kirpi

Page 1

Bilim,sanat ve edebiyat dergisi

Sayı: 3 Ocak-Subat13

YÖK’ün yeni sürümü

TYK v1.4.0.2 İçimizdeki Ötekiler Çingeneler

SATRANÇ TÜCCARLARIN,

GO

GERÇEĞİN BÜYÜSÜ VE ÜTOPYA

BİLGİNLERİN OYUNUDUR

Özgünlükten yabancılaşmaya doğru;

Arabesk Doludizgin bir denizci;

JACK LONDON

otobiyografisi



kirpi’den Merhaba Arkadaşlar, Yepyeni ve rengarenk bir sayı ile sizlerle beraberiz. Bu sayımızda; Yeni YÖK yasa tasarısı ile neyin hedeflendiğini YÖK’ün yeni sürümü başlığı altındaki yazılarımızla sizlere sunuyoruz. Düşlerin bilimsel gerçekler ile birlikteliğini, sanatın ve aklın ışığında “ne yapmalı” sorusuna Gerçeğin Büyüsü ve Ütopyalar yazımızla cevap bulmaya çalıştık. Dünyanın bütün sokaklarında hep vardır onlar. Onların, toplum tarafından öteki konumuna düşürülmüş Çingenelerin ilginç öyküsünü okuyacaksınız. Go oyunu aracılığıyla Doğu felsefesinin sırlarını keşfedecek ve bilgelerin oyununu tanıyacaksınız. Toplumların ruh halidir müzik. Toplumsal ve kültürel koşulların sonucu, aynı zamanda değişimin sesleridir... Özgünlükten yabancılaşmaya evrilen Arabesk’in nasıl oluştuğunu ele aldık. Kant’ın ahlak felsefesini Eichmann’ın savunması üzerinden değerlendirdik. Ve doludizgin bir denizcinin Jack London’ın denizlerde geçen hayatını ve yazma tutkusunu anlattığı otobiyografisini sizler için çevirdik. Öyküden şiire, kitap tanıtımlarından tiyatro oyunlarına, dopdolu bir dergi sayfalarını çevirmenizi bekliyor. Özgür bilimden, demokratik ve laik bir üniversite umuduyla keyifli okumalar...

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni: Doğan SEVİMBİKE Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Doğanay HIZAL

Editör: Duygu ERGÜN Görsel Tasarım: Deniz ÇERKEZ Dağıtım ve Koordinasyon: Abdulhamit ACI

İletişim Bilgileri kirpidergisi@gmail.com facebook/kirpidergisi twitter.com/kirpi_dergisi 0551 702 97 05 0555 428 26 90

Basım Yeri: Öztepe Matbaacılık Büro: Kazım Karabekir Cd. No:31/95 Matbaa: Kazım Karabekir Cd. No:31/107 İskitler /ANKARA 0312 341 12 08 Kapak Görseli: Pawel Kuczynski




50dereden

g端ncel

Abdulhamit ACI

su getirmek

6


güncel Ağaç demiş ki baltaya Sen beni kesemezdin ama Ne yapayım sapın benden Bak şu ağacın bilincine sen, Ölen ben, öldüren ben Ruhi SU Okuyan ben, okutan ben… Memleketimizde “küçük” iken şikayet ettiklerimiz “büyüyünce” zırhımız oluyor. Yanlış dediklerimizde kaybolup gidiyoruz. Peki, bu kadar yanlışlığın içinde doğru olan şey nedir? Kırk dereden su getirmeye bile gerek olmayan memleketimde ellinci derenin başı niçin tutulmuş? Yazımızda üniversitelerimiz hakkında naçizane bir bakış açısı sunmaya çalışacağız. İlk önce sorunun taraflarını bir tanıyalım ve konunun kaynağına bir inelim. Günümüzde akademide 33/A ve 50/D olmak üzere iki farklı araştırma görevlisi istihdam etme şekli vardır. Bunlardan ilki 2547 sayılı kanunun 33. maddesinin A bendinde tanımlanan istihdam biçimidir. İkincisi ise aynı kanunun 50. Maddesinin D bendine dayanılarak oluşturulan ve ikinci bir araştırma görevlisi tanımı olan 50/D’dir. İlk olarak İstanbul Üniversitesinde uygulanmaya başlayan 50/D, şu anda tüm üniversitelerin araştırma görevlisi istihdam etme biçimidir. 33/A araştırma görevlileri için 50/D’ye göre nispeten daha güvenceli bir yapı oluşturmaktadır. Nispeten güvenceli dememizdeki sebep, 33/A’ nın da çok geniş bir güvence alanı yaratmamasıdır. Örneğin bir kişi doktorayı bitirdikten sonra yardımcı doçent kadrosu alamayıp uzun süre “araştırma görevlisi doktor” unvanı ile bekliyor veyahut başka bir üniversiteye gitmek durumunda kalıyor.

“Torba yasa” kapsamında öğrencilik üst sınırının kaldırılması ile yüksek lisans ve doktora öğrenciliği süresiz hale gelmiştir. YÖK tarafından üniversitelere gönderilen yeni kanuna dair bir görüş yazısı ile yüksek lisans için en fazla 3 yıl, doktora için en fazla 6 yıl üst sınır koyulması tavsiye ediliyor. Bu süre içerisinde tezini tamamlayamayanların araştırma görevliliği vazifesi düşürülüyor. Burada diğer önemli bir nokta ise YÖK’ün kanunu yorumlama yetkisi bulunmadığı halde yazdığı “görüş yazısının” üniversite rektörlüklerince emir niteliğinde kabul görmesidir. Bu sistemin öne sürülmesinin temel argümanları arasında akademik kaliteyi arttırmak ve tembelliği önlemek gibi gerekçeler bulunmakta. Fakat kişiden özgür, sağlıklı ve nitelikli bir çalışma yürütmesini beklemek üniversiteden uzaklaştırılma korkusuyla değil; ancak bilimsel, demokratik ve objektif kriterler doğrultusunda oluşturulacak çalışma ve üretme ortamı ile çözülebilir. 50/D işletme esasına dayanan performans sisteminin akademiye yansımasıdır. Bu anlayışla tezahür eden performans kriterleri ile üniversiteler arasında bir bütünlük oluşturulmaya çalışılmaktadır. Maliyetleri düşürerek daha yoğun bir emek sömürüsü sağlamak gibi bilindik bir söylemin yanı sıra esas olarak akademinin özgünlüğünü ortadan kaldırarak, çizilen sınırların dışında bir çalışma ortaya koyulmamasını amaçlanmaktadır.

Akademisyenlerimizin işsizlikle terbiyesi daha nitelikli ve bilimsel çalışma üretimine ve öğretileri aktarma hususunda olgunlaşmalarına sebebiyet vermeyecektir.

50/D ile araştırma görevlisi olma koşulu ilgili kanun maddesindeki ‘’Yüksek Öğretim Kurumları gerektiğinde lisansüstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere, öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler.” ifadesine bağlanıyor. Bu ifade yüksek lisans veya doktora öğrenciliği bittiği anda araştırma görevlisi sıfatının ortadan kalkacağı şeklinde yorumlanmaktadır. Doktora çalışmasını bitiren kişi teamül gereği doktor olarak akademik camiada söz sahibi olurken, Doktora sonrası kadrolar için muğlak bir durum yaratılmıştır.

7


güncel Performans sistemini akademi ile birleştirildiğinde peşinden nicelik mi nitelik mi tartışmasını getirmektedir. Çünkü nicel açıdan bakarsak yüzlerce yayın mevcuttur. Bu sefer bu yayınların niteliği ve niteliğinin “neye göre” ölçüldüğü tartışması gündeme geliyor. Toplumsal ilerleme açısından önemli olan bir çalışma, piyasanın ihtiyaçlarını karşılamadığı ve piyasada işlem görecek bir tahvil “niteliği” olmadığı gerekçesiyle niteliksiz olarak değerlendirilebiliyor. Ayrıca bu kriterler yerine getirildiğinde dahi bir üst kadroya yükselme söz konusu olamamaktadır. Örneğin daha önce puanlaması kabul edilen bir çalışma, üst unvana geçiş için başvurulduğunda “bir jüri üyesinin kabul etmemesi ile” yeniden puanlamaya tabi tutulabildiği gibi puanlama dışında da bırakılabiliyor. Bu anlamda hakemli birçok akademik yayın bile zan altında bırakılabiliyor. Hatta hakemli ve akademik bir yayın olmasına rağmen ideolojik propaganda yaptığı gerekçesiyle yaftalanabiliyor. Bugün YÖK’ün doktora için sınır altı yıldır demesi, çalışmalar belli bir süre uzatılmasına müsaade edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bu tartışma nitelik ve nicelik arasında bir açmaza götürecektir. Gözden kaçırdığımız nokta dört yılda hazırlanıp verilen doktoranın, iki yılda tüketilmesi nitelikli bir çalışma olarak değerlendirilemez. Esas açmaz ise bir akademisyen doktora tezini dört yılda bitirip ve iyi bir şey çıkartabilirken, başka bir akademisyenin çalışması için dört yılın hatta sekiz yılın yetersiz bir süre olabileceğidir. Örneğin Jürgen Habermas’ın 10 yılda hazırladığı doktora tezi, sosyal bilimler alanını bugün dahi meşgul eden bir niteliğe sahiptir. Örneğimizde verdiğimiz üzere nitelikli ve uzun soluklu bir çalışma da ortaya koyulabilir. Olaya bu eksenden bakmamız gerekmektedir. Lakin salt nicelik eksenli bakıldığı için çalışma süreci tembellik olarak yorumlanmaktadır.

8

50/D’yi ‘’araştırma görevlileri burslu öğrencidir.’’ şeklinde yorumlayan ‘’demokrat ya da duyarlı’’ diye tabir edilen öğretim üyeleri de bulunmaktadır. Lakin 50/D’nin “burslu öğrenci” argümanı yasal olarak kabul görmemektedir. Danıştay kararına göre 33/A ile istihdam edilen araştırma görevlileri ve 50/D ile istihdam edilen araştırma görevlileri arasında istihdam kriterleri ve yaptıkları iş anlamında hiçbir fark yoktur. Zira burslu bir öğrencinin tek işi tezini hazırlamaktır. Oysaki “burslu” olarak adlandırılan bu araştırma görevlilerinin haftanın 5 günü okulda bulunma ve idari görev yükümlülüğü söz konusudur. Şöyle ki ‘Alanıyla ilgili bilimsel araştırmalar, projeler içerisinde yer alır ve ilgili bölüm başkanlığının kendisine vereceği DİĞER görevlerle meşgul olurlar.” Diğer ifadesinin içeriği sınav gözetmenliğinden, not kartekslerinin girilmesine ve sınavların değerlendirilmesine kadar uzanabiliyor. Herhangi bir idari işten dolayı savunma vermeleri talep edilebiliyor.

YÖK’ün kanunu yorumlama yetkisi bulunmadığı halde yazdığı “görüş yazısının” üniversite rektörlüklerince emir niteliğinde kabul görmesidir. Bugün toplumda sistemi yönetenlerin gözü kulağı olan, polis-vatandaş yapısı hakimdir. Aziz Nesin üstadın dediği gibi toplumumuz korkudan korkacak bir hal almıştır. Bu anlayış üniversitelerde muhbirliğe karşı, herkesin tedirgin olduğu bir ortam yaratmıştır. Akademide toplumsal bir meseleye dair söz söylerken “ileriki süreçlerde önüme getirilir mi?” endişesi var. Doktora öğrenciliği sırasında söylenen bir sözün bile, o kişinin profesörlüğü gündeme geldiğinde önüne bir suç gibi getirildiği herkes tarafından bilinen bir örnektir. Tüm bu anlayışların birleştiği bir nokta olarak 50/D, güvencesiz istihdam biçimleri dayatmaktadır. Toplum yerine karı temel alan ‘’Bilimsel Çalışmaları’’ akademiye dayatmaktadır. Araştırma görevlilerinin hepsi yardımcı doçent olacak ve akademide kalacak diye bir şart yoktur görüşünü savunmaktadır.


güncel Zira bu söz Başbakan’ın “Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir kaide yok.” veyahut Milli Eğitim Bakanı’nın “Her eğitim fakültesi mezunu öğretmen olacak diye bir kaide yok.” anlayışının akademiye yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zihniyet bugün araştırma görevlilerine bir takım öğütler vermektedir. Bölüm başkanı ile iyi geçineceksin. Bölüm ile iyi geçineceksin. Rektörlük ile iyi geçineceksin. Bunlarda yetmez piyasa ile iyi geçineceksin. Çünkü yapmış olduğunuz bilimsel çalışmalar, üstlerinizin bakış açısı ile çelişirse, akademi merdiveninde bir üst basamak için önünüzde büyük bir engel oluşabileceği gibi akademiden uzaklaştırılmanıza sebep olabiliyor. Tüm bunlar gerçek anlamda bir bilimsel çalışmayı mümkün kılmıyor. Toplumcu ve bilimsel çözümü konuşmaya başladığımızda ise öncelikle araştırma görevlilerinin iş güvencesine kavuşturulması ve akademik ortamda sağlıklı çalışma yürütebilmelerinin sağlanması gerekmektedir. Mobbing (kişinin iş hayatında baskılara ve tacizlere maruz kalması) akademik camiada da sıkça karşımıza çıkmaktadır. Bu hususta önleyici ve katı tedbirler alınmalıdır. Ayrıca araştırma görevlilerinin görev tanımlarının netleştirilmesi gerekliliği karşımıza çıkıyor. Akademik görevlerin, idari görevlerin sorumluluğundan kurtarılması gerekmektedir. Araştırma görevlilerinin özlük haklarının iyileştirilmesi ve olağan mesai, izin süreleri gibi temel haklarının garanti altına alınması gerekmektedir.

Özgür ve nitelikli bir çalışmanın varlığı ancak bu sıfatları taşıyan bir mekan ve mekanizma içerisinde vücut bulacaktır.

Araştırma görevliliğinden öğretim üyeliğine geçiş aşamasında bilimsel ve objektif kriterlerin toplumcu bir demokrasi anlayışıyla belirlenmesi, sistemin suiistimalini önleme ve sisteme nitelikli bir anlam kazandırması için zorunludur. Kişi doktora tezini vermişse, doğal olarak öğretim üyeliğine hazırdır. Doktora sürecinde ulusal ve uluslararası, hakemli ve hakemsiz yayınlarca yayımlanan çalışmaların puanlamasının objektif olarak yapılması gerekmektedir. Yardımcı doçentlik unvanında elde ettiği puanlamalar, doçentlik başvurusunda bir jüri tarafından yeniden puanlamaya tabi tutuluyor. Ardından daha önce kabul edilmiş, yayımlanmış bir yayını bir jüri üyesi kabul etmeyerek puanlama dışında bırakabiliyor. Bu örnek akademide sıkça karşılaşılan bir durumdur. Üniversitelerde örgütlü sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin toplumcu ve bilimsel bir manifesto temelinde, temsil ettikleri kitleler için bir araya gelmeleri zorunludur. Meslek örgütlerinin (TMOB, Tabipler Odası gibi) aynı temelde birleşerek Türkiye genelindeki tüm üniversiteleri kapsayacak bir eylem politikası oluşturması

da zorunludur. Bu hayal değil gerçeğin ta kendisidir. Çelişki ve çözüm gayet net bir şekilde ortadayken, birleşme iradesi ortaya koymayarak konunun bir yanını, temel çelişkiymiş gibi beyan edip, toplumcu bir çözüm ortaya konulacağını sanmak, işte asıl hayalperestlik budur. Geçtiğimiz ay İTÜ’de bir mücadele başladı. Fakat bu mücadele daha sonuçlanmadı. İTÜ’de başarılı olunursa toplu işten atmalar daha sık gündeme gelecektir. İTÜ genel mücadele açısından da çok değerli bir deneyimdir ki oradaki kıvılcım KOÜ’ye olduğu gibi diğer üniversitelere de sıçramamış durumdadır. Toplumun ve değerlerinin mayalanmasında üniversitelerin ve bileşenlerinin niteliğinin hayati bir önemi bulunmaktadır. Akademisyenlerimizin işsizlikle terbiyesi daha nitelikli ve bilimsel çalışma üretimine ve öğretileri aktarma hususunda olgunlaşmalarına sebebiyet vermeyecektir. Özgür ve nitelikli bir çalışmanın varlığı ancak bu sıfatları taşıyan bir mekan ve mekanizma içerisinde vücut bulacaktır. İnsana ait her şeyin (duygu ve düşünce de dahil) meta potansiyeli ile değerlendirdiği postendüstriyel dönem, insana ve insanlığa verdiği zararı fark edemeyecek ya da daha vahim olarak umursamayacak durumdadır. Pozitif bilimlerden vazgeçiş, insanlık tarihinin birikimini pervasızca katletmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Tüm bu çözüm önerileri mevcut sistemde var olan temel çelişkileri ortadan kaldırmayacaktır. Para ekonomisinden topyekun bir kopuş ile ele almazsak, isteklerimiz kısmi çözümler ve ertelemeler içeren iyi bir dilekler beyanı olmaktan öteye geçemeyecektir. Demokrasi kavramını çok seven ülkemizde, demokrasinin işlevselliğini ve özgürlüğün niteliğini ortaya koyan “kendi kuralını koyma” mantığının da benimsemiş olması gerekmektedir. Esas çözüm önerisini öğrencinin, araştırma görevlisinin, üniversitenin ve toplumun kendi kuralını kendi iradesi ile koyabilme mücadelesi üzerinden sunmamız gerekmektedir. Zira gerçekten demokratik değişim, tabanın ve muhatabın kendisinin sahip olduğu sosyal demokrasi mekanizması ile siyasal demokrasiye hakim olmasıyla mümkündür.

9


güncel

YÖK’ün yeni sürümü

TYK v1.4.0.2 ABDULHAMİT ACI

10


güncel

Piyasa, piyasa, piyasa… Bütün tartışmalarımızda suçu piyasaya atarız. Lakin piyasa nedir? İşte bu bir muammadır. Bu kavramı tartışmak için kısada olsa piyasaya ve süreçlerine göz atmalıyız. Esasında burada değineceğimiz konu apayrı bir yazım olarak düzenlenmelidir. Fakat bu yazımız için hoşgörünüze sığınarak uzun bir giriş yapmak istiyorum. Kapitalizm ahlakını zenginleşme üzerine kurmuştur. Bu hususta karşımıza çıkan Smith’in kurgulamış olduğu sistem ile sanayi toplumunun nasıl zenginleşeceği sorusuna bir cevap aradığımızda karşımıza “çalışma” kavramı çıkıyor. Adam SMITH tarafından ‘’Harcandığında nesnenin değerine değer katan, süreç sonunda maddeleşen emektir. Üretken emekte somut, elle tutulur bir ürün ortaya çıkar.’’ [1] beklentisi ile kurgulanan sistemde her emeğin ve her çalışmanın bir anlamı olmadığını görmekteyiz. Zira Karl MARX’a göre de ‘’Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı değer üretimidir. Bu nedenle, bireyin yalnızca üretmesi yetmez. Artı değer de üretmek zorundadır. Bir tek, kapitalist için artı değer üreten, böylece sermayenin kendisini genişletmesi için çalışan emekçi üretkendir.’’ [2] Zenginleşme ve üretken emek algısı doğrultusunda sürece doğrudan ve dolaylı olarak dahil olmayan yani bir artı değer üretmeyen hiçbir “uğraş, çaba” –emek- üretken olarak değerlendirilmemektedir. Örnek verdiğimizde, bir piyanoyu üreten işçi ve piyanoyu çalan müzisyenin uğraşları farklı emek sınıflandırmasında yer almaktadır. Bu genel terminolojinin yanında teknik -teknoloji, işbölümü-, üretken emeğin kolaylaştırıcı bir aracı olarak görülmektedir. Özellikle emeğin bir aracı olarak karşımıza çıkan teknolojinin gelişiminin bir dönüşüme sebebiyet verdiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bu dönüşüm ile teknoloji emeğin ikamesi sıfatını almıştır. Teknolojinin üretim ve yeniden üretim sürecini dönüştürmesi ve üretimin

sınırlarının yeniden çizilmesi tüketim toplumunu doğurmuştur. Tüketim toplumu bilindiğinin aksine olumluluklar ifade eder. Yani üretim ve yeniden-üretim aşamasını tamamlayan ve artık ürettiğini tüketme aşamasına ulaştığı anlamını içermektedir. Lakin bu sistemde tüketimin nasıl gerçekleştiği temel bir tartışma konusudur. Bu tartışmanın temelinde ise küreselleşme ve neo-liberalizm akımların etkisi muhakkak önemlidir.

Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı değer üretimidir. Bu nedenle, bireyin yalnızca üretmesi yetmez. Artı değer de üretmek zorundadır. Bir tek, kapitalist için artı değer üreten, böylece sermayenin kendisini genişletmesi için çalışan emekçi üretkendir. Karl Heinrich MARX Küreselleşme uzun bir tarihsel geçmişe sahip olmasına rağmen 20. yüzyılın son çeyreğinde olgunlaşmış bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Üretim, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesi ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile küreselleşme sürecini yeni dünya düzensizliğinin egemenliği olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Prensip olarak “rekabet” kavramını içselleştiren ve bu süreçte rekabeti dünya ölçeğinde gerçekleştirmeyi planlayan bir yapıdır. Rekabet unsuru, yanında birtakım kavramları ve tartışmaları da getirecektir.

Bu kavramlara baktığımızda maliyet ve verim tartışmaları yeniden gündeme alınmıştır. Günümüzde maliyet ve verimlilik tartışmaları esnek çalışma tipleri üzerinden devam etmektedir. Bu süreçte Castells’e göre ‘’üretim bantlarının piyasadaki değişimlere (ürün esnekliği) ve teknolojik girdilerdeki farklılaşmaya (süreç esnekliği) duyarlı programlanabilir olması gerekmektedir.’’ [3] Tüketim toplumu kavramına geri döndüğümüzde üretim ve yenidenüretim eşiğinin aşıldığı görülmektedir. “Pazarlama” adı altında yeni bir tartışma ve çalışma alanı doğmuştur. Ulus ötesi rekabet koşullarında tüketimin nasıl olacağı sorusuna bir cevap aranmaya başlanmıştır. Hizmet sektörüne geçişle beraber istihdamda aranan becerilerdeki değişim ihtiyacından dolayı reklam, imaj ve imge yaratma gibi kavramlar karşımıza çıkmaktadır.

Ömrünü yaşam koşullarını yeniden üretmekle geçinen bu emekçiler toplumunda, ‘’insanın özünü yaratan şeyden düşünceden, sanattan, eylemden ve eserden yoksunuz. İnsan tarihin içinde kendini yitirecek kadar sakatlamıştır. Sonuç küçük düşmüş, aşağılanmış bir insanlıktır. Dominuque MÊDA

[1] SMITH, Adam (1981 ),An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, Liberty Press (Liberty Basım), İndiana, Sayfa 311-349 [2] MARX, Karl (2005), Artı-Değer Teorileri Birinci Kitap, Sol Yayınları, Ankara, Sayfa 142. [3] Castells, Manuel (2005), Ağ Toplumunun Yükselişi (çev. Ebru Kılıç), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Sayfa 211.

11


güncel ‘’Üretim sektöründeki daralmanın yansıra hizmetler sektörünün genişlemesi, buna bağlı olarak nüfusun yeniden şekillendirilmesi ve beceri gerekliliklerinin değişmesi önemli bir faktördür.’’ [4] ‘’Fiziksel olarak bir nesneye tekabül eden maddi emeğin karşına “maddi-olmayan emek” kavramını koyarak, onu “malların bilişsel (informational) ve kültürel içeriğini üreten emek” şeklinde tanımlamaktadır.’’ [5] Bu tartışmalar endüstrileşme sonrası dönemde bilgi işçiliği ve duygusal emeğin yoğunlaştığını, Smith ve Marks’ın ifade ettiği üretken emek kavramının değiştiğini görmekteyiz. Neo-liberalizm, sermaye birikiminin ulaştığı aşama nedeniyle artık piyasa ilişkilerinin toplumsal ilişkileri tanımlayacak ölçüde bir egemenlik biçimine dönüştüğü ileri sürer. Neo-liberalizmde toplumsal ve siyasal alan iktisadi alan içinde ve iktisadi alana göre yeniden tanımlanmakta; birey profili, bilginin niteliği ve kalkınmanın biçimi yeniden düşünülmektedir. ‘’Neo-liberalizmin biricik mantığının, piyasa kurumunun gündelik hayatın tüm alanlarına nüfuz etmesi amacına yönelik işlediğini görmekteyiz.’’ [6] Siyasal ve toplumsal olanın piyasa mantığı içinde ve bu mantığa göre yeniden tanımlanması, devletin müdahalesinin yanlışlamasını temel alır. Güncel gelişmeler ve düzenleme ihtiyaçları piyasadan bağımsız düşünülemez. Post-endüstriyel dönem olarak adlandırdığımız süreç birçok akımla kendi kimliğini oluşturma ve koruma çabası içerisindedir. Tartışacağımız temel konu, eğitimin de artık “özgür piyasa” tarafından şekillenmesi gerekliliği savıdır. Bu tartışmalar doğrultusunda eğitim kurumlarımız, yeni üniversitelerimiz hakkında konuşmamız ve çözüm arayışına girmemiz gerekmektedir.

Üniversiteler uygarlığın kurulmasında önemli bir yere sahiptir. Bu süreçte bilgiyi üreten, işleyen ve sunan kurum kimliği ilkçağdan beri üniversitelere aittir. Bu açıdan bakıldığında üniversiteler tarihin ilk dönemlerinden itibaren iktidar sahipleri tarafından toplumun yeniden kurgulanmasında önemli bir araç olarak görülmüştür. Bütün iktidarların bir erki kaldırmak yerine onu yeniden yapılandırmaya çalışmaları alışılagelmiş bir politik tutumdur. İnsanların aldatılması, politik manipülasyona uğratılması ve toplumun bir yozlaşmanın göbeğinde bulunması iktidarların bu tutumlarını meşrulaştırmalarına zemin hazırlamaktadır. Maalesef bu anlayış, “Adam yiyor ama yapıyor. Kendi de yiyor ama bize de yediyor.” ifadeleri ve mantığı ile karşımıza çıkıyor. Konumuz açısından bu durum toplumdaki yozlaşmayı üniversiteye taşırken, üniversitedeki yozlaşmayı da topluma ve toplumun diğer bileşenlerine taşıyarak karşılıklı bir etkileşim oluşturmaktadır. Bu durum aslında piyasanın -neo klasik iktisadın- rasyonel davranma ilkesinin bireyciliği, çıkarcılığı ve benzeri sıfatları

beraberinde getiren anlayışının bir tezahürü olarak yorumlanabilir. YÖK’ün üniversiteler üstü bir kurum olarak kurgulanmasının temel argümanı, üniversiteler arasında bir standardizasyon ve eşgüdüm sağlamaktı. Kuruluş yasasında da bu şekilde ifade ediliyor. Peki, durum öyle mi? Maalesef ki, YÖK’ün küreselleşmenin ve yeni liberalizmin üniversiteleri piyasanın isteklerine göre yeniden yapılandırma ve zapturapt altına alma prensibiyle işleyen bir kurum olduğu sayısız tecrübeyle sabittir. Evet, belli bir eşgüdüm oluşturulmalı ve ortak kriterler belirlenmelidir. Üniversiteler arasında bir eşgüdüm oluşturulması haklı bir argümandır. Fakat bunun yöntemi YÖK gibi tahakkümcü kurumlar değildir. Örneğin bir üniversitenin bilimsel yayın kriteri ile başka bir üniversitenin kriterleri farklılık gösterebiliyor. Bu durum bilimsel çalışmaya kendisini adayan ya da akademik camiaya girmeye aday olan insanlar içinde bir problem teşkil ediyor. Üniversitelerin rektörlükleri veyahut temsilcileri belli dönemlerde bir araya gelerek tavsiye niteliği taşıyan ortak kriterler belirleyebilirler.

[4] ŞEÇER, Şebnem (2012), “Çalışma Yaşammında Davranış: Güncel Yaklaşımlar”, Umuttepe Yayınları, Kocaeli, Sayfa 236. [5] Lazzarato, Maurizio (1996), “Immaterial Labour”, Paolo Virno ve Michael Hardt (der.), Radical Thought in Italy: A Potential Politics (Theory Out of Bounds) içinde, University of Minnesota Press, Sayfa 133. [6] EMİRGİL, Burak Faik (2010), “Yeni Kapitalizmde Emeği Sorunsallaştırmak: Maddi-Olmayan Emek Görünümleri”, Çalışma ve Toplum Dergisi, Sayı 24, 2010/1, S.

12


güncel Bu ortak kriterler, bağımsız nitelikteki “üniversiteler-arası kurul” ile mümkün olabilir. Çünkü bilimle üretilen bir kurumun üzerinde hiç bir şekilde emredici bir mekanizma olmamalıdır. Bugün Kemal Gürbüz’e hatta İhsan Doğramacı’ya bile gidip sorsanız YÖK’e karşıyım diyecektir. Esas sorunumuz bu riyanın yaygınlaşması üzerinedir. Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nı incelediğimizde evveliyatından farklı bir anlayış içermemektedir. Mevcut kanuna baktığımızda kaybetmekten endişe duyduğumuz pek çok değerin zaten YÖK tarafından ortadan kaldırıldığını ve üniversitelerin kimliğinin bozulduğunu görüyoruz. YÖK’ün lisans programı açılması için gerekli ölçütlerine bütünsel olarak baktığımızda toplumsal gelişimi tamamen piyasaya endekslediğini görüyoruz. Bu ölçütlerde programdan mezun olacakların nerelerde istihdam edilebilecekleri ve piyasanın bu mezunlara olan talebinin ne olduğu irdelenirken toplumsal gereklilikler, ihtiyaçlar, ilerleme ve gelişime tekabül eden herhangi bir ölçüt yer almamaktadır. Noe-liberalizmin biricik mantığıyla ele alınan -insanın zihinsel, duygusal, fiziksel ve sosyal varlığı eğilip bükerek piyasa da işlem görecek bir tahvil olması- eğitim kurumlarımız ve üniversiteler insanı eğip bükerek “rasyonel insana ” dönüştürerek piyasaya sürme vazifesini üstlenmiştir. YÖK bu görevi layıkıyla yerine getirmiştir. Fakat makamını TYK’ya bırakma zamanı gelip çatmıştır.

Tasarının temel ilkelerinde “özgür” olarak lanse edilen akademinin üst kurulunun, yoğun atamalarla kontrol altına alınma isteği endişe vericidir. Zira söz konusu yirmi bir kişilik üst kurul atama zincirinde üniversitelerin seçim hakkı yoktur. Bu noktada kendi kuralını koyabilme olarak adlandırdığımız demokrasinin söz konusu olmadığını bariz olarak görüyoruz. “Nasıl bir üniversite istiyoruz? Öğrenciler, akademisyenler ve toplum nasıl bir üniversite kurguluyor? sorularını demokrasinin ve özgürlüğün “kendi kuralını koyma” prensibi çerçevesinde cevaplandırmalıyız. Cevaplarımızın somut bir iradeye dönüşmesi için değişmez ilkemiz bu olmalıdır. Bugünlerde YÖK’ün tasarısı sitesinden de tartışmaya açıldı. Tasarıya baktığımız zaman zaten piyasa anlayışını temel aldığı aşikar.

“Sosyal bilimler nasıl para kazanır?” başlığıyla tartışmaya açılan bir konuyu örnek gösterebiliriz. Yani tasarı toplumsal fayda değil de klasik iktisadi anlamda faydayı esas alan bir anlayışı barındırıyor. Daha çok para kazandıracak ve kar sağlayacak projeler -bilimsel çalışmalar- ve bu çalışmaları yapacak iktisadi anlamda “rasyonel” akademisyenler talep ediliyor. Zira tasarının temel ilkelerine baktığımızda akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık kavramlarının rekabet ve kalite kavramları ile birlikte verilmesi “bize göre demokrasinin ve piyasa prensiplerinin” bir yansımasıdır. Tasarıda konsey adında yeni bir üniversite yönetimi kurgulanmıştır. Üniversitenin bulunduğu ilin/çevrenin en yüksek vergi veren işvereni yahut üniversiteye en fazla bağış yapan kişisi de konseyde

13


güncel yer alarak üniversite yönetiminde söz sahibi olabilecektir. Tasarı, esas olarak “üniversitenin başarısı özel sektöre ne kadar katkı yaptığıdır” mantığını meşrulaştırmaktadır. Bu anlayış üniversitelerin belli bölümlerine ağırlık ve önem verirken, belli bölümlerinin bir önem arz etmediğini savunmaktadır. Zira Bologna Sisteminin Avrupa’daki işleyişini incelediğimizde karşımıza çıkan bir örnek ile konuyu netleştirebiliyoruz. Bugün Bologna’yı ithal ettiğimiz Avrupa ülkeleri Cambridge Üniversitesi Felsefe Bölümü “kapatılmalı mıdır?” tartışmasının içindedir. Bugün Akdeniz havzası ülkelerinde üniversite mezunları ve öğrencileri “diplomamızı geri istiyoruz.” talebinde bulunmaktadır. Tasarı ile 33/A ve 50/D ayırımının kaldırılacağı ve tek bir istihdam biçimi ortaya konulacağı ifade edilmektedir. Ayrıca tasarı içerisine öğretim görevlilerinin sözleşmelerinin iki yılda bir yenileneceği, arzu edilmesi durumunda geçici sözleşme statüsüne geçirileceği belirtilmektedir. Yardımcı doçentler ve alt unvanları taşıyan öğretim elemanlarına güvencesiz bir çalışma biçimi dayatılmaktadır. Akademik yükseltme kıstaslarının norm kadrolarla eş değer tutulduğu bir yapı oluşturulmak istenmektedir. Örnek vermek gerekirse, doçentlik ve profesörlük kişinin yaptığı bilimsel çalışmalar esas alınarak, objektif kriterlere göre verilen unvanlardır.

