Demir Küçükaydın Göçmenler Siyahlar ve Irkçılık Üzerine 1
Yayınları
Göçmenler, Siyahlar ve Irkçılık Üzerine Demir Küçükaydın Birinci Sürüm Mart 2013
Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
2
Göçmenler Hareketi, Siyah Hareketi ve Irkçılık ÜzerineYazılar
İçindekiler
BİRİNCİ BÖLÜM
5
BİR GÖÇMENLER HAREKETİNDE DEVRİMCİ VE SOSYALİST BİR KANAT İÇİN
5
“Hamburg Dersleri”ne Önsöz
5
Bir Göçmen Hareketinin Başarı İçin İzlemesi Gereken Program ve Strateji Üzerine Tezler
15
"ÇİFTE VATANDAŞLIK" PAROLASINA VE GÜNDEMİNE REDDİYE
19
“KÜLTÜREL ÖZERKLİK” TARTIŞMALARI VE LENİN
25
GÖÇMENLERİN BİR AZINLIK OLARAK TALEPLERİ NE OLMALIDIR?
37
“Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları”nın Analizi
43
Taner Akçam’la Polemik A) BAŞLIK B) OLAY C ) "SÜNNET" BROŞÜRÜ YAZARINASIL BİR TOPLUM VE KÜLTÜR HEDEFLİYOR? D) "SÜNNET BROŞÜRÜ YAZARININ USLAMLAMALAR ZİNCİRİ E) SONUÇ
43 43 45 53 56 64
“Ali Dayı”nın Anısına
66
İKİNCİ BÖLÜM
77
GÖÇMENLER HAREKETİNDEN SİYAHLAR HAREKETİNE
77
3
Taslak Notlar Dünyanın Durumu ve Temel Eğilimler Bazı Sonuçlar
77 77 79
Değişen Bir Dünyada Göçmen Hareketinin Perspektif ve Sorunları Üzerine Notlar A. YÖNTEM B. BUGÜNKÜ DÜNYA'DA DEĞİŞİMİN YÖNÜ VE EĞİLİMİ C. DEĞİŞİM EĞİLİMİNİN KANITLARI D. EĞİLİMİN PROGRAMATİK ve STRATEJİK SONUÇLARI: E. BAZI KAVRAMLAR: F. GÖÇMEN HAREKETİ BAKIMINDAN SONUÇLAR
81 81 81 82 84 86 86
SİYAH GÖZÜYLE
88
Bir Beyaz Dosta Cevap
90
Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" sayfasıyla ilgili öneriler
93
Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni
96
Göçmen Azınlıkların Hedefi Ne Olmalı?
99
Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit
101
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
104
SOSYALİST BİR UYGARLIK İÇİN
104
Beyazlar Arasına Katılmak veya Beyazlığı Yok Etmek.
104
Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler
108
Göçmenler ve Ulusçuluk
112
Irkçılık, Milliyetçilik ve Apartheit
116
Avrupa’da Sağın Yükselişi ve Sol
120
“Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak”tan Bir Bölüm
123
“Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu”ndan Bir Bölüm Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri
127 127
4
Birinci Bölüm Bir Göçmenler Hareketinde Devrimci ve Sosyalist Bir Kanat İçin
“Hamburg Dersleri”ne Önsöz Batı Avrupa'nın hemen hemen bütün ülkelerinde nüfusun ortalama yüzde onunu oluşturan bir "yabancılar" kitlesi var. Emperyalist Batı'nın bu "iç sömürge halkı" ya Almanya'da olduğu gibi yurttaş olmadığı gerekçesiyle tüm insan haklarından yoksundur, ya da İngiltere ve Fransa'da türünden bir zamanlar büyük sömürge imparatorluklarına sahip ülkelerde kağıt üzerinde çoğu yurttaş kabul edilse bile fiiliyatta ikinci sınıf insandırlar ve her türlü ırkçı baskı ve saldırının hedefidirler. Burjuvazinin sosyologları/ideologları bu kitleyi bir "saatli bomba" olarak görüyor ve bu bombanın patlamasını engellemek için nasıl bir politika, strateji ve taktikler sistemi uygulanması gerektiği yolunda tartışıyor, uygulamalara geçiyorlar. Buna karşılık işçi hareketi ya da genel olarak sol hareketler içinde ve arasında ne ulusal ne de uluslararası düzeyde bu "bomba"nın patlamasını sağlamaya yönelik bir politika, strateji ve taktikler bütünlüğünün ne olması gerektiği yolunda hemen hemen ciddi hiç bir tartışma görülmüyor. Bu alanlarda yapılanlar, burjuvazinin her saldırısına savunmacı ve paternalist tepkilerden ibaret kalıyor. Ancak bu iki kutupta da aynı ortak yan giderek göze batıyor: gerek burjuvazinin tartışma ve uygulamalarında, gerek solun ve işçi hareketinin tepkilerinde ve olmayan tartışmalarında bu "yabancılar" kitlesi hep bir nesne olarak görülüyor ve öyle ele alınıyor. Sırf Almanya'da bile, bu göçmen azınlıklar, bu Avrupa'nın siyahları üzerine her yıl yüzlerce kitap, rapor yazılıyor; dergilerde, gazetelerde binlerce makale, inceleme çıkıyor. Fakat bütün bu yazı ve kitapların hemen hepsi, göçmenlere değil, göçmenler üzerinde çalışma yapanlara hükümetlere, sosyal pedagoglara, doktorlara, psikologlara vs.- hitap ediyor. Muhataplar hiç bir zaman baskı ve sömürünün kurbanı olan göçmen azınlıklar değildir. Bu ölçüt bütünüyle sol diye nitelenebilecek yayınları da kapsar. Onlar da, göçmen azınlıkların iyiliği için olsa da, yerli işçilere, sendikalara ya da sol partilere hitap etmektedirler, ama bizzat o göçmen azınlıklara değil. Bu daha ilk elde onların dilinde görülür. Örneğin Almanya'da yüzlerce kitap olmasına rağmen, göçmenlerin kendi dillerinde yayınlanmış hemen hemen hiç bir kitap yoktur. Göçmen azınlıklar açısından problem, tam da problemin bu tarz ele alınışıdır. Problem aslanda göçmen azınlıklar değildir onları bir problem, bir nesne olarak ele alan yöntemdir.
5
Soruna, koordinat sisteminin merkezine göçmen azınlıkları oturtan, onları mücadelenin bir öznesi olarak gören bir açıdan bakıldığı an, her şey ters yüz olmakta, bir bakıma gerçek anlamını ve değerini bulmaktadır. Örneğin, diyelim ki ırkçılığa karşı ya da göçmen azınlıkların hakları için yazılmış bir kitap, makale ya da bir yürüyüş, göçmenleri değil ama örneğin yerli halkı ya da başka kurumları muhatap aldığı; göçmen azınlıkları örtük bir varsayım biçiminde bir nesne olarak gördüğü için, en ince ve teşhisi zor biçimde, belki içeriğiyle değil ama, bizzat niteliğiyle ırkçı bir karakter taşımakta ve savunduğu hedeflerin bir engeli haline dönüşmektedir. Örnekten de anlaşılabileceği gibi, sorun, göçmen azınlıkların -en azından sol için- bir mücadele öznesi olarak görülüp görülmediğidir. Bu sorun hemen ardından şu soruları çağırır: Göçmen azınlıklar bir mücadele öznesi olabilirler mi? Eğer olabilirlerse onları bir özne yapan hangi tarihsel, toplumsal süreçler ve mekanizmalardır? Bu öznenin potansiyelleri ve sınırları nedir? Diğer toplumsal hareketlerle ve baskı biçimleriyle ilişkisi nedir? Bütün bu ve benzeri sorular ise en temel teorik ve metodolojik problemleri gündeme getirir. Toplumsal bilimlerin tek laboratuarı Tarih ve toplumsal pratiktir. Bu sorulara az çok doyurucu cevaplar bir göçmen azınlıklar hareketinin incelenmesi ve analizinden çıkarılabilir. Ne var ki, örneğin 1950-60'ların ABD'sinde siyahların "Medeni Haklar" hareketi türünden, yığınsal, az çok hedefi ve mücadele biçimleriyle biçimlenmiş; daha baştan, bir toplumsal gerçeklik olarak kimi soruları boş düşüren ve cevaplar için bir tarihsel laboratuar oluşturan bir göçmen azınlıklar hareketi bugünün Avrupa'sında yok. Bu çalışmanın konusu ise, bir göçmen azınlıklar hareketinin anatomisi ve sorunlarıdır. Varolmayan bir hareketin anatomisi ve sorunları nasıl incelenebilir? Bir hareket doğmadan onun özellikleri ve sorunları üzerine öngörülerde bulunulabilir mi? Hele söz konusu olan, özne-nesne diyalektiği dolayısıyla karmaşıklığı ne fizik ne de biyolojik alemle kıyaslanamayacak kadar yüksek Toplumsal süreçler ise... Bugün tıp, çocuk henüz doğmadan, onun cinsiyetini, sahip olduğu kimi hastalıkları (Mongolizm gibi) öngörebilmektedir. Yakın bir gelecekte, genetik kotların çözülmesiyle, belki de tüm biyolojik özelliklerini öngörebilecektir. Fizik, henüz bulunmamış bazı parçacıkların varolması gerektiğine dair öngörülerde bulunmakta, araştırmalarını o yönde derinleştirmekte ve çoğu kez, sonunda niteliklerini önceden tanımladığı bu parçacıkları bulabilmektedir. Kanımızca, gelişim düzeyi bakımandan, ne modern fizikten, ne de biyolojiden geri olmayan toplumun bilimi -Tarihsel Maddecilik- bizlere benzer öngörüler için gerekli metodolojik temelleri ve kavramsal araçları sunmaktadır. Bu çalışma, Hamburg'ta ve kısmen de Almanya'da Türkiye'li göçmenler arasında ortaya çıkan bir hareketlenmenin, diğer bir değişle, henüz var olmayan göçmenler hareketinin embiryon ya da tohum halinin incelenmesiyle, ilerde ortaya çıkabilecek bir göçmen azınlıklar hareketinin niteliklerini öngörme çabasıdır. 6
Ancak, henüz doğmamış bir göçmen azınlıklar hareketi üzerine olan bu çalışma, ortaya çıktığı andan itibaren, ele almaya çalıştığı hareketin doğuşu, ilerdeki gelişimi üzerinde şu veya bu doğrultuda bir etkide bulunmuş olacaktır. Dolayısıyla bu çalışma ve konusu arasında, inceleme nesnesi arasında, kuantum fiziğinde ya da psikolojide görüldüğü türden bir "gözlemci-gözlenen" etkileşimi söz konusudur. Deneyci ya da gözlemci, nasıl varlığıyla ve gözlemiyle deneyin "saf" olarak gerçekleşmesini engelliyor, süreçlere ister istemez bir müdahalede bulunuyorsa... öyle. Biz bir kayıt memuru ya da bir doğa gözlemcisi değiliz. Nesli tükenmeye yüz tutmuş Kelaynak Kuşları taifesinden addedilen, ve bu horgörüyü bir övgü olarak kabul eden bir devrimciyiz, bir marksistiz. En azından öyle olmaya çalışıyoruz. Ve amacımız da aslında "deneyin" "saf" olarak gerçekleşmemesidir. "Saf"lığı ne kadar bozabilirsek, amaçlarımıza o kadar ulaştığımızı düşüneceğiz. Bu çalışmanın konusu göçmen azınlıklar ve onların sorunları değildir. Konusu göçmen azınlıklar ve onların sorunları olan yüzlerce inceleme bulunabilir. Bu çalışmanın konusu: bir göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunlarıdır. Göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunları bu çalışmanın sadece konusu değildir; kendisi bizzat göçmen azınlıklar hareketi ve onun sorunlarının bir parçasıdır; kendisi bizzat bu hareketin sorunlarının ürünüdür. Muhatabı ise yine öncelikle göçmen azınlıklar ve özel olarak ta Türkiye'li azınlıklardır. *** Çalışmanın konusuna ve kendisine ilişkin bu kısa açıklamadan sonra, bu Önsöz çerçevesinde, bizi bu konu üzerinde çalışmaya iten nedenleri; konuya yaklaşımımızın geçirdeği evrimi ve tezlerin oluşum sürecini açıklamaya çalışalım. Politik sorunlara güçlü bir ilgi duyduğumuz ve doğrudan içine girdiğimiz -ki o zaman 15 yaş cıvarıdaydık- 1960'lı yılların ortaları, aynı zamanda Türkiye'den Avrupa'ya işçi göçünün başlayıp hızlandığı yıllara denk düşer. Almanya'ya çalışmaya giden işyerlerindeki ustalarımızın, iş arkadaşlarımızın, tatillerde eskiden çalıştıkları işyerlerine uğrayıp, eski iş arkadaşlarına "alaman cıgarası" ikram etmeleri; başlarında tüylü şapkaları ve ellerinde transistörlü radyolarıyla cakalı cakalı dolaşmaları; "oralara gittik insaniyetlik öğrendik, medeniyeti tanıdık" deyişleri; kalan arkadaşlarında Alamanya'ya gitme arzularını kamçılamaları; gıpta ve küçümsemeyle: "bizim sümüklü Alamancı oldu şimdi bize hava basıyor" deyişleri sanki dün gibi taze ve canlı anılar olarak duruyor. Bu kaba gözlemlerin de ışığında, Avrupa'ya işçi göçünü olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorduk. Oraya giden işçiler, orada modern insanlar haline gelecekler; modern tekniği tanıyacaklar, dolayısıyla Türkiye'de gerek devrimi yapmak gerek sosyalizmi kurmak daha kolay olacaktı. Bu yaklaşım üç aşağı beş yukarı hemen hemen tüm sol ve sosyalistler tarafından da paylaşılıyordu. Örneğin Çetin Altan, ki o zamanlar adı Sosyalizm ile aynı anlama gelirdi, köşe yazılarında bu tür görüşleri dile getiriyor ve kimseden de bir itiraz görmüyordu. Bu
7
görüşlerin son derece der, mekanik, evrimci ve işçi getiren ve gönderen ülkeler burjuvazilerinin ortak çıkarlarının ifadesi olduğunu görmüyor, bilmiyor; göçmen işçilere gittikleri ülkelerde verilen statüyü sorgulamak aklımızdan bile geçmiyor; herşeyi apaçık gerçekliklermiş gibi kabul ediyorduk. Zaten onlar gözümüzde "Avrupa'daki göçmen işçiler" değil, "Yurt dışındaki işçiler"di. Bu adlandırma bile, onların sorunlarının ilgi alanımızın ne kadar dışında olduğunu; onların problemlerini kavramaktan ne kadar uzak olduğumuzu gösterir. Bu anlayışın mantıki sonucu olarak politik mücadele bakımından, Göçmen İşçiler, Türkiye'deki mücadelenin "yurt dışındaki" destekçileri konumunu alıyorlardı. İşin garibi, ki hiç de garip olmadığı ilerde görülecektir, onlar da kendilerini böyle görüyorlar; konumlarını ve kendilerine uygun görülen rolleri sorguya çekmiyorlardı. 1980'e kadar "Yurt Dışındaki İşçiler" esas olarak ilgi alanımızın dışındaydı ya da marjinal bir konumu vardı. 1980'e doğru konuya tekrar dönüşümüz, daha doğrusu ilk kez ciddi olarak kafa yormamız bambaşka bir noktadan oldu. Bugün olduğu gibi o zaman da bir tek şeye inanıyorduk: İşçi Sınıfı'na. Fakat o zamanlar İşçi Sınıfı dediğimizde, kafamızda canlanan Türkiye'deki işçiler, yani İşçi Sınıfı'nın Türkiye'deki işçiler zümresiydi. Bu anlam kaymasının, yani bir zümreyi sınıf olarak tanımlamanın bilincinde de değildik. Bu kayma sonucu Proletarya Enternasyonalizmi'nden anladığımız da Uluslararası Dayanışma idi. Yani diğer ülkelerin işçileri ve onların mücadeleleri, bizim mücadelemizin bir desteği ve aracı olarak anlam taşıyordu. 1980'e doğru Vatan Partisi içindeki tartışmalarda, o güne kadar anladığımız biçimiyle enternasyonalizmin gerçekte proleter enternasyonalizmi olmadığını; enternasyonalizmin uluslar arası dayanışmaya indirgenemeyeceğini; bu tarz bir anlayışın aslında işçi sınıfı içindeki zümre çıkarlarının ve yaklaşımlarının, dolayısıyla reformizmin bir görünüşü olduğunu birdenbire farkettik. O güne kadar sandığımızın aksine, proletarya ancak evrensel bir sınıf olarak varolabiliyordu; tek tek ülkelerin işçileri bu sınıfın ancak zümreleri olabilirdi. Toplumsal Devrimin öznesi olan proletarya nasıl ancak evrensel bir sınıf olarak varolabiliyorsa, sosyalizm de ancak evrensel olarak gerçekleşebilirdi. Ve nihayet sosyalist teori de ancak evrensel bir teori olabilir ve evrensel olarak varolabilirdi. Bu durumda proletarya, hem kendisi evrensel bir sınıf olduğundan, hem hedefi evrensel ölçüde gerçekleşebileceğinden, hem de teorisi ancak evrensel bir teori olabileceğinden ancak evrensel düzeyde devrimci bir sınıf olarak örgütlenebilirdi. Bu durumda, proletarya enternasyonalizmi basit bir aritmetik toplam gibi bir "uluslararası dayanışma" değil; onu aşan, tıpkı cebirde eksinin eksiyle çarpımının artı olması gibi: "bir ülkenin proletarya mücadelesinin çıkarlarını, bu mücadelenin dünya ölçeğinde çıkarlarına tabi" kılmak ve bunun için "ulusal planda en büyük fedakarlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır" olmak (Lenin) anlamına geliyordu. Bu genel çıkar'ı ise ancak federasyondan öte bir dünya partisi ifade edebilirdi.
8
Bu sonuç iki farklı alandaki sorunları da otomatikman çözüyordu. Birincisi, Kürdistan'a ilişkindi. Türk ve Kürt devrimcileri arasında, Kürdistan'a ilişkin olarak "ayrı örgütlenme mi, birlikte örgütlenme mi?" tartışması vardı ve sorun proletaryanın dünya çapında bir sınıf olduğu; onun devrimci partisinin de ancak bir dünya partisi olabileceği bakış açısından kolayca çözülüyordu. Kürdistan proletaryası elbet ayrı örgütlenmeliydi, ama bu "ayrı" örgüt, kelimenin o güne kadar tartışılan anlamında ayrı örgüt olmuyor; aynı dünya partisinin eşit seksiyonlarından (şubelerinden) biri oluyordu. Böylece Kürt ve Türk örgütlerinin hepsinin milliyetlere göre "Bundist" bir şekilde örgütlendiği; milliyetçi bir anlayışla sorunu tartıştıkları açığa çıkıyordu. İkinci sonuç ise Avrupa'daki göçmen işçilere ilişkindi. O güne kadar Parti'nin Avrupa'daki taraftarları Türkiye'nin bir şubesi gibi çalışıyorlardı. Yeni anlayış ışığında onların bulundukları ülkelerdeki işçilerle nasıl aynı sendikalarda örgütleniyorlarsa aynı devrimci parti içinde örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu adımı da cesaretle attık ve onları bağımsız bir eşit partner olarak ele aldık. Fakat bu ve daha bir çok konudaki klasik marksizme uygun sonuçlara uluslararası sosyalist ve işçi hareketinin tarihini bilerek değil, kendi pratiğimizden, karşılaştığımız örgütsel, stratejik, programatik, teorik, taktik sorunlardan hareketle ve "Doktorcu" bir kabuk içinde ulaşmıştık. Farkına varmadan Devrimci Marksist gelenekle; uluslararası işçi hareketinin tarihsel tecrübesiyle aynı sonuçları, Amerika'yı yeniden keşfedercesine bulmuştuk. İşin ilginci henüz bunun bile farkında değildik. Bu durumda dünyada bizim görüşümüzde kimse olmadığını düşündüğümüzden bir Dünya Partisi örgütlemek ve onun bir şubesi olmak gibi bir görev ortaya çıkıyordu. Bu dünya partisini örgütlemek için de, bir yandan Üçüncü Enternasyonal'in niye dağıtıldığı sorusuna bir cevap vermek; diğer yandan da o sıra birden bire varlığı dikkatimizi çeken Dördüncü Enternasyonal ile sınırlarımızı çizmek zorundaydık. Parti içindeki tartışmaların hareket noktası olan faşizm -ki o sıralar Türkiye'de dünyanın en güçlü ve en hızla büyüyen faşist hareketi vardı- işçi hareketinin bunalımı olmadan anlaşılamıyordu; işçi hareketinin bunalımı ve Üçüncü Enternasyonal'in lağvı ise Sovyetler'deki yozlaşma olmadan anlaşılamıyordu; Sovyetler'in bürokratik bir devlet haline gelmesi ise, geri bir ülkede demokratik tarihsel görevlerin sosyalist devrime yol açmasından ve bu devrimin tecrit olmasından ayrı anlaşılamıyordu. Böylece, farkında olmadan uluslararası devrimci marksist geleneğin şekillendiği bütün sorunlarla karşı karşıya geliyor; elimizi attığımız har alanda "Troçkist" denilen geleneğin , yeni bulduğumuz, ya da yer altından çıkardığımızı sandığımız cevapları yıllardan beri savunduğunu görüyorduk. Yapılacak tek şey: yıllarca, nankör bir uğraş içinde sosyalizm idealinin ve işçi hareketinin devrimci geleneğinin onurunu koruyan bu geleneğe katılmaktı. Ve de öyle yaptık. *** 1984 yılında Avrupa'da mülteci yaşamına başladığımızda görevimiz çok açıktı: bulunduğumuz ülkedeki seksiyona girmek ve dilini en iyi bildiğimiz Türk ve Kürt işçileri yerli kardeşleriyle aynı seksiyonda örgütlemek için çalışmak. Bunun için, onların en iyi 9
okuyup anladığı dilde bir gazete çıkarmak, yapılması gereken ilk işti. Bu yöndeki çabalarımızın ürünü Ne Yapmalı adlı gazete oldu. Gerçi biz enternasyonalizm sorununda sosyalizm ve sınıf mücadelesinin aslında alfabetik bir problemini çözmüştük ama Türk ve Kürt solu için durum böyle olmaktan uzaktı. 12 Eylül'den sonra binlercesi Avrupa'da sürgün yaşamına başlayan bu insanlar için Avrupa'daki göçmen işçiler ve Avrupa'daki mücadeleler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye tabi olarak görülüyor ve onun bir aracı olarak ele alınıyordu. Dolayısıyla da Avrupa'daki göçmen Türk ve Kürt işçileri, Türkiye ve Kürdistan'daki örgütlerin uzantısı olarak, milliyetlere göre örgütlenmiş, Avrupa işçi sınıfının bölünmesi derinleştirilmiş oluyordu. Bu siyasi parti ve hareketler için başlangıçta pek bir sorun da yok gibiydi, 12 Eylül'ü protesto için yapılan mitinglere binlerce kişi katılıyordu örneğin. Tam da bizim mülteci yaşamına başladığımız sıralarda Avrupa'daki Türkiye'li devrimciler ayaklarının altından toprağın kaymağa başladığını hissettiler, ilk kez el yordamıyla da olsa göçmen işçilerin problemlerine ilgi duymaya başladılar. Tüm dernekler hızla marjinalleşirken "biz buradaki işçilerin sorunlarıyla hiç ilgilenmedik; onları hep Türkiye'deki mücadelenin lojistik destek üssü olarak gördük. Onuniçin böyle tecrit oluyoruz" tarzında eleştiri ve özeleştiriler duyulmaya başladı. Bu nedenle gazetenin ilk hedefi olarak, henüz ulusal bir sosyalizm anlayışına dayansalar da, bu anlayışın göçmen işçiler problemine bağlı olarak çelişkilerini yaşamaya başlayan bu çevreleri seçtik. Hem buradaki kimi ileri işçileri Türkiye ve Kürdistan'a bağlı olarak örgütleyenlerin Almanya proletaryasını bölüşüyle mücadele etmek için; hem de tartışmaya başlayanlardaki kafa karışıklağına bir açıklık getirmek için, yazıları özellikle enternasyonalizm sorununa yönelttik. Örgütlerin hızla üye kaybı, mitinglere katılımın düşmesi gibi tamamen pratik ve somut sorunlardan hareketle, göçmen işçiler, dolayısıyla da sosyalist hareketin tarihini ve sosyalist teorinin en temel sorunlarını gündeme getirme, yani bir teorik tartışmayı başlatma olanağı var gibi görülüyordu. Bu yöndeki çabalarımız Ne Yapmalı'nın ilk sayısında açıkça görülebilir. Ne var ki, bizzat Ne Yapmalı'yı çıkarma pratiği içinde yaşadığımız deneyler ve bazı gözlemler bizi konumumuzun, diğer Türk ve Kürt solcularına göre çok doğru olmakla birlikte, mücadelenin gerçek problemleri ve ihtiyaçları bakımından yetersiz olduğu yolunda düşüncelere sevketti ve o sıralar peş peşe gelişen birkaç olayın etkisiyle düşüncelerimiz köklü bir değişim geçirdi. Neydi bu gözlemler ve deneyler? Göçmenler sadece işçilerden oluşmuyordu. Ev kadınları, gençler, burjuvalar, küçük burjuvalar, aydınlar hatta lümpenler de bu göçmenlerin içinde yer alıyorlardı ve hepsi de sırf göçmen oldukları, yabancı oldukları için aynı zamanda ortak bir kaderi de paylaşıyorlardı. Ve bu insanlar yabancı olmalarından doğan sorunlar nedeniyle çok ciddi mücadele eğilimleri gösteriyorlardı.
10
Sadece Alman ve yabancı işçileri birlikte örgütlemeye çalışmakla yetinmek, göçmenlerin özgül sorunlarını görmezden gelmek ve hatta fiili korkunç eşitsizliğin ve bölünmüşlüğün üstünü örtmek ve giderek onu pekiştirmek ve yeniden üretmek sonucunu veriyordu. "Yabancılar" madem ki kendi "yabancılık" sorunlarından hareketle mücadele eğilimi gösteriyorlardı ve madem ki yığınların siyasi eğitimi ancak eylem içinde olabilirdi, öyleyse onlar "yabancılar" olarak bir özneydiler ve onlara öyle yaklaşmak gerekirdi. Fakat, bizzat içinde bulunduğum seksiyon dahil, hiç bir sol örgüt yabancıları bir özne olarak görmüyor; onları kendi sorunları temelinde örgütleme ve eyleme yöneltme gibi bir sorunu gündeme koymuyor; gündeme koymak ne kelime, bunun üzerine kafa bile yormuyordu. Yabancılarla sadece paternalist ilişkiler kuruyorlar; onlar kendi insiyatifleriyle bir eşit olarak harekete geçtikleri an ise yan çizmeler, engellemeler ve diş göstermeler ortaya çıkıyordu. Ne Yapmalı'yı örgütün (yani Dördüncü Enternasyonal'in Almanya Seksiyonu olan GİM'in) organı olarak çıkarma çabalarında bunları acı acı görüyordum. Sonunda dergiyi biz "yabancılar" kendi insiyatifimizle biraz da bir emrivaki olarak çıkarabilmiştik. Tam da bulunduğum örgüt içinde yaşadığım bu tür deneylerin yol açtığı sorularla kafamda boğuşurken, o sıra gelişen ve kamuoyunu etkileyen iki olay düşüncelerimde kesin bir dönüşüme yol açtı. Birincisi IG Metall'in Fransa'dan esinlenerek başlattığı "Arkadaşıma Dokunma" kampanyasıydı. Bu kampanya bütün sol örgütler tarafından da destekleniyordu. Her solcu Alman üzerinde üzerinde "Arkadaşıma Sataşma"nın almancası olan "Maht mein Kumpel nicht an" yazan rozetle dolaşıyordu. Tipik paternalist yaklaşımın ta kendisiydi bu. Göçmen hiç bir şekilde bir özne olarak görülmüyordu. Göçmen ya Almanların kampanyalarında pasif bir nesne; ya da Türk ve Kürt hareketlerinin çalışmaları içinde, Türkiye ve Kürdistan'daki mücadelenin amaçlarına hizmet eden bir araç durumundaydı. Bu iki tavır da tencere ve kapağı gibi sol içinde birbirini tamamlıyordu. Bulunduğum örgütün bir toplantısında, bu kampanyanın bizleri bir nesne olarak ele aldığnı, dolayısıyla bir yabancı olarak destekleyemeyeceğimi; yanlış bulduğumu söylediğimde, o ana kadar bana en çok yakınlık gösteren Alman yoldaşın korkunç anlayışsızlık duvarına çarpıyor ve doğrudan konuyla bağlantılı olmasa da ilk kez ağır hakarete maruz kalıyordum. Hakaret bile hoşuma gidiyordu, çünkü eski paternalist ilişkide insan hakarete bile uğrayamıyordu. İkinci olay Günther Wallraff'ın "En Alttakiler" adlı kitabıydı. İlk kez hakaretlere uğradığım aynı toplantıda, Ne Yapmalı'nın ikinci sayısı için G. Wallraff'la röportaj yapmam Alman yoldaşlarca öneriliyordu. Bence Wallraff'ın kitabı da aynı paternalizmin bir örneği idi. Gerçekte Alman Kamuoyunu ilgilendiren yabancıların örgütlenmesi ve hareketlenmesi değil; Tarzan'ın Afrika Ormanlaı'ndaki Maceraları gibi Wallraff'ın maceralarıydı, "kahramanlıkları"ydı. Ama Wallraff'ın bir kaç ay boyunca yaptığı kahramanlığı hayatları boyunca yapan kahramanlar yoktu ortada. Ben ise dil bilmediğim için bu görüşlerimi bile açıklayamıyor, sadece içimden geçirebiliyordum. Tüm Alman ve Türk/Kürt solundan farklı olan ulaştığım bu yeni yaklaşımın ilk emeklemeleri Ne Yapmalı'nın ikinci sayısında görülebilir. Ropörtajı, Wallraff'la değil, kimliğine girdiği 11
Türk Levent Sinirlioğlu ile yaptım. Ve "Nesnelikten Özneliğe" başlıklı yazı, bu dönüşümün bir işaret taşı olarak aynı sayıda yerini aldı. Ne Yapmalı'nın pek az insanın eline geçmiş olması; okuyanların çoğunun da ne dendiğini anlamaması; sol çevrelerde hiç bir tartışmaya yol açmaması, sorunun bu tarz ilk ifade edilişinin değerini azaltmaz. "Nesnelikten Özneliğe" başlıklı yazının daha mürekkebi kurumadan, Hamburg'ta Ramazan Avcı adlı bir Türkün dazlaklar tarafından öldürülmesinden sonra gelişen olaylar, göçmenlerin, göçmenler olarak, göçmenlik sorunlarından hareketle eyleme geçmesinin mümkün ve gerekli olduğunu gösterdi. Bütün bu tohum halindeki gelişmelerin hem içinde yer aldık hem de tüm dikkatimizle bu yeni oluşumu gözlemeye çalıştık. Sıcağı sıcağına bu gelişmelerin ilk teorik değerlendirmelerini yapmayı denedik. "Dokunana Dokunuruz"; "İlk Kez Olanlar"; "Henüz Doğmamış Bir Hareket Üzerine Taslak Tezler", yani Ne Yapmalı'nın üçüncü ve son sayısı bu çabalarımızın ilk sonuçlarının dökümü oldu. Bundan sonra, hiç bir örgütsel destek olmadığı; hatta engellendiği için gazete bir daha çıkamadı ve çıkamayışıyla yoldaşlarımıza bir problemden kurtulmanın rahatlığını sundu. Ne Yapmalı çıkmaz oldu ama Ne Yapmak Gerektiğini görmüştük: bir göçmenler hareketi içinde devrimci ve sosyalist bir kanadın programatik, stratejik ve örgütsel platformunu taslaklaştırmaya çalışmak. Teori yine en acil pratik görev olarak ortaya çıkmıştı. Ortada verimli ve hazır bir deney vardı: Hamburg. Malzeme toplamaya ve ilk taslakları yazmaya başladık. Ama bu ilk taslaklarla bugün arasında dört, beş yıl var. Niçin? Teorik eklektisizmden çok çekindiğimiz için. *** Bilimsel Sosyalizm, her kavramı, her teorisi birbiriyle içsel bir tutarlılığa sahip ama aynı zamanda açık bir sistemdir. Bir "Göçmenler Hareketi"nden ya da "Bağımsız" bir hareketten söz edildiği an, bunu ve hatta buna karşı tavırları bu sistem içihde temel kavramlarla da uyumlu olarak bir yerlere oturtmak gerekir. Bir göçmenler hareketi niçin mümkün ya da gerekliydi? İşçi Sınıfı toplumsal devrimlerin öznesi olduğuna göre, bir sosyalist olarak bir göçmen hareketinden söz etmek, gücü yanlış yere yığmak ya da bir çelişki olmuyor muydu? Böyle bir hareket karşısında sosyalistlerde görülen kavrayışsızlığın teorik ve sosyal temelleri nerelerde bulunuyordu? Böyle bir hareketin politika ve örgüt teorisi bakımından sonuçları neler oluyordu?.. Bu ve benzeri daha bir yığın soru cevap bekliyordu. İlk taslakları yazarken, ilgimiz giderek bu sorunlara kaymağa başladı ve bunlara doyurucu cevaplar bulmadıkça yazamayacağımızı gördük. Ayrıca "Yeni Sosyal Hareketler"in de benzeri sorunlara sol açtığını; orada da tutarlı ve kavramsal bir sistem olmadığını farketmeye başladık. Kadın, Ekoloji, Barış hareketleri gibi "Yeni sosyal Hareketler" olarak adlındırılan bu hareketlerle bir göçmenler hareketi arasında çok ilginç analojiler yapılabiliyordu. Bu hareketleri ve analojileri mümkün kılan ortaklık nereden kaynaklanıyordu? Marksistler niye bu hareketleri ön görmemişlerdi? Bu Marksizmin özünden mi yoksa Marksistlerden mi
12
kaynaklanıyordu? Bu hareketlerde görülen Marksizme ve işçi hareketine karşı soğukluk hatta düşmanlık, işçi hareketinin ve marksistlerin zaaflarından doğan, konjonktürel, geçici bir yanılsamanın ifadesi miydi, yoksa nesnel temelleri var mıydı? Marksizmin, bu hareketlerin ortaya koyduğu ve tartıştığı sorunları çözümleyecek ve bizzat bu hareketleri açıklayacak kavramsal araçları var mıydı, yoksa bu araçlar var olmasına rağmen gelişmemiş bir alan olarak mı kalmıştı? Eğer öyle ise, niçin gelişmemişti? Bunlar ve benzeri birçok soru üzerine düşünmek gerekiyordu. "Yeni Sosyal Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunları kapsayacak; Tarihsel Maddeciliğin klasik önermeleriyle de tutarlılık içinde bir teorik çerçeve ve kavramsal araçlar bulunmadıkça göçmen azınlıklar hareketi problemi de havada kalıyordu. Sonunda "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" ve buna bağlı olarak "Eklemlenme" gibi temel kavramlardan hareketle bütün bu sorunların bir tek kavramsal çerçeve içinde toparlanabileceği; hatta bu kavramlar aracılığıyla "Yeni Sosyal Hareketler" arasında zikredilmeyen Ulusal Kurutuluş Hareketlerinin de değişik bir ışık altında açaklanabileceği gibi bir sonuca ulaştık. Bu sonuçları tartışmak ve düşünceleri geliştirmek amacıyla ilk kez Hamburg'ta "Bilimsel, Felsefi, Politik Tartışmalar İçin Forum"un tertiplediği bir toplantıda "Bağımsız Bir Göçmenler Hareketi ve Marksizm" başlığı altında bir konferans verdik. Bir yankı bulup tartışmak mümkün olmadı. İkinci girişim Devrimci Marksist Tartışma Defterleri'nin beşinci sayısında "Sesli Düşünmeler" başlığı altında oldu. Orada sadece bir giriş, bir çıtlatma yaptık. Derginin yayını son bulduğundan gerisi gelmedi. Tartışamayınca da düşünceleri geliştirmek pek olanaklı olmuyor. İnsan toplumsal yaratık, ancak çatışmalar ve çelişkiler içinde gelişip geliştirebilir. Can çıkmayınca umut çıkmaz derler. Bu sorunların giderek Türkiye'li sosyalistlerin de ilgi alanına gireceğini gösteren belirtiler var. Gorbaçov'dan beri, sınıf mücadelesini terkedişin bir teorik gerekçesi olarak da olsa, Sovyet çizgisine yakın hareketlerde "Global Sorunlar"dan bahsetmek pek moda oldu. Kadın hareketinin etkisiyle, bu hareketten en çok etkileen Kurtuluş grubunun sözcülerinden biri, geçenlerde bir açık oturumda "herşeyin ekonomi ve sınıflarla açıklanamayacağı" ve "sınıfsal olmayan bölünmelerin de olduğu" gibi, aslında eklektisizmin ifadesi olduğu kadar sorunların önemi sezmenin de ifadesi olan sözler ediyordu. Bütün bunlar, bu çalışmanın artında yatan teorik ve programatik sorunların henüz çok yavaş ve eklektik de olsa Türk Solu'nun ele almaya başladığının belirtileri olarak kabul edilebilir. "Yeni Sosyal Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunlara ilişkin olarak araştırmaları çok geliştirmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Hatta bu gelişimi yeterince derinleştirecek temel yoksunluğumuzun da (dil, felsefi birikim yokluğu vs.) bilincindeyiz. Ama Tarihsel Maddecilik aynı zamanda bir toplumsal praksis öğretisidir. "Batı Marksizmi"nin bu kopukluğunu aşmada yeni adımlar atmak gerekiyor. Bu nedenle aradan yıllar geçtikten sonra "Hamburg Dersleri"ni gecikmiş te olsa yayınlamak gerekiyor.
13
Yayınlamak gerekiyor, çünkü temel tezimiz şudur: Göçmen azınlıklar hareketi de (ki henüz doğmamış bir harekettir) "Yeni Sosyal Hareketler"le aynı problematik içinde açıklanabilir. Bu hareketlerde görülen Marksizm karşıtı teorilerin egemenliği, bu hareketlerin yapısından, varoluşundan, özünden kaynaklanmamakta, proletaryanın tarihsel krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer Marksistler bu hareketler içinde daha başından yer alıp, onları ön görüp, önünde mücadele etseler durum çok farklı olabilir. En azından onlar içinde güçlü bir sosyalist kanat ve gelenek oluşturabilirler. Bunun böyle olup olmadığını bizzat göçmen azınlıklar hareketi içinde göreceğiz. Fakat bunu görebilmek için de, dolayısıyla tarihsel deneyi etkileyebilmek için de, yeterince olgun bir teorik arka plana dayanmasa da, bu çalışmanın yayınlanması gerekiyor. 22.07.1990 Hamburg
14
Bir Göçmen Hareketinin Başarı İçin İzlemesi Gereken Program ve Strateji Üzerine Tezler 1) Bir göçmen azınlıklar hareketi hedeflerini belirlerken, geçerli hukuki, siyasi veya iktisadi sistemin iç mantığı açısından tutarlı ya da kabul edilebilir olup olmadıklarına bakmaksızın, göçmen azınlıkların özgül problemlerinden ve bunların nedenlerinden hareket etmelidir. İnsanlar hukuki, siyasi ya da iktisadi sistemler için değil, bu sistemler insanlar için olmalıdır. Geniş yığınların ihtiyaç ve talepleri bu sistemlere göre değil; bu sistemler o ihtiyaç ve taleplere göre şekillenmelidir. Hedeflerin ve gerekçelerin geçerli hukuki vs. sistemlere göre belirlenip temellendirilmesi, bir göçmen azınlıklar hareketinin doğuşu ve gelişimi önünde bir engel olmakta; göçmenlerin ortak bir bayrak altında birleşmesini olanaksızlaştırmaktadır. Çünkü Avrupa'daki göçmen azınlıklar geldikleri ve bulundukları ülkeye ve statülerine göre çok değişik hukuki, iktisadi ve siyasi konumlarda bulunmaktadırlar; her biri açısından realpolitiker kabul edilebilirlik farklı olmakta;farklı gerekçelere dayandırılabilmektedir. Ve tam da bu nedenle, o en "kabul edilebilir", "gerçekleşebilir" gibi koyulan hedefler bile gerçekleşemez olmaktadır. Gerçekleşemez olmaktadır, çünkü milyonlarca göçmenin ortaklaşa ve yığınsal mücadelesi dışında hiç bir şey bu günkü sistemi değiştirecek bir güç olamaz. Hedeflerin, varolan sistemlerin iç mantığına göre belirlenmesi sonucunda kendilerine karşı mücadele edilmesi gereken güçler, ikna edilmesi gereken gücler olarak görülmektedir. Bu nedenle de sırtını göçmen azınlıklara, yüzünü varolan sistemin koruyucu ve sürdürücülerine dönmektedir. Ve bu anlayış, son duruşmada, o güçler arasında bir "lobi" faaliyetine yol açmakta; milyonlarca göçmenin eyleminin yerini, kendilerini o yığının temsilcisi gibi gören ve addedenlerin birtakım manevralardan ve argümanlardan medet ummaları politikasını doğurmaktadır. Yığınsal hareketler ve örgütlenmeler bu tür faaliyetin ihtiyaçlarına tabi olmakta, bu tür faaliyet çerçevesinde kabul edilmekte ya da desteklenmektedir. Gerçekte bütün bu tür politikalar, stratejiler ve taktikler yığınlara güvensizlik ve onların eyleminden duyulan korkunun ifadesidir. Göçmen azınlıklar hareketinin öncüleri, sırtlarını mücadele edecekleri güçlere, yüzlerini göçmen azınlıklara dönmek; onları mücadele etmenin gerekli ve mümkün olduğuna inandırmak zorundadırlar. Varolan sistemler açısından kabul edlebeilirliklerine göre hedefleri ve gerekçeleri belirleyenler, o sistemin mantığını ve varsayımlarını paylaşmakta, dolayısıyla o sistemin araçlarıhaline dönmektedirler. Böylece daha başlangıçta ideolojik bir savaştan kaçmakta, hatta ideolojik bakımdan siperin karşı tarafında yer almaktadırlar. Göçmen azınlıklar hareketinin başarısının şartlarından biri de, mücadele edilen güçler karşısında bir ideolojik hegemonya kurmaktır. İdeolojik hegemonya demek, mücadele ettiğimiz güçlerin bizlerin anlayışlarını kabul etmesi demek değildir; bizim anlayışımızla tartışmak zorunda kalmaları; kendi anlayışlarını bizim anlayışımıza göre tanımlamak zorunda olmaları ya da bizim anlayışımız çerçevesinde tartışmaları demektir. Bugün varolan sistem uluslara, devletlere ve onların
15
tartışılmazlığına dayanmaktadır. Göçmen azınlıklar hareketi hem varolabilmek hem de başarıya ulaşabilmek için hedeflerini bu değişmez kabullere dayandırmamak; ama bizzat bunları tartışma konusu yapmak ve değiştirmek zorundadır. Tüm insanlar her insandan, her insan tüm insanlardan sorumludur. Göçmen azınlıklar taleplerini ancak herkes gibi ve herkes kadar insan oldukları gerçeğine dayandırabilirler ve ancak böylece hem tüm göçmenleri birleştirip hem de karşı güçlerin tatışılmaz kabullerini tartışma konusu yapabilirler. Esasında bugünkü sistemin dayandığı anlayışlar tartışma konusu yapılmadan, geniş yığınların bilincinde, onun insanların mutluluğu ve gelişmesi önünde bir engel olduğu fikri yerleşmeden bir başarı düşünmek hayaldir. 2) Bir göçmen azınlıklar hareketi varolmak ve başarıya ulaşmak için, en azından Avrupa ölçüsünde, tüm ülkelerdeki tüm uluslardan ve kategorilerden göçmenlere dayanmak ve hepsini kapsayacak bir program geliştirmek zorundadır. Bu program dolaylı olarak stratejiyi, yani temel ve yedek güçleri de belirler. Göçmen hareketinin öz gücü bizzat göçmen azınlıklar olabilir. Bu güne kadarki toplumsal mücadeleler tarihi göstermektedir ki, herhangi bir baskı biçimine karşı mücadele etmeye esas olarak o baskı biçimine uğrayanlar eğilim göstermektedirler. Farklı baskı biçimlerinin birbirini yeniden üretmesi ve güçlendirmesi bir gerçek olmakla birlikte, bu, bir baskı biçimine uğrayanların bilincinde ve eyleminde otomatik olarak bunun yansıması anlamına gelmemekte; bu yönde belli bir yeteneksizlik görülmektedir. İşte tam da bu nedenle bir göçmen azınlıklar hareketi gereklidir ve bu hareketin öz gücü bizzat o göçmen azınlıklar olabilir. 3) Bugün egemen sınıflar, göçmen azınlıklara karşı, en azından Avrupa çapında politikalar ve stratejiler geliştirip uyguladıklarına göre, göçmen azınlıklar da mücadele ettikleri güçlere karşı Avrupa çapında bir program ve strateji geliştirmek zorundadırlar. Ancak Avrupa -hatta dünya- çapında verilecek bir mücadele göçmen azınlıkların durumunda köklü bir değişikliğin yolunu açabilir. 4) Ne var ki, göçmen azınlıklar farklı iktisadi, hukuki, kültürel vs. konumlardadırlar. Bunun sonucu olarak da her birinin , hareket açısından özgül problemleri vardır. O halde, göçmen azınlıkİar hareketinin programatik ve stratejik ortaklığı, bu bölümlerden her birinin kendi özgül koşullarından kaynaklanan sor derece değişik taktikler, örgüt ve mücadele biçimleriyle kaynaşmak zorundadır. Bu mücadeleyi birleştiren hedefler ve strateji aracılığıyla, birbiriyle en çelişkili gibi görünen taktikler, örgüt ve mücadele biçimleri bir özdeşliğe sahip olup, aynı kanala akabilirler. 5) Avrupa çapında tüm göçmenleri birleştirip kapsayabilecek, göçmenlerin göçmen olarak özgül problemlerini giderebilecek temel talepler şöyle formüle edilebilir: a) Tümüyle eşit haklar. "Eşit Haklar"dan, kimilerinin kastettiği gibi sadece siyasi hakları anlamıyoruz. Hukuki, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak eşit hakları ve konumları anlıyoruz. Her göçmen azınlık, kültürel olarak da kendi kültürünü geliştirebilecek tüm haklara sahip olmalıdır. Devlet, tıpkı dinler karşısında olması gerektiği gibi tüm kültürler karşısında da
16
tarafsız olmalı, Çoğunluk ya da azınlık hiç bir kültüirün gelişmesi ya da gelişmemesi yönünde bir müdahalede bulunamamalıdır. Bu talep, "kültürel otonomi" ile karıştırılmamalıdır. Kültürel otonomi, çoğunluğun bağlı olduğu kültürün devlet tarafından desteklenip benimsenmesini veri kabul etmekte, bu çerçevede azınlıkların kültürleri için, bu müdahalenin dışında alanlar talep etmek anlamına gelmektedir. Bu talep,"çok kültürlü toplum" ya da "entegrasyon" "assimilasyon" hedef ve talepleriyle de karıştırılmamalıdır. Bunlar gelecek üzerine bir ipotek koymaktadırlar. Devletin kültürel farklılıklar dışında ve tarafsız olması; her kültürün kendi gelişme olanaklarını sonuna kadar kullanması talebi, kültürler arasındaki ilişki ve çelişkilerin nasıl bir değişim yolu izleyeceğini açık bırakır. Biri diğerini assimile mi eder; yoksa hepsinin kaynaşmasından başka bir şey mi çıkar ya da her biri kendi bağımsız gelişimini mi sürdürür, ya da önceden hiç öngörülemeyen bir mecraya mı akar? Bu hayatın kendiliğinden akışına ve onu yaşayanlara bırakılmalıdır. Elbet her kültür çevresi içinde bu hedeflerden birini savunanlar olacaktır, Ama savunduklarına yine kültürel araçlarla va da değişimlerle; (idari, siyasi ya da hukuki baskılarla değil) ulaşmaya çalışmak zorundadırlar. b)Eşit hakların yanı sıra, fiiliyatta en azından uzunca bir dönem daima ortaya çıkacak olan eşitsizliği giderebilmek için: Tüm organlarda göçmen azınlıkların en az nüfus içiindeki ya da o organizasyon içindeki oranları ölçüsünde temsil edilmesi; Toplumsal hasıladan, göçmenlerin nüfus içindeki oranlarına göre daha büyük bir fonun göçmen azınlıklara ayrılması gerekir. (Bu bir adaletsizlik değildir, Gerçekte göçmen azınlıklar, maddi zenginliklerin üretilmesine nüfus içindeki oranlarından çok daha büyük ölçüde bir katkıda bulunmaktadırlar. Durum böyle olmasaydı bile, toplumu zehirleyen eşitsizlikleri gidermek için bu "imtiyaz" yine gerekirdi.) 6) Göçmenler Avrupa'da ve bulundukları ülkelerde nüfusun bir azınlığını oluşturmaktadırlar. Başarıya ulaşmak için nüfusun başka biçimlerde ezilen ve sömürülen çoğunluğunu, ki kendileri de ayrıca bu baskılara uğramaktadırlar, kazanmak zorundadırlar. Ezilen diğer yığınlar ikna ve propaganda çalışmasıyla kazanılamaz. Bunun gerek şartı göçmenlerin yığınsal hareketi ve bu hareketin diğer ezilenler için oluşturacağı örnek ve cesaretlendirici etkilerdir. Göçmen azınlıklar hareketi bir hareket olarak varolabildiği takdirde, diğer baskı biçimlerine maruz kalan ve başka baskı biçimlerinin kendileri üzerindeki baskıları pekiştirdiğini gÖren ileri unsurları yanına çekebilir. Ancak,geniş yığınların hayırhah bir tavrı ve aktif bir desteği, göçmen azınlıkların onların sorunlarını da bayraklarına yazmalarıyla ve onlar için de mücadele etmeleriyle ortaya çıkabilir, O halde, göçmen azınlıklar hareketi, tüm ezilenleri de kapsayacak global bir programa da sahip olmalıdır. Bu program diğer baskı ve sömürü biçimlerine de karşı bir program olacağından, göçmenler hareketi bu programı ancak, kendi içine kapanmamakla, diğer baskılara karşı mücadele eden harektlerle ilişki ve tartışma içinde geliştirebilir. Elbette başlangıçta, bir hareket olarak varolabilmek ve kendini kanıtlayabilmek için göçmen azınlıkların özgül sorunları esas vurguyu oluşturacaktır ve oluşturmalıdır. Ama hareket bir kere oluştuktan ve milyonları kapsadıktan sonra, tüm ezilenleri kazanabilmek için, şimdiden 17
bu programı oluşturmaya çalışmak, kendi saflarında bu yönde bir bilinç geliştirmek zorundadır. 7) Göçmen azınlıklar ortak sorunlara sahip bulunmakla birlikte, her göçmen kesiminin bu sorunlardan etkilenmesi, karakteri ve eğilimleri farklıdır. Temel sınıf, zümre ve tabaka eğilimleri göçmen hareketi içinde de yansımalarını farklı anlayışlar, programlar, stratejiler biçiminde bulmaktadır. Göçmen azınlıkların ve onların hareketinin bu tür bir bölünmüşlüğü ve her eğilimin kendi bağımsızlığını koruma, ifade etme ve örgütlenme hakkı bir realite, bir veri olarak kabul edilmediği takdirde, dayatmalar ve ortak hareket olanaklarının yitirilmeşi kaçınılmazdır. Farklı eğilimlerin varlığı ve hakkı bir realite olarak kabul edildiği takdirde, göçmen hareketi içinde, eğilimlerin demokratik mücadelesinin ve eylem birliğinin olanakları doğabilir. Demir (Hamburg) 12/ 12/ 88
18
"ÇİFTE VATANDAŞLIK" PAROLASINA VE GÜNDEMİNE REDDİYE 13-15 Ocak 1989 tarihinde Düsseldorf'ta yapılacak toplantının gündemi nedir? Ya da şöyle soralım "Çifte Vatandaşlık" konusu bir gündem maddesi olarak var mıdır? Bu soruyu sormak zorunda kalıyoruz, çünkü bildiğimiz kadarıyla gündemde "Çifte Vatandaşlık" konusu yoktu. Çağrılarla birlikte yollanan, Hamburg'tan Mehmet'in değerlendirmesinde gelecek toplantının konularının "kültürel otonomi, assimilasyon, azınlık, göçmen gibi temel kavram ve sorunlarda açıklık kazanma"; "Ağırlıklı olarak ise GAZETE PROJESİ" olduğu yazılıyor. Bizim de hatırladığımız kadarıyla böyle idi. Yani "çifte vatandaşlık" gündemde yoktu. Ama toplantının çağrısında ve "Antwortkarte"de gündem başka. Örneğin "Antwortkarte": "Doppelte Staatsbürgerschaft, Kurturelle Autonomie und Medien" diye yazmış gündemi. Çağrı Metninde ise diğerleri arasında "Çifte Vatandaşlık-Vatandaşlık hakkı" yazılmış. Necati Mert arkadaş bu toplantılar serisi için. çıkardığı Brücke dergisinin olanaklarını seferber ediyor. Bunun için kendisine müteşekkiriz. Ama yaptıklarının karşılığığnda, kendi tartışmak istediği bir konuyu, kendi kararıyla gündeme almasını anlayamıyoruz. Bu çalışmalarda pratik görevlerin önemlice bir kısmını üstlenmiş olmak, kimseye bir ayrıcalık sağlamamalıdır. Aksi takdirde bu durum güvensizlik yaratır ve tartışmaların manüple edildiği duygusu insanlarda uyanır. Bunun bir dikkatsizlik sonucu ortaya çıktığına inanmek istiyoruz ve dileriz ki bundan sonra daha dikkatli olunur, katılanlar daha ciddiye alınır. *** Toplantılara ilk olarak katılacaklar için, Saarbrücken toplantısında "Çifte Vatandaşlık" konusundaki tartışmaları özetlemekte yarar var. Çünkü, Mehmet'in (Hamburg) değerlendirmesinde konu bir çok yanlış anlamaya yol açacak şekilde özetlenmiştir. 14-16 Ekim tarihinde Saarbrücken'de yapılan toplantıda gündemin ikinci maddesi Necati MERT'in savunduğu "Çifte Vatandaşlık" parolası ve bu konudaki daha önceden yazılı olarak da sundğu tezleri idi. Mehmet'in (Hamburg) değerlendirmesinde, tartışmalar esnasında "çifte vatandaşlığı reddeden bir tezi savunan olmadı" deniyor. Tartışmaların bu tarzda özetlenişi, tartışmaların özünü, gerçekte neyin tartışıldığını belirsizleştirmektedir. Tartışmalar "çifte vatandaşlığı" reddedip reddetmeme noktasında değil, "Çifte Vatandaşlık" PAROLASINI reddedip reddetmeme noktasındaydı. Ve bu satırların yazarı, bu parolayı, Türkiye'li göçmen azınlığın bayrağına yazacağı eylem parolası olarak açıkça reddetti. Aynı değerlendiremede, tartışmalarda "konuya verilecek ÖNEM, yapılacak VURGU konusunda farklı eğilimler" çıktığı yazılıyor. Sorun hiç de önem ve vurgu noktalarında yoğunlaşmıyordu. Anlayışlarda nicel bir farklılık değil, bir nitelik farkı söz konusuydu. Zaten aynı değerlendirmenin içinde, Hamburg'tan Demir'in, orada anlatılan (bir "ma" hecesinin atlanması sonucunda tamamen ters anlama gelen) itirazı ürerine düşülünce de, itirazın hiç de
19
vurgu ve önem noktasından olmadığı, değerlendirmenin kendi içinde çeliştiği görülür. *** Saarbrücken toplantısında, Çifte Vatandaşlık konusundaki tartışma şöyle bir seyir izlemiştir: Necati Mert tezlerini açıkladıktan sonra, biz bu parolaya itirazlarımızı belirttik, daha sonra Hamburg'tan Osman'ın bize yönelik eleştirileriyle, problem gerçekten çok önemli ve can alıcı bir noktaya, nihai hedeflerle, acil talepler arasındaki ilişki sorununa kaydı, Ancak bir süre sonra, hem tezi savunan hem de toplantıyı yöneten Necati Mert, sanki bu parola genel bir kabul görmüş gibi, tartışmayı bu kampanyanın nasıl örgütleneceği konusuna kaydırdı. Bu çerçevede uzunca bir süre tartışmalar devam etti. Ve bu parolaya karşı çıkanlar, birdenbire kendilerini tartışmanın dışında buldular, kabul etmedikleri bir parolanın ayrıntıları ve nasıl bir kampanya yürütüleceği konusunda konuşmaları anlamsız olduğundan söz almadılar. Ancak sonunda dayanamayıp, tartışmaların bu tarz yönlendirilmesine karşı itirazımızı belirttik. Bundan sonra da vakit geç olduğundan ve herkes yorulduğundan tartışmalar disiplinsiz bir şekilde kısa bir süre devam edip, bitti. Hamburg'dan Mehmet'in değrlendirmesi bu süreci de yeterince doğru aktarmıyor ve yanlış anlamaya yol açıyor. Tartışmaların, sanki "Çifte Vatandaşlık" parolası kabul görmüş gibi, kampanyanın nasıl yürütüleceği noktasına kayıp, mecraından çıktığı sırada söylenenleri; örneğin çeşitli şehirlerde "Çifte Vatandaşlık" konusunda toplantılar yapılmasını, sonunda söylenmiş ve kararlaştırılmış gibi aktarıyor. Bu kararlaştırılmamıştı. Herkesden tasvip gören, Saarbrücken toplantıları gibi toplantıların çeşitli şehirlerde yapılmasıydı. Kararlaştırılılan konu değil, toplantılar yapılmasıydı. Daha doğrusu, kararlaştırılmamış, genel kabul görmüştü. Çünkü, yine Mehmet'in bir satır aşağıda belittiği gibi, toplantı "karar alıcı nitelikte" değildi. *** Saarbrücken toplantısına ilişkin bu kısa özet ve düzeltmelerden sonra, şimdi "Çifte Vatandaşlık" parolasının bir gündem maddesi olarak belirlenmesine özden itirazımızı açıklayalım. Bugün, Türkiye'li göçmen azınlığın durumuna ve mücadelesine ilgi duyanlar arasında tümüyle eşit hakların, fiiliyatttaki eşitsizliğe karşı "pozitif diskriminasyon" tabir edilen ek tedbirler; kültürel baskıya son verilmesi gerektiği, bunlara ulaşılmadan, göçmen azınlık olmaktan doğan sorunlarımızın ortadan kalkmayacağı genel bir kabul görmektedir ya da daha doğrusu üç aşağı beş yukarı kabul edilmektedir. Peki ayrılıklar ne noktalardadır? Bu hedeflere ulaşmak için hangi örgüt ve mücadele biçimlerine, hangi güçlere dayanılacağı, hangi yollardan geçileceği noktasındadır ayrılıklar. Yani diğer bir deyişle, stratejiktir. Örneğin TGB ve Hakkı Keskin çevresi, Türkiye'li göçmen yığınların eyleminden korkmakta, konunun çözümünü parlamentolar ya da partiler düzeyindeki uzlaşmalarda ve faaliyetlerde aramakta, bu anlayışa bağlı olarak onların kabul edebileceği küçük lokmalar tarzında esas hedeflere ulaşabileceğini sanmakta, dolayısıyla da bayrağına öncelikle "Mahalli Seçim Hakkı, Yerleşme Hakkı" gibi parolaları yazmaktadır. 20
İşte Necati Mert'in "Çifte Vatandaşlık" parolası da, aynı şekilde, esas hedefe varmak için bugün bayrağa yazılacak bir strateji ve yol olarak önerilmekte ve özellikle yurakıda özetlenen Hakkı Keskin. TGB gibi çevrelerin stratejisiyle polemik içinde şekillenmiş bulunmaktadır. Onlara bir alternatif olarak getirilmektedir. Ancak bu konudaki görüşler sadece bu iki esas görüşten ibaret de değildir. Örneğin bizim savunduğumuz, birçok toplantıda yazılı ve sözlü olarak dile getirdiğimiz bir strateji ve program da vardır. Demek ki, "Çifte Vatandaşlık" Türkiye'li göçmen azınlığın mücadelesi için önerilen strateji ve programlardan sadece biridir. Bu durumda, alternatiflerden sadece birinin başlık yapılması, tartışmaları baştan manüple etmekte, tezlerden birine bir imtiyaz tanımaktadır. Niye örneğin "Yerleşme Hakkı" değil de "Çifte Vatandaşlık"? Bunun bir izahı yoktur. Şunu anlamak mümkündür. Çifte Vatandaşlık parolasının doğruluğuna inananlar, bu konudaki görüşlerini propaganda etmek, tartışmak için bu başlık altında tartışmalar, konferanslar düzenleyebilirler. Buna kimsenin bir itirazı olamaz. İsteği ve ilgisi olan da gider, dinler, tartışır. Ne var ki, bu toplantılar bir tartışma platformudur. Farklı görüşlerin varlığı herkes tarafından bilinmekte ve kabul edilmektedir. Bu toplantılarda, Göçmen azınlık hareketinin programı ve stratejisi ne olmalıdır gibi bir başlık altında, her ayrı görüşün eşit şekilde savunulmasını sağlayarak bir tartışma ya da açık oturum düzenlenebilir. Bu toplantıların ruhuna ve biçimine uygun olan budur. Aksi, diğer görüşleri takmamak, onları emrivakiler karşısanda bırakmak olur ki, şu an en çok ihtiyacımız olan, güven duygusunun oluşmanını engeller. Dileriz ki böyle tartışmalar tertiplensin. Şimdi gelelim "Çifte Vatandaşlık" parolasına niçin karşı çıktığımıza, özden itirazlarımıza. Problemin özü şudur: Bir göçmen azınlıklar hareketi ya da Türkiye'li göçmen azınlığın hareketi hangi programı ve stratejiyi izlemelidir? Bayrağına ne yazmalıdır? Hangi slogan en geniş yığınları birleştirip mücadeleye çekebilir? Hangi slogan, ezilen ve horlanan göçmen azınlıklarda sabrın derinliklerini ve coşkunun zirvelerini harekete geçirebilir? Hangi slogan, her mücadele bir güçler savaşı olduğundan, gücün yetmemesi ve yenilgi halinde, yeniden toparlanma için yaslanılabilecek bir gelenek, bir miras bırakabilir? Tartışma konusu ve tartışılması gereken konu budur. İşte "Yerleşme Hakkı" veya "Çifte Vatandaşlık" bu soruya verilen cevaplardan sadece ikisidir. Ve işin can yakan yanı, yukardaki sorulara ne cevaplar verdikleri noktasından baktığımızda, bu sloganları önerenlerin gerçekte bu soruları sormadıkları, üzerinde ciddi olarak düşünmedikleri, hatta bu sorulardan, bunları tartışmaktan kaçtıkları görülür. Bu sloganları önerenlerin gerekçelerini incelediğimizde şu iki hayale dayandıkları ortaya çıkmaktadır. 1) Hedeflerine kolayca ve kısa sürede erişebilecekleri hayali, 2) Hedeflerine, milyonlarca insanın fedakarlıklarıyla, mücadeleleriyle değil, birtakım güç
