Kürdistan’da Sosyalist Hareketin Ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Yazılar Yazan:
Demir Küçükaydın
Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde yayınlanmıştır. Derleme tarihi: 04.03.2006
Köxüz Dijital Yayınlar İndir – Bas – Dağıt
Bu kitap köxüz sitesinin dijital yayınıdır. İndirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Kürdistan’da Sosyalizmin ve Sosyalist Hareketin Sorunları Üzerine Yazılar
İçindekiler Maraşlı’nın Tartışamadığı: Kürdistan’da Solun Zor Dönemeci (1) Sunuş
Maraşlı’nın Tartışamadığı: Kürdistan’da Solun Zor Dönemeci (2) “Kürdistanlı Sosyalist” Nedir?
Maraşlı’nın Tartışamadığı (3) Gerçek Kürdistanlı Sosyalist Nedir?
Devrimci Demokrasnin Neden Sosyalist Olduğu ve Sosyalizmle İlişkinin Sorunlu Niteliği Kürdistanlı Sosyalist Sitesi İçin Tanıtım ve Çağrı Bir sosyalist Olarak Tartışırsak İki Çizgi
4 4
8 9
17 17
24 27 34 42
Maraşlı’nın Tartışamadığı: Kürdistan’da Solun Zor Dönemeci (1)
Sunuş Recep Maraşlı, kısa bir süre önce, gerek kendi sayfasında (http://www.gelawej.com/ ), gerek sayfasına bağlı Kürdistan Tarih ve Demokrasi Forumu’nda ve bazı e-mail gruplarında, tartışılması dileğiyle, “soru işaretlerini paylaşmak” amacıyla, “Kürdistan’da Solun Zor Dönemeci” başlıklı üç bölümlük bir yazı yayınladı. Recep Maraşlı’nın yazısı bir çok bakımlardan çok önemli ve ciddi bir tartışmayı hak ediyor. Öncelikle, Recep Maraşlı, gerek Türk gerekse Kürt solunda çok yaygın olan bir eğilime, ciddi sorunları, çelişkileri, açmazları görmezden gelme, yok sayma, yokmuş gibi davranma eğilimine prim vermiyor ve bu eğilimin ve geleneğin karşısında yer alıyor. Bir karşı örnek sunuyor. Bizzat yazının başlığı bile, Kürdistan’da solun zor ve ciddi sorunları olduğu ve bunları tartışacağını belirtiyor. Örneğin, Türk sosyalistleri, “Türkiye’de Solun Zor Dönemeci” başlıklı bir yazı yazmadılar. Başlığın öyle olup olmaması önemli değil, çünkü Kürdistan’daki solun sorunları aynen Türkiye solunda da var. Hiçbir Türkiyeli solcunun, sosyalistin, örneğin son altı ay içinde Türkiye’deki solun karşılaştığı açmazları açıkça ortaya koyan ve bunları tartışmak isteyen bir yazısını gördünüz mü? Yok böyle bir şey. Ya da şimdiye kadar mumla aramamıza rağmen biz rastlamadık. Hadi bırakalım sosyalistleri bir kenara, onlar çoğu yeni bir dinamizm yaratamayacak, yeni sorular soramayacak kadar hatalarıyla bütünleşmiş bir kuşak. Onlar artık patlayacak bir tohum değil, kırılması gereken bir kabuk. Peki şu Savaş Karşıtı Hareketin karşılaştığı sorunları tartışan, bırakalım sosyalist olmasın, anarşist veya pasifist veya başka bir eğilimden veya politik İslam’dan karşılaşılan açmazları açıkça koyan, tartışan bir yazı gördünüz mü? Çünkü Türkiye’deki Savaş Karşıtı hareketin, ilerde görüleceği gibi, tıpkı Kürdistan solu gibi şöyle açmazları vardı. ABD’nin saldırısına karşı çıktığı takdirde, ABD ile pazarlıklarında Güney Kürdistan’da etkisini arttırmak isteyen ve oranın kaderinde daha azla söz sahibi olmak isteyen ve bu sayede kendi anti-demokratik egemenliğini sürdürmek isteyen Genel Kurmayın fiyat yükseltmesini sağlayan bir piyon durumuna düşülüyordu da. Böyle bir sorun vardı ve kimse bunun adını anmıyor ve tartışmıyordu. O çok övülen kitle hareketlenmesi ve büyük mitingler yapılmasında bu paralelliğin hiç mi etkileri bulunmuyordu? Bu soruyu bile sorma cesareti gösterilemiyordu. Bu gerçek çelişki hakkında nedense kimsenin ağzını bıçak açmıyor, yokmuş gibi davranılıyordu. Veya bir yanda ABD’nin müdahalesine karşı çıkmak dünya halklarının yanında yer almayı sağlarken, diğer yanda ABD’nin Saddam rejimini yıkmasının kendi durumlarında belli bir rahatlığa yol açacağını uman ve bu beklentilerinde pek de haksız olmayan Kürtlerin karşısında, onların acılarına ve beklentilerine ilgisiz olmaya yol açtığı, böyle bir çelişki de olduğu bu çelişkiden nasıl çıkılabileceğine ilişkin bir tartışmaya rastladınız mı? Bırakın
tartışmayı sorunu böyle koyana rastladınız mı? Hayır rastlayamazsınız. Onlar sanki bu çelişkiler yokmuş gibi, Kürtlere emperyalizmin ne kadar kötü olduğunu anlatan bir tavır içinde oldular. Türkiye sosyalistlerinde ve Savaş Karşıtı Harekette, karşı karşıya olunan sorunları açıkça ortaya koyacak cesaret ve entelektüel dürüstlük bile bulunmamaktadır. Kürt ulusal hareketi veya Kürdistan solunun durumu da Türkiye solundan daha iyi değildir. Onlar içinde de, ABD emperyalizmine karşı diğer ezilen halklarla birlikte olma gereği ile şimdi bu emperyalizmle fiili bir çıkar ortaklığı içinde bulunmanın getirdiği sorunlar ve bu açmazdan nasıl çıkılabileceğine dair yolları tartışan bir yazı gördünüz mü? Maalesef yok. Kürdistan solu da tersi noktadan, aynen Türkiye Solu gibi, hiç bu sorunlar yokmuş gibi yapıyor, onlara gözlerini kapamayı tercih ediyor. Böyle bir ortamda, ne Türkiye ne de Kürdistan solunun, tartışmak ve çözüm önerileri aramak bir yana sorunları açıkça ortaya koyma cesaretinden, bu kendine karşı entelektüel dürüstlükten bile yoksun olduğu bir ortamda, Recep Maraşlı’nın, bu çelişkileri açıkça, adını koyarak ortaya koyma ve tartışma çabası, bırakalım içeriğini bir yana, sadece böyle bir çaba olarak bile, devrimci bir öze sahiptir, var olan statükoya karşı fiili bir tavırdır. Sanki bir çölün bulutsuz göğünde çakan bir şimşek gibidir. Değeri bilinmelidir. Kürdistan sol hareketinde ve Türkiye sol hareketinde, bu sanki karşılaşılan sorunlar yokmuş gibi yapışların aynılığı, aslında birbirine çok zıt gibi görünen tavırların, temeldeki, çok derinlerdeki özdeki yöntemsel özdeşliğinin bir göstergesidir. Gerçek çelişkilerin adını anmamak ve onlar yokmuş gibi davranmak, bu çelişkileri ortaya koyunlar ve tartışanlar karşısında zımni ve fiili bir cephe oluşturmaktır. Bu durumda var olan çelişki ve sorunların adını koymak bile, yokmuş gibi davrananlar karşısında bir karşı cephe oluşturmak anlamına gelir. Gerçek bölünme aslında tam da buradadır. Ama Maraşlı’nın yazısı, sadece sorunun adını açıkça koyuşuyla değil, sorunu koyuş tarzıyla da iyice unutulmuş bir geleneğe bağlanıyor. Maraşlı, solun sorunlarını tartışıyor. Solun Kürdistan’daki sorunlarını tartışıyor. Halbuki son yıllarda, Kürdistan’da solun Sorunlarını tartışan kimse kalmadı. Sağ ya da sol, Kürtlerin sorunları tartışılmaktadır ama Kürdistan’daki solun sorunlarını tartışan, en azından sorunu böyle koyan bir yazıya rastlamak neredeyse olanaksızdır. Yazı bu bakımdan da unutulmuş bir geleneği canlandırıyor. Bu nedenle de özellikle, Kürdistan’da solun sorunlarını sorun edenlerce tartışılması gerekir. Ama Maraşlı’nın yazısı, Kürt solunun değil, Kürdistan’daki solun karşılaştığı sorunları tartışmak istiyor. En azından formülasyonunu böyle yapıyor. Yani Kürdistan’da yaşayan solcu ama pek ala bir Zaza, bir Süryani., bir Nasturi, bir Arap, bir Fars veya bir Türk olabilecek birinin, coğrafi olarak Kürdistanlı solun sorunlarını tartışmak istediğini belirtmiş oluyor. Bu da oldukça unutulmuş bir geleneği hatırlatmaktadır. Çünkü son yıllarda, Kürdistan kelimesi, daha ziyade, sadece Kürtlerin yurdu olarak anlaşılır olmuştu. Coğrafi anlamını yitirmiş, orada yaşayan bütün diğer uluslar ve azınlıklar yokmuş ve onların sorunları olmayacakmışçasına bir içerik kazanmıştı. Bu nedenle, Kürtler veya Kürdistan birbirinin yerine çok rahat olarak kullanılabiliyordu. Halbuki bu ikisi çok farklı iki kavramdır ve çok farklı iki program hatta politik tavır alış demektir. Kendini Kürdistanlı olarak tanımlayan biri,
Kürdistan’da ulusal baskıya karşıdır. Ama o ulusal baskının yerine yenisini oluşturmak için değil, bütün ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için. Dolayısıyla milliyetler ve dinler karşısında nötr olan, her türlü dil ve dinin eşit olduğu bir Kürdistan için mücadele eder. Ama Kürdistan’ı Kürtlerin ülkesi olarak anlayan ve bunları birbiri yerine koyan bir tavır için, demokrasinin önemi yoktur. Başka dillere özgürlük bir politik hedef değil, politik kaygılar veya dengeler nedeniyle katlanılması gereken bir sivilce gibi görülür örneğin. Yani Kürdistan sözcüğü, bir coğrafi mekan olarak kullanıldığında, devrimci demokratik bir içeriğe sahiptir, ama Kürtler ya da Kürtlerin ülkesi anlamında kullanıldığında, devletin demokratik karakteri sorununu, oradaki bütün ulusların eşitliği sorunu es geçer. Devrimci ve Demokratik olmayan burjuva bir karaktere sahiptir. Bu bakımdan Recep Maraşlı’nın sorusunun Kürt sosyalistlerinin veya Kürt solunun değil de, Kürdistan’da solun zor dönemeci olması da yine artık son yıllarda unutulmuş bir geleneğe sahiplenme anlamını taşıyor. Peki bu yazı ne gibi yankılar aldı? Bu yazı örneğin Türkiye solunda, bir esin kaynağı olmadı, yani “bakın Kürdistan solu karşı karşıya olduğu açmazları açıkça ortaya koyarak çıkış yolları arıyor. Biz de böyle bir tartışma yapalım” diyen bir Türkiye solcusu çıkmadı. Peki Kürdistan’da solun sorunlarını tartışmak için, Kürdistanlı olmak gerekir mi? Gerekmez. Dünyanın her hangi bir ülkesindeki solun sorunlarını dünyanın diğer ülkelerindeki solcular tartışabilirler ve de tartışmalıdırlar. Yani pek ala bir Türkiyeli solcu olarak da, Kürdistan’daki solcuların veya solun sorunlarının tartışmasına katılmak mümkündür ve mümkün olmaktan öte gereklidir de. Lenin Alman sosyal Demokrasinin sorunların Tartışıyor. Luxemburg, Rus ve Alman Sosyal Demokrasisinin sorunlarının tartışmasına katılıyor., Pavrus veya Kautsky veya Mehring Rus solunun sorunlarının tartışılmasına katılıyordu ve bir zamanlar hiç kimse diğerine, “yahu bu bizim sorunumuz sen bize karışma” demiyor aksine tartışmanın olabildiğince yayılması için çaba gösteriliyordu. Bu güzel geleneklerden bir şey kalmadı. Kürdistan’daki Solun sorunları ve çıkış yolları tartışmasına bir Türkiye solcusunun katılışı var mı? Yok. Bu yokluktan Recep Maraşlı’nın yazısı da nasibini alıyor. Yani Türkiyeli solcular., Kürdistanlı solun sorunlarını tartışmıyorlar. Peki Tersi var mı? Yani Kürdistanlı solcular Türkiyeli solun sorunlarını tartışıyor mu? Maalesef o da yok. Maraşlı’nın yazısını, Kürdistanlı solun sorunları olarak, ne Türkiyeli, Ne Kürdistanlı ne de Almanyalı ne de başka bir yerli solcular tartışmadı. Gelen birkaç yankı oldu. Ama bunlar Kürdistan’daki solun sorunlarını değil, Kürt bağımsızlığının sorunlarını tartışıyorlardı ve Recep Maraşlı’nın yazısını, Kürdistan’daki solun sorunlarını değil, Kürtlerin, Kürt hareketinin sorunlarını tartışan bir yazı olarak anlayıp, öyle tartışıyorlardı. Yani yazının tartışmak istediğini tartışmıyorlardı. Bu nedenle Recep Maraşlı’nın yazısı aslında tartışılmadan kaldı. Kürdistan’da solun ya da daha doğrusu sosyalistlerin bu gün karşı karşıya olduğu sorunlar açıkça ortaya koyulup tartışılmış değil.
Bunun nedeni belki de, ne Türkiye’de ne de Kürdistan’da artık sol ya da sosyalistler diye bir şeyin fiilen kalmamış olması olabilir. Elbet kendini öyle tanımlayanlar vardır. Ama kimsenin kendi hakkındaki yargıları gerçeğin ifadesi gibi alınamaz. Hele Türk solcu ve sosyalistlerinde bu gün hiç. Neden? Kisaca ona değinelim. Ortada bir paradoks var. Kürtlerde, Milliyetçiliğin yükselişi açıkça sosyalizmden uzaklaşma ve milliyetçiliğe sahiplenme biçimini aldı. Maraşlı’nın yazısının bir yerinde de dediği gibi, bu taşların yerine oturması anlamını taşır ve olumludur da. Ama Türklerde milliyetçiliğin yükselişi, bütün egemenlerde olduğu gibi o egemenliği gizleyecek bir biçim içinde savunuldu. İşverenler işveren olduklarını söyleseler kendilerini ele vermiş olurlar. Onun için hepimiz Türk’üz, hepimiz Müslüman’ız, insanız derler. Üstte ve egemen olma konumunun gizlenmesi her egemenliğin temel koşuludur. Uluslarda da böyledir bu. Türk solcusu ben Türk’üm derse, zaten çıkarı ve durumunun farklı olduğunu itiraf etmiş olur. Bu nedenle, örneğin sosyalist olduğunu söyleyecektir ki, bu egemen konumunu gizleyebilsin. Türkiye’de bu günkü sosyalizmin altmışların ya da yetmiş ve seksenlerin sosyalizmiyle ilgisi yoktur. Bu özel savaş sosyalizmidir. Bu gün sosyalizm egemen ulus konumunu gizleyen bir araçtır. Dolayısıyla, sosyalizm Türk milliyetçiliğinin kuzu postu oldu. Bu gün Türk milliyetçiliği kendini solda, enternasyonalizm, sosyalizm veya anti emperyalizm biçiminde dışa vurmaktadır. Bu nedenle, kendini sosyalist olarak niteleyenlerin çokluğu, sosyalistlerin değil, Kürtler üzerindeki egemenliği tartışma yapmak istemeyen milliyetçilerin çokluğu anlamına gelir. Tabii bu Kürt ve Türk milliyetçiliklerinin, biri sosyalizme veya anti emperyalizme yönelerek diğeri açıkça bunlardan uzaklaşarak yükselişi, birbirini beslemekte ve birbirine haklılık kazandırmaktadır. Türk milliyetçiliğinin Sosyalizm biçiminde kendini dışa vuruşu, Kürt milliyetçiliğinin, sosyalizm ve anti emperyalizmle son bağlarını koparması için ona harika bir gerekçe sunar. İşte sosyalistler ezilen ulusa böyle ilgisiz olduklarına göre bu sosyalizm denen şeyden hayır çıkmaz! Bu davranış da Türk milliyetçilerinin, milliyetçiliklerini sosyalizm savunusu olarak sürdürmelerinin gerekçesini sunar. İşte, Kürtler ezilen ulustan bile olsalar sosyalizmden uzaklaşıp, emperyalizm ve kapitalizm saflarında yer alıyorlar. O halde bu milliyetçilikten bir sonuç çıkmaz. Sosyalistliğe daha fazla sahip çıkalım. Hasılı, her iki tarafta da birbirini besleyen, ama egemen ve ezilen ulusta tamamen zıt biçimlerde ortaya çıkan milliyetçilik, Kürtlerde ezilen ulus milliyetçiliği olduğu için açık milliyetçi görünüşü içinde, en azından nesnel sonuçlarıyla ilerici ve demokratik bir karaktere sahiptir; ezen ulus milliyetçiliği ise, sosyalizm ve anti emperyalizm biçiminde göründüğünden, gerici ve anti demokratik karakterdedir. Bu durumu, özlerin bu kendi zıtları biçimindeki görünüşünü kavramayan bu günkü Türkiye’yi ve politikaları kavrayamaz. Maraşlı’nın yankısız kalmasının nedeni budur. Sosyalizm milliyetçiliğin örtüsü olduğundan Türk sosyalistlerinin sosyalizm diye bir sorunları olmadığı için, Kürdistan solunun sorunlarını tartışacak Türkiye solcusu yoktur. Kürdistan solu da artık Kürdistanlılığı veya sosyalizmi bırakıp Kürtlüğe döndüğü için Kürdistan solcusu da yoktur. Dolayısıyla Maraşlı’nın bu yazısı tartışılmaz kalır.