14

Unvanlara karşılık gelen norm kadrolar üzerinden maaş hesaplaması yapılmaktadır. Doçentlik unvanına yükselme kriterlerini yerine getiren kişi, doçentlik unvanını kazanmakla birlikte doçentlik kadrosu olmadığı için yardımcı doçent olarak istihdam ediliyordu. Yeni kanunda doçentlik kadrosu yok ise kişi doçent unvanını bile alamıyor ve kadro açıklamasını bekliyor. Dolayısıyla tamamen suiistimale açık bir yol bırakılıyor. Üniversite yönetimi tarafından çalışmaları tırnak içerisinde zararlı görülen akademisyenlerin yükselmeleri –zaten problemli bir yapıdadır- keyfi engellemelere takılabiliyor. Öğretim üyelerinin bilimsel çalışmaları bir yana bu çalışmalar dışında yaptıkları faaliyetleri de yasadışı olarak izlenebiliyor. Örneğin rektörlüğün ya da iktidarın benimsemediği bir çalışma içerisinde olursanız -Onur Hamzaoğlu hocamızda da gördüğümüz üzere- bir anda hedef gösterilebiliyorsunuz. Bir belediye başkanı Onur Hocamıza, bir bilim insanına “şarlatan” deme cüretini YÖK ve üniversite yönetimlerinin böyle bir imkanı tanınmasından almaktadır. Öğrenci bir toplumsal sınıfa tabii değildir. Ne çalışan ne de çalıştıran konuma gelebilmiştir.

Öğrencileri sistemin içinde olan ama kısmen dışında tutulanlar olarak nitelendirebiliriz. Öğrenciler gerek okul sonrasında iş hayatı ile toplumsal sınıflara dahil olacak olmaları, gerek toplumun donanımlı ve sorgulayıcı kesimini oluşturmalarından kaynaklı bir yaptırım gücüne sahiptir. Hoca öğrenci ilişkisinin demokratik olduğu bir yapıya sahip değiliz. Öğretim üyesinin masasının bir tarafını öğrenciye kapatarak öğrenciyi disipline etmeye çabası ve kendisiyle iyi geçinmesini not üzerinden sağladığı bir üniversite ortamı söz konusudur. Bu ‘’Demokrasi kültürüne’’ sahip üniversitelerde araştırma görevlilerinin sorunlarıyla bilimsel eğitimin kalitesizliği göze batmayacaktır. Öğrenci ve hoca arasındaki gereksiz kutuplaşma yok edilmedikçe kampüsün ve akademinin bilimsel ve özgür bir ortama kavuşması mümkün değildir. Kutuplaşmanın lisans düzeyinde yok edilmesi yüksek lisans, doktora ve akademinin diğer basamaklarına da olumlu yansıyacaktır.


güncel

Akademisyenlerin öğrencilerine sahip çıkmaları sorumlulukları arasındadır. Aynı sorumluluk öğrenciler içinde geçerlidir. Sonraki kuşaklar için bilimsel çalışmanın ve özgür bir hayatın varlığı üniversite bileşenlerinin -akademisyenler, öğrenciler, idari personeller ve üniversitenin işçileribirliğine bağlıdır. Bologna süreci kaliteli eğitim için eğitimde yeniden yapılanma şeklinde lanse edilmiştir. Bu konuyu biçim ve içerik açılarından ele almamız gerekmektedir. Biçimsel olarak Bologna süreci Avrupa Birliği üyesi ülkelerde eğitimin kalitesini arttırma ve standartların yükseltilmesini hedefleyen bir yapıdır. Bu hususta tartışmamız gereken şey “Bologna desteklenmeli mi, desteklenmemeli mi?” değildir. Mihenk taşımız eğitimin kalitesinin yükseltilmesi olmalıdır. Sürece baktığımızda eğitimin içeriğinin tamamen piyasanın ihtiyacına göre şekillendirildiği görülmektedir. İçeriğini ne ile doldurursanız ‘’kalitesini’’ o anlamda yükseltirsiniz. Piyasa eksenli bir eğitim veriyorsanız piyasanın işine yarayacak unsurların

daha etkili olmasını istersiniz. Örneğin, bir işletme ya da iktisat öğrencisi mezun olduktan sonra bu alandaki becerilerinin arttırılması istenecektir. Özel sektörün ve kamunun ihtiyaçlarına göre eleman yetiştirilmesi ve bu alanda kalitenin yükseltilmesi arzulanacaktır. Bologna’da doğal olarak piyasa ihtiyaçları doğrultusunda eğitimin yapılandırılmasına tekabül etmektedir. Konuyu biçimsel olarak ele aldığımızda, Avrupa’da bu sistem 15-25 kişilik sınıflarda uygulanmaktayken Türkiye’de henüz daha altyapısı oluşturulmadan alelacele bu sisteme geçilmiştir. Avrupa Birliği Uyum Süreci kapsamındaki birçok müzakere de olduğu gibi bu hususta da bir yüzeysellik söz konusudur. “Bizim üniversitelerimiz yabancı dilde eğitim yapıyor, derslerin kredi sistemi ve niteliği Avrupa’ya uygun hale getirildi” gibi söylemler kervan yolda düzülür mantığının akademiye yansımasıdır. Peki, bu paragrafta bahsettiğimiz sorunların çözülmesi halinde Bologna sistemini desteklemeli miyiz? Hayır. Yeterli sayıda

akademik personel ile 20 kişilik sınıflarda nitelikli bir yabancı dil öğretilerek dersler verilmesi Bologna sisteminin piyasaya hizmet ettiği gerçeğini değiştirmeyecektir. İnsanın özünü sonsuz merak etme ve öğrenme arzusu oluşturur. Bu öz ile evreni kavramaya başlayan insan, varlığından kaynaklanan yaratıcı emeği ile potansiyel ölçeğinde evreni değiştirecek bir güce sahip olduğunun farkına varmıştır. Bilim, sanat ve düşünce eserleri insanın özünün kutsal çocuklarıdır. Para ekonomisi temelindeki bilim, sanat ve düşünce faaliyetleri insanın yaratıcı emeğini esaret altına almaktadır. Tembelliğin kaynağı ise yaratıcı emek değil, yaşam koşullarımızı yeniden üretmek için harcadığımız emektir. Tembellik yeni piyasanın doğasında bulunmaktadır. Yeni akademi, piyasanın en az emekle en çok sömürüyü nasıl elde edebilirim mantığının çığırtkanlığını yapacaktır. Yaratıcı emek, para elde etmek ve biriktirmek adına yapılan düşünsel ve fiziksel faaliyetlerle sakatlanmış ve aşağılanmış insanın insan olma kavgasıdır. “Ömrünü yaşam koşullarını yeniden üretmekle geçiren bu emekçiler toplumunda, ‘’insanın özünü yaratan şeyden’’, düşünceden, sanattan, eylemden ve eserden yoksunuz.’’ [7] Sanattan, bilimden ve paylaşımdan yoksun bir eğitim sistemi ile “yaratabileceğiniz insanın değerlerini” tartışılmakta ısrar etmeliyiz. -------------------------------------------Bu yazıyı oluştururken benimle beyin fırtınası yapan ve yaratıcı emeğini esirgemeyen Doğanay ile özgür bir kampüste ve bağımsız bir Türkiye’de nefes alma dileğiyle…

[7] Meda, Dominique (2005), Emek: Kaybolma Yolunda Bir Değer Mi?, İletişim Yayınları, İstanbul, Sayfa 226.

15


güncel

Satranç Tüccarların, Go Bilginlerin Oyunudur Emre BAYAT

16


güncel

Sizlere tanıtacağım Go oyunu sanatın, bilgeliğin ve zihinsel aktivitelerin bir sentezidir. Uzak doğuda Weiqi, Baduk veya İgo olarak adlandırılan dünyanın en eski (M. Ö. 2000’li yıllar) strateji oyunu. Peki tam olarak nedir bu Go oyunu? Nasıl ortaya çıkmıştır?

G

o, siyah ve beyaz taşları ile iki kişi tarafından oynanır ve oyuna boş bir tahta ile başlanır. Go tahtası, üzerinde 19x19 çizgiden oluşan bir ızgara şeklindedir. Taşlar bu çizgilerin kesişme noktasına konur. Tahta üzerine konulan taş, oyunun sonuna kadar aynı noktada kalır ve hareket ettirilmez. Yalnızca rakip tarafından esir edilen taşlar tahtadan kaldırılır. İdeal bir Go setinde, tahta üzerinde yer alan 361 kesişme noktasını dolduracak kadar taş (181 siyah, 180 beyaz) yer alır. Ancak bir Go oyununda bu taşların hepsinin kullanıldığı görülmez. Go taşlarının her biri aynı yapıda ve eşit güçtedir. Ancak tahtada bulundukları pozisyona göre taşların ve grupların güçleri değişir.

basmakalıp kurallar ile anlaşılabilecek bir oyun değildir. Onun karmaşık ve derin yapısını anlamak için kuvvetli içgüdüler ve çok fazla tecrübe gereklidir. Bu noktada Go, Budizm’in “mantığa dayanan bir aydınlanma sadece aldatıcı bir aydınlanmadır” felsefesiyle de uyuşmaktadır. Oyun o anki duygu durumunuza göre şekillenir. Tahtaya bir nevi içinizdekileri yansıtırsınız. “Bir saatlik Go oyunu birini bir yıl tanımaya eş değerdir” derler; çünkü oyuna başlayışından itibaren oyuncu karakterini ortaya koyar. Karşı tarafı umursamadan kendine ait bir bölge oluşturuyorsa mütevazı, karşı tarafın hareketine direk bitişik bir hamle yapıyorsa saldırgan, küçük hatalarla taş kaybediyorsa dalgın, alanı dengeli kullanıyorsa bilge bir oyuncu olduğunu kolayca anlayabiliriz.

“Go oyunu bir denge oyunudur. Öldürmeyi amaçlamaz. Tahta boştur ve siz bu tahta üzerinde kendi düşüncelerinizi yansıtırsınız. “ Oyunun amacı, tahta üzerine rakipten daha çok alan çevrelemektir. Oyun sonunda siyah ya da beyaz taş grupları tarafından çevrelenmiş her bir kesişme noktası bir puan olarak sayılır. Yani bu oyunda bir kaybeden olmaz. İki tarafta boş bir arazide başlayan hikayelerine belirli bir alan alarak devam ederler her iki tarafında kazanılmış alanları vardır. Sadece biri diğerinden fazla alan kazanmıştır. Kurallarının basitliği nedeniyle hemen öğrenilebilmesine karşın, oyundaki hamle dizilerinin karmaşıklığı nedeniyle oyunda ustalaşmak uzun yıllar alabilir. Hatta bazen bir ömür boyu sürebilir.

“Go da sadece kalıplaşmış hamleler bulunmadığından dengeye, siyah ve beyazın estetik bir mücadelesine tanık oluyoruz” Ortaya çıkışı ve Felsefesi Oyunun ortaya çıkışı hakkında çeşitli hikayeler mevcut. Bunlardan bir tanesi Çin İmparotoru Yao’nun oğlu Tan Chu’ya disiplin, konsantrasyon ve dengeyi öğretmek için bu oyunu cennetten yeryüzüne indirdiğidir. Go oyunu bir denge oyunudur. Öldürmeyi amaçlamaz. Tahta boştur ve siz bu tahta üzerinde kendi düşüncelerinizi yansıtırsınız. Yani gücünüzü kendiniz oluşturursunuz. Go oyunun da çok fazla olasılık bulunur (361! Olasılık). Bu demek oluyor ki Go oyunu sadece mantık çerçevesinde

Go aynı zamanda psikolojik bir dışavurumdur. İnsan gibi karmaşık bir varlığı tarif edecek kadar olasılık barındırır”. Yaptığınız hamleler andır. Yaşadığınız anı hiçbir şekilde geri çeviremezsiniz. Hayatımızda birçok hatalar ve doğrular yaparız. Bunları geri çevirmemiz olanak dışıdır.Ancak ileride yapmayı düşündüklerimiz ile durumu değiştirmeye ve huzuru yakalamaya çalışırız. Yapmayı düşündüğümüz hamleler ise geleceğimizi temsil eder. Oyunun sonunda huzura eriştiğimiz an tahtada şekillenir..

17


güncel Ancak ileride yapmayı düşündüklerimiz ile durumu değiştirmeye ve huzuru yakalamaya çalışırız. Yapmayı düşündüğümüz hamleler ise geleceğimizi temsil eder. Oyunun sonunda huzura eriştiğimiz an tahtada şekillenir.. Bütün hayatın çilesi, sıkıntısı, sevinçleri, hararetli dönemleri geride kalmıştır. Artık dengeli bir dinginliğe ulaşmışızdır. Zhang Yunqi, Go oyununda gelişmek için gerekli olan özellikleri şöyle sıralıyor: “Bir askerin taktik gücü, bir matematikçinin kesinliği, bir sanatçının hayal gücü, bir filozofun dinginliği ve güçlü bir zeka”. Bu özellikler arasında en önemlisinin dinginlik olduğunu vurguluyor. Go ve Sanat Go da sadece kalıplaşmış hamleler bulunmadığından dengeye, siyah ve beyazın estetik bir mücadelesine tanık oluyoruz. Birçok kişi tarafından oyunda güzel şekil yapmak güçlü olmaya eşittir. Oyunun açılış hamlelerine bu açıdan dikkat ettiğinizde herkesin kendi sanat zevkini ortaya koyduğunu göreceksiniz. Go ve Bilgelik ‘’Devrimci bir güç tıpkı insanların davranış biçimini değiştirdiği gibi onların düşünce yapılarını da değiştiriyor. Daha iyi bir oyuncu olabilmek için daha güçlü rakiplerim olmalı; bu durumda, sizi daha iyi bir oyuncu yapabilmek için elimden

18

gelenin en iyisini yaparım. Kazanmam için sizin yok olmanız gerekmiyor. Rakiplerinize karşı sahip olduğunuz buna benzer tutumların ortak bir değer haline gelmesi durumunda dünyanın neye benzeyeceğini bir düşünün. “Şeytani” ülkeleri işgal etmek yerine, belki de bu ülkelerin liderlerine Go oynamayı öğretmeliyiz”. Go ilerleyen yaşlarınıza kadar sürekli öğrenme içinde olacağınız, sıkılmadan keyifle oynayabileceğiniz bir oyun. Öğrenmenin sonu yoktur söz sanki Go için söylenmiş. Go sürecinde öğrenmenin bitmediği bir yoldasınız. Bundan 6 yıl öncesinde beni Go ile tanıştıran arkadaşımın sözlerini hatırlıyorum : ‘’Bu Go! Sana kendini tanıtabilir. İçinde sakladığın gerçek kişiyle yüzleştirebilir.’’

Son sözü Türkiye’ye Go’yu getiren Go ile tanıştıran Alpar Kılınç’ın taşlı yoluna bırakıyorum. Umarım bu taşlı yolda aydınlanarak yaşar ve dikkatle yaparsınız. Yol vardır beni sana getirir, Yol vardır kimi yoldan çıkar, Yol vardır kimi tersine gider, Gerçek yol, beni alır götürür. Alpar Kılınç Kaynaklar ve oyun hakkında ayrıntılı bilgi için : http://www.gookulu.com/ http://playgo.to/iwtg/turkish/ http://www.tgod.org.tr/


g端ncel

13


g端ncel

12


güncel

BİR METAFORLAR KÜLTÜ:

OTOMATİK PORTAKAL

Yusuf Osman BAĞCI

S

tanley Kubrick, ifadenin tüm gücünü kullanarak Freud’un beyninde kurguladı süt barını. Sahnelerin kapısını oradan aralayarak aslında insanın tüm eğilimlerinin kökenindeki olguyu çarptı yüzümüze. Filme bakanlar için beyazın maddesel güzelliği iken tüm sahne, filmi izleyenler için Pandora’nın kutusu açılmıştı. İnsan, suç ve intikam arasındaki çekiciliğin sınırlarını, endüstri ile paralel olarak filizlenen yozlaşmanın en spesifik boyutlarıyla ele aldı Kubrick. Kullandığı mekanlar, objeler, kıyafetler ve metaforlarla çıtayı öylesine yükseltti ki, konu gerçek bir sinema filmi olduğunda geçen kırk bir yıla rağmen halen o çıta aşılabilmiş değil ve pek aşılası da değil. Şehrin değersel kaybolmuşluklarını sundu bir köprü altında ve savaşını kaybetmiş bir tiyatro salonunda. Alex’in kirli edebiyatıyla içten içe sokağa saygı duruşunda bulundu. Droogilerin çığlıklarıyla ise iyi ve kötünün ne kadar ayırt edilemez hale geldiğini savurdu kulaklarımıza. Birey ve toplum arasındaki ilişkileri droogi sürüsü içinde çözümleyerek, kuralların dayattığı sıkışmışlığın dışa vurumunu patagonist üzerinden veren film, sahip olunan tüm mekanik varlıkların bireyin temel arzularına olan ifadesizliğini konu ediniyor. İyi zaman geçirme eylemini yaşayışlarının temeline alan gençlerin, sürü gelenekleriyle ayrışan kişisel hırslarına ve zevklerine hizmet edişlerini sert bir biçimde aktarılıyor. Kötünün kendi içinde evrilmesi kaçınılmaz bir sondur. Ufkuna ulaşan her şey gibi kötülük de değişecektir. Ancak her boşalan basamağın dolacağı da aşikardır. Evrilen kötülük yerini başka bir kötüye bırakacak ve süreç içinde onun kurbanı olacaktır. Otomatik Portakal, kişinin bireysel ve toplumsal yaşayışındaki farklılıklarını, suç ve intikam olgularının aslında insanın doğal varlıkları olduğunu anlatan bir film. Kullandığı mimariyi zamanının ötesinden alan gerçek bir başyapıt.

13


güncel

Su Suya Nasıl Benzerse Geçmişte Geleceğe Öyle Benzer.

İbn Haldun İbn Haldun (1332-1406) Tunus’ta 1332 yılında doğmuş, 1406 yılında 74 yaşında ölmüştür. Doğu’nun en bilge düşünürlerinden biridir. Asıl adı Abdurrahman’dır. ‘Ebu Zeyd’ (Zeyd’in babası) diye de anılır. ‘Veliyuddin’ diye anıldığı, ‘E’t Tunusi’ (Tunuslu) diye çağırıldığı da olur. Ama daha çok ‘İbn Haldun’ (Haldun’un oğlu) diye bilinir. Çağın ÖZBİLGİ

H

aldunoğulları’ ailesine adını veren ‘Haldun’, Güney Arabistanlıdır. Yemen’in Hadremevt (Hadramut) kesimindendir. Kabilesinden bir toplulukla birlikte Endülüs’e (İspanya’ya) gelerek, Kermune’ye (Carmano’ya) yerleşmiş, ‘Haldunoğulları’ diye bilinen çocukları burada doğmuştur. Haldunoğulları buradan İşbiliye’ye (İspanya’nın güneyinde bulunan Sevilla kentine) göçtüler. Bu göçün 9. yy’da olduğu anlaşılıyor. Haldunoğulları, İşbiliye’de devlet yönetiminde önemli görevler almış; birçoğu, yapılan savaşlarda ölmüş, geriye kalanlar ise devlet ve politika yaşamında uğraşlarını sürdürmüşlerdir. Uzun süre İşbiliye’de kalan Haldunoğulları, 13. yy başlarında Afrika’da, Septe (Ceuta) kentine, 13. yy’ın ortalarında da Tunus’a göçtüler.

12

Birçok devlet görevinde bulunan İbn Haldun’un başlıca eserleri Mukaddime ve Tarih’tir. Geçmişi gözler önüne getirdiğinizde yaşanan olayların gerçekliğinden arta kalan bir sürü detayla yüz yüze gelir ve bu detayların gereksiz olduğunu düşünebilirsiniz. Halbuki bu hiç de böyle değildir. Çünkü tarih tekerrürden ibaret olmasa da gelecekteki olaylarla bağdaştırılabilir. Bu bağdaştırmalar tesadüfi bir şekilde değil, göstere göstere kendilerini kendileri ortaya koyarlar. ’Diyaletik’i doğru bir şekilde kullanmayı bilen kişilerde geleceği önceden görebilme yetisi yani ilerigörüşlülük mantalitesine rastlamak çok da abes olmasa gerek. İslam düşünürlerinden İbn Haldun ‘Su Suya Nasıl Benzerse Geçmişte Geleceğe Öyle Benzer.’ diyerek bir önceki paragrafta vurguladığımız düşüncemizi doğrulamaktadır.


güncel İbn Haldun -14. Yüzyılda yaşamış Arap filozofu- birçok düşünürün de öncülü sayılan, tarih felsefesinin ve sosyolojinin kurucusu olarak atfedilen bilge bir İslam düşünürüdür. Düşüncelerine değinmek gerekirse devletlerin tıpkı canlılar gibi belirli süreçlerden geçerek yitip gittiklerini vurgulamış ve onlarında tıpkı canlılar gibi doğup, büyüyüp, yaşlanıp, öldükleri fikrini ortaya koymuştur. Tarih objektiflikten uzak değerlendirilemez. Tarihe baktığımız zaman aslında bunu çok net bir şekilde algılamamız mümkündür. Devletlerin tek düze bir gidişatından bahsetmek son derece gülünç olur. Aksine devletleri birer organizma gibi görüp, üzerine araştırmalar yapmak İbn Haldun’un devletler hakkındaki görüşlerinin bizim için daha anlaşılır olmasını sağlayacaktır. Uygarlığın batıda doğduğu iddiasını öne süren tarihçilerin tersine, uygarlığın doğuda doğup geliştiğini ve sonrasında batıda keşfedilen bu gelişmelerin daha da ileri götürülmeye çalışıldığını objektif tarih anlayışı çerçevesinde daha net biçimde görebiliriz. İbn Haldun’u tarih felsefesi ve sosyolojinin kurucusu saymak çokta yanlış olmayacaktır. Yazımızın ilerleyen kısımlarında İbn Haldun’un en büyük eseri olarak kabul edilen Mukaddime’ye de kısaca değinmeyi ihmal etmeyeceğiz. Tarih Nedir? Tarihçilerin birçok tarih tanımı olmasına karşılık bu noktada İbn Haldun’ un tarihe dair söylemini aktarmak yazımızın çerçevesi dışına çıkmamamızı sağlayacağından bu noktada sadece İbn Haldun’un tarih tanımına yer vereceğiz. İbn Haldun şöyle der: ‘’Derinliğine inilerek bakıldığında, tutarlı bir bakıştır tarih. Bir incelemedir. Olup bitenlerin nedenlerini, nasıl başlayıp nasıl geliştiğini inceliğiyle ortaya koymadır. Olayları, ‘nasıl’larını, ’niçin’lerini derinlemesine bilmedir. Bundan dolayı tarih, temel bilimdir.” (İbn Haldun, Mukaddime, Onur Yay. , Çev. T. Dursun, c.1, s.75) İbn Haldun’un Tarih Felsefesi ve Toplumbiliminin Kurucusu Sayılmasındaki Etkenler Tarih felsefesi, geçmişte neler olup bittiğini araştıran tarih biliminden farklı olarak, geçmişte olup bitenlerin nedenlerini araştırır. Bu bakımdan tarih felsefesi, tarihsel oluşumu içinde genel felsefe alanının 3 büyük dünya görüşüne göre sıralanır: Metafizik Tarih Felsefesi, Bireyci Tarih Felsefesi, Diyalektik Tarih Felsefesi. Metafizik Tarih Felsefesi: Metafizik açıdan incelenen tarih felsefesine göre, insanların tarihi, Tanrı’nın iradesiyle yönetilmektedir. Tanrı nasıl istemişse öyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır. Diyalektik Tarih Felsefesi: Çağdaş diyalektik felsefesine göreyse tarihi, üretim ilişkileriyle belirlenen toplumlar yapar. Toplumsal olayların nedenleri maddi koşullardır.

İbn Haldun’un tarih felsefesinde metafiziğe ve bireyciliğe yer yoktur. Onun tarih felsefesi yönteminde en önemli olan üç şey: yansızlık, eleştiri ve topluma, toplumun gelişmesine, değişmelere egemen olan yasaların bilinmesidir. Tarih alanında “yansız” olamayan “eleştiri” ye yer vermeyen ve hepsinden önemlisi toplum yapılarını ve toplum yapılarına egemen yasaları bilemeyen tarihçinin “her zaman yanlışa ve yanılgıya” düşeceği açıktır. İşte İbn Haldun’un “toplumbilimci” sayılmasını ve kimilerince “toplumbilimin kurucusu”, “çağdaş toplumbilimcilerin atası” diye nitelenişini sağlayan onun bu ve benzeri görüşleridir. Tarih anlayışı ve getirdiği yöntemdir. Bilim dünyasına sunduğu “yeni bilim”dir. (Dursun T. , Hassan Ü. , İbn Haldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü, Kaynak Yay. , s. 29-32) Mukaddime İbn Haldun tarafından 1378 yılında Fas’ta yazılan ve İbn Haldun’un en önemli eseri olarak kabul edilen kitaptır. İbn Haldun kitabında tarih, iktisat, sosyoloji, siyaset konularına dair düşüncelerini kaleme almıştır. İbn Haldun Mukaddime’nin giriş bölümünde der ki: “Yeni bir tarih yazım yöntemi tasarlayıp okuru şaşırtacak bir yol, bütünüyle bana özgü bir yöntem ve bir sistem buldum, dolayısıyla özgün bir plan izledim.” (Mukaddime, Önsöz) Gerçektende, İbn Haldun’un daha önce de belirttiğimiz gibi ‘yeni bilim’’i kendine özgü bir yöntemdir. Eserde, iktisadi ve sosyolojik koşulların devlet sistemleri üzerindeki etkisine değinilerek, tarih çerçevesinde siyasi analizler yapılmış ve devletlerin evrimsel gelişimi incelenmiş, yorumlanmıştır. Mukaddime kesinlikle okunup incelenmesi gereken derin bir eserdir. Marx, Rousseau ve Machiavelli’in Öncüsü Hikmet Kıvılcımlı : ‘’İbn Haldun’da tarihin bütünlüğü ve gidiş diyalektiği, Hegel’deki gibi tepesi taslak değil, bütün gerçekçiliği ile konulmuştu. Ondan sonrası, sonra gelenlere bırakılıyordu.” İbn Haldun tarihte akılcıdır, sosyoloji ile tarihi birleştirmekte ilk adımı atmıştır. Hilmi Ziya Ülken onun coğrafi ve ekonomik determinizm düşüncesini savunmasından, Karl Marx ve Montesquieu’nun müjdecisi saydığı gibi nüfusa dair görüşleriyle de Malthus’la ilişkili görür, aynı zamanda onun kent hayatından tiksinmesi ve uygarlığın ahlakı bozduğuna dair düşünceleriyle de Rousseau’dan hatta bir bakıma da Nietzsche’den önce geldiğini ve Machiavelli’in de öncüsü olduğunu kaydeder. İbn Haldun, Gobineau’dan önce ırka önem vermiş, hukuk anlayışında Hobbes ve Hegel’e, taklidin rolüne önem vermekle de G.Tard’a rehberlik etmiştir. (Dursun T. , Hassan Ü. , İbn Haldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü, s. 135)

13


güncel Görüldüğü üzere, İbn Haldun, Marx, Rousseau ve Machiavelli’in yanı sıra birçok düşünüründe öncüsü sayılabilecek mahiyettedir. Bunu Hilmi Ziya Ülken çok net bir biçimde dile getirmiş olduğundan, yazımızda bu paragrafa da yer verdik. İbn Haldun’un Devlet Anlayışı Üzerine “Devletler insanlar gibi doğar, gelişir ve yok olur.” “Devlet çeşitli aşamalardan ve yeni yeni durumlardan geçer. Her aşamada, o aşamanın kendine özgü durumlarından dolayı, devleti ayakta tutanlar huy ve yaşam biçimini değiştirir. Öylesine ki, bu huy ve yaşam biçimlerinin benzerleri, bir başka aşamada bulunmaz. Çünkü huy ve yaşam biçimi, doğal olarak, içinde bulunulan durumun yapısına, ortamına ve devletin yeni durumlarına bağlıdır.” Devlet aşamaları genellikle 5 aşamayı geçmez. 1.Aşama: İnanç, azim ve amaca ulaşma aşaması. 2.Aşama: Topluma karşı bağımsızlık kazanma ve tek adam olma aşaması. 3.Aşama: Sıkıntılı iş ve uğraşların boşlanması ve egemenliğin, insanın doğal olarak can attığı meyvelerini toplayarak rahatlama aşaması. 4.Aşama: Mevcut durumla yetinilmesi ve barış aşaması. 5.Aşama: Saçıp savurma, devlet işlerini boşlama ve evrensel gelişmeleri göz ardı etme aşaması. Bu aşamada (5. Aşama), devlette, doğal olarak yaşlılık başlar. Süregelen hastalık gövdeyi sarar. İyileşmesi söz konusu olamaz ve devlet yıkılıncaya dek, bu durum sürer gider. Devletin evrilmesi konusunda konu başlığının altında kullandığımız giriş cümlesi, yukarıdaki aşamalarda dikkate alınarak, üzerine düşünüldüğünde İbn Haldun’un devlet anlayışını gözler önüne sermektedir. Devlet bir canlı organizma gibidir ve yaşam sürecini tamamlayarak ölür, yani yok olur. Dolayısıyla devletlerin tek düze bir gidişatından bahsetmek de son derece gülünç olur. Yazımızda İbn Haldun’un tarih tanımına, tarih felsefesi hakkındaki görüşlerine, eseri Mukaddime’ ye, Marx, Rousseau ve Machiavelli gibi düşünürlerin öncüsü sayılabileceğine ve devlet anlayışına değinmeye çalıştık. Devletlerin birer canlı organizma gibi doğup, yaşayıp, yaşlandığını ve sonra da öldüğünü belirten İbn Haldun, gerçek dışılıktan uzak durulması gerektiğini ve tarihte öykücülüğe gerek olmadığını da belirtmiştir. İbn Haldun’a göre; ‘Bu tarihçiler tarih biliminin gerçek amacını öğrenmeye istekli değildiler.’ Yine İbn Haldun’a göre; ‘Tarihçi, her olayın nedenlerini ve her bilginin kaynağını derinlemesine bilmelidir.’

12

Uygarlığın batıda doğduğu iddiasını öne süren tarihçilerin tersine, uygarlığın doğuda doğup geliştiğini ve sonrasında batıda keşfedilen bu gelişmelerin daha da ileri götürülmeye çalışıldığını objektif tarih anlayışı çerçevesinde daha net biçimde görebiliriz. ‘Tarih Felsefesi’ ve ‘Toplum Bilimi’nin kurucusu sayılan İbn Haldun, düşüncelerinin önemi batıda kavrandıktan sonra sürekli incelenmiştir. Peki biz doğulu bir toplum olarak İbn Haldun’u ne kadar biliyoruz? Yazımızı İbn Haldun’ un şu sözüyle bitirelim: ’İnsan beyni değirmen taşına benzer; içine bir şey atmazsanız, kendi kendini öğütür.’ Tavsiye Edilen Kitaplar 1)İbn Haldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü, Turan Dursun-Ümit Hassan, Kaynak Yayınları 2)Mukaddime (3 cilt), İbn Haldun, M. E. B. Yayınları 3)İbn Haldun, Ülger İbrahim, Berfin Yayınları 4)İbn Haldun (Metodu ve Siyaset Teorisi), Ümit Hassan, Doğu Batı Yayınları

------------------------------------------------------------------------------------Kaynakça: 1)İbn Haldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü, Turan Dursun-Ümit Hassan, Kaynak Yayınları 2)Mukaddime, İbn Haldun, M. E. B. Yayınları 3)İbn Haldun, Ülger İbrahim, Berfin Yayınları


güncel

FRAMBUAZLI

PİŞ MA Nİ YE

Eski Star Sineması’nın yerini alan İzmit’in güzide tiyatro topluluğu Alternaif Tiyatro, Frambuazlı Pişmaniye oyunu ile izleyicilerin karşısına çıktı. Trajikomik bir oyun olan Frambuazlı Pişmaniye gerek konusu gerekse İzmit’e has olmasıyla dikkatleri üstüne çekiyor. Naci Taner Büyükarman’ın yazıp yönettiği oyun, yazarın sahnelenen ilk oyunu olmasıyla ayrı bir önem taşıyor. Karakterlerimiz: Mehmet (Kamil Kaplan), başarıya tam anlamıyla ulaşamamış, umutsuzluğun ipiyle asılmaya hazır devrimci bir tiyatrocu. Demir (Tufan Serezli) eşsiz bir fırlama, umutlar vaad eden düzenbazımız. Demir’e güzeller güzeli, ağzında bakla ıslanmayan, saf sevdiceği (Yağmur Uras) eşlik ediyor. Tiyatrocu Mehmet’in öğrencileri İzmitli genç amatörlerimiz İvrahim (Ersin Çakmak) ve Sadık (Mehmet Ali Kartal) oyunun jeneratörleri. Reklam yıldızlarımız, İstanbul’un hızlı çocukları Arzu (Elif Altıntaş Kuşaksız) ve Erinç (Murat Kuşaksız) serüvene renk katıyor. Nişancı ve rot balanscı, tatlı kabadayı Annemiz Şükran (Serap Mutlu Durak) oyuna Rize’den katılıyor. Stajyer tetikçiler Sezer (Durmuş Çetin) ve Ömer (Osman Merter Salar) korku salıyor. Parlak günlerine geri dönmek isteyen hırslı bir kadın olan Semiramis (Belgi Saygı) ise aynı zamanda Mehmet’in eski aşkıdır. Birbirinden oldukça farklı karakterlerin yollarının kesiştiği, hayattaki başarısızlıklarına rağmen umutlarını yitirmeyip bir amaç etrafında kenetlenen bir avuç insanın anlatıldığı trajikomik bir oyun. Frambuazlı Pişmaniye her perşembe Alternaif Tiyatro’da sizleri bekliyor.

