet ile klasik Devrimci Demokratik ve Sosyalist hareketin savunduğu Demokratik Cumhuriyet aynı şey midir? Fakat ilginç, ne Türk Sosyalistleri, ne de Kürt Milliyetçileri bu soruyu sormamaktadırlar. Peki niçin sormamaktadırlar? Eğer onların programı klasik sosyalist ve devrimci demokratik hareketin programı olan Demokratik Cumhuriyet olsa idi, yukarıdaki soruya aynı şey olmadıkları şeklinde bir cevap verildiği takdirde, o zaman Abdullah Öcalan’ın programının gerçek Demokratik Cumhuriyet olmadığı, onun bu kavramın içeriğini boşalttığı türünden bir eleştiri yapmaları; Demokratik Cumhuriyeti Öcalan’a karşı ve Öcalan’a rağmen savunmaları gerekirdi. Ama böyle bir savunmayı hiç kimsede görmüyoruz. Demek ki, burada Demokratik Cumhuriyeti, Öcalan’ın savunduğu biçimiyle yanlış, teslimiyet, geriye doğru bir adım, bir ihanet olarak görmek söz konusu değildir, bundan daha öte, genel olarak Demokratik Cumhuriyet böyle görülmektedir. Yani gerek Türk sosyalistleri, gerek Kürt milliyetçileri, Öcalan’ın savunup savunmamasından veya onun o kavrama yüklediği içerikten bağımsız olarak, Demokratik Cumhuriyeti bir program ve strateji olarak reddetmekte; yanlış bulmakta ve savunmamaktadırlar. Eğer öyle olmasaydı Öcalan’a rağmen ve Öcalan’a karşı savunmaları gerekirdi, (Öcalan’ın kavramın içini boşaltması veya değiştirmiş olması halinde). Böylece ikinci bir sonuca ulaşıyoruz: gerek Türk sosyalistleri, gerek Kürt milliyetçileri, klasik


olarak devrimci demokrasinin ve sosyalistlerin programı olan Demokratik Cumhuriyet’e karşıdırlar. Onlar ona karşı oldukları için, Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet program ve stratejisini, bu ilkeden karşı oluşlarını gizleyen bir örtü olarak kullanmaktadırlar. Daha bu başlangıç tespitleri bile bizi bir çok soruyla karşı karşıya bırakır. Örneğin, Nasıl oluyor da Kürt Milliyetçileri ve Türk Sosyalistleri Demokratik Cumhuriyet’e bu karşı oluşta birleşiyor? Bu birleşme daha derindeki bir özdeşliğin ifadesi olmasın? Örneğin, Türk sosyalistleri de, Kendilerine Sosyalist diyen Türk milliyetçileri olmasın? Aslında birbirine çok zıt görünmelerin rağmen, tam da özdeş oldukları için bu buluşma gerçekleşiyor olamaz mı? Aynı öz tıpkı bir madalyonun iki yüzü gibi, birbirine karşı iki biçimde görünüyor olamaz mı? Eğer böyle ise, nasıl oluyor da milliyetçilik sosyalizm biçiminde, yani bir bakıma kendi zıttı biçiminde görünüyor? Sosyalizm ve milliyetçiliğin bu özdeşliğinin kaynağında yatan metodolojik ve toplumsal hangi gelişmeler vardır? Demokratik Cumhuriyet program ve stratejisi, klasik olarak Devrimci Demokratik ve Sosyalist hareketin programı olmasına rağmen, niçin gerek yirminci yüzyılda, gerek bu gün artık hiç kimse tarafından savunulmamaktadır? Niçin terk edildi? Görüldüğü gibi, Demokratik Cumhuriyet konusuna girdiğimiz an, daha ilk adımlarda bile, tarihin, politikanın, sosyolojinin, yöntem bilimin en temel sorunlarıyla karşı karşıya geliyoruz. Sorun sadece Demokratik Cumhuriyet program ve stratejisinin ya da kavramının tarihsel kaderinin ne olduğu ve bunun açıklaması değildir elbette. Temel sorun, Demokratik Cumhuriyetin ne olduğudur. Nedir Demokratik Cumhuriyet? Bu konuda da korkunç bir boşluk ve karanlık bulunmaktadır. Ne Türk Sosyalistleri, ne de Kürt Milliyetçileri, Demokratik Cumhuriyet diye bir problemleri olmadığı için onun ne olduğu konusunda da bir şey yazmamaktadırlar. Yani, kendileri örneğin, Abdullah Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet programına karşı, kendi Demokratik Cumhuriyet programlarının farklılığını açıklamaya kalksalardı, Demokratik Cumhuriyetin ne olduğu konusunda iyi kötü bir fikir oluşabilirdi. Ama, iki taraf da bu programa genel olarak karşı olduklarından, onun ne olduğunu açıklama, onu olası çarpıtmalardan arındırma gibi bir problemleri bulunmamaktadır. Bu da Demokratik cumhuriyetin ne olduğu konusunda korkunç bir karanlık ve boşluk ortaya çıkmasına yol açmaktadır. O zaman Demokratik Cumhuriyetin ne olduğu sorusu temel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Ama bu soruya cevap verdiğiniz veya vermeye kalktığınız an, ister istemez tartışmayı gerek Türk sosyalistlerinin gerek Kürt milliyetçilerinin hiç hoşlanmadığı bir alana çekiyorsunuz demektir. Çünkü Demokratik Cumhuriyetin ne olduğu açıklığa kavuştuğu an, onlar, eğer Öcalan o programı çarpıtıyordu ise bile, niçin Öcalan’a rağmen bu programı savunmadıkları sorusuyla karşı karşıya geleceklerdir. Ama bu soru, hem onların bu günkü


