Demir Kucukaydin - Gecis Programi Uzerine - V-3

Page 1

Demir Küçükaydın

Geçiş Programı Üzerine Devrimici Marksist Bir Program İçin Notlar Yayınları 1


Geçiş Programı Üzerine Devrimci Marksist Bir Program İçin Notlar Demir Küçükaydın İkinci Sürüm Mart 2013

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları

2


Geçiş Programı Üzerine

İçindekiler

22 Yıl Sonra Dijitalizasyon Vesilesiyle Önsöz ........................................................................ 4 Önsöz ....................................................................................................................................... 18 Forum’a Başlarken ................................................................................................................ 26 Devrimci-Marksist Bir Program İçin Notlar ....................................................................... 29 Giriş ................................................................................................................................................................. 29 Program Tartışmalarına Katkı ...................................................................................................................... 37 I. Programdan ne Anlaşılmalıdır? ................................................................................................................. 37 II. Program Anlayışında Türkiyeli Devrimci-Marksistlerin Bazı Hayati Yanılgıları ...................................... 41 III. Proletarya Partisi Programının Enternasyonal Karakteri .......................................................................... 49 IV. Geçiş Programı ve M. Yenice’nin Geçiş programı Anlayışı .................................................................... 56

3


22 Yıl Sonra Dijitalizasyon Vesilesiyle Önsöz 1980 yılının başlarında, Eleştiri Yayınları arasında M. Yenice imzasıyla, “Devrimci Marksizm’de ‘Geçiş Programı Anlayışı’” adlı bir kitap yayınlandı1. Biz de tam bu sıralarda, o güne kadar içinde bulunduğumuz “doktorcu” kabuğu, faşist çetelere karşı öz savunma, Sovyet devletinin sınıf karakteri, Üçüncü Enternesyonal’in lağvı gibi konulardan hareketle kırmaya başlamış ve el yordamıyla yaptığımız bu yeni keşifler sırasında “Troçkist” denen, aslında klasik mirası savunan ve bu mirasın yöntemine dayanarak, yirminci yüzyılın faşizm, geri ülkelerde sosyalist devrimler, Sovyet devletinin sınıf karakteri gibi olgu ve sorunlarını açıklayan gelenekle karşılaşmıştık. Bizim el yordamıyla yeni bulduğumuzu sandıklarımızın bu gelenek tarafından, yıllardır ve çok daha mükemmel bir şekilde, savunulduğunu görünce bu geleneğe katılmakta bir an için bile tereddüt etmemiştik. Tabii her ilk karşılaşmada olduğu gibi, önceleri müthiş bir açlıkla bu yeni olanı tanıma dönemi geçince, o gelenek içinde de dünyadaki bütün hareketlerde bulunan sorunların aynen var olduğun görmekte gecikmedik. Bir politikanın ya da bir teorinin sonuçlarını bilmek ve onları kabullenmek, o programın ardındaki birikimin özümlendiği anlamına gelmez2. Bu çok daha karmaşık ve uzun bir süreçtir. Olan aynısıydı, bu yeni ulaştığımız gelenek içindekiler, aslında belki o sonuçları tanıyorlardı ama, o sonuçlara yol açan muazzam birikim konusunda o noktaya el yordamıyla ve yaşayarak gelenlerden çok daha gerilerde bulunuyorlardı. Bizlerin henüz gencecik bir insanken Türkiye İşçi Partisi (TİP) saflarında, daha sonra Devrimci Öğrenci Birliği ve Dev Genç (FKF – TDGF) içinde, işçi hareketlerinde, 12 Mart’ın illegalitesinde, hapislerde, eylemlerde, küçük örgütlü grupların o dünyası ve özel jargonu içinde kafa göz yararak öğrendiğimiz, nice çok temel bilgiler, tecrübeler ve birikim yoktu bu karşılaştıklarımızda. Onların tüm dünyası bir bakıma Sürekli Devrim Teorisi, Faşizm Teorisi ve Sovyet Devletinin Sınıf Karakterine ilişkin teorinin sonuçlarının savunulmasından ibaretti. Bunların bilinmesinin ya da kabulünün hayatın ve devrimci mücadelenin daha bin bir başka alanında da otomatik bir doğruluğu ve haklılığı garanti edeceği sanılıyordu. Dolayısıyla bu yeni katıldığımız gelenek ile Türkiye Devrimci ve Sosyalist Hareketinin kendi deneylerinden hareketle benzer sonuçlara ulaşmasını sembolize eden bizler arasında bir gerilim ortaya çıkıyordu.

1

M. Yenice, Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” Anlayışı, Eleştiri Yayınları, Devrimci Sosyalizm Dizisi: 3, Nisan 1980 2

Lenin’in de bir çok kereler sosyalist teorinin ulaştığı sonuçların benimsenmesinin sosyalist olmaya yeteceğini sanmanın yanlışlığına değinir. 4


Onlar daha baştan “Troçkist” oldukları ve bizden çok önce “Troçkist” olarak politik hayata atıldıkları için, bu önceliğin kendilerine her şeyi bizden daha iyi bilecekleri yönünde bir özellik kazandırdığını düşünüyorlar ve kendilerinin otoritesi önünde eğilmemizi bekliyorlardı. Biz ise, aslında yıllar önce aştığımız hatta bir zamanlar kendileriyle uğraştığımızı bile unuttuğumuz en basit sorunların ve bilgilerin bile bu “Troçkist” denenler tarafından henüz yaşanmadığını ve kavranmadığını gördüğümüzden, Troçkizmi tanımadan yaşadığımız çok zengin siyasi tecrübe ve teorik birikimin değerini daha fazla anlıyorduk. Bizler 1960’ların ve 70’lerin o muazzam işçi, köylü öğrenci hareketlerinin ve örgütlerinin tam ortasında ve çoğu kez de “ilk saatin işçilerinden biri” olarak yer almıştık. Eğer teorik kazanımları bir sermaye veya servet gibi görmek gerekirse, bizler en alttan başlayarak, çekirdekten yetişerek, kanla, terle, bin bir meşakkatle, kendi deneylerimizle o teorik zenginliklere ulaşmıştık ve onları adeta yeniden keşfetmiştik. Ama bu ulaştığımız yerde karşılaştıklarımız ise oraya hazır bir mirasın üzerine konar gibi gelmişlerdi, aynı veya benzer tecrübeleri hiçbir şekilde yaşamadan, sadece kültürel ve maddi arka planlarının gücüyle (dil bilmek vs. ) orada bulunuyorlardı. Aradaki bu kökten fark, bu uyumsuzluk her adımda, her durumda ortaya çıkıyordu. Örneğin biz yıllar ve yıllar önce, daha 1970’lerin başında, Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesindeki tartışmalar aracılığıyla Genel Grev sloganlarının baştan çıkarıcılığına karşı şerbetlenmiştik3. Şimdi burada, o şerbetli olduğumuz hastalıkların yeni bir ambalaj içinde karşımıza çıktığını görüyorduk4. Bir slogan atmayla sorunların çözüleceği anlayışına ancak gülebilirdik biz, ama Troçkistlerin çıkardığı dergiler tam da böyle hayallere dayanıyordu, oralarda en önemli tartışma konularından biri, “doğru slogan”ın ne olduğuydu. Hasılı her alanda korkunç bir uyumsuzluk yaşıyorduk. Bizlerin eskiden aştığımızı düşündüğümüz bütün sorunlar, burada karşımıza yeni elbiseler içinde tekrar çıkıyorlardı. İşin kötüsü, bu hazır mirasa konanlar, bu tecrübeleri almaya yatkın bir anlayış içinde de bulunmuyordu. Bizlere ve bizlerin deneylerine karşı zor gizleyebildikleri bir küçümseme içindeydiler5. İşte bu yeni bulunduğumuz yerde karşılaştıklarımızın, hemen hemen istisnasız hepsinin benimsediği ve öve öve bitiremediği kitaptı bu M. Yenice’nin kitabı ve bizlerin henüz Troçkist olmadan önce Program konusunda aştığımız en temel yanılgılar, burada karşımıza

3

Bu konuda Orhan Müstecaplı’nın ölümü vesilesiyle yazdığımız makaleye bakılabilir. Makale şurada bulunabilir: http://f22. parsimony. net/forum41888/messages/3498. htm 4

Örneğin şimdi Bianet’in “Kürt Sorunu” uzmanı ve gerici bir Kürt milliyetçisi olan Ümit Fırat, o sıralar böyle bir küçük Troçkist grubun önderlerindendi ve Genel Grev sloganları atıyordu o sıra çıkardıkları gazetede. Bu gün bulundukları yer o nedenle bizleri hiç şaşırtmıyor. 5

Bu küçümseme ve sonuçları tekrarlamanın tipik bir örneği olarak o dönemde Ne Yapmalı dergisinde çıkmış olan Kıvılcımlı eleştirisi okunabilir. Bunu hafızamıza dayanarak belirtiyoruz ne bu dergi elimizde var ve ne de yazarının ve yazının adını tam olarak hatırlayabiliyoruz. 5


çıkıyor ve işin kötüsü Marksizm’e Troçkizm’in bir katkısıymış gibi sunuluyor ve anlaşılıyordu. Biz belki Sovyet devletinin sınıf karakteri konusunda yanlış teorilere dayanmıştık; biz belki faşizm ilişkin yıllarca hiç de doğru dürüst bir teoriye dayanmamıştık ama en azından şu program konusunda şimdi karşılaştıklarımızdan çok daha ileri bir anlayışa sahiptik. Ama şimdi yeni karşılaştıklarımız, Sovyet devleti ya da faşizm konularında daha ileri bir teoriye hazırca konmuş olmalarının onları örneğin Program anlayışı konusunda da daha doğru ve ileri anlayışlara sahip kılacağını sanıyorlardı. Madem ki diğer konularda daha önce doğru şeyler söylemişlerdi o halde bu konuda da doğru olmalıydılar, dolayısıyla bunları da kabul etmemiz gerekiyordu. Bu çocuksu dayatmaya elbette prim vermezdik ve aslında kimi en temel sorunlarda ne kadar geri olduklarını; önlerinde yemeleri gereken daha kaç fırın ekmek olduğunu bu yeni karşılaştıklarımıza somut olarak da göstermek gerekiyordu. M. Yenice’nin kitabı bunu somut olarak göstermek için ideal bir örnek sunuyordu. Hem de son derece temel bir sorunda, program anlayışı sorununda. Bu da aslında daha derinden başka sorunlarla ilgiliydi: sınıfın ve kitlelerin ve insanın tarihsel eyleminde projelerin, programların ve hayallerin yeri sorunuyla. Bu düşüncelerle program konusunda bir uzun çalışma hazırlama ve onun içinde de bu M. Yenice’nin kitabının eleştirisi için ayrı bir bölüm için yazma işine giriştik. , Bu eleştiriyi yazarken kitabın yazarının kim olduğunu bilmiyorduk. Yalnız bir yerlerden “Orhan”ın yazdığı kulağımıza çalınmıştı. Bu Orhan’ın da Orhan Dilber olduğunu sanıyorduk. Yıllar sonra kitabın yazarının Orhan Dilber değil, Orhan Koçak olduğunu öğrendik. Şimdilerde Virgül dergisini çıkaran ve Türkiye’nin gerçekten iyi yetişmiş aydınlarından biri olan Orhan Koçak, o zamanlar “Troçkist”miş ve bu kitabı “Troçkist” iken yazmış. Orhan Koçak artık muhtemelen politik olarak “Troçkist” değildir ama onun “Troçkist” iken yazdığı bu kitap hala Troçkistlerin program anlayışlarını belirlemektedir. Bizim Orhan Koçak’ın bu kitabına yönelik bu şimdi dijitalize edilmiş ve elinize elinizde bulunan eleştirimiz ise hemen hemen bilinmez kaldı. İlk yazdığımız sıralar, el yazmasından cezaevindeki arkadaşlar okumuştu. Yazının bir nüshası gizlice dışarıya çıkarılmıştı. O da çıkarıldığı yerlerde unutulup gitmiş. Sonra Niğde Cezaevi’nden sürgünlerle “Özel E Tipi” Cezaevlerine dağılınca, eldeki yazıdan iz toz bile kalmamıştı. Sonra seksenlerin ortasında, Avrupa’da, bu yazının cezaevinden gizlice çıkarılmış bir kopyasına rastladık. O sıralar bu bulduğumuz kopyayı daktilo ettik bir de Önsöz yazdık ve “Öncü İçin Forum” diye bir Bülten’in ilk sayısı olarak birkaç nüsha çoğaltıp yine tanıdık birkaç kişiye iletebildik. Hepsi bu kadar. Sonra gündemimize başka konular girdi. Dünya alt üst oldu ve neredeyse yirmi yıl boyunca, varlığını biz bile unuttuk.

6


İşte şimdi bu metni oturup dijitalize ettik ve en azından İnternet aracılığıyla olsun yayınlayalım dedik. Bunca iş arasında böyle yıllarca önce yazılmış bir yazıyı dijitalize etmek için bunca çabanın ne gereği var? Hele sosyalistlerin ve devrimcilerin çoğuna çok yabancı bir konuda ve neredeyse onlara çok özel gibi gelebilecek bir jargonla yazılmış, daha baştan okunma ve anlaşılma şansı olmayan bir yazıyı bu gün tekrar piyasaya çıkarmanın ne gereği var? Bu günün çok daha önemli ve can alıcı sorunları dururken böyle bir işe güç ve zaman harcamak boşuna bir çaba değil midir? Yapılabilecek böyle itirazların hiç de yersiz olmadığını biz de düşündük. Zaten belki de bu nedenle bu dijitalizasyon işini bunca geciktirdik. Ancak şimdi yine de değebileceğini düşünüyoruz. Türkiye’de yeni bir radikalleşme ve politizasyon dalgası ortaya çıkmadığı sürece, yine de politik ve teorik sorunlara az çok ilgi duyanlar, şu veya bu taşlaşmış örgütlerin, grupların, çevrelerin taraftarlarından başkaları değildir. Beğensek de beğenmesek de bu böyledir. Ve bir şeyler yapılacaksa bu gökten inmiş mükemmel insanlarla olmayacaktır. Elde ne varsa onunla başlamak gerekir. Diğer yandan, biz gerçi bu gün bambaşka sorunlar ve paradigmalarla meşgulüz ama onlar, yani Troçkistler hala yirmi yıl öncesinin konu ve bakışlarına saplanıp kalmışlar. Onlara onların dili ve sorunlarıyla hitap etmek belki bir şeyleri tekrar harekete geçirebilir. Elinizdeki kitapta dile gelen görüşler bizim kişisel tarihimiz açısından, tarih öncesinden kalmadırlar. Ama Türkiye’nin Troçkistleri için hala gündeme bile alınmamış ve aşılamamış, sorunları tartışmaktadırlar. Türkiye’nin Troçkistleri, Orhan Koçak’ın kitabında ifade edilen (belki bu gün Koçak’ın kendisinin bile savunmadığı) ve bizim elinizdeki kitapta eleştirdiğimiz program anlayışında takıldılar kaldılar. Biz ise bu arada program konusunda bambaşka paradigmalara geldik. Bir bakıma, öylesine farklı türler olduk ki, artık dölümüz tutmaz. Bilinir biyolojide, belli bir farklılık bir süre sonra farklı bir tür olmaya vardığında, o canlıların birbirine dölü tutmaz hale gelir. Bu farklı evrimi şöyle bir benzetmeyle açıklayabiliriz belki. Politikada küçük gruplar, tıpkı büyük kıtalardan tecrit olmuş adalar gibidir. Madagaskar adasındaki Lemurlar, bu adanın henüz maymunlar ortaya çıkmadan önce, kıtadan koptuğunu gösterir. Madagaskar bir yaşayan fosiller adası olarak kalır. Avustralya da öyledir. Orası daha da eski bir dönemde kopmuştur. Orada evrim keseliler aşamasında takılıp kalmıştır. Avustralya’nın sömürgeleştirilmesinden önce orada bulunan tek memeli hayvan, Homo Sapiens ve onunla birlikte gelen Dingo köpeklerdir ama onlar da, Afrika ve Avrasya’daki evrimin sonucunda ortaya çıkıp çok sonradan, muhtemelen insanın köpeği ehlileştirmesinden sonraki bir dönemde oraya gelmişlerdir. Bütün içine kapalı gruplar gibi, Türkiye’deki Troçkistler de, ki şu an bütün Türkiye sosyalist hareketi fiilen aynı durumdadır, Madagaskar’ın Lemurları ya da Avustralya’nın keseli 7


memelileri gibi yaşayan fosillerdir6. Onlar evrimin bir noktasında takılmışlar ve kendi içlerine kapanmışlardır. Bu nedenle yirmi küsur yıl önce yazılmış bu metin, bu yaşayan fosil adalarının zamanına göre aktüalitesinden hiçbir şey kaybetmiş değildir. Çünkü Orhan Koçak’ın yirmi beş yıl önce yazdığı ve artık belki kendisinin bile hatırlamadığı ve hatırlamak istemeyebileceği bu kitaptaki program anlayışları Türkiye’nin Troçkistleri tarafından hala savunulmaktadır. Bir Allah’ın Troçkist kulu çıkıp da bu anlayışları eleştirmiş değildir. * 1984 yılında Avrupa’da sürgün yaşamına başladığınızda önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransız seksiyonu olan LCR (Devrimci Komünist Liga), daha sora da Alman seksiyonu olan GIM (Enternasyonal Marksist Grup) içindeki çalışmalarda şunu gördük. M. Yenice’nin kitabında eleştirdiğimiz program anlayışı aynen Avrupa’daki seksiyonlarda da geçerliydi. Yani, devrimden sonra nasıl bir siyasi ve ekonomik düzen hedeflendiği konusu, bir program konusu olmaktan bütünüyle çıkmıştı, sadece belki bir teorik eğitim konusuydu. Program olarak ise, aslında bir devrimci dönemde somut bir eylem sloganı anlamı kazanabilecek olan geçişsel talepler sıralanıyordu genellikle. Ama devrimci bir dönem olmadığı sürece bunlar da bir Propaganda Sloganı olmaktan öte bir anlam taşımadığı için, pratik politikada fazla bir anlamları bulunmuyordu. Böylece aslında hedeflenen toplumdan bile söz etmeyen, onun “kıyısına kadar getiren” Geçişsel Talepler ancak propaganda sloganı olarak bir anlam taşıyordu. Bu da fiilen sınıfın ve kitlelerin aslında sosyalist bir toplumu bile hayal edemez hale gelmesi anlamına geliyordu. Ama bu geçişsel talepler politik mücadelede fiilen hemen hemen hiç savunulmadığından, izlenen aktüel politika boğazına kadar reformizmin batağına saplanmış bulunuyordu. Troçkistlerin (Anarşistlerin veya diğer radikal grupların) sosyal demokrat partilerden tek farkı onların, daha militan ve mücadeleci yöntemleri benimsemelerinde, yani muhalefetin aşırı bir kanadını oluşturmalarındaydı. Ayrı bir programa dayanan bir profilleri bulunmuyordu. Durumu biraz somutlamayı deneyelim. Diyelim ki, hedefiniz, ekonomik alanda meta üretimine, yani kar için üretime son vermek ve toplumun ihtiyaçlarına dayanan planlı bir ekonomi temelini örgütlemek. Ve buna toplumun gerçekten acil olarak ihtiyacı var. Bu günkü dünyada bu aslında son derece acil bir hedeftir. Ama, elinizdeki kitapta eleştirilmiş ve yanlışlığı kanıtlanmış bir anlayışa dayanıyorsunuz ve “program ulaşmak istediğiniz toplumu içermemelidir” gibi bir anlayışa dayandığınızdan bu acil ve gerekli dönüşümü programınıza koymuyorsunuz. Bu hedef sadece örgütün teorik eğitim seminerlerinin bir konusu haline geliyor ya da öyle kalıyor. Geniş yığınların ve sınıfın bilincinden ve hafızasından ve gündeminden demokratik

6

Avustralya kıtasının ve keseli memelilerin Türkiye sosyalist hareketindeki karşılığı Partizan, TİKKO falan olsa gerektir. Çünkü onlar hem Avustralya gibi daha büyük bir alanı kaplarlar hem daha eski bir problematiğe göre şekillenmişlerdir. Troçkistlerin payına ise, nispeten biraz daha gelişmiş bir aşamayı (Maymuna geçişi temsil eden Lemurlar) ama aynı zamanda oldukça küçük bir alanı kaplayan Madagaskar düşer. 8


planlamaya dayanan ve kara dayanmayan bir ekonominin nasıl bir şey olacağı bütünüyle uzaklaşıyor ve unutuluyor. Yani bir propaganda sloganı olarak bile politik faaliyetinizde bir yeri bulunmuyor bu hedefinizin. Peki hangi gerekçeyle yapılıyor bu? Geçiş Programı’nda bunların yer almadığı gerekçesiyle. Geçiş Programı’nın Proletaryayı iktidarın eşiğine kadar getirdiği, aslında bir çıtlatma olduğu, tamamlanmamış olduğu. Hiç göz önüne alınmıyor ve onun eksiklikleri üstünlükmüş gibi koyuluyor. Böylece kapıdan kovulmuş bulunan reformizm, yani devrimci değişikliklerin günün acil bir sorunu olmadığı; kısmi reformların gerçek politikayı belirlediği bir politika, “geçiş programı” penceresinden giriyor. İş bu kadarla kalsa yine de iyi. Çok daha kötü. Peki, Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve planlı ekonomiye geçmeyi gerektirecek geçişsel talepler nelerdir? Örneğin, var olan işlerin tüm çalışabilir nüfus arasında paylaştırılması; bütün sanayi ve ticari sırların açıklanması; fabrikalarda ve şirketlerde işçilerin denetimi vs. . bunlara Geçişsel Tedbirler denir. Dikkat edilsin, bunlar henüz sosyalist devrim talepleri değildir. Bunlar bir bunalım durumunda ya da devrim öncesi bir durumda işsizlik, açlık gibi acil sorulara karşı somut tedbirlerdir ama gerçekleştirilmeleri ister istemez, işçileri kapitalizmle ve onun siyasi iktidarı ve biçimleriyle yüzleşmeye ve çatışmaya getirir. Ancak bu sloganlar veya böyle Geçişsel Talepler ancak bir bunalım, bir devrim öncesi, bir toplumsal mobilizasyon döneminde somut bir eylem sloganı anlamı kazanabilirler. Bunun haricindeki dönemlerde ise bir propaganda sloganı olmaktan öte bir anlamları yoktur. Ama eğer bunlar propaganda sloganıysa, o halde niçin sosyalist bir karakteri bile olmayan bu sloganlarla ve programla toplumun hayal gücü kaybına yol açılmaktadır ki? Kimsenin aklına bu soruyu sormak bile gelmez. Ancak, gelişmiş kapitalist ülkelerde hemen hemen devrimci bunalım dönemleri olmadığından, işçiler de genellikle, normal politik hayat içinde, bu geçişsel taleplerin de hiçbir pratik ve fiili anlamı bulunmamaktadır. Günlük politika son derece sıradan reformist talepler etrafında döner. En büyük tartışma konularından biri, seçimlerde gerici partiler karşısında sosyal demokrat partilere oy verilip verilmeyeceği noktasında döner. Daha radikal ve sekter kanatlar buna karşı çıkarlar, daha kitle ilişkileri güçlü olanlar, yani sendikalardaki görevliler falan, oy vermeyi savunurlar. Genellikle karşı çıkanlar bile, hamamın namusunu kurtarmanın iç ve gönül rahatlığıyla, gidip oylarını verirler. Bazen radikal sol bir araya gelip bir ittifak kurar ama genellikle kısa süre sonra dağılırlar. Böylece herkesin memnun olduğu bir oyun sürer gider. Yani, meta üretiminin tasfiyesi ve bir planlı ekonomi, bir acil hedef olmaktan çıkmış, bir örgüt içi teorik eğitim konusu haline gelmiştir. Onu hedef olmaktan çıkaran ve daha hayatla bağlı olduğu söylenen geçişsel denen talepler ise (işlerin tüm çalışır nüfus arasında 9


dağıtılması veya ticari sırların tanınmaması gibi) bırakalım bir propaganda sloganı olmayı, unutulmuş bir program metni olarak kalır: somut politika, şu veya bu iş kolunda şu veya bu sendikanın bir talebini desteklemek, bir reform talebi için, sosyal demokratları veya sendikacıları, doğru dürüst savaşmamakla veya ihanetle eleştirmekten ibaret olur. İşte Troçkistler veya radikal Avrupa solunun politikasının özü budur. Bu sapına kadar reformist bir politikadır aslında. Tıpkı Türkiye’deki reformistlerin politikası gibidir. Onlar da devrimin gerekliliğini, kapitalizmin tasfiye edilmesi gerektiğini inkar etmezler; onlar da yığınları eğitmek ve mobilize etmek adına o devrim programını uzak bir geleceğe erteleyerek, son derece sıradan reformlar için mücadeleyi öne alırlar. Birinde, minima maksima program ayrımının sağladığı bu devrimci talepler uğrun mücadeleyi uzak bir geleceğe atma sonucuna; diğerinde “geleceğin toplumunu programa sokmak yanlıştır” gerekçesinin ardına saklanan “geçişsel talepler” bahane olur. * Ancak burada, buraya kadar söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, her biri “Geçiş” sözünü içeren “Geçiş Dönemi”, “Geçiş Programı” ve “Geçişsel Talepler” kavramlarının ayrımına biraz dikkati çekmek gerekiyor. Çünkü bu kavramlar klasik Marksist geleneği bilmeyenler, özellikle Stalinist partiler geleneğinden gelen sosyalistler için oldukça yabancı ve anlaşılmaz kavramlardır. Ama bırakalım Stalinist ya da Merkezcileri bir yana, Troçkistler bile bu ayrımların pek bilincinde değildirler. “Geçiş Dönemi” klasik Marksist literatürde, kapitalizm ile sosyalizm (sınıfsız toplum) arasındaki, siyasi biçimi “Proletarya Diktatörlüğü” olan dönemin karşılığı olarak kullanılır. Türkiye’de bu geçiş dönemi, yani Proletarya Diktatörlüğü, yaygın ve yanlış olarak, sosyalizm ile karıştırılmaktadır. Sanılmaktadır ki, Sosyalizm ve Proletarya Diktatörlüğü aynı şeydir. Bu nedenle Türkiye’nin sosyalistleri, örneğin Tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı gibi en sıradan tartışmaları bile anlayamazlar. Böyle bir tartışmayı örneğin, tek ülkede işçiler iktidara gelemezmiş ve bir işçi sınıfı iktidarı kuramazmış gibi anlarlar. Yani yukarıda sosyalist tedbirler dediklerimiz bile aslında, Sosyalist Toplumun değil, Geçiş Döneminin tedbirleridir; Proletarya Diktatörlüğünün tedbirleridir. Sosyalizm ondan sonradır gerçekte. Sosyalizm sınıfsız toplumdur. Onun, “Sosyalizm” veya “komünizmin alt aşaması” de denen alt aşamasında iş bölümü vardır, genel olarak “komünizm” veya komünizmin üst aşaması” da denen üst aşamasında o da yoktur. “Geçiş Programı” ise, Dördüncü Enternasyonal’in, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin kararlarına da dayanan, programının adıdır. Çağımızın sosyalist devrimlere geçiş çağı olduğundan hareket eder; adını da buradan alır. Yani “Geçiş” kavramıyla vurgulamak istediği, sosyalizmin uzak bir geleceğin değil, günümüzün acil bir sorunu olduğudur. Bu nedenle kendine “Geçiş Programı” demektedir. Yani eğer “Geçiş” kavramının farklı kullanımlarını vurgulamak için ifade etmek gerekirse, Geçiş Programı, dünyanın Kapitalizmden Geçiş Dönemi’ne (Proletarya İktidarına) geçiş çağının programıdır. Bu devrimler çağını vurgulamak için öyle bir isim verilmiştir. Geçiş Programı, dünyada Geçiş 10


Dönemi’ne ulaşmak için bir programdır; diğer bir deyişle, sosyalist devrimler çağının programı anlamına gelmektedir7. Bu Program Troçki tarafından yazılmıştır ve tamamlanmamış bir programdır. Programın orijinal adı: “Can Çekişen Kapitalizm ve Dördüncü Enternasyonal’in Görevleri” dir. Sosyalist devrim, yirminci yüzyılda dünyanın üç sektöründe de acil bir sorun olarak görülmektedir. Kapitalist ileri ülkelerde sosyalist devrim; bürokratik İşçi devletlerinde bürokrasiyi iktidardan alaşağı edecek ve gerçek işçi sınıfının demokratik iktidarını kuracak politik devrim ve geri ülkelerde de yirminci yüzyılın bütün devrimlerinin gösterdiği gibi, demokratik devrimin tamamlanması ama bunun işçi ve köylüler eliyle tamamlanması nedeniyle bu devrimin sosyalist bir devrime dönüşmesi (namı diğer Sürekli Devrim). Aslında Troçki’nin yazdığı metin, somut bir program bile olmaktan ziyade bir program gerekçesi gibidir. Troçki’nin bizzat kendisi de saten bu metinde bir programda yer alması gerekmeyen bir çok şeyin yer aldığını ve olması gerekenlerin olmadığını belirtmiştir. Peki “Geçişsel Talepler” nedir? Genellikle Geçişsel Talepler de Geçiş Programı ile karıştırılmaktadır. Geçişsel Talepler, kapitalist toplumda yaşanan acil sorunlara acil cevaplar anlamına gelen, mahiyetleri gereği sosyalist olmayan ama gerçekleştirilmeleri ister istemez ezilenleri ve işçileri var olan sistemle karşı karşıya getiren taleplerdir. Sınıfın kendi deneyleriyle bulduğu girişimlerin sistematik ifadesi olduğu kadar 8, onun eğitimini hedeflerler aynı zamanda. Bunun en tipik örneği, Lenin’in meşhur Yaklaşan Felaket adlı yazısıdır. Kapitalist toplumda, özellikle büyük alt üstlük ya da bunalım dönemlerinde, bu tür taleplerin ikili iktidara yol açma potansiyelleri vardır. Birkaç örnek verelim. Mesela yetmişli yıllarda Türkiye’de, dünyanın en büyük ve hızlı büyüyen faşist hareketi devlet destekli olarak muazzam bir saldırıya geçmişti. Bu saldırıya karşı fiilen, bütün sol hareketlerin yaptığı, bu saldırılara karşı kitlelerin öz savunmasını örgütlemekti. Kim bunu daha iyi yaptı ise onun etkisi hızla gelişti o dönemde. Bu faşist saldırılar karşısında, tipik reformist talep veya tedbir, “Faşist partilerin yasaklanması” gibi sloganlar ve tedbirlerdir. Devrimcilerin Geçişsel Tedbiri veya sloganı, saldırılara karşı polisler ya da mahkemeler değil, halkın ve işçilerin kendi savunmasını kendisinin örgütlemesi; işçilerin ve köylülerin silahlanması olur. Bu henüz ne burjuva devletine ne de kapitalizme karşı bir talep değildir, soyut olarak düşünüldüğünde. Silahlı halk illa da sosyalizmi seçecek diye bir şart yoktur. Bu pek ala bir burjuva iktidarına, halkın silahlı olduğu ideal bir demokratik cumhuriyete de karşılık

7

Çağın gerçekten öyle olup olmadığı ayrı bir sorundur. Yazarken Troçki öyle olacağını düşünüyordu ve o nedenle öyle adlandırıyordu ve 70’lerin başında bile dünyaya baktığınızda öyle oluyormuş gibi görünüyordu. 8

Lenin’in de bir çok kereler belirttiği gibi, örgüt ve mücadele biçimleri sistem kurucularının kafalarında oluşmaz, onlar canlı mücadelenin içinde çıkarlar. Devrimcinin görevi onları sistemleştirmek, tarihsel anlamını görmek, açığa çıkarmak ve bilinçli bir ifade vermektir. Bu bakımdan Geçişsel talepler sınıfın ve Kitlelerin kendi deneyleriyle bulduğu örgüt ve mücadele biçimlerinin sistematik ifadeleridir. 11


düşebilir. ABD veya İsviçre bunun en tipik örneğidir. İkisinde de halk silahlıdır ama bu silahlı halk kapitalizmi seçer. Ama somutta öz savunma gerçekleştiği an, fiilen silahlı bir halk ve ordusu demektir. Fiilen ikili bir iktidar demektir aynı zamanda. Çünkü bir süre sonra o öz savunma birlikleri, faşistleri destekleyen devlet cihazıyla da karşı karşıya gelecektir. Yani Öz savunma örgütlenmesi aynı zamanda devrimci ordunun çekirdeği sayılabilir. Burjuvazi bir azınlık olduğundan, baskıcı ve bürokratik bir cihaz olmadan egemenliğin sürdüremeyeceğinden, otomatik olarak var olan eski cihazdan yana, bu yeni olana karşı olur. Bu da iç dinamiğiyle o öz örgütlenmelerin burjuvazinin direncini kırmak için bir sosyalist devrimin araçlarına dönüşmesine yol açar. Başka bir örnek alınabilir. Mesela İzmit Depremi’nde halk, Devletin hantallığı, neme lazımcılığına ve daha bin bir çürümüşlüğüne karşı, kendiliğinden göçük altında kalanları çıkarmak, onlara iaşe ve ibade sağlamak için örgütlenmelere gitti. Meşhur o Akut’a duyulan ilgi özünde bu tür bir öz örgütlenmeye duyulan özlemi ve sempatiyi ifade ediyordu. Böyle bir durumda pek ala, o bölgedeki halkın bu kendiliğinden örgütlenmeleri, fiilen o bürokratik mekanizmayı parçalayarak ve tanımayarak ve onun yanı sıra, gelen yardımların dağıtılmasından, enkazların kaldırılmasına, makinelerin organizasyonuna kadar bir çok işi üstlenebilir ve fiili bir ikinci iktidar olarak ortaya çıkabilirdi. Ve bu yönde güçlü eğilimler vardı. Devletin en çok korktuğu bu oldu. Bunun nasıl bir yığınları örgütleyici, inisiyatifini geliştirici, eğitici ve patlayıcı bir potansiyel taşıdığını en iyi egemen sınıflar bilmektedir. Çünkü insanların o anki acil ihtiyaçları ile, kapitalizmin kar ekonomisi, özel mülkiyet tabusu ve bürokratik bir devlet uyuşmaz. Bu nedenle devlet hemen ikili bir strateji izledi, bu tür girişimleri, yani aşağıdan gelme kitle inisiyatif ve örgütlenmelerini, yasakladı ve dağıttı, Akut gibi itibar kazanmış ve doğrudan hedeflenemeyecekleri de, kendi sistemine entegre etti, devletleştirdi. Zaten onların da buna belli bir yatkınlığı vardı. İşte bu tür talep veya tedbirlere Geçişsel Talepler veya Tedbirler denir. Bunların işçi ve kitle hareketlerinden çıkarılmış belli biçimleri varsa da hazır bir klişeleri olamaz, hiç ön görülemeyecek ve hesaplanamayacak her durumda o duruma uygun bu tür geçişsel talepler geliştirilebilir. Aslında çoğu kez bunlar kendiliğinden, bilinçsiz eğilimler halinde ortaya çıkarlar; talepler bunlara bilinçli bir ifade verir. Devrimci politikanın görevi de zaten budur var olan kendiliğinden gelişen bu eğilimlere bilinçli bir ifade vermek, onları sistemleştirmek ve örgütlemek. Geçiş Programı’nın içinde, Geçişsel Talepler de vardır. Ama Geçiş Programı Geçişsel Taleplerin toplamı değildir. “Geçiş Programı” başlığındaki “Geçiş” sözcüğü, kapitalizmden “Geçiş Dönemi”ne (Sosyalist Devrime, Proletarya Diktatörlüğü’ne) geçiş çağının programı anlamındadır. Geçiş sözcüğü, sosyalist devrimin uzak bir geleceğin değil, günümüzün acil bir sorunu olduğu anlamına ve vurgusuna sahiptir. Tabii bugünün sosyalist kuşakları bu sorunları ve kavramları çoktan unutmuş bulunuyorlar. Bu nedenle gerek bu önsözdeki, gerek M. Yenice’nin kitabının eleştirisindeki tartışmaları