13


güncel

EICHMANN

KANT’IN

AHLAK

YASASINA

GÖRE

SUÇSUZ MUDUR Otto Adolf Eichmann, Nazi Almanyası’nın 1932-1945 yılları arasında RSHA birimine bağlı Kıdemli Fırtına Birimi Lideri rütbesinde görev yapmış bir Alman subayı... Damlagül KIVILCIM

12

Otto Adolf Eichmann (19 Mart 1906, Solingen - 31 Mayıs 1962, Ramla)


güncel

1

Nisan 1932’de Avusturya Nazi Partisi’ne üye oldu. 1933 yılından itibaren 14 ay Avusturya Bölüğünde askeri eğitim aldı ve 1934 Eylülünde RSHA’nın bünyesindeki SD’de ( güvenlik servisi) kendini gösterme fırsatı buldu. 1935 yılının başında da bu departmanda Yahudi problemi ile ilgili görevlendirildi. Avusturya’nın Almanya ile birleşmesinden sonra Yahudiler için Viyana’dan çıkış izni verilerek Almanya’daki toplama kamplarına aktarılmaya başlanmıştı. Bu sırada Eichmann SD’nin üst kademelerine kadar yükselmiş ve 18 ay içerisinde 150.000 Avusturyalı Yahudi’nin toplama kamplarına aktarılmasını sağlamıştır. Alman ordusunun 1939 yılında Polonya’ya girmesiyle beraber Eichmann yine RSHA’nın bünyesindeki Gestapo’ya (bu da bir güvenlik servisiydi) transfer oldu.

“Eichmann’ın avukatı: -Eichmann tanrıya karşı suçluluk duyuyor,hukuka karşı değil.” Gestapo’nun IV-B4 bölümünün yani Yahudi Sorunu bölümünün başına getirildi. 1942’de yapılan Wannsee Konferansı sonrası da Eichmann artık Yahudi Uzmanı oldu. Bu konumdayken milyonlarca insanın toplama kamplarına sevk edilmesini yönetti. Savaş bittikten sonra kaçıp Arjantin’e yerleşti. 11 Mayıs 1960 yılında Buenos Aires’in kenar mahallelerinden birinde yakalandı ve dokuz gün sonra yargılanmak üzere İsrail’e getirildi. 11 Nisan 1961’ de Kudüs Bölge Mahkemesi’ne çıkarıldı ve on beş ayrı iddiayla suçlandı. İddianamede genel olarak milyonlarca insanın ölümüne sebep olmak, onları zor koşullarda yaşamaya zorlamak ve savaş suçları sayılan fiillerde bulunmaktan bahsediliyordu. 1950 tarihli Nazi ve Nazi

İşbirlikçileri Ceza Yasası’na göre bu iddianamedekileri yapanlar ölüm cezasına çarptırılırdı. Bu yasaya göre yargılanan Eichmann her suçlamayı şöyle reddediyordu: ‘’Bu iddianame bakımından suçsuzum.’’ Bu içerikte bir iddianameyle suçlanan bir insan nasıl suçsuz olabilirdi ya da ne bakımdan suçlu sayılırdı? Bunun cevabını Eichmann’ın avukatı Dr. Servatius şöyle verdi: ‘’Eichmann Tanrı’ya karşı suçluluk duyuyor, hukuka karşı değil.’’ Tanrı inancı olan ve ona karşı kendini suçlu hisseden birinin vicdanı olduğundan söz etmemiz yanlış olmaz ve vicdanı olan insan, ne kadar itaatkar olursa olsun, bir noktada vicdanını susturamayacağını bilir ya da deneyimler. Ama belki de burada vicdanının susması veya onu duymaması Eichmann’da kötülüğün sıradanlaştığını gösterir bize. Servatius’un cevabındaki ‘hukuk’, Eichmann’ın döneminin Nazi Hukuk Sistemiydi ve Eichmann bu sisteme itaatsizlik yapmamıştı. Fakat şunu unutmamak zorundayız; Eichmann Nazi döneminde, ona karşı yaptığı suçlardan dolayı Nazi Hukuk Sistemi içindeki mahkemede değil; tüm Nazi dönemini suçlayan bir dönemde, Nazi ve Nazi

İşbirlikçileri Ceza Yasası’nın olduğu –kısmen İsrail hukuk sistemiyleİsrail’deki mahkemedeydi. Bu da savunmanın yapmak istediği şeyleri geçersiz kılıyordu. Eichmann’ın davaya yaklaşımı ise daha farklıydı. Cinayet suçlamaları asılsızdı ve kendisinin yardım ve yataklıktan suçlanabileceğini öne sürmüştü. İfadesi şöyleydi: ‘’Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgim yok. Hayatım boyunca ne bir Yahudi’yi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm. Bir Yahudi’yi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim, kesinlikle böyle bir şey yapmadım. (Daha sonra şunu ekliyor.) Bir kere bile yapmak zorunda kalmadım. (Fakat Eichmann eğer böyle bir zorundalık durumunda kalsaydı şüphesiz babasını bile öldürecekti). Bu nedenle sadece Yahudi katliamında yardım ve yataklıktan suçlanabilirim’’. Eichmann duruşma boyunca iddianame bakımından suçsuzum diyerek yukarıdaki durumu açıklığa kavuşturmaya çalıştı. Genel savunması emirlere karşı gelmeden her şeyi büyük bir özenle yaptığını fakat bizzat ölüm emri vermediği ve bizzat öldürmediği yönündeydi. O sadece emirleri yapmıştı.

13


güncel işleyenlerin sayısı bakımından kitlesel suçlardır; sorumluluk derecesi açısından, suça katılanların kurbanı fiilen öldüren katile yakın veya uzak olmalarının hiçbir önemi yoktur. ‘’Beni öyle göstermeye çalışsalar da ben canavar değilim.’’ diyordu Eichmann. Ona göre suçu itaatinden kaynaklanıyordu. Oysa itaat her zaman bir erdem olarak methedilirdi. Nazi liderleri onun erdemini istismar etmişti.

“Eichmann ise pratik akıl sayesinde itaatin ötesine geçmek yerine onu tamamen kapatmıştı. Sadece Hitler’in emri onun için kanundu ve koşulsuz sorgusuz ona itaat etmeliydi.”

İddianameye göre, Eichmann hem kasten (Bunu kendi de inkar etmiyordu.) hem de adi gerekçelerle böyle hareket etmişti ve fiillerinin suç unsuru teşkil ettiğini o da gayet iyi biliyordu. Şu adi gerekçelere gelince, tam bir pislik olmadığından adı gibi emindi.Vvicdan diyecek olursanız, sadece kendine emredileni yapmadığı takdirde vicdan azabı çekeceğini gayet iyi biliyordu. Ayrıca savunma boyunca anılarına dayanarak Yahudilere karşı şahsi bir sorunu olmadığını, hatta onlara elinden geldiğince ‘’nazik’’ davrandığını gösterme çabası içindeydi. Fakat böyle önemli ve karışık bir davada bunların pek

12

bir önemi olmamıştı. Hakimler ise şöyle bir sonuca varmıştı: ‘’Ceza Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca, sanığın faaliyetleri, tavsiye verme suretiyle suça azmettirme ve başkalarının işlediği suça yardımdır. Ancak, sözü edilen suçun ne kadar büyük ve ne kadar karmaşık olduğu, farklı düzeylerde farklı faaliyetlerle pek çok insanın (planlayanların, organize edenlerin, bu fillerde bulunanların) katılımıyla gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulursa, her zamanki gibi cinayete azmettirme ve yardım kavramlarına başvurmanın faydası yoktur. Zira bu suçlar hem kurbanların hem de suçu

O halde şu sorunun da cevabını almak gerekiyor: Eichmann bu itaatlere karşı gelip istifasını veremez miydi? Böyle bir şey yapsa cezası var mıydı ya da ne gibi bir ceza uygulanırdı? Tabii ki de görevinden ayrılabilirdi. Eichmann bir keresinde tek alternatifinin intihar etmek olduğunu söylese de durumun çözümü –tek çözümü- bu değildi. Çünkü imha mangası üyelerinin işten ayrılmaları gayet kolaydı ve kendileri için ciddi sonuçlar doğurmuyordu. Tayin başvurusunda bulunarak herhangi bir görevden kurtulmak mümkündü. Sadece disiplin cezasına hazırlıklı olmak gerekirdi ama bu da kişinin hayatına yönelik bir sonuç teşkil etmiyordu. Fakat Eichmann hangi sebeple bunu yapmadı? Bunun cevabını belki Eichmann’ın daha sonra polis soruşturması sırasında verdiği ifadesinden bulabiliriz. Eichmann bu kez savunmasını bambaşka bir noktadan hareketle yaptı. Savunmada Kant’ın Evrensel Ahlak Yasası’ndan yararlanmak, hem şaşırtıcı hem de zekice bir girişimdi. Ama bakalım Kant onu kurtarabilecek veya cezasını hafifletebilecek miydi?


güncel Eichmann bir anda üstüne basa basa hayatı boyunca Kant’ın ahlak kurallarına ve özellikle de Kant’ın görev tanımına uygun yaşadığını ilan etti… Ve sonra kategorik buyruğun kelimesi kelimesine doğru bir tanımını yaptı: Kant hakkındaki sözlerimle, irademin ilkesinin her zaman genel yasaların ilkesi haline gelebilecek şekilde olması gerektiğini kastediyorum. Sorgulama devam ederken Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi’ni okuduğunu ekledi. Sözlerine, Nihai Çözümü uygulamakla görevlendirildiği andan itibaren Kant’ın ilkelerine uygun yaşamayı bıraktığını, bunu bildiğini ve artık kendi fiillerinin efendisi olmadığını ve hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşünerek teselli bulmaya çalıştığını açıklayarak devam etti. Eichmann ifadesinde kategorik buyruğun tam tanımını yapmış olsa da içeriğini anlamamıştır. Kant’ın ahlak yasası bize, eylemlerimizi gerçekleştirmeden önce şunu kendimize sormamız gerektiğini buyurur; belirli bir eylemde gerçekleştirmek istediğim şeyin (maxim yapmak istediğim şeyi) aynısını, aynı koşullar altında olan başka insanların da yapmalarını istiyor muyum? Böylece yasaya göre, koşullarını değerlendirecek olan sadece kişinin kendisidir, ondan başkası değil. Kant burada kişiye muhakeme etme yetisini kullanmasını buyurur. Yani o (insan), özgürlüğünün özerkliği sayesinde, kutsal olan ahlak yasasının öznesidir. Kant’a göre akıl sahibi insan bu yasaya uymak zorundadır ama bu özgürlüğü içeren bir zorunluluktur. Buradaki zorunluluk Kant’ın buyruk dediği şeydir. İki tür buyruk vardır; koşullu ve koşulsuz buyruk. Ahlak yasası olmaya layık olan koşulsuz/kategorik buyruktur. Koşulsuz buyrukta eylem başka herhangi bir amaçla ilişki kurmadan, nesnel ve zorunlu olarak ortaya çıkar. Başka bir amacın aracı olarak değil de, bizatihi kendisi için kabul edilip hayata geçirilen ilkedir kategorik buyruk. Dolayısıyla Eichmann bunu yaptığını iddia edebilir ama sadece biçim-

sel olarak. Çünkü Eichmann koşulsuz buyruğu, muhakemeye bile izin vermeyen bir buyruk olarak algılamıştır. Üstelik onun içinde bulunduğu, sonu katliamlara varan bir sistem içinde düşünüldüğünde, özgürlüğünün özerkliğini daha özenli bir şekilde kullanmalıydı. Eichmann burada belki şöyle bir cevap verebilirdi; ‘’İnsanların öldürüleceğini bilmiyordum, nihai çözümden haberim yoktu.’’ Oysa insanları toplu olarak fiilen öldürmekle, o insanları boş çorak arazilerde yaşamaya zorlamak arasında ne kadar ahlaki bir derece farkı olabilir?

Zaten daha sonra ifadesine devam ederken nihai çözümü uygulamakla görevlendirildiği andan itibaren Kant’ın ilkelerine uygun olarak yaşamayı bıraktığını dile getiriyor. Artık kendi fiillerinin efendisi olmadığını düşünerek teselli bulmaya çalıştığını söylüyor. Arendt bu noktadan itibaren Eichmann’ın Kant’a uygun olarak yaşamayı bıraktığını değil, onu çarpıtarak okumaya devam ettiğini düşünüyor. Şöyle ifade ediyor; ‘’Kendi

eylemlerinin ilkesi, kanun koyucunun veya bu toprakların hukukunun ilkesiymiş gibi hareket et.’’ Oysa Kant’ta her insan bir kanun koyucudur. Fakat Eichmann’ın bu durumu geçtikten sonraki davranışı Kant’ın pratik aklın kamusal alanda kullanımına benziyordu. İnsan gündelik hayattaki yasalara uygun yaşamalıydı.

“Eichmann’ın Kant ahlakı açısından suçsuz olması da ancak ahlak yasasındaki özgürlüğün özerk iradesini kaldırırsak mümkün olacaktı.”

Kanunun yanlış olduğunu düşünseniz de ona uymayarak bir çözüm bulamazdınız. Pratik akıl sayesinde bu durumun çözümüne ulaşmalısınız. Mesela, devlete ödediğiniz vergilerin çok fazla olduğunu ve bunların belli sebeplerden dolayı gereksiz olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Fakat siz o vergiyi ödememezlik yapamazsınız. Vergiyi ödemeye devam edip aynı süreç içinde hukuki bir yolla düşüncenizi belirtip sonuç beklemelisiniz ve çıkan sonuca uygun davranmalısınız. İnsan pratik aklını böyle kullanmalıydı. Eichmann ise pratik akıl sayesinde itaatin ötesine geçmek yerine onu tamamen kapatmıştı. Sadece Hitler’in emri onun için kanundu ve koşulsuz sorgusuz ona itaat etmeliydi. Fakat Kant’ın söylediği şey tabiî ki Eichmann’ın anladığı şeyler değildi. Sonuç olarak Eichmann’ın Kant ahlakı açısından suçsuz olması da ancak ahlak yasasındaki özgürlüğün özerk iradesini kaldırırsak mümkün olacaktı. Mahkeme sonucunu Eichmann’ın bu savunması da değiştiremedi. 15 Aralık 1961 Cuma günü sabah dokuzda ölüm cezası ilan edildi. 31 Mayıs 1962’de asıldı ve bedeni yakılıp külleri Akdeniz’ in uluslar arası sularına döküldü.

13


güncel

büyüdülerve küçüldüler... Avaşin YORULMAZ

12


güncel

“nisan yağmurları gibi geçti hayatın haylaz çocuksuluğu yazın mavisi… kızların pembeliği dostların ve aşkların içtenliği kalmadı” Aydın Alp

Büyüdüler; kaldırımlarda ıslanmayı çocukluk saydılar… Heyecanlı bekleyişleri, sevgiliye sunulacak bir avuç gözyaşını, sevgilinin ismini deftere, kitaba, ağaca yazmayı çocukluk saydılar. Yıllar önce sevgilisinin ismini ağaca silinmesin diye en derin kazmanın heyecanını ne olduğu belirsiz bir düzene (!) sattılar… Büyüdüler; ideolojik düşlere “gençlik dönemi heyecanı”, ideolojik polemiklere “eskiden çok yapardık” diyerek dudak büktü büyümüşler… Büyümüşler sosyalizmi bir çocuk masalı bildi. Sömürüsüz bir dünya, paylaşmak, güzel günler uğruna ölmek çocukluk sayıldı. Sosyalist devrimcilik en değme romantizm, en değme düş ve en gerçekten daha gerçektir. Büyüdüler ve düşler unutuldu, masallar kirli “gerçeklerle” mübadele edildi… Büyüdüler; yürekte şavkıyan romantizm “gerçeklerin” karanlığına gömüldü. Çocuklara güzel ülkeler vereceklerdi, büyüdüler ve tek kaderleri geceleri uyuyamayan bebeleri oldu. Mavi Kurtuluş vaat edilen yoksul sokak çocukları “huzur bozan” oldu büyümüşlerin çölleşen yüreklerinde. Büyüdüler; bir kadınla olan erkek için kadının pembeliği; bir erkekle olan kadın için erkeğin maviliği kalmadı. Büyüdüler ve küçüldüler. Büyüdüler; sevgililer “ benden çocukça ilgi bekleme” dedi. Çiçek toplarken kirlenen eller parayla ve yalan tenlerle kirlendi; pembelikler ve mavilikler grileşti. Büyüdüler; Okunan romanlardaki aşklar, devrimler, hesapsız ölüme gitmek çocukluk ve çocukluk hayalleri sayıldı. Büyüdüler ve lanetlendiler…

13


güncel

ÜNİVERSİTELERDE

MÜHENDİSLİK

EĞİTİMİ

BİLİM Bu yazıda üniversitelerde eğitimi ele alacağız. Eğitim tarih sahnesinin her anında ön planda olan ve toplumdaki ilişkilere doğrudan yön veren bir olgudur. Bunun önemli sebeplerinden biri eğitimin birey için otokontrol ve kontrol mekanizması olmasıdır.

12


güncel

İ

ncelediğimizde doğa kendi tabiatına uygun şekilde düzensizliğe doğru ilerler. İnsan doğanın bu özelliğini bilgisi doğrultusunda kontrol etmeye ve doğayı kendine uygun hale getirmeye çalışır. Örneğin sabah kalktığımızda saçlarımız dağınıktır. Neden tarama ihtiyacı hissederiz? Çünkü bize saçlarımızı taramadığımız zamanki görüntünün çevremize hoş gelmeyeceği öğretildi. O zaman şu sonucu çıkarabiliriz. Saç tarama alışkanlığı, toplumun öğretileri doğrultusunda aileden gelen eğitimin sonucudur. Bu kadar basit bir olay dahi eğitimin sonucudur. Gelin eylem değişikliği yapalım. Param yok ne yapmalıyım? Bu sorunun cevabı da bireyin sahip olduğu eğitime göre değişecek ve toplumun huzurunu etkileyecektir. Eğitimde zaman tanımlaması yapmak oldukça güçtür. Çünkü eğitim bir süreç işidir. Türkiye’ye baktığımızda devletin kendi kurumlarında (ilköğretim okulları ve liseler) verdiği eğitimin niteliksizliği aşikardır. Düzeysiz ve vizyonsuz bir eğitimin ardından üniversitelere gelindiğinde ise durum daha da kaotik bir hal almaktadır. Üniversitede bireylere eğitim değil sadece öğretim (kuru bilgi, metot vs) verilmektedir. Ailelerinden kopup büyük şehirlerde üniversite okumaya giden gençler, ekmek kavgasına genç yaşta başladığı için ailesinden ayrı kalmak zorunda kalan genç erkekler ve genç kadınlar… Onların karşılaştığı zorluklarla mücadele etmelerini sağlayacak eğitimin kaynağı ne olacak? İşin bu kısmı belirsizliğini koruyor. Üniversiteler aslında ülkenin mikro halidir. Kampüsler topluma öncülük ederken toplumda yaşanacak çatışmaları öncelikle kendi içinde yaşıyor. Göç, barınma ve ekonomik sorunlar yetişkinlerin olduğu kadar öğrencinin de başının belasıdır. Toplumu yarın şekillendirecek olan genç, bugün hocasının dersten bırakma şantajına

boyun eğmiş durumdadır. Çünkü özgür değildir. Ailesinin beklentileri, toplumun ona bakışı, devlet kurumunun ona sunduğu olanaklar istediği gibi hareket etmesini engellemektedir. Belki de o ailesinin ve ülkesinin durumu imkan verseydi örneğin mühendislik okumayacak yat kaptanı veya fotoğrafçı olmak isteyecekti. Bugün üniversitelerimiz kurak günler yaşamaktadır. Üniversite dışı müdahalelerle işleyiş etkilenmektedir. TÜBA ve Feza Gürsey enstitüleri kapatılmaktadır. Prof. Dr. Ali Nesin’in matematik köyü sürekli taciz edilmektedir. Üniversiteler alenen araştırma görevlilerinin katliam alanına dönmüştür. Muhalif ve gerçekten aydınlanmacı akademisyenler hak ettikleri ortamlara ve kolaylıklara ulaşamıyor. Veyahut aydınlanmacı akıldan ve sansürsüz bilimden yana olan genç beyinler kadro bahanesiyle, bütçe yalanlarıyla köreltilmeye çalışılıyor.

Tübitak’ın yayınlarında evrim gerçeği sansürleniyor. Türkiye’nin saygın enstitülerinde, genetik bölümünde okuyan öğrenciler okudukları bölümlerin temel taşlarını unutarak evrim yalandır diye bağırabilecek vaziyete gelebiliyor. Bu o kadar normal bir hale gelmiştir ki günümüzde dünyanın düz bir tepsi olduğunu söylemek saygınlıkla karşılanıyor.

Sosyal paylaşım sitelerinde heronlar (insansız uçaklar) insan emeği göz ardı edilerek yaratıcı fikrine mal edilebiliyor. Öğrenci kulüplerinin uluslararası alanda saygın mühendislik yarışma projelerini üniversite yetkilileri engellemeye çalışıyor. Mühendislik fakültelerinde bu diplomalarımızın bizi mühendis yapamayacağı rahatça söyleniyor. Üstüne üstlük mühendislik yapmaya çalışan öğrenciler engelleniyor. Rektör atamaları cumhurbaşkanı tarafından yapılıyor. Asistanlar 50/d’den başarı ve ihtiyaç koşuluyla 33/a’ya geçirilerek katliam yapılıyor. Abdullah Gül Sabancı Üniversitesi Rektörüne nano teknoloji laboratuar açılışında ‘’ülkemizin şartlarını zorluyorsunuz’’ derken pek çok ülkenin araştırmalarını bitirmeye yaklaştığından haberdar değildi sanırım. Vaziyet böyle olunca üniversitelerimizde araştırma yapan hiç kimse kalmadı. Akademisyenlerimizin başarı ölçütleri dar alanlara sıkıştırılmış durumda. İnsanlığa hizmet amacıyla yeni buluşlara imza atmak pek umursanmıyor. Uluslararası alanda atıf yapılan makale ve kişi başına düşen patent sayımız çok az. Banka çalışanları kredi kartı sahibi olmamız için kampüslerde peşimizden koşturmaktayken ar-ge çalışması yapmak isteyen biri üretim kredisi almak için muhtemelen boşuna çırpınmaktadır. Yoksa Türkiye’de tüketim demokrasisi mi var ne? Teknolojik alanda gelişim düzeyi bilimsel araştırmalardaki yetkinliğine bağlıdır. Büyük patlamanın sırrını çözmeyi amaçlayan Cern’de ki deney üzerine çalışan ekipte birkaç Türk bilim adamı var. Gel gör ki Türkiye de doğa bilimi okuyan öğrencilerin %75’i bu deneyden haberdar değil. Öğrenciler ülkemizde araştırma olanakları az olduğundan bu bölümü tercih etmekten kaçınıyorlar. Bu yüzden mühendislik alanına yön verecek olan doğa bilimleri daha düşük puanlarla öğrenci alıyor.

13


güncel Durum böyle olunca üniversiteler sanayiye yön vermek yerine kar odaklı üniversite-sanayi işbirliği modeli içinde tekellerin işine yarayacak alanda çalışıyor ve bilgilerini satıyorlar. Dolayısıyla üniversiteler bilimsel özgürlüğünü kaçınılmaz ve doğal olarak güncel siyasetle iç içe geçmiş sanayicilere teslim ediyor. Siyasi hayattan uzaklaştırılan üniversiteler, ‘’bilimin evrenselliği’’ adına kendi ülke bağımsızlıklarını elde etmenin elzem yolu olan teknolojik bağımsızlığı bir kenara atıp liberalizmin kucağına düşmekte, bireysel hırsları için bilim yapmaktadır(!). Halkının çıkarlarına yaslanan ve var olan sorunları açık yüreklilikle, akademik etiketi gözetmeden savunan bilim adamları da yok değil. Kendileri alanlarında söz sahibi insanlardır. Mühendislik fakültelerinde ilk öğretilen şey daha az maliyetle daha çok meta nasıl üretilir? Ancak bununla birlikte işçilerin hayatına ve yaşamlarına dair hiçbir şey verilmemektedir. Genç mühendisler sanayi sahasına çıktığında patronlarının sermaye hırslarına kapılarak işçi olduklarını unutarak kendilerine verilen unvanla halktan uzaklaşıyorlar. Hatta babalarının işçi olduğunu unutarak eli yağlı emekçiyle tokalaşmaktan kaçınmaktadırlar. Türkiye’de yabancı dilde eğitim vermeye başlayan ilk üniversite Yıldız Teknik Üniversitesi’dir. Oktay Sinanoğlu ise rektör olduğu dönemde okulun eğitim dilini İngilizce’den tekrar Türkçe’ye çevirmiştir. Bye Bye Türkçe adlı kitabında yabancı dilde eğitimin %30 teknik bilgi kaybıyla başlayacağını söylemektedir. Fakat bugün 1980 darbesinin ürünü YÖK ve AKP hükümeti üniversiteleri teker teker İngilizce eğitime itmeye çalışıyor. Fakat bu iş dil konusunda yetkin kadrolar olmadan yapılıyor. Görünen o ki bu macera

12

yüzünden birkaç kayıp kuşak daha oluşacak. Mühendislik öğrencileri sanayiden koparılarak şehir üniversitesi adı verilen çoğu cemaat dershanesinden daha dar odaklı yerlerde yeşil sermaye sahiplerinin bünyesine kanalize ediliyor. Bologna süreci kapsamında olan bu ilerleyişi hükümet doğal olarak alkışlamakta ve desteklemektedir. Fakültelerde tecrübe ve yoğunlaşma gerektiren konular hınca hınç dolu dersliklerde işlenmekte, bu ortamda öğrencilere bir meslek edindirilmeye çalışılmaktadır. En çok tecrübe gerektiren mesleklerde genç meslek sahipleri, fabrikasyon sürece tabi tutularak, seri imalattan çıkmış, yaratıcılığı kısıtlanmış, tek tip meslek profiliyle iş hayatına atılıyorlar. Haliyle sonrasında başarısız oluyorlar. Sizlere önerilerimi de sunmak istiyorum. Tıp fakültelerindeki işle yüz yüze olma durumu mühendislik fakültelerinde de oluşturulmak zorundadır. Teknoloji tarihi gibi mühendisliğin evrim sürecini anlatan dersler öğrencilere okutulmalı. Örneğin tarihteki ilk 4 temel mühendisliğin inşaat, kimya, elektrik ve makine mühendisliği olduğu,

bu temel mühendisliklerin Antik Yunan, Roma ve Mısır uygarlıklarında başladığını bilen öğrenci çok az. En önemlisi sabretmek öğretilmiyor. Örneğin günlük yaşantımızda çok önemsiz görünen fermuar, ar-ge süreci 30 yıl süren bir emeğin ve özverinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Tam tamına 30 yıl. Mühendislik ve bilimde her şeyden önemli olan sabretmek ve hiçbir şey beklemeksizin çalışıp üretmektir. Nazım’ın dediği gibi; … Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, Yahut kocaman gözlüklerin, Beyaz gömleğinle bir laboratuarda, İnsanlar için ölebileceksin, Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, Hem de en güzel en gerçek şeyin, Yaşamak olduğunu bildiğin halde. …


güncel

Hüznün Dallarında Yeşerir Umut Hüznün dallarında yeşerir umut. Geçmişten geleceğe aktarılanlar, Rehber olur gidilen yolda. Kavga sürüyor ve sürecek! Saçları geceden uzun Kısa olan tarihin. İnsanların bildiği tarihin. Ya ondan öncesi? Her türlü yoruma açık Uzun bir serüven, Sonrası gözlenen. Hüznün dallarında yeşerir umut. Sağanak halinde yağan yağmurun damlaları Bir ırmakta buluşur, Bir olur Ve önüne çıkan her engeli devirir. Sığ yaşayanlar devrilir, Derin yaşayanlar kavgayı devam ettirir. Bu yolda düşenler olur, Düşene üzülünmez, Düşen izin vermez durmasına yürüyenlerin. Hüznün dallarında yeşerir umut. İnsanlığa inancı olanlar, Kavgayı sürdürür. Kavga sürüyor ve sürecek! Durdurmaya hiçbir şeyin gücü yetmeyecek. Gerçek, önüne çıkanı devirecek!

Çağın ÖZBİLGİ

13


güncel

Özgünlükten yabancılaşmaya doğru;

Arabesk 12


güncel

Kültürel ve toplumsal bir olgu olarak “arabesk” çok boyutlu bir kavramdır. Biz bu yazımızda arabesk olgusunu, arabesk müzik düzleminde inceleyeceğiz. Bu bağlamda, arabesk müziğin ne olduğunu ve nasıl doğduğunu toplumsal-kültürel açıdan ele alacağız.

İ

lk olarak, arabesk kelimesinin ne anlama geldiğine bir bakalım. Fransızcası “arabesque” olan arabesk kelimesinin sözlükte birden çok anlamı bulunmaktadır. Bunlardan birincisine göre arabesk, “Avrupalıların Araplardan aldıkları, daha çok geometrik şekillerden meydana gelmekle beraber dal, yaprak ve Bizans palmetlerinin de yer aldığı, çoğunlukla Arap mimarisinde, bir dereceye kadar da İslam memleketlerinde ve özellikle Mısır’dan İspanya’ya kadar olan binalarda uygulanmış olan süsleme şekli”dir.[1] İkinci bir tanıma göre arabesk, “Girift, iç içe girmiş çizgilerden meydana gelen şekil” anlamına gelmektedir.[2] İlk iki tanımdan da anlaşılacağı gibi arabesk mimarlık sanatında özgün bir biçimdir. Üçüncü bir tanıma göre arabesk, “Arap mimari üslubuna benzetilmeye çalışılarak iç içe geçen nağmelerle son derece süslü şekilde, çoğunlukla piyano için bestelenmiş musiki eseri”dir.[3] Son olarak arabesk, “Arap musikisinde kullanılan orkestra icra anlayışının Türk musikisine uygulanmasından doğan ve 2025 yıldır özellikle halk kesimi tarafından dinlenen söz ağırlıklı bir hafif müzik türü”dür.[4] Türkiye’de ise arabesk yukarıdaki tanımlardan çok farklı anlamlara gelmektedir. Batı’da özgün bir müzik biçimi olan arabesk bizim toplumumuzda, bütünlükten uzak, bir yığma ve karmaşıklık olarak anlamlandırılmıştır. [5] Örneğin, 1799’da Friedrich Schlegel arabesk kavramını şiire aktarmıştır. Aynı şekilde Diderot, Sterm, Jean Paul Sartre gibi yazarlar da arabesk kavramını temsil etmektedirler.[6] Schumann’ın Carnaval’ında da arabesk izler bulmak mümkündür.

“1960’larda yükselişe geçen ve bu yıllarda kısmen ilerici bir içerik taşıyan arabesk müzik, 1970’lerle birlikte düzeni meşrulaştırıcı bir işlev üstlenmiştir.” Türkiye’de arabesk denildiğinde yine iç içe geçmiş olma anlaşılmaktadır, fakat kavrama sonradan olumsuz bir anlam yüklenmiştir. Çağdaşlaşma süreci içinde Doğu’nun geleneksel yaşam biçimi ile Batı’ya özgü modern yaşam biçimi karşı karşıya gelmiş ve bundan doğan uyumsuzluğa arabesk adı yakıştırılmıştır. Kısacası arabesk, Batı’da olumlu bir anlamda kullanılırken, Türkiye toplumunda daha çok yozlaşmışlık, bozulmuşluk anlamında kullanılmaktadır.