Biz Recep Maraşlı’nın bu açtığı tartışmaya girmeye ve şimdiye kadar çeşitli biçimlerde dağınık olarak yazdığımız ve bu nedenle de çoğu kez anlaşılmayan veya yanlış anlaşılan görüşlerimizi, Recep Maraşlı’nın yazısı ile polemik içinde ifade etmeye çalışacağız. Recep Maraşlı’nın yazısı, bir çok farklı konuyu, PKK’nın karakteri, yeni politikasının niteliği, Kürdistan’da solun karşılaştığı açmazlar, ikilemler ve bunlardan çıkış yolu gibi birbiriyle bağlı bir çok temel sorunu tartışma olanağı sunuyor. Yani strateji ve program sorunlarına giriyor. Çok verimli bir zemin sağlıyor. Soruyu doğru soruyor her şeyden önce. Sorunun doğru sorulması cevabın yarısıdır. Eleştirimizi imkan ve zaman buldukça yapacağımızdan ister istemez zamana yayılmış olacaktır. Ama bu bir olumsuzluk olarak görülmemeli. Çünkü tartışılan sorunlar öyle hemen aktüalitesini yitirecek sorunlar değil, temel ve genel sorunlar. Kaderi belirleyen sorunlar. Sindire sindire tartışmak çok daha doğru ve yararlı olur. Bu vesileyle, Recep Maraşlı hakkında bir iki söz. Kürtler elbette onu efsaneleşmiş ismiyle tanırlar. Ama Kürt ve Türk solunun yolları birbirinden çoktandır ayrıldığından Türkiyeli solcular pek tanımadığı için biraz hatırlatalım. Recep Maraşlı, 12 Mart döneminde Diyarbakır cezaevinin en genç, çocuk yaştaki mahkumudur. Yıllarca Kürt Ulusal Hareketi ve sosyalizm davasında en ağır görevleri üstlenmiş, en ağır işkenceler, hapisler, kovuşturmalar, açlık grevlerinden her zaman alnının akıyla çıkmış, bunların fiziksel izlerini bedeninde taşıyan, insan olarak da sayılmayacak kadar çok olumlu özellikleri bulunan, son derece mütevazi bir insan, örnek bir devrimci ve bir sıra neferidir. Artık nesli tükenmişler taifesindendir. Recep Maraşlı ile Niğde ceza evinde yattım yetmişli yıllarda. Beraberce Kıvılcımlı’nın, “İhtiyat Kuvvet Milliyet: Şark” kitabının yeni Türkçe’sinin son redaksiyonunu ve daktiloya çekilmesini tamamlamıştık yanlış hatırlamıyorsam. Sonra, 12 Eylül günlerinde, bir yerlerden bizleri unutmadığını anlatan bir kart atardı ara sıra. O günlerde bunlar bizlere müthiş moral verirdi. Hiçbir zaman cevaplayamadığım ve sonra onun hapisliğinde ödeşemediğim bu kartlar nedeniyle hep kendimi borçlu hissederim Maraşlı’ya. Recep Maraşlı kendisini tanımış olmaktan onur duyduğum çok sevdiğim bir arkadaşımdır. Bunları belirtiyorum ki eleştiri ve tartışmalarımız yanlış anlaşılmasın. 15 Mayıs 2003 Perşembe demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/
Maraşlı’nın Tartışamadığı: Kürdistan’da Solun Zor Dönemeci (2)
“Kürdistanlı Sosyalist” Nedir? Maraşlı’nın yazısının başlığı “Kürdistan’da Sol”un zor dönemecinden söz ediyor. Maraşlı’nın bununla kastettiği Kürdistanda sosyalizm, sosyalist hareket veya düşünce. Diğer bir deyişle de Kürdistanlı Sosyalistler. Elbette sol sosyalizmden çok daha geniş bir kavram olmasına rağmen, sosyalistler arasında, bazen baskıya karşı Ezop dili kullanma zorunluluğu nedeniyle; bazen farklı sosyalizm tanımları var olduğundan bunlara dalıp esas tartışılmak istenen konudan uzaklaşmamak için, bazen sosyalizm sözcüğü sol sözcüğünden daha büyük bir prestij kaybına uğradığından ön yargılardan korunmak için, sosyalistler tarafından genellikle sosyalizm karşılığı olarak kullanılmaktadır.i Maraşlı’nın yazısında da sosyalizm ve sol çoğu kez birbiri yerine kullanılmaktadır. Bu konuda bir çok örnek verilebilirii. Örneğin “Bu tartışmayı Kürdistanlı Sosyalistler bağlamında yürütmemin bir nedeni de(...)” diye yazarken, sol veya sosyalizm kavramları arasında bu yazıda bir fark gözetmediğini de dolaylı olarak ifade etmiş olmaktadır. Hatta sosyalizm de Türkiye ve Kürdistan’da genel olarak, Marksist gelenekle özdeşleşmiş olduğundan, Sosyalizm içinde de Marksizm’le sınırlı olarak kullanılmaktadır sosyalizm ve sol kavramları. Bir örnek verelim: “Kürdistan’ın bu süreçte Sosyalist düşüncenin prestijinin en yüksek olduğu alanlardan biri olduğunu söylemek abartılı olmaz.. Düşünün ki MarksistLeninist terminoloji yalnızca sol gruplar için değil, muhafazakarlar için bile bir referans olmuştu Kürdistan’da..” Görüldüğü gibi, sosyalizm ve Marksizm-Leninizm bile gerçek duruma ve geleneğe uygun olarak birbirinin yerine geçebilecek şekilde kullanılmaktadır. Bütün bu kullanımlar, terminolojik saflık bakımından pek doğru olmayabilir, ama yaygın ve anlaşılır, gelenekselleşmiş kullanımlar olduğu, meramı anlatmayı sağladığı için kullanılmasında bir mahzur yoktur. Yani Recep Maraşlı en azından yazısı boyunca Kürdistanlı bir Marksist, bir Sosyalist olarak tartışmaktadır Kürdistan’daki Sosyalizmin ya da Marksizmin sorunlarını. Örneğin şu sorunlar, moda deyimiyle paradigmalar, Marksistlerin paradigmalarıdır: “Burada tartıştığımız biçimiyle Marksizm’in, bir işçi sınıfı ideolojisi olmasına karşılık sınıfa dışarıdan taşınma zorunluluğu, bu aktarıcı kültürel tabakaya kritik rol vermiştir. Bu bilinç taşıyıcı kültürel tabakanın sahip olduğu rol, daha sonra profesyonel devrimciler olarak “sınıf öncüleri” haline gelmeleri ve son erimde de “yönetim eliti -parti bürokrasisi” haline dönüşmelerinde yaşanan, sınıf için, sınıfa rağmen ve nihayet sınıfa karşı yabancılaşma olgusu yaratmıştır.” Marksist gelenekten bir sosyalist olarak tartışıldığı yazının bütününe sinmiş olan problemlerde de görülmektedir. Özetlersek, yazı boyunca sol, sosyalizm ve devrimci Marksist gelenekten sosyalizm aynı anlamlarda kullanılmaktadır. Bundan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Eğer bu yazı, dünyada sosyalizmin veya Marksizm’in itibarının yüksek olduğu bir dönemde yazılsaydı, gerçek içeriğine ve öznesine uygun olarak, yazının başlığı muhtemelen
“Kürdistan’da Marksizmin (ya da Sosyalizmin) Zor Dönemeci” olabilirdi. Böyle bir başlık da en azından şimdiki başlık kadar hatta ondan daha da doğru olurdu. iii Peki Maraşlı Kürdistan’da sosyalistlerin sorunlarını tartışıyor ama kim olarak, ne olarak tartışıyor? Kısaca buna değinelim. Çünkü tartışmanın izleyeceği yöntem bakımından, çıkarılacak sonuçlar ve çözüm önerileri bakımından bunun hayati önemi bulunmaktadır. Özne ve amaç arasında belirli bir ilişki vardır. Farklı özneler farklı konumlar ve çıkarlar demektir. Politik tartışmalar, en azından deklare edilmiş öznelerin, dolayısıyla konum ve çıkarların özdeşliği durumunda yapılabilir. Yani Kürdistan’da sosyalizmin veya solun sorunlarını tartışmak, zorunlu olarak bu sorunların sosyalistler veya solcular açısından tartışıldığı anlamına da gelmez. Çünkü her hangi bir öznenin ya da toplumsal gücün sorunları başka özneler, başka konum ve çıkarlar açısından da tartışılabilir. Örneğin biz bir çok yazılarımızda, burjuvazinin, ABD’nin veya Kemalist bürokrasinin karşı karşıya kaldığı açmazlardan söz ederiz. Ama bu söz edişimizdeki amaç, o açmaz ve sorunlara bir çözüm bulmak değil, aksine o açmaz ve sorunların yol açacağı bunalımlardan yararlanarak onların çanına ot tıkamaktır.iv Elbette Kürdistan’da Solun sorunlarını sola düşman birileri de, hazır bu sorunlarla karşı karşıyayken şu solun çanına nasıl ot tıkarız kaygısıyla da tartışılabilir. Veya, sağmış solmuş beni ilgilendirmez, benim için önemli olun bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasıdır diyen biri de bu amacı açısından, Kürdistan’daki solun sorunlarının, karşı karşıya kaldığı açmazların kendisine ne gibi olanak veya engeller yarattığı noktasından tartışabilir. Ama Recep Maraşlı’nın kaygısı böyle bir kaygı değildir. O, sol ne yapabilir de bu açmazlardan kurtulabilir, nasıl bir politika izlemelidir ki Kürdistan’da kendisini tehdit eden yok oluştan kurtulabilir diye tartışmaktadır. Örneğin şöyle yazıyor: “Sosyalistler kendi politik ve ahlaki tutumlarını net bir biçimde ortaya koymalı, daha da önemlisi kendi alternatif politikalarını üretmelidirler. Mevcut politik tutumlardan birinin ya da öbürünün peşine takılmak, hele hele suskun kalmak Kürdistan’da solun ölüm fermanı demektir.” derken örneğin bu kaygıyı ifade etmiş oluyor. Toparlarsak, Maraşlı, sadece Kürdistan’da Sosyalist hareketin sorunlarını tartışmıyor bunları aynı zamanda sosyalist olarak tartışıyor. En azından deklaresi böyle. Buna uygun davranıp davranmadığı veya bunun ne gibi çelişkilerle malul olduğu ayrı bir sorun ve zaten bu yazının esas konusu da bunlar. Ama şimdilik henüz orada değiliz. Bunu belirtiyoruz, çünkü biz de tartışmaya, aynı özne açısından, aynı kaygıyla girmeye çalışacağız. Yani Recep Maraşlı’nın ortaya koyduğu sorunları bir sosyalist olarak, sosyalizmin çıkarları açısından tartışmaya çalışacağız. O halde, sosyalist olmayan bir insanın Maraşlı’nın tartışmasının içeriğine girmesi, sanki örneğin Maraşlı’nın Bağımısız bir Kürt devletinin sorunlarını sorunların tartışıyor gibi tartışması, Maraşlı’nın neyi tartıştığının hiç anlaşılmadığını gösterir. Zaten Bizim yazımızın başlığının, “Maraşlı’nın Tartışamadığı” olmasının nedeni tam da bu durumdur. Sadece Maraşlı’nın Sosyalist olarak tartıştığı anlaşılmamış değil, bu sosyalist ile ayrılmaz biçimde bağlı olan, “Kürdistanlı” sözü de anlaşılmamış bulunmaktadır. “Kürdistanlı”kavramı
Kürt gibi anlaşılmaktadır. Bir çok tartışmacı tarafından, Kürdistan’da yaşayan, hiç de Kürt olması şart olmayan bir sosyalistin değil, Kürtlerin ya da Kürt Ulusal Hareketinin sorunları tartışılmaktadır.v Maraşlı’nın yazısı üzerine yapılan tartışmalarda, kimse, yazıyı Maraşlı’nın yazısının başlığında ve içinde deklare edilmiş amacı açısından tartışmamaktadır. Yazıyı tartışanlar, Kürt Ulusal Hareketinin veya Kürt ulusunun çıkarlarının nerede olduğu açısından tartışmaktadırlar. Halbuki Maraşlı tam da, bir sosyalist olarak, şimdiye kadar pek problem olmayan, Kürt ulusal hareketiyle Kürdistanlı sosyalistlerin konumları arasında oluşan gerilimi tartışmaktadır. En azından eski uyumun eskisi kadar kolay kurulamadığı izlenimi ona bu yazıyı yazdırmaktadır. Kürt ulusunun çıkarları açısından tartışan bir Kürt milliyetçisi açısından ise, böyle bir gerilimin varlığı ve bu gerilimin nasıl aşılacağı bir sorun olmaz. Ya da bu gerilimin sosyalist hareketin tamamen nasıl silinerek aşılabileceği bir sorun olabilir örneğin. O halde, Recep Maraşlı’nın tartışmaya açtığı ve tartışmak istediği konular, ancak sosyalistlerin tartışabileceği konular olabilir. İster Türk, ister Kürt, ister başka bir ulustan olsun, o ulusun çıkarları açısından olaya yaklaşanlarca tartışılamaz. Bu nedenle kendimizi açtığı tartışmanın bir muhatabı olarak görüyoruz. Aslında yazının gerçek muhatapları sosyalistlerdir. Ama o muhataplar tartışmamaktadır. Tartışmamak bir yana sorunların adını ağızlarına bile almamaktadırlar. Bu nedenle bu yazının başlığı “Maraşlı’nın Tartışamadığı”dır. Tartışan kimileri Maraşlı’yla aynı amaçları tartışıyormuş gibi tartışmaktadırlar onun amaçlarını tartışacak yerde. Bu da tam bir kafa karışıklığına yol açmakta ve bunun da bir yansıması olmaktadır. * Bu kısa girişten sonra, şu soruyu soralım: Kürdistan’lı Sosyalist Nedir? Çünkü bu noktada bir berraklık olmadan, Kürdistan’lı sosyalistten farklı şeylerin anlaşıldığı bir durumda yine aynı problem ortaya çıkar, aynı sözcükle ama bilince çıkmamış farklı amaçlar ve özneler ifade edilmiş olur. Bu sorunun cevabını ararken, elbette Maraşlı ile ortak bir referans sistemi olması gerekmektedir. Maraşlı’nın kendisini sosyalizm çerçevesinde ama örneğin ütopik bir sosyalist veya anarşist olarak veya sosyal demokrat veya Maoist olarak görmediğini biliyoruz. Yani Maraşlı Marksist gelenektendir ve en azından Marks, Engels, Lenin’in öğretisini referans kabul etmektedir. Tabii Marks, Engels, Lenin olunca da, bunların adıyla o öğreti çok tahrifatlara uğradığından, en azından otantik biçimleri bir referans olarak alınabilir. Yani Birinci Enternasyonal ve Üçüncü Enternasyonal’in Lenin’in henüz sağ olduğu ilk dört kongresi. O halde, “Kürdistanlı Sosyalist”in ne olduğu sorusuna bu referans noktalarına göre cevap aramak gerekiyor. Biz de böyle yapacağız. Öncelikle sorunu kategorik düzeyde ele almak gerekiyor.
“Kürdistanlı Sosyalist” Sosyalist bir Kürdistan veya Bağımsız bir Kürt devleti veya bütün ulusların eşit olduğu, ABD gibi, Avrupa Birliği gibi bir Ortadoğu Demokratik Federasyonu için mücadele eden, Kürdistanlı değildir ve olamaz. “Kürdistanlı Sosyalist” dünya prolateryasının zaferine Kürdistan denen bölgede azami katkıda bulunmaya çalışan insandır. Diğer bir deyişle, Kürdistan’da ve Kürdistan işçileri içinde, dünya proletaryasının genel ve tarihsel çıkarlarını savunan insandır. Niçin böyledir? Çünkü Üçüncü Enternasyonal’in de aynen benimsediği, Birinci Enternasyonal’in tüzüğü “işçi sınıfının kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı” önermesinden hareket eder. Bunun ardında da kapitalizm sonunda bir dünya pazarı ve dünya ekonomisinin ortaya çıkması, dolayısıyla işçi sınıfının kendisinin bir “dünya tarihsel sınıf” olduğu önermeleri vardır. Yani her hangi bir ülkenin işçileri bile işçi sınıfı değildir. Onlar dünya proletaryasının oralardaki zümreleridir. Zümre çıkarını savunmak genelin çıkarını savunmak anlamına gelmez. Yani her hangi bir ülkedeki işçilerin çıkarlarını savunmak, işçi sınıfının çıkarlarını savunma anlamına gelmez. İşçi sınıfının çıkarları ancak dünya ölçeğinde tanımlanabilir. Bun nedenledir ki, manifestoda Komünist, işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarlarını savunan olarak tanımlanır. Ve tam da bu mantığın ürünü olarak, Birinci ve Üçüncü Enternasyonaller, ulusal işçi partilerinin basit bir toplamı değil, cebirsel bir toplamıdır. Yani parçanın bütüne tabi olduğu, teorik ve biçimsel olarak merkezin, dünya proletaryasının genel çıkarlarını savunduğunun var sayıldığı ve tek tek örgütlerin kendilerini bu iradeye tabi kıldığı organizmalardır. Bu nedenle her hangi bir ülkedeki parti, Üçüncü Enternasyonal’in bir şubesidir. Tıpkı bir ülkedeki partinin bir il örgütü gibidir. Bir ülkedeki partide nasıl bir şehirden diğerine giden üye oradaki örgütün bir üyesi olursa, aynı yaklaşım tüm dünya için geçerlidir. Yani Kürdistanlı sosyalist, kelimenin gerçek anlamıyla Kürdistanlı bile değildir. Her hangi bir ülke veya ulustanlık, rastlantısal, kültürel bir özelliktir, siyaseti etkilememesi gereken bir özelliktir. Bir ülkede bir şehirden diğerine taşındığınızda muhtemelen büyük kültürel ve dil problemleriyle karşılaşmazsınız ama bir ülkeden diğerine gittiğinizde bunlar çoğu kez siyasi bir pratik için aşılmaz kültürel engeller olarak karşınıza çıkar. Bu anlamda rastlantısal ve kültüreldir ve politikanın içeriğini belirlemez ve belirlememelidir. Marks öğretisinin özünü anlatırken, sınıf mücadelesinin burjuvazinin düşünürlerince de bulunduğunu, kendi katkısının burada değil, kapitalizmden sosyalizme giden yolda, proletarya diktatörlüğü denen bir geçiş döneminin gerekliliğini öngörmek konusunda olduğunu belirtir. Benzer olarak, enternasyonalizm de, tek tek ülkelerin proleterlerinin dayanışması veya halkların dayanışması değildir. Bu anlamda Enternasyonalizm, burjuvazinin veya küçük burjuva demokrasisinin de kabul edebileceği bir şeydir. Tıpkı sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığının burjuva düşüncesi tarafından kabul edilebileceği gibi. Karşılıklı çıkarlar temelinde bir anlayıştır bu. Kısa vadeli ile uzun vadeli çıkar, parçanın çıkarı ile bütünün çıkarı arasında hiçbir çelişki ve gerilim olmadığı gibi bir varsayıma dayanır veya bunlar var olduğunda sayım suyum yok demeyi meşru görür. Proletarya enternasyonalizmi ise, aralarında çelişki ve gerilim olduğunda, kısa vadeliyi uzun vadeliye, parçayı bütüne tabi kılan, ona feda eden enternasyonalizmdir. Tıpkı karmaşık bir organizma gibidir. Basit bir simbiyoz veya yaşam
ortaklığından öte bir şeydir. Örneğin insan vücudu, büyük tehlike anlarında, örneğin bir dolaşım bozukluğu veya kalp krizinde, daha az hayati organları feda eder. Örneğin önce bacakları, böbrekleri feda eder, beyni ve yüreği koruyabilmek için. Proletarya enternasyonalizmi böyledir. Parçanın bütüne feda edildiği bir enternasyonalizmdir proletarya enternasyonalizmi. Ve siz o sırada, feda edilecek parçada bulunuyorsanız, bunu gönüllü olarak yapmaya hazırsınız demektir. Lenin de, Proletarya enternasyonalizmini, tam tamına böyle tanımlar: “Proletarya enternasyonalizmi şunları gerektirir: 1- Bir ülkedeki proletarya mücüadelesinin çıkarlarının, bu mücadelenin dünya ölçeğindeki çıkarlarına tabi kılınması; 2- Burjuvaziyi yenmekte olan ulusların, uluslar arası sermayenin devrilmesi amacıyla ulusal planda en büyük fedakarlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır olması.” Tabii, Enternasyonalizmin tanımını geleneğe, öğretinin temellerine uygun olarak böyle yaptığımızda, her hangi bir ülkeli sosyalistin bırakalım ülkesinin bağımsızlığını falan bir yana ülkesinde burjuvaziyi yıkacak bir devrimi bile, bulunduğu ülkede sosyalizmi kurmak (ki o da mümkün değildir ama ayrı konu) veya o ülkeyi kalkındırmak için değil, dünya proletaryasının zaferine azami katkı için yapmaya çalışır. Yani bulunulan ülkede burjuvaziyi yıkacak bir devrim bile kendi başına bir amaç değil, dünya proletaryasının zaferine daha fazla katkı sunmayı sağlayan bir araçtır. İşte şimdi çoktan unutulmuş, Marks, Lenin’lerin sosyalizm ve enternasyonalizm anlayışı böyleydi ve onlar böyle davranıyorlardı. Lenin’ler, Rusya’da sosyalizmi kurmak için değil, Avrupa gericiliğinin kalesi olan çarlığı yıkarak, Avrupa işçi sınıfının mücadelesine bir hız vermek ve sonra onlar tarafından sosyalizme götürülmek için Devrim yapıp mücadele ediyorlardı. Onlar için “kendi” ülkelerinde devrim, sosyalizm vs. hiçbir zaman kendi başına bir hedef değildi. Bütün bunlar, esas hedefe hizmetin araçlarıydı. Açın Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin programını okuyun. Sorun aynen böyle koyulur. Lenin, ayaklanma için gerekçelerini sunarken, Rusya’da sosyalizmi kuralım demiyordu. Alman bahriyelileri ayaklandı, onlara yardım için biz de ayaklanalım diyordu. Bu artık unutulmuş çok başka bir yaklaşımdır. Brest Litovsk da veya başka tartışmalarda ayrılıklar, Rusya’da derimin nasıl yaşatılacağı noktasından yapılmıyordu, Alman ve Avrupa proletaryasının zaferine, devrimi kurtararak mı yoksa feda ederek mi daha çok katkıda bulunuruz noktasından yapılıyordu. Bir de şimdiki sorunu koyuşlara bakın. Düşünebiliyor musunuz, bir Türkiyeli veya Kürdistan’lı sosyalistin, sorunu böyle koyabileceğini? Somut olarak yanlış bir durum yargılamasına da dayanabilir ve yanlış sonuçları da olabilir. Ama sorunu böyle koymak doğrudur. Sorunu böyle koymayan sosyalizm adına yapılmış her çıkarsama, temelden yanlıştır. O halde şöyle bir sonuca ulaşabiliriz. Sosyalistler açısından sorunu böyle koymayan her çıkarsama ve tartışma temelinden yanlıştır. Yöntemsel olarak yanlıştır. Savaşta, ordunun genelinin zaferi için gereğinde tek tek birlikler nasıl feda edilirse, proletarya ordusunun zaferi için de aynı şey geçerlidir. Orduda bunu mutlak itaat, uymayanın kurşuna
dizilmesi sağlar, proleter dünya ordusunda, bu gönüllü olarak dünya proletaryasının çıkarını öne alma bilinci. O halde, böyle, öğretinin unutulmuş otantik kategorileriyle baktığımızda, Kürdistan’lı sosyalistlerin görevi, Kürdistan’da Dünya Proletaryasının zaferine azami katkıyı nasıl sağlayacağı noktasında toplanır. Elbette bu gün, o genel e tarihsel çıkarı ifade ve temsil edeceği düşünülen bir merkez yoktur. Dünya çapında bir işçi hareketi da yoktur. Ama Kürdistanlı veya her hangi bir yerli sosyalist, böyle bir merkez olsaydı bana burada nasıl bir görev verirdi, veya şu an hangi politika dünya proletaryasının genel çıkarına azami katkıda bulunabilir diye düşünen insandır veya gruptur veya örgüttür. Böyle bir yaklaşımda, bulunulan yerdeki kitlelerden veya hareketten tecrit olup olmamak değil, dünya proletaryasının genel ve tarihsel çıkarlarından tecrit olmak, ona uzak düşmek bir tehlike olarak koyulur. Biz örneğin savaş karşısında tamamen böyle davrandık. Saddam’ın bir zaferinin Kürtler için bir felaket olacağı, keza Türkiye’deki Demokrasi hareketi için de bir felaket olacağı gerçeğini hiç örtmeye çalışmadık. Çünkü Kürtlerin ezilmesi, aynı zamanda Türkiye’deki Genel kurmay rejiminin güçlenmesi anlamına gelirdi. Bütün sol yukarıda tanımladığımız türden bir enternasyonalizm perspektifine; sorunu kategorik olarak koyma ve tavır alma cesaretine sahip olmadığından, ABD’nin başarısızlığı ile bölge gericiliklerinin de zayıflayacağı gibi çıkarsamalarla durumu idare etmeye çalıştılar. Biz ise açıkça, parça bütüne tabidir. ABD’nin bir yenilgisi, Türkiye ve Kürtler, hatta belki Iraklılar için bir felaket anlamına gelebilir, ama böyle bir yenilgi, Dünya işçi ve ezilen halklarının mücadelesine muazzam bir atılım verir, bu nedenle ABD’nin yenilgisinden yana tavır almalıyız, onu sağlamaya çalışmalıyız dedik. İşti Kürdistan’lı sosyalistin de tavrı böyle olmalıdır. Kategorik olarak, onun kaygısı, böyle bir tavır aldığı için Kürt ulusal hareketinden tecrit olmak değil, Dünya Proletaryasının genel ve tarihsel çıkarlarından tecrit olmak tehlikesi açsından koyulmalıdır. Bir ülkedeki mücadele ve dünya proletaryasının genel çıkarları eş düzeyde, aralarında bir denge aranacak hedefler değildir. Biri diğerine tabidir. Burada kategorik olarak bir tavır söz konusudur. Elbette diyebilirsiniz ki, örneğin, ABD’nin zaferi, Dünya Proletaryasının genel ve tarihsel çıkarına daha büyük hizmet eder, biz bunun için savaşmalıyız. Burada tartışan, Proletarya enternasyonalizmi açısından tartışmaktadır kategorik olarak. Türkiye’de demokrasi mücadelesini güçlendirir onun için ABD’nin yenilgisinden yana olalım diyerek, ABD’nin zaferine karşı durandan ve dış görünüş itibariyle bizimle aynı pozisyonda bulunandan, bin kat daha enternasyonalisttir ve bize yakındır. Burada tartışma, yöntemsel olarak değil olgusal düzeyde yanlış olabilir. Ama ilke düzeyinde sorunun koyuluşu doğrudur. Sorunu böyle tartışan bulunmamaktadır. Sorun Kürt Ulusal Hareketinin veya Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin veya Türkiye’nin veya Kürtlerin çıkarları açısından tartışılmaktadır. Bütün bu tartışmalarda liberallere veya ulusal
kurtuluşçulara söyleyecek bir sözümüz olamaz. Ama kendini sosyalist olarak niteleyenler, sorunu böyle koyarak sosyalizmle hiçbir ilgilerinin olmadığını kanıtlamaktadırlar. Şimdi bu uzun açıklamadan sonra, Recep Maraşlı’nın, sorunu nasıl koyduğuna bakalım. Maraşlı’dan uzun bir alıntı yapalım: “Sosyalist hareketin ABD’nin dünya hegemonyası için başlattığı emperyalist savaşa karşı tavır alması gerekliliği ile, bu savaşın bölgede yaratacağı statüko değişikliğinden kalıcı bir Kürt federal devleti gibi, Kürdistanlı sosyalistlerin siyasal hedefleriyle de örtüşen bir sürecin ortaya çıkması, sosyalistler açısından önemli bir gerilim noktası oluşturuyor. Kürdistanlı sosyalistlerin açmazı, sanıyorum, bugün başka herhangi bir noktadan bakan sosyalistlere göre çok daha derin. Çünkü hem ülke özgülündeki son derece kritik ulusal kurtuluş sorununda doğru bir tutum takınmak, hem de dünya ölçeğinde emperyalizmin saldırganlık politikasına karşı somut bir tutum almak durumundalar. Sorun şimdiye dek genellikle hep birbirine koşut giden bu ilişkinin, bugün ters kutuplara savrulmuş olmasındadır. Basmakalıp söylemler bu durumu açıklayıcı olmaktan uzak.” Recep Maraşlı’nın nerede takıldığı bu alıntıda açıkça görülmektedir. Recep Maraşlı, ABD’nin zaferinin, dünya haklarının aleyhine olacağını kabul etmektedir. Burada Enternasyonalist bir Kürdistanlı Sosyalist olarak yapması gereken çıkarsama, parça bütüne tabi olacağından, ABD’nin yenilgisinden yana tavır almak olabilir. Bu kategorik olarak önce alınması gereken tavırdır. Ama Recep Maraşlı bu kategorik tavrı alamıyor. Niçin alamadığını görüyoruz. “Kürdistanlı Sosyalistlerin Siyasal Hedefleri” olarak tanımladığı “Kalıcı bir Kürt federal devleti” tanımlamasında bulunuyor sorunun can alıcı noktası. “Kalıcı Bir Kürt Federal devleti” veya daha ileri gidelim, bir “Kürt Sosyalist Cumhuriyeti” dahi Kürdistanlı sosyalistin hedefi değildir ve olamaz. Bütün bunlar, kendi başına hedef değildir, ancak, dünya proletaryasının zaferine azami bir katkı sağlıyorlarsa bir araç, bir yoldurlar. Bu amaçla çeliştikleri an Kürdistanlı sosyalist gereğinde Kürt kitlelerinden, Kürt işçilerinden, ya da Kürt işçileri Kürt ulusundan tecrit olma bahasına dünya proletaryasının tarihsel ve genel çıkarından yana olmak zorundadır. Sorun ve cevabı kategoriktir. Bu cevaba göre tavır almak gerekir. Eşitlikler arasında denge bulmak olarak koyulamaz sorun. Recep Maraşlı’nın yapamadığı budur. O bütün Türk ve Kürt solunun diğer yazarlarından farklı olarak, bu gerilimi ve çelişkiyi inkar etmiyor. Açıkça koyuyor. Ama tam anlamıyla, klasik enternasyonalist geleneğe dayanan bir Kürdistanlı sosyalist gibi değil, Kürdistan’ın sosyalizmle kalkınacağına inanan veya bağımsızlığını sosyalistlerin sağlayacağını düşünen bir Kürdistanlı olarak düşünüyor. Kürdistanlı sosyalist, Kürdistan için sosyalizmin en iyi bağımsızlık veya özgürlük sağlayacağını düşünen değildir. Recep’in anladığı anlamda Kürdistan, dünya çapındaki mücadeleye oradan azami katkıda bulunmaya çalıştığı bir savaş alanı değil, bir özgürleşmesi veya bağımsız olması gereken bir hedeftir. Savaşın amacıdır azami katkı yapılacak bir alan değil. Elbette sorun bir kere böyle koyulup temelde kategorik olarak bir doğru tavır alındıktan sonra, bu tavrın uygulamasında, bir yığın hareket alanı aranabilir.
