Demir Küçükaydın Çatı Partisi Tartışmalarında Program Konusunda Yazılar 1
Yayınları
Çatı Partisi Tartışmalarında Program Konusunda Yazılar Demir Küçükaydın Birinci Sürüm Ağustos 2011
Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları 2
“ÇATI PARTİSİ” TARTIŞMALARINDA PROGRAM KONUSUNDA YAZILAR DERLEMESİ
İçindekiler “ÇATI PARTİSİ” T ARTIŞMALARINDA PROGRAM KONUSUNDA YAZILAR DERLEMESİ ............. 3 İçindekiler............................................................................................................................... 3 “Çatı Partisi” Girişiminde ve/veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” Sürecinde Program Konusunda Yazılmış Yazılar Derlemesini Sunuş .................................................................. 6 Program ve Tüzük Komisyonu’na Eleştiri ve Katkı .............................................................. 8 Program Üzerne Kuruçeşme Döneminde Neler Yazılmıştı? ............................................... 20 Program Anlayışları ......................................................................................................... 21 Demokratik Cumhuriyet Nedir ve Sosyalistler Tarafından Niçin Savunulmalıdır? ............ 26 (“Ankara’dan Komünistler”e Cevap) .................................................................................. 26 (Birinci Bölüm) ................................................................................................................ 26 Türkiye’de Strateji Tartışmaları Bağlamında Demokratik Cumhuriyet .......................... 26 (İkinci Bölüm) .................................................................................................................. 52 Dünya Çapında Bir Program Bağlamında Demokratik Cumhuriyet ............................... 52 (Üçüncü Bölüm) ............................................................................................................... 67 Sorunları Somut Olarak Anlatmla Denemesi ................................................................... 67 Çatı Partisi" Tartışmalarında Eksik Olan ............................................................................. 75 Çatı Partisi Girişimcilerine Sorular ve Bir Çağrı ................................................................. 79 Çatı Partisi Girişimcilerine Program Önerisi ....................................................................... 82 Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu ................................................................................ 82 Ulusçuluk Hayaleti ....................................................................................................... 82 Orta Doğu’nun Tarihteki Yeri ...................................................................................... 82 Ulusçuluk ve Orta Doğu ............................................................................................... 84 Ulusçuluk ve Diğer Uygarlıklar ................................................................................... 85 Ulusçuluk ve Dil ........................................................................................................... 87 Ulus ve Ulusçuluk Nedir? ............................................................................................ 88 Ulusçuluk ve Politik - Özel Ayrımları ......................................................................... 88 3
Ulusçuluk ve Din .......................................................................................................... 90 Demokratik ve Gerici Ulusçuluk.................................................................................. 91 Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk .................................................. 93 Gerici Ulusçuluğun Kendi Dinamiği ............................................................................ 94 İşçi Hareketi ve Demokratik Ulusçuluk ....................................................................... 94 Devrimci Marksistler ve Ulusçuluk ............................................................................. 97 Tarih ve Ulusçuluk ....................................................................................................... 97 Osmanlı ve Ulusçuluk .................................................................................................. 98 Türk Ulusçuluğu ........................................................................................................... 99 Bölge İçin Sonuç ........................................................................................................ 100 Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri .................................................................... 100 Globalleşme ve Ulusçuluk ......................................................................................... 102 Değişen Roller ............................................................................................................ 103 Demokrasinin Koşulları ............................................................................................. 104 Seçenler ve Seçilenler ................................................................................................ 105 Ordu ve Polis .............................................................................................................. 106 Demokrasi ve Refah ................................................................................................... 108 Demokrasi ve Eğitim .................................................................................................. 108 Demokrasinin Üç Kaynağı ......................................................................................... 109 Politik İslam ve Demokrasi ........................................................................................ 110 Bürokratik Oligarşi ve Burjuvazi ............................................................................... 111 Güçler ......................................................................................................................... 112 İşçiler .......................................................................................................................... 113 DTP, EMEP, SDP, SP, SEH, EHP ve diğer bütün kişi ve gruplara soru ve çağrı: Hangi Çözümden veya Ulusçuluktan Yanasınız? ......................................................................... 115 Matematik Fomüller ve Sosyolojik Sorunlar ..................................................................... 119 Metodoloji ve Program – Aşamacı Programı Kim Savunuyor?......................................... 131 Metodoloji ve Program İlişkisi Üzerine ............................................................................. 137 Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (2) ................................... 172 Radikal, Kapsamli ve Sistematik Olma Gereği ve "Yeni Sosyal Hareketler" ................... 172 “Yeni Sosyal Hareketler”in Sorunları ve Dersleri ............................................................. 172 Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (3) ................................... 181 Babil Kulesi, Çin Yazısı ve Ayrı Diller sorunu.................................................................. 181 Karşı Gündem Önerisi ........................................................................................................ 187 "Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı ......................................................... 190 27-28 Haziran'da "Yapılan Demokrasi İçin Birlik" Konferansı "Sonuç Bildirgesi"nin 4
Eleştirisi (1) ........................................................................................................................ 193 "Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı ................................................. 194 27-28 HAZİRAN 2009 “DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK” KONFERANSI SONUÇ BİLDİRGESİ .............................................................................................................. 196 Bütünsel ve Biçimsel Eleştiri ............................................................................................. 200 Öz ve Biçim İlişkisi .................................................................................................... 200 Uzunluk ve Kısalığın Anlamları ................................................................................ 200 "Çatı Partisi Girişimi" (DBH) BDP'ye Katılmalı ve Soldaki Diğer Girişimleri de Aynı Davranışa Çağırmalıdır ...................................................................................................... 203
5
“Çatı Partisi” Girişiminde ve/veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” Sürecinde Program Konusunda Yazılmış Yazılar Derlemesini Sunuş Aşağıda, Çatı Partisi girişimi ve tartışmaları esnasında program konusunda yazdığımız yazıların bir derlemesi bulunmaktadır. O dönemde, ilerde gelecek kuşaklar ve başka benzeri girişimler için, gerek bir birikim sağlamak; gerek deneyleri ve dersleri derlemek ve sistemleştirmek amacıyla bir seri yazılar yazdık. Doğrusu elbet pratik bir mücadele içinde yazıyorduk ama bunun etkisiz ve başarısız olduğunu biliyorduk. Beklediğimiz gibi bu yazıların çoğu okunmadı, belki okuyanlar olduysa da anlaşılmadı. Ancak bu yazılar, gerek sosyalist hareketin, gerek işçi hareketinin ve diğer hareketlerin tarihsel tecrübelerinin derli toplu bir sunuluşu ve geliştirilmesiydi. Bugün seçimlerde kurulan bloğun bir Kongre hareketine dönüşmesi girişimleri sürerken, bu kongre hareketinin programının ne olacağı gibi sorunlar tartışılır ve bir “Program ve Tüzük Komisyonu” kurulurken program konusundaki yazıları derleyip bir kere daha kolay erişilebilirlik sağlamanın yararlı olacağını düşündük. Her şeyden önce, Şark’ın tarihi ve takvimi kendiyle başlatan; geçmişin birikimlerini yokmuşçasına atlayan geleneğinden kurtulmak isteyenler okumalıdır bunları. Ayrıca Amerika’yı yeniden keşfetmek; böyle bir zaman ve enerji kaybından kurtulmak isteyenlere okumaları önerilir. Bunu niye gönderiyoruz? Tartışmalar esnasında Program konusunda söylenenlerin yanlışlığından ve bunların genel kabul görmesinden. Birbiriyle bağlantılı şu yanlış kabulleri neredeyse herkes tekrarlıyor: 1) Program hala bir ilkeler bildirisi gibi anlaşılıyor veya bir ilkeler bildirisinin programdan önemli olduğu düşünülüyor. Bu baştan aşağı yanlıştır. Çünkü program bütünüyle somut olarak yapılacak işler olmalıdır. İlkeler birleştirmez böler. Somut yapılacak işlerin planları birleştirir. İlkelerle tarikatllar, sektler kurulur; somut yapılacak işlerden oluşan programlarla modern örgütler, partiler ve hareketler. 2) Program yazmanın kolay olduğu, bunun kolayca yapılabileceği, zaten çağrıdaki programın birkaç eksiğinin tamamlanınca yeterli olacağı söyleniyor. Bu tamamen yanlıştır. Bugün gerek dünyadaki işçi hareketinin ve sosyalist hareketin gerek 6
Türkiye’deki Sosyalist hareketin, işçi hareketinin ve diğer hareketlerin programı yoktur. Yukarıdaki sözleri edenler daha bu çok temel ve basit gerçeğin farkında değildirler. Bu derlemedeki yazılar aslında bu korkunç ve devasa görevin altından kalkılabilmesi için bir girişimdir. 3) Bir program metni ile bir program karıştırılıyor. Program yazmak bir program metni yazmak sanılıyor. Program yazmanın eni sonu bir teorik ve metodolojik araştırma ve tartışma sorunu olduğu anlaşılmıyor. 4) İçerik olarak ise baştan aşağı yanlış bir program savunuluyor. Radikal Demokratik değil; ezilen çoğunluğun üzerinde yükselmeyecek ama ona hizmet edecek bir devlet cihazını somut tedbirlerle öneren bir program değil, gerçekleştiği takdirde bunun için belki daha elverişli koşullar sağlayabilecek programlar, yani liberal demokratik ve sözde “emek eksenli” taleplerin bir çorbası savunuluyor. 5) Ulus sorununda bütünüyle gerici Kürtlüğe ve Türklüğe göre tanımlanmış ulusların eşit ilişkisi savunuluyor; ulusun Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlanması savunulmuyor. Bütün bu ve burada saymakla bitmeyecek gücü yaygınlığından gelen yanlışları aşmak için bu derlemeyi okumalarını arkadaşlara öneririm. Elbette kimse okumayacak. Elbette herkes kim okur bunca uzun yazıları diyecek. Elbette okuyanlar anlamayacak. Elbette kimi az sayıda anlayanlar kendilerinin savunduklarıyla çeliştiğini görüp susuşu tercih edecek. Bütün bunları bile bile niye bunca emek denecek? Gericilik ve yenilgi dönemlerinde; insanların teoriye ilgilerinin yittiği; genelleme yeteneklerinin bittiği dönemlerde politika yapmak böyle bir şeydir işte: İdeolojik mevzileri, sanki okuyan varmışçasına savunmak ve geliştirmektir. Ezilenlerin binlerce yıllık ağulardan süzülmüş bilgeliğinin dediği gibi: “İyilik yap denize at, balik bilmezse halik bilir.” 22 Ağustos 2011 Pazartesi Demir Küçükaydın http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa demiraltona@gmail.com
7
Program ve Tüzük Komisyonu’na Eleştiri ve Katkı "Program ve Tüzük Komisyonu" 14 Mayıs'ta yaptığı toplantıda kendinin işlevsizliğini kabul etti ve sonra kendine yeni bir işlev bularak kendini "politik çerçeve, örgütsel model ve yapısal özellikler" konusunda, yani aslında Programdan da daha geniş bir alanda "çalışma yapmak"la ve "Geçici Koordinasyon"a sunmakla görevlendirdi1. Yani aslında programın komisyonların işi olduğu anlayışını, kendini malzeme toplayıcılığı ile tanımlayarak "Geçici koordinasyon"a malzeme sunmayı da kendine görev olarak belirleyerek çok daha ince biçimde yeniden üretmiş oldu. Yani tüm çatı partisi girişiminde bulunan insanları bir program tartışmasına davet edip toparladığı malzemeyi derhel ve herkeze iletmenin yollarını aramak ve böylece bir program tartışmasının başlatmak ve bu tartışmanın gelişmesi için bir temel sağlayacak yerde, "Geçici koordinasyon"a malzemeleri surnarak 27-28 Hazirandaki "toplantıya" tartışma zemini oluşturmayı hedefliyor. Yani aslında "Program Komisyonu" yerine, "Geçici Koordinasyon"u ve "27-28 Hazirandeki toplantıyı" geçiriyor. Ve aslında komisyonu yaratmış anlayışı bir şekilde devam ettirmiş oluyor. Sadece bu komisyonun boyutları koordinasyon ve toplantı ölçeğinde büyütülmüştür. Yani nicel bir değişim nitel bir değişimmiş gibi koyuluyor. * Bütün dünya siyasi mücadeleler ve işçi ve sosyalist hareketin mücadelelerinin ortaya çıkardığı bir deney vardır: Bir program tartışması en genel toplantılarda bile yapılamaz ve sonuca bağlanamaz. Bir program tartışması dergilerde, kitaplarda, yazılı metinlerde yapılır
1
"Komisyonun adı her ne kadar Program ve Tüzük Komisyonu olarak belirlenmiş olsa da, komisyon muhtemel çatı partisine program ve tüzük yazacak bir komisyon olmadığı saptanarak komisyonun iş öncelikli işlevi şöyle belirlendi: “Komisyon, Geçici Koordinasyon’ca 27-28 Haziran 2009 tarihlerinde gerçekleştirmek istediği “ikinci geniş toplantı”ya bir “tartışma zemini” oluşturmak amacıyla “muhtemel çatı partisi” için öngörülen “politik çerçeve, örgütsel model ve yapısal özellikler” konusunda çalışma yapmak ve Geçici Koordinasyona sunmak.” Komisyon bu işlevini yerine getirebilmesi için başta 20-21 Aralık toplantısı “sonuç metni” olmak üzere aşağıda belirtilen kaynaklardan yararlanmak “ortak bir havuz” oluşturmak için gerekli çalışmaları hızla yapacak. KAYNAKLAR: Bölge ve illerdeki toplantılardaki sözlü ve yazılı görüşlerin derlenmesi. Uluslararası deneyimlerle ilgili belge ve bilgilerin toparlanması. Bugüne kadar çatı partisi ile ilgili yazılmış ve internet ortamında paylaşılmış yazıların derlenmesi. Geçici Koordinasyon’daki tartışmaların komisyona aktarılması. Bireysel çabalar, araştırmalar ve katkılardan yararlanılması."
8
esas olarak. Program tartışması özünde teorik bir tartışmadır. Toplantılarda artık bu yürütülmüş, olgunlaşmış, sözler tüketilmiş tartışmanın son şekilleri en özlü biçimleri ortaya çıkar. Bu derse göre en azından toplanan malzemeyi "Geçici Koordinasyon"a ya da hazirandaki toplantıya değil, tüm çatı partisi içinde ve dışındaki insanlara iletmek gerekir, onları tartışmaya davet ve bizzat tartışmayı başlatmak gerekir. Arkadaşlar ise "Geçici koordinasyon" ve "Toplantıya" sunmak üzere malzeme topladıklarından, muhtemelen tam da bu nedenle, neredeyse 15 gün geçmesine rağmen çatı partisi tartışmaları grubuna bir tek deney, sonuç vs. iletmiş değiller. bu yaklaşımlarıyla aslında bir program tartışmasını engelleyici bir işlev görmektedirler. Deneyleri toplamak, bu günkü internet çağında atla deve değildir. Konuya biraz ilgi duyan bunu bilir. O halde yapılmamış yapılmışsa bile genel tüm girişimcilere sunulmamış bu işin yapılmasına biz katkı sunalim. Ben kendi payıma, Program konusunda, uluslararası ve Türkiye'ye ilişkin deneyleri bildiğim bulduğum kadarıyla sunacağım. * Ama Program ve Tüzük komisyonu'nun tek yanlışı bunlardan ibaret değil. Program ve Tüzük komisyonu, bir programa karşı bir "susuş kumkuması" yapmaktadır. Niçin ve nasıl? Çünkü ben Aralık ayında yapılan toplantıda, "Çatı Partisi" için somut bir program önerdim. Aslında şu ana kadar tartışılmak üzere önerilmiş tek program benim önerdiğim programdır. Varsa bilmiyorum ama ben şu ana kadar başkasını görmedim. Bu Programı, Aralık ayındaki o büyük toplantıda, metin olarak, neredeyse tüm katılanlara dağıttım. Yani "Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji" adlı derleme kitabın içinde yer alan "Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu" adlı metin çatı Partisinin aralık toplantısında tüm herkese program olarak önerilmiş bulunmaktadır. "Program ve Tüzük Komisyonu" ise, bir kelimeyle bile olsun bunu belirtmemektedir. "Şu ana somut bir program olarak elde bulunan tek metin budur. Program tartışması zemini olarak bu metin kullanılabilir vs." türünden bir tek söz bile etmemektedir. Ve böyle davranarak çatı partisi girişimi içinde diğerlerine alternatif olarak getirilmiş olan programı fiilen yok saymakta, gözerden uzaklaştırmakta, onu adeta susuş kumkumasına getirmektedir.
9
Yani Program ve Tüzük komisyonu fiilen, bu programa karşı hiç bir şey söylemeden, onu yok sayarak, böyle bir öneri yokmuş gibi davranarak, bir mücadele yürütmüş olmaktadır. "Çatı partisi"ne en azından olumlu yaklaştığı söylenebilecekler içinde üç farklı program savunulmaktadır. Ertuğrul'un en açık biçimde ifade ettiği, "Anti kapitalist" bir programı savunanlar, Anti kapitalist tedbirler yoksa biz de burada yokuz diyenler Demokratik bir programı savunanlar. Ancak bunlar da iki türlüdür. 1) Demokratik programdan bir takım demokratik reformları anlamakta ve gerici bir ulusçuluk anlayışına dayananlar. Yani örneğin Kürtlerin tanınması gibi, "Ulusların kendi kaderini tayın hakkı gibi". 2) Bir de benim gibilerin savunduğu "Demokratik Cumhuriyet" tarzında ifade edilmiş, ulusun Türklük, Kürtlük veya başka bir şeyle tanımlanmasına karşı tanımlanmasını savunmadan demokratik bir program oluşturulamayacağını söyleyenler. Bu diğer programlardan tamamen farklı bir paradigmaya dayanmaktadır. diğerleri demokratik veya sosyalist bir "Türk" veya "Kürt" ulusu olabileceğini zımnen kabul etmekte ve savunmaktadırlar. Benim savunduğum programa göre ise hem Türk hem de demokrat veya sosyalist olunamaz. Demokrat ulusun Türklükle veya başka bir şeyle (Etniyle, dille, dinle, tarihle, "ulusla") tanımlanmasına karşı ulusu tanımlayan insandır. Bu üçüncü görüş somut olarak programını sunmuş bulunmaktadır. Hiç böyle bir fark, bir program yokmuş, sunulmamış gibi davranmak fiilen bu görüşü ve programı susuşa boğmak anlamına gelmektedir. * Öte yandan o yapılmayan ve yapılması öyle görülüyor ki çoook zaman alacak ve bürokratik olarak "Geçici koordinasyon"a sunulacak, deneyleri, malzemeleri en azından şimdiden şu çatı partisi girişimindeki insanlara ileterek hem bu malzamanin toplanmasına ve deneylerin aktarılmasına katkıda bulunmuş hem de bu BÜROKRATİK İŞLEYİŞİ aşmış olmak için bundan sonra elimde olan ve toplayabildiğim bütün malzemeleri gruba ve dolayısıyla çatı partisi girişimcilerine iletmeye çalışacağım. Demir Küçükaydın 29 Mayıs 2009 Cuma
10
1970 Yılında Program ve Tüzük İlişkisi Nasıl Koyuluyordu? Hikmet Kıvılcımlı'nın Program ve Tüzük İlişkisine İlişkin Yazdıkları "Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı" Kitabından Hikmet Kıvılcımlı İKİNCİ BASILIŞA ACI BİR GİRİŞ Önce Program mı gelir, Tüzük mü? Bizim bildiğimiz, bir Parti'nin önce Programı açıkça konur. Sonra o Programın prensiplerine göre Parti'nin Tüzüğü yaratılır. Gerçi "Kanun": yalnız bir Tüzük bulunmasını şart koşar. Tüzüğünü verdin mi, Partisini kurmuş olursun. Ama Kanun, politika kiremitliğinin kuralıdır. Kiremitliğin altında bütün katlarıyle Toplum Üstyapısı yükselir. O Üstyapının altında, dayandığı Ekonomi tabanı oturur. Üç buçuk egemen politikacının çıkardığı sırf siyasî kanun: Toplumun geniş Üstyapı ve derin Ekonomi ilişkilerini yaratamaz. Tam tersine, Toplum yapısı, Kanun denilen yüzeyde kalmış kuralları gerektirir. Hele İşveren Sınıfının egemen olduğu bir Toplumda, Kanunun başlıca görevi: Üstyapı ve Ekonomi'de olanları halkın gözünden kaçırmak, bir sıra anlaşılmaz soyut kurallarla örtbas etmektir. İşveren Sınıfı nasıl olsa kendi elinde işliyen ekonomisini kurmuştur; Üstyapı ilişkilerini de sıkı kontrolu altına sokmuştur. Bu alanlarda kimseye doğruyu söylemek, hele öğretmek zorunda değildir. Tam tersine, herkesi, her ciddi konuda şaşkına çevirip sersemletmek için elinden geleni yapar. İşçi Sınıfına bir Parti mi gerekiyor? Buyursun, kursun. Tüzüğünün başına üç beş satırlık bir "Amaç" maddesi koydu mu, yeter. O Amacın, hangi sosyal ve ekonomik ilişki-çelişkiler içinde, nasıl gerçekleşeceği demek olan Program aranmaz. Hatta, İşçilerin hiç Programları bulunmasa daha iyi olur. Kimse ne dediğini, ne yaptığını bilmez. Soyut ve Genel amaç maddesi çevresinde önüne gelen, ağzına geleni tekerler. "Her kafadan bir ses çıkar"... Burjuvazinin istediği de budur. Gerçek İşçi Sınıfı Partisi bu oyuna gelemez. Proletaryanın bilimine göre insan işini hayvan işinden ayırt eden tek nokta: insanın yapacağını önce tasarlaması. plânlaması, programlaştırmasıdır. Onun için, bütün ciddi İşçi Sınıfı Partileri ilkin yıllar boyu, içinde bulunduğu Toplum yapısına en yatkın gelecek kendi Programını tartışır ve aydınlığa çıkarır. Sonra o Programdan aldığı hızla Tüzüğünü tezgâhlar.
TİP Programının Lâf Kalabalığı
TİP 13 Şubat 1961 yılı acele kurulduğu zaman, tam İşveren Sınıfının istediği gibi, ne yapacağını duruca bilmiyen ve belirlemiyen bir Tüzük'ün Amaç Maddesi ile yola çıktı. Çarçabuk eksiklik ve anormallik göze battı. Onu gidermek için Aydınlara başvuruldu. 11
Bâbıâli'nin "Sol" yazar-çizerleri geldiler. Onlar da kendi kendilerinin birer "Program" olduklarına inanmış kişilerdi. Program dediğin de nedir? Gâvurca bilenlerden üç beş eli kalem tutarı masa başına oturttun mu, yeryüzünün bütün İşçi Partilerinin en son moda Programlarını özarı Türkçeye çevirip önünüze yığıverirler. Olur sana en âlâsından Parti Programı. O içgüdüyü "Bilinç" yerine koyan hazırlop TİP aydınları da TİP'i kuran Sendikacılardan aşağı kalmadılar. TİP'i Acem Şahının gemisi gibi yürütmeye giriştiler: Program istimi gerilerden gelebilirdi. Hele TİP gemisi ilerlesin... Kaç tane aydın varsa onların beş on katı sayfalar dolusu ne Programlar döktürülmez ki? Yeter ki yabancı dil bilen "tercüman" civanlar, hele "Avrupa'da tahsil" veya "tetebbu"(etüd) yapmış birkaç yularsız arslan "turist" çalışmıya başlasın. Sen ondan sonra gör Programın ne olduğunu! Gördük, TİP kuruluşunun 4. cü yılı, alüminyum çarklı sarı başaklı TİP damgasıyla damgalanmış: "Türkiye İşçi Partisi Programı" basılıp 5 er liraya satıldı... TİP Programının yalnız fihristini (içindekiler listesini) okumak bile, onun Parti Programından bambaşka birşey olacağı izlenimini veriyordu. Belli ki, TİP'in içinde ve dışında ne kadar Politikâ denizine ilk adımını atmak istiyen bilgin varsa, hepsi dağarcıklarında Politika üzerine bildikleri ve bilmedikleri bütün cevherleri TİP Programına dökmüşlerdir. Bu cömert aydın fedakârlığını hor görmek kimsenin elinden gelmez. Elbet her iyi dilek hoş karşılanabilir mi? Karşılansa bile, Program bir bilgiler yığını değil yapılacak işler plânıdır. Onu lâfa boğmak, gürültüye getirmek olur. Sonra, TİP bir İşçi Partisidir. İçine bakarsınız, işçiler de girebilir. Onlara yapılacak işi 166 sayfanın 36.000 sulandırılmış ve boyuna tekrarlanan sözcükler tufanı içinde sunmak, yalnız yorucu değil, inmelendirici de olur. Çok şey anlatılıyor sanılırken, hiçbir açık yön verememek tehlikesi baş gösterir.
TİP "İlk" İşçi Partisi mi?
Parti Programı, herşeyden önce gerçekten uygulanmak için yapılır. TİP Programı, hepsi birbirinden daha yuvarlak: "Tirade"lar (aynı şeyi boyuna uzatmalar) ile yüklüdür. O sözde "Köklü Reform"cu Tirade'ların hepsi bir şeyi örtmiye çalışan lâf kalabalığıdır. Olaylar ve Kavramlar arasında bağ ve bütünlük yapmadır. BeIli ki, kim bir şey söylese: "O da bizde var" denmek istenmiştir. Kimseye söz bırakmamak için her telden çalar görünülmüştür. Parti Programı, birbirine kırmızı iplikle teyellenmiş, aklarla karalar mıdır? Hayır. Ansiklopedi hiç değilse aynı sözcüğü her sayfasında bir, bir daha tekrarlıyamaz. Tirade daha TİP Programı'nın "Giriş" inde başlıyor: "Tarihimizde doğrudan doğruya emekçi halkın kurduğu ilk parti, Türkiye İşçi Partisidir." (s. 13) deniyor. (Manda tezeği kadar) iri bir lâf. (Manda tezeği kadar olsun) bir işe yarar mı? Sanmıyoruz. Yalan, yalnız sömürücü sınıflara yarar. Yukarıki Tirade herşeyden önce yalandır. "Tarihimiz" deyince. Türkiye Tarihi anlaşılır. Türkiye Tarihi, Antika Osmanlı Tarihi 12
ile başlar. Modern Cumhuriyet Tarihiyle biter. "Emekçi Halk" : Osmanlılıkta da, Cumhuriyette de vardır. Antika çağın Partileri Tarikatlardı. Hacıbekteş'in de, Ahi'lerin de o zamanlar Politika örgütleri o zamanın köy ve şehir "Emekçi Halkı" tarafından kuruldu. Hepsi bir yana, bizim Şeyh Bedrettin'in Partisi Sosyal Devrime girişmişti. Bu girişimi yapanlar tüm "Emekçi halk" tan başka kimdi? TİP üleması, belki o şâhane dekadan pozlarıyla: "Biz modern Siyasi Partilerden söz ediyoruz!" diyecekler. Sizin Tarihten kopuk Realpolitiker'ler olduğunuzu biliyoruz. Daha Paris Komunası yılında kurulan "Ameleperver Cemiyeti", 1889 yılı kurulan "Osmanlı Amele Cemiyeti" Modern Türkiye'de "Emekçi Halk"tan başkası tarafından mı kuruldu? Daha sonrakiler üzerinde durmıyalım.
"Amelecilik" (Ouvrierisme)
Bir de: "doğrudan doğruya. emekçi halkın kurduğu" veya kurmadığı Parti neyi ispatlar. Hiç bir şeyi TİP Program üleması İşçi Sınıfı hareketi içinde en sinsi sapıtma çeşidi olan "Ouvrierisme" (Sırf amelecilik: yalnız işçilerden ibaret örgüt) demagojisine mi çanak açıyorlar? O mârifeti icat etmek için TİP'i çıkmaza sokmuş ülema ve ukelâ beklenmemiştir. Çar'ın jandarma ve polis şefi Albay Zubatof çok daha ustaca "İşçicilik" demagojisini kullanmıştır. Tutmamıştır. "Doğrudan doğruya" aydınlarca kurulan Parti, yeryüzünün ilk Proletarya Devletini yarattı. Bunları TİP aydınlarının birkaçı olsun bilmezler mi? Bilmeleri gerek. Ama, heyamola ile Parti tepesine çıkardıkları: ne oldum delileri için, Kadrocu kalpazanlar gibi: "Eşsiz örneksiz" olmak manisinden başka eğilimi yoktur. Hiç değilse "Program" yapılıp satıldığı günler TİP Genel Başkanlığı yapan Devlet düşkünü avukat : 1958-59 yılları "Vatan Partisi" dâvâsının Ağırcezada beraetle sonuçlanan bütün oturumlarına muntazaman "devam" etmişti. Elbet o kertede "ilgilendiği" Vatan Partisi'nin, 40 sayfalık. "Tüzük ve Programı"nı görmezlikten gelememiştir. Tüzüğün 8. ci Son sayfasında: 10 kişiden 9'u "doğrudan doğruya emekçi halk", daha doğrusu İşçidir. Hem öyle gizli servislerin hâtiften (Sesi işitilen fakat kendisi görülemeyen.) "İşçi Partisi kur!" emri üzerine, Saylav olma furyası açıldı sanan "Sendikacı"lar değildirler; hepsi fabrika Cehenneminde kan kusan gerçek üretmen işçilerdir. Öyleyse niçin o bile bile yalan? 27 Mayıs kuşaklarının gençliklerinden, deneysizliklerinden, daha eski kuşakların dejeneresansından yararlanıp, ortaklıkta en azından tavus kuşu gibi kabarmak için... Sonra ilk fırsatta, kerâmetine inandırdığı içtenlikli TİP üye yığınını "Güleryüzlü Sosyalizm" makyajlı aldatıp biricik Proletarya yolundan sapıttırmak için... Yalancının mumu Yatsıdan sonroya dek yandı mı? Demek Proletarya siyasetinde Makyavelizm yahut Bizantizm uzun ömürlü olamıyor. YaIan ve Böbürlenme silahı tepti: atıcı mikrosefali (Küçükbeyinli) vurdu.
13
ABA'cı Tüzüğü ve Programı
ABA'cı TİP yöneticilerinin ciğerlerinin kaç para ettiği,daha ilk TİP'e takılan "Aydın Kelle"nin ilk bildirilerinde sırıttı. Onlar kendilerini Kadrocuvârî ve Yönkârî "Sorumlu" aydınlar gibi öne sürüyorlardı. İşçi Sınıfını gütmiye adanmış altıkulaç beberuhiler anlardı. Program düzülüp satışa çıkarılınca, bütün foyaları, dünyanın en "emekten yana" sözleriyle maskelenemiyecek ve silinip ortadan kaldırılamıyacak duruma geldi. Yazılı, basılı cevherler 5 lira veren herkesin eline geçiveriyordu. Yalanlanamaz, red ve inkârla ortadan kaldırılamazdı. Ne var ki, "Filipin tipi Demokrasicilik oyunu" ndan yalnız CİA uzmanları parsayı toplıyacak değildi. Elbet Türkiye İşçi Sınıfı denli Modern bir özgüç te, kendi Strateji ve Taktiğini bütün diyalektiği ile işletecekti. Türkiye Finans - Kapitali, kodaman Emperyalist Tekelleriyle içli dışlı işbirliği de yapsa, Dünya pazarından Aşırı-kâr çekip bir Aristokrat İşçi ve Kariyerist Aydın küçükburjuva zümresi besliyemezdi. TİP'i "Avuçları içine" aldıklarına inanmış oportünizm kocakarılarının gevezelikleri sonuna dek adam kandıramazdı. Onun için, işçi Sınıfına sunulmuş TİP Tüzüğünün ve Programının soyut eleştirisine bir süre daha girilmedi. Bu bir "çekimserlik" yahut "tarafsızlık" değildi. TİP içinde gözyaşı ve kan, ter dökerek savaşan işçi, köylü, aydın, esnaf devrimcilerin kendi pratik davranışlarıyla, ABA'cı güruhun hezeyanlarını biraz daha sınamalarına yer bırakmalıydı. Yoksa TİP Tüzüğü, bir işsiz avukatların derinliğine kazdıkları, birbiriyle tepişen, Parti içinde hertürlü Merkeziyet ve Demokrasiyi Derebeği artığı kaprislerin insafına bırakan içinden çıkılmaz bir Gayyâ kuyusu idi. Program ise, 166 sayfasında 166 nın birkaç katı fazla saçmalarla doldurulmuş, iler tutar yeri kalmamış bir yamalı bohça idi.
"Emekten Yana": İşverenin de Parolası
Program, daha Giriş'le söze başlarken, şöyle der: "Kişi olarak her birimizin insanca yaşama şartlarına kavuşmamız, toplum olarak ileri bir ülke durumuna gelmemize bağlıdır." Adı "İşçi Partisi" olan bir örgütün Programında siz İşçi Sınıfını mı arıyorsunuz? Hayır. Sosyolok hanımlar ve beyler, Burjuva Politikacılarından Özendikleri ağızla: sınıflı toplumda bir "Kişi" ile bir de "Toplum" kavramını tokuştururlar. "Kişi": "insanca yaşamak" mı istiyor? "Toplum"u: "ileri bir ülke" yapsın. Bu Lâpalisin Hakikatini: Bayar da, Demirel de böyle söylüyor. "Allah bize çuvalla versin, biz de (İşçi Sınıfına bile değil), Robenson Kruzoe "Kişi"ye torbayla verelim!". Başka deyimi de var: "Türkiye'yi "Küçük Amerika" yapalım. "On yılda15 milyoner kişi yetişir." Bu kafa en pis burjuva demagojisinin, en soysuz küçükburjuva ukalalığına kardırılmış: "Kadro" ve "Yön" karpuz kabuklarını İşçi Sınıfının ayağı altına koymaktır. 14
Yukarıki sözün arkası da mı var? Evet. Ne yazık ki var. Arkası da şu muşmuladır: "Özellikle geri kalmış toplumlarda ekonomik ve sosyal ilerlemenin, bağımsızlık içinde kalkınmanın en büyük dayanağı emektir." Demek "Kalkınmanın" emekten başka "dayanağı" da mı var? Var ya: Sermaye... Tüm burjuva ekonomi bilimi, hep o emek dışında değer yaratıcı şeyleri arar. Bizimkilerin orijinalliği: 1) "Sermaye" sözcüğünü burada anmıyarak, "emeği" "en büyük" saymakla kalır. 2) Emeğin "özellikle geri kalmış"lar için büyük dayanaklığına inanır. Ya ileri Toplumlarda emek "en büyük dayanak" değil midir? Hele bir "ileri" olalım. Görürüz.. Böylesine "Emekten yana" oluş, her İşverenin en kutsal ülküsü değil midir? Çünkü Kapitalizm içinde yaşadığımızı kimse unutamaz. Kapitalizmde, İşçi için "emeği" yok İşgücü vardır. İşçi başka satacak hiç bir şeysi kalmamış insan olarak İşgücünü pazara çıkarır. İşgücünün "Emek" olması, İşverenin eline geçtikten sonra, işyerinde başlar. İşgücü işçinin, onun kullanılması ile doğan Emek işverenin "Kişi mülkü" olur. Demek azıcık bilimsel konulunca: Kapitalizmde Emek: İşverenin mülkü olduğuna ve işveren yanında bulunduğuna göre, "Emekten yana" olmak, işverenden yana olmıya döner. Sosyalizm, Kapitalizmde "İşgücünden yana"dır. İşveren "Emekten yana"dır. ABA'cıların, hot sosyetede o denli hoşaflı karşılanışları da bundan ileri gelir. Netekim ABA'cı ideolokların da, Yön Palikaryaları gibi, (Kapitalizmde) her işi bırakıp önce "Verimli + İnanlı + Şevkli" işçi yaratmak sevdâları, Amerikan Taylorizmine göz kırpmak olur.
Kapitalizmde Verimli İşçi Yetiştirme Kurumu mu?
Amerika U.S. "ileri bir ülke durumuna" gelmemiş midir? Gelmiştir. İleri Emperyalist Anayurtlarda "kişi olarak her birimiz insanca yaşama şartlarına" kavuşacak mı? Program'a bakılırsa öyliye benzer. Onun için âlimâne yem borusu çalınır: "Toplum olarak ileri bir ülke durumuna gelmemiz ise, kişi olarak herbirimizin inan ve şevkle çalışmamıza; daha verimli olmamıza, bu inanlı ,şevkli ve verimli çalışma imkânlarının yaratılmasına bağlıdır... Emekçi halkın inanlı ve şevkli çabasıdır." "Al gülüm, ver gülüm" dünyası. Bütün Amerikan işadamlarının ağızlarının suyunu akıtacak bir Program bu: İşçiyi daha: (şevkli + inanlı + verimli) çalıştırmak! Şevk + İnan + Verim: nereden gelecek? "Halkın emeği ile yarattığı bütün zenginlik ve değerlerin kendisine ait olduğunu bilmesinden." Bunu halka nasıl "bildireceğiz"? "Emekçi halkın, yurt işlerinde söz ve karar sahibi olmuş" olmasıyla. Kapitalizmde bu olur mu? Niye olmasın. Nazi Almanyası bile: en Kodaman Tekellerin işçilerini çalıştıkları fabrikalara "ortak" etti. Her Anonim Şirketin en büyük sayıda hisse senetleri ve tahvilleri, hep "Emekçi halkın" o değerleri "kendisine ait bilmesi" oyunu ile gene emekçi halkın kendisine ödettirilir. Hele bir de Gangster Sendikaları sırtlarını Banka milyarlarına dayadılar 15
mıydı, değme: "Yurt işlerinde söz ve karar sahibi" oluverirler. Türk-İş: Zonguldak mâdenlerinde veya 16 Haziran olaylarında az mı "söz ve karar sahibi" oldu?
TİP'i Polise Emanet
Böyle olacak bizde de işler, besbelli. Nasıl olacak? "Bu, emekçi halkımızın bağımsız, gerçek siyasî teşkilâtı olan Türkiye İşçi Partisi içinde ve onun eliyle olacaktır." TİP'i bir Anonim Şirket sayan kimi Liderlere katılmak elden gelmiyor. Ancak burada bir soru çatallaşıyor. İki "el" karşımıza çıkıyor: "Kurtuluş yolunu", emekçi halk, birinci cümlede: "Kendi eliyle çizecek" deniyordu; ikinci cümlede: "Parti içinde ve onun eliyle olacak" deniyor. Halk eliyle mi, Parti eliyle mi çizilecek yol? Sorunun karşılığı şöyle yorumlanabilir: "Emekçi halk" Parti'nin "içine" girecek. O zaman Halkın eli Partinin eli Olacak... Netekim daha aşağıda Parti'nin ve Parti üyeliğinin nasıl anlaşıldığı şöyle açıklanıyor: "TİP ırk, din, mezhep, deri rengi, kadın - erkek ayrımı gözetmeden, hangi sınıftan gelirse gelsin, Parti tüzüğünü ve Programını benimsiyen, emekten yana olan BÜTÜN YURTTAŞLARA (majüskülliyen HK.) saflarını açık tutar." Bugün, Türkiye'de bile azıcık politikayı izliyen herkes bilir. Parti Tüzüğünü ve Programını benimsiyen herkese kapıları açık tutarak Parti'yi "Dingonun Ahırı"na çeviren kafaya bütün dünyada Menşevik denir. Böylesine "liberal" örgüt prensipleri atan ABA'cılar, hiç değilse Menşevikliklerinde samimî midirler? En kalın oportünistler bile, istibdat önünde en devrimcileri Sosyal - Demokrat Parti içinden atmadılar. Bunlar nerede? "Çingeneye beylik vermişter, ilk iş babasını asmak olmuş." Bu Baylar - Bayanlar, daha kuyrukları gizli servislerce dik tutulmaya başlar başlamaz, "Eskileri" boynuzlamaktan büyük kahramanlık gösteremediler. Menşevik Programlarında "bütün yurttaşlara açık" ilân ettikleri Parti'de, kendi kirli mutfaklarında bulaşıkçılık etmiyecek her Partiliyi tomar tomar dışarı attılar. TİP'e sıvadıkları tezekli Tüzük ve Program maddelerine bile nâmusluca uyamadılar. TİP'in azçok dürüst yöneticilerine ve Haysiyet Divanı'na dayattıkları bütün gerekçe: "Ya onlar, ya, biz!.. Yoksa çekildik mi, Polis Partiyi kapatır" oldu. Bu, "cesaret arzederken, sirkatin söyler kıptî" çergebaşıları: "- Demek, Polis, TİP'i sizin uğrunuza mı ayakta tutuyor?" sorusunu vicdanlarda uyandırdıklarını olsun düşünemediler. Öylesine bir gözü dönmüş hamakat (ahmaklık, beyinsizlik, alıklık, bönlük) ve provokasyan gerizinde (lağım) yüzüyorlardı.
Şövenizm Kokusu
16
Yalnız davranışlarıyla iki yüzlü "muhbir'i sâdık" kalmadılar. Programı iki yüzlü, ikircikli düşüncelerle de doldurdular. Ağızlarından çıkanı kulakları duymuyordu. "TİP, TÜRK İŞÇİ SINIFI (majüskülliyen HK.)... öncülüğü etrafında toplanmış." "TİP, Olayları TÜRK İŞÇİ SINIFI... açısından değerlendirir." Parti'nin adı "TÜRKİYE İşçi Partisi", "Türkiye"de, nüfus kâğıdına rağmen kendisine "Türk"ten başka ad veren yığınlar var. Programa göre, öncü sınıf: "TÜRK İŞÇİ SINIFI" dır. Bilerek mi bu şovenizme düşülüyor, bilmiyerek mi? Hepsi bir. Hatta bilmiyerek pot kırmak daha tehlikeli. Çünkü pot iç derinliklerden geliyor ve en çok Bilgi ve Bilinç kesinliği istiyen katta, bilgisizlik ve bilinçsizlik kirli çamaşırları sergileniyor. Aynı bilgi ve bilinç züğürtlüğü ve zibidiliği Özgüç (İşçi Sınıfı) ile Yedekgüçler (Küçükburjuvazi); Halk (İşçi-Köylü vb.) ile Ulus (Millet: Halk + Burjuvazi) gerçeklerini çorba edişlerinde daha açık saçıklaşır. TİP, eğer modern, anlamıyla bir Proletarya Partisi ise, Özgüç öncülüğünde Yedek güçlerle Burjuvaziye karşı mücadele eder. ABA'cı güruh,bir yanda, yalnız "Türk İşçi Sınıfı"nı önerirken, ötede Finans - Kapitalist ve Tefeci-Bezirgân sınıflarını ve zümrelerini ayırdetmeksizin "Ulus" dediği 100 yıllık "Millet"in "bütünü"ne göz kırpar.
Finans-Kapital Değirmenine Su
TİP "Yâni, TÜRK ULUSUNUN BÜTÜNÜ'nün hakları, hürriyetleri ve yüksek menfeatleri için mücadele eder."miş. "Emekçi Halk için mücadele etmek, gerçekte TÜRK ULUSUNUN BÜTÜNÜ'nün hakları, hürriyetleri ve menfeatleri için mücadele etmek" imiş. (P., s .14) (Majüskülliyen HK.) Demek, TÜRK ULUSUNUN BÜTÜNÜ içinde Modern Finans - Kapitalistler zümresi ve Tefeci - Bezirgân Hacıağalar sınıfı da bulunduğuna göre, TİP o "Zümre" ve "Sınıflar"ın da "hakları, hürriyetleri ve menfeatleri için mücadele" edecektir! "O zümre ve sınıfların sana ihtiyaçları mı var, a kılkuyruk?" diye soracaklar bulunur. Tabiî var, deriz. Finans - Kapitalistlerle Tefeci - Bezirgân Hacıağalar öylesine bir avuç, çağdan ve milletten kopuk kefen soyucu vurgunculardır ki, "Halk" için kendi "Haklarını ve Hürriyetlerini ve Menfeatlerini" kendileri açıkça savunamazlar. Her işlerinde olduğu gibi burada da aylıklı veya gönüllü bir sürü uşak kullanırlar. Uşaklarının en elverişlileri, İşçi Sınıfı içine bilerek bilmiyerek girmiş, Sosyal Sınıf sınırlarını ve Însan kâfaİarını anlar anlamaz karmakarışık lâf ebelikleriyle bozacak olan "Devrim" kalpazanları olur. "Canım, maksadımız o değil" denecek, "biz Millet içinde egemen sınıfların yok denecek kadar hiç olduklarını anlatmak istedikti." Önce, Milleti yarım yüzyıldır kıskıvrak sömüren acaip bir "hiç" olur mu (Finans 17
Kapital + Tefeci - Bezirgânlık)? Ona "yok" nasıl denir?
Finans-Kapital Tekerine Kama
Egemen vurguncuların azlığı ve bir yağmurla eriyecek kilden ayaklılığı için şöyle yazılanlar da oldu: "Kimdi o, milletin ruhu bile duymaksızın deli gömleği giydirilerek enterne ediliveren Cumhurbaşkanından polis kabadayısına dek 500 kişicik?..." "30 milyon Türk 500 sapığa karşı "k a n u n d ı ş ı" davranışa tenezzül etmez. Görmesi, tanınması, aldanmaması yeter. Suçluyu tükürüğüyle boğar." (Dr: H. . "Türkiye'de Kapitalizm", s.176)) Ve bu yazılar gibi birçokları, TİP'in Programı kaleme alınmadan yayınlanmıştı. Ne var ki ABA'cı güruhunun bütün çabası, o çeşit yayınları okuyanlara çifte atıp ısırmaktan başka şey olmadı. Bu. Parti'yi Tarihinden yararlanamaz duruma getirip felce uğratma suikastlerini onlar, ağababaları şâirlerden ve edebiyatçılardan, rakı sofrasında kaptıkları parlak lâf yaldızlarıyla kaplayıp yutturmakla görevlendiler. Onlar Kurt'a da Kuzu'ya da: "Hak-Hürriyet-çıkar" istiyeceklerdi. Onlar "Sorumluluk yerlerinden" kaşıntılıydılar. Ve o uyuzluklarına hiç bakmaksızın, "Sosyal Numaracılığa" heveslenmişlerdi. Hokkabaz Zati Sungur'un sahne çalımı ile, ortaliğa sâde suya "Pâye" saçıyorlardı: TİP, "Söz ve karar sahibi olmıyan emekçi yurttaşları gerçekten yurttaşlık haysiyetine kavuşturacak, onları "Bir Numaralı Yurttaş" durtumuna getirecektir" (s. 15)
Numaralı'lar ve "Numaracı"lar
Bu "Numara"yı nasıl becereceklerdi? Kolay. "... Oylarla iktidara gelince, BAŞTA Büyük Millet Meclisi çalışmaları olmak üzere, bütün" alanlarda "emekçi halk" "söz", saz, çalgı, çegaane gırla gidecek. "İnsan hakları", "Sosyal adalet", "Sosyal güvenlik", "özü ilkeleri ve amacıyla eksiksiz, tastamam Anayasa." her yeri güllük gülistanlık edecek. Programın daha ağzını açarken 166 da 2 sayfası bile böyle sayılamıyacak incilerle dolu. Geri kalan 166 sayfası ile uğraşmıya değer mi? Hele bir iki adım atsınlar, denildi. Onlar yalnız parlamentarizm nutukları attılar. ABA'cı Bayan ve Bayların bu umutlarında: "Başta Mepusluk çalışmaları" karasevdalarında olsun sözlerinin eri çıkmalarını istiyerek, bir Dergide "Kelle" gösterilerini bırakmanınProletarya Partisi prensiplerini ciddiye almanın gerektiğini; bir tek Tüzük maddesi 18
örneğiyle açıklandı. Fırtına kopmuşça, Bayanların entarileri, Bayların şapkaları dehşetle havaya uçtu. Ne demek Onları, o büyük liderleri, dramatik "Kelle" leri eleştirmek ha? Daha "Oylarla iktidara gel"miye sabır ve tâkat getiremeksizin, biçâre "Çaltı"nın üzerine yüklendiler. "Başarıları" sonsuz oldu. Azıcık satılmıya ve okunmıya başlıyan Dergi, AP'nin de işbirliği ile, azıtmış ABA'cı Haşmetinden ürkerek battı.
Parlamentarizm Yalancı Pehlivanlığı
"Mesele bitti mi? Hayır", diyen "Uyarmakçin Uyanmalı, Uyanmakçin Uyarmalı" (İşçi Partisine Teklifler) broşürü çıkarıldı. Orada, "İşçi-Köylü Gönüllüleri" teklifi için en başta İşçi Milletvekillerine düşen görev anlatıldı. Onlar "isteseler de, istemeseler de ERMİŞler" olmalıydılar. Çok değil, maaşlarının 1000 liradan fazlasını Parti Gönüllülerine (Profesyonel Devrimcilere) ayırmalıydılar. (Yüksek Tahsilli memur 500 lira maaşla çalışabiliyordu.) İşçi Saylavlar çile mi çeksinler? "Geleneklerimize göre Ermişlik: ÇİLEKEŞLİK'le atbaşı birlik gider. Çileyi göze almıyan, halk fedâiliğine çıkmamalıdır. Biz TİP Milletvekillerini o karşılıksız mutluluk yücelişine ermiş görmekle övüneceğiz" (s. 18) deniyordu. Böylesine çelebice uyarıya ABA'cılar büsbütün esirdiler. Oysa gene onların maaşlarını daha süreklice sağlamaları bakımından da teklif aykırı değildi. Şöyle uslu uslu konuşuluyordu: "TİP, Partiler içinde adı sanı duyulur, şanı öğülür bir Parti olmak değil, İşçi Sınıfının biricik teşkilâtı olmak göreviyle karşı karşıyadır. TİP, böyle her 4 yılda çeyrek milyon oy kazanacaksa... 80 yıl beklemek zorundadır. O da BAŞKA HİÇ BİR ENGEL çıkarılmazsa... Yâni TİP, halka verdiği sözün eri olduğunu ispat etmek için, 21 inci Yüzyılın ortasını (2048 yılını) bekliyecektir. Oysa, daha şimdiden bezirgân İktidar Partisi Seçim Kanununun Küçük Partilere (özellikle İşçi Partisine) soluk aldıran bütün deliklerini yeni baştan tıkamıya karar verdi." (son 6) Ne yazık son ihtar sanıldığından çabuk gerçekleşti. Seçim Kanununda "Millî Artık" kaldırıldı. 1969 Seçiminde "Başa Güreşme" manyaklığıyla pertav eden yalancı pehlivan: TİP'in 15 yerine 2 Mebus çıkardığını görünce, başına topladığı cinleri dağıtamıyan sihirbaza dönüp yakıldı. Olan TİP'e oldu. Devrimcilik şöyle dursun, Derleyici olamadı. Panik hâlâ sürüyor. Bu giriş'in kızgın demir dağlayışını İşçi yoldaşların kınamıyacaklarını biliyoruz. Daha "efendice" söze bayılan kibar aydınlara gelince: ilkin ikinci kez basılan kitapçığı okusunlar. Sonra, isterlerse bu "İkinci Basılışa Acı bir Giriş"i hiç okumadan yırtıp atsınlar. Ama bir şartla: lütfen tekliflerin gerçekleşmesi için düşünüp davranmaktan korkmasınlar. 7.11.1970
19
Program Üzerne Kuruçeşme Döneminde Neler Yazılmıştı? Daha önce, genel olarak programın ne olduğu, önceliği ve önemi konusunda en alfabetik kavramlar ve deneyler hakkında eski tecrübeleri aktarma babından Hikmet Kıvılcımlı'nın "Uyarmak İçin Uyanmalı …" kitabının 1970 başkısına yazdığı önsözü aktarmıştım. (Bu arada şunu belirteyim. Grubun dil ayarları yanlış olduğundan, sanırım bir çok yazı okunmuyor ve anlaşılamıyordu. Bazı yazıları yeniden yollama yolunda uyarılar oluyordu. Bu yazı hakkında da Hamdi Şafak arkadaş bir uyarıda bulunmuştu. Kendisine hemen cevap verememiştim. O yazıyı yeniden yollayacağım. Ama bu arada şunu da belirteyim. Hikmet Kıvılcımlı'nın bu dahil bütün yazıları şu adreste bulunmaktadır: http://www.kivilcimli.org/eserler . Oradan da edinilebilir.) Şimdi de ikinci olarak, "Kuruçeşme Süreci" denen, aslında bu günkünden çok daha elverişli koşullarda başlyan ama sonunda tam bir dağılmayla sonuçlanan birlik tartışmaları sürecinin Avrupa'daki paralelinde yapılan, program konusundaki tartışmalara sunduğum bildiriyi yolluyorum. Bu bildiride de en temel kavramların açıklığa kavuşturulmaya çalıştığı, şimdi o yazıyı yollamanın hiç de boşuna ve anlamsız olmadığı, buradaki Program üzerine söylenen ve yapılanlara, ya da söylenmeyen ve yapılmayanlara bakılınca hemen görülebilir. Arada geçen zamanda zerrece bir ilerleme ve netleşme görülmediği daha iyi anlaşılır. O dönemde "Kuruceşme Süreci"ni ele alan, değerlendiren "Birlik mi Rekompazisyon mu?" çbaşlıklı bir kitap yayınlamıştım. Daha sonra Sovyetlerin Çöküşü ve duvarın yıkılışı ile bizzat ele aldığı "Kuruçeşme Süreci" gibi unutulan bu kitabı, en azından bazı çok alfabetik temel hatalardan korunmak ve kimi en temel kavramlarda asgari ölçüde bir netlik sağlamak bakımından "Çatı Partisi" tartışmalarında yer alan ve almayan bütün arkadaşlara öneririm. Bu kitap Köxüz sitesinde indirilebilen kitaplar bölümünde bulunmaktadır. Bu kitabı şu adresten indirmek mümkündür: http://www.koxuz.org/anasayfa/node/3169 Çatı partisi toplantısında eski deneylerden ve bu arada hep ÖDP'den bahsediliyordu. Ama onun kadar hatta ondan daha fazla umut vadeden ama biraz da duvarın altında kalan "Kuruçeşme" de en azından o kadar önemli bir deneydi. Hep deneylerden dersler çıkarılmaktan söz edilir. Bu kitap hem o deneyi içinde aktif bir katılımcı olarak anlatıyor hem de o deneyden sonuçlar çıkarıyor. "Kuruçeşme"nin Avrupa'daki parelelinde de Türkiye'deki gibi, belli konular seçilmiş ve o konularda tartışmalar yapılmıştı. Bunlardan birinin başlığı da "Program Anlayışları" idi. Aşağıdaki yazı bu konuya yönelik olarak yazılmış bildirimdir. Aşağıda bu bildiri yer alıyor. Böylece yavaş yavaş Program konusunda gerekli birikim ve altyapıyı sunacak metinleri yollamaya devam ediyorum. Bir temel oluşturmaya yönelik bu metinler bizleri en azından 20
Amerikayı yeniden keşfetme güç ve zaman israflarından korur.
Program Anlayışları Bizde "Program" deyince bir çok devrimcinin kafasında canlanan bir Program Metni'dir. Program'ı Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bir program tartışmasını daha baştan bir çıkmaza sokabilmektedir. Gerçekte bir Program Tartışması ile bir Program Metni Üzerine Tartışma bambaşka sorunlardır. Program Metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program anlayışında, aynı teorik temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan görüşlerin nasıl formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu bir bakıma biçim sorunudur. Biçimin, üzerinde anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği sorunudur. Bu alandaki karışıklığın son örneği, TBKP'nin son program taslağı üzerine yürütülen tartışmalardır. Gerçekte Teori, Çözümlemeler ve Program Anlayışları temelinde yapılması gereken bir tartışma bir Program Metni tartışmasıymış gibi yürütülmekte tartışmalar boyunca farklı kategorilerden sorunlar sürekli birbirine karışmaktadır. O bakımdan, program sorununun sosyalistler arasında tartışılıp bir sonuca varılabilmesi, en azından iki aşamaya ayrılabilir: birinci aşama öze ilişkindir, nesnel toplumsal yasalar ve koşullar ışığında devrimci tarihsel görevleri ve güçleri belirleme; ikinci aşama üzerinde anlaşılan görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. Bir programı herhangi bir metinden ayıran, programı program yapan özelliklerin neler olduğu ve olması gerektiği bu ikinci aşamaya ilişkin bir sorundur. Örneğin bir program metninin bir "ilkeler deklerasyonu" ya da bir "durum yargılaması" olmaması gerektiği gibi. "Program Anlayışları" başlığı ile kastedilen eğer "Program Metni Anlayışları" ise örneğin, gerçekten böyle bir tartışma yapılması gerekir. Türkiye'deki sosyalistlerin bu güne kadar program olarak ortaya çıkardığı metinlere bakılacak olursa, böyle bir tartışmanın da çok yararlı olacağı görülebilir. Ancak, ondan önce tarışılması gereken program metni anlayışları değil, program anlayışlarıdır. Bu nedenle bir program metninin taşıması gereken nitelikler sorununa burada girmek gereksiz. Ama biraz geçerayak olsa da program ile program metninin dayandıkları farklı ilkelere kısaca değinmek gerekiyor. Bir Program ile bir program metninin dayandığı ilkeler arasındaki fark ve ilişki en tipik örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman İdeolojisi, Marx ve Engels'in Tarihsel Maddeciliği ilk kez açıkladıkları ve sosyalizm amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları eserdir. Komünist Manifesto'da ise, Tarihin Maddeci açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil, uygulanması) bir program gerekçesi halindedir. Komünist Manifesto'da öğretinin bir açıklaması yer almaz, buna karşılık somut olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi'nde ise 21
teorinin bir açıklaması vardır ama talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır, Manifesto tümden gelir. Alman İdeolojisi olmadan Manifesto olamazdı, ama Manifesto olmadan pekala Alman İdeolojisi olabilirdi ve olmuştur da. Program, bir teorinin açıklanması değil, uygulaması, dökümü, sonucudur. Ama çok özel bir sonuç. Bir hareket bir teoriye dayanabilir, ama sınırları belli bir örgüt, bir parti bir teoriyle kurulamaz, kurulmaya çalışılırsa ortaya sektlerden başka bir şey çıkmaz. Çünkü modern toplumda milyonlarca insanı örgütleyen ve bayrağı etrafında toparlayan partiler olmadan hiçbir köklü değişiklik başarılamaz. Böyle partiler ise üyelerini ideolojik kriterlere göre değil, somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler. Amaçlardaki ortaklık çoğu kez ideolojik bir ortaklığa tekabül etmez. Örneğin bir papaz ya da müslüman program ve tüzüğü kabul ediyorsa, bunları savunuyorsa pekala bir parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için marksizmi benimsemesi istenemez. İnanç ve program arasında bir çelişki varsa bu kişinin kendi iç çelişkisidir, politik bir ayrılık konusu oluşturmaz bu bağlamda. Bu bakımdan somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen insanların ortak amaçlar etrafında birleşebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Aksi takdirde teorik tahlillerle, prensipler deklerasyonlarıyla sınırlar çizilmeye kalkılır ki, bu hem ezilenlerin mücadelesini böler, hem de sınırlar çizmek olanaksız hale gelir. Tüm bu nedenlerle, bir metin olarak program, özel bir metindir. Bu metnin taşıması gereken özelliklerin neler olduğu klasiklerde yeterince bulunabilir. Bu durumda "Program Anlayışları"nı "Program Metni Anlayışları" olarak sınırlamak, gerçek sorunun gözden gizlenmesinden başka bir şeye yaramaz; çünkü genel olarak program konusunda son derece köklü anlayış farklılıkları vardır. Programın nesnel durumun bir çözümlenmesine dayanması gerektiği en azından biz marksistler için bir aksiyom durumundadır. Marx-Engels Alman İdeolojisi'nde şöyle yazıyorlardı: "Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ilişkidir. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek tarihsel harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen varolan öncüllerden doğarlar. " 2 Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin programı varolan toplumdaki kötülüklere, eşitsizliklere duyduğumuz tepkiye değil, nesnel duruma ve harekete dayanmaktadır. Yani sadece daha güzel, daha insancıl bir düzen olduğu için değil, toplumun gelişme yasaları onu mümkün ve gerekli kıldığı için de sosyalizm istiyoruz. Ve aslında yakından bakılınca, gerçek tarihsel hareket sosyalizmi mümkün ve gerekli kıldığı içindir ki, ortadaki olanaklarla gerçek durum arasında bir çelişki olduğu içindir ki, bu toplum bizlere akıl, ahlak dışı, kötü gelmektedir. 2
Marx - Engels, Seçmeler,C. I. , s. 42. 22
Ama burada program anlayışı alanında tartışılması gereken şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Eğer gerçek tarihsel hareketin sınıfsız bir toplum için henüz gerekli koşulları oluşturmadığı kanıtlanırsa sosyalistler kapitalizmi yıkma mücadelelerini erteleyip veya ondan vaz geçip koşulların oluşmasına katkıda bulunmak veya beklemek durumunda mı olmalıdırlar? Objektif durumun bir tahliline dayanmak başka, objektivist olmak yine başkadır. Sınıflı her toplumda ezilenler ve onların mücadeleleri vardır ve burada sorun bu savaşta hangi tarafta olunacağıdır. Reformizm daima köklerini bu tür bir objektivizmde bulur. "Madem ki olgun değil, bari şu kadarcığına ulaşalım" diyerek savaşta ezenlerin yanında yer tutarlar. *** Bir ülke söz konusu olduğunda, program anlayışı farklılıklarının nasıl tezahür ettiğini görmek için Türkiye Devrimci Hareketi'ni ele alalım. l960'larda Türkiye Solunda yürütülen program ve strateji tartışmaları solun bugüne kadar süren topoğrafyasını belirlemiştir. Bu tartışmada iki tarafın da esas amacı, en azından formel olarak, sosyalizm idi. Keza her iki taraf da ülkenin nesnel durumundan hareketle bir program geliştirmek gerektiği varsayımını paylaşıyordu. Bu ortaklıklardır ki, ülkenin tahlili ve program üzerine bir bölünmeyi mümkün kılıyordu. Bu tartışmada "Sosyalist Devrim" diyen TİP Türkiye'nin kapitalist bir ülke olduğunu, "Demokratik Devrim" diyen MDD ise yarı feodal bir ülke olduğunu söylüyordu 3. Ancak yakından bakılınca tarafların bir üçüncü ortak varsayımı daha paylaştıkları görülür. MDD'ye göre eğer Türkiye kapitalist ise TİP'in yaptığı gibi sosyalist devrimi önermek son derece doğrudur. Yani TİP'in yanlışı metodolojik değil olgulara, nesnel durumun tahliline ilişkindir. Aynı kabuller tersinden TİP için geçerlidir. Ülke yarı-feodal olsa Demokratik taleplerle sınırlı bir program gerekecektir. MDD'nin çıkarsaması değil durumu tahlili yanlıştır. Dikkat edilirse iki tarafın da aynı tarih ve evrim kavrayışına dayandığı gürülür: toplumlar sırasıyla belli aşamalardan geçerler ve / veya geçmelidirler. Bu metodolojik yanlışın kökleri tipik ilkel, köleci, feodal sıralamasına dayanmaktadır. Ortak bir diğer kabul de üst üretim biçiminin alt biçimleri tasfiye ettiği ve edeceğidir. Tartışmada bu ortak kabulleri sorgulayan hiç bir tez yer almamıştı. Yani kimse çıkıp da, "tam da Türkiye'de feodal kalıntılar çok güçlü olduğu için, devrim sosyalist bir karaktere sahip olacaktır", veya "Türkiye kapitalist bir ülke olduğu için kapitalizm öncesi biçimler güçlüdür" önermesini4 ortaya atmamıştır.
3
Burada konuyu dağıtmamak için TİP'in sosyalizmden anladığının, MDD'nin Demokratik Devrim talepleriyle özdeş olduğunu bu anlamda bir adlandırma tartışmasının söz konusu olduğunu ve aslında da program tartışmasının bir önceden belirlenmiş stratejileri olumlama tartışması olduğunu göz ardı ediyoruz. 4
Dr. Hikmet Kıvılcımlı hariç. O Finans Kapital egemenliğinin Tefeci Bezirganlıkla girdiği ortak yaşam ilişkisini ve bu kapitalizm öncesi formu güçlendirişini daima vurgulamış ama bu metodolojik seviyeden çok uzak olan Türkiye Solu onun ne dediğini dahi anlama yeteneği gösterememişti. 23
Ama ortaklıklar sadece bunlardan ibaret de değildi. Her iki taraf da Türkiye'de ya da herhangi bir ülkede sosyalist bir toplum kurulabileceği varsayımına dayanıyordu. O zamanlar kimse çıkıp da, "sınıfsız bir topluma ancak dünya ölçeğinde varılabilir. Bizler dünya çapında sosyalizmin zaferi için ülkemizde azami olarak neler yapabileceğimizi tartışmalıyız" tezini savunmamıştır. Ve nihayet her iki taraf ta, gelecek topluma yönelik programın üretim bölüşüm ve tüketim ilişkileri yani ekonomi ve devlet alanıyla sınırlanması gerektiği, ama örneğin günlük hayat alanının, özel olanın programda yerinin olmadığı gibi ortak anlayışlara sahiptirler. Bu varsayımlar Türkiye solunun bütün bölünmelerinde tarafların paylaştıkları varsayımlar olagelmişlerdir. Bugün örneğin Yeni Öncü çevresi tarafından gündeme getirilmeye çalışılan "Sosyalist Demokrasi" tartışması bile bu varsayımlara dayanılarak yürütülebilir ve bu varsayımları tartışma konusu yapmaz. Bu anlamda metodolojik düzeyde eski bölünme çizgileriyle aynı program anlayışını paylaşır. Türkiye solunun bu eski varsayımlar çerçevesinde bir birleşmesi olsa bile böyle bir birleşme ne çağın sorunlarını, ne yeni güçleri kavrama yeteneği gösterebilir; ne de mücadeleye yeni bir soluk verebilir. Türkiye Solu'nun gerçek ihtiyaç duyduğu, uzun vadede ona yeni bir canlılık ve hız verebilecek şey: eski varsayımlarla ve onlara dayananlarla bir bölünmedir. Bu bölünme son duruşmada farklı program anlayışlarına, yani tarihsel maddeciliğin farklı anlayış ve yorumlarına dayanacaktır. Yani "Komünist Manifesto"muzu yazabilmek için önce "Alman ideoloji"mizi yazmamız gerekiyor; diğer bir deyişle, eski program anlayışıyla kopuşmamız; Tarihsel Maddeciliğin daha derin bir kavrayışına ulaşmamız gerekiyor. Ve bu sadece Türkiyedeki sosyalistlerin değil, dünyadaki bütün sosyalistlerin altından kalkmak zorunda oldukları bir görev. Temel tezimiz şudur: solun bugünkü topoğrafyasının oluşumuna yol açan bölünmelerin dayandığı varsayımlar yanlıştır ve bu yanlışlık bağlamında o bölünmelerin tümü bugün artık anlamsızdır. 1. Toplumlar düz bir cizgiyle belli aşamalardan geçmezler. Tarihta bunun bir tek örneği bile yoktur, eşitsiz ve kombine bir değişim bütün tarih boyunca egemen biçimdir. 2. Kapitalizm diger üretim biçimlerini ve eski biçime ait sınıfları, bölünmeleri, baskı biçimlerini gelişimi ölçüsünde otomatik olarak tasfiye etmez, hatta aksine onları aynı zamanda güçlendirir. Onlara bağımlı hale gelir. Onlar da kapitalizme. Ve böylece kapitalizm saf bir kapitalizm olmaktan, eski biçimler de klasik eski biçimler olmaktan çıkar ve bambaşka karmaşık bir sistem oluştururlar. Bu durum değişik görev ve güçlerin ortaya çıkmasına yol açar. 3. Bir tek ülke sınırları içinde sınıfsız bir topluma ulaşmak mümkün değildir. O halde program tartışması nasıl bir dünya için savaşılacağı tartışması olarak yürütülmelidir. Ancak bundan sonradır ki, bir ülke içinde bu amaca ulaşmaya azami katkıda bulunmak için neler yapmak gerektiği, yani ülkeye ilişkin bir devrim programı tartışmasına girilebiir.
24
4. Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl sınıfsız topluma ulaşmak için varolan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü toplum biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı taslaklaştırmalıdır. Bu program anlayışını tartışmak gerekiyor. Bu temelde yürütülecek uzun vadeli bir tartışma, hem uluslararası sosyalist teorik birikimin özümlenmesi, ulusal dar görüşlülüğün aşılması; hem edinilmiş daha gelişmiş kavramsal araçlarla dünya ve ülke gerçekliğinin daha derinden kavranması; hem de bu birikim temelinde bütün güçleri kapsayabilecek devrimci bir programın ortaya çıkmasını sağlayabilir. Demir Küçükaydın 25. 01. 1990. Hamburg
25
Demokratik Cumhuriyet Nedir ve Sosyalistler Tarafından Niçin Savunulmalıdır? (“Ankara’dan Komünistler”e Cevap) (Birinci Bölüm) Türkiye’de Strateji Tartışmaları Bağlamında Demokratik Cumhuriyet Dünyada ve Türkiye’de sosyalistlerin programlarının ne olması gerektiği konusunda uzunca bir süredir yazıyoruz. Aşağı yukarı her yazıda, Türkiye’deki sosyalistleri, Program, Strateji, Taktikleri bakımından eleştiriyoruz ve karşı görüşlerimizi sunuyoruz. Bu yazıların sosyalistler arasında geniş bir kesim tarafından sessizce izlendiğini de bir çok doğrudan veya dolaylı gözlemden veya anlatılanlardan biliyoruz. Ama ortalıkta garip bir sessizlik vardı. Şimdi ilk defa bir doğrudan eleştiri geldi. Bu eleştiriyi “Ankara’dan Komünistler” yazmışlar ve yazılarımızla ilgili bütün eleştirileri topladığımız “Yazılar ve Yankıları” forumuna asmışlar5. Bu eleştiriyi görüşlerimizi daha açık ve anlaşılır olarak açıklayabilmek için bir vesile ve temel olarak alacağız. Ancak, aynı Forum’a astığımız kısa notta da belirttiğimiz gibi, eleştiriler büyük ölçüde yanlış anlamalara dayanmaktadır. Ama bu yanlış anlamalar da, hem uluslar arası sosyalist hareketin tarihinin yeterince bilinmemesinden, hem de bizim görüşlerimizin arka planının bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu yanlış anlamaları minimuma indirmek bakımından, yine sayfamızdan geçilen Programatik Yazılar’ın okunmasını öneririz6. Ancak bundan sonra yazdıklarımızın ne anlama geldiği anlaşılabilir ve yanlış anlama ve çarpıtmalardan arınmış olarak doğrudan söylenenlerin kendisiyle ilgili bir tartışmaya girilebilir. Şimdi aşağıdaki satırlarda bu arkadaşların eleştirilerine elimizden geldiğince, ister istemez o yanlış anlamalara da girerek ve onları düzelterek girmeyi deneyeceğiz. * 5
Bu yazıyı yazdığımız zaman şu notu düşmüşüz: “Forumun Adresi Şöyle: http://f22.parsimony.net/forum41888/ . Eleştirinin Başlığı: “Demokratik Cumhuriyet Projesi’ Savunulabilir mi ya da Mümkün müdür?” 29. Ocak.2002.” Bugün bu adres kapalıdır ve bir şey bulunamaz. Ancak bu forumun o zamanlar bir arşivini yapmıştık ve şu adreste şimdi bulunabilir: 6
O zamanlar şu adresi vermiştik: http://www.comlink.de/demir/konular/programatik/index.htm . Elbet şimdi bu adres te geçerli değil. Şimdi bu konudaki yazılar Demirden Kapılar ve Köxüz s itelerinde bulunbilir. 26
Önce bazı yanlış anlama ve bilgilerden yola çıkmak gerekiyor Demokratik Cumhuriyet konusunda. Değerli Eleştirmenler eleştirilerine şu cümleyle başlıyorlar: “Yazılarınızı belli bir süredir takip etmekteyiz. Genel olarak PKK’nın çizmiş olduğu “Demokratik Cumhuriyet” programını destekler nitelikte yazmanız, Türkiye’deki sosyalistlerden önemli bir farkınızı oluşturmakta.(...)” Evet doğru, biz de hemen hemen bütün yazılarımızda, Türkiye’deki sosyalistleri, Demokratik Cumhuriyet acil programını savunmamakla eleştiriyoruz bir bakıma. Pozisyonumuzun diğerlerinden farklılığının, başka bir grup tarafından da belirtilmesi gerçek durumu yansıtmaktadır. Ama bu farklılığın nereden geldiği bilinmemektedir, çünkü “PKK’nın çizmiş olduğu “Demokratik Cumhuriyet” programını destekler nitelikte yazmanız” ifadesi bu bilmeyişi bir şekilde ifade ediyor. Burada bilinmeyen şudur. Biz Demokratik Cumhuriyet programını, PKK bu programı savunmadan önce savunuyorduk. Bunu Türk sosyalistlerinin savunması gerektiğini söylüyor ve onlara karşı savunuyorduk. Ve yine bu programın dayandığı mantıktan hareketle, bunun aynı zamanda ezilen ulusun hareketinin programı olması gerektiğini, yani Kürt ulusal hareketinin savunması gerektiğini de savunuyorduk. Bu tavır, şimdi olduğu gibi, o zaman da Türk Sosyalistleri içinde istisnai idi ve biz bu tavrımızın istisnai olduğunu da biliyor ve yazıyorduk7. Bu bakımdan PKK’nın Demokratik Cumhuriyet programını, en kötü koşullarda, belli belirsiz ifade edildiği andan itibaren hiç bir tereddüt göstermeden savunmamız ve Türk solunun neredeyse tamamının bu programı reddetmesi de rastlantı değildir ve bizim bakış açımızdan her şey yerli yerindedir. Türk sosyalistleri, Marksizm’in bu unutulmuş yanlarını bilmedikleri için karşı çıkmaktadırlar, PKK Duvarın çöküşüyle Stalinizm’in bukağılarından kurtulduğu ve yükselen bir kitle hareketine dayandığı için, onu kendi pratiğinin zorlamasıyla yeniden keşfetmektedir. Bu çakışma rastlantısal olmadığı gibi, derin sınıfsal ve yöntembilimsel kökleri vardır. Bizim açımızdan, PKK’nın Demokratik Cumhuriyet parolasını savunması, “Bizim dediklerimize gelmesi”dir. Bunu elbette tırnak içinde yazıyoruz. Yıllarca yazdıklarımızın, küçük bazı çevreler dışında kimseye ulaşmadığını, ulaşanların okumadığını, okuyanların
7
Örneğin daha 1986 yılında yazılmış ve İsveç’te Orhan Kotan’ın çıkardığı Kürdistan Press’e yollanmış “Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları” başlıklı iki yazıyı burada hemen zikretmek mümkündür. Örneğin orada sık sık şöle sözler ediyoruz: “Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek Türk soluna son derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor. Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği çıkarsamasını yapıyorum.”. “Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır.”
