Demir Küçükaydın HDK Üzerine Yazılar Derlemesi 1
Yayınları
HDK (Halkların Demokratik Kongresi) Kuruluş Kongresi Değerlendirmeleri Demir Küçükaydın
Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
2
HDK Üzerine Yazılar İçindekiler Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (1)............................................................... 4 Türk Sosyalistleri Kendi Cenazelerini Kaldırırken ................................................................ 4 Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (2)............................................................... 9 Kongre’yi (HDK) Bekleyen Tehlikeler .................................................................................. 9 Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (3)............................................................. 18 Hafızasızlık ve “Aufhebung” ................................................................................................ 18 Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (4)............................................................. 23 Kongre Divanı ve Demokrasi ............................................................................................... 23 Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (5)............................................................. 38 Tüzük Eleştirisi – Yuvarların Yaşaması İçin Bürokratik ve Hantal Bir Tüzük ................... 38 Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (6) HDK Tüzüğüne Kenar Notları ........... 63 HDK 1. Genel Kurul Delegelerine ve Tüm Üyelerine Açık Mektup Hatalar Bizden Hızlı Koşarlar! ............................................................................................................................... 92 HDK Kongresi ve Ölüm Oruçları ........................................................................................ 95 Örgütsel Olarak Acil yapılması Gerekenler ................................................................... 100 Taktik Olarak Acil yapılması Gerekenler ...................................................................... 101 Programatik ve Stratejik Olarak Yapılması Gerekenler ................................................. 101
3
Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (1) Türk Sosyalistleri Kendi Cenazelerini Kaldırırken Roj TV’de seçim gecesi, gece yarısından sonra çıktığımız programda moderatör, seçimlerden sonra Bloğun ne olacağını ve sosyalistlerle bir birlik olup olmayacağını sormuştu. Yanlış hatırlamıyorsam, aşağı yukarı şöyle demiştim: “Türk sosyalistleri hayatiyetini yitirmiş bir ceset gibidir. Bu bakımdan Kürt Özgürlük Hareketi, Türk sosyalistlerine pek fazla bel bağlamamalı. Ama bundan Türk sosyalistleriyle bir araya gelmemeli gibi sonuç çıkarmamalı. Özgürlük Hareketi, Türkiye’deki demokratik muhalefeti, Türk sosyalistlerine havale etmeyi bırakmalı, bunu kendi örgütlemeye ve birleştirmeye çalışmalı. Türk sosyalistleri bunu başlatmak için bir işlev görebilir. Eskiden tulumbalar vardı su çekmek için. Ama su çekebilmek için, bu tulumbalara bir kaç maşrapa su dökmeniz gerekirdi. Elinizde bir tulumba, kuyuda su olsa da, pis de olsa bir maşrapa suyunuz yoksa, suya ulaşamaz onu yukarı çekemezdiniz. İşte Özgürlük Hareketi sosyalistleri böyle, Türkiye’nin demokratik güçlerine ulaşmak ve onları örgütlemek için, bir maşrapa su gibi değerlendirmelidir. Sosyalistlerin bir hayatiyeti yoktur. Sadece fiziki olarak güçsüz değiller; entelektüel olarak, teorik olarak da tükenmiş durumdalar.” 15-16 Ekim’de Ankara’da toplanan, “Kongre Girişimi” kurdunun “Halkların Demokratik Kongresi” kelebeğine dönüştüğü bir koza işlevi gören toplantı, özünde seçim akşamı ifade ettiğimiz beklentinin bir gerçekleşmesiydi. Kürt Özgürlük Hareketi Türkiye’nin batısındaki muhalefeti örgütlemeyi bir görev olarak önüne koymuş; Sabahat Tuncel ve Gültan Kışanak gibi nitelikleri niceliklerinin çok üstündeki iki vekilini bu işle görevlendirmiş ve bunun ilk meyvesi de bu Kongre olmuştu. Türk sosyalistleri bu Kongre’nin toplanmasında bir maşrapa su olmuş ve işlevlerini yitirmişlerdi. Ama henüz bunun bilincinde değillerdi ve alkışlayarak selamladıklarının, uğurladıkları kendi cenazeleri olduğunu bilmiyorlardı. Evet, Kürt Özgürlük Hareketi gerçekten, Türkiye’deki demokratik muhalefeti birleştirmeye ve örgütlemeye karar vermiş ve bu göreve doğrudan kendisi soyunmuş bulunuyor. Türk Sosyalistlerinin oluşturduğu yuvarlar ve bir kısım genel olarak “Yeni Sosyal Hareketler” bağlamında tanımlanabilecek girişim ve örgütler, bu yeni kıtaya ayak basmayı sağlayacak küçük köprübaşları oluşturuyorlar. Yıllardır Öcalan tarafından hep bir amaç olarak ortaya koyulmasına ve gündemde tutulmasına rağmen, Kürt hareketi bunu acil bir görev olarak benimsemeyi çok bilinçli de yapmadı. Bu yönde yoğunlaşma ve girişim biraz da olayların zorlamasıyla oldu. Yoksa önceki Çatı Partisi ve Demokrasi İçin Birlik Hareketi gibi dostlar alışverişte görsün türünden yapılan ruhsuz ve heyecansız bir girişim olarak kalabilirdi. 4
“İhtiyaçlar yaratıcı yapar” diye bir söz vardır. KCK ve diğer tutuklamalar bağlamında neredeyse legal siyasat yapacak kimsenin kalmaması; Hükümetin yeniden savaşı ve saldırıyı başlatması karşısında, bu saldırıları olabildiğince geniş güçlerle karşılamak ve tecrit olmamak zorunluluğu, Kürt Özgürlük Hareketini Türkiyeli Sosyalistlerle ve diğer demokratik güçlerle bir an önce bir araya gelmeye zorladı. Bu zorunluluk, uzun yıllar politik mücadelenin kazandırdığı tecrübe ve esneklikle de birleşince, başlangıçta “Çatı Partisi” girişiminin yeni bir baskısı olarak başlayan süreç; temaslar sırasında Türk sosyalistlerinin gettosu dışına çıkıldığında, Kongre gibi daha geniş, esnek ve sosyalistlerin dışındaki güçlere daha çok hitap edecek bir biçim aldı. Bu esneklik ve yeni biçimin kendisi de yepyeni güçlere, çevrelere, örgütlere ulaşma ve onların da katılması olanağını ortaya çıkardı. Başlangıç noktasında 17 “bileşen”den oluşan ve Kongre’nin kökeninde bulunan Blok, toplatıya gelindiğinde 21’i “siyasi yapılar” (“sosyalist yuvarlar” da denebilir, diplomatik değil de sosyolojik olarak tanımlandığında) olmak üzere 38 “bileşen”e ulaşmıştı. Yani yüzde yüzü aşkın bir artış. Ve bu yükselişin neredeyse tamamı da “siyasi yapılar”, yani sosyalist yuvarlar dışından. Saldırıyı bir an önce, yapayalnız ve çıplak olarak değil de daha geniş güçlerle karşılama gereği ve saldırının şiddeti bu sürecin adeta yıdırım hızıyla ve aceleye getirilerek yürümesine neden oldu. Ama başka yol da yoktu. Hele bir yola çıkılsın, “kervan yolda düzülür”dü elbette. Özellikle aydınların katılımının pek görülmemesi, onlar üzerindeki liberal etki; tevkifatların ürkütmüşlüğü ve uzak durma ihtiyacı kadar, bu süratin de bir sonucuydu 1. Ancak, bütün bu aceleye gelmişliğine rağmen, bu süreç 2008 sonunda, Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampusu’nda yapılan “Çatı Partisi” toplantısında olduğu gibi bir fiyaskoyla veya daha sonra 2009 Haziranında Ankara toplantısındaki “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” gibi ölü doğmuş bir bebekle sonuçlanmadıysa, bunun nedeni ortaya çıkan yepyeni koşullar ve eğilimlerdi. Bunların başlıcaları şöyle sıralanabilir. Birincisi, Türk sosyalist yuvarların Kürt Özgürlük Hareketine eskisi gibi naz yapacak, koşul öne sürecek zerrece güçleri kalmamasıdır. Kürt Özgürlük hareketinin adeta “ikili iktidar” denebilecek türden örgüt ve mücadele biçimlerini (“Sivil Cumalar” örneğin) başarıyla kullanması ve özellikle de seçimlerde kazandığı başarı Türk sosyalistlerini iyice silahsızlandırmıştı, gözler artık hayranlıkla Kürt Özgürlük Hareketine dikiliyordu. İkincisi, şehir orta sınıfları ve Alevilerdeki büyük bir tektonik kaymanın başlamasıdır. Onlar “artık bu ordu bizi koruyamaz, Kılıçdaroğlu da fos çıktı, bunlarla etse etse Kürtler baş eder” deyip, yavaş yavaş Kürt hareketine gözlerini dikiyordu. Aslında kendileri de büyük ölçüde bu kesimlerde derin kökleri bulunan ve onların daha politize bir kesimini temsil eden Türk sosyalistlerinin Kürt hareketine yakınlaşması tam da bu derinden işleyen sürecin bir
1
“Aydınların fiziki katılımı düzeyinde bir darlık, görünmezlik var. Fakat burada olmayanların büyük bir çoğunluğu hareketle zaten irtibatlılar. Her şeyin aceleye gelmesinden, kaçınılmaz protokol işlerinin biraz savsaklanmasından doğan bir sorun var ortada. Düzenlemede bir beceriksizlik ve telaştan kaynaklanıyor. Ben, fikri ve manevi katılımın çok daha yüksek olduğunu biliyorum.” E. Kürkçü, “İyimserlik, Cesaret ve İhtiyat”, Ekmek ve Özgürlük, söyleşi
5
görünümüydü2. Üçüncüsü, askeri bürokratik oligarşinin, egemenilğini yeniden kurmak için çok uzun vadeli bir strateji değişimine gitmesiydi. Bu bağlamda giderek Kürt hareketine kimi kanallar açıyor ve yakınlaşıyordu. Şehir Orta sınıfları ve Alevilerdeki kayış, bizzat buradan açılan kanallardan da besleniyordu 3. Dördüncüsü, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bizzat kendisi, kendisiyle yakın bir işbirliğine giren sosyalist ve demokratları hızla dönüştürüyordu. Bu dönüşüm, sadece sosyalistlerle de sınırlı değildi, birçok demokratik ve liberal eğilimleri yansıtan gazeteci bile (Nuray Mert, Hasan Cemal, Cengiz Çandar vs.) Kürt Özgürlük Hareketi’ni yakından tanıdıkça tutum ve konumlarını epeyce değiştiriyordu 4. Keza bu değişim de yine o tektonik kaymanın bir ifadesi olarak da görülebilirdi. Sosyalistelerin Kürt harektine en yakın duranları ve Kürt hareketiyle bir nedenle yakın ilişkiye geçenleri de hızla değişiyordu. Bu değişim, en dramatik biçimde, bizzat Kongre’de çok güzel bir açış konuşması yapan ve konuşması esnasında bizzat bu değişmi sürecini de ifade eden Ertuğrul Kürkçü’de görülebilir. 2008 sonunda Bilgi Üniversitesi’ndeki toplantıda, burada sınıfsal, emekten yana, sosyalist talepler yok, biz buna imza atmayız diyerek toplantının bir fiyaskoyla sonuçlanmasına yol açan; Kürt hareketine koşullarımızı kabul ettirdik diye o toplantıyı yorumlayan 5; Kürt hareketini etnik temelli siyaset yapmakla eleştiren; o toplantıya, şimdi ÖDP’nin geldiği noktada, “aktif gözlemci” olarak katılan; esas çıkış perspektifini diğer sosyalist yuvarlarla kuracağı veya TKP’den hiç bir programatik ayrılık gerekçesi göstermeden ayrılmış Haluk Yurtsever adına bağlı çevre ile birliklerde gören Ertuğrul Kürkçü 6, özellikle Mersin’deki 2
Özellikle ÖDP, EDP, TKP, EMEP ve hatta Halk Evleri’nde görülen Kürt hareketine yakınlaşma eğilimleri, örneğin ÖDP’nin şimde SEH (Sosyalist Emek hareketi) ve Kürkçü’nün 2008 sonunda bulunduğu “aktif gözlemci”lik noktasına gelmesi; TKP’nin son bildirilerinde açıkladığı Kürt hareketine sempati gülücükleri dağıtan tavırlar; eskiden EDP’nin aman Alevileri ve tabanımız olan orta sınıfları ürkütmeyelim diyerek özellikle Kürt hareketinden uzak duruştan en sadık ve tutarlı bir partner haline gelmesi vs. bu kıta kaymasının habercisi öncü sarsantılar olarak görülebilirler 3
Bu destek en açık biçimde seçimlerde televizyon kanallarında Blok vekillerine, özellikle Türk kökenlilere (yani sosyalistlere) bolca yer verilmesinde ve haberlerin tonunda vs. görülmektedir. 4
Nuray Mert, henüz Çatı Partisi’nden Kongre hareketine dönüşümün ilk aşamalarında, Türk sosyalist yuvarlarının konuşmalarının saatleri aldığı bir toplantıyı izlemiş ve sonunda söz alıp, sosyalistlere aşağı yukarı şunları söylemişti. “Elbet şu zor zamanda Kürt hareketinin yanında yer almak, onları yalnız bırakmamak önemli. Ama daha da önemlisi, bu hareketle yan yana duruş, beni değiştirdiği gibi, sizleri de değiştirecektir.” 5
"Kürt emekçilerini “kimlik” taleplerinin ötesine taşıyan “sınıf mücadelesi” dinamiklerini hesaba katan aşağıdaki sonuç bildirgesi, diğeri masadan kaldırılmadan yazılamazdı. Bunun gerçekleşmesine katkıda bulunmuş olmamız önemli." Ertuğrul Kürkçü 6
“O yüzden ben Kürt sosyalistlerinin, Kürt devrimcilerinin bu meselenin tamamen farkında olarak, şimdi vurguyu giderek artan bir şekilde emeğin hakları, emeğin mücadelesi, emeğin kurtuluşu, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi eksenine yerleştirmeye gayret etmelerinden, bunu kavramsallaştırmalarından ötürü son derece memnunum.”
6
seçim çalışmalarında Kürt hareketiyle yakından ilişkiye geçtikçe, hızla ve çok olumlu bir değişim geçirmeye başladı. Öyle ki, altı ay sonra Kongre Girişimi’nin “Halkların Demokratik Kongresi”ne dönüştüğü toplantısının açış konuşmasını yapıyordu. Ve bu konuşmada, Kürt Özgürlük Hareketine, “bizleri” değiştirip dönüştürdüğü için teşekkür ediyordu. Değiştiğini artık inkar etmiyor ve bundan utanmıyor, yetmişimizde de öğreneceğiz, değişeceğiz diyordu. Konuşmasındaki vurgular artık demokrasiyeydi. Hatta çok dikkatli gözlemcilerin dikkatinden kaçmayacağı gibi, sadece kapitalizmden de değil, “kapitalist uygarlık”tan söz ediyor, bir paradigma değişiminin işaretlerini de veriyordu. Önceki toplantı ve kongrelerde Kürt hareketine Emek ve Sınıf diyerek Türk sosyalistlerinin demokratik görevlerden kaçmak olan tavrının daha rafine bir örneğini sürdüren Kürkçü; şimdi sosyalistlere demokratik görevlerini hatırlatıyor: "Kürdün, Arabın, Rumun, Ermeninin hakları için savaşmayana sosyalist denmez."; “Tekçi hakimiyet rejiminin toprağın altına ittiği her şey yerinden çıkıyor. Bu dinamiklerle buluşuyoruz.” Diyordu. Ve en çarpıcı olarak; iki yıl önce “Kürtler ve Türkler İçin Ortak Bir Dil: Emeğin Dili” diyerek Kürt hareketine “Emeğin dilini” öğretmeye kalkan Kürkçü, şimdi sosyalistlere bir sosyalist olarak, demokrasinin dilini öğrenmeleri çağrısını yapıyor; sembolik olarak da Kürtçe, Arapça yaptığı selamdan sonra, “şimdilik bunları öğrenebildim; diğerlerini daha öğreneceğiz” diyordu. Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı ve unutulmuş olanlar tekrar hatırlanıyordu: Sosyalistin görevi, emekten, işçiden söz etmek demokratları emek ve işçiler için mücadeleye çağırmak değil; işçileri tüm gayrı memnunları toplayacak demokratik haklar için mücadeleye çağırmaktır. Ama tarihin en ilginç ironisi şuydu ki, 2009’da etnik siyasete karşı “sınıf eksenli”, “emek eksenli siyaset” gibi sözleri dilinden düşürmeyen, o toplantıların ve Türk sosyalistlerinin genel eğilimlerini yansıtan Ertuğrul Kürkçü, Türkiye tarihinin gördüğü, en “etnik temelli siyaset” yapılan Kongre’nin hazırlayıcılarından biriydi, açış konuşmasını yapıyordu ve formülasyonlarıyla bu kongrenin yıldızıydı. Yükselen Kürt hareketi ile ilişki içinde değişmiş olan yeni Ertuğrul Kürkçü orada eski, iki yıl önceki Ertuğrul Kürkçü’yü gömüyordu. Ertuğrul Kürkçü’nün konuşması, yeni Ertuğrul Kürkçü’nün eski Ertuğrul Kürkçü’nün ardından yaptığı bir cenaze söyleviydi. Evet Ertuğrul değişti ve yeniden doğdu; seçimlerden önce yazdığımız yazıda da belirttiğimiz umutlarımıza uygun olarak, gericilik döneminde körelmiş bütün yetenekleri tekrar gün yüzüne çıkıyor.
“Bu bağlamdan da doğrusu hoşnutum, çünkü demokrasi tartışmasını bir toplumsal bağlamda, toplumsal eşitsizliklerin kendisini ifade ettiği ve sonuca bağlandığı bir genel politik çerçeve olarak algılayan ve bunu emeğin, ezilenlerin, yoksulların, dışlananların, olduğu yerden yorumlayan bir yaklaşımın giderek genel geçer yaklaşımın yerini aldığını görmekten ötürü son derece mutluyum. Bunda küçücük de olsa bir payım olduğunu düşünüyorum. Kimilerine göre bu "ortalığı dağıtmak"tı. Ben ise bu müdahalelerin ne kadar derli toplu düşünmemize yardımcı olduğunu gördükçe, daha çok seviniyorum.” Ertuğrul Kürkçü
7
Ama o “Siyasi Yapılar” denen sosyalist yuvarların önemli bir bölümünün böyle bir değişim; ya da en azından ölümden sonraki diriliş (reenkarnasyon, basübadelmevt) yaşayacağına dair pek az ipucu var. Bu belirtileri, bu Kongre değerlendirmesinin diğer hazırlıklar, tüzük ve program bölümlerinde ele alacağız. Aslında bu toplantıda, Türk sosyalistleri kendi cenazelerini kaldırdılar. Ertuğrul, eski Ertuğrul’un cenazesindeki söylevini yaparken, aslında Türk sosyalist yuvarlarının cenazesini kaldırıyordu. Kongre’nin mesajı, Kürkçü’nün “Tekçi hakimiyet rejiminin toprağın altına ittiği her şey yerinden çıkıyor. Bu dinamiklerle buluşuyoruz.” diye selamladığı ama Sosyalistlerin şimdiye kadar “sınıf ya da emek eksenli değil”; “etnik” veya “mikro milliyetçi” diye damgaladıklarının kendi alfabelerinde ve dillerinde yaptıkları selamlardı özünde. Ve o sosyalistler, dün reddedip aşağı gördüklerinin damgasını vurduğu bu kongrede, “burada Etnik temelli siyaset yapılıyor, bizim burada yerimiz yok” diyecek tutarlılık ve cesaretten bile yoksun bir şekilde; yanlış da olsa kendi iç tutarlılığı içinde saygıyla anılmayı hak edecek bir şekilde bile ölmeyi başaramadılar. Seslerini bile çıkaramadılar. Ve işin kötüsü, aslında gerçekten Kongre’de “etnik temelli siyaset” yapılıyordu, bildiğim kadarıyla da Türkiye’de ilk defa. Tarih günlük gelişmelerin peşinde koşanlarla, derin bir teorik analiz sonucu ulaştığı sonuçlara uygun olarak, tecrit olma pahasına sağlamca durmayı beceremeyenlerle böyle alay eder ve onlardan onurlu ve yiğitçe bir ölümü bile esirger. Maalesef Türk sosyalist yuvarları onurlarıyla ve yiğitçe ölmeyi bile beceremediler. Evet Türk sosyalistleri kendi cenazelerini kaldırdı. Ama öylesine kavrayış güçlerini yitirmiş bulunuyorlar ki, zafer diye kutladıklarının bir cenaze merasimi olduğunu ve bu cenazenin de kendi cenazeleri olduğu bile görmüyorlardı. Kongreyi bir başarı olarak olumlayan ve selamlayan sosyalistler aslında kendi ölümlerini kutluyor ve selamlıyorlardı. Vurulan bir hayvanın daha bir süre koşmaya devam etmesini anlatırken Afrikalılar “daha öldüğünü anlamadı” derlermiş. Türk sosyalist yuvarları da “daha öldüğünü anlamadı”.
Demir Küçükaydın 20 Ekim 2011 Perşembe demiraltona@gmail.com http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa
8
Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (2) Kongre’yi (HDK) Bekleyen Tehlikeler “Türk sosyalistleri Kendi Cenazelerini Kaldırırken” başlıklı ilk yazıyı okuyan kimi okurlar, burada kastedilenin mantıksal anlamda; soyut anlamda bir cenaze kaldırma olduğunu anlamayarak, Türk sosyalist yuvarlarının hiç de öyle yazıda söylendiği gibi ölmediği itirazını yapıyorlar. Bu arkadaşlar bir düşünce ve davranışın tarihsel ve toplumsal anlamı ve bunun mantıki sonuçlarıyla; bu mantıki sürecin tarihsel süreçte gerçekleşmesinin (hatta gerçekleşmemesi durumunda tersinden doğrulanmasının) farklı şeyler olduğunu görmüyorlar. Bu farkı görüp ayıramayış, biraz da Marksist gelenekleri ve düşünce sistemini bilmemek ve unutmuş olmakla ilgili. Marksizm'de, mantıksal ve tarihsel hareket diye bir ayrım vardır. Mantıksal hareket, tarihsel hareketin gerçek tarihteki çarpılmalarından arınmış hareketidir, soyut harekettir. Örneğin Marks, Kapital’de sermayenin hareketini mantıksal olarak, soyut olarak, gerçek tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış olarak inceler. Ve tem de bu nedenle, kapitalizm geliştikçe, kapitalizm Marks’ın Kapital'de ele aldığı kapitalizme daha çok benzer. Eserin tükenmez tazeliği de bundandır. Kapitalizm yok olmasa bile o kitaptaki öngörüleri tersinden doğrular. Bir başka örnek. Ulusal devletler, en azından yirminci yüzyılın başlarından beri ömrünü doldurmuştur. Örneğin emperyalist savaşlar üretici güçlerin gelişme düzeyine artık ulusların ve ulusal devletlerin bir engel olmasının bir sonucudur. Ama bu ulusların gerçekte hala var olduğu; hatta görünüşte daha da güçlendiği gerçeğiyle çelişmez. Hatta tersi bir sonuç bile doğrular mantıki süreci. Örneğin eğer dünyada sosyalizm kurulmaz ve insanlık bir ABC savaşı veya ekolojik katastrof sonucu yok olursa, ulusal devletlerin ömrünü doldurmuşluğu gerçeğiyle çelişmez, hatta onun tersinden doğrulanması olur. Biz de cenazeden bu mantıksal anlamıyla söz ediyorduk, yani somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış anlamda. Yoksa elbette biliyoruz, Türk sosyalist yuvarların var olmaya devam ettiğini ve varlıklarını dişleriyle tırnaklarıyla savunacaklarını. Zaten Kongre’ye ilişkin analizimizin bundan sonraki bölümleri tam da bu direnişi ele alacaktır. Ve onların kendi cenazelerini kaldırdığından söz etmemiz aynı zamanda onların bu direnişlerine karşı somut bir mücadeledir de. * Bu mantıksal ve tarihsel ilişkisi, doğa bilimlerindeki, matematiksel ve mantıksal olanın, yani mümkün olanın bir gün yeni keşiflerle muhtemelen fiziksel gerçek olarak karşımıza 9
çıkmasına benzer. Ne demek istiyoruz? Bir üçgenin üç açıları toplamı 180 derecedir önermesi bir postulattır. Postulat, yani kanıtlanamaz kabul, olduğuna göre pek ala bu postulatı kabul etmeyen bir geometri de kurulabilir teorik olarak. Kurulmuştur da, Riemann ve Lobaçevski geometrileri, bir üçgenin iç açıları toplamının 180 dereceden büyük ya da küçük olduğu aksiyomuna dayanırlar. İlk bakışta saçma gibidir. Ama işler arazi ölçümlerinden çıkıp da astronomik boyutlara geldiğinde, çok daha doğru olarak ortaya çıkarlar. Einstein'ın çekim gücüyle eğrilen uzaylarında ancak bu geometriyle uygun hesapları yapabilirsiniz. Ama bizim yaşadığımız evrende, bir karşılığı olmasaydı da doğruluğundan bir şey kaybetmezdi bu geometriler. Bir başka örnek. Bir şey ne ise odur, bir şey aynı anda hem orada hem burada olamaz gibi en temel sayılan aksiyomlar vardır, “sağduyu”nun dayattığı. Ama bunların tam tersi aksiyomlar kabul edilerek te bir matematik ve fizik de kurulabilir. Ve mantıksal olan gerçek olmuştur, kurulmuştur da. Quantum fiziği bir bakıma, tam da bu türden aksiyomları sorgulayan bir dünyanın bizlerin algıladığı dünyadan çok daha doğru ve gerçek olduğunu; hatta bizlerin algıladığı dünyanın böyle bir dünyanın varlığı üzerinde yükseldiğini de göstermiştir. Belirsizlik ilkesi bir bakıma “sağduyu”nun dayattığı bu aksiyomları sorgular. Bir başka örnek. Matematik olarak tıpkı üç veya dört boyutlu uzaylar gibi, çok daha fazla, örneğin 12 boyutlu uzaylar da kurulabilir, hatta bu boyutların bazıları, tıpkı bir boruda olduğu gibi kendi üzerine kapanmış bile kabul edilebilir ve bu uzayların davranışları üzerine hesaplar yapılabilir. İlk başta matematik bir fantezi gibi görülebilir bütün bunlar. Ama bu matematik olasılık, bugün fiziksel alemi açıklayabilecek en güçlü teorileri sunar görünmektedir. Bugün fizik 12 veya daha fazla boyutlu, bazıları kendi üzerine kıvrılmış uzaylardan söz ediyor. Dört temel gücü bir tek formülde birleştirmeyi deneyen teoriler böyle bir matematiğin geçerli olduğu bir evreni var sayıyor. Toplum bilimde (Yani Marksizm’de) de böyledir. Bir gidişin özünü kavramlarla ayrıştırıp onu tarihsel gerçek hareketinden soyutlayıp incelediğinizde, sonuçlar hiç de gerçekte görülene benzemez, hatta saçma gibi görünebilir. Ama er veya geç o tarihsel süreçte mantıki olanın gerçek karşılığını da bulursunuz. Toplum ve tarihten bir başka örnek. Troçki, bütünüyle Marks ve Engels’in geliştirdiği kavramlara dayanarak, (hukukun ekonomiden daha ileri olamayacağı, yoksulluk temelinde sosyalizm kurulamayacağı ve kurulmaya kalkıldığında bütün pisliklerin geri döneceği önermesinden) Sovyetler ’de bir karşı devrim yaşandığından; iktidarın bir bürokrasinin elinde olduğundan; tek ülkede sosyalizm olamayacağından; bu bürokrasinin bir gün kapitalizmi geri getirip bir burjuva sınıfına dönüşeceğinden söz ediyordu, hem de Sovyetler’ in adeta beş yıllık planlarla kriz içinde bocalayan kapitalist dünyaya meydan okuduğu, başarıdan başarıya koşar göründüğü otuzlu yıllarda. Troçki’nin önermelerinin gerçek hayatta hiç bir karşılığı yok gibi görünüyordu. Ama bugün baktığımızda, aslında doğrulananın bu önermeler, dolayısıyla 10
Marksizm olduğunu görüyoruz. * Elbet Türk sosyalist hareketinin yuvarları hala olduğu yerde duruyorlar ve hala belli bir güçleri de var bu halkın örgütsüz ve darma dağınık olduğu bu ülkede. Ve bu güç Kongre’de sanıldığından çok daha güçlü olarak ifadesini de buldu, Kongre üzerine yazan bir çok yazarın da açıkça ifade ettiği gibi7. Hatta kendi cenazesini kaldırdığını söylediğimiz Türk sosyalist yuvarları, onları öldürecek, sürünmelerine son verip bir an önce yok olmaları için bir merhamet vuruşu yapacak bir güç ortaya çıkmazsa, Zombiler gibi yaşamaya devam edebilir. Ama o zaman bu varlığını sürdürme, Kürt özgürlük hareketinin bulunduğu açmazları aşamaması, tecrit olması ve yenilgisi; dolayısıyla Türkiye’deki demokratik hareketin ve yükselişin gerilemesi ve yenilgisi; buna bağlı olarak gericiliğin ve çürümenin egemenliğini sürdürmesi; hatta askeri bürokratik oligarşinin yeniden eski gücü ve güvenini kazanması anlamına gelir. Ve bu durumda, Türkiye’nin şarklılığı (geriliği ve gericiliği, demokrasiye uzaklığı, güçlü devlet) daha da pekişir. Yani bu öznel gelişimin sonuçları nesnel koşullar haline gelebilir. Böylece kendini besleyen bir süreç başlayabilir, bir tür fasit dairenin içine de düşebilir ülke. Ve bizzat şarklılığın bu zaferi, o gericilik ortamı tıpkı doksanlı yıllardı ve iki binlerin ilk on yılında olduğu gibi o Türk sosyalist yuvarlarının besleneceği yeni bir dönemi başlatabilir. Kimi bakteriler oksijensiz ortamlarda yaşayabilirler. Türk sosyalist hareketinin yuvarları da geriliğin ve gericiliğin egemen olduğu bir atmosferde soluk alabilirler. Aslında bunun örnekleri de var Türk sosyalist hareketlerinin tarihinde. Türk sosyalistleri, 1980’lerin ortasından sonra, yükselen Kürt, kadın ve işçi hareketinin etkisi ile, oldukça verimli ve temeldeki hatalara yönelik teorik bir tartışmalar ve araştırmalar dönemine
7
Birkaç örnek verelim.
“Kongre divanı, çağrıcı milletvekillerinin önergesi ile seçildi. Divana önerilenler esas olarak merkezden önerilmiş ve merkez bölgeden(İstanbul) Kongre bileşeni farklı siyasetlerin temsilcilerinden oluşmuştu. Adeta az önceki farklı kültür ve inançlardan oluşan toplum gerçeği gösterilip geri çekilmiş, yerel ve bölgesel temsiliyet adına siyasal yapılar divana oturtulmuştu. Açılıştaki yeni arzulanan toplum anlayışı geleneksel eski toplantı anlayışına kurban edilmişti. Kongre divanının çok önemli olan “Toplumsal olanı siyasallaştırma, siyasal olanı toplumsallaştırma” vurgusu uygulanan bu pratikle örtüşmüyordu.” (Tayfun İşçi, “Halkların Demokratik Kongresi’nin Düşündürdükleri”) “Ancak tüzük ve program oluşumlarında da eski geleneksel yanlışlar peşimizi bırakmıyordu. Tüzük ve komisyon oluşumu yine merkezden ve yine merkez bölgeden ve yine farklılıkları gözetmeyen bir anlayışla oluştu. Sözler çok yeni ve çok güzeldi. Fakat pratik ve yaşam eski yanlışlardan kurtulmuyordu.” (Tayfun İşçi, agy) “(...) delegelerin ve Meclis’in bileşiminin konsensüsle belirlenmesinde ortaya çıkan “örtük rekabet”in sırıtır derecede kendini dışa vurmuş olması ve adeta “delege kapma yarışı”na dönüşmüş olmasıdır.” (Günay Kubilay, “Yeni Güne Merhaba”)
11
girmişlerdi8. En iyiler örgütlerin taşlaşmış yapısı içinde bir çözüm bulunamayacağını gördükleri için örgütleri terk ediyorlar ve daha özgürce okumaya, yazmaya ve mücadele olanakları aramaya yöneliyorlardı. Bütün örgütler muazzam bir kan ve güç kaybı içindeydiler. Bu arayışlar Kuruçeşme denen sürecin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Ama o Kuruçeşme, var olan örgütlerin salhanesi olabilecekken, Mahir Sayın gibi çok “ince politikaları”, “taktikleri” bilen ve “gerçekçi” sosyalist arkadaşların, hem ideolojik bir egemenlik kuramadıkları, hem de Dev-Yol işin içinde değil diye torpillemeleriyle, boyunlarını vurdurmak üzere Kuruçeşme salhanesine gelmiş sosyalist yuvarların ve örgütlerin yeniden güç ve hayat buldukları bir restorasyon yeri oldu. Devrim’i yapacak, (o yuvarları yok edecek), kararlılık cesaretiniz olmazsa, 1848 devriminin “Frankfurt Parlamenterleri” gibi korkakça davranırsanız, her zaman eski rejim (burada Sosyalist Yuvarlar) kendini yeniden daha güçlü olarak toparlar. Olan buydu, Kuruçeşme ve sonrasında. Hele Sovyetler’in çökmesi ve bu çöküşten de beslenen 90’lı yıllardaki Özel Savaş Rejiminin gericiliği, bu tarihsel olarak ömrünü çoktan doldurmuş ve Kuruçeşme salhanesinde varlıklarına son verilebilecek yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için elverişli koşullar oluşturdu. Oksijende yaşayamayan bakteriler gibi, bir devrimci kabarış döneminde yaşama şansı olmayan bu gericileşmiş sosyalist yuvarlar da ancak böyle gericiliğin uzun süren gecesinde varlıklarını sürdürebildiler ve bugün hala Kongre’de belirleyici ağırlıkları varsa bu nedenledir. Bunun ikinci baskısı, yine Mahir Sayın’ın başta gelen katkılarıyla ÖDP’de görüldü. Kuruçeşme Dev-Yol yok diye torpillenmişti; ÖDP ise Dev-Yol’u katmak ve hazmetmek için kuruldu. Peki ne oldu? Aslında fiilen bitmiş, kendini beğenmişliğiyle diğer soldan tecrit olmuş bulunan, tam da bu nedenle eskiden hor gördüklerine yanaşma yolları arayan Dev-Yol ÖDP’de yeniden canlandı ve ilk yaptığı da kendisini canlandıranları yemek oldu. Kuruçeşme, ömrünü doldurmuş sosyalist örgütleri; ÖDP de ömrünü doldurmuş Dev-Yol’u yeniden canlandırdı. Bu Kongre’nin akıbetti de böyle olabilir pek ala. Kendi cenaze merasimlerini yapan Türk sosyalist yuvarlar, kendilerine karşı kararlılıkla durulmaz ve mücadele edilmezse, pek ala buradan güçlenerek çıkabilirler. Hatta bu Kürt hareketinde yol açacağı zafiyetle (yani Türkiye’nin Batı’sında bir demokratik ve devrimci örgütlenme ve kabarışı engelleyerek, dolayısıyla sonuçta Kürt Hareketi içinde burjuvazinin ağırlığını arttırarak böylece tecridi daha da pekiştirerek) bir gerileme ve yenilgiye. Bu yenilginin ve gerilemenin ideolojik ve sosyal iklimi de bu yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için çok elverişli koşullara yol açabilir. Bu nedenle, şu Kongre’nin anlamı ve oradaki somut olayların analizi hayati önem
8
Seksenli yılların ikinci yarısında çıkan teorik dergiler ve tartışma konularına bir bakmak bile yeter bu günle aradaki uçurumu görmek için. Tipik örnek Kurtuluş’tur. Daha radikal arayışları engellemek için bile olsa, “Sosyalist demokrasi” ve “Kadın sorunu” tartışmalarına başlamıştı. O zamandan beri en küçük bir teorik tartışma yoktur. Şimdi bir tükenişin belgesi olan “taciz” tartışmaları vardır artık. Kurtuluş sadece bir örnek. Daha onlarca örnek sayılabilir. O dönemden beri Türkiye sosyalistlerinde teorik tartışma diye bir şey yok artık.
