Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-3

Page 1

Demir Küçükaydın Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine Yayınları


Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine Demir Küçükaydın Üçüncü Sürüm Mart 2013

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları

2


Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine İçindekiler

Kürdistan Press’e Yazılar ................................................................................................... 6 Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi .................................................................................. 6 Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları ................................................................. 8 Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları ........................................................................... 11 Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2) ..................................................................... 12 Hiçbir Kürt Organında Yayınlanmayan Yazı ................................................................. 19 Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve P.K.K. ......................................................................... 19 PKK'nın Bazı Özellikleri .............................................................................................. 19 Kürt Ulusal Hareketi'nin ve PKK'nın Zorlukları ve Sınırları ....................................... 23 Özgür Gündem’e Yazılar .................................................................................................. 28 Tarih, Politika ve Uluslar ................................................................................................. 28 Kürt Sorunu mu Türk Sorunu mu? ................................................................................... 31 Şu Azınlıklar Konusu ....................................................................................................... 34 Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" Sayfasıyla İlgili Öneriler............................. 39 Özgür Politika’ya Yazılar .................................................................................................. 42 Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler .................................................................. 42 Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar ............................................................................ 46 Kadınlar Öne .................................................................................................................... 49 Bir Değişimde Üç Değişim .............................................................................................. 52 Aksayan Ayak ve Kadınlar............................................................................................... 76 Arafat ve Öcalan............................................................................................................... 78 HADEP, Seçimler ve Baraj .............................................................................................. 80 HADEP’e Açık Mektup ................................................................................................... 83 Coşku Duymayandan Kuşku Duy! ................................................................................... 87 Bloğun Gücü ve Güçsüzlüğü ............................................................................................ 89 3


Ankara’ya Giden Yol İstanbul’dan Geçer ........................................................................ 91 Barış Hareketi ve Kürtler ................................................................................................. 94 Dost Acı Söyler ................................................................................................................ 96 Güçlerin Yeni Bir Dizilişine Doğru ................................................................................. 99 Zihinsel Deneyler ........................................................................................................... 102 Farklı Ulusçuluklar ve Yeni Dönem .............................................................................. 105 Irak'ta da Demokratik Bir Cumhuriyet ........................................................................... 107 Doğruluk ve Başarı ......................................................................................................... 110 Zor Dönem ..................................................................................................................... 112 Bağımsız Bir Kürt Devleti ve Demokratik Cumhuriyet ................................................. 116 Diğer Devletlerdeki Kürtler ve Demokratik Cumhuriyet .............................................. 119 Kürdistan’daki Azınlıklar ve Demokratik Cumhuriyet .................................................. 122 Egemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları ........................................................ 124 KADEK’te Örgütsel Dönüşüm Projesi Üzerine Düşünceler ......................................... 129 Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih ............................................................................... 132 Siz Olsaydınız Ne Yapardınız? ...................................................................................... 135 Devam Ama Nasıl? ........................................................................................................ 138 Ülkede Özgür Gündem’e Yazılar ................................................................................... 142 Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Gerici Bir Taleptir? ...... 142 Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonuna, ......................................................... 143 Salto Mortale .................................................................................................................. 149 Geliyorum Diyen Felaket ............................................................................................... 151 Akıntıya Karşı ................................................................................................................ 153 Şu Azınlıklar Tartışması................................................................................................. 154 Salto Mortale .................................................................................................................. 156 Bildiri ve Sonrasının Düşündürdükleri .......................................................................... 158 Son Gelişmeler ve Öcalan’ın Durumu ........................................................................... 160 Seçimler, Taktikler, Program ve İdeoloji ....................................................................... 162 Kassandra’nın Laneti ...................................................................................................... 164 “Demokratik Toplum Hareketi”nin Geleceği................................................................. 165 Irak Seçimlerinin Düşündürdükleri ................................................................................ 167 Öcalan’a Karşı Öcalan.................................................................................................... 169 4


Demek Doğru Yoldayız ................................................................................................. 172 Çeşitli Sitelerde Yazılar ................................................................................................... 174 PKK’da Neler Oluyor? ................................................................................................... 174 Tarihsel Nedenler ve Nesnel Sınırlar ............................................................................. 180 Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları ............................................................ 180 Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı .............................................................. 182 Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi ............................................................... 185 İki Çizgi: Günay Aslan ve Yaşar Kaya ...................................................................... 187 Sosyalist ve Devrimci Demokrat Kürdistanlılara Mektuplar ......................................... 191 Sunuş .......................................................................................................................... 191 Freud, Güdük Fiiler ve Sınıfsal Eğilimler .................................................................. 194

5


Kürdistan Press’e Yazılar

Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi yollarından biri de, geçmiş üzerine ama günümüzde yazılanları yani tarihleri okumaktır. Çünkü, sanılanın aksine, Tarih, Tarih'ten ziyade bugünle ilgilidir. Onlar, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile kanıtlama çabasından başka bir şey değildirler. Bunun içindir ki, Tarih'i pek değil ama günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama yaşanan Tarih'i; bu Tarih içihde çatışan güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en iyi yollarından biri de Tarih kitaplarını okumaktan geçer. Keza, yaşanmış bulunan Tarih de, en keskin çizgileriyle, Tarih'in Tarihinden çıkarılabilir. Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak sunar. Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar, tarih ve ilkel toplumlarla ilgili bütün sözde bilimlerin kaynağında bu kaygı vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin ve emperyalizmin gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur. ) Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuvazisi de, kendi Tarihini yeniden yazar. Bu Tarihler, sömürenlerin iddialarının aksini, yani ne kadar uygar olduklarını ya da bir zamanlar nasıl uygarlıklar kurduklarını anlatır. Bütün bunlar doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık beşikleri, emperyalizmin sömürgesi ya da yarı, yeni sömürgesi olmuşlardır. Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusun tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve varsayımlarını paylaşmış olur, onun ufkuna hapis olur. Kendisinin nice medeniyetler kurduğunu, nice uygar olduğunu kanıtlamaya çalışırken zımnen kendisini ezenlerin şu varsayımını kabullenmiş olur: medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültürden" gelmeyenler, medenileştirilmelidirler. Yıllar önce Gine Bissau Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum. Cabral, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve uygarlık bulunduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına daha bir haklılık kazandıracakmış gibi. Cabral, tarihsel olarak haklı ve ilerici de olsa, bu çabalarıyla, farkına bile varmadan, kendilerini ezenlerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş oluyordu. Diğer yandan, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da, - Etiyopya hariç - hemen hiç bir medeniyet varolmadığından, ister istemez, gerçek olmayan bir tarihi yaratmak zorunda kalıyordu.

6


Kapitalist sömürgeciliğin gelişine kadar Siyah Afrika hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu. Afrika'da büyük medeniyetler kurulmuş olmaması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine, Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl kadar önce, Avrupa'nın kuzeyi, Çin, Hint ve Ön Asya medeniyetleri karşısında, bugünkü Afrika'nın durumunda değil miydi? ... Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt burjuva ve küçük burjuva tarihleri, egemen ulusların tarihçiliğine, onların varsayımlarıyla, değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyor. Bu eğilim Kürt tarihçiliğinde oldukça güçlüdür de, çünkü, özellikle Türk burjuva tarihçiliği, dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapıp, Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez bir suç addedince, Kürt tarihçiliği, buna tepki içinde şekillenme durumunda kalıyor. Örneğin Med'ler ve diğer birçok Ön Asya medeniyetleri Kürt yapılıyor. Kürtlerin ya da Türklerin ya da Herhangi bir ulusun hiç bir medeniyet kurmamış olması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya birçok medeniyet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi gerekmez. Kürdistan ve Kürtlerin Tarihini, böylece ezen uluslar burjuvazisinin varsayımları çerçevesinde ele alınmaya ve anlatılmaya çalışılması, Kürdistan burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin konumundan ve çıkarlarından kaynaklanır. Ve bu anlayış, potansiyel olarak, koşullar değiştiğinde, başka ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesinin temellerini oluşturur. Kürt burjuvazisinin bu Tarih anlayışı, burjuva ideolojisinin egemenliğinin bir ifadesi olmakla kalmaz, aynı zamanda, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine iki yönlü bir zarar verir. Bir yandan, Kürdistan'da, hiç de küçümsenmeyecek bir sayıda bulunan, Kürt olmayan azınlıkları, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesinden soğutur; diğer yandan, ayrılma hakkını, sadece ulus olmakla sınırlayan bir anlayışı kabullenmiş ve savunmuş olur. Ve nihayet, Kürt Tarihi örneğinde, gerçeği değiştirdiği için, düşmanlarının eline silah verir. Kürt sosyalistlerinin bir görevi de, Maddeci Tarih Anlayışının metodolojisi ile, Kürtlerin ve Kürdistan'ın tarihini yazmaktır; Tarih'i tahrif eden, gerici varsayımlara dayanan, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesini zayıflatan burjuva tarihçiliğine karşı mücadele etmektir. Kürdistan sosyalistlerinin, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini zafere götürmek ve bu mücadeleye gerçekten önder olabilmek için, burjuvaziye karşı entelektüel zaferlere ihtiyacı vardır. 17. 9. 1986 Bu yazıya ilişkin not: Bu yazı Celal Aydın imzasıyla yazıldı. Kürdistan Press'de yayınlanıp yayınlanmadığını hatırlamıyorum. Aşağı yukarı aynı, bazı değişiklikler içeren başka bir versiyonu daha sonra Özgür Gündem'de yayınlardı. 05 Şubat 1999 Cuma 17: 13 * 7


Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları Kürdistan Press, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine "karınca kaderince" destek olmak; bu mücadele içinde proleter, sosyalist ve enternasyonalist bir dünya görüşünün, bir metodun, bir programın, bir stratejinin ve bir örgüt anlayışının giderek netleşmesine ve ağırlığının artmasına katkıda bulunmak için çıkıyor. Bizlerin tüm çabalarının eksenini oluşturan ve bundan sonra daha ne kadar da oluşturacak olan Kürdistan'ın kurtuluşu, hatta genel olarak Kurtuluş Savaşları, evrensel tarih içinde nasıl bir yere sahiptir? Birkaç kuşaktan milyonlarca emekçinin ve savaşçının tüm hayatlarına ve çabalarına anlam veren Ulusal Kurtuluş, Evrensel Tarih'in akışı içinde nerede bulunmaktadır? Bu soru sorulmalıdır, çünkü proletarya sosyalizmi, bu soruyu ortaya koyarak ve ona verdiği cevapla diğer eğilimlerle ayrım çizgilerini çizebilir. Dünyaya Kürdistan'dan değil, ama Kürdistan'a Dünyadan bakmak; ya da başka bir ifadeyle, Çağımızı ve Dünya Tarihini Kürdistan'ın kurtuluşu bakımından değil, ama Kürdistan'ın Kurtuluşu'nu Evrensel Tarih içindeki yeri bakımından kavramak, proletarya sosyalizmi için olmazsa olmaz ön koşuldur. Çünkü Proletarya, "Dünya Tarihsel" (Marks) bir sınıftır, yani o, ancak evrensel ölçüde ve evrensel Tarih bağlamında var olabilir. Proletaryanın gücü de güçsüzlüğü de tam bu noktada bulunmaktadır. Şöyle ki, Proletarya, evrensel Tarih ölçeğinde ve evrensel olarak var olabildiği için, herhangi bir ulusun proletaryası gerçekte henüz bir sınıf değildir. Evrensel ölçüde var olabilen bir sınıfın bir zümresi, bir bölüğüdür. Bir ulusun proletaryası, o ulusun proletaryası olarak kaldığı sürece, bir sınıf olamadığı için, bağımsız bir dünya görüşü, bir program geliştiremez. Herhangi bir ulusun proletaryası, eğer ait olduğu ulusun ezilenlerinin mücadelesini örgütlemek ve ona önderlik etmek istiyorsa, önce o ulusun proletaryası olmaktan çıkmak, Marks-Engels'in bir zamanlar övünçle kendilerini tanımladıkları gibi: Kozmopolit olmak, ancak bundan sonra, bütünün bir parçası olarak kendi ulusal savaş mevziinde yerini almak zorundadır. Yani inkarın inkarı. Ancak bunu yapabildiği takdirde, ulusun diğer sınıfları karşısında bir karşı kutup, bir alternatif yaratıp ideolojik bir hegemonya kurabilir. Kürdistan Proletaryası'nın da Kürdistan'ın Kurtuluş mücadelesini örgütleyebilmesi için, önce, Dünya Tarihsel bir metot ve dünya görüşüne, programa, strateji ve örgüt anlayışına ihtiyacı vardır. Bu da kendi mücadelesini, evrensel Tarih içinde yerli yerine koymakla olabilir. Bu ilk adım atılmadan daha ileriye gidilemez. Onun için bu ilk yazımızın konusu: "Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları"dır. *** Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler.

8


Soyut gibi görünen bu önermeyi ve onun sonuçlarını iyi kavramak gerekiyor. Var olması nesnel olarak zorunlu bir aşama, ne demektir? Örneğin insanlık, diyelim ki eski Grek medeniyetinden direk kapitalizme fırlayamazdı, ne üretici güçlerin gelişmişlik; ne de meta üretiminin yaygınlık düzeyi buna izin vermezdi. Bu bakımdan, aradaki Doğu medeniyetlerini ve Avrupa derebeyliğini, dünya tarihinin gidişi içinde zorunlu olmayan bir aşama olarak tanımlayamayız. Ama çağımız, tamamen bunun aksi bir niteliğe sahiptir. En azından Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Tarih, Tarihsel akışın nesnel nedenlerine dayanan bir aşama içinde değildir. Bugün yaşanan Tarih, yaşanması zorunlu olan tek tarih değildir. Tarih, bambaşka bir yol, bilimsel sosyalizmin kurucularının Öngördüğü türden bir yol izleyebilirdi. Ve bu durumda, milyonlarca insanın, birkaç kuşağın tüm mücadelesinin eksenini oluşturan Ulusal Kurtuluş Savaşları diye bir şey olmazdı. Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan, iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü" kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir. Tarih böyle bir yol izlemediyse, bu, ne üretici güçlerin yeterince olgunlaşmamış olmasından, ne de proletaryanın Antik Tarihin köle ya da serflerine benzer biçimde yeni ve üst bir toplum kuracak nesnel yeteneği olmamasındandır. Bu, tamamen, proletaryanın kendi içindeki ihanetler nedeniyle bu yeteneği gösterememesinden, yani öznel nedenlerdendir. Kürt, Türk ve diğer bir çok ülke devrimcilerinin temel yanılgısı, tam da çağımızın bu tayin edici karakteristiğini anlamamalarında yatmaktadır. Onlar, dünya tarihine ve çağımıza kendi mücadelelerinin ekseninden baktığından, ama kendi mücadelelerine dünya tarihinin ekseninden bakmadıklarından, bugün yaşanan Tarihi yaşanabilecek tek tarihmiş gibi görüyorlar, dolayısıyla Ulusal Kurtuluşu, ya da kendi ülkelerinde proletarya diktatörlüklerinin kurulması mücadelesini, tarihin geçilmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi kavrıyorlar. Ama tam da bu noktada, mantıki sonuçlarıyla, farkına bile varmadan Bilimsel Sosyalizmi reddetmiş oluyorlar. Evet, sosyalizme ne kadar içtenlikle inanırsak inanalım, nesnel olarak, bugün yaşanan Tarihi yaşanması zorunlu tek Tarihmiş gibi görmek; ya da diğer bir ifadeyle ulusal kurtuluş savaşlarını, dolayısıyla Emperyalizmi ve yeni/yarı/ tam sömürgeleri tarihsel akışın geçmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi görmek: Tarihin bu tarz gidişinin nesnel nedenlerden kaynaklandığını kabullenmek, dolayısıyla Marksizm'in temelinde bulunan önermeleri reddetmek anlamına gelir. Ne olabilir bu objektif nedenler, çağımızın böyle akmasına yol açan? Üretici güçlerin sosyalizm için olgunlaşmadığı ya da başka bir ifadeyle, kapitalizmin 20. yüzyılda 9


emperyalizm yani çürüme çağına girmediği... Bu ise, Emperyalizm teorisinin ve onun dayandığı tüm Marksist ekonomi politiğin yanlışlığı demektir. Bir diğer nesnel neden, Proletaryanın, kapitalizm çürüme çağına girmiş olmasına rağmen, köle ya da serfler gibi, üstün bir düzen kurma yeteneğinden yoksunluğu yani devrimci bir sınıf olmadığı olabilir. Bu da Marksizm'in bir temel önermesinin reddi demektir. Birinci eğilim, yani Tarihin bugünkü gidişini normal ve zorunlu bir aşama olarak görmek, kapitalizmin ömrünü doldurmadığı anlayışına dayanıyorsa, bu otomatikman reformizme yol açar. Madem ki güçler sosyalizm için olgunlaşmamıştır, o halde sosyalist devrim günün acil bir sorunu değildir. Sosyal Demokrat partiler açıkça, Komünist partiler zımnen bu anlayışa dayanmaktadırlar. İkinci eğilim, yani bugünkü akışı zorunlu görüş, proletaryanın nesnel olarak devrimci bir sınıf olmadığı, ya da artık bu vasfını kaybettiği görüşüne dayanıyorsa, bu da devrimi yapacak başka bir güç aranması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu güç, kimine göre: üçüncü Dünya halkları, kimine göre lümpenler, kimine göre tüketiciler vs. olabilir. Bu da pratikte, küçük burjuva ütopyacılığının ve sosyalizminin ifadesidir. Her ikisi de Marksizm'i redde varan bu görüşler ya da gizli varsayımların anlamadıkları ya da göremedikleri bir şey var: eğer Marksizm yanlış ise, Marksizm'in yanlış olduğu bir dünyada, doğanın tahribi korkunç bir hızla sürerken ve insanlığı birkaç kez yok edecek güçteki atom silahları tepemizde dururken, insanlığın yaşama şansı yoktur. Ama Marksizm yanlışlığı kanıtlanamayacak bir öğretidir de, çünkü eğer insanlık yok olsa bile, bu Marksizm'in yanlışlığını kanıtlamaz: "ya sosyalizm ya barbarlık" dilemmasını ortaya koyup, bu yok oluş tehlikesini herkesten önce görüp çanları çalanlar hep Marksistler olmuştur. Ve bu Marksistlerin varlığındır, proletaryanın öznel yeteneksizliğinin ve ihanetlerin onun görevini yapmasını engelleyen şey olduğunun kanıtı; Tarihin zorunlu bir dönemden geçmediğinin kanıtı. Marksistlerin "ya barbarlık" feryadıdır, insanlığın var olacağı umudunu yaşatan. İnsanlığın kaderi, Önümüzdeki birkaç on yıl içinde kesin bir sonuca ulaşacağa benzer. Ve bu kaderin ne olacağına dair tayin edici kavganın son sözü emperyalist ülkelerde söylenecektir. Geri ülkelerin birçok devrimcisinde, Tarihin bundan sonraki gidişine ilişkin şöyle bir kavrayış görüyoruz: Batı Avrupa ve Amerika'da Proletarya devrim yapamayacak, üçüncü Dünya ülkeleri ve Sömürgeler bağımsızlıklarını kazanıp proletarya iktidarlarına yol açacak, giderek zayıflayacak olan Batı Emperyalizmi kendi proletaryasını satın alamayacak, ondan sonra da emperyalist ülkeler proletaryası ayaklanacak. Bu görüştekiler, sadece proletaryanın devrimci kapasitesini inkar etmiş ve tarihin bugünkü akışını zorunlu görmüş olmuyorlar, ama aynı zamanda, Tarihin böyle bir yol izlemesi halinde, böyle uzun bur çevirme yapacak zamanı da olmadığını görmüyorlar. İnsanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızdır. Bunu iyi kavramak gerekiyor. Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, eğer emperyalizmi biraz sarsabilir, dünya ve özellikle ileri ülkeler proletaryasına biraz itilim verebilirse, ona güçlerini toplamak için biraz zaman kazandırabilirse ne mutlu. 10


İlk bakışta, meselenin böyle bir konuluşu, Kürdistan özelinde sanki mücadele azmini baltalarmış gibi görünebilir. "Eğer sonuç ileri ülkelerde belirlenecekse, ve insanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızsa, kurtuluş savaşına girmenin ne anlamı var" diye düşünülebilir. Ancak, büyük devrimler bunun tam tersini kanıtlamaktadır. Rus devrimcilerinin ulaştığı fedakarlık ve bilinç düzeyine henüz hiç bir ülkenin devrimcileri ulaşamadı. Ama Rus devrimcileri, Rus emekçilerini kurtarmak için değil, dünya proletaryasının kurtuluşuna azami katkıda bulundukları için o destanları yaratabiliyorlardı. Lenin, Rus iççilerini, Kendilerini kurtarmaları için değil, ayaklanan alman bahriyelilerine destek olmak için ayaklanmaya çağırıyordu. Kürdistan'daki Kurtuluş Mücadelesini bütün gücümüzle destekleyeceğiz, onda yer alacağız, ama insanlığın battığı bir dünyada Kürdistan'ın kurtuluşunun bir anlam taşımadığını bile bile, insanlığın kurtuluşuna bir katkıda bulunabilmek için. 19. 09. 1986 Celal Aydın *

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları Kürt ulusu, sadece bağımsızlığı için savaşırsa, belli dengeler ortamında belki bu bağımsızlığı kazanabilir. Ancak, yıllardır süren Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının ortaya çıkardığı bir gerçek vardır: sadece Kürtlerin ulusal bağımsızlığı için savaşmak, Kürdistan'ın kurtuluşunu geciktirmekte, gerçek müttefikleriyle bağlar kurmasını engellemekte, yenilgilere ve moral bozukluklarına yol açmaktadır. İlk bakışta, şöyle bir akıl yürütme, son derece mantıki gibi görünmektedir. Ulusal kurtuluş hedefi en geniş cepheyi kurmayı sağlar, ondan sonra ikincil sorunlar gündeme gelir. Bu anlayışın programatik ifadesi, nasıl bir ekonomi temeli ve üstyapı (devlet vs. ) sorularını açık bırakarak, bağımsız bir Kürt devleti için savaşmak olmaktadır. Ne yazık ki, ya da çok şükür, Tarih, düz ya da metafizik mantığa göre hareket etmiyor. Bağımsız bir Kürt devleti uğruna mücadele, Kürt sosyalistlerini Kürt burjuvazisinin kuyruğuna takmakta, dolayısıyla küçük ve cılız ve korkak Kürt burjuvazisini kazanayım derken, en geniş müttefiklerini kaybetmesine, proletaryanın kendi bağımsız programını geliştirememesine yol açmaktadır. Sonuçta, burjuvazinin tüm korkaklıkları, yalpalamaları, uzlaşmaları Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesine damgasını vurmakta, yenilgiler ve umutsuzluklar birbirini izlemektedir. Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama Demokratik bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları takdirde, belki Kürt burjuvazisini kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri kazanacaklardır. Ulusal Kurtuluş, bunun otomatik yan ürünü olacaktır. Bugün Irak ve İran'ın bir bölümü Kürt gerillaların elindedir. İran, Irak ve Türkiye'de binlerce devrimci, aydın, sosyalist kendi burjuvazilerinin saldırıları karşısında mülteci olarak, bu 11


bölgelere değil de Avrupa'ya kaçıyor. Niçin? Çünkü, bağımsız bir Kürt devleti şeklindeki program, demokratik cumhuriyetin önüne geçmiş durumda. Kürdistan'ın dağlık bölgelerine hakim olan gerillalar, İran'da, Türkiye'de ve Irak'ta, gerçekten demokratik cumhuriyetler için savaşsalar, buralar tüm devrimcilerin toplaşıp güçlerini düzenledikleri birer çekim merkezi haline gelirler. Kürdistan'da birçok azınlıklar bulunmaktadır. Bunlar Kürdistan nüfusunun hiç de küçümsenemeyecek bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu azınlıklar için de, aynı nedenlerle, bağımsız bir Kürt devleti kurma savaşı bir çekim merkezi oluşturmuyor. Bu azınlıkların genç kuşakları Avrupa'ya sığınıyor. Kürt sosyalistleri, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi, kendi bağımsız programlarını geliştirmeyi göze aldıkları takdirde, kendilerini ezen ulusların işçi ve köylülerini, Kürdistan'daki azınlıkları kazanabilirler. Kürtlerin kurtuluşu, Kürtlerin, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarmayı hedeflemelerinden geçer. Bağımsız bir Kürt Devleti programı, ne ezen ulusun işçi ve köylülerini ne de Kürdistan'ın azınlıklarını harekete geçiremez. Bu yığınlar, Enternasyonalist görevlerinin hatırlatılmasıyla seferber edilemez ve örgütlenemez. Bunun tek yolu, ezen ulusun ezilenlerine, onların can yakan sorunlarına cevap veren alternatif bir program geliştirmektir. Kürdistan'daki azınlıkları kazanmanın da tek yolu budur. Gerçekten Demokratik Bir Cumhuriyet, planlı ekonomi, toprak reformu, tüm bu güçleri mücadeleye kazanabilir. Egemen ulusların burjuvazisi ancak böyle tecrit edilebilir. Kürdistan'da burjuva ve proleter programların farkı budur. Küçük burjuvazi ise bağımsız bir program geliştiremiyor. Burjuvazinin programını benimsiyor ve sadece mücadele biçimlerinde radikal olarak ayrım çizgisini çekmeye çalışıyor. 17. 09. 1986 Celal Aydın *

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2) Kürdistan Press'e daha yayınına başlamadan, birbirini tamamlayan ama farklı sorunları ele alan bir seri makale yollamıştım. Bunlardan yukarıdaki başlığı taşıyan biri de 2. sayıda yayınlandı. Bu makaleleri yazıp yollamaktaki amacım, Kürdistan Press'in sadece Kürdistan ve Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki olay ve gelişmelerin aktarıldığı bir gazete olmakla kalmayıp, aynı zamanda Ulusal Kurtuluş Mücadelesine ilişkin temel programatik ve stratejik sorunların tartışıldığı bir forum fonksiyonu da görmesine katkıda bulunmaktı. Yazıyı yazarken, onun yanlış anlaşılacağını ve söylemediği şeylerden ötürü epey eleştiri çekeceğini tahmin ediyordum. Fakat, ancak, yanlış da olsa, eleştiriler geldiği takdirde fiilen bu forum gerçekleşmiş olur ve yanlış anlamalar giderilebilirdi. Beklenen oldu. Kürdistan Press'in 9. sayısında, hem yazının anlaşılmadığını, hem de yaygın önyargıları yansıtan Lokman Polat imzalı ve "Kürdistan Kurtuluşunun Sorunları Metafizik 12


Mantıkla İzah Edilemez" başlıklı eleştiri yayınlandı. Bu eleştirinin yayınlanmış olmasına herhalde hiç kimse eleştiriye uğrayandan daha fazla memnun olmamıştır. Çünkü, umut ediyoruz ki, bu vesileyle, Kürdistan'ın kurtuluşunun temel sorunları üzerine bir program ve strateji tartışması başlar. *** L. Polat'ın eleştirisinin şahsımla ilgili ve yanlış bilgilerle dolu kısımlarına girmeyi gereksiz görüyorum. Bu tür iğne batırışlarından rahatsız olmayacak derecede kalın bir derim var. Ama, şahsım vesile edilerek H. Kıvılcımlı ve "Troçkizm" hakkında bazı peşin yargılar sıralanıyor ki, esas konuya geçmeden önce kısaca bunlara değinmek gerekiyor. Kıvılcımlı hakkındaki küçümseyici ve hor görücü ifadeler ancak onun hakkındaki tam bir cehaletin ürünü olabilirler. Kıvılcımlı'nın l93O'lu yıllarda yazdığı "İhtiyat Kuvvet: Milliyet" adlı eseri yayınlanalı yedi yıldan fazla oluyor. Acaba L. Polat ya da başka bir yazar, aradan yarım asır geçmiş olmasına rağmen, ne Türkiyeli ne de Kürdistanlı sosyalistler arasında bu ayarda bir eser ortaya çıkarılabilmiş olduğunu iddia edebilir mi? H. Kıvılcımlı, özellikle l96O-7O'li yıllarda Ulusal Sorun konusunda zaman zaman susmuştur da. Ama bunun kaynağı, onun Sovyetlerin politikasının sadık bir takipçisi olmasındadır. Bu vesileyle Kürdistan Press sayfalarında Türk Solunun hastalığı olarak ve de haklı olarak belirtilen milliyetçiliğin, sadece Türk Solunun değil ama l926'dan sonra III. Enternasyonal ve Sovyet çizgisinin, dolayısıyla uluslararası bir hastalık olduğunun görmezden gelinişine de değinmek gerekir. Aynı hastalık Kürt Solunda da vardır, ama Kürt ulusunun Kurtuluş Savaşı verdiği bugünkü koşullarda, milliyetçiliğin ilerici yanı dolayısıyla Türk Solu'nda olduğu kadar sırıtmamaktadır. Gelelim "Troçkizm"e. L. Polat "Troçkist"lerin Lenin'i bir referans noktası olarak görmedikleri gibi çok yanlış bir önyargıya sahip. Aynen şöyle yazıyor: "Dedik ki, C. Aydın bir Troçkistdir; eğer bir Leninist olsaydı Lenin'in ezilen halkların ulusal kurtuluş savaşlarıyla ve de ulusal demokratik devrimlerle ilgili söylediği bir çok sözlerin ve Üçüncü Enternasyonal'in bu konuyla ilgili bir çok kararını buraya aktarırdık". Bildiğimiz kadarıyla "Troçkist"ler kendilerini' "Troçkist" diye tanımlamazlar, "Devrimci Marksist" ya da "Bolşevik Leninist" olarak tanımlarlar ve onlar, Marks, Engels, Lenin'in geleneğinin en sadık, en Ortodoks ve en tutarlı izleyicileri oldukları iddiasındadırlar ve / veya en azından böyle olmaya çalışırlar. Böyle olup olamadıkları ayrı bir sorun, ama L. Polat arkadaşın sandığının aksine Marks-Engels-Lenin ve III. Enternasyonal'in ilk dört kongresinin kararlarını referans alarak her zaman "Troçkist'lerle tartışmaya girebilirsiniz, çünkü onlar zaten bu referans noktalarından hareket etmektedirler. Bu vesileyle L. Polat'ın karıştırdığı bir noktaya daha değinelim. Bir görüşün taraftarı, taraftarı olduğu görüşü her zaman hakkıyla ve doğru olarak savunamayabilir ve onu rezil edebilir. Bu durumda, o toy savunucuya bakarak, o görüş hakkında bir karar vermeye ya da o görüşü eleştirmeye kalkmak metodolojik olarak yanlış, ahlaki olarak da bir köylü kurnazlığının ifadesi olur. C. Aydın da, taraftan olduğu görüşün toy ve onu rezil edici bir savunucusu olabilir. Belki ileri sürdüğü öneriler, savunduğunu iddia ettiği görüşlerle ilgisiz olabilir. Bu 13


durumda, C. Aydın'ın yazdıklarından hareketle, onun kendisini taraftar kabul ettiği çizgiyi mahkum etmeye kalkmak, en hafif bir ifadeyle bilimsel bir sorumsuzluğu yansıtır. L. Polat arkadaşımız muhakkak ki Marksizm-Leninizm'e inanıyor olsa gerek. Ama bu örneğin gösterdiği gibi, bu inancını çok toyca ve inandığı fikri rezil ederek savunuyor. Şimdi birinin çıkıp da, L. Polat'ın dediklerinden hareketle Marks veya Lenin'in düşüncesini çürütmeye kalkması saçma olur. Aynı saçmalığa düşmemeyi, herhalde başkalarının da L. Polat'tan bekleme hakkı olsa gerek. *** L. Polat'ın eleştirisine konu ettiği yazının temel tezi şöyle ifade edilebilir: "Kürt Ulusu bağımsızlığını elde edebilmek için, bağımsızlıktan daha fazla bir şeyler için savaşmalıdır." ya da başka bir ifadeyle: "Kürt ulusu, kendini ulusal baskıdan kurtarmak için, kendini ezen ulusların ezilenlerini de kurtarmaya kalkmalıdır.“ Bu "Daha fazla bir şey" de yazıda şöyle somutlanmaktadır: "Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası. bağımsız bir Kürt devleti için değil; ama demokratik bir cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için" savaşmalıdırlar. Yazının diğer bölümleri bu fikrin gerekçelendirilişi ve taşıdığı potansiyellerin sergilenişidir. Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği türden, Kürtlerin ayrılma hakkını ya da Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da küçümsemek gibi bir anlam çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin hangi strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır. Yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin küçümsediği açısından değil, ama belki, bu harekete, potansiyellerinin ve limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği, Köylülüğün ya da Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için eleştirilebilir. Yazıyı yazarken, okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan tartışması gerektiğini düşünmüştüm. Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır. Yeni olan yanını göze batırmak için bir kaç örnek verelim. Bugün Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Türk Sol hareketini eleştirirken haklı olarak, burjuvazinin kuyruğuna takılmakla ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin devrimci potansiyelini görmemekle eleştiriyor. Ama tam da bu eleştiriyi yaparken, kendini, ezen ulusların proletaryasının mücadelesinin bir nesnesi ve yedeği olarak görmüş oluyor. Getirilen ve tartışılmak istenen teze göre ise, Kürtleri ezen ulusların proletaryası ve köylüleri, Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşı içindeki proleter ve sosyalist kanadın, ve bu kanadın öncülük yapması halinde, Ulusal Kurtuluş Hareketinin yedeği ve nesnesi olarak getiriliyor. Birbirini tamamlayan bu zıtlığı daha da göze batırmak için şöyle diyelim. Kürtleri ezen ulusların sosyalistleri, Ulusal sorunu, Proletaryanın yedek gücü olarak görür. Örneğin Dr. H. Kıvılcımlı'nın kitabı, yeni Türkçe'yle "Yedek Güç: Ulusal Sorun" başlığını taşır, böyle bir kitabın muhatabı: Türkiye Proletaryasıdır. Ama Kürdistan Proletaryası için, Kürdistan'ın Kurtuluş Savaşında, sosyalist bir kanadın başarısı için yazan bir sosyalist, kitabına şöyle bir başlık koymalıdır: "Yedek Güç: Ezen Ulusların Ezilenleri". 14


Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketini yedek güç olarak gören Türkiye Proletaryası, nasıl bu yedek olarak gördüğü gücü kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundaysa, aynı şekilde, tersinden, kendini ezen ulusların ezilenlerini yedek güç olarak gören, Kürdistan Proletaryası da, bunları kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundadır. Yazıda bu programın ne olacağı tartışılmaktadır. Anlaşılırlığı sağlamak için yapılan bu kısa açıklamadan sonra, gelelim L. Polat'ın eleştirilerine: l) "Toplumsal kurtuluş adına Ulusal Kurtuluşu reddeden. köylülüğü inkar eden saf proleter bir devrim Kürdistan'ın içinde bulunduğu bugünkü koşullarda uygulanamaz ve en önemlisi bugün Kürdistan'da gündemde olan sosyalist bir devrim değil, ulusal demokratik bir devrimdir.“ Yazımızın hiç bir yerinde ve yukarıda daha da açıklanan temel fikirlerinde "toplumsal kurtuluş" ya da "saf proleter bir devrim" den söz edilmiş değildir. Söylediğim sadece "demokratik cumhuriyet"tir. Söylemediğim şeylerden hareketle eleştirilmiş olmuyor muyum? Ama L. Polat'ın böyle eleştirmesinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. O bir yerlerden duymuştur ki "Troçkistler köylülüğü reddeder" ve "saf bir proleter devrim" için uğraşır. Eh, C. Aydın da "Troçkist" olduğundan, ancak bunu savunuyor olabilir diye çıkarsamayı hemen yapmıştır. Ne yazık ki, L. Polat böyle yaparak D. Perincek gibi burjuva sosyalistlerinin yargılarını tekrarlamış olmakta, hatta D. Perincek'in "bir iktidarsızlık doktrini olan troçkizm" gibi yargılarını benimsemekte bir mahzur görmemektedir. Doğrusu ilginç bir yakınlaşma. 2) L. Polat, "Demokratik Cumhuriyet" derken neyi dediğimi anlamamıştır. Eleştirisinin bir yerinde, yukarıda da aktardığım Demokratik Cumhuriyet ile ilgili satırlarımı aktarıyor, ama, benim "demokratik cumhuriyet" sözcüklerinden sonra virgül koyarak, bu konuda çok yaygın yanlış anlamalara olanak vermemek için eklediğim cümleyi çıkararak. L. Polat'ın aktarırken çıkardığı cümlecik şudur: "bir tek köyün bile kendi kaderini' tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet.“ Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek Türk soluna son derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor. Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği çıkarsamasını yapıyorum. Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak ulus olunca sahip olunabilecek bir şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkım savunmak için hep Kürtlerin bir ulus olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan vermemek için Kürtlerin bir ulus olduğunu açıkça belirtelim. ) Ama sorunun bu şekilde koyuluşu tersinden, ulus olmayan, tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak kendine ulus olduğuna dair bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkından söz edilemeyeceği varsayımını içerir. Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar doğuracak bu varsayımın yanlışlığım göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için ulus, milliyet vs. olmak gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in Demokratik Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette, 15


isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli ve bunu engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır. Örneğin Lenin, Devlet ve İhtilal'de Engels'ten alıntı yapıyor: "O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor.“ (s. 95) Ve Lenin'in konuya ilişkin yorumu: "Engels bakımından, merkeziyetçilik, 'komünler' ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi arzularıyla (a. b. ç. ) savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve her türlü yukarıdan 'buyurma'yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir mahalli idari özerkliği asla bertaraf etmez" (s. 95) Ne yazık ki, ne Kürt ne de Türk sosyalistleri, bugüne kadar, kendi kaderini tayin hakkının ulus olma koşuluna bağlanamayacağı seklindeki bu anlayışa hiç değinmemişlerdir. Türkler açısından böyle bir program, otomatikman Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkı demektir, Kürtler için de aynıdır. Ve böyle bir programın, bağımsız bir Kürt devletine karşı olması diye bir şey söz konusu değildir. Otomatikman bunu da içerir. Böyle bir programı savunmakla, sadece Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı değil, ama aynı zamanda, Kürt Kurtuluş Savaşına, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarma görevi yüklenmiş olur. Ama böyle bir program, bağımsız bir devlet kurma hedefinden farklı bir şeydir. Bağımsız bir devlet kurma programı, bu devletin alabileceği somut biçimleri ele almaz. Ama sadece bu da değil, bağımsız bir devleti de güçleştirir. Bir köyün bile isterse ayrılabileceği ve her türlü topluluğun kendi özgür iradeleriyle birleştikleri bir Demokratik Cumhuriyet ne gibi devrimci potansiyeller taşımaktadır? Ezen Uluslar Açısından: Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, böyle bir programı savunan bir öncülüğe sahip olduğu takdirde, ezen ulusun ezilenlerini aktif olarak yanına kazanabilir ve programı uğruna mücadele için örgütleyebilir. Çünkü böyle bir program, aynı zamanda, ezen ulusların bürokratik, militer devlet cihazlarının parçalanmasıyla gerçekleştirilebilir. Böyle bir program, ezen uluslar tarafından ezilen diğer ulusları da yanına kazanabilir. Örneğin İran'da Azeriler de ezilen bir ulusturlar. Ama bağımsız bir Kürt devleti hedefi, Azerileri, Kürt Devleti uğruna mücadeleye sevk etmez, ama Demokratik Cumhuriyet, onların mücadelesini de ateşleyip, ivmelendirebilir. Böyle bir program, Kürdistan'daki azınlıkları da aktif olarak mücadeleye çeker. Unutmayalım, Kürdistan'daki Kürt olmayan azınlıklar, nüfusun neredeyse yarıya yakınını kapsamaktadır. Sadece bağımsız bir Kürt Devleti programı, bu azınlıkların mücadeleye girmesi için çekici değildir, çünkü ayrılmayı ulus olmaya bağlamaktadır. Ama yukarıdaki gibi bir program Kürdistan'daki azınlıklara şunu demiş olur: "Sizler, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, 16


Yezidiler, Araplar, Azeriler, Türkler vb., bizim programımıza göre, eğer istediğiniz takdirde, bir tek köy bile olsanız ve ayrılmayı istiyorsanız ayrılabilirsiniz.“ Ama Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliği böyle bir program için savaşmadı ve savaşmıyor. Bundan dolayı da, Kürt ulusunu son derece geniş potansiyel müttefiklerinden yoksun bırakıyor. Ve tam da bu nedenle, sadece bağımsız bir Kürt devleti için savaştığından dolayı, bağımsız bir Kürt Devletini kuramıyor. Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının, kendini ezen ulusların emekçilerini de kurtarmak gibi bir programı olmazsa, başarıya ulaşması zordur. ("Olanaksızdır" demiyorum. Belli dengeler ortamında olabilir. Ama bu fiilen yeni bir Yalta demektir). Paradoksal bir ifadeyle, Kürtler, kendilerini ezen ulusların emekçilerini kurtarmaya kalkarlarsa kendilerini de kurtarabilirler. Ama böyle bir programı da ancak, Kürdistan Proletaryası ortaya koyabilir. Bunun şimdiye kadar ortaya koyulamaması, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin İran, Irak, Türkiye arasındaki üçgene, yani aynı zamanda Kürdistan'ın en geri, Proletaryanın en zayıf olduğu yere sıkışmış olmasındandır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi bu çelişkinin içinde bunalıyor. Buralarda güçlü olan akımlar, yukarıdaki gibi bir program geliştiremediği, kendini ezenlerin ezilenlerini de kurtarma mücadelesine girmediği için, daima devletler arası çelişkilere dayanmak zorunda kalıyorlar. Ve tam da bu nedenle, daima ihanete uğruyorlar ve Kürt Ulusu binlerce evladını yitirip acılar içinde kıvranmaya devam ediyor. Tarihten çıkarılacak ders budur. L. Polat da, Kürt ulusunu yenilgilere mahkum eden bu anlayışı, bizi eleştirirken en açık biçimde şöyle ifade ediyor: "Kürt sosyalistleri bağımsız bir devlet kurmadan demokratik cumhuriyeti nasıl oluştururlar? " Kıymetli eleştirmen, bizi metafizik mantıkla suçluyor ama, tam da metafizik yaklaşımı kendisi ifade etmiş oluyor. Tarih ve sosyoloji bunun tersinin doğru olduğunu göstermiştir. Yani "Kürt sosyalistleri, demokratik bir cumhuriyet programı ve bunun ürünü olan bir ittifaklar manzumesi kurup Ulusal Kurtuluş hareketine öncülük etmeden, Kürtler'in bağımsız bir devlet kurmazı çok zordur.“ İşte ortada iki ayrı stratejinin iki özlü ifadesi. Her ikisi de Kürtlerin Ulusal Kurtuluş Savaşının başarısını amaçlıyor ama ayrı program ve stratejiler öneriyor. Burada, kolaycılığa kaçmadan tartışılması gereken bu iki ayrı program ve stratejidir. Kürdistan Press, aynı zamanda bu can alıcı konunun tartışıldığı bir forum olmalıdır. L. Polat, yukarıda aktarılan satırlarıyla, bizi eleştirirken farkına varmadan iddiamızı da doğrulamış olmaktadır. Yani kendisi bir sosyalist olarak, Kürdistan'da egemen olan tüm akımlarla aynı görüşü paylaşmış oluyor: "önce bağımsız bir devlet". Bizim iddiamız da, şimdiye kadar mücadelenin bu amaç için yürütüldüğüydü. L. Polat, ne demek istediğimi anlamak için kafa yormadığından, söylemediğimiz şeylerden dolayı bizi eleştiriyor. Bir iki örnek verelim: "Kürt, Arap, Fars ya da Türk hangi devrimci kurtarılmış bölgelere gitmiş de oradan kovulmuştur? " diye soruyor. Yazımın hiç bir yerinde kimsenin kovulduğundan söz etmedim. Kurtarılmış bölgelerin bir çekim merkezi olmadığından söz ettim. Yani oraya gitmiyorlar ki kovulsunlar. Bu gitmeyiş de o insanların niyetleriyle, mücadeleden kaçmalarıyla vs. 17


açıklanamaz. Gerçekte bu insanlar ancak önerdiğimiz türden bir program için oraya gidip savaşırlar. Ancak öyle bir program, bu insanlarda coşkunun zirvelerini ve sabrın derinliklerini harekete geçirebilir. Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerinde bir demokrasiden değil ama belki paternalist bir hoşgörüden söz edilebilir. Elbette bunun nesnel temelleri vardır. Ama gerçek de budur. Ve bu gerçek, örneğin bir İspanya İç Savaşına bütün dünya ilerici entelijansiyasının akması gibi bir coşkunun harekete geçişinin önünde bir engel olmaktadır. Aynı şey Kürdistan'daki azınlıklar için de geçerli. Bu insanların da Egemen devletlerin baskısı karşısında Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerine değil de Avrupa'ya gittiğini ya da Ezen ulusların işbirliğine yöneldiğini görmezden gelemeyiz. Onlar, "Kürtler savaştığı için Avrupa'ya kaçıyorlar" demedim. Sorarım L. Polat'a, Hangi Kürt partisi Kürdistan'daki azınlıklara, kendi kaderini tayin hakkını garanti eden bir program sunuyor? Yok böyle bir parti. Kürt bağımsızlık hareketi, Kürdistan'daki azınlıklara da paternalist bir hoşgörüyle yaklaşmaktadır. Ama böyle bir yaklaşım, o güçlerin enerjisini ve fedakarlığını harekete geçiremez. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, her yaptığını alkışlayanların değil, bir yandan kendisiyle dayanışırken, diğer yandan kendisine en ağır eleştirileri yöneltenlerin gerçek dostları olduğunu anlamalıdır. Kürt yoldaşlarımıza: onlarda yanlış gördüklerimizi söylemeyerekten, onların sempatisini kazanmak istemiyoruz ve gerçek Kürt sosyalistlerinin de eleştirenleri düşman gibi görmeyecek bir olgunluk içinde olduğuna inanıyor ve bizlerden bunu beklediğini sanıyoruz. l8. 02. l987 C. Aydın

18


Hiçbir Kürt Organında Yayınlanmayan Yazı Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve P.K.K. Bir Türk tarihçisi, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğinden kurtulan son ulusun Türkler olduğunu söylemişti. Bu önermeyi bugün şöyle bir paradoksal önermeyle tamamlamak gerekiyor: Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğinden hala kurtulamamış son ulus da Kürtlerdir. Kürtlerdir, çünkü Türk modernleşmesi ya da "burjuva devrimleri" -yine paradoksal bir ifadeyle- burjuvaziye karşı yapılmış burjuva devrimleridirler. Bu "devrimler" Osmanlı Egemenliği altındaki Hıristiyan ulusların burjuvazisine karşı Osmanlı "Devlet Sınıfları" tarafından örgütlenen ve yönetilen hareketler olmuşlardır. Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı İmparatorluğunun yaşayan Ruhu olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki Hıristiyan uluslar bu egemenliğe ilk başkaldıranlar oldular. Ancak bu baş kaldırış, Balkanlarda ve Anadolu'da zıt sonuçlara yol açtı. Balkanlarda Hıristiyan Kapitalizmi, Müslüman Prekapitalizmini yenip sürerek başarıya ulaşır ve Balkan uluslarının yolunu açarken, Anadolu'da Kürt-Türk Müslüman Prekapitalizmi Rum-Ermeni Hıristiyan Kapitalizmini sürerek ve yok ederek tasfiye etti. Bu süreç kıta Avrupa’sı ve Britanya Adaları arasındaki gelişim zıtlıklarına benzetilebilir. Kıta Avrupa'sında Sen Barthelmi katliamlarıyla burjuva gelişimi bir kaç yüz yıl geciktirilirken, İngiltere modern gelişimin yoluna giriyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Eski Ermeni ve Rum burjuva konakları, Kürt ve Türk feodallerinin evlerine ya da Osmanlı'dan miras Cumhuriyet adını almış devletin hükümet konaklarına dönmüştü. Bu tersine gidiş Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin de gerilemesine yol açtı. Bundan sonraki dönemde Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin ağırlık merkezi İkinci Dünya Savaşının özel koşulları nedeniyle önce İran'a (Kısa Ömürlü Mehabat Kürt Cumhuriyeti), İran'daki yenilgiden sonra da Irak'a kaydı. Bu dönem boyunca Türkiye Kürdistan'ında (Kuzey Kürdistan) hemen hemen hiç bir ciddi ve kitlesel bir direniş görülmez. Kürt emekçi yığınları zor ve dini tarikatlar aracılığıyla Türk gericiliğinin oy deposu olarak kalırlar. PKK'nın Bazı Özellikleri 1960'lı yıllarda Türkiye'de kapitalist gelişimin hızlanması ve işçi hareketinin doğuşuyla birlikte yeniden doğan Türk Sosyalist Hareketi (İlk doğuş Ekim Devrimi Yıllarında olmuştur) Kürt ulusunun memnuniyetsizliğinde doğal bir müttefik buldu. Türkiye'deki Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Türk Sosyalist Hareketi'nin rahminde onunla aynı Marksist vokabüleri kullanarak gelişmeye başladı. 60'lı yıllar boyunca ayrı bir kişiliği olmadı, 70'li yıllar Türk Sosyalist Hareketinden kopma ve Kendi Kişiliğini Bulma mücadelesiyle geçti, 80'li yıllar Türkiye Kürdistan’ında Bağımsız bir Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin doğuşuna tanıklık etti. 90'lı yıllarda ise müthiş kitleselleşmesi görülüyor. Bu kitleselleşen ve radikalleşen hareket ise örgütsel ve politik ifadesini P.K.K.’ da buluyor. Kürt Ulusal Hareketi gelişir ve güçlenirken, Türk sosyalist hareketi 1979'dan itibaren, önce kendi hataları, sonra 12 Eylül darbesi ve en son olarak da Sovyetlerin dağılışıyla birlikte, hızlı bir dağılış ve çözülme sürecine girdi ve aslında küçük ve etkisiz çevreler sayılmaz ise. bir

19


toplumsal güç olarak yok olmuş durumda. Bu çöküş öylesine güçlü ki, yükselen Kürt mücadelesi bile onu canlandıracak bir soluk veremiyor. Türkiye Kürdistan'ındaki Kürt hareket ve partileri iki kaynaktan doğmuşlardır. Birincisi Irak Kürdistan’ında mücadele eden hareketlerin uzantıları ve paralelleri. Bu daha ziyade aşiretlerden güç alan partiler 50'li ve 60'lı yıllarda Kürtler arasında daha etkili ve organize idiler. Türk Sosyalist hareketlerinin uzantısı ya da paraleli olan partiler ise 70'li yıllardan sonra daha etkili olmuşlardır. Türkiye Kürdistan’ındaki Kürt hareket ve partilerinin bu bölümü, içinden çıktıkları Türk hareketlerinin problematiklerini ve sınıfsal eğilimlerini aynen yansıtmışlardır. 1960'ların Reformist ve Burjuva sosyalist Türkiye İşçi Partisi ve 1970'larin yine aynı karakterde ve Sovyet çizgisindeki TKP'den kopan ya da onun paraleli olan parti ve hareketler Altın çağlarını 1970'li yıllarda yaşadılar ve zamanlarına göre, feodal ve aşiret geleneğine dayalı hareketlere göre büyük bir ilerlemeyi temsil ediyorlardı. Bunların en bilineni Kemal Burkay'ın lideri olduğu parti ve harekettir. Bu temel eğilimdeki partilerin ve hareketlerin ortak özelliği reformist olmalarıdır. Bunun yanı sıra Sovyet çizgisinin sadık taraftarı olmakla da malûldüler. Bir yandan PKK'nın temsil ettiği radikalleşme, diğer yandan da Sovyetlerin çöküşüyle birlikte hızlı bir gerileme ve çürüme sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Bu hareketler bugün PKK'nın temsil ettiği radikal ve yığınsal Kürt hareketinin başarılarından son derece rahatsızdırlar ve içten içe onun yenilgisini beklemektedirler. Eğer Türk Burjuvazisi, Türk ordusunun politikadaki geleneksel ağırlığını sınırlayıp, İspanya'da Bask sorununun çözümünde olduğu gibi bir politikayı uygulayabilirse, bu politikanın Türkiye Kürdistan’ındaki dayanağı muhtemelen bu partiler olacaktır. Bunlar şimdilik sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. İsveç kamuoyu Kürdistan'daki gelişmeler hakkındaki bilgileri daha ziyade bu çizgidekilerin süzgecinden ve yorumlarından geçmiş biçimiyle almaktadır. Bu çevrelerin İsveç’teki gücü yanıltıcı olmamalıdır. Onların İsveç'teki gücü Türkiye Kürdistan’ındaki güçlerinden değil, İsveç'in politikasından ve geçmişinden gelmektedir. Türk Sosyalist Hareketinden kopan ikinci eğilim Küçük burjuva sosyalizminin ve radikalizminin damgasını taşımıştır. Maocu, Arnavutlukçu ya da Latin Amerika'daki Kastrist, Sandinist benzeri Türk hareketlerinin Kürt paralelleridirler. Bunların içinde en bilineni ve doktriner olanı Rızgari idi. Bu hareketler Altın çağlarını 1980'e kadar olan dönemde kısa bir süre ve Türkiye'deki radikalleşmenin bir yansısı olarak yaşadılar. PKK da bu kategoriden sayılabilir. Ancak onun doğuşu diğerlerinden bazı bakımlardan ayrılır ve bu ayrılış noktaları PKK'nın diğerlerine göre niçin başarılı olduğunu anlamak bakımından bazı ip uçları verebilir. 1970'li yıllarda, özellikle 1974'ten sonra Türkiye'de kitlelerin muazzam bir radikalleşmesi ve kitle hareketinin yükselişi yaşanmıştır. Ancak bu radikalleşme tüm toplum kesimlerinde senkronize olarak gerçekleşmedi. Önce şehirlerin işsiz kesimleriyle, küçük burjuvazi radikalleşti. İşçi Sınıfı nispeten sendikalar aracılığıyla konumunu koruyabiliyor hatta gerçek ücret artışları sağlayabiliyordu. Bu, söz konusu radikalleşme döneminde aynı zamanda ve bu nedenle İşçi Sınıfının sanayi çekirdeği arasında reformist sosyalizmin ve Sosyal Demokrasinin (TKP ve CHP) güçlenmesini de açıklar. Kürdistan ise daha geri toplumsal 20


ilişkiler nedeniyle radikalleşmede geri kalmıştı. 1978'lere gelindiğinde artık radikalleşmiş küçük burjuva ve işsiz kitleler yorulmaya başlamışken İşçilerin ve Kürt yoksullarının radikalleşmesi başlamıştır. İşte PKK bu dönemde doğmuştur, ve özellikle kasaba ve şehirlerin yoksul gençliği arasında taban bulmuş ve onun eğilimlerinin ifadesi olmuştur. PKK en son doğan Kürt hareketidir Türkiye Kürdistan’ında. Diğer yandan PKK'nın en az bilinen bir özelliği de Kürt ve Türk devrimcilerinin kurucuları arasında birlikte yer aldığı ilk ve tek Kürt hareketi olmasıdır. Bütün diğer Kürt hareketleri sadece Kürtler tarafından kurulmuştur. PKK kökeni itibariyle Kastrist sayılabilecek Türk hareketlerinin geleneğinden kaynaklanmakla ve onların Kürdistan'daki paraleli olmakla birlikte, güçlü bir Stalinist vokabülerle konuşur. Ama bu onun Stalinist olduğu anlamına gelmez. Stalinist Kürt hareketleri daha ziyade reformist sosyalist Kürt hareketleridir. O daha ziyade Vietnam ve Çin'deki köylü ve Ulusal Kurtuluş hareketleriyle Küba ve Nikaragua'daki Kastrist ve Sandinist hareketlerin arasında bir yerdedir. PKK'nın anti-demokratik eğilimleri onun Stalinizm'inden değil, ulusal kurtuluş hareketlerinin kendi karakterinden gelmektedir. Bu özellikler hangi ideolojiye bağlı olursa olsun bütün hareketlerde görülmektedir. Dünyada PKK'nın yaptığı türden işler yapmamış ve yapmayan bir tek Ulusal Kurtuluş Hareketi gösterilemez. Namibya, Filistin, Bask, İrlanda vs. gibi bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde benzer pratikler görülmüştür ve görülür. Garip olan nokta onlarda hoş görülen bu pratiklerin PKK'ya ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ne gelince çifte standarda tabi kılınmasıdır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin İhanet ya da Mücadele arasında üçüncü bir yola olanak tanımayan sert ve keskin çelişkileri her türlü demokrasi ve tartışma denemesini olanaksız kılmaktadır. Savaşan bir ordu, kendi safları arasında farklı strateji ya da tereddütlere tolerans gösteremez. Orada siyasetin değil, savaşın fizik yasaları belirleyicidir. Burjuva ordularının mutlak itaat ile sağladığı tek bir iradeye göre davranabilme özelliği, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nde de ancak tereddütlülerin ya da farklı strateji önerenlerin tasfiyesiyle sağlanabilmektedir. Tarihteki en geniş demokrasi kültürünü almış, en entelektüel devrimciler bile, örneğin Bolşevikler ve Jakobenler savaşın fizik yasalarına uymak zorunda kalmışlardır. Teoride bu davranışlarını politik ilkeler haline getirmeseler bile. Bu özellik, diğer yandan PKK hareketinin plebiyen-jakoben karakterinin bir yansımasıdır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve PKK içinde modern işçi sınıfı ve bu sınıfla kader birliği etmiş, radikal ve devrimci bir entelijansiya çok az bir ağırlığa sahiptir. Çünkü Kürdistan'ın geri kalmış sosyal gerçekliği her şeyden önce böyle bir oluşumun önünü kesmiştir. Ulus, imajiner bir gerçeklik olarak varolabilmek için "Biz"i tanımlamak zorundadır. "Biz" ise ancak "Başkası" ile tanımlanabilir. Ulusal uyanışlar ve bilinçlenmeler bu "Başkası"nı hemen daima diğer uluslarda bulmuştur. Hemen hemen bütün ulusal kurtuluş hareketleri ve uluslaşma süreçleri bir veya bir kaç düşman ulusa göre kendilerini tanımlamışlardır. Örneğin Hıristiyan balkan halkları, Yunanlılar, Ermeniler için bu "başkası" Türkler, Türkler için de Ermeniler ve Rumlar olmuşlardır. PKK'nın bugün önderlik ettiği hareketin bir diğer özelliği de sözde ve eylemde gerçek düşmanını ve "başkası"nı dışta değil içte aramasıdır. PKK Türk ulusunu Düşman olarak 21


göstermez, ısrarla T.C.'den söz eder, yani Türk Burjuvazisinin devletinden ve Osmanlı Devletinin yaşayan ruhundan. Eyleminde de Türk sivili öldürmekten çekinir, Türk askeri ve polisi öldürür. Ama Kürtler söz konusu olduğunda sivili öldürmekten çekinmez. Bunun nedeni ise PKK'nın köleleşmiş ve köleleştirilmiş Kürt ulusunun köle ruhunu atmadıkça hiç bir şey yapamayacağı tespitindedir. PKK köle ruhlu, işbirlikçi kürde karşı yürütmüştür gerçek savaşını ve aslında hala da buna karşı yürütmekte, Kürt ulusuna bir kişilik kazandırmaya, onu köle ruhundan kurtarmaya, baş kaldırmayı öğretmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusu'nu başka bir ulusa karşı tanımlayarak değil, kendi köleliğine karşı tanımlamaya çalışmaktadır. PKK'nın önderlik ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nde "Biz"i tanımlamaya yarayan "Başkası", Türk emekçilerini de ezen T.C. ve "Köle Ruhlu", "teslimiyetçi" Kürt'tür. Bunun tarihe yaklaşım bakımından da ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. Burjuva sosyalist ve reformist Kürt hareketler, hemen hemen bütün ulusların yaptığı gibi her zaman var olmuş bir binlerce yıllık Kür Tarihi yaratmaya çalışırlarken ve Med'lerden beri Doğu Anadolu'da kurulmuş bütün devletleri Kürt olarak vaftiz ederlerken, PKK bu eğilime taviz vermez hatta onla alay eder. Bu, uluslaşma sürecinde ve ulus bilincinin oluşumunda pek rastlanılmayan oldukça yeni bir olgudur. Bu yaklaşım ve özgünlük kavranamazsa PKK'nın niye daha çok Kürt işbirlikçilere saldırdığı ve belki de Türk’ten fazla Kürt öldürdüğü anlaşılamaz. Onun yüzeysel gözlemlerle en çok eleştirilmiş bu yanı aslında en ilginç ve takdir edilmesi gereken yanıdır. PKK Kürdistan'ın var olan en modern kitle hareketidir. PKK'dan önce az çok ciddiye alınacak güce erişmiş bütün hareketler ya bir aşirete ya da mezheplere dayanıyordu. Bu da onların temel zaafını oluşturuyor, eski paradigmaları aşıp (din ya da soy kardeşliği gibi) onların yerine bir Ulus paradigmasını egemen kılmakta yetersiz kalıyorlar nispeten bölgesel olmaktan kurtulamıyorlardı (Barzani, Talabani vb.). PKK hiç bir aşiret ya da mezhebe dayanmayan, bütünüyle Ulus paradigmasına göre ortaya çıkmış ilk kitlesel gücü büyük harekettir. Bu modern özelliği nedeniyledir ki PKK sadece belli bir aşiret, mezhep ya da belli bir ülke toprakları içinde değil, bütün Kürdistan'da (Türkiye, Irak, Suriye, İran Kürdistanlarında) bütün mezhep, din ve aşiretler arasında taraftar bulabilen ve örgütlü ilk harekettir. PKK özellikle 1984 atılımından sonra Türkiye Kürdistan’ında artan bir hızla kitleselleşmeye başlamıştır. Gücünün artmasıyla birlikte daha fazla kendine güven ve esneklik de kazanmaktadır. Bu gün Türkiye Kürdistan’ında örgütlü ve savaşan tek güç vardır ve o da PKK'dır. PKK'nın esas kaynağı işçi, işsiz ve yoksul köylü Kürt gençliğidir. PKK'nın önderlik ettiği gerilla hareketi aynı zamanda Türkiye Kürdistan’ında Kapitalizm Öncesinin tüm toplumsal ilişkilerini de havaya uçurmaktadır. Bundan daha bir kaç yıl önce en atılgan hayal gücünün bile kavrayamayacağı değişiklikler gerçekleşiyor. Aşiret bağları parçalanıyor. Oğullar ve kızlar köle ruhlu ve bazen da işbirlikçi babalarına karşı kan ve soy bağlarını hiçe sayıp ulus bağını ön plana çıkararak isyan ediyor. kaçıyor ve PKK saflarına katılıyor. Özellikle kadınlar PKK'ya büyük destek veriyor. PKK saflarına katılarak ev köleliğinden kurtuluyorlar, gerilla oluyorlar. Erkek gerillalarla aynı işi yapıyorlar. İktisadi gelişmenin onlarca yılda gerçekleştirebileceği değişiklikleri PKK hareketi, hem de en zor alanda, kültür alanında birkaç 22


yılda başarmış durumda. Bugün PKK gerillalarının üçte birine yakınını kadın ve kızlar oluşturuyor. PKK hareketinin bu bakımdan sonuçları 1968'in Batı dünyasında yaptıklarına benzetilebilir. 1968 bir toplumsal hareket olarak yenilmiştir ama politika ve kültür hayatında artık geri dönülmesi bile düşünülmeyecek yeni değerler, yeni kültürel öğeler getirmiştir. Kadın Hareketi için de benzer şeyler söylenebilir. PKK da yenilebilir, ama onun aracılığıyla gerçekleşen bu değişiklikler, bu kültürel alt üst oluş bir daha yok edilemez. Kürt Ulusal Hareketi'nin ve PKK'nın Zorlukları ve Sınırları Geç gelmenin yukarıda bazılarına değinilen olumluluklarını taşıyan PKK, geç kalmanın olumsuzluklarını da yaşıyor. PKK hareketinin önderlik ettiği Kürt Ulusal Hareketinin en büyük talihsizliği, dünya tarihinin, belki de birkaç bin yılda bir görülen en büyük alt üst oluşlarının yaşandığı; evrensel bir paradigma değişikliğinin sancılarının çekildiği; Doğu Avrupa'da olduğu gibi Ulusal Hareketlerin bile ulusal imtiyazların korunması (zenginlik) veya zenginler arasına alınma (Baltık Cumhuriyetleri, Hırvatistan, Slovenya, Doğu Almanya) gibi egoist, zenginlik tarafından baştan çıkarılmış, iğfal edilmiş özelliklere dayandığı; Gezegen çapında bir apartheit sisteminin şekillendiği; dünyanın koca bir Güney Afrika'ya dönüştüğü; Kapitalizmin Tarihsel bir zafer kazandığı; toplumu değiştirmeye çalışan politik savaşçılığın yerini kendini değiştirmeye çalışan sufiliğin aldığı; Epiküryen bir ahlakın egemen olduğu; hemen hiç bir devrimci kabarışın görülmediği bir dünyada geç kalmış bir yükselişi yaşamakta oluşudur. PKK ve Kürt Ulusal Hareketinin son yıllardaki yükselişi 1968'lerin devrimci kabarışının son kuğu çığlığıdır. Ama bu çığlığı işitecek kimse yoktur artık. Bu durum Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni ve PKK'yı geniş manevra alanlarından ve geniş müttefiklerden yoksun kılmaktadır. Bu durum PKK'nın sınırları ve zayıflıklarında belirleyici olmaktadır. PKK'nın başarı için sadece kendi gücü yetmez. Egemenlerin çelişkilerinden yararlanabildiği kadar Türkiye ve Dünyadaki ezilenlerin desteğini ve sempatisini de kazanmak zorundadır. Dünyadaki ezilenlerin desteği nasıl kazanılabilir? Burjuva uygarlığın aynadaki aksi olan bir planlı, eşitlikçi ve demokratik toplum ideali Batı'nın ezilenlerinde hiç bir titreşime yol açamaz artık. Sosyalistler Burjuva uygarlığından başka bir uygarlığı programlaştırmak zorundadırlar. Yeni Sosyal Hareketler, Proletarya nasıl baskıcı ve bürokratik burjuva devlet cihazını sınıfsız bir topluma gidiş için bir araç olarak kullanamaz ise, bu uygarlığın maddi araçlarını da kullanamayacağını göstermiştir. Bu evler, bu yollar, bu otomobiller vs. ile her türlü baskı ve sömürü ortadan kaldırılamaz. Bırakalım böyle bir programın taslaklaştırılmasını, henüz bu sorun bile dünyada henüz çok sınırlı bir kesimde bir problem olarak tartışılmaya başlanırken, ne kültürel birikimi, ne sınıfsal dayanağı, ne de paradigması bu sorunları ortaya koymaya olanak vermeyen Kürt Ulusal Hareketi ve PKK'dan böyle bir başka uygarlığı programlaştırabilmesi beklenemez. Ve bu da, marjinal gruplar bir yana, PKK'nın dünyanın ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanma şansı olmadığı anlamına gelir. Vietnam savaşının sağladığı destek gibi bir destek PKK için olanaksız görünüyor.

23


Elbet Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde bu dolaylı yedek güç belirleyici değildir. Bu olmadan da başarı kazanılabilir. PKK'nın başarı için esas savaşı yürüttüğü Türkiye'nin ezilenlerinin desteğini ya da sempatisini kazanması gerekir. Ancak böylece Türk burjuvazisini ve T.C. devletini tecrit edebilir. PKK bu gerekliliğin bilincindedir de, bu desteği kazanabilmek için elinden geleni yaptığı da inkar edilemez. Ancak burada da benzer sınırlarla karşılaşıyor. PKK Türkiye Kürdistan’ında ve Türkiye'nin batısına göçmüş büyük metropollerin neredeyse yarısını oluşturan işçiler ve yoksullar arasında büyük bir sempati ve desteğe sahip olmakla birlikte bunu örgütleme ve mücadeleye sokma yeteneği gösterememektedir. PKK'nın esas egemenlik alanı Türkiye Kürdistan’ının en geri bölgeleriyle sınırlı olmaya devam etmektedir. Bu durum her şeyden önce onun Ulusal kurtuluşçu programatik sınırlarından kaynaklanmaktadır. PKK Kürdistan şehirlerini ve Türkiye'nin de işçi ve ezilenlerini kazanabilmek için, mücadelesinin nesnel sonuçlarından öte onlar için de bir program geliştirmek zorundadır. Ama bunu yapabilmesi için onun bir Ulusal kurtuluş Partisi olmaktan çıkıp bir Sosyal Devrim partisi olması gerekir. Bu ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin kendi içinde bir devrim yaşamasını gerektirir. Ne yazık ki PKK içinde böyle bir dönüşümün unsurları çok zayıftır ve Ulusal Mücadelenin başarılarının coşkusu altında giderek de zayıflamaktadır. PKK başarı için Türkiye'nin ezilenlerini kazanmak gerektiğini sezmektedir, şehirlere yerleşmesi gerektiğini sezmektedir, bu yöndeki sıkıntılarını da gizlememektedir ama sorunun programatik ve stratejik boyutunu görememekte, çözümü taktik ve örgütsel girişim ve tedbirlerde aramaktadır. Örneğin artık fiilen bir toplumsal güç olmayan. dağılmış Türk Soluna her türlü desteği sunarak bu zaafını gidermeye çalışıyor. Ama o cesedin artık kımıldaması olanaksız gibi görünüyor. Ya da eylem ve propagandasında Türk ezilenleriyle bir hesabı olmadığını sürekli vurgulamaya özen gösteriyor. Ama bu sefer şehirlerde oluşmuş ve bir türlü örgütleyemediği taraftarlarının kontrolsüz davranışları (örneğin bir mağazaya yangın bombası atılması ve panik içinde sivillerin ölmesi) bütün propaganda ve eylemin mesajını bir anda yok edebiliyor ve kendisi çoğu kez kendisini destek amacıyla yapılmış bu eylemcileri gücendirmemek için bu girişimlere sahip çıkmak zorunda kalıyor. Bu durumda mücadelenin kendi dinamikleri yeni açılımları ortaya çıkarmadığı sürece PKK'nın Türk ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanması da şehirlerdeki Kürt azınlıkları örgütleyebilmesi de pek beklenemez. Bu sınırları aşamayan PKK bazı özel konjonktürden ve egemenler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendine bir manevra alanı yaratmaya çalışıyor. Ama bu da onun manevra alanını aslında uzun vadede sınırlıyor ve güven sarsıcı tutarsızlıklara yol açıyor. Bunlar arasında Türk devletiyle çelişkileri olan İran Yunanistan gibi devletlerin çok sınırlı sempati ve hoşgörüleri sayılabilir. Körfez savaşından sonra Irak Kürdistan’ında Batılı ülkelerin koruması altındaki bölgedeki manevra olanakları da PKK'nın lehine çalışmıştır. Özellikle Barzani ve Talabani gibi geleneksel liderliklerin uzlaşmacılığından yılmış ve onlara güvenini yitirmiş birçok Kürt ve Peşmerge PKK'ya katılmaktadır. PKK bugün Irak Kürdistan’ında da hesaba katılması gereken ve gençliğini soluyan, giderek güçlenen bir güç olmuştur. Bu gelişme Barzani ve 24


Talabani'nin ayaklarının altından kayan toprağı tutabilmek için T.C. ile daha yakın işbirliği içine girmelerine yol açmaktadır. PKK'nın Irak Kürdistan’ında paraleli olan örgüt de bir sosyal devrim partisine dönüşme yeteneğinden yoksundur ve hatta daha da elverişsiz bir konumdadır. Irak'taki bu geçici durum uzun vadede PKK'nın başarısını garanti etmez. Batılı Ülkeler ve Türkiye'nin garantörlüğü altında Irak'ta kurulacak bir Özerk Kürt bölgesi (Türk Hükümeti buna teşne olduğunu bir resmi politika olarak açıkladı) geleneksel önderliklerin gücü ve Irak Kürtlerinin yorgunluğu da göz önüne alınırsa PKK'yı bu desteğinden ve gelişmesinden yoksun kılar. Geriye Suriye kalıyor. Suriye şimdiye kadar Türkiye'nin GAP projesine karşı bir pazarlık kozu olarak PKK'ya tolerans gösterdi ve hatta destek verdi. Bunu iyi değerlendiren PKK hem Bekaa vadisinde emin bir üs buldu hem de Suriye Kürdistan’ındaki Kürtler arasında çok büyük bir destek elde etti. Suriye Kürdistan’ındaki Kürtler Suriye vatandaşı bile sayılmamalarına rağmen PKK Suriye ile uzlaşmasını bozmamak için, bizzat o Kürtlerin de onayı ile Suriye rejimine karşı hiç bir örgütlenme ve hareket geliştirmiyor, hatta Suriye rejimine bu Kürtlerin desteğini sunuyor. Aslında bir azınlığa dayanan Suriye rejiminin de bu desteğe ihtiyacı var. PKK'nın bulunduğu zor şartlar içinde, bizzat Suriye Kürtlerinin de onayını alan bu uzlaşma elbette anlaşılır bir durumdur. Ancak Körfez savaşı ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden beri köprülerin altından çok sular aktı. Suriye artık ABD'nin bir müttefikidir. Filistin'de bir uzlaşma ile de desteklenebilecek bir Türkiye ve ABD baskısı Suriye'nin PKK'ya verdiği desteği ve toleransı bir anda kaldırmasının yolunu açabilir. Bu durumda PKK'nın tek esas dayanağı yine Türkiye Kürdistan’ı olarak kalır. Burada PKK yıllarca ne büyüyüp ne küçülen bir gerilla hareketi olarak bir savaş sürdürebilir. Ama bu bir başarı getirmez ve uzun vadede onun gücünün azalmasına yol açar. Türk egemen sınıfları şimdi bu avantajlarının bilincinde olarak PKK'yı Irak ve Suriye'deki destek üslerinden yoksun bırakarak, Türkiye'de Kürtlere sözde bir dil serbestliği sağlayarak ve MİT aracılığıyla Türkleri ırkçı bir temelde örgütleyip Kürt'lere jenosit ve sürgün tehdidini kullanarak ve PKK ve onu destekleyen kitleleri askeri bakımdan ezerek PKK'yı kitle desteğinden yoksun hale getirme planını uyguluyorlar. Bu çıkmaz içindeki PKK ise, zamana karşı bir yarış içinde bu günkü elverişli konumunda hiç olmazsa Kürt Ulusuna bir şeyler koparabilmek için, bir yandan askeri başarılar elde ederek ve savaşı batıya yayma tehdidini kullanarak sertleşiyor, diğer yandan Türk Hükümetini müzakere masasına çağırıyor ve amacının ayrılmak olmadığını, Kürt gerçekliğinin tanınmasını istediğini söylüyor. Ama Türk burjuvazisinin bu çağrıya iki nedenle kulakları sağırdır. Birincisi PKK bir ezilen yığın hareketidir artık. Onunla uzlaşmak isyan etmiş yığınlarla baş edebilmenin zorluğu kadar diğer ezilenlere vereceği cesaret bakımından da tehlikelidir. Diğer yandan Türk Ordusu Kürdistan'da kesinlikle bir uzlaşmadan ve Kürt gerçeğini tanımaktan yana değildir ve ordunun ağırlığı eskisi gibi sürmektedir. Dolayısıyla Türk burjuvazisi bu günkü güç dengeleriyle henüz politik bir çözümü kabul etme noktasından çok uzaktır. Bu da Kürt halkı daha çok acılar çekecek demektir.

25


Bugünkü verili durumda PKK'nın Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni başarıya ulaştırması için bir mucize lazım. Bu mucize Türkiye'deki Kürt yığınların bir ayaklanması ya da ani bir Kriz durumunda Burjuvazi ve ordunun tecrit olması ve bölünmesi gibi bir durum olabilir. Ancak şimdilik böyle bir belirti yok. Kısa vadede Politik bir Çözüm de yok. En büyük olasılık gerilla hareketinin kronikleşmesidir. Bu da onun güçsüzleşmesini getirir. Bu arada unutulmaması gereken başka bir gelişme var. Türk ordusu ve burjuvazisi 200 yıldır Batı Burjuva uygarlığına oluşmaya o aile içine katılmaya çalıştı. Batı burjuvazisi ise onu hep dışladı, daha doğrusu ne içine aldı ne de tam karşıya itti. 200 yıllık macerası olan bu modernleşme çabalarının ideolojisi Kemalizm ise Bir yandan batı uygarlığının da sınırlarının ortaya çıkmasıyla ve Türkiye'nin dışlanmasıyla, diğer yandan Kürt ulusal Hareketinin varlığıyla fiilen tüm birleştirici gücünü yitirmiş iflas etmiş bir ideolojidir. Türk burjuvazisinin ise onun yerine ikame edebileceği bir ideolojisi ve gücü de yok. Bu Kemalist ideolojiyi önce sosyalistler özellikle 1970'li yılların yükselişinde amaçları bakımından değil, o amaçlara ulaşamaması ve yol açtığı baskı ve eşitsizlikler nedeniyle epey eleştirip yıprattılar, sonra yükselen Kürt hareketi Türk şovenizmi ve Kürt gerçekliğini yok sayması bakımından eleştirdi. Şimdi ise İslami hareket bizzat hedefinin kendisi bakımından eleştiriyor. Batı uygarlığının insanlara mutluluk getirmediğini söylüyor. Ne olduğu belli olmayan bir İslam Uygarlığı öneriyor. Türkiye'de son yıllarda yoksulluk iyice arttı. İşçiler ve İşsizler ihtiyaçları olan ideolojiyi artık sosyalizmde bulamıyorlar bu da İslamcı Akımların giderek yükselmesine yol açıyor. Bugün İstanbul'un İşçi Mahallelerinde İslamcı Refah Partisi şimdiden en büyük partidir. İslamcı bir yükselişin önündeki en büyük engel PKK'nın yürüttüğü Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketidir. Bu hareketin yenilgisi ve demoralizasyon Kürdistan'ın ezilenlerini yakın zamana kadar olduğu gibi tekrar İslamcı partilere yöneltebilir. Bu takdirde Büyük şehirlerin işçileri ve Kürt yoksullarının desteğini alan İslamcı Hareket iktidara gelir. İslamcılık burjuvazi için de bir tehdit oluşturmaz. Çünkü o Üretim Araçlarının mülkiyetini sorgulamaz. Ayrıca Burjuvaziye ihtiyacı olan ideolojiyi de sağlar. Kürt-Türk önemli değil, hepimiz Müslüman’ız diyebilir. Batı Dışlıyorsa kapitalist-Hıristiyan uygarlığa karşı İslam Dünyası diyebilir ve bu ona Orta Asya pazarlarında avantajlar da sağlayabilir. Bu durumda büyük bir olasılıkla PKK'nın yenilgisi İslamcıların zaferi anlamına gelebilir. Ancak PKK'nın zaferi Türkiye'yi Yunanistan veya İspanya benzeri, ikinci sınıf ta olsa bir Avrupalı yapar ve Türk burjuvazisini Osmanlı artığı Kemalist Türk Ordusunun vesayetinden kurtarabilir. Tarihin garip alayı. PKK'nın temsil ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, 200 yıldır modernkapitalist Batı'yı örnek almış Türk burjuvazisinin ona benzemek için son şansıdır. Türk burjuvazisi ve Ordusu ise (ki bu ordu Türk modernleşmesinin itici gücü ve aracı olmuştur) PKK'yı ezerek bu son şansını kendi elleriyle ve kanla boğmaya çalışıyor ve yıllardır reddettiği İslamcılığa zaferi kendi elleriyle sunuyor. Biz ezilenler açısından ise PKK'nın mücadelesi, zafere ulaşamasa bile, gezegen çapında bir Güney Afrika'ya dönen dünyada, siyahların beyazlara karşı mücadelesi içinde bize, önce

26


kendi köle ruhumuzla savaşmamız gerektiğini gösteren örneği, gücü ve güçsüzlükleriyle geçmiş ve gelecek arasında bir köprü olacaktır. C. Aydın 02.04.1992 Stockholm

27


Özgür Gündem’e Yazılar Tarih, Politika ve Uluslar Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi yollarından biri de, geçmiş üzerine ama günümüzde yazılanları, yani Tarihleri okumaktır. Sanılanın aksine Tarih, Tarih'ten ziyade bugünle ilgilidir. Tarihler, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile kanıtlama çabasından başka bir şey değildirler. Bunun içindir ki, Tarih'i değil ama günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama, şu an yaşanan Tarih'i; bu Tarih içinde çatışan güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en iyi yollarından biri de, Tarih kitaplarını okumaktan geçer. Aynı şekilde yaşanmış bulunan Tarih de, en belirgin çizgileriyle yine Tarih'in Tarihi'nden anlaşılabilir. Burjuvazi için Tarih bir Dünya Tarihi değildir. Tarih ulusların tarihidir ve uluslar da Tarih boyunca var olmuşlardır. O halde, bir ulusun bir ulus olabilmesi için ulus olarak bir tarihi olması gerekir. Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak sunar. Aslında Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar bütün sözde bilimlerin kaynağında bu kaygı vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin ve emperyalizmin gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur.) Ceza suçun cinsindendir. Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuvazisi de kendi Tarihini yeniden yazar. Bu tarihler, çoğu kez kendilerini ezen ve sömürenlerin gizli varsayımlarını paylaşarak ama ezenlerin tezlerinin aksini kanıtlamaya çalışarak şekillenirler. Bunlar kendilerini sömürenlerin iddialaranın aksini, yani ne kadar uygur olduklarını, ya da bir zamanlar nasıl büyük uygurlıklar kurduklarını anlatır. Bütün bunlar bir anlamda doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık beşikleri kapitalizmin gelişimiyle birlikte yeni/yarı ya da tam sömürge olmuşlardır. Bu tarz bir tarih yazımı, ezilen bir ulusun kendine güvenini ve mücadele gücünü arttırdığı, o ezilmeye karşı mücadeleyi güçlendirdiği ölçüde tarihsel olarak haklı ve ilerici bir görev de görebilir ve bir çok durumda görmüştür de. Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusların tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve ideolojik hegemonyasını kabullenmiş olur; onun ufkuna hapsolur. Bu hapsoluş da azlında ezilen ulusların burjuvazilerinin toplumsal konumlarıyla ve küçük burjuvazilerinin tarihsel sınırlılıklarıyla (burjuvazinin ufkunu aşma yeteneğinde olmayışlarıyla) doğrudan bağlantılıdır. Ezilen ulus tarihçiliği, kendisinin nice uygar olduğunu, nice medeniyetler kurduğunu kanıtlamaya çalışırken, zımnen kendisini ezen ulusun şu varsayımını da kabullenmiş olur: Medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültür"den gelmeyenler ulus değildirler ve uluslara tanınan haklardan yararlanamazlar; o halde medenileştirilmelidirler.