politik duruşlarının gerçek anlamını ortaya çıkarır hem de devamcısı olduklarını iddia ettikleri sosyalist ya da milliyetçi geleneklerle nasıl bir ilişki içinde bulunduklarını gündeme getirir. Ama bu konulara girildiğinde, onların devamcısı ya da temsilcisi olduklarını söyledikleri politik ve ideolojik geleneklerin mirasını aslında nasıl reddettikleri görülebilir. Yani bu hareketlerin programatik., ideolojik ve politik temelleri havaya uçar. Bu da bize şunu gösteriyor. Demokratik Cumhuriyet konusunun kendisi, tartışılması, bizzat politik ve ideolojik mücadele konusudur. Bu konuya girdiğiniz an politik ve ideolojik mücadele alanına giriyorsunuz ve belli güçlerle, anlayışlarla karşı karşıya geleceksiniz demektir. Demokratik Cumhuriyetin içeriğinin ne olduğu konusundaki karanlık ve boşluk, rastlantısal yada bilgisizlikten doğan, politika dışı, sınıflar mücadelesi dışı bir olgu değildir. Aksine bu karanlık tamamıyle politik bir anlama sahiptir ve bu karanlığı, boşluğu ortadan kaldırmaya yönelik her girişim de aynı şekilde politik bir anlama sahip olacaktır. Daha baştan bu karanlığın varlığından ve sürmesinden çıkarlı güçlerin dolaylı ya da dolaysız saldırılarının hedefi olacak demektir. Ama Demokratik Cumhuriyetin içeriğine girdiğiniz an, her şeyden önce Devlet, Demokrasi ve Politika alanına girmişiniz demektir. Bu devletin dinler, uluslar, kültürler, diller, azınlıklar karşısındaki konumunun ne olacağı; nasıl bir yapısı bulunacağı gibi sorular gündeme gelir. Bütün bunlar bizi ister istemez Marksist teorinin özellikle devlet, sınıflar ve politikaya ilişkin alanlarıyla karşı karşıya getirecektir. Demek ki, Demokratik Cumhuriyet konusu, doğrudan doğruya, toplumun kavranışına ilişkin temel bilgilerimizle, yani metodolojik sorunlarla bağlantılıdır. Ama aynı zamanda, Demokratik Cumhuriyet insanların son derece acil, işsizlikten, dinsel ve ulusal baskıdan, pahalılıktan kurtulmalarıyla ayrılmaz bir bağ içindedir. En basitinden, klasik anlamışla Demokratik Cumhuriyet, “Ucuz Devlet” demektir. Yani bürokratik, militer, baskıcı, kırtasiyeci olmayan bir devlet cihazı demektir. Yani bu alana yapılan harcamaların, üretim ve toplumsal hizmet alanlarına yapılabilmesi, dolayısıyla refahın yükselişi ve işsizliğin azalması demektir. Yani işsizlik ve pahalılık karşısında doğrudan bir cevaptır. Bu bakımdan işçileri, köylüleri, çalışarak emeğiyle yaşayan ve sürekli sıkıntı ve işsizlik tehdidi altında yaşayan insanları doğrudan ilgilendirmektedir. Tabii bu aynı zamanda, diğer ülkelerle, bambaşka bir ilişki tarzı demektir. Bu ilişkinin bu günkü dünyada ne gibi biçimler alacağı sorunu gündeme gelir. Örneğin, Türkiye’de böyle bir Demokratik Cumhuriyetin kurulması karşısında Avrupa ve ABD ne gibi tavırlar içinde olurlar? Onlara karşı ne yapmak gerekir gibi sorunlar gündeme gelir? Bu ve benzeri daha yüzlerce bağlantı sıralanabilir. Burada kısaca göstermek istediğimiz şuydu: Demokratik Cumhuriyet, ister tarihi ve bu günü anlamak için, ister sosyalizm ya da ulusal baskılardan kurtulmak için, ister pahalılık ve işsizlikten kurtulmak için; ister emperyalizme karşı ister politik İslam'a karşı nasıl mücadele edileceği sorunu için hayati önemde bir konudur. Tarihin, sosyolojinin, politikanın, ideolojinin en temel ve can alıcı sorunlarının buluştuğu bir düğüm noktasıdır. Bu önemine rağmen bu konudaki tartışma ve literatüre baktığımızda ortada korkunç bir