Bunu şöyle anlatalım. Diyelim ki, bir ordunun geri çekilişini emniyete almak için bir birliği belli bir alanı tutmakla ve gereğinde yok olmak ama orayı olabildiğince uzun süre elde bulundurmakla görevlendirdiniz. Bu birlik, yok olma bahasına burayı tutmakta kararlıdır. Ama bunu yaparken, düşmana postu pahalıya satmak için, bin bir türlü taktik manevra yapabilir. Bunun gerekliliği ve zorunluluğu inkar edilemez. Bunun gibi, elbette, Kürt ulusunun tarihsel bir fırsat yakaladığı bir anda, böyle dünya proletaryasının çıkarına deyip açıkça ABD’nin yenilgisinden yana tavır almak, sizi tecrit edecek hatta belki tümüyle imhanıza yol açacaktır. Enternasyonalizm zaten buna hazır olmaktır. Ama tıpkı o feda edilmiş birlik gibi, postu pahalıya satmanın yollarını, tecrit ve imha olmaktan kurtulmanın veya bunu uzatmanın yollarını aramanıza engel olmaz bu. Zaten böyle yaptığınız ölçüde daha fazla katkıda bulunabilirsiniz. İşte Recep Maraşlı, ilkesel bir tavır alıştan sonra yapılması gerekenleri, ilkesel tavrın yerine koymaktadır. Yanlışı buradadır. Bu yanlışı nasıl ifade ettiğini görelim: “Aslında mevcut paradoksal duruma baktığımızda bunun zor bir durum olduğunu teslim etmek gerekiyor. İster ABD-İngiliz koalisyonunda yer alarak dünya sosyalist hareketi ve küresel muhaliflerle karşı karşıya gelmek, isterse öbür bloka dahil olarak Saddam gibi bir cellatla bir anda müttefik hale gelip Güney Kürdistan’daki özgürlük istemlerinden vazgeçerek ulusun karşısına geçmek.. Daha önce birkaç kez belirttiğim gibi, dayatılan bu ikilemin, son derece haksız ve konjonktürel bir yanlış olduğunu düşünüyor ve bizi ne kadar gerilimin odağında tutsa bile doğru tutumun bağımsız bir hat çizmek olduğunu düşünmekteyim. İkilemler renk körüdür ve eni sonu yaşamın gerçekteki çok renkliliğine çarparak kırılmaktan kurtulamazlar. Örneğin daha savaşın ilk günlerinde fırsattan istifade Güney Kürdistan’ı işgal etmeye çalışan Türkiye’ye karşı Kürt gruplarının aldıkları topyekün tavır, ABD-TC ilişkilerinin gerilmesi ve krize yuvarlanması, önemsenmez gibi görünen ve tali kabul edilen bu çalişmelerin bölge açısından nasıl başat bir karekter taşıdığını göstermiş oldu. Bu savaş teknolojisi, sermaye ve siyasi gücüne güvenerek paldır küldür, kırıp-dökerek ilerleyen ABDİngiliz koalisyonu için de sorunun uzaktan hesaplandığı gibi olmadığını, olamayacağını yeterince anlattı sanıyorum.” Recep sorunu “ikilem” olarak koyuyor. Bizim tanımladığımız anlamıyla Kürdistanlı Sosyalist açısından bir ikilem yoktur. Eşit düzeyde bir çelişki ya da karşılıklı çıkarlara dayanan bir enternasyonalizm söz konusu değildir. Maraşlı’nın enternasyonalizm anlayışı, birini diğerine tabi kılan değil, ortalama, her iki tarafın da çıkarına çözümler arayan bir enternasyonalizmdir. Yani devrimci demokrasinin enternasyonalizmi. Proletaryanınki bu değildir. Bu anlamda, Recep Maraşlı, henüz klasik Marksist gelenekten bir Kürdistanlı bir Sosyalist olarak sorunu tartışmamaktadır. Sosyalizmin iyi bir şey olduğunu düşünen bir Kürdistanlı olarak tartışmaktadır. Bizim birinci itirazımız bu.
Tabii bir yaklaşımın yanlış olduğunu açıklamak yetmez. Onun tarihsel ve sosyolojik anlamını da açıklamak gerekir ki onun ne olduğu anlaşılabilsin. Bundan sonra, yine bizzat Recep Maraşlı’nın yardımıyla, Recep Maraşlı’nın sorunu niye böyle koyduğu, bunun tarihsel ve sosyolojik anlamı üzerinde duralım. Çünkü bu yaklaşım çok yaygındır ve hatta bütün sosyalistlere egemendir. Niye böyledir? Bunun bir açıklaması, Maraşlı’nın bu tavrının sosyolojik ip uçlarını verir. Ondan sonra, bizzat Maraşlı’nın ön kabullerinin mantığı içinde ifade ettiği çıkmazdan çıkış için yaptığı önerilerin ne gibi çelişkiler barındırdığına geçilebilir. 21 Mayıs 2003 Çarşamba demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ *
Maraşlı’nın Tartışamadığı (3)
Gerçek Kürdistanlı Sosyalist Nedir? Yazının birinci bölümünde, Maraşlı’nın da kendisinin dayandığını varsaydığımız teorik gelenek veya varsayımlar açısından Kürdistan’lı Sosyalist’in tanımını yaptık. Ve böyle bir tanım çerçevesinde soruna nasıl bakılması gerektiğini ele aldık. Maraşlı’nın tartışmasının bu tanıma uymadığını göstermeye çalıştık. Burada tıpkı matematikte olduğu gibi, kabul edildiği var sayılan öncüllere göre tümden gelen çıkarsamalarla bir sonuca ulaşmaya çalıştık. Bu ortak kabuller içinde o kabullere göre doğru tavrın ne olacağına ilişkin bir tartışmadır. Doğrudan doğruya, Maraşlı’nın yazısında ve bizim bu yazıda tartışmaya çalıştığımız sosyalistlerin karşı karşıya olduğu açmazlar ve sorunlarla henüz ilgisi yoktur. Bu bağlamda savaş karşısındaki tavırlar aslında sadece somut bir örnek işlevi görmektedir farklı Marksizm, dolayısıyla farklı Kürdistanlı Sosyalist anlayışları bakımından. “Kürdistanlı sosyalist nedir? ”başlıklı ilk bölümdeki tartışma, sosyalizm ya da Marksizm ya da enternasyonalizmden, ne bu iddiada bulunan insanlar olarak ne anlamamız gerektiğine ilişkin bir tartışmadır. 1 Klasik Marksist teori ve gelenek açısından Kürdistanlı Sosyalist’in normatif bir tanımı söz konusuydu bir anlamda Bu farkı göstermiş olmak ve Klasik Marksizme göre Kürdistan’lı Sosyalistin hedefinin ve dolayısıyla alması gereken tavrın ne olduğunu göstermiş olmak, Maraşlı’nın Kürdistanlı Sosyalist’i ile bizim Tanımladığımız Kürdistanlı Soyalistin farklı olduğunu, dolayısıyla bunların farklı hedefleri olduğunu, hatta bunlardan birinin klasik öğretiye uygun olmayan bir
1
İlginçtir. Bu yazıya hiçbir cevap gelmemiş bulunuyor. Bu aslında piyasada sorunu bu açıdan tartışan kimse kalmadığının da bir göstergesidir.
Kürdistanlı sosyalist olduğunu gösterir ama gerçek Kürdistanlı Sosyalistin bir sosyolojik kategori olarak ne olduğu hakkında bize bir fikir vermez. 2 Gerçek ve Normatif Kürdistanlı sosyalistler arasındaki ilişki, ralite ile verite, gerçek ve doğru arasındaki ilişki gibidir. Bir şeyin doğru olması onun gerçekte bir karşılığı olduğu anlamına gelmez ve bir şeyin gerçek olması da onun doğru olduğu anlamına gelmez. Ama doğru bilinmeden gerçeğin ne olduğu anlaşılamaz. Gerçek devrimcidir sözü, aslında doğru (hakikat) devrimcidir anlamındadır. Tabii buradaki doğru kategorisi de ahlaki bir kategori olarak doğruluk değildir, gerçeğin özünü kavrayan kavramlar, yasalar, onun görünmez ilişkileridir. Toplum bilimleri ve politika alanında, bu kavramlar olmadan gerçeğin özünün kavranması olanaksızlaşır. Yani kendisi de aslında son duruşmada bizzat tarihin ve toplumun materyelist bir açıklamasından çıkmış, örneğin normatif bir Kürdistanlı Sosyalist, kavramınız yoksa, gerçek Kürdistanlı Sosyalist’in ne olduğunu anlamanız olanaksızdır. Bu her alanda böyledir. İdeal bir kapitalizmin ifadesi olan soyut bir kapitalizm kavramınız yoksa, var olan kapitalizmin ne olduğunu hiçbir zaman anlayamazsınız. Aynı şey Sosyalizm’den Enternasyonalizm’e veya tüm toplumsal kategorilere kadar genişletilebilir. Engels’in “insanın anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır” sözü bu ilişkiyi açıklayabilmek içindir. Bu kavramlar, tıpkı fizikte matematiğin gördüğü işlevi görürler sosyoloji ve politika alanında. Bu çok soyut gibi görünen, gerçek hayatta belik hiçbir karşılığı bulunmayan kavramlar olmadan toplumsal süreçlerin gerçek anlamını kavramak olanaksızdır. Ya da metafizik, vülger burjuva sosyolojisinden, tasviri bir sosyolojiden öteye gidemezsiniz. İlk bakışta bu kavramların gerçekle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünür, kimileri bunu bir yeryüzü cenneti olarak anlayıp nasıl olsa böyle bir şey olmaz veya olsa bile kim bilir ne zaman diye düşünüp, bu kavramların içeriğine kafa yorma gereği bile görmez. Bir hayal, kimilerinin kendini avutması gibi görülür. Ama bu hayal gibi görünen, saf kavram olmadan, tıpkı fizikteki bir ısı, bir enerji, bir kütle, bir hız kavramları olmadan hiçbir derinliğe ulaşamayacağınız gibi, aynen sosyoloji ve politika alanında da hiçbir derinliğe ulaşamazsınız. Örneğin Doğu Avrupa’daki “gerçekte var olan” sosyalist ülkelerin sosyalist olup olmadığını anlamak için, sosyalizmin, gerçekte hiçbir zaman karşılığı olmamış ve belki hiçbir zaman da olmayacak otantik, saf, normatif kavramına ihtiyacınız vardır. Sosyalizm kavramının bu içeriğine göre sosyalizmde sınıflar olmaz. Sınıflar olmadığı için sınıf mücadelesi aracı olarak devlet yoktur, dolayısıyla devlet artık sadece burjuva hak eşitliğini sağlayan bir kalıntı olarak vardır henüz tam bir bolluk olmadığı için. Onu komünizmden ayıran tek fark gürül gürül akan bir bolluk bulunmaması dolayısıyla eşitlik için
2
Bu anlamda tartışmanın skolastik bir karakteri de vardır. Skolastiğin yöntemi de tümden gelimdir. Daha yüksek bir uygarlık ve kültür düzeyinin sonuçları onda tartışılmaz veriler olarak alındığından, bu kabul edilmiş verilerden hareketle çıkarsamalar yapılır. Bu anlamda, bu Kürdistanlı Sosyalist’in ne olduğu ve nasıl davranması gerektiği tartışması skolastik bir tartışmadır da aynı zamanda. Bunun bilincindeyiz. Ama kavramsal açıklık için bu skolastik benzeri tümden gelim kaçınılmazdır. Lenin’in Devlet ve Devrim’i onun en skolastik eseridir. Teorik tahrifata ve revizyonizme karşı teorik mücadele daima tümden gelimci niteliği dolayısıyla skolastik bir karakter taşır.
yaptırım gerekliliği ve dolayısıyla demokrasinin olması ve hala iş bölümünün dolayısıyla belli bir yabancılaşmanın varlığıdır. Komünizmde ise ne işbölümü olur ne de demokrasi, çünkü olağanüstü bolluk yaptırıma ve eşitliğe gerek bırakmaz. Özgürlük vardır demokrasi yoktur. Şimdi bu sosyalizm tanımıyla o “real sosyalist” ülkelere baktığımızda bütün bunların hiç biri, o “gerçek” sosyalist ülkelerde olmadığı görülür. O zaman ortaya iki yol çıkar: ya bunlar sosyalizm değildir ya da b. u sefer durumu kurtarmak için sosyalizm kavramının içeriğini tahrif etmek zorundasınızdır. O zaman sizin sosyalizm kavramınızın, veya doğu Avrupa’da dendiği gibi gerçekte var olan sosyalizm kavramınızın içeriğinde, devlet, gelir farklılıkları, iş bölümü, hasılı sosyalizm tanımının kendisine göre olmaması gereken her şey vardır. Bu durumda sosyalizm kavramınız veya “Gerçekte Var Olan Sosyalizm” kavramındaki, “gerçekte var olan” bütün bunları içerdiğinden, bu eğer bir içindeki yöntemsel ve mantıksal çelişkiyi göstermek için bir benzetme yapmak gerekirse, sınıfların ya da meta üretiminin olmadığı kapitalizm gibi bir saçmalıktır teorik olarak. Kendi içinde bir çelişkidir. Ancak saf sosyalizm kavramıyla onların sosyalist olmadığını anlayabilirsiniz. Sadece bunu da değil, niçin olmadığını ve niçin “gerçekte var olan sosyalizm” gibi bir kavramın yaratıldığını da. Aynı şey, Kürdistan’lı Sosyalist için de geçerlidir. Gerçekte var olan Kürdistanlı Sosyalist’in özellikleri, tıpkı gerçekte var olan sosyalizm gibidir. Aslında gerçekte var olan Kürdistanlı Sosyalist, şimdi artık gerçekte de var olamayan bir zamanların “gerçekte var olan sosyalizm”inin bir ürünüdür ve paralelidir. Onun sosyalizmle ilişkisi, gerçekte var olan sosyalizmin Sosyalizmle ilişkisi gibidir3. Sosyalistin, dolayısıyla Kürdistanlı Sosyalistin de vatanı olmaz, ulusu olmaz, onun esas kaygısı kendisinin mücadele alanı olarak tanımladığı ülkeye veya ulusa değil, dünya işçi sınıfına ters düşmemektir vs. , vs. . Bütün bunlar çoğaltılabilir. Ama gerçekte var olan Kürdistanlı Sosyalist’in vatanı da vardır, ulusu da vardır, “Biz”i hep halkıdır veya o ülkenin işçi sınıfıdır en iyi durumda. Dünya proletaryasının genel çıkarına parçayı feda etme veya ona azami katkıda bulunma gibi bir kaygısı yoktur. Enternasyonalizmi yurtseverliğin derini olduğu, derin yurtseverliğin enternasyonalizme götürdüğü anlayışındadır. Bütün derdi en iyi durumda ülkesinde sosyalizm kurmaktır. Hasılı içeriği gerçekte var olan Kürdistanlı Sosyalist olan Kürdistanlı Sosyalist de, teorik olarak tıpkı, ücretli işçilerin, kapitalistlerin olmadığı ve meta üretimine dayanmayan kapitalizm gibi baştan aşağı çelişkidir. Tabii Kürdistanlı sosyalist kavramının arkasındaki kavramlar ve varsayımlar, sizin bunu veri kabul ederek başka çıkarsamalar yapmanıza, başka ilişkileri tanımlamanızı da sağlar. Bunlar tıpkı matematikte matematikçiler için aksiyon durumundaki eşitlikler gibidir. Matematikçiler örneğin bir formülü alırlar, bu formülü şöyle de yazabiliriz derler, eşitliği
3
Tabii burada Maraşlı’nın yazısıyla tartıştığımız için hep “Kürdistanlı Sosyalist” deyip duruyoruz. Aslında Türkiyeli Sosyalist veya Türk Sosyalisti de tam böyle bir şeydir. Hatta dünyanın bütün ülkelerindeki sosyalistlerin yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuzu da böyledir. Yani okuyucu aslında bütün bu “Kürdistanlı Sosyalist” sözlerini Türkiyeli veya başka bir ülkeli sosyalist diye de okuyabilir ve hangi ülkedeyse o ülkedeki sosyalist diye okuması daha doğru olur.
koruyarak denklemde yerlerini değiştirirler, ya da onları değişik bir bağlamda, örneğin bir geometrik şekil gibi yorumlarlar. Bazen de, karmaşık bir formülü basit bileşenlerine ayırıp bu bileşenleri farklı formülasyonlarla ifade edip, daha önce görülmemiş bağlantıları ortaya çıkarırlar. Böylece o zamana kadar açıklanamamış bazı olayları açıklama olanağı bulurlar. Örneğin, önce olgulara bakarak, kapitalizmin bir dünya pazarı ve ekonomisi yarattığını, proletaryanın bir dünya tarihsel sınıf olduğu sonuçlarına ulaşıyorsunuz olgulardan yola çıkarak. Bu sonuca ulaştınız mı, tıpkı matematikteki eşitlikler gibi, dünya tarihsel sınıf olmak vatanı olmamak demektir, dünya tarihsel sınıf bir ülkedeki işçilerin işçi sınıfı değil, işçi sınıfının bir zümresi olması demektir. O halde bir ülkedeki işçilerin çıkarını öne almak, zümre çıkarını sınıfın genel ve tarihsel çıkarının önüne almak anlamına geleceğinden revizyonizm oportunizm demektir. Yani Örneğin Türkiye işçi sınıfının çıkarları için mücadele etmek oportunizmdir. Ya da başka bir uslamlama zinciri ve sonuç. İşçi sınıfı dünya tarihsel ve vatansız olduğuna göre, işçilerin partisi ancak dünya çapında bir parti olarak var olabilir demektir. Böyle bir parti yoksa bile her sosyalistin böyle bir partiymiş gibi düşünüp davranması ve böyle bir parti yaratmak için çalışması demektir. Böyle bir parti olmadan belli ulusal savaş alanlarında mücadele edecek partiler olamaz. O halde ne Türkiye’de ne de Kürdistan’da ya da dünyanın her hangi bir ülkesinde bu gün devrimci bir işçi partisi yok demektir. Böylece bir yığın sonuç ve eşitlik üretilebilir. Aslında bütün bunların hepsi, işçi sınıfının dünya tarihsel bir sınıf olduğu önermesinin farklı formülasyonlarıdır. Konumuza bağlarsak, öğretinin otantik biçimindeki bir Kürdistanlı Marksist kavramınız olmadan gerçekte var olan Kürdistanlı Marksist’in ne olduğunu anlayamazsınız. Hatta bu “gerçekte var olyan Kürdistanlı Marksist”i, Kürdistanlı Marksist kavramının yerine koyma sonucuna yol açar. Bu ise, aslında, gerçekliğin özünü kavramak için tüm kavramsal araçları yitirmiş olmak anlamına gelir. * Maraşlı’nın Kürdistanlı Sosyalistler dediğinde, dünya işçi sınıfının Kürdistan müfrezesini kastetmediğin gördük ama onun gerçekte neyi kastettiğini henüz tam netleştirmiş değiliz. Maraşlı’nın gerçekte hangi özne açısından sorunu tartıştığını, yine bizzat kendi ifadelerini analiz ederek çözümlemeye ve Kürndistanlı Sosyalist’in gerçekte ne olduğunu anlamaya çalışalım. Maraşlı’nın “Biz”i formel olarak, dünya işçi sınıfı değildir, Kürdistan işçi sınıfı da değildir. Yani sosyolojik bir kategorinin politik ifadesi değildir, daha ziyade kendini öyle tanımlıyınlar anlamında, oldukça öznellikle yüklü bir kavramdır “Kürdistan’lı sosyalistler”. Ama bu kastettiği anlamıyla Kürdistanlı Sosyalistler’in “Biz”i kimdir? Bunu birkaç alıntıyla anlamaya çalışalım: “Kürdistan’ın sömürge statüsünü tartıştığımız 70’li yıllarda, bizim Kürdistanlı mellalarımız çok haklı olarak şöyle yakınırlardı. “Biz Kürtler aslında sömürge bile değiliz. Keşke sömürge olsaydık. . Çünkü sömürgenin de bir şekli şemaili olur. . Biz de o da yok! ” Beşikçi’nin zaman
zaman yaptığı “Kürdistan sömürge bile değildir, bir sömürgenin sahip olduğu asgari kıstaslar Kürdistan’a uygulanmamıştır” vurgusu da böyledir. ” Şimdi bu alıntıdaki Biz’e baktığımızda, ilk cümlecikteki biz, “Kürdistanlı sosyalistler”dir, ama ikinci cümlecikteki biz, o Kürdistanlı Sosyalistlerin “Biz”idir. Bu biz “Bizim Kürdistanlı Mellelerimiz”ın Biz’i, Kürdistanlılar, hatta Kürtlerdir. Çünkü Mellalar açıkça öznenin “Biz Kürtler” olduğun söylüyor. Mella zaten sosyalistlerin Biz’ine ait olamaz. Kürtlere aittir. Hatta Kürtlerin bile sünnilerine aittir. Bir sosyalist için bir tek biz olabilir: dünya işçi sınıfı. Bir sosyalistin “Kürdistan’ın mellaları” ya da “Kürtlerin Mellaları” diye belli bir mesafeyle yazması gerekeni “bizim” diye yazmaktadır Maraşlı. Burada Mellanın dediği içerik olarak yanlış değildir. Bir gerçeği ifade etmektedir. Ama bu gerçeğe, Kürdistanın mellalarının söylediği ve dünya sosyalistlerinin ya da Kürdistanlı Sosyalistlerin de kabul etmesi gerektiği gibi bir noktadan değildir sahiplenme. Sadece söylenenin içeriğine değil, söyleyen özneye sahiplenilmekte ve biz denmektedir. Örneğin, Marks’ın Goethe’den bizim büyük şairimiz diye bahsetmesi veya Lenin’in Tolstoy’dan bizim Romancımız gibi bahsetmesi gibi olur bu. Bunlar sosyalist olmadıklarından bu sahiplenme Rusluğu veya Almanlığı ifade eder. Eğer onlar bir zamanlar Biz’i böyle kullansalardı, dünyanın çeşitli uluslarındaki milyonlarca işçi ve aydın sosyalist olmazdı. Lenin’e göra, Tolstoy Rus Köylüsünün veya Rusya’nın aynasıdır ama “biz”im değil. Goethe Alman burjuvazisinin şairidir, bizim değil. Bir başka örnek: “Yine o zaman Mellalarmızdan şöyle veciz bir ifade daha duyardım” Buradaki Türkçenin son eki biçiminde ifade edilen bizde, Kürtlüğün biz olduğu çok açıktır. Mellalar dünya proletaryasının değil Kürtlerin Mellalarıdır. * Elbette, bir sosyalistin, zaman zaman, belli bir öznenin içindenmiş gibi yapması ve bu anlamda kimi zaman örneğin pedagojik bir kaygıyla, “biz”i o başka özne bağlamında kullanması anlaşılabilir. Genellikle, içinde faaliyet gösterdikleri ulusların olumsuz tarihsel özelliklerine vurgu yaparken, sosyalistlerde “biz” kullanma sık görülür. Biz de zaman zaman, Türklere veya Türkiyelilere bazen, bir demokrat kimliğiyle ve genellikle onların ilkel milliyetçiliklerine karşı yazdığımız zamanlarda, böyle hitap ediyoruz. Burada adeta tiyatrodaki yabancılaştırma etkisi gibi bir etkiyi amaçlıyoruz. Aslında o bize ait olmadığımızı, ama öyleymiş gibi yaptığımızı gizlemiyoruz. Hatta bunu anlamayan kimi okuyucular sık sık bizim Kürt veya ermeni olduğumuzu olduğumuzu düşünüyorlar. Ama bu durumlarda pedagojik kaygılarla, “mış gibi yapma” tarzında bir kullanım vardır. (Burada şunu tekrar belirtelim, bizim Maraşlı’nın sosyalist inançlarından ve niyetinden en küçük bir kuşkumuz yok. Biz onun bu inançları ile gerçek konumu arasındaki çelişik durumu öncelikle tespit etmeye çalışıyoruz. Ve bunu çok berbat bir zamanda yapıyoruz, hiç kimsenin birbirini yeterince doğru sosyalist olmadığı için eleştirmediği, herkesin diyelim ki yeterince bir Kürt gibi davranmadığı için eleştirdiği bir zamanda yapıyoruz ve daha da kötüsü, Türk sosyalistlerinin egemen ulus konumlarını korumak ve gizlemek için, Kürtleri sürekli milliyetçilikle suçlayıp eleştirdikleri, aslında sosyalizmin egemen ulusun konum ve çıkarlarının korumanın bir aracı olduğu, bu yaklaşımları tüm Türkiye sosyalistlerine egemen
olduğu bir durumda yapıyoruz. Biraz dikkatsiz bir okuyucunun bizi kaba bir izlenimle onların arasına atması mümkündür. Ama biz bütün bu dediklerimizi aynen ve daha katmerlisiyle sürekli Türk veya Türkiyeli sol için de sürekli yazıyoruz. Türkiye solunda maalesef Maraşlı gibi açıkça sorunları ortaya koyan bir sosyalist çıkmadığı için Maraşlı ile tartışma biçiminde bu biz farklılıklarını koymak zorunda kalıyoruz. Yoksa açın Mihri’den Yaçıner’e, solda kim varsa, hatta Özgür politikada yazan Türk solcu ve sosyalistlerinde, Maraşlı’da konu ettiğiniz şeyler aynen ve fazlasıyla geçerlidir. Yani burada Maraşlı’nın eleştirisi gibi görünen şey, aslında Türk sosyalistlerinin eleştirisidir. Ve arada çok temel bir fark vardır. Maraşlı’nın bizi ezilen ulusun bizidir. Türk sosyalistlerininki ezen ulusun. Maraşlı’nın bizinin nesnel demokratik bir karakteri vardır, Türkiyeli sosyalistlerinki ise gerecidir. ) Bir başka örnek verelim: “Kürdistan’ın Özgürleşmesi mi, Bölge Gericiliklerinin Demokratikleşmesi mi? ” başlıklı bölümün hemen başında, bu tartışmayı niçin Kürdistanlı Sosyalistler bağlamında yürüttüğünü şöyle açıklıyor: “Bu tartışmayı Kürdistanlı Sosyalistler bağlamında yürütmemin bir nedeni de Sosyalist akımların, örgütlenme ve anlayışların Kürdistan ulusal mücadelesinin son 40 yılına damgasını vurduğu, olumlu veya olumsuz onun kaderinde ağırlıklı olarak yaşamış olmasındandır. ” Yani sosyalist akımlar Kürdistan’daki mücadelenin son kırk yılına damgasını vurmasa, sosyalistler olarak tartışmayacaktır. Denebilir ki, bu nedenlerden biri. Ama bu Kürt ya da Kürdistanlı olarak nedenlerden biri. Çünkü bununla bağlantılı ve devamı olan alttaki paragrafın başında, “Sosyalist ve kapitalist kültürün toplumumuza girişi” derken, birinci paragrafın gizli öznesini, ya da o birinci paragrafta “ben” olarak ifade edilenin ait olduğu özne ifade edilmektedir. “Toplumumuz”daki toplum, ülkemiz, ulusumuz anlamındadır. Yani Kürdistanımıza, Ülkemize, Kürt Toplumumuza anlamındadır ve bu özne açısından tartışılmaktadır. Yani Yukarıdaki paragrafın gerçek içeriği şudur: “Bu tartışmayı Kürdistanlı Sosyalistler bağlamında yürütmemin bir nedeni de sosyalist akımların, örgütlenme ve anlayışların Kürdistanımızın, ulusumuzun kurtuluş mücadelesinin son kırk yılına damgasını vurmasıdır” Bu ifadede gerçek öznenin ne olduğu, kimin açısından tartışıldığı çok açıkça görülmektedir. Maraşlı bir sosyalist olarak Kürdistanlı sosyalistlerle veya bir Kürdistanlı sosyalist olarak dünya sosyalistleriyle değil, bir Kürt ya da Kürdistanlı olarak, diğer Kürt ve Kürdistanlılarla tartışmakta, onlara niçin bir sosyalist olarak tartıştığını açıklamaktadır. Yani Recep Maraşlı’nın sadece Öznesi değil, Muhatabı da Kürtlerdir ya da Kürt ulusal hareketidir. Kürdistan’daki sosyalistlerin sorunlarını, Kürdistan’ın veya dünyanın sosyalistleriyle değil, Kürtlerle ya da kürt Uulsal Hareketiyle tartışmaktadır. Kürtler geleneksel olarak kendilerine yıllardır sosyalist dediği ve Kürdistan’da sosyalizm hala bir prestije sahip olduğu için, Kürdistanlı sosyalistler bağlamındadır bu tartışma. Yani öznesi, (bizzat kendi ifadelerinden çıkan sonuca göre, ki bu bütün yazının içeriğine de sinmiş olarak öyledir) kendine sosyalist diyen Kürtler ve Kürdistan Ulusal kurtuluşçularıdır. Onların