28


Yıllar önce Gine Bissau'daki Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum. A. Cabral bu yazısında, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve uygarlık olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına daha bir haklılık kazandıracakmış gibi... Cabral'ın bu çabası elbette ilerici ve haklıydı. Ama bu çabaları tarihsel olgulara denk düşseydi bile, kendilerini ezenlerin, sömürgecilerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş oluyordu. Ama bunun yanı sıra, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da -Etiyopya hariç- hemen hiç bir medeniyet var olmadığından, ister istemez gerçek olmayan bir tarih yaratmak zorunda kalıyordu. Kapitalizmin girişine kadar Sahra'nın güneyi hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu. Afrika'da büyük medeniyetler kurulmamış olması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine, Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl önce, Avrupa'nın kuzeyi, yani bugünkü Kapitalist uygarlığın beşiği, Çin, Hint ve Akdeniz uygarlıkları karşısında bugünkü Afrika'nın durumunda değil miydi? Haklı olsa da, Cabral'ın ki gibi bir tarih burjuva ideolojisinin egemenliğini güçlendiriyor ve diğer yandan da gerçeklere denk düşmediğinden, olgular düzeyinde ezen ulusların tarihçiliği karşısında güç duruma düşüyordu. Bütün bunların yanı sıra, Gine Bissau halkının ilerde başka "tarihsiz halklar"ı ezmesinin ideolojik temelini atıyordu. Sonraki gelişmeler bunu acı acı gösterdi. *** Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt tarihçileri kendilerini ezen ulusların tarihlerine ve tarihçiliğine, onların varsayımları ve değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyorlar. Ortadoğu'da Med'lerden beri kurulmuş bir çok medeniyet ya da hanedanın Kürtler tarafından kurulduğu ilan ediliyor. Tarih ulusların bir tarihi olarak ele alınıp bir Kürt ulusal tarihi yaratılıyor. Kürt tarihi ve tarihçiliği özellikle Türk burjuvazisinin dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapan ve Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez bir suç addeden tarihine karşı mücadelede şekillenmek durumunda kaldığı için bu eğilim oldukça güçlüdür de. 19 yüzyılın sonlarında Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışıyla birlikte doğan Türk tarihçiliğinde bir A. Cabral'ın ya da bu günkü Kürt tarihçiliğinin haklılığı ve ilericiliği de olmamıştır. Osmanlı imparatorluğu her ne kadar bir yarı-sömürge idiyse de Türkler bu devlet içinde egemen ulusu oluşturuyorlardı ve Türk tarihçiliğinin bir Türk tarihi yaratma çabaları daha başından beri emperyalizme karşı olmaktan ziyade diğer uluslar üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırmaya ve meşrulaştırmaya yönelik olmuştur. Böylesine bir tarih ve tarihçilik, kedi lanetini ve seviyesizliğini ona karşı şekillenen Kürt tarihçiliğine de bulaştırıyor. Ama Kürt burjuva tarihçiliğinin bu seviyesizliği böylesine kolayca kapıvermesinin nesnel toplumsal bir temeli de var. Çünkü kürdistan aynı zamanda bir uluslar mozayiğidir. Yarın bağımsız bir Küdistan kurulursa, Kürdistan'daki azınlık ulusların kendi kaderini tayin çabalarına karşı şimdiden içgüdüsel olarak hazırlık yapılıyor. 29


Türkler de Kürtler de tarih boyunca herhangi bir medeniyet kuramamışlarıdır. Osmanlı imparatorluğu bir Türk medeniyeti değil, İslam ve Bizans (ama daha çok Bizans) medeniyetinin bir rönesansıdır. Eyyubiler bir Kürt devleti değil, bir islam devletiydi. Herhangi bir ulusun hiç bir medeniyet kuramaması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya bir çok medeniyet, devlet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi gerekmez. Uluslara birer tarih yaratma çabaları, son derece somut bir program sorununa verilen bir cevapla ilgilidir. Kurulacak devletin örgütlenme biçimine ilişkin bir sorundur bu. Tarih'i şu veya bu ulusun başarılarınıın, medeniyetlerinin tarihi olarak anlatma ve anlama, zımnen, tarihi olmayan ulusların -gerçekte ulusların bir tarihi de yoktur- ulus olmadığı, dolayısıyla da bağımsız bir devlet kurma, kendi kaderini tayin hakları olmadığı varsayımını, gizli olarak içinde taşır. Bu, ulus olmayan insan topluluklarının, ulus olduğuna dair bir sertifika gösteremeyenlerin ayrılma hakkının olmayacağı anlamına gelir; diğer bir deyişle, bürokratik ve militer bir devlet cihazının varlığını meşrulaştırmaya yarar. Türkiye Sosyalist hareketinde “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” daima bir ulus olup olmama çerçevesinde tartışıldı. Aslında bilimsel sosyalizmin klasiklerinde, “kendi kaderini tayin hakkı” bir ulus olup olmamaya bağlı olarak ele alınmaz. Herhangi bir insan topluluğunun, bu topluluğun "biz" duygusu ya da bilinci neye dayanırsa dayansın (örneğin bir bölgede, ya da bir mahallede yaşamak gibi), kendi kaderini tayin ya da ayrılma hakkını kullanmayı engellemiyecek bir demokratik cumhuriyet bağlamında ele alınır. Gerçek demokratik cumhuriyet "özgür komünler"in özgür iradeleriyle gönüllü birliğinden oluşabilir ve oluşmalıdır. Marks, Engels, Lenin sorunu hep böyle ele almışlardır. Bu demektir ki, bir köy ya da mahalle halkı bile, ayrılma hakkına sahip olmalıdır ve bu ayrılma hakkının kullanılmasını engelleyebilecek hiç bir kurum olmamalıdır. Burjuvazi ayrılma hakkını bu geniş kapsamıyla katiyen kabul edemez. Çünkü böyle bir devlet küçük bir sömürücü azınlığın büyük bir ezilenler kitlesine karşı baskısının aracı olamaz. Bu nedenledir ki burjuvazi, ayrılma hakkını ulus olmaya bağlamakta, bunun için bir ulus olduğunu kanıtlamak, ulus olduğunu kanıtlamak için de bir ulus tarihi yaratmak; yoksa da icat etmek zorunda kalmaktadır. Kürt burjuvazisinin Tarih yazışı da, sadece gerçeği tahrif etmekle kalmaz; sadece burjuvazinin hiç de demokratik olmayan bir devlet özlemini açığa vurmakla kalmaz ama aynı zamanda Kürdistan'daki Kurtuluş Savaşı'na da zarar verir. Kürdistan toprakları üzerinde, Süryaniler, Türkler, Keldaniler, Asuriler, Zazalar, Araplar, Çerkezler vs. hiç de küçümsenmeyecek bir azınlıklar toplamı oluşturmaktadırlar. Kendi kaderini tayin hakkını bir devlet biçimi sorunu değil, bir ulus sorunu olarak ele almak, bu azınlıkları mücadelenin dışında bırakmakta; hatta zaman zaman ezen ulus burjuvazisinin kucağına atmaktadır. Ezenlere karşı verilen her savaş ezilenlerin içindeki bir iç savaşla birlikte yürür. Kürdistan'daki kurtuluş savaşı ve ona damgasını vuran hareket her gün biraz daha olgunlaşırken, diğer yandan da radikalleşme eğilimi gösteriyor. Bu hareket reformist eğilimlere karşı mücadelede önemli politik mevziler kazandı ve kazanıyor. Ne var ki, ideolojik mücadele alanında politik alan kadar 30


başarı görülmüyor. Hatta bu alanda burjuva ideolojisinin kesin bir egemenliğinden söz edilebilir. Hatta bu egemenlik nedeniyledir ki, radikallik, burjuva ideolojisinin egemenliğinin gücü ölçüsünde radikalliğini mücadele biçimleri ve taktikler düzeyinde ifade etmek; bu nedenle de zaman zaman tüm potansiyelleri harekete geçirememek durumunda kalıyor. Kürdistan proletaryasının Kürt Ulusal Kurtuluş savaşındaki ağırlığı giderek artarken; bu yükseliş kendi ideolojik ifadesini de bulmak zorundadır. Örneğin, Kürt proletaryası ve sosyalistleri, Kürt burjuva tarihçiliğinin karşısına sosyalist tarihçilikle çıkmak zorundadır. Bu tarihçilik hiç de burjuvazinin varsayımlarını paylaşmayacaktır. O dünyanın "barbar" ya da "uygar" halkları arasında bir ayrım yapmayacaktır. O Tarihi ulusların tarihi değil, gerçek devrimci, devrimci de gerçekçi olmak zorunda olduğu için, bir bütün insanlığın tarihi olarak alacaktır. Kürdistan sosyalistlerinin, Kürdistan'daki ulusal kurtuluş savaşına önderlik edebilmeleri için burjuvazi karşısında entellektüel zaferlere de ihtiyacı vardır. Burjuva tarihçileğine karşı bir mücadele verilmeden de böyle bir zafer kazanılamaz. Ama aslında bu entellektüel zafer demokratik cumhuriyet diye ifade edilebilecek bir programatik hedefin ta kendisinden başka bir şey de olmayacaktır. Kürdistandaki ulusal kurtuluş mücadelesinde giderek ağırlığı artan Kürt sosyalist ve işçilerinden bunu beklemek ona limitlerinin üzerinde bir görev yüklemek olmuyor mu? Sanmıyoruz. Kürdistan'ın en ileri kesiminde yükselen hareket büyük ölçüde 68'in çocuğudur ve Kürdistan'daki İşçi sınıfı herhalde Ekim Devrimi'ni yapan işçilerden kültürel bakımdan daha geri ve nicelikçe de daha az değildir. Demir Küçükaydın 05.08.1991

Kürt Sorunu mu Türk Sorunu mu? Toplumsal olaylara değişik koordinat sistemlerinden bakılabilir. Bakılan koordinat sistemi politik çalışmanın muhataplarını, öznesini, nesnesini, içeriğini ve nihayet dilini bile belirler. Ama yeni öznelerin ortaya çıkışı ister istemez o güne kadar kabul görmüş koordinat sistemlerini ve bakışlarını sorguya çeker. Bunun en bilinen örneği Eurosentrizmdir (Avrupa merkezcilik). Bu anlayışta, Avrupa (bazan da ABD ve Kanada) toplumun ve tarihin öznesi ve merkezi durumundadır. Her şey onlara göre durumu içinde değerlendirilir. İnsanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan "Üçüncü Dünya" insanları (ki bu "Üçüncü Dünya" tanımı da Avrupa merkezlidir.) sadece bir nesne olarak hesaplanırlar. Bu yaklaşımın en kaba ve bilinen örneği dünya haritalarıdır. Bu haritalarda aslında dünyanın "kenarında" bulunan Avrupa hep merkezdedir. Türk solu "Kürt Sorunu"nu bu güne kadar, eğer tabiri caiz ise, hep "Türk merkezli" olarak tartışmıştır. Bu "Türk Merkezlilik" daha sorunun adlandırılmasında bile görülür: "Kürt Sorunu"!.. Yani sorun olan Kürtlerdir, Türkler değil. Ama aslında sorun Kürtlerden değil Türklerden kaynaklanmaktadır; sorun olan Türklerdir. Sorun bir kere böyle koyulunca bu muhatabı ve özneyi de belirler: "Kürt Sorunu"ndan söz ederseniz: muhatabınız Kürtler değil Türkler olur. Sorunu çözecek özne olarak da Kürtleri 31


değil Türkleri veya "Türkiye İşçi Sınıfını" veya başka bir Türk kesimini (örneğin Burjuvaziyi veya Devleti) görmüş olursunuz. Kürtler tartışmaların, politikanın hep nesnesi durumundadırlar. Tipik bir örneği hatırlatmakla yetinelim. Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1930'ların başında Türkiye'deki ulusal sorun ile ilgili olarak, strateji bağlamında yazdığı ve Türk solunun hala aşılamamış en radikal tavır alışlarını yansıtan kitabinin adı: "İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)"tır (Yeni Türkçe'siyle: “Yedek Güç: Ulus (Doğu)” gibi ifade edilebilir). Yani kitapta Kürtler yedek bir güç olarak ele alınmaktadır. Kitabın adı Türk İşçi Sınıfı merkezlidir. Kıvılcımlı'nın bu kitabı yazdığı dönemlerde bu tarz bir ele alışın meşru bir yanı da vardı. Kitap işçiler ve onların öncüleri için yazılmıştı ve o zamanlar Kürdistan'da bir işçi sınıfı yok denecek kadar azdı. Ve nihayet Türk sosyalist ve devrimcilerinin "Kürt Sorunu"ndan bahsetmelerinin genel olarak anlaşılır bir yanı da vardır, çünkü onların gerçek muhatabı Türk veya Türkiye işçileri, aydınları ve ezilenleriydi. Ama bu gün, Kürt ulusu bir özne olarak tarih sahnesine çıkmışken, hele hele Kürt aydınlarının, solcularının, sosyalistlerinin hala bir "Kürt Sorunu"ndan söz etmeleri ve tartışmaları, Kürt solunun köle dilinden hala kurtulamadığını ve henüz Kürt halkına ve kendine güvenemediğini gösteriyor. Kürt solu 1960'larda Türk solunun içinde ve onunla birlikte ama onun egemenliği altında doğdu; Türk solunun 60'larda yürüttüğü strateji tartışmaları içinde şekillendi. Türk solunun strateji tartışmalarında Kürtler bir nesne, bir yedek güç olarak ele alınıyorlardı ve bu nedenle de bir "Kürt Sorunu"ndan söz edilmesi kendi içinde az çok tutarlı oluyordu. Kürt Solu da fazla düşünmeden Türk Solu'nun kullandığı kavramları alıyordu. Bu Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin henüz yeterince gelişmemişliğinin; kendine güvenemeyişinin bir yansımasıydı da. Ve bütün ezilen ulus ve ırk hareketlerinin ilk aşamalarında görüldüğü gibi yalvarıcı, kölece bir yanı vardı. Ruhça köle edilmişlik dile de yansıyordu. Ama bu gün, artık Kürt hareketi bütün heybetiyle ortaya çıkmışken Kürt sosyalistlerinin bu göbek bağlarından kurtulması gerekiyor. Kürt solu bugün yeniden bir strateji tartışması yapmak zorundadır. Sadece son yıllarda dünyadaki ve onu kavrayıştaki değişmeler nedeniyle değil, değişik bir özne açısından; yani Kürdistan İşçi Sınıfı ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi açısından da tartışmak zorunda olduğu için. Böyle bir koordinat sistemi değişikliği eşliğinde Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin Sorunları ("Kürt Sorunu" değil) tartışılmadıkça, Kürt solu bağımsızlığını ve kişiliğini kazanamaz. Böyle bir koordinat sistemi değişikliğinin başlaması bile kendi başına Kürt solunun rüştünü ispat ettiğinin bir kanıtı olur. Kürt solunun tartışması gereken artık "Kürt Sorunu" değildir. Kürdistan'daki Ulusal Kurtuluş Hareketinin; Kürt işçi ve halk hareketinin sorunlarıdır. Kürt Ulusal kurtuluş hareketi hangi güçlerle, hangi güçlere karşı mücadele etmeli veya edebilir? Ama sorun bir kere böyle koyuldu mu o zaman "Türk Sorunu"nu tartışma gereği de ortaya çıkar. Türk veya Türkiye sol hareketi nasıl kendi strateji tartışmaları içinde "Kürtleri bir 32


yedek güç olarak nasıl kazanabiliriz?" sorusunu sordu ve Kürtler için program geliştirdiyse ya da geliştiremediyse; Kürt solu da "Türklerin ezilenleri kazanılabilir mi; kazanmak için ne yapmak; nasıl bir program sunmak gerekir"i; diğer bir deyişle "Türk Sorunu"nu tartışmak zorundadır. Şimdiye kadar hep Türk işçi ve ezilenlerinin Kürtleri nasıl kurtaracağı ya da onları nasıl kazanacağı ya da onlara ne verip ne vermeyeceği tartışıldı. Bugün için Türk işçi ve ezilenlerinin Kürtlere bir şey verebilecek ya da onları kurtarabilecek bir hali yok; en azından kısa vadede böyle görünüyor. Ama ortada canlı ve hızla yükselen bir ulusal uyanış; bir Ulusal Kurtuluş Hareketi var. Bu hareketin öncüsü de en azından kendisini Sosyalist görüyor. Bu koşullarda Kürtlerin Türk ezilenlerini nasıl kurtaracağını; onlara ne verebileceğini tartışmak gerekiyor. Bu tartışmanın muhatabı ve öznesi Kürt sosyalistleri ve işçileri olacaktır; nesnesi ise Türk sosyalistleri ve işçileri. Böyle bir tartışma sadece Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Kürt Solu ve İşçi sınıfı için gerekli değil. Türk solunun da (Kürt solunun yıllarca olduğu gibi) bir tartışmanın nesnesi olmanın ne mene bir şey olduğunu kaslarında sinirlerinde hissedebilmesi; bizzat "Kürt Sorunu"nu tartışmanın ve ondan söz etmenin bile Kürtlerin ezilmişliğini yeniden nasıl ürettiğini kavrayabilmesi; mesiyanizminden kurtulabilmesi; kısaca Türk solunun eğitimi için de gerekli. Ulusal Kurtuluş Hareketleri tarihine bakıldığında bu hareketlerin kendi "Türk Sorun"larını pek tartışmadıklarını; bu sorunun onların ufku dışında kaldığını görüyoruz. Bu aslında Ulusal kurtuluş Hareketleri içinde Proletaryanın ve sosyalist geleneğin zayıflığının bir sonucuydu. Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi modern sınıfların hareketi olarak tarihe geç girdi; denebilir ki, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi en geç kalmış Ulusal hareketlerden biridir. Ama bu geç gelmişlik onun aynı zamanda gücünü oluşturabilir. Modern işçi sınıfının gücü ve hareketteki ağırlığı ölçüsünde bundan önceki Kurtuluş Hareketleri gibi sadece ezilen ulusu değil; kendini ezen ulusun ezilenlerini de nasıl kurtaracağını bilinçli bir görev olarak; sadece nesnel bir yardım olarak değil; önüne koyabilir ve sonuncu ulusal kurtuluş hareketlerinden biri olduğu gibi ilk ulusal temelde şekillenmiş bir sosyal kurtuluş hareketi de olabilir. Kıvılcımlı'ya nazire: “İhtiyat Kuvvet: Ezen Ulusun Ezilenleri (Batı)”yı yazmalı Kürt Sosyalist ve İşçi Hareketi. En azından böyle bir girişimde bulunabileceğine dair çok emareler var. Ve de sorunu koymak çözümün yarısıdır. İşte bundan sonraki yazılarda "Türk Sorunu"nu ya da diğer bir ifadeyle Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin Sorunlarını açmaya çalışacağız. Ama katiyen "Kürt Sorunu"nu değil. Demir Küçükaydın 11.08.1991

33


Şu Azınlıklar Konusu Azınlıklar Konusu Türkiye'deki tartışmalarda "Ulusaların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" sorununun; daha somut ifade etmek gerekirse "Kürt Sorunu"nun gölgesinde kalmış bulunuyor. Bu yazıda “azınlıklar sorunu”nun tartışılmasına bir giriş yapmayı deneyeceğiz. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen belirtelim ki, "ulusal sorun" herhangi bir toprak parçasında yaşayan insanların büyük çoğunluğunun kendilerini kader ortaklığı vs. içinde hissedip bir "ulus" olarak kendi kaderini belirleme hakkıyla ilgilidir. Somut bir örnek verirsek, örneğin Türkiye'nin doğusundaki birçok bölgede kendilerini Kürt olarak tanımlayan insanlar çoğunluktadırlar. Uygar, insan haklarına saygılı, demokratik bir ülkede bu sorun son derece sancısız ve basit bir biçimde, örneğin son zamanlarda Slovakların Çeklerden, eskiden de Norveç'in İsveç'ten ayrılmasında olduğu gibi, çözülebilir. Önce bir genel oylamayla kimin kendini hangi ulustan addettiği ortaya çıkarılır; farklı ulusların çoğunluk oldukları alanlar herhangi bir tartışmaya yol açmayacak şekilde net olarak belirlenir. Böylece sınırları belirlenmiş uluslar kendi demokratik seçimlerini yapıp meclislerini kurarlar ve diğer uluslarla birlikte bir federasyon mu, konfederasyon mu, ortak bir devlet mi kuracaklarına kendileri karar verirler. Sorunun normal ya da somut tarihte anormal derecede az görülen çözümü böyle olabilir. Aslında "Ulusal Sorun" çözümü teorik düzeyde en basit olan sorundur. Pratik düzeyde çok zor olmasının nedeni bu hakkın kullanılmasını engellemeyecek türden bir demokrasinin son dere-ce nadir bulunan bir rejim olmasındandır. Bizim bu yazıda tartışmak istediğimiz bu "Ulusal Sorun" ya da klasik ifadesiyle "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" değil; "Azınlıklar Sorunu". "Azınlıklar Sorunu" ise, teorik düzeyde bile çok daha karmaşık bir sorundur ve özellikle son bir kaç yılda da görüldüğü gibi potansiyel yakıcılığı hiç de ulusal sorundan daha az değildir. Hiç bir ülkede, bu ülke en demokratik ve uygar biçimlerle belirlenmiş bile olsa, sadece bir tek ulustan insanlar yoktur. Gerek tarihten gelen, gerek modern işgücü göçünden dolayı ortaya çıkan azınlıklar vardır. Örneğin Türkiye'de Kürtler, Kürdistan'da Türkler azınlık durumundadır. Her ikisinde de Çingenelerden Çerkezlere, Süryanilerden Araplara kadar onlarca azınlık vardır. Eğer bu azınlıklar sadece belli köylerde, mahallelerde veya şehirlerde yekpare olarak bulunuyor olsalardı, sorun yine "Ulusal Sorun" gibi çözülebilirdi. Ama modern toplum Şehirleri ve Metropolleri yaratmıştır. Modern toplumun nüfusunun çoğunluğu şehirlerde yaşar. Şehirler modern toplumun sinir düğümleridir. Ve modern şehirler, Ortaçağ kentlerinde Yahudilere yapıldığı gibi azınlıkları “getto”lara tıkamazlar. Getto benzeri yerleşimler (New York'ta Harlem, Berlin'de Kreuzberg göz önüne getirilsin) görülse de bunlar hukuki dayatmalarla değil, kendiliğinden oluşmuş yoğunlaşmalardır ve hiç bir zaman ortaçağ gettoları gibi yekparelik göstermezler. Tartışmaya açmak istediğimiz sorun şudur: Bu azınlıkların özgül sorunları nasıl çözülecektir? 34


Şöyle mi denecektir? "Demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare şeklidir. O halde biz çoğunluk olarak hangi dili konuşuyorsak, hangi dilde gazeteler çıkarıyor, radyo televizyon yayınları yapıyorsak, hangi dilde eğitim yapıyorsak azınlıklar da buna uymalıdır. Bu son derece demokratik bir çözümdür". Evet gerçekten de bu demokratik bir "çözüm" olur! Fakat “genel olarak demokratik”. Burada genel olarak demokrasi ile özel bir türden demokrasi ayrımına biraz girelim. Genel olarak demokrasi, gericiliğin, şovenliğin, baskıcılığın aracı olmaya müsaittir. (Marksist geleneği benimseyen okuyucular için hemen şunu belirtelim ki, genel olarak demokrasinin bu baskıcılıkla, ezici bir milliyetçilikle, her türlü azınlıkların ezilmesiyle bağdaşabileceğini Lenin de söylüyor: "Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir" diyor.) Gerçekten de genel olarak demokrasi çoğunluğa karar hakkını vererek bütün silahları ona sunar. Çoğunluk, pek ala demokratik bir şekilde çoğunluk olmasına dayanarak, azınlık olanı, yine demokratik bir şekilde, bire kadar kılıçtan geçirme kararı alabilir. Bu bir abartık ifadeyse de genel olarak demokrasinin ne olduğunu kavramayı kolaylaştırır. Somutta henüz kimse kılıçtan geçirmiyorsa da bir çok durumda taksitle öldürebiliyor. Günlük hayattan bir örnek verelim. Bir çok toplantıda, özellikle geri ülkelerin insanlarının toplantılarında, sigara içenler çoğunluktadır. Genellikle sigara içmeyenlerden sigara içilmemesi yönünde öneriler gelir. Toplantıda oylamaya sunulur ve sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilmesine karar verilir. Yani sigara içmeyenlerin de içenlerin dumanıyla taksitle öldürülmesine. Genel olarak demokrasi böyledir. Ama özel bir demokraside, daha başlangıçtan, "hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızası hilafına bir zarar veremeyeceği" gibi bir ilke, örneğin bir Anayasa Maddesi olması gerekir. Böyle bir demokraside, on bin kişilik bir toplantıda, 9999'unun da sigara içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri "demokratik bir şekilde" oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmazsa yasa dışına düşülmüş, başta konulan ilke ihlal edilmiş demektir. Bu durumda o bir kişi 9999 kişiyi mahkemeye verip hapse tıktırabilir. Özel bir demokrasi, çoğunluğun karar alma hakkını birtakım ilkelerle sınırlar. Aslında demokrasinin gelişmesinin tarihi, çoğunluğun karar alma alanına yeni sınırlar getirilmesinin tarihidir. Örneğin bugün Avrupa ülkelerinin çoğunda homoseksüeller, sakatlar, çocuklar, yaşlılar, sigara içmeyenler, uyuşturucu müptelaları çoğunluğun karar alma alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyorlar. Çoğunluk homoseksüel olmasa da kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor. İki erkeğin ya da iki kadının "ailesi" bir çok ülkede yasallaşmış durumda. Sakatlar da örneğin merdivenlerin yanında tekerlekli sandalyelerin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler vs. talep ediyor. Çoğunluk "hayır vergilerimizi küçük bir azınlığın bu talebine harcayamayız" diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir.

35


Şu soru sorulabilir: "Nasıl oluyor da çeşitli azınlıklar çoğunluğa kendi karar alanını sınırlandıracak bir ilkeyi çoğunluk kararı olarak kabul ettirebiliyor?" Bu kabulde elbette geleneklerin, kültürün, yerleşik daha genel ilkelerin bir rolü vardır. Ancak bir de "ekonomi politiği" var gibi görünüyor. Azınlığın direnişinin çoğunluğa o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce o haklar bir ilke haline dönüşüyor. Bir diğer tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınırların ve ilkelerin çoğalma eğilimi göstermesidir. Demek ki, "azınlıklar sorunu"nu genel olarak demokrasi sınırları içinde ele almak, aslında "azınlıklar sorunu" diye bir sorunun varlığını reddetmek; sorunu ve azınlıkları baskı altına almak demektir. Soru şudur: en azından tarihsel deneylerin ışığında ve insanlığın içinde bulunduğu çağımız koşullarında azınlıklar sorununu çözecek ilke ne olabilir? En uç örnekten başlayalım. Azınlıklara da tıpkı belli bir toprak parçasında çoğunluğu oluşturan ulus gibi "Kendi Kaderini Tayin Hakkı" tanınabilir mi ve bu bir çözüm olabilir mi? Bu uç örnek kafadan uydurma değildir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Avusturya'lı Marksistlerin tartıştıkları bir problemdi bu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bir "uluslar mozayiği" idi. Bu nedenle Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin 1899'daki Brünn Kongresi'nde gündemin ilk maddesi olarak tartışılan "Ulusal Sorun"da iki karar tasarısından biri olan "Kültürel Özerklik" aşağı yukarı böyle bir anlayışı ifade ediyordu. "Kültürel Özerklik" denirken "kültür" özerk olacak şeyin içeriğinden ziyade , özerkliğin neye göre yerelliğe göre mi kültüre göre mi- ifade etmek için kullanılıyordu. Benzer bir yaklaşım Almanya'daki Türkler arasında da bir eğilim tarafından savunulmuştur. Bu yaklaşıma göre Almanya'nın dört bir yanına dağılmış olan Türkler belli bir toprak parçası olmayan bir devlet oluşturuyorlar. Kendi hukuk sistemleri, mahkemeleri, okulları kısaca belli bir torak parçası haricinde bir devleti devlet yapan her şeyleri olacaktır. Bu devletin meclisleri, bakanları, bütçesi, vergi toplayacak memurları, vergi kaçıranları hapse atacak polisleri, o polisleri ve vergi tahsildarlarını eğitecek okulları vs. olacaktır. Bu planın saçmalığı ortadadır. Her şey bir yana pratik olarak uygulanması olanaksızdır. Belki zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda uygulanabilir ama zaten o zaman da devlete ihtiyaç olmaz. Bu biçimiyle saçmalık ortada olduğundan, bu kültür ve dile göre belirlenmiş devletin sadece kültür ve dil alanıyla sınırlı bir egemenliği daha rasyonel gibi gelebilir. (Lenin'in de eleştirdiği meşhur tasarı böyledir.) Yani azınlıklar için yetkileri sadece kültür ve dil alanıyla ilgili alt devletçikler. Kültür ve Dil deyince de her şeyden önce okullar akla gelir. Yani her azınlık okullarında hangi dille, nasıl bir program uygulanacağını kendi belirleyecektir. Böyle bir sistem ise modern toplumda yeni kastlar yaratmaktan başka bir sonuç vermez. Azınlıkların okullarının ayrılması gericiliğin, ve çoğu kez de çoğunluk olan ulusun gericiliğinin talebidir.

36


Lenin de bu okulların ayrılması talebine itiraz ederken ABD'in güney eyaletlerini ve o sırada Yahudi okullarının ayrılmasını öneren çarın bakanlarını örnek verir. Buna günümüzden de örnek verebiliriz. Örneğin Almanya'da Türkiye'li çocuklar çeşitli bahanelerle geri zekalı çocukların gönderildiği "Sonderschule"lere yollanıyorlar. İtiraz o okullarda hangi dille eğitim yapıldığına değildir. Yapılan veya yapılacak eğitimin içeriğinedir. Eğitimin içeriğini bu durumda sadece papazlar ya da imamlar belirler. Ama okulların ayrılması pratik olarak da modern toplumda uygulanamaz. Diyelim ki İstanbul'da yaşayan, şehrin çeşitli semtlerinde oturan 100 Süryani çocuk için sorun nasıl çözülecek. Şehrin herhangi bir yerinde açılacak bir okula gitmeleri demek çoğunun ömrünün yolda geçmesi ya da pratik olarak okula gidememesi demektir. Buna şöyle bir itiraz yapılabilir: "Belli bir sayının üstündeki azınlıklara bu hak tanınmalıdır". Ama o zaman da bu "belli bir oran"ın ne olduğu ve onu kimin saptayacağı sorunu ortaya çıkar. Pekala toplumun çoğunluğu en büyük azınlığı bile dışlayacak bir oran belirleyebilir. Öte yandan bu oran ne kadar düşük olursa olsun dışlanan azınlık ezilmiş olmayacak mı? Demek ki, kültür ya da dile göre azınlıkların ayrı devletler halinde örgütlenmeleri veya okullarını ayırmakla yetinmeleri hem gericidir, hem de uygulanma olanağı yoktur. Azınlıklar için bir tek ilke olabilir: Dillerin ve milliyetlerin eşitliği. Bu genel ilke pratikte neyi ifade eder? Okullar ayrılmaz, azınlıkların ayrı devletleri; ya da sırf kültür sorunlarıyla ilgili devletleri olmaz ama hepsi eşit haklardan yararlanırlar. Herkes istediği dili ana dil olarak seçme ve istediği dilde eğitim yapmakta serbest olur. Diğer milliyetlerden çocuklarla mahallesindeki aynı okula giden Süryani çocuğa devlet ona dilini öğretecek bir öğretmen temin eder. Bir tek azınlık cocuk için bile bu yapılabilir. Ve eğer örneğin Tarih Kitapları Türk çocuklarına Türk Tarihi öğretiyorsa Süryani çocuğun da Süryani tarihi öğrenme hakkı garanti altında olur. (Zaten bu nedenledir ki "ulusal tarihler"le böyle bir demokratik sistem bağdaşmaz. Böyle bir sistemde ancak insanlık tarihi öğrenilebilir.) Eklemeye gerek yok ki, her azınlık kendi dilinde gazetesini çıkarabilir, radyo, Televizyon yayını yapabilir. Kendi milliyetinden insanlarla ülke, hatta dünya çapında birlikler, örgütler kurabilir. Bütün bunlar hem o ülkenin hem de tüm insanlığın maddi manevi zenginleşmesinden başka bir şeye hizmet etmez. Lenin'in de savunduğu, İşçi hareketinin bu klasik "Dillerin ve milliyetlerin eşitliği" ilkesi "azınlıklar sorunu"nun çözümü için gerek şartı oluşturur. Ama yeter mi? Tarihsel deney yetmediğini gösteriyor. Örneğin ABD'nin kuzey eyaletlerinde çok uzun zamandır siyah ve beyaz çocuklar aynı okullara gidiyorlar ama ırkçılık ve siyahların alt konumunda bir değişme olmadı. Azınlık demek, somut hayatta, bazı istisnalar dışında, daha baştan dil bakımından, kültür bakımından, yoğunlaşılan iş alanı bakımından, ilişkiler bakımından dezavantajlı bir durumda

37


bulunmak demektir. Modern toplum aynı zamanda bu farklılıkları da besler ve bir kastlaşma eğilimini de içinde taşır. Bunun için azınlıkların daha baştan var olan ve kendini üreten dezavantajlı durumunu dengeleyecek "pozitif diskriminasyon" denilen mekanizmalar da gerekir. Azınlıklara tüm organlarda, örgütlerde en azından nüfus içindeki ve eğer daha yüksek orandaysa o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil kotaları verilmelidir. Örneğin işçi sendikalarında azınlıklar, cinsler, yaş grupları vs. en az nüfus içindeki oranları ya da o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil edilmelidirler. Bu da yetmez, ulusal hasıladan o azınlığın nüfus içindeki oranından daha büyük bir bölümü fiili eşitsizliği gidermeye hizmet edebilmek için azınlıklara ayrılmalıdır. Özetlersek: Herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde kültürünü geliştirme hakkı temel insan haklarından biri olarak kabul edilmelidir. Buna ek olarak fiili eşitsizliği gidermeye yönelik ekonomik (daha büyük pay) ve hukuki (kotalama) ayrıcalıklara gerek vardır. Bunun için ise şimdiden sendikalar gibi kitle örgütlerinde azınlıkların diskriminasyonunu dengelemek için azınlıklar için kotalar koyulması yönünde mücadele edilmelidir. Çoğunluk elbette bunu kabul etmeyecek ve bunun örneğin "işçi hareketini bölücülük" olduğunu söyleyecektir. Bu burjuvazinin "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz" demesine benzer. Toplumsal mücadeleler tarihi herhangi bir baskı biçimine uğrayanların diğer baskı biçimine de otomatikman karşı çıktıklarını göstermiyor. Aksine diğer baskı biçimlerine karşı kör kalıyorlar. İşçi hareketi kadınların, ulusların, azınlıkların ezilmesine hiç bir tepki göstermedi. Beyaz ve Erkek olarak kaldı. Hatta seksizm ve ırkçılık işçiler arasında çok yaygındır da. Kadın Hareketi işçi ve siyah kadınlar karşısında aynı körlükle maluldu. İşçi ve siyah kadınların ayrı girişimlerini bölücülük olarak tanımladı. Siyah hareketi de işçilere ve kadınlara karşı aynı körlükle maluldu. Bu hareketlerin her birinde diğer baskı biçimlerine uğrayanlar bir özne olarak ortaya çıktıkça ve hareketler mücadele içinde radikalleştikçe diğer baskı biçimlerinin yol açtığı sorunlara da sahip çıkıldı. Bugün Türkiye'deki İşçi Hareketi Erkek ve Beyaz'dır (daha doğru ifadeyle Türk'tür). Böyle kaldıkça da İşçi hareketinin dar sınıfçılığı; hatta korporatizmi aşma şansı yoktur. Böyle olduğu içindir ki, ne kadınların, ne azınlıkların ne de diğer ezilenlerin sorunlarını bayrağına yazmamakta; toplumda alternatif bir güç oluşturamamaktadır. Türkiye'deki İşçi hareketinin kadınların ve azınlıkların "bölücü" eğitimine ekmek kadar, su kadar ihtiyacı vardır. İşçi hareketi bunu başarırsa, yarın bütün toplum da başarır. Ve böyle bir projeye Kürtlerin Ulusal Hareketinin de çok daha acil olarak ihtiyacı vardır. Böyle bir proje bugünkü Türkiye'nin bütün azınlıklarının sempatisini kazanır ve ulusal hareket bir ulusun uyanışıyla sınırlı olmaktan çıkıp bir toplumsal devrim hareketine dönüşebilir.

38


Demir Küçükaydın - 03.11.1992

Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" Sayfasıyla İlgili Öneriler 24 Ekim 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesinde sekizinci sayfanın "Avrupa"ya ayrıldığı görülüyor. Aynı sayfada bu yeni girişimi açıklayan Hüseyin Akyol'un "Merhaba" başlıklı kısa sunuş yazısı da var. Ancak 25 Ekim 1992 tarihli sayıda ise sayfanın başlığı "Avrupa" değil, "Radyo - Televizyon". Bir davranış sürçmesi olsa gerek. Başlangıç için pek önemli sayılmayabilir. Ancak bu vesileyle "Avrupa" sayfasıyla ilgili önerilerimi sizlere iletmek isterim. Diğer gazetelerin (Hürriyet, Milliyet vs.) Avrupa baskıları var. Bu baskılar Türkiye'dekilerden özellikle Avrupa'ya ilişkin haberleri bakımından ayrılıyor. Bu o gazetelerin anlayışının normal sonucu. Özgür Gündem bu gazetelerden öncelikle iki bakımdan ayrılmalıdır: 1. Buradaki Türkler, Kürtler ve diğer Türkiye'liler "Gurbetçi"ler, "Yurt Dışındaki Vatandaşlar / İşçiler" olarak değil; eğer deyim yerindeyse "Avrupa'daki Türkiye'li Göçmen Azınlıklar" olarak ele alınmalı. Sorun basit bir adlandırma sorunu değildir; olaya bakışla ilgilidir. Örneğin Türk Devleti Avrupa'daki Türkiye'lileri "Gurbetçi" olarak ele almakta ve onları dış politikasının basit bir aracı olarak kullanmaya çalışmakta ve kullanmaktadır. Ama daha kötüsü Türk ve Kürt sol hareketlerinin de olaya aynı anlayışla yaklaşması, buradaki insanları sadece oradaki mücadelenin maddi ve manevi destekçileri olarak görmeleridir. Bu yaklaşım Avrupa'daki Türkiyeli Göçmen Azınlıkların buradaki korkunç durumlarına karşı mücadeleye girmesini; bir toplumsal hareket oluşturmasını (örneğin Siyahların Amerika'da 50'li ve 60'lı yıllarda yükselen medeni haklar hareketi gibi bir hareket) engellemektedir. Avrupa'daki göçmen azınlıklar yeni bir öznedir. Er veya geç Avrupa'da bir güç olarak ortaya çıkacaktır. Gerek Avrupa Devletlerinin gerekse T.C.'nin bütün çabası bunu engellemeye yöneliktir. Türk basınının bütün Avrupa sayfaları veya baskıları bu amaca yöneliktir. Özgür Gündem onlardan bu bakımdan ayrılmalı böyle bir hareketin oluşmasına hizmet etmelidir. Bu Avrupa'da politika yapmak; Avrupa politikası yapmak demektir. Bu politikanın öznesi ve muhatabı Türkiyeli Göçmen Azınlık olmalıdır. Sorunu biraz aşırı çekiştirerek somutlamaya çalışayım. "Avrupa" sayfasında iki gün arka arkaya "Kürtler Avrupa'da 37 bölgede seçime gidiyor" ve "Avrupa'da Ulusal Meclis Sevinci" başlıklı iki büyük haber yorum var. Aslında bunlar "Avrupa" sayfasına değil Türkiye ya da Kürtlerle ilgili sayfalara girmesi gerekir. Bu olay elbet bir Avrupa sayfasında da yer alabilir ama olaya Avrupa'daki göçmen azınlıkların sorunları açısından yaklaşılırsa haberin veriliş biçiminin kökten değişmesi gerekir. Örneğin denilebilir ki: "T.C. hala Avrupa'daki "Gurbetçiler"e oy hakkını vermesin Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi Avrupa'daki Kürtlere sadece oy hakkı değil 500 üyeli Ulusal Mecliste 10 üyelik kontenjan tanıyor." (Bu yaklaşım sadece Buradaki göçmen azınlık açısından değil, Türkiye'deki Demokratik mücadele açısından da önemlidir. Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 10 üye Avrupa'daki Türkiye'lilerce seçiliyor!) 39


Ya da Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin Avrupa'daki Kürt göçmen azınlığın buradaki mücadelesiyle ilişki ve çelişkileri ele alınabilir. Çünkü bu ikisi arasında bir çelişki olduğu kanısı çok yaygındır. 2. Elbet Avrupa'da Göçmen Azınlıkların henüz doğuş halinde de olsa örgütlülükleri ve hareketlilikleri var. Ancak göçmen azınlıklar da kendi içinde sınıflardan oluştuğundan bu sınıfların eğilimleri de var. Bütün diğer gazetelerin "Avrupa" baskıları bunlar içindeki en tutucu, en köle, biraz da Sosyal Demokrat eğilimlerin ve örgütlerin propagandalarını yapıyorlar; sadece onlarla ilgili haberleri veriyorlar. Özgür gündem onların susuşa getirdiğinin kürsüsü olabilir. Yani göçmen azınlıklar hareketi içinde demokrat ve radikal bir eğilimi ifade etmelidir. 3. Bütün diğer basında Avrupa baskıları ayrı. Özgür Gündem aynı duruma düşmemelidir. Yani Avrupa bölümü sırf Avrupa baskısı için olmamalı, aynen Türkiye baskısında da yer almalı. Böylece gizli paternalizme son verilmeli. Avrupa'daki Göçmen Azınlıkların Türkiye ve Kürdistan haberleri okuması nasıl normal karşılanıyor ise Türkiye'dekilerin de Avrupa'daki göçmen azınlıkların haberlerini ve mücadelelerini okuması normal karşılanmalı. Türkiye'deki insanların da bizlerin buradaki mücadelelerinden öğrenecekleri vardır. Bu üç nokta diğer basından ayrı; Özgür Gündem'in yapmaya çalıştığı gazeteciliğe uygun bir Avrupa sayfası için olmazsa olmaz ilkelerdir. Akıl vermek kolay. Peki pratik olarak ne yapılabilir? Aslında Ertuğrul Kürkçü Hamburg'a bir konferans için geldiğinde Özgür Gündem'in Avrupa'da epey okunduğundan; Avrupa'daki Türkiye'li göçmen azınlıkların radikal ve demokrat bir sesi de olması gerektiğinden; bu konuda yardımcı olabileceğimizden söz etmiştik. O da böyle bir Avrupa Sayfası projesi olduğundan söz etmişti. Anlaşılan bu sayfalar o projenin hayata geçirilmesi. Ancak bu güne kadar kimse bizimle temas kurmadığından önerimizin bilinmediğini varsayıyorum. Ben kişi olarak haftada birkaç kere Avrupa'daki göçmen Azınlıkların bakış açısından yorumlar ya da makaleler yazabilirim. Ayrıca biraz uzun aralıklarla da olsa incelemeler yazabilirim. Henüz kimseyle konuşmadım ama böyle bir sayfanın hazırlanmasına katkıda bulunabilecek birçok arkadaş olacağını düşünüyorum. Örneğin yine Hamburg'tan Selçuk Eralp şimdiden katkıda bulunmaya başlamış ve "Geciktirilmemesi Gereken Bir Tartışma: Rostok Olayı" başlıklı bir yazısı yayınlanmış. Yardımda bulunabilecek arkadaşların bir çoğu bilgisayarın yabancısı değildir. Yazıların seri olarak iletilmesi için faks'ın yanı sıra modem'den de yararlanılabilir. Tabii kimi teknik sorunları (kaç "baut"luk olduğu; Türkçe karakterlerin ASCII içindeki yerleri gibi) çözmek şartıyla. Eğer konsept ve öneriler ilginizi çekiyorsa Özgür Gündem'den bir sorumlunun buraya gelmesi ve konuşulması en iyisidir. 40


Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Demir Küçükaydın (Bu Mektup Hakkında Not: 04.01.1993 tarihinde emniyete alınmış.)

41


Özgür Politika’ya Yazılar Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler Kürt Ulusal hareketinin yükselişe geçtiği ve PKK'nın gerilla savaşına başladığı seksenlerin ortalarına doğru Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler de, özellikle en yoğun oldukları Almanya'da ilk kez, bir yandan ırkçı saldırılar karşısında öz savunmadan kaynaklanan, diğer yandan, ayrımcılığa karşı eşit haklar istemi çerçevesinde, tıpkı elli ve altmışların Amerika'sında olduğu türden bir "siyahlar" hareketi geliştirme eğilimi gösteriyorlardı. Bir bakıma Avrupa'daki Kürtlerin seksenli ve doksanlı yıllarda yaşadığı, Kürdistan'daki mücadelelere yönelik politikleşmeyi, Avrupa'daki Türkler yetmişli yıllarda yaşamıştı. Türkiye yetmişli yıllarda tarihinde gördüğü en kitlesel radikalleşme ve politikleşme dalgasınına paralel, Avrupa'daki Türkler de hızla politikleşme eğilimi göstermişlerdi. Bu politikleşme ve radikalleşme, tıpkı daha sonraki on yıllarda Kürtlerde de görülecek türden, "ana vatan"larındaki radikalleşmeden kaynaklanıyordu. Avrupa'da politikleşen bu Türklere karşı, Türk sol hareketlerinin tavrı ve bakışı ne ise, aynısı daha sonra Kürt hareketlerinin Avrupa'da politikleşen Kürtlere bakışı o olmuştur. Onları "ana vatan"daki mücadelenin bir maddi ve lojistik destek üssü olarak görmek ve onlar aracılığıyla Avrupa kamu oyu ve devletleri üzerinde bir etkide bulunmak ve dolayısıyla Türk devletine karşı bir baskı aracı olarak kullanmak. Onların kendi sorunları temelinde bir politika akla bile gelmez; hatta bu yöndeki kimi eğilimler, esas mücadele alanında güç kaybına yol açacağı, güç ve enerjileri böleceği, angajmanı azaltacağı gibi düşüncelerle bastırılır. Aslında burada çok ilginç bir paradoks vardır. Bu göçmenleri böylesine bir diyaspora milliyetçiliğine yönelten; içinden çıkıp geldikleri ülkedeki gelişmelere bu kadar hassas kılan tam da yaşadıkları toplumda uğradıkları dışlanma ve baskıdır. Bu yaşanan bakı, sömürü ve dışlanmaya olan tepki, bir bakıma ana vatana yönelik bir politikleşmeyle kendini dışa vurmakta ve adeta bir süblimasyon gerçekleşmektedir. Ne var ki taşıma suyla değirmen dönmez. 12 eylül darbesi gelip de, bütün toplumsal hareketlenmeyi ve muhalefeti ezince, aynı baskılara uğramasa bile, ateşiyle ısındığı hareketlenmenin yok olmasıyla beraber Avrupa'daki Türklerin hızlı bir apolitikleşmesi başladı. Ama aynı sırada Türkler arasında yavaş yavaş, Avrupa'daki uğradıkları ayrımcılığa ilişkin bir hareketlenme eğilimi de ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra dernekler ve mitingler giderek azalan sayıda insanların uğrak yeri oldu. Ayağın altından bu toprağın kayışı, kimi Türkiyeli solcu grupları Avrupa'daki Türklerin sorunlarına yönelmeye itti. Ama bu yönelim aynı zamanda sadece Türkiye'deki yenilginin değil, dünya çapındaki yeni muhafazakarlığın gerici atmosferinde, aynı zamanda ideolojik bir sağa kayışla birlikte gerçekleştiğinden, göçmenlerin sorunlarına yönelme ideolojik sağa kayışın nedeni ya da zorunlu bir sonucuymuş gibi görünmesi yanılsamasına yol açıyordu.

42


Kürt hareketi ise tam bu sırada, Kürdistan'daki yükselişini yaşamaya başlamıştı ve o yükselişe paralel, on yıl önce Türklerin yaşadığı türden Avrupa'daki Kürtlerin politikleşmesi ve radikalleşmesi yükseliyordu. Bu koşullarda, göçmenlerin sorunlarına ve hareketine yönelme, sadece Kürdistan'a yönelik mücadelenin enerjisini saptırıcı; sadece ideolojik olarak sağ kayış değil ama aynı zamanda, bu yönelenlerin Kürtlerin mücadelesine karşı tavırları nedeniyle, sanki Kürt mücadelesine karşı bir manüplasyonmuş gibi kavrandı Kürt hareketi tarafından. Dolayısıyla daha başlangıçta, Avrupa'da, ki Avrupa'nın en güçlü ülkesi Almanya'da ve Almanya'daki en büyük göçmen grubu olan Türkiye'den gelen Türkler ve Kürtler arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Aslında bu uyumsuzluğa yol açan nesnel nedenler değil, öznel şartlanmalar ve yanılsamalardı. Yoksa Avrupa'daki bir göçmen Türk hareketinin yükseliş eğilimi ve Kürtlerin mücadelesinin yükselişi bir zamandaşlık gösteriyordu ve başka yaklaşımlar altında pek ala birbirlerini güçlendirici bir etkide bulunabilirlerdi. Ne var ki gelişme böyle olmadı. Kürtler sadece kendi ulusal hareketlerinin ötesini görmediklerinden değil; sadece göçmenlerin sorunlarından dolayı ve onlara yönelik bir hareketlenmenin Kürdistan'daki mücadeleden güç ve dikkatleri saptıracağı korkusundan değil; ama aynı zamanda, Avrupa ülkelerinin Türkiye'ye baskı yapmasını sağlama ve onlarla göçmen sorunu dolayısıyla arayı bozmama yaklaşımının da etkisiyle göçmen hareketlenmesine soğuk hatta rakip olarak baktılar ve en iyi durumda onları Kürdistan'da yürütülen mücadelenin duyurulması için platformlar olarak kullandılar. Bu yaklaşım en açık, yabancıların Alman devletinin ırkçı politikalarına karşı yaptığı toplantı ve yürüyüşlerde görülüyordu. Örneğin bütün uluslardan konuşmacılar, guruplar, Alman gericiliğinin ırkçı kavramı olan "misafir işçilik" kavramını reddeder; bu kavramın yabancıları her türlü haktan yoksun bırakmanın kılıfı olduğunu söyler; madem biz burada çalışıyor ve vergi veriyoruz tümüyle eşit haklar istiyoruz derken. Kürt Konuşmacıların hemen daima, konuyla ilgiyi şöyle kurdukları görülüyordu. "Bizler Türkiye'deki baskılar nedeniyle ve işgal altındaki ülkemizin geri bırakılmışlığı nedeniyle buradayız. Biz burada zorunlu bir misafirlik yaşıyoruz. Ülkemizi kurtardığımızda kendi ülkemize döneceğiz. O halde bizim ülkemize dönebilmemiz için, Türkiye'ye daha fazla baskı yapın. O zaman biz bir problem olmaktan çıkarız. " Göçmenlerin direniş çabaları karşısındaki bu derin anlayışsızlık ve hor görü yabancıların kendi sorunları temelinde, daha henüz emekleyen bir hareketlenmeyi canlandırmaya yönelik mitinglere karşı tavırlarda da görülüyordu. Bu tür gösterileri, Kürtler büyük kitleleriyle ele geçiriyorlar ve onları Kürdistan'daki mücadelenin sorunlarına ilişkin mitinglere çeviriyorlardı. Eninde sonunda Kürtlerin çoğunluklarıyla ele geçireceği ve gerçek hedefinden bambaşka bir hedefe yöneleceğinden göçmenler miting tertiplemez ve mitinglere bile gitmez olmuşlardı. Kürtler en iyi halde bu mitinglere; o mücadeleye destek vermek için değil; kendi mücadelesinin tanıtımını yapmak için katılıyorlardı. Avrupa'daki yabancılar içinde en örgütlü, politikleşmiş, militan ve özellikle Almanya'da en büyük göçmen gurubunu oluşturan Türkiye'den gelenlerin yarısına yakınını oluşturan Kürtlerin Avrupa'daki yabancıların sorunlarına soğuk, ilgisiz hatta bir rekabet havası içinde yaklaşmaları; yeni yeni doğma eğilimi gösteren Türkiyeli göçmenler hareketinin daha baştan 43


topallamasına yol açmakla kalmadı, uzun vadede Türkiyeli göçmenlerin de bu sefer Kürtlerin uğradığı baskılar karşısında aynı ilgisizliği ve düşmanlığı göstermelerinin yolunu açmış oldu. Kürt Ulusal Hareketi'nin, Kürdistan'dan göçmüş, Avrupa'nın veya Türkiye'nin batısının şehirlerine yerleşmiş Kürtleri, Kürdistan'daki mücadelenin sadece madde ve insan kaynağı olarak görmesi ve onları kendi sorunlarından hareketle örgütlemeye yönelmemesi uzun vadede Kürdistan'daki mücadelenin tecrit olmasında ve sonunda aldığı ağır darbelerde tayin edici bir rol oynamıştır. Türkiye'nin batısında, bunun nasıl politik İslam'ı güçlendirdiği; bu korkudan bu sefer şehir orta sınıflarının nasıl Genel Kurmayın arkasına takıldığı gibi konulara başka bir yazıda değinmiştik. Benzeri Avrupa'daki etkilerde de söz konusudur. Kürt mücadelesi, Avrupa'da Türkiye'deki Kürtlerin durumuna benzer durumda bulunan göçmenlerin mücadelesi karşısındaki ilgisiz hatta rakip yaklaşımı; onu en yakın en kolay kazanabileceği müttefiklerinden etmiş ve bu güçler Türk devletinin kontrolü altına girmişlerdir. Batı Anadolu ve Avrupa'daki Kürtlerin Kürdistan'daki mücadelenin maddi ve insan destek üssü olarak görülmesi Türkiye ve Avrupa'da farklı sonuçlara yol açtı. Türkiye'nin Batısındaki Kürtler Politik İslama yöneldiler; Avrupa'da ise, diyaspora milliyetçiliği nedeniyle iyice Kürt Ulusal hareketine. Bu Avrupa'daki zayıflığın görülmesini büyük ölçüde engelledi. Elbette Avrupa'daki Türklerin kendi kontrolü dışında politikleşme ve özerk bin göçmenler hareketi oluşturma eğilimlerini gören Türk Devletinin aldığı tedbirler; Türkiye'de yükselen şovenizmin, özellikle o sıralar hızla yaygınlaşan uydu yayıncılığı ve Türk kanalları aracılığıyla, Avrupa'ya yansıması; Alman devletinin bazı idari ve hukuki kolaylıklarla kişilerin kişisel düzeyde birey olarak konumlarını değiştirmeye olanak sağlayan ve toplumsal bir hareketlenmeyi engelleyen uygulamaları; duvarın yıkılmasıyla birlikte, Doğu Avrupa'dan gelen göçmenlerin en alttaki Türkiyelilerden daha alt bir konuma geçmeleri; Türkler içinde işçilerin giderek azalması ve doğu Avrupa'dan gelen ucuz iş gücünü çalıştıran Türk iş yerlerinin çoğalması ve dolayısıyla Türklerin hem toplumsal konum hem de prestij bakımından eskisinden daha üst bir konuma geçmesi gibi bir çok etkenin sonunda doksanların ortalarına gelindiğinde bir göçmen hareketlenmesinden bir şey kalmamış, Türklerin büyük bölümü de politik İslam, faşistler ve bir miktar da aleviler kanalıyla örgütlenmiş ve Türk devleti tümüyle kontrolü ele geçirmiş bulunuyordu. Avrupa'nın en güçlü ülkesinin en büyük göçmen azınlığı bir yanda Türk Devletinin kontrolü altında, onun dış politikasının araçları olan Türkler; diğer yanda Kürt Ulusal Hareketinin kontrolü altında onun lojistik destek üssü ve Avrupa ülkelerine baskı yapmasının aracı olan Kürtler olarak paylaşılmış bulunuyorlardı. Bu tabloda Avrupa'daki ikinci sınıf insanların sorunları ve hareketinin hiç bir yeri bulunmuyordu. Yeni politika bu tabloyu değiştirmeyi sadece mümkün kılmıyor aynı zamanda gerekli de kılıyor. Yeni Politika, artık Avrupa ülkelerine baskı yapmaya yönelik değil, Türkleri ve Batıdaki Kürtleri bir demokrasi programı etrafında kazanmaya yönelik olduğundan; Avrupa'daki Kürtlerin bu politikada doğrudan bir işlevi kalmıyor. Mücadelenin ağırlığı Dağlardan 44


Kürdistan'ın şehirlerine; Kürdistan'dan Türkiye'nin batısına ve Avrupa'dan Türkiye ve Kürdistan'a kayıyor. Bu durumda Avrupa'daki Kürtlerin konumu çok değişmiş bulunuyor. Avrupa'daki Kürtler için bir bakıma seksenlerin başında Avrupa'daki Türklerin bulunduğu duruma benzer bir durum söz konusu. Kürdistan ve Türkiye'deki mücadele ise bundan sonra eski taktiklerden ve mücadele biçimlerinden çok farklı belki daha az çoşkulu ve daha çok siper savaşına benzeyen bir mücadele olacaktır. Bu da buradaki adanmışlığı ve coşkuyu azaltacaktır muhtemelen. Avrupa'daki Kürtler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye destek vermezler mi? Verebilirler ama bunun için eski yaklaşımları ve alışkanlıkları bir kenara bırakmak gerekiyor. Avrupa'daki Kürtler, örgütlüklerini ve enerjilerini, Avrupa'da bir göçmen azınlık olarak, örneğin Kürt dilinin ve kültürünün resmen tanınması ve eşit haklar gibi bir mücadeleye yöneltirlerse; sadece kendi gerçek konum ve sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme sağlamazlar ama aynı zamanda Türkiye'deki mücadeleye muazzam bir katkı olur bu. Elbette bu mücadele diğer göçmen azınlıkları da kapsamalı ve bunun için de sadece Kürt dilinin tanınması gibi bir çerçevede değil daha kapsayıcı dillerin ve kültürlerin eşitliği gibi bir çerçevede yürütülmelidir. Bu takdirde Avrupa'daki Kürtler yepyeni müttefikler bulacaklardır. Ama sadece bu değil, böyle bir mücadele, Türklerin küçümsenmeyecek bir kesimini de kazanabilir ve Türk devletinin Türk göçmenler üzerindeki tekelini kırabilir. Avrupa'da yükselen ırkçılığa karşı mücadelenin de böylece önüne geçebilecek Kürtler, Avrupa'da çok daha geniş bir cephenin de parçası hatta öncüsü olabilirler. Avrupa'da Kürtlerin, diğer göçmen azınlıkları da yanına çekerek başlatacağı bir eşit haklar, ırk ayrımcılığına karşı mücadele , dillerin ve kültürlerin eşitliği mücadelesi, sadece bir mücadele olarak bile, Türkiye'deki mücadelelere bir ilham kaynağı ve destek olur. Somut başarılar kazanılması halinde ise, örneğin Kürtçe'nin dil eşitliğinden yararlanması gibi bir hedefe bir kaç ülkede ulaşılmasında; Türkiye'yi fiili bir durumu tanımak zorunda bırakır ve bu Türkiye'deki anti demokratik güçlere en ağır darbelerden biri olur. Avrupa'daki Kürtlerin bu yeni stratejiye yönelmesi, hem kendi doğrudan sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme; hem de Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele için Türkiye'deki anti demokratik güçleri arkadan kuşatma ve katkı olur. Ama böyle bir mücadelenin en büyük kazancı, bu mücadele içinde insanlardaki değişim olacaktır. demir@comlink. de 09 Şubat 2000 Çarşamba

45


Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar Hayal kırıklıkları daima beklentiler ölçüsünde büyük olur. Hiç bir beklentiniz yoksa, hiç bir hayal kırıklığına da uğramazsınız. Kürt Ulusal Hareketi'ni oluşturan hareketlerin çoğu, ilk doğuşlarını Türk sol hareketinin içinde yaşadılar. Bu nedenle ondan çok şeyler de beklediler. Ama Türk sol hareketlerinden beklentilerine uygun davranışlar görmedikçe, beklentileri ölçüsünde büyük hayal kırıklıkları yaşadılar ve bu nedenle o ölçüde de sert eleştirilerde bulundular. Ama bu beklentilerin büyüklüğünün nedeni sadece içinden çıkmış olmak değildir, bir bakıma karşı tarafın değerini ve gücünü abartma; kendi değerini ve gücünü görememe, yani bir bakıma hala düşünsel bir bağımsızlığa ulaşamamanın da sonucudur. Denebilir ki, Kürt hareketinin hayal kırıklıkları ölçüsünde Türk solcularına eleştiri yöneltmesi, onlardan beklentilerinin hala bitmediğinin ve onların yapmasını bekledikleri işleri kendisinin yapabileceğine güveninin olmamasının bir göstergesidir. Türk solcularına yönelik sert eleştiriler, ifade edilmemiş olsa bile, Türk solcularından büyük beklentilerin, dolayısıyla da Kürt hareketlerinin henüz kendilerine hala tam bir güven oluşturamadıklarının bir ifadesidir. Kürt Ulusal Hareketi, Türk solundan hiç bir şey beklememelidir; beklememeyi öğrenmelidir. Bir beklentisi olmaz ise, daha baştan, onun, ezilen ulusun sorunları karşısında bütün egemen ulus, ırk, cins sınıflar gibi davrandığı, davranacağı; başka türlü olmasının da beklenemeyeceği; yani imtiyazlarının kölesi olduğunu bir veri olarak alır ise; o zaman eleştirmeye gerek bile duymaz. Onu böylece gerçek yerine koyduğunda da artık prensip üzerine tartışma biter ve pratik, somut hedeflere yönelik taktik esneklik başlar. Yeni politikanın özü: Kürt Ulusal Hareketinin Türkleri de kurtarmaya kalkmasıdır. Yani bir diğer deyişle, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme niyeti göstermesidir. Bunun başarılı olması için ise, Türklerin en geniş muhalif kesimlerinin bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu görevi, Kürt Ulusal hareketi şimdiye kadar hep Türk solcularından bekledi ve beklentileri de hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Yeni politika bu tür beklentileri de terk etmeyi gerektiriyor. Hareket hattı Türk solundan hiç bir şey çıkmayacağı ve çıkamayacağı varsayımına dayanmalıdır. Çıkarsa, fazladan gelmiş Tanrının bir lütfü gibi elbette seve seve kabul edilebilir. Türk solundan niye bir şey çıkamaz? Çünkü Türk solu Kürt hareketinin aksine yıllardır bir gerileyiş yaşadı. Kürdistan'da Kürtler siyasi bakımdan dev adımlarıyla ilerlerken, Türk solu da tüm Türkler gibi, bildiklerini de unutup geriledi. Ya eskinin görüşlerini, yaşayan bir fosil gibi taşlaşarak, sürdürüyor ya da günün moda ve içi boş klişelerinin ardında oradan oraya savruluyor. Denebilir ki, radikal ve yoksullara dayanan eğilimler birinci; daha orta sınıflara dayanan eğilimler ikinci türde düşünüp davranıyor. Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu, "Demokratik Cumhuriyet" dediği programına kazanabilmek için, Türk solunun gettosunun sirenlerinin çağrılarına kulaklarını tıkamalıdır.

46


Bunun ilk koşulu da, ondan beklentilerin terk edilmesidir. Kürt Ulusal Hareketi, işin başa düştüğünü görmelidir. İşin başa düştüğünü görmek ve Türk sol hareketinden hiç bir şey beklememek, yeni politikayı başarıya ulaştırmak için, bu günkü koşullarda, bir ruhsal dönüşüm olarak şarttır. O zaman her şey başka bir ışık altında görülebilir. O zaman çeşitli aydın ya da sol grupların rekabetleriyle tıkanmış gettonun içine girmeden, onun etrafından dönülüp bu getto kuşatılabilir ve ancak ondan sonra kazanılabilir. Dinamik ve gençliğini soluyan Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu Demokratik Cumhuriyet denen demokratik dönüşümler programına nasıl kazanabilir? Aslında kazanmak da doğru bir sözcük değil; bu programın hukuki bir temellendirmesi olan Sami Selçuk'un konuşmasının Türklerin yüzde altmışının desteğine sahip olduğu anketlerle ortaya çıktığına göre; bu desteğin nasıl örgütlenip mobilize olacağı ve bir güç haline geleceğidir sorun. Soru budur. Bu sorunun cevabı, hemen partilere, eğilimlere ve kişilere bakılarak aranmadan önce, sosyolojik düzeyde verilmelidir. Yani Kürt Ulusal hareketi, hangi toplumsal kesimlere dayanarak, Arşimetin dediği gibi, büyük toplumsal güçleri yerinden kımıldatabilir ve bir toparlanma için bir maya görevi görebilir? Ne orta sınıfların ÖDP'sinin, ne de radikal sol hareketlerin örgütleyemediği, bir ölçüde Refah tarafından kapılmış, ama büyük çoğunluğu hala parsellenmemiş olan, batının şehirlerindeki Kürt yoksullar ve işçiler, böyle bir toparlanmanın çekirdeği olabilir. Kürt Ulusal Hareketi nasıl Ankara'dan çıkıp Kürdistan'a ayak bastığında, Kürdistan'ın en yoksul bölgelerinin, şehir ve kasabaların yoksullarına dayandı; ve bu sayede Türk solunun içinde bir öğrenci grubu olmaktan bir ulusal uyanışın ve ayaklanmanın hareketi oldu ise; şimdi aynı yolu, ama bu sefer ters yönde, Kürdistan'dan Batının şehirlerine doğru kat ederken, şehirlerin o en yoksul Kürt işçi , işsiz ve emekçilerine dayanarak, toplumsal bir canlanma hareketi olabilir. Bu yaklaşım sadece bu kesimlerin toplumsal konumları nedeniyle de değil, bu kesimler henüz Türkiye'nin en "bakir" kesimleri olduğu için de gereklidir. Bir toplumsal kesim, bir kere politize olup belli partiler tarafından paylaşıldı mı, bir daha orada başka ve yeni örgütlenmelerin; başka ve yeni sorunların egemen olması, adeta olanaksız hale gelir. Ev doludur, yenilerine yer yoktur. Zorla girmek, büyük çatışmalara ve enerji kayıplarına ve hedefin gözden yitirilmesine yol açar. Türkiye'nin batısındaki bütün diğer kesimler, adeta sol, islamcı ve faşist partiler tarafından paylaşılmış bulunmaktadır. Tek Kürt yoksullar şimdilik bu paylaşmanın büyük ölçünde dışındadırlar. Refah'ın etkisi ise, geçmişin kalıntısı ve derine işlememiş ve bu günkü politik konjonktürde kolayca temizlenebilecek bir etki olarak görülebilir. Peki şehirlerin bu yoksullarına nasıl ulaşılabilir? Bunlar batının şehirlerinde nasıl bir atılımın çekirdeği olarak bir politik özne haline getirilebilir? Yeni Program bunun politik koşullarını yaratıyor, Türk solundan beklentilerin terk edilmesi psikolojik koşullarını yaratır. Ama bunlar henüz işin başıdır. En büyük zorluk, kültürel engellerdedir. PKK, Türkiye Cumhuriyeti'nin en geri, en yoksul bölgelerinde ve en yoksul insanlar arasında güçlendi, kökleri hep orada oldu; dolayısıyla o bölge ve insanların kültürel biçimleri ona damgasını vurdu. PKK aslında, politik olduğu kadar, bir kültürel dönüşüm ve modernleşme 47


hareketidir. Zaten onun gücü bir politik dönüşümün kültürel dönüşüm ve modernleşme hareketiyle senkronize olmasından gelir. Bu dönüşümler birbirlerini beslemişlerdir. PKK bir politik hareket olarak bu kültürel dönüşümleri hızlandırmış; onları sıradan bir kültürel modernleşme ve dönüşüm hareketi olmaktan çıkarmıştır; ama bu Kültürel modernleşme de, PKK'nın bir saman alevi gibi büyümesine ve insanların ona, çoğu kimsece anlaşılmayan, bağlılıklarına yol açmıştır. Örneğin PKK'nın Kürt kadınına verdiği özgürlükler; kadını o feodal bukağılarından kurtarma; kadınların ona en büyük fedakarlıkla adeta borçlarını öderce sarılmalarının ardındaki nedendir. Denebilir ki PKK aslında bir kadın hareketidir. Kocalarının kaytarmalarına karşı onlara baskı yapıp; zorla politik aktiviteye iten, çocuklarını gerillaya yollayan kadınların ve aile baskısına karşı isyan eden genç kızların hareketidir PKK. Ama bütün bunlara rağmen, PKK yine de, kendisini oluşturan ve destekleyen kitlenin kültürel sınırlarının damgasını taşır. Ona damgasını vuran hala büyük ölçüde feodal ve köylü kültürünün çizgileridir. Alışkanlıklar ve gelenekler sanıldığından çok daha güçlüdür. Bu güç nedeniyledir ki, Öcalan da bir çok yerde, enerjisinin yüzde doksan beşini bu sorunlara ayırdığından yakınmaktadır. Kürt Ulusal Hareketinin şehirlere göçmüş Kürtler arasındaki etkisinin sınırlı kalması ve onları örgütleyememesinin ardında, onlara yönelik bir program olmaması kadar, PKK'nın politik kültürünün, bu artık şehirli olmuş Kürt yoksulları için itici etkilerinin de çok büyük bir rolü vardır. Ama artık şehirlerde büyümüş ve Kürt ulusal hareketinin dinamizmini temsil eden yeni güçler vardır ve bunların enerjisi ve inisiyatiflerini harekete geçirecek koşullar yaratılırsa; tıpkı Gerillanın ilk yıllarındaki gibi bir mucize bile yaratılabilir. Örneğin HADEP'in temelini oluşturan ve artık yıllardır şehirlerde yaşayan yoksullar ve kadınlar bu toparlanmanın çekirdeği olabilir. Ama bunun için, onların inisiyatiflerinin ve yaratıcılıklarının serbest bırakılması gerekmektedir. En küçük birimlerde bile partililer o temsilcilerini hiç bir atama olmadan kendileri seçmeli; kararları kendileri alıp uygulamalı ve bu böylece bir piramit gibi yükselmelidir. Disiplinin temeli bu inisiyatif olmalıdır. Atamalar yerine, o kişilerin kendi kaliteleriyle insanların güvenini ve sevgisini kazanıp seçilmeleri yoluna girilmelidir. Bu aynı zamanda bir güven oylaması anlamına da gelir. Ancak, bu geniş kitlenin girişimleri ve inisiyatifi, Batının şehirlerindeki yoksul Kürtlerin de anlayabileceği ve kendilerini bulabilecekleri bir hareket yaratabilir. Ancak bu yoldan, Batıdaki o tıkanıklığa son verilip başka güçlerin harekete geçmesinin zemini hazırlanabilir. O parsellenmiş kesimler sarsılıp yeniden davranışa sokulabilir. Bu şehirli yoksullar kitlesinin davranışları ve politik kültürü çok başka olacaktır. Hatta bu Kürt ulusal hareketinin geleneksel olarak çekirdeğini oluşturmuş kesimlerde kuşku ve güvensizlik bile yaratabilir. Ama kültürel biçimler ile politika arasında bire bir uyum olmadığı kimse için bir sır olmamalıdır. Ya da daha somut ve Türkiye'yi ve Kürdistan'ı yerinden oynatacak, Batı'nın insanlarını her şeyi yeniden düşünmeye ve mücadeleye çekecek bir öneri. HADEP bütün organlarına, en küçük mahalle toplantısından, genel başkanına kadar, kadınları seçmelidir. Bütün organlar yüzde yüz kadınlardan oluşmalıdır. Okumuş yazmışlık falan hiç aranmamalıdır. Hiç korkmaya gerek yok. HADEP kadınların yönettiği bir parti olmalıdır. Şimdiye kadar bütün 48


örgütlerde nasıl hep yöneticiler erkek, sıradan üyeler kadın olduysa, şimdi bütün yöneticiler kadın; üyeler erkek olmalıdır. Örneğin HADEP kendi içinde böyle devrim yapabilecek bir atılımı göze alabilir; kadınların inisiyatifinin önünü açarsa, en kısa zamanda sadece Türkiye'yi değil, bütün bölgeyi allak bullak eden bir toplumsal hareket haline dönüşebilir. Aslında hiç gecikmeden yapılması gereken budur. Olayların beklemeye zamanı yok. Tarihte bütün tıkanıklıkları hep kadınlar çözmüştür, yeter ki, onların önü tıkanmasın. demir@gmx.li 18 Şubat 2000 Cuma

Kadınlar Öne Canlıların evrim tarihinde cinslerin keşfi başlı başına bir devrim oluşturmuş ve bu keşiften sonra yeni türlerin ortaya çıkışı büyük bir hız kazanmıştır. Dişi ve erkek ayrımı onların çocuklarında yeni genetik özelliklerin ortaya çıkmasına bu da türlerin yaşamasına ve çeşitlenmesine yol açmıştır. Ve bu ayrım, giderek özellikle çocukların belli bir bakım gerektirdiği "yüksek" canlılarda çoğu kez bir tür iş bölümünün, bu da toplumsal örgütlenmenin ilkel biçimlerinin temel dinamiğini oluşturmuştur. İnsanın insan oluşunda emeğin rolü üzerinde epey durulmuştur. Ama, Kadının rolü hep es geçilmiştir. Ancak toplumsal bir örgütlenme olmadan, alet kendi başına, gereğinde alet kullanan bir çok canlıda görüldüğü gibi, kimi organların bir uzantısı olmaktan başka bir işlev göremez. Ama Toplum'un ortaya çıkışıyla, artık organların ve türlerin değil de, toplum biçimlerinin değişimi olanağı ortaya çıkar. Alet, Toplum'un olduğu yerde bir üretici güç haline gelir. Toplumu yaratan ise kadın olmuştur. Cinsel yasaklar, insanın hayvanlıktan kurtuluşunun ve toplumun ortaya çıkışının yolunu açmıştır. İnsan, doğanın çok güçsüz bir yaratığı olarak, ancak toplu halde davrandığı takdirde, ve ama bu davranış basit bir aritmetik toplam gibi ortak çıkarlar temelinde değil de, bir bütün uğruna parçayı feda etme temelinde davranabildiği takdirde varlığını sürdürebilirdi. İnsan'ın her canlının en doğal iç güdüsü olan, yaşama iş güdüsünü, tehlikelerden kaçma iç güdüsünü, toplum denen soyut varlık uğruna yenebilmesini gerektiriyordu. Kişinin kendini daha üstün bir varlık uğruna feda edebilmesidir toplumu bir sürüden; insanı hayvandan ayıran. Bu muazzam devrimi ancak kadınlar yapabilirdi. Dişiler zaten, bütün "yüksek" canlılarda görüldüğü gibi, çocukları uğruna kendilerini feda edebilme yeteneğine sahiptiler. Buradan, daha büyük bir birlik uğruna feda etmeye kolayca geçilebilirdi. Bu yüksek şey ise, yine ancak kadın aracılığıyla bilinebilen soy olabilirdi. Böylece cinsel yasaklar, hem bir yandan soyun, ailenin, akrabalığın, yani toplumun mekanizmasını ve örgütlenmesini belirliyor, hem de kendine egemen olmayı, belli yasakları çiğnememenin, dolayısıyla parçayı bütüne tabi kılmanın yolunu açıyordu. Bu nedenle, bütün "ilkel" toplumlarda, kabilenin eşit bir üyesi olabilmek, sancılı imtihanlardan geçmekle mümkün olur. Bütün bunlar, parçanın bütüne tabi olmasının, hayvansallığı ifade eden iç güdülerin yenilmesinin; toplumsal kutsallaştırmanın ifadesidir. 49


Erkek hayvansaldır, kadın bitkisel. Erkek avcıdır, kadın toplayıcı. Erkek öldürür, kadın üretir. Kadın çevreyi düzenler, erkek tahrip eder. Erkek savaşcıldır, kadın barışcıl. Bu nedenle bütün kültürlerde evrensel olarak, kadın kıyafeti toplayıcılığa dayanan kökleriyle eteklik; erkek kıyafeti, avcılığa uygun olarak pantolondur. Ve çoğu kez erkek isimlerinin kökeninde hayvan, kadın isimlerinin kökeninde bitki isimleri yer alır. Çocukları yemesin diye erkekleri dışlayan, toplayan, çocukları büyüten, bin bir denemeyle yeni otlar, kökler, sepetler, kilimler, çömlekleri icat eden, hatta muhtemelen erkeklerin avlayarak öldürdüğü hayvanları ehlileştiren, bütün bunları diğer kadınlarla paylaşan, bunun için dili geliştiren, on binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş her biri isimsiz bir mucit ve kaşif olan, kadınlara borçludur insanlık bütün kültürünü. İnsanı hayvanlıktan çıkaran kadındır. Bu nedenledir ki, bütün "ilkel" toplumlarda kadın, bir tür ana tanrıca, şaman, kutsal anadır. İnsanlığın medeniyete, yani sınıflı topluma, geçmesiyle birlikte Kadın'ın toplumsal alt konuma geçirilişinin hikayesi de başlar. Klasik uygarlıkların geliştiği bütün yerlerde, kadının toplumdaki yeri aşağı düşer. Hatta uygarlık ile, kadının konumu arasında kesinlikle bir ters orantı vardır. Çin, Hint, Akdeniz uygarlığının geliştiği bütün yerlerde kadın yerin dibine yollanmıştır. Harem denen cinsel köle zindanlarını; kadınların ayaklarını dumura uğratmayı; ölen kocalarıyla birlikte yakmayı; gömmeyi hep medeniyet keşfetmiştir. Kadının bu alt konuma geçirilişi, fiziksel baskı ve terörün yanı sıra ideolojik bir savaşla birlikte yürütülmüştür. Ademin Cenneten atılmasının suçunu Havva'ya yüklemekten, kadın tanrıların meduza veya masalların dev anaları gibi gösterilmelerine kadar, tarih öncesinin masal ve efsanelerin ardına gizlenmiş tarihi aslında, Tıpkı, Atatürk'ün Nutku; ya da Stalin'in SBKP tarihi ya da "Barbarları" anlatan "uygarların" vekayinameleri gibi, gerçek tarihi erkeklerin bakış açısından tahrif eden ve yeniden yazan tersinden okunması gereken yalanlardır. Bu fiziksel ve ideolojik savaşın nasıl kanlı yürüdüğünü, en geç uygarlığa geçen Avrupa'nın yakın tarihindeki cadı yakma ve kovuşturmalarından biliyoruz. O yakılan cadılar, ilkel sosyalist toplumların "kadın ana"larının geleneklerini sürdüren son temsilcilerdiler. Onlarla birlikte sadece kadınlar aşağılara itilmiyor, topluma eşitlikçi ve özgürlükçü, devlet tanımayan ilişkileri unutturuluyordu. Açın bir dünya haritasını bakın. Klasik uygarlıkların ulaşamadığı yerlerde, kadının toplumdaki yeri yüksektir. Eski uygarlık beşiklerinin dağları, yollara, bezirgan ilişkilere uzaklığı ve kolay zapt edilemezliği ile, ilkel sosyalist eşitlikçi ve özgür ruhun sığınakları ola gelmişlerdir. Buralarda, kadınların toplumdaki yerleri de bezirgan kasabalarına ve uygar şehirlere göre çok daha yüksek olmuştur. Ve dikkat edilirse, kadının toplumdaki bu yerinin yüksek olduğu bölgeler, aynı zamanda, Batıni, yani muhalif tarikatların da yaygın olduğu yerlerdir. Örneğin İslam aleminin bütün dağları Alevi - Batınidir. Ege dağları veya dersim dağları: buralarda "kadın ana"lar hala vardır, yaşayan "cadılar" olarak; genellikle alevidirler ve uygarlık oralara fazlaca girememiştir. Dünya'da da böyledir. Avrupa'nın hiç bir zaman doğru dürüst medenileşmemiş kuzeyinde kadının yeri, kapitalizmin bütün farkları yok edici erezyonuna rağmen bir güney Avrupa ülkesiyle kıyaslandığında farklıdır. Dikkat edilirse, buralarda Roma uygarlığının ruhu Katolik Kilisesi fazla derine işleyen bir etki gösterememiştir, ve buralar aynı zamanda Protestanlığın 50


güçlü olduğu yerlerdir. Kapitalizm de buralarda doğup hızlı bir gelişim gösterebilmiştir. Demek ki, insanlığın kapitalizme geçişi ile, kadının toplumdaki konumunun yüksekliği de ilişkilidir. Modern uygarlığa geçişte kadının bu ana maya rolü yeterince incelenmiş değildir. Modern tarihte, bütün büyük ayaklanmaları kadınlar başlatmış ve onlar kadınlara nispeten daha geniş özgürlükler getirmiştir; bütün restorasyonlar ve karşı devrimler de kadının bu kısmi kazanımlarını geri almıştır. Fransız Devrimi'nden, Ekim Devrimi'ne ve Cezayir Kurtuluş Savaşı'ndan İran Devrimi'ne kadar bütün devrim ve karşı devrimler tarihi bunu kanıtlar. * Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde de bu yasa geçerliliğini sürdürür. Ulusal hareketin yükselişi, Kadının eski feodal baskılardan kurtulabilmesi için ona muazzam bir olanak sunmuştur. Kürt ulusal hareketi aslında büyük ölçüde, kadınların başını çektiği bir modernleşme hareketidir de. Ve bu dinamizmle, Avrupa'da ve Türkiye'de Feminist hareketin yatağına çekildiği koşullarda, anca benzeri İsveç gibi toplumlarda görülebilen kadın partisinin kuruluşuna kadar giden bir dinamizm göstermiştir. Kürt Ulusal Hareketi, bugün büyük dönüşümler geçirmektedir. Bu dönüşümlerin yol açtığı problemler kadar, her mücadele biçiminin kendi tehlikeleri vardır. Örneğin silahlı mücadele, başına buyruk çeteciliğe, güce tapmaya, savaşı ve silahı kutsallaştırmaya, terörizme yönelik eğilimleri de besler. Bu nedenle, sürekli olarak bu eğilimlere karşı bir mücadele gerekir. Ama legal ve açık mücadele biçimlerinin de kendi tehlikeleri vardır. Bunlar da, reformizmi, zengin sınıfların ağırlığını, parlemantarist eğilimleri, bölgeciliği vs. güçlendirir. Legal yollar sadece mücadeleye değil, bu tür eğilimlere de yeni olanaklar sunar. Bu eğilimlere karşı, teknik tedbirlerle karşı durulamaz. Bu tür eğilimlere ancak, belli toplumsal güçler bir set çekebilir. Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, kendi içinde Kürdistan'daki bütün sınıfların eğilimlerini de taşımaktadır, ulusal baskıya karşı mücadelenin içinde daima bu farklı sınıfların eğilimlerinin de bir mücadelesi var olmuştur ve olacaktır. Bu mücadele genellikle, farklı konulara vurgular biçiminde süregelmektedir. Bu gün bütün bu eğilimlerin büyük bölümü HADEP içi ve çevresinde toplanmış bulunuyor. HADEP içindeki mücadeleler, aslında Kürt Ulusal Hareketi içindeki farklı sınıfsal eğilimlerin mücadeleleridir. Ulusal hareketin çekirdeğini oluşturan yoksullar, şehirlerin ve legal mücadelenin yollarını daha iyi bilen orta sınıflara karşı; onların bundan yararlanarak politikayı belirleme çabalarına karşı, gerillanın prestijiyle ve kimi zaman da dayatmalarla bir ölçüde tehlikeleri engelliyebildi ve memnuniyetsizlikleri bastırabildi. Ancak bundan sonra mücadele biçimleri ve ekseni tamamen değiştiğinden, eski yöntemlerle aynı sistemi sürdürmek hem olanaksızdır hem de bölünmelere yol açar. Bu çıkmazdan çıkışın, yeni mücadele biçiminin ve mücadele alanının yer değiştirmesinin tehlikelerini en aza indirebilecek tek toplumsal güç Kadınlardır. Kürt Ulusal Hareketini sırtında taşıyan ve hala bir yükseliş yaşayıp kadınların yeni katmanlarının katılışıyla canlılığını sürdüren kadınlar mücadelenin önüne geçmelidir. Bu, sadece yeni mücadele biçimlerinin yeni tehlikelerine karşı bir sigorta oluşturmaz; yaratıcı girişimlerin de yolunu açar. Ve nihayet, hep geriliğinden söz edilmiş Kürdistan'da kadınların böyle bir öne çıkışı, Türk kadınlarının ve geniş yığınlarının her şeyi bir başka ışık altında görmelerine yol açabilir: 51


Bu da Kürt hareketini bu gün bulunduğu tecritten çıkarıp, Batı'da yeni kıpırdanışların yolunu açabilir. Ve en nihayet, ilerde bir restorasyonda, kadınlara karşı onları tekrar eski rollerine itecek girişimler başladığında, bu girişimlere karşı şimdiden daha elverişli bir pozisyonda bulunmak ve daha geniş mevzileri elde tutmak çok önemlidir. Bunun ilk şartı, kadınların öne geçmesidir. Kadınların öne geçmesi somut olarak, HADEP'te bütün organlara en azından yarı yarıya ve daha iyisi ise tamamen kadınların getirilmesiyle olabilir. Türkiye'yi de, Kürdistan'ı da bu çıkmazdan ancak kadınlar çıkarabilir. Kadınlar öne. Ve kuru bir slogan olarak değil somut olarak: Kürt Ulusal hareketinde Bütün Organlarda ilk elde kadınlar çoğunluğa. Bu Türk devletinin bütün manevralarını boş çıkarabilecek stratejik bir hamle olur. Türkiye'yi de, Dünyayı da sarsar. Yeni yedek güçleri harekete geçirir. Karşı tarafın tecridini güçlendirir. Ve yeni mücadele biçiminin tehlikelerine karşı bir pan zehir oluşturur. Politikayı küçük hesaplar ve pazarlıklar olarak görenler için hayalci görünen bu öneri; Politikayı özünde büyük bir taktik esneklik, diplomatik ustalık ile birleştirilmiş stratejik manevralar olarak gören bir anlayış için son derece gerçekçidir. demir@comlink.de 09 Mart 2000 Perşembe *

Bir Değişimde Üç Değişim Artık "İmralı Süreci" diye adlandırılan, Kürt Ulusal Hareketinin yeni stratejisi, dikkatlice incelendiğinde, onun bir stratejik değişim içinde üç stratejik değişim içerdiği görülür. Bu üç stratejik değişiklik, onun karşısına ve yanına aldığı yeni güçleri belirlemektedir. Birinci stratejik değişiklik kendini demokratik görevlerle sınırlamadır. Yirminci yüz yıl boyunca, demokratik taleplerden kaynaklanan hareketler ve ulusal kurtuluş hareketleri, ilk önce Rusya'da ve daha sonra da bizzat Rusya'nın sunduğu dünya dengelerinin ek etkisiyle, iktisadi ve kültürel koşulların bulunmadığı bir çok ülkede, gerek kendi burjuvazilerinin korkaklığı ve ihaneti; gerek uluslararası burjuvazinin tehdit ve baskıları karşısında, sosyalist tedbirler geliştirmek ve sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar. Yani demokratik karakterli devrimler sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar ve kendilerini demokratik görevlerle sınırlamadılar. Yirminci yüzyılın bütün trajedisi bu dönüşümde, toplumsal ve kültürel koşullar oluşmadan, köylü ve ulusal karakteri ağır basan devrimlerin sosyalist karakterli dönüşümler yapmak zorunda kalmalarında ve buna karşılık koşulların var olduğu ülkelerin ise onlara yardıma gelmemelerinde gizlidir. Bu gün bakıldığında yirminci yüz yıl tarihinin, bir çıkmaz sokağın ucuna kadar gidip geri dönüş ve kalınan yerden başlamak gibi görünmesinin nedeni de budur. 52


Fakat yirminci yüzyılın bitişiyle de çakışan büyük alt üslük sonucunda bu gün gelinen noktada görülen odur ki, demokratik karakterli hareketler, ideolojik şekillenmeleri geçen yüz yılda sosyalist devrimlere dönüşmeye dayansa bile, kendilerini demokratik karakterdeki görevlerle sınırlamak zorunda kalıyorlar. Pratik ve teori arasında, geçen yüzyıldaki bakışıksızlık bu sefer ters yönde varlığını sürdürüyor. Yirminci yüzyılda, on dokuzuncu yüz yıl yadigarı programları demokratik görevlerle sınırlı partiler sosyalist devrimlere yöneliyordu, şimdi ise, yirminci yüzyıl yadigarı programları sosyalist devrim hedefleyen partiler kendilerini demokratik taleplerle sınırlamak zorunda kalıyor. Bir kaç örneği hatırlatmak yeter. Geçen yüz yılın son devrimlerinden olan Nikaragua, başlangıçta, sosyalist bir devrime doğru, tıpkı örneğin Küba'da olduğu gibi hızlı bir değişim geçirdiyse de, bir süre sonra bu hızını kesmek ve demokratik bir programla kendini sınırlamak zorunda kaldı. Ama daha çarpıcı bir örnek Güney Afrika'dır. Güney Afrika'daki hareket, hem programataik ve ideolojik olarak kendini demokratik görevlerle sınırlamayacağını ifade ediyor hem de Rusya dahil hiç bir devrimin dayanmadığı kadar güçlü bir işçi sınıfına dayanıyordu. Bu hareket bile kendini demokratik görevlerle sınırlamak zorunda kaldı. Geri ülkelerdeki bütün diğer kurtuluş hareketlerinde, örneğin en radikal görünen Zapatistalarda bile bu değişim gözlenmektedir. Eşitlikçi bir toplum ideali bir şekilde hepsinde korunmaktadır bir bakıma, ama bu o kadar uzak bir geleceğin sorunudur ki, somut politika ve strateji açısından bir anlamı yoktur artık. Kürt Ulusal Hareketi de bu genel eğilime uymak zorundaydı ve uydu. Kendini demokratik görevlerle sınırlayacağını açıkça ifade etti. Birinci önemli stratejik değişiklik budur. Bu değişiklik, Kürt Ulusal Hareketine, sosyalist bir devrim umuduyla destek veren küçük sosyalist ve radikal grupların, yeni stratejiye tepki duymalarına ve diğer değişiklikleri anlayamamalarına yol açmaktadır. Kendini bu demokratik görevlerle sınırlama, yoksullara dayanan bu hareketlerin demokratik hedeflerine ulaşabilmek ve onları savunabilmek için yeni yollar aramasına yol açmaktadır. Sürekli devrimi yaratan dinamik; yani uluslar arası burjuvazinin baskısı ve kendi burjuvazisinin korkaklığı ve ihanetinin yoksulları öne çıkarması; bu sefer kendini başka bir biçimde dışa vurmaktadır. Yirminci yüzyılda, nasıl yoksullara dayanan demokratik karakterli dönüşümler birikmiş enerjisini sosyalizme doğru, tabiri caiz ise derinliğine ileri giderek değerlendirmeye çalıştıysa, bu yüz yılda da, bu enerjiyi genişliğine yayılarak değerlendirmeye çalışacak gibi görünüyor. Ya da şöyle ifade edelim. Geçen yüz yılın bir ülke içinde derinliğine ilerleyerek sosyalizme ulaşma hedefi yerini; ulusal sınırlar dışında, bir bölgede demokrasiyi yayma hedefiyle yer değiştirmektedir. Demokratik görevlerin sınırları aşılamıyor ise; sosyalist devrime dönüşün yolu kapandı ise; ulusal sınırları aşarak; demokrasiyi ulusal sınırların ötesine yayarak bu çıkmazdan çıkılma denenemez mi? Geçen yüz yıl sosyalist devrime dönüşerek çıkış arama damgasını vuruyordu ise bu yüz yıla da demokratik görevleri ulusal sınırların dışına yayarak bu çıkış arama temel rengini verecek gibi görünüyor. Bu eğilim ilk önce Meksika'daki Zapatist harekette görüldü. Bu hareket ulusal baskıya karşı ama aynı zamanda yoksullara dayanan bir hareketti. Giderek kendini demokratik görevlerle sınırlamasına paralel olarak, Meksika'da ve dünyada demokrasiyi hedefleyen ve neo 53


liberalizmi karşıya alan taleplerle yeni dayanacağı güçlere yöneldi. Ulusal bir hareket olmasına rağmen, ulusal baskıya bütünsel bir demokrasi aracılığıyla ulaşmanın yolunu denedi ve deniyor. Çok küçük bir nüfusa, çok küçük bir gerilla gücüne dayanmasına rağmen tecrit olmamayı ve Meksika hatta bir derecede de dünyadaki muhalefet için bir katalizör rolü oynamayı başarıyor. Ve bu tür yönelişlerin potansiyelleri hakkında belli ip uçları vererek ilginç bir keşif kolu deneyi sunuyor. Kürt Ulusal Hareketi de aynı yola girmiş bulunuyor. Yeni stratejinin dünya tarihsel bakımdan önemi burada bulunmaktadır. Burada ikinci ve üçüncü değişiklikler gündeme geliyor. İkinci stratejik değişiklik, ulusun kültür, etni ve dile bağlı tanımından hukuki bir tanımına geçiştir. Ulus ilk doğduğunda, yani Amerika'da tam da bu kültür, etni ve dilden soyut anlamıyla ortaya çıkmıştı. Dünyadaki bu ilk ulusal devletlerden biri, ne bir dil ne de bir soy ortaklığına dayanıyordu. Belli bir toprak parçasında, hukuki olarak tanımlanmış insanlardan oluşuyordu ulus. Kültür, dil, etni ulusun tanımının dışındaydı yani politik bir anlama sahip değildi. Bindiği gibi ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışmasını öngörür, ulusal olan hukuki bir tanıma indirgenince etni, kültür ve dil politik olmaktan çıkıyorlardı. Ne var ki, daha sonraki dönemde ulusçuluk düşüncesi ve modernleşme, uzun yıllardan beri benzer dili konuşan, az çok ortak bir kökten geldiğine inanılan bölgelerde yayılınca, Kültür, etni ve dil giderek politik bir anlam kazandı ve ulus olmak gibi ulusçuluk da bunlardan ayrılamazmışçasına algılanmaya başladı. Son yıllarda gerek dünya ölçüsünde muazzam işgücü göçleri, gerek çeşitli ulusların Avrupa'da olduğu gibi başka bir ulus kurmaya yönelişleri, gerek bilgisayar ve iletişim alanındaki gelişmeler ve gerekse yine bilgisayarların sanayie uygulanmasına bağlı olarak, klasik fordist standart üretim ve tüketim kalıpları yerine, daha esnek ve çeşitli versiyonları olan üretim ve tüketimin olanaklılaşması gibi gelişmeler, yirminci yüzyılın uluslaşmalarına damgasını vurmuş olan etni, kültür ve dile dayanan ulus tanımlarının değiştirilmesinin ve ulusçuluğun ve ulusların çıktığı ilk dönemin anlayışlarına geri dönülmesinin koşullarını yarattı. Bir bakıma ulusçuluk da, ilk çıktığı yere, ulusun hukuki tanımına dönüyor. (Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'daki ulusal hareketler hiç bu tabloya uymaz görünüyorlarsa da, onlar da aslında, yirminci yüzyılın başında, Osmanlı ve Habsburg hanedanlarının sonunu getiren gelişmelerin olduğu yere dönmüş bulunuyor. Oralarda filim kopmuştu, şimdi kaldığı yerden devam ediyor, o ulusal hareketler bu günün dünyasına değil geçmişe aittirler.) İşte Kürt Ulusal Hareketi, Anayasal vatandaşlık temelinde kültür, dil ve mahalli otonominin gelişmesi gibi formülasyonlarla aslında ulusun yeni bir tanımına geçmiş bulunuyor. Böylece sınır çizgilerini, Kürtler ve Türkler arasında değil, Kürtlerin ve Türklerin, dil, etni ve kültüre dayanan eski ulusçuluk tanımında ısrar edenleriyle, dili ve etniyi ulusun tanımının dolayısıyla politik alanın dışına itenleri arasında çiziyor. Bu yeni çizgiyle her iki tarafta da yeni güçler kazanırken bazı güçleri de kaybediyor. Klasik ulus tanımında ısrar eden Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliği, tam da bu nedenle, Kürt Ulusal hareketini ihanetle suçluyor ve en saldırgan tavrı alıyor. Aynı şekilde Türkler arasında da Genel Kurmaydan MHP ve Ecevit'e kadar bütün 54


bu yeni ulusçuluk karşısında kesin bir tavır alıyor. Böylece, yeni çizgi, her iki tarafın dil ve etniye dayanan milliyetçilerini kendisine karşı olmakta birleştiriyor. Bunlar, Kürt Ulusal hareketine karşı, yeni çizgi kendi paradigmalarının aşılması anlamına geldiğinden zımni ve fiili bir çıkar ortaklığı ve iş birliği içinde bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, kendini demokratik görevlerle sınırlamanın milliyetçi ve burjuva eğilimleri kazanması gerçekleşmemekte; milliyetçiler milliyetçiliğin klasik tanımı reddedildiği için; klasik sosyalistler ise, ulusçuluğun daha esnek bir biçimine rağmen kendini demokratik görevlerle sınırladığı için, yeni çizginin karşısında yer alıyorlar. Ama gerek bu milliyetçi anlayış, gerek sosyalist anlayış, ikisi de geçmişin dünyasının ifadeleri olduğu, bu gün var olan gerçekten uzak oldukları için; yeni çizgi ile karşıtları arasındaki çatışma geçmişin, taşlaşmışın yeni olanla ve geleceğe ait olanla çatışmasıdır. Elbette bu yeni ulus tanımı, Türklerin çok büyük bir bölümünün de çıkarınadır. Türkiye'de bu ulusçuluğun bu iki biçimi arasında, Özellikle PKK'nın mücadelesinin yükselmesiyle başlamış bir mücadele sürmektedir. Ne var ki, bu mücadele daha ziyade ideolojik ve kültürel bazda sürmekte, Kürt Ulusal hareketinde olduğunun aksine, somut bir program ve onu savunacak politik güçten yoksundur. Türk tarafında, örgütlü ve güçlü olan, Ulusun klasik tanımıdır, Kürt tarafının aksine. Kürt tarafı, yeni çizgisiyle, Türkiye'deki paralellerine örgütlenme ve bir politik güç olma olanağı sunarken, Türk tarafı da, yeni çizgiye karşı saldırısı ve baskısıyla, Kürt tarafındaki klasik milliyetçilere aynı olanağı sunmaktadır. Klasik Türk milliyetçiliğinin kalesi Genel Kurmayın klasik Kürt Milliyetçilerinin güçlenmesine, Kürt Milliyetçilerinin de var oluşlarını sürdürüp etkilerini arttırabilmek için yeni çizginin başarısız kalmasına gerekleri vardır. Üçüncü stratejik değişiklik, ulusal bir hareketten sosyal bir harekete dönüşme özelliğidir. Genel anlamıyla elbette her ulusal hareket bir sosyal harekettir: Ama daha dar anlamda sosyal bir hareket, dinamiğini ulusal olmayan (sınıfsal, cinsel ve daha başka) ayrımlardan alan hareket demektir. Ulusun bir tanımından diğer tanımına geçmek, henüz ulusal hareket olma özelliğini aşmak anlamına gelmez; ama bunu olanaklı hatta zorunlu kılar. Ulusal bir hareket adı üstünde, ulusal baskıyı ortadan kaldırmaya yöneliktir, bu baskı sadece ayrı bir devlete ulaşmakla değil; ulusu başka biçimde tanıyarak ve dil gibi özellikler politika dışına, yani ulusun tanımının dışına itilerek de ortadan kaldırılabilir. Ulusal baskıya son vermeye yeni biçimde, sadece ulusun yeni bir tanımıyla ulaşılabilir, klasik biçimde tıpkı ayrılmayla veya ayrılma hakkını elde etmeyle ulaşılabileceği gibi. Ama bunu başarabilmek için, eski ulus anlayışını egemen kılan güçlerin tasfiyesi gerekmektedir. Teorik olarak, pek ala, yeni bir ulus tanımına dayanan ama aynı zamanda hiç de demokratik olmayan bir rejim mümkündür. İşte, Kürt Ulusal Hareketi, sadece ulusun yeni tanımıyla yetinmiyor, yetindiği takdirde ulusun yeni bir tanımına ulaşılamayacağını, dolayısıyla ulusal baskıyı ortadan kaldıramayacağını görüyor; Ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için ise, demokratik ve sosyal dönüşümleri de hedefleyerek, ulusçuluğun eski tanımına dayanan güçlere karşı bütün demokratik güçleri kapsayan bir harekete dönüşmeyi de hedeflemiş bulunuyor; ama böyle yaptığında da ulusal bir hareketten bir sosyal harekete

55


dönüşüyor. Ama bu sosyal hareket ise, kendini demokratik görevlerle sınırlıyor. Böylece daire kapanıyor ve yeni strateji bir tümlük olarak ortaya çıkıyor. demir@comlink.de 15 Mart 2000 Çarşamba *

Newroz'un Dönüşümü İnsanlık, tarihindeki büyük devrimleri bayramlaşmıştır. İnsan, on binlerce yıl, bir kıtlık ekonomisi içinde ve açlık tehdidi altında yaşamıştır. Ancak son beş bin yılda, ılıman iklim ırmak boylarında düzenli ekinciliğin ve hayvancılığın keşfiyle, açlık tehdidinden kurtulabilmiş, düzenli bir artı ürün elde edebilmiştir. Düzenli bir artı ürünün olmadığı; avcılık ve toplayıcılık ve gel geç bahçecilikle yaşayan bir toplumda, düzenli olarak tekrarlanan bir bayram olanaksızdır. Orada, rastlantısal olarak elde edilen bol ürünün tüketilmesi söz konusu olabilir ki, bu bayramdan ziyade şölendir. Bayram, her şeyden önce, yaşamın çalışmadan sürdürülebileceği günlerdir. Ekincilik ve hayvancılığın keşfi düzenli tekrarlanan bir kutlamayı mümkün kılmakla kalmamış, insanlar bizzat bu bayramları mümkün kılan keşifleri, yani insanlık tarihinin bu en büyük devrimlerini bayramlaştırmıştır. Örneğin Kurban Bayramı, insanlığın avcılığın kıtlık ekonomisinden, hayvancılığın bolluk ekonomisine geçişin bayramıdır. Kurban bayramı efsanesinde, İbrahim'in çocuğunu kurban etmesi, kıtlık ekonomisini; meleğin getirdiği koyun ise göçebeliğin bolluk ekonomisini sembolize eder. Aynı şekilde, ılıman iklim kuşağında, tarım ekonomisine geçmiş bütün toplumlarda, bahar aylarında doğanın canlanmasından kaynaklanan bayramlar vardır. Tiyatronun doğuşuna kaynaklık eden eski Yunanlılardaki eğlenceler, Avrupa'da kökleri Hıristiyanlık öncesine dayanan Paskalya ve İrani kavimlerde yaygın olan Newroz da tarıma dayalı ekonominin ortaya çıkardığı bayramlar olarak görülebilir. Bütün büyük dinlerin kökeni tarım ve ticarete dayanan toplumlarda olduğu için, dinsel bayramların kökeninde genellikle tek tanrılı dinler öncesinin bayramları ve onların anlam değiştirmeleri vardır. İslamlık, nasıl İslamlık öncesi Sami kavimlerin geleneği Kurban bayramını kendisine mal ettiyse; İran gibi güçlü bir uygarlık beşiği, Müslümanlaşırken Newroz gibi İslamiyet öncesi bayramlarına dinsel bir anlam da vermiş ve onları sürdürmüştür. Böylece, dinlerin yayılması aracılığıyla, bu bayramlar, ilk doğuşundan çok başka koşullarda ve başka anlamlar içinde yaşamaya devam etmişlerdir. İnsanların hafızasından silinmiş de olsa, bu bayramlar büyük devrimlerin izi olarak, yepyeni işlevler kazanarak devam etmişlerdir.