12
taşımaktadır. Bu Kongre (HDK, Halkların Demokratik Kongresi) ya bu yuvarların bir salhanesine dönüşecektir, ya da bu yuvarlar henüz yeni yeni emeklemeye başlayan bu demokratik hareketi çıkardıkları toksinlerle zehirleyeceklerdir. Bu tehlike bizzat Kongre’nin ikinci gününde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Kongre’nin ilk günkü, selamlamalar ve konuşmalar bölümü ve sahnelenişi bir bakıma yeni olanın başını kaldırmasıydı. Ama ondan ötesi, gerek Kongre’nin hazırlığı, gerek divanın yönetimi, gerek tüzüğü, gerek programı ve bunları hazırlayan komusyonları ile bu hareketi boğacak olanların güçlerinden hiç bir şey kaybetmediklerinin bir göstergesiydi. Bunların her adımının, öyle diplomatik ve ancak “insider” bilgisine sahip olanların anlayacağı bir dille değil, en açık şekilde ve en acımasız bir dille teşhir edilmesi gerekiyor. Aksi takdirde zehirlerini şimdiye kadar akıttıkları gibi akıtmaya devam edeceklerdir. Bu yazı serisinin bundan sonra bir bakıma tam da bunu yapmaya çalışacaktır. * Ama ondan önce ilk gün yaptığım konuşmayı burada özetleyeyim. Zaten konuşmamda bir başka bağlamda tam da bu sorunlara değiniyordum. Ayrıca buna şundan dolayı da gerek var, çünkü Kongre’ye ilişkin haber ve yorumların hiç birinde, konuşmamın içeriği bir yana bir konuşma yaptığıma dair bir bilgiye bile rastlamadım. Konuşmak için söz almamın bir nedeni de, o kritik noktada tarihe bir not düşmekti aynı zamanda. Aslında Kongre’ye delege olarak katılmamıştım. Delege olarak katılabilmemin bir çok yolu da olmasına rağmen, sosyalist yuvarların, daha çok delege elde etmek için yaptıklarını görünce (Örneğin zaten bir sosyalist örgüt olduklarından kontenjanları ve delegeleri var. Sonra etkilerindeki örgütler aracılığıyla, kitle örgütleri kontenjanından giriyorlar, bir de bağımsız diyerek bağımsızlar kontenjanından.) delegelik peşindeymiş durumuna düşmemek için, bağımsız bir izleyici olarak Kongre’ye gitmeyi yeğledim. Nasıl olsa yazılarımla elimden gelen katkıyı yapmaya çalışıyordum. Buna bağlı olarak Kongre’de her hangi bir şekilde söz almayı da düşünmüyordum başlangıçta. Ancak önce çeşitli dillerdeki selamlamaların ve arkadaki çeşitli diller ve alfabelerdeki “birleşiyoruz”ları; bu “birleşiyoruz”ların, o diller veya “halklar”ın, politik birimleri ifade etmeleri durumunda fiilen bir “bölünüyoruz”a döneceğini ve kimsenin bunun bilincinde olmadığını görünce; Ertuğrul Kürkçü’nün esas olarak oraya gelenlerin ruh haline tercüman olan konuşmasını da dinledikten sonra en azından Ertuğrul’u ve o sahneleri destekleyen bir konuşma yapmanın ve Kongre'yi bekleyen tehlikeye dikkati çekmenin sonraki gidiş üzerinde küçük de olsa olumlu bir etki yapabileceğini düşünerek söz aldım ve yanlış hatırlamıyorsam açılıştaki en son konuşmayı yaptım. Özetle aşağıdakileri söyledim, ya da söylemeye çalıştım. (Kötü bir konuşmacı olduğumdan 13
neyi ne kadar anlatabildiğimi bilmiyorum.) “Engels’in de dikkati çektiği gibi, tarihteki en devrimci hareketler en kötümser, gelecek beklentisi olmayan, kaderci tarikatlar tarafından yürütülmüştür. Çünkü umut bile kaybedecek bir şeydir. Ve kaybedecek bir şeyiniz varsa, yeterince radikal olamazsınız. Walter Benjamin’in dediği gibi “Umut bize umutsuzlar için verilmiştir”. Bir büyük devrimci, “kötümserlik devrimci bir erdemdir” der. Kötümser ve umutsuzsanız, hayal kırıklıkları yaşamaz ve oradan oraya savrulmazsınız. Kötümser tahminler yaptığınızda, tahminleriniz genellikle gerçek olur. Ama burada sizlere devrimci erdemi yitirmeyi ve yanılmayı göze alarak iyi şeyler söylemek istiyorum. Bu kongre girişimi, muhtemelen başarıya ulaşacaktır. Ama bu başarıyı hazırlıkları mükemmel olduğu için değil; tüzüğü, programı doğru ve iyi olduğu için değil; hazırlıkları, tüzük ve program önerileri berbat olmasına rağmen yakalayacaktır. Neden? Çünkü her şeyden önce sosyalistler, artık Kürt Özgürlük Hareketinden uzak durmanın değil, ona yaklaşmanın artık varlıklarını sürdürmeye yarayacağını görüyorlar. Ama ne oldu da böyle bir değişim ortaya çıktı. Bunda elbette Kürt Özgürlük Hareketinin başarıları belirleyici bir önemde. Ama buna bağlı olarak aslında toplumdaki güçlerin bir zemin kayması gerçekleşiyor. Öncelikle, Askeri Bürokratik Oligarşi, stratejik bir dönüş yapıyor. Nasıl 28 Şubat, Selamet, Nizam, Saadet, Refah gibi partilerde ifadesini bulan eski politik İslam’ın sonunu getirip, tam bir paradigma değişimini zorlayarak ve buna yol açarak AKP’nin iktidarına yol açtıysa, şimdi de Ergenekon tevkifatları, Askeri Bürokratik Oligarşinin inkarcı, taşlaşmış ve çürümüş kesimlerini tasfiye ederek, onun içindeki reformcu; stratejik bir dönüşten yana güçlerin önünü açmaktadır. Cepheler 180 derece dönmektedir. Bu en iyi CHP’deki değişimlerde görülebilir. Bu güçler, şimdi AKP’ye karşı Kürt hareketiyle ittifaka yönelmektedirler. Bunu en iyi ve açık biçimde seçimlerde gördük. Bu güçlerin etkisindeki medyanın Blok adaylarına, Özellikle Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü’ye açtığı kanallar bunun bir kanıtıdır. Ayrıca bu güçler, şimdiye kadar kendi destekçisi olan güçlerde de benzer bir dönüşü de sağlamaya çalışmaktadırlar. Hem bu çabalarla bağlantılı hem de bundan bağımsız olarak, şimdiye kadar, kültürel bakımdan daha demokratik geleneklere bağlı ama özellikle son yirmi yılda politik olarak askeri Bürokratik Oligarşinin desteği olmuş tutucu politikaları desteklemiş şehir orta sınıfları ve Aleviler, “bu ordu artık bizi koruyamaz, Kılıçdaroğlu da fos çıktı” diyerek yavaş yavaş Kürt hareketine gözlerini dikiyorlar ve onunla birlikte hareket etmezsek bu AKP bizi silindir gibi ezer geçer diye düşünmeye başlıyorlar. Bu aslında çok derinden ve yavaş işleyen bir süreç. Ama tıpkı tektonik kıta kaymaları gibi karşı durulamaz bir gücü de var. Bir bakıma sosyalist yuvarların Kürt hareketine yaklaşması; 14
hatta bizzat bu Kongre’nin toplanması, bu kaymanın semptomları olarak da görülebilir. Bu kayma, Kürt hareketini tek ayaklılıktan kurtarıp, Türkiye’nin batısında ikinci bir ayağa sahip olmasına yol açar. Ve Kürt Özgürlük Hareketi batıda Demokratik özlemlerin ifadesi bir hareketin desteğini gördükçe, demokratik özlemlerini daha net ve açık olarak ifade etmeye; Kürt burjuvazisi ve milliyetçilerine karşı daha net bir tavır alır. Bu da tekrar batıdaki demokratik güçlere ulaşmayı destekler ve kolaylaştırır. Böylece olumlu yönde, demokratik güçleri güçlendiren ve kendini besleyen bir süreç başlamış olur. Bu da sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu’da bir demokratik ve devrimci hareketin yükselişine yol açabilir. İşte böylesine sosyal bir temeli olduğu için bu Kongre Girişimi, öncekilerden farklı olarak başarıya ulaşabilir. İşte bu noktada bu Kongre’nin ve bu girişimi başlatan sosyalist örgüt ve güçlerin tarihsel işlevi ortaya çıkıyor. Eskiden tulumbalar vardı. Bunlarla su çekmek için, önce içlerine bir maşrapa su koymak gerekirdi. Bu bir maşrapa suyunuz yoksa, kuyuda su da olsa, tulumba da olsa suyu çekemez, o süreci başlatamazdınız. Aşağıda su var, yani toplumun önemli bir kesiminde tektonik bir kayma var. Tulumba da var. İşte burada Türk sosyalistlerine ve bu kongre bileşenlerine düşen tarihsel görev, kirlenmiş de olsa bir maşrapa su olabilmektir. Evet yıllardır kirlenmiş, dibinde toprak parçaları birikmiş, üstünde saman tanecikleri yüzen bir su gibiyiz. Ama kirli de olsa bu su, temiz suları çekmenin aracı olabilir ve o billur gibi sular çekilmeye başlandığında bizlerin kirini de alıp götürecektir. O halde görevimiz bir maşrapa bu olabilmektir. Elbette bu yapılacaklara bir başlangıç olabilir. Bundan sonra karşımızda iki yol vardır. Aydınlanma’nın yolu ya da birleşmiş Milletlerin yolu. Bu peygamber topraklarının diliyle söylersek, Muhammet’in yolu veya Nuh’un yolu. Hazreti Nuh’un gemisi sanılanın aksine, bir gemi değil, bir Sümer Zigurratıdır. Nuh, ilk Panteonu, ilk Kabe'yi kuran devrimcidir. Kabe de başlangıçta, tanrıların (putların, totemlerin) toplandığı yerdi (Panteon). O totemler, komünleri, aşiretleri ve onların ilişkilerini ifade ediyordu. Nuh’un gemisine topladığı hayvan ve bitkiler, aslında o panteon veya zuhuratta bir araya gelen aşiretler, komünlerdi. Üretici güçler ve ticaret gelişmiş, önceleri insanların var oluşunun aracı olmuş totemler ve aşiret ilişkileri yeni toplumsal ilişkilerin önünde bir engel haline gelmişti. Bunların bir panteonda birleşmesi, bir dinde birleşmesi, yeni duruma uygun toplumsal ilişkilerin kurulması anlamına geliyordu. Nuh’un yaptığı zamanına göre çok büyük bir devrimdi ve bu nedenle en büyük devrimcilerden biri olarak peygamberler arasında en önemlilerinden biri oldu. Ama bu putların bir araya getirilmesi, Hindistan’da ve Hinduizm’de olduğu gibi, o bir araya gelenlerin bölünmesini ve giderek taşlaşıp kastlaşmasını engelleyemedi. Ya da o bilgi tekelini 15
elinde tutan rahiplerin, İran’da olduğu gibi Mecusi rahipleri kastı haline gelmesini engelleyemedi. (Bugünkü mollalar, Ayetullahlar bu Mecusi rahipler kastının İslam biçiminde sürmesinden başka bir şey değildir.) Hatta bunun aracı oldu. Bu açmazı, hazreti Muhammet, bir yandan "Oku"yu Kuran’ın ilk emri yaparak, yani okuma yazmayı, bilgiyi rahipler kastının tekelinden alarak, demokratikleştirmeyi deneyerek; diğer yandan bir kastlaşmanın ve eşitsizliğin aracı olan bütün o putları kurarak ve bir tek Allah’ı tanıyarak aşmaya çalıştı. İşte iki yol budur. Ulusun, Türklükle veya her hangi bir dil, din etni, tarih vs. ile tanımlanmasına son verilerek; ulus böyle tanımlamalara karşı mı tanımlanacaktır? Yani Muhammet’in çözümü gibi bir çözüme gelinecektir? Yoksa, Nuh’unki gibi, her biri dille, dinle, tarihle, soyla tanımlanmış politik birimlerin bir araya gelmesi mi? Tarih bu yolun nasıl kanlı sonuçlara yol açtığını Balkanlar’da, Sovyetler'de ve her yerde gösterdi. Günümüzde bu Panteonların karşılığı, Birleşmiş Milletler’dir. Onun Mekke’nin putlarla dola Kâbe'si kadar bile barış getirmediği ve birleştirmediği ortadadır. Muhammet’in yaptığın daha sonra, Aydınlanma, bütün uygarlık ve komün dinlerini kişilerin özel sorunu yaparak, bunun için de özel ve politik diye bir ayrım yaparak, yani eski dinleri, toplamsal ilişkileri düzenlemekten çıkararak yapmayı denedi. Ulusçuluk ise bu deneyi daha doğarken boğan bir karşı devrim oldu. Özel ve politik ayrımı başlangıçta ve Aydınlanma’da eski dinleri toplumsal örgütlenmeden dışlamanın, eşitlemenin aracıyken; ulusçuluk bu ayrıma dayanarak ve politik olanı bir toprak parçasında yaşayanlarla, dille, dinle, etniyle tanımlayarak, insanlığı bölmenin ve eşitsizlikleri geliştirmenin aracına dönüştürdü. Sorun bu bağlamda da şöyle formüle edilebilir. Ulusçuluğun emri vakisi kabul mu edilecektir, yoksa, ceza suçun cinsinden olacaktır denip; uluslar ve ulusçuluk da kişilerin özel bir sorunu olarak tanımlanıp; ulusçuluğa karşı şerbetli ve kendini yenilemiş bir Aydınlanma’ya mı dönülecektir? Bu somut olarak, bugünün Türkiye’sinde, ulusun bir dille, dinle, etniyle, soyla tanımlanmasına karşı olmak demektir. Yani Kürtlüğün de bir kolektif kimlik olarak tanınması, bir politik birim olması değil, Türklüğün de kolektif bir kimlik olmaktan çıkması; politik bir anlamı olmaması; bireysel bir hak olması, yani Türklüğün de tanınmamasıdır. Bu yapılmadığı takdirde kanlı boğazlaşmalar kaçınılmazdır. Demokratik ulusçuluk özünde budur. Demokratik Özerklik de ancak bir demokratik ulusçulukla bölmez ve birleştirebilir. En geniş otonomi, otonom olanların, aynı demokratik ulusçulukta birleşmeleriyle birleştirebilir. Yani Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik birbirinden ayrılmaz. Ama demokratik bir ulus ve ulusçuluk için mücadelede Türklere, yani bu bloğun bileşenlerine önemli bir görev düşüyor: Türklüğün politik bir anlamı olmasına karşı mücadele. Ulusun bir 16
dil, din. etni, soy, sop, tarih ile tanımlanmasına karşı duruş. Bunu Türkler başlatmalı ve ancak onlar başlatabilir. Türk sosyalistleri, sosyalistlikten önce Türk olmayı ve Türklerin içinden Türk olarak Türklüğün politik olarak tanımlanmasına karşı; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleyi başlatmalıdırlar. Bu yapıldığı takdirde Kürt Özgürlük Hareketi bu davete derhal gelecektir. Ve işte o zaman, Fransız Devrimi'nin idealleri iki yüzyıl sonra, tarihsel deneylerden çıkardığı sonuçlarla ve ulusçuluğa karşı şerbetlenmiş olarak, yeniden bu Orta Doğuya ayak basabilecek ve belki de buradan hareketle yer yüzündeki uluslara karşı bir sefere dönüşebilecektir. Kongre'yi böyle bir tarihsel bağlam içinde görmek gerekir.” Yanlış hatırlamıyorsam, aşağı yukarı böyle bir şeyler söyledim ya da kafamda bunlar vardı söylemek istediğim, ne kadarını nasıl söylediğimi bilmesem ve tam olarak hatırlayamasam da. Ama esas olarak bu mesajı verebildiğimi sanıyorum. Kongre bu konuşmada dikkati çekilen tehlikelerin ne kadar büyük ve yakında olduğunu gösterdi. Bunları da diğer yazılarda ele alalım. 23 Ekim 2011 Pazar Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa
17
Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (3) Hafızasızlık ve “Aufhebung” Hafızaları şöyle kısaca bir tazelemek gerekiyor önce, bu hafızasını yitirmiş ve gazetecilerin “fikri takip” dediği şekilde, bir konudaki tüm gidişi göz önüne almayı bilmeyen bu ülkede ve bu ülkenin sosyalistlerinde. Ve bu nedenle, her yeni adım, Amerika’yı bir yeniden keşif denemesi, dolayısıyla bir güç ve zaman kaybından başka bir anlama gelmemektedir. Geçmiş yok sayılarak, unutularak, eleştirel bir şekilde değerlendirilmeden aşılamaz. Ama eleştirel bir değerlendirilmesinin de yapılabilmesinin çok banal, çok basit ve kaba gibi görünen, fakat “barut yoktu” gibi çok temel bazı koşulları vardır: en azından olgular hakkında asgari ölçüde doğru bir bilgi. Bu bilgi olmadan, bu bilginin kaynaklarına herkes erişebilir olmadan; bu bilgi yazılı olmayan hafızaya bir şekilde işlemeden, bırakalım geçmişi aşmayı ve dersler çıkarmayı bir yana; o geçmişin ulaştığı noktalara bile ulaşılamaz. Bir örnek verelim. Kongre’de Program’ın sunumunu yapan arkadaş, 150 yıllık İşçi hareketinin tecrübelerine, bunların sistemleştirilmesi çabalarına meydan okurca, Program taslağının yapılacak işleri kararlara bıraktığını, ilkeler üzerinde durduğunu söylüyordu 9. Halbuki , bütün modern tarih, işçi hareketinin deneyleri ve bütün sosyal hareketlerin deneyleri, ilkelerle, ilke bildirimleriyle sadece tarikatler kurulabileceğini; modern toplumda ancak somut yapılacak işlere dayanan programlarla en geniş birlikler kurulabileceğine ilişkin en basit, en sıradan, en alfabetik dersi çiğniyor ve sanki böyle bir ders yokmuş gibi Amerika’yı yeniden keşfetmeye çıkıyordu.
9
“ Program komisyonu adına söz alan Alp Altınörs, öncelikle program taslağının en çok tartışılan metin olduğuna dikkat çekti. Mükemmel bir program olmadığını, somut talepleri değil, genel ve ilkesel yaklaşımları ifade etmeye çalıştıklarını söyledi. “Somut talepler karar önergelerinin işidir ve bunlar koşullara göre değişir. Program ise daha üstte durmalıdır” dedi. Önerilerin genellikle somut taleplerle ilgili olduğunu, fakat buraya gelişin felsefe ve mantığına uygun bir metin çıkarmaya çalıştıklarını söyledi. bölümlerin mantığına da değinen Altınörs, programın başarmak istediği şeyi de şöyle açıkladı. “Ezilenler içinde önyargılar var. Falancalar falanca soruna duyarlı olmaz deniyor. Bunu kırmak istiyoruz. Bu programda kapitalizm, emperyalizm, erkek egemenliğinden söz var. Kongrenin bütün bileşenlerinin anlayışını ortak gündem haline getirmeye çalıştık.””. (Devrimci Proletarya, Kongre Girişimi Toplantısı) Bu arkadaşlar hala bir programda “Kapitalizm, Emperyalizm, Erkek egemenliği”nden söz etmenin yanlışlığını, bunlar yerine bunlüara karşı somut teklif ve talepler getirmek gerektiğini bilmiyorlar ya da hafıza kaybına uğramışlar. Tabii Türkiye gibi bir ülkede, Kapitalizm ve Emperyalizm’den söz etmenin yanlışlığı da ayrı bir sorun. Çünkü “erkek egemenliğine” karşı mücadele kapitalizmle çelişmez örneğin, aksine daha mükemmel ve saf bir kapitalizme yol açıp, tabiri caiz ise Emperyalist bir Türkiye sonucuna yol açar. Tabii bütün bunlar artık unutulmuş bulunuyor.
18
Ama burada korkunç olan şudur: Böyle farklı bir program anlayışı da savunulabilir elbette, yani programların yapılacak işleri değil, ilkeleri, soyut kavramları içermesi gerektiğine dair, ama bunu en azından eski derslerin, yani programın bir ilkeler deklerasyornu değil bir yapılacak işler planı olduğu ve olması gerektiği konusundaki 150 yıllık dersle bir çatışma içinde, onun eleştirisi biçiminde yapılması yoktur ortada. Sanki ortada böyle hiç bir şey yokmuş gibi, yok sayılarak söylenmektedir bütün bunlar. Tarihe ve darlarına karşı bir eleştiri değil, bir susuş kumkuması vardır. O korkunç, tarihi ve takvimi kendisiyle başlatan ve yok saydığı tarih yüzünden çarpılan ve çarpılmaya mahkum olan şarklılık budur. Ve o yok sayılan derslerin ve tecrübelerin intikamı sanıldığından daha çabuk geldi. Programa ekler önerilmeye başlayınca, bunun nasıl bir saçmalıkla sonuçlanacağı (Özellikle Ermeni Soykırımı ile ilgili tartışmalar hatırlansın) hemen görüldü. Bir başka örnek verelim yine programla ilgili. Biz ilk gün Program taslağı üzerine genel olarak o programın baştan aşağı yanlış olduğunu söylediğimizde, Divan’da bulunan bir kadın arkadaş, böyle ifadelerin bunca emeğe saygısızlık olduğunu söyledi. Bu müdahalenin her yeri baştan aşağı yanlıştı. Birincisi, Divan’da bulunmak içerik üzerine tartışmalara böyle müdahale hakkını vermezdi. Bunu söylemek için bir kongre katılımcısı olarak söz alması gerekirdi. İkincisi, politik bir eleştiriye, ahlaki kriterlerle cevap vermek yanlıştır. Kimsenin emeğine saygısızlık falan söz konusu değildi. Tam da o emeğe saygı gösterildiği için boşa gitmiş bir emek olduğu için eleştirilmekteydi. Ama eğer bir emeğe saygısızlık varsa, daha sunumunda bir ilkeler bildirisi olduğu söylenen program, Gerek işçi hareketinin 150 yıllık emeğine, gerek bizzat bu satırların yazarının ta Çatı Partisi tartışmalarından beri, neredeyse bir kitap oluşturacak kadar çok yazdığı program üzerine yazılara karşı en büyük saygısızlıktı. Çünkü onları var olarak bile görmüyor, yokmuş gibi davranıyor ve tam bir susuş kumkumasına getiriyordu. Ama bu konulara sonra program bahsinde ayrıca geleceğiz. En basitinde kalalım. Olgular düzeyinde, “barut yoktu”da Şimdi Türkiye’deki sosyalistlere, Türk sosyalistleri tarihlerinde kaç kere birleşme girişimlerinde bulundular, bunlarda kimler hangi tezleri savundu ve bu girişimler neden başarısız oldu diye sorulsa, buna az çok doyurucu bir cevap verecek veya bu konularda doğru dürüst yazı yazmış kaç sosyalist vardır? Fiilen yoktur denebilir. Benzer şekilde, Türkiye sosyalistleri ve Kürt özgürlük hareketi arasında ne gibi bir araya gelme girişimleri olmuştur ve bunlar nasıl ve niçin öyle sonuçlanmıştır diye sorulsa, buna bırakalım doyurucu bir cevabı, bunları sadece sıralayacak kaç kişi çıkar? Bütün bu deneyler hakkında verileri, temel görüşleri, çıkarılan sonuçları bulabileceğiniz bir kaynak da bulamazsınız. 19
Peki böylesine bir hafızasızlık ortamında, geçmişin eleştirel bir şekilde değerlendirilmediği bir ortamda bu geçmişi aşmak, yeni bir şeyler yapmak mümkün müdür? Hayır. Peki bu durumda ne olur? Her yeni girişim, yok saydığı ve aştığını söylediği geçmişin problemlerine takılır kalır, hatta onlardan geriye düşer. Alman felsefe geleneğinin “Aufhebung” dediği, içinde taşıyarak ve eleştirerek aşma dediği türden bir “inkar” (Negation) olmadan, aşma yapılamaz. Yok saymak, görmezden gelmek ise bu yaklaşımın inkarı ve en büyük düşmanıdır. Şarklılık tam da budur. Ve maalesef bütün kongre çalışmalarına bu şarklılık damgasını vurmuştur. Marksizm, Aydınlanma’nın birikimini, eleştirerek ama içinde de taşıyarak aşar. Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Luxumburg, Frankfurt Okulu vs. Marks ve Engels’in temellerini attıkları öğretiyi, içlerinde taşıyarak ve eleştirerek geliştirirler. Bizim “Marksizmin Marksist Eleştirisi” kitabımız, Marksizmi içinde taşıyarak ve eleştirerek bir aşma denemesidir örneğin. Kimilerince çok garipsenen adının tam da vurgulamak istediği bu Marksist geleneğe bağlılıktır. Ama Şark’ta, her hanedanın, her uygarlığın, her dinin tarihi ve takvimi kendisiyle başlatması gibi, geçmişin birikimini içinde taşıyarak ve eleştirerek aşma pek görülmez. Ve tam da bu nedenle, her din, her uygarlık, her hanedan yok saydıklarının kaderini paylaşmaktan, yıkılmaktan ve sonra gelenler tarafından yok sayılmaktan kurtulamaz. Türkiye sosyalistlerinin birlik veya Kürt Ulusal hareketiyle Türk sosyalistlerinin ittifak girişimlerinin tarihi, bir bakıma yok sayma ve yok sayılmaların tarihidir. Dolayısıyla, eğer bu Kongre girişimi de kendinden öncekiler gibi, öncekileri yok sayarsa, yok sayılmaktan kurtulamayacaktır denilebilir. * “Olgular hakkında bilgi” dedik. “Asgari ölçüde bilgi” dedik. Olguların içinde yaşayanlar bile bu bilgileri vermezler çoğu kez. Herşey bir resmi tarihin ve anlatımın ardına gizlenmiştir. O nedenle o asgari bilgiye ulaşmak bile ciddi bir arkeolojik çalışma gerektirir. Örnekleyelim. Daha önce 2008 sonunda Bilgi Üniversitesi’nde yapılan “Çatı Partisi” ve daha sonra 27-28 Haziran’da Ankara’da “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” ile ilgili haber ve yorumlar ile bugünkü Kongre ile ilgili haber ve yorumları karşılaştırırsanız hiç bir fark göremezsiniz. Hepsi aynı resmilik, içtenlikten yoksunluk ve gerçekleri gizlemekle maluldurlar. Haberlerden birini alıp diğerinin adını koysanız hiç bir şey değişmez. Örneğin 20-21 Aralık 2008 bilgi Üniversitesi toplantısından sonra verilen bir haberde şunlar görülüyor: “Çatı Partisi'nin oluşumunun ve alt yapısının tartışıldığı 20-21 Aralık toplantılarının sonuç 20
bildirgesi açıklandı. Çatı bileşiminin kriterlerinin aktarıldığı bildirgede 'Aramıza önce katılan ya da sonra katılan, bireysel ya da örgütsel katılan farkı olmayacak. Bütün katılımcılar eşit olacak. Program ve tüzüğü birlikte tartışarak yazacağız. Demokrasiyi, özgürlüğü, adaleti, eşitliği, kardeşliği dayanışmayı ve barışı özellikle bu inşa sürecinde hayata geçireceğiz' denildi.” http://www.koxuz.org/anasayfa/node/2428 Bu ve bunun gibi haberlerin hiç birinde, “Çatı Partisi” toplantısının bir fiyaskoyla sonuçlandığı, toplantının sonunda zevahiri kurtarmak üzere bir “komisyon” kurulduğuna dair bir ipucu bulunabilir mi? Hayır!.. O zamanlar bu toplantının bir fiyasko ile sonuçlandığını sadece bu satırların yazarı yazıyordu. Böyle yazdığı için de herkesin nefretini üzerine çekiyordu. Bugün ise, o girişimin bir fiyasko olduğunda herkes hemfikir. Benzer şekilde, 27-28 Haziran’da Ankara’da Yılmaz Güney Sahnesi’nde yapılan toplantı için da aynı durum söz konusudur. İşte hemen toplantı sonrasında bir haberden kısa bir giriş bölümü: “Çatı Partisi girişimi bundan sonra 40 kişilik yeni koordinasyonu ile hareket olarak yoluna devam edecek. Koordinasyon bütün illerde toplantılar yaparak, "Demokrasi için birlik" fikrini yerellere indirgemek için çalışma yürütecek ve katılımcıların kapsamını geliştirmeye çalışacak. Koordinasyon, Eylül ya da Ekim aylarında bir çalışmayı somutlaştırmayı amaçlıyor. Çatı Partisi'nin toplantının sonunda yapılan tartışmalarda ise daha çok öneriler dile getirildi. Ayşe Berktay, isimli katılımcı, oluşturulmak istenen hareketin kadınlarla buluşturulması gerektiğini belirterek, kadın hareketiyle toplantı yapılması önerisinde bulundu. DTP MYK üyesi Şamil Altan ise, başlangıçtan beri önemli bir yol alındığını ancak buna rağmen "Nasıl bir parti?" tartışmasının devam edeceğini belirterek, "Buradan mutlaka bir koordinasyon çıkaralım. Bunlar bir yanda çalışma yürütürken bir yandan güncel politik durumlara karşı inisiyatif koyabilsinler. Koordinasyon oluşumu önemlidir, önemli deneyimlerimiz var" dedi. Altan, isim içinde "Demokrasi İçin Birlik Hareketi" önerisinde bulundu. Daha sonra konuşan Divan Başkanı Celal Beşiktepe, katılımcıların yerellere döner dönmez il meclisini kurmaya başlamasını ve örgütlenme çalışmalarını yürütmesi gerektiğini belirterek, yapılacak çalışmaların da özveri, emek ve çaba istediğini belirtti.” http://www.koxuz.org/anasayfa/node/3579 Görüldüğü gibi sanki herşey yolundaymış gibi anlatılıyor bu hikayede. Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin bu toplantısını ölü doğmuş bir bebek olarak tanımlayan sadece bu satırların yazarıydı ve toplantı esnasında da yapılanlara eleştiri yönelten tek kişiydi. Bütün bunlardan dolayı da herkesin düşmanlığını ve nefretini üzerine çekiyordu. Ama şimdi, Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin aslında ölü doğmuş bir girişim olduğunu yine
21
herkes kabul ediyor10. O halde, bu resmi haberlere bakılarak Kongre toplanıtının ne olduğu anlaşılamaz. İçtenlik yoktur bunlarda her şeyden önce. Bunun için ise, eleştiri ve merak duygusunu yitirmemiş, en azından kendine karşı dürüst olmaya çalışan bir devrimci olmak gerekir. Bu iş örgütlerin bürokratlaşmış kadrolarının, “apparatçiki”lerin yapabileceği bir iş değildir. O resmi haberlerin o görünen yüzünün ardındakini görmek ve anlamak gerekir. Ve haberler ne kadar yukarıdakiler gibiyse gerçek o ölçüde farklıdır. Durum bu Kongre’de de aynıdır. Ortada “resmi görüş” olarak anlatılmış bir Kongre vardır. Ama gerçek Kongre bu değildir. Gerçek Kongre aslında iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm. Çeşitli dillerde selamlar, pankart, Ertuğrul’un ve diğerlerinin konuşmasından oluşan, ilk bölümdür, yeni olanı, olması gerekeni anlatmaktadır. İkinci bölüm, tam da bu bölümün ardından başlar. Terk edilmesi, yok edilmesi gereken dünyayı, aparatçikilerin dünyasını ve etkisini gösterir. Bu üç başlık altında ele alınacaktır. 1) Kongre Divanı ve Kongre Yönetimi 2) Program Komisyonu ve Program 3) Küzük komisyonu ve Tüzük Muhtemelen bunların her biri ayrı bir yazı oluşturacaktır. 29 Ekim 2011 Cumartesi Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa
10
Ama bu kabuller hiç bir bilince çıkmış bir özeleştiri olmadan, hiç bir ders çıkarılmadan gerçekleşiyor.
22
Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (4) Kongre Divanı ve Demokrasi Kongre’nin ilk günü Kongrenin akışında pek bir aksama görülmedi. Çünkü henüz herşey önceden belirlenmiş plana uygun gidiyordu. Tanıtımlar, vekillerin konuşlmaları, sonra misafirler. Salondan da bir kaç kişiye kısaca söz verilmişti. Sonra Tüzük ve Program Komisyonları hazırlıklarını anlatmışlar ve değişiklik önerilerinin zaman kaybını önlemek için yazılı olarak yapılması kararlaştırılmıştı. Artık sadece Programın bütünü üzerine genel olarak konuşmak isteyenlere söz verilecekti. Ondan sonra da, program ve tüzük komisyonlarının gelen önerilere göre yaptığı değişikliklerin oylanıp onaylanması ve ondan sonra da seçimlere geçilmesi, böylece herşeyin tıkır tıkır yürümesi planlanmıştı. Ne var ki, ikinci gün Kongre, hiç de bu plana uygun yürümedi. Örneğin ikinci gün sabahın en değerli saatleri, dilekler ve temenniler bölümünde yapılabilecek ve yapılması gereken konuşmalarla öldürüldü. Sonra Program üzerinde düzeltme önerileri birdenbire “birleşiyoruz”a nazire adeta bölünüyoruz denebilecek bir gerginlikte tartışmalara dönüştü. Bu “tehlikeli” gidişi gören divan tartışmayı, bir çözüm aranmak üzere uzun bir arayla kesti. İşin ilginci Kongre’nin bu tek canlı, kendiliğinden gelişen, kontrol dışı tartışması ilginç bir şekilde mikrofonsuz yapıldı ve kimin ne dediği de tamamen anlaşılamadı. Sonra bir programın kararlaştırılmasını başka bir kongreye erteleyen, yani problemi çözmeyen ve sadece erteleyen bir uzlaşmaya varıldı. Bundan sonra da alel acele tüzük ve seçimlere geçildi? İkinci gün, Divan bir yandan en değerli zamanları bir mirasyedi gibi harcıyor, diğer yandan zamansızlık nedeniyle en önemli sorunların çözümünü başka kongrelere erteliyordu? Kongre üzerine biraz dikkatlice düşünen bu çelişkili durumu görmezden gelemez. Peki neden böyle oldu? Kongre üzerine hiç bir haberde veya yorumda görülemeyecek, kimsenin de sormayı akıl edemediği veya sormak istemediği soru budur? Kongre üzerine yazılmış hiç bir haber ve yazıda kongrenin böyle bir seyir izlediği ve neden izlediği üzerine bir tek kelime bile bulunamaz. Aşağıda neden böyle olduğunu açıklayacağız. Bunun cevabını en baştan söyleyelim. Bu akış, doğrudan doğruya bizim programı bir bütün olarak eleştirmemiz ve karşı bir program 23
önermemizle, bu öneriyi gündeme almamak için, Kongre Divanı veya Başkanı’nın Kongre gidişinin manüple etmesiyle ilgilidir. Yok olan ve olması gereken, sosyalist yuvarların; apparatçikilerin (bu yuvarların kadrolarının) anti demokratik, teoriye zerrece değer vermeyen, manüplatif davranışlarının en tipik tezahürüydü Divan’ın bütün yaptıkları. Ne olmuştu da divan böyle davranıyordu? Bu cevap, Demir Küçükaydın’ın birinci günün sonunda, bir bütün olarak program konusunda yaptığı konuşma ve bu konuşmaya bağlı sonuçlardadır. * Birinci gün, Tüzük’ten sonra, Program konusunda Komisyon’un raporu sunulup, önerilerin yazılı yapılması istendikten sonra, artık herkesin yorulduğu, salonun yarısının boşaldığı son saatinde, Divan, her kongrede normal olarak draha önce yapılması gerekeni son anda yaptı 11. Programın bütünü üzerine eleştirilere geçti. Hem de herkesin artık iyice yorulduğu, bir an önce bitsin de gidelim diye düşündüğü ve buna salonun yarısından fazlasının ayaklarıyla oy verdiği saatte12. Tam hatırlamıyorum ama dört beş kişi söz aldı. İnsanların bütün üzerine söz alıp ayrıntılar üzerine konuşacaklarını tahmin ettiğimden, daha kimse söz almadan elimi kaldırmama rağmen nedense en son söz bana verildi. Tam da tahmin ettiğim gibi, önceki konuşmacılar, bütün üzerine söz alıp ayrıntılara ilişkin konuştular ve aslında bütün üzerine bir tartışmayı fiilen engellemiş de oldular. Ben söz alınca, kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama en azından şunları söyledim ve söylemeye çalıştım. Bu Kongre’de elbette ileriye doğru atılmış bir adım bir düzine programdan önemlidir ama yanlış bir program ilerde, tarih önümüze bir fırsat çıkardığında, onu ıskalamamıza yol açar. Bu bakımdan, bir yandan çalışır mücadele ederken, program konusunda bir ilerleme ve netlik sağlamak hayati önemdedir. Buna burada şimdi başlanabilir ve başlanmalıdır. Önceki konuşmacılar bütün üzerine konşacakların söyleyip aslında ayrıntılar üzerine konuştular. Ben gerçekten bütün üzerine konuşacağım. Bence programın bütünü, baştan aşağı hem biçimce hem içerikçe yanlıştır. Bu program Fransızların dediği gibi “herşeyi ve hiç bir şeyi” anlatıyor. Böyle program olmaz. 11
Aslında program komisyonunun raporunun okunmasından önce ortada komisyonun hazırladığı bir program tasarısı bulunduğu, buna bir bütün olarak alternatif karşı bir program bulunup bulunmadığı sorulmalıydı. Biçimsel eşitlik ilkesi en azından bunu gerektirirdi. O zaman komisyon’un hazırladığı Program da diğer programlarla eşit koşullarda çoğunluğu kazanmak için yarış durumunda olabilirdi. Bu da yapılmadı. 12
Zaten bu da bir ayrı garabettir. Bir Kongre’nin, hele Kuruluş Kongresinin en önemli maddesidir ve öyle olması gerekir programın bütünü üzerine tartışma. Biçim olarak bunun araya ve neredeyse boşalmış ve yorgunluktan bitmiş bir salona sunulmasının kendisi bile, bir gayrı ciddilik olduğu kadar, aynı zamanda tam bürokratik kafalara uygun bir davranıştır.
24
Bundan sonra, biçimsel bakımdan eleştirileri dile getirdim. Programın Program komisyonu sözcüsü tarafından sunuluşunda program yerine bir ilkeler deklerasyonu yazıldığının belirtildiğini; ilkeler deklerasyonları ile modern toplumda bir birleşme sağlanamayacağını; program denen şeyin çok net ve sade olması gerektiğini; tamamen somut talep ve teklifler içermesi gerektiğini; Çinlilerin dediği gibi “sadeliğe ancak gelişmenin çok yüksek bir aşamasında” ulaşılabileceğini; programın bu sadelikten uzaklığının bizzat bu geriliğinin de bir ifadesi olduğunu; esas olarak, ne dünyadaki sosyalist hareketin ne de Türkiye’deki demokratik hareketin, henüz sadeliğe ulaşmışlık bir yana, doğru dürüst bir programının bile olmadığını; programın komisyonlarda değil, strateji üzerine tartışmalarla şekillenebileceğini; dolayısıyla metodolojik bir tartışma olduğunu ve olacağını; gerçek teorik ve siyasi eğitimin ancak böyle tartışmalar içinde edinilebileceğini; böylesine şekillenmiş bir anlayışın programa dökümünde belki komisyonların bir işlevi olabileceğini belirttim. Sonra içerik eleştirimi kısaca şöyle ifade ettim. Bu programdaki bütün hedeflere ulaşılsa, demokratikleşmiş bir ülkeye ulaşılmış olmaz, belki bunun için mücadelede, daha elverişli koşullara ulaşılabilir. Kaldı ki, içerik de yanlıştır ve muhtemelen daha elverişli koşullara da ulaşılmaz. Çünkü, dilleri, dinleri, etnileri politik olarak tanımlıyor sunulan taslak, bunların politik olarak tanımlanmasını reddetmiyor 13. Bundan sonra, Çatı Partisi tartışmalarında bu konuda bir sürü yazı ve somut program önerileri yaptığımı; ayrıca bu Kongre’nin program komisyonuna da doğrudan katılamasam da dolaylı olarak kendi Program önerilerimi ilettiğimi; ama hiç kaale ve gündeme bile alınmadığını; dolaysıyla benim için doğrudan Kongre’nin kendisine sunmaktan başka yol kalmadığını; sunduğum programın dayandığı program anlayışınınve içeriğinin Komisyon’un sunduğu programla hiç bir bakımdan uyuşmadığını ve uyuşamayacağını; sunduğum programın iki sayfalık bir metin olduğunu; ama şu an elimde olmadığı için okuyamayacağımı; yarın toplantı kaldığı yerden devam edeceğin egöre, yarın sabah bu metni sunacağımı ve karşı program önerisi olarak tartışılması ve oylanması gerektiğini söyledim. Bu konuşma Divan’da, “bu da nereden çıktı şimdi” der gibi bir havanın oluşmasına yol açtı. Bu havayı en açık biçimde divan’ın bir kadın üyesi dışa vurdu. 13
İşte kongre’ye sunulan taslaktaki gerici maddelerin en önemlilerinden biri:
“Kongremiz, Anadolu ve Mezopotamya’nın tarihsel ve toplumsal dokusunun inkârına dayalı, tekçi ve asimilasyoncu ulusal egemenlik anlayışına karşı, Türkiye’de yaşayan tüm halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınmasını demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak görür. Kongremiz, halkların, başta anadilinde eğitim hakkı olmak üzere eğitim ve kültür politikalarının hazırlanmasına ve uygulanmasına katılımının hayata geçirilmesi için mücadele eder.” Bu maddenin, Alevileri veya ateistleri diyanetin tanımısını istemekten farkı yoktur. “Türkiye’de yaşayan tüm halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınması” demokrasinin değil, gerici milliyetçiliğin vazgeçilmez bir unsurudur. Demokrasi, Türklüğün de tanınmamasını, bütün diğerleri gibi bireysel bir hak olmasını savunur. Tabii bunun sonucu, “Halkların” yani aslında politik olarak tanınmış ve tanımlanmış dillerden insanların, yani ulusların, kültür politikalarının hazırlanmasına katılması. Gerici milliyetçiliğin eline bırakmaktan başka bir anlama gelmez. Bütün bu satırlar bir de defalarca bu konuda konuşmuş olmama rağmen yazılıyor.
25
Divan’da bulunan adını bilmediğim bu kadın üye, aslında bir divan üyesi olarak hiç de böyle bir görüş bildirmeye hakkı ve yetkisi olmamasına rağmen, tipik örgüt bürokratlarına has bir davranışla, sanki bir divana seçilmenin neyin ne olduğu hakkında doğru yargılara ulaşma yeteneği ve düşüncelerini sıradan bir Kongre üyesi olarak söz almadan söyleme hakkı kazandırırmış gibi, benim, Komisyon’un hazırladığı Programı baştan aşağı yanlış olarak nitelememi ve eleştirmemi, Komisyon’un “emeğine saygısızlık” olarak niteledi14. Kimse bu divan üyesine, divan üyesi olmanın kendisine böyle bir hak vermediği üzerine ona en küçük bir uyarıda bile bulunmadı ve Kongre’nin ilk günü esas olarak böylece bitti. İşte ikinci günün boşuna harcanan saatlerinin ve sonraki sıkıştırmalarının sırrı bu konuşmadadır. Çünkü hiç hesapta olmayan bir durum ortaya çıkmıştı. Bir kongre katılımcısı, şimdi çıkıyor; programın tamamını reddettiğini belirtiyor ve karşı program önerisinde bulunuyordu. * Aslında bu hiç kimse için bir sürpriz olmamalıydı. 2008 yılı sonunda, 20-21 Aralık’ta, Bilgi Üniversitesi’nde yapılan, bu güne kadar en yüksek profilden katılımlarla yapılmış toplantıda, şimdi ertesi gün Kongre’ye sunacağımı belirttiğim bir buçuk sayfalık programın, Marks-Engels’in yazdığı, Komünist Manifesto’ya öykünerek, onlar bugün Ortadoğuda yaşasalardı nasıl bir Manifesto yazarlardı diye düşünülerek yazılmış, edebi olmaya da özel bir özen gösterilmiş versiyonu olan, “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” adlı programı içeren “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” adlı kitabı en az 250 adet dağıtmış, o toplantıdaki konuşmamda bunun bir program önerisi olduğunu söylemiştim. Daha sonra zevahiri kurtarmak üzere seçilmiş Program Komisyonu’na, yine Program konusunda bir yığın ve geniş bir teorik arka plan sunan yazı yazmış, literatür sunmuş ve bunları Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin Mail Grubu’na iletmiştim. Bütün bunlara ne komisyonda ne kongrede en küçük bir gönderme bile yapılmamıştı. Aslında program konusunda tek yazan da bendim tek yazın da (litaretür de) bunlardı. Daha sonra, 27-28 Haziran’daki toplantıda, yine sunduğum programı orada sunulan programa bir karşı program oarak önermiş, yine o zamanki, artık temsili demokrasiyi aştıklarını, doğrudan demokrasiye geçtiklerini; artık öyle burjuva demokrasisinin oylamaları gibi yanlış işlerle uğraşmadıklarını söyleyen divan tarafından, müthiş bir keyfilikle (tıpkı bu kongrede olacağı gibi) bir karşı program olarak bile oylamaya sunulmayan, şimdiki gibi bir kısa veriyonunu sunmuştum.
14
Aslında bu kadın arkadaşın sözleri ve Komisyon’un böyle bir programla gelmesi, gerek sosyalist ve işçi hareketinin gerek bu satırların yazarının yneredeyse yarım yüzyıllık emeğine saygısızlıktı. Türkiye’de bir parça Program üzerine kafa yoram, Demir Küçükaydın’ın bu konuda en çok yazı yazmış, kafa yormuş kimse olduğunu görür. Bütün bu emek yokmuş gibi davranmak saygısızlık olmuyşor da bunca emek harcayanın içeriğe yönelik eleştirisi mi saygısızlık oluyor?
