Demir Küçükaydın İsmet Demir Üzerine Üç Yazı Yayınları 1
İsmet Demir Üzerine Üç Yazı Demir Küçükaydın (İkinci Baskı – 8 Mart 2013)
Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde yayınlanmıştır.
Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
2
İçindekiler
Sunuş
4
İzmir Aliağa’da İşçi Olaylarının Nedeni
5
İsmet Demir’in Anılar-Deneyler’ine Önsöz
11
“Yalınayak İsmet”
18
3
Sunuş Konusu İsmet Demir ve İnşaat İşçileri olan bu üç yazı, aynı konunun üç ayrı dönemde ele alınışıdır. Bu yazılar aslında aynı olayı ele alışımızdaki evrimin birer belgesi ve örneği olarak görülebilir. İlk yazıda daha ziyade bütünüyle teknik düzeyde denebilecek, örgütlenmeye ilişkin bir ağırlıkla konu ele alınmaktadır. İkinci yazıda daha ziyade Türkiye’deki politik mücadele içinde, İşçilerin yeniden eğitimi ve işçi hareketinin evrimi ve sorunları bağlamında konu ele alınır. Üçüncü yazıda ise daha ziyade işçi hareketinin çok daha genel ve temel sorunları ele alınmakta ve İsmet Demir bu bağlamda değerlendirilmektedir. Bu nedenle bu yazılar kendi teorik evrimimizin belli bir döneminin somut örnekleri olarak da görülebilir. İsmet Demir ile ilgili olar hazırladığımız bir armağan kitabı vesilesiyle bu yazılarımızı ilk defa bir araya getirebildik ve elinizdeki derlemeyi yaptık. Demir Küçükaydın 29 Ağustos 2012 Çarşamba
4
İzmir Aliağa’da İşçi Olaylarının Nedeni Son aylarda Aliağa'da meydana gelen işçi olayları, hakim sınıflar tarafından devrimcilerden çok daha iyi değerlendirilmiştir. Devrimcilerin gazetelerinde olaylar basit bir işçi-patron çelişkisi olarak yüzeyselleştirilmiştir. Basit bir ekonomik mücadele gibi görünen grev, direniş, Necmettin'in öldürülüşü gibi seri olayların zaman içinde nasıl önem kazandığı Finans Kapital'in ücret ve sendikalar politikasıyla çelişkileri, Türkiye İşçi Sınıfı mücadelesindeki yeri, bilhassa özel olarak inşaat işçilerinin teşkilâtlanmasındaki önemi gözden kaçırılmıştır. Bunun bir nedeni de: son zamanlarda strateji tartışmalarının hayattan ve yaratıcılıktan uzak bir durgunluğa erişi, bir takım sloganların tekrarı ile dertlerimizin halledileceği zannının yerleşmesidir. Türkiye de yarım milyona yakın inşaat işçisi vardır. Bu sayı yaz aylarında artar, kış aylarında azalır. Türkiye halkının teşkilâtlanması meselesinde toplumun bütün sınıf, tabaka ve zümreleri hakkında sosyalistlerin özel bir bilgi ve deneye ihtiyaçları olduğu gün geçtikçe daha bir berraklıkla açığa çıkmaktadır. Bu bakımdan inşaat işçilerinin kendilerine has bazı özelliklerinden söz etmek; ileride bu alanda çalışacak sosyalistlere bir anahtar olması bakımından yararlı olabilir. Yarım milyona yaklaşan inşaat işçileri, kendi aralarında birtakım farklılıklar gösterirler. Her gün etrafımızda gördüğümüz ve apartman, yol, kanalizasyon inşaatlarında çalışanlar inşaat işçilerinin en kalabalık kesimini teşkil ederler. Kalifiye olmayan işçiler (ameleler) geçici olup topraksız ve az topraklı köylü tabakalarından kopup gelirler. Ürünlerin kaldırılacağı zaman köylere dönerler. Kalifiye olanlar (marangoz, demirci, duvarcı ustası) ise çok kez taşeron durumunda bulunduklarından bir yanlarıyla işverendirler. İnşaat işçileri ortalama 20-30 kişilik işyerlerinde çalıştıkları, sürekli işçi olmadıkları, kalifiye olanların işveren olmaları nedeniyle; işçi sınıfımızın en az teşkilâtlanmış hatta hiç teşkilâtlanmamış bölümüdür. Günde en az 10 saat çalışırlar, pazar, bayram, fazla mesai, sigorta, çocuk zammı vs. gibi hiçbir hakları yoktur. İşsiz kalma tehlikesi inşaat işçisinin başında sallanır durur. İnsan pazarlarında binlerce işsiz, müteahhit ya da taşeronların kurbanlık koç gibi etlerini butlarını sıkıp, dolgun güçlü kuvvetli bulduğunu seçmesini bekler. Bunun yanı sıra işverenler sınıf sezgileri ile işçinin önüne pek çok engeller koymuşlardır. Taşeronlar, işçi olarak, çok kez kendi hemşerisini, akrabasını ya da aşiretten olanı alır. İşçi, işverenle hiçbir zaman karşı karşıya gelmez. İşçi olarak taşeronun kendi hemşerisini seçmesi: onu işçinin gözünde (koruyucu) durumuna yükseltir. Bütün bunlar inşaat işçisini teşkilâtlamanın, sınıf bilinci uyandırmanın en zor yanlarıdır. Fakat her gün karşılaşılan binlerce baskı, zulüm, haksızlık; işçileri hemşeri grupları biçiminde ilkel bir dayanışmaya itmiştir. Bu durum onların teşkilatlanmasında önemli bir kolaylıktır. Biz -yazımızın esas konusu- Aliağa'daki hareketleri yapan inşaat işçilerine daha yakından
5
bakmaya çalışalım. İnşaat işçilerinin ikinci kısmını meydana getiren; rafineri, baraj, köprü gibi büyük tesis ve fabrikaların inşaatlarında çalışanlar kendi deyimleriyle "şirketçiler" vardır. Türkiye'de bugün 50.000 kişilik bir kadrodurlar. 3-4 bin kişilik işyerlerinde toplu halde çalışırlar, köyden gelmişlerdir, fakat genellikle köyle ekonomik bağları kopmuştur. Çoğunluğu kalifiye işçiler oluşturur. İşte Aliağa olaylarını, inşaat işçilerin bu kesimi meydana getirmiştir. “Şirketçiler” çoğunlukla Tunceli, Elâzığ, Maraş, Mardin, Adana, İskenderun, Erzurum, Kars, Ordu, Sivas, Kırşehir, Kayseri gibi illerin köylerinden çıkarlar. Çoğunluk aşiret ilişkilerinin hakim olduğu bölgelerden gelir, beraberlerinde ilkel sosyalizmin gelenek ve göreneklerinin kalıntılarını getirirler. Bu aşiret bağları onların "gurbette"ki işçilik hayatlarında dayanışmalarını sağlar; bu da kapitalizmin sömürüsü, pahalılık ve işsizlik karşısında çok ilkel bir örgütlenme biçimi alır. Sendikal teşkilâtlanma geliştikçe aralarında bu toplumsal ilişkiler parçalanır, "dede"lerin, "seyit'lerin, "soyu ulu" ların yerini "medeni cesaret sahibi" ileri işçiler almaya başlar. Kapitalist ilişkiler işçileri sendikalarda teşkilâtlanmaya zorlarken eski ilkel sosyalizm kalıntısı kan bağına dayanan teşkilâtlanmaları paçavraya çevirir. İlkel sosyalizm kalıntısı kan ilişkilerine dayanan örgütlenme, işçilerin işsiz ve aç kaldıkları zaman lümpenleşmelerini bir dereceye kadar önler. Bazı bölgelerden gelenlerde lümpen-proleter yanların ağır basması ancak böyle açıklanabilir. Kapitalizm bunların geldiği bölgelerde ilkel sosyalizm kalıntısı ilişkileri parçalamış, ortaya çıkan yeni ilişkilere göre bir örgütlenme olmadığından gurbete çıkan işçiyi "teşkilât bakımından derisi yüzülmüş bir kızıl et gibi her mikrobun, her virüsün, her illetin saldırısına açık" bir hale getirmiştir. “Şirketçiler” Türkiye'de Finans-Kapital'in hakimiyetini pekiştirmesiyle birlikte 1947 yıllarında ortaya çıkmıştır. Toplu halde bulunuş, aşırı sömürü onları sendikal teşkilâtlanmaya zorlamış, grev ve lokavt kanununun çıkmadığı zamanlarda bir seri grevler olmuş, işverenlerden bir takım tavizler koparılmıştır. Hirfanlı, Demirköpü, Sarıyar, Keban barajları, Mersin Rafinerisi, Ereğli Demir-Çelik, Çiğli, Pirinçlik ve İncirlik Havaalanı inşaatlarında bir seri kendiliğinden gelme teşkilâtlanmalar ve hareketlenmeler olmuştur. Sendikalar- kanunu ile birlikte CIA Ajanı gangster sendikacılar piyasaya sürülmüş, şirketçilerin yıllardan beri gelen örgütlenme tecrübesi kontrol altına alınmıştır. Bir ara gerçek bir sendika Boru-Hattı, Kadıncık Barajı, Küçük Çekmece Santral inşaatlarında işçileri teşkilâtlanmayı başarmış, büyüt grevler, işçi direnişleri olmuş, fakat devrimci paravanası ardında gizlenmiş kariyeristler, ajanlar sendikanın bütün mali imkânlarını yok etmeyi becermişlerdi. Bugün Aliağa'daki sendika ve onun etrafında teşkilâtlanmış işçiler 1947'den beri gelen bu tecrübelerin ürünüdürler. Şirket işçileri bugün hâlâ sarı sendika çemberini kıramamıştır. Fakat en yakın zamanda CIA ajanları sökülüp atılacaktır. Şimdi konuyu biraz daha derleyip toparlayabilmek için bir sıra olayları inceleyelim. 1965-66-67 yıllarında şirket işçileri büyük bir atılım yaparlar. CIA ajanlarının kontrolündeki "Yapı-İş" sendikasından ayrılıp, işverenlerin ve devletin çeşitli baskılarına rağmen "YİS" Yapı 6