21
dengeleriyle, birtakım hukuki, insani, politik argümanlarla erişebilecekleri hayali. Bu sloganlar sadece bu hayallerden doğmuyor, ama bu hayalleri de besliyor ve yayıyor. Ezilenlerin, baskı altındakilerin binlerce yıllık mücadelesinin dersleri görmezden geliniyor. İlk önce şunu iyi bilmek gerekiyor: Toplumdaki büyük değişiklikler partilerin ya da parlamentoların kararlarıyla değil; birtakım argümanlar veya manevralarla değil; varolan dengelerde ve anlayışlarda kökten değişiklikler yapan milyonlarca insanın eylemi, kanı, canı, fedakarlığıyla ortaya çıkarlar. Mücadeleyi ve onun sonuçlarını kararlar değil, kararları mücadele ve onun sonuçları belirler. Avrupa ülkelerinde ve dünyadaki milyonlarca yabancı işçinin, göçmenin, mültecinin eşit haklar kazanabilmesi, üzerlerindeki diğer baskıların son bulması sanıldığından çok daha zor ve köklü bir değişikliktir. İşte ABD'deki zencilerin durumu ve mücadelesi. Yallardır savaşıyorlar, yüzlerce şehit verdiler, 1950'li ve 60'lı yıllarda muazzam hareketler oluşturup büyük liderler çıkardılar, hatta bazı haklar bile elde ettiler. Mücadeleleri birçok patlama ve şimdi olduğu gibi yatağına çekilme dönemlerinden geçti, geçiyor. Ama durumlarında hala bir köklü değişiklik yok. Onlar ki, biçimsel olarak tüm haklara da sahiptirler. Soruna böyle, büyük bir tarihsel perspektif içinde baktığımızda, daha başlangıçlarda, "önce şunu isteyelim, buna daha çabuk erişiriz" anlayışıyla yazdıkları parolaların, onların zaferinin önünde nasıl bir engel halne geldiği, mücadelenin gelişiminin önünde bir sete dünüştüğü, yenilgilerden sonra onları geleneklerden yoksun bıraktığı görülebilir. Bu dersleri hiç bir zaman unutmamamız gerekiyor. Siyahlar ki, onların, şehitleri, liderleri, zamanında göğe çıkmış mücadeleri var. Bizde ise bunlardan henüz hiç biri yok. Problemi böyle koyan başka slogan ve stratejiler önerir, problemi böyle koymayan başka türlü. Temel problem buradadır. N.Mert'in "Çifte Vatandaşlık" konusundaki tezleri ve yazıları incelendiğinde, sloganı önerirken, stratejiyi belirlerken, problemi hiçde milyonlarca insanın hareketi ve mücadelesi açısından ele almadığı, böyle bir sorunu hiç tartışmadığı görülür. O, hemen, birtakım dengeler ve argümanlarla oldukça kolay hedefe erişileceği hayalindedir ve bu hayali yaymaktadır. İşte tezlerinden önerdikleri: "Mücadele yöntemleri olarak, bağımsız ve en geniş kapsamda bir kamuoyu aydınlatma çalışması önerilir. Çifte vatandaşlık istemi için kampanya açılabilir. Ancak bu kampanya siyasi partilere, kiliselere, sendikalara vb. kabul ettirme-edilme anlayışından koparılmalıdır. (...) Bu adımların ilki olarak Avrupa'daki topluluğu, burada oluşumu içeren bir yayın organı düşünülebilir." (Burada N.Mert'in yayın konseptini de görüyoruz. O yayını farklı görüşlerin tartışılacağı ve şekilleneceği bir platform olarak değil, bu kampanyayı kabul edenlerin bir organı olarak ve kampanyanın bir fonksiyonu olarak anlıyor)
22
İşte anlayış budur. Milyonlarca yabancının nasıl harekete geçirilebileceği; bu hareketin yedek ve karşı güçlerinin neler olduğu; farklı programlara sahip mücadele eden kesimler arasında ortak cephelerin nasıl kurulabileceği; hangi örgüt mücadele bilçimlerine dayanılabileceği gibi sorular ve bunlara cevaplar yok. O sorunu, bir hareketin uzun vadeli ve cefalı bir savaşı olarak değil, bir "kampanya" olarak görüyor. Zaten bir bakıma kafalar da burada karışıyor. Bizler henüz doğmamış bir HAREKETİN vuruş yönünü, bayrağına ne yazması gerektiğini tartışıyoruz, o bir KAMPANYAYI. Böylece herşey başaşağı çevrilmiş oluyor. Eğer sorun bir kampanya ise, bu slogan bir kampayaya büyük gelir. Eğer sorun slogan ise, kampanya slogana küçük gelir. Bizim bildiğimiz, bir hareket önce programını ve stratejisini belirledikten sonra, birçok taktik mücadeleler ve kampanyalar yürütür. Kampanyalar hareketin yerine ikame edilmez. Kampanyalar, esas amaca ve stratejiye göre, ona hizmetleri açısından belirlenirler. Bir örnek verelim. "Günümüzün acil görevi", yani açmamız gereken kampanya, bir yayın organı kampanyasıdır şimdi. Bu "Çifte Vatandaşlık"tan yüz kat daha verimli ve doğrudur. *** Bizim anlayışımıza göre, Avrupa'daki göçmen azınlıklar ortaklaşa ve koordine bir mücadele yürütmedği tardirde, başarıya ulaşamazlar. Bütün Avrupa'daki göçmen azınlıklar bu mücadelenin öz gücüdür. O halde Türkiye'li göçmen azınlığın bayrağına yazacağı slogan, sadece Türkiye'lileri değil, ve sadece Almanya'dakileri de değil, Tüm Avrupa Göçmen azınlıkların bayraklarına yazabilecekleri, onları birleştirebicek bir slogan olmalıdır. Bizler programımızı ve parolalarımızı güçlerin nesnel konumlarından ve çıkarlarından hareketle belirlemeye çalışıyoruz. Ama N.Mert'in önerdiği "Çifte Vatandaşlık" sloganı Göçmen azınlıkların büyük bir bölümünü dışlıyor. Bir sürü ülkede göçmenlerin vatandaşlığı ve çifte vatandaşlığı var. Bazı göçmen yollayan ülkeler ise çifte vatandaşlığı kabul etmiyor. Unutmayalım, egemen güçler Avrupa çapında stratejiler geliştiriyorlar, bizim de onlara karşı Avrupa çapında güçleri birleştirmemiz ve stratejiler geliştirmemiz gerekmektedir. *** "Çifte Vatandaşlık" sloganının burjuvazinin ideolojik hegemonyasına hizmet etmesi; gerçekleşmesi halinde bireyleri devlet cihazının karşısanda yapayalnız bırakması ve fiili engellemelere açık olması; Türkiye'lilerin çifte vataşlığa eğilimsizlği: işçi gönderen ülkelere göz kırpması gibi noktalardan eleştirilere ise burada tekrar girmek gereksiz. *** N.Mart arkadaş görüşlerini geliştirirken, en ilkel tezlerle ve anlayışlarla polemiğe giriyor. Teorik mücadelede, askeri savaşın, güçlerin en zayıf yere yığılması prensibinin aksine, karşı görüşlerin en gelişmişlerine ve en mükemmel temsilcilerine karşı polemiğe girmek gerekir. Bu kişinin kendini geliştirmesinin de ön koşuludur. Demir (Hamburg) 7/12/1988 23
24
“KÜLTÜREL ÖZERKLİK” TARTIŞMALARI VE LENİN Doğması mümkün olan bir göçmen azınlıklar hareketi, diğer hareketlerin deneylerine dayanarak oluşmalıdır. Ancak böylece onların geçtiği aşamaları daha hızlı, minyatür öççülerde aşma olanağına sahip olabilir. Fakat, henüz kelimenin gerçek anlamında doğmamış olan bu hareket, bugün, tüm hareketlerin bir gerileme, yatağına çekilme döneminde; bunun yarattığı moral bozuklukları, özel hayata dönüşler, genel olarak teoriye ve özel olarak da Bilimsel Sosyalizme duyulan bir güvensizlik ve ilgisizlik döneminde; böylesi bir tarihsel atmosferde,-şekillenme eğilimi göstermektedir. Bu eğilimler göçmen azınlıkların sorunlarının bilincine varan; kendileri bu göçmen azınlıkların bir entelijansiyası olmaya aday aydınlar üzerinde de yansımakta ve böylece ancak teorik çalışma aracılığıyla kavranabilecek olan diğer hareketlerin tarihsel tecrübelerinin hızla aşılması olanaklarını azaltmakta; henüz tohum. halindeki bu hareket birbiri peşi sıra çıkmaz sokaklara; Amerika'yı yeniden keşîflere yöneltmektedir. Güçlüklerin büyük bölümü tam da bu özgül tarihsel durumdan kaynaklanmaktadır. Bu tarihsel koşullarda göçmen sorunlarına ve bir göçmenler hareketine yöneliş; aynı zamanda Burjuva ve Küçük~Burjuva Sosyalizmlerinin Marksizm'le bağlarını koparmalarına tekabül etmektedir. Marksizm'in itibarı olduğu dönemlerde (örneğin 1960'ları sonu ve l0'lerde) bu sınıfsal eğilimler kendilerini Marksist bir terminolojiyle; Marksizm alanı içinde ifade etme eğilimindeydiler. Bu eğilimlerin gerçek sınıfsal anlamlarını kavramayı güçleştirmekle birlikte; en azından, bir ölçüye kadar taraflarca kabul edilen ortak bir kavramsal temel sağlıyordu. Bugün ise, Marksist kabuğun atılmasıyla birlikte, tartışmalar tamamen farklı teoriler, kavramlar ve programlar biçiminde ortaya çıkmaktadır. Farklılıkları tespit nispeten daha kolaydı,r, çünkü bu farklar doğrudan doğruya kavram ve hedeflerde ifadesini bulmaktadır; ama aynı zamanda tartışmayı yürütecek bir ortak dil bulmak zordur. Ve tam da bu nedenle ayrılıklar, daha somut, programatik bazda tartışılma olanağına sahiptir. Göçmen azınlıkların sorunlarına yönelişin aynı zamanda Marksizm'den ve genel olarak teoriden uzaklaşmaya paralel gitme eğilimi göstermesi, yüzeysel olarak bu süreci gözlemleyenlerde, göçmen azınlığın sorunlarına yönelmenin ancak sosyalizmden uzaklaşmayla mümkün olabileceği, ya da bu uzaklaşmanın bir ifadesi olduğu gibi bir yanılsamaya yol açmaktadır, ki bu yanılsama içinde bulunanlar genellikle kendilerini "Marksist" olarak tanımlayanlardır. Bunun sonucu olarak da, taraflar birbirine karşılıklı kanıtları sunmakta; birbirlerinin görüşlerine varlıklarıyla haklılık kazandırmaktadırlar. Sonuç olarak ortaya şöylesine bir sahte ikilem çıkmaktadır: Eğer Marksizm'e inanıyorsanız, bir göçmen hareketi karsısında ilgisiz hatta düşmanca davranmak zorundasınız; eğer göçmen hareketine yöneliyorsanız Marksizm'den uzaklaşmak zorundasınız. Bu sahte bir ikilemdir. Taraflar gerçekte aynı madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadırlar. Bir göçmen hareketinin imkan ve gerekliliklerini kabul etmek, Marksizm'den uzaklaşmayı gerektirmez; aksine tam da Marksizm bu imkan ve gerekliliği görmeyi gerektirir; tersine 25
göçmen hareketine yöneliş, o hareketin başarısı için Marksizm'i gerektirir. Ama dogmatik bir Marksizm'i değil, Tarihin gördüğü en devrimci öğreti olan, eleştirel ve yaratıcı Marksizm'i. Biz bu üçüncü alternatifi; sahte ikilemin karşısındaki kutbu savunuyoruz. Bu nedenle de Marksizm'e yönelik eleştirilere cevap verme gereğini her an, her adımda hissediyoruz. Göçmen hareketi içinde, ortak problemlerden kaynaklanan pratiğe yönelik bir birliğin yanı sıra, program ve strateji bağlamında ayrılıklar, tartışmalar olacaktır. Ama aynı zamanda "ideolojiler arası" bir tartışma da olacaktır. Marksistlere yönelik, şu sıralar en yaygın eleştirilerden biri de "Kültürel Özerklik" sorunu etrafında düğümlenmektedir. Denilmektedir ki , Lenin " Kültürel Özerkliği reddederken yanılmaktaydı, ama biz bunu savunmalıyız. Bu anlayış Gündemde de ifadesini bulmuş ve gündeme konu “Özerklik" başlığı altında alınmıştır. Bu eleştirilere karşı çıkanlar da görülüyor. Ancak bu talebi, kendilerini Marksist olarak kabul ettikleri için reddedenler, Kültürel Özerklikten bu talebi öne sürenlerle aynı şeyi anlıyorlar:. Sadece Kültür'le sınırlı bir özerklik; sadece Kültür'ü kapsayan bir özerklik. Çoğumuz Türkiye sosyalist hareketinden geliyoruz. Bugün Marksizm'i savunsak da savunmasak da onu orada öğrendik. Türkiye sosyalistleri arasında, çok yaygın ve korkunç sonuçlar doğuran, muazzam bir çoğunluğun paylaştığı bazı ortak yanılgılar vardır; Kültür'ü kapsayan bir özerkliğin "Kültürel Özerklik" sloganının anlamı olduğu gibi. Tek yaygın yanılgı bu değildir. Örneğin, 1905'te Lenin'in savunduğu "İşçilerin Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü" sloganı, Türkiye solunun hemen hepsince "Köylülük Desteğinde Bir Proletarya Diktatörlüğü" olarak anlaşılır. Bu, müthiş ve gücü yaygınlığından gelen yanlış anlama nedeniyle Türkiye Solu, gerek İki Taktiği, gerek Nisan Tezleri'ni, gerek daha sonraki tartışmaları ve gerekse Ekim Devrimi'nin kendisini doğru yorumlama, anlama olanağını yitirir. Bir başka korkunç ve yalan yanlış anlama, bir tarihsel geçiş dönemi olan Proletarya Diktatörlüğü ile, Komünizmin alt aşaması olan Sosyalizmin aynı şey sayılmasıdır. Böylece gerek "Tek Ülkede Sosyalizm" tartışmalarını; gerek Sovyetlerdeki gelişmeleri; gerek Sovyet Devletinin karakterini; gerek Gorbaçov reformlarını anlamak olanaksızlaşır. Bunların sonucu olarak gerek çağımıza damgasını vurmuş en büyük olaylar; en büyük tartışmalar gerekse bugün varolan güçlerin büyük bir bölümü. Türkiye solu için anlaşılmaz ve kavranılmaz kalmaya mahkum olur. İşte, "Kültürel Özerklik" sorununda da böylesine korkunç ve yaygın bir yanlış anlama söz konusudur. Diğer yanlış anlamalarda olduğu gibi, bu problemde de Marksizm'i eleştirenlerin eleştirdiği Marksizm değil kendi yanlış anlamaları; ama Marksizm'i sözde savunanların da savundukları Marksizm değil, kendi yanlış anladıkları Marksizm'dir. O sahte dilemma burada da karşımıza çıkar. Hem bu sahte dilemmayı somut olarak gösterebilmek; hem de gerçek Marksizm'i bu yanlış eleştiri ve savunular karşısında savunabilmek için bu bölümde meşhur "Kültürel Özerklik"` tartışmasını, alıntılarla özetleyip tezimizi kanıtlamaya çalışacağız. Kaynak, Lenin'in iki makalesidir. Her iki Makale de, Sol Yayınları tarafından. yayınlanmış 26
olan "Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı" adlı kitabın l ve 52. sayfalara arasında bulunmaktadır. Birinci makale: "RSDİP'nin Ulusal Programı"; ikinci makale ''Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar" başlığını taşımaktadır. *** Birinci Dünya Savaşı Öncesinde varolan Avusturya-Macaristan imparatorluğu bir "Uluslar Mozaiği"dir. Bu yakıcılığı nedeniyle "Ulusal Sorun"" o zamanki . Avusturyalı Marksistlerin daima tartıştıkları bir problemdi. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi, 1899'daki Brünn kongresinde gündeminin başına "Ulusal Sorun"u alır. ortada iki karar tasarısı vardır. Birincisi Parti'nin Merkez Komitesi'nin tasarısıdır: Bölgesel bir özerkliği talep etmektedir. İkincisi, Güney Slavları Sosyal-Demokrat Parti Komitesi'nin tasarısıdır: "Kültürel Özerklik"` talep etmektedir. İşte, Lenin'in yazılarında tartışmalara ve Lenin'in '"Kültürel Özerkliği" reddetmesine ve eleştirmesine yol açan tasarı budur. Peki bu tasarıda kültürel özeklikten kastedilen nedir? Bu en açık biçimde, tasarı metninden anlaşılabilir. Yalnız tasarı metnini aktarmadan önce, iki kısa açıklama gerekiyor. Kültürel Özerkliği savunan tasarı, Yahudileri bu tasarının kapsamında görmemektedir ve Kongre bu tasarıyı reddedip, aslında bir uzlaşmayı ifade eden Merkez Komitesi'nin tasarısını kabul etmiştir. Şimdi tasarının metnine bakalım; Lenin'in aktardığı kadarıyla tasarının birinci paragrafı şöyle: "Avusturya'da yaşayan her ulus, üyelerinin bulunduğu bölge hangisi olursa olsun, (dil ve kültür alanına giren) bütün ulusal sorunlarını tam bağımsız olarak düzenleyen özerk bir grup oluşturur."(s. 38) Aktarılan paragrafta, özerkliğin sadece dil ve kültür konularıyla mı sınırlı olduğu yoksa, diğer alanları da kapsayıp dil ve kültüre göre mi belirlendiği, muhtemelen çeviriden kaynaklanan bir belirsizliğe Sahiptir. Ama "bütün ulusal sorunlar" ifadesi, kastedilenin kültürle sınırlı olmadığını gösterir. Burada kastedilenin sadece kültürü kapsayan bir özerklik değil, kültüre göre belirlenen ama dış işleri hariç bir devletin bütün diğer alanlarındaki özerkliği olduğu hem tasarının alternatifinden, hem de Lenin'in başka yerlerdeki açıklamalarından anlaşılmaktadır. Tasarının Merkez Komitesi tarafından sunulan alternatifi, sınırı bölgelere göre çekmeyi öneriyordu, dil ya da kültüre göre değil. Yani tartışma özerk olacak şeyin içeriğinde değil, özerkliğin neye göre belirleneceğinde idi. Lenin yukarıdaki ilk paragrafı aktardıktan sonra bunun reddedildiğini belirtip, şunları yazıyor: "Bunun yerine ülkelik (territorrialiste) bir program, yani 'ulusun üyelerinin yaşadığı bölgeyi göz önünde tutmayan' hiç bir ulusal grup yaratmayan bir program benimsendi."(s. 38) Başka bir sayfada da Lenin yine bu programı şöyle açıklıyor: "Her yurttaş, kendisini şu ya da bu ulusun bireyi olarak kaydettiriyor ve her ulus, üyelerini vergilendirme yetkisi olan, bir ulusal parlamentosu (diyeti) ve ulusal 'devlet sekreterleri' (bakanları) olan bir hukuksal bütün oluşturur." (s. 32)
27
Alıntılardan da açıkça anlaşıldığı gibi, özerk olan şey sadece kültür olmayacak, kültür ve dil'e göre belirlenen bir hukuk ve maliye sistemi, yani bir devlet olacaktır. Bu devletin sadece belli bir toprak parçası bulunmayacak, ama kendi meclisleri, bakanları, bütçesi, vergieri toplayacak memurları, vergi kaçıranları hapse atacak polisleri, o polisleri ve vergi memurlarını eğitecek okulları vs. olacaktır. Bunu bugünün Almanya'sına ve örneğin buradaki azınlıklara uygularsak şöyle bir manzara ortaya çıkacaktır: Türkler, İspanyollar, Yugoslavlar vs. her biri, kendini bir ulusun üyesi olarak kaydettirecek, bunların her birinin toprağı olamayan ama aç işlerinde serbest olan özerk bir devleti olacak; her birinin kendi memurları, okulları olacak vs. . Bu planın saçmalığı ve uygulanamazlığı ortadadır. Sanırız bunu şimdi kimse savunmuyor. Bunu reddeden ve eleştiren Lenin'in hiç de haksız olmadığı ortadadır. Dolayısıyla Lenin'e yöneltilen eleştiriler anlamsızdır. Bu durumda "Kültürel Özerkliği"savunan arkadaşlar diyebilirler ki: "Evet, Lenin buna itiraz ederken haklı, biz, kabaca, "Kültürel Özerkliğe" karşı çıktığı için Lenin'i eleştirmekte yanılmışız. Ancak, haklı olduğumuz bir yan var. Bizler "Kültürel Özerklik"ten, sadece Kültür sorunlarına has bir özerkliği kastediyoruz, yani esas olarak okulları. Lenin bu anlamda bir kültürel özerkliği de reddetmektedir." Doğrudur, Lenin bu anlamda da bir kültürel özerkliği reddetmektedir. Yani okullarda öğretilecek standart dersleri, her dil ya da ulus grubunun belirlemesini, bunların okullarının ayrılmasını reddetmektedir. Örneğin şöyle yazıyor: "Pratik uygulamada 'toprak-dışı' (şu ya da bu ulusun üzerinde yaşadığı toprağa bağlı olmayarak) özerklik planı, ya da 'ulusal kültür özerkliği' bir tek şeyi ifade edebilir: okulun uluslara göre, bölünmesi, yani eğitimde ulusal kapalı alanların kabulü. Proletaryanın sosyalizm uğruna, sınıf savaşı bakımından sorunu ele almasından vazgeçtik, demokrasi açısından bile ünlü bundçu planın bütün gerici niteliğini anlayabilmek için, bu planın gerçekten neyi temsil ettiğini açıkça görmek yeter." (s. 36) Peki, Lenin, okulların ayrılmasına ve onların programlarının o azınlıklar tarafından belirlenmesine hangi gerekçelerle itiraz etmektedir? Lenin, itirazlarını toplumsal tecrübeye ve soyutlamalara dayandırmaktadır. Okulların ayrılmasının nasıl bir sonuç verdiğine ve kime hizmet ettiğine örneklere bakarak bir karar verir. O zamanın dünyasında, okulların uluslara göre ayrıldığı tek örnek, ABD'nin güney eyaletleridir. Orada siyahlar ve beyazlar ayrı okullara gitmektedirler: "Bir örnek ve okulun 'ulusallaştırılması' için bir proje, bize neyin söz konusu olduğunu açıkça gösterecektir. Amerika Birleşik Devletleri'nin bütün yaşamında, Kuzey eyaletleriyle Güney eyaletleri halâ bölünmüş durumdadır; Kuzeyde özgürlük ve köle sahiplerine karşı savaşım gelenekleri egemendir; Güneydeki eyaletlerde iktisadi baskıya uğrayan, kültürel bakımdan geri halde tutulan (...) vb. zencilere karşı zulmün kalıntılarıyla birlikte, . köleci gelenekler egemendir. Kuzey eyaletlerinde zencilerle beyazlar aynı okula giderler, Güneyde zenciler için özel okullar -eğer deyimi uygun görürseniz 'ulusal' ya da ırksal okullar - bulunmaktadır. Bana öyle geliyor ki, bu, okulun 'ulusallaştırılması'nın biricik pratik örneğidir." (s. 36)
28
Keza, Lenin'in yazıyı yazdığı sıralarda, Çar'ın bakanlarından biri, Yahudi okullarının "ulusallaştırılması" yani ayrılması yönünde bir yasa tasarısı hazırlamış bulunmaktadır ve Lenin itirazına bir argüman olarak bunu da getirir. Lenin tavrını belirlerken, somut olgulardan hareket ediyor. Soruyor; "okulların uluslara göre ayrılması kime hizmet ediyor ve bunu kim istiyor" diye. Ve örneklerle cevaplandırıyor: Amerika'nın kölecileri, çarın bakanları. Bu nedenle, bırakın bir sosyalisti, bir burjuva demokratının bile buna karşı çıkması gerektiğini yazıyor. Aynı gerici, ayırıcı eğilim, ilke olarak değil ama pratik bir uygulama olarak bugünkü Almanya'da da görülmektedir. Yabancıların çocukları sistematik olarak "Sonderschule"lere aktarılmaktadır. Ancak, buna da itiraz edilebilir. Denilebilir ki, ayrılma var, ayrılma var. Sözkonusu örnekler, eşitsiz durumlarda, zorla yapılan ayrılmalardır. Biz eşit olacağımız varsayımından hareketle, gönüllü bir ayrılmadan yanayız. O zaman bu tehlikeler söz konusu olmaz. Azınlıklar böylece kendi kültürlerini özerk olarak geliştirme olanağı bulurlar. İlk bakışta pek mantıki gibi geliyor, ancak meseleyi biraz derinliğine ele almaya çalışalım. Bir an için, Türk azınlığın bütün haklara sahip olduğunu ve bu azınlığın kendi okulları, müfredat programları, öğretmenleri olduğunu var sayalım. (Programların içeriği bahsine sonra geleceğiz. ) Bir çok çocuk ve genç için bu okullara gitmek, coğrafi nedenlerle olanaksız ya da çok güç olacaktır; bu okullardaki eğitimin kalitesi ister istemez Alman okullarına göre daha düşük olacaktır, daha çok ezbere dayanacaktır, bizim Türkiye'nin ve Türklerin daha kalitesiz öğretmenleri tarafından verilecek, aynı kalitesizlik kitaplara da yansıyacaktır. Eğitim Türkçe olduğundan, ne kadar iyi öğretilirse öğretilsin öğrenciler Almanca'ya daha az egemen olacaklardır vs.. Okulu bitirdikleri andan itibaren, bir azınlık olmaları dolayısıyla fiiliyatta aleyhlerine olacak tercihlerin nötr olacağını varsaysak bile, eğitimin kalitesi nedeniyle daha az iş bulma şansları olacaktır. Ve bir kaç kuşak sonra Almanlarla Türkler arasında bugünkünden çok daha büyük bir kastlaşma, Türklerin de alt kastı oluşturma durumu ortaya çıkacaktır. Bu sürecin ulusal düşmanlıkları ve önyargıları ne kadar körükleyeceği de işin cabasıdır. Kültürel özerkliği öneren arkadaşlar, azınlıklara, fiilen Huxley'in Yeni Dünya'sında gamma kategorisinden bir rol öngörmektedirler. Ve bu, tam da burjuvazinin "İkili Toplum" planlarına denk düşmektedir. Lenin'in okulların ayrılmasına itirazlarından biri de, bu okulların fiilen papazların elinde olacağıdır. Aynı şey Türkler için de geçerlidir. Ayrı Türk okulları demek, hocaların egemenliğindeki okullar demektir. Ve bu burjuvazi için hiç de kabul edilmeyecek bir şey değildir. Gönlünde yatan aslandır. Lenin'in, Kültürel Özerkliğe karşı çıkarkenki mantıki itirazı ise Kültür'ün İdeoloji'den ayrılamayacağı noktasında toplanır. Şöyle yazıyor: "Eğitim alanını ayrı tutmak her şeyden önce saçma bir ütopyadır, çünkü (genel olarak 'ulusal kültür' gibi) okulu ekonomiden ve siyasetten ayırmak olanaksızdır." (s. 35)
29
İdeoloji Kültürün bir öğesidir, ve onu soyutlamak mümkün değildir. Ama herhangi bir ulus ya da azınlık içinde bir tek ideoloji olamaz, sınıf ayrılıkları varsa bunlar kendilerini farklı ideolojiler biçiminde yansıtırlar. Ne var ki sınıfların konumları da eşit değildir, egemen sınıfların ideolojisi egemen ideolojidir. Kültürü ideolojiden soyutlamak mümkün olmadığına; egemen sınıfın ideolojisi de kültüre egemen olduğuna göre, kültürel özerklik demek, azınlığın burjuvazisinin, egemen sınıflarının ideolojik özerkliği demektir. Kültürel Özerkliği savunan arkadaşlar. Evet biz de tam bunu kastediyoruz, Alman burjuvazisinin ideolojik egemenliği yerine, Türk burjuvazisinin ideolojik egemenliği altında olalım, hiç olmazsa kimliğimizi kaybetmemiş, kültürümüzü geliştirmiş oluruz, diye düşünüyor olabilirler. Kendi açılarından haklı da olabilirler, çünkü kendileri bizzat o burjuva ideolojisinin taşıyıcılarıdırlar ve burada Türk azınlığının burjuvazisinin, yani kendilerinin çıkarlarını korumuş olmaktadırlar, ama o azınlık içinde egemen olmayan bir ideolojiyi savunan bizler de, tam da bu noktada onların savunduğu ideolojinin egemenliğine karşı çıkmak; bizim görevimizin bizzat öncelikle "kendi" burjuvazimizle savaşmak olduğunu söylemekte serbestiz ve haklıyızdır. Sizler için tayin edici ulusal kimlik olabilir, onun karşılığında kendi burjuvazinizin saflarında yer alabilirsiniz, bizler için tayin edici olan ise sınıfsal kimliktir, onu ulusal ya da kültürel kimliğimiz karşısında harcamaya niyetimiz yok. Kültür'ün şu ya da bu görünümünü ideoloji'den ayırmak; düşünce düzeyinde yapılabilecek bu soyutlamayı gerçek hayatta yapmak mümkün olmadığı için Lenin "Kültürel Özerklik" sloganına, özerklinin kendisi sırf kültürle sınırlanıyor olsa da karşı çıkmaktadır. Eğer kültürel özerkliği savunanlar ideolojinin ayrılmasını mümkün görüyorlar ise, bu ayrılmanın nasıl olabileceğinin somut mekanizmalarını da göstermek zorundadırlar. Lenin'in, ideolojinin Kültür'ün soyutlanamaz bir öğesi olduğundan hareketle; her toplumda iki kültür olduğundan söz etmesi, bu soyutlanamazlık göz ardı edildiği, görmezden gelindiği için yanlış anlaşılmaktadır. Şimdi de bu yanlış anlamanın üzerinde duralım. Lenin şöyle yazıyor: "Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığın vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün "bir öğesi" olarak kalmaz; egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, "ulusal kültür", genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin kültürüdür." (s. 21) Bu çok bilinen alıntıda Lenin'in egemen ve alt olarak nitelediği şey gerçekte ideolojidir. Ama ideoloji'yi kültürün herhangi bir boyutundan pratik hayatta ayırmak mümkün olmadığı için, Lenin okuyucunun anlayışına sığınıp, kavramsal düzeyde bu ayrımı yapma gereğini duymamakta, dolayısıyla "iki kültür"den söz etmektedir. Aynı Lenin'in Devrimden sonraki tartışmalarda "Proleter Kültür" kavramına karşı çıktığı ve onu saçma bulduğu da bilinir. Peki, Lenin kendi kendisiyle çelişmiş olmuyor mu? Olmuyor, çünkü bu tartışmada da Kültür başka bir anlamıyla kullanılmaktadır·. Eğer Kültür'ü sanat eserleri olarak anlarsak, ki Devrim sonrası tartışmada bu anlamda kullanılmaktadır, bir "proleter kültür" olamaz. Olamaz, çünkü proleter ve burjuva 30
devrimlerinin karakteri farklıdır. Burjuvazi iktidara gelmeden önce kendi kültürünü tıpkı ekonomiye egemen olduğu gibi geliştirebilmiş ve kendi değer yargılarını topluma egemen kılabilmiştir. Ama proletarya toplumsal konumu gereği burjuvaziden daha üstün bir kültür geliştiremez, var olan enerjisini, en iyi beyinlerini, kültürel-sanatsal yaratımlara değil ekonomik, politik ve ideolojik mücadeleye ayırmak zorundadır. İktidara geldiği andan itibaren ise, o güne kadar kendisinden esirgenmiş olan, burjuvazi dahil tüm insanlığın kültürünü özümlemeye yönelmek zorundadır. En geniş yığınlara okuma, yazma ve tahsil imkanları sağlamak; insanlığın sanatsal yaratımlarının ucuz baskılarını yapmak vs. gibi işleri başarmak zorundadır. Proletarya, ancak, tüm yaratılmış kültürleri özümledikten sonra onları aşabilir. Ama bu sürecin kendisi, aynı zamanda proletaryanın yok oluşuna da denk düşer. Proletarya iktidara egemen bir sınıf olmak ve bu egemenliği sürdürmek için değil, tüm sınıfları, dolayısıyla da kendini yok etmek için gelir. Ve iktidara gelme kendini yok etme sürecinin ilk adımıdır. Dolayısıyla geleceğin kültürü bir "proleter kültür" değil, burjuva medeniyetinden daha üstün bir medeniyetin, sosyalist bir medeniyetin kültürü olabilir. Sosyalist bir kültür olabilir, sınıfsız toplum kültürü olabilir. Proletarya, sınıfsız bir topluma ulaşıncaya kadar, sadece sosyalist bir ideolojiyi geliştirebilir, ama bir kültürü değil. İdeoloji Kültür'ün bir öğesi olduğu. ölçüde, genel anlamıyla kültürün sadece bu öğesini geliştirme yeteneğinde olabilir. O halde Lenin'in yukarıdaki meşhur alıntısı, sanatsal yaratımlar, ayrı bir değer sistemi anlamında anlaşıldığı taktirde Lenin'in ne dediği anlaşılmaz olur. Çünkü böyle bir sosyalist kültür yoktur. Fakat ezilenler arasındaki bir kültürden, Kültür'ün başka bir anlamında. "yani bir yaşam tarzı anlamında. belli ölçüler içinde söz edilebilir. İşçiler arasında, adeta evrensel bir karakter taşıyan içme, seksist. şakalar, futbol ve takım taraftarlığı gibi bir alt kültürden söz edilebilir. Keza, fabrikadaki üretimin insanı tüketen - yabancılaşmış emeğine bir tepki olarak, insanın üretim içinde kendini geliştirme ve gerçekleştirme ihtiyacının bir ürünü olarak son derece yaygın olan, iş saatleri dışında el işleriyle, bahçe işleriyle uğraşmak da hemen hemen sırf işçilere has bir kültür sayılabilir. Gerçekte işçi sınıfının üst ve kalifiye tabakaları arasında bu kültür, alt tabakaları arasında da futbol, seksist şakalar vs. kültürü daha bir yaygınlık gösterir. Ne var ki, Lenin'in tartışma konusu bunlar değildir. (Esasında burada ele elınan örneklerde görülen, Kültür kavramının, son derece belirsizliğinden, birbiri içine geçmiş değişik anlamlarından dolayı. "Kültür" sözcüğüne dayanan bir sloganın nasıl belirsizlikler ve tehlikeler içerdiği de ortaya çıkmaktadır. ) *** Lenin'in "Kültürel Özerklik" sloganına karşı çıkması, onun uluslar, diller, ırklar üzerindeki baskılara duyarsız, kör olduğu anlamına gelmiyor. Lenin'in karşı olarak önerdiği nedir? Şimdi de onu görelim. Lenin kendi programını "Dillerin ve ulusların eşitliği, bunlar üzerindeki ayrıcalıklara ve baskılara son!" diye ifade ediyor. Peki bu nasıl sağlanabilir? Lenin'in kafasındaki somut tasarı
31
nedir? Lenin bu tasarıyı polemiği içinde, yer yer dağınık bir şekilde şöyle açıklıyor: Lenin, bunun ilk şartı olarak sonuna kadar tutarlı bir demokratizmi, yani demokratik bir devleti ön görüyor. Nedir bu demokratik devlet? Bu demokratik düzen, dil ya da ayrılma hakkının, demokratik olmayan bir yoldan çözümünü olanaksız kılan bir düzendir. "Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununun demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir." (s. 11-12) Açık ki, Lenin, genel olarak demokratik bir düzen değil, çok özel bir demokratik düzen talep ediyor. Çünkü genel olarak demokrasi, azınlığın çoğunluğa uyması ilkesinin kabulü demektir. Bu ilkeye dayanarak, pekala azınlık uluslar üzerinde çoğunluk ulus gayet "demokratik" bir şekilde istediği dayatmayı yapabilir, tıpkı bugün Almanya'da olduğu gibi. Lenin'in kastettiği demokratik düzen ise, ulusların ve dillerin eşitliğini sağlamayı görev olarak önüne koymuş, buna göre yapılanmış bir düzendir. Böyle bir düzenin nasıl bir şey olması gerektiği konusunda Lenin şu ipuçlarını veriyor: "Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması; (...) uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun (yani belediyenin), topluluğun vb. ) ulusların hal eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yuttaşına, anayasaya aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkı tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere girişecek olanları cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü." (s. 19) Lenin'in tanımladığı türden, özel demokraside, ulusların ve dillerin eşitliği bir anayasa maddesi olmak zorundadır ve bu maddeye karşı bir tasarrufa herhangi bir vatandaş bile dava açabilir. İtiraz hakkı sadece kimi imtiyazlı kuruluşlara verilmemektedir, herkesedir. Peki Lenin niçin böyle bir genel yasa maddesi ile yetiniyor. Niye daha ayrıntılı bir plan geliştirmiyor? Çünkü özellikle kapitalizmin bir ürünü olan büyük şehirlerde, çeşitli milliyetler ve diller bir mozaik görünümündedirler. Her özgül durum yasayla düzenlenemez. Bu nedenledir ki, Lenin, pratik uygulamayı, yasada belirtilen ilke çerçevesinde yurttaşların kontrolüne bırakıyor. Lenin`den aktaralım. "Çünkü her aklı başında kimse anlar ki, bir programda, ayrıntı niteliğindeki sorunları önceden belirlemek gereksiz ve olanaksızdır. Program, ancak, temel ilkeleri saptar. İncelediğimiz örnekte temel ilke, (...) açıkça ifade edilmiştir. Bu ilke, hiç bir ulusal ayrıcalık ve hiç bir ulusal eşitsizlik tanımamak, bunlara göz yummamaktan ibarettir. "Bunduçuyu bu konuda aydınlatmak için somut bir örnek ele alalım. St. Petersburg kentinde, 18 Ocak 1911'de, okul sayımı, Ulusal "Eğitim" Bakanlığına bağlı ilkokullarda 48. 016 öğrenci bulunduğunu ve bunların 396'sının, yani %1'den azının Yahudi olduğunu göstermiştir. Ayrıca iki Romanyalı, bir Gürcü, üç Ermeni vb. vardır. Bu ilişkiler ve koşullar çeşitliliğini kucaklayan 'kesin' bir ulusal program yapma olanağı var mıdır? (Kuşkusuz,
32
Petersburg, Rusya'nın ulusal bakımdan en 'karışık' kenti değildir: ) Öyle sanılır ki, bundçular gibi ulusal 'inceliklerin' uzmanları bile, böyle bir programı yapmayı göze alamazlar. "Devletin anayasasında azınlık haklarını ihlal eden her türlü önlemleri geçersiz ilan eden bir temel yasa olsaydı, her yurttaş, devlet hesabına, örneğin, Yahudi dili, Yahudi tarihi vb. okutacak özel öğretmenlerin görevlendirilmesini, ya da Yahudi, Ermeni, Romanyalı çocuklar için, hatta tek bir gürcü çocuğu için resmi bir lokal ayrılmasını yasaklayan yasa ve kararnamelerin yürürlükten kaldırılmasını isteyebilirdi. Her durumda, hak eşitliği temeli üzerinde, ulusal azınlıkların akla-yakın ve gerçekleştirilebilir isteklerini karşılamak hiç de olanaksız değildir ve bu eşitliği savunmanın zararlı olduğunu kimse söyleyemez. Tersine, örneğin Petersburg'un Yahudi çocuklarına ayrılmış bir yahudi okulu isteyerek, okulun uluslara bölünmesini savunmak, elbette ki, zararlı olur; 1, 2 ya da 3 çocuktan ibaret de olsa 'bütün ulusal azınlıklar için ulusal okulların kurulması ise, yalnızca olanaksızdır. "Üstelik ülke çapındaki hiç bir genel yasa, bir ulusal azınlığın, kendi özel okuluna ya da tamamlayıcı derslerde vb. özel öğretmenlere hak kazanabilmesinin, ne ölçüde olacağını saptayamaz. "Buna karşılık, hak eşitliği üzerine ülke çapındaki genel yasa, özel genelgelerle, bölge diyetlerinin, kentlerin, zemztvoların, toplulukların vb. kararnameleriyle pekala ayrıntılarına kadar saptanabilir ve geliştirilebilir." (s. 43-44-45) "Kültürel Özerklik" fiilen okulların ayrılması olduğundan, bu vesileyle, bu sloganın taraftarlarına şunu sormak gerekiyor: Bu gün Almanya'da, diyelim Hamburg'taki ve her biri şehrin ayrı bir yerinde oturan küçük Güney Afrika'lı azınlık için de okulların ayrılmasını talep ediyor musunuz? Eğer ediyorsanız, bunu pratikte nasıl gerçekleştireceksiniz? Eğer diyelim ki, 10 Güney Afrikalı çocuk için Hamburg'ta. bir tek okul açacaksanız, bu çocuklar o okula nasıl gidecek? Eğer her birkaç çocuğa bir okul açacaksanız, bu zenginliklerin gürül gürül akmadığı bir toplumda gerçekleştirilemez. "Kültürel Özerklik" taraftarları, "Ama biz, belli bir oranın üstündeki azınlıklar için bunu istiyoruz" diyebilirler. O zaman da şu sorular ortaya çıkar: Bu belli bir oran nedir ve kim saptayacak? Belli bir oranın altındakiler baskı altına alınmış olmayacak mı? Almanlar da aynı mantıkla bu belli oranı Türkler gibi büyük azınlıkları dışarıda bırakacak şekilde saptayabilirler. Açık ki ortada geriye tepen bir talep vardır. Bütün bunların yanı sıra, belli bir oranın üstündeki bazı azınlıklara. imtiyaz tanımak mücdeleyi böler. Ama Lenin'in önerdiği gibi "dillerin ve milliyetlerin" eşitliği sloganından hareketle, herhangi bir azınlıktan bir tek çocuk için bile, ona dilini ve geldiği ülkenin tarihini öğretecek, masrafı devlet tarafından karşılanan bir öğretmen temin edilebilir. Görülmektedir ki, Lenin, ulusal ve kültürel baskılar karşısında, "Kültürel Özerklik" planını: savunanlardan çok daha hassas ve çok daha adildir... Ama sadece bu kadar da değil. O demokratik düzende, dağınık azınlıkların örgütlenme özgürlüğü dahi garanti altındadır. Şöyle yazıyor Lenin: "Örneğin şöle bir durumu nasıl açıklayacağız: Saratov eyaleti sakinlerinin Alman topluluğu artı, Riga ya da Lotz işçilerinin Alman mahallesi, artı, Petersburg dolaylarındaki Alman kasabası vb. , Rusya Almanlarının 'biricik ulusal bütün'ünü oluşturacaklardır. (Avusturya S. 33
D. programına göre). Besbelli ki, belirli bir devlet içinde hangi ulusal topluluktan olursa olsun her topluluğun örgütlenmesi dahil, her türlü örgütlenme özgürlüğünü asla reddetmemekle birlikte sosyal demokratlar, böyle bir şeyi isteyemezler ve böyle bir birliğe arka çıkamazlar." (s. 39) Bu alıntıdan açıkça görüldüğü gibi, o özel demokraside, dağınık durumdaki azınlıklar örgütlenebilirler. Bu hak garanti altındadır. Ama sosyalistler böyle bir örgütlenmeye taraf tar olmazlar. Taraftar olmamaları, bu hakka karşı çıkmaları anlamına gelmiyor. Keza Lenin, küçücük bile olsa, türdeş ulusal bileşimi olan bölgelerin tam özerkliğinden; ve aynı ulusa ait böyle küçük alanların birlikte hareket edebilecekleri imkanların da tutarlı demokratizm bakımından önemini vurgular: "Kuşkusuz, hiç bir Marksist -hatta tutarlı hiç bir demokrat bile- (. . . ) Rus eyalet ve ilçelerini savunamaz, ve bu eskimiş idari bölünmeler yerine halkların ulusal bileşimini olanaklar ölçüsünde göz önüne alan yeni bölünmeler gereğine karşı çıkmaz. Ve en sonu kuşkusuz, küçücük bile olsa, türdeş ulusal bileşimi alan ve çevresinde, aralarında kuracakları her türlü ilişkiler ve özgür derneklerle, ülkenin ve hatta dünyanın ayrı ayrı noktalarına : dağılmış olan o ulusal-topluluktan insanların birleşik halde hareket edebilecekleri özerk küçük idari bölünmeler yaratmak, her türlü ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için son derece önemlidir. Bütün bunlar tartışma götürmez ve bunlara ancak gerici ve bürokratik bir açıdan karşı çıkılabilir." (s. 51) İşte, "kültürel özerkliği. " reddeden Lenin'in anlayışı ve programı böyledir. Bu program muhakkak ki, "kültürel özerklik"ten çok daha tutarlı, çok daha demokratik ve çok daha azınlıkların haklarını gözeticidir. "Kültürel özerkliği" savunanlar ise, henüz, bununla daha neyi kast ettiklerini, nasıl bir düzen hayal ettiklerini, birtakım genel ve anlamsız laflar dışında açıklayabilmiş, programlarının hangi noktalarda Lenin'inkinden daha ileri, daha hak güder, daha eşitlikçi olduğunu gösterebilmiş değillerdir. Ve bugünün gerçekliğinde, bu belirsizliğiyle, "Kültürel Özerklik" parolası, özellikle eski "Marksistler" tarafından da atılmış olduğundan, bu parola, göçmen azınlıkların haklarına yönelik olmaktan ziyade, bilimsel sosyalizmle kopuşmanın bir bayrağı olmakta; esas olarak ona saldırı görevi görmektedir. *** "Kültürel Özerklik" sloganına karşı bizler klasik dillerin ve milliyetlerin eşitliği sloganını savunuyoruz. Bundan ne anladığımızı da yukarıda Lenin'den aktırmalarla somut olarak gösterdik. Özerklik parolası karşısında Lenin'in anlayışını savunuyoruz. Ama bu hareket noktası ve temel olmakla birlikte yeterli değildir. Marksistler olarak tahlillerimizi ve programlarımızı, tarihsel deneyin ışığında geliştirmemiz gerekmektedir. Yaratıcı ve eleştirel Marksizm bunu gerektirir. Bu bağlamda önümüzde hangi görevler bulunduğuna kısaca değinmekte yarar var. Lenin Okulların ayrılmışlığına ABD'nin güney eyaletlerini örnek verirken, Kuzey'de siyah ve beyaz nüfus arasında bir eşitlik varmış gibi yazıyor. Kuzey'i adeta bir örnek gibi ele alıyor. Ama aradan geçen yarım asırdan fazla zaman, aynı okullara gitmenin siyahların durumunda
34
bir değişmeye. yol açmadığını gösteriyor. Bu durumu nasıl bir teorik açıklamaya kavuşturacağız, taleplerimiz neler olmalıdır? Aynı örneğe devam edersek, Lenin, okullar ayrılmadığı takdirde, kapitalizmin kendiliğinden, iktisadi yasaların zoruyla önyargıları, düşmanlıkları gidereceğini, yani örneğin zencilerin beyaz nüfusla aynı konumları paylaşacağını; zenci beyaz ayrımının fiilen son bulacağını öngörüyor. Bunu açıkça ifade etmese bile böyle bir beklenti içinde olduğunu sezdiriyor. Aradan geçen zaman, kapitalizmin, emperyalizm aşamasında gettolaşma ve ayrımcılık eğilimlerini yeniden güçlendirdiğini gösteriyor. Bu güçlenme fenomeni hangi mekanizmalarla iktisadi hayata bağlanmaktadır? Bu değişik sürece, örneğin Troçki'nin Yahudiler bağlamında değindiği gibi, bir çok Marksist dikkati çekmiştir. Ama bu süreci kısaca tasvir eden ve kategorik düzeyde, yani emperyalizmin gericiliğiyle açıklayan değinmelerdir bunlar. Bu sürecin hangi mekanizmalarla çalıştığını açıklayan (tıpkı ev işinin artı değer, dolayısıyla. iş gücünün üretilmesindeki fonksiyonunu kadın hareketinin bir teorik katkı olarak açıklaması gibi) teorilere ihtiyaç bulunmaktadır. Yine bunlara bağlı olarak Lenin, hem işçi sınıfının oldukça yakın bir zamanda zaferini umduğundan; hem kapitalizmin ayrımları eşitleme eğiliminin yanı sıra, ayrımları güçlendirici eğilimini görmediğinden hem de bu baskılara uğrayanlar (kadınlar, azınlıklar, zenciler vs. ) bir mücadele öznesi olarak ortaya çıkmadıklarından ve radikal istemleri olan bir hareket geliştirmediklerinden, hiç bir zaman bu hareketler karşısında sosyalistlerin tavrının. ne olması gerektiği gibi bir soru sormamıştır. Ama bugün bu mücadele özneleri vardır, ve bir yığın teorik sorunu gündeme getirmektedirler. Lenin, her ulusta iki kültür, yani iki ideoloji olduğundan söz ederken, ezilenlerin ideolojisinin demokratik ve sosyalist karakterli olduğunu söylemektedir. Bu, bize oldukça düz bir mantık gibi gelmektedir. Lenin zamanına göre haklı görülebilir: Gerçekten de o zaman Avrupa İşçi Hareketi genel olarak sosyalist bir ideolojiye sahiptir. Ama yine de işler her zaman böyle basit değildir. Ezilenlerin sınıfsal çıkarları sosyalist bir ideolojide, demokratik bir ideolojide yankısını bulabilir, ama sınıfsal tepkileri çoğu kez hiç de demokratik ya da sosyalist olmayan ideolojiler biçiminde ifadesini bulabilir. İdeoloji, yanlış bilinç demektir. Ama bu yanlış bilinç her zaman egemen sınıfın propagandasından ve manüplasyonundan doğmaz. Bilgi sürecinin kendisinden doğar. Yani öz ve görünüm aynı değildir. Bilimsel bir bilinç ancak yüksek bir soyutlama düzeyini var sayar. Böylece ideolojiler ile, konumlar ve çıkarlar arasında çoğu kez zıt görünümler ortaya çıkmaktadır. Bu fenomen karşısında ne yapmak gerekmektedir? Baskı altındaki ezilen grupların tepkileri sadece gerici ideolojiler biçiminde değil, aynı zamanda ve çoğu kez bir alt kültür. biçiminde ifadesini bulmaktadır. Belli giyinişler, davranışlar, müzikler vs. gibi. Yani kültürün sadece ideoloji öğesi değil, ideoloji dışı öğeleri de sınıfsal tepkinin ifadesi olmakta, özellikle alt kültürlerde, kültür bir bütün olarak ezilenlere ait olmaktadır. Ama bütünüyle ezilenlere ait bu kültür, ideolojisiyle bütünüyle ezilenlerin çıkarına ve konumuna aykırı olabilmektedir. Örnek olarak Dazlaklar gösterilebilir. Bu. olgu, eğer ezilen aşağı yukarı tamamen bir ırk, bir azınlık ise, ve sosyalist bir bilinç de
35
gelişmemişse, tepki tamamen ulusal bir kültür görünümü alabilmektedir. Bu anlamda ulusal kültür, ideoloji dışı öğeleriyle, tamamen ezilenlerin kültürü olmaktadır. Almanya'daki Türkler bir örnektir. Türk azınlık içindeki burjuvalar, davranış kalıpları anlamındaki bu kültürün dışındadır. Yani örneğin baş örtüsü takmazlar, çocuklarını kuran kursuna yollamazlar vs. Ezilenlerin bu kültürü içinde burjuvaların, hatta küçük burjuvaların yeri yoktur. Bu bir göçmen işçi alt kültürüdür. Bu kültür içinde burjuvazi yoktur ama hem burjuva ideolojisi, hem de diğer gerici ideolojiler, sadece manüplasyonların sonucu değil, yanılsamaların sonucu olarak da vardır. Bu durumda, her kültür içinde iki sınıf vardır önermesi gerçekliği tam karşılamamaktadır. İşte, kısaca aklımıza gelen sorunlardan, ki hepsi birbirine yakından bağlıdır, bazıları. Biz bu ve daha akla gelebilecek başka sorunları görmezden gelmiyoruz: Cesaretle bu soruları soruyoruz. Bu sorulara verilmiş tutarlı bir cevabımız olmadığını gizlemiyoruz. Ama Marksizm'in bu soruları sormayı mümkün kıldığı gibi, onlara cevaplar verebilecek tek öğreti olduğuna da inanıyoruz. 22/12/1988
36
GÖÇMENLERİN BİR AZINLIK OLARAK TALEPLERİ NE OLMALIDIR? Önümüzdeki toplantının gündemindeki konulardan biri de "Kültürel Özerklik". Önceki toplantıda, ayrı bir gündem maddesi olmamakla birlikte, diğer konular bağlamında bu konu da yer yer ve dağınık bir şekilde tartışılmış; ortaya oldukça değişik pozisyonların çıktığı görülmüştü. Esasında "Kültürel Özerklik" gündem maddesi de tıpkı "Çifte Vatandaşlık" maddesinin yanlışlığına sahiptir. Toplantıdaki tartışmalardan da görülüğü kadarıyla "Kültürel Özerklik" görüşlerden sadece biridir. Bu başlıkla, görüşlerden birine bir imtiyaz tanınmaktadır. Konunun başlığı daha doğru olarak şu olabilirdi: Bir Azınlık Olarak Göçmenlerin Talepleri Ne Olmalıdır? Ancak bu başlık bile, göçmenlerin aynı zamanda bir ulusal azınlık olduğu varsayımına dayandığı ve bu konuda bir görüş birliği olup olmadığı bilinmediği için gerçekte ikinci aşamada tartışılması gereken bir konuyu içerir. Bu bağlamdaki ilk madde: "Göçmenler bir ulusal azınlık oluşturmakta mıdırlar?" gibi bir şey olmalıdır kanımızca. Biçime ilişkin bu kısa değinmelerden sonra konunun kendisine gelelim. Kanımızca göçmenler aynı zamanda birer ulusal azınlık oluşturmaktadırlar. Osman'ın da (Hamburg) belirttiği gibi bu yeni bir fenomendir. Normal olarak ulusal azınlıklar, çok eski çağlardan beri, belli bir ulusun toprakları üzerinde dağılmış; bu süre zarfında kendi ulusal kimliklerini korumuş topluluklardır. Bunun en bilinen örneği Yahudilerdir. Türkiye'de bulunan, tüm imha, mübadele, asimilasyon çabalarına rağmen hala az da olsa varolmaya devam eden Ermeniler, Rumlar, Süryaniler de bu tür azınlıklara bir örnek olarak gösterilebilir. Avrupa'daki göçmen azınlıklar ise, tamamen yeni, Savaş sonrasındaki boom döneminin ortaya çıkardığı bir fenomendirler. Bu azınlıkların yeni ortaya çıkmış olması, onların bir azınlık olmadığı anlamına gelmez. Çeşitli uluslardan bu göçmenler, kendilerini başka bir tarihsel yaşantının ve geleneğin devamcıları olarak kabul ettiklerine; ulusal özelliklerini koruduklarına göre; ayrı bir milliyet ve kültür çevresinden oldukları duygusu onlarda bulunduğuna göre birer ulusal azınlıktırlar ve birer ulusal azınlık olarak baskı altındadırlar. Ne var ki bu azınlıklar belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmış olmadıkları için problemin çözümü karmaşık bir hale gelmektedir. Eğer belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmış olsalardı, onların kendi kaderlerini tayin hakkı savunulur ve taleplerin ne olacağı konusunda pek fazla bir problem çıkmazdı. O halde sorun şudur: Belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmamış azınlıkların uğradığı özgül baskılara karşı talepler neler olmalıdır? Bu soruyu sorarken, o azınlıklardan insanların hukuki, siyasi vs. eşit haklarının olduğu, ama bir azınlık olarak özgül konumlarının tanınmadığı varsayımından hareket ediyoruz. Örneğin, İngiltere'deki birçok göçmen grubu bu kategoriye girmektedir. İngiliz pasaportu taşımaktadırlar ve bir İngiliz'in sahip olduğu haklara
37
sahiptirler. Türkiyelilerin durumu daha problemli olduğundan, konuya açıklık getirmek için böyle bir soyutlama yapmak gerekmektedir. Toplantılara katılan bir grup arkadaş (örneğin Göçmen dergisi çevresinden gelenler) bu soruya "Kültürel Özerklik" cevabını veriyorlar. Ne var ki, "kültürel özerklik nasıl bir şeydir? Bundan kastedilen nedir?" gibi sorulara açık cevaplar veren bir metin ortada yok. Varsa da biz bilmiyoruz. Daha ziyade kişisel konuşmalardan çıkarabildiğimiz kadarıyla, "Kültürel Özerkliği" savunan arkadaşlar, bu sloganla kültür sorunlarına ilişkin bir özerkliği kastediyorlar. Fakat bu izlenimimizden de emin değiliz. Değiliz çünkü, bu arkadaşlardan bazılarının, Lenin'in "kültürel otonomi" sloganını reddetmesinin yanlış olduğunu söylediklerini ya da en azından bu kanıda olduklarını biliyoruz. Tam bu noktada "kültürel otonomi" diyen arkadaşların, bundan kültürel alanda bir otonomiyi kastettikleri yolundaki izlenimimiz yok oluyor. Ya bizim bu izlenimimiz yanlış ya da bu arkadaşlar Lenin'i yanlış anlamış durumdalar. Konuyu biraz açalım: Türkiye Solu'nda da "Kültürel Otonomi"den, müthiş bir yanlış anlama ile, kültür hayatında, kültürel alanla sınırlı bir otonomi anlaşılmaktadır. Ancak bu anlayışlara kaynak olan meşhur tartışmada ve Lenin'in çok bilinen yazısında, ne Lenin, ne de eleştirdiği muhatapları, "Kültürel Otonomi"den Türkiye Solu'nun anladığını anlamamaktadır. O tartışmada bu kavramın içeriği şudur: Alanı, belli bir bölgede yoğunlaşma söz konusu olmadığı için, bölgeye değil, kültüre göre belirlenen hukuki, siyasi, mali vs. bir otonomidir. Yani "Kültürel Otonomi" sloganında "Kültür", otonom olacak şeyin kendisini değil, içeriğini değil; tabiri caiz ise sınırını belirlemektedir. Bir bakıma "Bölge"nin karşılığı olarak, onun olanaksızlığından çünkü bölgesel bir yoğunlaşma yoktur- onun yerine ikame edilmiş bir kavramdır. Konuyu bir örnekle somutlayalım. Diyelim ki Almanya'da yaşayan insanlar kendilerini şu ya da bu ulusun üyesi olarak kaydettirecekler ve örneğin Almanya'nın çeşitli şehirlerine, sokaklarına, bölgelerine dağılmış olan Türkler, kendilerini Türk olarak kaydettirenler olarak, ortaklaşa ayrı bir meclise, bakanlara, mahkemelere, hukuk sistemine, dolayısıyla bütün bunlar için özerk vergilere, vergi toplamak için vergi memurlarına okullara sahip olacaklardır. Yani bölgesel otonomiden kastedilen gibi, ortada otonom, yani içi işlerinde serbest bir devlet olacaktır. Sadece farklı olarak, bu devletin belli bir toprak parçası olmayacak; oraya buraya dağılmış bir nüfusu olacaktır ve bu nüfusun kimlerden oluşacağını da "Kültür" belirleyecektir. Lenin'in muhatapları "Kültürel Otonomi"ye bu anlamı veriyorlardı ve Lenin de onlarla bu anlamda tartışıp karşı çıkıyordu. Sanırız bu toplantıda "Kültürel Otonomi"yi savunanlardan hiç kimse ona bu anlamı yüklemiyor. O halde, hem talebin "Kültürel Otonomi" olarak adlandırılması yanlıştır ve yanlış anlamalara yol açmaktadır; hem de Lenin'e yöneltilen suçlama saçmadır. Eğer, yorumladığımız gibi, sırf kültür alanıyla sınırlı bir otonomi kastediliyorsa, konu yine açık değildir. Çünkü "Kültür"den anlaşılanın ne olduğu belli değildir. Kültür kavramı birçok farklı anlamlara sahiptir bu anlamlar arasında kesin bir sınır çizmek de güçtür.