26
Daha sonraki tartışmalarda, yine bu programı açıklayan bir sürü yazı yazmıştım. Ve en son olarak, İstanbul’daki hazırlık toplantılarının çoğuna katılmış, söz almış, ve appartçikilerin alaylı bakışları altında bıkmadan, temel programatik özellikleri defalarca anlatmaya çalışmıştım: Ulusun veya politik olanın, bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla, tarihle tanımlanmasını reddetmek; ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlamak. Ve her düzeyde tüm iktidarın tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organlarda olması; asayiş ve emniyet güçlerinin her düzeyde bu seçilmiş organların emrinde olması. Yine Program Komisyonu’na dolaylı olarak, bazı komisyon üyeleri aracılığıyla, bütün literatürü ve kongre’ye sunduğum program metnini de iletmiştim. Ama ısrarla, bütün bunlar yok sayılıyordu. Bu durumda, benim için doğrudan Kongre’ye baş vurmaktan başka, orada insanların böyle bir alternatifin varlığına dikkatini çekmekten ve bunu tartışma gündemine getirmekten başka hiç bir yol bulunmuyordu. Türkiye’de bir parça sosyalist veya devrimci politika yapan insanın bütün bunları bilmemesi mümkün değildir. Ancak, apparatçikiler, namı diğer “kadrolar”, o yuvarların bürokratlaşmış kafaları, ancak bu gericiliğin şahikasına ulaştığı son yirmi yılın öne çıkanları, bunları bilmez, önemsemez veya görmezden gelebilirdi. Bütün bu eğilimler şimdi Kongre Divanı’nın davranışlarında ortaya çıkıyordu. * Ertesi gün sabah erkenden bir internet kafeye gittim, defalarca gruplara ve kişilere yolladığım dolayısıyla yolladığım mailler arasında bir çok örneği bulunan bu bir buçuk sayfalık program önerisini indirip on nüsha kadar bastım. Ve ikinci gün Kongre başlamadan, erkenden Kongre’nin yapılacağı yere geldim. Divan henüz fuayede otururken, bizzat elimle Akın Birdal’a,verdim. Ve bir gün önce, kendi karşı program önerimi vereceğimi söylediğimi, işte şimdi sözümü tutup sunduğumu belirttim. Akın Birdal’ın yüzünde, “bu da nereden çıktı, herşey normal akışında giderken bu ne oluyor” gibilerden bir yüz ifadesi oluştu ama sesini çıkarmadı. Daha önceki kongrelerden biliyordum ki, Divan nasıl olsa bunu gündeme koymamanın yolunu arayacaktı. Çünkü bunların, bu aparatçikilerin esas işi, işleri kapalı kapılar ardında örgütlemektir. Kongreler, konferanslar, bu önceden ayarlanmış mizansenin bir tiyatro sahnesindeymişçesine oynanmasıdır. Bu oyunu bozabilecek unsarlara karşı Divan’ın otoritesi; Divan yetmezse Milletvekillerinin veya önde gelenlerin otoritesi; insanların “aman şimidi de bu nereden çıktı, programın ne önemi var, iş yapmak önemli, bizler bir an önce kararlar alıp bölgelerimize gitmek istiyoruz” diyen dar kafalı ve “iyi niyetli” ama politik bakımdan zerrece uzak görüşlü olmayan yaklaşımları ve daha bir çok araç vardır nasıl olsa. Şimdi biri çıkıp yazılı olarak, “dün programın tamamı üzerine tartışma açmıştınız; ben programın tamamını biçimden ve esastan yanlış buluyorum ve karşı programımı öneriyorum, 27
işte buyrun metin de burada” deyince, kaçacak bir delik kalmamış gibi görünüyordu. Bir kaç arkadaşım, “senin program önerini okutmaz, tartıştırmaz ve oylatmazlar” dediler. “Peki kendi koydukları kuralları ayaklar altına almadan bunu nasıl yapabilirler?” dediğimde, “yaparlar, bir yolunu bulurlar” dediler. Ve de haklı çıktılar. * Kongre’nin ikinci günü başladığında, aslında önceki gün Programın tamamı üzerine tartışmada kalındığına ve bir konuşmacı da çıkıp tümünü reddettiği, karşı bir program önerisi olduğunu söylediği ve bunu da yazılı olarak sunduğuna göre, yapılması gereken: Sunulan karşı programı okumak veya sunucuya okutmak; (ki bir buçuk sayfa bir metindir, yani okunması beş dakika bile sürmez. Diğer metin zaten yazılı olarak herkese sunulduğundan ve bizzat komisyon tarafından da sunumu yapıldığından, bunu tekrar okumak da gerekmezdi) bu iki farklı programın lehine ve aleyhine konuşmak üzere en azından belli bir zaman veya konuşmacı sayısı kadar sınırlı da olsa bir tartışma açmak; sonra da birbirine karşı bu iki programdan hangisinin temel alınacağına dair kongreye bir oylama yaptırmak olabilirdi. Ve bu yapıldığında, ilk kez öz üzerine ciddi bir tartışma başlayabilirdi. İlk kez, yıllardır, ısrarla varlığı görmezden gelinen, gerek işçi hareketinin 150 yıllık deneylerine dayanan, gerek son yüz yılın Türkiye’deki mücadeleler tarihine dayanan, bu kısa ve sade demokratik program tartışma gündemine gelirdi. Bunun tartışılması, varlığının bilinmesi bile başlı başına bir aşama; yuvarlar ve aparatçikiler için bir yenilgi olurdu. Öte yandan, ikinci günün böyle bir mecraya girmesi, her şeyden önce, Kongre’nin önceden planlanmış gidişinin aslında nasıl bir mizansen olduğunun kanıtı da olur ve bu mizanseni bozardı. Çünkü, programa temelden itiraz olup olmadığı, alternatif program önerisi olup olmadığı sorulmadan; hangi programın temel alınacağı gibi bir oylama yapılmadan, sanki Komisyon’un sunacağı programın seçileceği önceden biliniyormuşcasına, sanki hazırladıkları bu program kabul edilecekmişçesine Kongre salonu dışında Program Komisyonu toplantı yaparken, iki farklı programı oylamak, bir anlamda bu yanlışın fiilen kabulü anlamına gelirdi. Bu durumda, bütün bu normal olarak yapılması gerekenleri yapmamak için ne yapabilirdi Kongre Divanı? Zaman geçirmek, sanki böyle bir öneri yokmuşçasına manüplasyon yapmak ve karşı programı gündeme getirmemek için bir yol aramak. Böylece, sabahın en değerli saatleri, sanki dün Programın tamamı üzerine tartışma bitmişçesine, dilekler ve temenniler bölümünde söylenebilecek sözleri eden bir sürü konuşmacının kürsüye davet edilmesi ile geçirildi. İşlerin bu noktaya gideceğini görünce, sunduğum metnin Kongre’ye sunulmayacağını hissedince, hemen elimdeki program önerisi kopyalarından birini daha alıp, sahneye çıktım, Divan’a yaklaştım ve Akın Birdal’a, tekrar metni sunup, bunun oylanması veya en azından 28
okunması gerektiğini; eğer okuyup oylamayacaklarsa en azından bunu Kongreye bildirmeleri gerektiğini söyledim. Akın Birdal, “her şeyi alt üst ediyorsun, bak bu metni verelim program komisyonuna onlar sundukları metne yedirirler” dedi. Ben de bunların iki farklı anlayış ve mantığa dayandıklarını; birbirileriyle çeliştiklerini ve ayrı sunulması gerektiğini söyledim. Bu sizin göreviniz dedim. Ağzını buruşturdu. Çıktım yerime oturdum. Tesadüfen yanımda oturan Haluk Ağabeyoğlu’na durumu anlattım. Ama yine de isterse Program Komisyonu’na benim metnimi de götürmesini söyledim. Haluk Ağabeyoğlu aldı gitti ve bir süre sonra geldiğinde, bu bizim programı temelden reddediyor, bu bizim çalışmamızla uyuşmaz deyip, haklı olarak almadıklarını aktardı. Saatler geçti, divan, ikinci bir karşı program önerisi bulunduğundan söz etmedi. Acaba dedim, bekledim, komisyon geldiğinde, son biçimini almış biçimde onlarinkiyle birlikte mi sunacak diye düşündüm. İyiye yormaya çalıştım. Ama böyle bir şey olmayacağını görünce, söz aldım. Yine söz tam ara veriecekken verildi bana ve mikrofona geldim. Konuşmaya başlayıp da, program önerimi sunduğumu bunların tartışılması ve oylanması gerektiğini, bunu yapmayacaklarsasa, yapmayacaklarını söylemeleri gerektiğini söyledim. Ama herkes protokol konuşmalarından yorumlmuş ve bir an önce dışarı çıkmak için kalkmışkan bu sefer de mikrofonun sesini kestiler. Söylediklerimi kimseye duyuramadım bile. “Ne oluyor niye, sesini kestiniz?” diye Divan’a bakınca, Suavi, “aradan sonra ilk sözü sana vereceğim, söz” anlamında bir şeyler söyledi. Mikrofonun sesini kesmekle kalmadı girişimler, dışarda kulis baskısı uygulayarak da bu yola girdiler. Ertuğrul Kürkçü, “Gene ortalığı karıştırıyormuşsun?” diye takılarak, salona hiç yansımayan ve yansıtılmayan ama gerçekte bütün gidişi belirleyen, Divan’daki sıkıntıların varlığını bir şekilde ifade etmiş oluyordu. Fuayede, hep böyle toplantılarda ortalıkta dolaştığını gördüğüm, galiba EMEP’ten olduğunu daha sonra öğrendiğim, adını hala bilmediğim, biri yanıma yanaştı ve konuşmak istediğini söyledi. Belli ki Kongre Divanı adına konuşmak istiyordu ve onlarca görevlendirilmişti. Bana “Kongre’yi mahvettiğimi, her şeyi alt üst ettiğimi” söyledi. “Niye?” dedim. “Yapılacak şey çok basit. Benim programım okunur ve karşı program olarak oylanır. Bu yapılmıyorsa en azından bunu yapmadığınızı söylersiniz en büyük organ olan Kongre’ye.” Bu kişi bana “senin metnin program değil, program öyle olmaz” dedi, bir kongrenin aparatı içinde olmak sanki kendisine bir şeyin program olup olmadığı hakkında karar verme yetkisi verirmiş gibi. 29
Ben de, asıl diğer metin program değildir, ama onun program olup olmadığına, kendisinin veya başkalarının değil, Konre’nin karar verebileceğini ve bunun için de okunup oylanması gerektiğini; zaten kısacık bir metin olduğunu söyledim. Okunsaydı şimdi çoktan herşey bitmiş olurdu. Sunduğum programın onaylanmasını da beklemiyorum ayrıca, ama bilinmesini istiyorum, böyle bir karşı program da vardı diye. Bunun üzerine, aynı kişi, “sen hastaymışsın, öyle duydum, rahatsızlıkların varmış tedavi oluyormuşssun, bu işlerle niye uğraşıyorsun, git artık dinlen”, gibi sözler etmeye başladı. Bu saygısızlığa na denebilirdi ki? Birşey diyemedim. Dilim tutuldu sadece. Bu kişiye kızamam bile, ama beni ta 68’lerden beri tanıyıp da böyle kişileri bana ültimatom vermeye yollayanlara gerçekten kızıyorum. Bir buçuk sayfalık bir program önerisini okumamak, oylatmamak için günün en verimli saatlerini boşu boşuna harcayan Divan, konuşmamın duyulmaması için mikrofonu kapatıyor, bütün bunlar yetmezmiş gibi, aparatçikileri üzerime yollayarak, saygısızca önerimi geri çekmemi istiyordu. Bunlarla mı Türkiye’de insanlarda sabrın derinliklerini coşkunun zirvelerini harekete geçirecek bir hareket kurulabilirdi? Bunlar yok olmadan, yatağanla kazınmadan hiç bir ilerleme kaydedilmesi mümkün değildir. * Kongre’nin ikinci bölümü başladı. Suavi söz verdiğinden, bana söz verilmesini beklerken, sanki hiç böyle bir şey yokmuş gibi, ben sanki o itirazı yapmamaşım gibi, Başkan Akın Birdal, Kongreyi eski minval üzere sürdürmeye devam etti, fiilen ayrıntılardaki düzeltme önerileri üzerine bir tartışma açtı. Genel olarak program ve program önerim yine atlandı. Bir kağıda, “Hani bana söz vermiştiniz? İlk konuşmacı olacaktım” diye not yazıp, görevliler aracılığıyla Suavi’ye yolladım. Hiç bir edğişme olmadı davranışlarda. Tabii önceki oturumun sonunda benim konuşmamda mikrofonu kapattıkları için, bir de bir komik durum oluşmuştu kimsenin farkına varmadığı. Normal olarak o zamana kadar bütün konuşmacılar ve söz alanlar gelip kürsünün yanındaki mikrofondan konuşuyorlardı. Programın ayrıntıları üzerine tartışmalarda ise, ki kongrenin tek gerçek sorunlarını gösteren tartışmaydı, herkes mikrofonsuz konuşuyor, akustik olarak kimsenin ne dediği tüm salonca anlaşılmıyordu. Neden böyle olmuştu? Bu garabetin nedeni de, benim önceki oturumun sonunda konuşmamın, mikrofon kısılarak engellenmiş olması, muhtemelen mikrofon açıldığı takdirde tekrar oraya çıkmamdan çekinilmesiydi. Mikrofon bütün program tartışmaları bitip de konu tekrar tüzüge geldiğinde tekrar açılacaktı. Yani sadece manüplasyon ve baskı yok, teknik olanaklar da sınırlanıyordu. Sırf konuşmayayım diye nasıl saatler boşuna harcanıyorduysa, aynı şekilde, tartışmaların duyulması bile engellenmiş oluyordu. Özetle, toplantının ikinci günü, ta tüzük tartışmasına kadar olan büyük bölümü, aslında 30
bütünüyle benim Program önerimi gündeme getirmemek ve tartıştırmamak üzere mahvedildi. Kimilerine bu iddia aşırı gelebilir. Çünkü Kongre’de olup bütün bu durumdan büyük bir çoğunluğun haberi yoktu. Divan’ın bütün hedefi ve başarısı da zaten bu durumun gizlenmesindeydi. Ve bunda öyle başarılıydılar ki, Kongre hakkında en ayrıntılı haberi yazmış olan, Devrimci Proletarya’nın Kongre’ye ilişkin yazdıklarında bütün bu olan biten hakkında en küçük bir iz bile bulunamaz. Ama gerçek Kongre, bunada anlatılan, ama kimsenin algılamasına da imkan tanınmayan Kongreydi. Divan gerçekten çok başarılıydı. Ama katilin cinayet yerine gelmesi gibi, sonunda aslında suçunu itiraf da etti, görmesini bilen ve gören gözler için. * Program önerimde söylediğim ve tam da tartışılması engellenen, şey tam da öyleden sonranın temel sorunu oldu. Siz programda olmaması gereken şeyleri programa koymaya başlarsanız; halkları tanımaktan söz ederseniz; tek tek halkları saymaya başlarsanız; somut işler yerine ilkelerden söz ederseniz; başkaları da başka ilkeleri saymaya başlar; bizim adımız niye yok demeye; şunu da tanımalı, bunu da tanımalı demeye başlar. Herkese istediği dili anadil seçme ve ana dilinde eğitim hakkı (Anadil eğitimi değil, anadilinde eğitim) demezseniz; ulusun Türklükle veya her hangi bir dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle tanımlanmasını reddetmezseniz; tarih kitaplarının tüm diller, dinler, etnilerden temsilcilerin ortak katılımıyla yazılacağını belirtmezseniz. O tarih kitaplarını yazacakların veya yazamayacakların tartışmalarını Kongre’ye taşımış olursunuz. Olan tamı tamına buydu. Aslında pekala demokratik bir ulusçuluğun başlangıç aşaması olacak bir kongre, birden bire gerici ulusçulukların birbiriyle yarıştığı, kimin daha çok acı çektiğine dair bir yarışa dönüştü. İşin iyice çığrından çıktığını gören Divan, bu durumda bir çözüm olarak, program tartışmasını kapadı ve altı ay sonra başka bir kongreye erteledi. Program tartışması gündemden düşmüştü. Bir an önce Tüzük tartışmasına ve seçimlere geçilmesi bekleniyordu. İşte tam bu noktada kendisinin o ana kadar neyi yapmadığını da itiraf etti Kongre Divan’ı başkanı. Artık herkes yorulmuştu. Divan sabahtan beri, benim önerimi oylatmamak öve tartıştırmamak için bütün günü tüketmemişçesine, Akın Birdal, “Demir Arkadaşın da bir karşı program önerisi var. İsterse okuyalım, isterse kendisi okusun, ama Program konusunu şimdi altı ay sonraki Kongreye erteledik, kendisi karar versin” dedi. Yani tam bir tuzak. Artık herkes yorulmuş ve oh nihayet bitti demişken, önerimin okunmasını istemem, pişmiş aşa su katmak olurdu. “Lanet olsun” dedim içimden. Ve dışımdan, “öyle olsun bakalım, okunmasın, bu durumda zaten okunamaz ve okunsa da anlamı olmaz” 31
anlamında bir şeyler söyledim. Doğrusu iyi düşünülmüş bir hamleydi. Artık kimsa Divan’ı benim önerimi gündeme almamakla suçlayamazdı. Üstüne üstlük, ben kendim okunmasını istememiştim artık. Ama, gören göz için, analitik zeka için, bizzat bu davranış bile, aslında bütün günün öyle akmasının bütün nedeninin benim program önerimi gündeme almamak olduğunu gösteriyordu. Zaten bunu daha sonra dolaylı olarak Süavi’nin davranışı da doğrulayacaktı. Arada yanıma gelip “Vallaha fıtık oldum, mahfoldum. Neyse senin önerin böylece kayda geçti” demesi yapılanın yanlışlığının bilincinde olduğunu ve bundan duyduğu rahatsızlığı gösteriyordu. * Gerçek kongre, burada anlatılandı. Ama bütün bunlar neyi gösteriyor? Ortada demokrasiyi aştık, artık temsili demokrasi değil, doğrudan demokrasi var diye övünmelerin, (Daha önce de Demokrasi İçin Birlik Hareketinin haziran toplantısında da Divan başkanı olan Celal aynı sözlerle aynı türden manüplasyonlar yapmıştı) gerçekte, en sıradan burjuva kongre adabının ve usulünün sağlayacağı kadar bile bir demokrasi ve söz hakkını engellemenin örtüsü olduğunu gösteriyor. Aparatçikilerin, “Doğrudan demokrasi” palavralarını bir yana atmak gerekiyor. Önce en sıradan, normal bir derneğin kongresinde izlenen usule uygun davranılsın yeter. Yani önce gündem önerileri alınır. Konular önce esastan sonra ayrıntıda görüşülür. Bir gidişte yanlış varsa, usul hakkındaki itirazlara söz verilir. İtirazlarda lehte aleyhte konuşmalar dinlenir. Her durumda oylama yapılır. En azından biçimsel eşitlik ilkelerine riayet edelir. Kongre divanı başkanı bile, bir yönetici olarak değil, tartışılan bir konuda konuşmak istiyorsa, önce söz alır. Hatta bu durumun tarafsızlığını gölgeleyeceği düşüncesiyle söz bile almaktan sarfı nazar eder. Bunlar bırakalım sosyalistliği ve demokratlığı bir yana, sadece hukuka uymakla, bir parça adalet duygusuna sahip olmakla ilgili sıradan özelliklerdir. Demokrasiyi aştığını söyleyenlerde bu kadarı bile bulunmamaktadır. Bu kadar basit, sıradan dernekler kanununa uygun, derneklerin kongrelerinin uyduğu kurallara uygun davranılsaydı bile, ikinci gün, önce karşı program önerisinin sahibi olarak benim çağırılmam veya program önerimin okunması, sonra da lehte ve aleyte konuşmalarla bu iki program arasında hangisinin temel alınacağına dair bir tartışma ve karar olurdu. Bu da Kongre’nin çok daha verimli ve ilerletici, içeriğe, program anlayışına ilişkin bir tartışma yaşamasını sağlar, bütün o öğleden önceki ve sonraki saçmalıklar olmayabilir; değerli vakitler öylesine mirasyedi gibi harcanmazdı. Bürokratik dar kafalılık, kongre yapmayı önceden senaryosu çizilmiş bir gidişin sahnelenmesi olarak gören anlayış bütün bunları engelledi. Bırakalım “doğrudan demokrasi” üzerine palavralar sıkmayı; sıradan, olağan, en azından 32
biçimsel eşitlik ilkelerine ve mantığa uygun bir Kongre ve çalışma biçimi bile bizler için çok büyük ilerlemedir. Bunun için yine unutulmuş tarihten bir örnek verelim. Devrimden sonra Rusya’da bir takım aydın ve küçük burjuvalar “Proleter kültürü” yaratmaktan söz ediyorlardı15 şimdi bizimkilerin demokrasiyi aşmaktan, doğrudan demokrasiye ulaşmaktan söz ettikleri gibi. Küçük burjuva aydınlar, “Proleter Kültür”den, onu kurmak inşa etmekten söz ederlerken, Lenin ve Troçki’ler, bırakalım bunları baylar diyorlar; bu palavralara zerrece değer vermiyorlar ve bu anlayışla mücadele ediyorlardı. Lenin Proleter kültür palavraları sıkanlara karşı, önce “kültürlü tüccarlar olmalıyız” diyordu. Yani önce burjuvazinin kültürünü öğrenmeli ve hazmetmeliyiz diyordu. Troçki, Günlük Hayatın Sorunları adlı derlemede, bütünüyle bu konuları yazıyordu. Paralellik kurarsak, bırakalıkm beyler doğrudan demokrasi üzerine, burjuva daemokrasisini aşmak üzerine palavralar sıkmayı ve bu palavraların ardında en anti demokratik uygulamaları allayıp pullamayı. Lütfen, şu “burjuva demokrasisi”nin asgari geleneklerini öğrenelim ve uygulayalım, bu bile çok iyi bir başlangıç olur. Aparatçikilerin elinde burjuva demokrasisini aşma, doğrudan demokrasiye geçme palavraları bir tür plebisit rejimini örtmenin şalı olmaktadır. Gerçekten doğrudan demokrasi mi baylar? O zaman “Program Komisyonları” lağvedilmeli önce. Program tartışmaları, bütün tartışma ve yazışmalarını herkese ulaştığı ve herkesin bu tartışmalara katılabildiği, mail gruplarında yapılır, program tartışmalarda billurlaşan programlar ve anlayışları kendilerini en mükemmel ifade yolları arar ve ittifaklar kurup uzlaşmalar yapar. Böylece her netleşmiş program kongrenin çoğunluğunu kazanmak için eşit biçimsel koşullarda mücadele eder. Doğrudan demokrasi böyle olur. Böyle bir program hazırlığı gerçekten ilerletir. Böyle bir program tartışması manüple edilemez: Ve böylece belki ta 60’lı yıllardan beri ilk defa tekrar ilerletici ve eğitici bir program ve strateji tartışması başlar. Bu internetin sunduğu en sıradan “doğrudan demokrasi” olanağını bile değerlendirmeyenler; değerlendirmek istemeyenler; grupları sadece duyuruların yapıldığı yerler olarak görenler, hangi “doğrudan demokrasi”den söz ediyorlar? “Doğrudan demokrasi” en sıradan üyenin bile, kendi görüşlerine çoğunluğu kazanabilmek için doğrudan tüm üyelere ulaşabilmesi hakkından başka nedir ki?
15
Sankı proletaryanın kültürü yaratılırmış gibi. Proletaryanın bir kültürü olmaz. Çünkü proletarya, bütün enerjisini politikaya vermek zorundadır. Sosyalizm yolunda ileri adımlar atmaya başladığında ise, burjuvazi gibi kendisini de yok eder., Dolayısıyla Proletaryanın bir kültürü olamaz kelimenin gerçek analımda. Sosyalist bir kültür olar. Ama sırnıflı bir toplumda da sosyalist bir kültürü insşa etmek olanaksızdır. Sosyalist üretim ilişkileri olmadan, böyle bir kültür şekillenemez.
33
* Altı ay sonra Program kongresi toplanacak. Tekrar aynı şeyler olacak. İşte burada tekrar öneriyoruz. Bizim program önerimiz budur. Program için önerdiğimiz usul de budur. Kahrolsun komisyonlar! Kahrolsun Program ve Tüzük gibi en can alıcı konuları komisyonlara havale edenler! Tüm Kongre hareketinin üyeleri, Aşağıda sunduğumuz program Komisyon’unkinden bambaşka bir anlayışa dayanmaktadır Bunun karşısında susarak, yok sayarak bir adım bile ileriye gidilemez. O kendisini yok sayanları, bizzat Kongre’de de görüldüğü gibi çarpar. Program önerisi ortada duruyor ve burada tekrar onu gelecek kongre için alternatif program olarak öneriyorum. Komisyonlara bırakmayalum. Tartışalım eleştirelim. * Aşağıda bu kongrede bir türlü okunmasını bile sağlayamadığım program yer alıyor. Esas olarak böyle bir programı benimsemedikçe, Türkiye’de ne bir demokratik hareket, ne de hakların birliği gerçekleşebilir. Halkların birliğinin gerçekleştirmenin ilk yolu, devletin ve politik olanın her hangi bir veya bir kaç halka göre tanımlanmasına son verilmesi; politik olanın halklarla tanımlanmaya karşı tanımlanmasıdır. Ancak bu koşulda, en geniş otonomi birleştirici olur. Aksi takdirde, otonomi, her biri kendini bir dil, soy, tarih, din ile tanımlamış devletçiklere bölünme ve bu yolda kanlı kapışmalarla sonuçlanır. Bu program, tüm demokratik özlemleri gerçekleştirmek için en ideal koşulları sağlar. Eskilerin deyişiyle size para vermez, ama para kazanacak bir zanaat öğretir. Var olan pahalı, baskıcı, bürokratik, devlet cihazının yerine, halkın üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek bir cihaz kurar. Yani “paris komünü tipi” bir devlet örgütlenmesi yapar. Ulusu, dille, dinle, etniyle, soyla, ırkla tanımlamaya karşı tanımlayarak, gerçek bir biçimsel eşitliğin temellerini atar. Böylece aralarındaki bölünmelerden kurtulmuş, kendi iradelerine itaat edebilecek bir devlet cihazının bulunduğu koşullarda, işçiler ve emekçilerin neye karar vereceklerini onlara bırakır Eğer sosyalizme karar verilse, bunun barışçıl bir biçimde gerçekleşmesinin önende bir engel 34
bırakmaz. Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin Demokratik Cumhuriyet Programından, sadece ulusun tanımı kısmıyla ve de medyaya ilişkin kısmıyla ayrılmaktadır. En önemli teorik katkılar ulus ve medya alanında yapılmıştır çünkü son yarım yüzyılda. İşte Kongre’de bir türlü okunamayan ve oylanmayan, son derece sade, basit, bütünüyle yapılacak işlerden ve somut tekliflerden ibaret program önerisi:
1. Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır. Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
Okullarda herkes ana dilinde ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarihi, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler ortaklaşa yazmalıdırlar.
Eğer olmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar devletin başka işlerine yerleştirilmelidir.
Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
2. Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır. 35
3. Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılmalı, devletin ve sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanmalıdır
4. Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
Mahkemelere Jüri usulü gelmelidir.
5. Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için
Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalıdır. 36
Tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
30 Ekim 2011 Pazar Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa
37
Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (5) Tüzük Eleştirisi – Yuvarların Yaşaması İçin Bürokratik ve Hantal Bir Tüzük Önce bu tüzüğü son haliyle madde madde ele alalım. Sonra da genel bir eleştirisini yapalım.
HDK Tüzüğünün Son Hali – 6.Ekim.2011
Madde 1: Kongrenin adı ve kısaltması Kongrenin adı Halkların Demokratik Kongresi, kısaltması HDK’dır. Madde 2: Kongrenin Tanımı Kongre, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği ortak bir dayanışma ve mücadele zeminidir. Maddeye İlişkin Eleştirel Notlar: Öncelikle, maddenin başlığı ile içeriği çelişmektedir. Maddede “Kongre’nin Tanımı”ndan söz edilmektedir. Ama Kongre’nin bir tanımı yapılmamaktadır. Bir tanım her şeyden önce bir şeyi aynı kategoriden şeylerle farkı açısından tanımlamalıdır. Örneğin “İnsan konuşan hayvandır” gibi bir tanım, İnsan’ın hayvan kategorisi içinde o kategorideki diğer varlıklardan ayıran özelliğini belirtir. Kongre’nin tanımından söz ediliyorsa o da böyle olmalıdır. Kongre her şeyden önce toplumsal alanda siyasi mücadele yapmayı hedefleyen bir yapı mı olmayı hedefliyor. O halde benzer işlevi olan diğer yapılarla olan farkı açıklanması gerekir bu maddede. Neden Kongre de önreğin Parti, Dernek, Liga (Birlik), Meclis vs. değil? Diğerlerinden ne gibi işlev ve yapı farklılıkları vardır. Bunların açıklanması gerekir madde’nin başlığına göre. Başlıkta maddenin konusu böyle belirlenmiş olmasına rağmen içeriğinde bu konuda en küçük bir söz bile yok. Bu en azından ciddiyetsizliktir. Bu tüsüğü hazırlayanların bizzat mendilerinin tüzüğünü yazdıkları birliği ciddiye almadıklarını gösterir. Aynı zamanda eklektisizmdir, iç tutarlılıktan yoksunluktur da. Ama bunun ötesinde, gerçek sorunlardan bir kaçıştır, yazanların kendilerinin kafa 38
karışıklıklarının bir dışa vurumudur da. Çünkü gerçekte ihtiyaç olan, tam da bu bir araya gelişe neden Kongre dendiği, onun diğer biçimlerle işlevsel ve yapısal farkının ne olduğu en çok sorulan ve aslında kafaların en çok karışık olduğu konudur. Böylesine ciddiyesiz bir metin nasıl olup da komisyonlardan çıkıp oylanıp onaylanabiliyor? Çünkü en temel sorun Komisyon’a Havale edilmesinde. Komisyonlar, üzerinde tartışılmış ve az çok görüşlerin berraklaştığı, hetleştiği konulardaki görüşleri bir derli toplu sunma, formüle etmenin organları olabilirler. Bütün bu çabalarda her şeyden önce bu ön hazırlık ve tartışma yoktur. Hedeflenen birliğin ne amaçları (yani Programı) ne de bu programa en iyi nasıl bir yapıyla ulaşılabileceği (yapısı, tüzüğü) üzerine bir tartışma yapılmış değildir hem tüm üyelere, hem de kamuoyuna açık. Kongre hazırlığının, Kürt hareketinin, yaklaşan saldırıyı yanlış karşılamama kaygısının baskısı altında aceleye gelmesi bir neden gibi görülebilir. Hayır neden bu değildir. En azından bu zorunluluk bir fazilet gibi görülmeyerek, aynı zamanda bu artışma yürütülebilir ve bu tartışmanın eksikliği giderilmeye çalışılabilirdi. Ama aslında bu bile doyurucu bir cevap olmaz ve tarihsel deney tam aksini gösterir. Aslında en kritik zamanlarda, en büyük baskılar altanda yapılan tartışmalar aracılığıyla en geniş kesimler harekete geçirilebilmiştir. Burada esas olarak bu acelenin, esas konulardan ve tartışmalardan kaçabilmek için bir nimet olarak görülmesi söz konusudur. İyi bir bahane sunmaktadır işi komisyonlara ve dolayısıyla bu komisyonlar da genellikle örgütlerin temsilcilerinden oluştuğundan, örgütlerin inisiyatifine bırakmak. Bu ömrünü doldurmuş örgütlerin hepsi birbiriyle rekabet içindedirler ama aynı zamanda bu tür tartışmalara karşı tam bir domuz topu olurlar kendi var oluş koşullarını ortadan kaldıracağı için. Bu örgütlerin tüm üyelerinin Partiler, kongreler, bunların demokratik işyleyişinin nasıl olabileceği vs. üzerine bir tartışmanın içine girdiklerini düşünün. İlk sorgulyacakları aynı zamanda zaten kafalarında bir çık soru işaretiyle dolu oldukları kendi örgütlri olacaktır. Ama sadece bu kadar da değil. Bu biraz Kürt hareetinin de işine gelmektedir. Karşısında ner biri birbiriyle rekabet halinde bir kaç düzine küçük, güçsüz örgüt bunlunmaktadır. Artık, bunların hepsi de Kürt hareketi ile bir şekilde iyi ilişkiye girmeden varlığını bile sürdüremeyeceğini sezmiştir. Eski şımarıklıkları yoktur en azından Kürt hareketi ktarşısında. Kürt hareketi o muazzam gücüyle bunlara istediğini dikte edebilmekte bunların en küçük bir itiraz etme şansı bile bulunmamaktadır. Şimdi böyle bir olanak varken, tartışmaları dallanıp budaklandırmanın, herkesi bunlar içine çekmenin ne anlamı olabilir? Kürt hareketinin davranışının özünü bu oluşturmaktadır. Böylece görünüşte Kürt Hareketi ile Türk Sosyalistleri bir araya gelmektedir. Aslında Kürt Özgürlük Hareketi, hem gücüyle, hem kendisi ortada görünmeyip, kendisinin alabileceklerini Türk solcularına bırakarak, yani biraz rüşvet vererek tabiri caiz ise, her istediğini dikte edebilmektedir. Böylece alan memnun, satan memnun bir ortamda, en sıradan insanın aklına bile gelebilecek 39
sorular bile bu alışverişi yapanların işine gelmemekte ve böylece tüm toplantılar brer mizansene dönüşmektedir. Oralarda tesadgen bizim gibi hesapta olmayan zıpçıktılar çıkınca da bunların işini bitirmek kolay olmaktadır. Halbuki, bu maddenin başlığında söylenenin içeriği üzerine, yani “neden Kongre de Parti değil? Önceden “Çatı Partisi” deniyor ve ihtiyacın bir parti olduğu belirtiliyordu. Yeni bir ihtiyaç mı çıktı? Çıktı ise bu nedir? Yoksa bu sadece bir iim değişikliği midir? Konre’nin Parti’den garkı ne olacaktır. Ne gibi işlevleri ve yapı farkları olacaktır? Eğer yeni işlevler söz konrusuysa, bu işlevler için en uygun yapı ne olabilir?” gibi soruları soran ve bunlara cevap arayan bir tartışma yapılmış olsaydı, bu hem Türk sosyalistlerini, hem de Kürt hareketini eğitmiş olurdu. Bir netleşme sağlardı. Belli sistematik görüşlerin billurlaşmasını ve bu billurlaşmalar etrafonda yoğunlaşmalar sağlardı. Böyle bir tartışma ileri bir atılış için gereken güçleri toplardı. Madde’nin içeriğinde başlığında söylenen yapılmadığı gibi bu da metodolojik olarak yanlış yapılıyor. Bir tasvir var orada. Amaçların ve güçlerin tasfiri. Tasvirler üzerinden hiç bir şeyin özü anlaşılamaz. Şimdi gelelim bu başlıkla ilgisiz tasvire. Birincisi, bütün o ezilenleri, dışlananları vs. saymak yanlıştır. Siz yapacaklarınızla böyle olup olmadığınızı gösterebilirsiniz. Bu kendi kendini övmek gibidir. Bırakın da başkaları ve tarih öyle olup olmadığınıza karar versin. Öte yandan bizzat kendinden böyle bahsetmek bile böyle olunamayacağının bir kanıtı bile olabilir. Bu bal yemek ve bal demek arasındaki fark gibidir. Bal denmektedir ama bal demenin kendisi bal yemek değildir. İkincisi amaçlar da yanlıştır. Bu birlik sosyalizm için bir birlik değildir. “Her türden sömürü, baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak” sosyalizmi ifade eder. Bugün sosyalizmi öne bir hedef olarak koymak, Türkiye’deki geniş demokrasi cephesi kurma gereğinden kaçmak, ana halkayı doğru yerden tutmamak anlamına gelir. Ayrıca bu birliği oluşturanların, meta üretimini ordadan kaldırmak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermek, planlı ekonomiye geçmek, bütün dünyada bir tek cumhuriyet kurmak gibi, (ki bunlar sosyalizmin yani “her türden sömürü, baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldırma”nın olmazsa olmazlarıdır) bir amaçları yoktur bu birliğe gelirken. Sayılan güçler ne sosyolojik olarak böyle bir program için mücadele etmeye eğilimlidirler, ne de kendileri politik olarak böyle bir programı benimsemektedirler. Böylesine apaçık bir durum varken, bu sosyalizm amacını, böyle olmazsa olmaz ön koşullarını saymadan, “her türden sömürü, baskı ve ayrımcılık” diye tanımlamak, o güçlerin siyasi bakımdan tecrübesizliklerinden yararlanıp, onları farkına varmadan sosyalizm için bir programa imza attırmak, tuzağa düşürmek anlamına gelir. Bir sosyaliste düşen, “bakın arkadaşlar böyle şeyler yazıyorsunuz ama bunlar şu anlama gelir: Üretim aracları üzerinde özel mülkileti ortadan kaldırmaktan yana mısınız? Böyle bir ifadeye sizlerin çalışmalarınızda ve programlarınızda rastlanmıyor. Yanlış bir iş yapmayın, gerçekte yapmayacaklarınızı ve yapamayacaklarınızı ve 40
yapmak istemeyeceklerinizi böyle programa yazmayın” demektir, onları uyarmaktır. Kaldı ki onların böyle amaçları da olabilir ve yapılması gereken yine değişmez. Bu birlik her şeyden önce Türkiye’de demokrasi için kurulmaktadır. Onun ayırıcı çizgisi bu olmalıdır. O zaman da sosyalizm anlamına gelen formüllerin bu metinde yeri olmaması gerekir. Üçüncüsü burada sayılan özneler esas olarak ülkenin demokratik olmaması nedeniyle, yani biçimsel veya hukuki eşitlik içinde yaşamadıkları için muhalif bir güç olarak vardırlar. Bu biçimsel eşitliği sağlamak ise sosyalizm değildir; en ideal kapitalizm koşullarını sağlamaktır (elbet bu sosyalist mücadele için de daha elverişli koşullar anlamına da gelir ama sosyalizm değildir.). Yani çocuklar, kadınlar, LGBT’ler, halklar, inanç toplulukları vs. tamamen teoride ve uygulamada eşit olsa, her hangi bir şekilde baskı altında olmasa, bu kapitalizmin varlığıyla çelişmez ve onun için en uygun koşulları oluşturur. Bunun da çok basit bir nedeni vardır. Kapitalizmde, bütün artı değerin kaynağı olan işgücünün, maddi ve manevi özellikleri onun kullanım değerinin özünü oluşturan artı değer üretme özelliği üzerinde hiç bir etkide bulunmaz. Yani sekiz saat çaşılan bir Kürt veya Türk; kadın veya erkek; siyan veya beyaz, genç veya yaşlı; eşcinsel veya heteroseksüel ve hatta solucanlar gibi erselik (yani hem erkek hem dişi) de olsa ortaya çıkacak artı değer üzerinde bunun bir etkisi olmaz. Zaten bu nedenle, demokrasi aynı zamanda kapitalizm için en ideal koşullard anlamına gelir. Aynı şekilde, organik veya hidrokültürde domates üretsin, üretilen nesnelerin niteliğinin veay tekniklerinin değişmesi kapitalizmin özüyle ilgili değildir. Ekolojik ürünler kar getiriyorsa, kapitalizm ekolojik te olur. (Almanya, Ekolojik ürün ve standartlar nedeniyle buün dünya pazarında rakipsiz olmuştur mesela.Yani Yeşiller Partisi, aslında Alman sermayesine bir üstünlük sağlamıştır, Almanya’daki ürünlere ekolojik standartlar getirerek. Tüm dünya çapında neyin ne kadar üretileceğine tüm insanların ortaklaşa karar vermesi uzun vadede insanlığın yaşaması için şarttır ama bu planlı ekonomi, yani ktapitalizmin tasfiyesi demektir ve bu birlikte bir araya gelenlerin böyle bir sorunu henüz yoktur. Bu da ayrıca uluslara ve ulusal devletlere karşı bir mücadele ve devrim gerektirir. Ayrı bir konudur.) Özetle bu Kongre’den amaçlananla (Yan Türkiye’deki demokratik mücadeleyi toparlamak bakımından) çelişmektedir sıralanan öznelerin karakterleri. Dayanılan ve bu amaç için mücadele edeceği söylenip sıralanan güçlerin hem nesnel konumları ve çıkarları hem de kendilerinin deklare edilmiş amaçları ile yazılan “her türlü sömürü, baskı ve ayrımcılığa son verme” amacı çelişki içindedir. Ancak, sosyalizmin böyle verbal olarak öne çıkarılmasının nesnel bir anlamı vardır. Bu aynı zamanda demokratik mücadele ve görevleri öne çıkarmaktan kaçmaktır. Kaçcma sadece geriye doğru olmaz. İleriye de kaçılır. Türk sosyalistleri yıllardır “Sınıf”, “Emek”, “Neo Liberalezm”, “Enternasyonalizm” vs. diyerek ileriye kaçıyorlar. Bu mddeye yansıyan bu eski alışkanlığın, zamana uyup şimdi de bütün “Yeni Sosyal Hareketleri” ve Sosyalizm anlamına gelen hedefleri sıralayıp demokrasi mücadelesi gündemden düşürülmektedir. Türkiye’de esas osrun, bu pahalı, baskıcı, askercil, merkezi, bürokratik devlet cihasını tasfiye etmek; ulusun Türklükle tanımlanmasına son vermek; tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğüdur. Bunların ise 41
sosyalizmle ilgisi yoktur. Bunlar gerçekleştiğinde kapitalizmin gelişmesi için ideal koşullar gerçekleşmiş olur. Biz istemesek de böyledir bu. Biz sosyalistlere düşen bunu açıkça söylemektir. Bütün bunmadan söz etmeden sömürü ve baskıyı ortadan kaldırmaktan söz etmek, aslında bırakalım sosyalizm için mücadeleyi bir yana demokratik görevlerden bile kaçmaktır. Kongre tüzügünün ikinci maddesine göre demokratik görevlerden kaçmaktadır. Ve son olarak, bütün bu yazılanlar programa ilişkindir. Bunların yeri programdır. Tüzükte sadece programa gönderme yapmak yeter. Yani o programı kabul edenler bu tüzükte tanımlanan yapıyla birleşip mücadele edeceklerdir gibi bir cümle yeter.
