Bu köprüyü kim geçebilir

Page 1

BU KÖPRÜYÜ KİM GEÇEBİLİR: CEMAAT- AKP KAVGASI Prof. Dr. Ali Demirsoy

Benim

kökten

dinciliğe,

cemaatleşmeye

ve

dinin

siyasete

karıştırılmasına karşı olduğum, çeşitli yazılarım ve konferanslarımda izleyenler için net bilinmektedir. Bunlara bulandıkları için her ikisine de sempati duymadığımı net söyleyebilirim. Ancak öyle bir noktaya geldik ki, bu didişme sadece onları değil, bu ülkenin kaderini, çocuklarımızın geleceğini ve hatta Türk Devletinin bekasını etkileyecek niteliklere bürünmektedir. Böyle bir durumda kıyısından köşesinden bu işlere karışmış, neredeyse yarım yüzyıldır eğitim camiasının dertleriyle uğraşmış, evrim kavramının bu toplumda yerleşmesi için elinden geleni göstermiş birisi olarak sessiz kalamazdım. Düşüncelerimi birilerine yararı olur diye iletmek zorundaydım. Dünyadaki bu kavgaların yapısal kökleri Sümerlere kadar uzanır, ancak bizim bindiğimiz ağacın bu köklerden fışkırması İslamiyetlin ortaya çıkışıyla olmuştur. O gün bu gün bu coğrafyada kavga, hile, desise, zorbalık, yalan, talan hatta kardeş kavgaları hiç eksik olmamıştır. Karaya çıkabilmeniz için önce kendinizi kandırmayacaksınız. Bu coğrafya kanlı bir coğrafyadır; çoğunluk aklın ve nizamın, en önemlisi de aklın noksan olduğu bir coğrafyadır. Dünyanın ilk buluşlarının (keşiflerinin) hemen hemen bu coğrafyada gerçekleşmesi, daha sonra onların üzerine bir tek tuğlanın konmaması, basit ve yavan yorumlarla açıklanamaz. Eğer durduğunuz yeri bilemezseniz, gideceğiniz yeri bulamazsınız, derdinizi bilemezsiniz, devanızı bulamazsınız. Bu coğrafyanın düştüğü bataklığın ismi dogmadır. Yağmur ormanlarındaki batıklıklar gibi, kımıldadıkça içine batarsınız. Türkiye bu bataklıktan Atatürk ve arkadaşlarının uzattığı


laiklik çubuğuna tutunarak çıkmaya çabalarken ne yazı ki içten ya da dıştan etkilerle tekrar bataklığın içine sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Bu, AKP-Cemaat kapışmasıdır. Ne yazık ki bu ülkenin samimi evlatları, basınıyla, bilim dünyasıyla, halkıyla, hatta muhalefet partileriyle, dar köprü üzerindeki dövüşün sonucunu beklemektedir. Bu keçilerin hiçbirinin bu ülkeyi selamete çıkaramayacağını çoğunlukla anlayamamış durumdadırlar. Ancak bu yazıyı okuyanlar, bu dar köprüdeki hangi keçinin (öykülerde öyle geçtiği için bu hayvan adı kullanılmıştır; yoksa bir serzeniş değildir) eninde sonunda geçeceğini merak etmiş olabilirler. Bu, aslında yanıtlaması zor olan bir sorudur. Çünkü bir yanda devletin bütün gücünü elinde bulunduran, istekleri ve çıkarları için mevcut yasalara bile riayet etmeyen, dediğim dedik, öttürdüğüm düdük diyen, halkoylarının çoğunluğu ile devlete egemen olmuş büyük bir güç vardır. Bunu kimse göz ardı edemez. Bu gücün ülkemizin ve devletin geleceği açısından dövüşü kazanmasını aklı başındaki her insan bütün kalbiyle ister; hemen kazanmasını da bekler; ancak bu kavganın öbür yanın geçmişinde yaptığı hazırlıklara bakıldığında düşünüldüğü kadar kolay olmayacağı hemen anlaşılır. Benim penceremden görünen kısmı belki size bir miktar ışık tutabilir. Sene 1992, TÜBİTA,K Dünya Biyoloji Olimpiyatlarına katılmak üzere beni

