Demir Küçükaydın Marksist Demokrasi Teorisine Katkı 1
Yayınları
Marksist Demokrasi Teorisine Katkı Demir Küçükaydın Birinci Sürüm Kasım 2009
Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
2
Marksist Demokrasi Teorisine Katkı İçindekiler
MARKSİST DEMOKRASİ TEORİSİNE KATKI ............................................................................ 3 Birinci Sürüme Önsöz .......................................................................................................................................... 4 Demokrasi ve Zor.............................................................................................................................................. 11 Demokrasi ve Özgürlükler ................................................................................................................................ 14 Biçimsel ve Tarihsel Anlamıyla Demokrasi ....................................................................................................... 17 Demokratlar Demokrat değildir; Demokrat Olmayanlar Demokrattır ............................................................. 20 Demokrasinin Özü: Azınlığın Çoğunluğa Uyması .............................................................................................. 23 Sorulmayan Sorular ve Sözde Açıklamalar ....................................................................................................... 28 Demokrasi, Köleler ve Genel Oy ....................................................................................................................... 31 Bir Paradoks ..................................................................................................................................................... 34 Demokrasi ve Gerçek Tarih............................................................................................................................... 38 Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları ..................................................................................................... 41 Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı ....................................................................................................... 44 Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi ......................................................................................................... 47 Diktatörlük Kavramının İki Zıt Anlamı .............................................................................................................. 51 Bürokrasi ve Demokrasi ................................................................................................................................... 53 Azınlıklar ve Demokrasi .................................................................................................................................... 56 Sosyalist Demokrasi (I) - İşçi Demokrasisinin Koşulları ..................................................................................... 59 Sosyalist Demokrasi (II) – Seçenler ve Seçilenler .............................................................................................. 62 Sosyalist Demokrasi (III) – Eski Egemen Sınıflar ve Demokrasi ......................................................................... 64 Sosyalist Demokrasi (4) - Ezilen Çoğunluğun İçindeki Çelişkiler ........................................................................ 67 Yazı Serisinin Bitişi Nedeniyle Son Söz .............................................................................................................. 70 3
Marksist Demokrasi Teorisine Katkı
Birinci Sürüme Önsöz “Biz Marks’ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tersine biz onun, eğer yaşama ayak uydurmak istiyorlarsa, sosyalistlerin her doğrultuda geliştirmek zorunda oldukları bilimin sadece bir temel taşını koyduğuna inanıyoruz.” (V. İ. U. Lenin, “Programımız”, 1899)
İbni Haldun’dan çok sonra ve ondan bağımsız olarak, toplumun ve tarihinin bilimi1 olan Tarihsel Maddeciliği ikinci defa kuran Marks ve Engels, kendilerinden sonra geliştirilmesi ve tamamlanması gereken bu bilimin sadece birkaç köşe taşını koyabildiler. Örneğin, onlar bizlere, Lenin’in de işerat ettiği gibi, “büyük harflerle bir Mantık” bırakmadıkları gibi, büyük harflerle bir “Üstyapılar Teorisi”, bir “Sınıflar Teorisi”, bir “Politika Teorisi” vs. bırakmadılar. Bıraktıkları ise hep, orada burada geçer ayak söylenmiş, dahiyane, yol gösterici, ilham verici, ufuk açıcı değinmeler oldu. Kuruculardan bütün bunlar beklenemezdi de. Onların buna ne ömrü, ne gücü yeterdi. Örneğin Marks, neredeyse yetişkin bir insan olarak bütün ömrünü verdiği ve “modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmak” olarak tanımladığı, modern kapitalist toplumun temelinin analizinin bile (“Das Kapital”), ancak çok küçük bir bölümünü yazabilmiş, yazabildiğinin de çok küçük bir bölümünü yayınlayabilmişti2. 1
“Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi, doğa tarihi ve insanlar tarihi diye ikiye ayırabiliriz.” Marks-Engels, Alman İdeolojisi 2
“(...) Bir kere marx’ın kapitalist üretim tarzının bütün öğelerinin genel çözümlemesine ait çalışmasını bitiremediğini biliyoruz. Daha Grundrisse’yi yazdığı günlere dek uzanan ilk planında sermaye çözümlemesini toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret ve dünya pazarı çözümlemesi izleyecekti. Bu planlamanın ancak altıda biri gerçekleştirilebildi ve bu halde bile Kapital’in IV. Cildi (Artıkdeğer Teorileri) ilk kısmından öteye gidemedi. (...)” (Ernest Mandel, Marks’ın İktisadi Düşüncesinin Oluşumu, İstanbul 1978, s.107) Bilindiği gibi, Marks, sağlığında Kapital’in sadece Birinci Cildini yayınlayabildi. İkinci ve Üçüncü Ciltleri Marks’ın notlarına 4
Sonradan gelenler, birkaç köşe taşı koyulmuş ve sonra gelen kuşaklarca geliştirilip tamamlanması gereken bu binaya belirli katkılarda bulundular. Ama bu katkılar bile, büyük harflerle ifade edilebilecek teoriler olmaktan ziyade, etüd edilip sistemleştirilmeyi bekleyen değinmeler olarak kaldılar. Bu nedenle, aradan bir buçuk asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Marksizm’in nasıl hala büyük harflerle bir “Mantık”ı3 yoksa, nasıl büyük harflerle bir “Üstyapılar Teorisi” yoksa, büyük harflerle bir “Demokrasi Teorisi” de yoktur4. Büyük harflerle bir teori yoktur ama böyle bir “Demokrasi Teorisi”nin kavramsal temelleri, bir çok eserde geçer ayak, başka bağlamlar içinde ifade edilmiştir. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nden; Paris Komünü’nü çözümleyen Fransa’da İç Savaş’a; Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’nden Devlet ve Devrim’e kadar bir çok eser ilk elde sıralanabilir. Elbette Tarihsel Maddeci bir “Demokrasi Teorisi”, bir “Devlet ve Politika Teorisi”nin; “Devlet ve Politika Teorisi” de bir “Üstyapılar Teorisi”nin; bir “Üstyapılar Teorisi” de genel bir “Toplum Teorisi”nin bir bileşeni olarak var olabilir. Bu nedenle, bir “Demokrasi Teorisi”, bir bileşeni olduğu bu daha genel teoriler ile kavramsal bir iç tutarlılık içinde olmalıdır. Elinizdeki bu çalışma, henüz bizzat kendileri de büyük harflerle ifade edilememiş olan bu daha genel teorilerle kavramsal bir iç tutarlılık içinde büyük harflerle Tarihsel Maddeci bir Demokrasi Teorisi’nin (dolayısıyla Devlet ve Üstyapılar Teorisinin de) kurulması yönünde bir deneme, bir girişimdir. Ama bu girişim sadece, kurucu öğeleri orada burada dağınık olarak ifade edilmiş bir teoriyi sistematize etme çabası değildir; aynı zamanda bir geliştirme çabasıdır da. Bilimlerin ilerlemesine ihtiyaçların yüz üniversiteden daha fazla itilim verdiği bilinir. Bizi de bu yönde bir çabaya zorlayan, bizzat içinde yaşadığımız çağın ve politik hareketlerin karşılaştıkları sorunlardır. dayanarak Engels, Artık Değer Teorileri’nin kalanını da daha sonra yine Marks’ın notlarına dayanarak Kautsky yayınladı. Diğer bir deyişle Marks’ın yayınladığı, ilk planının altıda birinin dörtte biri, yani yirmi dörtte biri. Bu sadece bir ilk plana göre ve modern topluma ilişkin kısım. Yazılış esnasında ilk planların değişip genişlediği bilinir. Ki bizzat Kapital’in yazılışında da böyle olmuştur. Örneğin Engels’e 15. Agustos 1863 tarihli mektubunda her şeyi “baştan aşağı değiştirmek zorunluluğu” ile karşı karşıya kaldığını yazar (Zikreden Mandel, aynı yerde). Keza yine Mandel’in zikrettiğine göre, Roman Rosdolsky, Marks’ın 1857 eylül ve 1868 Nisan arasında, yani on yıl içinde, on üç farklı varyant çizdiğini belirtmektedir. Tabii bu ilk planlara, değişimlere henüz modern toplumun üstyapısı dahil değil, modern öncesi toplumlar dahil değil. Bütün bunlar göz önüne alındığında, kurucuların ne kadar küçük bir alanda iş gördükleri ve sonra gelenlerin önünde ne kadar muazzam el değmemiş alanlar bulunduğu göz önüne getirilebilir. 3
“Mantık” derken, düşüncenin tarihini ve düşüncenin hareket yasalarını anlıyoruz.
4
Lenin’in Devlet ve Devrim’i bu tür büyük harflerle ifade edilmemiş olanı büyük harflerle sistematik bir teori haline getirme çabalarının bir örneği olarak da alınabilir, doğrudan böyle bir amaçla yazılmamış olmasına rağmen. Bu anlamda, Demokrasi ve Devlet birbirinden ayrılamayacağından, Devlet ve Devrim bir ölçüde büyük harflerle bir “Demokrasi Teorisi”nin bir başlangıcı, bir girişi olarak da görülebilir. 5
Bu sorunların başında şöyle bir paradoks gelmektedir: Bugün sömüren bir azınlık ve sömürülen bir çoğunluktan oluşan bir dünyada yaşıyoruz. Demokrasi, tanımı gereği; yapı ile işlev arasındaki kopmaz bağ nedeniyle, ezenler tarafından değil, ezilenler tarafından kullanılmaya uygun bir araç olmasına rağmen; paradoks, yirminci yüzyılda ve günümüzde hala niçin onun ezilenler tarafından kullanılmadığı veya kullanılamadığı ve ezenler tarafından kullanıldığı ve kullanılabildiğidir. En azından ortada böyle bir görünüm vardır. Yani demokrasinin bir devlet biçimi olarak yapısı ile, somut tarihsel işlevi arasında bir uyumsuzluk vardır. Bu uyumsuzluk niye vardır? Niçin ortaya çıkmaktadır? Bu sorular hayati önemdedir, çünkü bu paradokstur aynı zamanda ezilen çoğunluğun sosyalizm idealinden yüz çevirmesine ve burjuvazinin zafer arabasına takılmasına yol açan. Benzer paradokslar gerek evrende gerek canlılar aleminde de vardır ve bunların anlaşılması tüm yapının ve hareketin anlaşılması için anahtardır. Evrenin tarihinden bir iki örnek verelim. Örneğin, eğer evren bir büyük patlamadan oluşmuşsa, o patlamada Madde kadar anti-Madde de oluşması gerekir. O zaman da bu Madde ve anti-Maddelerin birbirini yok etmesi. Dolayısıyla da aslında normal olarak bu evrenin ve bu paradoksa dikkati çekecek insanların var olmaması gerekir. Burada önemli olan, o paradoks olmasaydı bu evrenin dolayısıyla bu soruyu soracak insanların da olamayacağıdır. Bu evrenin var olması için, en azından bu günkü bilgi düzeyimize göre, simetri ilkesinin bozulmuş olması, Madde’nin tesadüfen antiMadde’den biraz fazla olmuş olması gerekir. Yani evrende simetri ilkesi olmasına ve bu ilkeye göre bugünkü evrenin olmaması gerekirken bu evrenin varlığının kendisi bile bir paradokstur ve böyle bir paradoks nedeniyle var olmaktadır. Ama daha önemlisi, bu paradoks olmasaydı, bu paradoksu soracak insanın da, öznelerin de, düşünen yaratıkların da var olamayacağıdır. Dolayısıyla, paradoks tersinden de şöyle ifade edilebilir: insan bu soruyu sorabildiği için evren vardır, çünkü evren var olduğu için bizler bu soruyu sormaktayızdır. Bir kedinin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışması gibidir. Bir başka örnek. Evren genişlediğine göre, nasıl olmaktadır da bu genişleme eğilimine ters olarak, madde galaksilerde ve yıldızlarda yoğunlaşmaktadır. Bu genişleme içindeki yoğunlaşmalar da bir paradokstur ve yine bu paradoks sayesinde bu soruyu soran insanlar var olabilmektedir. Bunu da yine everenin türdeşliğinden sapmalarla açıklayabiliriz. Ama yine aynı sonuçla karşılaşırız: O sapmalar olmasaydı o sapmaların varlığına, o sapmaların yol açtığı paradokslara dikkati çekecek, soruyu soracak insanların ortaya çıkabileceği bir evren de var olamazdı. Tersinden şöyle de ifade edilebilir: paradokslar, o paradoksların varlığına dikkati çekebilen insanlar olduğu için vardırlar. Ya da canlıları ele alalım. Yaşam son duruşmada, hep kendilerinin tıpkı benzerlerini yapan moleküllere indirgenebileceğine; hayat denen şey son duruşmada, DNA zincirinin kendisinin 6
tıpkısını, aynısını yaratmasına indirgenebileceğine göre, nasıl olmaktadır da, milyarlarca farklı canlı türü oluşmaktadır? Burada da bir paradoks vardır. Tıpkı evrenin varlığı gibi, milyonlarca türün varlığı da, simetri ilkesinin bozulmasına, istisnai durumlara, sapmalara bağlıdır. Şu milyarlarca farklı canlı türünden oluşan hayat dediğimiz harika şey hep aynısını yapmaya dayanan var oluş tarzının aynısını yapamamış olmasına bağlıdır. Paradoks bu sapmaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ama bu paradokslar çok daha genel bir sorunu ima etmektedir: Evrenin de, milyonlarca canlının da var oluşu, bir bakıma, kuraldan sapmalara, istisnai olana, tesadüfi olana bağlıdır. Böylece rastlantı, zorunluluğun öbür yüzü olarak görünmekten çıkmakta, zorunlu ilişkilerden oluştuğu düşünülen canlı ve cansız evrenin kendisi rastlantıların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece rastlantı ve zorunluluk ilişkisi tersine dönmektedir: eski kavrayışımızda; rastlantıları zorunluluk belirler ve onlar zorunluluğun öbür yüzü olarak görünürken, şimdi rastlantılar zorunluluğu belirlemekte; zorunluluk olarak görülen aslında rastlantıların öbür yüzü olarak görünmektedir. Bunun genel felsefi ve toplumsal sonuçları üzerinde yeterince durulduğu söylenemez. Topluma gelirsek. Burjuvazi ve egemen sınıflar demokrasiye karşı; ezilenler demokratik olmaları gerekirken; niye durum tersinedir? Ya da niçin tam tersine görünmektedir? Bu paradoksa yol açan nedir? Nasıl, evrenini varlığına; genişleme eğilimine zıt yoğunlaşmalara (Galaksilere); türlerin muazzam çeşitliliğine yol açan “düzensizlikler” ise; “istisnai” olan durumlar ise, bu tarihsel paradoksa yol açan da, tarihin “anormalliği”; sosyalizm çocuğunun dünyaya ayakları önde, tersine gelişidir. Yani Sosyalist devrimlerin üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileriyle en çok çeliştiği gelişmiş ülkelerde olması gerekirken, hep geri ülkelerde olması ile demokrasi olmaması arasında derin bir ilişki bulunmaktadır. Aslında paradoks bu evrimin ortaya çıkardığı bir görünümdür. Ne var ki, bu kategorik cevap, bu paradoksun var oluş koşullarını açıklar ama onun işleyiş mekanizmalarını açıklamaz. Elinizdeki bu çaba, bu paradoksu ortaya çıkaran işleyiş mekanizmalarının ortaya çıkarılması yönünde bir girişimdir aynı zamanda. Bunu açıklama çabası, sınıf kavramının daha derinleştirilip, dakikleştirilmesini, ona tarihsel bir boyut verilmesini gerektirmiştir. Yani Sınıf Kavramının veya “Sınıflar Teorisi”nin geliştirilip derinleştirilmesi. Biz bu geliştirip derinleştirmeyi “Sınıf” kavramına tarihsel ve kültürel bir boyut katarak yaptık ya da yapmaya çalıştık. * Bilindiği gibi Marks bize büyük harflerle bir “Sınıflar Teorisi” de bırakmamıştı: yarım kalmış
7
bir eser olan Kapital’in son bölümü, “Sınıflar” der ve bir kaç paragraf sonra biter5. Daha sonra özellikle Bürokrasi’nin çözümlemesi bağlamında Troçki’nin bu alanda yaptığı katkılar ile, Kıvılcımlı’nın Troçki’den tamamen bağımsızca ve onunla aynı sonuçlara ulaşan katkıları göz önüne alınabilir6. Ama Kıvılcımlı’nın esas önemli katkısı, kapitalizm öncesinin toplumsal katmanlarıyla modern toplumun katmanları arasındaki ilişkiyi incelemesinde; bu ilişkinin ele alınışında yaptığı metodolojik katkılarda görülür. Kapitalizm öncesi ile kapitalizmin ilişkisi sadece zaman içinde birbirini izleyen iki sistem olarak değil aynı çağ ve mekan içindeki bir ilişki olarak da ele alınabilir. Farklı üretim ilişkileri aynı çağda ve yerde bir arada ve karşılıklı ilişki içinde bulunduğundan, sınıfsal 5
Bu yarım kalmış bölümü aynen aktaralım:
“ELLİİKİNCİ BÖLÜM SINIFLAR GELİR kaynakları, sırasıyla, ücret, kâr ve toprak rantı olan, sırf emek-gücü sahipleri, sermaye sahipleri ve toprak sahipleri, başka bir deyişle ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim tarzına dayanan modern toplumun üç büyük sınıfını oluştururlar. İngiltere'de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ye en klasik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, sınıflardaki tabakalaşma, en saf biçimi içersinde görünmez. Burada bile, orta ve ara tabakalar, (kentlerdekine göre kırsal bölgelerde çok daha az olmakla birlikte) her yerde sınır çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde biraraya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür. Ve bu eğilime, öte yandan, toprak mülkiyetinin sermaye ve emekten bağımsız hale gelerek ayrılması[58] ya da bütün toprak mülkiyetinin, kapitalist üretim tarzına uygun düşen bir toprak mülkiyetine dönüşmesi tekabül eder. (sayfa 775) Yanıtlanması gerekli ilk soru şudur: Bir sınıfı oluşturan şey nedir? - bu sorunun yanıtı doğal olarak bir başka sorunun yanıtından çıkar, şöyle ki: Ücretli-emekçileri, kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini, üç büyük toplumsal sınıf haline getiren şey nedir? İlk bakışta - gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğidir. Üyelerinin, kendilerini oluşturan bireylerin, sırasıyla, ücret, kâr ve toprak rantı ile, kendi emek-güçlerinin, sermayelerinin ve toprak mülkiyetlerinin gerçekleşmesi ile geçimlerini sağlayan üç büyük toplumsal grup vardır. Ne var ki, bu görüş açısından, örneğin tabipler ile devlet memurlarının, iki farklı toplumsal gruba ait oldukları ve bu grupların her birisinin üyeleri, gelirlerini bir ve aynı kaynaktan aldıkları için, iki sınıf oluşturmaları gerekir. Aynı şeyin, toplumsal işbölümünün, emekçileri olduğu kadar, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerini de -örneğin bu sonuncuları, bağ-bahçe sahipleri, çiftlik sahipleri, orman sahipleri, maden sahipleri, dalyan sahipleri gibi- sonsuz türde çıkar ve statü gruplarına parçalaması için geçerli olması gerekir.” [Elyazması burada kalıyor.] (sayfa 776) http://www.kurtuluscephesi.org/marks/kapitalc3.html 6
Hikmet Kıvılcımlı’nın “Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler” adlı, sınıf kavramını derli toplu bir şekilde ele aldığı çalışma şu adreste bulunabilir: http://www.comlink.de/demir/kivilcim/eserler/goss.htm#I 8
ilişkilere böyle bakıldığında, sınıf kavramı, sadece üretim ilişkileri içindeki konumla belirlenmez; tarihsel ve kültürel bir boyut da kazanır. Farklı sınıflar arasındaki ilişki, böyle bir bakış içinde, farklı tarihsel dönemlerin, zamanların, kültürlerin ilişkisi olarak da ortaya çıkar. Böylece sınıf kavramı, aynı zamanda kütürel ve tarihsel bir boyut da kazanır. İşte bu çalışma, paradoksu açıklamak için, sınıflar ilişkisinin kültürel ve tarihsel boyutunu bir analiz aracı olarak kullanmakta; sınıf kavramına, tarihsel ve kültürel bir boyut eklemektedir. * Elbette, bu çalışma sadece çağımızın bir paradoksunu açıklamaya yönelik değildi 7; daha doğrudan bir pratik ve politik bir sorunla ilgiliydi. PKK, Öcalan’ın yakalanmasından sonra programatik, stratejik ve örgütsel olarak kendini dönüştürme görevini önüne koymuştu. Bu dönüşümün karşılaştığı sınırları ve sorunları da açıklamak ve böylece dolaylı da olsa, bu çabalara bir destek hedefleniyordu. Bu nedenle yazılar, Özgür Politika’ya haftalık yazı olarak yazıldı. Ne var ki, yine bizzat yazılarda açıklanan nedenlerle, bu yazılar da diğer niceleri gibi, sağır boşluklarda yitip gitti. Şimdi aradan dört yıl geçmiş bulunuyor. O zamanlar PKK’içinde veya yanında görünüp bu yazıları susuşa getirenler, şimdi ABD’nin Orta Doğu’ya lök gibi çökmesinden beri, artık açıktan karşıya geçmiş ve dün içinde sorumluları veya destekleyicileri arasında bulundukları örgüte saldırılarda bulunuyorlar. Açıktan karşıya geçmeyenler ise içinden çürütmeye devam ediyorlar. Bu muazzam kayışa ancak tutarlı ve sağlam bir ideolojik temelle karşı durulabilir. Bu nedenle teorik açıklık ve ideolojik mücadele her zamankinden daha büyük önem taşımaktadır. Ne var ki, bu alanda en küçük bir direniş bile görülmemektedir. Aslında PKK’yı savunmak adına, eleştirenlere karşı yazanlar bile onlara ideolojide teslim olarak, yani onların esas sorgulanması gereken ön kabullerini kabul ederek yazıyorlar ve teslimiyeti pekiştiriyorlar. ABD ve AB gibi büyük emperyalist güçler ve bölgedeki bütün gerici rejimler, Türkiye’de, İran’da, İsrail’de veya her hangi bir yerde olduğu gibi, Kürdistan’da da dile, etniye, soya, dine dayanan ve yüz yıldan fazla bir süredir katliam ve pogromlardan başka bir şey getirmemiş gerici milliyetçiliğe tüm desteklerini ve olanaklarını sunuyorlar. Bu destek somutta, gerici milliyetçiliğe en uzak demokratik milliyetçiliğe en yakın hareket olan PKK’ya karşı, Barzani ve Talabani’nin desteklenmesi olarak ortaya çıkmaktadır. 7
Aynı paradoks kapitalizm öncesi uygarlıklarda da vardır. Örneğin Alevilik, komünün, yani sınıfsız toplumun üstyapısı olmasına rağmen, nasıl olmaktadır da aynı zamanda bir köy üretmenleri partisi olmaktadır. Antik tarihteki, köylü kavramı, tarihsel bir boyut kazandığında, yani köylülüğün aynı zamanda yaşayan komün olduğu; uygarlık öncesine ait olduğu görüldüğünde, bu paradoks da açıklanmış olur. Bunun ilk ipuçları bizzat Kıvılcımlı’da vardır. Örneğin, “Kadın Sosyal Sınıfımız” adlı yazısında, köy, kasaba ve şehri insanlığın üç temel dönemi olarak tanımlar ve sınıf kavramına tarihsel bir boyut kazandırmanın ön koşullarını hazırlar. Köylülük kavramına kazandırılan bu tarihsel boyut, Aleviliğin aynı zamanda nasıl olup da aynı zamanda sınıfsız toplumun üstyapısı ve sınıflı toplum içinde bir parti olduğu paradoksunu açıklar. 9
Bunun karşısında, dünya işçi sınıfının, Kürdistan’ın emekçilerine ve ezilenlerine, devrimci demokratik bir ulusçuluğu savunan ve bu gün hızlı bir kan kaybı içinde bulunan sosyalistlerine ve demokratlarına sunabileceği ne silahları, ne petrol gelirleri ne diplomatik ve politik araçları var. O sadece, yüz elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin öz suyundan beslenmiş teorik ve ideolojik bir yardım sunabilir. Bu yazının bu ikinci yayınlanışı, bu anlamda, yani, dünya işçi sınıfının, bir ezilen ulusun hareketinin ezilenlerine, Kürt ulusal hareketi içindeki devrimci demokrat ve sosyalistlere bir teorik ve ideolojik yardım ve destek sunuşu olarak görülebilir. Bu yazıda örneğin, PKK’ya karşı yapılan saldırıların dayandığı bütün temel argümanların hem eleştirisi, hem de açıklaması vardır. Hatta bu yazı, daha bundan dört yıl önce bu gün olacakları aynen de görmüş bulunmaktadır. Bu gün olanlar, her okuyanın kolayca görebileceği gibi, bu yazıda öngörülenlerden başka bir şey değildir. Kürdistanlı Devrimci Demokratların ve Sosyalistlerin bu teorik araçları bu sefer olsun, görmezden gelmeden, ellerine alıp kullanmalarını dilemekten başka elimizden bir şey gelmez. * Elinizdeki çalışmada, gazetede haftalık makaleler halinde yayınlamaktan ile gelen tekrarları olabildiğince çıkarmaya çalıştık. Buna karşılık, metinde söylenenleri dip notlarla zenginleştirmeyi denedik.