56


Hıristiyanlık kölelerin dinidir ve Hıristiyanlık: "Allah altı günde tüm alemi yarattı yedinci gün dinlendi" diyerekten, kölelere haftada bir gün dinlenme sağladı. Bu tatil de bir bayram gibi görülebilir. Bu öyle büyük bir kazanımdır ki, modern işçi hareketinin mücadeleleri ile kazanılmış sekiz saatlik iş günü, yıllık ve hastalık izni gibi gelişmeler bile, yılda elli iki günlük bir tatil kazanımının yanında küçük kalır. Bu bakımdan Pazar günleri de, çalışanlar açısından büyük bir devrimin sonucudur ve bizzat kendisi bunun bir kutsanmasıdır da. * Ulusal bayramların temelinde ise, burjuva devrimleri veya bunları sembolize eden olaylar bulunmaktadır, bağımsız bir devletin kurulması gibi. Çoğu ulusta topu topu, devrim veya bağımsızlık ilanı gibi, en büyük olaylara denk gelen bir veya iki önemli ulusal bayram vardır. Ama Türk devletinde, 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve bir çok şehrin "kurtuluş" bayramları da sayılırsa, beş kadar ulusal bayram vardır. Ortada refah getiren bir devrim olmayınca, Türkiye'nin egemenleri, refah yerine, çalışanlara bayramlarla tatil günü rüşvetleri vererek iktidarlarını korumayı denemişlerdir. Bu beş bayram, Türkiye'de doğru dürüst burjuva devrimi yapılmadığının itirafından başka bir şey değildir. Bütün dünyada, adam gibi devrim yapmış burjuvazi, bağımsızlık ya da devrim günün bayramlaştırarak bir günle yetinmiştir. Çalışılmayan bir gün, burjuvazi açısından artı değer üretilememiş, dolayısıyla kayıp bir gün demektir. Bu nedenle, normal olarak burjuvazinin bayramlarla arası hoş değildir. Türkiye'de de son yıllarda burjuvazi palazlandıkça, bunca bayrama ne gerek var diyerekten çok bayram ve kaybedilen iş günleri için memnuniyetsizliğini dile getirmektedir ama, bir refah sağlamaktan ve gerçek politik iktidara sahip olmaktan öyle uzaktır ki, ancak 27 Mayıs'a dokunabilmiştir. Türk devletinin kuruluşu, Osmanlı "devlet sınıfları"nın eseridir. Bunlar için ise, bir kapitalistin artı değer hesabından ziyade, egemenliği sürdürmenin kendisi, bunun için de rüşvet ve tehdit önem taşır. Bunun için Türkiye'deki ulusal bayramların hepsi, bir tatil günü olarak çalışanlara rüşvet olduğu kadar; militarizm gösterileriyle, ordunun ve bürokrasinin bir kutsanma ayinine dönüşmesiyle bir tehdittir. * Bütün bayramlar gerçekleşmiş olaylara, dönüşümlere dayanırlar. Bir Mayıs ise, henüz gerçekleşmemiş ve belki hiç gerçekleşmeyecek bir dönüşümün bayramıdır. Bu nedenle bir bayram bile değil, bir birlik ve mücadele günüdür. Tarihte, henüz gerçekleşmemiş bir projeye dayanan ve bizzat o projeyi gerçekleştirmenin de aracı olan ilk bayramdır; Politik bir mücadele aracıdır. Bütün bayramlar, kutlayıcılarını ulus ya da dinlerle sınırlarlar. Bir Mayıs insanlık tarihinde, bütün dinlerden ya da uluslardan insanların ortaklaşa kutladığı ilk ve tek bayramdır. Bu özelliği de onun projesinin özünü yansıtır. Ne var ki, 1 Mayıs, Uzun yıllar, bürokratik diktatörlüklerde, ulusal bayramların yerine geçirilmiş resmi ve militarizm gösterisine dönüşmüşlerdir. Kimi Türkiye gibi ülkelerde, kendi gerçek projesinden çok farklı, özünde demokratik karakterdeki hareketlerin sembolü olarak bir anlam kazanmıştır. Zengin ülkelerde ise, görevli sendika bürokratlarının, küçük aşırı sol 57


grupların ve diaspora milliyetçiliğinin bir gösterisi olarak kutlanır. Bu anlamda, 1 Mayıs, kendi özgün anlamıyla artık dünyanın hiç bir yerinde kutlanılmamaktadır. Somut, mümkün ve gerekli bir proje olarak eşitlikçi bir toplum ideali tekrar ortaya çıkmadıkça da, 1 mayış, başka politik program ve güçlerin bir aracı olarak kalmaya devam edecektir. * Dinsel ve geleneksel bayramlar, politik bir anlama sahip olmadıkları sürece burjuva devletleri için bir problem oluşturmazlar. Ancak, bunlar, örneğin Kürt Ulusal hareketinde olduğu gibi, politik bir anlam kazandığı durumlarda, şiddetin hedefi haline gelirler. Newroz, politika dışı anlamı ve biçimiyle kutlandığı sürece bir sorun olmamış, bir folklorik adet olarak muamele görmüştür. Ama ne zaman ki, ulusal baskıya karşı Kürt direnişinin sembolü olmuş, bütün şiddeti üzerine çekmiştir. Gelenek, geleneksel değildir; modern toplumda gelenekler inşa edilir. Kürt modernleşmesi de, uluslaşma ve modernleşmeyle birlikte binlerce yıl gerilere kadar giden ulusal bir Newroz geleneği inşa etmektedir. Nasıl dinler önceki bayramların anlam ve fonksiyonlarını değiştirerek onları kendilerine mal ettilerse, Kürt Ulusal hareketi de, Newroz'u bir ulusal bayram olarak kendine mal ediyor. Böylece Newroz, muhtemelen doğuşundan sonra birincisi İran uygarlığının dini Zerdüştlük, ikincisi İslam olan üçüncü önemli dönüşümünü yaşıyor. Bir büyük devrimin, tarım ekonomisinin ve doğanın canlanışının bayramı bir ulusun canlanışının bayramına dönüşüyor. Ve , bir Mayıs gibi, yeni anlamıyla henüz bir bayram bile değil, bir mücadele günü. Bu gün Kürtler ilerde ulusal baskıdan kurtulmuşluklarının sembolü olarak Newroz'u kutlayabilmek için, şimdi onu kutlarmış gibi yapıyorlar. Bu günkü Newrozlar, Newrozları kutlayabilme Newrozlarıdır, birer politik mesaj, birer politik manevra, birer kararlılık ve güç gösterisidirler. Doğrusu da budur. * Ama Newroz, bu dönüşüm içinde bir dönüşüm daha yaşıyor. Newroz'un, henüz bir bayram bile olmayan, program olan niteliği de, Kürt Ulusal Hareketinin geçirdiği muazzam değişimle birlikte değişme işaretleri veriyor. Kürtler, başkalarını kurtarmadıkça kendilerini de kurtaramayacaklarını gördü; ulusun yepyeni bir tanımında bir demokratik cumhuriyet projesi geliştirdi. Kutlama biçimli son Newroz gösterilerinin parola ve sloganları, bizzat bu yeni projenin bir ifadesi oldu. Bu muazzam Newroz gösterileri, Newroz'un bir ulusal bayrama dönüşümü içinde, ulusun yeni bir tanımına dönüşümünün de ifadesi. Kürt ulusu, Bir ulus olarak bayramı kutlarken, aynı zamanda onu bir yeni projenin gösterisine dönüştürdü. Bu nedenle bu Newroz, bir yandan, katılım ve gösterileriyle büyük bir devrimci kabarışın ifadesi olduğu kadar; o gösterilerdeki sloganlarıyla ve çağrısıyla yeni bir projenin de ilk kitlesel ifadesi oldu. Bu muazzam patlama, eğer ezilmemeyi başarır, enerjisini başarılı olarak kullanabilirse, sadece Kürtlerin ve Türklerin değil, bütün bölgenin kaderini değiştirebilir. Newroz gösterileri, bayram biçimi altında, bütünüyle yasal zeminler kullanılarak nasıl politik bir mücadele yapılacağının; kitlelerin yaratıcılığının güzel bir örneğidir ve Kürt Ulusal hareketinin, yılların mücadelesi içinde politik bakımdan her türlü taktik kıvraklık ve esneklikle, hedeflere bağlılığı birleştirmeyi çok iyi öğrendiğini ve olgunlaştığını gösterdi. Ve 58


bu halk, Newroz gösterileriyle, başta Türkler olmak üzere diğer halkları projesine kazanma savaşına girmiş bulunuyor. 22 Mart 2000 tarihli Özgür Politika'daki şu haber böyle bir gelişimin müjdecisi olabilir: "Kürdistan İşçi Kadınlar Partisi (PJKK), Newroz'un Kürt ve Türk halklarının ortak bayramı olmasını diledi. PJKK, Newroz'un 21. yüzyılda barış ve demokrasi temelinde halkların kardeşlik ve birlikteliği hedefi ile yaşamsallaştığını hatırlattı." Bir ulusal hareketten sosyal harekete, ulusun dile ve etniye ve kültüre dayanan tanımından, hukuki tanımına geçiş, ifadesini bu "ortak bayram" ve "kardeşlik" projesinde buluyor. Bu Newroz'un sloganları, siyasi taleplerine gereken güçleri kazanıp örgütleyebilir ve zafer kazanırsa, Newroz, Orta doğudaki halkların ortak bir demokrasi bayramı olabilir ve bir dönüşüm daha geçirebilir. demir@comlink.de 22 Mart 2000 Çarşamba *

Newroz Depremi ve Türk Solu Türkiye'nin batısı jeolojik bir depremle sarsılmıştı bir süre önce. Newroz'da Türkiye'nin doğusunda, Kürdistan'da, toplumsal bir deprem yaşandı. Newroz'da yaşananların bir deprem olduğunun anlaşılmasını engelleme; bu depremi gözlerden, gönüllerden ve bilinçlerden uzak tutma, bizzat mücadele konusunu oluşturuyor; onu önemsiz gösterme, hatta mümkünse hiç söz etmeme: toplumsal depremi lokalize edip şok dalgalarının yayılmasını engellemenin tek yolu olarak görülüyor. Bu deprem sadece Türk devletini ve onun borazanı basını değil, yeni stratejinin muhaliflerini de derinden rahatsız etti. Hepsi olanın anlam ve önemini çok iyi kavramış bulunuyorlar, ve tam da öyle olduğu için, Newroz depremi karşısında, sanki hiç bir şey olmamış gibi, "deliye taşı andırmamak" veya "eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmemek" için, görmem, duymam, konuşmamı oynuyorlar. Bizzat bu sessizlik, bu geçiştirme çabası ortada ne kadar önemli bir gelişme olduğunun en önemli delili. Önce İmralı'da ortaya atılan, HADEP ve PKK tarafından benimsenen yeni strateji, program ve mücadele biçimlerine, Kürt yığınları ayaklarıyla oy vermekle kalmadı bizzat uygulamaya geçti. Devletin de, basının da, yeni stratejinin muhaliflerinin de böyle davranmasının anlaşılmayacak bir yanı yok. En önemliyi en önemsiz, en önemsizi en önemli gösterme; yani şu Türkiye'de çok kullanılan deyimle "gündemi belirleme", bizzat bir toplumsal mücadele aracıdır. Ama, aslında Türkiye'nin belki de demokratik hedeflerin tek tutarlı savunucusu olan sosyalistlerin de özünde aynı şekilde davrandıkları ve bir intihar politikası güttükleri 59


görülüyor. Elbette, sosyalistler, programatik olarak, en azından prensip düzeyinde, Kürt ulusunun haklarını kazanmasından; Türkiye'deki baskıcı, militer, bürokratik ve keyfi sistemin kökten değişmesinden yanadırlar. Onların bu inançlarından hiç kimse kuşku duymaz. Ama tam da bu nedenle izledikleri politikaya intihar politikası demek gerekiyor; çünkü izledikleri politika, bu istemlerin karşısındaki güçlerin ekmeğine yağ sürüyor ve onların pozisyonlarını güçlendiriyor. Onların hepsinin temel yanlışı, "Kürt Sorunu"nu, sorunlardan bir sorun olarak görmelerinde; Kürt Ulusal Hareketi'ni dinamik bir mücadele öznesi olarak görmek istememelerinde; onun varlığından rahatsız olmalarında; onun varlığında kendilerine bir rakip görmelerindedir. Bu durum onları, Kürt Ulusal Hareketi'nin başarıları karşısında; ya da oradaki önemli dönüşümler karşısında, susmaya, olanları önemsiz göstermeye itmektedir ve bu politikalarıyla, nesnel olarak Genel kurmay ve onun basit bir psikolojik savaş aracı olmuş Türk basınının soldan iş birlikçisi haline gelip intihar etmektedirler. Bu devekuşu politikasının adı da, "sınıfa dayanan"; "sınıf dinamiklerinden hareket eden politikalar" olmaktadır sözüm ona. Türk solunun genellikle pek işçi sınıfıyla başı hoş olmamıştı geçmişinde. Reformistlerinde işçiler demek aslında sendikacılar ve sendikal hareket demekti; radikallerinde ise işçi sınıfı sadece bir retorik olarak yer alırdı. Ama son yıllarda, hemen hemen bütün Türk solunun, "işçi sınıfı"cı, "sınıfa dayanan politikalar"cı olduğu görülüyor. Ne oldu da hidayete erdiler? Bu söylem, gerçek sorunu, yani "Kürt Sorunu"nu gözden kaçırmanın, gizlemenin aracıdır. Bu günün gerçek sosyalist politikası ancak "Kürtçü" olmakla yapılabilir. Bu gün, her kim sınıftan söz etmektedir; her kim "Kürt Sorunu"nun önemini gözden kaçırmaya, onu sorunlardan bir sorun gibi göstermeye çalışmaktadır, onun sosyalizmle ilgisi yoktur. Bulundukları ülkenin doğusunda, insanlar son derece açık politik bir programla, kendi ulusal sorunlarını da aşmış olarak neredeyse bir serihildan gerçekleştiriyor. Ve bu Türk solunda ne bir heyecan, ne bir silkinmeye yol açıyor. İnsan bekliyor ki, Newroz'da gerek mesajları gerek katılımıyla bir serihildan olan gösteriler karşısında, sosyalist partiler, örneğin bir Özgürlük ve Dayanışma Partisi, aceleyle en yetkili organlarını toplayıp, bu yeni durum karşısında neler yapılacağını görüşsün; Newroz'un önemi ve mesajlarına Türklerin dikkatini çekmek, onun karşısındaki susuş duvarını yıkmak için somut girişimlerin neler olacağına kafa patlatsın. İnsan bekliyor ki, sosyalist partiler bir araya gelip, Kürt Ulusunun yaptığı teklife, yani Newroz'un Türklerin ve Kürtlerin ortak bayramı olması teklifine, Türk Tarafından olumlu cevap verip, gelecek sene, Türk tarafında da, Newroz'u vesile ederek, anayasal vatandaşlık temelinde, bütün dil ve kültürlerin eşit olduğu bir cumhuriyet ve demokratik dönüşümler için; devletin resmi Newrozuna karşı, Kürtlerin Newrozuna el veren ve böylece fiilen halkların kardeşliğini gerçekleştiren kutlama biçimli gösteriler kararı alsın ve şimdiden bu mesajı versin. İnsan bekliyor ki, Newroz'un "W" harfine karşı yürütülen yasak ve koğuşturmaları gülünç duruma düşürmek; onlara karşı mücadele etmek için, örneğin klasik parti ve mücadele biçimlerine itibar etmediği vurgusu yapan ÖDP, örneğin adındaki "ve" bağlacını bundan sonra "we" olarak değiştirme kararı alıyor. 60


İnsan bekliyor ki, bütün sol basın bir araya gelip, bundan sonra bütün "ve" bağlaçları yerine "we"; weya bütün "v" harfleri yerine "w" kullanma kararı alıyorlar. Böyle hassasiyetlerin hiç birinden iz yok. Nedir bu körlük ve Kürt Ulusal Hareketi karşısındaki kompleksler. İçine girilen yeni dönem, bu tür mevzii savaşlarını, siper savaşlarını, bu tür yeni mücadele biçimlerini gerektiriyor. Bunun nasıl uygulanacağını, Kürtler bizzat Newroz gösterileriyle örnekliyorlar. Böyle bir "w" için yapılacak mevzii savaş az mı önemlidir? Hani genel olarak belirsiz bir tarihte devrim için uğraş değil de, şimdiden küçük de olsa değişiklikler önemliydi? Hani, artık eski yaratıcılıktan yoksun örgüt ve mücadele biçimleri sürdürülmeyecek, yaratıcı olunacaktı? Genç kuşaklar, bu beyni kireçleşmiş, Osmanlı yadigarı bürokratik kastın artık komik olmaktan bile çıkmış bunaklığına karşı böyle yaratıcı biçimlerle bir politik mücadeleye çekilemez mi? Hayır. Baylarımız ciddi politikacılardır. Dünyanın bir çok sorunu vardır ve Kürt sorunu da bunlardan sadece biridir. Herkes haddini, hududunu ve yerini bilmelidir. Örneğin ÖDP MYK'sı 25 Mart 2000 tarihinde toplanıyor. Peki Newroz, nasıl bir yer alıyor bu toplantıda? "Bilgilendirme bölümünde; Genel Başkan’ın faaliyetleri yazılı olarak heyete sunuldu. Yıldırım Kaya’nın Diyarbakır’da katıldığı Newroz kutlamaları bilgisi yazılı sunuldu. Masis Kürkçügil’in Portekiz’de gerçekleştirilen uluslararası toplantı konusunda sözlü bilgi aktarımı gerçekleştirildi." İşte sloganlarında ifade ettiği programı ve katılımıyla bir tür serihildan olan Newroz'a, Türkiye'nin en büyük ve en popüler sosyalist partisinin verdiği değer bu kadar. O, diplomatik ilişkiler bağlamında, Portekiz'deki uluslar arası toplantıdan daha fazla bir anlama sahip değil. Hatta metinde Newroz'dan da değil, Newroz hakkındaki Yıldırım Kaya'nın raporundan söz ediliyor. Raporun başka bölümlerine bakıyoruz, acaba başka yerde bir şey var mı diye. Kürt sorununun geçtiği bir yer daha görüyoruz. Aktaralım: "Son dönemin tartışma konularından Cumhurbaşkanlığı seçimi, 312. Madde etrafında devam eden siyasi yasaklar konusu, silahlanmaya yönelik adımlara karşı tutum, kıyak emeklilik, sendikasızlaştırma ve sigortasız işçi çalıştırma, militarizm, AB ve esnekleşme, tarım alanına ilişkin politikalar, nükleer santraller ve enerji, Kürt sorunu, özelleştirme saldırıları...vb. konulara ilişkin eldeki verilerle parti tutumunun bir kez daha basın açıklaması, basın toplantısı vb. araçlarla kamuoyuna duyurmak üzere, Propagandadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Saruhan Oluç’un görevlendirilmesine,(...)" İşte, yine aynı sorun. Kürt sorunu sorunlardan bir sorun. Raporun daha aşağılarına bakıyoruz. 1 Mayıs ile ilgili bir bölüm var. Aktaralım: "1 Mayıs çalışmaları hakkında yapılan görüşme sonucunda; 1 Mayıs’ın, konfederasyonların ortak katılımı doğrultusundaki çalışmalarının desteklenerek, onların belirleyeceği alanlara örgütlerimizin yönlendirilmesine,

61


Dışımızdaki “emekten, barıştan, demokrasiden ve özgürlükten” yana olan güçleri de katarak bir çalışmanın yürütülmesine, Çalışmaların yaygın ve düzenli olması için merkezi komisyon kurulması ve bu komisyona bağlı olarak il ve ilçelerde hemen çalışmaların başlatılmasına, 1 Mayıs’ın ana teması olarak sendikaların benimsediği “Küresel Saldırıya Karşı Küresel Direniş” şiarının desteklenmesi ve alt başlıkların afiş tasarımı ve diğer dokümanlarda zenginleştirilmesine, yazılı çalışmaların MYK’na sunulduktan sonra basılı hale getirmek ve tüm çalışmaları 1 Mayıs kutlamalarına kadar yürütmek üzere MYK’dan (...)’nın görevlendirilmesine" Yaşanmış ve Kürt Ulusu tarafından toplumsal bir program sunan Newroz'a bir satırı çok gören ÖDP MYK'sı, 1 Mayıs'a beş paragraf ayırıyor. Sosyalistliğe bu yakışır Ya içerikçe? Kürt ulusunun Newroz'da yaptığı kitlesel teklife ve şiarlara bir cevap var mı? Bunun öne çıkarılması ve tanıtılması var mı? Yok. Soyut ve canlı politikayla ilgisi olmayan, aslında ilgisi ve gerçek fonksiyonu Kürt sorununu gözden gizlemek olan, "küresel saldırıya karşı küresel direniş" gibi sloganlar önde. Kürtlerin Newroz'una, onun sloganlarına sahip çıkarak; yapılacak 1 Mayıs'la karşılık vermek gerekirken, tam da bu gözlerden ve gönüllerden uzaklaştırılıyor. Bu günün Türkiye'sinde tek doğru 1 Mayıs, Kürtlerin Newroz vesilesiyle yaptığı gösteri ve davete, Türkler açısından 1 Mayıs vesilesiyle benzer gösteriler yaparak icabet etmek olabilir. Yani, Dillerin ve kültürlerin eşitliği özgürlüğü temelinde, hukuki olarak tanımlanmış bir vatandaşlığa dayanan demokratik dönüşümler yapmış bir cumhuriyet. Bunun için de, ilk elde, Genel Af, İdamın kaldırılması ve Kürtçe'nin serbest bırakılması aktüel talepleri. Türk Sosyalist partilerinin yaptığı ise, bunları arka plana itmek, can alıcı olanı, sorunlardan bir sorun gibi göstermek. Bu gün kutlanması gereken Bir Mayıs, "işçici" ya da "enternasyonalist" veya "anti globalist" Bir Mayıs değil, "Kürtçü", Kürt ulusunun milli bayramı Newroz'un çağrısını izleyen "Milliyetçi" bir Bir Mayıs olmalıdır. Böyle bir Bir Mayıs, Türkiye'nin egemenlerini rahatsız eder ve gerçek Enternasyonalist görevini yerine getirebilir. Globalizmi veya işçileri veya enternasyonalizmi slogan olarak öne çıkarmak fiiliyatta, Enternasyonlist görevlerden kaçmanın örtüsüdür. Bu Newroz'un ilk dersi şudur: genel olarak demokrasi mücadelesinin bir gücü olan Türk Solu, fiili politikalarıyla bu mücadeleye ve bu mücadelenin en dinamik gücü Kürt ulusal hareketine karşı çalışmaktadır. Ondan bir şey beklememek gerekiyor. Türkler arasında, Kürt Ulusal hareketinin çağrısına cevap verecek güçler, ancak bunların dışından çıkabilir. demir@comlink.de 31 Mart 2000 Cuma *

62


Yeni Politikanın ve Eleştirilerin Özü Politikada bir gücü kazanmak demek başka bir gücü yetirmek demektir. Çünkü toplumda konum ve çıkarları birbirine zıt ve birbiriyle çelişen insan kümeleri vardır. Bunlardan birini kazanmaya yönelik bir çaba diğerini yitirmeye yol açar. Birini kaybetmeden başka birini kazanamazsınız. Büyük politik ve stratejik dönüşümler daima belli güçleri kazanırken, belli güçleri kaybetme sonucu verir. Soru şudur: "Kürt ulusal hareketinin gerçekleştirdiği son politika değişikliği, güçlerin hangi dizilişine dayanmaktadır?" Ne var ki, bunu ele almadan önce, kısaca karıştırılan başka bir sorunu ayırmak gerekiyor. Bir politik ve stratejik dönüşüm boşlukta gerçekleşmez. Politika değişikliği, belli güç ilişkileri ortamında gerçekleşir; hareketler, strateji ve politika değişikliğini, bir seri diplomatik ve taktik manevralarla gerçekleştirmek zorundadırlar. Diplomatik ve taktik manevraları, stratejik değişikliğin kendisiyle karıştırmamak gerekir. Örneğin, gerilla savaşının bırakılması ve Türkiye hudutlarının dışına çıkma kararı, bir stratejik veya programatik değişikliği değil, mücadele biçimlerinde bir değişikliği ifade eder. Kürt ulusal hareketi pek ala eski program ve stratejisiyle de silahlı mücadeleye son vermiş olabilirdi. Bunun tersi de mümkündü, yeni strateji, eski mücadele biçimleriyle de sürdürülebilirdi. Ancak bu ikisinin ilişkisinde, belirleyici olan, strateji ve politikadır, mücadele biçimleri değil. Mücadele biçimlerine bakılarak bir politikanın doğruluğu veya yanlışlığı söylenemez, ama mücadele biçimlerinin doğruluğu veya yanlışlığı, ancak politika ve strateji içinde değerlendirilebilir. Unutmamalı, son derece doğru bir politika ve strateji, son derece aptalca, mücadele ve örgüt biçimleriyle sürdürülebilir. Bunun tersi de doğrudur. Son derece yanlış bir politika, son derece akıllıca mücadele ve örgüt biçimleriyle götürülebilir. Mücadele ve örgüt biçimlerinin doğruluğu ve haklılığı, politika ve stratejinin doğruluğu ve haklılığı anlamına gelmez. O halde, her ciddi politikacı, her hangi bir gücün politikasının ve stratejinin gerçek mahiyetini anlayabilmek için, onu gerçekleştiği, ifade edildiği biçimlerden soyutlayıp ele almalı, onun özünün ne olduğunu ortaya çıkarmalı, sonra bütün o örgüt ve mücadele biçimlerini; diplomatik manevraları; ideolojik argümanları, bu soyutlanarak özü ortaya çıkarılmış hedefler ve strateji bağlamında; ona hizmet edip etmedikleri bakımından değerlendirmelidir. Ne var ki, bir politikayı yaratanlar ve uygulayanlar, onu şimdi bizim burada ele aldığımız gibi, belli soyutlama düzeylerinde geliştirip, sistemlice ortaya koyma durumunda olmazlar. Onlar bunu çoğu kez, olayların dayatmasıyla, ne yaptığının tam bilincinde olmadan; daha ziyade sezişleriyle gerçekleştirir ve ifade ederler. Tarihte yaptıkları değişiklikleri bilinçlice yapıp, anlamlarının bilincinde olanların biricik örneği, Rus devrimcileridir. Bu bakımdan bir politikanın ve stratejinin ne olduğu anlayabilmek sanıldığından çok daha karmaşık ve zorlu bir iştir. * 63


Şimdi bu genel metodolojik yaklaşımlar ışığında, Kürt ulusal hareketinin, yeni stratejisinin ne olduğunu anlamaya çalışalım. Kürt Ulusal Hareketi, Ulusal baskıya karşı oluşmuş bir harekettir ve var oluşundan kaynaklanan temel hedefi, Kürtler üzerindeki ulusal baskıyı ortadan kaldırmaktır. Bu genel hedef içinde, Kürtler üzerindeki ulusal baskının ortadan kalkmasına, ancak Kürtlerin kendi ulusal devletiyle ulaşılabileceği, bütün Kürt siyasi akım ve hareketlerinin ortak varsayımı olagelmiştir. Bu varsayımda, ulusal baskının son bulmasına, bir ulusal devletle ulaşılabileceği anlayışında, ulus esas olarak, diliyle tanımlanmış oluyordu. Kürt ulusunu, ana dili Kürtçe olanlar ve ana dili Kürtçe olduğu için baskı altında olanlar oluşturuyordu. Ne var ki, Kürtlerin, Dünyanın en kritik bölgesinde, her biri çok güçlü olan ve dünyayı yöneten güçlerce ağırlıkları hesaba katılmak durumunda olan devletler ve uluslar arasında (Türkler, Araplar, Farslar) parçalanmışlığı durumu, bağımsız bir Kürt devletine ulaşarak ulusal baskıdan kurtulma yolunu, hele ABD'yi bir ölçüde dengeleyen Sovyetlerin çöküşüyle adeta olanaksız kılıyordu. En son, en modern ve büyük Kürt örgütü olan, PKK'nın başkanı Abdullah Öcalan'ın yeryüzünde başını sokabileceği bir ülke bile bulamaması, bu zorluğun en somut kanıtını oluşturuyordu. Bu dünya koşullarında Kürt ulusal hareketi için adeta umutsuz ve çıkışsız bir durum ortaya çıkıyordu. Ayrı bir devlet için mücadelenin, bütün haklılığına rağmen, dünya çapında ve bölge çapındaki büyük güçlerin karşı ağırlığı karşısında adeta hiç bir başarı şansı bulunmuyordu. Bu umutsuz durum karşısında, tek umut dünya ve bölge ölçüsündeki güçlerin çelişkilerini temel alarak, tıpkı Güney Kürdistan'daki örgütlerin yaptığı gibi ayakta kalma ve onların bir dengesi olarak varlığını sürdürme olasılığı kalıyordu. Bu ise, sadece çatışan güçlerin bir piyonu ve uzantısı olmaktan başka bir sonuç vermezdi. Bir gücün kendi hedefleri açısından, çatışan güçlerin çelişkilerinden yararlanması ile, çatışan güçlerin basit bir uzantısı olması arasında bir fark vardır. Bir dönüştürücü stratejik hedef ve program yoksa, basit bir uzantı durumuna düşmek kaçınılmazdır. Bu durumda, Kürt ulusal hareketi için bir tek şans kalıyordu, Kürt ulusunu kurtarabilmek için, kendisini ezen ulusları da kurtarmayı hedeflemek. Bunu mücadelenin olağan bir yan ürünü olarak değil; doğrudan somut bir hedefi olarak ortaya koymak. Böylece, ulusal baskıya karşı klasik ve alışılmış, yirminci yüzyılın stradart çözümünden daha farklı bir yaklaşım gerekiyordu. Dünyada, belli bir dil ve etniye dayanan uluslar artık bu günün dünyasının ihtiyaçları için, gelişimin bir olanağı değil bir engeli olmuşlardı. Her yerde, "çok kültürlülük", "çok etnililik"; kültür ve dil farklarını" ortadan kaldırılması gereken arazlar değil, "bir zenginlik" olarak gören bir söylemin egemenliği vardı. Bütün bu söylemin yolu da zaten gerçek fonksiyonu böyle bir programa ideolojik ve metodolojik temel sağlamak olan, relativist post-modern görüşlerce açılmış bulunuyordu. İşte bu ideolojik iklimde, zaten önceden beri var olan tohum halindeki eğilimleri ve nihayet de gelişmelerin dayatmasıyla, dünyada ilk kez bir ulusal hareket, Kürt Hareketi, yaygın ulus 64


tanımını değiştirerek, ulus tanımında dil ve kültürü politik alanın dışına iterek; hem ulusal baskıya son verme, hem de bölgedeki uluslara bir perspektif verme yoluyla, içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmayı deniyordu. Bu adeta bir paradigma değişimi anlamı taşıyordu. Eski biçimde, egemen ulusun ulus tanımı zorunlu olarak aynen benimsendiğinden, bu dayatılmış ayrım çizgisi içinde, ancak ayrı bir devlet yoluyla ulusal baskıya son verilebileceği noktasına ulaşılıyor ama gerçek durumun buna imkan tanımaması çıkışsız bir durum yaratıyordu. Şimdi ise, ezilen ulus, ezen ulusa, başka bir ulus tanımını önermektedir: gelin ulusun tanımını hukuki bir noktaya getirelim; dili ulusun tanımının dışına çıkaralım demektedir. Bu size de, bize de, hatta bütün bölgeye de, rahat ve istikrar getirir. Hem günün dünyasının ihtiyaçlarına uygundur; hem de bölgenin sorunlarına bir çözüm sunar. Hem de bölgeyi büyük güçlerin rekabeti karşısında koruyucu bir fonksiyon görür. Eski çözümde (dile dayanan ulus temelinde ayrı devlet) ezilen ulus, "ayrılıkçı" iken, yeni çözümde (dili ulusun tanımının dışına çıkararak bütün dilleri eşitlemek) ezilen ulus "birlikçi" olur. Bu yaklaşım, fiilen ezen ve ezilen ulus için başka bir bölünmeyi, dolayısıyla başka bir güçler dizilişini gerektirir. Öncelikle, her iki ulus ta, ulusu "dile" göre tanımlayanlar ve tanımlamayanlar; dili, kültürü ve etniyi politik alanın dışına atmak isteyenler ve istemeyenler diye bölünür. İşte, Kürt ulusal hareketinin yeni stratejisinin ve programının özü budur. Böylesine ufuk açıcı bir proje ve bu projeyi destekleyen dinamik bir halk var ortada. Kürtler arasında, yeni sürece muhalif olanlar, itirazlarını bütünüyle mücadele biçimleri, taktikler vs. noktalarına bakarak getiriyorlar. Onların gerçek itirazları ise aslında, yeni projeyedir. Onlar aslında, eski anlayışların ve çözümlerin yeni olana direncini temsil etmektedirler. Türk solunun da bütün duyarsızlığının ardında, bu muazzam değişikliği anlamamak yatmaktadır. Onlar da aynı şekilde, geçmişin dünyasını yansıtmakta ve bu nedenle, Kürt hareketinin projesine paralel bir Türk tarafından proje getirilmesinin önünde adeta bir engel haline dönüşmektedirler. Kürt hareketi, elbette yığınla yanlış işler, güç ve zaman israfları yapıyor. Ama bütün bunlar, bu yeni proje açısından değerlendirilebilir. Örneğin, bu stratejinin bizzat uygulayıcıları, bu projeyi yeterince anlamış değiller ve onu geniş yığınların bilincine kazımak için gerekeni yapmıyorlar. Yeni politikayı taktikler ve mücadele biçimlerine ilişkin değişikliklermiş gibi kavrıyor ve o düzeyde savunuyorlar. Eleştirmenleriyle aynı zeminde bulunuyorlar. Toyca savunarak rezil ediyorlar. Evet, yeni politikanın kendisi var olanlar içinde en doğru politikadır. Bir ulusal hareketin ulaşabileceği en ileri noktayı temsil eder. Bu politika ancak başka bir açıdan eleştirilebilir: çözümü hala ulusal olanla politik olanın çakışmasında aradığı için. Ama bunu bir ulusal hareketten beklemek anlamsız olduğu gibi, bu yöndeki bir eleştiri, bu günün Orta Doğusunda, Kürt hareketinin projesine güç de verir. Kimileri bizim Kürt ulusal hareketini eleştirmediğimizi söylüyorlar. Hayır eleştiriyoruz. Hatta okuyup anlayabilen için her yazımız bir eleştiridir. Hem programatik olarak başka bir 65


program sunuyoruz, hem de çoğu kez, onu bizzat kendi amaçları açısından da akıllıca davranmamakla eleştiriyoruz. Ama bütün bu eleştirilerimiz, ya daha ilerden ya da onun kendi amaçları açısındandır. Yeni çizginin muhaliflerinin geriden yaptıkları türden bir eleştiri değildir ve olmayacaktır bu eleştiri. Aksine, muhalifler, belki çok akıllıca hatta "doğru" işler yapıyor olabilirler; ama onların programları yanlış; eski, aşılmış varsayımlara dayandığından, hiç bir çıkış sunmadığından, o en "doğru" ve "haklı" argümanları bile, yanlış bir politikaya hizmet ettiğinden; dolayısıyla yanılsamalara yol açtığından; doğru bir politikaya tabi yanlışlardan çok daha yanlıştırlar. Yanlışlar üzerine kurulu bir dünyada doğru bir hayat olamayacağı gibi; yanlış politika ve stratejiler içinde doğru taktik ve mücadele biçimleri olamaz. http://www.comlink.de/demir/ demir@comlink.de 13 Mayıs 2000 Cumartesi *

HADEP Ne Partisi Olmalı? “Soruyu doğru sormak, problemi çözmenin yarısıdır” derler. HADEP bağlamında yürütülen “Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi tartışmalarında doğru bir yönelişe ulaşmak için de soruyu doğru sormak gerekir. Mantıki olarak bakıldığında bunlar birbirinin alternatifi olmayan farklı kategoriden kavramlardır. “Kürt Partisi” kavramı, dayanılan güçlere ilişkindir, hedefler hakkında bir fikir vermez; “Türkiye Partisi” ise hedeflere ilişkindir ve dayanılan güçler hakkında bir fikir vermez ve onları belirlemez. Farklı kategorilerden kavramların birbirine karşı olarak koyulması ve böyle bir tartışma yürütülüyor olması, ortada bir sorun olduğunu, ama adının konulamadığını ve başka biçimler altında ortaya çıktığını gösterir. Siyasi partiler, kendilerini her şeyden önce programlarıyla tanımlarlar. Programın kendisi, içeriğiyle, talepleriyle, bizzat o programı gerçekleştirecek güçleri de belirler. Modern partilerin sınırları, ideolojiler, etniler, kültürler aracılığıyla değil, SOMUT HEDEFLER, YAPILACAK İŞLER PLANI, yani PROGRAM aracılığıyla belirlenir. Modern toplumda, toplumu değiştirebilecek güçleri bir araya getirmenin başka bir yolu yoktur. Ancak küçük burjuva sektler kendilerini belirlerken ideolojileri, inançları, etnileri ve bunlar çoğu kez doğrudan ifade edilemeyeceğinden, bunların sembollerini sınırları çizmenin aracı olarak kullanırlar. Modern toplumsal sınıflar ve onların partileriyle, eskinin kalıntısı tabakalar ve onların parti ve hareketleri arasındaki temel farklarından biri de budur. Türkiye politikasında sembollerin ve hiç bir somut hedef önermeyen ama belli bir gruba aidiyeti belirleyen rozet sloganların müthiş ağırlığı buradan gelir

66


Dolayısıyla bir bakıma, “Kürt Partisi”, “Türkiye partisi” tartışması, bir yanıyla, hedeflere göre mi, yoksa belli güçlere göre mi sınırların çizileceği tarzındaki, bilinçsiz bir metodolojik tartışmanın da yansımasıdır ve modern bir parti mi yoksa bir sekt mi olunacağını belirleme gücündedir. Ve bu anlamda, derinden derine, eski ve yaygın anlayışlarla, modern bir politika anlayışının farkını ve çatışmasını yansıtır. Farklı kategoriden sorunları karşı karşıya getiren mantıki yanlışın mantığı burada gizlidir. Mantıksal olarak program önce gelir ama tarihsel olarak, partileri yaratan ve onlara damgasını vuranlar somut toplumsal güçler olur. Partiler son duruşmada belli toplumsal güçlerin eğilimlerini yansıtırlar, dolayısıyla, mantıki olarak ikincil düzeyde olan güçler sorunu, tarihsel düzeyde birincildir. Dolayısıyla HADEP’i HADEP yapan da, programı değil, somut toplumsal güçler olmuştur. O Kürt direniş ve uyanışının bir ifadesidir. Bu güç onu ortaya çıkarmıştır. Bu gücün kendi içindeki bir arayış, bir tartışma ve arayış olarak bakıldığında, “Türkiye Partisi” mi “Kürt Partisi” mi tartışması aslında, hangi güçlere dayanılacağı veya ittifak yapılacağı tartışmasının, yani bir strateji tartışması olarak algılanmalıdır somut bağlamı içinde. Kürtlerin hareketini ve direnişini yaratan koşullar aynen varlığını sürdürdüğünden, Kürtler açısından bu koşulları ortadan kaldırmak, temel hedef olmaya devam etmektedir. Peki değişen ve bu tartışmayı zorlayan nedir?.. Eski stratejiyle, yani güçlerin yer alışıyla Kürt hareketini yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığı... Eski stratejide, Kürtlerin hedeflerine ulaşması, Türkiye’nin de demokratikleşmesi sonucunu vereceği, Türkiye’deki ezilenlerin konumunu düzelteceği için, Türklerden bu nedenle destek talep ediliyor; ama temel güç bir bütün olarak Kürtler ve onların mücadelesi görülüyordu. “Kürt Partisi” formülasyonu bir bakıma bu eski stratejinin savunusu anlamına gelmektedir. Yeni stratejide ise, Kürtlerin üzerindeki baskının ortadan kalkması Türkiye’nin demokratikleşmesinin ürünü olarak koyulmaktadır. Burada, artık Türkiye’nin ezilenleri ve demokratik güçleri bir yedek değil, ikinci bir temel güç olarak ele alınmaktadır. Diğer bir ifadeyle, önceki stratejide, Kürtler kendilerini kurtararak Türkiye’nin ezilenlerini de kurtaracak iken, yeni stratejide, Türkiye’nin ezilenlerini de kurtarmaya kalkarak kendilerini de kurtarabilecekleri noktasından hareket edilmektedir. Bu yaklaşım, ulusal baskıya karşı direnişler tarihinde bir tür “Kopernik Devrimi”dir. Bunun etkileri çok daha derinden ve uzun vadeli olacaktır. Ancak, kısa vadeli mücadelelerle kolay zafer beklentileri içinde olanlar için, bu günkü durum bir hayal kırıklığı yaratır. Ama işte, Filistin’den Bask’a veya İrlanda’ya kadar örnekler ortada. Oralarda yıllar önce başlamış “Barış görüşmeleri”ne ve resmen tanınmalara rağmen hiç bir somut ve kalıcı garanti ve demokratikleşme sağlanamamışken, yeni stratejiden başka hiç bir çıkış yolu olmadığı çok daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Yeni strateji, bir hareketin başarısı için en önemli iki koşulu sunmaktadır her şeyden önce Kürt hareketine, politik inisiyatif ve moral üstünlük. Karşı tarafın aczi, Barış gruplarına tavırdan, Ecevit’in siyasileşmeye ilişkin söylediklerine kadar her alanda görülmektedir.

67


Şimdi sorun, bu yeni stratejinin nasıl bir programda ete, kemiğe bürüneceğidir. O halde, tartışmayı “Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi çıkmazından çıkarıp, somut bir program tartışmasına çekmek gerekmektedir. İçinde hiç bir yuvarlak laf olmayan somut talepler ve yapılacak işlerden ibaret bir program; işsizlik ve pahalılığa son vermeyle demokrasiyi, yani Kürtlerin üzerindeki baskının kalkmasını birbirine bağlayan; biri olmadan diğerine ulaşılamayacağını gösteren bir program. Sonra bu programı, Kürtlerin özlemlerinin de partisi olacak bir “Türkiye Partisi” mi yoksa, Türkiye’nin ezilenlerinin özlemlerinin de partisi olacak bir “Kürt Partisi” mi, yoksa ikisinin birden mi gerçekleştirebileceğini toplumsal güçlerdeki gelişmeler belirler. Bu gün hala önemli olan, kimin yapacağı değil neyin yapılacağıdır. Ve en büyük kazanç, ezilenlerin kafasında neler yapılacağının yer etmesidir. HADEP, Kürtlerin demokratik özlemlerinin tutarlı savunucusu olduğu ölçüde “Türkiye Partisi” ve “Türkiye Partisi” olduğu, yani Türk ezilenlerinin çıkarlarını savunabildiği ölçüde de bir “Kürt Partisi” olabilir. Ama bütün bunları başarabilmek için de, öncelikle bir erkekler partisi olmaktan çıkıp, kadınların öne geçtiği bir parti olmak zorunda. Kürt uyanışının bel kemiği kadındır ne var ki kadınlar, HADEP’in esas karar ve yönetim organlarında gerçek ağırlıkları ölçüsünde yer almıyor. HADEP’in bu tıkanıklığı ile, kadınların kenara itilmişliği ve kadın kollarına hapsedilmişliği arasında çok derinden bir ilişki bulunmaktadır. HADEP Bir “Kürt” ve “Türkiye” partisi olmak istiyorsa, her şeyden önce bir “Kadın Partisi” olmalıdır. Ancak kadınlar hem HADEP’i ehlileştirmek isteyenlerin, hem onu bir sekt olarak tutmak isteyenlerin girişimlerine bir baraj oluşturabilirler. Ancak kadınlar, Batı’nın ezilenlerinde ilgi ve umut uyandırabilirler. HADEP’in yönetim organlarının en az yarısından fazlası ve başkan, genel sekreteri gibi, kamu oyunda partiyi temsil eden yöneticileri kadın olmalıdır. Nasıl tok açın halinden anlamaz ise, nasıl Türkler Kürtlerin uğradığı baskıya duyarsız ise, Erkek milleti de kadınlar mücadele etmedikçe kadınlara zerrece olanak tanımaz. Bunun için erkeklere karşı mücadele etmek gerekmektedir. Tecrübe ve bilgi yok falan diye çekinmek gereksiz. Kimse anasının karnından politikacı çıkmaz. Suya girmeden de yüzme öğrenilmez. Kaldı ki, Kürt kadını onlarca yıldır süren mücadelede, politikada yeterince piştiğini bir çok kereler kanıtladı; en yaratıcı taktikler ve politik esneklikle hedefe kilitlenmeyi birlikte götürebiliyorlar. Bu gün yüzünde dövmeleriyle, rengarenk elbiseleriyle zılgıt çeken en sıradan Kürt kadını bile şu piyasayı kaplayanlardan bin kere daha iyi ve doğru politika yapabilir. Sorun “Türkiye” ya da “Kürt” partisi mi diye koymak yanlıştır, doğrusu Erkekler Partisi mi yoksa Kadınlar Partisi mi şeklindedir. Sorunun bu tarz koyuluşu bütün çatışan tarafların gerçek niteliğini ortaya koyar. http://www.comlink.de/demir/ demir@comlink.de 10 Kasım 2000 Cuma 68


*

Yeni Stratejinin Yaygınlaşması Her ulusal kurtuluş hareketinin başarısı yan ürün olarak ezen ulusun üzerindeki anti demokratik rejimlerin zayıflaması ve çökmesi, dolayısıyla demokratikleşmesini getirir. Dünya dengeleri, Kürt Ulusal Hareketinin kendi gücüyle ulusal baskıdan kurtulmasını olanaksız kılınca, Kürt Ulusal Hareketi'nin yaptığı strateji değişikliğinin özü, ezen ulusun demokratikleşmesi ulusal kurtuluşun yan ürünüyken, ulusal kurtuluşa demokratikleşmenin yan ürünü olarak ulaşmaktır. Yani eski stratejide bir sonuç ve yan ürün olan, yeni stratejide bir hedef; eski stratejide bir hedef olan yeni stratejide bir yan üründür. Bu sadece basit bir yer değiştirme değil, güçlerin yer alışında köklü bir değişiklik anlamına gelir, zorunluluklar hedefi büyütmeyi getirmiştir. Sorun artık sadece Kürtleri ulusal baskıdan kurtarmak değil, Türkleri de anti demokratik devletten kurtarmaktır. Ama hedefin büyütülmesi aynı zamanda yepyeni güçler ve olanaklar da demektir. Bir Türk, Kürtlerin ulusal baskıdan kurtulması için kılını kıpırdatmayabilir hatta bu baskıdan yana bir tavır alabilir. Ama kendisini yoksulluk ve keyfilikten, anti demokratik rejimden kurtaracak bir harekete aktif olarak katılabilir. Bu mekanizma, bütün ezilenlerin hareketlerinde vardır. Herhangi bir nedenle baskı altında olanlar, başlangıçta sırf o nedene ilişkin mücadeleye girerler. Ama güçlerinin sınırlılığı onları başka ezilenlerin sorunlarını da kendi sorunları yapmaya, yani hedef büyütmeye ve yeni güçleri kazanmaya ve onları harekete geçirmenin yollarını aramaya zorlar. Bu nedenledir ki, işçi ve sosyalist hareketin önderleri, işçileri kendileri için mücadeleye çağırmanın sendikalizm olduğunu, sosyalistlerin görevinin onları tüm ezilenler ve gayrı memnunların sorunları için mücadeleye çağırmak olduğunu söylemişlerdir. İlk bakışta güçleri dağıtıyor ve mücadeleyi zayıflatıyor gibi görünen şey aslında mücadeleyi güçlendirir. İşçi hareketiyle paralellik kurarsak, Kürtlerin sadece kendi ulusal kurtuluşları için mücadele ettikleri dönem, bir bakıma işçilerin sadece kendi ücret artışları için mücadele etmelerine benzetilebilir. Bu elbette mücadelenin zorunlu bir aşamasıdır, ilk okuludur. Ama bunun belli sınırları vardır. O sınırlara ulaşıldıktan sonra, hala ilk okulu okumakta ısrar etmek, tutuculuk ve yenilgiye yol açar. İşçi hareketi bu noktada kendini aşmak, sadece işçiler için değil, köylüler, ezilen uluslar, ezilen cinsler için de tedbirler önermek zorundadır. Bu ise hedef büyütmek, basit bir ücret mücadelesinden öte, bir toplumsal dönüşüm için harekete geçmek demektir. Artık ücret artışları ve sosyal haklar mücadelesinin yan ürünü olarak demokratik haklarda gelişmeler değil, demokratik ve siyasi haklardaki gelişmelerin yan ürünü olarak ücret artışları ve sosyal haklar elde edilmeye çalışılır. İşte Kürt ulusal hareketinin yeni stratejiyle yaptığı budur. Onun bir ulusal hareketten bir sosyal hareket dönüştüğünü söylemek bu anlama gelmektedir. Bu, değişimi onun hedeflerinden vazgeçmesi olarak anlayan ya da öyle gösterenler, aslında aşılmış bir döneme

69


takılmışlıklarını sürdürmektedirler ve niyetleri ne olursa olsun, nesnel olarak hareketin gelişimi için bir engeldirler. Kürt hareketinin zorlukları, yanlış bir politikanın ve stratejinin yarattığı zorluklar değildir. Doğru bir politikayı uygulayacak araçların olmamasının ortaya çıkardığı zorluklardır. Örneğin, kültürel zorluklardır, dayandığı tabanın yoksul ve köylülükle bağı güçlü kesimler olması, pratikte önemli sınırlar getirmektedir. Kültürel bakımdan daha iyi eğitilmiş kesimler ise, okumuşluk, kültürel düzey ve gelir durumu arasındaki bağ nedeniyle genellikle reformizme ve dar milliyetçiliğe eğilimlidirler. Kültür ve bilgi olarak geri bıraktırılmış yoksul ve ezilenlerin ezeli sorunudur bu. Kızıl Ordu'da bu nedenle her birliğin bir meslekten subayının yanı sıra bir de "komiser"i bulunuyordu. Kürt hareketinin ikinci bir zorluğu, Türkiye'de onun yaptığını yapacak bir karşılığının bulunmamasıdır. Yani kendi ücret mücadelesi için, Kürtlerin sorunlarına sahip çıkacak bir işçi hareketinin olmamasıdır. Bütün Türk solu, Mac Donalt'dan Nazım'ın Mezarına; "Tenceremiz boş"tan, IMF veya Globalizme kadar, bütün ekonomik temelde veya somut politik anlamı olmayan hedefler için uğraşmaktadır. Kendi ücreti için Kürtlerin haklarını, dolayısıyla köklü demokratik dönüşümleri gündemin birinci maddesi yapmamaktadır. Ama ekonomik kriz derinleştikçe, Kürtlerin yeni stratejisinin sağladığı olanaklarla, belki biraz geç de olsa onlar da bu yönde bir eğilim göstermek zorunda kalacaklardır. Örneğin Avrupa'daki Aleviler bu yönde ciddi bir gelişim içinde bulunuyorlar. Ne var ki, bu engel ve zorlukların yanı sıra, Kürt hareketinin bizzat kendisinin de, henüz kabul ettiği yeni stratejiyi tüm alanlara yayıp mantık sonuçlarına götürdüğü söylenemez. Bu olanaklar henüz yeterince değerlendirilmiş değildir. Geçiş dönemleri daima böyledir, eskinin ve yeninin anlayışları bir süre yan yana ve bir arada bulunur. Yeni bir anlayış siyasetin ve uygulamanın bütün alanlarında aynı hızla ve bir anda yerleşmez. Bu en iyi Avrupa'daki; Irak, İran ve Suriiye'deki Kürtler bağlamında görülüyor. PKK Kürdistan'ın bütün parçalarında etkisi olan tek harekettir. Ama yeni stratejinin Türkiye'ye ilişkin olarak yaptığını, diğer parçalar ve Avrupa bağlamında henüz geliştirebilmiş değil. Burada hala, eski stratejinin anlayışları yeni anlayışla birlikte var olmaya devam ediyor. Eski Stratejide, bu ülkelerde ve Avrupa'daki destek, esas olarak, Türkiye'deki mücadelenin bir arka planı ve lojistik desteği olarak görülüyordu. Bu eğilim ve anlayış hala varlığını sürdürüyor. Ama dikkatli düşünülünce bunun aşılması gerektiği de açıktır. Türkiye'de yapılan hedef büyütme ve güç genişletmenin benzeri, bütün alanlarda yapılmalıdır. Ve nasıl Türkiye'deki demokratikleşmenin sonucu olarak orta doğuda bir demokratikleşme düşünülüyorsa, orta doğudaki bir demokratikleşmenin bir sonucu olarak da Türkiye'deki bir demokratikleşme olasılığı üzerine düşünülmelidir. Diğer bir ifadeyle, Kürt Ulusal Hareketi, Demokratik Cumhuriyet hedefini, İran, Irak ve Suriye gibi ülkeler için de ortaya koyup, bu ülkelerdeki demokratikleşme mücadelesinin önüne geçmelidir. Bu ülkelerdeki etki, Türkiye'deki mücadelenin desteği ve aracı olarak değil, eşit düzeyde bağımsız bir mücadele olarak ele alınmalıdır. İlk bakışta bunun hareketin güçlerini dağıtacağı sanılabilir. Ama aksine yeni güçleri harekete geçirir. Orta doğu gibi bir

70


alanda, dünyanın yedi düveline karşı bağımsız bir politika uygulayabilmek, hedefi daha da büyütmek ve yeni güçleri harekete geçirmekle olabilir. Aynı durum Avrupa için de geçerlidir. Avrupa'daki Kürtler uzun yıllar ve hala, "gurbetçiler" olarak ve Kürdistan'daki mücadelenin bir lojistik destek alanı olarak, Türkiye'de devam eden mücadelenin araçları olarak değerlendirildiler. Ama bu yaklaşım da sınırlarına ulaşmış bulunmaktadır. Öncelikle, Avrupa'daki Kürtler'i Avrupa'da geçici olarak yaşayan "gurbetçiler" olarak değil, Avurpa'daki Kürt azınlık olarak görmeyi ve bu azınlığın Avrupa'daki hakları için mücadeleye girmesi üzerine düşünmek gerekiyor. Kürt Ulusal Hareketinin Avrupa'daki Kürtlere yaklaşımı henüz hala Türk devletinin Avrupa'daki Türklere yaklaşımından farklı değildir. Türk devletinin onları döviz makinesi ve dış politikasının araçları olarak görmesi gibi, Kürt hareketi de Lojistik destek alanı ve Avrupa ve Türkiye'deki politikasının araçları olarak görmektedir. Elbette Türkler haksız, Kürtler haklı bir politikanın araçları olmaktadırlar ama yaklaşımın paralelliği ortadadır. Kürt Hareketi Avrupa'daki Kürtleri; Avrupa'daki Kürtlerin kendileri de kendilerini, "gurbetçiler", "Yurt dışındaki Kürtler" değil; Avrupa'nın siyahları; Avrupa'daki Kürt azınlık olarak görmeyi öğrenmelidirler. Bunun ne gibi muazzam olanaklar yarattığı ve yeni stratejinin de bunu nasıl zorunlu kıldığı o zaman daha iyi anlaşılabilir. Şimdiki Kimlik beyanları bu politika ve yaklaşımlar üzerine düşünme, tartışmak ve çıtayı yükseltmek için iyi bir başlangıç olabilir. Avrupa'daki Kürtlerin de, Avrupa için bir Demokratik Cumhuriyet benzeri hedefleri olması ve en örgütlü politik gruplardan biri olarak, demokratik mücadelenin önüne geçmesi, yepyeni güçleri harekete geçirebilir. Yani strateji değişikliği sadece Türkiye'de değil, bütün Orta Doğu ve Avrupa'da. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 29 Mayıs 2001 Salı *

Demokrasi Söyleminin Somut Anlamı Küçük Burjuva Sosyalizminin ve/veya radikalizminin varacağı yer daima burjuva reformizmi olur. Neden böyledir? Sınıflar Modern üretim yöntemiyle, yani kapitalizmle, doğrudan ve zorunlu bir varoluş ilişkisi içindeki, durum ve çıkarları birbirine zıt insan kümeleridir. Bu ne demektir? İşçi ve işveren olmadan; işçinin işgücünü satın alan ve onunla bir üretim yapan bir sermayedar olmadan kapitalizm mümkün olmaz. Küçük esnaf, köylü, bürokrat vs. olmasa da kapitalizm var olur. Hatta daha mükemmel bir kapitalizm olur. Bunlar kapitalist üretimin doğrudan ve zorunlu koşulu değildirler.

71


Ama kapitalizm bir vahiy gibi gökten inmemiştir. O kapitalist olmayan bir dünyada ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla sermayenin gerçek tarihsel hareketi, Marks’ın Kapital’de, saf haliyle analiz ettiği harekete hiç uymaz. Sermaye, saf kapitalist bir dünyada yeniden üretmez kendini, kapitalist olmayan bir çevreye yayılarak üretir. Sermaye cinsler ve ırklar karşısında nötrdür. Ama “ırk” ve cins ayrımlarının olduğu bir dünyada azami kar başka güçlerin etkisine girer. Sermaye açısından bir malın niteliği, yani kullanım değerinin şu veya bu olmasının önemi ve anlamı yoktur, ama somut doğada vardır. Dolayısıyla sermayenin gerçek tarihsel hareketi, Kapital’de ele alınan sermayenin saf hareketine hiç benzemez. Çarpılmalara uğrar, başka üretim biçimleriyle ve sınıflarla simbiyoz (ortaklaşa) bir yaşama geçer. Aslında, Marksizmin ve sosyalist mücadelelerin gelişim tarihi, sermayenin bu gerçek tarihsel hareketinin anlaşılması ve bizzat bu gerçek tarihsel hareketin ortaya çıkardığı öznelerin mücadeleye katılışının tarihidir. Marks, Büyük Toprak Sahipliği ve Rant teorisiyle bunun ilk adımını atar. Ama bu aynı zamanda, köylülük ve ulusal kurutuluş hareketleri gibi iki başka özne demektir. Dolayısıyla bunlarla ilişkiler gündeme girer. Kadın, Siyahlar, Ekoloji, Barış gibi hareketlere baktığımızda, bunların sermayenin gerçek tarihsel hareketinin sonucu olarak var oldukları açıktır. Bunlar sermayenin saf mantığı bakımından, varlığı zorunlu hareketler değildirler. İnsanlar solucanlar gibi cinsiyetsiz ve hepsi tornadan çıkmış gibi aynı olsa, dünya sınırlı olmasa ve artık maddelerin fiziksel özellikleri yaşam koşullarını ortadan kaldırmasa, bu hareketlerin hiç biri olmaz ama kapitalizm yine ve çok daha mükemmel olarak var olur. Bu nedenle modern toplumda iki sınıf vardır ve insanlığın geleceğini bu iki sınıf arasındaki mücadele belirleyecektir: İşçi Sınıfı ve Burjuvazi. Ama sermayenin gerçek tarihsel hareketi, sadece kapitalizmi değil, bu iki temel sınıfın konum ve çıkarlarında, strateji ve politikalarında da değişikliklere yol açar. Örneğin Büyük toprak sahiplerinin varlığı, işçilere köylülük gibi bir müttefik kazandırırken, burjuvaziye de rant haracı ödediği bir rantiyeler tabakasının desteğini sağlar. Ancak, sınıflar, sadece iktisadi ilişkiler içindeki yatay bir bölünmeye denk düşmezler, ama aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir bölünmeye de denk düşerler. Küçük burjuvazi, geçmiş üretimin yadigarı olarak veya kapitalist üretimle dolaylı ilişkili olarak, burjuva uygarlığından daha geri bir dünyaya aittir. Dolayısıyla burjuva uygarlığını ve ufkunu aşma yeteneği gösteremez, kültürel temelleri buna yetmez. Yanı tarihsel ve kültürel bölünmüşlük olarak baktığımızda, küçük burjuvazi işçi sınıfına burjuvaziden daha uzaktır. Bu nedenle küçük burjuva devrimciliğinden işçi sınıfı sosyalizmine ulaşan pek çıkmaz. Çünkü, kültürel ve metodolojik olarak burjuva dünyasının ufku onlara yakındır ve onu aşamazlar. İyi sosyalist, burjuva dünyasını ve ufkunu aşabilen burjuva aydınlardan çıkar. Bütün işçi ve sosyal hareketler tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Radikal sosyalistler ve devrimciler, radikalizmlerinin ayrılmaz bir unsuru olan sekterlik ve dogmatizmlerinden uzaklaşmaya başladıklarında, istisnasız olarak, reformizme ve burjuvazinin siperlerine geçerler. Böylece bilinen ve birbirini haklı kılan bir bölünme ortaya çıkar: devrimci olanlar genellikle dogmatik ve sekter, daha esnek olanlar, daha açık olanlar reformist ve burjuva eğilimdedir. 72


Küçük burjuvazi ve burjuvazi, radikal devrimcilik ve reformizm, sertler ve yumuşaklar arasındaki ve son duruşmada hep burjuvazinin kazanacağı mücadele de bir sınıf mücadelesidir, ama bu mücadele, modern bir sınıfla, o modern toplumun kültür, kavram sistemi ve metodolojisine sahip olmayan bir sınıf arasındaki mücadeledir. Küçük burjuvazi, burjuvaziyle demokratik koşullarda ideolojik ya da politik mücadeleye girdiğinde kaybetmeye ve burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Yani demokratik bir işleyiş içinde, burjuva reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her zaman yener ve çoğunluğu kendi politikasına kazanabilir. Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu aynı zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz. Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı kabul etmez. Demokratik ve radikal hareketlerin demokrasi ve fikir özgürlükleriyle başının hoş olmamasının nedeni budur. Burjuva reformizmi ise, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu sağlayan biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının gerici niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur. Ama zaten bu noktada savaş kaybedilmiş ve burjuvazinin ufkuna hapsolunmuş demektir küçük burjuva radikalizmi bakımından. Çünkü artık politikaların içeriği değildir tartışılan, tarih ve toplum üstü bir anlam verilen “insan hakları”, “demokrasi” gibi kavramların, yani burjuva ideolojisinin egemenliği vardır artık. Radikal hareketlerin demokratikleşmesini, bu sınıfsal bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak, burjuvazinin çıkarlarının örtüsüdür. Radikal ve devrimcilerin buradan tek çıkış yolu vardır. Modern işçi tabakalara dayanmak. Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Dikkat edilsin, radikal hareketlerden demokrasi bayrağıyla kopanların hiç birinin, bu radikal hareketlerin nasıl olup da modern işçi tabakalara dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorununu tartıştığı görülmez. Radikal hareketler açısından sorun, dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve bunun mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır. Ama Kürt hareketinde muhalefete geçenlerde de, dünün burnundan kıl aldırmayan DevYol’cu liderlerinde de böyle bir yaklaşımın izi bile görülmez. Yazının başında da dendiği gibi, küçük burjuva radikalizminin varacağı yer burjuva reformizmidir. 73


demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 11 Ocak 2002 Cuma *

Büyük Dönüşüm PKK’nın aldığı Türkiye ve Avrupa’da PKK olarak faaliyeti durdurma ve aynı zamanda hemen her orta doğu ülkesinde o ülkede bir demokratik cumhuriyet kurma hedefine bağlı olarak bir çok örgüte dönüşme yönünde aldığı/alacağı kararlar, hem programatik ve stratejik dönüşümlere uygun düşmektedir, hem de taktik olarak tam da zamanında alınmış bulunmaktadır. Taktik olarak da gecikmeden alınmış bir karardır. Yakında Irak ve peşinden bütün Orta Doğu’daki dengeler alt üst olacaktır. Böyle alt üstlük günlerinde sanılanın aksine en çok ihtiyaç duyulan şey güç değil, ne yapacağına dair bir perspektiftir ve o perspektiflere uygun örgütlenme biçimleridir. Kürt Ulusal Hareketi şimdi böyle bir dönüşümü başararak, zamanında çok iyi bir satranç hamlesi yapmış ve iyi bir yer tutmuş bulunuyor. Futbolda, toplu oyunun yanı sıra bir de topsuz oyun vardır. Modern iyi futbolcu, sadece toplu oyunu değil, aynı zamanda topsuz oyunu da bilen oyuncudur. Toplu futbol top ayağınıza geldiğinde onu rakibe kaptırmadan en uygun olana aktarmaktır. Topsuz oyun ise, oyunun akışını okuyup, topun gelebileceği ve geldiği takdirde oyunun kaderini etkileyebilecek bir yerde bulunmaktır. İyi golcüler, bunun kokusunu alanlardır genellikle. Bundan bir kaç yıl önce, Öcalan kaçırıldığında, herkes Kürt hareketinin bittiğini, bir dönemin sona erdiğini söylüyordu. Biz o zamanlar, Kürt hareketinin bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme kararı aldığını, muazzam bir stratejik dönüşüm başardığını ve bunu olağanüstü kötü şartlarda başardığını; gerçek yükselişin şimdi başlayacağını yazıyorduk. Hatta “bir kaç yıl sonra Öcalan Türkiye’ye başbakan bile olabilir” dediğimizde bizimle herkes alay etmişti. Şimdi bu günden geriye bakıldığında ne görüyoruz? Bir örgütün, alışılmış program ve stratejisini değiştirmesi kadar zor bir iş yoktur. Bu gibi girişimler daima büyük bölünmelerle sonuçlanırlar. Yılgınlık ve bölünmeler sonucunda genellikle tüm örgüt dağılır gider. Kürt hareketi hemen hemen hiç fire vermeden bunu başardı. Hatta bu bir bakıma hareketin dar görüşlü, klasik milliyetçi yanı güçlü unsurlardan temizlenmesini bile sağladı denebilir. Çünkü bu yeni strateji klasik milliyetçilerle modern milliyetçilik anlayışı arasındaki bir bölünmeyi gerektiriyordu. Ama bu dönüşümde önemli olan, bunun olağanüstü kötü koşullarda başarılmış olmasıdır. Düşünün ki, Türk devletinin elinde esir bir başkanınız var ve herkes bu değişiklikleri onun canını kurtarma kaygısıyla yaptığını söylüyor. Bu koşullarda, bütün bu baskılara rağmen 74


sadece dönüşüm başarılmadı, aynı zamanda büyük bir fire verilmeden ve büyük ölçüde arınılarak başarıldı. Kürt Hareketi’nin ağırlığı yeni stratejiye uygun olarak Türkiye’deki şehirlere kaymış oluyor, mücadele ve taktik biçimleri buna uygun değiştirmek gerekiyordu. Kısa bir bocalama devresinden sonra, Kürt hareketi, özellikle HADEP aracılığıyla yüz bin katılımlı Kongreleri, milyonluk Newroz’ları ile yeni dönemin mücadele biçimlerine nasıl bir uyum sağladığının sinyallerini vermeye başlamıştı. PKK’nın çözüleceğini bekleyenler, bu sefer onun politikayı kullanmaya başladığından, tehlikenin buradan geldiğinden söz etmeye başlamışlardı. Bu bir yenilginin itirafından başka ne anlama gelirdi. Şimdi Kürt hareketi, özellikle son Kürtçe Öğrenim kampanyasının gösterdiği gibi, yeni mücadele ve örgüt biçimlerini en doğru ve başarılı biçimlerde kullanmayı öğrendiğini gösteriyor. Tekrar gündemin ön sıralarına geçiyor. Bu gün Kürt hareketine egemen olan hava, yorgunluk, ne yapacağını bileme, dağınıklık değil; bir kendine güven, canlılık, yeni vizyonlar ve daha da geniş bir kitleselleşmedir. Bu arada Kürt Ulusal Hareketi, sadece Türkiye ile ilgili bir Demokratik Cumhuriyet programının sınırlılıklarını da görüyordu. Kürtler dört beş ülkede daha olduğuna göre, bu ülkelerde de demokratik Cumhuriyetler için mücadele edilmeliydi. Olayların mantığı bunu zorluyordu. Ama bu da yetmezdi, çünkü bu ülkelerdeki halklar binlerce yıldan beri beraber yaşamışlar bir çok ortak özelliklere sahiptiler. Ayrıca modern üretim bile bir birleşmeyi zorlamıyor muydu? İşte Avrupa, bu günkü dünyaya ayak uydurabilmek için birleşmek zorundaydı. Buradan bir demokratik Orta Doğu federasyonu projesine geçmek tek mantıki sonuç oluyordu. Öcalan’ın AİHM’ne verdiği savunma bu projenin tarihsel ve ideolojik arka planını oluşturmaya yönelikti. Ama bu adımı attıysanız, buna ilişkin ve uygun örgüt biçimlerini de yaratmanız gerekir. Böyle bir demokratik Orta Doğu federasyonuna ulaşmak için, her ülkedeki demokratik mücadeleyi o ülke koşullarında yürütecek farklı mücadele biçimleri ve taktikler izleyecek aynı amaca farklı noktalardan ve koşullardan yürüyerek gelen örgütler olması gerekir. Kanımızca yapılan örgütsel değişiklikler yeni programa uygundur. PKK adeta bir orta doğu enternasyonali kurmaktadır. İşçi hareketinin programı dünya çapında olduğu için, partisi de dünya çapında olurdu. Her ülke bunun bir seksiyonunu oluştururdu. Kürt hareketinin hedefi bölge çapında olduğundan, partisinin bölge çapında olmasının ve her ülkenin bunun bir seksiyonunu oluşturmasından daha doğru ne olabilir? Yapılan örgütsel düzenlemeler programatik değişikliklerin ruhuna uygundur. Burada hayret verici olan Kürt hareketinin nasıl olup da bunu başarabildiğidir. Bu muazzam bir değişikliktir. Şimdi bölge karışmanın arifesindeyken, Kürt Ulusal hareketi, programını, stratejisini, taktiklerini ve örgütlenme biçimlerini değiştirmiş ve hazırlıklarını tamamlamış olarak çok iyi bir yer tutmuş bulunuyor. Topsuz oyunu iyi oynadığını gösterdi. 75


Ama bu aynı zamanda, eğer Kürt hareketi tecridi bir yarabilirse, sadece Türkiye’yi değil, Orta Doğu’daki ve dünyadaki dengeleri alt üst edecek demektir. Bizzat bu program ve strateji de elbet bu tecridin yıkılması için gerekli koşulu oluşturmaktadır. İlerde, bölge çapında ulusları birleştirme girişimi, emperyalistlerin baskısıyla karşılaşınca, bu sefer de, nasıl şimdi, Kürtleri kurtarmak için bölgeyi kurtarma projesi geliştirmek zorunda kaldı ve bir ölüm parendesi attıysa, acaba zaman da, bu sefer bölgeyi kurtarmak için insanlığı kurtarma projesi geliştirebilir mi? Diğer bir deyişle, ulusun tanımından dil ve etniyi dışlama projesinden; ulusal olanla politik olanın bağını koparma projesine geçebilir mi? Tarih bu sorunun cevabını açık tutuyor. Buna şimdiden kategorik olarak, hayır yanıtı verilemez. Kürt hareketi şimdiye kadarki değişimleriyle, en iyimser tahminleri bile aşma yeteneğinde olduğunu gösterdi. Ama bu soru ilerde er veya geç Kürt ulusal hareketinin karşısına çıkacaktır. Çünkü Demokratik Cumhuriyetlerin Orta Doğudaki bir birliği, emperyalist ülkelerin topunu da karşısında bulacaktır. Unutmayalım, Orta doğu, Kafkaslar ve Orta Asya dünya kapitalizminin Aort damarıdır. 15 Şubat 2002 Cuma demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ *

Aksayan Ayak ve Kadınlar Kadınlar bütün devrimlerin ana mayası ola gelmişlerdir. Kürdistan’daki her hangi bir mitingin, bir toplantının en sıradan resmine bakın. Orada kadınları görürsünüz. O resimler tıpkı Büyük Fransız Devrimini canlandıran resimlere benzerler. Kürdistan’da bir devrim yaşanıyor. Ama bu devrim, Türkiye ile zamandaş bir devrimci durumla çakışmadığı, yani senkronize olmadığı için algılanamıyor ve bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmıyor. Kürt hareketini bunca badireye rağmen ayakta tutan, oğullarını ve kızlarını gerillaya yollayan; kocalarını itekleyen kadınların eseri olduğu çok az bilinir. Kadınların hareketin kaderi üzerindeki bu belirleyici sosyolojik etkilerine rağmen, kadınların hareketin politikası üzerindeki etkileri çok sınırlı kalmaya devam etmektedir. Örneğin HADEP yönetiminde yükseldikçe kadınların ağırlığı, toplumsal hareket içindeki ağırlıklarıyla ters oranda azalmaktadır. Televizyonda politik sorunların tartışıldığı programlarda bir kadın görmek bir istisnadır. Elbet Kürt Ulusal hareketi Kadına ataerkil köleliğin zindanından bir çıkış olanağı sunmuş ve kadınların konumunda hayal bile edilemeyecek gerçek değişikliklere yol açmıştır ve kadınların bu hareketin bel kemiğini oluşturmalarının temel nedeni de budur. Ama yapılanlar hala yapılabileceklerin küçük bir bölümüdür.

76


Kadınların politikada da hareket içindeki ağırlıklarına uygun oranda yansıması Kürt ulusal hareketinin karşılaştığı bir çok sorunun bir darbede çözümünü sağlayabilir. Örneğin Kürt hareketinin en büyük zorluğu, Batı’da kendisine partner olabilecek radikal bir demokratik hareketin bulunmamasıdır. Kürt hareketi bu eksikliği kapamak için elinden geleni yapmıştır. Ama sorun genellikle örgütsel tedbir ve girişimlerde veya lojistik destek bağlamında ele alınmıştır. Sosyolojik ve tarihsel sorunları çözümü de sosyolojik ve tarihsel anlamı olan, yani programatik ve stratejik tedbirler ve dönüşümlerle olur. Demokratik Cumhuriyet programı bu yönde çok önemli bir adımdır. Ama bu programa bağlı olarak Türkiye’de ve Batı’da örgütlenme, “Türkiye Partisi” olma girişimleri şimdiye kadar başarılamamıştır. Bunun nedeni Programın ve stratejinin yanlışlığı değil, doğruluğuna rağmen, Türkiye’nin batısındaki ideolojik, kültürel ve ruh haline ilişkin farklılıklardır. Ruh hali farklıdır, çünkü Kürtler yükselen bir hareketi yaşar ve arınırken, Türkler, gerileyen, yenilmiş bir hareketin çürüyen ruh dünyası içindedirler. Çok umut bağlanan Türk sosyalistlerinin tavrına da damgasını vuran bu genel eğilimdir. Bu sosyalistler özünde milliyetçi demokratlardır. Kendilerini sosyalist sandıkları için demokrat olamamaktadırlar; milliyetçi bir sosyalizm anlayışıyla damgalı olduklarından sosyalist de olamazlar. Böylece Türkiye, sosyalist ve demokratları olmayan liberaller ve devlet partisi arasındaki bir çatışmanın çıkmazına hapis olmaktadır. Bu hapislik ise tekrar çürümeyi pekiştirmektedir. Bu çıkmazdan nasıl çıkılabileceği, Kürt hareketinin başarısının da, Türkiye’deki Demokrasinin de hayati sorusudur? Kürt ulusal hareketindeki kadınlar bu fasit daireyi kırabilecek biricik güçtür. Bu güç sadece bu sorunu çözmez, yanı sıra bir çok sorunu da çözer. Bunun için yapılması gereken, kadınların, hareketteki gerçek yerinin, politika ve örgüt alanlarına da yansımasıdır. Bunun için yapılacak iş, kadınların HADEP veya o kapatılırsa onun yerine kurulacak partinin, bütün yönetim organlarında en azından çoğunluk olması; ve etkinin yeterince sarsıcı olabilmesi için, merkez organının, yani başkanlık ve merkez yönetiminin tümüyle kadınlardan oluşmasıdır. Kürt Ulusal Uyanışı böyle bir devrimci atılıma cesaret edebilir ve başarırsa, sadece çok geniş yedek güçleri harekete geçirmekle kalmaz, bir çok sorunu da bir yan ürün olarak bir çırpıda çözer. Kadınların yönetiminde kesin ağırlığı olan bir HADEP, Türkiye’nin Batı’sında yaşayan, şimdiye kadar Kürt hareketi hakkındaki bilgisi özel savaşın dezinformasyonundan ibaret geniş kitleleri sarsar. Sadece Türk kadınlarını değil, özellikle Kürt hareketin ilgisiz duran ve politik İslam’dan korkusundan genel kurmayın arkasında sipere yatan şehir orta sınıflarını derinden etkiler, onların sinirlerinde titreşimlere yol açar. Böyle bir titreşimin yol açacağı dalgalar, Türk sosyalistlerinin de Kürt hareketi karşısındaki konumlarını gözden geçirmelerine bile yol açma potansiyeli taşır. Böylece felçli olan öbür ayakta, tekrar sinirler duyarlı hale gelebilir. Kürt ulusal hareketi, Kürt ulusunun bütün sınıflarını kapsamaktadır. Ulusal hareketin fakir tabakalarının öncüsünün ağırlığı legal alanda azalma eğilimi gösterir, Kürt burjuvazisi bin bir yoldan kendi sınıfsal eğilimlerini yansıtma, gerçek politikayı orasından burasından tırtıklama ve törpüleme olanağı bulur. Bunu engellemek için ise bu sefer alınan idari tedbirler, inisiyatiflerin engellenmesine, enerji ve coşkunluk kayıplarına yok açar. Ama kadınların 77


bütün organlarda çoğunluğu alması durumunda, kadınlar arasında bu burjuva eğilimler hemen hiç mertebesinde olacağından, bir yaratıcılık ve inisiyatif patlaması gerçekleşebilir. Dünya’da Kürt hareketi hemen hemen hiç bilinmemektedir. Kürt hareketinin yapacağı böyle bir dönüşüm, dünyadaki çok geniş ilerici çevrelerin Kürt hareketine bakışını etkileyecek ve onların konumlarını gözden geçirmelerine yol açacaktır. Ve nihayet, sonuncu ama önem bakımından değil, ilerde devrimci kabarış yatağına çekildiğinde, şimdiye kadar bütün toplumsal mücadele deneylerinin gösterdiği gibi, kadına tekrar evine ve çocuklarına dönmesi dayatıldığında, daha iyi bir ortalama için de bu gereklidir. Kadınlar bunu erkeklerden beklememeli, böyle bir proje için mücadeleye girmeliler. Unutmamalı kadınlara 8 Martlarda övgüler yağdırmak ama fiili ilişkilerin değişmesi için hiç bir şey yapmamak da, erkek egemenliğini sürdürmenin bir stratejisidir. Kadınlar, erkeklere hiç güvenmemeli, sapanlarından taşı hiç eksik etmemeli. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 06 Mart 2002 Çarşamba *

Arafat ve Öcalan Arafat, 1950’lerin ve altmışların başlarının, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri döneminin çocuğudur. Filistin hareketinin bütün önderleri gibi, Arap Milliyetçiliği hareketinden gelir. Bunlardan Havatmah ve Habaş gibileri daha sonra 68’lerin etkisiyle sola doğru bir kayma gösterdilerse de, kökenlerindeki milliyetçi doku her zaman belirli bir ağırlığa ve dolayısıyla da ufuk darlığına neden olmuştur. Öcalan ise, 68’in çocuğudur. Onun politikleşmesinin temelinde Vietnam’daki Tet saldırısıyla başlayan, dünya ölçüsündeki radikalleşme vardır. Filistin hareketinin önderlerinin önünde, örneğin İsrail Devletine karşı mücadele eden, ve bu mücadeleleri sonunda, “yaşasın Arap ve Yahudi halklarının kardeşliği” son sözleriyle idama giden, Yahudi Deniz Gezmişler olmadı hiç bir zaman, Ama Öcalan’ın ve PKK’nın ideolojik şekillenmesinde Mahirler, Denizler tayin edici bir öneme sahip oldular. Böylece daha baştan kökten bir farklılık oluştu Filistin ve Kürt hareketi arasında. Kürt hareketi, daha baştan kendisini ezen ulusların ezilenlerini de kazanma, onları düşman görmeme anlayışıyla şekillenirken, Filistin hareketinin, en ilerici biçimlerinde bile Yahudi ezilenlerini kazanma ve düşman görmeme pratik hiç bir anlamı olmayan pazar vaazlarından başka bir anlam taşımıyordu. Filistin hareketinde hiç bir zaman, Yahudileri de kurtarmak gibi bir problem olmadı, Kürt hareketinde ise ezenini de kurtarmak her zaman temel bir yönelişti.

