Demir Küçükaydın Kıvılcımlı Üzerine Yazılar (1975 - 2012) 1
Yayınları
Kıvılcımlı Üzerine Yazılar (1975 - 2012) Demir Küçükaydın Beşinci Sürüm Mart 2013
Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
2
İçindekiler Sunuş - Kıvılcımlı’nın Değerlendirilmesinde Altı Dönemim ............................................ 6 Kıvılcımlı’yı Anlayamadığım Birinci Dönem ................................................................... 6 Kıvılcımlı’yı Otantik Marksizmin Biricik Geliştiricisi Olarak Gördüğüm İkinci Dönem. 7 Kıvılcımlı’nın 20. Yüzyıl Politikasında Stalinist Olduğu Sonucuna Ulaştığım Üçüncü Dönem ................................................................................................................................ 8 Kıvılcımlı, Troçki ve Batı Marksizmi’nin Ortaklıklarını Araştırıp Açıklamaya Çalıştığım Dördüncü Dönem ............................................................................................................... 9 Kıvılcımlı’nın Eleştirisini Ulus ve Din Sorunlarında Klasik Marksizmin Eleştirisi Bağlamında Yaptığım Beşinci Dönem ............................................................................. 10 Yapı ve Özne Sorununun Çözümünde Tarih Tezi’nin Temel Kavramlarının Eleştirisiyle Belirlenen Altıncı Dönem ................................................................................................ 10 Marksist Leninist Öğretinin Gelişimi ve Hikmet Kıvılcımlı .......................................... 12 Kıvılcımlı’nın Anlayamadıkları ........................................................................................ 27 Tarihin Maddeci Kavranışının İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri ............................................. 34 Kıvılcımlı’nın Mirası .......................................................................................................... 40 Tarihin, Marksizm’in ve Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası: Komün ...................................... 45 Birinci Bölüm: Marksizmin Krizi ve İlerleyen Tek Yönlü Tarih Anlayışı ................... 45 Marksizmin Yenilenmesi Gereği ..................................................................................... 45 İlerlemeci ve Tek yönlü Tarih Anlayışı ........................................................................... 45 Açık Uçlu Tarih Anlayışı ................................................................................................. 47 Program Sorunu ve Tarihin Kavranışı İlişkisi.................................................................. 48 İlerlemeci Olmayan Tarih Anlayışı .................................................................................. 49 İlerlemeci Olamayan Tarih Anlayışı ve Uygarlık Krizi ................................................... 50 İkinci Bölüm: Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası .................................................................... 51 “Tarih Tezi”nin Bir Konu Olarak Yokluğu ve Yokluğun Anlamı Üzerine ..................... 51 Kıvılcımlı’da Komün ....................................................................................................... 54 Üçüncü Bölüm: Marksizmin Kayıp Halkası .................................................................... 57 Romantik Düşünce ........................................................................................................... 57 Romantik Düşüncenin Kayıp Halkası: Komün ................................................................ 58 Komün’ün Oluşturduğu Gönül Yakınlıkları .................................................................... 59 Avrupa Tarihinin Kayıp Halkası: Komün ........................................................................ 60
3
İlerleyen Tarihin Panzehiri Olarak Komün ...................................................................... 62 Mesihçi Gelenek ve Komün ............................................................................................. 63 Ütopik Görüş ve Mesihçi ve Romantik Gelenek Bağı ..................................................... 64 Geleceğin Marksizminin Bileşenlerinin Kayıp Halkası Olarak Kıvılcımlı ..................... 65 Batı ve doğu düşünce ekollerinin farkı: ........................................................................... 66 Dördüncü Bölüm: Tarihin Kayıp Halkası ....................................................................... 67 Karşı Devrimlerin ve Uygarlığın Tarih Yazışları ............................................................ 67 Kapitalizmin Tarih Yazışı ................................................................................................ 69 Stalinizmin Tarih Yazışı................................................................................................... 69 Kıvılcımlı’da Din teorisi ..................................................................................................... 72 Tarihsel Maddecilikte Yapı ve Özne Sorunu Kıvılcımlı'nın Katkıları ve Eleştirisi (Uzun Versiyon) .................................................................................................................. 83 Sorun veya Konu .............................................................................................................. 83 Önsöz ve Manifesto Arasındaki Farklar........................................................................... 83 Farkların Çelişik Sonuçları............................................................................................... 84 Sorunu Kavramak İçin bir Analoji: Kuantum ve Relativite Kuramları ........................... 85 Marks'ta Üretici Güçler ve Devrimci Sınıf İlişkisinin Kuruluşu...................................... 86 Marks'ın Açıklamasının Sorunları.................................................................................... 87 Yapı ve Özne Sorunuyla Modern Tarihteki Karşılaşmalar .............................................. 88 Troçkizm – Klasik Marksizm ........................................................................................... 89 Merkez ve Çevre veya Üçüncü Dünyacılık veya "Dörtlü Çete" ...................................... 89 Yapısalcılık....................................................................................................................... 89 Post Marksizm .................................................................................................................. 90 Teoriye İlgisizlik ve Problemin bilinçlerden Kayboluşu ................................................. 90 Kapitalizm Öncesi Tarihte Yapı ve Özne Sorunu ............................................................ 91 Sorunun Kıvılcımlı Tarafından Koyuluşu ........................................................................ 91 Kıvılcımlı'nın Marks ve Engels'teki Dayanakları ............................................................ 93 Kendi Kaleminden Yeni Üretici Güçler Tanımı .............................................................. 94 Kıvılcımlı'nın Çabası'nın Reformist Karakteri (Esir Kavramı) ........................................ 96 Özne ve Yapı çelişkisinin Varlığı ve Başka Yoklukların Birliği ..................................... 97 Bir Din teorisinin Yokluğuna İlişkin Belirlemenin Yokluğu ........................................... 97 Din Teorisinin Kuruluşuna Kıvılcımlı'nın Katkısı ........................................................... 99 Ulus Teorisinde Kopernik Devrimi ................................................................................ 100 Marksizm ve Ulusçuluk ................................................................................................. 101 Programatik Sonuçlar ..................................................................................................... 102 İki Farklı Ulusçuluğun Ayrımı ....................................................................................... 102 İki Ulusçuluğun Ayrımının Politik, Programatik ve Stratejik Sonuçları ....................... 103
4
Politik Kavramının Sosyolojik Olmayan Karakterinin Keşfi ........................................ 104 Özel Nedir? .................................................................................................................... 104 Özel ve Din..................................................................................................................... 105 Modern Toplumun Dini Nedir?...................................................................................... 105 Özel - Politik Ayrımının Ekonomik ve Tarihsel Temeli ................................................ 106 Politik Olanı Ulusal Olanla Tanımlamanın Gericiliği.................................................... 107 Programatik Sonuç ......................................................................................................... 108 Devrimler ve Dinler ....................................................................................................... 109 Biyolojik ve Sosyolojik İnsan Kavramları ..................................................................... 110 Toplum Tanımındaki Metodolojik Hata ........................................................................ 111 Sonuç .............................................................................................................................. 113 Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü......... 115 Kıvılcımlı’nın Marksizm’e Katkılarının Eleştirel Değerlendirmesi ................................ 137
5
Sunuş - Kıvılcımlı’nın Değerlendirilmesinde Altı Dönemim Sanırım Kıvılcımlı’nın teorik çalışmaları ve katkıları hakkında bu güne kadar en çok yazanlardan biriyim. Sempozyum hazırlıkları bağlamında bu yazılarımın en tipik ve önemli olanlarını peyderpey yollayacağım. Ancak bu yazılar, 1974’ten 2012’ye kadar, neredeyse kırk yıllık bir dönemde yazılmıştır. Bu kırk yıl boyunca benim görüşlerim, bilgi düzeyim, önceliklerim, ilgilendiğim konular da sürekli değişti. Bu değişim elbette Kıvılcımlı hakkındaki değerlendirmelerime de yansıdı. Bir bakıma Kıvılcımlı hakkında yazdığım yazılar aynı zamanda teorik evrimimin işaret taşları gibidir. Bu yazılardan bu evrim de kolaylıkla incelenebilir. Bu nedenle, Kıvılcımlı hakkında yazdığım yazıları yollamadan önce onların evrimimin hangi dönemine ait olduğu hakkında kısa da olsa bir bilgilendirmede bulunmam onların ve Kıvılcımlı’nın daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur. Bu kısa girişte bunu yapmaya çalışacağım. Kıvılcımlı’yı Anlayamadığım Birinci Dönem Kıvılcımlı’yı anlamının zorluğundan; dilinden çok şikayet edilir. İşin doğrusu ben de ilk kez Kıvılcımlı’nın kitaplarıyla yapı İşçileri Sendikası’nın (YİS) üstündeki Devrimci Öğrenci Birliği’nin (DÖB) de kullandığı ve Kıvılcımlı’nın kitaplarının da deposu olarak kullanılan odada karşılaştığımda (1968 son baharı ve kışı) aynı zorluğu hissetmiştim. Gerçi tek tek kelimelerde anlamadığım bir şey yoktu: Örneğin bezirganın ne olduğunu biliyordum ama bu kelimenin kullanılışını yadırgıyordum. Çünkü başka kimse bunu kullanmıyordu. Yıllar geçip de Marksist klasikleri daha yakından tanıdıkça, Kıvılcımlı’nın dilini zor bulmanın aslında dille değil, üslupla değil; Marksizmi bilmemekle ilgili olduğuna ilişkin kanım daha pekişti. Kıvılcımlı’yı anlayamamamın nedeni henüz Marksizmi bilmememdi. Başlangıçta ben de sorunun dil ve uslup sorunu olduğunu sanıyordum. Marksizmi ve Kıvılcımlı’yı tanıdıkça sorunun bu olmadığına ilişkin kanım kesinleşti. Bunu yine Bezirgan kavramı üzerinden açıklayayım. Marks’ın da belirttiği gibi, tarihte iki türlü sermaye vardır; biri modern ya da kapitalist üretimdeki sermaye; diğeri antik, eski ya da kapitalizm öncesindeki sermaye. Evet, bunların ikisi de sermayedir ama çok temelden ayrılıkları olan sermayelerdir. (Şu an Türkiye’de değme Marksistler arasında bir anket yapıp, modern ve antika sermayelerin özündeki; anatomik yapıları arasındaki farkı sorsak, muhtemelen bu farkı anlatabilecek bir elin parmakları kadar bile insan çıkmaz. Bu şu demektir, ekonomi politiğin eleştirisini anlamışların, yani Marksizmi kavramışların sayısı bir elin parmaklarını aşmaz.) Peki, nedir temel fark? Kapitalizm öncesi sermayenin karının kaynağı üretim sürecinin kendisi değildir; bu sermaye üretimle ilgisizdir. Bu sermayenin varlığı, bir kapalı ekonomiler ve küçük üreticiler denizini 6
var sayar. Karın kaynağı, üreticiden değerinin altında almaya, tüketiciye değerinin üstünde satmaya dayanır. Yani karın kaynağı bir değer transferidir; değer yaratılması değildir. Kar edildiğinde toplumun toplam zenginliğinde bir değişme olmaz; zenginlik el değiştirmiş olur. Ve kapitalizm öncesi sermaye ne kadar büyürse, üreticiler o kadar fakirleşir; yani üretim geriler. Fakat modern sermayede bu ilişki tam tersidir. Sömürü, üretim sürecinin kendisinde gerçekleştiğinden; (çünkü kar, faiz ve rantın içinden çıktığı artı değeri yaratan işgücüdür) sömürmek için üretmek zorundadır modern sermaye. Yani sömürü gerçekleştiğinde toplum daha zenginleşmiş olur toplamda, üretici nispi olarak fakirleşmiş olsa da. Sermaye ne kadar büyürse; yani ne kadar çok işçi çalıştırırsa, ne kadar çok ham maddeyi işlerse, ne kadar çok makine kullanırsa, toplum o kadar zenginleşir. Şimdi böylesine zıt iki sermayeyi ayırmak için piyasadaki Marksistlerin çoğu özel bir kavrama sahip bile değillerdir. Yani modern (kapitalist) toplumdaki para ve mal ticaretinden kar eden sermaye derler ve bunu kastederler ve de bunu anlarlar. Yani bankerlerle, ticaret sermayesini anlarlar. Ancak, modern para ve mal ticareti ile antika para ve mal ticareti arasında, bu iki farklı üretim biçiminden doğan çok temel bir fark vardır. Modern, banka ve ticaret sermayesinin karının kaynağı; sanayideki işçinin üretim sürecinde yarattığı artık değerdir. Yani bu sermayelerin karının kaynağı, işgücüdür. İşgücünün ürettiği artı değerden, sanayi sermayesi kar, ticaret sermayesi ticari kar, banker faiz, toprak sahibi de rant alır. Bunların hepsinin zenginliklerinin kaynağında işçinin ödenmemiş emeği vardır. Bu kar, faiz ve rantların oluşabilmesi için, üretimin yapılmış ve bir bütün olarak toplumun zenginleşmiş olması gerekir. Ama kapitalizm öncesindeki sermayede böyle bir koşul yoktur. Köylü daha az üretim yaptığında da, hatta esas olarak bu dönemlerde tefeci sermaye daha zenginleşir örneğin. Şimdi böylesine iki birbirine zıt sermayeyi anlatmak; antik olanı modern olandan daha net ayırmak için Kıvılcımlı gibi, Tefeci - Bezirgan Sermaye’den söz etmek, hem teorik olarak modern ticari sermaye ile karışıklığı engellediği; ayrılığı daha bir vurguladığı için doğrudur; hem de üslup ve dil olarak daha doğru ve anlaşılırdır. Ama işte Kıvılcımlının anlaşılmazlığı tam da bu anlaşılırlığı ve yalınlığındadır. Bizler bilmemekteyizdir işin özünü. Bu nedenle bu özü ve farkı anlatan en güzel ifadeler bizler için zorluk oluşturur. İşte benim de Kıvılcımlı’yı anlamadığım; anlayamadığım; ne diyor bu adam diye düşündüğüm; ama kitaplarına ve hayatına saygı duyup her halde önemli ve iyi bir şeyler diyordur diye hasbelkader okuduğum bir dönem oldu. Bu dönem Filistin’de Demokratik Cephe’nin kamplarında Marks, Engels, Lenin, Kıvılcımlı’yı derinliğine etüd edişime kadar sürdü (1969 kışı ve 1970’in ilk ayları). Kıvılcımlı’yı Otantik Marksizmin Biricik Geliştiricisi Olarak Gördüğüm İkinci Dönem Bu okumalarımda Marks-Engels-Lenin ve Kıvılcımlı arasında aslında çok derin bir özdeşlik ve yakınlık olduğunun farkına vardım. Kıvılcımlı’nın Marks-Engels-Lenin’i başka türlü okuduğunu fark ettim. Ve işin ilginci bu okuma benim okumama benziyordu, aynı dalga 7
boyundaydı. Böylece Kussinen, Politzer, Mao, Stalin okuyarak Marksizmi öğrenenler ile daha baştan ayrı bir yola girip; suyu kaynağından içme olanağı doğdu. 1970-71 yıllarında Antik tarihe gömülüp, o Tarihi iyi kötü anlamayı sağlayacak kavramsal araçların Kıvılcımlı tarafından sunulmuş olduğu görüşüne ulaştıkça, Kıvılcımlı’nın Marks, Engels, Lenin’lerden sonra yaşamış ve Marksizmi geliştirmiş biricik teorisyen olduğuna ilişkin kanım kesinleşti. Bugün bu kanımın yanlış olduğun düşünmüyorum. Ama o zamanlar, başka vadilerde başkalarının da Marksizmi geliştirmiş olduğunu bilmediğimden (Örneğin Troçki, Batı Marksizmi, Eleştirel teori vs.) bu sonucu çıkarıyordum. Burada yanlış olan geliştirmesi değil; tek geliştiren olduğu sonucuydu. Bu ise temelden, öze değin değil, olgusal bir yanılgıydı. Aşağı yukarı 1970-78 arasında, Kıvılcımlı hakkında yazdığım yazıların ana fikri: Kıvılcımlı’nın otantik Marksizme dayandığı ve onu geliştirdiği; piyasadaki Marksizmler karşısında bir dev olduğu idi. Özellikle Sovyet ve Çin teori ve görüşleri karşısında. 1975-76 yıllarında yazdığım Murat belge’nin ve Mihri Belli’nin Kıvılcımlı eleştirilerine karşı eleştirilerim ve savunmalarımın özü bu bakış açısıdır. Bu bakış açısı en özlü biçimde “Marksist Leninist Öğretinin Gelişimi ve Hikmet Kıvılcımlı” başlıklı yazıda ifadesini bulmuştur. Bu yazıda Kıvılcımlı’nın teorik katkıları ve bu katkıların hangi tarihsel ve öznel koşullarda yapılabildiği açıklanır. (Mehmet Özler’in önceki Kıvılcımlı Sempozyumundaki konuşması esas olarak benim bu dönemdeki değerlendirmelerimin bir tekrarı gibidir.) Kıvılcımlı’nın 20. Yüzyıl Politikasında Stalinist Olduğu Sonucuna Ulaştığım Üçüncü Dönem 1978 yılanda, Faşistlere karşı mücadele için öz savunma gereği üzerine düşünürken Kıvılcımlı’nın “Halk Uyanış Güçleri” diye öz savunma önerdiğini görmem; Dimitrof’un ve Üçüncü Enternasyonal’in pratiklerine eleştirel bakmaya başlamam; Kıvılcımlı’nın anılarını okumam; Üçüncü Enternasyonal’in lağvını lanetlediğini; Lenin’i Stalin’in öldürmüş olabileceğini vs. okumam ve nihayet Kıvılcımlı’nın başına gelenler beni Sovyetler ve Stalinizmle karşı karşıya getirdi. Ama dediğim gibi bu karşı karşıya gelişimi yine Kıvılcımlı’ya borçluydum. Eleştirileri mantık sonucuna götürünce ise Troçki ile karşılaşmak kaçınılmaz oldu. Bir bakıma, eğer yaşasaydı, Kıvılcımlı’nın kenarına kadar gelip o sırada ölümüyle bitmiş olan ve belki yedi sekiz yıl önce geçireceği evrimi vekaleten tamamladım. Kıvılcımlı’nın çelişkili bir bütün olduğu sonucuna ulaştım. Elbette tarihe ilişkin; Türkiye’deki sosyo ekonomik yapıya ilişkin söyledikleri doğruydu ve Marksizme bir katkıyı temsil ediyordu; ama yirminci yüzyılın bütün sorunlarında Resmi Sovyet görüşünü savunmuştu. Bir bakıma tarih araştırmalarındaki yöntemi ile çağdaş olaylardaki politik duruşu, Hegel’in sistemi ve Yöntemi gibi, çelişki içindeydi. Nasıl Marks-Engels onun yöntemini alılar ve gericiler sistemini aldılarsa; şimdi ben de Kıvılcımlı’nın yöntemine ve Tarih konusunda yazdıklarına ve diğer metodolojik katkılarına sahip çıkıyor ama Sürekli Devrim, Faşizm, Tek 8
Ülkede Sosyalizm, Sovyet devletinin sınıf karakteri gibi konularda kesin bir yanlışlık içinde bulunduğunu savunuyordum. Kendisi bu çelişkiyi sezmiş, yaşamış ama aşamamıştı. Şimdi onun bu vasiyetini yerine getiriyordum; yarım kalmış işini tamamlıyordum bir bakıma. Bu dönemde, Kıvılcımlı’nın bu yanlışlarını ele alan ve Troçki’nin teorik katkıları ışığında eleştiren bir kitap yazmayı planlıyordum. Hatta bunun önsözünü de yazmaya başlamıştım. (Bu yarım kalmış önsözü daha önce yolladım). Ancak 12 Eylül geldi ve bütün planlar alt üst oldu. Bu dönemdeki Kıvılcımlı eleştirim kısa ve aceleyle yazılmış “Kıvılcımlı’ın Anlayamadıkları” oldu. (Bu yazıda daha ayrıntılı olarak ele alıp yapmak istediklerimi daha sonra yurt dışında Ergun Aydınoğlu’nun o zamanlar henüz yayınlanmamış bir yazısında yaptığını görmüştüm. Muhtemelen bu Sempozyum’a sunacağı bildiri de benzer bir konuyu ele alıyor olabilir başlığından çıkardığım kadarıyla. Ancak benim açımdan, kendimi aydınlatma çok önceden hallolmuş bir sorundu. Bu nedenle Marks-Engels’in Alman İdeolojisini farelerin kemirici eleştirisine bırakmaları gibi; Kıvılcımlı’nın Troçkist açıdan eleştirisine bir daha dönme gereği duymadım.) Kıvılcımlı, Troçki ve Batı Marksizmi’nin Ortaklıklarını Araştırıp Açıklamaya Çalıştığım Dördüncü Dönem Hapisten çıkınca “Batı Marksizmi” ile karşılaştım ve böylece Kıvılcımlı ve Troçkist gelenek haricinde Marksizmin eleştirel ve devrimci yanını sürdürmüş üçüncü gelenekle de tanışmış oldum. Bu üç geleneğin birbirinden habersizce sanki bir iş bölümü içindeymişçesine birbirlerini tamamladığı düşüncesi ve sonucu giderek kökleşti. Bu üç geleneğin birbirini tamamladığını ve Marksizmi farklı vadilerde geliştirdiğini göstermek ve bunun nasıl ve neden gerçekleştiğini açıklamak esas teorik çabamın merkezide oldu. Öte yandan, yurt dışına çıktığımda, Yeni Soysal Hareketler sorunuyla karşılaşmıştım. Hem bu hareketleri ve hem de bu hareketleri yaratan sorunları Marksist kavram sistemi içinde tutarlı olarak açıklamak gibi bir teorik sorunla karşı karşıyaydım. Bu sorun karşısında da bu gelenekler bir ortaklık ve yakınlık içindeydi. Frankfurt Okulu’nun yazdıkları adeta bu hareketlerin habercisi gibiydi; Troçkist gelenek bu hareketleri hemen benimsemiş ve içinde yer almıştı; Hem Mandel’de hem de Kıvılcımlı’da bu hareketleri açıklayacak kavramsal temellerin ipuçları bulunuyordu: “Sermayenin Gerçek Tarihsel hareketi” ve Farklı üretim biçimlerinin karşılıklı simbiyoz bir ilişki içine girmesi gibi. Bu iki kavram aracılığıyla Yeni Sosyal Hareketleri ve Onları ortaya çıkaran problemleri açıklamak mümkün oluyordu. Bu dönemde yine, başka bir uygarlığı programlaştırmak; ilerleyen bir tarih anlayışını eleştirmek gibi sorunlarda da bu ortaklıklar ve yakınlıklar dikkati çekiyordu. Benjamin’in “ İmdat Freni” imgesi hiç de “Tarihsel Devrimlerin” çöküşleriyle çelişmiyordu örneğin. Bu dönemdeki yaklaşımlarımın örnekleri, Ertuğrul Kürkçü’nün çıkardığı, Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Ansiklopedisi için yazdığım “Tarihin Maddeci Öğretisinin Gelişimi İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri” ve Özgür Gündem’e yine Ertuğrul Kürkçü’nün isteği üzerine, bir
9
Kıvılcımlı anması vesilesiyle yazdığım “Kıvılcımlı’nın Mirası” adlı yazılar ve yine ilk Kıvılcımlı sempozyumunda sunduğum “Tarihin, Marksizmin ve Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası: Komün” adlı bildiridir. Kıvılcımlı’nın Eleştirisini Ulus ve Din Sorunlarında Klasik Marksizmin Eleştirisi Bağlamında Yaptığım Beşinci Dönem 2000’li yılların başında Ulus ve Din konularına yoğunlaşmaya başlamıştım. Marksizm’in bir Ulus teorisinin olmaması, en çok kafamı karıştıran konuydu. 2000’lerin başından beri Ulus teorisi konusunda epey yol kat etmiştim, enternasyonalizmin de milliyetçilik olduğunu görmüştüm ama henüz demokratik ve gerici ulusçuluğun ayrımını yapabilmiş değildim Dinsel hareketler konusunda klasik Marksist geleneğe uygun olarak pek bir sorunla karşılaşmıyordum. Ama 2004-2005 yılı civarında İsmail Beşikçi’nin eleştirisini yaparken, birden bire Din’in din olmadığını; Modern toplumun dininin din tanımı ile yeni bir din yarattığını çözünce; Ulusçuluğun da bu dinin gerici bir biçimi; yani aslında din olduğunu keşfedince, bir darbeyle birçok teorik sorun birbiri ardınca çözülmeye başlamıştı. Eskiden beri önüme koyduğum, ama hiçbir zaman başarabileceğimi düşünmediğimi başarmıştım. Elbet bu çok geç kalmış bir keşifti ama alt üst ediciydi. Bu keşfin ışığında Marksizmin bütün kavram ve kategorilerini yeniden tanımlamaya başlamıştım. Bu yeni tanımlar eski tanımları yıkmıyor ama onları yeni bir bağlamda, derinleştirip, mantık sonuçlarına götürerek yeniden daha dakik olarak tanımlıyordu. Bu bağlamda Kıvılcımlı, Klasik Marksizmin bir örneği olarak da eleştirilerimin, yaptığım keşfi ve sonuçlarını açıklamanın bir örnek olarak nesnesi oldu. Özellikle Kıvılcımlı’nın din ve Ulus konusunda yazdıklarının eleştirisi bu dönemin örnekleri arasında sayılabilirler. Beşikçi Eleştirisinde Kıvılcımlı’nın eleştirisi olan bölüm; Dinin Türk Toplumuna Etkileri’nin eleştirisi bu dönemin örnekleri sayılabilir. Yapı ve Özne Sorununun Çözümünde Tarih Tezi’nin Temel Kavramlarının Eleştirisiyle Belirlenen Altıncı Dönem Bütün bu dönem boyunca, Tarih Tezi, Marksizm’e bir katkı olarak dokunulmazlığını korumuştu. Ancak Din teorisini mantık sonuçlarına götürünce, Toplum, İnsan, Sınıf, Parti, Din vs. gibi en temel kavramların eleştirisine ve sosyolojik tanımlamasına girince, Marks’ın Yapı ve Özne gerilimini aşmak için ortaya koyduğu çözüm olmayan çözüm ve bu çözüm olmayan çözüme dayanarak Kıvılcımlı’nın antik tarihte bu sorunu çözme girişimini, yani Tarih Tezi’nin en temel kavramlarını; yani Üretici Güçleri tanımlayışını eleştirmem son aşamadır. Elbette Antik tarih’te Kıvılcımlı’nın dikkati çektiği ve ele aldığı olaylar yine kabul ediliyordu. Ama bu sefer onlar, yeni din kavramı içinde yeniden açıklanıyor ve ifade ediliyorlardı. Bu dönemin en tipik Kıvılcımlı değerlendirmesi de, 2008’deki Kıvılcımlı Sempozyumu’na sunduğum, “Marksizmde Yapı ve Özne Sorunu - Kıvılcımlı’nın Katkıları ve Eleştirisi” adlı
10
geniş incelemedir. Bunun daha sonra kısa bir versiyonu, Teori ve Politika’nın yayınladığı bu Sempozyum için yapılan derlemede de yayınlanmıştır. Okunduğunda görüleceği gibi, birbirini izleyen bu eleştiriler hiç de bir binayı yıkıp yerine yeni bir bina yapmamaktadır. Bir tepeye çıkış gibidirler. Hareket noktası aynıdır, ama her seferinde daha geniş bir açıdan her şey görülmekte, her şey yeni baştan değerlendirilmektedir. Kıvılcımlı olmasaydı onun bu eleştirisini yapamazdık. Aslında bizim yaptığımız Kıvılcımlı eleştirisi; Kıvılcımlı’nın kendini eleştirerek geliştirmesinden başka bir şey değildir. 22 Kasım 2012 Perşembe Demir Küçükaydın
11
Marksist Leninist Öğretinin Gelişimi ve Hikmet Kıvılcımlı
"Biz, Marks'ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tersine biz onun, eğer yaşama ayak uydurmak istiyorlarsa, sosyalistlerin her doğrultuda geliştirmek zorunda oldukları bilimin sadece bir temel taşını koyduğuna inanıyoruz." (V.I.U. Lenin, "Programımız", 1899) Sosyalizm 130 yıldan beri bir bilimdir. Ve bir bilim olarak, bir evrim geçirmektedir. Ve nihayet Bilimsel Sosyalzm, kendi evrimini de açıklayabilen, kendinin bilincinde olan tek bilimdir. Örneğin, fizik biliminin gelişimini, fizik yasalarını konu alan fizik bilimi açıklayamaz. Çünkü, fizik biliminin evrimi fiziksel bir olay değildir. Fiziğin bir bilim olarak evrimi, fizik biliminin konusuna girmez. Bilimsel Sosyalizm için, durum, bütünüyle buna zıttır. Sosyalizmin bir bilim olarak evrimini, yine Bilimsel Sosyalizm açıklayabilir. Nasıl madde insanda kendi bilincine vardıysa, bilimler de Bilimsel Sosyalizm'de kendi bilincine varmıştır. Bilimsel Sosyalizm'e göre, konusu olan olaylar gibi, bilimler de, bizzat bir evrim, bir gelişim, bir değişim içindedirler. Ve Bilimsel Sosyalizmin kendisi de, bir bilim olarak bu yasanın dışında değildir. Bilimsel Sosyalizm, konusu olan toplumun hareketini, daha dakik, daha derin ve kapsamlı olarak açıkladıkça, kendi hareketini gerçekleştirir. Ve kendi hareketini gerçekleştirerek, fiilen bir "dogma", bir "sistem" olmadığını, bir bilim olduğunu kanıtlar. Ama öte yandan, bu fiili kanıtın, yani Bilimsel Sosyalizmin bir bilim olarak hareketinin gelişim prosesinin, açıklanması yine Bilimsel Sosyalizmin konusuna girer. Çünkü, Bilimsel Sosyalizmin, bir bilim olarak, gelişim prosesi : toplumsal bir prosedir. İşte, bu yazıda konumuz, bir bilim olarak, Bilimsel Sosyalizmin evrimine egemen olan genel ve özel yasaların neler olduğunu, bu evrimin hangi tarihsel ve sosyal olanak ve zorunlulukların sonucu olarak nasıl gerçekleştiğini incelemektir. Yalnızca evrimi, gelişimi, hareketi kabul etmek: henüz, proleter, ya da sosyalist, ya da bilimsel, ya da diyalektik bir kavrayış değildir. Evrimin, birikimlerle ve sıçramalarla, zaman zaman geriye dönüşlerle ve birden ileriye atlayışlarla gerçekleşen karmaşık süreçler olduğu kavrayışı: proleter, bilimsel, sosyalist ya da diyalektik maddeci bir kavrayıştır. Bu genel yasaya uygun olarak, Bilimsel Sosyalizm'in gelişimi de "düz" bir süreç değildir. Bilimsel Sosyalizm de, uzun birikimlerle, geriye dönüşlerle ve sıçramalarla belirlenebilecek bir evrim içindedir. Bilimsel Sosyalizm'in evrimini ve bu evrim içinde Dr. H. Kıvılcımlı'mn yerini açıklayabilmek için diyalektik bir evrim kavrayışı gerekli şarttır. Belki herkes, prensip olarak, böyle bir kavrayışın doğruluğunu kabul eder. Ama çoğu kez, "düz" bir evrim kavrayışı, farkına bile
12
varmadan zihinlerde gizli egemenliğini kuruverir. Ve bizzat bu gizli egemenlik bile, evrimin karmaşık, çelişik gidiş olduğu yolundaki evrensel yasanın gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. İkinci Enternasyonal'in oportünist kocakarıları, böyle metafizik, "düz" bir evrim kavrayışı içinde olduklarından, geri ülkelerde bir sosyal devrim olanağını göremiyorlardı. Onların anlayışınca, mademki üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında zorunlu bir uygunluk vardı, o halde sosyalizm kapitalizmin en geliştiği ülkelerde ülkelerde kurulabilirdi!.. Bu metafizik anlayışın sakatlığını, Tarihin diyalektik gidisi kanıtladı. Ama bu anlayış, çok daha başka biçimler altında sürüp gidiyor. Biz, burada, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Bilimsel Sosyalizmin evrimindeki yerinden söz ederken, kimilerinin kıs kıs güldüklerini görür gibi oluyoruz... O gülenlerin çoğu şuna benzer düşünceler içindedir: "Evet, Bilimsel Sosyalizm bir evrim içindedir. Ama işte bu teori sosyalist ülkelerde en geniş maddi ve manevi olanaklar içinde geliştiriliyor. Kıvılcımlı türünden, Türkiye gibi geri bir ülkede, hele ömrünün 22 yılını yarıç derebeyi bir toplumun zindanlarında geçirmiş bir insanın sosyalist teorinin gelişimine ne gibi katkıları olabilir?" vs., vs.. Bu türden itirazlarla bu satırların yazan pek çok kez karşılaşmıştır. Ve bu tarz düşünceler yalnız bize has da değildir. Sosyalist veya ileri kapitalist ülkelerin sosyalistlerinde de, açıkça itiraf edilmese de, bu tür bir yaklaşım oldukça yaygın bir egemenliğe sahiptir. Hemen görüleceği gibi, bu tarz bir yaklaşım, özünde, ikinci Enternasyonal kocakarılarının anlayışından farksızdır. Ve bu tür bir anlayışla, elbet, Bilimsel Sosyalizmin geçirdiği evrimin çelişkili karakterini kavramak olanaksızlaşır. Bilimsel sosyalizmin evriminin en genel kanevası söyle çizilebilir. 1848 - 1871 arasında Bilimsel Sosyalizm, onlarca sosyalist eğilimden biri olarak vardır. Teori planında zaferler elde etmiş olmasına rağmen, pratikte, onlarca sosyalist hareketten biri durumundadır. Ama Bilimsel Sosyalist teorinin tüm temelleri esas olarak bu dönemde geliştirilmiştir. 1871 - 1917 arası, bilimsel sosyalist teori, sosyalist tarikatleri pratik olarak yenilgiye uğratmış, tüm kapitalist ülkelerde ulusal partiler biçiminde örgütlenmiştir. Bilimsel sosyalist fikirler hızla yaygınlaşmıştır. Ama bu yaygınlığa karşılık, Rusya'daki küçük Bolşevik Partisi dışında hiç bir teorik ilerleme yoktur. Aksine teorinin tüm devrimci özü giderek unutulmakta, bayağılaştırmaktadır. Görünüşte, teori gerilemiştir. Ama geri Rusya'da doruklarından birine ulaşmıştır. Lenin'in ölümünden beri, Marksizm - Leninizm milyonlarca proleterin bilincine yerleşti. Sosyalizm bir dünya sistemi oldu. Ama sosyalist teori, bu teorinin temel kavramları, MarksEngels-Lenin'in bıraktığı yerde kaldı. Hatta giderek yüzeyselleşti, bayağılaştı. Ama bu gerçekliğin yalnızca bir yanıdır. Onun görünmeyen derinliklerinde hızlı akıntılar vardır. Bilimsel Sosyalizm, 1930'lardan beri, büyük gelişmeler kaydetmiştir. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemin ise, teorideki bu muazzam sıçramanın yaygınlaşması ve pratik zaferler kazanması dönemi olduğu söylenebilir. Hemen belirtelim ki, bu muazzam sıçrama, Dr. Hikmet Kıvılcımlı adına bağlı olarak Türkiye'de gerçekleşmiştir.
13
Her bilimin dayandığı temel kavram ve kategoriler vardır. Bu temel kavram ve kategoriler üzerinde ikincil, üçüncül kavram ve kategoriler silsilesi yükselir. Bilimlerin gelişimi boyunca, olaylar öyle bir 'noktaya gelir ki, o, en temel kavram ve kategorilerde belli bir devrim başarılamadan, o bilimin her türlü ilerleyişi olanaksızlaşır. İşte o zaman o bilim, en temel kavramlarında kökten bir değişiklikle sonuçlanacak bir bunalım dönemine girer. Bilimlerin evriminin, bu karmaşık ve sıçramalı gidişinin en klasik örneği fizik biliminde görülür. Bu bilimdeki bunalım, fiziğin en temel zaman, mekan, hız gibi kavramlarının gözden geçirilmesiyle sonuçlanmıştır ve ortaya bugünkü Modern Fizik kavrayışı çıkmıştır. Bilimsel sosyalist öğretinin esas temeli Diyalektik ve Tarihsel Maddeciliktir. Diyalektik ve Tarihsel maddeciliğin tüm temel kavramları, en az yüz yıl önce Marks Engels'in formüle ettikleri gibi durmaktadırlar. Hatta pratikte, (ya da "resmi Marksizm"de diyelim) belli bir gerileme ve bayağılaşma, yüzeyselleşme söz konusudur. Her okuyucu, sözüm ona, bilimin en son keşifleri ışığında, diyalektik ve tarihi materyalizmi anlatan kitapları bir elden geçirerek, bayağılaştırmanın ulaştığı muazzam boyutlar hakkında birinci elden bir görüşe sahip olabilir. Okuyucuya kolaylık olsun diye, küçük bir örnek verelim. Afanasiyev, bugün, Sovyetler Birliği'nin en büyük felsefe teorisyenlerinden biri olarak bilinmektedir. Afanasiyev'in, Türkçe'de iki ciltlik diyalektik ve tarihi materyalizm kitabı yayınlandı. Ve Afanasiyev sözde anti Maocu'dur. Ama bu kitabın, çelişkiler bahsini okuyan her okuyucu, orada anlatılan iç, dış, bas çelişki gibi kavramların hepsini Mao'nun "Çelişkiler üzerine" başlıklı yazısından kaynaklandığını hemen tesbit edebilir. Ve Mao'nun bu makalesi, Marksizm'in devrimci özüne, yani diyalektiğin, yani çelişkilerin öğretisinin özüne yapılmış en büyük saldırıdır. İşte, Bilimsel Sosyalizmin temeli olan diyalektik ve tarihi materyalizmin temel kavram ve kategorilerinin Marks-Engels'den beri hiç geliştirilmediği, aksine bir gerilemenin varlığı, bir bayağılaştırma, en kör göze batan bir gerçeklik olduğuna göre, Bilimsel Sosyalizm içinde her türlü oportünizmin yedi başlı bir ejderha gibi her yerden bas vermesine hiç şaşmamak gerekir. Evet, Bilimsel Sosyalist öğreti, doğuşundan beri, tarihindeki en büyük bunalımı yasamaktadır. Gerçi öğreti, ikinci Enternasyonal döneminde de bir bunalım geçirmiştir ve Lenin'in katkılarıyla bu bunalım asılmıştır. Ama bugünkü bunalım farklı bir nitelik taşımaktadır. Geçen bunalım, diyalektik ve tarihi materyalizmin temel kavram ve kategorileri üzerinde yükselen öğretinin ekonomi, sınıf, taktik, örgüt gibi sorunları çerçevesindeydi. Ve o düzeydeki kavram ve kanunlarda başarılan gelişmelerle bunalımın üstünden gelinebilmiş, bayağılaştırmalara ve oportünizme karşı kesin zaferler kazanılabilmişti. Ama bugün durum bütünüyle farklıdır, özellikle Tarihi maddeciliğin en temel kavramlarında ve kategorilerinde belli bir yükseliş sağlanmadan, oportunizme öldürücü darbeler indirilemez, oportünizmle savaşta teorik zaferler, entelektüel zaferler kazanılamaz. İşte, Dr. H. Kıvılcımlı'nın, tarihsel maddeciliğin en temel kavramlarında sağladığı gelişme, oportünizmle savaşın zaferi için güçlü silahlar sağlamaktadır. Dr. H. Kıvılcımlı, özellikle Tarihsel Devrim kavramı ve Tarihsel Devrim olgusunu açıklamak için Üretici Güçler Teorisinde sağladığı gelişme ile, Marksist öğretinin temeli olan Tarihsel Maddeciliğin en temel kavramlarında gerçek bir devrim başarmıştır, Üretici Güçler kavramında sağlanan 14
gelişme, sosyalist teorisyenlerce eski kavramlar çerçevesinde şimdiye kadar açıklanamayan ve açıklanamadığı için de görmezden gelinen binlerce olguyu açıklayacak bir anahtar sağlamaktadır. Kıvılcımlı'nın bu keşfi yirminci yüzyılın başlarında, fiziğin en temel kavramlarında yapılan devrime benzetilebilir. Keşif hakkındaki bu genel sözlerden sonra, keşfin kendisine geçebiliriz. Evrendeki tüm varlıklarda, evrensel bir kural olarak, bir "çekirdek" ve o çekirdeği çevreleyen bir "zarf" (kılıf, zırh) ve bunlar arasında karşılıklı etkileşim, zıtlık ve birliktelik görülmektedir. Astronomi bilimi galaksilerin ve hatta galaksi gruplarının ortasında, çevreden daha başka özellikler gösteren bir çekirdeğin varlığını kanıtladı. Aynı şekilde tüm gezegenlerin de, yıldızların da çekirdekleri ve çekirdeği saran zarfları, kılıfları var. Ve bu çekirdeklerle zarflar arasında zıt yönde kuvvetler, karşılıklı etkileşmeler... Aynı şey, atomlarda da geçerlidir. Atomların da yoğun ve ağır bir çekirdeği ve bu çekirdeği çevreleyen elektronları ve bunları arasında karşılıklı etkiler... Hücre, ki canlının temel taşıdır, yine bir çekirdek ve onu çevreleyen stoplazmadan oluşur. Canlıyı ve organlarını bir bütün olarak göz önüne getirirsek, onların fizyolojisi, fonksiyonları çekirdeğidir, anatomisi, o çekirdeği sarmalayan kılıf. Modern bilimler, çekirdek ve onu sarmalayan zarf arasındaki ve çekirdeğin kendi özündeki çelişkileri inceleyerek, evrim süreçlerinin daha tam bir analizini yapabilmektedir. Nükleer fizik (yani çekirdek fiziği): atom çekirdeğindeki çelişkileri ve süreçleri ele almaktadır. Modern astronominin de bir Nükleer Astronomi olduğu söylenebilir. Gerçekten de yıldızların, beyaz cücelerin, kırmızı devlerin evrimi, onların çekirdekleri ve çevreleri arasındaki zıt etkiler çözümlenmeden, ya da en azından bu çelişkileri ele alan teoriler olmadan açıklanamamaktadır. Yeryüzünü düşünelim. Yeryüzü kabuğundaki değişmeleri inceleyen jeoloji, yeryüzünün orta sıcak çekirdeği ile soğuyan kabuğu arasındaki çelişkileri ele almadan yeryüzündeki hareketleri açıklayamaz. Modern biyoloji, bir Nükleer Biyolojidir. Artık, hücre çekirdeğinde yer alan DNA (dioksiribonükleikasit) moleküllerinin basamakları değiştirilerek, hiç bilinmeyen özellikler gösteren canlılar "genetik cerrahi" denen teknik aracılığıyla yaratılabiliyor. Hemen şu soru kendini dayatıyor: Peki toplumun "çekirdeği" nedir? Bir bütün olarak toplumun çekirdeği: ekonomi temelidir. Ama ekonomi temelinin de bir çekirdeği vardır: üretici güçler, Üretici Güçler çekirdeğini çevreleyen zarf da Üretim İlişkileridir. Maks'ın Tarihin Maddeci Kavranışını ve Devrim Teorisini (yani toplum hareketinin teorisini) veciz bir şekilde açıkladığı, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkının Önsözü'nde Üretici Güçler, ekonomi temelinin çekirdeği olarak koyulmakta ve devrim teorisi, üretici Güçler
15
çekirdeği ile, üretim İlişkileri kılıfı arasındaki karşılıklı çelişkilerle açıklanmaktadır. Marks şöyle yazıyor: "Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler, üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar." (Bu alıntının yapıldığı satırlar, Marksist-Leninist öğretinin temeli olan Tarihsel Maddeciliğin açıklandığı bölümdür. Ve öğretinin temeli olan tarihsel maddecilik topu iki sayfa bir yer tutmaktadır.) Marks, yukarıdaki alıntıda açıkça görüldüğü gibi, toplum hareketini, devrimleri, üretici güçler ve üretim ilişkileri kavramlarıyla açıklamaktadır. Ve burada tayin edici önemde olan: Üretici Güçler kavramıdır. Ama Marks, nasıl büyük harflerle bir Mantık bırakmayıp, Kapitalin Mantığını bıraktıysa, benzer şekilde, büyük harflerle bir Üretici Güçler Teorisi bırakmadı. Toplum'un, daha doğrusu, toplum temelinin çekirdeği olan Üretici Güçler, toplum hareketini inceleyen Devrim Teorisinin de (yukarıda aktarılan bölümde açıkça görüldüğü gibi) temel kavramıdır. Nükleer fizik, nasıl atomun çekirdeğini, nükleer biyoloji nasıl hücre çekirdeğindeki DNA moleküllerini çozümlemekteyse, nükleer toplum ve tarih bilimleri de, toplum temelinin çekirdeğini oluşturan üretici güçler kavramından hareket etmek zorundadır. İşte, Kıvılcımlı, somut tarihteki toplum hareketinin yasalarını incelerken, Tarihsel Devrim olayını açıklamak, yani, yukarıda aktarılan devrim teorisini geliştirmek, bunun için de üretici güçler kavramını geliştirmek zorunda kaldı. Böylece, Marksist öğretinin en temel kavramlarında ve devrim teorisinde bir sıçrama gerçekleştirdi, bir devrim gerçekleştirdi. Bu keşif aynı zamanda, Tarih biliminin klasik birikim aşamasından çıkıp, klasifikasyon aşamasına sıçraması anlamına geldi. Yani Kıvılcımlı, bu keşfiyle Nükleer Tarih bilimini kurdu. Kendisi bunu şöyle yazmaktadır: "Bugün insan, yağmur yağdırabiliyor: ne rasathanecilikle, ne yağmur duası ile... Taşı da altın edebiliyor: ne simyagerlikle, ne kimyagerlikle... Olaylar arasındaki gerçek münasebetleri düşünen ve düşünceyi gerçek olaylardan çıkaran bilimle. "Tarih biliminde olaylara karşı yağmur rasathaneciliği, yahut yağmur duacılığı sürüp gitmektedir. "Tarihi modern bilim durumuna getirmek için: "1 - Genel Olarak: Tarih simyasını, tarih kimyasına çevirmek, "2 - Özel Olarak: Tarih kimyasından "Nükleer" tarihe geçmek, artık zamansız sayılamaz. . ....., "Nükleer Tarih: MEDENİYETLERLE BARBARLIKLARIN GÜREŞi bakımından Tarihi ele almak diyalektiğidir." (Tarih Devrim Sosyalizm, s: 50)
16
Bu ne demektir? Ve nükleer Tarih, Marksist öğretinin temel kavramlarında ne gibi bir gelişmeye yol açmıştır? Kısaca bunu görelim. Devrimler Tarihin lokomotifidirler. Toplum da evrendeki tüm diğer varlıklar gibi, birikimlerle ve sıçramalarla hareket eder. Toplumdaki sıçramalara özel olarak devrim denir. Devrimleri, yani toplum hareketlerindeki sıçrama konaklarını yalnızca sınıflı toplumlara has bir süreç olarak görmek son derece yanlış bir düşüncedir. Toplum, sınıflı olsun sınıfsız olsun, tüm aşamaları boyunca devrimlerle yol alır, devrim konaklarından geçer. Ama sınıflı toplumdaki devrimler bir medeniyetin ya da bir sınıfın egemenliğinin yıkılışıyla gerçekleşirler. Yoksa, toplum denen varlık var oldukça, üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkisi ve dolayısıyla bu çelişkinin birikim ve sıçramalarla göstereceği nitelik değişiklikleri varolmaya devam edecektir. Özel olarak sınıflı toplumlarda, üretim ilişkileri belli bir bölük insanın ya da egemen sınıfın varlığıyla özdeşleşirler. Belli bir grup insanın varlığı ve çıkarları, varolan üretim ilişkilerinin devamına bağlı olunca, sınıflı toplumlarda, üretim ilişkileri egemen sınıfta ve onun egemenliğini koruma aracı olan devlet, hukuk, ideoloji vs. de ete kemiğe bürünür. Bu durumda üretici güçler, kendisini boğan üretim ilişkilerinin varolan biçimini değiştirebilmek için, aynı şekilde belli bir insan grubunun eyleminde ete kemiğe bürünmek zorundadır. Modern toplumdaki sınıflar çatışması, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın ete kemiğe bürünmesinden başka bir şey değildir. Onun içindir ki devrimci sınıf en büyük üretici güçtür. "Genel Olarak Devrim nedir? Prensip olarak: "Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte var olamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici iktidar (güç), devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: eski toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir." (Marks; Felsefenin Sefaleti). Üretici güçler, üretim ilişkileri zırhını kırabilmek için (ki onun kırılmasını güçleştiren, üretim ilişkilerinin üretici güçler üzerindeki etkisinin bir sınıfın egemenliği biçiminde ortaya çıkmasıdır) modern toplumda, var olan egemen sınıfı, yani üretim ilişkilerinin hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerini yıkabilecek bir devrimci sınıfı bulabilir. Ama bu bütün sınıflı toplumlarda böyle mi olmuştur? Hayır. Kapitalizm öncesinde, Antika Medeniyetlerde Üretici Güçlerin, varolan Üretim ya da Mülkiyet ilişkilerini yıkmak için etine kemiğine bürüneceği, egemen sınıf üzerinde fiziki bir etki yapabileceği devrimci sınıf yoktur. Devrimci bir sınıf olmazsa ne olur? Lenin söyle yazıyor :
17
"Ne ezilen sınıflara uygulanan baskılar, ne de ezen sınıfların bunalımları, başlı başına devrim yaratabilir; ülkede, pasif baskıya katlanma durumunu aktif ayaklanma durumuna dönüştürecek bir devrimci sınıf olmadığı takdirde, bunlar sadece çöküntü yaratır." İşte, kısa modern tarih bölümü hariç, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinde, sorun tam da böyle ortaya çıkar. Ortada, üretici güçlerin etine kemiğine bürüneceği bir devrimci sınıf yoktur. Serf ya da köle devrimci bir sınıf oluşturmaz. Peki o zaman ne olacaktır? Üretici güçler, hangi somut toplumsal güç biçiminde üretim ilişkileri ya da mülkiyet ilişkileri kabuğunu kıracaktır? İşte bu noktada, tüm sınıflı toplumlardaki devrimleri açıklayabilecek bir Devrim Teorisi kurabilmek için, Üretici Güçler kavramını derinleştirme zarureti ortaya çıkar. Çünkü, antika Tarihte, bulunmayan devrimci sınıfın işlevini, barbarların kolektif aksiyonu başarmaktadır. Ama barbarın kolektif aksiyonu, onun geleneği sayesinde varolabilmekte, gelenek: kolektif aksiyon biçiminde ortaya çıkmakta, kolektif bir aksiyonu mümkün kılmaktadır, öte yandan barbarlar, yeni coğrafi güçleri de harekete geçirmektedir. Nasıl devrimci sınıf en büyük üretici güçse, antika tarihte de, barbar geleneklerinden kaynaklanan barbarın kolektif aksiyonu en büyük üretici güçtür. Böylelikle, ilkel sosyalizm gelenekleri, somut tarih işleyişinde bir üretici güç olarak ortaya çıkar. Sorunun nasıl koyulduğunu, Tarih Devrim Sosyalizm'den okuyalım : "Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: "l - Antika Medeniyetler 'sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: kölelerdir. "2 - Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında 'birlikte varolmaz'lık yetmiş midir? Hayır. Bu moda deyimiyle 'coeksiztans : birlikte varoluş' imkansızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz. "3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde 'En büyük üretici güç olan devrimci sınıf yoktur. O neden? "4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesini gerektiren bütün üretici güçler "Eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. "Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama 'medeniyetler' hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzaklaşıp, ebediyyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşına yeni bir medeniyet, (Hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. "Antika medeniyetleri deviren güç, toplumun kendi içinde doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplumun dışından başka bir toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışardan gelen güce, Greklerin 'Yabancı:
18
Ecnebi' anlamına kullandıkları 'BARBAR' adı veriliyor. (Osmanlı atalardan dirlikçi olmayan öteki yurttaşlara 'ecnebi' derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: 'Güç (zor, acı, kuvvet): yeni bir topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir.' "Antika Tarihte 'güç' barbar kılığına girip medeniyet toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: eski medeniyetin 'Gebe' olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl 'ebesi' oluyordu. Problem bu idi. Yanlız bu noktanın aydınlatımı. Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, Tarihsel maddeciliğin keşfedildiği günden beri, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle 'c'en etait fait': işi bitik) duruma gelmişlerdi." (Tarih Devrim Sosyalizm, s: 24) Bu uzun alıntıda, sorunun nasıl, Antika Tarihteki devrim problemini açıklayabilme ve genel bir devrim teorisi kurabilmeye bağlı olarak ortaya çıktığı açıkça görülmektedir. Antika Tarihte, devrimci sınıfın yokluğunu barbarlar yüklenmiştir. Barbarlık bir üretici güç olarak ortaya çıkmaktadır. Sorun ortaya böyle çıkınca, üretici Güçler Teorisi şöyle koyuluyor: "(...) Diyalektik metotlu klasik Tarihsel maddecilik: hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve son duruşmada, ÜRETİCİ GÜÇLERle hareket ettiğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o yere ve zamana göre somut olarak hangi 'üretici Güçlerin ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık Felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilime ısmarlamıştır. "üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz : "l - TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (Aletler, cihazlar) ve metotlar (usuller), "2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekan içinde çevrdiyen maddi ortam, İklim, Tabiat vs. "3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, görenek kalıntıları vs. "4 - İNSAN: Toplumun gerek dış maddi ortamını, gerek iç manevi ortamını teknik araçla isleyen Kolektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", vs. "Sosyoloji bakımından yukarki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmıs (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda Teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidisinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir. "Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü, Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın : belirli geçmişinden kalma gelenek göreneklerle, 19
içinde yaşadığı belirli Coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kolektif aksiyondur. "Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu, manivela gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kolektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez. "Modern Toplumda Teknik : maddi coğrafya ve Manevi Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toptum hareketinde yalnız teknikle, kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: l Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2 - İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kolektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: en son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli Medeniyet için: Kolektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında : tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücü temsil eden gelenek-görenek ve Kolektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toptum, kolayca zafer kazanmıştır." (Tarih Devrim Sosyalizm, s. 78) Böylece bu uzun alıntıyla, hem Dr. H. Kıvılcımlı tarafından geliştirilen üretici güçler teorisinin özlü bir anlatımını görmüş, hem de, nükleer (çekirdekçil) bir tarih biliminin, neden barbarlarla medeniyetlerin diyalektiği olduğu sorusuna da belli bir açıklık getirmiş oluyoruz. Hemen görülmektedir ki, yalnızca modern toplumun değil, tüm toplumların çelişkili gidişini açıklayabilme, yani bir genel devrim teorisi geliştirebilme gereği, üretici güçler kavramında bir gelişmeyi şart koşmakta, temel kavramdaki bu gelişme de, hem bir nükleer tarih biliminin kurulmasını gerekli kılmakta, hem de nükleer bir tarih bilimiyle mümkün olmaktadır. Olmuştur. Böylece, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bir yandan nükleer Tarih biliminin kurucusudur, Diğer yandan Marksist-Leninist öğretinin, esası olan Tarihsel Maddeciliğin en temel kavramlarında, onları daha derin, daha dakik ve daha kapsamlı yaparak, belli bir ilerleme, belli bir sıçrama sağlamaktadır. Ve bu ilerleme, Bilimsel Sosyalizmin 130 yıllık tarihinde bugün karşılaştığı bunalımı aşabilmesini, ve bu bunalımdan kaynaklanan ideolojik sapıtmalara karşı teorik zaferler kazanabilmesini mümkün kılmaktadır. Ve Bugünkü teorik bunalımın aşılabilmesi, Tarihsel maddeciliğin en temel kavramlarında -Kıvılcımlı tarafından başarılmış olan- bir devrimi gerekli kılmaktadır. Yazının basında, Bilimsel Sosyalizmin de, çelişkili karmaşık bir evrim içinde olduğundan söz etmiştik. Bu konuyla ilgili olarak bir somut örnek verelim. Bugün, Türkçe'de Diyalektik ve Tarihi maddeciliği anlatan onlarca kitap var. Her okuyucu, bu kitaplarda anlatılan devrim ve üretici güçler teorisiyle, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dan yukarıda 20
aktardığımız bölümleri şöyle bir karşılaştırabilir. O zaman hayretle şunu görecektir. Ortada iki ayrı teori ve kavramlar silsilesi vardır, örneğin o kitaplarda, Tarihsel Devrim kavramına rastlanılamaz. Devrim deyince şu son bir kaç yüz yılda gerçekleşmiş burjuva ve proleter devrimleri anlaşılmaktadır. Sanki, sınıflı toplum, Antika Tarih'teki devrimler hiç olmamıştır, hiç yoktur, "insanlığın sınıflı topluma geçtiği altı bin yıldır devrimler nasıl olmuştur?" türünden bir soruya bile rastlamak mümkün değildir, Tabi, buna bağlı olarak, çok başka bir üretici güçler teorisi vardır. Yalnızca iki üretici güç sayılır: İnsan ve Teknik. Bunların bile içeriği başkadır. Sırf böyle bir gözlem bile, böyle olguların varlığı bile, şu soruyu akla getirir: Bu kitaplardaki öğreti, Marks-Engels tarafından formüle edilmiş olan Tarihi Maddecilik öğretisi midir? Bu kitapları yazmış olan yüzlerce yazar, Marks-Engels'den beri teoride hiç bir gelişme sağlayamamış mıdır? Bu soruların cevabı araştırıldığında, daha da ilginç bir sonuçla karşılaşılır. Marksist öğretinin temellerini anlatan bu onlarca kitapta, Teori; Marks-Engels'de olduğundan daha gerilere gitmiştir. Bu kitaplarda anlatılan teori, Marks-Engels'inkinin bayağılaştırılmış ve yüzeyselleştirilmiş, geriletilmiş bir biçimidir. Bu gerçek, soruna dikkatle yaklaşan en kör göze bile batar. O zaman kendiliğinden şu sonuç ortaya çıkar. Resmi Marksizm, özellikle temel kavramlarda, kurucularına göre bir gerileme içindedir. Ama bu gerilemenin altında, Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından, Marksizm'e büyük bir sıçrayış sağlanmıştır. Yakından bakınca, gerilemeyi de sıçramayı da yaratanın aynı nedenler olduğu görülür. Açıklanamayan olaylar, bir yanda teoride bir sıçrama, bir ileriye atılış sonucunu verirken, diğer yanda bu sıçrama sağlanamayınca, ya kavramlar bayağılaştırılarak sorun çözülmeye çalışılır, ya da açıklanamayan sorunlar görmezden gelinir. Daha doğrusu, açıklanamayan sorunları görmezden gelebilmek için, kavramları bayağılaştırmak şart olur. Konumuz, Tarihin Maddeci kavranışının temel kavramları olduğuna göre, Kıvılcımlı'nın geliştirdiği biçimi ile kavramların, Marks-Engels'inkine daha yakın olduğu, yani MarksEngels'in, daha sonraki Marksistlerden daha önde olduğunu, kısa bir örnekle görelim: Marks-Engels, Tarihin maddeci kavranışını, başlıca su eserlerinde ele almışlardır: 1848 devriminin arifesinde yazıp, farelerin kemirici eleştirisine bıraktıkları "Alman İdeolojisi" ve yine o dönemlerde yazılmış bazı mektuplar ve "Komünist Partisi Manifestosu". Daha sonra Marks, 1859'da, "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı"nın "önsöz"ündeki, iki üç sayfalık bölümde, tarihin maddeci kavranışını veciz bir şekilde özetler. Ve son olarak, yaşlı Engels'in 1890'larda, öğretilerinin bayağılaştırmasına karsı tepkileri ve açıklamaları içeren mektupları. Bu sayılanlar, öğretinin açıklandığı metinlerdir. Bir de bu öğretinin uygulandığı eserler vardır. Marks'ın "Fransa'da Sınıf Mücadeleleri" ve "Bonapart'ın 18 Brumere'i", Engels'in "Almanya'da Devrim, Karşı Devrim", "Ailenin, Devletin, özel Mülkiyetin Kökeni" gibi... Şu halde, Marks-Engels'te, Tarihin maddeci kavranışının nasıl koyulduğu iki bakımdan ele alınabilir. Birinci Bakım: Marks-Engels'in Tarihin maddeci teorisinin nasıl açıkladıklarıdır. 21
İkinci Bakım: Marks-Engels'in Tarihin maddeci teorisini nasıl uyguladıklarıdır. Şunu hemen not edelim ki, hiç bir açıklama, uygulamanın tüm zenginliğini kavrayamaz. Marks-Engels'in tarihin maddeci kavranışını uygulamaları da, açıklamalarından, çok daha derin, kapsamlı ve karmaşıktır. Bugün, resmen öğretilen maddeci tarih teorisi, Marks-Engels'in açıkladığı teoriden bile daha geridir. Bir örnek: Resmi tarihsel maddecilik kitaplarının hiç birinde, "Kolektif Aksiyon" diye bir üretici güç açıklaması görülemez. Ama Marks-Engels, Tarihin maddeci kavranışını ilk kez formüle ettikleri Alman İdeolojisi'nde şöyle yazıyorlar: "... Bir üretim yordamı, yahut belli bir sanayi seviyesi : kolektif aksiyon tarzı, veya belli bir sosyal seviye ile ortak bulunur. Kolektif Aksiyon tarzının kendisi de bir 'üretici Güçtür." (T.D.S., s. 63) Başka bir örnek: Engels'in, Marksizm'in bayağılaştırmasına karşı ölümünden bir süre önce, H. Starkenburg'a yazdığı 25. Ocak. 1894 tarihli mektupta, yapılan açıklamalar, yukarıda, Dr. H. Kıvılcımlı'dan yapılan uzun aktarmalarda dile getirilen, Maddeci tarih kavrayışıyla büyük bir benzerlik içindedir. Engels, mektubunda şunları yazıyor: "Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir TOPLUM İNSANLARININ geçimlerini üretmelerini ve (iş bölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve ulaşım TEKNİĞİ bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim yordamı gibi, ürün üleşimini de, ve dolayısıyla, kandaş toplum sona erdikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısıyla, Devleti, Siyaseti, Hukuk vs.'y i de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri COĞRAFYA temeli de girer, ve çok kez GELENEKLE veya atalet hassasıyla alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış KALINTILAR da, ve tabii gene bir sosyal biçimi dışardan çevreleyen ortam da girer." (Altını biz çizdik.) Bu iki örnekten de görüleceği gibi, tarihin maddeci kavranışında Marks-Engels'in açıklamalarına göre, bugünkü resmi öğreti, bir gerileme teşkil eder. Ve böyle bir gerileme ile de oportünizme karsı başarılı bir ideolojik mücadele verilemeyeceği gibi, sığ açıklamalar, toplumu değiştirme olanağını güçleştirmektedir. Bugünkü, resmi teori, tarihin maddeci kavranışını açıklarken, Marks-Engels'in açıklamalarından daha geridir, ama buna karşılık. Kıvılcımlı'nın açıklaması, yalnızca MarksEngels'in açıklamalarından değil, uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Yani aynı zamanda, Marks-Engels'in Tarihi maddeciliği uygulamalarının analizine dayanmaktadır. Diğer bir deyişle, Marks-Engels'in yarım bıraktıkları bir işi, tüm toplumların hareketini yöneten yasaları, Antika toplumların hareket yasalarını bulma işini de tamamlamaktadır. Özetlersek, Bilimsel Sosyalizm oldukça karmaşık bir evrim içindedir. Bir yandan, görünüşte, bayağılaştırılmıştır, yüzeyselleştirilmiştir, ve milyonlarca işçi, devrimci onu bu biçimiyle öğrenmiştir, öğrenmektedir. Diğer yandan doruklarından birine ulaşmıştır.
22
Bu çelişkili gidişin sonucu olarak, bugün bilimsel sosyalist öğretiyi doğru bir şekilde öğrenebilmek için, ve dolayısıyla H. Kıvılcımlı'yı kavrayabilmek için, sosyalizmi öz kaynaklarından, yani Marks-Engels-Lenin'den etüd etmek gerekiyor, öte yandan, MarksEngels-Lenin'i doğru olarak kavrayabilmek için, Kıvılcımlı'yı etüd etmek gerekiyor. Kıvılcımlı'nın Marksist-Leninist teoride yaptığı devrim, yalnızca üretim Güçleri ve Devrim öğretisi alanında değildir. Bunlara bağlı olarak tüm kavramlarda belli bir gelişme sağlanmıştır. Ancak, burada, yapılan devrimin çapı hakkında bir fikir verebilmek için en temel kavramları ele almakla yetindik. Bu temel kavramlardaki devrime bağlı olarak, bu kavramlar üzerinde yükselen kavramlar piramidi baştan aşağı değişmiştir, örneğin, İlkel, Köleci, Feodal aşamaları artık çok mekanik, toplumun gelişimini çok çarpık yansıtan bir şemadır. Bir kızılderiliye, Amerika'nın Kolomb tarafından keşfedildiği söylenirse o gülecektir. Çünkü, Kolomb'dan önce de Amerika'da Kızılderililer yaşıyordu. Görüleceği gibi Amerika'nın keşfi, Avrupa merkezli bir tarih ve coğrafya kavrayışının ürünüdür. Benzer şekilde, İlkel, Köleci, Feodal sıralaması da Avrupa merkezli bir kavrayışın ürünüdür. İşte, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi ile, Avrupa merkezli bu kavramlar silsilesinin işini de bitirir. Bu bakımdan onun yaptığı keşif, Kopernik'in astronomide yaptığı keşfe benzetilebilir. Kopernik'e kadar, Dünya, evrenin merkezi olarak kabul ediliyordu. Kopernik yeryüzünün yerine güneşi koydu. Bu evren kavrayışında başlı basına bir devrimdi. Ama bugün resmi Marksizm Tarihe, Kopernik öncesi Astronomicilerin evrene baktığı gözle bakmaktadır. Bu, Kıvılcımlı'nın keşfinin sonuçlarının nerelere kadar uzandığı hakkında yalnızca bir örnektir. Yoksa bu keşfin sonuçları, Sınıf kavramına, taktik ve örgüt sorunlarına kadar yansımaktadır. Ama teorinin temelinde yapılan devrim kavranamazsa, sonuçları kavramak olanaksızlaşmaktadır, örneğin, Hikmet Kıvılcımlı'ya, "Cuntacı" denmesine sebep olan, "Jön Türk Geleneği" ya da "Vurucu Güç" kavramları, üretici Güçler kavramının kapsamında yapılan değişiklik kavranmadıkça anlaşılamaz. Bu kavramlara karsı çıkanlar her şeyden önce, örneğin Tarihsel Devrim denen olayın mekanizmasını açıklayan başka bir devrim teorisi geliştirmek zorundadırlar Bunu yapmadan, orada açıklama bekleyen olaylar yığının üzerinden atlanarak, Kıvılcımlı'yı "Cuntacılık" vs. ile itham etmek, realpolitikerlikten başka bir şey değildir. Olamaz da. Şimdi su soruya cevap arayalım: Hangi somut tarihsel zaruretler ve olanaklar, teorideki bu devrimi mümkün ve gerekli kılmıştır. Çünkü, pratik sosyal ihtiyaçlar, bilimlerin ilerlemesine yüz üniversitenin yapamadığı itilimi sağlarlar. Üretici güçler ve devrim teorisi, Antika Tarih boyunca toplumların hareketinin yasalarını bulup açıklama sorununa bağlı olarak, bir gelişim gösterdiğine göre, şu soru ortaya çıkar: Antika tarih ile bugünkü toplumları açıklama zarureti arasında ne gibi bir ilişki vardır? Antika Tarihi açıklama zarureti nereden icap etmiştir? Bu soruya verilecek cevaplar, Bilimsel Sosyalizmdeki ilerlemenin nasıl gerçekleştiğini açıklayabilir. Açın bir dünya haritasını ve bakın. Eski dünya karalar topluluğunda, eski medeniyetlere beşik olmuş ülkelerin tümünün bugün geri ülkeler olduğu, buna karşılık, medeniyete ancak çok daha sonraları girebilmiş ülkelerin, yani batı Avrupa ve Japonya'nın kapitalist medeniyete 23
geçebildiği, dolayısıyla ileri oldukları görülür. Bu olgu, en görmek istemeyen kör göze bile, Kapitalizme geçemeyiş, dolayısıyla geri kalış ile Antika medeniyetlere beşik olma arasında bir bağıntının varlığını, adeta batırır. Çin, Hint, İran, Anadolu, Magrip'e kadar Arap ve Akdeniz ülkeleri. Sümer den Osmanlılar'a kadar tüm antika medeniyetler buralarda varoldu. Ve bu ülkelerde bir türlü kapitalizme geçilemedi. ileri ülkeler olunamadı. Aksine, kapitalizme, emperyalizme, sömürge, yarı sömürge veya sonraları yeni sömürge olundu. O halde, bu ülkelerdeki geriliğin nedenlerini açıklayabilmek için, bu ülkelerin sosyal gerçekliğini açıklayabilmek için, o ülkelerin içinden çıktığı Antika Tarihi açıklama zarureti hemen kendini dayatır. Bu zaruretin nasıl ortaya çıktığını H. Kıvılcımlı söyle anlatıyor: "Böyle bir araştırma neden önemli oldu? "Bugünkü Türkiye'yi anlamak İçin, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin maddesine girince, onun İslam medeniyetinde bir "Rönesans" olduğu belirdi. İslam medeniyeti : tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent'ten (Çileden) çıkmış Antika (kadim) medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerterden) İslam medeniyetine gelinceye değin sıralanan antika medeniyetlerin hepsi de : hem birbirinin ayni, hem birbirinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep ayni gidişi (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. "Günümüze değin uzanmış bütün poblemlerin : sebep-netice zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu." (Tarih Devrim Sosyalizm, s: 5) Sorun, Türkiye gibi geri ülkelerin sosyal gerçekliğini açıklama zaruretine bağlı olarak çıktığına göre: geri ülkelerin sosyal gerçekliğini açıklama zarureti nasıl ortaya çıkmıştı? Geri ülkelerin sosyal gerçekliğim açıklama zarureti: Geri ülkelerde bir Sosyal Devrim Olanağıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Geri ülkelerde bir sosyal devrim olanağı ise: Kapitalizmin emperyalist aşamaya girmesi ve yeryüzünün altıda birinde sosyalizmin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Lenin, sağlığında, sorunu tam da böyle koyar. A. Sultanzade'nin Raporu üzerine Düşünceleri'ne: "Doğuda bir Sosyal Devrim İmkanına Dair" diye başlar. "Dünyayı Sarsan On Gün"den önce, geri ülkelerde, Doğu'da bir sosyal devrim olanağı yoktu. Ama bu olanak, ortaya çıktığı gün Doğu'yu açıklama zaruretini de beraberinde getiriyordu. Dünya'yı değiştirmek için açıklamak gerek... Bu, daha önce karşılaşılmamış görevi, daha ortaya çıkar çıkmaz, Lenin şöylece, çok genel olarak hemen tespit etmişti: 1919 yılı "Doğu Halkları örgütleri 2. Rusya Genel Kongresi"nde yaptığı konuşmada, Lenin şunları söylüyordu: "(...) Dünya Komünistlerinin bundan önce karşılaşmadıkları bir görevle karsı karşıyayız: Komünizmin genel teori ve pratiğine dayanarak kendimizi Avrupa ülkelerinde mevcut olmayan özgül koşullara uydurmak zorundayız."