38
Örneğin Kültür, "bir yaşam tarzı" olarak anlaşılabilir. Farklı kültürler arasındaki, Almanların "Günlük Hayat" dediği alandaki kültürel çatışmalardan söz ederken, "Kültür farkı" gibi bir kavram kullanıldığında, Kültür'ün buradaki anlamı yaşam tarzıdır. Yani kimi sandalyede yemek yer, kimi bağdaş kurup, kimi elle yer, kimi çatal bıçakla, kimi duran suyu akıtıp yıkanır, kimi akan suyu durdurup yıkanır vs.. Ve bu yaşam tarzı farklılıkları "Günlük hayatta" müthiş çatışmalara yol açarlar. Ancak bu çatışmalara ne devrimle, ne yasalarla ne kararnamelerle son verilemez. Bunlar ancak hayatın kendiliğinden akışı içinde değişip yok olma şansına sahiptirler. Dolayısıyla siyasi bir sloganın konusunu oluşturamazlar. "Kültürel Otonomi"den kastedilen herhalde bunlar olmasa gerek. Yani "yaşam tarzı" anlamında kullanılmıyor olsa gerek. Kültür, güzel sanatların genel bir karşılığı olarak da kullanılır. Kastedilen herhalde bu da değil. Kimsenin şu veya bu şiiri yazmasına; şu veya bu müzik parçasını bestelemesine kimsenin karıştığı yok. Ürünün kaderi de büyük ölçüde kapitalizmin pazar yasalarına göre belirlenir. Kültür, toplumdaki bütün maddi ve manevi değerler olarak anlaşılıyorsa, sorun daha basitleşmiş olmuyor. Örneğin Türklerin, Almanlarla ortaklaşa maddi ve manevi değerleri, ayrı olanlardan çok fazladır. Aynı tipte, mutfak, banyo, tuvalet, odalardan müteşekkil, çekirdek aileye göre yapılmış evlerde yaşıyorlar, aynı fabrikadan çıkmış elbiseleri giyiyorlar, aynı fabrikalarda çalışıyorlar, aynı türden arabalara biniyorlar, hesaplarını aynı zaman, para, ölçü birimlerine göre yapıyorlar, aynı saatte kalkıyor ve aynı saatte yatıyorlar, aynı yollarda yürüyüp, aynı mağazalardan alış veriş ediyorlar vs.. Ama bütün bunlar içinde ayrı olanlar, yani ayrı müzikten zevk almak, ayrı tad zevki bulunmak vs. kastediliyorsa hem bunların siyasi bir sloganla ilişkisi yoktur, hem de bu sınırın nerede çekileceği belli değildir. Bir ulustan insanlar arasındaki farklar çoğu kez, ayrı ulustan insanlar arasındakilerden daha fazladır. En geniş anlamında Kültür kavramına Hukuk da girer. Yani kastedilen hukuki bir otonomi olmasa gerek. Buna hiç bir devlet müsaade etmez. Örneğin "göze göz, dişe diş" başka bir hukukun temelidir. Hukuku kapsayan bir kültürel otonomi, belli bir azınlığın kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda kıssas ilkesini kabul eder ve diğer mahkemeler onlara karışamaz. Kimsenin böyle bir şeyi savunduğunu sanmıyoruz. Demek ki, Kültür kavramına burada hukuk dahil edilmemektedir. Kültür'den okumuşluk yazmışlık düzeyi de anlaşılır. "Kültürlü insan" denildiğinde, bu anlamda kullanılmış olur. Aşağı yukarı bilgili, çok okumuş, çok mürekkep yalamış demektir. Bunun kastedilmediği de açık. En geniş anlamışla bile Kültür'ü anladığımızda, bundan: 1) Yaşam Tarzı, 2) Hukuk, 3) Maddi ve manevi değerler 4) Bilgi Düzeyi'ni çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Herhalde bir çok şeyin yanı sora şu üç öğe: 1) Dil, 2) Din, 3) İdeolojiler. Esas tartışmanın bu sorunlarla ilgili olduğu açıktır. O halde eşyaya adını koyalım. Kültür gibi ne olduğu belirsiz bir kavram yerine, konumuz bakımından önemli olan bu üç sorunu ele alalım. Burada yaptığımız gibi "Kültürel Otonomi" kavramını analiz edip, kastedilmeyenleri çıkardığımızda, geriye bu üç önemli öğe kaldığa göre; "Kültürel Otonomi" talebi, bu arkadaşların kullanımında: Dinsel,
39
dilsel, ideolojik Otonomi demektir. Şimdi bu üç öğeyi ve her biri konusunda taleplerimizin neler olması gerektiğini ele alalım. Din'den başlayalım. Dinsel Otonomi demek, dini bir cemaatin iç işlerinde serbest olması demektir. Söz konusu olan azınlıklar olduğuna göre, azınlık dinlerinin iç işlerinde serbest olması demektir. Ama bu zımnen, devletin tanıdığı resmi bir din olabileceği anlamına da gelir. Ve bu anlamda, bir talep olmaktan ziyade, Almanya'daki geçerli durumu tanımlar, azınlık dinlerine otonomi kavramı. Çünkü Devlet, resmen Katolikliği ve Protestanlığı tanımakta, onlara vatandaşlardan (bu arada o dinden olmayanlardan da) aldığı vergilerden bahşişler dağıtmakta; yönetici ve memurların çalışmaya başlayışlarındaki yeminlerinde dini unsurlar bulunmaktadır; tatil günleri Hıristiyan dinine göre belirlenmektedir vs.. Buna karşılık, örneğin Müslümanlar tamamen otonom bir hayat yaşamaktadır. İbadet yerlerini kendi paralarıyla yapıyorlar. Birçok yerde imamlarını kendileri bulup finanse ediyorlar; dini eğitim veren okullarını kendileri kuruyorlar vs.. Dinsel Otonomi bizlerin talebi olamaz. O, zaten verili durumu sürdürmek demektir. Ama bizlerin talebi, örneğin İslamiyetçin de resmi bir din olması olamaz. Biz, devletin dinsel inançlara her türlü müdahalesine, yani bazı dinlerin imtiyazlı, bazılarının imtiyazsız olmasına karşı çıkmalı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Yani Hıristiyanlığa tanınan imtiyazlara karşı çıkmalı, onun da Müslümanlıkla ve diğer dinlerle aynı statüye getirilmesini savunmalıyız. Ama aynı şekilde, kimi aklı evvellerin talep ettiği gibi, örneğin kuran kurslarının kapatılması gibi taleplere de karşı çıkmalıyız. Her cemaat tamamen kendi özverisiyle istediğini yapabilmelidir. O halde bizlerin sloganı, dinsel otonomi değil, din ve devletin ayrılması klasik talebi olabilir. Ancak İslamlık söz konusu olduğunda durum daha karışıktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması talebi, dinin belli bir tanımına, yani sadece kişisel bir inanç sorunu olduğu; kişiyle Allah arasında bir sorun olduğu; dinin başka bir şeyi kapsamadığı anlayışına dayanır. Ama bazı dinler kendilerini böyle tanımlamazlar. Örneğin İslamlık. O sadece bir inanç sistemi değildir; aynı zamanda bir hukuk sistemidir. İnsanlar arası ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, yaşayan değil ama "Ortodoks" İslamlıkla laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Hiç bir devlet kendi egemenlik alanı içinde başka bir hukuk sistemine müsaade etmez. Ama aynı şey İslam hukuku için de geçerlidir. Bu durumda sorunun çözümünün bir tek yolu vardır: güç ilişkisi. Güçlü olanın sistemi diğeri üzerinde bir diktatörlük demektir. Bu durumda sorun şudur: Biz hangi hukuk sisteminden yanayız ya da yana olmalıyız? Biz laik bir sistemden yana olmalıyız. Bu bir inanç sistemi olarak Müslümanlığın devletten bağımsızlığı demektir ama aynı zamanda bir hukuk sistemi olarak, onun tanınmamasından yana olmak demektir. Bu, kimi militan İslam gruplarla açık bir çelişkiyi davet eder. Ancak fazla abartılmamalıdır. Bu tarikatlerin üyesi dahi olsalar Müslümanların çoğu böyle bir programdan yana değildirler; ezilenler arasında yaşayan İslamlık başkadır; İslam felsefesi ve hukuku başkadır. Devlet dininin İslamlık olduğu dönemlerden bile, halk arasındaki problemleri şer'i değil örfi hukuka göre çözümlemiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda örfi hukuk daha büyük bir öneme sahip 40
olmuştur. O halde bir daha tekrar edelim: Kültürel otonomi kavramının içeriğinde din varsa, sloganımız kültürel, yani dinsel otonomi olamaz. Tek doğru slogan devlet ve din işlerinin ayrılmasıdır. Gelelim dilsel otonomiye. Sloganımız bir dilsel otonomi de olamaz. Bu talep, azılık dillerinin dezavantajlı durumunun korunması anlamına gelir. Yani devlet azılık dillerinin öğretilmesine; o dili kullananlar arasında bir kültürel hayatın gelişmesine karışmayacak demektir, ki bugünkü durum aşağı yukarı tam da buna tekabül eder. Bizim sloganımız Dillerin Eşitliği olmalıdır. Yani hiç bir dile imtiyaz tanınmaması; hiç bir dilin baskı altına alınmaması. Dillerin eşitliği, isteyene ana dilinde eğitim hakkı demektir. Ya da aynı zamanda ana dilini ikinci bir dil olarak seçme hakkı demektir. Bu okulların ayrılmasını gerektirmez. Temel ilke, kimsenin ana dilinden başka bir dilde eğitim yapmaya zorlanmaması; ama aynı zamanda ana dilinde eğitim yapmaya da zorlanmamasıdır. Bu devletin bütün yayınlarının tüm azınlık dillerinde yapılması demektir. Bu televizyon ve radyoda diğer dillerin de yayınlarının bulunması demektir. Ama bütün bunlar "kültürel özerklik" kavramına girmez; dillerin eşitliği kavramına girer. Ve kültürel özerklik kavramına karşı çıkan Lenin'in savunduğu da budur. Ancak, dil bir araçtır. İnsan onunla düşünceyi işler. Tıpkı makinalarla doğayı işlediği gibi. Peki, işlenecek olan düşünce ne olacaktır? Burada üçüncü öğeye, ideoloji bahsine geliyoruz. Modern toplumda hiç bir düşünce yoktur ki ideolojiler yani sınıfsal çıkarlar dışı olsun. Kültürel özerklik, eğer ideoloji kavramını da içeriyorsa, "ideolojik özerklik" gibi bir saçmalığa varırız. Ezilenlerin sloganı ancak, ideolojik savaş olabilir ki, bunun en uygun koşulları fikir özgürlüğünü garantileyen kanunlarla oluşur. Bu durumda biz, örneğin, meslek yasağı gibi yasalara karşı çıkmak zorundayızdır. O halde, bir azınlık olarak göçmenlerin talepleri "Kültürel Özerklik" değil, her iki anlamıyla da değil, laiklik, dillerin eşitliği ve fikir özgürlüğü olabilir. Bütün bunlar ise, biz göçmen azınlıkların sorununun sadece bir yanını; ve esasında daha da az yakıcı olan yanını temsil eder. Bugün bir göçmen azınlıklar hareketini tartışan bizler arasında "kültür" sorununun böyle öne çıkması; ve çok harcı alem bir şeymiş gibi, eşit haklar, kotalama, imtiyazlı fonlar gibi; çok daha can alıcı sorun ve sloganların ikinci plana düşmesi de bir rastlantı değildir. Bunu tartışanlar göçmen azınlıkların genel kitlesinin eğilimlerini ve sorunlarını yansıtmamaktadır. Bu tabaka genel işçi kitlesine oranla, günlük hayatta, yaşam tarzı anlamında, ama hiç de siyasi bir mücadelenin konusu olmayan bir alanda Almanlarla sürekli bir çelişki içinde bulunduğundan; ve mesleki ilgileri genellikle kültüre yönelik olduğundan bu sorunlar öne çıkmaktadır. Günlük hayatta karşılaşılan kültürel çatışmaları aşmanın; Almanların etno-sentrizmini en azından törpülemenin yolu, kültürel hoşgörü üzerine nutuklar çekmekten; broşürler yazmaktan ve "kültürel otonomi"sloganını atmaktan geçmez. Bütün bunlar sadece onların hor
41
görülerine haklılık kazandırır ve pekişmesini sağlar. Bu alandaki gerçek değişiklik, milyonlarca göçmenin hakları uğruna militan bir mücadeleye girmesinden geçer. Böyle bir yığınsal ve politik hareket, günlük hayatı da etkiler. Ama bunun şartı: Doğru program ve stratejiler ortaya koymak; göçmen yığınlara ulaşmaktır. Demir (Hamburg) 1988
42
“Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları”nın Analizi Taner Akçam’la Polemik Bir Göçmen Azınlıklar Hareketine yönelik tartışmalar içinde, özellikle Göçmen dergisi çevresinde Marksizm’e yönelik olarak geliştirilen eleştiriler iki temel noktada yoğunlaşmaktadır: birincisi "Kültürel Özerklik" sloganının Lenin tarafından reddedilmiş olması; ikincisi Marksizm’in Eurosentrik; "ilerlemeci" bir öğreti olduğu. Birinci eleştiriye buraya kadar olan bölümde bir cevap vermeye çalıştık. Bu bölümde de ikinci eleştiriyi ele alacağız. Marksizm’e yönelik temel eleştirilerin bulunduğu ve bu bölümdeki eleştirimizin konusu olan metin "Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları" başlığı altında "Kültür Laden" imzasıyla Almanca ve Türkçe olarak yayınlanmıştır ve herkes tarafından kolayca bulunabilir. Kolaylıkla bulunabilirliği; muhtemelen bu toplantılara katılanların büyük bir bölümü tarafından okunmuş olması; Göçmen çevresinin Kültür sorunundaki görüşlerinin en sistematik açıklaması olduğu için, polemiğin hedefi olarak bu metni seçtik. Ancak söz konusu metin sadece Marksizm'in eleştirileriyle sınırlı olmayıp tümüyle bir anlayışın, bir metodolojinin, bir programın açıklaması olduğundan, bu bölümde kendimizi sadece Marksizm'e yönelen eleştirilerle sınırlamayıp, orada geliştirilen görüşlerin bir bütün olarak eleştirisine gireceğiz, bu nedenle de büyük ölçüde metnin kendisine bağlı kalacağız. Bu eleştiri içinde, polemik bir tarzda, bir Marksist’in Orada ele alınan sorunlardaki görüşlerinin ne olması gerektiğini formüle etmeye çalışacağız. "Kültür Tartışmaları" sorunundaki görüşlerimizi böyle polemik bir tarzda sergilemenin, hem farklı anlayışların daha net görülebilmesini; hem farklılıkların nerelerde olduğunun daha iyi anlaşılabilmesini; ve nihayet, eklektisizmi, kavram belirsizliklerini, keyfi kullanımları daha kolaylıkla göstermemizi sağlayacağını sanıyoruz. Söz konusu metin bir Önsöz'den ve esas olarak şu üç konudaki görüşlerden oluşmaktadır: birincisi, Avrupa-merkezcilik ve Marksizm’in de Avrupa merkezci bir görüş olduğu; ikincisi, hedeflenen toplumun nasıl bir şey olduğu ve nihayet, buna nasıl ulaşılabileceği. Çözümlemeye, en başından, Başlıktan başlayalım
A) BAŞLIK "Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları" başlıklı broşürün bu başlığını okuyunca, insan, tartışmaların kendisinin, yani çeşitli görüşlerin broşürün içinde yer aldığını sanıyor. Ne var ki, broşürün içerdiklerine bakılınca, değişik görüşlerin, yani tartışmaların yer almadığı, sadece GÖÇMEN çevresinin görüşlerinin bulunduğu görülüyor. "Zarf ile mazruf" arasındaki bu uyumsuzluk ve yanıltıcılık bir rastlantı değildir ve ilerde birçok örnekte görülebileceği gibi, kavramları, deyimleri zerrece ciddiyet göstermeden kullanmanın sonuçlarından ve görünümlerinden sadece biridir. Broşürün "ismiyle müsemma" olması halinde, başlığın
43
"Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmalarında Savunduğumuz Görüşler" gibi bir şey olması gerekirdi. Bunun yanı sıra, broşürün içindeki metin okununca, eleştirilen karşı görüşler sadece eleştirenin yorumundan öğrenilebiliyor. Karşı görüşlerin sistematik bir aktarımı, bir tek alıntı bile yok. Ayrıca, Almanca Önsöz ile Türkçe önsöz de farklıdır. Bu farklılığa, farklılığın gerekçesine kısa bir dipnotla olsun bari bir açıklama getirilmemiştir. Ama bütün bunlar bir rastlantı değildir. Bu sallapatilik, bu ciddiyetsizlik broşürün her cümlesinde vardır. Kavram karışıklıkları, anlam kaydırmaları, cümleler ve önermeler arasında mantık bağlantısızlıkları, eleştirilen görüşlerin gerçek anlamlarını, hangi bağlamda söylendiklerini görmezden gelmek vs. gibi, ciddi politik ve bilimsel bir yazının taşıması gereken asgari koşulları aramak boşunadır. Eğer broşürdeki fikirler gerçekten yazıldığı, ifade edildiği biçimiyle anlaşılmaya kalkılsa, ilerde örnekleriyle görüleceği gibi, bir şey anlamak mümkün olmaz. Yazarın ne kastettiğini gerçekten anlamak için bir semiyotikçi gibi çalışmak gerekmektedir. Ama eni sonu bu da anlaşılabilir bir olgu. Yazar, broşürde Batı kültürünün standartlarını reddedip "kendi" kültürünü ortaya koyma iddiasında değil mi? Şu kavramlarda, alıntılarda hassasiyet; önermeler arasında mantıki bağlantılar arama vs. gibi bütün kriterler hep Batı da gelişen kültürün ürünleri olarak ortaya çıkmadılar mı? Ve nihayet yazar, o kültürün hiç de ileri olmadığını, sadece "başka" olduğunu savunmuyor mu? O halde bütün bu kriterleri bu yazıda aramak boşuna, Bu bir kültürü, başka bir kültürün ölçüleriyle yargılamak olur. Bu tam da "Euro-sentrizm"dir. Yazının kendisi başka bir kültürün, "bizim" ya da "üçüncü" bir kültürün ürünü ve temsilcisidir. Nasıl bir "Sünnet"i Batının değer yargılarıyla yargılayamazsak, nasıl bir kültürün herhangi bir öğesi iyi veya kötü denerek diğer öğelerinden ayrılamazsa, öyle, bu yazı da, Batı kültürünün geliştiği yargılarla yargılanamaz; "bizim", "başka" kültürümüzün tıpkı "Sünnet" gibi bir öğesi olan kavramları rast gele kullanma; önermeler arasında mantıki bağlar olmaması gibi öğelerin bu kültürün içinde olmaması istenemez. Onlar atıldığında, diğer öğelerin de gittiği görülecektir. Yazıyı bunlardan dolayı eleştirmek,."bizim"kültürümüzü "aşağı", "barbar" görmek demektir. Bu durumda, yazarın savunduğu anlayışın mantık sonuçları bunlar olduğuna göre, bu yazı eleştirilemez. Daha baştan bu eleştirinin yolunu kapatmaktadır. Ancak, .yazar bizzat kendisi bir çelişki içinde bulunmakta, davranışı ve savunduğu başka fikirlerle, kendi bindiği dalı kesmektedir. "Sünnet" yazısı bir bütün olarak Almanları ya da Batı Kültürü denen şeyi, başka kültürlerin "aşağı" olmadığına, onları olduğu gibi kabul etmeye İkna etme, dolayısıyla mantıki önermeler sunma; kavramların gerçek anlamlarını açıklama; yani batı Kültürünün kriterleriyle açıklama çabası değil midir? Broşürün varlığıyla bu zımni kabul ortaya çıkmaktadır. O halde, broşürün içeriğiyle reddedilen, broşürün varlığıyla fiilen kabul edilmiş olmaktadır. Ve fiilen kabul edilen Batı Kültürünün kriterlerine, .yine fiilen yazının kendisinde hiç uyulmamaktadır. Böylece broşür, varlığıyla, niteliğiyle ve içeriğiyle bir çelişkiler yumağı oluşturmaktadır. Ve işte tam da bu çelişkiler nedeniyledir ki, yani yazar Batılıları ikna etmeye çalıştığı, dolayısıyla 44
zımnen onların kriterlerini kabul ettiği için, bize bu açıdan kendisini eleştirme hakkını vermiş olmaktadır. Yazarın bu çelişkiden kurtulmasının tek yolu vardı. Boşuna zahmet edip, birtakım argümanlar getirmesi, bir broşür yazması gerekmezdi. Kendi başka kültürünün ölçülerine göre davranıp, onları başka kültürlerin eşit olduğuna inanmaya çağırmalıydı. Broşürde gerçekte yeni bir inanç sistemi karşısındayız, bir "din" karşısındayız. Yazar bütün kültürlerin sadece başka olduğuna inanmaktadır. Ama tam bu noktada bütün dinlerin, onların bindikleri dalı kesen çelişkisinden kurtulamamakta, tıpkı dinlerin akılla kavranamayacağını söyledikleri şeyin, örneğin Tanrının, varlığını ve akılla kavranamayacağını yine akli önermeler aracılığıyla kanıtlamaya çalışmaları gibi, aynı çelişkiye düşmekte ve tutup muhataplarını iknaya yönelip bir broşür yazmaktadır. Bizim kaderimiz de bu: yazarlarının bile ciddiyetle düşünmeden sarf ettikleri sözleri, yazdıkları yazıları, onlardan daha ciddiyetle ve düşünerek okumak. Biz okuyuculara biraz saygı gösterseler, bizleri biraz daha ciddiye alsalar olmaz mı? Çok şey mi istiyoruz? Buna nasıl ikna edebiliriz?.. Pardon, böyle yapmalarının daha iyi olacağına nasıl inanabilirler acaba?
B) OLAY Broşürün yazılmasına ve tartışmalara yol açan olay nedir? Sünnet. Ama broşürde ele alınan olay, sünnet değil, sünnet vesilesiyle ortaya çıkan görüşler ve tavırlardır. Yani olay, bu bölümde çözümleyeceğimiz konu, sünnet değil, tartışmalardır. Bu bölümde, olay, başlığı altında görüşleri ve tavırları çözümlemeye; yazarın bu olay içindeki ve karşısındaki çelişkilerini göstermeye çalışacağız. Broşürün önsözünden öğrenildiği kadarıyla, "olay" şudur: Kültür Laden çevresi, bu yıl da, artık köfte yapmayalım,sünnet yapalım diye bir karar verir her yıl yapılan haftalar dolayısıyla. Kararlarını Almanlara danışınca onlar "yapamazsınız" demiş ve yine önsözden anlaşıldığı kadarıyla, yapmamaları için, ikna edebilmek için şu argümanları getirmişler: "Hindistan’da dul kadınların yakılması, Afrika’da kadınların cinsel organlarının tatmin veren kısmının kesilmesi ne ise, sünnet de o idi. Çocuklara işkence çektiriyorduk. Ve bu barbarlığa karşı sessiz kalınamazdı." (s.3) Yani anlaşılan, Almanlar bunu öğrenince, sünnet düğünü yapmaya kalkan çevreyi, Türk ya da Türkiyeli olduğu için değil - çünkü Almanya'da yıllardır Türk ve Kürtler sünnet düğünleri yapıyor ve kimsenin onlara bir şey dediği yok - ama solcu oldukları için, tavırlarının yanlış olduğuna ikna etmeye çalışmışlar. İkna edemeyince de Sünnet Düğününe gelip bunu protesto etmişler. Önsözde olay şöyle anlatılıyor: "Asıl kıyamet sünnet düğününde koptu. Bir grup ilerici(!) Alman, sünnet günü, olay yerine gelerek, Barbarlara karşı medeniyet yanlılarını mücadeleye çağırdı." (s.3) "Almanlar" ne yapmıştır? a) Karşılarındaki çevreyi solcu insanlar olarak muhatap almışlardır. 45
b) Onlara, solcuları ikna etmekte yararlı olabileceğini düşündükleri argümanları ve gerekçeleri sunmuşlardır. (İkna edemeyince de) c) Bir protesto gösterisi yapmışlar, farklı bir anlayışa sahip olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Yani, Önsözde anlatıldığı kadarıyla, ortada idari baskılar, şiddet vs. yoktur. Tamamen demokratik ve uygar ikna ve protesto eylemleri vardır. Peki "Türkiyeliler" ne yapmıştır? a) Kendilerinin ve muhataplarının solcu olduğu noktasından hareketle bu tartışmaya giren insanları "Almanlar" olarak muhatap almışlardır. b) Dolayısıyla onlardan ideolojilerini değil, kültürlerini değiştirmesi istenmiştir. c) Protesto eylemi kendi kültürüne bir saldırı, "barbar", "aşağı" görme olarak yorumlanmıştır. Burada da anti-demokratik olan bir şey yok. Ama başka bir şey var: Mızıkçılık. Oyundan kaçmak. Vurmak ve hemen "ne vuruyorsun be"diye bağırmak. Çifte muhasebe sistemi tutmak. Bu çelişkiyi, bu tavrı görelim. Broşürün yazarının yine broşürde ifade ettiği ve savunduğu şöyle tezleri vardır: 1) Kültürler birbirinden üstün ya da ileri değildir, ama farklıdırlar. Her kültür bu farklılığı görüp kabul etmelidir. 2) Bir kültürün şu öğesi iyi, bu öğesi kötü diyemeyiz; herhangi bir öğesini atamayız. Kötüyü atınca iyilerin gittiğini de görürüz. Sünneti barbarlık olarak görmek; insanları sünnet düğünü yapmamaya ikna etmeye çalışmak; her şeye rağmen yapılınca da protesto etmek: bütün bunlar da Batı Kültürünün bir öğesidirler. Yazar, yukarda aktarılan tezlerine gerçekten inanıyorsa, "Almanlar"ın kültürünün bu farklılığını olduğu gibi kabul etmesi; bu nedenle onları eurosentrizmle suçlamaması; onların kültürlerinin bu öğelerini kabul etmesi, bu öğeleri atmalarını istememesi gerekir. "Başka" bir kültürün kendi kültürünü "Barbar" görme hakkını reddetmekte, ama kendine o kültürü "Eurosentrik" görme hakkını vermekte. Başkalarının kendini eleştirmesini, "Bu iyisiyle kötüsüyle benim kültürümdür diyerek kültürüne bir saldırı olarak görmekte; ama kendisi, başkalarının da iyisiyle kötüsüyle kendi kültürlerinin gereğini yapmaları karşısında, kendine bunu eleştirme hakkı tanımakta, bunun da başka bir kültüre saldırı olduğunu eğer tartışma gerçekten yazarın koyduğu gibi bir kültür çatışması olarak kabul edilirse, görmezden gelmektedir. Bunun adı çifte standarttır. Eleştirdiklerinden herhangi biri pekala yazara şunları diyebilir: "Sen diyorsun, 'farklı kültürleri olduğu gibi kabul edelim'. Bunu bizzat kendin yapmıyorsun. Sünneti protesto etmek, barbarlık olarak görmek de, tıpkı senin sünnetin gibi, benim kültürümün öğeleridir. Bana sünneti eleştirme hakkını vermiyorsan, senin de benim kültürümün bu öğelerini eleştirmeye hakkın yok". Gerçekte kültürler alanında bir tartışma mümkün değildir. Kültürler ancak çatışabilirler,
46
birbirlerini etkileyebilirler, ama ikna edemezler, tartışamazlar. Çünkü kültürler arası bir tartışma demek, birinin diğerinin kriterlerini kabul etmesi demektir. Yazar bu olanaksız olanı yapmaya çalışıyor, ama yapamıyor. Daha ilk adımda, kendi koyduğu kuralları çiğniyor. Bu temel çelişki, broşürün bizzat varlığının temel tezleriyle çelişkiye düşmesi; eleştirileriyle kendi kriterlerine uymaması vs. bir rastlantı değildir. Bütün bunlar belli bir "kültür"ün değil ama daha ziyade bir sınıfın karakterinin, belli bir ideolojisinin ifadesidirler. Gerçekte, ilerde görüleceği gibi, savunulan bir başka "üçüncü" kültür değil, tam da burjuva kültürüdür. Bu kültür ise küçük-burjuvaca savunulmaktadır: çelişkilerle. Küçük burjuva ideolojisi burada "kültür" olmuştur. Küçük burjuvazinin modeli ve idealleri "üçüncü" kültürdür. Ama bütün bunlar, sürekli birbirini çürüten bir çelişkiler yumağı biçimindedir. Marksın pek yerinde dediği gibi, küçük-burjuvazi baştan aşağı çelişkidir. "O Yunus-u biçaredir, Baştan ayağa yaredir" O kendi düşünce ve davranışı söz konusu olunca, başka bir kültürden, olduğu gibi kabul edilme; iyi-kötü ayrımının yapılmamasını talep eder. Ama a başka kültür karşısında yapılmasını istemediklerini bizzat yapar. "Almanlar" onu eleştirince "euro-sentrik" olurlar, o Almanları eleştirince her hangi bir şey-sentrik ya da mesela eksantrik olmaz da, kültürel kimliğini savunmuş olur. "Kültür" kavramının içeriği, işe gelen yerde işe geldiği gibi doldurulur. Sünnet söz konusu olunca Kültürün bir öğesi olur ve karşı çıkılmaması istenir; ama karşı çıkmanın da bir başka kültürün öğesi olduğu görmezden gelinir ve karşı çıkılır. Kendisi için istediği standartları başkasından esirger. Ama bütün bunları küçük-burjuvazinin ideolojisiyle ve karakteristikleriyle açıklamak artık çok klasik olmuyor mu? Bu "sınıfçı" bakış açıları Neanderthal adamların zamanında kalmalı değil mi! Çifte standart, tutarsızlık, çelişkiler bütün bunlar bir sınıfın, bir ideolojinin değil, bir kültürün özellikleridir. Bu da bir kültürdür. Hiç bir kültürden ileri ya da geri, aşağı ya da yukarı değildir. Sadece""farklıdır". Bu "farkı" görmek ve onu öylece kabul etmek gerekir. Ama ne yapalım, bizim de kendi "kültürümüzü" koruma hakkımız var. Fikirlerde tutarlılık aramak da bizim "kültürümüzün" bir öğesi. hem de öyle sıradan değil, çok önemli bir öğesi. Bize tutarlılık aradığımız için kızmaya hakkı olmaması gerekir. O nasıl kültürel kimliğini korumak için sünnet yapıyorsa, biz de kendi kültürel kimliğimizi korumak için tutarlılık arıyoruz... O halde, biz de kendi kültürel kimliğimizi korumaya, çelişkileri göstermeye devam edelim. Yukarıda yaptığımız alıntılardan birinde şöyle yazıyordu: "(Almanlara göre) Hindistan’da dul kadınların yakılması, Afrika'da kadınların cinsel organlarının tatmin veren kısmının kesilmesi ne ise sünnet de o idi. Bir barbarlık örneği, erkeklerin güç gösterişi, kadın düşmanlığı idi." Bunlar Almanların Sünnet yapılmasına itiraz ediş gerekçeleriymiş. Ancak, alıntı olarak zikredilmediklerinden ve yazar gerçekte bu itirazlara içerik olarak cevap vermemekle birlikte, cevabı satırlar içine sinmiş durumdadır. Yani yazara göre, sünneti, klitoris sünnetiyle ve kadın yakmayla bir tutamayız. En azından o kadar barbar değildir. Böylece yazar, Batılının kendi sünneti karşısında, kendi kültürü karşısında aldığı tavrı, aynen, Afrikalı ve Hintli karşısında 47
alıyor. Yazarın yukarıdaki satırlarını okuyan bir Afrikalı veya Hintli,"sen bizim kültürümüzü nasıl böyle görebilir ve aşağılayıcı bir ifade kullanabilirsin. Onlar da bizim kültürümüzün öğeleridir. Biz de onları ayıramayız. Sen de euro-sentriksin veya orta-doğu sentriksin" diyebilir ve son derece haklı olurdu. Yazarın, Hintli ya da Afrikalı solcuların, kendi "Kültür-Laden"ları aracılığıyla, klitoris sünneti ya da kadın yakma törenleri düzenlediklerinde (Bildiğimiz kadarıyla Hindistan'daki kadın yakma değil, ölen kocasıyla birlikte canlı canlı gömmedir. Bu "ayrıntı"nın tartıştığımız konu bakımından pek önemi yok.) onları, böyle yapmamak için ikna etmeye çalışmaması, protesto etmemesi, bu da bir "başka" kültürdür deyip hiç karışmaması gerekir tutarlı olması için. Hintli veya Afrikalı solcuları ikna etmeye kalkması veya protesto etmesi halinde, çelişkisini, çifte standardını gizleyebilmek için tek sığınacağı yer "insan hakları", "kadın hakları" vs. olabilir. Ama bu da yazarı çelişkiden kurtarmaz ve daha büyük bir çelişkiye iter. Çünkü o "insan hakları" da, hatta İnsan'ın ve Hak'kın tanımı da kültüre göre değişir. Bugünkü anlamıyla "insan hakları" Batı-kültürünün, Aydınlanmanın değerleridir. Böylece o çok reddettiği, euro-senrik dediği Batı-Kültürüne teslim olmuş, onu savunmuş olur. Eh, kültürün bir öğesini savunuyorsa, bütün öğelerini de savunmalıdır. Bu iyidir, bu kötüdür dememelidir. *** Çözümlemeye devam edelim. Solcu Almanların yaptığı (bu Almanların solcu olduğunu yine önsözden öğreniyoruz) Türkiyeli solcuları ikna çabası ve protestoydu. Ama bütün bunlar, Türkiyeli oldukları için değil, solcu oldukları için yapılmaktadır. Bunun için argümanlarını ve davranışlarını solcu insanları etkileyecek şekilde getirmekte ve yapmaktadırlar. Örneğin olayın insancıl olmadığı, erkeklik gösterisi olduğu, çocuk haklarına bir tecavüz olduğu gibi argümanlar getiriliyor. Onların solcu olarak böyle bir olaya sahip çıkmalarının yanlış olduğu anlatılmaya çalışılıyor. Bütün bunlar ne demektir, ne anlama gelir? Bildiğimiz kadarıyla, bu güne kadar hiç bir Alman solcusu, solcu olmayan sıradan insanların yaptığı bir sünnet düğününe gidip de onları çocuk haklarını vs. çiğnedikleri için protesto etmiş değildir. Olaya karşı çıkış, Türkiyeli solcuların tertiplemesi noktasındandır. Ama yazar, solcuların sünnet yapmasına karşı çıkılmış olmayı, sünnete karşı çıkılmış gibi göstermektedir. Almanlar muhataplarını Türkiyeliler olarak değil, solcular olarak görmektedir. Yazar ise, bir vücut çalımıyla, kendisini Türkiyeli olduğu için eleştirilmiş gibi göstermekte; eleştirenleri ise Almanlar olarak, -solcular olarak değil- tanımlamaktadır. Politik bir tartışmayı, kültürel bir tartışmaymış gibi sunmaktadır. Bir solcu olarak, politik tartışmaya gireceğine, "bu benim kültürüm, bana karışamazsın, beni eleştiremezsin" demektedir. Kaldı ki, muhtemelen bölünme, Almanlar ve Türkler biçiminde de değildir tartışmalarda. Çünkü, broşürün içindeki resimlerden, düğünde bir çok Almanın yer aldığını ve olayı desteklediğini de anlıyoruz. Keza, sünnet yapılmasına karşı çıkan bir çok Türkiyeli olduğunu da biz şahsen biliyoruz. O halde kesin bir şey var, tartışmalarda bölünme, uluslara ya da
48
kültürlere göre değil, politik ve ideolojik anlayışlara göredir. Yazar, bu durumda bizi destekleyen Almanlar Euro-sentrizmi aşmış Almanlar, bize karşı çıkan Türkler de Eurosentrik düşünen Türklerdi diyerek tartışmanın gerçekte ne üzerine olduğunu gizleyemez. Yazarın sünnet düğününü yapmak istemesi ne kadar Türkiyeli Kültürün bir unsuruysa, ona karşı çıkan Türkiyelinin anlayışı da, aynı ölçüde Türkiyeli kültürün bir unsurudur. Aynı şey Almanlar için de geçerlidir. İstediğini, işine geleni bu kültürün içinde kabul edip, istemediğini dışına atamazsın. İdeolojiler kültürün ayrılamaz bir öğesidirler. Sünnet düğününe karşı çıkan Türkiyelilerin bu karşı çıkışı Türkiyeli Kültürün bir unsuru olduğuna göre; olay, bir kültürün diğerini barbar görmesi değil, aynı kültür içindeki bir çelişkidir. Dolayısıyla tartışma gerçekte "kültürel" değil, ideolojik ve politiktir. Ama yazarın bütün yapmaya çalıştığı, tartışmanın bu gerçek özünü gizlemektir. Ne var ki, ideolojik ayrılıkları gizlemeye çalışmak; ayrılıkları sınıfsal ve sınıf çıkarlarının ifadesi olduğundan ideolojik olarak değil de, ulusal ya da kültürel imiş gibi göstermek, tam da burjuva ideoloji demektir, Yapılan da özünde budur. Böylece, yazar, Lenin'in, ideolojinin kültürden ayrılamayacağı, dolayısıyla "iki kültür"ün bulunacağı yolundaki öğretisini, kendi eylemiyle doğrulamış, savunduklarıyla bunun bir örneğini vermiş olmaktadır. Ve tam da bunun içindir ki Lenin'den pek hazzetmemektedir. *** Aslında, kültürel ölçüte vurulup "hor görme", "eşit görmeme" diye nitelenen "Almanlar"ın eleştiri ve davranışları, onların, Türkiyeli solcuları politik olarak "hor" görmediklerinin, eşit gördüklerinin bir göstergesidir. Eğer Almanlar hiç eleştiri yapmasalardı, protesto davranışlarında bulunmasalardı, Türkiyeli solcu arkadaşlarını, tam da o zaman, "hor görmüş", "eşit görmemiş" olurlardı. Hiç kimse, kendinden geri ve aşağı gördüğüne, eşit gördüğüne davrandığı gibi davranmaz. Kaale almayıverir, olur biter. Yani yazar olayı tamamen tersine yorumlamaktadır. Kaale alındığı, hor görülmediği, eşit görüldüğü içindir ki kendisiyle tartışılmış, protesto edilmiş, ikna edilmeye çabalanmıştır. Biz olsaydık, eleştirimizi Almanlara başka yerden yapardık. Derdik ki, "sizler Türkleri kaale almıyorsunuz, hor görüyorsunuz, çünkü sünnetin çocuk haklarına bir saldırı olduğuna inandığınız halde; hayvan haklarını korumak için kampanyalar açtığınız halde, sıradan insanlara gidip, onlara sünnetin örneğin çocuk haklarına bir saldırı olduğunu anlatmıyor, onları ikna etmeye, kazanmaya çabalamıyorsunuz. Türkleri ciddiye alsaydınız, onları kazanmak isteseydiniz -insan değer verdiği insanları kazanmaya çalışır onlara karşı böyle davranmazdınız." (Bunu bir yaklaşımı, bir tavrı açıklayabilmek için söylüyoruz bu yazı çerçevesinde. Yoksa hiç bir zaman, Almanlara Sünnete ilişkin olarak böyle bir şey demekten yana değiliz. bu hem önemsiz problemleri önemli gibi göstermek olur, hem de, Almanlardan gelecek böyle bir davranış, Türkiyeli ve Almanların bugünkü konumlarında, tıpkı yazarın yaptığı gibi, yanlış algılanabilir.) Evet, Almanlarda ve genel olarak Avrupalılarda biz geri ülke insanlarını hor görme, takmama, ciddiye almama diye bir olay vardır ama bu hiç de olayda anlatıldığı gibi ifadesini bulmaz. Bu 49
hor görüş, kaale almayış, örneğin yabancı solcularla, sadece "yabancılar sorununu", "yabancıların sorunlarını" ya da "anti-rasizmi" (ırkçılığı) konuşmak, bu konularda onların fikrini sormak ama Almanya’nın genel olarak politikası, sosyal yapısı gibi yığınla konuda yabancıyı muhatap bile almamak biçiminde ortaya çıkar. Bu, bazen . yabancının her dediğini kabul etmek biçiminde; her durumda yabancıyı desteklemek biçiminde; bazen da yabancıya "haklısın" deyip bildiğini okumak biçiminde ortaya çıkar. Yabancıyı eşit bir partner olarak görüp, onunla dişe diş bir tartışmaya girmek: işte bu yoktur Alman solcusunda. Almanya'nın ve dünyanın bütün politik sorunlarında, yabancıyı kendi görüşlerine kazanma çabası yoktur Alman solcusunda, işte gerçek aşağılama, hor görme, kaale almama budur. Alman solcuları, sünnet tartışmasında, broşürü yazan çevreyi eleştirdikleri için değil, ama yabancı yoldaşlarına eleştirilerini sadece sünnet gibi bir yabancı" sorununda yaptıkları için, aynı hassasiyeti örneğin yabancı solcuların diğer sorunlardaki görüşlerinde göstermedikleri için hor görmektedirler. Ve bu kaale almama, bu hor görü, kültürel değil, doğrudan doğruya politik ve ideolojiktir. Ortalama alman solcusuna egemen olan reformizmin ve merkezciliğin bir tezahürüdür. Yabancılar bir mücadele öznesi olarak görülmemektedirler. Bu nedenle de yabancıları kazanma yönünde bir çabaya girmemektedirler. Alman solcusu, daha nice harcı alem olmuş görüşleri, belli bir toplumsal gücü etkileyebileceğini düşünerek harıl harıl eleştirmektedir, Eleştirmektedir, çünkü o görüşlerin belli toplumsal güçleri etkileyebileceğini düşünmektedir. Sünnet" broşürü almanca da yayınlandığı, kendini göçmen hareketinin bir parçası gören bir grubun görüşlerini yansıttığı bilindiği halde, bu güne kadar ister solcu, ister "yabancılar çalışması" yapan hiç bir Alman, bizim bu satırlarda yaptığımız gibi oturup, "sünnet" broşürünü eleştirmemiştir. Eleştirisini, geniş Türkiyeli yığınlara, bu görüşlerin yanlışlığını göstereyim düşüncesiyle, Türkçe yayınlamayı düşünmemiştir. İşte bütün bunların yokluğudur korkunç olan. Gerçek hor görme, gerçek aşağı görme budur. Kaale almama budur. Ve bu davranışın kökeninde, yabancıların bir mücadele öznesi olarak görülmemesi yatmaktadır. Yabancıları bir mücadele öznesi olarak görmeyiş, işçi hareketi içinde dar işçiciliğin; sosyalizm içinde de reformizmin; zümre çıkarlarının genel ve uzun vadeli çıkarlara feda edilmesinin ifadesidir. Sosyal Demokrasiyi, burjuvaziyi, sendikacıları, yabancıların şu veya bu. sorununda daha "adil" bir tavra zorlamak, ikna etmek için bir yığın mürekkep dökülmekte; bir yığın kampanya, aksiyon yapılmakta; ama o yabancıların mücadeleye çekilmesi için hiç bir şey yapılmamaktadır. Budur tam da reformizm, budur tam da zümre çıkarını savunmak. Burjuvaziyi, reformist partileri, sendika bürokratları, "sosyal Arbeiter"leri kaybetmeden ve/veya kaybetmeyi göze almadan, kimse yabancıları kazanamaz. Euro-sentrizm gibi görünen şey; Almanın kendini beğenmişliği gibi görünen şey; kültürel hor görü gibi görünen şey, vani yabancıyı kaale almama, bir kültürün değil, bir ideolojinin bir politikanın ifadesidir. Öz ve görünüm aynı değildir. Güneş doğudan doğar, batıdan batar. Biz de yerimizde dururuz. Bu görünümdür. Özünde Güneş ".Yerinde durur", biz döneriz. İşte, kültür çatışması gibi görünen olgularda, bu özü ortaya çıkarmak gerekmektedir. Onların gerçek politik ve sınıfsal anlamını keşfetmek gerekmektedir.