78


Filistin hareketinde hiç bir zaman, İsrailde bir devrim için Filistinlilerin safında çarpışan Yahudiler olmadı, ama PKK içinde yüzlerce, Türkiye’deki bir devrim için Kürtlerin safında çarpışanlar, hatta yöneticiler oldu. Filistin hareketinde Kemal Pir’lerin, Duran Kalkan’ların paraleli hiç bir zaman olmamıştır ve hayal bile edilemez. Ama daha da önemlisi ise, onların farklı sınıfsal eğilim ve çıkarların ifadesi olmalarıdır. Arafat, her bakımdan burjuva bir önderdir. Arap ve Filistin burjuvazisinin eğilimlerini yansıtır. Batı başkentlerinde onun Filistin’li radikallere karşı daha baştan açıkça veya el altından desteklenmesi; Arap ülkelerinin mali yardımları, son duruşmada onun Filistin burjuvazisinin eğilimlerini ve çıkarlarının ifadesi olmasıyla ilgilidir. Buna karşılık Öcalan ve PKK, kelimenin tam anlamıyla Kürt yoksullarının, pleblerin eğilimlerini yansıtmışlar ve bunun ifadesi olmuşlardır. Kürt hareketinin çok daha güçlü ve etkili olmasına rağmen, Arafat’ın aksine, Öcalan’ın sürekli dokunulmaz parya muamelesi görmesinin temel nedeni budur. Temeldeki bu ideolojik ve sınıfsal farklılıklar, her ikisi de haklı ve ezilen ulusa ait iki hareketin farklı programlar ve stratejiler ve mücadele biçimlerine yönelmesi sonucunu verdi. Birincisi, Milliyetçilik anlayışı bakımından, Kürt hareketi gerek kökenindeki ideolojinin olanakları gerek sınıfsal temelinin uygunluğu nedeniyle, dil, etni ve kültüre dayanan bir milliyetçilikten, hukuki tanıma dayanan bir milliyetçiliğe kolayca geçebildi. Filistin hareketi ise, aksine Araplıkla sınırlı bir milliyetçiliğin sınırlarını aşamadığı gibi, başlangıçtaki, Hıristiyan Arapların ağırlığında da yansıyan laik karakterini bile yitirdi. Böylece Arap ve Filistin milliyetçiliği dine dayanan İsrail milliyetçiliğinin aynadaki aksine dönüştü. Kürt hareketi de, Filistin hareketi de olağanüstü büyük güçlerle karşı karşıyadır. Tek başlarına bu güçleri yenmeye güçleri yetmez. Bu çıkmazdan kurtulmak için ideolojik ve sınıfsal temellerine uygun olarak farklı yönelişler geliştirdiler. Filistin hareketi, programatik düzeyde değişiklikler yapıp stratejik bir yenilenmeye gitmedi. Örneğin, Arap ve Yahudilerin birlikte yaşadığı, laik ve demokratik bir Filistin, hatta Orta Doğu federasyonu gibi bir strateji ile çok daha geniş bir cephe kurmayı hiç denemedi. Ne ideolojik ne de sınıfsal temelleri böyle bir yönelişe olanak sağlamadı. Bu gün, diyelim ki Filistinlilerin, madem ben yaşamıyorum, sen de yaşama diyen eylemleri İsrail’e geri adım attırsa ve küçücük Filistin devleti kurulsa bile, bu devlet, İsrail için ucuz iş gücü sağlayan bir Bantustan’dan farklı olmayacaktır. Ortaya bir Apartheit rejimi çıkacaktır. Ne Araplar ne de Yahudiler için bir refah ve demokrasi getirmeyecek, her iki tarafta da gericiliği güçlendirecek, gelir farklarını derinleştirecektir. Filistinlilerin, Arapların hiç bir Yahudi’nin ruhunda titreşimler yaratabilecek bir programı yoktur. Ama Kürt hareketinin programı, eğer bilinse, Türkiye’deki insanların yüzde yetmişinin de; Iraklıların da, Suriyelilerin de, Farsların da ruhunda titreşimler yaratacak bir programdır. Politikada, gücünüz yetmiyorsa, güç kazanmanın iki yolu vardır. Birinci yol, hedefleri daha dar ve mütevazı kılarak daha geniş bir müttefikler manzumesine ulaşmaktır. Radikal hareketlerin sonunda fiilen geldikleri ılımlı reformizm genellikle budur. 79


İkinci yol, hedeflerinizi daha da genişleterek ve büyüterek yeni güçlere yönelmenizdir. Kürt hareketinin yaptığı da budur. Bunu şöyle somutlayalım. Bağımsız bir Kürt devleti hedefiniz var diyelim. Buna ulaşamayacağınızı görüyorsunuz. Güç ilişkileri buna el vermiyor. Bu durumda, örneğin kısmi bir otonomi ve bazı kültürel haklar noktasına çekilebilirsiniz. Bu noktaya çekilmenin size bazı güçlerin desteğini veya tarafsızlığını sağlayabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak bu stratejinin bir sakat yanı vardır. Karşı taraf için bu bir başarı olarak görüleceğinden, bu geri adımınız daha büyük zaaf olarak görülecek böylece o kısmi haklara da ulaşmanız olanaksızlaşacaktır. Bunu dengelemek, karşı tarafı kendinize razı edebilmek için, el altından radikallerin, terörist eylemlerin önünü açarak, karşı tarafı kendinize razı etmeyi denemeniz gerekir. Bu nedenle, dünyanın her yerinde, ulusal hareketlere burjuva önderlikler ve radikal hareketlerin terörist yöntemleri bir arada bulunur. Bask veya Filistin’deki bombalamaların veya intihar eylemlerinin ardında burjuvazinin karşı tarafı sıkıştırmasına ilişkin taktikler vardır. Kısmi reformlara çekilme ve terör aynı madalyonun iki yüzüdür. Bir de ikinci yol vardır. Kürt devleti hedefinize ulaşmaya izin vermiyor koşullar. Ama Ulusu Dil veya kültüre göre değil, yurttaşlık hukukuna göre tanımlamış daha büyük bir bütün içinde, ulusal baskı ve farklılıkları yok etmeyi hedefleyebilirsiniz. Bu stratejide, birincisinden farklı olarak, hedeflerde gerileme değil, büyüme ve radikalleşme vardır. Büyüyen hedefler aracılığıyla daha büyük güçler kazanılmaya çalışılır. Tabii böyle bir strateji, ezen ulusların geniş ezilen kesimlerini, muhalif kesimlerini de kazanmaya yönelik olacağından, terör yöntemlerine gerek duymaz. Başarısı halinde ise, bütün bir bölgeyi alt üst eder. Arafat ile Öcalan’ın farkı, bu iki stratejinin farkıdır. Bu iki farklı stratejinin ardında ise, farklı ideolojiler ve sınıfsal eğilimler vardır. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 23 Nisan 2002 Salı *

HADEP, Seçimler ve Baraj Tarih kulağını ters eliyle ve kafasının üstünden dolandırarak gösterir. Ya da şöyle diyelim, Ekim Devrimi, “İhtilali Kebir” gibi yıldızın parladığı anlar dışında, iyileri öne çıkararak değil, daha kötüleri, dayanıksızları eleyerek işini görür. Şimdi de olan bu. Kürt ulusal hareketi Türkiye’yi değiştiriyor. Ama bu, bu ulusal hareketin göz alıcı bir zaferi biçiminde gerçekleşmiyor. Onun varlığını, anlamını kabul etmeyenlerin onu yok etmek isteyenlerin, elenmesi biçiminde gerçekleşiyor. İşte baraj sistemi. Bütün partiler Genel kurmayın karşısında yerle yeksan olarak, sırf HADEP, yani Kürt ulusal hareketi, Kürt uyanışı mecliste yansımasını bulmasın diye, barajı düşürmeye; bu anti demokratik seçim ve partiler yasasında zerrece düzeltmeye yanaşmıyor. Ve yanaşmadıkları için de belki hepsi barajın altında kalacaklar ve silinip gidecekler.

80


Silinmemeleri için bir tek yol var: HADEP ile seçim ittifakı. HADEP ittifaklara en açık, bunun için en sorunsuz parti. Ama seçim barajını kaldırmaya yanaşmadıkları gibi HADEP ile ittifaka da yanaşmıyorlar. Böylece Kürt sorununu inkar ve bastırma anlayışı barajın korunmasına ve Kürtlerle ittifakın reddedilmesine, bu da inkarcıların barajın altında kalarak elenmelerine; Kürt hareketine karşı geliştirdikleri silahların kendilerini vurmasına yol açıyor. HADEP ile bir araya gelme cesareti olmayanların yaşama ve bir alternatif olma şansı yok. Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor, Kürt hayaleti. Ve bu hayalet, kendisini görmek istemeyenleri çarpıyor. Şu çok konuşulan Derviş’in geleceğini de Kürt hayaleti belirleyecek. Derviş, sadece uluslararası finans kapitalin ve Türk burjuvazisinin uzun vadeli ve genel çıkarlarını savunan bir politikacı değil; kökeniyle Türkiye’deki Devlet sınıfları geleneğinin bir uzantısı. Bu iki egemen gücün kesişme ve uzlaşma noktası. Bu anlamda, sistemin kendini yenilemesi için Özal’dan beri ortaya çıkabilmiş en yetenekli ve ideal tip. Ancak bu yetenekler gerçekten var mı yok mu, yine Kürt sorununda görülecek. Derviş’in birleştirmeye çalıştığı “sol liberal” güçler aynı zamanda HADEP’in de ittifaka hazır olduğu güçler. Ve HADEP sosyalist Enternasyonal tarafından sosyal demokrat olarak kabul edilen bir parti. Derviş’in hem solu birleştirmekten, hem istikrarlı bir çoğunluktan söz etmesi ve hem de HADEP ile en küçük bir ittifaka yanaşmaması, kendi projesini baştan başarısızlığa mahkum etmesi, intihar etmesi demektir. Derviş’in ya da burjuvazinin projesini gerçekleştirmesinin, tek yolu var: HADEP ile, yani Kürt Ulusal hareketiyle ittifak. Derviş, eğer Kürtlerle ittifakı göze alabilirse, YTP gibi “sol” ve liberalleri (kısmen ANAP ve M. Ali Bayar) hatta AKP’den korkan Kemalistleri arkasına alıp burjuvazinin gönlündeki çoğunluğu sağlayabilir ve Özal’ın yeni bir versiyonu olabilir. Bu da uzun vadede Türkiye’deki egemen sınıfların konumunu güçlendirir. Ama bütün bunların gerçekleşmesi için Derviş’in bunu yapabilecek politik öngörü ve cesareti olması gerekir. Şu ana kadar Kürtler’e karşı bir söz etmedi ve kapıları kapamadı; örneğin Cem gibi bir davranış içine girmedi. Bu onun sorunun önemini gördüğüne gösterir ama bu, öneme uygun cesur bir davranış içine girebileceği anlamına gelmez henüz. Hasılı, burjuvazinin gönlündeki önderin, yani Derviş’in de geleceği Kürt sorunundaki tavrına, dolayısıyla HADEP ile bir ittifaka girme cesareti gösterip gösterememesine bağlı. Yazının başında, tarihin, işini iyileri öne çıkararak değil, daha kötüleri eleyerek gördüğünden söz etmiştik. Kürt hareketi ve HADEP’in böylesine kritik bir işlev üstlenmesi, onun yetenekleri sayesinde değil, yeteneksizliklerine rağmen gerçekleşiyor. HADEP elbette bu gün Türkiye’de her türlü demokratik talep ve özlemin destekleyicisi bir partidir ve bu nedenle Sosyalistlerin ve demokratların bütün diğer partiler karşısında desteklemeleri gereken bir partidir. O bu niteliklerini Kürt hareketinin, ezilen ulus hareketinin demokratik karakterinden alır. Bu işin alfabesi. Ancak politika, sadece sosyolojik eğilimlerin ifade bulmasından ibaret değildir, politika aynı zamanda bir sanattır. Yani yaratıcılığın ve esteteğin olması gereken bir alandır. Bu anlamda HADEP çok kötü politika yapmaktadır. Bunun nedeni de, HADEP’in Kürt hareketinin

81


demokratik özellikleri kadar, Kürt burjuvazisinin dar görüşlülüğünü ve kişiliksizliğini de yansıtmasıdır. Sanılanın aksine, Kürt ulusal hareketinde, ister HADEP ister PKK ister KADEK içinde olsun, stiller, kültürel farklılıklar, vurgu farklılıkları; ayak sürümeleri, bilinçli ya da bilinçsiz fiili sabotajlar, rekabetler biçiminde görülen çok sert bir sınıf mücadelesi sürer. Bu zıtlık en açık bu ulusal hareketin iki farklı ifadesinin üstlerine doğru çıktıkça daha açık olarak ortaya çıkar. PKK ya da KADEK’de üstlere doğru çıktıkça, burjuvazinin ve ulusal motiflerin ağırlığı azalır plebiyen bir karakter öne çıkar. HADEP’te ise, üstlere doğru çıktıkça burjuvazinin ağırlığı artar. KADEK’in üstündekiler, yıllardır dağlarda proleterleşmiş kaybedecek şeyleri olmayan gerillalardır. HADEP’te ise üsttekiler avukatlar, doktorlar, aydınlar iş adamlarıdır. Bu zıtlık en açık, Öcalan ve HADEP’in politikaları arasında görülebilir. Öcalan, politik bakımdan son derece esnek, gerektiğinde çok cesur adımlar atabilen, ve bütün bunlara rağmen ve bunlar sayesinde programatik hedeflerini koruyan, güçlendiren bir politikacıdır. Buna karşılık, HADEP’te her şey zıddına döner. Politik ve taktik esneklik politik programsızlığa ya da kişiliksizliğe; programatik sağlamlık adına yapılanlar da bir dar görüşlü milliyetçiliğe dönüşür. Örneğin, HADEP hala şu Türkiye partisi olma meselesini anlayamaz ve çözemez. Biz Türkiye partisiyiz diyor. Halbuki bu denilmez, yapılır. Tıpkı iyi bir sanat eserinde gerçek fikrin doğrudan ifade edilmemesi gibi. HADEP bir Kürt partisi olarak Türkiye politikası yapmayı beceremiyor. Biraz da bu nedenle barajı aşamıyor ve diğer partiler onu son anda baş vurulabilecek cepte keklik görmelerine çanak tutuyor ve bu da onun tıkıldığı gettonun duvarları dışına çıkmasını engelliyor. Ama bütün bunların nedeni, Kürt burjuvazisinin sınıfsal eğilimlerinin, dar görüşlülüklerinin, korkularının HADEP’e çok yoğunlaşmış olarak yansımasıdır. KADEK ve HADEP arasında şöyle bir zıtlık var. PKK’da üstte yaratıcılık, alta indikçe kabızlık artar. HADEP’te ise, altta yaratıcılık, üstlere çıktıkça kabızlık artar. Bunun aşılmasının bir tek yolu var. Kürt hareketini sırtlayan kadınların, HADEP’in yönetimine gelmesi. Lenin, ölümüne yakın, bürokratlaşmayı görünce, en azından bir tutamak noktası sağlamak, bir soluklanma ve zaman kazanma sağlar düşüncesiyle, merkez komitesine yüz kadar hiç politikaya bulaşmamış işçi almaktan söz ediyordu. İşte HADEP’in ihtiyacı olan da böyle bir şey, zılgıt çeken, hareketin yükünü taşıyan kadınları öyle göstermelik oranlarla, sembolik organlara değil, bütün yönetim organlarına getirmeli. Bu hem burjuvazinin yol açtığı kabızlığa son verir, hem de barajın aşılmasının yolunu açar. O zaman Türkiye kadınlarına da mesaj veren bir Kürt partisi olur. Kolombun yumurtası gibi, bu kadar basit. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir 13 Ağustos 2002 Salı *

82


HADEP’e Açık Mektup Bu gün Türkiye’de etki yapmak, genç ve modern kesimlerin ruhunda titreşimler yaratmak ancak sorunları, sıkıntıları, açmazları ve korkuları açıkça ortaya koyan bir yöntemle mümkün olabilir. Derviş’in genç kuşaklarda böyle bir etki yaratmasının nedeni, en azından böyle davranıyor izlenimi verebilmesinde yatar. HADEP ise diğer klasik partiler gibi davranıyor. O şarkın ezeli, “ağır ol da molla desinler” anlayışının dışına çıkamıyor. Örnek mi? HADEP’in bütün sözcüleri, HADEP’in tek başına seçim barajını aşacak güçte olduğundan söz ediyor. Eğer böyle ise izlenen politikalar ve taktikler buna uygun değil, yok eğer izlenen politika ve taktiklerin doğru olduğu düşünülüyorsa bu sözler gerçek durumu ve HADEP’lilerin gerçek kanaatlerini yansıtmıyor. Bu durumda da HADEP’in üslup olarak diğer partilerden hiç bir farkı kalmıyor. Şimdi bir de tersini düşünelim. HADEP yöneticilerinin açıkça, “Maalesef tek başımıza barajı aşmamız çok zor. Bu durumdan kurtulmak için, bu anti demokratik seçim yasasının barajını aşmak için yollar arıyoruz. Ama bütün partiler bizi dışlıyor ve bizimle bir arada olmaktan korkuyor. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde millet vekillerinin, “Şeytan da oluruz, Bolşevik de” demeleri gibi, biz de, önümüze konan bu anti demokratik engeli aşmak ve koyanları yenilgiye uğratabilmek için şeytanla bile iş birliği yapmaya hazırız” tarzında konuştuklarını var sayalım. Bu takdirde, hem içtenlikle sorunlar ve korkular ortaya koyulmuş olur, hem de yapılanlar ile söylenenler uygun olur. Ama en önemlisi, bu, Türkiye’nin boğucu bezirgan politika ortamına, onun çok yabancı olduğu içtenliği getirir ve değişik bir soluk olur. Ancak o zaman HADEP batının şehirli modern sınıflarının, şimdiki HADEP ve diğer partiler gibi davranan ana babalarının içtenliksizliğinden tiksinen genç kuşaklarının ruhunda bir titreşim yaratabilir. Ancak o zaman HADEP olmaya çalıştığı, “Türkiye Partisi” olma yolunda gerçek bir adım atabilir. Niçin inanmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Siz de biliyorsunuz ki, HADEP için en büyük sorun, barajın altında kalma korkusudur. Ne derseniz deyin, bütün taktiklerinize bu kaygı damgasını vurmaktadır. İnsanlar da aptal değil bunu herkes de görüyor ayrıca. İşin kötüsü, kendi aranızda sizde böyle konuşuyorsunuz. O zaman bu parçalanmış bir kişiliğin şizofrenik ruh hali olmuyor mu? Siz de biliyorsunuz ki, HADEP bir türlü, Batı’da yaşayan modern kuşaklara ve orada yaşayan Kürtlere yeterince ulaşamıyor. Siz de biliyorsunuz ki, yüzde on barajını aşamaması ve Meclis’e girememesi Kürt hareketi için ciddi bir moral kaybına yol açabilecektir. Bunları açıkça söyleseniz ne kaybedersiniz? Siz ise gerçek kaygılarınızdan değil, İktidara gelmekten söz ediyorsunuz. Ayıp. Kendi sözlerinizi siz ciddiye almıyorsunuz veya ciddiye alacağınız sözler söylemiyorsanız, sizi kimsenin ciddiye almasını bekleyebilir misiniz? Bu tür palavralarla taraftarlarınıza mücadele morali mi verdiğinizi düşünüyorsunuz? İnsanlar aptal mı? Bir zamanlar Aybar’ın “Başa güreşeceğiz” palavraları gibi, iktidar palavralarına insanlar değer verir mi sanıyorsunuz? Yapabileceğiniz ve söylemeniz gereken, iktidar palavraları atmak değil, mütevazı bir hedef, örneğin “ezilenlerin ve demokratik güçlerin, muhalefetin sesini parlamentoya taşımayı 83


hedeflediğiniz, iktidar hayalleri görmediğiniz”dir. Böyle açık konuşursanız, başka bir örnek sunmuş, en azından kendinize ve halka karşı dürüst davranmış olursunuz. Her sözünüze “barış ve demokrasi güçlerinin birliği”, “ilkelerde birlik” gibi sözlerle başlıyorsunuz. Ne demektir bunlar? “Barış ve Demokrasi” gibi, “Emekten Yana” gibi, her biri muz gibi söyleyenin niyetine göre değişen kavramlarla politik ittifaklar kurulabilir ve politika yapılabilir mi? En kanlı savaşların barış bayrağıyla yapıldığı kimse için bir sır değilken, bu kırk yıllık yavanlık ve sıradanlıkları tekrarlayarak mı politika yapacaksınız? Türkiyeli sosyalistlerin yıllardır tekrarladıkları en büyük saçmalıklardan biri olan “ilkelerde birlik” sözünden başka onlardan alacak şey mi bulamadınız? “İlkelerde birlik”le hiç bir birlik kurulamaz, ancak sektler kurulabilir. Bırakalım ittifakları bir yana, modern partiler bile ilkeler ile değil, somut yapılacak işler planı olan programlar temelinde kurulabilir. Modern toplumda birlikler ve ittifaklar somut hedefler, yapılacak işler temelinde kurulabilir. “İlkelerde Birlik” her zaman somut hedefler üzerine bir ittifak kurmaktan kaçışın parolasıdır. Aslında siz de, o “ilkelerde birlik” lafını ağzından düşürmeyen Türk sosyalistler de, yıllardır nesir konuştuğunu bilmeyen Molliere’in kahramanı gibi, fiilen böyle davranırlar. Saadet partisi ile seçim görüşmeleri, tam anlamıyla bundan başka nedir ki? Barajı aşma somut hedefinde bir ittifak. Böylece şu netameli konuya geliyoruz. Saadet ile seçimde barajı aşmak için ittifak. İlke düzeyinde buna elbette itiraz edilemez. Sorun bunun gerçekten, Kürtlerin ve ezilenlerin mücadelesine, hizmet edip etmediği, mücadele azmini ve moralini güçlendirip güçlendirmediğidir. Eğer baştan, yukarıda ifade edildiği türden bir açık politika yapılsaydı, bu açık politika çerçevesinde açıkça, bizi tecrit etmek ve oylarımızı zebil etmek isteyenlerin oyunlarını bozmak için şeytanla bile işbirliğine hazırız denilseydi, gizli kapaklı değil, kamu oyu önünde, açıktan, teklif yapılsaydı, bu takdirde böyle bir teklif mücadele moralini bozmak bir yana kamçılar, hatta bizzat Saadetin çalkalanmasına kadar gidebilirdi. Ama siz ne yapıyorsunuz? Bir yandan ilkeler sözlerini ağzınızdan düşünmüyorsunuz. Diğer yandan gizlice Saadetle görüşüyorsunuz. Bu gizliliğin kendisinin bile, sizin için nasıl bir tuzak olduğunu anlamak ve görmek istemiyorsunuz. İşte bir gazete ifşa ediverdi. Sizin açıkça yaptığınız takdirde size puan kazandıracak bir girişim, birden bire sanki gizli bir günahınız ve gazetenin yaptığı da kamu oyunu aldatılmaktan kurtarmak oluverdi. Elbette Saadetle bile seçim ittifakı yapılabilir. İttifakların biricik ilkesi, ilkelerin değil somut çıkarların ve hedeflerin geçerli olduğudur. O zaman da, her ittifakın götürdükleri ve getirdiklerini hesaplamak gerekir. Ama bundan da önemlisi, ittifak girişiminin başarılı ya da başarısız olması durumunda da, sizin güçlenmenizi sağlayacak bir politik çizgidir yukarıda ifade edilen türden. Saadetle görüşmeler neye yaradı? HADEP saflarında kafa karışıklığına yol açtı. HADEP’e bin bir korkusunu yenerek yaklaşmaya başlayanların tekrar uzaklaşmalarına; HADEP’in destekleyicileri arasında hiç de az olmayan sosyalist ve Alevi bir çok kişinin kırgınlığına ve burukluğuna. 84


Bu biçim ve koşullarda, Saadetle bir seçim ittifakının, götüreceklerinin getireceklerinden az olmayabileceği hesaplanmalıdır. Saadetle ittifak, elbette Meclis’e adam sokmayı başardığı takdirde, Kürtler arasında belli bir moral yükselişine yol açabilir. Bir çok insan içine sinmese de bu ittifaktan dolayı, HADEP’ten yüz çevirmeyebilir. Ama bir çoğu da çevirecektir. Özellikle sol ve Alevi güçlerin desteğinin azalması ve yitirilmesi de olacaktır. Oyları etkilemese bile coşkuyu kıracaktır. Burada sorun kayıpların kazançları karşılayıp karşılamayacağıdır. Ancak biraz daha yakından bakınca, bu gün izlenen politikayla ve stille, kayıplarının kazançlarından fazla olduğu görülür. Hatta bu ittifakın, barajı aşma amacına bile hizmet edeceği şüphelidir. Çünkü moral etkenleri bir yana bırakalım, sadece HADEP tarafından kayıp oylar ve güçler olmayacaktır, Saadet tarafında daha büyük kayıp olur. Saadetin, önemli bir seçmen kitlesi, HADEP ile ittifak durumunda, AKP veya MHP’yi desteklemeyi tercih eder. Onların ikinci bir alternatifleri var, ama HADEP’i destekleyenlerin yok. Saadetin tabanındaki direnç, HADEP’inkinden de büyük olacaktır. Bu şu demektir, yüzde dört saadet oyu için yapılan ittifak, saadetten yüzde iki oy gelmesine, HADEP’in de yüzde bir civarında oy kaybetmesine yol açabilir. Böylece, yüzde birlik bir artış da meclise girmeye izin vermeyebilir. Bu takdirde, meclise girmeden beklenen moral kazancı da olmayacağından, çok daha büyük zararlara yol açar. Attığın taş ürküttüğün kuşa deymez. Tekrar ediyoruz, bu günkünden başka, içtenlikli bir stille, Saadet ile seçim ittifakı girişimi, bu ittifakın kurulması veya kurulmaması halinde HADEP’in güçlenmesine de hizmet edebilir. Ama bu yukarıda anlatılan stille mümkün olabilir. Zaaflarını, korkularını, kaygılarını planlarını açıkça ortaya koyan bir politika stiliyle. Ancak bütün bunlara gerek yok. HADEP son derece kolay olarak, tecrit çemberini kırıp bu engeli aşabilir. Seçim barajını aşamasa bile, bu takdirde mücadele azmi ve moralinde bir gerileme değil, yükselme sağlar. HADEP kapatıldığı gettonun duvarlarını parçalamak zorundadır. Bütün vuruşunu bu noktaya yapmalıdır. Bu yapılması gerekenler somut olarak şöyledir. Sol ve sosyalistlerle ilkelerde birlik olanaksızdır. Zaten denildiği gibi, ilkelerde birlik, somut hedeflerde ittifaktan kaçışı meşru gösterme aracından başka bir şey değildir. Onlarla programatik olarak da bir çok bakımdan zordur ittifak yapmak. Tipik örnek olarak Avrupa Birliği gösterilebilir. Öncelikler de farklıdır. Sosyalistlerinki örneğin IMF’dir, HADEP’inki demokratikleşme. İMF ile ancak demokratikleşme aracılığıyla mücadele edileceği, ana halkanın bu olduğu gibi sorunlar ise, ittifaklar değil, ideoloji alanına girerler, bu tür tartışmaların bu bağlamda bir anlamı yoktur. Ya da sosyalistler Egemen ulusun sosyalistleridir, onların Kürt halkının çektiklerini anlaması ve aynı hassasiyetle yaklaşması düşünülemez. HADEP her şeyden önce bütün bunları veri kabul etmelidir. yani bu öncelikleri, hassasiyetleri, programı farklı oldukça da şoven; “ilkelerde birlik” diyerek örneğin somut bir barajı aşma ittifakından kaçan Türk sosyalistlerini, nasıl köşeye sıkıştırıp, onları kendisiyle bir seçim ittifakına zorlayacağını planlamalıdır. Sorun bunların oyu kadar, bu sosyalistler 85


aracılığıyla gettonun duvarlarının parçalanması kadar, sosyalistlerin kaçış yollarının tıkanmasıdır. Bu hedefe ulaşmak için HADEP’in yapması gereken, geç kaldığı ama hala yapabileceği şudur: bütün bu sol ve sosyalist parti ve gruplardan ağırlığı olan veya kamu oyunun tanıdığı kişileri, kendi listelerinden, Özellikle Türkiye’nin Batı’sındaki şehirlerden, onlardan hiç bir angajman beklemeden Bağımsız aday olarak göstermek. Somut yazalım, bir kaç sembolik isim verelim. ÖDP’den Ufuk Uras, Oğuzhan Müftüoğlu, Saruhan Oluç, EMEP’ten Levent Tüzel, Aydın Çubukçu, diğer Parti ve eğilimlerden veya bağımsızlardan Haluk Gerger, Doğan Tarkan, Ertuğrul Kürkçü, Eşber Yağmurdereli, Metin Çulhaoğlu, Mihri Belli, veya bu parti ve grupların kendilerinin önerebileceği isimleri, İnsan Hakları alanından Eren Keskin, Akın Birdal, Hüsnü Öndül, Pınar Selek; hatta Saadet Partisinden Bekaroğlu; SHP’den Fikri Sağlar gibi daha bir çoğu sıralanabilecek isimleri, hiç bir karşılık beklemeden Batı’nın büyük şehirlerinden, veya bulundukları şehirlerden ön sıralarda bağımsız adaylar olarak gösterip, bunların Meclis’te kendi seslerini duyurmaları için kapı açacağını, bu kişilerin cevabını beklemeden, ve onlarla önceden özel görüşmeler yapmadan, (çünkü o zaman bunların baştan yolları kapama olanakları olur, onlara kaçacak delik bırakmamak gerekir, HADEP şimdiye kadar hep kaçacak delik bıraktı) açıkça kamu oyu önünde ilan edip, onları teklifine cevap vermeye çağırmalıdır. Onlardan programatik, politik ve ideolojik hiç bir talebi olmadığını, sadece listelerinden bağımsız aday olarak göstermek istediğini, bu değerli insanların Meclis’e taşınmasına aracı olmak istediğini açıkça belirtmelidir. Bu listeye elbette Orhan Pamuk’tan, Yaşar Kemal’e, Ahmet Altan’dan, Etyen Mahçupyan’a kadar bir çok isim eklenebilir. Bu yapıldığı takdirde kimsenin kaçacak bir yeri kalmaz. Kaçtıkları takdirde kendileri kaybederler, onlara yönelik sempati HADEP’e akar. Kaçmazlarsa güç verirler. Ancak bu takdirde, ve bu derhal yapıldığı takdirde, Türkiye’nin şehirli, modern batılı nüfusunda bir yankı yaratılabilir ve gettonun duvarlarında çatlaklar oluşturulabilir. İşçi sınıfı maalesef şimdi AKP’nin, yani Politik İslam’ı bayrak yapmış burjuvazinin peşinde, ona kısa vadede ulaşılamaz. Ama bu şehir orta sınıfları sarsılabilir. Acil yapılması gereken budur. İkinci olarak eski önerimizi tekrarlayacağız. Kadınların bütün organlarda çoğunluğa getirilmesi önerisi. Bunu yapmıyorsanız, hiç olmazsa, adaylarınızın en az yarısını kadınlardan seçin. Ama öyle kıytırık, göstermelik yerlerde değil, seçilme garantisi ve olasılığı olan yerlerde. O zaman sadece Türkiye’deki kadınlar sarsılmayacak, HADEP’e de bambaşka bir dinamizm gelecektir. Unutmayın, şu ana kadar iki gazeteci HADEP’e oy verebileceğini söyledi. Bunların ikisinin de kadın olması bir rastlantı değildir. Bunları yaptığınız takdirde, yüzde on barajını aşamasanız bile, bu Türkiye’deki ezilenlerin moralini ve mücadele azmini güçlendirir. Önemli olan da budur. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 27 Ağustos 2002 Salı 86


*

Coşku Duymayandan Kuşku Duy! Tarihteki bütün önemli değişiklikler, milyonlarca insanın girişim, enerji ve iradi çabalarının belli bir noktada yoğunlaşmasıyla gerçekleşir. Bir sistem ne kadar çürürse çürüsün; bir gelişme ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın, geniş kitlelerin fedakarlıkları, iradi çabaları, coşkuları, enerjileri harekete geçmeden hiçbir değişiklik gerçekleşmez. Olaylara daha yakından bakıldığında, insanların fedakarlıklarının, iradi çabalarının, coşkularının da genellikle tam da çürüyen sistemlere karşı olgunlaşan bir gelişmenin ortaya çıktığı zamanlarda yükseldiği görülür. Ve insanlardaki fedakarlığın, iradi çabaların, coşkuların yükselişi de bir sistemin çürüdüğünün, yeni bir gelişmenin olgunlaştığının ifadesinden başka bir şey değildir. DEHAP çatısı altında oluşan Blok bunun en güzel ve tipik örneği. Yıllardır bir araya gelememiş, birbirine yakın olsa bile, birbirinden uzak düşmüş eğilimler ilk kez bir araya gelebildiler. Bu bir araya geliş, sistemi değiştirmek için bir iradi çabanın, bir fedakarlık ve coşkunun harekete geçmesi olduğu kadar; bir sistemin artık iyice çürüdüğünün ve onun içinde yeni olanın artık iyice olgunlaştığının da ifadesi ve bu nesnel toplumsal eğilimin politik yansımasıdır. Bu sorun elbette daha kategorik düzeyde, öznel olanla nesnel olanın ilişkisidir. Öznel iradi çabaların bile son duruşmada nesnel eğilmelerin ifadesi ve yansıması olduğu önermesinden hiç de hiçbir şey yapmamak gerektiği gibi bir sonuç çıkmaz. Bir zamanlar Engels’in de dikkati çektiği gibi, tarihte en büyük iradi çabaları en kaderci ve determinist tarikatlar (örneğin Hıristiyanlıkta Kalvinizm, İslam’da Kaderiye) göstermiştir. Benzer şekilde, modern tarihte, maddi üretim hayatının son duruşmada her şeyi belirlediğini söyleyen Marksistler, insanlığın son iki yüz yıllık tarihinde en büyük fedakarlıkları, en büyük coşkunluğu ve iradi çabaları göstermişlerdir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bütün önemli toplumsal gelişmeler, modern çağın kadercileri olan kendini sosyalist olarak tanımlayan milyonlarca ve milyonlarca militanın ve sempatizanın enerjisi, coşkusu fedakarlıkları olmadan tasavvur bile edilemez. Neden böyledir? Çünkü bir coşku, bir fedakarlık, bir iradi çaba, her şeyden önce, sınıf mücadelesi içinde bir tavırdır; sınıfsal bir konumlanıştır; sınıf mücadelesinin bir aracı ve yoludur. Bu en iyi son olarak Bloğun yarattığı heyecanlarda görülebilir. Blok, ÖDP ve SHP’nin utanç verici ve hiç de sürpriz olmayan tavırlarına rağmen, büyük bir enerji, coşku ve iradi çabayı harekete geçirmiş bulunuyor. Ama aynı zamanda, bu çaba, enerji ve coşkuya karşı bir küçümseme, alay, sanki hiç böyle bir şey yokmuş gibi bu canlılığı görmezden gelme eğilimi görülüyor. Hayır, bunu sadece karşı tarafta veya örneğin ÖDP’lilerde görmüyoruz, bizzat bu Bloğu destekleyen parti ve eğilimlerin içinde de görüyoruz. Çünkü bu parti ve eğilimler de kendi içinde farklı eğilim ve çıkarları barındırırlar ve onların arasında bir çatışma söz konusudur.

87


Geçenlerde başıma gelen çok ilginç bir olaydan yola çıkayım. Hamburg Halk Evi’nde, Bloğu desteklemek üzere toplanmıştık. Toplantı yapıldığı saatlerde, Türkiye’den ÖDP’nin de bloğa katıldığına dair haberler geliyordu. “Sen, ben bizim oğlan”dan ibaret katılımcılar olarak hepimiz heyecanlanmış ve şimdi bir girişimde bulunmanın doğru olmayacağı; bloğu destekleyen parti ve örgütler ve bunun da harekete geçireceği daha geniş çevrelerle bir sonraki hafta çok daha geniş güç ve olanaklarla toplanmanın daha doğru olacağı sonucuna ulaşmış, heyecanla toplantıdan dağılmıştık. Bir çorba içmek üzere genellikle Kürtlerin gittiği bir lokantaya uğramıştım. Orada tesadüfen gördüğüm bir iki Kürt tanıdığa sevinçle bloğun oluştuğunu söylediğimde, aynı sevinci beklerken, onların sevinmek yerine sinirli bir şekilde “İyi olmadı, Türk soluyla bir şey olmaz, şimdi Kürtlere daha çok baskı olacak. ANAP veya Saadetle olsaydı Kürtler Meclise girebilirdi veya bağımsız adaylarıyla” itirazlarıyla karşılaşınca şaşırmış ve donup kalmıştım. Aslında şaşacak bir şey yok, Kürt hareketinin Türk sosyalistleriyle yaptığı bu ittifaktan rahatsızlık duyan veya zerrece bir coşkunluk göstermek bir yana, içten içe veya açıktan memnuniyetsizliğini açığa vuran Kürt burjuvazisinin eğilimleri, Özgür Politika’ya yazan bir çok yazarın satır aralarında veya açıktan görülebilir. Bu bloğun başarısız olması, örneğin barajın altında kalması, sonra da “Bakın biz dememiş miydik, Türk soluyla ittifak yanlıştır bize hiçbir şey kazandırmaz” diyerek, Kürt hareketi içindeki yoksulların radikal ve demokrat eğilimlerini baskı altına alıp kenara itmeye ve hareketin içindeki ağırlığını arttırmaya çalışan çok ciddi bir burjuva eğilim vardır. Kürt burjuvazisi, cılız ve korkak olduğu için Kürt ulusal hareketinin önderliğini ele geçirememiştir, bunun yerine önderliği, devrimci demokrat plebiyen ve yoksul tabakalara ve bunların eğilimlerinin temsilcisi PKK – KADEK çizgisine kaptırmıştır. Ancak bu durumdan son derece rahatsızdır. Bilmektedir ki, etkisi ve prestiji nedeniyle bu çizgiye açıktan karşı çıkması tümüyle tecridine yol açar. Bu durumda, onun bayrağı altında, sinsice sabotajlarla, ayak sürümeleriyle, engellemelerle, saptırmalarla uzun vadeli, kendisine sıranın gelmesini bekleyen bir strateji izlemektedir. Bloğun başarısızlığına içten içe sevinecek ve timsah gözyaşları dökecekler onlardır. Dolayısıyla bloğun başarısı için çalışmak, çabalamak, coşkunluk duymak ve bu coşkunluğu başkalarına bulaştırmaya çalışmak bir sınıf mücadelesi konusudur aynı zamanda. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, susmak, zerrece heyecan duymamak; blok konusunda bir satır yazmamak ve insanları bu bloğun başarısı için harekete geçirmeye çalışmamak da başka bir sınıfın mücadele stratejisidir. Her kim ki, bu gün, Bloğun oluşmasından dolayı bir coşkunluk duymuyor ve bu içindeki coşkunluğun salgın hastalık gibi başkalarına bulaşması için çalışmıyorsa; her kim ki bu gün, bu bloğun tarihsel ve politik önemini küçümsüyorsa; her kim ki bütün enerjisini ortaya koymuyor ve insanları böyle davranmaya çalışmıyorsa, o demokrasiyle sosyalizmin bu sembolik ittifakının başarısından rahatsız olan, bunu açığa vurmaktan korkan bir burjuvadır. Bu ittifakın başarısı, sadece Genel Kurmay ve Türkiye’nin egemenleri için değil; sadece Kürtlerin haklarını kabul eden ama onları kendilerine bazı haklar bahşedilebilecek bir nesne olarak gören ırkçı Türk “sol”cuları için değil, Türk ezilenlerine bıkmadan el uzatan 88


demokratik Kürt hareketinin bu tavrından hep rahatsızlık duyan, gönlü Emperyalistler ve onların Türk burjuvazisi içindeki paralelleriyle işbirliklerinde olan; onlarla bir işbirliğinin Kürtlerin ulus olarak ezilmesinin sonunu getireceği hayalini yayan Kürt burjuvazisi için de ağır bir darbe olacaktır. Her kim ki, Bloğun barajı aşabileceği başarısından kuşku duyarak insanların enerji ve girişim çabalarını öldürmeye kalkar, her kim ki, barajı aşmasa bile bu bloğun oluşumunun tarihsel anlamını küçük görür o bir bozguncudur. Coşku duymayandan kuşku duy!.. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 24 Eylül 2002 Salı *

Bloğun Gücü ve Güçsüzlüğü Bayrakların toplumsal ve politik işlevleriyle onların içerikleri arasında hiçbir doğrudan ilişki yoktur. Bunun en klasikleşmiş örneği, Sri Lanka’nın Kürtleri olan Tamillerin ulusal baskıya karşı mücadelelerinin öncüsü olan “Tamil Kaplanları”nın adının ve bayrağının, o sıra tesadüfen ellerinde bulunan bir kibrit kutusunun kapağındaki resimden alınmış olmasıdır. O kaplan resmi yerine başka bir resim olsaydı Tamil halkı daha az direniş ve cesaret göstermezdi. Bir bayrağın üzerindeki renkler, şekiller veya o renk ve şekillerin üzerinde yer aldığı maddenin cinsi ile (pamuktan bir bez parçası, atlas veya kağıt) ile o bayrağa sahiplenen kitlenin özlemleri ve varoluş nedenleri arasında hiçbir doğrudan ilişki olmadığının kanıtıdır bu. Bunun bir başka klasik örneğini de dünyanın ilk modern partisi olan, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi sunar. Alman işçi hareketi içindeki Marksist ve Lassalcıların, daha sonra Marks’ın kenarına düştüğü notlar nedeniyle meşhur olan, Gotha’daki birleşme kongresinde kabul edilen program, sosyalist teori açısından akıl almaz yanlışlarla doludur. Ama bir program da aynı zamanda çoğu kez bir bayraktır. Alman İşçileri onu programdan ziyade bir bayrak olarak almış ve onda, içinde yazılanları değil gönlünde yatanları görmüştür. Bayrak olarak bir işlev gördüğü sürece onun içeriğinin önemi olmaması ve Alman işçileri onda gerçek yazılanları değil özlemlerini gördüğü için, Marks onca yıl o programa sesini çıkarmamıştır. Bloğa gelirsek, aynı durum söz konusudur. Bloğun programı bir yığın yuvarlak ve hamasi sözlerle doludur. Bloğu oluşturan örgütlerin programdan anladıkları da farklıdır. Bir sosyalist Blok destekçisi örneğin Avrupa Birliği’ne karşı mücadele için Bloğu önerirken bir başka Blok bileşeni pek ala Avrupa birliğine girmek için bloğu önerebilmektedir. Aslında ikisi de, bloğun gerçek programı olması gereken Demokratik Cumhuriyet programından uzaktır. Bloğun Türk sosyalist kesimi ekonomisttir. Yani işçilerin sorunları üzerinde, IMF özerinde yoğunlaşmayı, Avrupa’ya Hayır demeyi, emperyalizmden söz etmeyi sosyalistlik ve sınıfçılık zannetmektedirler. Bu nedenle, Avrupa’ya veya IMF’ye karşı direnebilmek için, önce bu 89


pahalı, baskıcı bürokratik devlet cihazının parçalanması ve onun yerine gerçek iktidarın halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olduğu, bürokratik, baskıcı ve militer olmayan bir devlet cihazına geçilmesi, sorununu es geçmekte, sanki bu mecliste bir çoğunluk olunsa, iktidara da sahip olunabileceği hayali yaymaktadırlar. Meclisteki bir çoğunluğun, bu günkü pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazının tasfiyesi için sadece güçlü bir mevzi kazanmak, belki de ikili bir iktidar durumu yaratmak anlamına geleceği gerçeğini görmezden gelmekte ve sahte hayaller yaymaktadırlar. Bloğun Kürt Ulusal hareketi kanadında da işler daha iyi değildir. Legal ve parlamenter mücadelede, Kürt burjuvazisinin artan ağırlığı ve daha güçlü damgası nedeniyle, Demokratik Cumhuriyet, Kürtlerin kurtuluşunun da bir yan ürün olduğu stratejik bir hedef veya program değil, içi boşalmış, var olan devlet sistemi içinde, güç dengelerinin el verdiği kimi demokratik görünümlü küçük reform ve uygulamalar anlamını kazanır. Türk ezilenlerini çekebilecek ne bir program ne de sloganlar geliştirilebilir. Tabii böyle anlayışlar ortamında çıkacak programın doğru olması elbette beklenemez. Ama yukarıda da belirtildiği gibi, bunun hiçbir önemi de yoktur bu gün için. Bu gün bloğu destekleyenler o programda yazılanların gerçek anlamından dolayı değil, bloğun kendisi özlemlerini yansıtan bir bayrak olduğu için destekliyorlar. Çok daha doğru bir programın, daha büyük fedakarlıkları ve coşkunluğu harekete geçirebileceğini kimse söyleyemez. Ancak, burada ortaya çıkan çok özgül bir durumdan da söz etmek gerekiyor. Gerek bloğu oluşturan taraflar, gerek programları, eksiyle eksinin çarpımının artı olması gibi, tek başlarına eksi değerler ifade ederlerken bir araya geldiklerinde, toplamları bir artı değeri ortaya çıkarmaktadır. Kürt hareketinin demokrasi özlemleri ve vurgusu, solun ekonomizmini nötralize etmekte, ekonomist Türk sosyalistlerin vurguları da, Kürt hareketine damgasını vuran ulusal dar görüşlülüğü nötralize etme işlevi görmektedir. Böylece, ortaya, Türk ezilenlerin sorunlarını sorun eden Kürt Ulusal hareketi; Kürt halkının uğradığı ulusal baskıya direnen Türk emekçi ve sosyalistleri sonucu bloğun tümlüğü içinde ortaya çıkmaktadır. Bloğun büyük tarihsel ve sosyolojik anlamı tam da buradadır. Bu mekanizma aracılığıyla Blok, farkına varmadan, onlarca yılda başarılabilecek bir siyasi eğitimi, pratikte ve miting alanlarında fiilen başarmakta, Ezilen Kürt ulusunu Türk ezilenlerinin; Türk ezilenlerini ezilen Kürt ulusunun sorunları ve hassasiyetleri konusunda eğitmektedir. Bu eğitim sadece kitlelerde değil, tarafların konuşmacılarının kavramlarındaki değişmelerde de görülebilir. Hep Kürt emekçilerinden söz edenler, bir ulusun adeta seçim gösterileri biçiminde yansıyan ayaklanmasıyla yüz yüze geldikçe Kürtlerden söz etmeye başlamışlardır. İşte yığınların pratik içindeki eğitimi denen şey tam da budur. Bu muazzam patlayıcı bir bileşimdir. Hani nasıl astrolojide yıldızların belli dizilişleri büyük mucizelerin veya olayların habercisi olarak görülürse, sosyolojide güçlerin bu tür dizilişleri daima büyük hareketlenmelerin ve değişimlerin habercisi olarak kabul edilebilir. Bloğun programı gibi, onu oluşturan örgütler ve adaylar konusunda da programdakine benzer bir durum geçerlidir. Bir örgüt olarak işlevleri bakımından, bloğu oluşturan örgütlerin, yaratıcılığı ve girişim yeteneğini geliştirmeleri bir yana ona çoğu kez engel oldukları, iticilikleri kimse için bir sır değil. Ve her gün duyduğumuz, gördüğümüz bir yığın pratik 90


olayda bunun örnekleriyle de karşılaşılır. Ama burada da onların bu işlevleri değil, bayrak olarak işlevleri söz konusudur. Burada da olumsuzlukların olumluluklara yol açması mekanizmasıyla karşılaşıyoruz. Bloğun aceleyle kurulmuş olması, ekonomizmin ve ulusal dar görüşlülüğün egemen olduğu bir güçlü örgütsel mekanizmanın oluşumunu engellemiş bulunuyor; bu sayede girişim ve yaratıcılık yeteneği kendini açığa vurabilecek kanallar buluyor ve bu eksikliğin kendisi bu girişim ve yaratıcılık yeteneğinin harekete geçmesini zorluyor. Böylece var olan örgütler, hem bir bayrak işlevi görürken, henüz kalın bir kabuk olmaya fırsat bulamamış yapılarıyla tıpkı yağmurun oluşması için, havadaki toz ve bakterilerin tohum işlevi görmesi gibi, girişim ve yaratıcılığın potansiyellerinin gerçekleşmesi için olumsuzluklarını gideren bir işlev görmektedirler. Adaylar için de aynı şeyler söylenebilir. Onlar da birer bayraktırlar. Nasıl bayrakların nitelik ve içerikleriyle bayrak olarak işlevleri arasında doğrudan bir ilişki bulunmuyorsa, adayların insan ve politikacı olarak kaliteleri ile onların bu gün gördükleri bayrak olarak işlevleri arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Elimizdeki ucuz bir pamuklu veya atlas olmuş; rengi veya şekli buymuş, şu an önemli değil, bayrak olarak, bir hareketin kendini tanımlaması ve etrafında toplanmasını işlevini görüyorsa, şimdilik sorun yok demektir. Özetle, bloğun gerçek gücünü onun güçsüzlükleri yaratmaktadır. Blok eksi değerlerden artı değerler çıkaran bir mekanizmayı harekete geçirmiştir, ya da daha doğrusu, eksilerden artı çıkarmanın politik biçimi olmuştur Blok. Unutmayalım, Blok eğer barajı aşarsa, bunu doğru programı, girişim yeteneğini besleyen örgütleri veya karizmatik adayları olduğu için değil, programının yuvarlaklığı; oluşturan partilerin kabızlığı; adaylarının kalitesizliğine rağmen, kitlelerin yaratıcılığı ve girişim yeteneğiyle bunu başaracaktır. Ve sadece Programının yuvarlaklığı; örgütlerin kabızlığı; adaylarının ve konuşmalarının kalitesizliğine rağmen değil, tam da öyle olduğu için. Eksi değerleri artıya dönüştürme yeteneğinde olduğu için, ya da bu dönüşümün kendisi Blok anlamına geldiği için. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 22 Ekim 2002 Salı *

Ankara’ya Giden Yol İstanbul’dan Geçer Fransız Devrimi iki yüzyıldan fazla bir gecikmeyle Türkiye’ye geliyor. Ama bu geliş, Batı’dan değil, Doğu’dan, yani Kürdistan üzerinden, bir kuşatmayla gerçekleşiyor. “Avrupa’ya giden yol Diyarbakır’dan geçer” sözü, her ne kadar, Avrupa’nın Türkiye’yi içine alacağı ve bunun için de Türkiye’nin demokratikleşmesini istediği gibi bir sahte hayal yayarsa da, Avrupa sözcüğünde ifadesini bulan, Fransız Devriminden kaynaklanan demokratik

91


özlemlerin, özel savaş döneminin zorladığı Ezop diliyle kısa formülasyonu olarak, Fransız Devrimi’nin Türkiye’ye Kürdistan üzerinden girdiğini ve girebileceğini ifade eder. Son seçim dolayısıyla yapılan mitingleri olağan seçim mitingleri olarak anlamak, olan biteni hiç anlamamak olur. Bu mitingler demokratik karakterli devrimci bir kabarışın habercisidirler. Ve bu kabarış, İstanbul’dan ya da Batı’dan Doğu’ya doğru, Diyarbakır’a doğru değil; Diyarbakır’dan İstanbul’a doğru bir yol izlemektedir. (Ve bu tarihin yumağının tersinden sökülmesi gibi başka bir yazı konusu olabilecek ek sorunlara yol açmaktadır.) Kürdistan’daki kabarış, Batı’ya Batı’daki Kürtler aracılığıyla sızmaya, demokratik soluğunu duyurmaya başlıyor. Bu kabarış, bu seçimlerde, ham Kürdistan’daki Kürtlerin ezici çoğunluğunu birleştirmiştir hem de, Türkiye’nin Batı’sında yaşayan Kürtleri kendi bayrağı altında toplamıştır. İstanbul mitingi başta olmak üzere, Türkiye’nin Batı, Kuzey ve Güneyindeki mitinglerin kanıtladığı budur. Ne var ki, bu güç tek başına Türkiye’yi değiştirmeye yetmez. Türkiye’nin de çoğunluğunun bu bayrağın altına kazanılması gerekir. Kısaca Demokratik Cumhuriyet olarak ifade edilen yeni strateji bu çoğunluğu kazanmak için gerekli programatik temeli sağlamaktadır. Bu anlamda esas zor ve gerekli olan temel vardır. Sorun, ön yargıların nasıl yıkılıp, Türkiye vatandaşlarının çoğunluğunun bu gerçeği nasıl kavrayacağıdır. Bu seçimlerde Kürdistan’dan başlayan demokratik devrimci dalga, ilk kez, bizler gibi küçük ve tecrit olmuş marjinal grup ve kişiler dışında, yüzde on barajının zorlamasıyla da olsa, Türklere de ulaştı. Blok bu buluşmanın ifadesinden başka bir şey değildir. Yani Türk sosyalistlerin, aydınların DEHAP çatısı altında Kürt ulusal hareketiyle bir araya gelişleri ve onu desteklemeleri, özünde Kürt Ulusal Hareketinin Türkler içinde müttefikler bulmaya başlamasıdır. Bu bakımdan, niteliksel olarak köklü bir dönüşüm anlamına gelir. Bundan sonrası bu yeni nitelik çerçevesinde bir genişleme olacaktır. Ama batıdaki mitinglerin gösterdiği temel bir gerçek var. O mitinglere bütün damgasını ve ağırlığını vuran Kürtler. Örneğin, Morlar (Feminizm)ve Kızıllar (Sosyalizm), Sarı, Yeşil, Kırmızılar (Kürt Ulusal Hareketi) denizinde, küçük adacıklar olarak kalmaya devam ediyorlar. Eskiden hiç görülmezlerdi, şimdi ilk kez görülüyorlar. Bu nitel bir değişim, ama henüz geniş kitlelere ulaşmış değil. Avrupa’ya giden yol nasıl Diyarbakır’dan geçerse, yani Demokratik devrim ancak Kürt Ulusal Hareketine dayanarak ve onun özlemlerine cevap verilerek gerçekleşebilirse; Ankara’ya giden yol da, İstanbul’dan geçer. Yani Diyarbakır’da başlayan Demokratik Devrim diğer bir ifadeyle Kürt Ulusal Hareketi, ancak İstanbul üzerinden, yani batıdaki işçi sınıfı ve orta sınıfları kazanarak, Ankara’ya, yani iktidara gelebilir. Ve İstanbul, sadece Ankara’nın değil, bütün Orta Doğu ve Balkanların da anahtarıdır. İstanbul bu gün neyi konuşursa, Türkiye yarın onu konuşur. Türkiye bu gün neyi konuşursa, Orta Doğu ve Balkanlar onu konuşur. Bu Doğu Roma’dan beri Bizans ve Bizans’ın bir devamı olan Osmanlı’nın kanıtladığı bir gerçektir. Bölge, binlerce yıllık ortak tarihi ve coğrafyasıyla bir bütündür.

92


Eyüp Mitinginde en kötü tahminlerle 300 veya 350 bin kişi olduğu tahmin ediliyor. Birinci Parti olan AKP’nin Zeytinburnu’nda yaptığı mitinge 100 bin kişinin geldiği göz önüne alınırsa, kat edilen yolun ne olduğu daha iyi anlaşılır. 300 veya 350 bin katılımcı, her katılımcı en kötü olasılıkla iki oy olarak hesaplanırsa, en azından 600 veya 700 bin oy anlamına gelir ki, bu da iptal ve sayılmayan oylar ile yüzde on demektir. İstanbul’da yüzde on ise, Türkiye’de yüzde on olarak kabul edilebilir. Bu şu demektir: İstanbul, büyük bir olasılıkla Meclis’e girmenin yolunu açtı ama henüz iktidarın değil. Eğer yüzde on aşılamaz ise bu küçük bir farkla olacaktır. Özellikle İşçi sınıfı ve Aleviler henüz Blok’tan çok uzak duruyorlar. İşçi Sınıfı AKP’nin, Aleviler CHP’nin saflarında olmaya devam ediyor. Şehir Orta sınıfları ise, bloğun varlığından bile haberdar değil. Eğer blok, bir ay önce kurulabilseydi veya seçimlere daha bir ay olsaydı, Kürdistan’da başlayan devrimci kabarışın dalgaları İşçilere ve Alevilere, hatta şehir orta sınıflarına ulaşmış, oralardan ilk kopmalar sağlanmış olurdu. Hatta şu İstanbul mitingi bir hafta önce yapılmış olsaydı bile bu gün çok başka bir noktada olunabilirdi. Ya da Kadınlar bir veya iki yıl önce, o zamanlar defalarca önerdiğimiz gibi HADEP’in başına gelmiş olsalardı, şimdi bütün bu sorunlar aşılmış, ön yargılar yıkılmış olurdu. Şimdi sorun şu: şu bir kaç gün içinde ne yapmak gerekiyor? Karşı tarafın en zayıf yeri, Kadınlar ve Aleviler. Eğer hala Bloğun ve DEHAP’ın varlığın duymamış milyonlarca Alevi ve Kadına varlığı ve programı anlatılabilirse, çok kısa zamanda buradan büyük kopmalar sağlanabilir. Aleviler CHP’den son derece memnuniyetsizdir. Bu memnuniyetsizlik çeşitli Alevi ileri gelenlerinin açıklamalarında yankısını buldu, ama bu memnuniyetsizlik henüz DEHAP’a yönelme noktasına ulaşmış değil. DEHAP’ın Alevilerin uğradığı ayrımcılığa karşı programını ve DEHAP’ın varlığını bu geniş Alevi kitlelere ne yapıp edip ulaştırmak gerekiyor. Bu yapılabildiği takdirde bir iki gün içinde bütün dengeler alt üst olabilir. Kadınlar da öyle. DEHAP en çok kadın milletvekili adayı olmasına rağmen, (ki bizce yetersiz, en az yarısı olmalıydı), bu henüz Türkiye’nin kadınlarınca ve orta sınıflarınca bilinmiyor. Kadın adaylar, Kadın çalışmasıyla görevlendi ve kadınların gettosuna kapandı. Onlara sadece kadınların sorunları söz konusu olduğunda fikirleri soruldu. Bu en büyük yanlıştır. Bu tıpkı, Alman solcularının, yabancı üyelerini yabancılar içindeki çalışmayla görevlendirmeleri ve sadece yabancılar sorunu söz konusu olduğunda, kafalarını onlara çevirerek fikirlerini sormalarına benzer. (Bu durumu normal karşılayıp, isyan etmeyen ve yabancılar konusunda konuşmayı reddedip sadece Alman ve dünya politikası hakkında konuşmayı akıl edemeyen yabancıların suç ortaklığı da ayrı bir konu.) Biri nasıl en rafinesinden ırkçılıksa, (solcunun ırkçılığı da böyle olur); diğeri de en rafinesinden cins ayrımcılığıdır. Çok geç de olsa, ilk yapılması gereken, kadınların Bozlak, Tüzel, Abbasoğlu, Birdal’ların önüne geçmesi; onların kadınların gölgesinde kalmasıdır. Kadınların erkeklerin alanına el

93


atması kadın gettosundan çıkması gerekiyor. DEHAP ancak bu takdirde, diğer partilerden farklı olup, bunu geniş Türk kitlelerine ve kadınlarına hissettirebilir. İşçi hareketi nasıl işçilerle ilgilenmekten çıkıp, tüm toplumun sorunlarını sorun yaptığında gerçek bir işçi hareketi olabilirse; bir Ulusal hareket nasıl, bir ulusun sorunlarının dışına çıkıp, tüm toplumun demokratik özlemlerinin sözcüsü olmaya soyunduğu takdirde gerçekten bir Ulusal hareket olabilirse, Kadınlar da kadınların sorunları alanından çıkıp, tüm toplumun sorunlarını sorun ettiklerinde, yani kadınların gettosundan çıkabildiklerinde gerçek gerçekten bir kadın hareketi olabilirler. Ankara’ya giden yol İstanbul’dan geçiyorsa, İstanbul’un Anahtarı da kadınların ellerinde bulunuyor. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 29 Ekim 2002 Salı *

Barış Hareketi ve Kürtler Yazacak öyle çok konu var ki, insan hangi birini ele alacağını şaşırıyor. En iyisi bu sefer de, kısa kısa en önemli görünenlerine değinmek. Avrusya ve ABD arasındaki bloklaşma giderek net bir biçim alıyor. Bu gün Çin de Alman, Fransız, Rus pozisyonlarına yakınlığını bildirdi. Ancak bu bloklaşmanın ABD karşısında, en azından bir zamanların Sovyetler birliği kadar olsun bir denge oluşturma şansı oldukça az görünüyor. Elbette iktisadi güce; insan kaynaklarına, ülkelerin yüz ölçümlerine vs. bakıldığında Avrupa, Rusya ve Çin'in oluşturduğu Avrasya bloğu ABD ve Müttefiklerini fersah fersah geride bırakır. Ancak iktisadi büyüklükler otomatikman askeri bir büyüklüğe ve siyasi bir iradeye denk düşmez. ABD'nin üstünlüğü burada, zaten ABD tam da bu geçici üstünlüğünü pekiştirmek, bu üstün durumdan yararlanmak için bu savaşları başlatmış bulunuyor. Avrupa da ilerde daha kötü şartlarda kalacağını gördüğü için, hiç istemediği halde isyan bayrağını açmak zorunda kaldı. Ama bir çatışma bir kez başladı mı, o savaşın kendi dinamiği ve mantığı giderek belirleyici hale gelir. Şimdi ABD ile aynı amacı paylaşıp farklı yollar biçiminde görülen çatışma, bir süre sonra gerçek özü olan farklı amaçlar tarafından belirlenmeye başlar. Bir noktadan sonra da bu gün karşıda olanlarla fiili ve zorunlu ittifaklar gündeme gelir. Öyle görülüyor ki, bu çatışmanın iç dinamiğiyla, ABD bir süre sonra atom silahlarına baş vuracaktır. Karşı tarafı tümüyle etkisizleştirmek ve sindirmek için. * 94


Türkiye'deki barış hareketi kendini sadece ABD'nin Irak'a saldırısıyla sınırladı. Türk Ordusunun Kuzey Irak denilen Güney Kürdistan'a girmesine ise karşı çıkmayı aklından bile geçirmedi. Halbuki Türk Ordusu başından beri Irak'a karşı savaşa girmeyeceğini, "Irak'ın toprak bütünlüğünü korumak için" gireceğini açıkça söylüyor. Bunu gerçek olguların diline çevirirsek, Güney Kürdistan'daki ulaşılmış fiili otonomi ve bağımsızlığın siyasi bir biçim almasını engelemek için, yani Kürtleri ezmek onların kazançlarını yok etmek için oraya gireceğini açıkça söylüyor. Barış hareketi ise, sanki hiç böyle bir şey yokmuşçasına, sanki Türk ordusu da Irak'a karşı savaşa girecekmişçesine bir propaganda ve hareket yürütüyor. Barış hareket ve girişimlerine, tüm medyanın genel kurmayın kontrolu altında olduğu bir memlekette böyle çok yer verilmesinin anlamı da burada gizli. Çünkü böyle bir barış hareketi, tıpkı Gül hükümetinin diplomatik manevraları gibi, Genel Kurmay'ın ABD ile pazarlıkta fiyat yükseltmesinin araçlarından başka bir işlev görmemektedir. Halbuki barış hareketi ancak, Türk Ordusunun Kürdistan'a girmesine karşı çıkan; halen orada olan birliklerin çekilmesini ve Türkiye'de Kürtlerin tüm demokratik haklarının verilmesini talip eden bir çizgi izlese, barış hereketi olarak dünya çapındaki harekete kendi bulunduğu savaş mevziinden çok daha büyük katkıda bulunurdu. Genel Kurmayın bütün mantığı, Kürt bağımsızlığını veya otonomisini tehdit olarak görmesinde. Bu tehdit mantığına doğrudan saldırmayan her politika, tıpkı AKP'de olduğu gibi Genel Kurmaya teslim olamk zorundadır. O halde ABD'nin destek taleplerine hayır diyebilmenin koşulu, Kürtlerin özgürlük taleplerine destek vermektir. Ve ancak kendi ülkesindeki Kürtlere her türlü özgürlüğü verebilen bir rejim başka ülkelerdeki Kürtlerin haklarının gelişmesinde kendine bir tehdit değil bir destek görür. Kürtlerin otonomi veya bağımsızlığını düşman gören bir rejim ABD'nin isteklerine hayır diyemez. O halde demokratik bir cumhuriyet için, Kürtlerin özgürlükleri için mücadele, Türkiye'de savaş karşı mücadelenin yakalaması gereken ana halkadır. Ne yazık ki şu an Türkiye'de, ABD'nin Irak'a saldırısına karşı var ama, Genel Kurmay'ın Güney Kürdistan'ı işgaline karşı hiç bir hareket yok. Ayrıca Kürtlerin özgürlüğünde bir tehdit değil destek gören bir rejim sadece kendisi ABD'nin isteklerine daha güçlü direnmez, aynı zamanda Güney Kürdistan'daki Kürtlerin de ABD'ye karşı direnişlerinin yolunu açar. O zaman onların Türkiye ve Saddam korkusundan ABD'nin kanatları altına sığınmalarına gerek kalmaz. Türkiye ve Güney Kürdistan'daki Kürtlerin destek vermediği ve karşı çıktığı bir harekat ise ABD için göze alınamayacak büyük bir risk olurdu. İşte o zaman barış hareketi gerçekten barışa bir katkıda bulunabilirdi. Bu gerçek bağa gözlerini kapıyan barış hareketi de Türkiye sosyalist hareketi gibi intihar etti. * Türk Genel Kurmayı Güney Kürdistan'a girince oradan bir daha çıkmayacağı hiç kimse için bir sır olmasa gerektir. Kıbrıs'a da geçici olarak, darbeye karşı girmişti güya, şimdi Güney Kürdistan'a ya da diğer adıyla Kuzey Irak'a öyle girecek. Güya göç dalgasını önlemek için insani amaçlarlaymış. Kürtler olsa olsa Türk ordusundan kaçıp, Güney'e doğru bir göç dalgası başlatırlar. Muhtemelen de böyle olacak. Bu da tam Türk ordusunun gizli planıdır. Kaçan Kürtlerin yerine Tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi, Kerkük ve Musul Türkmenlerinden 95


kolonizatörler yerleştirmek ve uzun vadede, şimdi tıpkı Kıbrıs'ta başardığı gibi, bu kolonizatör tabakaya dayanarak orada çoğunluğu ele geçirip fiili bir ihak başarmak. Uygun bir fırsatta da bunu siyası bir ihakla taçlandırmak. Kimi Kürtler, ABD'nin buna müsaade etmeyeceğini, Türk ordusunun şiddetinden ve şerrinden kendilerini koruyacağını sanıyorlar. Hatta aklını Öcalan düşmanlığıyla bozmuş kimileri, Türk Ordusunun KADEK'i ezeceği ve böylece kendilerine yol açılacağını sanıyorlar. Fena halde yanılıyorlar. Kürtlerin yapması gereken en acil iş: Türk Ordusunun Güney Kürdistan'a girmesine kesinlikle karşı çıkmak; şu an oradaki birliklerin çekilmesini talip etmek ve Türk ordusu Kuzey Irak topraklarına girdiği takdirde bütün Kürtleri ulusal direnişe çağırmaktır. Eğer KADEK, KDP, KYB ve diğer idrili ufaklı gruplar bir araya gelip, Kürdistan'a girecek Türk ordu birliklerine karşı böyle bir tavır koyabilirlerse, barış için en büyük katkıyı da yapmış olurlar. Böyle bir birlik ve kararlılık bütün dünyadaki ve Türkiyedeki Kürtlerde mücadele moralini yükseltir ve direnişi harekete geçirir. Bu güç karşısında, Orta doğudaki en büyük ordulardan biri olun Türk ordusu bile çekinmek zorunda kalır. Böyle bir birlik, bölgedeki demokratik güçleri canlandırır, muhaliflerin seslerinin daha güçlü çıkmasına yol açar. Kaldı ki, bu günkü Avrupa ve ABD çatışması da bunun için uygun koşullar yaratmış bulunuyor. ABD'nin en büyük ve etkili stratejik müttefiğine karşı böyle bir tavır onun rakiplerinin doğrudan veya dolaylı desteklerini sağlayabilir veya en azından kendine daha geniş bir manevra alanı elde edebilir. Ama şu ana kadar böyle açık bir çağrı ve programla ortaya çıkan olmadı. Öcalan'a sahip çıkmak, onun yaratıcılığını, hedefe bağlılığını ve taktik esnekliğini uygulayabilmekle olur. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 12 Şubat 2003 Çarşamba *

Dost Acı Söyler Ulusların da dinler gibi, o ulustan olduğuna inananlar olmasa var olmayacağını düşünenlerdenim. Bu nedenle nazsıl dinsiz isem ulusum da yok. Ama bir ateist olmama rağmen, sünni müslüman hanefi kültürüyle yetişmiş bir insan olarak elimde olmadan kültürel olarak müslümanımdır. Bu kültürün davranışlarıma sinmiş biçimleri ve elimde olmadan varoluşumun bir parçası olmuş sıfatlar beni Türkiye'de sünni, müslüman ve hanefi olmayanların uğradığı baskılardan korur. Adım bir hristiyan ismi, örneğin Gabriel değildir. Ya da sünnet edilmişimdir. Kimbilir böyle daha nice, çoğu bilince çıkmamış işaretlerle sünni müslüman kültürüyle damgalıyımdır. Özel olarak konu olmazsa herkez benim bir sünni müslüman olduğumu düşünür. Böylece, bilinçli ya da bilinçsizce, Ateist de 96


olsam sünnilerin yaşadıkları imtiyazları paylaşırım, en azından sünni müslüman olmayanların uğradıkları baskılara uğramam. Fakat dünya ölçüsünde, ezilenlerin bayrağı bu gün için müslümanlık olduğundan, müslümanlar zengin batı ülkelerinde özel olarak baskıya uğradıkları için, yine bir ateist olarak, bu sefer de politik olarak müslümanımdır. Konumum milliyetler karşısındada böyle. Ama devletler ulusal olduğu için daha da zor. Evet, milletim yok. Ama elimde olmadan öncelikle kültürel olarak Türk'üm. Ama hukuki olarak da Türk'üm. Ana dilim Türkçe'dir. Adım Türkçe'dir. Bütün bunlar bana Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak imtiyazlar sağlar. Elimde olmadan imtiyazlıyımdır. Elbet tıpkı politik olarak müslüman olmam gibi, örneğin Almanya'da politik olarak Türk'ümdür. (Gerçi son yıllarda Türkler, kahvelerinde ya da iş yerlerinde özellikle Polonyalıları çalıştırdıkları, ve konumları yükseldiği için, örneğin artık Türk değil daha ziyade Polonyalı olmak gerekiyor politik olarak.) Ama Kürtlerin ve diğer ulusların uğradığı baskıya karşı imtiyazlarını paylaştığım Türklerin içinden, Türklere karşı daha iyi mücadele edebilmek için de politik olarak Türk'ümdür. Bu nedenle eleştirimin okları daima Türklere yönelik olur, özellikle de bir parçası olduğum Türk sosyalistlerine. Bu, egemen olanın içinden desetklemeye çalıştığımız ezilenlerin hatalarına bir eleştirimiz olmadığı anlamına gelmez elbette. Ama bu eleştiriyi çok zorda kalmadıkça yapmamaya çalışırız. Bunun bir çok nedeni vardır. Birincisi, ezilenlerin yapacakları yanlış işlerin onların haklılıklarına zerrece halel getirmeyeceği anlayışımızdız. Yani diyelim ki, Kürt hareketi, bir sürü yanlışlar yapıyor, hatta bu nedenle kendini tecrit ediyor. Bu onun haklılığına zerrece halel getirmez. Haklılık, toplumsal konumdan, ezme ezilme ilişkisinden kaynaklanır. Bu nedenle, elinde olmadan da olsa ezen ulustan bir insan olarak, bizim görevimiz onların temeldeki haklılığına, kendi haksızlıklarımıza ve aptallıklarımıza vurgu yapmaktır. Ama sadeca bu da değil. Ezilenlerin de, tıpkı ezenler gibi, yanlış yapma ve kötü olma hakları olması gerekir ve onların bu hakkını savunmak gerekir. Örneğin, gazetelerde egemen ulustan biriyle ilgili bir haberde, onun milliyetinden hiç söz edilmez, ama ezilen ulustan biriyse, garanti bu sıfatıyla anılır. Örneğin bir mitingte birileri diyelim ki yanlış bir şeyler yapmışsa, bunlar eğer ezen ulustan ise, onların ulusundan değil, siyasi grup olarak adından söz edilir; ama aynı işi yapanlar ezilen ulustan bir politikanın taraftarları ise, adlarının önüne Kürt sıfatı konularak anılırlar. Türkiye sosyalistleri arasında çok güçlü olan bu ırkçılığa karşı bir denge sağlamak için de, yani ezilenin de kötü olma ve yanlış yapma hakkını savunmak için de, ezilen ulusun yanlışları hakkında konuşmamayı ve iğneleri elimizde olmadan imtiyazlarını paylaştığımız egemen ulusa yöneltmeyi tercih ederiz. Tabii sadece bu kadar değil. Tok açın halinden anlamaz. Egemen ulustan bir insan olarak, hiçbir zaman ezilen ulustan (cinsten, "ırktan", dinden de) insanların duyarlılıklarını kavrayamam. Dolayısıyla bu kavrayışsızlığı da hesaba katmam gerekir. 97


Tabii sadece bu kadar değil. İnsanım, çiğ süt emmişim. İster sosyalist, ister dinsiz ve milliyetsiz olayım. Toplumsal mücadeleler tarihi, siyasi bir tercihin insanı otomatikman, insani zaaflarından azade kılmadığını gösteriyor. Ezen ulus, cins, "ırk", din içinden ezilene dostane eleştirilerin ne kadarının gerçekten ezilene yardımı hedeflediği, ne kadarının en keşfi zor biçimlerde bu imtiyazlı konumu korumaya ve yeniden üretmeye yaradığı da belli değildir. Lenin'in de ölümünün sonlarına doğru dikkati çektiği gibi, sosyalist amaçlarla yardım etmeye kalktığınızda bile, ezen ezilen ilişkisini yeniden üretirsiniz. Ve nihayet, bütün bunlar olmasa bile, sizin egemen ulustan bir insan olarak ezilen ulustan insanlarca eleştirilerinizin nasıl algılanacağı gibi bir sorun vardır. Bu hassasiyetler de önemlidir. Hasılı bütün bu problemleri biliyorum ve bunlara uygun olarak davranmaya çalışıyorum. Ama durum çok kritik olduğu için, ezen ulustan birinin ukalalıkları olarak da kavransa çenemi tutamayacağım. KADEK'in son dönemdeki politik, stratejik ve taktik bakımlardan gördüğüm yanlışlarına değineceğim. Sorunu, Öcalan'ın görüştürülmemesi olarak koymak çok büyük bir hatadır. Bizzat Öcalan'ın kendisi buna karşı çıkardı. Bu Kürt hareketini sadece zayıflatmamakla kalmıyor, karşı tarafın eline daha güçla bir silah veriyor. Öcalan'ın Kürt hareketi için önemsiz olduğunu söylemiyorum. Aksine, Öcalan'la görüşülemeyen şu dönemdeki politikalara bakınca, aslında Kürt hareketinde politik düşünme yeteneğindeki tek önderin Öcalan olduğu çok daha iyi görülüyor. Ama bu açmazdan kurtulmanın ve Öcalan'ı Türk hükümetinin bir silah olarak kullanmasını engellemenin tek yolu, Öcalan olmadan da, o varmış gibi politika yapabilmektir. Bunun şartı da Öcalan'la görüşmeyi temel sorun yapmamaktır. Açıktır ki Öcalan'ın görüştürülmemesi tamamen politiktir. Sorun Öcalan değil, Kürt hareketine ve Kürtlerin kazanımlarına karşı başlatılacak saldırıdır. Savaşın kuralı, savaşı düşmanın istediği şartlarda kabul etmemek, onu kendi istediğiniz şartlara çekmektir. Savaşı Öcalan'la görüşme konusunda kabullenmek veya oraya çekmek baştan kendini yenilgiye mahkum etmek demektir. Buna karşı yapılacak iş, en geniş ittifak sağlamaktır. Bunun da yolu, Türkiye'deki Barış hareketi içinde yer alıp, bu hareketin sadece ABD'nin Irak'a saldırısı üzerinde yoğunlaşmasını eleştirerek, Kürt ulusunun haklarını tanımamanın Türkiye'yi nasıl ABD'ye destek gerekçesi haline getirildiğini göstererek, savaş karşıtı hareket ile demokratikleşme projesini biribirine bağlamak olur. Ancak bu mekanizmayla karşı taraf uzun vadeli tecrit edilebilir. Bununla aynı zamanda, Güney Kürdistan'da da, bütün Kürt örgütleri Türk ordusunun işgaline karşı, "insani yardım"larına karşı, bir Kürtler cephesi oluşturulmaya çalışılırdı. Her iki hareket de, otomatikman hem somut olarak savaşı engelleyici ve ABD saldırısını zorlaştırıcı, aynı zamanda demokratik güçleri güçlendirici, onlara perspektif kazandırıcı olur ve karşı tarafı tecrit ederdi. Ama bütün bunlar yapılmıyor. Sorun mekanik olarak, Savaş Karşıtlığı ile Öcalan'la görüşmeyi birbirine bağlamak oluyor. Bu programatik ve stratejik hata.

98


Hata burada da bitmiyor. Öcalan şu tarihe kadar görüşemezse savaş başlar deniyor. Sonra da biraz revize ediliyor esnetiliyor. Bu sefer taktik ve mücadele biçimleri düzeyinde hata yapılmış ve Genel Kurmay'ın bahanesine adeta çanak tutulmuş oluyor. Örneğin, Türk ordusu Güney Kürdistan'a girdiği takdirde, onu savaşılacağı söylense, barış hareketine hem güçlü bir silah verilmiş olur, hem de Güney Kürdistan'daki güçlü bir direnişin tohumları atılmış ve öncülüğü elde edilmiş olurdu. Bütün bu stratejik ve mücadele biçimlerine ilişkin tecrit oluşa, bütün dünyada savaş karşı gösterilerin yapıldığı günde, Strasburg'ta ayrıca yürüyüş yapmak, yani fiziksel oarak da kendini tecrit etmek tüy dikiyor. Tehditlerle, bir oraya bir buraya sallanarak ciddi politika yapılamaz. Öcalan "beni anlamıyorsunuz" derken ne kadar doğru söylüyor. Bütün bu eleştirilerle, elinde olmadan egemen ulustan bir insan olarak, çok ince bir şekilde bu egemenliği yeniden üretiyor ve onu hizmet ediyor olabilirim. Bu rezervle okunmasını dilerim. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 18 Şubat 2003 Salı *

Güçlerin Yeni Bir Dizilişine Doğru Türkiye'deki Kürt Ulusal Hareketi'nin en güçlü örgütü, bütün diğer Kürt hareketlerinden farklı olarak, bütün bölge için bir demokratikleşmeyi bir program olarak koymuştur. Böylece Kürtlerin ulusal baskıdan kurtuluşu ile bölge halklarının kendilerini ezen Müslüman, Baasçı ya da Kemalist diktatörlüklerden kurtuluşunu birbirine bağlanmıştır. Elbette bu Kürt hareketinin kendi kafasından uydurduğu, zorlama bir bağ değil, nesnel koşulların zorunlu kıldığı bir bağıdır. Bu günkü dünyada, her hangi bir ülkedeki Kürtlerin, Kürtler olarak kendi güçleriyle kendilerini ezen devleti yenip, bağımsızlıklarına kavuşmaları olağanüstü elverişli koşullar oluşmadıkça mümkün değildir. Bu günkü dünya ise böylesi koşulların oluşmasını adeta olanaksız kılmaktadır. Bu durumda Kürt ulusal hareketi için iki yol kalmaktadır. 1) Kendi güçsüzlüğünü bir ölçüde olsun amorti edebilmek için, bölgedeki çatışan büyük güçlerden birine dayanmak. 2) Kendini ezen ulusların ezilenlerini kazanmak için bir program ve strateji geliştirmek. Örgütlü ve askeri bakımdan bir anlam ifade eden Kuzey Kürdistan'da PKK, Güney Kürdistan'da Talabani ve Barzani vardır. Kuzey ve Güney bölünmesi, aynı zamanda yukarıda değinilen bu iki farklı stratejiye, iki farklı programa tekabül etmektedir.

