Kirpi- Mayıs/Haziran Sayısı

Page 1

Bilim,sanat ve edebiyat dergisi

Sayı: 4 Mayıs-Haziran13

Muhittin Kurt ile

Neşetüzerine Ertaş CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ÜTOPYALARI

Bereket Tanrıçası Demeter’in Kenti:

Yeni edebiyat için ilk çırpınışlar

Nikomedeia

H AYA L

G Ü CÜNÜN

MUTL AK

E F E N D İ S İ:

Edgar Allan Poe



kirpiden KİRPİ Yazılanlar kadar Ortaya konulanlarda önemli. Kim demiş emeğin tükendiğini? Emeği yumruk yapan gücün bilincinde olarak Hiç durmadan üretmektir yaşamak! Her yeni sayısıyla yeniden göz kırpar hayata Dikenleri kalem olan dergi: ‘Kirpi’. Çağın Özbilgi

Merhaba Arkadaşlar, Yepyeni bir sayı ile sizlerle beraberiz. Bu sayımızda ilk olarak Nicomedeia’nın unutulmuş tarihini inceliyoruz . Her toplumun kendine özgü hikayeleri olduğu gibi Nicomedeia’nın da bir kuruluş efsanesi vardır. Nehrin Kahramanları ile nehirler boyunca ilerleyen ve tükenmeyen mitolojiyi, din ve efsanelerinin ortaklıklarını ve benzerliklerini ele aldık. Yeni edebiyatın doğurucuları olan Jön Türkler ile modern edebiyatın şekillenme sürecini, “Nasıl bir cumhuriyet olmalı?” sorusuyla ütopya yazarlığının sönük olduğu bu dönemde, dünden bugüne bizi aydınlatan Cumhuriyet dönemi Türk ütopyalarını sizler için araştırdık. Muhittin Kurt ile bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’tan abdallık ve aşıklık geleneğine uzanan söyleşimizi sizlere sunduk. Sinema dünyasındaki görünmeyen emeğin mücadelesini, set işçilerinin hikayesini, Sine-Sen’den dinledik. Kapitalizmin afaroz ettiği mucit, Nikola Tesla ile çalışmaları hakkında söyleşi yaptık. Kapitalizme ve emperyalizme karşı tam bağımsızlık bayrağını en tepelere çeken 68 gençliğini ve gençlik hareketinin bugüne dair sorunlarını değerlendirdik. Edgar Allan Poe ile düşlere uzanan bir yolculuğa çıktık. Öyküler, şiirler ve denemelerle bu sayımızı beğeninize ve eleştirilerinize sunuyoruz. Yaratıcı emeğin özgürleşmesi, savaşa ve sömürüye karşı bir bilincin; bilim, sanat ve edebiyatın ışığında oluşması dileğiyle keyifli okumalar... *Düzelti: Üçüncü sayımızda yazı başlarında isimlerini sehven yayımlamadığımız yazarlarımızdan özür diliyoruz. Üniversitelerde Mühendislik Eğitimi ve Bilim: Bülent Şen Özgünlükten Yabancılaşmaya Doğru; Arabesk: Emre Şenbabaoğlu Haydi Parti’ye: Nil Dumansızoğlu Bayraklarla Kapanan Gözler, Marşlarla Uyuşturulan Akıllar: Umut Karakoç Trabzon Sanatevi’ne ve Turhan Ezber’e dergimize verdiği destekten dolayı teşekkür ederiz.

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni: Doğan Sevimbike Yazı İşleri Sorumlusu: Doğanay HIZAL Dağıtım ve Koordinasyon: Abdulhamit ACI Tasarım: Deniz ÇERKEZ

Çizerler: Andaç Çağlayan Özlem Çakır Artun Hikmet GACAR

İletişim Bilgileri Merkez: Dünya Bankası 9.ADA A-3 Blok Daire:2 İzmit Kocaeli kirpidergisi@gmail.com facebook/kirpidergisi twitter.com/kirpi_dergisi 0551 702 97 05 0555 428 26 90 0541 453 55 41

Basım Yeri: Öztepe Matbaacılık Büro: Kazım Karabekir Cd. No:31/95 Matbaa: Kazım Karabekir Cd. No:31/107 İskitler /ANKARA 0312 341 12 08 Kapak Görseli: Pawel Kuczynski


içindekiler 26

6

42

30

6

06 Nicomedeia

26

10

Hayal gücünün mutlak efendisi: Edgar Allan Poe

28 Profesyonel Devrimci

13

İki Yüz / Deneme

Emekçileri Sendikası 30 Sinema başkanı Zafer Ayden Röportajı

14

Pier Paolo Pasolini

36

Gönüllülük

Nikola Tesla

20 Eisenstein’ın Sinema Kuramı

40 Grup Vitamin’den İsmail!

24 Geç / Deneme

42

Cumhuriyet Dönemi Türk Ütopyaları


66

50

74

49 Yıldızlar / Deneme

74

Muhittin Kurt Röportajı

50 Yeni Edebiyat

79

Yarı İnsan

58

Nehrin Kahramanları

82

Gökkuşağının Kızılı

62

Gözlemler

85

Dünden Bugüne Kadın

66

68 ve Bugün

88 Üniversite Kongresi

72

Çağdaş Sanatın Neresinde Durmalı

90

Kitap Önerileri


nikomedia

Nikomedeia’nın Onur ŞAHNA

B

ir kent olarak İzmit ilkçağın son çeyreğinde kurulmuştur. İzmit’in de içinde bulunduğu Bithynia1 adı verilen bölge -İzmit öncesi- pek çok kente ve yerleşime ev sahipliği yapmış olmalıdır. Ancak -İzmit öncesi- sözü edilen bu yerleşim merkezlerine yönelik yazılı belgelerin yetersizliği, yeter-

kuruluşu

siz olan bu belgelerin de belirsizliğe ve tutarsızlığa bürünmüş olması, ayrıca sözü geçen döneme yönelik kazıbilimsel araştırmaların neredeyse hiç olmayışı düşüntüye açık bir durum yaratmaktadır. Bu nedenle bu konuya ilişkin söylenen her şey varsayımların ötesine geçememektedir. Bu be-

lirsizliği yenmenin tek yolu arkeolojik araştırmalara yönelmektir. Ancak kesin olan nokta İzmit’in Nikomedeia adıyla kurulmasından önce, tarihsel geçmişi çok eskilere uzanan Astakos2 adlı bir kentin bugünkü Başiskele mevkiinde, İzmit körfezinin güney ucunda kurulduğudur.

1 Bithynia bölgesi en dar kapsamıyla çağdaş Türkiye’nin Kocaeli, Sakarya, Yalova, Bursa, Bilecik illerini içine almaktadır. 2 Astakos: Bugünkü Başiskele mevkiinde Nikomedeia (İzmit) öncesi kent. Yazılı kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla Nikomedeia’nın kurulmasından sonrada küçük bir yerleşim olarak varlığını korumuştur. Ne zaman ve kimlerce kurulmuş olduğu belirsizliğini korumakla birlikte kesin olan -geçmişle ilgili bildiğimiz bilgi yığını (tarih) arasında- Astakos’un Megaralı göçmenlerce kurulmuş bir Helen kolonisi olduğudur. Yerel halka kıyasla görece daha yüksek yerleşik bir uygarlığın temsilcisi olan kent, Nikomedeia’nın içinde barındırdığı nüfusla birlikte Helenleşmesine yol açmıştır.

Mayıs-Haziran13/6


nikomedia İzmit’in kuruluşuna geçmeden önce bölgenin tarihsel coğrafyasından ve demografik yapısından söz etmek gerekir. İzmit bugün olduğu gibi antik dönemde de Akdeniz ikliminden Karadeniz iklimine geçişin gerçekleştiği bir alan üzerindeydi. Kent, Marmara (Propontis) denizinin Anadolu yarımadasına doğru uzanan ve adeta bir boğazı andıran en dar körfezin; Nicomedia (İzmit) körfezinin kuzey ucunda bulunuyordu. Körfez, barındırdığı deniz canlıları ile kentin önemli bir beslenme ve ticaret kaynağıydı. Kent kıyıdan kuzeye doğru uzanan tepelerin yamacında yükseliyordu. Kentin kuzeyinde, Karadeniz (Pontus Euxinos) sahiline dek platolar bulunuyordu. Kentin güneyinde yani körfezin diğer ucunda ise yoğun ve yüksek ağaçlı ormanlar, Samanlı (Arganthonios) dağlarını kaplıyordu. Bu büyük ormanlar günümüze göre çok daha varsıl bitki ve hayvan çeşitliliğine sahipti. Bu varsıl ormanlar antik çağda da yoğun yerleşimlerden ziyade dağ köylerine ve eşkıya yuvalarına ev sahipliği yapmaktaydı. Ayrıca bu ormanlar sayesinde kentin önemli bir gelir kaynağı olan yoğun bir kereste ticareti yapılıyordu. Kentin doğusunda ise körfezin bitimiyle başlayan sulak ve bataklık alanlar Sapanca (Sophon) gölünde sonlanıyor, ardından Bolu’ya dek birbiri üzerine yükselen varsıl ovalar başlıyordu. Bu ovalar iktisadın temelinin tarım olduğu bir çağda kente neredeyse rakipsiz bir varsıllık katıyordu. Körfezin kıyıları ise zeytinlikler, kirazlıklar ve üzüm bağlarıyla doluydu. Kent tüm bunların yanında Asya ile Avrupa arasında önemli bir geçiş nok-

tası olması ve Asya’daki varsıl kaynakların (hammadde ve işlenmiş ürünler, vs.) Avrupa’ya ulaştırıldığı büyük bir liman olması nedeniyle stratejik öneme sahipti. Bu nedenlerledir ki kentin bulunduğu coğrafya tarih boyunca yoğun ve devamlı insan göçlerine sahne olmuş, kentin demografik yapısı sürekli katılımlar ve azalımlar ile değişken bir hal almıştır.

Ancak şunu hemen belirtelim ki kent bugün bulunduğu yerde Nicomedes tarafından kurulurken, bölgenin yerli budunları (kavimleri) Bithynyenile Astakos’dan getirilen Meler3 gara4 kökenli Helenler kentin ilk nüfusunu oluşturmuşlardır. Yerli halk Bithynyenler yerleşik uygarlıklara özgü kent ve kentliliği, M.Ö. 8. yüzyılda bölgeye gelen kolonici Helenler-

den öğrendikleri için Nikomedeia doğal olarak Helen tarzında kurulmuştu. Zaten kentin demografik yapısını Astakos’dan ve Khalkedon’dan (Kadıköy) getirilen Helenler (AthenaAtina- ve Megara kökenli) ile yerli halk Bithynyenler oluşturmuştur. Kentte nüfus bakımından olmasa da mimari ve kültürel açıdan Helenlerin egemen olduğu kesindir. Bu nedenle Nikomedeia tipik bir Helen kenti olarak tarihte vücut bulmuştur.5 Yerli halk Bithynyenler ise Helenlerle kaynaşarak ilerleyen zaman içerisinde büyük ölçüde özgünlüklerini yitirmiş olmalıdırlar. Helenleşme, kültürün hemen hemen tüm alanlarında etkin olmuş olmalıdır. Çünkü Nikomedeia M.Ö. 1. yüzyılda Roma egemenliğine girdiğinde dil, din, gelenek-görenek, söylence dağarcığı ve mimari gibi yönlerden Hellenistik bir tablo çizmektedir.6 Ayrıca Nikomedeialıların kullandığı abecenin (alfabe) Helen (Grek) abecesi olması, yazının yerleşik uygarlıklara özgü kültürün taşınımında kalıcı bir görev üstlenmesi ile Helencenin gelişkin bir dil olması Nikomedeialıların Helenleşmesinde en önemli etkenler olmuştur. I. Nicomedes kente yerleştirdiği Helen nüfusu ile kendi halkını yasalar önünde eşit tutmuş ve böylece kentin demografik dokusunu biçimlendirecek süreci hızlandırmıştır. M.Ö. 260’lı yıllara gelindiğinde Greko-Trak bir özellik taşıyan Bithynia bölgesinin en önde gelen kenti olan Astakos aralıksız savaşlar ve kuşatmalar nedeniyle yok olmanın eşiğine gelmişti. Bir Helen kenti olan Astakos, 5. Bithynia kralı olan I. Nicomedes’e boyun eğerek varlığını koşulsuz teslim etmişti.

3 Bithynyenler: İndo-Germen ırkların Tracia’da yaşayan bir kolu. Bu budunlar M.Ö. XII. yüzyılda ünlü “Deniz Kavimleri Göçü” esnasında bugünkü Kocaeli bölgesine gelerek buradaki Luvi budunuyla karışmışlar ve Bithynia halkını oluşturmuşlardır. 4 Megara: Yunanistan’da Attika yarımadası üzerinde, ünlü Athena (Atina) polisinin batısında bulunan antik Helen kent devleti. 5 Ancak bu noktada hemen belirtmek gerekir ki bu ifadeden kasıt Helenistik öncesi klasik Helen polisi değildir. Çünkü Büyük Alexander’in yarattığı Helenistik uygarlık Anadolu’da yerel halk ve kültürlerle kaynaşmamaya özen gösteren tipik kolonilerini de bu yeni bireşime açmış bulunuyordu. 6 Ancak bu bağlamda belirtmek gerekir ki Bithynia Krallığı ordusu büyük oranda Tracia’lı tarzını korumuştur.

7/Mayıs-Haziran13


nikomedia Kenti yeniden kurmak yerine I. Nicomedes -bu konudaki efsaneyi7 bir yana bırakacak olursak- İzmit körfezinin kuzey ucunda M.Ö. 264’te bugünkü İzmit’i kurmayı yeğledi. Kurduğu bu yeni kente dönemin diğer Helenistik krallıklarında da süre gelen bir geleneği bozmayarak kurucusunun şerefine Nicomedes’in ülkesi anlamına gelen Nikomedeia adını verdi. Astakos’u yeniden yaratmak yerine tam karşısında yeni bir kent olarak Nikomedeia’yı kurmanın belirli nedenleri olmalıdır. Birinci olarak, yıkılmış ve kullanılamaz duruma gelmiş bir kenti yeniden kurmaktansa imar bakımından boş bir alana yeni bir kent kurmanın iktisadi maliyeti daha azdır. İkinci olarak bulunduğu araziyi bugün dahi inceleyecek olsak, Astakos (bugünkü Başiskele) konumu dolayısıyla olasıdır ki sağlıksız bir yerdi. Yakın geçmişe değin var olan sıtma yuvası bataklıklar -beklide daha yoğun oranda- o zamanda bulunuyordu.

Ayrıca bölgenin ikliminden kaynaklanan yüksek nem oranı yaz ve kış aylarını tıpkı bugünkü gibi daha çekilmez kılıyordu. Bugün bile sabahları İzmit’in tepelerinde uyanmak ile kentin körfez kıyısındaki düz kesimlerinde uyanmak arasında büyük bir fark vardır. Yapılar körfezden yükseldikçe insan sağlığı açısından dinçleştirici etkiyi sunan uygunluk artar. Nikomedeia’nın da ilk olarak tepelerde kurulmuş olduğunu ve genellikle tüm Antik dönem boyunca konutların tepelerde ve kentlilerin sadece iş saatlerinde bulunduğu pazarın (agora), kamu yapılarının ve ticarethanelerin ise kıyıya yakın düz bölgelerde bulunduğunu unutmamak gerekir. Coğrafi koşulların zorunluluklarını düşünerek Mısır ve Mezopotamya’yı bir yana bırakacak olursak Antik dönemdeki hemen hemen tüm kentler sağlık ve kolay savunulabilme gerekçeleriyle görece yüksek noktalara yerleştirilmişlerdir. Nikomedeia da bu koşullar düşünülerek İzmit körfezinin kuzey ucundaki kıyıdan başlayarak yükselen tepelerde te-

meli atılarak kurulmuştur. Hiç kuşkusuz I. Nicomedes’in seçtiği bu yeni yer, kurulacak olan Nicomedeia’yı savunulabilme açısından ve sağlık koşulları bakımından eksiksiz kılmasa da en azından Astakos’dan daha üstün kılmıştır. Ancak doğallayın denizin sağladığı ulaşım, ticaret ve beslenme olanakları nedeniyle kent kısa sürede genişleyerek kıyıyla buluşmuş olmalıdır. Hemen belirtmek gerekir ki kent yaşamını bir ölçüde sağlıksız kılan bataklık ve nem gibi öğeler bulunmakla birlikte, belirtildiği gibi Nikomedeia coğrafyasının, ikliminin ve doğal ortamının verdiği sayısız varsıllık nedeniyle yerleşim açısından çok cazip olanaklar sunduğu için Antik dönem insanları buraya yerleşerek kentler kurmayı doğal olarak hiçbir sakınca görmeden yeğlemişlerdir. Kentin ne ölçekte, ne tür bir mimari ile kurulduğunu, ne tür yapılarla donatıldığını, ne çeşitlilikte bir nüfusa sahip olduğunu ve kentte nasıl bir yaşantının sürdüğünü aydınlatmak eldeki veriler ışığında zor bir tarihsel sorunsaldır.