10
Demokrasi ve Zor En olağan ve biçimsel anlamıyla Demokrasi, azınlığın çoğunluğa uymasını prensip olarak kabul eden sistemdir8. Bu en biçimsel demokrasi tanımı ister istemez demokrasinin olmazsa olmaz iki koşulunu ifade edilmemiş bir var sayım olarak içerir: zor ve özgürlükler. Zor, yaptırım demokrasinin ayrılmaz bir koşuludur. Tanım, azınlığın çoğunluğa uymasından söz ediyor. Burada hemen şu soru akla gelir: "Ya azınlık çoğunluğa uymazsa?". O zaman da uydurulması gerekir. Nasıl? Yaptırımlarla, zorla. Zaten çoğunluk, çoğunluk olduğu için daha büyük bir güç, dolayısıyla da bir yaptırım yeteneği demektir, bırakalım silahı ya da hapishaneleri bir yana. Yaygın kanaatin aksine, demokrasi ve zor birbirlerine zıt kavramlar değildir, zor olmadan demokrasi olmaz. Demokrasinin özü, azınlığın çoğunluğa uyması ve eğer uymuyorsa uydurulması olduğundan, Marksizm, özgürlükler aleminin zorunluluklar aleminin, yani demokrasinin, yaptırımların ÖTESİNDE sonsuz bolluğun bir alemi olabileceğini vurgular. Sosyalizmin ilkesi olan "çalışmayana ekmek yok", "herkese emeğine göre" gibi prensiplerin, demokrasiyi ve zoru gerekli kıldığını vurgular ve özgürlük ve demokrasiyi birbirine zıt kavramlar olarak konumlandırır. Bu kullanımda özgürlük, demokratik bir sistemin ayrılmaz parçası olan fikir, örgütlenme özgürlükleri gibi haklar değil, demokrasi gibi bir sistem anlamına sahiptir ve onun yani demokrasinin ötesinde var olabilir. Ancak ekmeğin çalışma koşuluna bağlı olmadığı, "herkese ihtiyacına göre ve herkesten yeteneğine" göre ilkesinin geçerli olabildiği bir sistemde artık demokrasi yoktur. Çünkü azınlığın çoğunluğa uyma ve uydurulma mecburiyeti yoktur. Ve bu nedenle de zor yoktur. Bunun nasıl bir şey olduğunu tasavvur edebilmemizi bize dil sağlar. Her hangi bir dili konuşurken, sözcükleri herkes ihtiyacına göre ve yeteneği kadar kullanabilir. Dilin kelimelerini kullanımda, özgürlükler alemi vardır. Belli bir kelimeyi kullanmak için belli bir emek miktarına gerek yoktur.
8
“azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare tarzı” (Lenin) 11
Ama insanların hayatları boyunca kelimeleri diyelim ki sadece onar defa kullanma hakları olsaydı, on defadan fazla kullanımları tespit etmek, kullananları cezalandırmak için bir zora gerek olurdu. Yani dil, özgürlükler aleminden, zorunluluklar alemine geri düşerdi. Ya da belli sözcükleri kullanmak belli bir ücrete tabi olsaydı, dil de demokrasi alemine, zorunluluklar ve yaptırımlar alemine düşmüş olurdu. Bu, dildeki kelimelerin kullanımının sınırlanması veya ücrete tabi olması gibi, ilk bakışta okuyucunun "olur mu öyle şey?" diyebileceği saçma bir durumu gözlerimizin önünde sanal uzayda (“cyberspace”, daha bilinen deyimiyle İnternet) yaşıyoruz. Sanal Uzayda her hangi bir bilgiyi, bir yazıyı, bir müziği, bir resmi, yani dijitalize edilebilen her şeyi, yani görme ve işitme duyularıyla kavranabilen her şeyi (belki ilerde dokunma da simulasyonlarla bu kategoriye girebilir) (bir bilgisayarı olup internete fazla telefon masrafı kaygısı olmadan girebilen gelişmiş ülkelerin orta gelirli bir yurttaşı için olanaklı bir durumdur bu), pratik olarak ihmal edilebilir bir emekle, yani bilgisayarınızın tuşuna basıp kopyala emrini vermekle, yine pratik olarak ihtiyacınız ölçüsünde çoğaltıp kullanabilirsiniz. Sanal Uzay, en azından belli bir toplumsal kesim için, digitalize edilebilir nesneler alanında, zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler alemidir teorik olarak. Ama gözlerimizin önünde, sanal uzayın, tıpkı dildeki kelimelerin kullanımının ücrete tabi olması gibi, özgürlükler aleminden bir zorunluluklar ve yaptırımlar alemine çekilişini yaşıyoruz. Burjuvazinin bütün çabaları bu emeksiz çoğaltma ve kullanma olanağını, ekonomi dışı cebir aracılığıyla ortadan kaldırmaya, sanal uzayı, özgürlükler aleminden zorunluluklar alemine düşürmeye yöneliktir. Tıpkı dildeki kelimelerin kullanımını bir defayla sınırlamak, ya da belli bir ücrete tabi kılmak ve bir emek karşılığı yapmak gibi. Kapitalizmin dokunulmaz kutsal özel kişi mülkiyetiyle özgürlükler alemi bir arada yaşayamaz. Bir müziğin isteyence istenildiği kadar kopyalanıp dinlenebilmesi ve bunun yaratacağı toplumsal ruhsal zenginlik, o müziği yapanın bireysel maddi zenginliğine feda edilmektedir. Bu nedenle tıpkı bir kelimeyi kullanımın ücrete tabi kılınması gibi, kopyalamayı olanaksızlaştıran teknikler araştırılmakta, sanal uzay dışı zor aracılığıyla cezalandırmalarla, hükümetlerin kontrol çabalarıyla orası bir zorunluluklar alemi haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu durum, bu gün kullandığımız dildeki kelimeleri üretenlerin, ürettikleri kelimelerin başkaları tarafından kullanılmasını yasaklamalarına benzer. İnsanlık binlerce yıl böyle bir şeyi düşünmemiştir bile. Ama şimdi, bir çok firma kendi adının kullanımını patente bağlayarak böyle bir durum yaratmaktadır. Örneğin, yukarıda, "ekonomi dışı zor" kavramından esinlenerek, "sanal uzay dışı zor" diye bir kavram kullandık. Muhtemelen bu kavramı ilk kullananız. Bunun patentini alıp başkaları tarafından kullanılmasını yasakladığımız ve kullanmak isteyenin bize belli bir meblağ ödemesi gerektiği bir durum düşünelim. Tam böyle bir duruma denk düşmektedir bu gün gözlerimizin önünde oturtulmaya çalışılan sistem. (Buna karşı söz yerindeyse, şifreleri kıran, kontrolleri engelleyen programlar yazan (PGP); 12
paralı programların yapabildiklerini yapabilen ama pratik olarak bedava olarak isteyenin kullanımına sunan, tıpkı bir dil gibi kollektif bir ürün olan programlar yazan (Linux) sanal uzay devrimcilerinin çabalarıyla bir gerilla savaşı verilerek, insanlık için bu alan bir özgürlükler alemi olarak korunulmaya çalışılmaktadır. Bu eşitsiz güçler savaşı ne kadar sürdürülebilir? Bilinmez. Ama bu öncülerin tüm insanlık adına bir savaş verdikleri unutulmamalıdır.) Konumuz sanal uzayın ekonomi politiği olmamakla birlikte, demokrasinin özgürlükler aleminin berisinde, zoru zorunlu kılan bir alem olduğunu göze batırabilmek için; demokrasinin bir bolluk aleminde kullanılmaya kalkmasının ne kadar irrasyonel ve yoksullaştırıcı olduğunu göze batırabilmek için sanal uzayı ve dili bir örnek olarak aldık. Elbette bu sorunlar, henüz kendi dilini konuşma özgürlüğü için bir mücadelenin yürütüldüğü koşullarda çok anlamsız gibi de görülebilir. Bizlerin günlük hayatta karşılaştığımız zor ise, demokrasinin kendi içindeki, çoğunluğa uyma zoru, kıtlıktan doğan zor, emekten doğan zor değil, demokrasiye karşı bir zor. Yazının başında, demokrasinin tanımında iki gizli varsayım vardır demiştik. Zor ve özgürlükler. Özü itibariyle zor demokrasinin gerçekleşme koşuludur Ve sistem olarak özgürlükler alemi, demokrasi alemiyle ya da zorunluluklar alemiyle uzlaşmaz. Ama biçim olarak özgürlükler, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur ve zorla bir arada olamazlar. O halde gelecek yazının konusu: Demokrasi ve Özgürlükler. Demokrasi niçin özgürlükler olmadan olamaz? 07 Haziran 2000 Çarşamba
13
Demokrasi ve Özgürlükler İlk yazıda, biçimsel anlamıyla demokrasinin özünün zor ve yaptırım olduğunu, bu nedenle, “zorunluluklar aleminin ötesi” anlamıyla özgürlük ile demokrasinin bir arada bulunamayacağını; demokrasinin, emeğin ve yaptırımların olduğu yerde özgürlük olamayacağından söz etmiş, dil ve sanal uzaydan örneklemeler kullanmıştık. Bu yazıda ise, bu sefer de tersini savunacağız: demokrasi ancak özgürlüklerle var olabilir. Bu taban tabana birbirine zıt gibi görünen, (demokrasinin özgürlük ile uyuşamayacağı ve demokrasinin özgürlüksüz olamayacağı) önermeleri mümkün kılan, özgürlük kavramının farklı içerikleri ve kullanımlarıdır. Zaten demokrasi bahsinde, kafaların karma karışık olmasına yol açan, bir kavramın bir çok farklı anlamları ve kullanımları olmasıdır. Bu karmaşa en anti demokratik sistemlerin kendilerini demokratik olarak tanımlamalarını mümkün kılmıştır. * Özgürlük kavramı, Klasik Alman felsefesinde, "zorunluluğun bilince çıkması" olarak tanımlanır. Bu anlayışın kökleri, doğa bilimlerindeki ilerlemenin yarattığı iyimserlikten kaynaklanır ve aydınlanmacı burjuva karakterdedir. Daha önce Bacon tarafından formüle edilen, "doğayı itaat altına almak istiyorsanız ona itaat ediniz", yani doğa ancak doğa kanunları bulunup onlara uyularak kontrol altına alınabilir tarzındaki İngiliz ampirizminin bu formülasyonu, Alman felsefe geleneğinde daha sofistike bir ifadeye kavuşmuştur: “doğaya itaat etmek”, bir “zorunluluğu bilince çıkarmak” değil midir? İnsan doğaya itaat ederek onu itaat ettirebildikçe doğaya bağımlılığı artıp ondan özgürleşmemiş midir? O halde, “özgürlük zorunluluğun bilince çıkmasıdır!” Marks, klasik Alman felsefe geleneğinden gelen bir düşünür olarak, zorunluluk ve özgürlüğün bu ilişkisi anlayışından beslenmiş ama onu aşmış ve onların ilişkisini felsefi değil sosyolojik bir kavram olarak tanımlamıştır: bu anlamıyla özgürlük, artık zorunluluğun bilince çıkması değil, zorunluluklar aleminin ötesidir: yani zenginliklerin gürül gürül aktığı; emeğin ortadan kalktığı; çalışmanın bir zorunluluk değil, ruhsal ve bedensel bir ihtiyaç, bir oyun olduğu bir dünyanın; diğer bir ifadeyle, "komünist toplumun üst aşaması" denen toplumsal sistemin özünün tanımıdır. Özgürlüğün burjuva ufku içindeki kavranışında, özgürlük zorunlulukla bir arada, onun bilince çıkması olarak tanımlanırken, tarihsel maddecilikte özgürlük, zorunluluklar aleminin ötesindedir, ve onunla bir arada olamaz. 14
Burjuva ufkundaki özgürlük kavramı felsefi olduğu kadar tarih ve toplum dışıdır, Marksist özgürlük kavramı ise tarihsel ve toplumsaldır. Burjuva özgürlük kavramı felsefi bir kavramdır; Marksist özgürlük kavramı ise Sosyolojik bir kavramdır yani Tarihsel Maddeciliğin bir kavramıdır. * Ne var ki, özgürlük kavramı, Fransız toplumsal mücadeleler geleneğinde politik alana ilişkin haklar olarak da tanımlanmıştır. Yani düşünceleri ifade edebilme, onlar etrafında serbestçe birlikler oluşturabilme hakları olarak. Bu politik anlamıyla özgürlük olmadan, demokrasi mümkün değildir. Elbet bu özgürlük kavramının ardında, Fransız aydınlanmasının geliştirdiği, yine tarih ve toplum üstü, toplum ve insan kavramları vardır. Bütün feodal ve ataerkil bağlarından kurtulmuş, eşit ve özgür bireyler ve bunların toplu yaşamak için bir sözleşme yapmaları (Rousseau, “Toplumsal Sözleşme”) gibi. Ama bu tarih ve toplum üstü insan ve toplum anlayışı, özünde somut tarih ve toplum içinde modern burjuva toplumunun; kapitalizmin ortaya çıkardığı toplumun anlayışı ve gerçekliğidir. Demokrasinin ardındaki varsayım, çoğunluğun kendi çıkarının nerede olduğunu bildiği, kendi ihtiyaçları ve çıkarı hakkında en doğru kararları kendisinin verebileceğidir. Ama çoğunluk neye göre ve nasıl oluşabilir? Bu, her biri bir atom gibi ve bir toplumsal sözleşmeyle bir araya gelen bireylerin, kendi kendilerini yönetmesi, bir kabile halkının her somut sorunda köyün meydanında tartışıp karar vermesi veya zaten küçük topluluktaki herkesin eğilimleri ve ağırlıkları herkes için bilindiğinden, özel silahlı adamlar da olmadığından, bu eğilimlere göre hareket eden şeflerin veya ihtiyar heyetlerinin kendiliğinden demokrasisi gibi olamaz modern toplumda. Bunun yerine insanların temsilcileri seçilmelidir. Ama bu seçimler neye göre yapılacaktır? İnsanların on binlerce sorunu vardır. İnsanlar her sorunda çok farklı konumlarda da bulunabilirler. Dolayısıyla, çoğunluğun veya azınlığın oluşabilmesi, toplumdaki temel sorunlarda sistematik görüşler getiren partiler olmadan mümkün değildir. On bin farklı görüş etrafında bir demokrasi olanaksızdır, aksine böyle durumlarda, demokrasi gibi görünen şey, tek bir görüşün egemenliğinin örtüsü olur. O halde, bir örgüt içinde bile demokrasi, örgütün sorunları ve çözümleri hakkında sistematik görüşleri olan eğilimler ve bunların güçleri oranında yönetime yansıması olmadan mümkün değildir. Yani bir örgüt içinde eğilim ya da fraksiyon; bir ülkede de parti ya da herhangi bir örgüt kurma hakkı olmadan, fikir özgürlüğü bir kandırmacadan başka bir şey olamaz. Olamaz çünkü sistematik fikirler etrafında bir çoğunluğun oluşması, dolayısıyla bunların iradesinin yansıması olanaksız olur. Modern toplumda, demokrasinin tanımının özündeki, çoğunluk ve azınlıkların oluşabilmesinin başka hiç bir yolu olmadığı için, düşünce ve örgütlenme özgürlükleri olmadan demokrasi, yani "azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden idare şekli" olanaklı 15
değildir.Ama sadece bunun için değil, çoğunluğun ve azınlığın değişebilmesi ve yeniden üretilebilmesi için de gereklidir. Çoğunluk ve azınlık bir kere oluşunca hep öyle kalacak değildir, insanlar zaman içinde görüşlerini değiştirebilirler. Bu görüş değişimlerinin ve yeni görüşler etrafında yeni birliklerin oluşması da özgürlükler olmadan olmaz. * Ne var ki, buraya kadar yine, çoğunluk ve azınlık gibi, tarih ve toplum üstü kavramlar, biçimsel tanımlamalar alanındayız. Çoğunluklar ve azınlıklar; fikir sistemleri, partiler rast gele oluşmazlar. Onlar toplumdaki büyük toplumsal güçlerin eğilimlerini yansıtırlar. Demokrasi modern toplumda bu eğilimlerin politik alana yansıması için en elverişli, en az sürtünmeli, en az enerji kaybına; en az patlamalara yol açan koşulları sunar. Ama toplumsal eğilimler yasaklarla ortadan kaldırılamaz. Onlar var olurlar ve bir şekilde akacak damar bulurlar. Bu nedenle, en anti demokratik sistemde, en korkunç polis devletinde bile, politikaya egemen olanlar her şeylere kadir değildirler ve bir boşlukta hareket etmezler, var olan toplumsal güçlerin dengelerini kollarlar. Aynı durum partiler ve toplumsal örgütler için de geçerlidir. En güçlü sanılan örgüt liderleri bile, aslında, örgütlerinin destekçisi toplumsal eğilimlerin ve onların içindeki başka bölünmelere bağlı güçlerin dengelerini kollarlar. Bu gerçeklik çok sık unutulmaktadır. Örneğin bir politik örgüt ve onda ifadesini bulan toplumsal güç ve eğilimler hakkında, onun demokratik yöntemlere dayanıyor olup olmaması, bize hiç bir fikir vermez. Siyasi mücadele somut toplumsal güçler hakkında, onların ifade ettikleri eğilim ve güçler hakkında az çok doğru görüşleri gerektirir. Demokratik olup olamama ise, bir gücün toplumsal karakteri konusunda hemen hemen hiç bir fikir vermez, hatta çoğu kez yanıltıcıdır. Ezilenlerin ve haklı olanların daima demokratik olacağı, çocuksu bir var sayımdır ve tarihin ve toplumun çok düz ve yüzeysel bir kavranışına dayanır. Niye böyledir? Niye demokrasi ile, haklılık, ezilen hareketi olmak, demokratlık arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Bu da gelecek yazıların konusu. (Bir not: ilk başta çok soyut gibi görünen bu "Demokrasi Üzerine Yazılar" serisi, aslında son derece somut bir politik tartışmayla ilgilidir. Türk sosyalistlerinin ve Kürt muhaliflerin Kürt Ulusal Hareketi karşısındaki tavır ve eleştirilerinin ardındaki metodolojik yanılgılar ele alınmaktadır. Yani politik mücadelenin bir parçasıdır bu yazılar. Ama aynı zamanda, klasik Tarihsel Maddeciliğin unutulan, değer verilmeyen ya da yanlış bilinen görüşlerinin ifadesi olarak da, ortalığı kaplamış burjuva karakterdeki anlayışlara karşı bir ideolojik mücadeledir.) 15 Haziran 2000 Perşembe
16
Biçimsel ve Tarihsel Anlamıyla Demokrasi Eğer bir meraklı çıkıp da, 1960'lardan beri yayınlanmış bütün sosyalist yayınlarda geçen “demokrasi”, “demokrat”, “demokratik” gibi kavramların hangi içeriklerle kullanıldığını ve bunlardaki anlam ve içerik değişmelerini inceleseydi şöyle ilginç bir durumla karşılaşırdı. Biçimsel anlamıyla demokrasi, yani azınlığın çoğunluğa uyması ve bunun gerçekleşebilmesi için fikir ve örgütlenme özgürlükleri anlamında demokrasi, uzun yıllar sosyalist yazında hemen hemen hiç yer almaz. Hatta, 60'lı yıllarda, bu biçimsel anlamıyla demokrasi genellikle, "Filipin tipi demokrasicilik" gibi, "cici demokrasi" gibi biçimler altında, önlerine küçümseme sıfatları getirilerek kullanılmaktadır. 1970'lerin kitle hareketleri yükselişinde, Türkiye'de tarihinin en büyük kitlesel politikleşmesi ve radikalleşmesi yaşandığında da durum farklı değildir. Küçük Troçkist gruplar haricinde, her hangi bir örgütün ne programında, ne siyasi pratiğinde ne de iç işleyişinde biçimsel anlamıyla demokrasi diye, yani fikirlerin serbestçe ifadesi ve onlar etrafında birlikler kurabilme özgürlüğü diye bir sorun yoktur (ki bunlar olmadan demokrasinin gerçekleşemeyeceğini, çoğunluklar ve azınlıkların oluşamayacağını geçen yazıda ele almıştık). Siyasi bir program olarak, bu anlamda demokrasi, "Demokrasi sınıflar üstü değildir. Kimin demokrasisi olduğu önemlidir" denerekten geçiştirilir veya fiilen reddedilir. Pratikte de yoktur bu sorun. Hiç bir hareket egemen olduğu mahallede, demokratik bir sistem kurmaya, yani bütün fikirlerin özgürce ifade edildiği ve örgütlenebildiği bir düzen kurmaya kalkmamıştır. Bırakalım bunu, kimse, egemen olduğu alanda, başka sol akımların propaganda yapmasına, örneğin afiş, bildiri, gazete dağıtmasına bile müsaade etmemiştir. Fiili böyle durumlar olduğunda, somut güç ilişkilerinin sonucu olarak, katlanılması gereken bir durum olarak görülmüştür. Örgütlerin içinde eğilimler ve gruplar ve bunların ayrı platformlar halinde birbirleriyle yarışmaları gibi bir anlayış ise ihanet gibi görülürdü. Kimi örgütlerin iç tartışmalarını yürüttükleri bültenlerde ise, bireysel düzeyde görüşler yer alır, bu görüşlerin etrafında platformlar oluşması kabul edilmez, fraksiyonculuk ve bölücülük olarak değerlendirilirdi. Dönemin karakteristiği o dönemin en etkili ve kitlesel hareketi Dev-Yol'un yöneticileri, örgütün programı çerçevesinde farklı görüşlerin açıkça ifade edildiği platformlar, seçilmiş delegeler vs. ile oraya gelmemişlerdir. Kimse seçmemiştir onları. Diğer örgütlerdeki kadar olsun biçimsellik yoktur. Diğer örgütlerde en azından, delegeler seçilir, kongreler yapılır. Bu harekette bunlar bile yoktur. En demokratik olduğunu iddia eden hareket aslında, biçimsel anlamıyla demokrasiyle en az ilgisi olan, en manüplasyona uygun hareket durumundadır. Ama daha ilginci şudur. Bu durum kimseyi rahatsız etmez. 17
Evet, ne pratikte, ne teoride biçimsel anlamıyla demokrasi diye bir sorun yoktur, 60'lı ve 70'li yıllar boyunca. Ama bu yılların literatüründe, demokrat ve demokratik kavramlarının olağanüstü bolca kullanıldığı görülür. Ne var ki, bu kavramlar fikir ve örgütlenme özgürlükleri temelinde, azınlığın çoğunluğa uymasını kabul edenler anlamında değil; tarihsel ve sosyolojik olarak burjuva karakterde olanı tanımlama anlamında kullanılmaktadır. Politik literatürde, demokratik ve demokrat, genellikle tarihsel olarak burjuva karakterdeki değişimleri tanımlama anlamında da kullanılır. Örneğin, toprak sorunu, ulusal sorun burjuva demokratik karakterde sorunlardır. Pratik kullanımda, önündeki burjuva atılıp, demokratik veya demokrat olarak kullanım da yaygındır. İşte Türk solunun, 60'lı ve 70'li yıllar boyunca demokratik ve demokrat kavramlarını bu anlamda bolca kullandığı görülür, hatta sosyalist olmalarına rağmen, müttefiklerinden kopmamak için kendilerini de demokrat veya demokratik olarak tanımlamaktadırlar. Bir de bu güne bakalım. Bu günün sosyalist literatüründe ise durum tam tersine dönmüştür. Tarihsel ve sosyolojik anlamıyla demokratik ve demokrat yok olmuştur, bu kavramlar biçimsel anlamıyla demokrasiden yana görüş, kişi ve sistemleri tanımlamakta kullanılmaktadır artık. Tabii demokrasi de, en biçimsel anlamıyla, diğerlerinin kendisinden türediği temel kavram olarak tahta oturmuştur. Artık kimsenin tarihsel ve sosyolojik olarak, yani “burjuva karakterde” anlamıyla demokratik ya da demokrat olma diye bir sorunu yoktur, sorun biçimsel anlamıyla demokratik ve demokrat olmaktır. Tavırların temel ölçüsü budur. Bu en açık olarak, ulusal kurtuluş hareketleri karşısındaki tavırlarda görülür, 1960'ların ve 70'lerin dünyasında kimse, örneğin her hangi bir ulusal kurtuluş hareketini desteklemek için, onun biçimsel anlamıyla demokratik ve demokrat olması koşulunu aramamıştır. Onun tarihsel anlamıyla demokratik karakterde bir hareket olması, onu desteklemek için yeterli görülmüştür. Halbuki günümüzün dünyasında, örneğin Kürt hareketini desteklemek için onun tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik karakterini kimse anlamak bile istememekte, biçimsel demokrasinin kriterlerine uymadığı gerekçesiyle ondan destek esirgenmektedir. Örneğin, bir çok Türk sosyalistinin şu tür bir argüman ile tavır belirlediğini görüyoruz: "Biz ikisi de anti demokratik olan PKK ve Genel Kurmay arasındaki savaşta, iki olumsuzluktan birini seçme durumunda değiliz." Böylece, sözde üçüncü bir alternatif adına, biri ezen biri ezileni temsil eden iki güç arasındaki savaşta tarafsız kalınmakta, ama böyle bir savaşta tarafsızlık fiilen haksızın desteklenmesi, egemen olanın desteklenmesi anlamına geldiğinden, Genel Kurmay desteklenmektedir. Dikkat edilirse bu argümanda, demokratik olmak, tarihsel ya da sosyolojik anlamıyla değil biçimsel anlamıyla kullanılmaktadır ve PKK'nın tarihsel ve sosyolojik anlamıyla demokratik karakteri, gündemden düşürülmektedir. Elbette bu fiilen Genel Kurmayı destekleme tavrının demokrasinin bu farklı anlamlarının 18