12


anlamaları zordur: bu nedenle bu kısa açıklamayı yaptık ve şimdi tekrar kaldığımız yere dönelim. * İşte Avrupa ve Türkiye’deki Troçkistlerin yaptığının ne olduğu şimdi daha iyi anlaşılabilir: Geçiş Programı ve Geçişsel Talepler (Tedbirler) aslında sosyalist devrimin aktüelliği ve acilliğinden yola çıkar ve buna hizmet etmesi gerekirken, gerek Avrupa’daki Troçkistlerde gerek Türkiye’dekilerde sosyalizmi programdan ve gündemden çıkarmanın bir aracı haline dönüşüyordu. Hem de sosyalizmin uzak bir geleceğin değil, günün acil bir sorunu olduğu söylemiyle. Tıpkı Muaviye’nin Kuran’ı Kerim yapraklarını askerlerinin mızraklarına koydurarak karşı bir devrimi başarması gibi. Burjuva sosyalizmi ve reformizm, kendisine karşı geliştirilmiş bir programı ve söylemi, politikasının reformist karakterini gizlemenin bir aracı haline getiriyordu. Her zaman olduğu gibi gerçeklik somuttu ve o somut gerçeklik içinde, her şey kendi zıddına dönüyordu. Çünkü somut koşulların somut çözümlemesinden, yani Marksizm’in özünden hareket edilmiyordu. Değişen neydi, anlamadıkları ve de anlaşılmasının istemedikleri neydi? Sürekli Devrim teorisinin sonuç olarak öngördükleri, demokratik bir devrimin programı olan Demokratik Bir Cumhuriyet için mücadeleyi dışlamazdı. Rus İşçileri ve köylüleri, tam da Bir Demokratik Cumhuriyet parolasıyla hareket etmişlerdi. Ancak böyle bir hedef ile hareket edildiği takdirde, bu demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşme sorunuyla karşı karşıya gelebileceği bir noktaya ulaşılabilirdi. Bizzat Geçiş Programı bile bunu açıkça belirtiyordu. Örneğin şöyle yazıyordu: “Demokratik programın bir başına reddi mümkün değildir; kitlelerin kendilerinin mücadele içinde bu programı aşmaları zorunludur. (. . . ) İlk adım olarak işçiler bu demokratik program ile silahlanmalıdır. Yalnız onlar, köylülere çağrıda bulunarak onları birleştirebileceklerdir. ” (Geçiş Programı) Geçiş Programı’ndan alınan bu satırlarda, Devrimci Demokrasi yani Demokratik bir Cumhuriyet talebinin reddine dair en küçük bir ima bile yoktur, aksine bunun kitleler tarafından benimsenmesi bir “zorunluluk” olarak görülmektedir. Şimdi bu günün Türkiye’sinde Troçki’nin sözlerini somutlarsak, köylülük demek Türkiye’de Kürt Sorunu demek olduğundan, İşçi sınıfının, ulusun tanımından dili, dini, etniyi kaldırmak için mücadeleye girmesi ve köylüleri, yani Kürtleri bunun için mücadeleye kazanması gerekir yukarıdaki sözler. Yani İşçilerin Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükseltmesi gerekir. İşçilerin bu bayrağı yükseltmesi için ise, İşçilerin önce kendilerinin Demokratik Cumhuriyet bayrağıyla silahlanması gerekir. Türkiye’nin Sosyalistleri ve Troçkistleri ise, İşçileri demokratik talepler için mücadeleye çağırmıyor; aksine, İşçileri, ekonomik düzeyde talepler etrafında toplamaya çalışıyorlar. Yani Lenin’in Ne Yapmalı’da eleştirdiği ilkelliği, sendikalizmi, ekonomizmi ebedileştiriyorlar. Bu kimilerinde bir işçicilik, kimilerinde bir

13


sosyalizm vurgusu, kimilerinde de Troçkistlerde olduğu gibi, sözde geçiş programı ve sürekli devrim sözlerinin ardına gizlenerek yapılıyor 9. Böylece, acil bir hedef olarak Demokratik Cumhuriyet, bol bol Sürekli Devrim’den, Geçişsel Tedbirlerden söz edilip, programatik bir hedef olmaktan çıkarılınca, var olar devletin parçalanması; (Fransız devrimi veya ABD’deki gibi, aslında proletarya diktatörlüğünün de özgül bir biçimi olan Demokratik Cumhuriyet) gündemden düşürülmüş oluyor; Geçişsel Talepler diye de aslında bir takım reformları içeren önlemler sıralanmış oluyordu. “Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” sözünde olduğu gibi, bu günkü var olan askerci, bürokratik, pahalı devletin yıkılması ve parçalanması görevi gündemden düşürülmüş, tam da Geçiş Programı’nın kendisine karşı bir panzehir olmaya çalıştığı politika yine egemen kılınmış oluyordu. Halbuki Demokratik bir Cumhuriyet, iktidarı halkın temsilcilerine veren mekanizmaları ve yapısıyla; gerçek bir laiklik, diller, kültürler arasındaki eşitliği ile; bir köyün bile ayrılmasını garanti eden gönüllü birliğe dayanışıyla hem işçilerin burjuvaziden bağımsızlaşmasını; hem de ezilen ulusların, dinlerin kendi bayrağı altında birleşmesini mümkün kılar böylece işçilerin ve köylülerin iktidarı almalarının yolunu açabilirdi. * Troçki Geçiş Programı’nı yazarken Proletarya Diktatörlüğü, Sosyalizm gibi kavramlar henüz kirlenmemişlerdi; zaten kendisi bu kirlenmeye karşı mücadeleyi temsil ediyordu. Bu nedenle, bunların ne olduğuna dair geniş yığınlarda bir fikir olduğu veri kabul edilebilir ve programın böyle bir eksiklikle formüle edilmiş olması anlaşılabilirdi. Ama arada geçen zamanda, milyarlarca ezilenin kafasında bu sosyalizm imgesi baştan aşağı çarpılmış ve bürokratik diktatörlüklerle özdeşleşmişti. Bu koşulda, Geçiş Programı’nın eksikliklerini üstünlük gibi koyarak ve gelecekte kurmak istediğimiz toplumdan söz etmeyi de kategorik olarak reddederek, tıpkı bir Demokratik Cumhuriyet gibi sosyalizmin ne olduğunun da bilinmesi engellenmiş, gündemden düşürülmüş oluyordu. Geçişsel Talepler, sosyalist bir devrimi ve sosyalist önlemleri uzağa atmanın, gündemden düşürmenin araçları haline geliyorlardı. Somut sınıf ilişkilerinin tahlilinin yerine bir takım formülleri bir kurşun geçirmez hamaylısı gibi boynuna takmak, gerçekte sapmalara karşı hiçbir koruma sağlamaz. Bir zamanlar Troçki tarafından Burjuva sosyalizminin reformizmine karşı geliştirilmiş formüller ve sloganların şimdi bizzat kendileri o eğilimin kendini dışa vuruşunun araçları haline geliyorlardı.

9

Tipik bir örnek siyasi Gazete’nin 11. sayısının manşeti: “Onların Gündemi AB, bizimki Sosyal Adalet”. Sanki yığınlar, en başta da işçiler AB’yi sosyal adalet için istemiyormuş gibi. Kaldı ki, sosyal Adalet, politik literatürde somut olarak, ekonomik haklara vurgu yapar, demokratik özgürlüklere değil, yani sosyal bakımdan adil ama ulusları ezen bir sistem pek ala mümkündür. Yani ekonomizm yapılıyor. Ama ekonomizm bile aptalca savunuluyor. Eğer Türkiye Avrupa’ya girse, oradaki işçi sınıfının elde ettiği haklarla standartlaşma zorunluluğu nedeniyle gerek elde etilen siyasi özgürlükler, gerek kimi asgari normlar nedeniyle, Türkiye’de elbette bu güne göre daha çok sosyal adalet olur. Söylenmesi gereken, sorunun sosyal adalet olmadığı, öncelikle demokrasi ve demokratik bir cumhuriyet olduğudur. Bunun yan ürün olarak sosyal adaleti de sağlayacağıdır. 14


Paris Komüncülerinin bilincinde sosyalist ve anarşistlerin devletin niteliğine ilişkin uzun çalışmalarının tortusu olmasaydı, Engels’in “Proletarya Diktatörlüğü mü? İşte o Paris Komünü’dür” dediği önlemleri akıl edebilirler miydi? Troçkistler gerçek duruma uygun olmayan Geçişsel Talepler ile propaganda faaliyetlerini sınırlayarak, saatleri durdurmayı, devleti parçalamayı artık tasavvur bile edemeyecek duruma gelmiş işçilerin geriliğini ebedileştirmekten başka bir iş yapmış olmuyorlardı. Troçkistlerin Geçişsel Taleplerinden başka bir programla karşılaşmamış; bırakalım Paris komünü tipi devleti bir yana, demokratik bir cumhuriyeti bile tasavvur edemez hale gelmiş 20 Yüzyılın proleterleri, eğer tesadüfen bir yerde iktidara gelselerdi, Paris Komünarlarının önlemlerinin hiç birini akıl edemezlerdi. * Peki niye ve nasıl Türkiye’nin ve Avrupa’nın Troçkistlerinde, Geçiş Programı ve Geçişsel Talepler böyle reformizmin kendini devrimci bir elbise içinde satmasının aracı haline gelmişti ve gelebiliyordu. ? Elbette bütün bunların ardında nesnel sınıfsal eğilimler yatıyordu. Bütün dünyada gelişmiş ülkelerin işçileri burjuvazileriyle kesin bir uzlaşma içindeydiler. Dolayısıyla reformizm çok güçlü sosyal temellere sahipti ve yukarıda ele alınan program anlayışlarında ifadesini bulan da bu sosyal eğilimin, kendini Troçkist bir terminoloji içinde ifadesinden başka bir şey değildi. Türkiye gibi geri bir ülkede ise, bu reformizmin pek bir sosyal temeli olmadığı sanılabilir. Ama durum tam tersinedir. Türkiye’deki devletin baskıcı, bürokratik ve militer yapısı; finans kapital ile tefeci bezirganlığın ittifakı, liberal burjuvazinin işçilere yaklaşmasına; işçi bürokrasisiyle tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş bir tamamlayıcılık ilişkisine girmesine yol açmıştır. Dolayısıyla liberal burjuva zümrelerin eğilimleri kendilerini genellikle sosyalizm biçiminde ifade etmişlerdir: bu nedenle, Türkiye’de çok güçlü bir burjuva sosyalizm eğilimi olagelmiştir. TİP’ten, 70’lerin TSİP; TİP; TKP’sine kadar bu akım Türkiye’deki sosyalist hareketin çok büyük bir kesimine damgasını vurmuştur. İşte bu toplumsal eğilim Türkiye’deki Troçkist akıma da daha doğarken damgasını vurmuş bulunuyordu. Türkiye’de Troçkizm bir tür burjuva sosyalizmi olarak doğdu tıpkı Türkiye sosyalist hareketi gibi. Ve karşısında da, kendini mücadele biçimlerinde radikal formlarla tanımlayan küçük burjuva sosyalizmini ve devrimciliğini. Troçkizm, klasik Marksizm’den kaynaklanan yüksek teorik ve entelektüel düzeyi ile elbette burjuva kültürünü almış; o toplumsal temelden gelen aydınlar için her zaman daha büyük bir çekim gücüne sahipti. Dolayısıyla Troçkist akım Türkiye’de daha doğarken toplumsal olarak burjuva sosyalizminin eğilimleriyle damgalı olmasını bu da etkilemiştir. Ve Burjuva sosyalizmi karşısında nasıl küçük burjuvazinin kendini mücadele biçimlerinde ifade eden bir radikalizmi varsa, aynısı Troçkist akım içinde de görülüyordu. Küçük burjuva sosyalizmi kendini programatik düzeyde değil, mücadele biçimleri ve rozet sloganlarla ifade etme eğilimli olduğu için, Troçkist burjuva sosyalizminin bu programatik gericiliği hiçbir zaman tartışma konusu olmuyor ve gündem bile gelmiyordu. Dolayısıyla bu Troçkist burjuva 15


sosyalizminin program anlayışına karşı çıkış hiçbir şekilde görülmüyordu. Tek karşı çıkan elinizdeki yazı ise “farelerin kemirici eleştirisi”ne terkedilmiş bulunuyordu. Bizim açımızdan aynı filmi ikinci defa görmekti bu. Türkiye’deki sosyalist hareketin içinde, bir yanda reformist programlara dayanan; bir demokratik cumhuriyeti uzak bir geleceğe atıp onun önüne kısmi reform programları koyan ve işçileri burjuvazinin kuyruğuna takan burjuva sosyalizmi; diğer tarafta bu reformizme karşı tepkisini özellikle rozet sloganlar ve mücadele biçimleri ifade eden ama onun programatik ve stratejik temellerine yönelmeyen radikal küçük burjuva sosyalizmi ve bunların kayıkçı dövüşü vardı ve biz bu ikilemin dışına çıkarak Troçkizme giden evrimi yaşadı idiysek; Troçkizm içinde de aynı şey bu sefer Geçiş Programı formülasyonları içinde ortaya çıkıyordu. Troçkist Burjuva sosyalizmine karşı, Troçkist küçük burjuva sosyalizmi de aynı şekilde sloganlar ve mücadele biçimleri içinde karşı çıkıyor ama onun program anlayışına karşı çıkmayı aklından bile getirmiyordu. Biz ise tıpkı Türkiye Sosyalist hareketi içinde olduğu gibi yine bu kayıkçı dövüşünün, bu ikilemin dışına çıkıyorduk. Bu nedenle eleştirimiz program sorunlarında yoğunlaşıyordu. Ve nasıl Türkiye Sosyalist hareketi içindeki ayrılıklarda bu ikilemin dışına çıkış bizi Troçkizm denen Klasik otantik Marksizme getirmişse, Troçkistlerin bu ikileminin dışına çıkış da Program konusunda tüm bilinen ve alışılmış anlayışları alt üst eden yepyeni bir programa ulaşmamıza yol açıyordu. * Türkiye’deki Troçkistleri için, bu bizim ulaştığımız bambaşka Program ve onun dayandığı anlayışlar, galaksiler kadar uzak ve anlaşılmazdır. Örneğin biz “Demokratik Bir Cumhuriyet ve Ulusun Yeniden Tanımlanması”ndan mı söz ediyoruz? Bunun hangi paradigma içinde ifade edildiğini ve ne anlama geldiğini kavrama değil, düşünme, böyle bir olasılığa kafa patlatma yeteneğinde bile değildirler. Eski refleksleriyle, “aha bakın Demir demokratik cumhuriyet diyor; demek ki aşamalı devrim stratejisini savunuyor. İşte Ekim devriminde yanlışlığı gösterilmiş ve Stalinizm’in savunduğu anlayış” diye tepki göstermekten başka bir şey yapma yetenekleri yoktur. Burada anlamadıkları şudur: 1) Demokratik Cumhuriyet, Geçiş Programı’nın çok açık olarak ifade ettiği gibi, zaten o zaman da yanlış değildi. İşçiler Ekim Devrimi’ne Demokratik Cumhuriyet programıyla varmışlardı. Demokratik Cumhuriyet cebirsel bir formül karakteri taşırdı devrimde sınıfların gücü ve konumuna bağlı olarak değişebilen. 2) Troçkistler de, diğer reformistler gibi Demokratik Cumhuriyet’ten, aynı zamanda proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olan bir devleti değil, yani pahalı, baskıcı, militer, bürokratik olmayan bir devleti değil; var olan devlet içinde belli reformları anlıyorlardı. Diğer bir deyişle, onlar Engels’in eleştirdiği, Erfurt programını yazanlar gibi bir anlayıştaydılar. Demokratik Cumhuriyet diye anladıkları reformlar gerçekleşseydi bile bu Demokratik Cumhuriyet olmaz, ona ulaşmak için belki daha elverişli koşullar olurdu Engels’in dediği gibi. 16


3) Ama bu yanlış anlayışlara sahip olmasalardı bile, bu günkü dünyada Demokratik Cumhuriyet programının nesnel toplumsal gerekliliği ile bu programa yüklenen, eskiyi de içeren, yepyeni anlamı, kavramış olmazlardı. Gerek dünyada, yani olaylardaki değişimler gerek o dünyayı kavrayışta kullanılan kavramsal araçlardaki evrimyani örneğin ulus teorisi - Troçkistlerin ufkunun dışındadır. Bu kavrama yeteneğinden uzaklık zaten onların kendilerini hala Troçkist olarak tanımlamalarında da açığa vurur. Bu günün dünyasında kendini hala Troçkist olarak tanımlamak, kendini hala Ali-Muaviye ayrılığı ile tanımlamak gibidir. O çatışmada nasıl Ali haklı ve doğru tarafı temsil ediyorsa ve bir anlamda bizler hala Ali çizgisinin devamcıları sayılabilirsek; Stalin Troçki ayrılığında da, Troçki elbette doğru ve haklı tarafı temsil ediyordu ve bu anlamda geleceğin sosyalizmi de, tıpkı bizlerin Ali’nin mirasının devamcıları ve savunucuları olmamız gibi, Troçki’nin mirasının devamcısı ve savunucusu olacaktır. Geleceğin bir sosyalisti için, Sovyetlerin bürokratik bir diktatörlük olduğu; yirminci yüzyılda demokratik görevlerin burjuvazinin korkaklığı ve işçilerin öne çıkması nedeniyle sosyalizm için olgunlaşmamış ülkelerde sosyalist devrimlere yol açtığı; tek ülkede sosyalizm olamayacağı gibi sonuçlar zaten olaylarca da kanıtlandıkları için, kendiliğinden içerilen görüşler olacaktır. Ama o geleceğin sosyalisti, nasıl bu günün sosyalistleri kendilerini Ali taraftarı olarak tanımlamıyorlarsa, kendini Troçkist olarak da tanımlamayacaktır. Çünkü bu tartışma olaylarca aşılmış bulunmaktadır. Bu tartışmaya ve ayrılıklara takılıp kalmak yaşayan bir fosil olmaktır. Geleceğin sosyalisti kendini tek ülkede sosyalizm olmayacağı ya da demokratik görevlerin sosyalist devrimlere yol açmasıyla değil, bambaşka sorunlara göre tanımlayacaktır. İşte bu nedenle bu gün hala kendini Troçkist olarak tanımlamak, bu bambaşka sorunlara göre tanımlamayı reddetmek, bunlara gözlerini kapamak, kendini yaşayan bir fosil olmaya mahkum etmekten başka bir şey değildir. Onlar hala bu sorunlara saplandıkları, kendilerini hala bu sorunlarla tanımladıkları için birer fosildirler. Elinizdeki bu çalışma da o fosillere fosillerin dilinden bir eleştiridir, eğer onlarda hala bir yaşam emaresi kalmışsa onu tekrar harekete geçirip uyandırmak için. Yoksa bizim bu gün program sorununa bakışımız çok başka yerlerde, başka paradigmalar içindedir. Bunun açıklamasını ise Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Manifestolar’a yazacağımız Önsöz’de yapmayı deneriz. 28 Ocak 2005 Cuma demir@akintiye-karsi. net http://www. comlnik. de/demir/

17


Önsöz "Devrimci-Marksist Bir Program İçin Notlar"ı 1982’nin ilk aylarında yazmıştık. Bu yarım kalmış yazı bir kaç ay önce tekrar elimize geçti. Şimdi onu tüm Devrimci-Marksist arkadaşların bilgisine sunarken, otantik metni pek değiştirmemeye çalıştık. Yalnız çok miktarda tekrar olan yerleri ve konunu iyice dağıldığı bazı bölümleri çıkardık ve genellikle üslup düzeyinde bazı değişikliklerle yetindik. O tarihlerde, bir arkadaşa yazdığımız mektupta, bu yazıya ilişkin olarak şunları söylemişiz: "Bunlara ilaveten bir de program üzerine çalışmalarımın ilk dört bölümünü yolluyorum. Bu yazı devam edecek. Şimdiye kadar yazdıklarımı yollayayım dedim, yukarıda değindiğim nedenlerle M. Yenice'nin eleştirisi olan kısım biraz aceleye geldi. Belki onu ilerde yeniden yazarım. Ama yazıları . . . çekmek, yazmaktan çök daha fazla zaman alıyor. Çünkü günde 4-5 sayfadan fazla çekemiyorum. O nedenle kesin bir şey söyleyemem. "Program üzerine yolladığım bu kısmı yayınlamanız şart değil. Yine sizin takdirinize bırakıyorum. Çünkü, başka yerlerde ne olup bittiği hakkında hiç bir fikrim yok. İsterseniz bekletin tamamını yazıp yolladığımda topluca yayınlayın. İsterseniz, yararlı olacağını görürseniz, yazıldıkça parça parça, aralıklarla yayınlanmak üzere bu yolladığım kısmı, şimdiden yayınlayınız. Değerlendirmeyi siz yapınız. Tabii eklememe gerek yok ki, bu yazıları yayınlamasanız bile ilişkiniz olan Devrimci Marksistlere okutup, tartışabilir ve eleştirileri bana iletebilirsiniz. Bu beni çok memnun eder. " Ama ne bu mektup, ne de bu yazı hiç bir zaman yerine ulaşamadı. Polisin eline geçmesin diye, bir tevkifat esnasında imha edilmiş. Bereket suretleri bir yerlerde gizlenmişti. Yıllar sonra tekrar elimize geçti. Şimdi bir bakıma kalınan yerden devam ediyoruz. *** Avrupa’ya geldiğimizde, Dördüncü Enternasyonal'e Türkiye'deki Troçkist hareketler ve görevleri üzerine bir rapor sunmuştuk. Orada şunları yazıyorduk: "Garip gelebilir ama Türkiye'deki Troçkist gruplar, böyle bir programı önlerine koymadıkları gibi, böyle bir programın gereğini de kategorik olarak reddediyorlar. Bu da onlarla temel bir ayrılık noktasıdır. Ayrılık, programın ne olması gerektiğinde değil, programdan ne anlamak gerektiğindedir. "Türkiye'deki Troçkist grupların temel yanılgılarından biri, devrimden sonra kurulacak iktisadi ve politik düzenin bir “modelinin" yani bir program oluşturulmasının yanlış ve gereksiz olduğunu düşünmeleridir. Onlar kendilerini, program anlayışlarını, sadece geçişsel 18


taleplerle sınırlıyorlar. (Bunları skolastikçe değişik kombinasyonlarda tekrarlamaları da ayrı konu. ) "Kanımca, bu noktada Troçki’yi de anlamış değildirler. Onlar program anlayışlarını ifade ederken "Geçiş Programı sosyalist devrimden sonra kurulacak toplumun bir modelini sunmaz" diyorlar. Ancak, Troçki, bizzat, Geçiş Programı’nın bir çıtlatma, işçi sınıfını iktidarın eşiğine kadar getiren bir program olduğunu, bu anlamda eksik ve tamamlanmamış olduğunu birkaç yerde belirtir. Kaldı ki, 4. Enternasyonal’in son kongresinde karar altına alınan "Proletarya Diktatörlüğü ve Sosyalist Demokrasi" adlı metin, kurmak istediğimiz toplumun bir “model”indan başka ndir ki? Bu aynı zamanda, Troçki’nin sözünü ettiği eksikliğin bir giderilişi değil midir? Bu anlamda Türkiye’deki troçkistler, Geçiş Programı’nın eksikliğini, onun üstünlüğü imiş gibi koymaktadırlar. İktidara gelindiği zaman nasıl bir düzen kurulacağı üzerine rüya görmeyi reddediyorlar. Ben ise, Lenin ya da Pisarrev gibi “Rüya görmeliyiz” diyorum. “Bunun altında biraz da yığınları tanımamak yatıyor. Diyorlar ki, yığınlar denemeyle öğrenir, bu tecrübe ve eğitimi de geçişsel talepler sağlar. “Birincisi, bu anlayış yığınları hayvan gibi ele almak oluyor. Yığınlar bir rüyayı gerçekleştirmek için de harekete geçebilirler. İnsanı hayvandan, duvarcıyı arıdan ayıran, onun yapacağını önceden kafasında tasarlamasıdır. "İkincisi, yığınların deneyerek öğrenmesini çok sınırlı kavrıyorlar. Biz şimdiden programımızı somutlasak, bunun tek çıkış yolu olduğunu, burjuvazinin alternatiflerinin çıkmaz olduğunu göstersek, öngörülerimizin bizzat hayat tarafından doğrulanması da yığınlar açısından bir deneme olmayacak mıdır? Elbette bu propaganda faaliyeti tüm yığını etkilemese bile, onun ileri unsurlarını etkiler ve devrimci bir kabarışta bu unsurlar büyük önem taşırlar. "Üçüncüsü, geçişsel talepler, gericilik ve devrimci Almanca konuşma dönemlerinde - ki şimdi böyle bir dönemdeyiz-, hele troçkistler çok güçsüz ise birer propaganda sloganı olmaktan öteye gitmezler. "Son olarak, böyle bir programı gereksiz bulmak, bir alternatif getirmeyi reddetmek demektir. Burjuvazinin problematiğine hapsolmak, entelijansiyanın ve yığınların hapsolmasına seyirci kalmak demektir. “Bugün toplumun tartıştığı konuyu, gündemi burjuvazi belirliyor. Toplumda şimdiden bir ideolojik egemenlik kurmanın gereği inkar edilemez. İdeolojik egemenlik demek, gündemi belirlemek, toplumu, büyük çoğunluğu karşı çıksa da bizim ortaya attığımız problemi tartışma zorunda bırakmamız demektir. Başarının yolu da buradan geçer. "Özetlersek, nesnel durum, yani ekonomik yapı, Türkiye’nin önüne tarihsel görev olarak bir proletarya diktasını koyuyor, ki bu program demektir. Türkiyeli Troçkistler ise, kategorik "Sürekli Devrim" cevabının ötesine geçmeyi reddediyorlar. Tam da bu noktada diğer troçkist gruplarla bir ayrılık, yani programdan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir ayrılık var. Bu durumda öne koyulan görevler farklı oluyor. Ben, diğer troçkist grupların, eksikliği üstünlük gibi koyan program anlayışlarıyla mücadeleyi önüme bir görev olarak koyarken. Onların böyle bir problemi yok. " (s. 5, 6, 7) 19


Bu Rapor’u çevremizdeki bazı troçkist arkadaşlara da verdik. Kimi arkadaşlar, bir sürü genellemeler içerdiğini ama bunların ayrıntılı bir kanıtlaması olmadığını söylediler. Onlara, bu konularda daha önce araştırmalar yapıp yazılar yazdığımızı, Rapor'daki ifadelerin bunun sonuçları olduğunu, öte yandan bir raporun bu tür araştırma ve polemikleri de içeremiyeceğini söylediğimizde, açıkça yüzümüze ifade edilmese bile, yalan söylediğimizi düşünenler oldu. Onlara göre, illa bir ayrılık bulmak için, program ayrılığı diye bir şey uydurmuştuk. Şimdi metin ortada, yalan söylemediğimiz, ezbere konuşmadığımız ve gerçekten de diğer Troçkist gruplarla program anlayışı bakımından temelden bir ayrılık içinde bulunduğumuzu herhalde hiç bir okuyucu inkar edemeyecektir. Belki bizim görüşlerimiz yanlıştır ama ayrı anlayışlar olduğu kesindir. Ve bu konu, Tarihsel Maddeciliğin en temel sorunlarını tartışmamızı ve kavramamızı sağlayacak çok verimli bir alan oluşturmaktadır. Bu arada, son günlerde, çok hoş bir tesadüfle, bizim Türkiyeli Troçkistlere yönelttiğimiz eleştirinin kategorik bir ifadesini Mandel’in bir yazısında gördük. Mandel, aynen şunları söylüyor: "Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksınızn, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz. ” “Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin daha sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım. ” Sosyalist antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye , bugün, geniş proleter kitleleri ikna edememeye mahkum ediyor. "Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. Doğu Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden faklı ve ondan üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin proletaryası tarafından yıkılamayacaktır. " Biz, ne raporu yazarken, ne de Program konusundaki bu çalışmayı yaparken Mandel'in böyle bir yazısı olduğunu bilmiyorduk. Ama şimdi yaklaşımımızın daha bir doğru olduğundan daha bir eminiz. Mandel’den alıntısı yapılan sözler, gerek Rapor’da gerek program yazısında -belki kendi ilkel üslubumuzla- söylediklerimizin daha mükemmel ifadesinden ve Sempatizan Seksiyon ve Eleştiri Grubu'nün program anlayışının zımni bir eleştirisinden başka nedir ki? Ama insan şunu da düşünmeden edemiyor. Her iki grupta da epeyce dil bilen ve Avrupa’daki yazını izleyebilen arkadaşlar var. Bunlar şimdiye kadar niçin Mandel'in yukardaki yazısını Türkçe'ye çevirmemişlerdir? Yoksa ortada, bilinçsiz de olsa bir sansür mü var? Öte yandan insan şunu da düşünüyor: demek dil bilmek, bütün uluslararası yazını okuyabilmek yetmiyor. Okuyanlar herşeyi doğru kavrıyor ve doğru seçiyor demek değil. Önemli olan yöntem. İnsan 20


sağlam bir hareket noktası ve yönteme sahip oldu mu, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu daha doğru değerlendirebilir. *** Program üzerine olan bu yazı hangi gelişimin ürünüdür? Bunu da bu önsöz çerçevesinde kısaca açıklamaya çalışalım. Program konusunda ilk çalışmalarımızın tarihi 1970 yıllarına dayanır. O yıllarda, 16 Haziran işçi direnişinin kabarışıyla doğan ve hızlı bir gelişme gösteren "Doktorcu"" hareketin bir taraftarıydık. Daha "Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı"dan biliyorduk ki, Program olmadan Parti olmaz. Program, bir prensipler deklerasyonu değil, bir "yapılacak işler planıdır. " Sosyalist gazetesi, bir Proletarya Partisi örgütlemeye yönelik olarak çıkıyordu. H. Kıvılcımlı, çeşitli kereler V. P. Programını Proletarya Partisinin minima programı olarak sosyalistlerin tartışmasına sunuyordu. Bu dönemde çeşitli gruplarda programı okur, tartışır ve anlamaya çalışırdık. Sonra l2 Mart geldi. Doktorcu harekete TİP’ten gelen bir kadro –ki bu kadro daha sonra TSİP’i kurdu- gizliliğe çekilmiş olan doktorcuların başını bağladı ve "Doktorcu" lafzı altında, TİP'in burjuva sosyalizmini yeniden piyasaya sürmeye başladı. 12 Mart karanlıkları sırasında, bunların bir diğer argümanı da, -şimdi bazı Troçkistlerde de benzerinin, görüldüğü gibi- savunma döneminde olunduğu, dolayısıyla hiç bir şey yapmamak gerektiği biçimindeydi. Bu politikaya muhalefet edenleri illegalitenin olanaklarından da yararlanarak hemen tecrit ediyorlardı. 12 Mart'ın karanlığı dağılmaya başlarken, bu muhalifler bir araya geldiler ve daha sonra TSİP'i kuracak olanlara karşı mücadeleye başladılar. Bunun organı, 1974 yılında altı sayı çıkabilmiş olan Kıvılcım gazetesiydi. Bu gazete de, Proletarya Partisi şiarını atıyor ve minima program olarak V. P. Programını bir tartışma platformu için öneriyordu. Bu belki ilkel ama radikal muhalefet, Burjuvazi tarafından susturuldu ve TSİP'in önü açıldı. Bu tarihten sonra, pratik politik mücadeleden zorunlu bir uzaklaşma içinde kaldık ve teorik çalışmalarımızın esas eksenini Program üzerine incelemeler oluşturdu. Bu çalışmaların ilk ürünü: Mihri Belli’nin “V. P. Program Eleştirisi’nin Eleştirisi” oldu. 1976’da Kıvılcım Yayınları arasında, H. Yılmaz imzasıyla "Emekçi-Birikim’in Dr. H. Kıvılcımlı Eleştirileri Üzerine" başlığı altında yayındandı. Bundan sonra T. K. P. 1926 Programı, T. S. E. K. P. Programı (1946), T. S. P. Programı (1946), T. İ. P. Programı, T. S. İ. P. Programı üzerine sayfalarca eleştirel notlar aldık. Bu notlar kayboldu gitti. Keza bu arada, Kıvılcım Yayınları arasında, Lenin'in R. S. D. İ. P. Program Taslakları yayınlandı. Bu çalışmaların son ürünü T. K. P. Programı’nın Eleştirisi oldu. Bu, 1978’de çıkan Kıvılcım dergisinin birinci sayısında yayınlandı. Türkiye de hiç bir hareket Doktorcular kadar bir "Program Bilinci" denebilecek şeye-sahip değildi. Bu doktorcuların yayınlarında bile görülebilir. Ama doktorcuların Program kavramı, sadece Minima Programla sınırlıydı ve Türkiye ile sınırlıydı. Bu, o tarihlerde yaptığımız program eleştirilerinin hepsine egemen olan iki, ama çok önemli, zayıflıktı. Bir diğer zayıflık da şuydu: eleştirdiğimiz programların reformist olduğunu gösterebiliyor ama bu eleştiriyi sanki aynı programı kabul ediyormuşuz gibi, program metni üzerinde, eleştirilen programların dayandığı genel tahlilleri ele almayan bir biçimde yapıyorduk. Genel olarak program ile 21


program metni eleştirisi denebilecek ve iki ayrı yöntem gerektiren ayrımın farkında değildik. Bu, T. K. P. Programı’nın Eleştirisi’nde açıkça görülebilir. . 1978-79 yıllarında, en küçük örgüt bile hızla gelişir ve birçok taraftar toplarken, V. P. en azından büyüyemiyor ve müthiş bir kabızlık içinde bulunuyordu. Bu durum, “eğer doğru isek büyümemiz gerekir” varsayımından hareketle – ki bu varsayım her zaman doğru değildir – “yanlışlık nerede?” diye düşünmelerine ve örgüt içinde bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Tartışma Önce taktik ve Örgüt sorunları biçiminde başladı. Sonra Program anlayışlarında bir ayrılık olduğu ortaya çıktı. Ayrılık neredeydi? Bunun için V. P. Programının dayandığı mantığı açıklamak gerekiyor. Bütün burjuva sosyalizmi ya da reformist sosyalizm, Devrim’i uzak bir geleceğin sorunu olarak ele alır ve varolan sistem içindeki bir reformlar programını acil görevler olarak öne sürer. Bu TİP, TSİP, TKP gibi bütün reformist partilerin programlarında görülebilir. Küçük burjuva devrimci hareketler ise, "devrim" der dururlar ama gerçekte onlarda bir program nosyonu yoktur. Onlar tepki duydukları reformizmle olan sınırlarını esas olarak mücadele biçimleri alanında çizmeye çalışırlar, V. P. Programı ise -ya da H. Kıvılcımlı'nm anlayışı diyelim- bu iki ucu boklu değneğin de dışındaydı. V. P. Programı, Devrim’i uzak bir geleceğin değil, günün acil meselesi olarak öne koyuyordu. Özü itibariyle Demokratik Devrim görevlerine dayanıyordu. Ancak, Demokratik Diktatörlük ya da İşçilerin Köylülerin Demokratik diktatörlüğünden anladığı, köylülük desteğinde Proletarya diktatörlüğü idi. Ama öte yandan bu diktatörlük, varolan bürokratik işçi devletlerinin sunduğu modellerden esinlendiği için, bu çarpıklığı da içeriyordu, (örneğin bugün işçi devletlerinde Halkın Silahlanması ya da İşçi Köylü Silisi nasıl yoksa, V. P. Programında da yoktur. ) Ama programa üstünlüğünü veren şey, teklifler sisteminin organik bütünlüğü, ancak bir işçi-köylü ayaklanmasıyla gerçekleşebileceği ve hemen gerçekleştirilmesinin gerekli ve mümkün olduğu anlayışıydı. Program şu üç temel üzerinde yükselir: tamamen aşağıdan gelme, yoksul köylüler eliyle gerçekleştirilecek bir toprak reformu ve tefeci-bezirgan sermayenin tasfiyesi; büyük ticaret ve sanayiin millileştirilip planlı ekonomiye bağlanması; Paris Komünü tipi ucuz bir devlet. Bugün Troçkist bir parti iktidara gelse, V. P. Programı'nın bürokratik işçi devletlerinden ilham aldığı kısımları değiştirerek, hemen yapacağı ya da yapması gereken şeylerin hepsi, organik bir bütünlük içinde V. P. Programında vardır. Ama, 1977 veya 1978 ( şimdi tarihi tam olarak hatırlamıyoruz) Kongresinde V. P. ’nin bu programının önüne, bir seri, "acil talepler" namı altında, talep koyulmuştu. Böylece V. P. ’nin fiilen diğer reformist partilerden hiç bir farkı kalmıyordu. Doktorcular Doktor'u inkar etmişlerdi. Bu reformizmin farkına varılması ve mücadeleye başlanması ile birlikte, orijinal programı savunanlar, tartışmalar içinde görüşlerini mantıki sonuçlarına vardırmaya başlayınca, farkına varmadan, Doktorcu bir biçim altında, Troçkizmin yıllardır savunduğu noktalara birer birer varıyorlardı. Ama Troçkizm hakkında henüz hiç bir şey bilmedikleri için, ilk defa bir şeyleri kendilerinin bulduğunu, daha doğrusu Doktor'u ilk defa doğru dürüst anlamaya başladıklarını düşünüyorlardı. doğruydu da, Doktor'u anladıkça, onun sınırlılıklarını da görüyorlardı. - Bu geçiş ve reformizmden kopuş döneminin belgesi, yine Kıvılcım 22