7 Efsaneye göre kral I. Nicomedes ve maiyeti, kâhinlerle birlikte harabeye dönmüş Astakos’un yerine yeni kenti kurmak için tapınak (Poseidon’a adanmış olması olası) önündeki sunakta Tanrılara kurban sundukları sırada bir mucize gerçekleşti. Kurban edilen hayvan sunak üzerinde yakıldığı sırada gökten bir kartal geldi, kurban edilen hayvanın kafasını ateşten kaptı ve aynı anda sunağın yanında bir yılan çıkarak ilerlemeye başladı. Kartal havadan, yılan denizden paylaşamadıkları hayvan uğruna İzmit körfezini geçerek, karşı taraftaki bugünkü İzmit’in bulunduğu dağ yamacına vardılar. Bu olayı kâhinler, Tanrıların, özellikle de Poseidon’un yeni kentin eskisinin yerinde olmamasını ve bu yamaçta kurulmasını istedikleri biçiminde yorumladılar. Böylelik bu olay üzerine M.Ö.264 ya da 262 yılında Nikomedeia (bugünün İzmit’i) kuruldu.

Mayıs-Haziran13/8


nikomedia Yarı göçebe bir kültür dairesine bağlı bulunan Trak kökenli Bithynyenler Bithynia’nın en önemli Helen kolonisi olan Astakos ile yürüttükleri ilişkiler esnasında aşamalı olarak yerleşik Helen kültür ve uygarlığının özelliklerini benimsemeye başlamışlardır.8 Ancak bölgede Helenleşmeyi tırmandıran en önemli gelişme M.Ö.4’üncü yüzyılda Makedonyalı Büyük Alexander’in Pers ülkesi üzerine sefere çıkması ve sağladığı tarihi başarı ile Ön Asya’da büyük bir imparatorluk kurmasıdır. Büyük Alexander’in yaşamıyla oranlı bu kısa süreli devleti, Helenistik kültür dediğimiz bir çeşit Antik batı ve doğu bireşimini (sentezini) yaratmıştır. İşte I. Nicomedes’in kendi Helenistik Bithynia Krallığına, başkent olarak kurduğu Nikomedeia, inşa biçimi, sahip olduğu mimari, barındırdığı nüfus ve kente canlılık veren sanatsal, kültürel, ticari ve toplumsal uğraşılar bakımından Helenistik kültürün ağır bastığı ancak Anadolu’ya özgü eski yerel öğeleri de derinlerinde barındıran bir kent olarak vücut bulmuştur. Ancak kentin bu erken döneminde sahip bulunduğu mimari özellikleri ve bu özelliklerin yapılara nasıl yansıdığına ilişkin ayrıntılı bilgiler arkeolojik verilerin yokluğu nedeniyle mevcut değildir. Bu erken döneme ait belki de bildiğimiz kesinleşmiş tek veri 1995 yılında İngiliz bilim insanı Clive Foss’un İzmit’te, özellikle de Orhan mahallesinde yapmış olduğu çalışmalarla elde edilmiştir. Foss, kentin bu erken dönemine ait izleri eski kent surlarının alt kısımlarında saptayabilmiştir. Bunun dışında söyleyebildiklerimiz Antik dönem yazarlarının yapıtlarında bize aktardığı bilgilerin ve dönemin genel özelliklerine dayanılarak kurgulanan tahminlerin ötesine geçememektedir. Nikomedeia’nın ilk kent planı tarihsel gelişimle oluşmamıştır. Kentin kuruluşu I. Nicomedes’in isteği üzerine synoikismos9 ile gerçekleştirilmiş ki bu kuruluş yöntemi de kentin belirli bir plan dâhilinde inşa edilmesini gerektirmiş olmalıdır. Eğimli arazilerde kurulmuş kentlerin planına topografik yapının etki ettiği ve kentin biçimlenmesinde önemli öl-

çüde yönlendirici olduğu bilinen bir gerçektir. Nikomedeia’nın kent planında da doğa ve kentin yapısal dokusu birbirine uyum sağlamış bir bütün oluşturmuştur. Kent olasılıkla ana caddeler çevresindeki Helenistik kentlere özgü ızgara sisteminin yamaçlı arazilere uygulanmış bir plan örneğine sahipti. Zaten Anadolu’nun batı kıyılarında kurulan ilk Helen kolonilerinde birbirini dik kesen yollara göre hazırlanan yerleşim planlarında konutların ve kamu yapılarının belirli sınırlar içinde kalması tipik bir durumdur. Kentin Helenistik dönem sokak sistemi ile ilgili hiçbir bilgi olmamakla birlikte olasıdır ki başlangıçta Nikomedeia’da da bu uygulama tatbik edilmiş olabilir. Nikomedeia Helenistik bir tarzda, Helen mimarisi ve bu mimarinin gerektirdiği yöntemlerle inşa edilmiştir. Bu nedenle kentin inşasında mermer ağırlıklı taş mimarı egemen olmuştur. Bunun yanında kent kıyıya doğru yayılma eğilimi gösterdikçe kentin düz alana yayılan kısımlarını savunabilmek için -çağın gereği olarak- gelişkin bir sur yapımına girişilmiş olmalıdır. Çünkü zamanla kentin Akropolü durumuna gelen temel kent (bugünkü Orhan Mahallesi) tepede kurulu bulunduğundan coğrafi bir savunulabilirliğe sahipti. Bu nedenle olasılıkla kentin bu ilk kısmı için gelişkin bir sur tahkimatına gereksinilmemiş olsa gerektir. Helenistik dönem Nikomedeia’sının sur duvarları ve savunma sistemi, 1995 yılında yapılan yüzey araştırmaları yardımıyla Clive Foss tarafından ayrıntılı biçimde değerlendirilmiştir. Foss bu incelemesinde Helenistik dönem surlarını tarihlemeye yarayacak somut belge bulamasa da duvar tekniği ve taş işçiliği karşılaştırmaları ile bazı kalıntıları Helenistik döneme tarihlemiştir. Söz konusu bu duvar kalıntıları iyi işçilikli kalker taş bloklardan oluşmaktadır. Nikomedeia tepeler üzerinde kurulduğu için teraslama yöntemi kullanılarak inşa edilmiştir. Bugün dahi açısı büyüdükçe inşaatı güçleştiren eğimli araziler üzerinde yapı oluşturabilmenin tek yolu teraslama yöntemidir. Teraslama iki biçimde uygulanabilir. Birinci yönteme göre, yapı inşa

edilecek alan 90 derecelik bir açı yelpazesinde kazılarak yapı temeli için düz bir satıh elde edilir ve yapı bu alan üzerine kurulur. İkinci yönteme göre ise yapının taban alanı büyüklüğündeki eğimli alan düz bir satıh elde edilinceye dek dolgu malzemesi ile doldurulur. Teraslama yöntemi ile tepeler üzerine oturtulabilen kent, eğimin neden olacağı sel baskınlarından korunabilmek ve eğim boyunca kıyıya akacak olan yağmur sularını denetleyebilmek için tıpkı bugün nasıl gerekiyorsa ciddi bir yeraltı kanal sistemine gereksinmiş olmalıdır. Roma dönemi Nikomedeia’sında varlığı kesin olan ve günümüzde de varlığı saptanan bu büyük çaptaki ve bugünkülere kıyasla hayranlık uyandıran kanalizasyon ağı çok büyük olasılıkla ya bu erken dönemde inşa edilmiş ya da erken dönemdeki kanalizasyonun devamı olmuştur. Bithynia Nicomedeia’sı, teraslama ve kanalizasyon zorunlulukları üzerinde, Helenistik mimari ile bir başkentin gerektirdiği merkezi yapılarla donatılarak yaşamaya başlamıştır. Kent daha kuruluşunda bir başkent olarak vücut bulduğu içindir ki yönetim merkezlerine özgü gelişkinliğe kısa sürede kavuşmuş olmalıdır. Zaten I. Nicomedes, ölen karısı Ditizele’nin anısına kente büyük önem vermiş ve eşi için burada görkemli bir anıt mezar inşa ettirmiştir. I. Nicomedes, kenti görkemli ve etkileyici bir saray, pek çok tapınak, sunak ve kamu yapılarıyla donatmıştır. Ayrıca daha kuruluş aşamasında kent, I. Nicomedes’in davet ettiği pek çok ünlü yontucunun yaptığı eşsiz yontularla süslenmiştir. I. Nicomedes’i temsil eden fildişi bir yontu kentin en önemli yerine törenle dikilmiştir. I. Nicomedes ünlü yontucu Bithynialı Doidalses’e aralarında Zeus Stratios kabartmalı sütunun da bulunduğu yontular yaptırtarak bunları sarayının ve tapınakların süslemesinde kullanmıştır. Ayrıca Boethos, Diodotos ve Menodotos adlı ustaları bayındırlık işlerini yürütmeleri için kente davet etmiştir. Diodotos ve Menodotos’un kentin süslenmesi amacıyla etkileyici bir Herakles yontusu yaptıkları da bilinmektedir.

8 Bunun en çarpıcı örneği I. Nicomedes’in -5. Bithynia’lı kral olarak- atalarının geleneğini sonlandırarak ilk olarak Helence Nicomedes adını almasıdır. Kendisinden önce sırasıyla hüküm süren ataları Dedaldes, Botyras, Bias ve Zipoetes’in adları Bithyncedir. Zaten I. Nicomedes’in çocukluğundan başlayarak aldığı Helen tarzı eğitim ve öğretim bu durumun yalnızca Helence adıyla sınırlı olmadığını gösterir. 9 Synoikismos: Bazı özel gereksinmeleri karşılamak için bir kurucunun ya da bir grubun isteğiyle kurulan kentler.

9/Mayıs-Haziran13


edebiyat

Orhun ÇAKMAK

Hayal Gücünün Mutlak Efendisi

Mayıs-Haziran13/10

Edgar Allan Poe


edebiyat Roberto Bolano: “Hiç kuşku yok ki Edgar Allan Poe’de hepimizi doyuracak malzeme vardır.” Bir kitabevinin sade ışıltısı içinde bakınırken, büyükçe olan gözlerini, kaşlarını çatarak siper etmiş, sağ tarafa taradığı saçlarıyla Kont Drakula misali duran bir adam, kendi karanlık melankolisiyle dikkatinizi çekip bakışlarını zihninize kazıyacaktır. Fotoğraftaki adamın karanlık tebessümü dönemini yansıtırken, aynı şekilde moda edebiyat anlayışı olan romantizmi de eserlerine kazıyıp gerçeklik algısını düşleriyle anlatan bu dahi 19 Ocak 1809 yılında Amerika’nın Boston eyaletinde dünyaya geldi. Yazdığı şiir ve öykülerinde yer yer kendi yaşamından kesitler sundu, kendisini etkileyen parçaları bir bütün olarak sunmaktansa, kimi zaman düşlerini en karanlık yanlarıyla savururken kimi zaman fantastik edebiyatı denedi bazen de ince mizahıyla donattı yazdıklarını. Edgar Allan Poe adındaki bu dahi her şeyden öteye giderek öyle bir imge ve hayal gücü ile kurdu ki yazdıklarını, yaşadığı dönemde pek az kişinin fark edebildiği, tüyleri ürperten kurmacasının ardındaki resital, ardından gelen pek çok kişiyi derinden etkiledi. Fransız sembolist şairleri onun imgeleri kullanış biçiminden etkilendi, Charles Baudelarie ‘E.A Poe Üzerine’ adlı denemesinde ona olan hayranlığını bildirirken, Stephan Mallarme’ye göre o, Baudelarie’den de büyük bir şairdi. Gotik edebiyatın temsilcilerinden H.P Lovecraft ve sinemada bu dili sıkça kullanan Tim Burton’ın da üzerinde olan Poe etkisi yadsınamaz. Hayal gücünün edebiyattaki doruk noktası diye tanımlayabileceğimiz Poe’nin bitmek bilmez hayal gücüyle beraber çağının da en entelektüel zatlarından biri olduğunu savunursak yanlış olmaz. Bir çok öyküsünde fizikten tıp bilimine, kimyadan felsefeye, denizcilikten geometriye ve coğrafyadan mimariye yönelik yoğun bilgisini eserlerinde kusursuzca sergiledi. Kendi dilinin sınırlarını zorladı, yetmedi; yazdıklarının arasına latince başta olmak üzere diğer dillerden kelimeler sıkıştırdı. Klişeleşmiş aktarımlarla romantik akımın yazarlarından ve gotik edebiyatın kurucularından sayılan Poe, bunların dışında Latin Amerikalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in başarıyla kullandığı ‘büyülü gerçekçilik’ akımını da belki de yıllar önce kullanan ilk yazardı; zira kimi kısa öykülerinde olağanüstü olaylar, karakterlerce olağan ve sıradan bir şekilde gerçeklik ölçüsünde yorumlanıp pek önemsenmeyen bir havada işleniyordu. Poe’nin ürettiklerini kavrayabilmek için belki de belleğinin ardındaki perdeyi çekmek gerekir. Hayatının uzunca bir döneminde yoksulca yaşam süren, öz babası tarafından doğumundan bir süre sonra terk edilen, bir yıl sonra da annesini verem

nedeniyle kaybeden Poe, Allan ailesi tarafından evlatlık alındı. Gençlik yıllarında tanıştığı kumar ve içki nedeniyle üvey babası ile çatıştı ve borçları nedeniyle İngiltere’den ülkesine geri döndü. Teyzesinin kızı, 13 yaşında iken evlendiği Virginia’yı da veremden kaybettikten sonra bir dehanın çilesini taşıyarak yaşamayı sürdürdü. Tüm bu kayıplar onun öykü ve şiirlerinde sıkça yer verdiği ‘ölü kadın’ ‘ölünce canlanma’ temalarının alt yapısını oluşturdu. Bu ölçüde, sevilen öyküsü ‘Berenice’ de Burjuva olan Egaeus’un kuzeniyle olan evliliği ve kuzeninin hastalığını anlatırken takıntılı Egaeus’a, hastalanıp gün geçtikte solan Berenice’nin, bembayaz parlayan dişleri varoluşunu yansıtan bir güzellik olarak görünürken bu öyküsündeki şaşırtıcı finalle okurun benliğini kıskıvrak yakalar ve korkunun dokusunu örer. Fakat bu öyküsünde kendi yaşamından bir takım kesitler sunduğu inkar edilmez bir şekilde öykünün benliğindedir. Morella, Kara Kedi, Mumyayla Konuşma, Ligeia ve daha bir çok öyküsünde kusursuz hayal gücüyle, kendi yaşamının düşlerini öykülerinde birleştirip bu temayı işledi. Hikayelerinde kimi zaman karakterinin vefat etmiş olan eşinin hayaleti, yeni eşinin ilacına zehir katarken kimi zamanda kaybettiği eşi, kızının yerine geçerek öyküyü okurla buluşturan karakterin hayatını karartırken kendisinin, “güzel olan şey sadece; güzel, ölü kadındır” diyerek eserlerinde, sevdiğinin tesellisini kendince aradı. Bunların dışında ‘Hans Pfaall Adında Birinin Benzeri Görülmemiş Öyküsü’ adını taşıyan öyküsünde edebiyata bilim kurguyu sokan Poe, dedektif hikayelerindeki eşsiz kurgusu ve detayları satranç oynar gibi adım adım işlemesiyle o zamanlar yazdığı ‘Morg Sokağı Cinayetleri’ öyküsündeki Auguste Dupin karakterinin, Sherlock Holmes’e esin kaynağı olacağını bilmiyordu. Yazdığı öykü ve şiirlerin dönemin yayıncıları tarafından beğenilmemesi hatta iğrenç görülmesi yazdıklarında geri adım atmasını sağlamayan Poe, alışıldık öykü yazma biçiminde kökten bir yanlışlık olduğunu savunuyor, ya tarihin bir savı desteklediğini ya kişiye günün bir olayının telkinde bulunduğunu ya da kendisine göre -ki en iyi sebep bu-, yazar salt anlatısının temelini oluşturmak için çarpıcı olayları bir araya getirmeye koyuluyordur. Özellikle şairlerin, yazdıklarının; coşkunluk ve sezgi ile yazıldığının sanılmasını eleştirir. Edgar Allan Poe ise yazdıklarını his ve sezgiden ziyade bir matematik işleminin kusursuz kararlılığıyla kurmayı yeğler. O sözcükleri seçerken hangi harfin okurda etki bırakacağını, okurun bulunduğu odanın atmosferini nasıl korkuyla dokuyabileceğini tasarlar ve her şeyi uygun hale getirdiğinde yazmaya koyulur.