karıştırılmasından çıkmadığı, aksine bu fiili tavrın günümüz dünyasının ideolojik atmosferine denk olarak kendini böyle ifade ettiği bir gerçektir. Ama niçin Türk şovenizmi kendini başka türlü değil de böyle ifade ediyor? Niçin artık tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik olmak ikna edici olmuyor? Niçin 60 ve 70'lerin dünyasıyla bu günkü dünya arasında böyle bir anlam ve vurgu kayması oldu. Bu kaymanın bir tarihsel ve sosyolojik anlamı var mıdır? Varsa nedir? Eğer varsa bundan ne gibi, programatik, stratejik ve taktik sonuçlar çıkarmak gerekir? Bu sorunlar Kürt hareketinin önüne ne gibi zorluklar ve olanaklar çıkarmaktadır? Bunları da gelecek yazılarımızda ele almayı deneyelim. Sezilebileceği gibi, demokrasi sorunu, eğer üzerinde biraz dikkatlice kafa yorulursa, sanıldığından çok daha karmaşık ve önemlidir. Ortalığı kaplamış harcı alem yargıların, yerleşik kanaatler ordusunun, mavi hikayelerin büyüsüne kapılmadan, demokrasi konusunu incelemeye devam edelim. 21 Haziran 2000 Çarşamba
19
Demokratlar Demokrat değildir; Demokrat Olmayanlar Demokrattır Biçimsel anlamıyla demokrasi, azınlığın çoğunluğa uyması ve bu azınlık ve çoğunlukların oluşabilmesi için fikir ve örgütlenme özgürlükleri; tarihsel ve sosyolojik anlamda demokrat ve demokratik: özünde burjuva karakterdeki dönüşümler ve hedefler karşılığında kullanılmaktadır. Aynı kavramın ve ondan türeyen kavramların bu farklı içerikleri ve bu içeriklerin kazandıkları ağırlıklar ve bunların tarihsel anlamı ve somut politika bakımından sonuçlarına da bu yazıda başlayalım. 1917 ile 1989 arası döneme baktığımızda garip bir paradoksla karşılaşırız. Tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik hareketlerin hiç birinin demokrasiyle ilgisi yoktur yani anti demokratiktirler; buna karşılık bu demokratik karakterli direnişlere karşı çıkan, onları ezmeye çalışanların hepsi biçimsel olarak demokratiktir. Demokratlar demokrat değildir; demokratik hareketleri bastıranlar, karşı duranlar demokrattır. Ekim Devrimi'nin ve İspanya'daki Cumhuriyetçi rejimin ilk dönemleri bir yana bırakılırsa, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde zirvesine çıkan demokratik karakterdeki hareketlerin hiç birisinin, ne biçimsel anlamıyla bir demokrasi kurmak, ne de bunu kendi içinde uygulamak diye bir derdi yoktur. Buna karşılık, bu demokratik hareketlerin hepsi, İkinci Dünya Savaşındaki faşizme karşı direniş hareketleri hariç, biçimsel olarak demokratik karakterdeki rejimlere karşı savaşmışlardır. Çin'in tarihin gördüğü en büyük köylü ayaklanmasını örgütleyen Komünist Partisi'nin ne içinde demokrasi vardı, ne de biçimsel olarak demokratik sistem kurmak gibi bir problemi; ama karşısındaki ABD bir demokrasiydi. Kenya bağımsızlık savaşçıları olan Mau Mau'ların da demokrasi diye bir sorunu ve pratiği yoktu; ama İngilizler dünyanın en köklü demokrasisiydi. Cezayir savaşını yapanların da yoktu ama Fransa da bir demokrasiydi. Ne Kuzey Vietnam'da demokrasi vardı, ne de güneydeki Vietkong gerillalarının demokrasi diye bir problemi; ama Vietnam halkını ezmeye çalışan ABD ise gerçekten az bulunur bir demokrasiydi. Daha geçenlerde, Lumumba'yı izi kalmasın diye asitte erittiklerini itiraf edenlerin Belçika'sı kıta Avrupa'sının klasik demokrasilerinden biriydi. İsrail'e kök söktürüp onu masaya oturtmak zorunda bırakan taş çocuklarının ve İslam'ı bayrak eden direnişin demokrasiyle ilgisi yoktur ama İsrail Orta Doğu'da yaşayan tipik bir Avrupa demokrasisidir. Daha ileriye gidelim. 12 Eylül öncesi dönemde, hiç bir hareket etkili ve egemen olduğu mahallelerde fikir ve örgütlenme özgürlüğü kurmak gibi bir kaygı taşımıyor ve kurmuyordu; ama onların yıkmak için uğraştıkları sistem, bütün Asyalılığına, keyfiliğine ve bütün hukuki yasaklara rağmen, örneğin hiç bir Arap ve Afrika ülkesiyle kıyaslanamayacak kadar fikir ve örgütlenme özgürlüklerine sahipti. Böyle bir dünyada, bütün sömürgeci ve egemenlerin demokratik, demokrasi diye problemleri olmayanların ise sömürgeci ve egemenlere karşı savaştığı bir dünyada, kimsenin bir 20
demokratik hareketi desteklemek için biçimsel demokrasi kriterleri aramak gibi bir sorunu yoktu. Çağın ruhu başka tellerden çalıyordu. Zaten bu çağ ruhu içindedir ki, ezilenlerin aynı zamanda biçimsel anlamıyla da en iyi demokrasiyi gerçekleştirmeleri gerektiği yolundaki, klasik sosyalizmin geleneklerine dayanan uyarı ve eleştiriler, zerrece yankı bulmamış hatta alayla karşılanmıştır. Ne var ki, burada çok garip bir durum, bir pardoks karşımıza çıkmaktadır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını ilke olarak kabul eden rejimdir demiştik. Ezilenler daima nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturduklarına ve elbette kendi çıkarlarının nerede olduğunu en iyi, yine bizzat büyük çoğunluğu oluşturan ezilenlerin kendileri bileceklerine göre; böyle bir sistemin ezilenlerin çıkarlarını korumak için ideal bir sistem olması gerekmez mi? O halde ezilen geniş kitlelerin biçimsel anlamıyla demokrasinin en uzlaşmaz savunucuları da olmaları gerekmez mi? Ama somut tarihe baktığımızda, yukarıdaki örneklerde de görüleceği gibi, en azından yirminci yüz yıl boyunca, ezilenlerin biçimsel anlamıyla demokrasi diye bir sorunlarının pek olmadığını görüyoruz. Bunun bir izahı gerekir? Niye böyle oluyor? Bu ezilenler bu kadar aptal mı? Niye kendilerinin çıkarına olmayan bir duruma düşüyorlar? Niye hep yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorlar? Sömürgecileri atıyorlar, ondan sonra onlara rahmet okutan kendi içlerinden çıkmış diktatörlerin egemenliği altına düşüyorlar? Bu bir kader mi? Bu onların yapısal bir özelliği mi, yoksa belli tarihsel koşulların bir ürünü mü? Yok eğer yapısal bir özelliği ise, ezilen çoğunluk demokrasiden yana olmadığına göre, bu aynı zamanda demokrasiye karşı bir argüman oluşturmaz mı? Ezilenler demokratik bir şekilde, yani çoğunluk olarak, demokratik olmamaya ayaklarıyla oy vermiş olmuyorlar mı? Eğer böyle ise, niye böyle yapıyorlar? Tarihsel ve sosyolojik anlamıyla demokratlar bu sorulardan kaçarlar. Demokratlığa sosyalizm yolunda değil, liberalizm yolunda veda edenler ise bu sorulara normatif ve soyut düzeyde cevaplar vermeye kalkarlar. Bu nedenle bu sorular sorulur ve cevaplar aranırken izlenecek yöntemin, metodolojinin aynı zamanda politik bir anlamı ve sonuçları vardır. Bu soruların cevabı, somut tarihsel süreçlerde, bu süreçlere damgasını vuran toplumsal güçlerin karakterlerinde bulunabilir. En çok unutulan hep bu basit metodolojik ilkedir. Her hangi bir toplumsal sorun gibi, demokrasi sorunu da soyut ve normatif tanımlar çerçevesinde anlaşılamaz. Nasıl olmaktadır da, büyük çoğunluğu oluşturan ezilenler, çoğunluğun çıkarlarını ifadeye en uygun sisteme böyle ilgisiz ve karşı bir durumda; buna karşılık; küçük sömürenler kitlesi, çoğunluğun çıkarlarını savunmaya en uygun sistemin savunusunun bayraktarlığını yapar durumda olabiliyor? 19. Yüzyılın sosyal mücadeleler tarihinde durum tam tersineyken, yani, ezilenlerin demokratik hareketleri aynı zamanda biçimsel anlamıyla da demokrasinin en büyük savunucularıyken; demokratik özgürlükler ve genel oy hakkı ezilenlerin mücadelelerinin daima temel sloganlarından biri olmuşken ve bu gün "batı demokrasisi" denen şey aslında bu mücadelelerin ürünü iken, nasıl oldu da ezilenler demokrasi bayrağını ezenlere kaptırdılar? Bu sorulara doyurucu cevaplar verilmeden bu bayrak tekrar kazanılamaz. Cevaplar ise, ancak somut tarihsel süreçlerde, güçlerde ve onların ilişkilerde bulunabilir. aynı zamanda 21
30 Haziran 2000 Cuma
22
Demokrasinin Özü: Azınlığın Çoğunluğa Uyması "Bir şeyi anlamanın en iyi yolu önce onu anlayamamaktır" diye bir söz vardır. Demokrasi konusunu da anlamanın en iyi yolu, o çok bilinen ve apaçık gibi görüneni anlayamamakla işe başlamaktır. Yirminci yüzyıl tarihine bakıldı ve şu sonuçla karşılaşıldı, ezilenlerin, haklı olanların, "tanrım beni baştan yarat" diyen ve daha baştan yenik olarak yaratılanların, bir iki istisna hariç, azınlığın çoğunluğa uyması ilkesi ve bunların gerçekleşmesi için özgürlükleri garantiye alan bir rejim kurmak gibi, yani demokratik bir rejim kurmak gibi bir dertleri olmaması ve kurmamaları. O zaman da şu sorular ortaya çıktı: Niye böyle? Bu insanlığın çoğunluğu olan alttakiler bu kadar aptal mı? Yoksa yine birileri tarafından kandırıldı mı? Kandırıldı ise kandırılmamanın yolu ne? Ya da bu özellik sadece yirminci yüz yılın tarihine has bir nitelik mi? Öyle ise bu niteliği ona neler vermektedir? Bütün bu soruların cevaplarının, yer yüzünden baskı ve sömürünün kaldırılması mücadelesi için, devrimci strateji için çok ciddi sonuçlar doğuracağı çok açıktır. Keza özellikle Kürt Ulusal mücadelesini değerlendirmek ve onun karşısındaki tavırlarla da yakından ilgilidir. Yani bu gibi sorular ve cevapları, hem programatik ve stratejik, hem de aktüel politika bakımından hayati önem taşımaktadır. Bilgi ve bilim, her zaman düzenli ilerleyen bir ordu gibi, adım adım fethederek ilerlemez. Bazen derinlemesine akıncı hücumları yapar; bazen ilerlemek için muazzam yığılmalara ihtiyaç duyar, bazen sonradan geri dönüp fethetmek için, fethedilmemiş alanlar bırakır arkasında, hızını kesmeme amacıyla. Şimdi yukarıdaki sorulara cevap verebilmek için de, önce o sorulardan, o konulardan uzaklaşmak gerekiyor. Tıpkı bir engeli aşmak için, geriye gidip hız almak gibi. Dikkat edilirse, bu pehlivan tefrikasına dönen demokrasi üzerine yazılar serisinde, sık sık böyle yapmak gerekmiştir, farklı soyutlama düzeylerine ilişkin kavramları ve anlamları ayırabilmek için. Bu nedenle sık sık genellikle bir önerme söylenmiş, sonra da zıttı söylenmiştir. Örneğin önce demokrasi ve özgürlüğün bir arada bulunamayacağı; sonra da demokrasinin özgürlüksüz olamayacağı söylendi. Önce demokratların demokratik oldukları, sonra da demokratik olmadıklarını söylendi. Bu yazı boyunca daha böyle çok önermelerle karşılaşılacak. Örneğin demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasıdır denildi, ilerde bunun aksi iddia edilerek, demokrasinin gelişmesi çoğunluğun azınlık hakkında karar alma hakkının sınırlandırılmasıdır denilecek. Demokrasi ve diktatörlüğün aynı şey olduğu söylenecek, ama sonra kalkıp demokrasi ve diktatörlüğün birbirinin zıddı olduğu söylenecek. İlk bakışta saçma gibi görünen, böyle bir birine zıt önermelerin art arda doğru önermeler olarak sıralanmasının nedeni aynı sözcüğün farklı anlamlarını vurgulamak ve bu anlam 23
kaymalarının somut sınıf mücadelelerinde nasıl kullanıldığını, bu anlam kaymalarının bizzat bir karşı tarafı ideolojik olarak silahsızlandırma aracı olduğuna dikkati çekmektir. Tabii bu aynı zamanda Hegel, Marks, Clausewitz gibi büyük diyalektikçilere bir öykünme ve onların anızını tazelemeyle ve günümüzün moda akımlarına karşı bir duruşla da ilgilidir. Bu yazıda da, yine önce söylenmiş bir önermenin zıddı söylenecek. Çoğunluğun azınlığa uymasının hep demokrasinin BİÇİMSEL VE GENEL anlamı olduğunu söylenmişti, bu sefer de, tam zıttı, onun ÖZÜ olduğun söylenecek. Ve ancak bu uzaklaşma yapıldıktan sonra tekrar çoğunluğun niye bu çoğunluk idaresine bigane kaldığı sorusuna dönülecek. * Daha ilk yazının ilm cümlesinde, “demokrasi en genel ve biçimsel anlamıyla azınlığın çoğunluğa uyması prensibini kabul eden rejimdir” denildi. Burada "genel ve biçimsel" ayrımları, ondaki azınlığın çoğunluğa uyması ilkesinin pek önemli olmadığı veya onun özüne ilişkin bir nitelik olmadığı şeklinde anlaşıldı. Bu genel ve biçimsel ayrımına vurgu, demokrasiye yüklenen anlamlar; demokrasiyle ilgili talepler ve uygulamaların somut sınıf mücadeleleri dışında anlaşılamayacağı, bizlere demokrasi üzerine yürüyen mücadelelerin özünü anlamak bakımından hiç bir ip ucu vermeyeceğini vurgulamak için yapılıyordu. Bizlerin demokrasi üzerine tartışmalarının ancak somut toplumsal güçler ve onların çıkar ve konumları bağlamında anlaşılabileceğini vurgulamak için, bu genel ve biçimsel vurgusu yapılıyordu. Ne var ki, biçim aynı zamanda özdür. Her şey zıddına döner, öz biçim, biçim öz olur. Somut tarihsel ilişkiler içinde biçimsel bir anlam kazanan bu çoğunluk azınlık ilişkisi, çarpıtmalarından arındırılmış, saf, soyut, kavramın hareketi olarak, demokrasinin özüdür. "İnsan anatomisi maymun anatomisinin anahtarıdır" diye bir söz vardır. Yani bir olgunun ya da kavramın özüne, onun en gelişmiş ve en mükemmel biçiminde; en saf halinde varılabilir, ve ancak ondan sonra geri biçimler anlaşılabilir. Ama bu saf hali demek, onun tarihsel sürecin çapılmalarından soyutlanması da demektir. Örneğin ilk kabileler arasındaki değiş tokuş yapıldığı an ürünler mala dönüşmeye başlar; varoluşun yeni bir biçimi ve onun kendi iç yasaları ortaya çıkar, ama bu yeni öz, binlerce yıl boyunca genelleşerek, kapitalizmde her şeyin bir mal haline dönüşmesi durumunda; genel mal üretiminde, bu en yetkin biçiminde, en saf biçiminde gerçek özünü açığa vurur: bu öz: onu o yapanın içindeki yoğunlaşmış emek miktarı olduğudur. Ama düşünce, bu tarihsel olanı, yine ancak tarihsel çarpıtmalardan arındırılmış haliyle, karamın kendi iç dönüşümlerinin hareketi olarak ele almak zorundadır, zaten düşüncenin hareket yasaları yani diyalektik de aslında bundan başka bir şey değildir: tarihsel çarpmalardan soyutlanmış haliyle kavramların hareketi ve özünün ortaya çıkışı. Demokrasi'ye de aynı şekilde yaklaşılmalıdır. Demokrasinin özü olan azınlığın çoğunluğa uyması, tarihsel çarpılmalar içinde, biçimsel bir nitelik kazanır, gerçek anlamını yitirmekle 24
kalmaz gerçekleşemez olur. Ama ancak yok olmasının arifesinde, en mükemmel, en gelişmiş şeklinde, o biçim gibi görünen, bir öz olarak ortaya çıkar. Nasıl? Sınıfsız bir toplum düşünelim, sadece sınıf değil, cins, ulus ve başka ayrımlar da yok. Bütün bunlar için özel mülkiyet ve iş bölümü de yok. İnsanları dezavantajlı durumlara düşüren azınlıklar da yok. Örneğin herkes sağlıklı, sakatlar da yok. Bu toplumun bir tek özelliği var: Zenginlikler gürül gürül akmıyor. Bu toplumda “herkese emeği kadar” yani “çalışmyana ekmek yok” ilkesi geçerli olacaktır, “herkese ihtiyacı kadar” değil. Herkese emeği kadar olan yerde ise, kimsenin emeğinden fazlasını almaması için bir yaptırım, bir zor, yani özgürlüğün zıttı olarak demokrasi olacaktır. Ve bu demokrasi siyasi olarak, azınlığın çoğunluğa uymasında ifadesini bulacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyma zorunluluğunun olmadığı yerde özgürlük olabilir. Azınlığın çoğunluğa uymaması sorunu, demokrasi aleminin içindeki bir sorun değil, dışındaki bir sorundur; özgürlükler ve demokrasi alemlerinin özlerine ilişkin bir sorundur. Demokrasi, azınlık çoğunluk ilişkisi olarak özünü ancak özgürlük aleminin eşiğinde gösterebilir, ve o eşikten içeri adımını atamaz, attığı an kendi zıddına döner, azınlıklar ve çoğunluklar yok olur. Tarihsel bakımdan en geç gelen veya gelebilecek olan, çünkü insanlığın öyle bir noktaya kadar yaşayabileceğine dair bir emare yok, demokrasinin özü, mantıki bakımdan, en başa alınmalı ve analiz oradan hareketle yapılmalıdır. Tıpkı Marks'ın kitabının en başında metayı, modern toplumda her şeyi belirleyen duruma geleni, ele alıp analiz etmesi gibi. Ancak bundan sonra somut tarihsel hareket yeniden, yine ilk elde tarihsel çapılmalarından arındırılmış olarak ve giderek de tarihsel çapılmalarıyla birlikte inşa edilebilir. Zor, yaptırım, kıtlık, azınlığın çoğunluğa uyması. Demokrasinin özü bunlardır. Artık bundan sonra, örneğin sakatları, yaşlıları ve çocukları koyabilirisiniz analizinize; örneğin genel olarak henüz büyük bolluk olmaması anlamında değil de, kelimenin gerçek anlamında kıtlık, yani açlık ve ölüm tehlikesi olarak kıtlığı koyabilirsiniz, insanlığın on binlerce yıl yaşadığı. O zaman demokrasi modelinizde, yaşlılar kurda kuşa yem edilecek; çocuklar fazlaysa tanrılara kurban edilecek; insanlar birbirini yiyebilecektir. İnsan kavramı, çoğunluk azınlık kavramı anlamlarını yitirecektir. Burada, artık tıpkı fizikte, büyük hızlarda veya çok küçük alanlarda olduğu gibi başka kuvvetler, başka yasalar devreye girer. Örneğin on binlerce yıl insanlık tarihinde veya tarih öncesinde olduğu gibi, zayıfların korunması değil, en güçlülerin ayakta kalabilmesi için, onların yok edilmesi gerekir, böyle yapmadığı takdirde insan türü devamını sağlayamazdı. Böyle bir topluma sınıf kavramını katıp, ilişkinin bununla birlikte ne olacağını analiz etmeyi deneyin, bu kavramı katamayacağınızı görürsünüz. Böyle bir kıtlıkta artı ürün olmadığından sınıflar oluşamayacaktır. O halde emek üretkenliğini yükseltmeniz gerekecektir. Burada artık çocuklar yerine koyunlar kurban edilecektir, insanlar birbirini yemeyecektir, tam artık gerçekten demokrasinin kıyısındasınızdır. Ama o emek üretkenliği nasıl yükselmiştir? İş bölümüyle. İş bölümü alış veriş demektir. Yani şu meta (mal) denen şey ortaya çıkmış ve insanlık tarihi bu sefer onun, adeta bir toplum ve 25
doğa yasası gibi görünen değer yasalarının etkisi altına girmiştir. Ticaret, eşitsiz değişim, zenginliklerin ortaya çıkışı ve belli ellerde toplanışı. Ve sınıflar ortaya çıktığında, eşitlik, yani emek ürünlerinin emek ölçüsünde eşitçe üleşimi yok olur. Artı sorun zenginliklerin ele geçirilmesi ve korunmasıdır büyük sömürülen çoğunluğa karşı. Artık sınıf mücadelelerinin yasaları egemendir, bir kıtlık toplumunda eşitliği sağlamanın değil. Mücadele demek savaş demektir. Ama savaşın da kendi yasaları vardır ve artık onların egemenliği başlar. Savaş, karşı tarafa kendi iradesini dikte ettirmektir. Bu ise güç demektir. O halde güç toplama, kullanma; karşı tarafı dağınık tutma sanatıdır. Ve bu böylece gider. Görüldüğü gibi, o demokrasinin özü, toplumsal eşitçe dağıtım için, azınlığın çoğunluğa bağlı olması artık yok olmuştur. Hatırlanması ve hayal edilmesi bile mümkün değildir artık. Ama bu soyut model, aslında insanlık tarihinin, sapmalardan arındırılmış genel gidişi değil mi? Sonra bir gün insanlar gelmiş bu demokrasiyi tekrar hatırlayacak bir emek üretkenliği düzeyine ulaşmıştır. Ama sınıf mücadelelerinin, metanın, savaşın yasaları, bu mahşerin atlıları hala tozu dumana katıyor ve egemenliklerini sürdürüyorlar. İşte burada, demokrasi, bir hedef ve uygulama bile olduğunda, daima bu mücadelelerin bu yasaların bir aracıdır, henüz kendisi yoktur. O ancak özel mülkiyetin olmadığı, sınıfsız bir toplumda, meta üretiminin olmadığı bir toplumda, savaşın olmadığı bir toplumda gerçekleşebilir. Bunların olduğu toplumda, demokrasi bu mücadelelere hizmet ettiği veya hizmet etmediği ölçüde var olabilir, yani sadece biçimsel ve genel bir anlamda. Demokrasiyi uygulamak veya bayrak edinmek savaşın yasalarına tabidir artık. İnsanlar, ya da toplumsal gruplar bu savaşta kendi çıkar ve konumlarını güçlendirdikleri için demokrasiyi savunurlar veya ona karşı dururlar. Bu nedenle, demokrasi üzerine yürütülen her tartışma ve mücadele, başka bir mücadelenin biçimidir, bu tartışmalarda söylenenlere ve hatta yapılanlara bakılarak, güçlerin gerçek konum ve çıkarları hakkında hiç bir fikir edinilemez. Demokrasi denen siyasi kategori de, diğer ahlaki kategoriler gibi, kendi başına bir amaç değildir. Mücadeleye güç veriyorsa, karşı tarafın kafasını karıştırıyor veya onu bölüyorsa toplumsal gruplar demokrasiden yanadırlar. Böylece daire kapanır. Demokrasinin sadece genel ve biçimsel olarak var olabilir ve özü savaştır. Çünkü onun bir aracıdır artık. Bu nedenle demokrasi genel ve biçimsel anlamıyla ancak günümüzün somut mücadeleleri içinde anlaşılabilir. Demokrasinin özü, sınıfların, metanın, azınlıkların olduğu yerde savaştır. Demokrasi bu savaşın sadece bir biçimidir. Ama bu savaşta, kimin haklı olduğu, kimin ezilenler tarafında olduğu konusunda bize bir fikir vermez. O halde, demokrasi sorununa ancak, ezilenlerin mücadelesine hizmet edip etmediği açısından yaklaşılabilir, tarih ve toplum üstü bir kategori olarak değil. Soyut bir varsayım olarak, kategorik düzeyde, Demokrasi ezenlere hizmet ediyor ve onların egemenliğini korumaya yarıyorsa, ezilenlerin baskıdan kurtulmak için demokrasiyi reddetmeleri reddedilemez. Demokrasi kendi başına tarih ve toplum üstü bir kategori veya hedef değildir. O ancak ezilenlerin kurtuluş mücadelesine yararlı olduğu ölçüde doğrudur. 26
Peki ne zaman ve niçin doğrudur? İşte bunun cevabını somut tarihte aramak demek, aynı zamanda o yazının başındaki sorulara da cevap aramak demektir. 13 Temmuz 2000 Perşembe
27