99


Kuzey Kürdistan'daki PKK – KADEK çizgisi, Öcalan'ın kaçırılmasıyla birlikte, zaten tohum halinde var olan bir anlayışı mantık sonuçlarına götürmüş ve Demokratik Cumhuriyet ve Ortadoğu Demokratik Cumhuriyetler Federasyonu gibi projelerle, Kürtlerin ulusal baskıdan kurtuluşu ile egemen ulusların halklarının kurtuluşunu birbirine bağlamıştır. Buna karşılık Güney Kürdistan'da aşağı yukarı aynı dönemde, gerek ABD'nin askeri bakımdan Saddam'ın kuvvetlerinin uzak durmasını sağlayan uçuş yasağı ve gerek Irak'ın sattığı petrollarden belli bir yüzdenin doğrudan doğrudan mahalli Kürt yönetimlerine aktarılmasıyla, uluslar arası hukuk bakımından olmasa bile, Güney'deki Kürtler fiili bir bağımsızlık yaşamışlar ve akan petrol gelirleri aracılığıyla da, hemen hemen hiçbir dönemde olmadığı kadar nisbi bir refahı tatmışlardır. Bu reel durum sadece Güney'deki değil, Kuzey'deki Kürtlerin bile çok büyük bir bölümünde, ulusal baskıdan kurtuluşa giden yolun bu olduğu anlayışının güçlenmesine yol açmıştır. Bu kuzey ve güney kürdestan arasındaki strateji ve program farkı, aynı zamanda Kürt Ulusal hareketi içindeki iki farklı sınıfsal pozisyonun yansımasıdır. Böylece, bir yanda, ABD ve Avrupa'nın desteğiyle ağır bir derbe almış ve önderi düşmanın eline düşmüş; bir türlü tecrit çemberini aşamayan, seçimlerde kurduğu blok yüzde altıda takılan PKK-KADEK çizgisinin kısa vadede hiçbir başarı vaadetmeyen program ve stratejisi; diğer yanda, neredeyse filli bir bağımsızlığa; nispi bir refaha ulaşmayı başarmış görünen Talabani ve Barzani'nin program ve stratejisi. Herşey PKK'nın aleyhine görülüyordu. Geniş Kürt kitleleri her iki gelişmeyi de dikkatlice izliyor; Kürt köylüler, Türk hükümetinin basıkları karşısında Güney Kürdistan'a geçeceklerini söylüyor; kimi PKK-KADEK'i kerhen destekleyen yazarlar, bu sefer ABD'nin Irak'ı ele eçirdikten sonra, Orta Doğu'da fiili durumun siyasi bir biçim alacağını, yani Irak federasyonunun bir unsuru Kürt devleti kurulacağını; petrol gelirleri ile de bu devletin mis gibi yaşayıp; sunduğu refah ve Kürtlere özgürlükle bir süre sonra bölgedeki bütün Kürtleri kazanacağını düşünüyorlardı. Yasemin Congar, son duruşmada Diyarbakır'daki mi, Güney Kürdistan'daki mi Kürdün daha demokratik ve refah içinde yaşadığının tayin edici olacağını yazıyordu. Barzani-Talabani çizgisinin bu fiili başarıları, PKK-KADEK çizgisinin muhaliflerinin iyice saldırganlaşmasına yol açıyordu. Hatta bunlar içinde öyle ileri gidenler vardı ki, ABD'nin Barzani ve Talabani'yi koruyacağı, Türk devletinin de PKK'yı ezeceği ve kendilerine yolun açılacağını yazıyla olmasa bile sözle açıktan söylüyorlardı. Böylece PKK-KADEK çizgisi, Türkiyle ezilenlerini henüz kazanamadığı veya bunları temsil edecek bir ittifak yapacak güç olmadığı için Türkiye'nin ezilenlerinden; Güneydeki Kürtler ve Kuzey'dekilerin bir bölümü ise, ABD'nin sağladığı askeri, siyasi ve iktisadi olanakların büyüsüne kapıldığı için; Kürt Ulusunun önemli bir bölümünden çok tehlikeli biçimde tecrit oluyordu. Denebilir ki, bu dönem PKK-KADEK'in yaşadığı en zor ve tehlikeli dönemdir. Ne var ki, şimdi güçlerin bu tehlikeli dizilişi dramatik değişiklikler geçiriyor. Bu değişikliğe yol açan Türk devletinin, bir bakıma PKK'nın tersi bir stratejiye geçmek zorunda olmasıdır. Nasıl PKK-KADEK çizgisi, Kürtlerin kurtuluşu için bölge çapında bir demokratikleşme programı oluşturduysa; Türk devleti de ayakta kalmak için bölge çapında bir anti demokratik 100


bir bölge programı oluşturmaktadır. Aslında ABD ile Türk devletinin yaptığı görüşmelerde, Türk devletinin öne sürdükleri, çok önemli bir strateji değişikliği anlamına gelmektedir. Şimdiye kadar Türk devleti, diğer ülkelerdeki Kürtlerin otonomisine, fiilen sabote etmeye çalışsa da, politik düzeyde açıktan karşı çıkamıyor ve buna karşılık bir programı bulunmuyordu. Bunlar diğer devletin iç işi olarak görülüyordu. Ama şimdi ortaya çıkan durum farklıdır. Türk devleti, diğer ülkeler içinde otonomiye, demokratik ve seçilmiş mahalli idarelere de karşı çıkmakta; bütünüyle merkezi bir devlet ve ordunun bütün iktidarı, elinde tuttuğu bir modeli dayatmaktadır. Yani Türkiye'nin devlet örgütlenmesinin ta kendisini tüm bölgeye yaymak istemektedir. Ve öyle görülüyor ki, ABD dünyanın en büyük ordularından biri olan Türk ordusunu kaybetmekten ve Kuzey'deki bir cephenin olanaklarından mahrum olmaktansa, Türk devletinin isteklerini esas olarak kabul etmiş bulunmaktadır. Bu şu demektir: Kürtlerin şimdiye kadarki kazanımlarının artık hiçbir değeri yoktur. Sadece fiili bağımsızlık değil, çok sınırlı bir otonomi bile artık bir hayaldir. Ama sadece bu değil, bu programı uygulamak için Türk ordusu, fiili Kürt devletini işgal izni almış bulunmaktadır. Bu da otomatikman güçlerin yeni bir dizilişi demektir. Birincisi, şu ana kadar başarılı görünen ve bir çoklarını büyüleyen Talabani ve Barzani stratejisinin fiili bir başarısızlığı söz konusudur. Güney'deki Kürtler de şu soruyu kendilerine sormak zorunda kalacaklardır: ABD ya da diğer devletlere de güvenilmeyeceğine, bu sefer de yine satıldığımıza ve sırf kendi gücümüzle bu kuşatılmışlık içinde, bölge devletleri arasındaki çelişkilere dayanarak bir yere ulaşmak da mümkün olmadığına göre, başarı için nasıl bir strateji izlemek; hangi güçleri birleştirmek için nasıl bir program gerekir? Bu sorunun PKK-KADEK tarafından verilmiş cevabı vardır: Demokratik Cumhuriyet. İktidarın seçilmiş idarecilern elinde bulunduğu; bu gerçek iktidara sahip yerel yönetimlerin özgür birleşmeleriyle oluşmuş; ulusu dil, den, kültüre göre değil, tıpkı ABD veya İsviçre'de olduğu gibi yurttaşlığa göre tanımlayan; tüm dil ve ulusların eşitliğine dayalı bir demokratik cumhuriyet. Ancak böyle bir program, kendileri de bizzat anti demokratik rejimler altında inleyen bölge halklarını kazanabilir. Önümüzdeki dönem, bu program ve stratejinin güneydeki Kürtler tarafından da tartışılıp kabulü dönemi olabilir. İkincisi, Türk Ordusu'na karşı Güney Kürdistanlıların da PKK ile aynı gemide olduklarını görmeleri. ABD'nin kendilerini koruyacağı ve Türk Ordusunun PKK'yı ezeceği, PKK'yı yem ederek bu fırtınayı atlatıp, kazançlı çıkılacağı hayallerinin bitmesi. Bu da Türk ordusunun işgaline karşı ortak ve fiili bir mücadele demektir. Belki ilk kez, bütün Kürtlerin ortaklaşa olarak Türk ordusuna karşı mücadele olanağı ortaya çıkıyor. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 26 Şubat 2003 Çarşamba *

101


Zihinsel Deneyler Yirminci yüzyılın başında, 1905 civarında, hemen hemen aynı yıl içinde, fizikte ve sosyal bilimler alanında, birbirinden habersizce, iki önemli teori ortaya koyuldu: Einstein’in İzafiyet Teorisi ve Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi. Bu teorilerin ikisinin de ortak özelliği, zihinsel deneylere dayanması ve ulaştığı sonuçların, “sağ duyuya”, alışılmış yargılara aykırı olmasıydı. Einstein teorisini ışık hızıyla giden asansörler, trenlerle açıklıyordu. Bu deneyler ancak zihinde yapılabilirdi. Sonuçlar ise bilinenlere çok aykırıydı. Örneğin, hiç bir şey ışıktan daha hızlı gidemeyince ve ışık hızı da sabit olunca, hızlanan cismin daha ağır çekmesi veya saatlerin daha yavaş çalışması gibi sağ duyuya çok aykırı sonuçlara ulaşılıyordu. Troçki’nin Sürekli Devrim teorisi de benzer şekilde, sınıfların karakterleri ve çıkarlarından hareketle devrimde nasıl davranacakları üzerine bir düşünce deneyine dayanıyordu. Bu deneyin sonunda ise, ilk bakışta Tarihsel maddeciliğin önermelerine karşı görünen sonuçlar ortaya çıkıyordu. Tarihsel maddeciliğe göre, üretici güçler gelişmelerinin belli bir aşamasında, o güne kadar içinde geliştikleri üretim ilişkileriyle çelişkiye düştüğünde toplum bir devrim dönemine girerdi. Kapitalist üretim ilişkileriyle de, üretici güçlerin en büyük çelişkisi, en ileri ve en gelişmiş ülkelerde olacağından, sosyalist devrimin en ileri ülkelerde olması gerekiyordu. Bu günün dünyasının Marksistlerinin unuttuğu, ama o zaman doğruluğundan kimsenin şüphe etmediği bir önermeydi bu. Ama Troçki, geri bir ülkede sınıfların karakterleri ve çıkarlarını bir devrimci durumun kendi iç mantığı içinde ele aldığı bir zihinsel deney yaptığında, Rusya gibi geri bir ülkede, burjuvazinin işçi ve köylülerden korkusu nedeniyle demokratik görevlerden kaçmasının, işçileri, köylülükle ittifak kurarak demokratik devrimi yapmak zorunda bırakacağı, bunun da Rusya gibi geri bir ülkede, işçileri iktidara getireceği, iktidara gelmiş işçi sınıfının da, toplum henüz sosyalizm için olgun değil, o halde ben kendimi demokratik görevlerle sınırlıyorum diyemeyeceği, olayların zorlamasıyla sosyalist dönüşümler yapmak zorunda olacağı sonucuna ulaşıyordu. Yani tarihsel maddeciliğin formüle edildiği satırların teorisine göre sosyalist devrimin ileri ülkede, yani kapitalist üretim ilişkileriyle en büyük çelişki içinde olması gerekirken, bu kafadaki deneyin sorucuna göre, geri bir ülkede olabileceği sonucu ortaya çıkıyordu. Bu sonuç, sağ duyuya aykırı, dinden imandan vazgeçme gibi bir şeydi. Tabii bu da korkunç sorunlar yaratıyordu. İzafiyet ve Sürekli Devrim teorileri, bütün o sağ duyuya aykırı ön görülerine rağmen, ikisi de yirminci yüzyıldan sağ salim ve güçlenerek çıkmış teorilerdir. Ne evreni, ne de bu gün yaşadığımız toplumu ve tarihi bu teorileri bilmeden anlamak mümkün değildir. Eğer yanlışsalar, gerçekten çok güzel ve tutarlı yanlıştırlar. Örneğin yirminci yüzyılın bütün sosyalist devrimleri, hep geri ülkelerde, demokratik karakterli devrimlerin sonunda oldu. Tam da böyle olduğu için, bürokratik diktatörlükler haline geldiler ve yine tam bu nedenle faşizmler, savaşlar dünyasında yaşamaya devam ediyoruz. 102


Şimdi, Güney Kürdistan’da egemen olan çizginin yarattığı sorunları görebilmek için benzer bir zihinsel deneyi, Kürt hareketinin iki temel eğilimi ve ABD, Irak ve TC gibi üç gücün ilişkileri için yapalım. Kürt hareketindeki birinci temel eğilim, PKK-KADEK’in temsil ettiği, DemokratikCumhuriyet programı ve bu program aracılığıyla Kürtleri ezen ulusların ezilenlerini kazanmak. Bu program, ancak, yurttaşlığa dayanan bir ulusçulukla gerçekleşebilir. Hedefi ayrılıp bağımsız devlet kurmak değildir, isteyenin ayrılıp bağımsız devlet kurabileceği bir demokrasidir. İkinci Temel eğilim ise, Talabani-Barzani ve hemen hemen bütün diğer Kürt örgüt ve hareketleridir. Program Kürtlerin bağımsızlığıdır. Kendini ezen ulusların ezilenlerini kazanmak, onlar için doğrudan kazançlar sağlayacak ve bununla onları ortak mücadeleye çekecek programı bir yana, böyle bir sorunu bile yoktur. Ulusçuluğu, soy, dil ve ulusun çakışması anlayışına dayanan, demokratik karakterde olmayan bir ulusçuluktur. Ayrılmak ve bağımsız devlet kurmak hedeftir. O bağımsız devletin içinde bile, isteyen her köyün ayrılabileceği bir demokratik cumhuriyet ön görülmez. Eğer programınız ve çizginiz doğruysa, en elverişsiz uzlaşmalar bile size hizmet eder, ama programınız ve çizginiz yanlış ise, en elverişli uzlaşmalar bile, uzlaştıklarınıza yarar. Birinci çizgi için müttefik çok açıktır: Kürtleri ezen ulusların ezilenleri. Hepsi için demokratik cumhuriyet ve federasyon. ABD, Avrupa veya bölge ülkeleri arasındaki çelişkilerden elbette taktik düzeyde yararlanılabilir ve yararlanılmalıdır. Ama bütün bunlar, stratejik bir anlam taşımazlar, o stratejiye hizmet eden taktik olurlar. İkinci çizgi ise, diğer ülkelerin ezilenlerini kazanmak diye bir ufuktan ve sorundan yoksun olduğundan, gerek bölge ülkelerinin gerek ABD ve Avrupa gibi büyük güçlerin, veya bu güçlerle bölge ülkelerinin arasındaki çelişkilerden yararlanarak, hedefine ulaşmak için bunlarla ittifak yapmak zorundadır. Bu ittifaklar taktik değil, stratejik bir anlama sahiptirler. Ve her ittifak son duruşmada, ittifak yapılanlara hizmet eder. Politikada bir gücü kaybetmeden başka bir gücü kazanamazsınız. Kendi ulusunuzun burjuvazisini kaybetmeden veya onun tarafından kaybedilmeden başka ulusun ezilenlerini kazanamazsınız. Keza büyük emperyalist güçler tarafından kaybedilmeden ezilen halkları kazanamazsınız. Ama başka ulusların ezilenlerini kaybetmeden de, emperyalistleri kazanamazsınız. Son yıllar, PKK-KADEK’in aldığı ağır darbe ve aynı sürede ABD’nin koruması altında Güney Kürdistan’da alınan yol, ikinci eğilimin prestijini ve ağırlığını arttırdı ve Kürt aydınlarının büyük bir bölümünü kendi yörüngesine çekti. Bu yolu böyle cazip kılan, Sovyetlerin yıkılışı ve ABD’nin tek güç olması ve ezilenlerdeki demoralizasyon ve yılgınlıktı. Şimdi, Irak’ın mucizevi direnişi, birden bire bu çizginin aslında ne kadar çürük başarı getirmekten uzak olduğunu gösteriyor. Eğer ABD’yi Iraklılar, ellerinde bayraklarla karşılasalar ve bir direniş göstermeselerdi, bu çizginin sınırlılıkları ve olumsuzlukları ortaya çıkmaz, görünmez, geniş Kürt kitleleri için muazzam bir çekim gücü olurdu.

103


Ne var ki, şimdiki direniş bile, bu çizginin, Kürtleri nasıl kötü bir duruma düşüreceğini göstermektedir. Bütün dünya ABD’nin saldırısına karşı savaşırken, bu çizginin etkisindeki Kürtler, ABD’nin korucuları gibi bir duruma düşmüş bulunuyorlar. İkinci çizginin temsil ettiği Kürt hareketi, ABD’nin desteğini aldı ama, bütün dünya halklarının desteğini ve sempatisini yitirdi. Buna rağmen, ABD başarı kazandığı takdirde, yine de Kürtler açısından olumsuzluğu pek görülmez. Ama başarı halinde bile, tıpkı İsrail gibi, ABD’nin bir karakolu olarak görülecek ve halkların sempatisinden yoksun olacaktır. Ama bir an için Irak’ın direnerek, savaşı uzatarak, ABD’nin içindeki direniş aracılığıyla vs. ABD’yi çekilmeye zorladığını düşünelim. Yani kafamızda bir deney yapalım. O zaman ne olur? Birincisi, Irak orduları, kendi düşmanıyla iş birliği yapmış Kürtlere karşı onları cezalandırmak için saldırıya geçer. O zaman ne olur? Birinci Körfez savaşında olan, Kürtler bu ceza seferinden kurtulmak için, İran’a ya da Türkiye’ye doğru kaçmak zorunda kalır. Kendisinin en büyük düşmanlarından birine sığınmak zorunda kalır. Türkiye de bu durumda, bunu fırsat bilerek, Kürtleri koruma gerekçesiyle, Musul ve Kerkük’e kadar girebilir. Yani Kürtler en büyük düşmanları olan Türk ordusuna sığınıp, kendi elleriyle Musul ve Kerkük’ü Türk ordusuna teslim etme durumunda kalabilirler. Sonra ne olur? İran ne yapar? Bunlar ayrı sorun. Bunun gerçekleşmemesi böyle bir olasılık olmadığı anlamına gelmez. Ama bu kafadaki deney bize bu çizginin tehlikelerini gösterir. Ama Demokratik bir Cumhuriyet programı Kürdistan’da başat olsa, Kürt hareketi bu kötü durumlardan hiç birisine düşmez. Belki hemen başarı kazanamaz ama bölgedeki bütün demokratik güçler için bir örnek olup onların güvenini kazanır. Türk Genel Kurmayına, Saddam’a, İran’ın molla oligarşisine, Suriye’nin Baas diktasına karşı, tüm demokratik hareketleri birleştiren bir güç olabilir. Hem Kürtlerin ulusal baskıya karşı özlemlerini, hem bölge halklarının kendi egemenlerine karşı direnişlerini, hem de dünya halklarının emperyalizme karşı direnişlerini bir bütün içinde birleştirebilecek biricik program demokratik cumhuriyettir. Son aylarda ABD’nin kolay bir başarısı varsayımıyla, KADEK’in demokratik hareketleri kazanmaya çalışmakla vakit ve enerjisini kaybetmemesini oldukça saldırgan bir üslupla önerenlerin, Irak’ın direnişiyle birlikte sesleri kısıldı. Şimdi, Irak’ın ABD’ye karşı bir zafer kazanması olasılığı karşısında soğuk terler döküyorlar. Şimdi bunların biraz iki ellerini başları arasına alıp düşünmelerinin ve KADEK’in Demokratik Cumhuriyet çizgisine karşı en azından daha saygılı bir konuma gelmelerinin zamanıdır. 02 Nisan 2003 Çarşamba demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ *

104


Farklı Ulusçuluklar ve Yeni Dönem Kürt Ulusal Hareketi çok geç doğmuş ve çok uzun sürmüş bir hareket olduğu için, ez azından son yüz yıl içinde, ulusal hareketlere damgasını vuran temel eğilimler, tıpkı bir fay hattındaki jeolojik katmanlar gibi, var olmaya ve yaşamaya devam ederler. Yani Kürt hareketindeki farklılıklar sadece sınıfsal eğilimlerden değil, aynı zamanda, ulusal hareketlerin farklı dönemlerinin, farklı paradigmalarından da kaynaklanırlar. Her paradigma ve dönem içinde, farklı sınıfsal eğilimler, kendini yeniden ifade eder. O paradigma aşıldığında, o eğilim ve hareketler tümüyle yok olmazlar, büyük kan kayıplarına uğrasalar da bazen yaşayan bir fosil gibi, yeni koşullara kendilerini uyarlayarak bir şekilde varlıklarını sürdürürler. Örneğin, ulusal hareketlerin ilk kuşağı ve ilk ulusçuluk, Amerika kıtasında görülen, sömürgelerin ana vatanlarından ayrılışlarıyla ortaya çıkan ulusları yaratır. Bu günün kana dayanan ulusçuluğunun havsalasının almayacağı bir şekilde ortaya çıkar bu uluslar; kendi dillerinden, "kanlarından" olanlardan ayrılırlar. Güney Amerika'daki ulusların kurucuları, İspanya'daki İspanyolların torunlarıydı. Amerika Birleşik devletlerini kurmak için İngiltere'ye isyan edenler de, Amerika'ya göç etmiş İngilizlerin torunlarıydı. Bu günün, ulusları dile ve soya göre tanımlayan ulusçuları için kabulü ve tasavvuru olanaksız bir gerçektir bu. Ulusun ve ulusçuluğun özü en iyi burada görülür: ulusların "ulus"larla ilgisi yoktur. Örneğin Kürt Ulusal Hareketinde bu ilk dönem ulusçuluğunun en küçük bir izi bile görülmez. (Bu gün Kıbrıslı Türkler arasında, çok farklı koşullarda, bu tür bir ulusçuluğun çok zayıf bir yankısının, tekrar bir ölümden sonraki dirilişe uğrayışından söz edilebilir. Sömürgedeki "soydaşlar" "anavatana" isyan ediyorlar.) İkinci Kuşak ulusal hareketler ve ulusçuluk demokratik ve cumhuriyetçi bir karakterdedir. Ulus, eski feodal ve aristokratik düzenle savaş içinde ortaya çıkar. Ulusu tanımlayan yurttaşlıktır, soy ya da dil değildir. Bunun en klasik örneği Fransa'dır. Ve Alsas-Loren'deki Almanlar, kendilerini feodal boyunduruktan kurtaran Fransızlarla aynı ulusal devletin yurttaşları olmayı tercih ederler. Bu da yine bu günün ulusçusunun hiç görmek istemeyeceği ve havsalasının almayacağı bir davranıştır. Bu tür bir ulusçuluk, daha sonra burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesiyle ortadan kalktı. Bunun yerini, Bonapartist-Alman tipi kana, soya, dile, kültüre dayanan ulusçuluk aldı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren. Türk ulusçuluğu böyle bir ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı, Türk ulusçuluğunun baskısına karşı doğun Kürt ulusçuluğu da, bu tür bir ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Bu arada, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından, 1917'ye kadar, işçi hareketinin demokratik cumhuriyet programı, Fransız tipi demokratik bir ulusçuluğun taleplerini otomatikman karşılıyor ve bu geleneği sürdürüyordu. Ne var ki, Sovyetlerdeki bürokratlaşmaya paralel olarak, demokratik cumhuriyet programı ve bu tür bir ulusçuluk da hafızalardan silindi gitti. Ortaya, çok başka, bir yandan, feodal gericiliğe ve sömürgeciliğe karşı, genellikle ezilenlere de dayanan, tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik karakterde ama aynı zamanda siyasi bakımdan demokratik olmayan ve büyük ölçüde dile, soya, kültüre dayanan bir ulusçuluk 105


yayıldı. Bu tür bir ulusçuluk, büyük ölçüde, işçilerin ve burjuvazinin zayıflığı koşullarında ortaya çıkabilen bürokratik egemenliklerin anti demokratik modernleşmelerini yansıtıyordu. Bu bakımdan, yirminci yüzyılın bütün ulusları ve ulusal hareketleri bir bakıma, bu tür bir ulusçulukla damgalıdırlar. Denebilir ki, Kürt ulusal hareketi geç ortaya çıktığından, Amerika Kıtasında ya da Fransa'da görülen birinci ve ikinci kuşak ulusçulukların izleri Kürt hareketinde görülmez ama, daha sonraki Alman tipi ve ikinci dünya savaşı sonrasının, bir yandan tarihsel olarak demokratik karakterde ama politik olarak demokratik olmayan, diğer yandan cumhuriyetçi ama büyük ölçüde soya dayanan ulusçuluk anlayışıyla damgalı "bürokratik ulusçuluğu"nun damgalarını taşır yirminci yüzyıldaki Kürt ulusal hareketleri. 1968 öncesinde doğan Kürt ulusal hareketleri ile, 1968 ve sonrasında doğan ulusal hareketler arasındaki ayrım, aynı zamanda, AlmanYunker ulusçuluğu ile, bürokratik modernleşmeci ulusçuluklar ayrımıdır. Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bir yandan Avrupa Birliği gibi birleşmelerin zorlaması; diğer yandan muazzam işgücü göçlerinin yarattığı yeni göçmen azınlıklar bunlara paralel olarak, post fordist üretim yöntemleri ve elektroniğin yaygınlaşması, klasik ulusların standartlaşmaya ağırlık vermesinin aksine, artık standartlaşmış bir dünyada, farklılığı zenginlik gören, bir tür post-modern ulusçulu ortaya çıktı. Bu ulusçuluk, bir çok bakımlardan Fransız devriminin demokratik ulusçuluğuna benzerse de, ondan çok farklıdır. Örneğin demokratik vurgu yoktur. Ya da Fransız devrimi ulusçuluğu, farklılığı zorla kaldırmaya karşı çıkmazdı ama farklılığı yüceltmez ya da korumazdı. Kendiliğinden, ekonomi dışı cebir olmadan, kendiliğinden yok olmasına da sesini çıkarmazdı, hatta bunu hedeflerdi. Post modern ulusçulukta ise, bu farklılığın korunması ve yüceltilmesi söz konusudur. PKK son yıllarda, Sovyetlerin çöküşünün ve post-modern ulusçuluğun yükselişinin yarattığı uygun ideolojik atmosferde, Kürtleri bulundukları tecrit durumundan kurtaracak, onlara yeni müttefikler bulacak demokratik cumhuriyet programıyla, bir bakıma, tekrar, Fransız tipi ulusçuluğu yeniden canlandırdı. Böylece Kürt hareketi içinde, Fransız (Demokratik), Alman (Bonapartist), "Sosyalist" (Bürokratik) ve Avrupai (post-modern) ulusçuluklar, bir arada ve karşılıklı etki-tepki ve birbirleriyle de mücadele içinde bulunmaktadırlar. Türkiye'deki farklı toplumsal güçler arasındaki mücadele, farklı ulusçuluk anlayışları arasında bir mücadele olarak da ortaya çıkar. Türkiye'ye egemen olan üçüncü kuşak, Alman tipi ulusçuluktur. Bunun karşısında Kıbrıslı Türklerin Amerika kıtası tipi birinci kuşak ve PKK'nın temsil ettiği Kürtlerin Fransız tipi ikinci kuşak ulusçuluğu ile kısmen Türkiye'nin şehirlerinin orta sınıflarında görülen post-modern ulusçuluk yer alır. Türk sosyalistlerinin anti-emperyalist bürokratik ulusçuluğu bu ulusçuluklar karşısında, zaten ideolojik ve sınıfsal akrabalıklarının da bulunduğu Türkiye'ye egemen Bonapartist ulusçulukla ittifak eder. Kürt hareketinde, son yıllarda, güney ve Kuzey bölünmesi, bir bakıma Barzani-Talabani'nin Alman tipi Ulusçuluğu ile PKK'nın geliştirmeye çalıştığı, Fransız tipi ulusçuluk arasındaki bölünmeydi. PKK çok şanssız bir harekettir. Dünya çapındaki gelişmelerin ağır darbelerini yer. 1980'lerde tam yükselirken, Duvar yıkılır, Türkiye ve Dünyada kitle hareketlerinde muazzam gerileme, milliyetçiliğin ve dinsel hareketlerin yükselişi karşısında tecrit olur ve ağır darbeler alır. Yani 106


kendi yükselişi dünya çapındaki bir yükselişle senkronize değildir, aksine dünya çapında bir düşüş içinde küçük bir yükseliş olarak ortaya çıkar. 1990'ların sonunda, Demokratik Cumhuriyet stratejisiyle yeni bir yükselişin temellerini atar. Ama bu anlayışın tohumları yeni yeni yeşerirken, Duvar’ın yıkılışı gibi dünya tarihsel bir gelişme, yani ABD'nin Irak işgali ve Güney'deki gelişmeler muhtemelen, Alman tipi ulusçuluğun yeni bir yükselişini getirebilir. Dün PKK'nın başarılarının etkisiyle onun peşine takılanlar, şimdi muhtemelen, ondan yüz çevireceklerdir. Böylece PKK tekrar yeni darbeler alacak ve yeni başarısızlıklara uğrayacaktır. Ama toplumsal gelişmelerde başarı değildir doğru bir tavrın ölçüsü. Aksine onlar gerçekleşmediklerinde de doğruluklarını kanıtlarlar. Örneğin, sosyalizm hiçbir zaman başarıya ulaşmadı. Başarıya ulaşamadığı için yanlış olduğu söylenebilir mi? Hayır. Aksine, insanlığın bu gün çektikleri, onun doğruluğunun kanıtıdırlar. Aynı şekilde, dünyadaki gelişmeler PKK'nın temsil ettiği çizgiye hiçbir başarı sunmayabilir. Bu onun yanlışlığını göstermez ve göstermeyecektir. Bölge halklarının çektikleri ve çekecekleri, PKK'nın programının Kürtler ve bölge için doğruluğunu, tersinden kanıtlamaya devam edecektir. Binlerce yıllık devletçilik geleneği ve bonapartist-bürokratik diktatörlükler altında inleyen birbiri içine girmiş halkların, binlerce yıl beraber yaşadığı bu bölgede, ancak, bürokratik devlet cihazlarını parçalayan, onların yerine ucuz ve demokratik bir cihaza dayanan; bütün dillerin, kültürlerin eşitliğine dayanan Fransız devrimi tipi bir ulusçuluk; ulusal baskılara ve bürokratik keyfiliklere son veren demokratik cumhuriyet tek çözüm olarak kalmaya devam eder. 16 Nisan 2003 Çarşamba demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ *

Irak'ta da Demokratik Bir Cumhuriyet Demokratik bir Cumhuriyet programının sadece Türkiye için değil, aynı zamanda Irak ve bütün bölge ülkeleri için de geçerli biricik strateji ve program olduğu bu gün daha açık olarak görülüyor. Siyasi mücadelede esas sorunun iktidarı, gücü, kitle desteğini ele geçirmek olduğu sanılır. Ama toplumsal mücadeleler tarihi, esas sorunlu bölgenin, bu gücün, bu desteğin ele geçirildikten sonra başladığını gösterir. Gücü elinde tutanların ne yapacağını bilememeleri veya önceden yapacaklarını söylediklerini yapma kararlılığından yoksun oluşlarında toplanır esas sorun.

107


Kararlılık ve bir perspektife sahip olma ise, son duruşmada uzun hazırlık yıllarının ve dayanılan toplumsal temelin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu gün Irak'ta ve Güney Kürdistan'da bu ne yapacağını bilememe, tarihin sunduğu fırsatı değerlendirememenin tipik bir örneğiyle karşılaşıyoruz. Bunun nedeni de, bir uzun hazırlıktan yoksunluk, bir toplumsal temel yoksunluğundur. Bu gün, Irak'taki yerli tek silahlı ve örgütlü güç Kürtler. Ne yazık ki, Barzani ve Talabani'nin örgütlü güçlerinin, tüm Irak için bir demokratik cumhuriyet projeleri yok ve böyle bir projeleri olmadığı için de, tüm demokratik güçleri birleştirme olanak ve şansları bir yana böyle bir perspektif ve sorunları bile yok. Halbuki bu günkü güçleriyle Kürtler, tüm Irak için bir demokratik Cumhuriyet programıyla ortaya çıksalar bir anda, bütün Irak'taki demokratik güçlerin önderliğini ele geçirip, tüm bölge çapında bir depremin başlatıcısı olabilirler. Onlar ise hala, "padişah olsam soğanın cücüğünü yerim" diyen çoban gibi davranıyorlar. Bu günkü konumlarının önlerine, bırakalım bir özerk Kürt bölgesini, bırakalım bağımsız Kürt devletini, bütün bölgenin demokratik dönüşümüne önderlik etme gibi bir fırsatı çıkardığını bile görmüyorlar. Görmemeleri bir rastlantı mı? Hayır. Çünkü ne bir teorik-ideolojik hazırlıkları ne de bunun için gerekli bir toplumsal temelleri var. Bir an için Irak'ta Öcalan gibi, "Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa" diye bir kitap yazmış bir politik önderin olduğunu var sayın. Ve yine var sayın ki, bu hareketin veya partinin uzun yıllardır böyle bir programı ve ideolojik hazırlığı var. Yine var sayın ki, bu güç, şimdi Barzani veya Talabani'nin gücüne ve olanaklarına sahip. Ve böyle bir programı benimseyen, böyle bir sorunu olan bir sosyal temeli de var. Yani içinde her dinden, her ulustan elemanlar var. Yani bu günkü PKK'yı alalım ve onların gücü, etkisi ve olanaklarıyla, Barzani veya Talabani'nin yerine koyalım. Bu günkü koşullarda böyle bir güç, bir anda sadece Irak'ı değil, bütün bölgeyi sarsacak ve ABD'nin ve emperyalizmin planlarını alt üst edecek, bir hareket yaratabilir ve böyle bir harekete öncülük edebilir. Tarih Barzani ve Talabani'nin, ya da Irak'taki Kürtlerin önüne harika bir fırsat sunmuş bulunuyor. Ama onlar bu fırsatı kullanmak bir yana, görme yeteneğinde bile değiller. Hayal güçlerinde veya programlarında soğanın cücüğünden ötesi yok. Bu gün Irak'ta, sadece Şiiler, sadece Kürtler veya sadece Sünni Arapların çıkarlarını korumaya yönelik değil, tüm bunlar içindeki demokrasi güçlerini birleştirecek bir partiye veya partilere ihtiyaç var. Bunun için ise, tüm bunların demokratlarını birleştirecek bir program, bir perspektif. Böyle bir perspektifi olmayanın, böyle bir programı olabilir mi? Böyle bir programı olmayan, bütün demokrasi güçlerini birleştirebilir mi? Kendini sırf Kürtlerin veya Şiilerin veya Arapların çıkarlarıyla sınırlayan hareketlerin böyle perspektifleri ve programları olamaz. Dolayısıyla, Demokratik Bir Cumhuriyet, aynı 108


zamanda, tüm bu güçler içinde, yani Kürtler, Şiiler, Araplar vs. içinde, bir demokratik cumhuriyetten yana olanlarla, demokratik bir cumhuriyeti değil de, bağlı olduğu dini ya da etnik kimliğin dar çıkarlarını hedef alanlar arasında bir bölünme gerektirir. Eğer laik değilseniz, yani devletin tüm dinler karşısında tarafsız ve din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmuyorsanız, örneğin Şiiler içinde, Irak'ta bir Şii İslam devletini savunanlarla bölünmüyor ve onlara karşı mücadele etmiyorsanız, Irak'taki tüm dinlerden demokratları yanınıza çekemezsiniz. Dolayısıyla tüm dinlerden laiklerin ve demokratların birliğini kuramazsınız. Eğer tüm milliyet ve dillerin eşitliğinden yana değilseniz, bir demokratik cumhuriyet programınız yoksa, tüm uluslardan ve dillerden demokratları aynı cephede birleştiremezsiniz. Yani sorunu Musul, Bağdat veya Basra'nın, Kürt, Arap veya Şii mi olacağı değil de, Musul, Bağdat ve Basra'da, tüm dillerin ve dinlerin eşitliği, devletin bunlar karşısında tarafsızlığı olarak koyulursa, sorun doğru koyulmuş olur. Ve sorunu doğru koymak çözümün yarısıdır. Irak'ta eksik olan budur. Ve bu günkü Irak'ta sorunu böyle koydukları takdirde bunun etrafında bütün dil ve dinlerden insanları toparlayabilecek tek güç olarak ortada Kürtler var ama onlar sorunu böyle koymuyorlar. Tüm Irak'ın önüne bir demokratik Cumhuriyet perspektifiyle çıkmıyorlar, kendi bölgelerinin sınırlarıyla uğraşıyorlar. Halbuki bu günkü güçleriyle laik bir Irak için ağırlıklarını koysalar, Mollaların egemenliğindeki bir Şii özerk bölgesine karşı olan geniş bir Şii kitlesinin ortaya çıkmasına yol açabilir ve onlarla ittifak kurabilirler. Sorunu böyle koyan bir güç ortaya çıktığı an, ABD ve diğer emperyalistler, derhal, aşiret veya çeşitli milliyetlerin veya dini cemaatlerin, üst sınıflardan liderleriyle ittifak içine girecektir. Çünkü, böyle bir demokratik güçler birliği halklar ve cemaatler arasındaki düşmanlıkların önüne geçip, onları birleştirebilir. Bu ise Emperyalizmin hesapları için öldürücü bir darbe demektir. Demokratik Cumhuriyet sadece dinlerin ve milliyetlerin özgürlüğünü sağlamaz, aynı zamanda, onların emperyalist dayatmalara ve bölme çabalarına karşı durma; onları birleştirme olanağı yaratır. Böyle bir Demokratik Cumhuriyet, sadece Irak'ı değil, bütün bölge ülkelerinin ezilenlerini de kazanır. Demokratik Cumhuriyet'in Sürekli Devrime benzer bir karakteri vardır. O varlığını sürdürebilmek ve emperyalist dayatmalara direnebilmek için, tüm bölgedeki demokratik güçleri kazanmak, yayılmak zorundadır. Ancak bir Demokratik Cumhuriyet programı, emperyalizmin bölgeye egemen olmak için, bölgedeki cemaat ve ulusları birbirine karşı kullanma, bölme politikalarına karşı bir parat oluşturabilir. 23 Nisan 2003 Çarşamba demir@comlink.de *

109


Doğruluk ve Başarı Sadece sosyalistler arasında değil, genel olarak politikaya ilgi duyan insanlar arasında da, doğru bir politikanın başarılı olacağı ya da başarılı politikaların doğru olduğu yönünde gizli bir var sayım egemendir. Devrimci bir politikanın ise ilk sorgulaması gereken bu varsayımın kendisidir. Ve bu sorgulamanın gerçek bir radikalizme ulaşmak ve onu sürdürebilmek için hayati bir önemi vardır. Sanılanın aksine doğur politikalar nadiren başarılı olurlar, başarılı olanlar ise doğru politikalar değildir. Doğru politikalar, başarısızlıklarında da doğruluklarını kanıtlayan politikalardır. Sosyalizm hedefini ele alalım. Genelleşmiş meta üretimine dayanan bir sistemin yani kapitalizmin, hiçbir zaman insanlara sömürü, baskı ve savaşlardan azade bir hayat sağlayamayacağı noktasından hareket eder ve bu sistemi yok etmekten çıkarlı ve buna yetenekli olabilecek tek toplumsal gücün, ücretliler olduğunu söyler. Bu hedef (meta üretimin tasfiyesi) ve bu strateji (yeryüzünün ücretlilerine dayanmak) yani bu politika, henüz hiçbir başarıya ulaşamamıştır. Peki bu onun yanlışlığını gösterir mi? Hayır. Aksine, onun başarısızlığı, yeryüzünde baskı, sömürü ve savaşların giderek daha kıyıcı olmasından başka bir sonuç yaratmamıştır. Başarısızlığı bile o politikanın, yani o hedeflerin doğruluğunun kanıtıdır. Tabii ki bu mücadelede her şey her zaman böylesine net değildir. Örneğin, İşçi Sınıfından başka bir özne yoktur sosyalizmi getirecek. Köylüleri veya küçük burjuvaları sosyalist yapmaya kalkarsanız onları sosyalist yapamazsınız ama sosyalizmi bir köylü ve küçük burjuva sosyalizmine dönüştürürsünüz. Bu nedenle, diyelim ki, bir ekonomik krizin veya bir ulusal baskının radikalleştirdiği, sosyalizmin belli bir prestiji olduğu dönemde, geniş köylü, gençlik ve küçük burjuva kesimlerin sosyalizme akışları gerçekleşir. Elbette onlar var olan sosyalizmler içinde, kendi meşreplerine en uygun olanları seçerler veya böylesi yoksa kendi meşreplerine uygun olanı yaratırlar. Aynı dönemde, diyelim ki, işçi hareketi başka güçlerin baskısı altında dünya tarihsel bir yenilgi, dağınıklık ve demoralizasyon içindeyse. Böyle bir dönemde, gerçekten onu gerçekleştirecek özneye uygun bir sosyalizm zerrece bir kitleselleşme gösteremezken, küçük burjuva ve köylü sosyalizminin başarıdan başarıya koştuğu görülebilir. Bu başarının çekiciliğine dur diyebilmek, Odyseus’daki gibi, sirenlerin ayartıcı seslerine kapılmamak için, kendinizi geminin direğine bağlamanız gerekir. Tarihsel olarak belki kısa ama insan hayatı bakımından uzun, (ve insanlar dünyaya kendi hayatlarını ekseninden bakarlar) belki birkaç kuşaklık bir dönem boyunca, kendinizi başarısızlığa mahkum etmeniz gerekir. Yani sadece başarısızlık doğruluğu kanıtlamaz, bazen doğruluğu koruyabilmek için, kendinizi uzun bir süre başarısızlığa da mahkum etmeniz gerekir. Ve bütün bunlara rağmen nihai başarı yine de garanti değildir. Sosyalizmin zaferinin hiçbir garantisi yoktur. Komünist Manifesto’nun daha ilk satırlarında, tek yönlü olmayan, açık uçlu bir tarih anlayışı ifade edilir. Bir yanda çöküş ve bir yanda devrim ve kurtuluş. Her ikisi de sadece bir olasılıktır.

110


Ne var ki, işte o burjuva ve küçük burjuva sosyalizmleri, tarihin bu açık uçluluğunu, sosyalizmin hiçbir garantisi olmadığı, bunun sadece bir olasılık, hem de oldukça zayıf bir olasılık olduğunu unutturmuş, düzgün, zorunlu olarak sosyalizme giden bir tarih anlayışı egemenliğini kurmuştur. Sosyalistler, bir olasılığı gerçekleştirmekten değil, tarihin tekerleğini hızlandırmaktan söz eder olmuşlardır. O hızlanan tekerleğin, sosyalizm kadar yok oluşa ve barbarlığa götüreceğini unutulmuştur. Hatta, insanlık tarihinin ve yaşadığımız son birkaç yüzyıllık modern tarihin yasaları, sosyalizmin, yok oluş veya barbarlık karşısında bir olasılıktan ziyade sadece küçük bir rastlantı olabileceğini ima etmektedir. Çünkü Tarih boyunca hiçbir normal doğum yoktur. Yani hiçbir zaman en gelişmiş, en ileri olanın kendi içinde bir devrim gerçekleşmemiştir. Eğer tarih aynı kurala uyar ve bizlerin hatırı için bir istisna yapmazsa ve en ileri içinde bir devrim gerçekleşmezse, yani Amerika’da bir devrim olmazsa, insanlığın yaşama şansı veya sosyalizmin şansı hiç yok demektir. Mekanik burjuva materyalizmi, nasıl doğa tarihini, ilkel hücrelilerden omurgalılara, memelilere ve insana doğru, adeta zorunlu olarak yükselen, bir süreç olarak ele alırsa, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmleri de toplum tarihini, ilkel komünle başlayan ve sosyalizmle taçlanan bir süreç olarak ele alır. Doğada insan, toplumda sosyalizm, aynı tek uçlu zorunlu akışın sonucu olarak kavranır. Halbuki, sadece toplumun tarih değil, doğanın da tarihi, insanın evrimin ulaşması gereken bir zorunluluk değil, çok küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olduğunu göstermektedir. Yani insan gibi sosyalizmin gerçekleşmesi de, sadece küçük bir tesadüfün gerçekleşmesinden başka bir şey değildir ve olamayacaktır. Ve tarihe böyle bakıp sosyalizmi küçük, küçücük bir olasılık olarak gördünüz mü, sosyalizmi tarihin zorunlu gidişi ve sosyalistlerin mücadelesini de bu gidişi hızlandırmak olarak gören yaklaşımlardan çok farklı bir başarı anlayışınız olur. Sosyalistler, küçük bir olasılıktan başka hiçbir başarı vaat etmeyen bir politikanın izleyicileri olmak zorundadırlar. Yani sadece geçici başarıların ayartıcılığına karşı durmak da değildir sorun, nihai başarı bile bir küçük olasılıktan başka bir şey değildir artık. Böylece, devrimci sosyalizm, sondaki başarı ile doğruluk arasındaki bağı da koparmak zorundadır. İşte bu nedenle, doğru olanın başarılı, başarılı olanın doğru politika olduğu yolundaki gizli varsayımla mücadele, aslında küçük burjuva ve burjuva tarih ve toplum anlayışlarıyla bir mücadeledir. Ve bu metodolojik yanılgılardan kurtulmadan, sosyalizmin hiçbir başarı şansı olamaz. Paradoksal gibi gelebilir ama, sosyalizm başarıya ulaşabilme olasılığını korumak istiyorsa, başarı ile doğruluğun ilişkisini koparmak, başarıda doğruluğunu görme anlayışından kopmak zorundadır. Başarıda doğruluğunu görmeyen bir sosyalizmin küçük de olsa başarı şansı olabilir. Bu günlerde Kürt ulusal hareketi de, sosyalizmin bu tarihsel problemleriyle başka bir düzeyde karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Bir süredir KADEK, bölge için bir demokratik çözüme vurgu yapıyor. Akıntıya karşı duruyor.

111


Kürtlerin önemli bir bölümünün, Barzani ve Talabani’nin ABD’nin desteğiyle elde ettikleri başarının büyüsüne kapıldıkları bir dönemde başka havalar çalıyor. Talabani ve Barzani’nin başarılarını görenler, onların politikalarının doğru olduğunu düşünüyorlar. Sosyalizm için geçerli olan, aynen Kürt ulusunun mücadelesine de aktarılabilir. KADEK’in politikalarının bu güne kadar, örneğin Talabani veya Barzani gibi bir başarıya ulaşmamış olması, onun yanlışlığını göstermez. Başarıları onların doğruluğunun kanıtı değildir. Hatta daha ileri gidelim. Eğer ABD kendi çıkarları açısından akıllıca ve uzun vadeli bir politika uygularsa, geniş Kürt kitlelerini daha da fazla kendi çıkarlarıyla uyumlu politikaların etkisine çekebilir. Örneğin, diyelim ki, çok güçlü otonomisi olan Kürt bölgesini ya da bağımsız bir Kürt devletini destekleyerek, Kürdistan’daki petrollerin gelirinin büyük bir bölümünü o bölgeye aktarabilir. Bu koşulda, KADEK politikası, başarıda doğruluğu gören geniş Kürt kitlelerini gözünde ikna gücünü büyük ölçüde yitirebilir. Ve daha sonra tarihin yolları öyle değişir ki, KADEK de sosyalist hareket gibi hiçbir zaman başarıya ulaşamayabilir. Bütün bu hiçbir başarı vaat etmeyen olasılıklarda bile, KADEK’in bu günkü politikası yanlış olmaz. Hatta bizzat başarısızlıkları onun doğruluğunun kanıtı olur. Nasıl sosyalizmin başarısızlığı, yani savaşların, yoksulluğu ve baskının sürüşü onun doğruluğunun kanıt ise, orta doğu için bir demokratik çözüm programının başarısızlığı da, orta doğuda kanlı boğazlaşmalar, baskı, sömürünün sürmesi ile doğruluğunu kanıtlayacaktır. Elbette bu demokrasi programının şansı, dünyada bir sosyalizmin başarı şansından çok daha yüksektir. Tarih, bu şansın yüksek olduğunu da ima ediyor. Bütün uygarlık alanları içinde (Çin, Hint, İran) sadece Orta doğu parçalandı. Bu binlerce yıllık uygarlık alanını birleştirici güçleri Çin, İran ve Hindistan’dan daha zayıf değildir. Demokratik cumhuriyet, tarihin bu birleştirici eğiliminin bir ifadesidir. O nedenle şansı da daha büyüktür. 29 Nisan 2003 Salı demir@comlink.de http://ww.comlink.de/demir/ *

Zor Dönem Duvarın yıkılışının sosyalist harekete yaptığı etkinin benzerini ABD’nin Irak işgali Kürt Ulusal Hareketi içindeki Devrimci Demokratik akıma yapabilir. Bu nedenle Kürt Ulusal hareketi içindeki Devrimci Demokratik kanadı, daha somut ifadesiyle PKK-KADEK çizgisini çok zor bir dönem bekliyor. Duvarın Yıkılışı, ve bu yıkılış sırasında ortaya çıkan eğilimler sosyalistler tarafından hala analiz edilmiş ve gereken sonuçlar çıkarılmış değil. Halbuki sosyalistler bu gibi büyük, çağ değiştiren kitlesel olayların analizine dayanırlar. 1789 ve 1848’in dersleri, 1917’ye kadar, tüm 112


dünya sosyalist hareketinin çıkarsamalarının verilerini oluşturmuştu. 1917’nin dersleri de sonraki dönemin. Peki, şu çağ değiştiren, Sovyetlerin çöküşü ve duvarın yıkılışından çıkarılacak sonuçlar hiç yok mudur? Hangi sosyalistin analizlerinde bunların küçük de olsa izlerine rastlayabilirsiniz? Hiç kimsenin. Bu alanda ara sıra gösterdiğimiz çabalar hiçbir yankı bulamadan bir suskunluk duvarına çarpar. Çünkü hiç de gönül okşayıcı sonuçlar değildir onlar, Türkiye’nin sosyalistleri ise “Türk’e Türklük propagandası” yapan Türkler gibi, kendilerine sosyalizm propagandası yapar durumdadırlar. Elbette böylelerinin ruhunu okşamaz o çıkan sonuçlar. Bu derslerden birini hatırlayalım. Biraz provake edici biçimde formüle edelim. Önceki bütün devrimlerde, devrim ilerledikçe, ona ezilenlerin aktif katılımı yükselir ve devrim eylemi içinde bu ezilenlerin hızla siyasi bakımdan da olgunlaşmasıyla devrim giderek daha ileri hedeflere yönelir. Başlangıçta hayal bile edemeyeceği noktalara varır. Örneğin Fransız devrimi başladığında, kimse Kralım kafasını kesip Cumhuriyet kurmayı düşünmüyordu. Ama o devrim Paris’in baldırı çıplaklarını öne çıkarıp eğittikçe ve devrim radikalleştikçe, Kralın kafası da gitti, Cumhuriyet de Kuruldu. Ekim Devrimi başladığında, kimse sosyalist bir devrime geçiş düşünmüyordu. Herkes, geri bir ülke için demokratik dönüşümler yeter diyordu ve devrim de zaten klasik Demokratik Cumhuriyet, 8 saatlik işgünü, barış, ekmek gibi parolalarla patlamıştı. Ama birkaç ay içinde fiilen bir sosyalist devrime dönüşmek zorunda kalmıştı. Bu nedenle, sosyalizmin bütün büyük teorisyenleri, devrimin kitleleri eğittiğinden söz ederler. Doğu Avrupa devrimlerinde ise, tam tersi görülür. Devrim ilerledikçe, ezilen kitlelerin katılımı arttıkça, devrim, başındaki taleplerinden hızla daha geri noktalara kayar. Doğu Avrupa’daki rejimlere karşı muhalefetin iki ayağı vardı, bir tarafta liberaller ve sosyal demokratlar, yani kapitalizme dönüş isteyenler, diğer tarafta devrimci sosyalistler, yani bürokrasinin iktidarını yıkıp, gerçek işçi iktidarına dayanan, her türlü demokratik özgürlüğe dayalı bir sosyalist devrim için mücadele edenler. Hareketler başladığında, batı basınının liberal ve sosyal demokratları bütün öne çıkarma çabalarına rağmen, sosyalist kanadın etkisi hiç de küçük değildir ve iyi bir başlangıç sağlayacak durumdadır. Yani sosyalistler, devrimin kitleleri radikalleştirmesinin, önceki devrim deneylerinin derslerine dayanarak, kendi politikalarını öne çıkarabileceğini umabilecek durumdadırlar. Polonya’da başlangıçta Dayanışma içinde çok güçlüdürler. Çekoslovakya’da Peter Uhl gibiler, muhalefetin sembolleri arasındadırlar. Ama kitleler öne çıktıkça, sosyalistlere yönelmek ne kelime, hareket hızla sosyalizmden uzaklaşır ve arasına mesafe koyar. Bu eğilim en açık biçimde doğu Almanya’da görülmektedir. İlk sokağa çıkmalar başladığında, harekete, Brecht’in şiirinin verdiği ilhamla, Bürokrasinin Halk söylemini ona karşı bir silaha dönüştüren, “Biz Halkız” sloganı vardır. Yani Bürokrasinin iktidarını tasfiyedir slogan ve zımnen, zaten ortadaki kapitalist ekonomi olmadığından, bir sosyalist devrim talebini içermektedir. Ama bu başlangıç aşamasında henüz işçiler ve yoksullar yoktur meydanlarda. Harekete daha ziyade aydınlar ve daha tuzu kurular, hatta bürokrasinin reformist kanadı katılmaktadır. Ama ne zaman ki işçiler ortaya çıkar, işçiler her zamanki pratik zekalarıyla, küçük bir gramatik değişimle, yani Almanca’daki “das” yerine “ein”ı koyarlar, ve “Biz Halkız” sloganının yerini alan “Biz Bir Halkız” sloganı devrimin bayrağı 113


olur. Bunu anlamı şudur: Sosyalizm falan istemiyoruz. Batı Almanya ile birleşip, Alman kapitalistler tarafından sömürülmek istiyoruz, bu sizim için en demokratik sosyalizmden bile bin kat iyidir. İşçiler aynen böyle düşünüyorlardı ve de öyle yaptılar. Yani devrime işçiler katılıp o devrimci hareket içinde radikalleştiklerinde, bu radikalleşme önceki bütün devrimlerden farklı olarak, sosyalizme doğru değil, ondan uzaklaşma biçiminde gerçekleşti, ne kadar radikal ise o kadar kapitalizm taraftarı oldu. Eğer provakatif olarak ifade etmek gerekirse, on dokuz ve yirminci yüzyılın devrimlerinden farklı olarak, doğu Avrupa devrimleri, kitleleri eğitmedi, aptallaştırdı. Tabii bir devrimci ve sosyalist iseniz, bunun sonuçları üzerine ciddi düşünmeniz gerekir. Bu sorunlar üzerine düşünen ve kafa patlatan bir sosyalist gören varsa beri gelsin. Bu sadece sonuçlardan biri. Ama çok ciddi bir sonuç. Bunun gibi daha niceleri var. Biz yine bunda kalalım. Bu sonucun da başka bir sonucu var. Yani Sovyetler ve doğu Avrupa’da onlarca yıl, bürokrasiye karşı mücadelenin öncülüğünü ve bayraktarlığını sosyalistler yapmalarına rağmen, bu sonuç dolayısıyla onların bütün o muazzam çabaları sanki hiç olmamış gibidir. İsim ve mücadelelerini kimse hatırlamaz bile. Tarih böylesine nankördür de. Şimdi gelelim, Kürt Ulusal Hareketine. Kürt Ulusal Hareketi, Doğu Avrupa’daki bu alt üstlüğün doğrudan etkilerini yaşamadı. Doğu Avrupa’daki çöküş gerçekleşirken, Kürt Ulusal Hareketi zirvesini yaşıyordu, kendi gücünden emin ve zaferleriyle sarhoştu. Daha sonraki Körfez Savaşı da nispeten uygun koşullar yaratmıştı. Bu nedenle, Duvarın yıkılışının dalgalarının dünya çapındaki çöküntülerini, kürdistan özelinde, Kürt mücadelesinin yükselişi nötralize edebiliyordu. Duvar çöküntüsü, daha ziyade dolaylı müttefiklerde bir gerileme, (gerek uluslar arası alanda gerek Türkiye’de demokratik ve sosyalist muhalefetin çökmesi biçiminde) Türkiye’de gericiliğin ve özel savaş rejiminin dizginlerinden boşanması biçiminde gerçekleşti. İdeolojik planda ise olumlu denebilecek etkileri oldu. Kürt ulusal hareketi içindeki devrimci demokrat kanadın, sosyalizm diye öğrendiği Stalinizmin ideolojik bukağılarından kurtulmasını ve devrimci demokrasinin daha otantik biçimlerine dönmesini ve belli bir esneklik kazanmasını kolaylaştırdı. Görünüşte bu kimi sosyalist tabuların yıkılması ve sosyalizmden uzaklaşma gibi görünse de, aslında devrimci demokrasinin özüne bir dönüş anlamı taşıyordu. Diğer yandan, Kürt Ulusal Hareketi içindeki burjuva kanadın, eski dönemin sosyalist söylemini terk etmesini ve aslına uygun bir dile dönmesini sağladı. Bir bakıma taşlar yerli yerine oturuyordu. Ama bütün bunlar, henüz Kürt hareketi içinde devrimci demokrasinin zayıflamasını getirmiyordu. Talabani ve Barzani, kimi zaman İran, kimi zaman Saddam, kimi zaman Türkiye desteğiyle birbiriyle savaşıyorlar ve Kürtler için hiçbir çekim gücü oluşturmuyorlardı. PKK’nın temsil ettiği devrimci demokrasi büyük başarılar kazanamasa ve ağır darbeler alsa da gücünü ve prestijini koruyordu. PKK bu sayede, en zor koşullarda, en zorlu stratejik değişimleri hiçbir önemli güç kaybına uğramadan ve ciddi bir bölünme yaşamadan gerçekleştirebiliyordu. Burjuvazi hala ayrı bir bayrak açamıyor, devrimci

114


demokrasinin bayrağı altında, doğrudan veya dolaylı etkilemelerle yerini korumaya çalışıyordu. Ama son yıllarda, Güney Kürdistan’da ABD’nin koruması altında, Petrol gelirlerini Güney Kürdistan’a aktarması, Barzani ve Talabani’yi adeta zorla birleştirmesi, bunun sonucu olarak ortaya çıkan refah ve özgürlük ortamı, zaten Duvar’ın yıkılışıyla sosyalizm terminolojisinin yükünden kurtulmuş burjuvazinin önemli bir bölümünün, Kürtlerin Kurtuluşunun açıkça ABD ile ittifaktan geçtiğini savunabilmelerinin yolunu açmıştı. Ama özellikle Kuzey Kürdistan’daki geniş Kürt kitleleri hala devrimci demokrasinin önderliğe altında bulunduğundan, ve kısmen de hala henüz hiçbir şey garanti olmadığından, eski aldatılmışlıkların anısıyla, yine de köprüler atılmıyordu devrimci demokrasiyle. Ama şimdi durum kökten değişmiş bulunuyor. ABD’nin Güney Kürdistan’da güçlü bir Kürt Özerk Bölgesini destekleyeceği belli oldukça, sadece şimdiye kadar kerhen devrimci Demokrasi ile yan yana yürüyenler, artık açıkça onunla köprüleri atma eğilimi gösteriyorlar. Ve henüz saldırı oklarını henüz doğrudan o devrimci demokrasiye karşı yöneltemedikleri için, eşeğini dövemeyenin semerini döveceği misali, Devrimci demokrasinin ittifak aradığı Türk soluna ve onunla ittifaka saldırarak, onun gölgesinden çıkıp ayrı bayrak açıyorlar. Ama sadece bu değil, geniş Kürt yığınlarında, tıpkı Doğu Avrupa’daki kitlelerde olduğu türden bir değişimin ip uçları görülüyor. O kitleler, hiç de öyle sosyalizm falan deyip, insanlığın çoğunluğuyla kader ortaklığı yapmaya yanaşmadılar ve kendilerini kurtarmaya, Batı Avrupa ile birleşerek imtiyazlılar arasına katılmaya karar verdiler. Kürt hareketinin uzun yıllar tecrit durumu, onu kendisini ezen halkların ezilenlerini kazanmak sorunuyla yüz yüze getiriyordu. Yani kendisini kurtarmak için kendisini ezenleri de kurtarmaya kalkma zorunluluğuyla karşılaşıyordu. Zaten, stratejik dönüşüm bunun bir ifadesiydi. Ve tam da bu nedenle, ezenlerin ezilenlerini kazanmak için yaptığı bu değişiklikle Kürt burjuvazisini yitiriyordu. Bu bölünme iki farklı ulusçuluk anlayışında ifadesini buluyordu. Şimdi Doğu Avrupa’nın benzeri Kürdistan’da olabilir. Kürt ulusunun şimdiye kadar Kuzey Kürdistan’da yoğunlaşmış yoksul kesimleri de, Devrimci Demokrasinin, Demokratik Cumhuriyet programı, Kürt Arap, Fars, Türk bütün halkların ortak kurtuluşu programı için uzun vadeli ve sonu belirsiz bir savaşa girmekten ise, doğu Almanlar veya Doğu Avrupalılar gibi, kazanan ata oynayıp kısa yoldan özlemlerini gerçekleştirmeyi seçebilirler. Yani devrimci demokrasinin programı bütün çekiciliğini ve ikna gücünü, tıpkı Duvar’ın yıkılışında, sosyalizmin başına geldiği gibi, yitirebilir. Ve böylece Devrimci Demokrasi, tıpkı sosyalizm gibi, yoksul Kürt kitleleri içindeki desteğini hızla yitirebilir ve Yoksul kitleler Kürt Ulusal hareketi içindeki burjuvazinin, şimdilik Barzani-Talabani’de sembolleşen bayrağı ardında onun zafer arabasına binebilir. Ve işin daha da kötüsü, ABD’nin desteği ile, bu Türkiye’de büyük bir basınç oluşturup, egemen kastın, yukarıdan kimi düzenlemeler yapmasının yolunu açabilir. Çünkü, Bürokratik kast bu gün çok tehlikeli biçimde tecrit olmuş bulunuyor. Bu tecritten kurtulup iktidarını sürdürebilmek için, Kürtçe’yi Türkiye’nin ikinci dili yapmak gibi, şimdiye kadar dayanılan aşiretler yerine, Kürt burjuvazisini yedeğe alan, ama iplerin elinde kalmasını sağlayan, bir 115


düzenleme yapabilir. Ortaya çıkan Demokratik bir Cumhuriyet değil, şimdiki Bürokratik Cumhuriyetin Kürtlerin desteğini almış yeni bir versiyonu olabilir. Bu takdirde, ABD ve Kürt burjuvazisi, PKK’nın onlarca yılda onca fedakarlıkla kenarına bile ulaşamadıklarına, kendi bayraklarıyla ulaşabilirler. Bu da Kürt Ulusal hareketi içinde, Devrimci Demokrasinin adeta olmamışa dönmesine ve unutulmasına bile yol açabilir. Örneğin, bu gün, Stalin’in kamplarında bürokrasiye karşı mücadelede ölmüş yüz binlerce Bolşeviği, Devrimci Marksist’i hatırlayan bile yok. Hatırlamak bir yana bunların varlığından bile haberi yok kimsenin. Ve kimse de hatırlamak bile istemiyor. Şimdi aynı akıbet PKK ve onun mücadelesini de tehdit etmektedir. Bu Kürt hareketi içindeki devrimci demokrasinin, şimdiye kadar karşılaştığı en zorlu meyden okumadır. Bu meyden okumaya şimdiye kadar başarılı olmuş yöntemlerle cevap verilemez. Ama bir cevap bulabilmek için, yuvarlak sözlerin ardına gizlenmeden, eğilimleri ve tehlikenin büyüklüğünü ve sonuçlarını açıkça ortaya koymak ve açıkça tartışmak gerekir. Sosyalistlerin bir tek silahı vardır: açıklık. Problemleri ve tehlikeleri, hiçbir gizleme, güzelleştirme, önemsiz gösterme çabasına girmeden, moral bozar diye korkmadan açıkça ortaya koymak ve tartışmak. 07 Mayıs 2003 Çarşamba demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/

*

Bağımsız Bir Kürt Devleti ve Demokratik Cumhuriyet Demokratik Cumhuriyet sorununu şimdiye kadar genellikle, Kürtleri ulusal baskıdan kurtaracak stratejik nitelikleri bakımından ele almaya ağırlık verdik. Kürtler, dört bir yandan çevriliydiler. Bu durumda ulusal baskıya karşı mücadelenin tecritten ve yok olmaktan kurtulmak için müttefikler araması gerekiyordu. Bu müttefikler genellikle, Kürdistan’a egemen devletlerin aralarındaki çelişkilerde bulunuyordu. Ancak bu durumda ya bu devletler anlaşıyor ve bunun sonucunda Kürtler katliamlara uğruyordu, ya da her devlet diğerinin içindeki Kürtleri diğerine karşı destekliyor bu da Kürtlerin Ulusal baskıya karşı mücadelelerini bölüyordu. Bu çıkmazdan çıkışın şu yolları vardı: Bir olasılık dünyanın gelişmiş ülkelerinde bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi ve bunun geri ülkelerdeki ulusal ve sınıfsal baskıların kaldırılması ve bunlara karşı direnişler için muazzam bir destek sunması olabilirdi. Artık hayal gücünden bile uzaklaşmış bu olasılık Kürtlerin Üzerindeki ulusal baskı dahil tüm sorunların bir çırpıda çözümünü getirirdi.

116


Ne var ki, tarihin yumağının ters ucundan çözülmeye başlaması, yani geri ülkedeki Ekim devriminin ileri ülkelere yayılamaması ve bunun sonucu da yozlaşması, dolayısıyla çözülemeyip bir kör düğüm, bir Gordiyos düğümü olması, bu çözümü olanaksız kıldı. İkinci olasılık, Bölge devletlerinden birinde en azından demokratik karakterde bir devrim gerçekleşmesiydi. Bu devrim gerçekleştiği ülkedeki Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanır ve böylece diğer ülkelerdeki Kürtlerin özgürlüğü ve oralarda da demokratik devrimler gerçekleşmesi için diğer ülkelerdeki demokratik hareketleri desteklerdi. Böylece Demokratik devrimin Kürt ulusal hareketiyle ittifakı, Kürtlerin ulusal baskıdan ve diğer ulusların da Kemalist, Baas ya da Molla rejimlerinin egemenliğinden kurtulmasını sağlardı. Maalesef birinci kör düğüm, geri ülkelerdeki devrimci ve demokratik hareketleri zayıflatarak, bu olasılığı da ortadan kaldırıcı bir etki yaptı ve Kürt ulusunun kaderi üzerinde ikinci bir Kör düğüm oluştu. Bu durumda Kürtlerin karşısında iki olasılık kalıyordu. Bu iki olasılıktan biri şöyle özetlenebilir: Kürtler tersinden giderek bu iki Gordiyos düğümünü çözmeyi deneyebilirlerdi. Kürt ulusal kurtuluş hareketi, bölge devletlerinden en azından birinde demokratik bir devrim yaparak, yani aslında kendisini ulusal baskıdan kurtarması gerekenleri uğradıkları baskıdan kurtararak, ulusal kurtuluştan hareketle demokratik devrim yaparak, bölge çapında demokratik devrimin yayılması sürecini başlatabilirdi. Ama ezen ulusun ezilenlerini kazanmak için, sadece bağımsızlık veya belli bir devlet içindeki Kürtlerin özerkliği gibi bir program yetmezdi. Mücadelenin nesnel sonuçları değil, bizzat hedefleri, ezen ulusun ezilenlerini kazanmaya yönelik olmalıydı. Bunun da bir tek somut ifadesi olabilirdi: Demokratik Cumhuriyet. Kürt ulusal hareketi, ulusal baskıya son verebilmek için, bir sosyal harekete dönüşmeyi, kendini ulusal baskıdan kurtarabilmek için kendini ezenleri de diğer baskılardan kurtarmayı hedefleyebilirdi. Sadece Kuzey Kürdistan’daki, yani nispeten Kürdistan’ın en gelişmiş bölgesindeki hareket, PKK, kimi geleneklerinin katalizatörlüğü ve uğradığı dünya çapındaki tecrit ve kuşatmayı yarma zorunluluğuyla bu programı benimseyebildi. Ama bu politik benimseyiş sınıfsal ve kültürel sınırlara takıldı. PKK’nın büyük bölümü yoksullar hatta büyük ölçüde işçiler olmasına rağmen, toplumsal konumuyla işçi veya yoksul olan bu tabakalar ruhsal durumlarıyla köylü, kültürel bakımdan kapitalizm öncesi bir karakter taşıyorlardı. Bu da onların hem Kürt burjuvazisi karşısında bağımsız bir politika oluşturmalarını engelliyor hem de batının büyük şehirlerinin işçi ve emekçilerini kazanmasını olanaksızlaştırıyordu. Bu açmazdan kurtuluşun biricik yolu, egemen ulusun demokratik ve sosyalist hareketinin, ezilen ulusun bu stratejisinin kendisine sunduğu olanakları değerlendirerek bir itilim kazanması olabilirdi. Ne var ki, gerek duvarın yıkılış öncesinin gerek yıkılış sonrasının egemen ideolojilerinin yarattığı tahribat, böyle bir egemen ulus solunun ortaya çıkışını olanaksızlaştırmıştı. Böylece doğru bir strateji, hem kendi kültürel ve sınıfsal sınırlarına hem de dönemin yarattığı yoksunluklar duvarına çarparak, kendini gerçekleştirme olanağı bulamıyordu. Ya da gerçekleşmesi, çok uzun bir zaman gerektiriyordu.

117


Eğer Kürdistan, Bask veya Katalan gibi ulusal baskı altında ama ülkenin kültür ve ekonomice en gelişmiş bölgesi olsaydı, bu strateji en azından Kültürel ve sınıfsal sınırlara takılmadan, dayanacağı bir modern proletarya bulacağı için başarıya ulaşabilirdi. Ne var ki, Kürdistan’ın aynı zamanda, bulundukları ülkelerin en geri bölgeleri olması, bu olasılığın gerçekleşmesini olağanüstü güçleştiriyordu. Bu durumda son bir olasılık vardı, büyük bir emperyalist gücün, Kürtleri desteklemesi, bu takdirde Kürtler, kendini kuşatan ülkeler karşısındaki müttefik eksikliğini ve güçsüzlüğü aşabilirlerdi. Şimdiye kadar bölge devletlerinin Arap, Fars ve Türk devletleri gibi, gerek petrole gerek büyük ordulara ve geleneklere sahip olan devletler olması, büyük emperyalistlerin Kürtlerin mücadelesi karşısında bir müttefik olarak son duruşmada her zaman onların yanında bulunmasına yol açmıştı. Zaman zaman aralarındaki çelişkiler nedeniyle, sadece karşı tarafı sıkıştırmak için Kürtleri destekler gibi yaptılarsa da, bu tıpkı bölge devletlerinin aralarındaki çelişkiler nedeniyle zaman zaman yaptıkları manevralara benziyordu. Zaten bölge devletlerinin bu manevraları da çoğu kez dünya çapındaki rekabetin bu devletler aracılığıyla yansımasından başka bir şey değildi. Yani Emperyalist ülkeler Kürtlerin Kurtuluşunu değil, bölge devletlerini desteklemeyi tercih ederlerdi. Ne var ki, bu durum ABD’nin Irak’ı işgaliyle ilk kez kökten değişti. ABD’nin dünyaya egemenlik planı, bu bağlamda bölge devletlerini kendi kontrolüne alma planı, onu bu devletlerin baskısı altındaki Kürtlerle müttefik yapmaktadır. Böylece hiçbir zaman doğru dürüst bir müttefik bulamayan Kürtler bir anda dünyanın en büyük askeri ve politik gücünün desteğini elde etmiş bulunmaktadırlar. Bu durumda Kürtler arasında, özellikle de kraldan fazla kralcı diyasporada şöyle bir düşüncenin geliştiği görülmektedir. “İşte ABD’nin çıkarları bizi desteklemeyi gerektiriyor. Bu güce dayanarak bir süre sonra, çeşitli biçimlerde, üzerimizdeki ulusal baskılara son verebilir ve hatta bağımsız ve birleşik bir Kürdistan devleti kurabiliriz. Bu durumda, Demokratik Cumhuriyet gibi, ezen ulusun ezilenlerini kazanmaya yönelik, uzun ve yorucu işlerle uğraşmanın gereği yok. Şimdiye kadar gelselerdi. Ne yapalım günah bizden gitti. Hatta ABD gibi güçlü bir müttefiğin desteğini kaybetmemek için, artık onlarla aramıza mesafe koymamız gerekir.” Böyle düşünen Kürtler, tıpkı Avrupa’ya katılarak Türk devletinin keyfiliğinden ve baskısından kurtulmak, demokrasi ve ekonomik refahtan nasiplenmek isteyen ve bunun için de Kıbrıs Cumhuriyeti ile birleşmek isteyen Kıbrıs’ın Türkçe konuşanları gibi; veya “halk biziz” diyerekten bürokrasiyi tasfiye eden bir sosyalizmi seçerek bin bir türlü zorlukla dolu sonu belirsiz bir maceraya girmekten ise, “biz bir halkız” diyerekten Batı Almanya ile birleşerek bir an önce refah ve demokrasiye kavuşmak isteyen doğu Alman işçileri gibi davranmaktadırlar. Birinin Batı Almanya ile, diğerinin Avrupa ile birleşerek ulaştığına veya ulaşmak istediğine Kürtler de ABD ile ittifak kurarak ulaşmak istemektedirler. Bu da en az Kıbrıslı Türklerinki veya Doğu Almanlarınki hatta Avrupa’ya bir an önce girelim diyerek bir an önce bu gerilik ve keyfilikten kurtulmak isteyen Türklerinki gibi son derece anlaşılır bir beklenti ve davranıştır ve onlardan zerrece farkı yoktur. Tek farkları farklı emperyalistlere 118


dayanmaları olabilir. Bu bakımdan ABD ile diğerleri arasında bir fark yoktur. Avrupa ve Almanya ABD’nin bu gün yaptıklarını yapacak güçte değildir sadece. Olsalardı neler yapabileceklerini görmek isteyenler, aralarındaki rekabet için hangi katliamlara nasıl destek verdiklerini Yugoslavya’da görebilirler. Bu durumda, ABD desteğiyle, bir şekilde bağımsızlığa ya da Kürtler üzerindeki ulusal baskının son verilmesine ulaşılabileceğini düşünen ve giderek sayıları artan Kürtler için bu gün, Kürtler üzerindeki ulusal baskının kalkmasının biricik yolunun kendilerini ezen ulusların ezilenlerini kazanmak olduğun söylemenin, (hele bunu söyleyen bizim gibi egemen ulustan biriyse, egemen ulusun çıkarlarını korumak ve Kürtlere düşmanlık gibi algılanacağı bir ortamda) bir değeri olmadığını biliyoruz. Bu nedenle Kürt devletinin gerçekten bağımsız olabilmesinin bir koşulu olarak demokratik cumhuriyet üzerinde, yani strateji olarak değil, programatik bir hedef olarak demokratik cumhuriyetin olmazsa olmazlığı üzerinde duracağız. Bağımsız bir Kürt devleti de, eğer gerçekten bağımsız olmak istiyorsa Demokratik bir Cumhuriyet olmak zorundadır. Ve Demokratik bir Cumhuriyet de orta doğuyu kapsamak zorundadır. Gelecek hafta bu konuyu ele alalım. 10 Haziran 2003 Salı demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir *

Diğer Devletlerdeki Kürtler ve Demokratik Cumhuriyet Dünyadaki en büyük Kürt şehri Kürdistan’da değildir. Bu şehir, Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı’nın, yani İyonya ve Balkanların, Levant’ın baş kenti olan İstanbul’dur. Bu on milyonu aşkın nüfuslu megapolde azınlık olarak yaşayan Kürtlerin sayısı, Kürdistan’ın en büyük şehrinde yaşayan Kürtlerden fazladır. Sadece İstanbul değil, Mersin’den Ankara’ya, İzmir’den Antalya’ya batı Anadolu’nun bütün büyük şehirlerinde çok büyük Kürt azınlıklar yaşamaktadır ve bunların her birinin nüfusu, Kürdistan’daki bir çok büyük şehrin nüfusundan fazladır. Sadece Türkiye’de değil, Irak, İran, Suriye ve hatta Lüban’da da bu ölçüde olmasa bile, büyük şehirlerde küçümsenmeyecek Kürt azınlıklar bulunmaktadır. Bir Bağdat, bir Tahran, veya bir Halep’te de hiç küçümsenmeyecek bir Kürt nüfusu bulunmaktadır. Sadece Orta Doğu’da değil, Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinde de, örneğin Berlin, Londra, Paris’te de yine Kürdistan’ın her hangi bir ortalama büyüklükteki şehrinden daha büyük Kürt nüfusları yaşamaktadır. Yakın zamana kadar, Avrupa’nın her hangi bir büyük şehrinde yapılan Bir Mayıs gösterisine bakmak bile bu nüfusun büyüklüğü hakkında bir fikir verirdi. Avrupa’nın bir çok ülkesindeki Kürtler, bu ülkede kendilerine azınlık hakları tanınmış bir çok

119


azınlıktan daha büyük bir nüfusu kapsarlar. (Örneğin Almanya’daki Danimarkalılar göz önüne getirilebilir.) (Avrupa’daki Türk imgesi, aslında bir Kürt imgesidir. Avrupa’da Türk Mutfağı diye bilinen aslında Kürt mutfağıdır. Batı Anadolu’dan Avrupa’ya göçenlerin büyük bir bölümü, kısmen dış görünüşü kısmen de yaşam tarzıyla Avrupa’nın şehir yaşamına entegre olduğu için varlıkları ve farklılıkları görülmez ve bu nedenle Avrupa’da son yıllarda yaygınlaşan Türk imgesi, büyük ölçüde Türkiye’den gelmiş Kürtlerden kaynaklanır.) Bir Barzani ve Talabani’nin, ya da değişik bir şekilde ifade edersek, Kürtlerin ulusal baskıdan kurtulması için biricik yolun Kürdistan’daki bağımsız bir Kürt devleti olduğunu düşünenlerin yani bir Demokratik Cumhuriyet’i önemsemeyenlerin, belki Kürdistan’dakinden bile daha büyük Kürt nüfusunu barındıran, hadi Bırakalım Avrupa’yı şimdilik bir yana, Kürdistan’a egemen devletlerin Kürdistan dışı şehirlerinde yaşayan Kürtler için hiç bir programı yoktur. Onlara sunabilecekleri biricik program, bağımsız devlet kurulduktan sonra geri dönmeleri olabilir. Bunun ise gerçek yaşamla hiçbir ilişkisi yoktur. Sadece Kürtlerin bağımsız bir devletini hedef alan bir yaklaşımın, diğer devletler içindeki Kürtler için düşüneceği tek rol, bağımsızlık mücadelesi boyunca maddi manevi destek, bağımsız bir devlet kurulduktan sonra da, o bağımsız Kürt devletinin diğer devletlerle ilişkisinde, pazarlık ve baskı fonksiyonu görecek dış politikanın ve diplomasinin basit bir uzantısı olmaktır. Bunun nasıl bir politika olduğunu merak edenler, bu günkü Türkiye’nin diğer ülkelerdeki Türklere ilişkin politikasına bakabilirler. Diğer ülkelerdeki Türk azınlıklar, ister tarihten kalmış ister modern iş gücü göçlerinin ürünü olsunlar, Türkiye açısından sadece bir tek işleve sahiptir: Türk devletinin dış politika manevralarının basit bir aracı olmak. Bunların hakları ve o ülkelerdeki demokratik mücadeleler ve kazanımlar Türkiye’yi zerrece ilgilendirmez, hatta bu kazanımlar ve mücadeleler azınlık Türkleri Türk dış politikasının aracı olarak kullanmayı zorlaştıracağı için, bunlara düşmandır. Kendisi de Demokratik bir Cumhuriyet olmayan bir Kürt devleti, Kurulduktan sonra da diğer ülkelerdeki Kürtleri, tıpkı kurulmadan önce gördüğü gibi veya şimdi Türk devletinin diğer ülkelerdeki Türkleri gördüğü gibi görecektir. Bu şu demektir, Kürt devleti, diyelim ki bir İstanbul’da yaşayan Kürtlerin sempatisini, Türkiye ile devletler arası ilişkilerinde, dış politikası ve diplomasisinin bir aracı olarak kullanacaktır. Tıpkı Türkiye’nin bu gün Avrupa’daki Türkleri veya Kürdistan’daki Türkmenleri kullanmaya kalktığı gibi. Ama bu da karşı tedbiri kışkırtır. Yani Kürt azınlık üzerindeki baskı artacak demektir. Bu durumun aşırı noktalara varması halinde, Yugoslavya benzeri pogromlar, katliamlar da gündeme gelecek demektir. Diğer bir deyişle, Demokratik bir Cumhuriyet’i hedeflemeyen bir bağımsız bir Kürt devleti ile Kürtlerin üzerindeki ulusal basıkların son bulacağı düşüncesi, Kürdistan dışında yaşayan Kürtlerin, yani çok büyük bir Kürt nüfusunun üzerindeki ulusal baskıların artması sonucunu doğurur. Gerilimlerin tırmanması ise “etnik temizlik”lerin gündeme gelmesini. Bu da

120


devletler arası savaşları. Tabii bütün bunlar emperyalizmin dayatmaları karşısında en küçük bir direnme yeteneği gösterememeyi getirir. O halde, bağımsız bir Kürt devleti, gerçekten kendini emniyete almak için diğer ülkelerde yaşayan Kürtlerin haklarını gündeme getirmek ve o ülkelerde demokratikleşmeyi istemek zorundadır. Yani onlar için, modern iş gücü göçünün yarattığı büyük şehirlerde toplanmış azınlıklar için, bir demokratik program geliştirmek zorundadır. Peki ne olabilir böyle bir program? Bu program, bütün dillerin ve ulusların eşitliği olabilir. Yani, diğer ülkelerdeki Kürtlerin, bulundukları ülkelerin çoğunluğu ile, aynı dil ve kültüre ilişkin haklardan faydalanmasını istemesi ve o ülkelerdeki Kürtleri bunun için mücadeleye teşvik etmesi gerekir. Ve elbette bunu sadece Kürtler için değil, genel bir ilke olarak tüm milliyetler için istemelidir. Ama ne demektir bu? Bu dillerin, milliyetlerin ve kültürlerin eşitliği demektir. Diğer bir deyişle, ulusun tanımından, dil, kültür ve soyu dışlamak, onu hukuki ya da coğrafi olarak tanımlamak demektir. Yani bağımsız bir Kürt devleti, diğer ülkelerdeki Kürtleri, diğer devletlerle ilişkilerinde dış politikasının basit araçları olarak kullanarak kanlı pogromlar ve savaşlar yoluna girmek istemiyorsa, onların demokratik haklarını, yani ezilen modern azınlıklar olarak haklarını gündeme getirmek zorundadır. Ama bunu gündeme getirmesi demek, o ülkelerde ulusun tanımından etniyi, dili, kültürü dışlanmasını istemek, yani bütün dil, milliyet ve kültürlerin eşitliğini savunmak demektir. Ama bunu savunmak demek, Demokratik bir Cumhuriyet’i savunmak demektir. Çünkü Demokratik Cumhuriyet’in eksenini dillerin, ulusların ve kültürlerin eşitliği oluşturur. Ama diğer ülkelerdeki Kürtler için o ülkelerde Demokratik bir Cumhuriyet’i isteyebilmek için de, bağımsız Kürt devletinin kendisinin bir Demokratik Cumhuriyet olması gerekir. Sırça köşkte oturan başkasını taşlayamaz. Ama kendisinin Demokratik bir Cumhuriyet olması demek, kendisinin tüm dillerin, ulusların ve kültürlerin eşitliğini kabul etmesi demektir, yani ulusun tanımından dili kültürü ve etniyi dışlaması demektir. Bu da ulusu coğrafyaya göre veya hukuken tanımlamak demektir. Ama bu da somut olarak şu demektir: Kürt devleti, diğer ülkelerdeki Kürtlerin, demokratik özgürlüklerden yararlanmalarını savunabilmek için Kürt devleti olmaktan çıkmak, demokratik bir Kürdistan devleti olmak zorundadır. Hasılı, PKK’nın kuşatma altında varmak zorunda kaldığı programa, yani Demokratik bir Cumhuriyet programına, olayların mantığı Bağımsız bir Kürt devletini de zorlar. Demokratik bir cumhuriyet olmadığı takdirde, bağımsız bir Kürt devleti varlığını sürdüremez. Dengeler sürdürmesine elverse bile bu kan revan içinde olabilir. Bu yazıda, Demokratik Cumhuriyet’in zorunluluğunu, Kürdistan dışındaki Kürt azınlıkların konumu ve çıkarı bağlamında göstermeye çalıştık, gelecek yazıda da Kürdistan’daki azınlıklar açısından göstermeye çalışalım. 17 Haziran 2003 Salı demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 121


*

Kürdistan’daki Azınlıklar ve Demokratik Cumhuriyet Geçen yazıda, eğer gerçekten bağımsız bir Kürdistan ve Kürtlerin üzerlerindeki her türlü ulusal baskıdan kurtuluşları isteniyorsa, gelişmelerin iç mantığının, bağımsız bir Kürt devletini, Demokratik bir Cumhuriyete dönüşmek zorunda bırakacağı, Demokratik bir Cumhuriyetin ise, tüm dillerin ve ulusların eşitliği ilkesine dayanabileceği, dolayısıyla bağımsız bir Kürt devletinin, Demokratik Bir Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorunda olduğunu göstermeye çalışmıştık. Yani PKK’yı Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya son vermek için, Demokratik Cumhuriyet stratejisini geliştirmeye zorlayan nesnel güçler, aynen bağımsız bir Kürt devletini de Demokratik bir Cumhuriyet olmaya zorlar. Bu yazıda sorunu bir de tersinden koyalım. Nasıl Kürdistan’ın dışında büyük Kürt azınlıklar varsa, Kürdistan’da da büyük Kürt olmayan azınlıklar bulunmaktadır. Zazalar, Türker, Farisiler, Türkmenler, Azeriler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Asuriler ve daha burada sayılamaycak niceleri gibi. (Elbette kimileri Zazaların Kürt, Türkmenlerin Türk, Süryanilerin Asuri vs. olduğunu söyleyebilir. Bunların bir önemi yoktur. Her hangi bir grup insan kendisinin ayrı bir milliyet olduğunu düşünüyorsa ayrı bir milliyettir. Bunun için Tarihten, antropolojiden veya etnolojiden bir delil veya sertifika göstermesi gerekmez.) Bağımsız bir Kürt devleti bu azınlıklar karşısında nasıl bir tavır alacaktır? Bu azınlıklar karşısında onların özgürlüklerini tanımayan bir tavır aldığı takdirde, bu azınlıkların memnuniyetsizliği, özellikle Arap, Türk ve Fars devletleri tarafından kaşınacak, bu azınlıklar, bu ülkelerin gerici rejimlerinin dış politikasının ve diplomasisinin uzantıları ve Kürt devleti üzerinde baskının araçları olarak kullanılacaktır. Tabii bu kaşıma sadece “akraba” azınlıklarla sınırlı kalacak diye bir kural da yoktur. Diğer memnuniyetsizlikler de aynı şekilde kaşınır, düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi gereğince. Buna karşılık muhtemelen Kürt devleti de aynı araçlarla cevap verecektir. Yani o da diğer ülkelerdeki Kürtleri, o devletlere karşı dış politika ve diplomasisinin bir aracı olarak kullanmaya ve böylece durumu dengelemeye çalışacaktır. Ama bu her iki tarafta da, giderek ulusal düşmanlıkların büyümesine, pogrom eğilimlerinin güçlenmesine yol açacaktır. Bir soy, dil veya kültüre dayanan ulusçuluk açısından başka bir olasılık da yoktur. O ulusa, o soy ve kültüre, o dile ait olmayanlar, o ulustan sayılmaz. Dolayısıyla aslında kurtulmak istenen ama zorunlu olarak katlanılan bir hastalık gibi görülürler. Bu ulusçuluğun ardında kaçınılmaz bir şekilde saflaştırma eğilimi bulunur. Onların varlığına, diline katlanılır, tolerans gösterilir. Bu bir eşit hak olarak görülmez. Demek ki, Kürtler de bir devlete sahip olduklarında, bu gün Türkiye, İran ve Arap ülkelerinde egemen olun ulusçuluk anlayışına dayanan bir devlete sahip oldukları takdirde, yani Kürtlerin devleti bir Kürt devleti olduğu takdirde, tıpkı bu gün var olan diğer devletler gibi davranacak ve onları mahveden bütün sorunlar onun da başına yığılacaktır.

122


Ancak bir yol daha vardır, bölünmeyi ulus değil, demokrasi düzeyinde yapmak. Diğer devletlerle, ayrılığı, Kürtlük, Türklük veya Araplık noktasından değil, demokratik haklar noktasından yapmak. Yani diğer devletlerin dayandığı ulusçuluk anlayışıyla bölünmek. Onların soya, dile, kültüre dayanan ulusçuluk anlayışları yerine, coğrafyaya, hukuka ve yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk anlayışını savunmak. Ama onlara karşı bunu savunabilmek için, önce Kürt ulusu içindeki aynı ulusçuluk anlayışını paylaşanlara mücadele gerekir. Kürdistan’daki azınlıklar karşısında ikinci olasılık, bunların tüm haklarını tanımak ve savunmaktır. (Burada, hoşgörüye dayanan, katlanmaya dayanan bir tanımadan söz etmiyoruz. Bu gerici sonuçlar doğuran bir yaklaşımdır.) Bu takdirde, diğer devletler kendi “soydaş” azınlıklarını bu bağımsız Kürt devletine karşı kullanamaz, aksine bu “soydaş” azınlıklar o devletlerdeki gerici ve anti demokratik rejimler için bir tehlike olarak ortaya çıkar. Peki Kürdistan’daki azınlıkların haklarını tanımak ve savunmak nedir somutta? Bu tüm dillerin ve ulusların eşitliği demektir. (Ortak anlaşma dilinin, en büyük nüfusça konuşulan bir dil olması, örneğin Kürtçe olması teknik bir sorundur. Önemli olan, bütün dillerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim yapma ve dilini kullanıp geliştirme hakkıdır.) yani Kürdistan’daki azınlıklar sorunundan da çıkıp yine aynı noktaya varıyoruz. Kürt devleti sadece var oluş kaygısıyla hareket etse bile, komşu devletlerin baskı ve provakasyonlarına son verebilmek için, kendi içinde tüm dillerin ve ulusların eşitliğini tanımak ve savunmak zorundadır. Ancak bu takdirde, kendisine karşı kullanılabilecek bu azınlıklar silahını o ülkelerin gerici rejimlerine karşı döndürebilir. Bunun nasıl bir mekanizmayı harekete geçirebileceğini görmek için hiç de uzaklara gitmeye gerek yok. Şu Avrupa birliği bile bir fikir verir. Avrupa Birliği, azınlıkların haklarını garanti ediyor. Eh refah da var. Bu durumda Kıbrıs’ın Türkçe konuşanları, hatta Türkiye’den oraya kolonizatör olarak yerleştirilenlerin bir kısmı bile, Avrupalı olmak, Güney ile birleşmek istiyor. Bunun için Türkiye’nin gerici, anti demokratik rejiminin militan muhalifleri oluyorlar. Toparlarsak, Kürdistan’daki diğer milliyetler ve azınlıklar sorunu da, Kürt devletini Kürt devleti olmaktan çıkmak, Demokratik bir Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorunda bırakır. Bunu yapmadığı takdirde ise, belki varlığını sürdürebilir ama bu kan revan içinde bir sürdürüş olur. Ama olayların mantığınca, bağımsız bir Kürt devleti nasıl bağımsız bir Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorundaysa, Demokratik bir Kürdistan Cumhuriyeti de Bir Kürdistan Cumhuriyeti olarak kalamaz, Bir Orta Doğu Demokratik Cumhuriyeti veya Federasyonu gibi bir şey olmak zorundadır. Çünkü kendisi demokratik cumhuriyet olduğu an, komşu devletlerin tümünün gerici ortak cephesini yaratır. Onlar böyle yeni bir ulusçuluk anlayışında kendilerinin ölüm fermanını göreceklerdir. Ama bu devletlerin bütün azınlıkları ve diğer ezilenleri de bu demokratik cumhuriyette kendileri için en büyük desteği ve ideali görecektir. Böylece olayların mantığı bütün orta doğu çapında, iki ulusçuluk anlayışı arasında bir hesaplaşma eğilimi taşır. Böylece Fransız devrimi, ya da burjuva devrimi, iki yüz yılı aşkın bir gecikmeyle, tıpkı Fransız devriminin feodal prenslikler anlayışını tasfiye etmesi gibi, kan ve soya dayanan ulusçuluklar anlayışını tasfiye ederek bölgeye girebilir.