içinden onlarla tartışmaktadır aslında. Ve tam da bu nedenle tartışamamaktadır. Çünkü ulusal Kurtuluşçular ve Kürtler karşısında Sosyalist, sosyalistler karşısında ise Kürttür. Sanırız bunca örnek yeter. Maraşlı’nın Kürdistanlı sosyalistinin, Marks ve Lenin’lerin Kürdistanlı sosyalistiyle bir ilgisi yoktur. Maraşlı’nın Kürdistanlı sosyalisti Kürttür, önceliği ulusunu baskıdan kurtarmaktır, ama bunu dünyanın diğer uluslarıyla karşı karşıya gelmeden daha adil ve eşitlikçi bir düzen hedefi bağlamında yapmak istemektedir. Sınıfları reddetmez, bunların çatışmasını ve çelişkilerini bilir ve bu çatışmada da altta olanlardan yanadır. Ama dediğimiz gibi bütün bunlar burjuva ufkunun sınırlarını aşmayan bir sosyalizmdir. Sınıf mücadelesini kabul etmek ve bu mücadelede ezilenlerden yana tavır almak, diğer ezilenlerle dayanışma içinde bulunmak, burjuva dünyasıyla çelişmez. Bizzat Marks, sınıf mücadelesini daha önce burjuva düşünürlerin bulduğunu ve onların bunu kabul edebileceğini söyler. Peki bu tavrı kendisini nitelemesilyle değil de, bu analizden çıkan özüyle sosyolojik bir kategori olarak nasıl tanımlayabiliriz. Bu tavır özünde, tipik devrimci demokrasi tavrıdır. Kendini sosyalist olarak tanımlayan b. ir devrimci demokrasidir bu. Bu noktada bizim önümüze iki yol çıkar. Artık, recep Maraşlı’nın yazısında tartıştığı sorunları, “Kürdistanlı Sosyalistlerin” değil, kendini sosyalist bir terminolojiyle ifade eden kürdistanlı devrimci demokrasinin tartıştığı sorunlar olarak ele alıp, bu öznenin kendi amaçlarını tartışma konusu yapmadan onları veri olarak ele alıp, bu verili amaç içinde önerdiği çözümlerin tutarlılık içinde bulunup bulunmadığı, ne derece doğru ya da gerçekçi olduğu bakımından tartışmak. Burada tartışma artık, Kürdistanlı sosyalistlerin, şu Kürdistan denen savaş alanında dünya devrimine nasıl azami katkıda bulunuruz tartışması değil, Kürdistan’ın devrimci demokratlarının, dünyanın ezilenleriyle ters düşmeden, onlarla karşı karşıya gelmeden nasıl Kürdistan’ın kurtuluşunu başarırız tartışmasıdır. Bu tartışma sosyalist ve Marksist bir terminolojiyle ve kendilerinin Marksist ve sosyalist olduğuna inananlarca yapılmaktadır. Bu tartışmaya, bu nesnel konum ve gerçek amaçlar açısından çelişkileri göstermek için girilebilir. Çünkü Maraşlı’nın önerdiği çözümler, bu gerçek öznenin amaçlarıyla da örtüşmemekte, Maraşlı savunması gerekeni savunmamakta ve mantık sonuçlarına ulaşamamaktadır. Burada bizim eleştirimiz, ancak dışardan bir müdahale, eğer böyle isen böyle yapman gerekir tarzında, eleştirileni bir iç tutarlılığa davet bunun eksikliği bakımından bir eleştiri olabilir. Diğer yol, Maraşlı kendini Kürdistanlı sosyalist olarak ifade ettiğine göre, tartışmayı, sosyalistlerin dünyada ve Kürdistan’da ne gibi sorunlar ve açmazlarla karşı karşıya bulunduğu ve bunların nasıl çözülebileceği açısından tartışmayı ve eleştiriyi sürdürmektir. Ama bu takdirde eleştiri konusu olan, yazıdan bambaşka bir dünyada tartışmak gerekecektir. Tartışma ister istemez Maraşlı’nın sosyalizminin gerçek sosyalizm olup olmadığı yolunda bir tartışma olarak kalabilir. Biz bunu buraya kadar yeterince uzun olarak durduğumuzdan burada kesmek istiyoruz. Ama aynı zamanda Dünya sosyalistlerinin de, tıpkı Kürdistanlı devrimci demokratların problemleri gibi problemleri var ve aslında Kürdistanlı devrimci demokratların problemleri bunlarla yakından ilgili olduğundan, bunların tartışmasına girmek. Bu takdirde, tartışmanın başlığı, “Maraşlı’nın Tartışamadıkları” değil, “Bizim Tartışamadıklarımız” olması gerekir. Nasıl Maraşlı bir sosyalist olarak tartışmaya kalktığında, aslında artık kimsenin
sosyalizm diye biçimsel bir problemi bile olmadığından tartışamıyor tartışmaya kalkanlar da sosyalist olarak değil Kürt milliyetçisi olarak tartışıyorsa ve biz de Maraşlı’nın Tartışamadığı diye başlık koymak zorunda kalıyorsak; biz de yıllardır tanımladığımız tarzdan bir sosyalist olarak sorunları koyup tartışmaya kalktığımızda aynı akibete uğruyoruz. Sosyalist olduğunu düşünen devrimci demokratlar bizi Türkiye’nin sosyalizmi veya demokratikleşmesi için mücadele eden bir sosyalistmiş gibi yani kendileri gibi sanıp, kendileri gibi anlayıp öyle eleştirmeye kalkıyorlar. Maraşlının yazısı ve o yazıya yankı veren Kürtler arasındaki iletişimsizlik, bizimle diğer sosyalistler arasında aynen yaşanıyor. Zaten Maraşlı’nın yazısına böyle mal bulmuş Mağribi gibi sarılmamızın nedeni de bu. (Yine politik korrekt olmayan, ırkçı bir laf ettik, Magripliler affede. ) Biz bu iki yolu paralel götürmeye çalışacağız. Bu bize her birinin sorunlarını daha iyi ve birbiriyle kıyaslama olanağı sunar. Yani bir yandan, Maraşlı’nın öznesini ve amaçlarını veri kabul edip onun sorunları tartışmasına, bu amaçlarla uyumlu olup olmadığı açısından gireceğiz, diğer yandan bizim dediğimiz anlamda “Kürdistanlı Sosyalist” açısından. Bu bizim tavrımızın anlaşılması için bir olanak da sunar. 24 Mayıs 2003 Cumartesi demir@comlink. de http: //www. comlink. de/demir/
*
Devrimci Demokrasnin Neden Sosyalist Olduğu ve Sosyalizmle İlişkinin Sorunlu Niteliği Ama buna geçmeden önce, devrimci demokrasinin kendini niçin sosyalizm olarak tanımladığı sorununa ve onun bu günkü durumuna gelelim. Çünkü bu sorun, hem Türkiye Solu denenin ne olduğunu hem de Kürdistan’daki devrimci demokrasinin ne olduğunu kavramamızı sağlayacaktır. * Maraşlı, o aktardığımız bölümde, Kürt ağaların bile nasıl Marksist Leninist terminolojiyle konuştuğunu anlatırken, bunu sadece ağaların veya çarşı esnafının pratik pragmatik kaygılarla yaptığını güzel açıklıyor. Ancak bu açıklamanın eksik bir yanı var. Bu süreç tek taraflı değildi, tabiri caiz ise, sosyalistler de aynı pragmatizmle onlara yaklaşıyor, sivri uçlarını törpülüyor onların kabul edecekleri biçime getiriliyordu. Ama bu sadece Kürdistan’da değil, bütün dünyada oldu. Dünyadaki süreci kavramadan, Kürdistan’daki bu süreç anlaşılamaz. Yani sosyalizm milliyetçileştiği için milliyetçilerin de kabul edebileceği hale gelmişti. Stalinizmin, yani Ekim devriminin, batı Avrupa proletaryası devrim yapıp yardıma gelmediği için tecrit olma ve muazzam bir köylü denizinde zaten küçük bir azınlık olan ve iç savaş ve yıkımla fiilen yok olmuş bir proletaryanın koşullarında, bir bürokratik kastın karşı devrimiyle
tasfiye edilmesinin, bu tasfiyenin dünya Komünist ve işçi hareketinde yaptığı korkunç, hala acıları hissedilen büyük tahribatı üzerine çok yazılmıştır ve epey bilinir ama Stalinizmin aynı zamanda dünyadaki devrimci demokrasi, yani yoksulların, köylülerin, pleplerin devrimciliği ve radikalizmi üzerinde, jakobenizm üzerinde (Türkiye’de bu da Bonapartizm ile karşıtırılıyor, Bonapartizmin tepedenciliğine Jakobenizm deniyor. Jakobenizm demokrattır Bonapartizm modernleşmeci) yaptığı tahribat pek bilinmez ve üzerine pek bir şey yazılmamıştır. Bu bürokratik kast, modern bir sınıf olmadığı için işçiler gibi bağımsız bir ideoloji geliştiremezdi, yıktığı devrimi tamamen tasfiye etmeye kalktığı takdirde ise burjuvazinin iktidarı ortaya çıkar egemenlik elinden giderdi. Bu nedenle, yıktığı devrimin bayrağını kendi bayrağı yapmaya devam etti ama bu bayrağı kendi çıkarlarına uygun bir hale de getirdi. Enternasyonalizm parçanın bütüne tabi olması mıydı, Sovyet bürokrasisinin çıkarları dünya proletaryasının çıkarları olarak tanımlanıyor ve bütün ülkelerin işçileri ve sosyalist partileri bu bürokrasinin dış politika manevralarının bir aracına dönüşüyordu. Onlarca yıl boyunca böyle oldu, Ekim devriminin prestijine dayanarak, nice kuşak sosyalistlerin diğergamlığı, enternasyonalizmi böylece kullanıldı. Bu kullanım bu gün artık, o politikanın dünya proletaryasının tarihsel ve genel değil bir kastın çıkarlarının politikası olduğu gerçeğine hiç kafa yormadan, parçanın bütüne tabi olması anlayışının tümüyle olumsuzlanmasına ve reddine gidiyor. Uluslar arası bir merkeze kategorik olarak karşı çıkmanın veya bunun gerekliliğini reddetmenin nasıl bir milliyetçilik anlamına geleceği üzerine kimse kafa bile yormuyor artık. Bu örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan, bu kastın sosyalizm diye savunduğu ve fiilen uyguladığı, artık sosyalizmle ilişkisi olmayan., tıpkı Kürdistan’ın pragmatik toprak ağaları gibi, bütünüyle pragmatik amaçlarla kullanılan bir terminolojiydi sosyalizm. Ve böyle olmasaydı ne Kürdistan’ın toprak ağaları ne de Devrimci demokrasi o sosyalist terminolojiyi kullanmaz veya kullansalar bile, bunun eklektik ve pragmatik kaygılardan kaynaklanan bir terminoloji kullanımı olduğu bilinirdi. Yani sosyalizmin Marksizmin özü, Stalinizmin elinde devrimci demokrasinin kabul edebileceği mevzilere çekilmiştir. Şöyle bir dünya durumu var sayalım. Ekim devrimi tecrit olmuştur, yayılamamıştır, emperyalist ülkeler de onu yıkacak güçte değillerdir ve kendi aralarındaki çelişkiler engellemektedir, iç savaşta muazzam bir tahribatı olmamıştır proletaryanın. Bu sayede, bürokrasinin iktidarı alma tehlikesinin veya kapitalist dünya tarafından tasfiye edilme tehlikesi altında bulunan ama bu tehlikelere rağmen bürokrasinin iktidarı ele geçiremediği, Paris komünü tipi tedbirlerle sürekli zayıf tutulduğu. İktidarın tam demokratik bir ortamda, sınıf olarak proletaryanın ve yoksul köylülerin elinde bulunduğu bir durum var sayılabilir. Bu koşullarda örneğin, devrim, tek ülkede sosyalizm olur gibi, milliyetçilikle uyuşan bir teoriye sahip olmayacaktır. O proletarya, biz sosyalizme ulaşamayız, buna ancak dünyanın ileri ülkelerinde devrim olursa ulaşılabilir. Bizim görevimiz buna azami katkıdır, bu katkıyı yapabilmek için de buradaki iktidarı korumak ve ezilenlere iyi bir demokrasi örneği sunmak temel görevimizdir tarzından bir yaklaşım içindedir.
Böyle bir dünyada, tek ülkede sosyalizm nedeniyle sosyalist olan, bir ülkede sosyalizmin olabileceğini düşünen, sosyalizmi bir tür hızlı sanayileşme ve kalkınma olarak anladığı için, tamamen ulusal kaygılarla sosyalizmi benimseyenler olmazdı. Böyle bir sosyalizm anlayışı ne ezilen hakların, ne devrimci demokrasinin ne de burjuvazinin ruhunda titreşim yaratmazdı. Tıpkı şimdi bizim kasıtlı olarak Türkiye’li veya Kürtdistanlı sosyalist Türkiye veya Kürdistan’da dünya devriminin zaferine azami katkıyı amaçlayan, enternasyonalizm uluslar arası dayanışma değildir parçayı bütüne tabi kılmaktır tarzındaki formülasyonlarımızın ne Kürt ne de Türk sosyalistlerinin ruhunda zerrece titreşim yaratmaması, bu önermeleri görmezden gelmeleri ve suskunlukla geçiştirmeleri gibi. Böylece çift yönlü bir değişim oldu. Bir yardan devrimci işçi sınıfının ideolojisi ve önderleri, beyni ve hafızası fiziki olarak yok edildi, teori ve politika giderek milliyetçi bir içerikle doldu ve bu sosyalizmi kurabilecek biricik güç olan ileri ülke işçilerinin giderek sosyalizmden uzaklaşması ve sadece kendi öz savunmaları için, yani burjuva milliyetçi bir ufuk çerçeveinde sırf kendilerinin çıkarlarına yönelik politikalara hapsolmalarına yol açtı. İşçi sınıfının sosyalizmden uzaklaşması ve tipik komünist sosyal demokrat partiler sendikalar bürokrasisinin kontrolüne geçişine paralel olarak, sosyalizm daha milliyetçi bir anlayışla ifade edildiğinden, bu sefer sömürgelerdeki köylüler ve ulusal baskıya karşı aslında sosyalizmle hiç ilişkisi olmayan hareketler ve bunların kitleleri kendilerini sosyalist olarak tanımlamaya başladılar. Ne hedefleriyle ne toplumsal yapılarıyla bunlar sosyalist olamazdı. Böylece dünyada azlında, yirmili yılların sonuna gelindiğinde, devrimci ve sosyalist bir işçi hareketi kalmamıştı. Bunun son kalıntıları İspanya iç savaşında tasfiye edilmişti. Buna karşılık, dünyadaki bütün ulusal kurtuluş ve köylü hareketleri sosyalist olmuştu. Yani tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştur. Halbuki köylüler sosyalist yapılamaz. Köylüleri sosyalist yapmak, köylülerin sosyalistleşmesiyle değil, sosyalizmin köylüleşmesiyle sonuçlanır. Sosyalizm, gerçek proleter sosyalizmi ve enternasyonalizmi, kendisine ideolojik yaklaşım gösteren köylülüğe ve kaçak burjuvaziye itici davranmalıdır. Onunla pek ala mesafeli ve saygılı bir ilişki de kurulabilir. Bunun nasıl olabileceğini, Rus devrimi tarihinde, Köylü partileri ile Bolşeviklerin veya Üçüncü Enternasyonal’in ilk yıllarında Ulusal Kurtuluş hareketleriyle ilişkilerde görülebilir. Ama bu etkilenme, sadece sosyalizmin küçük burjuvalaşması, köylüleşmesi milliyetçileşmesi biçiminde değildir. Bu devrimci demokrasinin ideolojisi üzerinde, sosyalizmin prestiji üzerinden çok daha korkunç bir tahribat yapılmıştır. Var sayalım ki, bürokratik dejenerasyona uğramamış Ekim devrimi koşullarında, geri ülkenin birinde, örneğin Çin’de, bu köylü denizinde, sosyalist terminoloji kullanan veya kullanmayan bir köylü ayaklanmasıyla köylüler iktidara geldi. Böyle bir ülkede, devrimin en büyük tehlikesi, bürokratlaşma tehlikesidir. Bu devrimle ittifak yapmış, ona her türlü desteği vermiş bir işçi iktidarı, hem kendi örneğiyle hem bu ilişkinin prestijiyle, hem ideolojik olarak, bu ülkede, tıpkı Paris komünü gibi bir demokratik cumhuriyetin bürokrasiye ve karşı devrime karşı en büyük güvence olabileceğini tavsiye edebilir. Oradaki bürokratikleşmeyi engelleyebilir veya azaltıcı etkide bulunabilirdi. Yani devrimci demokrasinin devrimci demokrasi olarak kalmasını sağlayabilirdi. Ama tam tersi olmuştur. Hem örnekle, hem
dekmtekle, devrimci demokrasi adeta bürokratlaşmaya teşvik edilmiştir. Tek partiler, her türlü özgürlüğün yok edilişi, bir kastın imtiyazları. Böylece dünyada sadece proleter sosyalizmi yok olmadı, devrimci demokrasi de yok oldu. Demokratik cumhuriyet dünyanın hiçbir yerinde savunulmaz oldu. Sosyalizm deniyordu ve bu sosyalizmle ilgisi olmayan bir bürokratik kastın iktidarı oluyordu zerrece demokrasiyle ilgisi bulunmayan ya da burjuvaziyle tamamen milliyetçi düzeyde, demokrasiyi zerrece söz konusu etmeyen ittifaklar yapılıyordu. Bu bize şunu gösterir, bu gün bütün dünya sosyalist hareketi aslında, kendini sosyalist sanan devrimci demokrasiden başka bir şey değildir. Özellikle üçüncü dünyada böyledir bu. Gelişmiş ülkelerdeki de, aslında bir işçi bürokrasinin, o ülkelerdeki işçilerin zümre çıkarlarını savunan, yine burjuva bir harekettir. Yani dünyada aslında çok uzun zamandır, aşağı yukarı otuzlardan beri devrimci ve enternasyonalist bir işçi hareketi yoktur. Evet üçüncü dünyadaki sosyalist hareket aslında devrimci demokrasidir ama, devrimci demokrasi de artık devrimci demokrasi değil, bir tür bonapartizmdir. Devrimci demokrasinin burjuva anlamda bütün devrimci ve ilerici programı ve mirası unutulmuştur. Şimdi tıpkı Maraşlı’nın dediği gibi, taşların yerine oturma dönemine yavaş yavaş giriyoruz. Ama bu taşların yerine oturması, olağanüstü zordur. Çünkü arada geçen zamanda, geri ve ileri ülkeler arasındaki zenginlik farkı öylesine büyük bir noktalara varmış ve bir sınırı aşmış bulunuyor ki, ileri ülkelerin işçisi artık yeryüzü ölçüsünde eşitlikli bin düzem isteyemez durumdadır. *
Kürdistanlı Sosyalist Sitesi İçin Tanıtım ve Çağrı Kürdistanlı Sosyalist isimli yeni bir site açıyoruz. Buna niye gerek duyuldu? Bu siteden beklenen işlevler nelerdir? Sitenin nasıl bir çalışma sistemi olacaktır. Bu konuları kısaca açıklayalım. Şimdiye kadar, Kürt ulusal hareketine desteğimizi, egemen ulusun ve onun sosyalistlerinin içinden vermeye çalıştık, bundan sonra da bunu aynen sürdürmeye devam edeceğiz. Ne var ki, egemen ulusun içinden verilen bir destek bütün enerjisini, dikkatini ve eleştirilerinin sivri ucunu kendi ait olduğu ulusa yöneltmek zorundadır. Bu tavır ister istemez ezilen ulus içindeki sınıfsal ve ideolojik ayrılık ve çatışmaları, ezilen ulus içindeki sosyalistlere havale eder. Doğru tavır da budur. Egemen ulus içindeki sosyalist, bütün vuruş yönünü, egemen ulusun milliyetçiliğine, bunun sosyalist hareket içindeki etkilerine, ezilen ulusun mücadelesine düşmanlık, küçük görme ve ilgisizliğe yöneltmelidir. O bunu yaparken ezilen ulus içindeki sosyalist de; ezilen ulus içindeki milliyetçiliğe, burjuva ideolojisine, bunun programatik, stratejik, taktik görünümlerine sivri ucunu yöneltmelidir. Bu iki tavır birbirini tamamlarlar ve güçlendirirler. Kürdistan’da ve Kürtler arasında Öcalan ve PKK-KADEK başından beri bu görevi bir ölçüde yapmaktadır. Ama bunu kendi karakterine uygun olarak devrimci demokrasi çerçevesinde yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Bu devrimci demokrasinin ideolojik çerçevesinin
Öcalan’ın görüşleri ve eserleri olduğu söylenebilir, yani bir bakıma Apoculuk, bu devrimci demokrasinin ideolojik çerçevesini oluşturmaktadır. Ama olanın hepsi budur. Ne yazık ki, Kürdistan’da ve Kürtler arasında Devrimci Marksist bir akım bulunmamaktadır. Böyle bir akımın, bir çevrenin, bir hareketin, bir örgütün yokluğu asimetrik bir duruma, tek ayakla yürümeye yol açmaktadır. Ne var ki bu tek ayakla yürüme sadece teori alanında değil, politik alanda da vardır ama tamamen ters tarafta. İdeolojik ve teorik bakımdan Kürdistan’da Devrimci Marksist bir karşılık yoktur; politik bakımdan ise Türkiye’de devrimci demokratik bir karşılık yoktur. Yani Kürt Ulusal Hareketi, Demokratik Cumhuriyet programıyla, dil ve etniye dayanan bir ulusçuluktan, demokratik ve cumhuriyetçi bir ulusçuluğa geçen programıyla, Türk ezilenlerine, demokrat ve sosyalistlerine yönelmekte, ama orada hiçbir yankı bulamadığı için, tek ayağı üzerinde yürümek zorunda kalmakta, dolayısıyla yürüyememekte, bin bir meşakkatle çok küçük mesafeler kat edebilmekte, bu yankısızlığın yol açtığı başarısızlıklar onun Kürt ulusal hareketi içindeki pozisyonlarını zayıflatmakta ve bu zayıflamış pozisyonlarda Türk ezilenlerinin, demokrat ve sosyalistlerinin desteğini alması güçleşmektedir. Sadece Öcalan’ın prestiji ve KADEK’in örgütsel ağırlığı bu gidişin bir kar topu gibi büyüyerek gelişmesini engellemektedir. Bu politik asimetrinin, tek ayak üzerinde kalışın, tam tersi ideolojik planda ortaya çıkmaktadır. Örneğin biz Devrimci Marksist bir açıdan Türk milliyetçiliğiyle, Türk sosyalistleriyle bir ideolojik mücadele yürütüyoruz ama bunu Kürtler içinde ya da Kürdistan’da yapan yok. Dolayısıyla bu da tek ayaklı oluyor. Ve bu yokluk çok ilginç bir sonuca yol açıyor. Kürtler içinde bunu yapanın olmaması, burjuvazinin sosyalizme ideolojik saldırısına Kürtler içinden ya da Kürdistan’dan kimsenin cevap vermemesi, ezilen ulus burjuvazisinin, sosyalizmi egemen ulusun çıkarlarını savunmanın aracıymış gibi gösterebilmelerine dolayısıyla güç ve konumlarını pekiştirebilmelerine yol açmaktadır. Aynı zamanda Kürt burjuvazisinin bu konumunun güçlenmesi, Türk milliyetçi sosyalistlerine, Kürt ulusal hareketini, sosyalizm düşmanı ve emperyalizm işbirlikçisiymiş gibi gösterme olanağı sunmaktadır. Böylece politik ve ideolojik tek ayaklılık, Kürtler ve Türkler içinde burjuvazinin ve milliyetçiliğin gücünü ve politik ağırlığını pekiştirmekte; bunlar birbirini beslemektedir. Ezen ve ezilen ulusun sosyalistleri ve burjuvalarının olası karşı karşıya gelişinin dört farklı kombinasyonu mümkündür. 1) Ezen ulus içinden Kürt hareketinin destekleyen sosyalistler ve yine ezen ulus içinden milliyetçiler ve burjuvalar. 2) Ezilen ulus içindeki milliyetçi ve sosyalistler. 3) Ezilen ulusun sosyalistleriyle egemen ulusun milliyetçileri ve burjuvaları. 4) Egemen ulusun sosyalistleriyle ezilen ulusun milliyetçi ve burjuvaları. Bu dört konumlanıştan sadece birincisi ve ikincisi bizzat konumlanış olarak ideolojik olarak sosyalizmi ve enternasyonalizmi besler; üçüncü ve dördüncüsü bizzat konumlanış olarak milliyetçiliği ve burjuvaziyi besler. Yani henüz hiçbir söz bile edilmeden, diyelim ki ezen ulusun sosyalisti ile ezilen ulusun milliyetçisi karşı karşıya getirildiğinde, sosyalizm daha baştan yeniktir. Aynı durum tersi için de geçerlidir. Ezen veya ezilen ulusun içinden
sosyalistler ve milliyetçiler karşı karşıya geldiğinde, milliyetçilik ya da burjuvazi, bizzat bu konumlanış nedeniyle daha baştan yeniktir. Ne var ki, bu dört farklı kombinasyon olasılığına rağmen, bugün Kürdistan’da hemen hemen sadece bir tek kombinasyon görülmektedir. Egemen ulusun sosyalistleriyle ezilen ulusun milliyetçilerinin karşı karşıya geldiği kombinasyon. İster Özgür Politika’nın sayfalarına bakılsın, ister Medya TV’nin açık oturum benzeri programlarına. Şöyle bir görünüm ortaya çıkmaktadır: Amerikan Emperyalizmine karşı sözler edenler, sosyalizmi savunanlar hemen hemen sadece zaten bir avuç olan Kürt Ulusal Hareketini destekleyen Sosyalistler Türklerdir, buna karşılık ABD’nin veya globalizmin faziletlerinden söz edip sosyalizme saldıranlar Milliyetçiler Kürtlerdir. Bunların sosyalizme saldırılarına karşı Türk sosyalistlerinin sosyalizmi savunmak zorunda kalmaları; yani milliyetçiler ve enternasyonalistler; sosyalistler ve liberaller arasındaki ideolojik mücadele, sanki egemen ulus ile ezilen ulus arasındaki bir mücadele gibi görünmekte ve bu da ezilen ulus burjuvzisinin işine gelmektedir. Hem de sadece bu kombinasyon nedeniyle. Yoksa Kürt milleyitçileri ve burjuvalarının karşısına Kürt sosyalistleri, veya Türk sosyalistlerinin karşısına sadece Türk milliyetçileri ve liberalleri çıkarılsa bu olanak var olamaz. Bu dört olası kombinasyondan Türk sosyalistleriyle Kürt milliyetçilerinin karşı karşıya getirildiği kombinasyon, Kürt burjuvazisine, egemen ulusa duyulan kırgınlığı ve ezilen ulus tepkisini sosyalizme yöneltme olanağı; ideolojik bir çatışmayı ulusal bir çatışmaymış gibi gösterme olanağı sağlar. Öte yandan Kürt sosyalistleriyle Türk liberal ve milliyetçilerinin karşı karşıya gelmesi, aynı olanağı Türk burjuvazisine sağlar; yani enternasyonalistler ile milliyetçiler arasındaki bir çatışmayı, ulusal bir çatışmaymış gibi gösterme. Diğer iki kombinasyonda ise bizzat kombinasyonun kendisi daha baştan burjuvazi ve milliyetçiler için bir yenilgidir. Çünkü o ulusların içinden karşı çıkılmaktadır onların ideolojilerine ve bu karşı çıkışın var oluşu bile burjuvazinin ve milliyetçiliğin baştan yenilgisi anlamına gelir. Ama ne Kürt basınında ne de televizyonunda bu burjuvaziyi ve milliyetçileri daha baştan yenilgiye uğratan kombinasyon görülmemektedir. Yani Kürt milliyetçileriyle Kürt sosyalistlerinin ya da Türk milliyetçileriyle Türk sosyalistlerinin karşı karşıya gelişi görülmemektedir. Sadece, daha baştan Kürt milliyetçilerinin ve burjuvazisinin işine gelen; egemen ulus sosyalisti ile ezilen ulus milliyetçisinin karşı karşıya geldiği kombinasyon görülmektedir. Sosyalistin, sosyalist olarak milliyetçilik karşısında ideolojik mücadele çerçevesinde getirdikleri; egemen ulusun ezilen ulusa karşı pozisyonlarıymış gibi sunulmaktadır. Bunun tersi de Kürtler için, sanki Kürtler sadece milliyetçi burjuvalardan oluşuyormuş izlenime yol açmakta, bu da Kürtleri destekleyen Türk sosyalistlerini, Milliyetçi Türk sosyalistleri karşısında zayıf duruma düşürmekte, egemen ulusun milliyetçi sosyalistlerinin konumunu güçlendirmektedir.