Dergisi’nin Ocak 1979’da yayınlanan 3-4’üncü sayılarında yer alan "Komisyon Raporu" denen metinde görülebilir. Örneğin bu Rapor'un Sunuş'u, Geçiş Programı’nın başında bulunan, "insanlığın bunalımı proletarya önderliğinin bunalımına indirgenebilir" bölümündeki yaklaşımın başka sözlerle ama aynen ifadesinden başka bir şey değildir. "Komisyon Raporu" bir geçiş dönemi belgesidir. Ya ileri gidilecek, troçkizme varılacaktı ya da bu rapordaki öncüller geri bir noktadan reddedilecekti. Gerçekten de öyle olmuştur. V. P. 'nin orijinal programını acil görev olarak öne koyanlar V. P. Kongresi'nde çoğunluğu sağladılar ve diğerleri ayrılıp S. V. P. 'yi kurdular. Evet V. P. Programı acil görevdi, onun talepler bütünlüğünü sloganlaştırmaya çalışıyorduk. Ama kafalarımızda hep şu varsayım vardı. Programı insanlara propaganda ederek, sloganları yazarak büyüyeceğiz. Marks, "teori yığınlar tarafından kavranınca maddi bir güç olur" dememiş miydi. Yapılacak iş V. P. Programı’nı yığınlara kavratmaktı. Bunun tek biçimi de Propaganda ve sendikal vs, çalışmalarda örnek ve devrimci tutumdu. Bu sırada Türkiye'de faşistlere karşı ciddi bir savunma savaşı veriliyordu. Ama bizim bu savaş konusunda hiç bir görüşümüz yoktu. Fiilen bulunduğumuz mahallelerde biz de savaşıyorduk ama bu eylemin teorimizde bir yeri yoktu. Keza V. P. Programı’nda da böyle bir sorun yoktu. Bu sorun, bizi, faşizm üzerine düşünmeye yöneltti. Öte yandan hala doktorcu olduğumuzdan, Doktor’un eserlerinden bu sorun -üzerine çözümler aramaya başladık. Doktor'un 1970'de verdiği bir konferansta, faşistlerin saldırılarına karşı savunmayı örgütlemekten söz ettiği dikkatimizi çekti. Ve şu düşünce hemen aklımızda uyanıyordu: bu savunma eyleminin kendisi, bizzat işçi-köylü milisinin bir tohumu değil miydi? Böylece Program ile, yığınların günlük mücadelesi arasında, propagandanın ötesine giden, somut örgüt ve mücadele biçimlerinden oluşan bir bağ kurma olanağı doğuyordu. Farkına varmadan geçişsel talepler sistemine varıyorduk. Bir bakıma, dünyada Troçkizm diye bir şey olmasaydı bile, el yordamıyla onu yeniden yaratıyorduk. Bu yaklaşımın ilk ürünü, Sosyalist'de çıkan "Faşist Saldırılara Karşı Öz-Savunma" başlıklı yazı oldu, (Başlık tamı tamına böyle olmayabilir, Buna benzer bir şeydi. ) Tam bu sıralarda, faşizme ilişkin araştırmalara bağlı olarak ilk kez Troçki ile karşılaşıyorduk. Bizim yeni bulduğumuzu sandığımız şeylerin meğerse hem de "karşı devrimci" olarak gördüklerimizce eskiden savunulduğunu görmeye başlıyorduk. Ortaya Troçki'nin adı çıkınca, duraksamalar, "nereye gidiyoruz" diye sorular da başlıyordu. Troçki ile tanıştığımız, ama onu henüz sadece Faşizm teorisi ile tanıdığımız şuralarda, kitlelerin ve mücadelenin nesnel ihtiyaçlarıyla program arasında bir bağlantının aracı olarak, mücadelenin somut bir anına ilişkin bir Geçişsel Talepler gibi, "İşçinin El Kitabı" 1979 Eylül'ünde yayınlandı. Bu kitapta, İşsizlik, Pahalılık, Sendikalar ve Faşist Çeteler’e ilişkin olarak farkına varmadan geçişsel talepler formüle ediyorduk. Bu kitapçığın gerek ayrı bildiriler gerek küçük bir kitap halinde İstanbul'da binlerce işçiye dağıtılması ya da satılması, V. P. ’nin son eylemi, Ölümünden önceki "kuğu çığlığı" oldu. 23


V. P. 'nin devrim programının önüne, bir takım reform taleplerini geçirdikleri için V. P. 'den atılan S. V. P. 'nin, İşçinin El Kitabı’na eleştirisi, "işte bizim dediklerimize geldiniz" biçiminde oldu. Belki birçok V. P. 'li gibi, onlar da, bu kitaptaki taleplerin, tamamen farklı mahiyetini; taleplerin birtakım reformları acil olarak öne koymadığını aksine, kitleleri iktidara yöneltecek, somut örgüt ve mücadele biçimlerini ele aldığını göremiyorlardı. Devrim, uzak bir geleceğin değil, tam da o günün acil sorunu olduğu içindir ki, bu amaca bağlı olarak bu sloganlar atılıyordu. Onlar, zaten var olan mücadeleye, bilinçli bir ifade vermeye yönelikti, iktidara gidebilecek olanaklar sunuyordu. Daha sonra, Geçişsel Talepler anlayışına daha yakın olarak yazdığımız metin, Tariş Olayları’ndan sonra yazdığımız "Gün Mücadele Günüdür" başlıklı uzun bildiridir. (Bu bildiri daha sonra, Almanya da çıkan Der Weg-Yol'un Mayıs 1980 tarihli İkinci sayısında yayınlandı. ) Bu arada V. P. dağılmış, biz de Troçkist olmuştuk. Troçkizme, Türkiye deki Troçkist gruplardan tamamen bağımsızca varmıştık ve onlar hakkında hemen hiç bir şey bilmiyorduk. Sadece, Sempatizan Seksiyon durumundaki grup gözümüzü daha çok dolduruyor ve kendimizi ona daha yakın hissediyorduk. Sürekli Devrim ve Ne Yapmalı dergileri, diğer kitap yayınları bizde onların daha doktriner ve ciddi oldukları şeklinde bir izlenim yaratmıştı. Bunun üzerine kendilerine katılabileceğimizi ama program ve tüzüklerini okumak istediğimizi söyledik. Onlar da bize, Tüzük veremeyeceklerini, Program olarak da, Bildirge ile iki durum değerlendirmesini -ki bunlar dergilerde çıkmıştı- okumamızı söylediler. Doğrusu şaşırdık. Biz bu günlere Program diye diye gelmiştik ve şimdi, sempatizan seksiyon durumundaki bir örgüt programı olmadığını, Bildirgemin program yerine kabul edilebileceğini söylüyordu. Marksizmin bir alfabetik önermesi olan, Program'ın bir prensipler deklerasyonu olmadığı yolundaki doğruları ne olmuştu? Yıllardır mücadele ettiğimiz görüşler şimdi, troçkist bir biçim altında yeniden mi karşımıza çıkıyordu? Kafamızda bu sorularla bütün Troçkist yayınları okumaya bağladık. Bu arada 12 Eylül geldi ve Troçkist gruplarla tüm bağlantılarımız koptu. Bu arada sözü geçen iki durum değerlendirmesi ve Bildirge' ye ilişkin bir sürü eleştirel notlar kaleme aldık. Ancak, araya başka işler girdi, Almanya da çıkan Yol dergisine yazılar yollamak, bulundurunuz yerdeki tartışmalara ilişkin polemikler yazmak vs. gücünüzü ve zamanımızı alıyordu, 1982’ye doğru bir parça zaman bulduk ve Program sorunu üzerine ilk notları almaya başladık. Daha sonra bunları aceleyle yazıya dönüştürdük. Bu yazı ilişikte bulunan yazıdır. Şimdi şunu söyleyebiliriz ki, bu yazıyı bugün yazsaydık belki başka bir üslupla ve şemayla yazardık ama oradaki eleştiriler hakkında bugün de aynı şeyleri düşünüyoruz. Hatta bu kanaatimiz pekişmiş durumda. Geçişsel talepler ile, reformist talepler arasındaki fark nerededir? Sanırız, sadece Türkiye'de değil, Dünya'nın bir çok ülkesinde Troçkistler bu ayrımı yapamıyor ve reformizmle olan sınırları iyice belirsizleştiriyor. Bizi troçkizme getiren, devrimin önüne, acil görev olarak birtakım reform isteklerinin getirilemeyeceği anlayışına karşı, -burjuva sosyalizminin kavrayışı, bugün, Geçiş Talepleri ya da "demokratik mevzilerin kazanılması" namı altında tekrar karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar V. P. ’de yapılanı bugün Troçkizm biçimi altında 24


yeniden görüyoruz. - Sadece terminoloji değişmiş durumda. Biz bu filimi daha önce seyretmiştik. Örnek mi? Enternasyonal dergisinin Eylül-ekim 1984 tarihli 9. Sayısında "Darbenin Dördüncü Yılı ve Görevlerimiz" başlıklı yazının sonunda "Emekçi yığınlarının mücadele programı, sosyalist demokrasinin kurulmasına yönelik demokratik mevzilerin kazanılmasına dayanır" dendikten sonra "yaşam Koşullarının İyileştirilmesi İçin" ve "Baskılara Karşı" başlığı altında bir sürü reform talebi sıralanmış. TİP, TSİP, TKP ya da SVP de bundan başka şeyler söylemiyorlar. Fark nerede kaldı? Sadece troçkist terminolojide. Yazıda eleştirdiğimiz Program Anlayışını tohumundan tanıyamayanlar, herhalde bu meyvesinden daha kolay tanıyacaklardır. Eleştiri grubuna gelince, Sempatizan seksiyonun reformizmine, daha radikal bir tepkinin ifadesi. Ama onun ufku içinde kalıyor ve onun en temel yanlışına hiçbir itiraz yöneltmiyor. Bütün merkezci radikal akımların ortak karakteristiği olan mücadele biçimlerini bir program sorununa dönüştürme onlarda da görülüyor. Bu kanımız, sempatizan seksiyonun program anlayışını eleştiren bir yazılarını Tamamlanmamış bir yazıydı, tamamı elimize geçerse onun da bir eleştirisini yapmayı önümüze bir görev olarak koyuyoruz. - okuduktan sonra iyice pekişti. Bu yazı program tartışmalarına bir başlangıçtır. Bu tartışmaların hepimizin gelişimine hizmet edeceği düşüncesi ve dileğiyle bu önsözü noktalayalım.

17 / Eylül / 1985

C. Aydın

(06 Aralık 2004 Pazartesi tarihinde dijitalize edildi. D. K. )

25


Forum’a Başlarken FORUM, Troçkistler, Troçkizm Sempatizanları ve Troçkizme sempatizan olmasa bile, ona hayırhah bir tavırla yaklaşıp araştıranlara yönelik olarak çıkmaya başlıyor. Gönül isterdi ki, Türkiye ve Türkiye Kürdistan Troçkistleri arasındaki tartışmalar tüm grup ve kişilerin ortaklaşa olarak çıkardıkları bir İç Tartışma Bülteninde yapılsın. Birkaç yıldır böyle bir yayın için bir çok teklifler yapılmış ve bir çok girişimlerde bulunulmuş olmasına rağmen, ne yazık ki bu gerçekleşmemiştir. Bu durumda söyleyecek sözü olanların ya da söyleyecek sözü olduğuna inananların beklemeye devam etmesi, çözümsüzlüğü ebedileştirmekten başka bir anlama gelmez olmuştu. Yapılacak iş, kendi olanaklarımız ölçüsünde tartışmayı başlatmak, eleştirilerimizi ulaşabildiğimiz tüm troçkizme yakın çevrelere ulaştırmaktı. Bir İç Tartışma Bülteni gibi bir şey niçin gerçekleşememiştir. Kanımızca temel problem şuradan doğmaktadır: Bilindiği gibi Türkiye'deki Troçkist gruplardan biri, Dördüncü Enternasyonal tarafından Sempatizan Seksiyon olarak tanınmaktadır. Bu grup, kendi dışındaki Troçkist kişi ve grupları kendine eşit partnerler olarak görmemekte; onları eşit partnerler olarak görüp, onlara, kendi politik otoritesi: teorik, politik ve pratik üstünlüğüyle gönüllü olarak kabul ettirme gibi bir yola girmemektedir; bunun yerine "ekber evlat hakkı" denebilecek bir gerekçeyle; Dördüncü Enternasyonalin kendisini tanıdığı gerekçesiyle, dışındaki kişi ve grupların kendi otoritesini tanımasını istemektedir. Böyle bir yaklaşım içinde, Sempatizan Seksiyon bakımından, bir İç Tartışma Bülteni'nin çıkması, onları eşit partnerler olarak görme anlamına geleceğinden, daima engellenmesi gereken bir girişim olarak görülmektedir. Dolayısıyla, Sempatizan Seksiyonun böyle bir girişimde bulunduğu görülmediği gibi, o bu tür girişimleri çeşitli biçimlerde engellemeye çalışmıştır. Ama bunun da temelinde, görevler konusunda yaklaşım farklılığı bulunmaktadır. Şöyle ki, Sempatizan Seksiyon, zaten bir öncünün var olduğunu -ki bu "Öncü" kendisi oluyordüşünmektedir. En azından bu satırların yazarına göre ise, nicel bir güç olarak değil; teorisi, programı, stratejisi ve örgüt anlayışıyla bir Öncünün kurulması için daha çok uzun bir yol kat etmemiz, kırk fırın ekmek yememiş gerekmektedir. Ama sempatizan seksiyonun kendi dışındaki kişi ve gruplara tavrı nedeniyle, bu yaklaşımlardan hangisinin daha doğru olduğunun tartışılması bile olanaksız hale gelmektedir. Sempatizan seksiyon, ancak ciddi bir teorik tartışmanın olmaması koşullarında varlığını ve etkinliğini sürdürebilmektedir.

26


Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu vardır. Fiilen teorik mahiyette tartışmalara başlamak. Şu ana kadar mücadele, hep onun istediği koşullarda oldu, şimdi kendi istediğimiz alanda savaşa başlıyoruz. Bu biçimde mücadele, Sempatizan Seksiyonu iki yönlü bir açmaz içinde bırakacaktır. Ya, eleştirileri görmezden gelip alayla ya da susuşla geçiştirmeye çalışacaktır. Bunlar kısa vadede başarılı taktikler gibi görünse de uzun vadede onun zaaflarını ve kaçak dövüştüğünü en kör göze bile batıracaktır. Ya da eleştirilere cevap verecek, teorik tartışmayı kabul edecektir, o zaman, teorik yanlışları ve açmazları tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır. Muhtemelen, birincisi önce gelmek şartıyla bu iki yöntem birbirini izleyecektir. Ama her halükarda, Troçkistler arasında bir teorik tartışmayı engelleyemeyecektir. Öncü İçin FORUM'u kendi olanaklarımızla başlatıyoruz. Elimizde adresi olan tüm Troçkist ve Troçkizm sempatizanı kişi ve gruplara iletmeye çalınacağız. Zaten henüz sayımız yüzler hanesine varmış değil. Ancak, bu azlığa rağmen yine de bizim için önemli maddi zorluklar var. Birincisi maddi sorundur. Elli cıvanda fotokopi, bizim kaldıramayacağımız kadar ağır bir yüktür. Bu nedenle ilk elde çok sınırlı sayıda dağıtabileceğiz. Dileğimiz, yolladığımız arkadaşların okuduktan sonra diğer tanıdıklarına iletmesi ve mümkünse bize de kimlere ilettiğini bildirmesidir. Böylece aynı kişiye birçok defalar yollanmanın önüne geçilmiş ölür. İkincisi zaman sorunudur. Birçok görevlerimiz var. Türkiye'ye yönelik olarak çıkan bir teorik birikim dergisinin yazı kurulu üyesiyiz; halen çalıştığımız seksiyonun bir Türkçe yayınını çıkarmaya çalışıyoruz. Bulunduğumuz bölgenin pratik işleri var. Bulunduğumuz örgütün içinde önemli tartışmalar var. Ve daha burada sayamayacağımız bir sürü görevler. Üstüne üstlük bir de lisan öğrenmek, karnını doyurmak gibi işler. Bu nedenle Forum'u düzenli ve sık aralıklarla çıkarmamız mümkün değil. Şimdilik, bu biçimiyle devam ederse, iki-üç ayda bir, bir veya iki yazıyla sınırlı olarak çıkacak. Dolayısıyla içerik olarak da, sadece bizim bakış açımızı ve eleştirilerimizi yansıtacak. Ancak, eğer Troçkist veya Troçkizm sempatizanı kişi ve gruplar, böyle bir İç Tartışma Bülteninin çıkmasının doğru olacağı düşüncesindeyseler, en azından böyle bir tartışma bültenini çıkarmak için bütün güçler bir araya getirilir ve o zaman tüm görüş ve eleştiriler yayınlanabileceği gibi, daha sık ve düzenli çıkan bir organ haline getirilebilir. Bu hususta herkesle her türlü teklifi görüşmeye hazırız. Bu yöndeki teklifleri de ayrıca Forum'u yolladığımız herkese yollamayı taahhüt ediyoruz. Kimse bir işbirliğini kabullenmese bile, Forum ileriki sayılarında, Sempatizan Seksiyon'un yayınlarında yer alan Durum yargılamaları ve görev belirlemeleri üzerine eleştirileri; program konusundaki anlayışımızın olumlu bir biçimde açıklanmasını; program taslağı önerilerimizi vs. başlangıç konuları olarak içerecektir. Bütün eleştiri ve görüşlerimiz yanlış dahi olsa, Forum'un yan ürünü, en azından Troçkistler arasında temel sorunlarda bir teorik tartışma başlatmak ve ayrılıkların hiç de "kişisel" olmadığını göstermek olacaktır. Çünkü, bu güne kadar, bir tartışma platformunun olmaması, sempatizan seksiyondan arkadaşlara, ayrılıkları sanki kişisel sorunlarmış gibi gösterme olanağı vermiştir. 27


Forum'u yolladığımız arkadaşlardan bir dileğimiz daha var. Forum'u alan arkadaşlar, eğer imkanları varsa, Forum'un sayfasını 10 Fenik'ten hesaplayıp, buna posta parasını da ilave ederek tutarını bize Posta Pulu olarak postalasınlar. Böylece Forum'u daha sık çıkarmak ve daha geniş bir çevreye doğrudan yollamak imkanı olacaktır. İmkanları yoksa, ya da gönüllerinden kopmuyorsa, yine canları sağ olsun. C. Aydın 17. Eylül. 1985 (06 Aralık 2004 Pazartesi tarihinde dijitalize edildi. D. K. )

28


Devrimci-Marksist Bir Program İçin Notlar

Giriş „Bugün, Türkiye’deki Devrimci-Marksistlerin acil görevi nedir?” sorusuna, DevrimciMarksistlerin büyük bir çoğunluğu aynı cevabı vermekte anlaşıyorlar: „Dördüncü Enternasyonal’in Türkiye ve Türkiye Kurdistanı seksiyonlarını örgütlemek; gerçekten devrimci, doğru bir Program ve örgüt anlayışı temelinde birleşmek. ” Bu cevap, esas olarak doğru bir cevaptır. Peki, bu önermeden çıkarılması gereken sonuçlar nelerdir? Bu cevap önümüze hangi görevleri çıkarır? Herhangi bir konuda, temel ve doğru önermeleri koymak yetmez, onlardan doğru sonuçları çıkarmayı da bilmek gerekir. „Eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür” der bir yerde Hegel. Temel görev, nesnel gerçekliğe uygun olarak belirlenip, o görevin başarılması için çalışmaya girilince, temel görevin birçok ikincil görevleri, ikincil görevlerin üçüncül görevleri (ve bu böylece gider) ortaya çıkardığı görülür. Ve hayatın diyalektiği öyledir ki, çoğu kez, temel görevin başarılması için ortaya çıkan görevler, temel görevin doğrultusuna tamamen zıt bir doğrultudaymış gibi görünürler. Bilimsel Sosyalizm daha doğarken, proletaryanın önündeki objektif tarihsel görevi doğru olarak belirlemişti:burjuvazinin egemenliğine son vermek ve komünizmi kurmak. Proletarya 134 yıldır, bu temel tarihsel görevi başarabilmek için çalışıyor. Ve bugün, bu görevin başarılması hala öyle uzak görünüyor ki. . . Proletarya, bir bakıma, evrensel Tarih ölçeğinde, 134 yıldır „ayrıntılarla“ boğuşup duruyor. Yukarıda sözü edilen, Türkiye ve Kürdistan’daki Devrimci-Marksistlerin temel görevi de, proletaryanın objektif tarihsel görevine göre küçük bir ayrıntıdan başka nedir ki?. . Ama, Evrensel Tarih açısından bir ayrıntı olan bu görev, belki de bizler için, bir döneme damgasını vuracak, tüm gücümüzü ve zamanımızı yutacak bir iştir. 29


Hele, tam temel görevi başarabilmenin arifesine gelindiğinde, birçok kereler, hiç hesapta olmayan yeni süreçler devreye girip, zaferi proletaryanın avucunun içinden az mı kaçırmıştır? Örneğin, Ekim Devrimi’nin hemen ertesindeki Komüntern’in ilk yıllarını hatırlayalım. Dünya Devrimi kapının eşiğine gelmiş gibi görünüyordu . Proletarya „yeryüzünün altıda biri”nde egemenliğini kurmuş, güçlü bir destek üssü sağlamıştı. Hemen olmasa bile, birkaç on yıl içinde zafer kesin gibi görünüyordu. Sonra birden, hiç hesapta olmayan bir süreç, Sovyetler’in bürokratik yozlaşması, ortaya çıktı. Bunun sonucunda, „olmadı baştan” deyip, herşeye yeniden başlamak zorunda kalındı. Tıpkı Sisyphos efsanesinde olduğu gibi: tam kayayı bin bir zorlukla dağın tepesine ulaştırmak üzereyken, kaya tekrar aşağı yuvarlanır; her şeye yeniden başlanır. Ne var ki, her benzetme gibi bu benzetme de tam olmaktan uzaktır. Çünkü, süreç aynen tekrar değildir, önceki tırmanışın ve düşüşün dersleri; işlerin kolay olduğuna ilişkin hayallerin kaybedilmesi, en büyük kazancı oluşturur. Savaş, spiraller çizerek; bir yay gibi gerilip, o gerilişinden aldığı hızla ileri fırlayarak yükseliyor. Her yenilgi, oku ne kadar uzağa nişanlamamız gerektiğini gösteriyor. Ve oku ne kadar uzağa nişanlıyorsak, o kadar gerilemek; gerileyip hız almak zorundayız. Proleter Devrimi’nin bu karakterine Marks 18. Brumaire’de dikkati çekmişti. Şunları yazıyordu daha o zaman: „Burjuva devrimleri, 18. Yüzyıl’ın devrimleri olanak hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğuk kanlılıkla ve ağır başlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. Yüzyıl’ın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururları yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarına, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar; Hic Rhodus, hic salta!” Bugün, insanlığın varlığı bile, sosyalist devrimin kaderine zincirlerle bağlanmışken ve proletarya yarım yüzyıldır, „amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında” yeniden ileri atlayabilmek için gerilemişken, artık koşullar „Hic Rhodus, hic salta“ diye bağırmıyor mu? Devrimin spiraller çizerekten yükselişine, devrimci mücadelenin tarihinden bir çok örnek verilebilir. Rus Sosyal Demokratlarının İkinci Kongre’sini hatırlayalım. Yıllardır özlemi çekilen partiyi kurmak üzere, iyi bir teorik hazırlıktan sonra, bin bir meşakkatle Kongre 30


toplanmıştır. Artık yapılacak iş, birliği şekillendirmek ve çarlığı yıkma savaşına girmektir. Parti’nin kurulması görevi tamamlanmak üzeredir. Zafer avucun içinde gibidir. Sonra, birden bire, Iskra’cılar arasında, bir tüzük maddesi üzerine Menşevik-Bolşevik ayrımı patlak verir. Birlik kuşu elden kaçmış, uzaklarda bir yere konmuştur. „Bir Adım İleri” atılmış, ama sonra „İki Adım Geri” gidilmiştir. Bu karmaşık süreci kavrayamayan Marksistler az mıdır? Lenin’in, bir tüzük maddesi yüzünden girdiği tartışma ve bölünme, tıpkı Troçki’nin yıllar sonra „Tek Ülkede Sosyalizm” teorisine karşı girdiği tartışma ve bölünme gibi, en zeki nice Marksistlerce bile yıllarca kavranamamıştır. Ama kavrayabilenler için, bunlar, paha biçilmez dersleri ve kazançları oluştururlar. Her kayıp aynı zamanda bir kazançtır. Sorun neyin kaybedildiği ve neyin kazanıldığındadır. Daha sonra gelen devrimci kuşaklar, görevlerini belirler ve karşılaşacakları muhtemel güçlükleri kestirirken, hep o deneylerden yararlanmışlardır. Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i örgütlemek sonucunu veren mücadelesi, Lenin’in 1903-1912 arasında, R. S. D. İ. P. içindeki Bolşevik Fraksiyonu’ndan Bolşevik Partisi’ni yaratmak için verdiği mücadelenin, bir üst düzeyde ve dünya ölçeğinde yinelenmesinden başka nedir ki?. Lenin’in Troçki’yi eğiten tecrübesi olmasaydı, Troçki, bu mücadelesinde ulaştığı doruklara ulaşabilir miydi? Bu nedenle, Troçkiyi anlamak için, Lenin’i anlamak, Lenin’i anlamak için de Troçki’yi anlamak gerekir. Lenin’i anlayamayanlar, Troçkiyi de anlayamamışlardır. Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i yaratmak için girdiği mücadelenin tarihsel önemini kavrayamamışlardır. Türkiye’de Devrimci Marksist Hareket geç doğmuştur. Ama tam da bu geç doğuş, onun en büyük avantajını oluşturmaktadır. Genel olarak proletarya mücadelesinin 134 yıllık deneyi gözlerimizin önündedir. Özel olarak IV. Entemasyonal’in daha sonra örgütlenmiş seksiyonlarının dersleri de ortada durmaktadır. Dördüncü Enternasyonal’in Türkiye ve Kürdistan seksiyonlarını örgütlemek için gireceğimiz mücadelede, bu deneylerden yararlanıp, birçok problemi önceden görüp, ona göre görevlerimizi belirleyip hazırlanabilmemiz; geçilmesi zorunlu aşamaları daha sancısız ve daha kısa yoldan aşabilmemiz; birçok yanılgılardan kurtulmamız mümkündür. Geç gelmenin üstünlüklerinden yararlanmayı bilmeliyiz. Hikmet Kıvılcımlı’nın pek güzel belirttiği, ama kendisinin de pek yapamadığı gibi: „Geç gelmenin faziletlerinden yararlanmayı bilmeyenler, geç kalmanın reziletleri içinde bunalırlar”. Dördüncü Enternasyonal’in Türkiye ve Kürdistan seksiyonlarını yaratma temel görevimizi başarabilmek için, hangi ikincil, üçüncül görevler önümüze çıkmaktadır? Bu görevi tamamlayabilmek için hangi aşamalardan geçmeliyiz? Türkiye ve Kürdistan’daki Devrimci Marksistlerin hemen hemen hiç sormayı bile akıl edemedikleri bu sorulara, olabildiğince doğru bir cevap verebilmek için, öncelikle Devrimci Marksizmin diğer ülkelerdeki deneylerine bakmak gerekiyor. Ne var ki, Türkiye ve Kürdistan’ın Devrimci Marksistleri için, bu tecrübeler hakkındaki bilgi, yeterli olmaktan çok uzaktır. İyi-kötü bildiğimiz: Marks-Engels dönemi ve R. S. D. İ. P içindeki Lenin’in tecrübesidir. Sonrası hakkındaki bilgilerimiz, yok denecek kadar azdır. Örneğin, Dördüncü Entemasyonal’in yaratılması sürecinde ve İkinci Dünya Savaşından 31


sonraki dönemde, ne gibi aşamalardan geçildiği; ne gibi sorunlar çıktığı; ne gibi görevlerin üstesinden gelindiği hakkında pek az şey biliyoruz. Aynı şekilde, sosyal yapısı bize benzeyen ya da benzemeyen bir çok ülkede başarılı seksiyonlar var. O ülkelerin Devrimci-Marksistleri, bu seksiyonların yaratılmasında hangi sorunlarla karşılaşmışı hangi görevlerin üstesinden gelmek zorunda kalmışlardır? Bu tecrübeler hakkındaki bilgimiz sıfırdır. Bu tespitler, kendiliğinden, önümüzdeki ilk görevlerden birini ortaya koyuyor: Dördüncü Enternasyonal’in ve onun çeşitli seksiyonlarının örgütlenmesinde kazanılan deneyleri incelemek ve hazmetmek. Fakat, tüm bu tecrübelere hazmetmeyi beklemek ve ondan sonra işe girişmek yanlıştır. Tarih, kesin bunalım günlerini toplumun önüne koyarken, bizim hazırlıklarımızı tamamlamamızı beklemeyecektir. Devrimcilerin olgunlaşması ile toplumdaki bunalımların olgunlaşması, son duruşmada aynı toplumsal yasalar tarafından belirlenmekle birlikte, tarihsel eğilim bu yönde olmakla birlikte, bire bir uygunluk göstermez. Her birinin nispi özerkliği, kendi özgül gelişim yasaları ve diğeri üzerinde bir etkisi vardır. O halde, önümüze çıkan görevi daha doğru bir biçimde şöyle formüle etmek gerekiyor: Bir yandan diğer Ülkelerdeki seksiyonların deneylerini inceler ve hazmederken, diğer yandan, nispeten iyi bildiğimiz Marks-Engels dönemi ve Lenin’in tecrübeleri ve daha az bildiğimiz Troçki’nin tecrübeleri ışığında. . . ve nihayet bizzat kendi tecrübelerimizin ışığında harekete geçmek! Lenin, son yazılarından birinde, Napolyon’un şu sözünü zikreder: „Bir işe bir kere girişilir, gerisi sonra görülür. ” Gerçekte, hiç bir tecrübe, bizim karşılaşacağımız özgül sorunları içermeyecektir. Sorunlarla karşılaşmak ve onları çözebilmek için, işe bir yerden başlamak gerekmektedir. Diğer yandan, gene tecrübelerimizle biliyoruz ki, hiç bir tecrübe, ne kadar iyi incelenirse incelensin, yeni kuşaklar (geç gelenler) tarafından değişik biçimlerde de olsa yaşanmadan; o yeni kuşaklar, o problemlerin önemini ve anlamını kaslarında, sinirlerinde hissetmeden, yeterince kavranamıyor. Lenin’in Felsefe Defterleri’nde Hegel’den aktardığı bir söz vardır. Hatırımızda kaldığı kadarıyla, aşağı yukarı şöyle: genç bir insan da özlü bir sözü yerinde sarfedebilir, ama o söz, yaşlı birinin ona yüklediği derinliği ve zenginliği içermez. Bu, devrimci mücadelenin tecrübeleri için de geçerli. Biz de ustaların tecrübelerden çıkardığı bir ilkeyi tam yerinde kullanabiliriz, ama onların anlamını ve önemini, daha derin olarak, en azından benzer deneyleri yaşadıktan sonra kavrayabiliyoruz. Diğer ülkelerdeki tecrübeler hakkında bilgisizlikten doğan dezavantajlara karşılık, Türkiye ve Kürdistan’lı Devrimci-Marksistlerin, Hegel’in sözlerindeki anlamda, bir avantajları da bulunmaktadır. Evet, Türkiye ve Kürdistan’da Devrimci-Marksizm, gerek dünya gerek Türkiye ve Kürdistan ölçülerine göre geç doğmuştur. (İlk kez Devrimci-Marksizmi savunan bir yayın organı: Sürekli Devrim 1978 ortasında çıkmaya bağlamıştır. Topu topu üç yıldan biraz fazla. Troçki ve Mandel’in eserlerinin çevirisi, esas olarak 1974 sonrasındaki yıllardadır. 32