123


Hasılı, orta doğuda her hangi bir ülkede demokratik karakterde bir değişim; bir devrim veya köklü bir alt üst oluş, en azından orta doğu çapında bir “sürekli devrim” özelliği taşır. Var olmak için yayılmak zorundadır. Diğer gerici rejimler de var olmak için onu yok etmek. Bölgede her hangi bir gücün bu yeteneği gösterememesi, bölgenin tıpkı bu günkü Afrika’ya dönüşmesine yol açar. Küçücük., zayıf ve birbirine düşman devletler, burjuva uygarlığının sömürdüğü bu petrol yatakları için her halde en ideal çözümdür. Bu atılımı hangi ulus başarırsa, o tıpkı Fransız devriminden sonra Avrupa’da olduğu gibi, Orta Doğu halklarının sempatisini kazanır. Şu an için buna en yakın görünen ulus Kürtler. Sadece onların içinden böyle projesi ve ulusçuluk anlayışı olan bir parti çıkmış bulunuyor. Ne Türkler, ne Araplar ne de Farslarda böylesine bir entelektüel, teorik ve programatik hazırlık görülmüyor. Ama bu şu anın fotoğrafıdır. Yarın ne olacağı bilinemez. Belki İran’daki bir devrimci kabarış aynı yolu çok daha hızlı aşmayı sağlayabilir. Ama bölge Dünyanın enerji kaynaklarının düğüm noktasıdır. Orta Doğuya yayılan bir Demokratik Cumhuriyet, burjuva uygarlığı için bir tehdit demektir. Bu takdirde Emperyalistlerin tehdidine karşı, burjuva uygarlığına karşı bir program geliştirmek zorunda kalır. Ama bu da, artık ulusun yeni tanımıyla yapılamaz, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini aşmayı zorlar. Yani bu sefer sürekli devrim dinamiği onu dünyaya yayılmak ve ulusçuluğu da aşmak zorunda bıraktırır. Birikimleri bütün bunları aşmaya yeter mi? Şimdiden bir şey söylenemez. Ama şu an çok soyut gibi görünen bu tartışmalar ve yazılar, bunun bir hazırlığı olarak da görülebilir. Oku ne kadar uzağa atmak istiyorsanız yayı o kadar germelisiniz. Yayı germeye devam. Belki tarihin tersinden çözülmeye başladığı için çözülemeyip için kör düğüm olmuş yumağı yine tersinden bir çözme denemesiyle çözülebilir veya ayakları önde gelen bebeğin başı öne çevrilebilir. 18 Haziran 2003 Çarşamba demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ *

Egemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları Bu günün dünyasında sosyalist olmak zordur. Bu dünyada egemen ulustan bir sosyalist olmak daha zordur. Ama Türkiye’de egemen ulustan bir sosyalist olmak çok daha zordur. Hele hele şu son dönemde, ABD’nin Orta Doğu’ya el koymasından beri, Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketinin destekleyen sosyalist olmak olağanüstü zordur. Biraz bu zorluklara değinelim. Çünkü bizzat bu zorluklar bize içinde bulunduğumuz dünyanın sorunlarını daha iyi kavrama olanağı sağlar. Yani sanki öznel zorluklarımızdan bahsedermiş gibi yapıp, yine toplumdaki eğilimler ve çatışan güçleri anlamaya çalışalım.

124


Bu günün dünyasında sosyalist olmak, zaten Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan farksızdır. Doğu Avrupa’nın halkları, hatta buna Çin ve Hindi Çinini de ekleyelim, aşağı yukarı insanlığın neredeyse beşte ikisi, sosyalizm diye bürokratik diktatörlüklerin egemenliği altında yaşadığı için, eğer sosyalizm bu ise olmaz olsun deyip, sosyalizmden nefret etmiş, sosyalizm sözcüğüyle ortak bir hecesi var diye sosis bile yemez olmuştur. “Yok o sosyalizm değildi” itirazlarını dinlemek bile istememektedir. Zengin ülkelerin nüfusunun büyük bir çoğunluğu ise (yani yuvarlak hesap beşte bir), yer yüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen, bu günkü maddi yaşam düzeyinde bir düşüş, bir gerileme anlamına geleceğinden, sosyalizmle selamını sabahını çoktan kesmiştir. Geri kalan beşte iki ise, ilk beşte ikinin yaşadıkları nedeniyle aynı soğukluk içinde olmanın yanı sıra, beşte birin yaşadığı refahın göz kamaştırıcılığı ile, sosyalizm diye bir hayal bile kuramaz olmuş, kral olsa soğanın cücüğünü yiyecek çoban gibi, o gözünü kamaştıranlar gibi olmaktan başka hayali kalmamıştır. Geriye sözünüzü dinleyecek kim kalır? Kendine sosyalist diyenler. Yani toplumsal bir gücün nesnel eğilimlerinin ifadesi olanlar değil, bir dönemin kalıntısı olarak var olmaya devam edenler. Ama bu var olmaya devam edenler, zaten o bürokratik egemenliklerin bayrağını hala sosyalizm diye savunanlar ise ve sosyalizmin bir canlanışının geçmişin kalıntısı bu kuşağın ortalıktan kaybolması gerçekleşmeden pek mümkün olamayacağını düşünenlerdenseniz, varolan sosyalistlerin Müslüman mahallesinde de salyangoz satıyorsunuz demektir. Bu kadar olsa gene iyi. Ya bir de egemen ulustan ezilen ulusun bir ulusal hareketini destekleyen bir sosyalistseniz yandınız demektir. Diyelim ki, ezilen ulustan bir sosyalist olsanız (örneğin Kürdistanlı olsanız) veya egemen ezilen ulus ilişkisinin bulunmadığı bir ülkede yaşıyorsanız (örneğin İsveç’te veya Norveç’te) şimdi anlatacağımız sorunlarınız olmayacaktır. Yukarıdaki iki kategori zorlukla uğraşmanız yeter. Ama bunlara bir de egemen ulustan bir sosyalist olmanın ek zorlukları biner. Her hangi bir baskıya karşı mücadele, diğer baskılara karşı mücadeleyi anlamayı ve desteklemeyi otomatik olarak getirmez. Hatta genellikle diğer baskı biçimlerine karşı mücadelenin o mücadeleyi zayıflattığı, güç ve enerjileri başka mücadelelere çektiği, hatta böldüğü düşünülür. İşçi hareketi ve sosyalistler, uzun yıllar feministleri, siyahları ya da ezilen ulusları hareketi bölmekle suçlamışlardır. Tersinden kadın veya ezilen ulus ve ırk hareketleri de işçi hareketi veya birbirlerine karşı aynı tavırlar içinde olmuşlardır. Bütün bu durumlarda, eşitlikçi veya kurtuluşçu bir hareketin, diğer baskı biçimleri karşısında, kolaylıkla o baskı biçimlerini yaratan egemenliğin korunması ve savunmasına hizmet edebileceği görülür. Türkiye’de olan tam da budur. Sosyalizm, egemen ulus sosyalistlerinin, egemen ulus konumunu gizlemenin, ezilen ulusun mücadelesine destek vermekten kaçmanın örtüsüdür. Birileri ne kadar sosyalizm diyorsa o kadar egemen ulus konumunu problem etmekten kaçıyor demektir. Yani egemen ulus sosyalistleri, dogmatik de olsa sosyalist olmaktan da çıkmışlar, egemen ulusun egemenliğinin korunmasının araçları haline dönmüşlerdir. Ve Egemen ulus sosyalistlerinin yüzde doksanı da bu durumdadır. Bu durumda, sizin, ezilen ulusu destekleyen egemen ulustan bir sosyalist olarak söyleyecekleriniz, bu sosyalizmi egemen ulus konumun 125


gizlemenin aracı olarak kullananlar karşısında, sosyalizm maskeli milliyetçi “Müslümanların” mahallesinde salyangoz satmak olmaktadır. Geriye çok az da olsa, yine de birazcık, ezilen ulusu destekleyen sosyalistler kalır. Ama bunlar da hala, eski dünyanın varsayımları ve kavramlarıyla bunu yaparlar. Aslında eğer olgulara gözlerini kapamasalar ya da çıkarsamalarını mantık sonuçlarına götürseler, o hareketi desteklemeyecek olanlardır. Bu çelişkilerden söz edip, onlarla farkınızı koyduğunuzda, bu sefer ezilen ulusu destekleyen sosyalistlerin Müslüman mahallesinde salyangoz satar duruma düşersiniz. Bu kadar olsa gene iyi, sorunun bir de ezilen ulus tarafı vardır. Eskiden, ABD ve Avrupa ile Türkiye’nin oligarşisi Kürtlere karşı iş birliği içindeyken, Alman silah bağışları ve Amerikan tekniği ile Kürt hareketi ezilirken, iyi kötü, az kalmış destekçilerden biri olarak insan yine de belli bir kabul görürdü. Ama şimdi, bir yanda Avrupa Birliği kriterleri aracılığıyla ulusal baskının hafiflemesi yolları açılmışken veya ABD’nin desteği ile belli kazanımlar sağlamak mümkün görülüyorken, artık bir destek değil bir kendisinden bir an önce kurtulunması gereken bir yük olarak görülmeye başlanmışsınızdır. Yani desteklediğiniz ezilen ulusun giderek artan bir bölümü de bu destekten rahatsızdır artık. Yani sevdiğinizin gönlü başkasındadır ve kendisini artık rahatsız etmemenizi istemektedir. Ama sadece bu kadar da değil. Eşeğini dövmeyen semerini döver derler. Biraz da semerlik yapmanız gerekir. Kürt ulusal hareketine egemen olan özgürlük hareketi, bütün bu baskılara rağmen iyi kötü hem toplumsal konumu, hem eski geleneklerinin etkisiyle bu eğilimlere direnir, ezenin ezilenlerini kazanma stratejisini izler. Bu stratejiden rahatsız olan milliyetçiler ve burjuvalar, bunu açıktan söyleyecek cesaret ve güce henüz sahip olmadıklarından, doğrudan özgürlük hareketine saldıracak yerde, onun egemen ulustan destekçisi sosyalistlere saldırmayı hem ideolojik hem de programatik ve stratejik çıkarları bakımından eşi bulunmaz bir durum olarak görürler. Doğrusu kendi açılarından son derece akıllıca da davranmış olurlar. Böylece bir taşta iki kuş vururlar. Bir yanda egemen ulustan olduğunuz için, egemen ulusun ezilenlerini kazanma stratejisine dolaylı bir eleştiridir, diğer yanda sosyalist olduğunuz için sosyalizm idealine karşı bir eleştiridir. Yani Kürt ulusal hareketi içindeki Kürt burjuvazisi, devrimci demokrasiye karşı mücadelesini de sizin sırtınızda yürütür. Yani sadece bir yük değilsinizdir, dövülecek iyi bir semersinizdir. Bu kadar olsa yine iyi. Bütün bunları söyleyemezsiniz de. İki nedenle. Birincisi, görevinizin, esas olarak “kendi” ulusunuzun milliyetçiliği ile mücadele olduğunu düşünürsünüz. Bu nedenle, ezilen ulusun saflarından yapılanları duymazdan, anlamazdan gelirsiniz. Egemen ulustansınızdır. Bunun nasıl içe işlediğini, egemen ulus konumunun en keşfi zor biçimlerde savunulabileceğini bildiğinizden, insanım çiğ süt emmişim, sosyalizm beni egemen olmanın imtiyazlarından azade kılmaz; belki bu imtiyazları en ince biçimde savunmanın aracı olabilir diye düşünür kendinize karşı son derece kuşkucu yaklaşırsınız. Bütün bunlar olmasa bile, haklı ve doğru olsanız bile, ezilen bir ulus dediklerinizi egemen ulustan olanın yukarıdan akıl vermesi olarak görebilir. Bu psikolojik boyutu da hesaplarsınız. Dilinizi tutarsınız.

126


Bütün bu zorluklar, aslında hem dünyada eşitlikçi bir toplum özleminin, hem de Kürt ulusal hareketinin demokratik özlemlerinin zorluklarının, yani nesnel eğilimlerin yarattığı nesnel zorlukların, egemen ulustan bir sosyalistin öznel zorlukları gibi yansımasıdır. Yukarıda sıralanan öznel gibi görünen zorluklar, nesnel zorlukların öznel bir görünüşünden başka bir şey değildir. Ama bu öznel görünüş, küçücük bir noktada olağanüstü yoğunlaşmış bir görünüş. 30 Temmuz 2003 Çarşamba demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ *

İki Ulusçuluk ve Öcalan’ın Önerisi

Ulusçuluk, nam-ı diğer milliyetçilik, bir ulusun çıkarlarını her şeyin önünde düşünmek olarak anlaşılır. Böyle tanımlandığı sürece ulusçuluğun ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Çünkü bu tarz bir anlayış, ulusçuluğun ulus anlayışını veri kabul eder, ulusçuluğu ulusçu olmayana göre tanımlamaz. Ulusçuluğun karşıtı olarak, sınıfın çıkarını ulusun çıkarının üstünde tutma biçiminde tanımlanan Enternasyonalizm de, ulusçuluğun bu tarz bir anlayışının bütün temel hatasını içinde taşır ve onu yeniden üretir. Çünkü ister sınıfın ister ulusun çıkarı üstün görülsün, her iki anlayış da, kendini aslında tam da tanımlanması gereken ulusçuluk içinde tanımlamaktadır. Ulusçuluk ve enternasyonalizm, bunların ikisi de ulusçudur. Çünkü enternasyonalistler de ulusçuların ulus anlayışını kabul ederler. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Yani, politik olanı ulusal olana göre tanımladığınız andan itibaren ulusçusunuzdur, ulusal veya sınıfsal çıkarı önde tutun fark etmez. Ayrılığınız ulusçuluğun ufku içindedir. Ulusçuluk ve enternasyonalizmin bu özdeşliği en iyi biçimde, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinde görülür. Bu enternasyonalizm ilkesi, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışının savunusudur ve onu yeniden üretir. Yani enternasyonalizm de özünde milliyetçi bir ideolojidir. Milliyetçi olmayan bir anlayış, ulusal olanla politik olanın çakışması anlayışının reddine dayanabilir. Yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın, her hangi bir ulustan olmanın, kişisel bir inanç sorunu olarak ele alınmasıdır. Nasıl bu gün, dinsel olanla politik olan arasında, bir çakışma aranmıyorsa ve din kişinin bir özel sorunu olarak politik alının dışına sürülmüşse; ulusçu olmayan bir anlayış, ulus karşısında da benzer bir yaklaşım içinde olabilir. Bu bağlamda çeşitli ulusçuların ulusu neye göre tanımladıklarının önemi yoktur. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın; yani ister kana, ister dile, ister demokratik yurttaşlığa, ulusal olanı kişinin bir özel sorunu olarak almak ulusçu olmayan bir anlayış olabilir. Nasıl dinsel olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışı ile (yani teokratik anlayış veya bunun özel İslami biçimi şeriatçılık) dini kişinin vicdan sorunu olarak gören anlayış, bir arada bulunamaz ve birinin kabulü diğeri üzerinde bir diktatörlükse, aynı şekilde ulusal olanla 127


politik olanın çakışması anlayışı ile ulusal olanı tıpkı din gibi kişinin bir özel inanç sorunu yapan anlayış bir arada bulunamazlar. Birinin kabulü diğeri üzerinde diktatörlüktür. Ve bu gün yeryüzündeki bütün devletler, ulusçuluk ilkesi açısından birer şeriat devletidirler. Ve örneğin bütün enternasyonalistler de, analojiye bağlı kalırsak, aşağı yukarı, din ilkesine dayanan devletlerin halklarının kardeşliğini savunan şeriatçılardır. Çünkü ulusal olan ile politik olanın çakışması ilksini kabul etmekte, ona dayanmakta ve onu yeniden üretmektedirler. Bunlar işin alfabesi, henüz sosyalistlerin bilmediği alfabe. Bu günün dünyasında bu alfabe bilinmeden, burjuva uygarlığının temel var oluş biçimine karşı bir program geliştirilemez ve politika yapılamaz. O halde sosyalistler alfabeyi bilmeden politika yapan kara cahillerdir. Peki bu gün tartışılan nedir? Her ne kadar “ulusal devletin sonu”ndan söz etmek modaysa da, tartışılan, ne ulusun ne de ulusal devletin kendisidir, ulusun ve ulusal devletin nasıl tanımlanacağıdır. Yani aslında bütün tartışma, ulusçular arasındadır. Ulus etni, kan, soy dile göre mi yoksa yurttaşlığa göre mi tanımlanacaktır? Bu gün ulusun tanımında kullanılan, Etni, kan, soy, dil, kültür vs. politik alanın dışına itilerek; ulus belli bir coğrafyada yaşayan yurttaşların birliği olarak tanımlanmak istenmektedir; ama nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusun kendisi değil. Ve bu tartışmada, sosyalistler bırakın ulusçuluğa karşı olmayı; ulusçuluğun, kronolojik olarak daha sonra doğmuş olmakla birlikte ilkel, demokratik ve cumhuriyetçi olmayan biçimini savunmaktadırlar. Kürtler içinde Abdullah Öcalan ulusun bu tür demokratik ve cumhuriyetçi bir tanımını savunmaktadır. Buna karşılık, bu gün Türklerin çoğu ve Türkiye’ye egemen olanlar ve diğer Kürt hareket ve partileri; özünde ulusun dile, kültüre, etniye, soya göre tanımlanmasını savunmaktadırlar. Öcalan, yaptığı muazzam stratejik dönüşle, ayrım çizgisini kökten değiştirmiştir. Artık bölünme, Kürtler ya da Türkler arasında değil; Kürtlerin ve Türklerin ulusu, dil, soy, etni, kültüre göre tanımlamakta ısrar edenleri ile; demokratik ve cumhuriyetçi geleneğe uygun olarak, bunların politik alanın dışına itilerek yurttaşlığa göre tanımlanmasını isteyenler arasındadır. Soruna böyle baktığımızda, örneğin Kemalistlerle “ilkel milliyetçi” denen Kürtlerin aynı ulus ve ulusçuluk anlayışını paylaştığı görülür. Her ikisi de ulusu, dile, soya, yani somut olarak Kürtlüğe ya da Türklüğe göre tanımlamaktadırlar. Ve böyle bir tanıma karşı çıkan; ulusu demokratik ve cumhuriyetçi bir temelde yurttaşlığa göre tanımlayan ulusçuluk karşısında çıkar ve kader ortaklığı içindedirler. Burada problem, bu iki farklı ulusçuluğun Türkler ve Kürtler içindeki gücünün asimetrik durumundadır. Kürtler içinde böyle bir parti vardır; en azından Kuzey Kürdistan’da en büyük parti durumundadır. Ama Türkler arasında programı böyle bir parti yoktur ve henüz bir kültürel ve entelektüel akım olarak, sadece büyük şehirlerin aydın kesimi içinde küçük bir taraftar kütlesi vardır. Bu çelişki şöyle daha iyi görülebilir. Abdullah Öcalan, savunmasında şöyle yazıyor: “Örneğin İsviçre, Belçika, İspanya, Rusya, ABD ve daha birçok ülkede olduğu gibi, ne kadar dil ve kültür varlığı olursa olsun, tek bir İsviçre, Belçika, İspanya ve ABD ulusu nasıl 128


mümkünse, Türkiye ulusu olarak tek ulus da mümkündür. Türk yerine Türkiye ulusu daha gerçekçi, tarihi ve sosyal realiteye daha uygundur.” Yani ezilen ulus olarak, Türk ulusuna, gelin ulusu dile, kültüre göre değil, demokratik bir cumhuriyetin yurttaşlığına göre tanımlayalım, bu ulusun adının “Türkiye Ulusu” olması bizim için problem değil diyor. Ama Öcalan’ın karşısında Türkiye’de henüz şöyle bir parti yok: “Evet, Öcalan Türkiye ulusu denmesini uygun görüyor. Ama bu yanlış olur. Türkler uzun yıllar gerek Kürtler, gerek diğer uluslar karşısında egemen ulus konumundaydılar ve bunun yarattığı büyük kırgınlıklar vardır. Bu kırgınlıkların giderilebilmesi ve gerçek bir eşitlik hedeflendiğinde, böyle bir adlandırma yanlış olur. Başka bir isim üzerinde düşünmek gerekir. Türkiye, batılıların Osmanlı İmparatorluğu’nu tanımlamak için kullandığı bir deyimdi. Batının bu topraklara verdiği bir isimdir bu topraklarda yaşayanların oralara verdiği isim değildi. Yani sömürgeciliğin, oryantalizmin damgasını taşır; buna kölece sahiplenmeyi ifade eder. Başka bir isim olarak düşünülebilecek Orta Doğu ise fazla Avrupa merkezli bir adlandırmadır. Yeri Avrupa’ya göre tanımlar. Daha uygunu, Anadolu ve Mezopotamya Demokratik Cumhuriyeti ve bu cumhuriyetin yurttaşlarından oluşan Anadolu ve Mezopotamya Ulusu olabilir. Soylar, diller, kültürler karşısında da daha tarafsızdır, daha nötrdür.” Böyle iki tavır birbirini tamamlardı. Tıpkı Lenin’in Polonya’nın ayrılmasını savunurken, Rosa’nın birliğe vurgu yapması gibi. Böylesi yok Türkiye’de. Neden yok? Çünkü, Türkiye’nin sosyalistleri, yani Enternasyonalistleri, ulusu dil, soy, kültüre göre tanımlayan bir ulusçuluğun enternasyonalistleridirler. Bu enternasyonalistlerle bölünecek, demokratik ve cumhuriyetçi enternasyonalisti bile yok. Bırakalım enternasyonalizmi bile sorgulayacak; ulusçuluğun kendisiyle bölünecek gerçek sosyalistleri bir yana. demir@comlink.de http://www.comlink.ed/demir/ 05 Ağustos 2003 Salı *

KADEK’te Örgütsel Dönüşüm Projesi Üzerine Düşünceler KADEK geçenlerde yaptığı Genişletilmiş Yönetim Kurulu Toplantısında bir çoklarının yanı sıra örgüt yapılanmasında önemli değişiklikler yapma yönünde karar almış. Bu kararlarda yapılması gerekenler ve nedenleri özetle şöyle belirleniyor: “Demokratik çözüm, özüne uygun bir örgütsel ve toplumsal yapılanmaya ihtiyaç duymaktadır. Yönetim tarzının demokratikleşmesi kadar; mücadelenin militan ve kitle tabanının sınırsız katılımı da demokratik olmanın gereğidir. Demokrasi mücadelesi yürüten parti, kurum ve kuruluşlar demokrasiyi bir söylem olmaktan çıkararak bir yaşam biçimi haline getirmek istiyorlarsa, karar alma ve pratikleşme süreçlerini en geniş kesimlere açmalarının gereği vardır. Bu da demek oluyor ki, Leninist Parti yapılanmasının mutlak yönetim ve 129


bundan kaynaklanan bireyin vazgeçilmez hale gelmesi, katı hiyerarşi ve disiplin anlayışının yanı sıra, partinin bütün toplumsal kesimlere mutlak öncülüğü demokratik yapılanmaya tezat oluşturmaktadır. KADEK'in Leninist Parti modelinin etkilerini taşıması, söylemine denk bir demokratikleşmeyi engellemiştir. Demokratik düşünce ve söylem yeterince yaşama yansımamıştır. Demokratik çözümün olgunlaştığı bugünkü koşullarda, eğer sürecin tıkanması istenmiyorsa örgütsel ve toplumsal yapılanma alanında ciddi bir reformu gerçekleştirme ihtiyacı vardır. Parti bir siyasal mücadele aracı olarak işlevini görürken, demokratik kurum ve kuruluşların öncüsü konumundan çıkmalıdır. Her demokratik yapı kendi içinde öncü ve katılımcı özelliklerini taşıma kapsamında işlev yüklenmelidir. Partilerin, demokratik kurum ve kuruluşların ortak çabaları eşit katılım temelinde Demokratik Toplum Koordinasyonu'nda ifadesini bulmalıdır.” Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, “mutlak yönetim”, “katı hiyerarşi ve disiplin”, “bütün toplumsal kesimlere mutlak öncülük” gibi özelliklerin artık örgütün toplumu dönüştürme projesini gerçekleştirmede bir engel olduğu ifade ediliyor. Gerçi biz dışardan bir gözlemciyiz, ama bu konuda görüşlerimizi, bu dönüşüm hakkındaki tartışmalara bir katkısı olabileceğini düşünerek kısaca ifade etmeyi deneyelim. Böylece bu dönüşümün fiili gerçekleşmesine, yani sorunlar üzerine demokratik bir tartışma ortamının oluşmasına küçük bir katkı da olur. Kararda, örgütün yapısı ve işleyişinin bu günkü program ve stratejinin gereklerini başarıyla yapmasına engel olduğu, bu yapı ve işleyiş düzeltilerek bunun üstesinden gelinebileceği varsayımına dayanılıyor. Ve kanımızca esas yanlış bu varsayımda ve bu sorunun özünün ortaya koyulmasını engelliyor. Önderler ve önderi oldukları kitleler ilişkisi, aynen örgütler ve kitleleri açısından da geçerlidir. Yani o önder ya da örgüt, destekleyicisi olan kitlenin kültürel ve siyasi eğilimlerini yansıttığı ölçüde ve yansıttığı için onun önderi veya örgütü olabilir ve bu durumunu koruyabilir. Bununla çeliştiği an, o nesnel eğilim kendine uygun örgütü ve önderi çıkarır ya da var olanlar içinden bulur. Sanılır ki, kitleler ya da destekleyiciler örgütlerin pasif izleyicileridirler, aslında büyük ölçüde tam tersi doğrudur. İlişki tıpkı son duruşmada düşünceyi varlığın belirlemesi gibidir. Ama belli toplumsal kesimler arasında sadece siyasi değil kültürel ayrımlar ve gerilimler de vardır ve örgütlerde en azından bunlar da siyasi eğilimler kadar tayin edicidirler. Ve bunlar gerçek dönüşümlerin önünde son derece ciddi zorluklar yaratırlar. Bir örnek verelim. Örneğin bu gün Özgür Politika gazetesinin içeriği, biçimi, yazdığı konular sadece Kürtleri, Kürtler içinde de sadece KADEK’e yakın olanları ve ona sempati duyanları ilgilendirir. Bir de “bakalım bunlar da ne diyor” diyen gözlemcileri. Şimdi bu içerik ve biçimle istediğiniz kadar iyi dağıtın, istediğiniz kadar güzel düzenleme yapın, çok sayfayla çıkarın vs. sadece o verili kitle içindeki sınırları zorlayabilir, başka toplum kesimlerine gidemezsiniz. Ama başka toplum kesimlerine gitmek istediğiniz, onların kültürel kotlarına ve politik ilgilerine yönelik bir gazeteye dönüşmeye çalıştığınız an, bu sefer de, bu kotlar ve ilgiler sizin gerçek okuyucu kitlenizin ilgisini çekmeyecek, hatta belki tepkisini çekecektir. O zaman diğerini kazanamadan var olanı da kaybetme tehlikeniz ortaya çıkar. 130


Bu sadece örgütlerde böyle değildir. Her hangi bir lokanta bile açsanız, yer, çaldığınız müzik, sunduğunuz yemek, dekorunuz, belli bir kesimi iterken belli bir kesimi çeker. Belli bir sabit müşterisi olan bir lokantanın, var olan müşterisinin müzik, yemek zevkleriyle çelişki içindeki başka bir müşteri kitlesine açılması ve bunu yaparken eski köklü müşterilerini koruması ve onların müzik ve yemek zevklerini dönüştürmesi bile çok zor bir işken, bir örgütün bunu başarabilmesi korkunç zordur. Sadece çok sistemli, sorunu doğru koyan, bu saydığımız güçlükleri açıklıkla ortaya koyan bir politikayla bu başarılabilir. Bir hastalığı tedavi etmek için onun nedenini bilmek gerekir. KADEK’in kanımızca son derece doğru olan program ve stratejisine, ondan nesnel olarak çıkarlı, gerek Kürt gerek Türk modern yoksul kesimleri ve aydınları kazanamamasının nedeni, örgütsel çalışma ve işleyişe ilişkin uygulamalar değildir. Elbet bunların da bir etkisi vardır ama bu örgütsel işleyiş ve çalışma biçimlerinin kendileri bizzat bir sonuçtur. Onların nedeninin ne olduğu araştırılırsa şu görülür: PKK’nın destekçisi kitle ile PKK’nın programını gerçekleştirebilecek nesnel hedef kitle arasında bir gerilim ve uyuşmazlık vardır. Var olan kitleyi harekete geçiren, bağlılığını sürdürmesini sağlayan kültürel kotlar ve siyasi ilgiler; nesnel hedef kitleyi, yani şehirlerin modern kitlesini çekmez; onu kazanabilecekler ise, var olanın kaybına yol açar. O halde sorun şudur: bir yandan var olan şimdiye kadar bu hareketi sırtlamış ve hala götüren ama daha ileriye götürmekte sınırları ortaya çıkan kitleyi yitirmeden, küstürmeden son yıllarda zaten önemli ölçüde değişmiş, şehirli modern ve yoksul kitle ve aydınların desteği ve aktif katılımı nasıl sağlanabilir? (Bunun örgütsel ifadesi de şöyle olur: var olan üye ve militan bileşimi ve yapısı yitirilmeden nasıl yeni ve modern bir üye ve militan bileşimine geçilebilir?) Kanımızca sorunu örgütsel tedbire indirgeyen çözüm önerisi, zorluğun kendisiyle yüzleşmiyor. Sosyolojik bir sorunu, tüzük ya da çalışma tarzı değişikliği gibi idari tedbirlerle çözülebilecek bir sorun gibi ele alıyor. Bu zorluğa daha somut bir örnek verelim. Çünkü genel ifadeleri insanlar genellikle anlamıyorlar. Yukarıdaki değişimlerin ifade edildiği bildirinin sonunda şu cümleler var: “Özgürlük Hareketi, devrim niteliğindeki bu çıkışla, demokratik uygarlığı yaratmada Kürt halkını tamamen bunun öncü gücüne dönüştürmede kendisine güvenini bir kez daha ortaya koymuştur. Başkan APO'dan alınan güçle bu devrimi başarmanın kesin karalılığı içerisindedir.” Şimdi bu sözler bir KADEK destekçisine, bir KADEK’liye muhtemelen heyecan verir. Ama bu sözler, daha iyisi olmadığı için, KADEK’e yakın duran, bırakalım batılı veya Türk’leri bir yana, bir çok modern Kürt genç işçisini ve aydınını bile, “başkan APO’dan alınan güçle” gibi bir ifadeyle kendini ifade eden bu hareketten uzak durmaya zorlar. APO’nun önemsiz olduğundan değil, sadece böyle ifade edildiği için. Bir iman bildirimi gibi tekrarlandığı için, o “Leninist” denen ve terkedileceği söylenen örgütsel gelenekleri ve politik kültürü hatırlattığı için. Gücün gerçekten Apo’dan alınıp alınmaması değildir sorun, bunun ifade edilmesi ve ediliş tarzıdır. RSDİP de gücünü Lenin’den alıyordu, ama onun bütün yayınları taransa böyle bir politik kültürü yansıtan bir tek cümlecik bile bulunamaz. Ve zaten, değişim hedeflerini ifade eden bildirinin sonundaki bu ifade bile, o değişimin, dayanılan toplumsal yapıya ilişkin

131


bir değişimi başaramayacağını, dolayısıyla hedeflenen örgütsel işleyişe ilişkin değişimin de yüzeyde kalacağını gösterir. Tam da o terk edilmek istenen ve kanımızca yanlış olarak “Leninist Örgüt” denen tarzdır bu. Lenin’in üyesi ve önderi bulunduğu Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde Lenin için kimse ve hiçbir organ böyle bir söz etmezdi ve edemezdi. Ve o parti, bizzat Rus Devrimi tarihini yazan burjuva tarihçisi Carr’ın bile teslim etmek zorunda olduğu gibi, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en demokratik partisiydi. Böyle olmasının nedeni de, onun Rusya’nın geriliği ile tezat içinde bütün Rus entelijansiyasının ve genç işçi sınıfının en ilerilerini bağrında toplamış olmasıydı. Sorun bu güne kadar KADEK’i sırtlamış ve hala götüren yoksul ve fedakar ama bugün artık onun gelişmesine engel olan kitlenin desteğini yitirmeden, Türkiye ve Kürdistan’ın en ileri aydınlarının ve işçilerinin desteğini nasıl kazanabileceğidir. Sorunu doğru koymak çözümün yarısıdır. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 20 Ağustos 2003 Çarşamba *

Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih Dünyaya kendi köylerinin veya ülkelerinin; tarihe kendi hayatlarının ekseninden bakanların onun ani dönüşlerini anlama şansı olmaz. Bu gün ne olduğunu anlayabilmek için ona dünya tarihsel bir eksenden ve yüzlerce yılda ortaya çıkan genel eğilimlerden bakmak gerekir. Bizler için kural gibi görünen çoğu kez bir istisnadır. Evreni göz önüne getirelim. Evrende milyarlarce galaksi her galakside milyarlarca yıldız var. Bunların bir çoğunda, en azından kendi benzerini üreten moleküllerin, yani canlıların yapı taşlarının veya canlıların var olduğu düşünülebilir. Ama evrene onun tüm tarihi ve yapısı açısından baktığımızda ortada adeta mucizevi denebilecek sayısız koşulun bir araya gelmesiyle oluşmuş bir durum olduğunu görürüz. Örneğin, evren aşağı yukarı on beş milyar yıldır vardır. Başlangıçta evren sadece hidrojen ve helyumdan oluşuyordu. Yani birinci kuşak yıldızlar ve onların etrafında oluşması mümkün gezegenlerde bunlar dışında elementler olmayacağından canlı yaşamın doğma olasılığı yoktur. Hayat, Phoeniks gibi ömrünü doldurmuş yıldızların küllerinden doğar. Yani bu elementleri demire kadar yakan ve dönüştüren ve daha sonra da patlayan ve bu patlama esnasında da diğer ağır elementleri yaratan yıldızların külleri belli bir yoğunluğa ulaşmalıdır ki, hayatı oluşturan maddelerin belli bir yoğunluğu ortaya çıkabilsin. Olaya böyle baktığımızda, evren tarihinin büyük bir bölümünde, hayatın ortaya çıkmasının en elementer koşullarının olmadığı görülür. Yani en azından ikinci ya da üçüncü kuşak yıldızlardan sonra, her hangi bir yıldızın etrafında oluşabilecek bir gezegende hayatın ortaya çıkması için gerekli elementler bulunabilir. Yani 132


hayatın ortaya çkış koşul olarak, evren tarihinin on milyar yılını, yani en azından üçte ikisini ya da dörtte üçünü bir çırpıda silmeniz gerekir. Ama evrendeki yıldızların yüzde doksanı ortak bir eksen etrafında dönen çift yıldızlardır ve çift yıldızların etrafında gezegen oluşamaz. Yani evrendeki yıldızların yüzde doksanının bir yana atmanız gerekir. Tek yıldızlar içinde büyük ve küçük olanları bir kenara atmanız gerekir, birincilerin ömrü; ikincilerin yaydığı enerji ve çekim gücü gezegenler oluşmuşsa bile orada yaşamın ortaya çıkmasına el vermez. Ancak güneş gibi orta boy ve tek yıldızların etrafında ve ne çok yakın ne çok uzak çok dar bir kuşakta bu olasılık vardır. Ama bu yıldızın galaksideki yıldızların büyük bölümünün toplandığı merkezde veya spirallerin yoğun bölgelerinde de olmaması gerekir, çünkü diğer yıldızlarla etkileşimler ve çarpışmalar, süpernova patlamaları vs. hayatın ortaya çıkması için koşulları yok eder. Daha burada sayılmayacak kadar çok başka koşullar da gerekir. Böylece, ilk başta sanki evrimin zorunlu bir sonucuymuş gibi görünen, birden bire adeta mucize denebilecek bir sırat köprüsünden geçiş gibi ortaya çıkar. Günümüzün bilimi ile on dokuzuncu yüz yılın bilmi arasındaki temel fark da buradadir. On dokuzuncu yüzyılda, evren, doğa ve toplum, canlılara insana ve sosyalizme giden zorunlu bir süreç gibi görünür. Günümüzün astronomi ve paleontolojisinin ortaya çıkardığı ise, bunun bizlerin kültürel değer yargılarıyla dolu olan bir tasavvur olduğunu gösterir. Böyle bir zorunlu gidiş yoktur. Eğer bir zorunlu gidişten söz edileceksi, tam aksi yöndedir. On dokuzuncu yüzyılda zorunlu gidiş gibi görünenler aslında olağanüstü rastlantılardır. Astronomi ve paleontoloji, yani evrenin ve canlıların tarihinin bu günkü kavranışı, eski kavrayışı çoktan havaya uçurdu. Ne var ki, sosyolojide, yani toplum tarihinde hala büyük ölçüde eski anlayış egemenliğini sürdürüyor. Bunun nedeni, tarih ve toplum hakkındaki bilgilerimizin yetersizliği değil, sosyolojik ya da psikolojik ya da kültürel olgulardır. Örneğin, ezeli adaletin bir gün gerçekleşeceğine dair mesihçi diyebileceğimiz kültürel yargılar veya bu kültürel yargılarla şekillenen insanların iyi bir gelecek beklentisi olmadan mücadele etmeye eğilim göstermeyen psikolojileridir. Tabii ayrıca bunun ardında, başarıya gör programlanmış, aslında sınıflı toplumdan ve özellikle de kapitalizmden kaynaklanan bir ahlak, değer yargıları ve politika anlayışı da yatar. Hiçbir başarı beklemeden bir mücadele ve politika anlayışı tasavvurun bile ötesindedir bu kültür ve dünya için. Eğer bu kültürel, psikolojik yargılardan arınarak, tıpkı canlıların ya da evrenin tarihine baktığımız gibi insanlığın tarihine bakabilmeyi öğrensek, yaşanmış ve yaşanan tarih bize olası tarihlerden sadece biri olarak görünür. (Ve yine o zaman tarih, sosyalizme doğru giden zorunlu bir süreç gibi değil, tıpkı evrenin varlığı, tıpkı canlıların ortaya çıkması, tıpkı insanın ortaya çıkması gibi, olağanüstü koşulları gerektiren bir mucize olarak görünür. O zaman sosyalizm uğruna mücadele, “tarihin gidişini hızlandırmak” gibi bir anlam içinde değil, korkunç zayıf bir olasılığı gerçekleştirmek olarak ortaya çıkar. Mücadeleye ve tarihe böyle baktığınız an ise, artık değer yargılarınız ve politika anlayışınız, öncelikleriniz de değişir. Politika başarıya kenetlenmişlikten ziyade, uzun vadeli etkilere, gelenek bırakmaya öncelik verir. Politikanız umuttan değil umutsuzluktan yola çıkar.

133


Bu ise tam aksine bir kültürle yoğrulmuş geniş insan yığınlarıyla korkunç bir uyumsuzluk yaratır vs..) Örneğin ulusal hareketlerin kendileri, tarihin çok özel bir gidişini var sayarlar. Olası tarihlerden sadece birinde mümkündür ulusal hareketler. Eğer yirminci yüzyılın başında veya yirmi dokuz bunalımından sonra ABD, Almanya gibi ülkelerde sosyalist devrimler olsaydı, dünya tarihinde ulusal kurtuluş savaşları diye bir olgu hiç olmayabilirdi. Nasıl bu tarihte bizler kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş gibi bir şeyi yaşamadıysak ve bunun sorunlarını tasavvur edemiyorsak öyle. Öyle bir tarihte de ulusal kurtuluş hareketlerinin var oluşun bile tasavvur edemeyecektik. Bütün bunları niye yazıyoruz? Bu her alana aktarılabilir. Bizzat ulusal hareketlerin izlediği yollara bile. Bir düşünün şöyle, 1960’ların dünyasında birisi çıksa, Sovyetlerin çökeceğinden, kapitalizmin dünya tarihsel bir zafer kazanacağından söz etse, kim inanır ve böyle bir gidişi tasavvur edebilirdi. Bunu tersine de çevirebiliriz. Kapitalizmin bu zaferinde, otuz yıl sonrasının dünyasında kapitalizmin var olmayacağını biri söylese kim inanır. Onu deli diye tımarhaneye tıkmaz mıyız veya rüya gördüğünü söylemez miyiz? Daha mı az olasıdır böylesine bir tarih gidişi bu günü ortaya çıkaran gidişten? Değil. Kürt Ulusal hareketi açısından düşünün yetmişli ya da doksanlı yılları. Barzani ABD tarafından satılmış, on binlerce Kürt ölmüştür. Yetmişli yılların Kürt basınında çıkan yorumları okuyun o zamanlardan. Ya da doksanlarda Talabani’nin Saddam ile şapur şupur öpüştüğü sahneleri göz önüne getirin. Kim inanırdı o zaman birileri, yirmi yıl sonra ABD’nin yaptıklarını hiç kimsenin hatırlamak bile istemeyeceğini söyleseydi? Kim inanırdı, Talabani Saddamı öptükten sonra, onun politik ölümü bizzat Kürtlerce ilen edilmişken, şimdiki duruma. 1960’larda veya yetmişlerde diğer ulusların ve kendilerini ezen ulusların ezilenlerini kazanmak biricik doğru strateji olarak görülüyordu Kürt ulusal hareketi için, hiç bir Kürt ABD’nin desteği ile bir başarıyı tasavvur bile edemezdi; şimdi ise tam tersi, diğer ulusların ezilenlerini kazanmaya kalkmanın aptallık olduğu, bununla vakit kaybetmenin Kürtlerin davasına zarar vereceği düşünülüyor. Günün kahramanları tekrar Talabaniler Barzaniler’in temsil ettiği çizgi. Öcalan’ın temsil ettiği çizgi bu gün hiçbir başarı vadeder görünmüyor. Tıpkı onbeş ya da yirmi beş yıl önce Talabani ve Barzani çizgilerinin başarı vadeder görünmediği gibi. Ama on veya yirmi yıl sonra bu gün artık Kürtler tarafından bile artık hatırlanmak istenmeyen ve tabulaştrılarak canlı canlı gömüldüğü İmralı’daki mezarında unutulmak istenen Öcalan’ın, kan gölüne dönmüş bir Orta Doğu’da, biricik kurtarıcı olarak görülmeyeceğini; bu günün kahramanlarının adını bile kimsenin hatırlamak istemeyeceğini kim garanti edebilir? Hava ile iklimi karıştırmamak gerekir. Beş on yıl sıcak yazlar yaşayabilirsiniz. Ama iklim çok uzun vadeli eğilimleri ifade eder. Bu gibi hava değişikliklerini iklim değişikliği olarak tanımlamak yanlıştır. O iklimlere ise dünya tarihinden baktığımızda, şu an bir buzul çağında yaşadığımız, yer yüzü tarihinin sadece yüzde onunu bu günkü gibi buzul çağlarının kapladığı, dünya tarihinin yüzde doksanında buzulların olmadığı görülür. Yani istisnai olanın içinde istisnai bir durumu genel bir eğilim gibi almamak gerekir. 134


Emperyalizmin karakteri, ABD’nin karakteri değişmedi. Yani iklim değişikliği yok. Geçici çıkar çakışmalarını onun karakterinin değişimi gibi yorumlamak, büyük yanılgılara ve acılara yol açar. Birdenbire yakıcı sıcakta susuz, dondurucu soğukta yorgansız kalabilirsiniz. 07 Ekim 2003 Salı demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ *

Siz Olsaydınız Ne Yapardınız? Hasan Bildirici’nin “Kürt Siyasetinde Değişim Rüzgarları” başlıklı seri yazısının, 12 Ekim Pazar günkü altıncısında sayın Yaşar Kaya, her zamanki açık sözlülüğüyle şöyle diyor: “Savaş döneminden kalma gazetemizi, sızmacı Türk solunun çok geri unsurları kullanıyorlar. Bu işte Kürtlük yok ve halk şikayetçi. Bir şey değişmiyor, değişmesi gerekir. Türk solunun durumu başlı başına bir tartışma konusudur.” Ne düşüncelerini açıkça söylediği için Yaşar Kaya; ne bu düşünceleri olduğu gibi yansıttığı için Hasan Bildirici; ne de bunları okuyucuya duyurduğu için Özgür Politika kınanabilirler. Aksine, var olan eğilimlerin açıkça ifadesini sağladıkları ve tartışılmasının yolunu açtıkları için tebrik edilebilirler. Toplumlar da insanlar gibidir, bilinç altına atma ve bastırma sonradan büyük patlamalara yol açar. Yaşar Kaya’nın dilinden ifade edilen görüşler, sadece Yaşar Kaya’nın değil, bu gazetede yazan yazarların; sadece yazarların değil Kürtlerin ve sadece Kürtlerin değil KADEK’in çizgisini destekleyen ve sempati duyanların da ezici bir çoğunluğunun görüşleridir. Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Sokakta yürürken karşılaştığınız insanların bakışları, görmezden gelişleri veya selam verişleri her şeyi anlatır. Öcalan ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildiğinde, Kürtler yapayalnız kalmışken, gözleri parlayarak selam verenler artık selam verme zorunda kalmamak için kafalarını çeviriyorlar. Dolayısıyla, sadece Yaşar Kaya’nın görüşleri olarak değil, çok güçlü bir eğilimin ifadesi olarak ele alınmalıdırlar. Bizzat bu gazetedeki yazarlarca, ya Ezop diliyle dolaylı bir biçimde, ya da açıkça kimi ağır nitelemelerin hedefi oluyoruz. Yaşar Kaya’nın “Sızmacı” olarak nitelemesi gibi daha geçenlerde “Kolonizatör” olarak nitelendik. “Nitelendik” diyorum, çünkü, Türkiye Solu kökenli olup da bu gazetede yazan topu topu dört beş kişiyiz. Bu nedenle Yaşar Kaya’nın ifade ettiklerini üstüme alınmam son derece normaldir. Ayrıca bu zaten uzun süredir kafamda evirip çevirdiğim bir düşünceyi okuyucularla tartışmak ve onlara danışmak için de iyi bir vesiledir. Sayın Yaşar Kaya, bizleri “Türk solunun çok geri unsurları” olarak niteliyor. Türkiye solundan gelen diğer yazarları bilmem ama, kendi payıma, “çok geri bir unsur” olduğumu kabul ediyorum. Ne yazık ki insanların ve solcuların yetenekleriyle ezilen bir ulusun davasına 135


yakınlık arasında doğrudan bir ilişki yok. Hatta aksine, yetenekliler var olan toplumda hızla yükseldikleri için, ezilen bir ulusun davasına hepten duyarsız hale geliyorlar. Bu durumda belli bir duyarlılık ancak bizim gibi “çok geri unsurlara” kalıyor. Ama itirazım şu “sızmacılık” nitelemesine. Burada bir yanlış değerlendirme var. Bunu biraz açalım. Bu aynı zamanda tartışmak istediğim konuyla ilgili. Sanılır ki, bir Türk ya da Türkiyeli solcu olarak Kürt basınında yazmak hoş ve “sızmacılık” yapmaya değer bir iştir. Aksine. Bu konuya geçenlerde “Eğemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları” başlıkla yazıda kısmen değinmiştim. Kısaca tekrarlayayım. Önce egemen ulustan bir sosyalist olarak şu çelişkiyi yaşarsınız: Her türlü milliyetçiliğe karşı görüşlerinizle, ezilen bir ulusun, milliyetçi bir hareketin desteklenmesinin çelişkisidir bu. Dolayısıyla milliyetçiliğe karşı görüşlerinizi bir kenara koyar, ezilen ulusun haklılığı noktasına vurgu yaparsınız. Ama bu aynı zamanda, politik olarak ezilen ulusu desteklerken aynı zamanda yapmanız gereken ulusçuluğa karşı ideolojik mücadeleyi boşlamanız demektir. Ezilen ulusun organında yazarak ona sunduğunuz sembolik desteğin sevabının, sosyalist olarak ideolojik mücadeleyi yeterince yapmamanın günahlarını affettireceğini düşünürsünüz. Diğer yandan, egemen ulustan biri olarak yazdığınızdan, politik eleştirilerinizi bile ifade etmemeye çalışırsınız. Çünkü bunlar egemen ulusun çıkarlarının gizli bir savunusu olabilir. Öyle olmasa bile ezilen ulusun hassasiyetleri nedeniyle yanlış anlaşılabilir vs.. Dolayısıyla egemen olustan bir sosyalist olarak, ezilen ulusun organlarında yazdığınızda, size çok dar bir alan kalır. Ezilen ulusun haklılığına ve o hareketin gelişiminin tarihsel ve sosyolojik anlamını açıklamaya ve ezen ulusun ve onun sosyalistlerinin duyarsızlıklarını ve milliyetçiliklerini eleştirmeye yönelik yazılarla yetinirsiniz. Tabii bizim durumumuzda ek bir sorun daha vardır. İsmet İnönü, “büyük bir devletle ittifak yapmak, bir kaplanla aynı yatağa girmek gibidir” diye bir laf etmişti. Düşünün ki devletler arası ilişki bile böyledir. Ya hele hiçbir politik ağırlığı olmayan bir kişi olarak, neredeyse devlet gibi bir hareketi desteklemenin nasıl sorunlar yaratacağı da tahmin edilebilir. Ben şahsen bütün bunlara iki nedenle katlandığımı söyleyebilirim. Birincisi, İsa’nın insanların günahlarının kefareti için acı çekmesine benzetilebilir. Türkiye’nin sosyalisteleri Kürt ulusunun acıları karşısında öylesine anlayışsız ve milliyetçi bir tavırdadır ki, onun günahlarının kefareti olarak yaptıklarımı yapmaya çalışıyorum İkincisi şuydu. Dikkat edilirse, ben Kürt ulusal harketinin organlarında, ABD’nin Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ettiği; tüm dünyada Öcalan’ı kabul edecek bir tek ülkenin bile bulunmadığı; Türk ulusunun neredeyse tamamının Özel Savaşın terörü ve propagandası altında kalıp inkarcılığın ve şovenizmin zirveye vardığı; Kürt ulusal hareketinin yapayalnız kaldığı koşullarda yazmaya başladım. Politik bir ağırlığımız elbette yoktu. Ama bir Türkiyeli olarak Kürt organlarında yer almamızın sembolik ve manevi bir anlamı vardı. Yani Kürtlerin mücadele azim ve moraline küçük de olsa bir katkı anlamı taşıyordu. Aynı zamanda Türkiyeliler içinden de Kürtlerin davasına bir destek sunarak, halklar arası kardeşliğe küçük de olsa bir katkı anlamını taşıyordu.

136


Bütün bunlar için değerdi. Yani durumu “sızma” değil; “acılara katlanma”, “kaferetini ödeme”, “destek”, “örnek sunmak” gibi kavramlar açıklar. Bu açıklamaya bağlı olarak gelelim şimdi okuyuculara danışmak istediğim soruna. Biliniyor, diyalektik olarak, her şey zıttına döner. Dün doğru olan bu gün yanlış olur. Kürt organlarında, bir Türkiyeli sosyalist olarak yazmaya devam etmenin, artık Kürtlerin mücadelesine destek anlamına geldiği konusunda ciddi kuşkularım var. Bu gün, Türkiye solu kökenlilerin, Kürtlerin organlarında yazmayarak, Kürt ulusal hareketine daha fazla destek sunabileceklerini düşünüyorum. Niçin böyle? Birincisi, Kürt ulusal hareketi artık yapayalnız ve sembolik desteklerin bile önemli olduğu bir durumda değil. Dünyanın en büyük gücünün konum ve çıkarları ile Kürt ulusunun çıkarları arasında, en azından şimdilik, belli bir yakınlık ya da çakışma var. Böyle bir durumda, hala Türkiyeli sosyalistlerin Kürt organlarında yazması gereksiz bir sürü gerilimlere ve yanlış anlamlara yol açabilir. Zaten, bizlere gösterilen soğukluk, hatta düşmanca tavrın ardında bu kaygı ve korkunun büyük bir payı bulunmaktadır. İkincisi, Kürt hareketi içinde, Öcalan’ın temsil ettiği çizgi ile Barzani ve Talabani’nin temsil ettiği çizgi arasındaki gerilim ve mücadelede, bizlerin Öcalan çizgisini dekteklememiz, Öcalan çizgisinin konumunu onun rakipleri karşısında zayıflatmaktadır. Şöyle ki, bizlerin desteği, Türklük kaygılarıyla bir destekmiş gibi gösterilmekte ve böylece Öcalan’ın çizgisinin Kürtlerce değil, Türklerce savunulduğu imgesi yaratılmaktadır. Üçüncüsü, Öcalan’ın çizgisine düşmanlık ve eleştiriler, doğrudan ona değil, bize yöneltilmektedir. Biz bir bakıma Öcalan’ın çizgisine yönelik yıldırımları toplayan bir paratöner işlevi görüyoruz. Eğer Kürt hareketine ve onun içinde de Öcalan’ın temsil ettiği çizgiye bir faydası olsa, paratonerliğe de okey. Ama artık faydası yok. Biz aradan çıkarsak, eleştiri ve yıldırımlarını ya keserler ya da gerçek adresine yöneltirler. Böylece Kürt Devrimci demokrasisi de bu saldırılara açıktan cevap verir. Ve nihayet, Kürt organlarında yazmak, Kürdistan’da sosyalist harekete de zarar vermektedir. Kürt burjuvazisinin sosyalizme karşı artan düşmünlığı ve mücadelesi, bizlerin Türkiye’li sosyalistler olmamız nedeniyle Türk milliyetçiliğine karşı bir mücadeleymiş gibi sunulabilmektedir. Bu belden aşağı vuruş karşısında, sosyalist görüşlerimizi savunmaya kaltığımızda, bu pozisyonlar Türklükle ilişkilendirilmektedir. Halbuki biz aradan çıkarsak, Kürdistanlı sosyalistlerle karşı karşıya kalacaklarından, onlara karşı Türklük ya da Türkiyelilik noktasından değil, doğrudan ideolojinin kendisinden dolayı saldıracaklardır. Yanlış anlaşılmak istemem. Sorun, Türkiyeli bir sosyalist olarak, Kürt ulusal harketinin başarısına nasıl daha fazla katkı yapılabileceğidir. Bu günün koşullarında, Kürt organlarında yer almamanın daha büyük katkı yapmayı sağlayabileceği görülüyor. Bu organlarda yer almamak desteğimizin olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu ilk defa da başımıza gelmiyor. Bir zamanlar, Özgür Gündem’de yazıyorduk. Kürt ulusal hareketi o zamanlar yükselişini yaşıyordu. Bu yükselişin güveni ve zafer sarhoşluğuyla, o zaman oralarda yazan Türkiyeli solculara, “düşün yakamızdan” denilmiş ve Kürt hareketinin

137


çıkarabildiği en geniş katılımlı gezete kapatılmıştı. Bu bir çoklarını kırdı ama bizi değil. Biz yakadan düştük ve bu sefer dışardan desteğe devam ettik. Biz bir hareket hakkındaki tavrımızı onun bize karşı tavrına göre belirlemeyiz. Kürt ulusu ezilen bir ulustur. Kürt ulusal hareketi haklı bir harekettir. Bu hareket içindeki ayrılıklarda da PKK-KADEK’in temsil ettiği eğilim, en modern, en yoksullara dayanan harekettir. O hade, genel olarak Kürt ulusal hareketini ve o hareket içirnde de PKK-KADEK çizgisini desteklemek gerekir. Bunlar işin alfabesi ve geçerliliklerini sürdürüyorlar. O halde, okuyuculara soruyorum. Kürt organlarında yazmamızın Kürt ulusal hareketine ve onun içinde de PKK-KADEK çizgisine bir yararı var mıdır, varsa nedir? Yanlış ve yanlış anlışılabilir bir karar almamak için görüşlerinizi bekliyorum. Bu durumda siz olsaydınız ne yapardınız? demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 15 Ekim 2003 Çarşamba *

Devam Ama Nasıl? Geçen haftaki yazının sonunda sorduğumuz soru şuydu: “Kürt organlarında yazmamızın Kürt ulusal hareketine ve onun içinde de PKK-KADEK çizgisine bir yararı var mıdır, varsa nedir? Yanlış ve yanlış anlışılabilir bir karar almamak için görüşlerinizi bekliyorum.” Soruya bir çok cevap geldi, ağırlık “Yazmaya devam” diyenlerdeydi ama gerek “devam” gerek “tamam” diyenlerin hiç biri, yukarıya aktarılmış sorunun cevabını objektif ve rasyonel olarak tartışmıyordu. Çoğu duygusaldı ve yanlış anlamalar vardı. Örneğin yazı bulutsuz gökte çakan bir şimşek gibi algılanmıştı veya bir kırgınlığın duygusal dışa vuruluşu olarak kavranmıştı. Ama bu yanlış anlamların en önemlisi, sanki Kürt Ulusal Mücadelesini ve bunun içinde de KADEK’in çizgisini destekleyip desteklemeyeceğimizi sormuşuz gibi tartışılmasıydı. Bunun en son ve somut örneği sayın Ayçiçek’in yazısının başlığnda görülür: “Yürüyüşe Devam”. Sanki “tamam” diyen varmış gibi. Soru, yürüyüşün hangi biçimde devam etmesi gerektiğiydi. Soruyu böyle anlamak, Kürt medyası dışında bir devam olanağı olmadığı gibi biz gizli varsayımla mümkün olabilir. Cevaplarda ortaya çıkan bütün bu yanlış anlamaları, olgusal ve metodolojik yanlışları tek tek burada ele almak ne mümkün ne de gerekli. Bunları ayrıca uzun bir yazıda ele alıp, İnternetteki sayfamızda yayınlayacağız, ilgi duyan oradan okuyabilir. Burada kısaca ulaştığımız sonucu belirtelim. Bu günkü verili durumda, Türkiyeli bir sosyalist olarak, Kürt organlarında yazmanın zararı yararından fazladır. Çünkü, demokratik Cumhuriyet Programı karşısında etnik milliyetçiliğin ve sosyalizme karşı globalizm hayranlığının bin bir biçimde ifade edilen saldırıları karşısında, 138


demokratik programı ve sosyalist inançlarınızı savunmaya kalktığınızda daha baştan yeniksinizdir. Çünkü karşınızdaki sizinle Kürt ve Türk olarak tartışmaktadır. Bu açmazdan kurtuluşun tek yolu, bu koşulda savaşmamak, savaşı kendi alanımıza çekmektir. Bu saldırılara Kürt ve Kürdistanlı demokrat ve sosyalistler cevap verirse bir anlamı olur. Onların hem cevap vermesi hem de bunu elverişli bir pozisyonda yapması için, Türkiyeli sosyalistlerin aradan çıkması gerekir. Yani Kürt organlarında, Türkiyeli veya Türk bir sosyalist veya demokrat olarak yazmanın, ideolojik ve siyasi zararı, orada yazmanın manevi ve sembolik yararından fazladır. Kaldı ki bu baştan yenik durum olmasa bile, bu organlar böyle bir mücadelenin aracı olarak da kullanılamaz. Çünkü cevap verseniz, sürekli ideolojik polemikler yapma durumunda olursunuz. Bu hem tepki çeker hem buna izin verilmez. Cevap vermeseniz, eliniz kolunuz bağlı sürekli darbe yer durumda kalırsınız. Bu berbet durumdan kurtulmak için yapacağnız tek şey, gazetenin sorumlularından böyle saldırılara fırsat vermemesini istemek olabilir ki, bu fiilen fikirler sansür koyulmasını istemek anlamına gelir ki, düşülebilecek en kötü durumdur. Daha yüzlerce nedenin yanı sıra bu iki nedenle, Kürt hareketinin organlarında, dayanışma için bir Türk veya Türkiyeli olarak yazmanın yararları, bir demokrat veya sosyalist olarak baştan yenik olmanın ya da susmak veya susmalarını istemek zorunda kalmanın zararlarını hiçbir şekilde karşılayamayacağı için bundan sonra, Kürt hareketinin organlarında Türkiyeli veya Türk bir yazar sıfatıyla yazmayacağım. Kişisel kanımca, yazmaya devam etmek, gerek sosyalist inançlarıma, gerek Kürt ulusunun üzerindeki baskının kalkması mücadelesine, gerekse de Kürt Ulusal Hareketi içindeki Devrimci Demokratik Harekete (yani KADEK’in programına) yarar değil zarar vermektedir. Elbette herkesin durumu farklıdır. Ve nihayet bu organlarda yazarak mı yazmayarak mı daha faydalı olunacağı, hedef ilişkin bir ayrılık değil, taktik bir ayrılıktır. Farklı taktiklerin de denenmesi her zaman yararlıdır. Kararımız yanlışsa da en azından bu yanlışı gösteren; doğruysa yanlışların giderilmesini sağlayan bir örnek ve deneme olur. Ama Kürt hareketinin organlarında bir Türkiyeli veya Türk Sosyalist veya Demokrat olarak yazmayacağımız, yazmaya son verdiğimiz anlamına gelmiyor. Aksine daha fazla, dilimizi ve elimizi tutmadan yazacağımız anlamına geliyor. Ve hatta istenirse yazılarımızın Kürt organlarında daha fazla yer alması anlamına da gelir. Nasıl ve ne demek? Toplum bilimciler demiri, insanların küçük bir zümresinin kullandığı olanakları geniş kitlelerin kullanımına açtığı için en demokratik maden (metal) diye tanımlarlar. Gerçekten de demir, tunç devrinden sonra, tarımsal üretimi, dolayısıyla uygarlığı ve refahı nehir boylarından kurtararak ve kapitalizm çağında da sanayi devrimiyle, o zamana kadar üst sınıflara has olanakları geniş kitlelere yayarak, iki kez bu demokratik özelliğini kanıtlamıştır. Benzer şekilde İnternet de en demokratik bilgi ve enformasyon aracıdır, medyadır. Radyo veya televizyonu bir yana bırakalım, bir dergi ve gazete çıkarmak bile büyük bir sermaye, güç ve örgüt birikimini gerektirir. Bir zamanların en demokratik medyası olan teksir makinesi, mumlu kağıt ve daktilo bile, sıradan çalışan bir insanın kapasitesini aşan bir para gerektirirdi, en azından küçük bir grup olmak gerekirdi. Ama internet, söyleyecek sözü olan bir insana,

139


haftada bir bir dergiye verilecek para karşılığına bir yıllığına bir sayfa açıp, milyonlarca insana ulaşma olanağı sağlar. Biz Kürt medyasına yazmadan önce de internet aracılığıyla yazılarımızı yayınlıyorduk. Zaten Kürt medyasına yazmamız da bu araçla olmuştur. (İnternetteki yazılarımız okunarak, gazetelere yazmamız önerilmişti.) Bu dönem boyunca, gazetelerde haftada bir sınırlı bir alanda yazılanlar yetmediği için yazmaya devam ettik ve fikirlerimiz esas olarak okuyuculara zaten gazete aracılığıyla değil, internet aracılığıyla ulaşmaktadır. Ve İnternet’te yayınladıklarımız gazetede yayınlananlardan fazladır. Bundan sonra tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi, her hafta yine yazmaya devam edeceğiz. Bunları “Demokratik Bir Cumhuriyet İçin”, “Kürdistanlı Sosyalist”, “Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları” gibi internet site-yayınlarında yayınlamaya devam edeceğiz. Eğer Özgür Politika’yı çıkaran arkadaşlar, bu yazıların okuyucularına ulaşmasını yararlı görürlerse, -ki görüşlerimizde bir değişme yok, aynı şeyleri, daha geniş bir konular yelpazesinde, daha açık, direk ve sınırsız olarak yazmaya devam edeceğiz- yazılarımızı bize hiç sormadan, istedikleri gibi iktibas edip yayınlayabilirler. Yani belki böylece, istenirse, yazılarımız Kürt basınında daha sık ve daha fazla yer alabilir. Böylece yazar olarak yazmamamızın yol açabileceği eksiklik ve olumsuzluklar minimuma indirilebilir. * İçinde bulunduğumuz duruma yukarıdan kuşbakışı bakabilmeliyiz. Önümüzdeki zorlukları açık yüreklilikle ortaya koyabilmeliyiz. Büyük ölçüde iman gücüyle yürüyen bir harekette zordur ama yine de yapılması gerekir. Dünyanın işçileri, ister Stalinizmin yarattığı demoralizasyon, ister dünya işçilerinin bölünmüşlüğü veya ikisi ve başka faktörler nedeniyle olsun, artık sosyalizm için mücadele etmiyor veya etmeye cesaret edemiyor. İşte, Güney Afrika’daki Kurtuluş Hareketi. Sosyalist geleneği ve İşçilere dayanan toplumsal yapısına rağmen sosyalist dönüşümleri istemedi veya cesaret edemedi. İşte Brezilya, muazzam İşçi ve Köylü Mücadelelerinin yarattığı hareket ve bu hareketlerin örgütlü ifadesi İşçi Partisi, bütün Sosyalist geleneğine ve ideolojik arka planına rağmen, bir Sosyal Demokrat “Kriz Yönetimi” programından ötesine gitmiyor, gidemiyor. Nedenleri ayrı konu. Ama bu gün dünyada en umutvar olabilecek iki hareketin durumu bile böyle. İşçilerin sosyalizmi istememesi veya istemeye cesaret edememesi, sosyalizmin yanlış olduğunu gösteriyor mu? Hayır. Aksine, savaşları, açlığı, yoksulluğu, atom savaşı olasılıklarını bir kenara koysak bile insanlık hızla yok olmaya doğru gidiyor. Tüm yeryüzündeki öko sistem bir tek canlı gibi de görülebilir. Modern kapitalist uygarlığın şehirleri, yolları, fabrikaları bu canlının vücudurnda yayılan ve metastas yapan karnser hücreleri gibidir. Bu kanserin ne ölçüde ve nasıl yayıldığı, geceleyin uzaydan çekilmiş fotoğrafların şehir ışıklarında görülebilir. Bugün insanların bakış açısından refah adası gibi görülen yerler, bu kanserin en öldürücü biçimde yayıldığı yerlerdir. O halde, kimse yüz vermese de, insanlığın yaşaması için bile, sosyalizm için mücadele etmekten başka çare yok.

140


Benzer durum Kürt Devrimci Demokratik hareketi için de geçerli. İstanbul’un, Tahran’ın veya Bağdat’ın işçileri, ulusal ve dinsel baskılara karşı gerçek bir demokratik cumhuriyeti programlaştırıp mücadeleye girmedikleri sürece, Tıpkı Güney Afrika veya Brezilya işçilerinin sosyalizm için mücadeleye girmemeleri veya cesaret edememeleri ve kısmi iyileştirmeleri daha gerçekçi ve gerçekleşebilir bulmaları gibi, Kürtler de böyle bir Cumhuriyet için mücadeleye girmektense, daha somut ve erişilebilir görünen, Kürtler üzerindeki ulusal baskıya son veren, bağımsız bir Kürt devleti yönünde mücadeleye yöneleceklerdir. Bunun için brezilyalı veya Güney Afrikalı İşçiler kınanamayacağı gibi Kürtler de kınanamaz. Ama nasıl, sosyalizm olmadığı sürece insanlık açlık, savaşlar, baskı ve yoksulluklar ortamında kalacaksa ve sonunda sosyalizme gelmediği takdirde yok olmaya mahkumsa; demokratik bir Cumhuriyet olmadığı sürece de Orta Doğu ve orda yaşayan tüm halklar, etnik ve dinsel bölünme ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum olacaklardır. Bizler mücadele azmimizi ve gerekçemizi başarı beklentilerinde değil doğrulukta aramalıyız. Nasıl hiç bir başarı vaad etmese de dünyada sosyalizm için mücadele etmek doğru ise; orta doğuda da, hiçbir başarı vaad etmese de, dinsel, etnik, kaltürel, dilsel ayrılıklar karşısıda tarafsız ve eşit bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele etmek de doğrudur. Sorun buna azami katkının nasıl yapılacağıdır. Biz bu katkının bu günkü verili koşullarda ve bizim durumumuzda, Kürt basınında yazmamakla olacağını düşünüyoruz. Doğruluğu veya yanlışlığı zamanla görülebilir. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 22 Ekim 2003 Çarşamba *

141


Ülkede Özgür Gündem’e Yazılar

Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Gerici Bir Taleptir? Toplumsal mücadeleler tarihinde taleplerin gerçek anlamlarıyla onların ifade edildikleri bağlamda kazandıkları anlam genellikle birbiriyle çakışmaz. İlerici ve kurtuluşçu amaçlarla kitlelere mal olmuş talepler özünde son derece gerici bir hedefin ifadesi olabilirler. Örneğin. , bir çok işçi eyleminin ya da işçilerden yana partinin dilinden düşürmediği “emek en yüce değerdir” sloganını düşünün. Aslında bu su katılmamış bir burjuva slogandır. Zaten tarihsel olarak da burjuvazinin teorisyenleri tarafından bulunmuş, değerin yoğunlaşmış emek olduğu yasasının bir politik slogan haline getirilmesinden başka bir şey değildir. Marksizm ise, bütün burjuva ekonomi politiğinden, işgücü denen metaın kullanımı sonunda ortaya çıkan değerin emek olduğu önermesiyle ayrılır. Çünkü ortaya çıkan değer, sadece işgücünün fiyatı olan ücreti değil, artı değeri de, yani rantı, faizi, sanayi ve ticaret karını içerir. “Emek en yüce değerdir” demek: bilimsel olarak, “ücret + kar + faiz + rant en yüce değerdir” demektir. Elbette, sloganların bilimsel ve gerçek anlamları değil somut olarak kazandıkları anlamlar önemlidir toplumsal mücadelelerde, ama bu yanlış içerikler aynı zamanda egemen sınıfların o müthiş ideolojik hegemonyasının da bir dışa vurumudur. Ve uzun vadede bu gerçek anlamlara göre çıkar sonuçlar. Toplumsal mücadeleler tarihinde böyle yüzlerce örnek gösterilebilir. Ama biz, yeni kurulacak parti vesilesiyle kimsenin doğruluğunu sorgulamayı aklından bile geçirmediği, “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet” sloganını ele alalım. Elbette bu slogan bugünün verili koşullarında, Kürtler üzerindeki ulusal baskıya karşı mücadelenin bir sloganı olarak ve Kürtler içinde de Türkiye’nin ezilenlerini ve demokratik güçlerini kazanarak, demokratik dönüşümler aracılığıyla Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya son verme stratejisinin bir ifadesi olarak, tıpkı “emek en yüce değerdir” gibi, kazandığı somut anlamla ilerici bir işlev görmektedir. Ama bu günkü ilişkiler çerçevesinde kazandığı somut anlama karşıt olarak, bu program gerici bir programdır ve gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanır. Burjuvazi, devrimci çağında, ulusu etniyle, dille vs. değil, insan veya yurttaşlık haklarıyla tanımlıyordu. Amerikan Ulusu, bu dünyanın en eski ulusu, hiçbir etniye ya da dile en küçük bir gönderme içermez örneğin. Ancak daha sonra burjuvazi gericileşince, ulusu, dile, dine, tarihe, etniye, kültüre, ırka göre tanımlamaya başlamıştır. “İnsan ve Yurttaşlık Hakları”nın yerini, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” almıştır. “Ulusların Kaderini Tayın Hakkı”nın, ulusu dile, dine, etniye göre tanımlayan gerici özü, onun özellikle, Rus, Osmanlı ve Avusturya Macaristan gibi gerici 142


imparatorluklara karşı burjuva direnişin bayrağı olması nedeniyle görülememiştir. Onun gerici özü, ulusu beyazlara göre tanımlayan güney eyaletlerinin “kendi kaderlerini tayin” için ayrılmalarında görülür. İnsan ve yurttaşlık haklarına dayanan kuzey, insanı ve yurttaşı bir ırk, dil, din ile tanımlamaya karşı savaşmıştır. Ulusun hiçbir dinsel, dilsel, ırksal, soysal, tarihsel gönderme içermeden insan ve yurttaşlık haklarıyla tanımlandığı bir ülkede, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”, ulusu din, dil, etni, vs. gibi gerici bir kritere göre tanımlama hakkı anlamına gelir. Ezilen sınıfların yapması gereken bu hakka karşı çıkmaktır. Avrupalı İşçiler, Marks, Engels de böyle yapmışlar ve Güney’in ayrılması karşısında bu ayrılma hakkını reddeden Kuzey’in savaşını desteklemişlerdir. Kürt ve Türklerin kurucu olduğu bir cumhuriyet parolası, ulusu bir dil, etni, din, soy veya tarihle tanımlamayı reddetmez, sadece onu bir değil iki, dil, etni veya soyla tanımlar. Bu nedenle devrimci ve demokratik değil gerici bir ulusçuluğun parolası olabilir. Devrimci bir parola, ulusun tanımında hiçbir, dilsel, dinsel, etnik, soysal, tarihsel gönderme içermeyen; ulusu insan ve ondan başka bir şey olmayan yurttaşlık haklarıyla tanımlayan bir ulus parolası olabilir. Birden fazla etniye göre tanımlanmış uluslar parolası, sadece gerici ve yanlış değildir, aynı zamanda, her zaman en kanlı ve gerici bölünmelerin temelini atar. Yugoslavya, tıpkı Kürtlerin ve Türklerin kurucu olduğu bir Cumhuriyet gibiydi, daha çoğuna göre tanımlanmıştı. Yöneticiler, tıpkı şimdi Öcalan’ın yeni Kurulacak parti için önerdiği gibi, her ulustan dönüşümlü olarak seçiliyordu. Sonuç ortada. Hedef Kürtlerin ve Türklerin kurucusu oldukları değil, Kürt Türk ya da başka bir etni veya dinden olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı; herkesin ana dilde eğitim hakkının olduğu; tüm dil, din, etni, kültürlerin eşit olduğu; en küçük bir köyün bile isterse ayrılacağı Demokratik bir Cumhuriyet olmalıdır. Yeni partinin nasıl bir parti olacağı tartışılırken, bu en temel programatik ilkeyi hatırlatalım dedik. demir@comlink. de http: //www. comlink. de/demir/ *

Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonuna, Sayın Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonu, İki hafta kadar önce sayın Pınar Selek, bundan sonra artık iki haftada bir değil de haftada bir yazmamı istedi. Ben de aslında bir çok çekincelerin bulunmasına rağmen (örneğin bir sosyalist olarak yazarsam onlara sansür uygulanacağı gibi), özellikle yeni bir parti kurma çalışmalarının bulunduğu bu aşamada, haftalık yazılarla olsun bu tartışmalara girerek fiilen onun olmayı amaçladığı gibi sadece Kürtlerin partisi olarak kavranmamasına dolayısıyla

143


hedefine ulaşmasına küçük de olsa bir katkım olabilir diye düşünerek teklifi kabul ettim ve geçen hafta Pazartesi günü akşamı yazımı yazıp yolladım. Yazılarım bildiğim kadarıyla Çarşamba günü yayınlandığından (Çünkü benden en geç Salı öğleye kadar iletmem istenmişti çok önceleri) Çarşamba günü tesadüfen telefon etmiş bir gazete okuyucusuna yazımı okudun mu diye sorduğunda, gazetede yazım olmadığını söyledi. Üzerine düşünmeyi bile gerekli görmedim. Her zaman olduğu gibi bir organizasyonsuzluk, koordinasyonsuzluktur. Sayfayı düzenleyen haftalık yazmaya başladığımı bilmiyor olabilir veya belki bu uygulama gelecek haftadan itibaren başlayacaktır diye düşündüm. Ancak, yanılmıyorsam Cuma günü, gazetede yazımın yayınlandığını ama (gazetede yazımı okuyan okuyucu aynı zamanda benim yazılarımı internet üzerinden okuduğundan, orijinal başlığını biliyordu) başlığının değiştirilmiş olduğundan söz etti ve sonundaki “gerici” sözcüğünün olmadığını söyledi. Ancak o arada bağlantı koptuğu ve sonradan tekrar bağlantı kuramadığımdan, bunun sadece o sözün mü yoksa, “Niçin gerici bir taleptir” tarzındaki yan cümleciğin mi eksildiği olduğun anlayamadım. Ancak bunun önemi yok. İster sadece “gerici” sözü çıkarılmış ve başlık “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Bir Taleptir? ” şeklinde olsun; ister son cümlecik çıkarılmış “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet” şeklinde olsun, eğer o arkadaşın bana söylediği yalan değilse, yazımın başlığı değiştirilmiş bulunmaktadır. İlk bakışta bir cümlenin veya bir yan cümleciğin değişmesi pek önemli gibi görülmeyebilir veya bu öyle görülmek istenmeyebilir. Ancak bunu çözümlediğimizde bunun son derece vahim sonuçları olduğu görülmektedir. Hem de bir çok farklı düzeylerde. Şimdi öncelikle kısaca bunları ele almak istiyorum. Gazetede yayın gününden başlayalım. Birincisi, bırakalım devrimciliği veya demokratlığı bir yana, en sıradan bir burjuva basanında bile, en sıradan insani ilişkide bile, bir insandan şu gün yayınlanmak üzere bir yazı istenmişse ve o yazı o gün örneğin her hangi bir teknik nedenle yayınlanmamışsa, o insana bir haber verilir, kusura bakmayın, şu şu nedenlerle yazınızı bu gün yayınlayamadık falan gibi bir şeyler söylenir. Bu her sıradan uygar insanın yapması gereken bir davranıştır. Bu insanlara ve onların emeğine verilen bir değerin ifadesidir. Düşünün ki bu bile yapılmıyor. Belki denebilir ki, bundan sonra Çarşamba günleri değil, Cuma günleri yazınız yayınlanacaktır onun için özel olarak telefon edilip haber verilmemiştir. Ama bu daha da kötüdür. Bu aynı zamanda bundan sonra yazılarımı haftanın başka günleri yazmam demektir ki, yaşamımı buna göre düzenlememi gerektirir. Böyle bir durumda, bunun yapılabilmesi için, aksine böyle bir değişikliği sadece bildirmek değil, mümkün olduğunca önce bildirmek ve böyle bir düzenlemenin kendisine uyup uymadığını o kişiye sormak gerekir. Bütün bunlar yapılmıyor. Hiçbir açıklama, bilgilendirme hiçbir şey yok. Tesadüfen o günlerde Türkiye ile haberleşmem olmasa, hiçbir şeyi bilmem bile söz konusu değil. Hayvanlara bile insanlar daha saygılı davranırlar. Anlaşılan bizlere bir hayvan kadar bile değer verilmiyor. Zaten bir değer verilmesini de beklemiyoruz. Ona da eyvallah. Eğer 144


başlıktaki değişiklik olmasaydı, şimdiye kadar onlarca kere olduğu gibi, bunu da görmezden gelir; anlamamış gibi yapar, aptallığa vurur geçiştirirdik. Başlıktaki değişiklik olmasaydı bu satırları yazma gereğini bile duymazdım. (Kim bilir belki daha önce de yazılarımda benzer değişiklikler yapılmıştır. Bilmiyorum. Çünkü ben gazeteyi sadece internetten izleyebiliyordum ve çok uzun zamandır internetten de izlemek mümkün olmuyor. ) Ama başlıktaki değişiklik sorunun sadece bir ihmal, koordinasyonsuzluk ve hatta kabalıkla açıklanabilmekten uzak olduğunu, ortada kasıtlı bir durum olduğunu göstermektedir. Birincisi, bir yazarın yazısını her hangi bir nedenle değiştirmek için, bırakalım demokratlığı, ilericiliği ya da bilmem hangi güzel ve olumlu nitelemeleri bir yana, en sıradan, hiçbir iddiası olmayan insanlar bile, o yazara sorar izin isterler. Ama bizim gazetemiz. Yazarların yazılarını istediği gibi kesip biçmekte, onlar haber verme gereği bile duymamaktadır. Bu nasıl bir anlayıştır ne denir söyleyecek söz bulamıyorum. Ama burada muhtemelen her zaman olduğu gibi, muhtemelen şöyle bir itiraz yapılacaktır. “Heval kusura bakmayın, sayfayı yapan arkadaşın gözünden kaçmış, kasıtlı bir şey yoktur. Henüz tecrübesizdir. Lütfen öyle büyütmeyin. ” Tamı tamına böyle olması gerekmiyor. Olayı önemsizleştiren, tesadüflere, acemiliklere bağlayan bir açıklamayla geçiştirme. İlk zamanlar bunların gerçekten öyle olduğuna da inanıyordum. Arada geçen zamandaki tecrübelerim bana hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını; o güdük fiiller (unutmalar, iş sürçmeleri. , acemilikler) gibi görülenlerin aslında politik ve ideolojik tavırların ifadesi olduğunu çoktan öğretti. Bu bakımdan böyle masallara karnım tok. Önce şunu belirteyim. Yazımın başlığından, ister bir kelime ister bir cümlecik çıkarılmış olsun, sonuç değişmemekte, yazının başlığının bütün anlamı ters yüz edilmiş olmaktadır. Çünkü ben yazımın başlığına; son derece bilinçli ve kasıtlı olarak “Niçin Gerici Bir taleptir” ifadesini koydum. Kişi olarak uzun başlıkları pek sevmememe rağmen. Çünkü yazının mesajını başlıkta net bir şekilde ifade etmediğim takdirde ne dediğimin anlaşılmayacağını veya görmezden gelineceğini bildiğim için, provakatif olmak; yeni parti kuruluş çalışmalarında bir tartışma başlatmak, insanları düşündürmek için kasıtlı olarak böyle formüle ettim. Ben de 40 yıldır aktif politika içinde olan bir insanım ve neyin niçin ne zaman nasıl yapılacağı hakkında bir fikrim vardır. Bir gazete sayfa düzenleyicisinin veya redaktörünün onları “düzeltmeye” kalkmasına ihtiyacım yoktur. Ve yazımı tırpanlayan kişi ya da kurul, onu tam da bu en can alıcı noktasında hadım etmektedir. Bu açıkça siyasi ve ideolojik bir tavırdır. Bunun tesadüfle, ihmalle, tecrübesizlikle falan ilgisi yoktur. (Ve muhtemelen, delilim olmadığı için kanıtlayamam ama yazının yayınlanmasının iki gün gecikmesi de teknik ya da başka bir nedenle değil, tamı tamına yazının başlığının değişmene yol açan nedenle ilgilidir. ) Hepimiz siyasi insanlarız. Hepimizin inandığı ya da doğru kabul ettiği görüşler inançlar var. Bunların farklı olduğu da kimsenin meçhulü olmasa gerekir. 145


Açıkça şu söylenebilir. “Kusura bakmayın bu yazı bu biçimiyle gazetemizin politikasına uymamaktadır. Bunu böyle yayınlamayız. Şöyle bir değişiklik öneriyoruz. Ne dersiniz? ” O zaman da yazar kendine göre öneriyi kabul edip etmeyeceğine , yazıp yazmayacağına kendisi karar verir. Ama bu yapılmıyor. Sanki ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranılıyor. Haber bile verilmiyor. Ama bu haber vermeme bile, olayı sanki hiçbir siyasi veya ideolojik anlamı olmayan, tesadüfi bir olay gibi, önemsiz gibi göstermenin bir aracı aslında. Yani doğrudan ve açıktan bir siyasi veya ideolojik itiraz yapılmayarak ama fiilen yazının başlığı, sanki tesadüfen, önemsiz bir kelime değişikliği ile yayınlanmış gibi gösterilerek belli bir anlayış sansür edilmekte ve bastırılmaktadır. Eğer bu değişiklikten, sayın Pınar Seleğin haberi vardı ve onun bilgisiyle yapıldıysa, buna yaparak, hem verdiği sözü tutmamış olmaktadır hem de bunu benden gizlemiş demektir. Bu durumda, söyleyecek söz bulamam. Ama sayın Seleğin bu değişikliği bildiğini bile sanmıyorum ve onun hiçbir zaman böyle davranmayacağına inanıyorum. Eğer sandığım gibiyse, bu ister sayfa düzencisi, ister sayfa sorumlusu, ister redaksiyon tarafından yapılmış olsun, bu tür gizli engellemelerin adı, benim bildiğim kadarıyla sabotajdır. Sadece benim yazıma karşı değil, benim yazımda yansıyan politik program ve çizgiye, yani aynı zamanda büyük ölçüde, Abdullah Öcalan’ın da savunduğu çizgiye karşı sabotajdır. Hiçbir rastlantısal yanı yoktur. Farklı bir program ve anlayışın, açık bir siyasi mücadeleye girmeden, kendisini, gizlice engellemelerle dayatmasıdır. Şimdi bunu kanıtlayacağım. Birincisi, yazının başlığında, görmediğim için hala bilmiyorum. Hangi türden değişiklik yapılmış olursa olsun, yapılan değişiklik, bütün anlamı ve mesajı ters yüz etmektedir. Örneğin, eğer birinci ihtimal ise, yani sadece “gerici” sözü yoksa, başlık şöyledir: “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Bir Taleptir? ” bu başlık sanki talebin gericiliği veya ilericiliği değil de, “Kürtlerin ve Türklerin kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet’in talep olup olmadığı tartışılıyor anlamı çıkmaktadır. Bu da fiilen, şu ana kadar Türkiye’de kimse benzerini söylemediğinden, yazıda Türklerin ve Kürtlerin Kurucu Olduğu bir Cumhuriyet’in savunulduğu ve buna talep değildir diyenleri karşı bunun bir talep olduğu gibi bir anlama gelmektedir. Yani talep olup olmadığını tartışan bir başlık gibi formülasyon ise eğer bu fiilen bu talebin savunulduğu anlamına gelmektedir. Yok eğer tüm cümlecik düşmüş ise, “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet” biçimindeyse, daha da kötüdür. Karşı olduğu sloganı savunur bir yazı başlığı olarak anlaşılır. Ortada taammüden işlenmiş ama kolayca bir kaza süsü verilebilecek tarzda zekice planlanmış bir cinayet bulunmaktadır. Burada öldürülen bir insan değil bir duruş bir politik anlayış, bir programdır. Ama sadece bu kadar değil. Burada öldürülen sadece benim savunduğum program da değildir.