İşçileri Sendikası'nda teşkilâtlanırlar. Küçükçekmece'de, Boru-Hattı'ndaki işçiler günlerce süren grevlerle sözleşmeler imzalamayı başarırlar. Yıl 1966-67'dır. Sözleşmelerin özelliğine dikkat etmek gerekir. Vasıfsız işçinin saat ücreti 350 kuruş. Kaynakçının saat ücreti 11.00 kuruştur. Bunun yanı sıra, diğer işkollarında daha yeni yeni ortaya atılan yolda geçen zaman ücreti de alınmıştır. Bu şartlardaki sözleşmeler Finans Kapitalin ücret politikasını altüst etmiştir. İçinden ve dışından bu sendikaya karşı ajanları vasıtasıyla saldırıya geçerler. Çeşitli oyunlarla; YİS'in adını kullanıp başka sendikalara üye kayıt ederek, YİS'in toplu sözleşme yaptığı yerlerden gelen işçileri işe almayarak, YİS'in militanlığını yapan fakat sınıf bilincine ulaşmamış işçileri satın alarak, yahut baskı yaparak, içinden bir darbe vurarak, YİS'i kadrosuz ve maddi imkânlardan yoksun bıraktılar. Bu sendika niye bu kadar saldırılara hedef oldu? Birinci sebep: işçilerin tuttuğu bir yönetici, bilimsel sosyalizme inanmış; inşaat işçisi içinde "suda balık olmayı" başarmış bir işçi lideridir. Bu sebebin sonucu olan ikinci sebep: 1969'da ilân edilen ve halen yürürlükte olan devletin asgari ücret politikası izmir'de 18.50'dir. 1966 yılında saat ücretine 350 kuruş, 8 saatte 28.00 liradır, işte devletin 1970 yılında işçilere verdiği, işte işçilerin 1966'da aldığı ücret arada 4 sene ve 950 kuruş fark var. YİS'in ekarte edilmesine rağmen devlet şirket işçilerine diğer işkollarından daha değişik bir ücret politikası tanımak zorunda kalmıştır. Şirket işçileriyle ilk karşılaşan; işçi meselelerine ilgi duyan şahısların, şirket işçileri ücretlerinin diğerlerine nispetle yüksekliği karşısında şaşırması boşuna değildir. Sarı sendikalar da devletin kabul zorunda kaldığı bu ücret politikasının uygulayıcısı olmuşlardır. Bu arada Finans Kapital boş durmamış, işçiyi örgütlenmeden soğutmak için çeşitli oyunlara, provokasyonlara girmiştir. Örneğin Keban'da işçiler sarı sendika vasıtasıyla kışın greve itilmiş, sendika hâkim sınıflara açıklar vermiş, sonunda 1500 işçi atılmıştır. Bu tip oyunlar çeşitli işyerlerinde uygulanmış, çok güçlü bir polis örgütü kurulmuş, işçi terör altında yıldırılmaya çalışılmıştır. Sarı sendikaların kontrolü altında geçen 3 yıl sonunda YİS izmir Aliağa'da teşkilâtlanmaya girmiştir, işveren Finans Kapital'dir. Hollanda, İngiliz, Amerikan ve yerli TPAO (devlet) sermayesinin ortaklığıdır. Keban'da kıyıma uğrayan 1500 işçinin önemli bir kısmı Aliağa'ya iş aramaya gelmiştir. Teşkilâtlanmadan soğutulmuş bu işçileri tekrar teşkilatlamak önemli bir zorluktur. Fakat bütün bunlara rağmen, zorlaşan hayat şartları, işçiyi YİS altında teşkilatlanmaya zorlamış, belki de Türkiye'de ilk kez bir işyerinde işçi daha işe başlamadan bir ay önce bir sendikada teşkilâtlanmayı başarmıştı. Sarı sendikalar, işveren polis ellerindeki hudutsuz imkânlarla faaliyete girmekte gecikmedi. Aylardan beri kapı önünde bekleşen; açlık ve borç içindeki, gecelerini kahvelerde sandalye üzerinde yatarak geçiren işçiyi para ile üye kayıt etmeye çalıştı. İşverenden işçilerin isim listelerini alarak sahte üye kayıt fişleri düzenledi. YİS üyesi işçiler işe alınmadı. Fakat bütün bunlara rağmen işçinin çoğunluğunu sağlayamadılar. Fakat sonunda sahte üye fişleri ile yetkiyi aldılar. İmzalanan sözleşmede 4 sene önce alınan haklar bile yoktu. Vasıfsız işçinin 7
saat ücreti 375 kuruştu (4 sene önce 350 kuruş alınmıştı) ve sosyal haklar eskiye nispetle çok düşüktü, yolda geçen zaman yok idi. YİS bunun üzerine gene aynı yerde, başka bir müteahhidin tank temel ve montajında teşkilâtlanmaya girdi. Buradaki olaylara geçmeden önce, başka oyunlara göz atalım. Mayıs ayında gazetelerde küçük bir haber yer alıyordu. AET (Uluslararası Finans-Kapital teşkilâtı) Türkiye'ye yardım(!) vermek için "işçi ücretlerinin dondurulması ve devalüasyon yapılması" şartlarını ileri sürüyordu, işçi ücretlerini dondurmak nasıl olacaktı? Devalüasyonun hemen ardından gelecek pahalılık ve enflasyon yoluyla para'nın satın alma değeri düşecek, işçi ücretleri değişmeyecek. İşçiler sarı sendikalara hapsedilecek, böylece Finans Kapitalin uygun gördüğü (SİBOP) ücret artışları olacaktır. Uygulamaya girmekte gecikmediler. Daha haberin mürekkebi kurumadan yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi kanunları Meclise verildi. Emperyalistlerden yardım alan vatan hainleri kanuna karşı çıkan işçi sınıfını kurşun yağmuru altında durdurabildi. Ok yaydan çıktı. İşçi liderleri işkencelere uğratılıyor, fabrikalarda polis teşkilâtları kuruluyordu İstanbul ve İzmit'te baskı işçi hareketlerini durdurmuş, işçilerin sesi duyulmaz olmuştu. İşte Aliağa'daki olaylar bu politik ortam içinde ortaya çıktı. Finans Kapital iki açıdan 500 işçinin üzerine bütün ağırlığı ile çöktü: 1) İşçileri sarı sendikalara mahpus edecek kanuna uygulamada geçerlik sağlamak. 2) 1966'dan beri uygulanmak zorunda kalınan ücret politikasını devam ettirmek. İşçi direnişleri bu ortam içinde ortaya çıktı. İşçilerin teşkilâtlandığı YİS'e karşı tecrübesiz işveren, tecrübeli polisin "YİS'in girmesini ne olursa olsun engelleyeceksiniz: aksi takdirde şirketler allak bullak olur" yollu akıl vermeleriyle, sarı bir sendika ile gizli bir sözleşme imzaladı. Sözleşme o kadar sarı idi ki saat ücretlerine 25 kuruş zam ve 100 kuruş yemek parasından başka bir şey ihtiva etmiyordu. Kaldı ki bu sözleşme de uygulanmıyordu. Zaten sözleşme YİS'in önüne hukuki engeller çıkarmak amacıyla yapılmıştı. Çalışma Bakanlığı, polis ve bütünüyle devlet cihazı işçilere karşı elinden geleni ardına koymuyordu. Mahkeme uzatılıyor, işçilerde yılgınlık ve parçalanma yaratılmak isteniyordu. Sonunda bıçak kemiğe dayandı. İşçiler direnişe geçti. Hedef: Kendi sendikalarını kabul ettirmek idi. Jandarma ve polisin baskısı karşısında tekrar işbaşı yapmak zorunda kaldılar. Fakat Çalışma Bakanlığı vasıtasıyla bir taviz verildi. Sözleşme müzakerelerine yer ve gün gösterildi. İşveren gelmeyince, greve gidildi. Grevi engellemeleri lâzımdı, engellemek yetmez, işçilerin sendikasına bir gözdağı verilmeliydi. Grev başladıktan 25 dakika sonra eski bir MİT ajanı olduğu söylenen şoför, Finans Kapitalin doldurduğu silahla Türkiye'nin belki de tek sosyalist sendikasının başkanı Necmettin Giritlioğlu'nu tek mermi ile, profesyonel bir soğukkanlılıkla öldürdü. İki gün sonra da mahkeme grevi durdurdu. İşçiler tekrar işbaşı yaptı, fakat üretim durdurularak ya da yavaşlatılarak yeni direnişler yapılmaya devam edildi. İşçinin bu kararlı tutumu karşısında hakim sınıflar geri çekilmek zorunda kaldı. YİS işyerinde işçilerin teşkilâtı olarak kabul edildi.