24
Daha Lenin'in sağlığında kendini böylesine ortaya koyan bu görevi tamamlamak şerefi daha sonra Dr. H. Kıvılcımlı'ya nasip oldu. Çünkü sorun kendini en açık bir şekilde Türkiye'de koymuştu ve yine bu sorunu teorik olarak çözecek unsurlar Türkiye'de bol bol bulunuyordu. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun mirası üzerine kurulmuştu. Osmanlı İmparatorluğu ise, Sümer'den beri gelen tüm Yakın Doğu medeniyetlerinin mirası üzerine. Bu durumda Antika Tarih'i açıklayacak malzemenin esaslı bir bölümü Türkiye'de bulunabilirdi. Gerçekten de öyledir. Marks'ın ekonomi Politik araştırmaları için İngiltere ve British Museum nasıl uygun şartları yaratıyor idiyse, Kıvılcımlının araştırmaları için İstanbul kütüphaneleri ve Türkiye benzer olanakları sağlıyordu. Kendi mezar kazıcılarını yetiştirmek ve silahlandırmak, burjuvazinin eski huyudur. Emperyalist ülkeler, bir yandan geri ülkeleri maddeten çapul ederlerken, diğer yandan manevi bir çapulu da yürüttüler. Böylece Arkeoloji doğup gelişti. Yeraltında kalmış medeniyetler gün yüzüne çıkarıldılar. Ve tüm insanlık tarihinin az çok tamam olarak genel gidişini veren bilgileri yığdılar. Klasifikasyon için gerekli birikimi yaptılar. Geri kalan, bu dağlar gibi yığılı malzemeyi işleyip, klasifike etmekti. Yalnız bunu yapabilmek için önce Marksist-Leninist olmak gerekiyordu. Çünkü, pek çok burjuva bilim adamı da aynı malzemeyi işlemiş ama çok başka sonuçlara ulaşmıştır. İşte, Türkiye burjuvazisi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yi, sırf Diyalektik ve Tarihi Maddeciliğe inandığı için 22 yıl hapislerde tutarak. Kıvılcımlıyı adeta Antika Tarihe ilişkin olarak yığılmış bilgileri klasifike etmeye zorladı. Ama öte yandan da, bir bakıma, bu muazzam bilgiyi klasifike etmek için gerekli zamanı vermiş oldu. İstese de istemese de kendi mezar kazıcısını silahlandırdı. Sanırız okuyucuya, Bilimsel Sosyalist Teorinin geçirdiği karmaşık evrim sürecinin ve bu süreç içinde Dr. H. Kıvılcımlı'nm yerinin ne olduğu hakkında genel bir fikir verdik. Bu yazıda yapılmaya çalışılan henüz küçük bir başlangıçtır. Daha yapılacak çok iş var. Ama o işlerin yapılabilmesi için de küçük ve eksik de olsa bir başlangıç yapılması gerekliydi. Bugün, Kıvılcımlı'nın geliştirdiği teorik silahlar henüz Proletaryanın savaşında kullanılmıyor. Ya da şöyle diyelim, Türkiye'deki onlarca sosyalist eğilimden biri tarafından, Vatan Partisi tarafından kullanılmaya çalışılıyor. Uluslararası proletarya hareketi ise böyle bir silahın varlığından bile habersiz. Ama bu silahtan yoksunluğun olumsuz etkileri her gün görülüyor. Evrokomünizmlere, Maoizmlere öldürücü teorik darbeler indirilemiyorsa, bunda Kıvılcımlı'nın geliştirdiği teorik mirasın bilinmemesi önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye tarihindeki en ağır bunalımından geçiyor. Türkiye Proletaryasının, Kıvılcımlı'nın şahsında kazandığı teorik zaferler, yarın pratikte kazanacağı zaferlerin müjdecisidir. Demir Küçükaydın (Bu yazı Kıvılcım dergisinin Eylül - Ekim 1978 tarihli ikinci sayısında, 52 – 65 sayfalar arasında H. Yılmaz imzasıyla yayınlandı. 17 Ocak 2001'de digitalize edildi)
25
26
Kıvılcımlı’nın Anlayamadıkları (Yazı hakkında kısa açıklama: Bu yazı 12 Eylül sonrasında cezaevinde bulunduğumuz dönemde yazılıp gizlice dışarı çıkarıldığından, yazarın kimliğini gizlemek amacıyla sanki dışarıdan ve üçüncü bir şahısmış gibi yazılmış ve T. Ateş adıyla imzalanmıştır. Bu okuyucuyu yanıltmamalıdır. Yazının baş bölümünde, VP ve “Doktorcu”ların dışından birisi gibi yazan aslında biziz. Kendimiz hakkında üçüncü şahıs gibi yazmıştık. 24.11.2012- D.K.) Bundan bir buçuk yıl kadar önce, Türkiye'de Vatan Partisi'nde ilginç gelişmeler görülmeye başladı. Bir kısım unsurlar, yeni bir Enternasyonal örgütlenmesi; Dimitrof'un faşizm tahlillerinin ve faşizme karşı mücadele stratejisi ve taktiklerinin yanlış olduğu gibi, esasında birbirine son derece bağlı olan konuları, VP paralelinde yayın yapan Sosyalist'te ortaya attılar. Bu sorunları ortaya koyunca da ister istemez Devrimci Marksizm'le karşılaştılar. Uzunca bir iç mücadeleden sonra, sorunu ortaya atanlar Devrimci Marksizm’i benimsediler. Bazı unsurların bu yönde evrimleşmesi bir bölünmeyle, daha doğrusu VP'nin fiilen faaliyetine son vermesiyle sonuçlandı. Bu gelişmeye bağlı olarak Sosyalist'in yayını da son buldu. Bu nedenle de sonraki gelişmeleri izleme olanağımız olmadı. Devrimci Marksizm’i benimseyen unsurların, yeni konumlarından VP'nin görüşlerinin kaynağı olan Hikmet Kıvılcımlı'yı nasıl eleştirdiklerini bilmiyoruz. Böyle bir eleştiriyi en kısa zamanda yapmalarını dileriz. Bu eleştiri aynı zamanda onların bir özeleştirisi de olacaktır. Eğer arzu ederlerse böyle bir çalışmaya sayfalarımızda memnuniyetle yer veririz. Burada hemen şunu belirtelim ki, Kıvılcımlı gibi önemli bir teorisyeni eleştirmek, VP taraftarı kimi unsurlarını böyle bir evrimi söz konusu olmasaydı bile, Devrimci Marksistlerin en acil görevlerinden biridir. Devrimci Marksizm propagandası yapan kimi yayın organlarının VP'deki gelişmeler olana dek ve olduktan sonra Kıvılcımlı'yı eleştirme görevini yapmamış olmaları, henüz, bir hareketin değerini onun taraftarlarının sayısıyla ölçme, dolayısıyla olayların kuyruğundan gitme eğilimlerinden kendilerini yeterince kurtaramadıklarını gösterir. Devrimci Marksizm bugün Türkiye' de güçsüzdür. Tabii nicel olarak. Ve bir hareketin değerini onun taraftarlarının sayısıyla ölçme yargısından kurtulamamış devrimci hareketler, sırf bu nedenle Devrimci Marksizm’le teorik bir hesaplaşmaya girmiyorlar. Devrimci Marksizm’in platformunu benimsemiş yayınlar bu durumdan, kaale alınmamaktan şikayetçiydi. Ama kendileri aynı kriterlerle Türkiye devrimci hareketinin yetiştirdiği en büyük teorisyene yaklaştıkları için, hiç de şikayetçi olmaya hakları yoktur. Denebilir ki, Sosyalist gazetesi bu konuda Devrimci Marksizm’in platformunu benimseyenlerden çok daha başarılı bir sınav vermiştir. Devrimci Marksizm’in gücünü hiç önemsemeden sırf teorik değerinden dolayı ona eleştiriler yöneltmişlerdir. Ve eleştirirken de Devrimci Marksizm’i kabul. etme noktasına varmışlardır. Ancak, eski görüşlerinde ısrar eden doktorcular için aynı şey söylenemez. Bildiğimiz kadarıyla doktorcular da eleştirilmemekten yakınırlardı. Ama şimdi, onların, Devrimci Marksistlerin eleştirileri karşısında hiç ses çıkarmadıklarını görüyoruz. Yoksa verecek cevap 27
mı bulamıyorlar? Biz bu yazı çerçevesinde Devrimci Marksizm açısından Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın kimi temel yanılgılarını eleştirerek gecikmiş bir görevi taslak halinde de olsa yerine getirmeye çalışacağız. Bakalım doktorcular bu eleştiriye ne cevap verecekler? Eğer yayınlama olanakları yoksa onların cevaplarına da sayfalarımızda yer verebileceğimizi burada belirtelim. Doktor Hikmet Kıvılcımlı, çağımıza ilişkin bütün teorik ve politik sorunlarda ileride görüleceği üzere Stalinci bir çizgide yer almıştır. Ancak, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Stalinistler arasında dünyada bir benzeri bulunmayan bir istisnadır. Kıvılcımlı, Marksizm'in eleştirel ruhuna olabildiğince sadık kalmaya çalışmıştır. Kıvılcımlı'nın bu anlayışla yaptığı tarihsel araştırmalar, kanımızca Marksizm Leninizm’in teorik hazinesine bir katkıdır. Devrimci Marksizm, Kıvılcımlı'nın bu olumlu yanının tek meşru mirasçısıdır. Denebilir ki, Kıvılcımlı' da devrimci ve eleştirel öz, Stalinist bir kabuk içindedir. Öz er veya geç o kabuğu çatlatacaktır. Ne yazık ki bu çatlatmayı, kendini boğan kabuktan kurtulmayı Kıvılcımlı’nın bizzat kendisi başaramadı. Ömrü yetmedi, biyolojik hayatın yasaları hükümlerini insanların teorik evrimlerine görev vermiyor. Kıvılcımlı'nın ölümü nedeniyle başaramadığı bu işi, Kıvılcımlı'nın kimi VP’li taraftarları başarabildi. Hegel'in idealist kabuğunu kırıp, diyalektik özünü alan Marks-Engels nasıl Hegel'in tek güçlü mirasçısı olmuşsa; Kıvılcımlı'nın Stalinist kabuğunu kırıp, devrimci eleştirel yanını koruyup geliştirmeye çalışan Devrimci Marksistler de O'nun tek güçlü mirasçısı olacaklardır. Bu yazıda özellikle Stalinci kabuk eleştiri konusu olacaktır. * Bütün büyük devrimciler gelecekteki devrimlere önceki devrimlerin sonuçları ışığında bakarlar. Ama her yeni devrimin ortaya daha önce öngörülemeyen yeni birtakım öğeler koyduğu için gelecek devrime ilişkin öngörüler daima belli bir yanılma payı taşırlar. Bu yanılgıları abartmak gereksizdir. Gerçek devrimci odur ki, yaşadığı devrim süreci içinde yeni olanı ve yanılgısını görüp konumunu düzeltir, skolastik klişelere bağlı kalmaz. Hayatın yeşil yolundan yürür, soluk renkli teoriye körü körüne bağlanmaz. Marks-Engels 1848'e 1789'un ışığından bakıyordular. Daha sonra bunun ne gibi yanılgılara yol açtığını bizzat Marks-Engels göstermişlerdir. Lenin Rus devrimine 1848 Alman devriminin ışığında bakıyordu. Bu tarihsel ışığın yol açtığı yanılgıyı bizzat Lenin daha 1917 başlarında görmüş, Nisan Tezleri ile konumunu değiştirmiştir. Kıvılcımlı da Türkiye devrimine hep Ekim devriminin ışığından baktı; en azından bakmaya çalıştı. Buraya kadar Marks-Engels ve Lenin'e benzer. Ancak bundan sonra ayrılık başlar. Marks-Engels 1789'un, Lenin 1848' in ışığını o devrimlerin deneylerinin doğru bir değerlendirmesinden alıyorlardı. Işık, herhangi bir kırınıma uğramadan, yanılsamalara yol açmadan doğrudan doğru ya önlerindeki devrimi aydınlatıyordu. Kıvılcımlı' da ise, Ekim devriminin ışığı Stalin'in prizmasında kırılmıştır. Yani Kıvılcımlı 28
Ekim devrimini, bütün Stalinistler gibi, doğru değerlendirememiştir. Anlamadığı neydi? Marks-Engels sosyalist devrimi, üretici güçlerin en çok geliştiği, kapitalist üretim ilişkileriyle en çok çeliştiği Batı Avrupa gibi gelişmiş ülkelerde bekliyorlardı. 1917 ye kadar Rus devrimcileri de aynı düşüncedeydi. Rus Marksistleri, Rusya'nın önündeki devrimin demokratik bir devrim olduğunu kabullenmişlerdi. Rusya da Batı Avrupa'dan bağımsız bir sosyalist devrimi hayal bile etmiyorlardı. Bu Lenin'in 1917 ye kadar yazdığı bütün eserlerinde görülür. Ama Lenin gerçek bir Enternasyonalist olduğundan, Rus devrimini bir dünya devrimi kavrayışı içinde değerlendiriyordu. Rusya'da bir demokratik devrim, Avrupa gericiliğinin kalesi olan çarlığı yıkacaktı, bu yıkılış Batı Avrupa'da bir sosyalist devrimi başlatabilirdi. Bu durumda bile, Batı'daki proletaryanın zaferi mümkün olmadığı takdirde, bırakalım sosyalist devrimi bir yana, demokratik devrimin kazanımlarının bile pek korunamayacağını öngörüyordu. Bu çok açıktır. Örneğin 1905 devriminin sonlarına doğru yazdığı bir notunda (Türkçe’ye "1905 Devrimi Üzerine Yazılar"diye çevrilen derlemenin en sonunda yer alan yazıda) Lenin bu görüşü açıkça belirtir. Dedik ki, Rus Marksistlerinin hepsi Rusya'daki devrimin demokratik karakterinde anlaşmıştı. Ama bu önermeden farklı sonuçlar çıkarıyorlardı. Menşevikler, devrimin burjuva karakterini kabul ediyorlar, burjuvazinin korkaklığını da kabul ediyorlar, bu nedenle de, proletaryanın öne çıkması halinde burjuvazinin iyice korkacağından korkarak, proletaryaya burjuvaziyi ürkütmeme, destekleme görevini veriyorlardı. Lenin ve Bolşevikler ise, aynı önemelerden hareketle bambaşka bir sonuca ulaşıyorlardı. Evet, burjuvazi korkaktır, o halde bu görevi köylülükle ittifak yapan proletarya yapacaktır. Bu durumda ortaya çıkan iktidar İşçilerin Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü olacaktır. İşçilerin ve Köylülerin Demokratik Diktatörlüğünün görevleri demokratik görevleri tamamlamak ve bir kurucu meclisi toplamaktır. Bunlar Rusya'da kapitalizmin Prusya yolundan değil Amerikan yolundan gelişmesini sağlayacak ve proletaryanın sosyalist devrim mücadelesine çok daha elverişli bir konumda başlamasına yol açacaktır. Bu ne demektir? Demokratik Diktatörlük ve Kurucu Meclis’ten sonra Rusya'da bir Demokratik Cumhuriyet kurulacak demektir. Yani Lenin için, Sosyalist Devrim (Proletarya Diktatörlüğü) diye bir şey söz konusu değildir bu aşamada. (Türkiye de en az anlaşılan yan budur.) Bu sorunlarda Lenin'in bir öğrencisi olan Troçki, Rus Marksistleri içinde tek olarak, uslamlamada ileriye doğru bir adım daha. atar. Der ki: Köylülükle birlikte iktidara gelen proletarya, devrimin mantığı içinde kendini sınırlamayacak, demokratik görevleri yapabilmek için proletarya diktatörlüğünü kurmak zorunda kalacaktır. Yani, geri bir ülkede, Rusya'da proletaryanın iktidara geleceğini söyler. Bu o zamana kadar Marksistlerin arasında duyulmuş görülmüş bir şey değildir. Troçki'nin bu akıl yürütmesinden 29
çıkardığı sonuç şudur: “İşçilerin Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü” pratikte “Köylülük Desteğinde bir Proletarya Diktatörlüğü” olacaktır. (Burada şunu tekrar not edelim. Türkiye'deki binlerce devrimci bu ayrımın bilincinde değildir. Lenin'in işçilerin köylülerin demokratik diktatörlüğü formülünden anladıkları, köylülük desteğinde proletarya diktatörlüğüdür. İkisi çok başka şeylerdir. Bu nedenle, ne Rus Devrimi’ni, ne sonraki devrimleri, ne İki Taktik’i,ne Nisan Tezleri'ni, ne Troçki'yi anlayamıyorlar. Bu yanılgıya yol açan nedenlerden biri Lenin'in fikir değiştirebileceğini akıllarının almamasıdır. İşin ilginç yanı da şudur ki, Türkiyeli devrimcilere egemen olan bu yanılgının kaynağında Kıvılcımlı'nın bulunmasıdır. 1960’ların sonunda Kıvılcımlı'nın devrimciler üzerinde muazzam bir teorik etkisi vardı. Bu anlayış o zamanlardan yer etmiştir.) 1917'deki devrim, tam da Troçki'nin öngördüğü gibi oldu. Proletarya demokratik devrim görevlerini başarabilmek için, köylülüğün desteğinde proletarya diktatörlüğünü kurdu. Lenin bu perspektife Uzaktan Mektuplar ve Nisan Tezleri ile vardı. Eski görüşü savunanlara karşı Partide sıkı bir mücadele verdi. Demek ki, 1917 de gerçekleşen İki Taktik'te öngörülen değildir. Bu fark Lenin'in şu klasik şemasından da çıkarılabilir. İki Taktik'te Lenin devrimde güçlerin yer alışını şöyle özetler: İŞÇİ SINIFI BÜTÜN KÖYLÜLÜKLE DEMOKRATİK DEVRİMİ, yoksul köylülükle Sosyalist devrimi yapacaktır. Yine Lenin, 1917’den sonra şöyle der: Biz Ekim’de iktidarı BÜTÜN KÖYLÜLÜKLE aldık. Ekim’de ne olmuştur? Proletarya Diktatörlüğü kurulmuştur. Demek BÜTÜN KÖYLÜLÜKLE SOSYALİST DEVRİM yapılmıştır. Bu karşılaştırma bile, işlerin İki Taktik’ten başka türlü gerçekleştiğini bizzat Lenin’in ağzından gösterir. Bu durumda olan nedir? Sonuçlar ve Olasılıklar’da Troçki’nin ön gördüğü: Köylülük desteğinde proletarya diktatörlüğü... İşte Kıvılcımlı’nın hiç anlamadığı budur. Kıvılcımlı hep, İki Taktik’te ön görülenin Ekim’de gerçekleştiği düşüncesindedir. Bu kavrayış bütün yazılarında açıkça görülür. Örneğin “Devrim Nedir?” adlı kitabında, Rus devrimini inceleyerek, devrimin ne olduğunu anlatmaya çalışır. Ama alıntılara dikkat edilirse görülür ki, bizzat Ekim Devrimi’nden değil, Lenin’in 1905’deki yazılarından çıkarmaya çalışmaktadır devrimin ne olduğunu. Bu, kitabın başlıklarında da görülebilir. Örneğin Geçici Devrimci Hükümet diye bir bölüm vardır kitapta. Yani işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğünün siyasi biçimi... Ama 1917 de geçici devrimci hükümet diye bir şey olmamıştır. 1917 de DİYARŞİ vardır. Kitapta ise, DİYARŞİ diye bir bölüm yoktur. Keza, Kıvılcımlı'nın Demokratik Diktatörlükten anladığı: Köylülüğün desteğinde proletarya diktatörlüğüdür. Ama Kıvılcımlı bu ayrımın bilincinde olmadığı için, Lenin'inkinden farklı bir anlayışta olduğunu da fark etmemektedir. Kıvılcımlı'nın bu ayrımı ve 1905’lerde Lenin'in ne dediğinin farkında olmadığını şu alıntıda gayet açık görebiliriz: "Sosyailzme geçiş köprüsü olarak proletarya diktatörlüğü, köylünün çoğunlukta olduğu ülkelerde: İşçi sınıfının ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü adını aldı." (Devrim Nedir? s.133)
30
Peki niçin kavrayamamıştır Kıvılcımlı Lenin'in ne dediğini ve Ekimde ne olduğunu? Çünkü Lenin' i Stalin'in gözlüğünden okumuştur. Ama Stalin'e öylesine saygı duymuştur ki Stalin'in gerçekte ne dediğini de anlamamış, onu olduğundan çok daha olumlu yorumlamıştır. Stalin gibi bir adamın yanlış yapabileceğini aklına bile getirmemiştir. Bu durum biraz Alman işçilerinin Gotha Programında onda olmayan şeyleri ona atfetmelerine benzer. Kıvılcımlı’nın bu kavrayışsızlığı Türkiye devrimine ilişkin programına yansır. Devrimin önünde demokratik görevler durmaktadır. “Amerikan yolu mu, Prusya yolu mu?” diye koyar meseleyi. Ama bu Lenin'in 1917 öncesi görüşüyle karıştırılmamalı. Kıvılcımlı'nın Demokratik Diktatörlük'ten köylülük desteğinde proletarya diktatörlüğünü anladığı hatırlanırsa, Proletarya Diktatörlüğü altında Amerikan Yolu gibi bir kavrayışla karşılaşılır. Bu, ne Troçki'nin ne de Lenin'in anlayışıdır. Bu bambaşka bir şeydir. Tabi Amerikan yolu, minyatür ölçülerde hızla aşılacak bir şey olarak da düşünülmektedir, ama bu sonucu değiştirmez. Bu kavrayıştır ki, Türkiye de devrimimizin karakterine ilişkin tartışmaları Arap saçına çevirmiştir. Bu kavrayış, ne Rus Devrimini ne de sonraki devrimleri kavramayı olanaksızlaştırmaktadır. Bu kavrayışa bir isim vermek gerekirse şöyle denebilir: Bu kavrayış, Stalinist aşamalı devrim kavrayışı içinde aşamalı devrimin inkârıdır. Bu kavrayış, Rus Devrimini Stalinist bir kabuk içinde biraz Troçkistçe kavrayıştır. Yalnız Kıvılcımlı'nın bir noktada hakkını verelim. VP programı., Lenin'in işçilerin, köylülerin demokratik diktatörlüğü formülünün cebirsel bir karakter taşıması gibi, cebirsel bir karaktere sahiptir. Kıvılcımlı, demokratik diktatörlükten proletarya diktatörlüğünü anladığından, demokratik taleplerin yanı sıra, Paris Komünü tipinde bir devlet örgütler. Bu anlamda, devrimin somut gidişini bu proleter devletin iktidarını alacak partinin niteliğine bırakır. Kararı, devrim süreci içinde, komün tipi devlette örgütlenmiş işçiler ve köylüler verecektir. Ne Yapmalı da VP programına yapılan eleştiri1, Kıvılcımlı'nın kavrayışının yukarıda açıklanan karmaşık niteliğini kavramamıştır. Dolayısıyla Kıvılcımlı'yı söylemediği şeylerle eleştirme durumunda kalmıştır. * Kıvılcımlı'nın ikinci önemli yanılgısı, Tek Ülkede Sosyalizm Sorunudur. Kıvılcımlı'da Türkiyeli devrimcilerin hemen hepsinde ve doktorcularda olduğu gibi, proletarya diktatörlüğünü (yani geçiş dönemini) sosyalizmle özdeş gören bir yanlış kavrayış yoktur2. Bu yukarıda ki alıntıda bile görülebilir, orada proletarya diktatörlüğü "sosyalizme geçiş köprüsü" olarak" tanımlanır. Yani sosyalizm değil, sosyalizm köprüden sonra... Şimdi Kıvılcımlı'nın nerede yanıldığına geçebiliriz. Batı Avrupa da devrimciler, sosyalizm fikrine üretici güçlerin kapitalist ilişkilerle çeliştiği, üretici güçlerin GELİŞMİŞLİĞİ noktasından vardılar. Dolayısıyla onlar için (örneğin Marks1
Burada kastedilen, Ne Yapmalı dergisinde Ferhan Umruk’un yaptığı, tipik Troçkist Kıvılcımlı eleştirisidir.
2
Yani Türkiye Sosyalistleri Geçiş Dönemi’ni yani Proletarya Diktatörlüğü’nü, sosyalizm ile aynı aşama sanırlar. Sosyalizmin Proletarya diktatörlüğünden sonraki aşama olduğunu bilmezler.
31
Engels için) sosyalizm bir kalkınma, gerilikten kurtulma sorunu değil, kalkınmış ileri bir toplumun çelişkilerinin giderilmesi sorunudur. Geri Türkiye'nin Ekim Devrimi ile gözlerini açan ve Rus örneğine bakan devrimcileri ise, sosyalizm fikrine, üretici güçlerin gelişmemişliği, kendi ülkelerindeki geriliği noktasından vardılar. Dolayısıyla sosyalizm onlara kalkınmanın bir yolu olarak göründü. Bu nedenle, Marks-Engels'in sosyalizm derken neyi kastettiklerini hiç bir zaman anlamadılar. Geri bir ülke devrimcisi olan Kıvılcımlı'da da sosyalizm: sanayileşmiş, üretim araçları kolektif mülkiyete geçirilmiş, işsizliğin ve pahalılığın olmadığı bir toplumdur. Bu kavrayış içinde Geçiş Dönemi de, kolektifleştirmenin ve sanayileşmenin tamamlanmasına kadar olan döneme karşılık düşer, Marks-Engels’deki anlamını yitirir. Evet, sosyalizm bunları da içerir ama, sadece bunlar değildir. Bu bakış açısı, tek ülkede sosyalizm tartışmasının özünü Kıvılcımlı'nın kavramasını olanaksızlaştırdı. Kıvılcımlı, Troçki'nin "Tek Ülkede sosyalizm olmaz" demesini, tek ülkede proletarya diktatörlüğü altında kalkınma olmaz anlamında aldı. Dolayısıyla Troçki'ye (Tabii onun herhangi bir kitabını da okumadan) Troçki'nin savunmadığı bir görüşten dolayı düşman kesildi. Çünkü bu anlamda kavranırsa, geri ülke devrimcisi Kıvılcımlı için Troçki, umutsuzluk, kadercilik demektir. Kendi devrimimizi yapmak için, dünya devriminin olmasını mı bekleyeceğiz? Bu insanlara, kadercilik, umutsuzluk teslimiyet vaaz etmek olur. Bu anlamda, Kıvılcımlı'nın tepkisi, devrimci ve doğrudur. Ama Troçki hiç bir zaman bu kendisine atfedilen görüşü savunmamıştır ki... Aksine, proletarya diktatörlüğü altında Rusya’da çok hızlı bir kalkınma olabileceğini savunan ve somut yollar öneren Troçki'dir. Troçki, o kalkınmayla gelişecek geçiş toplumuna sosyalizm denmesine karşıdır. Çünkü, bu ülkedeki mücadeleyi dünya devrimine tabi kılma değil, dünya devrimini tek ülkede sosyalizm amacına tabi kılma sonucuna yol açmaktır. Bu ise, programatik bir ayrılıktır. Bilimsel Sosyalizm kurucularının formüle ettiği sosyalizm amacından vazgeçmektir, tek ülkede sosyalizmi kurmaya kalkmak. Kıvılcımlı'nın tek ülkede sosyalizm ütopyasını savunması, sorunu kavrayamaması, Türkiye'nin tarihsel geriliğinden kaynaklanır. Yoksa Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi, bürokrasinin çıkarlarını savunma kaygısından değil. Bir tarihsel sınırlılık söz konusudur. Nasıl ekonomi politik tarihinde, köle emeğine dayanan bir toplumda, bir düşünürün bir malın değerinin içerdiği emekten kaynaklandığını kavrayamaması ile gericileşen burjuvazinin çıkarlarını korumak için emek değer teorisini reddetmek aynı kefeye koyulamazsa öyle. Kıvılcımlı için de, kavrayışsızlık tarihsel gerilikten kaynaklanır. Kıvılcımlı'nın kavrayışı, dünyada Marksizm’in ulaştığı noktadan bakıldığında bir gerilemedir, gerici bir ütopyadır. Türkiye açısından bakıldığında ise, Kıvılcımlı için tek ülkede sosyalizmi savunmak, burjuvazi karşısında, Türkiye'nin yalnız proletarya egemenliği altında kalkınabileceğini, bir sosyalist devrimi savunmaktır. Ve bu nedenle aynı zamanda, ütopik sosyalistlerinki gibi, ilerici bir ütopya karakteri taşır. Eşitsiz gelişmenin sonucudur bu. Batı Avrupa proletaryasının 1848'lerde aştığı ütopizm konağının gelişme aşamalarını, başka bir düzeyde, yeniden yaşayan bizim gibi geri ülke 32
proletaryasının, 100 yıl sonra tek ülkede sosyalizm biçimi altında yaşamasıdır. Kıvılcımlı'nın, bu hem ileri hem geri diyalektik niteliğini kavramamak, onu ya hepten inkâr etmeye ya da her şey görmeye yol açar. * Kıvılcımlı tek ülkede sosyalizm problemini kavrayamayınca, Bürokrasinin Rusya'daki gelişmesini ve Enternasyonal üzerindeki yakıcı etkisini de kavrayamamıştır. Bu etkilerin TKP'deki yansımalarını, ölümünden az öncekine kadar hep bize has kötülükler olarak değerlendirmiştir. İşçi devletlerindeki ve diğer ülkelerdeki partileri gözünde hep idealize etmiştir. Ölümünden az önce bile, son yazdığı mektupta, Bilen ve benzerlerini Brejnev'e şikâyet ettiği göz önüne getirilsin3... Kıvılcımlı, Komünist hareketin bunalımını göremediği için, faşizmin zaferini de bir türlü tahlil edememiş, faşizmi çözümleyememiştir. Faşizmin zaferini hep, emperyalizmlerin müdahalelerine veya sosyal demokratların ihanetlerine bağlamıştır. Demek ki, çağımıza damgasını vuran üç can alıcı olgu (geri bir ülkedeki proletarya diktatörlüğü, demokratik devrim görevlerinin sosyalist devrime yol açması; bürokratik yozlaşma; faşizm) Kıvılcımlı tarafından anlaşılamamıştır. Bunun sonucu çağdaş olayların hemen tümünün değerlendirilmesinde yanılgıdır. Şunu not edelim ki, Kıvılcımlı, bütün bu yanılgılarına rağmen yine de bu yanıldığı konularda yazarken bile sığ bir teorisyen değildir. Olgulara gözlerini kapamaz. Yanılgılarında bile bir derinlik vardır. O yanılgıları aşmaya yarayacak tohumları içinde taşır. Kıvılcımlı'nın bu yanılgılarıyla, tarih ve toplumumuza ilişkin incelemeleri zorunlu bir birlik oluşturmaz. Pekala o tarih ve toplum çözümlemeleri kabul edilerek bambaşka sonuçlara, Devrimci Marksist sonuçlara da varılabilir. Kıvılcımlı'nın Türkiye'ye ilişkin tarih ve toplum görüşleri yanlış değildir. En azından şimdiye dek kıyısına bile erişilmemiştir. Ama buna karşılık çözümlemelerinden doğru sonuçlar çıkaramamıştır. Çünkü bu sonuçlar Ekim'in ışığından çıkarılmaktadır. Bu ışık ise çarpık bir ışıktır. Unutmayalım Menşevikler de Bolşevikler de Rusya'nın toplumsal yapısı, temel sınıfları, sınıfların karakteri konusunda aynı değerlendirmelerden hareket ediyorlardı, ama bambaşka sonuçlar çıkarıyorlardı. Her şerrin bir hayrı vardır. Denebilir ki, Kıvılcımlı'nın çağdaş tarihi kavrayamaması, bu konuda SBKP'ye sonsuz güveni, içi biraz da rahat olarak Antika Tarih araştırmalarına yönelmesini mümkün kılmıştır. Ortaya ilginç sonuçlar çıkmıştır. Eğer Kıvılcımlı, Troçki'nin görüşlerini benimseseydi bürokratik yozlaşma ile savaşmaktan Antik Tarihi incelemeye fırsat bulabilir miydi? 13 Aralık 1980, Türkiye Demir Küçükaydın 3
Burada Kıvılcımlı’nın brejnev’e yazdığı mektuba gönderme yapılmaktadır.
33
(Bu yazı daha geniş olarak planlanan bir Kıvılcımlı eleştirisinin acil beklentileri karşılamak üzere aceleyle yazılmış ilk ve kısa versiyonudur. Niğde Cezaevi’nde yazılmış, gizlice dışarıya çıkarılmıştır. Yazı Almanya’da çıkan Yol dergisinin Haziran 1981 tarihli 14-15’inci sayısında T. Ateş imzasıyla yayınlanmıştır. Aynı Derginin aynı sayısında, bu yazıya cevap olarak A. H. Düzgün imzalı “Kıvılcımlı Nasıl Eleştirilmemeli” başlıklı bir yazı bulunmaktadır. 11 Ekim 2000 Çarşamba)
Tarihin Maddeci Kavranışının İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri Bu güne kadar genellikle kişisel ve ahlâki nitelikleri veya belirli politik konjonktürlerdeki tavırlarıyla değerlendirilen Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın tarih araştırmaları ve bunların sosyolojik sonuçları üzerinde pek durulmamıştır. Hâlbuki Kıvılcımlı'nın uluslararası ölçekte değerlendirilmesi gereken katkıları özellikle bu alanda yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, Kıvılcımlı'nın ele aldığı sorunların ve önerdiği çözümlerin gerçek yerini ve önemini kavrayabilmek için, aslında tek gerçek bilimsel/diyalektik bir sosyolojiden başka bir şey olmayan Tarihsel Materyalizmin sisteminin yapılanışına ve bu yapının öğelerinin eşitsiz gelişimine kısaca değinmek gerekiyor. Tarihsel maddeciliğin bir tarihi, ama kavramların tarihi olarak bir tarihi; somut tarihteki geri dönüşlerinden, çarpılmalarından teorinin saf hareketi olarak soyutlanmış bir tarihi bu güne kadar yazılamamıştır. Fakat gerçek tarihsel hareketini izlemek, Kıvılcımlı'nın bu alandaki yerini ve anlamak için bir ipucu oluşturabilir ve bu öğretiye katkısını anlamayı kolaylaştırabilir. Tarihsel Maddeciliğin kurucuları olan Marks-Engelsin teorik çalışmalarının odağı, Felsefe'den Tarih ve Sosyoloji'ye, oradan da Ekonomi'ye doğru bir değişme eğilimi gösterir. Marks 1845'te Feuerbach üzerine 11. Tez’índe "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler;oysa, asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir. " diye yazarken Felsefeyle kopuşuyordu. Dünyayı değiştirmek için ise onu açıklamak; nesnel hareket yasalarını bilmek gerekiyordu. Bu yasalar ise toplum bilimlerinin biricik laboratuarı olan Tarih'ten çıkarılabilirdi. Tarihin incelenmesi ise, kendisi de son duruşmada toplumsal üretici güçlerin gelişme düzeyine göre belirlenen Maddi Üretim İlişkilerinin, kısaca ekonominin tüm toplumsal yapının üzerinde yükseldiği temel olduğunu gösteriyordu. Modern toplumun ekonomi temelini karakterize eden genelleşmiş meta üretimi olduğu ve meta üretimi bütün toplumsal süreçleri kendi girdabına sürüklediğinden; modern toplumu anlayabilmek için genelleşmiş meta üretiminin yasalarını bilmek gerekiyordu. Bu silsile nedeniyledir ki, Marks'ın temel eseri olan Kapital bir ekonomi politik eleştirisidir. Marks'ın yıllarca yaratıcılığını ve enerjisini yutan ekonomi politik araştırmaları modern toplumun üzerinde yükseldiği temeli kavrayabilmek için henüz bir küçük başlangıç olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Öte yandan bu araştırmalar yaşanmış ve yaşanacak tarihin büyük bölümü bakımından toplumsal gerçekliği anlamayı sağlayabilecek bir konu bile değildi. Çünkü insanlık tarihinin büyük bölümünde meta üretimi yoktur veya arızi kalmıştır. Diğer bir
34
değişle Marks-Engels'in taslaklaştırdığı Tarihsel Maddecilik teorisi, yüzlerce bilim adamının ve birçok kuşağın çabalarıyla inşa edilmeyi bekleyen bir duvarcı siciminden başka bir şey değildir. Kurucular sadece krokiyi çizebilmişler ve bir kaç taş koyabilmişlerdi. Bizzat Marks'ın yazabildiği Kapital aslında yazmayı planladığı kitabın çok küçük bir bölümüydü. Modern toplumun diğer alanlarına, üstyapılara (sınıflar , partiler , ideolojiler , devlet, sanat, din vs. ) henüz girilememişti bile, sadece bazı tarihsel dönemleri yorumlarken sanki geçer ayak söylenmiş değerli değinmeler vardı. Diğer yandan koskoca tarih incelenmeyi bekliyordu. Sonra gelen Marksist kuşaklar inşa edilmeyi bekleyen Tarihsel Maddecilik yapısını bizzat bu bilimin kendi ihtiyaçlarından hareketle geliştirmediler, kendi sosyal pratiklerinden doğan ihtiyaç ve zorunluluklarla belli alanlarda yoğunlaştılar. Engels, toplumsal ihtiyaçlar bilimlerin gelişmesine yüz üniversiteden daha fazla etkide bulunurlar demişti. Bir toplumsal praksis öğretisi olan Tarihsel Maddecilik de bu kuralın dışında kalmadı. Kuruculardan sonra gelen tarihsel maddeciler kuşağı, Avrupa yani modern toplum gerçekliğini o zamanki politik mücadelenin ihtiyaçlarına göre yeterli sayılabilecek kavramsal araçlara sahip oldukları için ilgi ve enerjilerini, işçi sınıfının tarihsel görevini nasıl yapabileceği sorunu üzerinde, yani politika alanında yoğunlaştırdılar. böylece strateji taktikler program ve örgüt sorunları esas teorik katkıların yapıldığı ve aynı zamanda teorik ilginin merkezindeki alanlar oldular. Bu alanlarla en ilgisizmiş gibi görünen çalışmalar bile aslında strateji, program ve ittifaklar sorunlarıyla ilgileri ölçüsünde gündeme geldi. Daha sonraki kuşakların aksine, kurucular gibi felsefeden konuşurken bile politiktirler. l920'lerin ortalarından sonra ise, Ekim Devrimi'nin tecrit olması ve yozlaşmaya başlaması ve batı Avrupa'daki devrimlerin yenilgileriyle birlikte işçi hareketine sosyal demokrat ve Stalinist partilerin egemen olduğu, günümüze kadar gelen dönem başlar. Bu dönemde sosyalist eleştirel ve yaratıcı kafaların bu partilerle açıktan bir çatışmaya girmemek ve var olan toplum karşısındaki köktenci eleştirel tarihsel maddeci tavrı sürdürebilmek için soyut konularda özellikle felsefe ve sanat alanında yoğunlaştıkları görülür. Marks'ın yolunu tersinden kat ederler. Eleştirideki radikallik konularda soyuta kayma bahasına korunabiliyordu. Bir zamanlar cılız Alman burjuvazisinin radikal bir eleştiriyi ancak felsefe ve müzik aracılığıyla dile getirebilmesi gibi. Troçkist olarak nitelenen, gerçekte ise klasik mirası savunma üzerinde yoğunlaşan akım ise klasik ekonomi politika ver sınıflar alanlarında yaratıcı eserler vermesine rağmen, geleneği sürdürmesinin ve politik uzlaşmazlığının kefareti olarak aydınlardan ve işçi hareketinden tecrit kalıyordu. Tarihsel maddeci teorisyen kuşaklarının ilgi alanlarının ve değişiminin bu kısa sergilenmesi, çalışmaların hemen tümüyle modern kapitalist batı Avrupa alanında yoğunlaştığını, kapitalizm öncesi tarihin ve Avrupa dışının hemen hiç gündeme alınmadığını; yapısal bakımdan ise modern felsefe ve sanat alanıyla sınırlı kalındığını gösterir. Sınıflar, strateji, taktikler, örgüt biçimleri, devlet, din; modern üretim biçimi ve sınıflarla eski üretim biçimleri ve sınıfların kaynaşması gibi alanlar ilginin dışındadır. l960'larda Marksizmin yeniden canlanması hemen hemen bu alanları gündeme getirir.
35
İşte Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın katkıları ve önemi "Batı Marksizmi"nin dışında kalan bu alanlarda ortaya çıkar. Bu alanlarda l960'lardan sonra onlarca Marksist teorisyenin katkılarıyla sağlanan gelişmeler, Kıvılcımlı'nın tek başına dünyanın taşrasının hapishanelerinde ulaştığının çoğu kez kenarına bile varamaz. Aynı alanlarda habersizce yoğunlaşıldığı durumlarda ise, Kıvılcımlı'nın kendi kendine ulaştığı sonuçlar klasik Marksist geleneği sürdürenlerle (Troçkist akımla) hayret verici benzerlikler gösterir. (Tipik bir örnek olarak, sınıflar, sınıflar arası ve içi bölünmeler, bürokrasi, devletin özerk karakteri vs anılabilir. ) Kıvılcımlı'nın tarihsel materyalizme en büyük katkısı kapitalizm öncesi uygarlıkların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarını yöneten yasaları bulmuş olmasıdır herhalde. Marks'ın temel eseri nasıl modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmaya çalıştıysa, onun eseri de kapitalizm öncesi uygarlıkların yüzündeki peçeyi kaldırır. Özellikle uygarlıkların yıkılışının birer tarihsel devrim olduğunu görmesi ve bu devrimlerin öznesi olarak ilkel sosyalizm geleneklerinin önemini göstermesi bu keşiflerin zirvesidir. Kıvılcımlı'nın bu keşifleri keşfedilmeyi beklemektedir. Modern işçi sınıfı, ister nesnel ister öznel nedenlerle olsun tarihsel görevini yapmakta antik tarihin köleleri gibi yeteneksizlik gösterdikçe ve modern uygarlık klasik Roma uygarlığının son günlerine benzedikçe birçok teorisyenin ilgisi kapitalizm öncesi uygarlıklara yönelmektedir günümüzü anlayabilmek için (örnek:R. Bahro). Bu yönelişler elbet Kıvılcımlı'nın keşfine de yol açacaktır. Teorik soyutlamalar ve problemler düzeyinde Tarih bugün hiç bir zaman olmadığı kadar günceldir . Tarih'in Marksist teorisyen kuşakların ilgi alanlarının dışında kalması, aynı zamanda onun resmi partilerce politik taktiklerin bir fonksiyonu olarak ele alınmasına da bağlıydı. Leninlerin kuşağı tarihle meşgul olmaya gerek görmemişti; Lukacs'tan Althusser'e kadar olan kuşaklar ise giremezlerdi, çünkü netameli bir konu olmuştu. Böylece tarihin maddeci öğretisi içinde tarih azgelişmiş bir alan olarak kalırken, paradoksal olarak burjuva düşüncesi içinde bütün tarih ve toplum kuramlarının temellendirildiği en çok yatırım yapılan alanlardan biri olur. Burjuvazinin tarihsel olarak kendine güvenini ve iyimserliğini yükselen işçi hareketi karşısında yitirmesiyle birlikte, birer yıkılmış medeniyetler mezarlığı olan tarih, burjuva veya batı uygarlığının sonunu öngörenler için bitmez tükenmez bir analojiler kaynağı oluşturur (Spengler, Toynbee, Sorokin vb. ). Diğer yandan, Emperyalizm çağının ırkçı teorileri de kanıtlarını özellikle tarih alanında bulmaya çalışmıştır. Medeniyetlerin yıkılış ve kuruluşlarında ilkel sosyalist gelenekli "barbar" halkların oynadığı rol ve onların yetenekleri bu halkların ırksal özellikleriyle açıklanmaya çalışılmıştır. Böylece tarih, özellikle de medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışları en gerici burjuva düşünürlerin at koşturduğu bir alan olarak ortada kalınca, giderek bu problematiğin ve alanın kendisinin gerici bir öz taşıdığı gibi bir izlenim de ayrıca kafalarda yer etmiş ve bu durumun yeniden üretimine katkıda bulunmuştur. Onun teorik çalışmasında Tarih'in böylesine merkezi bir yer kaplamasının nedeni soyut akademik kaygılar ya da netameli sorunlardan uzak kalma çabası değil, tam da Türkiye gibi geri bir ülkenin toplumsal yapısını kavrama, yani daha gelişmiş bir politikaya ulaşma çabasıdır. 36
Bu nedenle Kıvılcımlının teorik çalışmalarının ve katkılarının esas önemli bölümünü kapitalizm öncesindeki tarihin ve toplumların hareket yasalarının Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi çerçevesinde açıklanması oluşturur. Tarih Öncesi, Tarih, Devrim, Sosyalizm'de bir bütün olarak kapitalizm öncesi tarih ve uygarlığa geçişin çeşitli biçimlerini inceler. İlkel Sosyalizm'den Kapitalizme İlk Geçiş -İngiltere- ve Son Geçiş Japonya'da modern tarihe geçişleri inceler. Osmanlı Tarihi'nin Maddesi'nde somut bir imparatorlun kuruluş ve yıkılışı ele alınır. Burada, onlarcası arasından bu çalışmaların bazı metodolojik sonuçlarına değinilerek önemi gösterilebilir. Örneğin İlkel, Köleci, Feodal tarzındaki şemanın tarihi anlamayı olanaksızlaştıran bir deli gömleği olduğu l960'lardaki tartışmalarda birçok Marksist tarafından dile getirilmiştir. Ancak aynı teorisyenler tartışmayı skolâstik düzeyde sürdürüp, başa veya arada bir yere bir de Asya Tipi'ni katmaları yeni bir deli gömleği ortaya çıkarmaktan başka bir şey başaramadılar, çünkü hepsi tarihin oldukça düz bir yol izlediği varsayımına dayanıyordu. Kıvılcımlı'nın çalışması bu varsayımı yıkmıştır. Eşitsiz Gelişim tüm insanlık tarihinin genel bir yasasıdır. Ve yine bu kavrayışa göre, örneğin "Feodalizm" "Kölecilik"ten daha sonra gelmesine rağmen ondan uygarlık ölçülerine göre daha "geri" bir üretim biçimidir. İlginçtir ki, "Troçkist" gelenek de, eşitsiz gelişimin tüm insanlık tarihine özgü bir yasa olduğu noktasında yoğunlaşmıştır Bu da bir rastlantı değildir. Antik tarihte olduğu gibi modern tarihte de geriden gelen bir an için öne itilmekte ama bu atılışın kefaretini yozlaşması, uygarlaşması ya da bürokratlaşmasıyla ödemektedir. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermemektedir. Gerek Rus Devrimini ve sonraki yozlaşmasını, gerek antik uygarlıkların kuruluş ve yıkılışını anlamak eşitsiz gelişim yasası olmadan olanaksızdır. Metodolojik düzeyde bir başka katkısı, Osmanlı Tarihinin Maddesi'nde açıkça da belirttiği gibi, Antik uygarlıkların analizinde ekonomik temeli değil, üstyapıyı hareket noktası olarak almasıdır. Ancak metodoloji, tarih ve toplumsal yasalar söz konusu olduğunda Stalinist resmi öğretiyle her bakımdan çelişki içinde bulunan Dr. H. Kıvılcımlı çağdaş politika alanında Stalinist yönelişlerin sadık bir izleyicisi olmuştur. Bu çelişkisini ölümünün arifesine kadar görememiştir. Ama sadece kendisi değil onun eleştirmen ve izleyicileri de bu çelişkisini görememişler, onun somut, aktüel konulardaki yönelişlerini tarihe ilişkin çalışmalarının mantıki sonucu olarak görmüşlerdir. Aslında bu ikisi arasında Hegel'in sistemi ve yöntemi arasında olduğu türden bir çelişki vardır. Bugün yeni kuşaklar için son derece olağan bulunabilecek ama bir zamanlar son derece yeni ve "yıkıcı" ilgi ve düşünceler Kıvılcımlı'nın kitaplarına serpilmiş değerlendirilmeyi beklemektedir. Bunlardan bir kaçını analım. Örneğin psikanaliz resmi Stalinist öğretide daima bir burjuva bilimi olarak değerlendirilmiş ve dışlanmıştır. Psikanaliz Frankfurt Okulu'nun araştırmalarında modern toplumsal gerçekliği anlamak için bir konu olabilmiştir. Kıvılcımlı'nın psikanaliz karşısındaki tavrı Troçki'nin ve "Batı Marksizmi" geleneğinin tavrına benzer. Onu eleştirel bir şekilde geliştirmeye çalışır. Yalnız bunu daha ziyade kapitalizm öncesi toplumların incelenmesinde kullanır. 37
Son yıllarda ekolojik bir felaket olasılığının giderek büyümesi insan doğa ilişkisini gündeme getirmiştir. Bugün tarihte de bu ilişkinin ve sorunların araştırılmasına yeni yeni girilirken Kıvılcımlı eski uygarlıkların çöküşüyle doğanın tahribi arasındaki ilişkiler üzerinde yıllar önce önemle durmuştu. Kıvılcımlı bir feminist değildi ve kadınları bir mücadele öznesi olarak görmemişti ama buna rağmen ulaştığı sonuçlarda birçok çağdaşından daha ilerideydi. Bugün feminist hareket tarihi yeniden yazarken birçok bakımdan Kıvılcımlı'nın bulgularıyla çakışmaktadır. (Örneğin "Allah Önce Kadındı") Latin Amerika'da gelişen Kurtuluş Teolojisi bir yandan, İslam ülkelerindeki radikal dinsel hareketler diğer yandan son yıllarda Marksist teorisyenleri din konusundaki kaba değerlendirmelerini gözden geçirmeye itmektedir. Kıvılcımlı'da hem bu günkü gelişmelerin nedenleri ve öngörüsü, hem de metodolojik düzeyde bugün ulaşılmaya başlanan daha derin bir kavranışı kolaylıkla bulunabilir. Avrupa uygarlığının zaferini kutladığı, herkesin Avrupalı olmak veya sayılmak için kuyruğa girdiği günlerde yaşıyoruz. Ama bir süre sonra Avrupa Merkezli ve Avrupa Bencili dünya ve tarih kavranışlarının insanlığın büyük çoğunluğunun soyulması ve felaketi anlamına geldiği görülecek Üçüncü Dünya'nın; Avrupa'da beyaz adamdan sayılmayıp dışlananın hareketi ve tepkisiyle birlikte Avrupa merkezli tarih ve toplum anlayışlarının bir eleştirisi de, şimdiden tohumları görüldüğü gibi başlayacaktır. İşte o zaman tarihin kavranışında Kopernik'in Astronomi'de başardığı türden bir devrim yapan Kıvılcımlı'nın Tarih yorumu bu mücadeleyi yürütenler için dayanılacak devrimci bir temel olacaktır. Ancak kıvılcımlının eserinin sonuçları sadece bunlardan ibaret değildir. O günümüzün dünyasını ve Yeni Sosyal Hareketleri kavrayabilmek; toplumsal gerçekliği daha yakından kavrayan devrimci stratejiler geliştirebilmek için de son derece önemli metodolojik katkılar yapmıştır. Marksizm içinde reformizmin metodolojik kökleri daima tarihin düzgün ve aşamalı bir evrim geçirdiği kavranışına dayanmıştır. Devrimci Marksistler daima bu anlayışla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bu da eşitsiz gelişim yasasına vurguyu gerektirmiştir. Ancak bu yasa toplumu daha diyalektik olarak kavramayı sağlarsa da toplumsal gerçekliği daha derinden kavramak bakımından belli sınırlılıklar taşımaktadır. Gerçek toplumda değişik üretim biçimleri ve o temeller üzerinde yükselen üstyapılar sadecre zaman içinde eşitsiz gelişimlerle birbirini izlemekle kalmazlar aynı cağ ve toplum içinde bir arada bulunurlar. Ancak bu bir arada bulunuş onların birbirinden bağımsız olarak bir arada bulunması değil birbirine bağımlı olması, bir simbiyoz yaşama geçmesi olarak anlaşılırsa toplumsal gerçeklik daha derinden kavranabilir. Aşamalı ya da eşitsiz tarih kavranışlarıyla sınırlı kalınırsa gelişmiş üretim ilişkilerinin eski biçimleri yok edeceği sonucuna kolaylıkla ulaşılabilir. Örneğin kapitalizmde ailenin yok olması gerekirdi veya kapitalist gelişimle birlikte geri ülkelerdeki eski biçimlerin tasfiye olması. Ama yaşanan gerçeklik çoğu kez bunun tam da aksini göstermektedir. Gerçek tarihsel hareketinde sermayenin kendini yeniden üretebilmek için aileyi güçlendirdiği, kapitalizm 38
öncesi ilişkileri yeniden üretip güçlendirdiği görülmektedir. Bu kaynaşma süreci aynı zamanda yeni öznelerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu öznelerin hiçbiri, sermayenin kendi öz mantığının ürünü olarak ortaya çıkmamalarına rağmen (örneğin değer yasası cinsler ve ırklar karşısında nötrdür.) hedeflerinin gerçekleşmesi kapitalizmin tasfiyesi önkoşuluna bağlıdır ve bu nedenle de sosyalist bir karakter taşırlar. Bu hareketler kendi varoluş koşullarını ve nedenlerini tartışıp derinleştikçe eklemlenme sorunu ve kavramıyla, diğer bir deyişle farklı üretim biçimlerinin simbiyoz yaşamı ve bir sistem oluşturması kavramına varmışlardır. Aslında metodolojik kökleri fazla işlenmemiş olarak Marks'ta bulunan sermayenin gerçek tarihsel hareketini eklemlenme yaklaşımıyla ele almak, (Marks'ın İrlanda sorununu ele alışı ve Kapitalin üçüncü cildindeki rant bölümü hatırlanabilir. ) Son yıllarda Ezilen ulus ve cinsleri inceleyen teorisyenlerce adeta yeniden keşfedilen bu metodolojik ilke, Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından Türkiye’nin toplumsal gerçekliğinin analizinde başarıyla kullanılmıştı. Finans Kapitalin tefeci bezirganlıkla kaynaşmışlığı ve birbirini güçlendirdiği şeklindeki bir türlü anlaşılamayan yaklaşımları veya "Kadın Sosyal Sınıfımız" adlı makalesindeki metodolojisi böyledir. Ve ilerde bir program ve strateji tartışmasının yürütülmesinde metodolojik bir ilke olarak yeniden gündeme gelecektir. Bu kavramsal araçlara dayanmadan yeni sosyal hareketlerin varoluşunu ve hedeflerinin sosyalist karakterini; özetle sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlamak olanaksızlaşır. Latin Amerika'lı sosyalistler l920'lerde yaşamış birçok görüşü Kıvılcımlı ile hayret verici benzerlikler taşıyan Peru'lu marksist Mariategui'yi yeniden keşfettiler. Kıvılcımlı ise hala incelenmeyi ve keşfedilmeyi bekliyor. l960'ların sonunda kıvılcımlının l968 kuşağınca ilk keşfi onun tarihsel maddeciliğe metodolojik ve teorik düzeyde yaptığı katkılardan ziyade, o günün tartışmaları içersinde işçi sınıfı ve parti konusundaki vurgusuna dayanıyordu. Hatta denilebilir ki, onun en anlaşılmamış yanı metodolojik ve teorik katkıları oldu. Bizleri politik alerjilerini taşımayan gelecekteki bir devrimci kabarışı yaşayacak genç kuşakların Kıvılcımlı’yı yeniden ve gerçekte ilk kez keşfetmesi kaçınılmazdır. Demir Küçükaydın 19. 01. 1990
39
Kıvılcımlı’nın Mirası Yüzyılın başında doğmak ve yetmişlerin başında ölmek!.. Gençliğinizde Ekim Devrimini yaşarsınız. Sadece o coşkuyu yaşamak bile bir devrimciye ezilenlere adanacak bir hayatı sürdürecek bir enerjiyi sağlamaya yeter. Ama tarihin ve talihin yüzüne güldüğü bir kuşaktansınızdır. 1929'larda Kapitalizm tarihinde gördüğü en büyük buhranla sarsılırken Sovyetler büyük bir hızla kolektifleştirme ve sanayileşmeyi başarmaktadırlar. Daha sonra faşizmin yükselişiyle bir karanlık dönem başlarsa da, bu dönem bile kapkara değildir: İspanya umutları yeşertir. Sonra Stalingrat Zaferi. Bütün Doğu Avrupa'nın "Sosyalist Blok"u kuruşu. Çin Devrimi. Küba Devrimi. Sputnik, Yuri Gagarin. Ve nihayet 1968'lerin bütün dünyayı saran devrimci kabarışı. Zaman zaman geriye çekilişler olsa da iyimserliği besleyen, zaferden zafere koşan bir dönemde yaşamışsınızdır. Umutla ölebilirsiniz. Hikmet Kıvılcımlı bu kuşaktandı. Yüzyılın ortasında doğmak; 60'ların devrimci kabarışıyla ezilenlerin yanında saf tutmak; 90'larda şu rezil dünyada hala yaşamak. Belki bizler bile yine de şanslıyız. Hiç olmazsa 68'in havasını soluduk. Ya bizden sonraki kuşaklar? Yenilgiden ve çürümeden başka hiç bir şey görmediler ve öyle görülüyor ki daha uzun süre de göremeyecekler. Vıktor Serge 30'ların sonu için "çağın gece yarısı" der bir yerde. Bugün o dönemin belki kısa bir güneş tutulması olduğu ama asıl çağın gece yarısına daha yeni yeni girdiğimiz görülüyor. Bizler ve bizden sonrakiler böyle bir kuşaktanız. Hikmet Kıvılcımlı'dan gelecek kuşaklara ne kalabilir? *** Adanmışlık. İnsan hayatına anlam veren şey onun amacıdır. Sınıfsız, sömürüsüz, zulümsüz bir dünya için savaşmak ve bu savaşta hep ezilenlerin yanında saf tutmak. Böyle bir hayat için kendini adamak. Evet bu gelecek kuşaklara kalabilecek bir niteliktir Kıvılcımlı'dan, ama bazı kayıtlarla. Kıvılcımlı'nın adanmışlığını sağlayan ruh hali ve gerekçeler bizlerin ve gelecek kuşakların adanmışlığının gerekçesi olamaz. Onlar insanları daha güzel bir dünya umudu için savaşa çağırıyorlardı, bizler ise daha da kötüsünü engellemek için, hiç bir umut kalmadığı için savaşa çağırmak ve savaşmak zorundayız. Kıvılcımlı ve kuşağı çağrılarına bilimsel gerekçeler bulabiliyorlardı. Örneğin kapitalizmin ömrünü doldurduğunu, sosyalist bir toplum için nesnel koşulların var olduğunu söyleyebiliyorlardı. Bizler ise kapitalizmin ömrünü doldurup doldurmadığının önemli olmadığını; aksine eğer gençliğini yaşıyorsa bile insanlık için çok daha büyük bir tehlike
40
olduğunu ve belki tam da ömrünü doldurmadığı için ona karşı savaşmak gerektiğini söylemek ve savaşmak zorundayız. Bizler ve gelecek kuşaklar adanmışlığı tamamıyla ahlaki bir tavır alışa bağlamak zorundayız. Bizler ve gelecek kuşakların devrimcileri Kıvılcımlı ve kuşağından farklı olarak "Ezen var ezilen var, ben ezilenden yanayım. Tarihsel süreç ezilenlerin kurtuluşu için koşulları olgunlaştırmış mı, olgunlaştırmamış mı? Bunun hiç bir önemi yok. Hatta eğer olgunlaştırmamışsa ve kapitalizm eğer hala gençliğini soluyorsa tehlike daha büyüktür ve insanlığın yok oluştan kurtulabilmesi için daha büyük bir kendini adamışlık gerekmektedir" demek ve öyle yapmak zorundayız. Kıvılcımlı ve kuşağı için devrimler "tarihin lokomatifleri" idi, bizler ve sonraki kuşaklar için "imdat frenleri"dir. ***
Kıvılcımlı'nın politik eyleminden gelecek kuşaklara bir tecrübe olmanın ötesinde, ibret verici bir örnek olmanın ötesinde pek bir şey kalacağı söylenemez. İnsanların son eylemleri bir bakıma onların vasiyetleri kabul edilebilir. Kıvılcımlı'nın ölümünden önceki son iki eylemi İstanbul'daki Sıkıyönetim Mahkemesine ve SBKP genel Sekreteri L. Brejnev'e yazdığı mektuplardır. Bugün ne Sovyetler Birliği var ne SBKP, ne de onlara şikayet edilen TKP. Hepsi pazar ekonomisinin faziletlerini keşfetmekle meşguller. Sıkıyönetim Mahkemelerine yazdığı mektuplarda "Ordu Gençliğinin" "Anti-emperyalizmi"ni okşuyordu. O "anti-emperyalizmin" nereye vardığı, bugün en açık biçimde, İlhan Selçuk ve benzerlerinin, Kürt ulusunun yüzde yüz haklı direnişi karşısında takındıkları, anti-emperyalist gerekçeli şovenizmlerinde görülebilir. Hayatını sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya adamış ve bunun için hep ezilenlerin yanında saf tutmayı ilke edinmiş bir dava adamı için, son iki politik eyleminin, gelecek kuşaklara yanılsamalardan başka bir şey anlatmayan bu anlamsızlığı ve yanlışlığı, ölümünden 21 yıl sonra ortaya çıkan bu manzara, ne acıdır. Ve Tarih ne kadar acımasızdır. Kıvılcımlı'nın politik tavır alışları aslında Üçüncü Enternasyonal'in ve SBKP'nin resmi çizgisinin damgasını taşımıştır daima. 1930'larda yazdığı Yol, Üçüncü Enternasyonal'in "Üçüncü Dönem" politikalarının damgasını taşır ve radikalizmi de oradan gelir. Aynı Kıvılcımlı 1960'larda 20. Kongre sonrasının politik tezlerine uygun tavır alışlar geliştirir. Bu fark bu günlerin en yakıcı konusu "Kürt Sorunu"nda açıkça görülebilir. 1930'larda "Kürt Sorunu"nda İşçi hareketine en büyük desteği görürken; Kemalizmi en ağır biçimde mahkum ederken; 1960'larda bu yöndeki her girişimi emperyalizmin bir komplosu olarak değerlendirmek eğilimindedir. Fakat Kıvılcımlı SBKP politikalarının bir papağanı da değildir. O politikaları savunuşunda bile bir derinlik, bir orijinalite, radikal bir yan vardır. Kendi devrimci ve radikal eğilimleriyle 41
savunduğu resmi politika arasında daima bir çelişki vardır. Bazı momentlerde bu çelişkiyi açığa da vurur, örneğin Çin Kültür Devrimi vesilesiyle yazdığı "Kızıl Bekçiler"; Küba için yazdığı "Küba Feleğe Meydan Okuyor" yazılarında ya da kaçaklığında ölümüne kadar yazdığı anılarının son bölümünde olduğu gibi. Anılarının ilk bölümlerinde neredeyse Suriye'de Sosyalizm; Bulgaristan'da Komünizm varmış gibi değerlendirmeler yaparken; gerçekleri yakından gördükçe; ölümünün arifesinde Sovyetlerde bir "devlet Sınıfları"nın egemenliğinden; Troçki'nin son günlerinde de iddia ettiği gibi Lenin'in öldürülmüş olabileceğinden söz eder. Bir kopuşun arifesinde gibidir adeta, ama ömrü bu çelişkiyi aşmasına zaman bırakmadan biter. 1930'ların başında yazdığı Yol'da, Sosyalist Teorinin (özellikle Strateji, taktik, örgüt sorunlarında) Uluslararası işçi sınıfının deneylerinin sistemleştirilmesi olduğu yolundaki Lenin'in önermesini yazar. Fakat Kıvılcımlı'nın eserlerine bakıldığında bu konuda bir tek bile orijinal eseri görülmez. Örneğin 1933'de Almanya'da tarihin gördüğü en büyük ve en moral bozucu işçi hareketi yenilgisi ve faşizmin iktidara gelmesi konusunda bir tek yazısı bile yoktur. Marksizm Bibliyoteği'nden çıkan İspanya İç Savaşı ile ilgili kitap ise Resmi Sovyet görüşünün popülarize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu eksiklik ve çağı kavrayamayışın sırrı yine Yol'un başka bir yerinde Uluslararası işçi hareketinin deneylerini sistemleştirmeyi Üçüncü Enternasyonal'in yaptığı dolayısıyla kendisine bu alanda yapacak iş kalmadığı şeklindeki önermededir. Kıvılcımlı çağı anlamak işini Sovyetlere havale etmiştir. Büyük bir iç huzuruyla da kendi ülkesi ve ülkesinin tarihsel toplumsal yapısına yönelmiştir. *** Kristof Kolomb'un temel önermesi (Dünyanın yuvarlak olduğu) doğru olmakla birlikte; çıkarsaması (sürekli batıya giderek Çin ve Hint'e ulaşılacağı) yanlıştı. Ama bu yanlışa rağmen ve tam da bu yanlış nedeniyle keşfettiği yeni bir kıtaydı. Kıvılcımlı da çağın deneylerini Sovyetlere havale ederken yanlış yapıyordu ama bu yanlışa rağmen ve biraz da tam bu yanlış nedeniyle kendi mücadele alanını, yani Türkiye'yi anlamak için "onun içinden çıktığı daha doğrusu bir türlü çıkamadığı" Tarih'i anlamak gerekir derken Tarih alanındaki en büyük keşiflere doğru yelken açıyordu. Doğa ve Toplum gibi bilim de hiç bir şeyi bedavadan vermez. Frankfurt Okulu'nun felsefedeki ileriliğini Politika ve Tarih konusundaki geriliğinin kefaretiyle ödenmiştir. Troçkist geleneğin uluslararası işçi hareketinin deneylerini sistemleştirme çabası Tarih ve felsefe alanındaki geriliğin kefaretiyle ödenmiştir. Kıvılcımlı da Tarih alanında sağladığı başarıları politika ve felsefe alanındaki geriliğiyle ödemiştir. (Aslında birbirinden ayrı bu üç gelenek birbirinden bağımsızca ama birbirini tamamlayıcı bir şekilde gelişmiştir. Dünya bunlardan ilk ikisini biraz olsun biliyor ama henüz Kıvılcımlı'yı bilmiyor.) Marks nasıl Kapital'de modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırma çabasına girdiyse, Kıvılcımlı da Kapitalizm öncesi medeniyetlerin yüzündeki peçeyi kaldırmış ve onların hareket yasalarını bulmuştur. Bu muazzam keşif bir tek kavramla özetlenebilir: Tarihsel Devrimler. 42
Bugün en kabadayı Marksist devrim deyince sadece Hollanda ve İngiliz devrimlerinden bu yana gelen modern devrimleri sayar. Peki, bundan önce en az 5000 yıllık sınıflı toplumlar, uygarlıklar vardır. Bu dönem boyunca devrimler olmamış mıdır? En kabadayı Marksistler bile bu soruyu sormamışlardır. Bu soruyu soran ve cevabını arayan tek Dr. Hikmet Kıvılcımlı olmuştur. Cevap: medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışlarının ve bu kuruluş ve yıkılışlara yol açan barbar akınlarının aslında birer devrim olduğunun keşfidir. Bu devrimler modern devrimlerden farklı olarak bir sınıfın değil bir uygarlığın yıkılışına yol açarlar. Bu devrimlerin mekanizmaları Kıvılcımlının eserlerinde en ince ayrıntılarına kadar işlenmiştir. İşte gelecek kuşakların devrimcilerine Kıvılcımlı'dan kalan en büyük miras bu Tarih çalışmaları, kısaca kendi adlandırmasıyla "Tarih Tezi"dir. O geçmiş tarih geleceğin devrimcilerine ne sunabilir? Çok şey. Bir kaçına değinelim. Marksizm, işçi hareketi bütün dünyaya yayıldıkça Avrupa Merkezli olmakla eleştirilmiştir. Bu eleştirinin görünüşte haklı bir yanı vardır da. Kıvılcımlı Tarihte Avrupa merkezliliğe kesin bir son vermiştir. Bugün giderek dünya çapında bir apartheit rejiminin oluştuğu yeryüzünde dünyanın siyahları kendilerini entelektüel kölelikten yani euro-sentrizmden kurtaracak güçlü bir tarih anlayışı bulacaklardır. Aynı zamanda Kıvılcımlı bir Marksist olduğu için Marksizmdeki euro-sentrizmin teorinin kendisinden doğan bir yapısal özelliği olmadığının da somut bir kanıtıdır ve o eleştirileri varlığıyla boş düşürür. Marksizm aydınlanmanın doğrusal gelişimci, iyimser ve teknik hayranı etkileri bakımından eleştirilmektedir. Bu eleştirinin de görünüşte haklı bir yanı vardır. Ama Kıvılcımlı'nın Tarih Tezi ve incelemeleri varlığıyla bu eleştirileri boş düşürür. Tarih tezi, antik Tarih boyunca Tarihsel sürecin motorunun Teknik değil (çünkü binlerce yıl pek az gelişmiştir) insan olduğu önermesine dayanır. Tarih tezi doğrusal gelişimci anlayışlara ölüm darbesi vurur. Kapitalizme feodalizmden değil İlkel Sosyalizm'den sıçranır. Ve nihayet Walter Benjamin'in devrimlerin tarihin imdat frenleri olduğu yolundaki önermesi Tarih Tezini bilene hiç de yadırgatıcı gelmez; aksine bu önermenin kanıtlarını sunar. Kıvılcımlı'nın mirası sadece bununla sınırlı da değildir. Modern toplumu anlamak; tüm öznelerin radikal kanatlarını birleştirebilecek; global bir program geliştirmeyi sağlayabilecek metodolojik bir katkı da yapmıştır. Bu katkı, modern kapitalizmin kapitalizm öncesi ve diğer toplumsal ilişkilerle kaynaşması ve bu kaynaşma sonucunda, somutta Marks'ın Kapital'de ele aldığı saf ve soyut kapitalizmden çok farklı bir toplumsal ilişkiler ve güçler sisteminin ortaya çıkışına yol açmasıdır. Kıvılcımlı'nın bu alandaki metodolojik katkısı 60'ların strateji tartışmaları içinde anlaşılamadan unutulup gitmiştir. Bu tartışmalarda iki taraf da kapitalizm geliştikçe kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye ettiği varsayımını paylaşıyor ve buna göre bir devrim stratejisi çiziyordu. Kapitalizm öncesi ilişkileri ağırlıklı görenler demokratik devrimi; diğerleri de sosyalist devrimi öneriyordu. Daha sonra Troçkistler gecikmiş olarak eşitsiz gelişmeden hareketle tam da demokratik görevler nedeniyle ve devrimin dinamiğiyle sosyalist devrim olacağını söyledilerse de bu temel varsayımı sorgulamadılar. Kıvılcımlı ise, onun sadece kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye etmekle kalmadığını, ama aynı zamanda onları 43
güçlendirdiğini, yaşattığını ve ortaya basit şemalara sığmayacak bambaşka toplum ve sınıf ilişkileri çıktığını söylüyordu. Aynı metodolojik yaklaşımı ölümünden bir süre önce yazdığı bir bölümü yayınlanmış "Türkiye'nin Çok Katlı Sosyal Ehramı: Kadın Sosyal Sınıfımız" adlı incelemesinde de geliştirir. Batı'daki feminist hareket de Kıvılcımlı'dan bağımsızca benzer bir metodolojik ilkeyi bulup geliştirmek zorunda kaldı. Kapitalizm sadece aileyi ve ev içi emeği tasfiye etmekle kalmaz, onu yeniden üretir, güçlendirir, değiştirir ve bir bütün olarak kendi de değişir. Kanımızca bu metodolojik ilke gelecekte tüm ezilenlerin hareketlerini ortak bir program ve teori etrafında birleştirebilmek için gerekli radikal, bütünsel ve eleştirel bir teorinin dayanması gereken temel bir yaklaşım olmalıdır. *** Kıvılcımlı'nın politik tavır alışları Tarih Tezinin ya da metodolojik katkılarının mantıki bir sonucu değildir. Hele kimilerinin iddia ettiği gibi o politikalara teorik bir zemin bulma çabası hiç değildir. Öyle olsaydı, bilime bilim dışı kaygılarla yaklaştığı için alçak diye nitelenmesi gerekirdi. Kıvılcımlı'nın tarih ve metodoloji alanındaki katkılarıyla ve bunların gerçekten devrimci özüyle politik tavırları arasında daima bir çelişki olmuştur. Resmi Sovyet görüşü ve bu görüşün Türkiye'deki savunucuları bu çelişkiyi çok iyi sezdikleri için Kıvılcımlı'nın gelecek kuşaklara miras kalacak bu esas eleştirel ve devrimci yanını yok saymaya, küçümsemeye hatta deli saçması gibi göstermeye çalışmışlardır. Aslında Kıvılcımlı'nın Tarih alanındaki katkılarıyla politikası arasında Hegeldeki yöntem ve sistem çelişkisine benzer bir çelişki vardır. Nasıl Marks, Hegel'in devrimci çekirdeğini, yöntemini benimsedi ise, gelecek kuşakların devrimcileri de Kıvılcımlı'nın tarih çalışmalarında ihtiyaçları olan devrimci özü bulabileceklerdir. Ama öyle görülüyor ki, şimdi Kıvılcımlı'yı anan ve geçmişin yükünü sırtında bir kabus gibi taşıyan sosyalistler onun tutucu kabuğunda oyalanıyorlar.
Demir Küçükaydın 11.10.1992, Hamburg (Bu yazı Özgür Gündem gazetesi için yazıldı ve muhtemelen Kıvılcımlı’nın ölümüne denk gelen günde yayınlandı.)
44
Tarihin, Marksizm’in ve Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası: Komün Suat Karavuş’a
Birinci Bölüm: Marksizmin Krizi ve İlerleyen Tek Yönlü Tarih Anlayışı Marksizmin Yenilenmesi Gereği Sartre’ın dediği gibi, “Marksizm çağımızın entelektüel ufku” olmaya devam etmektedir. Onu ret çabalarının hepsi ondan geriye düşmekle sonuçlanmaktadır. Ama bu Marksizmin değişmesi ve gelişmesi gereğini ortadan kaldırmamaktadır, aksine buna olan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Ama Marksizmin gelişmesinden ne anlamak gerekiyor? Çünkü aklı başında hiç kimse ilke düzeyinde böyle bir gelişme ve yenilenmenin gereğini inkâr etmiyor. Marksizmin gelişmesi, her şeyden önce, onun, aydınlanmanın ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından, aydınlanmanın kalıntılarından kurtulması ve arınması demektir. Marksizm, Mongolfiye kardeşlerin balonu gibi, aydınlanmanın safralarından kurtulduğu ölçüde yükselebilir ve çağımızın sorunlarına daha derin ve tutarlı cevaplar verebilir. Bu gün bütün sosyalist harekete egemen, ilerlemeci ve açık uçlu olmayan bir tarih anlayışıyla, Marksizmin bu günkü krizi arasında derin bir ilişki bulunmaktadır. Marksizm aydınlanmanın safralarından arınmayı, radikalleşmeyi ve çağımızın sorunlarına bir cevap vermeyi, bu ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından kurtulduğu ölçüde başarabilir. Ve tam da bu noktada Kıvılcımlı’nın bu yenileme için hayati önemi, bu yenilemenin diğer kaynaklarıyla akrabalığı ve bunları birleştirebilecek kayıp bir halka olduğu ortaya çıkar. Çünkü aydınlanmanın ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından uzaklaşmak, radikalleşmek demek; aynı zamanda Marksizmin ilerlemeci olmayan ve açık uçlu bir tarih ve zaman kavramına dönüşü demektir. Bu Marksizmin ütopyacı boyutunun yeniden canlanması demektir; bir uygarlık projesi olarak ortaya çıkması demektir; romantik boyutunun ve kaynaklarının ortaya çıkması demektir; Avrupa merkezcilikten kurtulması demektir. Ama bütün bu sorunların hepsinde Kıvılcımlı’nın o hiç değer verilmeyen ya da bir fantezi olarak görülen görüşleri, birdenbire hayati bir önem kazanır. İlerlemeci ve Tek yönlü Tarih Anlayışı Bizlerin tarih ve toplum anlayışlarımızın içine derinlemesine sinmiş, ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışı, son derece yenidir ve aslında şimdi çoktan geçersizliği açığa çıkmış bir anlayıştır. Bu anlayış insanlık tarihinin tümü göz önüne alındığında, tarihin çok küçük bir bölümü içinde; Aydınlanma ile yirminci yüzyılın ortalarına kadar kısa bir dönem içinde yükselmiş ve
45
yıkılmıştır. Ama bu anlayış, aslında Marksizmi revize eden, bayağılaştıran ideolojik veya teorik kaynaklar aracılığıyla bizler, yani bu gün ortalığı kaplamış sosyalist kuşaklar üzerindeki egemenliğini sürdürmektedir. Bu ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışı, sosyalistlerin bu dünyayı anlamalarının ve onun problemleriyle cepheden yüzleşmelerinin önündeki en büyük engel olduğu gibi, tam da bu nedenle, aynı kuşakların, Kıvılcımlı’nın eserinin temelini oluşturan görüşler karşısındaki suskunluk veya ciddiye almaz görünüşün de nedenidir. Binlerce yıl boyunca insanlık, dairesel, periyodik ya da dönemsel denebilecek bir tarih ve zaman anlayışına sahipti. Güneş, sabah doğuyor akşam batıyordu. Mevsimler dönemsel olarak birbirini izliyor, her yıl aynı çevrim bir kez daha tamamlanıyordu. İnsanlar doğuyor, büyüyor, ölüyor, topraktan gelip toprağa gidiyorlardı. Bu, zaman tasavvurunu belirliyor ve bu da tarih anlayışına da yansıyordu. Tarih de günler, yıllar, canlıların hayatları gibi aynı çevrimsel veya dairesel zaman kavramına uygun bir şekilde dönüyordu. İbni Haldun’un anlattığı gibi, Medeniyetler, devletler kuruluyor, gelişiyor, yaşlanıyor ve sonunda çöküyorlardı. O zamanlar zaman, şimdiki dijital saatlerde olduğu gibi akmıyor, “feleğin çarkı” gibi veya kadranlı saatlerde olduğu gibi dönüyordu. “Devran döner”di, akmazdı. Ancak burjuva uygarlığının, kapitalizmin ve sanayileşmenin ortaya çıkışıyla birlikte, bu çevrimsel, dairesel veya dönemsel diyebileceğimiz zaman ve tarih anlayışının yerini, önce akan ve doğrusal, sonra da evrim teorisiyle ve daha sonraki pozitivizmin desteğiyle, doğru boyunca yükselen bir zaman ve tarih anlayışı aldı. Evrende bulutsulardan yıldızlar ve gezegenler oluşuyordu. Atomlar basitten karmaşığa doğru gelişiyordu. Uygun koşulların olduğu gezegenlerde, atomlardan moleküller, kristaller ve organik kristaller oluşuyordu. Oradan kendini üreten karmaşık moleküller. Bu evrimin zirvesi olarak ilk basit tek hücreli canlılar ya da virüsler ortaya çıkıyordu. Sonra ilk tek hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, kabuklular, omurgalılar, memeliler, primatlar ve nihayet en tepede yine bu evrimin zirvesindeki taç: insan ortaya çıkıyordu. İnsan’la birlikte toplum ortaya çıkıyor ve toplum da ilkel sosyalizm, kölecilik, feodalizm, kapitalizm biçiminde gelişiyordu. Ve nasıl cansız varlıklar ilk canlıda, canlılar insanda evrimin zorunlu yasalarına uyarak bir zirveye ulaşıyorlardıysa, toplum da sosyalizme doğru ilerliyordu. Bu tek yönlü ve yükselen, doğrusal tarih anlayışı içinde “devrimcinin görevi” de, “tarihin tekerleğini hızlandırmak” olarak tanımlanıyordu. Devrim: bu gelişimin önündeki engelleri temizlemek, onun önünü açmak olarak (Üretici güçlerin gelişimine engel olan üretim ilişkilerinin tasfiyesi örneğin) anlaşılıyordu. Devrimci eylem, bu tekerleği hızlandırma ve temizlime çabasından başka bir şey ifade etmiyordu. Örneğin Reformizmle polemiğinde, Rosa Luksemburg, en iradeci, devrimci müdahaleyi
46
savunduğu yerlerde bile, politikanın “gelişmenin izlediği yöne göre belirlendiği”; “Siyasal mücadele için hangi sonuçların zorunlu olduğu bu yönden çıkarılır” der. M. Löwy’nin belirttiği gibi, “sosyal demokrasinin bilinçli müdahalesi, belirli bir anlamda, bir “yardımcı” unsur, her durumda nesnel biçimde zorunlu ve kaçınılmaz olun sürece yönelik bir “uyarıcı” olmaya devam eder.” (s.129) der.
Açık Uçlu Tarih Anlayışı Bu Tarih anlayışı, aslında Tarihsel Maddeciliğin Tarih anlayışı değildir. Tarihsel Maddecilik ilk programatik belgesi olan Komünist Manifesto’nun daha ilk satırlarında, sınıf mücadelesinin devrimle veya yıkılışla bitebileceğinden4 söz eder. Yani kökende metodolojik olarak, açık uçlu bir tarih anlayışı vardır. Ne var ki, ilkesel düzeyde açık uçlu olmakla birlikte, bu açık uçluluk, o zamanki burjuva uygarlığının gençliği ve teknik yenliklerin iyimserliği koşullarında, işçi hareketinin de sürekli güçlendiği; birbiri peşi sıra başarılar elde ettiği bir çağda, geleceği fiili olarak uçlardan birinin belirleyeceği (devrim), diğerinin (çöküş) pratik olarak ihmal edilebilir olduğu sonucuna yol açıyordu. Çöküş, teorik bir olasılık olmanın ötesinde tarihsel veya politik bir anlam ifade etmiyor ve fiilen unutuluyor ve bu unutmaya paralel olarak da, aydınlanmanın düzgün doğrusal ve evrimci tarih anlayışı, bizzat Marksizm içinde bile egemen oluyordu. Bu tek yönlü anlayış ilk darbeyi, kapitalist uygarlığın gençliğini yitirmesinin ilk ifadesi olan, Birinci Dünya Savaşının ateşleri içinde Rosa Luxemburg’un kaleminden “ya sosyalizm ya barbarlık” formülüyle yedi. Marksist tarih anlayışına, tekrar iki uçluluk girdi, bu anlamda kaynağa dönüldü. Marks, Manifesto’da iki uçluluktan geçmişe ilişkin olarak söz etmişti; şimdi ise iki uçluluk tekrar aktüel bir sorun oluyor, hem de reformizme ve sosyal şovenizme karşı mücadelenin metodolojik temelini oluşturuyordu. Bu muazzam bir devrimdi, bir paradigma değişikliğiydi. Bu anlayış ya da paradigma içinde sosyalizm artık tarihin akış yönünde değildir, ona doğru zorunlu bir gidiş yoktur. Sosyalizm artık sadece bir olanak olarak ve olasılıklardan biri olarak ortaya çıkar. Daha sonra bu açık uçlu tarih anlayışı, Troçki tarafından da savunulur. Ama bu açık uçluluğa rağmen, sorun hala, üretici güçlerin önündeki engellerin kaldırılması olarak görülmektedir, üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileri nedeniyle “yıkıcı güçler” haline geldiği, bu ilişkilerden kurtulduğu takdirde ilerlemeye devam edebileceği yaklaşımı varlığını sürdürmektedir. Yani henüz, üretici güçlerin ilerlemesinin bizzat bir yıkıma doğru gitmek anlamına geldiği veya gelebileceği anlayışı yoktur. Devrimler henüz tarihin “imdat frenleri” değil; 4
“Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” (abç)
47
onu felaketli bir yola sapmaktan alıkoyacak, tarih treninin yönünü değiştirecek makas değişimleri gibidir. Henüz tarihin ilerlemeci olmayan bir anlayışına geçiş yoktur, ama en azından tek yönlü, tarihin gidişini hızlandırıcı anlayış artık devrimci Marksizmce terk edilmiş, kaynağa dönülmüştür. Burada, tek uçlu tarih anlayışının Devrimci Marksizm’ce terk edilmişliği ayrımını vurgulamak gerekiyor. Çünkü gerek İkinci Enternasyonal, gerek 1920’lerin ortalarından sonra Sovyet bürokrasisinin egemenliği altına giren Üçüncü Enternasyonal, ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışının sadık bir savunucusu, olmaya, Üçüncü Enternasyonal’de olduğu gibi, tek yönlü ve ilerlemeci yanını tekrar canlandırmaya devam etmişlerdir. Sadece bu kadar da değil, Sosyal Demokrasi, bu ilerleyen tarih anlayışında, süreklilik içindeki kopuklukları, yani sıçrama ve devrim momentlerini bile reddeder ve iyice vülger bir anlayışı savunurken; Stalinizm, en azından ilke düzeyinde bunları savunmakla birlikte, bu kopuklukları birbirini izleyen zorunlu aşamalar olarak görerek, birbirini izleyen aşamaların ilerleyen tarih anlayışını savunur. Program Sorunu ve Tarihin Kavranışı İlişkisi
Marksizmin bütün bayağılaştırılmalarının temelinde, bu metodolojik yanlış; düzgün, tek yönlü ve aşamalı ilerleyen bir tarih anlayışı vardır. Bunun politik ifadesi de daima, reformizm olmuştur. Her kritik momentte, devrimci eğilimler, bu ilerleyen, düzgün ve aşamalı gelişen tarih anlayışıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Devrimci Marksizmin bu tarih anlayışına eleştirisi özellikle iki noktada yoğunlaşır: a) Belli aşamaların bütün toplumlarca geçileceği anlayışının reddi. Yani “eşitsiz ve bileşik bir gelişim” anlayışı. Troçki “Sürekli Devrim” teorisini bu metodolojik ilkeyle temellendirmişti. b) Diğeri ise, tek yönlülüğe olan itiraz, açık uçlu bir tarih anlayışıdır. (Rosa Luxemburg: “Ya barbarlık ya Sosyalizm”) Kıvılcımlı’nın tarih anlayışı, kesinlikle ikinci ve üçüncü enternasyonallerin aşamalı, düz giden tarih anlayışıyla çelişmektedir. Onda “eşitsiz ve kombine gelişim” adeta tüm tarihin bir hareket yasası olarak ortaya çıkar. Gerçi geleceğe yansıtmaz ama bütün tarih de bir açık uçlu tarih olarak çıkar ortaya. Ve bu açık uçlu tarih: aslında, çöküşlerin tarihidir. Kıvılcımlı’da çöküş ve sıçrama aynı şeyin iki farklı veçhesidirler. Çöküşler aynı anda sıçramadırlar. Devrim “kıyamet”tir. Bu da açık uçluluk içinde bir paradigma değişimidir; ilerleyen bir tarihin tam bir aşılması değildir aslında. Bir tür yaratıcı yıkıcılık söz konusudur. Ancak Kıvılcımlı bunun günümüzde geçersiz olduğunu; pratik olarak bu paradigmanın aşıldığını; modern toplumda “Sosyal Devrimin keşfiyle” tarihsel devrimler döneminin aşıldığından söz eder ve modern tarihi ele alırken, ilerleyen bir tarih anlayışına döner bir bakıma. Modern tarihi ele alışında Stalinizmin ve Sovyetlerin sadık bir izleyicisi olmasıyla bunun arasında bir ilişki olduğu aşikardır.