Bu çok kısa bir Tarihtir. ) Ne var ki, bu yılların, birçok uzun yıllara bedel deneyleri içermesinin yanı sıra, Türkiye ve Kürdistan’daki Devrimci-Marksistlerin bir bölümü -en azından bizim ölçülerim göre- pek de yeni değildirler. Önemli sayıda militan, 1960 sonrasında yeniden doğan devrimci hareketin geçtiği bütün gelişme aşamalarını yaşamıştır. Buna rağmen, Devrimci-Marksistler, yine de iki kategoriye ayrılabilirler: bir kısmı siyasi mücadeleye doğrudan doğruya Devrimci-Marksizm’e sempati duyarak girmiştir, diğer kısmı ise, devrimci mücadeleye Maocu, Stalinci, Che’ci veya diğer merkezci hareketlerin taraftarı olarak girmişler, uzun tecrübeler sonucunda Devrimci-Marksizme varmışlardır. Devrimci mücadeleye, doğrudan doğruya Devrimci-Marksizm’in teorik temellerini benimseyerek girenler, ideolojik, politik, ekonomik, örgütsel mücadelenin birçok derslerini, bu temel üzerinde edinmişler; bu tecrübeler ışığında Devrimci Marksizm’i dana derinliğine ve bilinçli olarak kavrayabilme olanağı elde etmişlerdir. Buna karşılık daha sonra Devrimci-Marksizme varanlar, bu tecrübeleri Devrimci-Marksist olmadan önce yaşamıştır ve bizzat bu tecrübeler ışığında Devrimci-Marksizm’e varmışlardır. Bu kategoridekiler, muhtemelen, problemleri kaslarında, sinirlerinde daha çok hissettikleri için, daha baştan Devrimci-Marksist olarak başlayanlara göre, geç ama daha hızlı ve derin olarak kavramış olmalıdırlar. Ama sonuç olarak şu söylenebilir ki, her iki kategoridekiler de, başka noktalardan yola çıkmışlar ve aynı yolu kat etmişlerdir. Bir benzetmeyle! birinci kategoridekiler, binayı, yukarıdan baçlayıp aşağıya doğru inercesine incelemiş, tanımıştır; ikinci kategoridekiler ise, aynı binayı, aşağıdan bağlayıp yukarıya çıkarcasına incelemiş tanımıştır. Elbet, birinciler için, bu sürecin çok daha az sancılı ve daha kolayca -bir merdiven inişi gibi- olduğu; ikinciler için ise, çok daha sancılı ve uzun zaman alıcı olduğu -bir merdiveni çıkış gibi- söylenebilir. Sonuç olarak, Türkiye ve Kürdistan ölçülerine göre bile, Devrimci-Marksist Hareket yeni olmakla birlikte, Devrimci-Marksistler yeni devrimciler değildir. Bugün Devrimci -Marksist hareket içindeki bir çok militanın, Türkiye ve Kürdista’daki devrimci hareketin tüm problemlerini kaslarında, sinirlerinde hissederek yaşadıkları söylenebilir. Yaşandıkları için çok daha değerli olan bu tecrübeler, geç doğan Devrimci-Marksist hareketin en büyük avantajlarından birini oluşturmaktadır. Örneğin, çeşitli devrimci hareketlerin önünde, en azından 1969-70’lerden beri -her biri kendini en doğru çizgi gördüğünden- bir Proletarya Partisi örgütleme görevi olmuştu hepsi bu göreve göre davranmışlardır. Dolayısıyla, bu gün Devrimci-Marksizm safında bulunan bir çok militan, bir Stalinlst, bir Maocu, bir Mahirci, bir Doktorcu, bir Hocacı vs. olarak bir „Proletarya Partisi” yaratma deneyinden geçmiştir. Ve bu deneylerin başarısızlığıdır ki, onların çoğunu, Devrimci-Marksizme varmakla sonuçlanan bir arayışa yöneltmiştir. Hemen hepsi, en azından bir kere, kayayı ta dağın tepesine kadar çıkardıklarını düşünmüşler, sonra bir de bakmışlardır ki, kaya yuvarlanmış, eskisinden de gerilere gitmiştir. Bu deneyler sonunda, militanların çoğu, gerçekten doğru bir teori temeline, bir devrimci programa dayanmanın nasıl hayati bir koşul olduğunu; bir Proletarya Partisi’nin ancak Dünya ölçeğinde var olabileceğini kavramışlardır. Bir proletarya partisinin tüzüğünde yer alması gereken: „programı benimsemek ve savunmak” koşulunun derin anlamını; bu koşula 33


uygunluğun, gerçekte çok yüksek bir bilinç ve tecrübe düzeyini varsaydığını anlamışlardır. Çoğu, bu önermeleri, Önceden de bilir ve söylerlerdi, ama acı deneyler sonunda, yıllar sonra, böyle bir programı kavramaktan ne kadar uzak olduklarını, acı acı görmüşlerdir. Ancak o zaman, söz konusu önermenin gerçek içeriğini kavrayabilmişlerdir. Devrimci Markizmi benimsemek, militanları otomatik olarak en ilkel düzeydeki hatalardan bile koruyacak bir “kurşun geçirmez hamaylısı” işlevi görmez. Kişi Troçkist olunca, sapmalara karşı şerbetlenmiş olmaz. Sınıfsal eğilimler sosyolojik olgulardır. Bu nedenle sapmaların daha keşfi zor biçimlere bürünmesine bile yol açtığı söylenebilir. Tam da bu madenledir ki, Troçkist olmadan yaşanmış deneylerler, Türkiye ve Kürdistan’daki Troçkist hareketi, birçok çocukluk hastalısından koruyabilecek potansiyel bir güç teşkil etmektedir. Peki, o halde, gerek iyi-kötü bildirimiz uluslararası deneylerden, gerek Türkiye ve Kürdistan hareketlerinde yaşanan deneylerden çıkarılabilecek, Devrimci-Marksist bir parti yaratma görevini başarmamızda yol gösterecek, ilk ve en önemli ders nedir? Bu ders, bir cümleyle özetlenebilir: GERÇEKTEN DEVRİMCİ, GERÇEKTEN MARKSİST BİR TEORİ TEMELİ VE BU TEMEL ÜZERİNDE YÜKSELEN BİR PROGRAM, STRATEJİ, ÖRGÜT PRENSİPLERİ OLMADAN; VE BU TEMELİN SINIRLARI NET OLARAK ÇİZİLİP BİRLİK SAĞLANMADAN, DEVRİMCİ BİR PARTİ, PROLETARYAYA ÖNCÜLÜK YETENEĞİNDE BİR PARTİ ÖRGÜTLENEMEZ. Demek, işe, bu dersten hareketle girişmek gerekiyor. Dördüncü Entemasyonal’in Türkiye ve Kürdistan seksiyonlarını örgütleme görevi, önümüze, Devrimci-Marksist teori temeli özerinde PROGRAMIMIZI, STRATEJİMİZİ, TAKTİK VE ÖRGÜT İLKELERİNİZİ NET OLARAK koyma görevini çıkarıyor. Bugün, Devrimci-Marksistlerin yakalaması gereken ANA HALKA budur. (Ve daha bu tesbiti yaparken aynı zamanda Partiyi yaratmanın programını çizmiş oluyoruz. Ama kimi Devrimci Marksistler ya problemi bu şekilde koymayarak, ya da bu işin şimdiye kadar çoktan yapıldığını savunarak önlerine başka görevler koyuyorlar. Böylece otomatikman bir bölünme ortaya çıkmış oluyor. ) Teori temeli, Program, Strateji v. Örgüt Yapısı, son duruşmada birbirinden ayrılmaz organik bir bütün, dinamik bir sistem olmakla birlikte, aynı değerde değildirler. Aralarında bir öncelik-sonralık ilişkisi, bir hiyerarşi ve her birinin nispi bir bağımsızlığı vardır. Bu da tecrübelerin diğer bir sonucudur. Bu nispi bakımsızlık, hiyerarşi ve öncelik ilişkisi ile son durulmadaki özdeşlik, en açık ifadesini Rus Devrimi deneyinde göstermiştir. Sağlam bir teori temeli arayışları Narodnizm ile Marksizm arasındaki mücadelede ifadesini buldu. Daha sonra Marksizm zemininde önce Program konusunda legal Marksistlerle; Taktik (Strateji) konusunda Ekonomistlerle ve Örgüt sorununda Menşeviklerle peş peşe ayrılıklar patladı. Diğer yardan Rus deneyi, Program, Taktik ve örgüt sorunlarının, son duruşmada birbirinden ayrılamayacağını da göstermiştir. Sadece Legal Marksizm, Ekonomizm ve Menşevizmin aynı 34


burjuva sosyalizmi eğiliminin Marksizm Platformuna yansımaları olmasından dolayı değil. Ama aynı zamanda Taktik ve örgüt sorunlarındaki ayrılıkların giderek Programatik ayrılıklar halini almasından dolayı da böyledir. Menşeviklerle ayrılık örgüt sorunlarında çıkmıştı ama kısa zamanda Taktikler alanına yayıldı ve savaş arifesinde fiilen prgramatik bir ayrılık halini aldı. „Gerçek olan aklidir”. Bu tarihsel çizgiye, yani program, strateji ve örgüt sorunlarının zaman içindeki gelişimine mantıki olarak da varılabilir. Önce, amaçta, nereye gitmek istediğimizde; nereye gitmenin doğru olacakında anlaşmak gerekir: yani programda. Bunda bir anlaşma olmadan nereye gitmenin doğru olacağı tespit edilmeden, hangi yollardan, hangi araçlarla gidileceğini belirlemeye kalkmak, sonuçta sağırlar diyalogu yaratır ve temel problemlerin gözden yitirilmesine yol açar. Nereye gideceğimizi belirlememişsek veya aynı sözlerle ifade etsek bile hepimizin muradı başka başkayla, hangi yollardan, hangi araçlarla gideceğimizi tartışmaya kalkmak, boşuna zaman ve güç israfı yaratır. Nereye gitmek istediğimizde anlaşmak yetmez, oraya bizi ulaştıracak, en iyi, en doğru yolda da anlaşmamız gerekir. Eğer yolu doğru tanımlamamışsak, yanlış bir yola girip, kendimizi hiç de beklemediğimiz bir yerde buluruz. Nasıl, gideceğimiz yere, hangi yoldan nasıl gitmemiz gerektiğini belirlerken araziyi, iklim yapısını ve bunların sunduğu olanakları ye güçlükleri incelemek ve yolu ona göre belirlemek gerekirse, toplumsal mücadelede de, yolu (stratejiyi) belirlerken, ülkenin özgül yapısını, sınıfın ve devrimci hareketin içinde bulunduğu gelişme aşamalarını, sınıfların konumlarını ve karakterlerini vs. doğru olarak tanımlamak gerekir. Bunlar da yetmez. Bu yollarda bize nasıl bir araç gerektiğinde de anlaşmamız gerekir. Hedefimiz dağlık bir yerdeyse ve yolumuz kötüyse bize bir Jeep gerekir. Asfalt yollar için yapılmış çıtkırıldım bir araba o yollarda işe yarama. Eğer aracımızı (Parti yapımızı) amaç ve yolumuza uygun olarak seçmezsek, sonunda araç, bizi amaçlarımızı terk etmeye, kendine uygun bir yola girmeye sürükleyebilir. Alman Sosyal Demokrat partisi reformist ve legal mücadeleler içinde şekillenmişti. Savaş başlayıp da sarp yollara girmek gerekince. Sosyal Demokrasi’yi kendine uygun yola gitmeye zorladı. Daha doğrusu, legal mücadele içinde oluşmuş örgüt yapısı, İhanet politikasına girişte belli bir etkiye sahip oldu. Bizim, her türlü yolda, her şartta aynı başarıyla iş görebilecek, çok yönlü, yetkin bir araca ihtiyacımız var. Böyle bir araç, en iyi maden alaşımları, en modern teknikle işlenerek yaratılabilir. Bu ise üyelerde yüksek standartları var sayar. Fakat, üyelere bizzat o üstünlükleri de, program, strateji ve örgüt prensiplerinin doğruluğu kazandırabilir. Böylece yine hareket noktasına gelmiş oluyoruz. Program, strateji ve örgüt prensipleri, hem belli bir hiyerarşiye sahiptir ve birbirinden ayrıdır; hem de ayrılmazcasına birbirine bağlıdır. Peki bütün bunları yapınca iş biter mi? Hayır, asıl iş ondan sonra başlar. Buraya kadar sayılanlar, bir bakıma, devrimci hazırlığın statik yanını oluşturur. Hedef, yol ve araç belirlenip de yola düzülünce, trafiğin, yolların, iklimin, yokuşların, virajların durumuna gere sürekli olarak değişen ve her an zıttına dönen taktikler alanına girilir. En kıvrak zekayı, diyalektik düşünüşü politik sezişi gerektiren alan özellikle bu alandır. Ama bu alanda nelerle 35


karşılaşılacağı önceden belirlenemez. Bunun için bu alan açık bırakılmak ve bu alanda, devrimcilik her an yeniden üretilmek zorundadır. *** Bu açıklamalardan sonra şu soruyu soralım: Bu gün Türkiye ve Kürdistan’daki DevrimciMarksist hareketler, Parti birliklerine giden yolda, henüz hangi aşamada bulunmaktadır? Bizim cevabımız şudur: Devrimci Marksizm, Rus Devrim Tarihi’nde, Marksistlerin Narodniklerle tartışması, devrimci teori temelinin açıklanması ve propagandası aşamasını yavaş yavaş geride bırakmakta, program sorunlarına geçmeye başlamaktadır. DevrimciMarksistlerin şimdiye kadarki faaliyetinin eksenini, Devrimci-Marksist teori temelinin incelenmesi, propagandası ve dövüştürülmesi oluşturmuştur ve oluşturmalıydı. Program, strateji ve örgüt sorunlarındaki tartışmalar bu çerçevede bir anlam taşıyordu. Geçilmesi zorunlu bu aşamayı göz önüne almayan faaliyetler yankısız kaldı ve öyle kalmaya da mahkumdu. Troçkistler bu aşamanın bilincine varmadıkları ölçüde, bu aşamanın görevlerini de hakkıyla yapamadılar. Şimdi bir geçiş dönemine giriyoruz. Şimdiye kadar ayrılığın ağırlık noktası, Troçkizm ile Troçkizm dışı teori temelleri arasındaydı. Program sorunu ile birlikte, Troçkist teori temelinde ayrılıklar gündeme gelecektir. Birinci aşamanın görevlerini hiç boşlamadan, ikinci aşamanın görevlerine de yüklenmek gerekmektedir. Sonra sırasıyla, strateji ve örgüt sorunlarına geçilmeli. Ama bunu yaparken, bu sorunların ayrılmaz bir bütün olduğu da katiyen unutulmamalı. Zaten olaylar öyledir. Unutana metelik de vermez. Marksist öğreti tutarlı bir sistem oluşturur. Bu öğretiyi oluşturan her teori, diğerine bağlıdır ve onlarla bir iç tutarlılığa sahiptir. Buraya kadar söylediklerimizi şöyle özetleyebiliriz: bugün Türkiye’de ve Kürdistan’da, Dördüncü Enternasyonal’in gerçekten öncülük yeteneğine sahip seksiyonlarını örgütleyebilmek için, Devrimci-Marksist teori temelinde Program, Strateji ve Örgüt sorunlarında birliğin sağlanması; doğru tespitlere ulaşılması gerekmektedir. Hareket bugün Teori Temeli aşamasını yavaş yavaş geride bırakmaktadır. Artık gündeme program sorununun tartışılmasını koymak gerekiyor. Bilebildiğimiz kadarıyla deneylerden çıkan sonuç budur. Önümüzdeki ilk görev: doğru bir program tespit etmektir. Tabii diğer sorunlarla bağlantıyı koparmadan. Program sorununu enine boyuna tartışmalı, sonra tekrar geri dönmemek için, hiç bir noktayı açıkta bırakmamalıyız. Bu görevi ne keder doğru ve tam olarak başarırsak, dikerlerini de o kadar kolay ve hızlı başarabiliriz. Bu çözümleme ve sonuçlar ışığında, bu çalışmada, Program sorununun çözümü için bir başlangıç yapılmaya çalışılacaktır. Sonuca ancak el birliğiyle ulaşılabilir. Görüşlerin çatışmasından gerçeğin şimşeği doğsun.

36


Program Tartışmalarına Katkı

I. Programdan ne Anlaşılmalıdır? Bizde, “Program” deyince, bir çok devrimcinin kafasında canlanan, bir Program Metni’dir. Program’ı, Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bu satırların yazarına da uzunca bir süre egemen olmuştu. Bu nedenle de bambaşka teorik temellerden ve çözümlerden hareketle yazılmış programları, bir Program Metni Eleştirisi tarzında eleştirmeye çalışmıştı. Gerçekte, bir program eleştirisiyle, bir program metninin eleştirisi bambaşka sorunlardır. Program metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program anlayışında; aynı teorik temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan görüşlerin, nasıl formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu, bir bakıma biçim sorunudur. Biçimin, üzerinde anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği sorunudur. O halde, program sorununun, Devrimci-Marksistler arasında tartışılıp bir karara bağlanabilmesi iki aşamaya (en azından) ayrılabilir. Birinci aşama, öze ilişkindir, nesnel gelişim yasaları ışığında, acil devrimci tarihsel görevleri belirlemektir. İkinci aşama, üzerinde anlaşılan bu görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. İşte bu aşamadadır ki, programı program yapan, onu herhangi bir başka metinden ayıran özellikler de gündeme gelir. Bir program ile, bir program metni arasındaki fark, en güzel örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman İdeolojisi. Marks-Engels’in Tarihsel Maddeciliği ilk açıkladıkları ve sosyalizm amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları bir eserdir. Komünist Manifesto’da ise, Tarihin Maddeci Açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil. Tarihe Uygulanması) bir program gerekçesi halindedir. Komünist Manifesto’da öğretinin bir açıklaması yer almaz, buna kargılık somut olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi’nde ise, teorinin bir açıklaması bulunmakla birlikte, somut talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır; Manifesto tümden gelir. Alman İdeolojisi olmadan Manifesto olamazdı, ama Manifesto olmadan, pekala Alman İdeolojisi olabilirdi ve olmuştur da. Program, teorik bir genelleme için araştırma değil veya bir teorinin açıklanması değil; uygulaması, dökümü, sonucudur, ama çok özel bir biçimdeki sonucudur. Örneğin bir İhanete Uğrayan Devrim Devrimci-Marksistlerin programıdır da aynı zamanda. Bizlerin geçiş toplumuna ilişkin görüşlerimizi de açıklar. Ama İhanete Uğrayan Devrim bir program değildir de. Birinci kullanımda çok genel anlamıyla Program sözü kullanılmaktadır. İkinci kullanımda ise bir Program Metni anlamında kullanılmaktadır. Herhangi bir DevrimciMarksist Parti’nin, üyelerinin İhanete Uğrayan Devrim’i benimsemiş olmaları gibi bir koşulu 37


tüzüğüne koyması gibi bir saçmalık yapacağı düşünülemez. Ama bu kitabın teorik sonuçlarına dayanan Proletarya Diktatörlüğü “model”imizi koyması kesinlikle gereklidir. Partiler üyelerini ideolojik kriterlere göre değil somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler. Amaçlardaki ortaklık her zaman ideolojik ortaklığa tekabül etmez. Amaçlar ile ideoloji arasında bir bütünlük varsa da, tek tek üyeler ve insanların siyasi ve ideolojik evrimleri bakımından iki yönlü bir akış söz konusudur. Örneğin bir papaz ya da Müslüman program ve tüzüğü kabul ediyorsa, bunları savunuyorsa, aidatını verip organlardan birinde görev alıyorsa Parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için Marksizmi benimsemesi istenmez. Evet, Müslümanlıkla ya da papazlıkla komünizm ideali arasında bir çelişki vardır. Ama bu çelişki o kişinin kendi iç çelişkisidir. Bu bakımdan, somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen yığınları ortak amaçlar etrafında birleştirmek için olmazsa olmaz koşuldur. Aksi takdirde teorik tahlillerle, prensipler deklerasyonlarıyla sınırlar çizilmek zorunda kalınır ki, bu hem ezilenlerin mücadelesini böler hem de sınır çizmek olanaksız hale gelir. Tüm bu ve benzeri nedenlerle, program, özel bir metindir. Bu metinde bulunması gereken nitelikler, ustalar tarafından yeterince ele alınmıştır. Bir çok durunda, bir programın bu biçimsel nitelikleri taşımaması, özdeki sakatlıkların bir yansıması olur. Programın biçimi, özü üzerinde bir karşı etkide bulunur. Bilince çıkmamış en küçük biçim yanlışlarının bile altı kazınırsa, öze ilişkin bazı çarpıklıklar görülür. “Bilince çıkmamış” ayrımını yaptık, çünkü, pekala, koşulların zorlamasıyla, teorik açıklamalar yeterince yapılmış olduktan sonra, eksik olduğu biline biline, biçim bakımından yetkin olmayan bir program formülasyonuna gidilebilir. Yeter ki eksikliklerin bilincinde olunulsun ve ilk fırsatta giderilmeye çalışılsın. Bu soruna örnek olarak, IV. Enternasyonal’in Troçki tarafından formüle edilmiş “Geçiş Programı”nı alabiliriz. Bu programda, bir program metnine uygun düşmeyen birçok biçimsel yan olmasının yanı sıra, içerik olarak bulunması gerekip de bulunmayan şeyler de vardır. Buradan hareketle Geçiş Programı’nın yanlış olduğunu söylemek saçmalık olur. Çünkü, bizzat programın yazarı Troçki, eksik ve fazlalıkların bilincindedir ve onların giderilmesini bir görev olarak ortaya koymuştur. Dördüncü Enternasyonal’in bu kuruluş yıllarında genel anlamıyla program olarak, yani teorik temellerde bir eksiklik ya da yanlışlık yoktu, eksiklik metindeydi. Ölümünden az önce şunları söylüyor Troçki: “Taslak program (tamamlanmış bir metin değildir). Bu taslak program içerisinde eksikliği olan şeyler ve doğası gereği programa ait olmayan şeyler vardır diyebiliriz. Programa ait olmayan şeyler yorumlardır. Bu program sadece sloganları değil, fakat aynı zamanda yorumları ve hasımlarımıza karşı polemikleri de ihtiva etmekte. Fakat tamamlanmış bir program değil. Tamamlanmış bir program, emperyalist aşamadaki modem kapitalist toplumun teorik bir açıklamasını içermelidir. Krizin nedenleri, işsizlerin artması ve diğerleri. 38


Bu taslakta. Söz konuşu tahlili, sadece birinci bölümde, sadece kısaca özetlenmiştir. Çünkü bunlar hakkında makaleler, kitaplar falan yazmış Bulunmaktayız. Daha çoğuna ve daha iyisini yazacağız. Ama pratik amaçlar için, burada söylenenler yeterlidir. Çünkü hepimiz aynı görüşü taşıyoruz. ” (M. Yenice, Devrimci Marksizmde “Geçiş Programı” Anlayışı içinde s. 256) “Programın başlangıç kısmı da tam değildir. Birinci bölüm tam bir ifade olmaktan ziyade sadece bir çıtlatmadır. Programın son kısmı da tam değildir, çünkü o kısımda, sosyal devrimden, ayaklanma ile iktidarın ele geçirilmesinden, kapitalist toplumun diktatörlüğe, sosyalist toplumdaki diktatörlüğe dönüştürülmesinden söz etmiyoruz. Bu program okuyucuyu yalnızca kapının eşiğine kadar getirir, yani bu yönden sosyalist devrimin başlangıcına kadar ki eylem için bir programdır. Ve pratik bakış açısından şimdi en önemli olan, proletaryanın değişik tabakalarını sosyal devrime doğru nasıl yönlendirebileceğimizdir. (. . . )” (age. s. 257) İlerde yine aynı konuya değinerek şunları söylüyor: “Metinde yeterince geliştirilmemiş olan taslak programın bu kısmını biraz tartışmanın yararlı olacağı kanısındayız. Bu, metnin genel teorik kısmıdır. Son tartılmada, toplumun genel bir tahlilini içeren programın teorik kısmının bu taslakta yeterli olmadığına ve bazı kısa imalarla ikame edildiğine dikkati çekmiştim, öte yandan devrim, proletarya diktatörlüğü ve devrimden sonra toplumun inşası ile ilgili kısımları içermemektedir. Sadece geçiş dönemi kapsamıştır. ” (s. 263) Görülmektedir ki, devrimci mücadelenin akışı içinde, teorik bakımdan doğru, ama bir metin olarak mükemmel olmaktan uzak bir programla yola çıkmak gerekebilir. Çünkü savaşın gerekleri bizim mükemmel olmamızı beklemez. Dar, küçük bir sekt, bir propaganda mahfilciği olarak kalınmak istenmiyorsa; canlı bir hareket olarak varolunacaksa, o dönemin tayin edici temel sorunlarına açıklık getirmesi ve eksikliklerinin bilincinde olunması şartıyla, kimi eksik ve fazlalıkları içeren bir metin yararlı olabilir. Dördüncü Enternasyonal, Troçki’nin sözünü ettiği eksiklikleri gidermeye çalışmış mıdır? Evet. Örneğin 12 Eylül’den bir süre önce, bir kısmı Türkçe’de yayınlanan Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü başlıklı karar, Proletarya Diktatörlüğü’ne ilişkin daha somut ve ayrıntılı bir programdan başka bir şey değildir. Gerçi biz bilmiyoruz ama, herhalde bunun gibi daha bir çok örnek verilebilir. Bunlar arasında yine Troçki tarafından yazılmış, Emperyalist Savaş’la ilgili (Enternasyonal Yayınları arasında çıkmıştı) kararı da zikredebiliriz. Sonuç olarak, Program deyince, programa temel olacak teorik çözümlemelerle, o teorik çözümlemelerin sonucu olan, görevlerin bir program metni olarak formülasyonunu birbirine karıştırmamak gerekmektedir. Teorik temel sağlam olduktan sonra, metnin bazı eksiklik ve fazlalıklar -ama yanlışlıklar değil- taşımasının, bilincinde olunmak şartıyla, belirleyici bir önemi yoktur. Bu şekilde eksik ve fazlalıkları içeren bir programla işe girişmenin doğru olup olmadığı, sınıf mücadelesinin o günkü koşullarına ve ihtiyaçlarına göre belirlenebilir, 39


Ama bu eksik ve fazlalıklar, sanki o programın üstünlükleriymiş gibi ele alınır ve teorileştirilmeye çalışılırsa, bu korkunç bir yanlıştır ve sadece program metnine ilişkin değil, hatta genel anlamıyla programa ilişkin bile değil, program anlayışına ilişkin bir yanılgı ortaya çıkar. Daha sonra görüleceği gibi Türkiye’n Troçkistlerde görülen tam da budur. Böylece, kısaca ve genel olarak Program ile Program Metni. Program Eleştirisi’yle Program Metni Eleştirisi arasındaki ayrıma ve bazı sorunlara dikkati çektikten sonra, şimdi de Program Kavramı, Program’dan ne anlaşılması gerektiği sorusuna dönelim. Bunda anlaşılmadan ileriye bir adım bile atılamaz. *** Marks-Engels Alman İdeolojisi’nde şöyle yazıyorlardı: “Bize göre Komünizm ne yaratılması gereken bir durum, ne de kendisine göre düzenmek zorunda olacağı, bir ilişkidir. Biz bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen varolan öncüllerden dolarlar. ” (Seçmeler C. I. , s. 42) Bu ne demektir? Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin program, toplumun hareket yasalarından, objektif durumun tahlilinden çıkar. Biz sosyalizmi “iyi” ya da “güzel” ya da “insancıl” bir şey, daha “akli” bir düzen olduğu için değil, toplumun nesnel yasaları, gelişme düzeyi onu nesnel olarak gerekli ve mümkün kıldığı için istiyoruz. Ama diğer yandan, bizzat gerçek toplum hareketi sosyalizmi gerekli ve mümkün kıldığı içindir ki, bugünkü sistem insanlık dışı, akıl dışı, kötü, çirkin gelmektedir. Ve bu “günlük insan”ın bilincinin vardığı sosyalizm düşüncesi ile, toplumun nesnel yasalarından hareketle varılan sosyalizm düşüncesi arasında, spontane (kendiliğinden) materyalizm ve diyalektik ile, bilim ve felsefenin binlerce yıllık birikimi üzerinde varolabilen Diyalektik Materyalizm arasındaki fark kadar büyük fark vardır. Programın, toplumun objektif koşullarının tahliline dayanması gerektiği, çoğu kez, yeterince doğru olarak anlaşılmamaktadır. Dünya tarihi bakımından sübjektif bir öğe olan proletaryanın bilinç ve örgüt düzeyi, programı belirleyen bir nesnel koşulmuş gibi düşünülmektedir. Evet, küçük bir çekirdek oldukları sürece, Devrimci-Marksistlere göre, kendi dışlarındaki her şey, proletaryanın örgüt ve bilinç düzeyi; devrimci hareketin ipinde bulunduğu gelişme konağı vs. bir objektif koşul olarak ortaya çıkar. Ama, bize göre objektif koşul olanın, Dünya Tarihi’ne göğe bir sübjektif koşul olduğu unutulmamalıdır Bu nedenle, objektif koşullar arasında bir sınıflamaya gitmek, bir ayrım yapmak gerekmektedir. Troçki de bu ayrıma dikkati çekiyor: “Küçük bir azınlık olarak bizim için işçilerin haleti ruhiyesi de dahil herşey nesneldir. Fakat biz nesnel durumun programımıza dönüştürebilecek ve dönüştürülemeyecek unsurlarını tahlil 40


etmeli ve sınıflandırmalıyız. Bu nedenledir ki programın nesnel durumun temel ve istikrarlı unsurlarına ayarlandığını söylemekteyiz ve görev kitlelerin zihhiyetini bu nesnel duruma uyarlamaktır, dememizin nedeni budur. Zihniyeti uyarlamak pedagojik bir görevdir. . . Zihniyet ise eylemimizin politik alanıdır. ” (Age. , s. 269) Parti, devrimi yapabilecek kitlenin eğitilmesi için bir araçtır. Bu bakımdan, sınıfın bilinç ve örgüt düzeyi, diğer bir deyişle yığın düzeyi, programımızın değil, ama bu programım yığınlara benimsetilmesi çabasının hareket noktasını oluşturur. Bu, bir anlamda sosyal pedagoji konusudur. Yığın düzeyi, bizim, içeriğini programımızın belirlediği pratik faaliyetimizin alanını ve biçimini belirler, taktiklerimizin bir bölümünü belirler. Yığın düzeyini ve ona, o an içinde bulunduğu aşamada, uygun düşen taktikleri ve görevleri doğru ve tam alarak belirleyememek ister istemez dar bir propaganda mahfilciği, bir sekt olmakla sonuçlanır. Genel sözlere hiç de gelemeyen, son derece yaratıcı ve kıvrak bir zeka gerektiren bir alandır. Ama buna karşılık, yığın düzeyini, mücadelemizin biçimini ve alanını belirleyen bir unsur olarak değil de özünü belirleyen bir unsur olarak ele almak, hareket noktasını bir araç olarak ele almak olur ki, son duruşmada yığınların kıçına hayranlıkla bakmakla sonuçlanır. Bu yaklaşım da genellikle sendikalizm veya reformiznle son bulur. Bu konuda, Troçki, tekrar tekrar dönerek şunları söylüyor: “Bazı yoldaşlar bu program taslağının bazı bölümleri açısından Amerikan işçilerinin zihniyetine, içinde bulundukları haleti ruhiyeye yeterince uygun olmadığını söylüyorlar. Tam da burada kendimize, programın işçilerin zihniyetine mi yoksa ülkenin mevcut nesnel ekonomik ve sosyal koşullarına mı uyarlanması gerektiğini sormalıyız. En önemli soru budur. ” (age. , s. 231) “İlk olarak, işçilerin bu görevler için hazır olup olmadıkına bakmaksızın nesnel durumun ve bu durumun gerektirdiği tarihsel görevlerin acık ve dürüst bir tablosunu vermelidir. Görevlerimiz isçilerin zihniyetine bağlı değildir. Görev işçilerin bilincini geliştirmektir. ” (age. s. 234) “Marksist ya da bilimsel sosyalist olduğumuzu iddia ediyoruz ‘Bilimsel Sosyalizm gerçekte nedir? Bu şu anlama gelin parti (ki bu sosyal bilimi temsil eder) politikasını oluşturmak için her bilimde olduğu gibi nesnel olgulardan, farklı sınıfların maddi konumlarından ve karşılıklı ilişkilerden hareket eder, yoksa öznel istek, eğilim ya da haleti ruhiyelerden değil. Ancak bu yöntemle nesnel duruma tekabül eden talepleri saptayabiliriz. Ancak bundan sonra bu talepler ve sloganları kitlelerin veri olan zihniyetine uyarlayabiliriz. ” (age. , s. 247)