o

yıl

Çekoslovakya’nın

Poprat

şehrinde

yapılan

Biyoloji

Olimpiyatlarına gözlemci olarak gönderdi. Oraya gittiğimde, normalde Biyoloji Olimpiyatlarının uygulamasında olmamasına karşın, belli ki büyük bir zorlamayla, isteklerini kabul ettiren İstanbul Fatih Lisesinin 4 kişilik bir ekiple yarışmaya katıldığını gördüm. Yarışmadaki çocuklar çok iyi bir sonuç alamamakla birlikte, ellerinden geldiğini, çok çalışkan ve azimli olduklarını gördüm. Bunları yetiştiren üç öğretmenle tanıştım,


özellikle Zübeyir Altuntaş (diğerleri Mustafa

ve Kadir Tuzlak) bugüne

kadar gördüğüm en çalışkan ve hevesli öğretmen oldu (bu kişi daha sonra Amerika’ya gönderildi ve aydığım bilgilere göre de Texas’da iyi bir araştırmacı olmuş). Çocuklara canhıraş bir şekilde öğretim yapıyor, çıkmış Türkçe kitapları hatmettikleri gibi, yarım yırtık lisan bilgileri ile de çeşitli dillerden biyoloji ile ilgili kitapları okuyorlardı. Daha sonra başka bir nedenle

İstanbul

Fatih

Kolejine

götürdüler,

orada

laboratuarları,

derslikleri ve kütüphanesini gezdim. O günkü koşullarda mükemmeldi. Üniversitelerimizde olmayan alet edevat vardı. Ancak beni en etkileyen yanı, hocaların okulun üst katında bir yerlerde kaldığı ve gece yarısı bile olsa öğrencilerinin sorularına yanıtladığı, gece gündüz öğrencilerle haşir neşir olduklarıydı. Bunu yaparken de bunu bir angarya olarak görmemeleri ilginçti. Daha sonra devlet liselerine yönelik öğretmenleri bilimsel olarak eğitmek ve bu yarışa onları da sokabilmek için yaptığımız girişimlerde istediğimiz sonucu doğrusu alamadık. Çünkü çoğu gecesini ve gündüzünü bu işe vermek istemediği gibi, öğrencileriyle de ilgilenmeyi angarya olarak görmüşlerdi. Daha sonra TÜBİTAK, özel bir kurs programı ile öğretmenleri kısmen de olsa eğitmeye çabaladı. Daha sonra bazı ülkelerde bu cemaat okullarını uzaktan da olsa izleme şansım oldu. Orada çalışan öğretmenlerin özverisine hayran kaldım. Çölün ortasında, çok da yüksek olmayan aylıklarla yakınmadan görev yapıyorlardı. Çevremde aydın, Atatürkçü geçinen birçok insana bu ülkenin yeni kurulan ya da periferikte (merkezden uzakta) bulunan üniversitelerine gitmelerini önerdiğim zaman, gördüğüm ayak diretmeleri ve tepki, aslında bir dünya görüşünün başarıya ulaşmasındaki anahtar yapılanmayı ve özverinin önemini ortaya koyuyordu.