Arabeskin hangi anlamlara geldiğini açıkladıktan sonra, arabeski müzik düzleminde inceleyelim. Bu noktada, arabeski neden müzik düzleminde ele aldığımız sorulabilir. Hemen açıklayalım. Sidney Finkelstein, ‘Müzik Neyi Anlatır’ adlı kitabında müziğin insanların birbirleriyle, doğayla, dış nesnelerle etkileşimlerinden doğan coşkularının etkinlik kazanarak dışsal bir biçim almalarının en elverişli yolu olduğunu ve müzik yapıtlarının özlerinde toplumsal imgeleri, tipik insan edimlerini ve ilişkilerini içerdiğini belirtmektedir.[7] Bu da müzik sistemi ile toplum sistemi arasında bir paralelliğin söz konusu olduğunu gösterir. Yani her toplumsal sistem içinde, o toplumsal sisteme özgü bir müzik anlayışı vardır. Kültürün toplumsal sistemdeki egemen sınıfın kültürü olduğunu kabul edersek, müziğin işlevi de her toplumsal sistemdeki egemen sınıfa bağlı olarak farklılaşacaktır. Örneğin müzik tarihine tarihsel materyalist bir açıdan baktığımızda ilkel komünal toplumda müzik bir tapınma aracıdır. Köleci toplumda müzik ahlaklı, erdemli bir insan olmak için vazgeçilmez bir araçtır. Ortaçağ’da ise duygu dinin egemenliği altına girdiği için ‘müzik ahlakı’ diye bir kavram ortaya çıkmıştır. “Müzik ruhun gıdasıdır.” cümlesi bize adeta Ortaçağ’ın resmini çizer. Ruhu insanlara Tanrı verdiğine göre, müziğin işlevi de bu ruhu beslemekten başka bir şey olmayacaktır. Başka bir deyişle, Ortaçağ’da müzik toplumsal sistemin kendine özgü yapısından dolayı dini yayma ve yüceltme rolü üstlenmiştir.[8] Dünyanın birçok bölgesinde ortaya çıkan milli demokratik devrimlerle kapitalist topluma doğru atılan adımlar, bireyin derebeyinin hâkimiyetinden çıkarak özgürleşmesini sağlamış ve özgürleşen birey de kendi müzik eserlerini ortaya koyabilmiştir. Müzik kapitalist toplumda da farklı bir işlev üstlenmiştir. Bu açıdan, Türkiye’de ortaya çıkan arabesk müzik de ancak kapitalist toplumdaki üretim ilişkileri temelinde açıklanabilir. Örneğin, ABD’de caz müziğinin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da rock müziğinin gelişimi tamamen toplumsal sistem içindeki hareketlenmelere bağlı bir süreç izlemiştir. Yani bu müziklerin gelişiminde halkın talepleri belirleyici olmuştur. Benzer bir şekilde tango da Arjantin’in yoksul semtlerinde ve genelevlerde yaşayan insanların ürünüdür. O halde Türkiye’de arabesk müziğin ortaya çıkışında da toplumsal ve ekonomik nedenler büyük rol oynamıştır.

[1]İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, Kubbealtı Yayınları, 2011. [2]A.g.e. [3]A.g.e. [4]A.g.e. [5]Nazife Güngör, Arabesk, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1993, s. 19. [6]A.g.e., s. 18. [7]Sidney Finkelstein, Müzik Neyi Anlatır, Çev. M. Halim Spatar, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986, s. 15.

13


güncel Arabesk olgusu ile müzik arasındaki ilişkiyi belirttikten sonra arabesk müziğin ne anlama geldiğine bakalım. Orhan Gencebay’a göre arabesk, “Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği ve bunlara ek olarak da batı tekniğinin her türlü olanaklarına, özgür sunumun eklenmesinden oluşan bir müziktir.”[9] Timur Selçuk’a göre arabesk müzik tekdüze bir müzikken, Engin Gönültaşa’a göre ise minibüs müziğidir. Tüm bu tanımlamaların en güzel sentezini ise akademisyen Nazife Güngör yapmıştır: “Arabesk müzik, içinden çıktığı toplumsal ve kültürel çevreye göre biçimlenmiş, tutarlı bir kuramsal dayanaktan yoksun, ezgi yönünden Arap müziğinden, çalgı yönünden de batı müziğinden esintiler taşıyan, önceleri taşradan başlamakla birlikte zamanla toplumun tüm kesimlerinden gelen yaygın bir dinleyici kitleye sahip toplumumuza özgü bir türdür.”[10] Peki belli bir kuramsal temeli olmayan yoksun, ezgi ve çalgı yönünden farklı toplumlardan beslenen arabesk müzik nasıl doğdu? Arabeskin kentleşme ile ortaya çıktığında dair bir tez vardır. Bu doğru değildir ve çok hatalı bir tespittir. Arabesk müziğin kaynağı Sadettin Kaynaklara dek gitmektedir ve kırdan kente göç olayı sadece Gencebay ile başlayan söz konusu müziğin dinleyici tabanının oluşmasına katkıda bulunmuştur.[11] Yani arabesk müziğe dair bir temel, gecekondulaşma ve kırdan kente göç öncesinde de bulunmaktaydı. Gecekondulaşma ve göç sadece var olan müziği kitleselleştirmiştir. Arabesk müziğin ortaya çıkışını açıklayabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’ndaki geleneksel toplum yapısının kırılmaya ve batılılaşma çabalarının artmaya

12

başladığı 17. yüz yıla kadar gitmek gerekmektedir. Rönesans ve Reform’dan çıkarak hızla sanayi toplumuna doğru evrilen Batı dünyası gerçekleştirmiş olduğu burjuva demokratik devrimlerle kapitalist topluma merhaba derken, içinde bulunduğu durumu algılayamayan Osmanlı aydınlanmacıları çareyi Batıyı taklit etmekte bulmuştur. Bu Batılılaşma ve çağdaşlaşma çabaları Osmanlı toplumunu büyük bir kargaşaya sürüklemiş ve bu da doğal olarak müziğe yansımıştır. Klasik Türk müziği, Batılı müzik formlarının saraya girmesiyle gerileme dönemine girmiştir. Mızıka-yı Hümayun’un kurularak başına Donizetti Paşa olarak da bilinen İtalyan orkestra şefi Giuesseppe Donizetti’nin getirilmesi bu döneme rastlar.

“Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devrimci hamlelere rağmen, bir o kadar da yanlış yapılmıştır. Yapılan yanlışlar sonucu Türk sanat müziği ve Türk halk müziği yozlaşma sürecine girmiştir.” Ancak Donizetti’nin ölümünden sonra Batılı ölçütlere uygun müzik eğitimi ihmal edilmiştir. Batılılaşma çabalarından dolayı saray çevresinin ve aydın bürokrat kesimin Türk müziği dinlemeyi bir kenara bırakması, Türk müziğinin ünlü bestecilerini saray dışında arayışlara itmiştir. Dede Efendi ile başlayan saraydan ayrılma geleneği, klasik Türk müziği geleneğinin de yavaş yavaş sona ermesine ve halk kesimlerinin beğeni düzeylerine yönelik yeni form arayışlarının başlamasına yol açmıştır.[12] Türk müziğinde Dede Efendi ile başlayan değişim Hacı Arif Bey, Şevki Beyi ile devam etmiş ve Sadettin Kaynak’a kadar uzanmıştır. Görüldüğü gibi arabesk müziğin ortaya çıkışı çok eskilere dayanmaktadır ve kentleşme ile ortaya çıkan bir olgu olmayıp kökleri çok daha eskilere dayanmaktadır. Kemalist Devrim’den sonraki süreçte ise Batılılaşma resmi bir ideoloji haline getirilmiştir. Her devrimci hareket gibi Kemalistler de geçmişi reddetmişler ve kendilerini bu düzlemde meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Ulus-devlet inşasında bu tür meşrulaştırmaları normal görsek bile o dönemde yapılan çeşitli hatalar arabesk müziğin önünü açmıştır. 1 Kasım 1934’te TBMM’nin açılış konuşmasında, “Bugün bize dinletilmeye yeltenilen musiki yüz ağartıcı olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz.” [13] diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözlerine dayanarak dönemin radyolarında Türk müziği iki yıl boyunca yasaklanmıştır.


güncel Tüm bunlar arabesk müziğin oluşumuna kültürel olarak zemin hazırlamıştır. Sadettin Kaynak, Hafız Burhaneddin, Zeki Müren gibi sanatçılar Türkçe sözler giydirilmiş Arap müziği ile piyasada kendilerine yer bulmuşlardır. Muhsin Ertuğrul’un ve Muharrem Gürses’in filmleri de bu süreci hızlandırmıştır.

“ Görüldüğü gibi arabesk müziği yaratan toplumsal ve kültürel koşullardır ve bunun arkasında da üretim ilişkileri büyük bir rol oynamaktadır.”

Kendisine hitap eden müziği dinleyemeyen halk bu durumda antenlerini Arap radyolarına çevirmiştir. . Toplumun muhafazakar yapısı da Arap müziğinin benimsenmesinde etkili olmuştur. Tüm bunlara bir de Arap sinemasının etkisi eklenince arabesk müziğin gelişmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Mısır yapımı filmler 1930’larda Anadolu’nun en küçük kasabalarında bile etkili olmaya başlamıştır. 1930 ve 1950 yılları arasında yaklaşık 100-150 Mısır filmi izlenmiştir.[14] Mısır filmlerinin halk arasında beğenildiğini gören Cumhuriyet elitleri Türkçe’yi korumak amacıyla Arapça şarkı sözlerini yasaklamıştır.[15] Buna da bir çare bulunmuş ve şarkılar Türkçe sözlerle yeniden yorumlanmıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devrimci hamlelere beraber bir o kadar da yanlış yapılmıştır. Yapılan yanlışlar sonucu Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği yozlaşma sürecine girmiştir. Türk sanat müziğinde Sadettin Kaynak öyle bir dönüm noktası olmuştur ki ondan sonra gelecek olan Gencebay ve Tayfur’un önünü açmıştır. Zeki Müren, Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar ve Hamiyet Yüceses de Kaynak’ın bu çizgisini devam ettirmiş ve yeni arayışlar içerisinde girmişlerdir. Türk halk müziği alanında da Türkiye birçok fırsatı elinden kaçırmıştır. 1934’te Türkiye’ye gelen Macar besteci Bela Bartok ve 1935-1937 yılları arasında Türkiye’yi dört kez ziyaret eden Poal Hindemith’in raporları basit nedenlerden dolayı dikkate alınmayınca Türkiye bu alanda çok önemli bir fırsatı değerlendirememiştir. Çok partili yaşama geçilmesiyle birlikte kırsal kesimden kente göç artınca gecekondulaşma olgusu ortaya çıkmıştır. Kırsal kültürde yetişen insanlar kente gelince ne kentli olabilmiş ne de köylü kalabilmişlerdir. Böyle bir ikilemde kalan birçok insan hem kendisine hem de topluma yabancılaşmıştır. Ortaya çıkan kimlik bunalımını Orhan Gencebay “bir teselli ver”, “sevenler mesut olmaz”, “başa gelen çekilir”, “hatasız kul olmaz” diyerek çok iyi değerlendirmiştir. Yurtdışındaki gurbetçilerin dert ortağı ise Ferdi Tayfur olmuştur. İbrahim Tatlıses, Küçük Emrah ve Ceylan yurtdışı turnelerinde çok fazla ilgi görmüştür.

“Bizdeki arabeski, içinde taşıdığı isyan tonu yüzünden rebetikaya benzetmek isteyenler çıktı. Ama arabeskin rebetikadan da bluesdan da çok önemli bir farkı vardı: İçtenlik eksiği! Arabeskte içtenlik yoktu!”

13


güncel 1980 sonrası dönemde ise arabesk müzikte yeni isimler ortaya çıkmıştır. Darbe sonrası apolitikliğe, durgunluğa karşı isyankar bir içerikle ortaya çıkan ve “Ne yönde talep varsa ben de onu söylerim.”[16] diyen Ahmet Kaya “sol arabesk” boşluğunu fazlasıyla doldurmuştur. Hep acıyı, kederi, üzüntüyü dile getiren arabesk müziğe taverna da eklenince eğlence yaşamındaki ihtiyaç da giderilmiştir. Cengiz Kurtoğlu, Arif Susam, Atilla Kaya gibi isimler taverna müziğinin parlayan yıldızları olmuştur. Görüldüğü gibi arabesk müziği yaratan toplumsal ve kültürel koşullardır ve bunun arkasında da üretim ilişkileri büyük bir rol oynamaktadır. 1960’larda yükselişe geçen ve bu yıllarda kısmen ilerici bir içerik taşıyan arabesk müzik, 1970’lerle birlikte düzeni meşrulaştırıcı bir işlev üstlenmiştir. 1980 sonrasında pop, taverna ve protest ile sentezlenen arabesk müzik, piyasadaki etkisini daha da arttırmıştır. Arabesk müziğin bu açıdan ezilen sınıflara hitap ettiği de söylenemez. Bu müziği icra edenlerin halkın sorunlarıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

[17]Zülfü Livaneli, Vatan Gazetesi, 2 Aralık 2012.

12

Zülfü Livaneli bir yazısında arabeskin blues ve rebetika gibi köklü bir müzik olmadığını, içtenlikten uzak olduğunu, bu müziği icra edenlerin halktan ne kadar kopuk olduklarını çok güzel özetlemektedir: “Bizdeki arabeski, içinde taşıdığı isyan tonu yüzünden rebetikaya benzetmek isteyenler çıktı. Ama arabeskin rebetikadan da bluesdan da çok önemli bir farkı vardı: İçtenlik eksiği! Arabeskte içtenlik yoktu! Arabesk akımını, Anadolu‘dan büyük kente göç etmiş ve orada para kazanmış kişiler kurdu. Yandım, bittim, kül oldum feryatları gerçek değildi. Harcadın beni kader yakınmaları sahteydi. Bütün bu sözleri söylerken, berberde saçlarına fön çektirip spreyle sertleştiriyor, tırnaklarına manikür yaptırıyor, Mercedes arabalarına binip programa gelirken kollarındaki altın Rolex saatlere bakıyorlardı. Hatta bunlardan birisi, gazetede yayınlanan tam sayfa plak reklamında yırtık pırtık giysiler içindeydi, ayakları çıplaktı. Ama kolundaki Rolex‘i çıkarmayı unutmuştu. Bu yüzden de arabesk hiçbir zaman köklü, gerçek bir müzik olamadı.”[17] Sonuç olarak, arabesk müzik emeksermaye çelişkisini perdeleyen bir tür olarak varlığını hala devam ettirmektedir. Sistem arabeske ihtiyaç duymaktadır ve arabesk toplumsal yapıda köklü değişimler olmadığı sürece varlığını devam ettirecektir.


güncel

Sizdedir Bağban olduk bağınıza Dirlik sizin nar sizdedir Mey olalım dolunuza Ocak sizin har sizdedir Yola koşun pirim bizi Biz bilelim yolumuzu Kaybetmişiz kendimizi Ahlak sizin ar sizdedir Kara kuru biz küfmüşüz Kendimizi ak sanmışız Olmayana aldanmışız Varlık sizin var sizdedir Baldan ot evladır bize Sevgili Mevladır bize Sabır evveladır bize Âşık sizin yar sizdedir Seyyidim toprağım çorak İsterim kalmasın kurak Dünya malı neme gerek Sellik sizin kar sizdedir Murat TELCİ

13


güncel

Haydi Düşünmüyorum, düşünmüyorsun, düşünmüyoruz. Düşünmemize izin verilmiyor. Ellerimize, kollarımıza, ayaklarımıza bağlı iplerle hareket ediyoruz sanki. Görmediğimiz ama itaat ettiğimiz ipler. Yok olan monarşileri kendilerine miras edinen devletler, demokrasi yalanıyla, halkı “temsil” eden diktatörlerle hükmetmeye devam ediyor topluma. Yönetenlerin estirdiği rüzgârın yönünde dönüyor dünya. Yelkenlerimize kendimiz yön veremiyoruz. Bizim rüzgârımız bir nefes kadar etkisiz hayatımızda.

12


güncel

A

normal olmamak için topluma kabul ettirilmiş genel-geçer kuralları, tabuları, tarih kitaplarında yazılanları genellikle düşünmeden, sorgulamadan benimsiyor ve ideolojimizin hatta karakterimizin bir parçası haline getiriyoruz. Söylemekten korkuyoruz. Çünkü Sartre’ın belirttiği gibi “dil masumlukları ortadan kaldırır.” Gerçekleri kabul etmek yerine, sahte masumluklarla, kendimizi avutma yoluna gidiyor ve zamanla masum olmak için uydurduğumuz yalanlara ya da bahanelere inanıyoruz. Gerçekleri unutuyoruz, gerçekten unutuyoruz.

“Bu oyunun merkezinde biz varız, hepimiz, tüm toplum.” Belirlenmiş ahlak, kimlik, cinsiyet kuralları içinde yaşıyoruz. Çoğunluğa göre yaşanmasını istiyor, farklı olanı öteki görüyor ve “biz”leşmesini istiyoruz. Hâlbuki hiç kimse, başka bir kimse gibi olamaz. Birinin elma, diğerinin armut sevmesi sizi rahatsız eder mi? Siz elma seviyorsunuz diye armut seven arkadaşınızla ilişkinizi keser misiniz mesela? Çok saçma olur değil mi? Peki ya işin içine kimlikler, inançlar, cinsiyetler girdiğinde insanlarla aramıza neden setler örüyoruz. Neden bizi hiç ilgilendirmeyen, kimsenin elinde olmadan edindiği dini, etnik, cinsel kimliklerden farklı olanları benimseyemiyoruz. Biz olmanın yolunu “biz”leşmek olarak görüyoruz. ‘’Biz’’leşmeyen diğerlerine de nefretle bakıyoruz. Sonra ver elini cinayetler, nefret suçları, katliamlar ve devamında kendini haklı gösterme çabaları, unutmalar, unutturmalar, yalanlar, yalanlar, yalanlar…

İnsan bir yalan kurguladığında, buna kendisi de inanır. Kendisi ne kadar inanırsa diğer insanları da o doğrultuda inandırır. Tarihlerin yaptığı budur. Yakın geçmişte kendi gözümüzle gördüğümüz, okuduğumuz ve tüm senaryolarının, komplolarının ortada olduğu olayları bile unutuyoruz. Madımak katliamı sorumlularının davasının düşmesinden sonra devlet erkânının buna verdiği “hayırlı” tepkiler anlatmak istediğim için verilebilecek en güncel örneklerden bir tanesidir. Özgürlüğün, adaletin, düzenin terazisinin dirhemi boktan olur bazen. Bazen, masumlar suçlu, suçlular masumdur aslında. Ekip Tiyatrosu’nun “Parti” oyunu tam da bunu anlatıyor. Devletlerin katliamları, zulümleri nasıl masumlaştırdığını, basitleştirerek unutturduğunu. Oyun, bir grup eski üniversite arkadaşının bekarlığa veda partisi vasıtasıyla yaklaşık on sene sonra bir araya gelmesiyle başlıyor. Mekan olarak seçilen yer bekarlığa veda eden Mete’nin Çeşme’deki yazlığı.

Mekanda dikkat çeken koltukların, sehpanın ve hatta bilgisayarın bile beyaz olması. Dikkat çeken diğer bir renk ise umudu simgeleyen mavi renk. Beyazın masumluğu, mavinin umuduyla renklendirilmiş sahnede. Huzurlu, masum, modern bir rahatlık çöküyor üzerinize salona girdiğinizde. Hatta yüzünüzde bir gülümseme bile fark edebilirsiniz. Mekan gibi karakterler de modern. Avukat, doktor, öğretmen, gazeteci, müzisyen gibi modern toplumun en gözde, en güven uyandıran meslekleri seçilmiş. Mesela bir tinerciyle avukatı yan yana getirseler ve size hangisinin katil olabileceğini sorsalar, çok büyük ihtimalle tinerciyi işaret edersiniz. Ya da size insan haklarından, ahlak kurallarından bahseden öğretmeninizin bir hırsız olabileceğine ihtimal vermezsiniz. Oyunda seçilen bu mesleklerle, insanların birbirlerine olan güveninin, inancının, sevgisinin “insan” olmakla değil, adının önüne gelen sıfatlarla sağlandığı mesajı veriliyor. Devletler gibi. Çoğumuz devletten şüphelenmeyiz.

“Parti, bir oda içinde eğlenmek amacıyla toplanmış insanlarla slogan atmadan, sessizce anlatıyor bize bu toplu hafıza kaybını.”

13


güncel Yasa koyanlardan, tarih yazanlardan, kahramanlardan şüphelenmeyiz. Kaybetmekten korkulan en önemli şey “onur”dur çoğu insan için. Onurumuzu kaybetmemek için onursuz olma ihtimalimiz nedir peki? Ahlaklı gözükmek için yalan söylemek, yaşamak için insan öldürmek, kabul edilmek için dışlamak, inandırmak için aldatmak yoluna gidilebileceği ihtimalini düşünür müyüz hiç? Düşünmeyiz, çünkü zaten çoğumuzun toplumda normal karşılanmak adına yapmadığımız şeyler değil sözü geçenler. Bir gün birini öldürseniz unutabilir misiniz? Eğer ciddi bir hafıza kaybı yaşamıyorsanız bu mümkün değil. Peki ya devletler? Katliamlar, faili meçhuller, tetikçilerin üzerine yıkılan cinayetler? Onları nasıl unutuyoruz, nasıl unutuyorlar ve unutturuyorlar? Parti, bir oda içinde eğlenmek amacıyla toplanmış insanlarla slogan atmadan, sessizce anlatıyor bize bu toplu hafıza kaybını.

“Yok olan monarşileri kendilerine miras edinen devletler, demokrasi yalanıyla, halkı “temsil” eden diktatörlerle hükmetmeye devam ediyor topluma.”

Toplumsal bir yaraya, zekice oluşturulmuş bir kurguyla dikkat çekiliyor. Oyunun bir sahnesinde oyuncular kusmaya başlıyor. Tarih boyunca insanlara yapılanları, doğduğunuz günden bu yana, arkadaşınıza, komşunuza yapılanları ve kendi yaptıklarınızı hatırlayın, mideniz bulanacaktır. 26 Mayıs 2012’den itibaren Sahne Hal’de sergilenen Parti’nin oyuncu kadrosunu Ertürk Erkek, Sercan Gülbahar, Elif Bilgiç, Ayşegül Uraz, Simel

12

Aksüner, Cem Uslu, Duygu Yetiş ve Tuğba Balcı oluşturuyor. Oyunu yazan ve yöneten ise Cem Uslu. Her Salı akşamı saat 20.00’de Sahne Hal’de sergilenmeye devam eden Parti’yi izlerken oyuncuların yapmacıksız, abartısız ve gerçek performansıyla kendinizi seyirciden ziyade oyunun bir parçası gibi hissediyorsunuz.

Bu oyunun merkezinde biz varız, hepimiz, tüm toplum. Oyundan çıktıktan sonra yaşadığımız dünyadan, dönen dolaplardan, görmeyen gözlerimizden, duvar ördüğümüz kulaklarımızdan rahatsız olacaksınız. Tekrar düşünmeye, sorgulamaya ve hatırlamaya başlayacaksınız. Parti, insanı rahatsız eden, kendine getiren bir oyun.


güncel

Kocaeli Üniversitesi Tiyatro Kulübü

KOÜTİK K

OÜTİK Kocaeli Üniversitesi öğrencilerinin sosyal, kültürel ve sanatsal yönden gelişmesini, aynı zamanda bulunduğu şehirdeki sanatsal ve kültürel faaliyetlerin içerisinde yer alarak faaliyetlere katkıda bulunmayı amaçlayan bir üniversite kulübüdür. Üyelerinin temel uğraşı tiyatro olmakla birlikte özellikle sosyal sorumluluk içeren alanlarda da çalışmalar yürüten bir demokratik kitle örgütüdür. KOÜTİK’in amacı tiyatro oyuncusu yetiştirmekten ziyade evvela bilinçli bir tiyatro seyircisi yetiştirmek, tiyatro ve sanat sevgisini aşılarken öğrencilerin kişisel gelişimine katkıda bulunmaktır. Kurulduğu 1999 yılından bu yana sayısız tiyatro oyunu gösterimi yapan KOÜTİK yalnızca üniversite içinde ve İzmit’te bilinen bir kulüp olmaktan öte ulusal ve uluslararası düzeyde festivallere ve etkinliklere katılarak sesini duyuran bir kulüp olma başarısını göstermiştir. Sergilediği tiyatro oyunlarıyla üniversite öğrencilerine sanatı bir parça da olsa tattırmayı amaçlayan kulübümüz, Geleneksel Türk Tiyatrosu’na sahip çıkarak üniversite kulüpleri içerisinde orta oyunu icra eden tek kulüptür. Her geçen yıl önüne koyduğu hedefleri birer birer gerçekleştirip hedeflerine yenilerini ekleyen KOÜTİK, başarı basamaklarını çıkmaktadır. KOÜTİK’in ilk sayısı 2005 yılında çıkan dergisinin ismi Sofita’dır.Çeşitli zorluklar nedeniyle her yıl ümitle beklenen Sofita nihayet bu yıl tekrar yayın hayatına merhaba diyecek. KOÜTİK’in sesi olmayı amaçlayan Sofita, okuyucularını tiyatroyla ilgili teorik yazılarıyla bilgilendirmeyi amaçlamaktadır. Tiyatroyu ve sanatı sevenlerin zevkle okuyacağını ümit ettiğimiz Sofita, gençliğin enerjisi ve yaratıcılığıyla yoğrulmuş, kalite yazılarıyla, adına yaraşır biçimde, geleceğe yürüyen ve onu var edecek gençlerin önünü aydınlatmayı amaçlamaktadır. Pek yakında okuyucularıyla buluşacak olan Sofita’nın siz değerli okuyucuların takdir ve beğenisini kazanacağını umuyoruz. Sanatın hak ettiği değeri göreceği, tiyatronun eksik olmadığı, keyifli, bol alkışlı ve güzel bir yıl dileriz. KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ TİYATRO KULÜBÜ Yönetim Kurulu 5 üyenin yanında 7 çalışma grubunun temsilcilerinden olmak üzere 18 kişiden oluşmaktadır. BAŞKAN: YUSUF FURKAN YILDIZ 0543 343 63 91 BAŞKAN YARDIMCILARI: GÜLÇİN UZUN, ÜMİT MENKEN SAYMAN: YUSUF YAMAN YAZMAN: HASİBE MERVE ÇELİK ÇALIŞMA GRUPLARI BASIN YAYIN TEMSİLCİLERİ: OKAN TOKTAŞ, HASAN TAHSİN ÇİLLİ SOSYAL AKTİVİTELER TEMSİLCİLERİ: TARKAN TORUNLER, ABDÜLKADİR BAYRAM SOSYAL SORUMLULUK TEMSİLCİLERİ: NİLGÜN DOKUZ, NİLÜFER EROĞLU TEKNİK İŞLER TEMSİLCİLERİ: ANIL KUTLUAY, ENGİN PAK, UĞUR VARDAR WEB & GRAFİK SORUMLUSU: GÖKHAN ÇOMOĞLU İLETİŞİM SORUMLUSU: ÜMİT KIV STAND VE ORGANİZASYON SORUMLULARI: OĞUZHAN YILDIZ, ONURCAN KIRŞAN MAİL ADRESİ: koutiyatro@yahoo.com

13


güncel

Gerçeğin Büyüsü

Ve

“Hiçbir zaman okulumun eğitimimi engellemesine izin vermedim.” Mark Twain Bilim ve hayal gücü uygarlığın iki temel unsurudur. Hayal gücü, insanı özgür kılar, hayata tutunmayı ve öğrenmeye yönlendirir. Öğrenme merakı yeni ufuklara, bilinmezlikler ufku ise bilime yol gösterir. Devrimler, toplumsal dönüşümler ile aydınlanma süreci bu diyalektik döngünün bir nehir gibi sürekliliğidir. Peki İnsanlık medeniyetinin bir parçası olarak bulunduğumuz coğrafyada bizim sürekliliğimiz nedir ? Dünyada nerde durmaktadır ? Öküzün boynuzlarında mıyız yoksa tarihle beraber ilerleyen bir döngüde miyiz? Doğan SEVİMBİKE

12


güncel

M

erak ve hayal gücü hertürlü baskının karşısında gerçeği ortaya çıkarmıştır. Çünkü gerçeği görmek merak edip sorgulamakla başlar, Marks’ın dediği gibi “her görünen gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı” Görünenin ardındakini görmek soru ile başlar. Yönümüzü bulmakta elbette sorarak olucaktır. Yoğun ve suni gündemlerle beynimizin yönlendirildiği, aşırı kavram kargaşalarının bilinçli uyudurulup tartışmasız kabul edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Yeni Ortaçağ kavramının atfedildiği bu dönemde aydınlanma merak ve hayal gücümüzün yarattığı düşünce devrimi ile büyür. Bilimsel bilginin ve örgütlenmenin önemini kavratmak ve kavramak insanoğlunun ufku açısından geleceğe renkli ve güvenle bakabilmektir. Coğrafyamızdaki düşünce döngüsüne bakarsak; Homeros’tan Heredot’a, Mevlana’dan Yunus Emrelere Nasreddin Hoca’dan Aziz Nesin’e Nazım Hikmet’ten günümüze tabu yıkıcılığı ve düşün hayatımızın temelleri çok çeşitlidir. Tarihsel zengilik topluma yeni ufuklar açar, fakat tarihsel çeşitlilik ve geçmişin kaynaşmışlığı bir toplumu ileri götürmede yeterli değildir. Gelenek ve kültürün oluşumunun sebebi bu zenginlik olsa bile, kült olan kültürleşen yerşelik bir takım gelenekler de değişebilir, toplumun ilerleyişi işte bu değişim dönemleri ile olur, yeniden merak etme ve hayal kurabilme sürekliliği hareketi sağlar. Geleneklerin değişmeleri zaman alır fakat genel olanı kabul etmek ile etmemek arasındaki çizgi aynı zamanda bir var olma mücadelesinin de damarını oluşturur.

hapislik ve kıyım getirmiştir. Dünya kamuoyuna demokrasi getircez diyen Batı dünyasının politikasında; laik sistemsel yapı, bölgeye giriş için değiştirilmesi gereken düşünsel ve kurumsal engeldir. Eğer bu kalkan yıkılırsa tahakküm gücü artacaktır. Bugün Ortadoğu halklarının bunalımı seküler savunma mekanizmaları olan bilimsel ilerleme ve ütopyacı dünyalarının yıkılmış olmasındandır. Mezhepsel ve etniksel söylemler ile yürütülen politikayla akıl ve bilimi hedef alan gerçekçi politikalar gizlenir. Örneğin Libya’da Hz.Muhammed’i konu alan filmi yayınlatan ABD elçisinin öldürülmesi fakat toprağından suyuna, enerjisinden insanına kadar sömürülen coğrafyada bu kadar örgütsel bir tepkinin verilmemesi bununla ilişkilidir. Toplumsal yönelimi başka yöne çekmek gerçek olmayanı ihtiyaçmış gibi hissettirmek suni kurumlar, gündemler ve suni tarihler yaratarak ayrıştırmayı esas kılmak, farklılıklara vurgu yapmak, rengarenk devrimler gerçekleştirmek, Yugoslayva’da da başka bir benzeri olduğu gibi bu coğrfayanın kaderi haline gelmiştir. Uygarlık yapı taşlarının yok olması ile paralel iç savaş hali, toprak ve insan sömürüsü. Mezhepsel etniksel düşünce tartışmalarının enerji-ekonomi ve bağımsızlık eksikliğinde yapıldığı zeminler gerçekliklerden bir hayli uzak olmakla beraber medeniyetin içinde yok olmaya mahkumdur. Fakat ütopyalar yaratan hayal kurabilen bir toplum bağımsızdır. Farklılıklara ayrıştırmak için vurgu yapmaz tam aksine çeşitliliği bütünleştirmek için ideal bir yeni dünya hayali olarak görür.

Mezhepsel ve etniksel söylemler ile yürütülen politikayla akıl ve bilimi hedef alan gerçekçi politikalar gizlenir. Örneğin bütün dinlerin doğduğu Ortadoğu’ya baktığımızda medeniyetlerin beşiği dediğimiz yerler bugün mezhep çatışmalarının, yıkmanın ve yakmanın düzen olduğu sömürü alanlarıdır. Türkiye’nin bugünkü tarihsel ve politik durumu da bundan pay alan cinstendir. Yeni dünya düzeni ile Afganistan’la başlayan (Daha erken bir başlangıç olarak SSCB’nin yıkılışından itibaren de diyebiliriz) “terörist” avı Irak’ın parçalanmasını Tunus’un Libya’nın Mısır’ın ve şimdi Suriye’nin mezhepsel ve etniksel parçalanmalarını bir film gibi seyrediyoruz. Elbette Mısır’ı ayırırsak bu gibi devletlern, suni tarihsel yapıda devletler olduğu gerçeği ile beraber seküler yapıda olmaları başka bir gerçeği açığa çıkarıyor. Uluslarası medyanın pompaladığı “tek adam diktatörlükleri yıkılacak demokrasi gelicek” vaadi, bölge halkları için özgürlük değil

13


güncel Peki burda ütopya nedir, Oscar Wilde’nin dediği gibi “ütopyası olmayan bir haritaya bakmaya değmez” bilim kesinlik değil, insana hep ufkun olduğunu gösteren bir büyüdür. İnsan ise merak ettikçe bilimin açtığı ufka bakıp ütopyalarını kurdukça yenilikler yaratır. Avrupa’nın Rönesans ve Reform aydınlanması İslam Dünyası ve Yunan-Anadolu uygarlığını yeniden ortadoğu halklarından keşfederek yeni ütopyalar kurarak oluşturması tarihsel bir gerçektir. Özellikle Batı Avrupa’ya ve İberik yarım adasına olan Emevi akınlarının İspanyol Katolikleri ile uzun yıllar savaşması ve aynı yerlerde uzun yıllar yaşamaları Toledo şehri gibi kültürleri birbirine tanıtmış ve yenilik hareketlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Ama gelin görün ki İbn Sina’nın eseri 16 yüzyılda çıkmasıyla birlikte ancak 19 yüzyılda Osmanlı’ya gelir. Akıl ve bilimin tarihsel sürecinde Osmanlı’nın insanlık mirasına katkısı çok güçlü olmadığı fakat, güçlü kültürsel bir hegemonya hakimiyeti oluşturduğu gerçeği de unutulmamalı. Elbette askerlik ve ordu konularında İlber Ortaylı’nın dediği gibi “bazı milletlerden müzisyen, bilim adamı, iyi mimar çıkar bizden de askerlik alanında büyük örnekler ve katkılar çıkmıştır” demesi bir tespitin neticesidir. Bu tespitle gelişmişliğin nasıl bir çeşitlilik içinde ilerlediğini ve ilerlemesinin şartlarını daha iyi kavramış oluyoruz. Ortadoğu’dan Türkiye’ye coğrafyaya baktığımızda ütopyası kilitlenmiş bir resim çıkıyor karşımıza. Yeni gelen hükümetler Türkiye’de olduğu gibi ya eskinin inşa modelini günün şartlarına göre uydurmaya çalışıyor yada eskinin propagandasını yaparak iktidarını sağlama almaya çabalamakta. Suni olmayan gerçekçi “yeni” yi koymak konuşulanı değiştirmek ileriye dönük konuşmak daha mutlu ve aydınlık bir toplum yaratmaktır.