Sorulmayan Sorular ve Sözde Açıklamalar Sınıflı toplumda demokrasi her zaman sınıflar savaşının bir aracıdır. Savaşan güçlerin çıkar ve konumlarına hizmet ettiği ölçüde demokrasi istenmiş ve uygulanmıştır. Bu dün böyleydi, bu gün de böyledir ve yarın da böyle olacaktır. En demokratik gelenekli geçinen ülkelerin bile, işler biraz sıkışınca, demokratik sistemi kurtarma adına en anti demokratik sistemlere geçişleri; en anti demokratik tedbirleri almaları hiç değişmeyen bir kural olmuştur ve olacaktır. Demokrasiyi, tarih ve toplum üstü bir kategori olarak bir hedef olarak ele aldıklarını ilan edenler için de bu değişmez. En az anlaşılan konu bu olmasına rağmen, teorik olarak bu noktada sorun yoktur. Sorun şuradadır: demokrasi ilke olarak azınlığın çoğunluğa uyması olduğuna göre ve de yer yüzündeki çoğunluk ezilenler olduğuna göre, niye ezilenlerin böyle bir rejim diye pek dertleri olmamıştır? Ya da söyle formüle edelim: demokrasi, ezenlere karşı savaşlarında, ezilenlere hizmet eden bir araç olması gerekmez mi? Nasıl oldu da durum hep tersi oldu? Niye böyledir? Bu soruyu nedense kimse sormuyor, bu soruya yol açması gereken olguları kimse alt alta sıralamıyor. Niçin Vietnam halkının demokratik karakterli direnişi demokratik bir sisteme dayanmaz da ABD'nin bu demokratik harekete karşı savaşı demokratik bir sisteme dayanır? Benzeri durumların bütün yirminci yüz yıl boyunca adeta bir saat intizamıyla tekrarlanmasına rağmen, böyle bir sorunun sosyalistlerce sorulmaması bir rastlantı mıdır? Rastlantı değildir ve yirminci yüzyılda sosyalist hareketin özünde demokrat, yani burjuva ufkunun ötesine geçemeyen küçük burjuva karakterde olmasıyla ilgilidir, yani sosyalistler aslında kendini sosyalist sanan demokratlar oldukları için; yani sorunun bizzat konusu oldukları için böyledir, ama şimdilik bu konuyu bir tarafa bırakalım. Bu soru böyle kategorik olarak sorulmamaktadır ama tek tek hareketler ele alındığında yapıla gelen tipik açıklama şudur: aslında ezilenler demokratik bir sistem de istiyorlar ama onların hareketinin başına geçen bir lider veya parti bu özlemleri bastırarak kendi iradesini dayatıyor. Yani önderlikler (partiler veya liderler) yığınları tezgaha düşürmektedir. En sofistike gibi görünen açıklamalar, özünde bundan daha fazlasını söylememektedir. Önderler (Kişiler veya partiler) ile kitleler, sınıflar arasındaki ilişki, kaba bir benzetmeyle alt ve üst yapı ilişkisine benzer. Son duruşmada belirleyen nasıl maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminin biçimiyse; yığınlar belirler önderliklerin kalitesini. Önderliklerin yığınları kandırdığı açıklaması, bu ilişkiyi baş aşağı getirir ve işin ilginci önderliklere olağan üstü yetenek ve güçler atfeder. Ne var ki, en azından ortada kandırılmadan öte, gönüllü olarak kandırılmayı isteme gibi bir durum olduğu görüldüğünde; ya da önderliğin aslında temsilcisi olduğu hareketin eğilim, karakter ve özlemlerini yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı teslim etmek zorunda 28
kaldığında, bu sefer de diğer uca zıplanır ve o harekete damgasını vuran kitlenin kültür ve eğitim düzeyinin bunu gerektirdiği türden; aslında egemenlerin ırkçılığına argüman olabilecek bir sonuca ulaşılır. Bu sefer de önderliklerin o hareket üzerindeki etkileri sıfıra iner. Örneğin Rusya'da Ekim devriminin prestiji üzerine oturmuş bürokratik kastın varlığının ve ideolojisinin, demokratik hareketleri örgütleyen sosyalist partilerin ideolojisi üzerindeki etkileri ve bunların sonuçları kaybolur. Bu gün Kürt ulusal hareketi karşısında, gerek Türk sosyalistlerinin bir kısmından, gerek bu hareketin Kürt muhaliflerinden, gelen bütün eleştiriler yukarıda ifade edilen iki uç arasında sallanırlar. Bunun bir değir versiyonu, en azından yirminci yüzyıl tarihi için, Stalinizm denen ideolojiyle açıklamadır. Yani “bu hareketler, Stalinist ideolojinin Ekim devriminin prestiji üzerinde yükselen etkisi nedeniyle böyle demokrasiye ilgisizdirler; Stalinizm bir bürokratik kastın diktatörlüğünü işçilere karşı haklı gösterebilmek için bu demokratik gelenekleri tahrif veya yok etmiş ve sosyalizm namı altında sosyalizmle ilgisiz, onu revize eden bambaşka bir ideoloji geliştirmiştir.” Tarzındaki açıklamadır. Bu yaklaşımın mantıki sonucu şudur. Eğer bu hareketlere, Stalinizmin ne olduğu anlatılsa, bir bunu kavrasalar tekrar demokratik geleneklere döneceklerdir. Ne var ki, bu açıklama da son duruşmada, yığınların kandırıldığı açıklamasının daha sofistike bir versiyonu olmaktan öteye gitmez ve aynı baş aşağı duruşla maluldür. Yığınların karşısında sanılanın aksine bir çok seçenek vardır. Her zaman Stalinistlerden başka partiler, başka eğilimler gruplar da ola gelmiştir. Onlar da her zaman başka alternatifler sunmuşlardır. Nedense o yığınlar onlara değil de Stalinistlere yönelmişlerdir. Demek ki ortada yine kandırma veya yanılsamalarla açıklanamayacak, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş gibi bir durum söz konusudur. Demokrasi diye bir sorunu olmayan Stalinist ideoloji, tam da bu demokratik karakterdeki devrimci hareketlerin ihtiyaçlarına uygun bir teori sunuyor olamaz mı? Demek ki, kandırma veya yanlış anlama teorisi bizlere hiç bir açıklama getirmez. Aksine, yirminci yüzyıl boyunca niçin bütün demokratik hareketlerin demokrasi diye bir derdinin olmadığı sorununu açıklanamaz kılar. Bu eleştirilerin birinci metodolojik hatası, diyalektik olmamaları ise, ikinci büyük yanılgısı sınıfları ve sınıf mücadelelerini görmezden gelmeleridir. Hiç bir demokratik hareket veya genel olarak bir toplumsal hareket bir tek sınıftan oluşmaz; bir diktatöre, bir sömürgeci devlete veya bir egemen sınıfa karşı savaşan güçlerin kendi aralarında da bir savaş vardır sürekli; her dış savaş aynı zamanda bir iç savaştır; sadece ülkeler için değil; toplumsal sınıflar ve hareketler için de böyledir bu. Sırf işçi hareketinde bile bu kural değişmez. İşçi vardır işçi vardır. Ezilen ulus hareketinde de, ezilen cins hareketinde de, her harekette egemenlere karşı savaşanlar kendi aralarında da bir savaş yürütürler. Ve bu savaş sadece ezenlere karşı değil, ezilenler arasında da çok eşitsiz koşullarda yürür. 29
Sorunun cevabı dünya tarihinin genel gidişi içinde özellikle yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı tarihsel eğilimler ve sınıf ilişkileri ve onların karakterlerinde aranmalıdır. Bu genel tarihsel kaneva ve onun içinde sınıfların karakterlerinin oynadığı rol gelecek yazının konusu olsun. 29 Temmuz 2000 Cumartesi
30
Demokrasi, Köleler ve Genel Oy Sınıfsız bir toplumda, demokrasi, toplumda hak eşitliğini sağlamanın, yani "çalışmayana ekmek yok"u; bireylerin toplumla ilişkisini düzenlemenin bir aracı iken, sınıflara bölünmüş bir toplumda, sınıf savaşının bir aracıdır. Dolayısıyla bütün savaş araçları gibi savaşın hedeflerine hizmet ettiği ölçüde kullanılır. Bir aracın işlevleri ile onun yapısı arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bir kalem ile yemek pişiremez ve bir tencere ile yazı yazamazsınız. Taş yerinde ağırdır. O halde, demokrasi bir araç da olsa, azınlığın çoğunluğun aldığı kararlara uymasını kabul eden idare şekli olduğuna; ve de her zaman ezilenler çoğunluğu oluşturduğuna göre, sağ duyu, demokrasinin sınıf savaşımında ezen azınlıkların değil; ezilen çoğunlukların kullanabileceği bir araç olmasını; ezen azınlıkların bunu ezilen çoğunluğa karşı kullanamamasının doğal sonuç olmasını düşünmeyi gerektirmez mi? Gerektirir. Ama yirminci yüzyıl tarihine baktığımızda ortaya başka bir manzara çıkıyordu: ezilenler hiç bir şekilde demokratik sistemler kurmuyorlardı; aksine bütün ezenlerin sistemleri demokratikti. Bu çelişkinin bir izahı gerekiyordu. O zaman şu olasılıklar gündeme geliyordu. 1) Olgular yanlış bir ışık altında görülmektedir, aslında yirminci yüzyılda da ezen azınlık demokrasiyi bir araç olarak kullanamamaktadır, sadece olgulara bakış açımızı değiştirmek, onları başka bir ışık altında görmek gerekmektedir. Yani olgu düzeyinde, en azından demokrasinin sınıf savaşında ezen azınlığın kullanabileceği bir araç olmadığı önermesi geçerliliğini sürdürmektedir ve olgular da bunu kanıtlamaktadır. 2) Yirminci yüzyıldaki ezilenler adına kurulmuş, ezilen çoğunluğun ayaklanmalarıyla kurulmuş rejimler, aslında ezilen rejimleri değildir. Zaten demokrasi ezen azınlıklar tarafından kullanılamayacağı için bunlar demokratik rejimlere sahip olmamışlardır. Biz bu rejimleri iddialarıyla değil, gerçek yaptıklarıyla değerlendirmeliyiz. 3) Demokrasi çoğunluğun çıkarlarını korur ama o çoğunluk çıkarlarının nerede olduğunu bilirse, bu günkü toplumda ise ezilenler cahildir, kandırılmaya uygundur, medya zenginlerin elinde toplanmıştır vs.. Bu gibi nedenlerle demokrasi ezilen çoğunluğun çıkarlarını korumak için bir araç olamamaktadır ve tam da bu sayede onu ezenler bir araç olarak kullanmaktadır. Yirminci yüzyılda çelişki gibi görünenin anahtarı buradadır. Bu yaklaşımların her birinde çok ciddi bir gerçek payı bulunmaktadır ve her biri bilmecenin çözümünün bir parçasıdır. Birincisinden başlayalım. 31
Demokrasi, bu gün bile, azınlığı oluşturan egemenler tarafından ezilen ve sömürülen çoğunluğa karşı bir araç olarak kullanılamamaktadır. Eski Yunan ve Roma demokrasisi ile bu günkü demokrasi arasında hiç bir temel fark yoktur. Her ikisi de kölelere dayanmaktadır. Sınıflı bir toplumda, demokrasinin ancak kölelere dayanarak, egemenler arasında var olabildiği ilkesi geçerliliğini korumaktadır. Sorun bunu görebilecek bir bakışla ilgilidir. Gerek tarih öncesinde, gerek tarih boyunca ve hızla yok olmakla birlikte bu gün bile, sınıfsız toplumlar kendi içlerinde toplumsal ilişkileri düzenleyen kendiliğinden bir demokrasi yaşamışlardır ve yaşamaktadırlar. Köylerin büyük bir bölümü, göçebeler ve avcılar, kendi içlerinde kendiliğinden sınıfsız toplum demokrasisi yaşarlar. Alevilikten, Alman Mark'ına , Rus Mir'ine, Zapatistaların yerli konseylerine kadar bin bir biçimiyle bu ilkel demokrasi varolmuştur ve gerek modern, gerek antik çağda görülen sınıflı toplum demokrasilerinin bile kaynağında bunun kalıntıları bulunur. Eski Yunan ve Roma demokrasisi de bu ilkel sosyalist gelenek üzerinde var olabilmiştir. Medenileşmek ve sınıflı topluma geçiş, hemen daima, eski demokratik geleneklerin tasfiyesiyle atbaşı gider. Klasik Yunan, Roma veya İslam veya her hangi bir kavmin uygarlaşması tarihi, bu genel eğilimi doğrulamaktan başka bir şey yapmaz. Kent (Site, Medine), sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçişin kozasıdır. Eski Yunan demokrasisinin sınıflı ve sınıfsız toplum dönemi birbirinden ayrılmalıdır. Yunan ve Roma'da sınıflı topluma geçtikten sonra, bir süre daha bu demokrasi geleneği sürebildiyse, bu, yurttaşların toplu halde bir köleci kast oluşturmalarıyla mümkün olabilmiştir. Köleler ve pleplerin hiç bir hakkının olmamasıyla ve onların emeğinden ve ticaretten artı değer transferiyle elde edilen artı ürünle sağlanan bir refah sayesinde bu demokrasi sadece yurttaşlar için geçerli olabiliyordu. Bunların hiç birinde bu gün anladığımız anlamda genel oy geçerli değildi. Yani ezilen çoğunluğun zaten hiç bir hakkı yoktu, köleydi. Modern tarihte de durum değişmedi. Burjuvazi demokrasi dediğinde hiç bir zaman genel oy hakkını kastetmedi. Biliyordu ki, nüfusun çoğunluğunu oluşturan, ezilenler bu hakkı kullanarak kendilerine istediklerini dikte ettirebilirlerdi. Bu nedenle, oy vermek hep belli bir gelir grubundan olmak, belli bir miktar vergi vermek gibi, son duruşmada ezilen çoğunluğu sistemin dışına iten ve sadece ezen azınlık arasında demokrasiyi mümkün kılan sınırlamalarla mümkün oldu modern toplumda. Bu nedenle de, bütün 19. yüzyıl boyunca, işçilerin ve ezilenlerin temel sloganlarından biri, genel oy hakkı oldu. Zengin ülkelerde genel oy hakkına dayanan demokrasinin yaygınlaşması yirminci yüzyılda ve özellikle de onun ikinci yarısında söz konusudur. Ama bu da tarihin özgül bir gidişi sonucu; genel oy ve demokrasi için mücadele eden ileri ülkelerdeki işçilerin birer köle sahibine dönüşmesi ile mümkün olabilmiştir Bu biraz eski Roma'da, Romalılığın, sadece patricilere değil, örneğin bütün Roma ve İtalya'da yaşayanlara genişletilmesine benzer. Yani zengin ülkelerdeki işçiler ve diğer ezilenler bir bakıma köleci yurttaşlar haline gelebildikleri için, yine zenginler arasında bir demokrasidir bu. Bunu görebilmek için, dünyaya, ulusçuluğun ufkunu aşarak bakmak gerekmektedir. Ama 32
ulusçuluğun yarattığı ön yargılar bunun görülmesini engellemektedir. Ezilen çoğunluğun yine oy hakkı yoktur, yine azınlık belirlemektedir. Bir insan niye Romalı ya da Brahman olmadığı için toplumun yönetiminde söz sahibi değildir, bu bize bu gün insanlık dışı görünür. Ama aynı şeyi, yani bir ABD veya AB vatandaşı olmadığı içini, olağan kabul ederiz. Bunu normal kabul edişimizi sorgulamayı aklımızdan bile geçirmeyiz. Belli ulusların yurttaşı olmanın belli haklara sahip olmasını normal karşılıyoruz. Budur bu günkü demokrasilerin aslında birer köleci demokrasi olduğunun görülmesini ve sanki bütün zengin ülkelerin gerçekten demokratikmiş gibi görülmesine yol açan. Bir ABD veya diğer zengin bir ülkenin aldığı kararlar bütün insanlığı etkiliyorsa bu kararların alınmasına bütün insanlığın katılması gerekmez mi? İşte, ulus denen şey aracılığıyla bütün insanlar bundan dışlanıyor ve bunu olağan karşılar hale geliyor. Şunu demeyi kimse akıl etmiyor. "ABD'de doğmuş olmak veya öyle bir ananın babanın çocuğu olmak nasıl sizi bu haklara ve beni bunu belirleme hakkından mahrum etmeye yol açar? Bu eski köleciliğin devamı değil mi? Genel oy aslında bir kandırmacadır, sadece zengin ülkelerin yurttaşları için geçerlidir." Burjuvazinin genel oyu zengin ülkelerde kabul etmek zorunda kalmasıyla, oralardaki işçilerin de birer köleciye dönüşmeleri çakıştığı için; yani zengin ülkelerin ezilenleri de birer ezen haline dönüştükleri için, demokrasi ezen azınlığın bir aracı olabiliyormuş gibi görülmektedir ulusal bakışın prizmasında kırılarak. Bunun için yapılması gereken ilk şey, ulusal devleti tek olası biçimmiş gibi görmekten kurtulmak ve yeryüzünde bütün insanların bir gemide olduğunu; bir kararın sonuçlarına katılmak zorunda olanların, o kararın alınmasına katılma haklarının olduğunu düşünmek gerekmektedir. ABD'nin veya Avrupa'nın aldığı ve kendisinin bütün hayatını belirleyen kararlarda, niye bir Hintlinin söz hakkı olmasın? Daha önce başka yazılarda da değinildiği gibi, uluslar ve ulusçuluk; ırkçı ve köleci ayrımcılığın bir aracıdır artık. Bu mekanizmayla insanlığın çoğunluğunun genel oy hakkının, demokratik haklarının olmadığı görülmemektedir. Demokrasi de zenginlerin demokrasisi olmaya devam etmektedir ve hala demokrasiyi zenginler tüm kapsamıyla ezilenlere karşı bir araç olarak kullanamamaktadırlar. Evet genel oy yine ezilenlerin temel talebi olmaya devam ediyor. Ama ulusçuluğun yanılsamalarından kurtulmuş olarak. Ulusal olanla politik olanın çakışmasını öngören ilkeyi reddetmek, genel oyu talep etmenin; bu köleciler demokrasisine son vermenin bir görünümünden başka bir şey değildir. 04 Ağustos 2000 Cuma
33
Bir Paradoks Geçenlerde İlhan Selçuk "Yanıtsız temel soru!" başlıklı yazısında şöyle diyordu: "Portekiz kırk yıllık Salazar, İspanya kırk yıllık Franco faşizminden sonra iyis kötü endüstride bir düzeye ulaşarak demokrasiye açılımı gerçekleştirdiler, kırk yılını çok partiyle yaşayan Türkiye nal topluyor" Ya da şöyle: "Batı sanayileşme devrimini demokratik çok partili rejim sürecinde mi yaptı? Yoksa sanayileşme devrimini gerçekleştirdikten sonra mı, çok partili demokrasiye geçti?" Bunlardan çıkarılması gereken sonuç, demokrasi ile sanayileşme ve modernleşmenin bir arada olamayacağıdır. Ancak böylesine bir sonucu açıkça çıkarıp savunamayacağı için, burjuva nitelikteki dönüşümler anlamıyla demokrasi ile, bir rejim olarak demokrasinin, aynı sözcükle ifade edilmelerine dayanarak, bir kelime oyunuyla bu çıkmazdan çıkmayı şöyle deniyor: "Oysa ülkemizde tek partili rejim faşizm değildi; çünkü içeriği bakımından "demokratik devrim"di, bir İslam ülkesinde teokratik düzenden laik düzene geçişin "aydınlanma süreci"ni gerçekleştiriyordu." Yani biçimsel olarak demokratik olmayan bir sistem tarihsel olarak demokratik (yani burjuva) karakterde dönüşümler yapmıştır demektedir. Bunu bu şekilde açıkça ifade etmekten korktuğu için de; tek partili rejimi açıkça demokratik olmayan bir rejim olarak nitelemekten ise, faşizm gibi aşırı ve o rejim için kullanılması gerçekten tartışmalı bir kavramı kullanarak (örneğin bonapartizm gibi bir kavram çok daha fazla uyardı) tarihsel anlamlı demokrasi sözcüğünü, rejim biçimine ilişkin ve faşizmin zıttı bir kavram gibi koyuvermektedir. O halde bu ifadeyi kelime oyunlarından arındırdığımızda denilen şudur: "Türkiye'de tek partili rejim, biçimsel olarak demokratik olmamakla birlikte, içeriği bakımından, başardığı tarihsel görevler bakımından demokratikti." Aynı yazıda biraz altta şu önerme bulunmaktadır: "Çok partili rejim, Türkiye'de demokrasiyi değil, karşı devrimi gündeme getirdi." Yani "demokrasi de karşı devrime yol açar"ın utangaçcası. Bu önermelerden çıkarılması gereken sonuç, modernleşmenin, ya da tarihsel bakımdan demokratik karakterdeki dönüşümlerin demokrasiyle bir arada olamayacağıdır. Aydınlanmacı İlhan Selçuğun, İkinci Frederik veya Katerina gibi yine bir aydınlanmacı despot olan Abdülhamit ile aynı şekilde düşünmesi bir rastlantı olmasa gerek. 34
Örneğin Abdülhamit resmi İngiliz gazetesi Times'e şöyle der: "Beni Hürriyete muhalif görenler yanılıyorlar. Kullanmasını bilmeyen bir memlekete hürriyet vermek, kullanmasını bilmeyen birine tüfek vermeye benzer. Herif babasını, anasını, kardeşlerini öldürür. Sonra döner kendi kendisini vurur." (V.P. Programı, 1954) Yüz elli yıl kadar sonra, Kemalist İlhan Selçuk, kavramlarla oynayarak aslında aynı mantığı ifade ediyor. Bu yazı serisinin diline çevirirsek, denilenin özü şudur: modernleşmemiş bir toplumda, demokrasi ezilen çoğunluğun bir aracı olamaz. Onlar bunu hangi yönde kullanacaklarını bilemezler veya kandırılırlar. Örneğin İlhan Selçuğun formüle ettiği gibi "Karşı Devrimi" iktidara getiriverirler. Onun için bu çoğunluğun aydınlatılması, eğitilmesi, çocukluktan çıkarılması gerekir. Abdülhamit bunun için okullar açıyordu; İlhan Selçuk da sanayileşme ve eğitimle olacağını söylüyor. * Ama biz gerek mantıken, gerek olgulara ilişkin olarak, şöyle bir sonuca ulaşmıştık.: "Demokrasi, ezen azınlıklar tarafından ezilen çoğunluğa karşı kullanılamaz." Tabii burada demokrasi derken, genel oyun ve her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünün olduğu bir rejimi kastediyoruz. Buradan da şu sonuç çıkar: demokratik olmayan rejimler azınlıkların rejimleridir. Böylece demokrasi, bize bir rejimin gerçekten ezilenlerden yana olup olmadığının şaşmaz ölçüsünü sunar. Bir ülkedeki iktidarın ezilen çoğunluğa hizmet edip etmediğini anlamak istiyorsanız o ülkedeki rejime bakın; demokrasi yoksa ezen bir azınlığın egemenliği vardır orada. Halbuki bu yazı serisinin başlarında, tamamen buna karşı bir önermeden hareket ediyorduk; "demokrasinin bir toplumsal gücün karakteri konusunda bize bir ip ucu veremeyeceğini" söylüyorduk. Örneğin, bütün tarihsel olarak demokratik karakterdeki hareketlerin hiç birinde demokrasi olmadığını; eğer öyle olsaydı, bunların egemenlerin hareketleri, partileri, rejimleri olduğunu kabul etmek gerekir, diyorduk. Bu iki çıkarsama da, genel olarak hem tarihsel olgular hem de mantıki bakımdan doğrudur ama birbiriyle çelişmektedir. Biri doğruysa diğerinin doğru olmaması gerekir. Bunun pratik politika bakımından bilinen bir sonucu şudur: Örneğin Kürt Ulusal hareketinin demokratik bir işleyişi olmadığı söylenmektedir. Bundan pek ala, dolayısıyla Kürt Ulusal Hareketinin, ezilenlerin bir hareketi olmadığı; öyle olsaydı demokratik işleyişleri olması gerektiği gibi bir sonuç çıkarmak gerekmektedir. Bundan da politik tavır olarak, örneğin Türk devleti ile Kürtler arasındaki savaşta "tarafsızlık" sonucuna kolayca varılabilmektedir. Kürt muhalefeti de bütünüyle bu mantığa dayanmaktadır. Bütün çabaları, ulusal hareketin demokratik olmadığını kanıtlama, dolayısıyla, onun ezilen bir ulus ve insanların hareketi olmadığını, bir kişi veya azınlığın diktatörlüğü olduğunu kanıtlama noktasında toplanmaktadır. Eğer bu mantık doğru ise, bütün dünya ve yirminci yüz yılın tarihini yeniden gözden 35