Madde 3: Kongrenin Amaçları Kongre, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme karşı, halklardan, ezilenlerden, yok sayılanlardan, doğadan, emekten, özgürlükten, eşitlikten, barıştan ve adaletten yana olanların demokratik bir toplum ve insanca bir yaşam için ortak mücadeleyi örgütlemeleri gerektiğinin bilinciyle; a) Türkiye’de yaşayan tüm halkların demokratik temelli siyasal hak taleplerinin tanınması; başta anadilinde eğitim hakkının sağlanması gelmek üzere kimlik ve kültürlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde gerekli mücadeleyi yürütmeyi; b) Dışlanan ve ayrımcılığa mâruz kalan tüm inanç topluluklarının ve inanmayanların düşünce, ifade, vicdan ve ibadet özgürlüklerinin eşit vatandaşlık hakları temelinde çözüme kavuşturulması için mücadele etmeyi; c) Kapitalizme ve emek sömürüsüne karşı tüm işçilerin, emekçilerin, yoksul köylüler ile tüm çalışanların onurlu, adil, güvenceli, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına ve sosyal güvenliğe sahip olma hakkını savunmak; siyaset yapma, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm yasal ve fiili engelleri kaldırmak için mücadele geliştirmeyi; ç) Yoksulluğa itilen köylüler, emekliler, yaşlılar ve işsizler gibi toplumsal kesimlerin ortak mücadelesini geliştirmeyi; d) Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki egemenlik politikalarına; ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalarına, kurumlarına; sömürgeciliğe ve işgallere, askeri üslerine karşı mücadele etmeyi; bölge ve dünya halklarıyla enternasyonalist dayanışmayı geliştirmeyi; e) Siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanında cinsiyetler arası eşitsizliğe karşı çıkarak, erkek egemen sistemin ve kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için mücadele etmeyi; f) Gençliği, tekçi, milliyetçi, ayrımcı, cinsiyetçi eğitim sistemine ve eşitsizliği derinleştiren sınav sistemine terk eden; işsizliğe ve ucuz işgücü sömürüsüne mahkûm kılan politikalara karşı, siyasete aktif katılımlarının ve temsiliyetlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması, herkese parasız, eşit, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitimin sağlanması konusunda mücadele etmeyi; 42
g) Çocukları ilgilendiren bütün işlem ve faaliyetlerde, çocuğun hakları ve yararının temel alınması gerektiği yaklaşımıyla çocukların şiddet, ihmal, suistimal, her türlü istismar, kötü muamele ve ayrımcılıktan korunması, başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm kamu hizmetlerinden eşit ve parasız bir biçimde yararlanması için mücadele vermeyi; h) Lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin heteroseksizmden kaynaklanan kamusal ve toplumsal yaşamda mâruz kaldıkları şiddet, dışlanma, ayrımcılık, nefret suçu ve söylemlerine karşı mücadele geliştirmeyi; ı) Engellilerin kamusal ve toplumsal yaşama eşit koşullarda katılım sağlayabilmeleri için, ayrımcı uygulamalara ve engellerinden kaynaklanan sorunlarına karşı çözüm üretilmesi yönünde mücadele geliştirmeyi; i) Çözümsüzlüğe terk edilen Kürt sorununda kalıcı bir barışın sağlanması ve Kürt halkının tüm sorunlarının demokratik çözüme kavuşturulması için mücadele vermeyi; j) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özgür ve demokratik birlikteliği ilkesi çerçevesinde, demokratik özerklik de dahil olmak üzere halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerinin tartışılması ve hayata geçirilmesi için mücadele geliştirmeyi; k) Militarizme ve siyasi iktidarların bu doğrultudaki politikalarına karşı, barış ve halkların kardeşliği temelinde politikalar savunmayı, zorunlu askerliğin kaldırılması ve vicdani ret hakkının tanınması için mücadele vermeyi; l) Kapitalizmin doğayı, doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak sömürmesine, yaşam alanlarını yok etmesine karşı, doğanın, insanın, hayvanların ve tüm canlıların yaşam haklarının güvence altına alınması için mücadele yürütmeyi amaçlar. Maddeye İlişkin Eleştirel Notlar: Bu madde de baştan aşağı yanlış ve gereksizdir. Birincisi, buradaki maddeler zaten programda vardır. Gereksiz bir tekrar olmaktadır. Gereksiz ve bürokratik tekrarlardan oluşan böyle maddeler de zaten ancak komisyonlardan çıkabilir. Öte yandan bir önceki maddede, yanlış bir bağlamda olmakla ve içeriği de yanlış olmakla birlikte, zaten amaç ve güçler belirtilmeşti, bu maddede yine belirtilmiş olmaktadır. Yani gereksiz bir tekrardır; hem Programa göre gereksiz bir tekrardır hem de ikinci maddenin içiriğine göre gereksiz bir tekrardır. Herhalde bu Kongre’nin programı üç farklı boyutta sunma gibi bir merakı var. Önveki maddedeki bir tür “mini-program” oluyor; esas program olarak kabul edilen metin “maksiprogram” oluyor bir de bu üçüncü maddedeki metin de “midi-program” oluyor. Ama bu programlar de nedense hem genel ve kategorik olarak program denen şeyin kendisiyle hem de birbirleriyle çelişiyorlar. Ve sadece bu kadar da değil, cümleler ve önermeler de aynı madde hatta aynı paragraf içinde birbirleriyle çelişiyorlar. Örneğin ikinci maddede bir bütün olardak sosyalizm formüle edilirken şimdi üçüncü maddede bir bütün 43
olarak demokrasi çerçevesine sokulabilecek talepler ifade edilmektedir. Eklektisim bu kadar olabilir. Eğer eklektisizim veya saçmalık üzerine bir ders vermek gerekirse bu program ve tüzükler harika bir örnek sunarlar. Ama biz bu saçmalıklar ve çelişkiler labirentinde ipin ucunu kaçırmamak için bütün bunlar yokmuş gibi davranıp esasta kalıp onu gözden geçirmemeye çalışalım. Program bir yapılacak işler planıdır; bir ilkeler deklerasyonu değil. Bu program denen metinler böyle olmalıdır anlamına gelir. Programlar, hiç bir yuvarlak ve genel söz içermemeli somut işleri somut tedbirler ve örgüt biçimleriyle ifade etmelidir. Her şeyden önce bu üç mini, midi ve maksi programın bu temel yanlışı bulunmaktadır. Dolayısıyla bu üç metin de bir program adını almaya layık değildirler. Ama sadece bu kadar değil, bu hedefler de en soyut biçimde ifade edilmiş olmalarına rağmen yanlış ve çelişkilidirler yukarıda gördüğümüz gibi. Yani nedefler açısından yanlıştırlar (Sosyalizm hedefi), hedeflerle o hedeflere ulaşacak güçler açısından yanlıştırlar (Yeni Sosyal Hareketler). Ama sadece bu kadar da değil, bu proğram sadece sosyalizmi demokrasinin önüne geçirip ikisini eklektik bir biçimde karıştırdığı için değil, formüle ettiği kadarıyla demokratik de değildir. Şimdi bunu gösterelim. Demokrasi nedir? Her şeyden önce, bur ulusun, dille, dinle, ırkla, soyla, tarihle vs. tanımlanmasını rdeddetmek, ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamaktır. Yani devletin, tıpkı ideal laik bir ülkede bütün dinler karşısında kör olması gerektiği, hiç bir dini tanımaması gerektiği gibi, bütün bu özellikler karşısında da kör olması; bunların hiç birini tanımaması, bu özelliklerin politik anlamının olmaması gerekir. Bu somutta nedir? Yani ulusun Türklükle tanımlanmasına son vermek ama Türklük ve Kürtlükle de tanımlamamak; Türklükle, Kürtlükle veya daha başkalarıyla tanımlamayı da reddetmek. (Buna belisiz biçimde hukuki bir tanımla “Anayasal Vatandaşlık” diyenler de var. Bu tanım da yanlıştır. Anayasa Türklüğü ulus olarak tanımlıyorsa, anayasal vatandaşlık Türklükle tanımlanmış olur.) Peki bir programın somut olması gerektiğine göre, bu somut olarak nasıl formüle edilebilir? Bunun somut ifadesi şunlar olabilir: Herkesin istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim ve öğretim hakkı, ulusu tanımlayan, politik bir anlamı olan resmi bir dilin olmaması. (Bu anadilde eğitim, anadil eğitimi ile karıştırılmamalıdır. Anadil eğitimi resmi ve ulusu tanıyan bir dili kabul eder, eğitim bunla yapılır, ama bunun yanı sıra insanlara devletin maaşını verdiği öğretmenler ana dili dersi verirler. Bu demokratik bir talep değildir, “Avrupa Birliği standardı” denendir ve fiilen Avrupa Birliği ülkelerinde bulunmaktadır. Bu, bir dille tanımlanmış bir ulusu reddetmez, ona dayanır ama onu esnetir. Türk Devletinin ve Bütün büyük partilerinin azami kabul edeceği program da budur. Bireysel bir hak olarak Kürtlüğün ve Kürt dilinin kabulü, ama ulusun Türklükle tanımlanmaya devam edilmesi. Biz radikal ve demokrat bir parti 44
olarak, işçi hareketinin ta evelki yüzyıldan beri savunduğu bu demokratik programı savunmalıyız. Resmi bir dil ile pratik bir sorun olarak ortak bir konuşma dili (lingua Franz) ayrı bir sorundur ve buna vatandaşlar gerek var mı var sa hengi dil olmalı ayrıca karar verirler.) Bu radikal demokratik talebi savunmak bugünkü hukuk sistemi içinde bile mümkündür aslında. Çünkü, resmi görüş, Türklüğün hukuki bir tanım olduğu her hangi bir etnik, dini, ırki bir anlamı bulunmadığı (Aslında görüşün aksine bunların hepsi de vardır) iddiasındadır. Bu iddianın fiili uygulaması olan talepler. Örneğin “Resmi Dil” olarak türkçe olur ama, fiilen onu resmi dil olmaktan çıkaracak tüm talepler koyulabilir. Yani yukarıda ve aşağıda söylediklerimiz. Bu “Kitabına uydurma” sorunu ayrı bir sorundur. Yeter ki iş oralara kalsın. Önemli olan önce ulusun ne ile tanımlanacağında anlaşmak ve onu savunmaktır. Bir dil, din, etni, tarih vs. ile mi tanımlanacaktır, yoksa bunlarla tanımlanmaya karşı mı tanımlanacaktır. Tarih kitaplarında Türk, Kürt, Arap, Fars, Çerkez uluslarının tarihleri değil, ulusların tarihleri olmadığına dair bir tarih okunması. Yani Demokratik bir ülkede, herkes ana dilinde ama ulusların tarihi olmadığına dair aynı tarihi okur. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, herkesin okullarda Darvin yasalarını, DNA’ları öğrenmesi gibi ama, okul dışında isteyenin Hindular gibi insanın defalarca yaşayacağına; Müslümanlar gibi ölüp öte dünyaya gideceğine ve cenneten geldiğine dair tarihleri de özel hayatında okuması gibi olur. Okul dışında isteyen istediği Çerkez ulusunun tarihini okur veya savunur. İsteyen Türkyerin tarihi olduğunu savunur, isteyen bunu Orta Asya’dan, İsteyen, Anadolu’daki Neolitik devrimden başlatır isteyen bütün bunları deli saçması olduğunu söyler. İsteyen Zaza dilinin Kürtçenin bir lehçesi, isteyen Zazaca’nın ayrı bir dil olduğunu savunur, bunu savunmak için dernekler kurar, yayınlar yapar. Bütün bunların Fenerbahçe veya Beşiktaş taraftarlığından veya bir spor kulübü kurmaktan farkı olmaz ve olmamalıdır. Bu insanların bireysel özgürlükleri sorunu olur. Elbet, ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazılması şimdilik gerici ulus anlayışının egemen olduğu bir ülkede zordur ama olanaksız değildir. Bu tarihi, ülkede ve komşularındaki bütün dil, din, etni, soy, cinsten insanların eşit temsilcilerinden oluşacak bir tarihçiler kurulunun yazması pratik bir çözüm sunar. Öyle bir Tarih’te hiç bir ulus kendi tarihini diğerlerine dayatamayacak ve çoğunluğu sağlayamayacaktır. Bu da fiilen ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih olur. O halde, bu talep fiilen somut örgüt biçimiyle şöyle formüle edilebilir: Herkesin anadilinde okuyacağı aynı tarih kitapları ülkedeki ve komşularındaki tüm dillerden, dinlerden, “ırk”lardan, “azınlık”lardan, “ulus”lardan, cinslerden, cinsel tercihi farklı olanlardan eşit sayıda tarihçiler tarafından ortaklaşa yazılacaktır. İşte bütün o paragraflar dolusu sorunu Kürt, Türk, Çerkas, Ermeni, Pontus vs. sorunlarını çözecek, son derece somut iki madde budur. Bunlar çok açıktır, somuttur ve kaytarma ihtimali yoktur bunları yapacağını söz verenin. Bu da, yani kaytarma yollarını bizzat tıkamak da çok önemlidir çünkü programda. Şimdi bu Kongre’nin programına bakalım. Var mı böyle bir açıklık ve netlek ve somutluk. 45
Yok. Örneğin “a) Türkiye’de yaşayan tüm halkların demokratik temelli siyasal hak taleplerinin tanınması; başta anadilinde eğitim hakkının sağlanması gelmek üzere kimlik ve kültürlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde gerekli mücadeleyi yürütmeyi” diye yazılıyor bu konu. Yani bir yığın laf kalabalığı, boş laf. Yarın öbür gün pek ala vaz geçilebilecek ve başka türlü yorumlanabilecek sözler. Yanlış keşke bu kadarla kalsa, sadece bu kadar da değil, Konre’nin programı gerici milliyetçiliğin millet anlayışını savunmaktadır bu anlayışa dayanmaktadır ve bunu yeniden üretmektedir. Yani demokratik de değildir. Bu gericilik bizzat şu yukarıda aktarılan “a” şıkkında bile sırıtmaktadır. Ne demektir “tüm halkların demokatik temelli siyasal hak talepleri”? Yani politik olanın “halklara” göre tanımlanması demektir. Demokratik bir ülkede, “halkların siyasal talepleri” olmaz, Fenerbahçelilerin veya Beşiktaşlıların siyasal talepleri olamayacağı gibi. Demokratik bir ülkede “halklar” da tıpkı gerçek laik bir ülkedeki dinler gibi olur. Gerçekten laik bir ülkede nasıl, dinlerin “demokratik siyasal talepleri” olamaz ise öyle. Dinlerin bir siyasal talebi olamaz, çünkü dinler siyasal birimler değildir, olamaz ve olmamalıdır. Aynı şekilde “halklar” siyasal birimler değildir, olamaz ve olmamalıdır demokratik bir ülkede. Bu gerici milliyetçilik, en somut biçimde J şıkkında formüle edilmektedir: “ j) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özgür ve demokratik birlikteliği ilkesi çerçevesinde, demokratik özerklik de dahil olmak üzere halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerinin tartışılması ve hayata geçirilmesi için mücadele geliştirmeyi” Ne demektir “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” özünde, politik olanı, bir dille, dinle, tarihle tanımlama ve böyle bir devlet kurma hakkı demektir. Demokratik bir ulusçuluk ise, ulusu bir dille, dinle, tarihle, “halkla” tanımlama hakkını reddeder; kendisini böyle tanımlamaya karşı tanımlar. Yani burada savunulan ulusçuluk, ulusun, Türklüğün yanı sıra Kürtlük, Eremenilik, Pontusluk, Rumluk, Süryanilik vs. ile tanımlanmasını da savunmaktadır, bunların devleti tanımlayan politik birimler olmasını talep etmektedir. Demokratik bir ulusçuluk ise, ulusun bütün bunların ve diğerlerinin yanı sıra Türklükle tanımlanmasını da reddeder. Bu açıdan baktığımızda, Kongre’nin programı gerici ulusçuluğa dayanan, gerici bir programdır ve demokratik bir ulusçuluğu savunmamaktadır. Kuracağı rejim de gerici ulusçuların ve ulusların birliği olabilir. İşte tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır Programın neden komisyonlarda yazılamayacağı. Bu demokratik ve gereci ulusçuluklardanr hangisinin seçileceği ve savunulacağı yönünde bir tartışma olmadan; bu konuda bir netlik ve siyasi eğitim olmadan; demokratik ulusçular gerici ulusçulardan progrdamatik ve siyasi olarak kopuşmadan ve ayrılmadan yazılan ve yazılacak 46
programlar gerici milliyetçiliğin programları olmaya mahkumdurlar. Bizzat bu tartışma içinde gerici milliyetçiliğin özü ortaya çıkarılıp demokratik bir milliyetçiliğin temellerini atabilir. Ancak ondan sonra demokratik milliyetçi hedeflerde birleşenler, bu demokratik milliyetçiliği nasıl ve hengi biçimde formüle etmenin amaçlara en çok hizmet edebileceğini tartışıp bu tartışmayı aşağı yukarı tükettikten sonra bir uzlaşma formülü için komisyona havale edebilirler. Bütün bunlar olmadan, fiilen fosilleşmiş yuvarların temsilcilerinden oluşan komisyonlara işi havale etmek, gerici milliyetçiliği egemen kılmanın bir aracından başka bir şey değildir. Ama bunda Kürt burjuvazisinin de gizli bir suç ortaklığı bulunmaktadır. Onlar tam da böyle bir ilişki aracılğıyla, bir taşta iki kuş vurmaktadırlar. Bir yandan Türk solcularının çapsızlıklarının ve güçsüzlüklerinin tekrar ve tekrar sergilenmesine yol açıp, Kürz hareketi içindeki demokrat ve plebiyen kanadın Türkiyeli ezilenlere ulaşma çabalarının beyhudeliğinin propagandasını yapmakta, kendi pozisyonlarını güçlendirmektedirler; diğer yandan, Kürt Hareketinin gerçekten demokratik bir harekete dönüşmesinin yollarını tıkamaktadırlar. Yani aslında Kürt burjuvazisi veya gerici milliyetçileri ile, artık fosilleşmiş Türk sosyalistleri, birbirlerinin varlığından güç alarak ve birbirlerinin varlığına haklılık kazandırarak bir simbiyoz yaşam sürdürmektedirler. Burada şimdilik sadece ulusun tanımlanması ile yetindik. Çünkü bu demokratik olmanın özüdür. Tüm yurttaşların dili,. Etnisi, soyu, “halkı” vs nedeniyle bir ayrımcılğa uğramamasının, en azından biçimsel ve hukuki bir eşitliğe kavuşmasının en asgari koşuludur. Bu olmadan herşey bir yığın palavra olur. Aynı durum din için de geçerli olmalıdır. Yani politik olanın her hangi bir din ya da dinsizlikle tanımlanmaması gerekmektedir. Bunun da türkiye’de somut anlamı, devletin Din alanından bütünüyle elini eteğini çekmesidir. Bu da somut olarak, din derslerinin, diyanetin, hüviyetlerden din hanesinin kaldırılmasıdır. Peki bu “midi-program” ne diyor? Herşeyi ve hiç birşeyi: “b) Dışlanan ve ayrımcılığa mâruz kalan tüm inanç topluluklarının ve inanmayanların düşünce, ifade, vicdan ve ibadet özgürlüklerinin eşit vatandaşlık hakları temelinde çözüme kavuşturulması için mücadele etmeyi” Burada bir tek somut söz veya pılacak iş var mı? Yok. Bir yığın boş laf. Bu somut talep olarak her şeyden Diyanetin, İmam Hatiplerin, Din derslerinin, Dine ilişkin ifade ve ritüellerin (Nüfusta din hanesi, Askerlikte yemek duaları vs.) kaldırılmasıdır. Sen bunlmarın hiç birisini söyleme, “dışlananların” “eşit vatandaşlık hakları” temelinde çözüme kavuşturulacağını söyle. Bu fiilen gerçek bir laiklik değil; bütün dinlerin ve dinsizlerin de devletçe tanınması ve bütün bu işlere devlektin bakması gibi gericinin gericisi bir sonuç doğurur. Ağacı tohumundan tanmıyorsanız meyvesinden tanıyın derler. Bu sözlerin ilerde nasıl zehirli 47
meyveler vercekleri, aslında Kongre’nin ikinci günü ortaya tohum olarak çıktı. Programa özel olarak Biz zikredilmemişiz diye bir yığın halklar ve ininçlardan gelen itirazları, bir süre sonra kimin daha çok ezilip katliama uğradığına dair bir yarış aldı ve birden bire son derece gerici ve milliyetçi ifadeler zikredilmeye başlandı. Durumun vehametini gören divan da konuyu tartışmaya son verip komuisyona oradan da gelecek kongreye havale etti. Buraya kadar sadece Tüzüğün bir kaç maddesini ele aldık ve elimizden geldiğince kısa tutmaya çalıştık, bir çok çelişkiyi de görmezden gedik. Durum ortada. İler tutar yeri olmayan, ne dediği belirsiz, soyut, bir yığın boş laftan ibaret, o boş lafların anlamı üzerine düşünüldüğünde de gerici ve demokratik olmayan bir öze sahip oldukları açıkça görülen maddeler. Bunlar bir program eleytirisi olarak da okunabilir. Çünkü buraya kadar ele aldığımız tüzük maddeleri, bir tür “mini” ve “midi” programdılar. Burada tüzüğün esas işleyişe ilişkin bölümleri başlıyor. Bu maddeler de, böyle programa böyle tüzük uyar zaten denecek şekilde. Ama artık bunları da tek tek ele almayacaız. Bu sıkıntıya daha gazla dayanamayacağız. Programdaki eklektisizim, çelişkiler, gereksiz tekrarlar vs. hepsi aynen tüzükte de var. Program bir bütün olarak, Türk Sosyalislerinin, hem metodolojik, teorik ve programatik olarak nasıl gerici bir pozisyonda bulunduklarını, bildiklerini bile unuttuklarını gösteriyor. Tüzük ise bu hafıza kaybına uğramış grupların varlıklarını sürdürebilme çabalarının bir anıtı. Bu program ve Tüzüge karşı bir savaş açmadan, bu program ve tüzük; hazırlanışı, özü ve biçimiyle yenilmeden, demokratik hareketin bir toparlanma yaşaması olanaksızdır. Bunların saçtığı zehirler, Kongre’nin ilk gününü demokratik atmosferinin yok olmasına yol açar. Program her şeyde önce demokratik bir ulusçuluğu ve buna bağlı diğer demokratik talepleri somut olarak, en küçük bir kaçış noktası bırakmadan kısa ve özlü biçimde ifade etmelidir. Böyle bir programa temel olacak metin bizim bir türlü ne kongrelerin, ne Komisyonların gündeme almadığı ve ısrarla yokmuş gibi davrandığı iki sayfalık bir metinden ibaret karşı programımızdır. Tüzük ise, var olan, her şeyden önce, ilk kuruluş kongresi için zorunlu ve kaçınılmaz olan, parti ve yuvarların tanınmasına son vermek; Kongre içindeki farklı görüşlerin çoğunluğu kazanma ve kazanabilmek için faaliyetlerini örgütleyebilmelerini, her üyenin hakları çerçevesine yerleştirmekle yükümlüdür. Yani İlk kongre için Örgütlerle görüşülmüştür ve onlarla toplanılmıştır ama ilk kongre ve tüzüğün görevi, bu örgütlerin, Kongre içindeki tanınmalarına ve haklarına son vermek olabilir ve olmalıdır. Kongre için bir tek birim olmalıdır. Tek tek bireyler, bunların eşitliği ve hakları. Kabul edilen bütün tüzük ise, aslında bu ilk kurucu grupların varlığını ve etkilerini sürdürmelerinin bir aracı olarak yazılmıştır. Bu en önemli ve temel koşul bulunmamaktadır. İşin ilginci, ilk Kongre, başlangıçta Türk Sosyalist yuvarları ile olan ilişkisini, şimdi bütün “Halk”mara da yaymış bulunmaktadır. 48
Yapılması gerekeni “Halk”lardan giderek, şöyle açıklamaya çalışalım. Türkiye’de devlet ve ulus türklükle ve sünni İslam’la tanımlandığı için, fiilen bütün diğer “halklar” ve “inançlar” baskı altındadır. Bu baskıya karşı demokratik özlemler bütün sosyalist ve demokratik hareketin özünü oluşturmaktadır. 60’lı ve 70’li yıllarda sosyalist hareket, humanizmi ve demokrasi talepleriyle bu demokratik özlemlerin ifadesi olabildiği ölçüde bütün bu demokrtik özlemler sosyalist bir hareket çerçevesinde kendilerini ifade ediyorlardı. Yani Türkiye’deki sosyalist hareket aslında ve özünde demokratik bir harektti ama demokratik oldruğunu bilmeyen, kendini sosyalist sanan bir hareketti. Ancak, Sosyalist hareket, ideolojik olarak, Stalinizm felaketi nedeniyle, demokrasiyi ve demokratik idealleri terk edip, gerici milliyetçi bir hareket olduğu için, Sosyalist hareket, sözüm ona sosyalistleştikçe, demokratik karakterini yitirmiş ve milliyetçileşmişti. Böylec ortada demokratik özlemlerin içine akacağı bir demokratik hareket kalmayınca, bu demokratik özlemler, en saf biçimlerinde, umusun Türklük ve Snni islamlıkla tnmlanmasına direniş biçiminde ortaya çıkmaya bayladılar. Yani en başta Kürt hareketi sonra Alevi hareketi böyle ortaya çıktı. Ve sadece yeni kuşaklar kendilerini böyle Kürtlük veya Alevilik vs. temelinde ifade etmediler; ama aynı zamanda bizzat dün demokratik özlemlerini Sosyalizm içinde gerçekleştirebileceklerini umanlar, bu özlemlerine Sosyalist hareketin “sınıf” diyerekten (aslında bu “sınıf” deme, fiilen egemen ulus milliyetçiliği ve demokratik özlemlere kapalılık analıman geliyordu) hiç bir ilgi göstermediğini gördükçe, sosyalizmin dünya çapında itibarsızlığının da etkisiyle, sosyalist hareketten uzaklaşıp, Kürt, Alevi, Çerkes, Pomak, Ezidi hatta ateist vs. olduklarını keşfetmeye başladılar. Aslında demokratik özlemlerin ifadesi olan bir hareket, sosyalizmden uzaklaşma biçiminde ifadesini bulan hareket, aslında sosyalizmin temelindeki demokratik özlemlere tekrar bir geri dönüşü ifade diyordu. Sosyalizmden uzaklaşma, aslında sosyalist harekete egemen milliyetçi ve anti demokratik sosyalizmden, yani bürokratik stalinizmden bir uzaklaşmydı. Öz ve görünüm bütünüyle kendine zıt biçimlerde ortaya çıkıyordu. Şimdi, artık sosyalist yuvarlar biçimide değil de, “halklar”ın temsilcileri olarak gelenler, aslında yüzde doksanıyla böyle “eski Sosyalistler”dir. Şimdi ortada iki çözüm vardır. Birincisi, bu “halklar”, bir politik birim olarak tanınmaları için mücadele ederler. İkincisi, bu “halklar” Türklerin de kendileri gibi bir “halk” olması, yani hiç bir halkın politik olanı tanımlamaması için mücadele ederler. Yani Halkların politik bir anlamı olmaması, halkların politik bir birim olmaması için mücadele ederler. Halkların temsilcilerinin ilk başlangıç noktasında, tulumbaya koyulacak bir tas su olabilmek için, halk olarak bu kongreye gelmeleri anlamlıdır. Ama bu kongrede, halkalırn bir politik birim olmaması için, karar vermelidirler, ancak o zaman bütün halklar demokratik bir birlik oluşturabilirler. Ama bu karar aynı zamanda, bir ölüm parendesi atmak demektir. Gönüllü olarak, salhaneye gidip, orada boğazlanmayı göze almak demektir ve böyle olmalıdır. O zaman programda, bütün halkalrın isimlerini sıralamak gibi sorunlar olmaz. İkinci günü 49
olduğu gibi kim daha çok baski ve zulüm gördü yarışları olmaz. Çünkü bütün bunları yaratanın, ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle tanımlamak olduğu noktasından hareket edilmekte ve bütün halklar, halkların tanınmasına karşı demokratik bir ulusçuluk için mücadeleye giriyorlar demektir. Programatik olarak bu en temel sorunu tartışmadığı ve çözüme bağlamadığı; gerici ulusçuluğun formülasyonlarını kabul ettiği için, bu Kongre, bir süre sonra parçalanmaya mahkumdur. O halde, kongre, “Halklar”ı yok etmek üzere “Halkların” demokratik kongresi olabilir. (Bu anlamda adı da olması gereken amacı ifade etmemektedir. Halkların Demokratik Kongresi, halkları tanımama kongresi olabilir ancak. Demokrasinin özü, hiç bir halkın tanımamamsıdır. Halkları tanımayan bir halk oluşturmaktır. Elbet özel bir sorun olarak herkes istediği halktan olabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu ayrı bir sorundur. Böyle bir programı savunacak bir Kongrede de “halklar” kongrenin bileşeni olan birimler olmazlar. Halklardan bireyler, bu kogrenin programını benimsedikleri ölyçüde bununm içinde yer alırlar. (Kaldı ki “Halklar” da politik olaraszk parçalanmış birimlerdir ve Kongre’nhin programını kabul edenlerin esas görevi “kendi halkı” içinde, halklmarın politik birim olmasını savunanlara karşı aksini, yani demokratik bir programı savunmaktır. (Burada, matematik azınlık (eşcinseller, özürlüler, yaşlılar, gençler, “azınlık”lar ve fiili devzavantajlı olmaktan (kadınlar) İşte Tüzük de Sosyalist Yuvarlara karşı aynı işlevi görmelidir. Yani sosyalist yuarlar da bir birim olmaktan çıkarılmalıdır. Oraya Kongre içinde bir birim olmaktan çıkmak üzere ilk ve son defa bir birim olarak gelmelidirler ve gelmeliydiler. Tüzük ise, tam tersine onların kongre içinde bir bileşen olarak haklarını garantiye almaya yöneliktir. Bütün o muazzam büroktatin, tutarsızlıklarla dolu tüzüğün özü budur. Dördüncü maddedeki d şıkkı, “ Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel kimliklerini koruyarak katılabilir” diyerek bu hakkı ve bileşimi garanti altına almaktadır. Bu hem de bir ilke olarak belirlenmiş durumdadır. Bir kere örgütlü gruplar bileşen olarak tanımlaınca bundan sonra bir yanda atomlarına ayrılmış bireyler ve kitle örgütlerinin temsilcileri vs. (Kaldı ki bunlar da muhtemelen o örgütlü bileşenlerin, o örgüt veya birey olarak katılmış taraftar veya üyeleri olacaklardır. Bizzat kongre bunu gösterdi. Böşyle olduğu herkesin dilindeydi.) var olacaktır. O zaman bu örgütlü küçük gruplar, bizzat resmen tanınmış oylamaların da verdiği güçle her şeyi belirleyecekler, tüm yaratıcı inisiyatifi boğacaklardır. Bu koca tüzügün bütün işlevi de budur. O halde, tüzük her şeyden önce, işter siyasi örgütlerden, ister halklardan, ister “yeni sosyal hareketler”den olsun, bireysel katılım üzerinden oluşmalıdır. Bunun harecinde hiç bir katılımcı birim olamaz ve olmamalıdır. Özellikle “Haklar” ve “Yeni Sosyal Haraketler” veya “Sivil Toplum Örgütleri” veay kitle örgütleri denenler zateh politik olarak bir bütün değildirler. O örgüt ve hareketlmerin içinde 50
bir çok farklı eğilim bulunmaktadır. Kohngre’ye katılanlar, bu hareket ve örgütlerin içinde, tutarlı ve radikel bir demokratik programı savununlar olabilir ve öyle olmalıdır. Bunlar bu programın o örgütlerin içinde ağırlık kazanması için mücadele etmelidirler. Aynı durum Siyasi örgütler ve Kongre için de geçerlidir ve geçerli olmalıdır. Siyasi örgütler de birer “bileşen” olarak değil, bireyleriyle katılmaları ölçüsünde bu ibireylerin nicel ve nitel ağırlıkları ölçüsünde kongre’nin içinde etkilerini arttırabilirler ve arttırmalıdırlar. Elbette Kongre içinde programatik, taktik, stratejik, örgütsel konularda bir yığın ayrılık çıkacaktır. Bu ayrılıklarda arkada örgütlü bir güç olmasa bile aynı tarihi paylaşmış olamınnın, aynı politik kültürü edinmiş, aynı ideolojik ve metodolojik kaynaklardan beslenmiş olmanın bile bir çok eğilimin şekillenmesini belirleyeceği açıktır. Elbette, örgütlerin, Kongre’nin yönetimi ve politikasında etkili olma yolları aramalırı son derece meşrudur ve haklıdır. Ama bunu örgütler olarak değil, Kongre içindeki üye ve taraftarlarının sayısı ve çalışmaları, nicel ve nitel ağırlıktları ölçüsünde ve bütünüyle Kongre yasallığı içinde yapmalıdırlar. Bu şu demektir. Eğer onlar gerçekten samimi iseler, bütün örgütlerinin ve bütün üyelerinin Kongre çalışmalarına katılması demektir. Çünktü ancak ne kadar çok katılır ne ktadar akttif çalışırlarsa o kadar etkili olabilirler ve Kongre’nin politik hattı veya yönetimini o kadar etkileyebilirler demektir. Ve ancak o zaman Kongre gerçekter bütün demokratik toplumsal muhalefetin toqplandığı, örgütler arası rekabetin çalışmaları ve kitleselleşmeyi teşvik ettiği bir ikinci demokratik meclis, hatta bir ikili iktidar çekirdeği haline dönüşebilir. Tüzük esas olarak tam da bunu formüle etmeliydi. Bu biçim içinde bireylerin ve eğiyimlerin çoğunluğa görüşlerini anlatma ve kazanma hnakkını ve usullerini garanti altına almaya yönelik olmalıydı. Halybuki, Tüzük, tıpkı Türkilye Cumbhuriyeti kanunları ve Yasaları gibidir. Onlar ilke olarak hep demokrasiden., laiklikten söz ederler ama fiili maddeler olarak bunu yok ederler. Bu tüzük de öylledir. Bol bol üyelerin haklarından, demokrasiden söz etmektedir ama, fiilen bunu yok etmektedir. Hep üst orgünlırın yetki ve heklerinden söz etmektedir mesela. Tıpkı Türkiye cumhuriyletüi’nin vatandaşların haklarından değil, devlmetin hnaklarından ve vatandaşların görev ve zorunluluklarından söz etmesi gibi. Kongre’ler her türlü birliğin en üst organrlırıdırlar. Demokrasilerde Meclis’ler ne ise, Örgütlerde de Kongre’ler odur. O her şeyi yapabilir. Peki Anayasalara, tüzüklere ne gerek vardır o zaman? Tüzükler ve anayasalar, o her şeye kadir Kongre’lerin, meclis’ylerin, yani çoğunlukların, yapamayacaklarını, karar alamayacağı noktaları yazarlar. Örneğin fikir ve örgütlenme hakkı mı diyorlar. Bu konuda kısıtlayıcı bir karar alamaz çoğunluk veya meclis demektir bu. Ya da bazı durumlarda bu kararın ncak belli bir yüksek oran ve uzlaşmalarla alınabileceği ylolurdoa kurallar getirirler. Yaniu Tüzükyler ve programlar aszlında genel ktongrelerin, sınırlarını belirtirler. Ancak türk Devltinin anayasası örneğin, tam tersinedir, yapabileceklerini yazar. Yapamayacaklar da aslında, anayasanın değiştirilemez maddeleri gibi, en anti demokratik maddelerdir. 51