boşluk bulunmaktadır. Hiç savunanı da yoktur. Örneğin “İkinci Cumhuriyet” diye bir kavram da var. Bunu savunanlar ve bu savunanlar içinde sembol isimler var. Ama Demokratik Cumhuriyet söz konusu olduğunda bunların hiç birisi yok. Hatta bu iki kavram ve programın benzerlikleri ve ayrılıklarının ne olduğu bile belirsiz. Kemalizm’le uzlaşma olduğu söylenen Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti karşısında ne olduğu ve farkları açıklanmadığı gibi; Kemalizm'e karşı olduğu söylenen Altan kardeşlerin İkinci Cumhuriyeti karşısında da ne olduğu ve farkları ortaya koyulmamaktadır. Demokratik Cumhuriyetin hiç bir savunucusu yoktur. Demokratik Cumhuriyet politikanın dokunulmaz paryasıdır. Ama aynı zamanda çözüldüğü takdirde bütün tıkanıklıkların açılacağı bir Gordiyos Düğümüdür. Bir yanda Demokratik Cumhuriyetin korkunç önemi ve aktüalitesi, diğer yanda korkunç bir boşluk ve karanlık bulunuyor. Ortada bir paradoks var. Ama yakından bakınca, bu paradoksu yaratan tam da onun önemi ve aktüalitesi. Türkiye’de ve Orta doğuda politika, önemine ve aktüalitesine uygun olarak, Demokratik Cumhuriyeti gündemine alıp tartışmaya başladığı an, hem paradoks hem de politikanın tıkanıklığı ortadan kalkar. Paradoks politikanın tıkanıklığının yansımasıdır. Paradoks ortadan kalktığı gün Türkiye ve bölgedeki politikaların tıkanıklığı da ortadan kalkar. Tersi de doğrudur, tıkanıklık aşıldığı an, paradoksun da ortadan kalktığı görülür. Bu yazı dizisiyle, Demokratik Cumhuriyeti adım adım tüm yönleriyle ele alıp, bu suskunluğu ve paradoksu aşma yönünde küçük bir katkıda bulunmaya çalışacağız. Belli aralıklarla değil, zamanımız oldukça, kısa deneme ve makaleler biçiminde Demokratik Cumhuriyeti ele alacağız. Demir Küçükaydın 13 Aralık 2003 Cumartesi


-I-

Demokrasiler Neden Kırallıktır? Ve Cumhuriyetler Neden Demokratik Değildir? İlk bakışta Demokratik Cumhuriyet’in oldukça sıradan ve çok bulunan bir Devlet Biçimi olduğu sanılır. Ne var ki, sanılanın aksine, Demokratik Cumhuriyet son derece nadirattandır. Çünkü genellikle Demokrasiler Cumhuriyet; Cumhuriyetler de Demokrasi değildir. Hele adında Demokratik ve Cumuhuriyet sözcüklerini birlikte bulunduranlar Demokratik bir Cumhuriyete en uzak olanlardır. Bu gün dünyada Demokratik bir Cumhuriyet’e en yakın, yani her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünün bulunduğu; iktidarın gerçekten halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde bulunduğu; en az bürokratik, militer, merkezi ve kırtasiyeci ülkelerin neredeyse hepsi kırallıktır. İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İngiltere kırallıktır. Japonya İmparatorluktur. Avustralya, Yeni Zellanda, Kanada gibi ülkeler ise bir çoklarının sandığının aksine Cumhuriyet değil; İngiliz Kraliçesine bağlıdırlar. Kraliçe’nin temsilcisi bir “Vali” vardır. Buna karşılık, dünyadaki, özellikle “üçüncü dünya”daki ülkelerin tamamına yakını, Suudi Arabistan, Ürdün gibi sonradan uydurulmuş monarşiler bir yana bırakılırsa, Cumhuriyet’tir. Ama bu cumhuriyetlerin hemen hemen hiç birinde demokrasi yoktur. Kısa zaman öncesine kadar, Doğu Avrupa’daki Cumhuriyetlerin hepsinin adında bir de “Demokratik” ya da “Demokratik Halk” sıfatı bulunuyordu. Ama bunlar, demokrasiye de halka da aynı şekilde çok uzaktılar. Bu gün bile Kore, Çin, Vietnam ve Kongo gibi bazı Afrika ülkeleri benzer isimleri taşımaktadırlar ama, bunların hiç birinde gerçek bir demokrasiden ve iktidarın gerçekten halkın temsilcilerinin elinde bulunduğundan söz edilemez. Bu günün dünyasında Demokratik Cumhuriyet’e en yakın cumhuriyetlerin sayısı hala iki elin parmaklarını aşmaz. ABD, İsviçre, Fransa, İtalya, Almanya, Portekiz, Finlandiya, Çek Ülkesi, Yunanistan gibi, çoğu Avrupu Birliği üyesi veya adayı ülkelerle sınırlıdırlar ve aslında bunların ortaya çıkışı da esas olarak ikinci dünya savaşı ve Berlin duvarının yıkılması sonrasına denk düşerler. (Burada dikkat edilsin, Demokratik Cumhuriyet’e en yakın Cumhuriyet’ler dedik, Demokratik Cumhuriyetler demedik. Çünkü Demokratik Cumhuriyet sadece iktidarın halkın temsilcilerinin elinde olması, fikir ve örgütlenme özgürlükleri değil, aynı zamanda bürokratik, militer, kırtasiyeci olmayan bir devlet cihazı da demektir. Bu anlamda bakıldığında, aslında, Demokratik Cumhuriyet’e e yakın ülkelerin, yukarıda sayılan Cumhuriyetlerden ziyade, ilk başta sayılan Krallıklar olduğu görülür. Ama bu konuya ilerde geleceğiz.) O zaman ortaya garip bir çelişki çıkıyor: Niçin en demokratik ülkeler kırallıktır da, niçin en anti demokratik ülkeler, devletin muazzam güçlü olduğu ülkeler cumhuriyettir? Normal olarak, demokrasinin modern kapitalizmle birlikte yaygınlaşmış olan cumhuriyetler biçiminde olması; buna karşılık krallıkların demokrasiye en uzak ülkeler olması gerekir. Krallık