8
Sözleşme müzakerelerinde şu durum açık açık ortaya çıkıyordu: Rafineri inşaatının ana kısmını yapan Badger Turkey şirketinde çalışan işçinin saat ücreti yukarıda da belirtildiği gibi 375 kuruştu. İşverenlerin en çok korktuğu şey işçi hareketinin buraya sıçramasıydı.. Hazırlanan plân gereğince işveren 375 kuruşluk bir teklifle çıkıyordu. Bu onun 25 kuruşluk bir "taviz" vererek 400 kuruşu kabul edeceği manasını taşıyordu. Bu işverenin değil Finans Kapitalin tavizi idi. Çünkü devalüasyondan sonra ortaya çıkan zamlar ve hayat pahalılığının yaratacağı memnuniyetsizliğe karşı 25 kuruşluk bir sibop bulduğu düşüncesindeydi. Türkİş'in yaptığı gürültülü sözleşmelerle bu politika uygulanmaya başlanmıştı bile. Diğer 3000 işçiye hareketin sıçramasını önlemek için 25 kuruş verilecekti. Esas hedef YİS'de teşkilâtlanmış işçilere 400 kuruşu kabul ettirmek, bunun için de işçinin elindeki en büyük kozu, İŞİNİ elinden almaktı. Bunun için yeni provokasyonlar tezgahlandı, işyerine yeni taşeron ve işçiler alındı, eski Taşeron vasıtasıyla işçiler işten atılacakları yönünde tahrik edilmeye başlandı; sözleşme müzakereleri uzatıldı; satın.alman, birkaç kişi vasıtasıyla, işçinin sabırsızlığı ve sistemli olarak işlenen işten atılma tehdidi ile tekrar direnişe itildi, işveren kanunsuz bir lokavt yaptı. Sıkıyönetimle birlikte işverenler toplu işçi çıkarmalarına başvurmuşlardı. 480 işçi işe girmeyi başaramadığı takdirde 1) Sendika tasfiye edilecek, 2) Kanunsuz lokavtlar uygulamada geçerlik kazanacak, 3) Olması muhtemel işçi direnişlerine karşı bir tehdit olarak kullanılacaktı. İkinci hedef: Eğer işçiler sabırla direnir, işveren sendika ile sözleşme yapmaya mecbur kalırsa; kapı dibinde bekleyen işçi elbette eskisi gibi gerçek istekleriyle çıkamayacak, ilk hedef işbaşı yapmak olacağından; isteklerin bir kısmından vazgeçecekti. Senelerin ve son birkaç ayın yoğun tecrübesinden gelen işçi kapı önünden ayrılmadı. İşveren içeri başka işçi sokamayınca yavaş yavaş geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat bu ricatlarını işçiye belli etmeden yapmaları gerekiyordu. Aksi takdirde işçinin maneviyatı yükselirdi. Sonunda işçilerin bir ay açlığa rağmen sabrı üstün geldi, işbaşı yapıldı ama 400 kuruş kabul edildi. Bunun yanı sıra yolda geçen zaman alındı. İşte 25 kuruşun hikâyesi. Eğer YÎS sosyalistlerin yönetiminde bir sendika olmasa idi polis-işveren bu 25 kuruşu çok daha rahat verirlerdi. Ekonomik mücadele bile bir yerde siyasi nitelikler taşıdığı için böyle zor olmuştur. İnşaat işçileri bu gedikten faydalanıp, CIA ajanı gangster sendikacıların eline tutsak olmaktan kurtulabilecek mi? Bir gün elbet kurtulacak. Fakat Finans Kapital yeni oyunlar peşinde. Her fabrikada işçilere karşı yeni polis örgütleri kuruluyor. İşçiler güçlü birliklerden mahrum edilmek için, hızla küçük mahalli sendikaların örgütlenmesine gidiliyor, işverenler her sene kârlarının bir kısmını fabrikalarda kurulmakta olan özel polis örgütüne bağışlamaya karar veriyor. Bunun yanı sıra sendikacı kulislerinde bizzat polis tarafından da yayılmasına yardım edilen "Türk-İş'i kimse kurtaramaz" fısıldaşmaları ortalığı allak bullak ediyor. Türk-İş gibi açık açık sağ olmayan sol gösterip, sağ vuracak "orta sol" veya "sosyal demokrat" bir federasyon fikri işleniyor, bu yönde kapılar açılıyor. Bütün sosyalistler bu yöndeki, gelişmeleri(!) yakından incelemeli, işçi sınıfına anlatmalıdır.
9
Aliağa olayları çok daha iyi göstermiştir ki, sendikalar istediği kadar bilimsel sosyalizme inanan kişilerin yönetiminde bulunsun; işçi sınıfının siyasi partisi olmadan yapılan savaşlar (grevler, direnişler vs.) çetecilikten öteye geçemez. Halkımızı teşkilâtlamada kaplumbağa hızından ileriye gidemez. Fakat burada sendikaların (İŞÇİNİN HAYAT VE HAK SAVAŞI OKULUNUN) küçümsendiği zannedilmesin... Hele hele genç devrimci arkadaşlar "ekonomik mücadeleyi" biraz küçümseme havasındadırlar. 15-16 Haziran olaylarını bu "basit ekonomik" mücadeleler okulunda yetişen işçi sınıfımız yapmıştır. Şunu unutmamalıyız ki: Finans Kapitalin gizli kuruluşları, bilimsel sosyalizmin (işçi sınıfı düşünce ve davranışı) her ileri hamlesini kesmek, bilimsel sosyalizmden her türlü sapmayı örgütlemekte çok ustadır. Kaldı ki bunu yapmak için işçi olmayan sınıflarla doludur toplumumuz.
Demir Küçükaydın (Bu yazı Ali KAYNAKÇI imzasıyla Hikmet Kıvılcımlı’nın 1970’de çıkardığı Sosyalist gazetesinin 1. ve 2. Sayılarında yayınlanmıştır.)
10
İsmet Demir’in Anılar-Deneyler’ine Önsöz Bu kitapta, gırtlak kanserinin konuşamaz kıldığı İsmet Demir'in, sancılar ve kanamalar içinde ölümü beklerken, ölümünden birkaç saat öncesine kadar, biraz kendine geldikçe yazıp düzenlediği anılan-deneyleri yer almaktadır. İsmet Demir'i yakından tanıyan mücadele arkadaşları, ondan, sık sık, deneylerini kaleme almasını isterlerdi. İsmet Demir ise, geçmişte yaptıklarıyla kendisini avutmayan, geleceğe dönük, mücadeleci bir insan olduğu için, bu tür istekleri kulak ardı eder veya uyuturdu. Ancak gırtlak kanseri kendisini pençesine aldıktan ve boğulmaması için boğazına bir delik açıldıktan sonra, koşullardaki değişmeye bağlı olarak geçerli mücadele biçimi de değişti. 0, savaşçı İsmet Demir kuzu kuzu oturup ölümü bekleyemezdi. Ömrünü verdiği işçi kardeşlerinin burjuvaziye karşı savaşına ne yapıp edip, karınca kaderince bir katkıda bulunmalıydı. İsmet Demir'in şartlarında bu katkı, tecrübelerini kaleme alarak daha geniş işçi zümrelerinin ve yeni kuşakların eğitimine yardımcı olmak biçimini alabilirdi, İçeriği bir yana, bu kitap, yazılış biçiminin ve şartlarının kendisine kazandırdığı niteliğiyle, yani ölüme mahkûm bir emekçinin, burjuvaziye karşı mücadelesini sürdürmesinin, sınıfına, halkına ve hayata bağlılığının bir örneği olma niteliğiyle bile: şu çürüyen burjuva dünyasına indirilmiş bir darbedir. İsmet Demir, kendi özel hayatından hemen hiç söz etmezdi. Doğrusu bir "özel" hayatı da yoktu... Bu anılarda kendisinden söz ediyorsa, yapı işçilerinin örgütlenmeleri ve direnişleri kendisinden ayrı düşünülemeyeceği içindir. Çünkü İsmet Demir 1960-1974 yılları arasında yapı iş kolunda gerçekleşen bütün büyük örgütlenme, grev ve direnişlerde, bir örgütçü, bir önder olarak yer almıştır. • Köylülükle bağları çok canlı ve güçlü olan yapıcılık işçileri arasında - daha doğrusu: "şantiyeciler", "şirketçiler" arasında- yarı efsanevi bir kişiydi. Bu satırların yazarı, pek çok kez, İsmet Demir'i gerçekte hayatında hiç görmemiş, görmüşse bile konuşup tanışmamış; yalnızca İsmet Demir hakkında duyduklarından, gördüklerinden etkilenmiş pek çok işçinin, İsmet Demir'e -tabii kim olduğunu bilmeden- İsmet Demir'le birlikte geçirdiği maceraları, örgütlenmeleri, grevleri vs. anlattıklarına tanık olmuştur. Onun için, İsmet Demir hakkımda anlatılanlarda hayal ile gerçek iç içe girmiştir.