İşte Kongre’nin tüzügü de böyledir. Hpep yapabileceklerini yazmaktadır. Halbuki yapılması gereken yapamıyacaklarını yazmaktır. Yani onun yetkilerini kısıtlamalıdır. Ama tüzüge bakın, hep yapabileceklerini yazmaktadır. Çok uzağa gitmeye gerek yok, iç işleyişe ilişkin maddeler şöyle başlamaktadır örneğin, ilk iki cümle: “Kongre delege sayısı Genel Kurulca belirlenir. Bu konuda gerek gördsüğü takdirde Genel Meclisi görevlendirebilir.” Bir tüzügün yapması gereken ise, tam da bunu, delege sayılarını, (çünkü bunlar çoğunluğun manüplasyonuna uygun sorunlardır, Tüzükler çoğunluğa güvensizlik temelinde yazılmalıdırlar) yani Kongre delege sayısını, Genel kurul7a bırakmamak olabilir ve olmalıdır. En küçük birim ve en az kaç kişinin bir delege seçebileceği belirlenir. Bunlar ilçe, il ve bölge seçimi oranlarıyla verilir. Diyelim ki her üç kişi bir Demokrasi Ocağı Kurabilmeli. Her üç kişi bir delege seçebilmeli ilçe için. Her ilçede üç delegeye bir il delegesi seçilebilmeli; her üç il delegesine bir bölge delegesi; her üç bölge deleğesine de bir genel kurul delegesi seçilebilimeli. Ancak böylece gerçek güçleri ve eğilimleri yansıtan bir temsil sağlanabilir. Ama zaten bileşenlerin pazarlıklaı yoluyla her yelerin belirlendiği, sonra da örgütsüz kitleye bir plebisitlme sunulduğu şimdiki biçim en gerici diktatörlüklerdenr garklı değildir. Kesa bir ongre en yetkili organ olarak, aksi belirtilmedikçe her şaeyi yapabileceğine göre, her hangi bir konuda ner-kesi görevlendirebilir. Bu hakkı tekrar genel kongreye vermek gereksiz bir tekrardır. Ama demokratik bir tüzügün yapması gereken, nhe delege sayısını ne de bunu belirleme hnakkına-ı başykasına vermeyi sınırlamak olmalıdır. Bu üç kişiyi küçük görmemeli. Bir kongre delegesi, üç bölge delegesini temsil ettiğine göre 9 il delegesini, 27 ilçe delegesini, 81 Demokrasi ocağı delegesini, en az üç kişi de bir demokrasi ıcağı oluşturabildinine göre, 243 üyeyi temsil eder. Yani bin kişilik bir kongre de 243.000 kişilik bir örgüt demektir ve Türkiye’yi yerinden öynotır böyle bir örgütlü güç. Böylece 10 ila 500 arasında üyesi bulunan siyasi örgütler, bu günkü gibi oransız ölçüde değil; gerçek çalışmalara katıldıklmarı oranlardda b.u kongre delegeleri arasında yer alabilirler. Özetle, tüzügün temel felsefesi yanlıştır, örgütlerin temel bir birim veya bileşen olarak tanınmasına son verilmesi gerekir. Her örgütün taraftarları Kongre’ye bireyler olarak katılır. Bu katkılımları ölçüsünde bu bireysel katılımları dolayıyla bir etkileri olur veya olabilir. Bunun bir mantık sonucu daha bulunmaktadır. Kongre bir parti örgütleyemez, bu he hakkıdır ne de görevidir. Ama Kongre’ye katılan insanlardan böwüyük bir blümü, bir araya gelip başyka bir parti kurabılır. Bu elbet mümkündür. Ama o parti de tıpkı varn olan partiler gibi bireyleri ile katılımı ölçüsünde kohngre’nin yönetimi ve çizgisi üserinde etkili olbilir ve olmalıdır. Bu tün bir tüzük ve Kongre yapılanması, demokratik bir programla birlikte Türkiye’nin olmazsa olmazıdır. Bu yapıldığı takdirde, bizzat o küçük sosyalist grupların bu örgütü ele geçirmeye çaışan elemanları bile fiili çalışma içinde o örgütlerinin duvarlarının ötesini görmeye ve gelyişmeye, kendilerini yenilemeye başlayabilirler. Bu aynı zamanda o örgütlerde 52
bir süre sonra çatlamalar yaratır: bu Kongre’nin çalışmalarına aktif olarak katılanlar, eski buürokratik aygıtlar ve yuvarlarla bird süre sonra ayrılmak zorunda kalırlar ve ileride gerçektten devrimci ve zdemokrat hedefleri savunacak bir başka birliğin gerçek militenleri haline gelebilirler. Ama böyle bir çalışma tarzı ve tüzügün en büyük faydası, Kürt özgürlük hareketine olacaktır. O zaman, Kürt Özgürlük hareketi’nin bu Kohngre hareketini ve Türiye7nin batısında örgütlenme çabaları, bir kaç görevli DTP’linin iyşi olmaktan çıkabilir. O zaman Kürt Özgürlük hareketi bu Kongre’de etkili olmak istiyorsa olabildiğince çok üyesini Kongre’nin fiili üyesi yapmak, bu üyelerinin nicel ve nitely ağırlığıyla Kongre üzerinde etkili olmayla çalışacaktır. Ama o zaman ilk defa Kürtlerv eTürkler, tabii herkes, bir araya gelip birbirleriyle çatışalarak ve çalışarak birlirlerini etkilemeye başlmayabilecekler; o zaman ilk kezs Kürtü Direnişi dış dünyaların doğrudan külytrel etkisi aracıığıyla da bu gün kendisini kakırdatan izolasyonuna son verebilecetir. Bu tüzük ne programıyla ne işleyişiyle demokrat değildir. Önce sosyalistlerin demokrat olmması gerekmektedir. Bırakalım kendimie demokrat demeyi. Önce demokratik bir program ve demokratik bir tüzük. Bunu kişilerin demokrat olmalarına bağlamayan, en anti demokratları bile demokratik deavranmaya zorlayacak, böyle davranmadıkları takdirde onları Kongre yasallığının dışana düşürecek bir tüzük ve program gerekiyor. Ama bunun için de önce, bu program ve tüzüg-e karyı bir mücadele. 09 Kasım 2011 Çarşamba Demir küçükaydın
* Madde 4: Kongrenin İlkeleri a) Kongre, tüm demokratik muhalefet güçlerinin özgül mücadele alanlarını ortak mücadele alanı olarak kabul eder; b) Devletten, sermayeden, hükümetlerden ve onların kurumlarından bağımsızdır; c) Halkların kendi gelecekleri ile ilgili her konuda demokratik temelli hak taleplerini ve kararlarını esas alır; ç) Demokratik muhalefet güçlerinin irade ve insiyatifinden hareketle bileşenlerin, ifade, düşünce ve inanç özgürlüğünü tanır; demokratik, katılımcı ve şeffaf bir işleyişi benimser; d) Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel kimliklerini koruyarak katılabilir; e) Delegelerin insanlığa, halka, doğaya ve mensubu olduğu tüm kongre kurullarına karşı 53
sorumluluğunu esas alır; f) Tüm karar alma süreçlerinde azınlık görüşlerin ifade haklarını korur; g) Tüm karar alma mekanizmalarında cinsiyet eşitliğini esas alır ve uygular; h) Tüm karar alma mekanizmalarında gençlerin temsiliyetini esas alır ve uygular. ı) Tüm karar alma mekanizmalarından bireylerin temsiliyetini güvence altına alır ve uygular. i) Aday olduğu takdirde engellilerin karar alma mekanizmalarında temsiliyetini güvence atına alır. Madde 5: Kongre ve Organları Kongre delege sayısı Genel Kurulca belirlenir. Bu konuda gerek gördsüğü takdirde Genel Meclisi görevlendirebilir. Genel Kurulu içinden seçilen 101 kişilik yürütme organı olarak Genel Meclis ve onun çalışmalarını koordine edecek olan 25 kişilik bir Yürütme Kurulu, aynı meclisin üyelerinin içinde yer aldığı ve muhtelif alanlarda ve konularda görev yapacak olan sürekli komisyonları, gerek bu düzeyde ve gerekse yerel düzeyde ortaya çıkabilecek doğrudan politik olmayan kimi sorunların çözümüne karşılıklı görüşmeler yoluyla yardımcı olması hedeflenen etik kurullarıyla, kamuoyu önünde ve TBMM’de bu yapılanma adına sözcülük yapan temsilcileri, bölgedeki il temsilcisi delegelerin bir araya gelmesiyle oluşan ve coğrafi olarak yirmi bölgede oluşturulan Bölge Meclisleri, il meclisleri ve ilçe meclisleri, programın ortaya koyduğu bakış ve bu tüzügün belirlediği işleyiş doğrultusunda faaliyet göstermek üzere merkezi ve yerel düzeyde faaliyet sürdüren delegeleri ve kendilerini bu yapılanmanın yarattığı mücadele mecraında gören ve ona muhtelif şekillerde (geçici komisyon, yayın, bülten, internet desteği, etkinliklere katılma, vb) emek veren birey ve toplum kesimlerinin, faaliyetlerin, örgütlenmelerin oluşturduğu ortak mücadele ve direniş odağına, bu bütünü ifade eden bir kavram olarak KONGRE denir. Kongre aşağıda sıralanan organlardan ve bu organlarda yer alıp, belirlenen örgütsel birim ve mücadele alanlarından seçilerek gelen delegelerden oluşan ve demokratik bir işleyişe sahip bir mücadele platformudur: Madde 6: Genel Kurul a) Kongrenin en yüksek karar organıdır. b) Kongre programında yer alan konulardan hareketle ve mevcut siyasal gelişmeleri dikkate alarak ihtiyaç duyulan bütün kararları almak ve Genel Meclis ile komisyonları bu kararların gereğini yerine getirmek üzere görevlendirmekle yetkilidir. c) Bir yıllığına genel kurulun belirlediği yerel birimlerden seçilen delegelerden oluşur. Genel kurul delege sayısını kendisi belirler. ç) Kongre, toplumsal gerçekliği ve mücadelenin ihtiyaçlarını dikkate alarak, program ve tüzüğünü kabul eden kurumların ve bireylerin genel kurulda dengeli temsilini sağlar. d) İki toplantı arası dönemde, program ve tüzüğü kabul ederek Kongreye katılma iradelerini ifade eden kurum ve örgütlü çevreler ile bireylere dair Genel Meclis tarafından iletilen 54
teklifleri karara bağlar ve genel ilkeler ışığında genel kurulda temsilini sağlar. f) Kongreyi destekleyen milletvekilleri, il belediye başkanları ve eski milletvekilleri kurulun doğal delegeleridir. g) Genel kurul oluşumunda kadınlara %50 kota uygulanır ve kadın başvurularıyla doldurulur. Dolmayan kota boş bırakılır. h) Genel kurul oluşumunda 27 yaş ve altında olanlar için en az %10 gençlik kotası uygulanır. ı) Yılda iki kez, Mart ve Ekim aylarında toplanır. Delege tam sayısının yarıdan bir fazlasının katılımıyla toplanır. Toplanma yeri Ankara’dır. Gündemini komisyonların ve yerel meclislerin taleplerini de dikkate alarak Genel Meclis hazırlar. Delegelerin 1/15’unun isteği üzerine gündeme yeni konular önerebilir ve buna Genel kurul karar verir. i) Olağanüstü toplantılar Genel Meclis’in kararıyla veya genel kurul delegelerinin 1/5 ‘inin imzalı çağrısıyla gerçekleşir. Toplantı, çağıranların belirlediği gündemle ve bir ay içinde yapılır. j) Genel Kurul toplantıları kotaların dikkate alındığı beş kişilik bir heyet tarafından yönetilir. Bu heyet delegelerin 1/10’un önerisiyle genel kurul tarafından belirlenir. k) Genel Kurul kongre programda ve tüzükte öngörülen amaç ve hedefler doğrultusunda gerekli görülen kararları alır ve yürütme için Genel Meclisi görevlendirir. l) Program ve tüzüğe ilişkin değişiklik ve kararları toplam üye sayısının en az 2/3’ünün olumlu oyuyla alır. Diğer kararlarını genel kurula katıldıklarını imzalarıyla belirten delegelerin 2/3’ünün olumlu oyuyla alır. Alınan kararın yeniden görüşmeye açılabilmesi için toplam delegenin 1/3’ünün istemi gerekir. m) Yürütme faaliyetini gerçekleştirmek üzere kendi içinden 101 delegeden oluşan Genel Meclisi seçer. Kadın ve gençlik kotası uygulaması bu seçim için de geçerlidir. n) Gerekli gördüğü konularda yönetmelikler çıkarır. o) Komisyon konularını ve buralarda çalışma yapacak delegeleri belirler. ö) Dayanışma amaçlı olarak delegelerden mali destek talep edilmesine karar verir. p) İki toplantı arası dönemde, program ve tüzüğü benimseyerek Kongreye katılma iradelerini ifade eden kurum ve örgütlü çevreler ile bireylere dair Genel Meclis tarafından iletilen teklifleri karara bağlar ve ilkeler ışığında genel kurulda yer almalarını sağlar. Madde 7: Genel Meclis : a) Kongre genel kurulunun seçimli iki toplantısı arasındaki dönemde, bu kurulun almış olduğu kararların onun adına yürürlüğe konulması yönünde, program ve tüzükte ifade edilen amaç ve hedefler için çalışmalar yapar. b) Olağan olarak 45 günde bir toplanır ve toplanma yeter sayısı üye sayısının 2/3’üdür. c) Genel Meclis’in çalışmalarını yürütmek üzere, içlerinde milletvekilleri de bulunan en az 3’ü kadın 6 üyeden oluşan, Genel Meclis ve Yürütme Kurulu’nun vereceği temsiliyet ve 55
sözcülük görevini yürütmek üzere Divan Heyeti ile 19 üyeden oluşan Yürütme Kurulu’nu seçer. ç) İhtiyaç duyulan konularda çalışma yapmak üzere geçici komisyonlar oluşturur ve genel kurul bünyesinde oluşturulan daimi komisyonlarla koordinasyon içinde çalışır. d) Toplantılarını en az biri kadın olmak üzere en az üç kişilik bir heyeti yönetir. Bu heyette Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu’ndan üyeler de yer alır. e) Genel Kurul’un olağan ve olağan üstü toplantılarını hazırlamakla yükümlüdür. f) Kararlarını üye tam sayısının en az 2/3’ünün olumlu oyuyla alır. g)Genel Meclis, Genel Kurulun çalışma ilkeleri çerçevesinde faaliyet yürütür. h) Genel Meclis delegelerinin 1/5’nin istemi veya Yürütme Kurulu’nun gerekli gördüğü hallerde olağanüstü toplanır. Olağanüstü toplantı gündeminde çağrıya neden olan konu yer alır. En geç bir ay içinde toplanır. ı) Milletvekilleri istedikleri takdirde Genel Meclis toplantılarına söz haklarıyla katılabilirler. i) Genel meclis ihtiyaç duyduğu durumlarda danışma amaçlı genişletilmiş toplantı yapabilir. j) Çalışan istihdamı ve mekan kiralama gibi hususlarda karar alır ve uygular. k) Çalışmalarının giderlerini delegelerin dayanışma ve destekleriyle karşılar. l) Kongre program ve tüzüğünü kabul ederek katılma iradelerini ifade eden kurumlar, örgütlü çevreler ve bireylere dair önerileri Genel Kurul’un ilk toplantısına götürür. Madde 8: Daimi Komisyonlar a) Programda değinilen ve Genel Kurul’da belirlenen konular kapsamında genel kurulda kurulur. Çalışmak için başvuran delegelerin ve konunun uzmanlarının katılımıyla çalışmalarını yürütür. Komisyonlarda görev yapan delegelerin süreleri genel kurulun süresiyle sınırlıdır. b) Genel Kurul ve Genel Meclis’in ihtiyaç duyduğu konularda sürekli çalışma yapar. Bu yönde rapor, dosya, karar tasarısı, yönetmelik, proje, konferans, seminer, eğitim, toplantı, kampanya, etkinlik, bildiri, broşür, afiş, kitap, vb. hakkında çalışmalar yapılması için Genel Kurul’a ve/veya Genel Meclis’e öneriler sunar. c) Komisyonlara delege olmayan uzmanlar sürekli veya geçici olarak katılıp katkı sunabilirler. ç) Çalışmalarında Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma esasları geçerlidir. Bu konuda yönetmelik çıkarılır. Konularla ilgili kararlar salt çoğunluk üzerinden gerçekleşir. Kararlara şerh konulabilir ama şerh kararın gerekçesinden uzun olamaz. d) Genel Meclis’le ilişkilerini Yürütme Kurulu üzerinden sürdürürler. e) Komisyonlar çalışma yer ve koşullarını kendileri belirler. f) Komisyonların çalışmaları için belirledikleri ihtiyaçlar Genel Meclis tarafından karşılanır. 56
g) Komisyonlara katılım gönüllü başvuru esasına dayanır. h) Genel Kurul, Genel Meclis ile bölge, il ve ilçe meclisleri ihtiyaç duydukları durumlarda geçici komisyonlar da kurabilirler. Aldığı görevi teslim ettiğinde bu komisyonlar dağılır. Çalışma ilkeleri Daimi Komisyonların ilkeleriyle aynıdır. ı) Komisyonlar ihtiyaç duydukları durumda yerel meclisler ve yerel komisyonlarla doğrudan iletişim kurabilir, yazışma yapabilir, dosya alışverişinde bulunabilirler. i) Komisyonların yaptıkları çalışmalar, ilgili meclisin gerekli görmesi halinde görevlendirilen kurul ve kişiler tarafından kamuoyuna ve basına açıklanır. j) Genel Kurul toplandığında aşağıdaki konularda daimi komisyonlar kurulur: Kadın, Gençlik, Hukuk, Ekonomi, Uluslararası ve Bölgesel Sorunlar, Antiemperyalizm ve Enternasyonel Dayanışma, Emek, Eğitim, Sağlık, İşçi Sağlığı ve Güvenliği, Engelliler, İnsan Hakları, Çocuk Hakları, Kültür ve Sanat, Bilim ve Teknoloji, Kürt Sorunu ve Barış, İnanç, Yerel Yönetimler, Enerji, Ekoloji, Ayrımcılığa karşı mücadele, LGBT bireylerin sorunları, Hayvan hakları, Örgütlenme, Halklar ve Kimlikler, Vicdani ret ve antimilitarizm, Tecrit ve hapishaneler, Sağlıklı çevrede yaşam ve konut hakkı, Hakikatleri araştırma, Arkeoloji ve kültürel varlıkları koruma, Çiftçi, Alternatif kentsel planlama. Ayrıca Genel Kurul ihtiyaç duyulan diğer komisyonları kurar. Madde 9: Genel Meclis Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu a) Genel Meclis’in çalışmalarını yürütmek üzere onun içinden seçilen, içlerinde milletvekilleri de bulunan en az 3’ü kadın 6 üyeden oluşan, Genel Meclis ve Yürütme Kurulu’nun vereceği temsiliyet ve sözcülük görevini yürütmek üzere Divan Heyeti ile 19 üyeden oluşan Yürütme Kurulu’ndan meydana gelir. Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu birlikte çalışır. b) Görev süresi Genel Meclis’in görev süresiyle sınırlıdır. Genel Meclis gerekli gördüğü takdirde uygun değişiklikleri yapar. c) Genel Kurul’da belirlenen daimi komisyonlar ile Genel Meclis’in faaliyetleri için ihtiyaç duyularak oluşturulan geçici komisyonların çalışmalarının gerektirdiği düzenlemeleri yapar ve koordinasyonu sağlar. ç) Faaliyetlerin yürütülmesi sırasında ihtiyaç duyulan kararları üye tam sayısının 3/5 çoğunluğuyla alır. Gerekli hallerde, programın öngördüğü doğrultuda, Genel Kurul ve Genel Meclis kararları çerçevesinde ve güncel gelişmelere dair tutum ve tavır belirler, çağrılarda bulunur, basına ve kamuoyuna açıklama yapar. Görüşmelerde bulunur ve Genel Meclis ve Kongre’nin temsilini sağlar. Çalışma usulleri Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkeleri esasına bağlı olup, çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. d) Her hafta olağan bir şekilde ve en az 2/3 çoğunlukla toplanarak gündemindeki konuları görüşür. Olağan üstü toplanması Divan heyeti ve Yürütme Kurulu’nın kararı veya meclis üyelerinin 1/5’inin istemi üzerine gerçekleşir. e) İş bölümünü Genel Kurul’un ve Genel Meclisin belirlediği alanlara göre ve daimi komisyonların çalışmalarını dikkate alarak yapar. 57
f) Genel Meclis’in olağan ve olağan üstü toplantılarını ve gündemini hazırlamakla yükümlüdür. g) Genel Meclis adına yerel meclislerle ilişki sürdürür. Madde 10: Bölge Meclisleri a) Genel Kurul’un belirlediği illerin kongre delegelerinin bir araya gelmesinden oluşur. Bölge Meclisi sayısını ve illerin hangi bölgelere dahil olacakları hususunu Genel Kurul kararlaştırır. b) Kongre programı, Genel Kurul ve Genel Meclis kararlarının bölge gerçekleri bağlamında yürürlüğe sokulması için gerekli çalışmaları yapar. c) Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür. Bu konuda yönetmelik çıkarılır. ç) Çalışmaları üçer aylık dönemlerde değişmek üzere, kotalar gözetilerek bölge bünyesindeki her ilden bir delegenin içinde yer aldığı bir yürütme heyeti tarafından düzenlenir. Toplantı yeri, tarihi, gündeminin belirlenmesi ve gerekli belgelerin temini bu heyet tarafından yapılır. Toplantılarını içinde yürütme heyeti mensuplarının da bulunduğu üç kişilik bir divan yönetir. d) Bölge Meclisleri ayda bir toplanır ve gündemindeki konuları görüşüp gerekli kararı alır. Genel Meclis ve Genel Kurul’a dair önerileri yürütme heyeti, illere dair kararları il meclisi mensubu delegeler iletir. e) Bölge meclisi yürütmesinin, bölgedeki il meclislerinden 1/5'in istemi veya Bölge Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5’inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikli gündem maddesi, toplanmasını isteyen delegelerin önerdiği madde olur. f) Bölge Meclislerinde 2/3 oyla karar alınır. Alınan kararın yeniden görüşülmesi için 1/3 üyenin istemi gerekir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 üye isterse gizli oy açık sayım yapılır. g) Bölge Meclisi gerekli görürse bölgeyle ilgili geçici komisyon kurar. Bu komisyonlar genel esaslar dahilinde çalışır. h) Çalışmalarının gerektirdiği giderler meclis delegeleri ve bünyesinde bulunan il meclislerinin dayanışmasıyla karşılanır. Madde 11: İl Meclisi a) İlin, seçilmiş delegelerinin ve ilçelerden gelen seçilmiş delegelerin bir araya gelmesinden oluşur. İl Meclisi mücadele alanlarından gelen yeni katılımlarla genişleyebilir. Delege niteliklerini taşıyan başvurucuların İl Meclisi’ne katılımı, İl Meclisi’nin 2/3 oyuyla belirlenir. b) Üç aylık dönemler için, en az biri kadın olmak üzere en az 3, en çok 7 kişiden oluşan bir yürütme heyeti belirler. Toplantıları, gündemi, toplanma yeri ve tarihi bu heyet tarafından belirlenir. c) Ayda bir toplanır. Kongre programı, Genel Kurul, Genel Meclis ve Bölge Meclisi’nin kararları ve ilin sorunları bağlamında gerekli çalışmaların yapılması için kararlar alır ve 58
yürürlüğe sokar. ç)Kongreyi destekleyen milletvekilleri, il belediye başkanı ve il eski milletvekilleri il meclisinin doğal üyesidir. ç) Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür. d) Bölge Meclisi, Genel Meclis, Daimi Komisyonlar ve Genel Kurul’la yürütme ve görevli delegeler aracılığıyla ilişki kurar, karar ve önerilerini iletir e) Yürütme çağrısıyla veya İl Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5’inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikle olağanüstü toplanmaya yol açan konu görüşülür. f) İl Meclislerinde kararlar, meclis tam sayısının salt çoğunluğuyla alınır. Alınan kararın yeniden görüşülmesi için 1/3 üyenin istemi gerekir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 üye isterse gizli oy açık sayım yapılır. g) İl Meclisi, Genel Meclisin yürürlüğe koyduğu çalışmaların yerel izdüşümü için gerekli gördüğü yerel etkinlik kararlarını alır ve uygular. Yerel sorunlarla ilgili il meclisinde alınan kararlar ışığında kamuoyuna ve basına açıklama yapabilir; toplantı, miting, seminer, eğitim, kampanya, şenlik, festival, gece, vb. düzenleyebilir; bildiri, broşür, afiş, kitap, rapor, dosya, vb. il meclisi olarak yayınlayabilir, ihtiyaç duyduğu komisyonları kurabilir. h) İl Meclisi’nin çalışmalarının giderleri delegelerin dayanışma amaçlı destek ve katkılarıyla karşılanır. Madde 12: İlçe Meclisi a) İlçe delegeleri ile kongrenin amacı ve ilkeleri doğrultusunda çalışmalara katılmak isteyen ve o ilçede oturan ve/veya çalışan ve bu yerel meclisin mensubu olan bireylerden oluşur. b) Altı aylık dönemler için, kadın kotasına uyulmak kaydıyla en az 3, en çok 7 kişiden oluşan bir yürütme heyeti belirler. Toplantıları, gündemi, toplanma yeri ve tarihini bu heyet tarafından belirlenir. c) Kongre programı, Genel Kurul, Genel Meclis, Bölge Meclisi ve İl Meclisi’nin kararları ile ilçe sorunları bağlamında gerekli çalışmaların yapılması için kararlar alır ve yürürlüğe koyar. Kararlar toplantıya katılanların 2/3 çoğunluğuyla alınır. Toplantıya katılanların1/3’ünün istemesi halinde kararlar gözden geçirilir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 ünün istemesi halinde gizli oy açık sayım ilkesi uygulanır. ç)İlçe belediye başkanı ilçe meclisinin doğal üyesidir. d) İlçe Meclisi ihtiyaç duyduğu hallerde kalıcı ve geçici komisyonlar kurar. Komisyonlar genel esaslar dahilinde çalışma yürütür. Komisyonlara katılım gönüllüdür. e) İlçe Meclisleri ayda bir toplanır ve gündemindeki konuları görüşüp gerekli kararları alır. Karar ve önerileri İl Meclisi, Bölge Meclisi, Genel Meclis, Daimi Komisyonlar ve Genel Kurul’a yürütme heyeti ve görevli delegeleri aracılığıyla iletilir. Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür. f) Yürütmenin ve İlçe Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5’inin istemesi halinde 59
olağanüstü toplanır. Öncelikle toplanma gerekçesi olan konu görüşülür. g) İlçe Meclisi, hem Genel Meclisi ve İl Meclisi’nin yürürlüğe koyduğu çalışmaların yerel izdüşümü için gerekli gördüğü yerel etkinlik kararlarını alır ve uygular. Yerel sorunlarla ilgili kararlar ışığında kamuoyuna ve basına açıklama yapabilir; toplantı, miting, seminer, eğitim, kampanya, şenlik, festival, gece, vb düzenleyebilir; bildiri, broşür, afiş, kitap, rapor, dosya, vb. ilçe meclisi olarak yayınlayabilir, ihtiyaç duyduğu komisyonları kurabilir. Üretim ve yerleşim esaslarına göre meclisler kurmak için çalışır. h) İlçe Meclisi’nin çalışmalarının giderleri delegelerin ve katılımcıların dayanışma amaçlı destek ve katkılarıyla karşılanır. Madde 13: Delegelik a) Program ve tüzüğü benimseyip, belirlenen esaslar dahilinde, yaşam veya çalışma alanına en yakın birimden seçilerek kongrenin kurullarında görev alan kişiye delege denir. b) Delege her türlü göreve aday olma, kurullar içinde ve dışında görüşlerini açıklama hakkına sahiptir. c) Delege yerel meclis esas alınarak genel kurul tarafından çıkarılan yönetmelik esaslarına göre seçimle belirlenir. Görev süresi bir yıldır. Bir delege en fazla iki yürütme heyetinde görev alabilir. Delegeliğin düşürülmesi için, seçimin yapıldığı birim meclisinde 2/3 oy gerekir. Oylama gizli oy, açık sayım esasına göre yapılır. İşlemin yürürlüğe girmesi için İl Meclisi ve Genel Meclis’te de aynı usullerle oylaması ve 2/3 oy oranıyla kabulü gerekir. Söz konusu delege her düzeyde ilgili kurullar nezdinde gerekli açıklamaları yapma hakkını kullanır. İtiraz için Genel Kurula başvurabilir. Genel Kurul bu yönde alınan kararları görüşme yapmaksızın gizli oy açık sayım esasıyla ve 2/3 oyla kaldırma yetkisine sahiptir ç) Delege yer aldığı meclis ve/veya komisyonlarda hem yerel ve bölgesel sorunlara, hem de genel sorunlara dair kararların alınması ve ilgili kurullar vasıtasıyla yürürlüğe konulması için çalışma yürütür. d) Delege, mensubu olduğu yerel mecliste alınan yerel ve diğer sorunlara dair kararları gerektiği takdirde il, bölge ve genel meclise ve genel kurula taşır. Ayrıca farklı bir düşünceye sahipse bunu açıklamakta özgürdür. e) Üç kez üst üste mazeretsiz olarak ilçe, il ve bölge meclisi ile Genel Meclis toplantılarına katılmayanın delegeliği düşer. Yerine gelecek delegenin nasıl belirleneceği genel kurulun çıkaracağı yönetmelikte belirlenir. f) Delege mensubu olduğu meclislerin ve genel kurulun giderlerini karşılamak üzere belirlediği dayanışma ve destek taahhütlerini kabul eder. g) Delegelerle ilgili doğrudan politik olmayan sorunlar Genel Kurul ve il Meclisleri düzeyinde oluşturulan Etik Kurullarda tarafların katılımıyla görüşülerek sonuca ulaştırılır. Madde 14: Fahri Delegelik Fahri delege program ve tüzüğü kabul eden, kongre yerel meclislerinin henüz oluşmadığı ya 60
da delege belirleme yeterliliğine sahip olmayan birimlerde, söz konusu meclislerin kurulması, yeterli hale getirilmesi için, üst kurulun bilgisi dahilinde çalışma yapan kongre mensubudur. İl meclisi toplantılarına söz ve oy hakkına sahip olarak katılır. Fahri delegeler bölge meclisi ve genel kurula katılmazlar. Madde 15: Milletvekilleri ve Belediye Başkanları a)Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku çalışmaları kapsamında 12 Haziran 2011 itibariyle seçilen partili ve bağımsız milletvekilleri Kongre’nin TBMM’deki temsilcileri olup, Kongre Genel Kurulu’nun doğal delegeleridir. b)Kongreyi destekleyen partilerin milletvekilleri ve bağımsız milletvekilleri genel kurulun doğal delegeleridir. c)Kongreyi destekleyen eski milletvekilleri genel kurulun doğal delegeleridir. ç)Kongreyi destekleyen il belediye başkanları genel kurulun doğal delegeleridir. Madde 16: Etik Kurul a) Delegeler ve delege grupları ile kongre kurulları arasında doğan ve doğrudan politik olmayan sorunların karşılıklı görüşmeler yoluyla çözümüne katkı sunulması amacıyla Genel Kurul ve İl Meclisleri düzeyinde, kota ilkeleri dikkate alınarak, en az üç en fazla yedi delegeden oluşan heyete Etik Kurul denir. b) Etik Kurul hakemlik ya da iç hukuk uygulayan bir kurul olmayıp, karşılıklı diyalogla sorunların aşılması için uygun zeminin yaratılmasına katkıda bulunur. c) Çalışma usul ve ilkeleri Genel Kurul tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Madde 17: Delegenin Görevleri ve Seçim Sistemi a) Delegeler seçimle belirlenir. Seçim esas ve usulleri genel Kurul tarafından hazırlanan yönetmelikte belirtilir. b) Delege seçimleri her yılın 1-30 Eylül tarihleri arasında yerel birimlerde yapılır. c) Seçimlerde tüzükte yer alan kadın ve gençlik kotalar uygulanır. ç) Seçim süreci Genel Meclis tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından yürütülür. d) İllerde seçim süreci İl Meclisi tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından düzenlenir. e) Seçme ve seçilme hakkını kullanmak için program ve tüzüğü kabul etmek yeterlidir. Madde 18-Kayıt Tutma Sistemi: a) Kongre bünyesindeki çalışmalar saydamlık ve eşit bilgilenme esası üzerinden yapılır. Her kurul bünyesindeki delegelerin ve hesap vermekle yükümlü olduğu kurulların mensuplarının doğrudan ulaşabileceği iletişim ve bilgiye ulaşım sistemlerini kurmak ve kayıtlarını böyle bir sistematik içinde tutmak zorundadır. b) Genel kurul iletişim, eşit ve saydam bilgilenme hakkı için gerekli tedbirleri alır. Madde 19: Dayanışma 61
Kongre, faaliyetlerini her düzeydeki kurullarında yer alan delegelerin ve yerel meclis mensuplarının dayanışma ve katkılarıyla yürütür. Madde 20: Geçici Maddeler Kongrenin kuruluş döneminde, genel kurul delegelerinin belirlenmesinde aşağıdaki ilke ve yöntemler uygulanmıştır: a)Kuruluş dönemi delegelerinin belirlenme usulü yalnızca bu dönem geçerlidir. b) Kurumlar ve örgütlü yapılar, en az biri kadın olmak üzere iki delege ile gençlik örgütlenmeleri bir delege ile Genel Kurul’da temsil edilirler. c) İllerde belirlenecek toplam delege sayısı 692 olup, bu sayının illere paylaşımında başta milletvekili oranı olmak üzere bazı kriterlerin dikkate alınması benimsenmiştir. ç) Delegelerin genel olarak il düzeyinde, karşılıklı görüşmeler ve mutabakatlar yoluyla belirlenmesi, yeterli şartların olmaması nedeniyle seçim ilkesinden uzak durulması benimsenmiştir. d) İllerde yapılacak delege belirleme çalışmalarında kurumlar ve örgütlü yapılar için %60, bireyler için %40 delege dengesinin uygulanması benimsenmiştir. e) Büyük illerde ve ulaşım güçlüğü bulanan illerin ilçeleriyle delege dengesinin sağlanmasında ilgili kurulların katkılarıyla ve görüşmeler yoluyla çözüm bulunması benimsenmiştir. f) İllerde yapılan toplantılarda delege adayı olarak belirlenenlerin liste olarak genel bir onaya sunulması yoluna gidilmesi benimsenmiştir. Madde 21: Yürürlük Bu tüzük Kongre Genel Kurulu tarafından kabul edildiği tarihte yürürlüğe girer.
62
Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (6) HDK Tüzüğüne Kenar Notları Aslında tüzüğe eleştirimiz temeldendir. Ve bunu bir önceki yazıda açıkladık. Grupları yok etmek değil, onların varlığını ve gücünü korumak üzere ayarlanmış, bürokratik, hantal ve anti demokratik bir tüzüktür. Ancak bu genel eleştiri kimilerini tatmin etmeyebilir. Bu genel yanlışın fiilen nasıl sorunlara yol açtığı anlaşılamayabilir diyerek, en azından tüzüğün başlangıç kısımlarındaki maddelere kenar notları şeklinde eleştirilerimizi yazdık. Tüzüğün başlangıç kısımları aynı zamanda programın bir tekrarı olduğundan bu aynı zamanda bir program eleştirisi gibi de görülebilir. Tüzüğün tamamını böyle madde madde eleştirmeye gerek de yok mümkün de değil. Aynı yanlışların efalarca tekrarlanışından ve bu yanlışların birbirleriyle de çelişmelerinden başka bir şey yok. Meraklısı hem genel eleştirimizden, hem de buradaki maddelere ilişkin eleştirilerden hareketle bunu rahatlıkla yapabilir. Aşağıda bu kenar notları biçiminde eleştiriler yer alıyor. Tüzük maddeleri italik olarak, eleştirilerimiz ise normal herflerle şekllendirildi.