TÜBİTAk’ta Biyoloji Olimpiyatlarının sorumlusu olarak 1992-1994 yılları arasında görev yaptım. Cemaate bağlı olan okulların hepsi, başta Yamanlar, Fatih Koleji, Samanyolu, Van Muradiye ve daha sonra eklenenler çok başarılı öğrenciler gönderiyorlardı. Sadece biyolojide değil, başta matematikte, fizikte, kimyada, bilgisayarda hep önde koşuyorlardı. Edindiğimiz bilgilere göre bu şekilde özverili çalışan öğretmenlerinin yanı sıra, Sovyetlerin dağılması ile ortaya saçılan bilim adamlarını, özellikle Azerbaycan uyrukluları para vererek okullarına getirip onları en yüksek düzeyde eğitiyorlarmış. Ukrayna’da bir öğrencileri Olimpiyatlarda alınan en yüksek puanı aldı, birçok öğrencisi altın, gümüş ve bronz madalya ile okullarına döndü. Buradan çıkan başarılı öğrencileri yurtdışına önemli yerlere gönderilerek, yüksek lisan, doktora çalışmaları yaptırdılar. Ellerinde her konuda iyi yetişmiş, unvanı olan bir kadro oluştu. Sadece bilimsel yetiştirme ile kalınmadı, belli ki üniversitelerin önemli bir kısmına yine AKP’nin himmetiyle çok sayıda yönetici atandı ve ek koşullu ilanlar ile ya da manipüle edilmiş jüriler ile çok sayıda cemaat sempatizanı üniversitelere yerleştirildi. Şu anda devlet üniversitesi olarak bilinen üniversitelerin en az idari bakımdan devlet üniversitesi olduğu kuşkuludur… Cemaatin okullarını bitirenler devletin yaptığı gibi, saldım çayıra Mevlam kayıra yaklaşımı değil, belirli bir planlama ile ileride devletin idaresini ve yargısını ele geçirecek yerlere gönderildi ve onlara bildiğimiz kadarıyla gerekli destek de verildi. Aslında devletin yapamadığını yaptı; ancak kendi dünya görüşü doğrultusunda… Şu anda devletin içinde bulunan yönetici, idareci, hukukçu, akademisyen, yazar, çizer, milletvekili hatta bakan bu tezgâhtan geçmiş kişilerdir.


Cemaat bununla da kalmadı, kendi görsel yayın organını kurdu (bugün izlediğimiz televizyonların ve dinlediğimiz radyoların önemli bir kısmı), kendi yazılı basınını kurdu (onlarca gazete ve dergi); bununla da yetinmedi kendi finans kurumlarını kurdu (bankalar, seyahat şirketleri vd). Söylenene göre, özelleştirme sırasında bizzat cemaat lideri araya girerek yakınlarına devletin bu olanaklarının uygun fiyatlarla verilmesini sağladı. Devlet sadece birkaç kurumdan ibaret değildi. Bu nedenle polis kolejine girişlerde ve astsubay alınımında soruların yandaşlara servis edildiği basında defalarca dile getirilmesine karşın, kısa vadeli çıkarı peşinde

koşan

zevat,

bu

uyarıları

duyamazlıktan

geldi.

Son

çalkalanmalarda gizli gizli orduya da geçmişte sızdıkları söylenmekte (artık sızmalarına gerek kalmadı). Hatta casusluk davası adı altında önemli bir devletin hiç haz etmediği 300 küsur denizci subay gözaltına alındı; bu arada YAŞ (Yüksek Askeri Şura), bu subaylar tutuklu olduğu onları terfi ettiremediği için; basına göre yandaş (devlete ve AKP’ye yandaş değil) bir grup önemli yerlere getirildi. Siyasi partilerle pazarlık da yaptılar (Ecevit’in son dönemde başa gelişi bu mutabakata bağlanmaktadır). AKP onların en iyi binek atı oldu, başbakanımızın ifadesine göre dönemlerinde cemaat 9 kat büyüdü; önemli yerlere yandaşları atandı dendi; hatta ne dendiyse yaptık gibi abuk sabuk bir açıklanma da yapıldı. Cemaat kapı kapı dolaşarak ihtiyaç sahiplerini buldu, büyük şehirlere gelip yurt bulamayan öğrencileri otogarlarda karşılayarak, onları ışık evlerine yerleştirdi anlara aş verdi. Eğitti, iş verdi, sahip çıktı. Devletin yapamadığını yaptı. Işık evlerinde bu öğrencileri özel olarak güdümlerken, inançları gereği Evrim Kuramına da tepkilerini koyuyorlarmış. Bu okulların