Üniversitelerimizin üretkenliği ve bağımsızlığı iktidarın tahammülsüzlüğünün, anti demokratik uygulamaları törpülenmeye çalışılmaktadır.

12

Avrupa’nın rönesans ve reform hareketlerinin düşünsel ve tarihsel mirasını oluşturan İslam coğrafyasının bugün toplumsal gerçekliklerden uzak oluşu, dünyada Afrika ve İslam bölgelerinin kontrol edilebilir güruh anlayışı, mezhepsel ve etniksel ayrıştırmalara gebe ortamların yaratılması, kontrollü tek adam (hanedanlık) yönetimleri, bağımsızlık mücadelelerini engellemenin en çarpıcı yollarıdır. İslam dünyası Doğan Kuban’ın ifadesi ile bugün dünyanın proleteryası durumundadır. Avrupa’nın ve ABD’nin İslam coğrafyasına 20.yüzyılın başından bu yana ısrarlı politikaları neticesinde Türkiye’ye 12 Eylül darbesinin 24 Ocakları kararları ve değiştirilen Türkiye’nin ekonomik ve doktriner dayatmaları süregelmiştir. bugün ise ılımlı islam politikası “medeniyetler ittifakı”adı projesi neredeyse ortadoğu coğrafyasında birbiri ile düşman olmayan devlet kalmamıştır. Elbette emparyalizm olgusunun burda rölü büyüktür. Fakat en temel nokta Türkiye’de yaşanılan aydınlanma hareketi içindeki Avrupa’nın rönesans ve reform aydınlanmasının Anadolu’da hala yaygınlaşamaması sorunu. Köy Enstitüleri ile başlayan Anadolu toprağının uyanışı, Köy Enstitüleri’nin kapanması ile kör-topal ilerlemiştir. Enstitülerden yetişenlerin etkisi bugünkü nesile ufu vermekle beraber, köylünün toprağa küstüğü tarım ve hayvancılığın bittiği, HES projelerinin doğa yıkımı ile toprağı insana unutturmak bugünleri daha çetin kılmaktadır. Yeniden biçimlenecek bir mücadele ortaklığı, yaşadığımız bu olaylarla biriken tecrübe ile doğacaktır.

Aydınlanma; merak ve hayal gücümüzün yarattığı düşünce devrimi ile büyür. Gelelim daha yakından yaşadığımız ritüel haline gelmiş politikalara. Bugün bilimsel eğitimin kriteri olarak görülen; her şehre üniversite açarak kar-rekabet dürtüsü ile bilim üretme anlayışı üniversiteleri salt meslek edindirme yerleri olarak görmek yanlıştır, fakat bilim olmayınca üniversiteler de meslek edindirme kursları olarak yerini almakta. Ne olmalı Üniversite ? nereye doğru evriliyor ? Üniversiteler herşeyin tartışıldığı düşünce harcandığı bağımsız yapılardır. En somut ve açık görevi budur. Son zamanlarda yaşanılan öğrenci eylemleri başta ODTÜ’teki öğrenci direnişi olmakla beraber, yetişkinlerin unuttuğu direnme gücünü yeniden hatırlatan ve yeşerten süreçler olmuştur. Bir yandan derslerine çalışarak fikirler ve tekniksel materyaller üreterek bir yandan da bağımsızlık mücadelesi vermek baskılara ve şiddete karşı Türkiye’deki politik hali tetikleyici roller oynamaktadır.


güncel Çünkü gençlik her zaman her politik dengede öncül rol oynamıştır. 68 Kuşağının üniversite geleneğindeki katkısı büyüktür. Üniversite geleneği olarak dünyada yeni bir toplumuz. Cumhuriyet devrimi ile gelinen noktada ilk defa girişilen üniversite eğitim politikaları dünya ile engetrasyonumuzu hızlandırmıştır. Bugün baktığımızda Üniversitelerimizin üretkenliği ve bağımsızlığı iktidarın tahammülsüzlüğünün, anti demokratik uygulamaları törpülenmeye çalışılmaktadır. Toplumsal bilim ve birikimin yaygınlığının azalması paralel olarak iktidarın ideolojik konumunu ve davranış biçimini de belirler.

Ortadoğu’dan Türkiye’ye, coğrafyaya baktığımızda ütopyası kilitlenmiş bir resim çıkıyor karşımıza. Peki bağımsız yerler olması gerekirken bir çok üniversitenin öğrenci olaylarını kınar nitelikte açıklamalar yapması iktidarlı politikleşme yaşaması önünü görememe hastalığıdır. Halbuki sosyal sayısal alanda olsun bilim yapmak sadece deney yada gözlem yapmak demek değildir, Eric Fromm’un direnmek; deyişiyle herkes evet sözcüğünü söylediğinde hayır diyebilme yetisidir. Rektörler, hocalar direnmeyi bırakır gerçeklere gözlerini yumar medya gibi 3 maymunu oynarlarsa yandaş ve yancılığı şirketleşen üniversite geleneğinde tabiri caiz trend haline gelmesini sağlarlar. Üniversitelerde de ufku körlenmiş nereye gittiği meçhul bir eğitim sistemi ve buna paralel yönetim sistemi oluşur. Bağımsızlığın kıstası, ütopyalar kuran bir gençlik bir nesil ile süregelir, ne zaman ki hayal kurmayı bırakır, o zaman körleşir gerçeklere yumar gözlerini toplum. Direnmek hayatı sevmektir hayatı sevmek sınırların ötesine doğru yürümektir. Jules Verne’in kitaplarındaki icatlar öldükten yıllar sonra geliştirildi ve yapıldı. Ütopya ve daha iyi bir dünya düşüncesi insanın tarihsel hikayesinin bir parçası olduğu gibi değişmez yasasıdır ve bunu örgütlü yapan toplumların tarihi yazdığı ve yarattığı bir gerçektir. Üniversiteler ütopyalar üretebilen yerler olursa ancak evren şehir anlamına layık olur. Ütopyası olmayan bir eğitim süresi evde ezberlenebilecek ve daha sonra unutulcak bilgi alımı anlamına gelir. Özellikle sosyal bilimlerin alanı sosyal ve siyasal olaylardır. Fakat güncelle ilgilenmek şartıyla dünden başlayarak tahlil etmek ve bugünkü sorunların sorusunu sorarak cevap bulmak daha somutsaldır. Filozofik bir temelle somut olayların ki hep siyasal süreçlerle ortaya çıktığından gerçekleri konuşmakta siyasettir.

Yoksa insanlar evlerinde oturup kitap ezberleyebilir, fakat mesele bizim ezberlediklerimizi nerede yıkacağımız yada üstüne bir şey katabileceğimiz alanlardır. Bundan dolayı hayır diyebilme yetisi ile gerçekleri haykırma ve ileriye dönük ütopyalar geliştirebilme beraberdir. Bilimin ve sanatın iklimi insanlar ütopyalar kurdukça gelişir. Gerçek bugün zindanlardaki aydınlardadır, öğrencilerde, gazetecilerde, işçilerde, hayır diyebilenlerdedir. Ütopyaların gerçekleşmemesi yada olma ihtimallerinden ziyade önemli olan insanların başka bir dünya yada başka bir düzenin mümkün olduğunu anlamalarıdır . Sevgi ve gerçeğin büyüsü bizlere bunu göstermiştir.

13


güncel

1876 yılında San Francisco’da doğdum. On beş yaşımda büyüklerin dünyasında çoktan yerimi almıştım ve bir kuruş fazlam olsa, onu şeker yerine bira için harcardım. Çünkü bira satın almanın daha erkekçe olduğunu düşünürdüm... Seren ERDAL

Y

ıllarımın neredeyse ikiye katlandığı şu zamanda, heyecanını hiç tatmadığım çocukluk yıllarımın peşine düşüyorum ve her şeyi hiç olmadığı kadar az ciddiye alıyorum. Sanıyorum çocukluğumu bulacağım. Neredeyse ilk fark ettiğim şeyler sorumluluklardı. Okuma-yazmanın bana öğretildiğini hatırlamıyorum (ikisini de 5 yaşımda kendi kendime öğrenmiştim) ama ilk okulumun, sekiz yaşımda ağır çalışan çiftlik çocuğu olarak, ailemle birlikte göçmeden önce yaşadığım yer olan Almeda olduğunu biliyorum. Öğrenme işini becermeye çabaladığım ikinci okulum San Mateo’da gelişigüzel bir kazan ya da kaybet halinden ibaretti. Her sınıf ayrı sıralarda otururdu ama sıkça sarhoş gelen öğretmenden dolayı tamamıyla oturamadığımız günler vardı ve sonra büyük çocuklardan biri onu döverdi. Buna karşılık olarak, öğretmen daha küçük olan çocukları döverdi. Yani ne tür bir

12

okul olduğunu tahmin edebilirsiniz. Sahip olduğum ya da herhangi bir şekilde arkadaşlık kurduğum, edebiyat zevki ya da fikirleri olan hiç kimse yoktu. Bunu yapabildiğim en yakın kişi, İncil’i dağıtma şevkiyle taşrada “rahip” Jones olarak tanınan bir Galili ve gezi yazarı olan büyük büyük babamdı. En eski ve güçlü izlenimlerimden biri, diğer insanların bilgisizliğiydi. Dokuz yaşımdan önce, Washington Irving’in Alhambra’sını okumuştum ve sindirmiştim ama diğer çiftlik işçilerinin onun hakkında nasıl bir şey bilmediklerini asla anlayamadım. Daha sonra bu bilgisizliğin kırsala özgü bir şey olduğu sonucuna vardım ve şehirde yaşayanların böyle bilgisiz olmadığını düşündüm. Bir gün şehirden çiftliğe bir adam geldi. Parlak ayakkabılar ve kumaş bir ceket giymişti ve kültürlü bir zihinle düşüncelerimi değiştirmek konusunda benim için iyi bir şans olduğunu düşünmemi sağlamıştı. Eski düşmüş bir bacanın


güncel tuğlalarından, kuleleri, terasları ve her şeyi olan ve farklı bölümleri tebeşir yazılarıyla işaretlenmiş kendi Alhambra’ mı inşa ettim. Şehirli adamı oraya götürdüm ve Alhambra hakkında ona sorular sordum, ama adam, en az çiftlik işçileri kadar kadar bilgisizdi. Böylece, dünyada sadece iki zeki adam olduğu düşüncesiyle kendimi teselli etmeye başladım… Washington Irving ve ben. O zamanlar okuma konularım, ağırlıklı olarak çiftlik işçilerinden kiraladığım ucuz romanlar ve hizmetçilerin fakir ama erdemli vitrin kızlarına zevkle baktığı gazetelerden oluşuyordu. Böyle şeyler okuyan zihnim, gülünç bir şekilde, ister istemez gelenekseldi ama çok yalnız olduğumdan önüme gelen her şeyi okudum ve en çok, iki yıldır tamamını hatmettiğim Ouida’nın Signa hikâyesinden etkilendim. Bendeki kopyasında son bölümler eksik olduğu için büyüyene kadar sonunu asla bilmedim. Bu yüzden hikayenin kahramanıyla hayal etmeye, tıpkı onun gibi, düşmanımı göremeyerek devam ettim. Bir ara çiftlikte işim arıları izlemekti ve güneşin doğuşundan öğleden sonra geç olana kadar toplanmalarını bekleyerek oturduğum için, okuyacak ve hayal kuracak çok zamanım olurdu. Livermore vadisi çok düzdü ve hatta etraftaki tepeleri bile fark edemiyordum. Hayallerimin içine sızabilen tek olay, toplanmak için alarm verdiğim ve çiftlik halkının kaplarla, tavalarla ve su kovalarıyla fırladığı zamandı. Sanırım, Signa’nın ilk cümlesi “ Sadece küçük bir çocuktum” du ama onun büyük bir müzisyen olma ve bütün Avrupa’yı ayaklarının altına alma hayalleri vardı. Ben de küçük bir çocuktum ama neden Signa’nın olmayı hayal ettiği şeyler olamıyordum?

O zamanlar, macera-heyecan isteği içimde güçlüydü ve evden ayrıldım. Kaçmadım, sadece ayrıldım. Körfeze gittim ve istiridye korsanlarına katıldım. İstiridye korsanlarının günleri çoktan geçti ancak korsanlık için resmi belgem olsaydı beş yüz yıl hapis cezasına çarptırılırdım. Sonra iki direkli yelkenli bir gemiye tayfa olarak girdim ve alabalık avlamak için açıldım. İşin tuhaf tarafı, bir sonraki işim, balıkçılık yasalarını ihlal edenleri yakalamakla görevlendirildiğim balık devriye polisliğiydi. Pek çok Çinli, Yunanlı ve İtalyan o zaman yasadışı balıkçılık yapıyordu ve birçok balıkçı devriyesi, müdahalesinin karşılığını canıyla ödüyordu. Benim görevimdeki tek silahım, bir çelik masa çatalıydı ama çapulcuları yakalamak için geminin yan tarafına tırmandığımda, kendimi korkusuz bir adam hissediyordum.

Sonradan, gemi direğinin arkasından gemiye bindim ve bir fok avı seferi için Japon sahillerine yelken açtım. Oradan Bering denizine geçtim. Yedi yıl deniz yolculuğundan sonra Kaliforniya’ya geri geldim ve kömür küremede, kayı boyunda ve hatta sabah altıdan akşam yediye kadar çalıştığım jüt fabrikasında garip işler aldım. Bir sonraki sene benzer bir fok avcılığı seyahatine katılmayı planladım ama nasıl olduysa kaçırdım.

Kaliforniya çiftliğinde yaşam, o zamanlar benim için varoluşun en sıradan hallerinden biriydi ve her gün ufuk çizgisinin ötesine çıkıp, dünyayı görmeyi düşlüyordum. Hatta o zamanlar fısıltılar, telkinler vardı. Güzel bir şey olmamasına rağmen, zihnim güzel şeylere yöneliyordu. Çevredeki tepeler ve vadiler, göze batan şeyler ve ağrıyan çukurlardı ve onlardan ayrılana kadar onları asla sevmedim. On bir yaşımdan önce çiftlikten ayrıldım ve zamanımın çoğunu, hevesle elime geçen her şeyi okuduğum, ücretsiz halk kütüphanesinde harcadığım, egzersiz yapmadan St. Vitos dansını geliştirdiğim Oakland’a geldim. Dünyayı öğrendikçe, hayal kırıklıklarımda arkasından geldi. Bu arada geçimimi sokaklarda gazete satarak sağlıyordum. Bundan başka, on altı yaşıma kadar bin bir türlü işte çalıştım (iş ve okul, okul ve iş) ve böyle gitti.

13


güncel Düzensiz okul günlerimde sıradan övgüler, kompozisyonlar yazıyor ve jüt fabrikasında çalışıyorken yine az sayıda deneme yapıyordum. Fabrika günde on üç saatimi alıyordu ve dinç bir genç olduğumdan, kendime biraz zaman ayırabilmek istiyordum. Bu yüzden kompozisyon yazmaya az zaman kalıyordu. O sıralarda San Francisco betimsel hikâye yarışması düzenliyordu. Annem şansımı denemem için beni cesaretlendiriyordu. Japonya sahillerinde bir tayfun hikâyemi alarak yarışmaya katıldım. Saat beş buçukta ayakta olmak zorunda olduğumu bilerek, çok yorgun ve uykulu olarak hikayeme başladım. Gece yarısı yarışmanın alt-sınırı olan iki bin kelimeyi yazana kadar durmadan çalıştım ancak bu, düşüncelerimin yalnızca yarısını ifade ediyordu. Sonraki gece aynı şartlar altında hikâyeyi bitirmeden önce iki bin kelime daha ekleyene kadar devam ettim ve sonra üçüncü geceyi hikâyeyi yarışmanın koşullarına uygun hale getirmek için fazlalılarını çıkararak düzenlemekle harcadım. Birincilik ödülünü ben kazandım. İkincilik ve üçüncülük ödüllerini Stanford ve Berkeley üniversitelerinden öğrenciler kazandı.

San Francisco Call yarışmasındaki başarım bana yazı yazmayı ciddi olarak düşündürdü ama rutin bir hayat yaşamak için daha çok gençtim. Bu yüzden derginin hemen reddettiği, Call için bir coşkunluk anında yazdığım küçük bir yazının ötesinde pratik olarak edebiyatı erteledim.

12

Kanada yolundan, hapse atılıp bir dönem serserilikten yattığım Pasifik sahillerine gelirken; Birleşik Devletler’i baştan sona, California’dan Boston’a, yukarıdan aşağıya yayan dolaştım ve bu tecrübe bir sosyalist olmamı sağladı. Önceleri emeğin asaletine hayrandım. Carlyle veya Kipling okumamışken bile, kendilerininkini gölgede bırakacak işler yaptım. Çalışmak her şeydi. Kutsama ve kurtuluştu. İyi bir işgününün ardından duyduğum gurur size inanılmaz gelecektir… Bir kapitalistin hayatında sömürebileceği en inançlı maaş kölesiydim. Kısaca neşeli kişiliğim Ortodoks Burjuvazisi etiğiyle donanmıştı. Kavgamı, insanlarının çok paralar kazandığı ve işlerin insanı avladığı Batı’dan, insanlarının meteliğe kurşun attığı Doğu’ya kadar taşıdım ve kendimi hayata tamamen yeni, farklı bir pencereden bakarken buldum. Sosyal tabakanın dibinde bulunan işçilerin yıkıntılarını gördüm. Zorunda kalmadıkça bir daha asla bedenimi kullanarak iş yapmayacağıma yemin ettim ve o günden beri her an meşgulüm.


güncel Ben Klondike’deyken babam öldü ve ailemin bütün yükü bana kaldı. Kaliforniya’da durum kötüydü, iş bulamadım. İş bulmaya çalışırken hiç bir yerde basılmayan Nehrin Aşağısında’yı yazdım. Kitap için cevap beklerken bir haber ajansına bin iki yüz kelimelik bir dizi yazdım ki o da reddedildi. Her reddedilişimde yeni şeyler yazmaya devam ettim. Bir editörün neye benzediğini bile bilmiyordum. Herhangi bir şeyi basmış tek bir insan evladı tanımıyordum. En sonunda kısa bir hikâyem, bir Kaliforniya dergisi tarafından kabul gördü. Beş dolar kazandım. Bundan hemen sonra Kara Kedi bir hikâye için bana kırk dolar teklif etti. Şansım döndü ve muhtemelen (yapmış olmama ve tekrar yapabilcek olmam rağmen) artık geçinmek için kömür madeninde çalışmak zorunda değildim. On dokuz yaşımda Oakland’a döndüm ve geleneksel okul gazetesi işleten bir liseye girdim. Bu gazete haftalık (hayır sanırım aylık) bir gazeteydi ve ona kısa hikâyeler yazdım. Çok az hayal-kurgu, çokça seyahatimde edindiğim tecrübeler ve düşünce denizimin resitallerinden. Orada geçimimi sağlamak için kapıcılık yaparak bir yıl kaldım ve sonunda baskı dayanabileceğimden fazla olmaya başlayınca bıraktım. Bu dönemde sosyalist ifadelerim dikkate değer düzeye ulaştı ve bir sokak konuşmasının ardından hapsi boyladıktan sonra “Sosyalist Çocuk” olarak bilinmeye başladım. Liseyi bıraktıktan sonra kendi kendime inekleyerek üç yılda yapacağım şeyi üç ay içerisinde yaptım ve California Üniversitesi’ne girdim. Üniversite eğitimi hayallerimden vazgeçmemek, devam edebilmek için bir çamaşırhanede çalıştım ve kalemime sarıldım. Bu dönemler sevdiğim için çalıştığım yegâne dönemlerdi ama iş çok fazlaydı ve birinci sınıfın henüz yarısında bırakmak zorunda kaldım.

Çamaşırhanedeki ütü bölümünde çalıştım ve bütün boş zamanlarımda yazdım. İkisine de tutunmaya çalıştım ama sürekli elimde kalemimle uyuyakalıyordum. Bu yüzden çamaşırhaneden de ayrıldım ve bütün zamanımı yazarak, tekrardan hayal ederek ve yaşayarak geçirdim. Üç ay çabaladıktan sonra tam bir hayal kırıklığı olduğuma karar verip yazmayı bıraktım ve altın aramak için Klondike’ye gittim. Yıl sonunda iskorbit salgını başladı ve işten atıldım. Eve dönerken açık bir botta bin dokuz yüz mil gelişim, yolculuğun notları oldu. Kendimi bulduğum yer Klondike’ydi. Oralarda kimse konuşmaz, herkes düşünür. Gerçek bakış açını yakalarsın. Ben de kendiminkini buldum.

İlk kitabım 1900’de yayımlandı. Bir gazetede iyi bir maaşa çalışabilirdim ama bu insan öldürme makinasının bir kölesi olmayı reddedecek kadar akla sahiptim. Bir dergide yazıp kendi ayaklarım üzerinde sağlam durmaya başlayana kadar gazetelerde çok fazla çalışmadım. Düzenli çalışmaya inanırım ve bu yüzden ilham için hiç beklemem. Mizaç olarak yalnızca dikkatsiz ve dağınık değilim. Melankoliğimde; yine de bunların ikisini yendiğimi söyleyebilirim. Denizci olduğum zamanlardan kalma disiplin alışkanlığım üzerimde gerçekten etkiliydi. Eski denizcilik günlerim muhtemelen düzenli ve kısıtlı uyumama katkı sağlıyorlardı. Uykuma ayırdığım vakit beş buçuk saatti ve hiçbir güç, uyku vaktim geldiğinde beni ayakta tutamazdı. Sporla çok yakından ilgiliyim. Boks hastasıyım ve eskrim, yüzme, at binme, yatçılık ve hatta uçurtma uçurmayla bile ilgileniyorum. Şehirde bile olsa onu seyretmeyi, içinde bulunmaktan daha çok seviyorum. Fakat kırsal kesim en sevdiğim, yegane doğal yaşam... Yetişkinlik yıllarımda beni özel anlamda en çok etkileyen yazar Karl Marx olmuştur Genel anlamda da Spencer. Çocukluğumun boş dönemlerinde fırsatım olmuş olsaydı müziğe yönelirdim. Şimdi daha çok gençlik günlerimde, milyonlarım olsaydı kendimi şiire ve küçük kitaplara adardım. Bence yaptığım en iyi iş League of Old Men ve The Kempton-Vice Letters‘ın bazı bölümleri oldu. İnsanlar ilkini sevmiyorlar. Daha parlak ve neşeli şeyleri tercih ediyorlar. Muhtemelen benim de öyle olmam gerek. Özellikle gençliğimin gerilerde kaldığı bugünlerde...

13


g端ncel

Deniz PINAR

12


güncel

Cebindeki

Özgürlük Hayatlar geçiyor gözümüzün önünde... Her otobüs camından bakan gözler bir şeyler bekliyor geçip giden yollardan... Bir müzik sesi, çığlıkla buluşuyor konuşamayan bedenlerde. Koca bir sessizlik, avaz avaz bağırtı kaplıyor ruhları. Konuşmuyoruz. Ayak uyduruyoruz o topluluğa. Üstünü örtüyoruz tüm düşüncelerin. Söylemek istediklerimiz sadece istediklerimiz arasında sıkışıp kalıyor. Bir bıkmışlık, bir isteksizlik tüm ruhlarda. Tabularımızın izin verdiği kadar bir sınırsızlık... Toplumun izin verdiği kadar yaratıcı düşünce... Müziğin sesini kısıyoruz dışarı vurma ihtimaline karşı. Yeniğiz, en çok kendimize yenik ve en çok kendimize yalancıyız. İçsesimizi dinlemekten delicesine kaçıyoruz. Bir koşuşturma, bir meşguliyet. Onun sesini duymamak için dünyevi işlere adıyoruz ruhumuzu. Yapmak istediklerimizi en çok kendimiz engelliyoruz. En acı mahkeme içimizde görülen zira. Ona savunma sunmak, adaletin dibe vurduğu bir hukuk sistemine karşı gelmekten daha zor. Mutsuzuz; Nabza göre şerbet vermekten, o tüm saçma kurallara eyvallah etmekten, yüzüne yanlışını vuramadığımız yüzlerle o suratımıza iliştirdiğimiz samimiyetsiz gülüşle oturup sohbet etmekten mutsuzuz. Gereklilikler, sorumluluklar, gelecek korkusu, en baba ayılara dayı sıfatını koymamıza sebep. Kendimize en büyük ihanetimiz. Her yanlışta dine dayanan topluluğun arasında eriyoruz. Hata yapıyoruz nitekim üzüyor ve sağlam üzülüyoruz. Hesabını da o her sabah su çarptığımız yüze veriyoruz. Aslında bizi en çok bağlayan ve en çok kısıtlayan o yüze. Neden sorunu, nasıl sorusunu kendimize sorduğumuzda cevap vermemiz imkansızlaşıyor. Kendimizle yüzleşemiyoruz. İnsanlar kaybediyoruz. Her şehirde bir ruhu hapsediyoruz, sonra ilk otobüsle kaçıyoruz yine onlardan köşe bucak. Gücümüz yok kendi özgürlük tanımımıza ayak uydurmaya. Onu yaşatmaya cesaretimiz, zerre kadar ruhlarımızda. Ertelemek çağın modası olmuş, ayak uyduruyoruz biz de en babasından. Ne zaman ki uzaklaşıp çekildiğimizde inimize, kurarız en acı mahkememizi ve sorarız... Cevaplar hep hayatı suçlar; sistemi, o kötü insanları... Halbuki onların içinde erime suçu, onların özgürlük tanımına ayak uydurma suçu, onlar gibi olma suçu bize aittir. Cezalandırırız kendimizi nitekim. Ama neyle? Yine aynı hatalarla... Ne zaman ki o çok savunduğumuz sonsuz özgürlüğü buluruz içimizde, ne zaman ki yıkarız o çok benimsediğimiz tabuları, ne zaman ki tamah etmeyiz o ucuz özgürlük politikalarına işte o zaman salt benliğimiz ve bir sırt çantasıyla ulaşırız o sonsuz özgürlüğe. İşte o zaman kendimiz, işte o zaman özgürüz. İçsesi dinleme, onunla barışma vaktidir. Lakin toplum dayatmalarından vazgeçilebildiğinde bunu başaracağız.

13


güncel

Yıldızlar kusanmıs parıldayan

bir sair

Çağın ÖZBİLGİ

Gelmeyen Bahar Gel kardeşim, gel beri Hey kurt hey kuş hey börtü böcek Ah gidenler gelir mi geri Açar mı bugün dört bahardır kanayan çicek Demek Daha bizim yaşımızda İnsanlar ölecek. Hayatı

E

nver Gökçe 1920 yılında Erzincan’da doğdu. 8 yaşında ailesiyle birlikte Ankara’ya geldi. Ankara’da Gazi Lisesi’nde okudu. Sonrasında girdiği Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul’da, Kadırga Öğrenci Yurdu’nda yöneticilik yaparken TCK’nın 141. maddesine aykırı eylemde bulunmakla suçlandı ve tutuklandı. 7 yıllık hükümlülüğün ardından 1957 yılında

12

özgürlüğüne yeniden kavuştu. Ardından Çorum’da 3 senelik sürgün cezası çekti. Sürgünden sonra Ankara’ya döndü ve yayıncı kuruluşlarda ‘düzeltmenlik’ ve yazarlık yaptı. 1977’de hastalığı nedeniyle Bulgaristan’a tedaviye gitti. Bir süre sonra Ankara’ya geri döndü ve çeviri işiyle uğraştı. İlk şiiri 1943’te Ülkü Dergisi’nde yayımlandı. Daha sonra birçok dergide yazı ve şiirleri yayımlandı. Enver Gökçe, Türk şiirinde, ‘1940 Kuşağı’ ya da ‘Acılı Kuşak’ olarak anılan toplumcu şairler arasında en önde gelen isimlerdendir. Pablo Neruda’dan da şiirler çevirmiştir. Son günlerini huzurevinde geçirmiş olan şair, 19 Kasım 1981’de Ankara’da hayata veda etmiştir. Baskılara Direnerek, Kalemini Bileyen Şair: Enver Gökçe Yaşamak, her şeyden önemlidir; fakat nasıl ve ne şekilde yaşamak? Enver

Gökçe gibi üstâd bir şair için elbette ki direnerek ve onurlu bir şekilde yaşamak önemlidir. Özgürlük uğruna kalem bileyerek ve hayatı boyunca verdiği mücadelenin bilincinde olarak, hiç usanmadan, bir yumruk gibi dişlerini sıkarak; çektiği acılara aldırmadan sabırla sürdürdüğü hayatı, insan olmanın bilincinde olan herkese rehber olabilecek niteliktedir. Nitekim sistemin onu unutturmak istemesi, emeğini hiçe sayarak ürettiklerini saman altı etmek için çabalaması sonuçsuz kalmıştır. Enver Gökçe, her şeye rağmen, yıldızlar kuşanmış, parıldayan bir şair olarak beynimizde yer etmiş ve umuda can vermiştir. Toplumcu şairlerin hayatları incelendiğinde, kendilerini toplumla yoğurarak ve eserlerini topluma adayarak yola devam ettikleri görülür. ‘1940 Kuşağı’ şairleri kendilerinden sonra gelen şairlere miras olarak acıdan ziyade karşılıksız bir sevgi bilinci aşılamışlardır. Bu bilinç bugün toplumcu şairleri okuyanlara yol gösterir mahiyettedir.


güncel Şöyle söyler Enver Gökçe:

Memleketimin Şarkıları

“Bugün şairi ve şiiri eski anlayış ve tariflerin çerçevesinden kurtarmak zamanı gelmiştir. Bir sanatçıyı -insanlığı inkar demek olan- sosyal realiteden tecrit edip, onu soyut boyutta bir yaratık saymak ve sanatçının yarattığı eserleri ‘’ilahi bir marifet, bir ihsan, bir yaratılış özelliği telakki etmek, belirli bir sosyal topluluğun görüşlerini yaymaktan başka bir şey değildir.” Enver Gökçe’ye göre şiir, eski anlayıştan, tariflerden kurtarılmalı, özgün olmalıdır. Aksi takdirde, şiir yazmak, birilerinin görüşlerini yaymaktan farksızdır. “Sanatçıyı sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler menfaatleri icabı, rahata alışık olanlardır; sosyal ilerlemenin hızlandırılmasından korkanlardır; taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek isteyenlerdir; melankoliklerdir.”

Ben, bizden olan bütün insanların dostu; Adı, haritalarda bile bulunmayan Bir köyündenim Anadolu’nun. Güzel şeylere hasrettir memleketim, Güzel şeylere hasret bu dünya. Yıllardır, kanda ve ateşte mısralarım Yanan şehirlerin, Ağır tankların tekerlekleri arasında. Biliyorum, Yaylım ateşlere girilmiştir gönlümüzce Pasifik kıyılarından Volga’ya kadar. Benim arzumanım kaldı Hürriyet boylarında tank oynatanlarda. Bütün kıtalarda Tulu arzda, islam içinde, küffar içinde Mülhit, mümin ve vatanseverim. …

Şiir, eski anlayıştan, tariflerden kurtarılmalı, özgün olmalıdır. Aksi takdirde, şiir yazmak, birilerinin görüşlerini yaymaktan farksızdır. Görüyoruz ki, Enver Gökçe’nin yenilikten yana olan tavrı ve halka olan duyarlılığına dair vurgusu çok net olmuştur. İlerici değerleri savunan bir şairin aksini düşünmesi beklenemezdi diyebilirsiniz. Karakterlerinde ve duruşlarında savrulmalara rastlanan sanatçıları gözümüzün önüne getirdiğimizde bu vurgunun önemini daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. Enver Gökçe’ye göre sanatçı; halktan olduğunu unutmadan, kendini gerçeklerden soyutlamayarak, gerçeğe olan inancıyla üretmelidir.