11/Mayıs-Haziran13


edebiyat

Kendi anlatısının nasıl oluştuğunu, en bilinen eseri ‘Kuzgun’ şiiriyle açıklayan Poe, bu şiiri yazmaya koyulmadan önce bir etkiyi düşünmekle işe koyulduğunu belirtir. Ardından şiirin uzunluğu, alanı(güzellik) ve edasını (üzüntü) belirleyip şiirdeki nakaratın nasıl olması gerektiğini şu şekilde açıklamıştır; ”Nakarat her kıtanın sonunu oluşturacaktı. Böyle bir dizenin güçlü olmak için çın çın öten ve uzatmalı bir vurguya sahip olması gerektiği su götürmezdi: Ve bu değerlendirmeler kaçınılmaz olarak beni en tumturaklı ünlü olarak uzun ‘o’ ve onunla birlikte en kolay üretilebilir ünsüz olarak r’ye götürdü. Nakaratın sesi belirlendikten sonra belirlediğim hüzne en uygun sözcüğü seçmek zorunlu oldu. Böyle bir aramada “Nevermore” sözcüğünü görmezden gelmek olanaksızdı. Aslında kendisini ilk sunan da o oldu.” Yazılarında burjuvanın gösterişli kibarlığı ve dehşetli saplantısıyla alay etti. İnsanların ve hayatın karanlık yönlerini yansıtan bu melankolik dahi, mizah ya da bir maceranın peşine koşulan öykülerindeki karakterlerinde daimi bir şüphe bırakır ve okuMayıs-Haziran13/12

ra öylece etki eder. Hikayeleri ve başta Kuzgun olmak üzere şiirlerinde de derin bir atmosfer yaratıp okurun hikayeyle bütünleşmesini sağlarken dil işçiliğini güçlü tasvirleri ile yarattığı gerilim havasını sağlamlaştırır. Kendi hayal gücünün zaferi okurunun hayal gücünü kısıtlasa da o, okura daha sonra etki edecek bir hayal gücü zenginliği sunar. Kısa süren yaşamında hemen hemen her şeyi yazan Poe yaşadığı dönemde gölgelemişti yazdıklarını. Yoksullukla, içki ve afyonla sürdürdüğü yaşamına kaybettiği insanların ölümüne karşılık ölümün güzellemesini yaratarak cevap verdi. Kendisi hakkında merak edilen eğer biraz daha yaşayabilseydi ortaya neler çıkarabileceğini biz okurları merak ededuralım Charles Baudelarie’nin belirttiği gibi o seslenmişti okurlarına: “Özdeksel şeylere tutkun, açgözlü bir dünyanın ortasında Poe kurtuluşu düşlerde buldu. Amerika’nın havasının kendisini boğmasına rağmen Eureka’nın başlangıcına şunu yazdı; ‘bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inanlara adıyorum!’ O kendi varlığıyla başlı başına bir protestoydu ve protestosunu kendine özgü yollarla ilan etti.”


deneme

Ferhat KARAAĞAÇ

İKİ YÜZ “Bir köpek gibi!” dedi, Sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı. (F. Kafka / Dava) Hırsızlığın yasak olmadığı bir dünya hayal ediyorum. Biliyorum, garipsiyorsunuz. Ne önemi var! Neden diye soruyorsunuz. Hırsız diyorsunuz, çalandır. Bizden bir parça alandır. Peki, tamam diyorum. Öyleyse cezayı kaldıralım yeryüzünden. Neden ceza veriyoruz ki. Neden herkesi cezalandırmıyoruz da sadece belli suçları cezalandırıyoruz. Mesela hırsızlık suç da neden bilmem kaç milyar insan açken benim bilgisayarım başında tok karnımla onların açlığını yazmam suç değil. Kimi kandırıyoruz... Uzman bir yalancı olmayı neden suç kabul etmiyoruz. Bir fiil yalan söylüyoruz. Her anımızla. Sokaklarda bağırarak, evlerimizde ah vah ederek, kendimizden kötü durumda birini görünce birkaç saniye, sadece birkaç saniye, yüzümüzü buruşturarak, üzgün taklidi yaparak... Sonrasında, atacağımız kahkahaya devam ediyoruz ve konuşmaya, en önemlisi yaşamaya devam ediyoruz. Sesler işitiyoruz. Acı bir fren sesi gibi. Aniden. Çarpıcı. Yüreğimiz ağzımızda. Birazdan patlayacak bombanın tedirginliğindeyiz. Savaş yanı başımızda. Ellerinde ağır metal yığınları. O yığınlardan çıkan mermi dedikleri Azrail. Savaş. Ölümler ardı ardına. Bizler, finansmanıyız bu savaşın. Siyasi iktidara rıza vereniz. Onları, tekrar ölsün diye insanlar, biz rahat yaşayalım diye, iktidara getireniz. Hükmetmesini hükmedeniz. Sevgili okuyucu. Bunları yazdım diye kızma bana. Ne yapayım.

İçimdeki dayanılmaz yürüme istediğine karşı koyamıyorum. Seni de bu yürüme istediğime ortak ediyorum. Rızanı aramıyorum. Şimdi elinden bırakabilirsin. Şimdi devamını okumayabilirsin. Ama hayır! Biliyorum sevgili okuyucu sen de dayanılmaz bir biçimde yürüme istediğime ortak olmak istiyorsun. Daha fazla acı çekeyim diye değil. Azıcık da olsa başka acı çekenlerin de olduğunu göstermek için okuyorsun. Ben sesin iç sesin falan değilim! Böyle düşünmeni de istemiyorum. Ama şunu bilmelisin ben de yalan söylüyorum. Vicdan denen şeyin tam da yalanın kendisi olduğunu düşünüyorum. İki yüzlü bir yalan. Kimi zaman dilenen bir adama bir lira vererek gösteriyor bu kendini. Bazı anlarda birine yardım elini uzatarak. Ağır vicdani yükten kurtulmaya çalışmanın çeşitli yolları. Her birimizin her bir anı bunlarla dolu. Bir gülümseme dahi. Çelişkiler içindeyiz hepimiz. Çelişkiler biraz da bizi ayakta tutan. Onları göz ardı etme halimiz, yok sayma durumumuz. Küçük iyiliklerle unutma, bilincin en dibine hapsetme güdümüz. Çözüm ne peki! Sormak istediğin soru da buydu değil mi... Çözümü bilmiyorum. Eğer gerçekten bilseydim. Yaşayamazdım. Şu ana kadar yaşadıysam iyi bir yalancıyım. İki yüzlüyüm! Bir yandan ölümlere ağlayan bir yandan da gülenim. Öyle ya! yaşam devam ediyor... -muş!

13 /Mayıs-Haziran13


pier paolo

Küllerin Şairi, Roman Yazarı, Yönetmen

PIER PAOLO PASOLINI Bu yazı kendisine “Küllerin şairi” diyen, fakat yönetmen olarak tanınan Pier Paolo Pasolini hakkında olacak. Pasolini, her ne kadar yönetmen kimliğiyle tanınmış olsa da o aynı zamanda şair, romancı, gazeteci ve ressam… Büşra SATICI

E

Mayıs-Haziran13/14

llili yaşlarında hala gerçek failleri bulunamayan bir cinayete kurban giden bu dolu insan, erken sayılabilecek bir yaşta ölmüş olmasına rağmen bizlere önemli eserler bırakmayı başarmıştır. İlk önce öğretmen annesinin yönlendirmesiyle şiir, daha sonra roman yazmaya başlayan Pasolini, romanın ardından sinemaya başlamış ve bu geçişin nedenini de şu şekilde anlatmıştır: “Bu şeyleri şiirsel olmayan bir üslupla anlattım size, beni bir şairi okur gibi okumamanız için… Hayatın, kendi eyleminin dili, sonsuzca daha çarpıcıdır.”


pier paolo Pasolini, “Öyleyse, film yapmak şair olmaktır.” demiştir. Yani bizler şiirden romana, daha sonra sinemaya geçtiğini söylerken aslında o geçiş yapmamış; adeta şiirle sinemanın birleşiminden güzel bir yol oluşturmuş ve o yolda ilerlemiştir. Kendisine yöneltilen “Siz hem bir sinemacı ve hem de bir şairsiniz. Bu iki rol arasında bir ilişki var mıdır?” sorusuna verdiği cevap da bu konuya büyük bir açıklık kazandırır: “Aralarında derin bir birlik vardır… Beni ilgilendirmesi bakımından, bu iki şey arasında gerçekten derin bir birlik vardır. İki dilli bir yazar olmam gibi bir şey bu.” Pasolini, sinema hayatına 38 yaşında başlamış. 1960 yılında senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı ilk filmi olan Accattone(Dilenci)’yi çekmiştir. Bu filmde Roma varoşlarını dolduran, yoksul, yoksun ve dışlanmış insanların dünyasına cüretkâr bir şekilde ayna tutar. Selahattin Yıldırım’ın Agora Kitaplığı’ndan çıkan Pier Paolo Pasolini kitabında Yıldırım, bu filmi şöyle niteler: “Pasolini bu ‘tatsız’ gerçekliği, onu yansıtabilecek bir sinema dili yaratarak ortaya serer.”

Accattone filmi, tatsız bir gerçeği göstermesi dışında yönetmeni açısından farklı bir öneme de sahiptir. Pasolini, filminde gösterdiği varoşlarda annesiyle birlikte uzun süre yaşamıştır. Belki de bu ‘tatsız’ gerçekliğin içinde bizzat bulunduğu için ilk filminde bunu konu edinmiştir.

Pasolini’nin filmografisine genel olarak baktığımızda ismiyle bile en dikkat çeken filmAziz Matyas’a Göre İncil. Hele ki Decameron, Canterbury Öyküleri ve Bin Bir Gece Masalları filmlerinden oluşan “Hayat Üçlemesi”nin içeriğini biraz duyup, okuyunca gerçekten de Aziz Matyas’a Göre İncil ilgi çekiyor. Bu film izlendiğinde İsa’nın hayatını konu edinen bir belgesel tadı veriyor. Fakat tabi ki de film bundan daha fazlasını içeriyor.Film, 1964 yılında Venedik Film Festivali’nde sunulmuş ve Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştür. Aynı zamanda Katoliklerin tepkilerine rağmen Uluslararası Katolik Sinema Ofisi Ödülü kazanmıştır. Aslında burada dikkatimizi çeken ödüllerin kazanılması yanında, Katoliklerin filme olan tepkileri. Bazı Katolikler filme tepki göstermişler çünkü bu filmdeki İsa bilinenden biraz farklı. Pasolini’ye göre İsa yoksulların yanında, egemenlerin, iktidar sahiplerinin karşısında dikçe duran, çekinmeden konuşan, iyiye ve güzele doğru yürüyen bir öncüdür. Pasolini’nin anladığı anlamda o bir Marksist devrimcidir. Pasolini, inanan biri olmamasına rağmen bu filmi yapmasının nedenini ise şöyle açıklıyor: “Ne teolojik, ne de ideolojik bir film yapmak istiyorum. Çünkü ben inanan biri değilim. İsa’nın tanrının oğlu olduğuna da inanmıyorum. Ancak İsa’nın ilahi, kusursuz, insani değerleri yüksek olan ideal bir insan olduğunu düşünüyorum.” Peki, bu filmin farklı olduğunu söylerken neden “Hayat Üçlemesi”nden bahsettim? Çünkü “Hayat Üçlemesi”ndeki filmlerde erotik sahnelerin hâkimiyeti çok fazla. Bu yüzden de bu filmler çok fazla eleştiri almış ve yoğun sansüre uğramıştır. Pasolini’nin bir yanda erotik sahneleri yüzünden eleştiri almış filmleri varken diğer yandan da (her ne kadar farklı dinlerdeki İsa figürüne tamamen benzemese de) İsa’yı konu edinen filmlerinin olması da onun ne denli önemli bir yönetmen olduğunun göstergesi sayılabilir.

Pier Paolo Pasolini’yi anlatan, tanıtan birçok kitap olmasına rağmen onu en güzel tanıtan Ben Kimim? Küllerin Şairi kitabı. Pasolini’nin sözü ile başlangıç yaptığım bu yazıyı bahsettiğim bu şiir kitabının bir bölümü ile bitirmek istiyorum. “Ben revaklarla dolu bu kentte 1922’de doğmuş biriyim… Ağlarım hala, düşündüğümde her defasında Kardeşim Guido hakkında, Diğer komünist partizanlarca öldürülen partizan… Şiire gelince ona yedi yaşında başladım…” Pier Paolo Pasolini, Selahattin Yıldırım, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2012).

15 /Mayıs-Haziran13


öykü

Eşref YENER

KORKULUK ‘’Kalmadı yarına ümit Kırıldı cümlesi gecede…’’ İniltileri bile yoktu artık. Kendisi yoktu ki iniltileri olsun. Acıma duygusu uyandırıyordu ilk bakışta ama yaklaşmıyordu kimse yanına. Ders çıkartıyorlardı görenler, hatta kendilerini şanslı bile sayıyorlardı böylesi bir tanıklık için. O yoklukta, varlığını kalın çizgilerle kabul ettiren tek gerçek yastıktı. Kılıfında, yeşil bir ağacın göğe sokulduğu ve tek vücuda büründüğü yastık… Manidar bir bakış ve biraz tereddütten sonra avucunda sıkmakta olduğu yastık kılıfını sanki bir şeylerden kaçıyormuşçasına çamaşır sepetine fırlattı. Üzerindekilerin ne kadar pis olduğunu fark etmesiyle -sanki çok da umursuyormuş gibi- soyunması bir oldu. Sonra da sepete isabet ettirmeye çalışarak fırlattı. Pencereyi sonuna kadar açtı ve kaldı bir süre öylece. İçerideki leş kokunun farkında değildi, umurunda da değildi. Aslında hiçbir şey umurunda değildi, nedenleri nasılları sorgulamayı bırakalı kaç asır olmuştu kim bilir. Asır diMayıs-Haziran13/16

yordum çünkü doğulu bir çocuğun yüz hatlarıydı gördüğüm. Ve gördüğüm beni biraz korkutan ama derinden bir saygı uyandıran bakışlardı. Onu uzaktan izleyen birisi pencerenin önündeki bu hareketsizliğinin hoşuna gittiğini bile sezinleyebilirdi. Kendisini bir korkuluğa benzetiyordu. Bu benzetmeyi ne seviyor ne de nefret ediyordu, doğru buluyordu sadece. Sol elini doğuya sağ elini batıya açmış, gözlerini kapatmıştı çoktan. Ne ara kapanmıştı gözleri bilmiyordu ama kapalıydı işte. Mırıldanmaya başladı. Kalsam dedi ortasında Asya’yla Avrupa’nın/ güneşin ortasında kalsam/ her şeyin ortasında kalakalsam öylece./ akıp giderken kırmızısı moru / Kalsam bir ben durağan. Ve kendisini Akdeniz’in sıcak sularına doğru bıraktı… Aslında hem kuru ayaz hem de içinde bulunduğu ruhsal durum göz önüne alındığında Karadeniz’i seçmesi gerekirdi ama o yine de Akdeniz’i seçmişti. Seçimde denilemezdi aslında bu kendisinin bile farkında olmadığı varoluşsal bir eğilimdi sadece. Kendini bıraktığı boşlukta şehirlerin birinde yahut

her birinde bir kaldırım olup yürürken buldu kendini. Bir kaldırım nasıl yürürse öyle işte. Bir kadın geçiyordu kedisiyle her gün aynı saatte ve o, topuk seslerini bekleyerek bir ihtiyarla dertleşiyordu her gece bir intiharla belki de. Umursamaz bir ifade kaplamıştı yüzünü. Hatta nasıl oluyordu bilmiyorum ama bu ifade saçlarının savruluşunda bile açıkça belli ediyordu kendisini… Boşluk denize karıştı. Yavaşladı ama düşmeye devam etti. Bir kadının yahut her kadının topuk sesleri kulağında… Ama o bir korkuluktu dayanmalıydı. Beklemek ile beklemek arasında geçen süredeydi. Sanki o serin sulara, dipteki dipsizliğe ne kadar dayanırsa ruhu da o kadar arınacaktı. Bunca hissizliğine rağmen derinlerde bir yerlerde hissedebiliyordu bunu. Bu insanın doğruluğundan emin olduğu ama açıklayamadığı bir durumdu. Hisleri doğruları olmuştu ve bundan rahatsızlık duymuyordu artık. Uzunca bir süre bu korkuluk oyununa devam etti. Ne bunun bir oyun olduğunun ne de ne kadar zamandır orada asılı kaldığının farkında değildi.


öykü Aslında farkındalıkta gizliydi her şey ve hiçbir şey dedikleri… Bir tutamak sorunuydu birazda bu. Evet, evet bir tutamağı olmalıydı herkesin... Tutamak!! Bu sözü hatırlar gibi oldu, bildiği eski bir şarkının adıydı belki de! Ve birden içinde güçlü bir duş alma isteği belirdi. Kollarını hiçliğin uzun uzadıya okunuşu saydığı gövdesine sardı, bıraktı. Uzun koridoru ayaklarını sürüyerek yavaş adımlarla geçti. Banyoya geldiğinde beş on saniye kadar aynada çıplak vücudunu izledi. Normalde insanın yaratılışı, geçirdiği evreler ya da cinsellik üzerine derin düşüncelere dalabilirdi ama o bir an önce yenilenmek istiyordu. Yenilenmek için seçtiği suyun bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu düşündü; neredeyse dünyayla yaşıttı ve hala aynı berraklığını korumaktaydı. Bu düşünceye sahip olması yüzüne yansımasa da bir memnuniyet uyandırmıştı ama aynada vücudunu tekrar görmesinin verdiği tiksintiyle hızla aynadan uzaklaştı. Kendisini korkuluğa benzetmesi boşuna değildi aslında. Dikkatli bakıldığında görülebilen bir kamburu vardı ve korkuluğun dik gövdesi düşünüldüğünde bu iyimser bir benzetme bile sayılabilirdi. Suyun sıcaklığını ayarlamak için epey küfür ettikten ve zaman harcadıktan sonra başardı sonunda!