tedrisatından geçmiş daha sonra dostum olan insanlardan öğrendiğim kadarıyla, Türkiye’de tanınmış bir evrimci olmam nedeniyle beni de didikliyorlarmış. Ancak Türkmenistan’da ve daha birkaç ülkede, yazmış olduğum kitapları, hatta evrim ile ilgili olanlar da dâhil, bir setini değil onlarca setini bu okulların her birinin kütüphanesinde görünce, bilimsel alt yapıları ile istediklerini ele geçireceklerini anlamıştım. Evrimle ilgili yazmış olduğum kitapları, bırakın kenar köşedeki devlet üniversitelerini, Ankara’nın göbeğindeki –sözüm ona çağdaş- üniversiteler bile yine bırakın okutmayı, öğrencilerine önermekten bile korkmaktadırlar. Cemaat bu arada kendi ideolojisini de enjekte etti. Çıkan kişiler önemli yerlere atandıkça, bu atamayı sağlayan cemaat olduğu için, büyük bir olasılıkla geldiği yerde aylığının yüksekliğine bağlı olarak belirli bir parayı bu kara kazana atarak cemaatin daha da gelişmesine katkıda bulundu. Gittikçe büyüyen bir çığ oldu. Bu süreç içinde –laik bir devlet anlayışı ve yapılanması yoksa ya da görmemezlikten geliniyorsa- işlenen görünürde hiçbir suç da bulunmamaktadır.

Cemaatin görünürde

yaptıkları, dindar devlet yönetimleri için bırakın suç olmayı övülmeye değer işlerdir. Nitekim cemaatin dünyada Mançurya’dan, Arjantin’e, Güney Afrika’dan Avustralya’ya açmış olduğu (bana biraz abartılı geliyor ama 1100 okul olduğu söyleniyor) okullarda okuyan öğrencilerin her ne kadar İngilizce eğitim yapıyorlarsa da, Türkçe konuşmaları, bu ülkenin (yani bizim) her bireyi için övünülecek bir girişimdir. Dolayısıyla Türkçe Olimpiyatlarında cumhur cemaat hükümet üyelerinin ve birçok zevatın yer alıp, salya sümük ağlayarak onları kutsaması, garipsenecek bir durum da değildir. Bu okulların açılış nedeni ve arka planı için çok şey yazıldı, çizildi; ancak devlet onları hiçbir zaman izleme gereğini duymadı. Sadece bu akıma karşı çıkan insanların fikirlerini alaylı alaylı dinleme ile yetinildi… Arkalarında, her ne kadar 17


Aralıktan sonra başbakanımız tarafından açık açık söylenmese de bizzat düşman olarak nitelendirdiği süper güç olduğu söylendi yazıldı. Kimsenin kılı kıpırdamadı; çünkü 1946’dan bu yana zaten bu süper gücün Türkiye’deki siyaseti düzenlediği (manipüle ettiği), fikri doğru ya da yanlış benimsenmişti. Gizli yapılan anlaşmalar ve gizli yapılan görüşmeler bu izlenimi doğal olarak çok güçlendirmişti. Dolayısıyla şimdi bir kazanın kalkıp öbür kazana senin dibin bende daha kara diyebilme şansı bulunmuyor. Bu okullara bu hükümetçe çekilen kıyak, bu ülkede hiçbir kula nasip olmamıştır. 2013 yılında çıkarılan bir yasa ile Türkiye dışındaki bir okulu bitiren bir öğrenci hiçbir sınava girmeden Türkiye’de istediği üniversitenin istediği bölümüne kaydını yaptıracak ve tüm harçlardan da muaf olacak. Çocuğunun üniversitelerde bir yer kapması için onlarca bin lira harcayan, cumartesi pazar demeden yılın 365 günü çocuğunu kursa götürüp, çocuklarını dershane kapılarında bekleyen insanlara vurulmuş en büyük darbeydi. Pek ala bu uygulamayı kim çıkardı? Bu hükümet; belki anlamada

zorlanabilirsiniz

“bu

hükümet”.