50
Bu anlayışlarla mücadele etmek gerekiyor, ama ideolojik ve politik bir mücadele; yoksa çatışmaları kültür sorunu gibi gösteren ve kültürü eksenine alan bir mücadele değil. Bu, sorunu kültür sorunu olarak gösterme ve kültürü eksenine alma, bizzat söz konusu reformizmi tersinden güçlendirmekte; ona haklılık kazandırmakta; hatta bu broşür örneğinde görüldüğü gibi kendisinin elinden onu eleştirme silahını almakta, kendini silahsızlandırmaktadır. Bizlerin,"reformizm" deyip ideolojik, politik mücadele konusu yaptığımız tavırlar, "Kültür" eleştirmen ve savunucularınca, Çatı-kültürünün bir unsuru olarak görülmekte, eh, kültürün hiç bir unsuru iyi-kötü diye atılamayacağından, "kültür" alanında bile eleştirilemez kılınmaktadır. Sünnet broşürü yazarı, problemlerin bu ideolojik-politik yanını, daha doğrusu özünü gizleyip, gözlerden kaçırarak; nesnel olarak toplumda ve kültürde ideolojiler, sınıf çıkarları ve çatışmaları dışı bir alan, bir "niemandsland" olamayacağından, nesnel olarak egemen sınıfların ideoloji ve politikalarına hizmet etmiş oluyor. O egemen sınıf ki, hangi ulus ve kültürden olursa olsun, aynı sınıftır: Burjuvazi. Ve burjuva kültürü demek, Batı kültürü demektir. Burjuva uygarlığının kültürü demektir. Ve "sünnet" broşürü yazarı, gerçekte, sözde kültürel planda reddettiği o Çatı yani burjuva medeniyetinin kültürünü, 0 kültürün ayrılmaz bir öğesi olan ideoloji aracılığıyla desteklemiş, kendi bindiği dalı kesmiş olmaktadır *** Yukarıda Alman solcusunun tavırlarından söz ettik, ama biraz da kendimizden söz edelim. İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım. gizlerin bütün yaptığı da, Almanlarla sadece "yabancı sorunlarını" tartışmak, ama örneğin genel olarak dünya ya da Almanya politikası üzerine bir tartışma varsa girmemektir. Açın TAZ kolleksiyonlarını bakın. Yabancıların bütün okuyucu mektupları ve yazıları şu meşhur "ırkçılık" ve "yabancılar sorunu"ndan başka bir konuyu içermez. Bu güne kadar bir tek yabancının, örneğin Sovyetlerdeki reformların dünya politikasındaki muhtemel sonuçları veya nedenleri konusunda bir yazı yazdığı, böyle bir tartışmaya girdiği görülmemiştir. Almanlara sadece işimiz düştüğünde gitmiyor muyuz? Biz hiç onlara yardım etmeyi denedik mi? Hayır. Alman bizi eleştirdiğinde. "sen ırkçısın"" "Eurosentrizm" yapıyorsun demeyip de, eşit bir partner olarak tartışmayı denedik mi? Hayır. Bizler kendimizi eşit olarak görmüyoruz; eşit gören bir insan gibi davranmıyoruz, sonra da onları böyle görmedikleri için suçluyoruz. Onlara yanlışları gösterme yolunu kendimiz tıkıyoruz. Sünnet tartışmalarının içinde yaşamadığımız halde, riskli de olsa burada şu varsayımı atmaktan kendimizi alamayacağız. Sünnet tartışmalarında muhtemelen "Kültür Laden" çevresini eleştirenler değil, ama destekleyenler gerçekte o çevreyi hor görenleri içeriyordu. Fiiliyatta muhtemelen sınırlar daha karışıktır. Kişisel, hatta bazen psikolojik problemler bile kişinin şu ya da bu tarafta bulunmasını etkileyebilir. Ama nesnel ve genel bir eğilim olarak, başka bir nedenle değil de saf politik nedenlerle bu tartışmaya giren taraflar arasında, eleştirici Almanların Türkiyeli solcuları daha eşit görenler olduğu inancındayız. *** Olayın, yani sünnet tartışmalarının analizine devam edelim. Gerçekte tartışma konusu olan nedir? Sünnetin kendisi midir? Öyle gibi görünse bile özünde bu değildir. Unutmayalım, Kültür Laden çevresi, solcu olduğu ya da öyle bilindiği için eleştirilmektedir. Bu durumda, 51
sünnet tikel olayındaki tartışma, başka genel bir tartışmanın, bir konunun tezahürüdür. Nedir bu genel tartışma konusu? Şöyle formüle edilebilir: Solcular şu veya bu gerekçeyle (örneğin kitlelerle bağ kurmak gibi) en azından kimi temel insan haklarıyla çelişen gelenekleri desteklemeli, onları tertiplemeli midirler? (Bunun tartışmalar içinde ifade edilip edilmediğini bilmiyoruz, Bu konuda bir açıklama Broşürde de yok. Ama ifade edilmemiş olması bir şeyi değiştirmez.) Argümanların niteliği ve muhatabın solcu kabul edildiği göz önüne alınırsa, esas tartışmanın bu noktada olduğu görülür. Böyle bir soruya verilmiş şu veya bu cevap olmadan böyle bir tartışma var olamazdı. Esasında tam da tartışılması gereken bu sorundu ve tartışılanın bu genel sorun olduğu bilince çıkarılarak, tartışmanın tam da bu kategorik soru üzerinden yürütülmesi gerekirdi. Bu durumda tartışma, solcular arasında, Türkler ve Almanlar arasında değil, teorik, politik ve taktiklere ilişkin bir tartışma olur ve herkesi ilerletebilirdi. Ama bütün bunlar yapılmamıştır. "Sünnet" broşürünün yazarı, gerçekte politik bir tartışmayı, bir kültür çatışması, bu tartışmadaki tavırlardan birini de Almanların Türk kültürünü hor görmesinin ifadesi olarak yorumlamıştır. Biz olsaydık şöyle derdik: "Bize yöneltilen eleştiriler, insan,çocuk, kadın haklarına tecavüz olan bir geleneği savunuyor durumuna düşmemizin yanlış olacağı yönündedir, Yani kategorik olarak eleştiri şöyle formüle edilebilir: bizler insan haklarıyla, kadını aşağılayan geleneklerle vs. ilgili durumlarda, bu gelenekleri destekleyici duruma düşmemeliyiz. Bu solculukla bağdaşmaz, kendi amaçlarımızla bir çelişkidir. "Bu eleştiriyi yönelten arkadaşlar sorunu yanlış koyuyorlar ve mekanik anlıyorlar. Bu gibi durumlar için genel-geçer kurallar koyulamaz. Her özgül durumda doğru davranışın ne olacağını mücadelenin düzeyi, yığınların bilinci vs. gibi yüzlerce etken belirler. Her olay kendi başına somut olarak ele alınmalı ve ezilenlerin mücadelesine; her türlü baskının ortadan kaldırılmasına hizmet edip etmediği açısından değerlendirilmelidir. "Muhataplarımızın anlamadığı şudur: Tarihteki önemli değişiklikler ancak milyonlarca ezilen insanın eylemiyle gerçekleşebilir. Bu insanlar sözlerle ya da inançları, gelenekleri üzerine tartışmalarla değiştirilemez. Onları ancak, bizzat kahramanı olacakları olaylar değiştirebilir. Onlar ancak dünyayı değiştirmeye kalktıklarında kendilerini de değiştirebilir, geleneklerin, ön yargıların bukağılarından kurtulabilirler. Biz, örneğin bir işçiyle Allah üzerine tartışma yapmaktan ve önyargı ve yanılsamaları pekiştirmektense, esas sorunu örneğin grev yapmaya getirmeye çalışırız. O zaten eylem içinde Alladın grev kırıcıları arasında olduğunu veya pek bu işlere karışmadığını, ama devletin ve polisin karıştığını vs. görecektir. "Makul sınırlar içinde gelenekler konusunda da aynı tavır geçerlidir. Eğer belli bir davranış, yığınlarla bağ kurmaya; onların bizzat eyleme geçmesine ve yine o süreç içinde geleneklerin bukağılarından kurtulmasına; ön yargılarının yıkılmasına hizmet edip etmediği açısından ele alınmalıdır." Sorunu böyle koyduktan sonra, o somut olaydaki durumu çözümlemeye çalışırdık. Fakat broşürde sorunu böyle ele alan bir tek cümle bile yoktur. Bu da bir rastlantı değildir.
52
Bizim burada örnek verdiğimiz ele alış tarzı, başka her hangi bir şeyi değil, ezilen yığınların eylemini eksenine alır, her şeyi ona göre değerlendirir. İşte Broşürde olmayan tam da bu asgari koşuldur, Yazar için kültürel değerleri korumak, bir "üçüncü kültüre ulaşmak vs, bütün bunlar kendi başına bir amaçtırlar. Ezilen yığınlar gitmiş, onların yerini, ne idüğü belirsiz, muz gibi, ne niyetine yenirse onun tadını veren bir kavram almıştır. Ve bütün bunlar bir rastlantı değildir. Almanların "Zeitgeist" dedikleri atmosfere uygundur. Sınıflar mücadelesinin yerini Kültür Çatışmaları" alır; politik-ideolojik mücadelenin yerini "Kültür eleştirileri alır. Yığınların mücadeleye çekilmesinin yerini, kültürel değerlerin, kimliğin korunması alır. Marksizm’in yerini, Tarihsel Maddeciliğin yerini, Spengler, Toynbee'lerin birbirinden bağımsız uygarlıklar Ve kültürler üzerine gerici teorileri alır. Kabuk, o eski Marksist kabuk çatlar, gerçek öz, tohum, çırıl çıplak ortaya çıkar. Ağacı tohumundan tanıyamayanlara onu meyvasından göstermek için analize devam edelim.
C ) "SÜNNET" BROŞÜRÜ YAZARINASIL BİR TOPLUM VE KÜLTÜR HEDEFLİYOR? Yazar idealindeki, "bir başka üçüncü" dediği toplumun kültürünüöyle tanımlıyor: "Buna karşı oluşturmak zorunda olduğumuz yığın kültürüdür. Katılımcı demokratik bir kültür yapısı yaratmaktır. Doğası gereği humanist eşitlikçi, olacak olan bu yapının önemli bir ögesi onun adem-i merkeziyetçi karakteridir. Çoğulcu bir özelliği bağrında taşıyacak bu yapı, farklılıkların kabulü esasına Bu kendisi gibi olmayanı (benimsemese bile) kabul etmek, kaldırmak, tahammül etmesini bilmektir. Eşit konumlarda olduğunu bilmektir. İnsanların kendi geleceklerini denetleyebilecekleri katılımcı bir özelliğe sahip olacaktır. "Özellikleri arttırılabilecek böylesi bir toplumsal sistem ancak uğruna mücadele edilerek elde edilecek bir üçüncüdür, Ve ne Batının, ne batı dışının veya çeşitli almaşık biçimlerin uzantisi değildir, bir başkadır." İşte yazarın tasvir ettiği, uğrunda mücadeleyi önerdiğii "bir başkadır" deyip altını çizdiği bu kültürün, hiç de başka olmadığını, şu Euro-sentrik, bizzat kendisinin reddettiği batı yani burjuva toplumu ve kültürünün ta kendisi ve bir ideali olduğunu görelim. Yazarın metninin analizine girmeden önce, bu görüşlerin nereden geldiğini, hangi bağlamda daha önce söylenmiş olduğunu göstererek, iddiamızı ek bir delille kanıtlayalım. Yazarın "bir üçüncü" dediği toplumun ya da kültürün özelliklerinin hemen hepsi, Murat Belge’den alınmıştır. Ama sadece bunlar değil, Türkiye’deki kültürü Broşürün başka yerlerinde tanımlarken kullanılan sıfatlar da Murat Belgenin, "Tarihten Güncelliğe" başlığı altında yayınlanan denemeleri içinde yer alan “Maraşın Dehşeti ve Türkiye’de Kültür" (s.42-43, İst. l986, 2.Bas.) başlıklı yazıda bulunmaktadır. Aşağıda bu yazının en çok alınmış bölümlerini olduğu gibi aktaracağız. Parantez içindeki cümleler ise, "Sünnet" broşürünün yazarının ifadaleri olacaktır. “Bu ikincisinin önerdiği (M.Belgenin “ikincisi"nden kasttettiği Türkiyedeki "egemen güçler")
53
baskıcı, hegemonik, elitist bir yapıya uygun olan ("Bu yapının özellikleri; baskıcı, hegemonik ve elitist olması” s.8) itaati bir erdem haline getiren, ("Disiplin ve emir bir çok şeyden daha değerli sayılabiliyor” s.8) bireylere özgür bir birey olmayı değil, kutsal bir yapının (seçkinlerce temsil edilen ve yönetilen, kutsallığı tartışılmaz bir üst topluluk ideali – bu parantez Murat Belge’nin) bağımlı üyeleri olmak, ("özgür olmayan kutsal bir yapının üyesi olan” s.8) tek kelimeyle, “otoriter” bir anlayışın dışlanmış değerlerinden oluşan (“Biz Türkiyelilere egemen olanın otoriter bir kültür yapısı olduğunu söyleyelim” s.7-8) bir kültürdür. Bunun karşısında yığınlardan kaynaklanan ("Buna karşı oluşturulmak (!) zorunda olduğumuz yığın kültürüdür". S.8) yeni olduğu için henüz kalın çizgilerletanımlamasını bulamayan, ama zorunlu olarak humanist eşitlikçi, özgürlükçü, 'ademi merkeziyetçi' bir temel anlayışı temsil eden değerler var. ("Doğası gereği humanist, eşitlikçi, özgürlükçü olacak olan bu yapının önemli bir ögesi onun ademi merkeziyetçi karakteridir." (s.8)" Açık ki yazar, gerek Almanyadaki Türkiyelilerin kültürünü, gerek geleceğin.üçüncü kültürünü tanımladığı sıfatların hepsini kaynak göstermeden M.Belgeden almıştır. (Gerç! başka bir yerde, Kültür tanımlarını yaparken, parantez içindeki alıntıların yanına M.Belge diye kaynak oösteriyor ama bu bahiste göstermiyor. ) Bir bakıma, kaynak göstermemesi de isabet olmuş,ünkü yazar M.Belgenin ne dediöini de pek anlamamış. Çünkü, "Sünnet" yazarının "Türkiyelilerin" kültürü olarak sıraladığı sıfatları, M.Belge hiç olmazsa, birazcık Marksizmle alışverişi olan bir kişi olarak !gemen Güçlerin dayattığı, egemen kılmaya çalıştığı bir kültür olarak sıralıyor. (Bu da fazla leninist! Bu egemen va demokratik kültür ayrımı oralardan çıkıyor. Yazarımız Belgeden aldığı fikirleri Lenini!t kalıntılardan temizliyor!) Yazarın , bugün bulunmayan, varolanların almaşık bir uzantısı falan da olmayan diye, ise, M.Belge Türkiyede yığınlar arasında var olan bir kültür, ama henüz egemen olamamış bir kültür olarak tanımlıyor. M.Belge örneğin "yığınlardan kaynaklanan" diyor, .yani kültürün egemenler karşısındaki kaynağını belirtiyor, Sünnet" yazarı ise bunu ".vığın kültürü" yapıp, geleceğin kültürünün bir niteliğii haline, ne anlama geldiği de "şairin karnında gizli", dönüştürüyor. Yazarı "üçüncünün" diye tanımladığı ğitelemeler, kaynağında ve gerçekte, demokratik veyö burjuva veya Batı kültürünün özellikleri ve idealleridir. Kaynak, yani, M.gelge, doğru olarak bunları tam da bu anlamda kullanmakta, Türki.vedeki burjuva gelişiminin kimi özelliklerinden ! h!reketle, demokratik bir devrim sonunda oluşacak, ama tohum halinde bulunan bir kültürün özelliklerini sıralamaktadır. Yazarımız ise, kayserili gibi, eşşeği boyayıp, "üçüncü Kültür" diye, Küçük Kültür Oükkanında (Kü!tür Laden) satıyor. (Türkiyedeki küiçük dükkancılar yerli mallarını "ithal malı" diye satarlar, şimdi zamane "Euro-sentrizm"ler çıkalı, Avruupa mal !arından, Avrupa damgaları silinir ol!u.) Çok açıktır ki, yazarın üçüncüi dediöi kültür, tipik burjuva toplumu ve kültÜründen, o "Eurosentrik" dediği ültürden başka bir şey deöildir. Tartışmalarda reddettiği kültürü, üçüncü ideal diye sunmaktadır. Yazar broşürün başında, Batı Kültürünü ve Marksizmi eleştirdiği bölümlerde gerçekte batı kültürüinün bir ürünü olan Sosyalist Toplum iideali dahil, bütün idealleri şöyle harcıyordu:
54
"Böylece insanlığın önüne varılacak bir nihai gelecek konuldu. Bu nihai gelecek ise batı toplumlarının zihninde geliştirilebilen en gelişmiş şeklinden başka bir şey değildi."(s.4) Bunları yazan bir yazardan umulurdu ki Batı toplumunda geliştirilmiş olanlardan çok daha "başka" ("ileri" demeyelim) bir gelecek toplum ideali canlandırmış, tanımlamış olsun. Ama ne gezer, yazar, Batı toplumunun ürünü olan, ütopik sosyalist, anarşist, bilimsel sosyalist gelecek tasavvurlarından bile daha geri, gerçekte bugün var olan Batı toplumunun niteliği çerçevesinde bir model ve ideal sunmaktadır. Sosyalistlerin eleştirip aştıkları gelecek tasavvurları, karşımıza geleceğin "üçüncü" kültürü ve toplumu olarak getirilmektedir. Bu vesileyle M.Belge'nin değerlendirmesini de ele alalım. Çünkü, M. Belge'nin yığınlar arasında tohum halinde bulunup gelişmeye başladığını söylediği, gerçekte Batı ya da Burjuva toplumunun kaliteleri olan sıfatlar, "Sünnet" yazarının çok eleştirdiği ve Marksizm'e mal ettiği doğrusal gelişme anlayışının ürünüdürler. Doğrusal gelişme anlayışı, Marksizm'i bir şemalar yığınına dönüştüren revizyonizmlerin bir ürünüdür ve Türkiye Sosyalist hareketine, kaynağı resmi sosyalizm olduğu için, doğuştan bir günah olarak damgasını vurmuş, 1960'lı ve 70'li yılların program ve strateji tartışmalarının ardındaki gizli varsayımı oluşturmuştur. Bu anlayışa göre, her ülke, her toplum, ilkel/köleci/feodal/kapitalist aşamalardan geçecektir. Bir toplumun önünde hangi devrim adımı ve program olduğu da bu şemadan çıkmaktadır. Türkiye'de burjuva devrimini tamamlamamış bir ülke olduğundan, önüne demokratik devrimi tamamlama, demokratik bir program, program uğruna mücadele görevi koyulmuştur. İşte M. Belge'nin yığınlar arasında doğduğunu ve ilerde egemen olacağını umduğu hümanist, eşitlikçi, özgürlükçü, adem-i merkeziyetçi gibi nitelikler bu doğrusal tarih anlayışının ürünü olarak sıralanmaktadırlar. Yani Türkiye'nin önünde demokratik devrim olduğundan, yığınlar arasında da demokratik bir toplumun öğeleri mayalanmaktadır demektedir M. Belge özünde. Bu anlayışın olumsuzluklarını tohumundan tanıyamayanlar onu meyvelerinden tanıyabilirler. M. Belgenin çıkardığı 12 Eylül sonrasının Yeni Gündem dergisi, "sivil toplumculuk" parolalarının başını çekmiştir. Bu anlayışın kökleri, acı meyvelerini vermemiş bir şekilde, yukarıda Murat Belge'den yapılan alıntıda açıkça görülmektedir. Bir sosyalist demokrasi yerine bir burjuva demokrasisi idealidir bu acı meyve. Halbuki, devrimci Marksistler daha Marks-Engels'ten beri eşitsiz ve kombine gelişim yasasını sezmiş ve çeşitli toplumların hiç de batının tarihsel gelişim yolunu izlemek zorunda olmadığını belirlemişti. Marks-Engels'in Zasuliçe mektuplarında, Batı da bir sosyalist devrim olasılığı halinde, Rusya'nın köy komününden ve kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme geçebileceğine dair yazdıkları. Lenin'in Moğolistan gibi ülkeler için benzer yorumları, 1905'te Troçki'nin geri Rusya'da bir sosyalist devrim olabi1eceğini öngörmesi ve bunun 1917'de gerçekleşmesi , Türkiye'de Doktor Hikmet Kıvılcımı'nın, tüm antik tarihin gidişinde eşitsiz ve kombine gelişmeyi göstermesi (örneğin bir kitabının adı: "İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş:İngiltere"dir. Yani kölecilikten ya da feodalizmden değil.) geçer ayak sıralanabilecek bir kaç örnek ve kanıttır. Böylesine devrimci Marksist anlayışa sahip bir devrimci de Türkiye'nin önüne, "hümanist" değil ama sosyalist; "katılımcı" değil ama öz-yönetimci; gibi sıfatlarla tanımlanabilecek bir 55
program veya hedef koyar. Böyle bir anlayıştan da hiç bir zaman "Sivil Toplum"cu yavanlıklar çıkmaz. "Sünnet" yazarı broşürde doğrusal tarih anlayışına sözde karşı çıkmaktadır, ama fiiliyatta, M. Belge'den aldığı veya bir telepati ile kendisinin ortaya koyduğu nitelemeler tam da tek doğrulu gelişme çizgisine dayanan metafizik burjuva sosyalistlerinin ya da revizyonist Marksistlerin anlayışlarının ürünüdür. Sözde reddettiğini fiilde benimsemektedir. Bu bahse yazarın Marksizm'e yönelik eleştirileri bölümünde tekrar döneceğimizden, burada keselim.
D) "SÜNNET BROŞÜRÜ YAZARININ USLAMLAMALAR ZİNCİRİ Yazar, Marksizm'in de ilerleme fikrini kabul ettiği için Euro-Sentrik olduğu yolundaki tezlerini aşağıda aktaracağımız önermeler zinciriyle açıklıyor. Yalnız, yazarın neyi demek istediğini ele almadan önce, gerçekte ne dediğini, daha doğrusu, tam söylendiği gibi anlaşı1ırsa, anlaşı1ır bir şey söylemediğini ve bu anlamda tam da "bizim" kültürümüzün, "başka" kültürümüzün güzel bir örneğini verdiğini gösterelim. Broşürün başındaki önermeler zincirini, önce bir bütün olarak aktaralım: "Avrupa Merkezcilik "Başlangıcı Aydınlanma çağı olarak almak fazla yanlış olmayacaktır. Meta dolaşımının doğal evrensel karakteri ve bu dolaşımın giderek egemen hale gelmesi evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini de etkiledi. Daha önceki çağlarda görünmeyen insanlığın bütünü için geçerli tarih açıklamaları gelişti. Özellikle pozitif bilimlerin doğa üzerinde kazandıkları zaferler ile ortalığı büyük bir iyimserlik kapsadı ve bu, tarihe bakışa da yan sıdı., Tarih, olgun olmayandan olguna, tamamlanmamıştan tamamlanmışa doğru' sürekli bir oluşum olarak algılanmaya başladı. Gelişme ve ilerleme mantığı her şeyin odağına oturdu. İleriye doğru mutlak gelişme fikri, insanlığın mutlaka içinden geçeceği zorunlu evreler, tek doğrulu gëlïşme çizgisi düşüncesini doğurdu. Tabii ki hem doğaya karşı kazandıkları zaferlerle, hem de zaten bu gelişme düşüncesini icat etmekle insanlığın evrelerinin en ucun da oturanlar batılılar oldular. İnsanlık sürekli ilerliyordu ve Batı bu ilerlemenin başını çekiyordu. "Bu ilerleme ve gelişme, mükemmele doğru gitmenin ölçüsü neydi? Bu konuda şüphesiz farklı eğilimler vardı. Ama bu gelişmenin ana yönüne değil, gelişenin nerede ölçüleceğine ilişkin bir tartışmaydı. Bu sürekli ilerleyen Hegel'de özgürlük, Fourier'de universal harmoni, August Comt'ta adaletli ve akılcı bir toplum, Spencer'de herkesin mutluluğu, Marks'ta üretici güçlerdi "Böylece insanlığın önüne varılacak bir nihai gelecek konuldu. Bu nihai gelecek ise batı toplumlarının zihinde geliştirilebilen en gelişmiş şeklinden başka bir şey değildi. Kendi tarihlerini yaşanması gereken, insan1ığın yaşayacağı genel tarih düzeyine çıkartıp evrenselleştiren batı, diğer toplumlara da bu gözle bakmaya başladı. Diğer toplumlar evrensele (batıya) olan uzaklık ve yakınlıklarıyla ölçülü oldular. Ve bu kritere göre medeni veya medeniyet dışı oldular. İnsanlığın kurtuluşu, ilerleme ancak Batı Avrupa medeniyeti dünyaya egemen olduktan sonra mümkün olacaktı. "İnsanlığın gelişmesini ve ilerlemesini aşırı derecede Avrupa merkezli kurduktan, buradaki 56
kriterleri evrenselleştirdikten sonra iş kolaylaşıyordu. Evrensel ve tüm halklar için geçerli toplumsal yaşam biçimini, bu medeniyeti onlara erkenden taşımak gerekiyordu. Çünkü onların kendi başlarına bunu yapabilme şansları yoktu. Bunu yine üstün ve ileri batı yapabilirdi! Sömürgecilik politikasının temel ideolojik zemini hazırlanmıştı. Modern ve uygar batı karşısında tüm dünya ilkel, geri, barbar, vahşi idi! Bu toplumlar tarih dışı idiler ve gelişme Şansları yoktu! Bu gelişme ve ilerleme ancak dışarıdan taşınabilirdi."(s.4) Bu uzun alıntıdan sonra şimdi, ilk bir kaç satırda yer alan cümleleri tek tek, ve birbirini izleyen mantıki önermeler olarak, olgularla çelişkisi, kavramların gelişi güzel ve maniple edici kullanışları; önermeler arasındaki mantıki tutarlılık gibi bakımlardan ele alalım ve bir örnek olarak mantıksızlıklarını göstermeye çalışalım.(Bu esasında bütün broşür için de yapılabilir ama buna ne zamanımız ne de yerimiz var. Buradaki örnekleri dikkatlice inceleyen bir okur, bunu kendisi de yapabilir.) Daha sonra da, burada örnek olarak ele alınan mantıksızlığın mantığını göstermeye çalışacağız. 1. Cümle: "Meta dolaşımının doğal evrensel karakteri ve bu dolaşımın giderek egemen hale gelmesi evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini etkiledi." "Meta dolaşımı" hiç de "doğal" olarak "evrensel" bir karaktere sahip değildir. Meta dolaşımı, yani ticaret, yani para-mal-para ilişkisi "doğal olarak" değil, toplumsal tarihsel bir süreç sonucunda, topu topu üç-dört yüz yıl önce evrensel bir karakter kazanabilmiştir. Anlaşılan şu bizim "batı-Merkezli" Marksizm'in, tarihsel maddeciliğin toplumsal - tarihsel kategorilerinin yerine, başka bir kültürün ürünü olan "doğalcı" bir teori karşısındayız. Yazar başka bir yerde, geleceğin "üçüncü" kültürünü de tanımlarken onun "doğası gereği" kitlesel olacağını yazıyordu. Bu "doğal karakter" kavramı, yazarın "başka" kültüründe ve o kültürün ürünü olan yazısında, bütün zor problemleri çözen bir anahtar olsa gerek. Herhalde ekonomik materyalistlerin "ekonomiktir" deyip her işin içinden sıyrılmaları gibi, "natüralist-materyalist" bir teori karşısındayız. Doğaya dönüyoruz! Ne var ki, bu "doğal öz" teorileri hiç de yeni değildir ve "bizim", "başka" kültürümüzün değil, şu Batı, yani burjuva kültürünün, hem de en gerici teorilerinin dayandığı bir anlayıştır bu. Özellikle tarih dışı ve üstü bir insan özü, doğası kavramında ortaya çıkar bu teoriler. Yazarımız bu teoriyi geliştiriyor ve meta dolaşımından geleceğin kültürüne kadar her şeyi bu temel kavramla açıklıyor. "Söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun"diye bir söz vardır. Biz de arif olmaya çalışalım. Biz nesli tükenmeye yüz tutmuş Tarihsel Maddeci kelaynak kuşlarının diline çevirirsek, herhalde söylenmek istenen şu: Dünya ticaretinin oluşması ve meta üretiminin genelleşmesi... Bu süreç "evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini" etkilemiş. Bu da doğru değildir ya da yanlış bir ifade karşısındayız. "Evrensel düşünce sistemi" demek, tüm insanlar için geçerli bir öğreti demektir. Bu tür öğretilerin en tipik örnekleri, tek tanrılı dinlerdir. Ve bunlar Aydınlanma çağının, ya da dünya ticaretinin ortaya çıktığı dönemin ürünler değildirler. Kastedilen başka bir şey olsa gerek. Her halde tüm insanlığın tarihini
57
açıklama savında olan Tarih ve Toplum felsefeleri kastediliyor. Bir sonraki cümleden de bunun kastedildiği anlaşı1ıyor. Ama önerme bu anlamda da doğru değildir ve gerçekliğe uymamaktadır. Evet dünya ticaretinin oluşmasıyla, evrensel tarih ve toplum felsefeleri arasında belli bir ilişki vardır ama bu anlatıldığı kadar mekanik değildir. Örneğin İbni Haldun 'Aydınlanma'dan birkaç yüz yıl önce yaşamıştır ve evrensel bir tarih vë toplum felsefesi kurmuştur. Öte yandan bu felsefe hiç de ilerleme fikrini reddetmemiştir. "İnsanlığın bütünü için,geçerli" tarih açıklamaları da, "evrensel düşünce sistemleri" de aydınlanmadan çok önce ortaya çıkmışlardır. Cümle gerçek tarihsel süreci doğru olarak yansıtmamakta, onu çarpıtmaktadır. Bunu niçin vurgulama gereğini duyuyoruz? Çünkü, yazar, "evrensel tarih açıklamalarının" aydınlanmaya has, batıya has bir kültürün ürünü olduğu iddiasındadır. Düşünce akışının temelindeki fikir budur. Ve bu fikir, gerek batı kültürünün, gerek o kültürün temel olumsuzluklarını paylaştığı iddia edilen Marksizm'in eleştirisine giden uslamlamalar zincirinde temel bir önermedir. Sadece bu kadar değil, yazarın temel çelişkisiyle, sözde reddettiği batı-merkezli düşünceyi fiilen kabul etmesiyle burada da karşılaşıyoruz. Evrensel tarih felsefelerini Aydınlanmayla başlatmak, tam da Avrupa-merkezli bir tarih anlayışının ürünüdür. Ve yazarın yaptığı tam da budur. Yani şu: 2. Cümlede ifade edilen fikre geliyoruz: "Daha önceki çağlarda görülmeyen insanlığın bütünü için geçerli tarih açıklamaları gelişti." İşte bu önerme, bütün burjuva ve euro-sentrik tarih kitaplarında görülen türden bir önermedir. 3. Cümle: "Özellikle pozitif bilimlerin doğa üzerinde kazandıkları zaferler ile ortalığı büyük bir iyimserlik kapsadı ve bu tarihe bakışa da yansıdı . " Tarihsel iyimserlik, hiç de doğa bilimlerinin gelişmesiyle bağlantılı onun sonucu olan bir anlayış değildir. Tarihsel iyimserlik, burjuvazinin henüz yükseliş ve başarılar çağında olmasının ürünüdür. Doğa bilimlerindeki ilerlemenin çok daha hızlı ve devasa olduğu 19. yüzyılın ikinci yarısıyla başlayan ve günümüze kadar devam eden dönemde, aydınlanma döneminin aksine kötümser teoriler ortaya çıkmışlardır. Toynbee'lerin, Spengler'lerin teorileri bunlara, bir örnek olarak verilebilir. Açıktır ki, yazarın teorisi son derece mekaniktir, doğa bilimlerindeki gelişmelerin otomatik olarak iyimserliğe yol açtığını var saymaktadır. Ve bu mekanik anlayış da, özünde batılı, burjuva düşüncesinden, tarih ve toplum anlayışından başka bir şey değildir. Yazar bir de "doğa bilimleri" yerine, "pozitif bilimler" kavramını kullanıyor. Pozitif bilimler kavramı tam da burjuva düşüncesine ait olan, yani batılı olan pozitivizmin bir kavramıdır. Burjuvazi, işçi sınıfının baskısı ve rekabet koşullarında, nispi artık değeri yükseltmek için, tekniği geliştirmek, bunun için de doğa bilimlerindeki gelişmeleri desteklemek durumunda olmuştur. Burjuva teorisyenler de, doğa bilimlerine "pozitif bilimler" gibi bir pozitif (olumlu) tanım bulmuşlar, böylece toplum bilimi, yani tarihsel maddecilik karşısındaki gerici konumlarını açığa vurmuşlar, toplum bilimini, bir bilim olmaktan dışlamaya çalışmışlar ya da
58
ona doğa bilimlerinin kavramları ve yöntemleriyle yaklaşmışlardır (Comte, Spencer vs.). Yazarımız işte tam da bu pozitivistlerin, yani batı düşüncesinin, burjuva düşüncesinin, o çok reddettiği ve çoğu kez içine Marksizm'i de kattığı, pozitivizmin kavramlarıyla düşünmektedir. İşte ilk bir kaç cümlenin analizi. Bu analizi, meraklısı tüm broşüre uygulayabilir. Gerçekte yazar tam anlamıyla düzgün, doğrusal, evrimci bir tarih anlayışına sahiptir. Bu anlayış hiç de diyalektik değil, ama mekaniktir. Ve bir önceki bölümde, ulaşılacak kültür bahsinde gördüğümüz batı toplumunu idealleştirme sonucuna varan programın metodolojik, mantıksal kökleri buralarda yatmaktadır. Fakat bütün bunlar, bir kültür cilasına vurulmakta, gerçekte burjuva ideolojisi, idealleri, yöntemi başka bir kültür adına savunulmaktadır. Her kim ki kültür adına konuşur ve tartışır ve her kim ki, her kültürün ayrılmaz bir öğesi olan sınıf mücadelesini ve onun ideolojik, teorik yansımalarını küçümseyip, bir kültür sepetine doldurmaya kalkar, o egemen sınıfların kültürünü, ideolojisini, yöntemini, programını savunmuş olur. "Sünnet" broşürü bu kaçınılmazlığın tipik bir örneğini sunmaktadır. Böylesine sallapati bir broşürü belki eleştirmeye bile değmez. Ama bu broşürü yazanlar, bu teoriyle, bu yöntemle, bu yaklaşımla, bu programla, bir göçmenler hareketine yol gösterme iddiasındadırlar. Yapmaya çalıştığımız, bugün tohum halinde bulunan bu görüşlerin, bir harekette egemenlik sağlamaları halinde ne türden zehirli meyveler vereceklerini göstermektir. Şunu da biliyoruz, bir fikri çürütmekle, o fikrin ardındaki toplumsal güç yenilmiş olmaz. Ama şuna da inanıyoruz, yanlış teorik görüşlerle mücadele edilmeden, onlar teorik düzeyde yenilgiye uğratılmadan, pratikte de yenilemezler. Ve bugün, henüz doğuş halindeki bu harekette burada eleştirdiğimiz görüşlerin egemenliği veya ağırlığı, bu görüşlerin ardındaki sınıf ve zümrelerin göçmenler içindeki ağırlığına uygun değildir. Bu oldukça geçici, konjonktürel bir olgudur. *** Yukarıda uzun uzun aktarılan bölümde, yazarın Marksizm'e yönelik eleştirisi iki temel önermede özetlenebilir: 1) Marksizm de, aydınlanmadan kaynaklanan diğer Avrupa-Merkezli görüşler gibi, ilerlemeci bir tarih anlayışına sahiptir. 2) Marksizm'in diğer ilerlemeci anlayışlardan farkı, "ilerlemenin ölçüsü" olarak üretici güçleri almasındadır. Bu fikirler hiç de yeni değildir ve örneğin Pitirim Sorokin tarafı,ndan daha mükemmel olarak şöyle ifade edilmişlerdır: (Bu Pitirim Sorokın, bizim Lenin'in "Bay Pitirim Sorokin'in Kıymetli İtirafları" adlı yazısında ele aldığı Sorokin'in ta kendisidir ve Toynbee, Spengler ekolünden bir tarih felsefecisidir.) "Batı'da son dört yüzyıldır egemen olan kültür gibi, daha çok duyumcul niteliği ağır basan kültürlerde, insanlığın evrimi üstüne ilerlemeci doğrusal kuramlar egemen olma eğilimini gösterirler. Böyle bir kültürde, bütün tarihi süreç, 'mağara-adamından üstün insana', 'barbarlıktan uygarlığa', 'budalalıktan bilgeliğe ve dehaya' , 'hayvanlıktan yarı-tanrılığa', savaş ve varoluş mücadelesinden, barış, uyum ve karşılıklı yardımlaşmaya vb. giden yol
59
boyunca, bazı sapmalar ve ufak tefek dönüp dolaşmalarla bir çeşit ilerlemeci (müterakki) ilerleyiş olarak görülmektedir. Yüzlerce çeşitlemesiyle insanlık tarihi üstüne bu ilerlemeci doğrusal kuram, Duyumcu Kültürde, özellikle Duyumcul Kültürün yükselişi sırasında ve doruğunda egemen olma eğilimi gösterir" "Düşünsel niteliği ağır basan kültürlerde mekanistik olmayan, tanrısal olarak güdülen, devresel ya da eskatolojik olan yahut belli bir yönelim göstermeden yükselip alçalan tarih felsefeleri başat olma eğilimi gösterir. Tarih süreçlerinin devresel ya da dalgalanmalı yorumunu yapan salt mekanistik kuramlar ve insanın kaderi üstüne, dünyanın ve insanın tarihinin felaketli bir sonu olacağını öngören Apokaliptik Mesihçi anlayışlar, duyumcul ve daha küçük bir ölçüde de düşünsel kültürün gerileme aşamalarında çoğalma eğilimini gösterir. "Batı kültürü son dört yüzyılda başlıca duyumcul nitelikte olduğu için, yukardaki kurallara göre, bu dönemin başat tarih felsefeleri ve toplumsal evrim kuralları da, başlıca ilerlemeci ve doğrusal olmak gerekir. Gerçekten de, bunlar bölüm XIV'te gösterildiği üzere böyledirler. Kant ve Fichte'nin, Herder ve Lessing'in, Hegel ve Adam Smith'in, August Comte ve Herbert Spencer'in, Karl Marks ve John Fiske'nin ilerleme-evrim kuramları Darvinci ve biyolojik evrim kuramları- bütün bunlar, Batı kültürünün o duyumcul döneminin tarih süreçlerinin, eğilimlerinin, evrim yasalarının tipik temsilcileridir. "Yirminci yüzyıl, en büyük bunalım, Duyumcul çağın sonu ve yeni bir kültüre felaketli bir geçiş dönemi olduğu için, bugüne değin başat doğrusal tarih anlayışlarının yukarıdaki kurallar uyarınca gerileme halinde olmaları; yükselen tarih felsefelerinin ya devresel, yaratıcı olarak tekrarlanıcı, eskatolojik ya da apokaliptik ve Mesihçi bir tipten olmaları beklenebilir. "Olgular bu ummayı doğrulamaktadır. Yirminci yüzyıl, bütün toplum ve insan bilimi disiplinleri alanında hemen hiç bir özgün ya da doğrusal ilerleme yahut evrim kuramı ortaya koymamıştır. Yirminci yüzyılın çeşitli doğrusal kuramlarının hepsi, Hegelci, Comtecu, Spencerci ya da Marksçı ilerleme evrim anlayışlarının minik çeşitlemelerinden başka bir şey olmamışlardır." (P.Sorokin, "Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri", 1972, Ankara, s.18,19) Kaynağında, görüşler böyle ifade edilmektedir, ama biz kaynağıyla değil, onu da tam doğru olarak anlamadığı ya da kendisine has bir yorumla değiştirdiği için, "Sünnet" broşürü yazarının anladığı ya da savunduğu biçimiyle ele alalım. Marksizm'in de ilerlemeci bir tarih anlayışı olduğu iddiası, baştan aşağı, vülger, mekanik bir Marksizm anlayışından başka bir şey değildir. Eğer yazarın ikilemi içinde ifade etmek gerekirse, Marksizm ilerlemeci olduğu kadar apokaliptik (Cöküşçül) bir teoridir. Ancak, Marksizmi çöküşçü ya da ilerlemeci ikilemi içinde nitelemek yanlıştır, Marksizm bunlardan birini mutlak bir zorunluluk olarak görmez, bunları sadece birer imkan olarak görür, geçmişteki çöküş ve ilerlemelerin nedenlerini bulmaya çalışır ve aynı zamanda, çöküşlerin ve ilerlemenin birbiriyle diyalektik bir bütünlük içinde bulunduğunu. gösterir. Bu anlayış, daha Komünist Manifesto'nun ilk paragrafından, "Ya barbarlık, ya sosyalizm" ikilemlerine kadar devrimci Marksist'lerce daima ifade edilmiştir. 60
Daha da doğru, bir ifadeyle, Marksizm'e göre tarih, ne ilerlemeler, ne de çöküşlerle algılanır, Tarih, bir gidiş, bir oluş, bir süreçtir. Bu kavramlar, ilerleme gibi, herhangi bir kritere göre değişebilecek, oldukça sübjektif, teleolojik, ahlaki bir anlayışı dışlarlar. Bu nedenledir ki, Marksistlerin, bir yandan kapitalizmin ya da köleciliğin, ilkel topluma göre daha "ileri" olduğunu söylerken, diğer yandan o ilkel, barbar halklardan ve toplumlardan hayranlıkla söz etmeleri hiç de anlaşılamayacak, ya da çelişkili bir şey değildir. Ya da bunu ancak, vülger Marksistler anlayamaz. Dolayısıyla, yazarın iddia ettiği gibi, Marksizm'ce, üretici güçler ilerlemenin "ölçüsü" de değildir, hedefi de değildir. Üretici güçler ve üretim ilişkileri kavramı, tarihsel sürecin, toplumun yapısından nasıl olup ta gerçekleştiğini açıklamaya yarayan kavramlardır. Bunlar "yapı temeli üzerinde tarihsel hareketin nasıl doğduğu" (Gramsci, Hap.Def., s.148) sorununa bir cevap getiren kavramlardır. Marksizm'i, sünnet broşürü yazarının anladığı gibi tanımlamak, onu vülger Marksistlerin, İkinci Enternasyonal kocakarılarının, resmi Sovyet ideologlarının anladığı gibi anlamaktır. Bunlar Marksizm'i aynı zamanda bayağı bir metafizik sosyoloji durumuna düşürürler. Marksizm hem bir bilimdir hem de bir bilim olduğu için bir eylemdir, eylem teorisidir. Marksizm'in hedefi üretici güçleri geliştirmek değildir, hiç bir zaman olmamıştır. Marksizm'in hedefi, yeryüzünde sınıflar var olduğundan beri ezilen sınıflar arasında daima var olmuş, sömürüsüz, baskısız bir toplum idealidir. Marksizm'in gösterdiği ve iddia ettiği tek şey, kapitalizmin emek üretkenliğinde yani teknolojide sağladığı devasa atılışın tarihte ilk kez bu ideali gerçekleştirmek için nesnel bir koşul yarattığı ve bu nesnel koşulun, ancak yine kapitalizmin bir ürünü olan işçi sınıfının kollektif aksiyon yeteneği ile, bir gerçekleşme olanağı bulabileceğidir. Ama bu sadece bir olanaktır, bir zorunluluk değil. Ezilenlerin kurtuluşu, hatta tüm insanlığın kurtuluşu için tek olanak, tek umut bu olduğu için, Marksizm "sınıfcı" dır. Ve nihayet, yazarın ve kimi vülger Marksist'lerin anladığı gibi, üretici güçler sadece teknikten ibaret değildir. İnsan en büyük üretici güçtür. Tarih ve coğrafya da birer üretici güçtür. Marksizm bu dört başlı üretici güç göz önüne alınmadan hiç bir toplumun ve tarihsel hareketin anlaşılamayacağını söyler. Son bir nokta daha. Marksizm üretici güçlerin aynı zamanda yıkıcı güçler haline dönüşebileceğini de söyler. Eğer düzgün evrimci veya ilerlemeci bir anlayış olsaydı ve üretici güçleri ilerlemenin bir "ölçüsü" olarak ele alsaydı, bunu söylemesi olanaksız olurdu. Bütün bunlar eğer biz söylediğimiz için kabul edilmek istenmiyorsa, bir ortodoks ve devrimci Marksist olduğundan herhalde yazarın da kuşkusunun olmadığı Gramsci'den bir alıntıyla eleştirimizi noktalayalım: "İlerleme bir ideolojidir, oluş bir felsefe kavramıdır. 'ilerleme', yapısına tarih bakımından belirli bir kültürün öğeleri giren belirli bir anlayışa bağlıdır. Oluş, bir felsefe kavramı olup, bunda 'ilerleme' bulunmayabilir. İlerleme fikrinde, üstü kapalı olarak, nitelik ve nicelik bakımından ölçülebilme de vardır: Daha çok ya da daha iyi olduğunu belirleyerek. Bunun içinde 'sabit' ya da "sabitleştirilebilir' bir 'ölçü' tasarlanmaktadır.(...)" s. 59
61
*** Yazar özellikle broşürün ş. sayfasında bazı Marksistlerden yaptığı alıntılarla, Marksizm'in de ilerlemeci ve euro-sentrik bir öğreti olduğu iddialarına kanıtlar bulmaya çalışıyor. Bernstien'la Lenin, Marks'la Van Kol, hepsi bir arada Marksist denerek sıralanıyor. Anlaşılan yazara göre bir çok Marksizmler vardır ve bunlar da tıpkı kültürler gibi, aynı değerdedirler, biri diğerinden daha doğru ya da ileri değildir. Bu anlayış, yazarın tipik, sınıfları ve sınıf mücadelesini reddeden, kültürcü anlayışının bir yansımasıdır. Farklı sınıfların çıkarlarının, Marksist terminoloji iğinde, onun itibarına ve egemenliğine bağlı olarak ve onu tahrif ederek varoldukları gerçeğini göz ardı eder. Marksizm'in ciddi bir eleştirmeni ise, böyle davranmazdı, o, öğretinin kendi öz yapısal özelliklerini metodolojik ilkelerini bulmaya, ve kendini Marksist olarak niteleyen teorisyenler in önermelerinde bunlara ne kadar uyduğunu araştırmaya çalışırdı. Böyle bir yaklaşım, hem bir teoriyi kötü kopyalarına göre değerlendirme tehlikesini ortadan kaldırır, hem de, eleştirel biçimde o teoriyi geliştirmenin tek olanağını sunar. Ama bütün bunları yazarda aramak boşunadır. Marksizm'in, yà da başka bir öğretinin bilimsel olarak nasıl eleştirilmesi gerektiği konusundaki yöntembilimsel ilkeler için yine Gramsçi'den bir alıntı yapalım: "Bir tartışmada hasımlar arasından en zayıfların ya da en 'budalaların seçilmesi, yahut hasımlarının düşünceleri arasında pek de esaslı olmayanların, biraz gelişigüzel söylenilmiş olanların sëçilmesi ve de böylece karşısındakinin 'yere serildiği'nin su götürmez bir olay olduğunun kabul ' ettirilmeye çalışılması pek de 'bilimsel' ya da 'ciddi' bir davranış olmasa gerek. Aslında, ikinci derecede ya da rast gele ileri sürülmüş bir görüş ya da ideolojiyi ya da öğretiyi savunan dördüncü dereceden şampiyonların sırtını yere getirdim diye övünüp bu öğretileri çürüttüğünü sanmaktan başka bir şey değildir bu. Öte yandan, insanın 'hasımlarına karşı' insaflıca davranması gerekir; yani bunların gerçekten ne söylemek istediklerini anlamaya çalışmak ve az çok kötü niyetle, söyleyişlerindeki bazı yüzeyde kalan anlamsızlıklar üzerinde durmamak gerekir: Şüphesiz ki, böyle bir davranışı ancak tartışmayı ve okurlarının fikir seviyesini yükseltmeyi amaç edinen bir yazar benimser, yoksa çevresinde her yola baş vurarak ve her şekilde boşluk yaratmak isteyen biri değil." (s.1ş9,160) İlerleme anlayışına ilişkin son bir nokta daha. İlerleme, şu veya bu toplumsal kritere göre değil, oluş'un birikimli, sıçramalı, karmaşık gidişi içinde, sonra gelen ama öncekini içinde taşıyarak olumsuzlayan ve aşan anlamında ele alındığı takdirde bir "ilerleme"den, cansız doğada, canlı doğada ve toplumda söz edilebilir. Bugün modern fizik, Marksizm'in bir asırdan fazla zaman önce Toplum alanında keşfettiği bu değişimi, fizik alanında keşfetmiştir. Big-Bang'tan hemen sonra, henüz atomlar yoktu, protonlar ve nötronlar bile yoktu, bunlarında altındaki "parçacıklar" vardı. Sonra, proton ve nötronlar oluştu, daha sonra Helyum ve Hidrojen gibi en basit atomlar. Ancak yıldızların içindeki süreçlerde Karbon ve Demire kadar olan atomlar, bu yıldızların patlamalarında da daha yüksek atomlar oluşabildi. Ya da kimi yıldızlar nötron yıldızlarına, "kara delik"lere
62
dönüştüler. Nötron yıldızları, kara delikler ve bugün dünyamızda bulunan atomlar, maddenin evriminin belli bir aşamasındaki varlık biçimleridirler. Ve bunlar bu evrimin daha alt aşamalarının varoluş biçimlerinin olumsuzlaması oldukları kadar onları içlerinde taşırlar. Aynı şey, son yıllarda biyoloji alanında da keşfedildi. DNA moleküllerinin keşfi, açıkça göstermektedir kî, daha sonra ortaya çıkan canlılar öncekileri de içeren ama aynı zamanda onları aşan, daha çok bilginin şifrelendiği genlere sahiptirler. Cansız Evrende dört kuvvet, biyolojik, alemde, DNA'yı oluşturan dört çift ne ise, Toplum'da da dört başlı üretici güçler aynı şeydir. Marksizm'in üstünlüğü, doğa bilimlerinin ancak yirminci yüzyılda ulaşabildikleri bu kavrayışa, toplum alanında en azından onlardan yarım yüzyıl daha önce ulaşmış olmasındadır, hem de onlardan çok daha sonra bir bilim olarak şekillenmesine rağmen. Marksizm daha doğarken, fizik ve biyolojinin bugünkü gelişmişlik düzeyinde doğmuştur. Marksizm'i hala canlı ve aşılmaz kılan bu özelliğidir. Nasıl fizik alemde hardonlar, kuarklar, protonlar, basit atomlar, karmaşık atomlar, nötron yıldızları sadece farklı farklı şeylerdir diyemez isek, böyle dediğimizde bunların evrenin farklı gelişme aşamalarında varolduklarını yani oluş ve belli b,ir anlamda "gelişme" fikrini reddetmiş olursak., Nasıl, bir amip ile, bir at veya bir insanı sadece farklı varlıklar olarak değerlendiremezsek, böyle değerlendirmekle, bilimin kazanımlarını, bilgisizlikten bilgiye giden süreçte, gerçekliğin daha derin bir kavranışının ifadesi olan oluş fikrini inkar etmiş ve daha geriye düşmüş olursak, aynı şekilde, Toplum alanında da Amazon ormanlarında yaşayan bir ilkel kabile ile bugünkü kapitalist, burjuva toplumları, sadece "başka", "farklı" olarak niteleyemeyiz. Bir maymun bir terliksiye göre, bir nötron yıldızı bir hardona göre ne ise, kapitalist toplum da bir ilkel komünal toplum karşısında aynı yerdedir. Ama sünnet broşürü yazarı, sadece "ilerleme" fikrini değil, bizzat oluş fikrini, süreç fikrini de reddetmektedir. Ona göre sadece birbirinden farklı uygarlıklar, kültürler vardır. şu basit gerçeği kavramamaktadır: Farklı1ık gibi görünen şey, gerçekte, oluş'un, süreç'in değişik moment-lerinden başka bir şey değildir. Böylece farklılığın kendisini de açıklayamamaktadır. Yazar'a göre onlar sadece farklı oldukları için farklıdırlar. Bize göre ise, farklılık denen şey, aynı özün,_süreç içindeki değişik aşamalarından başka bir şey değildir. Yazar yazısında hiç bir zaman, toplumda bırakalım doğayı bir yana) bir olu,ş, bir "ilerleme" olup olmadığını araştırmıyor, bu fikrin, bilimin ham maddesi olan olaylara uyup uymadığını araştırmıyor. Reddi olgulardan, olguların incelemesinden değil, sadece birtakım ideolojik varsayımlardan kaynaklanıyor. şu varsayımdan: ilerleme fikrinin kabulü, ileri olana geri olanı ezme, uygarlaştırma, barbar görme hakkı verir. Yazarın, ilerlemeyi reddedişindeki temel varsayım budur. Uygarlaştırma hakkını Batı'nın elinden almak için, ilerlemeyi reddetmektedir, hatta oluş'u reddetmektedir. Bu saçma bir varsayımdır. ilerleme fikrinin yok edilmesi, diğer halkların, kültürlerin baskı altına alınmasının, uygarlaştırılmasının, sömürülmesinin temellerini ortadan kaldırmaz. Yazar bir anlayışı yok ederek, o anlayışa dayanan somut güçleri yok edebileceğini sanmaktadır. Ve isin ilginci, bu tam da, burjuva rasyonalizminin, şu Euro-Sentrik düşüncenin bir özelliğidir. "Bu düşünceleri çürütmekle bunların ilintili olduğu toplumsal öğenin ya da toplumsal gücün 63
yok edildiği sanılmamalıdır. (Çünkü bu aydınlanma yüzyılı tipinde bir salt akılcılık olurdu.)"(Gramsci. s.160) Ne mantıken ne de ampirik olarak, ilerleme fikrinin, geri olanı ezme vs.,yi zorunlu kıldığı söylenemez. Antik tarihte ilerleme fikrîne sahip olmayan yüzlerce toplum, belki "geri" oldukları için değil, ama tam da belki "başka" oldukları için, diğer ulusları ve kültürleri ezmişler, uygarlaştırmışlar, sömürmüşlerdir. Modern tarihte de durum başka değildir. İlerlemeci aydınlanma filozofları, başka kültürlere ve uluslara karşı çok daha saygılıydılar, ilerleme teorilerinin egemen olduğu burjuvazinin az çok ilerici olduğu çağdaki kapitalizm, bugünkünden çok daha az bir emperyalist niteliğe sahipti, başka uluslar karşısında daha "uygar" bir konumdaydı. Ve bu gün, burjuvazinin kendi sonunu. hissedip, ilerlemeyi reddettiği çağda, ilerlemeyi reddeden teoriler, sadece farklı kültürler olduğunu söyleyen teoriler, ilerleme fikrinden çok daha fazla Batı Uygarlığının amaçlarına hizmet etmektedir. Yazar, burjuvazinin a% çok demokratik olduğu çağın bir ürünü olan ilerleme anlayışının karşısına, Marksist bir anlayışla çıkacak yerde, burjuvazinin gerici döneminin ürünü, katastrofçu, ilerleme fikrini reddeden bir başka ve gerici teoriyle çıkmaktadır. Gerçekte ilerleme teorileri de, ilerlemeyi reddeden teoriler de aynı madalyonun iki yüzüdür ve ikisi de euro-sentrik, Batı Uygarlığının farklı aşamalarında ortaya çıkmış, o uygarlığı vaftiz eden teorilerdir.