kavramının kendisi Demokrasiyle bir çelişkidir. Çünkü Krallık, tanımı gereği, iktidarın kaynağını ve meşruiyetini, halktan değil, tanrıdan ya da soydan alır. Buna karşılık, Cumhuriyet de tanımı gereği, iktidarın kaynağını halkın ya da yurttaşların iradesinde görür. Halk ya da yurttaşlar ise bu iradesini ancak demokrasi içinde ortaya çıkarabilir. Ama gerçek ilişkilere baktığımızda, iktidarın kaynağını ve meşruiyetini tanrıda ya da soyda gören ülkelerin halka en büyük iktidarı verdiğini; buna karşılık iktidarın kaynağını halkta görenlerde halkın iktidardan yoksun olduğunu görüyoruz. Bu çelişki nasıl açıklanabilir ve çözülebilir? Burada elbette ilk dikkati çeken, normatif tanımların bize bırakalım bu sorunu çözmek bir yana, bu sorunu ve paradoksu ortaya koyma olanağı bile vermediğidir. Sorunun cevabı, her zaman olduğu gibi, gerçek tarihte, somut toplumsal ilişkilerde; sınıfların ve toplumsal güçlerin ilişki ve çelişkilerinde aranmalıdır. Ne var ki, çözümü gerçek tarih ve toplumsal ilişkilerde aramak, onları tasvir etmek ya da kafadaki kimi şablonlara uydurmak değildir. O görünen gerçeğin çok altında, derinlerdeki güçleri ortaya çıkarmak demektir. Ne demek istediğimize bir örnek verelim. Örneğin Modern demokrasinin başlangıç noktası olarak kabul edilen Magna Karta (1215) kimilerince Baronlarla Kral arasında bir anlaşma olarak tanımlanır. Burada Soylular da Kral da analitik kavramlar değil, tasviri adlandırmalardır ve bize bu olayın özü hakkında bir fikir vermezler. Çünkü dünyanın başka yerlerinde de krallar ve soylular vardır ama niye başka yerlerde böyle “Magna Karta”lar çıkmamış veya çıktı ise bile niye olmamışa dönmüştür sorusuna cevap vermez. Bize bu sorulara cevap verecek kavramlar lazımdır. Konuyu, mekanik bir ele alışa ve klişelere sokma anlayışına örnek olarak da, Magna Karta’nın, yükselmeye başlayan burjuvazinin krala koşullarını dayatması olarak kavranmasıdır. Örneğin şöyle yazanlar Çıkabiliyor: “İngiltere'de 13. yüzyılda Magna Carta ile kurulan feodal imparatorluk, sonal olarak feodal yerel otoriteler ile burjuvazinin geçici bir uzlaşmasını ifade eder.” (Kurtuluş Cephesi; Ulus Ulusal baskı ve Toplumlar, http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc14_5.html ) i Burada sözde olayın özün girme, burjuvazinin konumuyla açıklama çabası vardır ama, bu açıklamanın da çok büyük bir eksikliği vardır: olgu olarak karşılığı yoktur. Çünkü Magna Karta’daki taraflardan biri Burjuvazi değildir, çünkü o zamanlar dünyada, hele hele İngiltere’de burjuvazi yoktu. Burada çok açık ki, olayın bir Prokrutes yatağına uydurulması ile karşı karşıyayızdır. Kafada bir şema vardır ve tarih o şemaya sığdırılmaya çalışılmaktadır. Şemanın ne olduğu biliniyor: İlkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Kapitalist toplum... Eh demokrasi de Burjuvazi ile ortaya çıktığına ve demokrasinin Avrupa’da ilk doğuşu ve kökeni olarak Magna Karta kabul edildiğine göre, Magna Karta’da bir burjuvazi olmalıdır ki olayın “Tarihsel Maddeci” bir açıklaması olsun. Bu örneği niye verdik, çünkü aslında olayın gerçekten tutarlı bir açıklamasını ancak ve ancak