Bu

cemaate

çekilmiş

olağanüstü mali bir kıyaktı. Kurdukları dershaneler kim ne söylerse söylesin sınavlarda başarıları ile tanındılar; hem ticaret yaptılar hem de belirli görüşteki insanların adamından

yetişmesini yargıcına,

sağladılar. savcısına,

Okulları

da

polisine,

başarılıydı. bürokratına,

Bilim hatta

siyasetçisine kadar yetkin bir kadro yetiştirmiş, bankası ve şirketleri ile mali olarak etkin bir konuma yükselmiş, televizyonları, gazeteleri, dergileri ile büyük bir etkileme şansını yakalamış bir topluluğun başka adımlar da atması gerekiyordu. Bunun için, geçmişle hesaplaşma bakımından kinini yıllarca saklamış, ihtirası en üst düzeye çıkmış, akçeli işlerde her şeyi yapabilecek insanları bulmalıydı. AKP karşısına çıktı,


antiemperyalistlere göre birileri tarafından çıkarıldı. Antiemperyalist olarak da bilinen Kemalistlere göre bunlar aynı ananın memelerinden süt emen iki kardeşti. Ana çeşitli nedenlerle geri çekilince, meme kavgası başladı; buna devlete sahip çıkma ya da paralel devlet kurma dendi. Aslında paralel devlet yarım yüzyıldır kuruluyordu da siz uyuyordunuz (en ağır uyku da Kemalistlerindir). Bu kurulan paralel devlet antilaiklerin bile yaklaşımına göre yasalara uygun hareket etmişlerdir ve silah kullanmamışlardır. Duyduk duymadık demeyin, başka bir paralel devlet yine bu dar siyasi görüşlülerin ihanetiyle kuruldu ve kurulmakta. Hem de yasalara aykırı ve silahlı olarak. Biz öykünün başına dönelim, bu dar yoldaki keçilerdekilerden hangisi, köprünün öbür ucuna ulaşacak. Doğal olarak yanıt devletin tüm gücünü elinde bulunduran olmalıdır. İlk görüşte öyle de olacak. Öyle de olmalıdır. Ancak bu gerekli ve onurlu mücadeleyi verecek keçinin, teşbihte hata olmaz ise, dayandığı zümre, oyunu birkaç pakete, birkaç çuval kömüre satan, zengin olsa bile yeşil kart kullanan, her türlü melaneti birkaç kuruşluk çıkarı için yapan soysuz ve ahlaksız bir kesime ve devletin olanaklarını çeşitli oyunlarla kendine çevirmeye çalışan (arsa bağışlayarak, bankalara para yatırarak, evlere kutular içinde para göndererek, pahalı saat alarak, rüşvet, yalan, talana bulaşmış) iş çevresinin desteği ile fazla götüremez. Oyunu kuralına göre oynayan ve elinde yetişmiş kadrosu bulunan kazanacaktır. Kaldı ki şu anda hükümetin kullandığı en etkili iki silahı: Din simsarlığı yapmayı ve başörtüsü edebiyatıyla taraftar toplamayı yani bu silahları, bu cemaat, çok daha eskiden bu yana başarıyla kullanmayı