48
Özetle, Troçki, Luxemburg ve Kıvılcımlı’da, yani eleştirel ve devrimci Marksist gelenekte henüz, ilerlemeci tarih anlayışına köklü ve bilinçli bir itiraz yoktur, ilerleme bir biçimde kabul edilmekte, bu ilerlemenin kendisinin nasıl gerçekleştiği tartışma konusu yapılmakta, açık uçluluk itirazı bile, üretici güçlerin yıkıcı güçler haline gelip gelmemesi bağlamında yapılmaktadır. Marksizmin, bu ilerlemeci tarih anlayışından arınması, Aydınlanmanın, Sosyal Demokrasinin ve Stalinizmin egemenliği altında unutulmuş, kayıp bir halkasına dayanarak, bu gelenekten esinlenerek Walter Benjamin tarafından başarılmıştır. Ama ilerlemeyen bir tarih algısı için de komün olmazsa olmaz koşuldur. O Komün ki, tarihin, Kıvılcımlı’nın, Tarih Tezi’nin ve Marksizmin kayıp halkasıdır.
İlerlemeci Olmayan Tarih Anlayışı Eğer tarih açık uçlu ise, bu uçların her birinden bakışa göre tarihin anlamı da değişebilir. Eğer bir çöküşün ardından ya da çöküşün arifesinde geçmişe bakarsanız, Tarih size, bir yükseliş olarak değil, uçuruma doğru bir gidiş olarak görünecek demektir. Böyle bir bakış açısından, devrim, bir barbarlığı ve çöküşü, uçurma doğru gidişi engelleyen bir “imdat freni” olarak görülür. Bu fren zamanında çekilemediği için, toplum uçuruma yuvarlanmıştır ya da yuvarlanacaktır. Bir devrimci dönüşümün ardından gelebilecek iyimser gelecek beklentilerinin olduğu bir çağda ise, en azından devrim, tarihin lokomotifi olarak görülür. Aslında aynı olgu, bulunulan yere göre farklı görünmektedir. Bu tıpkı ışığın parçacık ve dalga özellikleri göstermesi gibidir. Unutulmuş açık uçlu tarih anlayışına dönüş ve bu açık uçluluğun öne çıkarılması, ilk adım, “ya barbarlık ya sosyalizm” birinci dünya savaşında ortaya çıktı. İkinci ve köklü adım, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, “tarih meleği alegorisi” veya “devrimler tarihin imdat frenleridir” formülüyle, Walter Benjamin tarafından atılmıştır. Benjamin’in bu yaklaşımı, Tarihsel Maddeciliğin, tarih ve zaman kavramında bir tür Kopernik devrimidir. İlerlemenin yerini bir açık uçluluk almıştır ama bu açık uçlulukta bu sefer fiilen çöküş olasılığı pratik bir öneme sahiptir; bir devrim ise sadece teorik ya da çok küçük bir olasılıktır. Marksların döneminin tam tersi bir fiili olasılık dönemindeyizdir artık Geleceğin Marksizmi, geleceğin sosyalist mücadeleleri, her şeyden önce, Tarihsel Maddeciliğin, bu gelişimine ve kazanımına dayanmak, buradan hareket etmek zorundadırlar. Tarih ilerlememekte çöküşe doğru gitmektedir; bizler uçuruma doğru son hızla giden bir trendeyizdir artık. Böyle bir zaman ve tarih kavrayışı olmadan günümüzün sosyal mücadeleleri temellendirilemez. Benjamin bu devrimci dönüşümü yaptığında, henüz bir Nüklear Kıyamet; çevre felaketiyle
49
yaşamın ya da toplumsal yaşamın koşullarının ortadan kalkması veya AİDS, Ebola gibi hastalıklar, genlerle oynamanın ve Klonlamanın tehlikeleri vs. bilinmiyordu. Ama bu gün, burjuva uygarlığı artık tam bir kriz yaşamaktadır. O ilerlemeci ve iyimser tarih anlayışını destekleyecek hiç bir veri bulunmamaktadır. Bu günün dünyasında Benjamin’in Faşizm ve Savaşı göz önüne alarak formüle ettiği ilerlemeci olmayan tarih anlayışı, çok daha derin ve aktüel bir anlama sahiptir. İlerlemeci Olamayan Tarih Anlayışı ve Uygarlık Krizi Açık uçlu ve ilerlemeci olmayan tarih anlayışının, ne gibi sonuçlara yol açtığına, politik faaliyet bakımından ne gibi paradigma değişikliklerine yol açtığına kısaca değinmek gerekiyor. İlerlemeci bir tarih anlayışı bakımından, devrimci program, üretici güçlerin gelişimini engelleyen siyasi ve ekonomik ilişkilerin düzenlenmesiyle sınırlıydı. Bütün devrimci veya reformist partilerin programlarında bu ortak bir özellikti, ayrılık, programın neleri içereceği noktasında değil, taleplerin neler olacağı noktasındaydı. Bu yaklaşımda, bir siyasi ve ekonomik sistem sorgulanır, bir uygarlık değil. O uygarlığın değerleri sorgulanmaz. Eleştiri ve program ekonominin ve politik olanın (devletin) örgütlenmesine ilişkindir. Ama ilerlemeci olmayan, bir uçuruma gidişi durdurmaya yönelik bir devrim açısından ve böyle bir tarih anlayışından sırf böyle bir programla yetinilemez. Çünkü, eğer sorun “üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak” olarak formüle edilirse; buna bağlı olarak ekonomik ve politik program ve talepler formüle edilirse, kötümser, felakete giden bir tarih ve tarih anlayışı açısından bu, uçuruma gidişi hızlandırmak anlamına gelir. Başka bir uygarlık tasavvuru; başka bir yola girişi içermelidir artık program; dolayısıyla sadece üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri tasfiyeye yönelik bir ekonomik ve politik taleplerle sınırlı bir program kötümser; felakete giden bir tarih anlayışıyla bir arada bulunamaz. Yani tarih hakkındaki kavranış ile bir programın neleri içereceği sorunu arasında içsel; kopmaz bir ilişki bulunmaktadır. O halde, Marksistler sadece felakete gider bir tarih kavrayışına dayanmak; tarihe ilişkin bir Kopernik Devrimi yapmak zorunda değildir; program anlayışlarında da bir Kopernik Devrimi yapmalıdırlar. Artık ekonomiyi ve devleti düzenleyen bir program yetmez; başka bir uygarlık programlaştırılmak zorundadır. Klasik program anlayışında üretim ilişkileri ve devletin nasıl örgütleneceği programlaştırılır, bundan ötesi sorun değildir. Ama ilerlemeci olmayan bir tarih açısından, bir başka uygarlık, bir başka değerler sistemi programlaştırılmak zorundadır. Artık üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak gibi bir perspektif ile program belirlenemez; ilerlemeci olmayan tarih anlayışı bakımından, bu daha büyük bir hızla uçuruma gitmeyi istemek anlamına gelebilir. Elbette ilkel toplumlara bir geri dönüş olamaz ve istenemez. Ama bu da var olan tekniğin ve üretimin hangi alanlarda ne gibi gerekçelerle sınırlandırılacağı gibi bir sorunu gündeme getirir. Bu da başka bir değerler sistemini. Yani sadece planlı ekonomiyi savunmak yetmez; sadece meta üretimi ilişkilerini ortadan kaldırmayı savunmak
50
yetmez; planlamanın yönüdür artık esas üzerinde durulması gereken. Başka bir uygarlığı programlaştırmak, aynı zamanda politika kavramının içeriğinin de değişmesi, dolayısıyla politika yapma tarzının da değişmesini gerektirir. Politika, kavramı bir bakıma, ilk doğuşundaki, sitedeki yurttaşların ortak yaşamı anlamını kazanır, yani bu günkü politikadan daha geniş bir alanı, yani bu günkü anlayışımızca politik olmayanı da kapsayan bir anlam kazanır. Ama bu artık bir sitenin yurttaşlarını değil; tüm insanlığı kapsamalıdır veya kapsayacaktır. Artık politik olmayan da politiktir. Tekrar başa dönersek. Geleceğin Marksizmi, sadece kapitalizme değil, burjuva uygarlığına bir alternatif sunmak zorundadır. İlerlemeci tarih anlayışı, kapitalizme karşı bir alternatifle, politikanın bu günkü anlayışıyla kendini sınırlıyordu; ama bu günün dünyasını açıklama ve bu sorunlara bir alternatif bulma zorunluluğundaki bir Marksizm, kapitalizme karşı olmakla kendini sınırlayamaz, böyle sınırladığı takdirde burjuva uygarlığının krizine bir cevap olamaz, bu günkü kriz sadece kapitalizmin, bir üretim sisteminin krizi değil, bir uygarlığın krizidir. Bu uygarlığın krizine, bizzat o uygarlığın dayandığı tarih anlayışlarıyla bir cevap verilemez. Uygarlığın krizi tarih anlayışının krizinde ifadesini bulur. Başka bir tarih anlayışı ile bu krize cevap verilebilir. Her şeyden önce tarih anlayışının krizine karşı bir başka tarih anlayışı gerekmektedir. Bu yapılmadan, bu uygarlık krizinin yol açtığı yarattığı tüm memnuniyetsizlikler bir bütünsel program etrafında birleştiremez, o burjuva uygarlığının tarih anlayışıyla da kopuşmak zorundadır. Bu kopuşma da her şeyden önce ilerlemeci tarih anlayışıyla kopuşmakla olabilir. Marksizmin entelektüel cazibesini yitirmesinde ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışını aşamaması ve bir uygarlık paradigmasına ulaşamaması belirleyici bir öneme sahiptir. Peki, bu geleceğin, ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından kopmuş Marksizmiyle Kıvılcımlı’nın ve İlkel Sosyalizmin (Komün’ün) bağlantısı nedir? Bunu görebilmek için, ilerlemeci olmayan tarih anlayışının, Marksizmin bu unutulmuş dip akıntısının kaynaklarına, Marksizmin, yine ilerlemeci Tarih anlayışının bir sonucu olarak unutulmuş bir kayıp halkasını ortaya çıkarmak gerekiyor öncelikle. Tarihin, Marksizmin ve Kıvılcımlı’nın unutulmuş; “Kayıp Halka”sı komün (ilkel sosyalizm), ilerlemeci tarih anlayışıyla kopuşmak için; ilerleyen bir tarih anlayışının bir panzehiri olarak yine bizleri kurtarmak için elini uzatıyor.
İkinci Bölüm: Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası “Tarih Tezi”nin Bir Konu Olarak Yokluğu ve Yokluğun Anlamı Üzerine
Kıvılcımlı’nın teorik çalışmasının ezici bir bölümünü onun Tarih Tezi ve Tarih Teziyle bağlantılı yazı ve kitapları oluşturur.
51
Ama Kıvılcımlı’nın görüşlerini ele alan ve eleştiren yazılara bakıldığında, onun Tarih Tezi’nin hemen hemen hiç bir yazının konusu olmadığı görülür. Kıvılcımlı hakkındaki yazıların ve eleştirilerin bu genel karakteri, bizzat bu Sempozyuma 5 sunulan bildirilerde de görülmektedir. Kıvılcımlı’nın ölümünün otuzuncu yılında yapılan bu Sempozyuma sunulan bildirilerden hiç biri, daha doğrusu Demir Küçükaydın’ın bildirisi hariç, Kıvılcımlı’nın eserinin yüzde doksanını oluşturan Tarih Tezini konu etmemektedir. Kural değişmemektedir. Kıvılcımlı hakkında yazanlar, onun eserini değerlendirmek isteyenler, onun eserinin ve hayatı boyunca çalışmasının nicelik ve nitelikçe en önemli bölümü konusunda bir suskunluk içinde bulunmakta, hiç bir şey yazmamaktadırlar. Bu paradoksun anlamı üzerine düşünmek ve bir açıklamasını bulmak gerekir. Peki, Kıvılcımlı’nın teorik çalışmasının ezici bir bölümünü oluşturan buna karşılık Kıvılcımlı değerlendirmelerinde hiç söz konusu edilmeyen Tarih Tezi nedir? Adı üzerinde Tarih üzerine, toplumun gidiş yasaları üzerine bir tezdir, bir teoridir, bir varsayımdır. Diğer bir deyişle Tarih Tezi, Tarihsel Maddeciliğin (sosyolojinin) tartıştığı sorunları tartışır: Tarihin ve toplumun genel gidiş yasaları. O halde, Tarih Tezi’ni tartışmak, Tarihsel Maddeciliği, diğer bir deyişle Marksizm’i tartışmak demektir. Ya da tersinden şöyle de denebilir: tarihin gidiş yasalarını, Tarihsel Maddeciliği tartışan her görüş her düşünce, Tarih tezi ile yüzleşmek zorundadır. Peki, tarihsel maddecilik nedir? Marksizm veya Tarihsel maddecilik, bizzat onun kurucularının üstüne vura vura belirttiği gibi, bir formüller veya reçeteler toplamı değil bir yöntemdir. O halde, Tarih Tezi’ni tartışmak, aynı zamanda Tarihsel Maddeci yöntemi tartışmak olur. Ya da Tarihsel Maddeci yöntemi tartışmak, ister istemez, Tarih Tezi’ni tartışmak demektir. Tarih Tezi’nin tartışılmaması, aslında tarihsel maddeciliğin, dolayısıyla Marksist yöntemin tartışılmaması demektir. Gerçekten de Kıvılcımlı üzerine yazı yazanların hiç birisi, metodoloji sorunlarına girmez.. Kıvılcımlı’nın eserini okuyan, onun en somut olayları tartışırken bile metodolojiyi tartıştığını görür. Aynı paradoks tekrar karşımıza çıkmaktadır. Ama burada artık bu paradoksun ardında, öze ilişkin bir yaklaşım farklılığı ortaya çıkmaktadır. Kıvılcımlı’nın eserinin bütün vurgusu, Tarihsel Maddecilik ve yöntem sorunları üzerindedir ama Kıvılcımlı hakkında yazanlar Tarihsel maddecilik ve yöntem sorunlarını tartışmazlar. Bu paradoksun anlamı ve sonuçları üzerinde biraz durmakta yarar var. Çünkü bu bize, Sosyalistlerin içinde bulunduğu çıkmazın ip uçlarını da verir. Böylece yöntem sorunlarının somut politikayla o derinden ve kopmaz ilgisini gösterme olanağını sağlar. * Şimdi tekrar olma bahasına şu ulaşılan sonucu tekrar edelim: Kıvılcımlı hakkında yazanların 5
2001 yılı Aralık ayında Almanya’da Wremen’de yapılan Sempozyum kastedilmektedir. Diğer Sempozyumlar ve diğer çeşitli yazılarda da aynı durum sürmektedir.
52
hemen hepsi, Türkiye sosyalist hareketinden, kendilerinin Marksist olduğunu düşünen kişilerdir. Marksizm’in özü ise her şeyden önce Tarihsel Maddeciliktir. Tarihsel Maddecilik ise, şemalar veya modeller yığını değil, bir yöntemdir. Ama Marksist olduğunu, tarihsel maddeciliği kabul ettiğini söyleyen Kıvılcımlı eleştirmenleri, yine bizzat kendisi tarihsel maddecilik ve yöntem üzerine yazıları eserinin esas büyük bölümünü oluşturan Kıvılcımlı üzerine yazdıklarında tarihsel maddecilik ve yöntem üzerinde hiç durmamaktadırlar. Bu veriler Kıvılcımlı’nın eleştirmenlerinin aslında aynı yanlışın birer görünüşü olan, iki farklı paradoks ortaya çıkarmaktadır. Paradoksun biri, konu açısından, yani Kıvılcımlı’nın eserinin büyük bir bölümünü tartışmama açısından bir paradoks. Diğeri, kendi iddiaları açısından bir paradokstur. Bu iki paradoksun bir arada bulunması bir rastlantı değildir. Kendileri, tarihsel maddeci ve Marksist olmalarına rağmen, tarihsel maddecilik ve Marksizm konusunda en çok yazı yazmış teorisyeni bu bağlamda hiç tartışmamak, yani tarihsel maddeciliği ve yöntemsel sorunları hiç tartışmamak. Ama hani bizzat tarihsel maddeciliğe göre tarihsel maddecilik bir yöntemdi. Demek ki, bu tarihsel maddeci ya da Marksist olduğunu düşünen eleştirmenler aslında tarihsel maddeciliğin ruhuna aykırı davranmaktadırlar. Yani tarihsel Maddeciliği doğru kavramış olsalar, onu bir yöntem olarak anlasalar, Kıvılcımlı gibi eseri bütünüyle bu konuda olan bir yazar vesilesiyle bu konuda yazmaları gerekirdi. Böylece şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Kıvılcımlı eleştirmenleri, tarihsel maddeciliği bir yöntem olarak anlamadıkları, yani tarihsel maddeciliği anlamadıkları için Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ni hiç tartışmamakta ve yöntem sorunlarına girmemektedirler. Kıvılcımlı’yı bu yöntemsel, tarihsel maddeciliğe ilişkin yanıyla okuyup anlamadıkları için de, tarihsel maddeciliği anlamamaktadırlar. Dolayısıyla daire kendi içine kapanmaktadır. Diğer bir deyişle, Kıvılcımlı ve eleştirmenleri iki farklı dünyadır. Ortada iki farklı Marksizm anlayışı bulunmaktadır. Kıvılcımlı’nın tarih tezi hakkında, onun eserinin yüzde doksanı hakkında hiç bir şey yazılmaması paradoksunun ortaya çıkmasına yol açan, aslında Tarihsel Maddeciliğin özünün kavranılmamasının bir görünümüdür. Tarihsel Maddeciliğin, Marksizm’in, her şeyden önce bir yöntem olduğu anlaşılmadığı için, Kıvılcımlı yöntemsel düzeyde, yani Tarihsel maddecilik, diğer bir deyişle Tarih Tezi düzeyinde tartışılmamakta, eserinin esası tartışma konusu dışında kalmaktadır. Ve tam da tartışma dışı kaldığı için, tarihsel maddeciliğin kavranılması; Marksizmin kavranılması mümkün olmamaktadır. Yani, Kıvılcımlı’nın tarih tezi hakkında bir şey yazmama, aynı zamanda, kendini, tarihsel maddeciliği anlamamaya mahkûm etmek demektir. O halde, Türkiye solu, Tarihsel maddeciliği ya da Marksizmi, anlamayan; bir soldur. Türkiye solunun politik ve ideolojik olarak bir güç olamamasıyla, bu Marksist olmayan Marksizm kavrayışı, yöntemsel sorunlara biganelik, Kıvılcımlı’nın eserinin esası hakkında yazmama arasında çok derin ve yine yöntemsel bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişkiyi gösterebilmek için, Tarihsel maddeci yöntem ile program; diyalektik ile yaratıcı politika ilişkisine değinmek ve bunu örneklemek gerekir.
53
Bunu Komün kavramı üzerinden yapmaya çalışacağız. O hiç ele alınıp tartışılmayan ve eleştirilmeyen tarih tezinin en temel kavramlarından biri olan Komün üzerinden.
Kıvılcımlı’da Komün Hikmet Kıvılcımlı’da hiç bir Marksist veya Marksist olmayan tarihçi veya sosyologda görülmeyen bir “İlkel Sosyalizm” vurgusu vardır. Kıvılcımlı’nın Morgan ve Engels’ten aldığı terminolojiyle, bu “İlkel sosyalizm”e “Barbarlık” ta der. Bu kullanımda, “barbarlık” ahlaki değil sosyolojik bir kategoridir; Neolitik Devrim ile Uygarlık arasındaki toplumları tanımlamakta kullanılır. Sınıflı ve devletli toplumla zıtlık içinde; sınıflı toplumlar öncesindeki sınıfsız ve devletsiz toplumları tanımlamak için genel bir kategori olarak kullanılır. Kıvılcımlı, ömrünün sonuna doğru, Marks’ın Grundrisse’ini okuduktan ve bunun bir yorumlaması olan “Toplum Biçimlerinin Gelişimi” 6 adlı kitabını yazdıktan sonra; “İlkel sosyalizm” ya da “barbarlık” yerine daha çok “Komün” kavramını kullanma eğiliminde olmuştur7. Özetle: Kıvılcımlı’da “ilkel sosyalizm”; “barbarlık” veya “komün” hep aynı şeyi; sınıflı toplum öncesi sınıfsız toplumları tanımlamak için kullanılmaktadır. Biz de bu yazıda, her üçünü kullansak da, esas olarak başlıktan görüleceği gibi Komün’ü tercih edeceğiz. * Kıvılcımlı, başkalarının başka şeyler gördüğü yerlerde hep Komün’ü görür. Kıvılcımlı’nın tarihe bakışı, biraz evreni başka bir dalga boyundan gören farklı astronomiler gibidir. Bildiğimiz gibi bizim gördüğümüz ışıkla bir astronomi vardır. Bir de Röntgen Astronomisi, Gamma Astronomisi, Enfraruj (Kızıl ötesi) Astronomisi, Radyo Astronomi, Nötrino astronomisi gibi başka astronomiler de vardır. Aynı evren bölgesine normal ışıkla baktığınızda başka, örneğin Gamma ışınlarıyla, yani bambaşka bir dalga boyundan baktığınızda bambaşka şeyler görürsünüz. Normal ışıkla baktığınızda simsiyah ya da bomboş görünen evren bölgeleri başka dalga boylarıyla bakıldığında muazzam enerji kaynakları olarak görülebilir. Doktor’un tarihe bakışında da böyle bir durum var. Kıvılcımlı’nın tarihe bakışında komün, Marksizm’in klasik tarih veya “Tarihsel Maddecilik” kitaplarından tamamen farklı bir yerdedir. Klasik tarih kitaplarında, komün, uygarlıkların öncesinde, kölecilikten (Antik Roma ve Yunan’dan) bile önce; biraz Asya Tipi’nden söz edenlerde de Sümer ve Mısır’dan Yunan’a kadar olan medeniyetlerden önce var olmuş; medeniyetlerin ortaya çıkışıyla birlikte tarih 6
Yanlış hatırlamıyorsam kitabın orijinal adı: “Marks’ta Tarih ve Komün”dür.
7
Yine ölümünden önce yazdığı notlardan oluştuğu düşünülebilecek kitabın adı: “Komün Gücü”dür.
54
öncesinin karanlıkları arasında yok olmuş bir dönemdir. Ama Kıvılcımlı’nın tarihe bakışında her yerde ve her zaman Komün vardır. Komün yaşayan etkileriyle günümüze kadar gelir. Kıvılcımlı, tarihin ve bugünün komünsüz anlaşılamayacağını söyler. Klasik Tarihsel maddecilik kitaplarının bir zamanlar var olmuş olsa da çoktan yok olduğunu söylediği komün, Kıvılcımlı’da yaşamakta ve tarihsel süreci capcanlı etkilemektedir. Örneğin klasik el kitaplarında kapitalizme kölecilikten de sonra gelen feodalizmden geçilir; Kıvılcımlı’da komünden. Ya da kölecilikten feodalizme geçiş olarak anlatılan süreç; Kıvılcımlı’da komünden uygarlığa geçişten başka bir şey değildir. Hatta tüm tarih komünden uygarlığa geçişler tarihinden başka bir şey değildir. Komün, kapitalizm öncesi beş bin yıllık uygarlıklar zincirinin hareket yasalarını, tarihsel devrimleri açıklayan ya da açıklama iddiasında olan Tarih Tezi’nin anahtar kavramıdır. Komün olmadan Tarih tezi; Tarih tezi olmadan Komün anlaşılamaz ve ele alınamaz. Böylesine ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Ama komün sadece kapitalizm öncesindeki tarihsel devrimleri açıklayan bir kavram değildir; o, Kıvılcımlı’da hemen hemen her yerde karşımıza çıkar. Bir kaç hatırlatma yapalım. Teknik İlerlemeler ve yaratıcılık mı? Örneğin Tarih Devrim Sosyalizm’in “Medeniyetin Yaratıcılık Efsanesi” bölümünde kapitalizm öncesi uygarlıklarda bile, teknik ilerleme ve yaratıcılığın ardında İlkel Sosyalizmi görür8. Tarihsel devrimleri yapan, uygarlıkları yıkan, dolayısıyla yeni uygarlıkların veya uygarlık Rönesanslarının ortaya çıkmasına yol açan komündür. İslamiyet’i, Aleviliği veya Cenneti açıklayan anahtar kavram komündür. Osmanlı İmparatorluğunun adeta bir saman alevi gibi hızlı büyümesini açıklayan, komündür. Ama bu kavram sadece uzak geçmişte kalmaz, modern tarihin de en önemli olaylarında belli bir ağırlığa sahiptir. Kapitalizmin doğuşunda İlkel Sosyalizme belirleyici bir önem verir. Kitaplarından birinin adı, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş - İngiltere”dir. Adının da ima ettiği gibi, kapitalizme geçişte bile ilkel sosyalizmin belirleyici bir öneminden söz edilmektedir. Japon mucizesi mi? Onun ardından yine ilkel sosyalizmin medüze kafası çıkar. Bir başka kitabının adı da: “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Son Geçiş - Japonya”dır çünkü. Hatta Ekim Devrimi’nin Rusya’da gerçekleşmesinde bile İlkel sosyalizmin, Rusya’nın ya da 8
“Son otuz yıllık özellikle arkeoloji buluşları, Antika Medeniyete şimdiye dek atfedilen üstün teknik yaratıcılık gücünün bir efsane değilse, mutlaka görünüşe aldanış olduğunu her gün biraz daha ispat etmektedir. Hiç değilse, biraz olayları yakından inceleyen her bilgin, medeniyet değerinin sanıldığından fazla süzestime edildiğini, fazla büyütülmüş olduğunu ortaya çıkarmıştır. Irak olayları hemen bütün yaratıcılığın barbarlıkta gerçekleştiğini, medeniyetin, tarihöncesi keşif ve icatlarını "fuzulî işgal" etmiş, lükse çevirip göz kamaştırıcı metodlarla israf ede ede dünyâya yaymakla kalmış bir mirasyedi olduğunu ortaya çıkarmıştır.” (H.K., Tarih Devrim Sosyalizm)
55
kuzey Slavlarının medeniyete geç girmişliğinin, yani ilkel sosyalizme yakınlığının etkilerini görür Hikmet Kıvılcımlı. Komün (İlkel sosyalizm), Kıvılcımlı’nın eserinde böylesine anahtar bir işlev görürken, Kıvılcımlı’nın eserleri veya görüşleri üzerine yazanlar, Kıvılcımlı’nın görüşlerinde böylesine hayati bir işlevi olan kavram hakkında neredeyse hemen hemen hiç bir değerlendirmede bulunmazlar. Kıvılcımlı’nın teorik sisteminde böylesine hayati bir işlevi olan kavram hakkında ya hiç bir şey yazılmaz, ya da tartışmaya bile değmeyecek bir fantezi veya nezaket veya saygı nedeniyle ifade edilmemiş, bir saçmalık olarak görülür. Çok bilineni, nakli tarih olarak aktarılmış olan, Şefik Hüsnü Değmer’e ait, Kıvılcımlı’nın ilkel toplumların rolünü abarttığı yolundaki eleştirisidir. Yalçın Küçük, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ni üzerinde yazmaya bile değer olmayan bir kavram olarak görür. Kıvılcımlı üzerine doktora çalışması yapmış Süha Ünsal’da Kıvılcımlı’nın bu en önemli teorik katkısı ya da orijinal görüşü hakkında bir tek inceleme bile yoktur. Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunduğunu iddia edenlerde de bir şey bulunmaz bu konuda. Komün Kıvılcımlı’nın teorik eserinin “kayıp halka”sıdır bir bakıma. Ama Akademik tarih veya Marksist tarih kitaplarında da yoktur bu konuda bir şey. Komün, tarih’in değil tarih öncesinin dünyasına ait, binlerce yıl öncesinde kalmış; Sibirya tundraları; el değmemiş okyanus adaları; çöller; dağ başları veya balta girmemiş tropik ormanlarda var olan; tarihçilerin değil de etnolog veya antropologların ilgi alanına giren bir şeydir. Tarih’in ve tarihçiliğin konusu olarak bile görülmez. Komün sadece Kıvılcımlı’nın değil tarihçiliğin de kayıp halkasıdır. Tarihçilerde komün olmayınca, bu tarihten de komünün kaybolduğu anlamına gelir. Yani komün, Tarihin de kayıp halkasıdır. Burada şu soru sorulabilir: Kıvılcımlı’daki bu vurgu ile buna tam zıt yönde kesin bir boşluk arasında bir bağlantı var mıdır? Varsa bu nedir? Ama sadece bu değildir soru. Şu da sorulabilir: diyelim ki, eski tarihte ilkel sosyalizm bir önemli işlev görmüş olsun, bunun, bugün bizlerin önümüzdeki sorunlarla ne ilgisi olabilir? Kıvılcımlı’nın bu en saçma gibi, ya da hoş görülebilecek bir beyin jimnastiği veya fantezi gibi görünen yanı, onun geleceğe kalabilecek, Marksizm’in yeniden canlanmasıyla ilgili en önemli yanıdır. İlkel sosyalizm konusunda, Marksist veya değil bütün tarihçi ve sosyologlardaki suskunluk; Kıvılcımlı’nın bu konudaki yazdıkları konusundaki suskunluk ve deli saçması olarak görme ve de Marksizm’in krizi ve onun aşılması arasında derinden ve kopmaz bir ilişki vardır. Bu bakımdan somut politik pratikle en ilgisiz gibi görünen, en soyut görünen konumuz, tamamen günün acil sorunlarına bir cevap arama çabasından başka bir şey değildir. Bu 56
bakımdan bu konuyu seçişimizin ve motivasyonumuzun ardında, doğrudan doğruya somut politik sorunlar bulunmaktadır. Bu somut, hayati politik sorunlara bir cevap arama çabasıdır aynı zamanda.
Üçüncü Bölüm: Marksizmin Kayıp Halkası Romantik Düşünce Lenin’in “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” makalesini herkes bilir: bu üç kaynak, üç bileşen: Klasik Alman Felsefesi, Fransız Sosyalizmi ve İngiliz Ekonomi Politiğidir. Ne var ki, son yıllardaki araştırmalar, Marksizmin unutulmuş bir dördüncü kaynağı olduğunu göstermiştir: Bu Avrupa’daki Romantik Düşünce geleneğidir. Romantizm, kapitalizm öncesi geçmişe idealleştirilmiş bir referans ve burjuva toplumunun bazı yönlerinin eleştirisidir. Michael Löwy’nin gösterdiği gibi, Marksizmin dördüncü bileşenidir romantik düşünce. “Romantik Dünya görüşünde kapitalizm öncesi geçmiş, niteliksel değerlerin (kullanım değerleri ya da etik, estetik ve dinsel değerler) hakimiyeti, üyeler arasındaki organik cemaat ya da duygusal bağların – niceliği, fiyatı, parayı, metaları, karı ve atomizasyonu temel alan modern kapitalist uygarlığın tersine – önemli rolü gibi bir dizi erdeme (gerçek, kısmen gerçek ya da hayali) sahiptir.” (s.18) Romantik düşüncede kapitalizmin olumsuzluklarına, daha o doğarken, onun gençlik çağında güçlü bir eleştiri ve tepki vardır. Romantizm kapitalizmin çıkışını, en azından başka değerler açısından bir ilerleme olarak görmez. Tekniğin ve kapitalizmin gelişiminde insani olandan bir uzaklaşma görülür. Bu nedenle, kapitalizm çürüme çağına girdikçe, burjuva uygarlığının krizi derinleştikçe, gelecek hakkındaki iyimser beklentiler azaldıkça, romantik düşünce kaynaklarına ilgi artmıştır. Zaten Marksizm’in bu unutulmuş bileşeninin de hatırlanışı ve ortaya çıkışı, bizzat burjuva uygarlığının krizi ve bu krizin ilerlemeci tarih anlayışının krizi biçiminde zihinlerde yansımasıyla bağlantılıdır. Öte yandan, İlerlemeci tarih anlayışına karşı devrimci Marksist gelenek de hemen daima, Romantik düşünce ve eleştiri geleneğinden beslenmiştir. Kapitalizme, o daha gençliğini solurken eleştiri yönelten Romantik Düşünce geleneği; Marksizmi de daha doğuşunda güçlü biçimde beslemiştir. Romantik düşüncenin en büyük temsilcisi Rousseau’dur ve onun düşüncesinin Marks’ın eserinde muazzam bir etkisi vardır. Romantik düşünürler veya bu gelenekten gelenlerin ya da bu gelenekten esinlenenlerin Kapitalizm’e yönelttikleri eleştiriler, çoğu kez burjuva aydınlanmasının hayranlarından çok daha derindir. Aydınlanmanın inkarı anlamına gelen pozitivizmin ise panzehiridir. Marks ve Engels, örneğin Carlyle, Balzac gibi yazarların kapitalizme yönelttikleri etik ve kültürel değerlerle yüklü eleştiriyi durmaksızın benimserler. “Geçmişin bakış açısıyla davranan düşünürlerin, şimdiki zamanın bilgisine uaşma olasılıkları, bazı bakımlardan, şimdiki zamanla doğrudan ve eleştirel biçimde özdeşlenen düşünürlerinkinden daha derindir”. Marks, bu soruna özellikle Artık Değer Teorileri’nde birçok kereler döner. 57
Kapitalizm öncesine duyulan nostaljiyle kapitalizmin eleştirisi sadece feodalizm açısından bir eleştiri olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü ondan önce de bir komün, yani Kıvılcımlı’nın “İlkel Sosyalizmi” vardır. Bu sosyalizmin yaşayan kalıntıları genellikle kapitalizmin eleştirisinin unsurlarını sağlarlar. Romantik Düşüncenin Kayıp Halkası: Komün Ama kapitalizm öncesi sadece feodal toplum değildir. Bu kapitalizm öncesine referans, pek ala, sınıfsız bir toplum açısından da yapılabilir ve geleceğe yansıtılabilir. Bu devrimci romantizmin özelliğidir. Bu önceki sınıfsız toplum, Rousseau’da bir doğa durumu, Moses Hess’de eski Musevilik, Hölderlin’de Antik Yunan, Rus devrimcilerinde Köy komünü, Mir’dir. Ama Kıvılcımlı’yı okuyan biri bilir ki, bu romantiklerin gözünde referans noktası olan ve birbirinden farklı gibi görünen biçimlerin hepsi aslında aynı ilkel sosyalizmin farklı biçimlerinden başka bir şey değildir. O halde, kapitalizme karşı, sınıfsız bir toplum bakımından yapılan eleştiri ile Kıvılcımlı’nın sınıflı toplumları eleştirirkenki yaklaşımları arasındaki paralellik, özdeşlik ve akrabalıklar görmezden gelinemez. Bunlar rastlantısal değildir. Kıvılcımlı romantik gelenekle, o kültür ve düşünce geleneğiyle bir bağı olmamasına rağmen, yakın bir akrabalık içindedir. Kıvılcımlı, Engels ve İbni Haldun düşünce geleneğinden; sosyoloji ve tarih geleneğindendir. Buna rağmen, Kıvılcımlı’nın sınıflı topluma eleştirisi ile romantiklerin kapitalist topluma eleştirileri, aynı referans sisteminden kaynaklanır, aynı dalga boyundandırlar. Ve Kıvılcımlı’nın bu yanı, politik çizgisinin dayandığı Sovyet teorisiyle ya da Stalinizmle kesin bir çelişki içindedir ve Devrimci Marksizme yakındır. Ama daha da ilginci şudur. Marks ve Engels’in kandaş topluma duydukları derin ilgi ortadadır. Ve bu ilgiyi uyandıran eserlerin kaynağında da yine romantik düşünceden etkilenmiş araştırmacılar bulunmaktadır. İlerlemeci bir tarih anlayışı bakımından, geçmiş sadece kötülükleri barındırdığından, geçmişe yönelik bir araştırmanın motivasyonu da bulunmaz. Bu nedenle, insanlığın sınıfsız çağı üzerine yapılan araştırmaların kaynağında da romantik düşüncenin küçümsenmemesi gereken bir payı vardır. Örneğin çığır açıcı Analık Hukuku’nu yazan Bachofen de bizzat romantik düşünceden esinlenmiştir. Ama sadece bu da değildir. Romantik düşünce sadece ilkel sosyalizmin keşfi ve ilgi merkezine gelmesine bir etkide bulunmaz, ama bizzat romantik düşünce, ilkel sosyalizmin modern tarihe müdahalesinden başka bir şey de değildir. Bunu anlamak için yine Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ne gerek vardır. Yani, Kıvılcımlı’nın Kayıp halkası, Marksizmin bu kayıp halkasının ardındaki, Tarihin kayıp halkasını ve bu halkaların neden kaybolduğunu açıklayan. Bu nedenle sadece tarihin, Marksizmin değil kendisinin de kaderini açıklar. Zaten konuyu anlamak ve anlatmaktaki bütün zorluk buradan doğmaktadır. Ona sistem karakterini; kendini açıklama özelliği kazandıran aynı zamanda onu kendi üstüne kapamakta ve çıkmaz bir çember oluşturmaktadır. 58
İlkel sosyalizm bir kayıp halka olduğu için, onun etkileri görülmemektedir. Onun Marksizmdeki ve Tarihteki etkileri görülmediği için de ilkel sosyalizmin tarihteki önemine vurgu yapan Kıvılcımlı’nın teorisi bir kayıp halka haline gelmektedir. Komün’ün Oluşturduğu Gönül Yakınlıkları İlerlemeci tarih anlayışı ile romantik düşünce geleneği arasında bir doku uyuşmazlığı bulunmaktadır, aynı şekilde ilerlemeci olmayan tarih anlayışı ile de romantik düşünce geleneği arasında, bir “gönül yakınlığı” vardır. Göthe’nin kullandığı ve Löwy’nin benimseyip içeriğini zenginleştirdiği kavramla “Wahlvewandschaft”. İlerlemeci tarih anlayışı açısından, romantik görüş heretik, bozguncu ve sapkın bir karaktere sahiptir. Burada belirtilmesi gereken, bu romantik geleneğin sosyal demokrasi ve daha sonra Plekhaov etkisi ile unutulması ve kaybolmasıdır. Lenin’in eseri de bu anlamda, Plekhanov’un bir talebesi olarak, bu ilerlemeci ve romantik öğe karşısında susmuşluğun damgasını taşır ve bu unutulmuşluğu da yaygınlaştırır. Romantik düşünce geleneği; kapitalizm eleştirisinde geçmişi birçok bakımlardan iyi gören anlayış; ilerlemeci tarih anlayışı ile uyuşamadığı, ona karşı sapkınlığın tohumlarını içinde taşıdığı için; daha sonraki bütün batı Marksizminin devrimci geleneği, Avrupa’daki Romantik düşünce geleneğinden etkilenmiş, onunla bağlantılarından hız alarak Marksizmin ilerlemeci yorumlarına karşı bir eleştiri geliştirebilmiştir. Bu genç Lukacs’tan, Benjamin’e kadar çok açıktır. Kıvılcımlı her ne kadar batı Romantik düşünce geleneği ile bağlantılı olmasa da, bu romantik düşünce geleneğine benzer bir tavır içindedir ve bu gelenekten tamamen bağımsızca benzer noktalara ulaşır. Yalnız Kıvılcımlı’da bir temel fark vardır. Batı’daki devrimci ve eleştirel Marksizm geleneği Romantik Öğeyi, yani kapitalizm öncesini referans alarak kapitalizmin sadece bir ilerleme olmadığı ve onun eleştirisini esas olarak kapitalizmle ilgili olarak kullanırken, bu Kıvılcımlı’da bütün sınıflı toplumları, ama özellikle kapitalizm öncesi sınıflı toplumları mahkûm eden bir referans işlevi görür. Bundan başka, Batı Marksizmindeki bu kapitalizm öncesi, romantik öğe, tarihsel ya da sosyolojik bir kategori değildir; en böyle göründüğü anlarda bile, bir felsefi kategori olarak vardır. Kıvılcımlı’da ise bu, yani Komün, tarihsel ve sosyolojik bir kategoridir. Böylece romantik kaynaklara ve ilerlemeci olmayan tarih anlayışına bizzat tarih biliminin sonuçlarıyla bilimsel bir temel sağlar. Ne var ki, Romantik geleneğin Kapitalizme yönelik tepkisi, Kıvılcımlı’da yoktur. Kıvılcımlı, beş bin yıllık tarihle uğraşmaktadır; Bezirgan uygarlıklarını; doğu devletçiliğini mahkum etmekte kullanılır bu ilkel sosyalizm. Bir bakıma, kapitalizm öncesini mahkum etmek için bir referanstır eşitlikçi toplum. Kapitalizm karşısında ise, romantiklerden çok daha hoş görülüdür Kıvılcımlı. Onunla ilk kez
59
devrimci bir sınıfın ortaya çıkabildiğini, bütün pisliklerine rağmen bir kurtuluş kapısını da açabildiğini söyler. Kıvılcımlı’da Kapitalizm, kapitalizm öncesi uygarlık karşısında olumlu bulunur. Batı Romantik düşüncesinde ise böyle bir sorun yoktur. Ama bu yokluğun kendisi de yine Avrupa tarihiyle ilgilidir ve bunu açıklayan anahtar yine ilkel sosyalizm kavramının kendisidir. Avrupa Tarihinin Kayıp Halkası: Komün Bizlerin basitçe feodalizm dediğimiz sistem, aslında, ilerlemeci ve Avrupa merkezli tarih anlayışı bakımından kölecilik ve kapitalizm arasında bulunan bu sistem, gerçek tarihte, ilkel sosyalizme yakındır. Kıvılcımlı’nın “ilkel sosyalizmden kapitalizme” eserinde anlattığı gibi, uygarlığın barbarlarca yıkılmalarından sonra ortaya çıkar feodalizm. İlerlemeci tarih anlayışı bakımından daha “geri” gitmiş, ama insani bakımdan daha ileri bir toplumdur; dolayısıyla feodalizm uygarlığa ya da kapitalizme değil ilkel sosyalizme daha yakındır. Feodalizm denen şey uygarlyığa bulaşmış, amka onun tarafından henüz tam fethedilememiş yaşayan komündür. Bu çok açıktır. Örneğin haçlı Seferlerinde, herkes, Hıristiyanlık ve İslam (yani bir savaş görürken; Hikmet Kıvılcımlı, Haçlı Seferlerini, çürüyen Bizans ve İslam uygarlığına karşı bir “Barbar Akını” olarak değerlendirir. Kıvılcımlı’nın bakışı daha gerçeğe uygundur. Örneğin Avrupa’da nedredeyse 18. yüzylılın ortalarına kadar cadı yakmalar olmuştur. Cadılar, köy komünlerinin düzeninin “dedeleri”, şamanları, “kadın anaları”dırlar. Onların yok edilmesi, uygarlığın, Roma’nın Ruh-ül Habis’inin Komünü yok etmesinden başka bir şey değildir. Uygarlık papalıktır, kilisedir; Komün ise sapkın tarikatlar (Katarlar, Albigenler vs. hatta Protestanlık ve Püritenliktir) ve bunlardan farklı olmayan Cadılardır. Yani Avrupa’da Komün’den Uygarlığa, ama bu sefer kapitalist bir uygarlığa geçildiği ve geçilebildiği için geçmiş, kendisine özlem duyulabilecek, içine girilene eleştiri yöneltilebilecek bir temel sunar. Diğer bir deyişle, Romantik Düşünce ve Eleştiri Marksizmin kayıp bir halkasıdır ama romantik düşünceyi var eden, olanaklı kılan da yine tarihin kayıp halkası olan Komün’dür. O halde, kapitalizme duyulan romantik tepkinin ardında bile ilkel sosyalizm vardır. İlerlemeci tarih anlayışıyla uzlaşmayan bu dünya görüşünün köklerinde ilkel sosyalizm olduğu gibi, romantik görüş de ilkel sosyalizmin insanlık tarihindeki öneminin ve yerinin kavranılması çabalarına bir motivasyon vererek ilerlemeci düşünceye bir set çeker. Kayıp halkanın kökeninde yine bir kayıp halka vardır ve o kayıp halkayı yine kendisi bir kayıp halka olun bir görüş gösterebilir. Şöyle ifade edelim. Marksizmin kökenindeki romantik etki bir kayıp halkadır. Ama bu halkanın kaynağında ise, yine kendisi bir kayıp halka olan ilkel sosyalizm, eşitlikçi ve kandaş toplum vardır. Antik bir uygarlık, kapitalizm karşısında bir nostalji oluşturamaz çünkü. Ama bunu görebilmek için de, yine kendisi bir kayıp halka olan Kıvılcımlı’nın tarih yaklaşımı gerekmektedir. Ama Kıvılcımlı’nın tarih yaklaşımının kayıp bir halka olduğunu görebilmek
60
için de yine kendisi kayıp bir halka olan, romantik eleştiri ve bunun ilerlemeci olmayan tarih ile bağını bilmek gerekir. Böylece daire kapanır. Nasıl ilerlemeci düşüncenin dairesi kendi içine kapanmaktaysa, ilerlemeci olmayan düşüncenin kaynağındaki gerçeklerin ve düşünce geleneklerinin de kendi içinde kapandığı görülür. Kıvılcımlının sorunu şuradadır, bu iki kendi içine kapalı dünya arasında yer alır. Bulunduğu politik gelenek olarak, ilerlemeci çevrimin içindedir; ama tarih çalışmalarıyla, ilerlemeci olmayan, romantik geleneğin çevrimi içindedir. Ama romantik gelenek de Marksizmin kayıp bir halkası olduğundan; kendisi bu gelenekle paralelliğini görmez ve bilemez. Batı Marksizmi ile, Romantik gelenekle bağlar oluşturamaz. İlerlemeci gelenek tarafından, bu ilerlemeci olmayan gelenekle bağlantıları yüzünden afaroza uğrar; romantik gelenek veya bati Marksizmi ise, zaten onu bilmez. Romantik geleneğin Türkiye ve İslam ülkelerindeki karşılığı olan politik İslam açısından ise, yine aynı şekilde bir susuşa getirilmek zorundadır. Çünkü Politik İslam, kapitalizm karşısında romantik düşüncenin ve bu düşünceden kaynaklanan devrimci Marksizmin, kapitalizm eleştirisindeki bütün argümanlarına sahip çıksa da, onun Batı uygarlığı (Kapitalizm) karşısında savunduğu, bir antik uygarlık idealidir. Gerçi bu uygarlığı, teknik başarılarıyla savunur. Onun insani yönünde sahip çıkacak bir şey bulamadığı için, onun doğuşundaki eşitlikçi yönüne sahip çıkar ama bu eşitlikçi yönü uygarlığa (İslam Uygarlığına) bağlar. Hâlbuki Kıvılcımlı, bunun karşısındadır. İslam Uygarlığı görülen yerde Kıvılcımlı Komün’ü, ilkel sosyalizmi görür. Bu İslamcı burjuvazi için kabul edilmezdir. Ancak, muhtemelen politik İslam ilerde tam da bu noktadan çatlayacak, bu ilkel sosyalizm durumu ile uyarlık durumu arasındaki çatışma Kıvılcımlı kanalından Marksizmle birleşecektir. Dikkat edilirse Asya’da bir romantizm yoktur. Çünkü binlerce yıllık uygarlık, nostalji duyulacak bir geçmiş bırakmamıştır ortada. Kapitalizm, Avrupa’da olduğundan çok daha kötü yüzüyle, sömürgeci ve yağmacı yüzüyle Asya’ya gelmesine rağmen böyledir bu. Ve bunun en somut örneği de bizzat Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncesidir. Batı’da kapitalizmi mahkum etmeye yarayan ilkel sosyalizm, onda doğu tarihini mahkum etmenin aracıdır. O tarih karşısında kapitalizmin günahları bile affedilebilecek düzeydedir. Burada, politik İslam ve kökleriyle, romantik düşünce ve Marksizmin romantik düşünceden esinlenen ve ilerlemeci düşünceyi reddeden gelişimi arasındaki paralelliğe dikkati çekmek isteriz. Doğu’da, Kıvılcımlı’nın dediği gibi, uygarlık çok güçlüdür, sınıfsız toplum yok değildir, ama o doğunun dağlarında, sapa yerlerinde heretik olarak var olmaya devam eder. Ama tam da bu nedenle yazısızdır ve güçlü düşünce akımları ve disiplinleriyle bir bağlantı kuramaz. Bir yaşam olarak vardır. Avrupa’da ise, izleri henüz yok olmadan, kapitalizme geçebildiği için, henüz yok olmadan yazıya, düşünce akımlarıyla ilişkiyle geçme olanağı bulur. Bu nedenle, doğunun heretik düşüncesi, kendisini baskı altına almış uygarlıklar karşısında, doğrudan kapitalizmle ilişkiye girdiğinde, ilerlemeci bir düşünceye hemen sarılabilir. Aleviliğin Kemalizmle bağlantısı ve Türkiye sosyalist hareketinin, Alevilerle güçlü bağları ve o düşünce kalıplarını farkına varmadan kendi geleneğine alışıyla, güçlü teorisyenler yokluğu arasında, hatta Kıvılcımlı’nın eserinin anlaşılamaması arasında bile bir ilişki, bir bağlantı bile vardır.
61
İslam, bir uygarlık dinidir klasik uygarlıkların çürümüşlüğünü temsil eder. Bu din cemaati kapitalizmle karşılaştığında, varolan yaşamında, kapitalizmin tüm tahribatına rağmen nostalji duyulacak pek az şey vardır. Bu nedenle, batıdaki muhafazakar romantizm benzeri İslam muhafazakarlığı pek güçlü bir akım olarak var olamamıştır. Ancak, bu İslam, batı Romantizmi gibi, gerçekte var olmayan bir İslam, ilk doğuş döneminin İslam’ı, yani uygarlaşmamış, henüz kentin sınıfsız toplumunun izlerini taşıyan bir İslam aracılığıyla ancak, kapitalizme karşı bir tepkiyi ifade edebilme olanağı bulmuştur. Politik İslam’ın bu eleştirisi, Batı’daki romantik düşünce ile aynı dalga boyundan yayın yapar ve paralellikler gösterir. Benzer şekilde, günümüzün politik İslam’ı da, bu eleştiriden kaynaklanarak, burjuva uygarlığını eleştirmektedir. Bu paralellik o kadar açıktır ki, günümüzün politik İslam’ı, burjuva uygarlığını eleştirirken, bütünüyle romantik eleştiriden kaynaklanan Marksist, özellikle Frankfurt Okulu’nun eleştirisinden yararlanmakta, bütün bu eleştirinin argümanlarıyla silahlanmaktadır. Sosyalistlere bir bakıma eksikliklerinin ne olduğu göstermektedir. Gerçekte, ilerlemeci tarih anlayışıyla kopuşmuş bir Marksizm’in politik İslam’la paradigma ortaklıkları, yaygın Stalinist Marksistlerle olduğundan daha fazladır. Burada yine ilginç bir durumla karşılaşırız. Burjuva Politik İslam’ın aydınları arasında, Kıvılcımlı en azından Türk Kültür alanında bilinen bir insan olmakla birlikte, örneğin bir Frankfurt okuluna gösterilen ilgi ona gösterilmez, hatta ona karşı düşmanca bir tavır, bir susuşa getirme söz konusudur. Bunun nedeni çok açıktır, Kıvılcımlı, ilkel sosyalizm aracılığıyla, Politik İslam’ın savunduğunu söylediği, uygarlıklara, bu arada İslam uygarlığına eleştiri yapar, Kıvılcımlı’da ütopik geçmişin okları kapitalizmden ziyade, antik uygarlıklara yöneliktir. Politik İslam ise, milliyetçidir ve İslam’ın uygarlaştıktan sonraki devletlerinde kendine referans noktası arar. Bu antik İslam uygarlığı formu altında, idealleştirilmiş bir İslam açısından kapitalizmi eleştirdiği iddiasında olduğundan, Kıvılcımlı’nın yaklaşımının rahatsız ediciliği ortadadır. Böylece Kıvılcımlı’nın İlkel sosyalizm vurgusu ve teorisinin İslam aydınlarında ve Alevi aydınlarında karşılaştığı suskunluğun nedenleri de anlaşılır. İlkel sosyalizm geleneğinden gelenlerin (Alevilerin) kitapsızlığı ve teorik düşünceye uzaklığı (Akli değil nakli olana yatkınlık geleneği); tersi olanların (Müslümanların; Akli Düşünceye yatkın olanların) ise ilkel sosyalizme (Komüne) düşmanlığı. İlerleyen Tarihin Panzehiri Olarak Komün İlerleyen bir tarih anlayışında romantizmin yeri yoktur. O ancak özlenecek bir geçmişin olduğu yerde var olabilir. Ama özlenecek bir geçmiş varsa, bu günkü durumu bir ilerleme olarak kavramak zorlaşır, o belki ileriye sıçramak için bile olsa bir gerileme olarak ortaya çıkar ve daha bu noktada ilerlemeci anlayış ilk darbeyi yer. Bu nedenledir ki, ilerlemeci anlayışı reddeden tarihsel maddecilik romantik gelenekten kaynaklanır. Ama bizzat bu romantik gelenek de ilkel sosyalizmden, yani gerçekten ilerleme olmayan, bir hayal ürünü olmayan bir tarihten. Yani ilkel sosyalizm, varlığı ve dolaylı etkileriyle, hem ilerlemeci tarih anlayışıyla uzlaşmaz, hem de onun ortadan kaldırılmasına el verir.
62
İlerlemeci tarih anlayışında ilkel sosyalizmin yeri yoktur. Sosyalizm bile olsa, hor görülebilir bir ilkelliği vardır. Geçmişte özlenecek hiç bir şey yoktur. Bu nedenle, yaygın Stalinizmin ve sosyal demokrasinin ve de aydınlanmacılığın kötü kopyası pozitivizm kaynaklı Kemalizmin, yani Türkiyede’ki politik manzaraya egemen olan bütün akımların ilkel sosyalizmle sorunu vardır. Çünkü, hepsi ilerlemeci bir tarih anlayışının esiridirler. Kıvılcımlı’nın eseri karşısındaki bu suskunluğun ve hor görünün nedeni budur. Mesihçi Gelenek ve Komün İlerlemeci bir tarih anlayışı, ütopyacılık ve Mesihçilikle de uyuşmaz. Biraz da bunun üzerinde duralım. Çünkü ilerlemeci olmayan tarih anlayışının kaynağında, romantik gelenek kadar, mesihçi gelenekle de yakın bağlar bulunmaktadır. Kötüye giden bir tarih anlayışı olamadan bir Mesih düşüncesi var olamaz. Mesih, insanlığı uçurumdan, kötüye gidişten kurtarabilir. İlerleyen ve iyimser bir tarih kavrayışında Mesih’in yeri bulunmaz. Ama kötüye doğru bir gidiş için başlangıçta iyi bir durum gerekir. Bu başlangıçtaki iyi durum, Cennetir, altın çağdır. Ama bunun kendisi de, ilkel sosyalizmden başka, bunun insanlığın hafızasındaki izinden başka bir şey değildir. Yani komün olmadan kötüye gidin bir tarih ve zaman algısı olamaz; kötüye giden bir tarih ve zaman algısı olmadan da Mesihçi gelenek var olamaz. Böylece ilkel sosyalizm, bir şekilde, Mesihçi gelenek üzerinden, modern sosyalizmin ilerlemeci etkilerden kurtulmasına el verir. Cennet, neolitik köy komününün, sınıfsız toplumun insanlığın hafızasındaki kalıntısından başka bir şey değildir. Uygarlık ne yaparsa yapsın, bunu tam olarak silmeyi başaramamıştır. Büyük dinlerin ilk dönemleri de bir tür Cennet gibi işlev görürler. İslam’da “Asrı saadet” gibi. Ama bu ilk dönemler de Komün’ün ilişkilerinin ve etkilerinin güçlü olduğu bir dönemden başka bir şey değildirler. Ama iyi ve güzel olan geçmişte ise, durum kötüdür ve kötüye gitmektedir. Yani ilerleyen bir tarih anlayışı olanaksızdır geçmişi iyi gören bir tarih anlatısı içinde. İbrahimi dinler bir bakıma bir devrimci tohum serperler insan düşüncesine. Ancak bu tohumun yeşermesi için, bu dünyanın düzelebilir olduğu yönünde bir kabul ve varsayım gerekir. Bu dünya düzelemez, bir imtihan odasıdır; esas güzellikler öte dünyadadır tarzında bir anlayıştan ancak bireysel bir tevekkül ve katlanma çıkar. Ancak, Musevilikte öte dünya fikri yoktur. Mesih gelecek ve bu dünyada bin yıllık iyi bir düzen kuracaktır. Ama Cennet’in, Geçmişteki komünün olmadığı yerde, gelecekteki Komün de olamazdı. Yani Mesihçi düşünce ile komün arasında özsel bir zorunluluk vardır. İşte, bu nedenle, Semitik dinlerdeki bütün ihtilalcı ve eşitlikçi tarikatlar ve hareketler Yahudilikteki Mesih geleneğinden; Yahudilikteki sapkın tarikatlerden, özellikle 63
Kabalacılıktan, esinlenirler. Bu esinlenme Marksizmin doğuşundaki fikirde de vardır. Proletarya, modern ve sosyolojik olarak tanımlanmış bir Mesih’ten başka bir şey değildir aslında. Semitik dinlerin, özellikle Yahudiliğin, bu dünyanın düzelebilirliğine dair bir varsayımı ve ön kabulü olmasaydı, bu düşünce insanların içine derinden kök salmış olmasaydı; (örneğin Hindistan’da olduğu gibi insanların sürekli başka canlılar olarak yeniden doğacağı gibi bir algıda Mesihçi gelenek var olamazdı) Marks, (Hatta belki Yahudi kökleriyle bu fikirle kaynağından bağlar içinde bulunmasaydı) insanlığı kurtaracak bir proleter devrim ve Mesih benzeri bir proletarya fikrine ulaşamayabilirdi. Ve yine rastlantı değildir Marks’ın insanlığın sınıflı toplum öncesinde sınıfsız bir komün düzeninin olduğunu öğrenince buna heyecanla bağlanması. Bunun ardında yine ilerleyen bir tarih anlayışının panzehiri olan ve bir Mesih’i mümkün kılan Komün bulunmaktadır. Öte yandan aynı düşünce geleneği ve yakınlık, tekrar Benjamin’de de ortaya çıkar. Kötümser tarihin kaynağında da romantik gelenek kadar; (ki romantık geleneğin kendisi de komün’den gelirdi ve onun ifadesiydi) Mesihçi gelenekle de doğrudan bağlantılıdır. Elbet Kıvılcımlı da Tevrat’tan kaynaklanan Kuran aracılığıyla; Asrı Saadet aracılığıyla; Marks ve Engels aracılığıyla aynı Komün’ün izleri üzerinde yürümektedir. Ütopik Görüş ve Mesihçi ve Romantik Gelenek Bağı Ütopik görüşün köklerinde de Mesihçi ve Romantik gelenekle bir bağlantı bulunmaktadır. Örneğin Foriuer’in kendisi bizzat bir romantik düşünce akımındandır. Ama sadece bu kadar değil. İlkel sosyalizm olmadan ütopya da olamaz. Bütün gelecek tasavvurları şunu göstermektedir, gelecek tasavvurları da tıpkı tarihlerin tarihi yansıtmadıkları, o tarih üzerine yazanların kendi sorun ve zamanlarını yansıtmaları gibi geleceğin dünyasını değil, o gelecek hayali kuranların dünyasını yansıtır. Bu da hayal gücünün aslında güçsüzlüğünü gösterir. Öte yandan gerçek ise ancak hayallerin aynasında daha iyi kavranabilir. Hegel’in meşhur benzetmesine değinmek isterim. Hani şu Ziya paşı’nın “Gökte yıldız arayan nice küfra müneccim / Görmez kuyuyu gürru deherinde” sözlerindeki anlayışla alay ettiği benzetme vardır. Kuyuya düşmemek için önlerine bakanlar, yukarıya baksalar kuyunun ağzını görürler der. Bu gerçeğin bilgisine ancak hayallerin aynasında varılabileceğini de gösterir. Peki burada bir çelişki yok mu? Bir yandan gelecek tasavvurları geleceği yansıtmaz diyoruz; diğer yandan gelecek tasavvurları ile ancak gerçeğin özüne daha iyi varılabilir diyoruz. Uygarlık kendi başına insanda hayal gücünü de bırakmaz. Padişah olsan ne yersin, soğanın cücüğünü yerim hikayesindeki gibi olur durum. Bunu en açık iki cennetin farkında görebiliriz. Aynı kelimeyle karşılanmakla ve birbirine karışmış olmakla birlikte aslında iki cennet vardır. Biri Adem ile Havva’nın, masumluğun, günahsızlığın cenneti; Komün’den başka bir şey olmayan cennet. 64
Bu cennet ilkel sosyalizmin insanlığın hafızasındaki yansısıdır. Bir de sınıflı toplumun hayallerinin cenneti vardır ölümden sonra gidilecek olan. Bu cennet kevser şaraplı, hurili, gılmanlı cennettir. Aslında bir ütopya bile değildir, egemen sınıfın ya da sultanların, Kralların saraylarının yansısıdır. Masum olmak bir yana hedonist bir cehennemdir. İşte böyle bir cennet nasıl bir hayal olmaktan uzaksa, ütopyalar da bu anlamda bizlerin gerçeği kavramasını sağlayamayacak birer yansıdırlar. Onlar gerçeğin kendisini göreceği ayna değil, gerçeğin bir yansısıdırlar. Gerçekliğin özünü anlamayı sağlayan ayna işlevini, uygarlığın cenneti sağlayamaz; insanlığın masum cenneti (Komün) sağlar. Sınıflı toplumda da bunu sınıfsız toplum sağlar. Yani insanlığın tarih öncesi, yani ilkel sosyalizm olmadan, hayal kurmak, bu toplumun dışından bir hayal kurarak bu toplumu anlamak da olanaksızdır. Bu bakımdan, ütopyacı görüşün de kaynağında yine ilkel sosyalizm vardır. Eğer ilkel sosyalizm olmasaydı, sınıflı veya kapitalist toplumun alternatifi olarak gördüğümüz hayaller, ölümden sonra gidilen cennetin, bu dünyanın hayalleri olması türünden hayaller olarak, gerçeği görmemizi olanaksız kılardı. O halde ütopik görüşü mümkün kılan ve bu toplumun dayanılmazlığı duygusunu verenr ütopizm de bizzat ilkel sosyalizm (komün) sayesinde var olabilir. Ve ilkel sosyalizm ütopizm üzerinden bilimsel sosyalizme el verir. Böylece şu noktaya varıyoruz, birbiriyle akraba, ya da “gönül yakınlığı” olan, aynı zamanda Marksizmin derin köklerinde bulunan, Romantik, Mesihçi ve Ütopik görüşlerin kökeninde, ilerlemeci olmayan bir tarih anlayışı vardır. Bunu mümkün kılan da, ilkel sosyalizmin, Komün’ün ta kendisidir. İşte Kıvılcımlı ile hem otantik Marksizm hem de Batı Marksizmi arasındaki uyum ve gönül yakınlıkları bir rastlantı olmamasının nedeni: Kıvılcımlı’nın kendisinin kayıp halkası olan komünden başka bir şey değildir. Geleceğin Marksizminin Bileşenlerinin Kayıp Halkası Olarak Kıvılcımlı Burada geleceğin Marksizminin bir bileşenine değinmiş bulunuyoruz. Bu bileşen ilerlemeci olmayan tarih kavrayışıdır. Bu kavrayış, Marksizmin romantik köklerinden ve romantik akımlardan beslenerek serpilir ve tarihsel maddeciliğin en büyük sıçramasını yapmasını sağlar. Ama geleceğin Marksizminin bir yanı Batı Marksizmi geleneği ise, diğer kaynağı Troçki’nin adına bağlı, politika, strateji ve ekonomi politik geleneğidir. Troçkist akım birçok kanaldan, içindeki ilerlemeci geleneğin kalıntılarıyla yüzleşip, ilerlemeci olmayan tarih anlayışıyla bir bütünleşme yolunda önemli adımlar atmış bulunuyor. Michael Löwy, Daniel Bensaid gibi isimler bu bağlamda zikredilebilir. Ama burada eksik olan tarihtir. İki gelenek de tarihle ilgili değildir. İkisi de Aydınlanma sonrasıyla ve günümüzle ilgilidir. Troçkizm bir eşitsiz ve kombine bileşime, bir açık uçluluğa vurgu yapmaktadır. Frankfurt 65
okulu ise bir felakete gidişe. Burada yine de bir kopukluk vardır. Kötüye giden bir tarihte kombine ve eşitsiz gelişim yaklaşımı uyuşmaz. Felakete giden bir tarihte bu gidiş, felakete eşitsiz ve kombine bir gidiş olarak ortaya çıkar. Bunlar farklı paradigmalardır. Bu farklı paradigmaların birleşmesi gerekmektedir ama bu da ciddi bir sorundur. İşte Kıvılcımlı, bu iki paradigmayı bir kavram sistemi içinde birleştirebilecek bir yaklaşımın unsurlarını bize sağlar, en azından Tarih’te. Tarih’teki yıkılışların birer devrim olduğu yaklaşımıdır bu. Yani Marks’ın ya çöküş ya devrim dediği yerde, Kıvılcımlı, bu çöküşün aynı zamanda bir devrim olduğunu görür. Çünkü o çöküşü sağlayan komün, toplumsal ilişkileri özgürleştirir. Roma’nın çöküşü imgesi vardır Marksın bu benzetmesinin ardında. Ama bu çöküş tam da bir devrimdi. İki anlamda bir devrim, Engels’in de belirttiği gibi, uygarlıkta yaşayanlar için daha bir özgürleşmeydi; uygarlığı yıkan komünler için ise uygarlığa bir geçişti. Eğer uygarlık teknik ve zenginlikler olarak alınırsa ortada bir çöküş olduğu görüşü ortaya çıkabilir, ama ilkel sosyalizm, insani bakımdan üstün olarak görülünce, uygarın bakışı açısından, çöküş olarak görülen, bir sıçrama bir ilerleme olarak ortaya çıkar. Bu bize şunu gösterir: Marks uygarlığın tarihçilerinin yaklaşımıyla çöküşten söz etmektedir. Ama Ütopik bir bakış açısından, ya da ilerlemeci olmayan bir bakış açısından, bunlar birer devrimdirler. Tarihsel devrimler, yani uçuruma yuvarlanmak, çöküş olarak görülen olaylar, gerçekte, insanlığın uçuruma gitmesini engelleyen birer imdat freni olarak ortaya çıkarlar. Böylece, Lokomotif ve İmdat Freni bir ve aynı devrimin iki yüzü olarak ortaya çıkar klasik tarihte: birbirinden farklı bu iki paradigma bir tek bütün içinde birleşir. Bu birleşmeyi ise, Kıvılcımlı’nın kayıp bir halka olan teorisi sağlar. Batı ve doğu düşünce ekollerinin farkı: İşin aslı batı tarihindedir. Batının tarihi binlerce yıllık değildir. Bu nedenle o kendi merkezinden baktığında tarihi başka türlü görür. Bu da batıdaki düşünce geleneklerini belirler. Batı binlerce yıl medeniyet yaşamamıştır. Feodalizm denen şey aslında ilkel sosyalizmden başka bir şey değildir. Batı bir anda kendini kapitalizmde bulur. Batı’da bu sayede komün, ilkel sosyalizm, dünya ticaretinin merkezinde yer alır. Doğuda ise, ilkel sosyalizm ancak dağ başlarında, ticaret yollarının dışında, sapa yerlerde var olabilmiştir. Batı aslıda, dünya açısından bakıldığında bir sapa yerdir. Ama bu sapa yer, dünya yuvarlak olduğu için, birden bire dünya ticareti için muazzam bir olanakla ortaya çıkar. Binlerce yılda bir dünya pazarı da iyi kötü oluşmuştur. Bu durumda, kapitalizm geçildiğinde, onun karşısında nostalji duyulacak bir ilkel sosyalizm hala vardır. Romantik düşünce, ilkel sosyalizm olmasaydı; Batı “ilkel sosyalizm’den kapitalizme” geçmeseydi var olamazdı. Ama doğuda, durum tersinedir. Doğu’da kapitalizmden önce uygarlıklar ortaya çıkar. Doğuda
66
da insanlar ve ezilen sınıflar bu uygarlığa tıpkı kapitalizmle karşı karşıya gelmiş insan gibi tepki gösterir. Altın Çağ olarak, cennet olarak. Ama bu tepki, Mesihçi düşünce biçiminde ortaya çıkar. Bir bakıma Mesihçi düşünce doğunun romantizmidir. Her ikisi de sınıflı topluma tepkidir. Biri modern diğeri ise antik sınıflı toplumadır. Romantik düşünce esas olarak batılı kalmıştır. Çünkü, doğulu, hem de bir sömürge ve yarı sömürge olarak karşılaşmasına rağmen, kapitalizmle karşılaştığında onun ardında idealize edilebilecek, nostalji duyulabilecek bir yaşam yoktur. O yaşam binlerce yılın ardında unutulmuştur. Bu farklılık, Kıvılcımlı ve Romantik geleneğin farklılığını da açıklar. Bu en iyi teknik karşısında görülebilir. Kıvılcımlı ilkel sosyalizmi uygarlıkla karşılaştırınca, aslında uygarlığın teknik ilerlemeye de yol açmadığını görür. Teknik yaratıcılığı ve ilerlemeyi uygarlığa vermez, bunu geçmişe, ilkel sosyalizme verir. Batıdaki ise ilkel sosyalizmin teknik yaratıcılığıyla kıyaslanmayacak bir teknik yaratıcılık ve gelişme ile karşılaşır. O batıda teknik ve uygarlık ve kapitalizm adeta özdeştir. Bu da teknik ilerlemenin, o ideal düzene değil, kapitalizme has bir şey olduğu, teknik ilerleme olmayanın ilkel sosyalizm olduğu türünden bir yanılsamaya yol açar. Bunun derin etkileri olur batının düşünce geleneğinde. Teknik ilerleme ve insani değerler birbirine karşı dururlar. Kıvılcımlı’da ise, tam tersinedir. İnsani değerlerle teknik ilerleme birbiriyle dostturlar. Bu da teknik ile maneviyat çelişkisi biçiminde zihinlerde yer eder. Gerçi son yıllarda kadın hareketi ve arkeolojik kazılar da tekniğin ilkel sınıfsız toplumda uygarlıklardan çok daha hızlı ilerlediğini göstermiştir, ama bu sahte ikilem varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla batı geleneğinde, ilişkilerin değil o tekniğin eleştirisinin güçlü bir geleneği vardır.