Tarihsel Maddecilik verebilir ama bu Tarihsel Maddecilik, şu bilinen yaygın ve resmi Tarihsel Maddecilik değil; bir başka, ezilmiş, altta kalmış, dip akıntısı, yer altında giden köstebek bir Tarihsel Maddeciliktir. Bu demokrasilerin cumhuriyet; cumhuriyetlerin de demokrasi olmayışı çelişkisi; yani günümüz dünyasının çok temel bir görüngüsünü açıklama çabası bizi ister istemez bizi tarihin daha derin bir açıklaması ve daha derine inen sosyolojik kavramları araştırmaya itmektedir: Yani birden bire, somut ve politik bir sorun bizi tarih ve toplum biliminin en temel yöntembilimsel sorunlarıyla yüz yüze bırakmaktadır. Diğer bir ifadeyle, demokratik Cumhuriyet gibi, son derece aktüel programatik ve politik bir sorun bizi, tarih ve toplum bilime oradan da Tarihsel Maddeciliğin, yani Sosyolojinin en temel yöntembilimsel problemlerine götürmektedir. Böylece, yöntembilimsel yanılgılar ile günümüzün politik sorunları, stratejiler ve politik taktikler arasındaki o derin ve görünmez bağ sorununa geliriz. Şimdi tekrar şu çelişkiye dönelim. Niçin demokrasiler krallıktır ve Cumhuriyetler demokrasi değildir. Ya da bunun özgül bir biçimi olarak, niçin Magna Karta’da burjuvazi yoktur. Burjuvazi, olmadığına göre, ikisi de asalak ve sömürgeci asiller ve kral arasındaki bir çelişki ve bu çelişkiyi kurala bağlayan anlaşmadan nasıl olur da modern demokrasinin tohumu çıkar? Yukarıda kendine Marksist diyenlerden bir örnek verdik, Magna Karta’yı bir açıklama çabasına ilişkin olarak. Şimdi de, biraz diğer tarih ve sosyologların bu sorun karşısında nasıl çuvalladıklarını görelim. Türkiye’nin aydınları için hep şu sorun olagelmiştir: “Batı niye ilerledi de biz ilerleyemedik? Batı niye kapitalizme geçti, demokrasi kurdu da biz kuramadık?” Elbette bu soruları sadece Türkiye’nin aydınları sormamıştır. Hemen hemen bütün Üçüncü Dünya denen sömürge ve yarı sömürgelerde bu sorular sorulmuştur. Elbette burada hemen fark edilecek olan şudur, eğer dünyanın bir kısmı geri kalmasa idi böyle sorular sorulmazdı. O zaman niçin dünyanın bir kısmı demokrasi ve refah içinde yaşarken diğer kısmı böyle geri kalmaktadır? En kör göz için bile bunun Kapitalizm ile bir ilişkisi olduğu ortadadır. Burada iki farklı paradigma ortaya çıkar. Birinci paradigma, bu farklılığı, kapitalist sistemin işleyişinde arar. Yani az gelişmişliği yaratanın bizzat Batı’daki gelişmişlik olduğunu söyler, bunların diyalektik bir bütün olduğunu söyler. Bu paradigmayla meşgul olanların en bilinenleri, Emmanuel, Wallernstein, S. Amin, A. G. Frank gibi “Üçüncü Dünyacı” diye bilinen tarihçi ve ekonomistlerdir. Tabii bu paradigmanın konumuzla ilişkili olduğu hemen görülebilir. Dikkat edilirse bütün demokrasi olan krallıklar gelişmiş, buna karşılık bütün cumhuriyet olan ama demokrasi olmayan ülkeler az gelişmiştir. En azından böyle bir genel eğilim görülmektedir. Bu genel eğilim açıklanırsa sonra istisna gibi görülenler de açıklanabilir. O halde bu paradoksun açıklanmasında merkez-çevre veya dünya sistemi teorilerinin konumuzla bir şekilde yakından ilgili olduğu görülebilir. Hemen fark edileceği gibi, bu paradigma bağlamında krallıklar ve demokrasi paradoksunu ele alıp açıklamaya


kalktığımızda, iktisat bilimi ve onun kategorileri, kavramları ve metodolojisi tartışmalarına gideceğimiz açıktır. Görüldüğü gibi, en aktüel politik sorundan bile yola çıktığımızda, garip bir şekilde birden bire kendimizi yine toplum bilimlerinin en temel sorunlarıyla karşı karşıya buluyoruz. Metodolojinin somut politikayla ilişkisi burada çok açık olarak görülmektedir. Ama biz konuyu dağıtmayalım ve tekrar kaldığımız yere dönelim. İkinci bir paradigma daha vardır. Bu paradigma farklılığı, kapitalist sistemin doğuşunda arar. Çünkü kapitalizme geçiş ile gelişmişlik arasında en kör göze batacak ilişkiler vardır. Geçemeyiş ile de az gelişmişlik. Keza Demokrasi ile de gelişmişlik arasında var. Bütün ileri ülkelerde demokrasi var. O zaman şöyle bir eşitlik ya da bağlantı ortaya çıkıyor: Demokrasi=Kapitalizme Geçiş=Gelişmişlik. Bu üçünün genel bir eğilim olarak bir arada bulunduğu görülüyor. O zaman, bir çok az gelişmiş ülke aydını açısından geri kalmanın anahtarını Batıda niye kapitalizme geçildiği, buralarda niye kaptalizme geçilemediği sorusunun cevabında aramak gerekir. İşte bu “Biz niçin geri kaldık?”, ya da “Biz niye kapitalizme geçemedik?” sorusunun cevabını, Türkiye’nin aydınları, Zengin ülkelerle ilginç paralelliklere rastladıklarını düşündükleri iki ülke ve olayda bulurlar. İngiltere ve Japonya. Japonya, aşağı yukarı Osmanlı ile aynı dönemde, Modernleşme çabalarına başlar. Kimileri Demokrasi ve Magna Karta’nın olmamasını kapitalizme geçemeyişin ve kalkınamayışın sebebi olarak gösterirler ya, Japonya örneği bu sorunu da çözer. Orada ne Magna Karta vardır ne de demokrasi. Aynen Osmanlı’da olduğu gibi bir “İmparator” vardır. Aynen Osmanlı gibi, yukarıdan modernleşme çabalarına başlamıştır ve buna hiç de demokrasi eşlik etmemiştir. Peki Japonya niye dünyanın en güçlü ve ileri ülkelerinden biridir de Osmanlı veya Türkiye değil. Bu sorunun cevabı verilirse, geriliğe neden olun şeyin bulunacağı dolayısıyla hastalığın tedavi edileceği düşünülür. Diğer ülke ve olay İngiltere ve Magna Karta’dır. Osmanlı’da da Magna Karta benzeri bir “Senedi İttifak” vardır. Padişahla Ayan arasında imzalanmıştır. Burada da şu soru ortaya çıkar, niçin “Senedi İttifak”tan İngiltere’deki gibi bir demokrasi ortaya çıkmamıştır? Tabii bunun ardında başka bir varsayım daha vardır. Eğer çıksaydı, “biz” de aynen İngiltere gibi gelişmiş bir ülke olurduk. Japonya ve İngiltere örneklerinin kendilerinin de bir başka paradoks olduğu ortadadır. Eğer demokrasi ile kapitalizme geçiş ve ilerleme arasında bir ilişki varsa Japonya ne oluyor? Japonya doğru ise, kapitalizme geçiş ve demokrasi arasında bir ilişki olmaması gerekir. Keza, Japonya, merkez ve çevre teorisyenleri bakımından da benzer bir sorun yaratmaktadır. Japonya bir çok bakımdan başlangıçta bu gün üçüncü dünya denen ülkelere benzemesine rağmen nasıl olmuştur da aynı akıbeti paylaşmamıştır. Demek ki, Gelişmiş ülkelerdeki kapitalizm her şeyi belirleyemiyor. Ama o zaman, benzer modernleşme çabalarına rağmen, niçin Osmanlı ya da Mısır bir başarı gösteremiyor da, Japonya gösteriyor. Demokrasi yoksa onlarda da yok. Tepeden modernleşme ise onlarda da var. O zaman giderek, şu veya bu momentte şu veya bu kararın alınmış olması gibi uzman bilgiçliklerinin yolu açılıyor. Japon