E) SONUÇ Dokuz sayfalık bir broşür için bu kadar eleştiri yeter. Biz bu eleştiride, en temel yöntemsel ve programatik noktalar üzerinde durmaya çalıştık. Esasında buna rağmen ele alabildiğimiz broşürün çok küçük bir bölümüdür. Daha bir çok eleştirilebilecek noktayı, ele aldığımız bölümler içinde bile görmezden geldik, konuyu dağıtmamak ve düşünce akışını bozmamak için. Buraya kadar ele alınamayan bölümlerde de, örneğin geleceğin kültürünü şimdiden yaratmak gibi ütopik, dolayısıyla da devlete karşı değil ama başka bir kültürün insanlarına karşı olan, ya da onları ahlaki vaizlerle ikna etmeye çalışan sonuçlar; "kültürel erozyondan" söz etmenin de, buradaki Türkiyelilerin kendi geliştirdikleri kültürel öğelerini başka bir kültürün öğeleriyle ölçmekten başka bir şey olmadığı vs. gibi daha onlarca eleştirecek nokta bulunabilir. Ama bu kadarı yeter. Sanırız okuyucu, Kültür'den ideolojiyi ayırmanın olanaksızlığını ve ideolojik zıtlıkları örten veya görmezlikten gelen her teorinin sonunda varmak zorunda olduğu egemen sınıf savunusunu görmüştür. Yazarın, gerek broşürünün varlığıyla, gerek hedefleriyle, gerek savunduğu ahlayışlarla tam da batı-burjuva kültürü savunduğunu, ama bunun da en gerici biçimlerini ve epeyce de alaturkaca savunduğunu sanırız gösterebildik. Yazar gerçekte Devrimci-Yol hareketinden gelmektedir. Ne yazık ki, ortaya koyduğu ve savunduğu eklektik ve son duruşmada gerici teorisiyle, sadece sezgileriyle bir göçmen hareketi olanağını gören ve bölünmelerde göçmen çevresinde yer alanların gelişmesini engellemekle kalmamış, bizzat karşı tarafında yanılsamalarını pekiştirmiş, gelişiminin önünde
64
bir engel olmuştur. Evet,tarihte olduğu gibi, siyasal hareketlerde de her bunalım bir üst aşamaya sıçramayla sonuçlanmıyor, eğer ortada proletarya gibi bir devrimci sınıf veya onun ideolojisi yoksa, bunalım, bir çöküşle son bulabiliyor ya da eski Hint, Çin medeniyetlerinde olduğu gibi bir taşlaşmayla. Ama her halükarda taşlaşsa da, çökse de, her medeniyet veya hareket, hiç umulmadık yerlerden çıkan başka medeniyetlerin üzerinde yeşereceği toprağı gübreler, humuslandırır. Demir (Hamburg) 10.01.1989
65
“Ali Dayı”nın Anısına Sıra bizim kuşağa geldi. Ölüm kol geziyor. Geçen hafta Ayşe Zarakolu ve Veli Gürcan’ı yitirmiştik, dün de kendi güzel deyişiyle “göbek adı” (Yeni Zamanlar’ın 5. sayısına yazdığı sunuş yazısında, o sayıdaki yazarları tanıtırken şöyle yazıyordu: “Dergimizde yeni imzaları görmek bizleri sevindiriyor. ..Nabi Yağcı (bir zamanlar bir çoğumuz gibi göbek adıyla çağırılıyordu: Haydar Kutlu)” Ali Dayı olan İbrahim Sevimli’yi yitirdik. Geçen yaz Orhan Çalışır’ın Akkuyu ile ilgili olarak yaptığı filimin ilk gösterisinde karşılaşmıştık, Yeni Zamanlar’ın bir yıl önceki bitişinden sonra, Avrupa’daki Türkiyelilerin ya da yine onun son zamanlarda kullanmayı tercih ettiği deyişiyle Ön veya Küçük Asyalıların radikallerinden elde kalanlarıyla Avrupa’daki göçmen azınlıklara yönelik bir yayın için bir girişimde bulunma gereğinden; hazırladığı kitabından konuşmuş, ilerdeki günlerde daha ayrıntılı ve derinliğine konuşmak için sözleşmiştik. Epey bir süre ses çıkmamıştı ve bu zamaniçinde Kanser olduğunu duymuştum. Meğer o konuşmamızdan bir kaç gün sonra hastalığını öğrenmiş. Sonra bir kaç arkadaş hastanede yatarken ziyaret etmiştik. Hastalığı başka organlara da sıçramıştı. Artık ışın ve kimyasal tedavi aşamasına gelinmişti. Hastalığının ağırlığının bilincindeydi ve buna rağmen moralini bozmuyor, bizlerle şakalaşıyordu. Daha sonra başka bir hastaneye götürüldü. Tekrar geri geldi. Artık esas olarak evinde tedavi görüyordu. En son geçen hafta telefonla konuşmuştuk. Beynine de sıçradığını söylemişti. Tedavinin netice verip vermediğini sorunca, “şimdi ışın tedavisi yapılıyor, biraz küçülme varmış ama benim vücudum dayanamadı, şimdi ışın vermeyi durdurdular biraz toparlanmam için, şimdi damardan gıda veriliyor” demişti. Tıbbın ilerlediğinden, daha önce umutsuz durumda iyileşenlerden örneklerle, moralini bozmaması gerektiğinden söz edince, “biliyorum, moral çok önemli, ben de bozmamaya çalışıyorum” demişti. Yakında Hamburg’tan bir kaç arkadaş geleceğimizi söyleyince, “gelmeden önce haber verin. Bazen yorgun oluyorum, bazen herkes aynı anda geliyor, gerçi ilk sıralardaki gibi değil, gelenler azaldı ama yine de geldiler mi herkes aynı anda geliyor” demişti. Niye hastanede değil de evde olduğunu sorunca da, “hem benim için hem sigorta için iyi, evde yatmamız sigortaya daha ucuza mal oluyor, onun için onlar evde tedaviyi tercih ediyorlar” diyerek inceden alay etmişti sistemle. Son konuşmamız olduğunu bilemezdim. Hastalığı bizlerden hızlı çıktı. Günlük hayatın küçük işleri içinde ertelenmiş bir ziyaretin vicdan azabı, bir görevini yapmamışlık duygusu derinden derine içimi kemiriyor. Hep öyle olmuyor mu? Aslında son derece önemsiz işlerin hayatımızı doldurduğunu görmüyor muyuz. Ve her seferinde kendimize daha kalıcı, insani, yürekten olana daha fazla dikkat ve zaman ayıracağımız sözünü verip, bir süre sonra tekrar metalaşmış ilişkilerin, küçük işlerin girdabına kapılıp gitmiyor muyuz? Modern yaşamın kurutup çöle çevirdiği hayatımızda sevgililere, dostlara ayrılan zamanlar ve dikkatler giderek daha 66
seyrekleşen vahalar olmaya devam ediyor. * Ali Dayı’yı çok yakından tanımam da aslında. 1984 yılında Avrupa’ya çıktığımda, Demokrat gazetesi kapanmış; Dev-Yol bir dağılış ve çözülme sürecine girmişti. Uzaktan uzağa, DevYol’un “Ali Dayıcılar” ve “Tanerciler” diye ikiye bölündüğünden söz edildiğini duyuyorduk. Hamburg’ta yaşadığımız ve Hamburg da “Tanerciler”in kalesi olduğu için Tanercileri az çok yakından biliyorduk. Ama bu Ali Dayı da kim olaydı ki? Kendine “dayı” falan dediğine göre, Partizancıların herkese “Kirve” demesi gibi, insanların köylü yanlarına, delikanlılık yanlarına hitap eden bir adlandırma mıydı bu acaba? Sonra bir toplantıda uzaktan göstermişlerdi “Ali Dayı”yı. Bir yerlerden tanıyordum, 12 Mart öncesinden belli ki bir yerlerde görmüşlüğüm vardı. Sonra hakiki adının İbrahim Sevimli olduğunu duyunca taşlar yerli yerine oturmuştu. İbrahim Sevimli yıllardır duyduğumuz bir isimdi. O yüzün sahibi demek ki İbrahim Sevimli idi ve de o da “Devrimci İşçi”nin önderi Ali Dayı. Bir insanın bir çok yönleri vardır. İnsanlar o insanı çoğu kez sonsuz sayıdaki yönlerinden biriyle veya bir kaçıyla tanırlar. Benim Ali Dayıyı tanıdığım yönler belki onun en önemsiz yönlerinden biri olabilir. Ama ben kendi açımdan Ali Dayı’yı nasıl tanıdım, nasıl yaşadım, ondan söz etmek istiyorum. Herkesin anlatacağı bu “puzzle”ın bir yanını tamamlar. Gerçi tüm parçaların bir araya gelip eksiksiz bir resim elde edilmesi hiç bir zaman mümkün değildir ama, her parça, her yön çizgilerin biraz daha netleşmesini sağlar. * Reagan ve Teatcherizmin zirvede olduğu dönemlerdi. Muhafazakarlar ve dönüşümcüler rolleri değişmiş gibiydiler. Klasik anlamıyla var olan değerleri koruma politikalarının savunucusu olan muhafazakarlar birbiri ardı sıra toplumu alt üst eden değişiklikleri yaparken, sol ya da liberaller onlar karşısında var olanı korumaya; değişikliklere karşı çıkan pozisyonlara geçmişlerdi. Adeta roller değişmişti. Buna aynı zamanda solun ideolojik ve entelektüel insiyatifi ve çekiciliği yitirmesi eşlik ediyordu. Avrupa’ya çıktığım tarih, aynı zamanda Türklerin en yoğun olduğu Almanya’da politik manzarada köklü değişikliklerin gerçekleştiği bir dönemdi. İktidara Kohl hükümeti gelmişti ve aynı seçimlerde Yeşiller büyük bir seçim başarısıyla parlamentoyu girmişlerdi. Barış Hareketi zirvesini yaşıyor, bir milyon kişi füzelerin konuşlandırılmasını protesto ediyordu. Kadın Hareketi de hala inişe geçmemişti. Ama bu sol yükselişler, aynı zamanda solun bütün ideolojik inisiyatifi yitirdiği bir tarihsel iklimde gerçekleştiğinden; bu hareketlerin radikal eleştirileri aynı zamanda onların içsel dinamikleriyle zorunlu bir ilişki içinde olmayan klişe ve sağ bir söylemle örtülmüş bulunuyordu. Yetmişli yılların sonunda, Türkiye’de yükselen mücadelenin ve politikleşmenin etkisiyle Avrupa’da Türkiyeliler arasında ortaya çıkar radikalleşme ve politikleşme dalgası, dünyadaki bu değişikliklerden zerrece etkilenmiyor, onlara karşı problematikleriyle, ilgileriyle başka galaksiler kadar uzak bulunuyordu. Avrupa’daki bu dalga daha hızını almadan, tepe noktasına varmadan 12 Eylül darbesi gelmiş, 12 Eylülle birlikte Osmanlı’daki Genç Türkler’den beri en
67
büyük politik göç dalgası yaşanmış, Hem darbeye duyulan tepki; hem Türkiye’den gelenlerin etkisiyle, Türkiye’deki hareket adeta 12 Eylülün ertesi günü, aslında yorulma çoktan başladığından, pratik olarak bıçakla kesilmiş gibi bitmesine rağmen, Avrupa’da bir süre daha yükselmeye devam etmişti. Ne var ki, taşıma suyla değirmen dönmeyeceğinden, bir süre sonra, Dünya’da esen yeni muhafazakar rüzgarlar, Türkiye’de yükselen Özalizm gibi bir çok faktörün de etkisiyle seksenlerin ortalarına doğru, 12 Eylül mitinglerine artık eskisi gibi geniş kitleler katılmaz; derneklere klasik müdavimleri dışında başkaları ayak basmaz olmuştu. 12 Eylül sonrasında, tıpkı 12 Mart sonrasında olduğu gibi bir kitle hareketinin yükselişi, radikalleşme bekleyenler hüsrana uğramıştı. Meyveleri Özalizm topluyordu artık. Kürdistan’da bir radikalleşme ve yükseliş, tam da Türkiye’de Özalizmin yükselişe geçtiği; Türkiye solunun dinamizmini yitirdiği tam da bu dönemde başlamıştı. Ama artık Kürdistan ayrı bir dünya idi, ve birinin inerken diğerinin yükselişe geçişi aynı zamanda onların arasındaki etkileri bu güre kadar sürecek dalga boyu kopukluğunun da önemli nedenlerinden biri olmaya devam edecikti. Gençliğini soluyan, önünde ufukları açık, dinamizmini yaşayan bir insanla, artık inişe geçmiş, geçmişindeki şanlı günlerin analarıyla oyalanan, hiç bir gelecek perspektifi olmayan yaşlı bir insan arasındaki ruhsal uyumsuzluk gibi bir uyumsuzluktur bundan sonra Kürt ulusal hareketi ile Türk Solu arasındaki ruhsal kopukluk. Hareketlerdeki bu gerileme elbette onların içinde krizlere de, arayışlara da yol açmıştı. Ve her zaman olduğu gibi, en büyük hareketler, modern toplumsal tabakalarla daha doğrudan canlı bağları olan hareketler, bilinçsiz de olsa bu gerileme ve sonuçlarını ilk duyan ve arayışa giren hareketler oluyordu. Tabii Dev-Yol en etkili ve büyük hareket olarak, aynı zamanda Avrupa’daki Türkiyelilerin daha şehirli ve modern tabakalarına dayanan bir hareket olarak bu sosyolojik değişmelerin etkisini ilk duyan hareket olmuştu. Ve her zaman, her bölünmede olduğu gibi, daha aydın, daha şehirli ve modern kesimler, başlayan krizle birlikte ilk soruları soranlar ve arayışa yönelenler olmuştu. Ortaya her bölünmede ortaya çıkan tipik ayrım çıkmıştı. Bir yanda daha soru soran, daha açık, daha şehirli daha modern daha reformizme ve öğretiyi revize etmeye ve de sisteme adapte olmaya eğilimli “Tanerciler”, diğer yanda daha kapalı, daha bir köylü ama daha inançlı ve daha radikal eski değerleri savunmaya ve sürdürmeye niyetli, ama daha dogmatik ve sekter “Ali Dayıcılar” vardı artık. Kriz dolayısıyla arayışa yönelenlerin teorisyeni durumundaki kişi elbette Taner’di ve o belli nesnel eğilimleri daha cesur, daha net ve sistematik olarak ifade ediyordu. Kimileri hala bu bölünme ve dağılmaları bir takım liderlerin marifeti, onlar öyle yapmasa sanki öyle olmayacakmış gibi görürler. Aslında farkına varmadan o eleştirdikleri kişilere bir tarih ve toplum üstü güç de atfederler. Kişilerin etkisi olmaz mı, olur, ama sanıldığından çok daha sınırlıdır bu. O belli eğilimlere ters düşse, en ufak bir yankı bulmaz ve tecrit olurdu. Taner’in yaptığı neydi? Aslında krizi doğru teşhis ediyordu. Avrupa’daki Dev-Yol hareketi
68
de, bir gerileme dönemine girmişti. Avrupa’daki politik faaliyetler daima ayakları ve gövdesiyle burada, kafasıyla Türkiye’de olmuş, buradaki göçmen azınlıkları Türkiye’deki mücadelenin sadece yedek deposu ve lojistik destek üssü olarak görmüştü. Şimdi Türkiye’nin ateşi sönünce, birden bire ayakların altındaki toprak kaymaya başlamıştı. Elbette yapılacak iş, buradaki göçmen azınlıkların kendi sorunlarına yönelmek olabilirdi. Bu doğruydu. Ama bu soruna öngörülen çıkış yolu ve ideolojide problem vardı. Bu arayış, Almanya’da Yeşiller, Barış, Feminist hareketin zirvesini yaşadığı bir dönemde; yeni muhafazakarlığın ideolojik saldırısının zirvesinde olduğu bir dönemde başlamış ve doğal olarak bunlardan etkilenmişti. Taner Akçam, Yeşiller’den, Bahro’dan, yeşillere gitmiş eski KB’lilerden aldıklarını, yüzeysel ve kolay yutulur ve ilk bakışta çarpıcı formüller halinde ortaya koyuyordu. Daha sonra ÖDP’nin kuruluşunda da görülecek türden sloganlar, o zaman Avrupa’daki Dev-Yol çevrelerinde bozuk para gibi kullanılıyordu. Avrupa Amerika’daki kültürel ve entelektüel iklim değişikliklerini on yıl geriden izler, Türkiye’de Avrupa’dakileri on yıl geriden. ÖDP kuruluşu sırasında yepyeni gibi ortaya konan, bu gün ÖDP’ye egemen çizginin çok kullandığı klişe ve sloganlar, Avrupa’daki DevYol bölünmesinde, o zamanın adıyla “Yönelimciler”, “Tanerciler” veya “Göçmenciler” tarafından tıpı tıpına kullanılıyordu. ÖDP, aynı filmin ikinci oynanışıdır. Birincisi trajediyle bitmişti, ÖDP komedi bile değil, bir vodvil olarak sürüyor. Taner Akçam, krizden daha da radikalleşerek, teoride daha derinleşerek ve Marksizm’in özüne yönelerek bir çıkış aramıyordu. Basit ve çarpıcı formüllerle o sıralar Alman solunda yaygın kimi moda sloganları tekrarlayarak ve adapte ederek aslında o bunalımdan bir devrimci yönelişe gidişin önüne bir engel oluşturuyordu ve herkes bunların peşine takılıyordu. Başka türlüsü de beklenemezdi. Türkiye solu iki büyük sürgün dalgası yaşamıştı. Biri Osmanlı’daki Genç Osmanlılar ve Türkler’di. Onlar hiç bir zaman o zamanın Avrupa’sındaki, en ileri akımlara bir ilgi duymamışlar, bir rezonansa girmemişlerdi. Avrupa’dan Marksizm’i değil, pozitivizmin en kötü kopyalarını getirmişlerdi. Ziya Gökalp, Durkheim ve Comte’u, Prens Sabahattin Le Play “sosyoloji”sini. Aynı dönemde Rus aydınları ise, Marks’la yazışıyorlar, çağın en ileri düşünce akımlarını tanıyorlar ve o alanlarda orijinal eserler veriyorlardı. Bunun nedeni, Türk aydınlarının, çöken bir imparatorluğu yaşatma paradigmasına bağlı oluşları, bu paradigmanın ise sınıf mücadelesi, burjuva toplumunun eleştirisine zerrece bir ilgi gösteremeyeceğiydi. Son duruşmada, Osmanlı’da kapitalizmin gelişmemişliği de denebilir ama bu yanlış olur. Aynı toplumsal ekonomik sistem içinde yaşamalarına rağmen Ermeniler ve Balkan uluslarında pek ala sosyalizme ilgi gösterenler çıkabiliyordu. Bu nedenle ilgisizliğe esas neden, Türk aydınlarının egemen ulus olmalarıydı. Türk aydını, ancak elde savunulacak bir şey olmayınca, Rus Devriminin de etkisiyle sosyalizme ilgi duymuştur. Sadrettin Celal, Şefik Hüsnü, Mustafa Suphi, Ethem Nejat hep Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları ve Ekim devrimi, Spartakist Ayaklanması gibi olayların doğrudan etkisi altında sosyalizme yönelmişlerdir. 1980’lerdeki, Türk solcusunun ve aydınının tarihindeki ikinci büyük sürgün dalgası olduğunda, Türkiye’li devrimci ve solcular, Avrupa’daki en modern ve ileri fikir akımlarıyla 69
yankı uyandıracak bir toplumsal temele sahiptiler, onlar artık Genç Osmanlılar veya Genç Türkler’e değil, Rus Devrimcilerine benziyorlardı. Ama bu sefer, Marksizm bir yükseliş içinde olmak bir yana, tam anlamıyla bir unutulmuşluk ve gerileme içinde bulunuyordu. Alabilecekleri en ileri şey, belki yeni sosyal hareketlerin paradigmaları olabilirdi. Ama bunlar da zaten gerici bir ideolojik kabuk içinde bulunuyordu. İşte Taner Akçam, bu yeni paradigmaları; moda sloganları ve gerici eğilimleri bir arada DevYol’daki bunalıma bir çözüm olarak sunuyordu. Fakat bununla aynı zamanda alıcısı olan bir toplumsal tabaka da oluşuyordu. Yetmişli yıllara kadar, Almanya’daki işçilerin aileleri Türkiye’deydi ve kendileri genellikle büyük yığınlar halinde işçi yurtlarında kalıyorlardı. İşçi alımının durdurulması, Aile birleşmelerinin başlamasıyla birlikte Almanya’daki göçmen işçilerin yapısında da kökten bir değişim başlamıştı. Aynı sıralarda iktidara gelen Kohl hükümeti, göçmenlerin “entegrasyon”unu onların kendi gayretine bırakan ve onları buna zorlayan bir politikayı benimsemişti. Bu politikanın bir diğer ucu da, “Sosyal Arbeiter”liğin yaygınlaşmasıydı. Yani, Almanya’nın, İşçilerin entegrasyon sorunlarıyla ilgilenecek sosyal danışmanlara ihtiyacı vardı. Bu sosyal danışmanlar ise, 12 Eylül sürgünleriyle, Türkiye’deki siyasi mahalle çalışmalarında pratik sahibi bile olmuş, ve artık şimdi hareket küllenmeye başladığında artık iş derdine düşmüş politik ve aydın göçmenler arasında hazır ve eğitilmiş iş gücü olarak tabur tabur ve hazır olarak bulunuyordu. Yani fiilen şöyle bir bölünme vardı. Sıradan işçiler ve onların sorunlarıyla ilgilenen, aydın politik göçmenlerden oluşan sosyal danışmanlar. Her sistem cellat ve rahiplere dayanır. Ot ve sopa. Aydınlar, yabancılar dairesinin cellat fonksiyonu gören memurları karşısında, sistemin rahipleriydiler. Alman kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun bu gelişme aynı zamanda yeni bir sınıf bölümlenmesiydi. Dün hareket yükselirken, işçilerde misafir kalan, onların bağışlarıyla yaşayan, onların tenceresinden yiyen, aydın göçmenler, yani “devrimciler” sosyal danışman olan yeni meslekleriyle artık devletten maaş alıyorlardı. Bu yeni yaşadıkları durum ile hala kafalarında yaşayan geçmişleri ve idealleri arasındaki uçurumu giderecek bir ideoloji olarak da Taner Akçam’ın söyledikleri, o hazır formüller, somut bir işlev görüyorlardı. İnsan böylece yaptığı rahipliği hala eski devrimci faaliyetinin eski dogmatik takıntılarından kurtulmuş, daha modern ve açık biçimi olarak da anlayabilir ve savunabilirdi. Fiilen olan buydu da. Bu fiili sosyolojik bölünmenin ifadesiydi aynı zamanda Ali Dayıcılar ve Tanerciler bölünmesi. Ali Dayıcılar bir bakıma bu bölünmede işçileri, işçilerin o sosyal danışmanlara mesafeli ve kuşkulu bakışını, bu toplum karşısında göçmen işçilerin içine kapanışının eğilimlerini yansıtıyordu. Tanerciler ise bu bölünmede sosyal danışmanlar tabakasının eğilimlerini. Bu eğilimler ideolojik olarak yeşiller, kadın hareketi vs.den alınmış bir takım klişe formüllerin ardında kendini radikal gibi gösterme olanağı da buluyordu. Tabii bu bağlamda, göçmenler sorununun bunca ilgi görmesi, aslında bu yeni sosyal danışmanlar tabakasının yaptığı işle de bağlantılıydı. Böylece yaptıkları işin, yani göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenmenin, devrimci bir iş olduğunu savunma olanağı buluyorlardı. Böylece, aslında
70
göçmenler sorununun varlığını görme ve ona yönelme, bu sosyolojik değişim ve dönemin ideolojik atmosferi ve moda akımları ile gerçek anlamını yitirerek, yeni oluşan bir tabakanın konumunu rasyonalize etme ve buna bağlı olarak sisteme uyumlu ideolojik pozisyonlara geçişin aracı oluyordu. Ali Dayıcılar bunu hissediyor ama özünü anlamadıklarından görünümlerle hüküm verir oluyorlardı. Onların gözünde göçmenler sorununun kendisinden söz etmek bile davayı terk etmeye bir bahane bulma çabası olarak algılanır olmuştu. Bu dönemde, Taner Akçam’dan farklı olarak, tamamen ondan da bağımsızca ve önce göçmenler sorununun farkına varmıştım. (Bu sürece ilişkin “Hamburg Dersleri” adlı yazımızdan daha ayrıntılı bilgi edinilebilir). Bu durumda garip bir durum ortaya çıkıyordu bizim açımızdan. Ali Dayıcılarla tartışırken, göçmenlerden söz edince, onların kafasında bu sorundan söz etmek Marksizm’den uzaklaşma için bahane aramakla aynı olduğundan, daha baştan bir önyargı duvarına tosluyor, bu sorunun varlığını kabul etmenin Marksizm’den uzaklaşma ile ilgisinin olmadığı, aksine Marksizm’in bunu gerektirdiği şeklindeki itirazlarımız zerrece ilgi ve yankı bulmuyordu. Tersinden, göçmen hareketi içinde de Marksizm’den söz etmeye başladığımızda, hemen taşlaşmış dogmatik damgasını yiyiveriyor, onlara da bir şey anlatamıyorduk. Birbirini yaratan ve birbirlerinin varlılığına haklılık kazandıran revizyonizm dogmatizm ikilemi rakipsiz egemenliğini sürdürüyordu. Tabii Kürt solunda durum daha da kötüydü. Kürdistan’da yükselen mücadele öyleydi ki, onların böyle şeylerle ilgilenecek zamanları yoktu ve onlar bir göçmenler sorununda yoğunlaşmayı, Avrupada’ki göçmen işçileri ve göçmen azınlıkları kendi buradaki sorunlarından dolayı harekete geçirmeyi, Kürdistan’daki mücadelenin gücünü zayıflatan, onu yıkmaya çalışan bir rakip olarak görüyorlardı. Ve işin ilginci bütün bunlar da, bir göçmen hareketinin oluşmasını engelliyordu. Böylece Alman devletinin çıkarları ile, bir göçmen hareketini kuşkuyla karşılayan ve onu fiilen engelleyici bir işlev gören Türk ve Kürt solunun yaptıkları tencere ve kapak gibi birbirine uyuyordu. Ayrıca burada Kürt hareketi bakımından bir sorun daha bulunuyordu. Kürt hareketi için, Avrupa ve Alman devletiyle ilişkiler, Kürdistan’daki mücadeleye bağlı olarak iyi bir düzeyde tutulmaya çalışılıyordu. Göçmenler hareketine bir yöneliş, Avrupa hükümetlerinin canını sıkabilir ve Kürt mücadelesine gösterdikleri toleransı kesmelerine de yol açabilirdi. Çünkü, Kürt mücadelesi için de, tıpkı Türk Devleti için olduğu gibi, buradaki Kürtler dış politika ve diplomasinin araçlarıydılar, eşit olarak dayanışılacak bir partner değil. Tıpkı bir zamanlar Sovyetlerin, Komünist partileri dış politikasının avadanlıkları olarak kullanması gibi, Kürt Hareketi ve Türk devleti açısından da Avrupa’daki Türkler ve Kürtler, Avrupa’daki devletlerle ilişkide, dış politikanın kullanılacak araçlarından başka bir şey değildiler. Bunun çok kısa vadeli bir politika olduğuna yönelik Kürt hareketine yaptığımız eleştiriler de anlayışsızlık duvarına çarpıyordu elbette. Göçmenlere yönelik bir yayın organı çıkarma projesinde, devletten her hangi bir yardıma dayanmayan, bütünüyle göçmenlerin bağış, imkan ve girişimlerine dayanan bir yayın 71
anlayışını savunmamız, Sosyal Demokrat eyaletlerdeki hükümetlerle iyi ilişkide bulunanların sağladığı paralarla bir göçmen dergisi çıkarmak isteyenler ve kendilerine bir arpalık veya gelecek bulacaklarını düşünenlerin beklentileri uyuşmadığından her türlü ortak girişimden de dışlandık. Esas olarak “Tanerciler”den oluşan ekip bir süre sonra Kirpi diye bir dergi çıkardı, bir ölüm olayını, başkalarına yükleme ve sonra da yapılanın ortaya çıkmasının da hızlandırdığı bir süreç içinde giderek dağıldılar ve büyük bir bölümü bu yıkım içinde sisteme entegre oldular. Onların bu çözülüş dönemi, aynı zamanda, Almanya’daki faşist saldırıların ve Türkiyeliler arasında radikalleşme ve politikleşme eğilimlerinin canlandığı bir döneme denk düştü. Bu radikalleşme dalgası, Türk solunun bu sorunun özgünlüğünü anlamaması (Örneğin buradaki Türk çocuklarının Türk bayrağıyla dolaşmasını Türkiye’de egemen ulusun Türk bayrağıyla dolaşmasıyla kapıştırma gibi), Kürt Solunun bir rakip olarak görmesi nedeniyle radikalleşen gençlerin soldan uzaklaşıp o sıra yükselişe geçen faşistlerin etkisine girmesine yol açtı. Böylece Alman faşistlere karşı Türkiyeli gençlerin tepkisi yine Türkiyeli faşist bir mecraya akmış oluyordu. Bütün bu dönem boyunca sol ve radikal bir damar da daima oldu, hem Türk soluna, hem Kürtlerin ilgisiz ve düşmanca tavırlara; hem sosyal danışmanların entegrasyon çabalarına; hem Alman solunun ırkçılığına karşı direnen. Biz de her zaman bu radikal solun içinde yer aldık. Bu dönemden Berlin’deki Anti-Faşist Gençlik, Hamburg’tan Köxüz dergisi çevresi, Frankfurt’tan Cafe Morgenlend çevresi vs. zikredilebilir. Bundan sonraki yıllarda, duvarın yıkılışı, çanak Antenler, Türklerin sınıfsal yapısındaki değişmeler, Türkiye’deki şovenizmin yükselişinin etkileri; Kürtlerin Kürdistan’daki mücadeleden başka bir şey görememeleri, Türk devletinin buradaki Türkleri, Almanya’ya karşı bir tehdit ve pazarlık unsuru olarak keşfetmesi ve bunu akıllıca kullanmak için strateji değiştirip örgütlenmeye güç vermesi gibi bir çok faktörün bir araya girmesi nedeniyle, göçmenler hareketi daha ziyade, Afrikalı, doğu Avrupalılarla sınırlı bir alana hapis oldu ve bu günlere gelindi. İşte bu göçmenlerdeki radikalleşme eğilimlerinin tükendiği, solun ise Kürt hareketi hariç tümüyle duvarın yıkılışıyla hızlanan bir çözülme sürecine girdiği dönemde, her grup, çevre örgüt gibi, Devrimci İşçi ya da “Ali Dayıcılar” da belli bir çözülmeye uğramıştı. İşte bu dönemde, Ali Dayı’nın göçmenlerin sorunlarına ilgisi ve bu sorunlarda yoğunlaşması başladı. Yıllarca “Ali Dayıcılar”ın göçmen sorunundan söz etmeyi adeta Marksizm’e ve devrimciliğe ihanet gibi gören yaklaşımlarına alışkın olanlar için bu epey şaşırtıcı bir durumdu. Herkes şöyle diyordu, yıllarca Göçmen sorununa karşı çıktılar, şimdi Taner’in dediklerini bizzat kendileri söylüyor. Bu eleştiri ilk bakışta haklı gibi görünse de, yüzeyde bir hükmü yansıtır. Onların bu konuya karşı çıkmalarının nedeni, Göçmencilerdeki (Tanercilerdeki) sağa kaymaydı, bir yanılsamanın ürünü olarak, bu sağa kaymanın göçmen sorunuyla bağlı olduğu gibi bir sonuca yol açıyordu. Eğer Taner’in göçmen sorununa yönelişine bir sağa kayma eşlik etmeseydi veya bu sağa kayışın bir örtüsü olmasaydı, pek ala Türkiye solu daha baştan bu sorunu ciddi bir sorun 72
olarak tartışabilirdi. Şimdi Ali Dayı, tam da bunu yapıyordu. Ama artık, “Ali Dayıcılar” veya “Devrimci İşçi” de dağılmış, Ali Dayının söylediklerine kulak verecek pek kimse de kalmamıştı. Ali Dayı’nın yaşadığı geç gelmenin avantajları değil, geç kalmanın dezavantajlarıydı artık. Bizim için Ali Dayı’nın bu yöndeki evrimi büyük bir sürpriz olmamıştı. Bizim Göçmen hareketinin sorunları konusunda yazdıklarımızı, ki çoğu, Taner veya Göçmencilere yönelik eleştirilerimiz ve polemiklerden oluşuyordu, okuduğunu, bir yakını aracılığıyla bizden bu yazıları istediğinden dolayı biliyorduk. Ali Dayının göçmen sorunlarına yönelmesi, Taner’lerinkinden tamamen ters bir anlamdaydı. Radikal pozisyonları terk etmek değil, biçimsel bir radikallikten, daha derin, öze değin bir radikalliğe geçiş anlamına geliyordu. Bu da ister istemez, gerek göçmenler hareketi içindeki politik tavır alışlar bakımından, gerek sosyalizm ve Marksizm’in sorunlarının tartışılması ve tanımlanması bağlamında benzer veya yakın konumlarda, ya da aynı dalga boyunda buluşmamıza yol açıyordu. Göçmenler Hareketi içinde de örneğin, Tanerler veya diğer sol gruplar gibi, Sosyal Demokrat veya Yeşilci pozisyonlara değil, bizim de içinde bulunduğumuz Köksüz gibi radikal Göçmen çizgi ve çevrelerine yaklaşıyordu. Bu evrimi ve söz konusu yakınlığı bizzat kendisi, son kitabının Önsözünde şöyle anlatıyordu: “Benzetme uygunsa, bizim solun büyük bölümü, Avrupa’da şemsiye kullanıp kullanmayacağına karar verirken Türkiye’deki hava durumuna bakan bir şaşkına benziyor. Bir kesim ise oralarda nasıl bir siyaset izleneceğine, örneğin toprak sorununun nasıl çözüleceğine, hangi partinin hangi partiyle ittifak yapacağına buradan karar veriyor. Her iki tutumun birbirini tamamladığı açık. Madalyonun iki yüzü derler ya, öyle bir şey. Böyle bir solculuk anlayışıyla hesaplaşılmaz da ne yapılır? Burada şunu itiraf etmek zorundayım: az önce bir kaç fıça darbesiyle işaret edilen belli sol anlayışın oluşturulmasında şöyle veya böyle benim de katkım ve sorumluluğum var. 10-12 yıl önce, nasıl bir eser yanatmış olduğumuzu fark edince kendimle ve eserimizle hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu anladım. İlk sıralar ulaştığım sonuçların bazıları imk kitapta ve başka yerlerdeki yazılarda dile getirildi. Bu kitaptakiler ise, bitmeyen bu hesaplaşmanın bazı yönlerden devamı. Geriye dönüp bakınca, hayatın açığa çıkardığı ve suratımıza Osmanlı Tokadı gibi çarpan ve normal bir insanın beyninde şimşekler çaktıran bunca gerçeğe (benim ve başkalarının gösterdiği çabalar da işin çabası) rağmen, bazılarının hala aynı yerde ve aynı şekilde duruşuna şaşmamak mümkün değil. “köxüz”, “Kanak Attak” gibi çevreleri saymazsak Avrupa’daki sorunlarla ilgilendiğini söyleyenlerin, ya da moda olduğu üzere ilgileniyor gibi gözükenlerin çoğu ise konuya bir sosyal demokrat bir Yeşilci gibi yaklaşıyor. (...)” (İbrahim Sevimli, Kimliksiz Cemaatler, s.13-14, Aralık 1999)
73
İbrahim Sevimli’nin göçmenlerin sorunlarına yönelişinin ilk ürünü “Uzun Bir Göç Öyküsü” olmuştu. Burada hala, bir Türk solcusu ve Türkiye açısından göçmenlerin, Avrupa’dakilerin sorunlarını tartışır. Kendisiyle bu dönemde kişisel olarak daha yakından tanışıp birlikte iş yapma olanağı elde etmiştim. Eskiden uzaktan izlediğim insan gitmiş, daha esnek, rahat, toleranslı bir insan gelmişti. Hiç bir şeyi önceden mahkum etmeyen, her şeyi anlamaya tartışmaya çalışan bir insan. Kendi hatalarını açıkça ortaya koymaktan çekinmeyen ve çıkarılması gereken mantık sonuçlarına götürmeye çalışan bir insan. * Duvarın çöküşünden sonraki, yaprağın kımıldamadığı yıllarda, en azından Marksizm’i ve devrimci konumları savunan ve her şeyi tartışan insanlar olarak bir dergi çıkaralım projesiyle gelmişti. Bu projenin ürünü Sosyalizmin Sorunları oldu. İki sayı çıkabildi bu dergi. Legal biçime uysun diye kitap dizisi biçiminde çıkıyordu. İlk sayının ağırlıklı konusu “Sosyalizmin Sorunları”, ikinci sayının ağırlıklı konusu ise “Irkçılık ve Milliyetçilik” idi. Ağırlıklı konusu “Din” olan üçüncü sayı ise hiç çıkmadı. Her derginin, her örgütün, her girişimin bir motoru, bir lokomotifi olur. Elbet herkes bir yerlerinden tutar, herkesin bir katkısı olur, ama bütün bunları bir araya getiren, bıkmaksızın çaba harcayan birileri olmadan da, gönüllülüğe dayanan bir ortamda işler başka türlü yürüyemez. Bu derginin motoru, lokomotifi de İbrahim Sevimli idi. Bu dergiyi çıkarırken son gece toplanır, bütün yazıları, tek tek gözden geçirir, dizim hatalarını düzeltir ve bir lazer yazıcıyla aydınger kağıdına basıp Türkiye’de, bütün sosyalistlerin yayınlarını basan adeta tek yayın evi olan Zarakolu’nun Belge Yayınevi’ne yollardık. O da bunları basardı. Bu gecelerde Dev-Genç döneminde sabahlara kadar bildiri basıp koltukların üzerinde uyuya kaldığımız günleri hatırlardık. Birbirimize geçmişin güzel günlerini yeniden yaşadığımızı itiraf etmiştik. Kendisi daha sonra, benzer duyguları, yine kendisinin gayretiyle çıkan Yeni Zamanlar’ı çıkarırken de yaşamış. Bunu şöyle anlatıyor Yeni Zamanlar’ın birinci sayısının Çıkarken yazısında: “(...)Yazıları dizmeye ve sayfaları yapmaya başlayınca heyecanımız daha da arttı. Bilgisayarda sayfaları yapmaya başladığımız ilk gün, saatlerin nasıl geçtiğini pek anlamadık, bir baktık sabahın 5’i olmuş. Ertesi gün biraraya geldiğimizde birbirimize bir önceki gün, eski günleri hatırlamış ve duygulanmış olduğumuzu itiraf ettik. (...) “Hazırladığımız taslak sayfaları, Mehmet’in yeniden yaptığı kapağı ve logoyu diğer arkadaşlarla birlikte tartışır ve değerlendirirken, herkeste yeni bir güven duygusunun işaretlerini görmek, başka bir sevindirici durumdu. Sadece bu mu; farklı yerlerden gelmiş olmakla birlikte bugün bir şeyleri paylaşıyor, birlikte hareket ediyor, birlikte üretiyor olmanın verdiği hazzı herkesin yüzünde okumak mümkündü. Hepimiz daha bir ışıltılı gözlerle bakıyorduk sayfalara ve birbirimize. (...)” * 74
Göçmenlerin sorunlarına yönelme Ali Dayı’daki değişimin bir yanıydı, ama aynı zamanda sosyalizmin sorunları bağlamındaki genel görüşlerinde de bir radikalleşme ve derinleşme gözleniyordu. Bu özellikle iki alanda yoğunlaşmıştı. Birisi, ulus teorisi alanındaydı. Türk Sosyalist hareketindeki pek çok kişiden farklı olarak, Uluslar ve ulusçuluk konusunda, seksenli yılların başlarında Gellner, Hobsbawm, B. Anderson gibi modern ulus teorisini şekillendirenlerin teorisini benimsemiş, benim Enternasyonalizmin Sonu yazısında ifade ettiğim görüşlerin benzerlerine ulaşmıştı. Bu en açık kitabının adında bile görülebilir. “Kimliksiz Cemaatler” adı, Ulusçuluk ve ulus araştırmaları alanında devrim yapmış temel kitaplardan biri olan, Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” kitabına bir gönderme; ondan bir esinlenmedir aynı zamanda. Bu yaklaşımı Avrupa’daki göçmenlerin sorunları ve hareketin politik hedeflerini belirlemede kullanmaya çalışıyordu. Kitabın içindeki bir çok alt bölüm başlığı da ulusal ulan ile politik olanın bağının koparılması anlayışına bir yakınlık içerir. Örneğin ”Dansa değil, vatansızlığa davet” veya “Milli Kimlikler lütfen” gibi alt bölüm başlıkları, ulusçuluğun ulus anlayışından, yani aynı zamanda Marksizm’e de bulaşmış ama Marksizm’e yabancı bu ulus anlayışından kopuşun sinyallerini verir. Ancak radikalleşmesi sadece ulusçulukla kopuşmayla sınırlı da değildir. Aynı zamanda giderek, aydınlanmanın Marksizm içindeki kalıntılarıyla, ilerleme anlayışıyla da bir kopuş sürecine girmiştir. Yeni Zamanlar’ın mayıs-Haziran 2000 tarihli son ve altıncı sayısında çıkan yazısında bu yönelişin izleri çok açıktır. Örneğin şöyle yazar: “Geçmişte sol saflarda Kemalizm üzerine bolca tartışma yapılmıştır. Bazı yönleriyle hala devam eden bu tartışmalar genellikle Kürt meselesi, seçkincilik, Bonapartizm, cuntacılık gibi konular etrafında dönmüştür. Kemalizm’i, bir modernleşme (Batılılaşma) projesi olarak karşısına alıp eleştiren solcu kişi ve örgüt sayısı yok denecek kadar azdır. Bunlar da genellikle alaya alınmıştır. Bunun bir tek açıklaması olabilir: bizim solun modernizmle ilgili bir derdi, bir sorunu yoktur, aksine bizim sol onu olumlu bulmaktadır. Daha da ileri gidilebilir: Bizim sol basbayağı modernisttir. “Emperyalist Avrupa’ya hayır” diyenler de, “Emeğin Avrupası’nı” isteyenler de, “Avrupa, sadece (...) değildir, eşitliklerin ve özgürlüklerin ve demokratik yönelimlerin de mekanıdır” diyenler de Batı’cıdır.” (s. 43) Yazının devamında akılcılığın sorgulanması, dine terkedilmiş yüreğin tekrar sosyalizmce kazanılmasını sorun edinir. Bütün bunlar Ali Dayının, ÖDP’de toplanan ve şimdi bir zamanlar Tanercilerin yaptığını, tıpkısı tıpkısına daha kötü koşullarda tekrarlayan ÖDP’nin klişe ve moda sloganları tekrarlamalarından çok farklı bir yöneliş içinde olduğunun ifadeleriydi. Parlak, güzel ve moda sözlere itibar edilmiyor, burjuva uygarlığının temelleri bir problem edilmeye, sosyalist düşüncenin bunlardan arındırılması problem edilmeye çalışılıyordu.
75
Ancak bu yaklaşımlar, görüşler ortalığı kaplamış genel eğilimlere pek uygun değildi elbette. Belki bu nedenle, belli bir kenara itilmişlik duygusu içindeydi sanırsam: Hiç bir zaman bir şey söylemese de, bir kenara atılmışlık, bir kırgınlık içinde olduğu duygusu veriyordu. Çünkü bu görüşler ve yaklaşımların piyasadaki basit klişe sloganları tekrarlayan ve bir zamanların göçmenciliğine son derece benzeyen ÖDP’ye egemen çizgiyle pek uyuşmadığını görmemek için kör olmak gerekir. Ali Dayı’yı aramızdan alan Kanserin bir çok biyolojik, kimyasal nedenleri vardır elbette ama bizlerin yaşamları ve bunların bizlerin manevi yaşantısında yaptıkları etkilerin de bir payı olduğu görmezden gelinemez. Moralin insanların sağlıkları üzerinde büyük etkisi olduğu; moral bozukluklarının vücudun savunma sistemini nasıl etkilediği muhtemelen ilerde tıptaki gelişmelere bağlı olarak keşfedilecektir. Ali Dayı’nın aramızdan böyle erken ayrılmasında, yaşadıklarının manevi etkilerinin hiç mi payı yoktur acaba? * Ali Dayı’nın son girişimi Yeni Zamanlar dergisi olmuştu. Onda, Sosyalizmin Sorunları dergisinde yarım kalanı sürdürmek istemişti. Ama gitmedi. Toplam 300 tane bile satılıp okunmadığından söz etmişti son konuşmalarımızdan birinde. İnsanlar okumuyor, yazmıyor artık diyordu ve maddi olarak dergiyi çıkarmak olanaksız hale gelmişti. Yeni Zamanlar’ın son sayısına yazdııı yazının son satırlarında şunları söylüyordu: “Buradaki fikirler ve öneriler, Tanrıya inanmayı, dine ya da modern öncesi toplumsal siyasal oluşumlara dönmeyi falan değil, kendi temiz ellerimizle dinlerin kirli tekeline terk ettiğimiz, onlara kapalı av alanı olarak altın tepside ikram ettiğimiz alanlar ve konular üzerine, devamla “yüreksiz dünya”yı (deyimin Marks’a ait olduğunu söyleyelim ki Marksistler bana sert bir şekilde saldırmlasınlar; yoksa beni “dinden çıkmış” mı sayacaklar) v e yüreksiz insanı yüreğe, kalbe, duyguya, vicdana kavuşturmak, cüzdana esaretten kurtarmak, başka bir deyişle modernizmi, sonuçta kendimizi sorgulamak için düşünmeye başlamayı gerektirir. Kolay gelsin” (S.49) Ali Dayı’nın üzerinde yoğunlaşmaya ömrünün izin vermediği bu görev, sanki onun bir vasiyeti gibi. Ortaya koyduğu zorlu görevin bilincinde bizlere muzipçe “Kolay gelsin” diyor, işiniz zor anlamında. Bir soruyu doğru sormak çözümün yarısı demektir. Ali Dayı soruyu doğru sorarak, işin yarısını yapıyor ve geri kalanını geride kalanlara bırakıyordu. 11 Şubat 2002 Pazartesi demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir
76
İkinci Bölüm Göçmenler Hareketinden Siyahlar Hareketine
Taslak Notlar Dünyanın Durumu ve Temel Eğilimler Dünya`da bugünkü durumu ve onun temel eğilimlerini belirleyebilmek için son bir kaç yıl içinde gerçekleşen uluslararası çapta olaylara bakmak gerekiyor. Bunlara kısaca değinelim: 1) Sovyetler birliği ve Varşova Paktı`nın dağılmasından sonra Doğu Avrupa`da gerçekleşen birleşme ve ayrılmalar: Üç Baltık Ülkesi; iki Adriyatik Ülkesi (Slovenya ve Hırvatistan) eski Sovyetler Birliği ya da Bağımsız Devletler Topluluğu`ndan ayrılıp Batı Avrupa ile birleştiler. Bunlara Doğu Almanya, Macaristan ve Çekoslovakya gibi ülkeler de eklenebilir. Bütün bu ayrılma ve birleşmeler bir tek ölçüte dayanmaktadır: Zenginlik. Bütün bu ülkeler eski Doğu Avrupa`nın en zengin ülkeleriydi. Ve bu ülkeler Batı Tarafından da zenginler klübüne davet edildiler. Rusya, Arnavutluk, Eski Yugoslavya`nın geri kalan cumhuriyetleri (Sırplar hariç) Bulgaristan, Romanya gibi ülkeler de en azından diğer ülkeler kadar Batı Avrupa ile birleşmeye gönüllü olmalarına rağmen diğerlerinin aksine kabul edilmediler. Bu kabul edilmeyişin de bir tek ölçütü var: fakirlik. Doğu Almanların Duvarı yıkışları ile Arnavutların gemilerle İtalyaya akmaları özünde aynı Batı`nın refahını paylaşma amacından kaynaklanmakla birlikte biri şenliklerle karşılanırken diğeri zorla geri püskürtüldü. Burada dünyanın zenginlerinin, beyaz adamların kendi aralarında sınırları kaldırırken siyahlara karşı dışlayıcı bir tavır aldıkları görülüyor. 2) İtalya`nın kuzeyinde Zengin kuzeyin fakir güneyden ayrılmasını amaçlayan bir parti ortaya çıktı. Burada yine aynı ölçütü görüyoruz. Sınırların zenginliğe göre çizilmesi. 3) Bütün Batı Avrupa ülkelerinde Irkçı partilerin bir yükselişi görülüyor. Bu partilerin programının ve propagandasının temelini yabancıların kapı dışarı edilmesi ve yenilerinin gelişine karşı sert tedbirler alınması oluşturuyor. Diğer klasik partiler de fiilen bu programı benimsemiş bulunuyorlar. En son Hür Demokrat Parti, açıkça, Anayasa değişikliğine razı gelmesini bu ırkçı partilerin yükselişiyle gerekçelendirdi. Bu ırkçı partiler Klasik faşist partilerden gerek ideolojileri, gerek toplumsal dayanakları, gerekse varoluş koşulları bakımından oldukça farklıdır. Bunlar herşeyden önce Batı 77
Avrupalı`nın refahını dünyanın yoksullarıyla paylaşıp kaybetme korkusuna dayanmaktadır. Yine aynı kriterle karşı karşıya geliyoruz: zengin beyazın fakir siyahı dışlaması ve onun sırtından zenginliğini sürdürmesi. 4) Avrupa Ekonomik topluluğunun hiç bir toplantısı yok ki gündeminin en önemli maddelerinden biri, her anlamıyla yoksullara karşı sınırların nasıl çizileceği olmasın. Bu, ya üçüncü dünyadan gelen göçmenlere karşı tedbirler ya da hangi ülkelerin alınacağı bağlamında görüşülüyor. Yani zenginlerin fakirlere; beyazların siyahlara karşı sınırları çizilip pekiştriliyor. 5) Körfez Savaşı sadece petrol için bir savaş değildi. Yürütülüşü ve sunuluşuyla zenginlerin yoksul ve geri ülkelere bir ders verme savaşıydı. Savaş boyunca her şey beyaz adamın açısından değerlendirildi. Beyaz adamın bu gezegende egemenliğni sürdürebilmek için yaşanabilir bir doğaya ihtiyacı var. Körfez savaşında petrole bulanmış bir kuş ölen yüzbinlerce ıraklıdan yüzlerce kez daha fazla televizyon ekranlarını doldurdu. Irak`a gönüllü gelmiş beyaz adamlar Irak halkının yaşadığı yerlere dağıtılınca "rehine" oldular. Aynı bombalara hedef olan Irak halkı ise hiç de bu sıfata layık görülmedi. Burada Beyaz ve zenginler ile insan ve rehine kavramları adeta özeşleşmiştir. İsrail de zengin beyazların ülkesi. Bu ülkeye düşen ve aslında pek bir tahribat da yapmayan birkaç Skut füzesi bütün dünyayı ayağa kaldırırken Iraklıların başına yağan tonlarca bomba "cerrahi bir operasyon" gibi sunuldu. Yine çifte standart ve yine aynı ayrım. 6) Batı Avrupa ve özelikle Almanya`daki Barış Hareketi Körfez savaşında çöktü. Çöktü çünkü bu savaş muhtemel bir doğu - batı çatışmasının aksine Beyaz adamın, zengin Avrupalı`nın varlaığını tehlikeye atmıyor, aksine onun zengin ve beyaz efendi olarak varoluşunun temellerini savunuyordu. 7) Eskiden Sovyetler ve ABD arasında kurulmuş dengenin bir aracı olan Birleşmiş Milletler Sovyetlerin çöküşüyle köklü bir işlev değişimi geçirdi. Bu organ artık zengin beyaz ulusların çıkarlarını savunma ve meşrulaştırmanın bir aracıdır. Bu körfez savaşında da görüldü. Ama daha çarpıcı olan Sovyetlerdeki Atom teknolojisi ve bilgisinin dünyanın geri ve yoksul ülkelerine gidişinin bu organ aracılığıyla yasaklanmasıdır. Bu, beyaz adamın Afrika ya da Amerika yerlilerine ok, yay taşıyabilirsin ama ateşli silah taşıyamazsın demesine benzer. Son bir yıl içinden seçilmiş bütün bu gelişmelerin üst üste gelmesi bir raslantı olmasa gerek. Gerçekten yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Bu düzene bir tek ad verilebilir: Apartheid. Bunun adım adım oturtulan bir apartheid düzeni olduğunu kavramak için tüm dünyayı bir tek ülke gibi görme alışkanlığı edinmek gerekiyor. Çeşitli devletler ve ülkelerin varlığı ve bunu olağan kabul eden bugünkü kavrayışımız bu görüşü zorlaştırmaktadır. Ama Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki sınırları kaldırdığı bir dünyada niye diğerleriyle sınırların pekiştirildiği başka türlü kavranamaz. Bu değişmelere ideolojik hazırlıklar da eşlik ediyor. Geri ülkelerin önemli bir bölümü Müslüman ülkelerdir. Müslümanlık sınırların çizilmesinde bir motif olarak rol oynuyor. İslam kültürünün modern batı değerleriyle uyuşmadığı gibi tezler giderek daha yüksek sesle 78
söylenip revaç buluyor. Amerikan filimlerindeki kötü Rusların yerini kötü Müslümanlar alıyor. "Kızım Olmadan Asla" gibi ırkçı romanlar milyonlar satıyor. Nüfus fazlasından söz ediliyor. Aslında dünyanın nüfus bakımından en yoğun ülkeleri Beyaz adamın yaşadığı yerler olmasına rağmen siyah nüfus fazla görülüyor. Ekolojik dengenin geri ülkelerce bozulduğu söyleniyor. Bütün dünyanın geri kalanı beyaz adam için bir işgücü ve çevre rezervuarı olarak tanımlanıyor. Avrupalılık diye bir ideoloji geliştiriliyor. Bu ideolojiyi geliştirenlerin Avrupa kültürü ve demokrasi adına insanlığın büyük çoğunluğunun ezilme ve sömürülmesine karşı en fazla papaz vaazları vermekten öteye gitmemeleri bir raslantı değildir.