Dördüncü Bölüm: Tarihin Kayıp Halkası
Karşı Devrimlerin ve Uygarlığın Tarih Yazışları Kıvılcımlı’nın İlkel sosyalizme ilişkin bu vurgusunun Tarih bilimi açısından ne anlama geldiğini anlaşılır kılmak için, modern burjuva ve proleter devrimlerinin tarihinden bir analojiye baş vuralım. Devrimlerin tarihini sonradan o devrimlerin mirası üzerine oturanlar yazarlar ve bunların yaptıkları ilk iş, devrimin gerçek kahramanlarını silmek, olduğundan başka göstermektir. Ekim Devrimi’nde böyle olmuştur. Devrimin iki önderinden biri, putlaştırılmış ve tahrif edilmiş, diğeri ise bir hain olarak gösterilmiştir. Devrimin iftiralar yığını altına gömülmüş kahramanı Troçki’nin hayatını yazan Isaac Deutscher, bu kitaba yazdığı ön sözde, yaptığı işin İngiliz Tarihçi Thomas Carlyle’nin yaptığı işe benzetir ve ona atıfta bulunur. Carlyle de, İngiliz devrimi tarihirde, Cromwell’in böyle bir iftiralar yığını altında kaldığını belirtmiş,
67
yaptığı iş bir bakıma bu iftira ve tahrifler ve suskunluklar yığınını bir kenara atmak olmuştu. Aynı şey Fransız devrimi için de geçerlidir. Robespiyer ve Saint- Juste gibi devrim önderleri de aynı akibetten kurtulamamıştır. Benzeri daha karikatür ölçülerde, Türk burjuva devrimi diyebileceğimiz, “Kurtuluş Savaşı”nda da görülür. Burada çok açık bir bağlantı vardır sınıfsal çıkarlarla, yani o devrimlerin mirasının üzerine oturup bu mirası inkar eden ve tüketen burjuvazi veya bürokrasinin çıkarları ile o devrimlerin tarihinin tahrifi ve bir iftiralar, unutkanlıklar yığını altına gömülmesi arasında. Benzer bir ilişki, ilkel sosyalizm ile uygarlık arasında da bulunmaktadır. Ve Kıvılcımlı’nın insanlık tarihi ölçüsünde yaptığı, Deutscher’in Rus devrim tarihinde Troçki’nin veya Carlyle’nin İngiliz devrim tarihinde Crommwell’in önemini göstermesine ve bu tarihleri moloz ve iftira yığınları altından çıkarmalarına benzer. Ama İlkel sosyalizmin insanlık tarihindeki yerinin tekrar ortaya çıkarılması, Troçki veya Cromwell’in Rus ve İngiliz tarihlerindeki yerinin ortaya çıkarılmasından çok daha güçtür. Çünkü ortada bir arkeologun, tarihsel zamanlarda oluşmuş molozları temizlemesinden öte, bir paleantologun, milyonlarca yıllık jeolojik katmanların altından bir takım izleri çıkarıp analız etmesine benzer bir durum söz konusudur. Ve işin ilginci, Rus veya İngiliz devrimlerinde, temizlenecek iftira ve suskunluklar moloz yığını bir egemen sınıfınkiyle sınırlıdır. Nihayet bunlar yazılı tarihte ve dün denecek kadar yakın bir zamanda gerçekleşmiştir ve de modern tarihte, bu moloz yığınını atıp gerçeği arayan bir devrimci sınıf her zaman vardır bu yöndeki araştırmaların toplumsal temelini oluşturacak. Kıvılcımlı’nın sürekli öne çıkardığı İlkel Sosyalizm söz konusu olduğunda, birbiri üstüne yığılan bir iftiralar ve suskunluklar yığınıyla karşılaşılır. Birincisi ve en önemlisi, ilkel sosyalizmin bizzat kendisinden doğan bir engel vardır. Troçki ve Cromwell’in yaptıkları, modern tarihte, yazının yaygınlaştığı bir dönemde geçer. Bu moloz yığını altına atılan devrimci gelenekler ve kişilikler bizzat kendileri yazmışlardır. Meclis oturumlarının tutanakları vardır vs.. Ama ilkel sosyalizm söz konusu olduğunda, tam tersine çalışır bu. İlkel sosyalizm demek, yazısızlık demektir. Sözlü kültür demektir. Dolayısıyla yazılı bir eser bırakması söz konusu değildir. O kendi bakış açısını hiç bir zaman sonraki kuşaklara anlatamaz. Ama bunu yazıya geçirmeye kalktığı an, yazı demek uygarlık demektir, yani artık uygarlaşmış demektir, orada da artık uygarın bakış açısından yazacaktır. Artık Uygarlığa geçen ilkel sosyalist için ise, Cahiliye, kitapsızlık aşılması ve bir an önce kurtulunması gereken karanlık bir dönemi ifade eder. Böylece daha baştan susuş ve iftiraya uğrayacak kurbanın kendisinin yazılı bir şey bırakması söz konusu değildir. Daha baştan her şey unutulmaya mahkumdur. Ama sadece bu kadar değil. Bu ilkel sosyalist toplumlar, medeniyetle ilişki içine geçtikleri andan itibaren, yazılı tarihe de geçerler. Ama onlar hakkında yazanlar uygarlardır. Onların gözünde bunlar çekirge sürüleri, kanı helal kitapsızlardır. Bunların bu ilkel sosyalistlerin etkileri hakkında bir şey yazamayacakları bunu hiç bir zaman göremeyecekleri tek
68
göreceklerinin ise bir olumsuzluklar yığını olacağı çok açıktır. Atillalar, Cengizler, Haçlılar hakkında uygar Roma, Bizans ya da İslam tarihçilerinin yazdıklarına bakmak bile yeter. Bu uygar tarihçilerin ilkel sosyalizm hakkında yazması, biraz Ekim devrimi veya İngiliz Devrimi hakkındaki bütün tarih bilgisinin, bu devrimlerin kendisine karşı gerçekleştiği feodaller veya monarkların tarihçilerince yazılmasına benzer. Kralcı veya Çarcı tarihçilerin bu devrimler ve önderleri hakkında yazdıklarını okuyan, klasik tarihte uygar tarihçilerin o uygarlıklara saldıran barbarlar hakkında yazdıklarıyla aynı dili kullandıklarını hayretle görür. Böylece binlerce yıl boyunca ilkel sosyalizme ilişkin bütün bilgileriniz, bütün yazılı tarih, uygarların yazdığı tarihtir. Yani modern tarihe benzetirsek, kapitalizm öncesi bütün tarih yazımı, ilkel sosyalizm karşısında bir resmi SBKP tarihi, bir Nutuk’tur. Kapitalizmin Tarih Yazışı Modern tarihe gelince de işler farklı olmamıştır. İşin ilginci, binlerce yıllık bu uygarlık tarihçileri molozunun üzerine bir de, burjuva uygarlığın, ilerlemeci tarih anlayışının molozu yığılmıştır. Burjuva aydınlanması doğada ve toplumda düzgün değişen ve ilerleyen, yükselen bir tarih anlayışını egemen kıldı. Doğa ve toplum tarihinin bu yaklaşımı, son bir kaç yüz yılda müthiş bir şekilde yayılmış ve içe işlemiştir. Herkes sosyalizmi ve tarihsel maddeciliği, tıpkı biyoloji derslerinde öğrendiği virüs, amip, süngerler, yumuşakçalar diye giden ve sonunda insanda taçlanan evrimin, Toplum alanına aktarılmışı olanını; ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve nihayet sosyalizmle taçlanacak biçimde el kitaplarından öğrenmiştir. Ve işin ilginci bu anlayış, hala Türkiye’de Kemalistinden sosyalistine bütün solun ezici bir çoğunluğuna egemen olmaya devam etmektedir. Şimdi bu tarih kavrayışı içinde, Komün, burjuva tarihçiliğinin, aydınlanmanın iyimser tarihe bakışında, feodalizm ve kölecilikten de geride, binlerce yıl geride kalmış, ne kapitalizm ne sosyalizm ne de içinde yaşanılan modern tarihle doğrudan bir ilişkisi olmayan, etkileri ihmal edilebilecek bir dönem olarak görülür. Ama sadece bu da değil, sorun sadece uzakta kalmışlık ve etkinin ihmal edilebilir olması da değildir. İlkel sosyalizm, ilerlemeci tarih anlayışıyla çelişir. Geçmişte bu gün yaşadığımızdan birçok bakımdan çok daha ileri olan bir toplumun varlığı, düzgün ilerlemeci bakış açısını yaralar, onunla uyuşmaz. Bütün bu nedenlerle gerek aydınlanmacı düşünce, gerek daha sonraki pozitivizm ilkel sosyalizme, bunun gerek klasik gerek modern tarihteki etkilerine kör olmuş, gizlenmesi güç bir hor görü ve düşmanlık göstermiştir. Böylece klasik tarihin iftira ve suskunluğunun üzerine modern burjuva tarihçiliğinin suskunluğu ve hor görüsü kat kat yığılmıştır. Stalinizmin Tarih Yazışı Burjuva tarihçiliğinin bu eğilimine Tarihsel Maddeciliğin karşı durması beklenirdi. Ne var ki, Tarihsel maddeciliğin dayandığı İşçi hareketinin kaderi de bu ilkel sosyalizm üzerindeki 69
molozlara yeni katmanlar eklemiştir. Modern işçi hareketinin iki büyük akımı sosyalist ve komünist partiler yani sosyal demokrasi ve Stalinizm, metodolojik olarak burjuva aydınlanmasından kaynaklanan ve pozitivizme eğilim gösteren aynı düzgün doğrusal ilerlemeci tarih anlayışına dayanırlar. Bu anlayışta da tarih hep ileriye doğru gitmektedir. Kapitalizm sosyalizmin koşullarını oluşturmaktadır. Sosyalistin görevi, zaten tarihsel bir zorunlulukla sosyalizme doğru giden tarihin tekerleğini gidiş yönü doğrultusunda biraz hızlandırmaktır. Dolayısıyla, resmi Marksizmin ve sosyal demokrasinin dayandığı aydınlanmanın ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışının bir tekrarı olan tarih anlayışında da İlkel sosyalizmin bir yeri olamazdı. Böylece, Klasik ve burjuva tarihçiliğinin iftira ve suskunluklar katmanının üstüne bir de sosyalist tarihçiliğin katmanları eklendi. Böylece bütün bu tarihçilikler ve sosyologluklar, ilkel sosyalizm karşısındaki suskunlukları ve iftiralarıyla birbirlerinin varlığına da bir tür delil sunar hale geldiler. Tabii bu durumda tarihi zaten bu antik, burjuva ya da sosyalist tarihçilerden öğrenen sosyalistlerin, Kıvılcımlı’nın bütün bunların hepsiyle çelişki ve çatışma içindeki tarih anlayışıyla karşılaşınca, bunu bir deli saçması olarak görmeleri veya tam bir suskunluğa bürünmelerinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Bütün bu antik tarihçiler, burjuva tarihçiler ve toplum bilimcileri ve sosyalist tarihçilerin hepsi de mi yanılıyordu? Bu kadarı da aşırı bir iddia olurdu. Yani aşağı yukarı bir yanda bütün dünya tarihçiliği ya da Marksistler diğer yanda Kıvılcımlı. Kıvılcımlı’ya en iyi ve olumlu yaklaşanı bile, bu teoriyi Kıvılcımlı’nın hoş görülebilecek bir ekzantirik görüşü olarak değerlendirdi. Böylece Kıvılcımlı’nın yaptığı en büyük teorik katkı, en iyi durumda, bir beyin jimnastiği, hoş görülebilecek ve örnek politik ve devrimci kişiliğinin affettirebileceği zararsız bir günah olarak görüldü. Kıvılcımlı’nın Marksizme en büyük katkısı, onun Marksizmden en çok uzaklaştığı yer olarak görüldü. (Bu yazı aslında 2001 yılında yazmam gereken ve Kıvılcımlı Sempozyumuna sunduğum bildirinin o günkü bakışıma sadık kalınarak o dönemin notlarından yapılmış bir kolajıdır. Sempozyumun pratik işleri nedeniyle kafamdaki bildiriyi, zaman ve güç bulup yazılı hale getirememiştim. Sonra da hep olduğu gibi araya başka işler girdi. Şimdi yeni bir Sempozyum vesilesiyle eski yazıları yayınlarken, yıllardır bekleyen bu işi, yeniden bir yazı yazmak biçiminde değil de eski yazıların ve notların bir kolajı olarak yapmanın daha doğru olacağı sonucuna vardım. Sadece bazı yerlerde kopuklukları gidermek için küçük eklentiler ve tekrarları gidermek için çıkarmalar yapılmıştır. Böylece tam olmasa da yıllardır bana “Kayıp Halka Komün’ü Yazsana” diyen Suat Karavuş’a borcumun bir parçasını olsun ödemiş olduğumu düşünüyorum. Gerisini Kıvılcımlı’nın Maymun’dan İnsana Geçiş Süreci ile ilgili yazdıkları ile ilgili olarak yazacağım yazıda ödeyebileceğimi sanıyorum. 29 Kasım 2012 Perşembe)
70
71
Kıvılcımlı Değerlendirmesinde Beşinci Dönemden Bir Örnek Bu yazıların önsözü gibi yolladığım, “Kıvılcımlı’nın Değerlendirmesinde Altı Dönemim” başlıklı yazıda, beşinci dönemi “Kıvılcımlı’nın Eleştirisini Ulus ve Din Sorunlarında Klasik Marksizmin Eleştirisi Bağlamında Yaptığım Beşinci Dönem” olarak tanımlamıştım. Çünkü artık sorun Kıvılcımlı’nın çok ötesine gitmiş, bizzat Kıvılcımlı’nın da dâhil olduğu Marksizmin eleştirisine; onun bir din ve Ulus teorilerinin olmadığı ve bunun açıklamasına gelmişti. Bu nedenle bu dönemde doğrudan Kıvılcımlı’ya yönelik pek az eleştiri ve değerlendirme yazısı yazma gereği duymuşumdur. Bu konuda Klasik Marksist yazını eleştirdiğimde otomatikman Kıvılcımlı’yı da eleştirmiş oluyordum. Aşağıdaki yazı aslında bu dönemde Kıvılcımlı’ya yönelik olarak yazılmış, özel olarak onu konu eden tek yazıdır. Marksizmin Marksist Eleştirisi adlı kitabın içinden bir bölümdür. D.K. 09 Aralık 2012 Pazar
Kıvılcımlı’da Din teorisi Michael Löwy’nin bilmediği ve dolayısıyla özetine almadığı Marksist, ki kendisinin Marksizm’in bütün eksikleri belirtmesine rağmen o eksikleri bir türlü çözememesine neden olan eksik halka, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. Kıvılcımlı Türkçe gibi sapa bir dilde yazdığı için dünyadaki Marksistlerce ve dolayısıyla Löwy tarafından da bilinmez ve bu nedenle de çalışmasında yer almaz. Ama Marksist gelenek içinde, Din üzerine en etkileyici alt üst edici çalışmaları Hikmet Kıvılcımlı yapar. Ve gidilebilecek en ileri noktalara kadar gider. Niçin? Çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın esas araştırma alanı kapitalizm öncesidir. Kapitalizm öncesinin üst yapısı ise, ister sınıflı toplum ve uygarlıklar olsun; ister sınıfsız toplum ve komün olsun, bu gün inanç diyerek özel alana tıkılmış, dindir. Kapitalizm öncesi ile meşgul olan birinin din ile karşılaşmaması olanaksızdır. Marksistler arasında kapitalizm öncesi ile bu kapsamda ilgilenmiş ikinci bir örnek daha yoktur ve tam da bu nedenle Marksistler arasında, din üzerine bu kadar yazmış, kavrayışlarda bu ölçüde alt üst edici ve kapsamlı araştırmalar yapmış ikinci bir örnek daha yoktur. Marks nasıl “modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmak için”, (modern toplum denen kapitalizm de bir genelleşmiş meta üretimi toplumu olduğundan) meta, insan karşısına neredeyse bir doğa yasası gibi dikilen değer yasası ve onun somut işleyişleri üzerinde yoğunlaşmak sorunda kaldıysa; Hikmet Kıvılcımlı da, kapitalizm öncesi toplumların yüzündeki peçeyi kaldırmaya çalıştığında, onun temel varoluş ve örgütlenme biçimi, yani üstyapısı olan din üzerinde yoğunlaşmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle, bizzat araştırma
72
alanının kendisi, yani kapitalizm öncesi tarih ve toplumlar, dini onun çalışmasının eksenlerinden biri yapmıştır. Burada, Hikmet Kıvılcımlı’nın bütün çalışmasını ele almanın olanağı bulunmamaktadır ve bu ayrıca yapılması gereken bir çalışmadır. Ama burada bu kuşbakışı hızlı bakış içinde özellikle belirtilmesi ve alt üst edici niteliğinin gösterilmesi gereken yönler var. Kısaca bunları ele alalım. * Hikmet Kıvılcımlı, dini, bir fikir, bir bilinç biçimi olarak ele aldığında bile, burjuva ideolojisinin dini ele alış tarzının tam karşısında yer alır, tam anlamıyla bir paradigma değişikliği yapar. Bu nedenle, yüzde doksan dokuzu vulgar olan Marksistler, Kıvılcımlı’nın bu anlayışının tam karşısında yer almışlardır ve yer alırlar9. Özellikle vulgar Marksistler dini ve dinlere temellik eden metin ve sembolleri, gerçekliğin çarpıtılması, ideoloji, saçmalık, batıl inanç olarak tanımlarlar10. Kıvılcımlı ise, bunlara değişik bir ışık altında bakarak, tabiri caiz ise onları “zahiri” değil, “hakiki” manalarıyla ele alır. Böylece onların aslında gerçeğin oldukça sağlam ve doğru bir ifadesi oldukları sonucuna ulaşır. Burjuva düşüncesinin irrasyonel dediği, karşımıza birden bire son derece rasyonel olarak çıkar. Örneğin Cennet ve oradan kovulma efsanesini ele alalım. Semitik dinlerin bu temel söylencesi, klasik aydınlanmacı bakış açısından tamamen uydurma bir saçmalık olarak görünür. İnsan maymundan gelmiştir! Nereden çıkmaktadır bu Adem ve Havva hikayesi? Bunların hepsi batıl inançlardır. Yalandır. Ama Kıvılcımlı’nın bunu gerçek anlamlarıyla açıklamasında bu bilime karşı ve batıl inançlar gibi görünenlerin birden bire gerçeğin son derece doğru ve dürüst bir anlatımı olduğu ortaya çıkar. Cennetten kovulma, ilkel sosyalizmin sınıfsız toplumundan uygarlığa, sınıflı topluma geçiş; yılan biçimindeki şeytan; bütün Ön Asya dinlerinin bereket ve toprak tanrısı yılan; yılanın sunduğu meyve veya buğday veya bilgi ağacı; uygarlığın zenginliği veya uygarlığın bilgisi (çünkü uygarlık aynı zamanda bilgi ve yazı demektir) o meyvanın yenişi, sınıfsız kandaş toplumun kardeşliğinin ve masumiyetinin yitirilişi olarak anlaşıldığında, aslında bu saçma bir yalan gibi görünen efsanenin gerçeğin son derece sadık ama çocuksu ve masum bir ifadesi olduğu ortaya çıkar. 9
Bu Mihri Belli ve Şefik Hüsnü’den Doğu Perincek’e veya Yalçın Küçük’e kadar hiç değişmez. Fakat daha da ilginci, İslamcı teorisyenler de, bu bayağı materyalistlerin şahsında Marksizm’i eleştirmeyi çok severler ve nedense Kıvılcımlı hakkında hiç bir şey söylemeyip tam bir susuş kumkumasına yatarlar. Oldukça canlı bir entelektüel yaşamı olan İslamcı burjuvazinin teorisyen ve entelektüellerinin Kıvılcımlı hakkında hiçbir inceleme yayınlamamış olmaları, onun karşısında yokmuş gibi davranıp onu susuşa getirmeleri de çok anlamlıdır. Böylece sözde Marksist’inin de (yani burjuva sosyalistinin de), politik İslamcısının da (yani burjuva İslamcının da) karşısında suç ortaklığı içinde sustukları Kıvılcımlı, kesinlikle bilinmez ve tartışılmaz kalır. 10
Bunun Türkiye’deki en tipik örneklerinden biri Turan Dursun’dur. Turan Dursun’u politik İslamcılar öldürdü. Politik İslam ve Aydınlanma çelişkisi aslında, burjuvazinin iki kanadı arasındaki bir çelişkidir. Ulusu dinle tanımlayarak etniyi, dili özele ait kategoriye yerleştiren gerici burjuvazi ile, ulusu etniyle tanımlayarak dini özele ait kategoriye yerleştiren gerici burjuvazi arasındaki bir çelişki.
73
Elbette Kıvılcımlı, burada klasik Marksist geleneğe dayanmaktadır. Aynı yaklaşımın ipuçlarına Engels’te, onun İlk Hıristiyanlar ve İncil ile ilgili yazılarında bile rastlanır. Kıvılcımlı’nın yaptığı, Marksizm'in özündeki, sonradan vulgar Marksistlerce bastırılıp unutulmuş bu geleneğin ayak izlerinden yola çıkmak ve onları daha ileriye götürmektir. Bir başka örnek. Kıvılcımlı Allah’ı ve Allah’ın sıfatlarını inceler. Kuran’ı Tarihsel Maddeci bir bakış açısıyla tefsir eder. Böylece, aydınlanmanın modern bilimin karşısında gördüğü Allah ve Kuran, karşımıza, tam zıt nitelikleriyle çıkar. Allah, toplum yasalarının sembolik ifadesi, peygamber bu yasaları sezen ve insanlara anlatmaya çalışan toplum bilimci ve devrimci, yani şimdi Marksistlerin yaptığı veya yapması gereken şeyi yapan insan olarak ortaya çıkar. Kuran ise akla karşı bir hurafeler kitabı değil, akla bir çağrıdır. Ve bu nedenle İslam’ın tanrısının varlığını kanıtlamak için mucizelere ihtiyacı yoktur. En büyük mucize tarih ve toplumun yasaları ve bunun bilgisi değil midir? Bu dediklerimizin somut olarak görülebilmesi için, zihin tembelliği içindeki okuyucuların araştırmak ve bakmak için üşeneceğini bildiğimizden, Kıvılcımlı’nın bir eserinden bir bölümü aktararak, Kıvılcımlı’nın yaptığı, din kavranışındaki muazzam devrimin çapı hakkında bir fikir vermeye çalışalım. Bunun için özellikle, aydınlanmacılığın din anlayışına dayananların tüylerini diken diken edecek provakatif bir bölümü aktaralım. Unutmayın bu satırlar, dünyadaki sayılı yaratıcı Marksistlerden biri tarafından, bir ateist tarafından yazılmaktadır: Kıvılcımı, Kuran’ın Tarihsel Maddeci açıdan bir tefsiri olan, Allah – Peygamber – Kitap adlı eserinin “KUTSALLAŞTIRMANIN SON HALKASI: KUR'AN ve HZ. MUHAMMED” adlı bölümüne besmele ve onun anlamıyla başlıyor: “1- "BİSMİLLAHİRRAHMÂNİRRAHİM" (Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla.) Rahmân: Ancak, doğanın ve insan toplumunun en temelli diyalektik gidiş kanunlarının yaratabileceği yücelikte bir iyilik - yaratıcılık - sevgi - merhamet (acıma) olumluluğudur. Bu topyekün madde ve mananın akışından çıkmış zenginliklerdir. Tek başına insanlar - sosyal sınıflar - zümreler - uluslar; hatta insanlık bu olumluluğu - zengin yaratıcılığı kapsayamazlar. Bu yüzden "Rahmân " sıfatı sadece Allah' a yakıştırılabilir. Topyekün doğanın ve insan toplumunun temellerinde bulunan kanunlarının akışındaki, binlerce yıl geçmesine karşın kavranamaz - ele geçirilip yön verilemez zenginlik ve yücelilik; sadece Allah'a yani bu tarihsel akışa denk düşer. Ve o'nu kavrayamayan - hele yönlendirilemeyen insanlığa da, bu yüce merhametliliği (herşeyi kuşatan iyiliği) sadece Allah'a yakıştırmak düşer. Peygamberler, Antik Tarih'te kent kurucu; cahiliyetteki barbarlığı medeniyete geçirmeye çalışan önderlerdir. Ve dolayısıyla bu yüce tarihsel determinizmin, az rastlanır (yüzlerce yılda bir çıkabilen) birer yansımasıdırlar. Başka bir anlatımla her peygamber, kendi çağının ve toplumunun lideri olsa bile bu yüce tarihsel akışın özelliklerinin kendisinde yansımış bulduğu için, bu yüce diyalektiğin sözcüsü - yansıtıcısıdırlar. Bu yüzden Allah'ın Resul'ü mertebesini hakkederler.
74
Ama buna rağmen peygamberler bile "Rahmân" sıfatını kendilerine yakıştıramazlar; "Rahmân"lık ancak doğa ve toplumu (tüm alemleri) kapsayan bu diyalektik oluşundur; yani Allah'a aittir. Ancak "Rahim" sıfatı peygamberlerin olabilir: "çok merhametli" anlamında kullanılsa da bu başka insanlardan ayrıcalıklı önderlere yakıştırılır. Ki Allah'ın Rahmân'lığınan yansımadır. Yani tarihsel determinizmin önderlerde yansıyıp kendi tercümesi olduğu ölçüde o önderler veya peygamberler "Rahim" (çok merhametli: Fedakar) olabilirler. Ve diyalektik gidişin daha az yansıdığı (diyalektiğin sözcülüğünü daha az yansıdığı) insanlara öncülük ederler. "Modern Peygamberler" diyebileceğimiz burjuva ve proletarya devrimlerinin teorisyen burjuva ve proletarya devrimcileri de, bu ölçüler içinde "Rahim"dirler. Yani "sonsuz hoşgörü" sahibi olmaya eğilimlidirler, yatkındırlar. Gerçi Marks - Engels - Lenin gibileri dışındakiler daha çok "Rahmân"lığa, hatta Allah'lığa özenirler: toplumun ve sınıfların üzerinde "Allah"lığa özenip kendilerini tapınç konusu yaptırmak istemişlerdir. Stalin bunun en dramatik örneği olmaktan kurtulamayanların başında gelir. Ama hepsinin kendi zayıf paranoyaklıklarını gizlemek için bunu şuuraltılarıyla yaptıkları artık herkesçe sezilmekte ve bilinmektedir. Veya anlaşılmaktadır; anlaşılacaktır... Marks'ın Mezarında şöyle yazar: "İnsancıl olan hiçbir şey bana yabancı kalamaz" Ve Marks da örnek yarısı Engels de, yaşamları boyunca bu sözün en derin anlamlarını içlerinde duyarak yaşayıp çiçeklendirmekten geri duramayacak teorik - pratik mücadeleler sunmuşlardır. Bu örnek yaşamlarının en derin anlamı: "Rahim" olmaklarında toplanır. Çünkü onlar gerçekten doğanın ve toplumun en temel kanunlarının en yetkin modern "Resul"eri (ellçileri) olmak durumundadırlar. Yüce tarihsel determinizmin yaşayan modern yansıması, temsilcisi - sözcüsüdürler. Onlarla birlikte bu "Rahim"lik (hoşgörünün sonsuzluğa uzanışı) "Rahmân"lığa dek uzanır yaklaşır gibi olursa da; tersine diyalektik yüceliğin zenginliği daha çok kavranır ve "Rahman"lığın yani yüce yaratıcılığın sadece evrimin kanunlarına (Allah’a) ait olabileceği anlaşılır. Evrimin (Tarihsel determinizmin) yani doğa ve insan tarihinin temel kanunlarından kalkarak topyekün akışı karşısında; Marks - Engels gibi evrimin en yüksek yansımaları bile sadece basit bir "Kul" olmaktan öteye gidemezler. Bunu onlar kadar iyi sezen kimse çıkmamıştır. Unutulmamalıdır ve daima hatırlanmalıdır ki Tarihsel Maddeciliğin kurucuları bu iki insandır. Bu şu anlama gelir: "Allah"ı en iyi onlar anlamışlar ve onun kurallarına uyarak tarihsel akışı kendi dengesine oturtmak için en yetkin mücadeleyi vermişler ama bunun, ancak "doğum sancılarını ılımlandırmak"tan öte bir şey olamayacağını çok derin anlamlarıyla alçakgönüllüce anlatmışlardır. Yani Allah'a (Tarihsel Determinizm'e) en yakın oldukları halde, O'nun sadece basit birer uygulayıcı - sözcü - elçi durumundaki "kul"ları olduklarını bilmişlerdir. Bu gelişim tarihsel akış, yeni mecralara girdikçe açılıp daha derin resul örneklerini vermekten geri duramaz. 75
Yani Marks - Engels' den de daha gelişkin kavrayışlar - Allah'a yakınlaşmalar ve o ölçüde de diyalektik akış karşısında en bilinçli resuller olunsa bile; o derece basit - sade bir "kul" olunmaktan da kurtuluş olamayacağını anlayanlar çıkacaktır. Çünkü "Kişi" ne derecede Tarihsel Determinizmi: Doğa ve insanın topyekün akışını kavrasa da, tek başına o akış karşısında 'bir "hiç"tir. Ancak koyduğu teori toplumda kavranıp maddeleşirse "hep" olabilir. O halde ancak Allah'ın en büyük yansıması, evrimin en son halkası insan toplumudur ve ancak O, evrimi (Allah'ı) anlayıp kendi kanunlarının emrettiği temel dengesine oturtabilir. Fakat toplum da "Kişi"lerden derlenmiştir. Ve her kişinin bu kavrayışı geliştiği ölçüde toplum bu görevini başarabilir. O halde tarih her kişi'yi kendisini anlayıp kendi yoluna sokacak açılımlara girmek zorunda kalacaktır. Ve her kişi deyim yerindeyse peygamberleri anlayabilecek "Rahim"liğe ulaşmak eğilimine girmek zorunda kalacaktır. Ve Peygamberlikler hatta önderlikler bütünüyle bitmek zorunda kalacaktır. Hz. Muhammed ile antik peygamberlikler bitmiştir. Ama Modern Sosyal Devrimlerle birlikte peygamber adlarını almasalar da bir çeşit modern peygamberlikler dönemi açılmıştır. Nasıl kentçil tarihsel devrimler'in bitişiyle antik peygamberlikler de sona ermişse modern sosyal devrimlerin maksadına erişiyle modern peygamberlikler de son bulacaktır. Ve kişilerin "kendi bacağı"ndan asılacağı, kendisinin ve toplumunun bilmecesini çözeceği veya çözemediğinin anlaşılacağı; toplumca elbirlik yeni baştan çözümler arayacağı açılımlar gelişecektir. O zaman her kişinin mezarı başında değil ama beyninde ve kalbinde (her hücresinde) iliğine kemiğine işlenmiş olarak şu cümle yazacaktır: "İnsancıl olan hiçbir şey bana YABANCI KALAMADI" Çünkü her kişi, hayvanlıktan çıkalı beri bastırdığı hayvanlıklarını sonuna dek yaşarken kanayacak; kendinden nefret ederce kanayacak - acılarla - yaralarla yüklenecek ve yenibaştan insanlaşacak; sosyal hayvanlıktan böylece çıkarak her türlü yabancılaşmasını aşacaktır; "bilinçli" birer "insan" olacaktır. Ne yazık ki bu, tıpkı vahşet çağına paralel biçimde değil ama kültürel atılımlarla kuşaktan kuşağa adım adım gelişebilecek acılarla dolu bir gelişim olacaktır. Ta ki bütün antik ve modern peygamberleri derinden kavrayan "insancıl olan hiç bir şey bana yabancı kalamadı" sözcüğünü hakkedene dek... O zaman peygamberleri de aşacak bir olgunluğa erişecektir. Çünkü peygamberlerin en modernlerinin bile çektikleri acılar, sınıflı toplumun son demlerindeki insanlığın (her kişisinin) çektiği acılar yanında çok az kalacaktır. Çünkü bu acılar, maddiyatın, maneviyatı her saniye yaptığı işkencelerle yiyip bitiren gidişinin ve maneviyat tükenince yeniden kazanılmasının onlarca yıl alacağı uzun yalnızlıklarla dolu yıllar olacaktır...
76
Ve bu acılar genellikle erkekli kadınlı manevi yaralanmaları kapsasa da, kadınların anlaşılmasını ve erkeklerin insanlaşmasını sağlayacak kadınların zaferiyle sonuçlanacak daha çok erkeklerin şimdiye dek tatmadıkları acılarla yüklü olacaktır. Çünkü egemen babahanlık, egemen erkek rejimleri, başka türlü asla yola gelemeyecek derecede (binlerce yıldır) kadınlara karşı efendilikte taşlaşmışlardır. Yeni kuşaklar, ne yazık ki başlarına gelen bu dramları anlayamayacak sığlık içinde gelişiyorlar. Bu yüzden her erkek, kadın üzerindeki ve toplum içindeki erkeksi yüceliğini (dolayısıyla maddi - manevi sömürüsünü) ancak kadınların kapitalist veya sosyalist yoldan olsun, erkeklere karşı yaptıkları kurtuluş savaşlarıyla alaşağı edip bilinçlere çıkarabilecekler ve kadınlara hak ettikleri saygıyı - sevgiyi - değeri yeni baştan göstereceklerdir. Belki o zaman gerçek "aşklar" bu kez bilinçli olarak yeni kuşaklarda yeniden filizlenebilecektir. O gün geldiğinde, herkes "Rahim" (sonsuz toleranslı) olma özelliğini kazanmış olacak ve Allah'ın "Rahmân"lığını (diyalektiğin yüce yaratıcılığını) o güne dek görülmemiş ölçülerde anlamış ve o'nun doğacıl ve insancıl dengelerine "uyum" yapmayı kanına karıştırmış olacaktır. İşte "Bismillâhirahmânirrahim"in çağımızdaki derin anlamları, bu temeller içinde kavranabilirse, o sözcüğün söyleyene ve topluma bir yararı olabilir...” Bu uzun alıntı, Kıvılcımlı’nın şahsında Marksist geleneğin kat ettiği muazzam ilerleme hakkında bir fikir verir. Ancak bu uzun alıntının yapıldığı yerde bile Kıvılcımlı’nın hala dini bir ideoloji olarak ele aldığını, yani burjuvazinin din tanımlaması çerçevesinde sorunu tartıştığını bir an için bile unutmamak gerekir. Marksizm’in doğuştun günahı, yani dini bir ideoloji, bir bilinç biçimi, bir kültür olarak ele alma anlayışı varlığını sürdürmektedir. Kat edilen bütün ilerleme bu anlayışın rahminde geçekleşmektedir. Onunla çelişmektedir ama bu kabuğu bir türlü kıramamaktadır. Bu aynı kitabın Giriş’inin ilk satırlarında bizzat Kıvılcımlı tarafından bile açıkça ifade edilmektedir: “Konumuz; " Din "; üzerinde en çok spekülasyon: düşünce vurgunculuğu yapılan alan! Oysa tam tersi olması gerekir: öyleyse bilimin en çok kılıç kuşanması gereken alanlardan birisi de din konusu olmalıdır. Bu yüzden bu alanda "İdeoloji" ve "politika" sökemez, sökememelidir. O yavanlıklar ancak bilim ateşiyle durdurulup dönüştürülebilir. Meselemiz hiç de İkincil-üçüncül kategoriden bir iş sayılamaz. Çünkü din konusu, sadece toplumun çatısında tıkırdayan bir kültür meselesi değil, insan beyninde düşünce mekanizmalarında işleyen adeta sistemleşmiş canlı bir düşünce biçimidir. Ve insan beyninde kolayca sökülüp atılamayacak derinliklere yapışmış köklere sahiptir.”(abç) Dikkat edilsin, din “Toplumun çatısında” yani üst yapısında“sadece bir kültür meselesi değil”, (yani bir üstyapı kurumu, üstyapının kendi değil ve aynı zamanda bir kültür meselesi, yani politik olmayan, politikadan dışlanmış kültür alanına konulmuş olmayı aynen kabul ediyor Kıvılcımlı) “sistemleşmiş bir düşünce biçimi” (Yani Alman İdeolojisi’nde Marks’ın “bilinç biçimi” dediği) olarak ele alınmaktadır. Yani tamamen burjuvazinin dini kapattığı alanda tartışmakta, din hep özele ait olan alanda kabul edilmektedir. Yani politikanın dışı 77
olarak; yani bir üstyapı olarak değil, üstyapıdan bir bölüm olarak. Marksizm’in doğuştaki günahı aynen sürdürülmektedir. Söylenenler içerik olarak bu kabulün kabuğunu zorlamasına rağmen böyledir. Bu kabuğu zorlama, özelikle Osmanlı’nın toplumsal sistemini incelediği Osmanlı Tarihinin Maddesi 11 adlı kitapta iyice belirginleşir. Din artık sadece bir inanç, bir ideoloji, bir kültür değil, aynı zamanda bir hukuk ve politika sistemi, bir mülkiyet sisteminin örgütlenmesi olarak karşımıza çıkar. Dinin tümüyle üstyapı olduğunu söylemek neredeyse dudağın ucuna gelmiş, dalında olmuş bir meyve gibi küçük bir esintiyi beklemektedir. Ama o esinti bir türlü gelmez. Osmanlı Tarihinin Maddesi’nin İkinci Kitabı12, din, mülkiyet ilişkileri, hukuk ve devlet üzerine yoğunlaşır ve bu bağlantıları gösterir. Sadece başlıklar bile bir fikir verir: “İslam Dünyasında Toprak Problemi”; “İslam Toprak İlişkileri ve Hukuku”, “Tarih İçinde İslam Toprak Problemi”; “Hıristiyan Dünyasında Toprak problemi”; “Roma’dan Kiliseye; Barbarlıktan Saltanata”; “Bizans Kilisesinden Osmanlı İmparatorluğuna”; “Franklarda Toprak İlişkileri: Osmanlı İslam Çizgisi” gibi başlıklar bile, burjuvazinin dini sadece inançla, özel olanla sınırlayan anlayışının kabuklarına sığmazlığı gösterir. Bütün bu başlıklarda din, aynı zamanda bir mülkiyet ilişkisi, bir hukuk, ekonomik ilişkilerin düzenlenişi olarak ele alınmaktadır. Ayrıca Kıvılcımlı bunu statik, ölgün olarak da ele almamaktadır; komünden uygarlığa geçişler içinde, dinamik, diyalektik bir süreç olarak ele almaktadır. * Ve Kıvılcımlı komünü, özellikle de komünün insanın insan oluşundaki muazzam işlevini ortaya çıkardıkça, aslında pratik olarak, din tümüyle toplumun üstyapısı olarak ele alınır. Ama bu şekilde büyük harflerle ifade edilemez bir türlü. Din, Osmanlı veya İslam uygarlığını ele alırken, henüz tümüyle üst yapıyı değil, üst yapının siyasi ve hukuki alanlarını da kapsamaya başlarken, komüne, yani sınıfsız topluma gelindiğinde, tümüyle üstyapı, hatta tümüyle toplum (komün) haline gelir. Komünün dinini, yani kutsallaştırmayı, yani totemi ve bunun ortaya çıkmasında, yani insanın insan olmasında, cinsel yasakların önemini keşfettikçe, bu giderek netleşir. Büyük harflerle, dini tümüyle üstyapı olarak ifade etmese de artık, fiilen öyle bir kavrayışa ulaşır. İnsan sadece totemi yaratmamıştır, aynı zamanda, insan, totem, yani ilkel komünün Allah’ı, (üstyapısı-dini) tarafından yaratılmıştır. Ama Kıvılcımlı bunu böyle bir bağlamda değil, hala felsefi, varlık düşünce, bağlamında ifade eder. İnsan sadece Allah’ı yaratmamış, bizzat kendisi de Allah tarafından yaratılmıştır. Tabii bu Allah, Allah’a inananların dediği Allah değil, İnsanın toplum anlamında yarattığı soyutlamadır, totemdir. Böylece o idealizm, materyalizm kavgası gibi görünen; daha sonra Aydınlanma tarafından Allah’ı insanın yarattığı biçiminde ifade edilen, çelişki diyalektik bir biçimde çözümünü bulur. İnsan sadece Allah’ı ve tanrıları yaratmamış, bizzat kendisi tanrılar
11
Bu kitap da İnternet’te şu adreste bulunmaktadır: http://www.comlink.de/demir/kivilcim/eserler/osman1.htm
12
http://www.comlink.de/demir/kivilcim/eserler/osman2.htm
78
tarafından yaratılmıştır. Çok daha derin anlamda, insan tanrıları yarattığı gibi, kendisi de tanrılar tarafından yaratılmıştır. Kendisinden okuyalım: “ ‘Allah’ı doğru dürüst çağrışımız şunun şurası Hz. Muhammed'den beridir. Oysa ilk Allahlar, insanlığın neredeyse doğuşundan beridir. Ve değişe gelirler. 1- Demek bir kutsallaştırma prosesi söz konusudur. Totemizm'e kadar uzanır. İnsan toplumu, içinde doğup geliştiği evreni yorumlamayı bile düşünemeden, doğrudan doğruya doğanın çocuğu olarak geliştiği anda kendisini kutsallaştırma gidişinin beşiğinde bulmuştur. Ama yine de, insanın düşünmeden tasarlamadan yaşadığı bu kutsallaştırma davranışı totemcilik, kendi evriminin veya evreninin kendiliğinden yorumunu içermiştir. İnsan toplumunun ilk totem tanrıları: Ağaçlar ve hayvanlar, insanın nereden geldiğinin ölümsüz belgeleri olmuşlardır. Totemizm ataya inanç dini sayılır.” 13 Ve biraz aşağıda şöyle devam eder: “Önce insan toplumu vardır. Allah insan toplumundan çıktı. Sonra insan, Allah'tan yaratıldı gibi oldu. Allah'ı insan yarattığı halde, insanı yaratanın Allah olduğu sanıldı. Neden? ”Bu sanmanın altında bir gerçeklik: doğa ve insan determinizminin payını aramamalı mı? "Herşeyi insan yarattı" dersek insanı ne veya kim yarattı diye sormamız gerekmiyor mu? İlk totem tanrı bu denli önemlidir. Doğaya uzanır. "İnsanı insan yarattı" sözünde de bir gerçeklik payı var elbette. Ama yine de bu bir kısır döngü olmaz mı? "Doğal eleşim" yasası bu denli önemlidir. Genel maddeciler için Allah'ı insanın yarattığı su götürmez bir gerçekliktir. Ama "İnsan nasıl oldu da Allah'ı yarattı?" sorusuna yeterli cevap arandığı hele hele bulunduğu söylenemez, ikincisi: Allah'ı insan yarattıysa (burada rol oynayan sosyal ve zihinsel - psikolojik mekanizmaların ne olduğu bir yana) "İnsanı kimin ya da neyin yarattığı" sorusuna yeterli cevap arandığı, hele hele bulunduğu söylenebilir mi? Buna da göğsümüzü gere gere evet diyemeyiz. "İşte şu kadar zamandır Darvinizm, şu kadar zamandır Marksizm maddecilik alanında çarpışıyor yetmez mi? denecek elbette... Ancak ne Darvinizm Marksizmle ve Marksizm Darvinizm ile sentez olmayı bıraktık, sentez olma savaşını dürüstçe yalın kılınç başlatmış sayılmazlar. Bu da hoş görülebilir ise de, bunsuz yani sentez olmaksızın yukarıda andığımız soruların cevaplarını doyurucu ölçülerde arayıp bulamayız. Belki buna vakit var, diyebiliriz. Ama ne Darvinizm ne de Marksizm kendi içlerinde kendi mantık buluş teori silsilelerini (daima yükselerek ilerleyen ve bir tek senteze ulaşan gelişimlerini) tamamlamış sayılmazlar. Elbette bu alanda da savaşlar veriliyor. Darvinizm somut bitki-hayvan genelliğinden somut hücre mikro biyolojisine girdi. Marksizm, kendince her yandan her şeyle meşgul pozlarını verse de, bilebildiğimiz kadarıyla bu savaşta Darvinizm'den çok daha geri kaldı. Marks'ın ve Engels'in mantık buluş teori silsilesi bile kavranıp ilerletilemedi. Teorik tapınç hecmeleri (krizcil atakları) içinde teoriye dokunulmaz kutsal tabu kalındı. Biz yıllar yılı bu boşluğu doldurma savaşı içinde olduk. 13
http://www.comlink.de/demir/kivilcim/eserler/apk.htm#Tarih%20Tezi%20Işığında
79
Konu, çok genlikli hatta denebilir ki nükleer verimlilikte oldu. Çünkü maddenin parçalanabilir en küçük parçası Atom'un parçalanış kanunları gibi, canlının en küçük parçası Hücre çekirdeğinin gidiş kanunları gibi, toplumun en küçük parçası Komün'ün parçalanış kanunları üzerinde duruluyordu. Barbar (Komün) insanın işlenmemiş ilk temel cevher filiziydi. O ilk cevher filizinin medeniyetlere çözülüş kanunları veya barbarlarla medenilerin kıyasıya dövüş diyalektiği hemen bütün tarihin gidişini yakalamamıza yardım ediyordu. İnsanlık tarihi, toplum biçimlerinin gelişim tarihidir. Ve bu gidiş ister istemez, tıpkı fizik ve biyoloji kanunları benzeri kanunlara uyar. Bunda şaşılacak bir yan arayışımız, olabildiğine esnek olan sosyal olayların içinde kanunların seçilemez oluşundan ve onları yaşamaktan seçmeye vakit ayırma gücünü bulamayışımızdandır. Hatta o gücü bulanların bile bu yolda sık sık yenik düşmelerinden; yolun sarp oluşundandır” Kıvılcımcılı, komünü ele alırken, onu kendiliğinden tümüyle üstyapı olarak ele almaya başlamıştır14, bunun “nice verimli” olduğunu15 görmekte, bunu göremediği için özeleştiri yapmaktadır16. Fakat, bütün bunlara rağmen Kıvılcımlı, Kıvılcımlı’nın şahsında Marksizm veya Tarihsel Maddecilik, bir türlü gereken sıçramayı yapamaz. Çünkü dinin özele, düşünce dünyasına ait olduğu anlayışının damgasından; yani şu milliyetçiliğin, şu kapitalizmin dininin anlayışından kurtulamamaktadır; doğuşundaki laneti üzerinde taşımaktadır. Dini epistemolojik düzeyde, bilim ve inanç bağlamında; ontolojik düzeyde, yani hayatın anlamı var oluşun temel sorunları anlamında tartışmaktadır. En ileri gittiği noktada bile metodoloji düzeyinde, ideoloji düzeyinde, haydi haydi hukuk düzeyinde tartışmaktadır. Dinin tümüyle üstyapı olduğu anlaşılamadığı için, bir türlü modern toplumun dini yani üstyapısı nedir diye sorulamamakta, ulusun ve ulusçuluğun sırrına erişememektedir. Böylece din üzerine bütün Marksist yazın, bütün ilerlemelere ve kabuğu zorlamasına rağmen, modern toplumun dininin, burjuvazinin dininin din anlayışının bir savunusu olmayı aşamaz. Kendisine karşı savaş verdiği sistemin ve sınıfın dayandığı ideolojinin ve ayrımların bilinçsiz bir savunucusu olur. Böylece Marksizm, başlangıçtaki o devrimci özünü de yitirip tümüyle burjuva ideoloji ve politikasının bir aracına dönüşür. Doğuştaki bünyeye yabancı kanser hücreleri, gelişmiş ve tüm organizmayı öldürmüş, onun yerine geçmiştir. Hem de en gerici biçiminin.
14
“Komün top yekün tek bir organizmadır” (Komün Gücü, s. 188);
15
Biraz aşağıda şöyle yazıyor:
“Ancak bu yol sanılan ve umulandan çok daha verimlidir. Sadece toplum biçimlerinin gelişim kanunlarını vermez; din gibi kültürel hukuksal sanatsal edebi zihinsel proseslerin peçelerini de kaldırıp gerçek yüzlerini eleştirerek bu gelişim kanunları uyarınca gereken atılımlara yol gösterici olabilir yenilerini temellendirebiliriz.” 16
“Yıllardır, duraksız ve her vesileyle üzerine eğildiğimiz bir konu olduğu halde; komün’ün bile elemanlarını ayrıntılarına girerek tasnif etmeye; herbir elemanı daha alt elemanlara ayırmaya-iç bağlantılarını kurmaya çalıştığımız halde, ana sentezi özden kaçırdığımızı ve bunu da gayet doğal olarak olarak binyıllardır şuur altımıza bastırmış olduğumuz için yaptığımızı şaşırarak tespit ettik.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Komün Gücü, s.190)
80
Her dinin, yani üst yapının bir devimci bir de gerici dönemi vardır. En iyi bildiğimiz İslam tarihini örnek alırsak, Muhammet veya Ergin Halifeler devrinin İslam’ı ile, Uygarlıkları ele geçirmiş ve kendisi bir uygarlığın üstyapısı olmuş, örneğin Emeviler veya Abbasiler döneminin İslam’ı arasında dağlar kadar fark vardır. Biri devrimci diğeri gericidir. Burjuvazinin dini de, ilk ortaya çıktığı zaman, devrimci dönemini yaşarken, dini özel diye tanımlayarak, ulusu tanımlarken yurttaşlık haklarına dayanırken, yani ulusu dile, soya, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlamazken; gericileştiği dönemde, ulusu giderek soya, dine, dile, etniye, kana, ırka, kültüre göre tanımlamaya başlar. Marksizm başlangıçta Demokratik Cumhuriyet biçiminde ifadesini bulan asgari programla bu modern toplumun devrimci döneminin dinini savunurken, bir din ve ulus teorisi olmadığından, modern toplumun dininin ve ulusçuluğun kendisini hiç sorgulayamadığından, yani bir teorisi olmadığından, zamanla kendi öznel niyetlerinin aksine bu dinin en gerici biçiminin bir savunucusu olur. Bu en açık ifadesini, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” denen ilkede bulur. Bu ilke, egemen ulusun sosyalistlerince savunulduğunda, politik olarak egemen ulusun veya devletin baskısına karşı ilerici bir anlam taşımakla birlikte, ulusun neye göre tanımlandığı sorusuna cevap vermediği için, giderek ideolojik olarak bizzat kana; dile, soya, dine göre tanımlanmış ulusçuluğu desteklemek olur. Yapılan artık ulusun tanımından dil, din, soy, ırk, etninin dışlanarak, dilsel, dinsel, etnik, kültürel, “ırksal” baskıya son verilmesi; yani burjuvazinin devrimci döneminin dininin anlayışının savunusu değil, gerici döneminin anlayışının savunusudur. Böylece, Marksistler modern toplumun dininin doğuştaki devrimci biçiminin, demokratik ve cumhuriyetçi biçiminin değil, en gerici biçiminin savunucuları haline gelirler. Kıvılcımlı, Troçki ve Lenin gibi büyük Marksistler bile, başlangıçtaki günahın bu lanetinden kurtulamazlar. Örneğin, Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye kitap yazar. Kitabın konusu yüzlerce yıl önceki Şamanizm, İslamiyet gibi dinler olmasına rağmen ve o zamanlar bu gün anladığımız anlamda Türk diye bir şey olmamasına rağmen, bu Türk kavramı, bütünüyle ulusçuluğun yarattığı tarihin bir ürünü olmasına rağmen, bunu olduğu gibi kabul ederek, “Türk Toplumu”ndan söz etmekte hiçbir sorun görmez. Devrimci dönemin ulusçuluğu bir tarihe gereksinim duymuyordu. İlk ulusun, Amerika’nın bir tarihe ihtiyacı yoktu bir ulus olmak için, bir etniye, bir dile vs. ihtiyacı olmadığı gibi. Fransız devrimi, Fransız ulusunun köklerini Frank krallığının tarihinde değil devrimde ve devrim günlerinde buluyordu. Ulus, tarihe karşı olarak ortaya çıkmıştı. Ama gerici dönemin etniye, dile, soya, kana dayanan ulusçuluğu, tarihi de ulusların tarihi haline getirmiştir. Ve işte, Kıvılcımlı gibi bir Marksist bile, niyeti ne olursa olsun, hatta Türk derken, ilkel sosyalizmi, Komünü kastetsin, tarihe bu gerici ulusçuluğun yarattığı tarihin kavramlarıyla bakmakta, o tarihte bir yanda “din” bir yanda “Türkler” görmektedir. Yani uluslar ve onların tarih boyunca farklı dinleri türünde bir tarih tasavvurunu farkına varmadan savunmaktadır. Halbuki, “din” var ise, bu ister Şamanizm ister İslam olsun, ulus yoktu. Ulus varsa din yoktu. Yani “din” ve “Türk Toplumu” bir arada ayrı şeyler, karşılıklı ilişki içindeki şeyler 81
olamazdı. Çünkü “Türk Toplumu”nun kendisi bir dindi. “Dinin Türk Toplumuna Etkisi”, “dinin dine etkisi” veya “modern topumun din dediğinin, modern toplumun dinine etkisi” anlamına gelebilirdi. Elbette bu da önemli bir inceleme konusudur ama onun ele aldığı bu değildi ve bunu anlayamıyordu. Hasılı modern toplumun dininin bir teorisinin olmaması, onun kapitalizm öncesi toplumun dininin ne olduğunu anlamasını da engelliyor ve bu kanaldan Marksizm, burjuva ideolojisi tarafından teslim alınıyor; modern toplumun dinin en gerici biçimlerinin bir savunucusuna dönüşüyor ve tüm yaratıcılığını yitiriyordu. Kıvılcımlı bunun trajik sonuçlarından sadece biriydi.
82
Tarihsel Maddecilikte Yapı ve Özne Sorunu Kıvılcımlı'nın Katkıları ve Eleştirisi (Uzun Versiyon)
Sorun veya Konu Konumuz, Toplumsal Evrim dolayısıyla da Devrimler. Bu evrimin ve devrimlerin mekanizmalarının anlaşılması, bunların özüne daha derinden nüfuz etmeyi sağlayacak kavramsal araçlar. Marksizm’in bunları açıklarken kullandığı iki kavram sisteminin aralarındaki farklar ve çelişkiler. Ve bu çelişkiyi aşmak için yapılmış girişimler. Bunların başarısızlığı ve bu başarısızlığın nedenleri. Hemen görüleceği gibi, kısaca Marksizm de denen, Marksistler tarafından da Tarihsel Maddecilik diye de adlandırılan, Diyalektik Sosyoloji'nin, diyalektik olmayan bir sosyoloji de sosyoloji olmayacağından, Sosyolojinin en temel, tüm binanın üzerinde yükseldiği kavramlarıdır konumuz, daha kategorik bir ifadeyle Metodolojidir. Marksizm’in temelini oluşturan, adeta onun doğum çığlığı olan iki alıntı ile başlayalım. Ki bu iki alıntının konusu da tamı tamına bu toplumsal evrimin ve devrimlerin mekanizmalarıdır. Biri Tarihsel Maddeciliğin bir açıklaması (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz), diğeri bir uygulaması (Komünist Manifesto) olan bu iki metin, toplumsal değişmenin mekanizmasını; Toplumsal Devrim denen aynı olguyu ele alırlar ama bunu farklı kavram sistemleriyle ve önermelerle açıklarlar: Teorinin bir açıklaması olan Önsöz'de devrimlerin mekanizması şöyle anlatılır: "Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder." Teorinin bu açıklamasının içinden çıktığı tarihe bir uygulaması, aynı zamanda bir dökümü ve programatik sonucu olan Manifesto'da ise devrimler şöyle ele alınır: "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir."
Önsöz ve Manifesto Arasındaki Farklar Bu iki çok temel açıklama üzerinde biraz dikkatlice durulursu, bu iki açıklamanın farklı 83
kavram sistemlerine dayandığı görülür. Önsöz devrimleri üretici güçlerin üretim ilişkileriyle; Manifesto sınıfların çelişkisiyle açıklamaktadır. Önsöz'de devrimlere yol açan Üretici Güçler ve onlardaki gelişme ve bunun üretim ilişkileriyle çelişkisidir; Manifesto'da ise Sınıfların arasındaki mücadeledir. Önsöz'de devrimlere yol açan: Üretici Güçlerdir, Manifesto'da Sınıflar. Önsöz, devrimleri Yapısal kavramlarla açıklamaktadır; Manifesto ise Öznelerle. Önsöz'de Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri veya Altyapı ve Üstyapı arasında, bir öncelik sonralık ilişkisi ve bu ilişkinin değişimi, yani gelişimin koşullarıyken engel haline gelme söz konusudur. Ama sınıfların ilişkisi böyle değildir. Onlar birbirinin var oluş koşuludurlar ve aralarında bir öncelik sonralık ilişkisi, bu ilişkinin değişimi yoktur, sınıflar arasındaki çelişkinin mahiyeti böyle değildir.
Farkların Çelişik Sonuçları Toplumsal devrimleri ele alan bu farklı kavramlar, bu farklı açıklama ilkeleri veya "paradigmalar" farklı sonuçlara da yol açarlar. Önsöz'deki üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkisinden, açık uçlu bir gidiş, yani devrim kadar bir çöküş olasılığı da çıkmaz, zaten tam bu nedenle de Önsöz'de böyle bir olasılıktan söz edilmez. Ama Manifesto'daki sınıflar çatışmasından, çatışanların toplu bir çöküşü, yani açık uçlu bir tarih, devrim kadar çöküş de çıkar ve tam bu nedenle de toplu çöküşten de söz edilir Manifesto'daki ilk satırlarda. Önsöz'den, pekala sınıfsız toplumlarda da devrimler olacağı sonucu çıkar, çünkü Üretici Güçler sınıfsız toplumlarda da gelişir ve değişirler, bundan normal olarak böyle bir sonuç çıkması gerekir. Ama Manifesto'dan sınıfsız toplumlarda devrimler olacağı sonucu çıkarılamaz, çünkü sınıflar yoktur. Yani Manifesto'da Devrimleri açıklamakta kullanılan özneler, sınıflar, devrimleri yapacak özne yoktur sınıfsız toplumlarda. Bu çelişki ve farklar, metinlerin karakterinden, yani birinin teoriyi açıklayan, diğerinin uygulayan metinlere ait olmalarından doğmamaktadır. Öyle olsaydı ortada farklı kavram sistemleri ve sonuçlar bulunmazdı. Açıktır ki bu iki metin, iki paradigma, iki açıklama arasında bir uyum yoktur ve belli bir çelişki vardır. Ve bu çelişkinin veya çelişki gibi görünenin, ortadan kaldırılması için en azından bu iki paradigma, bu iki kavram sistemi, bu iki açıklama arasındaki ilişkinin bir bağının kurulması, bir açıklaması gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, Üretici Güçlere dayanan açıklama ile Sınıflara dayanan açıklama, daha kategorik bir ifadeyle, toplumsal evrimi Yapı ve Özne kategorileriyle açıklama arasındaki bağ veya özdeşlik belli önermelerle açıklığa kavuşturulmalıdır. Ama bu çelişki, gerçeğin sadece bir yanıdır. 84
Çünkü bu çelişik ve farklı sonuçlara yol açan kavram sistemleri, belli dönemlere ilişkin olarak, her biri aynı zamanda kendine göre iç tutarlılığı olan açıklamalar da sunmaktadır ya da en azından öyle görünmektedir. İkisinde de gerçeği daha derinden kavramayı sağlayan bir yan vardır. Dolayısıyla bunlar öyle kolayca bir yana da atılamazlar. Bu nedenle bu yapı ve özne paradigmalarını veya bu farklı açıklama ilkelerini uzlaştırma girişimleri neredeyse Marksizm’in tüm tarihine damgasını vurmuştur. Aslında yapılması gereken, bu iki paradigmayı da aşan; ve aynı zamanda bu çelişki ve uyumsuzlukları çözecek daha genel, daha geniş ve kapsayıcı bir kavram sistemine ulaşmak olduğunu gösterir.
Sorunu Kavramak İçin bir Analoji: Kuantum ve Relativite Kuramları Bu çelişkiyi ya da uyumsuzluğu ve yapılması gerekeni, eksik olanı, daha iyi kavrayabilmek için Fizik bilimi bize uygun bir analoji sunar. Bilindiği gibi, Modern Fizik, yani "Standart Teori", iki temel büyük teorik tabana sahiptir. Biri atom altı alemde son derece tutarlı ve doyurucu açıklamalar sunan ve deneylerle kanıtlanabilen Kuantum Kuramı, diğeri, büyük alan ve kütlelerde aynı şekilde hem kanıtlanabilen ve hem de doğru öngörüler yapma olanağı sunan Genel Görecelik Kuramı. Ne var ki, bu iki kuram, aynı kavram sistemi içinde birleşmiş değildir. Modern fiziğin bütün çabası, bu iki teorik sistemi de içinde birleştiren ve kapsayan, eski deyimiyle bir "Birleşik Alanlar Kuramı" veya daha yeni ve moda deyimiyle "Evren Formülü"ne ulaşabilmektir. Bu uyumsuzluğu ve eksikliği ciddi fizikçilerin hepsi teslim etmekte ve sorunu koymuş bulunmaktadırlar. Bunu esas olarak, dört temel kuvvetin varlığını bir tek tözde açıklayan bir teoriyle çözebileceklerini düşünmektedirler. Bunun için deneysel olarak daha büyük enerjili hızlandırıcılar ve daha hassas teleskoplarla veya teorik olarak da matematik modellerle (örneğin String teorileri) araştırmalar sürmektedir. İşte Marksizm’in ihtiyacı olan da, bu farklı açıklama ilkelerini bir tek açıklama ilkesinde toparlamak; "Evren Formülü" sözlerini bir metafor olarak kullanırsak, böyle bir "Toplum Formülü"ne ulaşmaktır. Ne var ki, Marksizm’e gelince, yani Toplum Bilimine, bırakalım sorunun çözümünün aranmasını ve bunun için farklı yöntemlerin kullanılmasını, böyle bir çelişkinin varlığının kabulü bile görülmemektedir. Muhtemelen bu satırları okuyanlar ve Manifesto ile Önsöz arasında, Tarihi ve Devrimleri farklı kategorilerle açıklayan bir çelişki bulunduğuna ve bunların bir kavram sistemi içinde birleşmiş olmadığına ilişkin bu satırları görünce, bu satırların yazarının aklını oynattığını düşünebilirler. Marksistler sorunun adını koymamışlardır ve bilincinde değildirler ama suda yaşayıp da suda yaşadığını bilmeyen balıklar gibi, bilinçsizce yaptıkları hep bu çelişkiyi aşma çabasından başka bir şey de değildir.
85
Bu çelişki ve sorun, doğduğu andan beri, yüz elli yıldır; ama özellikle ikinci dünya savaşından sonraki dönemde, Marksistleri meşgul etmekte, adını koymadan bu çelişkiyi çözme ve bu çelişkiden kurtulma girişimleri bulunmaktadır. Denebilir ki yaratıcı ve eleştirel Marksizm’in teorik ve kavramsal iç tutarlılık geleneğini sürdüren tüm çabalar, bu sorun üzerinde yoğunlaşmıştır. Ama bunun bilincinde olmadan. İşte Kıvılcımlının tüm teorik çabası da, Yapı ve Özne sorunu olarak tanımladığımız bu sorunu, bu çelişkiyi, bu uyumsuzluğu adını koymadan aşma çabasından başka bir şey değildir.
Marks'ta Üretici Güçler ve Devrimci Sınıf İlişkisinin Kuruluşu Üretici Güçler analitik bir kavramdır, bu kavramlar ayaklanıp devrimleri yapmadıklarına ve yapamayacaklarına göre, en azından Üretici Güçlerin belli bir grup insanın varlığında ve eyleminde ete kemiğe bürünüp devrimlerin öznesi olarak ortaya çıkması gerekir. Ama belli bir grup insan, diyelim ki bunlar, ima edildiği veya anlaşıldığı gibi genel olarak alt sınıflar veya özel olarak İşçi Sınıfı olsun, niçin ve nasıl olup da üretici güçlerin çelişkisini çözecek, onun adına iş görecek vekiller haline gelmektedirler? Ya da bu sorun tersinden şöyle ifade edilebilir: Üretici güçler, hangi mekanizmayla devrimci sınıfın varlığında bir özne olarak ortaya çıkmaktadır ve bu çıkış iç tutarlılığı olan hangi kavramlar aracılığıyla açıklanabilir? Yapı ve Özne paradigmaları arasındaki bu farkı, bu gerilimi Marks, Devrimci sınıfın kendisinin en büyük üretici güç olduğu önermesiyle aşar ya da aşmaya çalışır. Yani Devrimci Sınıf bizzat kendisi bir Üretici Güçtür de ondan. Marks bu özdeşliği Felsefenin Sefaleti'ndeki şu satırlarla ifade der: "Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: Daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte varolamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: Eski Toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir." Bu satırlarda devrimi yapacak güç olan işçi sınıfı ile üretici güçler arasında bir özdeşlik kurulduğu çok açıktır. Gerçekten de 19. Yüzyılda Tekniğin gelişmesine paralel olarak bizzat onu kullanan ve onunla birlikte gelişen ve de aynı zamanda üretici olan sınıfın aynı zamanda en büyük üretici güç olduğu önermesi gerçeğe tıpatıp uyuyor görünüyordu. Böylece de Yapı ve Özne sorunu arasındaki bağlantı sorunsuz olarak çözülmüş görünüyor ve bir sorun olarak ortaya çıkmıyordu.
86
Marks'ın Açıklamasının Sorunları Ancak o zaman bile, biraz bir akıl yürütmeyle ortaya çıkabilecek şu sorular vardı, insanlar bu soruları sormasa da: Modern tarihten bir sorunu zikredelim. Elbette, özne, yani Devrimci Sınıf kendisi de bizzat üretici, aynı zamanda o tekniğin ürünü olan İşçi Sınıfı ise sorun yoktur ama Burjuvazi de bir dönem devrimci bir sınıftı, o zaman burjuvazi de, en büyük sıfatını bir yana bırakalım, "Üretici Güç" müydü ki devrimci sınıf oluyordu? Çünkü Marks'ın formülasyonu, yani "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: Eski Toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir" önermesi aynen burjuvaziye de denk düşer. Marks'ın önermesinden burjuvazinin de bir devrimci sınıf olduğu dönemde bir "Üretici güç" olduğu sonucu çıkar normal olarak. Eğer öyle idiyse, devrimci sınıf ya da en büyük üretici güç olmanın, üretici bir sınıf olmakla ilgisi olmaması gerekir. O zaman nedir devrimci sınıfı en büyük üretici güç yapan? Kaldı ki bir sınıf nasıl olabilir de var oluşunun bir döneminde üretici güç olur da sonra olmayabilir. Bu da ayrıca bir tutarsızlıktır. Görüldüğü gibi, bırakalım sınıfsız toplumlar tarihini ya da Kapitalizm öncesi uygarlıklar tarihini bir yana, modern tarihte bile, Marks'ın döneminde doyurucu bir açıklama ve bağlantı gibi görünse bile, burjuvazide ve burjuva devrimlerinde bu özne ve yapı özdeşliğini kurmak kolay olmamaktadır. Ama sorular ve çelişkiler, tüm insanlık tarihi göz önüne alındığında daha da aşılmaz olarak ortaya çıkar. Sınıfsız toplumlarda da devrimler, yani eski üretici güçler ve dolayısıyla üretim ilişkileri, iktisadi ilişkiler seviyesine dayanan üstyapının toptan değişimleri vardır. Örneğin avcılık ve toplayıcılıktan neolitiğe geçiş, bir sınıfsız toplumdan diğerine geçiştir, avcılık ve toplayıcılığa dayanan bir kıtlık ekonomisinden, bitki ve hayvanların ehlileştirildiği nispi bir bolluk ekonomisine geçiştir. Bu geçişle birlikte, tüm toplumun üstyapısı da değişmiştir. Örneğin Kurban Bayramı bu devrimin kutlanması ve kalıntısıdır. Avcılık ve toplayıcılığın kıtlığının çocuk kurbanından neolitiğin nispi bolluğunun hayvan kurbanına geçiştir. Ama eğer öyle ise Sınıflar olmadığına göre bu geçişin öznesi nedir? Sınıflar olmadan da bu geçişler olabiliyorsa, niçin sınıflı toplumlarda sınıflar olmaktadır bu özne? Ya da sınıflı toplumlarda gerçekten özne sınıflar mıdır? Özetle sınıfsız toplumlardaki devrimlerde, yapı ve özne özdeşliğini kurmak kolay değildir. Çünkü özne yoktur, sınıf yoktur ki devrimci sınıf olsun. Antik tarihten bir örnek verilebilir. Antik Tarihte devrimleri yapanlar üretici olan köylüler ya da serfler veya köleler değildir ve hiçbir zaman olmamıştır. Eğer bunlar "barbarlar" ise, bu nasıl açıklanacaktır? Haydi burjuvazi ve İşçi sınıfı da üretici güçlerin gelişmişliğinin ortaya çıkardığı sınıflardı diyelim buradan devrimci özne ve üretici güç özdeşliğinin çelişkiyi kurtarılabileceğini varsayalım. Sınıfsız toplumlardaki devrimler için de, devrimin üst yapının kökten değişmesi anlamını bir yana bırakıp bir sınıftan diğer sınıfa iktidarın geçmesi olarak 87
anlayalım ve sınıfsız toplumlarda devrimler olmamıştı diye geçiştirelim. Ama antik tarihte devrimleri yapan barbarlar, daha geri bir üretim ilişkisini ve üretici güçlerin daha geri bir düzeyini temsil ederler. Ayrıca kandaş sınıfsız toplumu ve ona yakınlığı. O zaman bu nasıl açıklanacak? Ve bütün bu ortak hiçbir karakter göstermeyen özneler nasıl hangi kavramlar aracılığıyla üretici güçlerin yani yapının bir öğesinin bir özne haline gelmesi olarak açıklanabilecek? Kaldı ki, Antik Tarih'te sorun aslında çok daha da karmaşıktır. Neolotik Devrim ve Sanayi devrimi arasında Üretici Güçler neredeyse hiç gelişmemiştir, ama bu gelişmemeye rağmen devrimler gerçekleşmiştir. O zaman üretici Güçlerin Gelişimi ile Devrim nasıl birbirine bağlanacaktır? Görüldüğü gibi, Manifesto ve Önsöz, diğer ifadeyle Özne ve Yapı paradigmaları, Tarihsel Maddeciliğin daha doğarken ilk çığlığında ifadesini bu farklı ilkeler, buraya kadar sadece tadımlık olarak değinilen çok temel ve aşılmaz gibi görünen sorunları ortaya çıkarmaktadır.
Yapı ve Özne Sorunuyla Modern Tarihteki Karşılaşmalar Ama Kıvılcımlı'ya geçmeden önce bu sorunla özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra yapılan karşılaşmalar konusunda bir iki değinme yapılabilir. 19. Yüzyılda işçi hareketi ve Marksizm, yaygınlığı Batı ile sınırlı olduğu sürece; Tarih de Avrupa tarihi ile ve esas olarak modern tarih ve toplumsal ilişkilerle sınırlı olduğu sürece, bu çelişkiyi görmek hem zordu hem de Marks'ın bu Yapı ve Özne arasındaki ilişkiyi kurmak için söyledikleri tatmin edici bir cevap sunar görünüyordu. Batı ve Modern tarih söz konusu olduğunda, İşçi Sınıfı ile Üretici Güçler kavramı, yani Yapı ve Özne arasındaki ilişki kolayca kurulabilir bir görünümdeydi. Devrimci sınıf olan işçiler bizzat modern üretim sürecinin içinde yer alıyorlardı, bizzat onun ürünüydüler ve dolayısıyla aynı zamanda bir Üretici Güçtüler. Böylece Üretici Güçler kendisi de bir üretici güç olan İşçi Sınıfı aracılığıyla bir özne olarak ortaya çıkar görünüyordu. Yani Yapı ve Özne paradigmaları, aynı gerçekliğin iki farklı yanı gibi görünüyordu, İşçi Sınıfının hem “Devrimci Sınıf” ve hem de “en büyük Üretici Güç” olmasından dolayı. Tarih de bu eşitliği doğrular görünüyordu ta İkinci Dünya Savaşı'na kadar. İşçi hareketi Avrupa ve Amerika ile sınırlıydı, üretici güçler ve işçi sınıfı birlikte gelişiyorlardı. Birbiri ardınca İşçi hareketleri, örgütleri partileri ortaya çıkıyor, büyüyor ve toplumdaki en radikal değişim özlemlerini onlar dile getiriyorlardı. Ancak İkinci Dünya savaşından sonra bu resim değişmeye başladı hatta tam tersi bir durum ortaya çıktı. Artık Kapitalizmin üretici güçlerin gelişim düzeyi için bir engel olduğu açık olarak ortaya çıkmasına rağmen ve en büyük üretici güç olan devrimci sınıf yani işçi sınıfı var olmasına ve örgütlü olmasına rağmen, ne bu sınıf devrimcilik yapıyor ne de devrimler oluyordu. Buna 88
karşılık devrimci hareketler, köylü ve ulusal kurtuluş hareketleri olarak Üçüncü Dünyaya kayıyordu. Bu durum ister istemez Marksist teoride ciddi bir bunalıma yol açtı. Özne ve Yapı ilişkisi ve özdeşliği eskisi kadar kolayca kurulamıyordu artık. Evet Üretici güçler gelişmişti ve ilişkilere sığmıyordu ama “en büyük üretici güç” olan İşçi Sınıfı bu güçlerin özne hali, davranması gerektiği gibi davranmıyordu.
Troçkizm – Klasik Marksizm Bu bunalıma Troçkizm diye bilinen klasik Marksist gelenek, klasik Marksist geleneğin kavramsal araçlarıyla, "öznel koşullar" la bir açıklama sunuyordu. Avrupa'da geri bir ülkede (Rusya) devrim olması, bu devrim yayılamayıp tecrit olunca, tam da üretici güçlerin geriliği durumunda sosyalizm olamayacağı, Marks'ın dediği gibi bütün pislikler geri döndüğü için Sovyetlerin bürokratik yozlaşmaya uğraması ve bu yozlaşmanın da Üçüncü Enternasyonal ve Ekim devriminin etkisi ve prestiji ile bütün dünya işçi hareketini öznel olarak felç etmesi şeklinde bir açıklama getiriyordu. Bu açıklamaya göre de sorun öznel koşullarla ilgiliydi. Sorun bu öznel zaafın aşılması olarak koyuluyor ve yapı ve özne sorunları kendi içinde az çok tutarlı olan bu açıklamanın ufku dışında kalıyordu. Bu açıklamanın gücü, bir bakıma tam da güçsüzlüğünün, en temel sorunlardaki körlüğünün ve onları gündem dışında tutuşunun nedeni olarak ortaya çıkıyordu.
Merkez ve Çevre veya Üçüncü Dünyacılık veya "Dörtlü Çete" Bir diğer gelenek yine bu dönemde "Üçüncü Dünyacılık" biçiminde oluştu. Devrimci hareketlerin geri ülkelere ve sömürgelere kayması sonucu bu öznelerin yapı ile ilişkisinin nasıl kurulacağı sorununu gündeme getiriyor ve bunlar, ekonominin dolayımıyla, kapitalist sistemi bir merkez ve çevre çelişkisi içinde ele alarak, Özne'yi, yani Üçüncü Dünyadaki Hareketleri, Yapı'ya bağlamaya çalıştılar. Son duruşmada bu bağı ekonomi; ve onun da temelinde yoksulluk, sömürü ve baskı üzerinden kurmaya çalıştılar. Ama bunların hiç de bu bağı kurmaya yetmediği, yoksulluk, sömürü ve baskının bütün sınıflı toplum tarihinde görüldüğü, bu açıklama çabasının en zayıf yeriydi.
Yapısalcılık Avrupa'da ise, İşçi Sınıfının devrimcilik gösterememesinin ortaya çıkardığı hayal kırıklığı ve bunalım, özne tarihten çıkarılarak, bu kategori reddedilerek, yapısalcılığa geçilerek çözülmeye çalışıldı. Türkiye'de de Küçük burjuva devrimciliğinin kendisinde büyük bir keramet bulduğu, Kapital'i
89
okumadan "Kapitali Okumak" diye kitap yazan Althusser'in "Tarihin öznesi yoktur" önermesi, Marks her ne kadar Tarihin değil de devrimlerin özneleri ile meşgul idiyse de, bu geçiş ve sorun karşısında teslim bayrağını çekişin bir sembolü olarak görülebilir. Bu akımın evriminin; özneyi tarihten silişinin, yani yapısalcılığın, nasıl bir öznelciliğe evrimleşip çölde yok olan bir akarsu gibi buharlaştığı, Perry Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı eserinde etraflıca anlatılmaktadır.
Post Marksizm Ancak tarihin ince alayı öyledir ki, öznenin yok edilerek sorunun çözümünün arandığı noktada ortalığı özneler kapladı. İşçi Sınıfı ortalıkta yoktu ama Kadın Hareketi, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Siyah Hareketleri, Ekoloji Hareketleri, Barış Hareketleri gibi, üretim süreçleriyle doğrudan ilişkisi olmayan, sınıfların aksine üretim ilişkileri içindeki konumlarına göre ortaya çıkmayan özneler ortalığı kapladı. İşçi sınıfı her hangi bir devrimcilik gösteremez, Keynezyanizmi savunmakla uğraşırken, bu "Yeni Sosyal Hareketler" çok radikal bir çıkış gösteriyorlardı. Peki o zaman bu nasıl açıklanacaktı? İşçi Sınıfının kendisi de bir üretici güçtü ve o zaman özne ve yapı arasındaki ilişkiyi kurmak kolay olabiliyordu. Şimdi bu öznelerin varlığını yapıya, üretici güçlere bağlamak nasıl mümkün olacaktı? Bu yöndeki çabalar genellikle Post Marksizm biçiminde Marksizm’in terki ile sonuçlandı. Bu yöndeki son çabalardan birini, bunların son silik yankısını, belki de kuğu çığlığını, Negri'nin “Çokluk” unda görüyoruz. Ama tıpkı Yapısalcıların Özneyi yok ettikleri yerde tarihin ince bir alayıyla ortalığı özneler kapladıysa; Negri'nin bu ortalığı kaplamış öznelere "Çokluk" dediği yerde bir yokluk ortalığı kapladı. Ama bu yokluğa da Politik İslam veya Ulusal Çatışmaların varlığı damgasını vuruyordu veya bunların varlığı o yokluğun öteki yüzüydü.
Teoriye İlgisizlik ve Problemin bilinçlerden Kayboluşu Ama bu arada zaten Duvar yıkıldığından beri artık Marksist teorinin de bir yeri kalmadığından, bu sorunları tartışacak ve ortaya koyacak kimse de kalmadı. Bunu tartışacak insanların ve bu insanlara yön verecek bir sosyal hareketin olmaması bu sorunlar olmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Ama somut durum buydu. Böylece Yapı ve Özne sorunu ve bunların çelişkisi, bu bağlantının modern tarihte doğrulanmaması veya bu bağlantıyı Marks'ın koyduğu biçimin modern tarihi açıklamaması, fiilen, kendileri günlük politikanın girdabında ayakta durmaya çalışan tek tük Marksistlerin bilincinden ve gündeminden düşmüş oluyordu. Dolayısıyla bu yapı ve özne sorunuyla Antik Tarih'te karşılaşıp şimdiye kadar bu alanda en sistemli çabayı göstermiş bulunan Kıvılcımlı'nın yaptığının öneminin ve anlamının 90
anlaşılmasının koşulları da ortadan kalkmış bulunuyordu.
Kapitalizm Öncesi Tarihte Yapı ve Özne Sorunu Marksizm, Yapı ve Özne ilişkisini kurmakta, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrası modern tarihte sorunla karşılaşılmıyordu; sorun çok daha köklü ve aşılmaz olarak, tüm Antik Tarih'te yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda ortaya çıkıyordu. İşte Kıvılcımlı'nın teorik katkısı, bir bakıma, kavramsal iç tutarlılığa değer veren ve eleştirel Devrimci Marksizm’in özne ve yapı çelişkisini aşmak, bu farklı ilkeleri bir ilkede birleştirmek için giriştiği en kapsamlı ve sistematik çaba olmasındadır. En büyük devrimci güç işçi sınıfı denilerek belki modern tarihte yapı ve sınıf arasındaki kavramsal geçiş sağlanıyor görülebilirdi. Ve eğer kapitalizm öncesi tarihte devrimleri yapanlar üreticiler, yani esas olarak köylüler veya köleler olsaydı, bu üreticilikten hareketle "En büyük üretici güç üreticilerin kendileridir" denilerek, sınıf ve üretici güç özdeşliği kapitalizm öncesi tarihe de uzatılabilir ve sistem belki bir ölçüde kurtulabilirdi. Ama kapitalizm öncesi tarihte modern tarihte işçi sınıfının gördüğü işlevi görenler, henüz Komün yaşamından kopup uygarlaşmamış barbarlardı. Üretici ve ezilen sınıflar ise devrimci bir sınıf oluşturmuyorlardı. Keza bu barbarlar üretici bir sınıf olmadıkları gibi, üretici güçlerin gelişmişliğine dayanmıyorlardı, genellikle daha geri bir üretici güçler seviyesini temsil ediyorlardı. Ve nihayet, klasik tarihte üretici güçlerin gelişmesi de söz konusu değildi. Sanayi devrimine kadar neredeyse hiçbir gelişme yoktu. Var olan gelişmeler nicel denebilecek karakterdeydi, bu sınırlı gelişmelerle tarihin o tüm karmaşıklığını ve onlarca tarihsel devrimi açıklamak mümkün değildi. Bu durumda, bir Marksist olarak Kıvılcımlı'nın karşısına şu soru çıkıyordu: bu gidiş o teorinin kavramlarıyla nasıl açıklanabilirdi? Eldeki kavramlar Böyle bir açıklamayı olanaklı kılıyorlar mıydı?
Sorunun Kıvılcımlı Tarafından Koyuluşu Bu sorunu bizzat onun kaleminden okuyalım: "Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: 1 - Antika Medeniyet "sınıfların zıtlaşması üzerine kurulu" bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: Kölelerdir. 2 -Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında "birlikte varolamaz"lık yetmiş midir? Hayır. Bu, moda deyimiyle "coeksiztans: Birlikte varoluş" imkânsızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz:
91
3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde "en büyük üretici güç olan devrimci sınıf" yoktur. O neden? 4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi"ni gerektiren bütün üretici güçler "eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir Antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama "medeniyetler" hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzaklaşıp, ebediyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşın da yeni bir medeniyet, (hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. Öyleyse, ortada: Medeniyetin tümüyle ve kesince yokolması değil, bir biçimden başka biçime geçmesi vardır. Son arkeoloji belgeleri, Irak'tan başka hiçbir yerde, kendiliğinden yeni bir medeniyet doğmadığını, en bağımsız görünen Amerika "Yerli" kültürünün bile Uzakdoğu'dan sıçrama olduğunu, daha önceki mitoloji elemanlarıyla da desteklenince ispat etmiş gibidir. İlk Irak medeniyetinden Modern çağa dek gelmiş medeniyetin özellikle geçit konaklarında "üretici güçler" bakımından durum ne olmuştur? Antika medeniyetleri deviren güç, Toplumun kendi içinden doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplum dışından başka bir Toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışarıdan gelen güce, Greklerin "Yabancı: Ecnebi" anlamına kullandıkları "BARBAR" adı veriliyor. (Osmanlı: Atalarından dirlikçi olmayan bütün öteki yurttaşlara "ecnebi" derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: "Güç (zor, acı kuvvet): Yeni bir Topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir." (40) Antika Tarihte "güç" barbar kılığına girip medeniyet Toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: Eski medeniyetin "Gebe" olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan Yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl "ebesi" oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı, Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, tarihsel maddeciliğin keşfedildiği gündenberi, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle "c'en etait fait": İşi bitik) duruma girmişlerdir." Bu satırlarda çok açık görüldüğü gibi, Kıvılcımlı sorunu belki Yapı ve Özne sorunu olarak adlandırmamıştır ama ortada nasıl çok temel ve zor bir sorun bulunduğunun tamamen farkındadır ve bunu açıkça ortaya koymaktadır. Kıvılcımlı'nın önünde bir değil, birbiriyle de çelişen ve bağlantısı kurulması gereken, çözülmesi gereken birçok sorun bulunuyordu. Örneğin, Antik Tarihte Üretici Güçler (Teknoloji) neredeyse gelişmediğine göre, Üretici Güçlerin gelişmesinin devrimlerin ve toplumsal değişimin temeli olduğu önermesi nasıl ayakta kalacaktı? Öte yandan en büyük üretici güç olan Devrimci Sınıf yoksa, bu sınıfın işlevini gören ve daha geri bir üretici güçler seviyesini (teknolojiyi) temsil eden barbarların nasıl olup da "Tarihsel" de olsa devrimler yaptığı sorusu ortaya çıkıyor ve her ikisi de (yani hem tekniğin gelişmemesi 92
hem de barbarın geri bir teknik düzeyi temsil etmesi) üretici güçlerin (tekniğin) gelişmesinin devrimlerin ve tarihin esas devindirici gücünün olduğu önermesini; Marksizm'in bu en temel önermesini gözden geçirmeyi gerektiriyordu. Buradan iki çıkış görülür, ya üretici güçlerin bu değişimin motoru olduğuna ilişkin önermenin reddi ya da üretici güçlerin yeniden daha dakik olarak, tüm bunları da kapsayacak ve açıklayacak şekilde yeniden tanımlanması. Hikmet Kıvılcımlı ikincisini yaptı. Kıvılcımlı bunu Marks ve Engels'teki kaynağa dönerek, Marks ve Engels'in benzer sorunlar karşısında ifade ettiği unutulmuş göndermelerine dayanarak ve onları antik tarihteki olgular ışığında yeniden yorumlayarak çözmeye çalıştı.