27
anlamadığını biliyoruz. Kürt hareketi, bu programı, bizim her türlü etkimizden bağımsız olarak kendisi buldu. Bu, bizim bakış açımızdan, adeta mucizevi denebilecek bir gelişmedir. Nasıl oluyor da Kürt Ulusal Hareketi, çok daha elverişsiz teorik ve ideolojik bir hareket noktası, kültürel ve sınıfsal temeli olmasına rağmen, bizim yıllar önce klasik Marksizm’i kavrayış süremiz içinde, tamamen teorik çıkarsamalar yoluyla, bulduğumuz demeyelim ama, adeta yeniden keşfettiğimiz ve unutulmaktan kurtarmaya çalıştığımız şeyi tamamen başka bir yoldan buluyor? Bizim açımızdan açıklanması gereken esas sorun budur. Çünkü burada “bizim görüşlerimize gelmek” gibi görünen aslında Marksizm’in otantik programatik sonuçlarına bir yaklaşmadır. Burada yükselen bir hareketin, ulusal da olsa yükselen bir harekete bağlılığın ve onun ifadesi olmanın, o harekete nasıl bir teorik dinamizm ve açıklık kazandırdığı ortaya çıkmaktadır. Kürt hareketi, bütün ideolojik, kültürel ve sınıfsal handikaplarına rağmen bunu başarmaktadır. İlginç olan budur. Ama Stalinistlerin bir bakış açısından, Kürt hareketinin buna gelmesi, onların Marksizm diye bildikleri Stalinist kavram sisteminden uzaklaşma ve burjuva aydınlanmasının kavram sistemine bir yönelme ile birlikte gerçekleştiğinden, bu değişim onlara, Marksizm’e bir yaklaşma değil, ondan bir uzaklaşma olarak görülmektedir. Açıktır ki burada bizle, yakın zamana kadar PKK’yı desteklemiş Stalinist ama radikal Türk sosyalistleri arasında sadece Demokratik Cumhuriyet konusunda farklı bir programatik tavır alış yok; PKK’nın değişiminin de yüz seksen derece zıt değerlendirmesi söz konusudur. Kaldı ki, PKK’nın bu “bizim görüşlerimize gelmesi”, sadece Demokratik Cumhuriyet konusuyla da sınırlı değil. Örneğin, Özgür Politika’da ilk yazmaya başladığımız sıralar, Çin, Hint, Akdeniz uygarlıkları ile ilgili olarak yazdıklarımız, aynen Öcalan’ın, “Sümer Rahip Devleti’nden Halk Cumhuriyetine Doğru” kitabında tartıştığı konulardır. Benzer sonuçlara teorik ilgi alanları konusunda da rastlanılabilir. Kapitalizm öncesi uygarlıklar tarihi ile bu günün programatik sorunları arasında bir bağ kurmak, Kıvılcımlı ve yine o gelenekten beslenen bizim gibi bir kaç kişi dışında kimsenin kafa yormadığı, biraz fantezi veya beyin jimnastiği gibi görülen şeylerdi. Ama örneğin Abdullah Öcalan ve Kürt hareketi bu konulara kafa yormaya başlamış bulunuyor. Ve tıpkı Demokratik Cumhuriyet konusunda olduğu gibi, bu tamamen bizim teorik veya ideolojik bir etkimizden bağımsız olarak gerçekleşiyor. Ve bütün Türk Solu, Öcalan’ın son savunmasını tıpkı Demokratik Cumhuriyet parolası gibi suskunluk ve alayla karşılarken, bu savunmayı heyecanla karşılayan ve çok önemli bulan belki de tek “Türk sosyalisti” olmamız da bir rastlantı değil. Bütün bunlar bir rastlantı değildir, çünkü büyük teorik genellemeler ve metodolojik sorunlar ile kitlelerin büyük tarihsel eylemleri arasında her zaman çok derinden işleyen güçlü bir bağ vardır. * 28
Önce bu Demokratik Cumhuriyet Programını ya da Parolasını, PKK’dan yıllarca önce savunduğumuza dair bir kaç kanıt gösterelim. Bu kanıt olan cümleler ayrıca konunun anlaşılmasını da kolaylaştırıcı bir işlev görürler. 1986 yılında, İsveç’te Orhan Kotan, Kürdistan Press diye bir gazete çıkarmaya başlamıştı. Bu gazete için birçok kişinin yanı sıra bizden de yazılar istemişti. Biz de egemen ulustan bir sosyalist olarak, ezilen ulusun mücadelesine karınca kaderince bir katkıda bulunmak için, düzenli olarak yazacağımızı bildirmiş ve dört beş makale yazıp yollamıştık 8. Bu makalelerin bir kısmı gazetede yayınlandı ve bir kısmı da yayınlanmadı ve bir daha da bizden yazı istenmedi. Yazı istenmemesinin iki nedeni vardı. Birisi, tesadüfen o sıra İsveç’e yaptığımız bir seyahatte Orhan Kotan’la tanışmamız ve konu PKK’ya geldiğinde, onun PKK’nın CIA ve MİT tarafından yaratılmış ve yönlendirilen bir örgüt olduğu yargılarına karşı çıkmamızdı. Bu oldukça sert tartışmadan sonra araya zaten belli bir soğukluk girmişti. Ama bundan önce de zaten gönderdiğimiz yazılarla ilgili bir memnuniyetsizlik hissetmiştik. Bunun nedeni, tam bu Demokratik Cumhuriyet konusuydu. Bu yolladığımız yazılarda, bu sefer Kürt Ulusal Hareketine de, Demokratik Cumhuriyet programını ve buna uygun bir stratejiyi öneriyorduk. Bu önerimiz hiç hoşa gitmemişti ve işin ilginci, tam şimdi Türk sosyalistlerinin de Demokratik Cumhuriyet’i anlamadığı gibi hiç anlaşılmamıştı ve karşı çıkılmıştı. Lokman Polat imzasıyla bir Kürt, bu anlayışın Kürtlerin Kendi Kaderini Tayın hakkını reddettiğini iddia ediyordu. Ona da bir cevap yazmıştık; yanlış hatırlamıyorsak bu cevabımız da yayınlanmamıştı. Ama bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi bize yazılarımızın içeriğinden dolayı yayınlanmadığı söylenmemiş, çok uzun olduğu polemiğe yol açtığı gibi gerekçeler gösterilmişti. Şimdi müsaade ederseniz, o yazıda, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde Demokratik Cumhuriyet’i bir program olarak açıkça belirttiğimiz bölümleri aktaralım. Aynen şöyle yazıyorduk “Kürdistan Kurtuluşunun Sorunları” başlıklı makalede: “Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama Demokratik bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları takdirde, belki Kürt burjuvazisini kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri kazanacaklardır. Ulusal Kurtuluş, bunun otomatik yan ürünü olacaktır.” Bu makaleye Lokman Polat’ın yaptığı eleştiriye yanıt olarak yazdığımız yazıda, açık açık bu yaklaşımın Türk ve Kürt solunca bilinmediğini de belirtir ve konuyu şöyle açıklarız: “L. Polat'ın eleştirisine konu ettiği yazının temel tezi şöyle ifade edilebilir: "Kürt Ulusu bağımsızlığını elde edebilmek için, bağımsızlıktan daha fazla bir şeyler için savaşmalıdır." ya
8
O zaman şu notu düşmüşüz: “Bu makaleler şu adreste bulunabilir: http://www.comlink.de/demir/yayinlar/kurpress/kpyazilar.htm” Bugün Köxüz sitesine koyduğumuz kitap derlemelerinde bulunabilir. 29
da başka bir ifadeyle: "Kürt ulusu, kendini ulusal baskıdan kurtarmak için, kendini ezen ulusların ezilenlerini de kurtarmaya kalkmalıdır." Bu "Daha fazla bir şey" de yazıda şöyle somutlanmaktadır: "Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası. bağımsız bir Kürt devleti için değil; ama demokratik bir cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için" savaşmalıdırlar. Yazının diğer bölümleri bu fikrin gerekçelendirilişi ve taşıdığı potansiyellerin sergilenişidir. Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği türden, Kürtlerin ayrılma hakkını ya da Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da küçümsemek gibi bir anlam çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin hangi strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır. Yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin küçümsediği açısından değil, ama belki, bu harekete, potansiyellerinin ve limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği, Köylülüğün ya da Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için eleştirilebilir. Yazıyı yazarken, okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan tartışması gerektiğini düşünmüştüm. Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır. Yeni olan yanını göze batırmak için bir kaç örnek verelim.” Bu örnekleri verdikten sonra Demokratik Cumhuriyet’i açıklamak için de şunları yazmışız: “L. Polat, "Demokratik Cumhuriyet" derken neyi dediğimi anlamamıştır. Eleştirisinin bir yerinde, yukarıda da aktardığım Demokratik Cumhuriyet ile ilgili satırlarımı aktarıyor, ama, benim "demokratik cumhuriyet" sözcüklerinden sonra virgül koyarak, bu konuda çok yaygın yanlış anlamalara olanak vermemek için eklediğim cümleyi çıkararak. L. Polat'ın aktarırken çıkardığı cümlecik şudur: "bir tek köyün bile kendi kaderini' tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet." Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek Türk soluna son derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor. Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği çıkarsamasını yapıyoruz. Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak ulus olunca sahip olunabilecek bir şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkını savunmak için hep Kürtlerin bir ulus olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan vermemek için Kürtlerin bir ulus olduğunu açıkça belirtelim.) Ama sorunun bu şekilde koyuluşu tersinden, ulus olmayan; tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak kendine ulus olduğuna dair bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkından söz edilemeyeceği varsayımını içerir. Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar doğuracak bu varsayımın yanlışlığını göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için ulus, milliyet vs. olmak gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in 30
Demokratik Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette, isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli ve bunu engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır. Örneğin Lenin, Devlet ve İhtilal'de Engels'ten alıntı yapıyor: "O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor." (s.95) Ve Lenin'in konuya ilişkin yorumu: "Engels bakımından, merkeziyetçilik, 'komünler' ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi arzularıyla (a.b.ç.) savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve her türlü yukarıdan 'buyurma'yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir mahalli idari özerkliği asla bertaraf etmez" (s.95) Ne yazık ki, ne Kürt ne de Türk sosyalistleri, bugüne kadar, kendi kaderini tayin hakkının ulus olma koşuluna bağlanamayacağı seklindeki bu anlayışa hiç değinmemişlerdir. Türkler açısından böyle bir program, otomatikman Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkı demektir, Kürtler için de aynıdır. Ve böyle bir programın, bağımsız bir Kürt devletine karşı olması diye bir şey söz konusu değildir. Otomatikman bunu da içerir. Böyle bir programı savunmakla, sadece Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı değil, ama aynı zamanda, Kürt Kurtuluş Savaşına, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarma görevi yüklenmiş olur. Ama böyle bir program, bağımsız bir devlet kurma hedefinden farklı bir şeydir. Bağımsız bir devlet kurma programı, bu devletin alabileceği somut biçimleri ele almaz. Ama sadece bu da değil, bağımsız bir devleti de güçleştirir. Bir köyün bile isterse ayrılabileceği ve her türlü topluluğun kendi özgür iradeleriyle birleştikleri bir Demokratik Cumhuriyet ne gibi devrimci potansiyeller taşımaktadır? Ezen Uluslar Açısından: Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, böyle bir programı savunan bir öncülüğe sahip olduğu takdirde, ezen ulusun ezilenlerini aktif olarak yanına kazanabilir ve programı uğruna mücadele için örgütleyebilir. Çünkü böyle bir program, aynı zamanda, ezen ulusların bürokratik, militer devlet cihazlarının parçalanmasıyla gerçekleştirilebilir. Böyle bir program, ezen uluslar tarafından ezilen diğer ulusları da yanına kazanabilir. Örneğin İran'da Azeriler de ezilen bir ulusturlar. Bağımsız bir Kürt devleti hedefi, Azerileri, Kürt Devleti uğruna mücadeleye sevk etmez, ama Demokratik Cumhuriyet, onların mücadelesini de ateşleyip, ivmelendirebilir.” Bütün bu uzun alıntılarda, (1) Demokratik Cumhuriyet’in hem Kürt Ulusal Hareketinin hem de Türk İşçi ve emekçilerinin programı olması gerektiği söylenmekte; (2) bunun klasik ve tahrif olmamış, unutulmuş bir Marksizm’in yaklaşımı olduğu belirtilmekte; (3) bunun Türk ve 31
Kürt solunca bilinmediği, onlar için yeni olduğu da tekrar tekrar ifade edilmektedir. (4) Ve nihayet Azeriler örneğiyle bu programın bölgedeki demokratikleştirme potansiyelleri ima edilmektedir. Özetle, biz Demokratik Cumhuriyet’i PKK’nın ortaya attığı bir program olduğu için savunmuyoruz, Marksizm bunu gerektirdiği için ve yıllardır savunuyoruz. PKK Türk ve Kürt sosyalistlerinin savunması gereken programı savunmaya başlamış bulunuyor. Ve bunu yaparak aslında klasik tahrif edilmemiş ve unutulmuş Marksizm’in önerisine de uygun davranıyor. Demokratik Cumhuriyet parolasının niçin sosyalistlerce savunulmaması gerektiği, aslında Türk ve Kürt Marksistlerinin kanıtlaması gereken bir tezdir. * Yukarıda Kürdistan Press’den yaptığımız alıntıların tarihi 1986’dır. Ancak bizim bu Demokratik Cumhuriyet programına ulaşmamız, çok daha eskilere, Vatan Partisi içindeki tartışmalara ve o sırada Türkiye’deki radikalleşmeye bağlı olarak yaşadığımız hızlı teorik evrime kadar gider. Bu küçük partideki tartışmalar Türk solunca bilinmez kalmıştır ama, aslında nitelikleriyle, Kürt hareketinin bu gün yaşadığı evrime benzer bir karakter gösterirler. 1970’li yılların sonundaki radikalleşme dalgası, bütün burjuva sosyalist partilerde radikal kanatların oluşup kopuşmasına yol açmıştı: TİP’ten, Sosyalist İktidar çevresi, yani Yalçın Küçük ve Metin Çulhaoğlu koptu. TKP’den İşçinin Sesi ile Yörükoğlu (Nihat Akseymen), TSİP’ten ikinci Kitle dergisiyle TKP(B) ile İbrahim Seven. Birbiriyle ilgisiz gibi görünen bu bölünmeler, aslında Türkiye’de radikalleşmenin yansımalarıydı ve İşçi hareketinin burjuvazinin kuyruğundan kopup radikal demokrasi ile ittifak aramaya yönelmesinin ifadesiydi9. Bütün bu hareketler kendi geleneklerine uygun varsayımlar veya çıkarsamalarla, radikal hareketlerle ittifaklara yöneliyorlardı. (PKK da bu dönemin ürünüdür, aynı radikalleşmenin Kürdistan’daki yansımasıdır. Bu bölünmelerle, Apo’cuların ortaya çıkışının aynı döneme rastlaması rastlantı değildir. Rızgari de yine aynı radikalleşmenin bir yansıması olarak Stalinizmle kopuşma eğilimleri gösteriyordu bu sırada ama mantık sonuçlarına ulaşmaktan korkuyordu.) İşte, Vatan Partisi’nde de aynı dönemde benzer bir bölünme oldu ve burada da bizler radikal kanat olarak koptuk. Tek fark, kongrede çoğunluğu sağlayan biz olduğumuzdan tesadüfen resmi partinin bizde kalmasıydı. Diğer taraf Mehmet Özler’in başkanı olduğu Sosyalist Vatan Partisi’ni kurdu. Bu bölünmede, radikal kanadın teorik tezlerini ve yaklaşımlarını biz formüle etmiştik. Bütün bu metinler o zaman Kıvılcım dergisinin sayfalarında yayınlanmıştı. 9
Bu evrimi ve eğilimi ayrıca ele aldığımız “Burjuva Sosyalist Partilerde Bölünmeler” başlıklı yazıyı 1980’lerin hemen başında yazmıştık. Bu yazı daha sonra gizlice dışarı çıkarılmış ve Almanya’da yayınlanan Yol – Der Weg adlı dergide yayınlanmıştı. 32
Farklı görüşler parti yasallığı içinde ve kamu oyu önünde açıkça tartışmışlar ve ayrılıkların programatik ve stratejik karakteri nedeniyle aynı partide yer alamayacakları görüldüğünden, kongrede azınlıkta kalan Parti’den uygarca ayrılmıştı. Belki de Türk sosyalist hareketinde, açık teorik tartışmaya dayanan ve tam da bütün ayrılık noktaları sistemleştirilmiş ve kamuoyu önünde açıkça programatik ve stratejik ve örgütsel konular tartışarak gerçekleştirilmiş ilk ayrılıktı. (Bu gün çoğulculuk bayrağıyla kurulan ÖDP bunun kenarına bile ulaşmış değildir. Hele ilk çoğulcu parti falan oldukları iddiasına ise gülünebilir. Şark’ın ezeli, Tarihi kendisiyle başlatmak hastalığıdır bu.) Burjuva Sosyalist partilerdeki bu bölünmelerde, radikalizmi temsil eden tarafların hepsi, Stalinizm çerçevesine takılı kalmışlar ve bunu aşamamışlardır. Radikalleşmeleri belli bir noktada ve genellikle biçimsel sorunlara takılıp kalmış yöntemsel sorunlara yönelik bir radikalleşmeyle sonuçlanmamıştır. Bunu yapabilen sadece biz olduk. Muhtemelen bunu da Kıvılcımlı’nın sağladığı birikime ve onun bizlere Marksist geleneğin kimi kaynaklarını, Stalinizmin prizmasında kırılmadan aktarmasına borçluyduk. Yani “genlerimizde” daha ileriye gidecek bazı potansiyeller vardı. Bu farkı ve anlatmak istediğimizi söyle bir benzetmeyle açıklayalım. Bir maymun ve insan yavrusu birlikte büyütülmeye başlasalar, ilk bir kaç yıl aşağı yukarı paralel bir gelişim gösterirler, hatta maymun yavrusu başlangıçta insan yavrusundan daha hızlı gelişir. Ancak bir noktada, maymun yavrusun gelişimi genetik sınırlarına toslar, insan yavrusu ise tam da onun başlangıçta yavaş gelişmesine yol açan genetik özellikleri nedeniyle gelişmeye devam eder. Burjuva sosyalist partilerde radikalleşenler ve ayrılanların hemen hepsi, “genetik” yani metodolojik sınırlılıkları nedeniyle bir yerlerde takıldılar (Çulhaoğlu, Küçük) hatta bir kısmı, Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Aleviciliğe veya liberalizme doğru gerilediler bile (N. Akseymen (Yörükoğlu), İ. Seven). Sadece biz, buradan Klasik Marksizm’in yaşayan geleneği diyebileceğimiz “Troçkizm”e, oradan Frankfurt Okulu’na, Yeni Sosyal Hareketler’in problemlerine, Aydınlanma’nın Marksizm içindeki etkilerinin eleştirisine doğru bir evrim gösterebildik. Bugün bulunduğumuz yerden bu farkın nasıl oluştuğuna bakınca, bunun kaynağında Kıvılcımlı olduğu seziliyor. Yoksa bu isimlerin hiç birisi bizden daha az yetenekli değildi¸ aksine bizden çok daha zeki, bilgili ve yeteneklidirler. Kanımızca Kıvılcımlı’nın bize kazandırdığı bir metodoloji var, bu “genetik” özellikleri bağışlayan. * Bu kısa açıklamadan sonra, Demokratik Cumhuriyet parolasına ilişkin, bunun “Demokratik Cumhuriyet” olarak adını koymadan, “Vatan Partisi Programı” diyerek, -ki sonra gösterileceği gibi, Vatan Partisi Programı tamı tamına bir Demokratik Cumhuriyet programıdır- Vatan Partisi içindeki tartışmalarda, Komisyon Raporu denen metinde, ki bu metinin neredeyse tamamı bizim kalemimizden çıkmıştı, aynı fikirleri nasıl ifade ettiğimizi aktaralım. (Aşağıdaki satırlar, yukarıda Kürdistan Press’e yazılmış yazıda ifade edilenlerin ilk
33
ve değişik, bir küçük partinin kendi özel jargonuna uydurulmuş bir versiyonu olarak da okunabilir.) “Vatan Partisi programı, tüm ulusların, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını şu veya bu yönde kullanabileceği ve kullandığı takdirde de hiç bir baskı ve zorla karşılaşmayacağı bir demokratizmi inşa eder. Hakkın fiilen gerçekleşmesini sağlar. Bu hakkı kullanıp ayrılmayı veya kalmayı bütünüyle o halkın kendi seçimine terk eder. VP programı, onun tercihini özgürce yapabileceği şartlar sağlar. Ve bu şartlar, ancak VP programının, yani Demokratik Devrim’in gerçekleşmesi ile kazanılabilir. Bu nedenle, VP Programı ya da Demokratik Devrim, ezilen bir ulusun ayrılma hakkını kullanabileceği demokratizm şartlarını gerçekleştireceği için; ve ezilen ulusun da önünde esas devrimci adım, yakalanacak “ana halka”; kendi kaderini tayin hakkını fiilen kazanabileceği şartlara ulaşmak olduğundan ezilen ulusun da programıdır. İster ezen, ister ezilen ulustan olsunlar VP programının tüm devrimci mücadelenin hedefi olduğunu ve olması gerektiğini kavramayanlar gerçekte, nice keskin görünürlerse görünsünler özünde reformizmi öne geçiriyorlar, burjuvazinin kuyruğuna takılıyorlar demektir. Lenin bu konuyu şöyle koyar: “ ‘Ulusların Kaderlerini Tayin hakkı’ demokratik bir düzeni zorunlu kılar, öyle ki, bu düzende sadece genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir.” VP programı, böyle “demokratik bir düzen” kurar. “Ayrılma sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme” bağlamayı, yani ayrılma hakkını engellemeyi; onu kağıt üzerinde bırakmayı OLANAKSIZ KILAR.” (Kıvılcım, Sayı 3, Kasım-Aralık 1978, s.142-143) Bu alıntılar bize şunu gösterir: aşağı yukarı 1986 yılında Kürdistan Press’e yazdıklarımızı yazmaktayızdır bu Vatan Partisi içindeki tartışmada. Yazıda Vatan Partisi Programı denilen Demokratik Cumhuriyet, hem ezen ulusun sosyalistlerine, hem de ezilen ulusun sosyalistlerine önerilmektedir ve bu öneri aynı zamanda Vatan Partisi’ndeki burjuva sosyalizmiyle bölünmenin programatik temeli, çekirdeği, özüdür. Tarih 1978. Radikalleşmenin zirvede olduğu nokta. İşçi hareketinin ve Kürt hareketinin gecikmiş radikalleşmesinin başladığı ama aynı zamanda toplumun da yorulmaya başladığı nokta. Bu sosyolojik eğilimlerin, politik ifadelerini Burjuva Sosyalist partilerde radikal eğilimlerin bölünmesiyle; Kürdistan’da Rızgari gibi hareketlerin Stalinizmle yüzleşmeye başlamasıyla ve Apocuların ilk kez isimlerini duyurmaya başlamasıyla bulduğu dönem. Özetle, bizim Demokratik Cumhuriyet’i ezen ve ezilen ulusa bir program olarak önermemiz neredeyse çeyrek yüzyıllık bir geçmişe sahiptir ve bizim sonraki teorik evrimimiz ve radikalleşmemizin adeta başlangıç noktasıdır. * Bu başlangıç noktasına nasıl vardığımızın kısa hikayesini de burada kısaca anlatalım. 34
1973 yılı sonlarında, TSİP’i kuracak olan ekibe muhalefet eden bir grup “Doktorcu” işçi ve devrimci bir araya gelip, Vatan Partisi programını temel alarak bir Beşiktaş’ta bir apartman dairesinde yaptıkları bir kongreyle Türkiye Komünist Partisi kurdular, daha doğrusu o zamanın jargonuyla onu “reorganize” ettiler. Polis ve mahkemelerde ortaya çıkmadığı için bilinmez ama bizim mahkum olduğumuz ve on yıl hapiste yattığımız Kıvılcım gazetesi bu partinin organıydı. Bu parti kongresinin hazırlıkları sırasında ve kongrede, toplananlar içinde Kürtler de bulunuyordu. Kürt olsun olmasın, herkes şu sorunla karşılaşmıştı: Vatan Partisi Programı’nda Kürtlerden ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan hiç söz edilmiyordu. Bunu hepimiz onun legal bir parti olmasına bağlıyorduk. Bunu ifade edemediği için bu konuda sustuğunu düşünüyorduk. Eh bizler o sıra illegal bir parti kurduğumuza göre bu tür bir yasal sınırlama söz konusu olmadığından, bu hakkı açık açık ifade edebilmeliydik. Kongrede Türkiye Komünist Partisi’nin Programı olarak da kabul edilen Vatan Partisi Programı’na bir tek ilave yapılmıştı, ulusların Kendi Kaderlerini tayin hakkı konusunda, aklımızda kaldığı kadarıyla şöyle bir ifade eklenmişi: “Türkiye Komünist Partisi, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkının tanır ve savunur. Halkların bağımsızca karar alışlarıyla birlikte ve kardeşçe yaşamaları için mücadele eder.” Aşağı yukarı böyle bir şeydi. Burada önemli olan Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nın vurgulanması ve birlik sorununun “Bağımsızca Karar Alış” koşuluna bağlanmasıydı. Bu önemli bir fark oluşturuyordu. Yani birleşmek için önce ayrı ve eşit olmak gerektiği. Ve eğer hafızam beni yanıltmıyorsa bu formülasyonu da ben yapmıştım. Daha sonra, 1974’de Kıvılcım gazetesinde sosyalistlere bir Proletarya Partisi Programı olarak bu program önerilmişti. Ama yasal durum göz önüne alınarak, bu metin Vatan partisi Programına şöyle bir formülasyon değişikliğiyle yedirildi: “21- ANAYASAMIZIN Kamu Hukuku maddeleri ile, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ hükümleri kısıntısız olarak, kitaptan hayata geçirilecek. (Buraya kadar olan kısım, 1954 Vatan partisi Programında da var. Bundan sonrası o eklemenin legal biçimi oluyor.) Türkiye ve Dünya Halklarının karşılıklı güven, işbirliği ve bağımsızca karar alışlarıyla kardeşçe ilişkileri gerek demokrasinin, gerek sosyalizmin kuruluşunun vazgeçilmez şartı olarak görülecek.” (Kıvılcım, 25.Mart.1974, Sayı: 3, Sayfa:4) Daha sonra Kıvılcım kapatıldı, o parti fiilen dağıldı vs. ve bu değişiklik yapanlarca bile unutuldu gitti. * 1974’yılının sonuna doğru Mihri Belli Emekçi dergisinde Vatan Partisi Programını eleştiren bir yazı yazmıştı. Bu eleştiriye bir cevap vermeye hazırlanırken, Vatan Partisi Programı üzerine daha derinliğine düşünme ve onun özelliklerini inceleme olanağı bulmuştuk. Bu açıdan bakıldığında Vatan Partisi Programının gözümüzde değerini giderek arttıran özelliklerinin farkına varıyorduk. Bu özellikler onun eklektik olmamasıydı her şeyden önce.
35
İlk teorik makalemiz ve polemiğimiz olan, bizim için biraz da “baba katli” gibi bir anlam taşıyan bu, Mihri Belli’ye cevapta, şöyle yazıyorduk: “Program bir bütündür. Eklektik değildir. (...) “Eski divan edebiyatında beyitlerle yazılan bir tür şiir vardır. Bu şiirlerde her beyit kendi başına bağımsız olarak bir anlam taşır, beyitlerden bir ikisini çıkarsanız ya da yerlerini değiştirseniz şiirin bütün olarak anlamında bir eksiklik ve değişiklik fark edilmez bile. Ama, mesela modern şiirde bir tek sözcüğü değiştirmek, bir mısrayı atlamak şiire bütün anlamını kaybettirebilir. Her sözcük birbirine ve şiirin bütününe bağlıdır. Benzer şekilde V.P. Programından da bir talebi çıkarsanız ya da değiştirseniz hemen sırıtır, eğreti durur. V.P. Programı bir şiire benzer.” (H. Yılmaz, Emekçi ve Birikim’in Dr. H. Kıvılcımlı Eleştirileri Üzerine, Kıvılcım yayınları, İstanbul, 1976, sayfa: 16) Tabii bizim bu satırlarımız aynı zamanda bir özeleştiriydi. Yukarıda anlatılan, ulusların kaderlerini Tayin hakkı ile ilgili Kongre’de yaptığımız, illegalitenin açık diline uydurma, “düzeltme” ve “katkı”larımızla da, bu “şiirin” bütünlüğünü bozduğumuz, onu eklektik bir yapı haline dönüştürdüğümüz anlamına geliyordu. O zaman da şu soru kafamıza şu soru takılıp kalmıştı: Niçin Kıvılcımlı özel olarak Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan söz etmemişti Vatan Partisi Programında? Bizim yaptığımız bu değişiklik bir tür “ilkeler bildirimi” gibi bir şeydi, programın bütünlüğü içinde son derece eklektik kalıyordu. Böylesine bir temel konuda bu programın eksikliği kabul edilemezdi. Kıvılcımlı gibi en keskin talepleri bile en yumuşak görünümle ve somut talepler biçimde formüle etmenin ustası bir teorisyen, pek ala bunu da formüle etmenin bir yolunu bulmuş olmalıydı. Niye yoktu böyle bir talep? Biz aklımızca bir düzeltme yapmıştık, ama bu biraz, resim ve sanat tarihinden anlamayan birinin, orijinal bir tabloyu, düzelteceğim diye değersizleştirmesi, bozması gibi bir şeydi. Niçin bunu yapmak zorunda kalmıştık? Bu açıklanmayı bekliyordu. Biraz bunu gösterelim. Yetmişli yılların ortalarında birçok sosyalist parti kuruldu. TSİP, TİP, TKP, EMEP vs. Bunların her birinin farklı gibi görünen programları vardı. Biz bu dönemde, bütün bu partilerin programlarını ele alıp mercek altında inceleyen tek kişiydik belki de Türkiye Sosyalist Hareketinde. Bütün bu partilerin programlarını tek tek, madde madde incelemiş ve eleştirmiştik. Bunlardan sadece biri yayınlanabilmişti. TKP Programının Eleştirisi (C. Aydın, TKP Programı Eleştirisi, Kıvılcım, Sayı: 1, Temmuz Ağustos 1978, Sayfa 54-119) * Şimdi bu program eleştirisinden TKP Programının ulusal sorun konusundaki taleplerini eleştirdiğimiz bölümde bu çelişkimizin hala yerinde durduğu ve o sıralardaki çözümümüzü yansıtan satırları aktaralım. Bu bizim o zamanki sınırlılıklarımızı ve adeta çözümün sınırına gelip orada takıldığımızı çok açık gösterir: “Gelelim Vatan Partisi Programı'na. Vatan Partisi Programı'nda, Ulusların kendi 36
kaderlerini tayin hakkı konusunda hiç bir somut talep yoktur. Ama bu yok oluş, onun zaafı değil, diğer yasal partiler karşısındaki üstünlüğüdür. Çünkü Vatan Partisi, yasal olarak kurulmuştur, yasal bir partidir. Yasalar ise, Kürdistan'ın Türkiye'nin sömürgesi olduğunu inkâr etmekte, Kürt ve diğer ulusların varlığını kabul etmemektedir. Bu nedenle yasalar çerçevesinde bu konuda somut talep ileri sürülemez. Eğer sürülmeye çalışılır, talepler yasalara uydurulmaya çalışılırsa, bu sonuçta oportunist taleplerin formulasyonuna yol açar. Programda yanlış bir şey söylemektense, hiç bir şey söylememek yeğdir. Sorun bir bölge meselesi ya da kültürel özerklik meselesi değildir. Ayrı devlet kurma meselesidir. Bu günkü yasalar çerçevesinde talep edilemez. Edilmeye kalkılırsa, ya soyut ilke bildirimleriyle, (ki ilke bildirimlerinin yeri bir program değildir. O somut yapılacak işler planıdır) geçiştirilir, ya da bölge geriliği, kültürel özerklik meselesine indirgenir. TKP ise, illegal, hiç bir yasal sınırlamaya tabi olmayan bir parti olduğu halde, var olan programıyla, somut olarak ulusal meseleyi çarpıtmış, oportunistçe, şovence yorumlamıştır. "Eğer bir teori açıklanamıyorsa - susun, ya da onun tam olmaktan çok uzak bir açıklamasını verdiğinizi, en önemli özelliklerini dahil etmediğinizi söyleyin." (Lenin, "Marks Engels Marksizm", s. 114) V.P. Programı'nda, bu konuda hiç bir talep olmaması, diğer bazı eksik ve yanlışlarla birlikte olsaydı, yani VP Programı'nda Engels'in Erfurt Programı eleştirisinde tanımladığı türden, demokratik bir cumhuriyeti gerçekleştirecek talepler olmasaydı bir yanlış olurdu. Konuyu somutlamak için şöyle bir örnek verelim: programda canlı bir organizmanın, örneğin bir insanın anlatıldığını göz önüne getirin, ama yasalar örneğin akciğerlerin varlığından söz edilmesini, akciğerlerin tanımını yasaklamış. O şartlarda, programınız, kan dolaşımından, beslenmeden, boşaltımdan eksiksiz olarak söz ediyor ama akciğerlerden söz edemiyor. Pratik olarak akciğerler olmadan bir insanın yaşamıyacağı bellidir. Bu durumda, her şey tamam, bir akciğerler eksikse, ve bu eksiklik bilinçli olarak yapılmışsa, eksiklik diğer organlar tam ve işler olduğu sürece bir anlam taşımaz. Çünkü onların işleyebilmesi için akciğerlerin çalışıyor olması gerekir. O söz edilmeden de vardır. Aynı şekilde, VP Programı'nda ulusal sorun üzerine somut bir talep yoktur, ama o tüm programın organik yapısı içinde varlığı şart olan, hukuki nedenlerle söz edilemeyen bir konudur.” Yukarıdaki satırlarda, Vatan Partisi Programı’nın Mihri Belli’ye cevap verirken farkına varılmış organik bütünlüğü belirtilmekte ama bu bütünlüğün içinde Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nın hala var olmadığı düşünüldüğünden, bu yokluk yasal sınırlamalarla açıklanmaktadır. Yani sorun hala ulus olup olmama bağlamında tartışılmaktadır. Ayrılma hakkının ulus olup olmamayla ilgisizliğinin, bilincinde değilizdir. Dolayısıyla, Vatan partisi Programının, kendi kaderini tayinin demokratik olmayan bir çözümünü dışladığının farkında olamamaktayızdır. Türkiye ve Kürt solu hala bunun bilincinde değildir. * Bütün bu program eleştirilerinde henüz bir program ile bir program metni ayrımının farkında değilizdir ve programı da hep Türkiye’ye ilişkin bölümüyle ele almaktayızdır. Yani 37
her hangi bir proletarya partisinin önce dünya çapında bir programı olması gerektiği, bir ülkeye ilişkin programın buna bağlı ve tabi olarak var olabileceği kavranışı yoktur henüz. (Maalesef Türk ve Kürt solunda bu da hala yoktur. Program hala bir program metni yazmak olarak anlaşılır ve program deyince de ülkeye ilişkin program anlaşılır. Açın bakın bütün Sosyalist partilerin durumu böyledir. Şimdi de bir sosyalist parti tartışmaları böyle yapılmaktadır.) Henüz bu noktada değilizdir ama bu program eleştirileri, bütün sosyalist partilerin ve partileşmemiş grupların veya illegal partileri olan illegal örgütlerin temel programatik zaaflarını görmemize yol açmıştı. Neydi bunlar? Bütün Burjuva Sosyalist Partiler, yani TİP, TSİP, TKP vs., hepsi aslında son derece soyut olan ve Demokratik Devrim anlamına gelecek bir programa sahiptiler ama, bu programı da ileriye atıp acil talepler biçiminde bu minima programdan da geri talepleri esas mücadelenin konusu yapıyorlardı. Buna karşılık, daha radikal olan ve çoğu parti olarak kendini ifade etmemiş gruplar, hareketler veya bunlardan illegal partileri olanlar, yani Küçük Burjuva Sosyalist hareketler ve partiler;,bu gibi bir minima programı bile oluşturmayan, örneğin 141 ve 142’nin kaldırılması gibi taleplere itibar etmiyorlar, ama buna karşılık son derece soyut, “Demokratik Halk İktidarı” gibi, hiç bir somut teklif ve örgüt biçimiyle doldurulmamış yuvarlak bir genel hedef bildirimiyle yetiniyorlardı. Ve somut olarak politika söz konusu olduğunda da, hiç bir somut talep ifade etmeyen rozet sloganlarla, (örneğin “Mahir Hüseyin Uluş, Kurtuluşa Kadar Savaş” veya “Tek Yol Devrim!” gibi. Her “siyaset”in böyle kendisini tanımladığı sloganlar vardı. Bunlar tıpkı Futbol takımlarının taraftarlarının kendilerini tanımlamak için kullandığı sloganlara benziyorlar ve aynı işlevi görüyorlardı. Bir kimliğin ifadesi, bir aidiyet duygusu.) miting alanlarını dolduruyorlardı. Yani Küçük Burjuva sosyalizmi de bir program nosyonundan yoksundu ve böyle bir yetenek gösteremiyordu. Bu genel manzaranın ortaya çıkardığı sonuç şuydu. O muazzam yükselen hareketin, Türkiye tarihindeki en büyük politizasyon ve radikalleşme dalgasının aslında bir devrimci programı yoktu. Somut olduğunda “DGM’ye hayır!”, “141-142 kalksın”da kalıyordu. Bütün bunların elde edilmesi ise, o minima programa bile ulaşmak değil, ona ulaşmak için daha elverişli koşullar anlamına gelebiliyordu. Radikal olduğunda ise somut bir şey söylemiyordu, programsızdı. Yani Demokratik bir devrimin ifadesi olacak somut talepler manzumesi hiç bir şekilde, ne küçük burjuva radikal devrimcilerin ne de burjuva sosyalist partilerin somut politik eylemlerinde hiç bir şekilde görülmüyor; bir demokratik devrim anlamına gelecek somut talepler ezilen yığınlar tarafından bilinmez kalıyor ve yığınların hafızasının derinliklerinde yer etmiyordu. Vatan Partisi Programı bütün bunlardan kökten ayrılıyordu. O Demokratik devrim anlamına gelecek talepleri, somut bir sistem olarak ve acil talepler olarak ortaya koyuyordu. Ne rozetti ve soyuttu, ne de Burjuva Sosyalist Partilerin programları gibi acil denen taleplerin gerisine atılmıştı. Ama bu Hikmet Kıvılcımlı’nın orijinal halinde böyleydi. 38
O yetmişli yıllardaki Vatan Partisi bu devrimci programı iğdiş etmişti? Nasıl mı? Kıvılcımlı’nın manevi otoritesi nedeniyle elbette bu programa dokunulamıyordu ama bir takım kongre kararlarıyla sözde başka acil talepler öne çıkarılıyor ve tıpkı diğer burjuva sosyalist partilerde olduğu gibi, Demokratik Cumhuriyet programı daha acil olduğu söylenen görevlerin arkasına atılıyordu. Tabii bütün bu parti programlarını inceler ve eleştirirken, Gotha ve Erfurt Program Eleştirileri, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi Programı ve Program Taslağı tartışmaları, Komünist Manifesto, Devlet ve İhtilal, Fransa’da İç Savaş gibi kitapları bu ulaştığımız sonuçlar ışığında yeniden okuduğumuzda şunu görüyorduk: bu hiç de yeni bir sorun değildi. Örneğin Erfurt Program tasarısının eleştirisinde, Türkiye’nin burjuva sosyalist partilerinin yaptığının tıpkısını yapanlara Engels, bu programın en büyük eksiğinin asıl söylenmesi gerekenin söylenmemiş olduğunu söylüyordu. Peki neydi bu asıl söylenmesi gereken? Demokratik Cumhuriyet. Peki Demokratik Cumhuriyet neydi? Engels, Demokratik Cumhuriyet olarak iki örnek verebiliyordu: Amerika Birleşik Devletleri ve 1792-98 Birinci Fransız Cumhuriyet’i. Programda olması gereken Demokratik Cumhuriyet talebi hiç bir sosyalist partinin programı değildi. Bir tek partide, Vatan Partisi’nde “Ucuz Devlet” başlığı altında böyle bir Demokratik Cumhuriyet programı vardı, o da bir takım kongre kararlarıyla diğer burjuva sosyalist partiler gibi, bu programın önüne, daha acil olduğunu söylediği başka talepleri geçiriyordu. İşte bunu keşfetmemiz, bizim Vatan Partisi’ne egemen çizgiye karşı muhalefetimizin hareket noktasını oluşturdu ve biz tabiri caiz ise, otantik Vatan Partisi Programı’na yani Demokratik Cumhuriyet programına dönüşü savunduk ve partideki bölünme programatik düzeyde ve bu temelde oldu. Bu başlangıç noktası aynı zamanda, bizim, ondan dört yıl önce, Mihri Belli’nin Vatan Partisi Programını eleştirisine cevap verirken oluşan sorunun da cevabını bulduğumuzu gösterir: yani Vatan Partisi Programı’nda niye Ulusal Sorun veya Kürtlerle ilgili bir tek cümle bile olmadığı. Çünkü programın kendisi ve bütünü bu sorunu çözmekteydi, TKP Program eleştirisinde açıklamaya çalıştığımız türden “bir organdan söz edilmemesi” söz konusu değildi; programın bütünü o çözümdü. Dolayısıyla yukarıda aktarılan, o Vatan Partisi’ndeki tartışmalarda, Komisyon Raporu’nda bizim tarafımızdan yazılmış satırlar, aynı zamanda, 1970’lerin başında bu programa yaptığımız eklektik düzeltmenin de bir özeleşterisiydi. * Sanırız bu kadarı bizim Demokratik Cumhuriyet programını, hem Türkiye ve hem de Kürdistan sosyalistleri için, çeyrek yüz yıldır bir program olarak önerdiğimizi gösterir. Dolayısıyla, PKK’nın bizim savunduğumuza gelmesinden boşu boşuna söz etmediğimizi kanıtlar. Tabii yazının başında da tekrarladığımız gibi, onların kendilerin başka yoldan aynı sonuca varmaları söz konusudur. Ayrı yollardan aynı noktada ama çeyrek yüz yıllık bir gecikmeyle bir buluşma söz konusudur.
39
Biz o noktaya 1970’lerin sonuna doğru, radikalleşen İşçi ve Kürt hareketinin yansıması olarak Marksizm’in kaynağına giden teorik araştırmalarla ulaşırken; Kürt hareketi, 90’lı yılların sonunda, sıkıştığı köşeden bir ölüm parendesiyle kurtulmak için ve Sovyetlerin çöküşünün onun dogmatik kalıplarını kırmasını kolaylaştırması sayesinde ulaşmıştır. Bu nedenle aslında Marksizm’in kaynağına bu bilinçsiz dönüş olan Demokratik Cumhuriyet parolası, Stalinist kabuğunu hala kıramayan Türk ve Kürt solu tarafından, Sosyalizmden uzaklaşma ve bir sağa kayma olarak görülmektedir. Bu arada bir yanlış anlamaya yer vermemek için şunu belirteyim, bizim Kürt hareketine desteğimizin Kürt hareketinin bu parolasıyla ilgisi yoktur. Onlar Demokratik Cumhuriyet veya bizim yanlış bulacağımız başka parolayı savunsalar da biz onların ayrılma hakkını desteklemekle yükümlüyüzdür. Onlar gerilla savaşı yapar ve bu parolayı söylemezken de destekliyorduk. Zaten diğerlerinin yanı sıra Kürdistan Press’e veya Özgür Gündem’e yazdığımız yazılar bunu kanıtlar. Ama burada yine Kürt Hareketi hakkında bu sefer doksanların başında, yani tüm zirvede bulunduğu noktada yazdığımız bir yazıda, artık Kürt hareketi fiilen PKK ile özdeş olduğundan, Kürt hareketine ama pratikte ve somutta PKK’ya demokratik Cumhuriyet’i nasıl bir program olarak önerdiğimize dair bir alıntı yapalım. 1992 Yılında İsveç’te yazdığımız “Kürt Ulusal Hareketi ve PKK” adlı yazıda, “Kürt Ulusal Hareketi ve PKK’nın Zorlukları ve Sınırları” başlıklı bölümde aynen şunları yazıyorduk: “PKK'nın başarı için sadece kendi gücü yetmez. Egemenlerin çelişkilerinden yararlanabildiği kadar Türkiye ve Dünyadaki ezilenlerin desteğini ve sempatisini de kazanmak zorundadır. Dünyadaki ezilenlerin desteği nasıl kazanılabilir? Burjuva uygarlığın aynadaki aksi olan bir planlı, eşitlikçi ve demokratik toplum ideali Batı'nın ezilenlerinde hiç bir titreşime yol açamaz artık. Sosyalistler Burjuva uygarlığından başka bir uygarlığı programlaştırmak zorundadırlar. Yeni Sosyal Hareketler, Proletarya nasıl baskıcı ve bürokratik burjuva devlet cihazını sınıfsız bir topluma gidiş için bir araç olarak kullanamaz ise, bu uygarlığın maddi araçlarını da kullanamayacağını göstermiştir. Bu evler, bu yollar, bu otomobiller vs. ile her türlü baskı ve sömürü ortadan kaldırılamaz. Bırakalım böyle bir programın taslaklaştırılmasını, henüz bu sorun bile dünyada henüz çok sınırlı bir kesimde bir problem olarak tartışılmaya başlanırken, ne kültürel birikimi, ne sınıfsal dayanağı, ne de paradigması bu sorunları ortaya koymaya olanak vermeyen Kürt Ulusal Hareketi ve PKK'dan böyle bir başka uygarlığı programlaştırabilmesi beklenemez. Ve bu da, marjinal gruplar bir yana, PKK'nın dünyanın ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanma şansı olmadığı anlamına gelir. Vietnam savaşının sağladığı destek gibi bir destek PKK için olanaksız görünüyor. Elbet Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde bu dolaylı yedek güç belirleyici değildir. Bu olmadan da başarı kazanılabilir. PKK'nın başarı için esas savaşı yürüttüğü Türkiye'nin, ezilenlerinin desteğini ya da sempatisini kazanması gerekir. Ancak böylece Türk burjuvazisini ve T.C. devletini tecrit 40
edebilir. PKK bu gerekliliğin bilincindedir de, bu desteği kazanabilmek için elinden geleni yaptığı da inkar edilemez. Ancak burada da benzer sınırlarla karşılaşıyor. PKK Türkiye Kürdistan’ında ve Türkiye'nin batısına göçmüş büyük metropollerin neredeyse yarısını oluşturan işçiler ve yoksullar arasında büyük bir sempati ve desteğe sahip olmakla birlikte bunu örgütleme ve mücadeleye sokma yeteneği gösterememektedir. PKK'nın esas egemenlik alanı Türkiye Kürdistan’ının en geri bölgeleriyle sınırlı olmaya devam etmektedir. Bu durum her şeyden önce onun Ulusal kurtuluşçu programatik sınırlarından kaynaklanmaktadır. PKK Kürdistan şehirlerini ve Türkiye'nin de işçi ve ezilenlerini kazanabilmek için, mücadelesinin nesnel sonuçlarından öte onlar için de bir program geliştirmek zorundadır. Ama bunu yapabilmesi için onun bir Ulusal kurtuluş Partisi olmaktan çıkıp bir Sosyal Devrim partisi olması gerekir. Bu ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin kendi içinde bir devrim yaşamasını gerektirir. Ne yazık ki PKK içinde böyle bir dönüşümün unsurları çok zayıftır ve Ulusal Mücadelenin başarılarının coşkusu altında giderek de zayıflamaktadır. PKK başarı için Türkiye'nin ezilenlerini kazanmak gerektiğini sezmektedir, şehirlere yerleşmesi gerektiğini sezmektedir, bu yöndeki sıkıntılarını da gizlememektedir ama sorunun programatik ve stratejik boyutunu görememekte, çözümü taktik ve örgütsel girişim ve tedbirlerde aramaktadır. Örneğin artık fiilen bir toplumsal güç olmayan. dağılmış Türk Soluna her türlü desteği sunarak bu zaafını gidermeye çalışıyor. Ama o cesedin artık kımıldaması olanaksız gibi görünüyor. Ya da eylem ve propagandasında Türk ezilenleriyle bir hesabı olmadığını sürekli vurgulamaya özen gösteriyor. Ama bu sefer şehirlerde oluşmuş ve bir türlü örgütleyemediği taraftarlarının kontrolsüz davranışları (örneğin bir mağazaya yangın bombası atılması ve panik içinde sivillerin ölmesi) bütün propaganda ve eylemin mesajını bir anda yok edebiliyor ve kendisi çoğu kez kendisini destek amacıyla yapılmış bu eylemcileri gücendirmemek için bu girişimlere sahip çıkmak zorunda kalıyor. Bu durumda mücadelenin kendi dinamikleri yeni açılımları ortaya çıkarmadığı sürece PKK'nın Türk ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanması da şehirlerdeki Kürt azınlıkları örgütleyebilmesi de pek beklenemez.” Görüldüğü gibi, 1992 yılında bu sefer PKK’nın başarı için Demokratik Cumhuriyet’i programatize etmesi gerektiği; “ulusal kurtuluş partisi olmaktan sosyal kurtuluş partisi” olmaya dönüşmek şeklinde ifade edilmektedir. Yani Demokratik Cumhuriyet programı PKK’ya önerilmekte, bu olmadığı takdirde başarı kazanamayacağı söylenmekte; Türk ezilenlerinin kazanılmasının hala örgütsel ve taktik bir sorun olarak görüldüğü eleştirisi yapılmaktadır. Ama sadece bununla da kalınmamakta, Bir zamanlar Kürdistan Press’de sorulmuş soruya tekrar dönülmektedir. Acaba Kürt hareketinden bir sosyal devrim partisi olmayı istemek veya onun böyle bir evrim geçirebileceğini düşünmek, ondan sınırlarının çok ötesinde bir şey beklemek değil midir diye sormuştuk o zaman. Burada mücadelenin coşkusunun bizzat bunun önünde engel olduğu görüşü getirilmektedir. Bu yöndeki belirtilerin bütün zayıflığına
41
rağmen Kürt Hareketinin bunu yapabilmesi olasılığı kategorik olarak reddedilmemektedir. (İlginçtir, yukarıdaki satırların aktarıldığı yazıyı hem Yeni Ülke’ye hem de o sıra haftada bir köşe yazıları yazdığımız Özgür Gündem’e yollamıştık. Bu yazı ikisinde de yayınlanmadı.) İşin ilginci Tarih burada belirtilen görüşleri doğruladı. Kürt hareketi, ancak, Öcalan’ın kaçırılmasıyla aldığı ağır darbe altında bu dönüşümü yapabildi. Ve bu gün bizzat Öcalan, bu değişikliklerin doksanların başında yapılması gerektiğini söylemektedir. * O halde, Öcalan’ın İmralı’da Demokratik Cumhuriyet projesinden söz ettiği gün, bütün Türk ve Kürt solundan farklı olarak bizim bu programı alkışlamamızın hiç yadırganacak bir yanı yoktur. Bizim açımızdan, çok zayıf bir olasılık olarak gördüğümüz bir mucize gerçekleşmektedir adeta, bir ulusal hareket bir sosyal harekete dönüşmektedir. Yıllardır umutsuzca önerdiğimiz, beklediğimiz, birden bire bizden bağımsızca, bizim zerrece etkimiz bile olmadan gerçekleşmektedir. (Bu bizim, bunun olası olduğuna dair, Marksist teori ve strateji açısından son derece yeni görüşümüzün pek de boş olmadığını gösteren bir doğrulanmasıdır. Burası konumuz dışı ama, Seksenli yıllarda, göçmenler, ekoloji, gibi hareketlerin de benzer potansiyeller taşıyabileceği sorununu ortaya atıp tartışmış ve bunu göçmenler hareketi içinde de gerçekleştirmeye çalışmışızdır. Bazı arkadaşlar bizi bu tür hareketlerin potansiyellerini abartmakla eleştiriyorlardı. İşin ilginci, bunlar da İmralı’da yapılanı, böyle bir potansiyel ön görmediklerinden, tamamen bir teslimiyet olarak değerlendirip, Kürt hareketinin bittiği sonucunu çıkardılar. Dolayısıyla İmralı, bizim bu Demokratik Cumhuriyet’i ihanet olarak gören Türk Solunun yanı sıra, bir ulusal hareketin sosyal hareketi dönüşmesini olanaksız gören arkadaşlarımızın da bizden uzaklaşmasını ve kişi olarak yapayalnız kalmamızı getirdi.) Bu nedenle İmralı’yı değerlendirirken aynen şunları yazarız: “Şimdiye kadar Kürt ulusunun verdiği mücadeleyi, ayrı bir devlet kurma mücadelesi olarak görenler, bu projeyi kendi hedeflerine ihanet olarak görmektedirler. Ne var ki, bu değerlendirme ne doğrudur ne de gerçekçidir. Doğru değildir, çünkü, PKK bütün geçmişi boyunca, ayrılmaktan ziyade, ayrılabilme hakkının olduğu bir demokratik sistem için mücadele ettiği vurgusunu yapmıştır. Hatta sorunu ayrılıp ayrılmamak ve ayrı bir devlet kurmaktan öte, bir ulusun kimliğinin tanınması ve kendi kişiliğini geliştirmesi olarak anladığını vurgulamıştır. Gerçekçi değildir, çünkü, Kürtler ancak belli uluslar arası dengeler ortamında, çok elverişli tarihsel koşullarda, dünyadaki etkili güçlerin, güçlü Türk, İran ve Arap devletlerinin en azından bazılarını karşıya almayı göze alabilecekleri bir durumda ayrı bir devlet kurma olanağı edinebilirler. Bugün ise, buna olanak yoktur. Ne ABD'nin ne da Avrupa'nın ne de onlar karşısında etki alanı hızla gerileyen Rusya'nın böyle bir projeyi destekleyerek söz konusu ülkeleri karşıya alması beklenemez ve beklenemeyeceğini de, Öcalan'ın trajik bir 42
sonuca ulaşan Odyssseusu esnasındaki dramatik gelişmeler göstermiş bulunmaktadır. Ayrıca Kürt ulusal hareketi, tarihte eşi benzeri olmayan bir şekilde, ABD'nin yeryüzü ölçeğindeki total kontrolü nedeniyle önderini savaştığı güçlerin eline esir vermiş ve lojistik desteğini büyük ölçüde yitirmiş, tayin edici olmasa da çok önemli bir yenilgi almış bulunmaktadır. Bizzat bu yenilgi ise, Türkiye'deki savaş rantiyelerine ve onların Kürtlerin varlığını inkara ve ezmeye yönelik politikalarına güç vermiş ve kısa zaman önce yapılan seçimlerde bu politikaların savunucusu partiler ezici bir çoğunluk kazanmışlardır. İşte, Abdullah Öcalan, Öcalan'ın şahsında da Kürt Ulusal Hareketi, ölüm ve yok olma tehdidi altında iken en zor koşullar altında bir salto mortale (ölüm parendesi) ile kendini kendisi olmaktan çıkarıp, yepyeni bir ulusun tohumu olarak yeniden ortaya koymaktadır. Belli uluslar arası dengeler el vermediği sürece, Kürt ulusal hareketi sadece bağımsız bir devlet için savaştığı takdirde başarıya ulaşamazdı. Kürt Ulusal hareketi, kendini ezen ulusların ezilenleri için de bir program geliştirdiği, yani sadece Kürtleri, kendini değil, kendini ezenlerin de ezilenlerini kurtarmaya kalktığı takdirde; yani bir ulusal kurtuluş hareketi olmaktan çıkıp bir sosyal kurtuluş hareketine dönüştüğü takdirde; yani bir salto mortale ile kendisi olmaktan çıktığı takdirde başarı kazanabilirdi. Kürt hareketleri içinde, plebiyen yapısıyla sadece PKK bu güne kadar böyle bir kendini aşma potansiyeli ve emareleri gösterebiliyordu. İşte, Öcalan'ın şahsında, en elverişsiz koşullarda, büyük ölçüde daha önceki evriminin de mantıki bir sonucu olarak, Kürt ulusal hareketi, kendini kurtarmak için ezenini de kurtarmaya; zafere ulaşabilmek için önüne daha büyük görevler koymaya; bir yandan kendisi olarak kalırken diğer yandan da kendisi olmaktan çıkmaya girişmiş bulunuyor. Medyanın pişmanlık, korku gibi gösterdiği tavırların gerçek niteliği budur. Öcalan artık sadece Kürt Ulusal hareketinin bir önderi olarak davranmamakta, Kürtleri, Türkleri ve diğer halkları da anayasal bir vatandaşlık temelinde kapsayacak yeni bir ulusun tohumu ve kurucusu olarak davranmaktadır. Artık muhatabı sadece Kürtler değil, Türklerdir. Hatta Kürtler üzerindeki büyük prestiji nedeniyle esas kazanılması gerekenler Türklerdir. Kürtler Türklere başka bir ulus altında birleşelim diyor. Yani Kürt ulusal hareketi kendi olmaktan çıkıp, başka yepyeni bir ulusun tohumu oluyor. Kürt ulusal hareketi böylece, son yüzyılın etnik temizliklerle sonuçlanan ve benzeri Balkanlar ve Kafkaslar'da, Afrika'da büyük acılara ve ölümlere yol açan monolitik ulusçuluk dönemi yaşamadan, bugünün dünyasına uygun, örneğin, ABD, Avrupa ve İsviçre'de olduğu türden farklı kültür ve dilleri zenginlik olarak gören bir ulusçuluk projesine ulaşmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, sadece geç gelmenin reziletleri içinde bunalmadı, bu projeyi geliştirebilmesi onun aynı zamanda geç gelmenin faziletlerinden de yararlanabileceğini göstermektedir.” (Girişim İçin Durum Değerlendirmesi, 1999) Dikkatli bir okuyucu Öcalan’ın bu gün AİHM’ye yaptığı savunmanın, burada ön görülenlerin ta kendisi olduğunu görür. Yani “Kürt ulusal hareketi, kendi olmaktan çıkıp yepyeni bir ulusun tohumu” oluyor. Nasıl Demokratik Cumhuriyet bizim için adeta bir mucize idiyse, Öcalan’ın AİHM Savunması da öyledir. 43
* Buraya kadar, Demokratik Cumhuriyet’i sadece Türk sosyalistlerine değil, Kürt Ulusal hareketine de önerdiğimiz ve bunu yıllardır yaptığımız yeterince kanıtlanmış olsa gerektir. Şimdi, Vatan Partisi programının bir Demokratik Cumhuriyet programı olduğunu göstermek gerekiyor. Ama bundan önce, Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğunu bilmek gerekiyor. Çünkü sanılanın aksine Türkiye Solu Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğunu da bilmez. Demokratik Cumhuriyet, dünyada son derece nadir bulunan bir şeydir. Çünkü Demokrasiler Cumhuriyet değildir, Cumhuriyetler de demokrasi. Hele adında Demokratik ve Cumhuriyet sözleri bulunan veya bulunmuş rejimlerin hiç birinin Demokratik Cumhuriyet ile uzak veya yakın bir ilgisi olmamıştır ve yoktur. Engels, Erfurt Programı’nın Eleştirisinde, (1891 SOSYAL-DEMOKRAT PROGRAM TASARISININ ELEŞTİRİSİ) Demokratik Cumhuriyet’e örnek olarak sadece iki ülke gösterebilir: ABD ve 1792-98 arası Birinci Fransız Cumhuriyeti. Aynen şöyle yazar: “Demek ki, tek bir cumhuriyet. Ama, 1798'de kurulmuş olan imparatorluğun imparatorsuz şekli olan bugünün Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792'den 1798'e kadar her Fransız ili, her belediye, Amerikan modeline uygun olarak kendi tam özerk yönetimine sahip bulundu, bize de böyle bir şey gerek. Böyle bir özerklik nasıl örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti, bunun nasıl olacağını bize gösterdi; Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz kolonileri de bugün bize bunu göstermektedirler. Böyle bir eyalet ve belediye özerkliği, örneğin kantonun konfederasyona göre pek bağımsız bulunduğu, ama bu bağımsızlığın, ilçeye (Bezirk) ve belediyeye karşı da olabildiği İsviçre federalizminden çok daha özgürdür. Kanton hükümetleri, ilçe mülki amirlerini (Bezirkesstatthalter) ve valileri tayin ederler; oysa İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey yoktur, ve biz de, gelecekte, bunlardan, Prusyalı il ve hükümet müşavirlerinden olduğu gibi (Londrat ve Regierungsrat) kendimizi kurtarmalıyız.” Engels, bir de Avustralya ve Kanada’yı gösterir. İngiltere’yi bile gösteremez çünkü İngiltere Demokratiktir ama Krallıktır. Bu gün bile Avrupa’nın kuzeyindeki bütün demokratik ülkeler krallıktır, cumhuriyet değildir. Cumhuriyetlerde ise demokrasi yoktur. Ama sadece bu da yetmez. Engels, komünlerin özgür birliğinden söz ediyor. Örneğin bu günkü Fransa bile hala güçlü merkezi devlete sahiptir. Demokratik Cumhuriyet, bu yerel özerkliğin ve gönüllü birliğin somut biçimi olduğundan aynı zamanda ulusal sorunun da çözümünü otomatik olarak içerir. Bu noktaya Lenin, Devlet ve İhtilal’de açık olarak vurgu yapar. Aynı yeri alıntılar ve aynen şöyle yazar: “Ama
bu demokratik merkeziyetçiliği, Engels, hiçbir zaman, burjuva ve aralarında anarşistlerin de bulunduğu küçük-burjuva ideologların ona verdikleri bürokratik anlamda anlamaz. Engels bakımından, merkeziyetçilik, "komünler" ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür yukardan "buyurma"yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel özerkliliği hiç mi hiç dıştalamaz. 44
Devlet üzerine, marksist bir programın temelinde bulunması gereken görüşlerini geliştirerek, "... O halde, merkezci cumhuriyet" diye yazar Engels. "Ama, 1798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız cumhuriyeti anlamında değil. 1792'den 1798'e dek, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan örneğine göre, tam yönetsel özerkliliğine sahipti. Bizim de tıpatıp sahip olmamız gereken şey, budur. Bu özerkliliğin nasıl örgütleneceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve birinci Fransız cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor; ve bugün de, Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz sömürgeleri bize aynı şeyi gösterir. Böylesine bir bölgesel ve komünal özerklilik, örneğin Kanton'un Bund (yani konfederal devletin tümü -L.) karşısında, ama aynı zamanda il (Bezirk) ve komün karşısında da, gerçekten çok bağımsız bulunduğu İsviçre federalizminden çok daha fazla özgürlük kaldırır. Kantonal hükümetler, illerin genel yöneticilerini (Bezirksstatthalter) ve valilerini atarlar; bu yöntem İngilizce konuşulan ülkelerde hiç bilinmez, ve biz de, gelecekte, Prusyalı Landrate ve Regierungsräte'lerden (komiserler, yönetim çevresinin polis şefleri, yöneticiler ve genel olarak yukarıdan atanan memurlar -L.) kurtulmakta ne kadar kararlıysak, (sayfa 98) bu yöntemden kurtulmakta da o kadar kararlı olmalıyız." Bundan dolayı, Engels, programın özerklilikle ilgili maddesinin şöyle formüle edilmesini önerir: "il, ilçe ve bucaklarda genel oyla seçilmiş memurlar aracıyla, tam özerk yönetim. Devlet tarafından atanmış bütün, yerel ve bölgesel otoritelerin ortadan kaldırılması." Kerenski ve öteki "sosyalist" bakanlar hükümeti tarafından yasaklanan Pravda'da (28 Mayıs 1917 tarihli 68. sayısında), bizim sözde devrimci bir sözde demokrasinin sözde sosyalist temsilcilerinin bu noktada —tabii yalnızca bu noktada değil, nerde o günler— demokratizm'den göze batar bir biçimde ayrıldıklarını göstermek fırsatını daha önce bulmuştum. "Koalisyon"larıyla emperyalist burjuvaziye bağlanmış bulunan adamların, bu söylenenlere sağır kalmalarında anlaşılmayacak bir şey yoktur. Engels'in özellikle küçük-burjuva demokratları arasında çok yaygın bulunan bir önyargıyı, olaylara dayanarak, yetkin bir belginlikle çürüttüğünü belirtmek büyük bir önem taşır. Bu önyargıya göre, federatif bir cumhuriyet, merkezi bir cumhuriyetten daha çok özgürlük içerir. Bu, yanlıştır. Engels tarafından sözkonusu edilen, 1792-1798 merkezi Fransız cumhuriyeti ve federatif İsviçre cumhuriyeti ile ilgili olgular, bu savı çürütür. Gerçekten de demokratik merkezi cumhuriyet, federatif cumhuriyetten daha çok özgürlük saklıyordu. Başka bir deyişle, tarihin gördüğü azami yerel, bölgesel vb. özgürlükler, federatif cumhuriyet tarafından değil, merkezi cumhuriyet tarafından sağlanmıştır. Partimiz, tüm federatif ve merkezi cumhuriyet sorunuyla yerel, yönetsel özerklilik sorununa olduğu gibi, bu olguya da, propaganda ve ajitasyonunda yeterince dikkat göstermemiş ve gene de göstermemektedir.” (Lenin, Devlet ve Devrim ) Şimdi açın Vatan partisi Programı’nı, Engels’in talebinin adeta kelimesi kelimesine orada bulunduğu görülür: Engels’in önerdiği formülü tekrar hatırlayalım. "il, ilçe ve bucaklarda genel oyla seçilmiş memurlar aracıyla, tam özerk yönetim. Devlet tarafından atanmış bütün, yerel ve bölgesel otoritelerin ortadan kaldırılması."
45
Vatan partisi Programı’nda aynı talep: ”20- Çok eski zamandan kalma VALİ, KAYMAKAM, NAHİYE MÜDÜRÜ gibi saltanat makamları kaldırılacak. Yerlerine, batı demokrasilerindeki gibi ve ya muhtarlarımız gibi, halk tarafından seçilmiş mahelli idareciler geçecek; mahalli polis o seçme idarecilerin emrine verilecek” Görüldüğü gibi, Vatan partisi Programı’nda aynı talep, Mahalli Polis’in de tıpkı Amerika’da olduğu gibi o mahalli idarecilerin elinde olması gibi bir taleple en can alıcı noktasında daha da netleştirilerek ifade edilmektedir. Tabii sadece bu değil, diğer talepler bütünlüğü ile birlikte, oluşturulan Demokratik Cumhuriyet, ya da Vatan Partisi Programı’nda denildiği gibi, “Ucuz Devlet” ulusal baskı olanağını ortadan kaldırır. Bu nedenle Lenin sık sık, “Ulusal sorunun demokratik olmayan bir yoldan çözümünün olanaksız kılındığı bir demokrasi”den bahseder. Yani diğer ifadeyle Demokratik Cumhuriyet’ten. O halde, formülü şöyle de ifade edebiliriz: “Demokratik Cumhuriyet” eşittir “ayrılma sorununun demokratik olmayan bir yoldan çözüme bağlanmasının olanaksızlığı” o da eşittir “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”dır. Burada önemli olan, merkezi birliğin, Lenin’de vurguladığı gibi, komünlerin gönüllü özgür birliği ile sağlanmasıdır. En geniş özerklik ve merkezi bir cumhuriyet birbiriyle çelişmemekte, birbirini tamamlamaktadır. Yine Lenin’den Engels’i yorumlayan uzun bir alıntı ile, Ulusal sorun ile Demokratik Cumhuriyet arasındaki bağı görelim: “Engels, devlet biçimleriyle ilgilenmeyi yararsız bulmak şöyle dursun, tersine, üzerinde durulan geçici biçimin hareket ve varış noktalarını, her belirli durum içinde, bu durumun tarihsel ve somut özelliklerine göre belirlemek için, geçici biçimleri (sayfa 96) büyük bir özenle çözümlemeye çalışır. Engels de, tıpkı Marks gibi, proletarya ve proleter devrim açısından, demokratik merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunur. Federatif cumhuriyeti, ya bir istisna ve gelişmeye bir engel olarak, ya da monarşiden merkezileştirilmiş cumhuriyete bir geçiş olarak, ama bazı koşullarda bir "ilerleme" olarak düşünür. Ve bu özel koşullar arasında, ulusal soruna ilk planda yer verir. Marks'ta olduğu gibi Engels'te de, her ikisi de küçük devletlerin gerici niteliğini ve bazı somut durumlarda bu gerici niteliği gizlemek için ulusal sorundan yararlanılmasını amansızca eleştirmiş olmalarına karşın, yapıtlarının hiçbir yerinde, bir istek belirtisi halinde de olsa, ulusal sorunun öneminin küçümsendiği, geçiştirildiği görülmez; oysa Hollandalı ve Polonyalı Marksistler, "kendi" küçük devletlerinin dar burjuva milliyetçiliğine karşı son derece haklı savaşımdan hareketle, çoğu kez ulusal sorunun önemini küçümseme, onu geçiştirme hatasını işliyorlar. Hatta, coğrafi koşulların, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık tarihin, ülkenin küçük parçalara bölünmesiyle ilgili olarak ulusal soruna "son vermesi" gerekir gibi görünen İngiltere'de bile, Engels, ulusal sorunun henüz bir sonuca bağlanmamış olması açık gerçeğini hesaba katar; ve bu yüzden, federal cumhuriyeti bir "ilerleme" olarak düşünür. Kuşkusuz, bunda ne federal cumhuriyetin kusurlarını eleştirmekten, ne de birliği, demokratik ve merkeziyetçi cumhuriyet yararına propaganda ve kararlı savaşımdan bir vazgeçme belirtisi vardır. 46
Ama bu demokratik merkeziyetçiliği, Engels, hiçbir zaman, burjuva ve aralarında anarşistlerin (sayfa 97) de bulunduğu küçük-burjuva ideologların ona verdikleri bürokratik anlamda anlamaz. Engels bakımından, merkeziyetçilik, "komünler" ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür yukardan "buyurma"yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel özerkliliği hiç mi hiç dıştalamaz.” Bütün bunlar bize şunu gösterir, Türkiye’de ulusal sorunun sosyalistler arasında yanlış koyulup tartışıldığını, bir ulus olmaya bağlı olarak tartışıldığını, aslında sorunun bir demokratik cumhuriyet sorunu olduğu, ayrılmanın ulus olmakla ilgisi olmadığı, demokratik cumhuriyetin, köylerin, mahalli birimlerin özgür komünlerin birliği olduğu. Bu takdirde, her hangi bir ulusun, ayrılmak için ayrı bir ulus olduğunu kanıtlamasına da gerek yoktur. Ayrılmak isteyen ayrılır. Birliği zorlayan ekonomik ve kültürel gerekliliklerdir. Ulusal sorunun çözümüne somut programatik klasik Marksist yaklaşımlardır bunlar. Ve ilginçtir, bu yaklaşımlar aynen sadece Vatan partisi Programı’nda vardır. Sadece Kıvılcımlı tarafından savunulmuştur. Daha sonra da adeta sadece bizim tarafımızdan, bu yazı boyunca yapılmış alıntılarda kolayca görülebileceği gibi. Peki niçin, Türkiye’nin onlarca sosyalist akımında bu sorun böyle koyulup programatik ifadelerine kavuşturulmamıştır. İki nedenle. Birincisi, küçük burjuva radikal hareketlerin program nosyonu yoktur. Onlar burjuva ufkunun içindedirler ve radikalizmlerini keskin ilkelerle ya da keskin mücadele biçimleriyle ifade ederler. Somut talepleri olmaz. Olsa olsa kimlik belirten sloganları olur. İkincisi, Burjuva sosyalizmi ise, hem yöntemsel olarak bu diyalektiği anlama yeteneğinde değildir; hem de genellikle, Çin ya da Sovyet yanlısı partilerden oluştuğu için, onların kafasında Demokratik Cumhuriyetin böyle bir biçimi yer alamaz. Çünkü örnek aldıkları devletler en küçük bir mahalli özerklik bir yana seçilmiş organlardan bile yoksundurlar. Sadece Kıvılcımlı, tıpkı Tarih Tezi’nde olduğu gibi, program sorununda da kaynağa dönerek, bir istisna oluşturmaktadır. Türk solundaki aynı eğilim Kürt hareketinde de görülür. Ama Kürt hareketinde, sorunun bu tarz koyulmamasının nedeni, Kürt burjuvazisinin eğilimleriyle de ilgilidir. Kürt burjuvazisi, Demokratik Cumhuriyet’i hedef yapsa, bu talep yarın kendisine karşı çalışabilir. Bu nedenle, devletin biçimini tartışma konusu yapmaz, ayrılıp ayrı devlet kurmayı sorun yapar. Bu ise, Kürt hareketini, ezen ulusun demokratik bir cumhuriyetten çıkarlı ezilen sınıflarını kazanmasını engeller. Böylece her iki taraftan da, yani bir yandan Türk sosyalistlerinin diğer yandan Kürt hareketinin Demokratik Cumhuriyeti bir programatik hedef olarak koymaması, bütün halk muhalefetini perspektifsizliğe sürükler, bütün enerjiler yok olur gider. Birbirini tamamlayacak güçler birbirinin karşısına geçer. Veya en azından birbirine karşı olarak kullanılır. İşte Kürt Hareketinin Demokratik Cumhuriyet programı ilk kez bu fasit daireden çıkma olanağı sunmaktadır. Bir rastlantı değildir, en büyük Kürt milliyetçilerinin ve Kürt burjuvalarının yeni çizginin karşısında yer almaları.
47
* Ama Demokratik Cumhuriyet sadece ulusal soruna bir cevap değildir. Onun hiç anlaşılmamış diğer bir yanı da onun aynı zamanda Proletarya Diktatörlüğünün özgül bir biçimi olduğudur. Engels aynı yazıda aynen şöyle yazar: "Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet, büyük Fransız Devriminin daha önce göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatoryasının da özgül biçimidir..." Burada “Demokratik Cumhuriyet de neymiş, biz Sosyalist Cumhuriyet’ten yanayız” diyenlerin tüylerini diken diken edecek bir önerme ile karşı karşıyayız: Demokratik Cumhuriyet sadece ulusal sorunu halletmez aynı zamanda Proletarya Diktatörlüğü’nün özgül bir biçimidir. Proletarya diktatörlüğünü, diktatörce bir yöntem olarak anlayanlar veya onu sadece bir şiddet olarak anlayanların anlayamayacağı bir önermedir bu. Ama Marksizm’in özündeki temel mantığı kavrayanlar için bunda anlaşılamayacak bir şey yoktur. Proletarya Diktatörlüğü, ezilen çoğunluğun, ezen azınlığa karşı kullanacağı devlet aracının adıdır. Marks, Proletaryanın, eski devlet cihazını aynen alıp sınıfsız topluma gidişte kullanamayacağını, onu parçalamak zorunda olduğunu yazmıştı. Niçin kullanamaz? Çünkü ezen sınıflar daima küçük bir azınlıktırlar. Onların bu güçsüzlüğünü dengeleyecek ve büyük ezilen kitleyi baskı altında tutmaya yarayacak bir cihaz gerekir. Bu cihaz ister istemez, bu işlevinden dolayı bürokratik, askerci ve kırtasiyeci olmak zorundadır. En seçimlere dayanan biçimlerinde bile bağımsızlaşma eğilimleri göstermelidir. Bu da yapısı gereği bir çoğunluğun aracı olamaz, çoğunluk açısından o devletin bağımsızlaşma, kırtasiyecileşme, militerleşme eğilimleriyle mücadele esas sorundur. Peki Paris Komünü tipi devlet dediğimiz Proletarya Diktatörlüğü’nün özelliği nedir? Çoğunluğun emrinde olacak, ondan bağımsızlaşamayacak, bürokratik olmayan bir mekanizma. Bunun nasıl bir şey olacağını Paris Komünü göstermişti. Memurların seçimi, yasamanın yürütme yetkisini de kullanması, seçilenlerin gerektiğinde seçtiklerini geri alıp değiştirebilmesi ve seçilenlerin ortalama bir işçiden fazla maaş almaması vs.. Bütün bu özellikler sadece Proletaryanın çoğunlukta olduğu bir devrimin değil, ezilenlerin çoğunlukta olduğu her devrimin de oluşturduğu bir devlet cihazını tanımlarlar. Bu nedenle, feodaliteye karşı ulusun ezici çoğunluğunun diktatörlüğü olan Fransız Devrimi sonucu ortaya çıkan Demokratik Cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğünün aynı zamanda özgül bir biçimidir de. Sadece o dönemde proletarya bir sınıf olarak ortada görülmediğinden bir proletarya diktatörlüğü olmamıştır. * 48
Bu noktada, Demokratik Cumhuriyet’in cebirsel karakteri sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Yani Demokratik cumhuriyet talebi, bürokratik, baskıcı, militarist olmayan; devletin kendisini seçenlerden bağımsızlaşamayacağı ve ezilen çoğunluğa karşı kullanmaya el vermeyeceği biçimleri somut değişiklikleri içeren bir biçimdir; bir cebirsel formüldür. Ama bu cebirsel formülde sosyalizme mi gidileceği veya kapitalizmde mi kalınacağı, bütünüyle sınıfların bilinci, ağırlıkları, programları, gelenekleri ve başka tarihsel koşullarca belirlenmektedir. Yani demokratik Cumhuriyet pek ala ideal bur burjuva cumhuriyetin biçimi olabileceği gibi, sınıfsız topluma giden proletarya diktatörlüğünün de bir biçimi olabilir. Ya da tersinden söyleyelim, Proletarya diktatörlüğü de, proleterlerin sosyalizmi kurmak istememeleri halinde, pek ala bir kapitalizme ideal koşulları sağlayan bir demokrasi olarak iş görebilir. Proletarya Diktatörlüğü’nden diktatörce bir yönetim değil de Paris Komünü’nün devlet cihazının taşıması gereken özelliklerini anlıyorsak. Bu Paris Komünü Tipi Devlette pek ala burjuvazinin partileri nüfusun büyük çoğunluğunun oylarını alıp veya bizzat işçi partileri sosyalizme geçmek istemeyip, kapitalist ilişkileri sürdürebilirler. Pek ala sınıfsız topluma gitmek için gerekli tedbirleri öneren partiler azınlıkta kalabilirler. Yani, Demokratik Cumhuriyet sadece, proletaryanın iktidarına giden en kısa yol değildir aynı zamanda, bu iktidarın bir biçimidir de. Bu nedenle de Sosyalist Partiler tarafından İşçi Sınıfının, ezilenlerin iktidar biçimi olarak savunulmalıdır. Peki, proletarya diktatörlüğü, dolayısıyla onun özgül bir biçimi olan Demokratik Cumhuriyet, böyle baskıcı, bürokratik olmazsa, bu aynı zamanda bir “Ucuz Devlet” demektir. Bu nedenle, proletaryanın kendi amacı Ucuz Devlet değil, devletsiz bir toplum olmakla birlikte, “ucuz devleti” de gerçekleştirmiş olur. Bürokratik, militer ve baskıcı olmayan bir devlet cihazı aynı zamanda bir “Ucuz Devlet” olur. Ve Ucuz Devlet, aynı zamanda toplumsal hasılanın üretici olmayan tüketime ayrılan kısmının azalması, bunların yeniden üretimin büyütülmesine veya iş gücünün sosyal ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine ayrılması anlamına gelir. Yani Demokratik Cumhuriyet ve Refah arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. Geri ülkelerin kalkınması için kaynak bulması bakımından hayati önemdedir Demokratik Cumhuriyet ya da Ucuz Devlet. Ama Ucuz Devlet ile üretim ve refahı arttırmak için kaynak bulma sorunu arasındaki ilişki, burjuva sosyalist partilerce kasıtlı olarak unutturulmuştur, çünkü, doğu Avrupa’daki bürokratik iktidarların, o pahalı devletlerin varlığını da sorguluyordu bu. Bürokrasinin çıkarlarını korumanın ideolojik ve ekonomi teorilerine yansıyan bir yanıdır bu. Bürokrasi, üretici olmayan tüketim ile üretici tüketim arasındaki farkı sistematik olarak örtmeye çalışmıştır. Devlet, askeri, kırtasiye, bürokrasi harcamaları esas olarak üretici olmayan tüketimdir. Bu sistematik olarak “Bilim İşçileri” denen, doğu Avrupa bürokrasilerinin teorisyenlerince örtülmüş ve gizlenmiştir. Bunlardan esinlenen veya temel teorik gıdası bunlardan çevrilen kitaplar olan Türk ve Kürt sosyalistleri, ekonomik bağımsızlık, kaynaklar ve Demokratik Cumhuriyet arasındaki ilişkiyi, ve böylece ezilenlerin 49
refah özlemleri ile bu günkü bürokratik ve pahalı devletin ilişkisini koyarak memnuniyetsizliğin devlet cihazına yönelmesinin de önünde bir engel olmuşlardır. Hatta onlar, gerçek tartışmayı bu alana çekecek yerde, iktisadi devlet teşekküllerini savunmak gibi bir pozisyona da kayarak kendilerinin konumunu zayıflatmışlardır sürekli olarak. Burada Vatan Partisi Programı ve Hikmet Kıvılcımlı tek istisna olarak ortaya çıkar. O kalkınma için temel iki kaynak sayar: Ucuz devlet ve Şuurlu Ticaret. Bu kaynaklar bu gün de geçerliliğini korumaktadır. Bu memurlar ordusu, milyonluk ordu, silahlar olduğu sürece emperyalizme bağımlılık ve borç çemberi devam edecektir. Burada suçlanması gereken IMF değil, ülkeyi IMF’ye muhtaç eden güçlü devlettir. O halde, Demokratik Cumhuriyet sadece ulusların kaderini tayin hakkı sorunun çözmez; sadece sınıfsız topluma da gidebilecek ezilenlerin aracı olacak bir cihaz olmakla kalmaz aynı zamanda gerilikten ve yoksulluktan kurtulmak için de şarttır. Üretimin geliştirilmesi, kaynakların üretici olmayan tüketimden üretici tüketime aktarılması dolayısıyla üretimin ve toplam zenginliğin ve refahın geliştirilmesi için de temel kaynaktır. Yani, sosyalistler, ezilenlere IMF gibi soyut parolalar değil, somut ekonomik sıkıntıları bağlamında da Demokratik Cumhuriyet programını ortaya koymakla yükümlüdürler. Halbuki, bu günkü duruma baktığımızda tam tersini görürüz, sosyalistler Demokratik Cumhuriyet’i ihanet olarak tanımlıyor, reddediyor ve Globalizme, IMF’ye karşı sloganlarla oyalanıyorlar. Bu da tamı tamına onların Genel Kurmay’ın basit bir aracı olmalarıyla sonuçlanıyor. Böylece Şu eşitliğe varırız: Demokratik Cumhuriyet = Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı = Proletarya Diktatörlüğünün Özgül Bir biçimi = Ucuz Devlet = Vatan partisi Programı= Refah ve kalkınma için kaynak = Emperyalizme bağımlılığın azalması. Böylece Vatan partisi Programı’nın Ucuz Devlet başlığının aynı zamanda Demokratik Cumhuriyet’i ifade ettiği sonucuna ulaşıyoruz. Bu nedenle, 70’li yılların sonundaki yazılarımızda, daha sonra Demokratik Cumhuriyet biçiminde ifade edeceklerimizi, Vatan partisi Programı olarak ifade ederken bir ve aynı şeyi ifade ettiğimiz açıktır. Vatan partisi Programı’nın Ucuz Devlet dediği, Demokratik Cumhuriyet gibi, aynı zamanda bir Proletarya Diktatörlüğü programıdır. Paris Komünü Tipi Devletin bütün özellikleri onda somut talepler olarak yerli bir biçimde formüle edilmektedir. En önemlilerini görelim. Yasamanın icra yetkisini kullanması: “5- B.M. MECLİSİ icra yetkisini de doğrudan doğruya kullanabilecek. Anketler meclyis kürsüsünde kalmayıp, vaka yerinde bilfiil yapılacak. (...) Memurların Seçimi: “9- HAKİMLER anayasamızın söylediği gibi cidden “millet namına icrayi kaza” edebilmek için, millet tarafından seçilecekler. Asker, sivil adalet ikiliği kalkacak.” 50
“13- JÜRİ usulü bütün mahkemelere sokulacak. (...) Geri Çağırma: “4- (...) Her mepus, 100 köyle şahsan muhabere ve temas edip, seçmenlerine sık sık hesap vermeye gidecek. Veremezse, Cemiyetler kanunu 18. maddesi nisabı ile geri çağrılabilecek. Partisinden çekilen, mebusluktan da çekilecek.” İşte bunlar sadece bazı örnekler: Son derece yumuşak ifadelerle, somut olarak bir Proletarya Diktatörlüğü’nün Özgül biçimi, bir Demokratik Cumhuriyet taslağıdır Vatan partisi Programı’nın Ucuz Devlet bölümü. Ve bu Proletarya’nın sınıfsız topluma gidişinin de aracı olabilecek devlet cihazını somut olarak taslaklaştıran program Türkiye’de Ağır Cezada beraat etmiştir. Türkiye’de proletarya Diktatörlüğü’nü somut talepler olarak savunmak, beraat etmiştir. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını fiilen gerçekleştiren bir Demokratik Cumhuriyet; bir Proletarya Diktatörlüğü beraat etmiştir. Sorun keskin laf değil, somut yapılacak işler planıdır. Kıvılcımlı’nın aksine, Türk Sosyalistleri ise ilke bildirimi olarak Proletarya Diktatörlüğü yazar, ama somut taleplere gelince 141’lerle oyalanır. Ortada birbirine zıt iki stil, iki yaklaşım vardır. Kıvılcımlı, ister Eyüp Sultan camiinin bahçesinde, oraya gelmiş yoksul işçilere konuşsun ve orada İslamiyet’in Ergin Halifeler devrimden örneklerle anlatsın; ister 27 Mayıs’tan sonra mektuplar yazsın, İster Anayasa taslakları yapsın. Hepsinde anlattığı ve savunduğu, Vatan Partisi Programı’nda ifadesini bulan, Demokratik Cumhuriyet veya Paris Komünü Tipi Devletten başka bir şey değildir. Aslında son derece doğru ve radikal bir programın son derece taktik esneklikle bir savunuluşu vardır. Tüm Türk solu ise tersine davranır, programda geriye gider veya programsızdır, taktik esnekliği ise sosyalizme ihanet olarak görür. Aslında birbirine tamamen zıt iki anlayış, iki zıt stil bulunmaktadır. Kürt hareketinin çizgisinin anlaşılmamasının bir nedeni de budur. Kürt hareketi de Kıvılcımlı’nınkine benzer özellikler taşımaktadır, bu nedenle Türk solu Kıvılcımlı’yı anlamadığı gibi Kürt hareketini de anlama yeteneği gösterememektedir. Ve bir rastlantı değildir Kıvılcımlı ile Kürt hareketi arsında son dönemlerde giderek belirginleşen paralellikler. Ve Türk Solu Kürt hareketinden uzaklaştıkça Kürt Hareketinin Kıvılcımlı’ya yaklaşması. Dolayısıyla Demokratik Cumhuriyet sorunu veya doğru bir program sorunu, aynı zamanda, Türk solunun kendisini kakırdatan gelenekleri, stili ile bir kopuşma sorunudur da. Programın bu özelliklerini elbette Mihri Belli gibi, “Proletarya Diktatörlüğü Pahalı devlettir, Ucuz devlet liberal burjuvazinin bir talebidir” diyenler hiç bir zaman anlayamamışlardır ve anlayamazlar. * Alman sosyal Demokrat Partisi de Demokratik Cumhuriyet sloganıyla savaşmıştı. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi, Ekim Devrimine kadar Demokratik Cumhuriyet programıyla savaşmıştı. Ama bu gün bunlar sanki yokmuş gibi, bütün Türk solu Demokratik Cumhuriyet’e karşı çıkıyor 51
Peki Demokratik Cumhuriyet böyle iken, niçin onlarca yıl Türkiye’de solun ne genel bir slogan olarak, ne de Vatan partisi Programı’nda olduğu gibi, somut talepler halinde programı olmamıştır. Burada işçi hareketinin tarihsel trajedisine geliriz. Ekim Devrimi’nin yozlaşması ve bürokratik bir kastın iktidarı eline alması, Demokratik Cumhuriyet sloganının ve programının da sonunu getirmiştir. Bu güzel geleneklerin unutulmasına yol açmıştır. Hiç bir “sosyalist” ülke, burada anlatılan demokratik cumhuriyet ölçülerine uymuyordu. Ezilenlerin hareketleri böyle bir programla silahlanmadıkları için aynı zamanda bunların başarıları, bürokratik kastların iktidara gelmelerine yol açıyordu. Demokratik kavramı, siyasi anlamını yitirmiş ve tarihsel olarak burjuva demokratik görevler anlamıyla özdeşleşmişti. Çünkü böyle bir anlam o bürokratik diktatörlüklerin anti demokratik karakterlerini gözlerden gizlemeye de yarıyordu. Böylece uzun yıllar içinde, Demokratik Cumhuriyet, hem ulusal sorunu çözen; hem de sınıfsız topluma gidişin aracı olabilecek bir Demokratik Cumhuriyet kavramı, bir cebirsel formül olarak bu program, sonraki kuşaklarca unutuldu gitti. Bu otantik kaynaklar sadece Kıvılcımlı gibilerin eserlerinde yaşadı, bize oralardan geçti ve Türkiye Sosyalist hareketi içinde Marksizm’in kaynaklarına dayanan bu geleneği sürdürmemizi sağladı. Şimdi Kürt hareketinin, bütün bu teorik arka plan olmadan, el yordamıyla bu unutulmuş parola ve programı keşfetmesi neredeyse bir mucizedir.
(İkinci Bölüm) Dünya Çapında Bir Program Bağlamında Demokratik Cumhuriyet Buraya kadar, klasik, bürokratik iktidarların yozlaştırmalarına ve unutulmalara uğramamış, otantik bir Marksizm açısından Demokratik Cumhuriyet programını ele aldık. Açıktır ki, bu bağlamda Demokratik Cumhuriyet Marksistlerce savunulması gereken, akideye uygun bir programdır. Ama burada, o klasik dönem Marksizm’i ve Marksistlerinin, Demokratik Cumhuriyet’i kendi başına bir hedef olarak almadıkları, onu dünya proletaryasının zaferine azami bir katkı için, bulundukları ülkede somut bir program olarak kabullendikleri konusuna henüz girmedik. Yani o zamanın Marksistleri için Demokratik Cumhuriyet, ülkelerinin kurtuluşu veya gelişmesi için veya kendi ülkelerinde sosyalizme varmak için, kendi başına bir hedef değil, “ne yerel ne de ulusal bir sorun” olamayacağı önceden kabul edilmiş “emeğin kurtuluşu” mücadelesine azami katkı için, bulundukları ülkede yapılması gerekendir. İşte Türkiye’de olmayan ve tartışılmayan, bu güne kadar tartışıldığına da rastlamadığımız, Marksizm’in bu unutulmuş yaklaşımıdır. Biz yazılarımızda, Demokratik Cumhuriyet sorununu, bu klasik metodolojiye uygun olarak, “Demokratik Cumhuriyet bulunduğumuz savaş cephesinde dünya çapında işçi sınıfının kurtuluşuna azami katkının bir yolu mudur” sorusu bağlamında tartışmaktayızdır.