öğrenmişti. Dolayısıyla eğitilmemiş insanlara bu cemaatin amacını anlatma artık bu iki silahla daha kolay ulaşamayacak gibi görünüyor 1. Başörtüsünü el altından sürekli kaşıdılar; ancak bunun çıkmaz yol olduğunu görünce, başörtüsü sorununu, resmi işlemleri yerine getirmesi için AKP’ye ciro ettiler. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, resmi kurumlarda türban takılmasını uygun görmemelerine karşın, hatta birçok hukukçuya göre hala Anayasa ihlali yapıldığı söylenmesine karşın, türbanı meclise bile soktular ve böylece iç ve dış desteklerle büyük bir güçle yola çıkan AKP’nin uygar dünyadaki imajını zedelediler. Bugün gerici-yobaz Ortadoğu ülkeleri hariç, hiç kimse kadınının başına türban takan bir düşünceyi, siyası akımı, yönetimi uygar dünyanın bir parçası olarak görmemektedir (öyle olsaydı ilk olarak bu simgeyi onlar kullanırdı). Onları Ortaçağın bataklığında çabalayan topluluklar olarak görmektedirler. Aslında AKP Türkiye’nin önemli bir yarası olan cemaatlerin siyasetten uzaklaştırılmasında en önemli rolü oynayabilirdi. Bunu CHP ya da sol eğilimli ya da dini söylemi olmayan partiler yapamaz. Çünkü Atatürk gibi bir insan bile laikliği getirdiği için, açık açık olmasa bile, başta yobazlar

olmak üzere din düşmanı olarak takdim edilmektedir.

Cemaatlere getirecekleri her sınırlama din düşmanlığı olarak geri dönecektir; bugüne kadar olduğu gibi. Bunu kim yapabilirdi, AKP gibi kökü ve siyaseti din söylemine dayanan, kökten dincileri bünyesinde barındıran, her söze din simsarlığı ile başlayan bir parti. Arkasında birileri olsun ya da olmasın bu aşamaya gelmiş bir cemaati; ancak AKP 1

Belki merak edersiniz, başka bir silah var mı diye? Her şeyi alt edecek bir silah daha var: Aklı kullanma, bilgisini dogma değil müspet bilimler oluşturma, dünya görüşü laik ve evrimci olma, ilkesi yurtta barış dünyada barış olma, bağımsızlık karakteri olma, kul değil sadece insan olma. Bu silah kullanılabilseydi Türkiye bu çalkantılara girmemiş olacaktı. Ne yazık ki bu kılıç 1946’da birinci kuşak Kemalistler tarafından kütüğe saplandı, o gün bu gün o kütükte saplanmış olarak kalıyor; açıkça İkinci Kuşak Kemalistleri bekliyor. Türkiye’nin saygın ve etkin bir ülke olarak yerini alması, yeni koşullara göre yetiştirilmiş, Kemalist ruhu taşıyan insanların iş başına gelmesiyle başarılacağa benziyor.


sınırlayabilirdi. Ancak belli ki kolunu kaldıracak gücü kalmadı; çünkü yolsuzluk, rüşvet gibi en aşağılatıcı suçlanmayla karşı karşıya bulunuyor. Yasal düzenlemeler ve yeni atamalar; çeteleşme ve paralel devlet söylemleri ile bu suçlamaları aklamak olanaklı görünmüyor. Bir şeyi net bilmemiz gerekiyor: Bu suçlamaların halk nezdinde, buna en koyu AKP taraftarları ve kökten dinciler de dâhil, aklanması, bu suçlama soruşturmalarını ilk olarak başlatan ve belirli kararları veren savcı ve yargıçların bu dosyaları bizzat yürütmesi ile mümkündür. Bu savcı ve yargıçlar yanlı da olabilir, ancak kesin hüküm bir üst mahkemede, daha sonra gerekirse Yargıtay’da, olmaz ise bireysel başvuru ile Anayasa Mahkemesinde, Mahkemesinde