Kıvılcımlı'nın Marks ve Engels'teki Dayanakları Marks ve Engels eserlerinde ve tüm hayatlarında Tarihsel Maddeciliği esas olarak uygulamışlardır. Bu uygulama iki anlamdadır: birincisi bu teorinin kavramlarını Tarihin tamamına veya belli dönemlere ilişkin uygulama (Komünist Manifesto'dan 18 Bruemere'ye ve Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni'ne kadar); diğeri: bizzat öğretinin sonuçlarına göre tüm entelektüel ve teorik ve politik faaliyetleri ve dolayısıyla da yaşamları ile uygulama (Madem ki üretici güçler üretim ilişkilerini, onlar da tüm iktisadi ilişkileri belirliyor ve tüm üstyapı bunlar üzerinde yükseliyorduysa, öncelikle bunu anlamak ve modern toplumda da bunu belirleyen meta üretimi olduğundan bunu anlamak, yani Das Kapital. Ve yine Modern Toplumda bu sorunları aşabilecek tek sınıf olan İşçi Sınıfı'nı birleştirmek, örgütlemek vs… Yani aşağı yukarı tüm bir hayat). Ama neredeyse tüm eserlerinin ve hayatlarının her iki anlamda da uygulaması olduğu bu teorinin, yani Tarihsel Maddeciliğin bir açıklaması çok azdır. Tarihsel Maddeciliği esas olarak sadece Önsöz'de sistematik açıklarlar, bir de bazı mektuplarında. Hepsi bu kadardır. Gerçi ilk açıklamaları Alman İdeolojisi'dir ama yayınlanmamış ve uzun yıllar "farelerin kemirici eleştirisine" terk edilmiş ve unutulmuştur. İşte Kıvılcımlı Tarihi Maddeciliği açıklayan bu eserde ve kenarda kalmış mektuplardaki yine açıklamaya yönelik değinmelerde dayanacağı ipuçlarını buldu. Barbarlar ile Üretici Güçler arasındaki bağıntıyı kurmakta bu kaynaklara dayandı. Örneğin antik tarihte devrimleri yapan Barbarların en büyük özellikleri, onların kollektif aksiyon yetenekleriydi. Sınıflı toplumda olduğu gibi bölünmüş dolayısıyla bu yeteneği yitirmiş değildiler. Marks ve Engels, Alman İdeolojisi'nde "Kollektif Aksiyon" yeteneğinin bizzat kendisinin bir üretici güç olduğunu söylemiyorlar mıydı? Örneğin şöyle yazıyorlardı: "Hayatın üretimi, çalışmakla kişi hayatının, döl yetiştirmekle başkasına ait hayatın üretimi, hemen çifte bir münâsebet olarak gözükür: - Bir yandan tabiî bir münasebettir, öte yandan
93
sosyal bir münasebettir.. Bundan çıkan sonuca göre, üretim yordamı (istihsal tarzı), yahut belirli bir sanayi seviyesi: daima kollektif bir aksiyon (topluca eylem) yordamı veya belirli bir sosyal seviye ile ortaklaşa bulunur, ve kollektif aksiyon yordamlığının kendisi de "bir üretici güç" tür; insanların erişebilecekleri üretici güçlerin miktarı sosyal durumu şartlandırır; demek "İnsanlık Tarihi" daima, sanayi ve değişim (mübadele) tarihi ile bağlı olarak incelenmeli ve işlenmeli (ekilip biçilmeli) dir." (abç, K. Marks, Die Deutsche Ideologie, s. 19). Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı, Barbar'ı, tıpkı işçi sınıfının en büyük üretici güç olması gibi, Kollektif Aksiyon yeteneği aracılığıyla bir üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne çelişkisini aşma olanağı buluyordu. Bu iki kavram sistemini, tıpkı Marks gibi, Özneyi doğrudan Üretici Güç olarak tanımlayarak aşmaya çalışıyordu. Ve bunu yaparken de ustaya sadık bir talebe olarak yine ustasının dediklerine dayanıyordu. Ama sadece bu kadar da değildi karşılaştığı sorunu çözerken Kıvılcımlı'nın dayandığı. Engels, ömrünün sonlarına doğru Starkenburg'a yazdığı bir mektupta Tarihsel Maddeciliği tekrar bir özet olarak açıklarken, gelenekleri ve coğrafyayı da ekonomik ilişkiler alanında sayar. Kıvılcımlı'nın Üretici Güçleri tanımlarken çok zikredip dayandığı alıntı şudur: "Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir Toplum insanlarının geçimlerini üretimlerini ve (işbölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve taşıt tekniği bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim ( mübadele ) yordamı gibi, ürün üleşimini ( tevziini ) de ve dolayısıyla Kandaş toplum eridikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısı ile egemenlik münasebetlerini ve köleliği de, dolayısıyla Devleti, Siyaseti, Hukuku vs.yi de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri coğrafya temeli de girer ve çok kez yalnız gelenekle veya vis inertiae ( atalet hassasıyla: durunç gücüyIe ) alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış kalıntılar da ve tabiî gene her sosyal biçimi dışarıda çerçeveleyen ortam da girer." (F. Engels: Heinz Starkenburg'a mektup, 25 Ocak 1894)
Kendi Kaleminden Yeni Üretici Güçler Tanımı Böylece Kıvılcımlı, yine Marks ve Engels'te de kaynaklar bularak, Üretici Güçler kavramını adeta yeniden tanımlar; bu yolla Özne ve Yapı bağlantısını kurmaya, çelişkiyi aşmaya, bu iki farklı açıklama ilkesini bir ilkede birleştirmeye çalışır. Bunu sonucu kendi kaleminden okuyalım: "TARİH VE ÜRETİCİ GÜÇLER Klasik Tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik Tarihsel maddecilik: Hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve s o n duruşmada, "ÜRETİCİ GÜÇLER"le hareket ettiğini göstermiştir. Amâ, özellikle her çağda ve hele bir çağdan
94
ötekine geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi "Üretici Güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık F e 1 s e f e yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilim'e ısmarlamıştır. Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz: 1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metodlar (usuller). 2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreliyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s. 3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden daha doğrusu zaman içinde çevreliyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s. 4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek içmanevî ortamını teknik-araçla işliyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s. Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteyedek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir. Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre,belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur. Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivelâ gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kollektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez. Modern Toplumda Teknik: Maddî coğrafya ve Manevî Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toplum hareketinde yalnız Teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, Coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile 95
yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve Kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır." Kıvılcımlı Özne ve Yapı arasındaki farkı, kollektif aksiyon ve geleneğin üretici güç olduğuna dair Marks ve Engels'in değinmelerine dayanarak, Marks gibi, özneyi bizzat üretici güç yaparak, Marks'ın yolunu izleyerek, hem Marksist teoriyi kurtarmış olur, hem de Antik tarihi anlayabilmek için daha gelişmiş kavramsal araçlara ulaşır. Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler kavramının benzeri bir açıklama dünyada hiçbir Marksist’te yoktur. Bu olmayış rastlantısal da değildir. Birincisi çoğu dogmatiktir yeni sorular sormazlar ve olaylardan hareket etmezler. Olaylardan hareket edenleri ise kapitalizm öncesi tarihteki devrimlerle ilgilenmemiştir. İlgilenseler ve otantik kavramlara dayanarak bu sorunu açıklamaya kalksalar Kıvılcımlı'nın yaptığını yapmaktan başka çareleri kalmaz ya da Üretici Güçlerin gelişiminin toplumsal değişimin özü olduğu önermesini terk etmeleri ve Marksizm’i bırakmaları gerekirdi.
Kıvılcımlı'nın Çabası'nın Reformist Karakteri (Esir Kavramı) Ne var ki, Kıvılcımlı'nın bu çabası, Varlık ve Özne arasındaki bu ayrılığı bir kapatma çabası olmaktan öteye gitmez. Varlık ve Özne iki farklı açıklama ilkesi olarak var olmaya devam eder. Kıvılcımlı, ortada gerçekliği iki farklı ilkeyle, iki farklı paradigmayla ele alan bu Varlık ve Özne çelişkisinin niye var olduğu gibi bir soru sormadığı gibi, kendisi fiilen bu çelişkiyle boğuşmasına rağmen, uğraşının konusunun özünde bu çelişkiyi aşmak olduğunu bile görmemiş ve bunu da zaten tam bu nedenle hiçbir yerde ifade etmemiştir. Kıvılcımlı'da böyle bir sorun yoktur. Gerek Marks’ın, gerek Kıvılcımlı'nın, üretici gücü doğrudan değiştirici özne olarak tanımlayarak, ya da özneyi doğrudan üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne arasındaki çelişkiyi aşmaya, bir kavramsal bütünlüğe ulaşmaya çalışmaları; gerek Troçki'nin öznel etkenle benzeri sorunu aşma çabası; gerek "Üçüncü Dünyacı" ların ya da "MerkezÇevre" ile açıklayan "Dörtlü Çete"nin çabaları; gerek Özneyi yok ederek bu sorunu aşmaya çalışanlar; gerek öznelerin çokluğundan ve üretim ilişkileri ile doğrudan bir bağının bulunmamasından başları dönen post Marksistlerin çabaları bir bakıma, elde var olan teoriyi ve kavramsal sistemi kurtarmak için fizikçilerin yirminci yüzyılın başlarında "esir" diye bir kavram üretmelerine benzer. Son duruşmada bu çabaların hepsi bunun gibi "reformist" girişimlerdir. Biz ise şu soruyu soruyoruz: İki farklı Açıklama İlkesinin var oluşunun Nedeni nedir? Niçin böyle birbiriyle çelişkili iki farklı açıklama ilkesi vardır? Bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığının ardında hangi daha temel metodolojik yanlış yatmaktadır? Olması gereken bunları şimdiye kadar yapıldığı gibi uzlaştıracak girişimler mi yoksa tamamen başka bir yaklaşım mıdır? 96
Bu nedenle, bu uzlaştırma girişimlerini bir kenara koyup, tekrar bu çelişkinin kendisine, varolan çelişkiyi çözmeye değil; onun niye varolduğunu ortaya çıkarmaya çalışalım.
Özne ve Yapı çelişkisinin Varlığı ve Başka Yoklukların Birliği Özne ve Yapı ayrımı şeklinde ortaya çıkan bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığı, tıpkı bir madalyonun arka yüzü gibi, başka teorik yoklukların öbür yüzüdür. Zaten daha sonra sorunun çözümü de tam bu yoklukları çözme çabasının ürünü olmuştur. Nedir bu yokluklar? Hemen hemen bütün ciddi Marksistlerin varolmadığını teslim ettiği: bir Ulus Teorisi ve bir sistemleştirilmiş Üstyapılar Teorisidir. Bu yokluklar (Ulus ve Üstyapılar Teorileri) ile iki farklı açıklama ilkesinin varlığı (Yapı ve Özne) bir aynı özün ya da sorunun farklı görünümleridir. Ama Ulus ve Üstyapılardan farklı olarak, bütün (ciddi ve gayrı ciddi) Marksistlerin hiç birisinin varolmadığını söylemediği bir olmayan daha vardır: Marksist bir Din Teorisi yoktur.
Bir Din teorisinin Yokluğuna İlişkin Belirlemenin Yokluğu Ancak Marksist bir Din Teorisinin olmadığına dair bir belirleme ya da kabul de yoktur, bir Ulus ve Üstyapılar Teorisinin olmadığına dair belirlemenin varlığının aksine. Ama bir Din Teorisinin olmadığına dair bir belirlemenin yokluğu, bizzat bir üstyapılar ve ulus teorisi olmamasının bir tezahürüdür (görünümüdür). Yani tam da bir Üstyapılar ve Ulus Teorisi olmadığı için bir Din teorisi olmadığı görülmemektedir; ya da tam tersinden bir formülasyonla, bir Din teorisi olmadığı için, Üstyapılar ve Ulus teorisi de yoktur ve olmadığı görülebilmektedir. "Din nedir?" diye sorulup buna Marksist bir cevap arandığında, Marksizm’in din tanımının ve bu konudaki programının bütünüyle Aydınlanmanın din tanımından ibaret olduğu, yani aslında ideolojik ve hukuki bir tanım olduğu "aydınlanmanın kalıntısı"nın somut olarak bu olduğu görülür. Ama Din, tamamen olgulara dayanarak, Marksist olarak, sosyolojik olarak tanımlandığında, dinin aslında tümüyle üstyapı, üstyapının somut var oluş biçimi olduğu görülür. Bir üst yapıdan diğer bir üstyapıya geçişler, somutta bir dinden diğer dine geçişlerdir. Ve bir dinden diğer dine geçiş de bir topluluk biçiminden diğer topluluk biçimine, cemaate (Ama bu cemaat kavramı bir inanç olarak din için söz konusu edilen cemaatle karıştırılmamalı) geçişlerdir. Varlığın evrimi somut biçimlerin dönüşümü olarak ortaya çıkar. Yani nasıl fizik evren ve hareket, yani varoluş, somutta bir takım parçaçıklar veya atomlar ve bunların dönüşümüyle;
97
nasıl hayat veya canlı evrenin varoluşu veya hareketi somutta bir takım türler ve bunların dönüşümü ile gerçekleşirse, toplumsal var oluş ve hareket de toplumun somut var oluşu biçiminde, bunun dönüşümü ile gerçekleşir. Bu "Toplumun somut var oluş biçimi" denen de özünde bir cemaat, yani bir din, din de aslında bir üstyapıdır. Bir üstyapı formundan diğer üstyapı formuna geçişler bir dinden diğer dine veya bir cemaatten diğer cemaate geçişler olarak ortaya çıkar. Yani ekonomik ilişkilerde, mülkiyet ilişkilerinde (ki bu da – ilkel, köleci-feodal vs.- tam değildir ve yanlışlarla doludur. Daha özlü olarak, komün, uygarlık, kapitalizm denebilir.) geçiş, somutta bir dinden diğer dine, bir üstyapıdan diğer üstyapıya, bir cemaat biçiminden diğer cemaat biçimine, daha genel bir ifadeyle toplumun bir somut var oluş biçiminden diğer somut var oluş biçimine geçiş olarak gerçekleşir. Üretim ilişkileriyle yapılan sıralamayı somutta şöyle yapmak gerekir: komünün dininden ya da cemaatinden (Şamanizm veya Animizm veya Totemizm veya İslam'ın cahiliye dediği, kendi için de örneğin Aleviliğe kadar ayrıca bir evrimi vardır.) uygarlığın dinine ya da cemaatine (ki bu da kendi içinde kabile totemlerinin bu ilişkileri yansıtır biçimde ilişki kurmaları ve bir hiyerarşi oluşturmaları ile başlar ve bir dünya pazarını temsil eden soyut bir Tanrıya doğru evrim gösterir) uygarlığın dininden kapitalizmin dinine (Yani aydınlanmacılığa ve onun somut ve gerici biçimi uluslara) geçiş. Bu geçişler iktisadi ilişkilere uyan yeni üstyapı kuruluşları, yani dinden dine geçişlerden başka bir şey değildir. İşte Marksizm'de olmayan, eksik olan budur; toplumsal varoluşun ve evrimin bu somut biçiminin ne olduğu sorusu ve bu sorunun cevabı da yoktur. Bu yokluğun ardında da bir üstyapılar teorisinin yokluğu bulunmaktadır. Tam da o yapı ve özne ayrımını ve çelişkisini ortaya çıkaran bu yokluğun kendisidir. Devrimlerin somut olarak bir dinden diğer dine, bir topluluktan diğer topluluğa geçişler olduğu görülmediği için, aslında analitik bir kavram olan sınıflar ya da üretici güçler bu somut üstyapı formunun yerine ikame edilmişlerdir. Bu da sorunu Kıvılcımlı da görüldüğü gibi daha içinden çıkılmaz kılmış, devrimin, tanımı gereği, son duruşmada üstyapının değişimi olduğuna tamamen aykırı olarak bizzat üretici güçler hem devrimin nedeni hem de devrimi yapan özne olarak ortaya koyulmuşlardır. Ama bu toplumun evriminin somut biçiminin ne olduğu sorusunun yokluğunun ardında da Toplum kavramının tanımlanmamışlığı ve bu tanımlanmamışlığının da bilinmediği bulunmaktadır. Bu da aslında tıpkı dinde olduğu gibi Aydınlanmanın toplum kavramına dayanmanın sonucudur. Aydınlanma, toplumun somut var oluş biçimi nedir soramazdı çünkü dini, yani bir toplumun tüm üstyapısını, inanç diye bir hukuki kategoriyle tanımlayıp, kendisinin basit bir eklentisine dönüştürüyordu. Kendi somut biçimine de toplum diyor ve din olmadığını iddia ediyordu. Yani toplumun aydınlanmanın tanımladığı biçimiyle somut var oluş biçimini toplum olarak tanımlıyordu. Yani toplum kavramının kendisi bizzat aydınlanma dininin bir kavramıydı. Kendisinin tanımladığı cemaate toplum diyor, diğer üstyapıları (dinleri) ise bir cemaat olarak, bir inanç topluluğu olarak tanımlıyordu. 98
Aydınlanma da, Toplum'u aslında bütün diğer dinler gibi insanlar arası ilişki olarak tanımlıyordu. Aslında her din insanlar arası ilişkiyi tanımlar, çünkü üstyapıdır insanlar arası ilişki son duruşmada. Dolayısıyla aydınlanma da bir din olduğu için böyle yapar. Ama tıpkı kendisinin bir din olmadığı iddiasında olduğu gibi, bunun bir din, dolayısıyla cemaat dolayısıyla bir üstyapı değil, toplum olduğu iddiasındadır. Aydınlanmanın bütün toplum kuramları, aslında nesnel olarak bu dinin cemaat tanımlarıdır. Bütün toplum kavramı kullanımları, aydınlanmanın cemaati anlamında okunmalıdır. Tıpkı bütün din, bilim vs. kavramlarının aydınlanmanın din ve bilim kavramları yani bu dinin kavramları olması gibi. Marksizm’deki Toplum kavramı da bizzat Din kavramı gibi Aydınlanmacılığın Toplum kavramıdır. Toplum'un "insanlar arası ilişkiler" olduğu şeklindeki, toplumsal sözleşme anlayışı vardır Marksist Toplum kavramının da ardında. Bütün o Yapı ve Özne çelişkilerini ortaya çıkaran, tarihi anlaşılmaz kılan bu en temeldeki yanlışlar, aydınlanma kalıntılarıdır. Bu kalıntılardan temizlenmeden Marksizm kendisi olamaz. Yapı ve Özne ayrımının varlığını yaratanın aslında Toplum ve onun somut var oluş biçimleri arasındaki bir ayrıma ilişkin kavramsal çerçeve ve teorinin bulunmaması olduğu; bunun da ardında Aydınlanma dininin toplum ve topluluk (Cemaat) kavramları bulunması, yani Aydınlanma cemaatinden olana Toplum, inanç denerek politikadan dışlanana Cemaat (Topluluk) denmesidir.
Din Teorisinin Kuruluşuna Kıvılcımlı'nın Katkısı O halde, tekrar ilişkiyi özetleyelim. Yapı ve Özne ayrımının varlığı, son duruşmada, Din ve Toplum kavramlarının Aydınlanma dininin din ve toplum kavramları olduğu, kendisinin din ve cemaat olmadığı şeklindeki varsayıma dayanır. Bu iki gizli varsayım, bir yandan modern toplumun dininin, somutta onun gerici biçiminin, yani ulusun bir cemaat olduğu keşfiyle modern ulus ve ulusçuluk teorileri ile sarsılır; diğer yandan, Kıvılcımlı da Kapitalizm öncesinde dinin aslında tüm üstyapı olduğu sonucunu çıkarmaya yol açacak (kendisi bu çıkarsamayı yapamaz) araştırmaları ve sonuçlarıyla sarsılır. Diğer bir ifadeyle, ulus ve ulusçuluk üzerine son teoriler, ulusun bir din olduğu (yani modern toplumun temel ve somut var oluş biçiminin) sonucunu çıkarmaya varacak ilk adımları; Kıvılcımlı'nın kapitalizm öncesi üzerine araştırmaları da, dinin din olmadığı sonucunu çıkarmaya varacak ilk adımları atar. Yani biri modern diğeri antik toplumu ele alan iki farklı paradigma, zıt uçlardan yola çıkarak, tıpkı bir tüneli iki ayrı ucundan kazmaya başlamak gibi, aynı sonuca doğru yol almışlardır. Yapılması gereken nerdeyse birbirine değecek kadar yaklaşmış, ama bunun farkında olmadıkları için başka yönlerde çıkış arayan bu iki tüneli birleştirmekti. Bizim yaptığımız da bu olmuştur. Bu sonuçları Marksizmin Marksist Eleştirisi adlı kitabımızda derli toplu sunmaya çalıştık.
99
Buna göre, bir Ulus ve Üstyapılar teorisinin yokluğunun nedeni de tamı tamına bir Din Teorisinin yokluğudur. Onlara ilişkin bir teorinin olmaması aslında bir din teorisinin yokluğunun somut bir görünümünden başka bir şey değildir. O halde, bu zincirin kurulması veya çözümlenmesinde bir Din Teorisi'nin varlığı veya yokluğu kritik önemdedir. İşte, Kıvılcımlı'nın en önemli katkıları, bu zincirde, Din Teorisi'nin oluşumunda kat ettiği yol ve sağladığı derinleşmedir. Yani sanılanın aksine, Kıvılcımlı'nın esas büyük katkıları, Üretici Güçler Teorisine ilişkin söyledikleri değil, Dinin ne olduğuna ilişkin kavrayışta kat ettiği yoldur. Gerçi kendisi bir Marksist Din Teorisi, dolayısıyla bir Üstyapılar ve Ulus Teorisi kuramamıştır ama böyle bir teorinin kurulması için öbür uçtan başlayarak yolları döşemiştir. Tıpkı üretici güçlerin eski ilişkiler içinde gelişmeleri gibi, Kıvılcımlı, eski kavramların; yapı ve özne ayrımlarının aşılmasını sağlayacak, "Üstyapı" kurmayı sağlayacak muazzam ilerlemeler sağlamıştır. Ama bütün bu ilerlemeler eski kavramsal çerçevenin bağrında gerçekleşmiştir. Kıvılcımlı, dinin maddi üretim hayatıyla olan doğrudan bağını göstermiştir. Onun aynı zamanda örneğin bir hukuk olduğunu göstermiştir. Ama en önemlisi, Ortadoğu uygarlık dinlerinin tek Allah'ının hukuki, epistemolojik ya da ontolojik değil, sosyolojik bir varlık olduğunu görmüş ve Allah'ı sosyolojik olarak ele almıştır. Kıvılcımlı bu sosyolojik Allah kavramı aracılığıyla örneğin insanı da Allah'ın yarattığı gibi sonuçlara ulaşmıştır. Ama Bu Allah, tıpkı milliyetçilerin milliyeti ve milleti gibi, aydınlanmanın veya Allah'a inananların Allah tanımlarındaki Allah değil, sosyolojik bir Allah’tır. Milliyetçi değil de sosyolojik bir milliyet ve millet tanımının yolu da, sosyolojik bir Allah ve Din tanımlamasından geçer. Mantıksal olarak da dinin din olmadığı anlaşılamadan, ulusun bir din olduğu anlaşılamazdı. Tarihsel olarak ulusun bir din olduğunu anlaşılamadan dinin din olmadığı anlaşılamazdı. Yani somut tarihte, mantıki yolun tersinden kat edilmesi gerekiyordu. Kıvılcımlı'nın bu katkılarının bir din teorisine yol açabilmesi için, ulus teorisinde ilerlemeler olması gerekiyordu. "Taş yerinde ağırdır."
Ulus Teorisinde Kopernik Devrimi Sorunun çözümü yolunda ilk açılım, Ulus Teorisi alanında gerçekleşir. Kritik yıl 1983'dür, yani tam çeyrek yüzyıl öncesi. Bu yıl ulusçuluk üzerine Gelner, Hobsbawm ve Anderson'un kitapları yayınlanır. Bu kitapların ikisinin yazarı olan Hobsbawm ve Anderson da Gellner'in ulusçuluk tanımını paylaştıklarını söylerler. Yani her üç yazar da aynı ulusçuluk tanımında anlaşmaktadırlar ve
100
aslında kritik teorik katkıyı yapan Gellner'dir. Bu teorik katkının o zamana kadarki ulus ve ulusçuluk teorilerinden çok temel bir metodolojik farkı vardır. O zamana kadarki bütün ulus teorileri uluslara bakarak, onlar arasında ortak olanı arayarak bir ulus tanımına ulaşmaya çalışmışlardı ve bu tam bir teorik fiyaskoyu temsil ediyordu. Bunlar ise, ulus nasıl bir topluluktur sorusunu sorarlar. Ulusu başka topluluk biçimleriyle kıyaslayarak anlamaya çalışırlar. Cevap: ulusun sınıflar gibi değil, dinler, dernekler, cemaatler gibi bir topluluk olduğudur. Bu ulus ve ulusçuluk alanında gerçek bir "Kopernik Devrimi"dir. Aslında yaptıkları son derece basit bir metodolojik değişimdi, Ulusun ne olduğunu anlamak için onu ulusun dışındakilerle kıyaslamak. Ulusa bakarak ulusun ne olduğu tanımlanamaz. Onu daha büyük bir küme içinde onu o kümenin diğerlerinden ayıran özellikleriyle tanımlamak mümkündür. İnsanlara bakarak insanları tanımlayamazsınız: Onu ancak, diğer hayvanlarla ilişki içinde, o daha büyük küme içindeki ayırıcı özellikleriyle tanımlayabilirsiniz. Ulus ne türden bir toplum ya da topluluktur sorusu, onun örneğin sınıflar gibi olmadığını, dinler gibi olduğunu gösterir. Yani Andersonun yanlış anlaşılmış kitabının deyimiyle uluslar cemaatlerdir (Komünete, Gemeinschaft, Topluluk) diğer ama politik cemaatler. Ama cemaatlerin örneğin sınıflardan farkı şudur, insanlar kendilerini öyle kabul ettikleri an o cemaatler var olurlar. Ama sınıflar böyle değildir, insanların irade ve kabullerinden bağımsız olarak sınıflar vardır ve insanlar belli bir sınıftandırlar. Yani uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır. Tıpkı Müslümanlar olmadan Müslümanlık olamayacağı gibi, Türkler olmadan da Türklük olmaz. O halde, ulusçular olmadan ulus olamayacağına göre, Ulusçuluk nedir? Gellner'in bütün diğer yazarlarca da kabul edilen tanımına göre, "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni kabul etmek ve savunmaktır ulusçuluk.
Marksizm ve Ulusçuluk Ulusçuluk böyle tanımlandığı an, o zamana kadar Ulus konusundaki bütün Marksist programın ulusçu karakteri da ortaya çıkıyor ve çelişik gibi görünen fenomenler açıklığa kavuşuyordu. "Ulusların kaderlerini tayin hakkı", tamı tamına "ulusal olanla politik olanın çakışması" ilkesinin savunması değil miydi? "Ezen bir ulusun özgür olamaz" da aynı şekilde ulusçuluğun bir ilkesiydi. Enternasyonalizmin de özünde ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayandığı, yani ulusçu bir ilke olduğu ortaya çıkıyordu. Böylece çelişkili gibi görünen, dünyadaki ulusların büyük bölümünü, ulusçu olmadığı 101
iddiasındaki Marksistlerin yaratması; Marksistlerin kurduğu bütün devletlerin ulusal devlet olması; Enternasyonalizmin aslında hiçbir zaman somut bir işlev görmemesi; "sosyalist ülkeler" arasındaki ulusal savaşlar; onlar yıkıldıktan sonra ulusal boğazlaşmaların ortalığı kaplaması; dünyada sosyalistlerin programı olan bir ilkenin (Lenin: "ulusların kendi kaderini tayin hakkı") neden aynı zamanda emperyalizmin de (Wilson) savunduğu bir ilke olduğu; sosyalizmin niye bir ulus teorisi olmadığı; ulusçuların niye sosyalist; sosyalistlerin niye ulusçu olduğu gibi sorunların hepsi bir tek darbede çözülmüş oluyordu. Çünkü Marksistlerin ulus tanımları bizzat ulusların ulusçuluk tanımlarıydı ve ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlardı. Marksistler de ulusçuların ulus tanımlarıyla ulusu tanımladıklarından ve dolayısıyla ulusçu olduklarından ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamıyorlardı. Böylece birçok sorun bir kalemde çözülüyordu.
Programatik Sonuçlar Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışması" ilkesi ise, Marksistlerin programı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek olabilirdi. Ancak o zaman ulusçu olmaktan çıkabilirlerdi. Yani ulusal olan da tıpkı bir din gibi, kanarya severlik gibi, bütünüyle politik bağlamı ve anlamından boşalmalı, tümüyle özel bir sorun olmalıydı. "Proletarya diktatörlüğü", ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi karşısında onu özel olmaya zorlayan bir diktatörlük olabilirdi. Böylece bu bildiriyi sunan Demir Küçükaydın, daha 1990'ların ortalarında, önce Özgür Gündem ("Milliyetçiliğin Sonu") gazetesinde, sonra Sosyalizmin Sorunları ("Enternasyonalizmin Sonu") dergisinde, Gellner'in tanımına dayanarak, işçi hareketinin ve Marksist hareketin dayandığı "enternasyonalizm" ve "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" gibi ilkelerin ulusçu karakterini gösterip, o zamana kadar bilinenlerden tamamen farklı olarak, bu önermenin mantık sonuçlarına giderek bunun Marksist programatik formülasyonunu yapıyordu: Ulusal olanla politik olanın bağının koparılması. Sosyalistlerin ulusal sorun konusundaki programı bu olabilirdi. Ulusal olan da, gerçekten laik ülkedeki din gibi, özele, kişisele ait olmalıydı. İsteyen ulussuz olur istene de üç kişi bir araya gelip istediği ulusu kurabilirdi.
İki Farklı Ulusçuluğun Ayrımı Bu devasa bir adımdı, birçok sorunu çözüyordu ama içinde iki hatası, iki gizli varsayımı vardı. "Ulusal olan"dan, bugünkü uluslar ve ulusçular gibi, bir tarihe, bir dile, bir dine dayanan ulusçuluğun ulusal olan dediklerini anlıyordu. Dolayısıyla, "Ulusal olanın kişisel ve özel 102
olması" derken, bir dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusalın özele ait olmasını anlıyordu. Yani aslında farkına varmadan, bir dile dine dayanmayan, nispeten daha demokratik bir ulusçuluktan başka bir şeyi savunmuş olmuyordu. Çünkü "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni savunmak ulusçuluk ise, ulusal olan ille de bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle tanımlanacak diye bir koşul yoktur. Pek ala, burjuva devrimlerinin ilk evresinde olduğu gibi; Marks-Engels ve Lenin'lerin "Demokratik Cumhuriyet" ilkesinde olduğu gibi; hiçbir dilsel, dinsel, tarihsel vs. göndermesi olmayan, böyle göndermelere karşı olarak da ulusal olanı tanımlayan bir ulusçuluk da olabilir. Bu, o ulusçuluğun ulusçuluk olmadığını değil, daha demokratik, daha "ilerici" bir ulusçuluk olduğunu gösterir. İlk keşfim bu iki ulusçuluğun ayrımı, aslında bugün bir anlamda "ulus devletin aşılması" olarak tanımlanan şeyin, olsa olsa demokratik bir ulusçuluk olduğu; ulusal olanın pek ala, bir dille, dinle, tarihle tanımlanmaya karşı da tanımlanabileceği; böyle bir ulusçuluğun demokratik bir ulusçuluk olduğu; ulusal olanla politik olanın ayrılması ilkesinin, en demokratik, tamamen toprağa bağlı bir ulusçuluğun da reddi anlamına geldiği veya gelmesi gerektiği; yani uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadelenin, programımızın başına geçmesi gerektiği sonucuna ulaşıyordum. Bu aynı zamanda, globalleşmiş dünyada tüm mallar serbestçe dolaşırken, işgücünün dolaşımının engellenmesine, yani dünyanın siyah ve beyaz diye bölünmesine; yani dünyanın yoksullarının zengin ülkelerin dışında tutulmasına, yani modern ırkçılığa karşı da bir programdı ve gerçek bir sosyal hareketin (Milyonlarca yoksulun ayaklarıyla zengin ülkelere katılmaya çalışması) programatik bir ifadesi de oluyordu. Avrupa veya Amerika'da olduğu gibi, daha demokratik bir ulusçuluğa dayanarak; yani ulusu bir dil, din, soy, tarih ile tanımlamayarak; diğer insanlar hudutların dışında tutulabilirdi. Bizzat "refah şovenizmine" karşı bir somut programdı bu aynı zamanda.
İki Ulusçuluğun Ayrımının Politik, Programatik ve Stratejik Sonuçları Ama bunun mantıki sonuçları daha da devrimciydi. Örneğin, eski devrim kavrayışında, diyelim ki gerici bir ulusçuluğun tasfiyesi ve demokratik bir ulusçuluğun koyuluşu, ama bu demokratik ulusçuluğa dayanan devletin sosyalist olması ve böyle devletlerin ilerde birleşmesi gibi bir perspektifin yerini, bu sefer uluslara karşı mücadele, yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın politik olanla ilişkisini reddetmek öne geçiyordu. Bu sonuçlar, Marks'ın öğretisiyle de tam uyum içindeydi. Marks dememiş miydi İşçi sınıfı burjuva devletini parçalamak zorundadır onu sınıfsız topluma giden yolda bir araç olarak kullanamaz. Burjuva devletinin en demokratik biçimiyle bile en temel özelliği: ulusal olmasıydı. O halde, en demokratik biçimiyle bile ulusal devlet sınıfsız topluma gidişin aracı olamayacağından, ulusal devletin kendisine karşı, onu parçalamak için mücadele ve onun 103
yıkılması esas acil görev olarak ortaya çıkıyordu. Yani en demokratik ve ilerici biçimiyle bile ulusçuluğun, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddi ve en demokratik biçimiyle bile ulusal olanın özel olarak kabulü, politik olarak devasa bir adımdı ve o zamana kadar bilinen bütün programatik ve stratejik yaklaşımları alt üst ediyordu. Ama sosyolojik olarak "Politik olan"ın ne olduğu henüz tanımlanmış değildi ve tanımlanmadığı da bilinmiyordu.
Politik Kavramının Sosyolojik Olmayan Karakterinin Keşfi "Ulusal olanla Politik olanın çakışması ilkesi" şeklindeki ulusçuluk tanımında ikinci bir kavram daha vardı: "Politik olan". Bütün yukarıdaki çıkarsamaları yapar ve sonuçları çıkarırken, politik olanın, politik kavramının analitik bir kategori, sosyolojik bir kategori olduğunu sanıyorduk ve "politik olan nedir" diye sormuyorduk. İkinci gizli varsayım buydu. İkinci büyük ve esas devrim bir bakıma, "Politik" kavramının analitik değil, normatif; sosyolojik değil, hukuki bir kavram olduğunu keşfetmek; yani tersinden ifade etmek gerekirse; dinin din olmadığını; ulusun bir din olduğunu keşfetmek oldu. Ve her zaman olduğu gibi, somut toplumsal ihtiyaçlar bu keşfin esas itici gücünü oluşturuyordu. Dünya'da her biçimiyle dinsel hareketler yükseliyordu. Ve en son ikiz kulelerin yıkılışıyla Din tekrar teorik araştırmalarımızın merkezine oturmuştu. Var olan biçimiyle politik dinsel hareketlerin dinsel hareketler olmadıklarını, bunların modern ve modernist partiler olduklarını, dinin sadece bir bayrak olduğunu vs. zaten görüyor ve savunuyordum. Ama yine din kavramışla karşılanan iki farklı din daha vardı ve bunları henüz ayıramamıştım. Modern toplum'daki, hukuki olarak, inanç olarak, özel olarak tanımlanmış modern toplumdaki din ile sosyolojik olarak Din ve tarihteki dinin farkını henüz göremiyor ve bu alanda kavramsal bir netleşme, bir dakikleşme sağlamamıştım.
Özel Nedir? Ulusçuluk, "Politik olan ile ulusal olanın çakışması ilkesini savunmaktır" önermesini ele alıp buradaki "politik nedir" diye sorunca, bu politik kavramının hiç de sosyolojik ve analitik bir kavram olmadığı, ortaya çıkıyordu. Bu en iyi kendi zıddında, politik olmayan kavramında görülebiliyordu. Peki "politik olmayan" neydi? "Özel olan" anlamına geliyordu. Bizzat özel kavramı, yani politik olan kavramının zıddı, bu politik kavramının analitik değil, hukuki, politik ve ideolojik bir kavram olduğunu gösteriyordu. Din özel olarak, inanç olarak tanımlanıyordu. İnanç diye bir sosyolojik kategori yoktu ve
104
olamazdı. Dine inanç denmesi aslında özele ilişkin denmesinin özel bir biçimiydi. Marksistler de aslında dine inanç olarak yaklaşarak dine ilişkin taleplerini ortaya koymuşlardı. Ama dine inanç denmesi, dini burjuva hukukunun bir kategorisine göre tanımlanmasından başka bir şey değildi, sosyolojik bir fenomen, normatif (hukuki) kavramlarla tanımlamaktan başka bir anlama gelmiyordu ve bu ancak politika dışı olanlar din olabilirler anlamına geliyordu. Peki o zaman "ulusal olanla politik olanın çakışması" tanımı da, "politik olan" burjuva toplumunun normatif bir kategorisi olduğuna göre bilimsel bir tanım değil, burjuva toplumunun dayandığı hukuk çerçevesinde bir tanımdı ve sosyolojik bir tanım değildi. Sosyolojik olarak hala ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu tanımlanmamış bulunuyordu.
Özel ve Din Bu noktada "din nedir?" diye sorduğumuzda, ama burjuva toplumunun din olarak tanımladığı din değil, normatif olarak din değil, gerçekte din nedir, sosyolojik olarak, analitik olarak din nedir diye sorduğumuzda, aslında dinin tümüyle toplumun üstyapısı olduğu; dinin dışında ne bilim, ne ahlak, ne estetik, ne tarih, ne devlet, ne partiler, ne ideoloji, ne epistemoloji, ne ontoloji, ne günlük hayat ne de başka her hangi bir şeyin var olmadığı ve dinin bütünüyle aslında üretim ilişkileri ve ekonomik münasebetlerden çıktığı ortaya çıkıyordu. Tam bu nedenle tarihte hiçbir dinsiz toplum yoktu. Üstyapısız bir toplum mümkün olamayacağı için dinsiz toplum yoktu. İşte bu çıkarsamanın yapılışı, yani dinin tümüyle üstyapı olduğu çıkarsaması, Kıvılcımlı'nın din üzerine çalışmaları olmasaydı, orada dini sosyolojik olarak ele alış ve tanımlama çabaları olmasaydı, yapılamazdı. Kıvılcımlı'nın en önemli katkılarından biri tam da bu noktadadır.
Modern Toplumun Dini Nedir? Peki Din toplumun üstyapısı olduğuna göre, üstyapının somut biçimi olduğuna göre, modern toplumun dini neydi. Modern toplumun dini: bizzat bu politik ve özel ayrılığı ve dinlerin özel olarak, inanç olarak, kişisel olarak tanımlanmasıydı. Böylece modern toplumda da başka bir dinden olmanın olanaksızlığı, Ateistlerin de, Hıristiyanların da, Müslümanların da, Budislerin de vs., aslında dinleri özel bir sorun olarak kabul eden dinden, bu özel ve politik ayrımını, bu hukuki ve normatif ayrımı kabul eden dinden oldukları ortaya çıkıyordu. Böylece dinin sosyolojik tanımı, aslında modern toplumun dininin analizine başlangıç anlamına geliyordu. Ama bu analizin kendisi de bizzat başka bir dinin temeliydi, çünkü bizzat bu analizin
105
kendisine göre, dinin, yani üstyapının dışında hiçbir şey, sadece hukuk değil, bilgi de, metodoloji de, bilim de olamazdı. Ama bunun daha da devrimci sonuçları ortaya çıkıyordu. Eğer din, bir toplumun tüm üstyapısı ise, sosyalist bir hareket de bir din olmak, yepyeni bir din olarak, yani tümüyle farklı bir toplum ve uygarlık projesi olarak ortaya çıkmak zorundaydı. Peki bu din ne olacaktır? Bu dinin özü: özel ve politik ayrımının, sadece hukuki değil, sosyolojik olarak da ortadan kaldırılması, yani devletin yok olması olabilirdi. Böylece sosyalizmde devletin yok olması sonucuna, bu yeni paradigma ve tanımlarla, harika bir biçimde uyumlu olarak, tekrar varılıyordu. Peki modern toplumun dini neden dinleri "Özel", "İnanç", "Politik Olmayan" olarak tanımlamaktaydı? Bunun açıklaması da yine bizzat Tarihsel Maddeciliğin ekonomik temel üstyapıyı belirler ilkesine uygun olarak kolayca yapılabiliyor ve Marks'ın varsayımları tekrar doğrulanmış oluyordu.
Özel - Politik Ayrımının Ekonomik ve Tarihsel Temeli İslam ve Aydınlanma aynı soruya farklı çağlarda verilmiş iki cevaptılar. İslam, kendisinin "Putlar" dediği kabile totemlerinin var olduğu çağda, bu totemlere dayanan toplumun, birden dünya ticaret yollarının merkezinde bulunmasına ve dünya ticaretine uygun bir üstyapı ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştı, Allah bu dünya pazarını ve bu pazarın ve bu ticaret yollarının ihtiyacı olan bir dünya topluluğunu, ortak hukuku vs. temsil ediyordu. Ve bunu binlerce yıllık uygarlıkların birikimi ve dersleri temelinde, özellikle rahiplerin bilgi tekeline (Din adamlığı olmaması) ve klasik uygarlıkların kastlaşma eğilimine (Namazda herkesin aynı sırada yer alması, servetin ve kazancın dağılımı vs.) yapıyordu. Aydınlanmanın doğuşunda ise, dünya ticaret yollarının merkezine gelen henüz komün gelenekleri de epeyce yaşayan Batı Avrupalılar ise, (1500'lerin Batı Avrupa'sı, 600'lerin Arap yarımadası gibi, medeniyetlerin "kenarı"ndaydı ama birden ticaret yollarının merkezine geçmişti keşiflerle) kendileri bizzat Hıristiyan’dılar. Ve tüm uygar dünya uygarlık dinleriyle kaplıydı. Her uygarlık alanının kendi dini vardı. (Çin'de Konfiçyüs, Tao, Budizm; Hint'de Hinduizm ve Budizm; İran'da Şiilik; Önasya ve Akdeniz'de İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik) Hıristiyanlık Protestanlık biçiminde canlandırılsa bile, Protestanlıktan çok daha Protestan İslamiyet karşısında bile bir başarı şansına sahip değilken, tüm dünya ticaret yollarını ve uygarlıkları bir tek dinde birleştiremezdi. Cengiz Han, bunları askeri olarak fethederek ve her uygarlığın dinine hoşgörü göstererek birleştirmeyi denemiş ama ölümü ile bu imparatorluk varisleri arasında parçalanmış, komünün kurumları uygarlıkları birleştirme potansiyeli taşıyamadıklarını kanıtlamıştı.
106
Bu uygarlıkların dinlerini birleştirerek bir dünya dini yaratma çabaları, çok önce ipek yolları üzerinde Mani ile ve sonra da Hindistan'da Babür'ün bir oğlunca denenmiş bir çıkmaz sokaktı. Tıpkı Muhammet'in var olan kabilelerden birinin tanrısını baş tanrı yapmak yerine bütün putları reddeden bir tanrıyı önermesi gibi bir yol izlenebilirdi. Aydınlanma bunu dinin tanımını değiştirerek ve bunu değiştirmek için de bir özel politik ayrımı yaratarak başardı. Var olan dinlerin kişinin özel sorunu olduğunu söylemek onları toplumsal örgütlenmeden dışlayarak, kendisinin basit eklentileri haline getirmek anlamına geliyordu. Önceki dinler sosyolojik olarak tam da özele ilişkin olmadığı, inanç olmadığı, tüm toplumun üstyapısını örgütlediği için özel olarak tanımlanarak, İslam’ın totemlere karşı Allah ile yaptığı, dinler toplumsal hayatın örgütlenmesinden dışlanarak ve onun basit bir eklentisi haline getirilerek yapılmış oluyordu. Bu dinin özü ve sonucu olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bu dinin "Kelime-i Şahadeti" veya istavroz çıkarışıydı. Sanılanın aksine bu bildirge, bir canlı türü olarak insanların haklarını değil, bu din tarafından insan olarak kabul edilmenin koşullarını ortaya koyuyordu: önceki dinlerin (inançların veya soyların) özel olduğunu, politik olanı belirlemediğini ve belirlememesi gerektiğini kabul insan olmanın koşuluydu; tıpkı Müslüman olmanın koşulunun putları tanımamak, Allah'ı tanımak olması gibi. İnsan Hakları Bildirgesi'ndeki İnsan aslında sosyolojik değil, hukuksal, normatif bir kategoridir, Aydınlanmanın Aydınlanma dininden olana verdiği isimdir İnsan; İslam'daki Müslim'in tam karşılığıdır. Puta taparlara karşı Müslim ne idi ise, İnsan da diğer dinlere karşı odur. İnsan ve Müslim, biri putların (totemlerin) biri tek tanrılı dinlerin (uygarlık dinlerinin) egemen olduğu bir toplumda, dünya pazarının ihtiyaçlarına uygun bir dinden olanı tanımlarlar.
Politik Olanı Ulusal Olanla Tanımlamanın Gericiliği Modern toplumun dininde, henüz başlangıçta, özel-politik ayrımının işlevi, kapitalizm öncesinin dinini (üstyapısını) işlevsizleştirmek, politik alanın dışına atmaya yönelikti, bu ayrımı kabul eden herkes eşit insanlar olarak kabul ediliyordu tıpkı İslam'da Allah'ın birliğini kabul edenlerin eşitliği gibi. Yani aydınlanmanın kozmopolitizminde, ya da diğer ifadeyle burjuvazinin devrimci döneminde, önemli olan dinlerin özel denerek toplumsal hayatı belirlemekten uzaklaştırılmasıydı. Bu dönemde politik olan, zımnen bütün insanlıkla tanımlanır. Aydınlanma kozmopolitizmi, "vatanım yeryüzü milletim insanlık" der. Politik olanın ulusal ile dolayımı yoktur. Politik olan dinleri özel olarak tanımlamanın ta kendisidir. Ama bu din de tıpkı İslam gibi, daha ilk zaferlerini tadarken gericileşti. Bu dinin ya da burjuvazinin gericileşmesi ile birlikte bu politik olan, önce "yurttaş" ve "insan" kavramlarının özdeşleştirilmesiyle ilk anlam kaymasına uğradı, sonra "yurttaş"ları, belli bir toprak parçasındaki insanlarla tanımlayan nispeten demokratik bir ulusçuluk biçiminde; daha 107
sonra ulusu tarihle, dille, dinle, soyla tanımlayan gerici ulusçuluk biçiminde tanımlanmaya başlandı. Artık insan olmak: bir ulustan olmakla; ulustan olmak da: belli bir dil, din veya tarihten olmakla dolayımlanmış oluyordu. Daha sonra bütün geri kalan insanlar, bu dine, daha önce insanların İslamiyet’e, tıpkı Muhammet ve Ergin Halifeler sonrası dönemde, onun Muaviye'nin karşı devrimiyle yerleşmiş gerici biçiminde geçmeleri gibi, onun en gerici biçiminde, ulusçuluk biçiminde ve de ulusçuluğun da en gerici biçimlerinde geçtiler. Bu nedenle, modern toplumun dinine geçişler onun en gerici biçiminde gerçekleştiğinden, Modernitenin yayılışı ulusçuluğun yayılması olarak ortaya çıktı ve göründü. İnsanlar başka tarihlerin olanaklı ve olası olduğunu tasavvur bile edemez oldular.
Programatik Sonuç Bu durumda bizlerin programı Aydınlanmanın devrimci biçimine bir dönüş olmak zorundadır. Tıpkı Muhammet'in tek tanrılı dinlerin ilk kurucusu İbrahim'e dönüp oradan tekrar yola çıktığı gibi, Aydınlanma'nın vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen ilk ve devrimci biçimine dönmek gerekmektedir. Ama bizim bulunduğumuz dünyada artık uygarlık dinleri değil, aydınlanmanın inkarı olan gerici ve karşı devrimci gerici din olan uluslar ve ulusçuluk, Mekke'nin putları gibi ortalığı kaplamış bulunmaktadırlar. Biz bu gerici ulusların ve ulusçuluğun dünyayı kapladığı çağda, İnsan tanımını yeni koşullara uygun olarak yapmak veya var olan tanımı geliştirmek zorundayız, Muhammet'in Müslim tanımı gibi. İnsan, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın bütünüyle özel bir sorun olmasını kabul eden ve bunun için mücadele edendir. Nasıl bir Puta tapar bir Müslim olamaz ise, bir Türk, bir Kürt, bir Alman, bir Amerikalı, bir Avrupalı da İnsan olamaz. Aydınlanma nasıl Müslümanlardan, Budistlerden, Hıristiyanlardan, inancı İslam, inancı Budist, inancı Hıristiyanlar veya Ateistler, yani dinin inanç olduğunu söyleyenler yarattı ise; bizler de Türkler, Amerikalılar, İspanyollar, inancı (veya kültürü: Kültür de politik olmayan anlamına sahiptir) Türk, inancı Amerikalı, inancı İspanyol veya ulussuzluk inancında aydınlanmacıları, yani ulussuzları, İnsanları yaratmalıyız. Müslümanlık nasıl şu veya bu puta tapanları, putları yıkmaya ve Allah’ı tanımaya çağırdı ise: ilk aydınlanma nasıl her dinden ve soydan insanları, dinleri ve soyları politik alanın dışına itmeye çağırdı ise bizler de Türkleri, Almanları, Amerikalıları, İspanyolları vs. ulusları ve onların devletlerini yıkmaya, ulusal bayrakları putlar gibi yakmaya ve yeryüzünde bir tek dünya toplumu kurmaya çağırmalıyız.
108
Devrimler ve Dinler Marks'ın tanımına göre, devrimler bir üstyapıdan, üretici güçlerin veya üretim ilişkilerinin veya ekonomik ilişkilerin var olan düzeyine uygun bir üstyapıya geçişlerdir. Din tümüyle üstyapı olduğuna göre, devrimler bir dinden diğer dine geçişlerdir. Tersinden bir ifadeyle, üretici güçlerin o günkü gelişme seviyesine uyun yeni bir üstyapının kuruluşlarıdır dinlerin ortaya çıkış ve yayılmaları. Ama devrimler bir dinden diğer dine geçişler ise, bu bize şunu da gösterir. Toplumun üstyapısı din olduğuna göre, bir toplum somutta ancak bir Cemaat olarak var olabilir. Toplumsal hareket cemaatlerden cemaatlere dönüşler olarak anlaşılabilir, tıpkı biyolojik evrimin yeni türlerin ortaya çıkışları ile gerçekleşmesi gibi. Canlı türleri nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği somut form ise, cemaatler de toplumsal evrimin gerçekleştiği somut biçimdir. Ama bundan bu günkü anlamıyla bir hukuki anlamda cemaati veya modern toplumu toplum olarak tanımlayıp da modern olmayan toplumları cemaat olarak tanımlayan gerici sosyolojilerin kavramını (Örneğin Murat Belge'nin sık sık zikrettiği Ferdinand Tönnies'deki Cemaat ve Toplum kavramı zikredilebilir) anlamamak gerekir. Burada Cemaat (Topluluk, Gemeinde, Komünete) derken sosyolojik bir tanım yapıyoruz. Toplum'un somut var oluş biçimi olarak, daha başka bir kavram bulamadığımız için bunu kullanıyoruz. Bu kavramın anlaşılması, Yapı ve Özne sorununun neden var olduğunun anlaşılmasının anahtarıdır. Ama bunun anlaşılması için de Toplum kavramının ne anlama geldiğinin anlaşılması gerekir. Bu temel soruna aşağıda geleceğiz.) Totemli kabileler de, klasik uygarlıkların dinleri de, modern uluslar da cemaatlerdir. Yani modern toplum da ancak cemaat biçiminde var olabilir sosyolojik olarak. Ama sosyolojik olarak cemaat olan modern toplum, kendisinin toplum olduğunu söyler ve aslında kendisinin cemaat olarak tanımlayışlarını toplumu tanımları olarak kabul eder. Bu nedenle bütün sosyoloji modern toplumun dininin kavramlarıyla iş görür. Devrim bir üstyapıdan diğerine, yani bir dinden diğerine geçiş ise, bir cemaatten diğer cemaat biçimine geçiş demektir aynı zamanda. Örneğin şu veya bu kabilenin totemli soya dayanan bir cemaatinden, bir tek tanrı inancına dayanan bir cemaate, bu cemaaten de bir ulus cemaatine. Devrimler bir dinden diğer dine geçişler olduğuna göre, bu sonuçlar ışığında yeniden Devrim tanımı yapıldığında, o özne ve yapı ayrılığı ve çelişkisi yok olur. Çünkü Marks'taki biçimiyle devrim ve toplumsal evrim kavramında, toplumsal hareketin veya devrimin gerçekleştiği somut biçime ilişkin bir kavram yoktur. (Bunun ardında da dinin ne olduğunun anlaşılamaması dolayısıyla bir aydınlanma kalıntısı yatmaktadır.) Bu kavram olmadığı için o yapı ve özne ayrılığı ve çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Nasıl üretici güçler devrim yapamaz ise, aslında sınıflar da devrim yapamaz. Çünkü Sınıflar da toplumun somut var oluş biçimleri değil, analitik kavramlardır. Analitik kavramlar devrim yapmazlar. Elbette sınıfların yetenekleri ve memnuniyetsizlikleri devrimlerin gerçekleşmesinde muazzam 109
bir öneme sahiptir ama onlar bunu sınıf olarak değil, ayrı bir dinin, yeni bir dinin, yeni bir cemaatin öncüleri olarak yaparlar. Devrimleri yapan köleler değil Hıristiyanlardı, plepler değil Müslümanlardı, burjuvalar değil aydınlanmacılar ya da ulusçulardı ve gelecekte de eğer olursa işçiler değil, İnsanlar olacaktır. Tür olarak İnsanlar değil ama ulusal ve dinsel olanı özel olarak kabul edenler, aydınlanmanın ideallerine dayanarak bir tek dünya cemaati kurmak için harekete geçenler. Böylece devrim kavramı kökten değişir, örneğin Ekim Devrimi’nin bir sosyalist devrim olmadığı; parti biçimiyle devrimler yapılamayacağı, ancak belli bir din içinde reformlar yapılabileceği gibi şimdiye kadar bilinenleri alt üst edici sonuçlar çıkar. Ve bu sonuçlar aynı zamanda yapı ve özne açmazının neden var olduğunu açıklar ve bu açmazı aşmayı sağlar.
Biyolojik ve Sosyolojik İnsan Kavramları Şimdi en temeldeki kavrama Toplum kavramına gelelim. Bu kavramdaki Aydınlanma etkisini görelim. Çünkü onun somut biçimi olan bizim topluluk dediğimiz kavramın olmaması ve bunun sonucu olarak da yapı ve özne çelişkileri ve ayrılığı; keza bu ayrılık ve çelişkilerin varlığı ve bir din, üstyapılar ve ulus teorisinin olmaması, hep gelip son duruşmada Toplum kavramındaki yanlışlıkta toplanmaktadır. Aslında aydınlanma ya da ulusçuluk kendi dininin tanımladığı ilişki ve topluluğa toplum demektedir bütün sorun buradan çıkmaktadır. Böylece topluluk (cemaat) kavramı da dinlerle, politik olmayanla inançla ilişkilendirilmektedir. İşte bu ilişkilendirmenin bizzat kendisi bir cemaat tanımıdır. Ama bunun ardındaki metodolojik yanlışı görelim. Toplum genellikle hep insanlar arası ilişki olarak tanımlanmaktadır. Ama burada tam anlamıyla bir totoloji bulunmaktadır. İnsan, aslında Dinsel bir kavramdır, tıpkı Müslim gibi. Aydınlanmanın kendi ilkelerini kabul edene verdiği isimdir. Ama sosyal bir hayvan olarak insan türünden söz ettiğimizde, bu tanım biyolojik bir tanımdır, sosyolojik bir tanım değildir. Sosyolojik olarak insan, her hangi bir dine göre, o dinden olan anlamındadır. Yeryüzünde hiçbir din, biyolojik bir tür olarak tüm insanları insan kabul etmez ve etmemiştir. Din dışında da hiçbir şey, dolayısıyla bir insan tanımı da olamayacağından, insan aslında, son derece belirsiz, izafi, her dine göre değişen bir kavramdır. İnsanın sosyolojik bir tanımını, yani sosyalizm dini açısından, yani Tarihsel Maddecilik veya Marksizm açısından yapmak gerekirse, her dine göre o dinden (veya o dinin tolere ettiğinden) olandır diye tanımlanabilir. Zaten tam da bu nedenle, komünlerin çoğunda İnsan kavramı o
110
kabilenin soyundan olanlarla özdeştir. Dolayısıyla insanlar somutta belli bir dinden olanlar olduğundan, insanlar arası ilişki, bir dinden olanlar arası ilişki, bir cemaat ilişkisi olduğundan, aslında toplum kavramını değil, cemaat kavramını tanımlamakta bir işlev görebilir. Biyolojik kavram, yani sosyal hayvan olarak İnsanlar arası ilişkiyi toplum olarak tanımlamak, aslında bir totolojiden başka bir şey değildir. Çünkü toplum kavramı hala belirsizdir, ne olduğu bilinmemektedir, bu bilinmeyen toplum kavramının insanın ayırıcı özelliği olduğu söylenmektedir. Sonra da Toplum insanlar arası ilişki olarak tanımlanmaktadır. Örneğin Dr. Hikmet Kıvılcımlı "İnsan hem toplum yaratıcıdır hem toplum yaratığıdır" derken bu tipik hatayı yapar. İnsanın sosyal hayvan olduğundan söz ederken de bu hatayı çok sık yapar. Biyolojik olarak insan denen tür, bir dinden olduğunda, bir üstyapısı olan topluluktan olduğunda, yani bir cemaatin üyesi olduğunda ancak sosyolojik olarak insan olabilir. Yani insan bir cemaatten olandır. Bu "bir dinden olandır" diye de ifade edilebilir. Peki toplum nedir? Toplum'u İnsanlar arası ilişki olarak tanımlamak bir totoloji olduğuna göre nasıl tanımlanabilir.
Toplum Tanımındaki Metodolojik Hata Toplum tanımında da tıpkı ulus tanımında olduğu gibi bir hata yapılmaktadır. Toplum da kendi üzerinden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Toplumu insanlar arası ilişkiler olarak tanımlamak tam da böyledir ve bu temel metodolojik hatayla maluldür. Toplum her şeyden önce bir hareket biçimidir, bir var oluş biçimidir, dolayısıyla onun tanımı diğer varlıklar ve var oluş biçimleriyle ayırıcı ilişki içinde yapılabilir. Varlığın kendisi aynı zamanda bir oluş, bir gidiştir (süreç, prose). Bu gidiş içinde farklı nitelikte varlık biçimleri, varoluşlar dolayısıyla gidişler ortaya çıkmaktadır ve bunlar varlığın farklı biçimlerini oluşturmaktadır. Toplum her şeyden önce varlığın ya da oluşun (evrimin, hareketin, gidişin) özgül bir biçimidir. Örneğin varlığın üç temel biçimi ve üç tür hareketten söz edilebilir: Bildiğimiz fizik evren ve bunun evrimi; biyolojik ya da canlı dünya ve bunun evrimi, toplumsal varoluş ve bunun evrimi. Dolayısıyla sosyolojinin konusu olan toplum ve onun evrimi, genel olarak varlığın evriminin bir momenti olarak, yani diğer varlık biçimleri ve onların evrimi ile farkı çerçevesinde tanımlanabilir. Kabaca fizik evrenin evrimi, atomların (veya elementlerin) evrimi (element daha uygun olabilir, daha öncesinde de atoma kadarki temel parçacık ve kuvvetlerin evrimi – bunu muhtemelen fizikçiler daha iyi açıklar ve daha dakik kavramlar kullanabilirler, çünkü atomlar 111
da evrimin belli bir aşamasında ortaya çıkarlar); canlıların evrimi türlerin evrimi biçiminde ortaya çıkar. Peki toplumun evriminin temel birimi nedir? Toplumun evrimi de toplulukların (Cemaatlerin) evrimi biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği temel birim ise, Topluluk da toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birimdir. Ama nasıl türler anatomik fizyolojik özelliklerine göre analiz edilirse, nasıl bu analizlere göre farklı türler sınıflanabilirse (Memeliler, kuşlar, omurgalılar vs.), bu tür değişimlerinin son duruşmada, genlerdeki yani DNA şifrelerindeki değişmeler olduğu söylenebilirse, benzer şekilde topluluklar da temel anatomik ve fizyolojik özelliklerine göre analiz edilebilir, sınıflanabilir (örneğin komün, uygarlık, kapitalizm) ve topluluk değişimlerinin (yani din değişimlerinin) son duruşma da üretici güçlerdeki veya iktisadi ilişkilerdeki değişmeler olduğu da söylenebilir. Evrimin mekanizmalarıyla, evrimin gerçekleştiği varoluşun özgül biçimlerini karıştırmamak gerekir. Elbette canlıların değişiminin temelinde, tıpkı toplumun iktisadi ilişkilerindeki değişmeler gibi DNA şifrelerindeki değişimler vardır ama nasıl canlılardaki değişim tür değişimleri biçiminde gerçekleşirse, toplumsal evrim de topluluk değişmeleri, cemaatlerin değişmeleri biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl canlıların evriminin gerçekleştiği somut biçim ise, topluluklar da toplumun evriminin gerçekleştiği somut biçimdir. Sosyolojinin ya da tarihsel maddeciliğin en büyük eksiği, tıpkı biyolojideki tür kavramı gibi, yani evrimin gerçekleştiği temel birime ilişkin bir kavramının bulunmamasıydı, bunun ardında da Aydınlanmanın kendi cemaatine cemaat demeyip toplum demesi yatıyordu. Ama sonuçta metodolojik olarak, bu, tür yerine bir bakıma canlı kavramı kullanmak gibiydi. Fiiliyatta da benzer sonuçlara ve sorunlara yol açıyordu. Örneğin genel olarak topluluklara toplum denmektedir. Türk Toplumu, Osmanlı Toplumu, Alevi Toplumu gibi kullanımlar buna örnek olarak gösterilebilir. Türk Toplumu diye bir şey olamaz. Ama Türk Ulusu, yani bir topluluk olabilir. Türk Toplumu kavramı, Maymun Canlısı, Demir Maddesi gibi bir saçma kavramdır. Maymun türünden söz edilebilir maymun canlısından değil; Demir atomundan ya da elementinden söz edilebilir, demir maddesinden değil. Ama topluma gelince Maymun canlısı saçmalığı gibi Türk veya İslam toplumundan söz edilmektedir. Maymun kavramı zaten canlılığı içerir ve Maymun dendiğinde canlının özgül bir var oluş biçimi yani Tür söz konusudur. Bu nedenle saçmadır "Maymun canlısı". Türk kavramı zaten toplumsal varoluşu içerir ve toplumsal varoluşun somut ve özgül bir biçimidir (Topluluk) söz konusudur. Bu nedenle Türk Toplumu Maymun Canlısı gibi bir saçmalıktır. Bu kullanım saçmalıkları bile Toplum kavramının ne kadar belirsiz olduğunu ve topluluk yerine kullanıldığını gösterir. 112
Tarihi anlaşılmaz kılan da, Yapı ve Özne çelişkilerini ve ayrımlarını yaratan da toplumsal evrimin gerçekleştiği birimin tanımlanmamış olmasıdır. Komün'den örneğin uygarlığa geçiş, somutta bir dinden diğer dine geçiştir; bir cemaat biçiminden diğer bir cemaat biçimine geçiştir. Ya da üretici güçlerin ve ekonomik temelin yeni durumuna uygun başka bir toplumsal örgütlenmeye geçiştir. Ortada, toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birim, yani topluluk kavramı olmayınca, toplumsal evrimin açıklanmasında zorluklarla karşılaşılmış, aşılmaz Yapı ve Özne ayrımlarına takılınmış ve gerçekteki toplumsal değişimler hiçbir şekilde ne açıklanabilmiş ne de gerçekten devrimci bir hareket yani yeni bir din yaratılabilmiştir. Bu nedenledir devrim diyince Marksist tarih kitaplarında modern çağdaki birkaç devrimden başka devrim sayılamaması, çünkü din değişimlerinin, dinlerin ortaya çıkış ve egemen oluşlarının, yayılışlarının, yani bir topluluktan diğer topluluğa geçişlerin devrim olduğu anlaşılamamaktadır. Topluluk kavramı yoktur ki onun geçişleri olsun. Topluluk kavramının yokluğunun ardında ise hem dinin aydınlanmacı tanımı (inanç, ideoloji vs.) hem de toplumun aydınlanmacı tanımı (insanlar arası ilişki) bulunmaktadır. Topluluk kavramı olmadığı için özne vardır, devrimi açıklamak için onun yerine ikame edilmiştir. Sonuç Modern toplum, ki somutta ulus biçiminde var olur, modern toplumun cemaatine, Toplum der ve bu Cemaati tanımlayan ilke ve ilişkileri toplumu oluşturan ilke ve ilişkiler olarak tanımlar. Dinleri nasıl özel olarak tanımlarsa aynı şekilde topluluk kavramını da özel olarak tanımlanmış dinle özdeşleştirir. Marksizm bunanla çelişkili olsa da büyük ölçüde bu ayrımı olduğu gibi alır ve Toplum'u diğer var oluş biçimlerine göre değil, modern toplumun toplum kavramı gibi insanlar arası ilişki olarak tanımlar ve dolayısıyla topluluk kavramını da aynı şekilde özele indirgenmiş din ile bağlantılı olarak kavrar. Bu toplumsal hareketin gerçekleştiği somut biçimin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Bu nedenle devrimler ve toplumsal evrim bir topluluktan diğer topluluğa; veya bir dinden diğer dine veya bir üstyapıdan diğer üstyapıya geçişler olduğundan açıklanamaz olur. Yani bizzat üstyapının, yani dinin, yani topluluğun devrimleri yapan, değişimleri gerçekleştiren olduğu görülmez olunca, bu değişimi gerçekleştiren öznenin ne olduğu sorusunu getirir, dolayısıyla bir yapı ve özne paradigmaları ve farklılıkları ve çelişkileri ortaya çıkar. İşte Kıvılcımlı'nın da Marksizmin de yüz elli yıllık serüveni bir bakıma aydınlanma'nın Din ve Toplum kavramlarının ortaya çıkardığı bu sorunu çözme çabaları olmuştur. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkümdu, çünkü sorun yanlış koyuluyordu. Ama bizzat bu çözme çabaları, çok karmaşık yollardan sorunun çözümü için birikim yapmış
113
tır. Kıvılcımlı hem bu başarısız çözme çabalarının hem de bu birikimin anıtsal örneğidir. 19 Kasım 2008 Çarşamba Demir Küçükaydın
114
Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü Biri Tarihsel Maddeciliğin bir açıklaması (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz), diğeri bir uygulaması (Komünist Manifesto) olan bu iki metin, toplumsal değişimin mekanizmasını; Toplumsal Devrim denen aynı olguyu ele alırlar ama bunu farklı kavram sistemleriyle ve önermelerle açıklarlar: Teorinin bir açıklaması olan Önsöz'de şöyle: "Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder." Teorinin bu açıklamasının içinden çıktığı tarihe bir uygulaması, aynı zamanda bir dökümü ve programatik sonucu olan Manifesto'da şöyle: "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir." Bu iki çok temel açıklama üzerinde dikkatlice durulursu, farklı kavram sistemlerine ya da moda deyimiyle “paradigmalara” (değerler dizgesine) dayandığı görülür. Önsöz devrimleri üretici güçler ve üretim ilişkilerinin; altyapı ve üstyapının çelişkisiyle; Manifesto sınıfların çelişkisiyle açıklamaktadır. Önsöz'de devrimlere yol açan Üretici Güçler ve onlardaki gelişme ve bunun üretim ilişkileriyle çelişkisidir; Manifesto'da ise Sınıfların arasındaki mücadeledir. Önsöz’de Devrim tüm üst yapının değişmesi olarak ele alınırken; Manifesto’da ise Devrim devletle dolayısıyla politik iktidarla sınırlıdır. Özetle: Önsöz, devrimleri Yapısal kavramlarla açıklamaktadır; Manifesto ise Öznelerle. Bu farklı açıklama ilkeleri farklı sonuçlara da yol açarlar. Önsöz'deki üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkisinden, açık uçlu bir gidiş, yani devrim kadar bir çöküş olasılığı da çıkmaz, ilerleyen bir tarih çıkar. Ama Manifesto'daki sınıflar çatışmasından, çatışanların toplu bir çöküşü, yani açık uçlu bir tarih, devrim kadar çöküş de çıkar ve tam bu nedenle de toplu çöküşten de söz edilir Manifesto'da.