52
Ve bu bağlamda, Demokratik Cumhuriyet aslında oldukça sorunludur. Bizim son yıllardaki bütün teorik çabamızın esasını da bu sorunların nasıl çözülebileceği oluşturur. Demokratik cumhuriyet konusunda yazdıklarımızın anlaşılmasını olanaksızlaştıran da bizim bu koyuş tarzımız ile Türkiye sosyalistlerinin tamamen kendi ülkeleri bağlamında tartışmaları arasındaki uzlaşmazlık ya da paradigma başkalığıdır. Çünkü yazdıklarımız ve tartıştığımız konu onların ufku dışına düşmektedir, yazdıklarımızı onlar kendi sorunlarını tartışıyormuşuz gibi algılamaktadırlar. Bu konuyu biraz daha açıklamayı deneyelim. İnsan iki farklı bakış açısından sosyalizmi isteyebilir. Ülkesi yoksuldur, geridir, emperyalizmin veya başka bir ülkenin sömürgesidir, sosyalizm ülkeyi bu durumdan kurtaracak en etkili yol olarak görülür. Gerçekten de, kara dayanmayan planlı bir ekonomi, demokratik bir cumhuriyet veya Paris Komünü tipi devletle birlikte geri bir ülkenin bu gerilikten kurtulması için zengin olanaklar sunar. (Tabii soyut olarak, gerçek güç ilişkilerinde bu olanaklar uluslararası baskı ve tehdit, ambargo ile hiç kullanılamayabilir.) Ama bu açıdan sosyalizm istiyorsanız, siz ulusal bir bakış açısından sosyalizm istiyorsunuz demektir. Türkiye’deki sosyalistlerin neredeyse tamamı böyledir ve Türkiye’deki bütün sosyalistler bu anlamda ulusalcıdırlar ve bu nedenle enternasyonalizmden zerrece nasiplerini almamışlardır. Açın her hangi bir sosyalist yayını, “Ülkemiz”, “halkımız” diye konuşurlar hep. Enternasyonalizm, bu ulusal bakış açısına hizmet ettiği için kabul edilir. Ama bunun ne Marksizmle, ne de Enternasyonalizmle ilgisi yoktur. Marksizm veya gerçek enternasyonalizm açısından ise, sizin “ülkenizin” veya “halkınızın” veya “işçi sınıfınızın” durumunun iyileşmesi, gerilikten kurtulması, yoksulluktan kurtulması vs. hareket noktanız veya kendi başına bir amaç olamaz. Çünkü bir Marksist’in açısından, İşçi Sınıfı dünya çapında bir sınıftır, sosyalizme ancak dünya çapında varılabilir, her hangi bir ülkedeki sosyalistin görevi, dünya çapındaki bu mücadeleye azami katkıda bulunmaktır. Bu azami katkının alacağı biçim her durumda değişebilir. Sizin çıkarınıza olan her durumda genelin çıkarına olmayabilir. Dikkat edin burada sorunun koyuluşu, yani hedef, tamamen tersine dönmektedir, artık kendi ülkenizdeki insanların refahı ancak bu amaca hizmet ediyorsa savunabileceğiniz veya uğrunda mücadele edebileceğiniz bir araçtır. Ama sorunu böyle koyduğunuzda, bundan, ülkenizdeki emekçilerin durumunun iyileşmesi dünyadaki emekçilerin durumunun iyileşmesine otomatikman hizmet eder sonucu çıkmaz. Bu kaba bir aritmetikle yetinmek demektir. Bu “herkes kendi evinin önünü süpürürse bütün şehir tertemiz olur” demektir. Halbuki, enternasyonalizm, bütün uğruna parçayı, yani gereğinde kendini ve ülkeni feda etmek demektir. Türkiye solunda hiç bulunmayan anlayış ise tam budur. Demokratik Cumhuriyet konusu Türkiye solunda bu enternasyonalist bağlamda, yani, bulundukları savaş alanında, ülkelerinde, Dünya işçilerinin zaferine azami katkının bir yolu ve biçimi olup olmadığı sorusu çerçevesinde hiç tartışılmamıştır ve tartışılmaz. Bu bölümde bu tartışmaya girmeyi, deneyeceğiz. 53
Ama öncelikle, Türkiye sosyalistlerinin sorunu niçin hiç böyle tartışmadığının nedenlerini ele almak gerekiyor. Çünkü sonunun enternasyonal boyutuyla tartışılmaması ve Demokratik Cumhuriyet programının reddedilmesi arasında çok derin bir bağ vardır. Bu bağı göstermek, bu bağı var eden tarihsel koşulları ele almak gerekir. Nedir bu bağ? Aslında, Türkiye sosyalistleri, radikal demokratlardır. Onları sosyalizme getiren sorunlar, dünya çapındaki gelişmiş bir kapitalizmin sorunları değil, geriliğin ve yoksulluğun, baskının yaygın olduğu bir ülkenin problemleridir. Ama bu problemlerin kendisi, mahiyeti gereği, ulusal bir perspektifle damgalıdırlar ve enternasyonalist sosyalizmle, yani Marksizmle aralarında kan ve doku uyuşmazlığı vardır. Peki nasıl olmaktadır ve niçin, aslında bütünüyle ulusalcı bir bakış açısına sahip eğilimler kendilerine sosyalist demektedirler? Burada sosyalizmin ve yirminci yüzyıldaki dünya tarihinin başından geçenler önem kazanır. Ekim devriminin prestiji, Rusya’da başarılan sanayileşme ve kalkınma, dünya politikasında Rusya’nın ister istemez, Emperyalizmle çatışan ulusal kurtuluş hareketleriyle ittifak yapmak zorunda oluşu gibi nedenler, kendi geri ülkesinin sorunlarına çözüm arayan aydınlar ve geri ülkelerin halkları için, sosyalizmin gerilikten kurtuluşun bir yolu olarak kabullenilmesine yol açtı. Rusya’da Ekim devriminin prestiji üzerine oturmuş bürokratik kastın ideolojisi olan Tek Ülkede sosyalizmin milliyetçi ideolojisi de, geri ülkelerdeki ulusal demokratların sınıfsal ve ideolojik konumlarına denk geliyordu. Böylece dünyadaki bütün devrimci demokrasi ya da radikal demokrasi diyebileceğimiz katmanlar ve eğilimler, kendilerini sosyalist olarak tanımlamaya başladılar, sosyalizmin saflarına aktılar. Ama sosyalizm diye benimsedikleri ise, bir bürokratik kastın çıkarlarına uydurulmuş, tahrif edilmiş, bütün devrimci özü boşaltılmış, bir milliyetçi sosyalizmdi. Bu milliyetçi sosyalizm, “tek ülkede sosyalizm” diyerek; Enternasyonal’i Rus Devletinin bir dış politika avadanlığına döndürüyor ve bu anlayış da, geri ülkelerin gerilikten, baskıdan kurtulmak isteyen demokratların sınıfsal eğilimlerine, yani gerilikten nasıl kurutuluruz paradigmasına tamı tamına uyan, bu devrimci demokrasi tarafından kolaylıkla benimsenebilecek bir sosyalizm oluyordu. Ama demokratlar tarafından bir ideoloji bir kere benimsenince, o ideoloji artık bağımsız olarak, onu benimseyen demokratların davranışları üzerinde bir karşı etkide de bulunur. Bu noktadan hareketle bir kere o sosyalizm benimsenince, bu sefer o bürokratik kastın, kendi üstüne çelik bir çember gibi kapanan, ideolojisi benimseniyor, böylece bu bürokratik kastın anti demokratik ideolojisi, Marksizm’in bütün demokratik geleneklerini unutturan, doktrini gereğince, demokrasi ve demokratik cumhuriyet, aslında demokratlar olan ve kendini Marksist sanan, Stalinizmi Marksizm diye benimsemiş demokratların dilinden ve programından düşünüyordu. Bunun sonucu radikal demokratların ve demokrasinin ortalıktan kaybolması oluyordu. Yani Stalinizm sadece, dünya komünist hareketini tasfiye etmemiştir, Marksizm’in enternasyonalist boyutunu olmamışa çevirmemiştir, radikal veya devrimci demokrasi
54
diyebileceğimiz akımı da demokratik geleneklerinden ve programından kopartmıştır, demokratik hareketi de yok etmiştir. Demokratlar kendilerine sosyalist demeye başlamış, ama bu sosyalistler, Stalinizmi sosyalizm olarak kavradıklarından, demokrasinin düşmanı olmuşlardır. En iyi durumda ona karşı ilgisiz, onu burjuva demokrasisi diye hor gören bir politikanın taraftarları olmuşlardır. Ama aynı zamanda ulusal sosyalistler oldukları için enternasyonalizmin de düşmanıdırlar. Bu nedenle, dünyada enternasyonalist proleter politikası gibi, demokratik küçük burjuva politikası da yok olmuştur. İşte bu nedenle bütün Stalinistler, yani fiilen dünya sosyalist hareketi, ki hala sosyalizm diye ortada ne varsa bunlardır, ne enternasyonalisttir ne de demokrat. Bu kuşak tasfiye olmadan, sosyalizmin bir canlanması beklenemez. Veya ancak bu var olan sosyalistlerle mücadele içinde tekrar devrimci demokrasi ve enternasyonalizm doğabilir. Eğer bu gün bu kendini sosyalist zanneden ulusal bakışlı ve sosyalist olduklarını düşündükleri için demokrat olmayan demokratlar olan sosyalistler, sosyalistlik iddialarından vazgeçseler, bütün sosyalizm adına bildiklerini unutsalar; sıradan insanların sağduyularıyla politika yapsalar, Türkiye’de ve Dünyada demokratik güçler şimdi olduklarından yüz kat daha güçlü olur. Yani sosyalistler aslında demokratlar oldukları için demokratlar yoktur. Ya da tersinden, aslında demokratlar kendilerini sosyalist sandıkları için demokratlar yoktur. Stalinizmin en ağır ve aşılması gereken miraslarından biri de budur. Eğer Ekim devriminin yozlaşması ve Stalinist ulusal sosyalizmin enternasyonalizmi tasfiyesi olmasaydı, bu gün kendine sosyalist diyen devrimci demokrasi, muhtemelen sosyalizm bayrağına daha mesafeli kalırdı. Bu da çok daha sağlıklı olurdu. Ne demek istediğimizi başka türlü anlatmayı deneyelim. Şöyle bir var sayımda bulunalım, Ekim Devrimi, bürokratik bir karşı devrim yaşamadan enternasyonalist ideallerine bağlı olarak varlığını sürdürmeyi başarsa; demokratik, Paris Komünü tipi bir devlet, bütün emperyalist kuşatmaya rağmen varlığını sürdürse; hatta Stalinist bürokrasinin korkunç tahribatlarla yaptığından daha büyük ve hızlı bir gelişme sağlasa bile, böyle bir gelişme, geri ülkelerin devrimci demokrasisinde böylesine bir sosyalizme akış yaratamıyabilirdi. Çünkü, enternasyonalizm ya da kapitalist bir toplumun sorunlarını çözme ile; milliyetçi bir sosyalizm, yani geri bir ülkenin sorunlarını çözme arasında bir doku uyuşmazlığı; bir paradigma değişikliği ve çelişkisi vardır. Böyle bir Marksizm, Stalinizm kadar ruhlarını titreştirmezdi geri ülke halkları ve aydınlarının. Onlar bütün politik ve fiili yakınlaşmalara rağmen, mesafeli olurlardı. Bu mesafeli oluş, sadece geri ülkeler ve onların devrimci demokrasisi açısından değil, enternasyonalist sosyalistler açısından da olurdu. Böylece geri ülkelerin devrimci demokrasisi ile enternasyonalist sosyalizm arasında, çok daha sınırları belli, mesafeli ve sağlıklı bir ilişki olurdu. Bunun nasıl bir ilişki olduğu ve olacağı göz önüne getirilmek isteniyorsa, bizim Kürt ulusal hareketi ve bunun en radikal ve devrimci demokrat kanadı ile ilişkimiz gibi bir ilişki göz 55
önüne getirilebilir. Biz Kürt hareketinin nasıl en tavizsiz destekçisi olmamıza rağmen, bizim klasik Marksizm açısından ve bu Marksizm’in gelişmiş biçimlerinin sorunları bağlamında yazdıklarımız onların ruhlarında zerrece titreşime yol açmıyor ve belli bir mesafe her zaman koyuluyor. Tabii aynı mesafe koyuş bizim açımızdan da var. Yani her iki taraf da, birbirinden farklı olduğunun bilincindedir, mesafelidir. Ama bu çok daha sağlıklı bir ilişkidir. Böyle bir ilişkinin şimdi var olması da bir rastlantı değildir. PKK bir bakıma, duvarın yıkılışıyla Stalinist kabuğunu kırıp, gerçek devrimci demokrasi gibi düşünüp davranmaktadır artık. Bu Stalinist kabuğu kırış ise, hala o kabukla yaşayanlara sosyalizmin terki gibi görünmektedir. Stalinizmin kabuklarından bu kurtuluş, elbette ancak yükselen bir demokratik kitle hareketiyle birleştiği takdirde, burjuvazinin devrimci döneminin ideallerine bir dönüş anlamı kazanabilir. PKK’da olan tam da budur. Bu kabuklardan kurtuluşun, ideoloji ve politika alanında nasıl bir açılıp serpilmeye yol açtığı bizzat PKK ve Öcalan’da görülebilir. On sekizinci yüzyılın devrimci demokrasisi adeta yeniden doğmaktadır. Öcalan’ın savunmaları bu yeniden doğuşun ve bu kabuklardan kurtulmanın sağladığı serpilişin belgeleridir. Ancak, bu günkü dünyada, kapitalizmin zafer şartlarında, Stalinizmden kopuş, ortada Kürdistan’da olduğu gibi bir kitle hareketi ve radikalleşme dalgası yoksa, burjuvaziye tam bir ideolojik teslimiyete de yol açar. Türkiye’de olan da budur esas olarak. Bu durumda, bir yanda sosyalizm diyen Stalinist demokratlar, diğer yanda, “gerçekleri gören”, globalleşme veya kapitalizm hayranlığı yapan liberaller. ÖDP’deki bölünme de bunun bir yansımasıdır. Kendini sosyalist gören ve aslında Stalinist olan demokratlarla; Stalinizmi reddeden demokratlığı liberalizm olarak anlayan ve burjuvazinin zafer arabasına takılan demokratlar arasındaki bir ayrılıktır. Tabii Stalinizm, Stalin hayranlığı olarak anlaşılırsa bu dediklerimiz anlaşılmaz. Stalinizm metodolojik temelleri Marksizm’den tamamen farklı ama Marksizm terminolojisi kullanan milliyetçi bir ideolojidir. Onun sosyalizminin asli niteliği, ulusal sosyalizm olmasıdır. Bu anlamda açın bakın ÖDP’de kalanlara veya muhaliflere, hepsi ulusal sosyalistlerdir. En Troçkistleri bile öyledir. Çünkü hiç biri sorunu, bu gün dünya çapında program strateji ne olmalıdır, bu program ve stratejiye göre bizim burada azami katkı yapmamız için ne yapmamız gerekmektedir diye koymamaktadırlar. Toparlarsak, Demokratik Cumhuriyet programı Türk sosyalistlerince hem ülke çapında reddedilmektedir, hem de dünya çapında görevler bağlamında tartışılmamaktadır. Onlar tastamam demokrat oldukları için böyledir. * Şimdi Türkiye sosyalistlerinin tartışmadığı, ama her Marksist’in tartışmak zorunda olduğu soruna girelim. Demokratik Cumhuriyet programı veya stratejisi, dünya ölçüsünde sosyalizm mücadelesine bu savaş cephesinde, yani şu bizim kendini enternasyonalist sosyalist zanneden Stalinistlerin “ülkemiz” halkımız” “işçi sınıfımız” dediği şeyde, azami katkının bir biçimi olabilir mi? 56
Sorunu böyle koyduğumuzda hemen şu soru ortaya çıkar. Peki dünya çapındaki strateji ve program nedir? Ancak bu belli olursa, yukarıdaki soruya bir cevap verilebilir. O halde sosyalistlerin dünya çapındaki programı ve stratejisi ne olmalıdır? Bu konuda son yüzyılın mücadeleleri ve dünya kapitalizmindeki gelişmeler bir değişikliğe yol açmış mıdır? Açmışsa bunlar nelerdir? Bu sorular sorulmadan ve bu sorulara cevap verilmeden, Türkiye’de Demokratik Cumhuriyet program ve stratejisinin dünya sosyalizminin başarısına azami katkının somut bir biçimi olup olmadığı anlaşılamaz ve tartışılamaz. * Bu günkü dünya durumu ve uluslar arası sosyal hareketlerin deneylerinin sonucu bize evrensel bir program sorununda ne gibi sorunları ortaya koyar? Birincisi, kapitalizm ile sosyalizm arasında, sadece “Proletarya Diktatörlüğü” biçiminde siyasi ifadesini bulan bir Geçiş Dönemi değil (Türk sosyalistleri bu “geçiş dönemi” ile yani “Proletarya Diktatörlüğü” ile “Sosyalizmi” aynı şey zannederler bu nedenle Marksist Klasikleri de anlamazlar), aynı zamanda kültürel, teknik ve iktisadi bir Geçiş Dönemi gerekmektedir. Proletarya nasıl, var olan, azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğini kurmak işleviyle şekillenmiş burjuvazinin devlet cihazını sınıfsız topluma gidişin bir aracı olarak kullanamaz ise, sınıflı toplumun ürünü olan maddi uygarlığı da kullanamaz. Yani bu otobanlar, otomobiller, kadının ödenmemiş ev emeğine göre şekillenmiş evler; çocukları ve yaşlıları gettolara kapatan toplumsal örgütlenmeler, binalar, öğretmenler, giyimler, kuşamlar, hasılı şu etrafımızı kuşatan her şey, binlerce yıllık sınıflı toplumun ve kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş bu uygarlığın maddi ve manevi araçları da sınıfsız topluma gidişin araçları olarak kullanılamazlar. Marks-Engels, devlet cihazının bir araç olarak tarafsız olamayacağını görmüşlerdi ama teknik araçlar onlar için henüz nötral bir anlama sahipti. Onlar bu araçların pek ala sınıfsız bir toplumun veya ona gidişin de araçları olabileceğini düşünüyorlardı. Halbuki, gerek kadın hareketi, gerek barış hareketi, gerek ekolojik hareket maddi araçların, tekniğin de tarafsız olmadığını, tıpkı sınıflı toplumun devlet aracı gibi sınıfsız topluma gidişte kullanılamayacağını göstermiştir. Bu durumda, Marks ve Engels’in belirttiği kapitalizmle sosyalizm arasında, proletarya diktatörlüğüne tekabül eden siyasi bir geçiş döneminin yanı sıra; maddi ve manevi araçların dönüşümüne karşılık düşen bir geçiş döneminin gerekliliği de ortaya çıkar. Ama bu aynı zamanda, burjuva uygarlığı karşısında başka bir uygarlık tasarımı demektir. Marksizmin temel önermesi, üretici güçlerin gelişmelerinin ilişkilerce boğulduğu, bunun bir devrimci döneme yol açacağı noktasından yola çıkıyordu. Bunun mantıki sonucu, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde bir engel olmasını ortadan kaldırmak olarak ortaya çıkıyordu. Burada, üretim ilişkilerinin değişimi belirleyici oluyor ve program da bu anlayışa göre şekilleniyordu. 57
Ama eğer maddi araçlar tarafsız değilse, artık sorun gelişime engel olan ilişkilerin ortadan kaldırılması ve yeni ilişkileri taslaklaştırmaktan başka bir şeydir. Artık sorunu üretim Güçlerinin gelişimini engelleyen ilişkilerin tasfiyesi olarak, dolayısıyla siyasi ve ekonomik düzlemde bu engellerin ortadan kaldırılması; yani siyasi ve ekonomik taleplerden ibaret bir program olarak koyamaz ve çözemezsiniz. Sorun bir nehrin önündeki engelleri kaldırmak değil, onu bambaşka bir mecraya akıtmaktır. Bu ise, program anlayışında, bir paradigma değişikliği demektir. Yani artık, sadece üretim ilişkileri ve devlet cihazının nasıl örgütleneceğine ilişkin klasik bir program anlayışıyla sorun cevaplandırılamaz, başka bir uygarlık tasarımı yapmanız gerekmektedir. Program, tabii dünya ölçüsündeki programdan bahsediyoruz ve ülke ölçüsündeki programlar da buna tabi olmak zorundadır, başka bir uygarlık tasarısı olmak zorundadır. * Şimdi, Türkiye sosyalist hareketinde hiç kimsenin böyle bir sorunu sorun yapıp tartıştığını gördünüz mü? Hayır bulamazsınız. Dolayısıyla, Türkiye sosyalistlerinin, bırakalım böyle bir başka uygarlık tasarısı programını bir yana böyle bir sorunları bile olmadığından, bir sosyalist parti kurma, bir sosyalist programları olma şansı yoktur. Onlar gerçek sorunları ortaya koymaktan ve onlarla yüzleşmekten korkuyorlar. Onlar kapitalizme ve emperyalizme karşı amentüleri tekrarlayarak kendilerine cesaret vermeye çalışıyor; korkularını bastırmak için karanlıkta ıslık çalıyorlar. * Ama daha bitmedi. Böyle bir başka uygarlık tasavvurunun alacağı siyasi biçim konusunda, seksenli yıllarda ulus konusundaki muazzam teorik patlamaya dayanarak, biz bunun programatik sonuçlarını çıkardık ve bunu başka bir uygarlık tasavvuru programıyla, bu uygarlığın siyasi biçimi olarak formüle ettik. Marksizm’in bir ulus teorisi yoktu. Bu onun en zayıf yanıydı. Bu zayıf yan nedeniyle, ulusa karşı sosyalist bir program yoktu. Ulus sorunu sadece demokratik karakterde görülüyor ve öyle bir çözüm sunuluyordu. Bu tıpkı köylüye toprak dağıtmakla toprak sorunun çözüleceğini sanmak gibi bir şeydi. Ama biz, bu programla, sosyalistlere, ulusal sorunun sosyalist çözümünü getiriyorduk. Ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin, yani ulusçuluğun ulus anlayışının reddi. Ulustan olmanın kişinin bir tercih veya vicdan sorunu olması. Üç kişinin bir araya gelip, tıpkı bir parti, dernek, tarikat, din kurar gibi istediği ulusu kurması, isteyenin tıpkı dinsiz olduğu gibi ulussuz olması. Ulusal sorunda “Kopernik devrimi” yapan ve başka bir uygarlık sorununun yanı sıra onun siyasi biçiminin tanımlanması anlamına gelen bu programatik katkının tartışılması bir yana bu güne kadar Türkiye Solunda, sorunu böyle koyup tartışan gördünüz mü? Yok, yok, yok. Bu yoksa sosyalizm de yok. 58
* Daha bitmedi. Sorunun bu tarz koyuluşu, aynı zamanda başka bir soruna da çözümdür. Dünya çapında apartheit sistemine karşı somut ve acil bir programdır. Ne demektir bu? Bu günkü dünyada yoksul ülkeler bir bantustana kapatılmış durumdadırlar. Dünya kocaman bir Güney Afrika durumundadır. Daha da kötüsü, bu ırkçılık, bu apartheit rejimi varlığını ve rasyonalizasyonunu ulusal devletin dışında başka bir varoluşun olmayacağı şeklindeki yaygın bir kavrayıştan almaktadır. Ulusal olanla politik olanın çakışmasını kabul ettiğiniz sürece, her insan gibi, her ulusun kendi kaderini tayinden kendisinin sorumlu olduğu gibi bir yaklaşım içindesiniz demektir. Ama tam da budur, bu günkü apartheit sistemini yaratan. İnsanlığın büyük bölümü, tüm da bu mantıkla başka ulusların yurttaşları, bireyleri oldukları gerekçesiyle, refah adalarının dışına hapsedilmektedir. Yani ulusların kaderlerini tayin hakkı, tıpkı her bireyin kanun önünde biçimsel olarak eşit olması gibidir, herkes kendi yaptığından kendisi sorumludur, her koyun kendi bacağından asılır anlayışıdır. Sosyalizm ise daha doğarken buna karşı doğmuştur. Sosyalizm özünde bu biçimsel eşitliğin gerçek bir eşitliğe dönüşmesi, herkesin herkesten sorumlu olması, dünyanın bir yerindeki yoksulluğun bütün insanların sorunu olması gibi bir noktadan hareket etmiştir. Ama bu hareket noktasını ulusal alana aktarmamış, orada hala biçimsel bir, bireyler gibi, ulusların eşitliği kavramıyla yetinmiştir. Ulusların kaderini tayin hakkı aslında artık zıddına dönmüş, yoksul ulusların yoksulluklarının kendi sorunları olduğu, zenginlerin elbette onlardan ayrı yaşama hakları olduğu anlamını kazanmıştır. Diğer bir deyişle Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, dünya çapındaki apartheit sistemine baktığımızda, artık, ulusal baskıya karşı bir mücadelenin aracı olmaktan büyük ölçüde çıkmış, zengin ulusların kendi kaderlerini yoksul uluslardan ayırmalarının, onları kendi kaderleriyle baş başa bırakmalarının; apartheit sisteminin, yeryüzü çapındaki ırkçılığın ideolojisi ve aracı haline dönmüştür. Yani bu günkü ırkçı sistem, bu ilke sayesinde, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği ilkesinin gizli egemenliği sayesinde meşruiyet bulmakla kalmamakta, ırkçı niteliğini de gizlemektedir. Dolayısıyla önerdiğimiz dünya çapındaki programatik çözüm, aynı zamanda bu ırkçı sistemi de tasfiye edecek bir programdır. Siz Türkiye solunda hiç kimselerin bu konularda bir programı olduğunu gördünüz mü, böyle birileri var mıdır? Yoktur. Bırakın böyle bir programı, sorunun böyle koyuluşu, başka veya yanlış bir cevabın verilişi bile yoktur. Bu yoksa ülke çapında program da olamaz, klasik, otantik Marksist anlayışa göre tabii. Türkiye sosyalistlerinin ulusal bakış açılı sosyalizmlerine göre değil. * 59
Daha bitmedi. Dünya çapındaki zengin ve yoksul bölünmesi öylesine büyüktür ki artık, ileri ülkelerin işçileri dünya çapındaki eşitlikçi bir düzene karşıdırlar. Bütün dünyada zengin ülkelerin ücretlileri, bu gün oldukça yüksek bir tüketim düzeyine erişmiştir. Onlar açısından artık sadece giyinmek, yemek, barınmak değildir sorun, her hangi bir süper marketin giyim ve yeme bölümlerinde görülebilecek, yüzlerce peynir içinden herhangi birini yemek, yüzlerce modelden birini giymek noktasındadır. Yani tüketim mallarının belli bir bolluğu bulunmaktadır. İnsanlığın büyük bir bölümü için ise sorun, her hangi bir şey bulabilmek yemek için, herhangi bir şey bulabilmektir giyinebilmek için. Bu durumda aşılmaz bir sınır ortaya çıkmaktadır. Eşitlikçi bir düzen her şeyden önce, örneğin var olan yiyecek ve giyeceklerin tüm ihtiyaç sahipleri arasında eşitçe bölünmesini, ya da en azından belli bir minimumun altına düşmeyecek şekilde yeniden dağıtılmasını var sayar. Örneğin biz sosyalistler demiyor muyuz, işsizliğe karşı örneğin, “var olan işlerin çalışan bütün nüfus içinde eşit olarak bölünmesi”, iş saatlerinin düşürülmesi. Benzerini sosyalist partilerin, batılı işçi sınıflarına önermesi gerekmez mi? İşte aşılmaz sınır burada ortaya çıkmaktadır. Zengin ülkelerin ücretlileri için, dünya çapında eşitlikçi bir düzen, onların hayat kalitelerinde düşme anlamına gelir, onlar dünyadaki insanların da bir parça peynir yemesi için, 500 çeşit peynirden birini seçme olanağını yitirmek istemeyeceklerdir. Aslında tam da bu 500 çeşit peynirden birini seçme olanaklarını dünyanın geri kalanındakilerin peynir bulamamasına borçludurlar. Dünya tarihinde kimse, bulunduğundan daha kötü bir durum için eşitlikçi bir düzen istememiştir ve bundan sonra da istemeyecektir. Aksine, var olan küçük ayrıcalık ve zenginliklerini korumak için her şeyi göze alır. Bu zengin ülkelerin işçileri için de geçerlidir. Onlar yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek bir yana bu yöndeki girişimlere karşı durma nokrasındadırlar. Yani yeryüzü işçi sınıfı, zengin ve fakir ülkeler arasında, tarihte benzeri görülmemiş bir bölünmeye uğramıştır. Bunun sosyalist program ve strateji açısından sonucu korkunçtur. Eğer ABD, Avrupa gibi zengin ülkelerin işçileri sosyalizmi istemeyecekse, bundan çıkarlı değilse, hatta bu yöndeki girişimlerin bastırılmasından çıkarlıysa, İnsanlığın sosyalizme geçme, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen kurma şansı yoktur. Ancak İleri ülkelerin kültive ücretlileri, kapitalist uygarlıktan daha üstün bir sosyalist uygarlık ve toplumu örgütleyebilirler. Her hangi bir geri ülkedeki sosyalist ekonomi kurma çabaları, akamete uğramaya ve sonunda yıkılmaya mahkûmdur. Bu Marks, Engels, Lenin, Troçki, Mandel, Lüxemburg’ların hiç karşılaşmadığı, akıllarına bile getirmediği, yepyeni bir durumdur. Onlar hep, geri ülkelerdeki devrimlerin ileri ülkelerdeki devrimlere bir atılım vereceği noktasından devrimci çabalarını sürdürüyorlardı. Bütün çaba ileri ülkeler proletaryası yardıma gelene kadar ayakta durmaktı. Marks-Engels, “Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar” diyordu. Lenin, “Alman proletaryası ayaklandı, onlara yardım için biz de ayaklanalım” diyordu.
60
Ama şimdiki durumda tarih şunu göstermektedir, ileri ülkeler proletaryası, ücretlileri yardıma gelmeyecek, başlananı sürdürmeyecek, aksine gelirse onu bastırmaya gelecektir. Bu durumda ne yapmak gerekir? Bu açmazdan nasıl çıkılabilir? Başka bir uygarlık, başka bir değerler tasavvuru şeklinde özetlediğimiz program anlayışı bu çıkmazdan çıkış sağlayabilir, ileri ülkelerin çalışanlarını kazanma şansı yaratabilir. Evet zengin ülkeler işçileri beş yüz peynirden birini seçme lüksünden vazgeçmeyecektir ama, o aynı zamanda, kapitalizm içinde yaşayan bir insan olarak, hayatının ne kadar yalnız, stresli, anlamsız olduğunun da farkındadır. Onun sorunları başka yerdedir. Meta üretiminin kendisinde ve sonuçlarındadır. Başka bir değerler ve uygarlık tasavvuru, zengin ülkelerin ücretlilerini kazanamasa bile tarafsızlaştırabilir. Belki fakir bir ülkede ama, eşitlikçi ve özgürlükçü, emeklilik yaşıyla uğraşmayan ama insanların ölünceye kadar, hem çalıştıkları, hem öğrenci oldukları, hiç bir zaman toplumdan dışlanmayı yaşamadıkları bir başka uygarlık tasavvuruna dayanan bir toplum örneğin; belki yoksul ama insanların nispeten daha bol zamanlarının olduğu, doğanın ve bedenlerinin ritmini daha fazla gözetebildikleri; savunmaya bir kuruş bile ayırmayan; otomobil üretimini durdurmuş; nüklear reaktörlerini kapatmış bir toplum tasavvuru ve örneği zengin ülkelerin ücretlilerini hatta burjuvalarını bile kazanabilir. O halde başka bir uygarlık tasavvurunun programlaşması gereği, aynı zamanda stratejik bir zorunluluk olarak da ortaya çıkmaktadır. Yani ileri ülkelerde, zengin ülkelerde yaşayan ücretlilerin çoğunluğunu kazanmak veya en azından tarafsızlaştırmak için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Siz hiç Türkiye Solunda kimsenin bu sorunları tartıştığını, doğru ya da yanlış bir cevap aradığını gördünüz mü? Yok, yok, yok. Bu yoksa, dünyada olmadığı gibi Türkiye’de de bir sosyalist parti olamaz. Sosyalist Parti olmazsa, onun baskısı olmadığından tutarlı bir demokrasi cephesi ve partisi de oluşamaz. Tutarlı bir demokrasi cephesi olmazsa, bütün toplumsal muhalefet sürekli burjuvazi ve genel kurmay arasındaki çatışmalarda bir koçbaşı işlevi görmekten öteye gidemez. Hasılı bugün içinde yaşanılan çıkmaz oluşur. * Ama daha bitmedi. Dünya çapındaki böyle bir program ve stratejinin sorunları aynı zamanda Türkiye gibi bir ülkedeki program, strateji ve taktik sorunlarını alt üst edici etkiler yapar. Biraz da buna gelelim. Türkiye gibi bir eşik ülkede, şöyle bir programatik sorun ortaya çıkar. Sosyalistler bu dünya durumu, uygarlık programı, dünya işçi sınıfının bölünmüşlüğü gibi durumları açıkça çalışanlara söylemek, onları bekleyen tehlikeler hakkında uyararak, başka bir uygarlık programıyla onları sosyalizme çağırmalıdırlar. Türkiye’deki emekçileri bir ölüm perendesi atmaya çağırmalıdırlar. Sadece planlı ekonomi aracılığıyla kalkınmaya daha özgür ve eşit 61
ilişkilere yönelik, bir ülkeyle sınırlı bir modelin yaşama sansı olmadığı gibi, insanlığın sorunlarına bir cevap olmadığını söylemek zorundadırlar. Türkiye’de hiç bir sosyalistin soruna böyle yaklaştığını gördünüz mü? Göremezsiniz. Aksine onlar ne başka bir uygarlık projesinin gerçekleşmesinden söz ederler ne de bu ülkenin emekçilerine sosyalist dönüşümlere girdikleri takdirde kendilerini bekleyen zorlukları anlatırlar. Bu riyakarlıktır ezilen insanlara karşı. Yok ÖDP yönetimi burjuvaziye teslim olmuş da kendileri sosyalizm istiyorlarmış. Kimse ciddiye almaz böyle sorumsuzlukları. Ezilenler de almıyor zaten. Sanıyor musunuz ki ezilen milyonlarca insan aptaldır; insanlığın en temel sorunlarını sezgiyle de olsa görmemekte içine düştüğü çıkmazı fark etmemektedir? Yani başka bir uygarlık tasavvurunu, uzak geleceğin bir programı olarak değil, acil bir program olarak önermek zorundasınızdır. Bu program, elbette Demokratik Cumhuriyet’i de planlı Ekonomiyi de içerir. Ama bunlarla yetinemez, daha doğarken, başka bir uygarlığın toplum biçimi olarak, ulus ilkesinin dayandığı bölünmeyi de reddetmek zorundadır. Yani bütün dünyadaki insanları kendi yurttaşı olarak tanımlamak, onları ulusal devletleri yıkmaya çağırmak zorundadır. Tüm ulusları, ulusal devletlerin yurttaşlarını, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusun tıpkı bir din gibi insanların vicdan sorunu olarak görenler ve görmeyenler olarak bölünmesi için adım atmak ve kendinden başlamak zorundadır. Bu aynı zamanda, bütün devletlerin bu uygarlık tasavvuruna karşı haçlı seferlerine başlaması anlamına gelir. Çünkü onların ahalisine onları yıkma çağrısıdır bu aynı zamanda. Ve ancak böyle bir çağrının başarı şansı vardır. Aynı sonuca, Dünya çapındaki bölünme ve apartheita karşı bir program olma gerekliliği de yol açar. Pek ala, Demokratik Bir Cumhuriyet, Türkiye gibi bir eşik ülkede, hele, ulusu bir hukuki kavram olarak tanımlar, dil ve kültürü ulusun tanımından dışlarsa, Orta Doğu ölçüsünde, Bizans, Osmanlı alanının refah ve demokrasiye geçmesini sağlayabilir. Zaten PKK’nın veya Kürt hareketinin programı da tam budur. Ama bu ne anlama gelir? Bu eni sonu, bir grup üçüncü dünyalının birinci dünyalılar arasına katılması anlamına gelir. Yer yüzü ölçüsündeki apartheiti kaldırmaz, onun sınırlarında belli bir değişiklik yapmış olur sadece. Bu ise bir sosyalist açısından savunulması mümkün olamayacak bir şeydir. Bizler her hangi bir ulusun veya uluslar grubunun imtiyazlılar arasına katılmasını programımız olarak koyamayız ve bunun için savaşamayız. Bu sosyalizm idealinin terki demektir. Ve nihayet bu imtiyazlılar arasına katılanlar, tıpkı bu günün imtiyazlıları gibi, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemekten yana olmayacaklardır. Hayır, kimilerinin sandığı gibi, demokratik bir cumhuriyette Türkiye büyük bir askeri emperyal bir güç ortaya çıkacağı için falan değil; (Bütün bunların olup olmaması bir yana. En 62
iyi biçimini düşünelim. Çevresine demokrasi getiriyor. İçinde yoksulluğa son veriyor. Müthiş bir özgürlük ortamı sağlıyor. Bütün komşularıyla barış içinde. Onlardaki demokratik dönüşümleri destekliyor. Bütün bu koşullarda bile, savunulamaz dünya proletaryasının genel çıkarı açısından. Çünkü bütün bunlar, bir grup insanın daha Avrupa veya Amerikalıların yaşadığı refah ve özgürlük düzeyinde yaşaması sonucunu verir. Yani bir ülkenin sınıf atlamasıdır adeta.) bu dünya çapındaki sosyalist bir program açısından, yeryüzündeki apartheiti kaldırma ve başka bir uygarlığı taslaklaştırmanın acilliği bakımından savunulamaz. Bunu savunmak ulusal sosyalizm anlayışını savunmak demektir. Yani bir ulusal olmayan sosyalist, Türkiye’deki insanlara, açıkça şunu söylemelidir: “Demokratik bir cumhuriyet bir cebirsel formül olarak açık bir biçimdir. Ama bu cumhuriyet, kendini sadece ulusun tanımından dil ve kültürü dışlamakla yetinirse bu bölge için bir çözüm sunabilir, sizlerin refah ve demokrasi adasında yaşamanızı sağlayabilir, sizin kendinizi kurtarmanızı ve yeryüzünün imtiyazlıları arasına geçmenizi sağlayabilir; ama insanlığın bu günkü sorunlarının çözümü olamaz, bunun için sosyalist bir uygarlık gerekir, bunun alfabesi de ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmektir. Ama bu da çok zor ve meşakkatli bir iştir”. Sossyalisler bunları demek, farklı bir programla çıkmak zorundadır. Sorunu böyle koyan bir tek sosyalist gördünüz mü Türkiye’de? Yok. Böyle bir programı olan var mı? Yok. “Sosyalistlerin programı yok” derken bundan söz ediyoruz. Ve onlar bu sorunların hepsine gözlerini kapıyorlar. Aslında böyle yaparak kendilerini de yok olmaya mahkûm ediyorlar. Kendilerinin ulusal sosyalistler olduklarını itiraf etmiş oluyorlar. Böyle bir sosyalist programın bir şansı hemen hemen hiç yok denecek kadar azdır. Bunu zaten son yılların bütün sosyal devrim deneyleri gösteriyor. Bütün Doğu Avrupa halkları, Avrupa’ya katılmak için sıraya girdi. Niye? İmtiyazlılar arasına katılmak için. Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu gün baskı olmasa, kapılar açılsa ve Avrupa almaya hazır olsa, 70 milyon T.C. yurttaşının yapacağı aynı şey olur. Demokratik Cumhuriyet de bunu sağlar, biraz meşakkatli ve kendi gücüyle belki ama, böyle. Aksini beklemek için hiç bir neden yok. Bunun aksi yönde küçücük bir entelektüel akım bile yok. Yıllardır bu yöndeki yazdıklarımız ve çabalarımızın yankısızlığı bunun en açık diğer bir kanıtından başka bir şey değildir. Bir başka örnek Güney Afrika’dır. Bırakın başka bir uygarlığı bir yana, sosyalist karakterde değişiklikler bile yapmak istememiştir. Güney Afrika’da ANC esas olarak işçilere dayanan, sosyalizm amaçlı bir örgüttü. Bu gün Güney Afrika’daki bütün devlet yöneticilerinin çoğu, daha dün hapishanelerde onlarca yıl geçirmiş devrimci sosyalist insanlardır. Ama bu güney Afrika’nın bir kapitalist ülke olarak kalması gerçeğini değiştirmemektedir. Zaten bu insanlar, Güney Afrika işçilerine “hadi sosyalizme geçmeyi deneyelim” deseler, bir dakika bile bulundukları yerde kalamazlar, bizzat o işçiler ve halk tarafından kovulurlar. Kovulmasalar ve 63
işçiler böyle bir ölüm perendesi atmayı göze alsalar bile bu sefer o rejimin kapitalist dünyanın baskı ve boykotları karşısında ayakta kalma şansı yoktur. Bu günkü koşullarda, Güney Afrika’lı işçi başına bir de toplumsallaştırma diye yeni bela almak istememektedir. Hiç bir başarı şansı olmadığını bilmektedir. Ama bu günkü koşullarda, Güney Afrika mallarının Afrika pazarında satılması sayesinde durumunu belki biraz daha düzeltebilir. Güney Afrika devleti, elbette komşularındaki demokratik güçleri ve dönüşümleri desteklemektedir. Hatta AIDS’e karşı ilaç sorununda olduğu gibi, Emperyalist tekellere de karşı çıkmaktadır. Ama bu onun, aynı zamanda demokrasi yayan, demokratik güçleri destekleyen, Afrika çapında, yönetiminde yıllarca hapishanelerde yatmış komünist inançlı devrimcilerin bulunduğu bir küçük emperyalist ülke olduğunu da hiç kimseye unutturmamalıdır. İşte Demokratik bir Cumhuriyet aşağı yukarı Güney Afrika’nın Orta Doğudaki benzeri gibi bir şey olur. Bölgedeki demokratik güçleri güçlendirir. Birbiri peşi sıra muhtemelen diktatörlükler yıkılacaktır. Orta doğuluk kültürü temelinde, tıpkı bu gün Avrupa birliğinin Avrupa Kültürü diyerekten bir Avrupa ulusu kurması gibi, bir federasyon veya orta doğu birliği oluşacaktır. Ülkeler arasındaki bu yakınlaşma, savunma giderlerinin azalması; birbirine destek olma; ortak büyük pazar; demokrasi nedeniyle toplumsal eşitsizliklerin azalması; böyle güçlü bir ekonomi ve politikayla ABD ve Avrupa’nın dayatmalarına karşı daha büyük direnme yeteneği vs.. Bu ne demektir? Bu işçilerin ve halkın siyasi egemenliği altında bir kapitalizm demektir. Yani iktidarı alan işçiler ve yoksullar, sosyalist dönüşümlere girmemekte ve kapitalizm çerçevesinde kalmaktadırlar. Bunun nasıl bir şey olacağını anlamak istiyorsanız İsveç’e bakın. Bu geçen yüzyılın başında Pavrus Efendi’nin öngördüğünün gerçekleşmesidir. Elbette Demokratik Cumhuriyet, Türkiye’de ancak, Emekçilerin ve ezilen ulusun büyük bir mobilizasyonuyla kurulabilir. Bu gün var olan devlet cihazı baştan aşağı tasfiye edilip, iktidarın halkın temsilcilerinin elinde olduğu, bürokratik ve militer olmayan, hatta kullanıldığı takdirde sınıfsız topluma gidişin aracı olabilecek bir devlet. Geçen yüzyılda Rusya bağlamında bu olasılık gündeme gelmişti. Yani demokratik tarihsel görevler, işçi sınıfını ve köylüleri iktidara getirebilirlerdi. O zamanlar Pavrus Efendi, bunun bir işçi iktidarı altında kapitalizme yol açacağını söylüyordu. Troçki ise, bunun devrimin dinamiğiyle böyle kalmayacağını, işçilerin sosyalist dönüşümler yapmak zorunda kalacaklarını ön görüyordu. Sonraki gelişmeler tam da Troçki’nin dediği gibi olmuştu. Ama Tarih şimdi Troçki’den intikam alıyor ve Pavrus Efendi’nin öngörüsüne geçerlik kazandırıyor. Çünkü işçiler, devrimin dinamiğine rağmen, kendilerini kapitalizm çerçevesindeki değişikliklerle sınırlıyorlar ve bu yönde eğilim gösteriyorlar. Güney Afrika, Nikaragua, Doğu Avrupa devrimlerinin gösterdiği “Sonuçlar ve Olasılıklar” bunlar. Yani artık “Sürekli Devrim” değil, Troçki’ye nazire, “Süreksiz Devrim” söz konusu. Geçen yüzyılda, Pavrus Efendi’nin ön görüsü, İsveç gibi ülkelerde gerçekleşti. İsveç’te gerçekten işçiler iktidardaydı ama bu işçiler kapitalizmi yıkmıyor sadece kapitalizm 64
çerçevesinde sosyal devlet ve özgürlüklerle yetiniyorlardı. Kendi refahları için, gereğinde Alman Faşizmi ile barış içinde ticaret yapmaktan çekinmiyorlardı. İsveç mucizesi, tamı tamına işçilerin egemenliği altında bir kapitalizmin ne olacağını gösterir. Yirminci yüzyıl boyunca geri ülkelerdeki bütün devrimler, Troçki’nin ön gördüğü biçimde gerçekleşti. Demokratik tarihsel görevler, sosyalist devrimlere yol açtı. Ama bürokratik olarak yozlaşmış biçimlerde. Ama bu gün dünyanın hiç bir yerinde işçilerin sosyalizme cesaret edeceklerinin en küçük bir izi yokken; Doğu Avrupa, Nikaragua, Güney Afrika devrimlerinin izlediği yol ortadayken, Pavrus Efendinin görüşünün tekrar güncellik kazandığı görülür. Aslında Güney Afrika bunun ifadesidir. Güney Afrika’da işçi sınıfı kendini kapitalizmle sınırlamış bulunmaktadır. Bu günün dünyasında, Devrimci bir dalga demokratik görevleri tamamlama temelinde işçileri ve köylüleri ve diğer ezilen kesimleri iktidara getirebilir. Ama bunlar, Troçkinin ön görüsü ve yirminci yüzyılda gerçekleşenlerin aksine kendilerini demokratik görevlerle sınırlarlar. Böylece işçi ve emekçilerin egemenliği altında, bir zamanların İsveç’i benzeri kapitalist ülkeler olanaklıdır. İşte Türkiye’de olacak olan da muhtemelen budur. Bu Demokratik Cumhuriyet’te işçiler ve emekçiler, hadi gelin, sosyalist karakterde dönüşümler yapalım, gelin bir sosyalist uygarlık kurmaya başlayalım; ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedelim diyenlere oy vermeyeceklerdir. Onlar, tıpkı bir zamanların İsveç sosyal demokrasisi gibi, kapitalizm çerçevesinde kendilerine sosyal hakları verecek, özgürlüklerini garantiye alacak, ama kapitalizme de fazla dokunmayacak partilere oy vereceklerdir. Bu da gerçekten, bölgede refah ve demokrasinin gelişmesini sağlar. Ama bu şu demektir aynı zamanda, aslında bir sosyalist için hiç bir şans bulunmamaktadır politika yapmak için. Kimse daha görünür ve daha az zahmetli bir iyileşme ortada dururken, daha zahmetli ve sonu belirsiz bir yola girip başına yeni belalar açmak istemez. İşçilerin, emekçilerin çok gerçekçi olduğu açıktır. Peki bu durumda, dünya çapındaki bu program ve strateji bağlamında, nasıl bir taktik yönelişe girilmelidir ki küçük bir propaganda mahfili olmaktan çıkıp politik manzarayı ve gelişmeleri etkileyebilen bir güç olunsun? Sorunu bu düzeyde koyan ve tartışan var mı? Yok, yok, yok! Biz ise, son iki yıldaki yazılarımızın hepsinde, tüm politik eylemimizde, tamı tamına bu sorunu tartışıyor ve ulaştığımız sonuçlara göre davranıyoruz. Dediğimiz özetle şudur: “Demokratik Cumhuriyet cebirsel bir formüldür. Bu formülün içindeki güçlerin hedefleri ve ağırlıkları belirleyecektir onun somutta alacağı anlamı. Bu pek ala, İşçi ve Köylülerin egemenliği altında, tıpkı İsveç’te olduğu gibi, daha sosyal adaletçi ve özgürlükçü bir kapitalizm; İsveç gibi bir emperyalizm ile de sonuçlanabilir veya Sosyalist bir uygarlığın tohumu da olabilir. Çok zayıf bir olasılık olsa bile. Eğer biz sosyalistler, bu gün eğer bu demokratik cumhuriyet mücadelesinin öncülüğünü yapabilir ve bu mücadeleyi başarıya ulaştırabilirsek, bunun verdiği prestijle, daha ileri 65
gidilmesi için daha fazla sözümüzün dinlenme olasılığı olabilir. Gerçek amacımızı ve bunun zorluklarını hiç gizlemeden, Demokratik Cumhuriyet cephesinin en tutarlı öncüsü olmaktan başka doğru bir taktik olamaz.” Eğer bu mücadeleye öncülük eder ve bir prestijimiz olursa, bu ülkede etkili olmasak bile, işçiler Demokratik Cumhuriyet’e ulaştıklarında bize değil de, kapitalizmi sürdürecek partilere oy verdikleri takdirde bile, bu selden geriye epey bir kum kalır, bunu yanı sıra dünyada eşitlikçi fikirlere yeni bir canlılık ve itibar verilebilir. Bu program dünyanın yoksullarına duyurulmuş olur ve kim bilir, bir yerlerde başkaları, buralarda cesaret edilemeyene daha iyi bir hazırlıkla cesaret edebilir.” Sorunu böyle koyan ve tartışan var mı? Yok, yok, yok. Bütün bu denilenler ışığında toparlayalım. Dünya çapındaki bir program açısından baktığımızda, günümüzün dünyasında Türkiye’de bir sosyalist için, Demokratik Cumhuriyet’i savunmak şu problemleri içerir. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, Demokratik Cumhuriyet, sosyalizme giden yolda en uygun koşulları sağlamayabilir. O zamanlar, geri ülkedeki bir Demokratik Cumhuriyet’in sosyalizm uğruna mücadele için en elverişli koşulları yaratacağı kabul ediliyordu ve bu doğruydu. Ama bu günün dünyasında, o ülkenin imtiyazlılar arasına katılması gibi bir anlama sahip olabilir. Yani sağladığı refah ve demokrasi ortamıyla, o ülkenin halkını yeryüzünün imtiyazlıları arasına geçirir. Ama bu aynı zamanda, bütün bugünkü zengin ülkelerde de olduğu gibi, fiilen o ülkenin sosyalizmden uzaklaşması, imtiyazlarını savunur bir duruma geçmesi anlamına gelir. 20. Yüzyılda sadece Rusya’da kısa bir dönem gerçekleşmiş, sonra da bürokratik yozlaşma nedeniyle fiilen gerçekleşmemiş; yani bürokratik cumhuriyetlere yol açmış olmakla birlikte, yirminci yüzyılda, demokratik cumhuriyet fiilen işçilerin ve köylülerin iktidarı ve onların da kendilerini sınırlamaması nedeniyle sosyalist dönüşümler anlamına geliyordu. Yani sınıfsız topluma giden bir içerik kazanabiliyordu bu cebirsel formül. Ama İşçi ve köylülerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlaması halinde, (ki bu günkü dünyadaki bütün veriler bunu gösterir ve aksi yönde hiç bir belirti yok iken) Demokratik Cumhuriyet, fiilen kapitalizm çerçevesinde bir İşçi ve emekçiler hükümeti anlamına gelebilir. Ama bu da bu günkü dünyanın fiili siyah ve beyaz bölünmüşlüğünde, sosyalizme yaklaşma değil, uzaklaşma anlamını kazanır. Yani bu Demokratik Cumhuriyetin emekçileri, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden çıkarlı olmayacaklar demektir. Demokratik Cumhuriyet, yeryüzünün siyah ve beyaz bölünmesi koşullarındaki süreksiz devrim boyutuyla, kendisini sırf demokratik görevlerle sınırladığı takdirde, imtiyazlılar arasına katılma sonucu verir. Bu ise sosyalizmden fiili bir uzaklaşma demektir. Birincisi bu noktadan problemlidir. Çünkü bu dünyada sömürü ve baskının ortadan kaldırılmasına azami bir katkı anlamına gelmez. İkincisi, sosyalist programın artık dünya çapında başka bir sosyalist uygarlık programı olması gerektiğidir, dolayısıyla bulunduğunuz ülkedeki programınız da başka bir uygarlığın tasarısını 66
içermelidir. Demokratik Cumhuriyet ise, sadece siyasi bir cebirsel formüldür. Bir uygarlık tasarısı içermez, bu başka uygarlığın siyasi biçimi ne olmalıdır sorusuna cevap değildir. Kürt hareketinin ve demokratik hareketin programı olan veya olması gereken, ulusun tanımından dil, kültür ve etniyi dışlama, dillerin eşitliği gibi siyasi biçimler, burjuva uygarlığının biçimleridirler; onlar bu uygarlığın temel var oluş biçimi olan ulusal olanla politik olanın çakışması anlayışını dışlamaz ve reddetmez, sadece ulusal olanı farklı tanımlarlar. O halde, siyasi biçimi, ulusun tanımından dili ve etniyi dışlayan, ulusu yeniden tanımlayan bir demokratik cumhuriyet, sosyalizme geçişin sosyalist bir uygarlığın biçimi olamaz, ancak nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddeden bir demokratik cumhuriyet sosyalist bir uygarlığın biçimi olabilir. Bu aynı zamanda hem imtiyazlılar arasına katılma sorununa yani dünyadaki ırkçı apartheit sitemine bir çözümdür, hem de süreksiz devrimin çıkmazına, ileri ve zengin ülkelerin işçilerine bir başka uygarlık tasavvuru ile tarafsızlaştırma veya kazanma sorununa bir cevaptır. O halde, nasıl devrimci demokrasi, Demokratik Cumhuriyet’i tanımlayan içeriği, ulusun tanımından dil ve etniyi dışlamayı koyuyorsa, biz de ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddeden bir demokratik cumhuriyet istediğimizi koymalıyız. Bu hem demokratik mücadelede yer almayı sağlar hem de ayrı bir bayrağın olmasını. Yani, sosyalistler olarak uluslararası boyutta azami katkımız ne olabilir sorusunu sormadan bu gün Türkiye’de program sorununa devrimci demokrasiden farklı bir program önerilemez. Türk sosyalistlerinin çıkmazı tam da buradadır. Demokratik Cumhuriyet’i kabul edenleri bile, Kürtlerin gelin birlikte örgütlenelim deyişlerine dünya çapında sorunu koymadıklarından programatik ve stratejik bir gerekçe gösteremezler.
(Üçüncü Bölüm) Sorunları Somut Olarak Anlatmla Denemesi İlk iki bölümde Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğunu; sosyalistler tarafından savunulabileceği ve savunulması gerektiğini gördük. Bütün o uzun açıklamalar sanırız, “Ankara’dan Komünistler”in ne Demokratik Cumhuriyet’i ne de bizim Demokratik Cumhuriyet’i ve ona bağlı olarak tartıştığımız sorunları anlamadığını göstermiştir, ama biz yine de daha doğrudan bunu göstermeye çalışalım. Çünkü Türkiye’nin alışılmış düşünce tembelliği ortamında, görüşler deve hamuru gibi hazırlop yutulmaya hazır halde verilmedikçe, hatta imgelerle beslenip vizualize edilmedikçe kimse yazılanlardan uygun mantıki çıkarsamaları yapıp gereken sonuçlara ulaşma çabasına girmez. Bunun için, bu bölümde sorunu biraz daha da somutlayalım ya da resimleyelim. Bunun için sorunu biraz daha “bakkal gibi” koyalım. * 67
Diyelim ki, Türkiye’de emekçi halk ayaklandı, Ekim Devrimi, Büyük Fransız Devrimi, Nikaragua veya İran devrimi gibi, şöyle ezilenlerin sokakları doldurduğu güzel bir devrim yaptı. Bu devlet cihazını parçaladı. Halkın üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek, Birinci veya İkinci Paris Komünü tipi bir devlet cihazı oluşturdu, yani Demokratik bir Cumhuriyet. Bizim tartıştığımız, bu Demokratik Cumhuriyet’in, bu işçilerin, emekçilerin iktidarda olduğu Paris Komünü tipi devletin ve bu iktidarın sorunları. İşte biz bu Demokratik Cumhuriyet’de işçilerin, köylülerin politik iktidar ellerinde olmalarına rağmen sosyalizme geçmek istemeyeceklerini, yani kapitalizmi tasfiye etmeyeceklerini, bunun esas büyük olasılık olduğunu söylüyoruz. İşçilerin, emekçilerin egemen olduğu ama özel mülkiyete dokunmayan bu ülke, kapitalist bir ülke olmaya devam eder diyoruz. Bu ise fiilen bir bölge gücü, bir emperyalist ülke olma sonucunu verir diyoruz. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız, bir İsveç’e veya bu günkü Güney Afrika’ya bakın diyoruz. Bunun böyle olmayacağı yönünde en küçük bir eğilim yok diyoruz. Son yılların bütün kitlesel hareketleri bu sonuç ve olasılıkları ortaya çıkarıyor diyoruz. Bizim tartıştığımız ise, bu sonucun ortaya çıkmaması için ne yapmak gerektiği. Dediğimiz de özetle şöyle ifade edilebilir: Böyle bir devrimin hazırlanmasında biz en önde olursak, böyle bir devrim başarıya ulaştığında sözümüz dinlenecek, sözümüzün ağırlığı olabileceği bir durumda olabiliriz. Böyle bir durumda olursak da, şimdiden insanlığa önereceğimiz sosyalist uygarlık programını gerçekleştirmek üzere o ayaklanmış halkın desteğini isteyebiliriz. Muhtemelen bu destek gelmeyecektir. Nüfusun çok küçük bir bölümü böyle bir programı destekleme eğilimi gösterecektir. Buna rağmen, bir miras bırakmak da önemlidir. Bir örnek sunmak, bir başlangıç yapmış olmak da çok önemlidir. Ama bunun için de öncelikle, böyle bir uygarlığı şimdiden programlaştırmış olmamız gerekir. Tabii insanlara sadece bu sosyalist uygarlık programını önermemiz ve onların desteğini istememiz yetmez, bunu yaparken bu işin nice güç olduğunu da açıklamalıyız. Yani zengin ülke emekçilerinin yardıma gelmeyeceği, uzun yıllar tecrit, ambargo ve tehdit altında yaşanabileceği, ama bunlara karşılık bir başka uygarlık tasarısıyla karşı tarafın içinden bölünüp en geniş güçlerin kazanılabileceği gibi. Türkiye’nin bütün sosyalistleri ise, sorunu, sanki İşçiler ve Emekçilerin sosyalizm isteyecekleri Allah’ın emri, kaderin tecellisiymiş gibi koyuyorlar. Resmi daha da somutlaştıralım. Daha da açık yazalım. Diyoruz ki, böyle bir işçi ve emekçiler ayaklanması bu günkü devlet cihazını parçalamış; Birinci veya İkinci Paris Komünü’nde olduğu türden, ezilen çoğunluğu baskı altına almakta kullanılamayacak, ondan bağımsızlaşamayacak ve ona hizmet edebilecek bir devlet cihazı, yani kelimenin gerçek anlamında artık devlet olmayan bir devlet cihazı örgütlemiş olsunlar. Tabii burada her türlü fikir, örgütlenme özgürlüğü, serbest secimler vs. var. Hadi daha da somut olalım, devrimci dalga geniş kitlelerin radikalleşmesine yol açtı ve bu günün küçük sosyalist ve devrimci partileri meclis veya o devrimin ortaya çıkaracağı iktidar organlarında çoğunluk olmuşlar; Hükümetler bu sosyalist ve devrimci partilerin arasındaki uzlaşmalarla kuruluyorlar. 68
Hadi daha da somut olalım, Mihri Belli örneğin, bunca yıllık mücadelesine saygıyla Cumhurbaşkanı seçilmiş olsun. Abdullah Öcalan başbakan, Ertuğrul Kürkçü, Ekmek ve Gül partisinden koalisyon ortağı olarak Medya işlerinden sorumlu bakan, ÖDP’den Oğuzhan Müftüoğlu İçişleri bakanı, SİP’in başkanı Gıda işlerinden sorumlu bakan, Sungur Savran Ekonomi Bakanı ve siz Ankara’dan Komünistler de, bu devrimci ülkenin başkentinin, Ankara Komünü’nün seçilmiş ve her an geri alınabilir yöneticileri olun. Şimdi böyle bir durumda, bu arkadaşlar, işçi ve emekçilere “hadi arkadaşlar gelin şu üretim araçlarından özel mülkiyeti kaldıralım, planlı ekonomiye geçelim” dedikleri an işçiler ve emekçiler onlara “Hop, durun bakalım o kadar da değil, o zaman işler karışır. Bütün dünya karşımıza dikilir. Ambargo, askeri tehdit vs. gelir. Biz bu kuşatma altında, hadi diyelim ki, kimi çelişkileri kullanarak askeri müdahale tehdidini atlattık, tıpkı bu günkü Küba gibi sabuna muhtaç biçimde onlarca yıl yaşamak zorunda kalırız. Bunu çok daha elverişli koşullarda Rusya bile yapamadı. Biz hiç yapamayız. Sizler iyi hoş ve dürüst insanlarsınız, gelin şu sevdadan vaz geçin, eğer geçmezseniz, kusura bakmayın ama sizi seçmiyoruz, seçilenleri de geri alıyoruz. Böyle maceralara girmeyecek, bizim sosyal haklarımızı ve özgürlüklerimizi garanti edecek ama sosyalizm falan deyip de başımıza yeni belalar açmayacak olanları seçeceğiz” diyeceklerdir. O zaman, ya emekçilerin dediklerine uyacak ve kapitalist bir ülkenin sosyalist inançlı yöneticileri olacaksınız, (Tıpkı bir zamanların Kuzey Avrupa’daki Sosyal Demokratları gibi. Ya da bu gün Güney Afrika’da bütün devlet cihazının tepesinde bulunan inanmış Komünistler gibi. Onların sosyalizme inanmamış insanlar olduklarını hiç sanmayın. Maalesef düşünceler varlığı belirlemiyor.) ya da “hadi size uğurlar olsun, bana oy vermeseniz de ben bu görüşlerimi savunuyorum” deyip, bir muhalif küçük grup veya parti olarak varlığınızı sürdüreceksiniz. Bu arkadaşların genellikle kitlelere ters düşmeme gibi kaygıları olduğundan, kendilerini seçenlerin direktiflerine uyacaklardır. Yani kapitalist bir ülkenin sosyalist inançlı, yöneticileri olacaklar ve “ne yapalım, işçiler bize bu görevi verdi, işçilere ters düşecek halimiz de yok” diyerek vicdan huzuruyla görevlerini ifa edeceklerdir. Kapitalist bir ülkenin sosyalist inançlı yöneticileri ne yapar? İşçiler için her türlü sendikal özgürlükler ve bunlar için güçlü garantiler. Uluslar üzerindeki her türlü baskının kaldırılması. Tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği. Köylülere tüm yardımlar, kooperatifçiliğin teşviki. Komşulardaki demokratikleşmeleri desteklemeler ve barışçı ilişkiler. Örneğin, bu devletin bu sosyalist inançlı yöneticileri, Ermenistan’a gidip, tıpkı Willy Brandt’ın Polonya’da yaptığı gibi, Ermeni Katliamına uğrayanların önünde saygıyla eğilip bunu insanlık vicdanında mahkum eder. Tarih kitapları Orta Asya Türklüğü değil de, Anadolu Mezopotamya uygarlıklarının bir mirasçısı olmaktan söz eder vs.. Bunlar çoğaltılabilir. İşte böyle bir ülke dev olur. Bölgede Osmanlı’yı yeniden oluşturur, muazzam bir güç olarak ortaya çıkar. Burada güç deyince fiziki, askeri gücü anlamayın. Bu günkü Avrupa’nın gücü gibi bir güç anlayın. Ülkelerin size katılmak için sıraya girdikleri bir güç anlayın.
69
Nasıl mı dev olur? Sadece bir tek faktörü ele alalım. Uluslara ve dillere getirdiği özgürlükler faktörünü. Türkiye’deki Kürtler üzerindeki her türlü baskı kalktığından ve onların da ayrılması için bir neden kalmadığından ve onlar zaten bu demokratik sistemin temel kurucularından olacağından, İran, Irak, Suriye’deki Kürtler, otomatikman bu devletin gönüllü taraftarları haline gelirler. Baskı yoktur, özgürlükler vardır ve Türkiye bunlara göre nispeten daha ileri ve zengin olduğundan, refah ve özgürlük demektir bu. Bu durumda, bu ülkelerdeki bütün Kürtler, tıpkı bir zamanlar Doğu Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye’ye kapağı atmaya çalışacaklardır. Eh bu ülke, komşularıyla bir de, bu günkü Avrupa Birliği gibi, örneğin Ortadoğu Demokratik Federasyonu gibi bir tasarıya sahipse, bu ülkeye birey olarak kapağı atamayanlar, ülke olarak kapak atmanın mücadelesine gireceklerdi. Yani şimdi Türkiye’de Avrupa Birliği bağlamında olanın aynısını, İran, Irak, Suriye, Kafkas ülkelerinde yapmaya çalışacaklardır. Yani ülkelerinde Demokratik Cumhuriyet mücadelesi vererek, Kopenhag kriterleri gibi Ortadoğu Demokratik Federasyonu kriterlerine ulaşma mücadelesi vererek böyle bir federasyona katılmaya, refah ve özgürlüklerden nasiplenmeye çalışacaklardır. Bunun bölgede demokratik devrim ve dönüşümleri nasıl kışkırtacağı tasavvur edilebilir. Ama şimdi gelelim işin can alıcı noktasına? Sadece bunlar değil, Kafkaslardan Abazalar, Ermeniler, Azeriler vs., İran’dan Laikler, Hıristiyanlar, Azeriler, Türkmenler. Irak’tan Türkmenler, Kürtler, Şiiler Araplar, Suriye’den Kürtler, Araplar, Sünniler, Irta Asya’dan Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Özbekler baskı altında oldukları, akrabalarının burada oldukları gibi gerekçelerle, binlerce yoldan sizin ülkenize, refah ve özgürlüklerinizi paylaşmak için gelmeye çalışacaklar. Tıpkı bu gün Avrupa’ya olduğu gibi. Bunları ne yapacaksınız? Keza şu an Türkiye’de yüz binlerce hatta milyonlarca Moldavyalı, Rus, Romen, Polonyalı, İranlı göçmen işçi veya mülteci de var. Bunları ne yapacaksınız? Bu insanları tıpkı bu gün Avrupa’nın yaptığı gibi, sınırlarınızın dışında mı tutacaksınız ve ihtiyacınız olan kadarını mı alacaksınız? Bu tamı tamına yeryüzü ölçüsündeki apartheitin yeniden üretilmesi olmayacak mıdır? Yok onlara “isteyen gelebilir, gelen de ülkedeki insanlarla aynı sosyal ve siyasi haklara sahip olabilir” mi diyeceksiniz? Böyle dediğiniz takdirde, kimse size oy vermeyecektir. Kimse refahını paylaşmak istemeyecektir. Keza, herkes evinde veya iş yerinde veya bunlarda olmasa bile gastronomide, temizlikte, işgücünün yeniden üretimini ucuza getiren alanlarda bu modern köleleri çalıştırmakta ve bunların emeği üzerinde daha refah içinde yaşamaktadır. Bunların kölelerini özgürleştirmeye kalktığınızda, tıpkı Avrupa’daki gibi ırkçı partilerde örgütlenmeye başlayacaktır birden bire sizi o zamana kadar demokratik talepleriniz nedeniyle destekleyen işçiler. İlginçtir, şu ana kadar Türk sosyalistlerinden hiç kimse, Türkiye’de oturan milyonlarca politik ilticacı, kaçak işçi, Doğu Avrupalının eşit hakları diye bir slogan atmak bir yana bu konu üzerine kafa bile yormuş değildir. Bu ne biçim bir enternasyonalizmdir ki, doğu Avrupalıların ve politik mültecilerin köle olarak çalıştırılmasınız hiç sorun yapmamaktadır?
70
Hasılı şu üstünkörü yapılmış çıkarsamalar bile, yöneticileri inanmış sosyalistler olan bu işçi köylü iktidarının aslında ırkçı bir iktidar olacağını göstermektedir. Ama bu ırkçılığı daha da iyi göze batırmak için, buna bir de sosyalist tedbirler ekleyelim. Yani bu işçi köylü ayaklanması, hızını alamadı ve tuttu bir de sosyalist dönüşümler yaptı diyelim. Dünya durumu da çok müsait olsun. Ne askeri müdahale, ne de bir ambargo var. Tam anlamıyla bir demokratik sosyalist ülke, kalkınma hızı yüksek, plan hedefleri hızla gerçekleşiyor. Bu koşullarda da yukarıda ortaya atılan problemler yok olmayacaktır. Komşu ülkelerin yoksul insanları size kapağı atmaya çalışacaklardır. Ne yapacaksınız? Kapıları açacak mısınız? Kapayacak mısınız? Açarsanız o refahı sürdüremezsiniz. Kaparsanız sosyalist bir ırkçılık yapmış olursunuz. İşte Türkiye’deki sosyalistlerin tartışmadıkları bunlar. Biz ise bunları tartışıyoruz. Bunları tartıştığımızda ise, Türkiye’deki sosyalistlerin hepsinin aslında çağ dışında kalmış milliyetçiler oldukları ortaya çıkıyor. İşte Türkiye Sosyalistleri ile aramızdaki temel fark tam da bu noktada. Onlar Demokratik Cumhuriyet refaha yol açmaz diyerek sorunu tartışıyorlar; sanki demokratik cumhuriyet diğer ülkelerin işgalini, onlara askeri zor uygulanmasını gerektirirmiş gibi; oralardaki gerici rejimlerin desteklenmesiymiş gibi tartışıyorlar. Onlar bu refahın, demokrasinin kendisinde bir sorun görmüyorlar, biz ise sorunu tam da burada görüyoruz. Biz bu refaha ve demokrasiye rağmen, yani soruna rağmen, bu gün Demokratik bir Cumhuriyet talebine öncülük yapmaktan başka bir doğru politika yapma taktiği olmadığını söylüyoruz. Ancak bu koşulda ve şimdiden bir sosyalist uygarlık, yani dünya çapında bir programını savunarak bu mahzurun giderilebileceğini söylüyoruz. Sırf “kendi” ülkenizle sınırlı, demokratik veya sosyalist olsun fark etmez, bir özgürlük ve refah, bir ırk ayrımcısı sistemle sonuçlanır. Türk sosyalistleri ve demokratları bununla yüzleşmekten kaçıyorlar. Hadi demokratları anlarız. Onlar ulusal perspektiflidirler. Ya sosyalistler? Hiç birisinin dünya çapında bir programı var mı? Sorunu bu bağlamda tartışıyorlar mı? Hayır. Hepsi, Türkiye’yi sosyalist yapmaktan söz ediyor. Böyle bir şey olmaz. Yani hem bir ülkede sosyalizm olmaz, olsa olsa, planlı ekonomi ve İşçi demokrasisi olur. Sosyalizm sınıfsız toplumdur. Ona ancak dünya ölçüsünde bir işçi demokrasisine veya diktatörlüğüne (ki ikisi aynı şeydir) ulaştıktan sonra bir Geçiş Dönemi sonunda ulaşılabilir. Hem de ülkenizdeki işçiler bu günkü verili durumda bunu kamulaştırma ve planlı ekonomi istemezler. İsteseler bile, sosyalist uygarlık projesi olmayan bir ülkeyle sınırlı sosyalist tedbirlerin Emperyalist baskı ve müdahale karşısında yaşama şansı yoktur. Hadi olduğunu var saysak, bunun, yani şu sosyalist Türkiye’nin, aslında üretim araçlarını kamulaştırmış, planlı ekonomiye dayanan ırk ayrımcısı bir toplum olacağını görmek ve bu sorunla yüzleşmek istemiyorlar? Niçin mi? Tam da milliyetçi oldukları için. 71
Tekrar edelim, “Sosyalist Cumhuriyet” olsa da problem ortadan kalkmayacaktır. Refahınızı ve özgürlüklerinizi sizinle paylaşmak isteyenlerle paylaşacak mısınız? Paylaşmayacak mısınız? Irk ayrımcısı bir sistemin sosyalist bir üyesi mi olacaksınız yoksa olmayacak mısınız? İçinde bulunacağınız çelişkiyi daha da somutlayalım. Yeryüzünün büyük bir bölümü yoksul olduğu kadar her türlü baskı altında. Eğer sosyalist bir ülkeyseniz en azından anayasa ve yasalarınızda inançları, ırkı, milliyeti veya cinsi nedeniyle baskı altında olanlara sığınma hakkı tanımak gibi bir ilkenizin olması gerekir. Bu ise şu demektir. Bir anda milyonlarca insan, bu hakka dayanarak size gelmek isteyecektir. Ve sizin, size gelene, ırkçı olmamak için geldiği andan itibaren eşit yurttaşlık hakları vermeniz gerekir. Bunları yapmıyorsanız, sosyalistliğiniz nerede kalır. Avrupa veya Amerika veya Avustralya’dan tek farkınız, planlı ekonomiye dayanan bir ırkçı ülke olmanız olacaktır. Yaptığınız takdirde ise, önce sizi destekleyen işçiler size isyan edip, iltica hakkının “kötüye kullanılmasına karşı” yani ırk ayrımcılığını korumaya yönelik kanunlar çıkaracaklardır. Vize koyacaklardır geri ülkelerden kimse gelmesin diye. Yani yeryüzünün imtiyazlıları olarak fakirlerin etrafına hapishane duvarları öreceklerdir. Ve işte o zaman da kendileri bir çözümün değil, sorunun parçası olarak ortada olacaklardır. Onlar yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden çıkarlı olmayan, bu günkü Avrupa ve Amerika’nın emekçilerinin yaptığını yapacaklardır. Görüldüğü gibi, sorunu dünya çapında koymadan, bu günkü dünyanın yoksul zengin ayrımına bir çözüm getirmeden kendi ülkenizde bir sosyalizm kurma çabanız, en iyi koşulda ırkçı bir sistemin savunuculuğu sonucunu verir. Bundan bir tek çıkış yolu vardır. Başka bir uygarlık programı ve tüm insanları ulusal olanla politik olanın çıkışması ilkesini yıkmaya çağırmak, yani bütün insanları yurttaşınız ilan etmek. Ancak bu takdirde hem ırkçılıktan kurtulabilirsiniz, hem sosyalist dönüşümler yapma ve onları koruma şansınız olabilir. Şimdi örneğin ÖDP’den ayrılanların, “Hayat Bizi Sosyalizme Çağırıyor” demesi veya “Anakara’dan Komünistler”in “Bizler sosyalizm programımıza, işçilerin üretim araçlarının kollektif mülkiyetine sahip çıkarak, kendi yaşamlarını konseyler vasıtasıyla örgütleyeceği bir düzen yaratma mücadelesini her şeyden acil görüyoruz” demesi, yukarıdaki sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, onlarla yüzleşmekten ve gerçek sorunları tartışmaktan kaçmanın örtüsü olur. “Komünist bir dünya kuracağız” diye slogan atıyorlar. Ama böyle bir dünya kurmanın gerçek sorunlarını tartışmıyor ve onlara gözlerinizi kapıyorlar. Ezilenlere bunun zorluklarından söz etmiyorlar. Kendileri bunun sorunları ve zorluklarıyla yüzleşmeye gelmiyorlar. Aslında Sosyalizmden bahseden yukarıdaki sözler sadece sosyalizmin sorunlarından kaçışın değil, demokrasi mücadelesinden de kaçışın örtüsü oluyor. Sosyalizm denerek, demokrasi mücadelesinin içinde ve önünde yer alınmıyor. 72
Böylece de demokrasi mücadelesi radikal demokrasiden yoksun olduğundan zayıf kalıyor. * Şimdi gelelim Demokratik Cumhuriyet’in “Sürekli Devrim” yani yayılma ve derinleşme olasılığına. İşte Demokratik Cumhuriyet tam da bu nedenle, Dünya Çapındaki Görevler ve Programdan hareketle savunulmalıdır. Yukarıda, bu günkü verili durumda, bir emekçi iktidarının kendisini büyük bir olasılıkla demokratik görevlerle sınırlayacağından söz ettik. Elbette kapitalizme dokunmayan bir demokratik ve emekçilere dayanan bir iktidar, dünya kapitalizmi için daha katlanılabilir ve ayakta kalma şansı olan bir opsiyondur. Ama bu aynı zamanda emperyalizm açısından bir tehlikedir de. Elbette bu iktidar bölge ülkelerinde, tıpkı Ekim Devrimi’nin yol açtığı türden etkilere yol açar. Yani o ülkelerdeki demokratik güçleri güçlendirir, onlara bir itilim verir. Bu ise, dünya petrol rezervlerinin esas büyük bölümünün olduğu bir alanda, oligarşilerin yıkılması, birbiriyle barış içinde demokrasilerin kurulması, hatta bir federasyon projesi, birbirlerine destek vermesi demektir. Bu ise, emperyalizm, bu kendisini kapitalizmle sınırlamış; İsveç’teki gibi, bir düzene bile dayanamayacak ona karşı müdahale edecek demektir. Çünkü böyle bir dönüşüm, halklarına dayanan yönetimler, birbiriyle birleşmeyi düşünen bir federasyon projesi, yani PKK’nın demokratik Orta Doğu Federasyonu projesi, Emperyalizm için bir kâbustur. Her şeyi bir yana atsak, sadece petrol nedeniyle bile bir kabustur. Dünya petrol rezervlerinin kontrolden çıkması demektir. Böylece mesajı da zaten bölgedeki oligarşileri rahatsız edecek bir demokratik cumhuriyete karşı, bölgedeki oligarşilerin ve emperyalizmin birlikte müdahalesi adeta kaçınılmazdır. Bu durumda, Demokratik Cumhuriyet, sadece bölgesel bir proje olarak, emperyalist ülkeleri içinden bölemez. Emperyalist müdahaleye karşı dünya çapında bir programla karşı çıkmak zorunda kalır. Olayların mantığı onu buna zorlar. Dolayısıyla, Kürt hareketinin kendini kurtarmak için Türkleri de kurtarmaya kalkması gibi; Demokratik Cumhuriyet de kendini ya da bölgeyi kurtarabilmek için, tüm dünyayı kurtarmaya kalkabilir. Yani Emperyalizmin müdahalesi karşısında, kendini demokratik görevlerle sınırlamış bir cumhuriyet, ayakta kalabilmek için, dünya çapında bir sosyalist uygarlık projesi geliştirmek zorunda kalabilir. Kürt hareketinin evrimi; bağımsız bir Kürdistan’dan Demokratik Cumhuriyet ve Orta Doğu Demokratik Cumhuriyetler Federasyonuna evrimi ve zorda kalınca bu yönde adım atmak zorunda kalması, böyle bir olasılığın var olduğunu göstermektedir. Ama emperyalist müdahale karşısında o Demokratik Cumhuriyet’in böyle bir evrim gösterebilmesi için de, sosyalistlerin sosyalist bir uygarlık tasarımı için demokratik cumhuriyet projesinin önünde mücadele etmelerinin hayati bir önem vardır. 73
Bizim bütün yaptığımız da bu. Türkiye sosyalistleri ise, ne Dünya çapında sosyalizmin problemleriyle ne de Türkiye’deki acil Demokrasi mücadelesinin problemleriyle yüzleşmiyorlar ve “sosyalizm” şiarının ardına gizlenerek, programsızlıklarını gizleme taktiği uyguluyorlar. Yıllardır bu konularda yazıyoruz. Sorunu böyle koyan, bu sorunları tartışan bir tek sosyalist hala yok. Bunun adı intihar politikasıdır. Bunun adı devekuşu politikasıdır. 15 Mart 2002 Cuma (10 Haziran 2009 Çarşamba - 2002 yılında yazılmış olan bu yazı Çatı Partisi Tartışmaları Grubuna gönderilmek üzere gözden geçirildi ve bir araya getirildi.)