geçirmek gerekmektedir. Demek ki, ne Çin devrimi, ne Vietnam, ne Küba, ne Yugoslavya ezilen ulus ve halkların ezilen emekçilerinin veya onların eğilimlerini yansıtan devrimler değil, bir takım parti bürokratlarının veya kişilerin veya azınlıkların iktidara gelişleridir. Şimdiye kadar hep boşuna bunları desteklemişiz. Ha Nikson ha Ho Şi Ming; ha Çan Kay Şek veya Amerika ha Mao. Ha PKK ha Genel Kurmay. Al birini vur ötekine. Açıkça ifade edilmemekle birlikte, bu gün yaygın anlayış budur. Eğer bunun tersi olan önerme doğru ise, yani, demokratik ve modernleşmeci hareket ve rejimlerin demokratik olmayabileceği; olduğu takdirde bunun sömürgecilerin ve egemenlerin işine yarayabileceği önermesi doğru ise, (ki tarihsel olgular bunun doğru olduğunu gösteren bir çok örnek sunuyor). O zaman da pek ala ezilen çoğunluktan yana, ama demokratik olmayan rejimlerin ve aksine demokratik ama ezilen çoğunluğa karşı sistemlerin olabileceğini dolayısıyla, yapıyla işlevler arasında sanıldığı gibi zorunlu bir ilişki olmadığını kabul etmek gerekmektedir. Ama eğer yapı ile işlevler arasında böyle bir ilişki yoksa, o zaman demokrasi talebinin anlamı kalmamaktadır. Eğer yapı ve işlevler arasında zorunlu bir ilişki yoksa, yani demokratik olamayan bir sistemi pek ala ezilen çoğunluk için kullanmak veya bunun tersi mümkünse, işçi sınıfının burjuva devlet cihazını parçalamasının da gereği yoktur; işçiler de bu cihazı kendi amaçları için kullanabilirler sonucunu çıkarmak da gerekecektir. Açıkça ifade edilmemekle birlikte 60'lı ve 70'li yılların egemen anlayışı buydu. Aslında bu iki tavır da hiç bir zaman yukarıda özetlenen mantık sonuçlarına gidecek bir cesareti gösterememektedir ve felsefe geleneği olmayan bu ülkenin düşünce dünyasında eklektik olarak sunulmaktadır. Diyelim somut PKK konusunda belli bir tavrı koyanlar, bunu Çin, Vietnam, Küba ve diğer ulusal kurtuluş savaşlarına genelleyecek cesareti gösterememektedirler. Dolayısıyla kendilerini bir iç tutarsızlığa mahkum etmektedirler, tarihin ve toplumsal olayların kavranışında. Aynı tutarsızlık ve korkaklık diğer uçta da daha az değildir; eğer demokrasi ile egemen sınıflar arasında bir ilişki yok ise, yani demokratik bir rjim egemen azınlık tarafından yapısal olarak kullanılmamaya yapısal olarak elverişli değilse, demokrasi istemi anlamsızdır sonucunu hiç biri çıkarmamaktadır. Çıkaranlar da bu noktada suskunluğu yeğlemektedir. Ama bunun bir adım ötesi de, yapı ve işlevler arasında bir doğrudan bağ olmadığı önermesidir ki, buradan da, Paris komünü tipi devletin gerekli olmadığı sonucuna kolaylıkla ulaşılabilir. Ve bu tavır ve anlayışlar sadece zaman içinde birbirini izlemezler, günümüzde olduğu gibi, aynı zaman içinde bir arada, karşılıklı etki ve tepki içinde bulunurlar. Okuyucu fark edecektir ki, bu iki tavır, aktüel politika bakımından, İkinci Cumhuriyetçilerle (Liberallerle) Birinci Cumhuriyetçilerin (Kemalistlerin) tavırlarıdır; Bu suyasi kavramları sınıfların diline çeirirsek: Burjuvazinin ve Bürokrasinin. Ama sadece Birinci ve İkinci Cumhuriyetçilerin farkı değildir bu; 60'lar ve 70'lerle, 80'ler ve 90'lar ideolojik ikliminin ve solculuğunun da farkıdır bu görüşler. 36
ÖDP gibi partiler, İkinci Cumhuriyetçilerin kavrayış ve varsayımlarına dayanarak politika yapmaktadır ve İkinci Cumhuriyetçilerle aynı var sayımlara dayanarak Kürt hareketi karşısındaki tavrını belirlemektedir. Buna karşılık, daha ziyade radikal solcu hareketler, İlhan Selçuk'larda ifadesini bulan metodolojik yaklaşıma sahiptirler. Yani kemalist Bürokrasinin. Tavırlara somut politik sonuçlarıyla değil, dayandıkları varsayımlarla metodolojik olarak bakıldığında; örneğin Kürt hareketini kararlılıkla destekleyen ve Kemalizm'e en çok saldıran radikal Türk sol hareketleriyle; Kemalistlerin aynı varsayımları ve kavrayışları paylaştığı; buna karşılık yine, Kürt ulusal hareketini daha açıktan destekleyen İkinci Cumhuriyetçilerle, bu harekete mesafe koyan ve gizli bir düşmanlıkla yanaşan ÖDP'nin de aslında aynı varsayımları paylaştığı görülür. Böylece Kürt hareketi açısından ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Ülke çapındaki politikada desteğini ikinci cumhuriyetçilerden alırken; sosyalistlerin İkinci Cumhuriyetçilerle aynı metodolojik varsayımları paylaşanları en karşı olanları; tersine ülke çapında en inkarcı ve baskıcı politikaların destekçileri birinci cumhuriyetçilerdeyken; sosyalistler arasındaki en büyük destekçiler metodolojik düzeyde onlarla aynı var sayımları paylaşanlardan çıkar. Çoğunluk ve demokrasi konusundaki bu paradoksun nereden çıktığı ve çözümü yaşanan değil yaşanabilecek bir tarihte bulunabilir, yaşanan tarih ancak yaşanmamışların ışığında anlaşılabilir. 12 Ağustos 2000 Cumartesi
37
Demokrasi ve Gerçek Tarih Yaşadığımız dünyanın iğrençliğini, sefaletini, rezaletini kavrayabilmek için bu dünyaya hayal gücünün aynasından bakmak gerekir. Bu aynayı bize yaşanmış bir uzak geçmiş ve yaşanması olası bir şimdi verebilir Yaşanmış uzak geçmiş, bütün insan toplumlarının bir zamanlar yaşadığı sınıfsız toplumun dünyasıdır. İnsan bu özlemi Cennet olarak, bu günkü dünyanın iğrençliğini kavrayabilmek ve umut ilkesini koruyabilmek için, yaşatagelmiştir. Sınıfsız toplumu ve insanlığın çocukluğunu sembolize eden masum ve bilgisiz ve de dolayısıyla günahsız insanın, Adem ve Havva’nın cenneti ile (ki o zamanlar cehennem de yoktur); uygarlığın yaratığı, ölümden sonra gidileceğine inanılan, sınıflı toplumun, padişah saraylarına benzeyen, bir çürümeyi sembolize eden; bir hayal gücünden yoksunluğun ifadesi olan; gerçekliği hayalin yerine geçiren, hurili, gılmanlı, kevser şaraplı ve de sultanların zindanları gibi cehennem korkulu cenneti birbirine karıştırmamak gerekir. Masumiyetin ve günahsızlığın cenneti, o ilkel sosyalist toplumlar, bu gün bile bizlerin nasıl insanlıktan çıkmış olduğumuzu kavramamızın ölçülerini sunmaya devam eder. Bu nedenledir ki, vülger Marksistlerin aksine, bütün büyük Marksistler, modern toplumun eleştirisinde onu bir ölçü olarak almakla kalmazlar, benzer eğilimleri ifade eden romantik eleştiriyi hayranlıkla kabullenirler. Kapitalist toplumun sefaletinin en başarılı tasvir ve eleştirilerini genellikle muhafazakar ve gericilerin (Balzac gibi) yapması bir rastlantı değildir. Ancak, ilerlemenin ve kapitalizmin zaferlerinin kör hayranları bu eleştirinin değerini kavrayamaz. Ne var ki, gerçekliğin sefaletini kavramak için gerekli ışığı bize, sadece uzaklarda kalmış bu geçmişin dünyası değil; yaşanması olası bir dünya da sağlayabilir. Bu olmadan da, gerçek tarihin yalpalama ve geri gidişleri; “ilerlemedeki gerilemeler” kavranamaz. Bunun için de, tarihi dümdüz giden zorunlu bir süreç olarak değil, olası tarihlerden biri olarak kavramak gerekir. Ancak böylece içinde yaşadığımız tarihin, akıl ve insanlık dışılığı kavranıp, ona yüksek bir tepeden bakılabilir. Yaşanan tarih yaşanması olası tarihlerden sadece biridir. Bu tarihin yaşanması mukadder değildir. İnsanlığın bütün problemleri gibi demokrasi sorununun da paradoksları son duruşmada gelir yaşadığımız tarihin kör düğüm oluşunda toplanır. Nedir tarihin bu kör düğüm oluşu? Bunu bir analojiyle açıklamayı deneyelim. Devrim, o güne kadar bağrında gelişilen koşulların, gelişimin önünde bir engel olması ve bu engel haline dönüşen kabuğun çatlatılmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle, her doğum bir devrimdir, bu nedenle Marks devrimden sık sık bir doğum analojisiyle söz eder. Ama doğadan da biliyoruz ki, bir çok doğum gerçekleşmez, yeni olanın gücü o güne kadar 38
içinde geliştiği kabuğu parçalamaya yetmeyebilir. Örneğin, bir çok durumda, küçük yavrular yumurtanın kabuğunu kıramaz. Veya bazen havsalanın darlığından doğamaz. Bu takdirde ana da çocuk da ölür. Evren aynı zamanda doğamamış yıldızlar mezarlığıdır da. Ya da bazen bebek “ters gelir”, ayakları önde gelir, bu takdirde bebeği çevirmek gerekir. Çevrilemez ise, çocuğun da annenin de hayatı tehlikeye girer. Marks, sosyalizm çocuğunun normal bir doğumla, yani başı önde yani öncelikle gelişmiş ülkelerdeki devrimlerle, dünyaya geleceğini umuyordu. Burjuva devrimlerinin batı Avrupa’da o sıralar dünyanın en gelişmiş ülkelerinde gerçekleşmiş olması böyle bir beklentiyi besliyordu muhtemelen. Sosyalist devrim gelişmiş ülkelerde olsaydı; veya örneğin Rusya gibi geri bir ülkede olan Ekim devrimi daha sonra ileri ülkelerdeki devrimle desteklenseydi, bu insanlık tarihi ve sosyalizm çocuğunun dünyaya gelmesi bakımından normal bir doğuma karşılık düşerdi. Ne var ki, sosyalizm çocuğu dünyaya ayakları önünde geldi ve başının öne geçeceği bir durum almadı, yani ileri ülkelerde sosyalist devrimler olmadı. Hatta tersine, sosyalist devrimler, Ekim Devrimi’nin Rusya’sından bile daha geri ülkelere yayıldı. Ayakları önde geliş iyice geri döndürülemez bir özellik kazandı. İşte çağımızın bütün yanılsamaları ve paradokslarını yaratan bu sosyalizmin ters gelişinden başka bir şey değildir. Bu ters gelişi tek olası tarihmiş, yaşanması zorunlu tek tarihmiş gibi görmek, yaşanan tarihin insanlık dışılığının kavranmasını engeller. Normal bir doğumun hayali olmadan bu günün tarihini ve karşımıza çıkan sorunları kavramak olası değildir. Bu gün bizlerin bütün enerjisini, dikkatini alan sorunlar, karşılaştığımız içinden çıkılmaz gibi görünen paradokslar, hepsi son duruşmada bu ters gelişin yarattığı komplikasyonlardan başka şeyler değildir. Bir an için normal bir doğumla sosyalizm çocuğunun dünyaya geldiğini var sayalım. Yani, örneğin, Ekim devriminin yirmilerin başında bir Alman devrimiyle, o olmadı yirmi altıda bir İngiliz devrimiyle, o olmadı yirmi dokuzun bütün gelişmiş ülkeleri saran buhranının yol açacağı yeni bir Alman veya Amerikan devrimiyle, o olmadı otuzlar Fransa veya İspanya’sının devrimiyle desteklendiğini var sayalım. Böyle olsaydı, bu sosyalizm bebeğinin dünyaya başı önde gelmesi bizlerin hayatını kaplayan bütün sorunları yok ederdi. Demokrasi, eşitlik ve refahın bir arada bulunuşunun çekiciliğinin insanlığın yolunu nasıl açacağını kavramak için, kapitalizmin bu günkü eşitsizlik ve bir parça demokrasiyle bile nasıl bir çekim gücü oluşturduğunu görmek yeter. Bu, kısa zamanda, bütün dünyanın sosyalist olması demek olurdu. Bu örneğin son elli yıla damgasını vurmuş ulusal kurtuluş savaşlarının hiç var olmaması demek olurdu. Bu bugün, açlığı ve yoksulluğu yenmiş, savaşların olmadığı, isteyenini istediği yere gidebildiği, bambaşka, artık hayal etmeyi bile unuttuğumuz başka bir yaşam tarzının ve değerlerin dünyası olurdu. Nasıl ulusal kurtuluş savaşları ve demokratik devrimler olmayacaksa, bunların ortaya getirdiği, bu gün bütün tartışmaları dolduran sorunlar da olmazdı. Bu yazı serisinde sürekli dikkati çektiğimiz paradokslar: Demokratik hareketlerin anti demokratikliği, zengin ülkelerin 39
demokratikliği; demokrasinin azınlığın egemenlik aracı olamayacağı; ama ezilen çoğunlukların demokratik rejimler kurmamaları; yani ezilenler ve demokrasi arasındaki bu günkü kopukluk olmazdı. Devrim, demokrasi, refah ve sosyalizmin, insanları şimdi şaşkına çeviren bu günkü karşı karşıya gelişleri; bu yazı serisini tartıştığı sorunlar olmazdı. Demokrasi konusundaki paradoksların sırrına yaşanan tarihin anlaşılmasıyla varılabilir; yaşanan tarih ise; yaşanabilecek tarihlerin aynasında anlaşılabilir. 27 Ağustos 2000 Pazar
40
Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları Şimdiye kadar Demokrasi konusunu, iki soyutlama düzeyinde ele aldık: ya sınıf ayrılık ve çelişkilerinden soyutlayarak, örneğin sınıfsız toplumların olmuş ya da olası ilişkileri bağlamında, bir çoğunluk ve azınlık ilişkisi olarak ele aldık; ya da bir adım daha atarak, sınıflı toplumlarda ezilen ve sömürülen çoğunluk ve ezen ve sömüren azınlığın birbiriyle ve demokrasiyle ilişkileri bağlamında. Böyle ele aldığımızda da, örneğin demokrasinin ezen ve sömüren azınlığın egemenliğinin bir aracı olmaya uygun olamayacağı ve gerçek tarihte de olamadığı sonucuna ulaşmıştık. Ama bunun yanı sıra ezilenlerin de, demokrasiyi ezenlere karşı bir mücadele aracı olarak pek kullanamadıkları gibi bir olguyla karşılaşmıştık. Dolayısıyla bu paradoksun açıklanmasına sıra gelmişti. Bunun için de bu paradoksun, nasıl bir tarihsel sürecin sonucu olarak ortaya çıktığını araştırdık ve bunun, doğumda bir ters gelişin komplikasyonları olduğu sonucuna vardık. Ne var ki paradoksu, bir tarihsel perspektife oturtma, komplikasyonların kaynağını bize göstermekle birlikte, bunların nasıl bir mekanizma ve işleyişle ortaya çıktığı sorunu hala ortadadır. Bu cevabın ip ucunu, bizzat yine bize bebeğin ters gelmesi benzetmesi sağlar. Bebeğin ters gelmesi demek, İşçi Sınıfının, kapitalizmi aşabilecek olan sınıfın, devrim yapamaması dolayısıyla, ağırlığın demokratik ve ulusal karakterdeki hareketlere kayması demektir. Demokratik ve ulusal karakter demek ise, her şeyden önce, küçük burjuvazi ve köylülük demektir. Dolayısıyla, ezilen çoğunluk ve ezen azınlık ilişkisini ele alırken, ezilen çoğunluk içindeki, işçiler köylüler, küçük burjuvazi gibi ayrımları kavramsal araçlarımız arasına katmamız gerekmektedir. Paradoksun işleyiş mekanizmalarının sırrı, ezilenlerin arasındaki ayrımlardadır. Bu ayrımlara ilişkin kavramsal araçlara baş vurmak gerekmektedir. Şimdilik, kolaylık olması bakımından, ezen azınlığı burjuvazi ile, ezilen çoğunluğu da İşçi Sınıfı ve Küçük Burjuvazi ile sınırlayalım. Bunların ilişkilerinin durumuna bakalım. Sınıfları belirleyen, burjuva sosyolojisinin yaptığı gibi gelir düzeyleri değil, onların iktisadi ilişkiler içindeki konumlarıdır. Bu konumlara baktığımızda, var olan toplumda, iki tür iktisadi ilişki görülür. Geçmiş toplumun yadigarı olan iktisadi ilişkiler; modern toplumun ilişkileri. Modern toplumda iki temel sınıf vardır: İşçi sınıfı ve burjuvazi. Yani kapitalizm sadece işçi sınıfı (iş gücünü satanlar) ve burjuvazi (üretim araçlarını elinde bulundurup iş gücü satın alıp artı değere el koyanlar) ile mümkündür. Yani memurlar, küçük köylüler, esnaflar, rantiyeler olmadan da bir kapitalizm mümkündür ve bu aslında en ideal kapitalizm olur. 41
Sınıfsal konumu gelir durumu belirlemez dedik. Gelişmiş ülkelerin bir işçisi, gelir durumu ve yaşam kalitesi itibariyle pek ala geri bir ülkedeki 40-50 işçi çalıştıran, kelimenin gerçek anlamıyla bir burjuvadan çok daha üst bir durumda olabilir. Bu birinin burjuva, diğerinin işçi olma gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bir de modern üretimle doğrudan ilişkisi olmayan (örneğin memurlar) ya da geçmiş üretimin yadigarı (köylüler, küçük dükkancılar, esnaflar) tabakalar vardır. Bunlara küçük burjuvazi deniyor. Klasik el kitapları, küçük burjuvazinin, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki gri bölgeyi doldurduğunu ve ikisi arasında yalpaladığını söyler. Ne var ki, bu tanım daha ziyade batı Avrupa’nın klasik gelişimini ve gelirlere göre bir konumlanmayı ifade eder. Batı Avrupa’da sanayileşme döneminde, gelir ve yaşam düzeyi bakımından gerçekten de küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer alıyordu aynı zamanda hem emekçi hem de üretim araçlarının sahibi olması nedeniyle de böyle bir ara bölgeyi dolduruyordu. Ancak bu günkü dünyada, bu değerlendirme ve şema artık yetersizdir. Gelir düzeyi bakımından, dünya ölçüsünde baktığımızda, işçi sınıfının gelişmiş ülkelerdeki çekirdeğinin, geri ülkelerin ve bu ülkelerdeki ezilenlerin çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvalarından daha yüksek bir yaşam ve gelir düzeyinde olduğu ortadadır. Aynı şekilde, aşağı yukarı ülkelerin içinde de böyle bir durum vardır. İşçi sınıfının örgütlü çekirdeği, küçük burjuvaziden daha iyi bir durumdadır. Bu durumun, klasik şemalara sığmayan ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının, bu toplumu aşma yeteneğindeki çekirdeği ve zümreleri, sistemle uzlaşıp, onun içinde sınırlı iyileştirmelere yani reformizme yönelmektedir; artık toplumun önüne bir projeyle çıkmaz, kendini savunmaya yönelir. İşçi sınıfının alt ve örgütsüz tabakaları ise, daha ziyade toplumsal konumları ile işçi olmakla birlikte ruh durumlarıyla daha köylü bir karakter gösterirler. Dolayısıyla bu tabakaların radikalliği de, küçük burjuva radikalizminin damgasını taşır. Ama sadece işçilerin alt kesimleri değil, küçük burjuvazi dediğimiz kesimlerin de büyük bir bölümü, işçilerin çekirdeğinden, hatta işçilerden daha yoksul olduğu için, radikalleşme eğilimi gösterir. Yani işçi sınıfının çekirdeği reformistleşirken, küçük burjuvazi radikalleşir. Bu ise, görünüşte, klasik, küçük burjuvazinin burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer aldığı ve yalpaladığı genel şemaya uymaz. Aksine, gerek dünya, gerek tek tek ülkeler ölçüsünde, sağda burjuvazi, ortada küçük burjuvazi, solda işçi sınıfı şeklindeki şemaya hiç uymayan bir gerçeklikle karşılaşılır. Evet sağda kabaca gene burjuvazi vardır, solda ise, klasik şemaya aykırı olarak, işçiler değil, küçük burjuvazi ve işçilerin alt tabakaları vardır. Ortada ise işçi sınıfının reformist çekirdeği. Bu tabloda, klasik tablodaki işçi sınıfına dayanan modern sosyalizmin yeri yoktur. Bu gün bütün dünyadaki siyasete bu tablo damgasını vurmaktadır. Bütün dünyada, radikal demokratik hareketlere, küçük burjuvazi, reformist hareketlere de işçi sınıfı damgasını vurmaktadır. Tekrar edelim, iktisadi konumlar ve bundan çıkan siyasi tavırlara göre: soldan sağa doğru, işçiler, küçük burjuvazi, burjuvazi ya da sosyalist, radikal, liberal tayfının yerini; küçük burjuvazi, işçiler burjuvazi, yani kızıla boyanmış bir radikalizm, reformizm ve 42
liberalizm tayfı almıştır. Küçük burjuvazinin bu “kızıla kayma”sı ve toplumsal muhalefetlere damgasını vurması demek, ezilen çoğunluğun hareketlerine, dolayısıyla onların demokrasiyle ilişkilerine küçük burjuvazinin damgasını taşıması demektir. Bu damganın niçin demokratik sistemler kuramadığı ve uygulayamadığının sırrını ise bize sınıfsal bölünmelerin aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir bölünmeyi de yansıttıkları noktasından anlaşılabilir. Toplumsal konuma göre sıralamada, burjuvazi hep sağdadır. Ama tarihsel ve kültürel konuma göre, burjuvazi, küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alır. Bu konumlanış, nedenleri ve demokrasi konusundaki sonuçları da gelecek yazının konusu olsun. 01 Eylül 2000 Cuma
43
Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı Geçen yazıda, kolaylık olsun diye, üç temel sınıfı, yani burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfını, iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından ele almış ve bu ilişkinin, yer yüzündeki işçi sınıfının bölünmesi nedeniyle, nasıl bir yer değiştirmeyle sonuçlandığına dikkati çekmiştik: Burjuvazi (liberal), küçük burjuvazi (radikal), işçi sınıfı (sosyalist) biçiminde de ifade edilebilecek klasik konumlanış yerini, burjuvazi (liberal), işçiler (reformizm, sosyal demokrasi) ve küçük burjuvazi (kızıla boyanmış radikalizm) şeklinde bir konumlanışa bırakmıştır. Ne var ki, bu konumlanış yatay bir ilişkiyi ve yer değiştirmeleri ele alır. Sınıflar arası ilişki, sadece yatay bir ilişkiyi değil, zamansal ya da tarihsel bir ilişkiye de karşılık düşer ve bu ilişkide, sınıfların konumları, yatay ilişkiden tamamen farklıdır. Modern toplum, gerçekte saf olarak var olmaz, geçmişin kalıntılarıyla bir aradadır. Geçmişin kalıntılarını ise, küçük burjuvazi temsil eder her şeyden önce ezilen sınıflar içinde. Buna karşılık ise, işçi sınıfı, bir bakıma, bu toplumun inkarını, geleceği, onda doğmakta olanı. Soruna sadece ekonomik ilişkiler, zenginlik ve gelirler bağlamında baktığımızda, küçük burjuvazi, işçiler ve burjuvazi arasındaki bölgede yer alır; ama, tarihsel ve kültürel boyutuyla baktığımızda, bu sefer Küçük burjuvazi ve işçiler uçlarda yer alırlar; biri geçmişi diğeri geleceği temsil eder; burjuvazi bunların arasında yer alır. Kapitalizm öncesi, küçük burjuvazide, kapitalizm burjuvazide, sosyalizm işçilerde, ifadesini bulur. Gelecekle geçmişin arasında burjuvazinin ve kapitalizmin şimdisi vardır. O halde, küçük burjuvazi, kapitalizmden daha alt ve geri bir üretim ilişkisini ve kültürel yapıyı temsil ettiğinden, kapitalizmi aşma yeteneğinde olamaz, onun karşısında zafer kazandığında bile en fazla ona bir gençlik aşısı verir. Jakobenizm denen küçük burjuva radikalizmini, Marks’ın burjuva tarihsel görevlerin “plebiyen yollarla yapılması” diye tanımlaması da zaten bu anlamdadır. Tarihsel olarak burjuva uygarlığından daha geri bir üretim ilişkisinin sınıfsal ifadesi olduğundan, küçük burjuvazinin ufku, burjuva uygarlığının ufkunu aşamaz. Bu kültürel ve kavramsal temelden yoksundur. Küçük burjuvazinin muhalefeti, ne kadar keskin ve radikal biçimler alırsa alsın, programatik düzeyde bütünüyle burjuva uygarlığının ufku içinde kalmaya mahkumdur. Örneğin yirminci yüz yılda bütün geri ülkelerde ve demokratik hareketlerde olduğu gibi, kendini ne kadar sosyalist bir söylemle ifade ederse etsin, sözlerin ve kavramların gerçek anlamlarına ve kullanımlarına bakıldığında, onların burjuva uygarlığının ufkunu aşamadıkları görülür. Dolayısıyla burjuva uygarlığı tarafından teslim alınmaya mahkumdurlar. Küçük burjuvazinin burjuvazi karşısındaki en büyük siyasi başarıları bile, kültürel yenilgilere karşılık düşer. Küçük burjuvazinin burjuva uygarlığını her fetih edişi, onun tarafından fetih edilişle sonuçlanır. 44