115
Önsöz'den, sınıfsız toplumlarda da devrimler olacağı ve olması gerektiği sonucu çıkar, çünkü Üretici Güçler sınıfsız toplumlarda da gelişir ve değişirler. Ama Manifesto'dan sınıfsız toplumlarda devrimler olacağı sonucu çıkarılamaz, çünkü sınıflar yoktur. Bu çelişki ve farklar, metinlerin birinin teoriyi açıklayan, diğerinin uygulayan metinlere ait olmalarından doğmamaktadır. Bu iki metindeki kavramlar arasında belli bir çelişki (veya kopukluk) vardır. Bu çelişkinin ortadan kaldırılması için en azından bu iki kavram sistemi arasındaki ilişkinin bir bağının kurulması gerekmektedir. Öte yandan, bu çelişik ve farklı sonuçlara yol açan kavram sistemleri, belli dönemlere ilişkin olarak, her biri aynı zamanda kendine göre iç tutarlılığı olan açıklamalar da sunmaktadır ya da en azından öyle görünmektedir. İkisinde de gerçeği daha derinden kavramayı sağlayan bir yan vardır. Dolayısıyla bunlar öyle kolayca bir yana da atılamazlar. Yani bir bakıma Fizikteki, biri atom altı alemde son derece tutarlı ve doyurucu açıklamalar sunan ve deneylerle kanıtlanabilen Kuantum Kuramı, diğeri, büyük alan ve kütlelerde aynı şekilde hem kanıtlanabilen ve hem de doğru öngörüler yapma olanağı sunan Genel Görecelik Kuramı arasındaki gibi bir ilişki söz konusudur. Bu iki kuram, aynı kavram sistemi içinde birleşmiş değildir. Modern fiziğin bütün çabası, bu iki teorik sistemi de içinde birleştiren ve kapsayan, eski deyimiyle bir "Birleşik Alanlar Kuramı" veya daha yeni ve moda deyimiyle "Evren Formülü"ne ulaşabilmektir. İşte Marksizm’in ihtiyacı olan da, bu farklı açıklama ilkelerini bir tek açıklama ilkesinde toparlamak; bir "Toplum Formülü"ne ulaşmaktır. Marksistlerin çoğu bu çelişkinin adını koymamışlardır ve bilincinde değildirler ama suda yaşayıp da suda yaşadığını bilmeyen balıklar gibi, bilinçsizce yaptıkları hep bu çelişkiyi aşma çabasından başka bir şey de değildir. Bu çelişki ve sorun, özellikle ikinci dünya savaşından sonraki dönemde, Marksistleri meşgul etmekte, adını koymadan bu çelişkiyi çözme girişimleri bulunmaktadır. Marksizm’in krizinin temelinde bu çelişkinin yattığı söylenebilir. Kıvılcımlının tüm teorik çabası da, Yapı ve Özne sorunu olarak tanımladığımız bu çelişkiyi, bu uyumsuzluğu adını koymadan aşma çabasından başka bir şey değildir. * “Üretici Güçler” ayaklanıp devrimleri yapmadıklarına ve yapamayacaklarına göre, en azından Üretici Güçlerin belli bir grup insanın varlığında ve eyleminde ete kemiğe bürünüp devrimlerin öznesi olarak ortaya çıkması gerekir. Bu sorun şöyle de ifade edilebilir: Üretici güçler, hangi mekanizmayla devrimci sınıfın varlığında bir özne olarak ortaya çıkmaktadır ve bu çıkış iç tutarlılığı olan hangi kavramlar aracılığıyla açıklanabilir? İşte, Yapı ve Özne çelişkisini, Marks, “Devrimci sınıfın kendisinin en büyük üretici güç 116
olduğu” önermesiyle aşar ya da aşmaya çalışır. Yani özne ve yapı, iki farklı açıklama ilkesi değil; aynı gerçekliğin iki farklı görünümü gibi ele alınır. Marks bu özdeşliği Felsefenin Sefaleti'ndeki şu satırlarla ifade der: "Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: Daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte varolamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: Eski Toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir." Gerçi her ne kadar bu bağlantıda, Önsöz’ün mantığına göre sınıfsız toplumda da devrimler olması gerekirken, sınıfsız toplumda bu “en büyük üretici güç” olan “devrimci sınıf” olmadığından, devrimlerin olmaması gerektiği gibi bir çelişkili sonuca yol açan bir tutarsızlık bulunuyorsa da, en azından modern tarih için, işçi hareketi de esas olarak Avrupa ile sınırlı kaldığı sürece, bu açıklama sorunu çözmüş gibi görünüyordu. Gerçekten de 19. Yüzyılda Tekniğin gelişmesine paralel olarak bizzat onu kullanan ve onunla birlikte gelişen ve de aynı zamanda üretici olan sınıfın aynı zamanda en büyük üretici güç olduğu önermesi gerçeğe tıpatıp uyuyor görünüyordu. Böylece de Yapı ve Özne (Önsöz ve Manifesto) arasındaki bağlantı sorunsuz olarak çözülmüş görünüyordu. Ancak İkinci Dünya savaşından sonra bu resim değişmeye başladı, hatta tam tersi bir durum ortaya çıktı. Artık Kapitalizmin, üretici güçlerin verili gelişim düzeyi için bir engel olduğu açık olarak ortaya çıkmasına rağmen ve en büyük üretici güç olan işçi sınıfı var olmasına ve örgütlü olmasına rağmen, ne bu sınıf devrimcilik yapıyor ne de devrimler oluyordu. Buna karşılık devrimci hareketler, köylü ve ulusal kurtuluş hareketleri olarak Üçüncü Dünyaya kayıyordu. Bu durum ister istemez Marksist teoride ciddi bir bunalıma yol açtı. Özne ve Yapı ilişkisi ve özdeşliği eskisi kadar kolayca kurulamıyordu artık. Evet, Üretici Güçler gelişmişti ve ilişkilere sığmıyordu ama “en büyük üretici güç” olan İşçi Sınıfı, bu güçlerin özne hali, davranması gerektiği gibi davranmıyordu. Bu çelişkiyi açıklama ve aşma denemeleri damgasını vurur 20.yüzyılın Marksizmine. Troçkizm diye bilinen klasik Marksist gelenek, "öznel koşullar" la bir açıklama sunuyordu. Troçki’nin adına bağlı, aslında Klasik Marksist önermelerin mantığına bağlı gelenek, Avrupa'da geri bir ülkede (Rusya) devrimin işçileri iktidara getirmesi; bu devrim yayılamayıp tecrit olunca, tam da üretici güçlerin geriliği durumunda sosyalizm olamayacağı, Marks'ın dediği gibi bütün pislikler geri döndüğü için, Sovyetlerin bürokratik yozlaşmaya uğraması ve bu yozlaşmanın da Üçüncü Enternasyonal ve Ekim devriminin etkisi ve prestiji ile bütün dünya işçi hareketini öznel olarak felç etmesi şeklinde bir açıklama getiriyordu. Bu açıklamaya göre de sorun öznel koşullarla ilgiliydi. Sorun bu öznel zaafın aşılması 117
(Troçkist terminolojide: “önderlik krizi”) olarak koyuluyor ve yapı ve özne ilişkisinin sorunları kendi içinde az çok tutarlı olan bu açıklamanın ufku dışında kalıyordu. Ama gerçekten de Klasik Marksizmin (Yani Marks, Engels, Lenin’lerin kavramlarıyla) temel kavramlarıyla oynanmadıkça yapılabilecek biricik tutarlı açıklama bu olabilirdi. Ve tam da bu nedenle, bu açıklamanın gücü, bir bakıma tam da güçsüzlüğünün, en temel sorunlardaki körlüğünün ve onları gündem dışında tutuşunun nedeni olarak ortaya çıkıyordu. * Bir diğer gelenek yine bu dönemde "Üçüncü Dünyacılık" biçiminde oluştu. Devrimci hareketlerin geri ülkelere ve sömürgelere kayması sonucu bu öznelerin yapı ile ilişkisinin nasıl kurulacağı sorununu gündeme getiriyor ve bunlar, ekonominin dolayımıyla, kapitalist sistemi bir merkez ve çevre çelişkisi içinde ele alarak, Özne'yi, yani Üçüncü Dünyadaki Hareketleri, Yapı'ya bağlamaya çalıştılar. Son duruşmada bu bağı ekonomi ve onun da temelinde yoksulluk, sömürü ve baskı üzerinden kurmaya çalıştılar. Ama bunların hiç de bu bağı kurmaya yetmediği, yoksulluk, sömürü ve baskının bütün sınıflı toplum tarihinde görüldüğü, bu açıklama çabasının en zayıf yeriydi. * Yapısalcılık, Avrupa'da ise, İşçi Sınıfının devrimcilik gösterememesinin ortaya çıkardığı hayal kırıklığı ve bunalım, özne tarihten çıkarılarak, bu kategori reddedilerek, yapısalcılığa geçilerek çözülmeye çalışıldı. Türkiye'de de Küçük burjuva devrimciliğinin kendisinde büyük bir keramet bulduğu, Kapital'i okumadan "Kapitali Okumak" diye kitap yazan Althusser'in "Tarihin öznesi yoktur" önermesi, (Marks her ne kadar Tarihin değil de devrimlerin özneleri ile meşgul idiyse de) bu geçiş ve sorun karşısında teslim bayrağını çekişin bir sembolü olarak görülebilir. Bu akımın evriminin; özneyi tarihten silişinin, yani yapısalcılığın, nasıl bir öznelciliğe evrimleşip çölde yok olan bir akarsu gibi buharlaştığı, Perry Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı eserinde etraflıca anlatılmaktadır. * Post Marksizm. Ancak tarihin ince alayı öyledir ki, öznenin yok edilerek sorunun çözümünün arandığı noktada ortalığı özneler kapladı: İşçi Sınıfı ortalıkta yoktu ama Kadın Hareketi, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Siyah Hareketleri, Ekoloji Hareketleri, Barış Hareketleri gibi, üretim süreçleriyle doğrudan ilişkisi olmayan, sınıfların aksine üretim ilişkileri içindeki konumlarına göre ortaya çıkmayan özneler ortalığı kapladı. İşçi sınıfı her hangi bir devrimcilik gösteremez, Keynezyanizmi savunmakla uğraşırken, bu "Yeni Sosyal Hareketler" çok radikal bir çıkış gösteriyorlardı. Peki, o zaman bu nasıl açıklanacaktı? İşçi Sınıfının kendisi üretimle ilgiliydi ve o zaman özne ve yapı arasındaki ilişkiyi kurmak kolay olabiliyordu. Şimdi radikallikleri ya da varoluşları, üretim münasebetleri içindeki ilişkilerden kaynaklanmayan bu öznelerin varlığını yapıya, üretici güçlere bağlamak nasıl mümkün olacaktı? Bu yöndeki çabalar genellikle Post
118
Marksizm biçiminde Marksizm’in terki ile sonuçlandı. Bu yöndeki son çabalardan birini, bunların son silik yankısını, belki de kuğu çığlığını, Negri'nin “Çokluk” unda görüyoruz. * Ama tıpkı Yapısalcıların Özneyi yok ettikleri yerde tarihin ince bir alayıyla ortalığı özneler kapladıysa; Negri'nin bu ortalığı kaplamış öznelere "Çokluk" dediği yerde bir yokluk ortalığı kapladı. Ama bu yokluğa da Politik İslam veya Ulusal çatışmaların varlığı damgasını vuruyordu veya bunların varlığı o yokluğun öteki yüzüydü. * Ama bu arada zaten Duvar yıkıldığından beri artık Marksist teorinin de bir yeri kalmadığından, bu sorunları tartışacak ve ortaya koyacak kimse de kalmadı. Bunu tartışacak insanların ve bu insanlara yön verecek bir sosyal hareketin olmaması bu sorunlar olmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Ama somut durum buydu. Böylece Yapı ve Özne Sorunu ve bunların çelişkisi, bu bağlantının modern tarihte doğrulanmaması veya bu bağlantıyı Marks'ın koyduğu biçimde ele alışın modern tarihi açıklamaması, fiilen, kendileri günlük politikanın girdabında ayakta durmaya çalışan tek tük Marksistlerin bilincinden ve gündeminden düşmüş oluyordu. Dolayısıyla bu yapı ve özne sorunuyla Antik Tarih'te karşılaşıp şimdiye kadar bu alanda en sistemli çabayı göstermiş bulunan Kıvılcımlı'nın yaptığının öneminin ve anlamının anlaşılmasının koşulları da ortadan kalkmış bulunuyordu. * Marksizm, Yapı ve Özne ilişkisini kurmakta, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrası modern tarihte sorunla karşılaşılmıyordu; sorun çok daha köklü ve aşılmaz olarak, tüm Antik Tarih'te yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda ortaya çıkıyordu. İşte Kıvılcımlı'nın teorik eseri, bir bakıma, kavramsal iç tutarlılığa değer veren ve eleştirel Devrimci Marksizm’in özne ve yapı çelişkisini aşmak, bu farklı ilkeleri bir ilkede birleştirmek için giriştiği en kapsamlı ve sistematik çaba olmasındadır. Kıvılcımlı, Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar tarihinde, uygarlıkların ve/veya devletlerin kuruluş ve yıkılışlarının aslında devrimler olduğu gözlemini yapmıştı. Tabii ortaya bu devrimlerin mekanizmalarının Marksizm’in kavramsal araçlarıyla açıklanması da gerekiyordu. Ama burada yeni sorunlar ortaya çıkıyordu. Eğer kapitalizm öncesi tarihte devrimleri yapanlar üreticiler, yani esas olarak köylüler veya köleler olsaydı, bu üreticilikten hareketle "En büyük üretici güç üreticilerin kendileridir" denilerek, devrimci sınıf ve üretici güç özdeşliği kapitalizm öncesi tarihe de uzatılabilir ve sistem belki bir ölçüde kurtulabilirdi. Ama olgulara bakınca, kapitalizm öncesi tarihte köleler ve serfler devrimci bir sınıf değildiler ve modern tarihte işçi sınıfının gördüğü işlevi görenler, henüz Komün yaşamından kopmamış 119
ve uygarlaşmamış “barbarlar”dı. Üretici ve ezilen sınıflar devrimci bir sınıf oluşturmuyorlardı. Keza bu “barbarlar” üretici bir sınıf olmadıkları gibi, üretici güçlerin gelişmişliğine dayanmıyorlardı, genellikle daha geri bir üretici güçler seviyesini ve üretim ilişkilerini temsil ediyorlardı. Ve nihayet, kapitalizm öncesi klasik uygarlıklar tarihinde üretici güçlerin gelişmesi de söz konusu değildi. Sanayi devrimine kadar neredeyse hiçbir gelişme yoktu. Var olan gelişmeler nicel denebilecek karakterdeydi, bu sınırlı gelişmelerle tarihin o tüm karmaşıklığını ve onlarca tarihsel devrimi açıklamak mümkün değildi. Bu durumda, bir Marksist olarak Kıvılcımlı'nın karşısına şu soru çıkıyordu: bu gidiş o teorinin kavramlarıyla nasıl açıklanabilirdi? Eldeki kavramlar Böyle bir açıklamayı olanaklı kılıyorlar mıydı? Bu sorunu bizzat onun kaleminden okuyalım: "Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: 1 - Antika Medeniyet "sınıfların zıtlaşması üzerine kurulu" bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: Kölelerdir. 2 -Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında "birlikte varolamaz"lık yetmiş midir? Hayır. Bu, moda deyimiyle "coeksiztans: Birlikte varoluş" imkânsızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz: 3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde "en büyük üretici güç olan devrimci sınıf" yoktur. O neden? 4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi"ni gerektiren bütün üretici güçler "eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir Antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama "medeniyetler" hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzaklaşıp, ebediyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşın da yeni bir medeniyet, (hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. Öyleyse, ortada: Medeniyetin tümüyle ve kesince yokolması değil, bir biçimden başka biçime geçmesi vardır. Son arkeoloji belgeleri, Irak'tan başka hiçbir yerde, kendiliğinden yeni bir medeniyet doğmadığını, en bağımsız görünen Amerika "Yerli" kültürünün bile Uzakdoğu'dan sıçrama olduğunu, daha önceki mitoloji elemanlarıyla da desteklenince ispat etmiş gibidir. İlk Irak medeniyetinden Modern çağa dek gelmiş medeniyetin özellikle geçit konaklarında "üretici güçler" bakımından durum ne olmuştur? Antika medeniyetleri deviren güç, Toplumun kendi içinden doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplum dışından başka bir Toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışarıdan gelen güce, Greklerin "Yabancı: Ecnebi" anlamına kullandıkları "BARBAR" adı veriliyor. (Osmanlı: Atalarından dirlikçi olmayan 120
bütün öteki yurttaşlara "ecnebi" derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: "Güç (zor, acı kuvvet): Yeni bir Topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir." (40) Antika Tarihte "güç" barbar kılığına girip medeniyet Toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: Eski medeniyetin "Gebe" olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan Yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl "ebesi" oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı, Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, tarihsel maddeciliğin keşfedildiği gündenberi, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle "c'en etait fait": İşi bitik) duruma girmişlerdir." Bu satırlarda çok açık görüldüğü gibi, Kıvılcımlı sorunu belki Yapı ve Özne sorunu olarak adlandırmamıştır ama ortada nasıl çok temel ve zor bir sorun bulunduğunun tamamen farkındadır ve bunu açıkça ortaya koymaktadır. Kıvılcımlı'nın önünde bir değil, birbiriyle de çelişen ve bağlantısı kurulması gereken, çözülmesi gereken birçok sorun bulunuyordu. Örneğin, Antik Tarihte Üretici Güçler (Teknoloji) neredeyse gelişmediğine göre, Üretici Güçlerin gelişmesinin devrimlerin ve toplumsal değişimin temeli olduğu önermesi nasıl ayakta kalacaktı? Öte yandan en büyük üretici güç olan Devrimci Sınıf yoksa, bu sınıfın işlevini gören ve daha geri bir üretici güçler seviyesini (teknolojiyi) temsil eden barbarların nasıl olup da "Tarihsel" de olsa devrimler yaptığı sorusu ortaya çıkıyor ve her ikisi de (yani hem tekniğin gelişmemesi hem de barbarın geri bir teknik düzeyi temsil etmesi) üretici güçlerin (tekniğin) gelişmesinin devrimlerin ve tarihin esas devindirici gücünün olduğu önermesini; Marksizm'in bu en temel önermesini gözden geçirmeyi gerektiriyordu. Kıvılcımlı bunu Marks ve Engels'teki kaynağa dönerek, Marks ve Engels'in benzer sorunlar karşısında ifade ettiği unutulmuş göndermelerine dayanarak ve onları antik tarihteki olgular ışığında yeniden yorumlayarak çözmeye çalıştı. Marks ve Engels, Alman İdeolojisi'nde "Kollektif Aksiyon" yeteneğinin bizzat kendisinin bir üretici güç olduğunu söylemiyorlar mıydı? Örneğin şöyle yazıyorlardı: "Hayatın üretimi, çalışmakla kişi hayatının, döl yetiştirmekle başkasına ait hayatın üretimi, hemen çifte bir münâsebet olarak gözükür: - Bir yandan tabiî bir münasebettir, öte yandan sosyal bir münasebettir.. Bundan çıkan sonuca göre, üretim yordamı (istihsal tarzı), yahut belirli bir sanayi seviyesi: daima kollektif bir aksiyon (topluca eylem) yordamı veya belirli bir sosyal seviye ile ortaklaşa bulunur, ve kollektif aksiyon yordamlığının kendisi de "bir üretici güç" tür; insanların erişebilecekleri üretici güçlerin miktarı sosyal durumu şartlandırır; demek "İnsanlık Tarihi" daima, sanayi ve değişim (mübadele) tarihi ile bağlı olarak incelenmeli ve işlenmeli (ekilip biçilmeli) dir." (abç, K. Marks, Die Deutsche Ideologie, s. 19). Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı, Barbar'ı, tıpkı işçi sınıfının en büyük üretici güç olması gibi, Kollektif Aksiyon yeteneği aracılığıyla bir üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne çelişkisini aşma olanağı buluyordu. Bu iki kavram sistemini, tıpkı Marks gibi, Özneyi
121
doğrudan Üretici Güç olarak tanımlayarak aşmaya çalışıyordu. Ve bunu yaparken de ustaya sadık bir talebe olarak yine ustasının dediklerine dayanıyordu. Ama sadece bu kadar da değildi karşılaştığı sorunu çözerken Kıvlcımlı'nın dayandığı. Engels, ömrünün sonlarına doğru Starkenburg'a yazdığı bir mektupta Tarihsel Maddeciliği tekrar bir özet olarak açıklarken, gelenekleri ve coğrafyayı da ekonomik ilişkiler alanında sayar. Kıvılcımlı'nın Üretici Güçleri tanımlarken çok zikredip dayandığı alıntı şudur: "Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir Toplum insanlarının geçimlerini üretimlerini ve (işbölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve taşıt tekniği bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim ( mübadele ) yordamı gibi, ürün üleşimini ( tevziini ) de ve dolayısıyla Kandaş toplum eridikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısı ile egemenlik münasebetlerini ve köleliği de, dolayısıyla Devleti, Siyaseti, Hukuku vs.yi de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri coğrafya temeli de girer ve çok kez yalnız gelenekle veya vis inertiae ( atalet hassasıyla: durunç gücüyIe ) alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış kalıntılar da ve tabiî gene her sosyal biçimi dışarıda çerçeveleyen ortam da girer." (F. Engels: Heinz Starkenburg'a mektup, 25 Ocak 1894) Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı Gelenek ve Coğrafyayı da Üretici Güç yapar. Eh gelenek de esas olarak Barbar’ın kolektif aksiyon yeteneği olarak ortaya çıktığına göre, Üretici Güçler ve Özne arasındaki çelişki aşılmış gibi görünüyordu. Bunun sonucunda, Kıvılcımlı tüm Üretici Güçler kavramını değiştirerek ve kapsamını çok genişleterek, bu çelişkiyi aşmaya çalışıyordu. Bunu yaparken de tamamen Marks-Engels’ten alıntılara dayanıyordu. Bu sonucu Kıvılcımlı’nın kendi kaleminden okuyalım: "TARİH VE ÜRETİCİ GÜÇLER Klasik Tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik Tarihsel maddecilik: Hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve s o n duruşmada, "ÜRETİCİ GÜÇLER"le hareket ettiğini göstermiştir. Amâ, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi "Üretici Güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık F e 1 s e f e yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilim'e ısmarlamıştır. Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz: 1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metodlar (usuller). 2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreliyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s. 3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden daha doğrusu zaman
122
içinde çevreliyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s. 4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek içmanevî ortamını teknik-araçla işliyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s. Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteyedek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir. Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre,belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur. Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivelâ gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kollektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez. Modern Toplumda Teknik: Maddî coğrafya ve Manevî Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toplum hareketinde yalnız Teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, Coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve Kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır." Kıvılcımlı Özne ve Yapı arasındaki farkı, kollektif aksiyon ve geleneğin üretici güç olduğuna dair Marks ve Engels'in değinmelerine dayanarak, Marks gibi, özneyi bizzat üretici güç yaparak, Marks'ın yolunu izleyerek, hem Marksist teoriyi kurtarmış olur, hem de Antik tarihi anlayabilmek için daha gelişmiş kavramsal araçlara ulaştığını düşünür. (Biz de uzun yıllar, hem bu sorunu problematize eden başka Marksist görmediğimiz; hem de daha iyi ve tutarlı bir açıklamaya rastlamadığımız için, Marksist bir din teorisinin olmadığını görene kadar böyle düşündük.) 123
Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler kavramının benzeri bir açıklama dünyada hiçbir Marksist’te yoktur. Bu olmayış rastlantısal da değildir. * Ne var ki, Kıvılcımlı'nın bu çabası, Yapı ve Özne arasındaki bu ayrılığı bir kapatma çabası olmaktan öteye gitmez. Yapı ve Özne iki farklı açıklama ilkesi olarak var olmaya devam eder. Kıvılcımlı, ortada gerçekliği iki farklı ilkeyle, iki farklı paradigmayla ele alan bu Yapı ve Özne çelişkisinin niye var olduğu yönünde bir soru sormadığı gibi, kendisi fiilen bu çelişkiyle boğuşmasına rağmen, uğraşının konusunun özünde bu çelişkiyi aşmak olduğunu bile görmemiş ve bunu da zaten tam bu nedenle hiçbir yerde ifade etmemiştir. Kıvılcımlı'da böyle bir sorun yoktur. Gerek Marks’ın, gerek Kıvılcımlı'nın, üretici gücü doğrudan değiştirici özne olarak tanımlayarak, ya da özneyi doğrudan üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne arasındaki çelişkiyi aşmaya; bir kavramsal bütünlüğe ulaşmaya çalışmaları; gerek Troçki'nin öznel etkenle benzeri sorunu aşma çabası; gerek "Üçüncü Dünyacı" ların ya da "MerkezÇevre" ile açıklayan "Dörtlü Çete"nin çabaları; gerek Özneyi yok ederek bu sorunu aşmaya çalışanlar; gerek öznelerin çokluğundan ve üretim ilişkileri ile doğrudan bir bağının bulunmamasından başları dönen post Marksistlerin çabaları bir bakıma, elde var olan teoriyi ve kavramsal sistemi kurtarmak için fizikçilerin yirminci yüzyılın başlarında "esir" diye bir kavram üretmelerine benzer. Son duruşmada bu çabaların hepsi bunun gibi "reformist" girişimlerdir. * Şimdi burada bu çelişkinin neden var olduğuna ve bizim aşmak için kurduğumuz teorik sisteme gelelim. Bu hem Marks’ın hem de Kıvılcımlı’nın eleştirisidir ve aynı zamanda sorunun çözümüdür. Şu soruyla başlanabilir: iki farklı açıklama ilkesinin var oluşunun nedeni nedir? Niçin böyle birbiriyle çelişkili iki farklı açıklama ilkesi vardır? Bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığının ardında hangi daha temel metodolojik yanlış yatmaktadır? Olması gereken bunları şimdiye kadar yapıldığı gibi uzlaştıracak girişimler mi yoksa tamamen başka bir yaklaşım mıdır? Bu nedenle, bu uzlaştırma girişimlerini bir kenara koyup, tekrar bu çelişkinin kendisine, varolan çelişkiyi çözme girişimlerine ve bunların eleştirilerine yoğunlaşmayı bırakıp; onun niye varolduğunu açıklamaya çalışalım; kaynağa dönelim. * Özne ve Yapı ayrımı şeklinde ortaya çıkan bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığı, tıpkı bir madalyonun arka yüzü gibi, başka teorik ve kavramsal yoklukların öbür yüzüdür. Zaten daha sonra sorunun çözümü de tam bu yoklukları çözme çabasının sonucu gerçekleşmiştir. Nedir bu yokluklar? Hemen hemen bütün ciddi Marksistlerin var olmadığını teslim ettiği: bir Ulus Teorisi ve bir sistemleştirilmiş Üstyapılar Teorisidir. Bu yokluklar (Ulus ve Üstyapılar Teorileri) ile iki 124
farklı açıklama ilkesinin varlığı (Yapı ve Özne) aynı özün ya da sorunun farklı görünümleri olmasın? Ama Ulus ve Üstyapılardan farklı olarak, bütün (ciddi ve gayrı ciddi) Marksistlerin hiç birisinin varolmadığını söylemediği, var olmadığı bilinmeyen bir olmayan daha vardır: Marksist bir Din Teorisi yoktur. Ve bir Din Teorisinin olmadığına dair bir belirlemenin yokluğu, bizzat bir üstyapılar ve ulus teorisi olmamasının bir görünümü (tezahürü) olmasın? Yani tam da bir Üstyapılar ve Ulus Teorisinin yokluğu bir Din Teorisi yokluğunun görünümüdür ve tam da bir Din teorisi olmadığı için Yapı ve Özne çelişkisi, farklı iki açıklama ilkesi vardır denemez mi? Bizim iddiamız tam da böyle olduğudur. Özetle, din teorisinin yokluğunun ardında Toplum ve Din kavramlarının Aydınlanmacı karakteri; Toplum’un ve onun Somut Varoluş Biçiminin ne olduğu sorusunun bulunmaması yatmaktadır. Çünkü Din, Toplum’un Somut Varoluş Biçimini belirler. Bu varoluş biçimi (biz Toplum’un bu Somut Varoluş Biçimi’ne Topluluk (Gemeinde, Cemaat) diyeceğiz.) üretici güçler; üretim ilişkilerine göre belirlenir ve değişir. O halde bir somut varoluş biçiminden, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeni durumuna uygun bir Topluluğa (Somut Varoluş Biçimine) geçiş, bunu belirleyen Din olduğuna göre, bir Din’den diğer Din’e geçiştir. Yani aslında, Tarihsel Maddecilik veya Diyalektik Sosyoloji denen bilimin, yani Marksizm’in kendisinden başlayarak her şeyin yeniden tanımlanması ve kurulması gerekmektedir. Aşağıda bu çözümü gerçekleştirirken izlediğimiz yolu özetleyerek çözümü ve sistemin yeniden nasıl kurulduğunu göstermeyi deneyelim. * Sorunun çözümü yolunda ilk açılım, Ulus Teorisi alanında gerçekleşir. Kritik yıl 1983'dür, yani tam çeyrek yüzyıl öncesi. Bu yıl ulusçuluk üzerine Gelner, Hobsbawm ve Anderson'un kitapları yayınlanır. Bu kitapların ikisinin yazarı olan Hobsbawm ve Anderson da Gellner'in ulusçuluk tanımını paylaştıklarını söylerler. Yani her üç yazar da aynı ulusçuluk tanımında anlaşmaktadırlar ve aslında kritik teorik katkıyı yapan Gellner'dir. Bu teorik katkının o zamana kadarki ulus ve ulusçuluk teorilerinden çok temel bir metodolojik farkı vardır. O zamana kadarki bütün ulus teorileri uluslara bakarak, onlar arasında ortak olanı arayarak bir ulus tanımına ulaşmaya çalışmışlardı ve bu tam bir teorik fiyaskoyu temsil ediyordu. Bunlar ise, ulus nasıl bir topluluktur veya varoluştur sorusunu sorarlar. Ulusu başka topluluk biçimleriyle kıyaslayarak anlamaya çalışırlar. Cevap: ulusun sınıflar gibi değil, dinler, dernekler, cemaatler gibi bir topluluk olduğudur. 125
Bu ulus ve ulusçuluk alanında gerçek bir "Kopernik Devrimi"dir. Aslında yaptıkları son derece basit bir metodolojik değişimdi, Ulusun ne olduğunu anlamak için onu ulusun dışında ama aynı küme içinde bulunanlarla kıyaslamak. İnsanlara bakarak insanları tanımlayamazsınız: Onu ancak, diğer hayvanlarla ilişki içinde, o daha büyük küme içindeki ayırıcı özellikleriyle tanımlayabilirsiniz. Ulus ne türden bir toplum ya da topluluktur sorusu, onun örneğin sınıflar gibi olmadığını, dinler gibi olduğunu gösterir. Yani Anderson’un yanlış anlaşılmış kitabının deyimiyle uluslar cemaatlerdir (Komünete, Gemeinschaft, Topluluk) ama politik cemaatler. Cemaatlerin örneğin sınıflardan farkı şudur, insanlar kendilerini öyle kabul ettikleri an ve sürece o cemaatler var olurlar. Ama sınıflar böyle değildir, insanların irade ve kabullerinden bağımsız olarak sınıflar vardır ve insanlar belli bir sınıftandırlar. Yani uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır. Tıpkı Müslümanlar olmadan Müslümanlık olamayacağı gibi, örneği Türkler olmadan da Türklük olmaz. O halde, ulusçular olmadan ulus olamayacağına göre, Ulusçuluk nedir? Gellner'in bütün diğer yazarlarca da kabul edilen tanımına göre, "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni kabul etmek ve savunmaktır ulusçuluk. Ulusçuluk böyle tanımlandığı an, o zamana kadar Ulus konusundaki bütün Marksist programın ulusçu karakteri da ortaya çıkıyor ve çelişik gibi görünen fenomenler açıklığa kavuşuyordu. "Ulusların kaderlerini tayin hakkı", tamı tamına "ulusal olanla politik olanın çakışması" ilkesinin savunması değil miydi? "Ezen bir ulusun özgür olamaz" da aynı şekilde ulusçuluğun bir ilkesiydi. Enternasyonalizmin de özünde ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayandığı, yani ulusçu bir ilke olduğu ortaya çıkıyordu. Böylece çelişkili gibi görünen, dünyadaki ulusların büyük bölümünü, ulusçu olmadığı iddiasındaki Marksistlerin yaratması; Marksistlerin kurduğu bütün devletlerin ulusal devlet olması; Enternasyonalizmin aslında hiçbir zaman somut bir işlev görmemesi; "sosyalist ülkeler" arasındaki ulusal savaşlar; onlar yıkıldıktan sonra ulusal boğazlaşmaların ortalığı kaplaması; dünyada sosyalistlerin programı olan bir ilkenin (Lenin: "ulusların kendi kaderini tayin hakkı") neden aynı zamanda emperyalizmin de (Wilson) savunduğu bir ilke olduğu; sosyalizmin niye bir ulus teorisi olmadığı; ulusçuların niye sosyalist; sosyalistlerin niye ulusçu olduğu gibi sorunların hepsi bir tek darbede çözülmüş oluyordu. Çünkü Marksistlerin ulus tanımları bizzat ulusçuların ulus tanımlarıydı ve ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlardı. Marksistler de ulusçuların ulus tanımlarıyla ulusu tanımladıklarından ve dolayısıyla ulusçu olduklarından ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamıyorlardı.
126
Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışması ilkesi” ve bunu savunmak ise, Marksistlerin programı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek olabilirdi ve olmalıydı. Yani ulusal olan da tıpkı bir din gibi, kanarya severlik gibi, bütünüyle politik bağlamı ve anlamından boşalmalı, tümüyle özel bir sorun olmalıydı. "Proletarya diktatörlüğü", ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi karşısında onu özel olmaya zorlayan bir diktatörlük olabilirdi. Böylece bu bildiriyi sunan Demir Küçükaydın, daha 1990'ların ortalarında, önce Özgür Gündem ("Milliyetçiliğin Sonu" adlı makale) gazetesinde, sonra Sosyalizmin Sorunları ("Enternasyonalizmin Sonu" adlı deneme) dergisinde, Gellner'in tanımına dayanarak, işçi hareketinin ve Marksist hareketin dayandığı "enternasyonalizm" ve "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" gibi ilkelerin ulusçu karakterini gösterip, ulusal sorunun Marksist programatik çözüm formülasyonunu yapıyordu: Ulusal olanla politik olanın bağının koparılması. Diğer bir deyişle, “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”nin reddi ve buna son verilmesi. Bu devasa bir adımdı, birçok sorunu çözüyordu ama içinde iki hatası, iki gizli varsayımı vardı. (Bu hatalardan arınma; onları görme ve aşma bir on yıl daha gerektirecekti) "Ulusal olan"dan, bugünkü yaygın uluslar ve ulusçular gibi, bir tarihe, bir dile, bir dine dayanan ulusçuluğun “ulusal olan” dediklerini anlıyordu. Dolayısıyla, "Ulusal olanın kişisel ve özel olması" derken, bir dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusalın özele ait olmasını anlıyordu. Yani bir dile, dine, soya, “ırk”a dayanmayan bir ulusçuluğun da bir ulusçuluk olduğunu görmüyordu. Yani aslında farkına varmadan, bir dile dine dayanmayan, nispeten daha demokratik bir ulusçuluktan başka bir şeyi savunmuş olmuyordu. Çünkü "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni savunmak ulusçuluk ise, ulusal olan ille de bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle tanımlanacak diye bir koşul yoktur. Pek ala, burjuva devrimlerinin ilk evresinde olduğu gibi; Marks-Engels ve Lenin'lerin "Demokratik Cumhuriyet" ilkesinde olduğu gibi; hiçbir dilsel, dinsel, tarihsel vs. göndermesi olmayan, böyle göndermelere karşı olarak da ulusal olanı tanımlayan bir ulusçuluk da olabilir. Bu, o ulusçuluğun ulusçuluk olmadığını değil, daha demokratik, daha "ilerici" bir ulusçuluk olduğunu gösterir. Böylece ilk keşif bu iki ulusçuluğun ayrımı oldu. Aslında bugün bir anlamda "ulus devletin aşılması" olarak tanımlanan şeyin, olsa olsa demokratik bir ulusçuluk olduğu ortaya çıkıyordu. Halbuki esas hedef uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadeleydi ve öyle olmalıydı. Bizzat Avrupa Birliği girişimi bile gösteriyordu ki, sırf bir mekana dayanan en demokratik ulusçuluk bile bugünkü dünyada bir apartheid rejimini savunmak anlamına gelirdi. O halde uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadele, programımızın başına geçmesi geçmeliydi. Bu aynı zamanda, globalleşmiş dünyada tüm mallar serbestçe dolaşırken, işgücünün dolaşımının engellenmesine, yani dünyanın siyah ve beyaz diye bölünmesine; dünya çapındaki apartheit rejimine, karşı da bir programdı ve gerçek bir sosyal hareketin
127
(Milyonlarca yoksulun ayaklarıyla zengin ülkelere katılmaya çalışması) programatik bir ifadesi de oluyordu. Ama bunun mantıki sonuçları daha da devrimciydi. Örneğin, eski devrim kavrayışında, ulusa dayanan devletin sosyalist olması ve böyle devletlerin ilerde birleşmesi gibi bir perspektifin yerini, bu sefer uluslara karşı mücadele, yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik olanla ilişkisini ortadan kaldırmak öne geçiyordu. Bu sonuçlar, Marks'ın öğretisiyle de tam uyum içindeydi. Marks dememiş miydi İşçi sınıfı burjuva devletini parçalamak zorundadır onu sınıfsız topluma giden yolda bir araç olarak kullanamaz. Burjuva devletinin en demokratik biçimiyle bile en temel özelliği: ulusal olmasıydı. O halde, en demokratik biçimiyle bile ulusal devlet sınıfsız topluma gidişin aracı olamayacağından, ulusal devletin kendisine karşı, onu parçalamak için mücadele ve onun yıkılması esas acil görev olarak ortaya çıkıyordu. Marks’ın kendisi bu sonucu çıkaramamış olsa da çıkarılması gereken sonuç buydu, teorinin iç tutarlılığının gereği olarak. * Böylece “ulusal olan” kavramında bir netlik ve devasa bir programatik ilerleme sağlanmış oluyordu. Ama "Ulusal olanla Politik olanın çakışması ilkesi" şeklindeki ulusçuluk tanımında ikinci bir kavram daha vardı: "Politik olan". “Ulusal Olan” kavramının analizi ulus teorisini kurmayı ve Marksistlerin programını yeniden tanımlamayı sağlıyordu; “Politik Olan” kavramı ise Din Teorisini kurmayı sağlayacaktı. Bütün yukarıdaki çıkarsamaları yapar ve sonuçları çıkarırken, politik olanın, politik kavramının analitik bir kategori, sosyolojik bir kategori olduğunu sanıyorduk ve "politik olan nedir" diye sormuyorduk. İkinci gizli varsayım buydu. İkinci büyük ve esas devrim bir bakıma, "Politik" kavramının analitik değil, normatif; sosyolojik değil, hukuki bir kavram olduğunu keşfetmek; yani tersinden ifade etmek gerekirse; dinin din olmadığını; bu ayrımın kendisinin ve bu ayrımın kendisinin ve dolayısıyla bu ayrım sayesinde var olan ulusun din olduğunu keşfetmek oldu. Ama bunun için de Din kavramının üç farklı anlamını birbirinden ayırmak ve analiz etmek gerekiyordu. Elbette klasik Marksist geleneğe uygun olarak, gerek klasik uygarlıklarda, gerek bugünkü dünyada var olan biçimiyle politik dinsel hareketlerin, dinsel hareketler olmadıklarını, bunların partiler ve sosyal hareketler olduklarını, dinin sadece bir bayrak olduğunu vs. zaten görüyor ve savunuyordum. Dinin bu ilk anlamı açıktı. Ama yinede aynı din kavramıyla karşılanan iki farklı “din” daha vardı ve bunları henüz ayıramamıştım. Modern toplum'daki, hukuki olarak, inanç olarak, özel olarak tanımlanmış din ve sosyolojik olarak, toplumun somut biçimini belirleyen, yani tümüyle üstyapıyı oluşturan Din. Din kavramının bu üç farklı anlam ve kullanışını ayırmak, Din veya üstyapılar teorisinin temelini oluşturdu. Bu keşif “politik” kavramının analizinden çıktı. 128
Peki "politik olmayan" neydi? Bu "Özel olan" anlamına geliyordu. Bizzat özel kavramı, yani politik olan kavramının zıddı aslında inanç anlamında da kullanılıyordu, ama “inanç” diye sosyolojik bir kategori yoktu ve olamazdı. “İnanç”, hukuki veya epistemolojik bir kategori olabilirdi. Hukuki ve epistemolojik kategoriler ise Dinin sosyolojik olarak ne olduğunu açıklamazlardı. Bu akıl yürütme, politik kavramının da analitik değil, hukuki, politik ve ideolojik bir kavram olduğunu gösteriyordu. Marksistler de dine ilişkin taleplerini, onu bir inanç olarak tanımlayarak ortaya koymuşlardı. Ama dine inanç denmesi, onun burjuva hukukunca normatif tanımlanmasından başka bir şey değildi. Sosyolojik bir fenomen, normatif (hukuki) kavramlarla tanımlanmış oluyor ve bu ancak politika dışı olanlar din olabilirler anlamına geliyordu. O zaman "ulusal olanla politik olanın çakışması" tanımı da, "politik olan" burjuva toplumunun normatif bir kategorisi olduğuna göre, Marksistler dine, fiili programlarıyla “inanç” diyerek, modern toplumun dininin birer savunucusu oluyorlar ve bu dinin kavramlarını bilimsel kavramlar derekesine yükseltmiş oluyorlardı. Böylece bunun bilincine varılarak Modern toplumun dininin, yani kendisinin din olmadığını söyleyen dinin; dinin inanç olduğunu söyleyen dinin (çünkü toplumun somut biçimini bu ayrım aracılığıyla tanımlar, yani bütün tarihte dinlerin yaptığını yapar) analizine girilmiş oluyordu. İşte bu çıkarsamanın yapılışı, yani dinin tümüyle üstyapı olduğu çıkarsaması, Kıvılcımlı'nın din üzerine çalışmaları olmasaydı, dini sosyolojik olarak ele alış ve tanımlama çabaları olmasaydı, yapılamazdı. Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler teorisini yeniden formüle ederek Yapı ve Özne çelişkisini aşma çabası başarısız olmuştu ama dinin ne olduğunun anlaşılabilmesi için büyük bir birikim yapmıştı ve Kıvılcımlı’nın en önemli katkılarından biri tam da bu noktadaydı. Din toplumun üstyapısı olduğuna göre, üstyapının somut biçimi olduğuna göre, modern toplumun dini neydi? Modern toplumun dini: bizzat bu politik ve özel ayrılığı ve önceki dinlerin özel olarak, inanç olarak, kişisel olarak tanımlanmasıydı. Böylece modern toplumda da Ateistlerin de, Hıristiyanların da, Müslümanların da, Budistlerin de vs., aslında dinleri özel bir sorun olarak kabul eden dinden, bu özel ve politik ayrımını, bu hukuki ve normatif ayrımı kabul eden dinden oldukları ortaya çıkıyordu. Böylece dinin sosyolojik tanımı, aslında modern toplumun dininin analizine başlangıç anlamına geliyordu. Ama bu analizin kendisi de bizzat başka bir dinin temeliydi, çünkü bizzat bu analizin kendisine göre, tanımı gereği üstyapının yani dinin dışında hiçbir şey, sadece hukuk değil, bilgi de, bilim de metodoloji de olamazdı. Yani bilim de dinseldi. Ve bilim din zıtlığının aslında modern toplumun dininin bir kategorisi olduğu ortaya çıkıyordu. Yani Öznel ve 129
nesnel akıl ayrımının kendisi de açıklanmış ve aşılması mümkün oluyordu. Ve eğer din, bir toplumun tüm üstyapısı ise, sosyalist bir hareket de bir din olmak, yepyeni bir din olarak, yani tümüyle farklı bir toplum ve uygarlık projesi olarak ortaya çıkmak zorundaydı. Bu projenin temeli bizzat bu analizin kendisiydi. Böylece daire kapanıyor ve Marksizm’in sistem karakteri de yeniden kurulmuş oluyordu. Peki, modern toplumun dini neden dinleri "Özel", "İnanç", "Politik Olmayan" olarak tanımlamaktaydı? İslam ve Aydınlanma aynı soruya farklı çağlarda verilmiş iki cevaptılar. İslam, kendisinin "Putlar" dediği kabile totemlerinin var olduğu çağda, bu totemlere dayanan toplumun, birden dünya ticaret yollarının merkezinde bulunmasına ve dünya ticaretine uygun bir üstyapı ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştı, Allah bu dünya pazarını ve bu pazarın ve bu ticaret yollarının ihtiyacı olan bir dünya topluluğunu, ortak hukuku vs. temsil ediyordu. Ve bunu binlerce yıllık uygarlıkların birikimi ve dersleri temelinde, özellikle rahiplerin bilgi tekeline (Din adamlığı olmaması) ve klasik uygarlıkların kastlaşma eğilimine karşı tedbirlerle (Namazda herkesin aynı sırada yer alması, servetin ve kazancın dağılımı vs.) yapıyordu. Aydınlanmanın doğuşunda ise, dünya ticaret yollarının merkezine gelen, henüz komün gelenekleri de epeyce yaşayan Batı Avrupalılar ise, (1500'lerin Batı Avrupa'sı, 600'lerin Arap yarımadası gibi, medeniyetlerin "kenarı"ndaydı ama birden ticaret yollarının merkezine geçmişti keşiflerle) kendileri bizzat Hıristiyan’dılar. Ve bilinen dünya artık uygarlık dinleriyle kaplıydı. Her uygarlık alanının kendi dini vardı. (Çin'de Konfüçyüs, Tao, Budizm; Hint'te Hinduizm ve Budizm; İran'da Şiilik; Ön Asya ve Akdeniz'de İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik) Bu uygarlıkların dinlerini birleştirerek bir dünya dini yaratma çabaları, çok önce ipek yolları üzerinde Mani ile ve sonra da Hindistan'da son Tarihsel Devrim’i yapan, Babür'ün bir oğlunca denenmiş (Ekber Şah) bir çıkmaz sokaktı. Tıpkı Muhammet'in var olan kabilelerden birinin tanrısını baş tanrı yapmak yerine bütün putları reddeden bir tanrıyı önermesi gibi bir yol izlenebilirdi. Aydınlanma bunu, dinin tanımını değiştirerek ve bunu değiştirmek için de bir özel politik ayrımı yaratarak başardı. Var olan dinlerin kişinin özel sorunu olduğunu söylemek onları toplumsal örgütlenmeden dışlayarak, kendisinin (bu ayrıma dayanan yeni dinin) basit eklentileri haline getirmek anlamına geliyordu. Önceki dinler sosyolojik olarak tam da özele ilişkin olmadığı, inanç olmadığı, tüm toplumun üstyapısını örgütlediği için özel olarak tanımlanarak, İslam’ın totemlere karşı Allah ile yaptığı; inanç ya da özele ilişkin denerek ve böylece dinler toplumsal hayatın örgütlenmesinden dışlanarak ve onun basit bir eklentisi haline getirilerek yapılmış oluyordu. Bu dinin özü ve sonucu olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bu dinin "Kelime-i Şahadeti"
130
veya istavroz çıkarışıydı. Sanılanın aksine bu bildirge, bir canlı türü olarak insanların haklarını değil, bu din tarafından insan olarak kabul edilmenin koşullarını ortaya koyuyordu: önceki dinlerin (inançların veya soyların) özel olduğunu, politik olanı belirlemediğini ve belirlememesi gerektiğini kabul, İnsan olmanın koşuluydu; tıpkı Müslüman olmanın koşulunun putları tanımamak, Allah'ı tanımak olması gibi. Aydınlanma’daki “İnsan”; İslam'daki “Müslim”in tam karşılığıdır. Puta taparlara karşı Müslim ne idi ise, İnsan da diğer dinlere karşı odur. İnsan ve Müslim, biri putların (totemlerin) diğeri tek tanrılı dinlerin (uygarlık dinlerinin) egemen olduğu bir dünyada, dünya pazarının ihtiyaçlarına uygun bir dinden olanı tanımlarlar. “Aydınlanma” da denen modern toplumun dininde, henüz başlangıçta, özel-politik ayrımının işlevi, kapitalizm öncesinin dinini (üstyapısını) işlevsizleştirmeye, politik alanın dışına atmaya yönelikti. Bu dönemde politik olan, zımnen bütün insanlıkla tanımlanır. Devrimci dönemde Politik olan dinleri özel olarak tanımlamanın ta kendisidir. Ama bu din de tıpkı İslam gibi, daha ilk zaferlerini tadarken gericileşti. Burjuvazinin egemenliği ile birlikte bu politik olan, önce "yurttaş" ve "insan" kavramlarının özdeşleştirilmesiyle ilk anlam kaymasına uğradı, sonra "yurttaş"ları, belli bir toprak parçasındaki insanlarla tanımlayan nispeten demokratik bir ulusçuluk biçiminde; daha sonra ulusu tarihle, dille, dinle, soyla tanımlayan gerici ulusçuluk biçiminde tanımlanmaya başlandı. Artık insan olmak: bir ulustan olmakla; ulustan olmak da: belli bir dil, din veya tarihten olmakla dolayımlanmış oluyordu. İnsanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği alıyordu. Yani ulusçuluk modern toplumun dininin karşı devrime uğramış, gerici biçimiydi. Daha sonra bütün geri kalan insanlar, bu modern toplumun dinine, daha önce insanların İslamiyet’e, tıpkı Muhammet ve Ergin Halifeler sonrası dönemde, onun Muaviye'nin karşı devrimiyle yerleşmiş gerici biçiminde geçmeleri gibi, onun en gerici biçiminde, ulusçuluk biçiminde ve de ulusçuluğun da en gerici biçimlerinde geçtiler. Bu nedenle, modern toplumun dinine geçişler onun en gerici biçiminde gerçekleştiğinden, Modernitenin yayılışı ulusçuluğun yayılması olarak ortaya çıktı ve göründü. İnsanlar başka tarihlerin olanaklı ve olası olduğunu tasavvur bile edemez oldular. Buradan şu programatik ve stratejik sonuç otomatikman ortaya çıkıyordu: bizlerin programı modern toplumun dininin devrimci biçimine bir dönüş olmak zorundadır. Ama bizim bulunduğumuz dünyada artık uygarlık dinleri değil, aydınlanmanın inkarı olan gerici ve karşı devrimci gerici din olan uluslar ve ulusçuluk, Mekke'nin putları gibi ortalığı kaplamış bulunmaktadırlar. Biz bu gerici ulusların ve ulusçuluğun dünyayı kapladığı çağda, İnsan tanımını yeni koşullara uygun olarak yapmak veya var olan tanımı geliştirmek zorundayız, Muhammet'in Müslim tanımı gibi. O halde, İnsan, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın bütünüyle özel bir sorun olmasını kabul eden ve bunun için mücadele edendir. Nasıl bir Puta tapar bir Müslim olamaz ise, bir Türk, bir Kürt, bir Alman, bir Amerikalı, bir Avrupalı da İnsan olamaz. Görüldüğü gibi sonuçlar da alt üst edicidir; çok daha kapsamlı, derin ve açıklayıcıdır.
131
* Din kavramının tümüyle üstyapı olarak tanımlanmasına bağlı olarak Devrim kavramı ve kavrayışı da değişiyordu. Böylece Yapı ve Özne çelişkisi de çözülüyordu. Marks'ın tanımına göre, devrimler bir üstyapıdan, üretici güçlerin veya üretim ilişkilerinin veya ekonomik ilişkilerin var olan düzeyine uygun bir üstyapıya geçişlerdir. Din tümüyle üstyapı olduğuna göre, devrimler bir dinden diğer dine geçişlerdir. Gerek Marks ve gerek Kıvılcımlı, bir din teorisi olmadığından, üretici güçlerle devrimi yapan özne arasında bir özdeşlik kurarak bu Yapı ve Özne çelişkisini aşmaya çalışmışlardı. Bu Tarih’i açıklayamadığı gibi, Klasik Marksizm’de Devrimleri sadece modern tarihe sıkıştırmıştı; Kıvılcımlı’da da Sınıflı toplumlar tarihiyle sınırlıyordu. Öte yandan her iki sınırlama da sınıflı, yani devletli toplumlarla sınırlı olduğundan, devrim kavramı sadece iktidar ve iktisadi ilişkilerle sınırlanmış oluyordu. Oysaki Devrim kavramı tüm Tarihi ve tüm Üstyapıyı kapsamalıydı, Önsöz’deki kavramsallaştırmaya göre. Biz ise, Din’in aslında Üstyapı’nın somut var olduğu biçim olduğunu keşfederek, Özne Yapı çelişkisini, Üstyapı-Din özdeşliği ile aşıyorduk. İnsanlar kendileri belli bir dinden olup olmayı kendileri belirleyebildiğinden özne sorunu da aşılmış oluyordu. Yeni dinlerin ortaya çıkışı; bir dinden diğerine geçişler devrimlerin oluşu ve yayılışı idi. Böylece sadece Devrim’i sınıflı ve sınıfsız tüm tarihe yaymış olmuyorduk; aynı zamanda Devlet’le sınırlı olmaktan çıkarıyor tüm üstyapıyı kapsar hale getiriyorduk. Böylece otomatikman başka bir uygarlığı programlaştırmak; devrimi sırf ekonomik ve politik değişikliklerle sınırlamamak şeklinde ifade edilen sorunu,yıllarımızı alan sorunu da bir yan ürün olarak çözmüş oluyorduk. Din Üstyapı ise, Dinin (Üstyapının) ilk işlevi de somut toplumun sınırlarını çizmek idi. Böylece soyut olarak Toplum kavramı ile, onun somut var oluş biçiminin ayrılması da mümkün oluyordu. Toplumun üstyapısı din olduğuna göre, bir Toplum somutta ancak bir Topluluk (Cemaat, Gemeinde, Toplumun somut var oluş biçimi) olarak var olabilir. Devrimler topluluklardan başka topluluklara dönüşümler olarak anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. Tıpkı biyolojik evrimin yeni türlerin ortaya çıkışları ile gerçekleşmesi gibi. Canlı türleri nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği somut form ise, topluluklar da (Dinler toplulukları belirlerler) toplumsal evrimin gerçekleştiği somut biçimdir. Ama bundan bu günkü anlamıyla bir hukuki anlamda cemaati veya modern toplumu toplum olarak tanımlayıp da modern olmayan toplumları cemaat olarak tanımlayan gerici sosyolojilerin kavramını (Örneğin Murat Belge'nin sık sık değindiği Ferdinand Tönnies'deki Cemaat ve Toplum kavramı zikredilebilir. Tönnies, modern toplumun dininin topluluğunu (cemaatını) Toplum, diğerlerini Topluluk (cemaat) olarak tanımlar.) anlamamak gerekir. Burada Cemaat (Topluluk, Gemeinde, Komünete) derken sosyolojik bir tanım yapıyoruz. Toplum'un somut var oluş biçimi olarak, daha başka bir kavram bulamadığımız için bunu kullanıyoruz. Totemli kabileler de, klasik uygarlıkların dinleri de, modern uluslar da cemaatlerdir. Yani
132
modern toplum da ancak cemaat biçiminde var olabilir sosyolojik olarak. Ama sosyolojik olarak cemaat olan modern toplum, kendisinin cemaat değil toplum olduğunu söyler. (Bu nedenle bütün sosyoloji modern toplumun dininin kavramlarıyla iş görür. Sosyoloji modern toplumun dininin gerici biçiminin teolojisidir.) Nasıl üretici güçler devrim yapamaz ise, aslında sınıflar da devrim yapamaz. Çünkü Sınıflar da toplumun üstyapısının somut var oluş biçimleri değil, analitik kavramlardır. Analitik kavramlar devrim yapmazlar. Elbette sınıfların yetenekleri ve memnuniyetsizlikleri devrimlerin gerçekleşmesinde muazzam bir öneme sahiptir ama onlar bunu sınıf olarak değil, ayrı bir dinin, yeni bir dinin, yeni bir topluluğun (cemaatin) öncüleri olarak yaparlar. Devrimleri yapan köleler değil Hıristiyanlardı, Plepler değil Müslümanlardı, burjuvalar veya proleterler değil Aydınlanmacılar ya da Ulusçulardı ve gelecekte de eğer olursa İşçiler değil, İnsanlar olacaktır. Tür olarak İnsanlar değil ama ulusal olanı özel olarak kabul edenler, aydınlanmanın ideallerine dayanarak bir tek dünya topluluğu (cemaati) kurmak için harekete geçenler. Yani nasıl köleler Hıristiyan olarak, Plepler Müslüman olarak devrim yaptılarsa İşçiler de ancak Türk, Alman vs. olmaktan çıkıp İnsan olduklarında devrim yapabilirler. * Böylece bir yanda sınıflara (öznelere), diğer yanda üretici güçlere (yapıya) dayanan iki farklı ilkenin, iki farklı paradigmanın varlığı son bulmaktadır. Din bir toplumun tüm üstyapısı olduğu için, bir dinden diğer dine geçişlerin, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeni durumuna uygun üstyapılara geçişler, yani devrimler olduğu ortaya çıkmakta; ama aynı zamanda bir din, ancak insanlar kendilerini bir dinden gördüklerinde var olup toplumu düzenleyen bir yapı haline dönüşebilmektedir. İnsanların bir dinden diğer dine geçişleri, bir üstyapıdan diğer üstyapıya geçişleridir. Böylece Yapı ve Özne çelişkisi aşılmış olur. Tabii Devrimler de artık sadece modern tarihe ve sıkışıp kalmış olmaktan çıkar ve tüm insanlık tarihine yayılır ve o tarih çok daha anlaşılır olur. Buna bağlı olarak, Devrim’i sadece devlet ve politik iktidarla sınırlayan Aydınlanma’nın devrim anlayışı da aşılmakta; kendini sadece ekonomi ve politik değişikliklerle sınırlayan bir devrim kavramından, bir uygarlığın programlaştırılmasına geçiş mümkün olmaktadır. Aynı zamanda Modern toplumun yapısının analizinin de başlangıcıdır dinin bir toplumun tüm üst yapısı olduğu ama Dini inanç veya özele ilişkin olarak tanımlamanın da modern toplumun dini olduğu önermesi. Bu önerme Modern toplumun üstyapısının (Dininin) yüzündeki peçeyi çıkarır. Aydınlanma’nın (ve daha sonra ulusçuluğun) kendisinin Din olmadığını, akli olduğunu iddia ederken, aslında tam da yeni bir din kurduğunu deşifre etmiş olur. Ve tabii dinin bu tanımı, sosyalizmin modern toplumun dini içinde bir tarikat, bir parti olmaktan çıkıp, yani sınıfsal eğilimleri yansıtan ama dini değiştirmeyip onun içinde bir muhalefet hareketi olmaktan çıkıp, bir din olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Ve buna bağlı olarak Bilim kavramının da yüzündeki peçe düşmektedir. Din tümüyle üstyapıysa, bilim de dinseldir. Aydınlanma’nın bilim din ayrılığı da dinseldir. Bu da 133
aşılmalıdır ve aşılmış olur. Böylece Marksizm bilimselleştikçe ve aydınlanmanın bilim kavramını da eleştirip gerçek anlamda bilim oldukça bir din olması gerektiğini ve din olacağı ortaya çıkmış olur. * Şimdi en temeldeki kavrama Toplum kavramına gelelim ve bu kavramdaki Aydınlanma etkisini görelim. Yukarıdaki sorunların hepsi, son duruşmada Toplum kavramındaki yanlışlıkta toplanır. Aydınlanma (ya da daha sonraki ulusçuluk) kendi dininin tanımladığı ilişki ve topluluğa Toplum demektedir bütün sorun buradan çıkmaktadır. Böylece Topluluk (cemaat) kavramı da dinlerle, politik olmayanla inançla ilişkilendirilmektedir. İşte bu ilişkilendirmenin bizzat kendisi modern toplumun somut Topluluğunun tanımıdır. Ve sosyolojik olarak Topluluk kavramına yer bulunmamaktadır burada. Toplum genellikle hep insanlar arası ilişki olarak tanımlanmaktadır. Ama burada tam anlamıyla bir totoloji bulunmaktadır. İnsan kavramı, aslında tıpkı Müslim gibi bir kavramdır. Aydınlanmanın kendi ilkelerini kabul edene verdiği isimdir. Yani belli bir Topluluğu normatif olarak tanımlamaya yarar ama Toplum’u değil. Yani bu anlamda İnsan, sosyolojik olarak toplumu tanımlamada kullanılmaz. Sosyal bir hayvan olarak insan türünden söz edildiğinde ise, bu tanım biyolojik bir tanımdır, sosyolojik bir tanım değildir yine kullanılamaz. Sosyolojik olarak insan, her hangi bir dine göre, o dinden olan anlamındadır. Yeryüzünde hiçbir din, biyolojik bir tür olarak tüm insanları insan kabul etmez ve etmemiştir. Din dışında da hiçbir şey, dolayısıyla bir insan tanımı da olamayacağından, insan aslında, son derece belirsiz, izafi, her dine göre değişen bir kavramdır. İnsanın sosyolojik bir tanımını, yani sosyalizm dini açısından, yani Tarihsel Maddecilik veya Marksizm açısından yapmak gerekirse, her dine göre o dinden (veya o dinin tolere ettiğinden) olandır diye tanımlanabilir. Zaten tam da bu nedenle, komünlerin çoğunda İnsan kavramı o kabilenin soyundan olanlarla özdeştir. Biyolojik anlamıyla insan, bir dinden olduğunda, bir topluluktan olduğunda, yani bir cemaatin üyesi olduğunda ancak sosyolojik olarak İnsan olabilir. Yani İnsan bir Topluluktan olandır. Bu "bir dinden olandır" diye de ifade edilebilir. Peki, Toplum'u İnsanlar arası ilişki olarak tanımlamak bir totoloji olduğuna göre nasıl tanımlanabilir. Toplum her şeyden önce bir hareket biçimidir, bir var oluş biçimidir, dolayısıyla onun tanımı diğer var oluş ve hareket biçimleriyle ayırıcı ilişki içinde yapılabilir. Toplum her şeyden önce varlığın ya da oluşun (evrimin, hareketin, gidişin) özgül bir biçimidir. Dolayısıyla sosyolojinin (Marksizmin) konusu olan Toplum ve onun evrimi, genel olarak 134
Varlığın evriminin bir momenti olarak, yani diğer varlık biçimleri ve onların evrimi ile farkı çerçevesinde tanımlanabilir. Kabaca fizik evrenin evrimi, temel parçacıkların veya kuvvetlerin; canlıların evrimi türlerin evrimi biçiminde ortaya çıkar. Toplumun evrimi de toplulukların (Cemaatlerin) evrimi biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği temel birim ise, Topluluk da toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birimdir. Evrimin mekanizmalarıyla, evrimin gerçekleştiği varoluşun özgül biçimlerini karıştırmamak gerekir. Elbette canlıların değişiminin temelinde, tıpkı toplumun iktisadi ilişkilerindeki değişmeler gibi DNA şifrelerindeki değişimler vardır ama nasıl canlılardaki değişim tür değişimleri biçiminde gerçekleşirse, toplumsal evrim de, üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki değişmeleri DNA’daki değişmelere benzetirsek, topluluk tanımlarının değişmeleri (din değişmeleri) biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl canlıların evriminin gerçekleştiği somut biçim ise, topluluklar da toplumun evriminin gerçekleştiği somut biçimdir. Sosyolojinin ya da Marksizmin en büyük eksiği, tıpkı biyolojideki tür kavramı gibi, evrimin gerçekleştiği temel birime ilişkin bir kavramının bulunmamasıydı, bunun ardında da Aydınlanmanın kendi cemaatine cemaat demeyip toplum demesi yatıyordu. Ve tam da bu eksiklik nedeniyle, özne olarak sınıflar (veya barbarlar vs.) koyuluyor ve Yapı ve Özne çelişkisi ortaya çıkıyordu. Bunun nasıl kavramsal saçmalıklara yol açtığına bir örnek verelim. “Türk Toplumu” diye bir şey olamaz. Ama Türk Ulusu, yani bir Topluluk olabilir. Türk Toplumu kavramı, Maymun Canlısı, Demir Maddesi gibi bir saçma kavramdır. Maymun türünden söz edilebilir maymun canlısından değil; Demir atomundan ya da elementinden söz edilebilir, demir maddesinden değil. Ama topluma gelince Maymun Canlısı saçmalığı gibi “Türk Toplumu”ndan söz edilmektedir, Türk ulusu, cemaatı ya da dininden değil.. Tarihi anlaşılmaz kılan da, Yapı ve Özne çelişkilerini ve ayrımlarını yaratan da toplumsal evrimin gerçekleştiği birimin tanımlanmamış olmasıdır. Bunun ardında da Aydınlanma’nın Toplum ve Din kavramları bulunmaktadır. Ortada, toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birim, yani topluluk kavramı olmayınca, toplumsal evrimin açıklanmasında zorluklarla karşılaşılmış, aşılmaz Yapı ve Özne ayrımlarına takılınmış ve gerçekteki toplumsal değişimler hiçbir şekilde ne açıklanabilmiş ne de gerçekten devrimci bir hareket yani yeni bir din yaratılabilmiştir. Bu nedenledir Marksist tarih kitaplarında modern çağdaki birkaç devrimden başka devrim sayılamaması, çünkü din değişimlerinin, dinlerin ortaya çıkış ve egemen oluşlarının, yayılışlarının, yani bir topluluktan diğer topluluğa geçişlerin devrim olduğu anlaşılamamaktadır. Topluluk kavramı yoktur ki onun geçişleri olsun. Topluluk kavramının yokluğunun ardında ise hem dinin aydınlanmacı tanımı (inanç, ideoloji vs.) hem de toplumun aydınlanmacı tanımı (insanlar arası ilişki) bulunmaktadır. * 135
Marksizm’in gelişimine teorik katkımız böylece özetlenebilir. Bunun programatik (uluslara karşı savaşı öne almak) ve örgütsel (bir parti (tarikat) olmaktan çıkmak yeni bir din olmak; tüm işçileri sosyalist olmaya değil, tüm işçileri ve insanları İnsan olmaya çağırmak gibi) sonuçları üzerine ayrıca yazılacak çok şey var ve bunları ele almaya çalışıyoruz ve çalışacağız. Ne yazık ki, Türkçede bunları anlayabilecek az sayıdaki kişiler okumuyor, okuyanlar da bu arka planı bilmediğinden anlamıyor. Yapabileceğimiz tek şey dinleyen ve anlayan varmış gibi konuşmaya devam etmek. Özetle, Klasik Marksizm’in de Kıvılcımlı’nın da yüz elli yıllık serüveni, bir bakıma aydınlanma'nın Din ve Toplum kavramlarının ortaya çıkardığı bu sorunu çözme çabaları olmuştur. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdu, çünkü sorun yanlış koyuluyordu. Ama bizzat bu çözme çabaları, çok karmaşık yollardan sorunun çözümü için birikim yapmış tır. Batı Marksizm’i ve Troçkist geleneğin yanı sıra Kıvılcımlı da hem bu başarısız çözme çabalarının, hem de bu birikimin anıtsal örneğidir. Bir rastlantı sonucu bu üç geleneği de tanıyan belki de tek kişi olduğumuzdan, bu yük bizim sırtımıza bindi. Bunu nereye kadar taşıyıp götürebildiğimizi ise zaman gösterecektir. 19 Kasım 2008 Çarşamba Demir Küçükaydın
136
Kıvılcımlı’nın Marksizm’e Katkılarının Eleştirel Değerlendirmesi “Öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz bir şey olurdu” Karl Marks
Bugün Kıvılcımlı’nın özellikle son politik yazıları okunduğunda, ilk bakışta, onun tipik bir Stalinist ve Türk Milliyetçisi olduğu izlenimi doğar. Brejnev’den adalet istemekte; Türkiye’nin Sıkıyönetim mahkemelerine teslim olmaya gelmektedir. Böyle birisinin Marksizm’e katkılarından söz etmek ne derece doğrudur? Tam bu nedenle, Marks’ın sözlerini koyduk bu yazının girişine. Evet, Kıvılcımlı, Marksizm’e Marks-Engels sonrasında gelen hiçbir Marksist’in yapmadığı ölçüde büyük ve önemli katkılar yapmıştır. Ama onun bu katkıları, sanıldığından çok daha karmaşık, farklı soyutlama düzeylerinde ele alınması gereken bir konudur. Bu denemede, bu katkılar, farklı soyutlama düzeylerinde, hiç olmazsa ana başlıklar halinde, ele alınmaya çalışılacaktır. * Kıvılcımlı’nın Marksizm’in gelişimine katkı yapıp yapmadığını ve yaptıysa ne gibi katkılar yaptığını ele alabilmek için, öncelikle Marksizm’in ne olduğunu ele almak gerekiyor. Çünkü Kıvılcımlı’nın ilk ve en büyük katkısı, Marksizm’in doğru bir kavrayışına dayanması ve bunu fiilen uygulamasıdır denebilir. Ayrıca, Marksizm’in ne olduğu tanımlanmadan Kıvılcımlı’nın neye katkı yaptığı da anlaşılamaz. Tarihler gibi Tanımlar da sınıf mücadelesinin bir alanıdır; Marksizm'in nasıl tanımlandığı da. * Kimileri Marksizm’in bir “felsefe”, kimileri bir “dünya görüşü”, kimileri bir “ekonomi teorisi”, kimileri bir “siyasi doktrin”, bir “politika öğretisi”, bir “sınıf mücadelesi öğretisi” vs., vs. olduğunu söyler. Hatta bir toplumsal düzen olduğunu söyleyenler bile (“Marksist rejimler”, “Marksist Ülkeler”) vardır. Kitapçılarda ya da kütüphanelerde, Marks’ın ve Engels’in eserleri “Felsefe”, “Ekonomi”, “Politika” ya da “Düşünce Akımları” gibi bölümlerdedir örneğin. Ama neredeyse hiçbir yerde Marksizm’in tarih ve toplum teorisi yani sosyoloji olduğuna dair bir tanım görülmez. Bu tanımların ve sınıflamaların hiçbiri masum değildir. * Peki Marksizm'in doğru bir tanımına nasıl ulaşılabilir? Marksizm’in doğru tanımının ne olduğunu bize yine Marksizm gösterebilir. 137
Bunun için, bizzat onun ilk kurucularının kendi teorilerini ve teorik katkılarını nasıl tanımladığına bakmak gerekir. Yani Marksizm’e göre Marksizm nedir? Marksizm’in kurucuları öğretilerini, toplum ve tarih teorisi olarak tanımlamışlardır17. Bunda son derece açıktırlar. Onlar öğretileriyle tarihsel sürecin ve toplumsal varoluşun mekanizmalarını açıklayan bir teorinin temellerini attıklarını söylüyorlardı. Diğer bir ifadeyle toplumu ve onun evrimini ele alan bir teori veya bilimi kurduklarını söylüyorlardı. Daha sonra “Tarihsel Maddecilik” denen teori, özünde toplumun ve onun evriminin bilimidir. Kelime olarak çevrilirse, bugün sosyoloji denen bilimdir. Ne var ki, bugün “sosyoloji” denen ve Comte, Durkheim, Weber gibileriyle başlayan ve bütün dünya üniversitelerinde okutulan; bütün kütüphanelerin sosyoloji raflarını dolduran ve bütün dünyada sosyoloji diye bilinen görüşlerin hepsi, özünde Marks ve Engels tarafından kurulmuş bulunan sosyolojiye (toplum bilime) karşı mücadele için ortaya atılmış reaksiyoner ideolojilerdir 18. Bu nedenle biz, alışılmış ve yaygın kullanımda sosyoloji olarak bilinenlere ve tanımlananlara sosyoloji demiyoruz, ideoloji19 diyoruz. Ve onlar tarafından bir “dünya görüşü”, ideoloji”, “felsefe”, “ekonomik doktrin”, “Sosyoloji okulu” olarak tanımlanan Marksizm’e ise Sosyoloji diyoruz. Bu nedenle, Marksizm, Tarihsel Maddecilik ve Sosyoloji kavramlarıyla kastettiğimiz hep aynı bilimdir. Bunları birbiri yerine kullanıyoruz. Sosyoloji dediğimiz her yerde Marksizm (Tarihsel Maddecilik), Marksizm dediğimiz her yerde Sosyoloji de demiş oluyoruz. Her hangi bir karışıklığa yol açmamak için öncelikle bunu açıklamak gerekiyordu. * Doğa ve toplum yasaları evrenseldir. Evren nasıl atomları, yıldızları, galaksileri, gezegenleri, süpernovaları milyarlarca kez keşfettiyse; canlılar nasıl zehirleri, gözleri, kanatları, zekayı vs. birbirinden bağımsızca defalarca keşfettiyse; toplum nasıl bitki ve hayvanları ehlileştirmeyi (Neolitik Devrim – en az yedi kez); Medeniyeti (muhtemelen beş kez) birbirinden bağımsızca 17
“Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını (…) buldu” (Engels, Karl Marks’ın Mezarı Başında Yapılan konuşma) “Enerjinin dönüşümü yasası doğa bilimleri için ne kadar önemliyse, tarih için o kadar önemli olan bu yasa” (Engels, 18 Brumaire, Üçüncü Almanca Baskıya Önsöz) 18
“Sosyoloji bir bilim olabilir. Ancak tipik Burjuva Bilimi olarak hasbî, objektif, tarafsız olamaz. Sosyologlar, önlerinde dört kat eğilinerek saygı gösterilen ve ünleri her gün yeryüzünün dört bucağında göklere çıkarılan kişilerdir. Hepsinin kullandığı gözlük, Burjuvazinin dumanlı görüşüdür. “ Büyük Sosyologların” göstermeye çalıştıkları gibi, Sosyoloji, masum, saf ve ne olursa olsun "gerçek arayıcı" bir bilim değildir. Sosyoloji: 19. yüzyılda serbest rekabetçi kapitalizmin, 20. yüzyılda tekelci Finans-kapitalizmin emrindedir ve her ne pahasına olursa olsun, kapitalizmi haklı çıkarmak için kan teri dökenlerin uydurdukları yığınla tarikatlar mahşerine bugün Sosyoloji adı veriliyor.” (H. Kıvılcımlı, Metafizik Sosyolojiler) 19
Marks-Engels’in dediği gibi “ideolojilerin tarihi yoktur”. Dolayısıyla ideolojilerde gelişme ve katkıdan da söz edilemez. Marksizm iddia edildiği gibi bir ideoloji ise zaten tarihi olmaz ve ona katkıdan söz edilemez. Ve tam da bu nedenle, neredeyse her sosyolog ayrı bir sosyoloji “okulu”dur.
138
defalarca keşfettiyse; tarihin gidiş yasaları da birbirinden bağımsızca birçok kez keşfedilmiştir Marksizm’i Marks ve Engels’ten önce, ilk keşfeden İbni Haldun’dur. Marksizm’i, İbni Haldun’u bilmeden ve ondan bağımsızca ikinci kez keşfeden Marks ve Engels de birbirlerinden bağımsızca keşfetmiş sayılabilirler20. Ayrıca Joseph Dietzgen veya Morgan gibi başka bağımsızca keşfedenler21 ve keşfettiklerinin Marksizm olduğunu bilmeyenler de vardır. Bugün bile, Marksizm hakkında doğru dürüst bir şey bilinmediği ve önyargılar yaygın olduğu için, özellikle tarihçiler22 ve arkeologlar, Kolomb gibi keşfettiklerinin ne olduğunu bilmeden, onu tekrar keşfetmektedirler. O halde, Kıvılcımlı’nın Marksizm’e katkılarından söz ederken, toplumu ve tarihi inceleyen bilime, sosyolojiye ya da Tarihsel Maddeciliğe yaptığı katkılardan söz etmiş oluyoruz. * Bu katkıların neler olduğunu inceleyip tartışabilmek için de bu bilimin evrimini ele almak gerekir ki, bu evrim içinde, eğer varsa, Kıvılcımlı’nın yeri tanımlanabilsin. Her yeni doğan bilimin öncekilerin kat ettiği yolları kat etmesi gerekmez, bilimler de toplumlar gibi23 önceki birikimin omuzlarında yükselerek doğabilirler veya yeni bir aşamaya geçebilirler. Toplumun bilimi, en son doğan bilimdi. Cansız ve Canlı doğayı inceleyen (Fizik, Biyoloji) bilimlerin birikimi üzerinde doğduğundan, Marksizm 19. Yüzyılda doğmuş bir yirminci yüzyıl bilimiydi. Toplum bilimi, cansız ve canlı doğanın bir tarihi ya da evrimi olduğu fikrinin henüz doğum sancıları yaşadığı bir çağda, toplumun evriminin yasalarını haykıran bir çığlıkla, doğanın da tarihi24 olduğunu haykırarak doğmuştu. Fizik alemde ve canlılar aleminde, bir evrim fikrinin tartışmasız kabulü şunun şurası İkinci 20
“Deutsch-Französische Jahrbücher'de, iktisadi kategorilerin eleştirisine katkının dahice denemesini[3*] yayınlamasından beri yazışarak devamlı surette fikir alışverişinde bulunduğum Friedrich Engels, benim vardığım sonuca, başka bir yoldan (İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtıyla karşılaştırınız) ulaşmıştı” (Karl Marks, Ekonomi Politiğin eleştirisine Katkı’ya Önsöz) 21
“Karl Marx kadar, kendi -bir dereceye kadar bizim de diyebilirim- materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın araştırmalarından çıkan yargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü.” (Engels, Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni) 22
Örneğin: Ina Mahlstedt, Rätselhafte Religionen der Vorzeit
23
“Geri bir ülke ileri ülkelerin maddî ve ideolojik kazanmalarını sahiplenir. Ama bu demek değildir ki. onların geçmişte geçtikleri tüm aşamaları bir bir geçerek bu ülkeleri kölece izler.” (Troçki, Rus Devrim Tarihi) 24
“Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi, doğa tarihi ve insanlar tarihi diye ikiye ayırabiliriz. Bununla birlikte, bu iki yön birbirinden ayrılmazlar; insanlar varoldukça, insanlar tarihi ve doğanın tarihi karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırırlar. Doğa tarihi, yani doğa bilimi ile belirtilen şey, burada, bizi ilgilendirmez; buna karşılık insanların tarihi ile, ayrıntılı bir biçimde uğraşmamız gerekecek” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)
139
Dünya Savaşı’ndan sonrasına denk gelir. Hatta bu fikrin yerleşmesinde, Marksizmin doğum çığlığı olan, toplumsal evrim fikrinin varlığı, doğa bilimleri için yol gösterici ve kolaylaştırıcı bir işlev bile görmüştür25. Ne var ki, böylesine ileri bir noktadan yola çıkan Marksizm, temel kavramları bakımından adeta doğduğu yerde kalmış görünür, hatta bilinen ve yaygın biçimiyle gerilemiş ve bayağılaşmıştır. Buna karşılık doğa bilimleri giderek artan bir hızla ilerlemiştir. Bugün Astronomi ve Fizik, bir tek bilimdirler artık ve bu bilimin konusu evrenin ya da maddenin tarihinden ya da evriminden başka bir şey değildir. Paleontoloji ve Biyoloji de bir tek bilim sayılabilirler artık ve bu bilimin konusu canlıların evriminden başka bir şey değildir. Tarih ve Sosyoloji bir tek bilim olarak doğmalarına ve Sosyolojinin ya da Marksizm’in diğer adı tam da bu nedenle maddeci Tarih Öğretisi olmasına; diğer bilimlerin ancak 1950’lerden sonra vardığı yerde doğmasına rağmen, yaygın Marksist yazında, toplumsal tarihin veya evrimin kavranışında, kavramsal araçlarda vs. neredeyse en küçük bir ilerleme, derinleşme bile görülmez. Bunu, bir bilimin konusunu ve tarihini sıradan okura anlatmak için yazılan popüler bilim kitaplarıyla yapılacak bir kıyaslamayla bile görmek mümkündür. Örneğin bugün fiziğin veya biyolojinin tarihini ve bugün ele aldığı sorunları ortalama bir okurun anlayabileceği şekilde anlatan onlarca farklı ve birbirinden güzel kitap bulunabilir. Hatta son yıllarda en değerli bilim insanlarının, (astronomların, fizikçilerin, biyologların, paleantologların) bu tür kitaplar yazmaya özel bir değer ve önem verdikleri bile görülmektedir26. Ama Marksizm söz konusu olduğunda bırakalım Marksizm’in, (yani Tarihsel Maddeciliğin, yani Sosyolojinin) tarihini anlatan popüler kitapları bir yana, tarihini anlatan bir tek kitap bile yoktur27. İlk bakışta Marksizm tarihsizdir, kavramları hiç gelişmemiştir. İdeolojilerin tarihinin olmadığı önermesi adeta Marksizm’de somutlaşmış gibidir28. Peki, doğa bilimleri ile toplum bilimi (Marksizm) arasındaki bu gelişim zıtlıklarının nedeni nedir? Bunu bize yine ancak Marksizm yani sosyoloji açıklayabilir. Çünkü bilimlerin evrimi fiziksel ya da biyolojik değil sosyolojik olgulardır ve sosyolojik olgular yine ancak sosyolojik kavramlarla açıklanabilirler. Ama o yaygın ve bilinen artık bir ideoloji olmuş Marksizm değil, 25
Marks ve Engels’in Darwin’in keşfinin önemini ilk kavrayanlardan olmaları, onu desteklemeleri ve hatta Marks’ın eserini Darwin’e ithaf etmek istemesi bile bu kolaylaştırıcılığın ve desteğin bir delilidir. 26 27
Perry Anderson’in Batı Marksizmi ve Tarihsel Maddeciliğin İzinde kitapları bir ölçüde sayılabilir ama o da kavramların gelişimini ele almaz. Tarihsel Maddeciliğin tarihi üzerine bildiğim tek deneme, yine kendimin yazdığı, “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne Önsöz olarak yazılmış “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”dır. 28
İşin kötüsü yaygın olarak bilinen biçimiyle Marksizm, tam da bir ideolojidir; hem de zındık, eleştirel ve yaratıcı Marksizme karşı oluşturulmuş bir ideolojidir. Bu nedenle yaygın olarak bilinen Marksizm’in bir tarihi yoktur.
140
bilinmeyen, gelişmiş ve tarihi olan; konusu tarih olan Marksizm. O halde, Marksizm önce kendi kaderini açıklama gibi bir görevle karşı karşıyadır: Niçin doğa bilimleri hızla muazzam yollar kat ederken kendisi neredeyse doğduğu yerde kalmıştır veya en azından öyle bir görünüm vardır? Doğa bilimlerinin niye hızlı geliştiği sorun değildir. Kapitalist üretim biçiminin kendi yasasından doğar bu. Kapitalizmde rekabet içinde, nispi artık değer oranını yükseltmek; emek üretkenliğini arttırmak zorunluluğunun bir sonucudur. Doğa bilimlerinin birkaç yüzyıllık devasa gelişmesinin de; bu bilimlerin “pozitif bilimler” olarak tanımlanmasının ardında bu, yani değer yasası vardır. Marks’ın Das Kapital’i tam da bu mekanizmaları inceler. Zor olan toplum bilimin (Marksizmin) niye gelişmediğini açıklamaktır. Marksizm’in kaderi, değer yayasına değil, sosyalist hareketin kaderine, işçi hareketinin kaderine bağlıdır. Ama bu bile doğrudan mekanik bir ilişki değil, sanatın gelişimi gibi, çoğu kez elverişli gibi görünen koşulların tersine çalıştığı, karmaşık bir ilişkidir. * Elbet burada söyle itirazları duyar gibi oluyoruz: “Ne demek Marksizm gelişmedi? İşte Lenin, Emperyalizm Teorisini geliştirdi”. Lenin’in (ki bunlar akıma göre de değişebilir Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar çok farklı isimler sayanlar vardır. Bunlar ayrı bir kategori olarak ele alınmalıdırlar) Marksizm’e katkılarından söz edildiği görülür. Bu itirazlarda, Marksizm’in evrimine ve ne olduğuna dair çok temel iki yanlış bulunmaktadır. Lenin ve benzerleri, Marksizm’in temel kavramlarına bir bağlılığı temsil ederler, onları yaratıcı bir uygulamaya karşılık düşerler ama temel kavramlarda hemen hemen hiçbir gelişme ve ilerleme sağlamamışlardır. Onlar verili kavramlara dayanarak, yeni olguları açıklamışlardır. Belki zaten var olan kavramları daha net tanımladıklarından söz edilebilir. Lenin’in ya da başkalarının, Marks-Engels’in ortaya attığı teorinin temel kavramlarında hemen hiç bir ilerleme yapmadan siyasi mücadelenin ya da sınıf mücadelesinin birçok sorununa ilişkin çözümler geliştirmiş olmaları, onların bu bilimin gelişimine katkılar yaptıkları anlamına gelmez. Bu keşiflerin pratik hayat bakımından olağanüstü önemde olması sonucu değiştirmez. Bugün geceleri elektrik ampulü olmadan bir yaşam tasavvur edemeyiz bile, böylesine muazzam önemli bir yeri vardır Edison’un keşfinin hayatımızda. Ama bu, Edison’un fizik biliminin gelişimine hiçbir katkısı olmadığı gerçeğini zerrece değiştirmez. Edison’un elektrik ampulünü keşfetmesi için, elektrik akımı veya elektromanyetik güç konusunda yeni kavramlar ortaya koyması veya var olan kavramları geliştirmesi gerekmiyordu. Var olan kavramlar çerçevesi ve pratik ihtiyaçlar bu keşiflerin ortaya çıkmasına ve açıklanmasına yetiyordu. Fonografı keşfetmesi için dalga ve akustik teorisinde bir takım ilerlemeler yapmasına gerek yoktu. Bu nedenle fiziğin evrimini anlatan kitaplarda Edison’un adı bile anılmaz ama örneğin Faraday veya Maxwell anılmadan geçilemez. Bir bilimin gelişimine katkı yapmak yeni kavramlar bulmak, var olan kavramları 141
dakikleştirmek, eleştirip yeniden tanımlamak; yeni yasalar bulmak, bilenen yasaların sınırlarını göstermek vs.dir. Bu açıdan baktığımızda, Lenin’in Tarihsel Maddeciliğin hiçbir kavramanı eleştirip değiştirmeye veya yeni kavramlar koymaya kalktığını göremeyiz. Onun da böyle bir iddiası yoktur zaten. Elbet Troçki’nin bir katkısından söz edilebilir ve edilmelidir. Troçki’nin katkısı, Marksist evrim kavrayışında, eşitsiz ve kombine bir gelişimi tanımlaması ve kullanması; bürokrasinin sınıf karakterinin tanımlanması gibi konularındadır. (Benzer katkıları Troçki’den bağımsızca Kıvılcımlı da yapmıştır.) Zaten Troçki, Batı dünyasının tanıdığı Marksistler arasında neredeyse tek istisnadır. Bütün eseri de tıpkı kurucularınki gibi tarihin ve toplumun gidişine ilişkindir. Bu tarih genellikle modern, hatta sadece yirminci yüzyıl tarihiyle ilgilidir ve bu tarihin daha derinden kavranışı için kavramsal bir ilerleme de sağlamıştır. Çok daha yaygın ve egemen olan diğerleri (Althusser, Mao, Negri vs.) üzerinden itiraza gelince, onların unuttuğu çok temel ve basit bir olgudur: Marksizm bir sosyolojidir, felsefe değildir. Hatta kendi doğumundaki satırlarda, felsefenin bittiğini ilan ederek; felsefeyi öldürerek doğmuştur29. Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar Marksizm’i geliştirdiği söyleyenler, Marksizm’i bir felsefe olarak ele alırlar. Bunların tarihi ve toplumu ele alan bir tek sosyolojik yasayı, bir tek sosyolojik kavramı ele alıp eleştirip geliştirdikleri görülemez. Toplumsal olgulardan yola çıkarak fikirleri açıklamazlar; fikirlerden yola çıkarak toplumsal gidişi açıklamaya çalışırlar. Konuları tarih ve toplumun hareketi, toplumsal olgular bile değildir. Aslında Marksizm’in gelişememesi ile bir felsefe (veya ekonomi öğretisi) olarak tanımlanması ve ele alınması arasında da kopmaz bir bağ vardır ve bu Marksizm’in gelişmemesinin bir görünümüdür. Onlar Marksizm’e katkı yapamazlar çünkü konuları Marksizm’le özdeş değildir. Hatta pratikte fiilen Marksizm’in en temel önermesinin, (düşüncenin varlığı değil, varlığın düşünceyi belirlediği) fiili bir inkarını temsil ederler. Bütün bunlar, aslında, toplumsal hareketi düşünce ile açıklamaya kalktıkları için, aynı zamanda kendilerinin bütün Marksist olma ve Marksizm’e dayanma iddialarına rağmen, Marksizm’in inkarını; bir geriye dönüşü temsil ederler. Hepsinin ardında şu gizli varsayımın meduza kafası görülür: şu veya bu düşüncenin veya önermenin kabul edimleş veya edilmemiş oluşu sonraki süreci belirlemiştir. Örneğin Ekim Devrimi’nin sonraki yozlaşmasının nedeni geri bir ülkede devrim; devrimin yayılamayıp tecrit olması; savaş ve iç savaş sonucu tüm üretici güçlerin tahrip olup neredeyse yamyamlığa dönüş gibi gerçek maddi koşullar değil; Lenin’in örgüt teorisindeki şu ya da bu yanlışı veya örgüt içi demokrasiyi önemsememek gibi, son duruşmada kimi yanlış düşünceleri ya da yanlış kararlardır. Yani Marksizm’in kendisiyle mücadele ederek doğduğu ideoloji, 29
“Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç konusundaki boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)
142
Marksizm postu giyinerek onu içinden ele geçirmiştir. * İşte Kıvılcımlı’nın anlaşılmasının ve katkılarını tartışmanın ilk zorluğu tam da burada ortaya çıkar. Bütün dünyada Marksizm’le ilgisi olmayanlar, yani toplumun hareket yasalarını ve tarihsel hareketi araştırmakla ilgisi olmayanlar Marksist olarak ortalığı doldurmuş bulunmaktadırlar. Bunların hepsinin temel paradigması anti-Marksist’tir. Çünkü bizzat konuları sosyoloji ya da tarih değildir. Marksizm’le konuları ortak değildir. Sorun buradadır. Konusu Marks-Engels’in ortaya koyduğu bilimin konusuyla özdeş olan, yani Marks-Engels’in Marksizm tanımına uygun olarak bir takım kavramları geliştiren neredeyse biricik kişidir Hikmet Kıvılcımlı (Troçki de). Yani bir yanda dünyadaki bütün diğer Marksist diye bilinenler, bir yanda da Hikmet Kıvılcımlı bulunmaktadır30. Kıvılcımlı bütün önemli eserlerini ve en önemli katkılarını Tarihsel Maddecilik alanında vermiştir; en önemli katkıları veya iddiaları tam da bu alandadır. Yani yaygın genel kabul gören Marksizm veya ona katkılar diye bilinenler bir yandadır; Kıvılcımlı diğer yandadır. İşte Kıvılcımlı’nın öncelikle ve en büyük katkısı budur: tarihin ve toplumun genel yasalarını, tarihsel ve toplumsal olgulardan yola çıkarak daha dakik ve derin olarak tanımlamaya çalışan neredeyse yeryüzündeki biricik Marksist olmasıdır. Ama bu gerçek ortaya korkunç bir açmaz ve anlaşılmazlık çıkarmaktadır. Yaygın olarak Marksizm diye kabul görmüş ve bilinen her şeyi karşıya almak ve reddetmek gerekiyor. Böyle bir teşebbüsün bile çılgınlık olarak görüleceği çok açıktır. Onların sadece niceliği bile ezicidir. Bunca Marksist filozof, düşünür hepsi yanlış da bir Kıvılcımlı mı yanlış değil 31? Ne yazık ki gerçek budur? Böylece ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır: bir yanda Marks-Engels’in tanımladığı biçimiyle, Marksizm’le konusu özdeş olan, yani tarihin ve toplumun genel gidiş yasaları üzerine araştıran, tartışan ve yazan Kıvılcımlı; diğer yanda dağlar gibi yığılmış koskoca sözüm ona Marksist bir literatür ve bu literatürü Marksizm sanarak yetişmiş Marksizm’in ne olduğuna dair tasavvur yeteneğini bile yitirmiş milyonlarca Marksist. Bunlara ek olarak da bütün akademik dünyada yeri olan sözde sosyolojiler ve sosyologlar. Bütün bunların karşısında: Marks-Engels, Troçki, Kıvılcımlı gibi birkaç gerçek Sosyolog ya da Marksist. Bu korkunç zıtlık, bütün dünyada da böyle Türkiye’de de. Türkiye’den örnek verelim. Marksist teori iddialı, Praksis ve Teori ve Politika diye iki dergi var. Uzun yıllar istikrarlı bir 30
Burada “Batı Marksizmi”nin sanat ve estetik konusundaki çabalarını, Benjamin’in neredeyse biricik katkısını bir paranteze alıyoruz. 31
Kıvılcımlı anılarında TKP tarihi içinde bir tek ben mi varım diye soruyor? Ama sadece TKP tarihi içinde değil; aslında dünyada da durum benzer. Kıvılcımlı bunun farkında değil. Zaten onu Stalinizm’e hapseden de bu.