orada

da

verilecektir,

olmaz yani

ise

aklanma

Avrupa için

insan

birçok

Hakları

kapı

açık

beklemektedir. Dolayısıyla başbakanın ifadesiyle abdestinden kuşkusu olmayanın namazından kuşkusu ya da korkusu olmamalıdır. Bence çoluk çocuğu, eşi dostu, yandaşı koruma korkusu ya da kuşkusu ile bu hukuksal sürece gölge düşürülürse, halkın ve hatta adaletin önünde aklanma şansı yitirileceği ve hükümete güven sarsılacağı için, bu ülkenin en önemli sorunun çözümü için en önemli şans da yitirilmiş olacaktır. Dilerim bu ülkenin geleceği, oğul, uşak, akraba, yandaş uğruna feda edilemez… Beklenen ve istenen topluluk, laik, demokratik, bağımsız, dünya uygarlığına entegre olmuş bir devlet yapısıydı. Atatürk’ün sağlığında öngördüğü ve ilkelerini koyduğu devlet yapısıydı. Aslında er ya da geç varacağımız siyasi yapı yine bu yapı olacaktır; köprünün çıkış noktalarına ulaşmamız yalnız ve yalnız Atatürkçü düşünce ile olacaktır: Bugüne kadar ulaşamamamızın nedeni Atatürkçü geçinip onun mirasını tüketmekle geçinen eyyamcı insanlarımız olmuştur.


Siyasi tarihe baktığımızda dünyanın gelmiş geçmiş devletlerinde görünürde egemen görünen bir yönetim; ancak onun arkasında da saklı duran, yeri geldiğinde aba altından sopa gösteren, el altından yönetimi tasarlayan vesayetçi bir kesim vardır. Vesayetçi kesim son bin yılda, dini kuruluşlar (Ortaçağın egemen gücü; Müslüman ülkelerin de hala şu andaki yönlendirici gücü), kapitalist düzen yerleşince küresel finans çevreleri, anlaşmalarla bağlı bazı ittifaklar (NATO, OECD, AVRUPA BİRLİĞİ gibi), birçok ülkede ekonomiye yön veren kurumlar ya da aileler, demokrasiyi tam oturtamamış ülkelerde de ordu olmuştur. Aslında yönetime yön veren güçler bu kesimler olmuştur. Çok az sayıda uygarlığı yakalamış ülkelerde yönetime yön verme bir anlamda vesayetçi kesim pozitif bilim ve hukukun üstünlüğü olmuştur. Bu sonuncu vesayeti idari sistemin

lokomotifi

yapanlar

beladan

kurtulmuştur.

Bu

açıdan

bakıldığında Türkiye’nin 1938’den bu yana küresel sermayenin (IMF, Dünya Bankası), girdiğimiz ittifakların, 1946’dan bu yana gittikçe desteklenen ve güçlenen dini cemaatlerin, sanayi atılımından sonra güçlenen sermayenin, başından bu yana cumhuriyetin bekçisi olarak kendini gören ordunun vesayeti altında olmuştur. Türk ordusunun vesayeti en güçlü vesayet olmuştur. Ancak bu vesayetin gerçek bilimsel düşünceyi araç olarak kullandığını söyleyemeyiz. Türk Devletinin hükümetleri Atatürk Dönemi hariç hiçbir zaman müspet bilimlerin vesayetine sıcak bakmamıştır. Hatta onu tehdit olarak bile görmüşlerdir. Bu vesayet sözünden irkildiğinizi düşünüyorum ve anlayışla da karşılıyorum. Demokratik bir düzende niçin vesayet olsun ki? Ancak bir yönetimi iki şey sapkınlıklardan ve akıl dışı uygulamalardan arındırabilir. Bilimsel düşünce ve evrensel hukuk uygulamaları. Bu ülkenin oylarının tümünü almış olsanız bile bilimin, akılcı düşüncenin ve evrensel hukuk ilkelerinin dışına çıkamazsınız. Çünkü bu sonuncuların ölçümü, oylarla değil, akıl, bilgi birikimi, yorumla gücü, geleceği görme basireti ile