74
Çatı Partisi" Tartışmalarında Eksik Olan Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demokrasinin yokluğu nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi "azınlıklar" ve "uluslar" konusunun tartışılmasında da, tüm kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes tam bir köle diliyle konuşuyor ve tartışmalar netlik sağlamak bir yana, kafa karışıklıklarıyla sonuçlanıyor. Şu an Türkiye'de şu görüşleri savunan bir "Fikir Akımı", bir "Toplumsal Hareket", bir "Parti" olduğunu var sayalım: "Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir gericiliktir. Devletin nasıl dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani inanç "özel" bir sorun ise; dil, din, "etni", "kültür", "ulus" da öyle olmalıdır. Yani devletin "ulus"u da olmamalıdır. Devletin dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu, "ulusu" olduğu yerde otomatik olarak baskı altındaki "uluslar" ve "azınlıklar" da oluşur." Böyle bir çizgi karşısında, bu gün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve uzlaşmacı nitelikleri apaçık ortaya çıkardı. * Azınlıklar sorunu veya ulusal sorun, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve demokratik olmak üzere iki şekilde "çözülebilir". Birincisi, gerici ve demokratik olmayan çözüm: o azınlıkların veya ulusların tanınmasıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Türkiye'de devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni İslam'ın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dinidir. Çünkü, örneğin Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onların maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs.. Bütün bunların laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Şimdi, böyle bir devlette, Alevilerin de "tanınması"; yani örneğin Cem Evlerinin de Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım. Bu "çözüm" gerici bir "çözüm"dür. Bu "çözüm", devletin inanç alanına karışmasını sorgulamaz. Sadece, somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler değişmiş olur. Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır. Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerdeki dedelerde olduğu gibi bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Böyle bir Demokratik çözümde, Devletin görevi, çoğunluk dininin, azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani örneğin, en Sünni semtte bile, isteyenin 75
ramazanda güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur. Türkiye'de bir Politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu alandaki bütün tartışmalar, gerici "çözüm" çerçevesinde yapılmakta; Burjuvazi ile Bürokrasi arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir. Bu gün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır ve savunamaz. Onun sorunu, devletin resmi İslam'ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır. Tersinden Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam'a karşı resmi İslam'la ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar; ya da Aleviliğin de tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler. Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Ezidiler, Hıristiyanlar gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda ve kökten çözer. * Sorun aynen "ulusal sorun"da da görülmektedir. Şimdi, Kürtler "biz Asli unsuruz" diyerek, aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir politika izlemektedirler. Yani devletin Türk devleti olmaktan çıkması ve Türk-Kürt devleti olmasını istemektedirler. Evet bu da bir "çözüm" olabilir, ama tıpkı Alevilerin diyanette yer alması gibi bir "çözüm"dür. Gerici ve anti demokratik bir "çözüm"dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması değil, Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır. Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi "ulusu" da olmaz. Politik olanın, yani devletin ya da ulusun tanımı, bunlarla değil, bunlara karşı insan haklarıyla; ya da ulusu bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlamaya karşı yapılır. Bunlar insanların, tıpkı din gibi, "özel sorunları" olur. Örneğin: tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Böyle bir ülkede, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi bir etnik, kültürel ya da dilsel politik azınlık da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini olmadığı için herhangi bir dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi. * En çok karıştırılan konu ulusun bir dile göre tanımlanmasıyla, pratik bir sorun olan ortak bir anlaşma dilinin farkıdır. Demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile göre tanımlanmayacağından ulusun dili olmaz; ama yurttaşlar gerekli görürlerse bir dil ortak konuşma dili seçilebilir. Ve herkes ana dilinin yanı sıra bu dili de öğrenebilir. 76
Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili ("Lingua France") olarak seçimi, teknik bir çözümdür, buna gerek olup olmadığı ve olursa hangi dil olacağı, çeşitli dillerden tüm yurttaşların demokratik olarak seçimi ve belirlemesiyle olur. Bu dilin ülkede yaşayan çoğunluk veya azınlık dillerinden biri olması da gerekmez ve ulusun tanımına ilişkin bir sorun değildir. Bu ortak konuşma dilinin, örneğin bu dilin en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve Kürtlerin dili olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin İngilizce bile seçilebilir. Hatta çoğunlukların imtiyazlı olmasına karşı böyle bir seçim daha doğru bile olabilir. İngilizce ortak konuşma dili olarak seçildiğinde o ulus nasıl İngiliz Ulusu olmaz ise, diyelim ki bir Türkçe veya Kürtçe seçildiğinde o ulus Türk veya Kürt ulusu da olmaz. Türkiye'deki en devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt Özgürlük Hareketi bile, hala sorunu "kurucu asli unsur" çerçevesinde tartışmakta; Kürtlüğün tanınmasını istemektedir. Kürt Özgürlük hareketi, henüz hala, ulusun (ya da devletin ya da politik olanın, hepsi aynı şeydir) dile, tarihe ve etniye vs. göre tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci demokrasi programını ortaya koyamamaktadır. Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun baş suçlusu, böyle bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir. Türkiye'de veya Orta Doğu'da ulusu dil, etni, din, kültürle tanımlamayı reddeden ve buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrimci demokratik eğilimlerini ifade edememektedir. Böyle bir işçi hareketinin bulunmamasının en büyük sorumlusu da, kendileri birer gerici ulusçu olan; yani ulusu Türklükle tanımlamış bir devlete veya Türklükle tanımlanmış bir ulusa karşı mücadeleyi en baş görev olarak bayraklarına yazmayan dolayısıyla bu demokratik görevi ikinci plana atıp bu sistemin yedeği durumuna düşen sosyalistlerdir. Görev, inancın, dilin, kültürün,soyun, tarihin kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç, kültür ve dil ve tarihlerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet'i savunacak devrimci demokratik bir politik akım, bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir. * "Çatı Partisi" tartışmalarına biraz da bu programatik sorunlardan hareketle girmek daha doğru olacaktır. Olmayan ve eksik olan budur "Çatı Partisi", toplumda böyle Kürtlüğün tanınmasına değil, Türklüğün veya her hangi bir ulusa göre politik olanın, devletin veya ulusun tanımlanmasına karşı bir programla ortaya çıkar ve tartışmalar bu mecraya akarsa, "Çatı Partisi" daha doğmadan tüm 77
toplumu değiştirmeye başlayabilir. Şimdi soruyoruz DTP'ye EMEP'e ve SDP'ye diğer tüm bu konuda yazan ve tartışan arkadaşlara: devletin böyle dini olmaması gibi "ulusu" da olmaması veya ulusun (Devletin, Politik olanın), dile, dine, etniye, tarihe göre tanımlanmaya karşı tanımlanması; Türklüğün, Kürtlüğün vs. kişilerin özel, "kültürel" bir sorunu olması konusunda somut olarak ne diyorsunuz? 12 Nisan 2008 Cumartesi Demir Küçükaydın
78
Çatı Partisi Girişimcilerine Sorular ve Bir Çağrı “Önce katılan sonra katılan, çok olan az olan, örgütlü ya da bireysel katılan ayrımı olmayacak aramızda... Hepimiz eşit olacağız... Program ve tüzüğü birlikte tartışarak yazacağız...” 20-21 Aralık Toplantısı “Sonuç Bildirisi”nden Yukarıda aktarılan satırlarda “Program ve tüzüğü birlikte tartışacağız” deniyor? Şu ana kadar, Çatı Partisi girişimi ve tartışması içinde bulunanlar içinde hiç hiçbir örgütten, çevreden, eğilimden Program ve Tüzük önerisi, veya böyle bir Tüzük ve Programa temel oluşturacak analizleri, somut değerlendirmeleri içeren bir metin veya tartışmalara zemin olacak bir öneri gelmedi. Bu öneriler arada geçen bunca ay içinde ortayla koyulmayacaksa, açıkça tartışılmayacaksa, ne zaman nasıl tartışılabilir de bir sonuca ulaşılabilir? Bir şeyler bir şekilde yanlış? Bu gibi konuların, altı ay sonra yapılacak bir toplantıda konuşmacılara verilen beş on dakkalık kısıtlı kunuşma süreleri içinde tartışılıp çözümleneceği mi düşünülüyor? Bunun olmayacağı görülmüyor mu? Ama ortadaki sadece şu ana kadar hiç kimsenin tartışmalara temel olacak bir program önermemesi değil, esas anlaşılmaz olan, başta “Program ve Tüzük Komisyonu” olmak üzere, “Çatı Partisi”nin tüm katılımcılarının, şu ana kadar yapılmış biricik somut program önerisi karşısında, suskunlukları, onu yok saymaları, böyle bir metnin varlığını, önerilmiş bulunduğunu ve adını ağıza bile almamalarıdır. * Bir kere daha hatırlatayım. 20-21 Aralık toplantısında söz aldığımda, çok kısıtlı sürede, Programın “Kürtlüğü tanıma” değil, “Türklüğü imha” yani Türklüğü, politik alandan, ulusun tanımından çıkarmayı hedeflemesi gerektiğini; ve kendini Askeri Bürokratik Oliarşinin egemenliğine son verecek radikal ve devrimci demokratik taleplerle sınırlaması gerektiğini, ayrıca son derece basit ve somut talepler içermesi gerektiğini; aksi takdirde radikal ve demokratların bir birliğinin mümkün olmdığını söyledim ve Program tartışması zemini için bir temel olarak, “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” adlı Programı ve Program metnini, kurulması düşünülen Çatı Partisi’ne Program olarak önerdim. Ayrıca bu metnin, gerek örgüsü ile gerek edebi özellikleriyle, Marks ve Engels’in yazdıkları, Komünist Manifesto’ya öykünerek yazıldığını belirttim. 79
Bununla da yetinmedim, bu metnin yer aldığı, Hamburg’ta yapılmış, Ertuğrul Kürkçü, Haluk Gerger, Ragıp Zarakolu’nun da konuşmacıları arasında bulunduğu bir sempozyuma sunulan bildirilerin toplandığı, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” başlıklı kitabın, toplantı kapısının girişinde bir masaya koyulduğunu, oradan bunun bedava alınabileceğini de ilan ettim. Ve o gün en az 250 katılımcı bu kitaptan (Dolayısıyla da bu Program önerisi ve metni) bedava veya gönlünden koparsa bağış karşılığında edindi. Şu ana kadar aradan neredeyse altı ay geçmiş bulunuyor. 1) Hala ortada bu metinden başka bir metin, öneri vs. yok üzerinde tartışmak için. 2) Bu metine yönelik hala en küçük bir eleştiri bile çıkmış değil. 3) Program komisyonu bile böyle bir metnin önerildiğini, ortada bayka bir şey olmadığını söyleyerek olsun bu metni anmış, Program tartışması için kimsenin dikkatini böyle bir metnin varlığına çekmiş değil (dolayısıyla görevini doğru yapmıyor demektir bu zımnen). Bu öneri karşısındaki suskunluk ve yokmuş gibi davranılması ne anlama gelmektdir? Böyle davranan Çatı Partisi Girişimcilerinin ciddiyetine ve hassasiyetine nasıl inanılabilir? * Evet, ben bir gücü, bir örgütü temsil etmiyorum. Bunun için ciddiye alınmıyor olabilirim. “Tığ-ü teber şah-ı merdan” tek bir kişiyim. Ama yine o toplantının sonuç bildirisinden yukarıya aktarılan satırlarda: “örgütlü ya da bireysel katılan ayrımı olmayacak aramızda... Hepimiz eşit olacağız...” Deniyor. Ama bu satırları bizzat yazanlar ciddiye almıyorsa, toplumun bu satırları yazanları ciddiye alması nasıl beklenebilir. * Burada beklenen belli bir gücü temsil eden örgütlerle bir eşitlik değildir. O yukarıda alıntıladığım satırlarda, bunun söylenmediğini ve olamayacağını biliyorum. Ama en azından biçimsel bir eşitlik olması gerekmez mi? En azından her hangi bir kısıtlama gereği ve ihtiyacının olmadığı ortamlarda. Örneğin İnternet grubundaki tartışmalarda. Büyük bir örgüt eğer çok daha kötü ve içeriksiz bir metni önermiş olsaydı, “Tüzük ve Program Komisyonu” veya “diğer genel komisyonlardan biri, en azından, şu örgütün önerdiği şu metin gelmiştir der ve var olan bir metni susuşa boğmaz, hiçbir şey yokmuş gibi yapmazdı. En azından bir kişi olarak, böyle bir biçimsel eşitlik beklemek çok mu olur? Sonuç bildirisinde söylenenleri ciddiye almak ve bir birey olarak en azından bir biçimsel 80
eşitlik beklemek çok mu naiv bir tutum acaba? Şimdi tekrar, 20-21 Aralık toplantısında Çatı Partisi’ne Program olarak veya Program tartışmasına zemin olarak önerilmiş, orada dağıtılmış “Büyük Ortadoğu Progjesi ve Sosyalist Strateji” başlıklı kitabın içinde yer alan, “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” başlıklı metni hatırlatıyorum. Şu ana kadar başka bir metin, bir öneri olmadığına ve bunu kimse de şu ana kadar eleştirmediğine göre, bu eleştirisizliği iyi niyetle, bir susuş kumkuması olarak değil, sükut ikrardan gelir anlamında, kabul, itiraz edecek bir şey olmadığı için ses çıkarmama olarak mı yorumlayalım. Bu metni tekrar yollayacağım. Demir Küçükaydın 15 Haziran 2009 Pazartesi
81
Çatı Partisi Girişimcilerine Program Önerisi Çatı Partisi Girişimcilerine, 20-21 Aralık Toplantısında önerdiğim ve dağıttığım, en azından tartışmalar için bir temel olmasını umduğum Programı tekrar iletiyorum. Bu Metin, Marks-Engel’in Komünist Manifesto’suna öykünerek yazılmıştır. Gerekçe kısmı esas metini oluşturmaktadır. Somut Talepler sonunda yer almaktadır. 15 Haziran 2009 Pazartesi Demir Küçükaydın
Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu Ulusçuluk Hayaleti Bundan yüz elli altı yıl önce, Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848 devrimlerinin arifesindeki günlerde, Marks ve Engels adlı, henüz otuzuna varmamış iki genç, daha sonra “Komünist Manifesto” adıyla ünlenecek bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti” sözleriyle başlıyorlardı. Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün hayaleti, Komünizm değil Milliyetçilik oldu. Bu gün yazılacak bir bildirinin ilk sözleri: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” olabilir. Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle, tam da “Komünizm Hayaleti”nden söz ederek başlayan bildirinin yazıldığı günlerde doğdu. Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu günlerde, yüz yıldan fazladır felç edip böldüğü Orta Doğu’yu, yeni kan deryalarına sokmaya hazırlanıyor. Bu gün, tüm Orta Doğu, Kafkaslar, yani bu “Büyük Ortadoğu” ya da, “Verimli Hilal” de denen bölge, tarihindeki en büyük yol ayrımlarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bölge, ya etnilerin, dillerin, dinlerin, kültürlerin, “ulusların” birbirini boğazladığı bir mezbahaya dönecektir ya da bu diller, etniler, kültürler, dinler, yepyeni bir atılım için bir birikim ve zenginlik, bölgeyi yüzlerce yıldır çektiği acılardan kurtaran bir zemberek olacaktır. Bölge binlerce yıldır insanlığın kaderinde oynadığı tayin edici olumlu veya olumsuz rolleri bir kez daha oynamaya aday görünmektedir. İnsanlığın geleceğinin nasıl şekilleneceğinde, önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’daki mücadelelerin sonuçları büyük bir önem taşıyacaktır. Orta Doğu’nun Tarihteki Yeri Bundan on bin yıl önce, ancak “Sanayi Devrimi”nin keşifleriyle ve dönüşümleriyle kıyaslanabilecek, “Neolitik Devrim” denen, çömlekçilikten dokumacılığa; hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesinden ilk madenlerin işlenmesine kadar, sayılmakla tükenmeyecek bir buluşlar manzumesi, o muazzam altüstlük, kadın eliyle bu bölgede gerçekleştirildi. 82
Bundan beş bin yıl önce, ilk kez insanları sürekli kıtlık tehlikesinden kurtaran düzenli tarıma ilk geçiş ve ilk kentlerin kuruluşu da yine burada gerçekleşti. Tarımın sağladığı zenginlikle ve bollukla birlikte, o artık-ürünü farelerden koruyan kediler, o fazla-ürün için toprakları sürmeye yarayan öküzler ilk kez buralarda birer tanrı oldular. Tarım sayesinde ilk kez düzenli artı-ürün burada ortaya çıktığından tesadüfi artıkların şölenleri yerine, dönemsel ve düzenli kutlamalar olan bayramlar ve tatil günleri ilk kez burada doğdu. Tanrı altı günde evreni yarattıktan sonra yedinci günde dinlenmeyi ilk kez burada akıl etti. Doğanın bahardaki uyanışı burada bayramlaştırıldı. Kıtlık ekonomisindeki çocuk kurbanlarından hayvancılığın bolluk ekonomisine uygun hayvan kurban etmeye ilk kez burada geçildi ve bu devrimler ilk kez burada bayramlaştırılarak insanlığın hafızasına kazındı. Ama tarım ekonomisine geçiş insanlığı sadece kıtlıktan kurtarmakla kalmadı, bunun bir de kefareti oldu: bu aynı zamanda uygarlığın yani sınıfların, paranın, devletin, yazının da ortaya çıkması demekti. Yazı, yani bilgi ağacının meyvesi, yani uygarlığa geçiş aynı zamanda masumiyetin yitirilişi, cennetten kovulma idi. İnsanoğlu Cennetten kovulup, yeryüzü cehennemine burada düştü. Yine burada Habil ve Kabil adlı kardeşler arasındaki ilk cinayetin bir tarlada işlenmesi bir rastlantı değil; gerçek tarihin dürüst ve çocuksu bir saflıkla anlatımıdır. Tarımla birlikte ilk kez şehirler, yazı, rahipler, ticaret, para, tüccarlar, sınıflar, devlet, ordular, siyaset, yani özetle uygarlık da ilk kez bu topraklarda ortaya çıktı. Bu gün Avrupa’nın Avrupa Uygarlığının temeli olarak kendine mal etmeye çalıştığı Klasik Yunan Felsefesi bu toprakların ürünü ve zirvelerinden biridir. Yunan matematikçileri, doğa bilimcileri, filozofları, o zamanlar henüz isimleri bile olmayan, yerlerinde boş bataklıklar ve ormanlardan başka bir şey bulunmayan, Roma, Paris, Londra, Brüksel veya Berlin’de değil; İskenderiye’de, Babil’de geziyorlar, çalışıyorlar, tartışıyorlar ve bilgilerini zenginleştiriyor; oralarda birikmiş bilgileri sınıflandırıyorlar; o bilgilerden hareketle genellemeler yapıyorlardı. Daha sonra Avrupa’da doğan kapitalizmle birlikte tüm dünyaya yayılan, Orta doğu ve Akdeniz uygarlık alanının üç büyük tek tanrılı dini, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam bu topraklarda doğdu ve gelişti. İbrahim ve Muhammet bu topraklarda kervancılık yapıyor, bu toprakların binlerce yıllık geleneklerinden süzdükleriyle peygamberleşiyorlardı. Roma’nın evrensel boyutlarının yansısı ilk evrensel din, İsa aracılığıyla bu topraklarda doğuyordu. Bu topraklar Çin, Hint ve İran uygarlıklarının yanı sıra binlerce yıl boyunca, en büyük uygarlık beşiklerinden biri oldu. Dicle, Fırat ve Nil nehir boylarında doğan uygarlık, binlerce yıl boyunca, tıpkı su yüzündeki bir yağ damlası gibi yavaş yavaş yayıldı. Tüm Akdeniz’in Doğusu, Afrika’nın kuzeyi ve Avrupa’nın Güneyini kapladı. Bu bakımdan Akdeniz bu uygarlığın bir yayılışıdır. Akdeniz binlerce yıl boyunca, kapitalizmin doğuş çağında Atlantik Okyanusunun ve bu gün giderek artan bir ölçüde Pasifik Okyanusunun dünya ekonomisindeki tayin edici rolünü oynadı. Buna bağlı olarak bölgenin siyasi biçimi olan, ticaret yollarının emniyetini sağlayan imparatorluklar, önceleri sadece Nil ve Dicle-Fırat nehirleri boyunca yayılırken, daha sonra bütün doğu Akdeniz’i, yüksek yarımadaları (Anadolu, Balkan, İtalya, İberik) ve nehir 83
boylarını kaplar hale geldi. Romalılar Akdeniz’e “Mare Nostrum” (bizim deniz) derlerdi; gerçekte ise Roma Akdeniz’e aitti. Bölgenin iktisadi birliği, imparatorlukları yaratıyor; imparatorluklar da bölgenin birliğine siyasi ve kültürel bir boyut verip onu güçlendiriyordu. Roma İmparatorluğunun sınırları, aşağı yukarı, Bizans ve Osmanlı’nın da sınırları idi. Bu imparatorluklar, iyi kötü bu uygarlık beşiğinde bir düzen sağlayabiliyor, tarihsel ve coğrafi olarak bir bütün olan bölge binlerce yıl boyunca, insanlığın uygarlık beşiklerinden ve zirvelerinden biri olma özelliğini koruyabiliyordu. Böylece bir zamanlar Babil'in asma bahçelerinin olduğu yerlerde binlerce yıl sonra bile, Abbasiler döneminde Bağdat’ta olduğu gibi, yeni yükselişler yaşanabiliyordu. Fakat bölge bu gün, bu göz kamaştırıcı geçmişiyle tam bir zıtlık içinde yoksulluk, gerilik, çatışmalar ve perspektifsizlik içindedir. Doğanın ona bahşettiği petrol ve su gibi zenginlikler onun en büyük felaketi olmuştur. Ama sadece doğa tarihinin ona bahşettikleri değil, insanlık tarihinin ona bahşettiği zenginlikler de, yani binlerce yıllık kökleri olan kültürler, diller, dinler de, yani bizzat kendi tarihi de onun bir felaketi olmuştur. Bölge, sadece maddi zenginliklerinin soyulması karşısında değil, tarihinin çalınması karşısında bile tarihini savunamaz durumdadır. Bu zengin tarih uluslar tarafından yağma edilmektedir. Bu toprakların çocuğu olan Hıristiyanlık, bu toprakların binlerce yılık tecrübe ve bilgi birikiminin bir sentezi olan “Klasik Yunan Felsefesi” ve bilimi ve sanatı, Batı ve yeni yaratılan Avrupa ulusu tarafından Avrupalılığın bir bileşeni olarak bölgenin tarihinden ve bilincinden çalınmaktadır. Hıristiyanlığı ve Yunan Felsefesini Avrupa’ya bırakarak, bölgeyi İslam ile tanımlayarak yoksullaştıranlar; bölgenin bu manevi soyuluşunun suç ortaklığını yapmaktadırlar. İbrahim ve Musa Siyonist ulusçularca; Muhammet Arap ulusçularınca; İsa Avrupa ve başka Hıristiyan nüfuslu ulusçularca çalınmıştır. İnsanlığın tarıma geçişini sembolize eden bayram olan Newroz, Kürt ulusçuluğunun bayramı olmuştur. İyonyalı ya da Atinalı veya Egeli Filozoflar Yunan ulusunun mülkiyetine geçirilmiştir. Saddam Nabukadnezar’ın Irak, Türkler Sümer ve Hitit ve Osmanlı’ların Türk; Mısırdaki yöneticiler Neferetit ya da Ramses’in Mısır ulusundan olduğuna yemin etmektedirler. Bölgenin tarihi uluslar ve ulusçular tarafından çalınmakta, kendilerini dine, dile, etniye gör tanımlayan ulusların mülkiyetine geçirilmektedir. Bölge, kendi tarihini mülkiyetine geçiren bu gerici ulusçulukları mülksüzleştirmeden, kendi tarihiyle barışmadan; Muhammet’i Arapların, Musa ve İbrahim’i İsrailli Siyonistlerin; İsa’yı Avrupalıların; Sokrat, Aristo, Arşimet veya Sofokles’i Greklerin ve Avrupalıların; Nabukadnezar’ı Saddam veya Iraklıların; Kava’yı veya Selahaddin’i veya Newroz’u Kürtlerin; Sümerleri, Hititleri, Osmanlı’yı ya da Köroğlu’nu Türklerin mülkiyetinden kurtarmadan tekrar tarihine uygun bir kimliğe kavuşamaz. Ulusçuluk ve Orta Doğu Nasıl oldu da, bölge maddi ve manevi zenginliklerinin böyle soyulması karşısında suskun ve çaresiz kaldı ve bu soyguna suç ortağı oldu? Bu sırrın anahtarı, bölgeyi kurt dalamış sürüye çeviren, onun tarihini yağma eden, yirminci yüzyılın hayaleti ulusçuluktadır. Ulusların birbirini boğazlamasına ve her dil, din veya etninin bir ulusal devlet oluşturmasına 84
karşılık düşen “Balkanlaşma” kavramının bu bölgedeki bir yarım adanın, aynı zamanda da bölgenin son imparatorlukları olan Bizans ve Osmanlı’nın kalbi olan bölgenin adını taşıması rastlantı değildir. Din, dil ve aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı kaos ortamlarını tanımlamakta kullanılan “Lübnanlaşma”nın da yine dünün bu uygarlık beşiğinden bir bölgenin adını taşıması da rastlantı değildir. Ve bu gün Orta Doğu, yeniden bir Balkanlaşma ve Lübnanlaşma felaketine doğru dolu dizgin yol alıyor. Bu gidişi tersine çevirmenin tek yolu, bölgeyi böyle “Balkanlaşma” ve “Lübnanlaşma” felaketlerine sürükleyen tarihsel mekanizmayı anlamaktan geçer. Bu bölge, Çin ve Hint gibi diğer klasik uygarlık beşiklerinin tersine, bölgede modern kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk karşısında hiçbir savunma mekanizması bulamamıştır. Bu mekanizmayı bulamadığı sürece de parça parça olmaya ve kanamaya mahkumdur. Ulusçuluk ve Diğer Uygarlıklar Diğer uygarlık beşikleri karşısında bölgeye klasik çağlarda güç veren her şey onun güçsüzlüğünün nedenleri haline gelmiştir. Hiçbir uygarlık beşiği, Modern kapitalizmin ve ulusçuluğun saldırısı karşısında, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık beşiği kadar zayıf ve savunmasız olmamıştır. Çin uygarlığı bir kıyaslama olanağı sağlar. Orada onlarca farklı dilde ve lehçede halk bulunmasına ve bu diller ve halklar arasındaki farklar Orta Doğu’daki dillerin ve halkların farklarından hiç de az olmamasına rağmen, Orta Doğu’yu parçalayan, neredeyse her dilin ve her dinin bir ulus oluşturması gibi bir süreç Çin’de yaşamamıştır. Çin’deki diller, halklar ve dinler, dine, dile, soya, etniye göre ulusların oluşmasına bağışık (şerbetli) kalmışlardır. Ulusçuluk mikrobu Çin’de bir hastalığa yol açmamış, Çin uygarlık alanının bölünmesini getirmemiştir. Çin’de ulusal hareketler sadece Uygurlar ve Tibetliler gibi, farklı alfabe kullanan halklarda görülmektedir. Niçin? Çünkü Çin’in seslere değil, şekillere dayanan arkaik yazısı, farklı dillerin aynı şekillerle anlaşmasını mümkün kılıyordu. Böylece farklı dillerin farklı alfabeler ve yazı dilleri dolayısıyla da farklı entelijansiyalar ve uluslar yaratmasının maddi ve teknik koşulları ortaya çıkmıyordu. Böylece, Çin uygarlık alanı, alfabesinin, Akdeniz uygarlık alanının seslere dayanan alfabesinden çok daha ilkel olması sayesinde, ulusçuluğun kendisini kurt dalamış sürüye döndürmesinden korunmuş oluyordu. Orta Doğu’da ise, hepsi de seslere dayanan, Latin, Yunan ve Arap alfabeleri, tam tersine bir gidiş için olağanüstü uygun koşullar sunmuştur. Bu sayede her dil, ayrı bir yazı diline ve dolayısıyla da bir millet yaratma olanağına sahip olmuştur. Orta Doğu’ya Çin karşısında kıvraklığını veren seslere dayanan alfabe, ulusçuluk mikrobu karşısında güçsüzlüğünün koşullarından biri olmuştur. Ama sadece Çin değil, Hint alt kıtası da ulusçuluk karşısında Çin’den daha az şerbetli değildir. Hindistan’da da yüzlerce halk ve dil bulunmasına rağmen, bunların hiç biri ayrı bir ulus oluşturmaya kalkmadı. Bu ulusçuluk, sadece kendini dinle tanımlayan ulusçuluk biçiminde, Hint alt kıtasının kuzeyinde, Pers ve İslam uygarlığının etkisinde kalmış 85
bölgelerde (Pakistan, Bengaldeş) bir varlık gösterebildi. Bunun nedeni de yine, Hint alt kıtası uygarlığının arkaik karakterinde gizlidir. Tıpkı kıtaların hareketleri sonucu diğer kıtalardan izole olan Avustralya ya da Madagaskar’ın diğer türlerin etkilerine kapanması nedeniyle, oradaki canlıların yaşayan fosiller olarak kalmaları gibi, Hindistan da, Himalaya dağlarının oluşturduğu aşılmaz doğal set nedeniyle, benzer bir sosyal izolasyon yaşamış, bir tür yaşayan fosil özelliği kazanmıştır. Dış etkilerin ve başka halkların istilalarının bin yılda bir kere yaşanması nedeniyle; kapitalizm öncesi uygarlıkların temel eğilimi olan kastlaşma orada en uç noktalara varmıştır. Böyle bir sistemde, her etni, her dil, her halk aynı zamanda bir kast oluşturmuştur. Bu ise, her biri ayrı halklardan oluşan kastların ayrı uluslar olarak şekillenmesinin, ayrı bir burjuvazi ve entelijansiya çıkarmalarının maddi koşullarını ortadan kaldırmıştır. Buna karşılık, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanı ise, tarihin yol geçen hanı gibidir. Sürekli barbar halkların istilaları ve imparatorlukları yıkışları, kastlaşma eğiliminin gelişmesine hiçbir zaman fazla olanak tanımamıştır. Kast yapısı, sadece belli işlerde belli bölgelerin veya halkların uzmanlaşması eğilimi olarak doğuş halinde kalmış, Hindistan’daki gibi bir geçişsizlik, bir dokunulmaz paryalar kastı hiçbir zaman olmamıştır. Bizzat kendileri bölgenin bu özelliğinin bir yansıması olan Hıristiyanlık ve İslam gibi toplumsal sistemi düzenleyen dinler de, böyle bir kastlaşma eğiliminin önünde bir engel olmuşlardır. Kastlaşma eğilimi sadece Yahudiler ve Romalar biçiminde varlığını toplumun gözeneklerinde sürdürebilmiştir. Hemen görüleceği gibi, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanına kıvraklık veren kastlaşmama, yani farklı dillerin ve halkların belli sınıflar ve meslekler biçiminde, jeolojik katmanlar gibi taşlaşmaması da ulusçuluk karşısında onu savunmasız bırakmıştır. İran – Pers uygarlık alanı ise, ulusçuluğun bu meydan okuyuşuna, Pers, Sasani uygarlık birikiminin ve kültürünün İslam altında devam eden biçimi olan Şiilikle; ulusu, yani siyasi olanı, Şiilikle tanımlayarak cevap vermiştir. Ulusun, dile, soya, kültüre göre tanımlanması karşısında, dine, ama İran uygarlık alanının dinine göre tanımlanmasının, bu uygarlık alanının birliğini ne kadar sürdürebileceğinin cevabı henüz ortada durmaktadır. Orta Doğu ve Akdeniz ise bu soruya henüz cevabı bulabilmiş değildir. Akdeniz’in kuzeyi ve Avrupa’nın Güney’i bu cevabı Orta Doğu, Akdeniz alanından Avrupa alanına geçerek, yani kaderini bölgenin kaderinden ayırarak en azından kendisi için kısmi çözüm bulmaktadır. Afrika’nın Kuzeyi, Mezopotamya, Anadolu ve Kafkaslar ise kanamaktadır ve böyle giderse daha çok da kanayacaktır. Soyut bir olasılık olarak, bölge içinden bir ülkenin, yani Türkiye’nin de, diğer Güney Avrupa yarımadaları gibi yaparak, ulusu Avrupa yurttaşlığıyla tanımlayan Avrupa Birliği çerçevesinde Balkan Halklarıyla yeni bir birliğe yönelmesi belki, sadece bu ülkenin yangından kaçmasını sağlayabilir. Bizans ve Osmanlı’nın kalbinin Balkan ve Anadolu olması böyle bir olasılığı çağrıştırmaktadır. Ama yangın ve kanama bölgeyi tüketmeye devam edecektir. Ne var ki, somutta, bu giriş, ancak, Kürdistan’ın dışta kalması ve böylece Türkiye’nin Avrupa’nın en büyük ve kalabalık ülkesi olmaktan çıkmasıyla ve buna bağlı olarak Devlet 86
Bürokrasisinin iktidarını büyük ölçüde yitirmesiyle olabilir. Bu günkü Türkiye’nin sahilleri ve batısı ve ortasında yaşayan Türkler yanan evden kaçmış olurlar. Yani Şimdi Kıbrıslıların yapmaya çalıştığını veya Doğu Almanların veya Doğu Avrupalıların yaptığını yapmış olurlar. Ama bu da bölgeye ilişkin sorunu ortadan kaldırmaz. Eski uygarlıkların siyasi biçimlerine tekrar dönmek mümkün değildir. Modern uygarlığın biçimi olan etniye, dile dine dayalı ulusal devletler ise, bölgenin paramparça olmasına, ulusal baskılara, ulusal ve dinsel katliamlara, sürekli çatışmalara yol açmaktadır. Katliamlar ve zorla nüfus değişimleri ve asimilasyon ile etnik ve dilsel sınırlar ile siyasi sınırların çakışması sağlandığında bile, bunun yol açtığı düşmanlıklar ve ortaya çıkan küçük devletler ekonomik gelişme için çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Bölge sadece savaş ve çatışma zamanlarında değil, barış zamanlarında da yoksulluk içinde kalmaktadır. Bu da, dünyanın en büyük petrol ve su rezervlerinden birine sahip olan bölgenin, büyük güçlerin baskı ve oyunları karşısında tam bir av alanına dönüşmesine yol açmaktadır. Ve büyük güçlerin müdahaleleri de tekrar yoksulluğu, bölünmüşlüğü ve büyük güçlerin egemenliğini pekiştirmektedir. Yani kendi kendini besleyen kısır bir döngü ortaya çıkmaktadır. Bu çıkmazdan nasıl çıkılır? Bu çıkmazdan çıkışın bir yolu var mıdır? Evet vardır. Eğer bu başarılırsa, sadece bölge için değil, tüm insanlık için de bir atılım sağlanabilir. Bu çare yine bizzat ulus ve ulusçuluk denen modern fenomenin sırrında yatmaktadır. Ulusçuluk ve Dil Çin’in ve Hint’in gösterdiği gibi, ulusun ve ulusçuluğun dinle, dille, etniyle, soyla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Eğer olsaydı, bu gün bu eski uygarlık beşiklerinde dile, dine, etniye dayanan onlarca devlet olması gerekirdi. Ama sadece Çin ve Hint değil, ulusçuluğun ilk doğuşu ve ilk modern uluslar da, ulusun dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle bir ilişkisinin olmadığını kanıtlar. Kuzey Amerika’da ilk uluslardan biri olan ABD’yi kuranlar, göçüp geldikleri İngiltere'dekilerden başka bir dil ve soy ya da dinden değildiler. Güney Amerika’nın ulusların kuran “criollo”lar, kendilerine karşı savaştıkları İspanyol’larla aynı dili, geçmişi ve dini paylaşıyorlardı. Fransız devriminin ve ulusunun bayrağı olan üç renk, dile, etniye, kültüre ya da dine ilişkin en küçük bir çağrışım içermiyordu. İlk ulusların doğuşunda bu çok açıktır, aynı dili, dini, kültür paylaştıklarına karşı savaş içinde oluşan Amerikan uluslarının kendilerini dile, dine, soya göre tanımlamaları düşünülemezdi bile. Aynı dilden ve dinden asillere ve krala karşı savaş içinde oluşan Fransız ulusu kendini etnik, dilsel veya dinsel olarak tanımlamamıştı. Başlangıçta, ulusal olan, siyasal olana göre tanımlanıyordu. Siyasal olan ise feodal ayrıcalıklara ve egemenliğe veya sömürgeciliğe karşı oluşa ve özgür yurttaşlara göre. Yurttaşın hakları ise, dil, din, cins, ırktan bağımsız İnsan Haklarına göre. Böylece, ulus sömürgeci ya da feodal ayrıcalıklara karşı tanımlanmış siyasal birimin hakları insan haklarıyla tanımlanmış yurttaşlarından oluşuyordu. 87
Bu ulus, hem içeriği bakımından devrimci ve demokratikti, hem de dil, soy, kültürü tıpkı din karşısında olduğu gibi özel alana, politik alanın dışına atıyor ve ilke olarak devletin onlar karşısında tarafsızlığını savunuyordu. Politik olanın, yani devletin, nasıl dini olmuyorsa, dili, etnisi, kültürü de olmuyordu. Ortak konuşma dili ise sonradan dile dayanan ulusçuluktakinden çok farklı bir anlama sahipti. Politik olanın tanımlamasının aracı değil, teknik bir sorunun çözümü olarak bir anlam taşıyordu ve diğer dillerin başka uluslar olarak tanımlanmasına yol açmıyordu. Alsas Loren’in Almanca konuşanları, kendini eşitlik, özgürlük, kardeşlik ile tanımlamış Fransız ulusundan ayrı bir siyasi tanımlama içinde değildiler. Bütün bu örnekler, bizlere ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, din, soy, etni, kültür, ırk, tarihsel ortaklıkta değil başka yerde aranması gerektiğini gösterir. Onun özü politik olanı tanımlamasındadır. Ulus ve Ulusçuluk Nedir? Nasıl Allah’a inananların Allah hakkında anlattıklarından Allah’ın ne olduğu anlaşılamaz ise, Ulusçuların Ulus hakkında anlattıklarından da ulusun ne olduğu anlaşılamaz. Nasıl insanlar Allah’ı kendileri yaratmış olmalarına rağmen, Allah tarafından yaratıldıklarına inanırlarsa; ulusçular da ulusları kendileri yaratmalarına rağmen, uluslar var olduğu için kendilerinin var olduğuna inanırlar. Ve inananların Allah’ı tanımlaması gibi Ulusu tanımlarlar. Bu tanımlama, her ulusta ve ulusçulukta, tıpkı farklı tanrı inançlarında tanrının tasvirinin değişmesi gibi değişir. Ulusçular, ulusal olan dışında bir var oluş düşünemediklerinden, ulusçuluğu da ulus gibi, tanımlarlar: her hangi bir ulusun çıkarlarını öne almak olarak. Bu tanım ulusçuluğun ne olduğunu değil, ulusçuların ulusçuluk hakkındaki tanımlarını gösterir. Halbuki yöntemsel ve mantıki olarak, ulusçuluk, ancak, kendi dışındakine göre tanımlanabilir. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Ama bu politik olanın örneğin özel olandan ayrı olarak politik olan diye bir alan olduğu anlayışını var sayar. Yani ulusçuluk, örneğin politik olanın, özel olandan ayrı olmayacağı gibi bir anlayışa göre tanımlanabilir. Ya da örneğin politik olanın ulusa göre tanımlanamayacağını ve özel olana ait olduğu, bir inanç ve vicdan sorunu olduğunu savunan bir anlayışa göre. Ulusçuların ulusçuluk tanımları, aslında ne olduğu kanıtlanması gereken şeyi, bir kanıt ve çıkış noktası olarak ele almakta, kendini üreten, içine kapalı bir daire oluşturmaktadır. İnsanlar ulusal çıkarları öne almamak gerektiğine inanabilirler ama ulusal olan ile politik olanın birliği düşüncesini savunuyorlarsa yine de ulusçu olabilirler. Bu anlamda, enternasyonalistlerin hepsi ulusçudur. Zaten bu sayede, yirminci yüzyıl boyunca ulusçuluk zafer yürüyüşünü enternasyonalizm bayrağıyla gerçekleştirmiştir. Ulusçuluk ve Politik - Özel Ayrımları Ulusçuluğun iki ön koşulu vardır. Toplumda, politik, yani devlete ilişkin olan olarak tanımlanmış ayrı bir alanın varlığının var sayımı. Yani, Özel, Ticari, Kamusal gibi bir de Politik bir alanın varlığının kabulü ulusçuluğun ön koşuludur. Ama bunun da ön koşulu, bunların ayrı alanlar olduğunu düşünmektir. Yani Özel ve Politik gibi kavramlar olmadan 88
ulusçuluk olamaz. Ancak bu kavramlar ortaya çıktığında, özel olan nedir, politik olan nedir ve neye göre belirlenir gibi sorunlar ortaya çıkar. Ulusçuluğun ikinci koşulu bu ayrım ortaya çıktıktan sonra, politik olanın tanımında çıkar. Politik olanı ister yurttaşlıkla, ister dille, ister dinle, ister etniyle, ister belli bir bölgede yaşayanlarla sınırlayan ve onlarla çakışması ilkesine dayanan her anlayış ulusçuluktur. Bunlardan hangisinin geçerlik kazanacağını tarihsel ve ekonomik durum, sınıflar, onların ilişkileri ve güçleri belirler. Ulusçuluk, ancak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,(yani ister bir devletinin yurttaşlarının haklarıyla, ister etniyle, dille, ırkla, dinle tanımlansın) ulusal olanın “özel”, “inanç” alanına, yani ulusçuluğun dinleri attığı yere ve kendisinin de gerçekte ait olduğu yere atılmasıyla, yani politik olanla çakışması ilkesinin reddedildiği yerde biter. Ulusçuluğu, dine, dile, etniye göre tanımlamaktan vazgeçmek ulusçuluğun ve ulusal devletin sonu değil, ulusçuluğun bir biçiminin sonudur. Ulusçuluk, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın belli bir şekilde sınırlanması olduğunda daima var olur. Ulusu politik alanın dışına itmek bile, tıpkı hak eşitliği gibi, hala burjuva toplumunun ufku içindedir. Bu henüz, özel, ticari, kamusal ve politik gibi ayrımların kabulünü var sayar. Henüz bu ayrımı aşmamakta, kabul etmekte, ama o ayrım çerçevesinde politik olanı sınırlamayı reddetmekte ya da ulusal olanı özel ve inanç alanına koymaktadır. Bu tıpkı, henüz zenginliklerin gürül gürül akmadığı, “herkesten emeğine göre” ilkesinin geçerli olduğu bir toplum gibidir. Ancak özel, politik, kamusal gibi ayrımların ortadan kalkması, bunların hepsinin bir tek toplum veya komün içinde kaynaşması “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olduğu bir topluma karşılık düşer. Ulusların doğuşunda politik olanı ulusal olan değil, ulusal olanı politik olan belirliyordu. Ulus politik olanın kapsadığı yurttaşlardan oluşuyordu. Politik olan ise, başlangıçtaki devrimci ve demokratik ulusçulukta, dil, dine, soya, kültüre göre değil, bütünüyle tesadüfi denebilecek, krallık ya da sömürge idaresinin sınırlarına göre belirlenmekteydi. İspanyolların Güney Amerika’daki idari bölümlemeleri, Güney Amerika uluslarının sınırlarını oluşturmuştur. Aynı şekilde Kuzey Amerika ulusları da İngiliz sömürge idaresinin izlerini taşır. Fransız ulusu Krallığının egemenlik alanındaki yurttaşlar oluşturuyordu. Bunun somut tarihte hiçbir zaman bu mükemmellikte gerçekleşmemiş, bazı çarpılmalara uğramış olması bu özünü değiştirmez. Yani başlangıçta ulusal olanın sınırları kendini politik olanın sınırlarına göre belirlerken, sonradan ortaya çıkan dile, etniye, dine dayanan gerici ulusçulukta, bunlara göre tanımlanmış ulusun sınırlarının politik olanının sınırlarını belirlemesi gerektiği gibi bir sonuca ulaşılmış ve bu ön yargı bu gün tartışılmaz bir yaygınlık kazanmıştır. Ve bu gün artık insanlar uluslar olduğu için ulusçuların var olduğu düşüncesine, yani tıpkı insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız sınıflar gibi uluslar olduğu ve nasıl sınıflar olduğu için sınıf bilinci varsa, uluslar olduğu için de ulusçuluğun var olduğu ve ulusal bilincin oluştuğu düşüncesine alışmış ve bunu hiç sorgulamadan kabullenmiş bulunuyorlar. Böylece, başlangıçta ve demokratik karakterli dönemde, ulus politik olana göre belirlenirken ve din, dil, soy, ırk, tarih vs. onun belirleyenleri değilken, gerici dönemde politik olan ulusa 89
göre belirleniyor gibi görünmeye ve kabul edilmeye başlar. Ulusçular olduğu için uluslar ortaya çıkarken; uluslar olduğu için ulusçular varmış gibi görünür. Tıpkı tanrıları yaratan insanın, kendini tanrıların yarattığına inanması gibidir bu. Ulusları yaratan ulusçular; ulusların kendilerini yarattığına inanmaktadırlar. Ulusçuluk ve Din Ulusçuluk modern çağın dinidir, ulus da modern çağın tanrısı. Eski uygarlıklarda politik, toplumsal ve özel gibi ayrımlar yoktu. “Politik” olan dine veya soya göre belirlenirdi. Ulusçuluk, bunları alır, politik olanın dışına, inanç alanına atar; “özel alan” dediği gettoya kapatır ve orada zorla tutar. Kendisi onların işlevini üstlenir. Örneğin toplumdan yani kamusal olandan ayrı bir devleti, siyaseti, özeli tanımayan, komünün kendisinden başka bir şey olmayan Alevilik, ben silahlı adamlar tanımıyorum, bende yazı yok, ben vergi memuru tanımıyorum, ben bir inanç değil, toplumun kendisiyim, onun düzeniyim diyemez. Dara çıkmanın yerini mahkemeye çıkmak alır. Sözlü kültürün yerini zorla okula gidip yazıyı öğrenme. Vergisiz ve silahsız bir toplumun yerini, vergiler, askerlik hizmeti alır. Böyle davranmayı kabul etmeyen imha edilir. Bir inanç olmaya zorlanır. Aleviler de Aleviliğin bir inanç olduğun kabullendikleri an artık, politik olanın ayrı olmasını ve politik olanın ulusa göre belirlenmesini kabul etmişler demektir. Yani artık birer milliyetçidirler. Sorun artık sadece nasıl bir milliyetçi olacaklarında, yani politik olanın neye göre tanımlanacağındadır. Aynı şey, klasik uygarlıkların toplumsal ve siyasal düzenlerini sağlayan dinler için de geçerlidir. Müslüman, ben şeriat mahkemesinde yargılanıp onun kararına uymak istiyorum; bu günkü devlete değil, o kadıların maaşını karşılayacak devlete vergi vermek istiyorum diyemez. Dediği an yok edilir. Böylece Müslümanlık da aynı şekilde, özel olan, inanç olarak tanımlanmış gettoya tıkılır. Klasik uygarlıkta İslam'ın üstlendiğini bu sefer ulus üstlenir. Müslümanlar, İslamiyet'in bir inanç olduğunu kabul ettikleri takdirde, politik olanın dışında bir inanç olarak var olabilirler. Müslümanlığın bir inanç olduğunu kabul eden her Müslüman, aslında politik olanın ulusa göre tanımlanmasını kabullenmiş bir milliyetçidir de artık. Bu nedenle “İslami düzen” hedefi, kendi iddiasının aksine, başka bir uygarlık ve değerler sistemi değil, bu günkü ulusçuluğa dayanan burjuva uygarlığının yaygınlaştırılmasıdır. Politik İslam’da dile gelen şeriat devleti talepleri, eski uygarlığa ve onun politik biçimine bir dönüş değil; İran’da veya diğer şeriat devletlerinde görüldüğü gibi, politik olanın, yani ulusun, İslam’ın belli bir yorumuna göre tanımlanmasından başka bir şey değildir. Yani etnik veya dile dayanan gerici ulusçulukla, örneğin Türk ulusçuluğuyla ayrılığı özden değil, ulusun neye göre tanımlanacağı noktasındadır. Etnik milliyetçilik veya dile dayanan milliyetçilik nasıl etniyi veya dili politik alanın tanımlamasında kullanır ve etnik ve dilsel baskıların yolunu açar ve örneğin dini özel alana hapsetmeye yararsa; politik İslam da dini politik alanın tanımlamasında kullanıp diğer dinlerin, dinsizlerin ve laiklerin üzerinde bir baskının yolunu açmaya buna karşılık örneğin etniyi veya dili özel alana hapsetmeye ve örneğin İran’da olduğu gibi, böylece bir çok etniyi ve dili bir arada tutmayı denemeye. Bu anlamda dine ve onun belli bir yorumuna dayanan ulusçuluk, dile, soya, ırka dayanan demokratik olmayan 90
gerici ulusçuluğun değişik bir versiyonudur. Bu anlamda, Molla oligarşisinin veya Türkiye’deki Devlet oligarşisinin ayrılığı modern ve gerici ayrımı değil; ulusun hangi ayrımcı kritere göre tanımlanacağı üzerinedir. Türk egemenleri, dile ve soya, İran egemenleri (veya Politik İslam) dine dayanarak egemenliklerini sürdürebileceklerini düşünüyorlar. Milliyetçiliğin ya da ulusçuluğun zaferi, eski toplumların yaşamını düzenleyen “din”lerin, birer inanç, yani özele ait, politika dışı oluşunun kabulüyle başlar. Bu anlamda, bu gün inanç denerek, özel olanın gettosuna tıkılan dinler, kapitalizm öncesinin milletleri ve milliyetçilikleri; bu gün onların işlevini yüklenen milliyetçilik de, modern çağın dinidir. Milliyetçiliğin cezası suçunun cinsinden olmalıdır. O nasıl eski çağlarda bu gün ulusçuluğun yaptığı işi yapanları inanç gettosuna kapattıysa, ona da aynı ceza verilmelidir. Ulusçuluğun cezası, onun politik alının dışına sürmek olmalıdır. Ne var ki, milliyetçiliği, en demokratik veya en gerici biçimleriyle, diğer dinlerin yanına, inançla tanımlanmış özel olan gettosuna atmak henüz bu burjuva uygarlığı ve toplumunun ufku içindedir Çünkü, özel, kamusal, siyasi ayrımlarını kabullenmekte ama henüz onların içeriğini ve neye göre tanımlanacaklarını tartışmaktadır. Burjuva uygarlığının ve ufkunun ötesi ise, özel, politik, kamusal gibi alanların ayrımların aşıldığı noktada başlar. Bir sınıf mücadelesi aracı olarak devlet olduğu sürece, politik olan ve dolayısıyla da özel olan ve dolayısıyla bunların nasıl tanımlanacağı sorun olacaktır. Ulusal olanı özel olanda tutmak aynı zamanda politik olanı ulusal olanla tanımlamak isteyen karşısında bir diktatörlük demek olacaktır. Sınıf mücadelesi aracı olarak devletin ortadan kalkması, aynı zamanda politik olanın da yok olması anlamına gelir. Ancak politik olan yok olduğunda, onun neye göre tanımlanacağı sorunu da ortadan kalkar. Ve nasıl, sınıf mücadelesinin bir aracı olarak devlet ortadan kalktığında, bir kamu gücü olarak, “herkesten emeğine göre” ilkesini yani burjuva hak eşitliğini sağlamak bu günkü kamusal olana denk düşüyorsa ve bu da hala Özal ve kamusal gibi bir ayrımı var sayıyorsa, burada hala burjuva uygarlığının ufku geçerlidir. Bu ufkun ötesine, yani özel, kamusal ayrımlarının ötesine, ancak zenginliklerin gürül gürül aktığı ve toplumun bayraklarına “herkesten yeteneği kadar herkese ihtiyacına göre” diyebildiği; demokrasi aleminin, zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler aleminde geçilmiş olur. Demokratik ve Gerici Ulusçuluk Hemen görülebilir ki, soyut bir olanak olarak Amerika ve Fransa’nın devrimci ve demokratik ulusçuluğu; örneğin Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan tüm dinlerden, dillerden halkların padişahın ve devletin egemenliğine karşı mücadele içinde, sonraki bölünme ve acılara uğramadan; dinler, diller etniler karşısında tarafsız; ulusu demokratik devletin yurttaşları ve onların hak ve görevleriyle tanımlamış tıpkı ABD’de olduğu gibi bir ulusun ortaya çıkmasına yol açabilirdi. O zaman, bu orta Doğu Uygarlık alanı da, tıpkı Çin veya Hindistan gibi tarihsel bütünlüğünü koruyabilir; halkların boğazlaşmaları ve katliamlarına uğramadan yaşayabilirdi. 91
Yani, demokratik ve devrimci bir ulusçuluk bile, bu uygarlık alanının tıpkı Çin veya Hint’te olduğu gibi bütünlüğünü korumasını sağlayabilirdi. Bu olmadı. Çünkü, ulusçuluğun devrimci olduğu, politik olanın sultanların, asillerin veya bürokrasinin imtiyazlarına, keyfiliklerine ve ayrımcılıklarına karşı demokratik ve özgürlükçü taleplere göre tanımlanıp, diller, diller, etniler karşısında tarafsız olduğu zamanlarda, henüz bu topraklarda kapitalizm gelişmemiş; bir burjuvazi ortaya çıkmamış; ulusçuluk henüz buralara gelmemişti. Ama daha sonra artık kapitalist ilişkilerin yaygınlaştığı ve bir burjuvazinin ortaya çıktığı çağda ise, artık dünyada burjuvazi ilerici değildi ve devrimci ve demokratik ulusçuluğun yerini gerici soya, dile, dine göre tanımlanan ulusçuluk almıştı. Örneğin ulus artık Padişahın ve devletin yetkilerine, keyfiliğine ve dinler karşısındaki ayrımcılığına karşı insanların haklarıyla değil, şu veya bu soydan veya dilden veya dinden olmaya göre tanımlanıyordu. Peki bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun yerini sonra niçin ve nasıl oldu da dine, dile, soya, kültüre hatta ırka dayanan ulusçuluk aldı. Niçin artık hiç kimse bu ilk devrimci ve demokratik ulusçuluğu hayal bile edemez oldu? Burjuvazinin on dokuzuncu yüzyıl ortasında, ezilen sınıflardan korkusundan eskinin egemen sınıflarıyla uzlaşmaya yönelmesi ve devrimci demokratik karakterini yitirmesine bağlı olarak, politik olanı, feodal ayrıcalıklara karşı yurttaşların haklarına göre değil, soya, kana, dile, dine göre tanımlamaya başladı. Bu gerici milliyetçiliğin hayaleti komünizm hayaletiyle birlikte aynı topraklarda (Almanya ve Orta Avrupa’da), aynı olaylar içinde ve ona bir cevap olarak ortaya çıktı. Yani dünyada gerici Ulusçuluk Hayaletini ortaya çıkaran Avrupa’daki “Komünizm Hayaleti”ydi Böylece burjuvazi hem demokratik görevler hedef olmadan bir modern devlet kurma olanağı elde ediyor hem de geniş emekçi kitleler demokratik hedeflerden uzak tutulup aralarında çatışma yaratılabiliyordu. Bu bakımdan, etniye, dile, soya dayanan milliyetçilik, burjuvazinin ezilenleri kendi ideolojik egemenliği altına almak için bulduğu en etkili silahtır. Dolayısıyla bir sınıf mücadelesi aracıdır. Tarihin sınıflar mücadelesi olduğu gerçeği, kendini tarihin uluslar mücadelesi olduğu biçiminde göstererek hükmünü sürdürüyordu. Yani Tarih tam da sınıflar mücadelesi olduğu için, uluslar mücadelesi olarak görünmektedir. Uluslar mücadelesi, burjuvazinin ezilen sınıflara karşı mücadelesinin bir biçimidir. Devrimci ve demokratik ulusçuluk, bundan sonra her yerde gerici ulusçuluk karşısında birbiri peşi sıra yenilgiler almaya başladı. Devrimci Demokratik ulusçuluğun son yükselişi ve başarısı, Amerika’da Kuzey’in Güney’e karşı zaferinde görüldü. Bu gün hala Amerika modern uygarlığın modeli ve ideali olmaya devam ediyorsa, bunu, siyahları ulusun tanımından dışlayan gerici ulusçuluğa karşı savaşmayı göze alıp bu zaferi kazanmasına borçludur. Amerika’nın ulaştığı refah ve özgürlüklere ulaşmak isteyen her toplum ve bölge, ulusu dile, dine, soya, ırka göre tanımlayan gerici ulusçulukla savaşmayı göze almak ve ona karşı zafer kazanmak zorundadır. Bu gün bile Amerika’ya meyden okumak isteyen Avrupa’nın yapmak zorunda olduğu, bunu Prusya yolundan, yukarıdan gerçekleştirmekten başka bir şey değildir.
92
Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk Burjuvazinin dönüşümü ve gerici milliyetçiliğin kesin zaferi Amerika’nın politikalarında son derece açık olarak görülebilir. Ulusu, beyaz adamla, yani ırkla tanımlayan güneyin gerici ulusçuluğu ve ulusu böyle tanımlayan eyaletlerin ayrılması karşısında Kuzey, bu “ulusların kendi kaderini tayin hakkıdır, ulusu neyle tanımlayacaklarına onlar kendileri karar verirler” demedi; (gerçi Kuzey’in burjuvazisine kalsaydı bunu demeye de hazırdı) ulusun böyle tanımlanmasına karşı bir savaş başlattı. Ama aynı Amerika, yirminci yüzyılın başında, “Wilson Prensipleri” ile ulusun sadece dile, etniye, kültüre, yani gerici burjuvazinin gerici ulusçuluğuna göre tanımlanmasını evrensel bir kural haline getiriyordu. Bir zamanlar Güney’e karşı, toprakları köle sahibine fahişelik değil, göçmen köylülere karılık yapsın diye savaşan Amerika, tüm dünyaya, burjuvazinin dine, dile, soya dayanan milliyetçiliğine fahişe olmayı dayatıyordu. Hiçbir devletin, dil, din, ırk, soy ayrımcılığı yapamayacağı gibi bir ilkenin yerini (çünkü güneye karşı savaş bu ilkede gerekçesini buluyordu), ulusların kaderini tayın hakkı ilkesi, yani bütün devletlerin dine, dile, soya, ırka göre tanımlanmasının meşruiyeti almıştı. Özgür köylülerin demokratik ulusçuluğunun yerini gerici bir emperyalizmin gerici ulusçuluğu almıştı. Bu gün de durum değişmiş değildir. Globalizmin hayranları; “Ulus Devletin sonunun” geldiğinden söz edenler; ABD’nin Irak’a özgürlük getirdiğinden söz edenler bir şeyi unutuyorlar, eğer iddia edildiği gibi Amerika hala o devrimci demokratik geleneklerini korusaydı, askeri ve ekonomik gücünü, tıpkı Güney’e karşı savaşında yaptığı gibi, ulusun ve politik olanın, dile, dine, soya, kültüre, dine göre tanımlanmasına ve tanımlayan devletlere ve hareketlere karşı kullanması gerekirdi. Bu ise, nesnel olarak işçilerin ve yoksul köylülerin desteklenmesi ve savunulması anlamına gelir. Çünkü böyle bir ulusçuluktan çıkarı olan tek toplumsal kesim onlardır. Ama o Afganistan’da, “Nation Bildung”un (Ulus inşası) şeriata göre yapılmasını onaylamakta ve teşvik etmekte; Irak geçici hükümetini, tüm dinlerden, milliyetlerden dengelere ve etnik, dilsel ve dinsel ölçülere göre kurmakta ve bu tür milliyetçiliğe bir atılım vermekte; Türkiye gibi ulusu etni ve dille hatta dinle tanımlayan, İsrail gibi din ve soyla tanımlayan ırkçı devletlere en büyük desteği sunmakta; demokratik bir orta doğu projesini ve ulusun tanımından dili, dini, etniyi dışlamayı savunan Kürt ulusçularına karşı, Ulusu Kürtlükle tanımlayan Barzani ve Talabani’yi desteklemektedir. Böylece yerli egemen sınıflar ve ABD’nin çıkarları, ulus tanımları tencereyle kapağı gibi birbirine uymaktadır. Aralarındaki sorun, ulusun neye göre tanımlanacağında değil, hangi etniye ve dine veya dile göre tanımlanacağındadır. Çıkarlar bu noktada çatışmaktadır. ABD böylece yeni boğazlaşmaların yolunu açmaktadır. Buna ihtiyacı vardır, imparatorluk ancak, dinlere, dillere, etnilere göre bölünmüş bir dünyada kurulabilir ve sürdürülebilir çünkü. Dile, dine, etniye dayanan gerici ulusçulukla, emperyalizm ve imparatorluk planları etle tırnak gibi birbirini tamamlar. O halde bölgedeki mücadele, ister bölge gericiliklerine, ister ABD’ye karşı mücadele olsun, bunlar kesinlikle, dine, dile soya dayanan gerici milliyetçilikle bir mücadele olmak 93
zorundadır. Daha doğrusu, devrimci ve demokratik bir ulusçuluk için mücadele, otomatikman ABD’ye ve Bölge gericiliklerine karşı bir mücadele de olur. Onların ayrılığı, ulusun dile, dine, soya göre tanımlanmasında değil; hangi dine, hangi dile ve soya göre tanımlanacağındadır. Elbette ezeni de ezileni de dine, dile, soya dayanan iki ulusçuluk karşısında ezileni desteklemek gerekir. Ama bu destek bir politik destek olmalıdır. Bu destek aynı zamanda böyle bir ulusçuluğa karşı ideolojik ve teorik bir eleştiri ile ve onun politik alternatifinin yaratılması çabalarıyla birlikte yürütülmelidir. Aksi yöndeki her düşünce ve davranış son duruşmada, gerici ulusçuluk anlayışına bir teslimiyet, devrimci ve demokratik hedeflerin yitirilmesiyle sonuçlanır. Gerici Ulusçuluğun Kendi Dinamiği 1848 devrimlerinde ilk kez Almanya’da çıkan, soya, dile, etniye dayanan bu gerici ulusçuluk, diğer ülkelerin burjuvazisi de aynı gerici özellikler taşıdığından hızla yayıldı. Ama onun kendisini üreten bir dinamiği de vardır. Bir ulus bir kere kendini böyle tanımladı mı, diğer devletler, halklarla ilişkisini de bu kritere göre tanımlamaya başlar. Yani başkalarını başka dilden, dinden, oldukları için baskı altına alır veya onlarla o nedenle ilişki kurar. O zaman, örneğin bu baskıya karşı ama yine kendini dil ile tanımlayan bir ulusçuluğu doğurur ve üretir. Ama bu sefer o yani olan ve kendini aynı kriterlerle tanımlayan ulus da aynı şeyi yapar ve bu böylece gider. Bu süreç ve dinamik, bir bakıma, içinden hayatın doğduğu var sayılan organik çorbada ilk kendi kopyasını üreten molekülün harekete geçirdiği, canlıları yaratan, yeni hareket biçiminin ortaya çıkışına benzer. Bu ulusçuluk karşısında, Antik tarihten ve tarih öncesinden gelen bütün dil, din, kültür, etni bu yeni ulusçuluğun kendi şablonuna göre kolaylıkla dizebildiği proteinlerin yapı taşları olan amino asitler gibidirler. Gerici ulusçuluk, biraz da bu kendi harekete geçirdiği, kendini üreten dinamiği nedeniyle bir kere ortaya çıktıktan sonra, bu dile, soya, etniye, dine dayanan gerici ulusçuluk bir saman yangını gibi tüm dünyayı kaplamıştır. Ulusçuluk zafer yürüyüşünü devrimci ve demokratik değil bu gerici ulusçuluk üzerinden yapmıştır ve bu gün artık dünyada bir ulusa ait olmayan bir tek santimetre toprak; bir tek insan kalmamıştır. Ama bu gerici ulusçuluğun ilerleyişine ve tarihsel zaferine en büyük katkı aynı zamanda işçi hareketinden ve sosyalistlerden gelmiştir; bu ulusçuluk zafer yürüyüşünü asıl enternasyonalistlerin eliyle götürmüştür. Burjuvazinin demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluğu terk etmesinden sonra da, onun devrimci ve demokratik döneminin ideallerini savunan işçiler ve sosyalistler bunu demokratik cumhuriyet biçiminde bir süre savunmaya devam ettiler. İşçi Hareketi ve Demokratik Ulusçuluk Birinci Enternasyonal ve İşçi hareketi Amerikan İç savaşında, Güney karşısında Kuzey’i karşısında en küçük bir tereddüt duymadan desteklerken, aynı zamanda bu demokratik ulusçuluğu gerici ulusçuluk karşısında savunmuş oluyordu. Bu anlayış çerçevesinde daha sonra “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olarak tanımlanan şey, kendini örneğin bir etniye 94
göre tanımlayan bir ulusun kendi kaderini tayın hakkı olarak değil; ulusu etniye veya dile göre tanımlamayı reddedenlerin bir hakkı olarak algılanıyordu. Yani eğer kendini, gerici ulusçuluğun kriterleriyle tanımlamıyor, bütün dillerin, dinlerin, kültürlerin eşitliğine dayanan, bunların politik bir anlamının olmadığı bir Demokratik Cumhuriyette, isteyen bir köy bile, bunları savunduğu takdirde ayrılabilirdi. Cumhuriyet özgür komünlerin birliği olarak anlaşılıyordu ve bunu engelliyecek bir mekanizme olmamalıydı. Engels, örneğin meşhur Alman Sosyal Demokrat partinin program taslağının eleştirisinde söyle yazıyordu: "O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor." Yani Ulusların kaderini tayin hakkı, Demokratik cumhuriyetin otomatik sonucu idi. Daha sonra anlam kaymasına uğrayacağı gibi; kendini etniye, dine, soya göre tanımlayanların ayrılmalarıyla ortaya çıkacak bir sonuç değildi ve bu sonuç da zaten tarihin de gösterdiği gibi Demokratik Cumhuriyet olamazdı. Ne var ki iki kanaldan bu demokratik ulusçuluk işçi hareketine egemen ikinci ve üçüncü enternasyonal partilerince terk edildi. Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Batı Avrupa’nın neredeyse bütün sosyalist partileri, burjuvazilerinin emperyalist yayılmacılığının bile destekçisi olmuşlardı. Elbette bunun ardında, o zamanki Sosyalist ve İşçi hareketinin çekirdeğini ve esas büyük bölümünü oluşturan ülkelerin sömürgelerden aldıkları karlardan kırıntılarla işçileri ve sendikacıları kendi zafer arabalarına bağlamaları vardı. Yani bu dünyadaki işçi hareketinin imtiyazlı bir zümresi haline gelenlerin kendi zümre ve kısa vadeli çıkarlarını savunmalarıydı. Bu temelde, Kapitalist ülkelerdeki bütün Sosyal Demokrat partiler fiilen, bu gerici milliyetçiliğin savunucuları haline gelmişler ve devrimci ve demokratik programı terk etmişlerdi. Elbette, bu kolay zaferde, bir ulus teorisinin ve uluslara ilişkin bir programın olmaması kadar; sosyalist teorinin içindeki, onun organik bir bileşimi olmayan ama içinden çıktığı Aydınlanmanın kalıntısı olan ilerlemeci tarih anlayışının ve Avrupa merkezciliğin etkileri buna bağlı olarak ezilen ulusların ve sömürgelerin bir mücadele öznesi olarak görülmemesi de bu gericiliğin işçi hareketine egemen olmasını kolaylaştırmıştır. Ne var ki, 1917’devrimininden sonraki gelişmeler, başlangıçta savaş ve devrim döneminde bu milliyetçiliğe karşı mücadele içinde şekillenmiş Üçüncü Enternasyonal partilerine de egemen oldu. Bunun nedeni, geri ülkede başlayan devrimin, ileri ülkelere yayılamaması, bu tecrit ve savaş ve iç savaş sonucu olarak da Rus İşçi sınıfının fiili yok oluşu koşullarında, bir Bürokratik tabakanın bu devleti ve bunun prestiji ve örgütsel gücüyle de Üçüncü Enternasyonal’i ele geçirmesiydi. Bu da bir kere başlayınca kendini besleyen bir süreç yarattı. Bürokrasinin milliyetçi, diğer 95
ülkelerdeki partileri ve işçi hareketini Sovyet diplomasi ve dış politikasının bir avadanlığı olarak değerlendiren stratejileri peş peşe kapitalist ülkelerde ve geri ülkelerde yenilgilere yol açıyor, bu yenilgiler de bizzat gericiliğin egemenliğini güçlendiriyordu. Böylece örneğin 1929 buhranı gibi, tarihin gördüğü en büyük ve kapsamlı buhranlar, hiçbir başarı kazanılmadan ve Almanya’da olduğu gibi tayin edici yenilgilerle ve moral bozukluklarıyla sonuçlanıyordu. Faşizm ve İkinci Dünya savaşı bu günahların kefareti ve cezası olarak gerçekleşebilmişti. İktidarını her türlü demokrasiden uzak, bürokratik, merkezi devlet aparatına borçlu olan bir bürokrasi, demokratik bir cumhuriyeti savunamazdı. Böylece kapitalist ülkelerde burjuvazinin ve Sosyal Demokrat partilerin yaptığını bu sefer Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal partileri de yapıyordu. Öyle ki en kötü durumda bile, her türlü dil, din, etni, kültürü politik tanımlamadan dışlaması ve tüm dillere, kültürlere eşitlik sunması gereken Sovyetler Birliği topraklarında, dillere, soylara dayanan uluslar ve milliyetler yaratılıyordu. Sovyetler Birliği adının ve bayrağının her türlü dile, etniye, dine ilişkin çağrışımdan azade; politik olanı ulusal olandan dışlayan ve sınırları tanımayan göndermeleri bile unutulmuş bulunuyordu. Ama bu bürokrasinin zararı sadece işçi hareketine olmadı, sömürgelerde ve geri ülkelerdeki devrimci demokratik karakterdeki Komünist Partilerdeki ideolojik etkileri ve idari dayatmaları aracılığıyla, devrimci bir köylü tabanına dayanan devrimci demokrasinin de, devrimci demokratik geleneklere ve programa yabancılaşmasına, Fransız devriminden bile daha geri bir ulusçuluk anlayışına ve bürokratik devletlere yol açıyordu. Nerede bu hareketler başarıya ulaştıysa (Yugoslavya, Çin, Küba) Sovyet bürokrasisine rağmen oldu. Sovyet bürokrasisinin tek etkisi, kendi gerici ideolojisini ve bürokratik devlet ve burjuvazinin devrimci dönemi kadar bile olsun demokratik karakteri kalmamış gerici milliyetçilik hastalığını onlara bulaştırmak oldu. Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü. Bütün bu nedenlerle, Tarihin garip alayı, Ulusçuluk hayaletinin dünyaya egemen olmasının en büyük suçlusu bizzat “Komünistler” olmuştur. Böylece, devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunacak hiçbir modern sınıf kalmıyordu. Burjuvazi de, işçiler de gerici ulusçuluğun savunucularına ve yayıcılarına dönüşüyordu. Hiçbir ezilen sınıf kalmıyor, Balkanların, Çin’in devrimci köylülüğü aynı gerici ulusçuluğu savunan partilerin öncülüğünde hareket ediyordu. Dünyadaki, kendini dile, soya göre tanımlayan ulusların çoğu kendine sosyalist diyenler tarafından kuruluyordu. Ama sosyalist hareket bu gerici ulusçuluğa dayanınca bu sefer burjuvazinin de kendini sosyalist olarak tanımlamaması için bir neden kalmıyor ve gerici milliyetçilik kendini sosyalizm olarak ifade ediyordu. Böylece dünün milliyetçilerinin kolayca sosyalist olmaları ve sosyalist bir söylem bir gelecek vaat etmediğinde de aynı kolaylıkla tekrar saf milliyetçilere dönüşmelerinde hiç de şaşılacak bir yan kalmıyordu. Bu nedenle bütün dünyada, dine, dile, soya, kültüre dayanan milliyetçiliğin en militan savunucularının eski sosyalistler veya sosyalizm yükünden kurtulmuş eski sosyalistler olması 96
hiç de şaşırtıcı değildir. Bu öyle yerleşmiş bir gerici ulusçuluk anlayışıdır ki, örneğin Avrupa Birliğinde olduğu gibi, ABD’nin rekabetine karşı ortak bir siyasi irade oluşturabilmek için, Avrupa’da dine, dile, dayanmayan bir ulusun, yukarıdan reformlarla kuruluşuna veya globalleşmenin ve post Fordist üretim yöntemlerinin ve elektronikteki devrimin bir sonucu olarak burjuvazinin bütünüyle ekonomik kaygılarla, çok kültürlülükten, ana dilde eğitim hakkından, yani şu sözde “ulus devletin sonu”ndan söz edilmesine ve bu yöndeki reformlara bile karşı çıkmaktadırlar. Böylece, kendi sosyal konumları veya öznel istemleri ne olursa olsun, en gerici oligarşilerin en militan destekçileri haline gelmektedirler. Devrimci Marksistler ve Ulusçuluk Ama bütün bu gerici milliyetçilik karşısında milliyetçi sosyalizm anlayışına karşı mücadele edip, sosyalizmin devrimci geleneklerini savunma çabasında olmuş küçük radikal sosyalist akımlar da daha iyi bir durumda değildirler. Onlar bir kere, tarihin bu geri gidişinin nesnel koşullar haline geldiğini, yani dünya işçilerinin yüz yıl önce kat ettikleri yolu, bu sefer “dizlerinin üzerinde” kat etmesi gerektiğini görememekte, demokratik bir cumhuriyet hedefini hor görüp, gerçeklikle ilişkisi olmayan, gelişmiş ülkelerde bir buhran döneminde işçi hareketinin kendi deneyleriyle bir ikili iktidara varmasının yolunu açmaya yönelik “Geçişsel Talepleri” tekrarlamakla yetinmekte, ama gerçekte bir karşılığı olmadığı için de pratikte tipik sendikal-ekonomik mücadeleye gömülerek, işçileri gerici Ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir mücadeleden uzak tutmakta, fiilen gerici milliyetçiliğe hizmet etmekte ve işçileri tecrit etmektedirler. Ama bunlar aynı zamanda, gerici bir ulusçuluğu da savunmaktadırlar. Çünkü en iyi durumda, yani her ikisi de etniye ve dile göre tanımlanmış ulus ve ulusal hareket karşısında, sadece “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nı savunarak, ulusun neye göre tanımlandığını hiç problematize etmeyerek ve gerici ulusçuluğa karşı bir ideolojik mücadele ve politik program geliştirmeyerek, fiiliyatta çok devrimci bir görünüm altında gerici ulusçuluğu da savunmuş olmaktadırlar Tarih ve Ulusçuluk Devrimci demokratik bir ulusçuluğun yani Demokratik bir Cumhuriyetin ulusunun etnisi, dini, dili, soyu olmadığı gibi, tarihi de olamaz. Hem genel olarak ulusların tarihi yoktur, hem de etniye, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğun aksine, demokratik bir cumhuriyet’in yurttaşlarından oluşan bir ulusun tarihe de ihtiyacı yoktur. Halbuki, açın sosyalistlerin yazılarına bakın, hepsi, o etniye, dile, soya göre tanımlanmış ulusların tarihlerinden, onlardaki demokratik geleneklerden söz etmektedirler. Ulusların demokratik geleneklerinden ve tarihlerinden söz etmenin kendisi gerici bir ulus anlayışının ifadesinden başka bir şey değildir. Ancak soya, dile, dine, kültüre dayanan ulusçulukların bir tarihe ihtiyacı vardır. Demokratik ve devrimci bir ulusçuluğun, hiçbir dile, dine, soya, kültüre dayanmadığı için bir tarihe de ihtiyacı da yoktur. Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk bir tarih yaratmaz ve 97
yaratamaz. Tarihi onun kendisiyle başlar. Ve gerçekten devrimci ise, onun ilk görevi kendisinin bir an önce sonunu getirmektir. Tıpkı ezilenlerin iktidar aracı olacak bir devletin esas görevinin kendisinin sönüşünü hızlandırması gibi. Böyle bir ulusçuluk da ilk planda, ulusal olan ile politik olanın çakışmasını, yani sınırları aşmayı, ne kadar demokratik olursa olsun ulusal devletlerin sonunu hedeflemelidir. En eski ulus olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktur. Ama gerici ulusçuluğun diyalektiği öyledir ki, gerici ulusçuluğa dayanan bütün ulusların nedense yüzlerce ve binlerce yıllık tarihleri vardır. Gerçekte bu tarih yoktur yaratılmıştır. Bu tarih insanlığın tarihi yağma edilerek inşa edilmektedir. Ve bunun en büyük suçlularından biri de, demokratik, ilerici ve hatta heretik ulusal tarihler yaratan ve yazan sosyalistlerdir. En büyük gericilik, en devrimci tarihçilik biçiminde görünmektedir. Orta Doğu, ancak tarihi kendisiyle başlayan, tıpkı, dilsiz, dinsiz, soysuz, kültürsüz ve geleneksiz olduğu gibi tarihsiz bir ulus veya uluslar olduğu takdirde tarihine uygun davranmış olur. Osmanlı ve Ulusçuluk İşte, Roma, Bizans’ın devamı olan, Orta Doğu Akdeniz uygarlık alanının imparatorluğu olan Osmanlı’nın ulusçuluk karşısında nasıl kurt dalamış sürüye döndüğünün anahtarı ulusçuluğun bu biçiminde gizlidir. Ulusçuluğun henüz devrimci olup, ulusu yurttaşlık haklarıyla tanımlayan biçiminin rüzgarının estiği zamanlar; o topraklarda ne modern kapitalist ilişkiler ne de böyle bir ulusçuluğu bayrak edecek burjuvazi vardı. Bunlar ortaya çıktığında ise, artık ne burjuvazinin böyle cesareti kalmıştı ne de böyle bir ulusçuluğun rüzgarı. Keza onda böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak güçte bir işçi sınıfı da yoktu. Böyle bir sınıf ortaya çıktığında ise, o sınıfın bütün partileri çoktan Stalinizm’in aynı gerici ulusçuluğunun egemenliği altına girmiş bulunuyordu. Orta Doğu’ya diğer uygarlıklar karşısında gücünü veren, halkların ve dillerin kastlaşmaması ve seslere dayanan bir yazı gibi özellikler, onun parça parça olmasının ve güçsüzlüğünü temelini oluşturdu. Böylece bölgenin son imparatorluğu olan Osmanlı hem Müslüman devlet sınıfları hem de ezilen Hıristiyan halkların burjuvazisi tarafından gerici bir ulusçuluğun batağına çekildi. Demokratik ve Cumhuriyetçi ulusçuluğun sadece çok cılız yankıları görülebildi. Ulusları dile, dine, soya göre tanımlayan gerici ulusçuluk, ulusu aynı şekilde tanıyan egemen ulus veya o dinden ve dilden olanları baskı altında tutan bir arkaik rejime karşı nesnel olarak ilerici ve kurtuluşçu bir işlev görebilir, ama bu onun gerici özünü ortadan kaldırmaz. Bu anlamda Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklarının ulusçuluğu nispi bir ilericilik taşımışsa da, kendi benzeri Osmanlı egemen devletçiliğinin önce dine ve sonra etniye, dile ve ırka dayanan ulusçuluğunun ortaya çıkmasına ebelik de yapmıştır. Kendilerini dile ve etniye göre tanımlamış Balkan ulusları Osmanlı egemenliğine karşı mücadeleleriyle nesnel olarak ilerici bir işlev gördülerse de; demokratik ve devrimci bir ulusçuluğa dayanmadıkları için, sadece Osmanlı egemenlerini değil, Müslüman ahaliyi de 98
Balkanlardan sürdüler. Eğer gerçekten demokratik karakterde olsalar ve böyle özgürlükler getirselerdi, o Müslüman ahali kolayca, keyfi ve baskıcı Osmanlı egemenliğine karşı kazanılabilir veya tarafsızlaştırılabilirdi. Yani Balkanlardaki ulusal hareketler, bir Fransız devriminin Alsas Lorendeki Almanlara sağladığı özgürlükleri sağlama yoluna girmeyerek, o gerici ulusçuluğun kendisinin benzerlerini yaratmasının yolunu açtı. Böylece Balkanlardan atılan Müslüman ahalinin aynı gerici ulusçuluğunu ortaya çıkardı. Anadolu’nun Hıristiyan halklarını katleden ve sürenlerin önemli ölçüde Balkanlardan kaçan Müslümanlar ve onlara dayanan devlet sınıfları olması rastlantı değildir. Keza, Balkanlardaki gerici ulusçuluğa dayanan devletler de kuruldukları andan itibaren dayandıkları ulusçuluğun gerici özelliklerini birbirlerine karşı da göstermişlerdir. Her biri tanımını, etniye, dile, soya, dile göre yaptığından, her devletin topraklarında yaşayan diğer din, etni, ve dillerin tasfiyesi ve dolayısıyla bunun için çatışmalar, katliamlar ve sürgünler gündemden düşmez olmuştur. Bunun en son örneği, Yugoslavya’nın parçalanmasında görüldü. Balkanlaşma gerici ulusçuluğun bir ürünüdür. Türk Ulusçuluğu Bir yandan gerici ulusçuluk örneğine göre, diğer yandan bizzat Müslüman devlet sınıflarının egemenliklerini korumak için kendilerine bir ulus yaratmak zorunda olmaları nedeniyle şekillendiğinden, yani bir devlet sınıflarının egemenliğini korumanın aracı olduğundan,Türk ulusçuluğu başından beri en küçük bir ilerici ve kurtuluşçu özellik taşımamıştır. Balkan ve diğer Hıristiyan ulusların ulusal hareketleri kadar olsun nesnel olarak ilerici bir karakteri bile olmadı. Türk ulusçuluğu, Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklara dayanan ulusçuluğunun aksine, onlar gibi Osmanlı’nın egemenliğinden kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen kastının egemenliği ve imtiyazlarını korumasının bir aracıydı. Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint yolunu açmak ve Rusya’yı arkadan kuşatmak için geliştirdiği Panislamizm ve Pantürkizm ideolojilerinin de etkisiyle her zaman emperyal ve ırkçı bir karakter de taşıdı. Ama aynı zamanda bu ulusçuluğun en büyük destekçileri, Rum ve Ermeni burjuvazisi karşısında Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak kendine dayanacağı bir ulus yaratma ihtiyacı içindeki Yahudi ve Sabetaycı liman şehirleri burjuvazisinin de çıkarlarının da bir ifadesiydi. Kendine Türklerin atası diyen ve kelimenin gerçek anlamında da öyle olan – (Türklerin atası o ise ondan önce Türkler diye bir şey de olmaması gerekir, ki aslında yoktur da) Atatürk, Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. O Selanik’te Sabetaycıların modern okullarında eğitim görmüş bir Osmanlı generaliydi. Böylece Müslüman Osmanlı devlet bürokrasisi ve liman şehirlerinin Yahudi ve Sabetaycı burjuvazisi, tıpkı Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi Türk ulusunu kendi suretinde yarattı. Ama kendisi, İslam zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde, bizzat Yunan ve Ermeni uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel olarak fetih edilmiş bir sınıf ve kasttı. Böylece yaratılan Türk ulusu, Kültürel olarak Bizanslı, yani Rum ve Ermeni; dil olarak Türkçe, din olarak İslam oluyordu. Hafızasını yitirmiş bir Rumluk ve Ermenilik; 99
uydurulmuş bir dil (Türk Dil Kurumu), uydurulmuş bir Tarih (Türk Tarih Kurumu) ve uydurulmuş bir İslamiyet’e (Diyanet İşleri) göre tanımlanan bu ulus tam anlamıyla şizofrenik bir varlıktır artık. Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunu kendi örneğine göre yarattıysa; Türk ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğunu kendi örneğinde yarattı. Kendi bütün hastalıklarını ona da aktardı ve ona aktardığı hastalıkların yarattığı zaaflarla egemenliğini sürdürdü. Bölge İçin Sonuç Ulusu, soya, dine, kana, dile göre tanımlayan gerici ulusçulukların hiç birisinin bölgenin sorularına bir çözüm getiremeyeceği çok açıktır. Yapılması gereken, ulusun tanımından dili, dini, soyu, kültürü, dili dışlamaktır. Dili, dini, ulusu, soyu, ve tarihi olmayan; ulusu yurttaşlara; yurttaşları haklarına göre tanımlayan bir demokratik ve cumhuriyetçi yapı bir çıkış sunabilir. Bölgede, Devrimci ve Demokratik dönemin kaynaklarına dönerek; ABD’nin ve bölge egemenlerinin ihtiyacı olan gerici, dle, dine, etniye, tarihe dayanan ulusçuluğa karşı, tıpkı Amerika’daki Kuzey eyaletlerinin Güney eyaletlerine karşı savaştığı gibi savaşacak, gerici ulusçuluk karşısında demokratik ve cumhuriyetçiliğe dayanan bir ulusçuluk gerekmektedir. Bu gün var olan ulusların ve ulusçuların hepsi böyle demokratik bir ulusçuluğun karşısındadır. Amerika bu gerici ulusçuluğun en büyük teşvikçisidir. O halde, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Şiilerin, hasılı tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden ve soylardan insanların, ulusu dile,dine, soya, kültüre göre tanımlamaya karşı çıkanlarının bir araya gelmesi gerekmektedir. Türkiyeli işçiler ve halk, ulusu Türk soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Türk’lerle bölünmeden, Kürdistanlı işçiler ve halk, ulusu Kürt soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Kürtlerle bölünmeden; Iraklı, Suriyeli veya başka ülkeli işçiler ve halk; ulusu Arap soyu, dili, kültürü ve tarihi ile tanımlayan Araplarla bölünmeden; Yahudiler ulusu Yahudi soyu, dini, kültürü ve tarihiyle tanımlayan Yahudilerle bölünmeden ne her hangi bir ülke demokratikleşebilir ne de bölgenin parçalanmışlığı ve kanaması durdurulabilir. Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun genel olarak dünya ekonomisi ve zengin ülkeler; özel olarak bölge ve geri ülkeler bakımından çok farklı anlamları vardır. Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine gelişmiştir ve zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine açılmıştır ki, ileri ülkelerdeki, en demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk ayrımcılığının, dünya çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır. Amerika ya da Avrupa mı, bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün dinsel, dilsel tanımları dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın yoksullarının bu hudutların dışında kalan gettonun duvarları içinde tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan, bütünüyle demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır. Klasik uygarlıklar çağında, dünya ticareti henüz çok küçük ve lüks mallarla sınırlıyken bile, 100
ticaret yolları Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz alanlarında imparatorlukları gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Malların çoğu dünyanın başka ülkelerinden gelmekte ve bizzat o malların kendileri de başka ülkelerde üretilmiş mallardan oluşmaktadır. Böyle bir dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar demokratik kriterlere gör tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman sorunlara bir çözüm getiremez. Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada tek çözüm, dünya çapında bir imparatorluk olabilir. Kapitalizmin ve emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama bu çözümün kendisi bir çelişkidir. İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve bölünmüş, güçlerini birleştiremez durumdaysa mümkündür. Yani dünyayı bir imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek onu olabildiğince küçük, iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim ister Avrupa’nın ABD tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde, ister Irak’ta siyasi olanın dinler, diller ve etnilere ve onların dengelerine göre tanımlanmasında açıkça görülmektedir. Bu hiçbir zaman bir çözüm olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan ve acı demektir. Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş ve bu imparatorluğun stratejisine hizmetten başka bir işe yaramayan, dile, dine göre tanımlanmış uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı vardır: politik olanın tanımından ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak. İnsanların hak ve görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş gücünün serbest dolaşımı. Bu cumhuriyet ancak, burjuva uygarlığının, siyasal, özel, kamusal, ticari ayrımlarını kaldırıp, toplumun ve insanın birliğinin yolunu tekrar açabilir. Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar gerek zengin ülkelerin işçileri bakımından, en demokratik bir ulusçuluk bile bir gerici programdır. Çünkü, artık o Ulusçuluk, tüm mallar ve sermaye serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde bir engeldir. Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı olarak, zengin ülkelerden olmayan insanları yoksulların toplandığı bir rezervatta tutmanın aracı olarak işlev görmektedir. Dünya çapında ve ileri ülkeler açısından program, ulusun tanımından dili, dini, soyu dışlamak değil (ki zengin ülkelerde bu büyük ölçüde gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık olduğu yere, dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır. Bu pratik olarak bütün sınırların kalkması anlamına gelir. Aslında dünyanın yoksulları şimdiden ayaklarıyla bu programa oy veriyorlar. Denizlerde, dağ doruklarında, nehirlerde; yayan ya da derme çatma kayıklarla, gemi ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o ulusal sınırları ve duvarları aşmaya, hapsedildikleri rezervattan ya da dev Bantustan’dan kaçmaya çalışıyorlar. Bu anlamda dünya çapında iş gücünün serbest dolaşımı; gittiği yerde çalışan ve vergi verenin tüm sosyal ve siyasal haklara sahip olması, her demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması gereken asgari bir programdır. Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin sonu ve ulusal olanın özel ve inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de değildir. Ne var ki, böyle bir program, zengin ülkelerin emekçi ve işçilerince savunulmamaktadır. Savunulmamasının nedeni de şudur: Böyle bir programın gerçekleşmesi, zengin ülkelerin 101
düzeyinde belirli bir düşmeye yol açar. Hem zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki eşitsiz mübadeleden doğan değer transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün fiyatının düşmesine yol açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği hatta onlara karşı direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir sosyalist programa karşı durma eğilimindedirler. Ama zengin ülkelerin işçileri ve ücretlileri istemedikçe yer yüzünden kapitalizm kalkmayacağından, bu aynı zamanda insanlığın çıkmazını da göstermektedir. Yoksul ülkelerin işçileri dünya çapında eşitlikçi bir düzeni; ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama yapamaz; zengin ülkelerin işçileri ise yapabilir ama istemez. Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin karşısında bulunduğu en büyük açmazdır ve bu açmaz çözülmedikçe, bırakalım sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün görülmemektedir. * Ama üçüncü dünyada, yani zengin ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme ve güçsüzleştirme stratejisine karşı, devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir savunma mevzii olarak ve birleştirme potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve hükmet stratejisini boş düşürmek için ilerici ve kurtuluşçu bir işleve sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya Avrupa gibi bir Demokratik Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha büyük bir refah, daha kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer emperyalistlerin planlarına karşı koymak için daha büyük bir güç ve irade birliği sağlar. Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun bir yoldan, bu günkü yaşam düzeyleri ve gelirler arasındaki derin bölünmüşlüğe bir son verip, dünyanın ücretlilerinin ortak bir programda birleşmesinin koşullarını yaratabilir. Globalleşme ve Ulusçuluk Dünya çapında globalleşmenin ve iş gücü göçlerinin etniye, dile, dine göre tanımlanmış ulusları belli bir zorlaması bulunmaktadır. Kendini dile, dine göre tanımlayan devletlerin ve ulusların giderek ekonomik gelişmeyi engelleyici bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır. Örneğin, ana dilde eğitimi reddetmek ve zorla asimilasyon, hem toplumsal çatışmaları kesinleştirmekte, hem iş gücünün gereken eğitimi sağlanamamakta, burjuvazi rekabet gücünü yitirmesi sonucunu vermektedir. Bunun için iki farklı ulusçuluk anlayışının damgasını taşıyan bir örnek alınabilir. Örneğin, Fransızca bile konuşamayan Zidani’yi Fransız milli takımına almakta bir kompleks göstermeyen Fransa, Zidani’nin attığı gollerle dünya şampiyonu olurken; Almanya’da doğup büyümüş ve Almanca’ya Türkçe’den daha hakim Türkiye kökenli futbolcularına, soya, kana, dile dayanan ulusçuluğunun gelenekleri nedeniyle yükselme ve milli takıma girme olanakları tanımayan Alman futbolu gerilemektedir. Almanya’nın bu gerici milliyetçiliğinin kurbanı olan bu futbolcular ise, yine aynı milliyetçilik kanalından Türkiye’yi dünya üçüncüsü yapmaktadır. Ya da ana diline hakim olamayanların başka dilleri öğrenemediği bunun ise iş gücünün eğitimini zorlaştırdığı ve kalitesini düşürdüğü bilinen bir gerçektir. 102
Bütün bu gibi nedenlerle, burjuvazi, dünyada genel olarak, milletin tanımından dili, dini, etniyi dışlama eğilimine girmiş bulunmaktadır. Çok kültürlülük ya da ulus devletin sonu söylemlerinin yaygınlaşması, aslında burjuvazideki bu değişimin bir ifadesidir. Bunun yanı sıra, şimdi Avrupa Birliğini oluşturanlar gibi, bir zamanlar kendini genellikle soya, dile göre tanımlamış uluslardan oluşan devletlerin, ABD’ye rekabet edebilmek; küçük devletlerin ulusal pazarlarının bukağılarından kurtulmak için birleşme eğilimine girmeleri ve Avrupa ulusu çerçevesinde bu kimlikleri, ağır çekimle, yukarıdan ve Prusya yoluyla giderek politik alanın dışına itmek zorunda olmaları gibi eğilimler de özellikle, Türkiye’de, devlet sınıfları karşısında burjuvazinin dile, soya, dine dayanmayan bir ulusçuluğa geçme eğilimi göstermesine yol açmaktadır. Bu her ne kadar eski gerici milliyetçiliğe göre bir ilerleme anlamına gelirse de, demokratik ve cumhuriyetçi olmaktan çok uzaktır. Demokratik Cumhuriyet sadece ulusun tanımından dili, dini vs. dışlamaktan ibaret değildir. O aynı zamanda pahalı, baskıcı, bürokratik olmayan, ulusun çoğunluğunun iradesine karşı kullanılamayacak bir cihaz demektir ve bu nedenle bu günkü pahalı, baskıcı, bürokratik cihazların parçalanmasını gerektirir. Burjuvazi ise iş buralara gelince son derece korkaktır ve buralara gelir diye korkmakta ve Bürokratik oligarşiye karşı tutarlı bir tavra girmemekte sürekli onunla uzlaşma yolları aramaktadır. O güçlü devletten, demokrasiyi engelleyen mekanizmalardan hiç de vazgeçmek niyetinde değildir Değişen Roller Ama bütün bunlara rağmen, ister globalizmin yarattığı eğilimlere ve Avrupa ile entegrasyon çabalarına; ister siyasi iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşiye karşı bir cevap olarak olsun Türkiye politikasında, ulusçuluk söz konusu olduğunda, burjuvazi ulusun tanımından dili, dini, etniyi çıkarmaya daha eğilimliyken, Sosyalistler aksine var olan yapıyı sorgulamaktan kaçınmakta ve var olan ulusçuluk anlayışının savunuculuğunu yapmaktadırlar hem de anti emperyalizm ve anti kapitalizm adına. Böylece, devrimci demokratik hedefler güden sosyalistler ve devrimci demokratlar için, Burjuvazi ve liberaller en azından taktik ittifaklar yapılabilecek yol arkadaşları haline gelirken, var olan bütün sosyalist örgütler ve bunların etkisi altındaki işçi hareketi; karşı cephede yer almakta; gerici ulusçuluğun bir savunucusu olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu da onların egemen bürokratik oligarşinin en büyük destekçisi olmasına yol açmaktadır. Pek çok kişinin kafasını allak bullak eden bu fenomenin sırrı işte yine Stalinizm kanalından sosyalizme sinmiş bu gerici ulusçuluk anlayışındadır. Bu durumda, var olan sosyalistler artık, devrimci demokrasi mücadelesinin müttefikleri değil, onun karşısındadırlar. Onlar sosyalist ve anti emperyalist bir söylem içinde gerici milliyetçiliğin savunuculuğunu yapmaktadırlar. Ve onlar işçiler arasındaki çalışmaları ve etkileriyle, işçi hareketinin gerici milliyetçiliğin bir destekçisi olarak işlev görmesine yol açmakta; demokratik hedefleri bayrak yapmış, tüm gayrı memnunları birleştirecek bir politik işçi hareketinin oluşmasının önüne en büyük engel olarak çıkmaktadırlar. Böylece devrimci demokrasi bakımından eski şablonlara uymayan bir durum ortaya 103
çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de, “İkinci Cumhuriyetçiler” de denen, Liberal ve demokrat burjuvazinin eğilimlerini yansıtanlar; azınlıklar, en azından birer geçici yol arkadaşı olarak; sosyalistler ve onların kontrolündeki işçi örgütleri ve hareketi ise kendisine karşı mücadele edilecek gerici milliyetçiliğin birer savunucusu olarak ortaya çıkmaktadır. İlişkilerin bilinen hiçbir şablona sığmayan bu ters yüz oluşu, aslında demokratik mücadelenin önemini hiç de küçük görmeyen; gerici milliyetçilikle de başı pek hoş olmayan bir çok sosyalistin bile, kendinden ve pozisyonundan korkarak; var olan sosyalist ve işçi örgütleriyle bir kopuşmaya gitmesini ve devrimci ve demokratik bir muhalefetin saflarında birleşmesini engellemektedir. Bu ters yüz oluşlar nedeniyle bir rastlantı değildir, Kürtlerin, ezilenlerin mücadelelerinin en iyi savunucularının sosyalizme uzak duran liberallerden ve “İkinci Cumhuriyetçiler”den çıkması; buna karşılık sosyalizmi dilinden düşürmeyenlerin bu mücadeleleri ve sorunları gündemden uzak tutanlar olması. Sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu için bu tam anlamıyla çelişkili bir durumdur. Onların çoğu bu sistemin kurbanları, öznel olarak milliyetçiliğe zerrece sempati duymayan insanlar olmalarına rağmen, bu gün içinde bulundukları nesnel konumlarıyla kendi öznel niyetlerine karşı durmaktadırlar. Onların bu çelişkiyi çözebilmeleri için, ulus teorisinin Marksist bir açıklamasının ve bu yönde ideolojik mücadelenin hayati bir önemi bulunmaktadır. Demokrasinin Koşulları Ulusun, yurttaşlığa göre; gerici milliyetçilik karşısında oluşa göre tanımlanmasından söz ettik. Peki böyle demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları iradelerini nasıl gerçekleştirebilirler? Bunun temel şartı sınırsız bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Yani her türlü düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ortamında tüm farklı görüşlerin örgütlenmesi ve çoğunluğu kazanmak için eşitçe, idari veya ekonomik kayırma veya baskılara uğramadan diğerleriyle yarışması. Ama bu yetmez. O farklı fikirler tüm topluma kendini nasıl duyuracaktır? Fikirlerin, programların doğruluğunun gücü sermayenin veya devletin gücünü nasıl aşıp da geniş kitlelerin bilgisi ve bilincine ulaşacaktır? Bunun için, tüm basın ve haberleşmenin sermayenin, iktidarların ve devletin denetimi ve manüplasyonlarından azade olması şarttır. Yurttaşların tüm olgular ve görüşler hakkında, o görüşler hukuki, siyasi veya ekonomik bir engellemeye uğramadan bilgi sahibi olabilmesi, doğru kararlar verebilmesi; doğru seçimler yapabilmesi ve yanlış seçim ve kararlarını değiştirebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Nasıl, hava, su olmadan yaşamak mümkün olmaz ise, medya üzerinde sermaye ve devletin her türlü kontrolü ortadan kaldırılmadan demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değildir. O halde, var olan bütün yayın olanaklarının; matbaaların, kağıtların, frekansların ve kanalların kesinlikle devlet ve sermayenin kontrolü dışında olması yani bu alanda özel mülkiyetin ve devletin söz hakkının kaldırılması, demokrasinin gerçekleşmesinin modern toplumda olmazsa olmaz koşuludur. Devlet ya da hiçbir özel mülk sahibi hiçbir yayın organının sahibi olmamalıdır. Tıpkı su, toprak ve hava gibi, haberleşme olanakları da tüm topluma ait 104
olmalıdır. Bunlar, tüm nüfus arasında, örgütlerin, cinslerin, sınıfların, eğilimlerin nüfus içindeki oranlarına; aldıkları oy oranlarına veya üye sayılarına göre bölüştürülmelidir. Devlet sadece bu dağıtımın teknik yanlarını çözmekle görevli ve yetkili olmalıdır. Biz medya üzerinde devlet ve sermaye kontrolünün olmamasını; hukuki, siyasi ve iktisadi engellerin yok edilmesini demokrasinin gerçekleşmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak görüyoruz. Son yıllardaki bütün kritik gelişmeler, medyanın nasıl bir manüplasyon aracı olarak kullanıldığını göstermiştir. Bundan kurtuluşun bir tek yolu. Medyanın bütün toplum kesimleri ve örgütler arasında paylaştırılmasından geçer. Sonsuz bir bolluk olmadığından, nasıl herkese emeğine göre ise, herkese üyesi veya aldığı oy veya nüfus içindeki oranı kadar ilkeleri, bu dağılımı belirleyen ilkeler olabilir. Seçenler ve Seçilenler Ama gerçek bir demokrasi için sadece bu yetmez. Demokrasi, prensip olarak azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden, yani çoğunluğun kararına uyulmadığı takdirde uymayanlara zor uygulamayı kabul eden, usulüne uygunsa bunu meşru gören bir rejimdir. Ama böyle bir demokrasi pek ala gerici bir milliyetçiliğin de aracı olabilir. Nüfusun büyük çoğunluğu, biz çoğunluk Müslüman’ız, o halde madem ki demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını gerektirir, o halde biz çoğunluk olarak okullarda İslam dini okunmasını kararlaştırıyoruz veya kimsenin başı açık dolaşmamasını kararlaştırıyoruz diyebilir. Ya da çoğunluk, çoğunluk Türkçe konuşuyor, o halde demokrasiye göre azınlık da çoğunluğa uyup Türkçe konuşmak zorundadır diyebilir. Genel olarak demokrasi, yani azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak benimseyen rejim, kendi başına gericilikle çelişmez pek ala gericiliğin aracı olabilir. Bu bakımdan bizlere lazım olan, özel türden, azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasidir. Azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasi olmadan demokrasi ilerici bir işlev göremez. Dil, din, kültür vs.nin eşitliği ve siyasi alının dışında tanımlanması, yani devletin bu alanlardaki kesin tarafsızlığı ve karar yetkisinin olmamasının, azınlıkların haklarının korunması ve garantiye alınması bakımından önemi burada da ortaya çıkmaktadır. Nüfusun ya da bir toplantıya katılanların çoğunluğu sigara içiyor diye kapalı yerlerde sigara içilmesine izin verilmesi gerici bir demokrasidir örneğin. İlerici, azınlık haklarını gözeten bir demokrasi, bir tek kişi bile sigara içmiyorsa ve içilmesine razı gelmiyorsa, o bir tek kişinin başkalarının zehirleriyle zehirlenmeme hakkını savunan demokrasidir; bir tek çocuk için bile, ana dilde eğitimi sağlayan bir demokrasidir. Üç kişinin anladığı bir dil için bile, diğer dillerle eşit hakları tanıyan; hatta azınlıkta olduğu için, her zaman olacak fiili eşitsizliği gidermek için onu kayıran, pozitif ayrımcılık uygulayan demokrasidir. Üç kişinin inandığı bir dine bile, milyonlarca insanın inandığı bir dinle aynı eşit hakları tanıyan bir demokrasidir. Evet, tam bir hukuki özgürlükler ortamında; medyanın devletin ve sermayenin kontrolü ve manüplasyonlarının dışında olarak tüm bilgilerin edinildiği bir ortamda; azınlıkların haklarını garanti altına almış özel bir demokraside bile hala halkın iradesinin nasıl gerçekleşeceği sorunu çözülmüş olmaz. 105
Çünkü, demokrasi, temsili olarak uygulanabilir. Bir köyde veya göçebe aşiretindeki doğrudan demokraside olduğu gibi, milyonlarca insanın bir araya gelip bir karar alması ve aldığını yine kendilerinin uygulaması fizik olarak mümkün değildir. İnsanlar ancak belli temsilciler aracılığıyla bu ilişkiyi temsili organlara devrederek demokrasiyi gerçekleştirebilirler. Ama büyük nüfus ve alanların ortaya çıkardığı bu sorunun çözümü başka sorunları da beraberinde getirir. Örneğin temsili organlar belli der bölgeler içindeki oranlara göre mi yoksa olabildiğince büyük birimler seçilerek nüfus içindeki oranlara göre mi temsil edilmelidirler? Veya bu temsilcilerin kendini seçenlerin iradesinden bağımsızlaşması ve kendisini seçenlerin değil de örneğin başkalarının veya kendisinin çıkarlarını savunmasının önüne nasıl geçilebilir? Demokrasi bu sorunlara da açık cevaplar vermelidir. Örneğin elbette gerçek çoğunluğun iradesinin yansıması için nispi temsil biçimleri gerekir. Ama bu takdirde, kimin hangi bölgenin temsilcisi olacağı, hangi bölgeye göre görevini yerine getirmedi diye geri alınabileceği nasıl belirlenecektir? Her bölgeden bir tek kişinin seçilmesine dayanan sistemler ise bu sorunu çözer ama, nüfus içindeki görüşlerin gerçek oranlarda yansımasını engeller. Bütün bu sistemlerin mahzurlarına minimuma indiren, hem nispi temsili sağlamaya yönelik, hem de seçilenlerin sürekli denetimini sağlayan ve geri almasını mümkün kılan mekanizmalara ihtiyaç vardır. Bu mekanizmalardan bazıları şunlardır: Örneğin partisinden istifa edenin aynı zamanda temsilcilikten de çekilmiş olmalıdır. Çünkü, temsili demokraside, sistemli görüşleri ve programları olan siyasi partiler, görüşlerin ve oranlarının belirlenmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Seçimler aslında kişiler değil, görüşler arasındadır. Bir başka mekanizme, siyasi konularda kesin bir dokunulmazlıktır. Bir başka mekanizma, kendisini seçenlerin eğilimlerine denk davranmadığı takdirde seçenlerin temsilcilerini geri alabilme hakkıdır. Bir başka mekanizma, seçilenlerin kendilerini seçenlerin yaşam ve sorunlarından uzaklaşmamaları için, ortalama bir işçi ücretinden yüksek bir ücret almamalarıdır. Ordu ve Polis Ama bütün bunlar da yetmez. Devlet demek ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler, vergi memurları demektir. Bu cihazın kendisi silahlıdır ve çok güçlüdür, bu cihazı oluşturanların, ulusun ve onun temsilcilerinin iradesine hizmet eder durumda kalmasının, onlardan bağımsızlaşmamasının garanti altına alınması gerekir. Tüm toplumların tarihi, devletin siyasi iradeden bağımsızlaşma, onu baskı altına alma veya onun yerine geçme veya onu kendi çıkarları doğrulusunda manüple etme eğiliminde olduğunu göstermektedir. O halde bu mahzurları giderecek mekanizmalar gerekir. Bunlar neler olabilir? İlk elde, ordunun, hele Türkiye gibi Osmanlıdan kalma politikayı belirleme geleneğinin 106
olduğu bir ülkede, baştan başa yeniden örgütlenmesi gerekir. Bunun ilk koşulu, düzenli ordunun lağvıdır. Radar, uçak, gemi gibi özel ve kendi halkına karşı kullanılamayacak güçler hariç, düzenli ordu kalkmalı, onun yerini tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, tüm vatandaşlardan ve çalışan insanlardan oluşan milis almalıdır. Böyle bir ordu sadece demokrasinin gerçekleşmesi için değil, aynı zamanda onun halka karşı kullanmanın da önünde bir engeldir. Bütün deneyler göstermektedir ki, düzenli ordular siyasi iktidarlar tarafından da ezilenlere karşı kullanılmaktadır. Böyle silahlı çalışan yurttaşlardan oluşan bir ordu ezilenlere karşı kullanılamaz. Ama böyle bir ordu aynı zamanda en iyi savunmadır da. Böyle bütün halkın her zaman birkaç saat içinde milyonlarca kişilik tüm ülke sathına yayılmış bir ordu haline dönüşebileceği bir ülkeye kimse saldırmaya cesaret edemez. Böyle bir ordu, en korkunç silahlara, en güçlü düşmanlara karşı en etkili cevaptır. Böyle bir ülke, ancak bir nükleer saldırıyla tümden yok edilerek ele geçirilebilir ama öyle ele geçirilmiş bir ülke de ele geçirenin de işine yaramaz. Ama böyle bir ordu, aynı zamanda, başka ülkeleri tehdit potansiyeli de taşımaz. Silahlı yurttaşlardan oluşan ordular iyi savunma aracıdırlar ama çok kötü bir saldırı aracıdırlar. Bu nedenle, ülkenin komşularıyla ilişkisinde onlara korku salmaz ve onları askeri masrafları yükseltme, fakirleşme ve demokrasiden uzaklaşma yönünde değil aksine olumlu yönde etkiler. Ama bunlar kadar önemli olan bir sonucu da şudur: böyle bir ordu aynı zamanda ucuz bir ordudur. Ülke savunması ulusal hasılanın çok küçük bir bölümünü alacağından, bütçe açıklarına ve enflasyona yol açması söz konusu bile olmaz. Böylece düzenli bir ordunun harcamalarından yapılan tasarruflar, yatırımlara ve sosyal harcamalara aktarılabilir. İssizlik azalır ve refah yükselir. İşsizlik azalıp refah yükseldikçe de bir orduya olan ihtiyaç azalır, demokrasi pekişir, yurttaşların ülkelerine bağlılığı artar ve saldırı tehlikesi azalır. Ama sadece bunlar yetmez. Bütün karar alıcı memurların her düzeyde seçilmesi gerekir. Tıpkı, Amerikan filmlerinde olduğu gibi, Jürilerin, Polis amirlerinin, yerel idarecilerin de seçimle gelmesi gerekir. Osmanlı kalıntısı kaymakamlık valilik gibi makamların kaldırılması gerekir. Ulus toplulukların özgür iradeleriyle birleşmesinden oluşur. Her düzeyde otonomi ve özgür iradeyle, ekonominin kendi yasalarının gereği olarak bir birlik temel olur. Ama bu da yetmez. Aynı zamanda, seçilmiş memurların emri altındaki diğer memurların da, her zaman ortaya çıkabilecek keyfi emirlere direnecek gücü olması gerekir. Bunun için, memurların tayin, terfi gibi işlemlerinin, yine bu memurların bağımsız memur sendikalarının tuttuğu sicillere göre belirlenmesi gerekir. Devlet memurlarının bütün ayrıcalıklarına son verilmesi gerekir. Onların şimdi ordu evlerinde veya ayrılmış bölgelerin yazlık veya lojmanlarında olduğu gibi, toplumun gözlerinden uzak bir kast gibi yaşamalarına son verilmesi gerekir. Ancak bütün bu gibi koşulların birliği içinde bir demokrasiden ve demokratik cumhuriyetten söz edilebilir.