Küçük burjuvazi ve işçi sınıfının burjuva uygarlığı ile ilişkilerini bir tarihsel analojiyle açıklamayı deneyelim. Uygarlıkla karşılaşan ve onu fetih eden göçebe uluslar, bu fetih ettikleri tarafından fetih edilirler. Yıktıkları uygarlığın yerine, ondan daha üstün bir uygarlık kuramazlar, en fazla ona yeni bir atılım ve canlanma sağlarlar. Çünkü onlar, içinden geldikleri üretim ilişkilerinde, o fetih ettikleri uygarlığın tüm kurumlarını kapsayacak bir kültürel temelden ve kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ancak, benzer gelişmişlik düzeyine ulaşmış, örneğin yerleşik bir kent yaşamına geçmiş halklar bir eski uygarlığı fetih ettiklerinde yeni ve başka bir uygarlık kurabilirler. Çünkü onlarda, artık bir uygarlığın kurumlarını kapsayıp örgütleyecek bir kültürel ve kavramsal temel vardır. Bu iki farklı biçimden birinciye göçebe Türkler örnek gösterilebilir. Hiç bir yerde orijinal bir uygarlık kuramazlar, fetih ettikleri tarafından fetih edilirler. Buna karşılık, Araplar yerleşik bir toplumdan çıktığından, yani Mekke ve Medine kentlerinden çıktığından, uygarlıkların kat kat üstüste yığıldıkları beşiğinde bile orijinal bir İslam uygarlığı kurarlar. Modern toplumda, burjuva uygarlığı karşısında, onunla çelişki içinde bulunan iki büyük toplumsal güç olan ve ezilen çoğunluğu oluşturan küçük burjuvazi ile işçi sınıfının konumları, klasik Orta Doğu uygarlıkları karşısında Türklerle Arapların durumuna benzer. Bu benzetmede küçük burjuvazinin payına, yerleşik bir toplumun kavram, kurum ve kültürüne sahip olmayan, göçebe Türkler; İşçi sınıfının payına da, yerleşik bir toplumun kurum, kavram ve kültürüyle daha eski uygarlıkları fetih edip onlardan daha gelişkin bir uygarlık kuran Araplar düşer. Sınıfları ve sınıflar arası ilişkiyi, tarihsel ve kültürel bir boyutla dakikleştirdiğimizde, sınıflar arası ilişkilerin iktisadi ilişkilere nazaran kökten değişimi ile karşılaşırız. Örneğin Tarihsel ve kültürel boyut itibariyle, burjuvazi ve işçi sınıfı, işçi sınıfı ile küçük burjuvaziden birbirine daha yakındır. Çünkü İşçi Sınıfı da, Burjuvazi de modern üretim ilişkilerinin ürünüdür. Aynı şekilde, tarihsel ve kültürel bakımdan, küçük burjuvazi de, işçi sınıfına değil, burjuvaziye daha yakındır. Tarihsel ve kültürel olarak, İşçi sınıfı ve Küçük Burjuvazi birbirlerine en zıt ve uzak iki sınıfı oluştururlar. İşte küçük burjuvazinin politik konumu ile kültürel konumu arasındaki bu çelişki, yani politik konumu, kızıla kaymayla küçük burjuvaziyi işçi sınıfına yaklaştırırken; tarihsel ve kültürel konumunun ona burjuvaziden bile uzak olması, küçük burjuvazinin damgasını taşıyan demokratik hareketlerin niçin demokratik olmadığının ve demokratik sistemlerle sonuçlanmadığının anahtarıdır. Sınıflar arası ilişkiyi, böyle tarihsel ve kültürel ilişki olarak ele almak, bize bir yığın olayı kolaylıkla açıklama olanağı da sağlar. Küçük burjuva dünyasından, kültürel ortamından, küçük burjuva sosyalizminin saflarından hemen hemen hiç bir zaman modern sosyalizmin çıkamamasının sırrı buradadır. Bütün büyük sosyalist teorisyenlerin, burjuva kültürünü hazmetmeye uygun bir ortamdan gelmeleri ve bu kültürü özümleyerek aşmış olmaları bir rastlantı değildir. Marks, engels, Lenin, Troçki, Lüksemburg, Benjamin, Adorno, Mandel gibi Marksizm’in bütün büyük teorisyenlerinin burjuva uygarlığının kültürünü çok iyi özümlemiş ve onu içinde taşıyarak aşmış kişilerden oluşması bir rastlantı değildir. 45
Buna karşılık, küçük burjuva teorisyenlerin Mao’dan Enver Hoca’ya veya İbrahim Kaypakkaya’ya kadar, Marksist bir terminoloji ile konuştuklarında bile, metodoloji düzeyinde burjuva uygarlığının bile gerisinde kalmaları bir rastlantı değildir. Bu nedenle bir rastlantı değildir bütün küçük burjuva radikal ve sosyalistlerinin sonradan burjuva liberallere ya da reformistlere dönüşmeleri. Bu sadece bir siyasi kayış değil, burjuva uygarlığı tarafından bir kültürel fetih ediliştir. Bu nedenle, olağanüstü azdır, modern işçi sosyalisti. Tabii burada, işçi sınıfı deyince, radikal dergilerde işçi sınıfını temsil eden küçük kafalı, koca pazulu, tulumlu ve anahtarlı, Neandertal adamına benzeyen yaratığın işçi sınıfıyla ilgisi yoktur. Bu olsa olsa, işte o küçük burjuvazinin, kapitalizm öncesi dünyanın kültürünü yansıtan küçük burjuvazinin, işçi sınıfı tasavvurudur. İşçi, başka bir şeyi olmadığı için, iş gücünü satarak yaşayan insandır. Gelişmiş ülkelerin ve bütün dünyadaki şehirlerin, yani burjuva uygarlığının iktisadi, siyasi ve kültürel düğüm noktalarının, nüfusunun büyük çoğunluğunu iş gücünü satarak insanlar yani işçiler oluşturur. Ve bu günkü uygarlığı sırtlayanlar, tam da böyle insanlardır. Uzayda uyduları yerleştirenler, Banglore’de tavuk kümesi gibi küçük odalarda bilgisayar programlarını yazanlar, güney doğu Asya’da elektronik aletleri üretenler vs.. Onlar bu uygarlığı yaratmakla kalmazlar aynı zamanda bu uygarlığın yaratığıdırlar. Ve tam da bu nedenle o uygarlığın kültürel temellerini içlerinde taşırlar ve bu sayede onu aşabilme yeteneğindeki tek toplumsal güç olmaya devam ederler. Dünya işçi sınıfının bu günkü bölünmüşlüğü, ve işçi sınıfının modern burjuva uygarlığını yaratan ve taşıyan çekirdeğinin, nispi refahı ve burjuvaziyle uzlaşmalarıdır insanlığın durumunu umutsuz kılan da zaten. İşçi sınıfının burjuva uygarlığıyla ilişkisi, onu içinde taşıyarak aşma (Aufhebung), diyalektik inkar ilişkisidir; küçük burjuvazi ise, burjuva uygarlığın kavrama yeteneğinde olmadığı için; ve o uygarlık onun karşısında üstün ve egemen bir toplumsal konumu ifade ettiği için, ekonomik ve sınıfsal tepki yok ederek ya da yok sayarak inkar biçiminde yansır. Bir bakıma, küçük burjuva direnişler ne kadar radikal ve yoksul tabakalara ve kapitalizme uzak ilişkilere dayanıyorsa o kadar yok ederek ve yok sayarak inkarcıdır. Ve bütün inkarcılıklar gibi, inkar ettiğinden daha geriye düşmekle ve onu teslimiyetle sonuçlanır. 09 Eylül 2000 Cumartesi
46
Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi Önce kısa bir hatırlatma. Yirminci yüzyılda bütün demokratik karakterli hareketlerin, ezilen çoğunluğa dayanmalarına ve de demokrasi çoğunluğun çıkarlarını savunmanın aracı olmaya en uygun sistem olmasına rağmen, niçin bu hareketlerin demokrasi diye bir dertlerinin pek olmadığı sorusuna cevap arıyorduk. Bu cevabı ararken, önce tarihsel bağlamda, bugün yaşanan tarihin bir ters doğum olmasına, yani kapitalizmi yıkma yeteneğindeki sınıfın onu yıkamamasına, dolayısıyla onu yıkma yeteneğinde olmayanların öne çıkmasına yol açtığına dikkati çektik. Yani kapitalizm ve emperyalizm tarafından ezilenlerin, ama o kapitalizmin kendi ürünü, kendi yarattığı olmayan ezilenlerin, hareketleri damgasını vuruyordu tarihsel döneme. Bu ilişkinin mekanizmalarını kavrayabilmek için, sınıfların tarihsel ve kültürel konumlanışı sorununu ortaya koyduk. Bu kavranışta küçük burjuvazinin işçilere değil burjuvaziye yakın olduğu; ama daha geri bir üretim temelinin kültürel temeli nedeniyle onu aşma yeteneğinde olamayacağı, onun tarafından fethedilmeye mahkum olduğunu gördük. İşte bu özellik bize, küçük burjuva radikalizminin niye demokrasi diye bir derdinin olamayacağının mekanizmasını anlama olanağı sağlar. Bu arada şu küçük burjuvazi ve burjuvazi kavramına da bir değinelim. Küçük burjuvazi sadece toplumsal konumlanışı değil, kültürel bir konumlanışı ifade etmektedir. Yani modern toplum ve üretimin kültürel temelinden uzaklığı, kapitalizm öncesi dünyaya aitliği de belirlemektedir. Bu anlamda sadece, köylüler, esnaflar, zanaatkarları değil, işçi sınıfının, genellikle alta tabakalarını oluşturan, toplumsal konumuyla işçi ama henüz ruh durumuyla, kültürel yapısıyla köylü ve esnaf tabakaları da bu kategoride sayılabilir. Aynı şekilde, burjuvazi de, sadece sermaye sahiplerini değil, burjuva dünyasının kültürünü edinmiş aydınları, dolaylı ilişki içinde olmakla beraber, modern küçük burjuva tabakaları (memurları vs.) içerir. Hatta, kendiliğinden işçi bilinci ve hareketi, yani reformist işçi hareketi de burjuvaziye dahildir. Bu kültürel ve ideolojik kriterlerle günümüz dünyasının sınıf ilişkilerine bakıldığında, aslında dünyaya sadece burjuva ve küçük burjuva bir kültür ve ideolojinin egemen olduğu ve olabileceği görülür. İster işçi, ister küçük burjuva parti ve hareketleri olsun, son duruşmada bunların hepsi, burjuva ya da küçük burjuva karakterdedir. Ücretliler iktisadi ilişkiler içindeki konumlarıyla büyük bir çoğunluğu teşkil etmelerine rağmen, bu konum politik ve siyasi ifadesini bulamaz. Bütün işçi örgütleri esas olarak burjuva; radikal işçi örgütleri de küçük burjuvadır. Bu gün bütün dünyada, iktidarların burjuva, muhalefetlerin küçük bujuva olduğu söylenebilir bu en geniş kültürel ve ideolojik anlamda. İşçi hareketi ancak sosyalist ve devrimciyse, burjuva ufkunu aşıp ayrı bir güç olarak ortaya çıkabilir. Ama bu tarihin çok istisnai anlarında gerçekleşbilir. Bu nedernle gerçekten devrimci ve sosyalist, burjuva uygarlığının ufkunun ötesine giden bir 47
işçi partisinin ve hareketinin bu günkü dünyada kitleselleşmesi ve etki sağlaması olası değildir. Bu proletarya, tıpkı masallarda kötülüğü yok edip ona galebe çalmanın sırrını bilen; unutulmuş bilgileri saklayan ak sakallı bilgeler gibi , bir teori olarak, bir ideolojik eğilim olarak var olabilir. Durum böyle görülünce, yirminci yüzyıldaki bütün devrimci, demokrat ve radikal hareketlerin toplumsal temelinin küçük burjuvazi olduğu görülür. Ve bunlar genellikle burjuvaziye ve kapitalizme de değil, emperyalizme, sömürgeciliğe, onların işbirlikçisi bürokrat ve kapitalizm öncesi tabakalara karşıdırlar. Yani burjuvazi de muhalefet içindedir bir ölçüde. Bu demokratik muhalefet içinde, küçük burjuvazi büyük çoğunluktur, burjuvazi ise azınlık. Ve bunlar arasında, demokratik hareketin içinde bir çatışma ve kavga, bir sınıf mücadelesi vardır. Bu mücadele burjuvazinin kültürel üstünlüğü nedeniyle biçimsel demokrasi alanında ortaya çıkar. İlk bakışta, zaten çoğunluk olduğu için küçük burjuvazinin, demokratik hareket içinde demokratik biçimlerin var olup güçlenmesinden çıkarlı olduğu düşünülebilir. Ancak, sınıfların, tarihsel ve kültürel konumlanışı göz önüne alındığında, durumun hiç de öyle olmadığı görülür. Küçük burjuvazi, burjuvaziyle ideolojik ya da politik mücadeleye girdiğinde kaybetmeye ve burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Çünkü kavramsal ve kültürel temeli, burjuvaziyi aşamaz, onun ufku içindedir. En radikal olduğunda bile burjuvaziye karşı burjuvazinin değerlerini savunur. Burjuva danyasının ufkunun ötesinde bir program geliştiremez. Bu nedenle, burjuvaziye karşı ayrılığını, mücadele biçimleri, semboller aracılığıyla göstermeye çalışır. Yani demokratik bir işleyiş içinde, burjuva reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her zaman yener ve çoğunluğu kendi politikasına kazanabilir. Radikal küçük burjuvazi, bunu toplumsal bir eğilim olarak bilir ve sezer. Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu aynı zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz. Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı kabul etmez. Demokratik hareketlerin anti demokratik olmasının nedeni budur. Çünkü demokrasi sınıf savaşının bir aracıdır. Küçük burjuvazi, çoğunluk olmasına rağmen, bu aracı, kültürel ve tarihsel geriliği nedenilyle burjuvaziye karşı kullanamaz. Bunu sezdiği için, küçük burjuva hareketler, demokratik, yani tarihsel olarak burjuva karakterde olmalarına rağmen; demokratik olamazlar, yani hareketin içindeki burjuvaziye karşı savaşlarında demokrasiyi savaşın bir aracı olarak kullanamazlar. Ve her zaman demokrasi hareket içindeki burjuvazinin silahı olur. Çünkü, ideolojik ve kültürel üstünlüğüylü; buna maddi güç de ekleneblirdi, bu 48
silahı küçük burjuvaziye karşı kendisi kullanabilir. Elbette küçük burjuva radikalizmi bunu bilinçli olarak yapmaz, daha ziyade iç güdüsel, toplumsal eğilimleri ifade ettiğini düşündüğü sembollerle gerçekleştirir. Zaten küçük burjuvazinin burjuva ufkunu aşan bir program geliştirememesi nedeniyle, burjuva dünyasına zıtlığı yansıtan semboller ve rozetler büyük önem taşırlar. Ama böylece, küçük burjuva radikalizmi, uzun vadede yenilgisine yol açacak, ki bu son duruşmada yine onun burjuva dünyası tarafından hazmedileceğinin bir ifadesidir, bir açmazla karşılaşır. Burjuva reformizmi, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu sağlayan biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının gerici niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur. Özetle, demokrasi sınıf savaşının aracıdır. Burjuvazi, kültürü nedeniyle, kendisine üstün bir konum sağlayacağından küçük burjuvaziye karşı önderlik savaşında demokrasiden yana olur. Küçük burjuvazi de biçimsel demokraside kaybedeceğini bildiği için, demokrasiye kuşkuyla bakar ve bu nedenle bütün radikal ve devrimci demokratik hareketler biçimsel demokrasi (sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü, her düzeyde seçimler) karşısında kuşkulu hatta düşmancadır. Burada ele aldığımız soyut gibi görünen ifadelerin, Kürt ulusal hareketiyle yakından ilgili olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Kürt ulusal hareketi, bir yandan radikal ve devrimci idi, ama aynı zamanda kültürel bakımdan, kapitalizm öncesinin baskısı altındaydı. Bu radikal çizgi, hareketi yüklenen yoksul insanların ağırlığı; gerillanın prestiji ile; sürekli rotasyon, burjuva dünyasının baştan çıkarıcılığına karşı olduğu düşünülen yaşam tarzına yönelik tedbirler ile bir ölçüde korunabildi. Bu koşullarda bile, sürekli oluşan bir bürokrasinin hantallığı ve sabotajları; burjuva dünyasının bin bir yoldan sızışı sürekli bir kan kaybına yol açtıysa da, şimdiye kadar tahribatlar yukarıdan kontrol mekanizmalarıyla daima sınırlı tutulabildi. Bu mekanizmalar olmasa, hareket Kürt burjuvazisinin kontrolü altına geçer ve her şey yitirilirdi. Ancak bu mekanizmalar artık hareketin bu günkü hedefleri bakımından işlevini yitirmektedir. Demokratik biçimlere geçiş, Kürt burjuvazisinin hareketi kontrol altına alması ve bu da yenilgi demektir. Yeni biçimlere geçemeyiş ise, gerekli toplumsal güçlerin harekete geçmesi ve örgütlenmesinin bir engelidir ve yine yenilgi demektir. Bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir? Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Kürt hareketinin demokratikleşmesini, bu sınıfsal bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak, kesinlikle Kürt burjuvazisine hizmet eder ve onun çıkarlarının örtüsüdür. Kürt hareketi ne yapıp yapıp şehirli modern işçilere dayanmak zorundadır. Kimi eleştirmenler, Kürt hareketinin nasıl yapıp da modern işçi tabakalara dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorunu yerine, biçimsel 49
demokrasi çağrılarıyla, aslında Kürt burjuvazisine imkan hazırlıyorlar. Eskisi gibi dayatmalarla işin götürme çabaları da aynı şekilde sonuçlanır. O halde, sorun, demokratik veya eski yöntemler değil; dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve bunun mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır. 15 Eylül 2000 Cuma
50
Diktatörlük Kavramının İki Zıt Anlamı Bir kavram, farklı bağlamlara göre değişik anlamlar taşıyabilir. Bilimlerin ilerlemesi bir bakıma, başka bağlamlardaki anlam farklarının ayrıştırılması; bir kavramın, bir terimin sınırlarının netleştirilmesi demektir. Toplumsal mücadelelerde egemen sınıflar, özellikle kavramların farklı anlamları arasında kaydırmalar ve geçişler yaparak ezilenlere karşı bir ideolojik mücadele yürütürler. En bilinen klasik örneklerden biri, materyalizm ya da maddecilik kavramıdır. Bu kavram ahlaki bir kategori olarak da; sosyolojik bir kategori olarak da kullanılabilir. Maddecilik, ahlaki bir kategori olarak, paraya, maddi çıkarlara düşkünlük; etik değerlere önem vermeme anlamında kullanılır. Buna karşılık, sosyolojik bir kategori olarak maddecilik ise, insanların varlıklarını düşüncelerin değil, düşüncelerini varlıklarının belirlediği anlamına gelir. Şimdi, kurnazın biri çıkıp da, ki egemen sınıflar sürekli bunu yaparlar, “Marksistler kendilerini maddeci olarak tanımlıyorlar, bunlar hiç bir ahlaki değere inanmayan maddi çıkarcılardır” derse, iki farklı bağlam ve anlamın aynı terimle karşılanmasından yararlanarak hilebazlık yapmış olur. Çünkü, Marksistler, kendilerini maddeci olarak tanımlarken, ahlaki bir kategori olarak değil, sosyolojik bir kategori olarak maddecilikten söz ederler. Kurnaz ise, bunu karıştırır, çünkü bundan yararı vardır. Ve bu davranışıyla da, Marksistlerin dediğini kanıtlamaktan başka bir şey yapmış olmazlar: Yani varlık düşünceyi belirlemektedir. Diktatörlük kavramının, klasik Marksizm’de iki farklı kullanımı ve zıt anlamı vardır. Sosyolojik anlamıyla diktatörlük, demokrasinin ta kendisidir. Politik anlamıyla diktatörlük ise demokrasinin zıddıdır. Her demokrasi bir diktatörlüktür. Çünkü her demokrasi, daha başlangıçta bir takım ön kabullerden yola çıkar. Örneğin, iktidarın kaynağının halkın kendisi olduğu var sayımını ele alalım. Bu anlayış, iktidarın kaynağının Allah veya insanın soyu olabileceği görüşleriyle uyuşmaz ve onlar üzerinde bir diktatörlüktür. En liberal demokrasi bile şeriat karşısında bir diktatörlüktür. Örneğin bu gün yeryüzündeki bütün demokrasiler, herkesin bir milleti olacağı ve olması gerektiği var sayımına dayanan diktatörlüklerdir. Hiç bir demokrasi ne kadar çok kültürlülükten söz ederse etsin, örneğin benim kültürümde devlete vergi vermek yoktur, askere gitmek yoktur, cezaevi yoktur diyen bir kültüre zerrece tolerans göstermez ve bu anlayışlar üzerinde bir diktatörlüktür. Proletarya demokrasisi de, tıpkı burjuva demokrasisi gibi bu anlamda bir diktatörlüktür. Özel kişi mülkiyetini ve karı değil, toplumun ihtiyaçlarını ve toplumsal mülkiyeti temel olarak alan bir sistem özel kişi mülkiyetini dokunulmaz tabu gören üzerinde bir diktatörlüktür. Bunun tersi olarak da, kar ve özel kişi mülkiyetinin temel alınması, toplumsal yarar anlayışı karşısında bir diktatörlüktür. Bu anlamda her demokrasi aynı zamanda bir diktatörlüktür. Diktatörlük ve demokrasi birbirine zıt kavramlar değil, aynı olgunun farklı yönleridir. 51
Politik anlamıyla diktatörlük, fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin olmamasıdır, yani demokrasinin zıddıdır. Tekrar edelim, sosyolojik olarak, her demokrasi bir diktatörlüktür, demokrasi ve diktatörlük özdeştir; politik olarak ise demokrasi ve diktatörlük birbiriyle uzlaşmaz, birbirine zıttır. Marksizm’in klasikleri proletarya diktatörlüğünden hep bu sosyolojik anlamıyla söz ettiler. Onlar için sorun, ezilen çoğunluğun, ezen ve ezilen sınıfların olmadığı bir topluma (yani sosyalist topluma veya komünist toplaman alt aşamasına) giden aracının (yani geçiş dönemi devletinin) yapısının nasıl olduğu ve olabileceği idi. Burjuva demokrasisi ve aydınlanmanın çocukları olarak, onlar için demokratik olmayan bir ezilenler devleti düşünülemeyeceğinden, onlar daima vurguyu devletlerin sosyolojik karakterlerine yaptılar. Örneğin, Marks ve Engels “Paris Komünü bir proletarya diktatörlüğü idi” derler. Paris komününde, ne Marksistler ne de komünistler vardı. “Parti” de yoktu. Partiler, fikir ve örgütlenme özgürlükleri mutlaktı. Hatta kararlar egemen sınıftan ziyade ezilenlerin kendi temsilcilerinin, yani bürokratların kontrolden çıkması tehlikesine karşı tedbirler içeriyordu. Benzer şekilde, Lenin’in demokrasi ve diktatörlük konusunda yazdığı kitap olan Devlet ve Devrim’de de parti kelimesi bile geçmez. Bürokrasi, demokratik bir sistemde egemenliğini sürdüremez. Bu egemenliği ancak diktatörce yöntemlerle sürdürebilir. İşte, bürokrasi bu nedenle, diktatörlük kavramının sosyolojik anlamından, politik anlamına kayma yaparak, kendi diktatörce yöntemlerini, proletarya diktatörlüğü kavramına dayanarak, meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu dünya burjuvazisi için de gökten zembille inen bir lütuf olmuştur adeta. Onlar da böylece, diktatörlük karşısında demokrasi bayraktarlığını ele geçirmiş ve demokrasilerin aslında birer diktatörlük olduğu gerçeğini gözlerden gizlemişlerdir. Böylece her iki ezen azınlık, burjuvazi ve bürokrasi, ezilenlere karşı gerçek bir suç ortaklığı içinde iş görmüşlerdir. Marksizm’in klasikleri, Fransız devriminin, Aydınlanmanın çocuklarıydılar. Onlar için işçi sınıfının sınıf olarak egemenliğini sürdürebilmesi için fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin olmaması öylesine tasavvur edilemezdi ki, bu nedenle böyle bir sorunu tartışmazlar bile. Diktatörlüğün politik anlamıyla bu kabul edilmezliği nedeniyle onun üzerine bir tartışma olmaması bile bir handikap oluşturmuştur bürokrasinin tahrifatına karşı. Proletarya Diktatörlüğünün politik anlamıyla diktatörlük olmadığı konusunda bir cümle bile bulmak mümkün değildir Marksizm’in klasiklerinde. Ama bu yokluğun nedeni, proletarya diktatörlüğünün diktatörce bir sistem olacağı anlayışı değil, aksine, özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı bir proletarya diktatörlüğünün tasavvur edilmezliğidir. Onlar proletarya diktatörlüğünden söz ederken, hep proletarya demokrasisinden söz ediyorlardı. Eylül 2000 Perşembe
52