Böylece milliyetçi Türk sosyalistleri, “bakın, bu Kürtlerin hepsi Amerikancı oldu, hepsi globalizmi, kapitalizmi övüyor. Bunlar emperyalizmin ajanı oldu” deyip, Türkiye’nin egemeni Genel Kurmay destekçisi politikalara destek sağlamaktadır. Aynı şey tersinden de olmakta. Kürt milliyetçileri, bu sefer, “Türk sosyalistlerinin hepsi, Genel Kurmayı desteklemekte, bunları kazanmaya çalışmanın anlamı yok, Türklerden bir şey çıkmaz, onlar bizim en büyük düşmanımızdır” deyip, kendi politikalarına destek sağlamaktadır. Bu kombinasyonların böyle kurulmasında elbette o moderatörlerin ya da programcıların ya da yayın yöneticilerinin ideolojik ve sınıfsal eğilimlerinin de bir payı vardır. Ama diğer yandan, böyle kombinasyonlar, KADEK’e de, yani devrimci demokrasiye de bir hareket alanı sağlamaktadır. Bir yandan bu iki farklı grup, birbirine karşı koyularak bir denge kurulmaktadır, diğer yandan da genellikle her iki grubun da en gerileri karşı karşıya getirilerek, Kürt kitlesine, “bakın böyle dogmatik sosyalistler de yanlış, bu günkü dünyayı anlamıyorlar; diğer ilkel milliyetçiler de yanlış ABD’ye ve kapitalizme fazla bel bağlayıp halkların kardeşliğine değer vermiyorlar” diyerek kendi konumunu ve politikasını meşru gösterme, güçlendirme ve rasyonalize etme olanağı bulmaktadır. Yani bu tür konumlanışlar her ne kadar uzun vadede kendi bindiği dalı kesme gibi bir anlama sahipse de kısa vadede bu gün içinde bulunulan çok sıkışık durumda pozisyonu sağlamlaştırma ve hareket alanını genişletme olanağı sağlamaktadır KADEK’e. (Bu arada şunu belirtelim bir yanlış anlamaya meydan vermemek için. Gerek Özgür politika, gerek Medya TV’de Milliyetçi, kapitalizm ya da globalizm hayranı, Avrupa veya ABD ile bu işlerin gideceğini düşünen yazarların veya konuşmacıların bulunması yanlış değildir. Elbette o bir ulusal hareket olarak, ezilen ulusun tüm sınıflarını bir araya getirmeye çalışacaktır. Hele bu gün çok riskli durumların ve tecrit olma dolayısıyla imha tehlikesinin sürekli bulunduğu bir durumda bunun gereği her zamandan fazladır. Ama bu politik ve sosyolojik ittifak aynı zamanda ideolojik bir savaşla bir arada gitmelidir. Ne kadar yakın bir iş birliği varsa o kadar sert bir ideolojik mücadele gerekir. Sorun kombinasyonlardadır. Yani bunlara karşı Kürt sosyalistleri bir şey söylememekte ya da söyleyenler o gazete ve yayınlarda görülmemektedir. Böylece ideolojik mücadele yapılmak bir yana, kendilerine karşı ideolojik mücadele yapılması gerekenlerin konumu güçlendirilmektedir.) Ama sadece KADEK’in yayın organlarında mı bu kompozisyonlar var? Hayır, her yerde. İster İnternet forumlarına bakın, ister bütün Kürt ve Kürdistan basınını tarayın. Aynı kombinasyonun oralarda da olduğunu görürsünüz. Yani Medya TV’nin programlarına veya Özgür politika sayfalarına yansıyan aslanda genel bir özelliğin de oralarda yansımasıdır aynı zamanda. Yani hiçbir yerde, Kürt sosyalistleri yok. Var olanlar, milliyetçiliğin bu yükselişi karşısında hiçbir ses çıkaramıyorlar. Varlıkları ve yoklukları farklı değil. Yani bu pozisyonun oluşmasında hiç de görmezden gelemeyeceğimiz bir neden daha var. Maalesef bizim egemen ulus ve egemen ulus sosyalistleri içinde yaptığımız ağır eleştirileri, ezilen ulus içindeki milliyetçiliğe yapan ezilen ulus sosyalisti yok. Yani Kürdistan’da ve Kürtler arasında devrimci Marksist bir akım yok. Bir yandan, politik düzeyde, KADEKPKK’nın Demokratik Cumhuriyet, yani etniye ya da dile dayanan milliyetçilik karşısında
toprağa dayanan demokratik ve cumhuriyetçi milliyetçilik ile ittifak ederken, aynı zamanda ideolojik ve teorik olarak Devrimci Marksist teoriyi, en azından ideolojik mevzileri savunacak bir akım, bir yayın vs. yok. Elbette tek tek, dağınık kişi ve eğilimler muhtemelen vardır ama bunlar dağınıktır bir teorik ve ideolojik etkileri olmadığından varlıkları ve yoklukları arasında bir fark bulunmamaktadır. O halde, bu sitenin iki temel işlevi daha yukarıda anlatılan tanımlarda ortaya çıkıyor. Birincisi, milliyetçiliğin ve burjuvazinin işine gelen kombinasyonları olanaksız kılmak. Yani Kürdistanlı sosyalistlerin, Kürdistan’daki burjuvaziye ve milliyetçiliğe ideolojik savaş cephesini açmak. Diğer yandan dağınık ve sesi çıkmayan Kürdistanlı Devrimci Marksistlerin bir araya gelip bir karşı ağırlık oluşturabilmeleri için bir olanak bir platform olmak. Elbette bu günkü dünya durumunda politik bir karşı ağırlık henüz düşünülemez, ama en azından ideolojik ve teorik mevzileri güçlendirmek ve savunmak, teorik bir karşı ağırlık oluşturmak düşünülebilir ve yapılabilir. Karşı ağırlıktan söz ettik. Böyle bir karşı ağırlık, Kürt Ulusal Hareketinin Devrimci Demokratik kandına, yani PKK-KADEK çizgisine, şimdiye kadar rakipsiz hüküm süren sağın ve milliyetçiliğin baskısı karşısında soldan bir denge sağlar. Böylece onun daha az hata yapmasının koşullarının ortaya çıkmasına katkıda da bulunur. Bu anlamda dolaylı olarak politik bir ağırlık da kazanır ve politik bir işlev de görebilir. Yani sosyalizmin ve enternasyonalizmin Kürdistan cephesinde ideolojik düzeyde hiçbir güç ya da direniş görülmüyor bu gün. Bu durumda nasıl bir ordu, direnişin hiç olmadığı boş alanları başka yerlerdeki birliklerden oraya takviyeler yollayarak güçlendirirse; aynı şekilde Kürdistan’daki cepheye güç verecek bir kaydırma yapma gereği ortaya çıkıyor. Bu durumda, gücümüzün ve enerjimizin belli bir bölümünü, Kürdistan’daki sosyalist mücadeleye aktarmamız gerekiyor. Nasıl fiziksel olarak Almanya’da yaşamamıza rağmen, virtüel olarak Türkiye’de yaşıyor gibi, Türkiye’deki sosyalist mücadeleye katkı için, bir Türkiyeli sosyalist gibi, bir Türk sosyalist gibi yazıyorsak, bundan sonra gücümüzün belli bir oranı da, virtüel olarak Kürdistan’da yaşayan bir sosyalist gibi yazmaya ayıracağız. * Elbette zorla güzellik olmaz ve taşıma suyla değirmen dönmez. Dışardan bir destek en fazla bir ilk hareket sağlayabilir, bir doğum sancısını ılımlandırabilir. Ama bu konuda umutlu olabilmek için nedenler var. Örneğin, “Egemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları” adıyla yazdığımız makaleye, Kürtlerden ve Kürdistan’dan son derece cesaretlendirici bir çok yankı geldi. Yani Kürdistan’da sosyalistlerin olmadığını düşünmek için bir neden yok. Varlar ama dağınıklar. Bu nedenle varlıkları ve yoklukları arasında bir fark yok gibi görünüyor. Amacımız zaten bir ilk hareketi sağlamaktır; motoru hareket geçirmektir. Eskiden emme basma tulumbalar vardı, onların su çekebilmesi için önceden içine bir miktar su koyulması gerekirdi, bu su tıpkı ekonomideki kredi gibi bir iş görürdü, o su bir kere koyulduktan sonra, o ilk koyulan suyla kıyaslanmayacak ölçülerde su çıkarılabilirdi. İşte bu siteyi açarken amacımız, bu tulumbaya koyulacak ilk su olmak. Eğer kuyuda su yoksa elbette bu işe
yaramaz. Ama biz kuyuda su olmadığını düşünmek için bir neden göremiyoruz. Yıllardır Türkiye kuyusunda aynı işi yapmaya çalışıyoruz, Türkiye’nin çürümüşlüğünün yol açtığı tüm kurumuşluğa rağmen oradan bile yavaş yavaş su çıkma eğilimleri görülüyorsa; Türkiye’nin aksine yirmi yıldır bir uyanış yaşayan Kürdistan’da iyimser olmak için daha fazla neden var. Elbet gönül çok daha iyi bir hazırlıkla bu siteyi açmayı isterdi. Ama olaylar hızla gelişiyor. Bu sitenin domainini almamız aylar olmasına rağmen, bir türlü harekete geçirecek gerekli zaman ve enerjiyi bulamıyorduk. Bu nedenle, pek mükemmel ve iyi hazırlıklı olmasa da bir başlangıç yapmayı, belki daha mükemmel ama çok gecikmiş olmaya tercih etmek gerekti. Ne doğa, ne tarih, ne toplum, ne de politika, hiçbir şeyi karşılıksız vermiyor. Zamandan kazanmak için yeterince bir hazırlıktan vazgeçmek gerekiyor. Ne derler? “Kervan yolda düzülür.” Ya da Napoleon’un dediği gibi: “bir işe bir kere girişilir gerisi sonra görülür.” * Bu site nasıl çalışacak? Site bir tür politik ve teorik bir Linux gibi çalışacak. Peki bu ne demek? Bunu kısaca izah edelim. IBM uyumlu bilgisayarı olanların hemen hemen tamama yakını Windows denen programın çeşitli tip veya versiyonlarından birini kullanmaktadır. Bu Windows’lar bilgisayarda çalışan programlar ile bilgisayarın donanımı arasında ilişkiyi sağlayan sistem programlarıdır. Daha eskiden bu günkü Windows’ların karşılığı DOS idi. Bu Windows gibi, yine belli firmaların mülkiyetinde olan başka daha az bilinen sistem programları da vardır. Bu bakımdan hepsi aynı kategoriden sayılabilirler. Ama bir de Linux diye bir sistem programı daha vardır. Bu Linux, sadece farklı bir sistem programı değildir, aynı zamanda çok farklı bir anlayışa da dayanır. Windows gibi programların mülkiyeti belli bir kişi veya şirketin elindedir. Bütün kaynak kotları gizlidir. Onu kopyalamak vs. suçtur. Linux, bütün bu bakımlardan Windows’un zıddıdır. Bütün kaynak kotları açıktır. Onları istediğiniz gibi kullanırsınız. Bunun karşılığında sizden istenen sizin de, programa yaptığınız katkıları başkalarına kullanımı ve geliştirmesine açık tutmanızdır. İsteyen programı istediği kadar çoğaltabilir. Linux kimsenin değildir ve herkesindir. Tıpkı bir dilin milyonlarca insanın katkılarıyla oluşması kimsenin ve herkesin olması gibi, Linux da binlerce programcı ve kullanıcının ortak katkılarıyla oluşup gelişmektedir. Bu programı yıllar önce Linus Torwald isimli bir Finli öğrenci ilk kez yazıp kotlarını yukarıda anılan koşullarla serbest bırakmıştır. O günden beri ilgisayar meraklılarının küçük alanından çıkmış bu gün Windows’un karşısındaki biricik gerçek rakip haline gelmiştir. Microsoft ve ABD ile rekabet halindeki bir çok firma ve devlet de bu gün Linux’un kullanımı ve gelişimini teşvik etmektedir. Her neyse bu apayrı ve birkaç yazı gerektirecek kadar uzun bir konu. Burada bizi ilgilendiren bu Linux’un bu gelişiminin nasıl bir işleyiş mekanizmasıyla gerçekleştiği. Diyelim ki, yeni bir bilgi işlem prosesörü, Chip çıktı, diyelim ki 386’dan 486’ya geçildi. Bunun üzerine bir çok gönüllü Linux programcısı, zaten Linux’un herkese açık olan,
çekirdeğinin kotlarını yeni bilgi işlemcinin olanaklarını kullanacak şekilde değişiklikler yaparak geliştiriyorlar ve bunları derhal herkesin bilgisine sunuyorlar. Her program daima bazı hatalar içerir. Bir çok Linux kullanıcısı, bunu deniyor. Pratikte veya programlamada karşılaştığı hataları yine İnternette ifade ediyor, programı yapana bildiriyor veya düzeltilmiş versiyonunu yazıp yolluyor. Bunlar ışığında yeni versiyonlar ortaya çıkıyor. Onlar tekrar kontrol ediliyor. Ve u böylece, ta stabil ve yetkin bir versiyona ulaşılıncaya kadar devam ediyor. Ve bu böylece hatasız bir versiyona erişilinceye kadar sürüyor. İşte bu noktada, Linux’u ilk yazıp serbest bırakmış, Linus Torwald ve iş birliği içindeki başka programcılar, bu denemeler sonucunda ortaya çıkmış en mükemmel ve yetkin versiyonu, yeni versiyon olarak resmen tanımlıyorlar. Bu her alanda aşağı yukarı böyle, yeni bir yazıcı çıkmış ve onunla ilgili birileri bir sürücü program mı yazmış, aşağı yukarı herkesin önünde hataları kullanıcılarca ve başka programcılarca koyuluyor, bu tekrar düzeltiliyor, tekrar deneniyor ve bu böylece gidiyor ta ki artık düzeltilecek bir şey kalmayıncaya, hatasız bir sürücüye ulaşılıncaya kadar. Herkesin ortak katkılarıyla, herkesin gözü önünde, yine sonuçları herkes tarafından denetlenen muazzam kolektif bir çaba. İşte Kürdistanlı Sosyalist de, aşağı yukarı benzer bir sistemle çalışacak. Site Kürdistanlı Sosyalistlerin çıkaracağı bir yayın için mutfak görevi görecek. Ne var ki bu mutfak, herkesin gözü önünde olacak. Yemeklerin pişirilmesine, hangi malzemelerin kullanıldığına yoldan geçen herkes bakabilecek. Ve ayın zamanda yemeklerin pişirilmesine ve hazırlanmasına isteyen herkesin katkıda bulunabileceği bir mutfak gibi çalışacak. Sonunda ortaya çıkan yemek, yani derginin yeni sayısı, sitenin ana sayfasında yer alacak. İsteyen onu istediği kadar yiyebilecek. Yani istediği kadar çoğaltacak, dağıtacak, okuyacak, okutacak vs.. Peki bu mutfakta yemek nasıl hazırlanacak? Kürdistanlı Sosyalist Sitesinin amaçlarını paylaşan Kürdistanlı Sosyalistler bu dergiye girmesini istedikleri yazılarını, öncelikle sitenin forumuna asacak ve e-mail grubuna yollayacaklar. Burada muhtemelen bu yazılar üzerine tartışmalar veya eleştiriler olacaktır. Bu eleştiriler ve tartışmalar sonunda, yazar eğer yazısının dergiye girmesini istiyorsa, buna eleştiriler ve tartışmalar ışığında gerekli görürse geliştirip son şeklini verdikten sonra, bunu dergide yani sitenin ana sayfasında yayınlanacak dergide yayınlanmasını isteyebilecektir. Siteyi yönetenler öneriyi kabul ettiğinde, o yazı dergiye alınıp, bir sonraki sayıda son versiyonuyla yayınlanacaktır. Elbette gerek foruma gerek mail grubuna sadece dergiye girmesi istenen yazılar yollanacak diye bir kural yoktur. Buralar aynı zamanda, Kürdistanlı Sosyalistlerin her türlü görüş ve bilgi alışverişinde bulundukları, çeşitli konuları tartıştıkları bir alan işlevi de görecektir. Dergi bir bakıma, bütün bunların özü, tortusu, hülasası, en iyilerinin, en kalitelilerinin toplandığı kelimenin gerçek anlamında, derleme sözcüğünün ima ettiği türden, bir dergi olacaktır. Peki bu siteyi ve dergiyi kim yönetecek? Görevsiz hak, haksız görev olmaz. Sitenin çalışmasına teknik ya da içeriksel ya da başka biçimde düzenli olarak katkıda bulunanlar. Bunlar için ayrı bir görüşmelerin yapıldığı ve kararların alındığı bir mail grubu olacaktır. Bu mail grubunda, sitede çalışanlar, ona düzenli katkıda bulunanlar yer alacaktır. Ve bunların
kararlarının sonuçları somut bir dergi olarak ortaya çıkacaktır. Ve bizzat bu sonucun kendisi de bizzat yine forum ve mail grubunda her türlü eleştiriye açık olacaktır. Böylece Kürdistanlı Sosyalist, Kürdistanlı Sosyalistlerin ortak çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, bizim bu siteyi açarak ve çalışma ilkelerini belirleyerek yaptığımız, Linus Torwald’ın ilk kez Linux’u yazıp, katkı yapanların da serbest bırakması şartıyla kotlarını serbest bırakmasına benzer. Sonrasında onun kaderini nasıl bir zamanlar, bilgisayar meraklılarının ve programcıların ilgileri ve çabaları belirledi ise, bu sitenin kaderini de Kürdistanlı sosyalistlerin katkıları ve ona sahip çıkmaları belirleyecektir. * İşte site aşağı yukarı böyle çalışacak. Kürt milliyetçiliğine ve burjuva görüşlerine karşı devrimci ve yaratıcı bir Marksizmin mirasına dayanarak mücadele etmek isteyen Kürdistanlı Sosyalistleri katkıda bulunmaya, destek olmaya çağırıyoruz. Yeterince anlaşılamamış bir çok nokta olabilir. Bizzat bu tanıtım ve çağrı yazısı da, eletiri ve öneriler ışığında daha yetkin ve gelişmiş bir şekle kavuşacaktır. Elbette Kürdistanlı Sosyalist sitesi, Kürdistan’da aksayan ideolojik ayağı tamamlamaya yönelik. Ama Devrimci Demokrasi söz konusu olduğunda, Türkiye’de de politik ayak aksıyor. Bunu da gidermek, yani Türkiye’de Devrimci Demokrasinin toparlanmasına hizmet edecek bir site de bundan sonraki adımı oluşturacaktır. Bu vesileyle bu projede yardımcı olmak isteyenleri şimdiden bağlantı kurmaya davet ediyoruz. Demir Küçükaydın 25 Ağustos 2003 Pazartesi demir@kurdistanli-sosyalist.net http://www.kurdistanli-sosyalist.net *
Bir sosyalist Olarak Tartışırsak Sayin Bervarto, Madem ki sosyalistsiniz simdi sosyalist olarak tartisalim. Önce alfabeden başlayalım. Bir sosyalisti bir milliyetciden ayiran sudur. Bir sosyalist’in ulusu, milliyeti olmaz, o belli bir ulke ya da ulusal devlet capinda dunya capindaki mucadeleye, en fazla katkiyi dilini, politik ortamini ilisikilerini bildigi ulus ya da ulkede verebileceği için bir ulus ya da ülke çapında bir faaliyete katılır. Bir ulusçu için ise, ülkesinin kurtuluşu, kalkınması ya da refahı kendi başına hedeftir, sosyalizm buna en iyi yol, bilinç, ideoloji vs. olduğu için benimsenir. Yani amaçlar ve araçlar tamamen farklıdır.