107
Demokrasi ve Refah Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşi, demokrasiyi bu ülkenin insanlarına hiçbir zaman layık görmemektedir. Onlar demokrasi ile toplumun ilişkisini alt üst etmektedirler. Bunun için ne mantıken ne de olaylarca kanıtlanamayacak varsayımları vardır. Bunların birincisi, demokrasinin ancak belli bir refaha ulaştıktan sonra mümkün olacağıdır. Bu gerekçeyle, batıdaki kadar refah olmadığına göre o kadar da demokrasi olmayacağı söylenmektedir. Bu tarihin en büyük yalanlarından biridir. Bu gün demokrasinin beşiği olarak görülen Kuzey Avrupa ülkelerinin hiç biri, bu günkü demokrasinin temeli olan kuralları getirdiklerinde zengin ülkeler değillerdi. O zamanlar Osmanlı, Hint, Çin çok daha zengindi. İsveç, zengin olduğu için demokrasi olmadı. Yoksul İsveç, demokrasi olduğu için zenginledi. Kaldı ki, sistemin mantığı ile de bu sonuca ulaşılabilir. Demokrasinin olmaması daima güçlü bir devlet cihazı, bu da üretici olmayan militer ve bürokratik harcamaların yüksekliği, dolayısıyla yatırımların azalması; genellikle enflasyon, dolayısıyla pahalılık ve issizlik demektir. Ve pahalılık nedeniyle ortaya çıkan memnuniyetsizliği ve tepkileri bastırabilmek için daha az demokrasi ve daha güçlü ve pahalı devlet cihazı gibi bir fasit daire ortaya çıkar. Demokrasinin olmaması ayrıca yoksulların ve ezilen sınıfların aleyhine çalışır her zaman. Demokratik hakların olmadığı yerlerde işçiler ve yoksul kesimler örgütlenip haklarını savunamazlar. Bu da toplumda eşitsizliklerin artmasına yol açar. Bu eşitsizlikler de tekrar bunların yol açtığı patlamaları bastıracak güçlü cihazlara ve bunlar da demokrasinin giderek azalmasına doğru bir gidiş yaratır. Ama sadece bu kadar da değildir. Demokrasinin yokluğu burjuvazinin bile aleyhine çalışır uzun vadede. Demokrasi olmayıp ezilenlerin ve işçilerin haklarını savunamadığı yerlerde, sermaye artı değeri arttırmak için modern teknik kullanmak gereğini duymaz. Artı değeri, daha uzun ve yoğun çalışma, daha düşük ücret üzerinden sağlayarak diğer kapitalistlerle rekabet etmenin yolunu bulur. Ama bu da geri teknoloji kullanımını besler ve emek üretkenliğinin düşük kalmasını dolayısıyla ülkenin geriliğini pekiştirir. Yani teknik ilerleme ve emek üretkenliğinde bir artış için de demokrasi olmazsa olmaz koşullardan birisidir. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin aynı zamanda en demokratik ülkeler olması bu nedenledir. İşçi haklarını savunanları bayağı maddecilikle suçlayanların, demokrasi söz konusu olduğunda, demokrasiyi zenginleşmenin sonucu olarak görmeleri ve demokrasiyi topluma layık görmemeleri, bizzat kendilerinin bayağı maddeciliğinin kanıtıdır. O halde, gerek teknik ilerleme, gerek toplumsal eşitlik ve gerek demokrasinin pekişmesi için demokrasi biricik çözüm ve başlangıç noktasıdır. Ülkeler zengin oldukları için demokratik olmaz, demokratik oldukları için zengin olur; toplumlar sosyal eşitsizlik az olduğu için demokratik değildir, demokratik oldukları için sosyal eşitsizlikler azalmıştır. Demokrasi ve Eğitim Bürokratik oligarşinin bir diğer yalanı da, demokrasinin ancak eğitimle elde edilebileceğidir. 108
Bunlar, aslında ne kadar ilerici olduklarını söyleseler de lanetledikleri Abdülhamit’in demokrasiye karşı argümanının tekrarlamaktadırlar. O da , “kullanmasını bilmeyen cahil halka demokratik hakları vermek; çocuğun eline bir silah vermek gibidir, tutar babasını vurur” diyordu. Suya girmeden nasıl yüzme öğrenilemez ise, demokrasi içinde yaşamadan da demokrasi öğrenilemez. Demokrasinin eğitimi yine demokrasidir. Kaldı ki burada, önemli olan halkı demokrasi konusunda eğitmekle kendilerini yetkili ve görevli görenlerin kendilerinin demokrasi konusunda eğitilmeleri gerektiğidir. Eğiticileri kim eğitecektir? Onları yine ancak halk kendisi eğitebilir. Hasılı, halka demokrasi konusunda eğitim vermeye kalkanların aslında kendilerinin eğitilmeye ihtiyaçları vardır. Ve bu demokrasi öğretmenlerinin ilk öğrenmeleri gereken de, demokrasi eğitiminin ancak demokrasi içinde öğrenileceğidir. Demokrasinin Üç Kaynağı Bu gün niçin Türkiye’de demokrasi mücadelesi böylesine zayıftır? Türkiye’de niçin hiçbir zaman demokrasi gelişmemiştir? Bütün dünyada, demokrasinin üç kaynağı vardır. Birincisi kandaş toplumun demokratik gelenekleri. İkincisi, henüz devrimci ve demokratik döneminde bir burjuvazinin varlığı. Üçüncüsü işçi hareketidir. Dünyanın en demokratik ülkelerinde bu üçünün sırayla bir bayrak yarışı gibi demokrasi bayrağını ele geçirdiğini görür. Örneğin İngiltere’de ilk Magna Karta, krala kafa tutan aşiret şeflerinin işidir. Yani kandaş toplumun gelenekleri. Tam bunlar artık Krala karşı güçlerini yitirdiklerinde, bu sefer burjuvazi, demokratik mücadelenin bayrağını ele alır. Burjuvazi demokratik barutunu tükettiğinde ise işçi hareketi. Türkiye’de bu üç koşul da hiçbir zaman olmamıştır. Binlerce yıllık mutlak devletçilik, batıdaki senyörler gibi krala kafa tutacak bir tabakanın ortaya çıkmasına olanak sağlamamıştır. Örneğin ilk yıllarında Osmanlı sultanları bir bakıma, eşitler arasında birinciydiler. Ama uygarlaştıkça derhal köle kapı kullarına dayanmışlar ve diğer özerk beylere yaşama yansı vermemişlerdir. Bu Doğu’nun binlerce yıllık devlet geleneğinin en lanetli sonucudur. Kandaşlık demokrasisi, sadece siyasi bir gücü temsil etmeyen muhalif tarikatlar ve devlet gücünün ulaşamadığı yerlerde, örneğin dağ başlarındaki Alevi köylerinde komün olarak yaşayabilmiştir. Burjuvazi, doğduğunda, çoktan devrimci barutunu yitirmişti ve zaten tam bu nedenle de demokrasi bayrağıyla değil, gerici ulusçuluğun bayrağıyla egemenlik mücadelesi vermişti. Kaldı ki, Ermeni katliamları ve mübadeleler ile Anadolu’daki bu zayıf burjuvazi bile tasfiye edildi. Onların tasfiyesiyle demokrasinin en büyük düşmanı derebeylik ve tefeci bezirganlık güçlendirildi. 109
İşçi hareketi ise, Sovyet dış politikasının bir aracı olarak kaldı. Sadece altmış ve yetmişlerin kitlesel kabarışında biraz demokrasiyi geliştirecek öğeler vardı. Ama bu hareketin nesnel demokratik karakterine karşılık, ideolojisiyle demokratik değildi ve ilham aldığı bürokratik kastların da etkisiyle demokrasiyi burjuva diye küçümsüyor, anti demokratik yöntemleri kutsuyordu. Böylece nesnel olarak demokratik karakterdeki işçi ve yoksul tabakalara dayanan hareketler bile bir demokratik etki ve gelenek bile bırakmıyorlar, demokrasiye karşı çalışıyor, kedi iplerini çekiyorlardı. Aynı zamanda bu hareketler hepsi de gerici bir milliyetçiliği desteklediklerinden, devletin yapısını hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyorlar, gerici ulus tanımları karşısında devrimci ve demokratik, yurttaşlığa ve haklara dayanan bir ulus tanımı için mücadele etmiyorlardı. Ancak 1990’ların başında Sovyet bürokrasisinin ve onun o muazzam ideolojik ağırlığının çökmesi, eski demokratik hedeflere geri dönüşün koşullarını yarattı. Bu bile, globalleşmenin ideolojisinin, yani “çok kültürlülük” ve “ulus devletin sonu” gibi ideolojik kavramların egemenliği altında, yani bir ideolojik gericilik ikliminde; sivil toplum kuruluşlarının demokrasi mücadelesinden kaçışın örtüsü olduğu; yarı resmi devlet ya da sermaye destekli arpalıklar işlevi gördükleri koşullarda baştan çarpık bir biçimde oluştu. Böylece, içten demokrasi özlemleri bile “Sivil toplum”, “Çok kültürlülük”, “ulus devletin sonu” gibi, aslında dünya çapında bir ideolojik gericiliğin söylemleri biçiminde ortaya çıktı bu da sosyalistlerin demokrasi mücadelesinden uzak durmalarını pekiştirdi ve bir özeleşiri sürecine girmelerini engelleyici, onları taşlaştırıcı bir etki yaptı. Böylece, demokrasi sahipsiz kaldı. En tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken sosyalistler demokrasiye uzak ve bunu küçümseyen bir konumda kalıyor; demokrasi özlemleri ise globalizmin gerici ideolojik saldırısının kavramları içinde kendini ifade edebiliyordu. Politik İslam ve Demokrasi Politik İslam’da ifadesini bulan ve yoksul işçilerin memnuniyetsizliğini kendi yedeğine alan Anadolu burjuvazisi ve Müslüman burjuvazi demokrasiden korkmaktadır. Dini olanı özel olan, inanç olan olarak tanımlama ve devletin gerçek bir laikliğinin değil; Kemalizm’in resmi devlet İslam’ı karşısında kendi İslam’ını devletin resmi İslam’ı yapmanın kavgasını vermektedir. Örneğin Diyanet işlerini kapatmak; bütün imam ve müezzinlerin, bütün din adamlarının o cemaatlerin gönüllü bağışlarıyla geçinmesi; dinle ilgili bütün resmi okulların kapanması ve dini eğitimin cemaatin kendi olanaklarına bırakılması; okullardan din derslerinin kaldırılması gibi gerçek bir demokrasinin olmazsa olmaz koşulları için hiçbir girişimde bulunmamaktadır. Böyle davrandıkça da modern şehir hayatını yaşayan orta sınıfları ve Alevileri, buna karşı tek garanti gördükleri anti demokratik karakterdeki devlet oligarşisinin kollarına atmaktadır. Halbuki bir parça tutarlı demokratik tavır ile yani devleti inanca ilişkin olandan tamamen dışlayan ve tarafsızlaştıran; inancı politik alanın dışına atan gerçek bir laiklik ile bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri yanına kazanıp en azından tarafsızlaştırabilir ve iktidar gücünün ordu ve bürokrasiden parlamentonun ve seçilmiş temsilcilerin eline geçişini sağlayabilir. Ama 110
bunu yapmamaktadır. Çünkü gerici özünü korumakta, tutarlı bir demokrasinin kendisine karşı çalışacağını bilmektedir. Politik İslam, aynı tutuculuğu ve demokrasi korkusunu ulus tanımında göstermektedir. Ulusun tanımından, dil, din, etniyi dışlayacak ve böylece tüm dillere ve kültürlere eşitlik sağlayacak ve böylece örneğin Kürtlerin ve diğer azınlıkların desteğini kazanabilecek, böylece Ordu ve bürokrasiyi tamamen tecrit edecek yerde; bir zamanlar insanların yer çekiminin olmadığına inanmaları halinde düşmeyeceklerini savunanların mantığıyla Kürt sorununu yok sayarsanız yok olur diyerek, Türkiye’deki en büyük demokrasi gücünü karşıya itmekte. Dile, etniye dayanan ırkçı milliyetçiliğe destek vermektedir. Bürokratik Oligarşi ve Burjuvazi Burjuvazinin bu korkaklığı sayesinde Bürokratik oligarşi, aslında her biri demokratik özlemlerin ifadesi olan hareketleri, birbirine karşı kullanma olanağı elde etmektedir. Bu nedenle Türkiye’deki rejimin bu dengelere dayanan ilginç bir Bonapartist karakteri vardır. Bürokratik oligarşinin egemenliğinin ve gücünün devamı için, Anadolu burjuvazisinin İslam'ı bayrak etmesinin ve demokratik özlemlere cevap vermemesinin ve demokrasi konusundaki korkaklığının hayati bir önemi vardır. Eğer, Anadolu burjuvazisi olmasa, devlet oligarşisi egemenliğini böyle sürdürüp hala bu günkü gibi gücünü koruyamaz. Ama bu bürokratik oligarşi de olmasa, Anadolu burjuvazisi, geniş gayrı memnun emekçi kesimleri böyle kendi politik İslam bayrağı altında toparlayamaz. Bu burjuvazi, İslam'ı, yarı resmi devlet dini yapmak istediği ve gerçek bir laiklikten kaçtığı için bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri bürokratik oligarşinin bir yedeği haline getirmektedir. Bürokratik oligarşinin böyle güçlenmesi karşısında, onun dayatmalarından bezmiş emekçi kesimler ve hatta büyük şehir burjuvazisi bile bu sefer politik İslam’ın ardında saf tutmaktadır. Kemalist bürokratik oligarşi ile politik İslam'ı bayrak yapmış burjuvazisi, birbirinin can düşmanı gibi görünmelerine rağmen birbirlerinin en büyük iş birlikçileridir. Gerçek bir demokratik hareket çıktığı an onlar, onun karşısında derhal birleşeceklerdir ve o zaman onların arasındaki özdeşlik çok daha iyi görülecektir. * Aynı özdeşlik bölgedeki uluslar arası güçler bakımından da geçerlidir. Bu gün sanki ABD ile bölgenin bürokratik ve molla oligarşileri; ABD ile Şiiler karşı güçler gibiymiş gibi görünmektedirler. Halbuki, politik olanın tanımından her türlü dini, dili, kültürü dışlayan gerçekten demokratik bir hareket karşısında bunların hepsi aynı gerici milliyetçiliğin savunucusu olarak ortaya çıkarlar. İşte her şeyden önce taşları yerli yerine oturtmak için, bölgenin ve Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu sefalete son vermek için; eşiğinde bulunulan kanlı gelişmelerden kurtulmak veya en azından bir çözüm alternatifi çıkarmak için bir AÇILIM gerekmektedir. Bu AÇILIM yukarıda kısaca ifade ettiğiniz, gerçekten demokratik ve cumhuriyetçi bir programla olabilir. 111
Güçler Peki böyle bir programı yükseltecek hangi güçler var bugün? Şu an böyle bir programı olan biricik güç Kürt hareketidir. Kürt hareketi de, en yükseldiği zamanlarda, demokrasi düşmanı ve ulusu soya, dile kana göre tanımlayan geleneklerin etkisi altındaydı. Ne ulusal baskıya karşı, ulusun tanımından dili, dini dışlayan demokratik ve cumhuriyetçi bir programa sahipti ne de kendisinin ve hedeflerinin demokratik bir karakteri vardı. Onun demokratik karakteri, gerici bir milliyetçiliğe karşı yine aynı milliyetçilik anlayışına dayanmasına rağmen, ezilen bir ulusun hareketi olmasından kaynaklanıyordu. Kendisinden ve taleplerinden ziyade mücadelesinin nesnel sonuçları demokratik karakterdeydi. Yine de bu hareket belli özellikler taşıyordu. Onun sosyalizmden kaynaklanan ideolojik gelenekleri ve yoksullara dayanan yapısı, içinde bir demokratik ulusçuluğun oluşup gelişmesine de olanak sunuyordu. PKK tüm etnilerden, kültürlerden, dillerden ve dinlerden insanları içinde barındırıyordu. PKK’nın kendisi tam anlamıyla laik ve dil, din, kültür ve soyu politik olanın tanımından dışlamış bir örgüttü. Taraftarları içinde Müslümanlar kadar Ezidiler, Aleviler ve Hıristiyanlar; Kürtler gibi Türkler bulunuyordu. PKK hiçbir zaman bir Kürt örgütü değil, her zaman bir Kürdistan örgütü olmuştu. Bu sadece Türkiye’de değil, Orta doğu’da bile pek görülen bir özellik değildir. Yani PKK, politik olandan dili, dini, soyu, kültürü dışlamış; demokratik bir ulusçuluğun prototipi özellikleri kendi yapısında taşıyordu. Hem bu özellikleri, hem yoksullara dayanan plebiyen yapısı; hem Sovyetlerin çöküşünün onun ideolojik bukağılarından kurtarması; hem de tüm dünya ülkelerinin kendilerine karşı bir cephe oluşturup en küçük bir savunma olanağı bile bırakmadığı koşullarda, bu hareket, ilk kez, Ulusçuluğun ilk ortaya çıktığı çağın demokratik ve devrimci ulusçuluğunu el yordamıyla yeniden keşfetti. Ne var ki bu keşfediş ve formülasyon, ağır bir darbenin alındığı ve büyük bir tecridin yaşandığı koşullarda, bir imhayı engellemek için yapılan taktik manevraların ve diplomatik söylemlerin içinde ifade edildiğinden onun bu özgül niteliği bizzat kendi taraftarlarınca bile yeterince kavranamadı ve onun ifade edildiği taktik biçimler ve ilk kez el yordamıyla keşfedilmiş olmasının zorunlu kıldığı kavramsal belirsizlikler; içinde taşıdığı geçmişin izleri kadar ideolojik iklimin moda kavramlarının etkileri onun özünün ve öneminin kavranmasını engelledi. Böylece onun ifade ediliş biçiminin özellikleri bahane edilerek herkes tarafından dışlandı. Liberaller onu eski stalinist kalıntıları nedeniyle anlamadı; Stalinistler kullandığı terminoloji nedeniyle bir ideolojik gericiliğe teslimiyet olarak gördüler; demokratlar diplomasi ve taktik özellikleri nedeniyle Kemalizm’le bir uzlaşma ve teslimiyet olarak gördüler; Kürt burjuvazisi de böyle bir pazarlık veya kandırmaca olarak anladı ve öyle uygulamaya kalktı. Bütün bunların yanı sıra, zaten demokratik cumhuriyet unutulduğu ve Türkiye’nin sosyalistleri demokratik olmayan bir milliyetçiliğin savunucusu olduklarından, programı ve çağrısı hiç bir zaman bir yankı bulamadı ve karşılıksız kaldı. Bu karşılıksızlık sürerken, ABD’nin Irak’ı işgali PKK’nın projesinin bütün ikna ediciliğini ve 112
çekiciliğini Kürtler arasında bile yitirmesine yol açtı. PKK’yı destekleyen veya zaten mecburen desteklemek zorunda olan Kürtlerin hepsi, dile, soya, dayanan milliyetçiliğe doğru muazzam bir kayış yaşadı. Bu kayış, bizzat PKK ve devamcısı örgütlerin bile, Öcalan’ın büyük prestijine rağmen bu gidişin akıntısına kapılmalarına yol açtı. Projeyi bizzat kendi örgütü bile savunamaz ve savunamaz oldu. Böylece devrimci ve demokratik bu ulusçuluğa göre tanımlama denemesi, daha doğup ayakları üzerinde durma fırsatı bile bulamadan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. İşçiler Bu koşullarda bizler politik olanın tanımından dili, dini, soyu, kültürü, tarihi dışlayan Demokratik Cumhuriyet hedefiyle ortaya çıkıyoruz. Bu program sadece Türkiye’nin değil bölgenin sorunlarına biricik çözümdür. Programımızda, işçiler için, köyüler için ekonomik veya özel istemleri arayanlar bulamayacaklardır. Çünkü ancak bir demokratik cumhuriyette işçiler hedeflerini ve istemlerini en ideal biçimde savunma olanağı elde edebilirler. Bu koşullar olmadan, bu koşullar varmışçasına talepler sunmak sadece kafa karışıklığına ve siyasi belirsizliğe yol açar. İşçiler bu günkü ekonomik mücadelelerin bitiriciliği içinde yok olmak istemiyorlarsa, demokratik cumhuriyet bayrağını yükseltmelidirler. Ancak, yukarıda açıklanan Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükselten işçiler bağımsız bir politik hareket oluşturabilir ve tüm gayrı memnunları bir cephede toplayıp bu günkü gibi tecrit durumlarına son verebilirler. Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar. Ama eğer işçiler, demokratik bir politik hareketin başını çekerlerse, o Alevilerin, Kürtlerin, Köylülerin, şehir orta sınıflarının, bölge halklarının ve hatta burjuvazinin belli kesimlerinin bile desteğini kazanabilir. Bürokratik oligarşinin keyfiliğinden ve ilkel milliyetçiliğinden bıkmış; demokratik bir ulusçuluğun sağlayacağı geniş olanakları gören hiç de küçümsenmeyecek bir burjuva kesimi bile bulunmaktadır. Ama ancak böylesine geniş kesimler birleştirilerek, bölge oligarşilerinin egemenliğine son verilip, Amerikanın bölgeyi dine, dile, soya dayanan küçük devletlere bölme ve onları birbirine karşı kullanma planlarına bir cevap verilebilir. Ancak böylece bölge içine itildiği mezbahadan kurtulabilir. İşçiler ancak demokrasi bayrağını yükseltirlerse iktisadi durumlarında bir gelişme sağlayabilirler Ama bunun için ilk şart, işçilerin öncelikle kendilerinin politik olanı dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusçulukla bölünmesidir. Biz başlarsak başkaları bizi izleyecektir. 113
10 Şubat 2004 Salı
114
DTP, EMEP, SDP, SP, SEH, EHP ve diğer bütün kişi ve gruplara soru ve çağrı: Hangi Çözümden veya Ulusçuluktan Yanasınız? “Azınlıklar sorunu” ve/veya “ulusal sorun”, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve demokratik olmak üzere iki şekilde "çözülebilir". Birincisi, o azınlıkların veya ulusların tanınmasıdır. Bu gerici, anti-antidemokratik “çözüm”dür. Bu çözümün gerici ve anti demokratik karakterini şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Türkiye'de devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni İslam'ın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dinidir. Çünkü, örneğin Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onların maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs., vs.. Bütün bunların laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Şimdi, böyle bir devlette, Alevilerin de "tanınması"; yani örneğin Cem Evlerinin de Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, okullarda Din derslerinde Aleviliğin de okutulması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım. Bu "çözüm" gerici bir "çözüm"dür. Bu "çözüm", devletin inanç alanına karışmasını sorgulamaz. Sadece, somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler değişmiş olur. İlişkileri değil, ilişkilerin somut biçimini değiştirmiş olur; ayrıcalıkları ve dolayısıyla baskıya uğrayanları ortadan kaldırmaz, sadece bu ayrıcalıklıları dolayısıyla baskıya uğrayanları yeniden tanımlamış olur. Devrimci ve demokratik çözüm: devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır. Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerdeki dedelerde olduğu gibi bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Böyle bir Demokratik çözümde, Devletin görevi, çoğunluk dininin, azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani örneğin, en Sünni semtte bile, isteyenin Ramazan’da güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur. * Türkiye'de bir Politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu alandaki bütün tartışmalar, gerici "çözüm" çerçevesinde yapılmakta; Burjuvazi ile Bürokrasi arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir. Bu gün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır ve savunamaz. Onun sorunu, devletin resmi İslam'ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır. Tersinden Alevilerin bir kısmı da, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam'a karşı resmi İslam'la ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar; ya da Aleviliğin de tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler. 115
Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Ezidiler, Hıristiyanlar gibi tüm diğer inançların, hatta Sünni Müslümanların da sorunlarını bir çırpıda ve kökten çözer. * Sorunun bu gerici tarzda ele alınışı aynen "ulusal sorun"da da görülmektedir. Şimdi, örneğin Kürtlerin önemli bir kısmı "biz Asli unsuruz" diyerek, aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir politika izlemektedirler. Yani devletin Türk devleti devleti değil de bir Türk-Kürt devleti olmasını veya Kürtleri ayrı bir ulus olarak tanımasını istemektedirler. Evet, bu da bir "çözüm" olabilir, ama tıpkı Alevilerin diyanette yer alması gibi bir "çözüm"dür. Gerici ve anti demokratik bir "çözüm"dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması veya devletin Kürt ulusunu tanıması değil, Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır. Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi "ulusu" da olmaz. Demokratik bir cumhuriyette, Politik olanın, yani devletin ya da ulusun tanımı, örneğin Kürtlük ve Türklükle değil, Kürtlük ve Türklükle tanımlamaya karşı olarak tanımlamakla; insan haklarıyla yapılır. Kimilerinin sandığı gibi bu ulusçuluğun aşılması veya ötesi değil, tam da ulusçuluktur; ama demokratik bir ulusçuluktur. Demokratik bir cuhuriyette, örneğin Türklük ve Kürtlük (Ermenilik, Rumluk, Süryanilik vs. hepsi), insanların, tıpkı din gibi, "özel sorunları" olur. Örneğin: tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Böyle bir ülkede, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi bir etnik, kültürel ya da dilsel azınlık ve baskı da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini olmadığı için herhangi bir dinsel azınlık ve baskı olmayacağı gibi. Böyle bir ülkede, herkes ana dilinde okur, ama o ana dilde ayrı tarihler, yani Kürt ve Türk tarihleri değil; ulusların tarihlerinin olmadığına, bu demokratik cumhuriyetin veya kendini Türklük veya Kürtlükle veya her ikisiyle tanımlamayı reddeden, demokratik ulusçuluğa dayanan bu ulusun tarihinin kendisinin ortaya çıktığı anda başladığını; ulusların tarihinin ulmadığını, bunu gerici ulusçuların yarattığını anlatan ortak tarihi okurlar. Kürtlerin veya Türklerin tarihi olduğuna inanç, kişilerin özel sorunu olur. Böyle bir demokratik Cumhuriyette devletin Türk veya Kürt Dil Kurumları, Tarih Kurumları olmaz. Ama kendini Türk veay Kürt görenler veya böyle Kürt ve Türklerin tarihini incelemek isteyenler, tıpkı gerçekten laik bir ülkede isteyen üç kişinin bir araya gelip istediği inancı ya da dini kurması gibi, kendi girişimleri, özel çabaları ve bağışlarıyla, istedikleri tarih yorumunu araştıracak, yayacak vs. Türk veya Kürt veya başka Tarih veya Dil kurumlarını kurabilirler. Hatta bunlar farklı Türklük ve Kürtlük tanımlarına bağlı olarak, farklı tarihler ve yorumlarını 116
yapabilirler. Örneğin kimileri Türklüğün aslında Orta Asya’dan gelmediğini, Türklüğün Anadolu’nun yerli Ermeni ve Rum ve diğer ahalisinin hafızasının kaybıyla oluştuğunu, dolayısıyla bu unutulanları yeniden hatırlamak için, Bizans, Roma, Yunan, Hitit tarihleri okumayı savunabilir. Örneğin başka bir akım, Türklerin insanlığı kurtarmak veya dünyayı tohumlamak üzere, Orta Asya’dan değil, uzaydan geldiklerini savunabilir. Bu fikri yaymak ve bu alandaki araştırmaları desteklemek için her türlü örgütler, vakıflar kurabilirler. Ama bütün bunların politik bir anlamı olmaz, Bütün bunlar kişilerin özel bir sorunu olarak kalır. * En çok karıştırılan konu ulusun bir dile göre tanımlanmasıyla, pratik bir sorun olan ortak bir anlaşma dilinin farkıdır. Demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile göre tanımlanmayacağından ulusun dili olmaz; ama yurttaşlar gerekli görürlerse bir dil ortak konuşma ve eğitim dili elbette özgür tartışmayla ve demokratik olarak seçilebilir. Ve herkes ana dilinin yanı sıra bu dili de öğrenebilir. Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili ("Lingua France") olarak seçimi, teknik bir sorundur, buna gerek olup olmadığı ve olursa hangi dil olacağı, çeşitli dillerden tüm yurttaşların demokratik olarak seçimi ve belirlemesiyle olur, ülkede yaşayan çoğunluk veya azınlık dillerinden biri olması da gerekmez, pek ala o ülkede kimsenin ana dili olmayan bir dil de olabilir. Bu anlamda ortak dil, ulusun tanımına ilişkin değildir. Örneğin birçok eski sömürgede, ortak konuşma dili, çoğu kez eski sömürgecilerin dilidir, ama bu dili ülkede ortak konuşma dili olarak kullanmaları onları İngiliz veya Fransız ulusundan yapmaz. Bu ortak konuşma dilinin, en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve Kürtlerin dili olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin İngilizce bile seçilebilir. Hatta çoğunlukların pratik hayattaki avantajlarına karşı hem daha eşitleyici olacağı; hem de bu gün her zamankinden daha çok tek bir dünya olmuş dünyada, dünya çapında ortak dil olduğu için, böyle bir seçim daha doğru bile olabilir. Ama bu günün sorunu bu değildir. Bu hakkı elde etmektir bu günün sorunu. Ancak bin demokratik Cumhuriyette, bunlar bütünüyle demokratik olarak, her hangi bir dili seçmenin avantaj ve dezavantajlarını göz önüne alarak yurttaşların özgürce belirleyebileceği, politik anlamı olmayan, devleti ve ulusu tanımlamanın aracı olmayan bir konu olarak kalırlar. Türkiye'deki en devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt Özgürlük Hareketi bile, hala sorunu, "kurucu” veya “asli unsur" çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile, tarihe, soya, dine, etniye vs. göre tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci demokrasi programını ortaya koyamamaktadır. Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun baş suçlusu, böyle bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir. Türkiye'de veya Orta Doğu'da ulusu dil, etni, din, kültürle vs. tanımlamayı reddeden ve buna 117
karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt Özgürlük Hareketi de kendi devrimci demokratik eğilimlerini ifade edememektedir. Görev, inancın, dilin, kültürün, tarihin kişisel bir sorun olacağı; bütün dil, inanç, kültür ve dillerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet'i savunacak, devrimci demokratik bir politik akım, bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir. * "Çatı Partisi" tartışmalarına biraz da bu programatik sorunlardan hareketle girmek daha doğru olacaktır. Olmayan ve eksik olan budur "Çatı Partisi", toplumda böyle Kürtlüğün tanınmasına değil, Türklüğün veya her hangi bir ulusa göre politik olanın, devletin veya ulusun tanımlanmasına karşı bir programla ortaya çıkar ve tartışmalar bu mecraya akarsa, o zaman "Çatı Partisi" daha doğmadan tüm toplumu değiştirmeye başlayabilir. Şimdi soruyoruz, DTP'ye, EMEP'e, SDP'ye, SP’ye, SEH’e ve diğer tüm kişi ve gruplara: devletin böyle dini olmaması gibi "ulusu" da olmaması veya ulusun (Devletin, Politik olanın), dile, dine, etniye, tarihe göre tanımlanmaya karşı tanımlanması; Türklüğün, Kürtlüğün vs. kişilerin özel, "kültürel" bir sorunu olması konusunda somut olarak ne diyorsunuz? Bu programa evet mi diyorsunuz hayır mı? Çatı Partisi Girişimcileri bu soruyu tartışmayla cesaret edebilir ve bu soruya “Evet, biz ulusun tanımından her türlü dil, din, etni, soy, tarih, kültürü dışlamak; ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamak istiyoruz” cevabını verebilirlerse ilk ve en önemli adımı atabilirler. 15 Haziran 2009 Pazartesi Demir Küçükaydın
118
Matematik Fomüller ve Sosyolojik Sorunlar (Bir Birlik Ne Zaman Kendisini Oluşturanların Toplamından Daha Büyük Bir Güç Sonucunu Verir?) “2. Gunun ilk oturumu ise “Nasil bir Parti?”… Asil olarak 27-28 haziran toplantisindan sonra yaygin olarak tabanda yapacagimiz toplantilarda netlestirmek istedigimiz “nasil bir parti?” sorusunu tartismaya baslayacagimiz gundem olacak bu gundemimiz. Ornegin “degisIk siyasal gruplari, partileri, kurum temsilcilerini,cevreleri ve bireyleri BİR ARAYA GETİREREK BUNLARİN TOPLAMİNDAN DAHA BUYUK BİR GUCU VE ENERJİYİ ACİGA CİKARACAK bir “cati” organizmasinin demokratik isleyisinin nasil saglanabilecegi” gibi cok temel sorulari ve sorunlari ortaya atarak, bu konuda sistematik bir tartismanin yollarini dosemeye baslayacagiz” (Biz Majiskülledik, “Cati Partisi Girisimi Gecici Orgutlenme Komisyonu” Raporundan) En azından, bütün zamanların en büyük ve sistematik düşünürü olan Aristo'nun formülasyonundan beri bilinmektedir ki: "bütün kendini oluşturan parçaların toplamından büyüktür". Şimdilerde bu bağıntı, bu cebirsel toplam kavrayışı, "-Almanların "Zeitgeist" dediği "çağ ruhu"na uygun olarak esoterik "Sinerji" kavramıyla ifade edilmekteyse de, süreçlerin, şeylerin ya da ilişkilerin ve bağıntıların adının değişmesiyle kendisi değişmez. Elbette bu formülden hareketle küçük bir adım atılarak şöyle bir çıkarsma da yapılabilir: "Bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından büyük olabildiğine göre, eğer koşullar uygunsa, bu ortaya çıkan büyüklük, öyle bir "kritik kütleyi" aşabilir ki, büyüklüğün kendisi, sırf büyüklük olarak, daha da büyümeye, yani bir kartopu etkisine yol açabilir." Ve nihayet bu bağıntı ve olasılıklardan yola çıkılarak Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin en büyük sorunu olan, demokrat güçlerin dağınıklığı ve de dolayısıyla güçsüzlüğü sorununun, bir araya gelmekle çözülebileceği sonucunu çıkarmak için küçük bir adım yeter. O zaman da şöyle bir akıl yürütmenin çok sağlam bir mantığı yansıttığı düşünülebilir: Türkiye'deki demokratik güçler dağınık ve güçsüzdür; bunların bir araya gelişi onların toplam gücünden daha büyük bir gücün ortaya çıkmasına yol açar ve bu bir araya geliş sonucu ortaya çıkan güç, pek ala toplumdaki tüm gayrı memnunların etrafında toparlanarak bir çığ oluşturabileceği, bir kar topu işlevi görebilir. Bizzat, bileşenlerince, "Çatı Partisi" veya "Çadır" veya "Cephe" veya "İttifak" veya "Konfederasyon" gibi farklı sözcüklerle adlandırmaların tercih edildiği girişimin ardındaki 119
temel fikir de budur. Yukarıda yapılan alıntıda bu tür bir anlayışın tipik ifadesi bulunmaktadır: Bir araya getirerek toplamından daha büyük bir güç açığa çıkarmak. * Bu temel düşünce, yukarıda kısaca özetlenen ve ilk bakışta, hiçbir sağlıklı insanın ret edemeyeceği öncüller ve sonuçlara dayanmaktadır. Ne var ki bu düşüncenin, sosyolojik kavramlarla ele alınması gereken gerçek toplumsal sorunları, matematik bağıntı ve formüllerle çözmeye kalkmak gibi "küçük" bir hatası bulunmaktadır. Ve bunun sonucunda da, bu "küçük hata" nesnel olarak, gerçek sosyolojik ve politik sorunları tartışmaktan kaçmanın bir örtüsü ve buna bağlı olarak belli bir politikanın ifadesi olma işlevi görmektedir. Ama, mantık ve metodoloji düzeyinde, bunu bile yapabilmek için, cebirsel bir toplam anlayışından, basit aritmetiğe doğru bir geri dönüş de yapmak zorundadır. * Bütünün "kendini oluşturan parçaların toplamından büyük" olduğu önermesi yarım doğrudur ve yarım doğrular en tehlikli doğrulardır? Neden yarım doğrudur? Benzer şekilde, "bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından küçüktür" önermesi de, "Çatı Partisi" girişiminin ardındaki "büyüktür" önermesi ya da çıkarsaması kadar doğrudur. Ve kendi zıttı olan önermenin zıttının da onun kadar doğru olduğunu gösterdiği için iki kat doğrudur. Her şeyden önce, bütünün kendisini oluşturan parçaların toplamından büyük olduğu önermesi, basit aritmetikten öteye gitmiş, cebirsel bir yaklaşıma dayanır. Ama cebirden söz ettiğimizde, eski sayıların, sırıfın bir de öbür tarafının bulunduğunun kabulü de gerekir. Ve cebirsel bir yaklaşımla, toplam kendisini oluşturan parçalardan büyük olabiliyorsa elbet küçük de olur demektir bu. Ama nedense, toplumsal sorunlar, özellikle ittifak ya da birlik sorunları ele alındığında, en azından diğer önerme kadar olası ve doğru olan bu önermeye kimse itibar etmez ve bundan gereken sonuçlar çıkarılmaz? Neden? Elbette, birlik ve bölünme kavramlarında olduğu gibi, büyük olmanın küçük olmaya göre, psikolojik olarak çekici bir yanının olması bir faktördür. Ama bundan da önemlisi, sosyolojik olarak, "büyüktür" formülünün, aslında gerçek sorunlardan kaçış, ne zaman ve nasıl küçük alacağı, yani toplumsal bir sorunu toplumsal bir sorunu sosyolojik bir sorun olarak ele alma gereğinden kaçış ve toplumsal sorunları basit 120
matematik fomüllerle çözmeye kalkma kolaycılığı sağlamasındandır. Ve de bunun ardında da yine sosyolojik olarak anlaşılabilecek sınıfsal eğilimler vardır. Genel ve temel sorunlara yüklenme, onları sürekli gündemde tutma, tartışma ve tartıştırma çabası radikal ve devrimci bir toplumsal temel ve buna uygun bir düşünce geleneği gerektirdiği gibi hiç de kısa veadeli ve kolay bir başarı vaadetmez. Birlik veya birliğin daha büyük bir güç getireceği gibi anlayış ve sloganlar; insanların geri yanlarını okşayan, diyalektik ya da cebirsel niteliği yok edilmiş önermeler ise, kısa vadeli başarılar ve insanları boş hayaller peşinde koşturmak için biçilmiş kaftanlardır da onan. Şimdi, önce bu yaklaşımın yanlışlığını, nedenlerinden azade olarak ele almayı deneyelim. * Ama önce şu sonucu bir kenara yazalım: Matematik formüller bize toplumsal sorunların çözümü için bir anahtar sunmaz. Çıkacak sonucun ne olacağını formüllerdeki gerçek değerler belirler. Toplum söz konusu olduğunda, bu formüldeki cebirsel harflerin yerini alan gerçek değerler: toplumsal sınıflar, güçler, partiler, hareketlerdir ve bunların da çıkarları ve konumlarıdır. O halde toplamın bileşenlerinden ne zaman büyük, ne zaman küçük sonuçlar vereceğini anlayabilmek için sınıfların, toplumsal güçlerin, hareketlerin, partilerin konum, çıkar ve karakterlerine bakmak gerekir. Elbette bu güçleri, onların konum, çıkar ve karakterlerini belirleyen de toplumsal yapı ve özellikle de toplumun ekonomik altyapısıdır. * Burada kısa bir uyarı yapmak gerekiyor kanımca. Böyle selamsız sabahsız bir şekilde, birden birleşmek için bir araya gelmiş insanlara, “birliğiniz sizi güçlendirebileceği gibi zayıflatabilir” de anlamına gelen bu sözlerime bakarak, benim "Çatı Partisi"ne veya bu türden girişimlere karşı olduğum sonucunu çıkarmak yanlış olur. Bu girişimleri, en azından ortak bir tartışma ve gündem yaratarak daha iyi bir şeylerin içinden yeşerebileceği bir hümüslü toprak oluşturabilecek iyi ve desteklenmesi gereken girişimler olarak görüyorum ve onun için buradayım. Ama bu girişimler sorunları örtmenin değil, açığa çıkarmanın, gündeme koymanın ve tartışmanın dolayısıyla da çözümün bir aracı olurlarsa bir anlamları olur. Bu girişimlerin kendisi, kendi başına sorunların çözümünün anahtarını sunamazlar. Yani bu gibi girişimler kendilerine yükledikleri işlevlerden öte, nesnel olarak, sorunların tartışılıp daha iyi anlaşılabilmesi için bir ortam oluşturmak gibi bir işlev görürlerse gerçekten yararlı olabilirler. En azından böyle bir sonuç için çabalamaktır yapmaya çalıştığım. 121
Ne var ki, bu çatı partisi girişim ve tartışmalarında hep olan, tam da bu girişimin kendisinin (yani formülün, bir araya gelmenin) gerçek sorunların çözümü veya çözümün anahtarı olarak ortaya koyulmasıdır. * Bir örnek vereyim. Kürt Özgürlük Hareketi yıllardır "Türkiyelileşmek" diye bir hedef koydu önüne. Ama ne yaparsa yapsın "Türkiyelileş"emedi, hatta bırakalım "Türkiyelileş"ememeyi, Türkiye'nin diğer bölgelerindeki Kürt nüfusun bile çok büyük bir desteğini kazanamadı. Bu destek büyük ölçüde AKP'ye gitti. Kürt Özgürlük Hareketi, bu durumda, Türkiye'nin sol ve demokrat güçleriyle bir araya gelerek, onlarla ittifak yaparak, birlikler oluşturarak bu zaafı aşmaya yani "Türkiyelileşmeye" çalıştı ve çalışıyor. (Aslında bu Çatı Partisi girişimi de bu çabanın devamından başka bir şey değildir. Elbette bu çaba ve amaç Kürt Özgürlük Hareketinin devrimci ve demokratik karakterinin ve amaçlarının bir yansısıdır ve çok değerlidir.) Ama gerçek politik sorunların ve çözümlerin yerine geçirildikleri için, bu girişimler aynı zamanda Özgürlük Hareketinin gerçek sosyolojik sorunlarla yüzleşememesinin ve nesnel olarak onlardan kaçışının da bir ifadesidir. Kürt Özgürlük Hareketi, "biz niye Batı'nın ezilenlerini ve/veya niye Batı'daki Kürtleri kazanamıyoruz" diye sormamakta; veya sorduğunda da bunu sosyolojik düzeyde (program ve strateji düzeyinde, yani dayanılan ve dayanılması gereken toplumsal güçler düzeyinde) değil, taktikler ve örgütsel tedbirler düzeyinde bir sorun olarak tartışmaktadır. Çatı Partisi girişimi de son duruşmada, program ve strateji düzeyinde ele alması gereken bu konuyu bir taktikler ve örgütsel tedbirler sorunu olarak ele alan bu zincirin yeni bir halkasıdır. * Aynı durum Türk Sosyalistleri açısından da geçerlidir. Onlar da kendilerinin güçsüzlüğünün nedenlerini, gerçek programatik, metodolojik, stratejik sorunlarda arayacakları yerde, bu sorunları örtmek, bu sorunlardan kaçmak için, sorun metodolojik, sosyolojik, programatik ve stratejik değil, bir taktikler ve örgütlenme sorunu imiş gibi ele almaktadırlar. Elbette taktik ve örgütsel sorunları çözmek için, ittifaklar, “çatı” ya da matı partileri, bunlar için girişimler vs. kurulabilir. Ama bunlar gercek sorunları, metodolojik, programatik, stratejik sorunları örtmenin, onlardan kaçmanın değil, onları gündeme getirmenin ve tüm toplumun gündemine sokmanın bir aracı olurlarsa bir anlamları vardır. Bu bakımdan Çatı Partisi girişimi ya da projesi, gerek Türk sosyalistlerinin, gerek Kürt Özgürlük Hareketinin, gerçek metüodolojik, sosyolojik, programatik, stratejik sorunlarla yüzleşmekten kaçışının, onları gündeme almamanın veya gündemden düşürmenin aracı olarak gündeme gelmekteirler. Bu anlamda, bütün zıt görünüşlerine rağmen, gerek Türk Sosyalistleri gerek Kürt Özgürlük 122
Hareketi aslında, sorunu Sosyolijik düzeyde koyup tartışan ya da tartışmak isteyen, Programatik, Stratejik, metodolojik temel sorunları gündeme getirmek isiteyen, bu gibi girişimleri bunlarınm gündeme gelmesinin bir aracı olarak gören yaklaşım, yani bizim yaklaşımımız karşısında açık bir ittifak ve suç ortaklığı içinde bulunurlar. Bu tür bir yaklaşım onlara kendilerini engelleyen, ayak bağı olan, hızlarını kesen gereksiz, yok edilmesi gereken çabalar olarak görünür. * Sorunları ortaya koyuş düzeyi ile (Yani metodolojik ve sosyolojik mi taktik ve örgütsel mi) çözüm çabaları arasında içsel bir bağlantı vardır ve bunlar da yine bizzat belli sınıfsal eğilimleri yansıtırlar. Daha somut konuşalim ve yine bizzat "Kürt Özgürlük Hareketi"nden örnek verelim. Kürt özgürlük hareketi bu sorunu hep bir taktikler ve organizasyon sorunu olarak ele alıyor ve tartışıyor. Çözüm önerileri de elbet bu paradigmaya göre şekilleniyor. Örneğin, sorun bir organizasyon sorunu olarak koyulunca, başarısızlıklar son duruşmada yeterince fedakar ve ciddi çalışmama ile açıklanmakta, bunun nedenleri ise, örneğin batının şehirlerindeki yozlaştırıcı etkiler veya assimilasyon olarak görülmektedir. İşin kötüsü, bu ilk bakışta, tıpkı güneşin dünyanın etrafında dönmesi, sabah doğudan doğup, göğü baştan başa aştıktan sonra batıdan batması gibi doğru bir teşhis gibi de görünür. Halbuki, aslında tam da tersinin, yani dünyanın güneş etrafında döndüğünün doğru olması gibi, tam tersidir gerçek neden, "Kürt Özgürlük Hareketi"nin yeterince modern bir toplumsal temelin olmaması, yani yeterince şehirli ve "yozlaşmış" olmaması, plebiyen karakteri ve bu plebiyen karakter içinde köylülüğün güçlü etkileridir Batı’da etkisiz kalınmasının nedeni. Sorun böyle görülünce, bu "yozlaşma" ve "Assimilasyon" teşhisinin bizzat kendisi, bu köylü karakterin; köyün şehre, kapitalizm öncesinin modern yaşama duyduğu güvensizlik ve kuşku, düşmanlık ve onu anlayamamanın bir ifadesi, yani bizzat küçük burjuva radikalizminin bir görünümünden başka bir şey olmadığı ortaya çıkar. * Bizzat Çatı Partisi girişimi de bu yaklaşıma bir örnek olarak verilebilir. "Kürt Özgürlük Hareketi", Türkiye'nin sosyalist ve demokrat örgüt ve partileriyle bir araya gelerek, örgütsel tedbirler aracılığıyla bu tartışılmayan ve açıkça ortaya koyulmayan, ya da sadece taktikler ve örgütsel sorunlar düzeyinde ele alınan batının ezilenlerini kazanma sorununu çözmeye çalışmaktadır. Bu durumda nesnel olarak Çatı Partisi girişimi kendi zıttına dönmektedir. Yani çözümün bir aracı değil, sorunun bir parçası haline gelmektedir. Çünkü, sosyolojik bir sorunu, örgütsel veya taktik bir sorunmuş gibi ortaya koyarak, sorunu çözmek bir yana, gerçek sorunları ortaya koymak, tartışmak ve çözümlemekten kaçmanın bir aracı olarak, yani çözümün değil sorunun bir parçası olarak ortaya çıkmaktadır. Yani girişimin kendisi de nötral değildir ve nesnel olarak öznel ya da ifade edilmiş amaçlarına karşı çalışmaktadır.. 123
Böylece çember kendi üstüne kapanmaktadır. Kürt özgürlük hareketinin toplumsal tabanı kendi toplumsal eğilimleri gereği sosyolojik bir sorunu örgütsel bir sorun biçiminde ifade etmekte ve sosyolojik bir sorunu örgütsel bir sorun olarak ele aldığından, kendisinin toplumsal tabanını nasıl değiştirilebileceği sorununu tartışamamakta ve bu toplumsal taban aynı kalmaya devam etmektedir; toplumsal taban aynı kalınca da aynı toplumsal eğilimlere uygun olarak sosyolojik sorunlar örgütsel bir sorunmuş gibi ele alınmaktadır. Böylece ya da almanların dediği "Teufelkreis" yani eskilerin "Fasit daire" dedikleri durum ortaya çıkmaktadır. Yukarıda değinildiği gibi Türk sosyalistleri açısından da durum aşağı yukarı aynıdır. Yani gerek Türk sosyalistleri gerek Kürt Özgürlük Hareketi açısından bu girişim aslında gerçek sosyolojik, metodoloik, yani programatik ve stratejik sorunlardan kaçmanın, onları “kedinin kendi pisliğini örterce” örtmesinin bir aracıdır. * Konuya bir giriş sağlamak için tekrar o cebirsel formüle dönelim ve gerçek değerlere bakarak bütünün ne zaman parçaların toplamından büyük ne zaman küçük sonuç verdiğini görelim. Yani sondan başa doğru, matematik formüllerden, o formüllerdeki gerçek sosyolojik değerlere doğru bir yol izleyelim. İşçi hareketinin tarihsel deneyleri belki bu konuda ilginç örnekler ve dersler sunabilir. Çünkü o hareketin tarihinde sorunun böyle koyulup tartışıldığının örnekleri vardır. En bilinen klasik örnek ele alınabilir. Bilinir, İşçi ve sosyalist hareketin tarihinde 1930'lu yıllarda, Üçüncü Enternasyonal tarafından izlenen ve Sovyet Bürokrasisi tarafından dikte ettirilen, birbirini izleyen "Sınıfa karşı sınıf" ve "Faşizme Karşı Birleşik Cephe" stratejisi diye bilinen, ikisi de ağır yenilgilerle sonuçlanan iki çizgi izlenmiştir. Bu iki strateji de sırasıyla, hem de son derece elverişli koşullara rağmen, Almanya ve İspanya'da işçi hareketinin Faşizm karşısında yenilgisini getirmiştir. Bu yenilgiler üzerinde Nazizmin o korkunç savaşı başlatlası mümkün olabilmiştir 10. Bunlardan ikincisi tıpkı çatı partisi girişimindeki mantığa dayanıyordu: en geniş güçler bir araya getirilerek onların toplamından da daha büyük bir güce ulaşmak. "Faşizme Karşı Birleşik Cephe" stratejisi, faşizmi "Finans Kapitalin en gerici, en şoven unsurlarının" diktatörlüğü olarak tanımlıyor ve böylece milli, liberal ya da "tekelci olmayan" burjuvazinin de bu cephede bir yeri olacağı düşünülerek formül: İşçiler + Köylüler + Burjuvazi (veya onun "anti faşist", "ilerici", "tekelci olmayan" kesimleri vs.) olarak koyuluyordu.
10
Biri sekterizm diğeri reformizme teslimiyet olarak tanımlanabilecek bu iki çizgi bütün zıt görünüşlerine rağmen birbirlerine dönüşebilirler ve dönüşmüşlerdir. Ayrıca 1930'lu yıllarda birbirini zaman içinde izleyen bu iki çizgi, örneğin yetmişli yıllarda Türkiye'de aynı mekan içinde ve aynı zamanda bulunyorlardı. Bir tarafta Sovyet çizgisi paralelindeki burjuva partilerin reformizmi, diğer tarafta, Arnavutluğa yakın parti ve hareketlerin sektarizmi biçiminde görülüyordu bunlar. 124
Mantık ilk bakışta son derece doğru görünüyordu. Düşman son derece dar bir ölçüde tanımlanıyor ve buna karşılık en geniş güçler cephesi bir araya getiriliyordu. Ne var ki ortaya çıkan sonuç, eksi oluyordu ve yenilgiye yol açıyordu. Örneğin İspanya'da Frankocu güçler galip geliyordu. Franko darbe yaptığında bütün halk Cumhuriyeti savunmak için ayaklanmış ve bir kaç küçük köprübaşı hariç bütün İspanya’da iktidarı ele almış, ama bu devrimci kabarış, Cumhuriyetçi iktidarın yanı sıra, bu devlet biçimine zıt örgütlülüklere ve silahlı halka dayanan, Paris Komünü ya da Sovyet tipi organlara dayanan ikinci bir iktidar fiilen oluşmuştu. Ama, geniş cephe taktiği veya stratejisine uygun olarak, burjuvaziyi ürkütmemek ve cephede tutmak için ulusul sorunun ve toprak sorununun çözümünün faşizme karşı zaferin sonrasına ertelenmesi; ve yine burjuvaziyi ürkütmemek için Paris Komünü ya da Sovyet tipi, çoğu Anarsiştlerin veya POUM gibilerin etkin olduğu, ikili iktidar organlarının ve güçlerinin tasfiyesi (bu aynı zamanda Anarşistlerin ve POUM'un tasfiyesi anlamına geliyordu) sonrasında ise sonuç: Cumhuriyetçilerin kesin yenilgisiydi. Ekim devriminde ise Bolşevikler tam da burjuvaziyi yitirmeyi veya burjuvazi tarafından yitirilmeyi göze aldıkları için, yani İspanya'dakinin tam da zıttına davrandıkları için, köylülüğü ve ezilen ulusları kazanabilmiş ve zafere ulaşmışlardı. Neden? Çünkü eğer matematik bir ifade kullanırsak, burjuvazinin önünde eksi vardır. Burjuvazi ile ittifak için devrimci demokratik dönüşümleri zaferin sonrasına eteleyen bir işçi sınıfı, burjuvaziyi kazanayım derken köyülüğü ve ezilen ulusları kaybeder. Köylülüğü devrim saflarına kazanmak ve savunmak için harekete geçirecek talepler devrim sonrasına ertelenince, köylülük ve ezilen uluslar savaşmaz ve devrimi savunmaz olur, hatta kendi devrimci umutlarına gereken karşılığı vermeyen işçiler karşısında hayal kırıklığıyla gericiliğin yedeğine geçer. Yani burjuvaziyi kazanmak ancak Köylülüğü, ya da demokrasiyi, ya da ezilen ulusu kaybetmekle mümkün olur. Burjuvaziyi kaybetmeden ya da burjuvazi tarafından kaybedilmeden işçi sınıfı, köylülüğü kazanamaz. Neden? Çünkü bu matematik formüldeki burjuvazinin önünde eksi vardır? Çünkü Aydınlanma çağının aksine, burjuvazi artık demokratik karakterini yitirmiştir. Aslında o zaman bile burjuvazi değil, Paris’in donsuzlarıydı böyle davranabilenler. O donsuzların modern devamı olan işçiler, köylüleri ancak tutarlı bir demokrasiyle kazanabilirler. Yani Baskıcı ve bürokratik Devlet cihazının tasfiyesi, Ulusal sorun ve topruk sorununun kökten halli, daha da özcesi Demokratik Cumhuriyet. Ama köylülüğün kazanabilmesi için, işçiler burjuvaziyi yitirmek zorundadır veya burjuvazi tarafından yitirilmelidir. 125
Yani işçilerin köylülüğü kazanabilmek için, burjuvaziden bağımsızlaşması ve ayrı bir güç olarak ortaya çıkması, yani demokratik görevleri acil bir program olarak radikal ve sistematik bir şekilde bayrağına yazması gerekir. İşçiler bunu yapamadığı yerde bağımsızlığını yitirip burjuvazinin yedeğine düşmüş olur ve bu durumda da köylülüğü yitirir. Böylece sonuç hesabın ve beklenenin tamamen tersi olarak ortaya çıkar, toplam kendisini oluşturan unsurların toplmından daha düşük çıkmakla kalmaz, eksi sonuç verir, zaferin yerini yenilgi alır. Ekim Devrimi de tersinden bu bağıntıyı doğrular. Bolşevikler burjuvazi tarafından yitirilmeyi ve burjuvaziy yitirmeyi göze aldıkları için, çok daha elverişsiz koşullara rağmen, köylüleri ve ezilen ulusları kazanabilmişlerdir. Tabii burjuvazi tarafından yitirilmek veya burjuvaziyi yitirmeyi göze almak, işçi hareketi veya sosyalist hareket içindeki, burjuvaziyi kazanmak isteyen, aslında burjuvazinin işçi hareketi içindeki uzantısı olan eğilimle, yani reformist sosyalizmle (Menşevizm, Ekonomizm, Sosyal Demokrasi, Stalinist partiler vs.) de mücadeleyi ve onunla kopuşmayı gerektirir. Yani burjuvaziden bağımsızlaşma, ya da burjuvazi tarafından kaybedilme aslında sosyalist ve işçi hareketi içinde, reformist sosyalizmden, ekonomizmden, parlamentarizmden, reformizmden kopuş biçiminde görünür ideolojik düzeyde. Özetle, hem burjuvaziyi hem de köylülüğü kazanmak mümkün değildir. Birini kaybetmeden veya onun tarafından kaybedilmeyi göze almadan diğerini kazanamazsınız. Her kazanç bir kayıptır. Demek ki, eğer bu sosyolojik sorunu matematik formüllerle ifade edersek, burjuvazinin önünde bir eksi işereti vardır ve köylüler ve işçilerle bir araya geldiğinde sonuç: İşçiler, Köylüler ve Burjuvazi'nin toplamından az, yani bütün kendini oluşturan parçaların toplamından fazla değil az çıkmaktadır. Hatta az bile değil, eksiyle artının çarpımının eksi sonuç vermesi gibi, sonuç eksi çıkmaktadır, ortaya kısmi reformlar bile değil, bir yenilgi çıkmaktadır. * İşte bu sorun karşısında sosyalist hareket ve Özgürlük hareketi içinde iki güçlü akım tam da eksi çıkacak bir sonuç yönünde çalışmaktadır. Kürt Hareketi içinde güçlü bir etkisi olan burjuvazi, egemen ulusun burjuvazisini (Yani Liberalleri, politik İslam’ın bir kesimini vs.) kazanmadan ve onlarla birlik oluşturmadan Türkiyenin ezilenlerinin kazanılamayacağını veya hareketin tecritten kurtulamayacagını söyler. Böylece bu liberalleri kazanacak, ürkütmeyecek program ve ilişkileri savunur. Bunlar ise, tam da Kürt özgürlük hareketinin diger ezilenleri kazanmasını engelleyer, Türkiyelileşmesini engeller, onu bir Kürt hareketi olarak kalmaya mahkum eder. Liberalleri ürkütmemek için de, hiçbir gerçek gücü temsil etmeylen sosyalistlerden uzak durmayı, ittifakları orada aramamayı, Çatı Partisi gibi girişimlere girmemeyi önerir. 126
İşin kötüsü ampirik olarak haklı da görünür. Sosyalistler gerçekten tam anlamıyla her türlü dinamizmden yoksun, Rosa’nın bir zamanlar Alman sosyal demokrasisi için dediği gibi, “kokuşmuş bir ceset” gibidirler. Ne gençlerin, ne de yeni ve ufuk açıcı sorunların esamesi bile görülmez. Ve tam da bu sosyalistler, kendileri “sosyalizm”, “emekten yana”, “anti emperyalizm”, “işçi sınıfı” vs. diyerek; İşçi Sınıfını ve sosyalizmi demokrasi mücadelesinin öncüsü olmaktan çıkararak ve demokrasi mücadelesini sorunlardan bir sorun olarak koyarak, hatta onu ikinci kategori bir sorun derekesine indirgeyerdek, İşçi Sınıfı ve Sosyalizm içindeki “Menşevizmi”, “Eonomizmi”, “Sendikalizmi”, “İlkelliği”, “Reformizmi”, yani burjuvazinin ya da Burjuva sosyalizminin veya Sendika ve işçi bürokrasisinin eğilim ve çıkarlarını yansıtmış olurlar. Kürt burjuvazisi demokratik talepleri ve programı Liberallerin kabul edebilecekleriyle sınırlayarak, sağdan; Türk Sosyalistleri ise, Sosyalizm, Enternasyonalizm, Emek, sınıf gibi kavramların ardına gizlenerek soldan yapar. Türk sosyalistleri, Kürt Özgürlük Hareketini de bu sefer liberallarle ve burjuvaziyle bir araya geldiği için, “emekten yana”, “Sosyal” veya “sosyalist” olmamakla, uzak durmakla suçlar. Böylece biri Kürt burjuvazisi, diğeri Türk burjuvazisini temsil eden iki eğilim arasında kalan Kürt Özgürlük Hareketi’nin radikal, plebiyen ve sosyalizan kanadı, bu güçleri birbirine karşı oynayarak, bunları birbirine karşı bir denge unsuru olarak kullanarak kendi çizgisinin damgayı vurabileceğini görür ve böyle yapar. Bir süre sonra da bir yanıyla biraz da çaresizlikten izlenen bu Bonapartist karakterli Özgürlük Hareketi ve demokratik hareket üzerindeki egemenlik, giderek bir bağımlılık, bir karakter halini alır. Yani bir noktadan sonhra Kürt Özgürlük Hareketi için de bu durum kabul edilebilir ve katlanılabilir bir durum olur. Bu zımni anlaşmayı kırmak çok zordur; adeta olanaksızdır. Çürnkü bütün güçler verili durumdan belli ölçüde çıkarlıdırlar. Burada çoğuna anlamsız gibi görünen itirazlarım, eleştirilerim, yazılarım, çığlıklarım aslında bu çemberi kırmak, kafalarda küçük de olsa soru işaretleri uyandırmak için umutsuz bir çabadan başka bir şey de değildir. Elbette bu çabalarda, Türk sosyalistlerinin bu ekonomizmi en ince, en rafine şekilde sürdürenlerine ve yine de bu durumdan kurtulmaya en yakın olanlara yönelik olmaktadır. Bizzat bu satırlar bile bu çabanın ta kendisidir. * Ayrıca Kürt liberalleri ve Türk Sosyalistleri sadece birbirlerinin varlığına haklılık kazandırmlakla kalmazlar, ama aynı zamanda aynı gerici milliyetçilik anlayışında anlaşırlar. Türk Sosyalistlerinin hepsi, tıpkı Kürt burjuvaları gibi, Gerici Milliyetçilerdir. Kürt Özgürlük hareketinin radikal kanadının, bu gerici milliyetçilikten kurtulma ve aşma 127
çabalarını da Marksizmden ve sosyalizmden uzaklaşma diye lanetlerler. Gerici Milliyetçidirler, çünkü ulusu bir Dil, bir etni, bir soy, bir tarih ile tanımlamayı sorun olarak görmezler ve bizzat kendileri de böyle tanımlarlar. Yani ulusun Türk olması onlar için en başta mücadele edilmesi gereken bir sorun değildir. Yani ulusun bir dil, din, tarih, etni, soy vs. ile tanımlanmasında bir sorun görmezler; ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlamaya görev olarak öne koymazlar; dolayısla örneğin Türk Devleti ve Ulusunun Sosyalist, demokrat olabileceği gibi bir hayal de yayarlar. Yine böyle gerici bir milliyetçiliğe dayandıkları için de, Demokratik yani ulmusu bir dille, bir dinle, soyla, tarihle tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğa dayanmadıkları için, ulusların kaderlerini tayin hakkını savunurlar Demokratik Cumhuriyet yerine. Bu açıdan da tamı tmına Kürt Burjuvazisi ile anlaşırlar. Türk sosyalistleri içinde, Kürt hareketini en açıktan ve doğrudan destekleyen Sosyalist demokraszi Partisi, Sosyalist Parti veay onunla ittifak ve temasları sürdüren EMEP, SEH gibi parti ve hareketlerin hepsi birer gerici milliyetçidir. Bunjluurın programları ve ulus anlayışları arasında bir fark bulunmamaktadır. Ayrılıkları Programatik veya stratejik değil; bütünüyle taktik düzeydedir. Hepsi Kürtlerin ayrılma hakkını, buna bağlı olarak kendini türklükle tanımlamış bir ulus veya devletin de Demokrat veya Sosyalist olabileceğini açık vea zımnen savunmuş olurlar. Yani aslında Türk sosylamlistlerinin hepsi gerici bir milliyetçilik çerçevesinde Kürtlerin üzerindeki baskının kalkması programında anlaşırlar ve bu bakımdan Kürt Burjuvazisiyle aralarında bir ayrılık da yoktur. Biz ise buna karşılık, Gerek Kürt Özgürlük hareketin gerek Türk sosyalistlerine, demokratik bir millişetçiliği; ulusun bir dille, bir dinle, bir etniyle, bir tarihle, bir soyla tanımlanmasına karşı tanımlanmasını, (ki bu da bir milliyetçiliktir. Bunun milliyşetçilik olmadığını ancak milliyetçiler söyleyebilir). Yani bizim sorunumuz Kürt Sorunu değil; Türk Sorunu’dur. Bizim parolamız “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” değil, ulusu bir dille, bir soyla, bir tarihle vs. tanımlamadığı sürece bir tek köyün bile ayrılmasının engellenemeyeceği bir Demokratik Cumhuriyettir. * Biz diyoruz ki, sosyalist talepler veya sosyal talepler değil ancak böyle gerçekten demokratik bir cumhuriyet kuran, gerçekten demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir program Türkiye’nin ezilenlerini kazanabilir. Tüm muhalefeti birleştirebilir ve İşçilerin burjuvazinin ideolojik ve politik egemenliğinden kurtuluşunu; burjuvaziyi kaybedişini veya burjuvazi tarafından kaybedilişini ifade eder. Ve Böyle bir program, daha kararlaştırıldığı andan itibaren, toplumdaki bütün kabul edilmiş ve bu askeri bürokratik oligarşinin kabul ettiği ve dayandığı değerleri sorfuladığı, değiştirmeyi amaçladığı için toplumda henüz çoğunluğu sağlamadığı noktada bile bir 128
ideolojik hegemonya kurar. O “Çatı Partisi” biz “Kürt Sorunu”nu değil; Türk Sorunu’nu çözmeyi amaçlıyoruz. Ulusun Türklükle tanımlanmasını sorgulamayan ve onunla mücadele etmeyen biri; tıpkı hem puta taparlık hem allaha inanmanın mümkün olmaması gibi, mümkün değildir. Türkleri Türklüğü Terk edip, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkıp, Demokrat olmaya çağırıyoruz diye ortaya çıktığı an, başarıya giden yola girmiş olur. Ancak böyle bir program, burjuva liberalleri ve sendika, parti ve işçi aristokrasisini (parti aristokrasisi küçük sol grup ve partilerin hepsi aslında bugün büyük ölçüde bir sendika ve parti aristokrasisini oluşturmaktadırlar) kaybeder ama bunun karşılığında hem Kürt Özgürlük Hareketini hem de Türkiye’nin ezilenlerini kazanabilir ve de birleştirebilir. 17 Haziran 2009 Çarşamba Demir Küçükaydın
129
130
Metodoloji ve Program – Aşamacı Programı Kim Savunuyor? Mustafa Bayram Mısır’ın geçenlerde yolladığı yazıda şu satırlar okunuyordu: “Gerekli görüldüğünde ve görülür ise, bana göre bugün tarihsel olarak aşılmış ve tüm bir yüzyılı dolduran onlarca deneyim içinde yanlışlanarak tarihin çöplüğüne atılmış, aşamacı bir program mantığının bir adım ötesine geçmeyerek kurduğu, Kürt kurtuluşçuluğunun tarihsel önemine işaret etmek dışında aşamacı bir programdan hiçbir fark içermeyen…” Buradaki “gerekli görüldüğünde ve görülür ise..” sözlerindeki arroganzı bir kenara atalım ve uğraşmayalım: Esasa gelelim. Yani arkadaşların ithamı şu: (konunun yabancısı olanlar için söyleyelim) benim demokratik bir programdan, Demokratik bir Cumhuriyet’ten söz etmem; klasik, aşamacı bir program oluyor. Arkadaşlar bu ”yanlışlanarak tarihin çöplüğüne atılmış” programdan başka bir program savunuyorlarmış. Bu savunduklarının uluslararası Marksist tartışmalar ve terminolojideki adı, bildiğim kadarıyla, “Sürekli Devrim” ya da “Sosyalist devrim”dir. Bu konuda daha önce yolladığım “Devrimci Marksizmde Geçiş programı Anlayışı” üzerine, yıllar önce O. Koçak’la polemik tarzında yazılmış kitap büyüklüğündeki yazıda gereken açıklamalar var. Ama konumuzla ilgili kısmı tekrar kısaca açıklayayım. Troçki, geri bir ülkede demokratik görevlerin, burjuvazi korkak olduğundan, işçileri demokratik devrimi yapmakla yüz yüze getireceğini; demokratik görevlerin işçiler tarafından yerine getirilmesinin ve işçi köylü iktidarının da, devrimin kendi dinamiği içinde bu egemenliği sadece demokratik görevlerle sınırlamayacağı; ister istemez sosyalist tedbirler alacağı ve devrimin sosyalist bir devrime dönüşeceğini söylemiştir. Bizzat Ekim devrimi’nde olan da tam böyle olmuştur. 1970’lere kadar Yirminci Yüzyıldaki devrimler hep bu eğilimi doğrulamıştır. * Ama bundan dar kafalı troçkistlerin çıkardığı sonuç, madem devrim sürekli bir karakter alıp sosyalist devrime dönüşecek, o halde bizler sosyalist doevrim taleplerini savunmalı, artık tarihin çöplüğüne atılmış demokratik bir programla uğraşmamalıylız derler. (Daha rafine formaları “Geçiş programı falan derler. Ayrıntısı o kitapta var.) Yani aslında sorunun özünü kavramazlar ve bir programın temel niteliği ile o programın işçiler eliyle gerçekleşmesinin dinamiklerini karıştırırlar ve böylece demokratik görevlerden kaçarlar. Sürekli Devrim Teorisinin ardına gizlenip, 60’ların TİP’inin savnduğunu yine savunurlar. Aslında ideolojik kökleri de oralara gider. Troçkist formunda bir burjuva sosyalizmidirler.