146


Bunun bile affedilir bir durumu yoktur. Ama ortadaki durum çok daha vahimdir. Benim bir çok konuda farklı görüşlerim olduğu bilinmektedir, bu öldürülen de öyle bir görüş olsaydı, hadi bu bir derece anlaşılabilirdi. Ama burada, Gazetenin ya da onun eğilimlerini yansıttığı siyasi hareketin resmen savunduğunu iddia ettiği görüşlere karşı bir sabotaj ya da cinayet söz konusudur. Bunu önce biçimsel sonra da içeriksel olarak kanıtlayayım. Herkesin bildiği sırdır ki, bu gazete Öcalan’ın görüşlerine paralel görüşleri savunmakta, en azından okuyucuları ondan bunu beklemektedir. Herkesin bildiği gibi, ben Öcalan’a mektuplar yazdım. Bu mektuplarla birlikte, Ortadoğu Demokrasi Manifestosu diye bir metni de ilettim. Öcalan bu mektupları okudu. Hatta Avukatlarına, “Küçükaydın’ın yazılarını okudunuz mu diye sorarak” onları kendi üslubuyla okunmak için tavsiye etti (ve bu ifade tavsiye olmaktan çıkarılmak için, tıpkı bu başlık hikayesinde olduğu gibi, Öcalan’ın Orijinal Görüşme Notlarındaki “Okudunuz mu” ifadesi, tavsiye anlamından çıkarılarak “Okudum” olarak değiştirildi gazetede yayınlanan versiyonda. Orada da bir cinayet vardı ve bu sabotajla aynı nedenle yapılmıştı. ) Bu yazının başlığı, o Öcalan’ın okunmasını, tavsiye ettiği metinlerdeki görüşleri savunmaktadır. Yani Öcalan’ın en azından tavsiye ettiği bir görüştür cinayete kurban giden. Biçimsel olarak sadece bu kadar değil. Biliniyor. Öcalan, o mektupları okuyunca, “benim görüşlerimi radyo ve televizyonda vs. savunabilir, geliştirebilir” diyerek adeta bir açık çek verdi. Yani benim yazılarımdaki görüşler, kendi görüşlerinin savunusu ve geliştirilmesi olarak kabul edilmektedir Öcalan tarafından. Ve böyle anlaşılması istenmektedir. Bu cinayet işleyen, muhtemelen, cinayetini, Öcalan’ın görüşlerini tartışılmaz kılma adına işlemiş olsa gerektir. Çünkü yüzeysel bir bakışla, benim Öcalan’ın “Türklerin ve Kürtlerin kurucu Olduğu Cumhuriyet” sözüne karşı olduğum bu nedenle de Öcalan’a karşı görüşlere gazete sayfalarında hiç olmazsa yazı başlığı olarak yer vermemek için, küçük bir hileye baş vurulmuş gibi kavranılmış ya da böyle yapılmıştır ya da böyle temellendirilmiştir muhtemelen. Ancak bu doğru değildir. Eğer gerçekten içten gelen, demokratik bir cumhuriyet olarak savunulsa, pek ala, Öcalan’ın bize ilişkin bütün o söyledikleri, yazıya dokunmamanın bir gerekçesi ya da bahanesi olarak da iyi bir sığınak sunar. Niçin bu tercih edilmemektedir de, tam tersi tercih edilmektedir. Çünkü, ulusun tanımından dilin, dinin, kavmin, soyun çıkarılması benimsenmemektedir. Yani Öcalan’ın “İlkel milliyetçilik” dediğine yakınlık duyulmaktadır. Ama bu açıkça ifade edilmemekte, sanki yazımın başlığı değiştirilerek ve bana haber verilmeyerek, küçük hilelerle Öcalan savunuluyormuş gibi yapılarak, aslında Öcalan’ın savunduğu demokratik milliyetçilik anlayışı sabote edilmektedir. Buraya kadar söylediklerim biçimsel yanıdır. Elbette ben Öcalan’ın yazılarım hakkında söylediklerini gerekçe göstererek onların benimsenmesi veya kabul edilmesini istemiyorum. Bunu zaten yazdığım mektupta da açıkça belirtmiştim. Bu da bilinmektedir. Böyle şeylere ihtiyacım yoktur. 147


Bunları burada belirtmemin nedeni, yazının başlığını değiştirenin muhtemelen Öcalan’a laf söyletmemek adına böyle bir şey yaptığı bahanesini elinden almak, Öcalan’ı savunma postunun ardına gizlenişin ardındaki sınıfsal eğilimi ve programatik farklılığı göstermektir. Gelelim içeriksel kanıta. Eğer gerçekten Demokratik Cumhuriyet, gerçekten ulusun tanımından dile, etniyi vs. dışlamak kabul edilmiş olsa, benim yazımın itirazsız koyulması gerekir. İlk bakışta benim yazımın Öcalan’ın söyledikleriyle çeliştiği bile düşünülebilir. Ancak durum öyle değildir. Fikirlerin özü kavrandığında, Öcalan’ın zaman zaman söylediği “Türklerin ve Kürtlein kurucu olduğu” cumhuriyet gibi sözler, kısmen bir kavramsal netlik olmamasından kaynaklandığı gibi, aynı zamanda burada Öcalan, bu sözleriyle Ulusun Kürtlere ve Türklere göre, yani bir yerine iki etniye ve dile göre tanımlanmasını değil; Kürtlerin ve Türklerin dile ve etniye göre tanımlanmayacak, ulusun kurucuları olmasını kastetmektedir. Yani Kürtler ve Türkler burada, ulusun tanımında dayanılacak etni, dil, ya da “ulusları” değil; kuracakları ulusu kendilerine göre tanımlamayacak Toplumsal güçleri ifade etmektedir. Ancak, bir “ilkel milliyetçi” “Kürtlerin ve Türklerin kurucu” olmasını, ulusun tanımı olarak görür ve anlar. İşte benim yazımda yaptığım da tam da bu görüşün ve anlayışın üzerine gitmekti. Tam da üzerine gittiğim için, yazım kaza süsü verilmiş ve sözde Öcalan’ı savunan bir cinayete kurban gitti. Öcalan’ın son görüşme notlarında bu çok açıktır. Öcalan kendini sürekli geliştirmeye çalışan ve düşünen bir insan olarak, son görüşme notlarında bu noktayı daha da açık olarak koymaktadır. Örneğin şöyle diyor: “Biz demokratik bütünlüğü geliştiriyoruz. Devletin üst kimliği içinde bütün kültürler kendilerini ifade eder; demokratik bütünlük içinde her kültür kendini özgürce ifade eder diyoruz. Devletin üst kimliği vatandaşlık bağını ifade eder. Avrupa ulusu da bir üst kimliktir. 25 devlet Avrupa Anayasasına imza attılar. Avrupa ulusu kavramı ilan edildi. Avrupalılık bir üst kimliktir. Bu Avrupa’da nasıl oluyorsa, Türkiye’de de olabilir. Türkiye’deki farklı milletler Türkiye ulusu içinde yer alır. Her millet kendi dilini özgürce kullanır, yayınını yapar, eğitimini yapar, kültürünü özgürce geliştirir. Bir formül öneriyorum. Bundan sonra önerim şu: Üç kimlikli hareket edilecek. Birincisi Avrupa ulusu, ikincisi Türkiye ulusu, üçüncüsü her etnik kimliğin kendi kavimsel özelliğidir. Örneğin Avrupa ulusundanım, Türkiye ulusundanım, aynı zamanda Kürd’üm, Türk’üm, Çerkez’im. Böyle devam eder” Çok açık ki, Türkiye’yi coğrafi bir kavram olarak ele almakta, resmi dili teknik bir sorun olarak almakta, bunun ötesinde tamı tamına bizim yazımızda önerdiğimiz biçimde, tüm dillerin eşitliğinden söz etmektedir. Ulusu etnilerin toplamı olarak tanımlamamaktadır. Avrupa ve Türkiye’yi politik olarak tanımlarken, “etnik kimliğin kavimsel özelliği”nden söz etmekte, etniyi politik alanın dışına atmaktadır. Bu tamı tamına bizim dediğimize denk düşmektedir.

148


Yani yazımın başlığını değiştirip sansür edenler, fiilen özünde Öcalan’ın yaklaşımını sansür etmektedirler. Bunları belirtmemin nedeni Öcalan’ın ardına gizlenmek değildir. Sadece yazıyı sansür edenlerin Öcalan’ın ardına gizlenmelerini engellemek için belirttim. Öcalan savunur ya da savunmaz: benim görüşlerim bellidir. Bunları Orta doğu için Demokrasi manifestosu adlı metinde yazdım. Bana bu gazetede yazmam teklif edildiyse bu görüşlerim bilinerek, bunları savunacağım bilinerek teklif edilmiş demektir. O halde, görüşlerime karşı böyle gizlice yapılmış sansürleri kabul etmem mümkün değildir. Ve kamu oyu önünde açıkça bir özeleştirisi yapılmadıkça, ve en iyisi bu mektubum açıkça yayınlanmadıkça, yazmaya devam etmemin söz konusu politik çizgiyi ve davranışları gösterenleri güçlendireceği ve cesaretlendireceği için gazetenize yazmayacağımı bildiririm. Saygılarımla Demir Küçükaydın 15 Kasım 2004 Pazartesi *

Salto Mortale Kürt özgürlük hareketi, Öcalan’ın kaçırılışından ve mahkemeye çıkarılışından sonra, yeni programatik ve stratejik yönelişlerini Öcalan’ın ağzından ilk olarak açıkladığında, herkes şaşkınlık içinde felç olmuşken, biz bunu, “bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme niyeti” ve projesi olarak selamlamıştık. Ama aynı zamanda, bu girişimin önemini ve zorluklarını vurgulamak için, bunun aynı zamanda bir “Salto Mortale” (Ölüm Perendesi) olduğunu da ekliyorduk. Niçin ölüm perendesidir? Ölüm perendesinde, Yer çekiminin gücüne karşı eski bastığınız yerden kopmuşsunuzdur, ama henüz yeni bir yere de ulaşmamışsınızdır. Boşlukta ve yer çekiminin dayanılmaz gücünün baskısı altındasınızdır. Yeterince hızlı ve atik değilseniz, derin bir boşluğa ya da kafa üstü düşmenizi hiçbir güç engelleyemez. Bir Ulusal hareketten sosyal harekete dönüşme de, o ana kadar dayanılmış toplumsal güçlerin en azından bir kısmıyla kopmak, buna karşılık başka güçlerle birleşmek demektir. Ve bu güçler, bir mıknatısın uçları gibi birbirini iten güçler ise, arada bir boşluk vardır ve birini kaybetmeden diğerini kazanamazsınız. Birini kaybetmeyi göze aldığınız takdirde diğerini kazanacağınızın garantisi yoktur; ama kaybetmeyi göze almadan da kazanma şansınız yoktur. Öte yandan bundan kaçma şansınız da yoktur. Yapmadığınız takdirde yine öleceksinizdir ama bu sefer sürünerek. Yirminci yüzyılın bütün mücadeleleri bu “salto mortale” sorunuyla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Ve ancak buna cesaret edenler belli bir başarı kazanabilmiştir. Sorunun özü şöyle de ifade edilebilir: işçilere ya da diğer yoksul tabakalara dayanan bir hareket, burjuvaziyi kaybetmeden ve onun tarafından kaybedilmeden, diğer ezilenleri

149


kazanamaz. Bu ise, o hareket içinde, başka bir program ve strateji için burjuvaziye karşı bir iç savaş demektir. Bunu bir matematik formüllerle ifade etmeyi deneyelim. Düz mantık sorunu şöyle görür: işçi sınıfı + köylüler ve küçük burjuvazi + burjuvazi. Bu sınıfların ortak cephesi kurulursa en geniş cephe kurulmuş olur. Böylece başarı için en büyük güçlerin bir araya getirilmesi koşulu tamamlanır. Bu ister bir ulusal hareket, ister demokrasi mücadelesi, ister kadınların veya Alevilerin hareketi olsun, hep o öznenin birliği olarak ifade edilir. “Halk Cephesi” denirdi geçen yüzyılın sosyalist hareketinde buna. Şimdi “Demokrasi Güçlerinin Birliği”, “Alevilerin Birliği”, “Kadınların Birliği”, “Kürtlerin Birliği” biçiminde, o öznenin adıyla anılıyor. Ancak bu mantığın çok basit bir temel hatası vardır. Bu mantık basit aritmetiğin mantığıdır, cebirin değil. Bu mantık, sıfırın ve eksilerin bilinmediği bir dünyanın mantığıdır. Dolayısıyla bu formül gerçek ilişkileri yansıtmaz. Gerçek ilişkilerde, yukarıdaki işçiler+köylüler+burjuvazi formülünde, burjuvazinin önünde bir eksi işareti vardır. Dolayısıyla, işçiler veya yoksullar burjuvaziyi kaybetmeyecek programlara yöneldiklerinde, diğer yoksul ve ezilenleri kaybederler. Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, bütün o radikal ve devrimci söylemlerine rağmen, hiçbir zaman burjuvaziyi kaybetmeyi göze alan somut bir program koyamadılar. Yani bürokratik, askeri ve militer devletin tam bir tasfiyesi; ulusun tanımından tüm din, dil, etni belirleyicilerinin çıkarılması; bütün dil ve kültürlerin eşitliği hiçbir zaman somut ve acil bir program olarak onların programı olmadı. Çünkü, bu, yerine ve hareketine göre, “anti emperyalist”, “milli”, “liberal” gibi sıfatlarla anılan burjuvaziyi karşıya almak dolayısıyla da “Halk cephesini” zayıflatmak olarak görülüyordu. Ama bu burjuvaziyi yitirmeme kaygısı, en büyük devrimci demokratik gücün, ezilen ulusun yitirilmesine yol açıyordu. Burjuvaziyi kaybetmeyi göze alamadığı için Kürtleri kazanamıyordu. Yani Yetmişli yıllarda görkemli bir yükseliş yaşayan Türkiye sosyalist hareketi, bir ölüm perendesine cesaret etmek bir yana, sorunu böyle koymadı bile. Bunun için de yenildi. Sanılanın aksine yenilginin gerçek nedeni, sosyalist hareketin bu programatik ve stratejik günahıdır. İşti şimdi aynı sorunla Kürt hareketi karşı karşıyadır. Bütün Kürtlerin Birliği, tıpkı Halk Cephesi gibi, bir hayaldir. Olduğunda da burjuvazinin önderliğinde bir birlik demektir zaten. Kürt özgürlük hareketi, Türkiye’nin ve diğer orta doğu halklarının ezilenlerini kazanmak istiyorsa, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi göze almak zorundadır. Kürt burjuvazisini kaybetmeden diğerlerini kazanamaz. Bunu yapmadığı takdirde akıbetinin ne olacağını görmek istiyorsa, Türk sosyalistlerine baksın. Ama bunu yapmak ve başarmak ise; her şeyden önce bu sorunu ve zorluğu açıkça ortaya koyup onları açıkça tartışmakla olur. Ancak o zaman ezilenlerin inisiyatifi ve yeni güçler harekete geçip zorlukları aşma olanakları sunarlar. Şimdiye kadar bütün diğer Partiler bu temel soruna gözlerini kapadılar, ve gözlerini kapadıkları bu sorun tarafından çarpıldılar. Demokratik Toplum Hareketi de şimdiye kadar değişik bir performans gösterebilmiş değil. Ne burjuvaziyi yitirmeyi göze alabiliyor, ne de bu 150


göze alışın ortaya çıkaracağı sorunları ve bunların nasıl aşılabileceğine dair bir tartışmayı. Dolayısıyla öncekilerle aynı akıbete uğramaması için bir neden yok. Pek iç açıcı bir sonuç değil ama böyle. Dost acı söyler! 18 Kasım 2004 Perşembe demiraltona@hotmail. com http: //www. comlink. de/demir/ *

Geliyorum Diyen Felaket Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler ve dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi daha az duyulur oluyor ve etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı izlenimler, bir etniler ve dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor. Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle sürgünlerine. Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan Müslümanların sürülüşü ve daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu, Anadolu’daki Ermeni katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az bilineni ve bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine ve bu sürgünlerde tıpkı Ermenilerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin Ermeni, Süryani katliamları ve Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü ve katliamı üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor. Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani ve Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı, ulusu Kürtlük veya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz ve bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu, tarihi olmayan bir demokratik Irak ve Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin kalplerini ve desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen ve bunun için de Irak’ı dil, etni ve din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD ve diğer emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, ve muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi. Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile yaptığına, yani Kürt ve Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap vermeye kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.

151


“Kerküğün Kürt veya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen, Ermeni, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık ve onun insan ve yurttaş olarak hak ve görevleri ulusu tanımlamalıdır” demediler. Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine, soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu, kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok elverişli güç dengelerinde bu da olur ve her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün ve imhasıyla olur. Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani ve Talabani, bu fırsatı elde ettiler ve her zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği ve çözüm gücü gösteremediler. İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek ve bunu programlaştırmış biricik hareketin de sarsılmasına yol açtı. Çok yazık! PKK’nın politikasının ve projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje ve politika olduğu, kanlı katliamlar ve sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin bütün yolları tıkanmış olabilir. ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan ve bun nedenle Kürtleri ezen uluslar ve devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap vermeye kalkan Barzani ve Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor. * Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti. Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler ve dinler boğazlaşmasında beynini ve yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir dine göre tanımlamayı reddediyordu. Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün, Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin? ” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel, tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt, Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor. 152


27 Temmuz 2004 Salı demir@demirden-kapilar. net http: //www. comlink. de/demir/ *

Akıntıya Karşı Birinci Dünya Savaşı patladığında, hemen hemen bütün ülkelerin işçileri kendi burjuvazilerinin ardında saf tutmuş; o muazzam Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi savaş kredilerine oy vermiş ve İkinci Enternasyonal bir anda çökmüştü. Bu müthiş savrulma karşısında aklını ve yüreğini yitirmeyen; “akıntıya karşı” duran bir avuç sosyalist, İsviçre’nin Zimmerwald adlı dağ köyünde toplandıklarında topu topu dört at arabasına sığıyorlar ve “Enternasyonal’in kuruluşundan yarım yüz yıl sonra, bütün dünyanın enternasyonalistleri dört at arabasına sığacak kadar kalmışız” diye kendi aralarında trajik durumu ifade eden espriler yapıyorlardı. Ama çok değil, üç yıl sonra, o dört at arabasına sığan devrimcilerin programı, tüm ülkelerin işçilerinin ve köylülerinin programı haline geliyor, milyonlarca işçi ve köylü; ezilen halklar elleri veya ayaklarıyla bu programa oy veriyorlardı. Yeni ve sağlam bir başlangıç yapmak için, dört araba kararlı insanın hiç de az bir sayı olmadığını tarih göstermiş bulunuyor. Şimdi Orta Doğu’da olan da benzeri bir durum. Elbette ortada Enternasyonaller yok. Egemen ulusların (Türk, Arap, Fars, İbrani) işçi ve sosyalistleri yurttaşı oldukları, ulusu dile, etniye, soya, dine göre tanımlayan devletlerin bu niteliğini sorgulamayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Tam da ulusun dile, dine, etniye, soya, tarihe göre tanımlanması nedeniyle baskı altında olanlar ise (Filistinliler, Kürtler, Hıristiyanlar, Sünniler, Şiiler) kendilerinin ezilmesine yol açan modeli sorgulamayı akıllarından bile geçirmeden, aynı modele göre ezilmelerine karşı direniyorlar. Bütün bunun bir tek istisnası, yirminci yüzyılın son büyük devrimci kabarışının, yani 1968’in çocuğu olan; yirminci yüzyıla damgasının vuran, Çin, Yugoslavya, Küba, Vietnam’da ulusal kurtuluş hareketlerini başarıya götüren ve yoksullara dayanan partilerin son örneği olan PKK. Bu örgütün önderi olan Öcalan, Mao, Tito, Ho, Fidel’lerde ifadesini bulan çizginin son temsilcisiydi. Sadece bu parti, ulusun tanımından dili, dini etniyi dışlayarak; ulusal baskılara son verme programına sahipti. En dinamik ulusal harekete dayanan en büyük parti arkasındaki kitle desteğini koruduğu ve bu çizgiyi sürdürdüğü sürece, Orta Doğu’daki halkları bir Yugoslavya veya Kafkaslarda olduğu gibi salhaneye sürmek kolay değildi. Bu nedenle bütün emperyalistler ve bölge devletleri, Kürt burjuvazisinin de içerden ve dışardan işbirliği ile bu örgütü çökertmeyi ve desteği yok etmeyi temel görev bellediler. Ama yine de elle tutulur bir başarı elde edemediler. 153


Bütün bu muazzam komploya yine de uzun süre direnildi. Ancak, şimdi ABD’nin Irak’ı işgalinden beri, durum tamamen değişmiş bulunuyor. Şimdiye kadar, açıktan karşı duramayacağını bildiğinden, onu içinden etkilemeye ve yönlendirmeye çalışan burjuvazi, artık hızla kopuyor ve açıktan karşı çıkıyor. Hala etki alanında kalanlar ise, giderek daha bir saldırgan dille konuşuyor ve pervasızlaşıyorlar. Örgütün bürokratlaşmış kadroları bu gidiş karşısındaki sessiz duruşlarıyla bu gidişi destekliyorlar. Koca örgüt tıpkı bir zamanların İkinci Enternasyonal’i gibi giderek içi çürümüş bir ağaç gövdesine benziyor. Örgütün kadroları saldırılara ideolojik olarak teslim olmuş bulunuyor. Şu ana kadar ister içerden, ister dışardan, ister ayrılanlardan gelen eleştiri ve argümanlara karşı bir tek tutarlı ve cepheden karşı çıkış bile görülmedi. Böyle durumlarda bütün kararsız unsurları dışlayıp, az öz ve kararlı insanlarla yola çıkmanın hayati önemi vardır. Bölge tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcındaki gibidir. Birinci Dünya Savaşında, savaşın patlaması ister istemez kesin bir ayrışmaya yol açmıştı; PKK’da ise ortada hala neredeyse bir devlet gibi bir yapı olduğundan, projesine karşı olanlar onun içinde ve çevresinde bulunmaya devam etmektedir. “Bu örgütün ve hareketin olanaklarının hiç biri olmasaydı, o zaman hala kim bu projeyi savunurdu? ” kriteriyle iş görmek ve böylece bütün güvenilmez ve çürüklerden arınmak gerekir. Bu gün akıntıya karşı durmayı bilecek, dile, dine, soya, etniye dayanan ulusçulukla hiç bir tereddüte yer vermeden bölünecek ve ona açıkça karşı duracak; en azından, dili, etnisi, dini olmayan, insan haklarına dayanan devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak dört at arabasını dolduracak insan çıkarsa, Orta Doğuyu bekleyen kanlı boğazlaşmalar, çürümeye değil bir sıçrayışa varabilir. Zimmerwald’ın dört arabaya sığanları olmasaydı; savaşın boğazlaşmaları devrimlerle değil; perspektifsizlik ve çürümeyle sonuçlanırdı. demir@gmx. li http: //www. comlnik. de/demir/ 20 Eylül 2004 Pazartesi *

Şu Azınlıklar Tartışması Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demokrasinin yokluğu nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi azınlıklar konusunun tartışılmasında da, tüm kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes tam bir köle diliyle konuşuyor ve tartışmalar netlik sağlamak bir yana kafa karışıklıklarıyla sonuçlanıyor. Şu an Türkiye’de şu görüşleri savunan bir Fikir Akımı, bir Toplumsal Hareket, bir Parti olduğunu var sayalım:

154


“Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir gericiliktir. Devletin nasıl dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani inanç “özel” bir sorun ise, dil, din, etni, kültür de öyle olmalıdır. Devletin dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu olduğu yerde otomatik olarak baskı altındaki azınlıklar da oluşur. ” Böyle bir çizgi karşısında, bu gün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve uzlaşmacı nitelikleri apaçık ortaya çıkardı. * Azınlıklar sorunu, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve demokratik olmak üzere iki şekilde “çözülebilir”. Birincisi, o azınlıkların tanınmasıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Türkiye’de devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni İslamın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dinidir. Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onların maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs. . Bütün bunların laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Şimdi böyle bir devlette, Alevilerin de tanınması, yani örneğin Cem Evlerinin de Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım. Bu “çözüm” gerici bir “çözüm”dür. Bu çözüm, devletin inanç alanına karışmasını sorgulamaz. Sadece somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler değişmiş olur. Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır. Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerde olduğu gibi bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Devletin görevi, çoğunluk dininin, azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani en Sünni semtte bile, isteyenin ramazanda güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur. Türkiye’de bir politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu alandaki bütün tartışmalar, gerici çözüm çerçevesinde yapılmakta, Burjuvazin ile bürokrasi arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir. Bu gün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır. Onun sorunu, devletin resmi İslam’ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır. Tersinden Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam'a karşı resmi İslamla ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar ya da Aleviliğin de tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler. Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Eziciler, Hıristiyanlar gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda ve kökten çözer. Sorun aynen ulusal sorunda da görülmektedir. Şimdi Kürtler “biz Asli unsuruz” diyerek aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir politika izlemektedirler. Yani devletin Türk devleti olmaktan çıkıp, Türk-Kürt devleti olmasını istemektedirler. Evet bu da bir “çözüm” olabilir, ama tıpkı Alevilerin diyanette yer alması gibi bir “çözüm”dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir 155


talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması değil, Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır. Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi de olmaz. Ulusun tanımı bunlarla değil, insan haklarıyla yapılır. Örneğin tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim hakkı. Böyle bir toplumda, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi bir etnik, kültürel ya da dilsel politik azınlık da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini olmadığı için herhangi bir dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi. Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili olarak seçimi ise, teknik bir çözümdür ulusun tanımına ilişkin değildir. Bu dilin en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve Kürtlerin dili olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin İngilizce bile seçilebilir. En devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt hareketi bile, hala sorunu kurucu asli unsur çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile ve etniye göre tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci demokrasi programını ortaya koyamamaktadır. Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun baş suçlusu, böyle bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir. Türkiye’de veya Orta Doğu’da ulusu dil, etni, din, kültürle tanımlamayı reddeden ve buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrimci demokratik eğilimlerini ifade edememektedir. Görev, inancın, dilin, kültürün kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç, kültür ve dillerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet’i savunacak devrimci demokratik bir politik akım, bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir. demir@gmx. li http: //www. comlink. de/demir/ 18 Ekim 2004 Pazartesi *

Salto Mortale Kürt özgürlük hareketi, Öcalan’ın kaçırılışından ve mahkemeye çıkarılışından sonra, yeni programatik ve stratejik yönelişlerini Öcalan’ın ağzından ilk olarak açıkladığında, herkes şaşkınlık içinde felç olmuşken, biz bunu, “bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme niyeti” ve projesi olarak selamlamıştık. Ama aynı zamanda, bu girişimin önemini ve zorluklarını vurgulamak için, bunun aynı zamanda bir “Salto Mortale” (Ölüm Perendesi) olduğunu da ekliyorduk.

156


Niçin ölüm perendesidir? Ölüm perendesinde, Yer çekiminin gücüne karşı eski bastığınız yerden kopmuşsunuzdur, ama henüz yeni bir yere de ulaşmamışsınızdır. Boşlukta ve yer çekiminin dayanılmaz gücünün baskısı altındasınızdır. Yeterince hızlı ve atik değilseniz, derin bir boşluğa ya da kafa üstü düşmenizi hiçbir güç engelleyemez. Bir Ulusal hareketten sosyal harekete dönüşme de, o ana kadar dayanılmış toplumsal güçlerin en azından bir kısmıyla kopmak, buna karşılık başka güçlerle birleşmek demektir. Ve bu güçler, bir mıknatısın uçları gibi birbirini iten güçler ise, arada bir boşluk vardır ve birini kaybetmeden diğerini kazanamazsınız. Birini kaybetmeyi göze aldığınız takdirde diğerini kazanacağınızın garantisi yoktur; ama kaybetmeyi göze almadan da kazanma şansınız yoktur. Öte yandan bundan kaçma şansınız da yoktur. Yapmadığınız takdirde yine öleceksinizdir ama bu sefer sürünerek. Yirminci yüzyılın bütün mücadeleleri bu “salto mortale” sorunuyla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Ve ancak buna cesaret edenler belli bir başarı kazanabilmiştir. Sorunun özü şöyle de ifade edilebilir: işçilere ya da diğer yoksul tabakalara dayanan bir hareket, burjuvaziyi kaybetmeden ve onun tarafından kaybedilmeden, diğer ezilenleri kazanamaz. Bu ise, o hareket içinde, başka bir program ve strateji için burjuvaziye karşı bir iç savaş demektir. Bunu bir matematik formüllerle ifade etmeyi deneyelim. Düz mantık sorunu şöyle görür: işçi sınıfı + köylüler ve küçük burjuvazi + burjuvazi. Bu sınıfların ortak cephesi kurulursa en geniş cephe kurulmuş olur. Böylece başarı için en büyük güçlerin bir araya getirilmesi koşulu tamamlanır. Bu ister bir ulusal hareket, ister demokrasi mücadelesi, ister kadınların veya Alevilerin hareketi olsun, hep o öznenin birliği olarak ifade edilir. “Halk Cephesi” denirdi geçen yüzyılın sosyalist hareketinde buna. Şimdi “Demokrasi Güçlerinin Birliği”, “Alevilerin Birliği”, “Kadınların Birliği”, “Kürtlerin Birliği” biçiminde, o öznenin adıyla anılıyor. Ancak bu mantığın çok basit bir temel hatası vardır. Bu mantık basit aritmetiğin mantığıdır, cebirin değil. Bu mantık, sıfırın ve eksilerin bilinmediği bir dünyanın mantığıdır. Dolayısıyla bu formül gerçek ilişkileri yansıtmaz. Gerçek ilişkilerde, yukarıdaki işçiler+köylüler+burjuvazi formülünde, burjuvazinin önünde bir eksi işareti vardır. Dolayısıyla, işçiler veya yoksullar burjuvaziyi kaybetmeyecek programlara yöneldiklerinde, diğer yoksul ve ezilenleri kaybederler. Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, bütün o radikal ve devrimci söylemlerine rağmen, hiçbir zaman burjuvaziyi kaybetmeyi göze alan somut bir program koyamadılar. Yani bürokratik, askeri ve militer devletin tam bir tasfiyesi; ulusun tanımından tüm din, dil, etni belirleyicilerinin çıkarılması; bütün dil ve kültürlerin eşitliği hiçbir zaman somut ve acil bir program olarak onların programı olmadı. Çünkü, bu, yerine ve hareketine göre, “anti emperyalist”, “milli”, “liberal” gibi sıfatlarla anılan burjuvaziyi karşıya almak dolayısıyla da “Halk cephesini” zayıflatmak olarak görülüyordu. Ama bu burjuvaziyi yitirmeme kaygısı, en büyük devrimci demokratik gücün, ezilen ulusun yitirilmesine yol açıyordu. Burjuvaziyi kaybetmeyi göze alamadığı için Kürtleri kazanamıyordu. Yani Yetmişli yıllarda görkemli bir 157


yükseliş yaşayan Türkiye sosyalist hareketi, bir ölüm perendesine cesaret etmek bir yana, sorunu böyle koymadı bile. Bunun için de yenildi. Sanılanın aksine yenilginin gerçek nedeni, sosyalist hareketin bu programatik ve stratejik günahıdır. İşti şimdi aynı sorunla Kürt hareketi karşı karşıyadır. Bütün Kürtlerin Birliği, tıpkı Halk Cephesi gibi, bir hayaldir. Olduğunda da burjuvazinin önderliğinde bir birlik demektir zaten. Kürt özgürlük hareketi, Türkiye’nin ve diğer orta doğu halklarının ezilenlerini kazanmak istiyorsa, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi göze almak zorundadır. Kürt burjuvazisini kaybetmeden diğerlerini kazanamaz. Bunu yapmadığı takdirde akıbetinin ne olacağını görmek istiyorsa, Türk sosyalistlerine baksın. Ama bunu yapmak ve başarmak ise; her şeyden önce bu sorunu ve zorluğu açıkça ortaya koyup onları açıkça tartışmakla olur. Ancak o zaman ezilenlerin inisiyatifi ve yeni güçler harekete geçip zorlukları aşma olanakları sunarlar. Şimdiye kadar bütün diğer Partiler bu temel soruna gözlerini kapadılar, ve gözlerini kapadıkları bu sorun tarafından çarpıldılar. Demokratik Toplum Hareketi de şimdiye kadar değişik bir performans gösterebilmiş değil. Ne burjuvaziyi yitirmeyi göze alabiliyor, ne de bu göze alışın ortaya çıkaracağı sorunları ve bunların nasıl aşılabileceğine dair bir tartışmayı. Dolayısıyla öncekilerle aynı akıbete uğramaması için bir neden yok. Pek iç açıcı bir sonuç değil ama böyle. Dost acı söyler! 18 Kasım 2004 Perşembe demiraltona@hotmail. com http: //www. comlink. de/demir/ *

Bildiri ve Sonrasının Düşündürdükleri Bir takım Kürt aydınları bir araya gelip International Herald Tribune bir ilan veriyorlar. Veremezler mi? Verebilirler. Bu ilanda Basklılar veya Türk devletinin Kıbrıs Türkleri için istediği kadar olsun haklar talep ediyorlar. Edebilirler elbette. Hatta isteyen Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasını, federasyonu veya ayrı devlet kurmasını isteyebilir. En azından bunları isteme özgürlüğünü savunmak hepimizin görevidir. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için önce bunu not edelim. Türkiye’nin devlet partisinin ve iktidar partisinin borazanlarının, içlerindeki tüm inkarcı, etnik milliyetçi anlayışlarını ve birikmiş ırkçı kinlerini kusarak bu bildiriye ve imzalayanlara karşı cadı kazanı kaynatmalarının da anlaşılmayacak bir yanı yok. Onlar da kendi çıkarlarını ve imtiyazlarını savunuyorlar.

158


Bunlara karşı “eleştiri silahı” değil, “silahların eleştirisi” gerekir. Bu da açıktır. Konumuz bunlar değil bu yazıda. Biz bu ilanın somut sosyolojik ve tarihsel anlamı üzerinde biraz duralım. Bu ilan eylemi gerek bildirinin içeriği (ulusu etni ve dille tanımlayan ve böyle tanımlanmasını sorun etmeyen Talepleri), gerek biçimiyle (Avrupa ve Amerikan Gazetelerine İlan, uluslar arası burjuvaziden destek) ve imzacılarıyla (Aydınlar ve burjuvalar) Kürt Burjuvazisinin eylemidir. Ve Kürt burjuvazisinin, şimdiye kadar güçsüzlüğü nedeniyle ayrı bir bayrak açmaktan korktuğu PKK – Kongra Gel çizgisiyle açık bir kopuşmaya girdiğinin ve ona karşı bayrak açtığının bir göstergesidir. Bu ayrışma ABD’nin Irak’ı işgalinden beri sürüyordu. Ancak kendini yeterince güçlü hissetmediği ve tabanını etkilemek bakımından daha uygun bir taktik olarak değerlendirdiği için doğrudan PKK-Kongra Gel’e ve Öcalan’a karşı değil, dolaylı biçimlerde, örneğin Türkiye solu kökenli yazarlara saldırılar biçiminde, ifadesini buluyordu. Osman Öcalan’ın ayrılması bu ayrışmanın ulaştığı boyutun ilk işaretiydi; bu bildiri ise artık Kürt aydınlarının ve burjuvazisinin çok büyük bir bölümünün, Öcalan’ın Programı karşısında açıktan yer aldığını göstermektedir. Bu da bulutsuz gökte çakan bir şimşek değildir; gören göz için her şey çok açıktı. Burada daha kritik olan nokta, Zana ve arkadaşlarının bu bildiriyi imzalamasında ifadesini bulan, Özgürlük hareketi saflarındaki karasızlık, programsızlık ve burjuvazi ile açıktan bir ideolojik ve programatik kapışma konusunda gösterilen cesaretsizliktir. Özgürlük hareketinin kendi içindeki bürokratlaşma gençlerin, kadınların ve yoksulların devrimci ve demokratik eğilimlerini iğdiş etmektedir. Bu bürokratlar ilk fırsatta burjuvazinin gemisine atlamak için fırsat kollamakta ve içinde bulundukları gemiyi batırmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu gün özgürlük hareketi çok zayıf durumdadır. Kürt burjuvazisi ABD ve Avrupa’nın desteğine dayanmaktadır. Özgürlük hareketi hala partnersizdir. Yani Türkiye’nin emekçileri hala dile, dine etniye göre tanımlanmayan bir demokratik cumhuriyeti; yani Türk devletinin Türk devleti olmaktan çıkarılmasını bayrağına yazmaktan çok uzaktır. (Ve bunun en büyük suçlusu da Türkiye’nin sosyalistleridir. ) Bu koşullarda, ABD ve Avrupa’nın desteğini almış; özgürlük hareketin bürokrasisinde gerçek bir işbirlikçi bulmuş olan Kürt burjuvazisinin baskısını püskürtmek ve karasız ve yalpalayan unsurları tavır almaya zorlamak için biricik güç, özgürlük hareketini destekleyen gençler, kadınlar, yoksullar ve diğer ezilen gruplardır. İşçi sınıfı nasıl bürokratik, baskıcı, militer burjuva devletini, sınıfsız topluma giden yolda bir araç olarak kullanamazsa ve onu parçalamak zorundaysa; Özgürlük Hareketi de bu gün var olan bürokratik, hantal, omurgasız aparatı devrimci demokratik bir kitle hareketi ve örgütlenmesi yaratmakta kullanamaz; onu parçalamak; tamamen aşağıdan gelme inisiyatife

159


dayanan; bürokratik ve hantal olmayan; hareketin üzerinde yükselmeyecek ve ona hizmet edecek; onun aracı olacak yepyeni bir yapılanma oluşturmak zorundadır. Özgürük Hareketi İçindeki kadınlar, gençler, yoksullar ve diğer ezilenler bu inisiyatifi ve cesareti gösterebilir; hareketin içinde bir devrim başarabilirse, Türkiye’yi de Bölgeyi de alt üst edebilecek bir süreci başlatabilirler. Ama bunun için ilk şart, gençlerin, kadınların ve yoksulların Kürt burjuvazisine ve harekete egemen aparata isyan etmelerdir. İsyanla da oynanmaz. Ayaklanma sanatının değişmez kuralı: hücum, hücum, hücumdur. Tereddüt, durgunluk, uzlaşmalar düşmanın toparlanması ve yenilgi demektir. Kendi hataları karşısında acımasızlık, cesaret, girişim ve cüret. İhtiyaç olan ve az bulunan bunlardır. 14 Aralık 2004 Salı demiraltona@hotmail. com http: //www. comlink. de/demir/ *

Son Gelişmeler ve Öcalan’ın Durumu Modern işçi hareketi bağımsız bir programla ortaya çıkıp, var olan bütün bölünmeleri ortadan bölmediği sürece, ister dünya, ister ülke, ister örgütsel düzeylerde olsun bütün politik manzaraya iki eğilim damga vurur. Biri burjuvazinin reformcu, liberal eğilimi; diğeri küçük burjuvazinin radikal ve sekter eğilimi. Bu iki eğilim sürekli olarak birbirini besler ve birbirlerinin varlılığını meşrulaştırırlar; ama ikisi de, bizzat bu bölünmeyle bölünen gerçekten devrimci demokratik veya sosyalist eğilime karşı suç ve çıkar ortaklığı içinde olurlar. Bunlardan liberal ve reformist olan daima yeni olgulara dikkati çeker ve onlardan reformist sonuçlar çıkarır; diğeri o yeni olgulara gözlerini kapayıp aslında bir şeylerin değişmediğini söyler. Ama aslında ikisi de aynı gizli varsayımı paylaşırlar: radikaller bir şeylerin değiştiğini kabul ettikleri takdirde karşı tarafın çıkardığı sonuçları çıkarmak gerektiğini; reformistler de yeni olgular yoksa çıkardıkları sonuçların çıkarılamayacağını. Ama bunların karşısında susup suç ve çıkar ortaklığı içinde bulundukları bir üçüncü alternatif daha vardır her zaman: bir şeylerin değiştiği hem kabul edilip hem de başka devrimci sonuçlar çıkarılabilir. Globalleşmeden bir örnek verelim. Liberaller globalleşmenin ortaya çıkardığı yeni süreçlere dikkati çekerek, onun nimetlerini anlatıyorlar. Peki radikaller ne yapıyor? Aynı sonuçları çıkarmamak için neredeyse hiç bir şeyin değişmediğini söylüyor; globalleşmeye karşı çıkmak adına kana, soya, dile, dine, etniye dayanan ulusal devletleri savunuyorlar. Son duruşmada biri burjuva, diğeri küçük burjuva iki eğilim karşısında bir üçüncü devrimci eğilim de vardır. Globalizm karşısında ulusal devletleri savunmak değil; nasıl tanımlanırsa 160


tanımlansın tüm ulusal sınırların kaldırılmasını savunmak. Çünkü en demokratik ülkenin ulusal sınırları bile, milyarlarca yoksulun o sınırların dışında bir hapishanede, rezervatta yaşaması anlamına gelmektedir, yanı ırkçı bir dışlamanın aracıdır. Paranın ve malların serbestçe dolaştığı bir dünyada, hala ulusal devletleri ve bağımsızlığı savunmak, yani iş gücünün serbest dolaşımına karşı çıkmak aslında yoksul insanlığın kendi zincirlerini; kendi hapishane duvarlarını savunmasıdır. O halde yapılacak iş, duvarları savunmak değil yıkmaktır. Örneğin Avrupa Birliği’ne girmeye karşı çıkmak değil; Avrupalılığa karşı çıkmaktır; yani Avrupa’nın sınırlarına. İşgücünün serbest dolaşımını; yani globalizmi tüm mantık sonuçlarıyla savunmaktır. Zaten dünyanın milyarlarca emekçisi bu programa ayaklarıyla oy verip uygulamaya geçiyor. Ama bu alternatif karşısında, globalisti de anti globalisti de, reformisti de radikali de susuş kumkumasına girerler. Son ayrılıklar da böyledir. Bir yanda değişim isteyen reformist bir liberalizm diğer yanda değerleri savunma ardına gizlenen bir sözde radikalizm. Halbuki Demokratik Cumhuriyet ve Orta Doğu projesi, ne biri ne diğeridir? O, ulusal ve diğer baskıları devrimci demokratik bir tarzda, ulusun tanımından dili, dini, soyu, kültürü, etniyi çıkararak; ulusu politik anlamda etnisiz, dilsiz, soysuz, tarihsiz, dinsiz yaparak; ve böylece gerçek bir eşitliği sağlayarak aşma projesidir. Ama projeyi gerçekten ortaya koyup temellendiren hapiste olunca, bu onu uygulayacak sağ ve sol, liberal ve sekter yorumlarının çarpılmasına ve çekiştirmesine uğramakta; bütün anlamını ve vuruculuğunu yitirmekte; iğdiş olmaktadır. Hapiste ya da sürgünde yaşamaya mahkum olup da, fikirlerini yayınlamak ya da uygulamak için, başkalarına muhtaç olanların her zamanki kaderidir bu. Fikirlerinizin ve önerilerinizin en yakınlarınızın elinde ve dilinde bütün içlerinin boşaldığını, engellendiğini görürsünüz. Teori, Program, Strateji o en yakınınızdakilerin idari, teknik ve taktik kaygılarına tabi ve kurban olur. Newroz gösterilerinde, yüz binlerce İnsan Öcalan’a Özgürlük diye bağırdı. Bu o insanların kendi özgürlükleriyle Öcalan’ın özgürlüğünü ayrı görmediklerini gösterir. Elbette bu doğrudur ve Kürtler üzerindeki baskı ile Öcalan’ın içerde bulunuşu birbirinden ayrılamaz. Ama Öcalan’ın özgürlüğü, sadece ulusal baskının sonu anlamına geleceği için değil; bizzat özgürlük hareketi içinde onun fikirlerine ve önerilerine uygulanan baskının; bu fikir ve önerilerin uğradığı kırılma ve anlam yitimine uğramanın bir son bulması için de gerekli. Ve son gelişmelerin gösterdiği gibi, ikincisi olmadan birincisinin gerçekleşmesi çok zor. demir@comlink. de http: //www. comlink. de/demir/ 22 Mart 2004 Pazartesi *

161


Seçimler, Taktikler, Program ve İdeoloji Sınıflar ve ordular savaşı arasındaki temel fark: sınıflar savaşında biri daha baştan yenik ve altta diğeri muzaffer ve üsttedir; ordular savaşında savaşın başında kimse yenik ya da muzaffer değildir. İkinci bir temel fark şudur: ordular savaşında taraflar, farklı bayraklar, üniformalar, cephe çizgileri ile en kör gözün bile seçebileceği kadar ayrıdırlar; sınıflar savaşında ise, baştan üstte olanlar aslında daima küçük bir azınlık olduklarından, üstünlüğün devamı ancak cephelerin karışmasıyla ve ortadakinin bir sınıf savaşı olduğunun gizlenmesiyle mümkündür. Yani ortadakinin bir sınıflar savaşı olduğun gizlemek ve cepheler karıştırmak bizzat o savaşın bir yürütülüşüdür üst sınıflar için. Bu onların politikayı yapış tarzlarında da yansır, örneğin üst sınıflar, programatik ayrılıklarda, sanki ortadaki taktik ya da örgüt anlayışına ilişkin ayrılıklarmış gibi davranırlar. Fakat benzer eğilim, alt sınıflar içinde, çok başka bir nedenle, küçük burjuvazide de görülür. Küçük burjuvazi, kültürel ve ideolojik olarak burjuvaziye alternatif olabilecek bir program oluşturma yeteneğinde olmadığından, ona olan muhalefetini özellikle belli mücadele biçimleri ve davranış kotları biçiminde dile getirmek zorunda kalır. Köylü ruhunun egemen olduğu hareketlerde, özellikle sembollerin ve liderlerin sembol olarak birer program anlamı kazanmasının nedeni budur. Bu hareketlerde, kişi tapınması gibi görünen aslında, küçük burjuvazinin burjuvaziye karşı kendi konumunu ifadesinin bir aracı; onun yoğurt yiyişidir; üst egemen sınıflardaki benzerleriyle karıştırılmamalıdır. Burjuvazi ve küçük burjuvazinin sınıfsal çıkar ve hedeflere ilişkin ayrılıkları taktikler, örgüt biçimleri, davranış kotlar veya semboller biçiminde dile getirmesi birbirine benzese de, burjuvazi bunu yaparken, üst bir sınıfın konum ve çıkarını gizler; küçük burjuvazi ise, ezilen bir sınıfın kültürel ve ideolojik sınırlılıkları nedeniyle böyle davranır. Yani biri haksız diğeri haklıdır. Sadece modern işçi sınıfı, o taktikler, mücadele biçimleri, sembollerde yansıyan ayrılıkların, aslında programatik ayrılıklar olduğunu göstermekten çıkarlıdır. Çünkü o ancak böyle davranarak kendisinin program ve hedeflerinin ayrılığını gösterebilir; politikanın gerçek anlamını deşifre edip saydamlaştırabilir. * Üst sınıfların bu tavrı örneğin, seçim sonuçları karşısındaki eleştirilerde çok açık görülebilir. Kürt burjuvazisi eskiden mecburen kabul eder göründüğü ve bir pazarlık gibi yorumlayıp uyguladığı Öcalan’ın ulusun dine, dile, soya, etniye göre tanımlanmasına son vererek ulusal baskıya son verme; yani devrimci ve demokratik bir ulusçuluk anlayışı ile tüm orta doğuda ulusal baskı ve ayrılıklara son verme, bunun için de bütün ulusların ezilenlerini birleştirme program ve stratejisinden çoktan yüz çevirmiş bulunuyor. Seçimler bu yüz çevirişin belgelenmesidir. Ama bu program ve stratejiye muhalefetini açıkça, mertçe, Öcalan’ın formüle ettiği ulusun tanımından dili, dini, soyu, etniyi, dışlayan ulusçuluk anlayışına ve bunun programatik ve stratejik ifadesine değil, örneğin bu politikanın taktiklerine saldırarak sürdürmektedir.

162


Örneğin Kürt burjuvazisi çıkıp, “Öcalan’ın önerdiği program yanlıştır. Kürtlerin, diğer ulusların ezilenlerini kazanmak ve orta doğu demokratik cumhuriyeti gibi hedefler gütmesi, olmayacak duaya amin demektir; dünyaya yön veren güçlerle ittifak kurup bağımsız bir Kürt devletine veya fiili bağımsız bir otonomiye ulaşmak biricik doğru hedeftir” demiyor. Peki ne yapıyor? Sanki o programa karşı değilmiş de taktiklere karşıymış gibi yapıyor. Yok Türk solcuları zaten bir gücü ifade etmiyor, yok Karayalçın bir özel savaşçı. Bunlarla ittifak yapmak yanlıştı diyor örneğin. Bütün bunlar doğrudur da, ama politikada güvenilmez unsurlarla ittifaklar yapılmayacağı ne zamandan beri kuraldır? Amerika örneğin Karayalçın’dan daha mı güvenilir ve tutarlıdır? ABD’nin ellerinde daha mı az Kürt kanı vardır? Demek ki sorun aslında güvenilirlik değil, taktiklere ve ittifaklara ilişkin değil, programatiktir. Şöyle bir itiraz yapılsa bu anlaşılır. “SHP ve Türk Sosyalistleriyle ittifak Kürt hareketinin devrimci demokratik, ulusu yeniden tanımlayan hedeflerini belirsizleştirmektedir. Ne Türk sol partileri ve ne de SHP için radikal ve devrimci demokrasi gerçek bir siyasi hedef değildir. Bunların bizzat kendileri de aynı ilkel, ulusu dile, soya, tarihe göre tanımlayan anlayışı savunmaktadırlar. Dolayısıyla bu seçim ittifakı, tecritten kurtulmak, Türkiye’nin tüm ezilenlerine bir mesaj vermek amacıyla yapılsa da, amacına hizmet etmemekte, devrimci ve demokratik profil ve çizginin yitirilmesine yol açmaktadır. Bu mahzur, onların DEHAP çatısı altında girmeleri ve onların değil, devrimci demokratik program ve sloganların damga vurmasıyla giderilebilir, onlarla bir araya gelişin zararını karşılayıp ittifakı bir yarara dönüştürebilirdi. ” Yapılan eleştiri, bu örnekteki gibi, devrimci demokrasi için en iyi taktiğin ne olacağı noktasından değildir; hedefin kendisinedir. Peki Özgürlük Hareketinin buna cevabı ne olmalı? Ne Yar’dan ne Ser’den geçmeyeyim diyen Yar’ı da kaybeder Ser’i de? Özgürlük Hareketi için elbette ciddi bir tecrit tehlikesi vardır. O, hala güçlü ve örgütlü olması nedeniyle Kürt burjuvazisinin kendisine açıkça karşı çıkamayışını, ona karşı bir silah olarak kullanmak ve tecrit olma tehlikesinden kurtulmak zorundadır. Ama taktik bir ittifak programatik ve stratejik hedeflere hizmet ediyorsa; taktikler program ve ideolojiye feda edilmiyorsa anlamlıdır. Bunun ilk koşulu da programatik ve ideolojik ayrılıkları vurgulamak ve savunmaktır. Yani Kürt Burjuvazisiyle taktik ittifaklar yaparken, örneğin onlara gazetelerde yazma olanağı verirken, aynı zamanda aynı gazetenin sayfalarında bunları açıkça programatik ve ideolojik olarak eleştirmek; onların eleştirilerinin gerçek programatik yanını göstermek demektir. Aynı şey SHP ve Türk Solu için de geçerlidir. Elbette onlarla da ittifak yapılmalıdır. Ama onların da son duruşmada, aynı Kürt burjuvazisinin dayandığı milliyetçi anlayışa dayandığı; tutarlı bir demokrasi mücadelesinden ve programından yana olmadıkları da gösterilmeli ve onlara da programatik ve teorik olarak saldırmaktan korkulmamalıdır. Bu modern işçilerin stilidir. Sadece modern işçi sınıfı, ittifak yaptıklarına daha çok ideolojik saldırı oklarını yöneltip, onlarla arasındaki programatik ayrılıkları vurgular. 05 Nisan 2004 Pazartesi 163


*

Kassandra’nın Laneti Eski toplumlarda geleceği görenlere kahin denirdi. Ama sanılanın aksine kahinlerin gerçek işlevi geleceği görmek değildi. Onlar bu gün “derin devlet”lerin, stratejlerin, “think tank”ların yaptığı işi yaparlardı. Kahinler, bilgileri ve tecrübeleri, ilişki ve haber kaynaklarıyla, politik kararları alanlara danışmanlık ederlerdi. Onlar geleceği görmezler, geleceği şekillendirirlerdi. Gerçekten geleceği görenler ise, Kassandra’nın lanetine uğrarlar. Onlar olacakları görürler, ama kimse dediklerine inanmadığı için geleceği şekillendiremezler. Bilindiği gibi, Yunan mitolojisindeki Kassandra, Apollon’u aldattığı için onun tarafından cezalandırılmıştır. Geleceği görmekte, söylemekte ama ona kimse inanmamaktadır. Truva’nın düşeceğini, Atın bir hile olduğunu söyler, ama ona kimse inanmaz. Günümüzün Kassandraları, toplumsal eğilimleri görenler, yaşanan ana uzaktan bakabilenlerdir. “Bir imparatorluk kurmak ancak halkları etnilere, dillere göre bölmekle ve onları birbirine karşı kullanmakla olur. Buna ulusun tanımından, dili, dini, etniyi, kültürü, tarihi dışlayan, gerçekten insan haklarıyla özdeşleşmiş bir yurttaşlık hakları anlayışına dayanan bir demokratik cumhuriyet projesiyle dur denebilir. Bu başarılmadığı takdirde Ortadoğu bir halklar mezbahasına dönecektir” diyoruz. Dinleyen yok. Herkes Avrupa Birliği’ne giriyoruz diye pembe hayaller görüyor. Sosyalistler “Demokratik Cumhuriyet de neymiş canım, biz sosyalist cumhuriyet için savaşıyoruz” diyorlar, işçi sınıfını tecrit ediyor, ekonomizme mahkum ediyor, toplumu perspektifsiz bırakıyor. Kürt burjuvazisi, “kim şimdi demokratik cumhuriyet ile uğraşacak işte dünyanın en büyük gücü bizi destekliyor, herkes gibi biz de devletimizi kurarız, kimse de kılımıza dokunamaz” diyor ve Kürt köylülüğünü kendi beşinden sürüklemeye başlıyor. Türk burjuvazisi ve ordusu, PKK’yı tasfiye edersek bu iş bitti sayılır hesabını yapıyor. Eğer bu güne kadar bur Türk Kürt çatışması çıkmadıysa, Bunun Kemal Pirlerin, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakkaya’ların yüzü suyu hürmetine olduğunu, onların örneğinden beslenen ve bu geleneği savunan Öcalan ve PKK sayesinde olduğunu görmüyor ve tam bir inkarcılıkla ABD ve Avrupa’nın planlarına destek çıkıyor. Öcalan’ın etkisi bittiği, PKK tükendiği gün, Türkiye dahil Orta Doğunun bir mezbaha olmasını engelleyecek hiçbir güç kalmayacağını kimse görmek istemiyor. Dokunulmaz kılarak öldürme, Doğunun eski geleneğidir. Kendisini sözde dokunulmaz tabu kılan örgütü bile Öcalan’a karşıdır bu gün. Öcalan’ın dediklerini ciddiye alan yok. Bütün Kürt basını ve yayınları yirmi dört saat Öcalan’a karşı fikirlerin propagandasını yapıyor. Öcalan’ın “Demokratik Ulusçuluk” dediği, Devrimci demokrasinin, ulusu dile, dine, etniye, tarihe göre tanımlamayı reddeden ulusçuluğunu açıktan savunan ve etniye, dile, dine dayanan ulusçuluğa karşı açıktan bir ideolojik mücadele yürütüp saldırı inisiyatifini ele alan bir allahın kulu yok. Bu iki ulusçuluk sanki bir arada olabilirler ve birbirlerini desteklerlermiş gibi koyuluyor. Bu anlayışla, Öcalan’ın örgütü, Kendal’ların, Ümit Fırat’ların yazdığı bildirileri destekliyor. Aymazlık öyle ki, en bilinçli bilinenler bile, bunda ne varmış, diyebiliyorlar ve içsel uzlaşmazlığı görmek istemiyorlar. 164


Defalarca yazdık, burjuvaziyi kaybetmeden ve burjuvazi tarafından kaybedilmeden diğer ezilen halkları ve sınıfları kazanmak mümkün değildir. Bu ise kesinlikle demokratik bir ulusçulukla olabilir. Ulusu, yani devleti, yani politik olanı dile, dine, etniye, soya göre tanımladığınız an, burjuvazi tarafından kazanılmış olursunuz ve ezilenleri kazanamazsınız. Yirminci yüzyılın bütün sosyal mücadelelerinin bu dersini kimse hatırlamak istemiyor. Öcalan’ın şu çığlığını iyi işitin ve unutmayın: “Ben şimdiye kadar barış için elimden gelen her şeyi yaptım. Hükümet beni ciddiye almıyor, Kongra Gel de beni ciddiye almıyor. Bir ağır tecrit hükümlüsünün bu konularda bu kadar konuşması doğru değil. Ben Kurt ve Türk halkının ihtiyaçlarını düşünerek bunu yaptım. Ama bundan sonra nefesim yetmiyor. Gücümün yetmemesinden ziyade, bahsettiğim dört özellik nedeniyle fazla anlamlı bulmuyorum. Yirmi yıl, otuz yıl mücadele verdim, ancak bu kadarına yol açtım. “Benzeri şeyler 1948’de Filistin’de de oldu. Sonuç korkunç savaşlardır. İsrail’i nasıl Araplara karsı savaştırıp Arapları mahvettilerse, burada da yürütülen, iti ite kırdırma politikasıdır. Türk-Kurt savası başlıyor, ABD iki tarafı kullanıyor. AB de kullanacak. Ben bunun önlenmesi için caba harcadım. Başbakan eğer halkını düşünüyorsa adim atar. ” Öcalan da gelişmelere bir parça olsun uzaktan bakanlar gibi, felaketi haber veriyor ama onu kendi örgütü dahil kimse dinlemiyor. Gerçek önder sadece belli bir kitlenin eğilimlerini ifade eden değildir, gerçek lider, gereğinde, tarihsel eğilimleri görerek, kitlenin eğilimlerine karşı durmayı, Kassandra’nın lanetine uğramayı bilendir. Şunu hiç unutmamalı: Kassandra’nın söylediklerini dinlemeyenler, tanrıların, lanetine uğramaktan kurtulamazlar. Yani modern toplumun diliyle, toplumsal sınıfların ve eğilimlerin lanetine. demiraltona@hotmail. com 11 Ocak 2005 Salı *

“Demokratik Toplum Hareketi”nin Geleceği “Demokratik Toplum Hareketi” yeni bir partiye dönüşebilir mi? Hukuken evet. Ama bir sosyal ve politik hareket olarak bu mümkün görülmüyor. Niçin? Bu şunun ya da bunun şöyle davranması, şu veya bu eksiklik yüzünden değil, çok daha derin tarihsel ve toplumsal nedenler nedeniyle öyledir. Bunları kısaca ele almayı deneyelim. Hukuki değil ama sosyolojik anlamıyla yeni bir parti, güçlü bir sosyal hareketin ve genellikle buna eşlik eden büyük bir paradigma değişiminin politik ifadesi olarak ortaya çıkar. Örneğin PKK veya aynı sosyal hareketin değişik hukuki ifadeleri olan DEP, DEHAP, HADEP böyle ortaya çıktı. Bu temel yoksa, yeni diye kurulanlar eskilerin yeni bir baskısı olur.

165


Yeni girişime bu açıdan bakıldığında, yeni partinin daha önce DEP, HADEP, DEHAP’ın dayandığı harekete ve sosyal temele dayandığı görülüyor. Ortada yeni ya da değişik bir sosyal hareket ve temel yoktur. Sadece Öcalan ve giderek gücü azalan bazı kesimler tarafından ifade edilen, sosyal temelin genişlemesi ve değişmesi gerektiğine dair bir niyet vardır. Ama bu niyet, başka bir hareket; toplumsal temel ve paradigma değişikliği ile gerçekleşebilir. Ama dayanılan eski sosyal temelde ve dayanılan harekette beklenenin ve istenenin tam tersi yönde bir değişim bulunmaktadır. Özgürlük Hareketi’nin gücü karşısında açıktan ayrı bir baş çekemeyerek onun dümen suyunda sıranın kendisine gelmesini bekleyen burjuvazi, artık bu harekete isyan bayrağı açmaktadır. Bu taşra avukatları, aydınlar ve işadamlarının bu isyanı elbette yine doğrudan değildir. “Dışardan müdahale olmasın”dan; “Eğer olacaksa Kürt partisi olsun”a kadar dolaylı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Giderek güven kazanan ve sesi daha gür çıkan bu burjuvazi karşısında, radikal kanat sürekli geri adım atmak zorunda kalmakta; ona açıktan ideolojik ve politik olarak karşı çıkmayı göze alamamaktadır. Dolayısıyla son duruşmada onun tarafından teslim alınmaya mahkumdur. Sonuç olarak yeni parti eğer kurulursa, eskilerinden daha fazla “Kürt Partisi” olacaktır. Zaten sorunun Türk ve Kürt partisi diye koyulması yanlıştır. Bir partinin Kürt ve Türklerden oluşması başkadır; Kürt ve Türklerin partisi olması başkadır. Kürt ve Türklerin Partisi, her biri kendini dil, etni, soy ile tanımlamış uluslardan insanların, kendini Kürt ve Türk olarak tanımlayanların bir araya gelmesidir. Bunun devrimci demokratik hiçbir özelliği yoktur. İlk zorlamada da tam eklendiği yerden kırılır. Tıpkı demir ve Bronz iki çubuğun kaynakla birleştirilmesi gibidir. Yugoslavya vs. bunun nasıl olduğunu gösterir. Ulusun dil, din etni vs. ile tanımlanmasına karşı çıkanların; yani kültürel ya da etnik olarak Kürt veya Türk olmakla birlikte, ulusun Türklük ya da Kürtlükle tanımlanmasına karşı çıkanların, daha provakatif bir ifadeyle, Türklük düşmanı Türklerin; Kürtlük düşmanı Kürtlerin, Türklüğe ve Kürtlüğe, yani ulusun, yani politik olanın Türklük ya da Kürtlükle tanımlanmasına karşı çıkarların bir partisi yeni bir parti olabilir. Böyle bir parti, iki ayrı metalin eklenmesine değil; tıpkı kalay ve bakırın eriyip kaynaşıp başka bir alaşımın ortaya çıkmasına; insanlığa çağ atlatan tunca benzer ve gerçekten tüm bölgeye çağ atlatabilir. Bırakalım böyle bir sosyal hareketi; bırakalım böyle bir ideolojik veya kültürel akımı, daha sorunu böyle koyan bile yok. Böyle bir anlayışı programlaştıran Ortadoğu İçin Manifesto adlı metne kimse ilgi göstermiyor; yayınlanma ve tartışılma olanağı bile bulamıyor. Bu yönde tek çaba Öcalan’dan geliyor, Özellikle “demokratik ulusçuluk” ve “konfederalizm” kavramlarıyla bu çabalarını sürdürüyor. Ama dayandığı kavramsal araçların sınırları ve belki de içinde bulunduğu koşullar nedeniyle ulusçuluğun sırrına eremediği için el yordamıyla gidiyor. İşin ilginci onun bu çabalarının sonuçları örgütü tarafından bile anlaşılmıyor ve dolayısıyla da savunulmuyor. Bu durumda, Orta doğudaki politik gelişmelerin, altındaki sosyal temeli hızla kaydırdığını gören radikaller (plepler); ideolojik ve programatik olarak da dayanacak bir şey göremeyince, tecrit olmamak için giderek Öcalan’dan uzaklaşmakta (ama uzaklaşmasını gizlemek için daha 166


fazla Öcalan’ı dokunulmaz kılmakta ve bayrak yapmaktadır) Kürt hareketi içindeki burjuvazi ve plepler ilişkisi tersine dönmektedir. Dün burjuvazi Pleplerin bayrağı altına sığınmıştı; şimdi plepler burjuvazinin bayrağı altına sığınıyorlar. Yeni parti toplantılarının atmosferinden; son tartışmalı bildirilere ve PKK’dan ayrılmalara kadar tüm olaylar bu eğilimin ifadeleridir. Özgürlük hareketi içindeki devrimci ve demokratik eğilim şunu görmek zorundadır: Dile, dine, etniye, tarihe vs. dayanan bir ulusçuluk ile; bütün bunları politik anlamdan dışlayan ve dili, dini, etnisi, tarihi olmayan bir ulusçuluk anlayışı bir arada olamaz. Bu kopmayı göze alamayan; bir Kürt ve Türk partisi değil ama, ulusun Kürtlük ya da Türklükle tanımlanmasına karşı çıkanların bir partisini kuramaz. Bunun için de önce bu amacın benimsenmesi; benimseyenlerin bir sosyal hareket oluşturması ve sonunda da bu hareketin modern bir siyasi hareket olarak örgütlenmesi gerekir. Bu günün dünya şartlarında buna giden yol ise uzundur ve başarı şansı çok azdır da. Bu yola girmeye cesaret edemeyenler, ne kadar karşı olurlarsa olsunlar, son duruşmada ulusun Kürtlük ya da Türklükle tanımlanmasından yana olanlara teslim olmaktan kurtulamazlar. Kimilerinin sandığının ve görmek istediğinin aksine, federasyon, demokratik cumhuriyete de gidebilecek yolda bir aşama değildir; ona tamamen karşı bir ulusçuluk anlayışına dayanır. Sorun Federasyn veya konfederasyon değil; o federasyon veya konfederasyonu karmak isteyeceklerin nasıl bir ulusçuluk anlayışına dayandıklarıdır. Sorunu federasyon olarak koymak daha baştan ulusu dile, dine, etniye göre tanımlamayı var saymaktadır. Demokratik cumhuriyet ise, bir köyün bile, isterse hiç bir gerekçe getirmeden ayrılabileceği; ulusun insan haklarıyla özdeş yurttaşların haklarıyla tanımlandığı; iktidarın gerçek seçilmiş temsilcilerin elinde olduğu; bürokratik; baskıca ve militer bir aparatın olmadığı bir cumhuriyettir. Sosyalist hareketin tarihini bilenler bilir. Plekhanov, Menşevikler karşıydı ama onlarla kopuşmayı göze alamadığı için sonunda onlara teslim olmuştu. demiraltona@hotmail. com http: //www. comlink. de/demir/ 25 Ocak 2005 Salı *

Irak Seçimlerinin Düşündürdükleri Irak Seçimleri ABD’nin Dünya İmparatorluğu planının büyük bir başarı şansı olduğunun göstergesidir. Ve bu seçimler aynı zamanda, bu plana karşı durmak isteyen, ezilen insanlığın ve işçi sınıfının nasıl bir strateji izlemesi gerektiğinin ip uçlarını ve derslerini sunmaktadır. Irak Seçimleri, bir işgal gücü tarafından yapılmış olmasına rağmen, katılımıyla işgalcinin hedeflediği amaca ulaştı. İşgalci, işgalini seçilmiş bir meclisin ve hükümetin olduğu bir ülkede bulunmak biçiminde hukuki bir meşruiyetle örtme olanağına kavuştu. Ayrıca bu 167


seçimler gerek Irak’ta, gerek uluslar arası planda ABD’ye bu günkünden çok daha geniş manevra olanakları sunmaktadır. Artık farklı güçleri birbirine karşı daha iyi oynayabilecektir. Bu da daha az bir askeri güçle daha büyük kontrol demektir. Peki ABD nasıl oluyor da böylece kolayca amaçlarına ulaşıyor? ABD’ye bu zaferleri bizzat onun sözde düşmanları tarafından altın bir tepsi içinde sunulmaktadır. İster Doğu Avrupa’nın bürokratları, ister Saddam, ister Türkiye’nin Devlet partisi ve burjuvazisi, ister İran’ın mollaları olsun, hepsi gerici milliyetçiler oldukları ve zerrece demokrasiye tahammül edemedikleri için, yarattıkları gayrı memnun çoğunluğun ABD’nin müttefikleri haline gelmesine veya en azından tarafsız kalmalarına yol açmaktadırlar. Daha önce Doğu Avrupa’da görülen şimdi Orta Doğu’da gerçekleşmektedir. Eğer Sünnilere dayanan bir iktidar varsa, bu devlet kendini Araplıkla tanımlamışsa, demokratik özgürlükler yoksa, orada Kürtler, Şiiler, demokrasi olmadığı için kendi öz savunma mevzileri oluşturamayan işçiler ve emekçiler eziliyorlar ve hoşnutsuzlar demektir. Bu iktidarı yıkmak isteyen gücün otomatik olarak müttefikleri olurlar. Tam da bu nedenle Bağdat bir tek kurşun atılmadan teslim oldu; bu nedenle seçimlerde ABD hedefine ulaştı. ABD sanıldığının aksine çok akıllıca bir stratejik dönüş yapmış bulunuyor. Eskiden, diktatörlükleri ve gerici rejimleri ABD destekler; Avrupa da ABD karşısında oradaki liberal ve demokratik muhalefeti ABD’ye karşı bir denge unsunu olarak kullanmaya çalışırdı. Ama ABD’nin statükoyu değiştirmeye kalkması ve dolayısıyla var olan ve zaten şimdiye kadar kendisine hizmet etmiş iktidarları karşıya alması, durumu tersine döndürdü. Örneğin Irak’ta Kürtler ve Şiiler ABD’nin müttefikleri haline geldi. Buna karşılık Saddamcılar, İktidardan nasiplenmiş Sünniler veya El Kaideciler, İran, Suriye, Suudi Arabistan kanalıyla Avrupa’nın dengesi haline geldi. Bu stratejik hamle ABD’ye tarafsızlığı ya da desteği sağlanabilecek çok büyük bir güçler sunmaktadır. Bu ABD’nin en büyük silahıdır. Bu hamleye karşı, ezilenler ve işçiler ne yapmalıdır? Bu durumda, örneğin Türkiye’deki çoğu sol grubun yaptığı gibi, bombalamaları veya işgalci Amerikan askerlerinin öldürülmelerini büyük bir direniş veya ikinci bir Vietnam diye selamlamak bölgenin gerici rejimleriyle paralel konumlara düşmeyle sonuçlanmaktadır. Diğer tarafta, örneğin Barzani’nin yaptığı gibi, ABD demokrasi getiriyor diyerekten ABD’nin dünya çapındaki gerici imparatorluk planlarının basit bir aracı olmak var. Hem ABD’ye ve müttefiklerine; hem bölge gericiliklerine ve Avrupa’ya yedek olma durumuna düşmemek için ne yapmak gerekir? Bu onların ortak paydasına karşı savaşmakla olabilir. Ancak o zaman bağımsız bir çizgi ve taktik esneklik bir arada yürütülebilir. Nedir onların ortak paydası? Her ikisi de, devletin, yani ulusun, yani politik olanın dile, dine, etniye, cinse göre tanımlanması ilkesine dayanmaktadır. Türk devleti nasıl Türklüğe dayanıyorsa; Barzani de Kürtlüğe dayanmaktadır.

168


ABD bir dünya imparatorluğunu, dünyaya ancak bu tür ulusçuluk anlayışları egemen olduğu sürece kurabilir ve sürdürebilir. Aynı şekilde, bölge gericilikleri de, İsrail’den Türkiye’ye, Arap ülkelerinden İran’a kadar, ulusu din, dil, etni, cins ile tanımlayan bu gerici ulusçuluğa dayanmaktır. ABD ile ona karşı çıkanlar arasındaki tek fark, ulusların, devletlerin, hangi dile, dine, etniye dayanacağı noktasında toplanmaktadır. ABD’nin Irak’ta kurduğu sistemde olduğu gibi, temsili, din, dil ve etniye göre yapmanın hiçbir demokratik yanı yoktur. Çünkü bu bölümleme hem ezilenleri böler, hem de o din, etni, dillerden olanları bir tek bütün olarak kabul eder. Ama ABD’nin desteklediği bu anti demokratik gericiliği demokratik temsilmiş gibi sunma olanağı sağlayan, yine bizzat kendileri de ulusu, dil; din, etni, kültür, tarihle tanımlayan, dolayısıyla diğer dil, etni, din, kültürden olanları ezen bu günkü gerici devletlerdir. Daha somut olarak, örneğin Türkiye’de Türk devletinin Türk devleti olmaktan çıkması, yani dini, dili, tarihi, cinsi, soyu, sopu olmayan bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele demektir bu. Devlet, yani politik olan bunlarla tanımlanmadığı an bu alanlarda hiçbir baskı ilişkisi kalmaz. Devlet Türk devleti değilse, her yurttaşın istediği dili ana dil seçme ve ana dilde eğitim hakkı varsa, hiçbir dil baskı altında olmaz. Devletin dini yoksa ve eşitliği sağlamak dışında hiçbir müdahalesi yoksa, hiçbir inanç veya din baskı altında olmaz. Aynı şekilde, Kürdistan’daki özerk yönetim veya devletin, etnisinin, dilinin, dininin, soyunun, tarihinin, olmaması; yani dili, dini, cinsi, tarihi, soyu, sopu olmayan bir demokratik cumhuriyet için mücadele demektir bu. Ancak böylece, her etninin, dinin, dilin, soyun, sopun “hain”lerinin, ulusu dinle, dinle, etniyle, soyla, tarihle tanımlayanlara karşı ortak cephesi kurulabilir. Dünyanın bütün “hain”leri birleşiniz! . . . 31 Ocak 2005 Pazartesi demiraltona@hotmail. com http: //www. comlnik. de/demir/ *

Öcalan’a Karşı Öcalan Öcalan’ın görüşme notlarını ve buna karşılık Öcalan’ın temsil ettiği çizgiyi savunduğunu iddia edenlerin veya öyle olduğu düşünenlerin yazı ve beyanatlarını okuyan aradaki zıtlığı ve uçurumu görmeden edemez. Bu zıtlığı gizlemenin ya da meşru göstermenin başlıca argümanları şunlardır. 1) Öcalan dışarıdaki durumu bilmiyor, bilseydi o da öyle konuşur ve davranırdı. 2) Öcalan biliyor ama taktik icabı öyle konuşuyor. Durumun böyle olmadığı, Öcalan’ın tam da ne dediğini bilerek öyle konuştuğu delil ve akıl yürütmelerle gösterildiğinde ise bu fark şu argümanla meşru gösterilmeye çalışılıyor: 169


Aslında onlar da Öcalan gibi düşünüyorlar ama, onlar Öcalan gibi konuştukları takdirde, bu günkü müthiş kayışın karşısında duramazlar, her şey kaybolur. Bunun için o akımın içine girip, ona uyup kontrolden çıkmasını engellemek için öyle davranıyorlar. Bu argüman ise somutta, hala Öcalan’ı bir kerteriz noktası alanları, ortadaki apaçık zıtlık karşısında, izlenen politikalara açıktan bir direnişten caydırmanın, onları tereddütte bırakmanın bir aracıdır. Bir parça politikayla meşgul olmuş, tecrübesi olan herkes bilir ki, politikada neyi söylemişseniz onu söylemiş olursunuz. Karşı bir politikayı hangi gerekçeyle savunursanız savunun o andan itibaren, o politikanın bir aracısınızdır. Çözümün değil sorunun parçasısınızdır. Bu argüman ayrıca en temel tekzibini Öcalan’da bulur. Öcalan’ın durumun ne kadar kritik olduğunu bildiği çok açıktır bütün ifadelerinde. O niye böyle “akıntıya uyma taktiği” izlememektedir de, karşı durmaktadır açıktan ve hiçbir yanlış anlamaya imkan vermeyecek şekilde? Aslında en ideal çözüm Öcalan’ın şimdi ölmesi olurdu. Gerçi şimdi canlı canlı mezarda ama yine de arada kafasını kaldırıp bir şeyler söylüyor ve kulağını ona dikmişlerin kafasını karıştırmaya devam ediyor. Bu durumda tek yol kalıyor. Olanları olmamışa çevirmek için, söylenenleri tahrif etmek ve onlara bambaşka anlamlar yüklemek. Ezilenler yollarını kaybetmemek için, tıpkı pusula bilmeyen gemicilerin sahilden sahilden gitmesi gibi, belli kişileri ve sembolleri kerteriz noktası mı bellemiştir. Bu kerteriz noktası ele geçirilerek onlar yanıltılabilirler. Hele bir atı alan Üsküdar’ı geçsin, gerisi kolaydır. Hep de öyle olur. Stalin, Lenin’e karşı savaşını Lenin’i bayrak ederek yapar. Muaviye Askerlerinin Mızraklarına Kuran-ı Kerim astırır. Karşı tarafı bir kere tereddüde düşürüp de o kritik anda olabilecek direnişi kırıp engelledi mi? Gerisi kolaydır. Demir tavında dövülür. Burası şarktır. Binlerce yıllık firavunların, nemrutların şarkıdır. Stalin’lerin resimleri ve tarihleri değiştirmesinden binlerce yıl önce “sapkın” Firavun Eknaton ve karışı meşhur Neferetiti’nin ölümlerinden sonra taşlardan kazındığı yerdir. Orada her sülale tarihi ve takvimi kendisiyle başlatır. Orada, harflere küçük bir iki nokta koyularak, “kabul ediniz” emri “katl ediniz”e çevrilir. Şimdi olan da budur. Hala Öcalan’a bağlı olanlar var ve o onları uyarmaya devam ediyor. Yapılanların onun temsil ettiği çizgiye karşı olduğu anlaşılırsa, bu aniden bir dirence ve net bir saflaşmaya yol açabilir. Onları tereddütte bırakmak gerekir. Bunun en iyi yolu, Öcalan’a karşı Öcalan’ı çıkarmak olabilir. Öcalan’ın konuşmalarından montajlar yapılarak, söyledikleri bağlamından koparılarak, kendi sesinden Öcalan Öcalan’a karşı çıkarılabilir. Böylece olası direnişler tereddütler denizinde daha doğmadan boğulabilir. Dün akşam paltalk adlı programda, Şark’ın bu bin yıllık geleneğinin yeni bir versiyonu vardı. Öcalan’ın eski konuşmalarından yapılan montaj bu günkü Öcalan’a karşı çıkarılıyor; izlenen politikaları aslında Öcalan’ın istediği izlenimi veriliyordu. 170


İşin kötüsü Öcalan demiyor mu sık sık “siz bu dediklerime dayanarak bir şeyler yazarsınız” diye. Kendisi demiyor muydu konuşma akışı içinde “dikkatsiz söylenmiş ifadeler temizleyin” diye. Kim ne diyebilirdi ki? Öcalan’ı Öcalan’a karşı çıkarmak için bizzat Öcalan’dan da izin alınmıştır artık. Çok mu soyut bu söylenenler. Somutlayalım. Buyrun şu haberi okuyalım: “KONGRA GEL Siyasi Komitesi üyesi Cemil Bayık, Kerkûk'ün bir Kürt şehri olduğunu belirterek, Kürtlerin Kerkûk'ü kendi federe devletlerine katmalarının yerinde bir tutum olduğunu söyledi. ” Bu mudur Öcalan’ı temsil ettiği söylenen örgütün en itibarlı gerilla komutanının söylemesi gerekenler? Türk devletiyle aynı düzeyde mi konuşacaktır o? Öcalan’ın yaptığı paradigma değişikliğinin en küçük bir izi bulunabilir mi bu konuşmada? Öcalan’ın politikalarını zerrece anlamış birisinin şöyle demesi gerekmez mi? “Kerkük’te Kürtler, İstanbul’da Türkler, Bağdat’ta Arapça konuşanlar, Basra’da Şii inancındakiler çoğunluk olabilir. Biz her dile, her ulusa bir devlet anlayışının yanlışlığını savunuyoruz. Biz tıpkı ABD’de olduğu gibi ulusun bunlarla tanımlanmasına karşıyız, insan haklarıyla özdeş bir yurttaşlık haklarından yanayız. Yani bizler, Kerkük’ün Kürt, İstanbul’un Türk, Bağdat’ın Arap, Basra’nın Şii şehri olmasına karşıyız ve bunu değiştirmek için savaşıyoruz. Programımız budur. “Bunun için de öncelikle, Kürdistan’ın Kürt devleti değil, Kürdistan’da yaşayan herkesin eşit bir yurttaş olduğu; kendini Kürtlük ya da başka bir dinsel, dilsel, etnik, kültürel, tarihsel ölçütle tanımlamayan bir devlet olması için; Türkiye’nin Türk devleti değil, Türkiye denen topraklarda yaşayan herkesin eşit bir yurttaşı olduğu; dilsiz, dinsiz, etnisiz; soysuz, tarihsiz, tıpkı ABD’deki gibi, insan ve yurttaşlık haklarıyla tanımlanmış demokratik bir devlet olması için mücadele ediyoruz. Bizim savaşımız, şu veya bu şehrin etniye, dine veya dile göre tanımlanmış hangi ulusa ait olduğu için bir savaş değil; bu savaşın kendisine karşı bir savaştır. Kürdistan’da kendini Kürtlükle tanımlamayan bir demokratik Cumhuriyet olduğunda Kerkük’ün nüfusunun çoğunun Kürt olması nasıl bir politik anlama sahip olmaz ise; Türkiye’de kendini Türklükle tanımlamayan bir demokratik Cumhuriyet olduğunda İstanbul’un nüfusunun çoğunun Türkçe konuşması veya Sünni olması nasıl bir politik anlama sahip olmaz ise öyle. Ve o zaman aynı ilkeye göre tanımlanmış bu demokratik cumhuriyetlerin ayrı olmasının da bir anlamı olmaz ise öyle. Bu da pratik ve somut olarak, Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti’dir. ABD’nin Bölgeyi sözde demokrasi adına, dillere, dinlere etnilere göre tanımlanmış uluslara bölme planına karşı biz bizzat ABD’nin kendisinin dayandığı ilkelere dayanılarak karşı çıkılabileceğini söylüyoruz. Wilson’un sözde Ulusların kaderini tayin Hakkı ile değil; Washington’ların, Jefferson, Tom Paine’lerin, Lincoln’ların insan hakların dayanan ulusçuluklarının geleneğini savunuyoruz ve bölge halklarını bunları savunmaya çağırıyoruz. ” Bu kadar zor mu bunları söylemek? 171


Öcalan’a karşı Öcalan’ı çıkarıp gerici ulusçuluğu savunmaktansa; Amerika’ya karşı Amerika’yı çıkararak devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunmak gerekmez mi? 01 Mart 2005 Salı demiraltona@hotmail. com http: //www. comlink. de/demir/ *

Demek Doğru Yoldayız İki hafta önce yazdığımız “Öcalan’a Karşı Öcalan” başlıklı yazı tam bir “arı kovanına çomak sokmak” oldu. Aynı gün Eyyüp Demir’in Ülkede Özgür Gündem’de ve Cahit Mervan’ın Avrupa’da çıkan Özgür Politika’da yazdıkları yazılar aynı görüşleri dile getirdiler: ikisi da sorunu Türklük ve Kürtlük temelinde koydular ve gerici ideolojik ve politik görüşlerine Kürtler arasında bir üstünlük sağlamak için yazarın “Türk” olduğuna dayandılar. En kör göz bile bu bayların bakışı ile Öcalan’ın bakışı ve sorunu koyuşu arasındaki yüz seksen derece zıtlığı görmeden edemez. Örneğin Öcalan bu bayların tam aksine “Türk”leri tartışmaya çekmek istemektedir. Bu baylar ise, fikrin içeriğine girmeden, o fikrin bir Türk tarafından söylenmiş olmasını onun Kürtlere karşı olduğunun bir kanıtı olarak getirmektedirler. Sırf bu tavır zıtlığı bile bu bayların ideoloji program ve stratejileriyle Öcalan’ın birbirine zıt olduğunu kanıtlar. Peki Öcalan’a karşı olunamaz mı? Olunabilir. Bizim tek dediğimiz, Öcalan’a karşı olanların bunu açıkça yapmamaları, yaptıkları takdirde tecrit olacaklarını bildiklerinden, ezen sınıfların binlerce yıllık yöntemlerini kullanarak Öcalan diyerekten yapmalarıdır. Tam da bu kötü oyunu afişe ettiğimiz için de bize saldırmaktadırlar. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Ortadaki sınıf mücadelesidir. Eğemen sınıf elbetteki savaşı istediği yere çekmek isteyecektir. Sınıf mücadelesinin varlığını inkarın kendisi sınıf mücadelesinin varlığının en esaslı kanıtı olduğu gibi, bizzat sınıf mücadelesinin bir aracıdır. Bunlar işin alfabesi. Onlar elbette Türklerden ve Kürtlerden söz edeceklerdir. Kürtler ve Türkler içindeki farklı sınıflar ve bu farklı sınıfların farklı program, strateji ve ideolojilerini görmek ve göstermek istemeyeceklerdir. Bunda anlaşılamayacak bir şey yok Ama esas korkunç olan, bu baylara karşı bir tek yazının çıkmamış olmasıdır. Tehlikeli olan, bu bayların o gerici bakış açısına karşı bir yazının; bu gericiliği ve Öcalan’ın ve özgürlük hareketinin çizgisiyle zıtlığı gösteren bir tek yazının çıkmamış olmasıdır. Sanki gazetenin yazarları arasında farklı yorumlar arası bir tartışmaymış, dışarıdan seyredilen bir müsabakaymış gibi sorunun ele alınması ve öyle görülmek istenmesidir. Bu gerici milliyetçiler değildir tehlikeli olanlar, bu gerici milliyetçileri tehlikesiz gibi gören ve

172


gösterenler; onlarla uzlaşanlardır. Onlara karşı şu veya bu nedenin ardına gizlenerek açıktan ideolojik, programatik ve stratejik bir mücadeleye girmeyenlerdir. Avrupa’da Özgür Politika’ya çok uzun zamandır yazmıyorum. Çünkü gazeteyi Türk solcularının ele geçirdiği, orada Kürtlük olmadığı söylenerek, Türk solcuları aracılığıyla Öcalan’a saldırılıyordu. Bu oyuna alet olmamak için, gazetede yazmamaya karar vermiş ama gazeteyi çıkaranlara isterlerse yazılarımı hiç sormadan iktibas edebileceklerini belirtmiş ve son yazımda yazmıştım. Böylece gazeteyi çıkaranlara, “Evet işte Türk solcuları yazmıyor, biz Kürtler onların yazılarını alıp yayınlıyoruz. Sorun Kürtlük Türklük değil, farklı sınıflar, programlar ve stratejiler sorunudur. Bir hesabın varsa gel bizle gör” deme fırsatı veriyorduk. Onlar bunu yapmadılar ve bu tuzağın bilinçli veya bilinçsiz aktörleri olmaya devam ettiler. Şimdi yine aynı durum karşısındayız. Kürt hareketi içindeki gerici burjuvazi, gerici milliyetçilik devrimci demokrasiye; demokratik milliyetçiliğe, yani Öcalan’a, yine bizim üzerimizden saldırıyor. Sorun bir üslup sorunu, farklı yorumlar sorunu gibi koyuluyor ve iki çizgi aynı kaba koyuluyor ve bilinçli veya bilinçsiz olarak bu oyuna alet olunuyor. Ben böyle bir oyuna alet olmam. Savaşın kuralı düşmanın istediği şartlarda savaşı kabul etmemektir. Bunun da tek yolu vardır. Artık bu gazeteye yazar olarak yazmam. Ama her hafta sözümü sakınmadan yine yazımı yazarım ve internette yayınlarım. Bu gazete bana sorma bile gereği duymadan onları yayınlayabilir. Böylece bu gerici milliyetçilere karşı, “Biz alıp yayınlıyoruz o yazıları, bir hesabın varsa bizimle gör. İşte bu görüşleri Kürtler de savunuyor, Şimdi ne diyeceksin? ” der. Ozaman bu gerici oyun açığa çıkar. O zaman gerçek ayrılığın Kürtler ve Türkler arasında değil; Devletin Kürtlük veya Türklükle tanımlanmasında bir sorun görmeyen gerici milliyetçilerle; Devletin kürtlüğe ya da Türklüğe göre tanımlanmasına karşı olanlar arasında olduğu görülür. O zaman Cahit Mervan ve Eyyüp Demir’in Doğu Perincek ve Yalçın Küçük ile aynı gerici milliyetçilik anlayışını paylaştığı; buna karşılık Öcalan ile Küçükaydın’ın bu gerici milliyetçiliğe karşı aynı devrimci demokratik programı savunduğu görülür. 14 Mart 2005 Pazartesi demiraltona@hotmail. com http: //www.comlink. de/demir/

173


Çeşitli Sitelerde Yazılar PKK’da Neler Oluyor? Bir süredir tanıdıklarımız bize Kongra-Gel, DEHAP veya Kürt Hareketinde ne gibi gelişmeler olduğunu soruyorlar. Neler olduğunun ayrıntıları konusunda bildiklerimiz başkalarından farklı değil. Şimdiye kadar bölük pörçük, oradan buradan duyduklarımız aşağı yukarı bu gün Radikal’de Çıkan Murat Yetkin’in “Kandil Dağında Ayrılık” başlıklı yazısında anlatılanlara benziyor. (Bu yazı şurada var: http://f50.parsimony.net/forum202930/messages/1994.htm ) Ancak bu gazetecinin anlattıkları bizlere o güçlerin konumu ve olan bitenlerin ardındaki toplumsel eğilimler hakkında bir bilgi vermez. Bunlar işin daha ziyade, ayrıntı, magazin kısmı gibidirler. Esas sorun bu ayrılıktaki eğilimlerin karakteri ve ayrılığın nedenleri ve de o hareketin bu krizi nasıl aşabileceğidir. Bütün bu konuları içeren uzunca bir yazıyı bir süredir yazmak istiyoruz. Ama şu sıralar rahatsızlığımız nedeniyle uzunca bir süre oturup yazı yazmamız mümkün olmuyor. Konu bizim için yeni değil. Çok uzun zamandır, bu konuda yeri geldikçe değinmeler, çözümlemeler ve öneriler yazdık. Madem ki yazamıyoruz, en azından bu eski yazılardan küçük bir derleme yapmak bir çok konuyu aydınlatıcı olabilir. * Bu arada olanların anlamı üzerine de kısa birkaç söz. PKK bir yoksullar hareketi olarak doğdu. Sadece bir Kürt hareketi değil bir Kürdistan hareketi olarak doğdu. Kürdistan’ın en ezilenlerini birleştirdi. Kürtlerin en yoksullarını; Kürdistan’ın en ezileni olan kadınları ve en çok ezilen milliyetler ve dinlerden olanları (Ezidiler, Asuriler, Aleviler) içinde birleştirdi. Başlangıçkta, özellikle Gerillanın yükseldiği dönemde, köylülüğün ortaya çıkardığı şehirli ve aydın düşmanlığı; çetecilik gibi sorunlarla karşılaştı. Bir süre sonra bu sorunlar ikinci plana düştü ama bu sefer, hareketin büyümesi ve kazandığı başarı, Kürdistan’da burjuvazinin kitlesel bir şekilde hareketin safları ve destekleyicileri arasına yönelmesine yol açtı. Bu bir yandan hareketin yeni alanlara açılmasının olanaklarını yarattı; (Legal partiler, geniş bir diplomasi ağı vs.gibi) ama bu aynı zamanda, bu burjuvazinin harekete damgasını vurması tehlikesini getiriyordu. PKK’nın buna bulduğu çözüm şöyle oldu: son derece uzun bir eğitim ve sıkı bir seçimden geçmiş kadroların oluşturduğu çekirdek örgüt. Bunun etrafında burjuvaziyi de kapsayan bir kitle örgütleri ağı. PKK denen örgüt, esas olarak bu gerilla ve militan kadrolardan oluşuyordu. Aslında bunlar ikisi tek bir bütündü. Çünkü sürekli olarak bir rotasyon uygulanıyordu. Yani birkaç ay 174


gerillada olan, oradan bir kitle örgütlenmesine, oradan başka bir yayında çalışmaya, bir şehirden diğerine, bir ülkeden diğerine sürekli yer değiştiriyordu. Kadrolar için tam anlamıyla bir lokma bir hırka ilkesi geçerliydi. Kadın ve Erkek kadroların evlenmeleri bile yasaktı. Bütün bunlar aracılığıyla, bu püriten yaşam, sürekli rotasyonla birlikte örgütün radikal devrimci çizgisini korumasını mümkün kılıyor; burjuvalaşmaya ve konformizme karşı bir savunma sağlıyordu. (Ayrıca bu yasak, genç kız ve kadınların, feodal baskıdan kaçıp gerillaya katılıp toplumda saygın bir yer edinmesini de mümkün kılıyordu. Ve onların gerillaya katılışı, radikal çizgiyi savunmanın ve sürdürmenin bir garantisi oluyordu.) Ama bu tedbirler aynı zamanda örgütün önündeki en büyük engeller haline de geliyordu. Ne kadar rotasyon da uygulansa, ne kadan püriten bir yaşam da zorlansa, kadrolar zamanla bürokratik bir aparatın özelliklerini ve eğilimlerini yansıtıyordu. Yani Burjuvazinin zehrine karşı kullanılan ilacın kendisi de giderek bir zehir haline geliyordu. Ya da ilacın yan etkileri, hastalık kadar tehlikeli olabiliyordu. Gerilla savaşı sürdüğü sürece bu büyük bir sorun yaratmadı gene de. Ama Öcalan’ın ABD tarafından Türkiye’ye teslimi ve Stratejik dönüşüm ile birlikte, bu örgüt yapısı ile ortaya koyulan söylem arasında giderek artan bir gerilim ortaya çıkmaya başladı. Madem ki artık demokratikleşmeden söz ediliyordu, sivil toplumdan geniş örgütlenmeden söz ediliyordu o halde bu kadrolar dağılmalı, evlenme yasağı gibi engeller kalkmalıydı. Bu durumda PKK şöyle bir açmazla karşı karşıya kalıyordu. Eğer söylemine uygun davransa, kısa süre içinde, burjuvazi tüm örgütü kontrol altına alırdı. Eğer davranmaz ise, giderek olumsuzluğu öne çıkan o dar çerçeveyi kırması olanaksızlaşırdı. Yani kırk katır mı kırk satır mı? Devrimci demokrasi, bütün tarih boyunca karşı karşıya kaldığı açmazla bir kez daha karşı karşıya kalıyordu. Aşağıdaki çeşitli yazılarımızda, bu açmazı yaratan tarihsel ve sosyolojik nedenler konusunda ortaya koyduğumuz teorik açıklama ve bu açmazdan çıkış için önerdiğimiz yollar görülebilir. Burjuvazi çok akıllı olarak elbette, madem ki demokratikleşme diyoruz o halde, bu bürokratik aparatı kaldıralım; evlenme yasağını kaldıralım gibi bir söylem tutturuyor ve inisiyatifi ele geçiriyordu. Biz ise, PKK’nın nasıl olup da, devrimci ve radikal yapısını modern ezilen sınıflara dayanmaya kaydıracağı noktasında yoğunlaştık. Yani tam aksi yönden soruna yaklaştık. PKK’nın içindeki sol kanat ise, eski deneyleriyle sorunu hep bir örgütsel tedbirler ve kadro politikası sorunu olarak gördü. İdeolojik savrulmalar karşısında sesini bile çıkarmayıp, nasıl olsa ipler bizim elimizde diye düşündü. Bizzat Öcalan bile, sorunu her zaman bir kadro ve örgüt sorunu olarak görüp, PKK’nın benimsediği program ile o programı gerçekleştirebilecek modern yoksul tabaklar arasındaki açmazı nasıl aşacağı sorunuyla hiçbir zaman yüzleşmeyi denemedi. Örneğin, bir tarihte, Öcalan’ın bir avukatıyla tesadüfen karşılaşmış ve ona ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra, Kürt organlarında yazan Türkiyeli yazarlara giderek artan bir düşmanca tavırdan söz etmiştik. Daha sonra bir görüşme notunda bizim bu gözlemimizin 175


Öcalan’a aktarıldığını okumuştuk. Öcalan’ın tepkisi ilginçtir. Örgütlü bir şey mi bu tepki diye sormaktadır. Ancak örgütlü ise tehlikeli görmektedir. Evet biraz öyledir ama bu aynı zamanda sorunu bütünüyle örgütsel tedbirler düzeyinde ele aldığının da bir göstergesidir. Eğer ABD Irak’a girmeseydi, yine de bu günkü kriz bu ölçüde ortaya çıkmayabilirdi. Çünkü PKK her şeye rağmen oturmuş yapısıyla daha yıllarca durumu götürebilir ve bu arada ileride çıkacak uygun bir fırsatta yeni bir kitle hareketlenmesi yükselişine dayanabilir veya ona katalizatörlük edebilirdi. Ne var ki, duruma ABD el attı ve dünyada olduğu gibi Kürt hareketi içindeki bütün dengeleri de alt üst etti. Eskiden, Talabani ve Barzani hem birbirleriyle, hem Türk devletinin desteği ile PKK’ya karşı savaşıyorlar, hem Saddam’la öpüşüyorlar hem Türkiye’nin Kırmızı pasaportunu taşıyorlardı. Onlar böyleyken, PKK önce gerillada başarılar kazanıyordu; 92’den sonra ise gerillada ilerlemesi dursa hatta gerilese bile bu sefer diplomasi ve yayıncılıkta, televizyonlarıyla vs. başarıdan başarıya koşuyordu. Gerillaları ve kadroları Barzani ve Talabani’nin çürüme ve rüşvet içinde boğulan peşmergeleriyle kıyaslanmayacak bir modernlik; ahlaki ve insani değerler bakımından üstünlük içinde bulunuyordu. Bu koşullarda PKK yükseliyor, diğerleri geriliyordu. Barzani ve Talabaninin aşiretlere dayanan yapısı karşısında, PKK gerçekten modern ve yoksullara dayanan bir hareket olma niteliğini de koruyordu. Kadınları, azınlıkları ve yoksulları içinde barındırıyor, onların eğilimlerini temsil ediyor ve onların haklarını koruyordu. Bu da her yönden PKK’ya doğru bir akış ve destek yaratıyordu. Ve bütün bunlar, dünyada, dünya tarihsel yenilgilerin olduğu koşullarda, yani Sovyetlerin çöküş, Globalizmin ve Post modernizmin zafer yürüyüşü yaptığı koşullarda olabiliyordu. Bu koşullarda PKK’nın sınırlılıkları ve açmazları da görülmüyordu elbette. Ne var ki, ABD’nin bütün Orta Doğuya el koyma ve bu bağlamda Güney Kürdistan’daki Barzani ve Talabani’yi PKK karşısında zorla alternatif yapmaya karar almasıyla birlikte bütün dengeler değişti. ABD önce, Barzani ve Talabani’ye sağlayacağı fiili askeri ve ekonomik özerkliğe Türkiye’nin olurunu almak için Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti. Yani, “işte bak, Kürt sorununun başını sana veriyorum. Artık, Güney’de benim projeme dokunma” dedi ve Türkiye bunu kabul etti. ABD Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken buna paralel olarak Barzani ve Talabani’yi adeta zorla barıştırdı. Bunu sağlamak için, Petrol satışlarından gelen muazzam paraları onların emrine verdi. Bu ekonomik güç ve ABD’nin askeri koruması eski dengeleri zamanla değiştirmeye başladı. Artık roller değişmişti. PKK başını kaptırmıştı. Buna karşılık. Barzani ve Talabani, ABD’nin kendilerine akıttığı petrol paralarıyla hızla bir zenginleşme yoluna girmişti. Güney Kürdistan’da hastaneler, üniversiteler açılıyor. Ekonomik hayat canlanıyor. ABD’nin korumasıyla Türkiye veya Saddam tarafından işgale uğrama tehlikesi giderek yok oluyordu.