Bürokrasi ve Demokrasi Burjuvazi, küçük burjuvazi, işçi sınıfı, rantiyeler gibi temel sınıfları ifade eden kavramlar on dokuzuncu yüz yıldaki Avrupa ve Amerika tarihini anlamak için gerekli araçları sunarlar, ama yirminci yüzyılın tarihini anlamak istiyorsanız, bu kavramlar yetersiz kalır; sınıf içi bölünmeleri açıklayacak kavramlara ihtiyaç vardır. Yirminci yüzyıla damgasını vuran üç büyük toplumsal güç vardır: biri geri ülkelerdeki ulusal ve demokratik hareketler. (Bunların burjuva uygarlığı karşısındaki zayıflıkları nedeniyle niye çoğunluğu oluşturmalarına rağmen demokrasiye ilgisiz olduğuna bir önceki yazıda değinmiştik.) Diğer iki güç, kapitalist ülkelerdeki sosyal demokrat ve komünist partiler ile Doğu Avrupa’daki Sovyetler Birliği’dir. Yirminci yüzyıl Sovyetlerin kuruluşuyla başlar ve yıkılışıyla biter. Bu günü anlamak için yirminci yüz yılı, yirminci yüzyılı anlamak için Sovyetler’in ne olduğunu anlamak gerekir. Sovyetler’in ne olduğunu anlamak için ise, klasik temel sınıflara ilişkin kavramlar yetmez. Benzer şekilde, bugün zengin ülkelerde bütün tırtıklamalara rağmen hala ayakta duran ve bu gün işçi sınıfının dünya çapında siyah beyaz bölünmüşlüğü sonucuna yol açan “sosyal devlet” de Sosyal Demokrat ve Komünist partilersiz anlaşılamaz. Bu partileri ve politikalarını açıklamak için de temel sınıf kavramları artık yetersiz kalır. Bunların ideolojik ifadeleri de, Stalinizm ve Sosyal Demokrasi olmuştur. Stalinizm de, Sosyal Demokrasi de görünüşü değil özüyle incelendiğinde şu görülür: bunlar hem metodoloji hem de politikalar bakımından özdeştirler. Stalinizmle sosyal demokrasi görünümde zıddırlar ama gerek dayandıkları toplumsal tabakalar ve dile getirdikleri eğilimlerle; gerek metodolojik düzeyde özdeştirler. Daha önce Batı Avrupa’daki komünist partilerin, Duvar’ın yıkılışından sonra da Doğu Avrupa’daki ve diğer komünist partilerin hızla ve hiç sancısız bir biçimde sosyal demokrat partilere dönüşmelerinin veya o fonksiyonu üstlenmelerinin nedeni bu temeldeki özdeşliktir. Bunun tersi evrim de, ki bu daha az bilinir, savaş sonrası dönemde, Sovyet etkisindeki ülkelerde sosyal demokrat partilerin kolayca Stalinist partilere dönüşmelerinde görülür. Bu iki toplumsal güç de aynı toplumsal zümreye dayanır: Bürokrasi. Stalinizm, bir işçi devriminden sonra adım adım ve dünyadaki en kanlı karşı devrimlerden biriyle iktidarı ele geçiren bir bürokrasinin ideolojisidir. Sosyal Demokrasi ise Kapitalist ülkelerdeki güçlü işçi hareketinin ürünü olarak ortaya çıkan örgüt ve partilerin bürokrasisinin ideolojisidir. Denebilir ki, Stalinizm bir işçi devrimini tasfiye ile iktidara gelmiş bir sosyal demokrasidir; Sosyal Demokrasi de kapitalist ülkedeki Stalinizmdir. Aynı bürokratik zümrenin eğilimleri farklı koşullarda değişik biçimlerde ortaya çıkar. İşçi bürokrasisinin çok temel bir özelliği vardır: var oluşunu işçi hareketine ve örgütlerine borçlu olduğundan bir yandan bunları savunur. Ama işçi hareketi karşısındaki egemenliğini 53
ancak devrimci olmayan bir işçi hareketiyle koruyabileceğinden, devrimci sosyalizmin karşısındadır. Sovyetlere egemen olan bürokrasi de aynı durumdadır. Var oluşunu bir işçi devriminin yarattığı ilişkilere borçlu olduğundan bunları sürdürmek zorunda kalmıştır, ama ancak işçi hareketinin yokluğu veya ezilmişliği koşullarında egemenliğini sürdürebileceğinden, her türlü demokrasinin en büyük düşmanı olmuştur. Geçen yazıda ele aldığımız, diktatörlük kavramında yaptığı anlam kaymalarıyla bunu teorize etmiştir. Aynı Bürokrasi, kapitalist ülkelerde, ancak parlamenter demokratik sistemlerde örgütlü işçi hareketi dolayısıyla da bu hareketin ürünü olarak kendisi var olabileceğinden genel oya dayanan parlamenter demokratik sistemlerin temel gücüdür; kapitalist olmayan ülkelerde ise, ancak her türlü demokratik hakkın yokluğunda işçi sınıfını iktidardan uzak tutabileceğinden demokrasinin en büyük düşmanıdır. Zıt gibi görünen ideoloji ve politikalar, yani Stalinizm ve Sosyal Demokrasi, aynı özün (sınıf temeli ve yöntem) farklı görünümleridir. Stalinizm ve Sosyal Demokraside aynı öz farklı biçimde görülürken, yirminci yüzyıla damgasını vuran diğer güç olan, devrimci demokrasi, ya da küçük burjuvazi ile Stalinizm arasında, farklı özler benzer biçimlerde görünür. Devrimci demokrasinin demokrasiye ilgisizliği ve hatta düşmanlığı, burjuvaziye karşı, onun kültürel üstünlüğüne karşı küçük burjuvazinin bir savunma mekanizmasıdır ve tam da bu nedenle devrimci ve demokratik bir karakteri vardır. Stalinizmin demokrasi düşmanlığı ise işçi sınıfına karşıdır ve karşı devrimcidir. Sembol isimlerle ifade etmek gerekirse, Stalin, bürokrasinin karşı devriminin önderi ve ideologudur işçilere karşı; Mao ise ulusal ve demokratik bir köylü ayaklanmasının önderi ve ideologu emperyalistlere ve toprak ağalarına karşı. Dış görünüş bakımından uygulamalar çok birbirine benzer, ama yapılanların ve dayanılan güçlerin özü tamamen farklıdır. İnsanlar bir Balina ile bir balina köpek balığının (bu balık da Balineler gibi planktonlarla beslenir ve bir balina kadar büyüktür ve balinaya benzer) dış görünüşlerindeki bütün benzerliklere rağmen birinin memeli, diğerinin ilkel bir kıkırdaklı balık olduğunu kabulde zorlanmıyorlar. Ama aynı şey toplumsal olaylarda söz konusu olunca, anatomik ayrılıklara kafa yormayı kimse istemiyor ve görünüşlere bakarak bir hüküm vermekte kimse bir mahzur görmüyor. Elbette bunun sınıfsal temelleri var. Bir balina köpek balığına balina demek belki insanlığın kaderi bakımından önemli değildir ama, bir devrimci demokrasiye görünüşe bakarak bürokrasi gibi davranmak veya bürokrasiyi devrimci demokrasi gibi değerlendirmek insanların ve ülkelerin kaderini yakından ilgilendirmektedir. Elbette, küçük burjuva demokrasisi iktidar olduğu andan itibaren, hatta bunun yolundayken, hızla bürokratikleşir, dönüşüme uğrar. Modern ve kültive işçi sınıfı ve onun sınıf olarak egemenliğini sürdürmesini sağlayacak bir demokrasi ve devlet cihazı olmadan bürokratlaşmayı ve bürokrasinin iktidar olmasını engellemek olanaksızdır. Yirminci yüz yılda olan hep budur. Devrimci demokratlar başarıdan sonra, tıpkı uygarlığı fetih etmiş ve onun tarafından fetih edilen barbarlar gibi hızla bürokratlaşıp burjuva uygarlığı tarafından özümlenirler. 54
Bu bir kader miydi? Sanmıyoruz. Gerçek bir işçi iktidarının ve işçi demokrasisinin burjuva uygarlığı karşısında bir alternatif sunduğu koşullarda, devrimci demokrasi bir işçi demokrasisine geçişin aracı olabilirdi. Bu dünya tarihi bakımından, tıpkı kapitalist olmayan yol gibi, yitirilmiş bir fırsattır. Bunun ip ucunu bize, çok garip ama, şu Kemalizm sunuyor. Kemalizm, bir bakıma, burjuvazinin yokluğu ve cılızlığı nedeniyle, (Çin, Yugoslavya gibi, doğuştan bürokratik yozlaşmaya uğramış kapitalist olmayan devletlerle bir paralellik içinde konuşmak gerekir ise) doğuştan bürokratik yozlaşmaya uğramış bir burjuva devletiydi. Örneği batıydı. Bu bürokratik tabaka, zorlamalardan önce bizzat kendisi Serbest Fıkra gibi denemeler yaptı. Ya da örnek aldığı batının zorlamalarıyla, yarım yamalak da olsa, parlamenter ve demokratik sisteme geçmek zorunda kaldı. Ve tam da bu sayede, Stalin’in heykellerinin aksine Atatürk’ün heykelleri hala yerinde duruyor. Eğer Mao’lara, Tito’lara Fidel’lere, Ho’lara, kapitalist Batı’nın Kemalist’e sunduğu örneği sunan ve buna zorlayan, yani gerçek bir işçi demokrasisini örnek olarak sunan ve onları da böyle olmaya zorlayan bir “Sovyetler” olsaydı, bu yoksullara dayanan devrimci demokratlar daha mı az yetenekli olurdu demokratik sistemlere geçmeye, Osmanlı paşalarından? Aksine, bu ezilenlere dayanan devrimciler çok daha yatkındılar. Bunun mümkün olduğunu, Stalinist örneğin ve baskının ortadan kalktığı, ama sosyalist bir demokrasi örneğinin de olmadığı ve kapitalizmin mutlak bir zafer kazandığı ve burjuva demokrasisinin biricik olumlu ve gerçekleşebilir örnek kaldığı koşullarda, PKK’nın içine girdiği yeni çizgi ve dönüşüm çabaları, tersinden dolaylı olarak gösteriyor. Öcalan’ın savunması bu bağlamda değerlendirildiğinde anlaşılabilir. 29 Eylül 2000
55
Azınlıklar ve Demokrasi Demokrasiyi savunanların çoğunda, demokrasinin gericilikle, şovenizmle, ırkçılıkla bağdaşmayacağı yönünde yanlış bir anlayış vardır. Sanılanın aksine, Lenin’in de dikkati çektiği gibi, “demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.” Hiç unutmamak gerekir, Hitler demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son seçimlerde, Türk ulusunun yüzde sekseni inkarcı ve şoven politikalara oy verdi. Demokrasi, ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim olduğundan, çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını vererek ona bütün silahları sunar. Çoğunluk, çoğunluk olarak azınlığı öldürme kararı bile alabilir son derece demokratik olarak. İlk bakışta bu ifade çok abartılı gibi görünür ama, yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle öldürme kararı. Genel olarak demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik vs. ile gayet güzel uyuşabilir. Ama özel bir demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızasına dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin olduğu bir demokraside, çoğunluk bu konuda karar alamaz. Böyle bir demokraside, on bin kişilik ve bunların 9999’unun sigara içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri “demokratik bir şekilde” oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmaz ise, başta koyulan ilke ihlal edilmiş, yasa dışına düşülmüş olur çoğunluk. Bu durumda o bir kişi, 9999 kişiyi, mahkemeye verip hapse tıktırabilir. Demokrasinin genel olarak, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşabilen genel olarak demokrasi olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir demokrasi olabilmesi için, çoğunluğun bazı konularda karar alamayacağı yönünde ilkeler belirlemiş olması gerekir. Demokrasinin gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği alanlara kısıtlamalar getirilmesinin tarihidir. Bu gün Türkiye’de örneğin, Çoğunluk Türkçe konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya bin bir yoldan zorluyor. Ama herkesin ana dilini öğrenme, konuşma ve geliştirme haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk artık azınlığın dilleri hakkında bir karar alamaz. Böyle bir demokraside bir tek kişi için dahi, ana dilini öğrenmesi için öğretmen, mahkemede ona tercüman bulmak gerekir. Bu gün Avrupa ülkelerinin çoğunda, bir çok azınlığın kimi hakları böyle garantiler altına alınmış bulunuyor. Örneğin sakatlar, homo seksüeller, sigara içmeyenler, yaşlılar, çocuklar, uyuşturucu bağımlılığı olanlar vs. çoğunluğun karar alma alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyor. Çoğunluk homoseksüel olmasa ve bunu bir hastalık olarak görmeye devam etse de, kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor. Sakatlar, merdivenlerin yanında, tekerlekli sandalyenin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler talep ediyor. Çoğunluk “hayır, vergilerimizi küçük bir azınlığın talebine harcayamayız” diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir. 56
Demek ki, bir takım hakların ilke olarak dokunulmaz, çoğunluk tarafından karar alınamaz olarak tanımlanması gerekiyor. Tabii burada şu soru ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da çoğunluk, belli ilkeleri kabul ederek, karar alma hakkını sınırlıyor? Bir kere bu hakların ve ilkelerin hepsi belli mücadeleler sonunda çoğunluk tarafından kabul ediliyor. Peki, azınlık çoğunluğu buna nasıl zorluyor? Nasıl oluyor da gücü yetiyor? Elbette, bu kabullerde, geleneklerin, yerleşik değerlerin, yaygın anlayışların bir yeri var. Ama bir de “ekonomi politiği” var. Bütün bu kabuller öyle kolay olmuyor. Azınlığın uzun direniş ve mücadeleleri gerekiyor. Buna rağmen nasıl oluyor da azınlık çoğunluğa galebe çalıp hakkını ona kabul ettirebiliyor? Burada şöyle bir yasanın varlığı seziliyor: Azınlığın direnişinin sonuçlarının, o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce genellikle o haklar bir ilke haline dönüşüyor. Azınlıkların haklarının tanınması konusunda ikinci bir tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınır ve ilkelerin çoğalma eğilimi göstermesidir. Bu nedenle iktisadi kriz dönemleri bu hakların yitirildiği dönemler olur, Alman faşizminde olduğu gibi örneğin, yani çoğunluk, çoğunluk olarak yine azınlığın haklarını iptal etme kararı alabilir. Burada da yine, azınlığın haklarını yok etmenin getireceği karların, zararlardan fazla olmasının önemli bir rol oynadığı seziliyor. Yani azınlık hakları ile, toplumdaki refah düzeyi arasında bir ilişki bulunuyor. Tabii bu çok genel bir eğilim, somut tarihte, binlerce kırılma ve etki buna ekleniyor. Bu bağlamda ulusal azınlıklar konusuna da kısaca değinmek gerekiyor. Son dönem tarihine baktığımızda iki eğilim görülür. Ulusal devletlerin oluşması ve bunların bütün yer yüzünü kaplamaları dönemi. Bu dönemde, azınlıkların hakları pek gündeme gelmemekte, standartlaşma, dolayısıyla azınlıkların imha, sürgün, katliam, özümleme yoluyla yok edilmesinin, modern standart üretime uygun standart dili konuşan ulusların oluşumunun belirleyici olduğu görülüyor. Bu sanayi devrimiyle başlıyor ve fordizmde zirvesine ulaşıyor. Adeta uluslar bir banttan çıkan ürünlere benzetiliyor. Ancak son on yıllarda, tersi bir eğilim de ortaya çıkıyor. Bir kere, şimdiye kadar bu standartlaşma sağlandığından, artık kapitalist üretimin işleyişi için ciddi bir problem oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir devlet, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor. Azınlıklar var olmaya devam ediyor. Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar yaratıyor ve hatta eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir örnek üretimin yerine, gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde ama daha farklılıklar gösterebilen ürünlere olanak sağlıyor. Bu durumda, eski standartlaşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale geliyor. Bunun yerine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakımından zorunlu hale geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların ve onların haklarının ön plana çıkması bir rastlantı değildir. Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulusal devlet anlayışı yerine, Amerika’da olduğu türden, dil ve kültürü politik alanın dışına iten, ulusu başka 57
ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin ilk doğum döneminin anlayışlarının yeniden itibar bulmasına yol açıyor. Bu günün Türkiye’sindeki temel mücadele bu ulusçuluğun eski biçimi ile yeni biçimi arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir. Türkiye Cumhuriyeti, klasik standardize edici dönemin damgasını taşımaktadır. Kürtler ise, bu günün dünyasına uygun, esnek, dili ve kültürü ulusun tanımı dışına iten, yeni ulusçuluğa uygun bir projeyle ortaya çıkmış bulunuyorlar. 06 Ekim 2000 Cuma
58
Sosyalist Demokrasi (I) - İşçi Demokrasisinin Koşulları “Sosyalist Demokrasi” başlığı altında, sosyalist yani sınıfsız bir toplumdaki hak eşitliğini ya da burjuva hakkını sağlamaya yönelik demokrasiyi değil, ezilen ve sömürülenlerin ezen ve sömürenleri alt ettiği ve sınıfsız bir topluma doğru evrilen, Geçiş Dönemi’nin demokrasisi, diğer bir deyişle, Marks’ın “Proletarya Diktatörlüğü” dediği rejimin, ezilenlerin demokrasisi ve sorunları ele alınacak. Genellikle “Geçiş Dönemi” ile “Sosyalizm” aynı şey sanılır. Bu karıştırma nedeniyle sosyalist hareketin temel tartışmaları ve yirminci yüzyılın tarihi anlaşılamaz. (Örneğin meşhur “Tek Ülkede Sosyalizm” tartışması, Sosyalizm ve Proletarya Diktatörlüğü (veya Proletarya Demokrasisi, ikisi de aynı şeydir) de denen Geçiş Dönemi karıştırıldığından, sanki tek ülkede bir işçi iktidarının mümkün olup olmadığı biçiminde anlaşılır.) Bu nedenle, başlığı kasıtlı olarak yanlış koyduk ki yanlışlığa dikkati çekebilelim. Bu yazıda konumuz aslında, “İşçi Demokrasisi”dir. Sınıfsız toplumdaki demokrasi başka bir konudur ve ona ilk yazılarda, özellikle bolluk ve kıtlık, özgürlük ve demokrasinin zıtlığı bağlamlarında değinmiştik. Dolayısıyla bu bölümün doğru başlığının “İşçi Demokrasisi” veya “Ezilen Çoğunluğun Demokrasisi” veya “Geçiş Döneminde Demokrasi” veya “Proletarya Diktatörlüğü” olması gerekirdi. Bunların hepsi aynı şeydir ve henüz sosyalizm değildir. Sosyalizm Sınıfsız toplumdur. Geçiş Dönemi’nde ise sınıflar vardır, ama bu toplumda Tarihte ilk defa ezilen çoğunluk üsttedir. Bu “Geçiş Dönemine” yaygın bir yanlışla “Sosyalizm” dendiği için, eskilerin “galatı meşhur, lügatı fasihten yeğdir” ifadesine denk olarak, bile bile bu yanlış başlığı kullandık. Böyle bir demokrasiyi en iyi ezen azınlığın üstte olduğu en ideal demokrasiyle kıyas içinde anlayabiliriz. En temel sorunları kısaca ele almayı deneyelim Biliyoruz ezenler küçük bir azınlık oldukları için genel oya karşıdırlar, ancak ezilenlerin baskısıyla bunu kabul etmişlerdir. Ama bunu kabul ettiklerinde bu sefer öyle mekanizmalar getirirler ki, ezilen çoğunluk genel oyu kendi çıkarını korumak için kullanamasın. Bunun ilk adımı, genel oyu kabul etmek ama, genel oyun oluşmasını sağlayacak mekanizmalara sınırlar koymaktır. Örneğin her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünün sınırlanması (Türkiye buna tipik örnektir). Ezilenlerin iradesi ancak modern partiler aracılığıyla yansıyabilir. Bu mekanizmalarla ezilenlerin örgütlenmesi engellendiğinden ezilenlerin çıkar ve eğilimleri genel oya yansımaz. Bu tür engellerin olmadığı ve genel oyun olduğu bütün ülkeler zengin ülkelerdir. Yani 59
burjuvazi ancak, egemen olduğu ülkenin ezilenlerine bir rüşvet verebildiği durumlarda, hem genel oy, hem fikir ve örgütlenme özgürlüğüne dayanan bir demokrasiyi götürebilmektedir. Peki, bu ülkedeki çoğunluğa verilen rüşvet nereden gelir? Yoksul ülkelerden. Ama o yoksul ülkelerdeki insanların ne oy hakkı vardır ne de özgürlükleri. Olaya ulusal devletler ufku içinde bakılmadığında, zengin ülkelerdeki genel oyun, dünyadaki ezilenler açısından genel oy olmadığı, bir köleciler demokrasisi olduğu görülür. Sadece ezilenlerin bir kısmı, kendi köle sahipleriyle uzlaşmıştır. Yani zengin ülkelerin işçisi ve burjuvazisi, dünyanın yoksul çoğunluğuna karşı kendi içinde bir demokrasiye sahiptir, genel oy hakkı aslında hala yoktur. Diğer bir deyişle zengin ülkelerde genel oy ve özgürlükler; dünya ölçüsünde bir genel oy olmadığı; ulusal devletler aracılığıyla çoğunluk genel oydan mahrum edildiği ve çoğunluk özgürlüklerden yoksun olduğu için var olabilmektedir. İkisi aynı madalyonun iki yüzüdür. O halde bir işçi demokrasisi, bir zengin ülke işçileri demokrasisi olmak istemiyorsa, dünya ölçüsünde genel oya dayanmalıdır. Ulusal olan ile politik olanın çakışması ilkesinin reddi ve ezilen çoğunluğun demokrasisi ayrılmaz olarak birbirine bağlıdır. Yani ulusal olanla politik olanın çakışmasını kabul eden hiç bir ilke bir işçi demokrasisiyle bağdaşamaz. Demek ki, bir ezilenler demokrasisinin olmazsa olmaz koşulu; bir imtiyazlı köleler demokrasisine dönüşmemesinin koşulu, dünya çapında olmasıdır, tüm insanlığı kapsamasıdır. Ulusal devlet çerçevesinde bir işçi demokrasisi olamaz, ancak güç ilişkilerine bağlı olarak, dünya çapında bir demokrasi kurma amacına bağlı, geçici olarak olabilir. * Analize devam için şu genel oyun olmadığı gerçeğini bir yana koyalım. Genel oy ve özgürlüklerin olduğu koşullardaki ezilen çoğunluğun eğilimlerinin şekillenip yansımasının ikincil engellerine gelelim. Bunda en önemli araç özel mülkiyet sisteminin ezenlere sağladığı üstünlüktür. Ezen sınıflar zenginliklere ve dolayısıyla bilgiye sahiptir. Sadece zenginlik değil, bilgi de kuvvettir. Bu ezen sınıfa, sayıca azlığını dengeleyen muazzam bir güç verir ve olanaklar sunar. En basitinden, toplumun en aşağılarından çeteler örgütlenebilir. İnsanlar satın alınabilir. Yani her direniş çabası daha küçücükken yok edilebilir. Bunları aşanın karşısında da, bu sefer gizli servisler onların yetmediği yerde ordular bekler. Yani burjuvazinin, ezilenlerin eğilimlerinin örgütlenmesi ve iradesinin yansımasını engellemek için muazzam rezervleri vardır. Ama çağımızda bunlar içinde en büyük ağırlığı kazananlardan biri, medya ve iletişim alanıdır. Burjuvazi özel mülkiyet ve elindeki devlet aracılığıyla bütün haberleşmeyi kontrol altında tutabilmektedir. Böylece en önemliyi en önemsi, en önemsizi en önemli gösterebilmekte, fikir ve örgütlenme özgürlüklerini ve dolayısıyla genel oyu fiilen işlemez hale getirmektedir. Ezilenlerin eğilim ve çıkarlarını savunan görüş ve eğilimlerin, ezilenlere ulaşma şansı fiilen yok gibidir. Bu nedenle bir ezilenler demokrasisi ancak özel mülkiyetin olmadığı; burjuvazinin elindeki zenginliklerin toplumsallaştırıldığı koşullarda gerçekleşebilir. Haberleşme 60
olanakları (kağıtlar, frekanslar vs.) toplumdaki örgütlerin kontrolünde olmalı, aldıkları oy ve üyelerinin sayısına göre dağıtılmalıdır. Ve ancak iletişim araçlarındaki ağırlığın zenginlikle ve sermayeyle değil toplumsal grupların ve eğilimlerin nicelikleriyle belirlendiği koşullarda, ezilenlerin çıkarlarını ezenlere karşı savunacak ve ezilenler arasında uzlaşmaları mümkün kılacak bir demokrasi mümkün olabilir. Demek ki, her türlü özgürlük, dünya çapında genel oy, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ilgası ve belli bir azınlığın elinde toplanmış zenginliğin dağıtılması ve nihayet iletişim olanaklarının toplumdaki gruplar arasında, “herkesine emeği kadar” ilkesi gibi, “herkese oyu veya üyesi kadar” şeklinde dağıtılması bir işçi demokrasisinin olmazsa olmaz koşullarıdır. 13 Ekim 2000 Cuma
61