II. Program Anlayışında Türkiyeli Devrimci-Marksistlerin Bazı Hayati Yanılgıları “Hazmedilmeyen fikriyat temsil edilemez” (H. K. ) diye bir söz vardır. Türkiye’de de bir çok devrimci, Devrimci-Marksizme çok sorunlardan, çok farklı noktalardan hareket ederek 41


varmaktadır. Bu da olağan bir şeydir, çünkü hayatın her yerinden, her alanından sosyalizm fışkırıyor. Ama Devrimci-Marksizm’e yaklaşım, hareket noktasıyla sınırlı kaldığı sürece, Devrimci-Marksizm’in yanlış ya da yetersiz kavranılmasına yol açmaktadır. Bu tür yanlış yorumlamaların bir örneği Program konusunda görülüyor. Dördüncü Enternasyonal’in Geçiş Programı Türkiye’deki Devrimci-Marksistlerce yanlış yorumlanıyor ve sonuçta Devrimci-Marksizm’in, bir önceki bölümde ele aldığımız, programa ilişkin önermelerinin fiilen inkarına kadar varıyor. Bunu birkaç örnekle görelim. Geçiş Programı ve Devrimci-Marksistlerin program anlayışı konusunda M. Yenice tarafından yazılmış oldukça geniş bir inceleme yayınlandı. Bu kitapta birçok değerli ve doğru fikirler olmakla birlikte, temel nitelikte öylesine önemli yanlışlar, öylesine yanlış yorumlar yapılmaktadır ki, söylenen tüm sözler anlamını yitirmektedir. Devrimci Marksizm’de “Geciş Program” Anlayışı adlı bu kitabın önsözünde, kitapta program sorununun nasıl ele alındığı şöyle açıklanıyor: “(. . . ) Egemen ideolojinin nüfuzu altındaki kitlelerin günlük talepleri uğruna mücadeleden nasıl Sosyalizm için mücadeleye çekileceği sorunu“ (s. 5) “Genellikle klişeleşmiş “Bilinç götürme” ve “Parti” kavramları çerçevesinde ele alman bu soruna M. Yenice p r o g r a m a n l a y ı ş ı noktasından yaklaşıyor. Belki de ilk elde bu yaklaşım tarzı şaşırtıcı gelebilir. Ne var ki. M. Yenice’nin yazısının böyle bir şaşırtıcı etki yaratması olağandır. Çünkü Türkiye’de PROGRAM DEYİNCE İKTİDARA GELİNCE İLK ELDE YAPILACAKLARIN (veya ‘ilerici’ hükümetten talep edilenlerin) sergilendiği aşamayı (Demokratik Halk İktidarı vb. ) ve buna giderken yapılacak ittifakları tanımlayan bildirgeler, genel dünya görüşlerinin ve ilkelerinin aktarıldığa deklerasyonlar gibi kendi içinde kapalı metinler akla gelmektedir. Kuskusuz bu tür ‘programların’ KİTLELERİN BİLİNÇ DÜZEYİ ve mücadeleye çekilebilmesiyle doğrudan bir ilişkisi kurulamaz, kurulamamaktadır da. ”(s. 6. Biz majiskülledik) M. Yenice’nin kafa karışıklığı bu alıntıda açıkça görülüyor, O, reformist ya da merkezcilerin programlarına ya da program nosyonundan yoksunluklarına -ki bu ikisi de aynı şey değildir, bunları da ayırmak gerekir. M. Yenice bu ayrımı da yapmayarak kafaları iyice karıştırıyor. Oportünist ya da merkezci bir program her zaman bir program nosyonundan yoksunlukla çakışmaz. - karşı çıkıyor, ama bunu tamamen ters bir noktadan yapıyor. Dolayısıyla sonuçta, bu karşı çıkış açısını, gerçekte devrimci Marksistlerin program anlayışıyla çelişen önermelerin temeli haline getiriyor. Yukarıdaki alıntıda majisküllediğimiz sözcükler Devrimci-Marksizm’in program anlayışıyla çelişen önermelerin ifadesidir. Bu önermeler şöyle özetlenebilir: a) Devrimci-Marksist program anlayışı “iktidara gelince ilk elde yapılacakları” içermez. Devrimci-Marksist bir programda bunlar bulunmaz. b) Devrimci-Marksist program, “kitlelerin bilinç düzeyi” ile “doğrudan bir ilişki” kurar. 42


Bizim iddiamız ve yukarıdaki bölümlerde açıkladığımız odur ki; Devrimci-Marksist Program Anlayışlını ifade eder diye öne sürülen bu önermeler, onunla çelişir. Birinci önermeyi ele alalım. Devrimci-Marksist bir program “iktidara gelince ilk elde yapılacakları” içermez mi? İçerir ve de içermelidir. Geçiş Programı’nda iktidara gelince yapılacakların, proletarya diktatörlüğünün bir „model“inin bulunmadığı doğrudur. Ama bundan bunların bulunmasının yanlış olduğu sonucunu çıkarmak yanlıştır. Bizzat M. Yenice’nin kitabının arkasında yer alan Troçki’nin program üzerine konuşmalarında belirttiği gibi Geçiş Programı tamamlanmış bir program değildir. Bizzat Troçki ondaki eksiklik ve fazlalıklara dikkati çekmekte, eksiklikler arasında “proletarya diktatörlüğü ve devrimden sonra toplumun inşası ile ilgili kısımları” belirtmektedir. (Hemen belirtelim ki, bunlar program metni, olarak programın eksiklikleridir. Genel olarak program anlamında bir eksiklik söz konusu değildir, örneğin bir “İhanete Uğrayan Devrim” bir programdır bu anlamda. ) M. Yenice ise, Geçiş Programı’nda eksik olanı onun bir üstünlüğü gibi ele almakta ve Devrimci Marksizmin program anlayışının temel ilkesi düzeyine yükseltmektedir. Kaldı ki, örneğin, Dördüncü Enternasyonal’in XI. Dünya Kongresinde görüştüğü “Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü” başlıklı metin, metin olarak programdaki bu eksikliği giderme çabasından başka nedir ki? (İşin ilginç yanı, bu kararın taslağının da M. Yenice’nin kitabından önce aynı yayın evince yayınlanmış olmasıdır. ) Bu karara ilişkin olarak, XI. Dünya Kongresi’nde bizzat E. Mandel şunları söylüyor. “(. . . ) Bu nedenle IV. Enternasyonal, inatçı ve günlük bir propaganda ile ‘istediğimiz sosyalizm’ için, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki geçiş toplumu modelimiz için, Stalin ve mirasçılarının diktatörlüğünün gudubetliklerinden gündüzün geceden ayrıldığı gibi ayrılan proletarya diktatörlüğü programımız için mücadele etmek gerektiği görüsünü yeniden ortaya koyar. ”(Ne Yapmalı, sayı:1, s. 17) Demek ki, Devrimci Marksizm, iktidara gelince yapılacak olanların bir “modelini” oluşturmayı reddetmiyor, reddetmez de, reddetseydi Devrimci Marksizm olmazdı. Bu olmadan, sırf geçişsel talepler, kendi başına bir amaç anlamı kazanırdı. Devrimci Marksizm’in reddettiği, oluşturulan „model“ in toplumun objektif koşullarına ve tarihsel gelişme yasalarına uygun olmamasıdır. Devrimci Marksistler, kategorik olarak, iktidara gelince ilk elde yapılacak olanların belirlenmesine karşı çıkmazlar, tekliflerin doğru ve devrimci olup olmadığına bakarlar. Bu, mantıken de böyledir? İnsanı hayvandan, duvarcıyı arıdan ayıran, onun, yapacağını önceden kafasında tasarlamasıdır. Lenin Ne Yapmalı’da “rüya görmeliyiz” diyordu ve Martinov’un mekanik materyalizmi karşısında Pissarev’in ardına „saklanıyordu“. İktidara gelince yapılacak işlerin “rüyası” görülmeden; bir “model”i oluşturulmadan, sırf geçişsel taleplerle yetinmek ve bunu geçişsel talepler anlayışına karşıymış gibi koymak Devrimci Marksizm’i hiç anlamamak olur. Geçişsel taleplerle örgütlenen ve kapının eşiğine 43


kadar gelen kitlenin, geleceğin toplumunu, proletarya diktatörlüğün kendi iç güdüleriyle kurabileceğini sanmak olur. Bu , Tarih’in gidişinden bilinç öğesini dışlamak ya da sadece kapitalizmin yıkılışının eşiğine kadar tanımak olur. M. Yenice’nin anlayışı da son duruşmada buraya varmaktadır. Ve bu yanılgı, ilerde görüleceği üzere, minima program anlayışı ile geçiş programı anlayışı arasındaki ayrımın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır. M. Yenice’nin ikinci önermesi de yanlıştır. Devrimci-Marksist program anlayışı, program ile “kitlelerin bilinç düzeyi” arasında “doğrudan bir ilgi”, kurulmasına da karşıdır. Bu konuda, önceki bölüm sonunda Troçki’den yaptığımız alıntılar, gerekli açıklığı bol bol sağlar. M. Yenice bu “şaşırtıcı” yaklaşımını, sanki Devrimci-Marksizm’in yaklaşımı ve üstünlüğüymüş gibi koymaktadır. Yakarıdaki alıntıda, “kitlelerin günlük talepleri uğruna mücadelenin nasıl sosyalizm için mücadeleye çekileceği” sorununa “bilinç götürme” ya da “Parti” kavramları açısından değil, program açısından yaklaştığını söylemekteydi. Yanlış tam da bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Program sorununa, kitlelerin amaca nasıl kazanılacağı açısından yaklaşılamaz. Bu, bambaşka sorunları birbirine karıştırmak olur. Programa, objektif tarihsel görevler açısından, tarihsel gelişimin yasaları açısından yaklaşılabilir. Kitlelerin, günlük mücadelelerinden, sosyalizm için mücadeleye nasıl çekileceği sorunu ise, M. Yenice’nin reddetmesinin aksine olarak, taktiklerle, “Leninist örgüt Teorisi” ile ve “bilinç götürme” sorunlarıyla ilgilidir, örneğin Mandel, Leninist örgüt Teorisi adlı kitabında, parti sorununu tam da bu açıdan ele almaktadır. Bu durumda, M. Yenice, Mandel’in bu ele alışını zımnen eleştirmekte ve yanlış bulmaktadır. Evet, Mandel de yanlış olabilir, tabu değildir. Ama hiç olmazsa M. Yenice nin Mandel’in bu kitabıyla açık bir polemiğe girmesi gerekirdi. Ama burada yanlış olan Mandel değil, M. Yenice’dir. Devrimci Marksist program anlayışının böyle yanlış anlaşılmasında M. Yenice yalnız değildir. Bir başka troçkist gruptan olan S. Okan da aynı yanlış anlayışa sahip. S. Okan, “Vatan Partisi. Bir Adım İleri. . . ” (Ne Yapmalı, Sayı: 4) başlıklı yazısında, V. P. Programı’nı eleştirirken, aynen şunları yazabiliyor: “Asıl sorun da V. P. Programının, kitlelere mücadelelerinde yol gösterebilmek, yığınları iktidar mücadelesine seferber etmek, kapitalist düzeni temelinden sarsacak kitlesel talepler üretme anlayışıyla değil, parti iktidara geldiğinde neler yapılacağını açıklama amacıyla hazırlanmış olmasıdır. Dr. da bunu açıkça belirtiyor: “ ‘Vatan Partisi tüzüğü, programı, gerekçesi, yayınları ve seçim kampanyaları şu amacı güder. Halk bu gece iktidara gelse, ertesi sabah, hiç tereddüt etmeksizin halkın yapabileceği her şeyi açıkça belirtmek. Onun için, Proletarya Partisinin gerek tüzüğü, gerekse programı için Vatan Partisi Literatürünü salık veriyoruz. ’ (Anarşi Yok Büyük Derleniş, s. 21) “İşte tam bu noktada mücadelenin yaşanan andaki sorunlarından uzaklaşmayı tespit ediyoruz. Kısa bir ifadeyle, insanlık önüne geldiği sorunlara cevap arar, bunun ötesinde bir davranış. gerçek politik mücadeleci tavır değildir. Elbetteki önümüzdeki geleceğin sorunlarına, ilkesel olarak yaklaşmamız gereklidir, ancak şu da bilinir ki Marks-Engels hiç 44


bir şekilde, uğruna mücadele ettikleri sınıfsız toplumun nasıl bir yapıda olacağına dair detaylı uğraşılarda bulunmamışlardır. Devrimci Teori sınıfın mücadelesinde önündeki sorunları belirleyerek doğru bir tavır geliştirmesi için gereklidir. Önümüzde var olan somut sorunları atlayarak geleceğin şemasını teknik yönleriyle çizme çabası mücadeleye yön kazandırma yeteneğinden mahrumdur. ” (Ne Yapmalı, sayı: 4, s. 23-24) Burada da, tıpkı M. Yenice’de olduğu gibi, bir proletarya partisinin iktidara gelince yapacaklarını programlaştırmasının kategorik olarak reddedilmesiyle karşılaşıyoruz. S. Okan’ın M. Yenice’den farkı şudur ki, M. Yenice Programı kitleleri eğitme sorununa bağlarken, S. Okan bir adım daha atıp, kitlelerin veri olan bilinç ve örgüt düzeyine bağlıyor M. Yenice, hiç olmazsa geçişsel talepler çerçevesinde bilinç öğesine bir işlev tanırken, S. Okan, bunu bile reddetme mantıki sonucuna ulaşacağı bir noktaya kayıyor. Yukarıdaki cümleleri neresinden başlayıp eleştirmeli? İnsan bolluktan doğan bir sıkıntıyla karşı karşıya kalıyor. Sadece konumuz bakımından önemli olan bir kaçına değinelim. S. Okan, Marks-Engels’in, uğruna mücadele ettikleri komünist toplumun nasıl bir yapıda olacağına dair detaylı uğraşılarda bulunmadığını söylüyor. Ama bunu söylerken her şeyi de birbirine karıştırıyor. Şöyle ki: 1) S. Okan, “komünist toplum”dan söz ediyor, ama, örneğin niçin bir geçiş toplumundan, bir proletarya diktatörlüğünden söz etmiyor? Çünkü, Marks-Engels’de prolatarya diktatörlüğünün nasıl bir şey olduğu temel problemlerden biridir. 2) Marks-Engels, bir yerde, yanlış hatırlamıyorsak, geleceğin komünist toplumu için “mutfak reçeteleri” hazırlamayı reddetmişlerdir, ama onun genel karakteristiklerini açıklamayı hiç bir zaman reddetmemişlerdir. Hatta „herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“ sloganını, tam da Gotha Programı vesilesiyle açıkça formüle etmişlerdir. S. Okan, bu ayrımın üzerini örterek, kendi saçma görüşlerine Marka Engels’ten destek bulmaya çalışıyor. 3) Varsayalım ki, Marks-Engels, hayattayken, yöneticisi olduklar örgütlerin programlarına, iktidara gelince yapılacakları yazmamış olsunlar. Böyle bir eksiklik olsa bile, bundan, iktidara gelince yapılacakların programa koyulmasına Marka. Engels’in kategorik olarak karşı çıktıkları sonucu çıkmazdı. Ne Marks’ta, ne Engels’te, ne Lenin’de, ne Troçki’de ne de Mandel’de iktidara gelince yapılacakların programda olmayacağına, olmaması gerektiğine dair bir tek söz bulunamaz. Ama tam aksine yığınlarla söz ve örnek bulunabilir. Bu anlayış, herhalde bizim Türkiye’li „Devrimci-Marksistler’in Marksizm’e bir “katkı”sı olsa gerek. Eleştirel bir katkı. Ama hiç olmazsa ustaları bu hayati yanlışlarından dolayı açıkça eleştirmeleri gerekirdi, Stalin’in kendi “Tek Ülkede Sosyalizm” teorisine Lenin’den destek ararken yaptığı gibi, söylenenlerin anlamını çarpıtarak ustaların otoritesi ardıa. sığınmaları değil. 4) Kaldı ki, Marka-Engels gerek proletarya, gerek ilerici diğer sınıflar iktidara gelince neler yapılacağını ya da neler yapılması gerektiğini programlarına koymuşlardır. Komünist 45


Partisi’nin Almanya’da Talepleri (1848) böyle bir şeydi. Manifesto’nun sonundaki talepler böyledir. Keza, sağlıklarında kurulmuş diğer Marksist partilerin programlarında bu tür talepler yer alıyordu ve onlara S. Okan’ın bakış açısından hiç bir zaman bir eleştiri getirmediler. Lenin ve Troçki’nin Marksist olduğundan S. Okan’ın kuşkusu yoktur herhalde. Onlar, örneğin R. K. P. (B)’nin Devrlm’den sonra kabul edilen programında, ulaşmak istedikleri topluma dair bir taslak çizerler Ama bütün bunlar, S. Okan’a göre, Devrimci-Marksizm’le bağdaşmayan şeyler olsa gerek. S. Okan, akıl yürütmelerinde, Marks’ın, “insanlık önüne çözebileceği problemleri koyar” şeklindeki önermesinden, kendi anti-Marksist görüşlerine bir dayanak çıkardığını sanıyor. Ama bu dayanağı, ancak, bu sözün içeriğini çarpıtarak çıkarabilmektedir. Bu çarpıtma, Marks’ın “insanlık” kavramını “Yığınlar” anlamında söylediği anlamı verilerek yapılıyor. Marks’m o sözünde İnsanlık, yığınlar karşılığı olarak değil, bir bakıma Toplum anlamında kullanılmaktadır. Tarih, bir problemi, kendisini çözebilecek unsurlarla birlikte ortaya koymasına rağmen, bu problemin yığınlar tarafından kavranıp çözüme bağlanması çok gecikebilir. Örneğin, üretici güçlerin bugünkü gelişme düzeyi, sosyalist bir toplumu gerekli ve mümkün kılmaktadır. Yani, Tarih, insanlığın önüne çözebileceği bir problemi, onu çözecek unsurlarla birlikte koymuştur. Ve “insanlık” adına, proletaryanın bilinçli öncüsü, bu problemi önüne koymuştur. Ama henüz yığınlar için durum böyle olmaktan çok uzaktır. Sosyalizm, çözülebilecek bir problem olarak insanlığın önünde durmasına rağmen, yığınlar bunun bilincinde değildir. S. Okan’m yorumladığı biçimiyle Marks’ın lafı şu anlama gelir: programda sadece yığınların önlerine koyduğu problemler yer alabilir. Bu da programı, yığınların bilinç düzeyine göre belirlemek demektir. Sonuç olarak, Troçki’nin kapıdan kovduğu, Programın yığının, bilincine haleti ruhiyesine göre belirlenmeyeceği önermesi, S. Okan aracılığıyla, “insanlık” postuna bürünüp bacadan içeri girmektedir. S. Okan’ın çarpıttığa biçimiyle değil, ama tam da Marks’taki anlamıyla, Marks’ın o veciz sözü Devrimci-Marksist program anlayışının dayanması gereken temel önermedir. Biz, toplumun objektif koşullarını ve tarihsel gelişimin yasalarını niçin belirleriz? Programımızı belirlemek için? Yani Tarihin, insanlığın önüne hangi görevleri kendisini çözecek unsurlarla birlikte koyduğunu belirlemek için. Sorun ülkeler için de aynıdır. Ülkenin objektif durumu ve toplumsal gelişim. yasaları öne hangi görevleri koyuyor? Buna bakarız. Ve bunu yaparken, tamamen bilimsel kaygılarla hareket ederiz. Yığınların, tarihsel gelişim tarafından toplumun önüne koyulmuş problemi önlerine koyup koymadığına bakmayız. Önce çözülecek problem koyulur, ondan sonra, problemi çözecek tek güç olan ezilen yığınların da aynı problemi önlerine koyması için çalışılır. Ancak böyle yapılarak bilimsel sosyalist adına layık olunabilir. Kaldı ki, Geçişsel Talepler bile, kitlelerin kendiliğinden ortaya koyamayacağı, yüksek bir soyutlama düzeyiyle ulaşılmış bir sistemdir. S. Okan’ın mantığıyla , sözüm ona savunduğu Geçişsel Talepler bile, yığınların önüne koymadığı bir problemi ifade eder. S. Okan’ın 46


yaklaşımı, sadece varolan duruma tapınma, yığınların kıçına hayranlıkla bakma sonucunu verebilir. H. Kıvılcımlı, bu bakımlardan, S. Okan’dan milyon kere daha doğru bir yaklaşım içindedir. Hikmet Kıvılcımlı da, tıpkı Dördüncü Enternasyonal gibi, Devrim’i uzak bir geleceğin değil, bugünün can alıcı sorunu olarak görür. (H. Kıvılcımlı’nın bu devrim için öngördüğü program, ayrı bir sorundur. Şimdilik bu sorunu soyutlamak gerekiyor. ) Dördüncü Enternasyonal, nasıl, “ya sosyalizm ya barbarlık” diyorsa, H. Kıvılcımlı da, Türkiye için, ya V. P. Programı ya da barbarlık der. Bu yönden bir yanlış yoktur Kıvılcımlı’da. O Devrim’in önüne hiç bir zaman “demokratikleşme için acil reformlar” türünden reformist talepler koymamıştır. Ama, S. Okan, tam da hiç eleştirilemeyecek açıdan eleştirmektedir Kıvılcımlı’yı. Ve sonuçta Eleştirdiğini sandığı Kıvılcımlı’dan bile geriye düğmektedir. Devrimci Marksizm adına yapılan bu eleştiride, gerçekte, Devrimci Marksizm’in program anlayışı reddedilmektedir. V. P. Programı ve Kıvılcımlı eleştirilebilir ve eleştirilmelidir de, ama doğru olarak yapılmalıdır bu. Kıvılcımlı’nm hiç bir zaman yapmadığı düzeyde alfabetik hatalar yaparak değil; iktidara gelince yapılacak işleri programa koyduğu noktasından değil; ve o işlerin yapılmasını henüz kitlelerin önüne koyup koymadığına bakmadığı noktasından da değil, bambaşka bir noktadan, iktidara gelince yapılacak işler olarak koyulanların doğru olup olmadığı; objektif duruma ve gelişim yasalarına uyup uymadığı açısından; bu amaç ile, bu amaca ulaşmak için, kitlelerin eğitimi arasında organik bir bağ kurup kurmadığı açısından eleştirilebilir ve de eleştirilmelidir. Peki, S. Okan, niçin böyle korkunç yanlış yaklaşımlar içinde bulunmaktadır; niçin Kıvılcımlı’yı yanlış bir hareket noktasından eleştirmektedir? Bunun nedeni -sınıfsal eğilimler bir yana- Türkiye Devrimci Hareketi’nin deneylerini hor görmelerinden, onu özümlememelerindendir. Bu nedenledir ki, Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihi bakımından, en azından teorik düzeyde aşılmış olan kimi temel problemleri Troçkizm platformunda yeniden ve daha ince biçimde canlandırıyorlar. Troçkizm küçük-burjuva ve burjuva kurtlar karşısında silahsızlandırılıyor. Devrimci hareketin deneyleri hazmedilemediğinden, Troçkizm de yeterince doğru ve derin olarak hazmedilemiyor. Ve hazmedilemeyen fikriyat ta temsil edilemiyor, ya da hazmedildiği kadarıyla temsil ediliyor ama o kadarı da Troçkizm olmuyor. Doğada ontojenes-filojenes yasası vardır. Örneğin tüm tarih boyunca canlıların yaşaadığı evrim, ana rahminde yeniden yaşanır. Stalinizm’in sonuçlarının nesnel koşullar haline dönmesi, Marksizm’in olmamışa dönmesi ile birlikte, her ülkedeki devrimci hareketin, bir bakıma, Marksizm’in yüzlerce yılda kat ettiği yolu, daha kısa ama minyatür ölçülerde de olsa yeniden yaşaması gerekir. Ancak bundan sonradır ki Devrimci-Marksizmi özümleyecek ve temsil edecek bir aşamaya ulaşabilir. Hareket troçkist de doğsa bu evrimi yaşamak zorundadır. Türkiye’de troçkistlerin önemli bir bölümü bu evrimi yaşamadığı için, ve Türkiye Devrimci Hareketinin Troçkizm dışı bir biçim altında geçirdiği evrimi hor görüp özümlemedikleri için, evrimlerini tamamlayamadan ana rahminden çıkmış bir düşük gibidirler. Teorik ve Pratik kabızlık buradan doğmaktadır. Hele 47


bir de bu erken doğmuş bebelerin, “ilk doğma hakkı”na dayanarak, otoritelerini daha sonra ama hiç olmazsa gelişimini tamamlayıp normal doğmuş kardeşlerine dayattığını düşünelim. Türkiye ve Kürdistan’daki troçkist hareketlerin nasıl bir problemle karşı karşıya kaldıkları daha iyi anlaşılır. *** Önceki bölümde, Programın ne olup olmadığının ele alınması, kimi okuyuculara gereksiz gibi gelebilirdi. Ama bu bölümde somut örneklerle görülmüştür ki, Türkiye’de bulunan iki belli başlı Troçkist grup, programın ne olup ne olmadığı konusunda bile doğru bir kavrayışa sahip olmaktan uzaktır ve bu açıdan örneğin bir H. Kıvılcımlı’dan bile geridirler. Bizler program anlayışında, yani programın ne olup ne olmadığı konusunda bir anlaşma sağlamadan, genel anlamıyla dahi bir PROGRAM TARTIŞMASINA GİREMEYİZ. Girilse, bu sağırlar diyaloguna döner. Dönmese bile, diyelim ki, eleştirilen iki grup, benzer anlayışları nedeniyle anlaşmış olsalar bile, bu genel ve temel sorunda yapılan yanlış, ilerde tekrar tekrar hareketin karşısına dikilir. Bilincine varılmadıkça da, hareketi kakırdatır. Unutmayalım. Hatalardan kaçılamaz, “hatalar bizden hızlı koşarlar”. Tam da onları ektiğimizi sandığımız anda, aşılması daha da güçleşmiş bir engel olarak karşımıza dikilirler. Teorik sorunların çözülmesi hiç aceleye gelmez. Hiç bir sorun atlanmamalıdır. Acele çok daha fazla zaman ve güç kaybına yol açmaktadır. Geçici başarılar hiç gözümüzü almamalıdır. Aksi takdirde tekrar tekrar başlangıç noktasına, hatta daha gerilere düşülmektedir.

48


III. Proletarya Partisi Programının Enternasyonal Karakteri Devrimci -Marksist bir programın evrensel niteliği onun içeriğinden doğar. Toplumun objektif koşulları, sosyalizmi evrensel ölçekte bir olanak ve gereklilik olarak ortaya çıkardığı için proletaryanın programı ancak evrensel ölçekte varolabilir ve gerçekleşebilir. Tabii ki bilimsel bir program, bir “ülkü”, “yaratılacak bir durum” olmayan bir program. MarksEngels Alman İdeolojisi’nde şöyle yazıyorlardı: “Bu ‘yabancılaşma’ -açıklamamızın filozoflarca anlaşılır kalması için- doğaldır ki ancak iki p r a t i k koşulla ortadan kaldırılabilir. Yabancılaşmanın ‘katlanılmaz’ bir güç, yani kendisine karşı devrim yapılan bir güç haline gelmesi için, onun insanlık yığınını, tamamen ‘mülkiyetten yoksun’, ve aynı zamanda, gerçekten mevcut olan bir zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişki halinde bulunan bir yığın haline getirmesi gereklidir, öyle şeyler ki, her ikisi de üretici güçlerin büyük ölçüde artmasının, yani üretici güçlerin gelişmesinin yüksek bir evresini varsayarlar. Öte yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel hayat planı üzerinde değil de d ü n y a t a r i-h i p 1 a n ı ü z e r i n d e cereyan etmesini içeren gelişmesi) katiyen vazgeçilmez, önce yerine gelmesi gereken bir pratik koşuldur. Çünkü bu koşul olmadan, k ı t 1 ı k, genel bir hal alır ve g e r e k s i n m e y l e birlikte zorunlu olan için mücadele yeniden baslar ve gene kaçınılmaz olarak gene aynı eski çirkefin içine düşülür. Bu koşulun aynı şekilde, insan cinsinin evrensel ilişkileri, sadece üretici güçlerin bu evrensel gelişimi ile kurulabileceği için ve bir yandan bütün ülkelerde aynı zaman içinde “mülkiyetten yoksun” yığın olanı doğurduğu için (evrensel rekaset), sonra bütün bu ülkelerden her birini öteki ülkelerdeki alt üst oluşlara bağımlı kıldığı için de sine qua non bir pratik koşuldur. Bu koşul olmadığı takdirde 1) komünizm anvek yerel bir görüngü (pheomene) olarak var olabilir; 2) bizzat insan ilişkilerinin g ü ç l e r i e v r e n s e l, bu yüzden de katlanılamaz olan güçler olarak gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan ‘koşullar’ olarak kalırlar; ve 3) değişimlerin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır, Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların ‘ani’ ve aynı zamanda meydana gelen hareketi olarak mümkündür, bu da gene üretici güçlerin evrensel gelişmesini ve komünizme sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri varsayar. ” (Seçmeler, C. I. , s. 41-42) “Ayrıca, s a d e c e i ş ç i o l a n işçiler yığını (. . . ) d ü n y a p a z a r ı n ı varsayar; nasıl ki, bu işin geçici nitelikte olmayan kaybı, güvenli geçim kaynağı olarak kaybı, rekabetten doğan iş kaybı da dünya pazarını var sayarsa. Demek ki proletarya ancak e v r e n s e 1 t a r i h ö l ç ü s ü n d e mevcut olabilir, nasıl ki proletaryanın işi olan komünizm de, ancak, ‘tariihsel evrensel’ varlık olarak bulunabilir, kesinlikle başka türlü olamazsa. (. . . )” (age. , s. 42, 43) Açıkça görülebileceği gibi, modern sosyalizm üretici geçlerin yüksek bir gelişim seviyesini, yani üretici güçlerin “dünya tarihi” planında varolmasını varsaydığı gibi, bu tarihin öznesi olan proletarya da -ki devrimci sınıfın kendisi de en büyük üretici güçtür- ancak evrensel tarih 49


ölçüsünde varolabilir. Diğer bir deyişle, proletarya, uluslararası ölçekte tek bir sınıftır, çeşitli ulusların proletaryasının basit bir toplamı değildir. Bu ne demektir? Bu, tek ülkede sosyalizm kurulamaz demektir. Dolayısıyla, tek ülkede sosyalizm teorisini içerikçe reddetmeyen bir program bilimsel ve proleter bir program olamaz demektir. Bu temel fikir, Uluslararası Emekçiler Birliği Genel Tüzüğü’nde Marks tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olmayıp, modern toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan ve çözümü en ileri ülkelerin pratik ve teorik işbirliğine dayanan toplumsal bir sorun olduğunu gözönünde bulundurarak, bu nedenle kurulmuş bulunan Uluslar arası Emekçiler Birliği. . . ” Öyleyse, proletarya programının enternasyonal karakteri, bizzat tarihsel gelişimden, toplumun objektif koşullarından doğmaktadır. Diğer yandan, yine bu göreve bağlı olarak, görevi yapabilecek sınıfın da ancak enternasyonal ölçekte bir sınıf olmasında ifadesini bulmaktadır. Birbirinden ayrılmamakla birlikte, birincisi programın, ikincisi örgütlenmenin enternasyonal niteliğinin maddi temelini oluşturur. Proletaryanın ancak uluslararası ölçekte bir sınıf olduğu düşüncesini, daha doğrusu bu gerçekliği iyi kavramak gerekir. Türkiye proletaryası, ya da başka bir ülkenin veya ülkeler grubunun proletaryası tam anlamıyla bir sınıf değil, uluslararası ölçekte var olabilen işçi sınıfının birlikleri, parçaları, hatta zümreleridir. Yani bir ülke proletaryasının çıkarları ön plana alınarak sosyalizm amacına ulaşılamaz. Sosyalizm amacı ve o amacı gerçekleştirmekle görevli proletaryanın niteliği, parçanın bütüne tabi olmasını; genelin çıkarının aynı zamanda şu veya bu ülke proletaryasının da çıkarına uygun olduğunu varsayar. Bu nedenledir ki: “Komünistler öteki isçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar. Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bakımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme adamalarında her zaman ve her yerde, tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler. “ (Manifesto) Bu önermelerden örgütsel bir ilke de kendiliğinden çıkar. Proletaryanın genel çıkarlarını temsil eden ve savunan bir parti ancak uluslararası bir örgüt olarak varolabilir. Çünkü, proletaryanın kendisi uluslararası bir sınıf olduğu gibi, onun programı da uluslararası ölçekte gerçekleşebilir. Uluslararası görevler ise, uluslararası bir Örgüt ile başarılabilir. Demek ki, bugün gerek programının içeriğiyle, gerekse de örgütsel yapısıyla Dördüncü Enternasyonal’in proletaryaya dayanan tek uluslararası örgüt olması, onun, sosyalizmin ve sosyalizm için mücadelenin, olmazsa olmaz koşulunu yerine getiren tek örgüt olduğunu gösterir. Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinin hiç anlamadığı da budur. Ne sosyalizmin evrensel ölçüde gerçekleşebileceğini, ne de proletaryanın evrensel ölçüde bir sınıf olduğunu anlamadıklarından, parti sorununa da program sorunu gibi, uluslararası değil, ulusal ve yerel