176


Öcalan bu durumda, aslında çok akıllıca muazzam bir stratejik dönüş de yaptı. Kürt ulusçuluğundan, Fransız devriminin, ABD veya İsviçre’nin devrimci demokratik ulusçuluğuna bir geçiş yaptı. Artık ne dünya çapındaki dengeler (yani ne Avrupa, ne Amerika, Ne Rusya) ne bölge çapındaki dengeler (Ne Suriye, Ne Yunanistan, Ne İran) bir hareket olanağı sunmuyordu. Dünya çapında işçi hareketi de tam anlamıyla bir yenilgi içinde bulunuyordu. Kürt hareketinin modern ve plebiyen kanadı her türlü destek ve yedekten yoksun tam bir tecrit içinde bulunuyordu. Bu koşullarda, yapılabilecek biricik şeyi yaptı. Bölgenin tüm ezilenlerini birleştirecek bir demokratik programa geçti. Bu uzun vadeli bir değişimdi. Bir ulusal hareketin bir ulusal hareket olmaktan çıkma planıydı aynı zamanda. Ulusal baskıya, ulusun tanımından etniyi, dili, soyu dışlayarak son verme stratejisiydi. Sadece akıllı değil, aynı zamanda devrimci demokratik ideallere bir dönüştü. (Öcalan’ın “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” kitabı, dile etniye göre, bir ulusçuluktan el yordamıyla bir demokratik ulusçuluğa geçme çabasıdır. Bu yönde el yordamıyla bir arayıştır.) Ama bu stratejinin ifadesi bir çok zorlukla maluldü. Birincisi, bu strateji gerek kaynaklandığı gelenekler (Marksizm diye bilinen Stalinizm); gerek egemen ideolojik iklim (Post modernizm, globalizm, sivil toplumculuk) dolayısıyla, çok elverişsiz kavramsal araçlarla dile getiriliyordu. İkincisi, Öcalan’ın hapiste olması nedeniyle ve aynı zamanda taktik manevralar nedeniyle bir ihanetin rasyonalleştirilmesi; teorize edilmesi veya Öcalan’ın kendisini kurtarmak için ortaya attığı bir saçmalık olarak görülüyordu. Aslında böyle olmadığı bilinmesine rağmen böyle tanıtılması özellikle Kürt milliyetçilerinin ve burjuvazisinin ve milliyetçi Türk sosyalistlerinin işine geliyordu. Ezilen ulusun davasına ve demokratik programına ilgisizliklerini, yani kendi ihanetlerini, bir ihanete karşı devrimci uzlaşmazlıkmış gibi satmalarına imkan veriyordu. Aslında, başlangıçta programatik ifadesini bulamamış Kürt burjuvazisi ile devrimci demokrasisi arasındaki ayrılık, Öcalan’ın yeni stratejisiyle programatik ifadeye de kavuşmuş oluyordu. Biri ulusu dil ve etniyle tanımlıyor. Diğeri ise, ulusun tanımından etniyi, dili çıkararak ulusal baskıya son vermeyi hedefliyor. Biri Kürtlerin birliği diyor. Diğeri. Kürt devrimci demokrasisiyle ezen ulusların ezilenleri ve demokratlarının birliği diyor. Ve sonuçları itibarıyla biri “Bağımsız Kürdistan”, diğeri “Ortadoğu Demokartik Federasyonu” diyor. Ne var ki, bu son derece demokratik ve akıllıca yapılmış hamle ezen ulusun ezilenlerinde bir yankı bulamıyordu dünya koşullarının elverişsizliği nedeniyle. Diğer yandan, başarıdan başarıya koştuğu sürece Kürt burjuvazisini de en azından kendi peşinde sürükleyebiliyordu bu proje en azından Kuzey’de. Ama bu arada ABD’nin uygulamasının sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Güney’deki fiili bağımsızlık ve artan refah, Kürtlerin dikkatini artık Öcalan’dan Barzani 177


Talabani’ye doğru yöneltiyoırdu. Artık, Öcalan’ın inişi, Barzani ve Talabani’lerin yükselişi başlamıştı. Bunun en açık belirtileri Türkiye’deki genel seçimlerde görüldü. Bizzat Özgür Politika gazetesine yazan, etnik milliyetçiliğin şampiyonu yazarlar Türkiye’nin solcularıyla oluşturulan seçim bloğuna son derece soğuk hatta düşmanca yaklaştılar. Türkiye’nin ezilenleriyle bir ittifaktan ise, Kürdistan’da bağımsız adaylar gösterme veya ANAP, Saadet gibi partilerle ittifak sağlayarak Meclis’e girmeyi savundular. Ancak Öcalan ve gerilla önderliğinin zorla dayatmasıyla sonradan gönülsüzce desteklermiş gibi yaptılar ve her adımda sabote ettiler. Seçimlerde barajın aşılamaması ve Güney’deki gelişmeler ve ABD’nin Barzani ve Talabani ile geçirdiği cicim ayları, Kürtler arasında Barzani-Talabani’nin temsil ettiği burjuva çizgiye muazzam bir kayış yarattı. PKK’nın en güvenilir kadroları bile artık, fiilen kendi programlarını savunmaz olmuş, gerek tabanın baskısı gerek kendilerinin eğilimleriyle fiilen birer Barzanici haline gelmişlerdi. Ama bu koşullarda bile doğrudan Öcalan’a saldırılamıyordu. O zaman Öcalan’ın stratejisinin sembolü isimlere saldırılmaya başlandı. Yani gazetede yazan Türkiye sosyalist hareketinden gelen yazarlara. PKK’lılar bu saldırılar karşısında hiçbir ses çıkarmamaya ve bunu kendi denge politikalarının bir aracı olarak kullanmayı biricik politika olarak benimsediler. Barzani ve Talabani’nin çizgisi fiilen PKK’yı teslim almıştı. Almadıysa bile en küçük bir direniş bile görülmüyordu. Öslında Öcalan ve Öcalan’ın çizgisini destekleyen PKK’nın çekirdeği hariç, bütün kadrolar artık fiilen Öcalan’ın çizgisini terk etmiş, Barzani ve Talabanilere doğru kayışın yönergesine girmiş bulunuyordu. Tabii bu kayış her zaman olduğu gibi, Öcalan dokunulmaz tabu kılınarak yapılıyordu. İşte bu koşullarda KONGRA-GEL kongresi yapıldı. PKK’lılar hala, Askeri gücü elinde bulundurduklarından KONGRA-GEL’in demokratik ve geniş bir örgüt görünümü sağlayacağından ama fiili bir gücü olmayacağından emin görünüyorlardı. Planlar buna göre yapılmış bulunuyordu. Tıpkı Türkiye’deki Parlamento’nun Ordu ile ilişkisi gibiydi bu. Türkiye’de gerçek güç ve ipler nasıl ordunun elindeyse, PKK’da da gerçek güç ve ipler gerilla komutanlarının yani onlar aracılığıyla da Öcalan’ın elinde bulunacaktı. Bu onların Kongra Gel’den ayrılığı biçiminde ifadesini buluyordu. Ne var ki, burada hesaplanmayan, artık o kayışın bizzat gerillaları bile etkilediğiydi. Burjuvazinin eğilimi, artık bizzat PKK’nın en üst organlarından bir destek buluyordu. Bu destekle burjuvazi Konra Gel konresinde adeta bir darbeyle kontrolü ele alır. KONGRA-GEL kongresinde, Başkanlık Konseyi, kendilerinin yönetime girmeme kararı almalarına rağmen, Osman Öcalan kendini aday gösterir ve girer. Ayrıca Amerikancılığı ve sağcılığı ile bilinen bir çok ismin de onun yönetimine gelmesini sağlar. Buna karşılık hareketi başından beri götürmüş Öcalan’a bağlı komutanlar seçilemezler bile. Burjuvazi demokratik olarak KONGRA-GEL’i ele geçirmiştir. 178


Aslında Kongre’de olan şudur. Kürt burjuvazisi, ya da Barzani-Talabani çizgisi ya da etniye, dile dayanan milliyetçilik, Kongra-Gel kongresinde iktidarı ele geçirmiş, Kongra-Gel’in yönetimine geçmiştir. Tabii çok demokratik gibi görünmekle birlikte aslında bu da tam bir darbe gibi yapılır. Biraz tarihteki yüzük veya hakem vakasına benzer. Aynı toprakların aynı egemen sınıfları vardır ortada. Yaptıkları Muaviye’nin yaptığının bir benzeri gibidir. Bilinir, iki hakem Muaviye ve Ali’yi halifelikten almaya karar verirler. Ali’nin hakemi önce Ali’yi halifelikten alır, ama bu noktada Muaviye’nin hakemi oyunu oynar ve Muaviye’yi halife ilan ediverir. Konra Gel Kongresinde de aynısı olur. Tüm komutanlar hiçbir şekilde Kongra-Gel yönetimine girmemeye karar verirler. Kimse aday olmaz iken, Osman Öcalan ve benzerleri aday olur ve seçiliverirler. Tabii bu arada, Peygamber’in de peygamberliği elinden alınır. Öcalan’a “Halk Önderi” denilir. Eskiden “Ulusal Önder”dir. Burada burjuvazi yine ezeli kurnazlığını yapar karşı tarafı kendi oyununa getirir. “Madem ki halk ve demokratikleşme deniyor o zaman halk önderi olsun”. Tabii bunun ardında ulusal önderliğin Barzani ve Talabani için boşaltılması söz konusudur. İki taraf da bunu böyle anlamaktadır. Ama böyle ifade etmemektedir. Bunlar PKK’nın kendi özel jargonu içinde böyle anlaşılmalıdır. Bizler için hiç bir şey ifade etmeyen sözler, o özel jargon içinde çok sert bir sınıf mücadelesinin ifadesidir. Bu sonuç, PKK’nın eski plebiyen kökenli ve gelenekli kadrolarında müthiş bir sarsıntıya yol açar. Ama kimse de sesini çıkaramamaktadır. İşte bu ortamda, Öcalan, İmralı’dan müdahale eder ve yeni çizginin kendisine karşı olduğunu; Barzani’nin etnik milliyetçi çizgisi olduğunu, kendi projesinin inkarı olduğunu söyler. Bu PKK’nın gerilla komutanlarına ve esas çekirdeğine tekrar güç verir ve aslında bir tür Askeri darbe olur. Hasılı Türkiye’de gerçek iktidar nasıl Türk ordusunun elindeyse, Kandil’de veya Kürt hareketinde de gerçek iktidar Gerilla’nın ve kadroların elindedir. Yani Sağ çizginin Osman Öcalan öncülüğünde Kongra-Gel kongresinde yaptığı darbeye karşı Abdullah Öcalan, sol çizgi aracılığıyla karşı darbe ile cevap vermiştir. Ama kendi otoritesine güvenerek, onlara tekrar geri dönüş yolunu da açık bırakır. Eğer bu günkü eğilim sürerse, Kürtler arasında Barzani ve Talabani çizgisine kayış sürerse, uzun vadede Öcalan’ın çizgisinin hiçbir şansı bulunmamaktadır. PKK içindeki şimdiye kadarki bütün bölünme ve ayrılmalarda ayrılanlar her zaman politik olarak sıfır oluvermişlerdir Ama bu sefer pek öyle olmayabilir. Olsa bile sonuç değişmez. Artık koşullar eskisi gibi değildir. Öcalan çizgisinin inişini nasıl ABD’nin politikaları belirlediyse, bu inişi yine ABD politikaları tekrar durdurabilir. Tabii isteyerek değil, mecburen, nesnel sonuçları itibariyle. Şimdiye kadar, ABD’nin Kürtlere bağımsızlık vereceği sanılıyordu. Bu arada herkes bir hafıza kaybına uğramıştı. Ama şimdi, ABD’nin hiç de bağımsız bir Kürdistan demediği, 179


Şiileri, Arapları, Türkiye’yi vs. gözetmek zorunda olduğu görülünce o yakın zamana kadar süren Barzani ve Talabani çizgisine hızlı kayış biraz olsun yavaşlamış, hatta kimileri tekrar ABD’nin bir emperyalist olduğunu hatırlamaya başlamış bulunuyor. Irak’taki olumsuz gelişmeler, Öcalan’ın stratejisinin tekrar bir çekicilik kazanmasına yol açabilir. Kürtler tekrar bölge güçleri arasındaki çatışmalarda bir piyon durumuna düştüklerini gördükçe, bölge halkalarına Öcalan’ın projesiyle yaklaşmanın bu çıkmazdan biricik çıkış olduğunu görebilirler. Çok zayıf da olsa bu olanak hala var. Ama bunun olabilmesi için, Türkiye, İran ve Arap aleminde böyle bir projeyi benimsemiş modern bir parti ve hareketin ortaya çıkması gerekiyor. Yani Öcalan’ın Kürtler içinde yaptığını Fars, Türk ve Araplar içinde yapacak; etniye, soya, dile dayalı ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu yükseltecek hareketler ortaya çıkmadıkça, Kürt hareketinin bunları yaratması kendi toplumsal ve kültürel sınırları nedeniyle olanaksız görünüyor. Şimdiye kadar görülen o ki, PKK’nın kendisi bu dönüşümü ve toparlanmayı yapacak durumda değil. O sınırlarını aşamıyor. Yapmak istediği projenin gerektirdiği cesur adımları atma; modern yoksul sınıflara dayanmanın yollarını arama çabasında değil. Aşağıdaki yazılarda bu sürecin daha genel tarihsel ve sosyolojik kavramlarla açıklanması ve çıkış yolları yer alıyor.

Tarihsel Nedenler ve Nesnel Sınırlar Demokrasi Üzerine Yazılar: 12 Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları Şimdiye kadar Demokrasi konusunu, iki soyutlama düzeyinde ele aldık: ya sınıf ayrılık ve çelişkilerinden soyutlayarak, örneğin sınıfsız toplumların olmuş ya da olası ilişkileri bağlamında, bir çoğunluk ve azınlık ilişkisi olarak ele aldık; ya da bir adım daha atarak, sınıflı toplumlarda ezilen ve sömürülen çoğunluk ve ezen ve sömüren azınlığın birbiriyle ve demokrasiyle ilişkileri bağlamında. Böyle ele aldığımızda da, örneğin demokrasinin ezen ve sömüren azınlığın egemenliğinin bir aracı olmaya uygun olamayacağı ve gerçek tarihte de olamadığı sonucuna ulaşmıştık. Ama bunun yanı sıra ezilenlerin de, demokrasiyi pek kullanamadıkları gibi bir olguyla karşılaşmıştık. Dolayısıyla bu paradoksun açıklanmasına sıra gelmişti. Bunun için de bu paradoksun, nasıl bir tarihsel sürecin sonucu olarak ortaya çıktığını araştırdık ve bunun, doğumda bir ters gelişin komplikasyonları olduğu sonucuna vardık. Ne var ki paradoksu, bir tarihsel perspektife oturtma, komplikasyonların kaynağını bize göstermekle birlikte, bunların nasıl bir mekanizma ve işleyişle ortaya çıktığı sorunu hala ortadadır. Bu cevabın ip ucunu, bizzat yine bize bebeğin ters gelmesi benzetmesi sağlar. Bebeğin ters gelmesi demek, İşçi Sınıfının, kapitalizmi aşabilecek olan sınıfın, devrim yapamaması dolayısıyla, ağırlığın demokratik ve ulusal karakterdeki hareketlere kayması demektir. Demokratik ve ulusal karakter demek ise, her şeyden önce, küçük burjuvazi ve köylülük 180


demektir. Dolayısıyla, ezilen çoğunluk ve ezen azınlık ilişkisini ele alırken, ezilen çoğunluk içindeki, işçiler köylüler, küçük burjuvazi gibi ayrımları kavramsal araçlarımız arasına katmamız gerekmektedir. Paradoksun işleyiş mekanizmalarının sırrı, ezilenlerin arasındaki ayrımlardadır. Bu ayrımlara ilişkin kavramsal araçlara baş vurmak gerekmektedir. Şimdilik, kolaylık olması bakımından, ezen azınlığı burjuvazi ile, ezilen çoğunluğu da İşçi Sınıfı ve Küçük Burjuvazi ile sınırlayalım. Bunların ilişkilerinin durumuna bakalım. Sınıfları belirleyen, burjuva sosyolojisinin yaptığı gibi gelir düzeyleri değil, onların iktisadi ilişkiler içindeki konumlarıdır. Bu konumlara baktığımızda, var olan toplumda, iki tür iktisadi ilişki görülür. Geçmiş toplumun yadigarı olan iktisadi ilişkiler; modern toplumun ilişkileri. Modern toplumda iki temel sınıf vardır: İşçi sınıfı ve burjuvazi. Yani kapitalizm sadece işçi sınıfı (iş gücünü satanlar) ve burjuvazi (üretim araçlarını elinde bulundurup iş gücü satın alıp artı değere el koyanlar) ile mümkündür. Yani memurlar, küçük köylüler, esnaflar, rantiyeler olmadan da bir kapitalizm mümkündür ve bu aslında en ideal kapitalizm olur. Sınıfsal konumu gelir durumu belirlemez dedik. Gelişmiş ülkelerin bir işçisi, gelir durumu ve yaşam kalitesi itibariyle pek ala geri bir ülkedeki 40-50 işçi çalıştıran, kelimenin gerçek anlamıyla bir burjuvadan çok daha üst bir durumda olabilir. Bu birinin burjuva, diğerinin işçi olma gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bir de modern üretimle doğrudan ilişkisi olmayan (örneğin memurlar) ya da geçmiş üretimin yadigarı (köylüler, küçük dükkancılar, esnaflar) tabakalar vardır. Bunlara küçük burjuvazi deniyor. Klasik el kitapları, küçük burjuvazinin, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki gri bölgeyi doldurduğunu ve ikisi arasında yalpaladığını söyler. Ne var ki, bu tanım daha ziyade batı Avrupa’nın klasik gelişimini ve gelirlere göre bir konumlanmayı ifade eder. Batı Avrupa’da sanayileşme döneminde, gelir ve yaşam düzeyi bakımından gerçekten de küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer alıyordu aynı zamanda hem emekçi hem de üretim araçlarının sahibi olması nedeniyle de böyle bir ara bölgeyi dolduruyordu. Ancak bu günkü dünyada, bu değerlendirme ve şema artık yetersizdir. Gelir düzeyi bakımından, dünya ölçüsünde baktığımızda, işçi sınıfının gelişmiş ülkelerdeki çekirdeğinin, geri ülkelerin ve bu ülkelerdeki ezilenlerin çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvalarından daha yüksek bir yaşam ve gelir düzeyinde olduğu ortadadır. Aynı şekilde, aşağı yukarı ülkelerin içinde de böyle bir durum vardır. İşçi sınıfının örgütlü çekirdeği, küçük burjuvaziden daha iyi bir durumdadır. Bu durumun, klasik şemalara sığmayan ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının, bu toplumu aşma yeteneğindeki çekirdeği ve zümreleri, sistemle uzlaşıp, onun içinde sınırlı iyileştirmelere yani reformizme yönelmektedir; artık toplumun önüne bir projeyle çıkmaz, kendini savunmaya yönelir. İşçi sınıfının alt ve örgütsüz tabakaları ise, daha ziyade toplumsal konumları ile işçi olmakla birlikte ruh durumlarıyla daha köylü bir karakter gösterirler. Dolayısıyla bu tabakaların radikalliği de, küçük burjuva radikalizminin damgasını taşır. Ama sadece işçilerin alt kesimleri değil, küçük burjuvazi dediğimiz kesimlerin de büyük bir bölümü, işçilerin çekirdeğinden, hatta işçilerden daha yoksul olduğu için, radikalleşme 181


eğilimi gösterir. Yani işçi sınıfının çekirdeği reformistleşirken, küçük burjuvazi radikalleşir. Bu ise, görünüşte, klasik, küçük burjuvazinin burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer aldığı ve yalpaladığı genel şemaya uymaz. Aksine, gerek dünya, gerek tek tek ülkeler ölçüsünde, sağda burjuvazi, ortada küçük burjuvazi, solda işçi sınıfı şeklindeki şemaya hiç uymayan bir gerçeklikle karşılaşılır. Evet sağda kabaca gene burjuvazi vardır, solda ise, klasik şemaya aykırı olarak, işçiler değil, küçük burjuvazi ve işçilerin alt tabakaları vardır. Ortada ise işçi sınıfının reformist çekirdeği. Bu tabloda, klasik tablodaki işçi sınıfına dayanan modern sosyalizmin yeri yoktur. Bu gün bütün dünyadaki siyasete bu tablo damgasını vurmaktadır. Bütün dünyada, radikal demokratik hareketlere, küçük burjuvazi, reformist hareketlere de işçi sınıfı damgasını vurmaktadır. Tekrar edelim, iktisadi konumlar ve bundan çıkan siyasi tavırlara göre: soldan sağa doğru, işçiler, küçük burjuvazi, burjuvazi ya da sosyalist, radikal, liberal tayfının yerini, küçük burjuvazi, işçiler burjuvazi, yani kızıla boyanmış bir radikalizm, reformizm ve liberalizm tayfı almıştır. Küçük burjuvazinin bu “kızıla kayma”sı ve toplumsal muhalefetlere damgasını vurması demek, ezilen çoğunluğun hareketlerine, dolayısıyla onların demokrasiyle ilişkilerine küçük burjuvazinin damgasını taşıması demektir. Bu damganın niçin demokratik sistemler kuramadığı ve uygulayamadığının sırrını ise bize sınıfsal bölünmelerin aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir bölünmeyi de yansıttıkları noktasından anlaşılabilir. Toplumsal konuma göre sıralamada, burjuvazi hep sağdadır. Ama tarihsel ve kültürel konuma göre, burjuvazi, küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alır. Bu konumlanış, nedenleri ve demokrasi konusundaki sonuçları da gelecek yazının konusu olsun. 01 Eylül 2000 Cuma demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ * Demokrasi Üzerine Yazılar: 13 Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı Geçen yazıda, kolaylık olsun diye, üç temel sınıfı, yani burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfını, iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından ele almış ve bu ilişkinin, yer yüzündeki işçi sınıfının bölünmesi nedeniyle, nasıl bir yer değiştirmeyle sonuçlandığına dikkati çekmiştik: Burjuvazi (liberal), küçük burjuvazi (radikal), işçi sınıfı (sosyalist) biçiminde de ifade edilebilecek klasik konumlanış yerini, burjuvazi (liberal), işçiler (reformizm,sosyal demokrasi) ve küçük burjuvazi (kızıla boyanmış radikalizm) şeklinde bir konumlanışa bırakmıştır. Ne var ki, bu konumlanış yatay bir ilişkiyi ve yer değiştirmeleri ele alır. Sınıflar arası ilişki, sadece yatay bir ilişkiyi değil, zamansal ya da tarihsel bir ilişkiye de karşılık düşer ve bu ilişkide, sınıfların konumları, yatay ilişkiden tamamen farklıdır. 182


Modern toplum, gerçekte saf olarak var olmaz, geçmişin kalıntılarıyla bir aradadır. Geçmişin kalıntılarını ise, küçük burjuvazi temsil eder her şeyden önce ezilen sınıflar içinde. Buna karşılık ise, işçi sınıfı, bir bakıma, bu toplumun inkarını, geleceği, onda doğmakta olanı. Soruna sadece ekonomik ilişkiler, zenginlik ve gelirler bağlamında baktığımızda, küçük burjuvazi, işçiler ve burjuvazi arasındaki bölgede yer alır; ama, tarihsel ve kültürel boyutuyla baktığımızda, bu sefer Küçük burjuvazi ve işçiler uçlarda yer alırlar; biri geçmişi diğeri geleceği temsil eder; burjuvazi bunların arasında yer alır. Kapitalizm öncesi, küçük burjuvazide, kapitalizm burjuvazide, sosyalizm işçilerde, ifadesini bulur. Gelecekle geçmişin arasında burjuvazinin ve kapitalizmin şimdisi vardır. O halde, küçük burjuvazi, kapitalizmden daha alt ve geri bir üretim ilişkisini ve kültürel yapıyı temsil ettiğinden, kapitalizmi aşma yeteneğinde olamaz, onun karşısında zafer kazandığında bile en fazla ona bir gençlik aşısı verir. Jakobenizm denen küçük burjuva radikalizmini, Marks’ın burjuva görevlerin plebiyen yollarla yapılması diye tanımlaması da zaten bu anlamdadır. Tarihsel olarak burjuva uygarlığından daha geri bir üretim ilişkisinin sınıfsal ifadesi olduğundan, küçük burjuvazinin ufku, burjuva uygarlığının ufkunu aşamaz. Bu kültürel ve kavramsal temelden yoksundur. Küçük burjuvazinin muhalefeti, ne kadar keskin ve radikal biçimler alırsa alsın, programatik düzeyde bütünüyle burjuva uygarlığının ufku içinde kalmaya mahkumdur. Örneğin yirminci yüz yılda bütün geri ülkelerde v e demokratik hareketlerde olduğu gibi, kendini ne kadar sosyalist bir söylemle ifade ederse etsin, sözlerin ve kavramların gerçek anlamlarına ve kullanımlarına bakıldığında, onların burjuva uygarlığının ufkunu aşamadıkları görülür. Dolayısıyla burjuva uygarlığı tarafından teslim alınmaya mahkumdurlar. Küçük burjuvazinin burjuvazi karşısındaki en büyük siyasi başarıları bile, kültürel yenilgilere karşılık düşer. Küçük burjuvazinin burjuva uygarlığını her fetih edişi, onun tarafından fetih edilişle sonuçlanır. Küçük burjuvazi ve işçi sınıfının burjuva uygarlığı ile ilişkilerini bir tarihsel analojiyle açıklamayı deneyelim. Uygarlıkla karşılaşan ve onu fetih eden göçebe uluslar, bu fetih ettikleri tarafından fetih edilirler. Yıktıkları uygarlığın yerine, ondan daha üstün bir uygarlık kuramazlar, en fazla ona yeni bir atılım ve canlanma sağlarlar. Çünkü onlar, içinden geldikleri üretim ilişkilerinde, o fetih ettikleri uygarlığın tüm kurumlarını kapsayacak bir kültürel temelden ve kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ancak, benzer gelişmişlik düzeyine ulaşmış, örneğin yerleşik bir kent yaşamına geçmiş halklar bir eski uygarlığı fetih ettiklerinde yeni ve başka bir uygarlık kurabilirler. Çünkü onlarda, artık bir uygarlığın kurumlarını kapsayıp örgütleyecek bir kültürel ve kavramsal temel vardır. Bu iki farklı biçimden birinciye göçebe Türkler örnek gösterilebilir. Hiç bir yende orijinal bir uygarlık kuramazlar, fetih ettikleri tarafından fetih edilirler. Buna karşılık, Araplar yerleşik bir toplumdan çıktığından, uygarlıkların beşiğinde orijinal bir İslam uygarlığı kurarlar. Modern toplumda, burjuva uygarlığı karşısında, onunla çelişki içinde bulunan iki büyük toplumsal güç olan ve ezilen çoğunluğu oluşturan küçük burjuvazi ile işçi sınıfının konumları, klasik orta doğu uygarlıkları karşısında Türklerle Arapların durumuna benzer. Bu benzetmede küçük burjuvazinin payına, yerleşik bir toplumun kavram, kurum ve kültürüne sahip olmayan, 183


göçebe Türkler, İşçi sınıfının payına da, yerleşik bir toplumun kurum, kavram ve kültürüyle daha eski uygarlıkları fetih edip onlardan daha gelişkin bir uygarlık kuran Araplar düşer. Sınıfları ve sınıflar arası ilişkiyi, tarihsel ve kültürel bir boyutla dakikleştirdiğimizde, sınıflar arası ilişkilerin iktisadi ilişkilere nazaran kökten değişimi ile karşılaşırız. Örneğin Tarihsel ve kültürel boyut itibariyle, burjuvazi ve işçi sınıfı birbirine daha yakındır, işçi sınıfı ile küçük burjuvaziden. Aynı şekilde, küçük burjuvazi de, işçi sınıfına değil, burjuvaziye daha yakındır. İşçi sınıfı ve küçük burjuvazi birbirlerine en zıt ve uzak iki sınıfı oluştururlar. İşte küçük burjuvazinin politik konumu ile kültürel konumu arasındaki bu çelişki, küçük burjuvazinin damgasını taşıyan hareketlerin niçin demokratik sistemlerle sonuçlanmadığının anahtarıdır. Sınıflar arası ilişkiyi, böyle tarihsel ve kültürel ilişki olarak ele almak, bize bir yığın olayı kolaylıkla açıklama olanağı da sağlar. Küçük burjuva dünyasından, kültürel ortamından, küçük burjuva sosyalizminin saflarından hemen hemen hiç bir zaman modern sosyalizmin çıkamamasının sırrı buradadır. Bütün büyük sosyalist teorisyenlerin, burjuva kültürünü hazmetmeye uygun bir ortamdan gelmeleri ve bu kültürü özümleyerek aşmış olmaları bir rastlantı değildir. Marks, engels, Lenin, Troçki, Lüksemburg, Benjamin, Adorno, Mandel gibi Marksizm’in bütün büyük teorisyenlerinin burjuva uygarlığının kültürünü çok iyi özümlemiş ve onu içinde taşıyarak aşmış kişilerden oluşması bir rastlantı değildir. Buna karşılık, küçük burjuva teorisyenlerin Mao’dan Enver Hoca’ya veya İbrahim Kaypakkaya’ya kadar, Marksist bir terminoloji ile konuştuklarında bile, metodoloji düzeyinde burjuva uygarlığının bile gerisinde kalmaları bir rastlantı değildir Bu nedenle bir rastlantı değildir bütün küçük burjuva radikal ve sosyalistlerinin sonradan burjuva liberallere ya da reformistlere dönüşmeleri. Bu sadece bir siyasi kayış değil, burjuva uygarlığı tarafından bir kültürel fetih ediliştir. Bu nedenle, olağanüstü azdır, modern işçi sosyalisti. Tabii burada, işçi sınıfı deyince, radikal dergilerde işçi sınıfını temsil eden küçük kafalı, koca pazulu, tulumlu ve anahtarlı, Neandertal adamına benzeyen yaratığın işçi sınıfıyla ilgisi yoktur. Bu olsa olsa, işte o küçük burjuvazinin, kapitalizm öncesi dünyanın kültürünü yansıtan küçük burjuvazinin, işçi sınıfı tasavvurudur. İşçi, başka bir şeyi olmadığı için, iş gücünü satarak yaşayan insandır. Gelişmiş ülkelerin ve bütün dünyadaki şehirlerin, yani burjuva uygarlığının iktisadi, siyasi ve kültürel düğüm noktalarının, nüfusunun büyük çoğunluğunu iş gücünü satarak insanlar yani işçiler oluşturur. Ve bu günkü uygarlığı sırtlayanlar, tam da böyle insanlardır. Uzayda uyduları yerleştirenler, Banglore’de tavuk kümesi gibi küçük odalarda bilgisayar programlarını yazanlar, güney doğu Asya’da elektronik aletleri üretenler vs.. Onlar bu uygarlığı yaratmakla kalmazlar aynı zamanda bu uygarlığın yaratığıdırlar, ve tam da bu nedenle o uygarlığın kültürel temellerini içlerinde taşırlar ve bu sayede onu aşabilme yeteneğindeki tek toplumsal güç olmaya devam ederler. Dünya işçi sınıfının bu günkü bölünmüşlüğü, ve işçi sınıfının modern burjuva uygarlığını yaratan ve taşıyan çekirdeğinin, nispi refahı ve burjuvaziyle uzlaşmalarıdır insanlığın durumunu umutsuz kılan da zaten. İşçi sınıfının burjuva uygarlığıyla ilişkisi, onu içinde taşıyarak aşma, diyalektik inkar ilişkisidir, küçük burjuvazi ise, burjuva uygarlığın kavrama yeteneğinde olmadığı için, ve o uygarlık onun karşısında üstün ve egemen bir toplumsal konumu ifade ettiği için, ekonomik 184


ve sınıfsal tepki yok ederek ya da yok sayarak inkar biçiminde yansır. Bir bakıma, küçük burjuva direnişler ne kadar radikal ve yoksul tabakalara ve kapitalizme uzak ilişkilere dayanıyorsa o kadar yok ederek ve yok sayarak inkarcıdır. Ve bütün inkarcılıklar gibi, inkar ettiğinden daha geriye düşmekle ve onu teslimiyetle sonuçlanır. 09 Eylül 2000 Cumartesi demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ * Demokrasi Üzerine Yazılar: 14 Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi Önce kısa bir hatırlatma. Yirminci yüzyılda bütün demokratik karakterli hareketlerin, ezilen çoğunluğa dayanmalarına ve de demokrasi çoğunluğun çıkarlarını savunmanın aracı olmaya en uygun sistem olmasına rağmen, niçin pek demokrasi diye bir dertlerinin olmadığı sorusuna cevap arıyorduk. Bu cevabı ararken, önce tarihsel bağlamda, bugün yaşanan tarihin bir ters doğum olmasına, yani kapitalizmi yıkma yeteneğindeki sınıfın onu yıkamamasına, dolayısıyla onu yıkma yeteneğinde olmayanların öne çıkmasına yol açtığına dikkati çektik. Yani kapitalizm ve emperyalizm tarafından ezilenlerin, ama o kapitalizmin kendi ürünü, kendi yarattığı olmayan ezilenlerin, hareketleri damgasını vuruyordu tarihsel döneme. Bu ilişkinin mekanizmalarını kavrayabilmek için, sınıfların tarihsel ve kültürel konumlanışı sorununu ortaya koyduk. Bu kavranışta küçük burjuvazinin işçilere değil burjuvaziye yakın olduğu; ama daha geri bir üretim temelinin kültürel temeli nedeniyle onu aşma yeteneğinde olamayacağı, onun tarafından fethedilmeye mahkum olduğunu gördük. İşte bu özellik bize, küçük burjuva radikalizminin niye demokrasi diye bir derdinin olamayacağının mekanizmasını anlama olanağı sağlar. Bu arada şu küçük burjuvazi ve burjuvazi kavramına da bir değinelim. Küçük burjuvazi sadece toplumsal konumlanışı değil, kültürel bir konumlanışı ifade etmektedir. Yani modern toplum ve üretimin kültürel temelinden uzaklığı, kapitalizm öncesi dünyaya aitliği de belirlemektedir. Bu anlamda sadece, köylüler, esnaflar, zanaatkarları değil, işçi sınıfının, genellikle alta tabakalarını oluşturan, toplumsal konumuyla işçi ama henüz ruh durumuyla, kültürel yapısıyla köylü ve esnaf tabakaları da bu kategoride sayılabilir. Aynı şekilde, burjuvazi de, sadece sermaye sahiplerini değil, burjuva dünyasının kültürünü edinmiş aydınları, dolaylı ilişki içinde olmakla beraber, modern küçük burjuva tabakaları (memurları vs.) içerir. Hatta, kendiliğinden işçi bilinci ve hareketi, yani reformist işçi hareketi de burjuvaziye dahildir. İşçi hareketi ancak sosyalist ve devrimciyse, burjuva ufkunu aşıp ayrı bir güç olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenle, işçi hareketinin alt tabakaları küçük burjuva ise, üst tabakaları da burjuvadır, hem toplumsal eğilimleri, hem de kültürel yapısıyla. Durum böyle görülünce, yirminci yüzyıldaki bütün devrimci, demokrat ve radikal hareketlerin toplumsal temelinin küçük burjuvazi olduğu görülür ve bunlar genellikle burjuvaziye değil, emperyalizme, sömürgeciliğe, onların işbirlikçisi bürokrat ve kapitalizm öncesi tabakalara 185


karşıdırlar. Yani burjuvazi de muhalefet içindedir bir ölçüde. Bu demokratik muhalefet içinde, küçük burjuvazi büyük çoğunluktur, burjuvazi ise azınlık. Ve bunlar arasında, demokratik hareketin içinde bir çatışma ve kavga, bir sınıf mücadelesi vardır. Bu mücadele burjuvazinin kültürel üstünlüğü nedeniyle biçimsel demokrasi alanında ortaya çıkar. İlk bakışta, zaten çoğunluk olduğu için küçük burjuvazinin, demokratik hareket içinde demokratik biçimlerin var olup güçlenmesinden çıkarlı olduğu düşünülebilir. Ancak, sınıfların, tarihsel ve kültürel konumlanışı göz önüne alındığında, durumun hiç de öyle olmadığı görülür. Küçük burjuvazi, burjuvaziyle ideolojik ya da politik mücadeleye girdiğinde kaybetmeye ve burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Yani demokratik bir işleyiş içinde, burjuva reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her zaman yener ve çoğunluğu kendi politikasına kazanabilir. Radikal küçük burjuvazi, bunu toplumsal bir eğilim olarak bilir ve sezer. Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu aynı zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz. Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı kabul etmez. Demokratik hareketlerin anti demokratik olmasının nedeni budur. Elbette küçük burjuva radikalizmi bunu bilinçli olarak yapmaz, daha ziyade iç güdüsel, toplumsal eğilimleri ifade ettiğini düşündüğü sembollerle gerçekleştirir. Zaten küçük burjuvazinin burjuva ufkunu aşan bir program geliştirememesi nedeniyle, burjuva dünyasına zıtlığı yansıtan semboller ve rozetler büyük önem taşırlar. Ama böylece, küçük burjuva radikalizmi, uzun vadede yenilgisine yol açacak, ki bu son duruşmada yine onun burjuva dünyası tarafından hazmedileceğinin bir ifadesidir, bir açmazla karşılaşır. Burjuva reformizmi, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu sağlayan biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının gerici niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur. Özetle, demokrasi sınıf savaşının aracıdır. Burjuvazi, kültürü nedeniyle, kendisine üstün bir konum sağlayacağından küçük burjuvaziye karşı önderlik savaşında demokrasiden yana olur. Küçük burjuvazi de biçimsel demokraside kaybedeceğini bildiği için, demokrasiye kuşkuyla bakar ve bu nedenle bütün radikal ve devrimci demokratik hareketler biçimsel demokrasi (sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü, her düzeyde seçimler) karşısında kuşkulu hatta düşmancadır. Burada ele aldığımız soyut gibi görünen ifadelerin, Kürt ulusal hareketiyle yakından ilgili olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Kürt ulusal hareketi, bir yandan radikal ve devrimci idi, ama 186


aynı zamanda kültürel bakımdan, kapitalizm öncesinin baskısı altındaydı. Bu radikal çizgi, hareketi yüklenen yoksul insanların ağırlığı; gerillanın prestiji ile; sürekli rotasyon, burjuva dünyasının baştan çıkarıcılığına karşı olduğu düşünülen yaşam tarzına yönelik tedbirler ile bir ölçüde korunabildi. Bu koşullarda bile, sürekli oluşan bir bürokrasinin hantallığı ve sabotajları; burjuva dünyasının bin bir yoldan sızışı sürekli bir kan kaybına yol açtıysa da, şimdiye kadar tahribatlar yukarıdan kontrol mekanizmalarıyla daima sınırlı tutulabildi. Bu mekanizmalar olmasa, hareket Kürt burjuvazisinin kontrolü altına geçer ve her şey yitirilirdi. Ancak bu mekanizmalar artık hareketin bu günkü hedefleri bakımından işlevini yitirmektedir. Demokratik biçimlere geçiş, Kürt burjuvazisinin hareketi kontrol altına alması ve bu da yenilgi demektir. Yeni biçimlere geçemeyiş ise, gerekli toplumsal güçlerin harekete geçmesi ve örgütlenmesinin bir engelidir ve yine yenilgi demektir. Bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir? Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Kürt hareketinin demokratikleşmesini, bu sınıfsal bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak, kesinlikle Kürt burjuvazisine hizmet eder ve onun çıkarlarının örtüsüdür. Kürt hareketi ne yapıp yapıp şehirli modern işçilere dayanmak zorundadır. Kimi eleştirmenler, Kürt hareketinin nasıl yapıp da modern işçi tabakalara dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorunu yerine, biçimsel demokrasi çağrılarıyla, aslında Kürt burjuvazisine imkan hazırlıyorlar. Eskisi gibi dayatmalarla işin götürme çabaları da aynı şekilde sonuçlanır. O halde, sorun, demokratik veya eski yöntemler değil; dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve bunun mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır. 15 Eylül 2000 Cuma demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir *

İki Çizgi: Günay Aslan ve Yaşar Kaya Yeni açılan Kürdistan Post sitesinde (http: //www. kurdistan-post. com/) iki farklı görüş kendini şöyle ifade ediyor: Biri Yaşar Kaya. Aynen şöyle yazıyor: “1960’larda ortaya atılan Ortadoğu Devrimci Çemberi bir hayaldi. Türk, İran, Pakistan askeri oligarşileri CENTO’yu kurmuşlar, Kürtlerin idam fermanına Bağdat Paktı’ndan sonra ikinci mührü basmışlardı. Ama ne Türk solunun, ne İran solunun ne de Pakistan solunun birbirinden haberi yoktu. Şimdi ki Ortadoğu Demokratik Federasyonu da öyledir. KÜRTLERİN FARS, ARAP VE TÜRKLERİ DEMOKRATİKLEŞTİRECEK KÜLTÜRLERİ YOKTUR. Kürtler inkar ve imhaya karşı can derdindeler, Acemi Politikacı Abdullah Gül ağzından kaçırdı, düşmeden bir hafta önce Saddam “gelin Kürtlerin kafasını birlikte keselim” dedi. Biz kabul etmedik diyor. Ortadoğu’da Kürt gerçeği budur. Halen herkes bizi kesmede 187


işbirliği yapıyor. Bu gerçeği en çok Kürtler görmeli dediğimiz için biz “ilkel milliyetçi” oluyormuşuz. Bırakın bizde İttihat ve Terakki, Yusuf Akçura, Mustafa Kemal, Karakol Cemiyeti kadar milliyetçi olalım. Bunu da tartışalım dediğimiz için biz bir çizgi oluyormuşuz. Şunu açıklıkla söyleyelim ki 45 yıldır durduğumuz çizgideyiz. Biz hancı olarak gelip geçen çok yolcu gördük. Dedik ya artık Ortadoğu’da herkesin elinde bir yol haritası var. Bizim çizgideki rehberimiz Kürt halkıdır. Herkese yeni çizgiler dileğiyle. . . ” Diğeri Güney Aslan. O da aynen şöyle yazıyor: “Kürtler artık kendi sorunlarıyla ilgilenmek ve buna uygun çözümler üretmekle yetinemezler. Böylesi bir alışkanlık Kürt siyasetini marjinalize eder, Kürt toplumunu da edilgen bırakır. KÜRTLER BUNDAN BÖYLE BİRLİKTE YAŞADIKLARI ARAB’IN, TÜRK’ÜN VE FARS’IN SORUNLARINA DA KENDİ SORUNLARI GİBİ SAHİP ÇIKMALI VE ONLARIN SORUNLARINA DA GEÇERLİ ÇÖZÜMLER ÜRETMELİ VE BUNLARI HAYATA GEÇİRMENİN YOLLARINI ARAYIP BULMALIDIRLAR. Bundan kaçınmak, bunun gereklerini yerine getirmemek ya da bu görevleri savsaklamak Kürd’ün –biçimi ne olursa olsun -köle statüsünde kalmasına hizmet etmekten başka bir anlamını olmayacaktır ve bunun vebali de ağır olacaktır. ” (Biz majiskülledik) Bu iki yazı aynı sayfada bulunuyor. Aşağıda her iki yazının da tamamı var. İkisi de aynı konuyu tartışıyor ve farklı cevaplar veriyor. Bu tartışma aynı zamanda bir strateji tartışmasıdır. Bu tartışmayı açıkça yapmak gerekmiyor mu? Bu yazılar bir başlangıç olamaz mı? Başka cevaplar var mı? * “Yeni Çizgi – Yaşar Kaya Evet biz Kürt ulusal ve demokratik mücadelesi içinde bir çizgiyiz. Bir defa Kuzey Kürdistan’da 1950’li yıllarda başlayan inkara karşı çıkma eyleminin emekçilerindeniz. O karanlık dönemlerin bedelini ödeyerek yola devam etmişiz. İkincisi her dönemde ne zaman Kürt halkının ciddi eylemleri olmuşsa, ister basın-yayın, ister legal partiler, ister kültür alanında olsun, hiç bir mevziyi terk etmeksizin, emeğimizi koymuşuz. Biz onun için bir çizgisiyiz. Kürt ulusal mücadelesinin en yakıcı dönemini olan silahlı mücadele döneminde, ateş hattında basınını, partilerini, kurumlarını ve diplomasisini yürütmüşüz. Onun için biz Kürt hareketi içinde bir çizgiyiz. Üçüncüsü Kürt sorununun Kemalist bir gözle gören Türk sol kurum, kuruluş ve partilerinde yer almadığımız için biz bir çizgiyiz. Elimizden geldiğince kafaları Kemalizm’in kurtçuklarıyla dolu olan solun halkımızın önüne koyduğu safsataları deşifre edip Kürdistan devriminin ideolojik olarak yönünü saptıranları bu halka teşhir ettiğimiz için bir çizgiyiz. Kimse bizim çizgimizden rahatsız olmamalı. Kürt halkının yüce çıkarları nerede ise biz elimizden geldiğince onu savunmuşuz. Bunu savunmaya devam edeceğiz. Geniş ve kanlı Kürt 188


coğrafyasında kurulmuş olan elli yıllık partiler Kürt aydınına gel benim kölem ol, bana xulamlık yap, benim propagandamı yap, gereği kadar kullanır, sonra burnunu sürterim, haddini bildiririm demişler. Hiç birisi, bana fikir ver, kişilik sahibi ol, üretim yap, bana proje üret dememiştir. Biz bu iptidai kafalara karşı çıktığımız için bir çizgiyiz. Biz çok sesliliği, özgür vicdanı, fikir özgürlüğünü, fikri suç saymayan basını savunduğumuz ve köhne, çağdışı, küflü geri fikirlerle, tek parti ideolojilerini, dikta rejimlerini yerdiğimiz ve her türlü geriliğe savaş açtığımız, her türlü ilerici, devrimci demokrasiye omuz verdiğimiz için bir çizgiyiz. Kürt ulusal dirilişinde Kürt devriminin arka bahçesi Kürt kültür rönesansına büyün önem verdiğimiz ve ulusal bilinci besleyen ulusal kültürün önemine değindiğimiz için biz bir çizgiyiz. Örgütlenmenin parti kurmanın, kurum yaratmanın ve yaşatmanın çağın bilimsel gereğine uygun olmasında ısrarcı olduğumuz ve legaliteyi vazgeçilmez bir metod olarak şeffaflığı ve asrın bütün yaralarının merhemi olarak demokrasiyi tanıdığımız için biz buyuz. Kürt ulusal hareketi ve aktifistlerinin çağı çok geriden takip ettiklerini söylüyorum. Biz her türlü tartışmaya açığız. Karşı sözü olanlar elbette söylerlerse menmun oluruz. Gayem bir manifesto yazmak değildir. Türk solu, Arap dejenere komünistliği, Fars kurnazlığı, Tudeh solculuğu biz Kürtlere tam elli yıl kayıp ettirdi. Her ülke, her halk kendi solunu kendi yaratır, kendi devrimini kendisi yapar. Bu sömürgeci rejimlerin burjuva inkarcılığı kadar, bu ülkelerin devlete bağlı solu Kürtleri serseme çevirdi. İşte kırk yıldır biz buna karşı çıktık. Çizgi oluşumuz işte bundandır. Kuzey Kürdistan’da yaratılan Kürt legalitesinin, ehliyetsiz ellerde çok kötü bir şekilde tahrip edildiğini söylediğimiz için, itiraz ettiğimiz için mi çizgi olduk? Böyle çizgilere can kurban, kadası belası ne ise çekilir elbet. Ortadoğu’da bir ucu Kemalizm, bir ucu Saddam baazcılığı olan tek parti ideolojileri son buldu. Kemaliz’min AB’ye girmenin önünde en büyük engel olduğunu Avrupalı söyledi. Ecevit, Bahçeli, Mesut Yılmaz bir gecede acımasızca tarihin çöplüğüne gittiler. Bu en çok da biz Kürtlere bir şey anlatmalıydı. 1960’larda ortaya atılan Ortadoğu Devrimci Çemberi bir hayaldi. Türk, İran, Pakistan askeri oligarşileri CENTO’yu kurmuşlar, Kürtlerin idam fermanına Bağdat Paktı’ndan sonra ikinci mührü basmışlardı. Ama ne Türk solunun, ne İran solunun ne de Pakistan solunun birbirinden haberi yoktu. Şimdi ki Ortadoğu Demokratik Federasyonu da öyledir. Kürtlerin Fars, Arap ve Türkleri demokratikleştirecek kültürleri yoktur. Kürtler inkar ve imhaya karşı can derdindeler, Acemi Politikacı Abdullah Gül ağzından kaçırdı, düşmeden bir hafta önce Saddam” gelin Kürtlerin kafasını birlikte keselim” dedi. Biz kabul etmedik diyor. Ortadoğu’da Kürt gerçeği budur. Halen herkes bizi kesmede işbirliği yapıyor. Bu gerçeği en çok Kürtler görmeli dediğimiz için biz “ilkel milliyetçi” oluyormuşuz. Bırakın bizde İttihat ve Terakki, Yusuf Akçura, Mustafa Kemal, Karakol Cemiyeti kadar milliyetçi olalım. Bunu da tartışalım dediğimiz için biz bir çizgi oluyormuşuz. Şunu açıklıkla söyleyelim ki 45 yıldır durduğumuz çizgideyiz. Biz hancı olarak gelip geçen çok yolcu gördük. Dedik ya artık 189


Ortadoğu’da herkesin elinde bir yol haritası var. Bizim çizgideki rehberimiz Kürt halkıdır. Herkese yeni çizgiler dileğiyle.” * “Yeni Dönemin Kürt Siyaseti – Günay Aslan Denilebilir ki son iki yüz yılı ulusal ayaklanmalar ve onun arkasından yaşanan yenilgilerle geçiren Kürtlerin yüzüne tarih ve talih ilk kez küresel süreçle birlikte gülmeye başlamıştır. Zira, bin yıllardır bölgemizde ve ülkemizde kurulan her yeni dengeye “kurban” edilen Kürt halkının merkezinde yeraldığı yeni bir denge ilk kez kuruluyor. Bu dengeyle birlikte de Kürtlerin uluslararası demokratik toplumun eşit ve özgür bir üyesi olma statüsünü elde etmelerinin yolu açılıyor. Bunun kıymetini bilmek ve hayatın sunduğu bu fırsatları iyi değerlendirmek gerekiyor. Bunun için de yeni bir bakış açısı, çağa ve moral değerlere uygun bir siyaset anlayışı ve buna uygun bir yapılanma kaçınılmaz oluyor. Bu yönlü işaretler de yok değil. Ne de olsa, Soğuk Savaşın sona ermesi ve küresel çapta yeni dengelerin kurulmaya başlanması süreci, tarihten günümüze kurulan her yeni dengeye “kurban”edilen ülkemizi de yaşamsal önemde etkilemiş, yeni bir arayışa sürüklemiş ve bu arayış da Irak Savaşı’ndan sonra daha bir boyutlanmıştır. Bölgesel gericiliğin tasfiyesinde önemli bir mevziinin(IRAK) ele geçirilmiş olması, Kürt siyaset sınıfını da derinden sarsmış ve onu yeni bir siyaset oluşturmanın ve de buna uygun yeni bir yapılanmayı hayata geçirmenin arayışına itmiştir. Özellikle de Irak Savaşı sonrası başlayan yeni dönem, bir bütün olarak Kürt siyasetinin siyasi yetersizliğini aşmasında, çevresini saran kuşatmayı kırmasında ve geleceği kucaklamasında önemli fırsatlar sunmuştur. Şimdi sorun bu fırsatların değerlendirilip değerlendirilemeyeceği noktasında düğümlenmiştir. Yeni Yaklaşım Kaçınılmazdır Bu fırsatları değerlendirmenin biricik yolu da Kürt siyasetini dar örgütsel, ailesel, aşiretsel, sınıfsal, din ve mezhepsel ve hatta ve hatta dar ulusal özelliklerin egemenliğinden kurtarmaktan geçmektedir. Örgütsel, sınıfsal, dinsel ve de ulusal değerlerini tabulaştırmış, deyim yerindeyse bu değerlerin kölesi haline gelmiş güçlerin küresel süreçte yapacakları bir şey olamaz. Ülkemize, bölgemize ve de dünyamıza yeni bir bakış açısıyla, insanı merkezine alan, “mülti-kültürel” bir bakış açısıyla bakmayan, zorlansa da, dünyayı sarıp sarmalayan “evrensel entegrasyonun” böylesi bir bakışı zorunlu kıldığını kavramayan bir siyasetin Kürtler adına bir çıkış yapması ve bölgesel ya da küresel bir alternatife katkı sunması olası değildir. Bu adım atılmadan da ne ulusal aidiyetinin kölesi haline gelmiş bölge halklarının demokratikleşmesi, ne de “ulusal özellikleri”tekelinde tutan bölgesel gericiliğin tasfiyesi mümkün olabilecektir. Bu bakış açısının küresel Kürt siyasetine damgasını vurması halinde ise hem Kürtlere muazzam mevziler kazandıracak, hem de insanlığın gelişimin sürecine ivme katacaktır. Evet, Küresel süreç, Kürt siyasetine, içinde hapsolacağımız ve üstelik yine de başkaları tarafından yönetilmekten kurtulamayacağımız yeni sınırlar çizmek yerine, aidiyetlerimizi kendimizi ve toplumuzu geliştirecek yeni siyasetlerin aracı yapmayı, bundan hareketle de 190


bölgesel gericiliğin çözülmesine öncülük etmeyi bir misyon olarak biçmiş bulunmaktadır. Dar ulusal, sınıfsal, ailesel, aşiretsel, mezhepsel ve dinsel sınırlar yerine kendi özelliklerini özgürce ifade edebilen, buradan hareketle de koruyup geliştirebilen ve dünya insanlığıyla buluşturup kaynaştıran bir bakış açısı artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Kürt ve Kürdistan sorunu artık Türkiye’nin, İran’ın, Irak’ın ve Suriye’nin sınırlarının dışına taşmış ve uluslararası toplumun “istikrar, güvenlik ve refah” arayışının önemli bir aracı olmuştur. Kürtlerin bir bütün olarak bölgedeki ırkçı ve despotik rejimlerin çözülmesinde bir “manivela” ya da “çözücü” işlevi görecekleri de artık bir “kader” haline gelmiştir. Tarih onlara böyle bir misyon yüklemiştir ve bundan kaçış da mümkün değildir. Bölgesel gericiliğin tasfiyesinde ve bölgenin uluslararası demokratik topluma entegre edilmesinde ve dolayısıyla da tarihin Kürtlere sunduğu “öncü rolün” yerine getirilmesinde böylesi bir kılavuza ve onun etkin araçlara yaşamsal ihtiyaç duyulmaktadır. Kürtler artık kendi sorunlarıyla ilgilenmek ve buna uygun çözümler üretmekle yetinemezler. Böylesi bir alışkanlık Kürt siyasetini marjinalize eder, Kürt toplumunu da edilgen bırakır. Kürtler bundan böyle birlikte yaşadıkları Arab’ın, Türk’ün ve Fars’ın sorunlarına da kendi sorunları gibi sahip çıkmalı ve onların sorunlarına da geçerli çözümler üretmeli ve bunları hayata geçirmenin yollarını arayıp bulmalıdırlar. Bundan kaçınmak, bunun gereklerini yerine getirmemek ya da bu görevleri savsaklamak Kürd’ün –biçimi ne olursa olsun -köle statüsünde kalmasına hizmet etmekten başka bir anlamını olmayacaktır ve bunun vebali de ağır olacaktır. Bir sonraki yazıda bu konuya devam edecegiz.” *

Sosyalist ve Devrimci Demokrat Kürdistanlılara Mektuplar

Sunuş PKK’ya ve / veya Kürt Ulusal Hareketinin derimci demokratik kanadına, yıllardır, çok uzun bir süre birbiri ardınca bıkmaksızın uyarılar yaptık, çıkış yollarını gösterdik. Bunları kimi zaman doğrudan, kimi zaman kırmamak için satır aralarında ifade ettik. Şimdi o uyarılarını yaptığımız tehlikeler birer tehlike olmaktan çıkmış birer gerçeklik olmuş durumda. Bu uyarı ve eleştirilere yukarıdan bakıp yokmuş gibi davrananlar, şimdi ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Batan gemiyi terk eden fareler gibi, bir an önce postlarını kurtarmanın derdine düşmüş bulunuyorlar. Yoksul ve ezilen Kürdistanlılar: Kebapçıların mutfaklarında yemek yapıp bulaşık yıkayan avurdu çökük ezgin yoksul Kürdistanlı genç işçiler; Ezidiler, Aleviler, Kadınlar ve Genç Kızlar; Hıristiyanlar; bir zamanlar devrimci demokratik özlemlerin ifadesi olan Kürdistanlılığın yerini Kürtlüğün alması karşısında; yani devrimci ve demokratik eğilimleri ifade eden bir milliyetçilikten; etniye, dile dayanan bir milliyetçiliğe; bu gerici milliyetçiliğe

191


doğru muazzam kayışın karşısında bu güne kadar her şeylerini verdikleri örgütün kadrolarının hiçbir şey yapmaması ve yapamamasını görünce şaşkınlıkla kalakalıyorlar. Kendine güvenli, neyi savunduğunu bilen, ona inanan bir ses bekliyorlar. Çıt çıkmıyor. Örgütün bürokratlaşmış kadroları; bürokratlaşmamış olsa bile; sadece zafer ve güce göre şekillenmiş militanları ne yapacaklarını bilemiyorlar. Halbuki, PKK’yı PKK yapmış, ona gerçek kimliğini ve desteğini vermiş Kürdistan’ın ezilenleri, hala bu muazzam kayışa karşı bir direniş hattı oluşturabilir. Onların beklediği hala net açık bir görüş ve tutarlı bir tavır. Kendilerine gerçekleri olduğu gibi söyleyecek bir ses. Öcalan hala onların eğilimlerine ve duygularına; bu devrimci ve demokratik eğilime tercüman olmaya devam ediyor. Ama Öcalan ile aralarındaki bağlantı kayışları kopmuş, çalışmıyor. Öcalan’ın sözleri daha ağzından çıktığı an, bağlantı kayışlarının elinde ve dilinde anlamını yitirip boş sözlere; papazların Pazar vaazlarına dönüyor; yayın organlarında politikayı değil kimliği tanımlayan Pazar vuzından öte bir işlevle yer almıyor. Çok ilginçtir, şu an Kürdistan’da ve Kürtler arasında, bu muazzam savruluş karşısında, tutarlı bir ideolojik tavrı sürdüren ve savunan bir tek Allahın kulu yok. O anlı şanlı, tafrasından yanına varılmazların hiç biri ortada görülmüyor. Tüm örgütü Öcalan’a karşı ve ona ihanet içinde. Öcalan’ın kendi eğilimlerini dile getirdiğini bilen ve sezen en alttaki ezilen Kürdistanlılar ise Öcalan’ın, böyle onu bir an için dilinden düşürmeyip tanrılaştıranların bu gizli suikastı karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar. * Biz ise uyarılarımızı, önerilerimizi şimdiye kadar yaptığımız gibi bundan sonra da yapmaya devam edeceğiz. Sanki dinleyen varmış gibi. Bizim için yeni değil bunlar. Biraz hatırlatalım. Hani şu bir zamanlar sosyalist denen ülkeler var ya. Onların sosyalist değil, işçi sınıfının üzerindeki bürokratik diktatörlükler olduğunu; Ekim Devriminin tecrit olması nedeniyle, Rusya gibi muazzam köylü bir ülkede, yirmilerin ortalarında bir bürokratik kastın bir karşı devrimle iktidarı ele aldığını, onlarca yıl söyledi Devrimci Marksistler. Ama onların gücü yoktu ki sözleri dinlensin. Fikirlere ardındaki güç kadar değer verirdi o anlı şanlı sosyalistler. Onlar “doğru” yoldaydılar. Doğru oldukları için işte güçlüydüler. Sonra birden o “Sosyalist Sistem” olmamışa döndü. O yanlarına varılmaz sosyalistler, derhal eski dogmatik görüşlerinden kurtulup globalleşmenin ve liberalizmin savunucuları oldular. O anlı şanlı TKP’lerden, SBKP’lerden ortada kimseler kalmadı. Bu bayların kerameti kendilerinden menkuldur. Onlar dün o bürokratik diktatörlükmlere sosyalizm derken de doğruydular bu gün globalleşme veya liberalizme övgüler düzerken de doğrudurlar. Hatta bunun için diyalektik üzerine yemin bile edebilirler. Hani şu diyalektiğin babalarından Hegel değil midir “gerçek olan aklidir” diyen. Egemen sınıfların eski mesleğidir. En devrimci sözleri içini boşaltıp en gerici çıkar ve konumların aracı yapmak. Şark’tır orası, boyuna takılan işkence aletine de güzel bir çiçeğe de lale der. 192


Ama unutulan bir şey var. Biz o baylar sosyalistliklerinden kıl aldırmazken de o baylara karşı sosyalizmi savunuyorduk; şimdi o baylar en gerici milliyetçilikleri; kapitalizmleri; liberalizmleri savunurken de sosyalizmi savunuyoruz. Nasıl her şeylere kadir tanrı, bir topal şeytanı yok edemez ise, biz şeytanın yer yüzündeki gölgeleri de var olmaya devam ediyoruz. Şimdi bu filmi bir defa daha göreceğiz anlaşılan. Bu sefer kürdistan’da. Daha düne kadar Kürdistan’da sosyasitliği, devrimci demokratlığı kimseye bırakmayanlar şimdi ışık hızıyla ve tabur tabur ABD’nin, liberalizmin; etni, dil ve soya dayanan milliyetçiliğin faziletlerini keşfediyorlar. Devrimci demokratik ideallerini terk edip onlara eski bir elbise kadar bile değer vermeden çöpe atıyorlar. Bu baylarımız dün de doğru yoldaydılar bu gün de doğru yoldalar; onlar doğruluklarını yollardan değil; yollar doğruluklarını onların varlığından alır. Onların bulunmadığı yolların doğru olması mümkün değilir. Onların kerameti kendilerinden menkuldür. Biz ise, dün de bu baylara karşı devrimci demokrasi ve sosyalizmi savunuyorduk bu gün de savunmaya devam edeceğiz. Çünkü biz insanlığın kurtuluşuna, zafer kazananların, galiplerin değil; mağlupların, daha baştan yenik olan ve yenilgiye mahkum olanların daha büyük ve gerçek katkıyı yaptığını düşünen bir mezhepteniz. Yıllar önce bir yazımızda şöyle demiştik: “Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir tavrın, bir zafer beklentisine bile ihtiyacı yoktur. Tarihte eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda zaman zaman bir parça ilerlemeler kaydedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil, yenilenler sayesinde olmuştur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi gerektirmiştir, zaferi değil. Zaferi kazanan kilisenin değil, onun yaktıklarının, cadıların örneğin daha çok katkısı vardır insanlığın kurtuluşuna. Bir zafer bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola çıkan ve umudu bile olmayan bir tavır olabilir ancak umudun kendisi.” (Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak, http://www.comlink.de/demir/konular/programatik/gelecek.htm ) Uyarıları, eleştiileri, önerileri yapmaya devam. Sanki dinleyen varmış gibi. Önemli olan bir gelenek birakmak, bir örnek sunmak, dersleri sistemleştirmektir. Biz ideolojik mücadeleye devam deceğiz. Kullanmasını bilene en gelişmiş teorik silahları sunmaya devam edeceğiz. Kimsenin onları eline almayacağını bile bile. *

193


Freud, Güdük Fiiler ve Sınıfsal Eğilimler Freud’un esas büyük katkısı, en sıradan, nedensiz gibi görünen rüyalar ve unutkanlıklar; dil sürçmeleri gibi güdük fiillerin ardında bir nedensellik olduğunu ve bunun ardında da iç güdülerle bilinç arasındaki gerilimin yarattığı bilinç altının varlığını keşfetmesidir. Yoksa bu büyük keşfi somutlamaları, uygulamaları ve sunduğu açıklamalar, Orta Avrupalı bir küçük burjuvanın dünyasını tarih ve toplum üstü evrensel bir insan özü olarak ele almaktan öteye gitmez. Burjuvazi, Freud’u her zaman gerçek katkılarıyla değil, tam da bu yanlış yanıyla ele alır ve sahiplenir. Bu ele alışta, örneğin cinsel içgüdüler ve bastırmalar, insanın insan olma sürecindeki o müthiş zembereğe bir ilgi ve vurgu görülmez; kapitalist toplumun şehir küçük burjuvasının yabancılaşması ve ahlaki bastırmaları ve bunların ortaya çıkardığı nevrozlar evrenselleştirilir tarih ve toplum üstü açıklamalar haline getirilir. Halbuki, insanın insan olma sürecinde, cinsellik, bastırıp yüceltmeye uygun biricik canlı iç güdüsüdür. Açlık, susuzluk, yaşama iç güdüleri bastırılamaz. Biricik bastırılabilecek güdüdür cinsellik. Ancak cinsel yasaklar, bu iç güdüyü bastırma ve yüceltme, sürülükten topluma geçme olanakları doğur. Cinsel yasaklar için soy, soyu tanımlamak için te totem olmazsa olmaz koşuldur. Komünün tüm üst yapısı ve toplumsal örgütlenmesi toteme göre şekillenir; totemi yaratan ise, soydur. Soy ise ancak cinsel yasakların olduğu yerde var olabilir. Bu anlamda ele alındığında, insan totemi yarttığı gibi, totem tarafından yaratılmıştır. Kelimenin gerçek anlamıyla insanı totemler yaratmıştır. Totemleri o ilk komünlerin allahları olarak tanımlarsak; insanın Allah tarafından yaratıldığı; Allah’ın insan tarafından yaratıldığından hiç de daha az doğru değildir. Ama tarih gibi doğa da hiçbir şeyi karşılıksız vermez. Cinselliğin bastırılması ve bilincin ve toplumsallığın gelişmesiyle birlikte; bilinç altı da gelişir. Bilinç altındaki birikimler ve patlamalar da. Bu nedenle insan çıldıran hayvandır. En akıllı varlık olan insan, iç güdülerine en egemen bu varlık, tüm hayvanlar aleminden iç güdülerine bastırmasıyla ayrılan bu varlık, bir anda en ilkel sürü hayvanından bile daha ilkel olarak o bilinç altının; bastırılmış güdülerin esiri olabilir. Başa dönersek, işte Freud’un en büyük katkısı, sadece nevrozlar ve rüyalar gibi önemli ve dikkati çeken değil; unutkanlık ve dil sürçmeleri gibi en dikkati çekmeyen, nedensiz gibi görünen olyların ardında bile; bilinç altına itme mekanizmalarının bulunduğunu göstermesidir. Geçenlerde, Öcalan’a yazdığım ikinci mektubun hala verilmediğini, verilip verilmediğine dair sorularıma da cevap verilmediğini. Neden böyle davranıldığını sorduğumda, bana “bir kasıt yoktur. Şu ara çok önemli şeyler var, unutmuşlardır” diye cevap veriyordu. Bu cevabın doğru olduğunu var saysak bile, yani ortada politik olmayan kasıtlı unutmalar olmadığını var saysak bile, sonuç değişir mi?

194


O unutmaların, o güdük fiillerin ardında sınıfsal eğilimler, güdüler olduğu Freud’tan beri bizler için bir sır değildir. Bir komplo’dan bile söz edilebilir. Ama bu kelimenin gerçek anlamında bir komplo değildir. Sınıfsal eğilimlerin yarattığı; kendiliğinden işleyen; konuşulmamış, görüşülmemiş bir komplodur bu. Öne çıkarılan her görüş, öne çıkarılmayana karşı; söylenen her görüş söylenmeyen, unutulan ve unutturulana karşı bir komplodur. Bizim yazılarımızı, görüşlerimizi gizleyen, gündemden düşüren, yok veya önemsiz sayan her davranış, Kürdistan’da devrimci demokratik ve sosyalist görüşlere karşı bir komplodur. Bütün bu davranışların ardında; en bilinçsiz olunduğu durumlarda bile sınıfsal içgüdülerin yarattığı bir komplo vardır. Bu nedenle yazılarımız bir mihenk taşıdır.Eğer gerçekten Kürdistanlı sosyalistler veya devrimci demokratlar kimin hangi safta olduğunu anlamak istiyorsa söylediklerimiz karşısında gösterilen tavırlara baksın. Çünkü onlar Kürdistan’da devrimci demokrasi ve sosyalizmin dayanabileceği biricik doğru teorik temeli sunarlar. O yazılarda ifade edilen teorik ve politik çizgiye dayanmadan, Kürdistan’da veya dünyanın başka bir ülkesinde, ne sosyalist ne de devrimci demokratik bir alternatif geliştirmek; saldırıya karşı güçlü savunma mevzileri oluşturmak ve bir karşı saldırı geliştirmek mümkün değildir. Bu görüşler, Marksizmin ve işçi hareketinin son yüz elli yıllık mücadelesinde geliştirdiği deneylerden çıkan en gelişmiş teorik araçlara dayanmaktadır. Bir örnek verelim, Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğuna dair bir tek derli toplu yazı var mı? Yok. Bu konuda tek biz yazdık ve işin ilginci yazdıklarımız bizzat Demokratik Cumhuriyet’i savunduklarını söyleyenler tarafından, yayınlanmadı ve engellendi. Şimdi onları engelleyenler, ona açıktan saldırıyorlar. Bunlar bir rastlantı değildir. PKK kadroları, Demokratik Cumhuriyet’i anlamadıklarından, onu savunamadıklarından yakınıyorlar. Ama onun ne olduğunu gösterecek yazıları dün okumadıkları ve okumadıkları gibi, bu gün de öyle davranmaya devam ediyorlar. Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğuna dair bir teorik temel, onun doğruluğuna dair bir inanç, bir bilgi yoksa nasıl savunulabilir ki? Bu teorik temel ve açıklamalar ise, İşçi hareketinin deneylerini sistemleştirilmiş biri tarafından, İşçi Sınıfının Devrimci demokratik Kürt hareketine bir desteği olarak sunulmaktadır. Bunlara el bile sürülmemekte, gözlerden uzak tutulmakta, sonra da toplu günah çıkarma ayinlerinde, biz anlayamadık diye ağlaşılmaktadır. İnsan moral makinesidir. Bir şeye inanmıyorsanız, doğruluğundan emin değilseniz nasıl savunursunuz ki? İnanmadığınız, savunmak için teorik olarak cihazlanmadığınız bir görüşü savunmanızın olanağı var mıdır? Yoktur. Böyle bir durumda, bir yandan Demokratik Cumhuriyet’i anlatan yazıları gizlemek, bilinçlerden uzak tutmak; sonra da demokratik Cumhuriyet’i anlamadık diye ağlaşmak, bu sınıfsal içgüdülere dayanan sözleşilmemiş bir komplodan başka bir şey değildir.

195


Açık konuşalım. PKK’ya, Kürdistanlı Devrimci Demokratlara eğer varsa sosyalistlere demokratik cumhuriyet stratejisini anlamaları ve savunmaları için en mükemmel, en gelişmiş araçları sunduk. Bunların hiç birine dokunan olmadı ve olmuyor. Örnek verelim. Demokratik Cumhuriyet Programını ve stratejisini, Komünist Manifesto’ya benzer bir biçimle, edebi bakımdan oldukça da iyi bir metin olarak; sadece Kürtlerin değil, Orta Doğu’daki tüm etnilerden, dinlerden, dillerden insanların kendilerini bulacakları bir biçim içinde anlatan ABD’nin büyük orta doğu Projesine bir alternatif olarak koyan Ortadoğu İçin Demokratik Manifesto adlı bir metin yazdık. Bu metin hem programatik ve stratejik açıklık sağlamakta, hem de ideolojik silahlar sunmaktadır. Bu metni bütün Kürt yayın organlarına mail ile yolladık, sayfamızda yayınladık. Bir tek kişi çıkıp, suskunluktan kurtulması, üzerine tartışılması için bir şey yazmadı ve hiç biri yayınlamadı. Bu gaflet ve önüne hazır olarak verilen silahı almama konusundaki gafletten uyandırmak için, tuttuk bu metini, yayınlaması için PKK’ya yayın evlerince yayınlanmasını önerdik. Hiçbir şey istemediğimizi belirttik: Kimse cevap bile vermeye değer bulmadı. Bıkmadık, son kongre öncesinde, metni tuttuk hem Öcalan’a hem de Kongra Gel kongresine yolladık ve Kongra Gel’e program olarak önerdik. Ne gündeme alındı, ne cevap verildi. Ondan sonra da “Çizgiyi Anlamadık” diye ağlaşıldı. Bıkmadık. Öcalan’a yolladık aynı zamanda bir mektup olarak. Belki Öcalan’a sunulmuş bir mektup olduğu için yayınlanır diye düşündük. Yayınlamadılar. Tartışmadılar. Mektup diye mektupları sunan kısa mektubu yayınladılar. Mektubun asıl kendisi olan bu metni ve Beşikçi Eleştirisini yayınlamadılar. Daha sonra Öcalan, Görüşme Notları’nda “Demir’in yazılarını Okudunuz mu” diye sorarak zımnen tavsiye etmesine ve okunmasını önermesine rağmen. Yine yayınlamadılar. Hatta bu sözlerini de tahrif ettiler. Öcalan “Okudunuz mu?” diye sorar ve zımnen okunmasını önerirken, gazete sayfalarında yayınlanan görüşme notlarında “Demir’in yazısını Okudum” şeklinde yayınlandı. (Bu “güdük fiil”erin, “Dil sürçmelerinin” ardında rastlantılar değil, sınıfsal içgüdüler olduğuna daha önce değindik.) Öcalan tuttu bir de bizim, kendi görüşlerini geliştirip savunabileceğimizi söyledi. Böyle bir görev istemiyorduk ve yapmazdık ama en azından, Öcalan’ı dokunulmaz tabu kılanların onun dediklerini bir emir olarak görmeleri beklenirdi. Yani bu durumda, Öcalan’ın okunmasını önerdiği metinleri basması beklenirdi. Tekrar yayınlanmasını önerdik: cevap bile verilmedi. Ama bütün bunları yapmayanlar; “Okudunuz mu”yu “okudum” yapanlar. Çok önemli meseleleri görüşmekten toplu halde “demokratik cumhuriyeti anlamamışız” ayinleri yapanlar, aynı gazete sayfalarında, TV’de, Öcalan’ın görüşlerine; demokratik Cumhuriyet Programı ve stratejisine açıkça karşı oldukları bilinen, Ahmet Kahraman, Haydar Işık gibileri karşısında

196


ağızlarını açarak bir tek söz söylemiyorlar; onlara karşı kendileri bir tek sözcükle mücadele etmiyorlardı. Bu görevi yine aynı komplonun bir parçası olarak, Türk Solu kökenli yazarlara bırakıyorlar, onlar da, kendilerini defalarca uyarmamıza rağmen bile bile bu oyuna ve komploya alet olmaya, Özgür Politika sayfalarında yazmaya devam ediyorlardı. Bunun adı da “Kürt Gerçekliği” oluyordu. Kadrolar arasında şöyle davranılmaktadır. Önce Öcalan’ın görüşleri ya da eski devrimci demokratik gelenekten gelen görüşler sıralanmakta, ama bunlar hep hamasi bir şekilde pratikten uzak olarak, birer besemele gibi tekrarlanmakta; ondan sonra “Kürt gerçekliği”nden söz edilerek, biraz önce söylenenlerin 180 derece aksi, aslında kendi savunduğunu söylediği stratejiye karşı görüşler savunulmaktadır. Bunun adına da politika denmekte ve bunun politika olduğu sanılmaktadır. Sorunun, yani Demokratik Cumhuriyet’in, ulusun nasıl tanımlanacağı sorunu olduğu, bu noktada açık teorik ve ideolojik mücadeleye girmek gerektiği; gereğinde kısa vadede ilkel bir milliyetçiliğin akıntısına kapılanlardan tecrit olmayı göze almak gerektiği görülmemekte ve kimse buna cesaret edememektedir. Sadece bu kadar da değil. Cahit Mervan isimli kişi örneğin Özgür Politika sayfalarında, Öcalan’a yazdığımız mektupları, Öcalan’ın görüşlerinin savulmamasına ilişkin gözlemlerimizi aktarmaları; Öcalan’a ihbarcılık yapıyormuşuz diye tanımlamakta ve bu yayınlanmakta: kimse çıkıp buna bir tek kelimeyle olsun cevap vermemektedir. Açık ki, bütün gazete ve televizyonun bütün en kritik noktalarında bulunanlar, demokratik Cumhuriyet’e karşı ve Ulusun dil ve etniyle tanımlanmasından yana olanlardan oluşmaktadır. Yani PKK’nın kontrolündeki bütün organlar, aylardır, hatta yıllardır, Öcalan’a karşı bir ideolojik mücadelenin araçlarıdır. Burada saldırı doğrudan Öcalan’a karşı değil, bir savaş hilesiyle, onunla özdeş olduğu düşünülen görüşler ve semboller üzerinden yapılmaktadır. Herkes toplu halde bir ihanete ortak olmaktadır. Bizim gazeteden ayrılışımız bu ihaneti açıkça ortaya koymasına ve defalarca uyarmamıza rağmen bu ihanete devam edilmektedir. Bu gün koskoca örgütte, ulusun dele, etniye dine göre tanımlanmasına açıktan karşı çıkacak, karşı tarafa açıktan ideolojik mücadeleye girecek bir tek kimse bulunmamaktadır. Aslında PKK fiilen ideolojik olarak çökertilmiş bulunmaktadır. Gerici milliyetçilikle mücadele etmeyenler de onun hizmetindedirler. Şimdi artık onların karşısında konuşacak bir tek sözleri kalmamış bulunuyor. Bunun en ilginç örneği Ahmet kahraman’la yaşandı. Ahmet kahraman bir yazısında Mihri Belli üzerinden Gazetede yazan Türkiye solu kökenli yazarlara ağır ifadeler kullandı. Bunun üzerine gazetede birkaç gün sonra, Ahmet Kahraman adına, o da yine Türk solu kökenli yazarların uyarısıyla, özer dilendi. “Gözden kaçmış” dendi. Ama sonra da A. Kahraman, “ben dediğimin arkasındayım benim adıma kimse özür dileyemez dedi” ve bunu da kuzu kuzu yuttular. Bu gün, etniye dayanan milliyetçiliğe açıkça karşı olmadan, demokratik cumhuriyet savunulamaz. Hem Kürt gerçekliği diyerek, ulusu dil ve etniyle dayanan görüşlerle kuzu kuzu 197


bir arada yaşayacak onların saldırıları karşısında zerrece tepki göstermeyeceksiniz, hem de sözde demokratik bir cumhuriyeti savunduğunuzu söyleyeceksiniz. Buna kargalar güler. Buna karşı mücadele etmek istiyorsanız yapmanız gerekenler şunlardır. 1) Gazetedeki Türk yazarlara “Lütfen artık yazmayın. Sizleri alet ederek Öcalan ve Demokratik Cumhuriyet stratejisine saldırıyorlar. Bu saldırılara biz cevap vermek istiyoruz ve öncelikle bizim cevap vermemiz gerekir. Yazılarınızı yine yazar ve başka yerlerde yayınlarsanız biz sizin yazılarınızı gereğinde oradan alıp yayınlarız. “Biz yayınlıyoruz işte” deriz. Bu saldırılara ancak biz Kürt devrimci demokratları veya sosyalistleri cevap verirsek anlamlı olur. O zaman Kürt Türk tarzında değil, Kürtler içindeki bir sınıf mücadelesi ve ideolojik mücadele olarak tartışma olabilir”. denerek onların yazmaması sağlenmelı. 2) Gazete’de yazan, Demokratik Cumhuriyet karşıtı yazarlara da yol gösterilir. Ya da onların her imasına, her dokundurmasına açıktan yine gazete sayfalarında Kürt devrimci demokrat ve sosyalistlerince karşı yazılar yazılır. Onlara ideolojik olarak göz açtırılmaz. 3) Bizim şimdiye kadar yazdığımız yazılardan özellikle Demokratik Cumhuriyet’i ve yeni stratejiyi açıklayanlar, İsmail Beşikçi Eleştirisi, derhal yayınlanır ve aynı zamanda toplu olarak tartışılır. 4) Orta Doğu İçin Demokrasi Manifestosu, Kongra-Gel tarafından Program Taslağı olarak gündeme alınır ve tartışılmaya başlanır. Karşı mücadeleye girebilmek için öncelikle ideolojik silahlanma ve cihazlanma gerekmektedir. Bunu bizim yazdıklarımızdan başka size sağlayacak kitap bulunmamaktadır. Bunlar acil olarak ilk elde yapılabilecek olanlar ve yapılması gerekenler. 01.09.2004

198


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.