Yenileniş akın ediyordu her bir zerresi-

ne. İnanılmaz bir huzur hissediyordu ve sırf şu an için bile kendisini mutlu sayabilirdi. Hafif bir tebessüm ve farkındalıkla her şeyin başı su demeyi de ihmal etmedi. O anda orada bir şey eksikti, fark etmesi uzun sürmedi. Banyonun uzak köşesinde annesinden kalan bir kasetçalar vardı. Gerçi cd de çalıyordu ama bu adı ona daha çok yakıştırıyordu. O kasetçalara baktıkça kendisini eski kafalı hissediyor; böyle hissettikçe de keyifleniyordu. Hızlı adımlarla kasetçaların düğmesine bastı ve aynı adımlarla suyun altındaki yerini aldı. Aynanın önünde olduğu gibi yine derin düşüncelere dalmak yerine kendisini klasik müziğe teslim etti. Bugün farklı hissediyordu. Belki de diğer sıradan günlerden birisiydi. Duyumsayamıyordu bunu tam olarak. Kendini bazı düşüncelerden kaçarken buldu. Belki biraz zorlasa bulacaktı da neden kaçtığını ama ne gerek vardı ki. Sadece bir ara ‘’yaşamak yani ağır bastığından…’’ dizesi geldi aklına ama pek düşünmedi bu söz üzerine de. Nereden geldiği belirsiz düşüncelerden birisiydi işte. Tahmin edilebileceği üzere epeyce o duşta, zamanın içindeki zamansızlıkta kalmayı yeğledi. Duştan çıkarken kasetçaları kapatmak yerine sesini biraz daha açtı. En son ne zaman bornoz kullandığını hatırlamaya çalıştı, üşenip bıraktı hesaplamayı. Aslında onun için en kötüsü yalnızlığa giderek alışmasıydı. Ve biraz önce aklına gelen ama pek üzerinde durmadığı o bir dize sessizce seriveriyordu bütün gerçekliği ayaklarının önüne. Banyonun kapısını kapatmadı çıkarken. Halının kirliliğine aldırmadan yürüdü koridorda. Herhalde düşüneceği son şeylerden birisi olmalıydı bu. Belki de en sonuncusu. Bir anlık duraksamadan sonra açtı odasının kapısını. Gördüğü manzara, duşta biraz daha kendisine gelen zihninin eşliğiyle midesini bulandırdı. Hızlıca eline gelen ilk iç çamaşırını aldıktan sonra kapısını çarparak odayı terk etti. O çarpma

anında zihninde neler uçuşmadı ki. Buruşturulmuş kâğıtlar, olanca kirli çamaşırlar, kuyular, yırtılmış resimler, sigara izmaritleri, aynalar, boş şişeler, mumlar, ağıtlar, ölü çocuklar (çocuklar hep ölüyordu), cam kırıkları, umut ile mutluluk da vardı, katlanıp koyulmuş bir köşede… Ama sadece üstünlüklerini hissettirmek için oradaydılar sanki. Bütün bu odadakiler ne zamandan beri oradaydı? Perdeler kapandığından beri mi yoksa dünya yaratılmadan önce mi? Bir ara bu odayı kilitleyip, anahtarı da olanca gücüyle dışarıya fırlatma isteği duyduysa da sonradan çilingir çağırmak zahmetiyle uğraşmamak için bundan vazgeçti. Bugün farklı hissediyordu. Belki de diğer sıradan günlerden birisiydi. Duyumsayamıyordu bunu tam olarak… İç çamaşırını koridorda yürürken aceleyle geçirdi bacaklarının arasından. Aslında acelesi yoktu sadece biraz önceki görüntünün etkisinden sıyrılamamıştı hala. Sonra niye bu çamaşırı giydiğini düşündü. ‘’Eskiden kalma üzerine çok düşünülmemiş bir alışkanlık’’ diye geçirdi içinden. Mutfağa giderken uzun koridor boyunca banyodan gelen müzikle biraz da olsa sakinleşti. Koridorun sonunda asılı olan saate baktı. Biraz geç kalacaktı işe ama o kadar önemi yoktu. Mesai arkadaşları idare ederlerdi herhalde, açıkçası kimsenin onu umursadığı da söylenemezdi zaten. Su ısıtıcının düğmesine bastı. İçinde bir ya da iki fincanlık su vardı, biliyordu. O kadar savrukluğunun içinde bu tutumu sadece bir takıntıdan ibaretti o kadar. Gözü duvardaki yazılara kaydı. Kendi çirkin el yazısıydı bu nerede görse hemen tanırdı. ‘’Oysa ölmek en kolayıydı azizim’’ sözü dikkatini çekmişti ilk olarak. Daha sonra ‘’ bir sincap gibi mesela, /yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, /yani bütün işin gücün yaşamak olacak.’’ dizelerini okurken buldu kendini.

17 /Mayıs-Haziran13


öykü Bu şiiri çok seviyor olmalıydı, başköşedeydi. Bunun gibi insanın ruhuna umut tohumları eken birçok yazı vardı duvarda. Kendi yazdığı şiirler de vardı aralarında. Biraz uğraşılsa bir şeylere benzeyebilirlerdi belki. -Ama o şiiri rahatlamak için yazıyordu, gerisi pek de umurunda değildi. Muhtemelen, kendisini nispeten bugünden daha iyi hissettiği günlerde yazmış olmalıydı duvardakileri. Su ısıtıcısının sesiyle irkildi ve daldığı deryadan çabucak çıktı. Ayağa kalkıp pencereyi hafif araladı, kahvesini hazırladı. Bol krema seviyordu ama bugün bol kahve içiyordu. Belki de her sabah bol kahve içiyordu. Bir koşu banyodan müziğin sesini iyice açıp geldi. Kim rahatsız olabilir ki böyle bir müzikten diye düşündü. İstediği zamanlardaki azmine kendisi bile şaşırıyordu bazen. Hiç mi üşenmemişti o koca koridoru kat etmeyi. Duştan, pencereden, bol kahveden ve müzikten gelen uçucu bahar esintisini bütün uzuvlarında uzun uzadıya hissetti. Bir dize geldi aklına. Zaten şiir yazmaya hep böyle başlardı; o dizeyi unutmamak için hemen eline geçen ilk kâğıda yazar, sonra da kaptırırdı kendisini. Biraz durduktan sonra yine o kendisinden beklenmeyecek azmi göstererek salondan daktilosunu getirip masasının üzerine özenle yerleştirdi. Bu hareketi yazmaya başladığı ilk dizeleriyle açıklığa kavuştu. ‘’Şu şiiri şuracıkta yazsam daktiloya/ daha mı sinerdi kokusu gökyüzüne/ …’’ Bazı anlamlara gelemeyen sözcükleriyle, pencere ve denizlerin bir olduğu sözlüğünde sisler bulvarı ayaklandı, küllerini dağıtmaya bir ormanın. ‘’Yaşadığın yeri görmek istiyorum” dedi kadın. Cılız bir yağmur yağıyordu geceye. ‘’Sende beni aşka süren bir yüz var’’ dedi adam. Olmayan bir eli alıkoyan bir elde yani eşiğin yanılsamasında. Sonra mı? Kadın kırmızı bir konağa doğru gitti topuk sesleri azalmadı ardından nedendir. Konaksa yandı çoktan Kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak. Mayıs-Haziran13/18

Sonra mı? Bulduğu Karanlığa yapıştı, bir kapı karanlığına, bir duvar karanlığına, bir yok oluş karanlığına. Ne yana dönse kendisine çarptı. Sonra dondu duvarlar ve külleri üstüne savruldu. Uçurum pencereleri çarptı ansızın. Rüzgâr boşluğu bırakıyordu yaprağın avuçlarına, ıssızlığın çığlığından geçti, korkunun isi bulaşmıştı kemik mezarlığına çoktan. Aradığı soruları unuttu ve kapattı perdeleri asırlar önce… Kendi içindeki sorgulamaları ve şiirini tamamladıktan sonra hole doğru ilerlerken iş yerinde diğerlerine göre nispeten daha yakın olduğu Ali’yi aradı. Söyleyeceklerini kısa bir duraksama anında kafasında toparlayarak, bir çırpıda, ona soru sorma fırsatı bırakmadan söyledikten sonra hızlıca kapattı telefonu. Niye aramıştı ki onu, ne gerek vardı diye söylendi kendi kendine. Bir daha görecekti sanki onları. Duvardaki asılı şiirlerine bakılırsa şiirlerini buraya yapıştırıyor olmalıydı. Ama bugün dış kapının yanındaki ayakkabılığa bıraktı kâğıdı. Ne zamandır orada duran zarfın yanına. Kâğıt yere düştü. Ayakkabılığın altına girse de bir kısmı şiirin, hâlâ gözükebilen dizeler vardı ortada. Bugün farklı hissediyordu. Belki de diğer sıradan günlerden birisiydi. Duyumsayamıyordu bunu tam olarak. Koridor boyunca halının hala geçmemiş olan ıslaklığını gövdesinde hissederek, kulağında ortaçağdan kalma topuk sesleriyle, telaşla odasına doğru ilerledi. Yüzünde gece treni ile tarihlerinden kaçan göçebelerin karmaşıklığı... Bir sona ya da bir başlangıca hazırlanır gibiydi. Sanki haberini duymuştu, kurtarılmış ya da ölmüş bir dünyanın. Salondaki başka bir yazı sesini yükseltiyordu. ‘’haklısınız albayım, fakat Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki

gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Konağımda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım. Kelimeler.. Kelimeler albayım. Bazı anlamlara gelmiyor.’’ Kasetçalardaki müzik sesini daha da yükseltiyordu… Şiiri yıllar sonra bir kadın okudu. Her kadın okudu. Düştüğü tozlu yerde görülebilen kısmı ise şöyleydi: ‘‘… … uğultularımın dile gelme eksi birindeyim bir gemideyim bir gemide korkuluğum ben bir çınarın eskimeyen eskiyişi gibi kimsenin aldırdığı yoktu dalardım pruvada uzaklara öylece ölürdüm orada açsam ağzımı bir kez dışarı çıkacak sanırdım bütün çığlığım sayrılıklı çehremi çizgili bir hüzün hırpalardı korkunç bi boşluk geliverirdi ansızın gelen ve uzun uzadıya hırpalayan boşluk denize karıştı, kuyuda ağırlaşan sözcükler gibi baktım gölgemde gidiyordu ardı sıra artan yaprakları gibi göğün! kimsenin aldırdığı yoktu …’’


siir .

SEDA “Bir bahar akşamında, Sevinç bulmuş, vücudunu sedada. Umut kanatlanmış parmaklarında. Böylece uçmuş keder yokluğa, Her dokunuşunda doğaya. Ve ahenkle göğe yükselen, Zarif bir servi misali, Gölge olmuş, taze bir serinlik, Tatlı bir tebessüm, Ferahlık olmuş, Yamacında, kıyısında duranlara. O daha tohumken uykuda, Huzur sinmiş Mayıs’a. Doğarak merhaba dediğinde Dünya’ya, Neşe filizlenmiş toprakta. Huzuru kucaklayarak sonra, Günleri, ayları, yılları takıp peşi sıra, Büyümüş rüyalarda. Ve yükselmiş sedasıyla, Her gün semada.” 30 Nisan 2013 Onur ŞAHNA

19 /Mayıs-Haziran13


sinema

eisenstein’ın sinema kuramı Sercan EROL

Mayıs-Haziran13/20


sinema

E

isenstein, 23 Ocak 1898’de Riga’da doğdu. Varlıklı bir Alman inşaat mühendisi babanın ve Rus bir annenin oğluydu. Ailesiyle gittiği Paris’te, 1906 yılında sinemayla tanıştı. 1908’de Riga’da Fransızca ve İngilizce eğitim veren bir okula girdi. Daha sonra Petersburg’a giderek Mühendislik Okulu’na yazıldı. Güzel Sanatlara olan eğilimi yüzünden buradan ayrılarak, Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. 1917’de başlayan Sovyet Devrimiyle birlikte Kızıl Ordu’ya katıldı. 1920’de Proletkult Tiyatrosu’na dekorcu olarak girdi. 1923 yılında Glumov’un Günlüğü adlı ilk kısa filmiyle sinemaya adım atmış oldu. Devrimci sanatıyla geleneksel burjuva sanatının yerini almak istiyordu. Geliştirdiği sinema görüşleri, Arnhaim ve Munsterberg’ten daha zengin ve karmaşıktı. Felsefeyle iç içe bir sinema kuramı geliştirdi. Film yapması dışında, çok okuyan ve çok araştıran bir kuramcıydı. Dört dil bilen Eisenstein, farklı kaynakları özümsemiş ve kendine deneyim edinerek, kendi kuramını oluşturmuştur. Eline geçen her makaleyi okumuş, kendiside birçok makaleye ve kitaba imzasını atmıştır. Teorilerini Marksist görüşler etrafında toplamıştır. Fakat bir tek düşünceyi ele alıp onu geliştiren bir kuramcı olmamıştır. Onun yazıları sosyolojik, ekonomik, sanatsal ve daha birçok açıdan inşa edilmiştir. Yazılarında ve filmlerinde birbirini tutmayan birçok etmen vardır. Bu onu anlamayı zorlaştıran bir nedendir. Okuduğu birçok yazıdan sonra asıl işinin sinema olduğuna karar vermiştir.

“Felsefeyle iç içe bir sinema kuramı geliştirdi. Film yapması dışında, çok okuyan ve çok araştıran bir kuramcıydı.”

Eisenstein, sanata emek verdiği ilk yıllarından itibaren faaliyetlerinin bir inşa etme eylemi olduğunu düşünmüştür. Döneminde tiyatroda, sinemada bununla alakalı problemlerde yaşamıştır. Işık, kostüm, dekor, renk gibi etmenlerde izleyicide kafa karışıklığına neden olmuştur. Fakat bunları, ayrıştırarak kullandığı her şeyi kullanışlı birimlere dönüştürmüştür. Sinema yıllarının başlarından itibaren filmin en küçük biriminin çekim olduğuna inanmıştır. Ona göre her bir çekim bir atraksiyondur. Sinemanın bir müzik eseri gibi alçalıp yükselmesi, uyumlu bir ezgiye sahip olmasını istemektedir. Sinema yıllarının başında uzun çekimlere eleştiri getirmiştir. İzleyicinin dikkatini bozan bir şey olarak görmüştür. Yönetmeni bir ressam,

heykeltıraş, besteci ile aynı noktaya getirmek ister. Filmi sadece çekim sonrası oluşturmak için yapılan bir eser olarak görmez. Filmde izleyicileri bir temanın kabullenişine yönlendirmek için çekimleri ardı ardına bağlamak yerine, bir çatışma yaratır. Olayla işbirliği yapan, olaya kafa yoran bir seyirci istemektedir. İki fikrin çatışması olmadan, bir işaret dilinin yaratılamayacağını düşünür. Zihnin farklı atraksiyonlarını görerek, birleşik bir duyum yaratmaya zorlar. Bu, izleyici üzerinde psikolojik bir etki yaratmasını sağlar.

Marx ve Lenin’in söylemlerini göz önüne alırsak, o dönem sanat da diğer işler gibi bir iştir. Eisenstein da bu görüşte olup sanatın bir makine olarak görünümü ve sanatı bir araç olarak kullanmak için mücadele etmiştir. Eisenstein farklı çatışma türlerinin bir listesini yapar: grafik yönü, dereceleme, hacim, kütle, derinlik, karanlık, parlaklık, odaksal derinlik vb. Bunların hepsi dikkat edilirse, çekimle alakalı bir çatışma yaratmak amaçlıdır. Ona göre, tüm bunların sonunda film kurguda anlamını bulur. Kurguda, gelen anlamda, filmde sürekli bir ritim, ahenk olmasına bağlıdır. Yaratıcı güç burada başlar. Eisenstein, kurgu ile alakalı bütün çalışmalarını kariyerinin ilk yıllarında yapmasına karşın, bu konuya olan ilgisi yaşamı boyunca sürmüştür. Özellikle yeni teknolojilerle birlikte daha çabuk sonuçlar elde etmiştir. Kurgu konusunda geliştirdiği teoriler, Arnhaim’e göre daha özgündür. Sesin ortaya çıkışı ile birlikte kendi kuramına kattığı farklı anti-realist unsurlarda olmuştur. Eisenstein’ın kurgu kuramı onu, 20’li yılların Gestalt psikolojisini belirleyen Arnheim’den ayıran önemli bir göstergedir. Eisenstein’ın Pavlov ile olan bağı, onu Arnheim’den uzaklaştırmak için yeterlidir. Gestalt psikolojisi ”alan” ve “bütün” üzerinde yoğunlaşırken, Pavlov bireysel dürtüyle ilgilenmektedir. Eisenstein’ın kurgu düşüncesi, Pavlov’un kapsamının da ötesine geçmektedir. Eisenstein, film biçimi sorununu -baskın bir sorun olduğunu vurgulayarak- kurgunun içinde bulundururdu. Anlatım tarzına bağlı olan kesmeler, daha karakterin dikkat çekmesi ve soyutluk açısından onun için önemliydi. Bu tarz bir kurgulama tekniği –en çok Rusya’da- çeşitli tepkilere neden olmuştur. Eisenstein, bunun üzerine 1927 yılında makalelerinden biri olan ‘Baskın’ı yayımlamıştır. Her deneyimini bir bütün olarak görmeye başlayıp, bir filmi farklı dürtülerinin birleşiminden çıkan bir eser olarak görmeye başlamıştır.