11
Burada, ne kadarının gerçek ne kadarının hayal olduğunu hala bir türlü anlayamadığımız birinden söz edersek, okuyucunun belli bir fikre sahip olacağını sanıyoruz. Petrol Boru Hattı Grevinde, "İsmet Demir Şirket'i yendikten sonra" (işçiler kendierinin değil İsmet'in yendiğinden söz ederler) Şirket'in müdürü gelmiş, İsmet Demir'in elini sıkmış: "helal olsun sana yendin bizi" demiş. Sonra Fransız bayrağını indirip (Şirket Fransız şirketiydi) İsmet'in yarım pabuçlarından birini bayrağın yerine çekmiş; diğer yarım pabucu da Fransa'ya müzeye yollamış... İşçiler böyle anlatırlar. • İsmet Demir proleterlere has kaba saba fiziğinin içinde, ince, insan sevgisiyle dolu, yufka ama gereğinde granit gibi sağlam pırlanta gibi bir yürek taşırdı. Kaba saba, yarım yamalak ve çoğu kez yanlış ta anlaşılabilen sözlerinin ardında tecrübelerle dolu zeki bir beyin gizlenirdi. Kimi insanlar vardır, parlak ve etkileyicidirler, hemen göze çarparlar; etraflarını büyülerler. Ama ilişkiler biraz uzayınca, ya da işler biraz sıkışınca, çoğu kez, karakter dirençsizliği, kof bir yürek, sığ bir dünya acı acı görülebilir. "Her parlayan şey altın değildir" sözü tam da bu tür burjuva ya da küçük-burjuvalar için geçerlidir. İsmet Demir böyle bir insan değildi. İlk izlenimlerde çok sığ, "alelade", kaba saba bir insan karşısında olduğunuzu düşünebilirdiniz. Ancak, tanışıklığınız uzadıkça, hele işler sıkıştıkça, onun ruh yüceliğini ve düşünce derinliğini giderek daha iyi kavramaya başlardınız. Durdukça kıymetlenen bir şarap gibi… İsmet Demir'le dost olmanın tadına varırdınız. Her gün, her yeni olayda ya yeni bir özelliğini keşfederdiniz; ya da pek önem vermediğiniz bir niteliğinin nice önemli ve değerli olduğunu görürdünüz. Ve giderek, "proletarya" soyut bir kavram olmaktan çıkar, İsmet Demir'in kişiliğiyle özdeşleşen somut bir duyum haline gelirdi. İsmet Demir'i seven şantiyeciler arasında adları: "Yalınayak İsmet", "Kara Kartal”, "İsçilerin Kartalı"... Sarı sendikacılar ve patronlar: "Sarhoş İsmet","Komünist İsmet"; yakın arkadaşları ve devrimci gençler ise "kumandan" derlerdi. Bir bakıma bütün bu adlandırmalar, O'nun bir yanını tanımlar. İsmet Demir'in en çok eleştirilmiş yanı içkisidir. Ama karşı çıkmak, yanlış bulmak yetmez; anlamak, açıklamak gerekir. İsmet Demir'in içinden çıktığı ve önderi olduğu "şantiyeciler” ya da “şirketçiler” büyük inşaatları dolaşan, iş bulduğu takdirde bir şantiyede birkaç yıldan fazla kalamayan göçebe proleterlerdir. Çoğu ailelerini köylerinde bırakır. Kazandıklarının çoğunu çoluk çocuklarına yollarlar. Kalanıyla da kıt kanaat kendi geçimlerini sağlarlar. Çokluk şantiyeye yakın barakalarda veya kiralık bekâr odalarında hemşeri ya
12
da arkadaş grupları halinde yaşar ve dayanışırlar. Bu şartlarda, işten çıkan yorgun gurbetçi işçi ne yapsın? Aileleri, çocukları uzaklardadır. Bekâr odalarında ya da barakalarda vakit geçmez. Tek sığınacak yer: ya ucuz bir sinema ya da ucuz afyonlu şarapların satıldığı bir meyhane olur... İşte, İsmet Demir bu şartlardan gelen bir insan olarak ve örgütlemeye çalıştığı işçiler bu şartlarda yaşadığı için içki içerdi. İsmet Demir'in kafasındaki yüce ideallerle, yapmaya çalıştıklarıyla, inşaat işçilerinin son derece geri kültür, bilinç, örgüt düzeyleri arasında öylesine büyük bir uçurum vardı; ve bu Öylesine sinir yıpratıcı sonuçlar doğuruyordu ki, İsmet Demiri için içki bir bakıma bir sığmak da oluyordu. İsmet Demir, ucuz afyonlu şarabı kendi sınıf kardeşleriyle beraber içerdi. Ve içerken de ertesi gün yapılacak işler konuşulurdu. Ona "Sarhoş İsmet" diyerek işçinin gözünden düşüreceğini sanan sarı sendikacılar ya da kapitalistler ise İzmir'in, İstanbul'un veya Adana'nın lüks pavyonlarında veya Soğuk Oluk'un randevu evlerinde, işçinin sırtından çıkardıkları paralarla, sefahat içinde yaşarlardı. Onun için işçiler hiç bir zaman bu tür saldırılara itibar etmediler. Çünkü İsmet, içiyorsa bile kendileriyle beraber içiyordu ve biraz da kendileri içtiği için içiyordu. "Sarhoş İsmet", iğneyle kuyu kazmaya benzeyen uzun örgütlenme dönemlerinden sonra, olaylar hızlanmaya başladığı, mücadele keskinleştiği zamanlar; proletaryanın fedakarlık ve kahramanlık günlerinde; kafasındaki yüce amaçlarla, gerçeklik arasındaki uçurumun nispeten kapandığı günlerde içkiyi bırakırdı. Ve işçilerin de içki içmesini, kumar oynamasını, hatta filtreli sigara içmesini bile hoş görmezdi."Yalınayak İsmet", "Kara Kartal" olurdu. Gözünden hiç bir şey kaçmaz, devletin ya da patronun her hareketini sezer, tezgâhını önceden görür, anında vurur, zamanında geri çekilir; proleter müfrezesinin grev savaşını başarıyla yöneten bir "kumandan" olurdu. * İsmet Demir'in anılan birkaç bakımdan önem taşımaktadır. Birincisi Türkiye işçi Sınıfının ve devrimci hareketinin tarihi bakımından zengin verilerle dolu bir belgedir. Kaba bir gözlemle bile, yeni devrimci kuşaklara, işçi hareketinin nereden nereye geldiğini; bugün hangi mirasın üzerinde durulduğunu gösterir. Örneğin, İsmet Demir'in anılarının esas bölümünü kapsayan 1960 -71 arası sarı sendikacılar, polis, patronlar vs. İsmet Demir'i işçiden tecrit etmek için onun komünist olduğunu söylerler. Bugün aynı sarı sendikacılar, aynı ajanlar işçiyi kontrol altında tutabilmek için kendilerinin en has "komünist" ya da "devrimci" olduğu propagandasını yapıyorlar. Nereden nereye... Ve bu yol, İsmet Demir gibi insanların, göze görülmez sabırlı çalışmalarıyla kat edilmiştir.
13
Bugün, en kenarda köşede kalmış proleterler bile sendikalar hakkında bir fikir sahibidir. Gücü yetmezse bile, sendikalaşma gereğine inanır, onun yararlarını bilir. Hâlbuki 1960-70 arası, özellikle yapı işçileri gibi proletaryanın nispeten geri zümreleri arasında bir "sendika" kavramı bile yoktu. Olanlarda da sendika demek, devlet dairesi gibi bir şey demekti. Çalışmanın başlıca ağırlığı sendikanın ne olduğunu, gereğini, yararlarını anlatmak, göstermek noktasında toplanırdı. Kendi başına ele alındığında sosyalist bile olmayan bu çalışma, devrimcilerin zamanının ve enerjisinin esas büyük bölümünü alırdı... Ama bu çalışma yapılmak zorundaydı, işçi sınıfı bu aşamadan geçmedikçe; grevlerin ve sendikaların mücadele okulundan geçmedikçe önüne daha ileri devrimci görevleri koyamazdı. Bugün bu görevler büyük ölçüde aşılmıştır. Artık sendikalaşmanın gereği ve yararlan biliniyor; bu yöndeki propagandayı reformistler, burjuva sosyalistleri de yapıyor. İçinde bulunduğumuz dönemde görev: Bütün bu çalışmanın henüz sosyalizm olmadığım; kapitalizmin sonuçlarıyla mücadele olduğunu; siyasi iktidar mücadelesine girmek gerektiğini vs. göstermektir. Elbette bu görev o zaman da vardı ve unutulması söz konusu olamazdı, ama işçi sınıfının o zamanki düzeyinin ortaya çıkardığı görevlerin başarılması, güç ve zamanın daha büyük bir bölümünü alırken, bugün doğrudan doğruya sosyalist faaliyete daha büyük güç ve zaman ayırma gereği ve imkânı (olanağı) doğmuştur. Her şey zıddına dönmektedir. Bunu göremeyenler ister istemez burjuvazinin safında yer alırlar. Ama yalnız evrimin belli başlı aşamalarının bu kaba görünümüyle de yetinemeyiz. Büyük akıntılar, içlerinde daima geriye dönen küçük girdapları da barındırırlar; onlarla bir arada var olurlar. Geniş bir dönemi kapsayan perspektifte, içinde bulunulan dönemde, doğrudan devrimci görevlere daha büyük zaman ve güç ayrılması gereği açıktır. Ama bu aşamada bile, içinde bulunduğumuz konjonktürde, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin olağan üstü önem kazanacağı önümüzdeki günlerde; bu mücadeleyi örgütleme, yüceltme onu devrimci taleplerle birleştirme gereği görülmezse; yani proletarya sosyalistlerinin ekonomik mücadeleyi de en iyi ve doğru şekilde yapabildikleri somut olarak gösterilmezse; teorimizle ikna edemediklerimizi pratiğimizle ikna etme gereği kavranamazsa ve bu yönde davranılmaz ise söylenecek en doğru sözlerin bile bir metelik değeri olmaz; ukala zavallılar durumuna düşülür. İşte bu noktada İsmet Demir'in anılarının taşıdığı ikinci önemli niteliğe geliriz. Proletaryanın -özellikle günümüzde önem kazanan - militan ekonomik savaşını örgütlemek ve başarıya ulaştırmak için davranışa giren proletarya sosyalistlerine, bunların nasıl yapılacağı konusunda zengin deneyler sunmaktadır. Bir grev nasıl başarıya ulaştırılabilir. Grevdeki işçiler nasıl örgütlenmelidir vs. gibi pratik ama gereğinde hayati önemi olan sorunlarda, bu anıları okumuş bir insan okumamışa göre daha az hata yapmak durumundadır. İsmet Demir'in anılarını okumuş işçilerin okumamışlardan daha başarılı bir şekilde direnecekleri, mücadele edecekleri açıktır. 