yapılabilir. Her zaman dediğiniz gibi elit mantığı diyerek sulandırmadan, bir şeyi benimseyeceksiniz. Bin kişinin öyledir ya da doğrudur dediği şey, kural olarak evrensel açıdan her zaman doğru değil, bilen, düşünen, yorumlayan tek bir insanın düşüncesi esas olabilir. İşte burada müspet bilimin gücü ortaya çıkar. Geçmişte bir ülkenin hemen tümü güneş dünyanın çevresinde dolanıyor diyordu, dünya düz diyordu, kölelik insanlığın bir gereğidir diyordu, kadınların aşağılık varlıklar, cadılar olduğu söyleniyordu; sadece bir iki kişi doğruyu söyleyebiliyordu. O zaman uygar bir ülkede halkın oylarıyla bir yerlere gelseniz, yönetimi ele alsanız bile, halkın istek ya da talepleriyle her zaman yol alamazsınız, burada müspet bilimin ve evrensel hukukun vesayeti gereklidir. Niteliksiz bir irade, yarardan çok zarar getirir. Bu durumda her söze, bu milli iradeye karşı bir darbedir, bu milli iradeyi hiçi saymak demektir gibi söylemlerin arkasına sığınarak yaptığımız kusurları ve suçları bu insanların oylarıyla örtmeye kalkışmak, çağdaş bir demokrasinin özüne aykırıdır. Bir şeyi bilmemiz gerekir, hukuksuz ve akılcı düşünce olmayan yerde demokrasi olamaz. Oylama ile yönetime gelme demokrasinin vazgeçilmez bir koşuludur; ancak çoğunluğun istediği gibi düşünme demokrasinin er ya da çöküşü demektir. Eğitimsiz, akılcı olmayan, dogma bataklığına saplanmış halkı olan ülkelerde demokrasinin sık sık kesilmesi, bir türlü istenen şekilde yürütülmemesi bu nedenledir. Şu yakıştırmayı aklınızdan çıkarmayınız: Bin gecekondu, bir Selimiye etmez. Seçim zamanları kesenin ağzı açılarak halka karşılıksız çeşit çeşit

şeylerin

dağıtılması,

yönetimin

demokrasiyi

ne

ölçüde

içselleştirdiğinin ve demokrasiye bakışının ve halkın da demokrasiden ne anladığının güçlü bir işaretidir. Bu nedenle akılcı bir yönetimi nasıl kurabileceğimizi ve yerleştirebileceğimizi Atatürk’ten sonra yeniden ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekiyor; bunun için fazla zamanımız kalmadı da diyebiliriz.


Atatürkçü ya da Kemalist geçinen takım bugün, yeni gelişmeler karşısında ne yapmaktadır? Bugüne kadar oyuncu değil de seyirci olarak her şeyi seyrettikleri gibi, ellerini ovuşturarak bu dövüşün sonucunu beklemektedirler; belki bu dövüşten kendilerine zahmetsiz bir pay düşer diye. Öyle görünüyor ki bu sonuncu kesimin payına da, bu durağanlık, bu kendine beğenmişlik ve bu kafayla keçi gılıği düşecektir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Değerli Kardeşim Ülkemiz bugüne kadar görülmeyen bir çekişmenin içinde geçmektedir. Birçok değerimiz alt üst olmuş; siyasete her türlü pislik bulaşmıştır. Üretilen senaryoların haddi hesabı kalmamıştır. Yolun sonunu kimse net olarak görememektedir. Birçok şeye gebe olduğumuz görülmektedir. Bu yazıda, beklenmedik bir anda köprüde karşı karşıya gelen iki keçinin (teşbihte hata olmadığını söyleyerek) toslaşması ve köprüyü geçip geçemeyecekleri, nasıl bir zihniyetin –en sonunda- bu köprüyü geçebileceği işlenmiştir. İyi okumalar…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.