Somut örnek vereyim. Bütün Türk ya da Türkiye Sosyalistleri milliyetçidir. Çünkü onların hepsi ülkelerinin demokrasisi, refahı, hatta sosyalist olması için sosyalistttirler, dünya çapındaki kavgaya orada azami bir katkıda bulunmak için değil. Açın Evrensel’den TKP’ye kadar hepsinin “Ülkemiz” diyle söze başladığını görürsünüz. Sadece bu ifade bile onların milliyetçiliğini gösterir. Aslında Türk ya da Türkiye sosyalizminin doğuşu da tamamen milliyetçi bir problematikten kaynaklanır. Türkiye’de insanlar dünya çapındaki mücadeleye azami katkıyı en iyi burada yapacakları için sosyalist olmazlar ve olmamışlardır. Türkiye’de (“kendi” ülkelerinde) bağımsızlık, demokrasi, eşitlik, kalkınma ve hatta sosyalizm için sosyalist olmuşlardır. Kendi ülkende sosyalizm istemek, hedefin bu olması dahi milliyetçiliktir. Bir sosyalist, ancak dünya proletaryasının başarısına “kendi” ülkesinde devrim yaptığı takdirde daha fazla katkı yapabileceğini düşündüğü için orada devrim yapmaya kalkan insandır, kendi ülkesinde sosyalizm kurmak için değil. Ama Kürt ya da Kürdistan’daki sosyalizm farklı mıdır? Hayır. Kürdistan ve Kürt sosyalistleri de aynen Türk ve Türkiye sosyalistleri gibi milliyetçidir. Kürdistan’ın kurtuluşuna veya Kürt ulusunun bağımsızlığına ve yükselişine, sosyalizmin daha yararlı olacağını düşündükleri için sosyalist olmuşlardır. Bu nedenle Türk milliyetçiliği gibi Kürt milliyetçiliği de kendine sosyalizmi bayrak etmiş, milliyetçilik sosyalizm biçiminde ortaya çıkmıştır. Yalnız burada Kürt ve Türk milliyetçileri arasında çok temel bir fark vardır. Türk sosyalistlerinin milliyetçiliği ezen ulus milliyetçiliği olduğu için, bu milliyetçilik sosyalizm biçiminde, enternasyonalizm ve işçilerin birliğine vurgu biçiminde ortaya çıkar. Aslında, sosyalizm adı altında yapılan, burjuvazinin imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz edebiyatından başka bir şey değildir. Çünkü bu tavır altta olanın, yani Kürtlerin (Sorun kadınlarda ve başka “ırk”larda da aynıdır.) altta olduğunu gizlemeye, onun kendi özgül sorunları temelinde bağımsızca örgütlenmesine karşı çıkmaya yarar. Dolayısıyla Türk sosyalistleri, ulusal ayrılıklar karşısında nerede birlikten söz ediyorlarsa, orada egemen ulus milliyetçiliği yapıyorlar demektir. Buna karşılık, egemen ulusun bu inkarı karşısında, Kürt milliyetçileri, ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici ve demokratik karakterine vurgu yaparlar. Dolayısıyla, buradan hareketle, ezilen ulusun milliyetçiliği olarak, ayrılığa vurgu yapmış olurlar. Böylece, sosyalizm biçiminde görünen ezen ve ezilen ulus milliyetçilikleri, sosyalist bir terminoloji aracılığıyla kırılarak, POLİTİK ANLAMI itibariyle, tamamen zıt bir biçimde ortaya çıkarlar. Sosyalizm görünümlü egemen ulus milliyetçileri, “enternasyonalizm”, “sosyalizm” ve “sınıfın birliği” gibi parolalarla GERİCİ ve SÖMÜRGECİ EGEMEN ULUS MİLLİYETÇİLİĞİNİ SAVUNMUŞ OLURLAR. Yani sosyalizm savunusu, egemen ulus sosyalistlerinin elinde ve dilinde aslında gericiliğin savunusunun örtüsüdür. Diğer bir biçimde ifade edilirse, gericilik ve şovenizm sosyalizmi savunma biçiminde görünür egemen ulusta.
Buna karşılık, Kürt veya Kürdistan sosyalistleri milliyetçiliğe yaptıklar vurgu ile, POLİTİK ANLAMI itibariyle EZİLEN ULUSUN NESNEL OLARAK DEMOKRATİK SONUÇLAR ÜRETEN İLERİCİ VE BASKIYA KARŞI KONUMUNU SAVUNMUŞ OLURLAR. Yani Türkiye ve Kürdistan’da yüzde doksan dokuzu itibariyle pratik olarak EZEN ULUSUN SOSYALİSTLERİ (MİLLİYETÇİLERİ) GERİCİ, EZİLEN ULUSUN MİLLİYETÇİLERİ (veya Sosyalistleri) İLERİCİDİR. Tekrar edelim POLİTİK OLARAK. Şimdi bunu her yazımda yazan benim. Bana bir tek sosyalist gösterin Türkiye’de egemen ulusun milliyetçiliğinin sosyalizm biçimi altında göründüğünü benim kadar vurgulayan. Ve bana bir tek sosyalist gösterin, Kürt ulusunun bağımsızlık kavgasını sonuna kadar destekleyen. Bir tane daha benim kadar bu işleri yapan ve söyleyeni bulamazsınız. Ben bütün yazılarımda, Kürtlerin Amerika ile ittifak yapma hakkını bile savunurum, buna karşılık da Türk sosyalistlerinin Genel Kurmayın nesnel destekçileri olduğunu söylerim. Hemen hemen her yazımın konusu bu gibi temalardır. Ama burada bir şeye dikkat edilsin, ben burada POLİTİK OLARAK nesnel anlamlardan söz etmekteyimdir. Yani Kürt ABD ile bağımsızlığı için iş birliği yaparken, dünya ölçüsünde değil ama, en azından Türkiye ve Kürdistan ölçüsünde, nesnel sonuçları itibariyle ilerici ve demokratikleştirici bir iş yapmış olur. Buna karşılık, Türk sosyalisti, sözde dünya halkları adına ABD Irak’tan çıksın derken, Kürtler üzerindeki ulusal baskı karşısında egemen ulustan olarak sustuğu için, nesnel sonuçları itibariyle, gerici, anti demokratik güçleri güçlendirici bir iş yapmış olur. Ama dikkat edin POLİTİK OLARAK TÜRKLERİN SOSYALİSTLİĞİ GERİCİ KÜRTLERİN MİLLİYETÇİLİĞİ İLERİCİDİR: BİRİ BASKIYI KORUR VE GİZLER DİĞERİ EMNASİPE EDİCİ, KURTULUŞÇU BİR KARAKTERE SAHİPTİR. Ama İDEOLOJİK OLARAK, yöntemsel olarak, Teorik olarak ikisi de aynı milliyetçiliktir, biri diğerinden ak kaşık değildir. Yani bir sosyalist olarak, ister sosyalist olduğunu söylesin ister milliyetçi olduğunu söylesin, Kürtleri politik olarak destekler ve onların haklılığına vurgu yaparken, İDEOLOJİK OLARAK da onlardaki milliyetçilikle mücadele etmem gerekir,tıpkı Türk sosyalistlerinin milliyetçiliği ile de ideolojik olarak mücadele ettiğim gibi. Şimdi bu ideolojik mücadeleyi, Kürtlerin mücadelesini Türkiyeli bir sosyalist olarak desteklediğim ve yine bizzat Türkiyeli sosyalist milliyetçilere karşı mücadele ettiğim alanda yapamam. Bu ancak Kürdistan’da Sosyalizmi güçlendirmeyi hedef alan bir platformda yapılabilir. Tıpkı Türk sosyalistleri gibi Kürt sosyalistlerinin de hepsi milliyetçi olduğundan ve hepsi aynı ideolojik gericiliği savunduğundan, Kürt sosyalistlerinin içinden de, nasıl Türk sosyalistlerinin içinden, Türk sosyalistlerinin yaptığının milliyetçilik olduğunu söyleyen kimse çıkmıyorsa; Kürt Sosyalistlerinin içinden de Kürt Sosyalistlerinin yaptığının
milliyetçilik olduğunu söyleyen kimse çıkmıyor. Çünkü ister Türk ister Kürt olsun hepsi milliyetçidir de ondan. Bu durumda Türk ve Kürt sosyalistlerinin hepsinin milliyetçi olduğun iddia eden benim çizgim, ne yapabilir? Nasıl Türk olmadığım halde, bir Türk gibi veya Türkiyeli gibi yaparak, Türk sosyalistlerinin milliyetçiliğiyle mücadele ediyorsam, aynı şekilde Kürt ya da Kürdistanlı gibi yaparak Kürdistanlı Sosyalistlerin veya Kürt sosyalistlerinin milliyetçiliğiyle mücadele edebilirim. Şimdi bu durumda, benim politik tavrım ortadayken, yani benim Kürt hareketini tavizsiz olarak desteklediğim ortadayken, en küçük bir milliyetçilikten bunda kimse bir iz bulamazken, benim ideolojik bir savaş için Kürdistanlı bir sosyalist gibi yazmama, hatta yazmama bile değil, Kürdistanlı Sosyalistlerin bu işi yapması için bir platform açmama, sen Türk’sün bizim işimize karışma demek, tamamen, ulusal bir sınırın ardına gizlenerek ideolojik milliyetçiliği dokunulmaz kılma çabasından başka bir şey değildir. Ve bunu söyleyenler sosyalist olduğunu düşünen kişiler olduğu ölçüde, bu milliyetçiliğin bir ifadesidir, yani sosyalizmle bağdaşmaz ve böyle bir site açmakla ne kadar doğru bir iş yapılmış olduğunun somut kanıtını oluştururlar. Yani tam da sitenin açılışına yapılan itirazlar onun ne kadar gerekli olduğunun göstergesidir. Bir sosyalistin hiç unutmaması gereken en basit ilkelerden biri de şudur. Politik olarak bir gücü ne kadar destekliyorsanız ona karşı o kadar ideolojik mücadeleyi şiddetlendirmeniz gerekir. Bu ilkeye uygun olarak, bir sosyalist Kürt ulusal hareketini politik olarak ne kadar destekliyorsa ona karşı ideolojik olarak o kadar sert eleştiriler yapmalıdır. Şimdi Kürt milliyetçisi olan Kürt sosyalisti arkadaşlara söyleyeceğim şu: Türk sosyalistlerine ve Türk milliyetçiliğine en ağır eleştirileri yapanın Kürdistanlı Sosyalist sitesini açmasının ve oraya yazı yazmasının bir rastlantı olmadığını düşünün. Ve kendinize şunu sorun: “Demir’in söylediklerini söyleyen bir Kürdistanlı sosyalist olamaz mı?” Olabilir. O takdirde ona, kardeşim sen Kürdistanlı değilsin falan diyemiyecektik. Ona o zaman ne diyecektik. O zaman dediğinin içeriği ile uğraşacaktık. O halde, Demir, olması hiç de olanaksız olmayan, eğer yoksa tesadüfen olmayan veya buraya yazmayan o sosyalist gibi yazıyor kabul edilip onun dediklerinin içeriğine yönelmek gerekir. (İtirazın saçmalığına bir başka örnek. Internet ortamında pek ala, değişik bir Kürt adıyla bu siteyi açabilir ve yazıları yazabilirim. Bunu kimse kontrol edemez. Bu durumda herkes beni Kürt ya da Kürdistanlı sanacağından Kürtler hakkında konuşamazsın diyemeyeceğinden, ne diyorsam onun içeriğine yönelecektir.)
Sorun bu kadar basit. Benim savunduğum sosyalizm anlayışının sosyalist olmadığını söyleyebilirsiniz, Kürdistan’da sosyalizmi zayıflatacağını söyleyebilirsiniz. Bunların hepsi anlaşılır. Ama Sen Kürt ya da Kürdistanlı değilsin, Kürdistan hakkında yazamazsın demek, bir sosyalistin değil milliyetçinin tavrıdır. Buna sadece onu yazanın kendini sosyalist sanan bir milliyetçi olduğunu göstermek bağlamında değinebilirim. Sosyalizmin alfabesini bilen böyle şeyler söylemez. Sayın Bervarto, Bir konu daha. Bakın ben otuz yıldır yazıyorum. Siz benim yazılarımı okumamışsınız ve hakkımda hiçbir şey bilmiyorsunuz. Okuduysanız bile onları sistemli etüd edip anlamamışsınız. Beni, Türk sosyalistlerinin, yani o tipik milliyetçilerin bir temsilcisi gibi düşünüp o kategorilerle değerlendiriyor, kafanızdaki o çekmecelere koymağa çalışıyorsunuz. Ben o kalıplara ve çekmecelere sığmam. Esasında yazdıklarımı biraz anlamaya kalksanız bunu görebilirsiniz. Örneğin geçenlerde, “Ezilenlerin Suç Ortaklığı” diye bir yazı yazdım. Bu sizin karşı çıkışınızın, yani Kürtler veya Kürdistanlılar hakkında Kürtler konuşur diyen mantığınızın, nasıl aslında ezilme ilişkisinin sizin tarafından üretildiğini göstermeye çalıştım. Bunu bile anlamıyorsunuz. Bu yazıya hiç bir cevap gelmedi. Keza dün “Türk sorunu mu Türk sorunu mu?” diye eski bir yazımı astım. Örneğin bu yazının, Kürt halkından ve ulusundan ne kadar fazla şey beklediğini, benim bu yazıda, Kürtleri ya da bir ezilen ulus hareketini küçük görmeden dolayı değil, çok büyük görmekten dolayı; onlardan çok şey beklemekten dolayı eleştirilebileceğimi bile anlamıyorsunuz. Benim yazdıkların sizin ufkunuzun dışındadır. Bir Marksist beni ancak Kürt ulusal hareketinden çok fazla şeyler beklemekle eleştirebilir. Kürdistan gibi bir alana bu enerjimi, zamanımı ve dikkatimi yönelterek, gücümü boşa harcadığım, milliyetçiliğin hızla yükseldiği, söylediklerime rezonans gösterecek, yankı gösterecek kimsenin bulunmadığı bir ortama yöneldiğim, verimsiz bir alanda enerjimi tükettiğim, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalktığım için eleştirebilir bir Marksist beni. Yani yapılanların tam tersi noktadan. Benim yazdıklarımı ancak ufkunuzun dışına çıkmaya çalışırsanız anlayabilirsiniz. Sadece yazılarım değil geçmişim de bunu gösterir. Bakın size birkaç örek vereyim. 1) Kürdistan’da ayrı parti örgütlenmelidir diyen ilk ve tek Türkiyeli Sosyalist partinin teorisyeniydim. Eğer parti dağılmasaydı, Kürdistan’daki üyelerimizin Kürdistan partisini kurmaları söz konusu olacaktı. Aynı şeyi Almanya’daki üyelerimize yapmıştık. Ama bu “ayrı” sizin anladığınız anlamda ayrı değildi tabii, Türkiye partisiyle eşit düzeyde bir dünya partisinin seksiyonu idi. (1979)
2) Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet’de, 1930’lar Türkiye’sinde “Türkiye Komünist Partisi, Kürdistan Komünist Partisinin oluşmasına ağabeylik yapmalıdır der. Ben 1979’da, yani o Türk sosyalist hareketinin o haşmetli devrinde, “diyalektiğe inanıyorsak, bunun tersi de mümkündür. Belki bundan sonra Kürt hareketi Türk Sosyalist hareketine ağabeylik etmek durumunda olabilir” anlamında sözler yazmışımdır. Orhan Kotan bile bir konuşmada, böyle bir şeyi Kürtlerin düşünmeyi bile akıllarından geçirmedikler bir dönemde, bunu yazdığımı bana söylemişti. Ve yıllardır, Kürt ulusal hareketini izleyerek onun deneylerini sistemleştiriyorum. Yazılarımı dikkatlice okursanız, onların Kürt ulusal hareketinin deneylerinin genellemelerine dayandığını, yani ondan öğrendiğini görürsünüz. (“Her şey deneylerden öğrenilir, deneylerden hç bir şey öğrenilmez” B.B.) 3) Benim bu gün savunduğum çizgi yeni değildir. Orhan Kotan’ın çıkardığı Kürdistan Press’in ilk başında, orada yazdığım yazılarda da bu gün savunduğum şeyleri savunuyordum. 4) Ayrıca ben her hangi bir örgüt içinde, ezilen ulus, cins, azınlık, “ırk”tan kişilerin de ayrıca otonom yapıları olmasından yana ilk Türk sosyalistiyimdir. Yani örneğin, devrimci ve Marksist temelleri olan bir Türkiye Partisinde, Kürt üyelerin, kadın üyelerin, sakat üyelerin, Ermeni üyelerin, Hıristiyan üyelerin, Alevi üyelerin, hem bütün bunlar içinde faaliyeti organize eden, hem de partinin bu gibi sorunlardaki körlüğüne karşı bir parat oluşturan yapılanmalardan yanayımdır. Yanlış anlamamanız için şöyle de formüle edeyim: Diyarbakır’daki Sosyalist, Devrimci Marksist Kürdistan partisi içindeki Türkler, Ermeniler, Aleviler, Ezidiler, Kadınlar’ın da otonom örgütlenmeleri olmalıdır. 5) Marks’tan Michael Löwy’e kadar bütün Marksistlerin aslında, milliyetçiliğin millet anlayışına sahip oldukları için, ulusal sorunda milliyetçi olduklarını söylerim. Yani bu konudaki görüşlerim Marksizm tarihinde benzeri olmayan, onun kökten yenileyen bir görüştür. Ulusçuluğun Tarihsel maddeci teorisine dayanmaktadır ve bu teori 1980’lerin ortalarında ortaya çıkmıştır. Bu teori Türk ve Kürt sosyalistlerince bilinmemektedir. 6) Ve nihayet, dünya sosyalist hareketinde, bu teorik temelden hareketle, ulusal olanla politik olanın bağının koparılmasını, yani ulusun da bir din gibi, kişinin bir inanç sorunu olarak ele alınmasını programatik bir talep olarak formüle eden, yani Dünya tarihinde ulusal sorunda sosyalist programı ilk kez formüle eden teorisyenimdir. Şimdi, bütün bunlar yokmuş gibi, bunları bilmeden beni ve yaptıklarımı ne anlamak ne de eleştirmek mümkün değildir. İnsanın kendisi hakkında şunu yaptım bunu yaptım demesi pek hoş bir şey değil ama, bu günkü hafıza kaybı karşısında başka çarem maalesef kalmıyor. Hafızasını yitirmiş her kuşağa olmadı baştan en basit ve yıllarca önce aştığım şeyleri tekrar tekrar öğretmeye kalkamam. Onların neyin karşısında olduklarını kavramalarını istemek hakkımdır sanırım. *
Şimdi size milliyetçiliğinizi kendi sözlerinizle göstereyim. “Ben bir Kürt komünistiyim” diyorsunuz. Kürt komünisti olmaz, Türk komünisti olmaz. Kürdistanlı Komünist olur. Yani, Kürdistan cephesinde savaşan komünist vardır. Burada bile Kürdistan ya da her hangi bir ülke, bir cepheyi ifade eder, bir savaş alanını ifade eder. Ulusal bir aidiyeti değil. Kişi kültürel olarak bir Kürt veya Türk komünisti olabilir. Ama Kültür’ün yani Kürtçe’ye veya Türkçe’ye egemenliğin, o insanların adet vs.lerini iyi bilmenin, politikanın içeriğiyle bağlantısı olmaz. Dolayısıyla, politik anlamı olmayacağından, politik bir tartışmada, “Türk” veya “Kürt Komünistiyim” demenin anlamı yoktur. Böyle diyen kişi, Kürt veya Türk’tür ama Komünist değildir. Buraya kadarı klasik Marksizm bağlamında. Ama Tarihsel maddeciliğin geliştirdiği ulusçuluk teorisi bağlamında, uluslar da tıpkı dinler gibi var oluş biçimleri olduğundan, Kürt Komünisti ya da Türk Komünisti, Müslüman Komünist veya Hıristiyan Komünist gibi bir kavramdır. Din ile politikanın çakışması ilkesine dayanan devletlerde faaliyet gösteren Marksistlerinin Müslüman Komünist, Hıristiyan Komünist olması gibi bir şeydir bu. Bir Marksist orada kendini dinle tanımlayamaz. Aksine, siyaset ile dinin koparılması mücadelesi vermek zorunda olduğundan, bizzat bu tür tanımlara karşı savaşmak zorundadır. Aynı şekilde, ulusla da tanımlayamaz. Marksist, ulus ile politikanın ilişkisini koparmanın mücadelesini vermek zorundadır. Burası da benim katkılarım bağlamında. * “Biz Kürdistanlıların güzel bir deyimi...” Bir sosyalistin “Biz”i Kürdistanlılar ya da Kürtler ya da benzeri ulus ya da ülkenin halkı olamaz. Bir sosyalistin “Biz”i bir tek şeydir. Dünya işçi sınıfı, bu biz ve diğer bizler uyuşmaz, birbirini keser. “Kürtlerin veya Kürdistanlıların şöyle güzel bir deyimi, Biz sosyalistlerin durumunu iyi açıklayabilir” gibi bir cümle bir sosyalist olarak anlaşılabilir. Ama “Biz Kürdistanlıların güzel bir deyimi” dediniz mi, siz sorunu başka bir özne açısından tartışıyorsunuz demektir. Bu site sorunu Kürtlerle ya da Kürdistanlılarla, o özne açısından tartışmayacak. Bunun kendisini sosyalizme karşı görüyor, yanlış görüyor. Onun “biz”i dünya işçi sınıfı, Kürdistan’da neyi nasıl yapacağını tartışıyor. Ya da bu amaca yönelik. *
“siz diyarbakira geldiginizde bizim yarattigimiz orgute bir kominist dost olarak her zaman gelin” Gördüğünüz gibi, siz basit bir toplam gibi, uluslar arası dayanışma gibi bir anlayışı enternasyonalizm sanıyorsunuz. Diyarbakır’daki örgüt “siz”in örgütünüz olmaz, bizim, dünya işçi sınıfının örgütüdür, onun Kürdistan seksiyonunun örgütüdür. Dolayısıyla ben İstanbul’dan Diyarbakır’a gidince “Siz”in örgütünüzde değil, “Biz”im örgütümüzün, Kürdistan seksiyonunun Diyarbakır şubesinde çalışmaya başlarım. Bu kadar alfabeden habersizsiniz. Ama sizin günahınız yok. Bütün Kürt ve Türk solu böyle milliyetçi. * “bende sizin ulkenize geldigimde ilk ugrak yerim sizin olusturdugunuz kominist partisi olacaktir” Aynı milliyetçilik tersinden. İstanbul’daki örgüt ya da Komünist Partisi, sizin partinizin, yani Dünya partisinin, Türkiye seksiyonunun, İstanbul şubesidir. Siz oraya gittiğinizde “Bizim” ülkemizin partisine değil, kendi partinizin, İstanbul şubesine gitmiş olursunuz. Bakın, bütün bunların, benim katkı yaptığım kısımla ilgisi yok bile henüz. Bunlar birinci ve Üçüncü enternasyonallerin dayandığı alfabetik önerme ve anlayışlar. * “benim ulkem somurgedir,benim ulkem de milliyetcilik hakli bir zemine sahiptir,sizin milliyetciliginiz ise irkcidir zira ezen konumdasiniz” Bunu bir Marksist nasıl ifade eder? “Kürtlerin ülkesi sömürgedir. Kürtlerin milliyetçiliği haklı bir zemine sahiptir. Türklerin milliyetçiliği ırkçıdır çünkü ezen konumdadır. Bu durumda biz Marksistler, Türk milliyetçiliğine karşı Kürt milliyetçiliğini politik olarak desteklemeliyiz.” Ama siz bir Marksist olarak değil, bir Kürt olarak tartışıyorsunuz. Sizin “biz”iniz Kürtlük. Karşınızdakinin de bu kategoriler dışında var olabileceğini kabul etmiyorsunuz. Ve bu kategoriler dışında düşünmeyi reddediyorsunuz. Ama bu tam da milliyetçiliğin ta kendisidir. Çünkü sınıfsal bakış ile ulusal bakış birbirinin varlığını reddeder. Biz’i ulus olan ile Biz’i sınıf olan bir arada olamaz. * “Bir sey daha kurdistanli tum emekciler: ermeniler, turkler, cerkezler, suryaniler vb kurdistanda hem kendi haklari hemde yasadiklari ulkenin tum sorunlarinda soz ve yetki
sahibidirler...onlarin kurtulusu benim dunya gorusumde marksist bir dunya gorusuyle nihayi sonucuna ulasir...” milliyetçi Türk sosyalistleriyle aynı mantıkla düşündüğünüzü görüyor musunuz? Aynen Türk sosyalistleri de sizler için öyle diyor: Bakın hiç yabancı gelmeyecek “Türkiye’deki tüm emekçiler: Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Süryaniler vb. hem kendi hakları hem de yaşadıkları ülkenin tüm sorunlarında söz ve yetki sahibidirler... Onların kurtuluşu benim dünya görüşümde Marksist bir dünya görüşüyle nihai sonuca ulaşır.” Yani ben onları kurtarırım. Kendilerini bana emanet etsinler. Yıllardır Türk sosyalistlerinin Kürt sosyalistlerine dediği bu değil miydi ve hala da bunu demiyorlar mı? Gördüğünüz gibi, yöntemsel temellere inmeden Türk sosyalistleriyle mücadele, onların milliyetçiliğini kopya etmekten başka bir sonuç vermez ve de vermemiştir. İşte Kürdistanlı Sosyalist Sitesi, Kürdistan’da, şu an şurada yaptığını yapmaya çalışıyor. Saygılar Demir * İki Çizgi
Şimdiye kadar, Özgür Politika’daki yazılarımızı, bir Türk ya da Türkiyeli Sosyalist olarak yazıyorduk. Yani egemen ulusun içinden ezilen ulusun mücadelesine destek verme ve bunun bir örneğini sunma yazıların temel vurgusuydu. Böyle bir paradigma veya kimlikle yazınca, elbette, bütün vuruş yönümüz, genel olarak Kürt Ulusal Hareketinin haklılığı, bu hareket içinde de PKK-KADEK çizgisinin daha radikal, daha eşitlikçi, daha modern özellikleri; onun sosyolojik karakterinin, politik ve taktik yönelişlerinin analizi; bunların tarihsel ve politik anlamlarının açıklanması; buna karşılık Türk ulusunun ve ulusçuluğunun gerici ve şizofrenik karakteri, Türkiyeli sosyalistlerin aslında milliyetçiler oldukları ve sosyalizmin bu egemen ulus milliyetçiliğini gizlemenin ideolojik bir örtüsü olduğu gibi noktalarda yoğunlaşmıştı. Gazetede yazan diğer Türkiye Sosyalist Hareketi kökenli diğer yazarlarla aramızda çok kökten bir fark vardır: Onlar Türk ya Türkiyeli olarak değil, Sosyalist olarak yazıyorlardı; biz ise daha ziyade Türk ya da Türkiyeli olarak yazıyorduk.