14
Diğer yandan, başta tarım ve yapı işçileri olmak üzere işçi sınıfının, kenarda köşede kalmış ve geri zümrelerinin sermayenin vahşi sömürüsüne karşı birlikler, sendikalar kurabilme mücadelesi sürmektedir ve kapitalizm var oldukça da sürecektir. Çünkü en gelişmiş ülkelerde bile sendikalar işçi sınıfının nispeten küçük bir bölümünü kucaklar, nicelik olarak esas büyük bölüm örgütsüzdür. Bizde de, işçi sınıfının esas büyük bölümü en basit sendikal örgütlenmeden bile yoksundur. Ve bu işçi zümreleri daima birleşme mücadelesi içinde olmalarına rağmen bilgi ve tecrübece geri oldukları için, pek çok girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmakta, önderleri atılmakta güvensizlik ve yılgınlık ortamı doğmaktadır. İşte böyle işçi zümrelerinin, kendiliğinden çıkan, bilgi ve tecrübece geri öncüleri, İsmet Demir'in anılarından, kendilerini bir sürü yanlıştan koruyabilecek pek çok şey öğrenebilirler. Hem de kolayca, roman ya da hikâye gibi okunabilir. Daha başarılı mücadeleler vermek mümkün olabilir. Bir geleneğe bağlanmanın, geleneğe dayanmanın, onun üzerinde yükselmenin önemini bütün büyük devrimciler bilirler. Proletarya da kendi mücadelesinin en iyi geleneklerini bilmeli, onların unutulmasına ve gömülmesine müsaade etmemelidir. İsmet Demir'in anıları, her proleterin gururla ve güvenle dayanıp üzerinde yükseleceği bir geleneği, proletaryanın yeni kuşaklarına taşıyan bir köprüdür. • İsmet Demir'i yalnızca bir sendikacı olarak değerlendirmek yanlıştır. İsmet Demir bir devrimciydi, bir halk önderi idi... Yalnız, mücadelenin 1960-70 arasındaki koşullarında bir devrimcinin, bir halk önderinin ağır basan görevleri kavranamazsa; İsmet Demir pek ala bir sendikacı ya da bir ekonomist olarak değerlendirilebilir. Ama böyle bir değerlendirme 60'lı yıllarda devrimci hareketin, işçi hareketinin içinde bulunduğu gelişim aşamasının ortaya çıkardığı o günkü görevleri göz ardı ettiği için yanlış olur. Denildiği gibi: "gerçeklik somuttur". 1960'larda devrimci bir Marksist'in başlıca görevleri neler olmalıydı. Hele ki bu Marksist-Leninist, yapı işçileri gibi bir işçi sınıfı zümresinden çıkmış ve başlıca ilişkileri bu alanda ise... Ayrıca unutmayalım ki, İsmet Demir'in bilimsel sosyalizmi okuyup kavramaya başlaması 1965-68 yıllan arasındadır. İşçi sınıfı, ekonomik mücadelenin, sendikaların, grevlerin okulundan geçmek zorundadır. Bu okuldan geçmeden, işçi sınıfı "kendi kendine bir sınıf" olmaktan çıkıp "sınıf kendisi için" olamaz. Bir nesne olmaktan çıkıp, tarihin öznesi haline gelemez. Bu durumda, yapı işçileri çoğunlukla bu okuldan geçmediğine göre, bu işçi zümresi içinden çıkan, onlarla ilişkileri olan bir devrimci için, sosyalist propaganda faaliyetini aksatmadan, işçilerin bu okuldan en kısa ve en sancısız yoldan en doğru bilgi ve tecrübelerle geçmesine yardımcı olmak, o günün koşullarında başlıca görev idi. 15
İşte İsmet Demir'in yaptığı da bu olmuştur. Köyden gelmiş, henüz aşiret bağlarını bile koruyan yapı işçilerini, sabırla eğitmiş en keskin mücadelenin okulundan başarıyla geçirmiştir. Yapı iş kolunda kış aylarında bir direniş kesin yenilgi demektir. Çünkü işverenin işine gelir. Kış ayları faaliyetin ağırlığı daha ziyade örgütlenme, sendikaların gereği ve faydaları konusunu anlatma gibi noktalarda yoğunlaşır. Yaz aylarında, ekilen tohumlar meyveye durur. İsmet Demir 1965'den sonra hemen her yaz bir büyük direniş yönetmiştir. 1965 Ambarlı Santralı, 1966 Boru Hattı, 1967 Kadıncık Barajı, 1968 İzmit Petro-Kimya, 1969-70 Aliağa Rafinerisi, 12 Mart döneminde hapislik ve1974 yazında İskenderun Demir-Çelik tesisleri direnişi... Bunların yanı sıra daha birçok, küçük direnişler ve örgütlenmeler. İsmet Demir bütün bunları yaparken kişi olarak gücünü ve enerjisini tüketmekteydi. Öncü işçilerin sosyalist ve siyasi eğitimine yeterince zaman ayıramıyordu. Ama o bu eksikliğin her zaman farkındaydı. Ve bu eksikliğin, kolektif bir işbölümü içinde diğer mücadele arkadaşlarınca giderilmesini ister, onları bu yönde teşvik ederdi. Sendikacılar devrimci gençlerin işçilerle ilişki kurmasından daima korkarlar. İsmet Demir ise aksine davranırdı. Devrimci gençleri alır isçilerle tanıştırır, devrimci aydınlarla isçiler arasında bir bağ kurmak için çırpınırdı. Devrimci gençlerin yaptıkları ukalalıkları, yanlışları hoşgörüyle karılar, hemen yüzlerine vurmaz, kendilerinin görmelerini beklerdi. İnanırdı ki er veya geç bu ilişkiden bir şeyler doğacaktır. Bir ara öyle olmuştur ki Dev-Genç'in her önde gelen militanı, işçilerle ilişkide kolaylık da sağlaması bakımından YİS'in hüviyet cüzdanından birini "organizatör" olarak cebinde bulundururdu. Hatta yakalanan bazı Dev-Genç militanlarından YİS'in üye kartlarının çıkması polisin dikkatini çekmiş, İsmet Demir MİT tarafından kaçırılmış, zamanın İçişleri Bakanının huzurunda işkenceli sorguya çekilmiştir. İsmet Demir, kişisel olarak sosyalist propagandaya pek fazla vakit ve güç ayıramazdı ama bu eksiği de bir bakıma hakkında yürütülen komünist propagandası giderirdi. İsmet'i "komünist" diyerek tecrit etmeye çalışanların bugün kendilerinin komünist olduklarını ilan ederek işçiler arasında bir etki sağlayacaklarını düşünmeleri, İsmet Demir'in başarısı hakkında bir fikir verir. Ayrıca İsmet Demir sendikanın olanaklarını devrimci hareketin emrine vermekten hiçbir zaman kaçınmamıştır. Örneğin 1967 yılında çıkan Türk Solu dergisi, YİS'in binasından ve edevatından yararlanmıştır. Deniz Gezmiş'in önderi olduğu D.Ö.B.(Devrimci öğrenci Birliği) hiçbir yerde yer bulamamış onlara yalnız İsmet Demir sendika binasında bir yer vermişti. 1970 yılında çıkan Sosyalist Gazetesinde çalışmak üzere, sendika etrafında toplanmış bulunan devrimci gençleri ve işçileri görevlendiren yine İsmet Demir'di. 16
Bütün bunlar göz önüne alınınca, İsmet Demir'in hareketin 1960'lardaki gelişme aşamasının ortaya koyduğu görevlere uygun bir şekilde sendikacılık yaparak yapı işçilerini savaş okulundan geçiren bir devrimci olduğu daha iyi anlaşılır. Ve böyle olduğu içindir ki, Türkiye'de sendikacılık yapıp da han, hamam, apartman sahibi olmamış tek örnek; "zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi" olmadan ölen tek bildiğimiz örnek İsmet Demir olmuştur. Anısı mücadelemize örnek olsun. Arkadaşları... (1979 sonları veya 1980 başlarında yazmış olmalıyım. Arkadaşları imzasıyla yayınlandı.)