Sosyalist Demokrasi (II) – Seçenler ve Seçilenler Her türlü sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü; dünya çapında genel oy; özel mülkiyetin ve dolayısıyla zenginliklerin belli ellerde toplanmasının ortadan kaldırılması ve iletişim, medya olanaklarının, toplumdaki gruplar arasında, tıpkı “herkese emeğine göre” ilkesinde olduğu gibi, herkese üyesi veya aldığı oy oranında dağıtılmasının ezilen çoğunluğun demokrasisinin olmazsa olmaz koşulları olduğundan söz edilmişti. Ancak bunlar yetmez. Bunlar koşullardır ama yeterli değildir. Ve bütün sorunları çözmez. Küçük bir kabile de ya da köyde ya da bir dernek şubesinde demokrasi temsilciler aracılığıyla değil, doğrudan yürüyebilir, ama geniş mekanlar ve büyük sayılar söz konusu olduğunda doğrudan demokrasi fiziki nedenlerle olanaksız hale gelir. Modern bir şehirde ya da ulusal devlette binlerce, milyonlarca insan bir araya gelip tartışıp, karar alıp uygulamaya geçemez. Bunun tek yolu temsilcilerin seçilmesidir Partilerin ve derneklerin üyeleri, bir ulusun aksine tesadüfen değil, bilinçli olarak bir araya gelmiş, bir derneğe üye olabilecek kadar aktif insanlar olmalarına rağmen, yönetim organlarına seçilenlerin bir süre sonra ellerinde nasıl bir güç topladıkları, o bilinçli ve aktif üyeleri nasıl manüple edebildikleri bilinen bir gerçektir. Örneğin İşçi sendikaları, teorik olarak her an geri alınabilecek yöneticileri olmasına rağmen, o yöneticiler kısa zamanda bir bürokrat haline dönüşüp bütün kontrolü ele alırlar. En bilinçlilerde bile durum böyledir, bir toplumda ise tesadüfen bir araya gelmiş insanlar söz konusudur. Ek olarak çalışan insanların bu gibi seçtiklerini denetleme işleri için zaman ve kültürden yoksunluğu gibi daha bir yığın sorun göz önüne getirildiğinde, ezilen çoğunluğun bir demokrasisini kurup sürdürmenin nice zor bir iş olduğu daha iyi kavranır. Demokrasi ancak temsilciler aracılığıyla yürüyebileceğine göre, bunların kontrolden çıkıp kendi çıkarlarını ve imtiyazlarını, temsilcisi olduklarınınki imiş gibi göstermeleri nasıl engellenecektir? Yani ne yapılmalıdır ki seçilenlerin dizginleri daima seçenlerin elinde olsun? İşte ilk Proletarya Diktatörlüğü ya da İşçi Demokrasisi olan Paris Komünü’nün en önemli sorunu bunlar olmuştur. Ve o bu soruna karşı o zamanın Paris’inde, o bilinen tedbirler getirmiştir: Seçilenlerin her an geri alınabilmesi; maaşlarının ortalama bir işçi ücretinden yüksek olmaması vs.. Yani bağımsızlaşmaları ve toplumda imtiyazlı bir hale gelmeleri engellenmeye çalışılmıştır. Bir de, azınlık demokrasilerini, burjuva demokrasilerini göz önüne getirelim. Bunların tedbirleri, işçilerinkinin tamamen aksidir. Seçilenler 4-5 yıl için seçilirler ve bu süre sonuna kadar geri alınamazlar. Bu arada onları seçenlerin görüşleri değişmiş ise bunu yansıtamazlar. Seçilen, girdiği ortamda artık kendisinin veya bambaşka çıkarların savucusu olmuşsa kimse ona bir şey diyemez. Yani, ezilen çoğunluk, asil karşısında vekilin imtiyazlılaşmaması, kontrolden çıkmaması için tedbirler alırken, ezen azınlık tam aksi yönde, vekilin özel 62
imtiyazlı bir konum içinde olması; asilin vekili denetleme olanaklarının ortadan kaldırılması yönünde kurallar getirmektedir. Ezilenler, ortalama işçi ücreti verirken, ezenler yüksek maaşlar, yolluklar, harcırahlar ve daha bin bir manevi imtiyazlarla asil ile vekili ruhça ve maddece birbirinden koparmaya çalışmaktadır. Ne var ki, seçilenin geri alınabilmesi, bir sorunu çözerken başka bir sorun yaratır: toplumdaki eğilimlerin oranlarına uygun yansımaması. Bunu biraz açıklayalım. Belli bir vekili seçenlerin onu geri alabilmesi için, her vekilin bir vekil çıkaracak sayıda insanın ve bölgenin temsilcisi olması gerekir. Yani dar bölge sistemi demektir. Halbuki modern toplumda, demokrasi ancak sistematik görüşler savunan siyasi partiler aracılığıyla gerçekleşebilir. Bu partiler de son duruşmada büyük toplumsal grupların eğilimlerini yansıtırlar. Bunun için en ideal sistem, seçilenlerin seçenlerin görüşlerinin dağılışına uygun oranlarda seçilebilmelerini sağlayan nispi temsildir. Bu ise, olabildiğince büyük birimlerle, olabildiğince toplumdaki gerçek eğilimlere yakın bir sonuç verebilir. Dar bölge sisteminde, pek ala yüzde yirmi oy alan bir partinin, diğer oyların diğer partilerde yüzde onar ya da on beşer olarak dağılması halinde, vekillerin yüzde yüzünü çıkarması mümkündür. Böylece, seçileni her an geri alabilmek uğruna nüfusun yüzde sekseninin eğilimlerinin seçilenlere yansımamasına yol açılabilir. Bu nedenle, gerçek bir demokrasi için, nispi temsil sistemi gerekir toplumdaki eğilimleri en uygun oranlarda yansıtmaya uygun olarak. Paris komünü için o kural geçerli olabilirdi ama bu gün geçersizdir. Dar bölge geri almayı sağlar ama yol açtığı problemler daha tehlikelidir. Peki hem nispi temsil, hem de geri alma bağdaştırılamaz mı? Seçimler daha sık yaparak; bugünkü gibi reklam ve manüplasyonun arcı olmayan, bağımsız halk örgütlerinin kontrolündeki kurumlar aracılığıyla son derece gelişmiş örnekleme teknikleriyle aktüel eğilimler yansıtılarak; veya örneğin herkese başkaları tarafından kullanılamayacak bir şifre verilerek, internet aracılığıyla sürekli eğilim yansıtıcı oylamalar yaparak; seçenler ile seçilenler arasındaki makas açıldığında, diyelim belli bir oranı geçtiğinde, otomatik olarak seçimlere gidilerek, nispi temsilin mahzurları da minimuma indirilebilir. Ama en önemlisi, her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü ile ezilenlerin bin bir biçimde örgütlenmiş olmalarıdır. O zaman önemli sapmalara karşı her an tepkiyi göstermek mümkün olabilir. Tabii yukarıda söylenenler, bütün düzeydeki organlar için geçerli, bütün karar alma yetkisi olanlar seçilmelidir. Köy heyetlerinden, jürilere, polis şeflerine, şehir yönetimlerine kadar. Bütün bu tedbirlere rağmen, bir bürokratlaşma eğilimi daima olacaktır kendisiyle sürekli mücadele edilmesi gereken. İş bölümü olduğu sürece, bürokrasi katlanılması gereken bir hastalık olarak var olmaya devam edecektir. Ama bürokrasinin bir hastalık olması; bir tehlike olması başka bir şeydir, egemenliği ele geçirmesi başka. Bütün bu tedbirler egemenliği ele geçirmesine karşıdır. Hastalığı ortadan kaldırmaz. Hastalık ise sadece sınıfların değil, iş bölümünün de ortadan kalkacağı çok yüksek bir zenginlik ve üretkenlik düzeyini var sayar. Yani Demokrasinin sonu Bürokrasinin de sonudur. Zorunluluklar aleminin ötesinde 63
demokrasi olmadığı gibi bürokrasi de olamaz. 18 Ekim 2000 Çarşamba
Sosyalist Demokrasi (III) – Eski Egemen Sınıflar ve Demokrasi Geçen yazıda, ezilen çoğunluğun iktidarında, onun kendi temsilcilerinin kontrolden çıkması tehlikesi ve sorunlarına değinmiştik, bu yazıda da eski egemen sınıfların tekrar egemenliği ele geçirmesi sorunu üzerinde duralım. Ezen azınlık ile, ezilen çoğunluk arasındaki mücadelede şöyle bir zıtlık vardır. Ezen azınlıklar ezilenlere karşı mücadelelerinde belli bir toplumsal ilişkiyi değiştirme yoluna gidemezler varlıklarını ve egemenliklerini bizzat o ilişkiler sayesinde sürdürdüklerinden, bu nedenle ezilenlerin direnişine karşı toplumsal ilişkinin değil, insanların imhası ve baskısı yoluna giderler. Ezilenler ise, ilişkiyi yok etmek isterler o ilişkinin ortaya çıkardığı insanları değil. Yani işçiler işverenliği yok etmek durumundadır, tek tek işverenleri değil; buna karşılık, burjuvazi, işçiliği değil, belli direnen işçileri yok etmek veya sindirmek hedefindedir karşı tarafın direnişini kırmak için. O halde, işverenliği yok ettiğinizde, işverenlik yok olacaktır ama diyelim ki, işverenliği yeniden getirmek isteyen eski imtiyaz sahipleri yok olmayacaktır ve bunlar eskiyi yeniden getirmek için çok sert bir mücadele içine de girecektir. Bu mücadeleye karşı ne yapmak gerekir? Hemen ilk akla gelen, eski egemen sınıfları, oy hakkından, fikir ve örgütlenme özgürlükleri hakkından mahkum etmektir. Ancak , biraz yakından bakılınca bu iki tedbirin de hiç bir anlamının olmadığı ve aksine ezilen çoğunluğun egemenliğine karşı kullanılabilir olduğu görülür. Oy hakkını ele alalım. Örneğin, eskiden şu kadar serveti olan veya şu kadar işçi çalıştıran insanların seçme ve seçilme hakkı bulunmaz diye bir yasa maddesi aracılığıyla eski egemen sınıfları demokratik hak ve özgürlükler alanından dışladınız. Bu bir garanti oluşturur mu? Olumlu mudur, olumsuz mudur? Kanımızca hiç bir olumlu yanı yoktur. Birincisi, eğer ezilen çoğunluğun egemenliğini sürdürmek için eski ezilen sınıfları genel oy, yani seçme ve seçilme hakkından mahrum etmek gerektiğini düşünüyorsanız, henüz burjuvaziye muhalefet ettiğiniz dönemde de bunu açıkça ifade etmeniz gerekir. Yok bu fikriniz var da gizliyorsanız, ezilenlere bizzat kötü bir örnek oluyorsunuz demektir. Ama fikrinizi gizlemiyor da açıkça koyuyorsanız, bu sefer egemen sınıflar karşısında zor durumda kalırsınız. Bir yandan ezilen çoğunluğun çıkarlarını savunduğunuz için demokrasinin, genel oyun savunucusu olacaksınız ama diğer yandan da çoğunluk olduğunuzda eski egemen sınıfları bundan dışladığınızı söyleyeceksiniz. Bu fiilen çifte standart anlamına gelecektir ve karşı tarafa size karşı, sizin kendinize hak gördüklerinizi biz de kendimize hak görüyoruz demenin yolunu açacak ve ezilenlerin mücadelesini zayıflatacaktır. Kaldı ki, kimse, bir işverenin ya da zengin bir ailenin çocuğu olduğu için suçlu değildir. 64
Bizler toplumdaki ilişkileri sorumlu tutarız, insanları değil, bir kere o ilişkiyi yok ettikten sonra, bir zamanlar o ilişkinin ürettiği bir tabakaya dahil olduğu için bir takım insanları kimi haklardan mahrum etmek, insanları işlemedikleri bir suçtan dolayı cezalandırmaktır da ve ezilenlerin kendi hukuku açısından ciddi bir tutarsızlığa da yol açar. Bu gibi nedenlerle eski ezen azınlığı, genel oydan dışlayıcı tedbirler ezilenlere değil ezenlere hizmet eder. Bir diğer sorun, ezen azınlığın savunduğuna inanılan belli fikirlerin ve anlayışların propaganda ve örgütlenmesinin yasaklanmasıdır. Bu yolla eski egemen sınıfların tekrar bir geri dönüş sağlamalarının engellenebileceği gibi yaygın bir görüş vardır. Tabii bunun kökeninde, sınıflar ve sınıf mücadelesi hakkında, ezen sınıfların kendi çıkarını belli ideolojilerde ve doğrudan ifade ettiği tarzında çok çocukça bir anlayış yatar. Aksine bütün tarih göstermektedir ki, ezen sınıflar çıralarını korumak için her türlü ideolojiyi kullanabilirler. Kapitalistlerin liberalizmi savunacaklarını sanmak saçmalıktır. Gereğinde komünist de olurlar, faşist de olurlar, dinci de olurlar. Sınıflar eğilimlerini ve çıkarlarını her türlü ideolojik form altında savunurlar ve ifade ederler. Bu aynen ezilen sınıflar için de geçerlidir, ezilenlerin eğilimleri de en gerici ve sağcı partilerin içinde bile bir şekilde ifadesini bulur. Dolayısıyla, her hangi bir ideolojiye veya fikir sistemine yönelik yasaklar, yani fikir ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlamanın hiç bir anlamı ve değeri yoktur. Egemen sınıflar kendi eğilimlerini bizzat en hızlı komünist görünümler ardına gizleyebilir. Keza genel oy için geçerli olan fikir ve örgütlenme özgürlükleri için de geçerlidir. Yani böyle bir anlayışınız var ise, bunu muhalefette iken de söylemeniz gerekir. O zaman ise ya yalancı ya da çifte standartlı olduğunuz için ezilenlerin mücadelesine zarar verirsiniz. Ancak burjuvaziye karşı etkisiz ve anlamsızlığından öte, fikirlerin yasaklanması, ezilenlerin kendi egemenliklerini sürdürmesi bakımından büyük bir tehlikeyi beraberinde getirir. Tarihsel deney, yani Ekim Devrimi’nden sonraki deney göstermiştir ki, ezilenler için eski egemen sınıflar değil, bizzat kendi içindeki bürokrasi en büyük tehlikeyi oluşturur. Ve bürokrasinin sorunlu bir araç olmaktan çıkıp iktidara gelmesinde ve bunu sürdürmesinde, güya egemen sınıflara karşı olmak amacıyla fikir ve örgütlenme özgürlüklerini ortadan kaldırmak, ezilen çoğunluğu iktidardan uzaklaştırma ve atomlara ayrıştırmanın aracı olmuştur. Tarihsel tecrübe, her türlü fikir ve örgütlenme yasağının eski ya da yeni egemen sınıflara yaradığını göstermektedir. O halde, ezilen çoğunluğun iktidarını sürdürmek için, ne oy hakkı sınırlamaları ne de fikir ve örgütlenme özgürlükleri sınırlamaları bir iş görmez. Aksine bunlar ezilen çoğunluğun egemenliğine karşı bir araç olarak kullanılabilirler. Eski egemen sınıfı var eden ilişkileri yok etmek yeter. Hatta onların sabotaj ve yasa dışı yollarla mücadeleye girmesini engelleyecekse, bir zamanlar Marks’ın dediği gibi, onların zenginliklerine karşı belli bir tazminat ödemek bile düşünülebilir. Onun haricinde bunlar tüm diğer yurttaşlarla aynı hak ve görevlere sahip olmalıdır. Eski egemen sınıflardan korkacak bir şey yok. Onlar ezilen çoğunluğu tekrar görüşlerine kazanıp yeniden eski ilişkilere dönebilirler mi? Eğer yeni düzen ezilenlere bir şey vermemiş ve ezilenler tekrar sömürü sistemine geri dönmek istemişlerse buna ne denilebilir? Ezilenlerin bilinçli çabası ve tarihsel inisiyatifi olmadan zaten sınıfsız topluma gidilemeyeceğinden, bunun çaresi yine yasaklar değildir. 65
Akacak kan damarda durmaz ya da kendi düşen ağlamaz.
27 Ekim 2000 Cuma
66
Sosyalist Demokrasi (4) - Ezilen Çoğunluğun İçindeki Çelişkiler Ezilen çoğunluğun iktidara geldiğinde, bir yandan egemen sınıfların direnişine ve geriye dönme çabalarına, diğer yandan bürokrasinin iktidarı alma tehlikesine karşı tedbirlerinin neler olabileceğine bunların ortaya çıkardığı sorunlara ve yeni tehlikelere önceki iki yazıda kısaca değinmiştik. Bu yazıda da ezilen çoğunluğun kendi içindeki çelişkiler ve bunların sorunlarına kısaca değinelim. Ezilen çoğunluk her şeyden önce, işçiler ve köylülerden ve diğer emeği ile yaşayan küçük burjuva tabakalardan oluşur. İşçi sınıfının, kendi başına, bu tabakaların desteğini almadan ezen azınlığın egemenliğine son vermesi mümkün olmadığı gibi iktidarda kalması da mümkün değildir. Ancak, gelişmiş ülkeler hariç, dünyanın hiç bir ülkesinde, işçiler nüfusun çoğunluğunu oluşturmaz. Gerçi bir yandan eskinin kalıntısı küçük üreticilik hızla yok olmaktadır ama aynı zamanda, ücretli olsa bile yaşam düzeyi ve ruh durumuyla küçük burjuva karakterde modern tabakaların bir yükselişi de söz konusudur. Bu tabakalar ister geçmişin, ister modern toplumun ürünü olarak ortaya çıksınlar, en azından iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından doğrudan bir sosyalizme yönelişleri yoktur, en azından klasik anlayışlar bakımından. Bu durumda ne olacak? Paris Komünü böyle bir sorunla yüzleşmedi. Komün adı üstünde Paris’le sınırlıydı, Burjuvazi kaçarak şehri büyük ölçüde terk etmişti ve işçi sınıfı orada zaten nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Ama Ekim Devrimi bu soruyla karşı karşıya geldi. Muazzam bir köylü ülkesinde, konsantre olmuş küçük bir işçi sınıfına dayanıyordu devrim. Modern şehir ve sanayi modern toplumun can damarıdır. Bu politik eylem, örgütlenme ve ağırlıkta işçileri üstün yapar. Bu nedenle işçi sınıfının gücü onun nufus içindeki gücüyle ölçülemez oranda yüksektir. Ama, bir genel oy sisteminde, işçilerin bu üstünlüğü yok olur. Köylülerin sayısal gücü ortaya çıkar. Ekim devrimi, bir yandan köylülerin taleplerine sahip çıkmış ama diğer yandan da, köylülerin bu ağırlığını dengelemek için, çok miktarda köylü oyunu bir işçi oyuna eşitleyen bir sistem kurmuştur. Örneğin on köylünün oyu bir işçi oyuna eşitlemek gibi. On dokuzuncu yüzyılda sosyalist harekete, ilerlemeci tarih anlayışının da etkisiyle, işçi sınıfı nüfusun çoğunluğu değilse, hem genel oy ve özgürlükler hem de genel oy korunarak sosyalizme nasıl geçilebileceği konusunda, köylülüğün oy hakkını sınırlama anlayışı egemendi. Yani işçi sınıfı gereğinde, ezilen çoğunluk içinde azınlık olduğu durumda, sosyalizme ulaşmak, insanlığı mutlu hedefine ulaştırmak için köylülük üzerinde diktatörlük kurabilir diye düşünülüyordu. Fransa’da örneğin Blankistler, Proletarya’yı temsilen Paris’in 67
taşra üzerindeki diktatörlüğünü savunabiliyorlardı. Keza Ekim Devrimi, köylüler karşısında adeta paternalist bir tavrı sürdürmüştür. Köylülerin özlemlerini gözetmek ama onların oy gücünü sınırlamak. Bu yaklaşımlar bu günün dünyasında geçersizdir, tarihsel deney sadece yanlışlığını değil, köylülüğün sosyalizme eğilim duymayacağı düşüncesinin de geçersizliğini göstermiştir. Yirminci yüzyılda bütün geri ülkelerdeki devrimler, Çin’den Nikaragua’ya kadar Köylülüğe dayanmış ve bu tabakalar, en kötü örnek ve elverişsiz koşullara rağmen sosyalizme eğilim göstermişlerdir. Köylülerin oy hakkını sınırlayacak veya ağırlığını azaltacak mekanizmaların hiç bir başarı şansı bulunmamaktadır. İşçiler burjuvazinin ilişkilerini imha edebilirler, ama küçük burjuvazi ve köylülüğe karşı aynı şekilde davranamazlar, onlar, ezen sınıflardan değildirler. Onların ilişkilerinin imhası değil, iknası (gönüllü dönüşümü) gerekir. Tıpkı bir bölüğün hızının en yavaş askerin hızına eşit olması gibi, işçi sınıfı sosyalizm yönündeki bütün dönüşümlerde köylülerin desteğini, onayını veya en azından hayırhah bir tarafsızlığını sağlamak zorundadır. Bu ise ancak genel oyla olabilir. Kimileri bunu anlamıyorlar ve örneğin, genel oyda köylülerin ve küçük burjuvazinin ağırlığını sınırlayacak veya bütünüyle genel oydan dışlayacak tedbirler düşünürler. Yani düşündükleri, köylüler ve küçük burjuvalar üzerinde diktatörlük kuracak, bir işçi demokrasisidir. İlginçtir, bunlar hiç bir zaman köylülere ve küçük burjuvalara, “biz iktidara geldiğimizde sizin oy hakkınızı sınırlayacağız” da dememektedirler. Yani resmen gerçek niyetlerini gizlemektedirler. Bu niyetini gizleyen bir partinin bırakalım köylüleri, işçilerin bile desteğini alma şansı yoktur. Ama ezilenlere yapılacak en büyük kötülük, onlara yalan söylemektedir onların bu yalanla desteği kazanılsa bile. Çünkü onların kendi eseri olabilir onların kurtuluşu, onların tarihsel deney ve inisiyatifi olmadan hiç bir olumlu değişim gerçekleşemez. İşçilerin dışındaki tabakaları da kapsayan bir genel oy, sınıfsız topluma gidebilmek için olmazsa olmaz koşullardan biridir. Sadece köylülerden sorun çıkmaz. Sanılır ki, işçiler de yekpare bir bütündür. Hayır. İşçi sınıfı bir çok zümrelerrden oluşur. Ayrıca işçiler, sadece bölünük de değildirler. Hiç bir zümresel bölünüklüğün olmadığı yekpare bir işçi sınıfı bile olsa, parça ile bütünün çıkarı, kısa vadeli çıkar ile uzun vadeli çıkar, tarihin çok istisnai dönemleri hariç, ki bu istisnai dönemler devrim dönemlerindir, çakışmaz, bu çıkarlar arasında daima bir gerilim, bir çatışma vardır.. Kısa vadeli çıkarlar ve parçanın çıkarlarını savunma, her zaman küçük burjuva ve köylü tabakalarda bir destek de bulacaktır. Dolayısıyla gerçekten ezilen çoğunluğa hizmet edecek, ezenlerin baskı aracı olarak kullanılamayacak bir devlette bile, sınıfın tarihsel ve genel çıkarlarının çok istisnai durumlarda çoğunluğu sağlaması mümkündür. Bunun dışında genel kural olarak, kısa vadeli çıkarların, zümrelerin, köylü ve küçük burjuvaların burnunun ötesini 68
görmeyen politikaların çoğunluğu oluşturması beklenmelidir. Bu şu demektir: işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarını savunan partiler, çoğu durumda azınlıkta kalacaklardır. Yani “doğru devrimci çizgi”yi seçmeyecektir ezilenler. Buna rağmen ve bu nedenle doğru devrimci çizgi, ezilenler bu “doğru devrimci çizgiyi” seçmedikleri takdirde bile, onlara hizmet edecek, onların üzerinde yükselmeyecek, onlara hata yapma özgürlüğünü, yanlışları ve aptalları seçme ve deneme özgürlüğünü verecek bir aracın oluşması için savaşmaktır. Kimileri sanıyorlar ki, burjuvazinin bukağılarından kurtulmuş bir ezilenler demokrasisinde ezilenler hep en doğru kararları alacaklardır. Hayır. Bu çocukça bir anlayıştır. Evet demokrasiden yanayız, ama demokraside, işçiler ve diğer ezilenler en doğru kararları alacakları ve uygulayacakları için değil; en aptalca ve dar görüşlü kararları alıp uygulayacakları için ve buna rağmen ve tam da bu nedenle. Tarih, ezilen insanların girişimine ve tarihsel tecrübesine dayanan en aptalca kararların bile en bilgece ama yukarıdan verilmiş karalardan bin kere daha az tehlikeli, verimli ve son duruşmada da doğru olduğunu göstermiştir. Birinci Enternasyonal’in tüzüğünün başındaki şu cümleyi bütün tarihsel deney doğrulamış bulunuyor: “İşçilerin (ezilenlerin) kurtuluşu ancak kendi eserleri olabilir.” Suya girmeden yüzme öğrenilmez. Ezilenlerin, Tarih karşısında yanlış yapma özgürlüğü olması gerekir. Demokrasi, yanlış yapma özgürlüğüdür. Dolayısıyla yanlışı görme ve düzeltme olanağı ve görevi.
02 Kasım 2000 Perşembe
69
Yazı Serisinin Bitişi Nedeniyle Son Söz Böylece bu pehlivan tefrikasına dönen “Demokrasi Üzerine Yazılar” serisi bitmiş bulunuyor. Yazının böyle uzaması bazı okuyucuların eleştirilerine yol açtı. Ancak, yine bu yazıyı sürdürmemi ve mümkünse bir kitap haline getirmemi isteyenler ve böyle uzamasına yol açanlar da yine bazı okuyuculardı. Ne yazık ki herkesi memnun etmek mümkün olmuyor. Bir gazetenin okuyucularının beklentileri ve ilgisini çeken konular büyük bir farklılık, hatta birbirine zıt özellikler gösterebiliyor. Buna rağmen, yazı seri bir yazı olmakla birlikte yer yazı aynı zamanda bağımsız bir yazıydı. Bu şekilde mahzurları asgariye indirmeyi de denedik. Bu yazılarda, demokrasi konusu ele alınırken aynı zamanda, yepyeni kavramsal araçlar (sınıfların tarihsel ve kültürel konumlanışı gibi) geliştirilmiş ve kavramlar konu üzerine tartışmalarda çok rastlanan belirsiz ve karışıklıklarından kurtarılarak dakikleştirilmiş ve netleştirilmiştir. Aslında bu yazı serisi, hem PKK’nın anlaşılması hem de muhaliflerin argümanlarının çürüklüğünün görülebilmesi amacıyla yazılmıştır. 02 Kasım 2000 Perşembe
70