131
Aslında devrimin sürekli olması ve sosyalist devrime dönüşmesi eğilimi taşıması bu devrimin hazırlık aşamasında demokratik bir programın savunulmaması gerektiği anlamına gelmez. Tarihsel deneyden sosyalist Talepler sonucunu çıkarmak o deneyden bir şey anlamamak, saçma sonuçlar çıkarmak demektir. Çünkü bizzat ekim devrimi bile Demokratik Cumhuriyet sloganıyla hazırlanmıştır onlarca yıl. O demokratik cumhuriyet fiiliyatta kendi dinamiğiyle bir sovyet cumhuriyeti olmuştur. Ama nasıl olsa öyle olacak diye, demokratik görevlerin üzerinden atlanamaz. Türkiye’deki bir yığın troçkist böyle anlar bu sorunu ve yanlıştır. Türk Troçkistlerinin hepsi hepsi, Bayşram mısır’ın yaptığı ithamı bana yıllardır yaparlar. Aynı terminolojiyi kullanıp aynı ithamı yapan M. Başram Mısır da şimdi aynı yanlışı yapıyor. * Ama sorun sadece bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Buraya kadar klasik Marksist-Troçkist metodoloji ve kavramsallaştırma içinde de yanlış olduğunu gösterdik. Ama bu gün gerek metodoloji gerek olgular düzeyinde bu anlayış, bu tarihsel eğilim iki yönden aşılmıştır. Aslında onlar ne metodoloik katkılardan haberderdırlar veay haberderseler da tartışmazlar; ne de tarihsel deneyin 1970’lerden sonraki eğilimlerini görmek ve onlarla yüzleşmek isterler. Her iki düzeyde de gerçeklerden kaçarlar. M. Bayram Mısır da öyle. * Metodoloji düzeyinde değinelm sorun önce. Hikmet Kıvılcımlı, farklı üretim biçim ve ilişkilerinin simbiyozu veya eklemlenmesi kavramı ve kavrayışıyla bu klasik aşamalar; sonra gelen aşamaların önceki aşamaları yok etmesi anlayışını eleştirmiş ve aşmıştır. Bu onun Marksizme ve Marksist evrim teorisine en önemli katkılarından biridir. Bu başlar bu kadttkıları görmek istemiyorlar, susuşa boğuyorlar. M. Başram Mısır’ın program konusunu ele alışında da, bütün diğer Troçkistler gibi, bu metodolojik ilerleme veya katkı hakkında bir kavrayış yoktur. Klasik aşılmış anlayışa göre, bir ülke diyelim ki yarı feodalse, önünde demokratik devrim vardır, kapitalist ise, sosylalist. Türkiye’de bu gün de var olan bütün akımlar bu paradigma çerçevesinde oluşmuşlardır. Ve henüz hiç birisi bu ilk doğuşundaki paradigmayla bir hesaplaşma da yaşamamıştır. Bu anlamda hepsi birer yaşayan fosildir, anatomuk özellikleri, yani dayandıkları varsayımlar, metodoloji ve kavramsal araçları bakımından. Bunan bir ilerisi denebilecek, Troçkis’nin devrimin dinamiğiyle, yarı feodal bir ülkede sosyalist devrim olabilir çıkarsamasıdır. Daha dinamik ve karmaşık bir kavrayışı yansıtır. (Tabii burndan çıkan programatik sonuç demokratik programın reddi olmamalı. Orijinal versiyon böyle Türkiye’deki karikatürler bundan Programatik olarak sosyalist program sonucu çıkarırlar. Bu ayrı bir sorun) 132
Ama Kıvılcımlı’nın metodolojik katkısıyla, bir ülke kapitalist ilişkiler ne kadar gelişmiş olursa olsun, bu demokratik bir şekilde oluşmamışsa, kapitalizmin gelişmesi, kapitalizm öncesinin tasfiyesi anlamına gelmeyebilir, aksine onu güçlendirebilir. Yani Paadoksal bir şekilde ifade etmek gerekirse, Türkiye’de kapitalist ilişkiler geliştiği için, kapitalizm öncesinin kalıntıları da çok güçlüdür ve bu nedenle tam demokratik görevler temel program olmalıdır. Dikkat edilirse bu yaklaşım diğr iki yaklaşımın dayandığı temel varsayımı kabul etmemekte ve sorgulamaktadır. Onlara göre, üst üretim ilişkileri alt olanı tasfiye eder. Kıvılcımlıya göre ise, sadece tasfiye etmez, güçlendirebilir de. Bu nedenle, eski metodolojiye göre, eski varsayımla, kapitalist ise sosyalist program sonucu çıkarılırken, Kıvılcımlı’da kapitalist ama tam da bu nedenle demokratik program sonucu çıkarılabilir. Bu metodolojik katkıya biz “eklemlenme”, “simbiyoz” diyoruz. Ve bu yaklaşımın nerelerden nasıl doğduğunu ve nasıl bir metodolojik evrmi ifade ettiğini uzun uzun “Marksizmin Marksist Eleştirisi” adlı katabımızın Önsöz’ü olan, “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” adlı çalışmada ele alıyoruz. Aşağıya bu Önsüz’den “Evrim Teorisinin ve Kavramının Evrimi” diye bir başlık koyulabilecek, bölümü ekleyeceğim veya ayrıca yollayacağım. Orada kimin aşılmış kavramsal araçlarla düşündüğü daha iyi görülebilir. Benim dediğim şudur bu metodolojik kazanım ışığında: Türkiye Kapitalist bir ülkedir ama tam da böyle olduğu için, Prekapitalizmi, “feodalizmi” temsil eder, Kıvılcımlı’nın “Devletçiliğimiz” veya “Sünuf-u Devlet” dediği askeri ve bürokratik oligarşi. Bu antik güç son derece modern bir form içindedir ama bu onun özünün gerici özelliğini değiştirmemektedir. Çobanlıkla yaşayan kabilelerin ellerine tüfek alıp, bizonları veay geyikleri veya fokları tüfekle avlamaları, onları kapitalist ilişkilere sokmaz. Aynı şekilde, Türk ordusunun Süpersonik uçakları vs. onun gerici, binlerce yıllık doğu devletçiliğinin bu gün yaşayan formu olması gerçeğini ortadan kaldırmaz. Türkiye’de bir zamanlar ne kadar Feodal olduğunu görmek için traktör ve ağa sayılarına bakılırdı, “feodalizm”’in bizzat kendisi olan devlet, burjuva diyerek olumlanırdı. Türkiye kapitalistleştiği ve modernleştiği ölçüde bu güç de güçlenir ve tasfiyesi daha acil bir görev olarak öne çıkar, bu nedenle sosyallist değil, demokratik bir program ve bu demokratik bir program tıpkı toprak ağalarının elinden toprakları almak ve ayrıcalıklara son vermek gibi, bu askeri bürokratik oligarşiyi var ve iktidar eden ilişkileri temizlemelidir. Türkye’de eğer Feodal kalıntı aranacaksa, bu Devlet Cihazının kendisidir. Demokratik Cumhuriyet programı bir anlamda tamı tamına bu “feodal kalıntı”yı tasfiyeye yöneliktir. Bu çıkarsama, yani kapitalizmin bu prekapitalist cihazı güçlendirdiği ve onunla simbiyoz bir yaşama girdiği, bu nedenle de tam da kapitalist olduğu için demokratik görevler yaklaşımı en gelişmiş metodolojik ilkelere dayanmaktadır. Metodolojik olarak kimin dayandığı metodolojinin “Tarihin çöplüğüne atılmış” olduğu konusunda bu kadar yeter. 133
Gerisi aktaracağım, “Evrim Teorisinin Evrimi” adlı yazıda. Meraklısı “Marksizmin Marksist Eleştirisi’ne bakabilir. * Ama Bayram Mısır sadece çıkarsamada ve ders çıkarmakta yanlış değildir; sadece metodolojide yanlış ve aşılmış değildir; olgular düzeyinde de yanlış ve aşılmıştır. Ama bu M. Bayram Mısır’ın savunduğu “sürekli devrim” ya da sosyalist devrim (Gerçi açıkça bunu da demiyorlar, daha önce gösterdiğiniz gibi, bir “sosyal” ve “anti-kapitalist” söylemidir tutturmuş gidiyor) anlayışı, gerçeklik tarafından yanlışlanmış bulunuyor. En azından 80’lerden beri eğilim Troçki’nin çıkarsamasına uygun değil; olgular başka bir yönü gösteriyor. Yani işçiler demokratik görevler için iktidara geldiklerinde, var olan kapitalist ilişkilere dokunmamayı, hatta kapitalizm yoksa bile kapitalizmi tercih ediyorlar. 1980’lerden beri, devrimler, Troçki’ye nazire, “Süreksiz Devrim” oluyor. En tipik iki örneği ele alalım. Brezilya. İşçi Partisi’nin iktidarı ve Lula’nın başkanlığı bir işçi köylü hükümeti sayılabilirdi. Ama bu bir Ekim Devrimi veya bir İspanya Cumhuriyeti veya bir Küba Devrimi’nde olduğu gibi, devrimin dinamiğiyle, hiç de sosyalist tedbirler almaya yeltenmedi. Bunları yapabilmek için sınıf temeli yok değildi. Bizzat İşçi Partisi, Brezilya’da yükselen işçi sınıfı ve hareketinin bir ifadesi olarak doğmuştu. Troçki’lerin öngördüğü, Yirminci Yüzyılda 70’lere kadar olan devrimlerin izlediği yolu izlemedi, tam tersine bir yol izledi Brezilya. Kapitalizme dokunmadı, Askeri bürokratik devlete bile dokunmadı, onu biraz tam da Bizim Ertuğrul veya Bayram Mısır’ların istediği gibi biraz “Sosyal Cumhuriyet” yaptı. Ama fiiliyatta bir tür alt emperyalist gibi bir şey oldu. Bu tarihsel deneyi ne yapacağız? * Sadece o mu? Nikaragua da öyle oldu. Güney Afrika’da öyle oldu. ANC aslında işçilere dayanan bir komünist partisidir. Hiç de “Sürekli Devrim” yoluna girmedi Güney Afrika Devrimi. İşçilerin ağırlığı bir Ekim Devrimi’ndeki Rusya’dan, bir Çin’den, bir Küba’dan, bir Yugolavya, bir Vietnam’dan çok daha büyük olmasına rağmen. Güney Afrika da, demokratik bir cumhuriyet bile değil; Siyaha boyanmış bir alt emperyalist ülke oldu. * Kaldı ki sadece bunlar değil. Doğu Avrupa Devrimleri de öyle oldu. Örneğin DDR’de devrim başladığında, başlangıçta bürokrasinin reformist kanadı “halk biziz” sloganıyla, bürokratik iktidarı bir takım reformlarla korumak istiyordu.
134
Ama Leibzig’de, Dresden’de işçiler galiba bu sefer tank paletleri altında kalmayacağız, taranmayacağız diye düşünüp cesaretlenip sokağa çıktıklarında, “Biz Bir Halkız” yani biz Almanız dediler. Yani “Batıyla birleşip kapitalizmin nimetlerinden yararlanmak istiyoruz” dediler. Yani bizzat devrimin dinamiği daha fazla sosyalizme değil, kapitalizme doğru bir evrim geçirdi. Troçki oradaki anti bürokratik devrimlerin gerçek demokratik sosyalist rejimlere yol açacağını düşünüyor ve ön görüyordu. Ama tersi oldu. Bu tarihsel deneyler yokmuş gibi hala “Sürekli Devrim”; “Bakın demokratik görevlerden söz ediyor, aslında tarihin çöplüğünde oynuyor” gibi sözler bu deneyleri incelemekten, tartışmaktan ve gereken sonuçları çıkarmaktan kaçıştan başka bir anlama gelmez. İşin ilginci, bu olguları ele alıp, ortaya çıkardığı sorunları tartışmaya ve bunlardan bir çıkış yolu aramaya çalışmış Türkiye’deki belki de tek sosyalist olduğumu söyleyebilirim. Bunun delili de yine yolladığoım, “ÖDP Üzerine Yazılar”da var. Orada hep bu “Süreksiz Devrim” diyebileceğimiz, devrimin veya emekçi iktidarının kendini kapitalizmle sınırlaması ve bunun anlamı ve sorunları üzerine bir tartışma yürütmeye çalıştığım görülebilir. Kaldı ki ayrıca yolladığım, “Demokratik Cumhuriyet Nedir ve Sosyalistler Tarafından Niçin Savunulmalıdır” başlıklı yazının ikinci bölümü bütünüyle bu sorunla uğraşmaktadır. Türkiye’de bu konuda başka bir yazı da bilmiyorum. * Peki, Türkiye’deki emekçilerin Brezilya ve Güney Afrika emekçilerinden daha farklı düşünüp davranmaları için bir neden var mı? Eğer Tarihsel Deneyden ders çıkaracaksak, Türkiye’de emekçiler iktidara gelse bile, bu, kendilerini kapitalizm çerçevesinde kalmakla, onun çerçevesinde “Sosyal Cumhuriyet” olmakla sınırlayacaklar demektir. Bu “Sosyal Cumhuriyet” aynı zamanda tıpkı Güney Afrika veya Brezilya gibi bölge çapında bir alt emperyalist güç olabilir. İşte tarihsel deney ve sonuç. Böyle olmayacağının kanıtları var mı? Burada tarihsel ve sosyolojik eğilimler belirleyici olduğuna göre, bu eğilimlerin yok olduğuna dair ne gibi argümanlarınız var. Yani sizlerin “Sosyal Cumhuriyet” dediğiniz şey, Güney Afrika veya Brezilya gibi bir Sosyal Cumhuriyet olur, kimi sosyal eşitsizlikleri yumuşatmaya çalışan ama aslında tam bir demokratik cumhuriyet bile olamamış; o askeri bürokratik oligarşinin gücünü fazla sarsamamış bir bölgesel “alt emperyalist”. Haydi tartışın bakalım, terbiyesiz çocuklarla oynamam falan demeden bu sorunları. Bunca yıldır ortaya koyup tartışanını görmedim. 135
Yani aslında olgular düzeyinde de, beni tarihin çöplüğüne atılmışlıkla suçlayan arkadaşlar, kendileri o çöplüklerde oynadıklarını gösteriyorlar bu ithamlarıyla. 23 Haziran 2009 Salı Demir Küçükaydın http://www.koxuz.org http://www.demirden-kapilar.org demiraltona@hotmail.com demiraltona@gmail.com Evrim Teorisinin Evrimi başlıklı yazıyı ayrı olarak yollayacağım.
136
Metodoloji ve Program İlişkisi Üzerine (Evrim Teorisinin Evrimi) Tarihsel Maddecilik ya da Diyalektik Sosyoloji, toplumun evriminin11, yani hareketinin, değişiminin, gidişinin, tarihsel sürecin yasalarının bilimi olarak tanımlanabilir. Ama bu gidişin yasaları hakkındaki bilginin ya da kavrayışın kendisi de bir gidiş, bir oluş, bir evrim içindedir. Dolayısıyla Tarihsel Maddeciliğin Tarihi ya da Evrimi en iyi toplumsal evrime ilişkin kavrayışın ve açıklamanın evriminde izlenebilir. Bu üç dip akıntısı ve gelenek arasındaki uyum kadar uyumsuzluğu, paradigma farkını açıklamak için, bu üç gelenekte evrim kavramına ve mekanizmalarına ilişkin kavrayışların farkları kavratıcı olabilir. Bu aynı zamanda evrim kavramının geçirdiği evrimi, yani Tarihsel Maddeciliğin Tarihini de ana hatları ve doğrultusuyla izleme olanağı sağlayabilir. Toplumsal evrimi de, çok farklı toplumları da açıklayan temel kavram, Üretici Güçlerin Değişimi12 ve Farklılığıdır. Üretici Güçler Değiştiği için toplum değişmektedir; Üretici Güçler Farklı olduğu için toplumlar birbirinden farklıdır. Bu, evrim kavramının evrimi ile üretici güçler kavramının evriminin birbirine doğrudan bağlı olduğunu gösterir. Evrim kavramına bağlı olarak Üretici Güçler kavramında; Üretici güçler kavramındaki değişmelere bağlı olarak evrim kavrayışında da değişmeler ortaya çıkar. Marks’ın meşhur satırlarını burada bir kere daha hatırlayalım. “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.(...)”(K. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz) Dikkat edilirse Marks’ın Tarihsel Maddeciliğin temelini atan bu cümlelerinde bazı gizli varsayımlar bulunmaktadır. Bir gizli varsayım, “Üretici Güçlerin gelişmesi”dir. Üretici güçlerin gelişmesi bir veridir. Bu gelişmenin niçin ve nasıl olduğu, sürekli olup olmadığı gibi bir sorun yoktur. Sürekli olarak gelişen bir özdür üretici güçler. Toplumsal biçimlerin, ekonomik ilişkilerin ve üstyapının evrimini üretici güçlerin evrimi belirlemektedir.
11
Çok sık birbirlerinin yerlerine kullanılmalarına rağmen, evrim kavramının ilerleme kavramıyla karıştırılması yanlıştır. İlerleme bir değer yargısı içerir, bilimsel değil ideolojik bir kavramdır. Evrim ise, oluş, gidiş, süreç, değişim demektir. 12
“Marksizm, üretici güçlerin gelişmesinin toplumsal tarihsel süreci belirlediğini öğretir.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar, s.19) 137
Bir başka gizli varsayım, üretici güçlerin gelişmesinin, daha önceki üretim ilişkilerinin tasfiyesini getirmesidir. Yani Üretici Güçlerin Gelişimi ile Üretim İlişkileri arasında bir uyum vardır. Ama bu uyum otomatik olarak oluşmamaktadır, birikimli ve sıçramalı bir karakteri vardır. Bunlardan çıkan bir başka gizli varsayım de üretici güçlerin gelişmesinin sosyalizme yaklaştırdığıdır. Bu gelişmenin önündeki engelleri kaldırmak toplumu sosyalizme yaklaştırmak anlamına gelmektedir. Toplumsal evrim kavramının evriminin tarihi, bir bakıma üretici güçlerin evrimine ilişkin bu varsayımlarının sorgulanmasının tarihi gibidir. Teorinin bu saf formülasyonundan ve dayandığı varsayımlardan çıkacak sonuç çok açıktır. Sosyalist Devrim ancak, üretici güçlerin en çok geliştiği yerde; kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçlerin en büyük çelişki içinde olduğu yerlerde, yani en gelişmiş ülkelerde olabilir. Çünkü “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Çünkü Toplum ancak çözümleyebileceği problemleri önüne koyar ve yakından bakılınca aslında bu problemlerin kendini çözecek unsurlarla birlikte ortaya çıktığı görülür.”(K. Marks, Önsöz ) * Tarihsel Maddeciliğin Evrim kavramı ve kavrayışı ile Program ve Strateji arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Program ve strateji, hem evrim kavrayışına hem de o evrimin neresinde bulunulduğuna ilişkin bir saptamaya göre değişir. Bir bakıma Evrim kavramı ile Program ve Stratejinin ya da daha da kategorik olarak ifade etmek gerekirse metodoloji ile politikanın ilişkisi tıpkı Önsöz’de ifade edilen Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri ile Üstyapı’nın ilişkisi gibidir. Tarihsel Maddeciliğin evriminde Evrim kavramı veya Metodoloji toplumsal evrimdeki Üretici Güçler gibidir. Program ve Strateji ya da Politika ise Üretim İlişkileri veya Üstyapı gibidir. Tarihsel Maddeciliğin Tarihi, son duruşmada, toplumunkinden hiç de daha az karmaşık olmayan bu evrim ve ilişkilerin tarihidir. Bu içsel bağlantı nedeniyle Marksizm’in tarihine bakıldığında, tüm önemli programatik ve stratejik değişikliklerin, evrim kavrayışının evrimindeki önemli değişikliklere bağlı olarak ortaya çıktığı ya da bu tür değişikliklere yol açtığı görülür. Program, dolayısıyla siyasi mücadele ve strateji sorunu doğrudan evrim kavrayışına bağlı olduğundan, evrimin Önsöz’de aktarılan kavrayışı çerçevesinde devrimci bir partinin, hareketin veya sınıfın programı kategorik olarak şöyle ifade edilir: üretici güçlerin gelişmesine engel olan üretim ilişkilerini ve üst yapıyı, özellikle devleti yıkmak ve uygun üretim ilişkileri ve üstyapıyı kurmaktır. 138
Bu evrim kavrayışı ve varsayımlar çerçevesinde, program veya stratejiyi belirlemek, ülkede bulunulan üretim ilişkilerinin ne olduğunu tespit etmek ve ona göre bir program oluşturmak şeklinde kavranır13. Örneğin, bir ülkede feodal veya yarı feodal ilişkiler egemense, üretici güçlerin gelişiminin önünde engel olan bu ilişkiler tasfiye etmek, yani Demokratik Devrim; yok eğer ülke kapitalist ise ve burjuva demokrasisi varsa, Sosyalist Devrim program ve strateji olarak belirlenir. Bugün var olan bütün sol grupların şekillendiği, 1960’lardaki bütün strateji tartışmaları ve bölünmeleri, bu tür bir evrim fikri çerçevesinde gerçekleşmişti. Taraflar aşamaların birbirini izlediği ve üst aşamaların alt aşamaları tasfiye ettiği şeklindeki aynı evrim kavrayışını paylaşıyorlardı. Aralarındaki tartışma yöntemsel, evrimin kavranışına ilişkin değildi ve bu bakımından aralarında bir ayrılık yoktu. Ve tam bu nedenle de strateji tartışması, olgulara ve onlardan yapılan çıkarsamalara ilişkin bir tartışmaydı. Örneğin Türkiye yarı feodal diyenler bundan demokratik devrim, kapitalist diyenler bundan sosyalist devrim sonucunu çıkarıyorlardı. Veya “teori” politikanın aracı olarak kullanılıp, Sosyalist Devrim demek için Kapitalist; Demokratik Devrim demek için Yarı Feodal veya Feodal olarak tanımlanıyordu. Ama bu tartışmalarda kimsenin aklına ülkenin yarı feodal olduğu için devrimin sosyalist bir karakter taşıyabileceği veya tam da kapitalist olduğu için devrimin demokratik karakterde olabileceği gibi çıkarsama ve olasılıklar gelmiyordu. Bunun nedeni bu tür çıkarsamaların ardında yatan karmaşık evrim kavrayışlarına çok uzak olunmasıydı. Tartışmalar evrimin çok basit bir kavrayışına dayanıyordu. Toplumlar şu veya bu biçimde benzer aşamalardan geçerler: İlkel Toplum, Köleci toplum, Feodal Toplum, Kapitalist Toplum. İlkel ve Köleci toplumlar çok gerilerde kaldığına göre, program ve strateji için sorun, ülkenin ne ölçüde feodal veya kapitalist olduğunu belirlemekte toplanıyordu. Aşamalı ve düzgün bir evrim kavrayışıydı bu. * Tarihsel Maddecilik (Marksizm) orijinalinde hiçbir zaman böyle sıradan ve bayağı olmamakla birlikte, Sosyal Demokrat ve Komünist hareketin tarih ve toplumsal gidiş kavrayışı hep bu düzeyde olmuştur. Hatta daha ileri giden bir basitleştirmeyle, Sosyal Demokrat ve Komünist partiler arasındaki esas farkın: bu evrimin, Sosyal Demokrat partilerce düz, sıçramasız bir evrim süreci; Komünist partilerce sıçramalı ve aşamalı bir evrim süreci olarak kavranmasında olduğu söylenebilir. Ama her iki taraf da evrimi, aşamaların birbirini izlediği; ileri olanın geri
13
Örneğin Troçki, Sürekli Devrim Teorisini ilk kez formüle ettiği Sonuçlar ve Olasılıklar’ın ilk satırlarında bu Marksistlerin bu ortak yaklaşımını şöyle özetler: “Marksizm, Rus Devrimi’nin kaçınılmazlığını, kapitalist gelişme ile fosilleşmiş mutlakıyetin güçleri arasındaki çelişkinin sonucu patlak vermek zorunda olduğunu, çok önceleri haber vermişti. Onu bir burjuva devrimi olarak nitelendirirken, Marksizm, devrimin dolaysız nesnel görevlerinin “bir bütün olarak burjuva toplumunun gelişmesi için normal koşullar”ın yaratılması olduğuna işaret ediyordu.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen, 1990) 139
olanı tasfiye ettiği, her toplumun da bu aşamalardan geçmek zorunda olduğu sürekli bir ilerleme olarak görür14. Tarih ve Toplum hakkındaki bilginin Yunan ve Roma’dan daha eskilere gidemediği, bu bilginin de oldukça yüzeysel olduğu; mekân olarak Avrupa ve Akdeniz’le sınırlı bulunduğu bir çerçevede, böyle bir tarih ve evrim kavrayışı elbette zamanına göre büyük bir ilerleme anlamına gelebilir ve bilinen tarihi iyi kötü açıklayabilirdi. Sosyalist hareket Avrupa ile sınırlı kaldığı, modern tarihin ve sınıf mücadelesinin başka sorunlarına yoğunlaştığı sürece, bu bayağılaştırılmış bir Marksizm’e karşılık düşen evrim kavrayışı, en azından Avrupa için, yine de iyi kötü tatmin edici sayılabilecek açıklamalar sunuyor sayılabilirdi. Ama dikkatli bakılınca bu evrim kavrayışı, bilinen Avrupa tarihini bile açıklamakta yetersiz olurdu. Eğer üretici güçlerin gelişmesi yeni üretim biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açıyor ve öncekini tasfiye ediyorsa, örneğin kölecilikten feodalizme geçişi üretici güçlerin gelişmesiyle açıklamak gerekiyordu. Ama gerçek tarihte, kölecilikten feodalizme geçişte, üretici güçlerde böyle bir gelişmeden ziyade bir gerileme vardı Olaylara gözler kapanıp bir gelişme varmış gibi görüldüğünde de, özellikle bu evrimin sıçramalarla gerçekleştiği anlayışı bakımından bir sorun ortaya çıkıyordu. Kölecilikten feodalizme geçiş sağlayan “devrimler” yoktu. Bunları kimler, nerede, nasıl yapmıştı? Bilimlerin ilerlemesine ihtiyaçlar yüz üniversiteden daha fazla etki yaparlar. Avrupa’daki işçi sınıfının mücadelesi bu sorunları gündeme getirme ihtiyacıyla karşılaşmıyordu. Bu nedenle bu paradokslar kimse tarafından tartışılmıyordu bile. Ama Tarih konusu ve bu tür sorunlar daha işçi ve sosyalist hareketin gündemine pratik bir ihtiyaç olarak gelmeden önce, Evim kavrayışında bir ilerleme, Rus işçi ve devrimci hareketinin karşılaştığı kimi sorunları çözebilmek ve gelişmeleri öngörebilmek için Troçki tarafından sağlandı. * Troçki’nin akıl yürütmesi de Üretici güçlerin ilerlemesine dayanıyordu. Keza onun kavrayışının da sonraki üretim biçimlerinin eski üretim ilişkilerini tasfiyesi; üretici güçler ve 14
“’Sınai olarak daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanın gelecekteki halini gösterir yalnızca.’ Yöntemsel kalkış noktası bir bütün olarak dünya ekonomisi değil, bir tip olarak tek bir kapitalist ülke olan Marx’ın bu ifadesi, geçmiş kaderlerine ve sınai seviyelerine aldırmaksızın tüm ülkeler kapitalist evrim tarafından kucaklandıkları ölçüde, daha az uygulanabilir hale geldi. Zamanında İngiltere, Fransa’nın ve daha az ölçüde de Almanya’nın geleceğini gösteriyordu, ama kesinlikle Rusya’nınkini veya Hindistan’ınkini değil. Ne var ki, Rus Menşevikleri Marx’ın bu koşullu önermesini kayıtsız şartsız kabul ettiler. Geri kalmış Rusya, diyorlardı, ileri atılmamalı, önceden hazırlanmış modeli kuzu kuzu takip etmeli. “Marksizmin” böylesine liberaller de katılıyordu. Marx’ın en az bunun kadar ünlü bir diğer formülü ise –“hiçbir toplumsal formasyon, içinde barındırdığı tüm üretici güçler gelişmeden yok olmaz”– kalkış noktası olarak tek bir ülkeyi değil, bir evrensel toplumsal yapılar silsilesini (kölecilik, ortaçağ, kapitalizm) alır. Ama bu ifadeyi tek bir devlet açısından ele alan Menşevikler, Rusya kapitalizminin Avrupa ve Amerika seviyesine ulaşmak için daha çok mesafe katetmesi gerektiği sonucunu çıkardılar.” (Lev Troçki, Tek Ülkede Sosyalizm?, http://www.marxists.org/turkce/trocki/1930/tus.htm ) 140
üretim ilişkileri arasındaki denklik gibi varsayımlarla bir sorunu yoktu. O sadece bu ilerlemenin karmaşık karakteri üzerinde yoğunlaşıyor ve bunun sonuçlarını tartışıyordu. Olaylara bakınca görülüyordu ki, Üretici güçler her yerde aynı aşamalardan geçerek gelişmiyordu. Kapitalist ilişkilere sonra gelen bir ülke, üretici güçlerin çok daha gelişmiş olduğu bir düzeyden işe başlıyordu. Böylece Üretici güçlerin epey gelişmiş bir düzeyi, son derece geri bir üstyapıyla bir arada bulunabiliyordu 15. Bu durumda neler olacağını tartışıyordu Troçki, bir tür “zihinsel deney” yapıyordu. Ve bu daha karmaşık ve arkadan gelenin öne geçtiği; önceki aşamaları tek tek geçmediği, minyatür ölçülerle aşarak veya üzerinden atlayarak geçtiği evrim kavrayışına bağlı olarak Rusya’daki Devrimin izlemesi muhtemel seyir analiz edilince garip bir sonuç ortaya çıkıyordu16. Son derece geri üretim ilişkileri ve siyasi bir sistemin olduğu bir ülkede, kapitalizmin doğrudan sanayi kapitalizmi olarak doğması ve bu nedenle işçi sınıfının daha doğarkenki gücü ve de burjuvazinin korkaklığı nedeniyle, demokratik devrimde işçi sınıfı köylülüğün desteğini sağlayarak iktidarı alabilir ve o da kendini demokratik görevlerle sınırlamayıp sosyalist karakterde tedbirlere yönelebilirdi. Yani eski akıl yürütmesine hiç de uymayan bir sonuç ortaya çıkıyordu evrimin bu bileşik ve
15
“Geri bir ülke ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarını sahiplenir. Ama bu demek değildir ki, onların geçmişte geçtikleri tüm aşamaları bir bir geçerek bu ülkeleri kölece izler. Tarihin çevrimsel olarak tekerrürü kuramı – Vico ve bilahare tilmizlerince savunulan – eski, kapitalizm öncesi kültürlerin kısmen kapitalist gelişmenin ilk tecrübelerine dair yaptıkları çevrimsel tasvir gözlemine dayanır. Tüm bu gelişme sürecinin biraz kıyıda köşede kalmış, biraz tali niteliği gerçekten kültürel evrelerin yepyeni alanlardaki kimi tekrarlarını da içerir. Bununla beraber, kapitalizm bu koşulların aşıldığının bir göstergesidir. O insanlığın gelişmesinin evrenselliğini ve sürekliliğini hazırlamış ve bir anlamda gerçekleştirmiştir. Bu nedenle diğer ulusların gelişme biçimlerinin tekerrürü ihtimal dışıdır. İleri ülkelerin çekicisinin peşine takılmak zorundaki geri bir ülke sıraya uymaz: tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir- bir halka, bir dizi ara aşamayı atlaşarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkanı tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar. Yabanıllar, geçmişte o silahları birbirinden ayırt eden mesafeyi katetmeksizin, ok ve yayı bırakıp tüfeğe geçerler. Amerika’yı sömürgeleştiren Avrupalılar tarihe yeniden başlamadılar. Almanya ya da ABD iktisadi bakımdan İngiltere’nin önüne geçmişlerse. Bu kapitalist evrimlerindeki gelişme yüzündendir. (...) Tarihsel bakımdan geri bir ulusun gelişmesi, zorunlu olarak, tarihsel sürecin farklı evrelerinin özgün bir kombinasyonuna yol açar. Betimlenen bu yörünge bütünsel olarak düzensiz, karmaşık ve bileşik bir niteliğe bürünür.” (Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 1. Cilt, s. 14-15) 16
“Dolaysız görevleri bakımından bir burjuva devrimi olarak başlayan Derim, kısa bir süre içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacak ve ancak, iktidarı ezilen kitlelerin başında durabilecek tek sınıfa, yani proletaryaya devritmekle en son zafere ulaşabilecektir. Proletarya ise bir kez iktidara geçtikten sonra sadece kendini burjuva demokratik programla sınırlamak istememekle kalmayacak, bunu yapmak elinden de gelmeyecektir. Ancak ve ancak Rus Devrimi’nin Avrupa proleter devrimine dönüşmesi halinde Devrimi sonuna kadar götürebilecektir. O zaman, Devrim’in ulusal sınırlılıklarıyla birlikte burjuva demokratik programı da aşılacak ve Rus işçi sınıfının geçici politik egemenliği uzun süreli bir sosyalist diktatörlüğe dönüşecektir. Ama Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde, burjuva karşı devrimi Rusya’da emekçi kitlelere boyun eğmeyecek ve ülkeyi gerilere fırlatacaktır, hem de bir demokratik işçi ve köylü hükümetinden çok gerilere.” (Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar’ın 1919’da Moskova’da Yayımlanan Yeni Baskısına Önsöz ) 141
eşitsiz karakterinden: yarı feodal bir ülkede sosyalist bir devrim olabilir ve işçi sınıfı iktidara gelebilirdi. Hâlbuki birbirini izleyen aşamalı evrim kavrayışına göre, sosyalist devrimin, Üretici Güçlerin kapitalist ilişkilerle en çok çeliştiği kapitalist ve en gelişmiş ülkelerde olması gerekiyordu. Bu sonuç bir tür zındıklık, yoldan çıkma gibiydi; o zamana kadar bilinenleri alt üst ediyordu. Ama bunun ardında, metodolojik olarak evrimin daha karmaşık bir kavrayışı, Troçki’nin adlandırmasıyla, “eşitsiz ve bileşik” bir evrim kavrayışı bulunuyordu. Meşhur Bolşevik ve Menşevik; Üçüncü ve İkinci Enternasyonal, Troçkizm ve Stalinizm ayrımları, son duruşmada metodolojik düzeyde bu iki farklı evrim (aşamalı ve eşitsiz-bileşik) kavramını yansıtıyorlardı. Tekrar vurgulayalım ki, Troçki’nin evrim kavrayışı üretici güçlerin gelişimini tartışmıyordu, sadece bu gelişimin karmaşık, “eşitsiz ve bileşik” karakterine dikkati çekiyor ve çıkarsamasını bundan yapıyordu. Aynı şekilde üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişme derecesi arasındaki uyum düşüncesiyle de sorunu bulunmuyordu. Zaten ilerde tam da bu uyumdan hareketle, Sovyet devletinin sınıf karakteri sorununa bir cevap getirebiliyordu 17. Evrimin eşitsiz ve bileşik gelişimine ilişkin öngörünün gerçekleşmiş olması sonucu geri bir ülkede sosyalist devrim olmuştu. Ama bu devrim tecrit olunca, yine bizzat Marks’ın dediği gibi, geri üretici güçler düzeyinde, sosyalizm olmayacağından, bütün pislikler geri dönüyordu 18. Rusya’da olan son duruşmada buydu. Üretici güçler kendi geri gelişme düzeylerine uygun ilişkilere neden oluyorlardı. Yani eşitsiz gelişme ile geri bir ülkede sosyalist devrim ve tam da bu nedenle, 17
Troçki’nin bu uyuma dayanan açıklaması en özlü biçimde şu satırlarda ifade edilir. “Komünist Manifesto’dan iki yıl önce genç Marks şöyle yazıyordu: “Üretim güçlerinin gelişmesi (komünizmin) kesinlikle zorunlu pratik temelidir çünkü onsuz, yokluk genelleşecek ve yoklukla birlikte gereksinmeler için girişilen kavga yeniden başlayacaktır ki bunun anlamı tüm eski pisliklerin yeniden su yüzüne çıkması zorunluluğudur.” Bu düşüncesini Marks hiçbir zaman geliştirmedi ve nedeni hiç de rastlantısal değildi: Geri bir ülkede proleter devrimin gerçekleşebileceğini hiçbir zaman tahmin etmedi. Lenin de bunun üzerinde durmadı ve bu da rastlantısal değildi: O da Sovyet devletinin bu kadar uzun bir süre tecrit edilmiş kalacağını tahmin etmedi. Gene de alıntı, Marks’tan bir soyutlamaya varma ve karşıtından çıkarsama yoluyla, Sovyet rejiminin tamamen somut sıkıntılarına ve hastalıklarına var geçilmez bir anahtar sunmaktadır. Emperyalist ve iç savaş yıkıntılarıyla körüklenen yoksulluğun tarihsel temeli üzerinde, “bireysel varoluş kavgası”, burjuvazinin devrilmesinden hemen sonraki gün ortadan kalkmamak bir yana, bu olayı izleyen yıllarda da azalmamış, tam tersine zaman zaman duyulmadık canavarlıklara bürünmüştür. Ülkenin belli kesimlerinde ki kez yamyamlık noktasına varıldığını hatırlatmamıza bilmem gerek var mıdır” (Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.77, İstanbul, 1998) 18
Troçki, tam da Üretici güçlerin gelişmi ile üretim ilişkileri arasındaki uyumdan hareket ederek ve Marks’ın aşağıdaki sözlerine dayanarak Sovyet Devriminin yozlaşmasını ve bir bürokrasinin iktidarı almasının açıklıyordu: “Öte yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel düzeyde değil de dünya çapında tarihsel olarak cereyan etmesini içeren gelişmesi) kesinlikle vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken bir pratik koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır, ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için savaşım yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.” (Marks – Engels, Alman İdeolojisi, http://www.kurtuluscephesi.org/marks/almanideoloji.html ) 142
üretici güçlerin geriliği nedeniyle, uygunluk yasası ile de bürokratik karşı devrim açıklanabiliyordu. Dikkat edilirse bu yaklaşımlar, klasik eleştirel ve devrimci Marksist yaklaşımlarla tam bir uyum içindedir. Stalinizm’in yaydığı, gücü yaygınlığından gelen kanının aksine, “Troçkizm”, klasik Marksizm’in kavramsal araçları ve problematiklerini İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in (ilk dört Kongre sonrası) bayağılaştırmalarına karşı koruma ve savunmayı temsil eder. Bu eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla Troçki, yirminci yüzyılın tarihinin genel gidişini, sosyalist devrimin önce geri bir ülkede olmasını; Sovyetlerdeki bürokratik karşı devrimi ve bunlara bağlı olarak işçi hareketinin krizi ve faşizmi; savaş sonrası Doğu Avrupa’daki dönüşümleri ve nihayet bizzat Doğu Avrupa’nın çöküşünü ve kapitalizme dönüşünü açıklayan kavramsal araçları sunar. Troçki’nin geliştirip netleştirdiği bu “eşitsiz ve bileşik gelişme” şeklinde özetlenebilecek evrim kavrayışı olmadan, yirminci yüzyıl tarihini, dolayısıyla da bugünü anlamak olanaksızdır. Troçki’nin eşitsiz ve bileşik evrim teorisi, tıpkı Einstein’ın Özel ve Genel Rölativite teorisinin, Quantum Teorisine göre hala klasik fiziğin alanında bulunması gibi, Klasik Marksizm’in evrim kavrayışı çerçevesinde kalır. Üretici güçlerin gelişmesi, sonra gelen aşamaların öncekileri tasfiye etmesi ve üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uygunluk gibi tüm varsayımları paylaşır. Tıpkı Einstein teorisinin astronomik boyutlardaki olayları büyük bir başarıyla açıklaması gibi, yirminci yüzyılın tarihini büyük bir başarıyla açıklar. Ama Tıpkı klasik fiziğin kavramlarının atom altı parçacıklar âleminde yetersiz olması gibi, Kapitalizm Öncesi Tarih ve Az Gelişmişliğin Gelişmesi söz konusu olduğunda, artık bu evrim kavrayışı yetersiz hale gelir. Orada Quantum Fiziği benzeri yeni bir Tarihsel Maddeciliğe ihtiyaç vardır. Kıvılcımlı’nın evrim teorisine katkıları işte tam burada ortaya çıkar. * Kıvılcımlı, geri kalmış bir ülkenin sosyalisti olarak, azgelişmişlik sorunuyla ve aynı zamanda kapitalizm öncesinin büyük uygarlık beşikleri az gelişmiş ülkeler olduğundan, kapitalizm öncesi Tarih ve Toplumlar sorunuyla karşılaşır19. Bu farklı toplumlarda karşılaştığı sorunları açıklayabilmek ve çözebilmek için; “Azgelişmişliğin gelişmesi” olgusunu ve kapitalizm öncesi 19
"Böyle bir araştırma neden önemli oldu?
"Bugünkü Türkiye'yi anlamak İçin, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin mad¬desine girince, onun İslam medeniyetinde bir "Rönesans" olduğu belirdi. İslam me¬deniyeti : tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent'ten (Çileden) çıkmış Antika (kadim) medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerterden) İslam me¬deniyetine gelinceye değin sıralanan antika medeniyetlerin hepsi de : hem birbirinin ayni, hem birbirinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep ayni gidişi (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. "Günümüze değin uzanmış bütün poblemlerin : sebep-netice zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu." (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s. 5) 143
binlerce yıllık uygarlıklar tarihini açıklamak için, evrim kavrayışını ve üretici güçler kavramını baştan aşağı değiştirmek zorunda kalır. Kıvılcımlı 1960’lardan önce, iki savaş arası dönemde, 1960’lardan sonra “Az gelişmişliğin Gelişmesi” sorunuyla meşgul olan ve bunu kapitalist ekonominin kendi iç mantığıyla “Merkez Çevre” ikilemiyle açıklamaya çalışanlardan (“Dörtlü Çete” Arrighi, Frank, Wallerstein, Amin vs.) veya batı Marksizm’i geleneğinin devamı olarak, sorunu “Toplumsal Formasyon” kavramı çerçevesinde (Balibar, Laclau vs.) ve daha ziyade de skolastik ve metodolojik düzeyde tartışanlardan20 çok önce, sorunu Tarihsel Maddeciliğin kavramları ile tartışır ve özgün bir teori geliştirip katkılarını yapar21. Kıvılcımlı bu çalışmaları sonucunda, Marks ve Troçki’nin dayandığı ve sorgulamayı akıllarından bile geçirmedikleri, üretici güçlerin sürekli gelişmesi varsayımı sorgular. Gelişmiş üretim ilişkilerinin geri üretim ilişkilerini tasfiye edeceği varsayımını sorgular. Dolayısıyla da üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uyum varsayımını sorgular. Marks’ta üretici güçlerin gelişmesi veri olduğundan, o “ileri bir ülke geri olana geleceğini gösterir” diyor ve o zamanın Almanya’sına “Aldırmıyorsun ama anlattığım bu senin hikâyendir” diye bitiriyordu sözlerini. Troçki’nin bu çıkarsamayla sorunu yoktu, Troçki sadece bu geleceğe giden farklı yollar olduğunu gösteriyordu. Klasik Marksizm’in veya Troçki’nin ufkunda ve paradigmasında, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi, yani az gelişmişliğin gelişmesi gibi bir problem bulunmuyordu. Ne var ki, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için; daha doğrusu yirminci yüzyılla birlikte kapitalizme giren ülkeler için, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermiyordu. Yani geri ülkelerin evrimi ileri ülkelerin izinden gitmiyordu; üretici güçler gelişmiyordu, gelişemiyordu; göreli olarak ileri ülkelerle aralarındaki fark daha da büyüyordu. Yirminci Yüzyıla kadar Avrupa’da ve Japonya’da görüldüğü türden, geriden gelenin öne geçmesi değil, geridekinin giderek daha da geride kalması; ileridekinin giderek daha da arayı açmasıydı
20
Bu konudaki tartışmaların geniş bir özeti şu kitapta bulunabilir: “Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, Ankara, 1984). Kitapta geniş ölçüde özetlendiği gibi, bu konuyla batı Marksizm’i geleneği, “Üretim Tarzı” ve “Toplumsal Formasyon” kavramı bağlamında daha ziyade skolastik, yani Marksizm’de kavramın anlamı üzerine, bir tartışma yürüttü. Bunlarda, Merkez-Çevre ekolünün tersine, somut ekonomi ve sınıf analizleri pek bulunmaz, tartışma felsefidir, yöntembilimseldir. Aynı az gelişmişlik olgusunu ele alan iki ayrı paradigma söz konusudur. 21
“Merkez-Çevre” ekolü de Ekonomi Politikten Tarihe ve Tarihsel Maddeciliğin konusuna doğru bir ağırlık noktası kayması yaşamıştır. Örneğin Samir Amin “Dünya çapında birikim kuramını kurmak için toplumsal formasyonların teorik bir tarihine ihtiyaç olduğunu düşünüyordum” (S. Amin, Entelektüel Yolculuğum, s. 58) diyor. Wallerstein giderek tarihe yönelir ve bu onun Tarihçi Annales okuluyla sıkı ilişkilerine yansır. Frank da son zamanlarda kapitalizmi ta Sümerlerden başlatma eğilimine girer. Yani bu ağırlık noktası kayışı onları Kıvılcımlı ile aynı alana yaklaştırır. Ama kapitalizmi bir üretim değil bir değişim ilişkisi olarak anladıklarından, her sermayeye dayanan sistemi kapitalizm olarak kavrarlar (S. Amin daha farklıdır), prekapitalist ve modern kapitalist sermaye ve toplum arasındaki zıtlığı ve farkı göremezler. Onların aksine Kıvılcımlı da zam bu fark ve zıtlığa oturtur otantik bir Marksist olarak analizini. 144
ortada görülen. Eğer yeni olgunun eski kavrama sığmayışını göze batırmak için bir formülasyon yapmak gerekirse, ortada görülen “eşitsiz ve bileşik bir gelişim” değil, “gelişememe”dir; “az gelişmişliğin gelişmesi”dir Bu geri kalmışlığın yanı sıra, sınıf ilişkilerinde ise genellikle, üretici güçlerin gelişme düzeyinin tam tersi ultra modern bir sınıf egemenliği ilişkisi görülüyordu. Bu Terslik en iyi Rusya ve Türkiye örneklerinde görülebilir. Rusya’da Politikaya, Çarlık ve Aristokrasi egemendi; ama ekonomide son derece yoğunlaşmış ve modern teknik kullanan bir sanayi vardı. Türkiye’de ise tam tersine, Politikada egemen güç, Finans Kapitaldi; Ekonomide ise son derece geri bir teknik ve az gelişmiş bir işçi sınıfı egemen olmaya devam ediyordu 22. Başlangıçta Kıvılcımlı da tıpkı Troçki gibi, Türkiye’deki gidişin, Rusya benzeri bir yol izleyeceğini, hatta benzer aşamaları Rusya’dan daha kısa sürede ve hızlı aşacağını düşünür. Örneğin 1930’ların başında yazdığı Yol’da, tıpkı 1905’deki Troçki gibi çıkarsamalar yapar 23. Ne var ki, başlangıçta öyle gidecek gibi görünmesine rağmen, Türkiye’de ne teknik, ne sınıf ilişkileri ne de proletarya Rusya’da olduğu gibi bir gelişim göstermez. Sosyal iktidara Burjuvazi bir yana, Finans Kapital egemendir ama ülke son derece geri bir teknik düzeyindedir. Finans kapital egemen olmasına rağmen, kapitalizm öncesinin gerici sermayesi ve ilişkileri gücünü ve varlığını korur ve tasfiye olmazlar. “Geleceğin ve geçmişin kamburu” üst üste binmiştir. Bu sefer, niye Rusya’daki gibi bir evrim olmadığını açıklamak başlı başına bir sorun olur. Yani az gelişmişliğin gelişmesinin açıklanması, yani üretici güçlerin geri kalması. (Tabii daima bu nispi olarak anlaşılmalıdır.) Olgun Kıvılcımlı’nın sonraki bütün teorik çabası ve katkısı bu tam tersi gidişi anlamakta toplanır. Kıvılcımlı, bu sorunu çözebilmek için, evrimin daha karmaşık bu görüngüleri üzerinde yoğunlaşır. O zaman da daha üst üretim ilişkilerinin ve bunun ürünü sınıfların, önceki üretim
22
Zaten tam da bu görüngüdür, Merkez-Çevre ekolünü, az gelişmişliği kapitalizmin kendi mantığıyla açıklamaya iten. Onlar geri ülkelerdeki ilişkilerin dünya kapitalist ekonomisiyle olan sıkı ilişkisine ve oradaki egemen sınıfların hiç de klasik “Feodal” sınıflar olmamalarına vurgu yapmışlardır. Böylece geniş bir olgular yığınını tanımlamışlar ama tam da açıklanması gereken olguyu açıklama gibi sunmuşlardır. Temel yanılgıları, az gelişmişliğin, sermayenin saf hareketinin değil, gerçek tarihsel hareketinin ürünü olduğunu anlamamaları ve bu ayrımı yapamamalarıdır. 23
Kıvılcımlı’nın 1930’ların başında tam bir “Stalinist” olarak yazdığı ve ancak bazı bölümleri 70’lerde yayınlanabilen Yol adlı çalışması aslında bilinçsiz bir “Troçkizm”i yansıtır. Kitabın “Geç Gelme” bölümü “Geç gelmenin faziletleri” gibi ifadeleri, Troçki’nin “tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz” dediği aynı eşitsiz ve bileşik gelişmeyi anlatır. Almanya ve Rusya ile Osmanlı ve Türkiye’yi karşılaştırır ve aynı aşamaların daha hızlı geçildiği ve atlandığı tespitini yapar. Örneğin şöyle yazar: “”II. Nikola, Rusya’da Deli Petro döneminden beri başlamış ve oldukça gelişmiş bir merkezileşmiş sanayi bulmuştu. Mustafa Kemal Türkiye’si, Rusya’da Deli Petro döneminden beri olan süreci hızla tamamlamak ve modern sanayi sermayesini birdenbire kurmak zorunda kalmıştır.” (s. 176) Bir çok örnekler verdikten sonra şu sonucu çıkarır: “Ve Rusya’da 50 yıl boyunca yürünen yol Türkiye’de 5-10 yılda aşılacak hale gelebilir.” (.s. 177) Türkiye’de kapitalizmin aşamaları böyle hızlı aştığı, sosyalizmin de doğrudan Leninizm’den ilham alarak doğduğundan hareketle beş on yıla kadar Türkiye’de sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarmayı okuyucuya bırakır. 145
ilişkilerini ve sınıfları tasfiye ettiği ve onların yerini aldığı varsayımını sorgular. Bunun yerine bunların bir tür simbiyoz ilişkiye girerek birbirlerinin varlığını güçlendirdiklerine dikkati çeker. Yani Türkiye’de kapitalizm, tam da eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu FinansKapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi denebilecek ve savaş sonrasında dünyada yaygınlaşacak biçimde doğduğu için, bu süper modern Finans-Kapital, prekapitalist sınıf ve ilişkileri tasfiye etmez, aksine onlarla ittifaka girip, onları güçlendirir24. Bu Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim yaklaşımını da içeren ama onu da aşan bir kavrayıştır. Eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu, Türkiye’de kapitalizm Finans-Kapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi olarak doğmuştur. Ama buna rağmen ve tam da böyle olduğu için, “feodal kalıntılar” ya da kapitalizm öncesi “Tefeci-Bezirgan sermaye” gücünü ve egemenliğini sadece sürdürmez pekiştirir. Yani süper modern Finans-Kapitalizm, prekapitalizmi tasfiye etmez, onunla “Etle tırnak gibi” olur25, bir simbiyoz yaşama geçer veya kimilerinin dediği gibi “eklemlenir”26. *
24
“O zaman ne oldu? Geri ülkelerde Antika Tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri oldu. Bu bir çeşit "TERSİNE RÖNESANS" idi. Kapitalizm, Batı'da TEFECİ-BEZİRGAN sınıfı kökünden kazımadıkça, normal olarak doğmamıştı. Fakat geri ülkelerde, kapitalizmin son çağı olan Emperyalizm döneminde Tefeci-Bezirgan sınıfı kökünden kazınmak şöyle dursun, bütün dişleri ve tırnaklarıyla kapitalizme ortak olmaya ve kapitalist iktidarı ayakta tutmaya kendini verdi. Bu bir Tarihin tersine akışı mıydı? Evet. Böyle tersine akıntılar ölüm çağına gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi. Kapitalizmin inkar edeceği Tefeci-Bezirgan sınıfı, 20nci yüzyılda sanki kapitalizmi inkara kalkışmiş gibiydi. Ancak bu görünüştü. Dizginler görünmeyen örümcek ağları gibi uluslararası Finans-Kapital mekanizmasının ve en büyük emperyalist iktidarların elinde idi. Modern Finans-Kapital nasıl Tarihin çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, tıpkı öyle, Antika TefeciBezirgan sınıfı da insan kazançlarını inkar etmekte ve gericilik yapmakta Emperyalizmden aşağı kalmıyordu. Böylelikle tencere yuvarlandı kapağını buldu. Ortaçağlardan hatta ilk Antika çağlardan kaldığı bilinen Kadim Tefeci-Bezirgan sınıfı: Modern çağın dünya ihtilalleri ve sosyalizm döneminde Finans-Kapitale YEDEK UYDU ve İHTİYAT GÜCÜ olarak geri ülkelerde iktidar mevkiini paylaştı. Bu yüzden Tefeci-Bezirgan sınıfı, sanki bir modern sosyal sınıf imiş gibi geri ülkelerin ekonomisinde, toplum ilişkilerinde, politikasında, kültüründe, ahlakında ağır basan söz sahibi bir sınıf kesildi. Bugün geri ülkelerin SOSYAL YAPISI denince, yukarıda saydığımız SINIF İLİŞKİLERİ gözümüz önünden ayrılmamalıdır.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Genel Olarak Sosyal Sınıflar, AYDINLIK, Sayı: 2, Aralık 1968, s 119-133) 25
“Batı kapitalizmi gençlik çağında iken Türkiye'nin yatalak Tefeci-Bezirgân düzeni Kapitalizme karşı hiç bir rezonans göstermedi. İlerici serbest rekabet kapitalizminin dalgası Türkiye'yi hiç ilgilendirmedi. 20. yüzyıla geldik. Kapitalizm: iratçı, monopolcu Finans-Kapital egemenliği biçimine girdi. Bu, kapitalizmin ölüm döşeğine yatış çağı oldu. 0 zaman bizim yatalak Tefeci-Bezirgân düzenimiz: Finans-Kapital adlı tekelci yatalak sermaye ile tam rezonans hâline girdi. Birbirlerine denk düştüler. Halkımızın bir deyimi vardır: "Hacı hacıyı Arafat'ta, it iti kalafatta bulur!" der. 20. ci yüzyılda kapitalizmin derebeğileşmesi demek olan Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgânlığın derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen can cana, baş başa kuzu sarması oldular.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, s. 77) 26
Bu kavramın kullanımları veya bu kavram kullanılmadan aynı fenomenin ele alınışı vs. hakkında yine bu kitapta geniş bilgi bulunmaktadır: Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, “Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Ankara, 1984). 146
Bu evrim kavrayışının Marks ve Troçki’dekinden farkını gösterebilmek için, biyoloji ve paleontolojideki evrim kavramının evrimi bir fikir verebilir. Klasik biyolojik evrim kavramı, tıpkı ilkel, köleci, feodal, kapitalist sıralaması gibi tek hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, omurgalılar, balıklar, sürüngenler, memeliler, primatlar gibi bir sıra izler ve daha sonra gelenin diğerlerinin yerini aldığı ve onlardan üstün olduğu var sayılır. Ama modern biyoloji, bu evrim kavrayışıyla yetinemez ve bununla var olan gerçekliği açıklayamaz. Evet, örneğin insanlarla tek hücreliler evrimin adeta iki ayrı ucu gibidirler ama insan bağırsağındaki tek hücreliler ile simbiyoz bir yaşam içindedir. Onlar yiyecekleri parçalamasa insanın yediklerini hazmetmesi olanaksız olur. Elbette bu ekstrem bir örnektir ama biyolojik alem böyle binlerce örnekle doludur. Örneğin çiçekli bitkilerin ve böceklerin evrimi ancak bu mekanizmayla açıklanabilir. Evrimin sonra gelen aşamaları sadece öncekilerin yerini almaz, onlar var olmaya devam ederler ve daha da öteye gidip karşılıklı olarak birbirlerinin var oluşunu etkilerler. Evrim ve onun karmaşık yapısı böyle daha derin ve doğru olarak açıklanabilir. İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı aşağı yukarı Toplum ve Tarih kavrayışına böyle bir evrim kavramını getirmesidir. Sonra ortaya çıkan aşamalar öncekileri sadece tasfiye etmez ve onun yerini almaz, aynı zamanda onu güçlendirir, yaşatır ve onunla simbiyoz bir ilişkiye girerler ve bu ilişki içinde onların kendileri de değişirler. Bu kavrayışın politik sonuçlarının nasıl alt üst edici olduğu, en iyi Marks ve Troçki’nin evrim kavrayışlarının programatik sonuçlarıyla bir kıyaslama içinde görülebilir. Klasik anlayışa göre bir ülke kapitalistse önündeki devrim sosyalist, feodal veya yarı feodal ise önünde demokratik devrim görevleri olur. Troçki, eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla, feodalizmin egemenliğindeki bir ülkede sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarır. Ama Kıvılcımlı, finans kapitalizmin egemenliği altında, kapitalist ilişkilerin yaygın ve egemen olduğu bir ülkede demokratik karakterli bir devrim gerektiği sonucunu çıkarır. Çünkü finans kapitalizm pre-kapitalizmi tasfiye etmemekte, güçlendirmekte, onunla kader ortaklığına girmektedir. Egemen sınıf süper modern olmasına rağmen ve tam da o nedenle, devrim demokratik görevleri çözmeyi önüne koymalıdır. (Elbette bu devrimin kendi dinamiğiyle bir sosyalist devrime dönüşmesini, yani “Sürekli Devrim”i, dışlamamaktadır.) Bu paradigma farkını kavrayamayan birçok Troçkist, kolaylıkla Kıvılcımlı’yı kendi eski paradigmaları içinde değerlendirip, demokratik görevlere yaptığı vurgu nedeniyle klasik Stalinist bir “aşamalı devrim” kuramcısı olarak görebilir ve görmüştür. Ne var k bu yanıltıcıdır. Kıvılcımlı çok ilerde, Troçki’den de ötede başka bir paradigmaya aittir 27.
27
Örneğin birçok Troçkist “üçüncü dünyada egemen dünya pazarıyla bütünleşmiştir” diyerekten sosyalist devrim önerdiği ve Stalinist Partilerin milli burjuvaziyle ittifak siyasetine karşı argüman sunduğu için, A. G. Frank’ın yaklaşımını desteklerler, ama bunun aslında metodolojik olarak Troçki’den daha geri bir çıkarsamaya, “ilişkiler kapitalisttir o nedenle devrim sosyalist karakterli olmalıdır” çıkarsamasına, geri dönüş olduğunu göremez ve anlamazlar. 147
Kıvılcımlı’nın yaklaşımı Troçki’ninkini reddetmez, onu da kapsar, ama aynı zamanda onu aşar. Troçki’ninki ise Kıvılcımlınınkini kapsamaz, daha sınırlıdır. Marks’ın formüle ettiği biçimiyle Tarihsel Maddecilikte farklı üretim biçimleri zaman içinde birbirlerini izlerler ve birbirlerinin yerini alırlar. Kıvılcımlı’da, o zaman içinde birbirini izleyenler, aynı mekan ve zaman içinde, karşılıklı ilişki içinde birbirini değiştirişleri içinde ele alınır. Bu yöntem, gerçekliğin çok daha derin bir kavrayışını vermekle kalmaz, az gelişmişliğin gelişmesi gibi, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi gibi, sanki ilk bakışta Tarihsel Maddeciliğin ilk formülasyonlarıyla çelişiyor görünen fenomenleri de daha gelişmiş bir Tarihsel Maddecilikle açıklar. Burada, evrimi ve farkları daha net gösterebilmek için, Kıvılcımlı ve Troçki’nin farklı evrim kavrayışlarından söz ediyoruz. Elbette Marks’ta, Kıvılcımlı ve Troçki’nin; Troçki’de Kıvılcımlı’nın evrim kavrayışların tohumları vardır ve önceki formülasyonlar sonraki formülasyonları dışlamaz. Ama bu tohumlar sonra gelende gelişmiş veya politik, programatik ve stratejik sonuçlara ulaşmıştır. Troçki’nin veya Marks’ın paradigmasında az gelişmenin gelişmesi öngörülmez ya da o paradigmadan böyle bir sonuç çıkmaz; dolayısıyla klasik paradigmayla az gelişmişliğin gelişmesini açıklamak mümkün değildir28. Ama toplumda böyle bir olgu (Fenomen) vardır. Az gelişmişlik gelişmektedir; ileri ülkeler artık geri ülkelere geleceklerini göstermemektedir. Bu durumda öyle bir kavram sistemine ihtiyaç vardır ki, hem gelişmeyi, hem eşitsiz ve bileşik gelişmeyi, hem de az gelişmenin gelişmesini açıklayabilsin. Daha gelişmiş bir teori, sadece gelişmeyi ve eşitsiz gelişmeyi de değil, gelişememeyi ve gelişmemeyi de açıklayabilmelidir. Hem de bunu tutarlı bir kavram sistemi içinde başarabilmelidir. İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı veya en azından yapmaya çalıştığı budur. Bu sorunu çözebilmek
28
Troçki’nin bu konuya en çok yaklaştığı ve eskinin sonuçlarını çıkardığı yerde bile az gelişmişliğin gelişmesi sorunu yoktur. Onların birer özne olarak tanınması vardır. O öznenin bakış açısından tarihe bakış, dolayısıyla öyle bir bakışın ortaya çıkaracağı teorik sorunlar yoktur. Örnek: “Manifesto, kapitalizmin geri ve barbar ülkeleri nasıl kendi girdabına aldığını açıklarken, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin bağımsızlık için verdikleri mücadelelere hiç gönderme yapmaz. Marx ve Engels, toplumsal devrimi “en azından önde gelen uygar ülkelerde” gelecek birkaç yılın sorunu olarak düşündükleri ölçüde, sömürge sorununun da, ezilen ulusların bağımsız hareketinin sonucu olarak değil, kapitalizmin metropol merkezlerinde proletaryanın kazanacağı zaferin sonucu olarak otomatikman çözüleceğini düşünüyorlardı. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrimci strateji sorunlarına bu nedenle Manifesto’da hiç dokunulmaz. Bugün bu sorunlar bağımsız çözümler gerektirmektedir. Örneğin, “ulusal anavatan” sözünün ileri kapitalist ülkelerde en zararlı tarihsel fren haline geldiği çok açık olduğu halde, bağımsız bir varoluş için mücadeleye zorlanan geri ülkelerde bu hâlâ görece ilerici bir faktör olarak önümüzde durmaktadır. “Komünistler” diyor Manifesto “her yerde, varolan toplumsal ve politik düzene karşı olan her devrimci hareketi desteklerler.” Renkli ırkların kendilerini ezen emperyalistlere karşı hareketi, varolan düzene karşı olan en önemli ve güçlü hareketlerden birisidir ve bu nedenle beyaz ırk proletaryası saflarından eksiksiz, koşulsuz ve sınırsız bir destek beklemektedir. Ezilen uluslar için devrimci strateji geliştirme onuru başlıca Lenin’e aittir.” (Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıldönümü” 148
için, Finans Kapital ve Tefeci Bezirgan kaynaşması kavramını veya Kadın Sosyal Sınıfımız29 gibi yazılarında ifadesini bulan, farklı üretim ilişkileri ve bunlarla ilişkili sınıfların kaynaşması kavrayışını geliştirir. Örneğin, Komün, Bezirgan Uygarlık ve Modern Kapitalizm, sadece tarihte birbirini izleyen toplum biçimleri değildir, onlar bu gün bir arada30 ve karşılıklı ilişki içinde bir toplumsal sistem yaratırlar31. Köyler komün, kasabalar antik uygarlık, şehirler kapitalizmdir. Köyde 29
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kadın Sosyal “Sınıfımız”, Kıvılcım, sayı 1, Temmuz-Ağustos 1978, s. 120)
30
Örneğin Lenin, devrim’den sonra Rusya’daki toplumsal ilişkilere ilişkin bir değerlendirmesinde Rusya’da beş üretim biçiminin bir arada bulunduğunu söyler ama bunlar basitçe yan yana bulunmaktadırlar, karşılıklı ilişkileri içinde, birbirileri üzerinde yaptıkları etkilerle bir süreç olarak ele alınmazlar. 31
Bu yöntem şu satırlarda dupduruca açıklanmakta ve uygulanmaktadır: “Bizde sosyal ehram başlıca üç katlı bir Bâbil Kulesi'dir. Sosyal katlardan herbiri ötekilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır. O katmerli ve sonturlu üç kattaki sınıfların çelişki ve çatışkıları bütün azgınlıklarıyla ayakta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz: 1- Üst kat: Büyük Şehirler, ayrı bir dünyadır. Ona Modern Kapitalizm dünyası diyebiliriz. 2- Orta kat: Kasabalar Türkiyesi'dir. Orta dünyamız Antika Tefeci - Bezirgan dünyası olarak adlandırılabilir. 3- Alt kat: Köyler Türkiyesi'dir. Orası artık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz yerinde ise Tarihöncesi dünyası sayılabilir. Tekrar edelim: bu üç ayrı dünya, üç ayrı Toplum Tarihi konağı birbirlerinden hem binlerce yıl ayrıdırlar, hem birbirleriyle aynı yerde bulunurlar. Bu 3 sosyal katın üstüste yığılı lanetlenmiş yomsuz ehramı gözönünde tutulmadıkça ve ehram İçindeki her katın ötekilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru kavranılmadıkça Türkiye'nin Sosyal Sınıflar problemi aydınlığa kavuşamaz. SOSYAL 3 KATIN KARAKTERİSTİĞİ Her katın ayrı ayrı: 1- Özel Ekonomi temeli, 2- Özel Üst ve Alt sınıfları, 3- Özel birer Sömürge halkı.. vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlen-dîrmedikçe, çevremizin somut kördövüşünü içyüzü ile anlayamayız. EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli, Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir. Bu ekonomi yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün ilkel öntarih ekonomisinde egemen üst sınıf: Babahanlığın bütün olumlu yanlarını yitirmiş Köylü erkekleri'dir; alt sınıfı ne denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu için "sınıf" adını alabilecek ayrılıkta Köy Kadınları Sınıfı' dır. Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge halkı, bütünüyle Köy Kadını'dır. Türkiye'de azıcık yaşadığını düşünebilen hiçkimse, bu söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı kalamaz. ORTADA: Taşramızın Kasabalık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci - Bezirgan ekonomidir. Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini bütün yamanlığı ile yaşatan üst sınıf: Tefeci Hacıağalar ile Vurguncu Bezirganlar ve onların derebeğileşmiş "Ayan", "Eşraf", "Agavat", "Hanedan" adlı elemanlarıdır. 149
erkek, kasabada tefeci bezirgan, şehirde finans kapital egemendir. Köy ve kasaba (komün ve antik uygarlık) şehrin (finans kapitalizmin); Köy (komün) kasabanın (Antik uygarlık); kadın da hepsinin ve köy erkeğinin iç sömürgesidir. Böylece gericilik ve gerilik ile kadın sorunu arasındaki bağ; bütün gericiliğin “namus” (=kadın köle) elden gidiyor” bayrağıyla ezilen sınıfları peşine takışının mekanizmaları nefis bir biçimde açıklanır32. * Ama Üretici Güçler ve Evrim Teorisi bakımından daha büyük sorun, kapitalizm öncesi tarihte ortaya çıkıyordu. İstisnasız olarak, bütün eski uygarlık beşikleri kapitalizme geçememişlerdi ve bu günün az gelişmiş ülkeleriydi. Kategorik ve soyut olarak, klasik kavramsal araçlarla, Kapitalizme Geçişin niye uygarlığa en geç giren İngiltere’de olduğunu, Eşitsiz ve Bileşik gelişim ile açıklamak mümkündür ve bir zorluk oluşturmaz33. Ama bu eski uygarlık beşiklerinin niye kapitalizme geçemediğini Üretici Güçlerin gelişme düzeyiyle açıklamak ciddi bir sorundur. Çünkü bu ülkeler kapitalizme geçiş döneminde, İngiltere’den daha geri bir üretici güçler düzeyinde değildiler. Sanayi devrimine kadar Klasik Uygarlıklar ve Batı Avrupa arasında üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından neredeyse hiç bir fark bulunmuyordu.
Kasabalığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge Halkı: genellikle Türkiye'mizin bütün Taşra Halkı, özellikle tüm kadın - erkek Köylülüktür. EN ÜSTTE: Modern merkezleşmen Şehirlilik katında ekonomi temeli genellikle "Modern" adı verilebilecek olan Kapitalizmdir. Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet çağında Finans - kapitalizm biçimiyle ağır basar.” Dr. H.K., Kadın Sosyal Sınıfımız, s. 120-121) 32
“Her köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci - Bezirganının toprak esiri'dir. Ama, tarlasında ve evinde boğaz tokluğuna Avrat - Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci - Bezirgan politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir. Kadına hak ve hürriyet mi? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle olarak çalıştıracak? Türkiye "Köylü memlekettir". Ne şüphe? "Şehir" adını taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü psikolojisi "ağırlığını" bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik: "Namus" meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demagojiyle dahi çatır çatır koparıp alır. Hacıağanın emekçi halka bilir bilmez kabul ettirdiği "Namus" sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.” (Dr. H. K., age. S.133) 33
Güçlü Devlet olmaması yani uygarlığa bulaşmamışlık ile kapitalizme geçiş ilişkisi çok açıktır. Buna Mandel de değinir. “Avrupa dışındaki kapitalizm öncesi medeniyetlerde mutlak devletin üstünlüğü bir tesadüfün sonucu değil, sosyal artı ürünün kesin bir şekilde temerküzünü gerektiren sulu tarımın tabi olduğu şartların sonucudur. [İlk bakışta aykırı gibi görünse de] bu medeniyetlerin, gelişmelerinin yarı yolunda kalmalarına sebep, toprağın son derece bereketli olması ve nüfusun gittikçe artmasıdır.(...) Batı Avrupa’daki (ve bir dereceye kadar Japonya’daki) ekonomik gelişmenin bu özellikleri, (yani sermayelere el koyacak bir güçlü devlet olmaması, ki bu da bizzat komünlerin yaşayan gücüyle ve uygarlığa geç girişle ilgilidir) sınai devrimin ancak bu bölgelerde mümkün olduğunu göstermiyor, sadece, kapitalist üretim tarzının niçin önce AvrupaDa meydana geldiğini gösteriyor.” E. Mandel, Marksist Ekonomi El kitabı, Cilt.1, s.203-204. Kıvılcımlı bu geçişi İlkel sosyalizmden kapitalizme ilk ve son geçiş (İngiltere ve Japonya) örneklerinde işler. 150
Bu sorun en açık Güney ve Kuzey Amerika’nın farklı evrimlerinde görülebilir. Kuzey’e de Güney’e de gidenler aşağı yukarı aynı üretici güçler seviyesindeki toplumların insanlarıydılar. Örneğin ikisi de okyanusu aşabilecek gemiler yapabiliyorlardı. Niye kuzey kapitalizme geçmişti de güney geçememişti? Ama şöyle bir ilişki çok açık görülüyordu, Güney’e gidenler, ta Fenikeliler zamanında uygarlık pisliğine bulaşmış, klasik Akdeniz Uygarlığının insanlarıydılar, dolayısıyla Güney de aslında Klasik Uygarlıklar kategorisinde dâhildi ve Klasik uygarlıklar kapitalizme geçemiyorlardı. Niye? Bu bağlantı Kıvılcımlı’yı bu uygarlıkların Tarihine yöneltmişti. Orada görülen ise bütün bilinenleri alt üst ediyor, ek teorik zorluklar ortaya çıkarıyordu. Çünkü Antik Tarihte, Üretici Güçler gelişmiyordu34 ve üstüne üstlük buna rağmen devrimler oluyordu. Ve bu devrimler, üretici güçlerin gelişimi eski üstyapıya artık sığmadığı için değil, Üretici Güçler gerilediği için oluyordu ve devrimleri yapanlar da devrimci sınıflar değildi. Üstüne üstlük bu devrimleri daha geri üretici güçler düzeyini temsil eden toplumlar yapıyordu. Eldeki kavramlar ve onların bu eldeki biçimiyle bu işin içinden çıkma olanağı bulunmuyordu. Çok genel olarak insanlık tarihine bakınca bir eğilim olarak, üretici güçlerin bir gelişmesi görülür. Kol gücü komün, havyan, rüzgar ve su gücü klasik uygarlık, buhar gücü kapitalizm. Bu farklı üretim biçimlerini üretici güçlerin gelişmesinden daha iyi ve tutarlı açıklamak mümkün değildi. Zaten bu nedenle Marks, Felsefe’nin sefaletinde şöyle yazar: "Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için, insanlar, kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu". Bu şema, tüm tarihin genel gidiş eğilimini açıklayıcıydı. Keza kapitalizmin ortaya çıkışından sonra da üretici güçlerin bir hızlı gelişmesi görülüyordu. Genel gidişi içinde bir bütün olarak insanlık tarihi ve kapitalizmin doğuşundan sonraki yakın tarih üretici güçlerin sürekli geliştiğinin en büyük kanıtı olarak görünüyordu. Zaten bu nedenle Marks’ın formüle ettiği Tarihsel Maddecilik öğretisi, Üretici Güçlerin sürekli geliştiği var sayımına dayanıyordu. Marks’ın formüle ettiği biçimiyle teori, insanlık tarihinin çok genel bir gidiş eğiliminden ve Kapitalizm’den çıkıyordu. Ne var ki Tarihe daha yakından bakılınca, gerek antik tarihte binlerce yıl boyunca ve gerek 34
Kıvılcımlı baş eserinin “Medeniyetin Yaratıcılık Efsanesi” bölümünde şunları yazıyor. “Şimdi tarihin en ibret verici ilginçliğine gelmiş bulunuyoruz. İnsanoğlu’nu Efendi ve köle diye iki müthiş kutba ayıran medeniyet, moral yıkılışları bir yana bırakalım,- teknik ilerleme bakımından hangi orijinal yaratışlara kavuştu?” (s.118) Kısaca örnekler verdikten sonra devam ediyor: “Son otuz yıllık özellikle arkeoloji buluşları, antika medeniyete şimdiye dek atfedilen üstün teknik yaratıcılık gücünün bir efsane değilse, mutlaka görünüşe aldanış olduğunu her gün biraz daha ispat etmektedir..” (s. 120) (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, İstanbul 1965) Benzer değerlendirmeler Mandel’de de vardır: “Binlerce yıl boyunca sadece iki enerji kaynağından: insan enerjisi ile evcil hayvanların enerjisinden yararlanıldı” (a.g.e. S.194) 151
neolitikten önceki Homo Sapiens’in ortaya çıkışından sonraki on binlerce yıl boyunca üretici güçlerin neredeyse hiç gelişmediği olgusuyla karşılaşılıyordu. Üretici güçler belli dönemlerde adeta patlarcasına gelişmişlerdi ama arada çok yavaş neredeyse durgunluk denebilecek bir gidiş görülüyordu. Antik tarihte üretici güçler neredeyse hiç gelişmemişti. Bütün temel teknoloji, neolitik devrimde “Verimli Hilal”de ve aşağı Mezopotamya’da Sümerlerde (yuvarlak hesap M.Ö. 10.000 ve 5.000 yılları arası) bulunmuştu. Bundan sonra 7000 yıl boyunca, kapitalizm doğuncaya kadar, sadece bunların nicel bir yayılması, farklı coğrafyalarla çeşitlenmesi ve biraz mükemmelleştirilmesi söz konusuydu. Ama bu öyle küçük ve yavaş bir değişimdi ki, Antik Tarih’in değişimlerini üretici güçlerdeki bu değişimle açıklamak mümkün olmuyordu. Ama sorunun karmaşıklığı burada da bitmiyordu. Klasik tarihsel maddeciliğe göre, Devrimler35, üretici güçlerin gelişimi ve onun önündeki engeller ile açıklanırken, antik tarihte bu gelişim olmamasına rağmen devrimler vardı ve sorunu daha da içinden çıkılmaz kılan, bu devrimleri üretici güçlerin daha geri bir aşamasına karşılık düşen “barbar” kavimlerin yapmasıydı. Bütün uygarlıkları onlardan daha geri üretici güçler ve üretim ilişkileri düzeyindeki barbarlar yıkıyorlar ve yeni uygarlıklar kuruyorlardı. Bu yıkılış ve yeni uygarlıkların kuruluşları da birer devrim olarak ortaya çıkıyordu 36.