17
“Yalınayak İsmet” İsmet Demir sendikacı olarak bilinir ve tanınır. Ama İsmet Demir'i bir sendikacı olarak anmak, onu hiç anlamamış ve tanımamış olmaktır. İsmet Demir, 1960'lı yıllarda hızla örgütlenen ve mücadeleye giren genç ve dinamik isçi sınıfının ortaya ve öne çıkarttığı sosyalist bir işçi önderiydi. Bir işçi önderi, ama amacım sadece sendikal, daha iyi çalışma koşulları mücadelesiyle sınırlamamış; şu güzelim ve rezil dünyadan sömürüyü ve baskıyı, bunun olmazsa olmaz koşulu olarak da her şeyi metalaştıran, tüm insanları ve doğayı kara kurban eden kapitalizmin ortadan kaldırılması gereğini kavramış ve inanmış; bu amaca sadece ve sadece tüm zenginlikleri yaratan yoksul, cahil, örgütsüz milyonlarca ve milyonlarca emekçinin doğrudan eylemiyle varılacağım bilen; bu ezilen insanları örgütlemek ve mücadele içinde eğitmek gibi uzun hazırlık dönemlerinin, sabrın ve nankörce bir çabanın gerektiğini kavramış bir işçi önderi nasıl yetişir? Burjuvazinin okulları, vakıfları, bursları, tetkik gezileri gibi binlerce deneme ve eğitme aygıtı var: milyonlarca emekçiyi kontrol altında tutabilecek politikacılar ve idareciler yetiştirebilmek için. Bunlar yetmezse de şiddet aygıtları. Ezilen insanların, işçilerin böyle okulları yok. Bir ölçüde sosyalist partiler bu isi yapmaya çalışırsa da, belki dünya tarihi bakımından kısa, ama birkaç kuşağın hayatım kapsayan yozlaşma ve gerileme dönemlerinde bu partiler çoğu kez insiyatiflerin yitirildiği, yetenek ve çabaların boşa harcandığı, zeka kıvraklığının ve esnekliğin kaybedildiği, güven sarsıcı, tersine seleksiyon yaratıcı aygıtlar haline dönüşebilirler, ki uzun yıllardır dünyadaki sosyalist partilerin başat niteliği bu olmuştur. Bu koşullarda bir işçi önderi nasıl yetişebilir? Son duruşmada, ardında tarihsel zorunluluklar yatan rastlantılar, ezilen sınıfların kendi içlerinden çıkardığı önderlerin eğitiminde tayin edici bir rol oynamaktadır. İsmet Demir'in ayrıntılarını pek fazla bilmediğimiz hayatı bu kuralı doğrular gibidir. Eskişehir'in Mihallıçık kasabasından bir işçinin çocuğudur. Çobanlık yapar, ilkokulu bitirir, orada burada inşaatlarda işçilik yapmaya başlar. Ergin bir insan oluncaya kadar çok utangaç, kimsenin yüzüne bakamayan, konuşurken utanç ve heyecandan kıpkırmızı kesilen bir garip işçidir; sonradan "hayat üniversitesi"nin işleyeceği cevheri sağlam bir ham maddedir İsmet Demir. Her ezilen ve sömürülen insan gibi isyan duygularıyla doludur. Bir yerlerde bir sakatlık vardır ve değiştirilmesi gerekir. Ama nerede ve nasıl? Bu gerçeğin arayışında, az konuşan, çok düşünen, gözleyen, isyanını içine atan, çaresizlikten bunalan milyonlarca genç emekçiden biridir. Sonraki yıllar İsmet Demir'de çok şeyi değiştirir, ama biri olmazsa diğeri soysuzlaşan iki özelliğini değil: sömürü ve baskıya duyulan isyan ve müthiş bir insan sevgisi, Türkçe'nin güzel deyimiyle, insancıllık. Sınıf bilinci, der bir büyük sosyalist düşünür ve eylemci "Ne Yapmalı? " diye düşündüğü bir kitabında, yalnızca sınıfın kendi içine kapanılarak edinilemez; o, tüm sınıfların ilişkileri ve 18
çelişkileri alanından edinilebilir. İsmet Demir'in şansı, bir bakıma, bir işçi olarak tüm sınıfların ilişki ve çelişkilerinin kesiştiği, çırılçıplak görünebildiği noktalarda bulunup doğrudan gözlemler yapabilmesindedir. Önce Mevlana ile tanışır ve çıkış yolunu onun kitaplarında arar İsmet Demir. Sonra İslam Medeniyeti boyunca hiç yok olmamış, tarihsel kökleri Mazdek, Manizm, Orfeusculuğa kadar uzanan rafızi - batıni halk muhalefetini tanır. Sanki bir şeyler biraz aydınlanmış gibidir. Tarih boyunca ezilenler sınıfsız ve baskısız bir toplum idealini medeniyetlerin mesanelerinde hep yaşatmışlardır. Binlerce yıllık bir geleneğe ayak basmanın verdiği bir güven duygusu vardır artık. Diğer yandan, kişisel gözlemleriyle, o koca koca çalımından yanına varılmaz adamların boşluğunu ve kofluğunu da görmüştür. 1946 yılları. D. P. kurulur. İsmet Demir Eskişehir'de bir inşaatta çalışmakta, isyancı karakteri nedeniyle çevresinde tanınmaktadır. Burjuvazi, tek parti diktatörlüğüne yığınların duyduğu isyanı kendi değirmenine akıtmak için, İsmet Demir gibi fedailerin enerjisine, tecrübesine, fedakarlığına ve cesaretine gerek duymaktadır. Bayar ve Menderes'le tanıştırılır. Onların koruyucusu, militanı ve fedaisi olur. Böylece, Türkiye'nin egemenlerinin en uç kişilerini, onların ilişkilerini yakından gözleme ve tanıma olanağı bulur. 1946-50 arası umut doludur. Şu seçimler yapılıp DP bir iktidara gelse baskı ve sömürü son bulacaktır. Bu DP militanı Anadolu köylerine silah dağıtır. Bütün miting ve benzeri işlerin adsız neferidir. Fakat bir gün, bir mitingde, köyün ağası, köylülerin mitinge gitmesi için traktörlerini romörkleriyle birlikte seferber edince içine ilk kurt düşer. Sonra, DP iktidara gelince umutlarının hiç birinin gerçekleşmediğini, bir kenara itildiğini ve kullanılmış olduğunu görür. Burjuvaziyi yakından tanımıştır artık. İlk ve en önemli politik dersi almıştır. Önderlik demek, sadece sınıf ilişkilerini, sınıfların karakterlerini tanımak değildir. Önderlik demek, aynı zamanda örgütçülük demektir. Örgütçülük demek, insanları tanımak demektir. Ama insanları, sıradan, her gün çevremizde gördüğümüz "insan sarrafları"nın yargılarıyla değil, ortak mücadele için nasıl en yararlı olabilecekleri, nasıl örgütlenebilecekleri bağlamında tanımak demektir. Bu tanımanın alt yapısını bir bakıma sonraki yıllarda topoğraf olarak çalışması sağlar. Türkiye'nin detaylı haritalarını hazırlayan bir topoğraflar grubunda işçi olarak çalışmaya başlar ve T. C. topraklarını köy köy, karış karış Edirne'den Ardahan'a dolaşır ve tanır. Hemen her gece bir başka köyde kalmak; değişik insanları, değişik gelenekleri, değişik ilişkileri tanımak. Ama aynı zamanda hepsinde ortak olan sömürüyü, baskıyı ve yoksulluğu görmek: bütün bunlar İsmet Demir için paha biçilmeyecek gözlemler olur. Genelleme yeteneği gelişir. Ayrıca okumuş mühendislerin yanında çalışmaktadırlar. Bu nispeten aydın insanlar, meslekleri gereği yanlarında çalışan işçilerle beraber yaşamak ve dolaşmak zorundadırlar; kasaba ya da şehir memurları gibi eşrafla iç içe şehir klüplerinde ve memur - eşraf mahallelerinde bir kast yaşamı sürmemektedirler. Karşılaşılan şeylerle ve olaylarla ilgili bin bir günlük konuşma içinde bu bilgili insanların çeşitli değerlendirmeleri, tepkileri İsmet Demir'e oldukça geniş bir ansiklopedik bilgi, gözlemlerine sınıflandırma yeteneği ve modern bilimlerle daha yakından tanışma olanağı sağlamış olsa gerektir. İnci gibi yazısını, matematik bilgisini, düşüncelerini yazıya dökmeyi herhalde bu dönemde kendiliğinden edinmiş olsa gerek.
19
İsmet Demir aynı zamanda aydınları da yakından tammış olur böylece. İşçilerde çok rastlanan ve çoğu kez hızla birbirine dönüşen bir aydın düşmanlığı ya da aydınlara yavşakça bir hayranlık İsmet Demir'de yoktu. 0 aydınların yeteneklerinin ve sınırlılıklarının bilincindeydi. Ne sırf onlarla ne de onlarsız olamayacağım bilirdi. "Her şey tecrübelerden öğrenilir, tecrübelerden hiç bir şey öğrenilemez" der bir şair. İsmet Demir artık zengin bir tecrübe birikimine sahiptir ama hala problemi çözebilmiş değildir. Derken, bir gün, (galiba bir trende seyahat ederken) Bulgaristan muhaciri eski bir sosyalistten ilk kez sosyalizmi duyar ve sosyalizmle tanışır. Sosyalizmin dünyaya bakışım öğrenir. Artık her şey apaçıktır. Yıllardır çözemediği problemler bir çorap söküğü gibi çözülmektedir. Sosyalist teoriyi henüz yakından tanımasa da, artık sınıfının bilincinde bir işçidir İsmet Demir. 1950 yılları. Yollar, barajlar, santraller, Amerikan üsleri yapımı başlamıştır. Kurulan şantiyelerde binlerce işçi barakalarda yaşamaktadır. Bir kısmı kalifiye işçidir, bir kısmı köyünü yeni terk etmiştir. Aşağı yukarı 100. 