50


ölçekte yaklaşırlar. Örgüt sorununun program sorunundan ayrılamayacağı; amacın aracı belirlediği bu noktada açıkça görülebilir. Teorik bir varsayım olarak, çeşitli gelişmeler sonucu, sosyalist amacın, genelin çıkarlarının bir tek ülkede bir tek partiye kaldığı düşünülebilir. Ama bu teknik, biçimsel bir sorun olur. O parti, gerçekten komünizm amacına bağlıysa ve dünya proletaryasının genel çıkarını her şeyin üzerinde tutuyorsa, o özünde, henüz uluslararası ölçekte yayılmamış da olsa, uluslararası bir partidir. Ve o parti bu amacına bağlı olarak, diğer ülkelerde de kendisiyle aynı program ve örgüt anlayışına sahip partiler, çekirdekler kurmayı, uluslararası bir merkez oluşturmayı, önüne en acil görevlerden biri olarak koymak zorundadır. Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci hareketleri göz önüne getirelim. Bunların hiç birisinin bir dünya partisi örgütlemek gibi bir problemi yoktur. Ördeğin bir Dev-Yol, dünyanın diğer ülkelerinde de “Dev-Yol”lar yaratmayı veya var iseler olanlarla uluslararası bir merkez örgütlemeyi önüne bir görev olarak koymuş değildir. Böyle bir problemi yoktur. Ama, işte tam da bu nedenledir ki, proleter devrimci bir hareket değildir. Bu enternasyonalizmin yokluğu, onun bilimsel sosyalist bir program ve örgüt anlayışından yoksunluğunun en esaslı kanıtlarından birini oluşturur. Bu hareketlerin hiç birisi, evrensel komünizm amacına ulaşmanın bir aracı olarak kendi ülkelerindeki mücadeleye yönelmemişlerdir, aksine, kendi ülkelerindeki, ulusal ölçekteki amaçlardan hareketle bu mücadeleye girmişlerdir. Ve enternasyonalizm olarak anlaşılan „uluslararası dayanışma“, ulusal ölçekteki amaçlara ulaşmanın bir aracı olarak görülmektedir. Ama bu hareketler, bu ulusal ölçekli program için girdikleri Mücadelede, yenilgilerden dersler çıkarıp, bilimsel (enternasyonal) bir programa dayanmaları gerektiğini anladıkları, bugünkü amaçlarının kısmi ve ütopik karakterini gördükleri, kendilerini inkar edip aştıkları ölçüde Devrimci-Marksizm’e yöneleceklerdir. Bu nedenle Stalin’in “Ulusal Sosyalizm” kavrayışıyla, bu hareketlerin kavrayışı, içerikleri bakımından aynı teorik yanlıkları içermekle birlikte, somut tarihsel anlamıyla, niteliğiyle bambaşka bir anlama sahiptir. Stalin’de “Tek Ülkede Sosyalizm”, enternasyonalizmin terk edilmesi ve Devrimci-Marksizmden uzaklaşılması anlamıma gelirken, bu hareketlerde, başlangıç noktası, doğrudan doğruya ulusal perspektif olduğundan ve Stalinizme bir tepkiden kaynaklandığından komünizm amacına, DevrimciMarksizme bir yaklaşma anlamına gelir. Bu ayrım yapılmadığı takdirde, bu hareketlerin somut tarihsel anlamı kavranamaz, dolayısıyla da devrimci hareketin içinde bulunduğu aşamayı değerlendirmede, pratik görevlerin tespitinde yanılgıya düşülür. Zaten bu nedenledir ki, Dördüncü Enternasyonal bu hareketleri “yeni kitle öncüsü” olarak tanımlamıştır. *** Proleter enternasyonalizmin temeli olan Marks-Engels’in çözümlemeleri eskimiş midir? Hayır, aksine, olaylar olumsuz yoldan da olsa, o tahlillerin doğruluğunu daha fazla kanıtlamaktadır. Zaten ustaların eserlerinin tükenmeyen ve giderek artan tazeliği de buradan kaynaklanmaktadır. 51


Ustalar, sosyalizm görevini, üretici güçlerin kapitalist ilişkilerle çelişen gelişmişlik düzeyine bağlı olarak ortaya koyuyorlardı. Bugün, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, üretici güçler 19. Yüzyıl’ın ortalarıyla kıyaslanmayacak ölçüde ileri gitmiştir. Sosyalizm için koşullar, sadece olgun değil, aşırı ölçüde olgundur ve çürümeye dönüşmektedir. 19. Yüzyıl’ın ortasında Marks-Engels tarafından yapılan, üretici güçlerin, kapitalizm çerçevesine sığmayacak ölçüde olgunlaştıkları yönündeki tespit. yapıldığı dönem için, daha sonra bizzat kendilerinin de ortaya koyduğu gibi, olgular düzeyinde henüz tam ve doğru bir tespit olmaktan uzaktı, bir öngörüydü. 1848’deki tespitin bir yanılgı olduğunu bizzat Engels Fransa’da Sınıf Savaşları’na yazdığı Giriş’te şöyle ifade eder: “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerinde iktisadi gelişme durumu, o zaman kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır. Ve Tarih, bunu, 1848’den bu yana bütün Kıta’yı kaplamış olan ve Fransa7da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son olarak da Rusya’da büyük sanayie ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren, -bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekala genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere- iktisadi devrim ile kanıtlandı. ” Ama Marks-Engels’in 1848 yılı için yanlış olan bu tespiti, 2O. Yüzyıl’ın başına gelindiğinde, kapitalizm, emperyalizm denen çürüme çağına girildiğinde doğru oldu. Ustaların yanılgısı metoda değil olaylara ilişkindi ve kendi yanılgılarını ilk önce gören de onlar oldular. 20. Yüzyıl’ın başında doğru olan, bugün çok daha doğrudur. Yeryüzünden kapitalizmin silinmesi, geleceğin bir sorunu değildir, bugünün en acil sorunudur. Üçüncü Enternasyonal de Marks-Engels’in çözümlemelerinden ve programından hareket ediyor ve bunu şöyle ifade ediyordu: “Dünya Komünist Partisi’nin, proletarya devriminin en büyük ustaları Karl Marka ve F. Engels tarafından kaleme alınan Manifesto biçimindeki programının ilanından bu yana 72 yıl geçmiş bulunuyor. (. . . ) Esasen yine de gelişim, temelde, Manifesto’da öngörülen yol doğrultusunda gerçekleşti. Belirleyici son çarpışmanın geçeceği çağa, toplumsal devrim havarilerinin bellediğinden ve dilediğinden daha geç girildi. Bizler (. . . ) kendimizi, programı 72 yıl önce ilan edilmiş davanın izleyicileri ve uygulayıcıları olarak görüyor ve bunu kabul ediyoruz. ” (K. E . Belgeler, “Komüntern Manifetosu”, 1919, s. 4/5) Daha sonra, Komüntern’in ilk dört kongresine egemen olan bu anlayış Stalinizm’in yükselişiyle yitirildi ve Marksizm’in temel önermeleri revize edildi. Ama, Troçki önderliğindeki sol Muhalefet ve Dördüncü Enternasyonal, Komüntern’in ilk dört kongresinde güttüğü davanın izleyicisi ve uygulayıcısı olarak ortaya çıktı. Bayrak yere düşmedi. Ve bu program bugün Dördüncü Enternasyonal’in de programıdır, Eğer dünyada bir Dördüncü Enternasyonal olmasa idi, veya Dördüncü Enternasyonal, daha 1848’de Marks-Engels tarafından toplumun objektif yasalarından ve çözümlemesinden çıkarılmış programı savunmasaydı, Önümüzdeki ilk görev , bu program temelinde, Marks52


Engels, Lenin ve Troçki’nin çözümlemeleri temelinde bir Dünya Partisi örgütlemek olurdu. Şükür ki, bu görev Troçki tarafından yerine getirilmiştir. Bu durum, bizlerin Program Sorununu ele alırken hareket noktamızı oluşturur. Bu Program, bizim de programımızdır. Dördüncü Enternasyonal’in bir taraftarı olduğumuz ölçüde, gerçekten devrimci, enternasyonal ve bilimsel bir programınız var demektir. Ama bu sonuç, önümüze daha başka bir görev çıkarır. Dördüncü Enternasyonal ve Programını ilke düzeyinde kabul etmek yetmez. Onu, onun programını-programımızı, kendi bölüğümüze düşen savaş alanında hakkıyla savunup uygulayabilecek düzeyde olmalıyız. Devrimcilik ve Enternasyonalizm, her durumda sürekli yeniden üretilmesi gereken bir şeydir. Hem DevrimciMarksist olduğunuzu söyleyip hem de Program, “iktidara gelince yapılacakları içermez” gibi laflar ederseniz, kabul ettiğinizi söylediğiniz programı hiç anlamamışsınız demektir. İnsanlar bazen, mide fesadı gibi “beyin fesadı”na da uğrarlar, hazmedemediklerini kusarlar. Ama düşüncelerin kusulması, öncüllerin ya da gereken sonuçların reddedilmesi biçiminde olur. *** Devrimci programın bu kabulü, Türkiye ve Kürdistan’da öncülerin sınırlarını belirlemek için yeterli midir? Hayır. Gereklidir, olmazsa olmaz şarttır ama yeterli değildir. Bu önkabulde birleşenler; keza program anlayışında da birleşenler, pekala Türkiye ve Kürdistan’a ilişkin sonuçlar bakımından ayrılabilirler. Bu ayrılıklar, son duruşmada Teorinin farklı düzeylerde hazmedilmiş ya da edilmemiş olmasından; farklı sınıfsal eğilimlerden kaynaklanır. Bu ayrılık noktalarının tartışılması içinde Devrimci Marksizm hazmedilebilir ya da kimlerin hazmedip etmediği ortaya çıkabilir. Bizler için esas problem bu noktada başlamaktadır. Yalnız, bu konuya geçmedin Önce, Program konusunda daha söylenmesi gerekenler var. Dördüncü Enternasyonal’in taraftarı olduğumuz sürece, onun temel programatik metinlerini otomatikman kabul ettiğimize göre, İlerde onun bir seksiyonu olarak, programımızda ayrıca Şunlara yer vermek gerekir mi? Bunun gereksiz olduğu düşünülebilir. Ancak Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinin içinde bulundukları gelişim aşamasından baktığımızda, program taslağımızın, en azından, bir giriş bölümünde Dünya durumunun, sosyalist devrimin acil bir gereklilik olduğunun, kurtuluşun yerel veya ulusal olamayacağının, proletarya diktatörlüğü anlayışımızın vs. özlü bir biçimde yer almasının gerekli olduğu görülür, özellikle bunlar, bizim, diğer sol hareketlerden ayrı olduğumuz noktaları öne çıkaracak, sınırları netleştirecektir. Bu aynı zamanda, Dördüncü Enternasyonale bağlılığın bir ifadesi de olacaktır. Bu konu üzerine düşünülmesi gerektiği kanısındayız. *** Proletarya, Dünya Proletaryası olarak bir sınıftır. Bu ordunun bir bölüğü olarak, Türkiye ve Kürdistan İşçilerinin görevi nedir? Kanımızca, bu soruya verilecek cevap, Türkiye ve Kürdistan Devrimci-Marksistlerinin programlarını belirlerken tayin edici bir öneme sahiptir.

53


Bu tarz bir soruya, Türkiye ye Kürdistan’daki devrimcilerin hemen hepsi şöyle bir cevap vermektedir: “Türkiye (veya Kürdistan) proletaryasının görevi, önce kendi ülkesinde devrimi başarmaktır”. Bu cevap, ilk bakışta doğru gibi görünmekle birlikte -ancak belli varsayımlara dayandığı takdirde doğru olabilir ve bu varsayımların neler olduğunu şimdi göreceğiz- doğru olmaktan uzaktır. Daha doğru bir ifadeyle, kategorik bir cevap olarak yanlıştır. Yanlıştır, çünkü, amaç, kendi ülkesinde devrimi başarmak olursa, parça bütünün önüne geçer. Kendi ülkesinde devrimi başarmak, dünya devrimine tabi bir araç olmaktan çıkar, kendi bacına bir amaç haline gelir. Türkiye proletaryasının acil görevi, Türkiye de devrimi başarmaktır biçimindeki bir formülasyon, enternasyonalizmden zerrece nasibini almamış olmanın bir ifadesidir. Herhangi bir ülke proletaryasının asli görevi, dünya proletaryasının zaferine azami ölçüde katkıda bulunmaktır, Bu iki önerme çok farklıdır. Çünkü, azami katkı, kategorik olarak değil, ama belli koşullarda kendi devrimini başarmak biçimini alabilir. Yani, kendi ülkemizde devrimi başarmak ve korumak, bizim için, salt bir amaç değil, dünya proletaryasının zafarine azami katkıda bulunmak amacına, ancak belli koşullarda hizmet eden bir araçtır. Bu amaç, (kendi ülkesinde devrim amacı), ancak, dünya proletaryasının zaferine azami katkının bir aracı oluyorsa doğru ve meşrudur. Savaşan bir orduyu düşünelim. Ancak mekanik bir görüş açısı, savaşın o müthiş diyalektiğini bilmeyen bir kimse, tek tek her birliğin zaferinin ordunun zaferini sağladığını düşünebilir. Böyle bir kavrayış, basit aritmetikten öteye gitmez. Bir artı bir, iki eder. Birliklerin zaferinin toplamı eşittir ordunun zaferi diyebilmektir. Ama savaş güzelsanatı, basit aritmetikten öte, yüce cebir gerektirir. . Ve cebirde eksi birin eksi bir ile çarpımı artı bir eder. İki eksi sayının çarpımının artı sonuç, vermesi gibi, iki yenilgiden bir zafer çıkabilir. Bir yer zayıflatılmadan başka bir yer güçlendirilemez. Savaşta sorun, nerenin zayıf tutulup nerenin güçlendirileceğindedir. Gerçek savaşta, ordunun zaferi, birçok birliğin yenilgisiyle ya da yenilgisi göze alarak sağlanabilir. Tayin edici zafer sağlamak, ancak, tayin edici olmayan birçok yenilgiyi kabullenmekle mümkün olabilir. Savaşın akışı içinde, birçok birlik, ordunun zaferi için yenilgiye terk edilebilir. Ne var ki, o birliklerin - belki yenilgiye mahkum- ama azami katkıları, diğer birliklerin zaman kazanmasını, belli bir yere yığılmasını, bir çevirme harekatını başarmasını vs. sağlayabilir. Savaşın bu cebirsel karakterinin sezilmesidir ki, burjuva ordusunda mutlak itaati kesin bir ilke düzeyine getirmiştir. Eğer ordunun genel çıkarını savunduğu kabul edilen üst komutanlığın emirlerine mutlak itaat olmazsa, her birlik, önce kendi zaferi için savaşır ve ordu sonunda mağlup olur. Sınıflar savaşında, bizlerin ordudan farklı olan yanımız, bu disiplinin, korkuya ve zora değil gönüllü adanmışlığa ve bilince dayanmasındadır. Bizler divanı harbe verilme ya da kurşuna dinilme korkusuyla değil, çıkarımızın ancak ordunun genel çıkarıyla sağlanacağı bilinciyle bu disiplin gereğini yerine getiririz. Ordular savaşında da, bir müfrezenin asli görevi, öncelikle kendi zaferini sağlamak değil, bir bütün olarak ordunun zaferine azami katkıda bulunmaktır. Ama bu katkı bir çok durumda, kendi karşısındaki düşmana karşı zafer 54


kazanmak biçimini alır. Kendi önündeki düşman birliğini yok eden bir birliğin görevi de ortadan kalkmaz. Son zafere kadar, düşmandan ele geçirdiği mevzileri korumak kadar, savaşan diğer birliklere azami katkıda bulunmakla görevlidir. Hatta savaşın akışı içinde, düşmandan ele geçmiş mevzilerin savunmasını ikinci plana itip tayin edici zaferin kazanılacağı yere güçleri yığmak, birliğin kazançlarını genel zafer için gözden çıkarmak bile söz konusu olabilir. Bütün bunlar ilke olarak reddedilemez. İşçi hareketi içinde, birçok durumlarda, tek ülkede sosyalizm yanılsamasına yol açan da, savaşın bu diyalektiğinin kavranamamasıdır Ve yine bazı durumlarda, parça-bütün ilişkisi doğru kavranmakla birlikte, güçlerin sınıf karakterinin doğru belirlenememesi veya azami katkının hangi biçimde olabileceğinin doğru tespit edilememesidir. Bir ülkedeki proletaryanın asli görevinin, dünya proleter ordusunun zaferine azami katkıda bulunmak olduğunu Lenin şöyle ifade ediyor: “Proletarya enternasyonalizmi şunları gerektirir: l) Bir ülkedeki proletarya mücadelesinin çıkarlarının, bu mücadelenin dünya ölçeninde çıkarlarına tabi kılınması; 2) Burjuvaziyi yenmekte olan ulusların, uluslararası sermayenin devrilmesi amacıyla, ulusal planda en büyük fedakarlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır olması. ” Demek ki, kendi burjuvazisini devirme görevi, dünya proletaryasının zaferine azami katkı görevinin bir biçimi olarak kavranırsa doğru olabilir. Ama devrimi yapmakla da iş bitmez, sadece bu katkının biçimi değişir ve olanakları öncesiyle kıyaslanmayacak derecede artar. Biz, dünya proletaryasının zaferine, öncesiyle kıyaslanmayacak kertede büyük katkıda bulunabilme olanağı sağlayabileceği içindir ki, kendi ülkemizde burjuvazinin devrilmesini bir temel görev olarak önümüze koyarız. Kendi kurtuluşumuz bir amaç değil -zaten böyle bir kurtuluş da mümkün değil- dünya proletaryasının kurtuluşuna hizmet için daha güçlü bir araçtır. Bu perspektifin de programınızda yer almasının büyük önemi vardır. Dünya ölçeğinde program ve görevler, Türkiye ve Kürdistan’a ilişkin programlara, böyle bir uslamlama aracılığıyla bağlanmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde, diğer devrimci hareketlerle ve işçi partileriyle sınırlarımız yeterince net olarak çizilmiş olmayacağı gibi, yerel programların, kendi başına bir amaç haline gelmesi tehlikesi artar. Hele ki bu bağlantı zincirine, kendi burjuvazimizi devirdikten sonra, çok daha fazla ihtiyaç duyacağımız kesindir. O zaman çok daha büyük ölçüde ortaya çıkabilecek olan ulusal dar görüşlülükle savaş için önceden kazanılmış önemli bir mevzi olacaktır. Türkiye gibi geri bir ülkede, proletarya, burjuvaziyi devirebilmek ve zaferini koruyabilmek için, geniş köylü yığınlarının ve küçük burjuva tabakalarının desteğine, en azından hayırhah tarafsızlığına muhtaçtır. Ama bu desteğin bir de kefareti olacaktır. Köylülük ve diğer küçükburjuva tabakalar, kendi ulusal dar görüşlülüklerini doğrudan doğruya veya proletaryanın ekonomik bakımdan üst ya da kültürel ve siyasi bakımdan geri zümreleri aracılığıyla proletarya diktatörlüğünün ve proletarya partisinin çizgisine empoze etmeye çalışacaklardır. 55


Bu ulusal dar görüşlülük, çeşitli Sovyet partilerinde yansımasını bulacaktır. Bu görüş, belki de, açıkça, “tek ülkede sosyalizm” gibi biçimlerde ortaya çıkmayacaktır, aksine, hatta en ulusalcı, dar görümlü yaklaşımlar bile, uluslararası zafere azami katkının bir yolu gibi öne sürülebilecektir. Ayrılık, -Devrimci-Marksizm’in ideolojik egemenliği ve prestijinin yüksekliği ölçüsünde- bir programatik ayrılık değil de stratejik ya da taktik bir ayrılık gibi ortaya sürülecektir. Bütün bu muhtemel tehlikelere şimdiden hazırlıklı olabilmek için, ulusal dar görüşlülüğün hareket alanını daraltmak için, Programımızı Lenin’in ifadesindekine benzer bir zincirle, uluslararası programımıza bağlamanın hayati bir önemi verdir. Elbetteki, amaç olarak azami katkı formülasyonunun, her somut durumda, bu azami katkının hangi yoldan yapılabileceğini çözüme bağladığı düşünülmemelidir. Bu mümkün de değildir. Bu, her somut durumun çözümlemesiyle ortaya çıkarılabilir. Bir yandan, dünya proletaryasının bir bölüğü olarak varolabilmek - olmayan ya da silahsız bir bölük hiç bir katkıda bulunamaz- eldeki kazançları korumak, -küçük burjuvaziden tecrit olmamak, onların proletarya diktatörlüğünü arkadan vurmasını engellemek; diğer yandan, dünya devrimine azami katkıda bulunabilmek: bu çelişkiyi her somut durumda yeniden ve yeniden çözmek gerekecektir. Ve bu da, kendi mantığı içinde, optimum kalkınma hızı, optimum katkı gibi problemleri gündeme getirecektir. Azami katkı sorunu, doğa bilimlerindekine benzeyen sorunlarla karşılaşacaktır. Örneğin bir uçağın hızı arttıkça, havanın direnci de artar, belli bir sınırdan sonra, hızda küçük bir artış, çok daha büyük enerji kayıplarını gerektirir. Proletarya da, uçağın havanın direnciyle karşılaşması gibi, küçük burjuvazinin ve hatta kendi içindeki zümrelerin direnciyle karşı karşıyadır. Onun için, kazançların kayıplara değeceği bir “optimum sürat”, bir “optimum katkı” sorunu gündeme gelecektir. Zaten bugün bile, her alanda öyledir.

IV. Geçiş Programı ve M. Yenice’nin Geçiş programı Anlayışı Önceki bölümlerde, genel olarak ve metin olarak ve anlayış olarak programın ne olduğunu, programım nelere göre belirlenmesi gerektiğini; programın ve proletaryanın enternasyonal karakterini vs. ele aldık. Şimdi programa ilişkin bu kategorik cevaplar ışığında, M. Yenice’nin Geçiş Programı Anlayışı’nı ele alacağız. Böylelikle, kimi Devrimci-Marksistlerin, program sorununa yaklaşırken, henüz en genel ve kategorik sorunlarda ne gibi yanlışlara düştüğünü, kategorik olarak program sorununa ilişkin cevapların önemini daha anlaşılır ve somut alarak gösterebileceğimizi umuyoruz. M. Yenice’nin Devrimci Marksizm’de „Geçiş Programı“ Anlayışı adlı incelemesi, program konusunda, bir Türkiyeli troçkist tarafından yazılmış en geniş ve kapsamlı incelemedir. Kitapta elbette birçok doğru görüşler yer almaktadır. Ne var ki, M. Yenice, bu çalışmasında, birçok yanlış görüşü de, hem de en temel konularda, dile getirmektedir. Ve o zaman, o doğru görüşler, yanlış görüşleri doğru gibi göstermenin aracı olmakta; yanlış görüşlerin yanlışlığını gizlemekte, dolayısıyla, kendi zıddına dönmektedirler. Böylesine temel bir sorunda, program sorununda, yanlış görüşlerin üzerine gidilmez ise, program tartışmaları, daha başından, çıkmaz bir mecraya akabilir ve kanımızca akmıştır da. 56


M. Yenice’nin, daha önce ele aldığımız, birbirinden kaynaklanan, ve diğer troçkist grupça da paylaşılan, iki temel yanılgısı vardı: 1. Program, iktidara gelince yapılacakları içermez; 2. Programı belirleyen kitlelerin bilinç düzeyidir. Peki ama bu yanlışların temelinde ne var? Bunlar daha genel hangi yanlışların üzerinde yükseliyorlar? Bu yanlışların temelinde, M. Yenice’nin, Program sorununu, bambaşka bir problematik içinde ele alması yatıyor. Şimdi bu problematiği ve adım adım yol açtığı sonuçları görelim. Daha doğrusu, önceki bölümlerde kısaca değindiğimiz bu sorunu şimdi daha geniş olarak ele alalım. M. Yenice, program sorununu, nesnel koşullar ve tarihsel gelişim yasaları problematiği içinde değil de, şu problematik içinde ele alıyor: “Egemen ideolojinin nüfuzu altındaki kitlelerin günlük talepleri uğruna mücadeleden, nasıl sosyalizm için mücadeleye çekileceği sorunu. ” Yani, M. Yenice’nin Geçiş Programı açıklamasının üzerinde yükseldiği problematik, tarihsel gelişimin toplumun önüne koyduğu görevler değil, bu tarihsel görevi yapabilecek sınıfın (kitlelerin) nasıl eğitileceği, mücadeleye çekileceği sorunudur. Gerçekte ise, bu sorun, yani sınıfın nasıl mücadeleye çekilebileceği ve eğitilebileceği sorunu, programa ilişkin bir sorun değildir, mücadele araçlarına, örgüt biçimlerine, taktiklere, sosyal pedagojiye ilişkin bir sorundur. M. Yenice, böylece, başka alanlara ilişkin sorunları program sorununa indirgemiş, ya da program sorununu tümüyle bir sosyal pedagoji sorunu haline indirgeme eğilimini dile getirmiş oluyor. M. Yenice’nin kitabının sonunda, bir ek bölüm halinde, Troçki’nin Program sorunundaki bazı konuşmaları da yer alıyor. Bu konuşmalarda bizzat Troçki, kitlelerin mücadeleye çekilmesi ve eğitimi sorununu program sorunundan ayırmaktadır. Kitlelerin mücadeleye çekilmesi ve eğitimi için, belirli koşullarda bir yol olan “İşçi Partisi” talebi için, Troçki şöyle diyor: “Bitirmezden önce, sorunun formüle edilişine bir düzeltme getirmek istiyorum. ‘işçi partisi’ talebi. geçiş programımızın bir parçası değildir. Ayrı bir noktadır. ” Nedir bu ayrı nokta? Tam da, “egemen ideolojinin nüfuzu altındaki kitlelerin, sosyalizm için mücadeleye nasıl çekileceği” sorunudur. Ve Troçki, bu sorunu, kesinlikle program sorunundan ayırıyor. M. Yenice’nin, program sorununu, başka bir problematiğin içine soktuğu, en iyi şu uzun alıntıda görülebilir. Önsöz’de şöyle yazılıyor: “Genellikle klişeleşmiş ‘bilinç götürme’ ve ‘parti’ kavramları çerçevesinde ele alınan bu soruna (Yani “kitlelerin günlük talepleri uğruna mücadeleden sosyalizm için mücadeleye nasıl çekileceği” sorunu) M. Yenice p r o g r a m a n 1 a y ı ş ı noktasından yaklaşıyor. Belki 57


de bu yaklaşım tarzı şaşırtıcı gelebilir. Ne var ki, M. Yenice’nin yazısının böyle bir şaşırtıcı etki yaratması olağandır. Çünkü Türkiye’ de program deyince iktidara gelince ilk elde yapılacakların (. . . ) sergilendiği aşamayı ( . . . ) ve buna giderken yapılan ittifakları tanımlayan bildirgeler, genel dünya görüşlerinin ve ilkelerinin aktarıldığı deklerasyonlar gibi kendi içinde kapalı metinler akla gelmektedir. Kuşkusuz bu tür ‘programların’ kitlelerin bilinç düzeyi ve mücadeleye çekilebilmesiyle doğrudan bir ilgisi kurulamaz, kurulamamaktadır da. ” (s. 6) Açıkça görülüyor ki, M. Yenice ve onun kitabına önsözü yazan, kendi program sorununu ele alışının, program sorununu içine yerleştirdiği problematiğin “klasik” ele alışla bir ilgisi olmadığının bilincindedir. Ve kendi ele alış tarzının “şaşırtıcı” olduğunu söylemektedir. İkinci olarak, Program deyince „iktidara gelince ilk elde yapılacakların“ sergilendiği metinlere karşı çıkılıyor. Bu karşı çıkışın, Devrimci-Marksizmle hiç ilgisi olmadığını daha önce göstermiştik. M. Yenice, Geçiş Programı Anlayışı’nı, klasik Marksist program anlayışının, daha somut bir ifadeyle minima program anlayışının, aşılması, ama aynı problematik çerçevesinde diyalektik inkarı olarak değil klasik program anlayışının terkedilip , başka bir problematiğe yerleştirilmesi olarak anlıyor. Temel yanılgısı tam da buradadır. Einstein bir yerde, bilimlerin ilerlemesini, bir binanın yıkılıp, yerine başka bir bina yapılmasına benzemediğini (ki bunu yazarken Newton’un teorisiyle kendi teorisini göz önüne almaktadır. Kendi teorisi, Newton fiziğini yıkıp başka bir fizik kurmaz, onu da içerir ama aşar) ama bir dağa tırmanmaya benzediğini söyler. Benzer şekilde, Devrimci Marksizm’de Minima Program’dan Geçiş Programı’na geçiş, bir binayı yıkıp yerine başka bir bina kurmaya değil, bir dağa tırmanmaya benzer. Hareket noktası aynıdır. Sadece artık daha geniş bir alan görülmektedir. M. Yenice’nin yaptığı ise, tam da bir binayı yıkıp yerine başka bir bina kurmaya benziyor. Tam da bu nedenledir ki, klasik anlayıştan bile geriye düşüyor. Bu yaklaşımının sonucu olarak, ilerde görüleceği üzere, örneğin Erfurt Programı’na yönelttiği eleştiriler, Erfurt Programı’nın objektif durumun doğru bir değerlendirilmesine ve tarihsel gelişim yasalarına uygun olup olmadığı açısından değil, program sorununu niçin kitlelerin eğitimi problematiği çerçevesine almadığa, açısındandır. Yani, M. Yenice, gerçekte MarksEngels, Lenln ve Troçki’nin program sorununu yerleştirdiği problematiği reddediyor. Ve bu yanlışını da Türkiye Devrimci Hareketindeki kimi ilkel program anlayışları, klasik program anlayışıyla aynıymış gibi koyarak örtüyor. “Buna giderken yapılacak ittifakları tanımlayan bildirgeler, genel dünya görüşlerinin ve ilkelerinin aktarıldığı deklarasyonlar“ sanki, klasik program anlayışının zorunlu bir sonucuymuş gibi koyuluyor. Bu da yanlıştır, çünkü, klasik Marksist anlayış, programın bir prensipler deklerasyonu değil, yapılacak işler planı olduğu anlayışına dayanır. Keza ittifakları, dünya görüşlerinin yeri de program değildir. Ama bunların, program anlayışınca dıştalandığını kabul etmek, hiç de programın iktidara gelince yapılacak içleri içermemesi gerektiği sorunlu sonucunu doğurmaz. 58


M. Yenice, bu saçmalıkları da sanki klasik anlayışın bir sonucuymuş gibi koyuyor. Bir görüşü onu toyca savunanlara bakarak mahkum edemezsiniz. Onun en saf, en mükemmel ifadelerini eleştirmek gerekir. Tıpkı, M. Yenice’nin “Geçiş Programı Anlayışı”na bakarak, Devrimci Marksizm’in geçiş programı anlayışının mahkum edilemeyeceği gibi. Bir kimse, bu satırların yazarı gibi, hem “klasik” anlayışa sahip olup, hem de programın bir prensipler deklerasyonu vs. olmadığını söyleyebilir. Ve soruna doğru yaklaşım da budur. M. Yenice’nin, Programın bir prensipler deklerasyonu vs, olmadığı şeklindeki haklı karsı çıkışı, somutta, daha büyük bir yanlışı gizlemenin bir aracı oluyor ve zıddına dönüyor. Ve nihayet, M. Yenice, tersinden, Mert kıptinin kendini meth ederken hırsızlıklarını anlatması gibi, gerçek Devrimci-Marksist program anlayışıyla, kitlelerin mücadeleye çekilmesi arasında doğrudan bir ilişki kurulamayacağını itiraf ediyor. Şöyle diyor: “Kuskusuz bu tür ‘programların’ (yani, bir prensipler deklerasyonu olmayan, ama iktidara gelince yapılacakları koymayı Reddetmeyen, program anlayışının; MarksEngels, Lenin, Troçki’nin anlayışının) kitlelerin bilinç düzeyi ve mücadeleye çekilebilmesiyle DOĞRUDAN BİR İLİŞKİSİ KURULAMAZ, kurulamamaktadır da. . ” (Biz majiskülledik) İşte, bizim dediğimiz de, tam tamına budur. Devrimci Marksist açıdan, program sorununun kitlelerin mücadeleye çekilmesiyle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Kendisinin söylediği gibi, yapmaya çalıştığı bu ilişkiye dayanmaktır. Program sorununda, program sorununu içine yerleştirdiğiniz problematiklerde böylesine köklü ayrılıklar varken, bırakalım bir program taslağı üzerine tartışmayı, genel olarak programın dayanmasa, ve içermesi gereken çözümlemelere bile giremeyiz. Girilirse, ayrı dillerden konuşulur; sağırlar diyalogu ortaya çıkar. Bu nedenle, program sorununu ele alırken, bu genel ve temel sorunlar üzerinde bu kadar duruyoruz. Program sorununda bu genel yanlıklar aşılmadıkça. daha ileriye bir tek adım atılamaz. Tıpkı, yanlış bir stratejinin, baştan yanlış yapılmış bir hamlenin bir seri taktik başarılarla giderilememesi, savaş boyunca bir handikap oluşturması gibi. Yanlış bir program anlayışı temelinde sağlanacak kimi başarılar. sürekli olmayacak tekrar çıkış noktasına dönülmek sorunda kalınacaktır. Ya da o yanlış görüşler, mantık sonuçlarına vardırılacak, Devrimci-Marksizm Platformu tümüyle terk edilecektir. Özetlersek, M. Yenice’nin Geçiş Programı açıklamasının, dolayısıyla, program anlayışının temel metodolojik yanılgısı, programı objektif değil, sübjektif bir anlam taşıyan öğelere dayandırmaya kalkması; kitleleri eğitme sorununu „parti“ ve „bilinç götürme“ kavramları çerçevesinde ele alacak yerde, program sorununu, kitlelerin nasıl eğitileceği problematiğine yerleştirmesidir. Ve bu genel, metodolojik yanılgı, onun tüm program anlayışı açıklamasında, her adımda karşımıza çıkmaktadır. Giderek Engels’in yanlış yorumlanmasına, hatta kimi tahrifatlara kadar varmaktadır. Şimdi bunları görelim. *** M. Yenice, “Engels ve Kautsky’de Reform ve Devrim” başlığı altında şunları yazıyor: 59