Acıyla Perçinlenen Bir Hayat Karşısında Dik Bir Duruş Sergileyen Şair: Enver Gökçe Hayata karşı dik duruşuyla, sistem bezirganlarına pabucu ters giydirmiş bir şairin düşüncelerinin berraklığına dair söylenecek çok söz var. Ancak biz burada Enver Gökçe’yi kısaca ele almaktayız. Tutuklanma, hapis yılları, yokluk, tedirginlik gibi acılarla burun buruna gelmiş, yine de yılmamış, çabalamış ve emeğiyle hayatını taştan çıkarmıştır Enver Gökçe. Devrim mücadelesinde binlere yol gösteren güçlü bir karaktere sahip olması bunca olan bitene rağmen kendisini unutulmaz kılmıştır. Eserlerinin çoğu ortadan kaldırılmış olan şairin günümüze kadar ulaşan eserleri ise insanı derinden etkileyen bir içeriğe sahiptir.

karış bellemiştir. ‘Türkiye Sevdası’, düşüncelerinin temelinde yatan esas ögedir. Umudu vardır, yılgınlığa düşmez, yenilgi yılları diye bir şey yoktur onun için. Sadece kendi insanımızın emeğiyle, mücadelesiyle, kendi elleriyle yaratacağı bir gelecek hayali vardır. ‘’Tüm toplumlar gibi toplumumuzu da aydınlık ve güzel bir geleceğin beklediğine inanıyorum.’’ der Gökçe. Üretime başlayalım Pay alalım pay Yıkalım çelişkiyi Beraber işe başlayalım Hay kardaşım hay Bireyci olmayalım Hep beraber işleyelim Can derdine düşmeyelim Vay kardaşım vay. Enver Gökçe’nin hayatı, çivisi çıkmış olan dünyamızda, onurlu bir insan duruşu. Kitaplarının analizini yapma gereği duymamamın sebebi verdiğimiz şiir örneklerindeki net tavırdır. Bunları şiirlerle vurgulamayı yeğledim. Menfaatler çağında menfaatini hiç düşünmeden, sürekli başı dik ve üreterek yaşayan bir insan profili olduğu için Enver Gökçe’nin Türk edebiyatı ve Türk aydınları arasındaki yeri kuşkusuz ilk sıralardadır. Asra damga vuran, daha önce de vurguladığımız üzere, ‘yıldızlar kuşanmış, parıldayan bir şair’ dir o. ‘Panzerler Üstümüze Kalkar’ şiirinde verdiği mücadeleyi, verilen mücadeleyi kısa ve öz bir şekilde anlatmıştır:

Enver Gökçe: “Sanatçı ne körü körüne halk hayranlığına kapılmalı, ne de ona tepeden bakmalıdır. Halka ışık tutacak bir yaratmanın, devrimci sınıfları sömürü çarkından kurtaracak bilimsel öğretinin doğru kullanılmasından ve bu uğurda savaş verilmesinden geçtiği unutulmamalıdır.” der. Emeğin ve ilericiliğin en ön safında bayrak tuttuğunu bu sözleriyle anlatır bize. O, Anadolu’yu karış

13


güncel Panzerler Üstümüze Kalkar Panzerler Üstümüze Kalkar Armut Çiçeğindeyiz Meğer Sokakta Düşenler Var Ve Okulda İşkencede Ve Mağarada Kışda Karda Kıyamette Silahlı Silahsız Ve Yalnız...

12

Son sözü yine Enver Gökçe’ye bırakalım. Sanat, sanatçı ve gelecek kuşak şairleri için ne dediğini, ne düşündüğünü görelim: “İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Sanatçı bizi düşündürmüşse, öyle yaşamıştır. Ve bizleri o türlü bir yaşayışa ve düşünceye çağırıyor. İnsan yaşayışının mahiyeti ve sanat eserlerinin ortak özelliği budur.” “Hayatımızın ve aşkımızın şarkısını söyleyen şair, hakkımızı koruyan şair, milletimizden yana olan şair, hümanist şair, barışçı şair, bizleri birbirimize sevdiren şair, kötülüklerin yok edilmesi için savaşan şair! Artık meydan senindir. Sanatın ve düşüncen gerçek olsun.”

sanatçı; halktan olduğunu unutmadan, kendini gerçeklerden soyutlamayarak, gerçeğe olan inancıyla üretmelidir.

Kitap Önerilerimiz: -Bütün Şiirleri, Enver Gökçe, Toplumsal Dönüşüm Yayınları -Şiirimizin Işıklı Irmağı: Enver Gökçe, Kolektif, Evrensel Basım Yayın


güncel

2012-2013 eğitim yılına yepyeni projeler, etkinlikler ve yönetim kadrosuyla devam eden KOÜ Bilimsel Araştırmalar ve Felsefe Kulübü üniversitemizdeki tüm öğrencilere kapılarını açıyor. Projelerimiz: * Geleneksel 1. Öğrenci Konferansı * Öğrenci Kürsüsü * Felsefe Atölyesi * Arayış Dergisi * Sinema Günleri İletişim: koubafek@groups.facebook.com damlagulkivilcim@gmail.com Fen- Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Kat 1

13


güncel

James Howlett, Patch, Weapon x, Logan ama en bilinen ismiyle;

wolverine

Marvel Comics’in umursamaz, gözü pek, saldırgan, asi, otoriteye uymayan, pek çok acılar çekmiş ve geçmişini hatırlayamayan kahramanı Wolverine, Len Wein, John Romita Sr. ve Herb Trimpe tarafından tasarlanmış ve yaratılmıştır.[1] Pek çok farklı karakterle birlikte görünmesine rağmen, Türkiye de X- Men’lerin arasında tanınmıştır. Ama ünü X- Men’lerle sınırlı kalmamış hatta onların şöhretini geride bırakmıştır. Tunç ORAL

12


W

olverine’nin hayatı gizemlerle doludur. Çünkü Wolverine, Weapon X projesine dahil olduğu andan itibaren hafızasını kaybetmiştir. Yalnız tam burada Weapon X projesi üzerinde biraz durmak istiyorum. Gerekli Şeyler Yayınları tarafından yayımlanan Wolverine Weapon X kitabında, Wolverine’in bu projeye isteyerek katılmadığını, arabasına binerken kaçırıldığını ve üzerinde deneyler yapıldığı anlatılıyor.[2] Ama çizgi romanın aksine X- Men 4 Başlangıç Wolverine filminde, Wolverine’in bu projeye isteyerek katıldığını görüyoruz. Projeden devam edecek olursak, yukarda söylediğim gibi bu projeden sonra Wolverine hafızasını kaybetmiştir. Kitapta Wolverine’in kaçırılıp vücuduna “ adamantium” aktarılırken, deney sırasında, emirlere uyması için -bir takım programlar kullanarak- önce hafızasının silindiğini daha sonrada emirlere uyması için programlandığı anlatılıyor.[3] Filmde ise deney sırasında hafızası tam silinecekken Wolverine’ in uyandığını, oradan kaçtığını ve intikam için döndüğünde adamantiumdan yapılan kurşunlarla beyninden vurularak hafızasının silindiğini görüyoruz. Wolverine’in geçmişi Wolverine dahil herkes için tan anlamıyla büyük bir gizemdir. Zaman zaman geçmişini hatırlamak için girdiği maceralarda yaşadıklarından hangisinin gerçek hangisinin yalan olduğunu kendisi bile bilmemektedir. Çünkü beynine kendisine ait olmayan pek çok anı da yüklenmiştir.

Sanırım burada Wolverine’in geçmişini öğrenmek için bize yardımcı olacak en büyük kaynak Gerekli Şeyler‘den yayımlanan Wolverine Weapon X kitabı ve yine aynı yayın evinden yayınlanan Wolverine Orijin kitabıdır. Yalnız bahsettiğim Orijin serisi ile Origins serisi birbirinden farklıdır. Origins serisi 32 sayı çıkmış ve Wolverine’in geçmişi hakkında

güncel bilgi veren bir seridir.[4] Bildiğim kadarıyla bu seri Türkiye’de yayımlanmamıştır. Ama bir makalenin yardımıyla size bu seriden az da olsa bahsedebileceğim. Tekrar Weapon X kitabına dönecek olursak. Burada Wolverine arabasına binerken bazı adamlar tarafından kaçırılır ve deneyin yapılacağı üsse getirilir. Burada Profesör Dr. Coneliue (yine aynı yayın evinden çıkan “ Klasik Wolverine 1. Ciltte bu karakter Andre adıyla geçer) ve yardımcısı olarak Hines adında bir kadının Wolverine üzerinde deneyler yaptığı görülmektedir. Profesör’ün bağlı olduğu ekip Wolverine’i aslında çok önceden beri takip etmektedir. Onun bu deney için çok uygun olduğunu bilmektedirler. Vücuduna adamantium ekleyerek yenilmez bir asker daha doğrusu yenilmez bir silah yapmak istemektedirler. Nitekim deney sonucunda bunu da başarmışlardır. Wolverine’in beynini kontrol edebildikleri için ilk önce onu eğitmişlerdir. Daha sonra oluşturulan bir simülasyonla Wolverine’in kendilerine neler yapabileceğini görmüşlerdir.

Wolverine için geçmişinden sonra gelen büyük bir sorun daha vardır: “ Ben insan mıyım yoksa bir hayvan mı? Bu deney sırasında Profesörün karanlık kişilerce yönetildiği ortaya çıksa da profesör bunu yalanlamayı başarmıştır. Ama hikaye tam da burada başlar. Simülasyonun bitiminden sonra Wolverine üzerinde bir deney daha yapılır. Bir hayvanla dövüşmesi istenir. Bu dövüşün bitiminde Wolverine’i kapatıp içeriye almak isterler. Ama tam bu sırada Wolverine kapatılamaz (ya da daha derin olan kişilerce yönetilir). Ardından deney yapan kişilerin odasına gelir. Kapıyı kırdıktan sonra ne olduğu ise tam bir muallaktır. Geri kalan 5 sayfada Wolverine’in çıplak olarak karların üzerinde yürüdüğü görülür.[5] Hikayenin bundan sonraki kısmı Gerekli Şeyler’den çıkan Klasik Wolverine Cilt 1‘de devam eder. Burada Profesörün ve Hines’ın Wolverine’i hala izlediğini görürüz. Bu ciltte Wolverine geçmişini araştırmak için olayların olduğu yere başka bir mutant olan Jubilee ile geri döner. O tesiste gördükleri geçmişine dair şeyler hatırlatır. Çünkü duvarlarda kendi pençe izlerini görür. Bu oradan kaçarken olanları ona anımsatır. Yalnız anılar gene profesöre saldırdığında biter. Devam eden süreçte kendisine ait arabayı bulan Wolverine (binmekteyken kaçırıldığı) torpidoda bulduğu silah sebebiyle Sabretooth ile yaptığı operasyonları hatırlar. Hatta öldürülen eşi Silver Fox ile olan anılarını bile hatırlamaya başlar. Lakin hatırladıklarının doğruluğu hala kesin değildir. Çünkü hafızasına yüklenmiş olup olmadığından emin olamamaktadır.

[1]http://tr.wikipedia.org/wiki/Wolverine [2]Barry Windsor Smith, Wolverine Weapon- X, Baskı: 1, İstanbul: Gerekli Şeyler, 2011. [3]A. g. e. [4]Özgür Hünel, Wolverine: Origins, http://www.resimliroman.net/index.php?ind=news&op=news_show_single&ide=723. [5]Smith, a. g. e.

13


güncel Araştırmalarına devam ettiği süreçte X- Men bazı isimlerden özellikle Profesör Xavier’dan yardım alır. Onların yardımı ile Profesör Andre’nin hafızasında yarattığı sahte anıların düzenlendiği yeri bulur. Burada kendisini Profesör Andre ve Hines beklemektedir. Yalnız bu olaya bir kişi daha dahil olur: Silver Fox! Burada olanlara daha fazla değinmeden önce Silver Fox’un, Sabretooth’un ve Wolverine’in bir programa dahil olduğunu öğreniyoruz. Bu programın kapatılması gerektiğinde, kapatabilmesinin “ Shiva” adlı bir programa bağlı olduğunu görüyoruz. Bu programda sırada Wolverine’in olması sanırım sizi şaşırtmaz. Bu programın kapatılabilmesi için programdaki herkesin ölmesi gerekiyor. Yalnız Silver Fox’un gizemli yardımıyla ölüm listesindeki sıranın Sabretooth’a geçtiğini görüyoruz. Wolverine’in geçmişine dair olanları bitirirken Profesör Andre’ nin Silver Fox tarafından öldürüldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Wolverine için geçmişinden sonra gelen büyük bir sorun daha vardır: “ Ben insan mıyım yoksa bir hayvan mı? ” Wolverine’in hayvansı yönünü kabul etmemek elde değildir. Zaten onu o yapan özelliklerinden biriside bu yöndür. Klasik Seri Cilt 1’de Wolverine’in bu hayvansal yönünün ne denli güçlü olduğunu görmek için Profesör X’in Tehlike Odası’nda yaptığı bir deneyi görüyoruz. Burada Wolverine’in içindeki hayvansal yönü görebiliyoruz. Bunu kendi de görmüş olacak ki oradan uzaklaşmayı tercih eder. Kaldığı bir pansiyonda Jean Grey kılığına girmiş olan Mystique ile karşılaşır.

Wolverine’in hayatından bu kadar bahsettikten sonra sanırım özelliklerinden bahsetsek fena olmayacak. Wolverine’in bütün kemikleri adamantium denilen yıpranmaz bir madenle kaplanmıştır. Wolverine neredeyse hiç yaşlanmaz, kendini tedavi edebilme ve iz sürebilme özelliklerine (koku alma duyusu çok gelişmiştir) sahiptir. Ellerinin üzerinden üç adet adamantium kaplı pençe çıkarabilen bir mutanttır. İyileşme özelliği o derece güçlüdür ki normal bir insanı uyutacak dozda uyuşturucu Wolverine’i uyutamamaktadır. Normal dozun kat ve kat üstünde uyuşturucu verilse de kısa bir süre sonra uyanmaktadır. İyileşme yeteneğinin gözüktüğü bir diğer yer ise saçları ve sakallarıdır. Kesildikten çok kısa bir zaman sonra hemen uzamaktadırlar. Hayatı çeşitli birimlerle ve gruplarla çalışarak geçmiş, sürekli geçmişini araştırmış, bu süre boyunca çeşitli kadınlara birlikte olmuştur. Maceradan maceraya atılmıştır. En son girdiği ekip (Avengers serisini saymazsak) X- Men’ lerdir. Tam bir motosiklet tutkunu olan Wolverine günün çoğunu alkol kullanarak geçirir. İyileşme yeteneği alkolün etkilerinin hücrelere girmesini engellediğinden asla sarhoş olmayan bir kişidir. Ağzından purosu hiç eksik olmayan mutantımızın bu tiryakiliği genç yaşlarından beri devam etmektedir. Kendisi gibi iyileşme ve iz sürme yeteneğine sahip olan, tırnaklarını istediği zaman uzatabilen ve yakınlarda öğrendiğimiz üzere kardeşi olan Sabretooth diye bir düşmana sahiptir. Bütün hayatı onunla bir kovalamaca gibi devam etmektedir. Yazımın devamı sonraki sayımızda…

Tam bir motosiklet tutkunu olan Wolverine günün çoğunu alkol kullanarak geçirir. İyileşme yeteneği alkolün etkilerinin hücrelere girmesini engellediğinden asla sarhoş olmayan bir kişidir. Mystique tahmin edilebileceği gibi şekil değiştirebilen ve çok yavaş yaşlanan başka bir mutanttır. Orada geceyi birlikte geçiren Wolverine ve Mystique, o gecenin sabahında kıyametin kopması için gereken Çatırtı’yı yaratmak için geleceğe giderler. Gelecekten dönüşlerinde ise hafızaları olanları hatırlamayacak bir haldedir. Hatta Wolverine kendini Fantastik Dörtlü’nün sığınağında Nick Fury, Gambit ve birkaç kişiyle beraber poker oynarken bulur. Hatta Gambit’e yüklü miktarda borçlanmıştır bile. Jubilee’den gelen bir telefonla kendisine gelir. Jubilee gelecekten dönüşte Wolverine kadar şanslı olamamış, kendisini Japonya da bulmuştur. Kitabın ikinci cildi tam olarak buradan devam etmektedir. Yalnız her hikayeyi burada anlatamayacağımız için ikinci cildi geçmek zorundayız. [6]Larry Hama, Wolverine cilt: 1, Baskı: 1, İstanbul: Gerekli Şeyler Yayıncılık / Çizgi Roman Dizisi, 2010. [7]A. g. e.

12


Eşref YENER

‘’ilkbahar yaz hamuşş!’’

güncel

meltemin usul usul okşayışı öykünü-şü, kıyamayışı meltemin... haşmetmeab öpüp saçlarını, gitti ilkyaz penceremizden katarak yanına utangaçlığımızı katarak saçlarına ilkyazın efsununu --sen duymamalısın asla sağır şafağı ve onun küflü tadını kalmalısın sen serin yaz akşamlarında sere serpe... eşliğiyle meltemin katre katre doğmalısın her bir öpüşten ebemkuşakları boyu… tepemize dikilen çınar mutluluk bekçisi kapattık tüm hesapları gözlerimizle birlikte; sığmazdın ki gözlerime daralırdın bakarken göğe ve toprağa hele toprağa! ancak ve ancak sana inanmış olan göğsümde uyanmamacasına kapanırdı kirpiklerin sahi, kaç ömür geçirdik koyun koyuna? ---titrek şamdanlar ki güneşe bağlı... asırlık çınar geceyle gündüz ortasında uğultulu bitimsiz gecenin gönlü geniş ışıkları bir düş. ak göğsünde buruk bir mutluluk ellerim ah! ellerin akıp giderken kırmızısı moru, kalsaydık ortasında asyayla avrupanın kalsaydık ağzının kıyısında güneşin kalakalsaydık öylece akıp giderken cümlesi sussaydık ya oracıkta çöktü penceremize yangınlı ufukların dumanlı perdesi* bir taş atımlık yüreği olmayan penceremize çocuklar ölüyordu çocuklar hep ölüyor ... 13


güncel

içimizdeki ötekiler

ÇİNGENELER

12

Ersin ÖZGÜRBÜZ


güncel

Dünya coğrafyasının tamamına yayılan ve buna rağmen kültürel özelliklerini ve etnik kimliklerini korumayı başarabilen tek topluluk. Trakya’da şoparlar, Ege’de Romenler, İç Anadolu’da cinganlar… Kimi zaman çiçekçi olup karşımıza çıkan, kimi zaman hurdacılık yapıp ekolojik dengenin korunmasına geri dönüşümle katkıda bulunan, kimi zaman falcılık yapıp hayatımıza yön veren fakat her zaman bizden uzakta nefes almasını temenni ettiğimiz insanlar. Çingeneler…

B

inlerce yıldır geçimlerini elekçilik, sepetçilik, boyacılık, çalgıcılık gibi işlerle karşılamaya çalışan, göçebe hayattan bir türlü kurtulamayan Çingeneler artık insanca yaşamak, yurttaşlık vasfı kazanmak, eğitim görmek, topluma faydalı bireyler olmak istiyorlar. Ne atalarının ne de kendilerinin yakasını bırakan yokluktan, yoksulluktan, sefaletten ve dışlanmışlıktan bıkmış durumdalar. İçinde yaşadıkları toplumla bütünleşmek ve aynı refah seviyesine sahip olmak istiyorlar. Bu yazımı Çingenelerin binlerce yıldır sürdürdükleri, çoğumuzun hayal dahi edemediği, bitmez tükenmez zorluklarla dolu yaşamlarını anlamaya ve anlatmaya çalışmak üzere kaleme aldım. Zira her gün yüz yüze olduğumuz ve bir an olsun düşünüp vicdanlarımızı titretmeye bile üşenecek kadar duyarsızlaştığımız bu insanlık dramıyla ilgili farkındalık yaratılması gerekiyordu. Ön yargılarımızı bir kenara koyup onların da bizim kadar insan olduğunu hatırlama vakti. Çingenelik Nasıl Doğmuştur? Çingeneler dünya üzerinde farklı coğrafyalara yayılmış olan diğer halklar gibi hem bulundukları coğrafyadan ve beraber yaşadıkları halklardan etkilenmiş hem de kendilerine has özelliklerini korumuştur. Dolayısıyla farklı coğrafyalarda yaşayan Çingenelerin değişik özellikleri olduğu gibi benzer özellikleri de vardır. Dünyaya gözlerini açan bir Çingene hem içinde bulunduğu halkın dili, kültürü, tarihi ile bir üyesiyken hem de Çingene Evrensel Milleti’nin bir üyesidir. Söz gelimi Roman Çingeneleri Romanes dilini kullanırlar ve Hint– Bal-

kan–Fars coğrafyasının kendine özgü renklerinin oluşturduğu etnik kimliğini taşımaktadırlar. Pavee Çingeneleri de İrlanda coğrafyasının binlerce yıllık medeniyet mirasına sahipken aynı zamanda Cant isimli dillerini günümüze kadar taşımışlardır. Çingene Evrensel Milleti’ne dahil olan dünya üzerinde sayısız topululuk örnek verilebilir. Bunların kendilerine ait dilleri, kültürleri ve tarihleri vardır. Peki, Çingeneler neden biz ‘Gacolar’ın ataları gibi tarım yapmak, hayvan sürüleri beslemek ve kendi gıdasını kendi üretmek yerine göçebe bir hayat tarzı benimsemiş ve zanaatçılığı tercih etmiştir? Tembel oldukları için, disiplinsiz oldukları için, rahatlarına düşkün veya kendi başına buyruk yaşamayı sevdikleri için olabilir mi? Hayır! Bu sorunun cevabı bir tarih analizi sonucunda anlaşılacaktır.

Dünyaya gözlerini açan bir Çingene hem içinde bulunduğu halkın dili, kültürü, tarihi ile bir üyesiyken hem de Çingene Evrensel Milleti’nin bir üyesidir. Çingene Usulü Yaşam Tarzı’nı benimseyen topluluklar çoğumuzun zannettiğinin aksine özgür iradeleriyle bir yaşam stili oluşturmamışlar tam tersine dış etkenlerin zorlamasıyla bu yaşam tarzına mecbur bırakılmışlardır. Bu bağlamda en yaygın görüş ilk Çingene topluluklarını ‘Tabiat İnsanları’nın oluşturduğu yönündedir. Tabiat İnsanları doğal koşulların son derece uygun olduğu verimli topraklar üzerinde bitki toplayarak ve hayvan avlayarak geçimlerini sürdüren insan topluluklarıdır. Zira tüm insanlığın ataları İlk Çağlarda bu şekilde yaşamış, farklı

geçim ve yaşam şekilleri daha sonra ortaya çıkmıştır. Diğer kabilelerin Tabiat İnsanları’nın yaşam alanlarını tarla yapmak, otlak arazisi açmak veya avlanmak amacıyla daraltması ya da istila etmesi; barışçıl Tabiat insanlarının ise silahlı, savaşçı ve kalabalık rakiplerine karşı direniş gösterememesi, onları mecburen göçebe-zanaatçı yaşam tarzını seçmeye ve Çingene usulü geçim yollarını geliştirmeye zorlamıştır.

Çingenelerin dramı insanlığın tamamını ilgilendiren küresel bir sorundur. Tabiat İnsanlarının Çingene Evrensel Milleti’ne katılma süreci günümüzde dahi devam etmektedir. Orta Hindistan’daki Birhor tabiat insanları yakın zamanlarda yaşadıkları bölgelerdeki kaynakların komşu topluluklar tarafından tüketilmesi nedeniyle Çingene usulü geçim yollarını benimsemek durumunda kalmışlardır. Kuzey Hindistan’daki Korwa tabiat insanları kaynakların azalması ile birlikte avcılık yapamaz hale gelmişler ve bambulardan ördükleri sepetleri komşu kabilelere satarak geçinmek zorunda kalmışlardır. 1970-1980 yıllarında yaşam alanları yok olmaya başlayan Güney Hindistan’daki Sabraslar büyük bir hızla göçebe cambazlar, sihirbazlar ve panayırcılar olarak çalışmaya başlamışlardır. Örneklerden de anlaşılacağı üzere tabiat insanlarının göçebe zanaatçılığı benimseyerek Çingene oluşu bir tercih sonucu değil şartların zorlaması neticesinde meydana gelmiştir.

13


güncel

Yalnızca tabiat insanları değil yakın döneme kadar yerleşik olup tarımla uğraşan veya göçebe olup hayvancılıkla uğraşan topluluklar da yaşadıkları büyük felaketler neticesinde Çingene usulü yaşam tarzını benimsemek zorunda kalmışlardır. Büyük bir istila sonucunda topraklarını ya da büyük bir savaşın sonunda hayvanlarını ve diğer geçim kaynaklarını kaybeden topluluklar, ya daha zengin toplulukların hizmetine girmek ya da hayatlarını göçebe zanaatçılıkla devam ettirmek seçeneklerinden birini tercih etmek durumunda kalmışlardır. Her ne kadar kendilerini yenen topluluğun hizmetine girmek onur kırıcı bir durum olarak algılansa da yerleşik hayat süren bir topluluğun göçebe zanaatçılığı tercih etmek zorunda kaldığı düşünülürse, yaşamak için başka çarelerinin kalmadığını, şartların tüm gücüyle onları bu statüye zorladığını tahmin etmek zor olmayacaktır. Örnek vermek gerekirse Güney Afrika’da 1960 yılına kadar yerleşik hayat süren topluluklar ile Wataa Çingeneleri arasında evlilik ilişkilerinden

12

bahsetmek imkânsızdır zira Wataa’lara karşı büyük bir önyargı söz konusudur. Ancak 1960 yılındaki Shifta Savaşı’nda hayvanlarının neredeyse tamamını kaybeden deveci Sakute kabilesi ile Wataa Çingeneleri arasında hızla evlilikler kurulmuş ve Sakuteler kısa zamanda Çingene Evrensel Milleti’ne dâhil olmaya başlamışlardır. Başka bir deyişle, Sakuteler develeriyle birlikte onları ‘Gaco Evrensel Milleti’ne bağlayan bağlarını da yitirmişler ve Çingene Usulü Yaşam Tarzı’nı benimsemişlerdir. Neden Alternatif Geçim Yolları Aramamışlardır? Bu noktada akıllara takılması kaçınılmaz olan şu soru kafamızı kurcalıyor. Çingeneler binlerce yıl boyunca alternatif geçim yollarını neden aramamışlardır. Hiç bilmedikleri köylere gidip dillerini anlamadığı insanlara ürünlerini satmaya çalışan; kovulmalara, hakaretlere, şiddete rağmen çalışma azmini kaybetmeyen, çalışkan ve cesur insanlar bu yaşam tarzında neden ısrarcı olmuşlardır. Cevap şudur ki asla ısrarcı olmamışlar ve her fırsatta tıpkı bizler gibi diğer

geçim yollarına başvurmuşlar ve yerleşik düzene geçmeye çalışmışlardır. Ancak ne yazıktır ki önüne geçilemeyen önyargılar ve nefret duyguları her seferinde onları ötekileştirmiştir. Bu engellemeler kimi zaman kaba kuvvetle kimi zaman halk arasında zımnen kabul edilen ortak bir tavırla kendini göstermiştir. Hatta zaman zaman Çingenelerin elekçilik, sepetçilik vs. işler dışında çalışmaları kanunen yasaklanmıştır.


güncel

Dünya üzerindeki neredeyse bütün tarım alanları ve hayvan sürüleri savaşçı kavimler tarafından paylaşılmış ve bu gelir kaynakları için kavimler arasında savaşlar yaşanmıştır. Az sayıda ve silahsız olan Çingenelerin ise savaşarak buralarda hâkimiyet kurması imkânsızdır. Ancak diğer kavimlerin terk ettiği ya da değersiz gördüğü topraklara yerleşerek geçim faaliyetleri yürütebilmişlerdir. Söz gelimi Arabistan’da Bedeviler devecilik yaptığı

için, Hutaym Çingeneleri keçi ve koyun sürüleri beslemektedir. Ancak bu faaliyetlerini de çölün bedevilerden kalan verimsiz kısımlarında yürütmek zorundadırlar. Başka bir örnek ise Türkiye’de mevcuttur. 19.yüzyılda Kuzeydoğu Anadolu’da nüfus hareketleri sonucu boşalan bazı bölgelerde elekçilikle uğraşan Çingeneler, kısa zamanda yerleşik hayata geçmiş ve tarımla uğraşmaya başlamıştır. Günümüzde bile pek çok coğrafyada Çingeneler üzerindeki yoğun baskılar hala devam etmektedir. Somali’de Çingene kavimlerinin tarım ve hayvancılıkla uğraşmaları fiilen yasaklanmıştır. Ayrıca Çingenelerin siyasetle uğraşmalarına da tepki gösterilmektedir. Pek çok Çingene topluluğu sadece geleneksel mesleklerini yapmaya mahkûm edilmişlerdir. Afrika’nın Sahel bölgesinde yaşayan Woloflar, Neeno Çingenelerinin toprak sahibi olmalarını ve tarım yapmalarını engellemektedirler. Neeno Çingeneleri, Wolof kanunlarına göre politik ve askeri hiçbir etkinliğe dâhil olamazlar. Ne ilginçtir ki Wolof toplumunda savaşçı kölelerin ve ev kölelerinin dahi toprak sahibi olma hakkı vardır. Afrika’da pek çok Çingene kavmi bu ve benzer yasaklamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Hindistan ve Güney Asya’da ise Çingene usulü geçim yolları en alt kastların ya da kast dışı olan Dalitler’in geçim kaynağı olarak kabul

edilmektedir. Başka bir deyişle Çingene olarak doğan kişi Çingene gibi yaşamak ve öyle ölmek zorundadır.

Doğal gelişimin sonucunda kentin bir parçası olabilecekken kentin dışında yaşamaya zorlanmak Çingenelerin toplumla bütünleşmelerinin daha da güçleşmesine neden olmuştur. Sanayi Devrimi Sonrası Sanayi devrimiyle beraber Çingeneler kısıtlı olan geçim kaynaklarını da yitirmişlerdir. Geçmişte herhangi bir varlık da edinemedikleri için kentlere sıfır sermaye ile gelen Çingeneler son derece zor koşullar altında ve kıt kaynaklarla çalışmaya başladılar. Geleneksel mesleklerini kaybeden Çingene toplulukları başkalarının tercih etmediği, düşük gelirli ve insan sağlığı için tehlike arz eden işlerde ücretli olarak ya da herhangi bir güvencesi ve sabit geliri olmayan, çoğunlukla düşük gelirli işlerde kendi adlarına çalışmaya başladılar. Örneğin İrlanda’da nalbant olan Pavee’ler demir ve kâğıt toplamaya, İspanya’nın kalaycılık yapan Quingus Çingeneleri bohçacılığa başlamışlardır. Türkiye’de sepetçilik ve kalaycılık yapan Romenler ise seyyar çiçek satışına başlayarak adeta yeni bir sektör yaratmıştır. Özellikle Doğu ve Orta Karadeniz’de yoğun bir nüfusu sahip olan Lom, Elekçi ya da Poşa grupları ise elekçilik ve kalaycılık gibi geleneksel mesleklerin yok oluşu ile beraber geçimlerini bohçacılık yaparak temin etmeye başlamışlardır. Çingenelerin yaptığı işler zamanla cazip bir iş kolu olarak görülmeye veya teknolojik gelişmelerle daha kolay yapılmaya başlandığında ise nüfus avantajlarını, organize olmalarını ve diğer bağlantılarını kullanan topluluklar tarafından tamamen o meslekten dışlanmaktadırlar. Çingeneler ise tekrardan kimsenin tercih etmediği geliri az meşakkati çok olan işler aramaya koyulmakta; kentte tutunma çabasına sıfırdan başlamaktadır.