000 kişilik bir "şantiyeciler" kadrosu oluşmaktadır. Bunlar çevremizde gördüğümüz küçük inşaatların işçilerinden farklıdırlar. Çalışan işçi sayısı 1000'den aşağı pek düşmeyen büyük iş yerlerinde çalışırlar. Bir iş bitince yataklarını denk yapıp diğer iş yerine giderler. İşlerde bir kesiklik ama işçi kadrosunda bir süreklilik vardır. Herkes birbirini tanır. Meslekler çoğu kez hemşehri gruplarına bölünmüştür. Demirciler Kırşehirli, marangozlar Ordulu, kaynakçılar, montajcılar Güney ve Batı Anadoluludur. Birçok durumda işçileri bölen bu tabakalaşmalar, aynı zamanda hızla örgütlenmenin aracı da olabilirler. Diyelim ki Kırşehirliler daha ziyade demircidir. Demircilerin Formeni (ustabaşıları) da Kırşehirlidir ve kendi içlerinde birbirlerini kayırırlar. Usta durumundaki kalifiye işçiler, kaba işçi olan hemşehrilerini işe aldırıp koruduğu, meslek edindirdiği için onlar üzerinde büyük bir etkiye sahiptirler. Bir usta başının bir harekete ya da örgütlenmeye evet demesi, aşağı yukarı bir branşın otomatikman örgütlenmesi ve harekete geçmesi demektir. Elbet hareket keskinleşince en çok yan çizme ve uzlaşma eğilimi gösterenler bu ustalardan çıkarlar. Ama sıradan işçiler bir kere bu ustabaşıların katalizatörlüğüyle örgütlenip eyleme geçtikten, işe sahip çıktıktan sonra işi kendileri götürürler ve ustaların hareket olanaklarım sınırlarlar. Bu kalifiye işçilerin "meclisine kabul edilmek" için kalifiye işçi olmak gerekir. Sıradan bir işçi, ne bilgisiyle ne de işyeri hiyerarşisi içindeki pozisyonuyla bu kalifiye işçileri örgütleyemez; onlarla aynı masaya oturup konuşamaz bile. Yazılı olmayan geleneklerdir bunlar. Ve İsmet Demir kalifiye bir topoğraftır artık. Kolay kolay atılamaz bir işten. Usta işçiler arasında yeri vardır. Topoğraf olduğu için tüm şantiyeyi serbestçe dolaşıp herkesi tanıma ve görme olanağı da vardır. Bunlar bir iş yerinde örgütlenebilmek için baha biçilmez olanaklardır ve aynı zamanda kişiye tüm işçileri tanımak ve işin gidişi hakkında kuş bakışı bir fikir edinebilmek gibi nitelikler kazandırır. Bu tecrübeler İsmet Demir'e baha biçilmez bir seziş gücü kazandırmıştı. Herhangi bir işyerini örgütlemeye gittiğimizde, şantiyeyi genel olarak görebilecek bir yere durur, ceketini ağaca asar ve saatlerce çalışan işçileri gözlerdi. Sonra da orada ne ölçüde ve neler yapılabileceği hakkında aşağı yukarı kesin bir görüşe ulaşırdı. Gerek topoğraf olarak T. C. topraklarını doğudan batıya köy köy dolaşmış olması, gerek
20
şantiye hayatı sayesinde binlerce işçiyi isim isim tanırdı. Aşağı yukarı her işçinin nereli olduğunu, özel problemlerini, yetenek ve zaaflarını, daha önce nerelerde çalıştığını, hangi hareketlere katıldığını, tutumlarını tek tek bilirdi. Bir askeri kumandan bile elinin altında her an sicilleri bulunan askerlerini böylesine yakından ve doğru olarak tanıyamaz. İsmet Demir'in kafasında bir bakıma Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanların geleneklerinin ve özelliklerinin bir haritası vardı. İlk kez karşılaştığı bir kimseye adını, nereli olduğunu ve daha bir kaç soru sorunca, o kişi artık İ. Demir için bir bilinmez olmaktan çıkardı. O kişinin yetiştiği çevre, edindiği kültürün özellikleri, hangi aşiretten veya çevreden olduğu vs. hakkında aşağı yukarı tam bir bilgiye sahip olurdu. Ve karşısındaki de, İsmet Demirin söylediği belki çok önemsiz ya da dışardan dinleyen birisi için geçer ayak söylenmiş alelade gibi görünen sözlerden, onun kendisi hakkında belli bir fikir sahibi olduğunu anlardı. İşte hayatın İsmet Demir'e kazandırdığı bu nitelikler onun eşi görülmemiş örgütçülüğünün bir bakıma alt yapısını oluştururdu. Ama İsmet Demir bu niteliklerini sosyalizm ve işçilerin hak mücadelesi için kullanan az görünür bir örnekti. 1950 - 60 yılları arası şantiyeciler arasında henüz sendikalar yoktur ama bir çok pasif ya da aktif kendiliğinden direnişler yaşanır. Kuş uçmaz kervan geçmez şantiyelerde yapılan bu direnişler belki hiç bir zaman gazetelere geçmemiştir ama, İsmet Demir ve şantiyeciler buralarda ilk tecrübelerini edinmişler, güçlerini ve güçsüzlüklerini tanımışlar yavaş yavaş mayalanmalar başlamıştır. 1960'ların ilk yıllarına kadar geçen bu dönem, bir bakıma şantiyecilerin ve İsmet Demir'in "Tarih öncesi"dir. Ereğli demir çelik fabrikaları inşaatlarındaki seri direnişlerde İsmet Demir, Fukara Tahir'le birlikte önemli bir rol oynar. Yine 1960'ların baçındaki Ankara'da işsizlerin meclise yürüyüşü, İsmet Demir'in örgütlenmesinde önemli roller oynadığı ilk büyük bilinen işçi eylemleridir. Sonuç: şantiyecilerin sendikalaşmaya başlamasıdır. Ereğli'de çalıştığı ve direnişleri örgütlediği yıllarda, talebeliğinde V. P. tevkifatına kıyısından bulaşmış ve o sıralarda Ereğli inşaatlarında bir hizmetli olarak çalışan biri aracılığıyla ilk kez Dr. H. Kıvılcımlı ile tanışır. Böylece sosyalist teorinin ürünlerini az çok kaynağından tanıma olanağı bulur. İsmet Demir ölünceye kadar H. Kıvılcımlı'nın görüşlerini savunmuş, sadece ona güvenmiştir. H. Kıvılcımlı ve İ. Demir'in bu rezonansa gelişi bir rastlantı değildir. H. Kıvılcımlı "eskiler" içinde, aydınlar arasında horlanmış ama işçiler arasında daima yankı bulmuş, bağlı olduğu uluslararası sosyalist çizginin tüm reformizmine rağmen radikal ve devrimci eğilimi temsil etmiş örnek bir sosyalisttir. İsmet Demir de 1946'larda İstanbul ve İzmir'de mayalanmış Şefik Hüsnü ve Esat Adil'lerin reformist ya da anarko-sendikalist geleneğinden değil, bambaşka bir gelenekten geliyordu. Gerçekten de burjuva sosyalizmi H. Kıvılcımlı gibi İsmet Demir'den de hep nefret ede gelmiştir. Bunu açıkça ifade edemediğinde küçümsemiş, alay etmiş ya da susuşa getirmiştir. Ama aynı İsmet Demir D. Ö. B. (Devrimci Öğrenci Birliği) ve Dev-Genç saflarında her zaman sevilen sayılan bir işçi önderi olagelmiştir. Bu yankılaşmalar bir rastlantı değildir. 1968'in devrimci gençler kuşağı, tıpkı İ. Demir veya Dr. H. Kıvılcımlı gibi, bir ölçüde bilinçsiz de olsa reformizmin, burjuvaziyle ittifaklar politikasına karşı radikal ve devrimci bir tepkinin ifadesi olmuşlardır. Bu durumun elbette, İsmet Demir'in bir önderi olduğu şantiyecilerin yapısıyla da bir ilişkisi
21
vardır. 1960 - 70 arasında isçi sınıfı mücadelelerinde başı çeken iki branş vardır. Birisi metal işçileri, Maden-İş aracılığıyla DİSK'in çekirdeğini oluşturmuşlardır. Diğeri şantiyeciler. Şantiyeciler de esas olarak metal işçileridir. Ama işçi sınıfı içinde aynı zamanda evrensel özellikler gösteren zümre farklılıkları da vardır. Büyük şehirlerin metal işçileri başlangıçta iyi mücadeleler verirler ve güçlü istikrarlı sendikalar kurarlar. Ama tam da bu nedenle: hem nispi elverişli durumları nedeniyle, hem de istikrarlı sendika aygıtlarında bir sendika bürokrasisinin kolayca palazlanması nedeniyle reformizme daha eğilimlidirler. Yapı İşçileri, daha doğrusu şantiyeciler ise, sık sık işyerlerinin dağılması, ve her yeni iş yerinde yeni baştan örgütlenip, mücadele ederek hak mücadelesine girmek zorunda oluşları nedeniyle, sürekli mücadeleci bir eğilim taşımışlar ve istikrarlı sendikalar kuramamışlardır. Bu da bir sendika bürokrasisinin oluşmasını bir ölçüde engellemiştir. Yapı iş kolunda ya gangster sendikacılar olmuştur ya da İsmet Demir gibi devrimciler. Orta, uzlaşma yoluna koşullar hiç bir zaman izin vermemiştir. İsmet Demir, sadece inşaat işçilerinin başarılı mücadelelerini belirlememiştir, ama şantiyecilerin bu karakteri de bir bakıma İsmet Demir'i belirlemiştir. Keza şantiyeciler, işçi sınıfının genellikle küçük işyerlerinde, en ağır çalışma koşullarında yaşayan, ama daha ziyade aşırı sola ya da anarşizme eğilim gösteren, ani patlayışları ansızın yılgınlığa dönüşen zümrelerinden de farklıdırlar. Bu nedenledir ki, İ. Demir, politik olarak ne anarşist ne de reformist bir karakter taşırdı. Ve bir bakıma bu objektif koşullar nedeniyledir ki, ideale en yakın sosyalist bir sendikacı olmuştur. Ve tam da bu nedenlerle, 1980'den beri hemen tüm kazanımlarını yitiren, ve yeniden mücadeleye girebilmek için yavaş yavaş mayalanıp güçlerini toplayan yeni mücadeleci işçi kuşakları için gerçekten örnek olması gereken bir işçi önderidir. Reformistler K. Türkler'i yeni kuşaklara prezante ediyorlar, devrimciler İsmet Demir'in bayrağım yüceltmelidirler. 1960'lı yıllarda İsmet Demir'i her yaz bir büyük direnişi yönetirken, bir destan yaratırken görürüz. Ereğli, Boru Hattı, Kadıncık Barajı, Çekmece, İzmit, Eskişehir, Aliağa mücadelelerinin gerçek örgütleyicisi ve önderi İsmet Demir'dir. Ne var ki, bütün bu mücadelelerden ve başarılardan hiç bir zaman güçlü bir sendika ortaya çıkmamıştır. Ereğli grevlerinde Fukara Tahir ile birlikte Yapı-İş'i kurarlar. Tahir kısa zamanda yozlaşır. İsmet Demir yeni sendikalar kurar, tutar işçileri başına getirir. İşçiler kısa zamanda aidatlardan gelen paraları yeme gayretine düşerler. Kendilerine karşı çıkan İsmet Demir'i ya sendikadan atarlar ya da paraları alıp kaçarlar. Bütün bu tecrübelerden İ. Demir şu sonucu çıkarır: sınıf bilinci olmayan, devrimci olmayan bir işçi ne kadar yiğit ve namuslu olursa olsun, sendikanın başına gelince ya hızla yozlaşmakta, ya da devlet aygıtlarının tehditleri karşısında sinmektedir. Bunun üzerine İ. Demir bu fasit daireyi kırmak için yollar araştırmaya baçlar. Yıl: 1968'dir. Devrimci gençlik hareketleri başlamıştır. İsmet Demir hedefini belirler: bu devrimci gençlerle işçileri kaynaştırmalı, sendika bu insanların, sınıf bilinçli, devrimci insanların eline verilmelidir. Ancak o zaman sendikanın maddi olanakları işçilerin yeni mücadelelerini örgütlemek için seferber edilebilir. Gençlik mücadeleleri içinde hızla radikalleşen öğrenciler İstanbul'da Deniz Gezmiş'in önderliğinde Devrimci Öğrenci Birliğini (D. Ö. B. ) kurarlar. Başlangıçta bu gençleri el altından ya da açıkça destekleyen Kemalistler, reformistler bu radikalleşmeden korkmuşlar ve