143
biçimde çıkıyorlar. Marksizm diye yılda birkaç kez seminerler yapılıyor. Özgür Üniversite’de Marksizm üzerin verilen seminerler var. Ama toplumun tarihsel hareketi ve bunun yasaları üzerine bir tek yazı, bir tek konuşmacı, bir tek seminer bulamazsınız. Uzağa gitmeye gerek de yok, bizzat bu Sempozyumu ele alalım. Kıvılcımlı’nın neredeyse bütün eserleri tarih ve onun hareket yasaları ile ilgilidir. Bu tarihi ve onun yasalarını, bu yasaların formülasyonunda Kıvılcımlı’nın yerini veya yeni olgular ışığında Kıvılcımlı’nın genellemelerini ele alan bir tek bildiri bile bulunmamaktadır. Bu sempozyumdaki bildirilerde de Kıvılcımlı ya politik düzlemde ya da felsefi düzlemde ele alınmaktadır. Hâlbuki bu iki düzlem de Kıvılcımlı’nın esas teorik katkısını konu etmez. Kaldı ki, politik olarak Kıvılcımlı, Sovyetlerin çizgisini sadakatle izlemiş, ölünceye kadar da öyle kalmış bir Stalinist’tir. Felsefi olarak ise, didaktik kitaplar yazmak dışında fazla bir şey yapmamıştır ve böyle bir iddiası da yoktur. Ayrıca, Felsefe Marksizm (Sosyoloji) değildir. Yani bizzat bu Sempozyum’da bile Kıvılcımlı’nın ele alınışı, tam da Kıvılcımlı’nın var olduğu yerin zıddıdır. Marksizm’in başına gelen aynen Kıvılcımlı’nın da başına gelmektedir. Yani Marksizm Marksitçe ele alınmadığı gibi, Kıvılcımlı da Marksistçe ele alınmamaktadır. Dünyada yaygın olan ve Marksizmin fiili inkarı olan felsefi yaklaşım ya da politik yaklaşımla ele alınmaktadır. Dünyadaki genel ve yanlış Marksizm kavrayışı, aynen buraya da yansımakta, varlığı ve eseriyle bu anlayışın karşısında bulunan Kıvılcımlı, karşı olduğu anlayışın paradigmasına sokularak ele alınmaktadır. Dolayısıyla Kıvılcımlı ve Marksizm anlaşılmaz bir hale gelmektedir. Bu nedenle, Kıvılcımlı’nın Marksizm’e katkısından söz etmek, bütün dünyadaki Marksistlere ve burada bildiri sunanlara, sizlerin şimdiye kadar tartıştığınız her şey, temelden yanlıştır, Marksizm’le ilgisi yoktur; Marksizm adına bildiğiniz her şey yanlıştır, hepsini unutmanız gerekir demekten başka anlama gelmez. Ama hayatlarını bunlarla geçirmiş ve öyle anlam bulmuş insanlara bunu söylemek, onlar tarafından hiçbir zaman kabul görmeyecektir. Onlar bu hayatlarının anlamını dişleriyle, tırnaklarıyla savunacaklardır. * Yani Kıvılcımlı’nın hangi başlık altında ve nasıl ele alındığı hiç de masum bir seçim değildir. Yanlış olan bildirilerin içerikleri değil, başlıkları ve konularıdır. Başlıklarını ve konularını eleştirmeden içerikleri üzerine bir tartışmaya girmek, zımnen onları onaylamak anlamına gelir. Yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağı; Stratejik bir yanlışın taktiklerle düzeltilemeyeceği gibi; yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez. O başlıkların hepsi, Marksizm’in ne olduğu hakkında yanlış ve gizli varsayımlar barındırırlar Marksizm'in ne olduğuna dair. Ve tam da Marksizm’in ne olduğu ve tanımı bizzat sınıf mücadelesinin bir konusudur. Diğer bir ifadeyle, Kıvılcımlıyı felsefe ve politika düzeyinde tartışmak, Marksizm’i bir
144
politika öğretisi veya bir felsefe olarak tanımlayarak, Marksizm’in ne olduğunu ve konusunu çarpıtmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Ve maalesef buradaki bildirilerin büyük çoğunluğu bu temel ve metodolojik yanlışla maluldürler. * Bir bilimin evrimi, son duruşmada kavramlarının evrimidir. Kimi kavramların ortaya çıkışı, kimilerinin anlamının dakikleşmesi, farklı anlamların birbirinden ayrılması, kimi kavramların terk edilmesidir. Elbette bu kavramlar da kendi içlerinde bir hiyerarşi içinde bulunurlar. Fizik biliminden bir örnek verelim. Fizikte birçok kavram vardır. Ama kütle, ağırlık, boyut, hacim, hız, zaman, uzay gibi kavramlar temel kavramlardır. Bir de ikinci, üçüncü derecede dalga boyu, frekans, basınç vs. gibi kavramlar da vardır. Fiziğin evrimi son duruşmada, o temel kavramlardaki değişmeler olarak ele alınabilir ve alınmaktadır. Diyelim ki, Arşimet döneminin fiziğinde zaman ve hız gibi kavramlar olmadan, boyut, hacim, ağırlık, kütle gibi kavramlarla o fiziğin sorunlarını çözmek mümkün oluyordu. Kaldıraçlar ya da gemileri yüzdürmek için bunlar yeterdi. Ama işe hareket girince; zaman da girer, hız da, hızın değişiminin hızı da girer. Böylece Galile ve Newton dönemlerinin fiziğine geliriz. Bir kütleyi bir yerden belli bir zamanda bir yere hareket ettirmek söz konusu olunca, enerji de girer. Galile’ler, Newton’lar bu kavramları fiziğe soktukları, daha dakik ve net olarak tanımladıkları; geliştirdikleri için fiziğe katkılarından; fiziğin evrimindeki yerlerinden söz edilebilir. Elbette hareketin farklı biçimlerini inceleyen alt bölümlerinde daha spesifik kavramlar bulunur vs.. Isının, ışığın, dalgaların parçacıkların hareketini inceleyen ikincil kavramlarınız da olabilir. Bir fizikçi, bunlarda önemli katkılar da yapmış olabilir. Bunlar da nispeten ikinci kategoriden büyük fizikçilerdir. Ama büyük fizikçiler bu temel kavramlarda değişiklikler yapanlardır. Örneğin klasik fizikte ya da Newton fiziğinde, zaman, kütle, boyut birbirinden bağımsızca vardırlar. Bu birbirinden bağımsız kavramların aralarındaki bağıntıları inceler klasik fizik bir bakıma. Zaman kavramını ele alalım. Zaman, içinde olayların geçtiği, bir örnek ve hep aynı hızla akan bir sahne gibidir bu fizikte. Ancak yirminci yüzyılda bu hız, zaman, kütle kavramları baştan aşağı değişirler, örneğin, zaman artık bir sahne değil; maddenin bir varoluş koşulu veya biçimidir. Zaman değişmez ve düzenli akan bir sahne olmaktan çıkar; saatler yavaşlar veya hızlanabilir. Boyutlar kısalır veya uzar. İşte örneğin böyle bir zaman kavramına geçiş, fiziğin evriminde büyük bir değişimdir. Fiziğin evrimini anlatan kitaplar bir bakıma bu değişimi anlatırlar. Bu değişimin, tüm kavram sisteminin karşılıklı bağımlılıkları içinde nasıl değişimlere yol açtığını anlatırlar. Bir fizikçinin fiziğe katkılarından söz etmek, bu temel kavramların kavranışı veya tanımındaki 145
katkılarından söz etmektir bir bakıma. Biyoloji de benzer durumdadır. Örneğin bir tür veya popülasyon kavramının tanımının evrimi üzerinden biyolojinin evriminin en önemli uğrakları gösterilebilir. Peki, sosyolojide ya da Marksizm’de durum nedir? Marksizm’de de elbet bir takım temel kavramlar vardır bütün diğer kavramların üzerinde yükseldiği. Ne var ki, Tarihsel maddeciliği veya Marksizm’i, kavramların tarihi olarak anlatan bir tek kitap bile yoktur. Esas sorun buradadır. Ama bunda bir sorun görülmemesi bundan da daha korkunç bir durumdur. Var olan kitaplar bile Marks-Engels’in yazdıklarının bayağılaştırılmış tekrarlarıdır. Tarihsel Maddeciliğin ya da Marksizm’in, kavramların tarihi olarak bir tarihi yazılmamıştır. Marksizm'in bir tarihinin yokluğu ile Marksizm’in bir felsefe veya politika öğretisi veya ekonomi politik olarak kavranışı arasında kopmaz bir bağ vardır. Marksizm’in Marksist olmayan tanımları, son duruşmada onu tarihsizliğe yani bir ideoloji olmaya mahkum etme sonucunu vermekte yani Marksizm, Marksizm olmaktan çıkmaktadır. Böylece şöyle bir fasit daire ortaya çıkmaktadır. Marksizm’le aynı konuda neredeyse bir tek Kıvılcımlı yazdığına göre: Marksizm’in tarihi Kıvılcımlı bilinmeden yazılamaz. Ama Marksizm’in tarihi bilinmeden de Kıvılcımlı’nın bu tarihteki yeri ve katkıları konu edilemez. Bir yanda Kıvılcımlı vardır, bir yanda diğer bütün Marksistler. Ve o bütün diğer Marksistler, Marksizm bir sosyoloji olduğuna göre, aslında sosyoloji alanında hiçbir şey yazıp söylemediklerinden Marksist değildirler32. Bu noktada çok ilginç ve kabul etmesi çok zor ve sarsıcı bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Kıvılcımlı, Marks ve Engels’ten sonra, tüm insanlık tarihini sorun yaparak bu gidiş hakkında genellemeler yapmış tek Marksist’tir. Bizzat onun bu özelliği, yaptığı katkının içeriğinden veya içeriğe ilişkin katkı yapıp yapmadığından bağımsız olarak ilk büyük katkısıdır. * Şimdi Marksizm’in temel kavramlarına ve Kıvılcımlı’nın buradaki önemli katkılarına bakabiliriz. Temel kavramlar neler? Üretici güçler, üretim ilişkileri, altyapı, üstyapı, mülkiyet ilişkileri, sınıflar, devlet, ideoloji, politika, kültür, sanat, bilim, ahlak, hukuk, din vs 33. 32
Bu Lenin’in Felsefe Defterleri’nde Marks’ı kimse anlamamıştır önermesine varışı gibi bir sonuçtur. Aynı ölçüde sarsıcı ve kabul etmesi zor bir sonuçtur. 33
Bu kavramların neredeyse hepsi Önsöz’ün şu satırlarında zikredilir: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve 146
Bu kavramlar toplumun tarihinden çıkmıştır ve onun yapısını ve gidişini açıklamaya yöneliktirler. Dolayısıyla yine bizzat toplumun tarihinde sınanabilirler doğrulanabilir veya yanlışlanabilirler. Bizzat Marks-Engels hayatları boyunca sistemli olarak bunu yapmışlardır. Bu iki yönde olmuştur. Birincisi, modern toplum her şeyden önce bir meta üretimi toplumu olduğundan, metanın ortaya çıkıyla birlikte başlayan süreçleri inceleyen bilim olan Ekonomi Politik çalışmaları ile. Burada kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Ekonomi Politik, Tarihsel Maddeciliğin ya da Marksizm’in bir alt bölümü, ekonomiyi inceleyen bölümü değildir. O ayrı bir hareket ve varoluş tarzının bilimidir. Bu anlamda ekonomi politik yasalarının tarihsel maddecilik yasalarıyla ve klasik anlamda Marksizmle ilgisi yoktur. Elbette Marks, bu alanda da en büyük keşfi yapmış emek ve işgücü kategorilerini ayırarak modern kapitalist toplumda artı değerin kaynağını göstermiştir34. Ama ekonomi politik sosyolojinin (Marksizmin) bir alt bölümü değildir, ayrı bir bilimdir. Nasıl biyolojinin konusu, ilk canlı ile, yani kendi benzerini sentezleyen, benzerini üreten
entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal (sayfa 609) üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçak, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
34
“Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları, karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi.” (Engels, Karl Marks’ın Mezarı Başında Yapılan Konuşma)
147
molekülle birlikte ortaya çıkarsa, ekonomi politiğin konusu da iki insan ya da kabile ellerindeki ürünü değiştirdikleri anda ortaya çıkar. Bu yasalar sosyolojik yasalar değildir; tamamen başka yasalardır, toplumun tarihsel evrimini tayin edici denecek ölçüde belirlemelerine rağmen sosyolojik yasalar değildirler. Ekonomi politiğin kavramları sosyolojik kavramlar değildirler. Tam da bu nedenle, Marksizm’i bir ekonomi politik öğretisi olarak ele almak veya Marksizm diye Kapital’i okumak ve ekonomi politik dersleri vermek, anti Marksist bir yaklaşımdır. Marksist yaklaşım, ekonomi politik derslerine bunun Marksizm olmadığını anlatarak başlayan yaklaşımdır. Marks’ın bütün hayatını verdiği Das Kapital adlı eseri, aslında sosyolojik (yani Marksist) bir eser değildir. Onun Marksist bir eser olmadığıdır Marksist önerme. Bütün çalışma değer yasasının işleyişinin anlaşılmasına yöneliktir. Çünkü sosyolojinin yasaları toplumun hareketinin değer yasasının etkisine girdiğini söylemektedir. Onun için toplumun hareketini anlamak için değer yasasının üzerinde yükselen yasalar ve hareketler incelenmektedir. Bu ilişki biraz Jeoloji ile biyoloji ve paleontoloji ilişkisi gibidir. Jeoloji eni sonu fiziksel, cansız doğaya ilişkin bir bilimdir; yasaları fiziksel yasalardır. Ama bizzat bu fizik, kayaların vs. bir zamanlar yeryüzünde yaşamış canlıların tortuları olduğun söylüyorsa, jeologlar iyi birer paleontolog da olmalıdırlar. Hatta bir takım canlıların evrimine ilişkin yasaları da bulabilirler ama bütün bunlar biyoloji ve paleontolojinin fiziğin ya da jeolojinin bir alt bölümü değil; apayrı bir bilim olduğu gerçeğini değiştirmez. Marks’ın Ekonomi politik alanında müthiş keşifler yapması; Kapitalist toplumun yüzündeki peçeyi kaldırması; meta ilişkilerini adeta her şeyi belirlemesi, ekonomi politiği Marksizm’in (sosyolojinin) bir alt bölümü yapmaz. İşte Marks modern toplumun değer yasının egemenliği altında oluğunu; onun adeta bir doğa yasası gibi onun gidişini belirlediğini göstererek, modern tarihte öğretisini sınamış olur ve bu sınamanın doğruluğu kapitalizmin yani meta üretiminin gelişmesi ve yaygınlığı ölçüsünde sürekli doğrulanmaktadır. Sınamanın ilk biçimi budur. * Ancak bununla yetinmezler, Mark ve Engels’in tarih ve toplum teorilerini bizzat tarihte ve toplumsal olaylarda sınadıkları görülür. Engels yazıyor: “Marx'ın bu yapıtı (Fransa’da sınıf Mücadeleleri), onun, kendi materyalist anlayışı ile ve giderek durumun içerdiği verilerin yardımı ile çağdaş tarihin bir parçasını açıklama yolunda ilk girişimi oldu. Komünist Manifesto'da, teori, bütün modern tarihin bir taslağını yapmak için kullanılmıştı, Marx ve ben, Neue Rheinische Zeitung'un yayınladığı makalelerimizde, teoriyi, anın siyasal olaylarını yorumlamak için kullanmıştık. Buna karşılık, burada, bütün Avrupa'da, kritik olduğu kadar tipik olan birkaç yıllık bir gelişmenin akışı sırasında nedenlerin ardarda iç bağlanışını ortaya koymak, yani yazarın kafasında, siyasal olayları, son tahlilde, ekonomik olan nedenlerin sonuçlarına indirgemek sözkonusu idi” (F. Engels, 148
Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne Giriş) Marks Engels gerçekten teorilerinin bir kontrolünü yapmaktadırlar buralarda. Örneğin Engels şöyle diyor: “Ve işte, bu tarih, Marx'ın, kendi yasasını denemesine, sınavdan geçirmesine yardımcı olmuştur ve otuz üç yıl sonra bile, Marx'ın yasasının bu sınavdan parlak bir şekilde geçtiğini teslim etmemiz gerekiyor.” (Vurgular bizim, Engels, 18 Brumaire, Engels’in Üçüncü Almanca Baskı’ya Önsözü.) Aslında Marks-Engels’in bütün eserleri bu öğretinin bir uygulaması ve sınanmasından; çeşitli olayların açıklanmasında kullanılmasından başka bir şey değildir. Buraya kadar dikkat edilirse hep Avrupa Tarihinin son birkaç yüzyılı söz konusudur. İşin ilginci aslında Tarihsel Maddeciliğin yasaları da esas olarak bu birkaç yüzyıllık tarihin incelenmesinden çıkmaktadır. Yani aslında birkaç yüzyıl incelenerek bir takım yasalara ulaşılmış ve bu yasaların bütün insanlık tarihini açıklayabileceği sonucu çıkarılmıştır. Ama onlar ciddi bilim adamlarıdır, ciddi devrimcilerdir. Kendi teorilerini sürekli yeni bilgilerin ışığında kontrol etme gibi bir dertleri vardır. Örneğin Morgan’ın çalışmalarıyla karşılaşınca doğrulandıklarını görüler. Engels şöyle yazar: “Bu kitap, deyim yerindeyse, bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Karl Marx kadar, kendi -bir dereceye kadar bizim de diyebilirim- materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın araştırmalarından çıkan yargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü.” (Engels, Ailenin.., Birinci Baskının Önsözü) Bu kontrol ve sınama, Almanya’da Köylüler Savaşı gibi eserler ve Ortaçağ’dan; Ailenin Devletin Kökeni’nde, Yunan ve Roma ve Germenlere; Maymun’dan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde ilk insanların ortaya çıkışına kadar uzanır. Şimdi bu durumda, Marksistlerden beklenen ve yapmaları gerekenedir? a) Bizzat Marks-Engels’in ele aldıkları dönemlere ilişkin verilerde değişmeler olabilir. Çünkü onlar çok sınırlı bir veri yığını üzerinden bu çıkarsamaları yapmaktadırlar. Bu arada bir yığın çalışmada birçok yeni veri birikmiş olabilir. Bu yeni biriken bilgiler ışığında Marks-Engels’in çalışmalarının ve sonuçlarının kontrolü gerekir. (Örneğin Fransız Devrimi’nde aslında burjuvazinin hiç de devrimci olmadığı, burjuvazinin devrimci döneminin bir efsane olduğu ortaya çıkmıştır Deniel Guerin’in de dikkati çektiği gibi. Kıvılcımlı da bağımsızca benzer sonuçlar çıkarmıştır Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu’nda.) b) Marks Engels çok sınırlı bir alandan bu sonuçlara ulaşmışlardır: Avrupa ve sonuçta birkaç yüzyıllık Avrupa tarihi. Koca bir dünya ve sadece uygarlıkla bile sınırlansa 7000 yıla ulaşan bir tarih dilimi söz konusudur ele alınmayan. Bu yasalar bu tarihte sınanmalıdır. (İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı budur ve ondan başkası da yoktur.)
149
c) Marks-Engels’ten sonraki tarihte de (Yani 20. Yüzyılda ve günümüzde) sınama gerekir. (Kıvılcımlı ve Troçki birbirinden bağımızca, farklı sorunlara bağlı olarak ve benzer sonuçlara ulaşarak bir ölçüde bunu yapmışlardır.) Yani derinliğine, geçmişe, geleceğe (yeni ortaya çıkanlara) yönelik sürekli bir kontrol ve sınama gerekir. Marksizm’in gelişiminden ancak bunlar yapıldığında söz edebiliriz. Peki, şimdi bakalım, Kıvılcımlı ve Troçki hariç, şu her yerde Marksist diye kabul edilenlerin çalışmalarına. Böyle bir çaba ve kaygı, böyle bir sistemli çalışma var mı? Yok. Aksine hep fikirler üzerine, düşüncelerin varlığı belirlediği gizli varsayımına dayanan çeşitlemeler vardır. Lenin’in örgüt teorisi şöyle olsaydı böyle olurdu. Tekçi düşünce olmasaydı böyle olmazdı. Kronştatta şöyle yapmasalardı böyle olurdu. Yani Marks-Engels’in kendisine karşı mücadele ettikleri ve bu mücadele içinde ifade ettikleri teorinin tam tersi yapılmaktadır. Peki, Kıvılcımlı haricinde neler yapılmıştır? Burada Batı Marksizm’inin yaptığı özellikle sanat alanındaki çalışmaları toplumsal yapının belli bir yanını incelemek bakımından değerlendirebiliriz. Walter Benjamin’in felsefi bir bağlamda ifade edilmekle birlikte, tarih üzerin tezlerini bir gözden geçirme denemesi olarak tanımlayabiliriz. Önü sonu hepsi budur. * Marks-Engels sonrası yeni olgular ve bu bağlamda teorik katkı ve gelişme iki isme bağlıdır. Troçki ve Kıvılcımlı. İkisi de olguları açıklamak için çok önemli katkılar yaparlar. Paradigmaları zamanlarının damgasını taşır. Troçki, yirminci yüzyılın ilk yarısının iki çok temel yeni olgusunu hem öngörür hem açıklar: geri bir ülkede sosyalist devrim ve Bürokratik karşı devrim ya da yozlaşma. Bu iki olguyu açıklayabilmek için: evrim kavramını eşitsiz ve kombine bir gelişimle geliştirir; dakikleştirir; bürokrasinin niteliğini analiz için de sınıf kavramını geliştirir. Kıvılcımlı ise Savaş sonrası dönemi öngörmüş gibidir, Tarih üzerine çalışmaları bu öngörünün hazırlığı gibidirler. Savaş sonrasının en önemli özelliği, devrimci mücadelenin “üçüncü dünya”ya kayması ve az gelişmenin gelişmesidir. Kıvılcımlı bunu açıklayabilmek için farklı üretim biçimlerinin ve sınıfların simbiyoz ilişkiye girişlerini; “etle tırnak gibi” oluşlarını ele alarak, evrim kavramında eşitsiz ve kombine gelişmeden bir adım daha ileri atar. Artık zaman içinde birbirini izleyen üretim biçimleri veya sınıflar birbirinin yerini almazlar sadece; aynı zamanda bir arada var olurlar ve birbirlerini güçlendirip bambaşka bir sistem oluştururlar. Bu alt üst edici bir bakıştır ve çok önemli programatik, stratejik sonuçları vardır. Bunu “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” adlı çalışmamızdan aktararak biraz açıklayalım. * “Toplumsal evrimi de, çok farklı toplumları da açıklayan temel kavram, Üretici Güçlerin
150
Değişimi35 ve Farklılığıdır. Üretici Güçler Değiştiği için toplum değişmektedir; Üretici Güçler Farklı olduğu için toplumlar birbirinden farklıdır. Bu, evrim kavramının evrimi ile üretici güçler kavramının evriminin birbirine doğrudan bağlı olduğunu gösterir. Evrim kavramına bağlı olarak Üretici Güçler kavramında; Üretici güçler kavramındaki değişmelere bağlı olarak evrim kavrayışında da değişmeler ortaya çıkar. Marks’ın meşhur satırlarını burada bir kere daha hatırlayalım. “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.(...)”(K. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz) Dikkat edilirse Marks’ın Tarihsel Maddeciliğin temelini atan bu cümlelerinde bazı gizli varsayımlar bulunmaktadır. Bir gizli varsayım, “Üretici Güçlerin gelişmesi”dir. Üretici güçlerin gelişmesi bir veridir. Bu gelişmenin niçin ve nasıl olduğu, sürekli olup olmadığı gibi bir sorun yoktur. Sürekli olarak gelişen bir özdür üretici güçler. Toplumsal biçimlerin, ekonomik ilişkilerin ve üstyapının evrimini üretici güçlerin evrimi belirlemektedir. Bir başka gizli varsayım, üretici güçlerin gelişmesinin, daha önceki üretim ilişkilerinin tasfiyesini getirmesidir. Yani Üretici Güçlerin Gelişimi ile Üretim İlişkileri arasında bir uyum vardır. Ama bu uyum otomatik olarak oluşmamaktadır, birikimli ve sıçramalı bir karakteri vardır. Bunlardan çıkan bir başka gizli varsayım de üretici güçlerin gelişmesinin sosyalizme yaklaştırdığıdır. Bu gelişmenin önündeki engelleri kaldırmak toplumu sosyalizme yaklaştırmak anlamına gelmektedir. Toplumsal evrim kavramının evriminin tarihi, bir bakıma üretici güçlerin evrimine ilişkin bu varsayımlarının sorgulanmasının tarihi gibidir. Teorinin bu saf formülasyonundan ve dayandığı varsayımlardan çıkacak sonuç çok açıktır. Sosyalist Devrim ancak, üretici güçlerin en çok geliştiği yerde; kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçlerin en büyük çelişki içinde olduğu yerlerde, yani en gelişmiş ülkelerde olabilir. Çünkü “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Çünkü Toplum ancak çözümleyebileceği problemleri önüne koyar ve yakından bakılınca aslında bu problemlerin kendini çözecek unsurlarla birlikte ortaya çıktığı görülür.”(K. Marks, Önsöz ) *
35
“Marksizm, üretici güçlerin gelişmesinin toplumsal tarihsel süreci belirlediğini öğretir.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar, s.19)
151
Tarihsel Maddeciliğin Evrim kavramı ve kavrayışı ile Program ve Strateji arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Program ve strateji, hem evrim kavrayışına hem de o evrimin neresinde bulunulduğuna ilişkin bir saptamaya göre değişir. Bir bakıma Evrim kavramı ile Program ve Stratejinin ya da daha da kategorik olarak ifade etmek gerekirse metodoloji ile politikanın ilişkisi tıpkı Önsöz’de ifade edilen Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri ile Üstyapı’nın ilişkisi gibidir. Tarihsel Maddeciliğin evriminde Evrim kavramı veya Metodoloji toplumsal evrimdeki Üretici Güçler gibidir. Program ve Strateji ya da Politika ise Üretim İlişkileri veya Üstyapı gibidir. Tarihsel Maddeciliğin Tarihi, son duruşmada, toplumunkinden hiç de daha az karmaşık olmayan bu evrim ve ilişkilerin tarihidir. Bu içsel bağlantı nedeniyle Marksizm’in tarihine bakıldığında, tüm önemli programatik ve stratejik değişikliklerin, evrim kavrayışının evrimindeki önemli değişikliklere bağlı olarak ortaya çıktığı ya da bu tür değişikliklere yol açtığı görülür. Program, dolayısıyla siyasi mücadele ve strateji sorunu doğrudan evrim kavrayışına bağlı olduğundan, evrimin Önsöz’de aktarılan kavrayışı çerçevesinde devrimci bir partinin, hareketin veya sınıfın programı kategorik olarak şöyle ifade edilir: üretici güçlerin gelişmesine engel olan üretim ilişkilerini ve üst yapıyı, özellikle devleti yıkmak ve uygun üretim ilişkileri ve üstyapıyı kurmaktır. Bu evrim kavrayışı ve varsayımlar çerçevesinde, program veya stratejiyi belirlemek, ülkede bulunulan üretim ilişkilerinin ne olduğunu tespit etmek ve ona göre bir program oluşturmak şeklinde kavranır36. Örneğin, bir ülkede feodal veya yarı feodal ilişkiler egemense, üretici güçlerin gelişiminin önünde engel olan bu ilişkiler tasfiye etmek, yani Demokratik Devrim; yok eğer ülke kapitalist ise ve burjuva demokrasisi varsa, Sosyalist Devrim program ve strateji olarak belirlenir. Bugün var olan bütün sol grupların şekillendiği, 1960’lardaki bütün strateji tartışmaları ve bölünmeleri, bu tür bir evrim fikri çerçevesinde gerçekleşmişti. Taraflar aşamaların birbirini izlediği ve üst aşamaların alt aşamaları tasfiye ettiği şeklindeki aynı evrim kavrayışını paylaşıyorlardı. Aralarındaki tartışma yöntemsel, evrimin kavranışına ilişkin değildi ve bu bakımından aralarında bir ayrılık yoktu. Ve tam bu nedenle de strateji tartışması, olgulara ve onlardan yapılan çıkarsamalara ilişkin bir tartışmaydı. Örneğin Türkiye yarı feodal diyenler bundan demokratik devrim, kapitalist diyenler bundan sosyalist devrim sonucunu çıkarıyorlardı. Veya “teori” politikanın aracı olarak kullanılıp, Sosyalist Devrim demek için Kapitalist; Demokratik Devrim demek için Yarı Feodal veya Feodal olarak tanımlanıyordu. Ama bu tartışmalarda kimsenin aklına ülkenin yarı feodal olduğu için devrimin sosyalist bir 36
Örneğin Troçki, Sürekli Devrim Teorisini ilk kez formüle ettiği Sonuçlar ve Olasılıklar’ın ilk satırlarında bu Marksistlerin bu ortak yaklaşımını şöyle özetler: “Marksizm, Rus Devrimi’nin kaçınılmazlığını, kapitalist gelişme ile fosilleşmiş mutlakıyetin güçleri arasındaki çelişkinin sonucu patlak vermek zorunda olduğunu, çok önceleri haber vermişti. Onu bir burjuva devrimi olarak nitelendirirken, Marksizm, devrimin dolaysız nesnel görevlerinin “bir bütün olarak burjuva toplumunun gelişmesi için normal koşullar”ın yaratılması olduğuna işaret ediyordu.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen, 1990)
152
karakter taşıyabileceği veya tam da kapitalist olduğu için devrimin demokratik karakterde olabileceği gibi çıkarsama ve olasılıklar gelmiyordu. Bunun nedeni bu tür çıkarsamaların ardında yatan karmaşık evrim kavrayışlarına çok uzak olunmasıydı. Tartışmalar evrimin çok basit bir kavrayışına dayanıyordu. Toplumlar şu veya bu biçimde benzer aşamalardan geçerler: İlkel Toplum, Köleci toplum, Feodal Toplum, Kapitalist Toplum. İlkel ve Köleci toplumlar çok gerilerde kaldığına göre, program ve strateji için sorun, ülkenin ne ölçüde feodal veya kapitalist olduğunu belirlemekte toplanıyordu. Aşamalı ve düzgün bir evrim kavrayışıydı bu. * Tarihsel Maddecilik (Marksizm) orijinalinde hiçbir zaman böyle sıradan ve bayağı olmamakla birlikte, Sosyal Demokrat ve Komünist hareketin tarih ve toplumsal gidiş kavrayışı hep bu düzeyde olmuştur. Hatta daha ileri giden bir basitleştirmeyle, Sosyal Demokrat ve Komünist partiler arasındaki esas farkın: bu evrimin, Sosyal Demokrat partilerce düz, sıçramasız bir evrim süreci; Komünist partilerce sıçramalı ve aşamalı bir evrim süreci olarak kavranmasında olduğu söylenebilir. Ama her iki taraf da evrimi, aşamaların birbirini izlediği; ileri olanın geri olanı tasfiye ettiği, her toplumun da bu aşamalardan geçmek zorunda olduğu sürekli bir ilerleme olarak görür37. Tarih ve Toplum hakkındaki bilginin Yunan ve Roma’dan daha eskilere gidemediği, bu bilginin de oldukça yüzeysel olduğu; mekân olarak Avrupa ve Akdeniz’le sınırlı bulunduğu bir çerçevede, böyle bir tarih ve evrim kavrayışı elbette zamanına göre büyük bir ilerleme anlamına gelebilir ve bilinen tarihi iyi kötü açıklayabilirdi. Sosyalist hareket Avrupa ile sınırlı kaldığı, modern tarihin ve sınıf mücadelesinin başka sorunlarına yoğunlaştığı sürece, bu bayağılaştırılmış bir Marksizm’e karşılık düşen evrim kavrayışı, en azından Avrupa için, yine de iyi kötü tatmin edici sayılabilecek açıklamalar sunuyor sayılabilirdi. Ama dikkatli bakılınca bu evrim kavrayışı, bilinen Avrupa tarihini bile açıklamakta yetersiz olurdu. Eğer üretici güçlerin gelişmesi yeni üretim biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açıyor ve öncekini tasfiye ediyorsa, örneğin kölecilikten feodalizme geçişi üretici güçlerin gelişmesiyle açıklamak gerekiyordu. Ama gerçek tarihte, kölecilikten feodalizme geçişte, üretici güçlerde böyle bir gelişmeden ziyade bir gerileme vardı Olaylara gözler kapanıp bir gelişme varmış gibi görüldüğünde de, özellikle bu evrimin 37
“’Sınai olarak daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanın gelecekteki halini gösterir yalnızca.’ Yöntemsel kalkış noktası bir bütün olarak dünya ekonomisi değil, bir tip olarak tek bir kapitalist ülke olan Marx’ın bu ifadesi, geçmiş kaderlerine ve sınai seviyelerine aldırmaksızın tüm ülkeler kapitalist evrim tarafından kucaklandıkları ölçüde, daha az uygulanabilir hale geldi. Zamanında İngiltere, Fransa’nın ve daha az ölçüde de Almanya’nın geleceğini gösteriyordu, ama kesinlikle Rusya’nınkini veya Hindistan’ınkini değil. Ne var ki, Rus Menşevikleri Marx’ın bu koşullu önermesini kayıtsız şartsız kabul ettiler. Geri kalmış Rusya, diyorlardı, ileri atılmamalı, önceden hazırlanmış modeli kuzu kuzu takip etmeli. “Marksizmin” böylesine liberaller de katılıyordu. Marx’ın en az bunun kadar ünlü bir diğer formülü ise –“hiçbir toplumsal formasyon, içinde barındırdığı tüm üretici güçler gelişmeden yok olmaz”– kalkış noktası olarak tek bir ülkeyi değil, bir evrensel toplumsal yapılar silsilesini (kölecilik, ortaçağ, kapitalizm) alır. Ama bu ifadeyi tek bir devlet açısından ele alan Menşevikler, Rusya kapitalizminin Avrupa ve Amerika seviyesine ulaşmak için daha çok mesafe katetmesi gerektiği sonucunu çıkardılar.” (Lev Troçki, Tek Ülkede Sosyalizm?, http://www.marxists.org/turkce/trocki/1930/tus.htm )
153
sıçramalarla gerçekleştiği anlayışı bakımından bir sorun ortaya çıkıyordu. Kölecilikten feodalizme geçiş sağlayan “devrimler” yoktu. Bunları kimler, nerede, nasıl yapmıştı? Bilimlerin ilerlemesine ihtiyaçlar yüz üniversiteden daha fazla etki yaparlar. Avrupa’daki işçi sınıfının mücadelesi bu sorunları gündeme getirme ihtiyacıyla karşılaşmıyordu. Bu nedenle bu paradokslar kimse tarafından tartışılmıyordu bile. Ama Tarih konusu ve bu tür sorunlar daha işçi ve sosyalist hareketin gündemine pratik bir ihtiyaç olarak gelmeden önce, Evim kavrayışında bir ilerleme, Rus işçi ve devrimci hareketinin karşılaştığı kimi sorunları çözebilmek ve gelişmeleri öngörebilmek için Troçki tarafından sağlandı. * Troçki’nin akıl yürütmesi de Üretici güçlerin ilerlemesine dayanıyordu. Keza onun kavrayışının da sonraki üretim biçimlerinin eski üretim ilişkilerini tasfiyesi; üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki denklik gibi varsayımlarla bir sorunu yoktu. O sadece bu ilerlemenin karmaşık karakteri üzerinde yoğunlaşıyor ve bunun sonuçlarını tartışıyordu. Olaylara bakınca görülüyordu ki, Üretici güçler her yerde aynı aşamalardan geçerek gelişmiyordu. Kapitalist ilişkilere sonra gelen bir ülke, üretici güçlerin çok daha gelişmiş olduğu bir düzeyden işe başlıyordu. Böylece Üretici güçlerin epey gelişmiş bir düzeyi, son derece geri bir üstyapıyla bir arada bulunabiliyordu 38. Bu durumda neler olacağını tartışıyordu Troçki, bir tür “zihinsel deney” yapıyordu. Ve bu daha karmaşık ve arkadan gelenin öne geçtiği; önceki aşamaları tek tek geçmediği, minyatür ölçülerle aşarak veya üzerinden atlayarak geçtiği evrim kavrayışına bağlı olarak Rusya’daki Devrimin izlemesi muhtemel seyir analiz edilince garip bir sonuç ortaya çıkıyordu39. 38
“Geri bir ülke ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarını sahiplenir. Ama bu demek değildir ki, onların geçmişte geçtikleri tüm aşamaları bir bir geçerek bu ülkeleri kölece izler. Tarihin çevrimsel olarak tekerrürü kuramı – Vico ve bilahare tilmizlerince savunulan – eski, kapitalizm öncesi kültürlerin kısmen kapitalist gelişmenin ilk tecrübelerine dair yaptıkları çevrimsel tasvir gözlemine dayanır. Tüm bu gelişme sürecinin biraz kıyıda köşede kalmış, biraz tali niteliği gerçekten kültürel evrelerin yepyeni alanlardaki kimi tekrarlarını da içerir. Bununla beraber, kapitalizm bu koşulların aşıldığının bir göstergesidir. O insanlığın gelişmesinin evrenselliğini ve sürekliliğini hazırlamış ve bir anlamda gerçekleştirmiştir. Bu nedenle diğer ulusların gelişme biçimlerinin tekerrürü ihtimal dışıdır. İleri ülkelerin çekicisinin peşine takılmak zorundaki geri bir ülke sıraya uymaz: tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir- bir halka, bir dizi ara aşamayı atlaşarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkanı tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar. Yabanıllar, geçmişte o silahları birbirinden ayırt eden mesafeyi katetmeksizin, ok ve yayı bırakıp tüfeğe geçerler. Amerika’yı sömürgeleştiren Avrupalılar tarihe yeniden başlamadılar. Almanya ya da ABD iktisadi bakımdan İngiltere’nin önüne geçmişlerse. Bu kapitalist evrimlerindeki gelişme yüzündendir. (...) Tarihsel bakımdan geri bir ulusun gelişmesi, zorunlu olarak, tarihsel sürecin farklı evrelerinin özgün bir kombinasyonuna yol açar. Betimlenen bu yörünge bütünsel olarak düzensiz, karmaşık ve bileşik bir niteliğe bürünür.” (Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 1. Cilt, s. 14-15) 39
“Dolaysız görevleri bakımından bir burjuva devrimi olarak başlayan Derim, kısa bir süre içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacak ve ancak, iktidarı ezilen kitlelerin başında durabilecek tek sınıfa, yani proletaryaya devritmekle en son zafere ulaşabilecektir. Proletarya ise bir kez iktidara geçtikten sonra sadece kendini burjuva demokratik programla sınırlamak istememekle kalmayacak, bunu yapmak elinden de gelmeyecektir. Ancak ve ancak Rus Devrimi’nin Avrupa proleter devrimine dönüşmesi halinde Devrimi sonuna kadar götürebilecektir. O 154
Son derece geri üretim ilişkileri ve siyasi bir sistemin olduğu bir ülkede, kapitalizmin doğrudan sanayi kapitalizmi olarak doğması ve bu nedenle işçi sınıfının daha doğarkenki gücü ve de burjuvazinin korkaklığı nedeniyle, demokratik devrimde işçi sınıfı köylülüğün desteğini sağlayarak iktidarı alabilir ve o da kendini demokratik görevlerle sınırlamayıp sosyalist karakterde tedbirlere yönelebilirdi. Yani eski akıl yürütmesine hiç de uymayan bir sonuç ortaya çıkıyordu evrimin bu bileşik ve eşitsiz karakterinden: yarı feodal bir ülkede sosyalist bir devrim olabilir ve işçi sınıfı iktidara gelebilirdi. Hâlbuki birbirini izleyen aşamalı evrim kavrayışına göre, sosyalist devrimin, Üretici Güçlerin kapitalist ilişkilerle en çok çeliştiği kapitalist ve en gelişmiş ülkelerde olması gerekiyordu. Bu sonuç bir tür zındıklık, yoldan çıkma gibiydi; o zamana kadar bilinenleri alt üst ediyordu. Ama bunun ardında, metodolojik olarak evrimin daha karmaşık bir kavrayışı, Troçki’nin adlandırmasıyla, “eşitsiz ve bileşik” bir evrim kavrayışı bulunuyordu. Meşhur Bolşevik ve Menşevik; Üçüncü ve İkinci Enternasyonal, Troçkizm ve Stalinizm ayrımları, son duruşmada metodolojik düzeyde bu iki farklı evrim (aşamalı ve eşitsiz-bileşik) kavramını yansıtıyorlardı. Tekrar vurgulayalım ki, Troçki’nin evrim kavrayışı üretici güçlerin gelişimini tartışmıyordu, sadece bu gelişimin karmaşık, “eşitsiz ve bileşik” karakterine dikkati çekiyor ve çıkarsamasını bundan yapıyordu. Aynı şekilde üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişme derecesi arasındaki uyum düşüncesiyle de sorunu bulunmuyordu. Zaten ilerde tam da bu uyumdan hareketle, Sovyet devletinin sınıf karakteri sorununa bir cevap getirebiliyordu 40. Evrimin eşitsiz ve bileşik gelişimine ilişkin öngörünün gerçekleşmiş olması sonucu geri bir ülkede sosyalist devrim olmuştu. Ama bu devrim tecrit olunca, yine bizzat Marks’ın dediği gibi, geri üretici güçler düzeyinde, sosyalizm
zaman, Devrim’in ulusal sınırlılıklarıyla birlikte burjuva demokratik programı da aşılacak ve Rus işçi sınıfının geçici politik egemenliği uzun süreli bir sosyalist diktatörlüğe dönüşecektir. Ama Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde, burjuva karşı devrimi Rusya’da emekçi kitlelere boyun eğmeyecek ve ülkeyi gerilere fırlatacaktır, hem de bir demokratik işçi ve köylü hükümetinden çok gerilere.” (Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar’ın 1919’da Moskova’da Yayımlanan Yeni Baskısına Önsöz ) 40
Troçki’nin bu uyuma dayanan açıklaması en özlü biçimde şu satırlarda ifade edilir. “Komünist Manifesto’dan iki yıl önce genç Marks şöyle yazıyordu: “Üretim güçlerinin gelişmesi (komünizmin) kesinlikle zorunlu pratik temelidir çünkü onsuz, yokluk genelleşecek ve yoklukla birlikte gereksinmeler için girişilen kavga yeniden başlayacaktır ki bunun anlamı tüm eski pisliklerin yeniden su yüzüne çıkması zorunluluğudur.” Bu düşüncesini Marks hiçbir zaman geliştirmedi ve nedeni hiç de rastlantısal değildi: Geri bir ülkede proleter devrimin gerçekleşebileceğini hiçbir zaman tahmin etmedi. Lenin de bunun üzerinde durmadı ve bu da rastlantısal değildi: O da Sovyet devletinin bu kadar uzun bir süre tecrit edilmiş kalacağını tahmin etmedi. Gene de alıntı, Marks’tan bir soyutlamaya varma ve karşıtından çıkarsama yoluyla, Sovyet rejiminin tamamen somut sıkıntılarına ve hastalıklarına var geçilmez bir anahtar sunmaktadır. Emperyalist ve iç savaş yıkıntılarıyla körüklenen yoksulluğun tarihsel temeli üzerinde, “bireysel varoluş kavgası”, burjuvazinin devrilmesinden hemen sonraki gün ortadan kalkmamak bir yana, bu olayı izleyen yıllarda da azalmamış, tam tersine zaman zaman duyulmadık canavarlıklara bürünmüştür. Ülkenin belli kesimlerinde ki kez yamyamlık noktasına varıldığını hatırlatmamıza bilmem gerek var mıdır” (Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.77, İstanbul, 1998)
155
olmayacağından, bütün pislikler geri dönüyordu41. Rusya’da olan son duruşmada buydu. Üretici güçler kendi geri gelişme düzeylerine uygun ilişkilere neden oluyorlardı. Yani eşitsiz gelişme ile geri bir ülkede sosyalist devrim ve tam da bu nedenle, üretici güçlerin geriliği nedeniyle, uygunluk yasası ile de bürokratik karşı devrim açıklanabiliyordu. Dikkat edilirse bu yaklaşımlar, klasik eleştirel ve devrimci Marksist yaklaşımlarla tam bir uyum içindedir. Stalinizm’in yaydığı, gücü yaygınlığından gelen kanının aksine, “Troçkizm”, klasik Marksizm’in kavramsal araçları ve problematiklerini İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in (ilk dört Kongre sonrası) bayağılaştırmalarına karşı koruma ve savunmayı temsil eder. Bu eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla Troçki, yirminci yüzyılın tarihinin genel gidişini, sosyalist devrimin önce geri bir ülkede olmasını; Sovyetlerdeki bürokratik karşı devrimi ve bunlara bağlı olarak işçi hareketinin krizi ve faşizmi; savaş sonrası Doğu Avrupa’daki dönüşümleri ve nihayet bizzat Doğu Avrupa’nın çöküşünü ve kapitalizme dönüşünü açıklayan kavramsal araçları sunar. Troçki’nin geliştirip netleştirdiği bu “eşitsiz ve bileşik gelişme” şeklinde özetlenebilecek evrim kavrayışı olmadan, yirminci yüzyıl tarihini, dolayısıyla da bugünü anlamak olanaksızdır. Troçki’nin eşitsiz ve bileşik evrim teorisi, tıpkı Einstein’ın Özel ve Genel Rölativite teorisinin, Quantum Teorisine göre hala klasik fiziğin alanında bulunması gibi, Klasik Marksizm’in evrim kavrayışı çerçevesinde kalır. Üretici güçlerin gelişmesi, sonra gelen aşamaların öncekileri tasfiye etmesi ve üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uygunluk gibi tüm varsayımları paylaşır. Tıpkı Einstein teorisinin astronomik boyutlardaki olayları büyük bir başarıyla açıklaması gibi, yirminci yüzyılın tarihini büyük bir başarıyla açıklar. Ama Tıpkı klasik fiziğin kavramlarının atom altı parçacıklar âleminde yetersiz olması gibi, Kapitalizm Öncesi Tarih ve Az Gelişmişliğin Gelişmesi söz konusu olduğunda, artık bu evrim kavrayışı yetersiz hale gelir. Orada Quantum Fiziği benzeri yeni bir Tarihsel Maddeciliğe ihtiyaç vardır. Kıvılcımlı’nın evrim teorisine katkıları işte tam burada ortaya çıkar. * Kıvılcımlı, geri kalmış bir ülkenin sosyalisti olarak, azgelişmişlik sorunuyla ve aynı zamanda kapitalizm öncesinin büyük uygarlık beşikleri az gelişmiş ülkeler olduğundan, kapitalizm öncesi Tarih ve Toplumlar sorunuyla karşılaşır42. Bu farklı toplumlarda karşılaştığı sorunları
41
Troçki, tam da Üretici güçlerin gelişmi ile üretim ilişkileri arasındaki uyumdan hareket ederek ve Marks’ın aşağıdaki sözlerine dayanarak Sovyet Devriminin yozlaşmasını ve bir bürokrasinin iktidarı almasının açıklıyordu: “Öte yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel düzeyde değil de dünya çapında tarihsel olarak cereyan etmesini içeren gelişmesi) kesinlikle vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken bir pratik koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır, ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için savaşım yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.” (Marks – Engels, Alman İdeolojisi, http://www.kurtuluscephesi.org/marks/almanideoloji.html ) 42
"Böyle bir araştırma neden önemli oldu?
"Bugünkü Türkiye'yi anlamak İçin, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin mad¬desine girince, onun İslam medeniyetinde bir "Rönesans" olduğu belirdi. İslam me¬deniyeti : tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent'ten (Çileden) çıkmış Antika (kadim) medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerterden) İslam me¬deniyetine 156
açıklayabilmek ve çözebilmek için; “Azgelişmişliğin gelişmesi” olgusunu ve kapitalizm öncesi binlerce yıllık uygarlıklar tarihini açıklamak için, evrim kavrayışını ve üretici güçler kavramını baştan aşağı değiştirmek zorunda kalır. Kıvılcımlı 1960’lardan önce, iki savaş arası dönemde, 1960’lardan sonra “Az gelişmişliğin Gelişmesi” sorunuyla meşgul olan ve bunu kapitalist ekonominin kendi iç mantığıyla “Merkez Çevre” ikilemiyle açıklamaya çalışanlardan (“Dörtlü Çete” Arrighi, Frank, Wallerstein, Amin vs.) veya batı Marksizm’i geleneğinin devamı olarak, sorunu “Toplumsal Formasyon” kavramı çerçevesinde (Balibar, Laclau vs.) ve daha ziyade de skolastik ve metodolojik düzeyde tartışanlardan43 çok önce, sorunu Tarihsel Maddeciliğin kavramları ile tartışır ve özgün bir teori geliştirip katkılarını yapar44. Kıvılcımlı bu çalışmaları sonucunda, Marks ve Troçki’nin dayandığı ve sorgulamayı akıllarından bile geçirmedikleri, üretici güçlerin sürekli gelişmesi varsayımı sorgular. Gelişmiş üretim ilişkilerinin geri üretim ilişkilerini tasfiye edeceği varsayımını sorgular. Dolayısıyla da üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uyum varsayımını sorgular. Marks’ta üretici güçlerin gelişmesi veri olduğundan, o “ileri bir ülke geri olana geleceğini gösterir” diyor ve o zamanın Almanya’sına “Aldırmıyorsun ama anlattığım bu senin hikâyendir” diye bitiriyordu sözlerini. Troçki’nin bu çıkarsamayla sorunu yoktu, Troçki sadece bu geleceğe giden farklı yollar olduğunu gösteriyordu. Klasik Marksizm’in veya Troçki’nin ufkunda ve paradigmasında, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi, yani az gelişmişliğin gelişmesi gibi bir problem bulunmuyordu. Ne var ki, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için; daha doğrusu yirminci yüzyılla birlikte kapitalizme giren ülkeler için, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermiyordu. Yani geri ülkelerin evrimi ileri ülkelerin izinden gitmiyordu; üretici güçler gelişmiyordu, gelişemiyordu; göreli olarak ileri ülkelerle aralarındaki fark daha da büyüyordu. Yirminci gelinceye değin sıralanan antika medeniyetlerin hepsi de : hem birbirinin ayni, hem birbirinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep ayni gidişi (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. "Günümüze değin uzanmış bütün poblemlerin : sebep-netice zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu." (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s. 5) 43
Bu konudaki tartışmaların geniş bir özeti şu kitapta bulunabilir: “Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, Ankara, 1984). Kitapta geniş ölçüde özetlendiği gibi, bu konuyla batı Marksizm’i geleneği, “Üretim Tarzı” ve “Toplumsal Formasyon” kavramı bağlamında daha ziyade skolastik, yani Marksizm’de kavramın anlamı üzerine, bir tartışma yürüttü. Bunlarda, Merkez-Çevre ekolünün tersine, somut ekonomi ve sınıf analizleri pek bulunmaz, tartışma felsefidir, yöntembilimseldir. Aynı az gelişmişlik olgusunu ele alan iki ayrı paradigma söz konusudur. 44
“Merkez-Çevre” ekolü de Ekonomi Politikten Tarihe ve Tarihsel Maddeciliğin konusuna doğru bir ağırlık noktası kayması yaşamıştır. Örneğin Samir Amin “Dünya çapında birikim kuramını kurmak için toplumsal formasyonların teorik bir tarihine ihtiyaç olduğunu düşünüyordum” (S. Amin, Entelektüel Yolculuğum, s. 58) diyor. Wallerstein giderek tarihe yönelir ve bu onun Tarihçi Annales okuluyla sıkı ilişkilerine yansır. Frank da son zamanlarda kapitalizmi ta Sümerlerden başlatma eğilimine girer. Yani bu ağırlık noktası kayışı onları Kıvılcımlı ile aynı alana yaklaştırır. Ama kapitalizmi bir üretim değil bir değişim ilişkisi olarak anladıklarından, her sermayeye dayanan sistemi kapitalizm olarak kavrarlar (S. Amin daha farklıdır), prekapitalist ve modern kapitalist sermaye ve toplum arasındaki zıtlığı ve farkı göremezler. Onların aksine Kıvılcımlı da zam bu fark ve zıtlığa oturtur otantik bir Marksist olarak analizini.
157
Yüzyıla kadar Avrupa’da ve Japonya’da görüldüğü türden, geriden gelenin öne geçmesi değil, geridekinin giderek daha da geride kalması; ileridekinin giderek daha da arayı açmasıydı ortada görülen. Eğer yeni olgunun eski kavrama sığmayışını göze batırmak için bir formülasyon yapmak gerekirse, ortada görülen “eşitsiz ve bileşik bir gelişim” değil, “gelişememe”dir; “az gelişmişliğin gelişmesi”dir Bu geri kalmışlığın yanı sıra, sınıf ilişkilerinde ise genellikle, üretici güçlerin gelişme düzeyinin tam tersi ultra modern bir sınıf egemenliği ilişkisi görülüyordu. Bu Terslik en iyi Rusya ve Türkiye örneklerinde görülebilir. Rusya’da Politikaya, Çarlık ve Aristokrasi egemendi; ama ekonomide son derece yoğunlaşmış ve modern teknik kullanan bir sanayi vardı. Türkiye’de ise tam tersine, Politikada egemen güç, Finans Kapitaldi; Ekonomide ise son derece geri bir teknik ve az gelişmiş bir işçi sınıfı egemen olmaya devam ediyordu45. Başlangıçta Kıvılcımlı da tıpkı Troçki gibi, Türkiye’deki gidişin, Rusya benzeri bir yol izleyeceğini, hatta benzer aşamaları Rusya’dan daha kısa sürede ve hızlı aşacağını düşünür. Örneğin 1930’ların başında yazdığı Yol’da, tıpkı 1905’deki Troçki gibi çıkarsamalar yapar 46. Ne var ki, başlangıçta öyle gidecek gibi görünmesine rağmen, Türkiye’de ne teknik, ne sınıf ilişkileri ne de proletarya Rusya’da olduğu gibi bir gelişim göstermez. Sosyal iktidara Burjuvazi bir yana, Finans Kapital egemendir ama ülke son derece geri bir teknik düzeyindedir. Finans kapital egemen olmasına rağmen, kapitalizm öncesinin gerici sermayesi ve ilişkileri gücünü ve varlığını korur ve tasfiye olmazlar. “Geleceğin ve geçmişin kamburu” üst üste binmiştir. Bu sefer, niye Rusya’daki gibi bir evrim olmadığını açıklamak başlı başına bir sorun olur. Yani az gelişmişliğin gelişmesinin açıklanması, yani üretici güçlerin geri kalması. (Tabii daima bu nispi olarak anlaşılmalıdır.) Olgun Kıvılcımlı’nın sonraki bütün teorik çabası ve katkısı bu tam tersi gidişi anlamakta toplanır. Kıvılcımlı, bu sorunu çözebilmek için, evrimin daha karmaşık bu görüngüleri üzerinde yoğunlaşır. O zaman da daha üst üretim ilişkilerinin ve bunun ürünü sınıfların, önceki üretim ilişkilerini ve sınıfları tasfiye ettiği ve onların yerini aldığı varsayımını sorgular. Bunun yerine bunların bir tür simbiyoz ilişkiye girerek birbirlerinin varlığını güçlendirdiklerine dikkati çeker. 45
Zaten tam da bu görüngüdür, Merkez-Çevre ekolünü, az gelişmişliği kapitalizmin kendi mantığıyla açıklamaya iten. Onlar geri ülkelerdeki ilişkilerin dünya kapitalist ekonomisiyle olan sıkı ilişkisine ve oradaki egemen sınıfların hiç de klasik “Feodal” sınıflar olmamalarına vurgu yapmışlardır. Böylece geniş bir olgular yığınını tanımlamışlar ama tam da açıklanması gereken olguyu açıklama gibi sunmuşlardır. Temel yanılgıları, az gelişmişliğin, sermayenin saf hareketinin değil, gerçek tarihsel hareketinin ürünü olduğunu anlamamaları ve bu ayrımı yapamamalarıdır. 46
Kıvılcımlı’nın 1930’ların başında tam bir “Stalinist” olarak yazdığı ve ancak bazı bölümleri 70’lerde yayınlanabilen Yol adlı çalışması aslında bilinçsiz bir “Troçkizm”i yansıtır. Kitabın “Geç Gelme” bölümü “Geç gelmenin faziletleri” gibi ifadeleri, Troçki’nin “tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz” dediği aynı eşitsiz ve bileşik gelişmeyi anlatır. Almanya ve Rusya ile Osmanlı ve Türkiye’yi karşılaştırır ve aynı aşamaların daha hızlı geçildiği ve atlandığı tespitini yapar. Örneğin şöyle yazar: “”II. Nikola, Rusya’da Deli Petro döneminden beri başlamış ve oldukça gelişmiş bir merkezileşmiş sanayi bulmuştu. Mustafa Kemal Türkiye’si, Rusya’da Deli Petro döneminden beri olan süreci hızla tamamlamak ve modern sanayi sermayesini birdenbire kurmak zorunda kalmıştır.” (s. 176) Bir çok örnekler verdikten sonra şu sonucu çıkarır: “Ve Rusya’da 50 yıl boyunca yürünen yol Türkiye’de 5-10 yılda aşılacak hale gelebilir.” (.s. 177) Türkiye’de kapitalizmin aşamaları böyle hızlı aştığı, sosyalizmin de doğrudan Leninizm’den ilham alarak doğduğundan hareketle beş on yıla kadar Türkiye’de sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarmayı okuyucuya bırakır.
158
Yani Türkiye’de kapitalizm, tam da eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu Finans-Kapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi denebilecek ve savaş sonrasında dünyada yaygınlaşacak biçimde doğduğu için, bu süper modern Finans-Kapital, prekapitalist sınıf ve ilişkileri tasfiye etmez, aksine onlarla ittifaka girip, onları güçlendirir 47. Bu Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim yaklaşımını da içeren ama onu da aşan bir kavrayıştır. Eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu, Türkiye’de kapitalizm Finans-Kapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi olarak doğmuştur. Ama buna rağmen ve tam da böyle olduğu için, “feodal kalıntılar” ya da kapitalizm öncesi “Tefeci-Bezirgan sermaye” gücünü ve egemenliğini sadece sürdürmez pekiştirir. Yani süper modern Finans-Kapitalizm, prekapitalizmi tasfiye etmez, onunla “Etle tırnak gibi” olur48, bir simbiyoz yaşama geçer veya kimilerinin dediği gibi “eklemlenir”49. * Bu evrim kavrayışının Marks ve Troçki’dekinden farkını gösterebilmek için, biyoloji ve paleontolojideki evrim kavramının evrimi bir fikir verebilir. Klasik biyolojik evrim kavramı, tıpkı ilkel, köleci, feodal, kapitalist sıralaması gibi tek hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, omurgalılar, balıklar, sürüngenler, memeliler, primatlar gibi 47
“O zaman ne oldu? Geri ülkelerde Antika Tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri oldu. Bu bir çeşit "TERSİNE RÖNESANS" idi. Kapitalizm, Batı'da TEFECİ-BEZİRGAN sınıfı kökünden kazımadıkça, normal olarak doğmamıştı. Fakat geri ülkelerde, kapitalizmin son çağı olan Emperyalizm döneminde Tefeci-Bezirgan sınıfı kökünden kazınmak şöyle dursun, bütün dişleri ve tırnaklarıyla kapitalizme ortak olmaya ve kapitalist iktidarı ayakta tutmaya kendini verdi. Bu bir Tarihin tersine akışı mıydı? Evet. Böyle tersine akıntılar ölüm çağına gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi. Kapitalizmin inkar edeceği Tefeci-Bezirgan sınıfı, 20nci yüzyılda sanki kapitalizmi inkara kalkışmiş gibiydi. Ancak bu görünüştü. Dizginler görünmeyen örümcek ağları gibi uluslararası Finans-Kapital mekanizmasının ve en büyük emperyalist iktidarların elinde idi. Modern Finans-Kapital nasıl Tarihin çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, tıpkı öyle, Antika TefeciBezirgan sınıfı da insan kazançlarını inkar etmekte ve gericilik yapmakta Emperyalizmden aşağı kalmıyordu. Böylelikle tencere yuvarlandı kapağını buldu. Ortaçağlardan hatta ilk Antika çağlardan kaldığı bilinen Kadim Tefeci-Bezirgan sınıfı: Modern çağın dünya ihtilalleri ve sosyalizm döneminde Finans-Kapitale YEDEK UYDU ve İHTİYAT GÜCÜ olarak geri ülkelerde iktidar mevkiini paylaştı. Bu yüzden Tefeci-Bezirgan sınıfı, sanki bir modern sosyal sınıf imiş gibi geri ülkelerin ekonomisinde, toplum ilişkilerinde, politikasında, kültüründe, ahlakında ağır basan söz sahibi bir sınıf kesildi. Bugün geri ülkelerin SOSYAL YAPISI denince, yukarıda saydığımız SINIF İLİŞKİLERİ gözümüz önünden ayrılmamalıdır.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Genel Olarak Sosyal Sınıflar, AYDINLIK, Sayı: 2, Aralık 1968, s 119-133) 48
“Batı kapitalizmi gençlik çağında iken Türkiye'nin yatalak Tefeci-Bezirgân düzeni Kapitalizme karşı hiç bir rezonans göstermedi. İlerici serbest rekabet kapitalizminin dalgası Türkiye'yi hiç ilgilendirmedi. 20. yüzyıla geldik. Kapitalizm: iratçı, monopolcu Finans-Kapital egemenliği biçimine girdi. Bu, kapitalizmin ölüm döşeğine yatış çağı oldu. 0 zaman bizim yatalak Tefeci-Bezirgân düzenimiz: Finans-Kapital adlı tekelci yatalak sermaye ile tam rezonans hâline girdi. Birbirlerine denk düştüler. Halkımızın bir deyimi vardır: "Hacı hacıyı Arafat'ta, it iti kalafatta bulur!" der. 20. ci yüzyılda kapitalizmin derebeğileşmesi demek olan Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgânlığın derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen can cana, baş başa kuzu sarması oldular.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, s. 77) 49
Bu kavramın kullanımları veya bu kavram kullanılmadan aynı fenomenin ele alınışı vs. hakkında yine bu kitapta geniş bilgi bulunmaktadır: Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, “Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Ankara, 1984).
159
bir sıra izler ve daha sonra gelenin diğerlerinin yerini aldığı ve onlardan üstün olduğu var sayılır. Ama modern biyoloji, bu evrim kavrayışıyla yetinemez ve bununla var olan gerçekliği açıklayamaz. Evet, örneğin insanlarla tek hücreliler evrimin adeta iki ayrı ucu gibidirler ama insan bağırsağındaki tek hücreliler ile simbiyoz bir yaşam içindedir. Onlar yiyecekleri parçalamasa insanın yediklerini hazmetmesi olanaksız olur. Elbette bu ekstrem bir örnektir ama biyolojik alem böyle binlerce örnekle doludur. Örneğin çiçekli bitkilerin ve böceklerin evrimi ancak bu mekanizmayla açıklanabilir. Evrimin sonra gelen aşamaları sadece öncekilerin yerini almaz, onlar var olmaya devam ederler ve daha da öteye gidip karşılıklı olarak birbirlerinin var oluşunu etkilerler. Evrim ve onun karmaşık yapısı böyle daha derin ve doğru olarak açıklanabilir. İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı aşağı yukarı Toplum ve Tarih kavrayışına böyle bir evrim kavramını getirmesidir. Sonra ortaya çıkan aşamalar öncekileri sadece tasfiye etmez ve onun yerini almaz, aynı zamanda onu güçlendirir, yaşatır ve onunla simbiyoz bir ilişkiye girerler ve bu ilişki içinde onların kendileri de değişirler. Bu kavrayışın politik sonuçlarının nasıl alt üst edici olduğu, en iyi Marks ve Troçki’nin evrim kavrayışlarının programatik sonuçlarıyla bir kıyaslama içinde görülebilir. Klasik anlayışa göre bir ülke kapitalistse önündeki devrim sosyalist, feodal veya yarı feodal ise önünde demokratik devrim görevleri olur. Troçki, eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla, feodalizmin egemenliğindeki bir ülkede sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarır. Ama Kıvılcımlı, finans kapitalizmin egemenliği altında, kapitalist ilişkilerin yaygın ve egemen olduğu bir ülkede demokratik karakterli bir devrim gerektiği sonucunu çıkarır. Çünkü finans kapitalizm pre-kapitalizmi tasfiye etmemekte, güçlendirmekte, onunla kader ortaklığına girmektedir. Egemen sınıf süper modern olmasına rağmen ve tam da o nedenle, devrim demokratik görevleri çözmeyi önüne koymalıdır. (Elbette bu devrimin kendi dinamiğiyle bir sosyalist devrime dönüşmesini, yani “Sürekli Devrim”i, dışlamamaktadır.) Bu paradigma farkını kavrayamayan birçok Troçkist, kolaylıkla Kıvılcımlı’yı kendi eski paradigmaları içinde değerlendirip, demokratik görevlere yaptığı vurgu nedeniyle klasik Stalinist bir “aşamalı devrim” kuramcısı olarak görebilir ve görmüştür. Ne var k bu yanıltıcıdır. Kıvılcımlı çok ilerde, Troçki’den de ötede başka bir paradigmaya aittir 50. Kıvılcımlı’nın yaklaşımı Troçki’ninkini reddetmez, onu da kapsar, ama aynı zamanda onu aşar. Troçki’ninki ise Kıvılcımlınınkini kapsamaz, daha sınırlıdır. Marks’ın formüle ettiği biçimiyle Tarihsel Maddecilikte farklı üretim biçimleri zaman içinde birbirlerini izlerler ve birbirlerinin yerini alırlar. Kıvılcımlı’da, o zaman içinde birbirini izleyenler, aynı mekan ve zaman içinde, karşılıklı ilişki içinde birbirini değiştirişleri içinde ele alınır. Bu yöntem, gerçekliğin çok daha derin bir kavrayışını vermekle kalmaz, az gelişmişliğin 50
Örneğin birçok Troçkist “üçüncü dünyada egemen dünya pazarıyla bütünleşmiştir” diyerekten sosyalist devrim önerdiği ve Stalinist Partilerin milli burjuvaziyle ittifak siyasetine karşı argüman sunduğu için, A. G. Frank’ın yaklaşımını desteklerler, ama bunun aslında metodolojik olarak Troçki’den daha geri bir çıkarsamaya, “ilişkiler kapitalisttir o nedenle devrim sosyalist karakterli olmalıdır” çıkarsamasına, geri dönüş olduğunu göremez ve anlamazlar.
160
gelişmesi gibi, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi gibi, sanki ilk bakışta Tarihsel Maddeciliğin ilk formülasyonlarıyla çelişiyor görünen fenomenleri de daha gelişmiş bir Tarihsel Maddecilikle açıklar. Burada, evrimi ve farkları daha net gösterebilmek için, Kıvılcımlı ve Troçki’nin farklı evrim kavrayışlarından söz ediyoruz. Elbette Marks’ta, Kıvılcımlı ve Troçki’nin; Troçki’de Kıvılcımlı’nın evrim kavrayışların tohumları vardır ve önceki formülasyonlar sonraki formülasyonları dışlamaz. Ama bu tohumlar sonra gelende gelişmiş veya politik, programatik ve stratejik sonuçlara ulaşmıştır. Troçki’nin veya Marks’ın paradigmasında az gelişmenin gelişmesi öngörülmez ya da o paradigmadan böyle bir sonuç çıkmaz; dolayısıyla klasik paradigmayla az gelişmişliğin gelişmesini açıklamak mümkün değildir 51. Ama toplumda böyle bir olgu (Fenomen) vardır. Az gelişmişlik gelişmektedir; ileri ülkeler artık geri ülkelere geleceklerini göstermemektedir. Bu durumda öyle bir kavram sistemine ihtiyaç vardır ki, hem gelişmeyi, hem eşitsiz ve bileşik gelişmeyi, hem de az gelişmenin gelişmesini açıklayabilsin. Daha gelişmiş bir teori, sadece gelişmeyi ve eşitsiz gelişmeyi de değil, gelişememeyi ve gelişmemeyi de açıklayabilmelidir. Hem de bunu tutarlı bir kavram sistemi içinde başarabilmelidir. İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı veya en azından yapmaya çalıştığı budur. Bu sorunu çözebilmek için, Finans Kapital ve Tefeci Bezirgan kaynaşması kavramını veya Kadın Sosyal Sınıfımız52 gibi yazılarında ifadesini bulan, farklı üretim ilişkileri ve bunlarla ilişkili sınıfların kaynaşması kavrayışını geliştirir. Örneğin, Komün, Bezirgan Uygarlık ve Modern Kapitalizm, sadece tarihte birbirini izleyen toplum biçimleri değildir, onlar bu gün bir arada53 ve karşılıklı ilişki içinde bir toplumsal sistem
51
Troçki’nin bu konuya en çok yaklaştığı ve eskinin sonuçlarını çıkardığı yerde bile az gelişmişliğin gelişmesi sorunu yoktur. Onların birer özne olarak tanınması vardır. O öznenin bakış açısından tarihe bakış, dolayısıyla öyle bir bakışın ortaya çıkaracağı teorik sorunlar yoktur. Örnek: “Manifesto, kapitalizmin geri ve barbar ülkeleri nasıl kendi girdabına aldığını açıklarken, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin bağımsızlık için verdikleri mücadelelere hiç gönderme yapmaz. Marx ve Engels, toplumsal devrimi “en azından önde gelen uygar ülkelerde” gelecek birkaç yılın sorunu olarak düşündükleri ölçüde, sömürge sorununun da, ezilen ulusların bağımsız hareketinin sonucu olarak değil, kapitalizmin metropol merkezlerinde proletaryanın kazanacağı zaferin sonucu olarak otomatikman çözüleceğini düşünüyorlardı. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrimci strateji sorunlarına bu nedenle Manifesto’da hiç dokunulmaz. Bugün bu sorunlar bağımsız çözümler gerektirmektedir. Örneğin, “ulusal anavatan” sözünün ileri kapitalist ülkelerde en zararlı tarihsel fren haline geldiği çok açık olduğu halde, bağımsız bir varoluş için mücadeleye zorlanan geri ülkelerde bu hâlâ görece ilerici bir faktör olarak önümüzde durmaktadır. “Komünistler” diyor Manifesto “her yerde, varolan toplumsal ve politik düzene karşı olan her devrimci hareketi desteklerler.” Renkli ırkların kendilerini ezen emperyalistlere karşı hareketi, varolan düzene karşı olan en önemli ve güçlü hareketlerden birisidir ve bu nedenle beyaz ırk proletaryası saflarından eksiksiz, koşulsuz ve sınırsız bir destek beklemektedir. Ezilen uluslar için devrimci strateji geliştirme onuru başlıca Lenin’e aittir.” (Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıldönümü” 52
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kadın Sosyal “Sınıfımız”, Kıvılcım, sayı 1, Temmuz-Ağustos 1978, s. 120)
53
Örneğin Lenin, devrim’den sonra Rusya’daki toplumsal ilişkilere ilişkin bir değerlendirmesinde Rusya’da beş üretim biçiminin bir arada bulunduğunu söyler ama bunlar basitçe yan yana bulunmaktadırlar, karşılıklı ilişkileri içinde, birbirileri üzerinde yaptıkları etkilerle bir süreç olarak ele alınmazlar.