“Alman Sosyal Demokrasisi’nin Erfurt Program (1891) iki bolümden oluşmaktaydı: birinci bolüm, “Kapitaliznin. . . doğa yasalarının kesinliği ile” kaçınılmaz bir çöküş yönünde gelişmekte olduğunu belirten ve bu gelişme içinde gittikçe daha çok ezilen ixçi sınıfının yasal iktidarı alarak sosyalist dönüşümü gerçekleştidrme zorunluğuna işaret eden bir teorik giriş metniydi; ikinci bölümdeyse, o günkü toplumsal düzeyin çerçevesinde kalan ekonomik ve siyasal reformlar programı yer alıyordu. Bu programın “pratik” kısmıydı, uygulanan kısmı. “İlk bakışta (ve pratikte) programın ‘azami’ ve ‘asgari’ kısımları ararında her hangi bir bağ yoktur. Ancak daha derin bir bağ bunları birbirine bağlıyordu. Kapitalizmin ‘doğal bir zorunlulukla’, ‘kaçınılmaz bir biçimde’ ekonomik çöküşe gideceğini ve bunun sonucunda da işçi sınıfının yine doğal bir zorunlulukla yükseleceğini ve bu iki sürecin belli bir noktada (bir ekonomik bunalımda) çakışmasıyla birlikte de iktidarın el degiştireceğini ve sosyalist bir dönüşümün gerçekleşeceğini öngören determinist (ve giderek evrimci) bir toplumsal gelişme teorisi. Bu teorik şema içinde asgari programın belirttiği günlük ekonomik ve demokratik mücadelelerin işlevi, zaten kaçınılmaz olan süreci hızlandırmak olacaktı. “Bu yaklaşım Engels’in son dönem yazılarında da ve Kautsky’nin (savaştan önceki) eserlerinde açıkça ortaya konulur. (. . . )” (s. 50-51) Bu uzun alıntıda, M. Yenice’nin iki kez tekrar ettiği temel önerme şudur: Erfurt Programı, kapitalizmin doğal bir zorunlulukla ve kaçınılmaz bir biçimde çöküşe gittiği ve buna paralel olarak işçi sınıfının bilincinin de yine doğal bir zorunlulukla yükseldiği anlayışına dayanmaktadır. Bu ‘determinist’ ve ‘evrimci’ bir görüştür. (Doğrusu, ‘mekanik’ ya da ‘vülger maddeci’ olmalıydı. Terminoloji, Birikim’de ifadesini bulan merkezcilerinkini andırıyor. Zaten M. Yenice’nin kitabında Avrupa’lı merkezci teorisyenlerin etkisi birçok yerde kendini hissettiriyor. ) Bu anlayış Engels’in son dönem yazılarında da görülür. Bu önermeler ve onlardan engels’e ilişkin olarak çıkarılanlar doğru mudur?. . . Hayır!. . Ne Engels’te, ne de Erfurt programı’nda kapitalizmin doğal bir zorunlulukla öve kaçınılmaz bir biçimde çöküşe gittiği ve aynı şekilde proletaryanın bilinç ve örgüt düzeyinin de doğal bir zorunlulukla yakseleceği yolunda bir anlayış ya da ifade yoktur. Evet, Erfurt Programı’nda “Doğal bir zorunluluktan” söz edilir. Ama nerede ve nasıl? Programda bu sözlerin yer aldığı bölümü aynen aktaralım: “Burjuva toplumunun iktisadi evrimi, doğa yasalarının kesinliği ile, emekçinin kendi üretim araçlarına özel mülk olarak sahip bulunması temeline dayanan küçük işletmeyi iflasa götürür. Bu evrim emekçiyi, üretim araçlarından ayırır ve onu mülksüz proleter haline getirir. ” (s. 163) Alıntıda açıkça görüldüğü gibi “doğa yasalarının kesinliği ile” kapitalizmin çöküşünden ya da emekçilerin sınıf bilincinin yükseleceğinden değil; prekapitalist küçük mülkiyetin tasfiyesinden söz edilmektedir. Bu da yanlış değildir. Ancak “evrimci” ya da “determinist” 60


görüştekiler, küçük mülkiyetin bu doğa yasalarının kesinliği ile tasfiyesinden, kapitalizmin de aynı şekilde tasfiye olabileceği sonucunu çıkarabilirler. Ama M. Yenice’nin yaptığı bu da değildir. Açık tahrifattır. Yenice, Programın başında geçen “doğa yasalarının kesinliği ile” sözlerini almakta ve onu keyfi olarak kapitalizmin çöküşünün önüne koymaktadır. Sonra da kendi yarattığı bu saçmalığı mahkum etmekte ve bu -gerçekte olmayan- saçmalığa karşı çıkmayan Engels’i de “evrimci”, “determinist” diye damgalamaktadır. Kötü niyetten söz etmesek bile, çok dikkatsiz olduğunu söylemek zorundayız. M. Yenice’nin bu yaptığının zararı sırf kendine olsa mesele bu kadar önem taşımaz. Ama, M. Yenice, bunları, Devrimci Marksizm adına, hem de Devrimci-Marksizm hakkında bir alay yalan yanlış iftiraya dayanan peşin yargıların egemen olduğu Türkiye ve Kürdistan’ın devrimciler ortamında söyleyince çok büyük önem kazanıyor. M. Yenice, DevrimciMarksizm’i yanlış bir biçimde açıklamakta, onun doğru ve derin bir kavranışını engellemekte, Avrupalı kimi merkezci teorisyenler arasında egemen olan ve Türkiye’de Birikim’de ifadesini bulan birtakım görüşleri Devrimci-Marksizm adına piyasaya sürmektedir. Erfurt Programı’nda, M. Yenicenin iddiasının aksine, Leninist örgüt teorisine ve Ne Yapmalı’ya temel olan, proletaryaya bilincin dıştan verileceği düşüncesi de vardır. Şöyle ifade edilir: “İşçi sınıfının kapitalist sömürüye karşı mücadelesi, zorunlu olarak, siyasal bir mücadeledir. İşçi sınıfı, siyasal hakları olmadan iktisadi mücadelesini veremez, iktisadi örgütlerini geliştiremez. Bu sınıf, siyasal iktidarı almadan, topluluğun mülkiyetine geçişini gerçekleştiremez. “İşçi sınıfının bu mücadelesine bilinç ve birlik kazandırmak ve onu zorunlu hedefe yöneltmek, İşte Sosyal Demokrat Partisi’nin görevi budur. ” (s. l64) Görüldüğü gibi mekanik bir zorunluluktan değil ama, öncünün bilinçli çabasından söz edilmektedir. Erfurt Programı, M. Yenice’ninkinden bin kat daha doğru bir program anlayışına dayanmaktadır. Erfurt Programı’nda programı belirlerken, toplumun objektif durumu ve tarihsel gelişme yasalarından hareket edilmektedir. Verilen cevap yanlış bile olsaydı, sorunu koyuş doğruydu. Erfurt Programı’nda, tabiri caiz ise, proletaryanın sosyalizm mücadelesine nasıl çekileceği sorunu, “parti” ve “Bilinç götürme” kavramları çerçevesine bırakılmaktadır. Gerçekte, M. Yenice’nin Erfurt Frogramı’na (ve Engels’e) eleştirisi, yığınların devrim mücadelesine nasıl çekileceği sorunundan hareketle yaklaşmadığı açısındandır. Ama bu problematik farklılığı açıkça ortaya koymamakta, Erfurt Programı’nın ele almadığı sorunu, sanki ele almış da yanlış cevap vermiş gibi eleştirmektedir. Bu da, ister istemez, M. Yenice’yi, gerçeği tahrif etmek, programda olmayan şeyleri ona atfetmek zorunda bırakmaktadır. Yani M. Yenice, Erfurt Programı’nın dayanmadığı yığınları harekete geçirme sorununu, ele aldığını var saymakta ve giderek buna mekanik ve evrimci bir cevap verildiğini; 61


daha doğrusu, kendi problematiğinin ve ona verdiği cevabın Erfurt Programı’nda olmamasını, bu “Eksikliğin”, onun doğa yasalarının kesinliği ile kapitalizmin çöküp, işçi sınıfının bilinçleneceği düşüncesinden kaynaklandığı sonucuna ulaşmaktadır. M. Yenice’nin kafasındaki bu bağlantının aksine olarak, Erfurt Programı’nda kitlelerin sosyalist devrim mücadelesine nasıl kazanılacağı sorununa bir cevap olmamasının nedeni – daha doğru bir ifadeye programın bu soruya cevap olmamasının nedeni- mekanik evrim kavrayışı değil, bunun bir program sorunu olmadığı anlayışıdır. M. Yenice, Geçiş Programı’nın, Erfurt Programı gibi, her biri kendi başına bir ilerlemeyi ve kazanımı temsil eden programların diyalektik bir inkarı, bir aşılması olduğunu anlamamaktadır. Geçiş Programı, Minima Program anlayışını aşar. Bu demektir ki, onun kazanımlarını, doğru ve temel görüşleri içinde taşır. Yani, örneğin, programın objektif duruma ve gelişme yasalarına dayanacağı anlayışını; Erfurt programı’nın da dayandığı ve Ütopuk sosyalizmlere göre başlı başına ilerleme olan bu anlayışı reddetmez; aksine, onu kabul eder ve objektif durum ile gelişme yasalarının daha derin bir kavranışı temelinde onu aşar. Bunu sadece, yeni fenomenleri (emperyalizm gibi) tahlile konu yaparak değil, bu tahlilde kullanılan kavramsal araçları da (örneğin eşitsiz ve birleşik gelişme yasası) geliştirerek yapar. İşte, Yenice’nin ve diğer troçkist grubun anlamadığı, tam da budur. Minima ve geçiş programı anlayışını karşı karşıya koymaktır. Geçiş programı anlayışı diye, Erfurt Programı’nın –gerçek geçiş programı anlayışında da var olan- doğru hareket noktalarını inkar etmektir. Ama bu inkar, diyalektik değil, şarkkari, mekanik, tarihi kendisiyle başlatan bir inkar olmaktadır. Dolayısıyla, M. Yenice’nin anlayışı, Erfurt Programı’nın dayandığı anlayıştan bile geriye düşmektedir. Anarşistleri, küçük-burjuva devrimcilerini ya da merkezcileri Devrimci-Marksistlerden ayıran temel bir özellik, Marksistlerin, amacı yani programı, bir hareketi ya da bir siyaseti değerlendirirken temel bir sorun olarak öne çıkarmalarına karşılık, küçük burjuva devrimcilerinin, mücadele biçimlerini ya da yığınların nasıl harekete geçirileceğini ve buna verilen. cevapları öne çıkarması, bunu bir program sorunu şeklinde ele almasıdır. Bu, ilk anarşistlerden gününüzün merkezcilerine kadar, küçük burjuva devrimciliğinin ortak karakteristiğidir. Örneğin M. Çayan’ın “öncü savaş” tezleri gibi. M. Yenice de, program anlayışında bir değişiklikle bu sorunu öne çıkarmaktadır. Bu karakteristik, troçkist bir biçim altında daha ince ve karmaşık bir yoldan ortaya çıkmaktadır M. Yenice’de. M. Yenice’nin program anlayışı kabul edilirse, program diye tartışılacak olanlar, gerçekte mücadele biçimleri, kitlelerin nasıl mücadeleye çekileceği olacaktır. Ama tam da bu nedenle, temel sorun, program sorunu bilinçlerden kaçacaktır. Sınıf mücadelesi ve sınıfsal eğilimler sosyolojik bir olgudur. Yani çeşitli sınıfların eğilimleri Devrimci-Marksizm’in platformuna da yansırlar. Stalinizm’in, reformizmin veya merkezci ideolojilerin iflasıyla birlikte, Devrimci-Marksizmin yükselen prestijiyle birlikte, bu yansımanın şiddeti de artar. Kanımızca olan da budur. M. Yenice’nin anlayışı, küçük burjuva devrimciliğinin, merkezciliğin, Devrimci Marksizm platformuna yansımasından başka bir şey değildir. 62


Marksist program anlayışının gelişimi bakımından M. Yenice’nin bulunduğu yeri, yani minima program anlayışlarını aşamamasının ama reddetmesini, bir benzetmeyle açıklamaya çalışalım. Gelişim aşamaları bakımından Erfurt Programı (ya da Minima Program Anlayışı) bir balığa benzetilebilir. Geçiş Programı ise bir balinaya benzer. Balinan bir balık değil, bir memeli hayvandır, balıklığı içinde taşıyarak aşmıştır. Balıklığını, embiryonun gelişimi sırasında ana karnında yaşamıştır. Balığın diyalektik bir inkarıdır. Ama M. Yenice’nin Program Anlayışı, Balina olmadığı gibi, henüz balık bile değildir. Balina-Köpekbalığı denen bir köpek balığı türü gibidir. Köpek balıkları kıkırdaklı ve solungaçsız oldukları için, henüz tam bir balık bile sayılmaz, balıkların daha alt bir aşamasını temsil ederler. BalinaKöpekbalığı, dış görünüşü itibariyle Balinaya benzer. M. Yenice’nin program anlayışı da, dış görünüşüyle tıpkı balinaya benzer. Ama görünüşe aldanmayıp anatomisi incelenince, onun henüz, bir balık bile olmadığı görülüyor. Balina olmamıştır, çünkü balıklığın kazanımlarını reddetmektedir; görünüşü balinaya benzemektedir, çünkü böyle bir görünüm altında varlığını sürdürebilmektedir. Ama bunda bir kötü niyet aranmamalıdır. Marksizm içindeki sapmaların temelinde, elbette diğer sınıfların toplumsal varlığı ve eğilimleri vardır. Ama bu eğilimler, doğrudan doğruya ve mekanik olarak ortaya çıkmaz, bilgi sürecine ilişkin karmaşık yasalar aracılığıyla yansır. Devrimci-Marksizm’e, herkes, aynı gelişme aşamalarından geçip, aynı problemleri aşarak varmaz. Devrimci-Marksizm çağımızın sorunlarına tutarlı ve doyurucu cevaplar verir. İnsanların çoğu, bu cevap ve sonuçlardan hareketle Devrimci-Marksizmi benimser. Ama benimserken, Devrimci-Marksizmi sadece bu sonuçlara indirgeme eğilimini de beraberlerinde taşırlar, örneğin, bir Sürekli Devrim’i. bir İhanete Uğrayan Devrim’i benimsemek, Devrimcimarksist olmak için yeterliymiş gibi görünür. Evet, Devrimci-Marksizm bunları da içerir ama bunlar, aynı zamanda, Marksizmin uzun gelişiminin sonuçlarıdır da. Arada uzun ve sancılı bir gelişim vardır. Lenin’in dediği gibi, insanlığın biriktirdiği kültür ve bilim mirasını hazmetmelidir, sadece sonuçlar bellenerek komünist olunamaz. Komünizm sadece bu sonuçlara indirgenemez. Sonuçları kabul ederek gelenler, o uzun aşamaları henüz Devrimci-Marksist olmadan önce yaşamayanlar, en azından bu aşamaları, Devrimci-Marksizm çerçevesinde, daha kısa ve sancısız yoldan, tıpkı ana karnındaki bir ceninin tüm gelişim aşamalarına yeniden yaşaması gibi, yaşamalıdırlar. Bu da, Parti’nin, yeni gelenlerin eğitimi için belli bir çaba göstermesini gerektirir. Bu olmazsa, hale bu işi sistemli olarak yapacak bir parti yoksa, oportünizm ve sekterizmler, ilkellikler, yeniden ve yeniden, hızla ve bol olarak çıkar. Olan da budur. Troçki’nin, Üçüncü Entemasyonal’den ayrıldıktan sonraki konuşma, yazı ve mektuplarına baktığımızda, kendini Troçkist kabul eden, henüz sadece sonuçları benimsemiş olan unsurlara karşı, Marksizm-Leninizm’in en alfabetik, en temel yanlarını yeniden açıklama, yeniden eğitme çabalarının, onun gücünün ve zamanının esas büyük bölümünü aldığını görüyoruz. Bizzat M. Yenice’nin kitabının sonuna aldığı Troçki’nin konuşmaları bir örnektir. Troçki, o konuşmalarında, kendini Devrimci-Marksist gören militanlara, programa ilişkin alfabetik doğruları açıklar. Ama ne yazık ki, M. Yenice bile onları kavramamıştır. 63


*** Engels’in, son dönem yazılarında “evrimci”, “determinist” bir anlayışın görüldüğü yolundaki iddia da gerçeğe uymamaktadır. Aksine, Engels, ömrünün son yıllarında, ekonomik ya da mekanik materyalizme, Marks’ın öğretisinin bayağı yorumlarına kargı bir savaş açmıştır. Kendilerinin Tarihsel Maddeciliği formüle ederken, o zamana kadar hep ihmal edilmiş olan Ekonomi’ye ağırlık verdiklerini, ama somut bir tarihsel dönemi ele alırken böyle bir şeyin söz konusu olmadığını, ölümünden önce yazdığı mektuplarda sık sık belirtmiş ve bu vülger Marksizm’in politik sonuçlarına karşı da mücadelesini sürdürmeye devam etmiştir. *** Geçiş Programı, Erfurt Programını aşar dedik. Bu aşma, M. Yenice’nin dediği noktadan değil, çok başka bir noktadandır diye de ekledik. Peki, nereden aşar? Şimdi onu ele alalım. Engels, Erfurt Programlını eleştirirken, onun teorik kısmına esastan bir eleştiri getirmez, sadece o teorik kısmın ifadelerini eleştirir. Yani, Metin olarak bir eleştiri yapar. Programın, Pratik (somut talepler) kısmına da, böyle bir minima talepler sistemi olduğundan dolayı değil, ama, daha ziyade, tam anlamıyla bir Demokratik Cumhuriyeti formüle etmediği açısından karşı çıkıp. Ve Engels, hiç de, minima programda, amaçlanan demokratik cumhuriyetin bir modelinin kurulmasını eleştirmez, aksine, kendisi, tıpkı bizim proletarya diktatörlüğü modelimiz gibi, Demokratik Cumhuriyet modelini, önerileriyle birlikte eleştirisinde sunar. Peki, Engels, niçin, 1891’de, artık kapitalist bir ülke olan Almanya’da asgari program olarak, bir proletarya diktatörlüğü modeli değil de, bir demokratik cumhuriyet modeli önermektedir? Geçiş Program anlayışının, minima Program anlayışını aştığı yer bu sorunun cevabındadır. Evet, Almanya kapitalist bir ülkedir ama kapitalizm tüm olanaklarını tüketmemiştir. Engels bir iradeci değildi. Daha yıllar önce Alman İdeolojisi’nde yazdıkları gibi, sosyalizm onlar “yaratılacak bir durum” değildir. Programı objektif durumun belirleyeceği doğru anlayışından hareket etmektedir. Objektif durum ise, henüz, kapitalizmin olanaklarını tüketmediğini göstermektedir. Bu durumda acil görev olarak, sosyalist devrimi önermek, programı “yaratılacak bir durum, bir ülkü”, bir ütopya olarak anlamak olurdu. Marks-Engels ise, 1848 devriminden sonraki gelişmeleri inceleyerek, kapitalist toplumun henüz olanaklarını tüketmediği sonucuna ulaşmışlardı. “Tarih bizi ve bizim gibi düşünenlerin yanlışlığını gösterdi” diyorlardı. Peki, bu durumda, Proletarya’ya, şartlar olgun değil o güne kadar bekle mi denecekti? Bundan bu sonucu ancak vülger Marksistler çıkarabilir. Uğruna yapılacak mücadele hem proletaryayı eğitecek, hem de sosyalist devrimi daha saf ve önce önüne koymasını sağlayacak bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele, o günkü tarihsel aşamada tek doğru yaklaşımdı. M. Yenice’nin kitabının sonundaki eklerde, bizzat Troçki de bu duruma değinmektedir. “Programımız nesnel duruma nasıl ayarlanmalıdır?” sorusuna cevap verirken, şunları söylüyor Troçki: 64


“Nesnel durumdan neyi anlıyoruz. Burada sosyal bir devrim için nesnel Önkoşulları incelemeliyiz. Bu koşullar, Marks-Engels’in çalışmaları içinde açıklanmıştır ve bugün de özleri itibariyle geçerlidirler. İlkin, diyordu Marks, hiç bir toplum kendi olasılıklarını tümüyle tüketmeksizin yok olmaz. Bu neyi gösterir? Bir toplumu öznel irademizle bertaraf edemeyeceğimizi. Blankistler gibi bir ayaklanma örgütleyemeyeceğimizi gösterir. ‘Olasılıklar’ neyi ifade eder? ‘Toplumun yok olması’ nedir? “Toplum, üretici güçlerini geliştirmeye muktedir olduğu ve ulusu zenginleştirdiği sürece güçlü, istikrarlı kalır, köleci, feodal ve Kapitalist toplumlarda olan durum da budur. Burada, benim daha önce Komünist Manifesto’ya yağdığım önsözde incelediğim çok ilginç bir noktaya geliyoruz. “Yaşam süreleri boyunca Marks ve Engels bir devrim beklediler. Özellikle 1848-185O yıllarında sosyal bir devrim beklediler. Niçin? Onlar özel kara dayalı kapitalist sistemin artık üretici güçlerin gelişmesinde bir fren etkisi yaptığını söylüyorlardı. (. . . )” (S. 263-264) Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, daha sonra Engels, objektif durum hakkındaki bu yargılarının yanlış olduğunu Fransa’da Sınıf Savaşları’na Giriş’te belirtmişti. O halde, bu nesnel koşullarda, acil görev olarak proletarya diktatörlüğünü önermek, bir proletarya diktası modelini programlaştırmak, canlı bir parti yerine bir propaganda mahfilciği kurmak olurdu. Ama Proletarya, Almanya gibi bir Junkerler ülkesinde acil bir Demokratik Cumhuriyet için mücadeleye çağırılırsa, ham sosyalist devrimin doğum sancıları bir kerteye dek ılımlandırılabilirdi (Ayrıca Engels’in dediği gibi Demokratik Cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğünün Özgül bir biçimi de olabilir) hem de bu mücadele içinde proletarya eğitilip örgütlenebilirdi. İşçi sınıfı sosyalist devrim görevini en iyi ve en saf biçimiyle bir demokratik cumhuriyette önüne koyabilirdi. Ama bütün bunlar, programın objektif duruma ve nesnel gelişim yasalarına göre belirleneceği varsayımından çıkmaktadır. Geçiş Programa anlayışı ise, bu varsayımı redetmemiş, bu varsayım çerçevesinde derinleşip aşmıştır. Bu gelişme: a) Objektif durumdaki yeni koşulların tahlili; b) Bu tahlilin aracı olan kavramsal araçların geliştirilmesi ile sağlanmıştır. Şu itiraz yapılabilir: “Erfurt Programı”nın tarihi 1891’dir. Bu tarihlerde kapitalizm artık, çürüme, olanaklarını tüketme, yani emperyalizm aşamasına girmektedir. Emperyalizm’i 1900’lerde başlatsak bile, Erfurt Programı en azından 1914’e kadar, Alman Sosyal Demokrasisi için program olmaya devam etti. Yani dayandığı tespit, en azından, 1900’den beri geçersizdi. ” Bu itirazın haklı ve haksız yanları vardır. Evet, 1891’de, tekel fenomeni bir istisna olmaktan çıkmış bir kural olmaya başlamıştır. Bu bakımdan Erfurt Programı gerçek durumu yansıtmıyordu, en azından 1900’lerden sonra. Bu doğrudur. Zaten Erfurt Programı’nın olumlu niteliklerinin olumsuz niteliklere dönmesinin temelinde de bu vardır. Ama şunu da kabul etmeliyiz: bir fenomenin ortaya çıkışı ile, o fenomenin tespit edilip teorik bir açıklamasının yapılması ve bu teorinin programatik formülasyonu arasında kesin bir uyum ve zamandaşlık 65


yoktur. Daima belli bir gecikmenin olması kaçınılmazdır. Hegel’in dediği gibi, “Minerva, akşamın alaca karanlığında öter. ” Diyebiliriz ki, en azından 1900’lerden itibaren Erfurt Programı nesnel duruma uygun olmaktan çıkmıştı. Kapitalizm olanaklarını tükettiği, çürüme aşamasına geldiği halde, Erfurt Programı, sosyalist devrimi acil bir görev olarak önüne koymuyordu. Ama henüz, 189l’ler için Engels’i bu nedenle suçlamak yanlış olur. 1900’den sonra Alman Sosyal Demokrasisi’nin teorisyenleri program ile objektif durum arasındaki uyuşmazlığı gideremedikleri için eleştirilebilirler. Bu noktada, sadece teorinin olağan gecikmesi söz konusu değildir. Bu yeteneksizliğin temelinde, Marksizm’in vülger bir kavranışı ve o zamana kadar hiç hesapta olmayan işçi aristokrasisi, bürokratlaşma fenomenleri vardır. Ama her şey, anti teziyle birlikte var olur. Alman Sosyal Demokrasisi’nin devrimci kanadı bu uyumsuzluğa ve bürokratlaşmayi seziyordu ve Rosa’nın şahsında, daha sonra Üçüncü Enternasyonal’de olduğu gibi, kapitalizmin çürümüşlüğü tahlilinden hareketle Sosyalist Devrim’i acil görev olarak önüne koyuyur, Demokratik Cumhuriyet biçiminde özetlenecek eski programı terk ediyordu: “Ya Barbarlık ya Sosyalizm” ikilemini ortaya koyuyordu. Yani Marks. Engels’in sonradan terk ettikleri 1848’deki düşünceleri, 1900’den itibaren gerçek duruma uygun düşüyordu. Zaten Manifesto’nun tükenmeyen tazeliği buradan gelir. Rosa Luxemburg, daha 19l6’da Yol Ayrımında (Ya-Ya da) başlığı ile yayınlanan yazısında bu yeni değerlendirmenin, Erfurt Programı’nın diyalektik inkarı olduğunu şöyle ifade ediyordu! “Almanya’nın her yanında önemli sayıda yoldaş aşağıdaki tezleri kabul etmiştir; bunlar, Erfurt Programı’nın, uluslararası sosyalizmin bugünkü durumuna uygulanmış şeklidir. ” (“Spartakistler Ne İstiyorlar”, s. 108) Görüldüğü gibi, devrimci kanadın, Erfurt Programının dayandığı anlayışı reddetmesi değil, aşılması söz konusudur. Bu durum Rosa’nın Spartakist Birliği’nin Programı üzerine yaptığı konuşmada daha açık görülür. 31. Aralık. 1918’de A. K. P. (S. B. ) Kuruluş Kongresi’nde yaptığı “Programımız ve Siyasal Durum” başlıklı konuşmada şunları söylüyordu: “Yoldaşlar! Bugünkü asıl görevimiz programımızı tartışmak ve onaylamak. Bu görevi üstlenirken, bizi harekete geçiren, yalnızca. dün bağımsız yeni bir parti kurduğumuz ve bu partinin resmi bir programı benimsemesi gerektiği düşüncesi değil. Bugünkü tartışmanın kökeninde büyük tarihsel olaylar yatıyor. Proletaryanın Sosyal Demokrat, sosyalist programının bütünüyle yeni bir temele oturtulmasının gerekli olduğu an gelmiştir. Yoldaşlar! Böylelikle Marka ve Engels’in tam yetmiş yıl önce M a n i f e a t o ‘da dokuduğu örgüye bağlanmış oluyoruz. Bilindiği gibi. Manifesto, sosyalizmi, sosyalizmin nihai hedeflerinin gerçekleştirilmesini, proleter devriminin acil görevi olarak ele almıştı. Marks ve Engels’in 1848 Devrimi’nde savunduğu görüş buydu, ve bu, aynı zamanda, uluslararası proleter eylemin temeli olarak düşünülüyordu. Proleter hareketin bütün yönetici beyinleriyle birlikte, Marka ve Engels de, önlerinde bulunan acil görevin, Sosyalizmi başlatmak olduğuna

66


inanıyordu. Onların düşüncesine göre, gerekli olan yalnızca sosyalizmi doğrudan hayata geçirmek için, siyasi bir devrimi gerçekleştirmek ve siyasal devlet erkini ele geçirmekti “Bilindiği gibi, daha sonraları, Marka ve Engels’in kendileri bu bakış açısını esaslı bir revizyondan geçirdiler. (. . . )” Rosa, burada, yukarıda aktardığımız düşünceleri aktarır ve tekrar Manifesto’ya dönerak şunları ekler: “Gördüğümüz gibi, birkaç değişiklikle bunlar bugün karşı karşıya bulunduğumuz görevlerdir: sosyalizmin gerçekleştirilmesine geçiş. Yukarıdaki programın kaleme alındığı dönem ile bugün yaşadığımız dönem arasında yetmiş yıllık bir kapitalist gelişim yer aldi ve tarihin diyalektiği, bugün bizi Mark ve Engels’in hatalı bularak terk ettiği anlayışa geri götürdü. (. . . ) 1872’de yanlış olan bugün doğrudur ve bugün önümüzdeki görev, Marka ve Engels’in 1848’de önünde duran görevi yerine getirmektir. Ama bu gelişme evresi ve başlangıcıyla, bizim bu günkü görevlerimizi ve anlayışımız arasında yer alan yalnızca kapitalizmin değil, sosayalist İşçi hareketinin (. . . ) gelişimidir. (. . . )” (s. 133) “(. . . ) Sosyalizm tarihsel bir zorunluluk olmuştur. Sosyalizm, proletarya artık sadece kapitalist sınıf tarafından kabul ettirilen koşullar altında yaşamayı istemediği için değil, bunun ötesinde, eğer proletarya kendi sınıfsal yükümlülüklerini yerine getirmeyi ve sosyalizmi gerçekleştirmeyi başaramazsa hepimiz yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacağımız için de zorunluluk olmuştur. ” (s . 141) “İşte arkadaşlar, bugün resmen kabul ettiğimiz ve anahatlarını S p a r t a k ü s B i r 1 i g i N e İ s t i y o r adlı broşürde okuduğumuz programın dayandığı esaslar bunlar. Programımız, eski Erfurt Programının dayandığı bakış açısıyla bilinçli bir karşıtlık içindedir. Programımız, siyasal ve ekonomik mücadele için kaleme alınan acil ve sözümona asgari taleplerin, - azami program olarak bırakılan- sosyalist hedeften ayrılmasına bilinçli olarak karsı çıkmaktadır. (Erfurt Programıyla olan) bu bilinçli karşıtlık içinde, yetmiş yıllık evrimin ve her şeyden önce Dünya Savaşı’nın dolaysız sonuçlarını şilerken söyle diyoruz: Bizim için asgari ve azami program yok: sosyalizm tek ve aynı şey, bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari hedef budur. ” (s. 142) Alıntılardan açıkça görülmektedir ki, minima program ile geçiş programı, veya daha somut ifade edersek: İkinci Enternasyonal ile, ilk dört kongresince Üçüncü ve daha sonra Dördüncü Enternasyonal program anlayışları arasındaki ayrılık, ikincilerin, kitlelerin nasıl sosyalist devrim mücadelesine çekileceği sorununa göre programlarını belirleyip, birincinin (yani İkinci Enternasyonalcin) böyle bir problematiği kabul etmemesinde değildir. Karşıtlık, problematik özdeşlikten kaynaklanmaktadır. Her ikisi de objektif durumu program anlayışının temeli olarak almaktadır, karşıtlık, objektif durumum, dolayısıyla programatik sonuçların degişmesindedir. Rosa’nın sözünü ettiği sosyalist devrimin günün acil görevi olduğu gerçeği Geçiş Programında şöyle ifade edilmektedir:

67


“Proleter devriminin ekonomik önkoşulları, genelde kapitalist düzende bulanabileceği en yüksek olgunluk düzeyine erişmiştir. İnsanlığın üretici güçleri duraksamakta, yeni buluş ve teknik gelişmeler refah düzeyinin yükselmesini sağlayamamaktadır. ” “Tarihsel koşulların sosyalizm için henüz ‘olgunlasmadığına’ ilişkin lafazanlık1ar ya cehaletin ürünü, ya da bilinçli bir aldatmacadır. Proleter devrimi için gerekli nesnel önkoşullar olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur. Önümüzdeki tarihsel dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürü bir yıkım tehdidi altındadır. Şimdi artık herşey proletaryaya yani esas olarak proletaryanın devrimci öncüsüne bağlıdır. İnsanlığın tarihsel bunalımı, devrimci önderliğin bunalımına indirgenmiştir. ” Demek ki, Geçiş Programı, tıpkı Rosa’nın dediklerini demektedir ve Erfurt Programı ile karşıtlığı, program anlayışı bakımından değil, acil görevler bakımındandır. Ama Geçiş Programı’nda sadece objektif durumdaki değişmeyi tespit anlamında bir aşma yoktur, o aynı zamanda durumun çözümlemesi ve hareket yasaları bakımından daha yetkin kavramsal araçlara dayanmaktadır, özellikle eşitsiz ve kombine gelişim yasası ve sınıf içi ikincil bölünmelere ilişkin kavramlar (özellikle İşçi Devletlerinin çözümlemesi bakımından) zikredilebilir. Eşitsiz ve Kombine Gelinim Yasası’ndan çıkan Sürekli Derim kuramı ve bunun programatik sonuçları, geri ülkelere ilişkin olduğundan, bu konuyu ilerde ele almak üzere şimdilik soyutluyoruz. Diyebiliriz ki, Erfurt Programı, 1848’deki veya Emperyalizm dönemindeki gibi bir tespite dayansaydı yanlış olurdu ve o zaman Sosyal Demokrasi bir propaganda sekti olmaktan kurtulamaz, işçi kitlelerini sosyalizm için eğitemezdi. Asgari ve azami programlar arasındaki ilgiyi Erfurt Programı yok etmiyordu, bizzat tarihsel koşullar bu gerilimi yaratıyordu. Ama Sosyal Demokrasi, Emperyalizm aşamasına girildikten sonra bile eski görevlere devam edince doğru olan yanlış oldu. Bu yanlışın nedeni ise, Erfurt Programı’nın kendisi değil, işçi sınıfı içindeki tabakalaşmadır. Bütün bu bölümler boyunca, hep, Erfurt Programı’ndan söz ederken, onun doğru yorumlanıp uygulandığı varsayımıyla hareket ediyoruz. Yani, onu, “saf”, soyutlanmış haliyle ele alıyoruz; somut tarihsel sapmalardan arındırıyoruz. Onun pratikteki reddi ayrı bir konudur ve programın kendisinden kaynaklanmamaktadır. M. Yenice, bu ayrımı, bu soyutlamayı da yapmamakta, Alman Sosyal Demokrasisi’nin ve İkinci Enternasyonal’in ihanetini, daha derin ve karmaşık toplumsal süreçlerde arayacak yerde, doğrudan doğruya programda aramaktadır. Bu da oldukça idealist bir yaklaşımdır. Doğru uygulanmış ve yorumlanmış saf şekliyle asgari program anlayışı, sosyalizm için mücadeleyi bir kenara atmaz. Bizzat Engels, bu mücadelenin sosyalist bir içerikle doldurulmasına defalarca değinmiş; pratikteki bayağılaştırmalara tıpkı Rosa Luxemburg gibi birçok kereler karşı çıkmıştır. M. Yenice bunu da anlamıyor. Henüz emperyalizm aşamasına girilmeden veya emperyalizm tahlili yapılmadan önce R. Luxemburg’un, minima ve maksima programlar arasındaki ilişkiye ve gerilime dikkati çekişini yetersiz buluyor, örnekleyelim, önce Rosa’nın şu sözlerini aktarıyor: 68