21 /Mayıs-Haziran13


sinema

Marx ve Lenin’in söylemlerini göz önüne alırsak, o dönem sanat da diğer işler gibi bir iştir. Eisenstein da bu görüşte olup sanatın bir makine olarak görünümü ve sanatı bir araç olarak kullanmak için mücadele etmiştir. Makinenin bu görünümü Eisenstein’ın filmlerinin amacı ve doğasıyla ilintilidir. Onun filmlerinde, dramatik düzey izleyenlerin kafasındaki standart düzeyin bir üst aşamasıdır. Film, üst seviyede çözümlenmeye başlanır ve bu seviyede merkezi sorundan haberdar olunur. O, zihnin diyalektik olarak çalıştığına inanmaktadır. Karşıt unsurlar onun için bir ulaşım noktasıdır. Yaptığı sentezlerin başarısı buradan gelmektedir. Filmin dramatik dönüm noktaları, filme enerji katan bu karşıt fikirlerin birleşimini yaptığı dakikalardır.

Eisenstein, her zaman doğaya karşı bir gözlem içindedir. Gerçekliğin gerçekliği yıkan bir olgu olduğunu düşünmektedir. Mayıs-Haziran13/22

Eserlerinin doğal bir enerji ile oluştuğunu söyler. Buna organik tema der. Ona göre hem doğa hem tarih gerçek olmadan önce (gerçekleşmeden önce anlamında mı?) zihinde oluşturulmalıdır. Tüm bunlar diyalektik biçime oturtulmalıdır. Çektiği filmlerde de bu açık olarak görülebilir. Potemkin Zırhlısı’nda doğru bir açıdan verilmiştir(doğru açıdan ne verilmiştir?). Fakat sayısız farklı şekillerde de gösterilebilir(neler gösterilebilir?). Fakat o, doğruyu bu şekilde ortaya koymuştur. Kısacası filmin bir makine gibi nesneleri algılaması gerektiğini düşünür. Fakat bu makine yenilikçi olmalıdır.

Eisenstein, sanata emek verdiği ilk yıllarından itibaren faaliyetlerinin bir inşa etme eylemi olduğunu düşünmüştür. Eisenstein’in kuramı kolaylıkla bir propaganda aracı olarak görülebilir. Fakat o hiçbir zaman propagandayı tartışmamıştır. Filmlerindeki anlatmak istediği devrimci dönüşüm ve ulusal bir temadır. Propaganda tarzı, galeyana getirici çalışmalar değil, sinema açıdan çıkarımlarda bulunulabilecek, yenilikçi filmler yapmıştır. Geniş halk kitlelerine bilginin ulaşabileceği büyük bir kanal olarak görmüştür(neyi?). Hiçbir zaman sanat terimleriyle sorun çözme yoluna başvurmamıştır. Söylemlerle sorunları kavramak onun daha yatkın olduğu bir yoldur. Dürüst ve yenilikçi kuramı sinema dünyası için büyük bir kaynak oluşturmuştur.


öykü

Ferhat KARAAĞAÇ

kül rengi gökyüzü... K.. kargaburunlu padişaha kaldırdı başını Az daha dik dursaydı Padişah bir böcek gibi ezilecekti “Beni esir ettiler?” Bileklerim ağrıyor, kalbim hızla çarpıyor, ağzımda iğrenç bir tat beliriyordu. Tam arkamda bir adamın nefesi... Solumda da biri var galiba. Elleri bileklerimde biri daha. Başucumda bir nefes daha. Ne oldu diyorum belli belirsiz. Kimsiniz siz? Adam cevap veriyor. “Anlayacaksınız. Hepiniz anlayacaksınız. Yatın bir üç ay da görün gününüzü. Bir şey olmaz, bak herkes burada.” Gülüyorum. Nasıl gülmeyeyim... Tamam diyorum neden bağladınız beni, çözün ellerimi. Sorguya çekileceksin diyor adam. Ne sorgusu diyorum. Suçum ne? Suç yok diyor adam. Suçlu yok diyor sonra. Neden böyle davranıyorsunuz diyorum. Fazla soru sorma diyor. Fazla soru sormuyorum. Adamın sorduğu her soruya da aynı cevabı veriyorum. Kabul ediyorum diyorum benim adım K. Sonra bir kâğıt koyuyorlar önüme. İmzala diyorlar. İmzalıyorum. Elleri omzumda olan hah şöyle diyor. Gülüyorum. Siz söyleyin nasıl gülmeyeyim... Ellerim çözülüyor. Yürüyorum. Sokak kalabalık. Arkamda onların nefesi, ellerin soğukluğu, metal parçalarının kahredici yabancılığı. Bana yukardan bakan bir anadan doğma insan evladı beni suçsuz buluyor. Tamam diyorum kurtuldum. Elinde uzun bir sopa ile karşımda biri beliriyor sonra. Yakalayın diyor. Kaçtı elimizden. Ben öylece donup kalıyorum. Ne yapayım siz söyleyin? Üzerime

çullanıyorlar. Ellerimi arkadan demirim soğukluğuna bırakıyorlar. Ne oldu diyorum. Gözaltındasın diyorlar. Cevap vermiyorum. Masanın tam ortasına bir dosya koyuyorlar. Tekrar başlıyorlar sorguya. Ne zaman, nerede, kimle aldın eğitimini diyorlar. Onlara ilkokuldan liseye oradan da üniversiteye kadar aklımda kalan isimleri, nerede okuduğumu, ne zaman okuduğumu söylüyorum. Hah şöyle diyorlar. Hah şöyle... Yürüyorum tekrar. İlk gördüğüm durakta bekliyorum bir beş dakika. Ekranda yüzümü görünce şaşırıyorum. Tarama yapıldı diyor ekran. Biniş izni. Otobüs yanaşıyor. Otobüsün üstünde bir kamere görüyorum önce. Onaylandı diyor mekanik bir ses. Sonra her koltuğun karşısında görüyorum. İniyorum ilk durakta. Durakta on farklı açıya bakan kamera görüyorum. Üç yüz altmış derece döner bunlar diyor gençten biri. Gözaltındasın diyor adam. Gözaltındayız diyorum. Yürümeye devam. Evime varmaya beş dakika var ya da yok. Arkamdan hızla biri geliyor. Dönüyorum. Sigara külünün rengine dönüyor gökyüzü. Beni esir ettiler diyor ses. Uyanıyorum.

23 /Mayıs-Haziran13


deneme

May覺s-Haziran13/24


geç

deneme

Deniz Pınar

Bitirdiler duyguyu o illet mantık provakatörleri. Bitirdiler dibine kadar aşkı, ölümüne kadar acıyı. Sevgiyi yaşamayanlardan geldi sonumuz. Sevgiyi tadamayanlardan, karşılık göremeyenlerden, şehvetin doruklarına çıkamayanlardan geldi. Şanssızlığımız yaşamaktı bizim aşkı. Yaşamaktı acıyı. Yaşamaktı en büyülü anları. Yaşamaktı bir o kadar da ölümü. Erken yaşlanmamız bundan. Erken sevmemiz, erken terk edilmemiz, erken unutmamız. Yetişemedi bize diğerleri. Biz öyle koştuk ki yürümeyi bilmeden, çürüdü dizlerimiz yara bereden. Bize göre değil sağlıklı bedenler. Bize göre değil mantık sömürücüler. Çoktan sattık biz onları tesellilere. Gücümüz kalmadı büyütmeye. Gücümüz kalmadı öğretmeye. Biz karşılıklı öğrendik hayatı. Karşılıklı öğrendik sevgileri… Dokunduk tenine, dokunduk soluğuna, dokunduk hislerine, dokunduk en görülmedik hücrelerine… Yaktık mumları, gölgesinde tanıştırdık sevgilerimizi. Bir kadehin dibine akıttık gözyaşlarımızı. Takas yaptık acıları, bol bol söyledik ‘geçecek’ yalanını. Şiirlerden öğrenmedik aşkı. Aşkı yaşayıp şiirlere öğrettik. Filmlerden almadık fedakârlık öykülerini, kendimiz yazdık. Kural koymadık hayatımıza, uyarmadık en rahatsız anlarda. Güldük, kahkahalarla. Hayaller kurduk hayal olduğunu en çok biz bile bile. Öyle ki, her hayalde bakıp gülümsedik hiçbir zaman eksik etmediğimiz acı bir gamzeyle. Bir dal sigaraydı mutluluğumuz, tek bir saatti beklentilerimiz. Koştuk. Düştük. Yaralandık. Yaraladık. Öldük. Öldürdük… Tek bir nefesle birleştirdik kestiğimiz kollarımızı. Kana buladık kendimizi, kana buladık dirseklerimizi. Koyduk kalbe elleri, dinlettik inim inim inleyen ezgiyi. Unuttuk. Konuşmadık. Sustuk. Öyle bir susma ki o, avaz avaz bağırdı gökyüzü. Avaz avaz yağdı! Meydan okuduk. Altında yürüdük o yaşların. İnat ettik. Savaş açtık; hayata, insana, mantığa hem de tek bir gözbebeği hareketiyle. Gülümsedik. Dokunduk. Hatırladık. Binlerce kez bir kez daha yandık. Kıyamadık. Susturduk çok bilmişleri. Susturduk mutlak değerleri. Susturduk ‘abi unut gitsin’ zihniyetini. Saygının Allah’ını, sadakatin babasını aldık başucumuza. Raconuyla, usul usul veda ettik. Sessizce. Dualar ederken hala iyiliğine her gece. Bir kez daha iç geçirdik geçmişe. Anlaşılamamaktan tükendik bir kere, bize yetişemeyenlere sövelim, gelmiş geçmiş bu gece, ne olsa kalkmaz artık o kadeh şerefe.

25 /Mayıs-Haziran13


deneme

Duygu GENCAY

Gönüllülük... Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi Ruhi Su

İ

nsan olmak ya da olmamak işte tüm mesele budur. Memleket meselesidir. Hele ki Mezopotamya gibi bir coğrafyada isen has meseledir. Korkular, kaygılar, beklentiler, yıkımlar ya da yoğun coşku durumları bireyin ihtiyacının ve varlığının bir parçasıdır. Bu ihtiyaçlar insanlar arasında bir bağ meydana getirmiştir. Bir amaca ulaşmanın birliktelik ve ortak akıl ile sağlanabileceği fikriyatı il-

Mayıs-Haziran13/26

kel yaşamdan günümüze geldiğimizde hala devam etmektedir. İnsanların birbirine ihtiyaç duymaları ve bağlanma çabaları gönüllülük eyleminin doğmasına neden olmuştur. Birey yaşamına devam ederken, tek başına toplumdan uzak bir düşünce ile hareket edemez. İnsan nüfusunun artmasıyla birlikte paylaşma ihtiyacı da artmıştır. Gönüllülük; kişinin bir işi yapmayı hiçbir yükümlülüğü yok iken isteyerek ve herhangi bir karşılık beklemeden üstlenme davranışıdır. Ama bu tanımı sadece birkaç kelimeyle sınırlandırmak kavramsal olarak eksik kalacaktır. Gönüllülük kavramını farklı bilimsel disiplinlerin bakış açısıyla değinebiliriz. Psikoloji disiplini altında ele aldığımızda, bir insanın herhangi bir çıkar beklemeden bir başkasına yardım ettiği düşünüldüğünde yardım eden kişinin de kendini iyi

hissettiğini belirtebiliriz. Neden bazı insanların gönüllülük faaliyetlerine diğerlerine göre daha meyilli olduğunu Penner, insanların olumlu sosyal davranışlar göstermesinin tamamen kişisel bir seçim olduğunu ve bu seçimi insanların belli karakteristik yetileri sayesinde belirlendiği şekilde savunmuştur. Bu yetilere sahip olan insanlarda gönüllülük eylemine eğilim zaten vardır. Bu eylemin sonucunda kendi iç dünyalarına kazanımlar elde ederler. Özgüvenleri üzerinde olumlu bir gelişme görülmektedir. Bu yetiler empati kurabilme ve yardımsever olmak olarak ifade edilmiştir. Sosyolojik bir kavram olarak toplumsallaşmaya değinirsek, yaşamını devam ettirmek için yardıma ihtiyaç duyan bir insanın, içinde doğduğu topluma adapte olabilme sürecidir.


deneme Bu süreç içinde insan; içinde doğduğu toplumun kültürel değerlerini öğrenmiş, kendine has beceriler edinmiş, kendi bilincine ulaşmış bir birey olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak birey günümüz koşullarında emeğinin metalaşması konusunda büyük tehditler almaktadır. Emeğin metalaşması bireyin emeğinin para karşılığında satın alınması demektir. Bu durum beraberinde zamanın metalaşmasına da neden olmuştur. Zamanın metalaşması, emeğin üretilmesinden satılmasına kadar geçen süreçtir. Peki bu iki kavramın gönüllülük eylemiyle nasıl bir ilişkisi olabilir ki? Ortada emek varsa –maddi/soyut emek farkı gözetmeksizin- ve bu emeğin karşılığında para alınmıyorsa tam bu noktada gönüllülük karşımıza çıkmaktadır. Karşımıza çıkan bu gönüllülük emek ve zaman metalaşmasına karşı bir davranış olarak bulunmaktadır. Bu eylem, emeğin satılamayacağı ve para karşılığında satın alınamayacağını göstermektedir.

Neoliberalizmin biricik mantığının insanın bütünüyle –duygu, düşünce, bilgi, kas gücü- piyasanın içinde hapsetmiştir. Gönüllülüğün evrenselliğine uygun şekilde engelleyen bir dizi yanlış algı vardır. Bu algılara açıklığı şöyle getirebiliriz. İlk olarak söyleyebileceğimiz gönüllülüğün sadece sivil toplum kuruluşlarında gerçekleştirilmediğidir. Gönüllülük, bir kuruluşa ve örgütlenme mantığına özgü değildir. Yaşamın her alanına sızar. Gönüllülüğün sadece varlıklı ya da emekli olup boş vakitlerini değerlendirmek isteyen kişilerden oluşan bir grupmuş gibi görülmesi yanlış bir düşüncedir. Buradaki problem belki de eylemin toplum tabanına yayılamamasından meydana gelmektedir. Aslında giderek artan deneysel araştırma sonuçları, günümüzde kendilerine ve yaşadıkları topluma fay-

da sağlayabilmek için gönüllü çalışmayı dar gelirlilerin daha fazla tercih etmekte olduklarını gösteriyor. Çünkü bilgi, beceri, işgücü ve sosyal ağların dahil olmak üzere sahip oldukları değerler, dar gelirli kesimlerin hayatını sürdürmede kritik rol oynamaktadır. Gönüllülüğü sadece vasıfsız ve deneyimsiz amatörlerin etki alanında değerlendiremeyiz. Bu algı profesyonelliği hem bilgi hem de davranış olarak ücretli işle ilişkilendirilen bir algıdan kaynaklanmaktadır. Bu gönüllülük faaliyetlerine yılların deneyimini ve bilgisini hizmet veren meslek grupları geniş bir alanı kapsamaktadır.

“Endüstri öncesi insan doğal insandır.” Werner Sombart Sanayi toplumu üzerinde şekillenen kapitalist sistemde çalışma, zenginleşmenin temel öğesi ve kaynağı olarak gösterilir. Çalışma, sarf edilen emek dolayısıyla bireyin maddi ve manevi varlığında kayıplara yol açması sebebiyle tercih edilen bir eylemdir. Ama kapitalist sistemin ulusların önüne koyduğu zenginleşme hedefi ve işçilere dayattığı üretim bantları çalışmayı sürekli hale getirmeyi ön görmektedir. Bu ön görü temel yapıda boş yükleme ile sözleşme kurularak tabii kılma üzerinden şekillendirilmektedir. Bireyleri çalışmaya itecek bir olgu yaratılması gerekmektedir. Hayatını ve geçimini sürdürme çabası bireyi çalışmaya zorlamaktadır. Kapital sistem bireyi, parasal ve geçim ekonomisi doğrultusunda çalışmaya zorlamaktadır. Bireye parasal ve geçim ekonomisi doğrultusunda çalışmayı öğütlemektedir. Çalışma, zenginleştirmeyi nasıl gerçekleştirir sorusuna baktığımızda katma değer üreten eylemler anlamlandırılmıştır. Sanat, düşünce ve eser gibi çalışmalar kapsam dışında bırakılmıştır. Lakin küreselleşme süreciyle birlikte çalışmanın içeriğinde mekan, zaman, işlem açısın-

dan değişiklikler görmekteyiz. Ayrıca neoliberalizmin biricik mantığının insanı bütünüyle –duygu, düşünce, bilgi, kas gücü- piyasanın içinde hapsettiğini söyleyebiliriz. Sombart’ın ifadesiyle “sanayileşme öncesi insan, doğal insandır.” Sanayi ile insanın özüne yabancılaşma süreci başlamıştır. Bu açıdan gönüllü çalışma insanın varlığına dönme çabası olarak nitelendirilebilir. Farabi bu duruma başka bir açıdan değinmiştir. “İyi eylemler insanda tesadüfen bulunabilir ya da eylemi (gönüllü olarak) yapmayı tercih etmesi söz konusu olmadan kendisinde doğuştan varolabilir. Oysa iyi eylemler insanda bu şekilde bulundukları zaman yapılan eylemlerden mutluluğa ulaşılamaz. Tam tersi insan eylemleri ancak gönüllü ve isteyerek yapıldığında, bu eylemlerle mutluluğa ulaşabilir. Fakat insanlar iyi eylemleri isteyerek bazı şeylerde ve bazen yapabilir. Fakat insan, mutluluğu yine bununla değil, tam tersi bütün yaptıklarında ve baştan sona bütün hayatında iyiyi iyi olduğu için tercih etmesiyle elde edilebilir.”1 Ancak içinde yaşadığımız mutluluğun; insan yaşamına indirgendiği çağda, İnsanlar sahip oldukları ürünleri hızla tüketmeye endeksli oluyorlar. Günümüzde, “tüketmek için kazanmalıyım, kazanmak için yarışmalıyım; ne kadar çok yarışırsam o kadar çok kazanırım, ne kadar çok kazanırsam o kadar çok mutlu olurum” anlayışıyla malesef karşı karşıyayız. (1.Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Farabi’nin Mutluluk Anlayışı/ Kasım Özgen/syf. 283) Gönüllülük bireyin topluluğa dahil olmasının bir ifadesi ya da geçmişin özlemli bir yadigarı değildir. Bugün şahsından başkalarını düşünmek ve onlarla bir paylaşım içerisine girmek, hayır faaliyeti değil, insani bir ihtiyaçtır. Gönüllülük; bilinçtir, sorumluluktur, bencillikten sıyrılmaktır. En önemlisi de insanın emeğinin ve zamanının piyasadan uzaklaştığı özgür bir alandır.