imparatoru şu tarihte şu kararı alabildiği için böyle oldu gibilerden sonuçlar çıkarılıyor. Tabii o zaman da şu soru çıkıyor? Niye Japonlar o kararı aldı da diğerleri almadı? Burada da son duruşmada o yöneticinin zekası veya uzak görüşlülüğü noktasına varılıyor. Peki o niçin uzak görüşlü davrandı da diğeri değil? Burada varacağınız yer mutlak bir subjektivizm veya ırkçılık olabilir. O imparator Japon ırkının ya da kültürünün dehasını ifade etmiştir. Görüldüğü gibi, bizim öyle bir teorimiz olması, öyle kavramsal araçlara sahip olmamız gerekiyor ki, bize hem niye krallıkların demokrasi olduğunu; niçin kapitalizmin batıda doğduğunu, niçin Doğu’da Japonya’nın hem geç hem de demokrasisiz kapitalizme geçip kalkınmış bir ülke olduğunu son derece basit olarak açıklayabilsin. Bu açıklamanın öyle kolay olmadığına yukarıda, Magna Karta Burjuvazi bağlamında değinmiş ve bir örnek vermiştik. Şimdi de, burjuva tarihçilerinin, buraya kadar kısaca ana fikirlerini verdiğimiz “biz niye geri kaldık” sorusu bağlamında açıklama denemelerine bir bakalım. Bilinir veya pek bilinmez ama Omanlı Tarihinde Senedi İttifak diye, Ayan ile İkinci Mahmut arasında, Britanya Adalarında yapılan Magna Karta’ya benzetilen, bir anlaşma yapılır.ii Soru şudur. Magna Karta’nın bir benzeri Osmanlı’da da olduğuna göre, Magna Karta nasıl olup yaşamış ve İngiliz demokrasisine tohum olmuştur da Senedi İttifak niçin böyle bir gelişmeye yol açmamış, uzman tarihçiler dışında kimsenin pek hatırlamadığı bir belge olarak olmamışa dönmüştür? “Bu itibarla ölü bir vesika olarak kalmış olmakla beraber, sened-i ittifakın büyük bir tarihî manası vardır.[xi] İlber Ortaylı ise, Sened-i İttifakı çok gecikmiş Magna Carta olarak nitelendirmekte ve modern devlet yapısı ve ideolojisi ile uyuşmaz bir belge olduğunu belirtmektedir. Sened-i İttifak, Osmanlı devletinde hürriyetlerin ve parlamentarizmin gelişmesini sağlayamayacağı gibi güçlü bir merkezî devletin varlığını da tehdit etmiş, padişahın ve merkezi devlet bürokrasisinin tepkisine neden olmuştur.[xii] Bu belgenin Magna Carta niteliğine İdris Küçükömer de dikkat çekmektedir; Ona göre, Osmanlı toplumunda büyük toprak mülkiyetine bağlı yeni bir sınıf olarak beliren ayan gerçeği karşısında eğer, İngilizlerde olduğu gibi bir Magna Carta aranacaksa, bu olsa olsa Sened-i İttifakta bulunabilir. “Vergilerin tespiti ve cezalandırmada hukuk devleti arayışı noktasındaki benzerliklere rağmen bu konuda, karşı görüşte olan Niyazi Berkes'e göre ise, bu iki belge arasında benzerlik aramak doğru değildir. Başlangıçta lordlara da hak tanıyan Magna Carta zaman geçtikçe burjuvaları da bir heyet, bir sınıf veya etat anlamında kapsamına alan bir anlayış ve uygulamaya vardırılabilmişti. Osmanlı devletinde ise, böyle bir feodalizmden bahsetmek söz konusu olmadığı gibi, Sened-i İttifak da, feodal hakları olan beyler sınıfı ile beylerin en üstünde yer alan hükümdar arasında yapılmış bir sözleşme niteliğinde ortaya çıkmamıştır. Ne İslam, ne de Osmanlı hukukunda ulema, umera ve reaya hukuk karşısında bir heyet, bir sınıf olarak görülmüşlerdir. Haklar ancak bireyler için söz konusudur. Bu temel farklar nedeniyledir ki, İngiltere'de Magna Carta demokratik bir gelişmenin kapılarını aralarken, Osmanlı devletinde Sened-i İttifakın böyle bir işlevi olmamıştır.[xiv] Bu işlevsel farklılık, Batı-Batı-dışı ayrımı bağlamında, Avrupa ve Osmanlı-Türk toplumunun merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik ilişkileri ile yerel yönetim-kent yapılanmalarının ortaya çıkıp, gelişmesinde önemli bir noktayı