Bazı Sonuçlar Bütün bu gibi olgular bir tek eğilimi vurguluyor: dünya koca bir Güney Afrika oluyor. Güney Afrika`yı daha iyi bir kavram bulamadığımız için kavrayışı kolaylaştıracak bir benzetme olarak kullanıyoruz. Yoksa muhtemelen Güney Afrika`dakinden de vahşi bir sistemin kuruluşu söz konusudur. İlerde eski Ispartalıların fazla kölelerini kılıçtan geçirmesi gibi, fazla siyahların ABC silahlarıyla yok edilişine hazır olmak gerekiyor. Belki beyaz adam bizleri tamamen yok edip labaratuarlarda geliştirdiği biyolojik robotlarla karşılayacak isyan etmeyi bilmeyen köleye duyduğu ihtiyacı. Eğer bu eğilim bir gerçekse, ki biz gerçek olduğu inancındayız, bunun sınıfsız ve dayanışmacı bir toplum ideali için mücadele bakımından ne gibi sonuçlara yol açabileceği konusunda önyargılardan arınmış çıkarsamalar yapmak gerekiyor. Bu çıkarsamaları yaparken Güney Afrika benzetmesi bazı kolaylıklar sağlayabilir. Güney Afrika`nın beyaz işçileri nasıl imtiyazlarının köleleri oldularsa Avrupa, Amerika ve Japonya`nın beyaz işçileri de benzer davranacaklardır. Siyah işçiler ve halklar karşısında Beyaz egemenlerin yanında saf tutacaklardır. Aslında şimdiden tutmaktadırlar da. İşçi sınıfının sendika ve devlet bürokrasisi olarak bölünmesi (Sosyal demokrat partiler ve resmi komünist partiler) nasıl son yarım yüzyılın dünya gidişine damgasını vurduysa, ve bu bölünme kavranamadan son yarım yüzyılın hiçbir olayını kavramak mümkün değilse. aynı şekilde bundan sonra Dünya işçilerinin siyah - beyaz olarak bölünmesini göz önüne almadan herhangi bir gelişmeyi kavramak mümkün olmayacaktır. Buradan da şu sonuç çıkar: eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna yapılacak her girişimin hedef kitlesi artık beyaz işçi olamaz. Hedef kitle siyah işçiler ve halklar olabilir. Dünya çapında bir apartheit sisteminin kuruluşunun bir diğer sonucu da özellikle Beyaz adamın ülkelerinde ülke çapında ya da zengin ülkeler çapında (örneğin AET çapında) devrimci politika yapmanın olanaksızlığıdır. Bu yöndeki her girişim ne kadar radikal görünürse görünsün ırkçılığı yeniden üretecektir. Devrimci politika ancak dünya çapında bir program ve güçler anlayışına göre yapılabilir.
79
Dünya çapındaki politika ise bugünkü kapitalist burjuva uygarlığından başka bir uygarlığın taslağını çizmek zorundadır. Zorundadır çünkü, bugünkü beyaz adamın durumuna ulaşmaya çalışmak beyaz adamın imtiyazlarını yok etmek değil onları paylaşmak anlamına gelir. Ama sadece bu kadar da değil, şu sonsuz ama sınırlı yeryüzü bile fizik olarak bunu olanaksızlaştırmaktadır. Dünyanın bütün siyah ezilenleri birleştirilmeden beyaz adamın bugün şekillendirmeye başladığı dünya çapındaki apartheit sistemini yıkmanın olanağı yoktur. Bu nedenle de program ve politika ancak dünya ölçeğinde olabilir. Dünya tarihinde herhalde hiç bir zaman böylesine dramatik değişiklikler, böylesine bir hızla yaşanmamış olsa gerek. Birbirini karşılıklı olarak da etkileyen kültürel,ekonomik, politik, ideolojik, teknolojik ve bilimsel değişiklikler müthiş bir hızla gerçekleşiyor ve bu da olayları ve eğilimleri kavrayabilmek için ek bir engel yaratıyor. Zaten her zaman insan aklı olayların oldukça gerisinden gider. Bilgi ağacı meyvelerini akşamın alaca karanlığında verir. Günümüzde meyveler olgunlaşma olanağı bulamadan yeni bir gün başlıyor. Sovyetler Birliği`nin kuruluşu gibi yıkılışı da tüm dengeleri alt üst etti. Bu yıkılışın kapitalizme sağladığı politik ve ekonomik olanaklar ortada. Koca bir kıtanın neredeyse Kapitalist dünya ekonomisine entegre olması ve bunun kapitalizme bir kaç on yıllık bir yükseliş olanağı sağlaması olasılığı; politik bakımdan emperyalist ülkeleri dengeleyecek hiç bir gücün kalmaması - son "Körfez Savaşı"nda görüldüğü gibi - bir avuç zengin ülkeye ve o ülkelerin ekonomisine egemen olan bir kaç yüz süper büyük şirkete milyonlarca insanın kaderi üzerinde istediği gibi at koşturma olanağı sağlıyor. Ama bu yıkılışın uzun vadeli ve daha derin etkisi ideolojik düzeydedir. Eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum ideali, böyle bir dünyanın gerçekleşebilir olduğuna dair umut yeryüzünün geniş ezilen kitlelerinde muazzam bir yara almıştır. Bu yaranın onarılması eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplumun olabilirliği umudunun yeniden filiz vermesi herhalde bir kaç kuşağın değişmesini gerektirecek.
80
Değişen Bir Dünyada Göçmen Hareketinin Perspektif ve Sorunları Üzerine Notlar DÜNYADAKİ DEĞİŞİMİN TEMEL EĞİLİMİ
A. YÖNTEM * İnsan Anatomisi Maymunun Anatomisinin anahtarıdır. * "Aldırmıyorsun ama bu anlattığım senin hikayendir" - İngiltere/Almanya * Hedefler: Amerikan teknolojisi+Sovyet Sistemi.
B. BUGÜNKÜ DÜNYA'DA DEĞİŞİMİN YÖNÜ VE EĞİLİMİ *Temel Önerme: Bugünkü dünyanın temel eğilimini artık son demlerini yaşayan bir ülke gösteriyor: Güney Afrika * Güney Afrika bu güne kadar Marksist Teori bakımından ciddi sorunlar da yaratmıştır. kapitalizmin gelişiminin köleci ve feodal kalıntıları temizleyeceği, en azından böyle bir eğilim içinde olduğu marksistlerce genel kabul görmüştür. Yine Amarikan iç savaşı ve Güney-Kuzey farklılıklarına bakılarak bu tarihsel eğilim ampirik olarak da desteklenmiştir. Örneğin Lenin'in makalelerinde bu tür örnekler bol bol görülebilir. Güney Afrika'ya daima Kapitalist dünyada bir garabet, bir istisna olarak bakılmış ve uluslararası iş bölümü çerçevesinde, ama daha ziyade tasviri mahiyette açıklamalar yapılmıştır. Şimdiye kadar istisna olan bugün dünya çapında bir kural olma eğilimi taşıyor. * Kısaca "Dünya koca bir Güney Afrika Oluyor" derken bir analoji yapmış oluyoruz. Elbet yetersizdir. Bu henüz kavramsal bir açıklama değildir. Ama geçici olarak bunu kullanmak zorundayız. * Güney Afrika derken neyi kastediyoruz? 1) Irk ayrımcılığı, Homeland'lar, Beyazların olduğu yere girememe, ancak belli işleri yapmak için o işle sınırlı izinlerle bir yerlere girme. 2) Bu sistem birden bire oturmadı. Savaş sonrasında oturtuldu. 3) Benzetmeyi anlayabilmek için dünyayı bir tek ülke gibi göz önüne getirmek gerekiyor. Özellikle Siyahların yaşadığı bölgelerin beyazların yaşadığı bölgelere daha küçük olması yüzünden anlaşılamıyor. Üçüncü dünya koca bir Homaland (rezervuar) haline dönüşüyor. Haritaya baktığımızda ABD, Avrupa, Japonya gibi ülkelerin kuşatılmış oldiği gibi bir duygu, bir izlenim oluşuyor insanda. Aslında bunların koca bir dünyayı tel örgülerle çevirdiğini görmek, hayalgücünü biraz harekete geçirmek gerekiyor. 4) Beyaz İşçi sınıfı ırkçıdır ve siyah işçileri hiç bir alanda desteklememiştir.
81
5) Bu eğilim elbet önceden de vardı. Ama "İkinci Dünya"nın varlığı bu eğilimi engellediği kadar görünüşünü de sorlaştırıyordu. İkinci dünya'nın tam da çöktüğü günlere rast gelen olaylar bu eğilimi giderek göze batırır oldu. Ve nihayet Minerva akşamın alaca karanlığında öter.
C. DEĞİŞİM EĞİLİMİNİN KANITLARI Son yıllardaki bazı olaylara bakalım. 1) AYRILMALAR: Aslında bütün Hristiyan Doğu ülkelerinde görüldü. Gorbatchov'un "Avrupa Ortak Evi" aslında De Gaulle'ün "Atlantikten Urallara kadar Avrupa" sının bazı özelliklerini taşımakla birlikte Rusya'nın Batılı zenginler klübüne üye olmasının üçüncü dünyaya yüz çevirmesinin bir ifadesiydi. Ama bu en açık biçimini Baltık Cumhuriyetleri ve Eski Avusturya Macaristan imparatorluğunun etki alanında kalan Adriyatik ülkelerinde gösterdi (Slovenya, Hırvatistan). Bunlar zengin ve Batı Avrupa kültürünün bir parçası oldukları için hemen kabul edildiler. Aslında her ayrılma aynı zamanda bir birleşmeydi. 2) BİRLEŞME: Doğu ve Batı Almanya birleşmesi. Doğu Almanlar'ın ayrılması anlaşılabilir bir şeydi. Almanya Ekonomisi nisbeten en iyi kültür ve teknik birikimi en ileri ülkeydi. Buna reğmen kendini bAtı'ya teslim etti. 3) AYIRMALAR: Aslında Bütün Doğu Avrupa bunu istiyordu. Ancak bu İmtiyazlı uluslara bu hak tanındı. Doğu Almanların duvarı yıkması, Hırvatların ayaklanması veya Arnavutların gemilere binip (Benetton'un reklamı) arasında hiç bir fark yoktur. Sadece bir çifte standart vardır. Bir grup kabul edilirken diğeri ret edilmektedir. Örneğin Alman anayasası kan temeline dayanan bir anayasadır. Ama artık Bir iki nesildir orta asyada. sibirya'da yaşayan almanları bile istemiyorlar. Onlara Volga boylarında bir bölge verip orada kalmasını sağlamaya çalışıyorlar. Benzerini İtalya'da da görüyoruz. Kuzey İtalya güney'den ayrılmak istiyor. bütün bunlarda, yani yeni sınırların çizilmesinde bir tek ölçü var. Zenginlyik ve refah. Dünyanın beyazları kendi aralarına katılma hakkı olanları belirliyorlar. Tarihin hiç bir döneminde ulusçuluk böylesine gerici bir karakter göstermemiştir. Bu ulusçuluk dünya çapında bir Apartheid'in temellerini oluşturmaktadır. Klasik ulusal bağımsızlık hareketleri ulusal bir baskıya yönelik olduğu kadar, kendi iç dinamikleriyle sömürgeciliğe karşı da bir özellik taşımışlardır ve fakirlerden ayrılıp onlara sırt çevirip zenfinlerin arasına katılmak için değil, diğer ileri ve zengin uluslar gibi bir ulus olmak için yapılmıştır. Bu Türkden ulusal kurtuluş hareketleri hala var. Ama bu dönem sonuna yaklaşmış bulunuyor. Doğu Avrupa'daki bağımsızlık hareketlerine baktığımızda bunların zenginler arasına katılmak. Fakirlere sırtını dönmek. Onlara karşı geçilmez sınırlar çizmek. Onlarla her türlü kader ortaklığından kopmak gibi bir anlamı ol'duğu görülüyor. Ben buna baştan çıkarılmış bir milliyetçilik diyorum.
82
Baştan çıkarılmıştır. İlticacı olanlar Doğu Avrupa'dan gelen ilticacılara karşı nasıl imtiyazlar vedildiğini bilirler. Avrupa'lı Doğu Avrupa'lıya şunu diyordu. Sen aslında çok daha iyisine layıksın. Bu mesaj üçüncü dünyalıya karşı hiç bir zaman verilmemiştir. Doğu Avrupa'lı baştan çıkarılanlar bu mesajı alıp da kader ortaklarını terk edince. Birdenbire kendi içlerinde de imtiyazlılar ve imtiyazsızlar olduğunu gördüler. Arnavut'lardan ruslara ve orta asyalılara kadar Esas olarak ortodokslar ve müslümanlar '- yani eski osmanlı ve bizans kültür dairesi içinde bulunanlar şimdi aldatıldıklarını da gördüler. Bu ulusçuluk Baştan çıkarılmıştır, bencildir. Ayrımcılığı yok etmeye yönelik değil, ayrımcılığı yeniden üretici ve imtiyazlıların arasına katılmaya yöneliktir. Bir raslantı değildir bu hareketlerin tipik mum ve kilise motiflerini kulanması. Bu Batı'nın hristiyan kültürüne biz de sizdeniz mesajıdır. Bizi doğu'nun müzlümanlarıyla falan karıştırmayın mesajıdır diğer bazı anlamlarının yanı sıra. 4) GÖÇMENLERE KARŞI SINIRLAMALAR: DRoğu Avrupa'nın diğer yoksullarına ve Üçüncü dünya'dan gelebileceklere karşı duvarlar örülüyor. Ve bunu zengin avrupalılar ortaklaşa yapıyorlar. Kendi içlerinde sınırları kaldırıken yoksullara karşı sınırları pekiştiriyorlar. Bu tıpkı üçüncü dünya insanlarını koca bir homeland'a bir rezervuar'a hapsetmekten başka bir anlama gelmemektedir. Ama hapishanenin çok büyük olması ve insanların hala dünyaya ulusal sınırları meşru gören bir açıdan bakması bu gerçeğin görülmesini zorlaştırmaktadır. Bugün Avrupa'nın hiç bir ülkesi yoktur ki gündeminin eksilmeyen birinci maddesi ilticacılar ya da göçmenler bağlamında hep bu sınırların çizilmesidir. Aslında kimse de buna karşı değil. Sadece yöntemi bakımından farklılıklar var. 5) IRKÇI PARTİLERİN YÜKSELİŞİ: bütün Avrupa'da temel bir eğilim. Avusturya'da Viyana.da %20'leri buldular. Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde %10 cıvarında seyrediyorlar. Temel motifleri yabancılar. Bu partiler Klasik anlamıyla faşist partiler değiller. Aslında o gelenekten kaynaklanmakla birlikte ideoloji ve programlarını oluştururken eski faşist geleneğin sınırlarıyla ciddi çelişkilere düşmektedirler. Bunlar Klasik faşist değil. Klasik faşizm bir buhran döneminde, proletarya'da devrimci umutlarına cevap bulamayan küçük burjuvazinin tepkisine ve küçük burjuvazinin bir ordu gibi örgütlenip proletaryaya savaşıma girmesi ve onu tüm öz savunma organlarından yoksun etmesidir. Bugünkü ırkçı partiler başka toplumsal güçlere ve dinamiklere dayanıyrlar. Özellikle işçiler arasında güçlü bir temeleri var. Bunların ırkçılığı da klasik ırkçılık değil. Kan'a değil, Kültür'e dayanan bir ırkçılık. Diğer kültürleri yok etmeye değil. onları dışlamaya yönelik. Dünya ölçüsünde yeşillerin bir zamanlar ortaya attığı "çok kültürlü toplum"dan yanalar. Çünkü başka kültürün yoksulları dışlandığı hatta o geri üretim ve tekniğe dayanan kültürünü aşamadığı sürece bunların imtiyazları sürecektir.
83
Irkçı partilerin yükselişi geçici bir eğilim değildir. Beyaz adamın ve işçinin zenginlik ve refahını kimseyle paylaşmama kaygısının ifadesidirler. Aslında Batı-Avrupa halkının çoğunluğu da onlar gibi düşünmektedir. Tehlike büyük olmadığı ve diğer partiler fiilen bu ırkçı partilerin programını alıp uyguladıkları için çok büyük değildirler. 6) KÖRFEZ SAVAŞI: Körfez savaşı da bu dönüşümün işaret taşlarından biridir. Bu savaş daha geniş ve tarihsel bir ölçekte zengin beyaz olusların, dünyanın artık efendisi biziz deyişlerinin ifadesidir. Bu savaşla birlikte Batı- Avrupa'daki Barış hareketi çökmüştür. Küçük bir radikal azınlık haricinde bütün sol entelijansiya Batılıların müdahalesinin yanında saf tutmuştur. Aynı şekilde Kürtler hariç hemen hemen bütün Avrupa'daki üçüncü dünyalı azınlıklar da Irak'ın yanında. Bu savaşla birlikte Birleşmiş milletler bir nitelik doönüşümüne uğramış parlamento fonksiyonu görmeye başlamıştır. Bu parlamento dünyanın siyahlarına karşı, onları baskı altına almaya yönelik bir parlamentodur. Savaştan sonra bu eğilimin güçlendiği de görülüyor. Körfez savaşındaki rehineler. Kuş ve İsrail. 7) Sovyetlerdeki Atom silahları ve teknolojisinin üçüncü dünyanın eline geçmesine karşı Birleşmiş milletlerde yapılanlar. Bu tıpkı Amerikan Kovboy filimlerinde Yerlilere silah satmanın bağışlanmaz bir suç olması gibi ya da Afrika'nın yerlilerine siz ok yay taşıyabilirsiniz ama ateşli silah kullanamazsınız denmesi gibidir. 8) İslama karşı yürütülen propaganda. İslam batı uygarlığını reddediyor. Ona karşı müthiş bir propaganda var. Kızım olmadan asla. 9) İDEOLOJİ: Avrupalılık ideolojisi. Orta Avrupa Aydınları. 68 sonrası değişim. Yapısalcılık. Son körfez savaşı. Avrupa üzerine yazanların (keza barış hareketinin etkili kimseleri idiler, Atlantık-Urallar) birden savaşçı ve demokrasi havarısı kasilmeleri. Lettre International. (Hans Magnus Ebenzeger) 10) Yahudilerin Durumu. İsraile atılan bombalar aslında motif olarak anti semitizm kullanılsa da daha ziyade beyaz adama ulaşan bombalardı. Kuşlar ve Rehineler. 11) ROMA KULÜBÜ RAPORU: Sırf göçmen sorunuyla ilgili. Aşırı nüfus. Aslında aşırı nüfus burada var ama beyaz adam aşırı olmuyor hiç. Böylece üçüncü dünyanın halklarının imhasının teorisi de yapılıyor.
D. EĞİLİMİN PROGRAMATİK ve STRATEJİK SONUÇLARI: Beyaz İşçi nesnel olarak IRKÇI olmak zorunda: Tipik örnekler: Yabancılar işini elinden alıyor mu? Almıyor çünkü zaten kötü işte çalışıyor. Yabancılar akın akın gelecek. Hayır gelmeyecek. Ya gelirse.
84
Avrupalı işçinin hakları için mücadelesinin bugünkü anlamı. Bugün artık daha iyi haklar dünya işçilerini birleştirici değil bölücü bir fonksiyon görüyor. Turuzm ve Araba örneği. Avrupa'da bir devrim olabilir ama bu planlı ekonomiye ve işçilerin iktudarına dayanan ırkçı bir sosyalizmden başka bir şey üretemez. Üretebilmesi için bu günkü medeniyet modelini reddetmesi gerekir. Eşitsiz değişimi reddetmesi gerekir. Daha fakir olmayı kabul etmesi gerekir. Bu yönde hiç bir eğilim görülmüyor. O tıpkı Güney Afrika'nın beyaz işçisi gibi kendi egemeniyle kader birliği etmiş durumda. Avrupa veya ülke çapında devrimci politika yapmak olanaksızdır. Dünyanın siyahları ve bunun içinde de Siyah işçi sınıfı bu mücadeleyi yürütebilir. Ancak eski programını değiştirmek zorundadır. Batı uygarlığını hedef alamaz. Bunu yapmazsa ne devrim başarabilir. ne siyahları birleştirebilir. Ne ezenleri bölebilir. Ne de insanlığı ve kendisini kurtarabilir. Aslında kapitalizm tam da teknik üstünlüğüyle tarihsel bir zafer kazardığı anda gerçek çürümesine ulaşmış bulunuyor. Milliyetçiliğin ve dinin en yükseldiği anda gerçekte bunların ömrü bitmiş ve gerçek bir enternasyonale duyulan ihtiyaç hiç bir zaman bu günkü kadar yakıcı değil. Milliyetçilik imtiyazlılar arasına katılmak bile istemese. Ulusal temelde bir devrim yenilgiye mahkum. Ulaşamaz ilerilerin düzeyine. Din ise zaten bölüyor. Ama islamiyetin yükselişinin anlamı doğru değerlendirilmeli. Bu geçici bir olgu değil. Büyük bir ihtimalle Asya'nın yoksul siyahlarının batı uygarlığından dışlanmaya karşı tepkisinin bayrağı olacak bir süre. İslamiyet biz marksistlerdin bir adım ilerde. Onlar medeniyet eleştirisi yapıyor. Bunu yüzeysel olarak değerlendirenler bizzat bu phoblematiğin kendisinin netameli olduğu gibi bir sonuç çıkarıyorlar. Biz islamiyeti bu eleştirisinden dolayı değil. Eleştirisinin radikal olmadğı, aslında gizli biçimde Batı uygarlığının aynadaki aksi olduğu noktasından eleştirmeliyiz. Bu eleştirinin unsurları Marksist. Anarşist. Ütopik sosyalist geleneklerde. Yeni sosyal hareketlerde. Marksist geleneğin günlük hayatın eleştirisi ve Frankfurt okulu gibi alanlarında. Hatta yapısalı analizlerde bulunabilir. Klasik biçimiyle Marksizm kendi yöntemsel zaaflarından değil, Avrupa'lı Beyaz ve Erkek bir harekete bağlı olmanın. Dünyayı pratik olarak sonsuz kabul etmenin zaaflarını taşımıştır. Bu zaaflar şimdiye kadarki dönemde göze batıcı değildi ve 70'lere kadar da programatik ve politik ihtiyaçlara cevap veriyordu. Bu nedenle Tarihsel Maddecilik genellikle aslında tammamlanmamış bir eser olan kapitalin problematikleriyle sınırladı kendini, Neydi bunlar? 1) Saf kapitalizm. Fizikte deney ve soyutlama. Gerçek kapitazmde eklemlenme. Bu iki örnekle anılabilir: a) Sermaye ırk ve cinsler karşısında nötrdür. Ama gerçekte değildir,
85
b) Yeryüzü sınırsız kabul edilmiştir, tahlilimizi bu yönde geliştirmek gerekiyor, Rant teorisi sınırlı bir yeryüzünde ne olur? Sermaye nasıl oluyor da eklemleniyor. c) Marksta metodolojik ipuçları var. Rant teorisi. İrlanda. Kadın ve Engels. 2) Ekonomi Politik sosyolojinin yerini almamalı. Kullanım değeri ve somut emek toplumsal analizin bir parçası olmalı, Araçlar tarafsız değillerdir. Dil bile tarafsız değil. 3) Çeşitli paradigmaların (İşçi hareketi, Kadın, Ekoloji, Ulus, Ezilen Irk) bir tek kavram sistemi içinde birleştirilmesi gereği. Ancak böyle bir teorik temelde yeni bir uygarlık programatize edilebilir. İslamlık gibi sözde kurtuluş ideolojileri yenilgiye uğratılabilir ve bütün ezilenleri ve ezenlerin de ezilenlerini de birleştirecek bir program oluşturulabilir,
E. BAZI KAVRAMLAR: Üçüncü Dünyacılık değil. Ona benzer yanları var ama değil. Birincisi artık üç dünya yok. Üçüncü dünyacılık Batı'nın sömürüsüne ve baskısına karşı kalkınabilmek içindi. Bu artık bugün mümkün değil. Biçimsel olarak batıdan bağımsızlık ama aynı uygarlık düzeyine ulaşma çabasıydı. Bugünkü onu reddetmek zorundadır. Ona karşı alternatif sunmak zorundadır. Üçüncü dünyacılık eleştirisini kapitalist sömürü mekanizmalarıyla sınırladı. Biz bunla yetinemeyiz. Kapitalist uygarlığı eleştirmek sorundayız, Üçüncü Dünyacılık hep ulusal temelde kaldı. Enternasyonal olmak zorundadır. Kuzey ve Güney de değil. bizler kuzeyldeyiz. Bu nedenle en azından daha uygunu çıkıncaya kadar Siyah- beyaz kavramlarını kullanmak gerekiyor. Bunlar politik kavramlardır. Bizler beyazız ama dünyanın siyahlarına dahiliz.
F. GÖÇMEN HAREKETİ BAKIMINDAN SONUÇLAR Şimdiya kadar kendimizi Avrupa'nın en haklardan yoksun insanları olarak görüyorduk. Artık siyahların en imtiyazlı bölüklerinden biri olarak görmemiz gerekiyor. Eskiden eşit haklar idi programımız. Artık bu program bile gericidir. İmtiyazları yok etmeye değil imtiyazlıların arasına katılmaya yöneliktir. Avrupa'ya yabancı gelmesine en çok karşı çıkanlardan biri de bizzat yabancıların kendileridir. Yani bir parça imtiyazlarını korumaktan yanadırlar. Gelenin esas olarak kendine rekabet edeceği için daha da militandir. Buna karşı bütün dünya siyahlarının talebini yükseltmek gerekir. Bu lonca ya da korporatist eğilime taviz verilmemeli. Yeryüzünde işgücünün serbest dolaşımı. Yani sınırsız bir dünya hedefimiz olmalı.
86
Elbet bu dediklerim programatik ve stratejiktir. Taktik ve örgütsel düzey ayrıdır. Yığınlar ancak doğrudan talepleriyle harekete geçip onların sınırlarını görebilirler. Bunun için taktik düzeyde prensip olarak yığınların hareketlenmesine ve kendi öz güçlerini oluşturmasına hizmet eden her talep desteklenmelidir. Ama bu talepleri atarkan bile sesimizi duyurmak istediğimiz kesim beyazlar değil, dünyanın siyahları olmalıdır. O halde bu toplantının başlığını şöyle koymak gerekirde. Siyah hareketinin perspektif ve sorunları. Ama bunu da bilelim. Bu hareketi oluşturmak önümüzdeki onlarca yılı alacak. Doğu Avrupa'daki çöküş eşitlikçi bir toplum idealini büyük erezyona uğrattı. Marksizm gibi yöntem ve ideolojilerin prestiji kalmadı. Epiküryen bir ahlak yerleşiyor. Buna rağmen yapacak bir şey yok. Unutmayalım siyahların hareketinde onların kendi çıkarlarının ötesine gidebilen azınlıkları daima öncü bir rol oynamışlardır. Çürüyüp gitmek istemeyen bizim gibi ilticacılar için bu hayatımıza anlam verecek bir çaba da olabilir.
87
SİYAH GÖZÜYLE Niye bu başlık altında yazacağız? Irkçı baskının en dayanılmaz acılarını çekenler siyahlar oldular. Bu nedenle de ırkçılığa karşı hareket denince akla siyahlar gelir. Afrika'dan Amerika'ya köle olarak götürülen siyahlar başından itibaren köleleştirilmelerine karşı akla hayale gelmiyecek direniş biçimleri gösterdiler: intihar ettiler; kaçmaya çalıştılar; beyaz efendilerini öldürdüler; aynı kölelik cehanneminde yaşamasın diye çocuk doğurmamaya çalıştılar; Afrika'daki geleneklerinden kaynaklanan, hala korku filimlerine tükenmez malzeme kaynağı olan voodo gibi gizli dinler ve tarikatler örgütlediler. Ama bütün bunlar yığınsal bir politik hareket oluşturmaya yetmedi. Böyle bir hareket ilk kez 50'li ve 60'lı yıllarda ABD'de ortaya çıktı. Nasıl kadınların ezilmesine karşı ilk hareketler kadınları ezen erkekleri örnek alıp kadının özgürlüğünü erkeklerin dünyasına katılımı sağlayacak tedbir ve taleplerde aradılarsa ve adeta kadınlıklarından utandılarsa; siyahlar da ilk başlarda beyaz adamın standartlarına ulaşmaya çalıştılar ve siyahlıklarından utandılar. Kadınlar gibi siyahlar da tarihsel tecrübeleriyle ve güçlerinin giderek bilincine varmalarıyla kendilerini ezenlere benzemeye çalışmanın bir çıkış yolu olmadığını; hareketlerinin başka bir değerler sistemi getirmesi gerektiğini gördüler. Bir toplumsal hareketin oluşumu ve pişmesiyle birlikte bu köle ruhundan kurtulup "Siyah Güzeldir" dediler. Aynı zamanda kendilerine "Zenci" (neger) denilmesine de karşı çıkıp kendilerini "Siyah" olarak tanımladılar. O zamandan bu zamana ABD'deki siyahların durumunda, küçük bir orta sınıfın oluşması dışında, büyük bir değişiklik olmadı. Eski biçimiyle ırkçılık sürmeye devam ediyor. Fakat artık küçük fanatik ırkçı gruplar dışında, artık kimse, kimi ırkların aşağı olduğunu açıktan savunamıyor. Savunamıyor ama ırkçılık yok olmadı; sadece biçim değiştirdi. Dün, ırkçılık açıktan kimi fiziksel özelliklere dayanarak kimi ırkların aşağı olduğu fikrine dayanıyordu. Bugün ise ırkçılık kültüre ve milliyetlere; kağıt parçalarına dayanıyor. Örneğin bir Alman pasaportunuz ya da sizin Alman olduğunuzu kanıtlayacak bir hüviyetiniz yok ise hiç bir hakkı olmayan bir köleden başka bir şey değilsinizdir. Eski ırkçılık bir bakıma kendi içinde daha tutarlıymış. Bugünkü ırkçılık ise hem "bütün insanlar eşittir" diyor; hem de belli bazı kağıt parçalarına sahip olmayan ya da başka bir kültür ve değerler sistemi olan insanları her türlü haktan mahrum edip eziyor ve sömürüyor. Bu, iç tutarlılığı daha az, ama görünmesi, anlaşılması; ırkçılık olduğunun kavranması daha zor bir ırkçılık. Çünkü bu ırkçı baskıya uğrayanlar da o kağıt parçalarına aynı değeri veriyorlar. O kağıt parçaları ise beli toplumsal ilişkileri ifade ediyor. Yani bir devletin yurttaşı olmak; bir ülkenin vatandaşı olmak gibi.
88
Fransız devrimini yapanlar birbirini "yurttaş" diye çağırıyorlardı. O zamanlar yığınla küçük derebeyliğin bulunduğu ve derebeylerin baskısının ezilenleri bunalttığı bir Avrupa'da "yurttaş" olabilmenin insanlığın hayrına bir yanı vardı belki. Þimdi ise, sermayenin, zengin ulusların yuttaşlarının dünyanın bir yerinden diğerine hiç bir engelle karşılaşmadan gittiği; fakat "yeryüzünün lanetlileri"nin; yani şu "Üçüncü Dünya"lılar ve onların zengin ülkelerin pis işlerini yapan uzantılarının "Berlin Duvarı"ndan daha etkili ve korkunç mekanizmalarla "Üçüncü Dünya" denen "Bantustan"a hapsedildikleri bugünkü dünyada "yurttaş" sadece ırkçılığın bir aracı olabilir. Biz Avrupa'daki göçmen azınlıklar bu tür yeni, anlaşılması daha zor ve daha sinsi bir ırkçılığı doğrudan ve ilk kez yaşayanlarız. Bunu bugün belki sadece biz etimizde kemiğimizde hissedip kavrıyabiliyoruz, ama yakın gelecekte gelişmiş ülkelerin yurttaşı olmayan bütün yoksul insanlık kavrayacaktır. İşte bu ırkçı baskıya maruz kalanlar ve direnenler, derisi ne renk olursa olsun, eski biçimiyle ırkçılığa en fazla maruz kalmış ve ona karşı en büyük direnişleri göstermiş siyah hareketiyle benzerliğini vurgulamak ve bu geleneğin devamı olduğunu belirtmek için kendilerine "Siyah" diyorlar. Bu bağlamda "Siyah" Politik Bir Kavram olarak kullanılmaktadır. Buna karşılık "Beyaz" da ırkçı baskıyı uygulayanları tanımlamakta kullanılmaktadır. Örneğin bir Japon "sarı ırk"tan sayılmasına rağmen, artık "beyaz"dır. Japonya'da hiç bir hakkı olmadan göçmen işçi olarak çalışan Koreli ise, o da "sarı ırk"tan olmasına rağmen "Siyah"tır. Avrupa'daki Türk veya Kürt "beyaz ırk"tan sayılırlar ama artık "Siyah"tırlar. Biz, İngilteredeki anti-ırkçı mücadeleden kaynaklanan bu kavramları; politik anlamıyla siyah ve beyaz kavramlarını benimsiyoruz ve hepimizin benimsemesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü bu kavramları kullanarak hem dünyanın bütün ezilen "ırk" ve uluslarıyla kendimizi bir gördüğümüzü; onların bir parçası olarak kabul ettiğimizi; onlarla kader ortaklığı içinde bulunduğumuzu; kısaca yerimizi net olarak tanımlamış oluyoruz; hem de şu "Beyaz Adam"ın konumuna ya da hedeflerine ulaşmak gibi bir hedefimiz olmadığını ve olmaması gerektiğini; başka bir değerler sistemine dayanan başka bir ideal için mücadele etmemiz gerektiğini; tıpkı "siyah güzeldir" diyen öncülerimizin bununla beyez adama benzemek istemediklerini vurguladıkları gibi, biz de, özel olarak "Avrupalı" olmak istemediğimizi ama ona karşı direneceğimizi; Avrupalı'nın imtiyazlarına sahip olup dünyanın beyazları arasına katılmak değil, diğer siyahlarla birlikte yeryüzünden beyazlığı kaldırmaktan yana olduğumuzu; yani hedefimizi kısmen de olsa vurgulamış oluyoruz. Bu nedenle bu köşenin başlığı "Siyah gözüyle". Ve orada her şey Beyaz'a karşı olacaktır. Demir Küçükaydın 2.11.1992
89
Bir Beyaz Dosta Cevap Eleştirmenlerim bütün beyaz eleştirmenler gibi İşçi Sınıfı'nı esas olarak gelişmiş ülkelerin beyaz işçilerinden ibaret görüyorlar. Bunu açık ifade etmeseler de bütün argümanlarında gizli olarak bu kavrayış vardır. Ne var ki, biz yine Marksizmden biliyoruz ki, işçi sınıfı monolitik bir sınıf değildir. Kapitalizm sadece işçi sınıfını birleştirici eğilimler değil aynı zamanda sürekli değişen bölücü eğilimleri de içinde taşır. E. Mandel bir yerde, işçi sınıfı içindeki bürokrasi tabakası kavranmadan modern tarihin, diğer bir deyişle sosyal-demokrasi ve stalinizmin kavranamayacağını söyler. Biz burada bir adım daha atıyoruz ve diyoruz ki: önümüzdeki tarihsel dönemde Dünya İşçi Sınıfı'nın Siyah ve Beyaz olarak bölünmesi anlaşılmadan hiç bir gelişme açıklanamaz. Açıklama çabaları da ya olaylarla çelişecek ya da yüzeysel değerlendirmelerle malul olacaktır. Hemen bir örnek verelim: Eleştirmenlerimiz beyaz işçiler arasında ırkçılığın güçlü olduğunu kabul ediyorlar. Ama bu olguyu açıklarken ya burjuvazinin manüplasyonlarını neden olarak gösteriyorlar ya da krizi. Burada da Kriz yine euro-sentrik ya da beyaz işçi açısından bir krizdir. Biz dünyanın siyahları, beyaz işçilerin ırkçı olmaması için kriz olmayan günleri mi bekleyeceğiz? Diğer yandan dünyanın siyahları için zaten sürekli kriz var. 1930'lardaki faşizm ile bugünün ırkçılığı aynı olay değildir. Görünüşteki benzerlikler bizleri aldatmamalıdır. 1930'larda da kriz vardı, o zaman da avrupalı işçiler bu krizden en çok etkileniyorlardı. Peki o zaman niçin ırkçılığa yönelmiyorlardı da bugün yöneliyorlar? 1930'ların faşist ırkçılığı işçileri anti-semitizme çağırırken "yahudi sermayesi"nden hareketle çağırıyordu. Bu günkü ırkçılık, beyaz işçiyi doğrudan siyaha işçiye ve işsize karşı çağırıyor. Ve beyaz işçiler bu çağrıya uyuyor. Çünkü onlar en kötü kriz koşullarında bile Dünya İşçi Sınıfı'nın imtiyazlı beyaz işçiler zümresini teşkil ediyorlar ve siyah karşısındaki bu imtiyazlarından zerrece fedakarlık etmek istemiyorlar. Faşizm tehlikesinden söz ediliyor. Beyaz işçi açısından baktığımızda böyle bir tehlike yoktur. Hiç bir ırkçı hareket beyaz işçi örgütlerine saldırmıyor. Var olan beyaz işçi örgütleri zaten yeterince ırkçı. Hiç bir beyaz işçi örgütü, İkinci Enternasyonalin bile savunduğu "işgücünün dünyada serbest dolaşımı" (yani fiilen sınırların kalkması) ilkesini savunmuyor. Bizzat bunu savunmamak, beyaz işçinin imtiyazlarını savunmak, yani ırkçılığın ta kendisi değil midir? Beyaz işçi hareketinde yer alan en radikal, en sosyalist akımlar bile, beyaz işçilere ırkçı olmamaları için argümanlar getirirken, "siyahlar (ya da göçmenler) zaten kalifikasyon yoksunluğu nedeniyle size rakip değil, işinizi elinizden almıyor" diyerek, belki farkına bile 90
varmadan en incesinden ırkçılık yapıyorlar. Hangi radikal sol grup beyaz işçiye "evet, siyahlar işini elinden alabilir. Tam da bu nedenle ve bunun için gelmeleri gerekir" diyebilir. Diyemez. Dese de bir tek bile beyaz işçiyi kazanamaz. Ama beyazı kazanamayan bu argüman siyahı kazanır. Faşizm tehlikesi, eğer apartheid anlamında kullanılıyorsa. Bu sistem bugünün dünyasında zaten var ve sağlamlaştırılıyor. "Faşizm Tehlikesi" kavramı, varolan ve pekiştirilen dünya çapındaki apartheid'i gizlemeye yarayan bir "beyaz işçi" kavramıdır. Ortada tehlike'den öte gerçek bir ırk ayrımı var. Dünyanın bugün içine girdiği yeni düzeni anlayabilmek için en iyi örneği bize Güney Afrika sunar. Dünya koca bir Güney Afrika olarak düşünülmelidir. Bütün "Üçüncü Dünya" denen ikinci dünya koca bir bantustan olarak çitler içine hapsediliyor. Bu hapsediş, Avrupa ve Amerika'nın etrafına duvarlar örülmesi olarak ifade ediliyor. Aslında İkinci Dünya'nın etrafına duvarlar örülüyor. Oraya siyahlar hapsedilip bu koca konsantrasyon kampında, rezervuarda kaderleriyle baş başa bırakılıyorlar. Ama bu böyle de gitmeyecek, yakın gelecekte, siyahları beyaz ülkelerinin duvarları dibinde vurmaktansa bulundukları yerde, "nüfus fazlası" diyerek, "ekolojik dengeyi bozuyorlar" diyerek yok edecekler. Tıpkı eski ıspartalıların fazla kölelerini kılıçtan geçirdikleri gibi kılıçtan geçirecekler. İhtiyaç olarak getirilmiş göçmen işçiler ise, daha şimdiden Township'lerde toplanmış sayılabilir. Güney Afrika'nın Beyaz İşçisi, Siyahlar için kılını kıpırdattı mı? Hayır. En ırkçı tavrı onlar aldı. Avrupa, ABD ve Japonya'nın beyaz işçisi de aynı şekilde davranıyor ve nesnel olarak öyle davranmak zorunda. Bugün bu sistemin doğuş aşamasında bulunduğumuzdan geçmişin hala yaşayan gelenekleri bu eğilimin netçe görülmesini engelliyor. Almanya'nın birleşmesi ve ortaya çıkardığı sorunlar da bugünkü durumu kavramak için bir ipucu verebilir. İki Almanya'nın birleşmesinden sonra, Doğu'nun yeniden inşası için Batı Alman işçi sınıfı yarı gönüllü de olsa en az on yıl gelirinde bir yükseliş olmamasını, hatta düşmeyi kabul etti. DDR'lilerin duvarı yıkışı ve Arnavutların ya da Romen çingenelerinin Batı'ya akışı aynı nedenleydi. Batı'nın refahından bir parça olsun koparmak, yoksulluktan kurtulmak. Buna sadece Beyaz Doğu Almanlar layık görüldü. Diğerleri şiddetle püskürtüldü. Bu ırkçılık değilmi? Hangi beyaz işçi örgütü Doğu-Batı Almanya'nın yaptığını bütün dünya çapında yapalım. 10 yıl bugünkünün yarı refahı düzeyinde yaşamayı kabullenelim dedi? Bırakalım Kitlesel işçi örgütlerini. Hangi beyaz radikal örgüt böyle bir programı savundu. Savunsa, ahlaki nedenler dışında bir tek beyaz işçiyi kazanabilir mi? Peki biz ne diyoruz? Biz Avrupa'daki göçmenlere diyoruz ki: Dünya koca bir Güney Afrika'ya dönüşüyor. Yeryüzü ölçüsünde bir apartheid sistemi oluşuyor. Bizler, Avrupa'daki siyahlar, Avrupa'nın en az hakka sahip insanları değil; dünya siyahlarının en imtiyazlı kesimiyiz. Beyaz adamla aynı imtiyazlara sahip olmak için değil, bu imtiyazları yok etmek, yeryüzünden beyazlığı ortadan kaldırmak için savaşmalıyız. Kendimizi dünya siyahlarının bir
91
parçası olarak görmeliyiz. Bizim programımız beyaz adamın refah ve uygarlığına ulaşmak da olamaz. Eğer biz dünyanın siyahları beyaz adam kadar çöp üretir ve enerji tüketirsek yeryüzünde yaşamak olanaksızlaşır. Onun için biz, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamayı ilk hedef olarak alan, manevi bir refahı hedefleyen bir dünya uygarlığını programlaştırmalıyız. Bu program ve stratejiyi dünyanın siyah işçileri benimseyebilir. Siyah burjuvazi elbet buna karşı çıkacaktır. Beyaz işçiler bunu kabul ederlerse ne ala. Ama hiç de kabul etmeyecekleri çok açık. Bu durumda kim işçileri bölüyor? İşçi Sınıfı kavramını sırf beyaz işçiyle sınırlayan, beyaz işçinin zümre çıkarlarını, dünya siyah işçilerinin önünde tutan, beyaz işçilere dünya siyahlarıyla kader birliği yapma çağrısından kaçan ve siyahları işçi sınıfını bölmekle suçlayan beyaz eleştirmenlerimiz mi? Birleşik Cephe mi diyorsunuz? Ey dünyanın beyaz işçileri, bugünkü hayat seviyenizin yarısında yaşamayı on yıl için kabul edin. Korkmayın açlıktan falan ölmezsiniz. Biz bunun yüzde biriyle bile yaşayabiliyoruz. Bu fonları dünyanın siyahlarının hayat seviyesini yükseltmek için kullanmak üzere burjuvazinize baskı yapın. Şu hudutları kaldırın. İşgücünün serbest dolaşımını isteyin tüm dünyada. Eğer ırkçı değilseniz, bizim Doğu Almanlardan ya da Avrupa Toplululuğuna kabul edilen zengin uluslardan bir farkımız yok. Biz de insanız. Biz onlar gibi sizin refah düzeyinize de ulaşmayı istemiyoruz. Daha azına da razıyız. Bizler bu birleşik cephe programı için şimdiden ayaklarımızla oy veriyoruz. "Ekonomik İlticacılar" olarak her gün binlerce kapılarınıza yığılıyoruz. İşte Beyaz İşçilere Birleşik Cephe Programı. Buyrun Kuralım. Var mısınız? Yoksunuz. Olamazsınız. Çünkü dünya tarihinde hiç bir imtiyazlı zümre ya da sınıf imtiyazlarından kendi gönül rızasıyla vaz geçmemiştir ve geçmeyecektir. Beyaz işçiler sermayenin saldırıları karşısında sovyetlere dayanan planlı ekonomiler de kurabilirler. Ama refah ve imtiyazlarından vaz geçmeyi kabul etmedikleri sürece bunlar Platon'un Devlet'i benzeri Irkçı Sosyalizmler olmaktan öteye gidemezler. Ne yazık ki Tarih bu olasılığı bile ortaya koymaktadır. Bu yeni tarihsel dönemi anlamak, yeryüzünden imtiyazları kaldıracak, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum kurmak için eski klasik kavramlar yetmez. Ve bizim bütün tezlerimiz de yeni gerçekliği anlamak için bir tez, bir çaba olmaktan başka bir şey değildir. Bu yazı da Beyaz adamı ikna için belki son çabamız olacaktır. Beyaz adamı ikna etmek için harcayacak zaman ve enerjimiz yok. Bizim işimiz beyazları ikna değil, beyazlığı imhadır. Demir Küçükaydın - 1.12.1992
92
Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" sayfasıyla ilgili öneriler 24 Ekim 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesinde sekizinci sayfanın "Avrupa"ya ayrıldığı görülüyor. Aynı sayfada bu yeni girişimi açıklayan Hüseyin Akyol'un "Merhaba" başlıklı kısa sunuş yazısı da var. Ancak 25 Ekim 1992 tarihli sayıda ise sayfanın başlığı "Avrupa" değil, "Radyo - Televizyon". Bir davranış sürçmesi olsa gerek. Başlangıç için pek önemli sayılmayabilir. Ancak bu vesileyle "Avrupa" sayfasıyla ilgili önerilerimi sizlere iletmek isterim. Diğer gazetelerin (Hürriyet, Milliyet vs.) Avrupa baskıları var. Bu baskılar Türkiye'dekilerden özellikle Avrupa'ya ilişkin haberleri bakımından ayrılıyor. Bu o gazetelerin anlayışının normal sonucu. Özgür Gündem bu gazetelerden öncelikle iki bakımdan ayrılmalıdır: 1. Buradaki Türkler, Kürtler ve diğer Türkiye'liler "Gurbetçi"ler, "Yurt Dışındaki Vatandaşlar / İşçiler" olarak değil; eğer deyim yerindeyse "Avrupa'daki Türkiye'li Göçmen Azınlıklar" olarak ele alınmalı. Sorun basit bir adlandırma sorunu değildir; olaya bakışla ilgilidir. Örneğin Türk Devleti Avrupa'daki Türkiye'lileri "Gurbetçi" olarak ele almakta ve onları dış politikasının basit bir aracı olarak kullanmaya çalışmakta ve kullanmaktadır. Ama daha kötüsü Türk ve Kürt sol hareketlerininin de olaya aynı anlayışla yaklaşması, buradaki insanları sadece oradaki mücadelenin maddi ve manevi destekçileri olarak görmeleridir. Bu yaklaşım Avrupa'daki Türkiye'li Göçmen Azınlıkların buradaki korkunç durumlarına karşı mücadeleye girmesini; bir toplumsal hareket oluşturmasını (örneğin Siyahların Amerika'da 50'li ve 60'lı yıllarda yükselen medeni haklar hareketi gibi bir hareket) engellemektedir. Avrupa'daki göçmen azınlıklar yeni bir öznedir. Er veya geç Avrupa'da bir güç olarak ortaya çıkacaktır. Gerek Avrupa Devletlerinin gerekse T.C.'nin bütün çabası bunu engellemeye yöneliktir. Türk basınının bütün Avrupa sayfaları veya baskıları bu amaca yöneliktir. Özgür Gündem onlardan bu bakımdan ayrılmalı böyle bir hareketin oluşmasına hizmet etmelidir. Bu Avrupa'da politika yapmak; Avrupa politikası yapmak demektir. Bu politikanın öznesi ve muhatabı Türkiye'li Göçmen Azınlık olmalıdır. Sorunu biraz aşırı çekiştirerek somutlamaya çalışayım. "Avrupa" sayfasında iki gün arka arkaya "Kürtler Avrupa'da 37 bölgede seçime gidiyor" ve "Avrupa'da Ulusal Meclis Sevinci" başlıklı iki büyük haber yorum var. Aslında bunlar "Avrupa" sayfasına değil Türkiye ya da Kürtlerle ilgili sayfalara girmesi gerekir. Bu olay elbet bir Avrupa sayfasında da yer alabilir ama olaya Avrupa'daki göçmen azınlıkların sorunları açısından yaklaşılırsa haberin veriliş biçiminin kökten değişmesi gerekir. Örneğin denilebilir ki: "T.C. hala Avrupa'daki "Gurbetçiler"e oy hakkını vermesin Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi Avrupa'daki Kürtlere sadece oy hakkı değil 500 üyeli Ulusal Mecliste 10 üyelik kontenjan tanıyor." 93
(Bu yaklaşım sadece Buradaki güçmen azınlık açısından değil, Türkiye'deki Demokratik mücadele açısından da önemlidir. Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 10 üye Avrupa'daki Türkiye'lilerce seçiliyor!) Ya da Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin Avrupa'daki Kürt göçmen azınlığın buradaki mücadelesiyle ilişki ve çelişkileri ele alınabilir. Çünkü bu ikisi arasında bir çelişki olduğu kanısı çok yaygındır. 2. Elbet Avrupa'da Göçmen Azınlıkların henüz doğuş halinde de olsa örgütlülükleri ve hareketlilikleri var. Ancak göçmen azınlıklar da kendi içinde sınıflardan oluştuğundan bu sınıfların eğilimleri de var. Bütün diğer gazetelerin "Avrupa" baskıları bunlar içindeki en tutucu, en köle, biraz da Sosyal Demokrat eğilimlerin ve örgütlerin propagandalarını yapıyorlar; sadece onlarla ilgili haberleri veriyorlar. Özgür gündem onların susuşa getirdiğinin kürsüsü olabilir. Yani göçmen azınlıklar hareketi içinde demokrat ve radikal bir eğilimi ifade etmelidir. 3. Bütün diğer basında Avrupa baskıları ayrı. Özgür Gündem aynı duruma düşmemelidir. Yani Avrupa bölümü sırf Avrupa baskısı için olmamalı, aynen Türkiye baskısında da yer almalı. Böylece gizli paternalizme son verilmeli. Avrupa'daki Göçmen Azınlıkların Türkiye ve Kürdistan haberleri okuması nasıl normal karşılanıyor ise Türkiye'dekilerin de Avrupa'daki göçmen azınlıkların haberlerini ve mücadelelerini okuması normal karşılanmalı. Türkiye'deki insanların da bizlerin buradaki mücadelelerinden öğrenecekleri vardır. Bu üç nokta diğer basından ayrı; Özgür Gündem'in yapmaya çalıştığı gazeteciliğe uygun bir Avrupa sayfası için olmazsa olmaz ilkelerdir. Akıl vermek kolay. Peki pratik olarak ne yapılabilir? Aslında Ertuğrul Kürkçü Hamburg'a bir konferans için geldiğinde Özgür Gündem'in Avrupa'da epey okunduğundan; Avrupa'daki Türkiye'li göçmen azınlıkların radikal ve demokrat bir sesi de olması gerektiğinden; bu konuda yardımcı olabileceğimizden söz etmiştik. O da böyle bir Avrupa Sayfası projesi olduğundan söz etmişti. Anlaşılan bu sayfalar o projenin hayata geçirilmesi. Ancak bu güne kadar kimse bizimle temas kurmadığından önerimizin bilinmediğini varsayıyorum. Ben kişi olarak haftada birkaç kere Avrupa'daki göçmen Azınlıkların bakış açısından yorumlar ya da makaleler yazabilirim. Ayrıca biraz uzun aralıklarla da olsa incelemeler yazabilirim. Henüz kimseyle konuşmadım ama böyle bir sayfanın hazırlanmasına katkıda bulunabilecek birçok arkadaş olacağını düşünüyorum. Örneğin yine Hamburg'tan Selçuk Eralp şimdiden katkıda bulunmaya başlamış ve "Geciktirilmemesi Geereken Bir Tartışma: Rostok Olayı" başlıklı bir yazısı yayınlanmış. Yardımda bulunabilcek arkadaşların bir çoğu bilgisayarın yabancısı değildir. Yazıların seri olarak iletilmesi için fax'ın yanı sıra modem'den de yararlanılabilir. Tabii kimi teknik