35
Marks şöyle yazıyor sınıflı toplumlarda devrimlerin mekanizmalarını ele alırken: "Genel Olarak Devrim nedir? Prensip olarak: "Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte var olamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici iktidar (güç), devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: eski toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir." (K. Marks, Felsefenin Sefaleti) 36
Kıvılcımlı bu sorunu Marks’ın ifadesini ve kavramlarını kullanarak şöyle açıklıyor:
"Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: "l - Antika Medeniyetler 'sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: kölelerdir. "2 - Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında 'birlikte varolmaz'lık yetmiş midir? Hayır. Bu moda deyimiyle 'coeksiztans : birlikte varoluş' imkansızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz. "3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde 'En büyük üretici güç olan devrimci sınıf yoktur. O neden? "4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgüt-lenmesini gerektiren bütün üretici güçler "Eski toplumun içinde meydana" gele¬memiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. "Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir antika mede¬niyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yeter¬siz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama 'medeniyetler' hiçbir vakit yeryüzünde sona er¬memişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzakla¬şıp, ebediyyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşına yeni bir medeniyet, (Hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. "Antika medeniyetleri deviren güç, toplumun kendi içinde doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplumun dışından başka bir toplumun vurucu gü¬cü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. 152
Yani teori, sadece üretici güçlerin gelişmesini ve bunun yol açtığı değişimleri değil, sadece az gelişmişliğin gelişmesini açıklamakla yetinemezdi. O aynı zamanda, tarihte üretici güçlerin gelişmemesini; üretici güçler gelişmemesine rağmen üretim ilişkilerinin değişmesini ve bu değişimlere tekabül eden tarihsel devrimleri ve bu devrimlerin daha geri üretici güçler ve ilişkileri temsil edenlerce yapılmasını, yani birbiriyle çelişiyor görünen bu olguları ve süreçleri bir tek tutarlı kavram sistemi içinde açıklamalıydı. İşte Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bu birbiriyle zıt görünen bütün olayları, bir tek tutarlı kavram sistemi içinde açıklama çabasıydı. Kıvılcımlı bu sorunu, Engels’in bir açıklamasına dayanarak37, üretici güçler kavramını, sadece Teknikle değil, Coğrafya, Tarih ve İnsanla tanımlayarak çözmeyi denedi. Böylece Komün (“İlkel Sosyalizm”, “Barbarlık”) ve onun “Kolektif Aksiyon” yeteneği, üretici güçlerdeki bir üstünlük olarak ortaya çıkıyor ve “barbarlar”ın “Tarihsel Devrimler”i yapışı açıklanabiliyordu. Özetle, Kıvılcımlı Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde Üretici Güçler kavramının yeniden tanımlanmasından38, farklı üretim biçimleri ve sınıfların simbiyoz ilişkilerine
Bu dışardan gelen güce, Greklerin 'Yabancı: Ecnebi' anlamına kullandıkları 'BARBAR' adı veriliyor. (Osmanlı atalardan dirlikçi olmayan öteki yurttaşlara 'ecnebi' derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: 'Güç (zor, acı, kuvvet): yeni bir topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir.' "Antika Tarihte 'güç' barbar kılığına girip medeniyet toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: eski medeniyetin 'Gebe' olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan yeni medeni¬yetin hangi üretici güç, nasıl 'ebesi' oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı. Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, Tarihsel maddeciliğin keşfedildiği günden beri, resmi Tarihsel bilimler (Fransızcanın akar deyimiyle 'c'en etait fait': işi bitik) duruma gelmişlerdi." (Dr. H. K., Tarih Devrim Sosyalizm, s: 24) 37
Engels 1894’de, ölümünden az önce, Marksizm’in bayağılaştırılmasına karşı H. Starkenburg’a yazdığı mektupta şunları der ve H. Kıvılcımlı Üretici Güçleri yeniden tanımlarken bu mektuba dayanır: "Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir TOPLUM İNSANLARININ geçimlerini üretmelerini ve (iş bölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve ulaşım TEKNİĞİ bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim yordamı gibi, ürün üleşimini de, ve dolayısıyla, kandaş toplum sona erdikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısıyla, Devleti, Siyaseti, Hukuk vs.'y i de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri COĞRAFYA temeli de girer, ve çok kez GELENEKLE veya atalet hassasıyla alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış KALINTILAR da, ve tabii gene bir sosyal biçimi dışardan çevreleyen ortam da girer." 38
"(...) Diyalektik metotlu klasik Tarihsel maddecilik: hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve son duruşmada, ÜRETİCİ GÜÇLERle hareket ettiğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o yere ve zamana göre somut olarak hangi 'üretici Güçlerin ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık Felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilime ısmarlamıştır. "üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz : "l - TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (Aletler, cihazlar) ve metotlar (usuller), 153
(“eklemlenmelerine”, “etle tırnak gibi olmalarına”, “kaynaşmalarına”) kadar bir yığın devrimci değişiklikler yapar. Başa dönersek, ilk bakışta, Troçki’nin ve Kıvılcımlı’nın insanlık tarihi bakımından birbirini tamamladığı, aralarında zımni bir iş bölümü olduğu kabul edilebilir. Birisi kapitalizm öncesi tarihte ve yirminci yüzyıldaki az gelişmişliğin gelişmesinde yoğunlaşır ve onu açıklar; diğeri özellikle yirminci yüzyıl Avrupa tarihinde yoğunlaşır ve onu açıklar. Bu tarih içindeki zımni iş bölümü, aynı zamanda Politika, Ekonomi (Troçkist Gelenek) ve Tarih (Kıvılcımlı) alanlarında bir iş bölümü gibi de görülür. Ayrıca sınıflar gibi aynı konuları ele aldıkları yerlerde neredeyse birbirlerinden habersizce benzer yaklaşımlar gösterirler. Ne var ki, buraya kadar gördük ki, bu sadece bir ilgi alanı ve tarihsel dönem faklılığı, aynı "2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekan içinde çevrdiyen maddi ortam, İklim, Tabiat vs. "3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, görenek kalıntıları vs. "4 - İNSAN: Toplumun gerek dış maddi ortamını, gerek iç manevi ortamını teknik araçla isleyen Kolektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", vs. "Sosyoloji bakımından yukarki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmıs (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda Teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidisinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir. "Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü, Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın : belirli geçmişinden kalma gelenek göreneklerle, içinde yaşadığı belirli Coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kolektif aksiyondur. "Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu, manivela gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kolektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez. "Modern Toplumda Teknik : maddi coğrafya ve Manevi Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toptum hareketinde yalnız teknikle, kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: l - Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2 - İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kolektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: en son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli Medeniyet için: Kolektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında : tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücü temsil eden gelenek-görenek ve Kolektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toptum, kolayca zafer kazanmıştır." (Tarih Devrim Sosyalizm, s. 78) 154
paradigma çerçevesinde bir farklılık değildir. Aralarında paradigma farklılıkları da vardır. Bunun ardında evrimin farklı sorunlarına yönelme, farklı varsayımlara dayanma ve onları sorgulama vardır. Bu farklılık da eşit derinlikte, eşit konumda iki paradigmanın farkı değildir, biri diğerini içermektedir. Kıvılcımlı evrimin çok daha karmaşık sorunlarını da ele alır bu nedenle Troçki’den daha kapsamlı ve derindir. Diğer bir ifadeyle Troçki ve Kıvılcımlı Evrim Teorisinin evriminin iki farklı aşamasına karşılık düşerler. * Yukarıda Marksizm’in üç kaynağından söz ettik, ama son yıllardaki çalışmaların ortaya çıkardığı gibi, Marksizm’in bir de dördüncü bir kaynağı daha bulunmaktadır. Bu kökleri Rousseau’ya kadar giden Kapitalizmin Romantik Eleştirisidir. Marksizm’in ruhuna sinmiş39 olan bu kaynağı, ikinci ve üçüncü Enternasyonal döneminin ilerlemeci ve iyimser tarih yaklaşımı bakımından bastırılmış ve unutturulmuştur. Batı Marksizm’i ama özellikle Frankfurt Okulu sadece Alman Felsefesi’ni değil ama yanı zamanda bu Marksizm’in unutulmuş bu dördüncü kaynağının, kapitalizme Romantik tepki veya Eleştirinin bir devamı olarak da görülebilir. Aynı şekilde Kıvılcımlı da özellikle Antik Uygarlıklar karşısında Komün’ü öne çıkarışı ve tarihi açıklamada bu unutulmuş manevilaya dayanışıyla Marksizm’in bu unutulmuş derin dip akıntısının bir gün yüzüne çıkışıdır. Ve bu aynı zamanda Batı Marksizm’i ve Kıvılcımlı’nın bir ortaklığı ve paralelliğinin de görünümüdür. Bu gelenek İnsan Doğa ilişkisi bağlamında yüzyılın sonunda ortaya çıkacak Çevre ve Barış hareketlerinin bir habercisi gibi olmakla kalmaz40, tekniğin diğer bir ifadeyle Üretici Güçlerin Tarafsızlığı varsayımını sorulamaya başlar41. Bu geleneğin kısmen yoğunlaştığı, İnsan Doğa ilişkisinde doğanın egemenlik altına alınması yaklaşımının sorgulanması ister istemez üretici güçlerin tarafsızlığı, üretim koşullarının yok edilmesi gibi sorunları gündeme getirme potansiyeli taşır ama bu sorunun daha olgunlaşmış 39
Kökleri ta Rousseau’ya kadar giden, İlkel Komünizm karşısında Marks ve Engels’in gösterdikleri ilgi ve coşkunluktan, Sismondi’den yapılan alıntılara veya Balzac’ın eserlerinin değerlendirilmesine kadar her yerde vardır bu kaynak. Marksizm’in bu kaynağının, bu “eksik halka”sının tekrar ortaya çıkarılmasında Mihael Löwy’nin çalışmalarını özellikle belirtmek gerekir. Şu derlemede bu konuda bir çok yazı bulunmaktadır: Michael Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, 1999, Ayrıntı Yayınları) 40
“İnsan ile Doğa arasındaki ilişki konusunda Frankfurt okulunca geliştirilen görüş, bu türün en kapsamlı ve şaşırtıcı teorisiydi” (P. Anderson, Batıda Sol Düşünce, s. 125-126) 41
“Bu, modern endüstriyel-teknolojik yapının ister kapitalist ister sosyalist tarzda kullanılabilecek tarafsız bir araç olduğu anlamına mı gelir? Yoksa şimdiki teknolojik sistemin doğası onun kapitalist kökeninden mi etkilenmektedir? Bu ve pek çok benzer soru Marks tarafından yanıtsız bırakıldı. Ancak Makineleşme üzerine yazdıklarının diyalektik niteliğinin büyük kısmı –onun gelişiminin çelişkin karakterini kavrama çabasıkendineden sonraki teknolojik ilerlemenin büyüsüne kapılan ve kazanımlarını takdis edeek yücelten Marksist literatürde kaybolmuştur. “Walter Benjamin modern teknoloji sorunlarıyla sistematik biçimde asla ilgilenmedi. Ancak yazılarında, bu sorunlara eleştirel düşünceyle yaklaşan ilk Marksist düşünürlerden biri olarak onu ayrı bir yere koyan dikkat çekici bir içgörü bulabiliriz. (...)” (M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s.234) 155
biçimde gündeme gelmesi için yüzyılın sonuna doğru barış ve ekoloji hareketlerinin ortaya çıkması gerekecektir. Ama Batı Marksizm’i geleneğinin esas katkısı, evrimin bir ilerleme olarak kavranılmasına karşı, Aydınlanma’nın Marksizm’e sızmış bu etkisine karşı çok uyarıcı yaklaşımında ve tüm tarihe başka bir ışık altında bakmasındadır42. * Devrim denen olay son duruşmada, Üretici Güçler ile o zamana kadar Üretici Güçlerin gelişmesine ortam olmuş Üretim İlişkilerinin bu güçlerin gelişmesinin önünde bir engel olması ve bu engelin yıkılmasıdır. Devrim, Evrimin, sınıflı toplumlardaki ihtilaçlı karakterinin somut görünümüdür. Elbette sınıfların ve devletin olmadığı toplumlarda da evrim belli birikimler ve sıçramalarla gerçekleşir, ama bunlar fizik bir zoru gerektirmezler. Bunların gelişimi tıpkı omurgalı hayvanların gelişimi gibidir. Bir insanın çocukluktan ergenliğe geçişi de bir devrimdir örneğin. Ama bu devrim hafif bazı sivilcelerle ve ergenlik bunalımlarıyla atlatılır. Ama bir kabuklunun veya böceğin ise “Çocukluktan” “Ergenliğe” geçmesi, bir kurdun bir kelebek veya kanatlı olması, sınıflı toplumdaki devrimlere benzer, eski kabuğun atılması için güç kullanımını gerektirir. Memelilerdeki doğum, bir bakıma, kurtçukların kelebek veya kanatlı bir böcek gibi kozalarını parçalamalarına, yani sınıflı toplumlardaki devrime benzetilebilir. Ve aslında bu, toplumdaki devrim’in biyolojik âlemdeki karşılığıdır. Yavrunun o güne kadar içinde geliştiği biçim onun gelişimi önünde bir engel haline gelir ve bir tür devrim olur. Bu nedenle Marks, Engels, Kıvılcımlı Devrim’i bir doğuma benzetirler her zaman. Bu benzetme sadece didaktik ve biçimsel bir benzetme değil, özsel bir özdeşliğin ifadesidir. Fakat her doğum başarılı bir doğum olacak diye bir kural da yoktur. Birçok doğum gerçekleşmez ve ana ve çocuk birlikte ölürler. Bu nedenle Marks ve Engels, daha Komünist Manifesto’da devrimin yanı sıra, başarısız doğum olasılığından, savaşan sınıfların toptan çöküşünden de söz ederler43. Daha sonra Engels de bu açık uçluluğa bir teorik olasılık olarak
42
Kapitalizme karşı romantik eleştirinin toplumsal kökleri elbette Komün’dedir. Avrupa bir bakıma Komün’den kapitalizme geçtiği için Romatik eleştiri Batı’da ortaya çıkabilmiştir. Doğu’da ise Romantik eleştiri Din kitaplarındaki cennet olarak, genel olarak uygarlık karşısında bir eleştiri olarak yaşar. Bu bakımdan Kıvılcımlı’nın eseri de, kapitalizm karşısında çok iyimser bir bakış içinde olmasına rağmen, uygarlık karşısında, bu romantik gelenekle tam bir uyum içindedir. 43
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası[3*] ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.” (Marks-Engels, Komünist Parti Manifestosu) Benzer şekilde Lenin: "Ne ezilen sınıflara uygulanan baskılar, ne de ezen sınıfların bunalımları, başlı başına devrim yaratabilir; ülkede, pasif baskıya katlanma durumunu aktif ayaklanma durumuna dönüştürecek bir devrimci sınıf olmadığı takdirde, bunlar sadece çöküntü yaratır." 156
Anti-Duhring’te değinir44. Ne var ki, başlangıçtaki var olan bu açık uçlu tarih anlayışına dayanan metodoloji, Marks ve Engels döneminin tarihsel iyimserliği içinde giderek unutulur ve doğumun her halükarda gerçekleşeceği gibi bir anlayış, metodolojik bir zorunluluk olmamasına ve yanlışlığına rağmen, Tarihsel Maddeciliğe iyice yerleşir. Hatta giderek Evrim kavramı İlerleme kavramı ile karışmaya ve o anlamı yüklenmeye başlar. Bu iyimser tarih yaklaşımı, Marks’ın Devrimleri aynı zamanda “Tarih’in lokomotifleri” olarak tanımlamasında en veciz ifadesini bulur. İkinci Enternasyonal bir pozitivizme ve reformlar politikasına saplandıkça ve kapitalizm emperyalizm ile birlikte çürüme çağına girdikçe devrimin acilliğini ve güncelliğini vurgulamak ve İkinci Enternasyonal ile sınırları netleştirmek için, Marksizm’in unutulmuş açık uçlu, çöküş olasılığını da devrim olasılığı kadar içeren tarih anlayışına tekrar vurgu yapılmaya başlandı. Örneğin Rosa Luxemburg, “Ya Barbarlık ya Sosyalizm” şiarıyla tam da bunu yapıyordu. Bu şiarla söylenen doğum (Devrim) için koşulların aşırı olgunlaşmış olduğu, devrim olmadığı takdirde, bir çöküş yani barbarlığın içine düşüleceği idi. Bizzat savaş bu barbarlığın bir ifadesi olarak ortaya çıkıyordu45. Böylece devrimlerin tarihin lokomotifi olduğu, ilerleyen bir tarih imgesinden, tekrar doğum imgesine, açık uçlu tarih imgesine, yani kaynağa bir dönüş oluyordu. Ne var ki, Luxemburg, Lenin, Troçki gibi Devrimci Marksistler bu vurguyu yaparken, Tarihsel Maddeciliğin metodolojik bir ilkesini ele almak ve ilerleyen bir tarih anlayışıyla hesaplaşmaktan ziyade, Devrimin acilliğini ve güncelliğini, koşulların olgunlaşmışlığını vurgulamak için; sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaştığını hatta çürümeye yüz tuttuğunu vurgulamak için “Ya Barbalık” diyorlardı. Bu nedenle devrimin acilliğine ve güncelliğine yapılan bu vurgu, ilerleyen bir tarih anlayışıyla bilinçli bir hesaplaşmayı ve kopuşu getirmiyordu ve metodolojik olmaktan ziyade politik bir anlama sahipti. “Ya barbarlık ya Sosyalizm”in açık uçluluğu, daha ziyade programatik ve stratejik bir sorunla ilgiliydi 46.
44
“(...) gerek modern kapitalist üretim tarzının yarattığı üretici güçler ve gerekse bu güçler tarafından oluşturulan mal dağıtım sistemi, bizzat bu üretim tarzıyla yakıcı biçimde çeliştiği için ve aslında çeliştiği ölçüdedir ki, eğer modern toplumun tamamı yok olmayacaksa, üretim tarzında ve dağıtımında bir devrimin, bütün sınıf ayrılıklarını sona erdirecek bir devrimin gerçekleşmesi gerekir.” F. Engels, Anti-Duhring ayrıca yine aynı kitapta: “(...) onun kendi üretici güçleri denetiminin ötesinde gelişmiştir ve bir doğa yasasının zorlaması gibi burjuva toplumunun bütününü ya yıkım ya da devrime doğru sürüklemektedir.” Zikreden. M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s.132) 45
“Friedrich Engels bir keresinde şöyle demişti: Kapitalist toplum, ya sosyalizme doğru ilerlemek ya da barbarlığa geri dönmek gibi bir ikilemle yüz yüzedir... Bugün, Engels’in yaklaşık bir kuşak önceki kehanetindeki gibi dehşet verici bir önermenin önünde duruyoruz: Ya emperyalizmin zaferi, bütün kültürün yıkımı ve Antik Roma’daki gibi nüfusun boşalması, harap olma, yozlaşma, büyük bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi, yani uluslar arası proletaryanın emperyalizme karşı, onun yöntemlerine karşı, savşa karşı bilinçli mücadelesi. Dünya tarihinin ikilemi, hassas bir dengede proletaryanın kararını bekleyen kaçınılmaz seçeneği budur.” Rosa Luxemburg, Junius Risalesi, Zikreden, m. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 131-132) 46
Bunu tersinden Löwy de ifade etmektedir. Engels’in ve Rosa’nın satırlarını kıyaslarken şunları yazar: 157
* Bu programatik ve stratejik sorun şöyle özetlenebilir. Marks ve Engels, 1848 devrimleri döneminde dünyanın sosyalizm için olgunlaştığı varsayımından hareketle Manifesto’yu yazmışlardı. Daha sonraki gelişmelere bakarak, bu tespitlerinde yanıldıklarını söylemişler, henüz sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaşmadığını, kapitalizm henüz olanaklarını tüketmediğini gelişmeler gösterdi soncuna ulaşmışlardı47. Bunun mantıki sonucu olarak da48, Partilerin acil programları, Almanya gibi ülkelerde, kapitalizm çerçevesinde işçilere sosyalizm mücadelesi için en ileri koşulları sunacak olan bir Demokratik Cumhuriyet talebinde ifadesini buluyordu. Bunun fiili sonucu Gotha ve Ergfurt Programlarında da görüldüğü gibi, sosyalist devrim mücadelesinin, ya da sosyalist Programın, demokratik devrim veya reformlar sonrasına ertelenmesiydi. Rosa, Lenin, Troçki’nin buna itirazı ilkesel değil, olguya ilişkindi, yani artık emperyalizm aşamasına gelindiğini, savaşların da gösterdiği gibi, koşulların olgunlaşmış olduğunu, dolayısıyla sosyalist devrimin günün sorunu olduğunu söylüyorlardı. Dikkat edilirse bu tartışma evrim teorisi bakımından bir derinleşmeyi gerektirmez. Kıvılcımlı ve Troçki’nin evrim kavrayışına yaptığı katkılara ihtiyaç yoktur bu tartışma ve sonuç için. Bütünüyle Önsöz’de ifade edilen sorunlar alanında bulunulmaktadır. Sorun verili durumun ne olduğudur; olgunlaşmış mıdır, olgunlaşmamış mıdır? Cevap olarak üretici güçlerin gelişmesinin artık olgunlaştığı noktasından hareket edilmektedir ve devrim olmadığı takdirde barbalık olacağı söylenmektedir. Bu nedenle, bu tartışma evrim teorisinin evrimi bakımından bir yenilik ve derinleşme içermez. Sadece programatik olarak sosyalist devrimi acil bir sorun olarak gündeme koyar. Böylece, demokratik bir cumhuriyet ile ilerde koşullar olgunlaştığında, sosyalist devrim için işçilere en elverişli koşullara ulaşmaktan, verili koşullardan sosyalist devrime nasıl “Rosa Luxembur’un metni ile Engels’inki arasındaki farklılık açıktır: a) Engels sorunu tamamen ekonomik terimlerle, Rosa ise siyasal terimlerle ortaya koyar. B) Engels, şu ya da bu çzümü belirleyebilecek toplumsal güçler sorununu ortaya atmaz: Bütün metin sadece üretim güçleri ve üretim ilişkilerine yer verir. Öte yandan Rosa, şu ya da bu yönde “dengeyi bozacak” olanın proletaryanın bilinçli müdahalesi olduğunu vurgular. C) Engels’in ortaya koyduğu seçeneğin daha çok retoriksel olduğuna, sosyalizm ile “modern toplumun yok olması” arasında gerzek bir seçimden çok sosyalizmin zorunluluğunu ad absurdum (anlamsızlaşana kadar) kanıtlama sorunu olduğuna dair açık bir izlenim edinmek mümkündür” M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 133) 47
“Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerinde iktisadi gelişme durumu, o zaman kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır. Ve Tarih, bunu, 1848’den bu yana bütün Kıta’yı kaplamış olan ve Fransa7da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son olarak da Rusya’da büyük sanayie ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren, -bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekala genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere- iktisadi devrim ile kanıtlandı.” (F. Engels, Fransa’da Sınıf Savaşları’na Giriş) 48
Çıkarsama şu varsayıma dayanmaktadır: “ İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” (Karl Marks, Önsöz) 158
geçileceği sorununa geçilir. Bunun programatik ifadesi ise, “Spartakistler Ne İstiyorlar?” (Luxemburg), “Yaklaşan Felaket” (Lenin) ve “Geçiş Programı” (Troçki) gibi metinlerde somut ifadelerini bulan Geçişsel Talepler oluyordu49. Yani geniş yığınların acil ihtiyaçlarına öyle talepler formüle edilmektedir ki, bu talepler hem o acil sorunlara bir somut cevaptır, hem de aslında doğrudan kapitalizmi tasfiye anlamı taşımamalarına rağmen gerçekleşmeleri fiilen kapitalizmin tasfiyesini ve tasfiye için geniş yığınların mücadele içinde siyasi olgunlaşma ve örgütlenmesini getirir. Böylece gelişmiş ülkeler için, henüz koşulların olgunlaşmadığı tespitinden kaynaklanan Asgari - Azami Program ayrımı anlayışının yerini, koşulların aşırı olgunlaşmışlığı tespitinden kaynaklanan Geçişsel Talepler denen, devrimin ve sosyalizmin güncelliği ve acilliğinden yola çıkan yeni bir program anlayışı alır. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde sistemleştirilmeye çalışılan bu anlayış daha sonra terk edilmiş ve unutulmuştur. Bu anlayışı Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresini geleneğini devam ettiren Troçki’nin adına bağlı gelenek yaşatmaya çalışmıştır 50. Stalinizm’in yükselişi aynı zamanda koşulların aşırı olgunlaşmışlığı ve devrimin acilliği ve güncelliği perspektifi yerine yine İkinci Enternasyonal’in Demokratik Reform taleplerine geri dönüş yapmıştır işçi hareketinde. Ne var ki, evrim teorisinin evrimi bakımından konumuz olmadığından bu bahsi burada kesiyoruz. * Tam da gerçek tarih açık uçlu olduğu ve devrim ilerleyen bir lokomotife değil, doğuma benzediği için, koşullar aşırı olgunlaşıp da devrim olmayınca, Barbarlık alternatifi faşizmlerle ve korkunç savaşlarla bir gerçeklik haline gelince ve devrim (doğum) bir türlü gerçekleşemeyince, tarih bir uçuruma gidiş olarak, devrimler de uçuruma gidişi engelleyen “imdat frenleri” (Walter Benjamin) olarak görülür. Böylece devrimci ve eleştirel Marksizm
49
“Manifesto, devrimci bir dönem için formüle edilmiş kapitalizmden sosyalizme doğrudan geçiş dönemine karşılık gelen on talebi (II. Bölümün sonu) içeriyor. 1872 baskısının Önsözünde Marx ve Engels bu taleplerin kısmen eskidiğini ve ne olursa olsun bunların ikincil önemde olduğunu ilân ettiler. Reformistler bu değerlendirmenin hemen üstüne atlayıp bunu, devrimci geçiş taleplerinin yerlerini, sonsuza değin çok iyi bilindiği gibi burjuva demokrasisinin sınırlarını aşmayan sosyal demokrat “asgari programa” bıraktığı şeklinde yorumladılar. Aslında Manifesto’nun yazarları kendi geçiş programları üzerinde yaptıkları ana düzeltmeyi, tam bir kesinlikle göstermişlerdi: “İşçi sınıfı sadece hazır devlet makinesini ele geçirip onu kendi amaçları için kullanamaz.” Diğer bir deyişle, düzeltme burjuva demokrasisi fetişizmine karşı yöneltilmişti. Marx daha sonra kapitalist devlete karşı komün tipi devleti savundu. Bu “tip” devlet sonradan çok daha net bir biçimde sovyetler şeklini aldı. Bugün sovyetler ve işçi denetimi olmaksızın devrimci bir program olamaz. Kaldı ki Manifesto’nun barışçıl parlamenter etkinlik çağında “ilkel” görünen on talebi, bugün gerçek anlamlarını bütünüyle yeniden kazandı. Diğer yandan sosyal demokrat “asgari program”sa ümitsiz bir şekilde antika haline geldi.” Leon Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıl Dönümü) 50
Troçkist gelenek içinde bu anlayışın uğradığı çarpılma, yani hedeflenen toplumu programlaştırmayı prensip olarak reddetme ve yöntemin dogmatik bir reçete haline dönüştürülmesi ayrı bir konudur. Bu sorunları M. Yenice’nin (Orhan Koçak) “Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” Anlayışı” adlı kitabının eleştirisinde daha Niğde Cezaevi’ndeyken ele almıştık. 159
içinde, Aydınlanma kalıntısı ilerleyen bir tarih anlayışının ciddi bir sorgulanması ve bunun bilincine varılması başlar. Benzeri bir durum ile Kıvılcımlı Antik tarih’te karşılaşır. Antik Tarih’te aslında sadece ezen ve ezilen sınıfların toptan çöküşleri vardır, yani Marks’ın tanımladığı anlamda devrimler yoktur. Ama bu çöküşler aynı zamanda o medeniyeti yıkan barbarların uygarlığa geçişi, dolaysıyla o uygarlığı yeniden canlandırması anlamına geldiğinden, bir “Tarihsel Devrim” karakteri de taşırlar. Yani Antik Tarih’te devrimler aynı anda hem bir “imdat freni” hem de bir “lokomotif” olarak görülürler. Her uygarlığın içinden bakıldığında her uygarlık bir çöküşe doğru gidiştir. Devrimler birer imdat frenidir. Antik tarihin tümü açısından bakıldığında, sürekli tekrarlanan bir çöküşler tarihi vardır. Kapitalizme geçişten sonra tarihsel olarak iyimser bir açıdan bakıldığında, bütün o çöküşler ve tekrarlar, kapitalizmin, dolayısıyla sosyalizm için koşulları hazırlayan sistemin, ortaya çıkabilmesi için toprağın gübrelenmesi ve humuslanması, canlıların (kapitalizmin ve sosyal devrimlerin) ortaya çıkması için organik çorbanın oluşumu gibi görünür. İşte Kıvılcımlı Tarihi tam böyle görür 51. Tarihte hep çöküşler yaşanmış ve bunlar tekrar etmiştir ama Kapitalizmle birlikte sosyal devrim bulunmuştur. Artık bir çöküş olmayacaktır 52. Dolayısıyla tarihte sürekli tekrarlanan çöküşler ilerleme gibi, ya da daha doğrusu ilerleme için toprağın hazırlanması gibi görünür. Ama kapitalizmde sosyal bir devrimin olmaması ve olamaması sonucu, (bunun nedeninin ne olduğu, yani işçilerin eski tarihin ezilenleri gibi nesnel olarak yeteneksiz mi olduğu yoksa öznel nedenlerle mi yeteneksizlik gösterdiği ayrı bir konudur) modern uygarlık da klasik uygarlıklar gibi, bir çöküşe gidiş olarak görülür. Bu durumda çöküşe giden o uygarlığın içinden, devrimler birer lokomotif değil, birer imdat 51
“Onun için Tarihsel Devrim medeniyetlerin sonu değil, bir çökkün medeniyetin sonu doğacak bir medeniyetin de başlangıcı olur.” (Dr. H. K. Tarih Devrim Sosyalizm). “Modern çağ Tarihinin geçiş ve atlayış kanunları Sosyal devrimler kanunu olmuştur. Modern çağda, modern üretici güçlerin hızını, hiçbir eskimiş çökkün üretim münasebeti sonuna dek ve antika medeniyette olduğu kadar kesince engelleyememiştir. Tersine yeni üretici güçlerin dev gelişimi, Toplum içinde yeni ve tarihsel misyonlarını, yarım yahut tam şuurla sezip benimsemiş ve çökkün gerici sınıflara dayatmayı bilmiş, yeni sosyal sınıflar yaratmıştır.” (age.) 52
“En az 300 yıldanberi Tarihsel Devrim (Bir medeniyetin körü körüne ve toptan yıkılması) gidişi durmuştur. Modern İngiliz devrimiyle birlikte, insanlık bir aşama daha hayvanlıktan kesince kurtulmuş: SOSYAL DEVRİMLER (Bir medeniyet yıkılacağına, bir sosyal sınıf tehakkümünün yıkılıp gitmesi) çağı açılmıştır. Sosyal kollektif aksiyon gücü bu yönde yarım veya tüm ÖRGÜTLENMEye ve BİLİNCE ulaşmıştır. Gobineau kontlarının yahut mister Toynbee'lerin yeryüzünde ötmesini bekledikleri baykuşlar ötemeyeceklerdir. Emperyalizmin medeniyeti yıkacak sanılan iki korkunç Cihan Savaşı tersini ispatlamakla sonuçlanmıştır. Modern Sosyal aksiyonun gidişini ve insan bilincini (Tarihsel Devrimler patlatarak), kadim kapalı Hint ve Çin medeniyetlerinde görülen SOSYAL KASTLAŞMAlar biçiminde "1000 YIL" dondurabileceğini uman faşizm bir kaç 10 yıllık zorbalığının kefaretini, kendi kendisini fareler gibi bodrumlarda yakmakla ödemiştir. 19 uncu yüzyılkâri çakaralmaz zırhlı ve savaşçıl gösterilerle, yahut namuslu insanlar önünde hapishane külhanbeyilerinin ikide bir sustalı çakısını düşürmesini andıran) "İhtilâl" ve asker çıkartmalarla bir üçüncü Cihan Savaşı da patlatılsa, Çağdaş uygarlık yıkılamıyacaktır. Tarihsel Devrimler çağı en az 300 yıldanberi kesince gömülmüştür.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s.3) 160
freni olarak görünürler. Modern uygarlığın bu gidişi ve Antik uygarlıklarla gösterdiği bu paralellik, Bahro gibilerin örneğin Roma ve kapitalist uygarlıklar arasındaki benzerliklere yoğunlaşmalarını paralellikler kurmalarını getirmiştir. Ama bütün bunlar aslında bir tek şeyi gösterir: tarihin veya evrimin ne ilerleme ne de gerileme olduğunu; ilerlemenin ve gerilemenin, öznel, değer yüklü, çağın ruhuyla damgalı kavramlar olduğunu. Bu bakımdan soyut olarak ele alındığında ikisi de aynı derecede yanlış ya da doğrudur. Ama kötümser tarih bakışı, hem ilerlemeci bir anlayışın evrim kavramının yerini aldığının görülmesini sağladığı için, hem de verili duruma ve gerçek tarihe daha uygun düştüğü için, somut tarihte, evrimin kavranışında bir derinleşme anlamına da gelir. Tarih bir gidiştir sadece o kadar. Bu gidiş, sınıflı toplamlarda özellikle çok ihtilaçlı bir gidiştir. Doğum her zaman olmayabilir, o zaman bir çöküş ortaya çıkar. Bir devrim sonrasının ilk dönemlerinde elbette devrimler bir ilerlemenin motoru gibi görünürler, ama devrimin olamadığı, ana ve çocuğun yok oluş tehlikesinin giderek arttığı dönemlerde onlar ana ve çocuğu ölümden kurtaran bir müdahale, bir imdat freni gibi görürler. Böylece devrimlerin birer doğum olması imgesi, sadece devrimi değil, devrimin niye ve hangi koşullarda bir “lokomotif” veya “imdat freni” olarak görüldüğünü ya da tarihin bir ilerleme ya da çöküşe gidiş olarak göründüğünü de açıklar. Bu anlamda “Batı Marksizmi” geleneğinin evrim kavrayışına belli bir katkı yaptığı; kötümser tarih kavrayışıyla, iyimseri dengeleyip bilince çıkardığı söylenebilir 53. Hemen görüleceği gibi, bu katkı, hem Klasik Marksizm geleneğini sürdüren Rosa, Lenin, Troçki’lerin “ya Barbarlık ya Sosyalizm” vurgusuyla, hem de Kıvılcımlı’nın Tarihsel Devrimlerin birer çöküş olduğu katkısıyla tam bir uyum içindedir ve onu derinleştirir. Bu, üç gelenek arasında metodolojik bir uyum ve iç tutarlılığın da bir görünümüdür. * Buraya kadar Marks’ın görüşlerini sadece Önsöz’de ifade ettiği şekildeymiş gibi kabul ettik ve Marks sonrası dönemde toplumsal evrim kavrayışındaki gelişmeler ve bu gelişmelere yol açan sorunlardan söz ettik. Ama aslında Marks’a haksızlık ettik. Bu haksızlığı söz konusu üç dip akıntısının özgüllüğünü ve katkılarını vurgulayabilmek amacıyla yaptık. Ama bu haksızlığımızın ek bir tehlikesi de bulunmaktadır: bu katkıların Marks’ın yöntemiyle bir ilişkisi bulunmadığı gibi sonuçlar çıkarmaya da yol açabilir. Bu nedenle, bu haksızlığı ve yanlış yorumlamaya yatkınlığı giderelim. Marks’ın bu bölümün başında aktarılan Önsöz’ün o klasik satırları, dikkatli okunursa, Marks’ın Önsöz’ü yazdığı andaki (1859’daki) görüşlerini değil, Önsöz’de sözünü ettiği tarihteki, yani 1840’ların ortasında Tarihsel Maddeciliği keşfettiği andaki görüşlerini 53
“Sosyal Demokrat ve vulgar Marksistlerin, ilerlemenin otomatik, karşı konulmaz ve sınırsız bir gelişme olduğu mitine karşı Benjamin, devrimi, tarihin sürekliliğinde kurtarıcı bir kesinti, tarih treninde imdat frenine uzanma olarak anladı.” (M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 211) 161
aktardığı görülür. Aynen şöyle yazar: “Ben ekonomi politiği incelemeye, Paris'te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınır dışı edilme kararı sonucu göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir:” O bizim de aktardığımız klasikleşmiş satırlar bu aktarılan cümledeki üst üste iki noktadan sonra gelir. Bunlar sonraki çalışmalarına “Kılavuzluk” etmiştir, ama o satırları yazdığı gündeki görüşleri değildir. Eğer o günkü görüşleri kabul edilirse, en azından sonraki çalışmalarında bu görüşlerinin hiç değişmediğini, gelişmediğini kabul etmek gerekir. Bu da gerçeğe uymaz. Bundan sonra bizzat Marks’ın görüşleri de bir evrim geçirir ve Marks’ın evrimi de gerekli değişiklikler yapıldığında yukarıda üç geleneğin katkıları bağlamında anlatılan evrimin bir benzeridir. Ne var ki, bu evrimin sonraki aşamaları, örneğin Önsöz’ün yazıldığı tarihteki veya daha sonraki bir tarihteki durumu, bu Önsöz’de açıklandığı gibi açıklanmaz hiçbir zaman. Ama bu evrim uygulamalarda vardır ve bazı mektup ve önsözlerde de değinmeler olarak vardır. Bu büyük harflerle ifade edilmemiş, yer yer kısaca değinilmiş ve uygulanmış biçimiyle Marks’taki evrim fikrinin evrimi, yukarıda anlatılan Marks sonrası evrimle tam bir uyum ve paralellik içindedir ve bu üç farklı kanalın aslında birbirini tamamladığının ve Marks’ın öğretisiyle iç tutarlılık içinde bulunduğunun, en esaslı kanıtlarından biridir. Bunlardan birine, yani Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında ortaya çıkan açık uçlu tarih anlayışına kısaca daha önce değinmiştik. Ama Marks’ta Troçki’nin “eşitsiz ve bileşik gelişim” dediği evrim anlayışı da aynen vardır. Bunun birçok örnekleri verilebilir. Troçki de Stalinizmle polemiklerinde, görüşlerinin Marks’ın görüşleriyle tam bir uyum içinde olduğunu kanıtlamaya çalışırken bunları sık sık zikretmiştir. Örneğin Marks ve Engels’in, o zamanlar yirminci yüzyıl başının Rusya’sı gibi olan Almanya’yı kast ederek, Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar tarzında bir sosyalist devrim beklentisi içinde olmaları zikredilebilir. Bu Lenin ve Troçki’nin yaklaşımlarından hiç de farklı değildir. Yine Marks-Engels’in Almanya’da Köylüler savaşının ikinci bir baskısıyla desteklenecek bir işçi devrimi beklentisi54 de bizzat bu eşitsiz ve bileşik gelişim kavrayışına dayanır bizzat Troçki’nin de belirttiği gibi. Keza, Marks ve Engels’in, Rus devrimcileriyle yazışmalarında, Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim olması durumunda, Rus Komünü’nün (Mir) kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme geçebileceğine ilişkin söyledikleri de eşitsiz ve bileşik bir evrim kavrayışına 54
Marks 1856’da Engels’e şu satırları yazıyordu: “Almanya’da her şey proletarya devriminin bir Köylü Savaşı’nın ikinci baskısı tarafından desteklenmesine bağlı olacak” 162
dayanır ve bunun başka bir sonucunu ifade eder. Ama sadece bu kadar değildir. Marks, Yirminci yüzyılda merkez-çevre ekolünün ve Kıvılcımlı’nın problematize ettiği az gelişmenin gelişmesi ve sonra gelen biçimlerin önce gelen biçimleri aynı zamanda pekiştirmesi ve onlarla bir tür simbiyoza girmesi sorunlarıyla da karşılaşır ve bunları aynı biçimde çözer. Başlangıçta Marks, tam da Önsöz’de ifade edilen biçime uygun olarak geri ülkelerin de ileri ülkelerin yolundan gideceği varsayımına dayanarak, sadece eski ilişkileri parçalamayı göz önüne alarak, Hindistan’daki İngiliz egemenliğini bir anlamda onaylar. Benzer şekilde, İngiliz işçilerinin İrlanda’yı kurtaracağı beklentisi içindedir55. Ne var ki konu üzerine yoğunlaşıp, sadece tasfiye değil güçlendirme olduğunu; İrlanda’daki toprak sahipliği ile İngiliz sömürgeciliği arasında simbiyoz bir ilişki olduğunu görünce, bu sefer yine adını koymadan az gelişmenin gelişmesi sorunuyla karşılaşır. Bu kaynaşma ve kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye etmeme, yeni bir özneyi ortaya çıkarır: İrlanda Kurtuluş Hareketi. Bunun sonucu olarak da, başlangıçta İngiltere İşçi Sınıfı’nın İrlanda’yı kurtaracağı var sayılırken, bu sefer İrlanda’nın Kurtuluşu İngiliz İşçi sınıfının kurtuluşunun ön koşulu olarak görülür56. Aynı sorunla bir de, soyut düzeyde Kapitalist toplumun analizinde karşılaşır. Marks, Kapital’de saf bir kapitalist toplum ile soyut düzeyde ilgilenir. Örnekleri İngiltere’den olmakla birlikte kapitalizmin niye İngiltere’de doğduğu veya başka yerde doğmadığı gibi sorularla ilgilenmez. Bu sorular Ekonomi Politiğin değil Sosyolojinin konusudur. Ekonomi politik metanın ortaya çıktığı andan itibaren geçerli olan ilişkileri ele alır. Zaten Marks’ın eserinin tükenmez ve kapitalizm var oldukça artacak tazeliğinin nedeni budur. Kapitalizmin genel tarihsel eğilimini ele alır, o yasaları açıklar ama onun somut biçimleri ile pek ilgilenmez. Marks’ın anlatımı soyuttan somuta doğru gider, onun somut biçimleri üzerinde sonra yoğunlaşmaya başlar. Örneğin toprak üzerinde özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda da kapitalizm mümkündür hem de bu ideal ve saf bir kapitalizme daha uygun, daha yakın bir kapitalizm olur. Ama somutta büyük toprak sahipliğinin olduğu bir dünyada doğar kapitalizm. Burada, sermayenin saf hareketi bakımından hiç de gerekli olmayan yeni bir faktör girer devreye. Bu faktör hem kapitalizmi hem de kendini değiştirir. Burjuvazi toprak sahiplerine rant öder. Bu tarımın geri kalmasına yol açar vs.. Yani, simbiyoz bir ilişki ortaya çıkar. Bu tıpkı tefeci bezirganlıkla, yani prekapitaist sermaye ile finans kapitalin simbiyoz ilişkisi
55
Marks 1847’de şöyle diyordu örneğin: “Polonya Polonya’da değil, İngiltere’de kurtarılacaktır”. Keza Çartistlere de şunları diyordu: “Siz Çartistler ulusların özgürlüğü hakkında dindarca arzuları ifade etme zorunda değilsiniz. İç düşmanlarınızı yenilgiye uğratın, o zaman eski toplumun bütününü yenilgiye uğratmış olmanın bilinçli gururunu yaşayacaksınız.” (Zikreden Horace B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal sorun, s.29) 56
Marks S. Meyer ve A. Vogt’a yazdığı bir mektupta şöyle der örneğin: “İrlanda’nın ulusal kurtuluşu (İngiliz İşçileri için) soyut adalet veya insani duygular meselesi değil, kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşuludur.” (Horace. B. Davis, age., s.75) 163
gibidir. Böylece Marks, aslında Azgelişmişliğin mekanizmalarını ele almak için gerekli metodolojik ipucunu da verir: Sermayenin somut tarihteki hareketinin, çarpılmalarının incelenmesi ve açıklaması. Bu örneklerde görüldüğü gibi, Kıvılcımlı ve Troçki’nin evrim kavramının evrimine katkısı olarak söz edilenler Marks’ta da bulunmaktadır. Keza Komünist Manifesto’nun ilk satırlarındaki açık uçlu tarih ve çöküş olasılığı da hem Kıvılcımlı’nın “Tarih Tezi” hem de Benjamin’in kötümser ve devrimleri “İmdat freni” gören yaklaşımının köklerinin de Marks’ta bulunduğu çok açıktır. Bu olgu hem bu üç geleneğin Marks’ın öğretisinin eleştirel ve devrimci yöntemini farklı kanallardan sürdürdüklerinin; hem de birbirlerini tamamladıklarının, her birinin diğerlerinin açıklamasını da içinde barındırdığının ek bir kanıtıdır. * Bu üç geleneği, birbirini tamamlayan bir kavram sistemi içinde birleştirmek ve konularının ve varlıklarının nedenini açıklamak, tam da devrimlerin tıpkı bir doğum gibi olduğu ve bir “ters geliş” ve olamayan doğum imgesinden, mümkün gibi görülüyordu. Bu ayrıca, Marksizm’in evrimini ve bizzat yanılgıların metodolojik nedenlerini de açıklama olanağı sunuyordu. Böylece bu üç geleneğin bir tek kavram sistemi içinde toparlanması ve varlıklarının açıklanması bizzat yine bu geleneklerin kavramsal katkıları aracılığıyla mümkün oluyordu. Diğer bir deyişle Marksizm’in kendi konusu (Toplum) kadar, kendini (Toplum Bilimini), kendi varlığını, evrimini ve kaderini de açıklayan bir sistem olması, bir üst düzeyde tekrar gerçekleşmiş olabiliyordu. Bu sentez denemesini Troçki ve Kıvılcımlı’yı birleştirmek için daha önce hapishanede yapmıştım, hatta 12 Eylül’ün olanaksızlıkları içinde, UFO hikâyelerini açıklamak için bu sentezden yola çıkan bir yazı yollamıştım bir doğa bilimleri dergisine. Daha sonra “Batı Marksizmi”ni ve Benjamin’i tanıyınca bunun onları da kapsadığını ve varlıklarını açıkladığını gördüm. Bu sentez denemesi şöyle özetlenebilir. Evet devrimler bir doğumdurlar. Ne var ki her hamilelik bir başarılı doğumla sonuçlanmaz. Bazen hafsala dardır, çocuk doğamaz ana da çocuk da ölür, bazen çocuk ayakları önde, yani “ters” gelir, bu da komplikasyonlara dolayısıyla da ananın ve çocuğun ölümüne yol açabilir. Marks’ın yanılgısı, kapitalizmle birlikte dünyanın sosyalizm çocuğuna hamile kaldığını görmesinde değildi, normal bir doğumun koşullarına ilişkin belirlemelerinde değildi, hamileliğin normal bir doğum ile sonuçlanacağını var saymasındaydı. Yani yanılgısı olgulara ilişkin bir yanılgıydı, yöntemsel değil. Dolayısıyla gerçekleşmediğinde de tersinden doğrulanan bir öngörüydü. Yani doğum olmazsa, sosyalizm olmazsa insanlık yok olur. Marks, normal bir doğum bekliyordu. Çünkü Marks’a ilhamını veren Fransız Devrimi normal bir doğumdu. Fransa Avrupa’nın en geri ülkelerinden biri değildi. Önceki Amerikan Devrimi de öyleydi. Marks’ın yakından tanıdığı devrimler birer normal doğum sayılabilirlerdi. Kaldı ki devrimler geri bir ülkede başlasa bile hızla yayılma özelliği gösteriyorlardı. 1848 devrimleri bütün Avrupa’yı baştanbaşa sarmış ve yayılma eğilimi göstermişti. Yani doğum tersinden 164
gelmeye başlasa bile yayılma özelliği nedeniyle hızla normal bir doğuma dönüşebiliyordu. Marks-Engels çıkarsamalarını olaylardan, tarihten hareketle yapıyorlardı. Bu nedenle genelleme yaptıkları olgular göz önüne alındığında çıkarsamalarında bir yanlış yoktu. Ama çıkarsamalarını yaparken dayandıkları tarih dilimi çok sınırlıydı ve bu çok sınırlı olgulardan hareket ederek bir genellemeye gidiyorlardı ve bu da istisnayı kural gibi görmelerine yol açıyordu. Beş bin yıllık insanlık tarihi ve tarihsel devrimleri bilmiyorlardı. Bu evrenin küçük bir bölümüne bakarak tüm evrenin öyle olduğu çıkarsamasını yapmak gibiydi. Aslında evrenin bilinen bölümü (örneğin dünya ya da güneş sistemi) evrenin içinde bir istisnaydı. Eğer sosyalist devrim Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi gelişmiş bir ülkede gerçekleşseydi, bu gidiş Önsöz’deki çıkarsamalara uygun olur ve normal bir doğuma karşılık düşerdi. Sosyalizm çocuğu normal bir doğumun sancıları içinde dünyaya gelirdi. Marks’ın yakın devrimlerin gözleminden çıkan beklentisi de tamı tamına buydu. Hâlbuki sosyalizm çocuğu dünyaya normal bir doğumla gelmeye başlamadı. Tabiri caiz ise ayakları önde, “ters” gelmeye başladı. Hem de tam da Troçki’nin ifade ettiği “eşitsiz ve bileşik” gelişim yasası yüzünden. Sosyalist devrimin ilk önce geri bir ülkede gerçekleşmesi, sosyalizm çocuğunun ayakları önde gelmeye başlaması gibiydi. 1848 devrimlerinin deneyi, bunun ciddi bir tehlike yaratmayacağı, devrimin hızla yayılacağı, ters gelişin kısa zamanda normal bir doğuşa dönüşeceği beklentisini besliyordu. Ama tıpkı Marks-Engels’in ters gelmeyi hesaplamaması gibi; Lenin ve Troçki’ler de Ters gelişin Normal gelişin yolunu açacağı, ona hız vereceğini beklentisi içinde olmuşlar ve bizzat ters gelişin normal bir doğumu zorlaştırıp onun önünde bir engel haline gelen komplikasyonlara yol açabileceğini hesaplamamışlardı. Troçki ve Lenin’ler çocuğun ayakları önde gelmeye devam etmesi durumunda, yani Batı Avrupa’da devrimi kışkırtmaması ve oradan yardım gelmemesi durumunda, doğum olamayacağını, çocuğun öleceğini çok iyi biliyorlardı57. Zaten tam da bu nedenle, Avrupa’da devrime itki vermek için, Avrupa’nın kendilerinin başladığına devam edeceği beklentisiyle cesaret etmişlerdi devrime. Bu nedenle Troçki, Devrim yayılmazsa yok olur diyordu. Yani ayakları önde gelmeye başlayan sosyalizm çocuğu, ileri ülkelerde devrim yoluyla, bir dönüş yapıp başı önde gelmeye geçmeliydi. Ayakları önde olsa bile doğumun başlamasının normal bir doğuma geçişi kolaylaştıracağını (yani ileri ülkelerde devrimi itki vereceğini) düşünüyorlardı. Bu umutla ve beklentiyle ayakları önde gelişe ebelik etmişlerdi.
57
“1906 Şubatında Lenin şöyle yazar: “Köylü hareketini sonuna kadar destekliyoruz, ama unutmamalıyız ki bu, sosyalist devrimi getirebilecek ve getirecek sınıfın değil, başka bir sınıfın hareketidir.” “Rus devrimi” diye açıklar 1906 Nisanında, “muzaffer olmak için gerekli güce sahiptir. Ama zaferinin meyvelerini koruyacak güce sahip değildir ... zira küçük ölçekli sanayinin çok geliştiği ülkelerde, köylüler de aralarında olmak üzere küçük ölçekli üreticiler, özgürlükten sosyalizme giderken kaçınılmaz olarak proletaryanın karşısına geçeceklerdir... Restorasyonu önlemek için Rus devriminin ihtiyaç duyduğu şey Rus yedek kuvvetleri değildir; onun dışarıdan yardıma ihtiyacı vardır. Dünyada böyle bir yedek kuvvet var mı? Evet var: Batının sosyalist proletaryası.” “ (Zikreden Troçki, Tek Ülkede Sosyalizm) Yani devrim normal bir doğuma dönüşmezse bırakalım sosyalisti bir yana, Demokratik bir Rus devriminin bile yaşama şansı yoktur. 165
Ama ayakları önde gelen devrim (yani geri bir ülkede başlayan devrim) ilk başlarda beklendiği türden etkiler yapar görünse de, kısa zamanda başı önde gelişe dönüşemedi (yani örneğin bir Alman devrimiyle desteklenmedi). Bu geliş süresi uzayınca, ayakları önde gelişin yarattığı komplikasyonlar, bizzat normal bir doğuma doğru dönüşümün önünde bir engel oluşturmaya başladı, yani ayakları önde geliş, belli bir noktadan sonra, bizzat başı öne çevirmenin önünde bir engel haline gelmeye başladı. Geri bir ülkede devrimin hapsolması, üretici güçlerin geri düzeyi nedeniyle bürokratik bir diktatörlüğe yol açtı. Bu da, bu diktatörlüğün Ekim Devrimi’nin prestiji aracılığıyla, tüm dünya işçi hareketini felç etmesine ve böylece ileri ülkelerde devrim olanaklarının yitirilmesine yol açıyordu. Bu olanakların yitirilmesi ve başarısızlıklar da yine bizzat devrimin yenilgisine dayanan sistemi, yani Stalinizm’i, pekiştirerek normal bir doğuma geçişin yolunu tıkıyordu. Stalinizm pekiştikçe ve kendi sonuçları nesnel koşullar haline geldikçe, giderek devrimin yayılma olasılığı kayboluyordu. Bütün komplikasyonlarda olduğu gibi kendini besleyen bir süreç ortaya çıkıyordu. Devrimin ileri ülkelere yayılamaması kapitalizmin varlığını sürdürmesine bu da özünde köylü hareketi olan ulusal kurtuluş savaşlarına yol açıyordu. Ama bu da bir köylü sosyalizminin yayılmasına ve sosyalist harekete ve düşünceye damgasını vurmasına ve devrimin ileri ülkelere yayılmasının önünde bir engel oluşturmasına ekstradan etkide bulunuyordu. Yani ayakları önde geliş, ayakları önde gelişlerin koşullarını pekiştiriyordu. İleri bir ülkede veya ülkelerde bir sosyalist devrimden başka bu ölüme doğru gidişi durduracak hiçbir çare yoktu, ama bizzat ters gelişin sonuçları da ileri ülkelerde sosyalist devrimi engelliyordu. 1929 buhranı, İspanya İç Savaşı, hatta İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa, Fransa ve İtalya’da komünist partilerin gücü göz önüne alındığında, bir bakıma normal bir doğuma geçiş için bir olanaktılar ve tam da ters gelişin sonuçları, yani Stalinizm, bu şansı kullanmayı engellemiş bulunuyordu. Bunun sonucu, modern burjuva uygarlığı, tıpkı antik tarihteki uygarlıkların yoluna girmiş bulunuyordu. Antik tarihte nesnel olarak devrimci sınıf olmadığı; köleler ve serfler bir devrimci sınıf oluşturmadığı için, devrimler olmuyor ve kıyametler kopuyordu; Modern Tarihte ise, Proletarya nesnel olarak bir devrimci sınıf olsa bile, ters gelişin ortaya çıkardığı komplikasyon sonucu, öznel nedenlerle, nesnel olarak tıpkı antik tarihin ezilen sınıfları gibi davranıyordu. Böylece devrim olamadığı için modern uygarlık da tıpkı antik uygarlıklar gibi çöküşe gidiyordu, faşizm ve savaş işçi sınıfının günahlarının cezası olarak ortaya çıkıyordu. Bu günahlar ise tersinden gelişin yol açtığı komplikasyonların sonucuydu. Sosyalizm çocuğu doğamadığı için ananın da çocuğun da (insanlığın da sosyalizmin de) ölümü tehlikesi ortaya çıkıyordu. Zaten “Ya barbarlık Ya Sosyalizm” çığlığı tam da bu tehlikeyi anlatıyordu. * Böylece yirminci yüzyıldaki tarihin ayakları önde geliş ve onun yol açtığı komplikasyonlar olarak ele alınması sadece modern tarihi daha derinden anlamayı mümkün kılmıyor bizzat Marksizm’in, yukarıda anlatılan heretik geleneklerde gerçekleşen evriminin de niye öyle gerçekleştiğini anlama ve açıklama olanağı da sunuyordu. 166
Troçkist gelenek bu tersine gelişin mekanizmalarını (eşitsiz ve bileşik gelişim) ve yol açtığı komplikasyonları (Bürokratik karşı devrim) açıklıyor ve bizzat bu komplikasyonlar Troçkist geleneğin konusunu oluşturuyordu. Bu gidiş sonucu, İşçi hareketine Stalinizm’in egemen olması, eleştirel Marksizm’in politik konularla ilgili olduğu sürece marjinal ve küçük grupları etkileyen güçlerin etkisi altında kalması (Troçkist gelenek) kalması veya radikalliğini, tıpkı Alman Klasik Müziği ve Felsefesi gibi, ancak somut politik konulardan uzaklaşması ile koruyabilmesi (Batı Marksizm’indeki Felsefe, Metodoloji ve Üstyapıya yönelme, Kıvılcımlı’da Tarihe yönelme) yani Marksizm’in somut evriminin yönelişleri kolaylıkla açıklanabiliyordu. Kapitalizmin yaşaması bir yandan yok oluş olasılığını ortaya çıkararak “Batı Marksizmi”nin var oluşunu ve nesnel konusunu yaratıyor; diğer yandan yeni özneleri ve az gelişmişliğin gelişmesini ortaya çıkararak Kıvılcımlı’nın var oluşunu ve problematiklerini yaratıyordu. Yani tersine geliş ve sonuçları olgusu, hem onun ortaya çıkardığı sorunları (Yani toplumun evrimini, Tarihsel gidişi, Faşizm, Sovyet Devleti, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Maoizm vs. hasılı yirminci yüzyıl tarihine damgasını vuran olaylar) he de Marksizm’in evrimini de, bu evrime damgasını vuran üç heretik geleneğin varlığını da açıklıyordu. Normal bir doğum olması halinde bu sorunlar ve dolayısıyla Marksizm’in bu üç heretik geleneği de olmazdı. Normal bir doğumun olduğu veya tersine gelişin hızla normal bir doğuma dönüştüğü bir dünyada, bizlerin bütün hayatını ve teorik gündemini dolduran sorunların hiç biri olmazdı. Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, Faşizm, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Az gelişmenin Gelişmesi vs. gibi sorunlar ve olgular olmayacaktı58 ve o zaman Marksizm de bambaşka bir tarihin sorunları içinde bambaşka bir evrim geçirirdi. Çağın bu özgül niteliğini kavramamak sonuç olarak sadece Marksizm’in evrimini kavramamayı değil, başka olası tarih ve Marksizm evrimlerini de yok saymayı, yaşanan tarihi olası biricik tarihmiş ve bu Marksizm’in evrimini olası biricik evrimmiş gibi görmeyi getirmektedir. Böylece, ayakları önde gelen (ters gelen) sosyalist devrim imgesi ile Sürekli Devrim, Antik 58
Örneğin “Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları” başlığıyla 1986 yılında Kürdistan Press’e yolladığımız bir yazıda şunları yazıyorduk: “Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler. (...) Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan, iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü" kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir.” 167
Tarihteki devrimler ve/veya yıkılışlar ve Sosyalist devrimin girdiği veya giremediği yol; Marks, Troçki, Kıvılcımlı, Benjamin; bir tek bütünsel kavrayış içinde birleşebiliyordu. Marks kapitalizm gebe demişti ama bir ters gelmeyi ön görmemişti, Troçki ayakları önde doğumu ön görmüştü, ama Lenin’le birlikte, onun normal bir doğuma geçişi kolaylaştıracağını varsaymış, komplikasyonları ve bizzat bir normal doğuma engel oluşu görememişti. Marksizm’in evrimini bizzat dünya tarihinin girdiği yol, dünya tarihinin girdiği yolu ise bizzat Marksizm’in bu evrimiyle geliştirdiği kavramsal araçlar açıklıyordu. Daha sonra, bizim ayakları önde veya ters gelme imgesiyle anlattığımız, Sosyalist devrimin geri bir ülkede başlamasının yol açtığı komplikasyonları açıklamak için, Troçki’nin de “Tarihin yumağının tersinden çözülmeye başlaması”59 imgesini kullandığını gördük. Ama Troçki tersinden çözülüşün bir kör düğüme yol açabileceğini pek ön görmüyordu. Bir yumağı tersinden, yumağın ortasındaki ucundan, çözmeye kalkınca, ortaya Gordiyos Düğümü çıkar. Olan tam da buydu. Gordiyos Düğümünü antik tarihte İskender’in, yani “Barbarların” kılıcı “çözer”. Ama artık dünyada “barbar” kalmamıştır60. * Buraya kadar ana hatlarıyla anlatılmaya çalışılan evrim kavramının evrimi, 70’li yılların sonuna doğru, kendi yaptığım katkı eklenmediği takdirde eksik kalacaktır. Bu katkı, “türün kendi içindeki evrimi” olarak adlandırılabilir. Yetmişli yıllarda, onlarca farklı sol akımın varlığını ve çeşitliliğini sosyolojik olarak açıklama gibi bir sorunla boğuşuyordum. Düşüncelerin ve siyasal hareketlerin anatomilerinin onların dayandıkları gizli varsayımlara bağlı olduğu ve bilginin ilerlemesinin son duruşmada, bu gizli varsayımların bilince çıkarılması ve gözden geçirilmesi anlamına geldiği sonucuna yıllar önce ulaşmıştım. Bundan hareketle Türkiye’deki sol hareketlerin görüşlerinin dayandığı varsayımları incelemeye başlamıştım. Bu inceleme esnasında, çıkarsamalar ya da olgulara ilişkin değerlendirmeleri değişse bile birçok hareketin var oluşundaki temel varsayımları hiçbir şekilde tartışıp gözden geçirmediği, dolayısıyla anatomilerinin esas olarak hep aynı kaldığı olgusunu tespit etmiştim. Ama bu onların da bir evrim yaşamadığı anlamına gelmiyordu. Elbette onlar da bir evrim yaşıyorlardı ama o türün kendi içindeki bir evrimdi bu. Onların temel niteliklerinde bir değişme görülmüyordu61.
59
Maalesef bu benzetmeyi nerede yaptığını hatırlayamıyorum ve elimde kitaplarının çoğu olmadığı için araştırıp bu kaynağı bulup gösterme olanağım da bulunmamaktadır. 60
Böylece çağın bir fenomeni olan UFO hikâyelerinin aslında bu ters gelişe son verecek, bu Gordiyos düğümünü çözecek bir kurtarıcı beklentisi ile ilgili olduğu sonucuna kolayca ulaşılabilir. O doğa bilimleri dergisine yolladığım yazıda sorunu böyle koymuştum. 61
1980’lerin başında Niğde Cezaevi’nde yazdığım Kıvılcımlı’nın Eleştirisine Önsöz’de örneğin şunları yazıyordum: 168
Böyle bir yaklaşımla birçok sol hareketin, modern ve evrimleşmiş görünümlerine rağmen özünde ne kadar arkaik varsayımlara dayandıkları çok daha iyi görülüyordu. Bu yaklaşımla aynı zamanda Türkiye’deki sol hareketin o muazzam bölünmüşlüğünü ve çeşitliliğini açıklama olanağı da ortaya çıkıyordu. Doğa’da da bir yandan türlerin değişimi şeklinde bir evrim yürürken, diğer yandan türün kendi içinde bir evrim de sürüyordu. Örneğin balıklardan sonra kurbağalar, sürüngenler şeklinde bir evrim vardı ama bu arada balıkların balık olarak evrimleri de sürmekteydi. Bu günkü balıklar henüz, kurbağaların, kara hayvanlarının ortaya çıkmadığı dönemin balıkları değildi, onlarla aynı anatomik özellikleri taşımalarına rağmen. Yani balıkların balık olarak, temel anatomik özelliklerini değiştirmeden bir evrimleri de söz konusuydu. Ya da başka bir örnek verelim. İlk tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara geçilmiş sonra da bu çok hücrelilik çerçevesinde bir evrim gerçekleşmiştir. Ama tek hücreli canlılar ne yok olmuşlardır ne de evrimleri durmuştur. Hatta bu hücre olarak evrimi diğer canlı türlerin evrimi etkilemektedir. Onlar da evrilmeye devam etmişlerdir tek hücreli canlılar olarak. Örneğin “terliksi” gibi çok karmaşık tek hücreliler ortaya çıkmıştır. Bu tek hücreliler birkaç milyar yıl öncesinin çok hücrelilere geçen tek hücrelilerinden çok başkadırlar. Ama ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar bu evrim tek hücreliliğin sınırları içinde bir evrimdir, bu anlamda bir nitelik değişimi söz konusu değildir. Ve somut canlılar tarihinde, bu türün kendi içindeki evrim, hem türlerin evriminden etkilenir, hem de bu türün kendi içindeki evrimi türlerin evrimini etkiler. Örneğin, eklembacaklıların kendi evrimleri sıcakkanlı canlıların veya çiçekli bitkilerin evriminden ayrı düşünülemeyeceği gibi bizzat bu evrimi de etkiler.
“Bu önsözde anlatmaya çalışacağımız kişisel evrimimiz, gerekli değişiklikler yapıldığında, bir kuşağın ve 1960 sonrası devrimci/sosyalist hareketin de evrimi sayılabilir. Elbette herkes aynı yolu aynı hızla geçmedi. Kimileri belli bir dönemin veya aşamanın problemlerine takılıp kaldı ve o problemler çerçevesinde bir evrim yaşadı. Böylece devrimci/sosyalist hareketin gelişiminin farklı aşamalarına denk düşen hareketler aynı zamanda ve bir arada var oldular ve birbirleri üzerinde karşılıklı etkiler yaptılar. Bir kısım yaşayabilmek için, yeni koşullara uyabilmek için görünümlerini, biçimlerini değiştirdi ama anatomileri, yani onların var oluşundaki temel problemler ve varsayımlar aynı kaldı. Böylece "Devrimci Hareket" dediğimiz şeyin zengin çeşitliliği ortaya çıktı. Bu soyut ifadeyi somutlayabilmek, daha iyi açıklayabilmek için karmaşıklığı toplumsal evrime en yakın olan biyolojik evrimden benzetmeler yapılabilir. Bilinir ki, canlılar, tek hücrelilerden yumuşakçalara, omurgalılara, memelilere ve sosyal hayvan İnsan'a doğru giden -ve halen de devam eden- bir evrim geçirmiştir. Ne var ki, bu evrimin alt konaklarını (aşamalarını) oluşturan canlı varlıklar yok olmamışlardır, varlıklarını sürdürmektedirler. Örneğin, insanın yanı sıra süngerler, yumuşakçalar, sürüngenler, kuşlar vs. var olmaya devam ediyorlar. Hatta onlar varlıklarıyla kendilerinden daha üst konaklardaki canlıların var olabilmesinin temelini oluşturdukları gibi, üst konaktaki canlılar da onların kendi türleri çerçevesinde bir evrim geçirmelerinin ve var oluşlarını sürdürmelerinin temel koşullarından birini oluşturmaktadırlar. Örneğin et yiyen memeli hayvanlar olmasaydı, atın atası köpek benzeri hayvan hızlı koşabilen bugünkü at haline dönüşmeyebilirdi. Ama atın bu evrimi, onun temel anatomik yapısı bakımından daha üst bir aşamaya geçmesi anlamında da bir evrim değildir. Ortada canlıların genel evriminin yanı sıra bir de atın at olarak evrimi vardır. At bugün de maymunlardan bile daha geri bir aşamanın ifadesi olarak varlığını sürdürmektedir” 169
Bu, türün kendi içindeki evrimi dediğimiz türden bir evrim, toplumda ve onun tarihinde de geçerliydi. Toplumların evrimi sadece komün, klasik uygarlık, kapitalizm gibi aşamalardan geçmiyordu. Aynı zamanda o aşamaların her biri de, örneğin, komün, uygarlık ve kapitalizm de kendi içinde bir evrim geçiriyordu. Uygarlık örneğin demiri işlemeyi öğrendiğinde, demiri işlemeyi öğrenen veya demir elde eden komünler uygarlığa geçmiyor, ama mızraklarını, oklarını, kılıçlarını bu sefer demirden yapmaya başlıyorlardı62. Yani üretim ilişkileri komün olarak kalıyor ama bu komün artık demiri kullanan bir komün, bir terliksinin çok karmaşık bir tek hücreli olması gibi, çok karmaşık bir komün oluyordu. Ve komün uygarlıktan sadece demir, tunç gibi teknolojiyi değil, uygarlığın geliştirdiği manevi araçları da alıyordu. Örneğin, Muhammet’in yaptığı devrimle totemlere (putlara) tapan Arap kabileleri (komünleri), sadece demiri değil, aynı zamanda uyarlıkların binlerce yılda geliştirdiği tek ve soyut bir tanrı düşüncesini de tanımış komünler olarak uygarlığa geçiyorlardı. Dolayısıyla o komün gibi, geçilen uygarlık da klasik uygarlıklardan farklı oluyordu. Tarihe böyle bakılınca, Tarih aynı zamanda komünden uygarlıklara geçişlerin tarihi olarak görülüyordu. Bu komünler ve uygarlıklar da kendi içinde evrim geçirdiklerinden, tarih farklı aşamalardaki komünlerin farklı aşamalardaki uygarlıklara geçişleri olarak başka bir ışık altında görülüyordu. Böylece Sümer’de obsidyen taşı ve tunça dayanarak uygarlığa geçen komün ve ortaya çıkan uygarlık ile örneğin Roma’da demire dayanan komün ve geçilen uygarlık birbirinden çok farklı oluyordu. Böylece örneğin feodalizm de, aslında batı Avrupa’da komünden uygarlığa geçiş olarak görülüyor ve bu geçişin nasıl kapitalizme geçişle sonuçlandığı çok daha anlaşılabilir oluyordu. Evrimi sadece türden türe geçişler olarak kavrayan, dolayısıyla da komünü ta antik uygarlıklar öncesinde var olmuş, sonra varlığı son bulmuş bir toplum biçimi olarak gören bir anlayış için “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş” akıl almaz bir saçmalık olarak görülüyordu. Çünkü kafadaki ilkel sosyalizm, taş devri ilkel sosyalizmiydi ve onun taş devriyle birlikte bittiği ya da yeryüzünün ücra köşelerinde, hala taş devrini yaşayan kabileler arasında önemsiz bir şekilde yaşadığı düşünülmekteydi. Çünkü türün kendi içinde bir evrim kavramı bulunmuyordu. Bu nedenle de insanlık tarihi ve toplumlar anlaşılmaz kalıyordu. Türün kendi içindeki evrimi kavrayışının kökleri ta İbni Haldun’a kadar gider. İbni Haldun, örneğin uygarlıkları birinci, ikinci ve üçüncü kuşak uygarlıklar olarak sınıflarken; uygarlığın uygarlık olarak kendi içindeki evrimini ifade etmiş oluyordu. Birinci kuşak uygarlıklar, nehir boylarının tunca dayanan uygarlıklarıydı; ikinci kuşak uygarlıklar subtropikal nehir 62
Rus devrim Tarihi’nin ilk satırlarında Troçki de bu olguya dikkati çeker. Örneğin şöyle yazar: “yabanıllar, geçmişte o silahları birbirinden ayıran mesafeyi kat etmeksizin, ok ve yayı bırakıp tüfeğe geçerler”. Ama üzerinde durmaz bu olgunun. Ve o tüfeğe geçenlerin aynı zamanda uygarlığa geçtiklerini var sayar. Örneğin Tüfekle bizonları avlayan bir komünün ne olabileceği, taş baltayla bizon avlayan komünden nasıl farklı olacağı üzerinde hiç durmaz. Gerçek tarihte bu iş tüfekle olmadı ama taşın yerini tuncun ya da demirin almasıyla oldu. Bunun kavranamaması antik tarihin ve modern tarihin kavranamamasını beraberinde getirmektedir. 170
boylarından kurtulmuş, Anadolu, İran, Balkan vs dağlarına ve yaylalarına yayılmış, demire dayanan uygarlıklardı ve üçüncü kuşak uygarlık dünya ticaretine dayanan İslam uygarlığıydı. Ama sadece bu kadar değil, bu birinci, ikinci ve üçüncü kuşak uygarlıklar da türün kendi içinde evrim geçiriyorlardı. Örneğin Hindistan birinci kuşaktan bir uygarlık olarak, bu temel anatomik özelliklerine dayanarak, kendi içinde bir evrim geçiriyordu. Hint Uygarlığı daha sonra demir de kullanır, İndus ve Ganj’ın alüvyonlu ovalarından Hint yarımadasının platolarına yayılır ama bir birinci kuşak uygarlığın kurumlarıyla; onun anatomik yapısı içinde kalarak. Bu nedenle Hinduizm tüm karmaşıklığına rağmen, çok tanrılı bir üstyapı olarak var olmaya devam eder. Hint uygarlığı, Mezopotamya ya da Mısır’ın birinci kuşak, nehir boyu uygarlıklarının kendi içinde evrim geçirmiş bir versiyonu olarak, bir tür yaşayan fosil gibi varlığını sürdürmeye devam eder63. Bu onun kimi organlar bakımından çok gelişmiş olmayacağı anlamına gelmez. Örneğin Ahtapotlar özünde yumuşakçalardır ama bazı memeliler gibi gelişmiş bir zeka ve çok iyi bir görme oranı, bukalemunlar gibi hızla renk değiştirme, balıklar gibi suda hızla hareket edebilme özellikleri geliştirmişlerdir ve yakın akrabaları midye ve istiridyelere göre çok karmaşık bir yapı sunarlar. Bu türün kendi içinde evrimi yaklaşımı, hem tüm insanlık tarihinin gidişini hem de var olan ve olmuş toplumları; onların muazzam çeşitliliğini anlamak için oldukça etkili bir kavramsal araç sunuyordu. Böylece birçok sorun bir yan ürün olarak bir çırpıda çözüyordu. Örneğin Aleviliğin kendi içinde çok evrilmiş bir komünün dini olduğu ortaya çıkıyordu. Protestanlığın da kapitalizmle değil komün ile ilgili olduğu 64, ama komünden kapitalizme geçildiği için bunun kapitalizme geçişle ilgili görünmesi gibi vs.. Ve yine bu türün kendi içindeki evrimi kavramı olmasaydı daha sonra Din’in ne olduğunu anlamak da mümkün olmazdı. Ama bu konuya ilerde gelinecek.
63
Altmışlı yıllardaki Asya Tipi üretim Tarzı tartışmaları, esas olarak düzgün ve aşamalı bir tarih anlayışına sadece bir aşama daha ekleyip eklememe sorunu etrafında dönüyordu ve dolayısıyla evrim teorisinin evrimi bakımından hiçbir ilerleme ve derinleşme anlamına gelmiyordu. Tam da türün kendi içindeki evrimi kavrayışından yoksun olduğundan, Hint ve Çin’de değişim olmadığı gibi sonuçlar çıkarmaya eğilimli olmuşlardır bu tartışmaları yürütenler. 64
Kıvılcımlı’nın “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme Geçiş” adlı yaklaşımı da türün kendi içindeki evrimi yaklaşımı olmadan anlaşılamaz. Yani kapitalizme geçişin ve geçemeyişin sırrı da tam buradadır. Protestanlığın sırrı da Komün’dedir. Komün’den kapitalizme geçildiği için, Protestanlık kapitalizme geçişin bir koşulu gibi görülmektedir. 18 Yüzyıla kadar süren cadı yakmalar da (“cadı” komün’ün anaerkil kalıntısı şamanıdır ve Avrupa’da komünün çok geç bir tarihe kadar yaşadığının bir kanıtıdır., Romantik düşüncenin Avrupa’daki varlığı da yine komün’den geçişle dolayısıyla Komün’ün kendi içindeki evrimiyle ilgilidir. Bu türün kendi içindeki evrimi kavramı olmadığından, Komün tarihin “kayıp halkası” olarak kalmaktadır. Kıvılcımlı Sempozyumu’na sunduğumuz “Kayıp Halka” adlı bildiride bu konuları ele alıyorduk. 171
Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (2) Radikal, Kapsamli ve Sistematik Olma Gereği ve "Yeni Sosyal Hareketler" Demokratik Cumhuriyet programı ile “Yeni Sosyal Hareketler” ilişkisini ve bu ilişkinin karakterini ele alan aşağıdaki yazı Program Tartışmasının bu yanına bir metodolojik giriş olarak okunabilir.
“Yeni Sosyal Hareketler”in Sorunları ve Dersleri Yeni sosyal hareketler saf bir kapitalizmde olmayacak; kapitalist üretimin kendi iç mantığının ürünü olmayan hareketlerdir; onlar sermayenin saf hareketinin somut tarihte uğradığı çarpılmaların sonucu olarak ortaya çıkarlar. Örneğin atmosferin olmadığı bir ortamda da bir taş bırakıldığında artan bir hızla düşer. Taşın böyle her türlü sürtünmeden, o saflığı bozucu etkilerden azade olarak düşmesiyle kıyaslanabilir saf bir kapitalizm. Ama hareket, bir gaz içinde gerçekleştiğinde bir çok çarpılmalar ortaya çıkar. Atmosferin direnciyle taşın düşüş hızında değişmeler olur. Öte yandan taş da düşerken atmosferde bir çok girdapların oluşmasına yol açar. Bu girdaplar da bizzat yine taşın düşüşü üzerinde ek bir karşı etki yaratırlar vs.. Diğer yandan cıva buharından bir atmosferde bu direnç farklı olur; oksijen ve azottan bir atmosferde farklı. İşte Marks’ın Kapital’deki analizi, sermayenin hareketini incelemesi, atmosfersiz bir ortamda yere bırakılan bir taşın hareketini incelemek gibidir. Bu nedenle Marks’ın analizi hiçbir şekilde, yeni sosyal hareketleri öngörmez. Ama gerçek tarihsel hareketi içinde sermaye de tıpkı atmosferi olan bir ortamda bir taşın düşmesi gibi, bir takım sürtünmelere uğrar. Hareket çarpılır ve öte yandan tıpkı taşın da atmosfer üzerinde etkilerde bulunması gibi, kendisi üzerinde çarpıtıcı etkide bulunan koşullar üzerinde de bir karşı etkide bulunur. Saf kapitalizmin mantığı açısından sadece iki temel sınıf vardır ve bu kapitalizmin olmazsa olmaz koşuludur: sermaye sahipleri ve işgücünü satan özgür işçiler. Halbuki gerçek tarihsel harekette bir çok başka özneler de görülür. İlk elde kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ürünü olarak veya modern üretimle dolaylı ilişkiler içinde ortaya çıkan tabakalar. Bunlara bir bütün olarak küçük burjuvazi denmektedir. Köylüler, esnaflar, zanaatkarlar gibi, geçmiş üretimin yadigarı olan küçük üretmenler ile; memurlar, denetleyiciler gibi modern üretim sürecinin doğrudan ürünü olmayan küçük burjuva tabakalar. Bir de kapitalizm öncesine ait egemen sınıflar, tefeci-bezirganlar ile toprak ağaları da zikredilebilir.
172
Klasik Marksist literatür, esas olarak bu ilişkileri inceler. Burjuvaziye karşı, küçük burjuvaziyle ittifak, bu ittifakın mekanizmaları, ilişkileri, programı vs.. Klasik Marksizm’in strateji tartışmalarının özü budur. Ama dikkat edilirse bütün bu literatürde, farklı sınıfların ilişkileri söz konusudur. Yani işçi sınıfının dışında başka bir güç vardır; küçük burjuvazi ve köylülük. Sorun bu güç ile işçi sınıfı ve hareketinin ilişkileridir. Bu özneler, sermayenin hareketinin çarpılmasının sonucu olarak, modern kapitalist ilişkilerin sonucu ortaya çıkmazlar. Sermaye olmadan önce de vardırlar. Bir bakıma birbirinin yanı sıra var olan iki farklı üretim ilişkisindeki, egemen ve ezilen sınıflar ilişkisiyle ilgilidir bunlar. Yeni sosyal hareketlerde ise, bu klasik literatürde tartışılan, farklı sınıflar arasındaki ittifak ilişkileri değildir söz konusu olan. Çünkü bu yeni sosyal hareketin özneleri, geçmiş bir üretim biçiminin yadigarı olarak değil; sermayenin çarpılması dolayısıyla ortaya çıkarlar. Tamamen modern hareketlerdir bunlar, sermaye dolayımıyla, onun gerçek hareketi dolayımıyla ortaya çıkarlar. Örneğin kadınlar binlerce yıldan beri ezilirler, ama bir sosyal hareket olarak bir kadın hareketi, kapitalizmin geliştiği ülkelerde ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde, örneğin Alevilik tarih boyunca hep ezilen sınıfın partisi de olmuştur. Ama bir sosyal hareket olarak Alevi hareketinin, tarihteki bu ezilmeyle bir ilgisi yoktur. Bu hareket, modern toplumdaki ezilmenin bir ürünüdür. Modern sosyal hareket olarak Aleviliğin, tarih boyunca ezilmekle ilişkisi tamamen tesadüfi bir ilişki ve çakışmadır. Pek ala tarih boyunca hiç de ezilenlerin bayrağı olmamış, aksine egemen sistemin ifadesi olan bir din de bugün pek ala ezilenlerin bir sosyal hareketinin bayrağı olabilir. Bir yeni sosyal hareket olarak politik İslam bir çok yerde böyledir örneğin. Pekala Alevilik de Sünnilik gibi devletin desteklediği ve imtiyazlı bir din durumunda da olabilirdi. Örneğin Suriye’de Aleviler bu durumda sayılabilirler. Ya da, tarih boyunca, kavimler başka kavimleri baskı altına almıştır. Ama bunlar hiç bir zaman ulusal kurtuluş hareketlerine yol açmamıştır. Modern ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerine tarihten kaynaklar aramaları, onları yaratmaları ve onlara bugünkü anlamlarını vermeleri bu gerçeği değiştirmez. Açıktır ki, yeni sosyal hareketler denen özne, gerek program, gerek strateji, gerek örgüt bakımından, örneğin bir köylülükten tamamen farklı özellikler taşımaktadır. Bunlar saf kapitalizmdeki çarpılmanın ürünleri olduğundan, hedeflerine ulaştıklarında sermayenin hareketini saf biçimine daha yaklaştırmış, yani kapitalizme bir tazelik ve dinamizm kazandırmış olurlar. İster ulusal kurtuluş hareketleri, ister siyah, ister kadın, ister gençlik hatta ekoloji hareketleri göz önüne alınsın, bunların belli başarılar kaydettiği her yerde, kapitalizm daha dinamik, daha modern, daha esnek olmuştur. Gençlik aşısı yemiş gibi olmuştur. Aynı şey Alevilik için de geçerlidir. Diyelim ki Alevi hareketi, devletin Aleviliği de tanıması gibi laiklikle ilgisi olmayan ve ona çok uzak bir hedefi değil de gerçekten laiklik, 173
yani devletin inançlara hiçbir şekilde karışmaması hedefine ulaştı. Bu Türkiye’deki kapitalizme bir gençlik aşısı olur ve canlılık verir. Ne var ki, bu hareketler bir kere ortaya çıktıklarında bir başka dinamizmi de harekete geçirirler: radikalleşme ve anti-kapitalist hedeflere doğru yönelme eğilimi gösterirler. Hedefleri hiç de radikal olmasa bile, özünde kapitalizmi sorgulamasa bile, yolun kendisinde, mücadelenin içinde bir radikalleşme ve kapitalizmi sorgulama eğilimi gösterirler. Niçin ve nasıl böyle bir eğilim gösterirler? Birincisi, bu hareketleri yaratan, kapitalizmdeki çarpılmaydı. Bu çarpılmaya karşı hareket ister istemez, kapitalizmle de karşı karşıya gelir; onun somut çarpılmış biçimine karşı çıkış, somutta var olan egemen sınıfa bir karşı çıkış halini alır. Bu özellik onların, kapitalizm dolayımıyla var olmalarından kaynaklanır. Soyut olarak kapitalizme karşı olmamalarına rağmen, somut ilişkiler içinde böyle bir eğilim gösterirler. Ama bu sosyalizme doğru eğilimi yaratan onların yapısı ve mücadelenin bu yapı temelinde gelişen dinamiğidir. Bunu biraz açıklayalım. Yeni sosyal hareketleri yaratan neden, iktisadi ilişkiler içindeki konum değildir. Bu nedenle bu hareketler sınıf hareketi değildir ve bu hareketlerde bütün sınıflar bulunurlar. Kadın hareketinde bütün sınıflardan kadınlar yer alır. Ulusal harekette bütün sınıflardan o ulusal baskıya uğrayanlar yer alır. Bu klasik Marksist 65 ve işçi hareketinin yüzleşmediği ve tartışmadığı, yeni bir durum ve olgudur. Klasik bir örnek olduğu için kadın hareketini göz önüne getirelim. Bu hareket içinde, bütün sınıflardan kadınlar yer almaktadır. Çünkü ister işçi, ister küçük burjuva, ister işveren olsun bütün kadınlar kadın oldukları için bir şekilde baskı altında bulunmaktadırlar. Bu olgu, daha önce yüzleşilmemiş bir sorunu gündeme getirir. Klasik farklı sınıflar ilişkisinde, sosyalistlerin ya da işçi hareketinin görevi, diğer sınıfı örgütlemek değildir. Onunla ayrı bir özne olarak ilişki kurulur ve bunun sorunları tartışılır. Yani sosyalistler ya da işçi sınıfı, örneğin bir köylü hareketi örgütlemek gibi bir hedef ve çaba içinde olamaz (bunu zaten köylüler kendilerine sosyalist diyerek yaparlar). Köylüleri sosyalist yapmaya çalışmak, köylülerin sosyalist olmasıyla değil, sosyalizmin köylü sosyalizmi olmasıyla sonuçlanır. Zaten köylüleri sosyalist yapmaya kalkan sosyalistler de köylü hareketini örgütlemiş olurlar nesnel olarak. Halbuki yeni sosyal hareketlerde tamamen farklı bir ilişki söz konusudur. Örneğin kadın hareketinin, ulusal veya ırksal baskıya karşı hareketlerin önemli bir bölümü, hatta esası işçilerden oluşur. Bu nedenle, işçi hareketinin veya sosyalizmin bu hareketle ilişkisi klasik
65
Aslında Yeni sosyal hareketlerin yeni olmadığını, ulusal kurtuluş hareketlerinin de yeni sosyal hareketlerle aynı ortak karakteristiklere sahip olduğuna önceden değinmiştik. Bu anlamda farkına varmadan ulusal kurtuluş savaşları bağlamında, bilincinde olmadan yeni sosyal hareketlerde bütün sınıfların olmasının ortaya çıkardığı sorunları ele alma elbette Marksist gelenekte vardır. Ama düşüncenin akışını bozmamak için şimdilik bunu bir kenara bırakıyoruz. 174
işçi köylü ittifak ilişkisi gibi ele alınamaz. Sosyalist hareketin, işçi hareketinin kendisi bizzat bu hareketin içindedir ve içinde olmak zorundadır. Böylece klasik sosyalist ve işçi hareketinin karşılaşmadığı başka bir durum ortaya çıkar. Sosyalistler ya da işçi hareketi, bu hareketleri örgütlemek; onlar içinde sosyalist bir eğilim oluşturmak; bu hareketlerin öncüsü olabilmek için çalışmalıdırlar. İşçi hareketi ya da sosyalist hareket kendisine böyle bir görev koymasa bile, sınıfların eğilimleri her zaman kendini ifade edecek bir damar bulduklarından, bu hareketler içinde bütün sınıfların, dolayısıyla işçilerin eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulur. Ama bu hareketlerin içinde işçilerin eğilimleri de ifadesini bulunca, o giderek kapitalizmi sorgulama; sosyalizmi yeniden keşfetme eğilimi gösterir. Ama bu kapitalizmi sorgulama eğilimi, kendini genellikle, o yeni sosyal hareketin mücadelesinin mantığı aracılığıyla ortaya koyar ve radikalleştikçe bu noktaya doğru gelişir. Mekanizma aşağı yukarı şöyle işler: başlangıçta o özgül baskı biçimin karşı bir direniş ve sosyal hareket ortaya çıkar. İçinde bütün sınıflar ve onun eğilimleri henüz kristalize olmamış ve ayrışmamış bir biçimde vardır. Bu sınıfların eğilimleri giderek farklı programlar ve stratejiler biçiminde ortaya çıkmaya başlar. Bir tarafta genellikle, hareketi sırf kendi sorunları ve reformist karakterdeki talepleriyle sınırlayanlar, diğer tarafta, yeni müttefikler ve güçler bulmak için diğer toplumsal baskı biçimlerine de yönelenler ve böylece giderek bütün sistemi sorgulayan bir programa doğru eğilim gösterenler. Ve giderek bir süre sonra bu eğilimler arasında bir ayrışma başlar. Benzer eğilimler her hareketin içinde gerçekleştiğinden, her hangi bir sosyal hareketin içinde, diğer hareketleri yaratan sorunları sorun edenler ve sistemi sorgulama eğilimi gösterenler, diğer hareketlerdeki benzer eğilimi gösterenlerle bir ortaklık ve beraberliğe; giderek başlangıçta o özgül baskıya karşı olarak yola çıktıklarıyla kopuşa doğru giderler. Bu eğilim bütün hareketlerde görülür. Sadece somut tarihsel tecrübede hepsinde aynı ölçüde gelişmemiştir. Ama Siyah hareketi gibi, gerçekten modern bir toplumda, Amerika’da doğmuş ve büyük ölçüde işçilere dayanmış bir harekette işçilerin, işçi sınıfının bu eğilimi, tam da bu biçimde ortaya çıkar. Kuzeyin sanayi bölgelerinin Malcolm X’i ile, Güney’in köleci geleneklerinin güçlü olduğu bölgelerin Martin Luther King’i başka yollardan bu noktaya, tam da bu sonuca gelmişlerdir. Bir bakıma, biri İslamiyetten, diğeri Hıristiyanlıktan hareketle sosyalizmi yeniden keşfetme noktasına gelmişlerdir. Malcolm X radikalleştikçe, sırf siyahların sorunlarına hapsolmayı aşmış, tüm ezilenlere hatta dünya çapında ezilenlere ilişkin bir program ve strateji noktasına yaklaşmış, bu da onun siyah Müslümanlar hareketinden dışlanması ve sonunda öldürülmesini getirmiştir. Benzerini King de yaşar, o da giderek, tüm ezilenlerin mücadelelerini birleştirme ve onların taleplerini kendi bayrağına yazmaya doğru bir evrim geçirir. Örneğin öldürüldüğü gün,
175
siyahların önderi olarak bir işçi grevini desteklemeye gitmekte, yani siyah hareketi olarak işçi hareketinin taleplerine de sahip çıkma noktasında bulunmaktadır66. Özetle, yeni sosyal hareketler tüm sınıflardan insanları kapsadıkları için, bu sınıfların eğilimleri o hareketlerde ifadesini bulur ve o hareketlerin içinde bir sınıf mücadelesi de var olur. Bu sınıf mücadelesinde işçilerin eğilimi, radikal taleplere yönelme, yeni ittifaklar kazanma dinamiği ile, tüm toplumdaki ezilenlere ilişkin bir program oluşturma dinamizmi aracılığıyla kapitalizme karşı olma karakteri gösterir. Ama sorun sadece sınıfların eğilimlerinin yeni sosyal hareketler içinde ifadesini bulması değildir, bu hareketler de sınıfların veya sınıf hareketlerinin içinde aynı zamanda ifadelerini bulurlar. Örneğin köylü hareketi işçi hareketinin içinde olmaz. Dolayısıyla, işçi hareketinin içindeki köylü hareketiyle ilişkiler gibi bir sorun da olmaz. Ama yeni sosyal hareketlerde bütün bu hareketler işçi hareketinin içinde de vardırlar. Örneğin kadın hareketi aynı zamanda sendikalar, işçi partileri içinde de ortaya çıkar. Kadınların uğradıkları özgül baskılara ve bu baskılar karşısındaki körlüğe karşı kadınların ayrı talepleri, özerk örgütlenmeleri ortaya çıkar. Ve nihayet sadece sınıflar ve hareketleri içinde yeni sosyal hareketler; yeni sosyal hareketler içinde sınıfsal eğilimler değil; aynı zamanda yeni sosyal hareketler içinde, yine bizzat yeni sosyal hareketlerin eğilimleri ortaya çıkar. Yani örneğin kadın hareketi içinde bu sefer Siyah hareketinin ifadesi, Siyah kadınların beyaz kadınlara karşı duruşu olarak; veya Siyah hareketi içinde, kadın hareketinin, onun erkek ve seksist karakterine karşı Siyah kadınların direnişi olarak ortaya çıkması gibi.