27 /Mayıs-Haziran13


profesyonel devrimci

-Oğlumuz ne işle meşgul ? -Efendim, profesyonel devrimcidir kendisi. -Yani ? -Yani devrim için yedi gün yirmi dört saat canla başla çalışan insan manasında. -Yani geçimi bundan mı ? -Evet -Devrim olunca ne olacak? -Nasıl yani ? -Devrim olunca oğlumuz işsiz mi kalacak? Geçimi bundansa. -(Sessizlik) -Hayırlısı, gençler birbirlerini sevmişler madem.

H

Ayse ÖZER

erkesin devrimci olduğu ülkede devrim neden olamaz? Soru buysa, yanıt devrimcilerdedir. ‘’Devrimin objektif ve subjektif koşulları oluşmamıştı azizim. Biz de baktık ki olmuyor, arkadaşlarla okey oynamaya devam ettik.’’ Öyle mi aferin size. Sadece boş zamanlarını değil, ömrünü verir birileri devrime. Birileri de bir baltaya sap olamayınca “profesyonel devrimci” olur, partinin emekçisi olarak tavan ücretten sigortalı oluverir. Ne işle iştigal ettiği meçhuldür. Böylesi devrimin olmasını istemez tabii, geçimi bundandır çünkü. Mayıs-Haziran13/28

Devrimcilik bir mesleğe dönüştüğünde mi kaybetmiştir devrim kendi ruhunu? Bir üretim süreci midir devrimi meslek ürünü haline getiren? Bir insan ömrünü devrime bu şekilde mi verebilir ancak? Bu kadrolar sonra kadrolaşmayı da beraberinde getirirse, adam kayırmalar da olacak mıdır mesela? Bugün devrime inanmamanın göstergesi değil midir profesyonel devrimci kalıbı? Yani demem o ki devrimi partiye, oradan da bizzat kendisine indirgeyene kız mız vermezler bizde. Hadi başka kapıya.


deneme

fısıltı Aslına bakarsan, yapışmasını seviyorum sigara dumanının kızıl saçlarına. Saklı kalan yerlerinden öpmek hoşuma gidiyor. Korkularını seviyorum, kokunu sevdiğim kadar. Gerisi kan kadar tuzlu geliyor. *** Hadi bu gece sen uyut beni. Kulağıma bir şeyler fısılda. Ne bileyim, Üçüncü sayfa haberlerinden söz et, Ölen bedenlerin dedikodusunu yapalım sırıta sırıta. Yokluğundan bahset noktalama işaretlerinin mesela. Veya her cinayetin bir sebebi olduğundan falan, Saçmala. *** Provası alınmamış bir elbise gibi bol geliyorum bu hayata. Hayat dediğim de, Çenen ile boynun arasındaki o küçük dünya. Tabii es geçmemelisin seni öpmemi bu kalabalıkta. Hadi bu gece sen uyut beni. İnce kolların arasında doğurgan bir rüya. Hikmet Artun GACAR

29 /Mayıs-Haziran13


röportaj

röportaj Sinema Emekçiler Sendikası (Sine-Sen) Başkanı

Zafer Ayden Duygu GENCAY

Mayıs-Haziran13/30


j

röportaj

Bugün neredeyse tüm sektörler çalışma koşullarının zorluklarıyla mücadele etmektedir. Biz de televizyondan sinemaya film yada dizilerin kamera arkalarındaki zorluklara ve mücadeleye değinmek istedik. Kirpi olarak, Sinema Emekçileri Sendikası Başkanı (Sine-Sen) Zafer Ayden ile sinema emekçilerinin bugünkü çalışma koşulları, yaşadıkları sorunları, dizi ve sinema filmlerinin nitelikleri hakkında uzun soluklu bir röportaj yaptık. Siz değerli okuyucularımıza sunarız. Kirpi: Size göre sinema ve dizi emekçileri kimlerdir? Zafer AYDEN: Şimdi sinema emekçileri derken kimleri kastediyoruz. İlk olarak bunu belirtmeliyiz. Sinema emekçileri bir üst başlıktır. Yani hazırlık, çekim ve çekim sonrası aşamaları içeren sinema filmi, televizyon filmi, tiyatro, reklam, tanıtım, belgesel gibi projelerde kamera önü ve arkası çalışan tüm emekçilerdir. Yani kolektif sanat üreten emekçilerin tümüne biz sinema emekçisi diyoruz. Televizyon dizilerindeki emekçilere de bu terimi kullanıyoruz. Öncelikle kamera önü ve arkasına baktığımız zaman; kamera önünde bilindik yüzlü oyuncular, yardımcı oyuncular ve figüranlar gelmektedir. Kamera arkasına geçtiğimizde senaristinden kurgucusuna kadar yani filmin seyredilir hala gelinceye kadar geçen aşamadaki emekçileri gruplar halinde topluyoruz.

Emekçilerin kendi hesabına çalışıyor diyerek sigortalı değil Bağ-Kur’lu olmalı gibi bir dayatma vardır Oyuncular grubu; oyuncular ve figüranlar, reji grubu; yönetmen yardımcı yönetmeni ve senaristler, görüntü grubu; görüntü yönetmeni, kameraman, kameraman asistanı, sanat grubu; sanat yönetmeni, kostüm tasarımcısı, asistanları, dekoratörler gibi gruplara ayırıyoruz. Yapım grubu projenin bütün aşamalarına bulunuyor. Yapım koordinatörü, genel koordinatör, prodüksiyon diye sıralanıyor. Sinema emek-

çilerini 7-8 başlık altında toplayabiliriz. Bunun dışında yapım grubu bahsettiğim üç aşamada (hazırlık, çekim ve çekim sonrası) çalışmak zorundadır. Ama bir sanat grubu hazırlık ve çekimde çalışır ama kurgu da pek fazla işi yoktur. Kurgunun da hazırlık ve çekimde pek işi yoktur. Çekim sonrasında işi vardır. Bunları bir bütün olarak kabul ettiğimiz zaman hepsi birbirinden farklı çalışma koşullarına sahiptir. Mesela başta bahsettiğim hazırlık döneminde reji grubu, yapım grubu çekim sırasındakinden daha fazla çalışır. Mekanın bulunmasından oyuncuların belirlenmesi, aksesuarların ayarlanmasından dekorun yapılmasına kadar fazlasıyla etkindir. Ama bu alanda sanki kamera arkasında daha az çalışılır o yüzden de ücretlerinde yarıya düşürülmeli algısı vardır. Bizce de tam tersi daha yoğun çalışılır. Her şey oturmuştur sadece çekim sırasında onun üzerinde küçük detayları üzerinde uğraşılır. Çekim sırasında da görüntü ve reji yoğun çalışmaya başlar. Genel olarak bakıldığında sinema emekçileri çalışma yapısı böyle bir bütünlüğe sahiptir. Kirpi: Sosyal medya aracılığıyla set işçilerinin zor şartlarda çalıştıklarını az çok biliyoruz. Sinema emekçilerinin çalışma koşullarından bahseder misiniz? Z.A: Çalışma koşullarını bir bütün olarak kast ediyoruz. Bunun içerisinde sosyal güvenlik, çalışma süreleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği ve ücretler olarak dört ana başlıkta toplayıp öne çıkarıyoruz. Çalışma koşulları kötü der-

ken bu dört başlığın hepsine bakıyoruz. Yasa diyor ki: bir veya birkaç işveren tarafından kendisinin (işverenin belirlediği) zaman, mekan, ücret yapacağı iş anlamında kendine bağımlı olarak çalıştırılan kişi sigortalı çalıştırılmalıdır. Bu çalışma koşullarının başlıklarından bir tanesidir. Yasanın bu yükümlülüğüne rağmen sigortasız çalıştırılmaktadır. Sanki Emekçilerin, kendi hesabına çalışıyor diyerek sigortalı değil Bağ-Kur’lu olmalı gibi bir dayatma vardır. Madem ben bağımlı çalışan değilim o halde kendi hesabıma çalışıyorum. O zaman istediğim saatte gelirim, istediğim saatte giderim, istediğim yerde çalışırım, işi de istediğim zaman teslim ederim, ücretini de pazarlıkla belirlerim gibi bir karşılıklı tavır olmalıdır. Tabi bunun yaşamda karşılığı olmadığı için o zaman bağımlı çalışan da, sigortalı çalıştırılmak zorundadır. Çalışma sürelerinde de sorun aynı bir diğer başlık. Yasalar, haftada 45 saat çalışma saatini geçemez denmektedir. Gerçekte bunun iki katı aşağı yukarı bir çalışma süresi görüyoruz. Neden? Tabi bunun bir yığın etkileri var. Yapımcı dediğimiz işverenlerin hatta televizyon kanalları ve reklam verenler daha doğrusu yayınlayıcılar diyorlar ki: Sen dizi üretiyorsan, bir dizi şu kadar dakika olarak keseceksin bana önerdiği veya dayattığı süre, normal bir sinema filminin süresi kadardır. Yani bir sinema filmi 90 -120 dk arasında dizi süreleriyle aynı süreye denk gelmektedir. Yapım sürecine baktığımız zaman sinema filmi 90 dk bile olsa yapım süresi 4 haftadan az olamaz. Dayatılan bu işin bir haftada yapılacak olmasıdır.

31/Mayıs-Haziran13


röportaj O zaman insanların normal günde 8 saat çalışırken, 20 saati bulan çalışma sürelerini zorunlu hale getirmektedir. Sanki bir zorunlulukmuş gibi. Bizim için önemli değil dizi saatinin 90 dk’dan 120 dk’ya çıkması. Biz çalışma koşullarına bakarız. Beni 8 saat ve sigortalı çalıştırıyorsan, paramı zamanında ödüyorsan, iş güvenliğinde önemler alıyorsan dizi saati önemli değil. Alandaki emekçilerin talebi çalışma koşullarının düzeltilmesidir. Bu bizim talebimiz değil alandaki emekçilerin talebidir. Ücret ödemelerine geldiğimizde normalde bizim belirlediğimiz bir taban ücreti politikası vardır. Her branşa dair uygulanan bir politikadır. Emekçinin niteliğine göre taban ücreti yukarı çıkabilir. Tabi bu ücret normal çalışma şartları için talep ettiğimiz ücrettir. Molasıyla 10 saat çalıştırıyorsa işveren bu fiyatı vermelidir. Ücretler, yapımcıyla çalışma gruplarının yani emekçilerin bizzat karşılıklı olarak görüşmesiyle uygulanmaktadır. O pazarlıklar sırasında talep edilen ücreti normal çalışma süreleri için talep etmişizdir. Onun üç katı çalışıldığında sizin aldığınız ücret o zaman üç de bir fiyatına düşmektedir. Üç saatte yapacağınız işi bir saatte yaparsanız alacağınız ücret onun üçte biri kadardır. Taleplerimizden biri de ücretlerin zamanında ödenmesidir. Yasa diyor ki: En fazla 20 gün geciktire bilirsin. Bırakın 20 günü, sekiz on bölüm yapılmamış ödemelerle geçen bölümler var. Bu şu anlama geliyor; sizin hak edilmiş paranız var 8 bölümlük sizin içerdeki paranızla birileri dizi geçiyor. Bu işin gerçek sahibi siz olursunuz (emekçiler). Dördüncü başlık olarak, setlerde işçi sağlığı iş güvenliği alanında önem alınmaz. Çok nadiren büyük prodüksiyonlar da çok riskli işlerde birkaç bir şeyler yapılabilir. Mesela su altı çekimi yapılacaksa ona uygun kameraman araç gereç bulunması gibi. Herhangi bir oyuncuya veya onun yerine kullanabileceği bir set çalışanını atın üsMayıs-Haziran13/32

tüne bindirip koşturursan 100 metre sonra attan düşecektir. Bunun sonucunda da kolunu ya da bacağını kıracaktır. Trafik kazası olarak geçiyor set işçilerinin yaptığı kazalar. Çalışma sürelerinin getirdiği irade zayıflığı, uykusuzluk, yorgunluk var. Ani tepki göstermesi mümkün değil bu zor çalışma sonunda. Mesela setten çıkmış evine gidecek yorgun uykusuz araç kullanırken karşına bir şey çıksa bile ani tepki gösteremeyecek kadar irade zayıflamıştır.

Şimdi alanda kamera grupları, set grupları falan hep taşerondur. Taşeronun taşeronu daha doğrusu. İşte bu kaza iş kazası değil trafik kazası olarak geçiyor. Böyle kazalarda birkaç arkadaşımızı yitirdik. Yanlış bir şey ama biraz da onların sayesinde duyulur oldu set işçilerinin durumu. Böyle bir şeyin olmaması lazım. Elektriklerle uğraşan arkadaşımızın koruyucu eldiveni var mı, iletken ayakkabısı olması lazım mı, dekor yapan arkadaşın başında baret olması gerekir mi veya dekoru yapan arkadaşın merdivene çıkarken emniyet kemeri takması lazım mı gibi bu tür önlemler alınmaz. Göz kararıyla ‘yapar mısın, yaparım’ mantığıyla gider. Önemli başlıklardan biride budur. Gerçekten çok önemli bir konu. Çünkü cana mal oluyor. Bu dört başlık dışında emeklilikten tutun doğum izni ve ücretine kadar sorunlar devam ediyor. Bu dört başlığı öne çıkararak taleplerle örgütlenme oluşturmak zorundayız. Çalışmalarımız bu yöndedir. Tabi ne kadar başarılı oluyoruz. Tabi bunun nispeten etkileri oluyor. Nasıl oluyor? Mesela Formalite icabı bakanlıktan setlere denetlemeye geliyorlar. Ciddi anlamda denetim olmasa bile bazı fir-

malar gerçekten yapıyor. Ama yapanlar iki elin parmağını geçmez. Ülkede 80-90 tane dizinin çekildiği günde iki elin parmağını geçmiyorsa yüzde 10 civarındadır. %10’u ancak düzgün çalışma koşullarını sahiptir. Kirpi: Sendika olarak hiç toplu iş sözleşmesi imzaladınız mı? Z.A: Bizim işkolu diğer işkollarından faklıdır. Bu iş baraj meselesi değildir. Diyelim ki barajı aştınız ve toplu sözleşme yapma hakkınız var artık. Toplu sözleşme yapacaksınız. Ülkede toplu sözleşme yapmak bir prosedür bir yığınıdır. Çalışma bakanlığına başvuracaksınız, yetkiliyim diyeceksiniz oradan yetki gelecek size, işveren itiraz etmeyecek gibi şekilde aylar süren işler olacaktır. Zaten bu zaman içinde sinema filmi bitti. Yetkiyi aldın film bitti. İş bitti zaten. Böylesi bir süreçtir. Onun için bizim işkolu yetkisi alalım, yetkili sendika olalım, toplu iş sözleşmesi yapalım gibi gayemiz yok. Biz fiili meşru taraf olarak takım sözleşmeleri yaparız. O da o çekim grubundaki örgütlülüğe bağlıdır.


röportaj Dileyim ki yeni bir filme ya da diziye başlanıyorsa ve çalışanların çoğu sizin üyeniz ise yapımcıya çağrı yapıp takım sözleşmesi yapabilirsiniz. Normal iş kollarındaki gibi toplu iş sözleşmesine kalktık mı onun hayatta ki karşılığı yok zaten. Yerleşik işkollarında bile yetki prosedürü sürerken işyerini kapatanlar olabiliyor. Oralarda bile böyle süreçler işlenirken, bizde bu sürecin karşılığı yoktur. Onun için işkolu düzeyinde olalım, barajı geçelim, yetki alayım, toplu sözleşme yapalım gibi amacımız yok. Mücadeleyi ya da talepleri bir toplu sözleşme talebine sıkıştırırsanız bu sendikacılık değildir. Gücünüz varsa alanda örgütlüyseniz orada gücünüz vardır zaten. Bu durum örgütlü düzeyinize bağlıdır. Kirpi: Geçtiğimiz ağustos ayında üç arkadaşınızı kaybettiğiniz kazadan sonra yitirilen işçilerin inşaat işçisi olduğu ortaya çıkmıştı. Bu olaydan yola çıkarak tüm sektörleri tehdit eden taşeronlaşma sinema emekçilerinde nasıl durumdadır?