oluşturmaktadır. Ahmet Davutoğlu ise böyle bir karşılaştırmayı anlamsız bulmaktadır. Buna göre, iki farklı sosyal, siyasî ve ekonomik birikime sahip iki toplumda yaşanan iki tarihî olgu arasında asırları aşan bir mukayese zemini oluşturmaya çalışmak ancak ve ancak böylesi bir zemini anlamlı kılacak büyük ölçekli bir teorik çerçeve ile mümkündür. Halbuki bu tür mukayeseler genellikle evrenselliğine inanılan bazı olguların büyük genellemelerle her toplumda farklı dönemlerde tezahür ettiği varsayımından kaynaklanmaktadır.[xv] Bu ise önyargılı ve yanlış sonuçlara yol açmaktadır. " (Mustafa ÖKMEN, OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E TÜRKİYE'DE MERKEZİYETÇİLİK- ADEM-İ MERKEZİYETÇİLİK PRATİĞİ ÜZERİNE NOTLAR, AKADEMİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ sayı: 9-10 , http://www.academical.org/dergi/MAKALE/9_10sayi/_edn14#_edn14) Bu uzun alıntıyı yaptık çünkü ilginçtir ve burjuva tarihçiliği ve sosyolojisinin hali pür melalini açıklamaktadır. Birkaç kısa örnekle değinelim. İlber oltaylı, bu iki belgenin aynı güçler ve ilişkileri yansıttığını var sayıyor ya da böyle olacağını kabul ediyor ama sorunu, gecikmişlikte buluyor. Yani modern devlet merkezi olmayı, Senedi ittifak ise, modern merkezi devletler çağında Bu çelişkinin açıklanması, bize hem sorunun özünü, yani demokratik bir cumhuriyetin ne olduğunu; hem de genel olarak dünya tarihinin hem de modern tarihin özünü kavramamızı sağlar. (Bu yazı da burada yarım kalmış bulunuyor.)

i

Bir başka örnek:

Kendileri için "ideal" kabul ettikleri "anglo-sakson uzlaşma geleneği", Magna Carta'dan itibaren İngiltere'de süregiden aristokrasi ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının yıkıntıları üzerinde kurulan ve bu savaşımın denge durumunu ifade eden İngiliz mutlak monarşisinin kuruluşuyla gerçekleşmiştir. ) 2003, http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc74_4.html ) Yine bir başka örnek: “Burjuvazi kendi siyasal iktidarını kurarken 13. yüzyıldaki Magna Carta'yı 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ni ve 1789 Fransız İhtilali'ni, "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" şiarını esas almıştı.” (A. Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa DEVLET VE DEMOKRASİ –II, http://www.serxwebun.com/2002/04/hab13.html ) ii

Ikinci Mahmûd Han devrinde 1808'de ayan ile hükümet arasinda yapilan sözlesme. On sekizinci asra girerken askerî teskilâtin bozulmasi neticesinde, devletin merkezî otoritesi zayiflamisti. Devlet, mültezimlerin reayayi ezmeleri sonunda, vergi toplama isini mahallî esrafa devretme siyâsetini gütmüs, bu da ayanlarin ortaya çikmasina sebeb olmustu. Yerli halk arasindan veya disardan gelip halka söz geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen ayanlarin nüfuzlari zamanla artti. Yeniçeri ve timar sisteminin bozulmasi sebebiyle, ihtiyâç duydugu askeri te'min edemeyen devlet de, ayanlarin nüfuzundan istifâde yoluna gitti. 1768-1774 Osmanli-Rus savasi sirasinda hükümet, kaza merkezlerinde idareyi ele geçirmis olan ayan ve mütegallibeye bas vurarak para ve asker te'minine çalisti. Bu durum, ayanlar üzerindeki hükümet kontrolünün kalkmasina sebeb oldu ve tasrada idareye