HDK Tüzüğünün Son Hali – 6.Ekim.2011
Madde 1: Kongrenin adı ve kısaltması Kongrenin adı Halkların Demokratik Kongresi, kısaltması HDK’dır. Madde 2: Kongrenin Tanımı Kongre, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği ortak bir dayanışma ve mücadele zeminidir. Maddeye İlişkin Eleştirel Notlar: Öncelikle, maddenin başlığı ile içeriği çelişmektedir. Maddede “Kongre’nin Tanımı”ndan söz edilmektedir. Ama Kongre’nin bir tanımı değil, bir tasviri yapılmaktadır. Bir tanım her şeyden önce bir şeyi aynı kategoriden şeylerden onu ayıran özellik üzerinden yapılır. Yani önce o şeyin ait olduğu “küme” belirlenir, sonra o küme içinde onu o kümedeki 63
diğer şeylerden ayıran özellik koyulur. Örneğin “insan konuşan hayvandır” gibi bir tanım, İnsan’ın hayvan kategorisi (kümesi) içinde tanımlar ve sonra o kategorideki (kümedeki) diğer varlıklardan ayıran özelliğini belirtir. “Kongre’nin tanımı”ndan söz ediliyorsa o da böyle olmalıdır. Ya da kendine ve insanlara saygısı olan, böyle davranır ve davranmalıdır. Kongre her şeyden önce sosyal alanda siyasi mücadele yapmayı hedefleyen bir yapı mı olmayı hedefliyor? (Sırrı Süreyya’nın Kongre’de söylediği, “sosyalı siyasala siyasalı sosyala taşıyacağız” sözleri göz önüne getirilsin.) O halde benzer işlevi olan diğer yapılarla olan farkının koyulması gerekir bu maddede. Neden Kongre de önreğin Parti, Dernek, Liga (Birlik), Meclis vs. değil? Diğerlerinden ne gibi işlev ve yapı farklılıkları vardır? Madde’nin başlığına göre bunların açıklanması gerekir. Başlıkta maddenin konusu böyle belirlenmiş olmasına rağmen içeriğinde bu konuda en küçük bir söz bile yok. Bu en azından ciddiyetsizliktir. Bu tüzüğü hazırlayanların bizzat kendilerinin, tüzüğünü yazdıkları birliği, türkiyedeki insanları hatta kendilerini ciddiye almadıklarını gösterir. Aynı zamanda eklektisizmdir, iç tutarlılıktan yoksunluktur da. Ama bunun ötesinde, gerçek sorunlardan bir kaçıştır, yazanların kendilerinin kafa karışıklıklarının bir dışa vurumudur da. Çünkü gerçekte, tam da bu bir araya gelişe neden Kongre dendiği, onun diğer biçimlerle işlevsel ve yapısal farkının ne olduğu en çok sorulan ve aslında kafaların en çok karışık olduğu konudur. Bu konuda hiç bir yerde doğru dürüt bir açıklama bulunmamaktadır. Sadece “Kongre” denmektedir. Bir şeylerin adı değişmiş olmakla kendi değişmiş olmaz. Ya da bir birlik hukuken bir şey oabilir ama politik olarak başka bir şey olabilir (Tabii sosyolojik olarak hukuki ve politik tanımlarından tamamen farklı bir şey de olabilir. Örneğin KCK, ) Bu açıklamanın yapılacağının madde başlığında haber verildiği tek maddede de bu açıklama yok. Böylesine ciddiyesiz bir metin nasıl olup da komisyonlardan çıkıp bir de Kongrelerde oylanıp onaylanabiliyor? Buna “tam da böyle olduğu için” diye cevap da verilebilir ve verilmelidir. Çünkü en temel sorun program gibi tüzüğün de “Komisyon’a Havale” edilmesinde. Komisyonlar, üzerinde tartışılmış ve az çok görüşlerin berraklaştığı, netleştiği konulardaki görüşleri bir derli toplu sunma, formüle etmenin veya bir uzlaşma formülü aramanın organları olabilirler. Programda olduğu gibi Tüzük’te de her şeyden önce bu ön hazırlık ve tartışma yoktur. Hedeflenen birliğin ne amaçları (yani Programı) ne de bu programa en iyi nasıl bir yapıyla ulaşılabileceği (yapısı, tüzüğü) üzerine bir tartışma yapılmış değildir hem tüm üyelere, hem de kamuoyuna açık. Kongre hazırlığının, Kürt hareketinin, yaklaşan saldırıyı yanlız karşılamama kaygısının baskısı altında, aceleye gelmesi, bir neden gibi görülebilir. Ama asıl neden bu değildir. Tarih en köklü ve ciddi tartışmaların en ciddi, en kritik durumlarda yapılabildiğinive de esas o zamanlar yapıldığını gösterir. Uzağa gitmeye gerek yok. 1968’lerde Dev-Genç’liler, neredeyse her Allah’ın günü bir miting, yürüyüş, forum, nöbet, işçiler veya köylülerle dayanışma içindeydiler, bunun yanı sıra 64
faşistlerin ve polislerin canlarına kast etmiş, derin devletçe desteklenen ölümcül saldırıları altındaydılar. Ama tam da bu koşullarda Türkiye’de aynı zamanda en temel tartışmalar yapılıyor, büyük bir açlıkla okunuyordu. Okuma, tartışma ve eylem birbirini engellemiyor, böyle görülmüyor, aksine birbirini besliyorlardı. 1970 yılı yazı, bugünkü bütün politik temel akımların şekillendiği ve Türkiye’de gerek nicelik gerek nitelikçe enönemli teorik ve politik eserlerin verildiği ve en canlı tartışymaların yapıldığı dönemdir. 1970 yazında Haziran’daki işçi direnişleri nedeniyle sıkıyönetim vardı. Bir çok kadro cezaevindeydi. Bunlar sadece iki örnek. Örnekler tüm dünyadaki işçi hareketleri ve sosyal hareketler tarihinden de getirilebilir. Bu kadarı yeter. Şimdi ise “önce şu saldırıyı savuşturalım şimdi tartışmanrın zamanı değil” argümanı kimilerini çok ikna edici olabilmektedir. Ama bu aslında programatik, stratejik ve örgütsel sorunları tartışmaktan kaçmanın, var olan statükoyu sürdürmenin basit bir aracıdır. Burada bu koşulların, esas konulardan ve tartışmalardan kaçabilmek için bir nimet olarak görülmesidir söz konusu olan. İyi bir bahane sunmaktadır işi komisyonlara ve dolayısıyla bu komisyonlar da genellikle örgütlerin temsilcilerinden oluştuğundan, örgütlerin inisiyatifine bırakmak için. Bu ömrünü doldurmuş, son kullanım tarihi çoktan bitmiş örgütlerin hepsi birbiriyle rekabet içindedirler ama aynı zamanda bu tür tartışmalara karşı tam bir domuz topu olurlar kendi var oluş koşullarını tehdit edeceği için. Bu örgütlerin tüm üyelerinin Partiler, Kongreler, Meclisler ve bunların birbirinden farkları; bunların demokratik işleyişinin nasıl olabileceği vs. üzerine bir tartışmanın içine girdiklerini düşünün. Bu üyelerin çoğunun ilk sorgulayacakları, aynı zamanda zaten kafalarının bir çok soru işaretiyle dolu olduğu, kendi örgütleri olacaktır. Ama bütün günah bu yuvarlarda da değil. Bu durum biraz Kürt hareketinin de işine gelmektedir. Kolaya kaçmaktadır. Karşısında her biri birbiriyle rekabet halinde bir kaç düzine küçük, güçsüz örgüt bulunmaktadır. Artık, bunların hepsi de Kürt hareketi ile bir şekilde iyi ilişkiye girmeden varlığını bile sürdüremeyeceğini sezmiştir. Eski şımarıklıkları yoktur en azından Kürt hareketi karşısında. Bu durumda, Kürt hareketi o muazzam gücüyle bunlara istediğini dikte edebilmekte bunların en küçük bir itiraz etme şansı bile bulunmamaktadır. Önce hiç müdalale etmeden bırakmaktadır. Beklemektedir iyice birbirleriyle uğraşıp çıkmaza girsinler diye. Artık tam bir çıkışsızlık belirginleştiğinde, bütün istediklerini dikte etmek için bir kaç temsilci ve vekilini yollaması yetip de artmaktadır. Durum biraz Fellini’nin Orkestra filmine benzemektedir. Şu sosyalist gruplar olmasa, BDP dair herkesin bireyler olarak gücü oranında katıldığı bir birlik oluşturulmaya çalışılmış olsa,o zaman binerce üyesini buralarda görevlendirerek, onlar aracılığıyla çoğunluğu kazanmak zorunda olacaktır. Ama o üyeler, bu tartışmalarda Türk sosyalistlerini etkilerken (ki bu çok hayırlı olurdu) aynı zamanda farklı bir politik kültürden de etkilenirler (bu da çok hayırlı olurdu) ve Kürt hareketi içinde bulunduğu teorik, kültürel ve entelektüel gettonun sınırları dışına çıkardı. 65
Şimdi böyle bir olanak, kolay bir yol, işleri tepeden bitirmek varken; tartışmaları dallanıp budaklandırmanın, herkesi bunlar içine çekmenin ne anlamı olabilir? Kürt hareketinin davranışının bir yanını bu kolaya kaçma ve başına eni sorunlar açmama kaygısı oluşturmaktadır. Böylece görünüşte Kürt Hareketi ile Türk Sosyalistleri bir araya gelmektedir. Aslında Kürt Özgürlük Hareketi, hem gücüyle, hem kendisi ortada görünmeyip, kendisinin alabileceklerini Türk solcularına bırakarak, (yani delegeliklerden vekillere kadar bir çok alanda Kürt hareketi geri çekilmekte ve vermektedir) yani bir anlamda biraz rüşvet vererek tabiri caiz ise, her istediğini dikte edebilmektedir. Böylece alan memnun, satan memnun bir ortamda, en sıradan insanın aklına bile gelebilecek sorular bile bu alışverişi yapanların işine gelmemekte ve böylece tüm toplantılar birer mizansene, bir medyatik sahneye koyuşa dönüşmektedir. Oralarda tesadüfen bizim gibi hesapta olmayan zıpçıktılar çıkınca da bunların gündemi belirlemesi engellemek kolay olmaktadır. Halbuki, bu maddenin başlığında söylenenin içeriği üzerine yazılsa, yani “neden Kongre de Parti değil?” sorusunun cevabı açıklansa, bu bir yığın soruyu ve yeni tartışmaları beraberinde getirir. Örneğin “önceden “Çatı Partisi” deniyor ve ihtiyacın bir parti olduğu belirtiliyordu. Yeni bir ihtiyaç mı çıktı? Çıktı ise bu nedir? Yoksa bu sadece bir isim değişikliği midir? Konre’nin Parti’den farkı ne olacaktır? Ne gibi işlev ve yapı farkları olacaktır? Eğer yeni işlevler söz konusuysa, bu işlevler için en uygun yapı ne olabilir?” gibi soruları soran ve bunlara cevap arayan bir tartışma yapılmış olsaydı, bu hem Türk sosyalistlerini, hem de Kürt hareketini eğitmiş olurdu. Bir netleşme sağlardı. Belli sistematik görüşlerin billurlaşmasını ve bu billurlaşmalar etrafında yoğunlaşmalar sağlardı. Böyle bir tartışma ileri bir atılış için gereken güçleri toplardı. Madde’nin içeriğinde başlığında söylenen yapılmadığı gibi, yapıldığı kadar yapılan da metodolojik olarak yanlış yapılıyor. Bir tasvir var orada, tanım değil. Amaçların ve güçlerin tasfiri. Tasvirler üzerinden hiç bir şeyin özü anlaşılamaz. Şimdi gelelim bu başlıkla ilgisiz tasvire. Birincisi, bütün o ezilenleri, dışlananları vs. saymak yanlıştır. Siz yapacaklarınızla böyle olup olmadığınızı gösterebilirsiniz. Bu kendi kendini övmek gibidir. Bırakın da başkaları ve tarih öyle olup olmadığınıza karar versin. Öte yandan bizzat kendinden böyle bahsetmek bile böyle olunamayacağının bir kanıtı bile olabilir. Bu bal yemek ve bal demek arasındaki fark gibidir. Bal denmektedir ama bal demenin kendisi bal yemek değildir ve çoğu kez bal demek bal yememek için bir engeldir. İkincisi amaçlar da yanlıştır. Bu birlik sosyalizm için bir birlik değildir. “Her türden sömürü, baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak” sosyalizmi ifade eder. Bugün sosyalizmi öne bir hedef olarak koymak, Türkiye’deki geniş demokrasi cephesi kurma gereğinden kaçmak, ana halkayı doğru yerden tutmamak anlamına gelir. Ayrıca bu birliği oluşturanların, meta üretimini ordadan kaldırmak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermek, planlı ekonomiye geçmek, bütün dünyada bir tek cumhuriyet 66
kurmak gibi, (ki bunlar sosyalizmin yani “her türden sömürü, baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldırma”nın olmazsa olmazlarıdır) bir amaçları yoktur bu birliğe gelirken. Sayılan güçler ne sosyolojik olarak böyle bir program için mücadele etmeye eğilimlidirler, ne de kendileri politik olarak böyle bir programı benimsemektedirler. Böylesine apaçık bir durum varken, bu sosyalizm amacını, böyle olmazsa olmaz ön koşullarını saymadan, “her türden sömürü, baskı ve ayrımcılık” diye tanımlamak, o güçlerin siyasi bakımdan tecrübesizliklerinden yararlanıp, onları farkına varmadan sosyalizm için bir programa imza attırmak, tuzağa düşürmek anlamına gelir. Bir sosyaliste düşen görev, “bakın arkadaşlar böyle şeyler yazıyorsunuz ama bunlar sosyalizm anlamına gelir: Üretim aracları üzerinde özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktan yana mısınız? Böyle bir ifadeye sizlerin çalışmalarınızda ve programlarınızda rastlanmıyor. Yanlış bir iş yapmayın, gerçekte yapmayacaklarınızı ve yapamayacaklarınızı ve yapmak istemeyeceklerinizi böyle programa yazmayın” demektir, onları uyarmaktır. Kaldı ki onların böyle amaçları da olabilir ve yapılması gereken yine değişmez. Bu birlik her şeyden önce Türkiye’de demokrasi için kurulmaktadır. Onun ayırıcı çizgisi bu olmalıdır. Sosyalistler en tutarlı ve en radikal demokratlar olukları için veay olmaları gerektiği için buraya gelirler ve gelmelidirler. O zaman da sosyalizm anlamına gelen formüllerin bu metinde yeri olmaması gerekir. Üçüncüsü burada sayılan özneler esas olarak ülkenin demokratik olmaması nedeniyle, yani biçimsel veya hukuki eşitlik içinde yaşamadıkları için muhalif bir güç olarak vardırlar. Bu biçimsel eşitliği sağlamak ise sosyalizm değildir; en ideal kapitalizm koşullarını sağlamaktır. (Elbet bu sosyalist mücadele için de daha elverişli koşullar anlamına da gelir ama sosyalizm değildir.) Yani çocuklar, kadınlar, LGBT’ler, halklar, inanç toplulukları vs. tamamen teoride ve uygulamada eşit olsa, her hangi bir şekilde baskı altında olmasa, bu kapitalizmle çelişmez ve aksine kapitalizm için en uygun koşulları oluşturur. Bunun da çok basit bir nedeni vardır. Kapitalizmde, bütün artı değerin kaynağı olan işgücünün, maddi ve manevi özellikleri onun kullanım değerinin özünü oluşturan artı değer üretme özelliği üzerinde hiç bir etkide bulunmaz. Yani sekiz saat çaşılan bir Kürt veya Türk; kadın veya erkek; siyah veya beyaz, genç veya yaşlı; eşcinsel veya heteroseksüel ve hatta solucanlar gibi erselik insanlar da(yani hem erkek hem dişi) olsa, ortaya çıkacak artı değer üzerinde bunun bir etkisi olmaz. Zaten bu nedenle, demokrasi aynı zamanda kapitalizm için en ideal koşullar anlamına gelir. Aynı şekilde, organik veya hidrokültürde domates üretilsin, üretilen nesnelerin niteliğinin veya tekniklerinin değişmesi kapitalizmin özüyle ilgili değildir. Ekolojik ürünler kar getiriyorsa, kapitalizm ekolojik te olur. (Almanya, Ekolojik ürün ve standartlar nedeniyle bugün dünya pazarında rakipsiz olmuştur mesela.Yani Yeşiller Partisi, aslında Alman sermayesine bir üstünlük sağlamıştır, Almanya’daki ürünlere ekolojik standartlar getirerek. Tüm dünya çapında neyin ne kadar üretileceğine tüm insanların ortaklaşa karar vermesi uzun vadede insanlığın yaşaması için 67
şarttır ama bu planlı ekonomi, yani kapitalizmin tasfiyesi demektir ve bu birlikte bir araya gelenlerin böyle bir sorunu henüz yoktur. Bu da ayrıca uluslara ve ulusal devletlere karşı bir mücadele ve devrim gerektirir. Ayrı bir konudur.) Özetle dayanılan ve bu amaç için mücadele edeceği söylenip sıralanan güçlerin hem nesnel konumları ve çıkarları, hem de kendilerinin deklare edilmiş amaçları ile yazılan “her türlü sömürü, baskı ve ayrımcılığa son verme” amacı çelişki içindedir. Ancak, sosyalizmin böyle verbal olarak öne çıkarılmasının nesnel bir anlamı vardır. Bu aynı zamanda demokratik mücadele ve görevleri öne çıkarmaktan kaçmaktır. Kaçma sadece geriye doğru olmaz; ileriye de kaçılır. Türk sosyalistleri yıllardır “Sınıf”, “Emek”, “Neo Liberalizm”, “Enternasyonalizm” vs. diyerek ileriye kaçıyorlar. Bu maddeye yansıyan bu eski alışkanlığın yeni biçimde görünmesidir. Zamana uyup şimdi de bütün “Yeni Sosyal Hareketleri” ve Sosyalizm anlamına gelen hedefleri sıralanıp, demokrasi mücadelesi gündemden düşürülmektedir. Türkiye’de esas sorun, bu pahalı, baskıcı, askercil, merkezi, bürokratik devlet cihasını tasfiye etmek; ulusun Türklükle tanımlanmasına son vermek; tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğüdur. Bunların ise sosyalizmle ilgisi yoktur. Bunlar gerçekleştiğinde kapitalizmin gelişmesi için ideal koşullar gerçekleşmiş olur. Biz istemesek de böyledir bu. Biz sosyalistlere düşen bunu açıkça söylemektir. (Tabii bu aynı zamanda sosyalist mücadele için, eziler sınıfların birleşmesi için en uygun koşullarınr da ortaya çıkması demektir.) Bütün bunlardan söz etmeden sömürü ve baskıyı ortadan kaldırmaktan söz etmek, aslında bırakalım sosyalizm için mücadeleyi bir yana, demokratik görevlerden bile kaçmaktır. Ve son olarak, bütün bu yazılanlar programa ilişkindir. Bunların yeri programdır. Tüzükte sadece programa gönderme yapmak yeter. Yani o programı kabul edenler bu tüzükte tanımlanan yapıyla birleşip mücadele edeceklerdir gibi bir cümle yeter. * Madde 3: Kongrenin Amaçları Kongre, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme karşı, halklardan, ezilenlerden, yok sayılanlardan, doğadan, emekten, özgürlükten, eşitlikten, barıştan ve adaletten yana olanların demokratik bir toplum ve insanca bir yaşam için ortak mücadeleyi örgütlemeleri gerektiğinin bilinciyle; a) Türkiye’de yaşayan tüm halkların demokratik temelli siyasal hak taleplerinin tanınması; başta anadilinde eğitim hakkının sağlanması gelmek üzere kimlik ve kültürlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde gerekli mücadeleyi yürütmeyi; b) Dışlanan ve ayrımcılığa mâruz kalan tüm inanç topluluklarının ve inanmayanların düşünce, ifade, vicdan ve ibadet özgürlüklerinin eşit vatandaşlık hakları temelinde çözüme kavuşturulması için mücadele etmeyi; c) Kapitalizme ve emek sömürüsüne karşı tüm işçilerin, emekçilerin, yoksul köylüler ile tüm çalışanların onurlu, adil, güvenceli, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına ve sosyal 68
güvenliğe sahip olma hakkını savunmak; siyaset yapma, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm yasal ve fiili engelleri kaldırmak için mücadele geliştirmeyi; ç) Yoksulluğa itilen köylüler, emekliler, yaşlılar ve işsizler gibi toplumsal kesimlerin ortak mücadelesini geliştirmeyi; d) Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki egemenlik politikalarına; ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalarına, kurumlarına; sömürgeciliğe ve işgallere, askeri üslerine karşı mücadele etmeyi; bölge ve dünya halklarıyla enternasyonalist dayanışmayı geliştirmeyi; e) Siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanında cinsiyetler arası eşitsizliğe karşı çıkarak, erkek egemen sistemin ve kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için mücadele etmeyi; f) Gençliği, tekçi, milliyetçi, ayrımcı, cinsiyetçi eğitim sistemine ve eşitsizliği derinleştiren sınav sistemine terk eden; işsizliğe ve ucuz işgücü sömürüsüne mahkûm kılan politikalara karşı, siyasete aktif katılımlarının ve temsiliyetlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması, herkese parasız, eşit, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitimin sağlanması konusunda mücadele etmeyi; g) Çocukları ilgilendiren bütün işlem ve faaliyetlerde, çocuğun hakları ve yararının temel alınması gerektiği yaklaşımıyla çocukların şiddet, ihmal, suistimal, her türlü istismar, kötü muamele ve ayrımcılıktan korunması, başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm kamu hizmetlerinden eşit ve parasız bir biçimde yararlanması için mücadele vermeyi; h) Lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin heteroseksizmden kaynaklanan kamusal ve toplumsal yaşamda mâruz kaldıkları şiddet, dışlanma, ayrımcılık, nefret suçu ve söylemlerine karşı mücadele geliştirmeyi; ı) Engellilerin kamusal ve toplumsal yaşama eşit koşullarda katılım sağlayabilmeleri için, ayrımcı uygulamalara ve engellerinden kaynaklanan sorunlarına karşı çözüm üretilmesi yönünde mücadele geliştirmeyi; i) Çözümsüzlüğe terk edilen Kürt sorununda kalıcı bir barışın sağlanması ve Kürt halkının tüm sorunlarının demokratik çözüme kavuşturulması için mücadele vermeyi; j) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özgür ve demokratik birlikteliği ilkesi çerçevesinde, demokratik özerklik de dahil olmak üzere halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerinin tartışılması ve hayata geçirilmesi için mücadele geliştirmeyi; k) Militarizme ve siyasi iktidarların bu doğrultudaki politikalarına karşı, barış ve halkların kardeşliği temelinde politikalar savunmayı, zorunlu askerliğin kaldırılması ve vicdani ret hakkının tanınması için mücadele vermeyi; l) Kapitalizmin doğayı, doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak sömürmesine, yaşam alanlarını yok etmesine karşı, doğanın, insanın, hayvanların ve tüm canlıların yaşam haklarının güvence altına alınması için mücadele yürütmeyi amaçlar.
69
Maddeye İlişkin Ayrıntılı Eleştirel Notlar: Bu madde de baştan aşağı yanlış ve gereksizdir. Birincisi, buradaki maddeler zaten programda vardır. Gereksiz bir tekrar olmaktadır. Öte yandan bir önceki maddede, yanlış bir bağlamda olmakla ve içeriği de yanlış olmakla birlikte, zaten amaç ve güçler belirtilmişti, bu maddede yine belirtilmiş olmaktadır. Yani sadece Programa göre gereksiz bir tekrar değildir; aynı zamanda ikinci maddenin içeriğine göre de gereksiz bir tekrardır. Herhalde bu Kongre’nin programı üç farklı boyutta sunma gibi bir merakı var. Önceki maddedeki bir tür “mini-program”; esas program olarak kabul edilen metin “maksiprogram”; bir de bu üçüncü maddedeki metin de “midi-program” olsa gerek. Ama bu programlar de nedense hem genel ve kategorik olarak program denen şeyin kendisiyle hem de birbirleriyle çelişiyorlar. Ve sadece bu kadar da değil, cümleler ve önermeler de aynı madde, hatta aynı paragraf içinde birbirleriyle çelişiyorlar. Örneğin ikinci maddede bir bütün olardak sosyalizm formüle edilirken şimdi üçüncü maddede bir bütün olarak demokrasi çerçevesine sokulabilecek talepler ifade edilmektedir. Eklektisim bu kadar olabilir. Eğer eklektisizim veya saçmalık üzerine bir ders vermek gerekirse bu Kongre’nin program ve tüzükleri harika bir örnek sunarlar. Ama biz bu saçmalıklar ve çelişkiler labirentinde ipin ucunu kaçırmamak için bütün bunlar yokmuş gibi davranıp esasta kalıp onu gözden yitirmemeye çalışalım. Program bir yapılacak işler planıdır; bir ilkeler deklerasyonu değil. Bu program denen metinler böyle olmalıdır anlamına gelir. Programlar, hiç bir yuvarlak ve genel söz içermemeli somut işleri somut tedbirler ve örgüt biçimleriyle ifade etmelidir. Her şeyden önce bu üç mini, midi ve maksi programın bu temel yanlışı bulunmaktadır. Dolayısıyla bu üç metin de bir program adını almaya layık değildirler. Ama sadece bu kadar değil, bu hedefler de en soyut biçimde ifade edilmiş olmalarına rağmen yanlış ve çelişkilidirler yukarıda gördüğümüz gibi. Yani hedefler açısından yanlıştırlar (Sosyalizm hedefi), hedeflerle o hedeflere ulaşacak güçler açısından yanlıştırlar (Yeni Sosyal Hareketler ve Kongre’ye adını veren “Halklar”). Ama sadece bu kadar da değil, bu program sadece sosyalizmi demokrasinin önüne geçirip ikisini eklektik bir biçimde karıştırdığı için değil, formüle ettiği kadarıyla demokratik de değildir. Şimdi bunu gösterelim. Demokrasi nedir? Her şeyden önce, bir ulusun, dille, dinle, ırkla, soyla, tarihle vs. tanımlanmasını rdeddetmek, ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamaktır. Yani devletin, tıpkı ideal laik bir ülkede bütün dinler karşısında kör olması gerektiği, hiç bir dini tanımaması gerektiği gibi, bütün “halklar”, etniler, diller, tarihler, “ırklar”, gelenekler, kültürler vs. karşısında da kör olması; bunların hiç birini tanımaması, bu özelliklerin politik anlamının olmaması gerekir. 70
Bu somutta nedir? Yani ulusun Türklükle tanımlanmasına son vermek ama Türklük ve Kürtlükle de tanımlamamak; Türklükle, Kürtlükle veya daha başkalarıyla tanımlamayı da reddetmek. (Buna belisiz biçimde hukuki bir tanımla “Anayasal Vatandaşlık” diyenler de var. Bu tanım da yanlıştır. Anayasa Türklüğü ulus olarak tanımlıyorsa, anayasal vatandaşlık Türklükle tanımlanmış olur.) Peki bir programın somut olması gerektiğine göre, bu somut olarak nasıl formüle edilebilir? Bunun somut ifadesi şunlar olabilir: Öncelikle, herkesin istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim ve öğretim hakkı, ulusu tanımlayan, politik bir anlamı olan resmi bir dilin olmaması. (Bu anadilde eğitim, “anadil eğitimi” ile karıştırılmamalıdır. Anadil eğitimi resmi ve ulusu tanıyan bir dili kabul eder, eğitim bunla yapılır, ama bunun yanı sıra insanlara devletin maaşını verdiği öğretmenler ana dili dersi verirler. Bu demokratik bir talep değildir, laik bir ülkede her dinden olanlara devletin okullarında o dine ilişkin ders vermesi gibidir. Bu “Avrupa Birliği standardı” denendir ve fiilen Avrupa Birliği ülkelerinde bulunmaktadır. Bu “anadil eğitimi”, bir dille tanımlanmış bir ulusu reddetmez, ona dayanır ama onu esnetir. Türk Devletinin ve bütün büyük partilerinin azami kabul edeceği program da budur. Bireysel bir hak olarak Kürtlüğün ve Kürt dilinin kabulü (tabii zorda kalınırsa bütün diğer dillerin de), ama ulusun Türklükle tanımlanmaya devam edilmesi (Yani Türkçe’nin resmi dil olması, ulusu tanımlayan dil olması ve okullarda Türk Tarihi okutulması). Biz radikal ve demokrat bir parti olarak, işçi hareketinin ta evelki yüzyıldan beri savunduğu bu demokratik programı savunmalıyız. Resmi bir dil ile pratik bir sorun olarak ortak bir konuşma dili (lingua Franz) ayrı bir sorundur ve buna vatandaşlar gerek var mı varsa hangi dil olmalı ayrıca karar verirler. Bu radikal demokratik talebi savunmak bugünkü hukuk sistemi içinde bile mümkündür aslında. Çünkü, resmi görüş, Türklüğün hukuki bir tanım olduğu her hangi bir etnik, dini, ırki bir anlamı bulunmadığı (Aslında görüşün aksine bunların hepsi de vardır) iddiasındadır. Bu iddianın fiili uygulaması olan talepler. Örneğin “resmi dil” olarak Türkçe olur ama, fiilen onu resmi dil olmaktan çıkaracak tüm talepler koyulabilir. Yani yukarıda ve aşağıda söylediklerimiz. Bu “Kitabına uydurma” sorunu ayrı bir sorundur. Yeter ki iş oralara kalsın. Önemli olan önce ulusun ne ile tanımlanacağında anlaşmak ve onu savunmaktır. Bir dil, din, etni, tarih vs. ile mi tanımlanacaktır, yoksa bunlarla tanımlanmaya karşı mı tanımlanacaktır?) Tarih kitaplarında Türk, Kürt, Arap, Fars, Çerkez uluslarının tarihleri değil, ulusların tarihleri olmadığına dair bir tarih okunması. Yani Demokratik bir ülkede, herkes ana dilinde ama ulusların tarihi olmadığına dair aynı tarihi okur. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, herkesin okullarda Darvin yasalarını, DNA’ları öğrenmesi gibi ama, okul dışında isteyenin Hindular gibi insanın defalarca yaşayacağına; Müslümanlar gibi ölüp öte dünyaya gideceğine ve cenneten geldiğine dair tarihleri de özel hayatında okuması gibi olur. Okul dışında isteyen istediği Çerkez ulusunun tarihini okur veya savunur. İsteyen Türkerin tarihi olduğunu 71
savunur, isteyen bunu Orta Asya’dan, İsteyen, Anadolu’daki Neolitik devrimden başlatır isteyen bütün bunları deli saçması olduğunu söyler. İsteyen Zaza dilinin Kürtçenin bir lehçesi, isteyen Zazaca’nın ayrı bir dil olduğunu savunur, bunu savunmak için dernekler kurar, yayınlar yapar. Bütün bunların Fenerbahçe veya Beşiktaş taraftarlığından veya bir spor kulübü kurmaktan farkı olmaz ve olmamalıdır. Bu insanların bireysel özgürlükleri sorunu olur. Elbet, ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazılması şimdilik gerici ulus anlayışının egemen olduğu bir ülkede zordur ama olanaksız değildir. Bu tarihi, ülkede ve komşularındaki bütün dil, din, etni, soy, cinsten insanların eşit temsilcilerinden oluşacak bir tarihçiler kurulunun yazması pratik bir çözüm sunar. Öyle bir Tarih’te hiç bir ulus kendi tarihini diğerlerine dayatamayacak ve çoğunluğu sağlayamayacaktır. Bu da fiilen ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih olur. O halde, bu talep fiilen somut örgüt biçimiyle şöyle formüle edilebilir: Herkesin anadilinde okuyacağı aynı tarih kitapları ülkedeki ve komşularındaki tüm dillerden, dinlerden, “ırk”lardan, “azınlık”lardan, “ulus”lardan, cinslerden, cinsel tercihi farklı olanlardan eşit sayıda tarihçiler tarafından ortaklaşa yazılacaktır. İşte bütün o paragraflar dolusu sorunu Kürt, Türk, Çerkas, Ermeni, Pontus vs. sorunlarını çözecek, son derece somut iki madde budur. Bunlar çok açıktır, somuttur ve kaytarma ihtimali yoktur bunları yapacağını söz verenin. Bu da, yani kaytarma yollarını bizzat tıkamak da çok önemlidir çünkü programda. Şimdi bu Kongre’nin programına bakalım. Var mı böyle bir açıklık ve netlik ve somutluk? Yok. Örneğin “a) Türkiye’de yaşayan tüm halkların demokratik temelli siyasal hak taleplerinin tanınması; başta anadilinde eğitim hakkının sağlanması gelmek üzere kimlik ve kültürlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde gerekli mücadeleyi yürütmeyi” diye yazılıyor bu konu. Yani bir yığın laf kalabalığı, boş laf. Yarın öbür gün pek ala vaz geçilebilecek ve başka türlü yorumlanabilecek sözler. Yanlış keşke bu kadarla kalsa, sadece bu kadar da değil, Konre’nin programı gerici milliyetçiliğin millet anlayışını savunmaktadır bu anlayışa dayanmaktadır ve bunu yeniden üretmektedir. Yani demokratik de değildir. Bu gericilik bizzat şu yukarıda aktarılan “a” şıkkında bile sırıtmaktadır. Ne demektir “tüm halkların demokatik temelli siyasal hak talepleri”? Yani politik olanın “halklara” göre tanımlanması demektir. Demokratik bir ülkede, “halkların siyasal talepleri” olmaz, Fenerbahçelilerin veya Beşiktaşlıların siyasal talepleri olamayacağı gibi. Demokratik bir ülkede “halklar” da tıpkı gerçek laik bir ülkedeki dinler gibi olur. Onların “demokratik siyesi talepleri” ancak bugün, Türklükle ulusun tanımlandığı bir ülkede olabilir. Gerçekten laik bir ülkede nasıl, dinlerin “demokratik siyasal talepleri” olamaz ise öyle. Dinlerin bir siyasal talebi olamaz, çünkü dinler siyasal birimler değildir, olamaz ve olmamalıdır. Ama bugün, Türkiye gibi Diyanet, imim hatipler gibi oluşumların olduğu, 72
ulusun fiilen sünni Müslümanlıkla tanımlandığı bir ülkede farklı inançlardakilerin “demokratik siyasi talepleri” olur. Aynı şekilde “halklar” siyasal birimler değildir, olamaz ve olmamalıdır demokratik bir ülkede. Halkların demokratik siyasi taleplerinin olduğu bir ülke fiilen demokratik bir ülke olamayacağından, bunu istemek, gerici milliyetçiliğe dayanan bu düzeni sürdürmek istemekten başke bir şey değildir. Bu gerici milliyetçilik, en somut biçimde J şıkkında formüle edilmektedir: “ j) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özgür ve demokratik birlikteliği ilkesi çerçevesinde, demokratik özerklik de dahil olmak üzere halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerinin tartışılması ve hayata geçirilmesi için mücadele geliştirmeyi” Ne demektir “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”? Özünde, politik olanı, yani ulusu, bir dille, dinle, tarihle tanımlama ve böyle bir devlet kurma hakkı demektir. Demokratik bir ulusçuluk ise, ulusu bir dille, dinle, tarihle, “halkla” tanımlama hakkını reddeder; kendisini böyle tanımlamaya karşı tanımlar. Yani demokratik bir üykede, bir tek köyün bile, kendi kaderini tayin hakkı olur ama “halkların” veya “ulusların” kendi kaderini tayin hakkı olmaz. Bir tek köy bile, politik olanı bir dile, dine, tarihe, soya göre tanımlamayı reddediyor, ayrılacağı demokratik ülkenin özelliklerini koruyorsa ayrılabilir. Ama o ayrılan köy, örneğni, köyün resmi dili, abazacadır dediği anda, o demokratik ülkenin orduları, bu köyün üzerine yürümek ve orada o resmi dilden olmayanların hakkını savunmak demokrasiyi tekrar geçerli kılmakla yükümlüdür. Bunu bizzat iç savaşta Kuzey Eyaletleri Güney’e karşı yapmıştır. O zaman hiç bir Marksist veya Demokrat çıkıp, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”ndan konuşmamıştır. Dolayısıyla, delmokratik bir cumhuriyet, aynı zamanda, demokratik olarak ulusu tanımlamayan bütün uluslara karşı potansiyel bir savaş hali demektir. Yukarıda ayıntı yapılan maddede savunulan ulusçuluk, ulusun, Türklüğün yanı sıra Kürtlük, Eremenilik, Pontusluk, Rumluk, Süryanilik vs. ile tanımlanmasını da savunmaktadır, bunların devleti tanımlayan politik birimler olmasını talep etmektedir. Demokratik bir ulusçuluk ise, ulusun bütün bunların ve diğerlerinin yanı sıra Türklükle tanımlanmasını da reddeder. Bu açıdan baktığımızda, Kongre’nin programı gerici ulusçuluğa dayanan, gerici bir programdır ve demokratik bir ulusçuluğa karşıdır. Kuracağı rejim de gerici ulusçuların ve ulusların birliği olabilir. İşte tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır Programın neden komisyonlarda yazılamayacağı. Bu demokratik ve gerici ulusçuluklardan hangisinin seçileceği ve savunulacağı yönünde bir tartışma olmadan; bu konuda bir netlik ve siyasi eğitim olmadan; demokratik ulusçular gerici ulusçulardan programatik ve siyasi olarak kopuşmadan ve ayrılmadan yazılan ve yazılacak programlar gerici milliyetçiliğin programları olmaya mahkumdurlar. Bizzat bu tartışma içinde gerici milliyetçiliğin özü ortaya çıkarılıp demokratik bir 73
milliyetçiliğin temellerini atabilir. Ancak ondan sonra demokratik milliyetçi hedeflerde birleşenler, bu demokratik milliyetçiliği nasıl ve hangi biçimde formüle etmenin amaçlara en çok hizmet edebileceğini tartışıp bu tartışmayı aşağı yukarı tükettikten sonra bir uzlaşma formülü için komisyona havale edebilirler. Bütün bunlar olmadan, fiilen fosilleşmiş yuvarların temsilcilerinden oluşan komisyonlara işi havale etmek, gerici milliyetçiliği egemen kılmanın bir aracından başka bir şey değildir. Ama bunda Kürt burjuvazisinin de gizli bir suç ortaklığı bulunmaktadır. Onlar tam da böyle bir ilişki aracılğıyla, bir taşta iki kuş vurmaktadırlar. Bir yandan Türk solcularının çapsızlıklarının ve güçsüzlüklerinin tekrar ve tekrar sergilenmesine yol açıp, Kürt hareketi içindeki demokrat ve plebiyen kanadın Türkiyeli ezilenlere ulaşma çabalarının beyhudeliğinin propagandasını yapmakta, kendi pozisyonlarını güçlendirmektedirler; diğer yandan, Kürt Hareketinin gerçekten demokratik bir harekete dönüşmesinin yollarını tıkamaktadırlar. Yani aslında Kürt burjuvazisi veya gerici milliyetçileri ile fosilleşmiş Türk sosyalistleri ki onlar da aynı gerici milliyetçilikle mamuldurlar, birbirlerinin varlığından güç alarak ve birbirlerinin varlığına haklılık kazandırarak bir simbiyoz yaşam sürdürmektedirler. Burada şimdilik sadece ulusun tanımlanması ile yetindik. Çünkü bu demokratik olmanın özüdür. Tüm yurttaşların dili, “etnisi”, soyu, “halkı” vs. nedeniyle bir ayrımcılğa uğramamasının, en azından biçimsel ve hukuki bir eşitliğe kavuşmasının en asgari koşuludur. Bu olmadan herşey bir yığın palavra olur. Aynı durum din için de geçerli olmalıdır. Yani politik olanın her hangi bir din ya da dinsizlikle tanımlanmaması gerekmektedir. Bunun da Türkiye’de somut anlamı, devletin Din alanından bütünüyle elini eteğini çekmesidir. Bu da somut olarak, İmam Hatiplerin, din derslerinin, Diyanet’in, hüviyetlerden din hanesinin vs. kaldırılmasıdır. Peki bu “midi-program” ne diyor? Herşeyi ve hiç birşeyi: “b) Dışlanan ve ayrımcılığa mâruz kalan tüm inanç topluluklarının ve inanmayanların düşünce, ifade, vicdan ve ibadet özgürlüklerinin eşit vatandaşlık hakları temelinde çözüme kavuşturulması için mücadele etmeyi” Burada bir tek somut söz veya pılacak iş var mı? Yok. Bir yığın boş laf. Bu somut talep olarak her şeyden Diyanetin, İmam Hatiplerin, Din derslerinin, Dine ilişkin ifade ve ritüellerin (Nüfusta din hanesi, Askerlikte yemek duaları vs.) kaldırılmasıdır. Sen bunların hiç birisini söyleme, “dışlananların” “eşit vatandaşlık hakları” temelinde çözüme kavuşturulacağını söyle. Bu fiilen gerçek bir laiklik değil; bütün dinlerin ve dinsizlerin de devletçe tanınması ve bütün bu işlere devletin bakması gibi gericinin gericisi bir sonuç doğurur. Ağacı tohumundan tanmıyorsanız meyvesinden tanıyın derler. Bu sözlerin ilerde nasıl zehirli meyveler vercekleri, aslında Kongre’nin ikinci günü ortaya tohum olarak çıktı. Siz Hakları politik olmaktan çıkarmak hedefini yazmazsanız ve bu hakları tek tek sıralamaya başlarsanız, 74
programa özel olarak “biz zikredilmemişiz” diye bir yığın “halklar” ve inançlardan gelen itirazlar çıkmaya başlar. Tam da bu oldu Kongre’de. Ve bu itirazlar çıkınca da hangi halkın daha çok ezildiği yolunda bir yarış ta başlar. Öyle de oldu. Bir süre sonra kimin daha çok ezilip katliama uğradığına dair bir yarış başladı ve birden bire son derece gerici ve milliyetçi ifadeler duyulmaya başlandı. Durumun vehametini gören divan da konuyu tartışmaya son verip komisyona oradan da gelecek kongreye havale etti. Buraya kadar sadece Tüzüğün bir kaç maddesini ele aldık ve elimizden geldiğince kısa tutmaya çalıştık, bir çok çelişkiyi de görmezden gedik. Durum ortada. İler tutar yeri olmayan, ne dediği belirsiz, soyut, bir yığın boş laftan ibaret, o boş lafların anlamı üzerine düşünüldüğünde de gerici ve demokratik olmayan bir öze sahip oldukları açıkça görülen maddeler. Bunlar bir program eleştirisi olarak da okunabilir. Çünkü buraya kadar ele aldığımız tüzük maddeleri, bir tür “mini” ve “midi” programdılar. Burada tüzüğün esas işleyişe ilişkin bölümleri başlıyor. Bu maddeler de, “herkes layığını bulur, böyle programa böyle tüzük” denecek şekilde. Ama artık bunları da tek tek ele almayacaız. Bu sıkıntıya daha fazla dayanamayacağız. Programdaki eklektisizim, çelişkiler, gereksiz tekrarlar vs. hepsi aynen tüzükte de var. Program bir bütün olarak, Türk Sosyalislerinin, hem metodolojik, teorik ve programatik olarak nasıl gerici bir pozisyonda bulunduklarını, bildiklerini bile unuttuklarını gösteriyor. Tüzük ise bu hafıza kaybına uğramış grupların varlıklarını sürdürebilme çabalarının bir anıtı. Bu program ve Tüzüge karşı bir savaş açmadan, bu program ve tüzük; hazırlanışı, özü ve biçimiyle yenilmeden, demokratik hareketin bir toparlanma yaşaması olanaksızdır. Bunların saçtığı zehirler, Kongre’nin ilk gününü demokratik atmosferinin yok olmasına yol açar. Program her şeyde önce demokratik bir ulusçuluğu ve buna bağlı diğer demokratik talepleri somut olarak, en küçük bir kaçış noktası bırakmadan kısa ve özlü biçimde ifade etmelidir. Böyle bir programa temel olacak metin bizim bir türlü ne kongrelerin, ne komisyonların gündeme almadığı ve ısrarla yokmuş gibi davrandığı iki sayfalık bir metinden ibaret karşı programımızdır. Tüzük ise, var olan, her şeyden önce, ilk kuruluş kongresi için zorunlu ve kaçınılmaz olan, parti ve yuvarların tanınmasına son vermek; Kongre içindeki farklı görüşlerin çoğunluğu kazanma ve kazanabilmek için faaliyetlerini örgütleyebilmelerini, her üyenin hakları çerçevesine yerleştirmekle yükümlüdür. Yani ilk kongre için örgütlerle görüşülmüştür ve onlar örgüt olarak tanınmış ve öyle toplanılmıştır ama ilk kongre ve tüzüğün görevi, bu örgütlerin, Kongre içindeki tanınmalarına ve haklarına son vermek olabilir ve olmalıdır. Kongre için bir tek birim olmalıdır. Tek tek bireyler, bunların eşitliği ve hakları. Örgütler, bireyler olarak katkıları ve katılımları ölçüsünde belirleyici olabilirler ve olmalıdırlar. Kabul edilen bütün tüzük ise, aslında bu ilk kurucu grupların varlığını ve etkilerini sürdürmelerinin bir aracı olarak yazılmıştır. Bu en önemli ve temel koşul bulunmamaktadır. 75
İşin ilginci, ilk Kongre, başlangıçta Türk Sosyalist yuvarları ile olan ilişkisini, şimdi bütün “Halk”lara da yaymış bulunmaktadır. Buhu şöyle açıklayalım. Ulusu türklükle tanımlanmış olduğu bir ülkede, “Halkların” üzerlerindeki baskıya halklar olarak örgütlenerek direnmeleri demokratik bir karakter taşır, baskıya karşı bir direniştir. Ama bu demokratik ve esilen direnişi karaşteri olan halklar, programatik olarak “Halkların” hiçc bir politik anlamı olmaması için mücadele etmiyorlarsa, yani aslında kendilerini ve diğer halkları, politik olarak yok etmek içinmücadele etmiyorlarsa; halkların politik birimler olduğu bir düzen için mücadele ediyorlarsa, bu gericiliği programlaştırmak olur, baylangıçta halklar olarak bir araya gelmenin demokratik özü yok olur. Kongre tam da bu tehlikeyi canlı olarak da yaşadı. Kongre, programıyla, halklara, “ey halklar, buraya halkları yok etmek üzere gelin, bizim programımız budur demeli. Örgütlü hülkların mücadelesi o zaman gerçekten özüyle de demokratik bir anlam kazanır ve gerçekten başarıya ulaşır ve de başyarıya ulaştığında bütün bölgeyi kurtarma potansiyeli taşır. Ama bu yapılmadığı an, hedef demokratik olmadığı an, o halklar, politik birimler olmak için mücadele edip bir araya geldiklerinde, bu bir araya geliş bir halklar boğazlaşmasıyla son bulur eninde sonunda. (Bunun ip uçları da Kongre’de yaşandı.) İşte Sosyalist yuvarlarla olan durum da aynıdır. Kongre, yuvarlara, kendinizi yok etmek üzere buraya gelin diyebilmeli ve demelidir. Elbette tıpkı gerçek demokratik bir ülkede “Halkların” en geniş özgürlüklerle örgütlenmeleri gibi, bu “Örgütler” veya “yuvarlar” da Kongre içinde örgütlenmeye çalışabilirler. Yani kendi görüşlerini yayarak, kongrenin yasallığı içinde kendi görüşlerini çoğunuluğu kazanmak yoluyla gerek politikada gerek yönetimde egemen kılmaya çalışabilirler. Ama bunlar Kongre’nin bileşenleri, özel hakları, kotaları olan bileşenleri olamazlar. Bunu ancak eşiut hakylı üyeler ve bireyler aracılığıyla yapabilirler ve ypabilmeyidirler. Kongre, tüzüğünde Grupları ebedileştirmekte, programında “halkları”. Birinci gün bu birleşmenin demokratik potansiyellerinin bir gösterisiydi, ikinci gün ise, bu gerici tehlikelerin somutlaşmasıydı. Birinci günün demokratik potansiyelleri ikinci günün gerici tüzük, program ve işleyişlerini yenmeden, buna karşı bir mücadeleye girmeden bu Kongre demokratik muhalefeti toplayan ve geliştiren bir merkez olamaz. Bu haklar meselesinin üzerinde ne kadar durulsa azdır. Kısaca bazı hatırlatmalar yapalım yeri gelmişkin. Bu aynı zamanda o sosyalist yuvarların varlığı ile halkların varlığı arasındaki derin ilişkiyi de gözler önüne serer. Türkiye’de devlet ve ulus Türklükle ve Sünni İslam’la tanımlandığı için, fiilen bütün diğer “halklar” ve “inançlar” baskı altındadır. Bu baskıya karşı demokratik özlemler bütün sosyalist ve demokratik hareketin özünü oluşturmaktadır. 60’lı ve 70’li yıllarda sosyalist hareket, humanizmi ve demokrasi talepleriyle bütün bu baskı altındaki “halk” ve inançların, kendilerini ifade edebilecekleri ve demokratik bir kanal sunuyor böylece bütün demokratik özlemler, sosyalist bir hareket çerçevesinde kendilerini 76