Z.A: Diğer sektörlerde taşeronlaşma 1980’lerden sonra kendini göstermeye başladı. Daha öncesi de vardır ama yaygın ve belirgin konumda değildi. Bizde özel televizyonların yaygınlaşması alanın daha da genişlemesini sağlarken ucuz işgücü ihtiyacını ortaya çıkardı. Işık ekipleri, kamera ekipleri şirketleşti. Mesela, yapım firması filanca film şirketi ile kendi iş yükünü azaltmak ve eleman ihtiyacı için anlaşır. Şirketleşmeler olunca tabi hem emek olarak çalışılmakta hem de kendi malzeme materyalleri kullanarak taşeronlaşma oluşturuldu. Dolayısıyla kamera grupları, set grupları hep taşerondur. Taşeronun taşeronu daha doğrusu. Birkaç tane büyük yapım firması dışındakiler hepsi taşerondur. Kanallara bağlıdır. Kanallara verilen projeye karar vermesi şeklinde gerçekleşmektedir. Tabi bu taşeronlaştığında güvencesizliği, sigortasızlığı, çalışma sürelerinin uzunluğunu asıl işverenin yükümlülüklerinin bir kısmını taşerona yıkarak kendini sıyırmaya çalışması yasalara göre bu mümkün değil.

“Örgütlenmek imkansız değildir, sadece zordur. Zor olsun, yaşamakta zor” Ama böyle var sayıyorlar ve insanları da inandırıyorlar. Mesela bir ışık şirketindeki arkadaşa ‘sen ışık şirketinin elemanısın, yapımcının seninle ne ilgisi var sorumluluk ışık şirketinin’ diyerek ona ikna olmaktadır. Kimin elemanı olursan ol esas sorumluluk yapımcınındır. Yani bunu defalarca anlatıp yaygın bir biçimde propagandası yapmaktan bir yığın haksızlık hukuksuzluk karşısında açılmış yığınla dava bulunmaktadır. Üyelerimiz ya da üye olmasa da alanın çalışanlarına aynı konudan açılmış bir sürü dava var. Böyle sürüyor bu işler. Böyle yaygınlaştı. Evde çalışma dediğimiz bütün çalışma alanlarında olduğu gibi bizim alanda da mevcuttur.

Kirpi: Bir İş Yasası taslağınız bulunmaktadır. Sinema iş yasası için sendikanız tarafından yasa taslağı hazırlandı. Bize bu taslaktan ve hangi ihtiyaçlar için çıktığından bahseder misiniz? Z.A: Şimdi yasalar da var ama kimisi İş Yasasında kimisi Borçlar Kanunda bulunmaktadır. Her bir sorun için yasanın farklı alanlarına başvurmak gerekmektedir. Aslında bizim için İş Kanunu tam kapsayıcı değildir. Yasanın her farklı alanında yer alan ve birbirleriyle çelişen maddeler çıkmaktadır. Bizde dedik ki bu alan diğer işkolları gibi değildir. Kendine özgü bir yasası olsun diye düşündük. Tamam diğer taraftan mal üretiyoruz ama icra ettiğimiz sanattır. Sanatsal değeri olduğu için kendine özgü bir İş yasası taslağı istedik. Ama yasanın farklı alanlarında bulunan maddeleri bir araya getirdik. Kimin ne iş yaptığını açıklamak istedik. Bir görüntü yönetmenine sorsanız; ‘görüntü yönetmen belgen var mı?’ diye hayır cevabını alırsınız. Aslında burada sendikaların bir de öyle bir avantajı var. Sendikalıysan örgütlüysen sendikanın sana verdiği, ne iş yaptığına dair kimliğin vardır. Müfettiş geldiğinde sen ne iş yapıyorsun diye sorduğunda kanıt isteyecektir. Var mı belgen yok. Nereden bilinecek ne iş yaptığın, işe yetkinliğin var mı bakalım. İşte burada sendikalı olursan sendika bunu belgelendirebiliyor. Sendikanın hiçbir yararını görmeseniz bil en azından bir kimliğiniz olsun. Kimin kime sorumlu olduğunu ne iş yaptığı gibi konuları açıklayan bir taslaktır. .Başta bahsettiğim dört ana başlığın daha ayrıntılı maddelere dökülmüş bir taslağını hazırladık. Taslak için sinemadaki kurumlarla tartıştık önerge hazırladık. Ama bu bakanlıklar tarafından pek kabul görmedi. Bizde üzerinde ısrarcı olamadık. Çünkü mevcut yasalar uygulanmıyor ki uygulansa zaten bu kadar zor koşulların önü kesilmiş olacaktır.

33 /Mayıs-Haziran13


röportaj Çalışma koşulları iyileştirilmiş olacak. İş Yasası’nda molalarla birlikte on saat çalışılması gerektiği yazıyor ama uygulatamıyorsun. Mükemmel bir sinema iş yasası hazırlarsınız. Ama uygulanmasını sağlayamıyorsanız ya da uygulatabilecek gücünüz yoksa kağıt üzerinde kalmış olur. Örgütlenmeniz ne kadar yüksekse yasa da olmasa bile o sizin meşru hakkınız olarak kabul edildiğinden uygulatıyorsunuz. Ancak her tarafından kabul görülmüşse ama yasa da olmayabilir. Belki ILO’nun normlarında, İnsan Halkları Bildirgesin de vardır. İlla iş yasasında yok diye yok sayılamaz. Bu haklar insanın doğal haklarıdır yasa olsa da olmasa da. Yasaların uygulatılması da örgüt düzeyinize bağlıdır. Kirpi: Emekçilerin sendika çatısı altında örgütlenme düzeyleri nasıl durumdadır? Z.A: Türkiye’deki sendikalaşma oranına baktığınız zaman %6 civarlarındadır. Ülkede ne olup bitiyorsa bizi de etkilemektedir. Diğer sektörlerde dönen dolaplar burada da dönmektedir. Orada yapılan haksızlık, gasp burada da yapılmaktadır. Belki burada daha katmerlidir.

Mayıs-Haziran13/34

Çalışanlar arasında sanatsal kültürel bir avantajı olmaktadır. Arkadaşlarımız sanatsal ve kültürel değerinin kendilerine olanak sağladığına inanmaktalar. O zaman daha avantajlı durumda olmamız lazım. Tam tersi daha kötü şartlarda çalışılmaktadır. Kültür sanat üretiyorsak bunun avantaja dönüştürülmesi gerekirken dezavantaja dönüştürüyoruz. Biz de sendikalaşma oranı yaklaşık %10 civarlarındadır. %10 diyoruz onu ama şu anlamdadır. Alanın tüm çalışanlarının kaç kişi olduğuna dair veri yok. İşkolu bambaşka bir şey ama ticarete uygun çalışan anlamında güzel sanatlar alanında çalışanların elimizde sayısal bir verisi bulunmamaktadır. O oranı biz, örneklemelerle, yaptığımız anketlerle, varsayımlarla oluşturmaya çalışıyoruz. Yani en azında diyoruz ki: 80 dizi varsa 50’şer kişiden olsa 4000 fiili çalışmaktadır diyoruz. İşte kurgu da 1000 eleman çalışıyor – örnek olarak veriyorum bu rakamlar yok tabireklam ajansların, oyuncularda ve diğer bölümlerde şu kadar kişi bir de figüranlarda da bir tahmin ederek ortaya çıkarıyoruz. Tabi bir de figüran kısmının işi bu değildir. Ek gelir olsun diye geçici olarak çalışanlar ve geçimini sağlayanlar olarak ayırarak ortaya bir sayı çıkarıyoruz.

Bunun üzerine oranı %7 ile %10 arasında diyebiliyoruz. Yoksa öyle bir gerçek bir alan çalışması ve gerçek bir veri kaynağı yoktur. Tabi burada kast ajanslarının etkisi bulunmaktadır.

“Ülke sorunlarını ve ülke gerçeklerini içinden yetişmiş veya onların içinde filizlenmiş öykülerin olduğu hikayeler daha nadir görülmektedir” Kirpi: Bahsettiğim kazadan sonra oyuncular ayrılarak kendi sendikalarını kurdular. Oyuncular sendikasıyla ilişkiniz nasıl durumdadır? Hala bağlantınız var mı? Z.A: Tabi ki bağlantımız bulunmaktadır. Hepsi arkadaşımızdır. Ancak o süreçte ikna edemedik arkadaşlarımızı. Onlar sadece meslek anlamında örgütlenmeyi öne çıkardılar. Sendikalar yasasında meslekler yasası var. Bizim de olabilir gibi bir anlayışla gerçekleşti. Halen birbirlerimizle ilişkilerimiz sürmektedir. İş güvenliği, sağlığı mümkün olduğunca bütünselliğe uğraşıyoruz. Arkadaşlarımızın her ne kadar bizden ayrılmışta olsalar karşı saflar değil bizim saflara yakın olması için ilişkileri mümkün olduğunca yakın tutmaya çalışıyoruz. Aynı yerde çalışıyorsun, aynı settesin belki set emekçileri kadar sıkıntı yaşamıyor ama yaşadıkları bir yığın sıkıntı var. Biliyoruz bunları. Başrollerin dışındaki arkadaşların kamera arkasında çalışan arkadaşlardan hiçbir farkı yoktur. Sabah gelip gece yarısına kadar beklemeler, günde 20 saat çalışma, sigortasız olmaları, ücreti alamama gibi setlerde hangi sorun yaşanıyorsa hep birlikte yaşıyoruz. Onların kararı ise, oyuncularının örgütlenmelerinin diğer kamera arkası çalışanlarla bir arada olamayacağına varsaydı arkadaşlarımız.


röportaj Sendikaya üye olan bütün oyuncular gitmedi tabi. Bizden yaklaşık 20 ya da 30 kişi ayrıldı. Ayrılmayan arkadaşlarımız, bu işte birlikte hareket edilmesi gerektiğini söylediler. Yitirdiğimiz arkadaşlarımız için yaptığımız eylemde birlikteydik. Arkadaşların davalarında yan yanaydık Öyle olması gerekiyor zaten.

de filizlenmiş öykülerin olduğu hikayeler daha nadir görülmektedir. Onlar dışındaki hepsi ya çalıntı ya da birebir kopya alınmıştır. Tabi bu işin kolayı olmaktadır. Hem yapımcının hem reklam verenlerin izlenimlik oranları da sanki daha fazla öne çıkacakmış gibi beklentileri karşılayan diziler olmaktadır.

Kirpi: Son dönemde dizilerin niteliği değişmeye başladı. Konuları bakımından biraz daha yapmacık şekil aldı. Siz sinema ve dizi filmlerinin niteliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kirpi: Nitelikli bir çekim için şartlar nasıl olmalıdır ?

Z.A: Sinema filmlerinde o kadar değil ama diziler dış müdahalelere açıktır. Özellikle egemen sınıfın yapacağı müdahalelere de hemen kabullenir vaziyettedir. Niteliği gittikçe daha yozlaşmakta ve muhafazakarlaşmaktadır. Siyasi etkiler maalesef etkin hala gelmektedir. Kendi bağımsızlığını ne senarist ne yapımcı ne de yönetmen arkadaşlar koruyamıyorlar. Kendi birikimleriyle üretmedikleri için sermayenin onlara sunduğu olanaklarla gerçekleştirdikleri için müdahalelere geliyorlar. Zaten etkilerini de görüyoruz. Bugün gerçeğe uymayan, hayali daha doğrusu egemenlerin gözlemleri doğrultusunda yönlendirmesiyle gerçekleşen diziler mevcuttur. Gerçekleri gösterebilen diziler maalesef yok denilebilecek kadar az durumdadır. Sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi gösterilmektedir. Sunulan lüks mekanlarda geçen öylesi bir yaşam, ülke haklarına sahipmiş gibi gerçekle bağdaşmayan, sermayedarın insanları oyalama amacıyla sunulmaktadır. Bunları görmemek mümkün değil. Son dönemde birebir çeviriyle ülkeye adapte edilmiş dizilerdir. Bugün reytingi yüksek dizilere baktığımız zaman birebir yurt dışında kopya edilmiş ülkeye uyarlanmış diziler halinde olduğunu görüyoruz. Ülke sorunlarını, ülke gerçekleri içinden yetişmiş veya onların için-

Z.A: Özgün hikayeler de birebir kopya edilen diziler de şimdiki haliyle çalışma koşulları dibe vurmuş durumdalar. Koşulların normal standartlarda, yani insanca yaşanabilir koşulların olması lazım. Kendine özgün hikayeler oluşturulmalı, bu hikayede yer alabilecek niteliklere sahip elemanların ve onları yetiştirebilecek yapıların olması gerekir. Tabi bunu ekonomik bütçesini karşılayabilecek reklam verenlerin insafıyla değil kendi öz birikimleriyle yapılması gerekir. Kendi ekonomik bağımsızlığının yanında sanatsal bağımsızlığını da koruyabilsin. Bu koşullar altında nitelikli ürünler verilebilir. Kirpi: Sanatsal bağlamda niteliği değerlendirecek olursak ulusal düzeyi ne durumdadır? Z.A: Film ya da dizi üretilirken sanatsal kaygı düşünülmemektedir. Önemli olan onun getirisidir. ‘Ne kadar reklam alabilirim’, ‘reklam getirisi ne kadar olur’ mantığı niteliksel ürünler ortaya çıkarmamaktadır. Hem çalışma koşullarının hem üretilen ürünün niteliğinin yerlerde olduğunu söyleyebilirim. Çalarak ya da birbirinin kopyasını ülkeye uyarlayarak ne sanatsal ne kültürel ne de niteliği bakımından bize yararı olmaktadır. Özgün daha gerçekçi öykülerle niteliğini olumlu yönde artırabiliriz.

Z.A: Şunu söyleyebilirim, yaşam bize tüm zorlukları dayatmaktadır. Sadece bize değil. İşçisine, memuruna, öğrencisine kısacası geçim kaygısı olan tüm insanlara dayatılan zorluklar ve mücadele vardır ve yığınla sorunlar bulunmaktadır. Mesela öğrenci harçları kaldırıldı. Kaldırıldı ama ulaşıma giyime yemeğe verilen para arttı. Peki ne değişti Hiçbir şey. İşte burada olan sorun öğrencinin ailesini ilgilendirmiyor sadece. Mahalledekileri de ilgilendirmekte. Hayat bize ‘Tek başınıza bir şey yapamazsınız. Ne yapacaksanız hep birlikte yapacaksınız.‘ demektedir. Bu sadece çalıştığın yerdeki zorluklarla mücadele için değil. Yaşadığımız tüm zorluklarla karşı birlikte mücadele etmeliyiz. Meseleyi bir bütün olarak ele almalıyız. Bunun başka bir çözümü yoktur. Peki umutsuz muyum? Kesinlikle hayır. Örgütlenmek imkansız değildir, sadece zordur. Zor olsun, yaşamakta zor. Kimse kimseye kendiliğinden bir şey vermiyor. Ne yapacaksak hep birlikte yapılmalıdır. Kirpi: Bize vakit ayırdığınız ve bu güzel sohbet için teşekkür ederiz Z.A: Ben teşekkür ederim, başarılarınızın devamını dilerim, umarım çok uzun soluklu bir dergi olur ve çok güzel işler başarırsınız kolay gelsin.

Kirpi: Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?

35 /Mayıs-Haziran13


nikola tesla

Kapitalizmin

Afaroz Ettiği

Mucit

Nikola Tesla

Ali Mert İNAL Mayıs-Haziran13/36


nikola tesla

Bu röportajda; fizik bilimindeki “Tesla” birimine adını vermiş, hakim sınıflar tarafından arka planda bırakılmış, çalışmalarını sürdürebilmek için telif haklarını satmak veya bedelsiz şekilde sanayicipara babalarına bırakmak zorunda kalmış bir mucitle Kirpi dergisi adına belki de biraz geç kalınmış bir röportaj yaptım. Bilimsel camiada ismi bolca geçen ancak “Ampulü kim buldu?” sorusuna “Edison!” cevabının gelmesiyle halk nezdinde pek tanınmadığı anlaşılan üstad Tesla’nın hayatına ufaktan giriş yapmak istedim. Merak edip araştırmak size kalmış… KİRPİ: Öncelikle size; hayatımızı, rahat iletilebilir elektriği (alternatif akımı bularak) bularak kolaylaştırdığınız için insanlık adına teşekkürlerimizi sunmak istiyoruz Sn. Tesla. NİKOLA TESLA: Teşekkür ederim arkadaşlar.Yalnız yapmak istediklerimin çok küçük bir kısmını gerçekleştirebildim henüz. Bir çok projem de hala askıda. KİRPİ: Nasıl projelerden bahsediyorsunuz ve neden askıda bunlar? NİKOLA TESLA: Arkadaşlar biliyorsunuz insan sosyal bir varlık ve tek başına her şeye sahip olamıyor örneğin bilgiye sahip olan insan paraya,desteğe ihtiyaç duyuyor bu bilgiyi geliştirebilmek için. Ancak insanlara ücretsiz ve doğayı kirletmeyen bir elektrik üretiminin ve bilgi aktarımının mümkün olduğunu açıkladığımda, baştan beri yanımda olan destekçilerim tuhaf bir şekilde geri çektiler desteklerini. KİRPİ: Peki neden böyle oldu ? Hiç sormadınız mı ? NİKOLA TESLA: Belli ki ücretsiz bir şey olacağını duyunca büyük sermaye sahipleri pek hoşlanmadılar bu işten… Ben de daha ilgi çekici olan mikrodalga silah tasarımı ile deprem ve tsunami silahı üzerine çalışmaya başladım. KİRPİ: Evet durum açıkmış. Sn. Tesla kişisel birkaç soru sormak istersek, nasıl bir ailede büyüdünüz ? Yani bu mucit

kişilik nasıl şekillendi bize biraz ailenizden söz eder misiniz ? NİKOLA TESLA: Tabi bahsedeyim. Sanırım, ben mucit ve yaratıcı tarafımı annemden aldım. Kendisinin okuma yazma bilmemesine rağmen ev içinde müthiş pratik çözümleri vardı. Babam ise daha çok bir papaz olmamı isterdi. Ama ben bir hastalığıma denk getirip babamın yufka yüreğini de ikna ederek mühendis olmam için ikna etmeyi başardım onu. KİRPİ: Sizin bir sözünüz var “Paranın başkaları için taşıdığı anlam,benim için bir şey ifade etmiyor.” bunu kimler için veya neyi hedef alarak söylediniz Sn. Tesla ?

devam edecek arayışına hemen başlardı. Ben ise, ufak bir teori ve hesaplamayla arama için harcanacak iş gücünün yüzde 90’ının kurtarılabileceğini bilerek, bu duruma üzülüyorum. Arkadaşlar ben hiçbir zaman bir iş adamı olmadım,bu yüzden Edison gibi, başka sistemleri alt etmek gibi bir amacım olmadı. Kendi ifadelerinden de biliriz ki Edison’un bilimci kişiliği, iş adamı Edison’un gerisinde kalmıştır. KİRPİ: Sn. Tesla biraz da kişiliğinizden bahsedelim isterseniz? Genelde yalnız yaşadığınız bilindiği için kişiliğinizle ilgili takıntılı ve hafif şizofrenik durumda olduğunuza dair çeşitli söylentiler sizin de kulağınıza çalınmıştır sanırız.