13


güncel Sanayi sonrası dönemde kentlerde de büyük bir dönüşüm yaşanmıştır. Geçmişte kentlerin dışında kalan yerleşim alanları, kentlerin kalabalıklaşarak büyümesi sonucunda kentlerin içi haline gelmişlerdir. Bu gelişme ile birlikte Çingene kavimlerinin geleneksel mahallelerinin ortadan kaldırıldığı ve yeniden şehir dışında yaşamaya zorlandıkları görülmektedir. Doğal gelişimin sonucunda kentin bir parçası olabilecekken kentin dışında yaşamaya zorlanmak Çingenelerin toplumla bütünleşmelerinin daha da güçleşmesine neden olmuştur. Bazı kentlerde kentin iç bölgelerinde yer alan kimi yerleşim alanlarının zamanla eskimesi ve gözden düşmesiyle birlikte bu alanların kent halkı tarafından tercih edilmemeye başlandığı durumları görmek mümkündür. Böyle zamanlarda sayıca küçük gruplar halinde de olsa Çingene grupları şehir merkezlerinde yaşamaya başlarlar. Ne var ki bu da geçici bir durumdur. Şehir merkezinde ki gözden düşmüş bölge kısa zamanda yenilenerek değerli hale getirildiğinde bu bölgelerde yaşayan Çingeneler çeşitli şekillerde

12

şehir dışındaki yerleşim bölgelerine yönlendirileceklerdir. Sanayi öncesi ve sonrası dönemde çoğu zaman bilinçsiz bir biçimde uygulanan bu politikalar Çingenelerle birlikte yaşadıkları toplumlar arasındaki uçurumu daha da derinleştirmiştir. Saydığımız nedenlerden ötürü yaşanan binlerce yıllık süreç içerisinde, dünyanın dört bir yanına yayılmış olan ve küresel kast sisteminde alt tabakada kalmaya mahkûm edilen Çingenelerin ortak acıları ve mağduriyetleri oluşmuştur. Günümüzde insanlığın medeniyeti tarihin başlangıcı ile kıyaslanamayacak kadar ileri bir seviyeye ulaşmışken, kökleri binlerce yıl öncesine dayanan bu sorun ve insanların yaptığı acımasız ve anlamsız ayrım var olmaya devam ediyor. Sırf bu yüzden yüz milyonlarca kişi insan onuruna yakışmayan bir yaşam sürdürmek zorunda kalıyor ve hayatları cehenneme dönüyor. Her geçen gün daha da dışlandıkları için sefaletten bir türlü kurtulamıyor, eğitim alamıyor, yeteneklerini geliştirerek topluma faydalı insanlar olamıyorlar. Gittikleri her yerde

kendileri gibi göçebe ve zanaatçılıkla geçinen başka insanlar bularak onlarla kaynaşan, bir Hint ile Türk’ü, Arab’ı, Fars’ı, Afrikalı’yı akraba yapan ve milletler üstü bir topluluk haline gelen Çingenelerin dramı insanlığın tamamını ilgilendiren küresel bir sorundur. Bu küresel sorunun insanlığa yakışan bir biçimde çözümü ise insanlık medeniyetinin ulaştığı olgunluk seviyesinin en önemli göstergesi olacaktır.


g端ncel

13


güncel

piyasası 12

ABDULHAMİT ACI - Evladım, bi latte kap gel. - Tamam, ustam. Ne garip bir esnaf... Bundan önceki çalıştığım iki yerde de çaydan başka bir şey içilmezdi. Latte’de nerden çıktı. Zaten nasıl bir manav dükkânı burası, anlayabilmiş değilim. Kitaplar sıra sıra dizilmiş. Sürekli okuyor. Bir şeyler yazıyor, çiziyor. Bir hafta oldu ama hala ustamın huylarına alışamadım. Her gün erkenden gelir. Dükkânı açar. Sebzelerin çürüklerini ayıklar. Yeni gelen ürünleri dizer. Sonra başlar kitap okumaya, yazmaya… Manavlık da tahsil gerektirmez ki! İnşallah bu ustamın yanında tutunabilirim.


güncel İşe başlayalı bir ay kadar oldu. Zamanla ustama alıştım. Garip adam, tuhaf adam ama iyi adam be. Sokaktakiler babacan diyorlar zaten. Bir kere olsun ağzından küfür duymadım. Zira eski ustalarımı düşündükçe… Melaike vallahi. Ustam hoş sohbet adam… Koyu sohbeti ve misafiri hiç eksik olmaz. Konuşulanları pek anlamam ama geleni gideni çok olur. - Oo, Sinan bey hoş geldiniz? - Hoşbulduk, Halil arkadaş, hoşbulduk… - Üstad, ne içersin? - Sohbetine geldim. Bi kaç danışacağım var. Ne dersen onu içerim. Maksat damak ıslansın. - Evladım, iki neskafe kap gel. - Tamam, usta. Ustamın Sinan isminde bir arkadaşı vardır. Ara sıra uğrar. Uzun uzun konuşurlar. Geldiği bir gün artık ne hakkında konuştuklarını dinlemeye karar verdim. Velhasıl ustamın misafirleri de kendisi gibidir. Ellerinde kitaplar, ağır ve derin mevzular konuşurlar. - Hocam, şimdi ülkemizin tarım politikası da zirai ilaçlama pazarımızı derinden etkiledi. Yurtdışına gönderilen ürünlerin birçoğu yanlış ve aşırı ilaçlama yüzünden iade ediliyor. - Haklısın. Doğal dengeyle daha çok verim almak için oynanması, insanın doğadan kopmasına ve yapısı bozulmuş tarım ürünleri elde etmesine sebebiyet verdi. Bizi bu hale getiren, her şey piyasa içindir mantığı değil mi zaten? Kulak verdim vermesine ama. Pekte bir şey anlamadım. Ustama tuhaf diyordum ya. Tek tuhaf ustam değilmiş bu sokakta. Antikacı Artun ve Toprak Abi, Kahveci Servet Abi, Amele Doğa Abi... Onlar da ayrı telden çalıyor. Herkesin bir lakabı da varmış bu sokakta. Onu da öğrendim. Mesela, Doğa Abinin lakabı, ‘Ayınstayn’, Servet Abinin lakabı ‘Simitçi’, Artun Abi, ‘Sümerli’, Toprak Abiye ise “Hamur Abi” diyorlar. Ustamın lakabı da Babacan. Amma tuhaf lakaplar bunlar, bir anlam veremedim. Hamur Abi ve Sümerli birlikte antika ve sahaf dükkanı işletmekteydiler. Nereden bulduklarına anlam veremediğim onlarca gazete, kitap, ibrik hatta taş filan satıyorlardı. Hamur Abi haftada bir kaybolur, sonra birçok yeni mal ile geri gelirdi. Bazen de Sümerli giderdi. Ama kimse nereye gittiklerini bilmezdi. Ayınstayn her gün Servet Abi’nin kahvesinde bir yerden bir iş çıkar umuduyla beklerdi. Sakin ve mülayim birisiydi. Günlük çalışır. Yevmiyesini alır. Kitabını okur. Çok konuşmazdı. Servet Abi’nin babasından kalma bir kıraathanesi vardı. Adı da bir tuhaftı: Üniversal Kıraathanesi. Adı gibi kıraathane de

bir tuhaftı. Okey, batak filan yoktu. Bir kitaplığı vardı Kocaman, kütüphane gibi. Neredeyse tüm esnaf orada kitap okurdu. Haftanın bazı günleri kıraathanede oturup tartışma yaparlardı. -Efendim, memleketin hali berbat. Üretim montaj üzerine, bilginin de montajını yaptırıyorlar. Kafanı kaldırıp kendin bir şeyler üretmek istediğin an, dibinde bitiyorlar. -Bizi bu tartışmaya sürükleyen şey, her şey piyasa içindir mantığı değil mi değerli arkadaşlarım? -Velhasıl arkadaşlar, biz buralara bir şeyler üretmek istediğimiz itilmedik mi? -Üretme mantığı bu hocam. İnsan için üret-me diyorlar sana. -Katılıyorum hocam. -Biz yine üç beş kuruş hayatımızı kazanıyoruz. Bizden daha kötü vaziyette binlerce arkadaşımız var. -Sen ne diyorsun Ayınstayn? -Bi çay alayım hocam. Kâfi… Bu tip tartışmalara sürekli kulak kabartıyordum. Ustam ve diğer esnaflar ‘her şey piyasa içindir mantığı değil mi arkadaşlar?’ diyordu her konuşmasında. Anlam veremiyordum. Piyasa kimdi ya da kimin lakabı idi. Niye herkes onun için bir şeyler yapıyordu. Orasını hiç söylemiyorlardı. Gel zaman, git zaman. Neredeyse bir yılım ustam Halil Bereket’in yanında geçmişti. Benimle çok ilgilendi. Açık liseden devam ettiğim eğitimime okula giderek devam etmem hususunda ailemi ikna etti. Masrafımın çoğunu da karşıladı. Velhasıl karşıladı karşılamasına ama benim aklımda hala piyasanın kim olduğu vardı. Pazar Sokağı’ndaki garipliğin ne olduğunu üniversiteyi kazandığım sene öğrendim. Halil ustam ziraat fakültesini bitirmiş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar üzerine yüksek lisans ve doktora yapmış. Yaptığı araştırmalarla birçok işadamının ve işletmenin ürettiği ürünlerin zararlarını teşhir etmiş. Üniversite konseyinde yer alan iş adamları tarafından üniversitede kadro verilmesi istenmemiş ve üniversiteden uzaklaştırılmış. Bu durum diğer esnaflar içinde farklı değildi. Hamur Abi, arkeoloji üzerine doktorasını yapmış. Sümerli ise tarih alanında birçok yapıt ortaya koymuş. Ayınstayn, lakabını fizik bölümü öğrencisi iken almış. Bölümün umut vaat eden öğrencisi olarak nitelendirilirmiş. Lakin o da piyasa için bir şey yap(a)mamış. Gereksiz bulunmuş. Üniversitede ona da kadro açılmamış. Simitçi, yani Servet Abi ise iktisat fakültesini bitirip Bizzat piyasa için çalışmaya başlamış. Lakin beklenen performansı yakalayamadığı gerekçesi ile o da payını almış… Hala düşünmekteyim. Kimdir bu piyasa? Ne yer, ne içer? Kimin dostudur, kimin düşmanı? Şimdiden hazırlık yapıyorum. Üniversitede bizzat tanışacağım için…

13


g端ncel

12


güncel

Günlerden 11 Eylül ve 1,5 milyon Katalan Barselona sokaklarında... 11 Eylül günü “Diada de la Independencia” (Bağımsızlık Günü) bayram havasında kutlanılmasına rağmen, aslında Katalanlar için manidar bir gün; 1714’te binlerce kişinin ölümüne yol açan, Kastilyalılarla yapılan kanlı savaşın yenilgi tarihi.

Y

aklaşık yüz yıldır kutlanılan ve çok sayıda Katalan’ı Barselona sokaklarına döken Bağımsızlık Günü, bu yıl geçmişteki örneklerinden daha çok ses getirdi. “Bağımsızlık ya da ölüm”, “Katalunya Katalanlarındır” söylemleriyle inleyen sokaklar, tören boyunca ısrarla Katalunya’nın AB’nin yeni üyesi olması gerektiğine yönelik sloganlar atan Katalanlarla dolup taştı. Avrupa Birliği’ne yapılan vurgu, olası bağımsızlık senaryosunda kimden medet umulduğunu gösterdi. Avrupa Birliği’ne benzer şekilde, zengin bölgelerden toplanan vergilerden bir kısmını az gelişmiş bölgeleri kalkındırmak için kullanan İspanyol vergi sistemini problemli olarak gören Katalanların, bunun yanında AB’siz bir gelecek düşünememesi akılları kurcalayan bir konu olsa gerek! Peki Bu Süreç Nasıl Cereyan Etti? Bask milliyetçilerinin aksine ayrılıkçı silahlı mücadeleye hiç başvurmayan Katalanlar, 19. yüzyılın sonundan itibaren sanayilerini kurup, kendi bölgesi dahil, tüm İspanya’da ticaret ağı kurdu. Kastilya Krallığı öncesi de Aragon Krallığı’nın hakimiyetinde yaşayan halk, tüccar ve denizci kimlikleriyle her daim bölgenin zenginlerinden, önde gelenlerinden oldular. Kastilya ve Aragon Krallıkları’nın birleşmesiyle 1479’dan itibaren İspanya Krallığı’nın hakimiyetinde yaşamını sürdüren Katalanlar, 17 Temmuz 1936 - 1 Nisan 1939 yılları arasında süren İspanyol İç Savaşı’nda İspanyol Cumhuriyetçileri’yle birlikte liderliğini General Franco’nun yaptığı milliyetçilere karşı savaştılar. İspanya’nın Gerona, Barselona, Tarragona ve Lerida illerini kapsayan Katalunya, ilk kez 1932’de Cumhuriyetçi

Sol Parti’nin önderliğinde özerkliğine kavuşmuş olsa da, İç Savaşta Sol’un yenilgiye uğramasıyla, 1938’de Katalunya Cumhuriyeti dağılmıştır. 1939 - 1975 yılları arasında General Franco’nun diktatörlüğü boyunca Katalan kimliği bastırıldı. Buna rağmen 60’lı yıllarda Jordi Pujol’un liderliğinde yeni bir Katalan hareketi doğdu. Franco’nun ölümünden sonra özerk yönetimlerin yeniden tesisiyle Katalan bölgesi başkanı seçilecek olan Pujol, Katalan milliyetçiliğiyle işçi hareketi ve Komünist Parti arasında ittifak kurmayı başardı. Bu ittifak sonucunda ‘Katalancılık’ ileri bir kimlik kazandı. Franco sonrası dönemde İspanya’nın tüm dünyaya örnek olan demokrasiye geçiş (transición democrática) ve 1978 Anayasa’sının yapılış süreçlerine dahil olan Katalanlar, halk oyuyla kabul edilen yeni anayasayla özerlik statüsüne kavuştular. Ayrıca bağımsız bir ülkede akla ne gelirse Katalunya bunların hepsine sahip oldu: Meclis, hükümet, başbakan, başkent, polis, asker, bayrak.

Bağımsızlık Söyleminin Ortaya Çıkışı 1978 Anayasası “herkese kahve” (café para todos) sözcüğüyle karikatürize edilen simetrik bir özerklikler sistemi üzerine inşa edildi. Fakat Anayasanın 2. Maddesine getirilen bölge/milliyet ayrımı, simetriyi Katalunya gibi tarihi milliyetler aleyhine bozuyordu. Millet olarak tanınmak isteyen Katalanlar durumdan memnun olmadıklarını dile getirdiler. Bu hoşnutsuzluk daha sonra zaman zaman kendini meydanlarda gösterdi.

“İspanyol demokrasisi, ayrılıkçı siyaseti yasaklamıyor; Bask ülkesi veya Katalunya'nın bağımsızlığı için siyaset yapmak mümkün ve yapılıyor da.” Özerlik statülerinde reform talep eden Katalanlar, 2005’te özerk parlamentodan, 2006’da Temsilciler Meclisi’nden geçen yeni Statü’nün yasallaşmasına karşı dönemin muhalefet partisi PP’nin (Partido Popular) Anayasa Mahkemesi’ne başvurusuyla mahkemenin kısmi iptal kararı sonucu Statü’nün ana hatlarıyla anayasaya uygunluğu vurgulanmış oldu. Bu durum yine de Katalanların tepki göstermelerine yol açtı ve 10 Temmuz 2010’da yeniden sokağa döküldüler. Protesto yürüyüşü sosyalistlerin ve ılımlı milliyetçilerin çabalarına karşın bağımsızlık yanlılarının gövde gösterisine dönüşmüştü. Bu sürecin devamında girişte de bahsedildiği gibi 11 Eylül günü bir buçuk milyon Katalan’ın Barselona sokaklarını doldurduğu, bağımsızlık gösterileri ve ayrılıkçı söylemlerin dile getirildiği gün gelip çattı.

13


güncel Bununla birlikte, ekonomik kriz nedeniyle Başbakan Mariano Rajoy’la büyük sorun yaşayan Katalan özerk yönetim başkanı Artur Mas, merkezi hükümetle mali anlaşma (pacto fiscal) yapılmasına ilişkin önerisinin gerçi çevrilmesi üzerine erken seçime gitmeyi ve kampanyasını bağımsızlıkçı söylem üzerine oturtmayı tasarladı. Aslında geçmişten bu yana bağımsızlıkçı çizgide olmayan Artur Mas’ın liderliğindeki CIU (Yönelim ve Birlik), Katalunya’nın bağımsızlığını savunarak oy alan bir parti değildi. Seçmenin ilgisini merkezi hükümetle yapılacak mali anlaşmayla çekmeyi düşünürken, Rajoy’dan gelen olumsuz yanıt üzerine bu seneki 11 Eylül’de sokakları dolduran, bağımsızlıktan yana kitlenin oyunu alabilmek için direksiyonunu bağımsızlığa doğru kırdı. Velhasıl Katalunya tarihinin en yüksek katılımının olduğu (% 69.9) 25 Kasım’da yapılan seçimlerin sonucu gösterdi ki; oylarını çalmak için başka bir siyasi partinin politikasını izlemeye kalkışmak beklenenin aksine diğer partinin (ERC) işine yaradı. Çünkü öteden beri bağımsızlığı savunan bir parti olan ERC 10 olan sandalye sayısını ikiye katlayarak (21) seçimin asıl kazananı haline geldi. Bunun yanında Artur Mas liderliğindeki CIU, 62 milletvekilinden 12’sini kaybederek zayıflamasına rağmen Katalunya özerk yönetim başkanı olarak kalmaya devam edecek. Lider parti olmasına rağmen hükümeti kuracak ve çoğunluğu sağlayacak kadar oy alamadı. Sonuç olarak mecburen Katalonya Cumhuriyetçi Solu (ERC) ile hareket etmek zorunda kaldı. Halk Oylamasına Gidilmesi ve Anayasa’da Yapılacak Değişiklik İspanyol demokrasisi, ayrılıkçı siyaseti yasaklamıyor; Bask ülkesi veya Katalunya’nın bağımsızlığı için siyaset yapmak mümkün ve yapılıyor da. İspanya, bugün adı konmamış bir federal devlete dönüşmüş olsa da bölünmüyor.

12

Çünkü anayasası Bask ve Katalan milliyetçilerinin talep ettiği ve bölünmenin hukuki temelini oluşturan konfederal sisteme kapalı. Seçim sonuçlarına bakıldığında farklı self-determinasyon seçenekleri sunan CIU, ERC, ICV ve CUP partileri 87 milletvekiline ulaşarak neredeyse bağımsızlık fikrine karşı çıkan partilerin ( PSC, PP, Ciutadans -toplam 48 milletvekili- ) iki katı kadar temsilci sayısına sahip oldular. Kendi geleceğini belirleme yönündeki kararını seçimlerde de açıkça yansıtan Katalanlar için bağımsızlık, bölgesel ayrılıkçı partilerin liderlerinin söylemlerinde olduğu kadar kolay değil. Örneğin, İspanya’da 2005 yılında Bask parlamentosu, “halkın kendi geleceğine karar vermesine yönelik bir halk oylamasına gidilmesi” için benzer bir karar alırken, İspanyol meclisi bunun yapılmasını reddetmiş ve böyle bir halk oylaması olmamıştı.

“Bölgesel” egoizmin çirkin dişlerini göstermesi ve Katalan milliyetçilerinin “her koyun kendi bacağından asılır” zihniyeti” Öncelikle İspanyol Anayasası, özerk topluluklara kendi yetki alanlarında olmayan konularda merkezi devletin izni olmaksızın referandum düzenleme yetkisi vermiyor. Bu yetki aslında Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğa sahip olana, hükümete ait. Meclis’in izni ve Başbakan’ın önerisiyle Kral, ülke için büyük önem taşıyan herhangi bir konuyu bütün vatandaşların katılacağı bir referanduma sunabileceğini hükme bağlıyor. Katalan özerk yönetimi hükümeti (Generalitat) başkanlık görevini, beş seçim kazanarak 23 yıl boyunca sürdüren Jordi Pujol’e göre de, sadece 1978 Anayasası değil, aynı zamanda Anayasa Mahkemesi de bugün işlediği şekliyle var olduğu sürece bağımsızlığı neredeyse olanaksız görüyor.

Haksız da sayılmaz çünkü bağımsızlığa ulaşmak için anayasa değişikliği, yani Temsilciler Meclis’inde beşte üç çoğunluk (210/350) gerekiyor. Bu çoğunluğa ulaşmak neredeyse olanaksız. Bunun bir şekilde gerçekleştiğini varsaysak bile bu kez Anayasa Mahkemesi’nin başvuru halinde anayasa değişikliğini iptal etme olasılığı karşımıza çıkıyor. Ayrıca Madrid Büyükelçiliği eski müşteşarı Akın Özçer’in de belirttiği gibi, “Anayasaların değiştirilmesi için öngörülen nitelikli çoğunluk, BM uygulaması dikkate alındığında, bölgelerin bağımsızlığa ulaşması için yeterli sayılmıyor. Kosova istisnası bir yana bırakılırsa, BM Yasası’nda vurgulanan (1.Madde, 2.Fıkra) “kendi kaderini belirleme hakkı” bölge değil sömürge halklarına tanınan bir hak. BM Genel Kurulu’nun ‘Sömürge altındaki halklara ve ülkelere bağımsızlık verilmesine ilişkin bildirge’ başlığını taşıyan 14 Aralık 1960 tarih ve 1514 sayılı kararının 6.Maddesi, ulusal bağımsızlığı ve ülkenin toprak bütünlüğünü kısmen de olsa hedef alan hiçbir girişimin BM Yasası’yla bağdaşmadığını vurguluyor.”


güncel

Bağımsızlık hedefinde, Avrupa Birliği’nden destek bekleyen Katalanlar için, haberler güzel olmasa gerek. Çünkü Brüksel tarafından yapılan son açıklamalarda AB müfredatına göre, birlik üyesi bir ülkenin herhangi bir bölgesinin bağımsızlığı söz konusu olduğu takdirde, o bölgenin AB dışı kalacağının altı çizildi. Yine de en iyimser senaryo, geçen aylarda PSOE’in (Sosyalist İşçi Partisi) tarihi liderlerinden Felipe Gonzalez tarafından dile getirilen “federalizm” seçeneği olabilir. Toplantıda konuşan Gonzalez, bağımsızlığın zaten imkansız olduğunu ve Temsilciler Meclisi’nde nitelikli çoğunluğu sağlanarak sosyalistlerin desteğiyle federal sisteme geçilebileceği mesajını verdi. İlk bakışta belki Katalan bağımsızlıkçılarının bununla tatmin olacakları beklenmiyor ama şu an sorunun çözümü için federalizm fikri elimizdeki önemli seçeneklerden biri haline bürünüyor. Sorunun Gri Boyutu Tabi hiçbir anlaşmazlığın keskin renkleri olmadığı gibi, Katalan bağımsızlıkçı

hareketinin de kayda değer, düşünülmesi gereken farklı boyutları var. Öncelikle biraz hamaset koksa da Merkezi hükümet partisi Partido Popular’ın Katalan bölgesi şubesi tarafından medyaya seçim öncesi servis edilmiş videodaki verilere bakıldığında homojen bir bölgeden ve homojen bir sorundan söz edemeyeceğimizi anlıyoruz. Bu verilere göre Katalunya’da Katalan nüfus dışında bir buçuk milyon İspanyol vatandaşı yaşıyor.

Günümüzde yeni sınır ve sinirlerdense eşit koşullarda bir arada yaşama kültürüyle dünyalılaşmanın yolu açılıp, milliyet kodlarına sıkışmış insan ilişkilerinden arındırılmış politikaların ön plana çıkması önem arz etmektedir.

Bölge nüfusunun yaklaşık %15’lik kısmı Katalunya dışından gelen göçmenlerden oluşuyor. Ayrıca 400.000 Katalan ise Katalunya dışındaki diğer özerkbölgelerde yaşıyor. Bunun yanı sıra 10 Katalan’dan 7’sinin annesi ya da babası Katalan kökenli değil. Ticaret verilerine bakıldığında ise Katalunya’da üretilen ürünlerin %60’ı İspanya’nın diğer bölgelerinde satılıyor ve İspanya bölgenin bir numaralı ticaret ortağı olarak yer alıyor. Şimdi bu veriler ışığında kritik yaptığız zaman yüzyıllardır beraber yaşayan, Franco’nun faşist rejimine karşı iç savaşta beraber mücadele edip, 78 Anayasası’yla eşit haklara sahip olan ve demokrasi sürecini beraber inşa eden, kültürel ortaklaşmanın ve bir arada yaşama kültürünün temellerini atmış iki halkın ayrılığından iki tarafında kaybedeceği bariz şekilde görülüyor. El Diario yazarı Javier Gallego Katalunya’da doğmadığı ve yaşamadığı halde aynı yatakta sürekli kavga içerisinde uyumaya çalışmaktansa, iyi geçinebileceği, sorunların çözüldüğü bir komşu olarak Katalunya’yı tercih ettiğini dile getiriyor.

13


güncel Diğer yandan ise iki halk arasında geçmişteki sorunların ve zor günlerin yardımlaşarak beraber atlatıldığını, ayrıca şu andaki %30’luk fakirlik oranıyla İspanya’nın zor günlerden geçtiğini ve yardımlaşma kültürüne tam da bu zamanda ihtiyacın olduğunu fakat biraz sitemkar bir tavırla olsa da Katalanların ayrılma taleplerine saygı duyulabileceğini dile getiriyor. İki tarafında kaybedeceği çok şey olacağını söylüyor. Kültürel zenginliğin kaybının altını çizerken, bayrağı ya da marşı dahi olmayan “sermaye”nin her halükarda kendine hava sahası yaratacağına dikkat çekiyor. Diğer taraftan sorunu Baskın Oran gibi “bölgesel” egoizmin çirkin dişlerini göstermesi şeklinde değerlendirenler de var. Köşesinde belirttiği üzere, “Katalunya’nın 200 milyar avroluk ekonomisi, 27 ülkeli AB’de ilk 10’a girecek büyüklükte. Bu zenginliği, ülkenin bu kadar şanslı olmayan diğer özerk bölgeleriyle paylaşmak istemiyorlar. Çünkü İspanya, zengin bölgelerinde tahakkuk eden vergilerden bir kısmını az gelişmiş bölgelerini kalkındırmak için oralara kaydırıyor. Aynen, AB’nin zenginlerden (Almanya) alıp daha az gelişmişlere (Yunanistan) verdiği gibi.

12

Devletin aldığı vergilerin %57’si Katalunya’da kalırken %43’ü ise İspanya’nın az gelişmiş bölgelerini desteklemek için merkezi hükümete gidiyor”. Yaşanan ekonomik kriz nedeniyle Katalanların bu zenginliği paylaşmak istemediklerini dile getiren Baskın Oran, Katalan milliyetçilerinin “her koyun kendi bacağından asılır” zihniyetiyle hareket ettiğini vurguluyor. İspanya’nın 17 özerk bölgesinin tümünün borcu 140 milyar avro iken Katalunya’nın yaptığı borcun tek başına 42 milyar olduğuna işaret ederek, aklımıza peki Katalanların bu süreçte hiç mi kusuru yok sorusunu getiriyor. Günümüzde yeni sınır ve sinirlerdense eşit koşullarda bir arada yaşama kültürüyle dünyalılaşmanın yolu açılıp, milliyet kodlarına sıkışmış insan ilişkilerinden arındırılmış politikaların ön

plana çıkması önem arz etmektedir. Mekanın, zamanın ve adın afilli olmasının hiçbir önemi yok. İşte milliyetçiliğin günümüzdeki karşılığı: gözlerin bayraklarla kapatılıp, aklın marşlarla uyuşturulması… Söz konusu sorunda Katalunya-İspanya, İspanyolKatalan ikilemleri arasına sıkışmış bir süreçtense Jose’lerin Montserrat’ların karşılıklı yardım ve sorunları paylaşma kültürünün daha ayakları yere basan bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Yazıyı sonlandırırken konuyla ilgilenler için Türkiye’nin Madrid Büyükelçiliği eski müsteşarı Akın Özçer’in, ‘İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği’ ve ‘Çoğul İspanya: Anayasal Sistemi ve Ayrılıkçı Terörle Mücadele Modeli’ kitaplarının yararlı olacağı kanısındayım. Katalanların geleneksel ‘insan kulesi’nin bu kez bir arada yaşama kültürüne yükselmesi dileğiyle...


g端ncel

13


güncel

Yasmin Levy’nin

son albümü

LİBERTAD

12


güncel

L

evy şarkılarında Flamenko ve Türk ezgilerinin eşsiz duygularını birleştirerek taze bir müzikal zemin oluşturuyor. Bu yeni özgürlük ruhu ona büyük bir Fars klasiği olan Soghati (yeniden adlandırılmış haliyle Recuerdo) ve Türkiye’de çok bilinen bir Sezen Aksu parçası olan Firuze dahil olmak üzere daha önce üzerinde çalışmaya cesaret edemediği parçaları kaydederken yüreklendiriyor. Bu yeni ruh Levy’ye kendi kompozisyonu olan Olvidate ile büyüleyici bir düet yapmasında esin kaynağı oluyor. Ve sonunda Levy üç adet çarpıcı Ladino klasiğini albüme katmayı başarmış oldu. Albümdeki bir başka özel kayıt ise İspanyol Conche Buika ile beraber yapılmıştır. Geçmiş yıllarda Levy Ömer Faruk Tekbilek, Enrico Macias, Yiannis Kotsiras, Eleni Vitaly, Natacha Atlas, Montse Kortes, Kubat, İbrahim Tatlıses ve Maria Toledo ile birlikte çalışmıştı. Levy Buika ile deneyimini şu şekilde dile getiriyor: ‘Albüm için onca uğraştan sonra Buika’nın gelmesi cennetten bir hediye gibiydi. Şarkı kanserden kaybettiğim teyzem için yazılmıştı. Buika hikayeyi duyduğunda: ‘Teyze’nin aşağıya baktığında ikimizin seslerini duymasını ve ne kadar sevildiğini bilmesini isterim’ diyerek beni çok mutlu etti.’

Yasmin Levy beşinci stüdyo albümü Libertad’ın piyasaya sürülmesi üzerine hislerini şu şekilde aktardı: ‘Bu müzik dünya çapında tanınmadan önce Ladino şarkıları söylüyordum. Kimse Ladino şarkıları dinlemiyordu. Onlara yeni bir soluk getirdik ve bugünkü halini aldı. Ancak ben kendimi sadece Ladino şarkıcısı olarak görmüyorum. Kendimi modern İspanyol şarkıları söyleyen ve onlara istediğim duyguları yükleyen bir dünya müzisyeni olarak görüyorum. Ladino şarkıları söylüyorum çünkü bunu seviyorum. Ayrıca Flamenko, Türk Müziği, Ladino ve Farsça şarkıları kaynaştırıyorum.’

Yasmin Levy Kimdir? Babasını henüz iki yaşında kaybetmiş ve annesi tarafından büyütülmüştür. Müziğe ilgisi çocukluk yıllarında başladı. Altı yaşındayken piyano çalmayı öğrendi ve on sekiz yaşına kadar çalışmalarını sürdürdü. Yirmi yaşında ciddi olarak şarkı söylemeye başladı. Dinleyici önüne ilk kez yirmi bir yaşında, annesinin bir konserinde çıktı. Daha sonra yerel konserler vermeye devam etti. WOMEX 2002’de ilk kez uluslararası arenada boy gösterdi ve şarkıcılık kariyerinde yeni bir sayfa açıldı. İlk albümü Romance & Yasmin’de Ladino müziğine odaklandı. Bu albümde babası Yitzhak Levy’nin çalışmalarının ve Türk müziğinin büyük etkisi vardı. Babası Yitzhak Levy, 1919 yılında, Manisa’da doğmuş bir besteci ve koro şefiydi. Safarad olan Yitzhak, İsrail Devleti kurulduktan sonra İsrail Ulusal Radyosu’nun Ladino Departmanı’nın başkanı olarak atandı. Hayatını Sefarad Yahudilerinin (İspanya ve Portekiz’de yaşayan Yahudiler) müziklerini derlemeye ve korumaya adadı. Yasmin Levy bu repertuar mirasıyla büyüdü. Yasmin, Latin ve Sefarad müziğinden Endülüs flamenkosuna; Türk ezgilerinden Arap etkilerine kadar pek çok unsuru müziğinde kullanmaktadır. Viyolonsel ve piyano gibi batı müziğin enstrümanları yanında ud gibi doğu müziği enstrümanlarını da şarkılarında kullanmaktadır.

13


güncel

MÜZİKTE DE

GURMELİK

VARDIR Sokaktaki insan, bilmediği bir albüm ya da müzisyen hakkında saatlerce atıp tutabilir. Bunu yaparken egosundan güç alarak kendinden gayet emin bir tavır da sergiler. Ancak bu kişi sanatkarı ve albümü tanıyan kişi karşısında küçüldüğünün farkında değildir. İyi müzik yorumu yapmak en az müzik yapmak kadar zordur. Meltem TÖRÜN

İ

yi bir müzik yorumcusu olmak istiyorsanız hayatınızın her anını farklı alanlarda müzik yapan insanlara adamanız gerekiyor. Ancak çoğu toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda da müzik yorumu yapmak, siyaset yapmak gibi yanlış algılanıyor. İnsan kulaktan dolma bilgilerle bir işin ehli olamaz. Dünya üzerinde iyi müzik ve besteler yapıp tanınmayan ve sonrasında gereken ilgiyi göremediği için müzik dünyasına veda etmek zorunda kalan o kadar çok müzisyen var ki. Ancak bu o müzisyenlerin değil kendini yorum yapmada usta sanan şahsiyetlerin suçu. Böyle olunca da değer verilmeyen çoğu kaliteli müzisyenimiz yalnızlaşmaya devam edecek. Ben müziğin evrensel olduğuna inanan insanlardan sadece biriyim. Doğu’dan Batı’ya her tını benim için kutsaldır. Çünkü her ses bize ait olduğu toplumun iç dünyasının kapılarını açar ve o tını kulağınızdan girip beyninize hükmettiği anda kendinizi o toplumun değerlerini algılamaya çalışırken bulursunuz.