“Proletaryanın zafere doğru tarihsel yürüyüşü sürecinin özelliği şudur: tarihte ilk kez halk kitleleri, bütün hakim sınıflara karşı kendi talep ve iradelerini dile getirmekteler. Ama bu irade ancak varolan toplumun dışında ve ötesinde gerçekleşebilir. Ama öte yandan, bu iradenin ancak kurulu düzene karşı günlük mücadeleler içinde, yani kurulu düzenin çerçevesi içinde gelişmesi mümkündür. . Halkın büyük kitlelerinin tüm kurulu düzenin ötesine geçen bir hedefle birleşmesi, günlük mücadelenin devrimci ayaklanmayla birleşmesi – işte Sosyal – Demokrat hareketin diyalektik çelişkisi de budur: başka bir deyişle, bu hareket, her an şu iki engelin arasından geçerek gelişmek zorundadır: bir yanda hareketin kitlesel niteliğinin yitirilmesi, öbür yanda hareketin hedefinin bir yana atılması; bir yanda bir mezhep haline gelme tehlikesi, öbür yanda bir burjuva reformist hareketine dönüşme tehlikesi. ” (s. 60) Açıktır ki burada R. Luxemburg, kafadan uydurma olmayan, gerçekte var olan bir çelişkiye dikkati çekiyor. Bu çelişki bugün de vardır. Geçiş Programı da bu çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Ama bakın M. Yenice bu alıntıdan ne sonuç çıkarıyor: “Bununla birlikte, Rosa’nın bu ilk dönemdeki tavrının yetersizliği de tam bu noktada ortaya çıkıyordu. Gerek sektarizme gerekse reformizme karşı olmak gibi bir tavır, somut taktiklere ilişkin karmaşık sorunlara tam bir cevap getirmiyordu. Luxemburg reformlar için mücadeleyle devrim arasında pratikte zorunlu bir bağ olmadığını görüyordu ama, henüz kendisi de somut, pratik bir bağ kuramıyordu. Bu yüzden yapabildiği tek şey nihai hedefin daha bir vurgulanması oluyordu sonuçta; buysa, dar propagandizmin sınırlarını pek aşmıyordu. Günlük mücadelelerin kendi başlarına sosyalist devrimin gerçekleşmesini sağlayamayacaklarını biliyor, ama somut bir strateji geliştirmediği için, tek tek her mücadelenin kendi içinde nihai hedefi ‘yansıtması’ gerekir gibi soyut bir istekle yetinmek zorunda kalıyordu. Bu yüzden, bu dönem boyunca bütün eleştirilerine rağmen, Erfurt Programı’nın iç kopukluğunu kabullenmek, programı savunmak zorunda kalmış, programın asgari kısmında yer alan reformist taktiklerin yerine yeni taktikler önermemişti. ” (s. 60) Alıntıda M. Yenice, Rosa’yı, henüz minima program anlayışını almamakla elettiriyor. Ancak M. Yenice’nin hiç anlamadığı şudur: günlük mücadele ile devrim için mücadele arasında, bizim bilincimizin dışında, gerçekte bir çelişki vardır. Bu çelişkiyi ne Erfurt Programı yaratıyordu ne de Geçiş Programı ortadan kaldırmıştır. Bu minima ve geçiş programları anlayışından ayrı, bambaşka bir sorundur. Rosa’nın tartıştığı budur. Ama M. Yenice, sorunu, sanki Rosa, onun problematiği çerçevesinde tartışıyormuş gibi ele alıp, henüz çelişkiyi çözemediği sonucuna ulaşıyor, M. Yenice, Rosa’nın düşüncesinin evrimini, Rosa’nın problematiginin değişmesi ve giderek M. Yenice’nin programa ilişkin anlayışına dönülmesi gibi ele almaktadır. Rosa’nın program sorunundaki evrimini, nesnel durumdaki değişmelerin Rosa’nın şahsındaki zihni yansımaları olarak değil, Rosa’nın anlayışının değişmesi gibi ele alıyor ve Rosa’nın kitlelerin eğitimi problemine ilişkin söylediklerini (ki Rosa’nın zihninde bu bir program sorunu değildir), onun program anlayışının değişmesinin ilkel bir aşamasını yansıttığı gibi bir sonuca ulaşıyor. Ancak Marksist öğretinin gelişimi nesnel bir gerçeklik olarak, diğer bir deyişle M. Yenice’nin zihnindeki evrimi değil, gerçekte var olan evrimi, program sorununu nesnel koşullardan, kitlelerin nasıl mücadeleye çekileceği sorununa geçiş 69


biçiminde olmamıştır. Bu M. Yenice’nin kendi kafasında yarattığı bir hayaldir. Ancak nesnel gerçeklik bu hayale uymadığından, başka sorunlara ilişkin söylenmiş şeyleri birbirine karıştırarak böyle olduğu yanılsamasına yol açmaktadır. M. Yenice, yine aynı bölümde, Rosa, somut taktiklere ilişkin tam bir cevap getiremiyor diyor. “Taktiklere ilişkin tam bir cevap”, önceden hiç bir zaman koyulamaz. Bir Marksist’ten taktiklere ilişkin önceden tam bir cevap istemek, ondan Marksizm’i terk etmesini istemekten başka bir anlama gelmez. Rosa, sonra da “taktiklere ilişkin bir cevap” vermemiştir. Örneğin “Spartakistler Ne İstiyorlar?” adlı programda da Taktiklere ilişkin tam bir cevap vermiyordu. Vermezdi ve veremezdi de. Taktikler program sorununa dahil değildir. Taktikler daima açık bırakılır. Taktikler verili durumun değişken öğelerine dayanır, program ise tabiri caizse sabit öğelerine. M. Yenice, bu itirazı ile de, taktikleri program yerine koymakta ve daha önceki yargımızı doğrulamaktadır. Son olarak tekrar belirtelim. Yukarıdaki alıntıda Rosa’nın sözünü ettiği çelişkiyi - kitlesel niteliğin ya da amacın yitirilmesi tehlikesi, hedefin kapitalizmin ötesinde olması ama kitlelerin varolan düzen içindeki mücadelelerle eğitilebileceği çelişkisi- M. Yenice’nin sandığının aksine Geçiş Programı da ortadan kaldırmaz. Bu çelişki, bir program anlayışından doğmaz, gerçekte var olan bir çelişkidir. Bu devrimi ancak yığınların yapabileceğinden ve yığınların örgütsüz, cahil -ancak somut hedeflere yönelik eylemler içinde eğitilebilir- olması niteliğinden doğar. Bu çelişkiyi, Geçiş Programı’nın kaldırmadığımın bir diğer kanıtı da, Dördüncü Enternasyonal’in de benimsediği “Propaganda Sloganı” – “Eylem Sloganı” ayrımında görülür. Eğer Geçiş Programı böyle bir çelişkiyi giderseydi, böyle bir ayrıma gerek kalmazdı. Geçişsel Talepleri de, eğer her yerde biteviye tekrarlarsanız, bir sekt olmaktan kurtulamazsınız. Zaten öyle görülüyor ki, Devrimci Marksizm7i benimseyen bir çok kişi ya da grup, bu talepleri rastgele kullanmakta ve „her derde deva ebegümeci“ gibi ele almaktadır. Bu nedenledir ki, gerçekte var olan bu çelişkinin kurbanı olmaktadırlar. En az kavranan konulardan biri de şudur. Bizim dışımızdaki nesnel gerçeklik, yani toplum, uzun birikim ve nispeten kısa devrim durumları biçiminde gelişir. Bu iki durum arasında taktiklerde köklü değişmeler gerekir. İkinci Enternasyonal kocakarıları mücadelenin birikim ve sıçrama momentlerini ayıramıyorlardı. M. Yenice de ters yoldan benzer bir yanılgıyı potansiyel olarak içinde taşıyor. İkinci Enternasyonal önderleri, kapitalizmin istikrarlı gelişim döneminde proletaryanın eğitimine ve gelişimine yararlı olan taktikleri evrenselleştirir ve tarih üstü bir yasa haline getirirken, M. Yenice, bir sıçrama döneminin - evet çağımız bir devrimler çağıdır ama, deliye her gün bayram olduğu gibi, her gün devrimci bir kabarış var demek değildirörgüt ve mücadele biçimlerini, hareketin gelişiminden doğan tüm çelişkileri ortadan kaldıran tarih üstü bir yasa haline getiriyor. *** M. Yenice Rosa’nın yukarıdaki sözlerini aktarmadan önce, F. Engels’in, Alman Sosyal Demokrasisinin oportünist yöneticilerine Rosa’nınki ayarında dahi bir eleştiri yapmadığını 70


söylüyor. İkinci Enternasyonal’in sapıtmasını, toplumsal süreçlerde değil de, Engels’in “evrimci” mantığında arıyor. Aynen şöyle yazıyor: “Nihai hedef, günlük mücadelenin yönünü belirlemeli, bu mücadelelerde cisimlenmeli, onların ‘ruhu’ ve ‘ayrılmaz bir boyutu’ olmalıdır. Rosa’nın günlük mücadeleler ve asgari taleplerle azami program arasındaki bağı ne Engels ne de Kautsky’de rastlanabilecek bir ‘acillik’le ortaya koymasını sağlayan, onlardan farklı olarak g ü n l ü k m ü c a d e 1 e n i n s ı n ı r 1 a r ı n ı kesin olarak çizebilmesiydi” (s. 58) Bu doğru değildir, aksine, Engels, tıpkı Rosa gibi ve ondan önce bu bağ konusunda çok hassastı ve her tipik sapıtmada karşı çıkmaktan geri kalmamıştı. İki örnek verelim. Engels daha 1887’de şöyle uyarıyordu: “Ve son olarak, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi şu ana kadar Almanya’da güçlü bir biçimde temsil edilmektedir. Bir yandan işçileri kendi meskenlerinin sahipleri haline dönüştürme isteğinin onlar için büyük rol oynadığı (. . . ) Katheder-Sosyalistler ve her türden yardım severler tarafından. Öte yandan, belli bir küçük-burjuva sosyalizmi, bizzat SosyalDemokrat Parti ve Reischtag Grubu saflarında bile temsil edilmektedir. Bu şöyle yapılmaktadır: modern sosyalizmin temel görevleri ve bütün üretim araçlarının toplumsal mülk haline dönüştürülmesi istemi haklı olarak kabul edilirken, bunun gerçekleşmesinin ancak uzak bir gelecekte, bütün pratik amaçlar için görünmeyecek kadar uzak bir gelecekte mümkün olduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, günümüz için, ancak toplumsal yamamaya baş vurulabilir, ve koşullar uyarınca sözde ‘emekçi sınıfların kalkındırılması’ gibi en gerici çabalara dahi sempati gösterilebilir. ” (Seçme Yapıtlar, C. II, s. 356) Yani proletaryayı sosyalist devrime hazırlama amacı terk edilmekte ve sadece kısmi reformlar bir amaç haline gelmektedir. Ve Engels, adeta bir kahin gibi, bu eğilimin ilerde dert olabileceğinden, ve ardıllarına geri döneceğinden söz etmektedir. Engels’in bu sözlerinin, Rosa’nın daha sonra söylediği ve M. Yenice’nin Engels’ten farklı imiş gibi yorumlayarak aktardığı şu sözlerden farkı yoktur: “Öyleyse, günlük mücadelelerimizde bizi sosyalist bir parti yapan şey nedir? Bu ancak, bu üç pratik mücadele ile, nihai hedefimiz arasındaki ilişki olabilir. Verdiğimiz sosyalist mücadelenin ruhunu ve içeriğini oluşturan ve onu bir sınıf mücadelesi haline getiren şey, sadece bu nihai hedeftir. Ve nihai hedefle kastettiğimiz de, geleceğin toplumuna ilişkin şu ya da bu hayal değil, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. ” (s. 58) Açıktır ki, Engels ile R. Luxemburg arasında, M. Yenice’nin yorumunun aksine, Engels aleyhine bir gerilik yoktur. Bu kadarı doyurucu olmazsa Engels’ten başka bir örnek daha verelim. Üç Zürih’linin Manifestosu’yla ilgili olarak yazdığı genelge-mektupta Engels şöyle diyor: “Programdan v a z g e ç i 1 m e y e c e k ama yalnızca belirsiz bir dönem için e r t e 1 e n e c e k t i r. İnsan bunu, gerçekten kendisi için kendi yaşamı boyunca da değil, ölümünden sonra da kuşaktan kuşağa çocuklarına torunlarına aktaracak bir şey olarak kabul ediyor. Bu sırada 71


insan ‘kendi tüm gücünü ve enerjisini’, her türlü küçük süprüntülere ve en azından burjuvaziyi ürkütmeden bir şeyler olduğu görünümünü yaratmak için kapitalist toplum düzeninin orasını burasını yamamaya harcamış oluyor. Burada, olanca gücüyle düzenbazlık yaparak, bütün içtenliğiyle 1873 iflasına katkıda bulunarak ve böylece gerçekten de mevcut düzenin yıkılması yolunda bir şeyler yaparak, gelecekteki bir kaç yüz yıl içerisinde kapitalist toplumun kaçınılmaz yıkılışına olan sarsılmaz inancını kanıtlayan ‘komünist’ Miguet’i gerçekten de övmem gerekiyor. ” (C. III, s. 110) “İşte üç Zürih sansürcüsünün programı böyle. Açıklık konusunda geriye hiç bir kuşku bırakmıyor. Hele 1848 günlerindeki bu tür lafebeliklerini tümüyle pek iyi bilen bizler için. Burada kendilerini ele veren, proletaryanın devrimci konumunun baskısıyla ‘çok ileri gidebileceği’ kuşkusuyla dolu küçük burjuvazinin temsilcisidir. Kararlı siyasal muhalefet yerine genel arabuluculuk; hükümete ve burjuvaziye karşı savaşım yerine onları kazandırmaya ve inandırmaya çabalamak; yukarıdan gelen kötü muamelelere karşı yiğitçe direnmek yerine uysalca boyun eğme ve cezanın hak edildiğini itiraf etmek. Tarihsel olarak zorunlu çatışmaların tümü yanlış olarak yorumlanmakta ve bütün tartışmalar eninde sonunda, esas noktada anlaşmış olduğumuz yolundaki güvenceyle son bulmaktadır. 1848’de burjuva demokratları olarak ortaya çıkan kimseler, şimdi pekala kendilerini sosyal demokrat olarak adlandırabiliyorlar. Birinciler için Demokratik Cumhuriyet ne kadar ulaşılmaz bir uzaklıkta ise, ikinciler için de kapitalist düzenin alaşağı edilmesi o kadar uzaktadır ve bu nedenle bugünün politikasında kesinkes önem taşımaz. ” (age. ) Bütün bu alıntılar açıkça göstermektedir ki -eğer Engels’in eserleri taranırsa daha bir çok örnek bulunabilir- Rosa ve Engels’in yaklaşımları arasında bir fark yoktur. Bu vesileyle, tekrar pahasına da olsa, M. Yenice’nin Engels’e ilişkin uslamlamalarını tekrar gözden geçirelim. M. Yenice’ye göre Engels, diyalektiği yeterince özümlememiştir ve bu yüzden de „evrimci-determinist“ bir metodolojisi vardır. Bunun sonucu olarak da, kitlelerin doğal bir zorunlulukla bilinçleneceği ve kapitalizmin yıkılacağı anlayışındaydı. Dolayısıyla da Erfurt Programı’nın minima-maksima program ayrımına karşı çıkmamıştı. Buraya kadar bu şekilde özetlenebilecek görüşlerini ele aldık. M. Yenice, bir çıkarsama daha yapıyor ve diyor ki: Engels, kaba evrimci anlayışla kapitalizmin yıkılacağını düşündüğü için, proletaryanın da barışçıl bir biçimde sosyalizme geçeceğini düşünüyormuş. Şöyle yazıyor: “Engels, bir provakasyonla kesintiye uğratılmadığı takdirde, sosyalizmin, sendikal ve parlamenter mücadele içinde ‘bir doğal süreç kadar kendilisinden, kesintisiz ve karşı konulmaz bir biçimde’ güçlenmesini bekliyordu. Buna karşılık Luxemburg ‘sosyalizm işçi sınıfının günlük mücadelesinin otomatik bir sonucu olmayacaktır’ demektedir. ” (s. 58) Halbuki Engels, 19. Yüzyıl’da ABD ve İngiltere dışında - o da belli koşullarda- hiç bir ülkede barışçıl bir devrime olanak tanımamaktadır. Hele Prusya Junkerliğinin Almanya’sında hiç. M. Yenice, makalesini sansür eden Sosyal Demokrasi liderlerini protesto eden Engels değilmiş gibi bunları yazabilmektedir. M. Yenice’nin anlamadığı şudur: Engels, o makalesinde, o günün verili koşullarında işçi sınıfının geliştirdiği taktikleri, mücadele ve örgüt biçimlerini 72


işleyip sistematize etmektedir. Yoksa, Engels’in bunlardan çıkardığı sonuç, günlük mücadelelerin otomatikman sosyalizme yol açacağı değildir. Engels, devrimci bir durumda hangi mücadele ve örgüt biçimlerinin gerektiği gibi bir sorunu açık bırakmaktadır. Sadece gelişmeleri inceleyerek, eski barikat taktiklerinin pek başarı şansı olmadığını söylemektedir. Ama Engels’in bu söylediklerinden, Proletarya’nın Reischtag’da çoğunluğu sağlayarak sosyalizme geçeceği sonucunu çıkardığı söylenemez. M. Yenice’nin Engels hakkındaki yargılarının ne kadar haksız ve gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu bir örnekle daha görelim: “Engels de, Kautsky de, k a p i t a 1 i s t ü r e t i m ilişkilerini esas olarak, belirli bir m ü l k i y e t i l i ş k i l e r i sistemi olarak, yani bir hukuksal ilişki olarak gördükleri için, çok sayıda sermaye sahibinden az sayıda kapitaliste ve oradan da tek bir kapitaliste (devlet) geçişi, kollektif mülkiyete doğru çizgisel bir hareket olarak almakaydılar. (. . . )” (s. 51) İşte bir iddia!. . Ama kanıtlanıyor mu? Hayır. Tartışılmasına bile gerek görülmüyor. Fakat oraya bir yıldız ve aşağıya da bir dip not koyulmuş. Dipnot aynen şöyle: “R. Luxemburg, bu görüşü Bernstein’da eleştirmektedir: ’Bernstein ‘kapitalist’ kavramından bir üretim kategorisini değil, mülkiyet hakkını anlamaktadır. Bernstein, kapitalist kavramını üretim ilişkilerinden mülkiyet ilişkilerine aktarmaktadır. . . ” (s. 51) Rosa’nın Bernstein’i eleştirisinin Engels’le ne ilişkisi var? Yok. Ama öyle koyulmuş ki, sanki Engels’de bu yanlış var ama, Rosa bu yanlışı Engels’in değil de Bernstein’in şahsında eleştirmiş ve bu eleştiri aynen Engels için de geçerliymiş gibi. . . Bunlar bayağı ve ucuz yöntemlerdir. M. Yenice, kendi yanlış hareket noktasının ve ondan çıkardığı sonuçların doğruluğunu kanıtlamak için her şeyi ters yüz etmekten çekinmiyor. M. Yenice’nin Engels’e ilişkin değerlendirmelerinde tarihsel gerçekleri çarpıtması ve Engels’e tamamen haksız bir temelde eleştiriler yöneltmesi bir rastlantı değildir. Engels’in bu tarz bir değerlendirilişi ile, M. Yenice’nin Program anlayışı arasımda zorunlu bir bağ vardır. *** M Yenice’nin, program sorunundaki yanlış anlayışı, onun, Rosa’-nın üstünlüklerini kavramasını da engelliyor ve o üstünlükleri henüz bir zaafmış gibi değerlendirmesine yol açıyor. Bernstein, reformizmini savunurken, Marksist kökeninin bir kalıntısı olarak, tıpkı burjuvazinin en gerici savaşları bile özgürlük adına yaptığını savunması gibi, toplumun nesnel durumuna ve objektif gelişme yasalarına dayandırmaya çalışmıştı. Yani, Bernstein, kapitalist toplumun nesnel durumu ve gelişme yasaları bir proleter devrimini gereksiz kılmaktadır demekteydi. Yani, nesnel duruma ve hareket yasalarına dayanarak açıklamaya kalkması yanlış değildi, nesnel durum ve hareket yasalarına ilişkin söyledikleri yanlıştı, dolayısıyla çıkardığı sonuçlar. Bernstein reformizminin tek devrimci eleştirisi, aksine, toplumun nesnel durumunun ve gelişme yasalarının bir proleter devrimini zorunlu kıldığı noktasından yapılabilirdi. Luxemburg’un eleştirisi de bu temeldedir. Rosa, Aşil’i topuğundan vurmuştur. 73


Ama, M. Yenice, tam da bu yerinden öldürücü vuruşu yetersiz görmekte; Rosa’nın revizyonizmi eleştirisinin henüz tamamiyle gelişmiş olmadığını söylemektedir: “Rosa Luxemburg’un ilk cevabı da, henüz Erfurt Programı’ndaki ikiliği (azami-asgari) koruduğu için, görünüşte merkez’in yaklaşımından ayrılmıyordu. İlk bakışta tek farklı yönü, Bernstein’in ekonomik iddialarını sadece Marksist teori düzeyinde değil, olgular temelinde de çürütmesi ve Marksist devlet (ve devrim) teorisini kalın çizgileriyle ama güçlü bir anlatımla yeniden ortaya koymasıydı. ” (s. 57) “O kadar ki, Luxemburg, Bernstein’in eleştirisinde, Erfurt Programı’ndaki ikiliği aşmanın ve gerçek anlamda bir geçiş programı yöntemi oluşturmanın çok yakınlarına gelmişti; (. . . )” (s. 59) “Bununla birlikte, Rosa’nın bu ilk dönemdeki tavrının yetersizliği de tam bu noktada ortaya çıkıyordu. Gerek sektarizme gerekse reformizme karşı olmak gibi fazlaca genel ve ilkesel bir tavır somut taktiklere ilişkin karmaşık sorunlara tam bir cevap getirmiyordu. ” (s. 60) Yani, Rosa’nm nesnel durum açısından, programatik açıdan Bernstein’ın reformizmini eleştirmesi yetersizmiş, çünkü taktik sorunlara “tam bir cevap” vermiyormuş. Aksine, Rosa’nm üstün yanı, tam da, “taktiklere ilişkin karmaşık sorunlara tam bir cevap” vermeye kalkmaması; reformizme programatik düzeyde karşı çıkmasıdır. Reformizmle olan ayrılığı program değil ama taktikler ve mücadele biçimleri alanında öne çıkarmak merkezcilere has bir davranıştır. M. Yenice de, Rosa’dan bunu beklemekte ve Rosa’nın programatik düzeydeki tam yerinden vuran eleştirilerini yetersiz bulmaktadır. M. Yenice, Bernstein ve sonra da Kautsky’lerin reformizmini maksima-minima programın mantıki ve tutarlı bir sonucu olarak görüyor, halbuki, bu reformizm, ortada bir „geçiş programı“ olsaydı bile gene varolurdu, görüşlerini sadece başka bir düzeyde temellendirirdi. Reformizmin kökleri maksima-minima program ayrımında değil, daha karmaşık toplumsal süreçlerdeydi. O sosyolojik bir olguydu ve hangi kavram sistemi içinde olursa olsun, kendine uygun bir ideoloji yaratırdı. Günümüzün anti-komünistleri, Euro-komünistleri ve kimi merkezcileri Stalinizmi, Leninizmin (ve özellikle de Leninist örgüt teorisinin) mantıki bir sonucu olarak görüyorlar ve göstermeye çalışıyorlar. Böylece de Lenin’i inkarın yolunu açıyorlar. Biz DevrimciMarksistler ise buna şiddetle karşı çıkıyor, aksine Stalinizmin, Leninizmin ve Leninist Örgüt teorisinin reddi olduğunu, onun kaynağında derin toplumsal süreçlerin bulunduğunu kanıtlıyoruz. M. Yenice, günümüzün anti veya Euro-komünistlerinin Lenin-Stalin ilişkisine yaklaşımlarını, Engels ile Kautsky ve Bernstein ilişkisinde tekrarlıyor. Onların özellikle örgüt teorisine ilişkin yaklaşımlarını, program anlayışı alanında tekrarlıyor. Kautsky ve Bernstein’in oportunizminin köklerinin Engels’de olduğunu ve onların meseleyi sadece mantıki sonuçlarına götürdüğünü (dolayısıyla daha da tutarlı olduklarını) demeye getiriyor. Biz ise aksini iddia ediyoruz: Kautsky ve Bernstein’in revizyonizminin kökleri Engels’de ya da Erfurt Programı’nda 74


değildir; aksine Engels’in reddiyle varolabilmişlerdir. Ortada bir çizgiyi tutarlı bir biçimde sürdürmek değil ihanet vardır. Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin temelde devrimci kararları hiç de Stalinizmin ortaya çıkışını ve ihanetini engelleyememiştir. Aynı şey İkinci Enternasyonal için de geçerlidir. İkinci ve Üçüncü Enternasyonal dönekleri arasındaki fark şuradadır, Stalinistler ilk dört kongrenin anlayışlarını ilke düzeyinde reddederek bunu yaparlarken, Kautsky’ler biçimsel olarak aynı programı kabul etmeye devam ederek ve nesnel ‘durumdaki değişmeleri gözönüne almayarak yapmışlardır. Düşünceyi belirleyen varlıktır. İkinci ve Üçüncü Enternasyonal oportünizmlerinin ekonomiye, sınıflara dayanan maddi temelleri vardır. Ama M. Yenice’nin kitabını okuduğumuzda bunu göremiyoruz. Orada varlığı belirleyen düşünce olmaktadır. İkinci Enternasyonal’in reformizmi, toplumsal temellere değil, dönüp dolaşıp minima-maksima program ayrımına, Erfurt Programı’na ve Erfurt Programı’nın kitlelerin nasıl devrim mücadelesine çekileceğini bir program sorunu olarak ortaya koymamasına bağlanmaktadır. Bunun adı da İdealizmdir. Evet, fikirler dünyasının bir bağımsızlığı ve kendi iç çelişkileriyle gelişimi vardır. Ama bu gelişim tarihsel sapmalardan soyutlanarak ele alınır. Bir diğer deyişle, Erfurt’dan Geçiş Programı’na bir gelişim çizgisi çekilebilir. Bu çizgi çekilir ve düşüncenin diyalektiği incelenirken somuttaki sapmalar soyutlanır. Biz de yukarda bunu yaptık, yapmaya çalıştık. Ama, M. Yenice, tarihsel sapmaların kendisini, düşüncelerin gelişimi gibi ele almaktadır. Eğer biz M. Yenice’nin yöntemini kendisine uygulasaydık, yani onun sapmasını, Geçiş Programı anlayışının bir gelişimi gibi ele alsaydık, aynı idealizme düşmüş olurduk. Bu konuyu bir Örnekle açıklamaya çalışalım. Örneğin, somut tarihsel sapmalardan arındırılmış biçimiyle Ricardo’nun klasik iktisadının gelişiminin mantıki devamını Marksist iktisat temsil eder. Marksist iktisat, Ricardo’nun emek-değer teorisini reddetmemiş, almış, ama onu diyalektik olarak inkar etmiş aşmıştır. Biz Ekonomi Politiğin bu gelişimini, somut toplumdaki temellerinden soyutlayarak, kavramların çelişkilerinin gelişmesi , çözülmesi biciminde de ele alabiliriz. Burada Ricardo iktisadı yerine Erfurt Programı’nı, Marksist İktisat yerine de Geçiş Programı’nı koyalım. Sonuç değişmez. Bizim yapmaya çalıştığımız ve yapılmasını önerdiğimiz budur. Ama, bir iktisat tarihçisinin çıkıp, günümüzün marjinal, vülger eklektik iktisat teorilerini, Ricardo’nun klasik teorisinin gelişiminin mantıki sonuçlarına varmasının bir ifadesi olarak ele aldığını, hele bir de bu iktisat tarihçisinin Marksist geçindiğini ve “mademki bunlar Ricardo iktisadının mantıki sonuçlarına varmış halidir, o halde sakatlık onun emek-değer teorisindedir” dediğini var sayalım. İşte M. Yenice nin program açıklamasında yaptığı tam da budur. Ama bu yaklaşım yanlıştır. Günümüz vülger ekonomisi Ricardo’ya ve onun kazanımlarına göre bir ilerlemeyi değil, gerilemeyi temsil eder. Ve bu geriye gidiş, fikirlerin diyalektiğiyle değil, burjuvazinin toplumsal konumundan hareketle: açıklanabilir. Düşünceler aleminin somut tarihteki geri dönüşleri mantıki yöntem ile açıklanamaz. Burada mantık, kavramların iç tutarsızlığı ve olaylara uygun olup olmadığını göstermek bakımından 75


kullanılabilir. Adı üstünde, mantıki yöntem, sapmalardan arındırılmış tarihsel yöntemdir. Ama M. Yenice’de sapmalara indirgenmiş bir yöntem olmaktadır. *** M. Yenice, program ve mücadele biçimleri arasındaki ayrımı bir türlü anlayamamaktadır, örneğin şöyle yazıyor: “1905 Rus devrim deneyi, Luxemburg’un Erfurt Programı’nın çerçevesinin dışına çıkmasını ve kitlelerin doğrudan eylemlerine dayanan yeni bir stratejik kavramı oluşturmasını sağladı: bir devrimci dönemin hareket biçimi olarak kitle grevleri. ” (s. 60, 6l) Kitle Grevleri bir mücadele biçimidir. Program ise mücadele biçimleri sorununu açık bırakır ve bırakmalıdır. Kitle grevlerinin bir mücadele biçimi olarak, özellikle devrim dönemlerindeki rolünü ve önemini kavramak başka şeydir, Program başka şeydir. Kitle grevlerini kabul etmenin Erfurt Programı’yla ya da Minima Program anlayışıyla çelişen; onun “çerçevesinin dışına” çıkmayı gerektiren bir yanı yoktur. Rosa, Erfurt Programı’nın aşılmasını, kitle grevleri yani mücadele biçimlerinden hareketle ele almamıştır; nesnel durumdaki değişmeden hareketle ele almıştır. M. Yenice ise, bu iki sorunu karıştırıyor ve Rosa’nın kitle grevlerinin rolünü incelemesini sanki minima program anlayışının dışına çıkmakmış gibi yorumluyor. Yine aynı sorunla karşı karşıyayız: Kitlelerin eğitimi, mücadele biçimleri sorunlarını bir program sorunu olarak ele almak. Tekrar edelim, mantıki olarak, Erfurt Programı, iktidar mücadelesi için genel grev, silahlı ayaklanma gibi mücadele biçimlerinin reddedilmesini gerektirmez. Ama somut tarihte böyle olması, Erfurt Programı’na dayanan Alman Sosyal Demokrasisi’nin bu mücadele biçimlerini reddetmesi, sanki ikisi arasında zorunlu bir bağ varmış gibi görünmesine yol açıyor. Unutmayalım Rosa da o sosyal demokrasinin bir kanadını oluşturuyor ve en azından 1914’e kadar Erfurt Programı’nı benimsiyordu ve bu durum, onun, diğerlerinden farklı olarak, kitlelerin bir devrim döneminde nasıl eğitileceği sorununu incelemesini; devrimci mücadele biçimlerine başvurmasını engellemiyordu. Tutarlı olan Rosa mıydı yoksa diğer oportünist önderler mi? M. Yenice’ye göre ikinciler. Gerçekte, M. Yenice, ne kadar karşı görünürse görünsün, Erfurt’u tıpkı Sosyal Demokrasi’nin oportünist önderleri gibi yorumluyor. Örneğin şunları yazıyor: “Luxemburg’un ‘kitle grevi’ kavramıyla birlikte oluşturduğu stratejinin temelinde şu yatmaktadır, nesnel olarak patlamalara ve gebe bir durumda (. . . ) devrimci örgüt, devrimin öznel koşullarını hazırlamaya geçmelidir. Bu da ancak sendikal ve parlamenter başarıların sınıf bilincini otomatik olarak güçlendireceği ve sosyalizmin kendisini de otomatik olarak yaklaştıracağı yolundaki Erfurtçu anlayışı bir yana atmakla mümkündür. ” Erfurt Programı “sendikal ve parlamenter başarıların otomatik olarak sınıf bilincini güçlendireceği sosyalizmin kendisini otomatik olarak yaklaştıracağı” yolunda bir anlayışı dile getirmiyordu. Erfurt ‘u böyle yorumlamak, onu Engels ya da Rosa gibi değil de, tam İkinci Enternasyonal’in oportünist yöneticileri gibi yorumlamak olur. Kimi yöneticiler onu öyle 76


yorumladı ve uyguladıysa, Erfurt’u kendisinde olmayan bir anlayışla eleştirmek hatalıdır. Bu problem, yani kitlelerin devrimci veya devrimci olmayan bir durumda nasıl eğitileceği sorunu Erfurt’un kapsamına bile girmemektedir. M. Yenice ise, kapsamındaymış ve yanlış bir cevap veriliyormuş gibi ele alıyor. Gerçekte esas yanlış olan, bu problemi bir programın kapsamına sokma, programın özü olarak görme çabasıdır. M. Yenice, Rosa’nın iki ayrı sorundaki evrimini birbirine karıştırıyor, ^osa’nın bu konulardaki evrimi aşağı yukarı şöyle bir yol izler: l) Mücadele Biçimleri ve Kitlelerin Eğitimi Sorunu: Sosyal Demokrasi’nin oportünist önderleri, Marksist geleneğin bir kalıntısı olarak, ilke düzeyinde tüm mücadele biçimlerini kabul ederler ama pratikte parlamenter-sendikal örgüt ve mücadele biçimlerinin dışına çıkmazlar. Rosa ise, bir devrimci olarak, özellikle devrim dönemlerine ilişkin mücadele biçimlerini önerir, uygulamaya çalışır. Bunların kitlelerin eğitimi bakımından önemini inceler. Rosa henüz Erfurt’u reddetmemekte, aksine oportünist yöneticilerin onu pratikte reddettiğini göstermektedir. 2) Program Sorunu: Oportünist önderler Erfurt’u bile reddedip, öncüllerine dönerken, Rosa, kapitalizmin ölüm çağına geldiği noktasından hareketle Proletarya Diktatörlüğünü acil görev olarak öne koyar Demokratik Cumhuriyet şeklindeki eski programı reddeder. 3) Sentez: Nesnel durumdan hareketle sosyalist devrimin acil bir görev olarak belirlenmesi ve proleter devrim deneylerinden çıkan yasalar ışığında, hem sosyalizmi kurmanın hem de sosyalist devrim için kitleleri eğitmenin bir aracı olan örgüt ve mücadele biçimlerinin, nesnel durumdan çıkan bir görevin fonksiyonu olarak programa girmesi. M. Yenice’ye göre ise evrim şöyledir. 1) Erfurt, kitlelerin nasıl eğitileceği problemini programa koymamıştır. (Daha doğrusu buna mekanik ve evrimci bir cevap verildiğini söylüyor, Erfurt’un bu probleme dayanmadığını görmüyor) Temel yanlış buradadır. 2) Rosa, bu sorunu özellikle 1905’den sonra incelemeye başlar. 3) Sonunda bu problemden hareketle Erfurt’u reddeder. Yani Rosa’nın evrimi, yeni koşulların daha doğru bir tahlili temelinde Erfurt’un aşılması çizgisini değil de, Erfurt’un, ya da Marksist bir programın, problematiğinin terkedilerek, kitlelerin nasıl eğitileceği sorununu bir program sorunu olarak koyma çizgisini izler. M. Yenice’nin Program Anlayışı’na ilişkin bu kadar eleştiri ve örnek yeter. Sanırız onun temel yanlışını birçok tekrarlar pahasına gösterebildik. Daha ileri bir adım atabilmek için bu gerekliydi. 31 Mart (1982) Niğde Kapalı Cezaevi 77


(06 Aral覺k 2004 Pazartesi tarihinde dijitalize edildi. D. K. )

78


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.