ifade ediyorlardı. Yani Türkiye’deki sosyalist hareket aslında ve özünde demokratik bir hareketti ama demokratik olduğunu bilmeyen, kendini sosyalist sanan bir demokratik hareketti. 60’lardaki hızlı yükselişini biraz da buna borçludur. Sosyalizmi bilmediği sürece demokratik özü ağır bastı. Ancak sosyalistliği öğrendikçe de demokratiklikten uzaklaşıp ulusçulaşmaya başladı. Stalinizmin işçi ve sosyalist harekete yaptığı zararlardan çok söz edilir. Ama stalinizmin, esa zararı demokratik hareketedir. Çünkü demokratik taleplerin terki ve gerici bir milliyetçiliğe geçiş anlamına gelmektedir aynı zamanda Stalinizm. “Tek ülkede sosyalizm” gerici milliyetçiliğe geçişti demokratik bir milliyetçilikten: bürokrasi ise demokratik hedef ve geleneklerin terki anlamına geldi. Türkiye’li sosyalistler Marksizm ve Ssoyalizm diye stalinizmle tanışıp onu öğrendikçe, altmışlardaki naifliğini yitirdikçe, demokratik karakterini yitirip milliyetçi ve sosyalist hale gelmeye başladı. Böylece, sosyalistler sosyalistleştikçe, yani anti demokratik milliyetçiler haline geldikçe, ortada demokratik özlemlerin içine akacağı bir demokratik hareket kalmayınca, bu demokratik özlemler, en saf biçimlerinde, ulusun Türklük ve Sünni İslamlıkla tanılanmasına direniş biçiminde ortaya çıkmaya başladılar. Yani en başta Kürt hareketi sonra Alevi hareketi böyle ortaya çıktı. Ve sadece yeni kuşaklar kendilerini böyle Kürtlük veya Alevilik vs. temelinde ifade etmediler; ama aynı zamanda bizzat dün demokratik özlemlerini Sosyalizm içinde gerçekleştirebileceklerini umanlar, bu özlemlerine Sosyalist hareketin “sınıf” diyerekten (aslında bu “sınıf” deme, fiilen egemen ulus milliyetçiliği ve demokratik özlemlere kapalılık anlamına geliyordu) hiç bir ilgi göstermediğini gördükçe, sosyalizmin dünya çapında itibarsızlığının da etkisiyle, sosyalist hareketten uzaklaşıp, Kürt, Alevi, Çerkes, Pomak, Ezidi hatta ateist vs. olduklarını keşfetmeye başladılar. Sosyalizmden uzaklaşma, aslında sosyalist harekete egemen milliyetçi ve anti demokratik sosyalizmden, yani bürokratik stalinizmden bir uzaklaşmydı. Öz ve görünüm bütünüyle kendine zıt biçimlerde ortaya çıkıyordu. Şimdi, artık sosyalist yuvarlar biçimide değil de, “halklar”ın temsilcileri olarak gelenler, aslında yüzde doksanıyla böyle “eski Sosyalistler”dir. Ama bunlar aynı zamanda, Stalinizmin gerici milliyetçi ve anti demokratik eğitiminden de geçmiş sosyalistlerdir. Bu nedenle, tepkileri demokratik karakterli, programları ise anti demokratik ve gericidir çoğu kez. Ama Alevi ve Kürtler, sosyalist hareketin esas taze insan kaynağını oluşturuyorlardı, bunların demokratik özlemleini, artık sosyalist harekette değil, Alevi ve Kürt olarak ifade etmeleri ve örgütlenmeleri, sosyalist hareketin bütün köklerinin kuruması anlamına geldi. Ortada hayatiyetini yitirmiş, küçük ve etkisiz yuvarlar kaldı. Bu örgüt veya yuvarlar için biricik insan kaynağı, Türk ve Sünni kökenli, Şehir orta sınıfları kalmıştı. Bunlar ise, bugünkü sistem içinde, Türklükleri ve Sünnilikleri nedeniyle (Ateist de olabilirler fark etmez, kültürel olarak Sünnidirler ve o ortamda yaşarlar.) özel bir ezilme 77
ilişkisi içinde olmadıklarından, hatta egemen ve üst kesime ait olduklarından, demokratik özlemlere uzak durdular. Bunu da özellikle daha çok “Sosyalizm”, “Sınıf”, “emek” diyerek ifade ettiler. Bu toplumu saran şoven milliyetçiliğin ve demıkratik özlemler karşısındaki bürokratik duyarsızlığın, sosyalist bir versiyonundan başka bir şey değildi. O halde, bu günkü yuvarlar ve “halklar” ve “inançlar” aslında bir yanıyla aynı madalyonun iki yüzüdürler de. Şimdi, AKP iktidarı şehir orta sınıflarının ve Alevilerin de karşısında bir tehlike oluşturduğu için, bunlar Kürtlere yaklaşmaktadırlar. İşte sosyalist yuvarların, artık direnmemeleri ve Kürt hareketiyle bir araya gelmeleri, son duruşmada, bu eğilimin bir yansımasından başka bir şey de değildir. Şimdi ortada iki çözüm vardır. Programatik olarak: Birincisi, bu “halklar”, bir politik birim olarak tanınmaları için mücadele ederler. İkincisi, bu “halklar” Türklerin de kendileri gibi bir “halk” olması, yani hiç bir halkın politik olanı tanımlamaması için mücadele ederler. Yani Halkların politik bir anlamı olmaması, halkların politik bir birim olmaması için mücadele ederler. (Tüzüksel olarak da aynı durum söz konusudur: Birincisi, bu örgütler, yuvarlar yani “bileşenler” ya birer birim olarak tüzükçe tanınıp var olmaya devam ederler. İkincisi, bu “bileşenler”, Kürt hareketi dahil hiç bir “bileşenin”, örgütsel olarak tanınmayıp, bireysel katılımlarla birleşmesini; yani örgütlerin, örgüt işleyişi açısından hiç bir politik ve örgütsel anlamı olmamasını kabul eder ve örgüt içinde varlıklarına son verirler. Birinci yollar yıkım ve yenilgiler, hayam kırıklıkları demektir. İkinci yollar, yepyeni bir dinemizm. Bu yollardan hangisinin kazanacağı Kongre hareketini, Kürt hareketini ve Demokratik mücadelenin geleceğini belirleyecektir.) Halkların temsilcilerinin ilk başlangıç noktasında, tulumbaya koyulacak bir tas su olabilmek için, halk olarak bu kongreye gelmeleri anlamlıdır. Ama bu kongrede, halklarırn bir politik birim olmaması için, karar vermelidirler, ancak o zaman bütün halklar demokratik bir birlik oluşturabilirler. Ama bu karar aynı zamanda, bir ölüm parendesi atmak demektir. Gönüllü olarak, salhaneye gidip, orada boğazlanmayı göze almak demektir ve böyle olmalıdır. Programatik olarak bu en temel sorunu tartışmadığı ve çözüme bağlamadığı; gerici ulusçuluğun formülasyonlarını kabul ettiği için, bu Kongre, bir süre sonra parçalanmaya mahkumdur. Bizim ütün bu eleştirilerimiz ve mücadelemiz bunu engellemek içindir. O halde, kongre, “Halklar”ı yok etmek üzere “Halkların” demokratik kongresi olabilir. (Bu anlamda adı da olması gereken amacı ifade etmemektedir. Halkların Demokratik Kongresi, halkları tanımama kongresi olabilir ancak. Demokrasinin özü, hiç bir halkın tanımamamsıdır. Halkları tanımayan bir halk oluşturmaktır. Elbet özel bir sorun olarak herkes istediği halktan 78
olabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu ayrı bir sorundur.) Böyle bir programı savunacak bir Kongrede de “halklar” kongrenin bileşeni olan birimler olmazlar. Halklardan bireyler, bu kogrenin programını benimsedikleri ölçüde bunun içinde yer alırlar. (Kaldı ki “Halklar” da politik olarak parçalanmış birimlerdir ve Kongre’nin programını kabul edenlerin esas görevi “kendi halkı” içinde, halkların politik birim olmasını savunanlara karşı, aksini, yani halkların politik birimler olmayacağı bir düzeni, demokratik bir programı savunmaktır. İşte Tüzük de Sosyalist Yuvarlara karşı aynı işlevi görmelidir. Yani sosyalist yuarlar da bir birim olmaktan çıkarılmalıdır. Oraya Kongre içinde bir birim olmaktan çıkmak üzere ilk ve son defa bir birim olarak gelmelidirler ve gelmeliydiler. Tüzük ise, tam tersine onların kongre içinde bir bileşen olarak haklarını garantiye almaya yöneliktir. Bütün o muazzam büroktatin, tutarsızlıklarla dolu tüzüğün özü budur. Dördüncü maddedeki d şıkkı, “ Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel kimliklerini koruyarak katılabilir” diyerek bu hakkı ve bileşimi garanti altına almaktadır. Bu hem de bir ilke olarak belirlenmiş durumdadır. Bir kere örgütlü gruplar bileşen olarak tanımlaınca bundan sonra bir yanda atomlarına ayrılmış bireyler ve kitle örgütlerinin temsilcileri vs. (Kaldı ki bunlar da muhtemelen o örgütlü bileşenlerin, o örgüt veya birey olarak katılmış taraftar veya üyeleri olacaklardır. Bizzat kongre bunu gösterdi. Böyle olduğu herkesin dilindeydi.) var olacaktır. O zaman bu örgütlü küçük gruplar, bizzat resmen tanınmış olamaların da verdiği güçle her şeyi belirleyecekler, tüm yaratıcı inisiyatifi boğacaklardır. Bu koca tüzügün bütün işlevi de budur. O halde, tüzük her şeyden önce, ister siyasi örgütlerden, ister “halklardan”, ister “yeni sosyal hareketler”den olsun, bireysel katılım üzerinden oluşmalıdır. Bunun haricinde hiç bir katılımcı birim olamaz ve olmamalıdır. Ayrıca, “Halklar” ve “Yeni Sosyal Haraketler” veya “Sivil Toplum Örgütleri” veya kitle örgütleri denenler zaten politik olarak bir bütün değildirler. O örgüt ve hareketlmerin içinde bir çok farklı eğilim bulunmaktadır. Kongre’ye katılanlar, bu hareket ve örgütlerin içinde, tutarlı ve radikal bir demokratik programı savununlar olabilir ve öyle olmalıdır. Bunlar bu programın o örgütlerin içinde ağırlık kazanması için mücadele etmelidirler. Aynı durum Siyasi örgütler ve Kongre için de geçerlidir ve geçerli olmalıdır. Siyasi örgütler de birer “bileşen” olarak değil, bireyleriyle katılmaları ölçüsünde bu ibireylerin nicel ve nitel ağırlıkları ölçüsünde Kongre’nin içinde etkilerini arttırabilirler ve arttırmalıdırlar. Elbette Kongre içinde programatik, taktik, stratejik, örgütsel konularda bir yığın ayrılık çıkacaktır. Bu ayrılıklarda arkada örgütlü bir güç olmasa bile aynı tarihi paylaşmış olmannın, aynı politik kültürü edinmiş, aynı ideolojik ve metodolojik kaynaklardan beslenmiş olmanın bile bir çok eğilimin şekillenmesini belirleyeceği açıktır. Elbette, örgütlerin, Kongre’nin yönetimi ve politikasında etkili olma yolları aramaları son derece meşrudur ve haklıdır. Ama bunu örgütler olarak değil, Kongre içindeki üye ve taraftarlarının sayısı ve çalışmaları, nicel ve nitel 79
ağırlıkları ölçüsünde ve bütünüyle Kongre yasallığı içinde yapmalıdırlar. Bu şu demektir: eğer onlar gerçekten samimi iseler, bütün örgütlerinin ve bütün üyelerinin Kongre çalışmalarına katılması demektir. Çünkü ancak ne kadar çok katılır ne ktadar akttif çalışırlarsa o kadar etkili olabilirler ve Kongre’nin politik hattı veya yönetimini o kadar etkileyebilirler demektir. Ve ancak o zaman Kongre gerçekten bütün demokratik toplumsal muhalefetin toplandığı, örgütler arası rekabetin çalışmaları ve kitleselleşmeyi teşvik ettiği bir ikinci demokratik meclis, hatta bir ikili iktidar çekirdeği haline dönüşebilir. Tüzük esas olarak tam da bunu formüle etmeliydi. Bu biçim içinde bireylerin ve eğilimlerin çoğunluğa görüşlerini anlatma ve kazanma hakkını ve usullerini garanti altına almaya yönelik olmalıydı. Halbuki, Tüzük, tıpkı Türkilye Cumbhuriyeti Yasaları gibidir. Onlar ilke olarak hep demokrasiden, laiklikten söz ederler ama fiili maddeler olarak bunu yok ederler. Bu tüzük de öylledir. Bol bol üyelerin haklarından, demokrasiden söz etmektedir ama, fiilen bunu yok etmektedir. Hep üst orgünlırın yetki ve haklerinden söz etmektedir mesela. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşların haklarından değil, devletin haklarından ve vatandaşların görev ve zorunluluklarından söz etmesi gibi. Kongre’ler her türlü birliğin en üst organrlırıdırlar. Demokrasilerde Meclis’ler ne ise, Örgütlerde de Kongre’ler odur. O her şeyi yapabilir. Peki Anayasalara, tüzüklere ne gerek vardır o zaman? Tüzükler ve anayasalar, o her şeye kadir Kongre’lerin, Meclis’lerin, yani çoğunlukların, yapamayacaklarını, karar alamayacağı noktaları yazarlar. Örneğin fikir ve örgütlenme hakkı mı diyorlar. Bu konuda kısıtlayıcı bir karar alamaz çoğunluk veya meclis demektir bu. Ya da bazı durumlarda bu kararın ancak belli bir yüksek oran ve uzlaşmalarla alınabileceği yolunda kurallar getirirler. Yaniu Tüzükler ve programlar aslında genel kongrelerin, sınırlarını belirtirler. Ancak türk Devltinin anayasası örneğin, tam tersinedir, yapabileceklerini yazar. Yapamayacaklarını yzdığında da aslında, anayasanın değiştirilemez maddeleri gibi, en anti demokratik maddelerdir. İşte Kongre’nin tüzügü de böyledir. Hep Kohgre’nin kongresinin yapabileceklerini yazmaktadır. Halbuki yapılması gereken yapamıyacaklarını yazmaktır. Yani onun yetkilerini kısıtlamalıdır. Ama tüzüge bakın, hep yapabileceklerini yazmaktadır. Çok uzağa gitmeye gerek yok, iç işleyişe ilişkin maddeler şöyle başlamaktadır örneğin, ilk iki cümle: “Kongre delege sayısı Genel Kurulca belirlenir. Bu konuda gerek gördsüğü takdirde Genel Meclisi görevlendirebilir.” Bir tüzügün yapması gereken ise, tam da bunu, delege sayılarını, (çünkü bunlar çoğunluğun manüplasyonuna uygun sorunlardır, Tüzükler çoğunluğa güvensizlik temelinde yazılmalıdırlar) yani Kongre delege sayısını, Genel Kurul’a bırakmamak olabilir ve olmalıdır. En küçük birim ve en az kaç kişinin bir delege seçebileceği belirlenir. Bunlar ilçe, il ve bölge seçimi oranlarıyla verilir. Diyelim ki her üç kişi bir Demokrasi Ocağı kurabilmeli. Her üç kişi bir delege seçebilmeli ilçe için. Her ilçede üç delegeye bir il delegesi seçilebilmeli; her üç il 80
delegesine bir bölge delegesi; her üç bölge deleğesine de bir genel kurul delegesi seçilebilimeli. Ancak böylece gerçek güçleri ve eğilimleri yansıtan bir temsil sağlanabilir. Ama zaten bileşenlerin pazarlıkları yoluyla herşeyin belirlendiği, sonra da örgütsüz kitleye bir plebisitle sunulduğu şimdiki biçim en gerici diktatörlüklerden farklı değildir. (Bu üç kişiyi küçük görmemeli. Bir kongre delegesi, üç bölge delegesini temsil ettiğine göre 9 il delegesini, 27 ilçe delegesini, 81 Demokrasi ocağı delegesini, en az üç kişi de bir demokrasi ocağı oluşturabildinine göre, 243 üyeyi temsil eder. Yani bin kişilik bir kongre de 243.000 kişilik bir örgüt demektir ve Türkiye’yi yerinden oynatır böyle bir örgütlü güç.) Keza bir kongre en yetkili organ olarak, aksi belirtilmedikçe her şeyi yapabileceğine göre, her hangi bir konuda hekesi de görevlendirebilir. Bu hakkı tekrar genel kongreye vermek gereksiz bir tekrardır. Ama demokratik bir tüzügün yapması gereken, ne delege sayısını ne de bunu belirleme hakkını başkasına vermeyi sınırlamak olmalıdır. Böylece 10 ila 500 arasında üyesi bulunan siyasi örgütler, bu günkü gibi oransız ölçüde değil; gerçek çalışmalara katıldıkları oranlarda bu kongre delegeleri arasında yer alabilirler. Özetle, tüzügün temel felsefesi yanlıştır, örgütlerin temel bir birim veya bileşen olarak tanınmasına son verilmesi gerekir. Her örgütün taraftarları Kongre’ye bireyler olarak katılır. Bu katkılımları ölçüsünde bu bireysel katılımları dolayımıyla bir etkileri olur veya olabilir. Bunun bir mantık sonucu daha bulunmaktadır. Kongre bir parti örgütleyemez, bu he hakkıdır ne de görevidir. Ama Kongre’ye katılan insanlardan böüyük bir blümü, bir araya gelip başka bir parti kurabilir. Bu elbet mümkündür. Ama o parti de tıpkı var olan partiler gibi bireyleri ile katılımı ölçüsünde Kongre’nin yönetimi ve çizgisi üserinde etkili olabilir ve olmalıdır. Bu tür bir tüzük ve Kongre yapılanması, demokratik bir programla birlikte Türkiye’nin olmazsa olmazıdır. Bu yapıldığı takdirde, bizzat o küçük sosyalist grupların bu örgütü ele geçirmeye çalışan elemanları bile fiili çalışma içinde o örgütlerinin duvarlarının ötesini görmeye ve gelişmeye, kendilerini yenilemeye başlayabilirler. Bu aynı zamanda o örgütlerde bir süre sonra çatlamalar yaratır: bu Kongre’nin çalışmalarına aktif olarak katılanlar, eski büürokratik aygıtlar ve yuvarlarla bir süre sonra ayrılmak zorunda kalırlar ve ileride gerçekten devrimci ve demokrat hedefleri savunacak bir başka birliğin gerçek militanları haline gelebilirler. Ama böyle bir çalışma tarzı ve tüzügün en büyük faydası, Kürt Özgürlük Hareketine olacaktır. O zaman, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu Kongre hareketini örgütleme ve Türiye’nin batısında örgütlenme çabaları, bir kaç görevli DTP’linin işi olmaktan çıkabilir. O zaman Kürt Özgürlük Hareketi, bu Kongre’de etkili olmak istiyorsa olabildiğince çok üyesini Kongre’nin fiili üyesi yapmak, bu üyelerinin nicel ve nitel ağırlığıyla Kongre üzerinde etkili olmayla çalışacaktır. Ama o zaman ilk defa Kürtler ve Türkler, tabii herkes, bir araya gelip birbirleriyle çatışarak ve çalışarak birlirlerini etkilemeye başlayabilecekler; o zaman ilk kez Kürt Direnişi dış dünyaların doğrudan etkisi aracıığıyla da bu gün kendisini kakırdatan izolasyonuna son verebilecetir. 81
Özetle, bırakalım önce demokrasi üzerine büyük laflar etmeyi. Somut olarak demokrat olalım. Bu ise somutun somutunda, önce demokratik bir program ve demokratik bir tüzük demektir. Bunların hazırlanmasında en büyük vei geniş katılım ve demokrasi demektir. Demokrasiyi, kişilerin demokrat olmalarına bağlamayan, en anti demokratları bile demokratik deavranmaya zorlayacak, böyle davranmadıkları takdirde onları Kongre yasallığının dışına düşürecek bir tüzük ve program gerekiyor. Ama bunun için de önce, bu program ve tüzüğe karşı bir mücadele. 09 Kasım 2011 Çarşamba Demir küçükaydın Tüzüğün gerisi aşağıda. Bundan sonhrasında eleştirel notlar yok. Bu okuyucuların “ev ödevidir”. Madde 4: Kongrenin İlkeleri a) Kongre, tüm demokratik muhalefet güçlerinin özgül mücadele alanlarını ortak mücadele alanı olarak kabul eder; b) Devletten, sermayeden, hükümetlerden ve onların kurumlarından bağımsızdır; c) Halkların kendi gelecekleri ile ilgili her konuda demokratik temelli hak taleplerini ve kararlarını esas alır; ç) Demokratik muhalefet güçlerinin irade ve insiyatifinden hareketle bileşenlerin, ifade, düşünce ve inanç özgürlüğünü tanır; demokratik, katılımcı ve şeffaf bir işleyişi benimser; d) Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel kimliklerini koruyarak katılabilir; e) Delegelerin insanlığa, halka, doğaya ve mensubu olduğu tüm kongre kurullarına karşı sorumluluğunu esas alır; f) Tüm karar alma süreçlerinde azınlık görüşlerin ifade haklarını korur; g) Tüm karar alma mekanizmalarında cinsiyet eşitliğini esas alır ve uygular; h) Tüm karar alma mekanizmalarında gençlerin temsiliyetini esas alır ve uygular. ı) Tüm karar alma mekanizmalarından bireylerin temsiliyetini güvence altına alır ve uygular. i) Aday olduğu takdirde engellilerin karar alma mekanizmalarında temsiliyetini güvence atına alır. Madde 5: Kongre ve Organları Kongre delege sayısı Genel Kurulca belirlenir. Bu konuda gerek gördsüğü takdirde Genel Meclisi görevlendirebilir. Genel Kurulu içinden seçilen 101 kişilik yürütme organı olarak Genel Meclis ve onun çalışmalarını koordine edecek olan 25 kişilik bir Yürütme Kurulu, aynı meclisin üyelerinin içinde yer aldığı ve muhtelif alanlarda ve konularda görev yapacak olan sürekli komisyonları, gerek bu düzeyde ve gerekse yerel düzeyde ortaya çıkabilecek doğrudan politik olmayan kimi sorunların çözümüne karşılıklı görüşmeler yoluyla yardımcı olması 82
hedeflenen etik kurullarıyla, kamuoyu önünde ve TBMM’de bu yapılanma adına sözcülük yapan temsilcileri, bölgedeki il temsilcisi delegelerin bir araya gelmesiyle oluşan ve coğrafi olarak yirmi bölgede oluşturulan Bölge Meclisleri, il meclisleri ve ilçe meclisleri, programın ortaya koyduğu bakış ve bu tüzügün belirlediği işleyiş doğrultusunda faaliyet göstermek üzere merkezi ve yerel düzeyde faaliyet sürdüren delegeleri ve kendilerini bu yapılanmanın yarattığı mücadele mecraında gören ve ona muhtelif şekillerde (geçici komisyon, yayın, bülten, internet desteği, etkinliklere katılma, vb) emek veren birey ve toplum kesimlerinin, faaliyetlerin, örgütlenmelerin oluşturduğu ortak mücadele ve direniş odağına, bu bütünü ifade eden bir kavram olarak KONGRE denir. Kongre aşağıda sıralanan organlardan ve bu organlarda yer alıp, belirlenen örgütsel birim ve mücadele alanlarından seçilerek gelen delegelerden oluşan ve demokratik bir işleyişe sahip bir mücadele platformudur: Madde 6: Genel Kurul a) Kongrenin en yüksek karar organıdır. b) Kongre programında yer alan konulardan hareketle ve mevcut siyasal gelişmeleri dikkate alarak ihtiyaç duyulan bütün kararları almak ve Genel Meclis ile komisyonları bu kararların gereğini yerine getirmek üzere görevlendirmekle yetkilidir. c) Bir yıllığına genel kurulun belirlediği yerel birimlerden seçilen delegelerden oluşur. Genel kurul delege sayısını kendisi belirler. ç) Kongre, toplumsal gerçekliği ve mücadelenin ihtiyaçlarını dikkate alarak, program ve tüzüğünü kabul eden kurumların ve bireylerin genel kurulda dengeli temsilini sağlar. d) İki toplantı arası dönemde, program ve tüzüğü kabul ederek Kongreye katılma iradelerini ifade eden kurum ve örgütlü çevreler ile bireylere dair Genel Meclis tarafından iletilen teklifleri karara bağlar ve genel ilkeler ışığında genel kurulda temsilini sağlar. f) Kongreyi destekleyen milletvekilleri, il belediye başkanları ve eski milletvekilleri kurulun doğal delegeleridir. g) Genel kurul oluşumunda kadınlara %50 kota uygulanır ve kadın başvurularıyla doldurulur. Dolmayan kota boş bırakılır. h) Genel kurul oluşumunda 27 yaş ve altında olanlar için en az %10 gençlik kotası uygulanır. ı) Yılda iki kez, Mart ve Ekim aylarında toplanır. Delege tam sayısının yarıdan bir fazlasının katılımıyla toplanır. Toplanma yeri Ankara’dır. Gündemini komisyonların ve yerel meclislerin taleplerini de dikkate alarak Genel Meclis hazırlar. Delegelerin 1/15’unun isteği üzerine gündeme yeni konular önerebilir ve buna Genel kurul karar verir. i) Olağanüstü toplantılar Genel Meclis’in kararıyla veya genel kurul delegelerinin 1/5 ‘inin imzalı çağrısıyla gerçekleşir. Toplantı, çağıranların belirlediği gündemle ve bir ay içinde yapılır. j) Genel Kurul toplantıları kotaların dikkate alındığı beş kişilik bir heyet tarafından yönetilir. 83
Bu heyet delegelerin 1/10’un önerisiyle genel kurul tarafından belirlenir. k) Genel Kurul kongre programda ve tüzükte öngörülen amaç ve hedefler doğrultusunda gerekli görülen kararları alır ve yürütme için Genel Meclisi görevlendirir. l) Program ve tüzüğe ilişkin değişiklik ve kararları toplam üye sayısının en az 2/3’ünün olumlu oyuyla alır. Diğer kararlarını genel kurula katıldıklarını imzalarıyla belirten delegelerin 2/3’ünün olumlu oyuyla alır. Alınan kararın yeniden görüşmeye açılabilmesi için toplam delegenin 1/3’ünün istemi gerekir. m) Yürütme faaliyetini gerçekleştirmek üzere kendi içinden 101 delegeden oluşan Genel Meclisi seçer. Kadın ve gençlik kotası uygulaması bu seçim için de geçerlidir. n) Gerekli gördüğü konularda yönetmelikler çıkarır. o) Komisyon konularını ve buralarda çalışma yapacak delegeleri belirler. ö) Dayanışma amaçlı olarak delegelerden mali destek talep edilmesine karar verir. p) İki toplantı arası dönemde, program ve tüzüğü benimseyerek Kongreye katılma iradelerini ifade eden kurum ve örgütlü çevreler ile bireylere dair Genel Meclis tarafından iletilen teklifleri karara bağlar ve ilkeler ışığında genel kurulda yer almalarını sağlar. Madde 7: Genel Meclis : a) Kongre genel kurulunun seçimli iki toplantısı arasındaki dönemde, bu kurulun almış olduğu kararların onun adına yürürlüğe konulması yönünde, program ve tüzükte ifade edilen amaç ve hedefler için çalışmalar yapar. b) Olağan olarak 45 günde bir toplanır ve toplanma yeter sayısı üye sayısının 2/3’üdür. c) Genel Meclis’in çalışmalarını yürütmek üzere, içlerinde milletvekilleri de bulunan en az 3’ü kadın 6 üyeden oluşan, Genel Meclis ve Yürütme Kurulu’nun vereceği temsiliyet ve sözcülük görevini yürütmek üzere Divan Heyeti ile 19 üyeden oluşan Yürütme Kurulu’nu seçer. ç) İhtiyaç duyulan konularda çalışma yapmak üzere geçici komisyonlar oluşturur ve genel kurul bünyesinde oluşturulan daimi komisyonlarla koordinasyon içinde çalışır. d) Toplantılarını en az biri kadın olmak üzere en az üç kişilik bir heyeti yönetir. Bu heyette Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu’ndan üyeler de yer alır. e) Genel Kurul’un olağan ve olağan üstü toplantılarını hazırlamakla yükümlüdür. f) Kararlarını üye tam sayısının en az 2/3’ünün olumlu oyuyla alır. g)Genel Meclis, Genel Kurulun çalışma ilkeleri çerçevesinde faaliyet yürütür. h) Genel Meclis delegelerinin 1/5’nin istemi veya Yürütme Kurulu’nun gerekli gördüğü hallerde olağanüstü toplanır. Olağanüstü toplantı gündeminde çağrıya neden olan konu yer alır. En geç bir ay içinde toplanır. ı) Milletvekilleri istedikleri takdirde Genel Meclis toplantılarına söz haklarıyla katılabilirler. 84
i) Genel meclis ihtiyaç duyduğu durumlarda danışma amaçlı genişletilmiş toplantı yapabilir. j) Çalışan istihdamı ve mekan kiralama gibi hususlarda karar alır ve uygular. k) Çalışmalarının giderlerini delegelerin dayanışma ve destekleriyle karşılar. l) Kongre program ve tüzüğünü kabul ederek katılma iradelerini ifade eden kurumlar, örgütlü çevreler ve bireylere dair önerileri Genel Kurul’un ilk toplantısına götürür. Madde 8: Daimi Komisyonlar a) Programda değinilen ve Genel Kurul’da belirlenen konular kapsamında genel kurulda kurulur. Çalışmak için başvuran delegelerin ve konunun uzmanlarının katılımıyla çalışmalarını yürütür. Komisyonlarda görev yapan delegelerin süreleri genel kurulun süresiyle sınırlıdır. b) Genel Kurul ve Genel Meclis’in ihtiyaç duyduğu konularda sürekli çalışma yapar. Bu yönde rapor, dosya, karar tasarısı, yönetmelik, proje, konferans, seminer, eğitim, toplantı, kampanya, etkinlik, bildiri, broşür, afiş, kitap, vb. hakkında çalışmalar yapılması için Genel Kurul’a ve/veya Genel Meclis’e öneriler sunar. c) Komisyonlara delege olmayan uzmanlar sürekli veya geçici olarak katılıp katkı sunabilirler. ç) Çalışmalarında Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma esasları geçerlidir. Bu konuda yönetmelik çıkarılır. Konularla ilgili kararlar salt çoğunluk üzerinden gerçekleşir. Kararlara şerh konulabilir ama şerh kararın gerekçesinden uzun olamaz. d) Genel Meclis’le ilişkilerini Yürütme Kurulu üzerinden sürdürürler. e) Komisyonlar çalışma yer ve koşullarını kendileri belirler. f) Komisyonların çalışmaları için belirledikleri ihtiyaçlar Genel Meclis tarafından karşılanır. g) Komisyonlara katılım gönüllü başvuru esasına dayanır. h) Genel Kurul, Genel Meclis ile bölge, il ve ilçe meclisleri ihtiyaç duydukları durumlarda geçici komisyonlar da kurabilirler. Aldığı görevi teslim ettiğinde bu komisyonlar dağılır. Çalışma ilkeleri Daimi Komisyonların ilkeleriyle aynıdır. ı) Komisyonlar ihtiyaç duydukları durumda yerel meclisler ve yerel komisyonlarla doğrudan iletişim kurabilir, yazışma yapabilir, dosya alışverişinde bulunabilirler. i) Komisyonların yaptıkları çalışmalar, ilgili meclisin gerekli görmesi halinde görevlendirilen kurul ve kişiler tarafından kamuoyuna ve basına açıklanır. j) Genel Kurul toplandığında aşağıdaki konularda daimi komisyonlar kurulur: Kadın, Gençlik, Hukuk, Ekonomi, Uluslararası ve Bölgesel Sorunlar, Antiemperyalizm ve Enternasyonel Dayanışma, Emek, Eğitim, Sağlık, İşçi Sağlığı ve Güvenliği, Engelliler, İnsan Hakları, Çocuk Hakları, Kültür ve Sanat, Bilim ve Teknoloji, Kürt Sorunu ve Barış, İnanç, Yerel Yönetimler, Enerji, Ekoloji, Ayrımcılığa karşı mücadele, LGBT bireylerin sorunları, Hayvan hakları, Örgütlenme, Halklar ve Kimlikler, Vicdani ret ve antimilitarizm, Tecrit ve 85
hapishaneler, Sağlıklı çevrede yaşam ve konut hakkı, Hakikatleri araştırma, Arkeoloji ve kültürel varlıkları koruma, Çiftçi, Alternatif kentsel planlama. Ayrıca Genel Kurul ihtiyaç duyulan diğer komisyonları kurar. Madde 9: Genel Meclis Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu a) Genel Meclis’in çalışmalarını yürütmek üzere onun içinden seçilen, içlerinde milletvekilleri de bulunan en az 3’ü kadın 6 üyeden oluşan, Genel Meclis ve Yürütme Kurulu’nun vereceği temsiliyet ve sözcülük görevini yürütmek üzere Divan Heyeti ile 19 üyeden oluşan Yürütme Kurulu’ndan meydana gelir. Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu birlikte çalışır. b) Görev süresi Genel Meclis’in görev süresiyle sınırlıdır. Genel Meclis gerekli gördüğü takdirde uygun değişiklikleri yapar. c) Genel Kurul’da belirlenen daimi komisyonlar ile Genel Meclis’in faaliyetleri için ihtiyaç duyularak oluşturulan geçici komisyonların çalışmalarının gerektirdiği düzenlemeleri yapar ve koordinasyonu sağlar. ç) Faaliyetlerin yürütülmesi sırasında ihtiyaç duyulan kararları üye tam sayısının 3/5 çoğunluğuyla alır. Gerekli hallerde, programın öngördüğü doğrultuda, Genel Kurul ve Genel Meclis kararları çerçevesinde ve güncel gelişmelere dair tutum ve tavır belirler, çağrılarda bulunur, basına ve kamuoyuna açıklama yapar. Görüşmelerde bulunur ve Genel Meclis ve Kongre’nin temsilini sağlar. Çalışma usulleri Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkeleri esasına bağlı olup, çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. d) Her hafta olağan bir şekilde ve en az 2/3 çoğunlukla toplanarak gündemindeki konuları görüşür. Olağan üstü toplanması Divan heyeti ve Yürütme Kurulu’nın kararı veya meclis üyelerinin 1/5’inin istemi üzerine gerçekleşir. e) İş bölümünü Genel Kurul’un ve Genel Meclisin belirlediği alanlara göre ve daimi komisyonların çalışmalarını dikkate alarak yapar. f) Genel Meclis’in olağan ve olağan üstü toplantılarını ve gündemini hazırlamakla yükümlüdür. g) Genel Meclis adına yerel meclislerle ilişki sürdürür. Madde 10: Bölge Meclisleri a) Genel Kurul’un belirlediği illerin kongre delegelerinin bir araya gelmesinden oluşur. Bölge Meclisi sayısını ve illerin hangi bölgelere dahil olacakları hususunu Genel Kurul kararlaştırır. b) Kongre programı, Genel Kurul ve Genel Meclis kararlarının bölge gerçekleri bağlamında yürürlüğe sokulması için gerekli çalışmaları yapar. c) Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür. Bu konuda yönetmelik çıkarılır. ç) Çalışmaları üçer aylık dönemlerde değişmek üzere, kotalar gözetilerek bölge bünyesindeki her ilden bir delegenin içinde yer aldığı bir yürütme heyeti tarafından düzenlenir. Toplantı 86
yeri, tarihi, gündeminin belirlenmesi ve gerekli belgelerin temini bu heyet tarafından yapılır. Toplantılarını içinde yürütme heyeti mensuplarının da bulunduğu üç kişilik bir divan yönetir. d) Bölge Meclisleri ayda bir toplanır ve gündemindeki konuları görüşüp gerekli kararı alır. Genel Meclis ve Genel Kurul’a dair önerileri yürütme heyeti, illere dair kararları il meclisi mensubu delegeler iletir. e) Bölge meclisi yürütmesinin, bölgedeki il meclislerinden 1/5'in istemi veya Bölge Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5’inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikli gündem maddesi, toplanmasını isteyen delegelerin önerdiği madde olur. f) Bölge Meclislerinde 2/3 oyla karar alınır. Alınan kararın yeniden görüşülmesi için 1/3 üyenin istemi gerekir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 üye isterse gizli oy açık sayım yapılır. g) Bölge Meclisi gerekli görürse bölgeyle ilgili geçici komisyon kurar. Bu komisyonlar genel esaslar dahilinde çalışır. h) Çalışmalarının gerektirdiği giderler meclis delegeleri ve bünyesinde bulunan il meclislerinin dayanışmasıyla karşılanır. Madde 11: İl Meclisi a) İlin, seçilmiş delegelerinin ve ilçelerden gelen seçilmiş delegelerin bir araya gelmesinden oluşur. İl Meclisi mücadele alanlarından gelen yeni katılımlarla genişleyebilir. Delege niteliklerini taşıyan başvurucuların İl Meclisi’ne katılımı, İl Meclisi’nin 2/3 oyuyla belirlenir. b) Üç aylık dönemler için, en az biri kadın olmak üzere en az 3, en çok 7 kişiden oluşan bir yürütme heyeti belirler. Toplantıları, gündemi, toplanma yeri ve tarihi bu heyet tarafından belirlenir. c) Ayda bir toplanır. Kongre programı, Genel Kurul, Genel Meclis ve Bölge Meclisi’nin kararları ve ilin sorunları bağlamında gerekli çalışmaların yapılması için kararlar alır ve yürürlüğe sokar. ç)Kongreyi destekleyen milletvekilleri, il belediye başkanı ve il eski milletvekilleri il meclisinin doğal üyesidir. ç) Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür. d) Bölge Meclisi, Genel Meclis, Daimi Komisyonlar ve Genel Kurul’la yürütme ve görevli delegeler aracılığıyla ilişki kurar, karar ve önerilerini iletir e) Yürütme çağrısıyla veya İl Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5’inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikle olağanüstü toplanmaya yol açan konu görüşülür. f) İl Meclislerinde kararlar, meclis tam sayısının salt çoğunluğuyla alınır. Alınan kararın yeniden görüşülmesi için 1/3 üyenin istemi gerekir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 üye isterse gizli oy açık sayım yapılır. g) İl Meclisi, Genel Meclisin yürürlüğe koyduğu çalışmaların yerel izdüşümü için gerekli gördüğü yerel etkinlik kararlarını alır ve uygular. Yerel sorunlarla ilgili il meclisinde alınan 87
kararlar ışığında kamuoyuna ve basına açıklama yapabilir; toplantı, miting, seminer, eğitim, kampanya, şenlik, festival, gece, vb. düzenleyebilir; bildiri, broşür, afiş, kitap, rapor, dosya, vb. il meclisi olarak yayınlayabilir, ihtiyaç duyduğu komisyonları kurabilir. h) İl Meclisi’nin çalışmalarının giderleri delegelerin dayanışma amaçlı destek ve katkılarıyla karşılanır. Madde 12: İlçe Meclisi a) İlçe delegeleri ile kongrenin amacı ve ilkeleri doğrultusunda çalışmalara katılmak isteyen ve o ilçede oturan ve/veya çalışan ve bu yerel meclisin mensubu olan bireylerden oluşur. b) Altı aylık dönemler için, kadın kotasına uyulmak kaydıyla en az 3, en çok 7 kişiden oluşan bir yürütme heyeti belirler. Toplantıları, gündemi, toplanma yeri ve tarihini bu heyet tarafından belirlenir. c) Kongre programı, Genel Kurul, Genel Meclis, Bölge Meclisi ve İl Meclisi’nin kararları ile ilçe sorunları bağlamında gerekli çalışmaların yapılması için kararlar alır ve yürürlüğe koyar. Kararlar toplantıya katılanların 2/3 çoğunluğuyla alınır. Toplantıya katılanların1/3’ünün istemesi halinde kararlar gözden geçirilir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 ünün istemesi halinde gizli oy açık sayım ilkesi uygulanır. ç)İlçe belediye başkanı ilçe meclisinin doğal üyesidir. d) İlçe Meclisi ihtiyaç duyduğu hallerde kalıcı ve geçici komisyonlar kurar. Komisyonlar genel esaslar dahilinde çalışma yürütür. Komisyonlara katılım gönüllüdür. e) İlçe Meclisleri ayda bir toplanır ve gündemindeki konuları görüşüp gerekli kararları alır. Karar ve önerileri İl Meclisi, Bölge Meclisi, Genel Meclis, Daimi Komisyonlar ve Genel Kurul’a yürütme heyeti ve görevli delegeleri aracılığıyla iletilir. Genel Kurul ve Genel Meclis’in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür. f) Yürütmenin ve İlçe Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5’inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikle toplanma gerekçesi olan konu görüşülür. g) İlçe Meclisi, hem Genel Meclisi ve İl Meclisi’nin yürürlüğe koyduğu çalışmaların yerel izdüşümü için gerekli gördüğü yerel etkinlik kararlarını alır ve uygular. Yerel sorunlarla ilgili kararlar ışığında kamuoyuna ve basına açıklama yapabilir; toplantı, miting, seminer, eğitim, kampanya, şenlik, festival, gece, vb düzenleyebilir; bildiri, broşür, afiş, kitap, rapor, dosya, vb. ilçe meclisi olarak yayınlayabilir, ihtiyaç duyduğu komisyonları kurabilir. Üretim ve yerleşim esaslarına göre meclisler kurmak için çalışır. h) İlçe Meclisi’nin çalışmalarının giderleri delegelerin ve katılımcıların dayanışma amaçlı destek ve katkılarıyla karşılanır. Madde 13: Delegelik a) Program ve tüzüğü benimseyip, belirlenen esaslar dahilinde, yaşam veya çalışma alanına en yakın birimden seçilerek kongrenin kurullarında görev alan kişiye delege denir. b) Delege her türlü göreve aday olma, kurullar içinde ve dışında görüşlerini açıklama 88
hakkına sahiptir. c) Delege yerel meclis esas alınarak genel kurul tarafından çıkarılan yönetmelik esaslarına göre seçimle belirlenir. Görev süresi bir yıldır. Bir delege en fazla iki yürütme heyetinde görev alabilir. Delegeliğin düşürülmesi için, seçimin yapıldığı birim meclisinde 2/3 oy gerekir. Oylama gizli oy, açık sayım esasına göre yapılır. İşlemin yürürlüğe girmesi için İl Meclisi ve Genel Meclis’te de aynı usullerle oylaması ve 2/3 oy oranıyla kabulü gerekir. Söz konusu delege her düzeyde ilgili kurullar nezdinde gerekli açıklamaları yapma hakkını kullanır. İtiraz için Genel Kurula başvurabilir. Genel Kurul bu yönde alınan kararları görüşme yapmaksızın gizli oy açık sayım esasıyla ve 2/3 oyla kaldırma yetkisine sahiptir ç) Delege yer aldığı meclis ve/veya komisyonlarda hem yerel ve bölgesel sorunlara, hem de genel sorunlara dair kararların alınması ve ilgili kurullar vasıtasıyla yürürlüğe konulması için çalışma yürütür. d) Delege, mensubu olduğu yerel mecliste alınan yerel ve diğer sorunlara dair kararları gerektiği takdirde il, bölge ve genel meclise ve genel kurula taşır. Ayrıca farklı bir düşünceye sahipse bunu açıklamakta özgürdür. e) Üç kez üst üste mazeretsiz olarak ilçe, il ve bölge meclisi ile Genel Meclis toplantılarına katılmayanın delegeliği düşer. Yerine gelecek delegenin nasıl belirleneceği genel kurulun çıkaracağı yönetmelikte belirlenir. f) Delege mensubu olduğu meclislerin ve genel kurulun giderlerini karşılamak üzere belirlediği dayanışma ve destek taahhütlerini kabul eder. g) Delegelerle ilgili doğrudan politik olmayan sorunlar Genel Kurul ve il Meclisleri düzeyinde oluşturulan Etik Kurullarda tarafların katılımıyla görüşülerek sonuca ulaştırılır. Madde 14: Fahri Delegelik Fahri delege program ve tüzüğü kabul eden, kongre yerel meclislerinin henüz oluşmadığı ya da delege belirleme yeterliliğine sahip olmayan birimlerde, söz konusu meclislerin kurulması, yeterli hale getirilmesi için, üst kurulun bilgisi dahilinde çalışma yapan kongre mensubudur. İl meclisi toplantılarına söz ve oy hakkına sahip olarak katılır. Fahri delegeler bölge meclisi ve genel kurula katılmazlar. Madde 15: Milletvekilleri ve Belediye Başkanları a)Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku çalışmaları kapsamında 12 Haziran 2011 itibariyle seçilen partili ve bağımsız milletvekilleri Kongre’nin TBMM’deki temsilcileri olup, Kongre Genel Kurulu’nun doğal delegeleridir. b)Kongreyi destekleyen partilerin milletvekilleri ve bağımsız milletvekilleri genel kurulun doğal delegeleridir. c)Kongreyi destekleyen eski milletvekilleri genel kurulun doğal delegeleridir. ç)Kongreyi destekleyen il belediye başkanları genel kurulun doğal delegeleridir. Madde 16: Etik Kurul 89
a) Delegeler ve delege grupları ile kongre kurulları arasında doğan ve doğrudan politik olmayan sorunların karşılıklı görüşmeler yoluyla çözümüne katkı sunulması amacıyla Genel Kurul ve İl Meclisleri düzeyinde, kota ilkeleri dikkate alınarak, en az üç en fazla yedi delegeden oluşan heyete Etik Kurul denir. b) Etik Kurul hakemlik ya da iç hukuk uygulayan bir kurul olmayıp, karşılıklı diyalogla sorunların aşılması için uygun zeminin yaratılmasına katkıda bulunur. c) Çalışma usul ve ilkeleri Genel Kurul tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Madde 17: Delegenin Görevleri ve Seçim Sistemi a) Delegeler seçimle belirlenir. Seçim esas ve usulleri genel Kurul tarafından hazırlanan yönetmelikte belirtilir. b) Delege seçimleri her yılın 1-30 Eylül tarihleri arasında yerel birimlerde yapılır. c) Seçimlerde tüzükte yer alan kadın ve gençlik kotalar uygulanır. ç) Seçim süreci Genel Meclis tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından yürütülür. d) İllerde seçim süreci İl Meclisi tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından düzenlenir. e) Seçme ve seçilme hakkını kullanmak için program ve tüzüğü kabul etmek yeterlidir. Madde 18-Kayıt Tutma Sistemi: a) Kongre bünyesindeki çalışmalar saydamlık ve eşit bilgilenme esası üzerinden yapılır. Her kurul bünyesindeki delegelerin ve hesap vermekle yükümlü olduğu kurulların mensuplarının doğrudan ulaşabileceği iletişim ve bilgiye ulaşım sistemlerini kurmak ve kayıtlarını böyle bir sistematik içinde tutmak zorundadır. b) Genel kurul iletişim, eşit ve saydam bilgilenme hakkı için gerekli tedbirleri alır. Madde 19: Dayanışma Kongre, faaliyetlerini her düzeydeki kurullarında yer alan delegelerin ve yerel meclis mensuplarının dayanışma ve katkılarıyla yürütür. Madde 20: Geçici Maddeler Kongrenin kuruluş döneminde, genel kurul delegelerinin belirlenmesinde aşağıdaki ilke ve yöntemler uygulanmıştır: a)Kuruluş dönemi delegelerinin belirlenme usulü yalnızca bu dönem geçerlidir. b) Kurumlar ve örgütlü yapılar, en az biri kadın olmak üzere iki delege ile gençlik örgütlenmeleri bir delege ile Genel Kurul’da temsil edilirler. c) İllerde belirlenecek toplam delege sayısı 692 olup, bu sayının illere paylaşımında başta milletvekili oranı olmak üzere bazı kriterlerin dikkate alınması benimsenmiştir. ç) Delegelerin genel olarak il düzeyinde, karşılıklı görüşmeler ve mutabakatlar yoluyla belirlenmesi, yeterli şartların olmaması nedeniyle seçim ilkesinden uzak durulması benimsenmiştir. 90
d) İllerde yapılacak delege belirleme çalışmalarında kurumlar ve örgütlü yapılar için %60, bireyler için %40 delege dengesinin uygulanması benimsenmiştir. e) Büyük illerde ve ulaşım güçlüğü bulanan illerin ilçeleriyle delege dengesinin sağlanmasında ilgili kurulların katkılarıyla ve görüşmeler yoluyla çözüm bulunması benimsenmiştir. f) İllerde yapılan toplantılarda delege adayı olarak belirlenenlerin liste olarak genel bir onaya sunulması yoluna gidilmesi benimsenmiştir. Madde 21: Yürürlük Bu tüzük Kongre Genel Kurulu tarafından kabul edildiği tarihte yürürlüğe girer.