94
sorunları (kaç bautluk olduğu; türkçe karakterlerin ASCII içindeki yerleri gibi) çözmek şartıyla. Eğer konsept ve öneriler ilginizi çekiyorsa Özgür Gündem'den bir sorumlunun buraya gelmesi ve konuşulması en iyisidir. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Demir Küçükaydın
95
Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni On dokuzuncu Yüzyılda burjuvazi, proletarya, küçük burjuvazi gibi temel toplumsal sınıf ve tabakaları ifade eden birkaç kavramla o zamanların modern dünyasının -ki bu dünya Batı Avrupa ve ABD ile sınırlıydı- bütün önemli toplumsal ve politik gelişmelerini anlamak mümkündü. Yirminci yüzyılın tarihini ise sadece bu klasik temel sınıfları ifade eden kavramlarla anlamak olanaksızdır. En azından 1990'lara kadar olan dönemi anlamak için özellikle İşçi Sınıfı içindeki bürokratik tabakaları ifade eden kavramlara ihtiyaç vardır. Bir "sendika bürokrasisi" ve bir "devlet bürokrasisi" kavramları olmadan, bu dönemin büyük politik güçleri olan "Sosyalist Ülkeler"i, Komünist ve Sosyal-Demokrat partileri, dolayısıyla bunların politikalarını anlamak ve gerçekten ezilenlerden yana bir politika üretmek olanaksızdır. Duvarın yıkılmasından beri içine girilen yeni dönemde, önceki dönemin kavramlarıyla bugünkü dünyayı anlamaya kalkmak, 19. yüzyılın kavramlarıyla 20. yüzyılı açıklamaya benzer. Günümüz dünyasını anlamak için yeni kavramlara ihtiyaç vardır, çünkü ortada yepyeni ve bambaşka bir bölünme var ve dolayısıyla güçlerin yepyeni bir ilişkisi ve konumlanışı. *** Birçok solcu "Yeni Dünya Düzeni" kavramını Bush'un ona yüklediği politik, güç dengelerinin değişmesi anlamıyla alıp, aslında "Yeni Dünya Düzeni" denilenin, Ekim Devrimi öncesi dönemin, emperyalizmin hiçbir karşı güç olmadan her türlü cinayeti işlediği dönemin, ikinci bir baskısı olduğunu ifade edebilmek için, deyimi bütünüye ya da "yeni" sıfatını tırnak içine alıp öyle kullanıyor. Elbet "Yeni Dünya Düzeni" denilenin böyle bir yanı var. Ama o yeni düzen sadece güç dengelerinin değişmesinden öte, güçlerin konumlarında köklü bir değişikliği de ifade ediyor. Yani "Yeni Dünya Düzeni" sadece politik değişmeleri değil sosyolojik değişmeleri de içeren, sosyolojik bir kavram olarak ele alınmalıdır. Yeni olan sadece politik boyutta, yani güç dengelerinin değişmesi boyutunda olsaydı, yeni dönemi eski kavramlarla açıklamak mümkün olabilirdi, ama yeni olanın sosyolojik bir boyutu, yani toplumsal yapıya; güçlerin yapısı ve konumlanışına ilişkin bir boyutu vardır ve bu nedenle de yeni kavramlara ihtiyaç duyurur. Bu köklü değişikliği ifade etmek, "Yeni Dünya Düzeni"nin özgül yanını vurgulayabilmek için, biz "Dünya Ölçeğinde Apartheid" kavramını kullanıyoruz. Bunu seçmemizin bir nedeni de, Güney Afrika'nın Yeni Dünya Düzeninin ne mene bir şey olduğunu kavramak için çok ilginç, uyarıcı bir analoji sunması ve eski kavramların işe yaramazlığını göstermesidir. *** Yeni Dünya Düzeni, Ekim Devrimi öncesinin ikinci bir versiyonu değildir. Ekim Devrimi öncesinde Dünya İşçi Sınıfı hemen hemen sadece ABD, Avrupa ve Japonya ile sınırlıydı. O
96
dönemin sadece ileri ülkelerde toplanmış bu işçi sınıfı toplumsal konumu ve politikalarıyla dünyadaki temel devrimci gücü oluşturuyordu. Bugün ise durum bambaşkadır. Dünya İşçi Sınıfının büyük bir bölümü artık ABD, Avrupa ve Japonya'nın dışındaki ülkelerdedir. Ama asıl önemli değişiklik dünya işçi sınıfı içindeki yeni bölünmede yatmaktadır. Zengin ülkelerin işçilerinin artık dünyanın ezilenleriyle, ve işçi sınıfının kendileri dışında kalan büyük çoğunluğu ile ortak çıkarları yoktur. Tıpkı Güney Afrika'nın beyaz işçileri gibi, Biz bu bölünmeyi "Beyaz İşiçiler" ve "Siyah işçiler" kavramlarıyla ifade ediyoruz. Güney Afrika'nın beyaz işçileri hiç bir zaman siyah işçileri desteklemediler hatta onlara karşı en sert politikaların da taraftarı oldular. Bu onların işçi olarak kendi çıkarlarını savunmadıkları anlamına gelmiyor. Aksine beyaz işçi olarak onlar pekala çıkarlarını savunabiliyorlar, tam da bunu yaptıkları için. yani kendi zümre çıkarlarını savundukları için burjuvalar gibi siyah işçilere karşı da tavır alıyorlar ve yine tam da bu nedenle tavırları bazen burjuvaziden bile daha gerici oluyor. Dünya kocaman bir Güney Afrika olarak düşünüldüğünde, zengin ülkelerin işçilerinin tıpkı Güney Afrika'nın beyaz işçilerinin konumuna kaydığı görülür. Bu, dünya ölçüsünde, güçlerin konumları ve karakterlerinde bir nitelik değişikliği demektir. Bu değişikliği içermeyen kavramlarla da bugünün dünyasını anlamak ve ezilenlerden yana politika üretmek mümkün değildir. Bunu bir örnekle göstermeye çalışalım. ABD askerlerinin Somali'ye "İnsani Yardım" için girmesine hemen hemen bütün solcular haklı olarak karşı çıktılar. Ama bu karşı çıkışlar bile aslında biraz refleksti ve eski dünyanın kavramlarıyla izah ediliyordu. Ama örneğin Almanya'da aynı günlerde milyonlarca kişinin katıldığı ışıklı "ırkçılığa karşı" gösterilere kimse karşı çıkmadı. Klasik kavramlarla olaya bakılınca ortada ırkçılığı ve faşizm tehlikesini lanetleyen buna karşı sokağa çıkan "sessiz çoğunluk" sözkonusudur. Ama aslında, tarihsel olarak ifade ettiği anlam ve sonuçları bakımından bu eylemler hiç de ABD'nin Somali'ye çıkarma yapmasından farklı değildi. Çünkü bu yürüyüşler yapılırken Almanya'nın bütün partileri bir araya gelip, Almanya ve Avrupa'ya Siyahların girmesini yasaklayan, olanaksız kılan, dünyanın yoksullarını bir rezervuara kapatan bir karar alıyorlardı "İlticacılar sorunu" namı altında ve bu ırkçı karara, o ırkçılığa karşı yürüyüş yapan yüzbinlerce beyazdan bir tek bile karşı çıkış görülmüyordu, aksine destekleniyordu. Ondokuzuncu yüzyılda İkinci Enternasyonal partileri bile yeryüzünde işgücünün serbest dolaşımından yana olduklarını programlarına ve bayraklarına yazıyorlardı. Bugünün beyaz işçi partileri ve örgütleri ise bırakalım işgücünün serbest dolaşımını, açlık, savaş, yoksulluk, politik baskılar gibi nedenlerle bile insanların Avrupa'ya gelmesine karşılar. Bu ırkçılık değildir de nedir? Eski ırkçılık bu yeni ırkçılığın sis perdesi oluyor yanlızca. Yüzbinler sözde ırkçı ve faşist saldırılara karşı çıkıyor ama aynı anda en büyük ırkçı karara ses çıkarmıyor ve onu destekliyor. ***
97
Mölln'de üç Türk'ün yakılmasından sonra Almanya'da ve Avrupa'da faşizm tehlikesinden çok söz edilir oldu. Bu faşizm kavramı da bugünkü gerçekliği anlamak için işe yaramaz, Avrupa merkezli, beyaz adam merkezli bir kavram haline gelmiş bulunuyor. Birincisi, saldırılar hiç bir zaman beyaz işçi örgütlerine yönelik değil, ilticacılara, sakatlara, homo seksüellere ve bunlarla dayanışan radikal solculara yönelik. İkincisi saldırganlarla beyaz işçinin hedefleri arasında pek bir fark yok. Beyaz işçi de yoksul ülkelerden kimse gelmesin istiyor, saldırganlar da. Bu anlamda bir faşizm tehlikesi yok. Ama eğer faşizmi, genel bir anlamda, ırk ayrımcılığı anlamında; insanların özgürlüklerinin sınırlanması ve baskı altına alınıp ayrımcı muameleye tutulmaları anlamında alırsak, ortada tehlike değil gerçek var. Ama bu gerçek yine beyaz için değil, siyahlar için. Beyaz adam istediği yere gidebilir. Siyah ise özel izinlerle ve ancak siyahlara ayrılmış kapılardan. Bugün bütün Avrupa ülkelerinde "yeni Sağ" da denen ırkçı partilerin bir yükselişi görülüyor. Eski dönemin kavramları ve refleksleriyle bu partilerin faşist partiler olduklarından, faşizm tehlikesinden söz ediliyor. Aslında bu partiler klasik anlamıyla faşist partiler olmadıkları gibi bizzat dünya işçi sınıfı içindeki bu yeni bölünmenin politik ifadeleridirler. Bu partiler büyük ölçüde bizzat Avrupa'nın beyaz işçilerinin yeni konum ve çıkarlarının ifadesidirler. *** Dünyaya artık yeni bir ışık altında bakmak gerekiyor. Eski kavramlarla bu dünyayı anlamak olası değil. En gerici eylemler bile ilerici olarak değerlendirilebilir eski kavramlarla. Uzağa gitmeye gerek yok. Bizzat Özgür Gündem'den bir örnek. 4 Ocak tarihli gazetenin Avrupa sayfasında "Almanya yeni yılı gösterilerle karşıladı" başlığı altında şu satırlar okunabiliyor: "Toplumun tüm kesimlerinden yabancı düşmanlığına ve aşırı sağcılara tepkilerin giderek arttığı Almanya'da yeni yıla eylencenin yanı sıra ırkçılığı protesto eden eylemlerle de girildi. (...)" Aslında bu haber şöyle verilmeliydi: "Beyazlar "ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı" diyerek başlattıkları yeni ırkçı gösterilere büyük kitleler halinde katılıyorlar." Olayın özü budur ve tarihsel anlamıyla Somali'ye ABD müdahalesinden farksızdır. Ama bu özdeşlik eski bakış açısı ve kavramlarla görülemez, Demir Küçükaydın 7.01.1993
98
Göçmen Azınlıkların Hedefi Ne Olmalı? Solingen'deki kundaklama olayından sonra gösterilen tepkilerin tozu dumanı arasında bu tepkilerin anlamı; çözüm önerileri üzerine az kafa yoruldu. Ama asıl önemlisi Avrupa'daki göçmen azınlıkların "çözüm önerileri"nin ne olacağıdır. Bu ise her eyden önce göçmen azınlıklar içinde hedefler yani program konusunda bir tartışma gerektirir. Avrupa'nın çeşitli ülkeleri; ABD vs. Almanya'daki bu ırkçı vahşeti öne çıkarır ve lanetlerken aslında tek kaygısı Alman kapitalizmini bu bahaneyle biraz köşeye sıkıştırmak ve başka alanlarda bazı tavizler koparmaktır. Türkiye'nin de olaya bakışı farklı değildir. O da bu olaydan yararlananrak Almanya'dan bazı tavizler peşinde. Yani Almanya’daki Türkiye'lileri dış politikasının basit bir aracı olarak görmektedir. Türkiye'li göçmen azınlık içinde sesi yüksek çıkanlar ise "Çifte Vatandaşlık" talebini her derde deva ebegümeci gibi öne sürüp Türk devletinin dış politikasının basit bir aracı olmaktan öteye bir şey yapmıyorlar. Geniş kitle ise; Avrupa'nın bu en uysal göçmen azınlığı ise ilk defa bu olayla radikalleşme; kendini savunmayı örgütleme; sokağa çıkma eğilimi gösteriyor. Ancak bu eğilim; gerekli ön hazırlıktan yoksun olduğu için radikalizmini ilk bakışta hiç de radikal olmayan sembollerle ifade ediyor. Örneğin bütün Türkiye'lilerin katıldığı protesto yürüyüşlerinde bol miktarda Türk Bayrağı görülüyüor. Bunu görenler hemen kolayca bayraklı gençleri faşist diye damgalıyorlar. Ve işin kötüsü gerçekten bu gençleri faşistlerin kucağına itiyorlar. Türkiye'de Türk bayrağı taşımakla Almanya'da Türk bayrağı taşımak arasında hiçbir ortak yan yoktur. Burada her allahın günü Türk olduğu için aşağılanan; ayrımcılığa uğrayan bir insanın Türk Bayrağını tepkisine sembol yapması; beyaza özenip siyahlığından utanan zencinin "siyah güzeldir"; veya o güne kadar "Kanaken" diye aşağılanmı Yeni Kaledonyalının; bu ismi benimseyip "evet biz kanakanız" demesine; veya o güne kadar kürtlüğünü gizleyen, ondan utanan Kürdün gururla Kürtlüğünü öne çıkarmasına benzer. Ve ezilenlerin mücadelesi bakımından "enternasyonalist" olup da bu olayın anlamını kavramayarak ve örneğin Alman solcularıyla ama onların göçmenleri bir nesne olarak ele alan parolalarıyla yürüyen ve davrananlardan daha radikal ve umut verici bir hareketi ifade eder. Avrupa'daki herhangi bir göçmen azınlık; ırkçı ayrımcılık karşısında mücadeleye girdiğinde kısa bir süre sonra şunu görmek zorunda kalacaktır: a) Avrupa ve hatta bütün zengin/beyaz ülkelerdeki paramparça göçmen azınlıkları birleştirecek bir hedef ve bayrak olmadan baskılar karşısında savunma sağlanamaz;
99
b) Avrupa'daki bütün göçmen azınlıklar bir araya gelse bile nüfusun küçük bir azınlığını oluşturmaktan öteye gitmeyecekleri için, İnsanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan dünyanın yoksul/siyahlarıyla ortak bir program ve bayrak altında birleşmek zorundadırlar. Diğer bir deyişle; kendilerini Avrupa'nın en az imtiyazlı kesimi olarak değil; yeryüzü siyahlarının en imtiyazlıları olarak tanımlamaları gerekir. Elbette böyle bir hareket ne Türk ne de herhangi bir ulusun bayrağında kendi sembolünü bulamaz. Ancak geniş göçmen azınlık yığınlarının bu noktaya varabilmesi için bugün örneğin Türk bayrağıyla sokağa çıkması; kısacası herhangi bir şekilde mücadeleye girmeleri gerekiyor. En kısa zamanda Türk bayrağının; bırakalım diğer göçmen kesimlerini bir yana, Türkiyeli göçmen azınlığın şu sıralar Kürdistan'da yanan ateşle ısınan ve Özgür bir Kürdistanda bu sefaletin son bulacağı hayaliyle tüm enerjisini oraya akıtan Kürt diğer yarısını bile kazanamayacağını ve iteceğini görecektirler. Somali'de Birleşmşi Milletlere karşı direnenler ve Avrupa'da Türk bayraklarıyla sokağa çıkıp ortalığı yakan Türk gençleri; birbirlerinden habersiz ve bilincinde olmasalar da yeni dünya düzeninde; gezegen çapında kurulan apartheid düzeninde aynı safta ilk öncü direnişleri gerçekleştiriyorlar. Dünya bu ışık altında görülmeden günümüzün hiç bir olayı kavranamaz. Olaylara siyah gözüyle bakmalı. Bu karanlıkta görmek isteyen siyah bir gözlük takmalı. 10.06.1993 DEMIR_AYDIN@CL-HH.ZER ## CrossPoint v2.1 ##
100
Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit Apartheid denen ırk ayrımcılığı sisteminin Güney Afrika'da çökerken gezegen ölçüsünde kuruluşuna şahit oluyoruz. Dünya, zenginler (beyazlar) ve yoksullar (siyahlar) olarak ikiye bölünüyor. İtalya’da zengin Kuzey'in yoksul Güney'den ayrılmasını savunan Lombard Ligası bütün gündemi belirleyip, seçim başarıları elde ediyor. Zengin Çek ülkesi, yoksul Slovak ülkesinden ayrılıyor. Hırvatistan ve Slovenya, eski Yugoslavya'nın bu en gelişmiş ve zengin iki bölgesi, onlarca yıl aynı devlet çatısı altında yaşadığı yoksul Arnavut, Boşnak, Makedonlarla her türlü kader ortaklığı olasılığını ortadan kaldırıp, baştan çıkarılmışların ihanetiyle zengin Avrupa'nın kollarına atılıyor. Dağılan Sovyet İmparatorluğunda aynı işi, en zengin cumhuriyetler olan Baltık Cumhuriyetleri yapıyorlar. Doğu Almanlar zengin Avrupa'ya katılmak için duvar yıkıyorlar; Arnavutlar çocukça bir saflıkla, Doğu Almanlarla aynı amaçlarla, oğul veren arıcıklar gibi gemilere üşüşüp denizi aşıyorlar. Alman sadrazamın sol taşandan düştüğü için düğün bayramla zengin beyaz dünyanın imtiyazlıları arasına alınıyor; Arnavut ise yoksul olduğu için tekme tokat dünya siyahlarının yeni kurulmakta olan rezervuarına geri yollanıyor. Almanya'da 30 yıldır çalışan, orada doğmuş bir Türk veya Kürt hala hiç bir hakka sahip değilken; Doğu Alman anında bütün haklara ve üstüne üstlük imtiyazlara boğuluyor. Bu yeni ırk ayrımcısı sistem, klasik ırkçılıktan farklı olarak kültür ve refaha dayanıyor. Duvarın yıkılışı sadece Yalta'dan beri süren dengelerin bitişini değil; ama aynı zamanda, dünya ölçüsündeki yeni Apartheid düzeninin kuruluşunu sembolize ediyor. *** Zengin Beyazlar (Kuzey Amerika; Doğu Bloku'nun zenginlerini içine almış Batı Avrupa; Japonya ve Avustralya) yoksul siyahları; "İkinci Dünya" Diyebileceğimiz (eski "Üçüncü Dünya" ve Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği'nin yoksulları) kocaman bir "bantustan"ın veya "rezervuar"ın içine hapsediyor. ABD Atlas Okyanusu'ndan Pasifik Okyanusu'na, bütün Meksika Hududu boyunca çelikten bir duvar örüyor. Almanya'da bütün partiler Mölln katliamı dolayısıyla anti-ırkçı gösterilere katılan kamuoyunun tam desteğini alarak, tamamen ırkçı yeni bir iltica yasası üzerinde anlaşıyorlar. Artık bir siyahın Almanya'ya ya da Avrupa'ya girmesi; diğer bir ifadeyle siyah hapishanesinden dışarı çıkması olanaksız. Beyaz adam, bu duvarları kendi etrafına örüyormuş gibi; akıma karşı bir savunma tedbiriymiş gibi gösteriyor. Bu duvarlar Avrupa ve ABD'nin, yani beyaz adamın kendi etrafına değil; siyahların etrafına ördüğü duvarlardır. Eğer kendi etrafına duvar örseydi, kendisi de duvarın dışına çıkamazdı. Ama örülen duvarların dışına çıkamayan siyah olacaktır. Beyaz ise pekala o
101
duvarların içine girebilecektir. Tıpkı Güney Afrika'da olduğu gibi. *** Bugün dünyanın siyahları duvarın dibinde derdest edilip geri yollanıyor; yakında çok zorlarlarsa vurulacaklar; bir süre sonra ise duvarın dibine gelme fırsatı bulamadan doğdukları yerde yok edilecekler. Bundan 2,5 yıl önce ABD Senatosu Savunma Komisyonu'nun hazırladığı bir raporda yeni bir savunma doktrini öneriliyordu. Buna göre; artık "Üçüncü Dünya" ile Gelişme yardımları Bakanlığı değil; Pentagon, CIA ve Enerji Bakanlığı ilgilenmeli, ekoloji ve nüfus araştırmaları askeri bir stratejinin parçası olarak ele alınmalı, "crash situation" bölgeleri önceden belirlenmeli ve tehlike büyümeden askeri olarak müdahale edilmeliydi. "Crash situation" ise, nüfusun yiyecek vs. rezervlerini aşması durumu olarak tanımlanıyordu. İşte Somali'de uygulanan bu yeni stratejinin provasıdır. Yakın bir gelecekte, "Nüfus fazla" veya "Ekolojik dengeyi bozuyorlar" denerekten milyonlarca siyahın, beyaz adamın refahı ve tüketimi uğruna, tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi, veya tıpkı eski Isparta'lıların fazla kölelerini kılıçtan geçirmesi gibi yok edildiğini görürsek kimse şaşırmasın. Aslında Körfez Savaşı, bu "ırklar savaşı"nın ilk örneğidir de. Noam Chomsky şöyle yazıyor: "Körfez savaşı aslında ilk ırklar savaşıydı. O günlerde -ben uluslar arası basını sürekli izliyordum- bir kişinin hangi tarafta yer aldığını büyük bir ihtimalle tahmin edebilmek için, sadece o kişinin yüzünün rengine bakmak yetiyordu." İsviçre'de askeri tatbikatlar artık ülkedeki yabancıların, yani siyahların bir ayaklanmasına karşı yapılıyor. Amerikan filmlerinde kötü adam eskiden bir Rus olurdu, onun yerini çoktan üçüncü dünyalılar ve Müslümanlar aldı. Tıpkı kovboy filimlerinin “vahşi yerlileri” gibi. Sovyetlerin dağılması üzerine nükleer silahların ve tekniğin "Üçüncü Dünya" ülkelerine gitmemesi için yaptırımlar uygulanıyor. Tıpkı Güney Afrika'da siyahların silah taşıma hakkı bulunmaması gibi. *** İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde yeni ırkçı partiler hızla güç kazanıyar, gündemi belirliyor ve diğer partileri fiilen kendi programına çekmiş bulunuyor. Bu ırkçı partiler klasik faşist partiler değiller. Bu partiler küçük burjuvazinin beyaz işçiye bir saldırısına ifade etmiyorlar. Aksine bu partiler doğrudan doğruya büyük ölçüde beyaz işçilere ve beyaz nüfusa dayanıyorlar. Klasik faşist partiler ırkçılıklarını en azından , "Yahudi sermayesi" gibi argümanlarla zengin sınıflara karşı göstermeye çalışırlardı. Yeni ırkçı partiler ise, doğrudan doğruya yoksul, haklardan yoksun göçmenlere karşılar. Tıpkı güney Afrika'nın beyaz işçileri gibi. ABD, Avrupa veya Japonya'nın beyaz işçileri kapitalist ekonominin bir buhranı karşısında pekala demokratik, sosyalist bir devrim bile yapabilirler. Ancak bu sosyalizm tıpkı Platon'un "Devlet"inde olduğu gibi, bir "köle sahipleri sosyalizmi", beyaz adamın sosyalizmi olacak, yeryüzünün siyahlarının sırtında yükselecektir. Beyaz adam bugünkü imtiyaz ve
102
zenginliklerinden vazgeçmediği veya vazgeçmeyi göze alamadığı takdirde kuracağı ırkçı bir sosyalizmden başka bir şey olamaz. Bu, aslında beyaz işçilerin dünya işçi sınıfı içinde çok imtiyazlı bir zümre oluşturduğu anlamına gelir. Güney Afrika'nın da şimdiye kadar gösterdiği gibi, beyaz işçilerle ortak bir cephe artık olası değildir. Onlar imtiyazlarının kölesi olmuşlardır. Peki, dünyanın siyahları ne yapacak? Onlar beyaz adamın ayrıcalıklarına ve tüketim düzeyine sahip olmak gibi bir program geliştiremezler. Eğer tüm dünyanın siyahları beyazlar kadar enerji tüketirlerse şu gezegende bir hafta bile yaşamak mümkün olmazdı. Dolayısıyla siyahlar, Batı Uygarlığı'ndan farklı bir uygarlığı tasarlamak ve onun için mücadele etmek zorundalar. Bu ise Batı Uygarlığı'nın eleştirisi olmadan mümkün değildir. Türk ve Kürt sosyalistleri sadece kendi ülkelerinde bir alternatif olabilmek için değil, ama aynı zamanda değişen dünyayı kavrayabilmek ve dünya siyahlarının mücadelesine bir katkıda bulunabilmek için de Kemalizmin hadafiyle örtüşen kendi hedef tasavvurlarının bir özeleştirisine girmek zorundadırlar. (Not: Bu yazıda kullanılan "siyah" ve "beyaz" terimleri politik terimlerdir. "Beyaz" ırkçı baskıyı uygulayanı, imtiyazlı olanı... "siyah" ırkçı baskıya maruz kalanı, ezileni ifade etmektedir. Örneğin, bir Japon, "sarı ırk"tan olmasına rağmen "beyaz"dır. Buna karşılık Japonya'da çalışan Koreli göçmen işçi de "sarı ırk"tan olmasına rağmen "siyah"tır. Avrupa'daki Türk veya Kürt "beyaz ırk"tandır ama "siyah"tır.) Bu yazı 13 Aralık 1992 Pazar tarihli Özgür Gündem'in ikinci sayfasında Forum köşesinde yayınlandı.
103
Üçüncü Bölüm Sosyalist Bir Uygarlık İçin Beyazlar Arasına Katılmak veya Beyazlığı Yok Etmek. Bu günün dünyasını kavramak için en iyi analojilerden birini, bizlere, bu dünya doğarken kendisi yok olmuş Güney Afrika'daki Apartheit rejimi sunar. Zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine büyümüştür ve öylesine bir kritik büyüklüğü aşmıştır ki, zengin ülkelerin ücretlileri için bile, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek, bu günkünden daha geri bir tüketim düzeyini istemek ile ayni anlama gelir. Tarihte ise, hiç bir sınıf ve zümre var olandan daha kötü koşullar veya olanı korumak için bir devrimci atılım yapmaz ve bunu desteklemez. Bir rastlantı değildir zengin ülkelerde yeni ırkçı partilerin özellikle işçi semtlerinde ve işçilerin özellikle yabancı işçilerle en fazla rekabet içinde olabilecek işsiz ve en alt kesimleri arasındaki etkisi. Bir rastlantı değildir, zengin ülkelerin işçileri arasında, yabancılara olan düşmanlığa ve ırkçılığa karşı mücadele etmek isteyen sol radikal grupların bile, bu sorunu genel sözlerle geçiştirmeleri, somut sorunlarda susmaları veya yabancı düşmanlığına karşı argümanlar getirirken, yabancı işçiler olmasaydı örneğin sigorta sistemi çökerdi; veya zaten onlar zaten kötü işlerde çalışıyorlar ve senin işini elinden alamazlar türünden, "şecaat arz ederken sirkatin söyleyen merdi Kıpti" (Mert Çingene kendini överken hırsızlıklarını anlatır.) misali ırkçı argümanlar getirmek zorunda olmaları. (Yani ancak onlara imtiyazlarını yabancılar sayesinde sürdürebildikleri yönündeki argümanlar getirmeleri.) Bu görülmek istenmeyen bu lanet bölünmenin bilinçsiz bir itirafından başka bir şey değildir. Bu lanetli bölünme, insanlığın kurtuluş umutlarını adeta berhava etmektedir. Sosyalizmi ancak, en gelişmiş, en ileri ülkelerin kültive ücretlileri örgütleyebilirler. Ancak onların kapitalizm üzerindeki bir zaferi bu yönde tayin edici bir zafer anlamına gelip insanlığın önünü açabilir. Ama bu bölünme, sosyalizmi gerçekleştirebilecek olanı istemez kılıyor. Onu isteyebilecek olan, yeryüzünün yoksul ülkelerinin ücretlilerinin ise yapabilecek gücü yok. Böylece sosyalizm, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi düzen ideali, tek tek ülkelerdeki demokratik ve sosyalist mücadeleler bakımından; daha önceden görülmeyen başka bir anlam kazanıyor. Fakir bir ülkenin ücretlilerinin, önlerindeki demokratik görevleri yapmak için ayaklanmaları halinde şöyle bir açmaz karşısında kalmaktadırlar. Kendilerini frenlemeyip, özel mülkiyete dokundukları takdirde, özel mülkiyet tabusunu tanımayan bu ülke, kendini askeri, iktisadi ve siyasi bir kuşatma altında bulacaktır ve Ekim Devrimi sonrasında olduğu türden, geçici bir süre için bile olsa pek bir yaşama şansı olamayacaktır. Önceden görülemeyecek koşullarda dengelere dayanıp bir süre yaşadığı var sayılsa bile, yoksulluk, ekonomik albuka veya otarşi
104
vs. sonucunda, yaşananlardan daha iyi bir sonuç çıkma olasılığı bulunmamaktadır. Zaten bunu gören emekçiler, kendilerini demokratik görevlerle sınırlamak eğilimi göstereceklerdir. Yani en iyi koşullarda kapitalizm çerçevesinde bir demokrasi. Bu ise, kapitalizmin gelişmesi için ideal koşullar, burjuvazinin egemenliği için en ideal biçim demektir. Yani en iyi koşullarda, en köklüsünden bir devrimci kabarış yaşayan bir ülke, kapitalist büyüme ve burjuva egemenliği için ideal koşulları; dolayısıyla dünyanın bu günkü verili koşullarında, zenginler arasına katılma sonucunu verir. Yani imtiyazlılığı yok etmez, imtiyazlılar arasına katılır. İmtiyazlılar arasına katılması yani zengin bir kapitalist ülke olması demek ise, bu ülkenin işçileri de şimdiki zengin ülkelerin işçileri gibi, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden doğrudan çıkarlı olmayacaklar demektir. Bu ise şu demektir, demokrasi ile sosyalizm ilişkisinde, şimdikinden çok farklı bir bağlantı oluşmuş bulunmaktadır. Demokratik mücadelelerin başarısı sosyalizm için mücadelenin koşullarını kolaylaştırmamakta ve ona yaklaştırmamaktadır. Demokrasi ve sosyalizm ilişkisi klasik niteliğini yitirmiştir. Ne var ki, böyle muhayyel bir demokratik kitle hareketlenmesinin olayların iç mantığı bakımından daha yakından bakılması halinde, başka bir engelle de karşılaştığı görülür. Emekçilerin ve işçilerin bir demokratik kitle hareketlenmesi yaratabilmesi ve bunun başını çekebilmesi, her şeyden önce, onların burjuvaziden bağımsızlaşmaları, bağımsız bir programlarının olmasıyla mümkündür. Ne var ki, programatik düzeyde burjuva uygarlığını köşe taşı olan kutsal kişi mülkiyetine dokunmayı hedef almadan; yani ayrı bir bayrak ve program olmadan, bağımsız bir güç olmak, dolayısıyla demokratik bir hareketlenmeye önderlik etmek mümkün değildir. Emekçilerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlamaları, onların demokratik görevleri bile sonuna kadar gerçekleştirmesinin önünde bir engel haline gelir, çünkü onları fiilen burjuvazinin ideolojisi ve programının arkasına takar. Burjuvazinin ise, böyle bir radikalleşmeden eskisine nazaran daha az korkmak için bu gün daha çok nedenleri olsa bile, kökten bir değişim istemeyeceği ortadadır. Bu takdirde, kendini sınırlayan bir demokratik kitle hareketi, demokratik hedeflerine bile ulaşamama, kendini sınırlamadığı takdirde ise yaşayamama durumunda olacak demektir. Peki bu çıkmazdan hiç bir çıkış olanağı bulunmamakta mıdır? Hayır. Küçük de olsa bir umut var. Bu umudun nasıl bir imkan olduğunu anlamak için yine bir analojiye baş vuralım. Kürt ulusal hareketi, en ağır yenilgilerini aldığında, varlığını sürdürebilmek için, bir ulusal hareket olmayı aşmak, kendisini ezen ulusun ezilenleri için de bir program geliştirmek zorunda kaldı. Marks'ın dediği gibi, şartlar onu öylesine geriye itti ki, başka çaresi kalmadığından, "İşte Rodos, haydi atla" deyip atlamak zorunda kaldı. Her hangi bir demokratik taleplere dayanan kitle hareketi de, demokrasiyle alakası olmayan bir düşük olmak istemiyorsa, en iyi koşullarda ise, yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmak gibi, yani kendi paçasını kurtarmak gibi bir duruma düşmek istemiyorsa, bir tek ülkede bir sosyalist iktidarın yaşama ve başarı şansı olmadığından, tüm insanlığın önüne bir programla çıkmak, bir ülkeye ilişkin bir sosyal hareket olmaktan çıkıp, tüm insanlığa ilişkin bir sosyal hareket olmak zorundadır. Dolayısıyla, her hangi bir ülkedeki sosyalizme yönelen bir hareket,
105
tüm insanlık için bir programa sahip olmalıdır. Bu da, her hangi bir ülkedeki sosyalist hareketin, o ülkeye ilişkin değil, tüm insanlığa program önermek zorunda olduğu, dolayısıyla ulusal ölçekte sosyalist bir politika yapılamayacağıdır. Her hangi bir ülkedeki sosyalist program ve politika dünya ölçüsünde olmak zorundadır; evrensel olmak zorundadır (uluslar arası değil). Ancak bu imkansız gibi görünene cesaret edebildiği takdirde bir şansı olabilir. Meksika'daki Zapatista hareketi, bu gerekliliğin ifadesi olan eğilimler göstermiştir. Dünya ölçeğinde bir programa doğru, her ne kadar bu kendini neo-liberalizme karşı olmakla sınırlasa ve bu evrensele yönelişin getirdiği desteği, kendi mücadelesine bir uluslararası destek olarak algılayıp kullansa ve ulusalcılığın güçlü etkilerini yarattığı sınırlamalar ve zamanın gerici ideolojilerinin bir etkisi olsa ve zengin ülkelerin diğer ezilenleri somut bir programdan öte henüz bir retoriğin elemanları olarak var olsalar bile, dünya işçi ve yoksullarının, yeni dünya koşullarında el yordamıyla bir arayışlarının da ifadesidir. Evet tüm insanlık için bir program, tüm insanlık için eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum programı ve uzak bir geleceğin değil, bu günün acil görevi olarak: ikinci bir ölüm parendesi. Kürt Ulusal Hareketi, nasıl, sadece Kürtlere ilişkin bir program için savaştığı takdirde, Kürtleri de kurtaramayacağını görüp, kendisini ezenleri de kapsayan bir programa geçmek zorunda kaldıysa; her hangi bir ülkedeki sosyalist bir hareket de, bir ülkeyle sınırlı kaldığı takdirde, (çünkü bir ülkeyle sınırlı bir sosyalist programın gerçekleşme olanağı hiç olmadığından ve ülke perspektifi nedeniyle ideolojik insiyatifi burjuvaziye kaptırdığından) o ülkeyi demokratik bile yapma şansı olmadığını görüp, bir ülkeye ilişkin bir sosyalist hareket olmaktan çıkıp, tüm insanlığa ilişkin bir sosyalist hareket olmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, beyazların arasına katılmak isteyen değil, yeryüzünden beyazlığı kaldıran bir hareket olmak zorundadır. Tarih şöyle bir ikilemi dayatıyor: ya hiç demokratik görevlerin bile altından kalkamama; en iyi olasılıkla kapitalizm ve imtiyazlıların arasına katılmak için ideal koşullar yani insanlığın umutsuz durumunun devamı ve yok oluşu ya da yer yüzü ölçeğinde bir sosyalizm için mücadele. Geçen yüzyılda önerilen, ve imtiyazlılar arasına katılma anlamı taşımayan, sosyalizme yaklaştıran bir demokrasi veya bu yüz yılda görülen, bir ülke içinde özel mülkiyetin tasfiyesi ile ileri ülkeler işçilerinin atılımına güç verip onların gelip işi bitirmesini bekleme yolları tıkalıdır, tarihin bu çıkmaz sokağından, uçurumun öte tarafına atlama cesareti ile çıkılabilir. Tam da insanlığın bu çıkmazı, Türkiye'nin önüne, bir çok koşulun bir araya gelmesiyle, zenginlerin arasına katılma olanağını yaratmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketinin önerdiği "Demokratik Cumhuriyet" programı gerçekleştiği, yani Türkiye'de yeni bir ulus tanımı temelinde, diller ve kültürlerin politik anlamları boşlanıp, demokratik dönüşümler yapıldığı takdirde, o "Demokratik Cumhuriyet" dünyanın zenginleri arasına katılma olanağına sahiptir. Bu tür projeler sadece sahte hayaller yayarlar. Ama kimi dogmatik ve yüzeysel solcuların iddia ettiği gibi, Türkiye'nin zenginleşmesini ve buna bağlı olarak emekçilerine daha iyi koşullar sağlayamayacağı için değil. Böyle bir olanak var. Ama bu olanağın kendisi sahte bir hayaldir. İnsanlık yok olurken hiç bir ulusun kurtulma şansı yoktur. Böyle bir şans varmış gibi
106
gösterdiği için sahte hayaller yaymaktadır. Bu projeler sadece sahte hayaller yaymıyorlar, ama ahlaki olarak da savunulamazı fiilen olumluyorlar. Hayır her koyun kendi bacağından asılmaz. Yeryüzünün en ücra köşesindeki yoksulluk, eşitsizlik bile tüm insanların sorunudur ve sorunu olmalıdır. Türkiye veya o Kürt - Türk Demokratik Cumhuriyeti ya da anayasal vatandaşlığa dayanan mozaik cumhuriyet: yok Rusya'nın çöküşünün ve dünya dengelerinin ve de Kürt Ulusal hareketinin dinamizminin ve de Osmanlı – Bizans'ın kültürel mirasının ve daha bir çok faktörün bir araya gelmesiyle, bölgeye refah ve barış getirebilirmiş; güçlü bir ülke kurarmış. Bütün bunlar olabilir de. Olsa bile, yer yüzünün en ücra köşesindeki baskı, yoksulluk ve eşitsizlikten tüm insanlığı sorumlu tutan bir dayanışmacı toplum ideali için bunların ne anlamı olabilir? Her an yer yüzünde binlerce çocuk ölürken; bütün zenginlikleri yaratan çalışan insanlar bunların ne için ve nasıl kullanılacağı üzerinde zerrece bir karar verme yetkisinde bulunmazken; "yüksek" canlıların yaşamını sağlayan koşullar büyük bir hızla tahrip edilirken; şimdilik uzaklaştığı yolunda geçici bir izlenim yaratmış olan bir nüklear kıyamet yarın bütün korkunçluğu ve daha karmaşık dengeleriyle insanlığın kapısına dikilecekken; en yüksek refah toplumunda yaşayanlar için bile hayat yalnızlık, yabancılaşma, şeyleşme gibi kapitalizmin sonuçları altında inim inim inlerken, Orta Doğuda zengin ve barış içinde bir ülke hayali, "gemisini kurtaran kaptandır" demekten başka ne anlam gelir? Türkiye'nin hızlı gelişmelere girebileceği bu dönemde, demokrasi isteyen güçler, bu bencilliğin savunucuları ve sahte hayaller yayanlar olmak istemiyorlarsa, ikinci bir ölüm parendesi daha atıp; tüm insanlık için bir hareket ve program geliştirmek zorundadırlar. Bu tıpkı İslam'ın Amentü'sü gibi her işin başıdır. Bu anlayış ve yaklaşım olmadan ne tüm insanlık için programın ne olacağı, ne de bu görevin bu günün somut mücadeleleri içinde nasıl somutlanacağı tartışılamaz ve anlaşılamaz. Demir Küçükaydın Demir@koxuz.org 25.11.1999 00:50
107
Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler Kürt Ulusal hareketinin yükselişe geçtiği ve PKK'nın gerilla savaşına başladığı seksenlerin ortalarına doğru Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler de, özellikle en yoğun oldukları Almanya'da ilk kez, bir yandan ırkçı saldırılar karşısında öz savunmadan kaynaklanan, diğer yandan, ayrımcılığa karşı eşit haklar istemi çerçevesinde, tıpkı elli ve altmışların Amerika'sında olduğu türden bir "siyahlar" hareketi geliştirme eğilimi gösteriyorlardı. Bir bakıma Avrupa'daki Kürtlerin seksenli ve doksanlı yıllarda yaşadığı, Kürdistan'daki mücadelelere yönelik politikleşmeyi, Avrupa'daki Türkler yetmişli yıllarda yaşamıştı. Türkiye yetmişli yıllarda tarihinde gördüğü en kitlesel radikalleşme ve politikleşme dalgasınına paralel, Avrupa'daki Türkler de hızla politikleşme eğilimi göstermişlerdi. Bu politikleşme ve radikalleşme, tıpkı daha sonraki on yıllarda Kürtlerde de görülecek türden, "ana vatan"larındaki radikalleşmeden kaynaklanıyordu. Avrupa'da politikleşen bu Türklere karşı, Türk sol hareketlerinin tavrı ve bakışı ne ise, aynısı daha sonra Kürt hareketlerinin Avrupa'da politikleşen Kürtlere bakışı o olmuştur. Onları "ana vatan"daki mücadelenin bir maddi ve lojistik destek üssü olarak görmek ve onlar aracılığıyla Avrupa kamu oyu ve devletleri üzerinde bir etkide bulunmak ve dolayısıyla Türk devletine karşı bir baskı aracı olarak kullanmak. Onların kendi sorunları temelinde bir politika akla bile gelmez; hatta bu yöndeki kimi eğilimler, esas mücadele alanında güç kaybına yol açacağı, güç ve enerjileri böleceği, angajmanı azaltacağı gibi düşüncelerle bastırılır. Aslında burada çok ilginç bir paradoks vardır. Bu göçmenleri böylesine bir diyaspora milliyetçiliğine yönelten; içinden çıkıp geldikleri ülkedeki gelişmelere bu kadar hassas kılan tam da yaşadıkları toplumda uğradıkları dışlanma ve baskıdır. Bu yaşanan bakı, sömürü ve dışlanmaya olan tepki, bir bakıma ana vatana yönelik bir politikleşmeyle kendini dışa vurmakta ve adeta bir süblimasyon gerçekleşmektedir. Ne var ki taşıma suyla değirmen dönmez. 12 eylül darbesi gelip de, bütün toplumsal hareketlenmeyi ve muhalefeti ezince, aynı baskılara uğramasa bile, ateşiyle ısındığı hareketlenmenin yok olmasıyla beraber Avrupa'daki Türklerin hızlı bir apolitikleşmesi başladı. Ama aynı sırada Türkler arasında yavaş yavaş, Avrupa'daki uğradıkları ayrımcılığa ilişkin bir hareketlenme eğilimi de ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra dernekler ve mitingler giderek azalan sayıda insanların uğrak yeri oldu. Ayağın altından bu toprağın kayışı, kimi Türkiyeli solcu grupları Avrupa'daki Türklerin sorunlarına yönelmeye itti. Ama bu yönelim aynı zamanda sadece Türkiye'deki yenilginin değil, dünya çapındaki yeni muhafazakarlığın gerici atmosferinde, aynı zamanda ideolojik bir sağa kayışla birlikte gerçekleştiğinden, göçmenlerin sorunlarına yönelme ideolojik sağa kayışın nedeni ya da zorunlu bir sonucuymuş gibi görünmesi yanılsamasına yol açıyordu. Kürt hareketi ise tam bu sırada, Kürdistan'daki yükselişini yaşamaya başlamıştı ve o yükselişe paralel, on yıl önce Türklerin yaşadığı türden Avrupa'daki Kürtlerin politikleşmesi ve radikalleşmesi yükseliyordu. Bu koşullarda, göçmenlerin sorunlarına ve hareketine yönelme, 108
sadece Kürdistan'a yönelik mücadelenin enerjisini saptırıcı; sadece ideolojik olarak sağ kayış değil ama aynı zamanda, bu yönelenlerin Kürtlerin mücadelesine karşı tavırları nedeniyle, sanki Kürt mücadelesine karşı bir manüplasyonmuş gibi kavrandı Kürt hareketi tarafından. Dolayısıyla daha başlangıçta, Avrupa'da, ki Avrupa'nın en güçlü ülkesi Almanya'da ve Almanya'daki en büyük göçmen grubu olan Türkiye'den gelen Türkler ve Kürtler arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Aslında bu uyumsuzluğa yol açan nesnel nedenler değil, öznel şartlanmalar ve yanılsamalardı. Yoksa Avrupa'daki bir göçmen Türk hareketinin yükseliş eğilimi ve Kürtlerin mücadelesinin yükselişi bir zamandaşlık gösteriyordu ve başka yaklaşımlar altında pek ala birbirlerini güçlendirici bir etkide bulunabilirlerdi. Ne var ki gelişme böyle olmadı. Kürtler sadece kendi ulusal hareketlerinin ötesini görmediklerinden değil; sadece göçmenlerin sorunlarından dolayı ve onlara yönelik bir hareketlenmenin Kürdistan'daki mücadeleden güç ve dikkatleri saptıracağı korkusundan değil; ama aynı zamanda, Avrupa ülkelerinin Türkiye'ye baskı yapmasını sağlama ve onlarla göçmen sorunu dolayısıyla arayı bozmama yaklaşımının da etkisiyle göçmen hareketlenmesine soğuk hatta rakip olarak baktılar ve en iyi durumda onları Kürdistan'da yürütülen mücadelenin duyurulması için platformlar olarak kullandılar. Bu yaklaşım en açık, yabancıların Alman devletinin ırkçı politikalarına karşı yaptığı toplantı ve yürüyüşlerde görülüyordu. Örneğin bütün uluslardan konuşmacılar, guruplar, Alman gericiliğinin ırkçı kavramı olan "misafir işçilik" kavramını reddeder; bu kavramın yabancıları her türlü haktan yoksun bırakmanın kılıfı olduğunu söyler; madem biz burada çalışıyor ve vergi veriyoruz tümüyle eşit haklar istiyoruz derken. Kürt Konuşmacıların hemen daima, konuyla ilgiyi şöyle kurdukları görülüyordu. "Bizler Türkiye'deki baskılar nedeniyle ve işgal altındaki ülkemizin geri bırakılmışlığı nedeniyle buradayız. Biz burada zorunlu bir misafirlik yaşıyoruz. Ülkemizi kurtardığımızda kendi ülkemize döneceğiz. O halde bizim ülkemize dönebilmemiz için, Türkiye'ye daha fazla baskı yapın. O zaman biz bir problem olmaktan çıkarız." Göçmenlerin direniş çabaları karşısındaki bu derin anlayışsızlık ve hor görü yabancıların kendi sorunları temelinde, daha henüz emekleyen bir hareketlenmeyi canlandırmaya yönelik mitinglere karşı tavırlarda da görülüyordu. Bu tür gösterileri, Kürtler büyük kitleleriyle ele geçiriyorlar ve onları Kürdistan'daki mücadelenin sorunlarına ilişkin mitinglere çeviriyorlardı. Eninde sonunda Kürtlerin çoğunluklarıyla ele geçireceği ve gerçek hedefinden bambaşka bir hedefe yöneleceğinden göçmenler miting tertiplemez ve mitinglere bile gitmez olmuşlardı. Kürtler en iyi halde bu mitinglere; o mücadeleye destek vermek için değil; kendi mücadelesinin tanıtımını yapmak için katılıyorlardı. Avrupa'daki yabancılar içinde en örgütlü, politikleşmiş, militan ve özellikle Almanya'da en büyük göçmen gurubunu oluşturan Türkiye'den gelenlerin yarısına yakınını oluşturan Kürtlerin Avrupa'daki yabancıların sorunlarına soğuk, ilgisiz hatta bir rekabet havası içinde yaklaşmaları; yeni yeni doğma eğilimi gösteren Türkiyeli göçmenler hareketinin daha baştan topallamasına yol açmakla kalmadı, uzun vadede Türkiyeli göçmenlerin de bu sefer Kürtlerin uğradığı baskılar karşısında aynı ilgisizliği ve düşmanlığı göstermelerinin yolunu açmış oldu.