Sosyalist olmadığımızdan değil. Elbette sosyalistiz. Ama gerek Ulusal soruna bakışımız; gerek sosyalizm anlayışımız diğer Türkiye Sosyalist Hareketi kökenli yazarların anlayışlarından kökten farklı olduğu için, (ki sadece onlardan değil, bütün Küdistanlı ve Türkiyeli sosyalistlerden, hatta dünyadakilerin de tamamına yakınından farklı) gerek kendi başına bir eylem olarak Türk ya da Türkiyeli olarak bir Kürt ulusal hareketi organında yazmak; gerek oradan Türklerin veya Türkiyeli sosyalistlerin milliyetçiliğine karşı yazılar yazmak, somut bir politik eylem olarak, kelimenin gerçek anlamıyla hem ezilen ulusun desteklenmesi yani enternasyonalist bir eylem olduğu için; hem de milliyetçiliğe (yani aynı zamanda enternasyonalizme, ki Enteransyonalizm de Milliyetçiliğin varsayımlarını paylaşır) karşı olduğu için; bir sosyalist olarak orada sosyalist vaazlar vermekten çok daha doğru ve etkili olduğu için böyle yapıyorduk. Bu fark ve bizim niye böyle davrandığımız; bunun gerçek anlamı anlaşılmadığı için; bu gün, bizim ayrılmamız ve diğer Türkiye Sosyalist Hareketinden yazarların gazetede yazmaya devam etmesi nedeniyle sık sık şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz. “Niçin onlar kaldı da sen ayrıldın?”. Ya da sık sık şöyle sözler duyuyoruz: “Kalması gereken gitti, ayrılması gerekenler kaldı.” Bunun bir sürpriz olmaması gerekir ve anlaşılmayacak bir yanı da yoktur. Çok kökten bir farklılık vardı, onlar orada bir sosyalist olarak yazıyorlardı, biz bir Türk veya Türkiyeli olarak yazıyorduk. Elbette biz de bir sosyalisttik ama bu bizim yazar olarak oradaki kimliğimizi belirlemiyor, yazılarımızın içeriğinde, yöntenimde ortaya çıkıyordu. Türk ya da Türkiyeli olarak yani ezen ulustan biri olarak bir Kürt ulusal hareketi organında yani ezilen ulusun organında, ezen ulus milliyetçiliğine ve inkarcılığına ezen ulusun içinden biri olarak vurmak ve ezilen ulusa açıktan destek vermenin, binlerce sayfalık ideolojik mücadeleden daha fazla, bin kat daha yararlı olduğunu düşünüyorduk ve hala da böyle düşünüyoruz. Yani diğer bir deyişle, egemen ulustan biri olarak ezilen ulusun gazetesinde yazmanın politik bir eylem olarak sevapları, bir sosyalist olarak yazmamanın günahlarını fersah fersah karşılamaktaydı. Bunu islam diniyle şöyle bir kıyas içinde açıklayabiliriz. Bilinir, İslam bir ticaret ve savaş dinidir. Ticaretten ve savaşla doğmuştur. Zaten savaş ve ticaret ikiz kardeştirler. Ticaretin batı dillerindeki (Mercado, Merchant, Türkçe’ye geçen Marşandiz vs.) kökeninin savaş tanrısı olan Mars (Kızıl gezegen, Merih) olması bir rastlantı değildir. İşte bu ticaret ve savaş dini, günde beş vakit namazı ve orucu müminlere farz kılar. Ama seferi iseniz, yani ticaret veya savaş için yoldaysanız, bu farzları yerine getirmemeniz hoş görülür, affedilir. Çünkü o yaptığınız işlerin sevabı, namaz ya da oruç farzını yerine getirmemenizin günahından fazladır. Ayrıca, tıpkı ticarette olduğu gibi , borcunuzu “kaza namazı” ile sonradan da ödeyebilirsiniz. * Şimdi fark neredeydi, niçin biz ayrıldık ve diğerleri ayrılmadı? Bunun hiç de rastlantısal olmadığını ve iç mantığını göstermeye çalışalım. Böylece hem şimdiye kadar niye öyle yazdığımız; şimdi niye yazmadığımız ve nasıl yazacağımız daha iyi anlaşılabilir. Önce şunu belirtelim. Biz tam da sosyalist inançlarımız gereği farklı özneler açısından yazar ve politik eylemde bulunuruz. Burada daha önce sosyalist harekette hiç denenmemiş bambaşka bir politika ve örgüt anlayışıyla hareket ederiz.
Örneğin Enternasyonal’de ulusal düzeyde bu kabul edilir. Bir yerden bir yere giden gittiği yerin organına katılır ve yoksa yaratır. Bu işin alabesidir ve doğrudur. Yani örneğin Türkiyeli biri olarak Kürdistan’a gittiğinizde artık bir Kürdistanlı sosyalistsinizdir ve onun organında çalışırsınız. Keza, Kürdistanlı da Türkiye’ye gelirse Türkiyedeki organlarda çalışır. Bu sadece bu iki örnek için değil, bütün ülkeler için geçerlidir. Çünkü İşçi Sınıfı ancak Dünya Tarihsel olarak var olabilir ve ancak Dünya Çapında bir sınıftır. Biz de bu alfabeye uygun davranırız. Almanya’ya gelince derhal Almanya seksiyonunda çalışmaya başlarız. Fransa’da isek Fransız seksiyonunda. Dünyanın bir global köy olduğu bir çağda, fizik olarak orada bulunmaya bile gerek yoktur. Virtüel olarak nerede azami katkı yapabileceksek oralı olabiliriz. Yani Türkiyeli olmak için Türkiye’de bulunmak gerekmez. Bu işin alfabesidir. Türkiye ve Kürdistandaki sosyalistlerin hiç birinde bu alfabe bile yoktur. Sadece bu bile onların hepsinin ciddi ölçüde milliyetçi olduğunu gösterir. Ama biz burada da durmayız, gerek yeni sosyal hareketlerin, gerek işçi hareketinin deneylerinden; gerek sermayenin gerçek tarihsel hareketi kavrayışından ve bir çok öznelerin varlığından ve her bir öznenin içinde ayrı bir sosyalist ve proleter kanat oluşturma anlayışından hareketle bir adım daha atarız, sadece ülkeler ilişkin değil; öznelere ilişkin olarak da hareketlilik anlayışına geçeriz. Ve bunun ilk deneylerini yaparız kendi politik pratiğimizde. “Enternasyonalizmin Sonu” adlı yazımızın sonuda bunu şöyle de ifade ediyorduk: “Marks-Engels döneminde tek özne işçi sınıfı görülüyordu. Bu nedenle “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” şiarı, kendine göre bir anlama sahipti. Ekim devrimiyle birlikte, Ezilen ulusların kurtuluş savaşları ortaya çıkınca, bu yeni özneyi de ifade edebilmek için, işçilerin yanına bir de "ezilen halklar birleşin" ibaresi eklendi. Ama bugün öznelerin böylesine çeşitlendiği bir çağda, sadece işçileri özne kabul eden; onları da ulus dolayımıyla tanımlayan bir örgüt biçimi ve ilke artık yeterli olamaz. Artık bütün ülkelerin işçilerini değil, yeryüzünün bütün ezilenlerini, yani bütün özneleri birleştirecek bir çağrı ve biçim bulunmalıdır. (Ya da yeryüzünün bütün işçilerini sadece ulusal bölünmüşlüğe göre değil, bütün bölünmüşlük biçimlerine göre bir araya getirecek biçimler.) Örgütler uluslara göre değil, her baskı biçiminden ve sorundan doğan öznelerin içinde, onu kesen diğer baskı biçimleri ve özneler için mücadele edenleri birleştirmelidir. Yani her hareketin bölücülerini. İşçi hareketi içinde örneğin, siyahların ve kadınların otonom örgütlenmelerini ve çıkarlarını savunanları; Siyah hareketi içinde, işçilerin ve kadınların; Kadın hareketi içinde işçilerin ve siyahların. Ulusal kurtuluş hareketleri içinde bütün bunların hepsinin; bütün bunlar içinde ulusal kurtuluş hareketlerinin. Bunların her biri o öznenin hareketiyle sınırlı kalanlarca "hain" olarak görüleceğinden; bütün hareketlerin ve öznelerin "hainlerini" toparlayacak bir forma ihtiyaç vardır. Bütün özneleri tanımayan ve sınıf içinde de çeşitli bölünmeler arasında sadece ulusal bölünmüşlüğü meşru kabul edip tanıyan enternasyonalizm geleceğin mücadeleleri için bir ilke ve biçim olamaz. Enternasyonalizm, belki "bütün ülkelerin işçileri"ni birleştirebilirdi ama "yeryüzünün bütün ezilenlerini" birleştiremez.” (Özgür Politika’ya yazılarımız, bu anlamda bu yepyeni anlayışın denemelerinden biridir. Tıpkı seri üretime geçmeden önce örneğin bir otomobilin, uzun bir test safhasından geçmesi
gibidir. Ve Özgür Politika’ya dört yıl boyunca yazmamız bu anlamda, en ağır testtir ve yaklaşımımız bu testten başarıyla çıkmıştır kanımızca. Yani artık “seri üretimie” geçilebilir.) * Örneğin 1980’lerin ortasından 1990’ların ortasına kadar, teorik ve politik faaliyetimizin ekseninde beyaz ırçılığa karşı siyahların mücadelesi vardır. Bu dönemde elbette Almanya seksiyonunda çalışırız, klasik anlamda bir enternasyonalist olarak, en önemli eleştirilerimizden biri Türklerin ve Kürtlerin Avrupa’daki Türkiye ve Kürdistan’dan gelen işçileri Türkiye ve Kürdistan’daki mücadelenin lojistik destek üssü olarak görmelerine ve milliyetlere göre örgütlemelerine yöneliktir. Ama bu klasik bölümde kalmayız. Aynı zamanda, Avrupa’da yaşayan bir yabancı, Irkçı baskının hedefi olan bir Siyah, Almanya’da bu siyah Türk ile özdeşleştiğinden de bir Avrupa’daki Türk olarak politika ve ideolojik mücadele yaparız. Ve örneğin Türkiyeli bir sosyalist olarak bu dönemdeki faaliyetlerimiz çok sınırlıdır. Daha ziyade Kuruçeşme Süreci çerçevesinde kalır. Kürtlerden gelen Kürdistan’da bir oluşumun başını çekme önerilerini de geri çeviririz, Egemen ulustan destek pozisyonuyla yetiniriz. 1990’ların ortasından itibaren ise, gerek dünyadaki genel hareketin gerilemesi gerek Avrupa’daki siyahların ve özellikle de Türklerin radikalleşmesinin durması ve gerilemesi nedeniyle gücümüzü Türkiye ve Kürdistan’a yöneltip, genellikle Türkiye’de egemen ulustan birisi olarak yazarız. Ayrıca bir Kürdistanlı olarak da yazma denemelerimiz olmuştur zaman zaman. Somut birkaç örnekle bir fikir verilebilir. Örneğin 1992’de İsveç’te bulunduğumuz sıralarda, bizden Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve PKK hakkında yazı isteyen Dördüncü Enternasyonal’in İsveç Seksiyonunun organı için, yazarken, Avrupalı bir siyah olarak yazarız. Böyle yazdığımız için orada yayınlanmaz ve biz böylece Beyaz adamın ırkçılığıyla mücadele ederiz. Ama aynı yazıyı yazdığımız sıralar, İsveç’teki Türk diyasporasıyla, bu sefer egemen ulustan insanlar olarak, yani Türkler olarak, Kürt Ulusal Hareketiyle Dayanışma Komitesi kurmaya çalışırız. Yani aynı dönemde, aynı yerde çok farklı bağlamlarda, bambaşka kimliklerle yazarız. Yukkadıdaki örneğa göre Türkiye’deki egemen ulustan Türk olarak ve Avrupa’da ırkçı baskının hedefi siyah Türk olarak. Örneğin Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi de bu anlayışın ve yaklaşımın bir devamıdır. Keza Özgür Politika’ya yazmaya başladığımızda, ilk yazımızda, Türk milliyetçisi ve sosyalist olarak birbirine ve karşı yazılar yazacağımızı söyleriz. Bir süre böyle gittikten sonra, günlük bir gazetede haftalık yazılar biçiminde olunca, yaptığımızın anlaşılmadığını gördüğümüz için, buna son verip, Türk veya Türkiyeli sıfatıyla yazmaya devam ederiz. Bu yazıları bir belge olarak ilişikte sunulacak. Siyah olarak veya Avrupadaki Türk olarak: “Kürt Ulusal Hareketi ve PKK”. Ezen Ulustan olarak yani bir Türk olarak: “Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketiyle Dayanışma Komitesi Kuruluş Bildirgesi”. Ve Özgür Politika’ya ilk yazdığımız, bir Türk milliyetçisi ve bir sosyalist olarak birbirine karşı yazı yazacağımızı anlattığımız yazı: “İlk Yazı: ‘Schachnovelle’”
* Farkı açıklayabilmek için biraz tekrar da olsa vurgulayalım. 1) Türkiye veya Kürdistanlı sosyalistlerin, birkaç küçük grup hariç hemen hemen hepsiyle, klasik Marksizm ve Enternasyonalizm bakımından bir fark var. Hepsi bu anlamda milliyetçi. Enternasyonalist değil. 2) Klasik enternasyonalistlerle bir farkımız var, sadece ülkelere ve uluslara değil, öznelere göre hareket ve örgütlenme anlayışını getiriyoruz. Tabii bu Türkiye ve Kürdistanlılarla da bir fark. Ama onlar daha işin alfabetik kısmının imtihanında takıldıklarından, bu ayrılığın onlarla değil, onların o çok küçük enternasyonalist kesimiyle anlamı var. 3) Bir de bunlara ek olarak, ulus ve ulusçuluğun, henüz kendine Marksist veya sosyalist diyenlerce bilinmeyen ve kabul edilmeyen seksenlerden sonra çıkmış teorisine dayanıyoruz. Bu anlayışa göre, enternasyonalistler de milliyetçidirler. Böylece bütün Türkiyeli, Kürdistanlı ve dünyadaki bilebildiğimiz bütün sosyalistlerden de farklıyız. Enternasyonalist değil, anasyonalistiz. Yani din ve ulus arasında bir paralellik kurarsak, bütün dinlerin kardeşliğini ve bir tek insanlık dini içinde erimesini savunan dinler gibi olan enternasyonalizmden değil; bütün dinleri politikanın dışına atan, onu kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak gören aydınlanma gibi, ulusal olanı politik alanın dışına atan bir a-nasyonalizmden yanayız. Yani dinsiz gibi milliyetsiziz. Paralelliği göz önüne alırsak, Enternasyonalizm bir kardeşlik dinidir, sosyalistlerin dini kardeşlik dini olamaz, tıpkı din gibi ulusu da politik alanın dışına atan ulussuzluğu mümkün kılan “laiklik” olabilir. Bu tarihsel ve teorik arka planın farklılığı çerçevesinde bakıldığında, Gazetedeki yazılarımızın mantığı kavranabilir. * Bu teorik, ideolojik ya da metodolojik fark politik tavır alışlarda programatik, politik, stratejik ve taktik olarak tamamen farklı tavır alışlara yol açmaktadır. Dz bir mantıkla anlaşılamayacak ve çelişkili görünecek son derece diyalektik farklılıklardır bunlar. Her şey kendi zıddı biçiminde ortaya çıkmaktadır. Örneğin, bizim ulusumuz yok dedik ama Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin organında Türk ya da Türkiyeli olarak yazdığımızı söylüyoruz. Öte yandan, diğer sosyalistlerin ulussuz değil enternasyonalist olduklarını söylüyoruz, hatta Türkiyeli ve Kürdistanlı sosyalistlerin enternasyonalist bile olmadığını söylüyoruz ama onlar Türk olarak değil, enternasyonalist ve sosyalist olarak yazıyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Burada bizim son derece tutarsız olduğumuz açık değil mi? Burada bir çelişki yok mu? Düz bir mantık açısından çelişkili gibi görünür ama toplumsal olayların ve ulus denen, ulusçuluk denen fenomenlerin son derece karmaşık, çelişkili, diyalektik kavranışı açısından, yani Tarihsel Maddeci kavranışı açısından değil. Bunu açıklamayı deneyelim. Örneğin, Öcalan, av köpekleri tarafından dört bir yandan kuşatılan bir av hayvanı gibi dünyada sığınacağı bir tek ülke-kovuk bile bulamayıp, CİA ajanlarınca kaçırılıp Türkiye’ye
teslim edildiğinde, Türkiye’de en şoven azgın milliyetçilik şahlandığında; Kürtler Öcalan’ın şahsında en iğrenç şekilde aşağılandığında, Türkiyeli sosyalistlerin hiç biri, provakatif olarak, Türk milliyetçiliğine kendi içinden vurmak için; Türklerin içinden Kürtlere el uzatmak için hiç bir şey yapmadı. Ve bu davranışlarını şimdi olduğu gibi, Öcalan’ın Uçak’ta söylediği, MİT tarafından psikolojik savaşın bir parçası olarak uygulanan sözde nedamet getirip teslim olduğu, canını kurtarma derdine düştüğü gibi bir yargının ardında, güya çok uzlaşmaz, teslimiyete karşı devrimci gerekçelerin ardına gizlediler. Onlar sosyalistti, devrimciydi böyle uzlaşmalar yapmış korkmuş birini savunma durumuna düşmek istemezlerdi. Hele Türk olarak bir şey yapmak mı? Bu da nereden çıktı? Sosyalistlerin milleti mi olurmuş? Türk milliyetçisi değillerdi, enternasyonlistlerdi! Milliyetçilerin günahlarının kefaretini onlar çekecek değillerdi ya! (Dikkat edilsin, bu sadece Türkiyeli sosyalistlerin tavrı değildir. Bütün dünyadaki sosyalistlerin tavrıdır. Ama somut ve doğrudan bir örnek olduğu için onları ele alıyoruz. Türk veya Türkiyeli Sosyalistler yazan her cümleyi, dünya sosyalistleri veya Kürdistanlı sosyalistler gibi de okuyabilirsiniz. Fark etmez.) Peki biz ne yaptık? Tamamen zıddını. Ulussuz olduğumuz halde, “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi” kurduk. Dikkat edin “Türk Girişimi”, Enternasyonalist dayanışma, hukuki veya insan hakları gibi bir isimle kendini ifade eden bir girişim değil, Türk Girişimi. Niçin böyle? Niçin sadece bizler kurduk? Niçin ikinci bir Türk girişimi kurulmadı? Çok basit. Biz kendinizi hiç bir ulusal değere ya da hedefe bağlı hissetmediğimiz için Türk olarak bir girişim kuruyorduk. Ve Türkiye’deki sosyalistler, tam da Türk oldakları için, sosyalistlik yapıyorlar ve böyle bir tek başka girişim kurmuyorlardı. Yani biz Türk olmadığımız için Türklüğe vurgu yaparak bir girişim kuruyorduk; onlar tam da aksine, bütün iddialarına rağmen Türk oldukları için, sosyalistliklerini vurgulayarak hiçbir şey yapmıyorlardı. Bizim milliyetimiz olmadığı için Türk olabiliyorduk, onların milliyeti olduğu için Türk olamıyorlardı. Burada sosyalizm ve Türklük veya milliyetçilik, ezen ezilen ulus ilişkisinde, zıttı olarak görünmektedir. Ezen ulusun sosyalisti ya da genel olarak ezen ulus, milliyetçiliğini, üstün konumunu gizlemek, onunla yüzleşmemek için sosyalizme ihtiyaç duymaktadır; aksine ezen ulus milliyetçiliğiyle zerrece bağı olmayan sosyalistler, yani bizim gibiler, tam da Türklükle veya Türkiyelilikle her hangi bir ideolojik, programatik ya da ruhsal bir bağları olmadığı için; Türk milliyetçiliğiyle daha iyi mücadele edebileceğıi için, Türk veya Türkiyeli olmaktadır. Tekrar toparlayalım. Egemen ulus içinde, sosyalizm, anti globlizm, anti emperyalizm vs. egemen ulusun çıkarlarını koruma, savunma veya sorgulamamanın ideolojik bir aracı olmaktadır. Dolayısıyla Sosyalizm veya anti emperyalizm veya anti globalizm vs. egemen ulus çıkarlarını korumanın aracı olunca, ezilen ulus, bütün bunları, kendisinin mücadelesini inkar etmenin, baskı altına almanın bu ideolojik araçları olarak görmeye başlamaktadır. Böylece Ezilen ulus olarak, Kürtlerin egemen ulusun çıkarlarını koruyan söyleme duyduğu kuşkuculuk ve tepki, Ezilen Ulus Burjuvazisi tarafından, sosyalizme, enternasyonalizme, anti
globalizme karşı bir ideolojik mücadele kanalına akıtılmaktadır. Yani, Kürt burjuvazisinin, bu gün Kürtler içinde artan ideolojik ve politik egemenliğinin baş suçlusu, Türkiyeli Sosyalistlerdir. Eğer onlar, gerçekten sosyalist olsalar, kelimenin gerçek anlamıyla Türkiyeli Sosyalist olmasalar, yüzlerce, binlerce “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimleri” kursalardı. Hiçbir enternasyonalist ya da sosyalist vaaz vermelerine gerek kalmadan, Kürt burjuvazisinin, Kürt ulusal hareketi içindeki ideolojik etkisi sıfıra inerdi. Çünkü bütün ikna ediciliğini yitirirdi o zaman. Ama Türk veya Türkiye Sosyalistleri ne yapıyorlar? Bizzat kendi politikalarının sonucu olarak, yani örneğin binlerce Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk inisiyatifi kurmadıkları için, Kürtler arasında artan burjuvazinin ideolojik etkisine karşı ideolojik mücadele yapmaya kalkıyorlar. Ve aslında tam da böyle yaparak, ideolojik mücadele yaptıklarını söyledikleri milliyetçiliği tekrardan üretiyorlar ve kendi egemen ulus milliyetçiliklerini ele veriyorlar. Yani Kürt milliyetçiliğine veya burjuvazinin ideolojik etkisine karşı ideolojik mücadele aslında, Türk milliyetçiliğinin, egemen ulus çıkarlarını korumanın bir örtüsüdür. Ve tam da böyle olduğu için, bu Kürt ulusal hareketi içinde burjuvazinin, sosyalizme ve demokratik özlemlere karşı ideolojik etkisinin güçlenmesine hizmet etmektedir. Yani taraflar karşılıklı olarak birbirlerini yeniden üretmektedirler. Aslınra bunların, tıpkı genel kurmay ile politik islam gibi; kayıkçı döğüşünü, varlıkların ve etkilerini sürdürmek içinbirbirlerinin varlığına ihtiyaçları vardır. Türkiyeli sosyalistler, kendi davranışlarının sonuçlarıyla, aynı yanlışı yeniden üreterek savaşmaya kalkmakta ve tekrar o sonuçların da kendisini yenidren üretmesine hizmet etmektedirler. O halde, Türkiyeli Sosyalist kavramı, onların kendilerini tanımlamaları olarak değil, gerçek anlamıyla kavranırsa, Türk milliyetçileri veya Türkiye milliyetçileri olarak okunmalıdır. Kürt veya Kürdistan milliyetçilerinden tek farkları, daha tehlikeli olmaları çünkü milliyetçiliği gizlemeleridir. Ve tabii bunun bir ezen ulus milliyetçiliği olmasıdır. Ezilen ulus milliyetçiliği ise, adı üstünde milliyetçilik olduğu gibi, ezilen ulus milliyetçiliği olduğu için, en azından politik sonuçları itibarıyle demokratik bir karaktre sahiptir. Bu yüksek düzeyde soyutlamayla ulaşılan çekirdeğine göre bir tanımlama yapmak gerekirse, Türkiye sosyalistleri gerici, Kürt milliyetçileri ilericidir politik olarak. Bizim tavrımız ise, Türkiyeli sosyalistlerin tavrının tamamen zıttıdır. Ona karşıdır. Biz politik olarak, egemen ulusun milliyetçiliği ile savaşmak için ve ezilen ulusa destek vermek için Türk oluruz. Bu davranışımız var oluşuyla ideolojik mücadeledir. Milliyetçiliğe ve Brujuvazinin ideolojik etkisine en büyük darbedir. Ama maalesef çok güçsüzdür. Küçük bir örnek olarak kalır. Türk ve Türkiyeli sosyalistler ise çoktur ve güçlüdür; onların politikalarının sonucu olarak güçlenen Kürt milliyetçilği de çok güçlüdür. Bütün bu güçlerine rağmen, onlar, bizim örneğimizin, kendileri için öldürücü ve farklı karakterini hissederler. Ve bunun için kendilerine özgü karşı savaş stratejisi geliştirirler. Nasıl uygulanır bu stratejiler?