22
D. Ö. B. 'ün yüzüne bütün kapılar kapanmaya başlamıştır. Dernek için yer bulunamamaktadır. İşte İsmet Demir, burjuva toplumuyla kopuşan bu devrimci gençlere işçi sınıfının bağrını açar: Yapı İşçileri Sendikasının (Y. İ. S. ) olanaklarını D. Ö. B. 'ün emrine verir. D. Ö. B. ve Y. İ. S. 'in aynı binayı paylaşması, bir rastlantının ötesinde bir tarihsel zorunluluğun ifadesidir. İsmet Demir, bu devrimci gençleri alır işçilere götürür, işçileri alır bu devrimci gençlere getirir. İnanmaktadır ki, işçi de de sosyalist aydın da tek basına bir hiçtir. Çok sevdiği Hikmet Kıvılcımlı'nın benzetmesiyle, biri kalaya, diğeri bakıra benzer. Tek başına ikisi de yumuşak metallerdir. Ama bunlar cidden kaynaştığı zaman, insanlığa bir çağ atlatan tunç ortaya çıkar. İsmet Demir sosyalist aydınların ve işçilerin kaynaşmasına verdiği bu önem bakımından da DİSK sendikacılarıdan ayrılır. DİSK yöneticileri devrimci gençlerin işçilerle kaynaşmasından her zaman korkmuşlar, ellerinden geldikçe bunu engellemeye çalışmışlardır. Aydınlar içinde ancak yeterince ehli olanları, sendika aygıtında maaşlı memurlar olarak kullanmışlardır. Bu, muhakkak samimi olan sosyalist aydınlar da, sendikal çalışma yaptıklarım düşünüp, işçilerle bağlar kurduklarını düşünüp, kendi kendilerine bir tatmin hissi duymuşlardır. Ama sendikal çalışma da bu değildir, sosyalist entelijansiyanın işçilerle kaynaşması da. Bütün bu ayrılıklar nedeniyle DİSK yöneticileri İsmet Demir'den nefret etmişler ve korkmuşlardır. İsmet Demir, yönettiği sendikayla DİSK'in kuruluş toplantılarına katıldığı, üyelik için defalarca DİSK'e müracaat ettiği halde, bir tek cevap bile alamamıştır. Bu bir rastlantı değildir. Ve bunu yapanlar şimdi işçilere örnek kahramanlar olarak tanıtılıyor ve piyasada kahramanlar gibi geziyorlarsa, işçilerden bir şeyler gizleniyor, onlara gerçekler anlatılmıyor demektir. Elbet bir gün tarih yeniden yazılacaktır. 1968 - 71 yılları arasında Dev-Genç'in hiç bir önde gelen militanı yoktur ki, İsmet Demir'le birlikte çalışmış olmasın. Bunların fizikçe ölmüş bulunan bir kaçının adım anmak bile yeter: Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, Sinan Cemgil, Hüseyin Cevahir, Sabahattin Kurt, Ertan Saruhan... Bir sendikacı olarak İsmet Demir çok önemli haklar elde etmiş ve biçimler geliştirmiştir. Stratejisi, kalifiye işçilerden ziyade düz işçilerin ücretini arttırmak; ücret artışlarının yanı sıra sosyal haklara ağırlık vermek; sözleşme müzakerelerini işçilerin gözü önünde yapmak veya onların her an geri alınabilir temsilcileriyle birlikte götürmek; işçilerin oyuna başvurmadan hiç bir karar almamak; hiç bir şeye imza atmamak; yolda geçen zamanı iş saatinden kabul ettirmek; her sözleşmeden sonra kongre yapıp işçileri sendika yönetimine getirmek; bunlardan bir kaçıdır. Önemli bir hedefi, isçi çıkarmalara çoğunluğunu işçilerin temsil ettiği bir disiplin kurulunun karar vermesiydi. Bu hedefe sağlığında ulaşamadı. Sadece Aliağa'da KozanoğluÇavuşoğlu inşaatında yarı yarıya işçi ve işveren temsilcileri noktasına ulaşabildi ki, çok elverişsiz şartlara rağmen büyük bir başarıydı. 12 Mart gelirken Boğaz Köprüsü inşaatında örgütlenmeye başlamıştı. İki kıtada birden bir grev yapmak ve Avrupa'dan Asya'ya "Bu İşyerinde Grev Vardır" diye yazmak o zamanki hayaliydi. 12 Mart gelince tutuklandı. Uzun süre hapiste yattı. Tutuklanmadan önce, daha önce beraber çalıştığı devrimci gençlerin tek tek öldüğünü gördükçe, bir çok defalar, yanlış olduklarım bile bile onlara katılmayı çok düşündü. Tutuklanmasaydı belki de katılırdı. Yapı iş kolunun istikrarsızlığı ve sürekli olarak kayayı yeniden yukarı çıkarma zorunluluğu
23
nedeniyle, İsmet Demir'in en büyük planı Metal iş koluna geçip, orada sağlam bir üs elde ettikten sonra diğer iş kollarına yayılmaktı. İskenderun Demir Çelik fabrikaları inşaatı bu olanağı ortaya çıkarıyordu. İnşaat sırasında orada örgütlenilirse, fabrika üretime geçtikten sonra kolayca metal iş koluna geçilebilirdi. Çıkınca derhal İskenderun'a gitti. Ama burjuvazi de kendince dersler çıkarmıştı. Her iş küçük taşaronlara verilmiş ve böylece ortaya yüzlerce işveren çıkmış oluyordu. Aynı zamanda Adana ve İskenderun çevresinin kabadayılarına gangster sendikalar kurdurulmuş, işçilerin haberi bile olmadan, usulen sözleşmeler yapılmıştı. Öte yandan 12 Mart'ın karanlıkları hala sürüyordu. Bütün bunlara rağmen İsmet Demir on binlerce işçiyi direnişe götürmeyi başarabildi. Ama Kıbrıs çıkartmasının hayhuyu arasında İsmet Demir tutuklandı ve gerisi gelmedi. Bundan sonra Kanser hastalığı ilerledi. Ölünceye kadar mücadeleyi bırakmadı. İnsanlara olan sevgisini, sosyalizme olan inancım ve işçi sınıfına olan güvenini yitirmedi. En canlı işçi tiplerini yaramış ve her satırında buram buram bir insancıllık kokan romancı Orhan Kemal İsmet Demir'in romanını yazmaya niyetlenmişti. Ortak bir dostları onları tanıştırmış ve Orhan Kemal'e bu fikri vermişti. O sıralar İsmet Demir, Aliağa grevlerine başlamak için İstanbul'dan ayrılmak üzeredir. Orhan Kemal de yurt dışına ameliyata gidecektir. Ortak tanıdıkları, ki İsmet'in bir adaşıydı, Orhan Kemal'e bir an önce notları almasını, İsmet'e anılarını anlattırmasını, çünkü İsmet'in Aliağa direnişleri sırasında öldürülebileceğini söyler. Bunun üzerine O. Kemal bir kaç gün içinde notlar alır. Ne yazık ki Orhan Kemal yurt dışında ölür. Aliağa'da ise, ölen İsmet değil Necmettin Giritlioğlu olmuştur. Bu destan roman yazılmadan kalır. Necmettin'in ölümünden İsmet Demir hep kendini sorumlu tutmuştur. Gerçek hedefin kendisi olduğunu biliyordu. Ama onun bunda hiç bir sorumluluğu yoktu. Hepimiz toplanmış ve direnişler boyunca İsmet Demir'in arka planda kalmasını, kararlaştırmıştık. İsmet Demir arkamızda olup bize akıl ve taktik verdiği sürece bizler direnişi sürdürebilir, tutuklandıkça birimizin yerini diğeri alır, ama İ. Demir böylece hep dışarıda kalır diye düşünmüştük. İsmet Demir tutuklandığı ya da öldüğü takdirde, direnişi sürdürecek bilgi ve tecrübemizin olmadığını biliyorduk. Olaylar Necmettin'in canı pahasına da olsa bu taktiğin doğru olduğunu gösterdi ama İsmet Demir hiç bir zaman vicdan azabından kurtulamadı ve Necmettin'in yerine orada ölmüş olmayı hep istedi Bir işçi direnişinin başında burjuvazi tarafından öldürülen ilk sosyalist Necmettin Giritlioğlu'dur. Ve Necmettin'i sendikanın başına getiren İsmet Demir'dir. Bu bir rastlantı değildir. Yeni kuşakların örneği: İsmet Demir, Necmettin Giritlioğlu olsun. 11/2/1987 (x) Gangster sendikacı deyiminin ortaya çıkmasında dolaylı olarak İsmet Demir'in bir rolü vardır. Fukara Tahir Yapı-İş'i kurduktan sonra tipik bir sendika ağası olur ve sendikanın paralarını diğer ortaklarıyla yemeğe başlar. İsmet Demir ise, başka bir sendika aracılığıyla örgütlenmektedir. Böylece Yapı-İş'in gelir kaynakları azalmaya başlar. Paralar azalınca paraları yiyenler arasında sürtüşmeler de artar ve sonunda aynı sendikanın bir başka yöneticisi Tahir'i öldürür. "Gangster Sendikacı" lafı bundan sonra ortaya çıkmıştır. İsmet böylece onların nasıl yiyiciler olduklarını dolaylı olarak göstermiş olur.
24
(Bu yazı Zemin dergisinde yayınlanmıştı. )
25