109
Kürt Ulusal Hareketi'nin, Kürdistan'dan göçmüş, Avrupa'nın veya Türkiye'nin batısının şehirlerine yerleşmiş Kürtleri, Kürdistan'daki mücadelenin sadece madde ve insan kaynağı olarak görmesi ve onları kendi sorunlarından hareketle örgütlemeye yönelmemesi uzun vadede Kürdistan'daki mücadelenin tecrit olmasında ve sonunda aldığı ağır darbelerde tayin edici bir rol oynamıştır. Türkiye'nin batısında, bunun nasıl politik İslam'ı güçlendirdiği; bu korkudan bu sefer şehir orta sınıflarının nasıl Genel Kurmayın arkasına takıldığı gibi konulara başka bir yazıda değinmiştik. Benzeri Avrupa'daki etkilerde de söz konusudur. Kürt mücadelesi, Avrupa'da Türkiye'deki Kürtlerin durumuna benzer durumda bulunan göçmenlerin mücadelesi karşısındaki ilgisiz hatta rakip yaklaşımı; onu en yakın en kolay kazanabileceği müttefiklerinden etmiş ve bu güçler Türk devletinin kontrolü altına girmişlerdir. Batı Anadolu ve Avrupa'daki Kürtlerin Kürdistan'daki mücadelenin maddi ve insan destek üssü olarak görülmesi Türkiye ve Avrupa'da farklı sonuçlara yol açtı. Türkiye'nin Batısındaki Kürtler Politik İslama yöneldiler; Avrupa'da ise, diyaspora milliyetçiliği nedeniyle iyice Kürt Ulusal hareketine. Bu Avrupa'daki zayıflığın görülmesini büyük ölçüde engelledi. Elbette Avrupa'daki Türklerin kendi kontrolü dışında politikleşme ve özerk bir göçmenler hareketi oluşturma eğilimlerini gören Türk Devletinin aldığı tedbirler; Türkiye'de yükselen şovenizmin, özellikle o sıralar hızla yaygınlaşan uydu yayıncılığı ve Türk kanalları aracılığıyla, Avrupa'ya yansıması; Alman devletinin bazı idari ve hukuki kolaylıklarla kişilerin kişisel düzeyde birey olarak konumlarını değiştirmeye olanak sağlayan ve toplumsal bir hareketlenmeyi engelleyen uygulamaları; duvarın yıkılmasıyla birlikte, Doğu Avrupa'dan gelen göçmenlerin en alttaki Türkiyelilerden daha alt bir konuma geçmeleri; Türkler içinde işçilerin giderek azalması ve doğu Avrupa'dan gelen ucuz iş gücünü çalıştıran Türk iş yerlerinin çoğalması ve dolayısıyla Türklerin hem toplumsal konum hem de prestij bakımından eskisinden daha üst bir konuma geçmesi gibi bir çok etkenin sonunda doksanların ortalarına gelindiğinde bir göçmen hareketlenmesinden bir şey kalmamış, Türklerin büyük bölümü de politik İslam, faşistler ve bir miktar da aleviler kanalıyla örgütlenmiş ve Türk devleti tümüyle kontrolü ele geçirmiş bulunuyordu. Avrupa'nın en güçlü ülkesinin en büyük göçmen azınlığı bir yanda Türk Devletinin kontrolü altında, onun dış politikasının araçları olan Türkler; diğer yanda Kürt Ulusal Hareketinin kontrolü altında onun lojistik destek üssü ve Avrupa ülkelerine baskı yapmasının aracı olan Kürtler olarak paylaşılmış bulunuyorlardı. Bu tabloda Avrupa'daki ikinci sınıf insanların sorunları ve hareketinin hiç bir yeri bulunmuyordu. Yeni politika bu tabloyu değiştirmeyi sadece mümkün kılmıyor aynı zamanda gerekli de kılıyor. Yeni Politika, artık Avrupa ülkelerine baskı yapmaya yönelik değil, Türkleri ve Batıdaki Kürtleri bir demokrasi programı etrafında kazanmaya yönelik olduğundan; Avrupa'daki Kürtlerin bu politikada doğrudan bir işlevi kalmıyor. Mücadelenin ağırlığı Dağlardan Kürdistan'ın şehirlerine; Kürdistan'dan Türkiye'nin batısına ve Avrupa'dan Türkiye ve Kürdistan'a kayıyor. Bu durumda Avrupa'daki Kürtlerin konumu çok değişmiş bulunuyor. 110
Avrupa'daki Kürtler için bir bakıma seksenlerin başında Avrupa'daki Türklerin bulunduğu duruma benzer bir durum söz konusu. Kürdistan ve Türkiye'deki mücadele ise bundan sonra eski taktiklerden ve mücadele biçimlerinden çok farklı belki daha az çoşkulu ve daha çok siper savaşına benzeyen bir mücadele olacaktır. Bu da buradaki adanmışlığı ve coşkuyu azaltacaktır muhtemelen. Avrupa'daki Kürtler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye destek vermezler mi? Verebilirler ama bunun için eski yaklaşımları ve alışkanlıkları bir kenara bırakmak gerekiyor. Avrupa'daki Kürtler, örgütlüklerini ve enerjilerini, Avrupa'da bir göçmen azınlık olarak, örneğin Kürt dilinin ve kültürünün resmen tanınması ve eşit haklar gibi bir mücadeleye yöneltirlerse; sadece kendi gerçek konum ve sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme sağlamazlar ama aynı zamanda Türkiye'deki mücadeleye muazzam bir katkı olur bu. Elbette bu mücadele diğer göçmen azınlıkları da kapsamalı ve bunun için de sadece Kürt dilinin tanınması gibi bir çerçevede değil daha kapsayıcı dillerin ve kültürlerin eşitliği gibi bir çerçevede yürütülmelidir. Bu takdirde Avrupa'daki Kürtler yepyeni müttefikler bulacaklardır. Ama sadece bu değil, böyle bir mücadele, Türklerin küçümsenmeyecek bir kesimini de kazanabilir ve Türk devletinin Türk göçmenler üzerindeki tekelini kırabilir. Avrupa'da yükselen ırkçılığa karşı mücadelenin de böylece önüne geçebilecek Kürtler, Avrupa'da çok daha geniş bir cephenin de parçası hatta öncüsü olabilirler. Avrupa'da Kürtlerin, diğer göçmen azınlıkları da yanına çekerek başlatacağı bir eşit haklar, ırk ayrımcılığına karşı mücadele , dillerin ve kültürlerin eşitliği mücadelesi, sadece bir mücadele olarak bile, Türkiye'deki mücadelelere bir ilham kaynağı ve destek olur. Somut başarılar kazanılması halinde ise, örneğin Kürtçe'nin dil eşitliğinden yararlanması gibi bir hedefe bir kaç ülkede ulaşılmasında; Türkiye'yi fiili bir durumu tanımak zorunda bırakır ve bu Türkiye'deki anti demokratik güçlere en ağır darbelerden biri olur. Avrupa'daki Kürtlerin bu yeni stratejiye yönelmesi, hem kendi doğrudan sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme; hem de Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele için Türkiye'deki anti demokratik güçleri arkadan kuşatma ve katkı olur. Ama böyle bir mücadelenin en büyük kazancı, bu mücadele içinde insanlardaki değişim olacaktır. demir@comlink.de 09 Şubat 2000 Çarşamba
111
Göçmenler ve Ulusçuluk Belki çok paradoksal gelebilir ama ulus ve ulusçuluk düşüncesi ile göçmenler arasında başından beri doğrudan bir ilişki olagelmiştir. Ulusları ve ulusçuluğu göçmenlerin keşfettiği söylenebilir. Tarihteki ilk ulus ilkesine dayanan devlet olan Amerika Birleşik Devletleri'ni kuranlar, İngiltere'den bu ülkeye gelmiş göçmenlerdi. Aynı eğilim, Güney Amerika'ya yerleşen İspanyollar'da da görülür, onlar da yine ilk erken ulus devletleri kurmuşlardır Latin Amerika'da, geldikleri İspanyol egemenliğine karşı çıkarak. Daha sonra Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada'da aynı yola girerler. Uluslar bu ilk ve orijinal biçimlerinde, uluslar olduğu için ulusçular olmadığını ama ulusçular olduğu için uluslar olduğunu çok açık olarak gösterirler. Bu ilk ve orijinal ulusların ortaya çıkışında ne kan, ne dil ne de kültür bağlarının hiç bir önemi yoktur. Eğer bir önemi olsa, bu uluslar isimlerini, daha dün içinden çıktıkları aynı dilden, aynı soydan, aynı kültürden insanların yaşadığı ana vatanlarına isyan ederek, bir "Ekvator" "Amerika Birleşik Devletleri" "Yeni Zelanda" ya da "Kanada" gibi ne bir kültürü, ne bir halkı, ne bir dili çağrıştıran, tamamen tesadüfi coğrafi adlandırmalardan almazlardı. Eğer bir ulusun şekillenmesinde ulusçuların iddia ettiği gibi dil ya da soyun ya da kültürün bir anlamı olsaydı, Güney Amerika İspanya'nın; ABD de İngiltere'nin bir uzantısı olmaya devam ederdi. Güney Amerika'daki Ulusları belirleyen, ne kültür, ne dil ne de soydaşlık olmuştu, İspanya'daki merkezi yönetimin yarattığı idari bölünmelere göre Güney Amerika ulusları ortaya çıkmıştı. Ulusun bu anlamda tamamen keyfi ve rastlantısal olduğu zaten en iyi böyle rastlantısal bölünmelerde ortaya çıkar. (Benzer şekilde Afrika'da ve Orta Asya'daki keyfi çizilmiş sınırlar bu gün ulus devletlerin sınırları olmuştur. Ulusların ulusçular tarafından yaratıldığının bundan daha açık bir örneği olamaz.) Ne var ki, bu ilk göçmen dalgasının ulusçuluğu ile daha sonraki göçmen dalgalarının ulusçuluğu arasında çok köklü bir fark görülür. İlk göçmenler, geldikleri ana vatandan ayrılarak uluslar yaratırken; daha sonraki göçmenler, yeni geldikleri ülkelerde, yeni ülke vatandaşlığının yanı sıra, içinden çıkıp geldikleri ülkenin en ateşli milliyetçisi olmaya devam ederler. En gevşek ulusçuların ulus tanımlarında ifade ettikleri kader ve ortak yaşantı birliği kriteri içinden çıkıp geldikleri toplumla artık olmamasına rağmen, onlar, belki artık yurttaşlığını bile taşımadıkları, eski uluslarının en ateşli ulusçuları olmaya devam ederler. En ateşli İrlanda milliyetçileri İngiltere ve ABD'dedir. Avrupa'daki Türkler ve Kürtler; Avustralya'daki Tamiller; Londra'daki Jamaikalılar; New York'taki Yahudiler "ana vatan"larındaki ulusun en ateşli ulusçuları olurlar; onlarda bir kopma ve bağımsızlaşma değil; aksine abartık bir aşırı bağlanma ortaya çıkar. Bu gün Avrupa'nın her hangi bir ülkesindeki bir büyük Bir Mayıs gösterisi bu durumu son derece çarpıcı biçimde gösterir. İşçilerin vatansızlığının bir ifadesi olması gereken ve bir zamanlar öyle de olan bu gösteriler, diyaspora
112
milliyetçiliğinin bir karnavalı görünümündedir. İlk göçmenler, oluşmuş bir ulusa gelmiyorlar, adeta bir "tabula rasa"ya, "bakir topraklar"a kolonizatör ve geldikleri toplumun bir uzantısı olarak göçüyorlardı. Dolayısıyla geldikleri ülkede daha önceden var olan bir ulus tarafından ikinci sınıf olarak muamele edilme olasılıkları yoktu (Buraların yerlisi olan halkların varlığı ve imhası ayrı bir konudur ve ulusçulukla bağlantısı yoktur); sonraki göçlerde ise, göçmenler artık kurulmuş bir ulusa ve ulus ilkesine göre örgütlenmiş bir ülkeye gitmekte ve oranın yerlileri veya eskileri tarafından aşağılanmakta ve dışlanmaktadırlar. Bu diyaspora milliyetçiliğinin en önemli nedenlerinden biridir. İlk göçmenlerin içinden geldikleri vatanla ilişkisinde benzer aşağılama, sömürü ve baskı ilişkisi, göçenlerin ayrı ulus devletler kurmalarının bir nedenidir. Yeni göçmenlikte ise, gelinen ülkede benzer bir ilişkiye maruz kalınmaktadır. Ama artık ne bakir topraklar ne de belli bir ülke vardır ne de buna uygun yoğunlaşmalar. Eski göçler "bakir topraklara" iken yeni göçler kapitalist topluma has yabancılaşmanın en aşırı biçimde yaşandığı büyük şehirleredir. Bu dışlanmaya tepki yeni bir ulus devlet kuramayacağından, bunun yerine uzaktaki ana vatanın milliyetçiliği ikame olur. Bunlara ilaveten, günümüzdeki göçlerin hızlı ve kitlesel niteliği de göz önüne alınmalıdır. Bu zamana yayılmış bir assimilasyonu adeta olanaksızlaştırmaktadır. İçine yeni girilen ve kendisinden aynı zamanda dışlanılmış bulunulan toplumun bambaşka kültürünün bombardımanı karşısında, aynı dili ve günlük hayat kültürünü paylaşanların; bir tür soluk alma, tekrar yaşam gücü bulma ihtiyacı, gelenleri bir arada toplanmaya, kısmen dışa karşı duvar örmeye yol açmaktadır. Bir tür marevi bir gettolaşma yaşanmaktadır. Ve bu da gerek doğa ve gerek toplum tarihinin gösterdiği gibi (Avustralya'nın diğer kıtalarla bağı koptuğundan bir yaşayan fosiller kıtası olması veya Hindistan'da Himalaya'ların yarattığı izolasyon nedeniyle toplumsal bölünmelerin kast sistemi biçiminde bir taşlaşmaya yol açması gibi), başkalarıyla etkileşimin yok olmasına ve giderek bir taşlaşmasonucu vermektedir. Avrupa'ya gelen Türk ve Kürtlerin Türkiye'de ve Kürdistan'da artık unutulmuş ve aşılmış anlayış ve ilişkileri sürdürmesi ve adeta yaşayan bir fosil durumunda olmaları bu tür süreçlerin sonucudur. Bizzat bu hızlı ve kitlesel göçleri mümkün kılan ulaşım tekniğindeki muazzam gelişmeler de, "ana vatan" ile bağların korunmasına ve bu diyaspora milliyetçiliğinin güçlenmesine bir etkide bulunmaktadır. Bir diğer etki de özellikle haberleşme tekniğindeki gelişmelerdir. Özellikle uydu yayıncılığı ve televizyon bir bakıma bu diyaspora milliyetçiliğine bir taze kan vermiş sayılabilir. Bundan on beş yıl önce Avrupa'daki Türklerin Türkiye ile ruhsal, dilsel bağları bu gün olduğundan çok daha zayıftı. Ama uydu yayınlarının başlaması ve yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkiye'deki sosyal politik ve kültürel yaşama dışardan katılma olanağı ortaya çıkmış, kaybolma eğilimi gösteren bağlar güçlenmiş; Avrupa'daki Türkler çok daha ateşli Türk milliyetçilerine dönüşmüş bulunuyorlar. Diyaspora milliyetçiliği, ezilen bir ulusun diyasporasında da görülür. Ama bu milliyetçilik 113
elbette haklı ve emansipe edici bir milliyetçiliğin hizmetinde de olacaktır. Avrupa'daki Kürtlerin Kürt Ulusal hareketinde gördüğü fonksiyon böyledir. Bu gün Kürt'lerin bir devleti olmadığı için, bir bakıma Kürt ulusunu yaratan kurumları diyasporadaki Kürtler oluşturmaktadır örneğin Medya TV veya Kürt basını gibi. Ulusların oluşumunda, bir lehçenin eğitim ve komünikasyon için standart hale gelmesinin büyük önemi çok açıktır. Bu da yakın zamana kadar bütün ulusal edebiyatın ve basının yazıldığı dil oluyordu. Örneğin, Luther'in İncil'i çevirdiği aşağı Saksonya lehçesi Yüksek Almanca olarak, standart Alman dilinin temelini oluşturdu. İncil, modern tarihin kitlesel olarak tüketilmiş ilk ürünlerinden biridir. Türkiye'de İstanbul Türkçe'si standart dili tanımlamakta kullanılır. Her ulusta bu tür bir lehçe standart olmaktadır. Bu standart olmuş diller genellikle belli bir bölgenin adıyla anılırlar. Ama örneğin Kürt uluslaşmasında televizyonun (belki de yer yüzünde televizyon denen yayına dayanarak şekillenen ilk ulusal dil ve uluslaşma süreci Kürtlerde görülüyor) öylesine önemi vardır ki, standart Kürtçe, şimdiden Kürtler tarafından "Med TV Kürtçesi" olarak tanımlanmaktadır. Yani diyasporada benimsenmiş bir lehçe veya lehçeler Kürt ulusunun standart dillerine dönüşmektedir. İlk defa bir ulusun standart lehçesi, bir bölgenin değil, bir medyumun adını almaktadır. (Kürt uluslaşmasında Televizyonun rolü incelenmeyi bekleyen bir konudur ve onun en orijinal yanlarından birini oluşturmaktadır.) Bu, uzaktan milliyetçilik ya da diyaspora milliyetçiliğinin bir özelliği de onun sonuçlarına katlanmadan ve sorumluluk duymadan milliyetçilik yapabilmesidir ve bu da onu aşırı biçimde yönlendirmelere açık hale getirmektedir. Bu en açık biçimde, son yıllarda özellikle Uydu televizyonların da etkisiyle yükselen Türk diyaspora milliyetçiliğinde görülebilir. Avrupa'daki Türkler çok ateşli Türk milliyetçileri haline gelmiş bulunuyor ve bu durum onları Türk devletinin dış politikasının araçları olarak kullanma imkanlarını ortaya çıkarıyor. Bunun bilincinde olan Türkiye de bunu çeşitli Avrupa ülkeleriyle gerginliklerinde bir tür "beşinci kol" gibi kullanıyor. Öyle ki, bu durum Alman devletini bile ciddi olarak düşündürmekte buna karşı ne gibi tedbirler geliştireceğinin arayışlarına girmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluk almadan ve sonuçlarına katlanmadan milliyetçiliğinin yarattığı sorun başka bir biçimde Kürtler arasında da görülmektedir. Gerilla savaşı varken ve Avrupa'daki Kürtler Kürdistan'daki mücadelenin maddi desteği ve rezervi ve Kürt Ulusal hareketinin Avrupa ülkelerine baskının araçları iken olumlu bir işlev görebilen bu özellik bu gün tersine çalışma eğilimi göstermektedir. Yeni geliştiren politikayı algılayışlar Türkiye ve Kürdistan ile Avrupa'da ciddi bir farklılık göstermektedir. Türkiye ve Kürdistan'da yeni politikanın doğruluğu konusunda bir şüphe bulunmamakta, sorun bu politikanın nasıl hayata geçirileceği noktasında toplanmaktadır. Ama Avrupa'daki Kürtler açısından aynı ölçüde bir açıklık söz konusu değildir. Onlar yeni politikayı anlamakta ve onun içinde yerlerini tanımlamakta zorluk çekmekte; yeni politika bağlamında birden bire kendilerinin işlevsizleştiğini düşünmektedirler. Ve bu nedenle de yeni politikaya karşı eleştiriler bunlarda daha fazla yankıya yol açmaktadır. Genellikle eskiden
114
eleştirel bir konumda bulunan veya kerhen de olsa gerillayı destekleyen kesimler giderek desteklerini çekmektedir. Uzaktan, sonuçlarına katlanmadan ve sorumluluk almadan silahlı savaş sloganları kolaylıkla desteklenebilir. Diyaspora milliyetçiliğinin bu zaaflarını bir ölçüde olsun hafifletebilmek ve Kürdistan'da verilen haklı ulusal mücadeleye desteğini sürdürmesini sağlamak için, Avrupa'daki Kürtlerin Kürt ulusal hareketi içindeki yerini ve görevlerini ve hedeflerini yeniden tanımlamak ve tam bir yeniden yapılanma gerekmektedir. O zaman hem bu diyaspora milliyetçiliğinin olumsuzlukları bir ölçüde amorti edilebilir hem de diyasporadaki Kürtlerin Türkiye'de süren mücadeleye daha başka biçimlerde ve daha güçlü katkıları mümkün olabilir. Kürt ulusal hareketinin Avrupa'daki Kürtlere bakışını ve bundan sonraki yönelişlerin neler olması gerektiğini de gelecek yazıda ele alalım. demir@comlink.de 3 Şubat 2000
115
Irkçılık, Milliyetçilik ve Apartheit Irkçılık da, Milliyetçilik de; "Irklar" da Milletler de Modern kapitalizmin bir ürünüdürler ve nasıl, milletler milliyetçiler tarafından yaratılarsa ve milletler olduğu için milliyetçiler değil, milliyetçiler olduğu için milletler var ise, aynı şekilde ırklar olduğu için ırkçılar değil; ırkçılar olduğu için "ırklar" vardır. Bu anlamda, her ikisi de, bir "hayali cemaat" özelliği taşırlar. Irkçılık da Milliyetçilik de sermayenin, kendi iç mantığının zorunlu bir sonucu değildirler. Ne ırkçı ne de milliyetçi olmayan ve ulusal devletlere dayanmayan bir kapitalizm, teorik olarak mümkündür. Her ikisi de, sermayenin somut tarihsel hareketinin ürünüdürler. Milliyetçilik ve milletler, kapitalizm öncesinin iş bölümü farklılıklarını derinleştiren genel kastlaşma eğilimine ve bunun sonuçlarına karşı, modern geniş yeniden üretimi sürdürmek için ortaya çıkan bir çözüm ise; ırkçılık, kapitalist olmayan bir çevrede yayılışın ve sömürgeciliğin ideolojik ve siyasi ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Ulusçuluk, ulusların EŞİT DEĞERDE, dolayısıyla EŞİT HAKLARA SAHİP BİR PARTNER olduğu var sayımına; ırkçılık ise, diğer "ırk"ların AŞAĞI, EŞİT DEĞERDE OLMADIĞI VE AYNI HAKLARA SAHİP OLMAMASI gerektiği anlayışına dayanır. Bu nedenle, Irkçı ve milliyetçi baskı, birbirine zıt bir mantığa dayanırlar. Irkçılık, ırkçı baskıyı uyguladığını, DIŞLAR, hayali veya gerçek belli özellikleri bulunmayanları dışlar ve DIŞLAYARAK EZER. Ulusal baskı ise, aksine, dışlamaz, YOK SAYAR. Bu yok sayışın, farkın inkarının kendisi bizzat ulusal baskıyı oluşturur. Çünkü Farkın kabul edilmesi, o mantık içinde, ulusun kabul edilmesi, dolayısıyla, tıpkı her insanın temel hakları gibi, her ulusun da temel hakkı olduğu düşünülen ayrı bir devlet ve ülke hakkının kabulünü gerektirecektir. Bu nedenle bu hakkı reddetmenin yolu, ayrı bir ulusun varlığını reddetmekten geçer. Irkçılık, klasik sömürgeciliğe ve Amerika'daki gibi köleciliğe veya Güney Afrika'daki Apartheita dayandığı biçimlerde fiziksel ve biyolojik özelliklerle tanımlamıştır ırkçı baskıya uğrattıklarını. Ancak, "Irksal" yani fiziki ve biyolojik farklılıklar, ırkçılığın asli bir özelliği değildir; sadece onun somut tarihte aldığı; bu gün de kalıntıları görülen; klasik sömürgeciliğe tekabül eden özgül bir biçimdir. Irkçılığın onu o yapan niteliği; fiziksel özellikleri ayrım olarak almasında değil; belirli özelliklere göre DIŞLAMA ve AŞAĞI BİR KONUMA itmesindedir. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü, günümüzün ırkçılığı, ırkçılığın belli tarihsel koşullardaki özgül bir biçimini, onun özüymüş gibi ortaya koymakta ve kendini gizlemektedir. İnsanın anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır derler; olgular ancak en gelişmiş ve saf biçimlerinde özlerini sergilerler. Irkçılığın zorunlu koşulunun biyolojik ya da kültürel özellikler olmadığının en klasik kanıtı; onun en gelişmiş ve yok edici biçiminde, Nazilerin Yahudilere karşı geliştirdiği ırkçılıkta görülebilir. Yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Orta Avrupa halklarından, hiç bir fiziksel ayrılıkları 116
olmayan Orta Avrupa Yahudileri, kendilerini ortaçağın gettosundan kurtaran burjuva dönüşümleri nedeniyle, gönüllü bir asimilasyon içinde de bulunuyorlardı. Çoğu aynı zamanda iyi bir Alman milliyetçisiydi. Çoğunluk kendini, Yahudi inançlı Alman olarak tanımlıyordu. Önemli bir kesimi, Yahudi inançlarını uygulamıyor ve bilinçli bir unutma ve entegrasyon süreci içinde bulunuyordu. (Hatta bütün önemli Yahudi Marksistler: Marks, Lüksemburg, Bebel, Kautsky, Troçki, Benjamin, vs. bu kesimden çıkmıştır.) Bu bakımdan, bulundukları toplum ile, kültürel, hatta dinsel bir farklılıkları bile yoktu. Fiziki ya da kültürel bir işaretin bulunmadığı bu koşulda bile ırkçılık var olabilmiş; bu işareti bizzat kendisi yaratıp taşıma zorunluluğunu getirmiştir. Yahudiler, sarı altı köşeli yıldız taşımak zorunda bırakılmış ve modern zamanların en büyük katliamlarından birine uğratılmıştır. Bu örneğin de gösterdiği gibi, fiziksel ya da kültürel ayrılıklar değildir ırkçılığın özü. Irkçılığın özü; dışlayarak alt bir duruma mahkum etmededir. Buna karşılık milliyetçilik ise, yok sayarak, fiiliyatta var olan bir ayrılığı inkar ederek; yok sayarak baskıyı sağlar. Bu farkın anlaşılması ve ırkçılığın özünün "ırk"lara dayanmadığı çok önemlidir ve günümüzün dünyasındaki gelişmeleri anlayabilmek için olduğu kadar, sosyalist bir program geliştirebilmek için de temel bir koşuldur. Milliyetçiliğin özü de, sanılanın aksine, belli bir dil, kültür ya da etniye dayanmak değildir. Milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını ön gören anlayıştır ve bu anlayış aslında son derece yeni, topu topu iki yüzyıllık bir tarihi olan bir anlayıştır. Ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, kültür ya da etni olmadığı, ilk ortaya çıktığı ve her hangi bir kapitalizm öncesi şekillenmenin çarpıtıcı etkilerine tabi olmadığı en gelişmiş ve saf biçiminde; aynı zamandaki en ideal biçiminde, ABD'de, yer yüzünün bu ilk ulusunda, çok açık görülür. Amerikan ulusu bir bakıma ulusun ve ulusçuluğun özünü oluşturur. Ne etni, ne dil, ne de kültürdür bu ulusu belirleyen. Hukuki bir tanımdır. Yani bu günün deyimiyle "Anayasal Vatandaşlık". Bu sistemde, ortak dil, politik bir anlam değil, çoğunluğun konuştuğu ya da kabul ettiği bir dil olarak kolaylık sağladığı için; tıpkı dünya ölçüsünde İngilizce'nin ortak bir dil olması gibi, teknik bir anlama sahiptir. Örneğin ABD'de, Amerika ulusunun varlığı ile İngilizce arasında hiç bir bağlantı yoktur. Bu dil Almanca da olabilirdi. Hatta bir tarihte bu konuda referandum yapılmış ve Almanca bunu küçük bir farkla kaybetmiştir. Ulusu, dile, etniye, kültüre göre tanımlayan yaklaşım daha sonradan, özellikle Alman ulusçuluğu bağlamında ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Nasıl Irkçılığın ilk ilkel biçimi, ırkçılığın biyolojik özelliklere dayandığı yanılsamasına yol açtıysa; ulusçuluğun bu daha sonra ortaya çıkmış ilkel biçimi de ulusçuluğun dil, etni ve kültürle zorunlu bir bağ içinde bulunduğu var sayımına yol açmıştır. Ulusçuluğun özü ise, ne dil, ne kültür ne de etnidir. Her hangi bir kritere göre (örneğin her hangi bir toprak parçasında yaşayıp vergisini vermek gibi, hukuki bir kriter olabilir) ulus olarak tanımlananın politik olanla çakışması zorunluluğunu kabul etmektir ulusçuluk. Kapitalizm öncesi, basit meta üretimi, iş bölümü, sınıf bölümü ve kavim bölümünü çakıştırıcı, dolayısıyla kastlaştırıcı, çeşitleyici bir eğilime sahiptir. Yahudiler tüccardır, ya da tüccarlar
117
Yahudileşir hazar Türklerinde olduğu gibi. Çingeneler müzisyendir, ama çingene olmayan, belki kökenlerinde şamanlık bulunan abdallar çingeneleşir. Arnavutlar muhallebici veya ciğercidir. Ermeniler zanaatkardır vs. vs. Bu gün bile bu kapitalizm öncesinin binlerce yıllık birikmiş eğilimlerinin izleri yaşamaya devam eder. Ama bu kavimlerin ve işlerin donup kastlaşması eğilimi, Akdeniz uygarlık alanında, sürekli alt üstlüklere yol açan kavimler göçleriyle netleşmese de, Himalayalar'ın ardında, pek az kavimler göçüne uğrayan Hindistan'da en açık biçimini alır. Kapitalizm ise, geniş yeniden üretim biçimi olarak, basit meta üretiminden farklı olarak, üretileni ve üreticiyi standartlaştırmak bunun için de, dil ve kültürde standartlaşma yapmak zorundaydı. Ulus devlet bu ihtiyacın ürünü olarak keşfedilmiş bir tarihsel biçimdi. Ama bu günkü gelişmişlik düzeyinde artık bu aşılmış bir sorundur kapitalizm için; teknik ve ekonomideki gelişmeler, kapitalizmin yürüyebilmesi için bu gerekli koşulları, yani dilsel bir standartlaşma aramayı, giderek bir engele dönüştürmektedir. Özellikle modern işgücü göçlerinden çıkan yeni göçmen azınlıklar; Avrupa Topluluğu gibi çoğu dil ve etniye dayanan ulusların bir araya gelmesinden ortaya çıkan yeni Avrupa Ulusu gibi gelişmeler; Bilgisayarın sunduğu yeni olanaklar ve yine bilgisayarın genelleşmesine bağlı, farklılıklara göre üretimi mümkün kılan yeni üretim teknikleri, zaten artık geri dönülmezcesine standartlaşmış bir dünyada, dil ve kültür çokluğunu mümkün ve gerekli kılmaktadır. Yani ulusal devlet biçimi, bu ulus neyle tanımlanırsa tanımlansın, kapitalizmin devamı için zorunlu bir biçim değildir, yani ulusları ve ulusçuluğu zorunlu kılan koşullar aşılmıştır. O halde ne gerek vardır uluslara, ulusal sınırlara ve devletlere? Örneğin, çok kültürlülüğe ve çok dilliliğe dayanan Avrupa ulusçuluğu, niçin o çok dilliliği Avrupa ile sınırlamaktadır? Nedir Avrupa denen? O ulusun içine alınan nedir? Avrupalı mıdır? Hayır. Bir tek ölçü vardır: refah , belli bir gelişmişlik ve sanayileşme düzeyinde olmak. Bu günün dünyasında, zengin ve fakir uluslar arasındaki fark o kadar büyümüş, "kritik kütleyi" aşmıştır ve fakirler öylesine büyük bir çoğunluk oluşturmaktadır ki, bu yeryüzünün sınırlılığı ile birleşince, zengin ulusların ezilenleri ve işçileri için bile, yer yüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek, bu gün var olandan maddi bakımdan daha geri bir düzen istemekle aynı anlama gelir. Bu günkü refah düzeyini korumanın tek yolu, yoksul ulusları bir rezervatın içine hapsetmek olmaktadır. Böylece bu günün dünyasında, tıpkı Güney Afrika'da olan türden, bir Apartheit, yani ırk ayrımcısı bir sistem ortaya çıkmış bulunuyor. Sanılanın aksine, ırkçılık geleceğin bir tehlikesi değil, bu günün bir realitesidir ve fiilen gerçekleşmiş bulunmaktadır. Irkçılığı bir tehlike olarak görmek, dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmak demektir; ulusçuluğun bu yeni fonksiyonunu görmeden bakmak demektir. Yazının başında dedik ki, ırkçılığın ayırıcı özelliği, baskı ve sömürüyü dışlama aracılığıyla yapmasıdır. Irk veya kültür gibi özelliklere dayanan ayrımlar, ırkçılığın somut tarihsel biçimleridirler ama özü değildirler. Peki ırkçılık bu yeni dışlamayı nasıl yapmaktadır? Ulus
118
ilkesi aracılığıyla. Siz Avrupalı, Amerikalı değilsiniz, başka ulustansınız denerek insanlığın büyük bir çoğunluğu "Üçüncü Dünya" denen, etrafı çevrili Bantustan'da yaşamaya mahkum edilmektedir. Böylece ulusçuluk ırkçı ayrımcılığa uğrayanların, dışlananların dışlandıklarını ve ırkçı bir baskı altında olduklarını anlamalarını engellemekte; ırkçılığı gizlemekte, hem de onu mümkün kılmaktadır. Ulusçuluk, zengin ülkeler için, yoksul çoğunluğu kendi dışında tutmanın; yoksulluk içinde yaşamaya mahkum etmenin, yani ırk ayrımcılığının fiili biçimi olmaktadır. Zengin ulusların bir üyesi değilseniz, koyulduğunuz rezervattan çıkma hakkınız yoktur. Rezervata hapsedilip dışlananlar, politik anlamıyla siyahlar; sanayileşmiş refah toplumları ise beyazlardır. Ulusçuluk ise bu ırk ayrımcılığının; siyahların o bantustanda, rezervatta yaşamaya zorlanmalarının ideolojik formu. Dünyada, ulusçuluğa ve ulusal devletlere; artık kapitalist üretimin kendini sürdürebilmesi için değil, bu ırkçı sistemin oturtulup sürdürülebilmesi için gerek vardır ve ulusçuluk bu sistemin aracıdır. Bu durum, Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele açısından yepyeni sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, Türkiye ve Kürdistan açısından bir demokratikleşme, fiilen zengin uluslar arasına katılma, örneğin Avrupalı olmak anlamına gelir. Kürtler üzerindeki ulusal, Türkler üzerindeki anti-demokratik baskıları ortadan kaldıracak dönüşümler, aynı zamanda dünya ölçüsünde bakıldığında, ırkçı bir ayrımcılığın aracı olacaklar demektir. Bu gün sanki çok uzak bir geleceğin sorunuymuş gibi görünen bu sorun, aslında, yarın olaylar hızlı gelişmeye başladığında, toplum yirmi yılları yirmi günde aştığında, birden bire, can alacı bir önem kazanacaktır. Bu durumda ne yapmak gerekir? Demokrasi ile sosyalizm arasındaki bu bağın kopuşundan bir çıkış yolu var mıdır? Bu durum, sosyalistlerin önüne ne gibi sorunlar koymaktadır. Bunları da başka bir yazıda ele alalım. demir@comlink.de 06 Nisan 2000 Perşembe
119
Avrupa’da Sağın Yükselişi ve Sol Son yıllarda Avrupa ülkelerinde artarda “sağ populist” olarak adlandırılan ırkçı partilerin yükselişi görülüyor. Fransa’da Le Pen, İtalya’da Bossi, Avusturya’da Haider, Danimarka’da Kjaersgaard, Noveç’te Hagen, İsviçre’de Blocher, Hollanda’da Fortuyn bu yükselişin sembol isimleri. Bütün bu partilerin temel iki konusu var: Göçmenler ve güvenlik. Güvenlik de göçmenlere bağlı olarak alındığından aslında bir konu var: Göçmenler. Bu partileri yükselten sorun, dünyadaki bütün solun en zayıf yanını oluşturmakta; ulusal dar görüşlülüğünü ve bu ulusal dar görüşlülük aşılmadan programsızlığın aşılamayacağını göstermektedir. Ama ne var ki sol bu partilere ve yükselişine hala eski ve aslında anlamsız argümanlarla karşı çıkıyor. Bir kaç örnek verelim. Bir zamanlar Avrupa’daki göçmenler, madem burada çalışıyoruz, vergi veriyoruz, o halde bizler de tüm eşit haklar istiyoruz mücadelesi yürütmekteydi. Bu mücadele kavramlara kadar gitmekteydi. Göçmenlerin haklarına karşı olanlar, onlara “Misafir İşçi” gibi isimler vererek, haklardan mahram durumlarını meşrulaştırmak istemekteydi. Bu Avrupa’daki göçmenler ile onların haklarına karşı çıkanlar arasında sert mücadelelerin konusuydu. Şimdi böyle bir toplulukta, göçmenlerin geldiği ülkelerden birinin sol bilinen bir partisinin temsilcisinin, “bizler Avrupa’ya ülkemizde baskı ve yoksulluk olduğu için geliyoruz, bizim buraya gelmemizi istemiyorsanız, bize demokrasi mücadelemizde yardım edin, baskıcı hükümetleri desteklemeyin. Bizler burada misafiriz. Ülkelerimiz düzelince gideceğiz” dediğini göz önüne getirin. Böyle bir tavır, Avrupa’daki göçmenlerin mücadelesini arkadan hançerler. Söylemde ne kadar, Avrupa’daki ırkçı partilere karşı olsa da onlarla aynı ulusal perspektifi paylaşmış olur. Ve bu bir fantezi değildir, Türkiye ve Kürdistan temelli politika yapan bütün solun yaklaşımı aşağı yukarı böyledir. Bu yaklaşım aşağı yukarı aşiretlerin kendi çıkarına olan mantıklarının dünya politikası açısından en gerici politikaların birer silahına dönüşmelerine benzer. Bir aşiret reisi, aşiretinin refahı ve mutluluğu için Türkiye’de korucu veya İngiliz emperyalizminin özel birliği olabilir. O aşiretin mantığı içinde doğru olan davranış, bir ulusal çapta veya global çapta güçler mücadelesinde, birden bire bir ulusal baskının veya işçilere karşı bir sindirme hareketinin aracı olabilir. Ulusal perspektifle bu günkü dünyanın sorunlarına yaklaşım da benzer sonuçlar verir. Bu nedenle global, evrensel veya enternasyonal bir perspektif olmadan sol politika yapmak olanaksızdır. Sizin ulusal ölçekteki hedef ve çıkarlarınız bir anda dünya ölçüsünde en gerici politikaların aracı olmanız sonucunu verebilir. Ayrıca böyle bir politika ne kadar karşı çıkar görünürse görünsün aslında karşı çıktığının varsayımlarını paylaşır ve güçlendirir. Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi. Peki Avrupa’nın solu daha mı farklıdır? Hayır. Olar da ulusal perspektifin mahkumlarıdır. 120
Onlar da, tıpkı Kürt veya Türk solcusu gibi, Hollanda, Almanya, Fransa vs. işçisinin refahı ve mutluluğu açısından olaya yaklaşır ve aynı akıbete uğrar. Irkçı partiler, Yabancı işçiler işimiz elimizden alıyor mu diyor, yabancılar suçu ve suçluları yükseltiyor mu diyor? Her yere ve şeye egemen ulusal perspektifli sol bunlara şöyle argümanlarla karşı çıkar: “hayır yabancılar olmasa daha çok işsiz olursun, zaten yabancılar sana iş pazarında rakip değil, sen o branşlarda çalışmıyorsun” veya “yerliler de yabancılar kadar suç işliyor”. Bütün bu argümanların, tıpkı, “bizler ülkemizdeki baskı ve yoksulluk yüzünden buradayız” argümanında olduğu gibi, olgusal olarak doğru olması hiç bir şeyi değiştirmez. Bunun ardında yatan mantık önemlidir. Irkçıların mantığı kabul edilmekte ama bu mantığa ilkesel düzeyde değil, olgusal düzeyde karşı çıkılmaktadır. Yani yabancıların suçu yüksekse veya yerli işçinin işini elinden alıyorsa, ırkçılara söylenecek söz yoktur. Bütün Avrupa solu da aşağı yukarı bu durumdadır. Bütün Türk ve Kürt solu gibi bütün Avrupa solu da ulusal perspektifliliğin kölesi ve en gerici varsayımların bilinçsiz bir yayıcısıdır. Irkçılığın yükselişinin ardında solun ulusalcı perspektifinin günahları bulunmaktadır. Örneğin bütün Avrupa solu Avrupa birliği içinde sorunu tartışmaktadır, Avrupalılığı yok etme programı veya hedefi veya böyle bir sorunu yoktur bu solun. Ama solun bu zaafı aynı zamanda nesnel bir bölünmenin yansımasıdır. Avrupa solunun bu perspektifsizliği ve programsızlığı, aynı zamanda, ırkçı partilerin yükselişine de yol açan aynı olgunun diğer görünümüdür. Bu olgu, dünya işçi sınıfının bölünmüşlüğüdür. Dünya işçi sınıfı, zengin ve yoksul ülkelerin işçi sınıfları olarak çok ağır bir bölünmenin etkisi altındadır. Avrupa solcusu da Avrupa işçisinin imtiyazlı konumunu yansıtmaktadır son duruşmada. Ve yine tam bu bölünmüşlük ve evrensel bir programsızlık nedeniyle, yoksul ülkelerin işçileri de ulusal veya dinsel akımlara akmaktadır. Böylece bu bölünmüşlük nedeniyle ortaya çıkman ideoloji ve politikalar bizzat bu bölünmüşlüğün kavranışını olanaksızlaştırmakta ve onu pekiştirmektedir. Sol yeniden canlanmak istiyorsa, her şeyden önce ulusalcı perspektifin tüm kalıntılarından kendini kurtarmak zorundadır. Yani bulunduğu ülkenin veya o ülkenin işçilerinin kurtuluşu veya refahı veya özgürlüğü açısından değil, ancak dünya çapında bir sınıf olabilen, dünya işçi sınıfının, soyut genel ve tarihsel çıkarı açısından soruna yaklaşmayı öğrenmelidir. Bu ise har şeyden önce burjuva uygarlığının tüm değerlerini, varsayımlarını sorgulamayı gerektirir. Yani müthiş bir radikalizm, son derece derine inen bir radikal eleştiri gerekmektedir. Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin de sıkıntısı, aslında ne kadar ilgisiz görünürse görünsün buradadır. Böyle bir sosyalizm olmadığı için; Avrupalılığı yok etmeye yönelik bir programı veya bir sorunu olmayan, sorunu Avrupa’ya girmek veya ona karşı çıkmak bağlamında tartışan bir sol olduğu için, yani sosyalizm yeterince radikal ve devrimci olmadığı için, yani karşı çıktıklarının varsayımlarını paylaştığı ve onları yaydığı için Türkiye’de de sol yoktur.
121
Radikal bir sosyalizm olmayınca radikal bir demokrasi de gelişememektedir. Reformların tıpkı devrimci mücadelenin yan ürünleri olması gibi, radikal demokrasi de ancak radikal bir sosyalizmin gölgesinde gelişme ortamı bulabilir. 29 Mayıs 2002 Çarşamba
122
“Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak”tan Bir Bölüm Ya bizden ulusun ve ulusçuların çaldığı geçmiş. Onu nasıl kazanabiliriz? Daha iki yüz yıl kadar önce, kendilerini ulus olarak tanımlayan devletler, Atlas okyanusunun iki kıyısında, insanlığın çok küçük bir bölümünü kapsayan topluluklardan ibaretti. İnsanların büyük çoğunluğu için, ulusçuluğun anladığı anlamda bir ulustan olmanın bir anlamı yoktu ve böyle bir problem bile bilinmiyordu. Ama bu gün yeryüzünde, bir tek santimerte kare toprak kalmamıştır ki bir ulusal devlete dahil olmasın, bir tek bile insan yoktur ulusu olmayan. Ulusu olmayan bir insanı düşünmek, çağdaş hayal gücünü aşırı zorlamak olur, nasıl gölgesiz bir insan olamazsa, ulussuz da olamaz (E. Gellner). Ama daha yakın zamana kadar insanlar için bir ulustan olmak, kültürel ya da soysal bir yakınlığı ifade etmekten başka bir anlam taşımazdı. "Ulusal birimle, siyasal birimin çakışması gerektiği" (E. Gellner) yolundaki ulusçuluğun anlayışı, akla bile gelmezdi, Bugün, şu ya da bu soydan, şu ya da bu aşiretten olmanın siyasal bir anlamı olmadığı gibi bir anlama sahipti bir ulustan olmak. Belki bu uygarlığın gençliğini yaşadığı çağda insanlığın hayrına olmuş bu ulus ilkesi ve ulusçuluk, modern uygarlığın dini, globalleşen bir dünyada, sadece bir apartheit sisteminin dayanağı olabilir. Güney Afrika'da klasik aphartheit biterken, dünya ölçüsünde bir apartheit sistemi kurulmuş bulunuyor. Yer yüzünün beyazları, Amerika, Avrupa, Japonya, Avustralya gibi ülkelerin ulusları, yer yüzünün siyahlarını, "Üçüncü dünya" denilen rezervuara hapsediyor. Amerika, Çin setti benzeri yüksek teknolojili duvarlar örüyor, Meksika'nın kuzeyine, Benzerini Avrupa başka biçimlerde Asya'nın Batısına ve Afrika'nın kuzeyine yapıyor. Rezervuara hapsedilenler ve rezervuar yapılan alan öylesine büyük ki, bu duvarların bir rezervuarın etrafındaki çitler olduğunu kavramak için hayal gücünü zorlamak, anlayışlarda bir Kopernik devrimi yapmak gerekiyor. Örülen duvarlar, beyazların etrafına değil, siyahların etrafına örülmektedir, ama bu siyahlar öylesine büyük ve çoktur ki, ilk bakışta bu görülememektedir. Bu rezervuar koskoca bir hapishanedir ve oradan artık kimsenin kaçmasına müsaade edilmemektedir. Kaçmaya kalkanlar, ya hapishane yapılmış adalardan kaçmaya kalkanlar gibi, nehirlerde ve denizlerde boğulmakta, balıklara yem olmakta, ya da dağlarda donmakta, ya da duvarlara takılıp kalmaktadırlar. Bu hapishanenin sahibi beyazlar ise, turist olarak iş gücünü daha ucuza yeniden üretmek için,istedikleri zaman oraya girip çıkabilmekte ya da politikacı ve iş adamı olarak, istedikleri zaman ve biçimde bu hapishaneyi kontrol edebilmektedirler. Beyazların idare binasına ise sadece hapishanedeki iş birlikçilerinin çıkma hakları oluyor. Bazen de idare binasının bazı temizlik gibi bazı ihtiyaçları için bazı siyah mahkumların orada bir parya olarak çalışmasına müsaade ediliyor. Bu sistemin bir tek adı vardır: Apartheit. Ama ulus ilkesinin ve ulusal devletlerin egemenliği, bunun sorgulanmasızca kabul edilmişliği, bir ırkçılık olduğunun görülmesini engelliyor. Ulus ve ulusçuluğa son verilmeden ise bu apartheit sistemi yok 123
edilemez. Ama bu sistem, ulus ilkesine ve ulusal devletlere dayandığı ve artık insanlık, ulusun dışında bir varoluş tarzını unuttuğu ve hayal bile edemediği için, bu sistemin kurbanlarınca, yani siyahlarca bile, sistemin korkunçluğu, akıl ve insanlık dışılığı görülemiyor ve bir itiraz getirilemiyor. Gerçekliğin tam bir kavranışı ancak hayallerin aynasında olabilir. Bu nedenle, sistemin kurbanlarının bile önce hayal görmeye bunun için de hayal gücüne ihtiyacı var. Batı uygarlığı, bir yandan globalleşir ve globalleşmeden söz ederken, sermaye ve karlar ve mallar hiç bir sınır tanımadan dünyanın her yerine kolaylıkla geçebilirken iş gücünün ve insanların serbest dolaşımının önüne koyulan ulusal devletin sınırlarının akıl ve insanlık dışılığını gizlemek için, çok kültürlülük ya da etniklik diye bir yalan uyduruyor. Ama bu gizleme çabası, ulus ilkesine dayanan devletin gereksizliğinin de üstü örtük bir itirafından başka bir şey değildir. Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu caza evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür. Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki tutumuna benzer. Bu uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak tanımlanmış, ve en ideal biçimlerinde tümüyle politik alanın dışına itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde bir diktatörlüktür. Örneğin sıradan halk İslam'ı değil, politik İslam, ya da Şeriatın tanımladığı İslam, tıpkı ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını ön görmesi gibi, siyasal birimle din biriminin çakışmasını ön görür. Bu anlayış karşısında batı uygarlığının din anlayışı bir diktatörlüktür, ona izin veremez çünkü. Bunun tersi de doğrudur, politik İslam da, dini kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak, politik alanın dışında anlayan yaklaşım üzerinde bir diktatörlüktür. Bunlar uzlaşmazlar. Aynı şekilde başka kültürlerin kültür tanımları karşısında da aynı durum vardır. Bir kültürün siyasal alan içinde gördüğünü, diğer kültür görmüyorsa, bunlardan birinin geçerliliği diğeri üzerinde diktatörlüktür. Çoğulculuk, çok kültürlülük, demokrasi, çok renklilik gibi kavramlar bu diktatörlüğü gizlemeye yarayan ideolojik araçlardır. Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Madem ki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi? Bugün dünyadaki bütün devletler, var olan ve var olmaya çalışan bütün devletler, hepsi, 124
ulusal birimin politik birimle çakışması anlayışına göre kurulmuş bulunuyor. Tıpkı bir şeriat devletinde, dinsel birimle politik birimin çakışmasında olduğu gibi. Aslında bugün bütün dünya, ulus ilkesi açısından şeriat devletleri tarafından ele geçirilmiş bulunuyor. İnsanların dinsiz olma hakkı var ama ulussuz olma hakkı yok örneğin. Üç kişi bir araya gelip bir din ya da tarikat kurabilir ama bir ulus kuramaz. Çünkü ulusçunun ulus anlayışı, ulusal birimle siyasal birimin çakışmasını öngörür. Ulusçuluğun ulus anlayışını kabul etmek için hiç bir neden yok ortada, aksine 80'li yılların başından beri, ulus ve ulusçuluk alanındaki anlayışında devrim yapmış kitapların hepsi, ulusçuluğun ulustan önce geldiğinin, varoluşu bakımından sınıflara değil örneğin dinlere benzediğinin kanıtlarıyla doludur. Bu anlayışı reddetmek enternasyonalizmle de olamaz ve enternasyonalizm değildir. Enternasyonalizm, ulusçuluğun ulus anlayışını reddetmez, dışlamaz, onu olduğu gibi kabul eder ona dayanır ve onu yeniden üretir. Onun içindir ki, yeryüzündeki ulusların çoğunu enternasyonalistler yaratmışlardır. Ulusun ne olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz derler, enternasyonalistlerden de öğrenemezsiniz. Tıpkı tanrısızlık ya da dinsizlik gibi, ulussuz olma hakkını savunan bir anlayış, ki bu anlayış otomatik olarak siyasal olanla ulusal olanın çakışması gerektiği anlayışını reddetmek zorundadır, ulusların ve ulusçuluğun mezar kazıcısı olabilir. Böyle bir anlayış, ulusu siyasal alanın dışına iterek, isteyene istediği ulusu kurma, girme, çıkma, ulussuz olma hakkını sağlayabilir. Ulus kişisel bir seçim, din gibi bir inanç sorunu veya , tıpkı, bugün kültürün tanımlandığı gibi bir kültür sorunu olur. Elbette böyle bir yaklaşım, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddeden ve ulusal olanı, tıpkı daha iki yüz yıl önce insanlığın çoğunda olduğu gibi, politik alanın dışına iten yaklaşım, ulusçunun yaklaşımı üzerinde bir diktatörlüktür. Ama bugün bütün dünyaya egemen olan ulusçuluğun anlayışı da, diğeri üzerinde bir diktatörlük. *** Ulusların bir araya gelip çok uluslu birlikler (Avrupa Birliği) ya da uluslar üstü (Birleşmiş Milletler) birlikler kurması, ulusçuluğu yok etmez, sadece güçlendirir ve görünmesini gizler, daha büyük ve güçlü olarak başka bir isimle yeniden üretir, ulusal olanla politik olanın çakışmasını sorgulamaz. Ulusların aralarındaki çatışmaların, uluslar arasındaki yakınlaşmalarla; uluslar arası örgütlenmelerle; ulusçunun anladığı biçimiyle ulus ilkesini ret etmeyen, dışlamayan ama yeniden üreten mekanizmalarla kaybolacağı inancı çocuksudur ve hiç bir tarihsel tecrübe bunu desteklemez. Ulusçunun ulus anlayışını ret eden, onu dışlayan, onun üzerinde bir diktatörlük oluşturan, başka bir ilke ancak bugün insanlığı apartheit sisteminden kurtarıp, ulusal çatışmalara son verebilir. Bu, bir tarihsel analojiyle daha kolay anlaşılabilir. İslamiyet öncesi dönemde, insanlar Arap yarımadasında aşiretlere göre örgütlenmişlerdi. Geçerli ilke, soy kardeşliği, kan kardeşliği idi, tabiri caiz ise, siyasal olan kan ve soyla belirleniyordu. Muhammet, bu aşiretleri 125
birleştirmeye, birleşmiş milletler ya da Avrupa birliği gibi, aşiret birlikleri ya da federasyonları gibi yollar denemedi, o kandaşlık ilişkisi ve ilkesinin yerine başka bir ilkeyi getirdi, kan kardeşliği yerine din kardeşliği. Ancak böylece her aşiretin içindeki din kardeşliği ilkesini kabul edenler, kan kardeşliği ilkesini kabul edenlere karşı başka bir ilkeyi dayattılar. Diğer bir örnek, modern batı uygarlığının tarihinden verilebilir. Burjuvazi, ilk muhalefetini dinsel biçimler içinde örgütledi. Bu biçimler içinde kaldığı sürece, tüm insanlığı, tüm dinleri etkisi altına alabilecek bir uygarlık geliştiremezdi burjuvazi. Hıristiyanlığın hangi yorumunun daha doğru olduğu, bir Müslüman ya da bir Budist için hiç bir şey ifade etmez ve anlaşılmaz kalırdı. Burjuvazi, Muhammet'in aşiretler kardeşliği ya da federasyonu denememesi gibi, bir dinler birliği ve kardeşliği de denemedi. Burjuvazi, bütün antik uygarlıkların ve dinlerin dayandıkları ilkeleri dışlayan, geçersiz kılan ve onlar üzerinde bir diktatörlük oluşturan bambaşka bir ilke ile, örneğin ulus ilkesi ile onlar üzerinde kesin bir zafer kazandı. Burjuvazi, bütün dinleri, antik uygarlıkları ve aşiretleri, tıpkı Muhammet'in bir zamanlar, din kardeşliği ilkesiyle yapabildiği, yani kardeşleri siperlerin karşı taraflarına sürebilmesi gibi, ulus kardeşliği ilkesiyle, din ve kan kardeşlerini birbirine karşı sürüp ekonomik gücüne dayanan zaferini ideolojik olarak pekiştirebildi. Modern uygarlık, ancak, başka bir ilkeye dayanarak, her din ve kandaşlık birliğinin içinden yığın yığın gönüllü savunucular bulabildi. Ulusçuluğun sonu da böyle olabilir. Ulus ilkesini ret eden, boş düşüren, onu dinlerle aynı kefeye ve gerçek yerine koyan bir ilke, bizden tarihi ve günümüzü çalan; insanlığın bir apartheit sistemine mahkum eden ulusal devletlerin sonunu getirebilir. Her ulus içinde, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiğini savunanlarla, bunun kişisel bir tercih sorunu olması gerektiğini savunanlar arasında bir bölünme olmadıkça ve ikincileri birincilere üstün gelmedikçe, çalınmış geçmişi yeniden kazanmak ve geleceği geçmişin lanetinden kurtarmak mümkün olamaz. Modern uygarlığın dini ulusçuluk ya da onun heretik karşıtı enternasyonalizm, klasik dinler kadar olsun böyle bir eleştiri ve bakış karşısında dayanacak güçte değildir. O insan varlığına ilişkin temel soruları ne sorar ne de ona bir cevap arar. Sanıldığından çok daha güçsüzdür. Burada bütün sorun bunun olabileceğini düşünmek, bunu hayal edebilmekte. Var olanın ufku dışından ona bakabilmekte. 09.11.1988
126
“Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu”ndan Bir Bölüm
Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun genel olarak dünya ekonomisi ve zengin ülkeler; özel olarak bölge ve geri ülkeler bakımından çok farklı anlamları vardır. Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine gelişmiştir ve zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine açılmıştır ki, ileri ülkelerdeki, en demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk ayrımcılığının, dünya çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır. Amerika ya da Avrupa mı, bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün dinsel, dilsel tanımları dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın yoksullarının bu hudutların dışında kalan gettonun duvarları içinde tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan, bütünüyle demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır. Klasik uygarlıklar çağında, dünya ticareti henüz çok küçük ve lüks mallarla sınırlıyken bile, ticaret yolları Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz alanlarında imparatorlukları gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Malların çoğu dünyanın başka ülkelerinden gelmekte ve bizzat o malların kendileri de başka ülkelerde üretilmiş mallardan oluşmaktadır. Böyle bir dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar demokratik kriterlere gör tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman sorunlara bir çözüm getiremez. Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada tek çözüm, dünya çapında bir imparatorluk olabilir. Kapitalizmin ve emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama bu çözümün kendisi bir çelişkidir. İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve bölünmüş, güçlerini birleştiremez durumdaysa mümkündür. Yani dünyayı bir imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek onu olabildiğince küçük, iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim ister Avrupa’nın ABD tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde, ister Irak’ta siyasi olanın dinler, diller ve etnilere ve onların dengelerine göre tanımlanmasında açıkça görülmektedir. Bu hiçbir zaman bir çözüm olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan ve acı demektir. Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş ve bu imparatorluğun stratejisine hizmetten başka bir işe yaramayan, dile, dine göre tanımlanmış uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı vardır: politik olanın tanımından ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak. İnsanların hak ve görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş gücünün serbest dolaşımı. Bu cumhuriyet ancak, burjuva uygarlığının, siyasal, özel, kamusal, ticari ayrımlarını kaldırıp, toplumun ve insanın birliğinin yolunu tekrar açabilir. Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar gerek zengin ülkelerin işçileri bakımından, en demokratik bir ulusçuluk bile bir gerici programdır. Çünkü, artık o Ulusçuluk, tüm mallar ve
127
sermaye serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde bir engeldir. Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı olarak, zengin ülkelerden olmayan insanları yoksulların toplandığı bir rezervatta tutmanın aracı olarak işlev görmektedir. Dünya çapında ve ileri ülkeler açısından program, ulusun tanımından dili, dini, soyu dışlamak değil (ki zengin ülkelerde bu büyük ölçüde gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık olduğu yere, dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır. Bu pratik olarak bütün sınırların kalkması anlamına gelir. Aslında dünyanın yoksulları şimdiden ayaklarıyla bu programa oy veriyorlar. Denizlerde, dağ doruklarında, nehirlerde; yayan ya da derme çatma kayıklarla, gemi ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o ulusal sınırları ve duvarları aşmaya, hapsedildikleri rezervattan ya da dev Bantustan’dan kaçmaya çalışıyorlar. Bu anlamda dünya çapında iş gücünün serbest dolaşımı; gittiği yerde çalışan ve vergi verenin tüm sosyal ve siyasal haklara sahip olması, her demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması gereken asgari bir programdır. Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin sonu ve ulusal olanın özel ve inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de değildir. Ne var ki, böyle bir program, zengin ülkelerin emekçi ve işçilerince savunulmamaktadır. Savunulmamasının nedeni de şudur: Böyle bir programın gerçekleşmesi, zengin ülkelerin düzeyinde belirli bir düşmeye yol açar. Hem zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki eşitsiz mübadeleden doğan değer transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün fiyatının düşmesine yol açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği hatta onlara karşı direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir sosyalist programa karşı durma eğilimindedirler. Ama zengin ülkelerin işçileri ve ücretlileri istemedikçe yer yüzünden kapitalizm kalkmayacağından, bu aynı zamanda insanlığın çıkmazını da göstermektedir. Yoksul ülkelerin işçileri dünya çapında eşitlikçi bir düzeni; ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama yapamaz; zengin ülkelerin işçileri ise yapabilir ama istemez. Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin karşısında bulunduğu en büyük açmazdır ve bu açmaz çözülmedikçe, bırakalım sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün görülmemektedir. * Ama üçüncü dünyada, yani zengin ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme ve güçsüzleştirme stratejisine karşı, devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir savunma mevzii olarak ve birleştirme potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve hükmet stratejisini boş düşürmek için ilerici ve kurtuluşçu bir işleve sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya Avrupa gibi bir Demokratik Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha büyük bir refah, daha kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer emperyalistlerin planlarına karşı koymak için daha büyük bir güç ve irade birliği sağlar. Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun bir yoldan, bu günkü yaşam düzeyleri ve gelirler arasındaki derin bölünmüşlüğe bir son verip, dünyanın ücretlilerinin ortak bir programda 128
birleşmesinin koşullarını yaratabilir. 10.02.2004
129
130