Türkiyeli Sosyalistler, sizin örneğin Bir Türk ya da Türkiyeli olarak davranma ve yazmanızı, işte sosyalizmi terk edip milliyetçi olduğunuzu kendi ağzınız ve davranışınızla itirafınız olarak sunar. Sizinle alıp verecekleri olmayacağını; sizi sosyalist olarak görmediklerini ve ciddiye almadıklarını; sizin Kürtler arasında yükselen burjuva ideolojisine karşı ideolojik mücadele vermediğinizi söylerler. Böylece yine ilk bakışta son derece mantıki gibi görünen bir pozisyon elde ederler. Hem Türk Girişimi kuruyorsun, gazetede Türk ya da Türkiyeli olarak yazıyorsun, hem yazdığın gazetedeki Kürt milliyetçiliğine veya Amerikan hayranlığına karşı ideolojik mücadele vermiyorsun. Her şey açık değil mi? Nerede kaldı senin sosyalistliğin? Sosyalistin milliyeti mi olurmuş? Soyalistler milliyetçilikle mücadele edecekken sen Türk veya Türkiyeli olduğun söylüyorsun. Bir de üstüne üstlük yazılarında Kürt milliyetçiliğine veya Kürtler içindeki Amerikancılığa saldıracak yerde, hep enternasyonalist Türk sosyalistlerine saldırıyorsun. Hem de çok aşağılayarak, tahrik edici biçimde. Açık ki sen sosyalizmi terk etmiş, post modern akımların anti marksist etkisine girmiş, ama hala kendini sosyalizm postu ardında gizlemekte devam eden bir milliyetçi ve anti marksistsin. İşte Türkiyeli sosyalistlerin çoğunun gözünde böyleyiz. Hatta diyebilirim ki, bazı Kürt milliyetçileri bile bizi böyle görüyor ve bu nedenle sempatilerini ifade ediyor. Yanılsamalar ve yanlış anlamalar elbette sadece Türkiyeli sosyalistlere özgü olmayacaktır, elbette Kürtler de benzer yanılsamalar içinde değerlendirmelerde bulunacaklardır. Bunları engellemek olanaksızdır. Zamanla giderilirler. Ama gerçekte, yanılsamalardan soyutlayıp, tavırların özüne indiğimizde, bizim o bütün Türk veya Türkiyeli olarak yazma veya tam da böyle olduğu için o organlarda görünüşte ideolojik mücadele vermeme gibi davranışlarımız, yani Türkiyeli sosyalistlerin, bir tür ihanet ve sosyalizmi terk olarak gördükleri davranışların, tam da sosyalizmi savunmanın biricik biçimi olduğu; buna karşılık Türkiyeli Sosyalistlerin egemen ulustan olma konumlarına değil, sosyalist olmalarına vurgu yapan ve egemen ulustan oluş karşısında susan; bunun yanı sıra örneğin ezilen ulus içindeki milliyetçiliğe karşı sosyalizmi savunan ideolojik mücadele yapışlarının, aslında egemen ulus milliyetçiliğinin bir görünümü olduğu ortaya çıkar. Yani biz tam da sosyalist olduğiumuz için Türk veya Türkiyeli olmaktayızdır; onlar tam da Türk veya Türkiyeli oldukları için sosyalistlik yapmaktadırlar. Biz Kürt milliyetçiliğine karşı bir Türk olarak ideolojik mücadele vermediğimiz için milliyetçiliği zayıflatmaktayızdır; onlar milliyetçiliğe karşı ideolojik mücadele verdikleri için onu güçlendirmektedirler. Yani taraflar kendi gerçek özlerinin zıttı biçiminde görünmektedir. Bizim Türk olarak davranışlarımız, Kürt milliyetçiliğini zayıflatırken, onların sosyalist olarak davranışları Kürt milliyetçiliğini güçlendirmektedir. Bu diyalektik durumu kavramayanın son dört yılda yaptıklarımızı anlaması olanaksızdır. Zaten pek azdır bunu anlayan. Bizi övenler de yerenler de anlamadan övmekte ve yermektedirler. Anlaşılamamaktadır çünkü her iki taraf da yani Türk soyalistleri de Kürt sosyalistleri ve ulusal hareketi de milliyetçidir. Her iki taraf da milliyetçilerin ulus kavramına sahiptirler. Milliyetçiler milletin ve milliyetçiliğin ne olduğun anlayamayacaklarından, bizim ne dediğimizi ve yaptığımızı anlayamazlar. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımız ancak bizim kabullerimizin mantığı içinde
anlaşılıp eleştirilebilirler. Ama bizim ön kabullerimiz, onların kavrayış ufkunun dışına düşmektedir. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatmak mümkündür. Biliniyor bir zamanlar bir Batlamyus astronomisi vardı. Dünya merkezde, yukarıda ay, gezegenler ve yıldızlar. Göğün yeti katı da haftanın yedi günü de bunlardan geliyordu. Çıplak gözle görülebilen gezegen sayısı artı ay atrı sabit yıldızlar vs.. Dana sonra bir Kopernik devrimi yaşanıyor ve Güneş merkeze alınıyor. Bilimden söz edenler genellikle burada kalıyor. Halbuki, son yıllarda, Kopernik devrimi gibi bir kaç devrim daha oldu. Bu gün ise evrenin merkezi, ne güneş, ne dünya, ne Samanyolu galaksisi, ne samanyolu galaksisinin içinde olduğu büyük grup vs.. Merkez falan yok. Bir merkezden söz edilecekse eğer, Big Bang var. Böyle bir evren kavrayışında, bırakın dünyayı ya da Güneşi, Samanyolu galaksisnin bile fazla bir kıymeti harbiyesi yoktur. Şimdi, Batlamyus astronomisiyle uzaya bakanın ve bu günkü anlayışımızla uzaya bakanın görüşleri ve kavrayışları çok farklı olur. Diyelim ki, bu günün bilgisiyle uzaya bir peyk yolladınız. Bunların çoğu çıplak gözle de görülüyor. Batlamyus astronomisiyle göge bakan birisi, hızla geçen peykin ışığını görünce, göğe yeni bir kat daha eklendi diye düşünebilir. Sizin bunun göğün bir ayrı katı olmadığını anlatma çabalarınız kesinlikle bir anlaşılmazlık duvarına çarpacaktır. Onun gördüğü sabit yıldızların, aslında, samanyolunun merkezindeki siyah deliğin etrafinda dönen spiralin kollarındaki kimi yakın yıldızlar olduğunu söylemeniz kesinlikle anlaşılmaz kalacaktır. Bunu politikaya ve ideolojik mücadele alanına aktarırsak, milliyetçiliğin dünyayı ve toplumu kavrayışı Batlamyus astronomisine karşılık düşer, sosyalistlerinki (çünkü onlar da aslında milliyetçidir) de belki kopernik astronomisidir. Sizin, bigbang, kuantum, relativite teorilerine dayanan evren kavrayışınızla ortaya koyduğunuz davranışlar, hele ardınızda sözlerinize ve davranışlarınıza ağırlık kazandıracak ne ideolojik bir manevi otorite ne de güçlü bir sosyal hareket ve örgüt yoksa zerrece ikna edici olmak bir yana düşündürücü bile olmayacaktır ve deli saçması gibi görünecektir. Yazılarımızın ve tavrımızın durumu aşağı yukarı tam böyledir. Yani onlar Batlamyus veya Kopernik astronomilerinin kavramlarına benzer kavramlarla topluma ve tarihe bakanlarca ne anlaşılabilirler ne de onların anlaşılmaları için çabalar gerektirdiğini ima decek bir marnevi otorte, bir hareket, bir örgüt vardır. Bu durumu açıklamanız ise bir megolomanlık olarak görünecektir. Böylece daire kendi içine kapanır. * Bütün Türkiyeli Sosyalistler, Kürt hareketiyle ilişkilerini hep bir sosyalist olarak kurdular ve orada bir sosyalist olarak yazdılar ve öyle desteklediler. Yani yukarıda anlatılan karakteristikler hepsinin ortak karakteridir ve bizim tavrımız bunların bir alternatifini oluşturmaktadır. Aynı zamanda buna karşı bir ideolojik mücadeledir. Dolayısıyla gazetedeki diğer sosyalist yazar arkadaşlarla, ister Türk veya Türkiyeli, ister Kürt veya Kürdistanlı olsunlar, aramızda böyle temelden bir fark vardır. Bu nedenle bizim niye ayrıldığımız diğerlerinin niye yazmaya devam ettiğinin ip ucu da burdadır.
Biz orada Türk veya Türkiyeli olarak yazınca, bu eylemin politik anlamı önemlidir. Yani Kürt ulusal hareketine verilen bir destek. Ama bu desteğin muhatapları, bunu diyelim kolonizatörlük olarak anlıyorlarsa, burada yapılacak bir tek iş olur: çekilmek. Ama bir sosyalist olarak yazıyorsanız, elbette Türk olmadığınıza göre bunu üstünüze alınmama veya alınsanız bile karşı tarafın sizi itham ettiği kavramlarla düşünmeme ve davranmama hakkınız olur. Ama sonuç tıpkı, Türk ve Sosyalist olarak yazma gibi olur. Biz ayrılarak, milliyetçiliğe en büyük darbeyi vururuz. Onlar yazmaya devam ederek onu güçlendirirler. Elbet burada şöyle bir itiraz yapılabilir ve yapılıyor. “Onlar Kürtlerin çoğu değil, küçük bir azınlığı, Kürtlerin çoğu öyle düşünmüyor. O halde yazmaya devam etmek gerekir. O tür yazılar, gazetenin içinde elbette yer alacaktır. Çünkü biz bir ulusal hareketiz, burjuvazi de bu ulusal hareketin bir parçasıdır. Onlar öyle düşünüyor. Düşünmeyin veya düşündüklerinizi yazmayın diyemeyiz.” Burada anlaşılmayan şudur. Elbette onlar öyle düşünüyorlarsa yazmalıdırlar. Ama bu fikirlerini ifade ettiklerinde, ben Türk olarak yazdığım için, onlara cevap veremem. Elim kolum bağlıdır. Ben onlar bunu yazdıkları için değil, Kürt ve Kürdistanlılar cevap vermediği için elim kolum bağlı kalırım. Bu noktada orada durmanın anlamı yoktur. Kaldı ki, bir ulusal hareketin içindeki burjuvazinin bile böyle düşünmeye ve bunu ifade etmeye başlaması, bu savunmayı yapacak Kürt ve Kürdistanlı arkadaşların elinin kolunun serbestleşmesi için çekilmyi gerektirir. Yani çekildiğiniz an zaten şöyle bir argüman ortaya çıkar. Bak artık işte onlar yok, hadi söyle bakalım şimdi söyleyeceğini. Yani akıllı bir Kürdistanlı sosyalistin, bize, “arkadaşım kusura bakma şöyle bir kenara çekil, bunların hakkından ben gelirim. Benim gelebilmem için elimin kolumun serbest olması, onların elinde ve dilindeki bu silahın alınması gerekiyor.” demesi gerekir. Ne bu yapıldı ne de sosyalist olduğunu söyleyen PKK-KADEK’liler tarafından bunlara karşı mücadele edildi. Aksine kesin bir suskunluk söz konusudur. Aylardır böyle yazılar yayınlanmaktadır. Gazetenin Kürt ve Kürdistanlı yazarlarından veya dışardan bunlara karşı bir tek yaz çıkmamıştır. Ne zamanki bizim yazımız çıktı o zaman bazı okuyucu mektupları vs. göründü. Durumda bir değişme yoktur. Biz yazmayacağımızı ifade ettik ve ayrıldık. Bu sürede gerek Bildirici, gerek Ferat, gerek Kahraman, gerek Kaya hepsi istisnasız, ya açıktan ya da erbabının anlayacağı bir şekilde eski görüşlerini tekrar ettiler. Ve bunlara karşılık bir tek Kürdistanlı ya da Kürt yazardan bir tek söz çıkmış değil. Kalan Türk sosyalistlerinin durumunu düşünün. Cevap verseler, kendilerini istediği kadar Türk değil sosyalist görsünler, en azından okuyuclar tarafından Türk veya Türkiyeli olarak görüldükleri için, “Biz koloniztör değiliz” demek anlamna gelecektir söyledikleri. Vermeseler. Sükut ikrardan gelir denecektir. Bu tür yazıların yayınlınmamasını isteseler, sansürcü duruma düşeceklerdir. Orada yazmaya devam etmeleri halinde bile yazmalarının bir tek yolu var. Bu yöndeki en ufak ima içeren yazılara dahi, Kürtlerin ve Kürdistanlıların cevap vermesi. Ama bizim
ayrılacağımızı söylediğimiz dönem yayınlanan birkaç yazı ve okuyucu mektubu hariç bir tek yazı çıkmadı ve çıkmıyor. Böylece orada Türkiye Kökenli sosyalistler olarak yazmaya devam eden diğer arkadaşlar, tıpkı sosyalist olarak yazarak yol açtıkları sonuçları, yazmaya devam ederek yeniden üretmektedirler. Gazetede bir tane bile Türkiye Sosyalist kökenli yazarın olmaması, Kürt burjuvazisinin eğilimlerini yansıtanlarını, karşısında kemalizmi laiklik diye yutturan bir bürokrasi bulunmayan islamcıların düşeceği duruma düşürür. O zaman, onların inanç özgürlüğü ardına gizlenen anti laik karakterleri ortaya çıkarsa, Kürt burjuvazisinin de, aslında Türk sosyalistlerine karşı gibi görünen, PKK’nın devrimci demokratik çizgisine ve genel olarak sosyalizm ve eşitlikçiliğe karşı karakterleri ortaya çıkar. * Bunu zaten ele veriyorlar. Nasıl mı? Bizim davranışımızın ve yazılarımızın ayırıcı niteliğini izleyerek ve yok sayarak. Bakın onların yazdığı yazılara. Dikkat edin, ister gazetede yazanlar ister gazete dışında yazanlar olsun (Yani Yaşar Kaya ve Sıraç Bilgin vs.) bizim gerek yazılarımınızın içeriği gerek davranışımızın farkı hakkında hiçbir şey söylemeyip, aynı kefeye koydular. Sanki bizim davranışımız ve yazılarımız yok gibi davrandılar. Çünkü gerek yazılarımız gerek davranışlarımız onların iddiasının fiili tekzibi ve yanlışlığının kanıtlanmasıdır. Bu durumda onu gözlerden kaçırmak, dikkatlerden uzaklaştırmak, susuşa getirmek gerekir ki bu fiili tekzip anlaşılmazsın ve ideolojik baskı sürsün. Bunun en kolay yolu farkı gizlmektir. Bu da Kürt Burjuvazisinin savaş stratejisidir. 04 Kasım 2003 Salı demir@kürdistanlı-sosyalist net
i
Sosyalistlerin sol kullanımı genellikle sosyalizm dışı solu dışlarken, burjuvazinin sol kavramı nerdeyse, Türkiye’nin resmi soluyla, CHP ile sınırlıdır. Solun birleşmesinden söz edildiğinde genellikle CHP’li çeşitli grup ve eğilimlerin birleşmesinden söz edilir. ii
Başka bir çok örnek verilebilir: “Kürdistanlı sosyalistlerin açmazı, sanıyorum, bugün başka herhangi bir noktadan bakan sosyalistlere göre çok daha derin.” Bir başka örnek: “Kürdistan’da solun kaderi bu dönemeçteki tutumuyla bağlantılı bir hale geldi. Sosyalistler kendi politik ve ahlaki tutumlarını net bir biçimde ortaya koymalı, daha da önemlisi kendi alternatif politikalarını üretmelidirler.” iii
Elbette şöyle bir soru da sorulabilir: Peki Maraşlı, Sol’dan Sosyalistleri hatta Marksistleri kastediyorsa, ilke olarak yanlış olmamakla ve anlaşılmayı ortadan kaldırmamakla birlikte, niçin yazısının başlığını sosyalistler ya da Marksistler diye değil de sol sözcüğüyle formüle etmiştir? Bu tamamen rastlantısal mıdır yoksa bir sorunun, bir eğilimin yansıması mıdır? Bu, bilinçli veya bilinçsiz bir seçim olarak, bizzat yazının tartıştığı sorunun ve o tartıştığı sorunda kendi konumunun çelişkilerinin de bir yansıması olabilir. Maraşlı’da bunun bilincinde. Yazısının sonunda, “Belki de bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekiyor ve belki de Kürdistanlı sosyalistler için “zor bir dönemeç”ten
bahsederken sadece kendime ilişkin öznel bir “zor dönemeçten” bahsediyorumdur “ derken bunu ifade ediyor gibidir. Bizzat Maraşlı’nın yazısında belirttiği gibi, “Marksist-Leninist terminoloji yalnızca sol gruplar için değil, muhafazakarlar için bile bir referans” noktası oluşturduğu bir dönemde bu yazıyı yazmış olsaydı, muhtemelen yazısının başlığını “Kürdistan’da Marksist-Leninistlerin (...)” veya “Sosyalistlerin (...)” şeklinde formüle ederdi. Ama böyle bir başlık, yine bizzat Maraşlı’nın belirttiği gibi bu günün Kürdistan’ında (Kürdistan’a haksızlık etmeyelim. Bütün dünyada durum böyle) ilgi uyandırmaz, hatta itici olabilirdi. En azından bu ön yargıları aşabilmek, daha geniş bir okur kitlesiyle bir etkileşim kurabilmek için bile, daha esnek bir kavram seçilmiş olabilir. Bir zamanlar toprak ağalarının bile Marksist Terminolojiyle konuştuğu bir dünyadan, Marksistlerin bile giderek daha liberal bir terminolojiyle konuşmak zorunda olduğu bir dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Ama bunu yaratan da, tam da Maraşlı’nın sözünü ettiği, “Zor Dönemec”i yaratan derin tarihsel süreçtir. Yani Maraşlı’nın sözünü ettiği ve tartıştığı çelişkiler, bizzat bu çelişkilerden söz eden yazısının başlığında bile yansımaktadırlar. iv
Elbette politikada her şey böyle direk karşıdan bir cepheleşme biçiminde olmaz. Zaten sınıf savaşını askercil savaştan ayıran temel fark buradadır birinde, yani askercil savaşta her iki taraf ayrı bayraklar ve parolalarla hareket ederler ve başlangıçta henüz biri baştan yenik değildir; diğerinde ise, biri daha baştan galip diğeri daha baştan yenik ve galipler küçük bir azınlık olduklarından, dolayısıyla da üst ve egemen konumlarını ancak kendilerinin çıkar ve konumları ayrı bir özne olduklarının anlaşılmamasına bağlı olarak sürdürebileceklerinden karşı tarafta yanılgıya yol açabilmek için, çıkarlar ve konumlar özdeşmiş gibi konuşmak zorundadırlar. Ama bu karşı tarafın içinden kendini ifade etme, sadece üst sınıflar açısından böyle değildir. Alt sınıflar da tamamen başka nedenlerle aynı yola baş vururlar. Her iki taraf için de aslında bir savaş hilesi söz konusudur. Alt sınıflar da gerek baskı, gerek egemen sınıfların muazzam ideolojik ve kültürel etkisi nedeniyle, kendi çıkarlarını egemen sınıfların terminolojisi, ideolojisi veya hedefleri içinde ifade etmeye, egemen sınıfın çıkarı açısından konuşuyormuş gibi yaparak kendi çıkarlarını formüle etmeye çalışırlar. Böylece fikirlerin, ideolojilerin o sonsuz çeşitliliği, o kaos ortaya çıkar. Bu labirentler ve fikirler ideolojiler cangılında yolunu bulmak. Başka çıkarların bilinçsiz bir savunucusu durumuna düşmemek olağanüstü zordur. Zordur ama olanaksız değildir. Her öz kendi zıttı olarak görünür adeta. Bu koşulda yolunu yitirmemenin biricik mihenk taşı metodolojidir. Ancak metodoloji bize, düşüncelerin anatomik yapısını anlama ve ortaya çıkarma olanağı verir. Düşüncelerin çeşitliliği doğadaki canlılar gibidir. Ama bu canlıları ele alırken örneğin, onların dış görünüşlerine göre karar vermeyiz. Balina suda yaşadığı için balık gibidir. Vücudu biçimsel olarak suda yaşamanın fiziksel yasalarına uymuş ve aynen balıkların vücudunu şekillendiren yasaların etkisi altında balığa benzemiştir. Ama bu onun anatomik olarak balıklara kuşlardan bile uzak, insana çok daha yakın bir canlı olduğu gerçeğini değiştirmez. Biyoloji ve paeantolojide, ya fosilleri inceleyerek ya da bizzat o canlıyı açıp organlarına bakarak onun balık mı memeli mi olduğunu anlayabilirsiniz. Ama aynı karmaşıklığı bulunan düşünce ve ideolojiler alemine girdiğimizde, insanlar nedense hemen dış görünüşle hüküm veriyor. Kimse metodolojik tartışmaya ve çözümlemeye girmiyor. Metodolojik tartışma olmadan da bir fikrin özünün ne olduğu, hangi sınıfın çıkarlarını savunduğu anlaşılamaz. Hayvanların iç organları hakkında bir kasap kadar bile bilgisi olmayanlar bir biyolog veya paleontologmuşcasına, fikir ve ideolojilerin sadece dış görünüşlerine bakarak yargılarda bulunuyorlar. Ve daha da kötüsü, bu geriliği utanç değil övünç olarak alıyorlar. Metodolojiden söz edenlerle sadece alay ediliyor. Kimse de söz etmiyor artık. v
Bir örnek. Maraşlı’nın yazısına yapılmış bir eleştiri dolayısıyla bir tartışmacı şu sözlerle tartışmaya katılıyor:
“ ‘Değerli Recep Maraşlı’nın Yazısına İtirazlarım – 2’ yazınızdan dolayı sizi kutlarım. “Siyasette gerçeklerden hareket etmek esastır. Kürtler de kendi gerçekleri üstünde siyaset yapmasını öğrenmek ve kavramak zorundadırlar. Çağın gerisinde kalmış bolşevizmle ya da Stalinizmle bu günkü gelişmeleri açıklamak ve sosyalizmle yorumlamak Kürtlerin ve Türk sol hareketinin çıkmazı. Kürtler bu çıkmaza saplanmamalı dileğiyle. (B.Rodi)” Söylenenin içeriği ve ifade yanlışlıkları bir yana. Bu tartışmacı Maraşlı sanki Kürtlerin sorunlarını tartışılıyormuş gibi tartışmaya girmektedir.
Diyelim ki, bir sosyalist de şöyle yazabilir: “Siyasette gerçeklerden hareket etmek esastır. Sosyalistler de ( veya işçi sınıfı da) kendi gerçekleri üzerine siyaset yapmasını öğrenmek ve kavramak zorundadırlar. Çağın gerisinde kalmış Bolşevizmle ya da Stalinizmle bu gelişmeleri açıklamak ve doğru bir politika oluşturamamak sosyalist hareketin (veya işçi hareketinin) çıkmazıdır. Sosyalistlerin bu çıkmazdan kurtulması dileğiyle.” Bu takdirde, tartışma, Recep Maraşlı ile aynı amaçlara yönelik, dolayısıyla birbiriyle etkileşim içinde bulunabilen, birbirini anlayan bir tartışma olurdu. Ama Maraşlı, Kürdistan’da Sosyalistlerin ne yapması gerektiğini, örnekteki ise Kürtlerin ne yapması gerektiğini tartışıyor. Bu iki çok farklı öznelerdir ve aralarında hiçbir özdeşlik yoktur. Sadece geçici çakışmalar olabilir.