tamamen hâkim oldular. Sultan üçüncü Selîm Han, Rusçuk ayani Alemdar Mustafa Pasa gibi devlete faydali olanlara rütbeler verdi. Nizâm-i cedidi tasvîb etmeyen yeniçerilerin, sultan üçüncü Selîm Han'i tahttan indirmeleri üzerine, Alemdar Mustafa Pasa, onu tekrar tahta geçirmek için hazirliklara basladi. 28 Temmuz 1808'de Bâb-i âlî'yi basip sadâret mührünü ele geçirdi. Fakat bu arada sultan üçüncü Selîm Han sehîd edildi Alemdar Mustafa Pasa da, sehzade Mahmûd'u sultan îlân etti. Yeniçeri ocaginin kaldirilmasi ve devlete çekidüzen verilmesi için çalismalara basladi. Rumeli ve Anadolu'daki ayanlar çagrilarak mesveret-i âmme adi verilen büyük bir toplanti yapildi. Yeniçeri ocaginin düzeltilmesi ve düzenli sekilde egitilmesi için karar alindi. Alemdar Mustafa Pasa, kalabalik sayida askeri ile istanbul'a gelmis olan ayanlarla, devlet arasindaki ihtilâf ve mücâdelenin kaldirilarak, devletin zafiyetinin önlenebilecegini düsünüyordu. Yapilan görüsmeler sonunda asagidaki hususlari ihtiva eden sened-i ittifak imzalandi. 1 ve 4. maddede, ayan ve eyâlet valileri pâdisâha bagliliklarini belirtiyor, sadrâzami onun mutlak temsilcisi olarak kabul etmeye devam ediyordu. 3. maddeye göre; Osmanli vergi düzeni ülkenin tamâminda, bütün eyâletlerde uygulanacak, pâdisâha ait gelirlere ayanlar el koyamayacaklardi. 7. maddeye göre; vergi miktarlari ayan ve hükümetin görüsmeleri sonunda belirlenecekti. 2. maddeye göre; devletin gelecegi ordunun gücüne bagli oldugu için, ayanlar eyâletlerde asker toplanmasina yardimci olacaklar, ordu, nizâm-i cedîd sistemine göre teskilâtlanacakti. 5. maddeye göre; ayanlar, kendi eyâletlerinde âdil bir idare kuracaklardi. Birbirlerinin topraklarina ve haklarina taarruz etmeyecekler, birbirlerine kefîl olacaklardi. 6. maddeye göre; devlet merkezinde çikacak herhangi bir kargasalik âninda, pâdisâhdan izin almak için vakit harcamadan istanbul'a yürüyeceklerdi. Bu vesikanin altindaki ekte ise, özetle söyle deniliyordu: Yapilacak islerde bu sartlarin esas tutulmasi gerektiginden, zamanla degismesini önlemek üzere, bundan sonra sadrâzam ve seyhülislâm olacaklar, bu makama geçtikleri zaman bu senedi imzalayacaklar ve harfi harfine uygulanmasina çalisacaklardir. Bu senedin bir sureti beylikçi kaleminde, bir sureti pâdisâhin yaninda bulunacak ve gereken kimselere oradan kopyeleri verilecek, pâdisâh, kendisi bu sartlarin uygulanmasina nezâret edecekti. Devletin ayana ipotek edildigi, pâdisâhin yetkilerinin kisitlandigi bu senedi imza edenler arasinda, bir taraftan en yüksek derecedeki ulemâ (seyhülislâm, nakîbül-esrâf ve kazaskerler), devlet ricali (generaller, yeniçeri agasi, sipahiler agasi) öbür taraftan o zaman payitahtta hâzir bulunan belli basli ayanlar (Cebbârzâde, Karaosmanoglu, Sirozlu Ismail Bey ve Çirmen mutasarrifi) vardi. Pâdisâhin tugrasi konulan bu sened, pâdisâhin ayanlara taahhüdleri seklinde idi. Is. basina gelen her sadrâzamin bu senede yeminle bagli olmasi, yalniz pâdisâha karsi degil, ayanlara karsi da sorumlu olmasi durumunu çikariyordu. Vergiler bile, vükelâ ile ayanlar arasinda kararlastirilacakti. Bütün bu sebepler, pâdisâh ve saray çevresinin sened-i ittifaka muhalefetini îcâb ettiriyordu, idareye tam hâkim olan Alemdâr'in korkusundan kimse ses çikaramiyordu. Alemdar Mustafa Pasa, birkaç aylik iktidarinda sekbân-i cedîd adiyla bir askerî teskîlât kurdu. Yeniçeri ocaginin hosuna gitmeyecek bâzi islâhatlara giristi. Kendisinin bâzi hareketleri ve yeniçerilerin hosuna gitmeyen isleri isyana sebeb oldu. Isyanda Alemdar öldü. Islâhatlari neticesiz kaldi. Ayanlar arasinda birlik kalmayip kisa zamanda dagilmalari üzerine sened-i ittifak hükümsüz kaldi. Ayanlarin ileri gelenleri zamanla ortadan kaldirildi. Sultan ikinci Mahmûd Han'nin dirayetli idaresi neticesinde merkezî otorite saglandi.


Sened-i ittifakla, 1839'da Mustafa Resîd Pasa tarafindan ilân edilen Tanzîmât fermani arasinda bâzi benzerlikler vardir. Bunlarin en barizi, her ikisinin de devleti ipotek altina almasidir. Sened-i ittifak, devleti ayanlara ipotek ederken, Tanzîmât fermani yabanci devletlere ipotek etmistir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.