66
Benzer eğilimler bütün yeni sosyal hareketlerde görülür. Altmışlardaki gençlik hareketi başlangıçta üniversitelere ve öğrencilere ilişkin taleplerle başlamış bir süre sonra, tüm toplumdaki ezilenlerin mücadele hedeflerini bayrağına yazmıştır. Hatta Türkiye’deki altmışlardaki işçi hareketi ve Türkiye İşçi Partisi bile bu eğilimi doğrular. O işçi hareketi, tüm ezilenlere yönelik bir program ortaya koyduğunda, yani İşçi Partisi’ni kurduğunda, toplumdaki tüm gayrı memnunlar için bir çekim merkezi olabilmiştir. Aslında Türkiye’de altmışların bütün dinamizmini yaratan da, yeni sosyal hareketlerin ve işçi hareketinin, bilinçsiz bir biçimde, tüm diğer ezilenleri kapsayan demokratik karakterli programlara sahip olmasıydı. Altmış ve yetmişlerdeki Türkiye sosyalist hareketinin hemen sadece Kürt, Alevi ve kadınlardan oluşması bir çok kişinin dikkatini çekmiştir. Bunlar bu hareketin içinde sonradan oldukları gibi, Kürt, Alevi ya da kadın kimlikleriyle değil sosyalist olarak yer alıyorlardı. Kendilerini sosyalist olarak tanımlamalarına rağmen, onlar aslında bu özgül baskılara karşı tepkinin bir ifadesiydiler. Bu hareketler o zaman doğrudan devrimci ve demokratik programlar etrafında birleştiğinden, yani bir Kürt, bir Alevi, bir kadın olarak mücadelesinin sonunda varacağı yere daha başlangıçta varmış olduğundan, tüm bu yeni sosyal hareketler bir tek sosyalist hareket biçiminde ortaya çıkıyordu. Bu nedenledir ki, sosyalist hareket dağılınca, yani bu ortak ve devrimci demokratik program kaybedilince hepsi aslına rücu ettiler. Bu günün görevi, aynı sentezi bu sefer bir üst düzeyde, her biri hareketin içinden yola çıkarak gerçekleştirmektir. Yani kadınlar, Kürtler, Aleviler, işçilerin devrimci demokratik bir programa sahip olarak diğer sosyal hareketlerle ittifak kurmak isteyenleri, kadın, Kürt, Alevi, işçi hareketi içindeki, Alevici, Kürtçü, işçici ve kadıncılarla kopuşmak, onlara karşı mücadele etmek ve diğer hareketlerde aynı şeyi yapanlarla ortak bir program etrafında birleşmek zorundadır. 176
Görüldüğü gibi, yeni sosyal hareketlerin birbirleri ve işçi hareketiyle, bir ağ gibi kesişen ilişkileri söz konusudur. Ve bütün bunlar hep, bu hareketlerin kendi içine kapanma, kendilerini sırf kendi sorunlarıyla sınırlama eğilimine karşı; tüm toplumsal baskı biçimlerine karşı olma gibi bir eğilimi beslerler. Bu ilişkiler de ister istemez, bu hareketler özünde bütünüyle sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ürünü olmalarına ve kapitalizmi değil, onda kendilerini yaratan çarpıklığı sorgulama karakterinde olmalarına rağmen, fiilen anti kapitalist bir eğilimi güçlendirir. İşçi hareketi veya sosyalist hareket, sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlayamadığı gibi, bu yeni sosyal hareketler karşısında da tam anlamıyla anlayışsız ve düşmanca bir tavır içinde olmuştur. Ama bu da bizzat işçi hareketinin, devrimci karakterini yitirmiş olmasıyla, yani tüm toplumdaki gayrı memnunların sorunlarını sorun etmemesiyle ilgilidir; işçi hareketine damgasını vuran ekonomizmin bir yansımasıdır67. İşçi hareketi, kadın hareketinin, siyahlar hareketinin sosyalist ve işçi hareketini böldüğünü; onu hedeflerinden saptırdığını düşünmüştür. Kendi içindeki kadın ve siyahların özerk örgütlenmelerini bölücülük girişimleri olarak algılamıştır. Daha sonra bu hareketler güçlenip de, artık tehdit ve yasaklarla onları engellemek mümkün olmayınca, bu sefer tıpkı egemen sınıflar gibi taktik değiştirilmiş, bu hareketlerin entegrasyonu ve kısırlaştırılmasına gidilmiştir. Sendika veya partilerde kadınlara özerk bölümler açılmış, kadın üyeler için kotalar ayrılmıştır örneğin. Artık bildirilerin dilleri değişmiş, cins ayrımcısı ifadeler terk edilmiş, “politik korrekt” olunmuştur. Ama özünde değişen bir şey de olmamıştır. Sadece ayrımcılık çok daha ince biçimlere bürünerek devam etmiştir. İşin kötüsü bu sadece işçi hareketinde böyle olmadı. Bizzat bu hareketlerin kendileri de işçi sosyalist hareketin tüm zaaf, körlük ve bürokratikleşmesini çok daha hızlı ve derin olarak yaşadılar. Yani bütün bu hastalıklar bizzat bu hareketlerin içinde de ortaya çıktı. Bu hareketin kazanımları veya organlarından yaşayan bir bürokratlar tabakası işçi örgütleri veya burjuva toplumuyla ilişkiler içinde sistemin dayanakları haline dönüştü. Ne var ki, bütün bu bu nareketler ve kazanımlarına rağmen, ne işçilerin sömürüsü, ne kadınların ezilmesi, ne ırkların ve ulusların ezilmesi ne çevrenin tahribi durmuş veya azalmış değildir. Bu günkü durgunluk, toplumsal mücadeleler tarihinde her zaman görülen med ve cezirlerden biridir ve nesnel nedenler ortadan kalkmadığından yarın öbür gün bu hareketler bugünden ön görülemeyecek biçimlerde yine ortaya çıkacaklardır. Bu günkü iniş dönemi bu hareketlerin tarihsel deneylerinin sistemleştirilmesi ve sorunlarının tartışılması için değerlendirilmesi gereken bir boşluktur aslında. İşçi hareketi ve sosyalist hareket, bu hareketlerle ilişkileri ele alan, bütün programatik, stratejik ve örgütsel sorunları gözden geçiren bir strateji tartışması yaşamış değildir. Bugün 67
Lenin’in Ne Yapmalı’da dediği anlamda Ekonomizm. Yoksa Ekonomizm kavramı son yıllarda, Stalinizme karşı açık bir tavır almaktan kaçınan merkezcilerin muz gibi ne niyetine yenirse o anlama gelen bir kavramı anlamında değil. 177
hareketlerin kendisi ortada görülmediğinden bir sorun yokmuş veya sanki sorunlar çözülmüş gibi görünmektedir ama aslında sorunların hepsi olduğu yerde durmaktadır. * İşçi ve sosyalist hareketin bu hareketlerin tarihsel deneyinden çıkaracağı dersler nelerdir? En önemlileri şöyle sıralanabilir: 1) İşçi hareketi veya sosyalistler, bu hareketlerin içinde ve oluşumunda yer almalı ama aynı zamanda bu hareketler içinde devrimci ve sosyalist bir eğilimin program, strateji ve taktiklerini şekillendirmelidirler. 2) İşçi hareketi bu hareketleri yaratan sorunlara ilişkin programı kendi bayrağına yazmalı ve kendi içinde bu özgül baskıya karşı körlüklere karşı otonom hareketleri desteklemelidir. Bu iki temel ders ve yol aslında birbirini tamamlamaktadır. Tarihsel deney bunlardan biri olmadığında diğerinin olmadığını da göstermektedir. Aslında bütün bunlar devrimci işçi hareketinin unutulmuş bir ilkesinin yeniden hatırlatılmasından başka bir şey de değildir. Bu şöyle özetlenebilir: işçi hareketi, devrimci bir işçi hareketi olabilmek için, işçi hareketi olmaktan kurtulmak; işçi hareketi olmaktan çıkmak; toplumdaki tüm gayrı memnunları toplayacak bir hareket olmak zorundadır. Yani işçiler, köylülerin, kadınların, ezilen ulusların, ırkların, cinslerin taleplerini kendi bayraklarına yazıp onlar için mücadeleye girmedikleri takdirde, işçi hareketi bir sendika ve parti bürokratları hareketi olarak kalır; bir reformist burjuva hareket olmaktan öteye gidemez. Ve diğer ezilenlerin taleplerini kendi bayrağına yazmayan bir hareket, aynı zamanda sırf kendi sorunlarına yoğunlaştığından, toplumun diğer ezilenlerinin mücadelesiyle kendi mücadelesini birleştiremez, dolayısıyla tecrit olur ve yenilgiye mahkum olur. Ama yeni sosyal hareketlerin tarihine baktığımızda, aynı şeyin yeni sosyal hareketler için de geçerli olduğu görülür. kadın hareketi, kadın hareketi olmak için, kadın hareketi olmaktan çıkmak zorundadır; ezilen ulusların, dinlerin, ırkların hareketleri gerçekten öyle olmak için ezilen ulus, din ve ırk hareketleri olmaktan çıkmak, toplumdaki tüm gayrı memnunların taleplerini bayraklarına yazmak zorundadır. Yani nasıl işçi hareketi, işçi hareketi olmaktan çıkmak zorundaysa ve ancak işçi hareketi olmaktan çıktığı takdirde işçi hareketi olabilirse, aynı şekilde örneğin Kürt hareketi, Kürt hareketi olmaktan; kadın hareketi, kadın hareketi olmaktan; Alevi hareketi, Alevi hareketi olmaktan çıkmak zorundadır. Ve ancak bunu yaptıkları takdirde Kürt, kadın ya da Alevi hareketi olabilirler. Ve tarihsel deney tam da şunu göstermektedir: bu hareketlerin her birinin içinde, burjuva kanatlar, tıpkı işçi hareketi içindeki burjuva sosyalist kanat gibi, yani sendika ve parti bürokratları kanadı gibi, bu hareketlerin taleplerini sırf kendileriyle sınırlamak, farkı toplumsal ve sınıfsal eğilimlerin varlığını bölücülük olarak; hareketin hedeflerinden saptırılması olarak görmek eğilimindedirler. Yani bir sosyalist bir yandan işçi hareketi içinde, örneğin bağımsız bir kadın hareketini ve onun otonom örgütlenmelerini ve kadınların mücadelesinin taleplerini işçilerin kendi 178
bayraklarına yazmalarını savunurken; diğer yandan bu bağımsız kadın hareketi içinde, kadın hareketinin, gerçekten hedeflerine ulaşmak için, mücadelesini değir ezilenlerin mücadelesiyle birleştirmek gerektiğini; kadın hareketinin diğer ezilenlerin sorunlarını kendi programına alması gerektiğini savunmalıdır. Böylece, diyalektik olarak birbirini tamamlar bu çabalar. Kadın hareketi içinde işçilerin ve diğer ezilenlerin taleplerini savunduğunuzda, işçiler, ezilen uluslar, dinler vs. sizin yanınıza geleceklerdir. Böylece kadın hareketi içinde bütün ezilenleri toplayan devrimci bir kanat oluşacaktır. Kadın hareketi içinde bir kopuşma yaşanacaktır. Aynı gidiş tersinden işçi hareketi içinde de olur: işçi hareketi içinde, kadınların, ezilen ulusların, dinlerin taleplerini savunduğunuzda, işçi hareketindeki sendikalizm ve ekonomizmle karşı karşıya gelirken bu sefer o hareket içinde ve dışında bunlar sizleri destekleyeceklerdir. Bunlar her zaman o hareketler içinde burjuvaziyle kopuşma demektir; o hareketlerin bürokrasisiyle kopuşma demektir. Yeni sosyal hareketlerin tarihi, işçi hareketinin bu eski ilkesini aynen doğrulanmasının ve yeniden keşfedilmesinin tarihidir. Ama dediğimiz gibi, bütün bu talepler aslında, kapitalizm için ideal koşullar demektir. Bu da fiilen şu anlama gelir: Yeni sosyal hareketleri yaratan taleplerin bütün bu hareketleri birleştirecek bir program içinde birleştirilmesi, fiilen ideal bir kapitalizm talebidir başka bir şey olmaz. Yani gerçek bir laiklik; kadınlara tam bir eşitlik; ulusun tanımından her türlü, dili, dini, soyu, kültürü dışlamak; tam bir demokrasi, fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi tüm talepler özünde demokratik cumhuriyet ve ideal bir kapitalizm programından başka bir şey değildir. Şimdi kısaca böşyle bir ideal kapitalizm ve Demokratik Cumhuriyet programının bu farklı sosyal hareketlerin taleplerini birleştirme imkan ve gereği üzerinde kısaca duralım. Örneğin işçi hareketi içinde, işçileri sırf işçilere ilişkin ekonomist mücadeleyle sınırlayanlara karşı mücadele edip, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların hakları ve uğradıkları özgül baskıya karşı işçileri mücadeleye çağırdığınızda ve bunlar için bir program ortaya koyduğumuzda; bu aynı zamanda, bir demokratik cumhuriyet programından başka bir şey olmaz. Çünkü ulusun tanımından her türlü dili, dini, etniyi dışlamak otomatikman bu özgül baskıları ortadan kaldırır. Kürtler içinde işçilerin, kadınların, Alevilerin mücadelesinin hedeflerini bayraklarımıza yazalım diyenlerin konumu güçlenir. Aleviler içinde de aynısı olar. Aleviler içinde Kürtlerin taleplerine; Kürtler içinde Alevilerin taleplerine sahip çıkalım diyenlerin konumunun güçlenmesi, aynı zamanda hem karşılıklı olarak hem de diğer hareketler içinde devrimci demokratik programın gücünü ve etkisini yükseltir. Yani ortaya kendini besleyen bir süreç çıkar. Ama bütün bunların, bu dereciklerin bir tek nehirde birleşmesi ve birbirini desteklemesi, ancak tüm bu farklı öznelerin taleplerini bir tek sistematik bütün içinde toplayan bir programla mümkün olur. 179
Böylece demokratik cumhuriyet olarak ifade edilebilecek parola ve programın, bu hareketler içindeki dar görüşlülüğe karşı mücadele için muazzam pratik ve hayati önemi ortaya çıkar. Yani işçi hareketi içinde, Alevilerin, Kürtlerin, kadınların, haklarını savunmak aslında, demokratik cumhuriyeti savunmak olabilir. Ayın şekilde, Kürt ya da Alevi hareketi veya kadın hareketi içinde, demokratik cumhuriyeti savunmak aynı zamanda bunların içinde diğerlerinin talep ve mücadelelerini savunmak demektir. Böylece, birbirine karşı kullanılan bütün muhalif hareketlerin bir tek bütün içinde, bir tek siyasi hareket içinde birleşmesinin temel şartı ortaya çıkar. Bütün bu farklı baskı biçimlerini yaratan ortak şeyin ne olduğu sorununa gelince, sermayenin gerçek tarihsel hareketine, yani başlangıçtaki çıkış noktasına geliriz. Demokratik cumhuriyet ise, sermayenin ya da kapitalizmin ideal siyasi formudur soyut olarak. Ama demokratik cumhuriyet de tıpkı bu yeni sosyal hareketlerin tüm baskı biçimlerine karşı bir dinamik taşıması gibi, içinde bunu aşacak bir dinamik taşır68.
68
Çünkü Engels’in de dkkati çektiği gibi, Demokratik bir Cumhuriyet aynı zamanda İşçi Sınıfının iktdarının özgül bir biçimi de olabilir. 180
Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (3) Babil Kulesi, Çin Yazısı ve Ayrı Diller sorunu Kutsal kitapta anlatılan insanların birbirinin dilini anlayamamaları ile ilgili Babil Kulesi efsanesi, aslında sanıldığından çok daha doğru olarak gerçeği aktarır. 1960'larda, Türkiye'de Sol ve Demokratik muhalefetin dili ortaktı. Ne kadar farklı programları savunsalar da aynı dil ve kavramlar içinde yapıyorlardı bunu. Dolayısıyla herkes her söyleneni anlıyordu. Sol hareket, tıpkı Babil kulesini yaparak göğe erişmeye çalışan hükümdar gibi, neredeyse güneşi feth edecekmiş gibi görünüyordu. Ne var ki 1975'lerden sonra sol harekette diller farklılaştı. Farklı program ve stratejiler artık aynı dille değil, farklı dillerle ifade edilmeye başlandı. Kimse birbirinin dilini anlamaz oldu. Belki aynı şeyleri söylüyorlar, aynı programları savunuyorlardı, ama bunu her hareketin kendi özel dili içinde, ancak o özel jargonu çok iyi bilenlerin anlayabileceği bir dille yapıyorlardı. Bu eğilim bir süre sonra kendini üretir ve besler oldu. Yeni kuşaklar artık ülke çapındaki bir geniş sosyal hareketin diliyle işe başlamıyorlardı, belli bir hareketin aracılığıyla politik veya örgütsel ilk tecrübelerini edinirken farkına bile varmadan sadece bu özel dili öğreniyorlar, dünyaya kapanıyorlardı. Bu bütün örgütlerin ve örgütlü yapıların işine de geliyordu. Çünkü tıpkı bir ulusal devlet gibi, kendini üreten bir mekanizma ortaya çıkmış, o hareket veya örgütün sürekliliği garantilenmiş oluyordu. Ancak bu aynı zamanda, onun kendi etrafını bir kistle sarmalaması; gerçeklikle bağlarının kopması anlamına da geliyordu. Dolayısıyla taşlaşma ve fosilleşme de başlamış oluyordu. Bu gün solun ve sosyalistlerin neden birleşemediği konusunu tartışmak isteyenlerin üzerinden atladığı ve problematize etmediği en büyük problem budur. Çünkü, her grubun, her eğilimin, her örgütün kendi özel dili vardır ve diğer dilleri merak eden, öğrenmek isteyen ve okuyan bulunmamaktadır. Hatta ortada ortak bir konuşma dili yerine geçebilecek bu dillerin yanı sıra, ortaçağ Latincsi veya İslam uygarlığının Farsça ve Arapçası gibi olsun bir "Lingua France" bile yoktur. Marksist klasiklerin dilinin en azından bu olması beklenebilirdi. Ama o farklı diller taraftarları öyle şekillendirmişlerdir ki, artık kimse Marksist klasiklerin dilini de anlamamakta ve konuşamamaktadır. Bu Çatı Partisi Tartışmaları Grubuna yazdığım yazılara verilen kimi yankıların da gösterdiği ve kanıtladığı gibi, klasik Marksist kavram ve argümanlar sadece anlaşılmamakla kalmamakta, hatta rahatsız edici bir gürültü gibi algılanmaktadır. Aslında solda ilk yapılması gereken şey bu farklı diller sorununu problematize etmek ve bunun çözüm yollarını aramaktır. Bu bağlamda 1980'lerin başından beri önerdiğiniz gibi, solda ilk elde esas ihtiyaç olan şey, ortak bir örgütten ziyade, ortak bir yayındır. Böylece harkesin en azından katkısı oranında sayfalarını paylaşacağı bir ortak yayın, yani ortak bir yayın yayınlamak üzere ortaklık, 181
yakalanması gereken ana halka olmaya devam etmektedir. Ancak o zaman her biri birkaç yüz veya birkaç bin cıvarındaki dergi ve gazeteler, bir tek yayın içinde yer alarak, biri için o dergi ve gazeteyi alanın diğerlerini de okuması, diline alışması gibi bir olanağın yolnu açabilir. Böylece ilk elde en azından on binlerle sayılabilen bir gazeteye veya dergiye ulaşılabilir. Bunu bile yapamayanların, aynı örgüt içinde bir araya gelebilmeleri olanaksızdır. Dolayısıyla bu "Çatı Partisi Girişimi"nin ilk elde yapabileceği tek somut ve işe yarar proje, bütün bileşenlerin kendi yayınlarını kapatmaları, hepsinin ortaklaşa, katkıları oranında sayfalarını paylaştıkları, birçok yayının bir tek yayının içinde bölümler olarak yayınlanması olabilir. Böylece herkes hem daha çok bir okuyucuya ulaşmış ve başkalarını etkileme olanağı bulmuş olur hem de aynı zamanda başkaları tarafından da etkilenmeye kendini açmış olur. Böylece taşlaşma ve kastlaşmaya karşı bir panzehir geliştirilmiş olur. Bir an için, Evrensel, Atılım ve Günlük başta olmak üzere bütün diğer irili ufaklı hareketlerin kendi gazete ve dergilerini de kapatıp, bir tek yayın içinde farklı bölümler içinde kendini ifade ettiğini düşünelim. Diyelim ki, ayda veya onbeş günde bir on altı sayfalık bir dergi yayınlayan bir hareket böyle çıkacak bir günlük gazetede pek ala her gün bir sayfayı kendisi istediği gibi doldurabilir. Hem görüşlerini daha hızlı ve seri aktarmış hem de daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmış, hem de kend hakkı oranındaki görevi ve katkısıyla toplam masrafların düşmesine katkıda bulunmuş olur. Ama bu aynı zamanda, çok farklı diller ve siyasetlerin birbirlerinin diliyle karşılaşmalarının başlangıcı da olur. Yepyeni mayalanmalar için bitek bir toprak oluşmaya başlar. Kapalılıktan kurtulma bir süre sonra tekrar canlı bir tartışma ortamının oluşmasına da yol açar. Öte yandan böylesine pratik bir iş için güçleri bir araya getirme, birlikte vurma ve ayrı başraklarla yürüme pratiği ve örneği, daha ileri ve karmaşık görevler için daha ileri ve karmaşık iş ve güç birliklerinin de yolunu açabilir. Bu yönde tıpkı Avrupa Birliği'nin adım adım geri dünüşü giderek olanaksızlaştıran tedbirleri gibi bilinçli ve planlı bir çaba göstermek de gerekmektedir. Örnğin Avrupa Birliği, önce çok basit şeyleri ortak normlara bağlamakta, kağıtların rengi, biçimi, semboller vs. ya da ortak bir paraya geçmektedir. Devletler kalmakta ama hudutlar kaldırılmakta. Bütün bunmarın her biri günlük hayatta bir sürü avantajlar demektir. Bir süre sonra insanlar bu avantajlara artık onlardan kopamaz biçimde alışmaktadır. Aşağı yukarı, ortak bir gazeteyi basit bir toplam gibi herkesin katkısı oranında katkıda bulunup hak sahibi olacağı biçimde çıkarmak ilk adım olabilir. Bir süre sonra pratik ihtiyaçlar, birçok rasyonel çözümü gündeme getirir ve giderek artık kimse o yayınının dışında var olamaz hale gelebilir. * Ancak bu anlattığımız sol ya da sosyalist dünya, bu günün Türkiye politikasında küçücük bir dünyadır. 182
Çok uzun bir süredir, muhalefet ve demokratik özlemler artık sadece kendini solun farklı dilleri içinde ifade etmiyor. Bir bakıma 1970'lerde durumun böyle olduğu, bütün demokratik özlemlerin, muhalefetin her ne kadar ayrı diller konuşuyor olsalar da, solun genel dil ailesi içinde, aydınlanmadan beri oluşmuş gelenek içinde kendilerini ifade ettiği söylenebilirdi. Ne var ki, 1980'lerden sonra, bu özlemler solun ortadan yok olmasına bağlı olarak kendini ifade edecek yeni kanallar aramaya başladı. Böylece İslamcıların, Alevilerin, Kadınların, Kürtlerin vs. kendi dilleri de oluştu. Bizzat bu diller içinde de ikinci diller oluştular. Böylece solda minyatür ölçülerde görülen dilsel bölünme, tüm muhalefet ölçüsünde ve çok daha derin ve uzak köklerden kaynaklanan diller içinde katmerlendi. Örneğin, aydınlanmanın dili içinde demokrasi az çok bir ortak kavram olabilir. Ama İslam’ın dili içinde bu kavramın yeri yoktur. Politik İslam içinde, Demokrasi özlemi, Aydınlanma'dan çok farklı bir geleneğin dili içinde, henüz yeryüzünde birey diye bir şeyin olmadığı koşullarda oluşmuş bir dilin içinden ifade edilmektedir. Benzer şekilde Alevilikte de aynı durum söz konusudur. Sınıf mücadelesi sosyolojik bir olgudur. Yani bu şu demektir, sınıfsal çıkarlar ve eğilimler bir şekilde kendilerini ifade edecek kanallar bulurlar, yok edilemezler. Buna bağlı olarak, aslında sınıf mücadelesi, bu çok özel diller içinde yürütülmektedir. Bu özel diller içinde aslında ortak sınıfsal eğilimleri dile getirenler birbirlerinin dilini de bilmediklerinden birbirlerinden kopuk ve varlığından habersiz yaşamakta, hatta o dillerin kotlarını bilmedikleri için, birbirleriyle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Örneğin ezilenlerin eğilim ve tepkilerinden kaynaklanan bir İslami radikalizm pek ala aynı toplumsal eğilimi yansıtan bir sol radikalizm veya alevi radikalizmiyle son derece zıt görünümler içinde hatta karşı cephelerde görünüyor olabilmektedir. Bütün bunlar aynı zamanda bunların birbirine karşı oynanması ve kullanılmasını ve askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini sürdürmesini kolaylaştırmaktadır. * Tabii bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır. Peki böylesine birbiriyle dilleri farklılaşmış, birbirinin dilini bilmeyen ve anlamayan demokratik muhalefet hangi ortak dille programını ifade edebilir? Bunun yolunu bize yine bizzat tarih ve bu gün yaşadığımız dünya göstermektedir. Biliniyor, Çin'de aslında Orta Doğu veya Avrupa'dan hiç de daha az farklı olmayan bir sürü dil bulunmaktadır. Bu binlerce yıl önce muhtemelen çok daha büyük bir çeşitliliği içeriyordu. Binlerce yıl önce, bugünkü Çin'e adını veren ve Çin uygarlık alanında ilk birliği kuran Çin adlı hükümdar, ortak bir şekil yazısıyla bir merkezi devleti ve birliği kurup korumayı sağladı. Bu öylesine etkili oldu ki, Çin ulusçuluk çağında, her dile bir ulusal devletin oluştuğu bu çağda bile, neredeyse ulusçuğun bu türüne şerbetli kaldı. Ulusal hareketler sadece farklı alfabe kullanan Uygurlar vs. arasında görüldü. 183
Şekil yazısı, farklı dillerin aynı şekle bakarak, onu farklı adlandırsalar da, aynı şeyi anlamalarını sağlıyordu. Böylece birbirilerinin dilini anlamayanlar aynı şekiller aracılığıyla denileni anlayabiliyorlardı. Binlerce yıllık Çin uygarlığı bu sayede binlerce yıl boyunca var olabildi, sürekliliğini kordu ve yine bu sayede bir tek tanrı fikrine ihtiyaç duymadı birliğini korumak için. Benzeri bir gidiş bu gün gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Globalleşme ile birlikte, giderek bir şekil yazısı oluşuyor. Bu gün bir adam ve kadın sembolünün kadın ve erkek tuvaleti anlamına geldiği, koşan bir insan sembolünün acil çıkış kapısı anlamına geldiği her dilden insanlarca kavranmaktadır. Keza başka bir dildeki bir Windows programında, o dildeki emirleri bilmeden, artık evrenselleşmiş ikonları tıklayarak birçok emri yerine getirmek mümkündür. Yani ortak şekillerden oluşan bir tür standart uluslar arası hiyeroglif oluşmaktadır farklı diller konuşanların aynı şeyleri anladığı. İşte demokratik farklı diller konuşan muhalefetin bir araya gelebilmesi ve ortak bir programını ifade edebilmesi için gerekli olan böyle bir şeydir. Bu işlevi böylesine politik bir bağlamda ne yerine getirebilir? Biz burada son derece somut yapılacak işlerin program olarak tanımlanması diyoruz. Örneğin "Vali, kaymakam gibi merkezden atanan bütün mevkiler kaldırılacak. Yönetim her düzeyde seçilmiş organlara verilecek, emniyet ve asayiş kuvvetleri bu yöneticilerin ve organların emrinde olacak Memurların tayin, terfi, emeklilik ve seçiminde bağımsız memur sendikalarının tutukları siciller esas alınacak. Asker Sivil adalet ikiliği kalkacak" gibi somut talepleri (Ki bunlar elbette çok daha kısa ve özle olarak da ifade edilebilir. Burada bir fikir vermeye çalışıyoruz) hangi dili konuşursa konuşsun herkes aynı şekilde anlar. Bunu somut talebi, sosyalist veya devrimci, "burjuva devlet cihazının parçalanması", bir Müslüman "Hülüfayi Raşidin döneminin gerçek Müslümanlığına dönüş”; Bir alevi “Aleviliğin ilkelerinin cumhuriyetin de ilkeleri haline gelmesi” olarak tanımlayabilir kendi dili içinde. Ama yapılacak işler hiç birinde değişmez. Somut yapılacak iş olarak hepsi bundan aynı şeyi anlarlar. Bu nedenle, radikal, kapsamlı ve sistematik demokratik talepler son derce somut eylemleri ifade etmelidir. Elbette eklektik de olmamalıdır. Yani zaten, eylemin mantığı gereği içerdiği koşulları ve eylemleri tekrarlamamalıdır. Bu radikal demokrasi programını şu şekilde öneriyoruz: 184
1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkacak, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanacaktır. 2) Herkesin ana dilinde eğitim hakkı veridir. Ortak bir dil gerekip gerekmediğine gerekirse bunun ne olacağına yurtaşlar özürce tartışarak karar vereceklerdir. 3) Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilecek, imam hatipler vs. kapatılacak, eğer cemaatler bakımı, ücretleri ve marsrafları karşılamayı kabul ederlerse kendilerine verilir. Bu karar sonucunda kimsenin ekmeği ve işinden olmayacaktır. Devlet sadece eşitliği ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olacaktır. 4) Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçilecek, bu özgürlüğü sınırlayan ve bununla çelişen bütün yasalar, kararlar otomatikman geçersziz olacaktır. 5) Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk, seçilmiş yönetici ve organlarda olacaktır. Emniyet ve asayiş kuvvetleri bu seçilmiş yöneticilere tabi olacaktır. 6) Tüm seçilmiş yöneticiler, kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilecek ve seçim yenilenecektir. 7) Tüm seçilmişlere, seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esnasında, ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde bir gelir sağlanacaktır. 8) Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınacaktır. 9) Asker sivil adalet ikiliği kalkacaktır. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik. 10) Her düzeyde gizlilik kalkacaktır, devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olacaktır. 11) Devlet her yurttaşa, iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların, yurttaş kuruluşlarının bağımsızca belirlediği asgari geçim düzeyine uygun kimseye muhtaç olmadan yaşamasını sağlayacak bir gelir sağlamakla yükümlü olacaktır. 12) Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılacak, gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanarak, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağtılacaktır. Bu kadar kısa ve özlü demokratik karakterli talepler yeter. Bu demokratik bir cumhuriyet'in somut ifadesidir. İsteyen buna sosyal cumhuriyet, isteyen islam cumhuriyeti diyebilir. Bunda anlaşılamayabilir. Ama bu eylemlerden, kendi diliyle nasıl ifade derse etsin, herkes aynı şeyi anlar. Dolayısıyla bu somut talepler, farklı dilleri konuşan öznelerin aynı ortak hedeflerde birleşesini sağlarlar. 185
Radikallikleriyle ve kapsamlılıklarıyla da farklı özneleri ortak bir sistemde birletirirler Çatı partisi Girişimi, bu somut programı açıkça benimsemeli tüm özneleri ve farklı dil konuşanları bu program için birleşmeye çağırmalıdır. Bu program ideal bir kapitalizm için koşullar sunar. Bu program, ezilenlerin üzerinde yükselmeyecek ve ona hizmet edecek, ondan bağımsızlaşamayacak bir devlet mekanizmesi örgütler. Bu program Askeri Bürokratik Oligarşinin toplumsal temelini yok eder. Bu program, emekçiler, eğer kapitalizmi ortadan kaldırmak isterlerse, bunu yapmalarını engelleyecek kendi iradelereni işlevsiz hale getirecek bir güç bırakmaz. 26 Haziran 2009 Cuma Demir Küçükaydın
186
Karşı Gündem Önerisi Çatı Partisi Koordinasyonu 27-28 Haziren tarihinde yapılacak toplantı için aslında fiilen bir gündem belirlemek anlamına gelen bir toplantı akış şeması ortaya koydu. Bunun fiilen gündem belirleme anlamına geldiği eleştirisi yapıldığında öyle olmadığı söylendi. Ancak bazı kişisel konuşmalarda, “Biz ömrü billah program mı tartışacağız? Program bellidir. Demokrasidir” gibi sözler edildiği görülüyor. Bu ifadeler önce yapılan eleştirilerin doğruluğunu göstermektedir. Ama bu tavır henüz resmen ifade edilmediğinden, ilk eleştiri yapıldığında, bunun bir gündem olmadığı, elbette tartışılacağı şeklinde söylenen sözleri ciddiye alarak karşı bir gündem öneriyorum. Ve bunun toplantının başında lehte ve aleyhte yapılacak konuşma ve tartışmalardan sonra oylanmasını talep ediyorum. Davetiyedeki toplantı gündemi, belli bir anlayışı yansıtıyor ve diğer anlayışların kendini ifade edip çoğunluğu kazanabilme olanağını ve şansını daha baştan yok ediyor? Çünkü temel tartışma konularından biri, demokrasi ile taleplerin sınırlanıp sınırlanmayacağı ve demokrasinin somut olarak ne olduğu, bundan ne anlaşıldığı noktasında toplanıyor. Biz toplantının gündeminin “Nasıl Bir demokrasi” değil, “Program ne olmalıdır” olması gerektiğini savunuyoruz. Ancak program demokrasi olmalıdır gibi bir karar ortaya çıkarsa, nasıl bir demokrasi bir gündem maddesi olarak tartışılabilir. Konunun mantığı gereği, diğer gündem maddeleri bu gündem maddesinin sonuçlarına göre belirlenebileceğinden, toplantının bir tek gündem maddesi olmalıdır. Diğer gündem maddelerinin ne olacağına, birinci gündem maddesi bağlanıp, sonuçlar ortaya çıktıktan sonra yine tartışmayla karar verilebilir. * Tekrar ediyor ve öneriyorum, tartışılıp oylanmasını talep ediyorum: Toplantının başlangıçtaki bir maddelik gündemi: “Kurulacak birliğin, programı ne olmalıdır?” olmalıdır Diğer bir ifadeyle bu gün Türkiye’deki programatik olarak yakalanması gereken ana halka; en önemli ve acil toplumsal dönüşümler neler olmalıdır? Ancak bu konuda tartışılıp sözler tüketildikten sonra, bunun sonucuna göre, ikinci bir gündem maddesine geçilebilir. Şu ana kadar bu konuda sistemli bir tartışma yapılmış bulunmuyor. Bu tartışma geçmişte yapılmadı şimdi yapılmazsa hiçbir zaman yapılamaz. 187
Öte yandan, en azından yazılan çeşitli yazılardan ve ifadelerden vs. ortada birbirinden üç farklı program olduğunu söylemek mümkün. 1) Programın Demokrasi veya Demokratik Cumhuriyet ile sınırlanmasını reddedip, “Sosyal”, “emek eksenli” veya benzeri ifadelerle kendini dışa vuran eğilim veya programı savunanlar. (Örneğin Ertuğrul Kürkçü, SEH) 2) Programı liberalleri de kapsayabilecek bir demokrasi çerçevesinde tanımlayanlar. (Örneğin Ufuk Uras, bir çok DTP’li vs.) 3) Programı var olan askeri, bürokratik oligarşinin gücünü ve egemenlik araçlarını ve temelini ortadan kaldıracak bir demokratik cumhuriyetle tanımlayanlar. Bu görüş ayrıca diğer görüşlerin, gerici bir ulusçuluk anlayışlarına sahip olduğunu ve ulus sorununda demokratik olmayan gerici bir programda anlaştıklarını savunmaktadır. En azından bu farklı üç temel görüşün kendilerini en iyi ifade edebilmeleri, diğer tarafları ikna edebilmek ve kazanabilmek için tüm argüman ve karşı argümanlarını getirmeleri ve tartışmaları gerekiyor. Ancak bu tartışmalar sonucunda eğer varsa yanlış anlamalar giderilebilir ve uzlaşma noktaları ortaya çıkabilir. Bunun için tencerenin dibinin kazınması gerekmektedir. Ancak bu tartışmanın sonunda netleşen tavırlara göre nasıl bir birlik veya birlik formlarının gerekli ve mümkün olduğu gündeme gelebilir. Yani ikinci gündem maddesinin ne olacağı ancak bu birinci gündem maddesinin tartışılıp tüketilmesiyle gündeme gelebilir. Aksi takdirde, belli bir gündem ve program anlayışı, kendini hiç tartışmadan dayatmış olacaktır. Örneğin “Nasıl bir demokrasi” diye birinci gündem maddesi, programı demokrasi ile sınırlamayı kabil etmeyen Ertuğrul Kürkçü ve SEH’in görüşlerini tartışma ve eleştirilerini dile getirme olanağı bırakmadan gündem dışına itmektedir. Bu son derece tehlikeli bir davranıştır. Bir program ve fikrin açık tartışmayla eleştirilmeden, tartışılmadan gündem dışına düşürülmesi ve dışlanması, daha baştan tüm sonraki adımları zehirler. En sıradan dernek kongrelerinde bile farklı gündem önerileri, eşit olarak sunulur, tartışılır ve oylanırlar. Hazırlık aşamalarında da bunlardan birini avantajlı duruma getirecek ayrıcalıklar uygulanmaz. Bu toplantının hazırlanmasında ise bu ilke daha baştan ihlal edilmiştir. Bizim önerdiğimiz gündem, toplantının davetiyesinde ifade edilmemiştir. Bir de böyle bir gündem önerisi var denmemiştir. Bir gündemin bir komisyon tarafından önerilmiş olması ona bir ayrıcalık sağlamaz ve sağlamamalıdır. Bu yanlışlığın da bir an önce düzeltilmesi gerekmektedir. Gündemin ne olacağı konusunda ise şimdiye kadar iki öneri var. Koordinasyon’un gündem önerisi, ki haksız olarak gündem diye tanıtılmış ve ayrıcalıklı bir şekilde sunulmuştur. 188
Bir de bizim önerimiz var. Kurulacak birliğin (çünkü kurulabilecek birliğin nasıl bir şey olabileceği de ancak bir program tartışmasında anlaşılabilir) programı ne olmalıdır? Bu farklı gündemlerin -ve eğer yenileri gelirse onların da- tek tek lehinde ve aleyhinde konuşmalar yapılıp, gündemin ne olacağı bundan sonra bir oylamayla belirlenmelidir. 26 Haziran 2009 Cuma Demir Küçükaydın
189
"Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı69 "Çatı Partisi" adıyla bilinen girişimin bu ikinci toplantısına katılan bizler, Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin etrafında veya içinde toplanabileceği ve demokrasi güçlerinin örgütsüzlük ve güçsüzlük zaaafına bir son verebilecek bir partinin programının Demokrasi olarak tanımlanabileceğini ve bu gün esas hedefe koyulması gereken gücün, esas vuruş yönünün "Askeri vesayet rejimi", "Askeri Bürokratik Oligarşi", "Oligarşi", "Devlet Sınıfları" "Kemalist Diktatörlük" vs. gibi bir çok farklı biçimlerde adlandırılan ama gerçek iktidarı elde tuttuğu kimse ve kendileri tarafından bile inkar edilemeyen militer, bürokratik, keyfi, pahalı, imtiyazlı ve kastlaşmış güce karşı yönelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu özet ve vurgu hiçbir şekilde ezilen sınıfların çektiklerine ve mücadelelerine ilgisizlik anlamına gelmemektedir. Bizler aksine, demokrasinin bu sınıfların örgütlenmesi ve kendilerini savunabilmesi ve tüm iktisadi eşitsizlikleri yok edebilecek bir mücadeleye girebilmelerinin en önemli koşulu ve yardımcısı olabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca, genel olarak demokrasi kavramının, Bir demokratik Cumhuriyet anlamına gelmeyecek, belki ona ulaşabilmek için daha bazı elverişli koşullar sağlayabilecek, yüzeysel bir takım rötuş ve reformlarla da sınırlanması ve böyle anlaşılmasını da benimsemiyoruz. Bu liberal demokrasi anlayışından farkı vurgulamak ve Demokrasi Mücadelesi ve Askeri Bürokratik Oligarşiye karşı mücadelenin görevlerinden kaçışını "Sosyalizm" sözcüğü ardına gizlenerek "Sosyalist Cumhuriyet" ve benzeri sloganlarla ortaya koyan ve fiilen bu askeri bürokratik oligarşinin desteği işlevini görenlerden ayrılığımızı ortaya koyabilmek için de kendimizi Radikal Demokrasi olarak tanımlıyoruz. Bu radikal demokrasiyi en kısa ve özlü biçimde, birbirinden ayrılamayacak şu dönüşümler ve talepler manzumesi olarak ifade ediyoruz. Biri olmazsa diğerinin de olamayacağı, birbirlerini organik bir bütün olarak tanımlayan bu radikal demokrasi programını şu şekilde öneriyoruz: 1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkacak, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanacaktır. 2) Herkesin ana dilinde eğitim hakkı veridir. Ortak bir dil gerekip gerekmediğine gerekirse bunun ne olacağına yurttaşlar özgürce tartışarak karar vereceklerdir. 3) Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilecek, imam hatipler vs. kapatılacak. Eğer cemaatler bakımı, ücretleri ve masrafları
69
Alternatif kapanış bildirisi önerim. Tamamen farklı bir konsepte dayanmasına rağmen, oylama yapmıyoruz diyerek oylanmadı; oylanıp oylanmamasının oylanması gerektiği yönündeki itirazımıza rağmen başkanlık divanı tarafından bu önerimiz de oylanmadı. Yani fiilen sansür edilerek gündeme alınmadı, tıpkı baştaki gündem önerimiz gibi. Ve bütün salonu dolduran kalabalık bu hukuksuzluk karşısında sessiz durarak bu kanunsuzluğu onayladı. 190
karşılamayı kabul ederlerse bu olanak ve elemanlar kendilerine verilecektir. Bu karar sonucunda kimse ekmeği ve işinden olmayacaktır. Devlet sadece eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olacaktır. 4) Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçilecek, bu özgürlüğü sınırlayan ve bununla çelişen bütün yasalar, kararlar otomatikman geçersiz olacaktır. 5) Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk, seçilmiş yönetici ve organlarda olacaktır. Emniyet ve asayiş kuvvetleri bu seçilmiş yönetici ve organlara tabi olacaktır. 6) Tüm seçilmiş yöneticiler, kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilecek ve seçim yenilenecektir. 7) Tüm seçilmişlere, seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esnasında, ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde bir gelir sağlanacaktır. 8) Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınacaktır. 9) Asker sivil adalet ikiliği kalkacaktır. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik. 10) Her düzeyde gizlilik kalkacaktır, devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olacaktır. 11) Devlet her yurttaşa, iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların, yurttaş kuruluşlarının bağımsızca belirlediği asgari geçim düzeyine uygun kimseye muhtaç olmadan yaşamasını sağlayacak bir gelir sağlamakla yükümlü olacaktır. 12) Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılacak, gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanarak, kullanım olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılacaktır. Bütün bu talepler organik bir bütün oluşturmaktadır ve radikal bir demokrasinin olmazsa olmaz koşullarıdır. Bunlar, zaten kapsadıklarıyla eklektik bir biçimde "tamamlanarak" veya organik bütünlüğü yok edilerek savunulamazlar. Bunlardan daha ilerisi, güçleri dağıtır, bu günün acil sorunlarına uygun düşmez; daha geri gidilemez, geri gidilmesi Kürtlerin, Alevilerin, İşçilerin ve diğer bütün ezilenlerin birliğini olanaksız kılar, mücadeleden çekilmesine yol açar. Biz böyle bir programı benimsiyoruz ve böyle bir program için en geniş cepheyi kurmaya hazırız. Bir sonraki toplantıya kadar bu çalışmaları yürütmek ve bir sonraki toplantıyı hazırlamak üzere bir Yürütme Kurulu seçiyoruz. Bütün bu çalışmalarda her şey son derece açık olacak ve her gelişmeden tüm girimciler ve 191
kamuoyu bilgilendirilecek ve her aşamada bunların da ayrıca tartışılmasına çalışılacaktır. Demokrasi İçin Birlik Toplantısı Katılanları
192
27-28 Haziran'da "Yapılan Demokrasi İçin Birlik" Konferansı "Sonuç Bildirgesi"nin Eleştirisi (1) "Çatı Partisi Girişimi" diye bilinen ve kendini daha sonra "Demokrasi İçin Birlik Hareketi" olarak adlandıran girişim, 27-28 Haziran'da yaptığı toplantıda bir "Sonuç Bildirgesi" kabul etmişti70. Daha sonra bu metin 25 Temmuz 2008'da Makine Mühendisleri Odasında yapılan bir basın toplantısıyla kamuoyuna da resmen sunuldu. 27-28 Haziran toplantısında sadece biz bu metnin Fransızların deyişiyle "Her şey ve hiçbir şey"den söz ettiği eleştirisini yapmış ve tamamen farklı bir anlayışa dayanan; sadece somut talepler içeren kendi karşı önerimizi sunmuştuk. Toplantıyı yöneten divan ise, "bizler oylama yapmıyoruz" diyerek, karşı önerinin tartışılmasını ve oylamaya sunulmasını, daha sonra da en azından oylamaya sunulup sunulmayacağının oylanması talebimizi de yine "oylama yapmıyoruz" diye reddederek, fiilen engellemiş ve bir darbe biçiminde, demokrasinin en sıradan kurallarını bile ihlal ederek "Sonuç Bildirgesi"nin ham metninin "kabul edildiğini" ilan etmişti. Aynı toplantıda aradaki dönemde işleri yürütmekle görevlendirilen "Koordinasyon"a da bu ham metne gerekli üslup ve ayrıntı düzeyindeki düzeltmeleri yapma yetkisi verilmişti. "Koordinasyon" da ilk toplantısında bu "Sonuç Bildirgesi"ne son şeklini vermeyi gündeme almıştı. Biz bu toplantıda da bulunuyorduk ve temelden yanlış olduğunu düşündüğümüz bu metne "Yanlış hayat doğru yaşanmaz" diyerek, ayrıntı düzeyinde düzeltmeler yapılmasına katılmayı reddetmiştik. Her iki toplantıda da bu metni ilerde ayrıntılı olarak eleştireceğimizi de ayrıca belirtmiştik. Şimdi artık bir basın toplantısıyla da son şekli verilmiş ve resmen "Demokrasi İçin Birlik Hareketi"nin bir tür Bayrağı ya da Programı olarak ilan edilmiş bu metni içerik bakımından eleştirebiliriz. Bu eleştiriye geçmeden önce şunu tekrar hatırlatalım. Kamuoyuna ilan edilen bu metin "kabul edilmiş" değildir ve usulen karşı metnin her hangi bir şekilde oylamaya sunulması reddedilerek bir darbe yöntemiyle, bir emrivakiyle "kabul edilmiş"tir. Bu nedenle bizim gözümüzde gayrı meşrudur. Nasıl 12 Eylül Anayasasının neredeyse yüzde yüze yaklaşan bir çoğunlukla kabul edilmiş olması ve bu günkü geçerli hukuku belirlemesi onun gayrı meşru olmasını ortadan kaldırmaz ise ve her demokratın görevi halkı bu anayasayı reddetmeye ve değiştirmeye ikna etmek olmalı ise, aynı şekilde bu "Sonuç Bildirgesi"nin bu şekilde "kabul"üne de bizim dışımızda 70
Burada "kabul etmişti" sözleri aslında saçma kaçıyor. Bir oylama olmadı. 193
kimsenin ses çıkarmaması ve şu an bu girişimin bayrağı olması onun gayrı meşru olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır ve bizim görevimiz tıpkı Anayasa'da olduğu gibi bu girişimi oluşturanları bu "Sonuç Bildirgesi"ni reddetmeye ve değiştirmeye ikna etmektir. Zaten bu girişim kendisi bu "her şeyden ve hiçbir şeyden" söz eden metni reddetmez ve değiştirmez ise Türkiye'deki 12 Eylül Anayasası'nı halkın reddetmesi ve değiştirmesi de mümkün olamaz. Biçime ilişkin bu kısa hatırlatmadan sonra şimdi içeriğin eleştirisine geçebiliriz. * Ama öncelikle bu "Bildirge"ye alternatif olarak sunduğumuz, 27-28 Haziran toplantısında "bizler oylama yapmıyoruz" diyerek divan tarafından oylamaya sunulmayan, yine aynı şekilde keyfi olarak, oylamaya sunulup sunulmayacağı da oylamaya sunulmayan kendi önerimiz ile şimdi kamuoyuna sunulan ve bizim tıpkı 12 Eylül anayasası gibi, gayrı meşru olarak tanımladığımız bu metni, her an herkesin elinin altında bulunabilmesi, herkesin bizzat kendisinin de karşılaştırıp kıyaslayabilmesi için bir arada aşağıda birlikte sunuyoruz. Eleştirimiz boyunca kendi metnimize birçok göndermede de bulunacağımız için de birlikte bu sunuş gereklidir. * Bizim sunduğumuz ve oylanmayan karar tasarısı: "Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı "Çatı Partisi" adıyla bilinen girişimin bu ikinci toplantısına katılan bizler, Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin etrafında veya içinde toplanabileceği ve demokrasi güçlerinin örgütsüzlük ve güçsüzlük zaaafına bir son verebilecek bir partinin programının Demokrasi olarak tanımlanabileceğini ve bu gün esas hedefe koyulması gereken gücün, esas vuruş yönünün "Askeri vesayet rejimi", "Askeri Bürokratik Oligarşi", "Oligarşi", "Devlet Sınıfları" "Kemalist Diktatörlük" vs. gibi bir çok farklı biçimlerde adlandırılan ama gerçek iktidarı elde tuttuğu kimse ve kendileri tarafından bile inkar edilemeyen militer, bürokratik, keyfi, pahalı, imtiyazlı ve kastlaşmış güce karşı yönelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu özet ve vurgu hiçbir şekilde ezilen sınıfların çektiklerine ve mücadelelerine ilgisizlik anlamına gelmemektedir. Bizler aksine, demokrasinin bu sınıfların örgütlenmesi ve kendilerini savunabilmesi ve tüm iktisadi eşitsizlikleri yok edebilecek bir mücadeleye girebilmelerinin en önemli koşulu ve yardımcısı olabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca, genel olarak demokrasi kavramının, bir Demokratik Cumhuriyet anlamına gelmeyecek, belki ona ulaşabilmek için daha bazı elverişli koşullar sağlayabilecek, yüzeysel bir takım rötuş ve reformlarla da sınırlanması ve böyle anlaşılmasını da benimsemiyoruz. Bu liberal demokrasi anlayışından farkı vurgulamak ve Demokrasi Mücadelesi ve Askeri Bürokratik Oligarşiye karşı mücadelenin görevlerinden kaçışını "Sosyalizm" sözcüğü ardına gizleyerek "Sosyalist Cumhuriyet" ve benzeri sloganlarla ortaya koyan ve fiilen bu askeri 194
bürokratik oligarşinin desteği işlevini görenlerden ayrılığımızı ortaya koyabilmek için de kendimizi Radikal Demokrasi olarak tanımlıyoruz. Bu radikal demokrasiyi en kısa ve özlü biçimde, birbirinden ayrılamayacak şu dönüşümler ve talepler manzumesi olarak ifade ediyoruz. Biri olmazsa diğerinin de olamayacağı, birbirlerini organik bir bütün olarak tanımlayan bu radikal demokrasi programını şu şekilde öneriyoruz: 1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkacak, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanacaktır. 2) Herkesin ana dilinde eğitim hakkı veridir. Ortak bir dil gerekip gerekmediğine gerekirse bunun ne olacağına yurttaşlar özgürce tartışarak karar vereceklerdir. 3) Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilecek, imam hatipler vs. kapatılacak. Eğer cemaatler bakımı, ücretleri ve masrafları karşılamayı kabul ederlerse bu olanak ve elemanlar kendilerine verilecektir. Bu karar sonucunda kimse ekmeği ve işinden olmayacaktır. Devlet sadece eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olacaktır. 4) Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçilecek, bu özgürlüğü sınırlayan ve bununla çelişen bütün yasalar, kararlar otomatikman geçersiz olacaktır. 5) Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk, seçilmiş yönetici ve organlarda olacaktır. Emniyet ve asayiş kuvvetleri bu seçilmiş yönetici ve organlara tabi olacaktır. 6) Tüm seçilmiş yöneticiler, kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilecek ve seçim yenilenecektir. 7) Tüm seçilmişlere, seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esnasında, ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde bir gelir sağlanacaktır. 8) Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınacaktır. 9) Asker sivil adalet ikiliği kalkacaktır. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik. 10) Her düzeyde gizlilik kalkacaktır, devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olacaktır. 11) Devlet her yurttaşa, iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların, yurttaş kuruluşlarının bağımsızca belirlediği asgari geçim düzeyine uygun kimseye muhtaç olmadan yaşamasını sağlayacak bir gelir sağlamakla yükümlü olacaktır. 12) Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılacak, gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanarak, kullanım
195
olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılacaktır. Bütün bu talepler organik bir bütün oluşturmaktadır ve radikal bir demokrasinin olmazsa olmaz koşullarıdır. Bunlar, zaten kapsadıklarıyla eklektik bir biçimde "tamamlanarak" veya organik bütünlüğü yok edilerek savunulamazlar. Bunlardan daha ilerisi, güçleri dağıtır, bu günün acil sorunlarına uygun düşmez; daha geri gidilemez, geri gidilmesi Kürtlerin, Alevilerin, İşçilerin ve diğer bütün ezilenlerin birliğini olanaksız kılar, mücadeleden çekilmesine yol açar. Biz böyle bir programı benimsiyoruz ve böyle bir program için en geniş cepheyi kurmaya hazırız. Bir sonraki toplantıya kadar bu çalışmaları yürütmek ve bir sonraki toplantıyı hazırlamak üzere bir Yürütme Kurulu seçiyoruz. Bütün bu çalışmalarda her şey son derece açık olacak ve her gelişmeden tüm girimciler ve kamuoyu bilgilendirilecek ve her aşamada bunların da ayrıca tartışılmasına çalışılacaktır. Demokrasi İçin Birlik Toplantısı Katılanları * Kamuoyuna ilan edilen bizce gayrı meşru olan "Bildirge" 27-28 HAZİRAN 2009 “DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK” KONFERANSI SONUÇ BİLDİRGESİ 20-21 Aralık 2008 İstanbul toplantısından 27-28 Haziran 2009 da Ankara’da gerçekleştirdiğimiz ve 20 ilden yerel meclis delegelerimizin ve davetlilerimizin katıldığı bu konferansa kadar geçen süre içerisinde Türkiye’de yaşananlar, Çatı Partisi Girişimi olarak kamuoyunda dile getirilen Demokrasi için Birlik hedefinin haklılığını ortaya koymuştur. Bu 6 aylık zaman dilimi, Aralık Toplantısı sonuç bildirgesinde dile getirdiğimiz ortak paydalarımızın, ortak bir örgüt ve mücadele ihtiyacının doğrulandığı bir süreç olarak yaşanmıştır. 29 Mart yerel seçimleri, Kürt halkının adil ve onurlu bir barışa yönelik iradesini ortaya koyduğu kadar, Türkiye’nin kentlerinde yaşayan diğer emekçi ve ezilen kitlelerin toplumsal ve siyasal olarak sahipsiz bırakıldıkları bir kriz tablosunu da netleştirmiştir. Krizi, ulusalcı militarist güç odakları, inkârcı milli güvenlik rejiminin restorasyonu ile aşmayı öngörüyorlar. Emperyalizmle işbirliği içindeki AKP hükümeti “ılımlı İslam” politikası ile halkı kandırmaya devam etmeyi hesap ediyor. İktidarın arkasındaki büyük sermaye çevreleri, sermaye merkezli bir yeni-liberal tüketim toplumu modeli dayatarak krizin aşılmasını istiyor. Oysa sanayide yaşanan gerileme ve toplumsal travma ile yeni bir istikrarsızlık dönemine giriliyor. Ergenekon soruşturması ve militarist komplo tartışmaları ile Kürt demokratik hareketine yönelik baskılar aynı siyasal ortamda devam ediyor. Kendisini arada bir siyasi mağdur olarak yansıtan AKP ve partiler üzeri konumdan topluma sistematik olarak gözdağı veren darbeci milliyetçi zihniyetler, mağdur durumda değildirler. 196
Gerçekte, emekçiler, ezilenler ve Türkiye halkları asimetrik bir saldırı ile karşı karşıyadırlar. Demokrasi için Birlik Konferansı, dönemsel ve taktiksel bir proje olmayı ret ederek Anadolu ve Mezopotamya’nın zengin direniş geleneklerini birleştirme daveti yapmaktadır. Çözüm ve reform söylemlerinin, baskı ve zorbalıkla iç içe geçtiği bu ülkede, militarizmin rolünü, toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki askeri vesayeti kanıtlamak için darbe planlarına, andıçlara, muhtıralara ve belgelere gerek yoktur. Emekçiler ve Kürtler, devlet iktidarını; yakılan köylerden, katili ortaya çıkarılmamış sayıları binlerle ifade edilen kayıplarımızdan, saldırıya uğrayan sendika eylemlerinden tanıyor. Demokrasi için Birlik Hareketi, askeri vesayetin ortadan kalkmasını önemli bulmakla birlikte, tekellerin inkarcı devlet iktidarı geriletilmedikçe demokratikleşmenin olanaklı olmadığını hatırlatıyor, 12 Eylülcüler de dahil olmak üzere Ergenekoncular ve Susurlukçular gibi çetelerin tümünün açığa çıkarılıp hak ettikleri cezalara çarptırılmasının takipçisi olacağını bildiriyor. Emekçinin, Kürdün, tüm ezilenlerin ortak iradesi yaratılamadıkça demokratik bir toplum oluşturma konusunda kalıcı ilerleme sağlanamayacaktır. Sorunlar Türkiye’nin sorunlarıdır ve Birlik Hareketimiz, ceberrut, karanlık, inkârcı, hep en zenginlerden yana olan devlet ve sermaye düzenine karşı bir ortaklaşmadır. Demokratik bir Cumhuriyet için mücadele, aynı zamanda insan ve doğa uyumunu merkeze alan bir demokrasi mücadelesi, sosyal bir mücadeledir. Egemen siyasi yapıdan farklılığı özündedir; niceliklerle ölçülemeyecek bir eşitlikçi, temsili demokrasiyi doğrudan demokrasiyle birleştiren, yerel iktidara hakları ve yetkileri anayasa ile sınırlanmış merkez karşısında öncelik tanıyan bir demokrasi anlayışına dayalıdır. Bu demokrasinin gerçekleşebilmesinin yolu, ezilenlerin, sömürülenlerin, aşağılananların, dışlananların kendi iktidarlarının yolunun açılmasından geçmektedir. Toplumsal ve siyasal krizin yoğunlaştığı bir evrede yola çıkan Demokrasi İçin Birlik Hareketi, emekçilerin ve emek örgütlerinin desteğini almaya emeğin haklarının savunulması için onlarla birlikte mücadele vermeye kararlıdır. Emekçilerin hak arama iradesi, savaş ekonomisi ve şovenizm tarafından perdelenmektedir. Milliyetçiler ve AKP, savaş ekonomisinin savunusunda, ezilenleri birbirine düşürme siyasetinde birleşmişlerdir. İşte bu yüzden, emekçinin, kadının, köylünün, gencin, dışlanan ve yok sayılan bütün milliyet ve inanç topluluklarının, farklı cinsel yönelimlere sahip olanların, onurlarına ve inançlarına her gün hakaret edilen insanların birbirlerinden yalıtık kalmaları, mutlaka hep birlikte aşmamız gereken bir durumdur. Sadece seçim dönemlerine sıkıştırılan bir araya gelişlerin, ekonomik ve toplumsal kriz koşullarında yaşam savaşı veren kitlelerin örgütlenmesinde kalıcı bir etkide bulunamayacağı, halkların kardeşliğini kağıt üzerinde bıraktığı kanıtlanmıştır. Kökten değişim ve dönüşümlerin yolunu açacak bir Demokratik Birlik için ortak bir hareketin uzağında kalanlar, meşru muhatapları dışlanan “çözüm” planlarının ve emekçilerin taleplerinin göz ardı edildiği “teşvik ve istihdam” ya da “istikrar” paketlerinin politik ve manevi sorumluluğuna da ortak olmak durumundadır. Demokrasi mücadelesi, acil bir emek, barış ve özgürlük mücadelesi ise bunun gerektirdiği “Birliği” sağlamak için zaman zaman devreye giren ideolojik tartışmaların hayal kırıklıklarına dönüşmesine izin vermeyeceğiz. 197
Kürt halkının seçim zaferine ve direnişine askeri ve polisiye operasyonlar ile misillemede bulunan güç odakları, demokrasi için birlik yolunda gecikmemizden cesaret almıştır. Toplantı ve gösteri hakkını kullanan emekçilere saldıranların zihniyetleri ile “çözüm fırsatı” dendiğinde bir kez daha ezmeyi, yok etmeyi anlayanların kafa yapısı ortaktır. İktidar ve ana “muhalefet” partileri, 12 Eylül anayasasının zemininde gelişmiş, savaş politikalarından beslenmiş partilerdir. Birlik hareketimiz ise sosyalistlerin ödedikleri bedelleri, Anadolu halklarının yaşadıkları acıları, dışlananların yalnızlıklarını bir direnme ruhuna, akıl ve yürek ortaklığına dönüştürmeyi hedefliyor. Demokrasi için Birlik, demokrasi mücadelesinde halkların buluşmasının tek adresidir. Adaletsiz ve muhatapsız çözüm niyetlerini de işsizlik fonu ve kamu fonlarını büyük sermaye gruplarına kaynak aktarmakta kullanmak isteyen paketleri de sahiplerine iade edebilecek; yeni katliamları engelleyecek, Türkiye’nin politik ufkunda görünen tek öznedir. Demokratik bir cepheyi geliştirecek bu mücadeleye sahip çıkanlar, ezilenlerin ihtiyaçlarına ve taleplerine sahip çıkmak için bir sonraki seçim dönemini bekleme niyeti olmayanlardır. İşsizlerin, işçi kıyımlarına karşı direnen işçilerin, iş cinayetlerine karşı insanca yaşam kavgası veren emekçilerin mücadelesini ertelemek değil güncelleştirmek istiyoruz. İşçi sınıfının siyasete yeniden ve daha güçlü müdahalesinin olanaklarını yaratmak için ortak mücadele çağrımız halen geçerlidir. Aralık 2008-Haziran 2009 arasında geçirdiğimiz aylar, aynı zamanda demokrasi için güçlerini, birikimlerini ortaklaştıramayanların, yeni anayasa ve reform tartışmalarını da etkisiz bir gözlemcilik konumundan izlemek zorunda kaldıklarını göstermiştir. Gerçek bir barış ve özgürlükler Anayasası, Kürtlerin; emekçilerin; halkına sahip çıkan aydınların; Hallac-ı Mansurların Pir Sultanların eşitlikçi değerlerini özgürce yaşatmak isteyen Alevilerin; inanç özgürlüğü isteyen Müslümanların; fiziksel, psikolojik, cinsel baskı, sömürü, ezilme ve şiddete maruz kalan kadınların; cinsel kimliği üzerinden dışlananların; sınır tanımaksızın yaşanan doğa ve tarih yıkımına karşı sınır tanımaksızın ekoloji ve dostluk köprüsü ile karşı çıkanların, neredeyse kaderleriyle baş başa bırakılmış engellilerin, bu ülkenin gündemine hep birlikte ağırlık koymaları ile ortaya çıkacaktır. Demokrasi için Birlik Hareketimiz, toplumsal cinsiyet normlarına göre şekillenen ve kadınların ev içi ve bakım emeklerini görmezden gelen bu erkek egemen sistemi kökten reddetmektedir. Hareketimiz, bedeni, emeği, kimliği, doğurganlığı ve cinselliği erkek egemen sistem tarafından kontrol altında tutulan kadınların bu cinsiyetçi politikalara karşı mücadele etmeleri için pozitif ayırımcı bir anlayışla örgütlülüğüne birincil değer vermektedir. Ezme, sömürü ve tahakküm ilişkilerine karşı duruşumuz, cinsel kimlik yönelimleri farklı olanları, haklarından söz bile edilmeyen çocukları özellikle kapsamaktadır. Demokrasi için Birlik Hareketimiz, birlikte dövüşüp birlikte kazanmak isteyenlerin, yerellerden katılımını örgütleyerek, farklılıkları meşru görerek bir araya getirmeyi tercih ediyor. Demokrasiyi soyut bir ütopya olarak değil; hem bir doğrudan demokratik örgütlenme kültürü hem de Türkiye’de demokratik bir özerklik meselesi olarak kavrıyor. Demokrasi için Birlik Hareketimiz, sadece biçimsel temsile, soya, dile, devlet dinine göre 198
tanımlanan devlet yapılanmasını reddeden bir demokrasi mücadelesini sürdürecektir. Dolayısı ile emekçilerin adalet ve örgütlenme özgürlüğü ile ana dilde eğitim hakkı; akademik ve demokratik özgürlük bizler için organik bir bütün oluşturmaktadır. Demokrasi için Birlik Hareketimiz, Halkların Kafkasya ve Ortadoğu’da içine itildikleri ateşi, emperyalist güçlerin savaş ve sahte barış projelerini göz ardı etmemektedir. Filistin’de, Kıbrıs’ta, bütün Kürt ve Arap coğrafyasında halkların işgal ve savaş koşullarındaki direnişlerine sahip çıkacaktır. Özel olarak Anadolu için Kürt halkının özgürlük taleplerine sahip çıkmak, demokrasi mücadelesinin turnusol kâğıdıdır. Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halklarına karşı yürütülmüş inkâr, asimilasyon, katliamlar halkların tarihsel yüzleşmesi ile aşılacaktır. Demokrasi için Birlik Hareketimiz, toplumsal travmalardan kurtulmuş, tarihiyle yüzleşmiş ve barışık bir kardeşlik toplumunu yaratabilmek için Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları üzerinde süren işgale ve kolonileştirmeye kayıtsız şartsız son verilmesini; Ermeni, Rum, Musevi, Asuri-Süryani halklarına verilen maddi ve manevi zararların hiç bir şarta bağlanmadan tazmin edilmesini savunmaktadır. Demokrasi için Birlik Hareketimiz, Kürt halkının meşru temsilcilerinin muhataplığını devletin kabul etmesi ve bunun için Türkiye halklarının uzatılan eli tutması için halkı örgütlemeyi önüne koymaktadır. Devlet iktidarı, yoksulları birbirine karşı savaştırdı. Bizler onları kucaklaştıracağız. Geleneksel siyaset, halkı bir siyasi seyircilik konumuna soktu; bizler en küçük azınlığın dahi temsiline imkan sağlayan bir temsili demokrasiyi doğrudan demokrasiyle birleştiren bir yapılanma ile demokrasiyi, azınlığın çoğunluğa tabi olduğu formel bir yöneten yönetilen ilişkisi olmaktan çıkarıp ötekinin hakkının önceliğini tanıyan bir yaşam biçimi haline getireceğiz. Hareketimiz, hem temsili organları hem de meclis tarzı katılım modellerini içerecektir. Hareketimiz, örgütlü ve tekil katkılara ve katılımlara açıklığını sürdürecektir. Siyasette dışlanmış olanların önünü açacak pozitif ayrımcı ilkeleri formüle etmekten çekinmeyecektir. Hareketimiz, tarihsel deneyimleri hafife almadan, bugün, özgün ve yeni biçimlerle halkla buluşmayı öngören bir örgüte dönüşecektir. Hareketimiz, sadece örgütlerin temsili anlamında değil; toplumsal dinamiklerin özgünlüklerinin ifadeleri anlamında da çoğulcu olacaktır. Vicdanlara ve yüreklere özgürlük isteyecek ancak kutsallar ve fetişler üzerinden siyaset yapmayacaktır. Halkların hapishanesini halkların bahçesine dönüştürmek istiyoruz. Safımız belli olsun istiyoruz. Biliyoruz ki mümkün olanın sınırlarına imkânsız gibi görüneni isteyenler ulaşabilir. DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK HAREKETİ www.demokrasiicinbirlikhareketi.net www.catipartisigirisimi.org 199
Bütünsel ve Biçimsel Eleştiri Öz ve Biçim İlişkisi İçeriksel zaaflar ve yanlışlar biçimsel ve bütünsel özelliklerde yansırlar. Bu nedenle içeriksel eleştiriye geçmeden önce, bu metnin biçimsel özelliklerini ele alalım. Ortadaki her hangi bir metin değildir, çok özel bir metindir. Kamoyunun önüne görüşleri, programı, politikayı ve taktikleri vs. kısa ve özlü olarak açıklamak için bir bayrak gibi koyulmuş bir metindir. Bu gibi metinlerde az, öz, net ve anlaşılır olmak; organik bir bütün olmak, sistematik olmak gibi bir takım özelliklerin bulunması gerekir. Sıradan bir makalede veya bir toplantı protokolünde hoş görülebilecek kimi biçimsel özellikler bu gibi özel metinlerde hoş görülemez. Ama "Bildirge" ele alındığında, onun bu gibi kriterlere, en sıradan bir makale veya toplantı tutanağından bile uzak olduğu görülür. Bu biçimsel zaaflar ve yanlışlar onun oluşumunun (eklektik bir şekilde bir araya getirme, herkesi memnun etme her şeyi söyleme) ve içeriksel yanlışlarının bir görünümüdür. Şimdi bunu ayrıntısıyla görelim. * Uzunluk ve Kısalığın Anlamları En kaba ve görünür niceliklerden başlayalım. "Bildirge" 27 Paragraf, 1358 Sözcük ve boşluklarıyla birlikte 11.314 vuruştan oluşmaktadır. Bizim Buna alternatif olarak sunduğumuz "Demokrasi İçin Birlik Toplantısına Karar Tasarısı" başlıklı alternatif metin ise (Bundan sonra buna kısaca "Tasarı" diyelim): 25 Paragraf, 654 Sözcük ve boşluklarıyla birlikte 5255 vuruştan oluşmaktadır. "Bildirge" bizim önerdiğimiz "Tasarı"nın iki katından fazla bir uzunluktadır. Bu normal olarak onun içerikçe çok daha zengin olduğu, daha çok şeyi anlattığı anlamına gelmelidir. Böyle olmadığı analiz geliştikçe daha net olarak görülecektir. Burada sadece uzunluğun, normal koşullarda bu anlama gelmesi gerektiğini belirtmekle yetinelim. Her iki metnin paragraf sayıları neredeyse aynı olmasına rağmen, Bildirge iki misli uzunluktadır. Bu bildirgenin aynı miktarda paragrafta daha çok sözcük kullandığı, yani yeterince az, öz ve net olmadığı anlamına gelebilir. En azıdan bu yönde bir eğilimi ima eder. Yani içerik ve problematikler bir yana, Tasarı nicelikler düzeyinde, Bildirge'den daha uygundur bir "Bildirge"de aranacak özelliklere. Bu uygunluk paragraf başına düşen vuruş sayılarında daha da netleşir. (Bütün bu özellikler sözcük sayılarında da görülebilir. İki misli fazla sözcük kullanır Bildirge.) Nitekim, Bildirge'de paragraf başına 419 vuruş düşmektedir (Yuvarlak hesap 420). Tasarı'da 200
ise, paragraf başına düşen vuruş sayısı 210'dur. Yani Bildirge'nin sadece kendisi iki misli uzun değildir, neredeyse her paragrafı da iki misli uzunluktadır. Bir Bildirge ya da Program, kesin, net ve açık ifadeler içermelidir, yani olabildiğince sade olmalıdır. Bu da biçimde, kısa ve özlü paragraflar olarak yansır normal koşullarda. Şu ana kadar görülen nicel veriler ise, Bildirgenin Tasarıya göre iki misli uzun paragraflardan oluştuğunu dolayısıyla yeterince kesin, net ve açık ifadeler bunmadığını veya bu yönde bir eğilimi olduğunu göstermektedir. Programatik metinlerin özlüğü ve kısalığı ile o metinlerin öncesindeki uzun hazırlık ayları ve yıllarındaki metinlerin uzunluğu arasında diyalektik bir ilişki vardır. Metodoloji, Kavramlar, Program ve Strateji düzeyinde ne kadar uzun, derin, kapsamlı tarihsel ve sosyolojik araştırmalar, tartışmalar yapılmış, görüşler ne kadar olgunlaşmış ise, programatik metinler o derecede kavramsal netliğe kavuşmuş dolayısıyla o kadar kısa ve özlü ifade edilebilirlik özelliği kazanmış olurlar. Bu da biçimde kısa ve özlülük olarak yansır. Bu nedenle, en büyük devrimci stratejiler gibi, en devrimci programlar ya da sonuçlar, "Aaa bunu ben de yazarım" dedirtecek kadar kısa, sade ve özlü olurlar. "Aaa bunu ben de yazarım" denen program ve stratejiler yazılması en zor ve en uzun soluklu çaba gerektiren programlar ve stratejilerdir. Çinlilerin dediği gibi, "sadelik gelişimin ancak çok yüksel aşamasında ulaşılan bir özelliktir". Politik partiler ve hareketler bu programatik ve stratejik sadeliğe ancak uzun hazırlık ve birikimlerden sonra ulaşabilirler. Buna karşılık, bu uzun hazırlık ve birikimden yoksun olanlar bu sadeliğe ulaşamazlar, dolayısıyla da programatik metinleri ve stratejileri bu sadeliği sağlayacak metodolojik ve kavramsal olgunluktan yoksun olurlar ve bu nedenle her şeyi anlatmaya çalışırlar ve hiçbir şeyi anlatamazlar. Bu genel kural bizzat bu "Çatı Partisi" denen girişimin tartışmalarında ve ortaya çıkan metinlerde de görülebilir. Bu toplantı öncesinde ve toplantı sonrasında, neredeyse tek teorik ve politik incelemeler, yazılar yazan biz olduk ve olmaya devam ediyoruz. Buna karşılık, neredeyse herkes, ağız birliği etmişçesine, uzun ve çok yazdığımızdan şikâyet ediyordu ve hala da ediyor. Buna karşılık, bu uzun ve çok yazmamızdan şikayet edenlerin, uzun ve çok yazmamızdan şikayetlerinden başka, neredeyse kısa bile bir şeyler yazdıkları bile görülmüyordu. Ve bizim uzun ve çok yazmamızdan şikayet edenlerin neredeyse hepsi de bu uzun bildirgenin uzunluğuna dair bir tek sözle olsun şikayet bile etmediler, yani en azandan susuşlarıyla onun uzunluğunda bir sorun görmediler. Çok uzun ve çok yazdığından şikayet edilen bizim metnimiz ise, gerek genel uzunluğu, gerek paragraflarının uzunluğu bakımından uzunluğundan şikayet edilmeyen metnin yarısı 201
uzunluğundadır. Yani uzunluktan ve çokluktan şikayet edenlerin esas metni uzun iken uzun ve çok yazdığından şikayet edilen bizim esas metnimiz kısadır. Ve nedense arkadaşların hiç birini bu en önemli konudaki uzun oluş rahatsız etmez. Bu durum, elbet bu arkadaşlar açısından bir çelişki ve paradokstur, onların tutumlarının ve anlayışlarının yanlışlığını gösterir. Ama bizim yaklaşımımız açısından, paradoks gibi görünen, diyalektik bir btündür, aynı madalyonun iki yüzüdür. Onlar, tam da o uzun programatik tartışmalardan hoşlanmadıkları, o konulara ve tartışmalara girmedikleri için uzun bir metin ortaya çıkarmışlar ve onun uzunluğunda bir sorun görmemişlerdir. Ve biz tam da uzun uzun her önermeyi ele alıp inceleyip eleştirdiğimiz için; teorik hazırlık ve olgunlaşmaya büyük değer verdiğimiz için, bizim metnimiz ve paragraflarımız daha kısadır. Ama elbet bu aynı madalyonun iki yüzü oluş, bu nesnel birliktelik, bizim bu arkadaşlardan öznel olarak, içine düştükleri çelişki ve çifte defter tutma durumuna dikkati çekip, anlayış ve duruşlarını gözden geçirmeleri ve ciddi bir özeleştiri yapmaları gerektiğini söylememize bir engel teşkil etmez. 29 Temmuz 2009 Çarşamba Demir Küçükaydın (Bu eleştiri yarım kalmış. Zaten bundan sonra Çatı partisi tartışmalarına ilişkin yeni yazı pek yazılmamış.)
202
"Çatı Partisi Girişimi" (DBH) BDP'ye Katılmalı ve Soldaki Diğer Girişimleri de Aynı Davranışa Çağırmalıdır “Çatı Partisi Girişimi” ya da sonradan kendine verdiği adıyla “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, daha doğrusu bu girişimin içinde aktif olan kişi ve örgütler, şimdiye kadar fiilen Kürt hareketi ile veya DTP ile bir dayanışma girişimi olmaktan öteye gidemedi. Aslında “Çatı Partisi Girişimi” tam bir yıl önce yapılan toplantıda daha doğamadan ağır bir yara almış ve bir düşük olmuştu. Bu düşük o günden bu yana, bir küvezdedir, bir tür bitkisel hayat yaşamaktadır. Bu hastanın iyileşmesi ve yeniden hayat bulması olanağı görülmemektedir. Kimse bu komadaki hastanın ölümünün sorumluluğunu almak istemediği için fişini çekmemekte ve hasta bitkisel hayata devam etmektedir. Her hangi bir canlanma şansı olmayan bu hasta bu komadaki haliyle başka beklentilerin bir aracı durumundadır. Çatı Partisi Girişimi, başlangıçta, Kürt Özgürlük Hareketinin içinde bulunduğu tecridi kırmak için, tüm demokratları, hatta demokratlarla bir arada olmaktan gocunmayan liberalleri de kapsayacak; Türkiye’nin batısında, orta sınıflar ve aydınlar arasında bir örgütlenme sağlayacak; diğer öznelerin içindeki demokratlarla (İşçiler, memurlar, aleviler, kadınlar, Romanlar, vs) ortak bir dil ve bağlantı kurmayı sağlayacak bir biçim olarak düşünülmüştü. Bu gün gelinen noktada, bu bitkisel hayat yaşayan girişimin, bunları gerçekleştirme potansiyeli ve şansı yoktur. Gerçekleştirebileceği yönünde ne teorik, ne stratejik, ne politik, ne entelektüel, ne örgütsel, hiç bir ipucu sunabilmiş değildir. Bunun nedenleri ayrı konudur ve bu konuda aylar boyunca yeterince yazdık. Burada önemli olan nedenleri ne olursa olsun, bu durumun tespitidir. Bu girişim şimdi pratik olarak, başlangıçta varoluş nedeni olan bu hedeflerden uzak, bambaşka beklentilerin bir aracı haline gelmiş bulunmaktadır. Kimileri bunda örgütsüz sosyalistleri bir araya getirecek bir araç bulduğunu düşünmektedir. Kimileri, Kürtleri “emek eksenli” bir politikaya çekmek için bir kanal veya araç görmektedir. Kimileri, küçük örgütünün etkisini arttırmak için daha geniş ilişkiler ve hareket alanı sağlayan bir araç görmektedir. Kürt Özgürlük hareket ise, bu durumu görmekle ve anlayanın anlayacağı diplomatik bir üslupla bunu belirtmekte ama aynı zamanda fazla mal göz çıkarmaz diye düşünüp, pratik işlevi fiilen kendisiyle dayanışma bildiri ve eylemlerine dönüşmüş bu girişimin bitkisel hayat yaşamasına ses çıkarmamakta ve fişini çekmemektedir. 203
Birçokları ise, varlığı ve yokluğu arasında bir fark görülmediğinden, dertsiz başıma dert almayayım diyerek fiilen yokmuş gibi davranmaktadır. Bu dengeler ortamında, varlık sebebinden tamamen uzak başka beklentilerin bir aracına dönmüş olan bu girişimin, komadaki hali, kimse fişini çekmediği için, daha çok uzun süre devam edebilir. Bir ur gibi enerji ve zaman yiyerek bir süre daha yaşayabilir. Bu ise yeni girişimlerin, taze rüzgarların önünde bir engel oluşturur. Bu durumda, “Çatı Partisi Girişimi” veya kendinin kendisine verdiği ismiyle “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”nin komada yaşayışına son vermek en iyi çözüm olacaktır. Can çekişen yaralı atları vururlar ki daha çok acı çekmesinler. Buna “merhamet vuruşu” denir kimi dillerde. Beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların suni yaşamasını sağlayan aletler kapatılır, buna “ölüm yardımı” denir. “Çatı Partisi Girişimi” veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” hiç olmazsa son bir gayretle bir hayatiyet belirtisi gösterip kendi fişini kendi çekebilir. Bu onun için olabilecek en doğru ve kahramanca davranış olacaktır. Demokrasi İçin Birlik Hareketi veya Çatı Partisi Girişimi, kendisini fesh etmeli, içinde bulunulan yeni aşamanın başında, Barış ve Demokrasi Partisi’ne katılmalı ve benzeri diğer girişimleri de (Örneğin Ufuk Uras’ın da içinde bulunduğu yeni parti girişimlerini) benzer şekilde davranmaya çağırmalıdır. Bu katılım, örgütlerin kendi özgül programları ve yapılanmaları olmasını dışlamamaktadır. Zaten demokratik bir örgütte elbet farklı platformlar da olur. Ve Kürt Özgürlük Hareketi kendisini bir Çatı Partisi gibi olacağını da daha önceden ifade etmiş bulunmaktadır. İçinde bulunulan bu yeni aşamanın başında ve kritik anda böyle bir davranış; kendini fesh etme ve Barış ve Demokrasi Partisine katılmaya yönelik bir çağrının kendisi, başlı başına büyük bir politik eylem olur. Elbette bu çağrı yankısız kalabilir ve bizzat Çatı Partisi Girişiminin kimi bileşenleri buna karşı çıkabilirler. Ama bu da sağlıklı bir arınma sağlar ve Türk Sosyalistleri içindeki Demokratik görevlerden kaçanlara ve liberallerin kuyruğuna takılanlara karşı, ciddi bir ideolojik ve politik mücadele verebilmek için somut politik bir temel de sağlar. Önemli olan doğru noktada doğru bir tavır almaktır. Bunun meyveleri uzun vadede görülür. Böyle bir tavır sadece Kürt Özgürlük Hareketinin bir “Türkiye Partisi”ne dönüşmesi için yeni ilişkiler ve olanaklar yaratmakla kalmaz; aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi içindeki mücadelede, Ak Partisi veya Liberallerde değil, ezen ulusun ezilenlerinde bir müttefik aramak gerektiğini savunan, ama bu güne kadar yankısız kaldıkları için bir türlü güçlü bir pozisyona geçemeyen radikal demokratların elini de güçlendirir ve Kürt Özgürlük hareketinin daha ileri sıçramasının olanaklarını yaratır. 204
Şimdi Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesi yeni bir evreye giriyor. Kürt Özgürlük hareketi son birkaç ayda onlarca yılda alınamayan büyük mesafeleri kat etti. Artık bu hareketin bizzat kendisinin Türkiye’deki diğer ezilenlerle doğrudan ilişkiye geçip onları kazanma olanakları hiç olmadığı kadar olası görünüyor. Büyük aşklar büyük nefretlerden doğar. Türkiye’nin ezilenleri, şimdiye kadar Özel Savaş Dairesinin Psikolojik Savaş sislerinin ötesinde Kürt Özgürlük hareketinin gerçek niteliği hakkında bir fikir sahibi olamadı. Ama şimdi bu sansür ve psikolojik savaşın yarattığı imaj yavaş yavaş kırılıp aşınmaya başlamaktadır. Eğer Türkiyedeki ezilen kitleler nasıl kandırıldıklarını sezmeye başlarlarsa, bu Kürt Özgürlük Hareketinin bile toparlamakta güçlük çekeceği bir kendisine yönelik bir sempati dalgasına hatta devrimci bir kabarışa dönüşebilir. Bu nedenle, Kürt Özgürlük Hareketi’nin. Türk ezilenlerini örgütlemeyi artık Türk solcu ve aydınlarından beklemeyi de bırakması, bizzat kendisinin bunları örgütlemesi için ne yapmak gerektiği sorusunu önüne koyması gerekmektedir. Kendisi bu soruyu sormasa da olayların gelişimi bu sorunu onun önüne koyacaktır. Bunun için yapılması gereken ilk iş Kürt Hareketinin kendisinin Kürt hareketi Olmaktan çıkması, bir Demokrasi Hareketi Haline gelmesidir. Yani “Kürt Sorunu” nun muhatabı olma paradigmasından “Türk Sorunu”nu çözme paradigmasına geçmektir. Yani Kürt hareketi de bur sıçrama yapmak, kendisi olmaktan çıkmak zorunda kalacaktır. Eğer bunu yapamazsa, olaylarca hızla aşılır ve köklü bir demokratik dönüşüm olanağı yitirilir. İşte böyle bir değişimin başında, Çatı Partisi Girişiminin kendi fişini çekmesi, şu komadaki yaşamına son vermesi ve Barış ve Demokrasi Partisi’ne girmesi; ve bütün demokrat ve muhalifleri oraya çağırması, Kürt Özgürlük Hareketine bu atılımlar için cesaret veren ve ufuk açan örnek bir girişim olur. Demokrasi İçin birlik hareketi ölmediğini kanıtlamak istiyorsa kendini öldürmelidir. Kendini öldüremiyorsa zaten ölmüş demektir. Fişi çekilebilir Biz de bu yazıyla çekmiş olalım. 19 Aralık 2009 Cumartesi Demir Küçükaydın
205