12


güncel Gelelim gurmeliğe. Gurmelik yemeğin kıvamını, lezzetini ve içindeki malzemeyi anlayanlar için kullanılan bir terimdir. Gurmelik bir yetenektir. Herkes gurme olamaz. Zaten herkes gurme olabilseydi kötü yemek yapan ev hanımları ya da beyler olmazdı. Çünkü yemeğin pişme gidişatını görebilen ve malzemesini ona göre ayarlayabilen insan tadına da hakimdir. Yemek yapmak aslında zor bir sanat değil. Yemek yaparken yağını, tuzunu dengeli şekilde ayarlayıp, kıvamını tutturup, emeğinizi görsel bir şölen halinde karşı tarafa sunarsanız ortaya harikulade bir menü çıkarabilirsiniz. Yani özetle bir iş zoraki yapılmamalı. İnsan, emeğini karşı tarafa sevgisiyle sunmalı ve onu yaşayarak alın terine dönüştürebilmeli. Peki nedir bu müzik gurmeliği? Müzikle gurmeliğin ne alakası var? Aslında müzik ve gurmelik birbirlerine zıt kavramlar değil. İyi müzik yapmak melodileri bir orgun ya da elektro aletin içine hapsederek güçlü bir sesle sunmak değildir. İyi müzik enstrümanları teker teker konuşturup kaliteli bir sesle desteklemektir (Yani ekip işidir). Tüm malzemeleri doğru miktarda kullanarak bir lezzet şöleni ortaya çıkarmaktır. Bu yemeğin tadına bakan gurmeyi de her lokmada kendinden geçirebilmelidir. Ancak çoğu insan elindeki bin bir çeşit malzemeyle iyi bir menü hazırlayanlara değil aynı miktarda fakat ucuz malzemeyle yemek yapanlara önem veriyor. Yani bu şahısların amaçları sadece karınlarını doyurmaktan ibaret. Bu sebeptendir ki çoğu değerli sanatçı hak ettiği değeri göremeden müzik dünyasına veda etmek zorunda kalıyor. Söyleyin bana kaç genç türkü dinliyor bu ülkede ya da özgün müzik diye bir müzik türünden haberleri var. Türkü ya da Türk Sanat Müziği eseri adı duyunca yüzünü ekşiten ve bu türleri dinleyenleri küçümseyen bir sürü insan gösterebilirim sizlere.

Tüm bu soruların cevapları olumsuzsa, demek ki müzik dediğimiz şeyde gerçekten gurmelik var ve birçok değerli sanatçımızın ülkemizde varlığını sürdürememesi ya da eserleriyle yurtdışında popülerlik kazanamaması, ülkemizde müzik gurmelerinin sayılarının bir hayli düşük olduğunu gösteriyor. Yani ülkemiz her alanda olduğu gibi müzikte de beyin göçü yaşıyor. Ancak temennim müzik gurmelerinin sayısının artmasından yana. Geç olmadan ne kadar değerin farkına varırsak o kadar fazla sayıda kaliteli sanatçının yetişmesine ve sanata daha fazla kapı açılmasına olanak vermiş oluruz. Onlar ürettikçe bizler de işittiğimiz her tınıda sanatın ve müziğin evrenselliğini tadabiliriz.

Ülkemiz her alanda olduğu gibi müzikte de beyin göçü yaşıyor. Peki yüzünü ekşiten ve müzikten anladıklarını sananlar, sırf popüler olduğu için sözlerini bilmeden, anlamadan yabancı parçaları dinleme nedenlerini bizlere nasıl açıklarlar? Ya da kaç kişi Emin İgüs, Okan Murat Öztürk, Nida Ateş, Ezginin Günlüğü, Ruhi Su, Gülşen Kutlu, Erol Parlak, Muammer Ketencoğlu, Sumru Ağıryürüyen, İncesaz gibi bgrup ve müzisyenlerden haberdar? Müziğin kitabını yazmış bu emektar insanları ne kadar tanıyorsunuz? Neden değerlerimize sahip çıkan ve ortaya çıkardıkları ürünlerle müzik dünyasında yer almayı hak eden bu değerli sanatçılara toplumumuz gereken önemi vermiyor? Bu kadar mı kör yaşıyoruz? Kulaklarımız bu kadar mı tıkalı?

Ruhi Su, 1912-1985

13


güncel

FUTBOL

Faruk GÜLTEKİN

Fanatikliğinin Geride Bıraktıkları

12


güncel

Futbol 1900’lü yıllarda ortaya çıktığı zaman yaygın olmayan, daha çok orduların kendi aralarında oynadığı bir oyundu. Bu oyun zamanla yayıldıkça, ortaya çıktığı dönemdeki hakim sistemden dolayı, emperyalizmin ve rantın aracına dönüşmüştür. Futbol kulüpleri birer işletme olma yolunda hızla ilerlemiştir. Dolayısıyla günümüzde futbola oyun demek yerine endüstri denmesi hiç de şaşırtıcı değildir.

F

utbol adeta bir deve dönüşmüş, dünyanın her köşesinden milyonlarca taraftarı olan ve trilyonlarca paranın döndüğü büyük bir ekonomi haline gelmiştir. Hisseler ve fonlar alınıp verilmekte, bir tek futbolcu için milyon dolarlar harcanmaktadır. İnsanlar futbolu o kadar sevmiştir ki hiç tanımadıkları bir ortamda, taraftarı olduğu kulüp hakkında olumsuz bir şey duyduğunda sert tepkiler bile verebilmektedir. Yakın arkadaşlar kendi aralarında şiddetli ve yer yer hakaret boyutuna varan tartışmalara girmektedir. En vahimi futbol uğruna yaralanma ya da ölümle sonuçlanan olaylar olmaktadır. Peki bu durumun nedeni nedir? Yapılanlar özgürlük çerçevesinde yapılan, olağan şeyler midir? Arkadaşlar bana göre en önemlisi ise tüm bu olanlardan sonra geriye ne kalmaktadır? Yazımda bu sorulara cevap vermeye çalışacağım.

Bana göre bir insan öncelikle son derece özgür olmalıdır. Özgürlüğü sonuna kadar savunan biri olarak, yazımda futbolu kötülemek ya da takım tutanları, fanatikleri aşağılamak niyetinde asla değilim. Amacım sadece bir şeylerin farkında olabilmenize yardımcı olmak. Keza ben bir futbol tutkunuyum. Bilinçli bir futbol severim. Avrupa liglerini çok iyi bilir ve takip ederim. Kısacası bu yazımı bir futbol sever olarak yazıyorum. Öncelikle ‘’nasıl bir futbol sevgimiz olmalıdır?’’ sorusunu analiz ederek muhakemesini yapalım. Asıl sorulması gereken ve içinden çıkılması zor bir soru bu. Futbol sevgisi bir kulübü ve ekibini karşılık beklemeden desteklemek ve o ekibin başarılarıyla sevinmektir. Egomuzun ihtiyaçlarını karşılamanın bir yoludur. Futbol sevgisi egomuzu başkalarının başarısıyla tatmin etmektir arkadaşlar. Çoğunlukla bunun farkında olamayız. Çünkü zamanla futbol sevgisi büyüyerek yerini rekabet, merak ve takip unsurlarına bırakır. Hangi takım kaçıncı, kiminle maçı var, kimleri transfer ediyor gibi meraklara düşeriz. Bu gayet doğal bir durumdur. Futbol; zeka, hırs, motivasyon, kondisyon ve hatta şans gibi daha pek çok öğeyi içinde barındıran muazzam bir spor dalıdır. İzlemesi de oynaması kadar keyiflidir. Kısacası futbolu sevmek ve takip etmenin hiçbir zararı yoktur. Ne yazık ki insanoğlu bazen hırsına yenik düşebilen, bir varlıktır. Maalesef yaptığı bazı şeyleri mantığını tamamen devre dışı bırakarak ya da

cahilliğinden dolayı yapar. Üstelik hayatta daha önemli şeyler varken. Şimdi sırayla anlatıyorum: Ülkemizde Fenerbahçe – Galatasaray tartışması yaparken kaç kişinin sakin olduğunu gördünüz? Herkes bunu öyle hararetli tartışıyor ve öyle çirkin cümleler söyleniyor ki anlatamam. En yakın dostlar birbirine düşman olabiliyor, kavgalar çıkabiliyor. Neden? Çünkü anlamsız bir şekilde sevdiği kulübe laf geldi. Bakın bu o kadar ince bir çizgi ki. Örneğin işletme derslerinde bir işletmeciye verilen ilk ders şudur: İşletmelerin ilk amacı kar gütmektir. Tüm çalışmaları kar elde etmeye ve şirketin yaşamını sürdürmesine yöneliktir.

“Futbol, trilyonlarca paranın döndüğü büyük bir ekonomi haline gelmiştir. “ Endüstriyel futbol sektöründe de durum böyledir. Futbol kulüplerinin amaçları söyledikleri gibi yüce bir rengi ya da ismi göklere çıkarmak değildir. Bizlerin egolarını havaya çıkarmak ta değildir. Belki yazıyı okurken konuya duygusal bakıp bana katılmayabilirsiniz. Bana katılmasanız da sizlerin nasıl bir dünyada yaşadığımızın farkına varmasını isterim. anrının para olduğu bir dünyadan ne beklenebilir? Kulüp yöneticileri, futbolcular ve kulüpte rütbeli görevleri olanlar zenginlik ve huzur içinde tatillerini yaparken, en lüks otomobillere binerken ve daha pek çok imkan içinde yüzerken bizler ne yapıyoruz?

13


güncel

TKav-ga, gürültü, birbirimizi kırmak ve öldürmek. Üstelik daha trajik olanı ne biliyor musunuz? Bilet alıp maçlara gidenlerin birçoğunun cebinde yol parası bile kalmadığını ve o paraları ne güçlüklerle kazandığını biliyorum. İşte size dünyanın en büyük em-peryalist düzenlerinden bir örnek: Zengin yönetir ve hakimiyetini yücel-tirken fakir parasını verir ve sevinir. Peki geride bıraktıklarımız? O kadar çok örnek var ki… Ben sizlere iki örnek vereceğim. Sokakta bir topluluk düşünün. Ben çıkıp yere çöp atsam kaç kişi uyarır sizce? Malumunuz ülkemiz Avrupa Birliği’ne girme peşinde fakat hala sokaklara tüküren haydutlar ve elindeki çöpü çöp tenekesine atmaktan aciz olan, insan bile demekten utandığım insanlar var. Soruyorum sizlere çevresine duyarlı kaç kişi vardır sizce? Cevaplarınız malum. Peki aynı sokakta Fenerbahçe ya da Galatasaray lehine bırakın bir şeyler söylemeyi (özellikle de bir maç günüyse) karşı takımın formasıyla dolaşsam ne olur? Düşünmek bile istemiyorum. Bakın hiç unutmuyorum, bir gün Kadıköy’de yürürken yerdeki su şişe-

12

lerini toplayarak yürüyen iki kız gördüm. Bir yandan da ‘’şişeleri neden çöpe atmıyorlar ‘’ diye söyleniyorlardı. Adamın biri de kızların yanından geçerken ‘’ başka işiniz gücünüz yok mu sizin ya ‘’ dedi. İşte bu gayet trajik bir durumdur arkadaşlar. Üzerine bir şeyler söylemenin gereksiz olduğu bir durumdur. Ben aktif bir twitter kullanıcısıyım. Twitter da bazen inanılmaz trend topicler (gün içinde en çok konuşulan on başlık) görüyorum. Misal: halifelik geri gelmeli, ana dil Arapça olmalı, Mustafa Kemal Atatürk’ü aşağılayan ve bunlara benzer daha pek çok tweet ve başlık görüyorum. İnsanların tepkisi ise gayet sakin oluyor. Artık alışılmışlıktan mıdır bilinmez fakat ciddi anlamda bir tepkisizlik söz konusu. Keza ülkemizde Atatürk’ü sevmek ve savunmak cesaret işi oldu. Amma ve lakin bu on başlık içinde (twitter kullanıcıları iyi bilir) her gün mutlaka futbol takımlarıyla ilgili atışmalar görmeniz mümkündür. İnanılmaz tepkiler, kavgalar ve daha birçoğu. Yani Türkiye’nin gençliği futbol konuşuyor arkadaşlar. Sadece futbol. Neden mi? Çünkü Türkiye o kadar ferah bir

ülke ki hiçbir sorunumuz yok. Hür bir şekilde yaşıyoruz. Çünkü çok duyarlı bir halkımız var. Çevremizi o kadar temiz tutuyoruz ki Greenpeace Türkiye’yi her yıl kardeş ülke ilan ediyor. Çünkü o kadar gelişmiş bir ülkeyiz ki Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye’den yardım ve destek almak için sıraya giriyor. Çünkü Türkiye o kadar zengin bir ülke ki ailelerimiz muazzam iş şartlarında para kazanıyor ve bizlerin ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. Çünkü cumhuriyetin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün teorileri ve pratiklerine olan saygımızı ve ilgimizi tüm dünya imrenerek izliyor. Çünkü yurttaşlık haklarının ve bölgesel koşulların eşit olduğu bir halkız ki farklı etnik kökenlerden ve mezheplerden yurttaşlarımız kardeşçe yaşıyor. Görüldüğü üzere futbol endüstrisi yakıcı sorunlarımızın önüne perde çekmiş durumda. Fenerbahçe ve Galatasaray maç kazanadursun, bizler de birbirimize olan saygı, sevgi ve duyarlılığımızı hangi maçlarda kaybettiğimizi izleyelim. Yazımı okuma nezaketi gösteren herkese teşekkürler.


KulaktanKulağa...

güncel

Ferhat KARAAĞAÇ

Yan yanaydılar. Sokak lambasının ışığı vuruyordu yüzlerine. Gün doğarken uyandılar. Yatak bölünmüştü yalnızlıktan. * Gözlerini araladı. Uykuya karşıydı güneş. İsyan etmedi bu karşı duruşa. Yataktan kalktı. Yanında uzanmış yığına baktı bir süre. Ne zaman yığılmıştı buraya? Zamanı hatırlamamak ne kötüydü. Zamansız bir yığın yatıyordu yanında. Elini vurdu şöyle bir. Taş gibi bedenden ses yankılandı sokağa. Sokak sesle boğuldu. Sigarasının dumanı Galata’nın üstünden bıraktı damlasını. Yer ıslanmıştı artık. Ses gittikçe bulanıklaştı Kadıköy’e doğru. Duyan kulaktan kulağa oynadı. Oyun başladı. İlk cümle: Susma, sustukça sıra sana gelecek! Birinci kulak: Susma, sıra sana gelmez bir daha! İkinci kulak: Sızma, sıra sana gelmez bir daha! Üçüncü kulak: Sıçma, gelmez bir daha! Gülüşmeleri duydu sonra. Gülüşmeler ne çirkindi. Yalandı. Şarabı yudumladı. Sakallarından akıtarak köpek öldüreni, başladı anlatmaya.

Ben dinleyenlerin yalancısıyım dedi. Ben yalancıların dinleyicisiyim diye sürdürdü konuşmasını... İşin özü şöyle diyordu şarap çanağımız: Şarap ve kadın gelmez bir daha ayağa! Bir dahalar unutulmadı hiçbir zaman. Herkesin bir dahası varmış be abi! Bunu öğrendi o an. -Abi bir sigara versene. -Al oğlum Haydar, sana sigaranın has evladı. Haydar dediyse buraların en delikanlısı. Kulaktan kulağacı! Mesleğiydi bu Haydarın. Kulaktan gerçekleri alıp yalan gibi anlatmak. Ya da tam tersiydi. Kulaktan yalanları alıp gerçek gibi anlatmak. Bir sigara arasında geçmişti hepsi. Gözlerini açtı. Kapadı. Bir daha görmedi Haydar’ı. * Kadın gözlerini araladı sonra. Yanında uzanmış yığına baktı. Ne zaman yığılmıştı buraya?

13


güncel

ÖTEKİ

Kitapsız gençlik, kitapsız aile, kitapsız toplum, vicdansız siyaset, sayısız acı, işlevini yitirmiş kalpler ve geldiğimiz nokta: balçığın içinde çırpınan bir takım öteki. Ali Mert İNAL

Ö

teki olmak öyle kolay değildi eskiden. En azından mevcut ve çoğunlukta olan şeylerin/şeyin dışında olmak gerekirdi. Ancak artık mevcut siyasi otorite süresince ötekinin tanımı da değişti. Yeni tanım şu: Hüküm etmiyorsan, ötekisin. Evet, eski ötekiler de hüküm edecek kudrete sahip olmadıklarından öteki idiler. Ancak bu kez yelpaze genişledi. Bu çıkarımı şu olaydan yapabiliriz; bir ülkede, o ül-

12

kenin rejiminin yıldönümünde o günü kutlamak isteyen insanlara, yine o rejimin polisleri müdahale ediyorsa bu işte bir çelişki, bir terslik olduğu açıktır. İşin ilginci hem kasklı taraf, hem de bayraklı taraf “M. Kemal’in askerleriyiz” diyebilmekte ve durum daha da karışık hale gelmektedir. Aslında durum gayet açık ve nettir. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan ve hükmetmeyen her canlı bir gün biber gazını tadacaktır!

Burada görülen çelişkiyi derinlemesine incelersek sorunun rejimle ilgili olduğu açıktır. Bunu görüp bu zeminde muhalefet eden kesim zaten öteki olmuşken, öteki olan ancak hala kendini ev sahibi hisseden kesim, bu “fiziki” müdahale ile işlerin ayırtına varmıştır. Şimdi geriye kalan şey ne yapmalı, nasıl yapmalı sorularının cevaplanması ve doğru cevap ile harekete geçmektir.


güncel Kuşkusuz var olan ile savaşmak ve onu yıkmak, önce zihinde sonra fiziki dünyada şarttır. Ancak benzer şekilde var olan değerlerin değişmesi (yıkılması) gerektiğini Marx da Nietzsche de söylemekte iken; aforizmaları pay-laşılma rekoru kıran Nietzsche toplumun eşit olmayan (aristokrasi benzeri) bir yöntemle yükseleceğini söylerken, Marx ise hiçbir zümreye imtiyaz tanımayan bir sentez öne sürer. Nitekim düşünceler praksise dönüşmedikçe, dönüştürücü bir etkisi, dolayısıyla faydası görülmeyecektir. Vietnam bağımsızlık savaşında Ho Chi Minh ve yer altında örgütlenen birlikleri

Praksisin önemi kuşkusuz tartışılmaz. Ancak doğru olmayan yöntemle, doğru olmayan örgütlenme ile zamanında atılmayan adımlar, hevesli zihinlerin ve hızlı çarpan kalplerin hayal kırıklığına gömülmesine ve yıllar sonra ortaya bambaşka (piyasacı, düzene eyvallahı olan) karakterlerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu yüzden öncelikle koşulsuz şartsız tüm dogma bilgilere hayır diyebilmeli kendine devrimci diyebilen kişi. Elbet belli bir bilinçte olacak ve bazı kavramlar vazgeçilmezi olacak bu yola baş koymuş kişinin. Ancak teorik ve pratik birikimini artırdıkça ve edindiği kavramların gerçekliği ile hayatta duyumsadığı gerçekleri karşılaştırınca kendi kendine yetmediğini görecek, bazı şeylerin zihninde ve duyum dünyasında yanlış gittiğine adı gibi emin olacaktır.

“Öteki’nin yeni tanım: Hüküm etmiyorsan, ötekisin.”

Bu sürecin kuşkusuz zorlu bir süreç olduğu açıktır. Bu noktada Schopenhauer’a hayatın ızdıraptan başka bir şey olmadığı görüşünde katılmamak elde değil. Zira sürekli bilincini yenileyen kişi, zihnini diyalektik kasırgalar yaratan düşünceler le yorarak eski bilgisini, bilincini ezip geçmek suretiyle 180 derece dönüp yeni bir dünyaya açacaktır gözlerini. Her yeni kavrama yöneliş yeni olgular, olaylar ve yeni bir dünya demek olacağından, yeni ıstıraplara da gebe olması kuvvetle muhtemeldir.

Küba Bağımsızlık Savaşı’nda Fidel Castro ve gerillalar

Uzun Yürüyüş’e katılan köylü birlikleri

13


güncel

Kentsel Dönüşümü ve 3. Köprü Projesini Deşifre Eden, Saraybosna Film Festivali’nden İnsan Hakları Ödülü’yle dönen, Siyad “En İyi Belgesel” Ödüllü Belgesel:

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir

İ

stanbul’u nefes alınamaz hale getiren sistemin ilmek ilmek nasıl örüldüğünü; “Afet Yasası”nın içyüzünü, 2012 içerisinde temeli atılmak istenen 3. Köprü projesinin altında yatan dinamikleri ve olası sonuçlarını gözler önüne seriyor. Ekümenopolis İstanbul’a bütüncül bir yaklaşımı amaçlıyor, değişim kadar, değişimin altındaki dinamikleri de sorguluyor. Bizi yıkılmış gecekondu mahallelerinden gökdelenlerin tepelerine, Marmaray’ın derinliklerinden 3. köprünün güzergahına, gayrimenkul yatırımcılarından kentsel muhalefete, bu uçsuz bucaksız kentte uzun bir yolculuğa çıkartıyor. İlgiyle izlenen filmin DVD’si, Özlem Ölçer tarafından tasarlandı ve geri dönüştürülebilir çevre dostu kağıttan tek tek elle yapıldı. Yönetmen: İmre Azem Dil Seçenekleri: Türkçe (Orijinal), İngilizce (Altyazı)

12


güncel

El Che, Mitoloji Değil Gerçek C

he Guevara... Günümüzde kişiliği, felsefi boyutundan soyutlanıp, içi boş bir idol, bir tüketim ögesi haline getirilmeye çalışılan, ezilen dünyanın, unutmadığı gerçek kahraman. Bu yapımda, gizli arşivlerden çıkan dokümanlarla, Che’nin ölümüne yol açan Bolivya’daki yeraltı günlerinden bilinmeyen görüntüler yer almaktadır. Bolivya hükümeti, beresi tek yıldızlı, gerilla Che’yi her yerde ararken, o bir doktor kılığında, hemen yanı başlarındaydı... Che’nin doğumundan, öldürülmesine kadar tüm dönem: Ailesi, Çocukluğu... Genç Che’nin, Latin Amerika gezisi... Aşkları... Siyasi bilinç kaynakları... Küba devrimi... Afrika serüveni... Bolivya’daki savaşı... Dünyaya bakışı... Bolivya’da Che’nin kemiklerini bulan yer bilimciler... 1965 yılında Cezayir’de yapılan Asya-Afrika Seminerinde, bomba etkisi yapan, Sovyetler Birliği’ndeki yeni bürokrat yönetici sınıfını, hedef alan konuşması... Che’nin, Castro ile ilk fikir ayrılığı: Küba’da kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız bir sanayi kurma düşüncesi... Che’nin, Nasır, Bumedyen ve Mao Zedung gibi tarihe yön veren devrimcilerle ilişkileri... Che’nin, Fidel Castro’ya tarihi mektubu... Che’nin peşindeki CİA ajanı: Felix Ramos... Che’nin yakınındaki dönek, Regis Debray... Che’yi öldüren ve o günden beri korkuyla saklanan çavuş Mario Teran’ın itirafları... Birlikte, gizli tarihe yolculuk. Çeviri: Durmuş Akbulut Yönetmen: Maurice Dugowson Senaryo/Araştırma: Pierre Kalfon Yönetmen: Maurice Dugowson Senaryo/Araştırma: Pierre Kalfon

13


güncel

Hobbes Üzerine

Gün O Gün’dür!

Emile Durkheim, Alfa Yayınları

öneriler

Banu AVAR Remzi Kitabevi

12

Cümleten İyi Yolculuklar Kolektif, Kırmızı Kedi

Saygıdeğer Yolcularımız, Bugüne kadar kalitesi ve güveniyle tercih ettiğiniz, deneyimli ‘Kaptan Şoför’ü, çalışkan muavini ve güler yüzlü personeliyle her zaman hizmetinizde olan Kırmızı Kedi, şimdi de yine sizler için yolculuğunuzda yepyeni ufuklar açacak bir girişime imza atıyor, “Yolculuklar ve Kentler” dizisini başlatıyor. Bu dizinin ilk ürünü olarak da Cümleten İyi Yolculuklar adlı kitabı sefere çıkarıyor.

Bu kitapta, Türkiye tarihinde büyük önem taşıyan son üç yılın notlarından seçmeler bulacaksınız... Türkiye’nin sokulduğu ‘deli gömleği’nde nasıl çırpındığını, iktidarın ve sahte ‘muhalefetin’ aynı gömleğin içinde olduğunu, Amerika’nın ‘Arap Baharı’ ve ‘Kürt Baharı’ harekâtını; Suriye’nin düşmesinin Türkiye’nin düşmesi demek olduğunu ve Türkiye’yi cinnete iteleyenlerin nihai hedeflerinin, onu intihara sürüklemek olduğunu okuyacaksınız...

Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi Max Beer, Kaynak Yayınları

Kitabın MEB tarafından yayımlanması, Atatürk’ün önerisi üzerine gerçekleştirilmişti. Kitaba, elinizdeki baskı dâhil, bugüne kadar yapılan bütün baskılarında yer alan övücü önsözü ise, Cumhuriyetin atılım yıllarının İktisat ve Adliye Bakanı ateşli devrimci Mahmut Esat Bozkurt yazmıştı. M. Beer’in kitabı, insanlığın, İlkçağdan 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan uzun tarihindeki özgürlük, eşitlik, barış ve refah uğruna yürütülen mücadelelerin eksiksiz bir tarihidir.

Marcel Mauss’un, Durkheim’ın 18941895 yılları arasında Bordeaux’da verdiği derste tuttuğu notlar esas alınarak düzenlenmiştir Bu notlar Durkheim’ın gerek felsefeyle olan bağına gerekse bir düşünürü, bir kuramı yahut bir ekolü öğretme şekline dair varsayımlarda bulunmamıza imkân tanıyor. Durkheim’ın, ortaçağın felsefi yapısını kesintiye uğratan ve insan topluluğunun ve şeylerin üstünde, metafizikten arınmış, tamamıyla materyalist bir noktayı benimsemesi sebebiyle Hobbes’u sosyolojinin habercisi olarak niteleyen o sesini duyabiliyoruz. Sağlığında yayımlanmamış bu notlar Durkheim’ın 1890’ların başında nelerle uğraştığını da gün yüzüne çıkarıyor.


güncel

Yapısal Antropoloji

Bi Tur Versene

Claude LeviStrauss, İmge Kitabevi

Oyunname Tilda Tezman, Doğan Kitap

Tilda Tezman’ın yurt dışında izlediği tiyatro oyunlarını anlattığı, yaklaşık yedi yıldır yayınlanan yazılarından oluşturulmuş bir deneme. Eskimeyecek, yıllara yenik düşmeyecek; tersine, geçen zamanla beraber daha da kıymetlenecek bir kitap, çünkü yaşanmış bir yolculuk... Okuyucu, bu kitaptaki yaklaşık 189 yazıyla, perdeyi bir tiyatro salonunda değil; kendisine ayırdığı özel zamanlarda aralamanın ayrıcalığını tadacak.

Bu kitaptan önce antropolog, gözlemlediği nesneyi tarihsel boyutları içinde betimlemekle yetiniyordu. LeviStrauss’un Yapısal Antropoloji’sinden sonra her şey değişti ve antropolojinin toplumsal gerçekliğin yapısal ve karmaşık niteliklerini, hatta insan ilişkilerini bile ortaya koyabileceği kanıtlandı. Antropolojinin bu şekilde kabuk değiştirmesi sosyal bilimlerin bütün dallarını derinden etkiledi. Mesela, etnoloji ile tarihin birbirini nasıl destekleyebileceği anlaşıldı; antropoloji ile dilbilim ve psikoloji arasında yeni bağlantılar kuruldu. En önemlisi, “yapısal yöntem”in geliştirilmesiyle birlikte, akrabalık, toplumsal örgütlenme, din, mitoloji ve sanata bakışımız değişti.

Aydan Çelik, Optimist Yayınları

Sinema Okuryazarlığı Mehmet Arslantepe, Umuttepe Yayınları

Perdede izlenen görüntüler gerçeğin bir bölümünün çerçevelenmiş halidir. Bu çerçeve ise başkalarının yapmış olduğu seçimlerdir. Seyircinin izlediği görüntüler sinema endüstrisinin, yapımevlerinin ve sanatsal çabaların oluşturduğu karmaşık bir süreç sonrasında oluşmaktadır. Bu kitap sinemanın temel tekniklerinden yola çıkarak, sinema tarihinin gelişim süreciyle birlikte bu süreci anlatmaya çalışmaktadır. Görsel bir sanat olan sinemanın kullandığı dil ve dilinin yapı taşlarının üzerinde durulmaktadır. Filmlerin gerçekte neyi anlattıklarını görmek için bazı çözümleme yöntemlerine de girilmiştir. Böylece sinema okuryazarlığı alanında bir yöntem oluşturulmaya çalışılmıştır.

“Entelektüel, tarih meraklısı, kapitalizm karşıtı, çevreci değil tam anlamıyla ekolojist, sporsever, tabii ki en önemlisi yazar ve çizer. Çok yönlü aydınların, eski deyimle ‘ilim-irfan’ sahibi insanların azaldığı bir çağda iyimser bir merakla ortalıkta dolaşan biridir Aydan Çelik. Yine de bunlar onu özgün kılmaya yetmez. Onu farklı kılan şey, tüm bunları hırs, kibir barındırmadan, bilgiyi araçsallaştırmadan, salihane bir merakla okuması, yazması, çizmesi, anlatması.”

Dersu Uzala Vladimir Arsenyev, Alter Yayınları

20. Yüzyıl başlarında, harita çizmekle görevli bir Rus subayı, Rusya’nın uzak doğusundaki ormanlarda avcılık yapan Dersu Uzala ile tanışır. Medeniyetten uzakta kalmış bu bilge adamı rehberlik yapması için yanlarına alır. Çoğu zaman birliğin hayatını bile kurtaran Dersu Uzala, tecrübesi ve önsezisi ile Rus Subayını kendine hayran bırakır. Rus birliği bu bilge adamdan çok şey öğrenecek, onun cesur yüreği ve zekası karşısında hayrete düşecektir.

13


güncel

Dünyanın Her Yeri SahneErkan Yücel Anısı

Hannah Arendt, Metis Yayınları

öneriler

Kolektif, Kibele Yayınları

12

Ölüler James Joyce, Alakarga Yayınları

Yirminci yüzyılın kült yazarlarından James Joyce, gençlik yıllarında kaleme aldığı ilk şiirlerinden sonra, ona ün kazandıran öykülerini yazmıştı. Dünyanın her yerinde edebiyat-severlerin Dublinliler adıyla okuyup sevdiği bu öyküler önemlidir: Joyce bu öykülerde modernizmin Avrupa’daki etkilerini, sanayinin insan ilişkileri üzerindeki baskılarını gözlemler.

“Bu kitapta, sanırım Erkan Yücel için söylenmesi gereken çok şey söyleniyor. Bu yüzden, kitabı derlemiş olmak ve bir sunuş yazısı yazmak fırsatını kullanıp uzun uzun başınızı ağrıtacak değilim. Erkan Yücel, çok sevdiğim, yakın bir arkadaşımdı. 1972-74 yılları arasında genellikle aynı koğuşlarda kaldığımız hapishanede, onun bitmek tükenmek bilmez kısa oyunlarında genellikle figüran roller üstlenerek yardımcı olmaya çalışırdım. “Öfkem Şarlayan” adını verdiğimiz “ukala aydın”ı canlandırdığı zamanlarda karşısındaki bir diğer “ukala aydın”ı oynamak bana düşerdi. Ve ne zaman karşılaşsak -yıllar sonra da- ikimiz de ağzımızı büzüp, yüzümüzü buruşturarak hemen birbirimize “Öfkeeem” ve “Özleeem” diye hitap ediverirdik....” (Gün Zileli’nin Kısa Bir Sunuş’undan)

Pratik Felsefe Yazıları Sinan Özbek, Notos Kitap

Sokrates’ten bu yana felsefenin yöneldiği ana konulardan biri, toplumsal doku ile birey arasındaki gerilimdir. Ötenazi, esnaf ahlakı, asimilasyon, iktidar, namus cinayetleri ve çağımız savaşlarını ele alan Pratik Felsefe Yazıları, günümüz insanının maruz kaldığı ya da bizzat rol üstlendiği olgulara yakından bakıyor: Ötenazi bir hak olarak düşünülebilir mi? Esnaf ahlakının belirleyiciliği etik tartışmada nasıl bir yer tutar? Asimile etmeye çalışan ile asimile olanın tavrı karşılıklı olarak birbirini nasıl etkiler? İktidar neyin üstünü örtmektedir? Namus cinayetleri şiddet kültürünün neresine oturuyor? Savaşların perde arkasında nasıl bir ekonomi-politik var? Pratik Felsefe Yazıları çoğu zaman gözümüzü kaçırdığımız sorunların içinden, felsefe olmaksızın çıkamayacağımızı gösteren bir kitap.

Ülkemizde özellikle totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü siyaset bilimci Hannah Arendt bu kitabında, Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS yetkilisi Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargı sürecini ele alıyor. Arendt, bu duruşmada Yahudilerin çektiği acıların, antisemitizmin ya da ırkçılığın bir anlamda gözardı edildiğini; duruşmanın sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini söyleyen, terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen, savaşın tam ortasında Bratislava’da İçişleri Bakanı’yla bowlinge gittiğinden başka bir şey hatırlamayan bu adamın yaptıklarına indirgendiğini söylüyor.


g端ncel

13


g端ncel

12


g端ncel

13


g端ncel

12


g端ncel

13


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.