161
yaratırlar54. Köyler komün, kasabalar antik uygarlık, şehirler kapitalizmdir. Köyde erkek, kasabada tefeci bezirgan, şehirde finans kapital egemendir. Köy ve kasaba (komün ve antik uygarlık) şehrin (finans kapitalizmin); Köy (komün) kasabanın (Antik uygarlık); kadın da hepsinin ve köy erkeğinin iç sömürgesidir. Böylece gericilik ve gerilik ile kadın sorunu arasındaki bağ; bütün gericiliğin “namus” (=kadın köle) elden gidiyor” bayrağıyla ezilen sınıfları peşine takışının mekanizmaları nefis bir biçimde açıklanır 55. 54
Bu yöntem şu satırlarda dupduruca açıklanmakta ve uygulanmaktadır: “Bizde sosyal ehram başlıca üç katlı bir Bâbil Kulesi'dir. Sosyal katlardan herbiri ötekilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır. O katmerli ve sonturlu üç kattaki sınıfların çelişki ve çatışkıları bütün azgınlıklarıyla ayakta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz: 1- Üst kat: Büyük Şehirler, ayrı bir dünyadır. Ona Modern Kapitalizm dünyası diyebiliriz. 2- Orta kat: Kasabalar Türkiyesi'dir. Orta dünyamız Antika Tefeci - Bezirgan dünyası olarak adlandırılabilir. 3- Alt kat: Köyler Türkiyesi'dir. Orası artık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz yerinde ise Tarihöncesi dünyası sayılabilir. Tekrar edelim: bu üç ayrı dünya, üç ayrı Toplum Tarihi konağı birbirlerinden hem binlerce yıl ayrıdırlar, hem birbirleriyle aynı yerde bulunurlar. Bu 3 sosyal katın üstüste yığılı lanetlenmiş yomsuz ehramı gözönünde tutulmadıkça ve ehram İçindeki her katın ötekilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru kavranılmadıkça Türkiye'nin Sosyal Sınıflar problemi aydınlığa kavuşamaz. SOSYAL 3 KATIN KARAKTERİSTİĞİ Her katın ayrı ayrı: 1- Özel Ekonomi temeli, 2- Özel Üst ve Alt sınıfları, 3- Özel birer Sömürge halkı.. vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlen-dîrmedikçe, çevremizin somut kördövüşünü içyüzü ile anlayamayız. EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli, Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir. Bu ekonomi yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün ilkel öntarih ekonomisinde egemen üst sınıf: Babahanlığın bütün olumlu yanlarını yitirmiş Köylü erkekleri'dir; alt sınıfı ne denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu için "sınıf" adını alabilecek ayrılıkta Köy Kadınları Sınıfı' dır. Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge halkı, bütünüyle Köy Kadını'dır. Türkiye'de azıcık yaşadığını düşünebilen hiçkimse, bu söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı kalamaz. ORTADA: Taşramızın Kasabalık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci - Bezirgan ekonomidir. Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini bütün yamanlığı ile yaşatan üst sınıf: Tefeci Hacıağalar ile Vurguncu Bezirganlar ve onların derebeğileşmiş "Ayan", "Eşraf", "Agavat", "Hanedan" adlı elemanlarıdır. Kasabalığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge Halkı: genellikle Türkiye'mizin bütün Taşra Halkı, özellikle tüm kadın - erkek Köylülüktür. EN ÜSTTE: Modern merkezleşmen Şehirlilik katında ekonomi temeli genellikle "Modern" adı verilebilecek olan Kapitalizmdir. Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet çağında Finans - kapitalizm biçimiyle ağır basar.” Dr. H.K., Kadın Sosyal Sınıfımız, s. 120-121) 55
“Her köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci - Bezirganının toprak esiri'dir. Ama, tarlasında ve evinde boğaz tokluğuna Avrat - Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci - Bezirgan politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir. Kadına hak ve hürriyet mi? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp 162
Başa dönersek, ilk bakışta, Troçki’nin ve Kıvılcımlı’nın insanlık tarihi bakımından birbirini tamamladığı, aralarında zımni bir iş bölümü olduğu kabul edilebilir. Birisi kapitalizm öncesi tarihte ve yirminci yüzyıldaki az gelişmişliğin gelişmesinde yoğunlaşır ve onu açıklar; diğeri özellikle yirminci yüzyıl Avrupa tarihinde yoğunlaşır ve onu açıklar. Bu tarih içindeki zımni iş bölümü, aynı zamanda Politika, Ekonomi (Troçkist Gelenek) ve Tarih (Kıvılcımlı) alanlarında bir iş bölümü gibi de görülür. Ayrıca sınıflar gibi aynı konuları ele aldıkları yerlerde neredeyse birbirlerinden habersizce benzer yaklaşımlar gösterirler. Ne var ki, buraya kadar gördük ki, bu sadece bir ilgi alanı ve tarihsel dönem faklılığı, aynı paradigma çerçevesinde bir farklılık değildir. Aralarında paradigma farklılıkları da vardır. Bunun ardında evrimin farklı sorunlarına yönelme, farklı varsayımlara dayanma ve onları sorgulama vardır. Bu farklılık da eşit derinlikte, eşit konumda iki paradigmanın farkı değildir, biri diğerini içermektedir. Kıvılcımlı evrimin çok daha karmaşık sorunlarını da ele alır bu nedenle Troçki’den daha kapsamlı ve derindir. Diğer bir ifadeyle Troçki ve Kıvılcımlı Evrim Teorisinin evriminin iki farklı aşamasına karşılık düşerler.” (Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi, “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”)
* Toparlarsak, Kıvılcımlı, farklı üretim biçimlerinin birbirini izlemekle; sonra gelenin öncekini tasfiye etmekle kalmadığını; bunların aynı zamanda aynı yerde de bulunup; karşılıklı ilişki içinde öncekini ve birbirini güçlendirdiğini de ve değiştirdiğini de kavrayışa dahil edip evrim kavramını çok daha karmaşık süreçleri anlayacak hale getirmiştir. Kıvılcımlı’nın bu katkısı bir başka katkıyı daha içinde taşır: bu üretim ya da toplum biçimlerinin, kendi öz niteliklerini değiştirmeden o nitelikleri içinde bir evrim geçirmeleridir. Örneğin klasik şemada taş aletler komün; tunç ve demir uygarlık olarak tanımlanır. Ama Tunç ya da Demir, bir kere keşfedilip uygarlık tarafından yaygınlaştırılınca, komün bunları komün olarak da kullanabilir. Komün, komün olmaktan çıkmaz, tunç ve demiri kullanan emek üretkenliği çok daha yüksek bir komüne dönüşür. Hem uygarlığa karşı daha büyük bir direnme gücü kazanır, hem de uygarlığı daha büyük ölçüde etkileme ve değiştirme gücü. Troçki’nin de değindiği ve kısmen Rusya’nın modern görünümünün ardındaki arkaik özellikleri açıklamakta kullandığı bir yöntemdir bu. Amerikan yerlileri, tüfek kullandıklarında uygarlığa geçmezler, tüfek kullanan komünler olarak var olmaya devam ederler. Bu sadece komün için değil, uygarlıklar için de geçerlidir. Antik uygarlıklar, kapitalizmin geliştirdiği teknik olanaklarla donandıklarında arkaik niteliklerini yitirmezler. Bugünün Türkiye’sinin ve bütün eski uygarlık beşiklerinin toplumsal yapısını anlamak; buralarda bütün modern görünüşlerine rağmen; henüz sosyalist değil demokratik görevlerin ortada durduğunu ve böyle bir programı yazmak için temel metodolojik yaklaşımdır bu. köle olarak çalıştıracak? Türkiye "Köylü memlekettir". Ne şüphe? "Şehir" adını taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü psikolojisi "ağırlığını" bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik: "Namus" meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demagojiyle dahi çatır çatır koparıp alır. Hacıağanın emekçi halka bilir bilmez kabul ettirdiği "Namus" sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.” (Dr. H. K., age. S.133)
163
Tarihi yorumlamada, açıklanması sorun gibi görünen olaylar da açıklanma olanağı bulur. Komün değişerek yaşamaya devam ediyorsa, kapitalizme, kölecilikten sonra gelen bir feodalizmden, yani komünden iki basamak üstten değil; doğrudan komünden geçilebilir olur. “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizm’e İlk Geçiş – İngiltere” kitabının adı evrim kavrayışındaki bu devrimi ifade eder. Bu evrim kavrayışında muazzam bir altüstlük demektir. İlkel-kölecifeodal-kapitalist Prokrutes yataklarının havaya uçurulması demektir. * Ve sadece bu kadar da değildir. Kıvılcımlı’nın farklı toplumların ve üretim biçimlerinin kaynaşması; yani eklemlenmesi metodolojik yaklaşımı, yirminci yüzyılın sonlarında gündeme gelen; Yeni Sosyal Hareketler ve onları yaratan problemleri de açıklamak için gerekli kavramsal temeli de sağlar. Bu hareketlerin varlığı, kapitalizmin kendi soyut hareketinden çıkarılamazdı; ancak Kıvılcımlı’nın farklı üretim biçimlerinin kaynaşması yaklaşımı; kapitalin gerçek tarihsel hareketini açıklamakta da kullanılabilirdi. Yani gerçekte var olan kapitalizmin var oluş mekanizmasını da açıklamış oluyordu. Aslında Kurtuluş savaşları da kapitalizmin gerçek tarihsel hareketinin; kapitalist bir çevreden kapitalist olmayan bir çevreye yayılışının sonucu olarak ortaya çıkıyorlardı. Aynı metodolojiyle pek ala örneğin bir Kadın hareketinin var oluş koşulları da aydınlatılabiliyordu 56. Özetle, Kıvılcımlı’nın sadece bu iki katkısı bile (farklı üretim biçimlerinin karşılıklı simbiyoz yaşamı ve Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi) bütün her şey bir yana bırakılsa bile, devasa metodolojik katkılardır. Ama onun katkıları burada kalmaz. * Kıvılcımlı Marks-Engels’in izinden giderek, tüm antik tarihi, yani Sümerlerden ta Kapitalizmin doğuşuna kadarki 7000 yıllık tarihi ve sadece Avrupa’yı değil, Çin’den Magrip’e kadar neredeyse tüm uygarlıkları konu edinir. Zamandaki ve mekandaki bu devasa genişleme sadece bu kadarla da kalmaz, tıpkı Engels gibi uygarlık öncesi tarihi ve Maymun’dan insana geçiş sürecine de uzar. Böylece on binlerce yıllık bir zamanda ve neredeyse tüm yeryüzü ölçüsünde teorinin açıklamada kullanılması ve kontrolü; yetersiz noktalarda geliştirilmesi gereği ve olanağı ortaya çıkar. Cansız ve canlılar alemindeki büyük devrimci değişiklikler hep bu tür yeni alanların keşfi ve gözlenebilir olmasıyla ortaya çıkmışlardır. Fizikte son derece küçüklerin ve astronomide yeni teleskoplar yardımıyla muazzam büyüklüklerin ele alınması yirminci yüzyıl başındaki büyük devrimleri getirmiştir. Biyoloji’de mikroskobun, yani gözle görünmeyen canlılar aleminin keşfi ve gözlenmesi; Paleantolojide fosillerin incelenmesi (milyonlarca yıl geriye bakış) altüst edici teorilerin gelişmesine temellik etmiştir. Benzer bir analojiyle, tüm dünyaya yayılmış ve on binlerce yıl geriye giden bir tarihin de benzeri sonuçları toplam ve tarih kavrayışımızda 56
Bu katkının ayrıntılı bir çözümlemesi yine “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” ve “Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesinin İlişkileri” başlıklı yazılarımızda bulunabilir.
164
yapmasını beklemek gerekir. Ne var ki, böyle bir işe girişmiş dünyada ikinci bir Marksist yoktur Kıvılcımlı dışında. Bütün bu alanlar burjuva sosyolojisine ve tarihçiliğine terk edilmiştir. Verdiği cevapların doğru olup olmaması bir yana, Kıvılcımlı’nın bu teorik eyleminin kendisi Marksist’tir. Dünyadaki tüm bilinen ve her biri bir kuyruklu yıldız gibi geçip giden Mao, Althusser, Negri vs. gibilerinde ise teorik eylemlerinin kendisi Marksist değildir. Kıvılcımlı, bu çalışmalarında, birbirinden değerli, onlarca ikinci dereceden önemli olarak tanımlanabilecek keşif yapar. Medeniyet’in teknik bir ilerlemeye yol açmamasından, sınıf mücadelesinin bir aracı olan devletin sınıflardan önce ortaya çıkıp kendisinin bir egemen sınıfa dönüşümüne ve sınıfları ortaya çıkarışına; Hindistan’da kast sisteminin varlığının nedenlerinden; Haçlı Seferlerinin bir barbar akını olduğuna; barbar akınlarının ticaret yolları boyunca geçip bu yolları açtığına kadar saymakla bitmeyecek, hiçbir Marksistin ele almadığı onlarca, yüzlerce olguyu, süreci ele alır ve bunlara ilişkin açıklamalar sunar. Keza İnsanın oluşması sürecinde ateşin muazzam önemini ortaya çıkarmaktan; yasaklarla insan psikolojisinin oluşumuna kadar, hemen hemen hiçbir Marksist’in kafa yorup bir şeyler yazmadığı konularda bir yığın dahiyane gözlemlerde bulunur; cesur genellemeler yapar. Bunların her biri ayrı bir kitap ve araştırmanın konusu olacak tezler ve keşiflerdir. Ama sadece bu kadar da değildir. Öylesine geçer ayak söylenmiş gibi onlarca, yüzlerce son derece aydınlatıcı ve düşündürücü değinmeler, gözlemler de vardır. Örneğin, “Allah’ı keşfedişimiz şunun şurası çok yenidir” der. “Bu memleket sahipsiz kaldı”dan; “Peygamberlerin sonuncusuyum”a kadar önemsiz, hatta saçma gibi görünen sözlerin ardındaki derin anlamları açığa çıkarır. Bunları burada tek tek ele almak için olanağımız yok. Ancak bütün bu konular ve alanlarda neredeyse tüm dünyada biricik olarak kalır. Ama bütün bu alanlarda burada da hiçbir şey söylenmemektedir. Yani burada bildiri sunanların konuları da Marksizm’in konuları değildir. Marksizm aslında politik bir tartışmanın ikinci dereceden bir türevi olarak görülmekte ve öyle ele alınmaktadır. Hiç de masum olmayan ve tam da temelden yanlış olan budur. * Elbette tüm bu antik tarihi ele alış onu Marksizmin temel kavramlarında, özellikle Üretici Güçler teorisinde çok daha köklü ve derin değişikliklere zorlamıştır. Kişisel kanımız bu çabasının başarısızlıkla sonuçlandığıdır. Aşağıda bu çabanın ve başarısızlığın nedenlerine ilişkin olarak yazdığımız bir yazıdan bölümler aktararak bunu kısaca açıklamaya çalışalım. “Marks’ın teorisinin temel kavramı olan Üretici Güçler, gelişiyordu ve belli bir noktadan sonra o güne kadar içinde geliştiği üretim ilişkileri ve üst yapıyla çelişiyor ve
165
bir devrim dönemi başlıyordu. Ancak, Üretici Güçler cansız aletler ve yöntemler olduğuna göre, devrimi bu Üretici Güçler nasıl olup da yapıyordu? İşte, Yapı ve Özne çelişkisini, Marks, “Devrimci sınıfın kendisinin en büyük üretici güç olduğu” önermesiyle aşar ya da aşmaya çalışır. Yani özne ve yapı, iki farklı açıklama ilkesi değil; aynı gerçekliğin iki farklı görünümü gibi ele alınır. Marks bu özdeşliği Felsefenin Sefaleti'ndeki şu satırlarla ifade der: "Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: Daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte varolamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: Eski Toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir." Gerçi her ne kadar bu bağlantıda, Önsöz’ün mantığına göre sınıfsız toplumda da devrimler olması gerekirken, sınıfsız toplumda bu “en büyük üretici güç” olan “devrimci sınıf” olmadığından, devrimlerin olmaması gerektiği gibi bir çelişkili sonuca yol açan bir tutarsızlık bulunuyorsa da, en azından modern tarih için, işçi hareketi de esas olarak Avrupa ile sınırlı kaldığı sürece, bu açıklama sorunu çözmüş gibi görünüyordu. Gerçekten de 19. Yüzyılda Tekniğin gelişmesine paralel olarak bizzat onu kullanan ve onunla birlikte gelişen ve de aynı zamanda üretici olan sınıfın aynı zamanda en büyük üretici güç olduğu önermesi gerçeğe tıpatıp uyuyor görünüyordu. Böylece de Yapı ve Özne (Önsöz ve Manifesto) arasındaki bağlantı sorunsuz olarak çözülmüş görünüyordu. Ancak İkinci Dünya savaşından sonra bu resim değişmeye başladı, hatta tam tersi bir durum ortaya çıktı. Artık Kapitalizmin, üretici güçlerin verili gelişim düzeyi için bir engel olduğu açık olarak ortaya çıkmasına rağmen ve en büyük üretici güç olan işçi sınıfı var olmasına ve örgütlü olmasına rağmen, ne bu sınıf devrimcilik yapıyor ne de devrimler oluyordu. Buna karşılık devrimci hareketler, köylü ve ulusal kurtuluş hareketleri olarak Üçüncü Dünyaya kayıyordu. Bu durum ister istemez Marksist teoride ciddi bir bunalıma yol açtı. Özne ve Yapı ilişkisi ve özdeşliği eskisi kadar kolayca kurulamıyordu artık. Evet, Üretici Güçler gelişmişti ve ilişkilere sığmıyordu ama “en büyük üretici güç” olan İşçi Sınıfı, bu güçlerin özne hali, davranması gerektiği gibi davranmıyordu. Bu çelişkiyi açıklama ve aşma denemeleri damgasını vurur 20.yüzyılın Marksizmine. Troçkizm diye bilinen klasik Marksist gelenek, "öznel koşullar" la bir açıklama sunuyordu. Troçki’nin adına bağlı, aslında Klasik Marksist önermelerin mantığına bağlı gelenek, Avrupa'da geri bir ülkede (Rusya) devrimin işçileri iktidara getirmesi; bu devrim 166
yayılamayıp tecrit olunca, tam da üretici güçlerin geriliği durumunda sosyalizm olamayacağı, Marks'ın dediği gibi bütün pislikler geri döndüğü için, Sovyetlerin bürokratik yozlaşmaya uğraması ve bu yozlaşmanın da Üçüncü Enternasyonal ve Ekim devriminin etkisi ve prestiji ile bütün dünya işçi hareketini öznel olarak felç etmesi şeklinde bir açıklama getiriyordu. Bu açıklamaya göre de sorun öznel koşullarla ilgiliydi. Sorun bu öznel zaafın aşılması (Troçkist terminolojide: “önderlik krizi”) olarak koyuluyor ve yapı ve özne ilişkisinin sorunları kendi içinde az çok tutarlı olan bu açıklamanın ufku dışında kalıyordu. Ama gerçekten de Klasik Marksizmin (Yani Marks, Engels, Lenin’lerin kavramlarıyla) temel kavramlarıyla oynanmadıkça yapılabilecek biricik tutarlı açıklama bu olabilirdi. Ve tam da bu nedenle, bu açıklamanın gücü, bir bakıma tam da güçsüzlüğünün, en temel sorunlardaki körlüğünün ve onları gündem dışında tutuşunun nedeni olarak ortaya çıkıyordu. * Bir diğer gelenek yine bu dönemde "Üçüncü Dünyacılık" biçiminde oluştu. Devrimci hareketlerin geri ülkelere ve sömürgelere kayması sonucu bu öznelerin yapı ile ilişkisinin nasıl kurulacağı sorununu gündeme getiriyor ve bunlar, ekonominin dolayımıyla, kapitalist sistemi bir merkez ve çevre çelişkisi içinde ele alarak, Özne'yi, yani Üçüncü Dünyadaki Hareketleri, Yapı'ya bağlamaya çalıştılar. Son duruşmada bu bağı ekonomi ve onun da temelinde yoksulluk, sömürü ve baskı üzerinden kurmaya çalıştılar. Ama bunların hiç de bu bağı kurmaya yetmediği, yoksulluk, sömürü ve baskının bütün sınıflı toplum tarihinde görüldüğü, bu açıklama çabasının en zayıf yeriydi. * Yapısalcılık, Avrupa'da ise, İşçi Sınıfının devrimcilik gösterememesinin ortaya çıkardığı hayal kırıklığı ve bunalım, özne tarihten çıkarılarak, bu kategori reddedilerek, yapısalcılığa geçilerek çözülmeye çalışıldı. Türkiye'de de Küçük burjuva devrimciliğinin kendisinde büyük bir keramet bulduğu, Kapital'i okumadan "Kapitali Okumak" diye kitap yazan Althusser'in "Tarihin öznesi yoktur" önermesi, (Marks her ne kadar Tarihin değil de devrimlerin özneleri ile meşgul idiyse de) bu geçiş ve sorun karşısında teslim bayrağını çekişin bir sembolü olarak görülebilir. Bu akımın evriminin; özneyi tarihten silişinin, yani yapısalcılığın, nasıl bir öznelciliğe evrimleşip çölde yok olan bir akarsu gibi buharlaştığı, Perry Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı eserinde etraflıca anlatılmaktadır. * Post Marksizm. Ancak tarihin ince alayı öyledir ki, öznenin yok edilerek sorunun çözümünün arandığı noktada ortalığı özneler kapladı: İşçi Sınıfı ortalıkta yoktu ama
167
Kadın Hareketi, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Siyah Hareketleri, Ekoloji Hareketleri, Barış Hareketleri gibi, üretim süreçleriyle doğrudan ilişkisi olmayan, sınıfların aksine üretim ilişkileri içindeki konumlarına göre ortaya çıkmayan özneler ortalığı kapladı. İşçi sınıfı her hangi bir devrimcilik gösteremez, Keynezyanizmi savunmakla uğraşırken, bu "Yeni Sosyal Hareketler" çok radikal bir çıkış gösteriyorlardı. Peki, o zaman bu nasıl açıklanacaktı? İşçi Sınıfının kendisi üretimle ilgiliydi ve o zaman özne ve yapı arasındaki ilişkiyi kurmak kolay olabiliyordu. Şimdi radikallikleri ya da varoluşları, üretim münasebetleri içindeki ilişkilerden kaynaklanmayan bu öznelerin varlığını yapıya, üretici güçlere bağlamak nasıl mümkün olacaktı? Bu yöndeki çabalar genellikle Post Marksizm biçiminde Marksizm’in terki ile sonuçlandı. Bu yöndeki son çabalardan birini, bunların son silik yankısını, belki de kuğu çığlığını, Negri'nin “Çokluk” unda görüyoruz. * Ama tıpkı Yapısalcıların Özneyi yok ettikleri yerde tarihin ince bir alayıyla ortalığı özneler kapladıysa; Negri'nin bu ortalığı kaplamış öznelere "Çokluk" dediği yerde bir yokluk ortalığı kapladı. Ama bu yokluğa da Politik İslam veya Ulusal çatışmaların varlığı damgasını vuruyordu veya bunların varlığı o yokluğun öteki yüzüydü. * Ama bu arada zaten Duvar yıkıldığından beri artık Marksist teorinin de bir yeri kalmadığından, bu sorunları tartışacak ve ortaya koyacak kimse de kalmadı. Bunu tartışacak insanların ve bu insanlara yön verecek bir sosyal hareketin olmaması bu sorunlar olmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Ama somut durum buydu. Böylece Yapı ve Özne Sorunu ve bunların çelişkisi, bu bağlantının modern tarihte doğrulanmaması veya bu bağlantıyı Marks'ın koyduğu biçimde ele alışın modern tarihi açıklamaması, fiilen, kendileri günlük politikanın girdabında ayakta durmaya çalışan tek tük Marksistlerin bilincinden ve gündeminden düşmüş oluyordu. Dolayısıyla bu yapı ve özne sorunuyla Antik Tarih'te karşılaşıp şimdiye kadar bu alanda en sistemli çabayı göstermiş bulunan Kıvılcımlı'nın yaptığının öneminin ve anlamının anlaşılmasının koşulları da ortadan kalkmış bulunuyordu. * Marksizm, Yapı ve Özne ilişkisini kurmakta, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrası modern tarihte sorunla karşılaşılmıyordu; sorun çok daha köklü ve aşılmaz olarak, tüm Antik Tarih'te yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda ortaya çıkıyordu. İşte Kıvılcımlı'nın teorik eseri, bir bakıma, kavramsal iç tutarlılığa değer veren ve eleştirel Devrimci Marksizm’in özne ve yapı çelişkisini aşmak, bu farklı ilkeleri bir ilkede birleştirmek için giriştiği en kapsamlı ve sistematik çaba olmasındadır.
168
Kıvılcımlı, Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar tarihinde, uygarlıkların ve/veya devletlerin kuruluş ve yıkılışlarının aslında devrimler olduğu gözlemini yapmıştı. Tabii ortaya bu devrimlerin mekanizmalarının Marksizm’in kavramsal araçlarıyla açıklanması da gerekiyordu. Ama burada yeni sorunlar ortaya çıkıyordu. Eğer kapitalizm öncesi tarihte devrimleri yapanlar üreticiler, yani esas olarak köylüler veya köleler olsaydı, bu üreticilikten hareketle "En büyük üretici güç üreticilerin kendileridir" denilerek, devrimci sınıf ve üretici güç özdeşliği kapitalizm öncesi tarihe de uzatılabilir ve sistem belki bir ölçüde kurtulabilirdi. Ama olgulara bakınca, kapitalizm öncesi tarihte köleler ve serfler devrimci bir sınıf değildiler ve modern tarihte işçi sınıfının gördüğü işlevi görenler, henüz Komün yaşamından kopmamış ve uygarlaşmamış “barbarlar”dı. Üretici ve ezilen sınıflar devrimci bir sınıf oluşturmuyorlardı. Keza bu “barbarlar” üretici bir sınıf olmadıkları gibi, üretici güçlerin gelişmişliğine dayanmıyorlardı, genellikle daha geri bir üretici güçler seviyesini ve üretim ilişkilerini temsil ediyorlardı. Ve nihayet, kapitalizm öncesi klasik uygarlıklar tarihinde üretici güçlerin gelişmesi de söz konusu değildi. Sanayi devrimine kadar neredeyse hiçbir gelişme yoktu. Var olan gelişmeler nicel denebilecek karakterdeydi, bu sınırlı gelişmelerle tarihin o tüm karmaşıklığını ve onlarca tarihsel devrimi açıklamak mümkün değildi. Bu durumda, bir Marksist olarak Kıvılcımlı'nın karşısına şu soru çıkıyordu: bu gidiş o teorinin kavramlarıyla nasıl açıklanabilirdi? Eldeki kavramlar Böyle bir açıklamayı olanaklı kılıyorlar mıydı? Bu sorunu bizzat onun kaleminden okuyalım: "Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: 1 - Antika Medeniyet "sınıfların zıtlaşması üzerine kurulu" bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: Kölelerdir. 2 -Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında "birlikte varolamaz"lık yetmiş midir? Hayır. Bu, moda deyimiyle "coeksiztans: Birlikte varoluş" imkânsızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz: 3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde "en büyük üretici güç olan devrimci sınıf" yoktur. O neden? 4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi"ni gerektiren bütün üretici güçler "eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir Antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama "medeniyetler" hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten 169
uzaklaşıp, ebediyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşın da yeni bir medeniyet, (hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. Öyleyse, ortada: Medeniyetin tümüyle ve kesince yokolması değil, bir biçimden başka biçime geçmesi vardır. Son arkeoloji belgeleri, Irak'tan başka hiçbir yerde, kendiliğinden yeni bir medeniyet doğmadığını, en bağımsız görünen Amerika "Yerli" kültürünün bile Uzakdoğu'dan sıçrama olduğunu, daha önceki mitoloji elemanlarıyla da desteklenince ispat etmiş gibidir. İlk Irak medeniyetinden Modern çağa dek gelmiş medeniyetin özellikle geçit konaklarında "üretici güçler" bakımından durum ne olmuştur? Antika medeniyetleri deviren güç, Toplumun kendi içinden doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplum dışından başka bir Toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışarıdan gelen güce, Greklerin "Yabancı: Ecnebi" anlamına kullandıkları "BARBAR" adı veriliyor. (Osmanlı: Atalarından dirlikçi olmayan bütün öteki yurttaşlara "ecnebi" derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: "Güç (zor, acı kuvvet): Yeni bir Topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir." (40) Antika Tarihte "güç" barbar kılığına girip medeniyet Toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: Eski medeniyetin "Gebe" olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan Yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl "ebesi" oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı, Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, tarihsel maddeciliğin keşfedildiği gündenberi, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle "c'en etait fait": İşi bitik) duruma girmişlerdir." Bu satırlarda çok açık görüldüğü gibi, Kıvılcımlı sorunu belki Yapı ve Özne sorunu olarak adlandırmamıştır ama ortada nasıl çok temel ve zor bir sorun bulunduğunun tamamen farkındadır ve bunu açıkça ortaya koymaktadır. Kıvılcımlı'nın önünde bir değil, birbiriyle de çelişen ve bağlantısı kurulması gereken, çözülmesi gereken birçok sorun bulunuyordu. Örneğin, Antik Tarihte Üretici Güçler (Teknoloji) neredeyse gelişmediğine göre, Üretici Güçlerin gelişmesinin devrimlerin ve toplumsal değişimin temeli olduğu önermesi nasıl ayakta kalacaktı? Öte yandan en büyük üretici güç olan Devrimci Sınıf yoksa, bu sınıfın işlevini gören ve daha geri bir üretici güçler seviyesini (teknolojiyi) temsil eden barbarların nasıl olup da "Tarihsel" de olsa devrimler yaptığı sorusu ortaya çıkıyor ve her ikisi de (yani hem tekniğin gelişmemesi hem de barbarın geri bir teknik düzeyi temsil etmesi) üretici güçlerin (tekniğin) gelişmesinin devrimlerin ve tarihin esas devindirici gücünün olduğu önermesini; Marksizm'in bu en temel önermesini gözden geçirmeyi gerektiriyordu. Kıvılcımlı bunu Marks ve Engels'teki kaynağa dönerek, Marks ve Engels'in benzer sorunlar karşısında ifade ettiği unutulmuş göndermelerine dayanarak ve onları antik tarihteki olgular ışığında yeniden yorumlayarak çözmeye çalıştı.
170
Marks ve Engels, Alman İdeolojisi'nde "Kollektif Aksiyon" yeteneğinin bizzat kendisinin bir üretici güç olduğunu söylemiyorlar mıydı? Örneğin şöyle yazıyorlardı: "Hayatın üretimi, çalışmakla kişi hayatının, döl yetiştirmekle başkasına ait hayatın üretimi, hemen çifte bir münâsebet olarak gözükür: - Bir yandan tabiî bir münasebettir, öte yandan sosyal bir münasebettir.. Bundan çıkan sonuca göre, üretim yordamı (istihsal tarzı), yahut belirli bir sanayi seviyesi: daima kollektif bir aksiyon (topluca eylem) yordamı veya belirli bir sosyal seviye ile ortaklaşa bulunur, ve kollektif aksiyon yordamlığının kendisi de "bir üretici güç" tür; insanların erişebilecekleri üretici güçlerin miktarı sosyal durumu şartlandırır; demek "İnsanlık Tarihi" daima, sanayi ve değişim (mübadele) tarihi ile bağlı olarak incelenmeli ve işlenmeli (ekilip biçilmeli) dir." (abç, K. Marks, Die Deutsche Ideologie, s. 19). Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı, Barbar'ı, tıpkı işçi sınıfının en büyük üretici güç olması gibi, Kollektif Aksiyon yeteneği aracılığıyla bir üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne çelişkisini aşma olanağı buluyordu. Bu iki kavram sistemini, tıpkı Marks gibi, Özneyi doğrudan Üretici Güç olarak tanımlayarak aşmaya çalışıyordu. Ve bunu yaparken de ustaya sadık bir talebe olarak yine ustasının dediklerine dayanıyordu. Ama sadece bu kadar da değildi karşılaştığı sorunu çözerken Kıvlcımlı'nın dayandığı. Engels, ömrünün sonlarına doğru Starkenburg'a yazdığı bir mektupta Tarihsel Maddeciliği tekrar bir özet olarak açıklarken, gelenekleri ve coğrafyayı da ekonomik ilişkiler alanında sayar. Kıvılcımlı'nın Üretici Güçleri tanımlarken çok zikredip dayandığı alıntı şudur: "Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir Toplum insanlarının geçimlerini üretimlerini ve (işbölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve taşıt tekniği bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim ( mübadele ) yordamı gibi, ürün üleşimini ( tevziini ) de ve dolayısıyla Kandaş toplum eridikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısı ile egemenlik münasebetlerini ve köleliği de, dolayısıyla Devleti, Siyaseti, Hukuku vs.yi de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri coğrafya temeli de girer ve çok kez yalnız gelenekle veya vis inertiae ( atalet hassasıyla: durunç gücüyIe ) alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış kalıntılar da ve tabiî gene her sosyal biçimi dışarıda çerçeveleyen ortam da girer." (F. Engels: Heinz Starkenburg'a mektup, 25 Ocak 1894) Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı Gelenek ve Coğrafyayı da Üretici Güç yapar. Eh gelenek de esas olarak Barbar’ın kolektif aksiyon yeteneği olarak ortaya çıktığına göre, Üretici Güçler ve Özne arasındaki çelişki aşılmış gibi görünüyordu. Bunun sonucunda, Kıvılcımlı tüm Üretici Güçler kavramını değiştirerek ve kapsamını çok genişleterek, bu çelişkiyi aşmaya çalışıyordu. Bunu yaparken de tamamen Marks-Engels’ten alıntılara dayanıyordu.
171
Bu sonucu Kıvılcımlı’nın kendi kaleminden okuyalım: "TARİH VE ÜRETİCİ GÜÇLER Klasik Tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik Tarihsel maddecilik: Hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve s o n duruşmada, "ÜRETİCİ GÜÇLER"le hareket ettiğini göstermiştir. Amâ, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi "Üretici Güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık F e 1 s e f e yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilim'e ısmarlamıştır. Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz: 1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metodlar (usuller). 2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreliyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s. 3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden daha doğrusu zaman içinde çevreliyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s. 4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek içmanevî ortamını teknikaraçla işliyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s. Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteyedek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir. Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre,belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur. Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivelâ gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenekgörenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kollektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik,
172
olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez. Modern Toplumda Teknik: Maddî coğrafya ve Manevî Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toplum hareketinde yalnız Teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenekgöreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, Coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve Kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır." Kıvılcımlı Özne ve Yapı arasındaki farkı, kollektif aksiyon ve geleneğin üretici güç olduğuna dair Marks ve Engels'in değinmelerine dayanarak, Marks gibi, özneyi bizzat üretici güç yaparak, Marks'ın yolunu izleyerek, hem Marksist teoriyi kurtarmış olur, hem de Antik tarihi anlayabilmek için daha gelişmiş kavramsal araçlara ulaştığını düşünür. (Biz de uzun yıllar, hem bu sorunu problematize eden başka Marksist görmediğimiz; hem de daha iyi ve tutarlı bir açıklamaya rastlamadığımız için, Marksist bir din teorisinin olmadığını görene kadar böyle düşündük.) Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler kavramının benzeri bir açıklama dünyada hiçbir Marksist’te yoktur. Bu olmayış rastlantısal da değildir. * Ne var ki, Kıvılcımlı'nın bu çabası, Yapı ve Özne arasındaki bu ayrılığı bir kapatma çabası olmaktan öteye gitmez. Yapı ve Özne iki farklı açıklama ilkesi olarak var olmaya devam eder. Kıvılcımlı, ortada gerçekliği iki farklı ilkeyle, iki farklı paradigmayla ele alan bu Yapı ve Özne çelişkisinin niye var olduğu yönünde bir soru sormadığı gibi, kendisi fiilen bu çelişkiyle boğuşmasına rağmen, uğraşının konusunun özünde bu çelişkiyi aşmak olduğunu bile görmemiş ve bunu da zaten tam bu nedenle hiçbir yerde ifade etmemiştir. Kıvılcımlı'da böyle bir sorun yoktur.” (Demir Küçükaydın, Marksizmde Yapı ve Özne İlişkisi Sorunu ve sorunun Çözümü.) * Kıvılcımlı’nın tek başarısızlığı bu değildir. Tıpkı Engels gibi, maymundan insana geçiş sürecinde de Teoriyi sınar ve geliştirme denemeleri yapar. Elbet birçok değerli gözlem ve belirlemesi olur bu arada. Örneğin İnsan’ın oluşumunda Ateş’in önemini görmek gibi; doğadaki kimi gelişmelerin (Buzul dönemleri) ile insan oluş süreci arasındaki ilişkiler gibi. (Bu yönde son yıllarda olgu düzeyinde garklı ama böyle bağlantıların varlığını kanıtlayan gözlemler yapılmıştır.) Ama bizce bu çabası da başarısızdır. Orada da Toplum oluşu ve İnsan
173
oluşu özdeşleştirerek, birbirine bağlayarak; olgular tarafından hiçbir şekilde doğrulanmayacak çıkarsamalar yapar. (İnsan kavramının biyolojik ve sosyolojik anlamlarını ayıramadığı için, ki bunun temelinde de Yapı ve Özne çelişkisini çözememesine yol açan aynı yanlışlar vardır.) Ama bütün bu başarısızlıkların temelinde, Marks-Engels’in ortaya koydukları biçimiyle, teorinin çok temel bir yanlışı bulunmaktadır. Toplum’un tanımına ve Toplum’un somut var oluş biçiminin ne olduğuna ilişkin bir soru ve kavram bile bulunmaması veya toplumun somut var oluş biçimini belirleyen Dinin ne olduğu hakkındaki tamamen yanlış, Aydınlanma’nın din kavramına dayanan bir anlayış. Bu eksiklik ve yanlış Marksizmi, tür kavramı olmayan bir biyoloji gibi; temel parçacıklar ve güçler kavramı olmayan bir fizik gibi yapar. Bu temel metodolojik yanlışın ardında da aslında bir topluluğun ya da somut bir toplumun şekillenmesinin aracı olan ahlaki veya hukuki kavramalarla, yani normatif kavramlarla; toplumsal gerçeği anlamaya yarayan analitik kavramların farkının görülmemesi durmaktadır. Bunu ayıramayan Marksizm, Aydınlanma’nın modern toplumun örgütlenmesinin ya da modern toplumun dininin temelini oluşturan din kavramını, sanki analitik bir kavram gibi alıp kullanması ve aydınlanma dininin bir sürdürücüsü ve yayıcısı olarak kalmıştır. Kıvılcımlı, özellikle Din kavramında, bu yanlışın aşılması için muazzam bir birikim yapmıştır. En önemli katkısı budur. Ama bu katkılarını bir genellemeyle taçlandıramamıştır; Marksizm'in bu yanlışını görüp, Aydınlanma’nın kabuğunu kıramamıştır. Zaten bu noktada Kıvılcımlı’nın eleştirisi Marksizm'in eleştirisi olmak zorundadır. O sadık bir Marksist olarak aynı yanlışları sürdürdüğü için eleştirilebilir. * Nedir Marksizm'in temel sorunu? Marksizm’in temel sorunu modern toplumu örgütlemenin; modern dünyadaki topluluğu tanımlamanın bir aracı olarak Aydınlanma’nın normatif tanımlarını; sosyolojik tanımlar olarak kabul etmiş olmasıdır. Toplumun somut biçimini şekillendiren kavramlarla analiz eden kavramların ayrıştırılamamış olması, Marksizm'in gerçekten bir bilim, yani aynı zamanda bir din olmasını engellemiş; aydınlanma dini içinde; onun toplumu şekillendiren kavramlarını aynen kabul eden ama muhalefetini bunun içinde yürüten bir parti (aydınlanma dini içinde bir tarikat) olmasına yol açmıştır. Tarikatlar, dinlerin temel varsayımlarını sorgulamazlar, toplumun yeni somut biçimlerini tanımlamazlar. Tarikatlar (Partiler) ancak belirli dinlerin (Somut toplum tanımlarının) içinde var olurlar. Verili topluluk veya din içinde, sınıf mücadelesi yürütmekle kalırlar. Bu nedenle de tarikatlar (partiler) devrim yapamazlar. Yani üretici güçlerin ve ekonomik ilişkilerin içinde bulunduğu duruma denk düşen yeni toplum biçimlerini ve toplumsal ilişkileri tanımlayamazlar. Elbet sınıflı toplumlarda her din, ezilenlere, gayrı memnunlara dayanır ve başlangıçta ve aynı 174
zamanda bir parti veya tarikat karakteri taşır. Ancak bir tarikat, içinde doğduğu dinin somut topluluk tanımını eleştirip bir alternatif tanımla çıktığı an; varolan dinlerin bölünüşleriyle bölündüğü an bir yeni din karakteri kazanır ve devrim yapabilir hale gelir. Örneğin Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudilik içinde, din adamları oligarşisine karşı bir muhalif tarikattır. Ancak, Yahudiliğin ve o zaman yaygın bütün diğer dinlerin sınırlarını eleştirip, bambaşka bir topluluğun sınırlarını çizmeye başladığı; var olun bölünme çizgisiyle bölündüğü andan itibaren bir din olarak ortaya çıkar. Sadece Yahudilere değil, bütün dinlerden insanlara hitap edip, hepsini bölmeye başladığında; eski bölünmeyle bölündüğünde yeni bir din olur ve devrim yapar. Örneğin modern toplumun dini, başlangıçta Hıristiyanlık içinde bir tarikat (Protestanlık, Püritenlik) olarak kaldığı sürece dünya çapında tüm dinlerin içinden taraftarlar bulabilecek onların hepsiyle bölünebilecek ve yayılabilecek bir devrimci dönüşüm başlatamaz. Ancak Aydınlanma ile, bütün diğer dinleri kişilerin özel sorunu olarak tanımlayarak; bunun için de politik olan ve olmayan şeklinde bir ayrım yaparak yeni bir dini şekillendirdiğinde; bir tarikat olmaktan çıkıp gerçekten bir din olduğunda, devrimler yapar. Burada bütün kafaları karıştıran şudur: Yeni din, kendini dinin yeni bir tanımaması üzerinden kurmuştur. Yani bu dinin din tanımını kabul etmek, ister istemez kabul edeni, ne kadar muhalif ya da devrimci olursa olsun bir tarikat olmaya hapseder. Çünkü bu din tanımını kabullenmek, bütün bilimsellik iddialarına rağmen, bu yeni dinin toplumu şekillendirmek için ortaya koyduğu ve tanımladığı bir kavramı sosyolojik bir kavram gibi değerlendirme sonucuna yol açar. İşte Marksizm'in başına gelen tam da budur. Marksizm Aydınlanma dini içinde (daha sonra da bunun karşı devrime uğramış biçimleri içinde, uluslar ve ulusçuluk içinde) bir tarikat (parti) olarak kalır. Yaptığı son duruşmada onun yayılışına hizmet etmekten öte bir şey değildir. Bizzat Komünist Manifesto’nun ilk satırları bu tarikat (parti) oluşun en çürütülmez belgesidirler. “Tarih sınıflar mücadelesi tarihidir” der ve tarihi sınıflar mücadelesinin tarihi olarak anlatır. Ama Marksizm'in yazdığı Tarih aydınlanmanın yazdığı tarihtir. Ona sadece sınıf mücadelesi boyutunu ekler. Sınıf mücadelesi elbette yanlış değildir. Ancak, tarihin dinler tarihi olarak anlatıldığı bir tarihte tarihin gidişini ve karşı devrimleri anlamak için güçlü bir araçtır. Bu olmadığı sürece Aydınlanmanın din tanımını ve tarihini savunmak ve yaymaktan başka bir işlev görmez. Halbuki, Marksizm, tarihi bir dinler tarihi olarak anlattığında, hem aydınlanmanın bir din olduğunu göstermiş olur; yani gerçekten bilimsel kavramları kullanmaya başlar; hem de Aydınlanma dini içinde bir tarikat (parti) olmaktan çıkıp yeni bir din olabilir. Marksizm bir Bilim olduğu ölçüde Din; Din olduğu ölçüde bir Bilim olur. Din ve Bilimin bu özdeşliği tam da yeni bir dinin din ve bilim kavramının ta kendisinden başka bir şey de değildir. Yeni bir din olmak, aynı zamanda bir yeni tarih yazmaktır. Aydınlanma, dini bir inanç olarak tanımlayarak, tarihteki somut toplum biçimlerini ve bunların dönüşümünü tarihin konusu
175
olmaktan çıkarır ve Tarihi anlaşılmaz kılar. Devrimler, ki dinsel dönüşümlerden başka bir şey değildirler, tarihin konusu olmaktan çıkar. Bu nedenledir, sınıflı toplumlar binlerce yıldır var olmasına rağmen devrim diye son birkaç yüzyıldaki devrimlerden başka bir şey sayılamaması. Yeni bir din olmanın ve bir devrim yapabilmenin koşulu, tarihin dinler tarihi olarak yazılmasıdır. Ancak tarihin dinler tarihi olarak ele alınabilmesi, Aydınlanma’nın Din tanımının normatif niteliğini görüp, dinin sosyolojik bir tanımını yapmak; buradan da Aydınlanma’nın din tanımının bizzat kendisinin sosyolojik olarak yeni bir din olduğunu görmekle mümkün olabilirdi. Marksizm'in bunu yapılabilmesi için birikim, birbirinden bağımsız iki koldan yürüdü. İki kol da birtakım sınırları aşamadı. 1980’lerden itibaren, ulusçuluk ve ulusların analizinde bir tür Kopernik Devrimi yaşandı. Bu devrimin temel niteliği, ulusların tıpkı dinler gibi, insanların kabulleriyle var olan topluluklar olduğu; onlardan tek farkının politik olarak tanımlanmış topluluklar olduğunun görülmesiydi. Ancak bu analiz, Dini hala aydınlanma gibi “inanç” kategorisinde tanımladığından, bu tahlilden yola çıkarak; ulusların modern toplumun dininin gerici ve karşı devrime uğramış biçimleri olduğu sonucuna ulaşamıyor bir din teorisine varamıyordu. Dilinin ucuna geliyor ama söyleyemiyordu. Diğer kol, Hikmet Kıvılcımlı’nın çalışmaları üzerinden gidiyordu. Kapitalizm öncesi tarihte Din’in önemini görmemek olanaksızdı. Din’in inanç diye bir kategoriye sığmayacağı; hatta tarihte böyle özel ya da inanç diye toplumu tanımlamaya hizmet eden bir kategori bile bulunmadığı her adımda görülüyordu. Kıvılcımlı tarih çalışmalarında, bu inanç kategorisini biri epistemolojik biri hukuki olan iki anlamıyla da fiilen yıktı. Kıvılcımlı, Epistemolojik olarak “inanç” denerek akli olmayan olarak tanımlanmışın içindeki rasyonel, toplumu örgütlemeye yönelik çekirdeği tam da inanç, akıl dışı gibi görünenden hareketle çıkarıyordu. Allah’ın sıfatlarından, Cennet’e, ya da Muhammet’in son peygamber olduğuna kadar dinsel metinler üzerin bütün yazıları, Aydınlanma’nın inanç ve akıl dışı diyerek bir kenara attıklarının son derece akli olduklarını ortaya çıkarmaktaydı. Epistemolojik olarak inanç, yani akıl dışı olarak tanımlanan din inanç değildi, son derece rasyoneldi. Sadece kendi bağlamı içinde anlaşılması gerekiyordu. (Burada Eleştirel teori tam tersi yoldan giderek Kıvılcımlı’ya yaklaşıyordu. O da modern toplumda akli olarak tanımlananın aslında araçsal akıldan başka bir şey olmadığını ve akıl dışına vardığını gösteriyordu. Ancak bu el veriş ile Kıvılcımlı hiçbir zaman buluşamadılar, Ulusçuluk teorileriyle Kıvılcımlı’nın buluşamaması gibi.) Din bir de özele ilişkin anlamında, politik olmayan anlamında “inanç” olarak tanımlanıyordu Aydınlanma tarafından. Kıvılcımlı, kapitalizm öncesindeki somut toplumları incelediğinde de dinin “öteki dünyaya” ya da politika dışı olana, özele ilişkin değil; toplumu siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki vs. olarak düzenleyen bir kategori olduğunu gösteriyordu.
176
Örneğin Osmanlı’ları incelerken dinin aslında hukuku, mülkiyet ilişkilerini vs. düzenlediği sonucunu da çıkarıyordu. Yani dinin dünyadaki ilişkileri düzenleyen bir toplumsal olgu olduğu sonucuna fiilen ulaşıyordu. Yani Kıvılcımlı’nın çalışmalarıyla, Dinin inanç olduğuna ilişkin Aydınlanma tanımı, hem epistemolojik hem de hukuki anlamıyla geçersizleşmiş oluyordu. Ama Kıvılcımlı, bu fiili sonucu bir teorik çıkarsamayla taçlandırıp bir genelleme düzeyine ulaşamıyordu bir türlü. Yani Kıvılcımlı da dilinin ucuna geliyor ama söyleyemiyordu. İşte Kıvılcımlı’nın bu alandaki çalışmaları, onun Marksizm’in gelişimindeki en önemli katkısını oluştururlar. Bu katkı, artık, kurucuların kavramlarının aşılmasının sınırına gelmiştir. Daha önce ele alınan Kıvılcımlı’nın katkıları, hep o en temel kavramların çerçevesinde ikinci ve üçüncü düzeyde katkılar olarak kalırlar. Ancak bu katkılar en gerici, ulusu bir dille, tarihle tanımlayan ulusçuluk anlayışının içinde sunulurlar. Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabı bu bakımdan ibret vericidir. Bir yanda Orta Asya’dan gelmiş Türklük ile diğer yanda İslam’ın mülkiyet ilişkilerini düzenlediğine ilişkin, Aydınlanma’nın din tanımını havaya uçuran sonuçlar aynı cümleler içinde bir aradadırlar. Kıvılcımlı bir Stalinist olarak, uluslar ve ulusçuluk konusunda tam bir gerici milliyetçidir. Yani ulusu bir dil, din, etni, kültür vs. ile tanımlayan bir ulusçudur. Bu, soğuk savaş döneminde Sovyetler’i savunmanın gerektirdiği tersinden milliyetçilikle de birleşince ortaya, bugün bir demokratın, bir devrimcinin kabul edemeyeceği; tüylerini diken diken edecek bir milliyetçi dilin ve kavram sisteminin içine sinmiş olarak bu katkılar vardır. Onların bu milliyetçi küflerden temizlenmesi gerekir. Ama kim temizleyecektir bunu? Sosyalistlerin hepsi, kendileri zaten ulusçudurlar, hem de gerici ulusçular. Böylece daire kendi üstüne kapanır. Kıvılcımlı’nın katkıları bile gerici ulusçuluğun araçları haline gelir. Biçim özü boğar. Din üzerine çalışmalarından giderek bir aydınlanmadan arınmış bir din ve devrim teorisine ulaşması; Yapı ve Özne çelişkisini çözmesi için yol Ulusçuluk tarafından tıkanmıştır. * Peki, Tarih’teki devrimlerden giderek, devrimlerin din dönüşümleri olduğuna ve oradan da Aydınlanma’nın din kavramının eleştirisine varılamaz mıydı? Kendisinin esas konusu tam da bu kapitalizm öncesi devrimler değil miydi? Burada da yine Aydınlanma’nın politik olan-olmayan ayrımına dayanan Devrim kavramına hapsolmuşluk yolu tıkar. Marksizm'in devrim kavramının çok temel bir yanılgısı vardır. Aydınlanma, özel ve politik ayrımına dayanan bir toplum yapısı şekillendirdiğinden, devrimi politik olana, devlete ve iktidara göre tanımlar. Yani aydınlanmanın devrim tanımı da, modern toplumun dininin devrim tanımıdır; devrimin politik olanla tanımlanması; bu ayrıma dayanmasıdır yanlış olan. Marksizm bunu olduğu gibi kabullenmiştir. Hâlbuki devrim her şeyden önce, üretici güçlerin ve ekonomik ilişkilerin gelişim derecesine uygun bir somut toplum ya da topluluk tanımıdır; toplumun somut bir biçiminden diğer bir
177
biçimine geçiştir. Dinler her şeyden önce, somut toplulukların tanımları olduğu için, bir dinden diğer dine geçişler birer devrimdir; üstyapının yeni altyapıya uygun değişimlere uğramasından başka bir şey değildirler. Ama Kıvılcımlı, klasik ve üstada sadık bir Marksist olarak, Aydınlanma’nın, özel politik ayrımına ve buna bağlı olarak da devrimi devlet ve iktidara bağlayan tanımına bağlı olduğu için, antik tarihte devrim olarak sadece devletlerin yıkılış ve kuruluşlarını tanımlama durumundadır. Dolayısıyla Tarihsel devrim kavramı; din değişimlerini değil; devletlerin kuruluş ve yıkılışlarını kapsar. Zaman zaman bu anlayışın sınırlarını zorladığı yerler de vardır ama hep o anlayışın içinde kalır. Bütün antik uygarlıklardaki devletleri de hep istisnasız komünler kurup yıktıkları için aydınlanmanın dayandığı özel politik ayrımının ufku dışına çıkamaz ve devrimden hareketle de dine varamaz. İnsanların kendilerini dönüştürerek, bir dinden diğer dine geçerek yeni topluluk tanımları ve özneler olarak ortaya çıktığını, bunun aynı zamanda yapı ve özne çelişkisini çözdüğünü; Marksizme kavramsal bir bütünlük kazandırdığını bir türlü göremez. Ama bunun yapılabilmesi için birikim yapmış; yolu açmış; devrimci ve eleştirel geleneği taşımıştır. * Kıvılcımlı’nın politik olarak çalışmalarına gelince.bu konularda da bir şeyler söylememek olmaz. Kıvılcımlı’nın politik olarak eleştirisi, Stalinizm’in eleştirisi olmak zorundadır. O sadık bir Üçüncü Enternasyonal ve Sovyetler izleyicisi olarak, onların yanlışlarını sürdürdüğü için eleştirilebilir. Ne var ki, Kıvılcımlı’ya yönelik eleştirilerin hiç biri bu biçimde değildir. Kıvılcımlı’yı politik olarak eleştirenler ise genellikle Stalinistler ya da Merkezcilerdir. Stalinistler’in görmedikleri ve görmek istemedikleri, bir programı benimsemiş ve paylaşan birinin strateji, taktik ve örgütsel çabaları ancak o amaca ulaşmaya hizmet edip etmediği açısından eleştirilebilir. Onlar Kıvılcımlı’nın amaçlarını, ki bunlar Sovyetler’in ve Stalinizmin amaçlarıydı, tartışmayıp da eleştirilerini Strateji ve taktiklere yönettikleri an aslında Kıvılcımlı’nın Strateji ve taktik çabalarının kendi amaçlarına hizmet edip etmediğini tartışmış olurlar. Böyle bir eleştiri saçmadır. Strateji ve taktikler tabi olduğu amaçlar açısından eleştirilebilirler. Kıvılcımlı, her dönemde, dünya çapındaki mücadelede (ve bir ülkedeki mücadele dünya çapındaki mücadelenin çıkarlarına tabi olmak zorundadır.) Üçüncü Enternasyonal’i ve emperyalizm karşısında Sovyetlerin yaşaması ve başarısını savunmuştur. Onun strateji ve taktikleri bu amaca hizmet edip etmediği açısından eleştirilebilir. Eğer amacı, yani örneğin Sovyetler’i savunmak yanlış bulunuyorsa, o amacın kendisi eleştirilebilir. Ama bu eleştiri özel olarak Kıvılcımlı’nın eleştirisi olamaz, Üçüncü Enternasyonal’in veya Sovyetler’in eleştirisi olur. Kıvılcımlı da bunun sadık bir izleyicisi 178
olduğu için dolaylı olarak o eleştiriden nasibini alır. Troçki’nin Stalinizme ve Sovyet politikalarına eleştirisi özünde budur ve aynı zamanda Kıvılcımlı’nın eleştirisidir. Yani Kıvılcımlı’yı ancak Troçki eleştirebilir. Stalinist ya da merkezcilerin Kıvılcımlı eleştirileri ise, hedefin kendisini eleştirmez, Kıvılcımlı’nın strateji ve taktiklerini eleştirir ama onu kendi amaçları ve mantığı açısından değil; eleştirenin kendi mantığı ve amaçları açısından bir eleştiridir bu. Bu ise bir eleştiri olamaz. Ayrıca bu eleştiriler Kıvılcımlı’nın yanlışından daha büyük yanlışları savunurlar böyle yaparak. Çünkü Kıvılcımlı, parçanın bütüne tabi olması; dünya çapındaki mücadeleye azami katkı bakışı içinde bütün strateji ve taktiklerini belirlemektedir doğru olarak. Türkiye’deki mücadeleyi dünya çapındaki mücadeleye tabi olarak ele almaktadır. Kıvılcımlı’yı niye ülkesindeki mücadeleyi dünya çapındaki mücadeleye tabi kıldığı açısından eleştirmek, özünde anti enternasyonalist, bir ülkedeki mücadelenin çıkarlarını dünya çapındaki mücadelenin önüne geçiren bir anlayışı savunmak demektir. Kıvılcımlı eleştirmenlerinin neredeyse hepsinin düştüğü temel yanlış budur. Kıvılcımlı, ülkesindeki mücadelede taktik ve stratejisini belirlerken, ülkesindeki mücadeleyi dünya çapında mücadeleye bağlı kıldığı için yanlış yapmamaktadır. Yanlış: o benimsediği politikanın dünya çapındaki mücadelenin çıkarına uygun olmaması, Sovyet bürokrasinin çıkarlarına hizmet etmesindedir. Eleştirmenler, Stalinizmi veya Sovyetler’in politikasını eleştirmeden, Kıvılcımlı’yı eleştirmeye kalkarlarsa bu özünde Kıvlıcımlı’nın yanlışından bile daha yanlış, milliyetçi bir eleştiri olur. Bir ülkedeki mücadeleyi, dünya çapındaki mücadeleye tabi kılmanın yanlışlığını savunmak, dünya çapında yanlış bir politikaya tabi olmak ve bu ilkede ısrar etmekten çok daha büyük ve gerici bir yanlıştır. Kıvılcımlı’nın yanlışı, doğru bir enternasyonalizm kavrayışına dayanır (Bir ülkedeki mücadeleyi dünya çapındaki mücadelenin çıkarlarına tabi kılmak ve buna azami katkıda bulunmak) ve tam da doğru bir enternasyonalizme dayandığı için katmerli bir yanlış olarak ortaya çıkar. Sovyetlerin çizgisini veya Stalin’i eleştirmeden, Kıvılcımlı’yı eleştirmek, enternasyonalizmi filen reddedip, basit bir milliyetçi olarak eleştirmek; kendi ülkesindeki mücadelenin çıkarlarını öne almadığı için eleştirmektir ki, Kıvılcımlı’nın yanlışına göre bin kat daha yanlıştır. Ve Kıvılcımlı’ya yönelik bütün eleştirilerin özü budur. Kıvılcımlı’ya yönelik eleştirilerin iki temel yanılgısı daha bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, 1930’larda Yol’daki tavırlarıyla, sonraki tavırları arasında fark ya da çelişki bulmak; birini devrimci, diğerini teslimiyetçi bulmaktır. Bu eleştiriler birkaç noktayı gözden kaçırmaktadır. Birincisi, Yol, gizli bir örgüte dilde hiçbir sınır tanımadan yazılmış bir metindir. Diğerleri, en gerici ve anti demokratik ortamlarda, aynı program ve amaçları açıklamak için Ezop diliyle; Legalitenin olanaklarından yararlanmak için yazılmış metinlerdir. 179
İkincisi, o devrimci gibi görünen de sonrasının görünmeyeni de aynı Üçüncü Enternasyonal politikalarının bir yansımasıdır. 1929-33 arasında Almanya’da tarihin en büyük yenilgilerinden birine yol açmış “sınıfa karşı sınıf” denen son derece sol ve sekter bir politika izleniyordu. Bu politikaya bağlı olarak, Üçüncü Enternasyonal’in ve Sovyetler’in tavrı da farklılıklar gösteriyordu. 1933’ten sonra ise, aynı Enternasyonal ve Sovyetler, TKP’nin kendisini lağvetmesi kararı veriyordu. Bu politikalara bir eleştiri yöneltmeden Kıvılcımlı’yı eleştirmek olmaz: Kıvılcımlı ancak bu politikaların sadık bir uygulayıcısı olduğu için eleştirilebilir. Yol’daki Kıvılcımlı da, 1930’ların ikinci yarısında legal yayınlar yapan Kıvılcımlı da, 1950’deki Kıvıcımlı’da, 1960’taki Kıvılcımlı da, 1970’deki Kıvılcımlı’da hep aynı Kıvılcımlı’dır. Hep aynı programı ve stratejiyi savunur. Bunu o anın dünyasının dengeleri ve görevleri içinde farklı yığın düzeyleri ve taktiklerle. Bu bağlamda tipik eleştiri şudur: bakın 1930’da Kürt meselesinde bunları demiş ama sonra susmuş. Bu teori, program, strateji ve taktikleri hep aynı şeyleri tekrarlamaktan ibaret gören bir anlayıştır. Kıvılcımlı verili durumda, aynı zamanda taktik ana halkaları yakalamak ve bütün bunları dünya çapındaki Sovyetler ve Emperyalizm arasındaki mücadelede, Sovyetlerin karşısındaki cepheyi azami ölçüde bölmek ve tecrit etmek amacını gözetir. Bu kendi başına yanlış bir amaç değildir. O dönemde bir Kürt hareketi yoktur ama Yön dergisi, Devrim dergisi çıkmaktadır; Dev-Genç ve genç subaylar kaynaşmaktadır. Yani ortada somut güçler vardır. O varili koşullarda, Nato’dan çıkacak veya ikili anlaşmaları feshedecek bir girişim tüm dünyadaki dengeleri etkilerdi. Kaldı ki, Kıvılcımlı hiçbir zaman Darbeciliği savunmamış ve böyle bir şeye bel bağlamamıştır. Kendi dışında ar olan bir gücün ve eğilimin nasıl kendi mücadelesi açısından değerlendirilebileceğini tartışmıştır. Bu tartışma sonucunda Askerler arasında çalışalım veya ordu aracılığıyla devrim yapalım gibi bir sonuç çıkarmamış, bir görev belirlememiştir. Onun için bir tek görev vardır: işçi sınıfını örgütlemek ve bir proletarya partisi kurmak. Kıvılcımlı’nın kendi dışındaki bir güce ilişkin değerlendirmelerinden onun darbeci olduğunu savunanlar aslında kendi yanlış kavrayışlarını, benzer bir tahlil yaptıkları takdirde bundan o güce dayanmak ve görevleri değiştirmek şeklindeki anlayışlarını ele verirler. Kıvılcımlı’nın taktiklerinin ve stratejilerinin dünya çapında mücadele açısından ele alınması durumunda, Kıvılcımlı’nın kendi mantığı içinde doğru yaptığı ortaya çıkar. Ve tam da kendi mantığı içinde doğru olduğu için katmerli bir yanlış olarak görünürler bugün. Bir diğer yanlış ve tipik eleştiri de Kıvılcımlı’nın tarih konusundaki çalışmalarının izlediği politik çizgiyle uyum içinde olduğu ve ona teorik bir arka plan hazırlamak için yapıldığıdır. Bu bağlamda Tarih Tezi ile 30’lardan sonraki çizgisi arasında bir neden sonuç ilişkisi bulunmaktadır57. 57
“Ancak, HK gibi uzun siyasal kavga yaşamı boyunca bir dizi alanda pek çok ürün vermiş olan bir kişi hakkında yapılacak haklı eleştirilerin de bazı istisnaları olacaktır. Bu istisnalar esas olarak HK'nın, YOL I ve YOL II adlı kitaplarındaki yazılarını yazdığı ve devrimci ve enternasyonalist bir konumda bulunduğu dönem için 180
Bu eleştiri de eleştireni vurur aslında. Birincisi, Kıvılcımlı’nın Tarih tezsi ile resmi Sovyet görüşleri arasında hiçbir ilişki yoktur. Sovyetlerin dayandığı metodolojik temeli berhava eder Tarih tezi. Kaldı ki, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ni otuzlardan sonra izlediği politikaları meşrulaştırmaya, onlara bir teorik arka plan sağlamaya hizmet ettiği biçimindeki eleştiri, gerçekten mantık sonuçlarına giderse, Kıvılcımlı’yı alçaklıkla suçlamak zorundadır. Çünkü bu eleştiri, Kıvılcımlı’nın, bilime bilim dışı kaygılarla yaklaştığı, politik tavırlarına gerekçe bulmak için bir tarih tezi çıkardığı anlamına gelmektedir. Marks’ın dediğine göre ise, böyle davrananlar, yani “bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşanlar alçaktırlar”. Kıvılcımlı’ya eleştirileri mantık sonuçlarına gittiği takdirde alçak demek zorunda olanların ona ahlaki olarak toz kondurmamaları veya bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmakta bir sorun görmemeleri, o söylemedikleri ve mantık sonuçlarına ulaştırmadıkları veya bir sorun olarak görmediklerinin kendilerinin niteliği olduğu anlamına gelir. Kıvılcımlı’yı Tarih Tezi, Kıvılcımlı’nın izlediği politikalara hizmet ediyor diyenler, kendilerinin öyle olmadığını düşünüyorlarsa, Kıvılcımlı’yı alçaklıkla suçlamak zorundadırlar birer Marksist olarak. Bu tür eleştiriler tamamen Stalinizm ve Tarih çalışmaları arasındaki çelişkiyi görmemekle malul; Kıvılcımlı’yı düz ve mekanik olarak ele alan bir eleştiridir58. Bu Sempozyum’da dile gelen veya başka yazılarda ifade edilmiş bütün eleştiriler, bu belirtilen yanlışlarla maluldürler. Ve eleştirmeye kalktıkları Kıvılcımlı hakkında tam bir kavrayışsızlığı; genellikle daha geri ve milliyetçi bir duruşu; tamamen yanlış bir metodolojiyi dışa vururlar. * Biz burada, Troçki’nin Stalinizm eleştirisinin Kıvılcımlı için aynen geçerli olduğunu düşünüyoruz. Ancak buna rağmen, bu yanlış politikanın başarısına azami katkı için yaptığı programatik, stratejik ve taktik çabaların ve uygulamaların; bu yanlış amaçtan soyutlandıkları; doğru bir amaca hizmet eder olarak kullanıldıkları takdirde, önemli dersler içerdiği kanısındayız. Ayrıca burada da Kıvılcımlı’nın savunduğu Stalinizm ile onu devrimci bir politika gibi savunuşu ve uygulaması arasında, tıpkı Tarih tezi ile olduğu gibi bir çelişki vardır. Kıvılcımlı, bir Stalinist olmasına rağmen, Stalinist bir programı ve stratejiyi savunmamıştır. Kıvılcımlı, programatik ve stratejik olarak, Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin devrimci geçerlidir. Yazarın, 1930'ların sonlarından başlayarak negatif bir ideolojik-siyasal evrim geçirdiğini ve daha milliyetçi/ reformist/ devletçi bir rotaya girdiğini görüyoruz.” (Garbis Altınoğlu, Hikmet Kıvılcımlı’nın Ordu ve Devlet sorununa Yaklaşımı) 58
Örneğin Garbis Altınoğlu şöyle yazıyor: “Ona göre ordu, gerek Osmanlı'nın özellikle ilk 200 yıllık yükselme döneminde ve gerekse Türkiye'de hep ilerici ve hatta devrimci bir rol oynamıştır. (Bu saptama da yazarın, burada ele alamayacağım Tarih Tezi'ne dayanmaktadır.)”. (G. Altınoğlu, Hikmet Kıvılcımlı’nın Ordu ve Devlet Sorununa Yaklaşımı) Tipik örnektir. Kıvılcımlı’yı politik olarak ele alıp, politik tavrı ile tarih çalışmaları arasındaki çelişkiyi görmemektedir.
181
demokratik programını savunmuştur. Bu program, Stalinizm dönemindeki partilerin programından farklıdır. Ama trajedi oradadır ki, Kıvılcımlı bu farkın farkında değildir. Çünkü, kendisini ölünceye kadar bırakmayan bir yanılgı içindedir. Sovyetleri devrimci görmekte, onun Türkiye’de devrimci bir biçimde savunulmadığını düşünmektedir. Tam da bu yanılgı nedeniyle ölürken bile Brejnev’e İ. Bilen’i şikayet etmektedir. Bir yandan Devrimci Demokrasiyi yani Demokratik Cumhuriyeti, bürokratik cihazın tasfiyesini ve gerçek bir biçimsel, hukuki eşitliği savunur. Ama diğer yandan, ulusları bir dil, tarih ile tanımlaması nedeniyle gerici ulusçuluğu savunur. Yani klasik Marksizm’in çelişkisini içinde taşır. Stalinist partilerin ve Stalinizmin programı bundan farklıdır. Onların programında, Kıvılcımlı’da olan devrimci ve demokratik hedef yoktur, bunun tasfiyesi vardır. Kıvılcımlı’da varolan, bürokratik, ezilenlerin kullanamayacağı cihazın tasfiyesi, acil bir programatik hedef olmaktan çıkar Stalinist partilerde. Bu ya basit bir propaganda sloganına dönüşür59ya da acil bazı reform taleplerinin arkasına atılıp çıkmaz ayın son çarşambasına bırakılır ve burjuvazinin ve reformistlerin kabul edebileceği bir program acil program olur60. Ayrıca zaten, ulusun tanımında tam anlamıyla gerici bir düzeye gelinmiştir. Artık, ulusun demokratik olarak tanımlanması tamamen yok olmuştur. Çelişkinin demokratik tarafı tasfiye edilmiştir. Uluslar dile, dine, etniye göre tanımlanmakta, böyle tanımlanmaya karşı tanımlanması terk edilmektedir. Kıvılcımlı, birinci kısımda demokratik bir programı, yani bürokratik devleti tasfiye eden programı savunur ama diğer yandan aynı gerici ulusçuluğun savunusu içindedir. Ulusun Türklükle veya Kürtlükle tanımlanması onun için veridir. Kıvılcımlı’nın bu programı, bir bakıma Marks-Engels dönemi ve Stalinizm öncesi sosyalist hareketin çelişkisini, Stalinizm sonrası döneme aktarır, o çelişkili yanı yaşatır ve çelişkinin demokratik yönden çözülmesi için bir ipucu sunar61. Kıvılcımlı’nın Stalinizmine yol açan yanılgı; yani Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal’in çizgisinin devrimci olduğu yanılgısı; buna samimiyetle inanış; nasıl onun gönül huzuruyla Tarihe yönelmesine yol açtıysa; aynı şekilde Stalinizm öncesi devrimci demokratik programı da savunmasına yol açmıştır. Bu nedenle, Kıvılcımlı’nın programı (Vatan partisi Programı) resmi Stalinist partilerin hepsinin programlarından farklıdır. Ama kendisi bu farkın farkında değildir. Ama aynı zamanda, Kıvılcımlı’nın mantığı içinde, bu farkıyla, dünyadaki mücadeleye bulunduğu yerden azami katkı amacına hizmet eder durumdadır. Kıvılcımlı’nın, Stalinizmi veri kabul edildiğinde, burada bir katkısından söz edilebilir: Otantik 59
Türkiye’deki radikal küçük burjuva hareketlerin “Demokratik Halk İktidarı” benzeri sloganları bu karakterdedir. Bir tür rozet slogandırlar; somut bir yapılacak işler planı değildirler. 60
Burjuva sosyalist partilerin programlarının hepsi böyledir Türkiye’de.
61
Bizim teorik evrimimiz bu ipucunu yakalayarak gelişmiştir.
182
geleneği ve çelişkiyi yaşatmak. Stratejik olarak da aynı farkı taşır. Bütün Stalinist partiler, ya küçük burjuvazinin radikalliği mücadele biçimleriyle tanımlayan merkezci denebilecek çizgisindedirler ya da esas itibariyle burjuvaziyi ürkütmeyecek, onunla ittifak kurmaya imkan sunacak reformist programlara yönelirler. Böylece Stalinist partiler, radikal oldukları yerlerde köylülük, küçük burjuvazi ya da işçi sınıfının köylülükle ilişkili tabakaları; reformist oldukları yerlerde burjuva aydınlar, deklase burjuvalar; sendikacı bürokratlara dayanırlar ve dayanmaya çalışırlar. Yani güçlerin yer alışı değişmiştir. Kıvılcımlı ise bu ikisinin de dışında bir kategori oluşturur. Kıvılcımlı’da ise işçi sınıfı temel güç olmaya devam eder, yedek güç olarak da burjuvazi değil; devrimci küçük burjuva veya köylülük (ki Kürt Türkiye’de Kürt sorunu tam da budur) hedef alınır. Böylece stratejik bakımdan da gerek merkezcilikten gerek Stalinist reformizmden farklı bir yerde konumlanır. Böylece Kıvılcımlı’da yapılacak iş hep bu devrimci demokratik programı, işçi sınıfına anlatmak, onun bu programa sahip çıkmasını sağlamak olarak ortaya çıkar. Bunu yapabilmek için de, her koşul altında İşçi Sınıfına ulaşmanın; tecridi yenmenin yolları aranmalıdır. Yani “legaliteyi istismar” taktiği. Kıvılcımlı’nın kendi içinde tutarlı olup bu taktiği de en başarılı biçimde uyguladığı; verili koşullarda her zaman yapılabilecek en doğru işi yaptığı görülür. Kimileri Kıvılcımlı’nın sadece Yol’da yazdıklarına veya Eyüp Sultan’daki konuşmasına sahip çıkıp, diğer yazıp yaptıklarını sanki bunlarla çelişkiliymiş gibi ele alıyorlar. Hayır, o günün verili koşullarında, Kıvılcımlı’nın yaptığı her şey, bu açıdan bakıldığında hep aynı hedefi gözetirler ve onun başarısına hizmet eder. MBK’ya mektup yazarken de, Eyüp’te konuşurken de hep o devrimci demokratik karakterli bir programı savunmaktadır ve tecridi aşmaya çalışmaktadır. MBK’ya mektup, MBK’ya yazılmıştır ama aslında emekçilere yöneliktir. Hedeflere radikal bir bağlılık ile taktik esnekliğin bu harika bileşimi, Kıvılcımlı’nın en az anlaşılan ve esas anlaşılıp benimsenmesi gereken yanıdır. Tabii bütün bunları yaparken, Kıvılcımlı aynı zamanda, dünya çapında var olan mücadelede, o verili durumda, taktik olarak, Sovyetler’e veya Üçüncü enternasyonal’in konumunu güçlendirmek için azami katkı yapmaya da çalışmaktadır. Bu bağlamdan çıkarıldığında onun yaptığı hiçbir şey anlaşılamaz. MBK’ya mektup bir yanıyla programını işçilere iletmenin, tecridi kırmanın, legaliteyi istismarın bir aracıdır; ama aynı zamanda o günkü soğuk savaş ortamında, Emperyalist cepheyi zayıflatmanın en küçük bir çatlağı genişletmeye çalışmanın da bir aracıdır. Bir dünya partisinin bir militanı olarak Kıvılcımlı’nın bu anlamda yaptıkları prensip olarak kendi içinde yanlış değildirler. Bir rastlantı değildir TKP içinde İşçilerle sıkı bağları olanın ve hep İşçi Sınıfı vurgusu yapanın tek Kıvılcımlı olması. Kıvılcımlı’nın bu programatik radikalığa; Stratejik özgüç olarak; ulaşılacak hedef olarak hep işçi sınıfını ele alması ile son derece taktik esnekliği tam bir bütün oluşturur. Kıvılcımlı bu bakımdan, dünyada eşine az rastlanır bir iç tutarlılığın ve taktik esnekliğin örneğini sunar.
183
Tabi oldukları politikanın ve hedeflerin yanlışlığından soyutlandıkları takdirde bu yöntem ve araçlar devrimcilerin eğitimi için paha biçilmez değerdedir ve eşsiz bir örnek oluştururlar. Yani Kıvılcımlı’nın eleştirmenlerce en yanlış görünen yanları aynı zamanda en örnek yanlarını teşkil eder. Böyle bakıldığında aslında Kıvılcımlı’da çelişik gibi görünen yanların çelişik olmadığı görülebilir. MBK’ya mektup yazanın İşçi Sınıfının öz güç olduğun savunması bir çelişki değil, aynı bütünün birbirinden ayrılmaz parçalarıdır. Marksist politikanın en az anlaşılan yeridir bunlar. Küçük burjuvazinin ve burjuvazinin strateji ve taktik anlayışıyla tam bir zıtlık içinde bulunur bu Marksist politika sanatı; strateji ve taktik ilişkisi. Marksizm’de programdaki ve stratejideki radikallik en geniş taktik esneklikle ve en güvenilmez müttefiklerle bile ittifaklar yapmaktan çekinmeyişlerle bir aradır. Küçük burjuva radikaller, temizliklerine zarar geleceğinden korkarak güvenilmez müttefiklerle iş yapmazlar, keskin sloganların temizliklerini koruyacağını sanırlar; Reformistler ise uzlaşmalarında, uzlaşılanları ürkütmeme uğruna teorik, programatik ve stratejik radikalliği terk ederler. Kıvılcımlı’nın çizgisi bu anlamda ikisini de reddeder. Bu anlamda, Stalinizmle kaplı bir dünyada, klasik Marksizm’in politika sanatına bir dönüş veya onun bir sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Bu otantik karakteriyle bile, Stalinizmin egemen olduğu bir dünya açısından bakıldığında, bir katkı karakteri taşırlar. Kıvılcımlı’nın taktik esnekliğini anlamak için, Marks’ın taktiklerin bakmak bir ipucu sağlayabilir. Marks, o zamanlar, Avrupa gericiliğinin kalesi olarak Rusya’yı görüyordu ve onu zayıflatacak; onu yıkacak her girişimin yanında yer alıyordu. Bunu Kıvılcımlı ve Üçüncü Enternasyonal’in Sovyetleri savunma amacına benzetebiliriz. Marks’ın politik ve taktik tavırları dünya çapındaki bu stratejik hedef bağlamında anlaşılabilirler. Marks bu bağlamda, parça bütüne tabi olarak değerlendirilmesi gerektiği için, örneğin Güney Slavlarının bağımsızlık çabalarına, bunlar Rusya tarafından desteklendiği ve onun gücünün artmasına yol açabilecekleri nedeniyle, karşı çıkıyor ve Çarlık gericiliği karşısında Osmanlı gericiliğini savunuyordu. Onu dünya politikasındaki bu güçler çatışması bağlamında desteklemesi elbette hiçbir şekilde Osmanlı’nın gerici karakterini görmezden gelmesine de yol açmazdı. Sosyolojik tanımlama ile somut güçlerin politik mücadelesi farklı soyutlama düzlemleriydi. Bu bağlamda, Osmanlı’ya “Cesur Türkler” bile diyordu; kimi Güney Slavlarına “Sığır çobanları” dediği gibi. Lenin, Alman Genelkurmayı ile bile taktik uzlaşmalar yapmaktan çekinmiyor ama bu taktik uzlaşma, Nisan Tezleri’ndeki gibi giderek radikalleşmiş bir programla bir arada bulunuyordu. Bu örnekler göz önüne alındığında, Kıvılcımlı’nın Marks-Engels ve Lenin’in sadık bir talebesi olduğu görülür. Marksist politikanın özü: Babana bile güvenme; ama gereğinde şeytanla ve şeytanın büyük annesiyle bile uzlaşmalar yapmaktan çekinmedir. Kıvılcımlı’nın tüm davranışları bu ilkelere uygundur.
184
* Buraya kadar söylenenleri toparlarsak, Kıvılcımlı program, Strateji, taktikler bahsinde çelişkili bir bütündür. Bu karmaşık niteliğini göz önüne almadan yapılacak değerlendirmeler kestirme ve yanlış sonuçlara yol açarlar. Kıvılcımlı’nın hatalarını ele almaya çalışanların yaptıkların temel özelliğini göstermek için şöyle bir örnek açıklayıcı olabilir. Felsefenin ya da sanatın evrimini ve tarihini vulgar (bayağı) bir tarzda açıklamaya kalkanlar, örneğin ezilen sınıfları hep materyalist egemen sınıfları hep idealist cephede göstermeye çalışırlar. Hâlbuki gerçek tarihte, çoğu durumda tam da ezilenler idealisttir ve egemenler materyalisttir. Benzer şekilde sanatı da açıklarken sanat sanat içindir diyenlerin hep egemen sınıfın sanatını temsil ettiklerini; buna karşılık sanat toplum içindir diyenlerin ezilenlerin sanatını temsil ettiklerini söylerler. Hâlbuki gerçek çoğu kez tam tersidir. Egemen sınıfın baskısı karşısında sanatın bağımsızlığını ve eleştirelliğini korumak için sanat sanat içindir de savunulabilir ve savunulmuştur egemen sınıflara karşı mücadelenin bir aracı olarak. Yani politika ile teori arasında her zaman doğrudan ve mekanik bir ilişki yoktur. Kıvılcımlı’da da benzer bir durum söz konusudur. Kıvılcımlı bir bakıma tam bir gönül huzuruyla politik duruşunu Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal’e teslim ettiği için; onu huzurla izlediği için bu keşifleri yapıp tüm tarihi konu edebilmiştir. Tam da bu nedenle 20. Yüzyılın en temel gelişmeleri hakkında neredeyse bir tek yazısı bile yoktur. Bir örnek olarak 1929 Krizi ve 1933 Faşistlerin zaferinin analizi alınabilir. Bunların açıklamaları Troçki’nin teorik çalışmalarının şahikalarından birini oluşturur ama Kıvılcımlı’nın bu olay hakkında en küçük bir yazısı yoktur. İspanya iç savaş benzer durumdadır. Sovyetlerdeki kolektifleştirme benzer durumdadır. Zaten bu alanlarda Sovyetlerden yapılmış Hasan Ali Ediz’in kitap veya çevirilerini yayınlar Marksizm Bibliyoteği’nde. Kıvılcımlı ve Troçki’yi iyi etüt eden hep şöyle bir duygudan kendini alamaz. Kıvılcımlı’nın tarih üzerine yazdıkları ile Troçki’nin 20. Yüzyıl üzerine yazdıkları tencereyle kapak gibi birbirine uyar; hatta birbirinden bağımsızca benzer sonuçlara ulaşırlar. Ama Tarih söz konusu olduğunda Troçki’nin hiçbir eseri ve ilgisi yoktur. 20. Yüzyıl söz konusu olduğunda da Troçki’nin yazdığı alanlarda Kıvılcımlı’nın. Kıvılcımlı politik olarak bir Stalinist’tir ve o politik olaylar hakkında suskun olup resmi Sovyet görüşünün bir savunucusudur. Bu durum Kıvılcımlı’nın o muazzam katkısının, hiç değeri olmayan fanteziler gibi ya da o Stalinist çizgiyi meşrulaştırmak için yapılmış devasa bir teorizasyon girişimi olarak görülmesine yol açmaktadır. Kıvılcımlı’nın bu karmaşık niteliği anlaşılamazsa; onun politik eylemi, politik çizgisi ve tarih ve sosyoloji alanındaki katkıları arasında mekanik, doğrudan ve direk bir ilişki kurulursa bu tamamen yanlış sonuçlara yol açar. Kıvılcımlı’da Tarih’e yöneliş, bir bakıma Batı Marksizmi’nin soyut konulara, felsefi bir dile yönelerek radikalliğini koruması gibi bir anlama sahiptir. Elbet Kıvılcımlı bunu bilinçlice 185
yapmamıştır. Ama tam da bu korkunç güven ve bağlılık; Stalinizme tam bir gönül rahatlığıyla bağlanış mümkün kılabilmiştir bu muazzam katkıyı. Kıvılcımlı bir Stalinist olmasaydı teori ve pratik birliği nedeniyle bu katkıları yapamazdı büyük bir olasılıkla. * Kıvılcımlı’nın mirasına sahip çıkmak, her şeyden önce, dünya ölçüsünde, Aydınlanmanın din kavramını atıp, tarihi bir dinler tarihi, yani devrimler tarihi olarak yazmaktır. Tüm uluslardan insanları, kendi uluslarına karşı savaşa yani İnsan (politik olanın ulusal olanla tanımlanmasını reddeden) olmaya çağırmaktır. Ancak böylece yeryüzündeki İnsan’lar gerçek bir biçimsel eşitliğe kavuşup tam bir iktisadi eşitlik için de mücadele edebilir hale gelirler. Kıvılcımlı’nın mirasına acil bir program olarak Türkiye’de sahip çıkmak, gerici ulusçuluğa karşı; ulusu bir din, dil, etni, tarih ile tanımlamaya karşı tanımlamak için; yani Türklüğe karşı savaşıp Demokrat olmak için, mücadeleye çağırmaktır. 26 Aralık 2012 Çarşamba Demir Küçükaydın
186