91
HDK 1. Genel Kurul Delegelerine ve Tüm Üyelerine Açık Mektup Hatalar Bizden Hızlı Koşarlar! 12 ve 13 Mayıs tarihlerinde HDK 1. Genel Kurulu toplanıyor. Bu Genel Kurulun hazırlanış biçimi, gündeminin belirlenişi, karar tasarıları, tüzük önerileri vs. ne önceki “Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” ne de HDK’nın ilk kuruluş Kongresi’nde olanlardan zerrece ders çıkarılmadığını göstermektedir. Ta ilk “Çatı Partisi Girişimi”nden bugüne kadar, “Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” ve “Halkların Demokratik Kongresi” girişimlerinin her önemli aşamasında ve aralardaki hazırlık dönemlerinde, sağlığım elverdiğince, program, strateji, taktikler, örgüt konularında yazılı olarak eleştiri ve önerilerde bulundum. Bu eleştiri ve önerilerin hepsi de olayların akışı içinde doğruluğu kanıtlanmış olmasına rağmen, bunları her hangi bir şekilde gündeme aldırıp tartıştırmak ve oylatmak mümkün olmadı. Çünkü Kongreleri hazırlayan ve yönetenler bunu bilinçli olarak engellediler. Çünkü eleştirilerim gündeme gelip tartışıldığı takdirde, eleştirilerin doğru ve haklı olduğu, yapılan ve savunulanların bütün yanlışlığı görülebilirdi. Bunu engellemek için, idari yetkilerle, bizzat en sıradan örgüt içi demokrasi ilkelerini ve bizzat kendi koydukları tüzükleri ayaklar altına alarak gündeme almamayı başardılar. En son HDK’nın kuruluş kongresinde, alternatif program önerimizi okutmak bile mümkün olmadı. Sadece okunmasını bile engellemek için ikinci gün boşu boşuna harcandı. Bütün bu yapılan manüplasyonları ayrıntılarıyla yazdım ve yayınladım. Bir tek kişi çıkıp bu yazılanlar yalandır veya yanlıştır demedi ve diyemedi. Çünkü anlatılan gerçeğin ta kendisiydi. Ama buna rağmen, arada geçen zamanda bu doğuştan günahı temizlemek, bu lekeyi çıkarmak için en küçük bir girişimde bulunulmadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, Kongre’de oynanan oyuna devam edildi. Ve öyle görülüyor ki, bu birinci Genel kurul da aynı şekilde devam edecek. Sanılıyor ki, hatlardan kaçılabilir. Sanılıyor ki, hatalar yokmuş gibi davranıp unutturularak veya unutarak aşılabilir. Hayır arkadaşlar. Hatalar sizden hızlı koşarlar, onlardan kaçış mümkün değildir. Onların takibinden tam kurtulduğunuzu sandığınız anda, onları unuttuğunuz ve unutturduğunuzu sandığınız anda, tıpkı öyküdeki tavşandan hızlı koşan kaplumbağa gibi, karşınıza çıkarlar. Bunun nasıl olduğunun somut bir örneğini görmek istiyorsanız, lütfen şu Ermeni Katliamı’na bakın. 1960’lara gelindiğinde neredeyse tamamen unutulmuştu. 1960 ve 70’lerde, Türkiye Sosyalist Hareketinin en verimli ve en etkili olduğu zamanlarda, bugünkü bütün siyasi çizgileri belirleyen toplumsal yapı ve strateji tartışmalarının yapıldığı zamanlarda, bu katliamların ve 92
mübadelelerin toplumsal yapı ve devrim stratejisindeki sonuçları hiçbir zaman konu bile edilmemişti. Sadece bu olgu bile unutmanın çapı ve başarısı hakkında bir fikir verir. Daha sonra üstüne üstlük, 12 Eylül rejimi de gelmişti bu eksik ve unutkanlıkla malul ilerici hafızayı bile kazımak üzere. Sanki hatalardan kaçılmış, kurtulunmuş gibi görülüyordu. Bir de bu güne bakın, o unutuldu sanılan Ermeni Katliamı, aşılmaz bir duvar olarak ortada ve her zamankinden taptaze kanayan bir yara olarak duruyor. Ermeni Katliamı’nı çözmeden Türkiye’deki bırakalım sosyalizmi demokrasi mücadelesinin bile bir adım dahi ileri gitmesi mümkün değildir. Bu gerici, keyfi, bürokratik Türk devletinin varlığı, Ermeniliğin yokluğu ile ile mümkün olabilmiştir. Ermenilik tekrar ortaya çıktığında bu gerici, bürokratik, keyfi Türk devleti var olmaya devam edemez. Hiç olmazsa bu örneği göz önüne alarak, hataları düzeltmeyi deneyin. Bu satırların yazarının eleştirileri ve HDK’nın bu günkü yapısıyla varlığı arasındaki ilişki de aynıdır. Benim durumum katliama uğramış ve unutulmuş Ermeniler gibidir. Bugünkü HDK da bu katliam ve unutma üzerinde var olan Türk devleti gibidir. Unutmayınız, bugünkü HDK’nın bugünkü biçimiyle var oluşu, baştan aşağı yanlış programı; baştan aşağı yanlış örgüt anlayışı ve tüzüğü; baştan aşağı yanlış politikası, taktikleri ve örgütlenme çalışmaları, bu satırların yazarının yazdıklarının, eleştiri ve önerilerinin manüplasyonlarla, bunlar yetmediğinde alaylarla ve yalan yanlış arkadan yayılan dedikodularla gündemden ve bilinçlerden uzak tutulmasıyla mümkün olabilmektedir. Susarak hiçbir yere varamayacağınızı, bu eleştiri ve öneriler karşısında susarak, yokmuş gibi yaparak girdiğiniz suç ortaklıklarının sizleri ölünceye kadar hatta öldükten sonra bile izleyeceğini, sizin karşınıza çıkacağını unutmayınız. Tekrar ediyorum. Lütfen bu güne kadar izlenen çizgiyi terk ediniz. Bu çizgiyi izleyenleri eleştiriniz ve açık tavır alınız. Hataların üzerine gidiniz. Aksi takdirde sizler de suça ortak olacaksınız. Bunun için öncelikle, geçen Kongre’de, Kongre Başkanlık Divanı’nın yaptığı tüm Kongreyi ve iradesini ayaklar altına alan ve program önerimi okutmayan ve oylamaya sunmayan uygulamanın üstünün örtülmesine hiçbir şekilde müsaade etmemeniz gerekir. Aksi takdirde HDK doğuşundaki bu günahın lanetini yaşadığı sürece üzerinde taşıyacaktır. Bu günaha ortak olmayınız ve bu günahtan arınması için çaba gösteriniz. Bunu bir kişisel kapris olarak görmeyiniz, Bu Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin hayat memat sorunudur. Bunun içindir bunca çaba. * Bu genel kurul hazırlanışıyla aynı manüplatif karakterin devam ettiğini ve edeceğini göstermektedir. 1) Böylesine farklı mücadele alanlarındaki tüm örgüt ve kişileri birleştirme iddiasında olan bir örgüt, her tek üyenin, tüm üyelere doğrudan ulaşıp, onları kendi görüşlerine 93
kazanabilmek veya onlardan anlaşabildikleriyle platformlar, eğilimler kurup çoğunluğu kazanabilmeleri için olanaklar ve organlar yaratmalıydı. Bunun bilinen yolları. Her üyenin görüşlerini hiçbir kısıtlama olmadan tüm üyelere aktarabileceği örgüt içi tartışma bültenleri veya e-mail grubu olabilirdi. Böyle bir organ yaratılmamıştır. 2) Bu demokrasiyi fiilen olanaksızlaştırmaktadır. Bu fiilen örgütün yönetim organlarına her şeyi istediği gibi yönlendirme ve manüple etme imkanı vermektedir. 3) Bunların ilk elde düzeltilmesi gerekir. Bu olmadıkça ileri bir tek adım atılamaz. (Bu yazı yarım kalmış)
94
HDK Kongresi ve Ölüm Oruçları “Stratejik yanlışlar taktik manevralarla ve başarılarla düzeltilemez” diye bir söz vardır. Halkımız askeri kavramlar bağlamında değil ama günlük hayatın deneyleri bağlamında aynı sorunu “Akılsız başın cezasını elle ve ayaklar çeker” şeklinde ifade eder. Bugün HDK Kongresi toplanıyor; aynı zamanda ölüm oruçları kritik, geri dönülmez (irreversibl) noktaları epeydir aşmış bulunuyor. Bu yazının başlığı bunların zamandaşlığına değil; başlığın altındaki özlü sözlerde dile gelen bağlantıyı ifade etmeye ve vurgulamaya yöneliktir. Bu benzetmede “Stratejik yanlışlar” ya da “Akılsız Baş”: Halkların Demokratik Kongresi’dir. “Taktik manevralar ve başarılar” ya da “eller ve ayaklar”: Ölüm Oruçları’dır. Neden böyledir? HDK ve ölüm oruçları arasında ne gibi bir bağlantı vardır? Ama bunu anlamak için, önce politik ve toplumsal olayları anlamak ve yorumlamak için, son derece önemli bir metodolojik bir sorunu ele almak ve bunu tarihten bir örnekle açıklamak gerekiyor. Gerçeğin özü ve akıl dışılığı, sadece gerçeğe bakarak anlaşılamaz. O ancak hayallerin ve olası başka gerçeklerin aynasında anlaşılabilir. Egemen sınıflar; bürokratlaşmış dar kafalar, sadece var olan gerçeğin ufku içinde sorunları tartışırlar ve çözümler ararlar; içinde yaşadıkları dünyanın dışında başka bir dünyayı tasavvur edemezler ve edilmesinden de rahatsız olurlar. Devrimciler ise, her zaman gerçeğe hayallerin aynasından bakarlar. Hayaller ise, geçmişte veya mümkün olan başka şimdilerdir. Tarihi ileriye bir gidiş olarak gören pozitivist ve ilerlemeci bakış, geçmişte bu günün akıl dışılığını ve saçmalığını anlamayı sağlayacak ölçütler görmez. Bütün büyük Marksistler ise, geçmişin komününde ve onun kalıntılarında bu günün eleştirisinin anahtarını bulurlar. Bu nedenle İbni Haldun’dan Marks’a; Engels’ten Kıvılcımlı’ya; Luxemburg’tan Benjamin’e bütün büyük devrimciler günümüze geçmişin aynasından da bakmışlardır ve o keskin eleştirilerini biraz da buna borçludurlar. Ve sadece geçmiş değil; olası başka tarihler de aynı işlevi görebilir. Çünkü, yaşanan tarih yaşanması zorunlu ve mümkün tek tarih değildir. Sosyalist hareketin tarihinden bir örnek verelim. Sık sık şöyle dendiğini işitiriz: “Stalin hatalar yapmış olabilir ama Alman Faşizmini yendi. Faşizm karşısındaki zaferi Stalin’e borçluyuz.” Bu akıl yürütmede, Faşizmin ortaya çıkışı ve zaferinden sonraki koşullar bir başlangıç noktası olarak alınmakta ve sonrası o tarihe göre değerlendirilmektedir. Ancak, faşizmin o zaferinin bizzat Stalinizmin bir sonucu olduğu; bu sonuçların birer nesnel koşul haline dönüştüğü unutulmaktadır. Aslında zafer gibi görünenin, Stalinizmin egemen olmadığı bir tarihe göre bir 95
yenilgi olduğu atlanmaktadır. Ne 20 milyon Sovyet yurttaşının ne de 50 milyon insanın ölümü olmadan da çok daha ileri ve elverişli bir noktada bulunuyor olabilirdi tarih 1945 yılının yazında. Bir an için, bir bürokratik karşı devrimin yaşanmadığını var sayalım. Birbiri ardınca yapılmış hatalardan oluşan 1927 Çin devrimi, 1926 İngiliz Grevleri; üretici güçlerin korkunç bir tahribatına yol açan 1929 Kolektifleştirmesi gibi hataları bir yana bırakalım. Sadece 1929 buhranı ve sonrasında; dünyanın en örgütlü ve bilinçli işçilerinin bulunduğu Almanya’da akıl almaz “Sınıf’a Karşı Sınıf” stratejisi denen, Sosyal demokratları “Sosyal Faşist” olarak niteleyen ve faşistlere karşı işçilerin birleşik bir cephesini kurmayı baltalayan politikalar izlenmeseydi, Almanya’da faşizm iktidar olamazdı. Hatta Kapitalizmin tarihindeki en büyük kriz bütün ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşecek bir sosyalist devrimin başlangıcı bile olabilirdi. Hadi bu olanağın hovardaca harcanıp, dünyanın en örgütlü ve kültive işçilerinin bir tek doğru dürüst direniş göstermeden faşizme teslim edilişini bir yana bırakalım. 1936’da İspanya Devrimi olduğunda, bu devrim bürokratik Sovyet devletinin çıkarlarına feda edilmese; Ulusal sorun ve Toprak sorunu; burjuvaziyi ürkütmemek için “Zaferden sonrasına” ertelenmese; bizzat zaferin bunların gerçekleşmesine bağlı olduğu görülse; İspanyol devrimcileri kurşuna dizilmese, İspanya’da kurulacak demokratik bir cumhuriyet bile, Hitlerin soluğunu keser ve Demokratik ve Sosyalist Hareketin yükselişine yeni bir güç verirdi. Haydi hepsini bir yana bırakalım. Sadece gelen istihbaratlar değerlendirilse; Birlikler biraz daha akıllıca mevzilendirilse ve alarma geçirilseydi ve kaz gibi avlanmasaydı bile Alman orduları o kadar kısa zamanda öyle büyük kazançlar sağlayamazlardı. Bunu o zamanın neredeyse bütün askerlerinin ve istihbaratçılarının anıları kanıtlıyor. O halde, bu verilen örnekte, Stalin’in zaferi gibi görünen şey, aslında bir yenilgide zaferdir. Eğer bu mantıkla gidilirse, bu günün kişi başına düşen gelir durumuna vs. barak Meşrutiyet’ten beri büyük işler yapıldığından söz edilebilir. Ama Ermenilerin ve Rumların kesilip sürülmediği bir Anadolu’da bugün nasıl bir zenginlik ve demokrasi olacağı göz önüne alınırsa, bugün İlerleme ve zafer gibi görünen her şeyin, aslında olası bir tarihe göre nasıl bir yenilgi ve gerileme olduğu daha iyi anlaşılabilir. Ya da daha yakın tarihten bir örnek verelim. Diyelim ki, Özal’ın kıytırık Kürt sorununu çözme planı gerçekleşseydi bile, bugün bu topraklarda yaşayan insanların bugün bulunacağı demokrasi ve refah seviyesi karşısında bugünkü durum aslında koca bir kayıp ve gerilemeden başka bir şey ifade etmez. O halde günümüzü anlamak için, ona hayallerin aynasından; olası başka tarihlerin aynasından bakmalıyız ki onların nasıl bir gerilemeyi; zafer gibi görünenlerin aslında nasıl bir yenilginin sonuçları olduğu daha iyi anlaşılabilsin. İşte bugünkü Ölüm Oruçları’nda durum tam da budur. Ölüm Oruçları, stratejik yanlışları ve onların sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelik korkun büyük fedakârlıklardır. Ölüm Oruçları, İkinci Dünya Savaşında ölen 20 milyon Sovyet yurttaşı; 50 milyon insandır. Aynı noktaya hatta çok daha ilerisine bütün bu korkunç acılar 96
olmadan da ulaşılabilirdi. Bunu mümkün görmeyen bir tarih, “gerçek olan aklidir” diyerek gerçeğin karşısında kölece bir boyun eğiş ve onu meşrulaştırmadır. Ama “Akli olan da gerçektir” ve devrimciler akli olanın gerçek oluşunu ve bu potansiyeli temsil ederler. Diyelim ki Ölüm Oruçları bir zaferle sonuçlandı. Onlarca, yüzlerce ölüm AKP iktidarını köşeye sıkıştırdı ve geri adım atmaya zorladı. Bu durumda bile, bu zafer Stalin’in Hitler karşısındaki zaferine benzer. Hâlbuki aynı noktaya hatta ondan çok daha elverişli bir noktaya, çok daha az acı ve fedakârlıklarla da; akıllıca bir strateji ve programla da gelinebilirdi ve gelinebilir. * Kürt hareketi içinde Öcalan yıllardır Türkleri de kapsayacak bir demokratik hareket yaratmak için proje üstüne proje üretir. Bu projeler bir yandan Kürt Burjuvazisi tarafından; diğer yandan Türk sosyalist örgütleri tarafından peş peşe sabote edilir; edilemezse içi boşaltılır. Kürt burjuvazisi, Kürt hareketi içinde, sanıldığından çok güçlüdür ve özellikle legal alandaki örgütlerde hareket içindeki gerçek gücüne göre çok daha güçlü ve etkili temsil edilir. Bunların Türkiye’de Demokratik bir hareket yaratma gibi bir sorunları yoktur. Bunların elbette kendi amaçları açısından müttefik olarak kullanabilecekleri demokrat Türk güçlerinin olmasından rahatsız olmazlar. Ama bunlar Kürtlerin dışında ve destekçi olarak varsalar iyidirler. Öcalan’ın aksine, bunlar için, demokratik bir cumhuriyet, sadece Türkiye için değil, bütün Orta Doğu için, bircik çözüm değil; uzun vadede kesin bir ayrılma ile sonuçlanacak tabii bina giderken de çok kanlı çatışmalara yol açacak bir ayrılma programının bir alternatifidir. Bunların alternatif olarak görüp, “olmazsa ayırılırız ha” diye bir tehdit unsuru olarak kullanılan demokratik Cumhuriyet; Öcalan’da biricik çıkış yoludur. Bu çok temel bir farktır: Öcalan’ın temel tezi veya Öcalan’ın temsil ettiği, Kürt hareketindeki pleplerin ve kadınların programı, Bunların alternatif olarak sunduğunun hiçbir zaman bir alternatifinin olamadığı ve olamayacağıdır. Bu nedenle Öcalan, durmaksızın, Türkiye’nin demokratik güçlerini örgütlemek, bir demokratik hareket yaratmak için projeler üstüne projeler üretir. İlk gidebilecekleri de Türkiye’nin sosyalistlerinden başkası değildir. Buna karşılık Kürt Burjuvazisi, esas müttefiklerini liberallerde görür. Öcalan’ın önerileri, Çatı Partisi, Blok, HDK vs., onlar için dostlar alışverişte görsün türünden işlerdir ve bunları sürekli olarak her düzeyde olmamışa çevirirler içini boşaltırlar. Böyle düşünmeyenler de, bu davranışlar karşısında, Türkiye’de bir demokratik hareket olmadığı için direnemez; ya da direncini ancak çok dolaylı biçimlerde açığa vurur. Böylece Kürt Hareketine, bir yanda Öcalan ve KCK’nın damgasını vurduğu demokratik bir program egemen gibi görünür; söylem düzeyinde hep bu görünür; ama fiiliyatta Kürt burjuvazisinin içini boşalttığı bir uygulama ve taktikler bütünü vardır. Bunu görmek için, IMC TV’nin ya da Özgür Gündem veya Özgür Politika’nın programlarına ve sayfalarına bakmak yeter. Bir yığın liberal hatta ulusalcı oralarda baş köşeleri doldururken 97
doğru dürüst bir demokrat yok denecek kadar azdır. Oralarda sadece Türk demokratların değil; Kürtlerin içindeki demokratların da sesi soluğu çıkmaz. Ama Kürt burjuvazisinin bu muazzam etkisinin en büyük müsebbibi Türk sosyalist örgütleridir. Onlar aslında Kürt burjuvazisiyle aynı gerici milliyetçilik anlayışındadırlar. Programlarını ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı değil; Kürtlüğün tanınması noktasından oluştururlar ve Kürt burjuvazisiyle aynı gerici milliyetçiliğe dayanırlar Öcalan’ın demokratik bir ulus oluşturma deneme ve girişimleri karşısında. Ama sorun sadece bu ideolojik ve programatik ortaklık değildir. Onların küçük birer örgüt olarak varlıklarını sürdürmeleri de bugünkü ilişkilerin ve bölünmelerin olduğu gibi sürmesine bağlıdır. Türkiye’de oluşabilecek gerçek bir demokratik hareket hem bu küçük örgütlerin sonunu getirir. Bu nedenle, demokratik bir kitle hareketinin oluşmasından ölümü görmüşçesine korkarlar. Kürt burjuvazisi de Türkiye’de bir demokratik hareket oluştuğu takdirde, Kürt hareketinin plebiyen kanadının daha güçlü bir pozisyon alıp kendisine karşı daha açıktan karşı durup kendisinin etkisini iyice sırlayacağını bildiğinden, böyle bir demokratik hareketten ve onun oluşumundan ölümü örmüşçesine korkar. Böylece Kürt burjuvazisinin sınıfsal eğilim ve çıkarlarıyla; küçük veya büyük Türk sosyalist örgütlerinin bir örgüt olarak varlıklarını koruma ve sürdürme eğilimleri tencere ve kapağı gibi birbirine uyar. Böylece Kürt hareketi ile ittifak yapan sol ve sosyalist örgütleri ile Kürt Burjuvazisi arasında, aslında kayıkçı dövüşünden başka bir şey olmayan ama birbirlerinin varlığına haklılık kazandıran zımni bir işbirliği vardır. Bu zımni işbirliği ve açmaz kırılmadıkça, Türkiye’de bir demokratik hareketin yaratılması ve Kürt hareketinin Plebiyen ve demokratik kanadının da Kürt Burjuvazisinin elinde rehine olmaktan kurtulması mümkün değildir. Olaylara bu sınıf ilişkileri ve mücadelesi açısından bakmadıkça olan bitenin ne olduğunu anlamının hiçbir olanağı yoktur. Ve Türk sosyalist örgütlerinin ve Kürt burjuvazisinin bütün derdi de böyle bir bakış açısının ve problem koyuşunun varlığını bile gözlerden ve gönüllerden uzak tutmak; tümüyle tartışma ve gündem dışı bırakmaktır. İşte HDK, Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi arasındaki bu zımni işbirliğinin ve demokratik bir programı ve bakışı gözlerden uzak tutmanın; demokratik bir hareketin oluşmasına karşı mücadelenin bir aracından başka bir şey değildir. Öcalan’ın önerisi olan Kongre fikri, Öcalan’ın stratejisine karşı bir Kürt burjuvazisi ve Türk sosyalist örgütlerinin ortaklaşa kullandığı bir silaha dönmüştür. Burada okuyucuya şunu belirtmek durumundayız. Abdullah Öcalan’ın savunduğu programın Türkler arasında karşılığı olabilecek programı, stratejiyi ve taktikleri yıllardır sadece biz savunmaktayız Türkiye Sosyalistleri arasında ve o sosyalistlere karşı Bu programı, bu stratejiyi her adımda ortaya koyduk ve savunduk. Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi, psikolojik savaş yöntemleri dahil (kişisel düzeyde hakkımızda söylenenler, deli olduğumuzdan, müzmin muhalifliğimize kadar bin bir biçimde sözler örneğin) bürokratik ve 98
idari araçlarla engellediler ve sesimizi her durumda kısıp; gündemden, gözlerden ve bilinçlerden uzak tutmayı başardılar. Sadece bir ikisini hatırlatalım. 2008 Yılında Bilgi Üniversitesi’nde o zamanlar Çatı Partisi için bir araya gelinmişti, yine Abdullah Öcalan’ın bastırmasıyla. Orada o zamanlar bugünkünden çok farklı bir çizgide bulunan diğer Türk sosyalist örgütlerinden bir farkı bulunmayan ve onlarla ilişkilerine göre davranan Ertuğrul Kürkçü Kürt burjuvazisinin gökte aradığını yerde sunmuştu. (O zamanlar Kürkçü, Kürtlere “Emeğin dili” öğretmekten söz ediyordu; şimdi Kürtlerden “Demokrasinin dili”ni öğreniyor; o zamanlar “etnik temelli” siyasete karşı çıkıp “Sınıf temelli” siyaset diyordu; şimdi her konuşmasına çeşitli “etni”lerin dillerinde selamlamakla başlıyor. Aslında şimdi sözde değil ama gerçekte “sınıf temelli” siyaset yapmış oluyor. Sadece bunlar bile Ertuğrul Kürkçü’deki olumlu ve büyük dönüşümü gösterir. Biz bunu selamlıyoruz.) Biz o Kongre’de tüm Kongre delegelerine, Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu’nu “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” adlı kitapla birlikte dağıttık. Ne Türk sosyalist örgütleri, ne de Kürt burjuvazisi bu demokratik ulusçuluğu savunan gerçek bir Demokratik Cumhuriyet için İşçi ve Sosyalist hareketin 150 yıllık mücadelesinin derslerinden süzülmüş bu programın adını bile anmadılar. Demokratik bir hareket oluşturma denemesi daha ilk adımda havaya uçtu Bilgi Üniversitesi’nde. Fiyaskoyla biten o toplantıdan sonra bu ölü doğmuş bebeği yaşatma çabalarının adı Demokrasi İçin Birlik Hareketi gibi kallavi adlar alan girişimlere dönüştü. Program işleri komisyonlara havale edildi. Program önerimizin, “böyle bir öneri de vardır” diye olsun adı bile anılmadı. Bütün yapılanlar böyle bir program önerisinin varlığını gizlemek, gündeme almamak ve tartıştırmama üzerinden yapıldı. DBH’nın Ankara’da yapılan kongresinde resmen zorla gündem önermemiz bile engellendi. En son HDK 1. Kongresi’nde yazdığımız yazılarda uzun uzun anlattığımız gibi yine engellendi. Bütün bu rezaletleri de hiç olmamış, yokmuş ve yazılmamış gibi görmezden geldiler. Şunu anlamıyorlar, bize yapılan bunlar atlanamaz; hatalar sizden hızlı koşarlar; imerde karşınıza çıkarlar. Ermeni katliamı sanki unutulmuş gibiydi. Ne oldu. Şimdi aşılmaz bir engel; ve yapılmazsa ileriye bir adım gidilemeyecek bir devasa hesaplaşma olarak ortada duruyor. Bize yapılanlar tıpkı Ermenilerin katledilmesi gibidir. Onlardan kaçılamaz. Oralara dönüp hesaplaşmaya girilmeden bir adım bile atılamaz. Ve işte hala Türk sosyalistleri ile Kürt burjuvazisi oyun oynamaya devam ediyorlar. Türkiye’de bir demokratik hareket oluşmasını iş ve güç birliğiyle engelliyorlar. Bütün bağımsız gelenleri kaçırdılar; kalanlar, hasbel kader, gidecek başka yer yok diye oradalar. Yapılanları apaçık yazdığımız halde bir tek kişi bile bunu HDK’nın gündemine alıp tartışılmasını istemiş değil. Daha ilk kuruluş kongresinde böylesine bir haksızlığı kedi pisliği örterce örten bir örgütten hiçbir hayır çıkmaz ve çıkmayacaktır. HDK da, dostlar alışverişte görsün örgütüdür. HDP adlı bir Seçim partisi olmayı ve kurmayı bile kabullenerek zaten filen kendisi de bu işlevini zımnen onaylamış bulunmaktadır. Türkiye’de demokratik bir kitle 99
hareketi örgütlemek gibi bir amacı olan bir birlik böyle bir “seçim partisi” kişiliksizliğine baştan karşı çıkadı. Gerçi ölü gözünden yaş beklemektir, ne Kürt burjuvazisinin ne de Türk sosyalist örgütlerinin aşağıdaki önerilerimizi gündeme alıp gerçekleştirmeleri ve kendi iplerini çekmeleri beklenemez ama, biz bir kere daha HDK’nın canlanması için önerilerimizi sunalım.
Örgütsel Olarak Acil yapılması Gerekenler 1) Başlangıçta, tulumbaya koyulacak bir maşrapa su olarak Türk sosyalist örgütleriyle, örgütler olarak bir araya gelmek anlaşılabilirdi belki. Ama ilk kongreden sonra, örgütsel tüm temsillerin ortadan kaldırılması, katılımın sadece birey bazında olması gerekmekteydi ve gerekmektedir. Örgüt denen urlar kesilip atılmadan HDK bağımsız ve sağlıklı bir organizmaya dönüşemez. Örgütler varlıklarını elbette koruyabilirlier; elbette HDK politikası ve yönetiminde daha büyük ağırlıkla temsil edilmek için mücadele edebilirler. Ama buna örgütsel temsiller aracığıyla değil; üyelerini birey olarak HDK’ya üye yaparak onların nicelikleri ve çalışmaları ölçüsünde olabilir ve olmalıdır. Bu aynen BDP için de geçerli olmalıdır. BDP de HDK içinde, HDK’ya üye olan bireylerinin ağırlığı ve etkisi ölçüsünde belirleyici olabilir ve olmalıdır. 2) Bu ilk adım atıldığında, Türklerin ve Kürtlerin ayrılmışlığının yerini, Kürt veya Türk, aynı örgütteki insanların başka programatik, stratejik taktik kriterlere göre; örneğin demokratik bir programı savunmak veya savunmamaya göre ayrılmalarının yolu açılmış olur. Yani bugünkü bölünmelerle bölünülmüş olur. Bu demokratik bir hareketin olmazsa olmaz koşuludur. 3) Sadece bireysel üyeliğin mümkün olması, katılım ve demokratik bir yarışmacılığı besler. Böylece taşlaşmış örgütlerden uzak duran ve aslında en sağlıklı olan unsurların tekrar aktifleşmesi ve örgütsel hayata damgalarını vurması gerçekleşir. Ayrıca bunun bir yan ürünü de, örgütlerin kabuklarının kırılması, başka örgütlerden veya bağımsızlarla bir arada iş yapmaya başlayan örgüt militanlarının kabızlıklarının azalması, kendi dar kafalı örgütlerini de sorgulamaya başlaması gibi bir yan etkisi de olur 4) HDK’nın tüm Türkiye’deki bütün birimleri ve bir bütün olarak tümü, İnternette, tartışma ve haberleşmelerini tüm üyelerinin dahil olduğu bir tek mail gruplarında yapmalı ve bu grup örgüt üyesi olmayan herkes tarafından izlenebilmeli ve okunabilmelidir. Böylece her üye tüm örgütün bütününe ulaşma ve onları görüşüne kazanma olanağına sahip olur. Ayrıca bu sayede her üye, örgütün bütününün gücü faaliyeti, yaptıkları ve yamadıkları hakkında doğrudan bilgi sahibi olur. Bizzat bu tür bir açıklık ve demokratik ortam yepyeni enerjilerin harekete geçmesine; bütün bürokratik yapıların yıkılmasına da yol açar. Türkiye’de yepyeni bir demokrasi kültürünün gelişmesine vesile olur. (Bu yönde Almanya’daki Korsanlar Partisi örnektir ve onun kullandığı bilgisayar programı da kullanılabilir.)
100
Taktik Olarak Acil yapılması Gerekenler 1) Ateşkes, sınırsız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğüne bağlı olarak savunulmalıdır. Bir tek kanun maddesiyle, fikir, örgütlenme ve gösteri özgürlüklerini kısıtlayan bütün yasalar, yönetmelikler iptal edilmelidir. Böylesine tam bir özgürlük, zaten bütün siyasi hükümlülerin ve davaların dışarı çıkması anlamına gelir. Herkesin her şeyi savunabildiği ve bunun için birlikler kurabildiği bir ülkede, silaha başvurmak anlamsız olacağından, PKK’nın derhal ateş kesip sınır dışına çıkması buna bağlı olarak savunulur. Böylece Ateşkes ve barış, demokrasiye bağlanır.
Programatik ve Stratejik Olarak Yapılması Gerekenler
1) Bugünkü program derhal kaldırılmalıdır. Kürtlüğün ya da Aleviliğin veya başka dinsel, etnik, dilsel kimliklerin tanınması yerine; bugünkü ulusu belirleyen dinsel, etnik, dilsel vs. tanımların kaldırılması temel program olmalıdır. Yani ulusun Türklükle ve Sünni İslam’la tanınmasına son verilmesi. Bunun için son derece net açık ve somut tedbirler. Herkese anadilinde eğitim hakkı. Ama herkesin ana dilinde, aynı Tarih kitabını okuması. Bu kitabın tüm dillerden, dinlerden, etnilerden bir kurulca yazılması. Bu tarih kitabı fiiliyatta ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih kitabı olur. 2) Buna bağlı olarak, tüm düzeylerde her türlü idari birimin seçimle gelmiş organ ve yöneticilerde olması; merkezi idarenin atadığı memurlara son verilmesi. 3) Bütün dikkat ve vuruş bu iki maddelik acil programa yöneltilmelidir. Bu Türk ve Kürtleri birleştirebilecek; demokratları ve demokrat olmayanları ayrıştırabilecek biricik programdır Bir demokratik hareket oluşturulması için, ilk planda ve acil olarak yapılması gerekenler bunlardır. Eğer bunlar 2008’deki Çatı Partisi Toplantısı’nda yapılsalardı… Haydi o zaman olmadı diyelim, daha sonraki Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin Ankara Kongresi’nde yapılsalardı… Haydi o zaman olmadı diyelim, geçen seneki HDK kongresinde yapılsalardı, bugün Türkiye’de Türkler arasında da hızla gelişen kitlesel bir demokratik hareket yaratılmış olurdu. Böylesine güçlü bir hareketin olduğu bir ülkede, şimdilerde ölüm oruçlarında geri dönüş sınırlarını aşan mahkumlar içerde olmazdı; içerde olsalar bile Kürt burjuvazinin etkisini kırmak için açlık grevine girip, bu stratejik yanlışları taktik manevralar ve büyük fedakarlıklarla gidermeyi denemek zorunda kalmazlardı. Bu ölüm oruçları aynı zamanda, Kürt Özgürlük hareket içindeki sınıf mücadelesinin bir görünümüdür ve pleplerin, AKP’nin kendilerini tutuklayarak önünü açtığı Kürt Burjuvazisinin etkisini sınırlama; mücadelenin öncülüğünü onlardan tekrar geri alma girişimidir. Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi, dayanışma gösterileriyle, aslında stratejik bir yanlışı taktik manevralarla düzeltme çabalarından başka bir şey yapmamaktadır. 101
Açlık grevleriyle dayanışma; HDK’ya bu program, strateji, taktik ve örgüt biçimlerini kabul ettirmekle olur. Bunlar karşısında susup, bunları gündeme almayıp şurada veya burada yapılacak dayanışma girişim ve gösterilerinden başka gündem bilmemek, aslında dostlar alışverişte görsün kurnazlığından başka bir şey değildir. Elbet bunlar yapılacaktır. Ama bunlar taktik çabalardır, stratejik bir yanlışı gideremezler. Yapılması gereken stratejik yanlışa son vermek; akılsız başı kesmektir. Her kim ki, bunu görev olarak ortaya koymadan, şurada veya burada yapılacak dayanışma girişimlerini buna alternatif bir pratik militanlık olarak sergilemektedir, aslında dayanışır gibi yaparak yeni ölümlerin yolunu açmaktadır. Bakın bugünkü HDK kongresinin gündemine. Program akışını gündem diye yutturan, sözde günün acil sorunu olan ölüm oruçlarını tartışan, ama gerçek sorunlardan kaçısın ve onların örtüsü olan dostlar alışverişte görsün toplantısından başka bir şey değildir. Bu yukarıda önerdiğimiz konuları gündeme alıp tartışmayan ve bu değişiklikleri yapmayan bir HDK bir dostlar alışverişte görsün örgütü olmaktan başka bir şey olamaz ve değildir. 10 Kasım 2012 Cumartesi Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com
102
103