NİKOLA TESLA: Ben hayatım boyunca hiçbir şirketle yakın bir ilişki kurmadım. Ben insanlık için daha fazla ve daha fazla buluş yapmak isterken birileri benim yarattığım tekniklerin patentlerini alıp zengin olmakla meşguldüler. Benim parayla ilişkim,onu bir araç olarak kullanmaktan ileri gitmez. KİRPİ: Peki Sn. Tesla çalışma yönteminiz ne şekilde olur ? Yani Edison ve bir çok bilimci gibi deneme-yanılma yöntemini kullanır mısınız ? Ya da Edison tarzı olarak bilinen evcil hayvanları elektrik akımıyla öldürüp rakiplerinize karşı kara bir kampanya sürecine girdiğiniz oldu mu ? NİKOLA TESLA: Edison samanlıkta bir iğne kaybetseydi, iğneyi bulana kadar

37 /Mayıs-Haziran13


nikola tesla KİRPİ: Sn. Tesla biliyoruz ki Nobel ödülüne Thomas Edison ile birlikte aday gösterildiniz ancak bu ödülü reddettiniz. Bunun sebebini nedir ?

NİKOLA TESLA: Tam üstüne bastınız! Kilometrelerce uzakta 25 ampulü elektriksiz olarak yakmayı başarınca bizim Morgan geri çekti para desteğini.

NİKOLA TESLA: Bir ara A.B.D ye yeni geldiğim vakitlerde Edison’la çalışma gafletinde bulundum. Kendisine AC akım keşfimi anlattığımda bunu görmezden geldi ve bana sıradan bir iş verdi.

KİRPİ: O zaman o para desteği çekilmese belki de şimdi ücretsiz elektrik kullanabilirdik yani ?

NİKOLA TESLA: İşlerimi düzenli yapmak hoşuma gidiyor hem de daha verimli oluyor .Temizlik konusuna gelirsek siz de 21 gün boyunca bir gemi seyahatinden dolayı duş alamasanız benim kadar titiz olurdunuz sanırım.

Tabi ben bu işi kabul etmek zorundaydım çünkü kendime ait laboratuar kurmak için paraya ihtiyacım vardı. Ancak iş bitiminde kendisi pek de etik olmayan şekilde çalışmalarıma el koydu. Yani yine telif hikayelerinden biri…

KİRPİ: Sn. Tesla son zamanlarda basına tüm patentlerinizi peyderpey sattığınıza dair bir haber çıktı. Neden yaptınız böyle bir şeyi?

KİRPİ: Zor bir dönem geçirmişsiniz belli ki…

KİRPİ: Peki ünlü yatırımcı J.P.Morgan ile aranızda nasıl bir ilişki vardı ?

NİKOLA TESLA : Bakın size kişisel bir özelliğimden daha ben bahsedeyim dehşet verici şekilde hırslıyımdır. Öyle ki yıllar önce 100 küsür ciltlik bir kitaba başladığıma pişman olup kendi hırsımdan tiksindiğim olmuştur. Çünkü o kitabı bitirmezsem gece rüyalarıma gireceğini bildiğimden bitirene kadar hemen hemen başka hiçbir işle meşgul olamamıştım. Ancak tabi ki mesleğimde çok işime yaradığını söyleyebilirim hırsımın.

NİKOLA TESLA: Ben kendisiyle çalışma fırsatı buldum. Elektrik santralleri vb. çalışmalar içinde beraberdik. Kendisi benim para desteğimi sağlıyordu sağolsun. Ancak bir süre sonra sanırım kendisinin hoşuna gitmeyecek bir şeylere kalkıştım.Tahmin edin nedir sizce bu proje ?

NİKOLA TESLA : Hmm.. (bıyık altından gülümseyerek) Ne gibi takıntılar örneğin ? KİRPİ : İşlerinizi her zaman üçerli gruplar halinde yaptığız gibi yani örneğin otel oda numaralarınızın her zaman 3 e bölünebilen sayılar olması bir tesadüf mü ? Temizlik ve hijyen konusunda aşırı titiz olduğunuz da biliniyor.

KİRPİ: Başta bahsettiğiniz kablosuz elektrik erişimi olabilir mi ?

NİKOLA TESLA: Belki de…

NİKOLA TESLA: Yani siz bu patentlerden elde ettiğim paralarla neden lüks bir hayatı terk edip araştırmalara giriştiğimi soruyorsunuz sanırım.. KİRPİ: Öyle de denebilir… NİKOLA TESLA: Her şey başta bahsettiğimiz ücretsiz,kablosuz elektrik üretimi veya evrensel çapta büyük radyo yayını gibi ücretsiz bilgi yayını projelerim ve daha başka uğraşlarıma kaynak ayırabilmek için diyebilirim. Benim keşiflerimle zengin olan bazı büyük şirketler bu projemden korkunca desteklerini çektiler demiştim size. Araştırmama patentleri satmadan kaynak elde edemezdim.Ama sağolsun Yugoslayva Hükümeti maaş bağladı bana onunla geçiniyorum…Var mı başka sorunuz arkadaşlar ? Yoksa ben müsadenizi istiyeyim şu Tesla Bobini dedikleri oyuncağımı kurcalayayım biraz. KİRPİ: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Kolay gelsin size. NİKOLA TESLA: Ben teşekkür ederim gençler bu kadar ilgili olduğunuz için. Sakın unutmayın erdemlerimiz ve kusurlarımız birbirinden ayrılamaz, güç ve madde gibi. Onlar ayrıldığında insan bir hiçtir.

Mayıs-Haziran13/38



deneme

Semih ÖZTÜRK

Grup Vitamin’den İsmail!

A

nasına avradına bir güzel sövdüm İsmail’in. Balkondaki elmaların hesabını sormam lazımdı. Eve elma yağdırmak nerede görülmüş, hangi çağda yaşıyoruz anasını satayım! O sinirle fırladım çıktım evden. Sırtına mızrak saplanmış boğalardan farkım yoktu. O yokuşu bir solukta nasıl tırmandım hala hatırlamıyorum. Dayandım kapılarına, kapıyı babaannesi açtı. İsmail’i sordum. Kubilay dayısıyla çarşıya dondurma yemeye gittiklerini söyledi. Sinir beynime çıkmıştı. ‘’Söyle İsmail’e beni bulsun, az biraz işimiz var onunla Gülsüm yenge.’’ deyip eve geri döndüm. Yolda İsmail’in köpeği Kolombo’yu gariban bir sokak köpeğinin üstünde uygunsuz vaziyette görünce Allah yarattı demeden ver ettim odunu. Güpegündüz ırzına geçiyordu garibanın. Yanına mı bırakacaktım? Bütün hıncımı Kolombo’dan almıştım ama olsun. Hayvan inleye inleye gözden kaybolmuştu. Aklım yine İsmail’deydi, bir şekilde hesap sormam lazımdı. O yaz İsmail’le aramız açıldıktan sonra mahallede tek başıma dolaşır olmuştum. Dayısı ve kuzenleriyle aralarından su sızmıyordu. Yüzmeye, internet kafeye, sahil gezmesine beraber gidiyorlardı. Hatta Erdem İnternet Kafe’de takılan arkadaşlar geçen gün İsmail’in beş milyonluk masa açtırdığını, oyun oynarken tost söyleyip üstüne bir de kola içtiğini söylemişlerdi. Ne yalan söyleyeyim kıskandım. Beş milyonluk masa açtırıp tost yemek, üstüne utanmadan bir de kola içmek nerde, biz nerde. Ama değirmenin suyunun Kubilay dayısından geldiği belliydi. Babam söylemişti, adam gümrükte çalışıyormuş. Kubilay’da para olmayacakmış da bizde mi olacakmış. Kaçakçılıktan tut rüşvete Mayıs-Haziran13/40

kadar her türlü yol varmış. Zaten ilk karısından da bu yüzden boşanmış. Mahalleye gelip kara para aklıyormuş, Şevket ağbinin büfesine ortak olacakmış. Bizim malum olaydan bir hafta sonra, balkonda oturmuş radyo dinliyordum. Önce Burak Kut, sonra Sinan Özen, ondan sonra da Mirkelam çaldılar. Ben Grup Vitamin çıksın diye beklerken yoğun aşk temalı şarkılara maruz kalmıştım. Olacak şey değildi. Hazır annem de evde yokken radyoyu arayıp istekte mi bulunsam acaba diye düşünürken İsmail’in dayısının lacivert kamyoneti büfenin önünde durdu. Şevket ağbi elindeki poşetleri camdan içeri uzattı, poşetleri İsmail’in aldığını görünce yerimden doğruldum. Ön koltuğa oturmuş şerefsiz, belli ki hava atacak. Akşama alem yapacaklardı anlaşılan, biralar, çerezler falan… Hiç bozuntuya vermeden balkonun demirlerine yaslandım. Araba bizim evin önünden ağır ağır geçerken göz göze geldik İsmail’le. Önce işaret parmağımı ‘’Sen bittin oğlum!’’ der gibi salladım. Daha sonra da aynı parmağımla boğaz kesme hareketi yaptım. İsmail iti saldırımı karşılıksız bırakmadı, bilek arasını avucunun içinde öyle bir şaklattı ki bütün mahalle yüzüme tükürdü sandım. Ertesi gün kahvaltıdan sonra çıktım evden. Canım çok sıkılıyordu. İsmail’le yüzleşememiş, küstüğümle kalmıştım. O kadar zaman geçmişti ve hala bizim evin oralara uğramıyordu. Neden uğrasın, dayısı var adamın. Arabayla gezer, yüzmeye gider, internet kafede istediği kadar takılır… Şevket ağbinin büfesinin önündeki boş kasalara oturmuş derin düşüncelere dalmıştım.


deneme Nerede yanlış yapmıştım acaba? Bütün bu olup bitenler birer sınav mıydı? O sırada Şevket ağbi büfeden çıkıp yanıma yaklaştı. ‘’İşin yoksa göz kulak ol dükkana, ben bankaya kadar geçip geleceğim. Yarım saate buradayım, soran olursa söylersin.’’ deyip bastı gitti. Ben de dükkana girip kasanın başına oturdum. Kendime oralet söyledim. Yarım kalan bulmacada bildiğim soruları çözdüm. Resimdeki sanatçıya kaş, göz, bıyık sakal çizdim. Şevket ağbi üç harfli ‘’Bir ilimiz’’ sorusuna Kars yazmaya kalkışmış. Sonra hatasını anlayıp üstünü karalamış. En sevmediğim şey. Olacak gibi değildi. Ne gelen vardı ne giden. Şevket ağbi çıkalı neredeyse bir saat olmuştu. Televizyonda bir iki tane çizgi film izledim ama kesmedi. Esnaf olmak bana göre değildi. Kesin bir okul kazanıp gitmeliydim buralardan. ‘’Büyüyünce ne olacaksın yavrum?’’ sorusuna aklı başında cevaplar vermenin zamanı gelmişti. Yoksa durum çok açıktı, el alemin dükkanında çırak diye harcanır giderdim. Her işe beni koşarlar, itin köpeğin maskarası olurdum. Ben bunları düşünürken mavi kamyonet yavaşça durdu büfenin önünde. Dayısı önde İsmail arkada büfeye girdiler. -Şevket ağbin yok mu genç? -Az bankaya kadar gitti. -İyi… Ben birazdan yine uğrarım. Gelince söyle bir yere kaybolmasın. -Söylerim. Sinirden elimdeki tükenmez kalemi sıkıyordum. İsmail efendi rahat rahat mahalleme gelmiş, mekanımda artistlik yapıyordu. Olacak şey mi! ‘’Ben bunun da hesabını sorarım sana.’’ diye içimden geçirirken dayısı İsmail’e büfede beklemesini, kendisinin biraz sonra döneceğini söyledi. İsmail itiraz etmeye fırsat bulamadan dayısı gazı kökledi. Suratıma istem dışı bir gülümseme yerleşmişti. Yerimden doğrulup büfenin önüne çıktım. Esnaf edasıyla altıma bir kasa çekip İsmail’i yanıma çağırdım. -Güneş kafana geçer, gel gölgede bekle. -Gerek yok. -Artistliğin kime oğlum? -Ne artistliği lan? -Lanlı lunlu konuşma benimle lan! Babaannene haber bıraktım, neden yanıma uğramadın? -Söylemedi bir şey. -Yalanlarını sevsinler senin. O elmaların hesabını vereceksin oğlum! Tek tek yedireceğim o elmaları sana. -Hak ettin. -Neyini hak ettim lan neyini hak ettim? -6-C ‘deki Buse’ye teklif etmişsin. -O mesele öyle değil. Ben kızı Mert’e ayarlamaya çalışıyordum. Kız kabul etmeyince laf çıkarmışlar hakkımda. Tamamen kızların orospuluğu anlayacağın… -Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanıyor oğlum o kız. Ders-

hane denemesinde ikinci oldu. Zehir gibi kafa var. -Sınava daha iki sene var oğlum. Hem sana ne Buse’den? -O kıza bir daha yaklaşırsanız belanızı s.ktiririm dayıma! Ayrıca seni Kolombo’yu döverken görmüşler, tenhada karşıma çıkma oğlum! İsmail en son cümlesini kurarken büfenin kepenklerine öyle bir yumruk indirdi ki ne yapacağımı şaşırdım. Tanımayan birisi görse deli gücü var bu çocukta derdi. Karısı kızı batsın, dertsiz başımıza dert aldık diye düşünüp büfeye girdim. Benim arkamdan da Şevket ağbi geldi. Bankada ‘’haddinden fazla’’ kuyruk varmış, ayılıp bayılanlar olmuş, işini halledemeden çıkıp gelmiş. -Gelen giden oldu mu? -Üst mahalledeki İsmail’in dayısı geldi. -Bir şey söyledi mi? -Gelince beni beklesin dedi. Şevket ağbi büfede beklememin karşılığında cebime beş milyon koydu. Önce kabul etmedim, ‘’Erkek adamsın, bulunsun oğlum yanında. Utanma.’’ falan deyince aldım parayı. Teşekkür edip büfeden çıktığım sırada annemle babama rastladım. Annem evin anahtarını cebime sıkıştırdı, yemeğimi ısıtıp hazırladığını söyledi. Babamla hasta ziyaretine gidiyorlarmış, bir saate dönerlermiş. Annem evi yeni toplamış, ortalığı dağıtmayacakmışım. Odama girip radyoyu açtığımda Şevket ağbinin verdiği parayla ne yapabilirim onun hesabını yapıyordum. ‘’Abur cubur alsam değmez, en iyisi kumbaraya atmak. Bu zamanda tutumlu olacaksın.’’ Keyfim yerine gelmesine gelmişti ama aşağıdan birileri bağırıyordu. Balkona çıktım. İsmail ve kuzenleri toplanıp beni dövmeye gelmişler. -Adam mı oldunuz da ev basıyorsunuz lan! -İnsene oğlum aşağıya, yemiyor mu? -Lan senin o kadar yiyordu neden tek başına gelmedin? -Sen gel ben sana göstereceğim. Buse benim ulan benim! Aşağıya indim ve erkekler gibi dövüştüm. Yediğim tekmenin, şamarın, tükürüğün haddi hesabı belli değildi. İsmail dayısının biralarından aşırıp içmiş, kafayı bulunca da kuzenlerini toplayıp kapıya dayanmış. Zar zor Şevket ağbi aldı beni ellerinden. Hasta ziyaretinden dönen annemle babam da gelince tuz biber oldular meseleye. Annem sen nasıl olur da itle kopukla dalaşırsın diye milletin içinde beni bir güzel haşladı. Babam çocukları kapıdan kovdu, bir posta da eve çıkınca annemden dayak yedim. Salya sümük ağlaya ağlaya odama gittim, yatağın köşesinde oturup ağlamama orada devam ettim. İçimden anneme de küfür ettiğimi fark edince sustum, sümüğümü annemin pazardan aldığı dandik marka eşofman üstüne sildim inat olsun diye. O sırada radyoda çalan şarkı bitti ve sunucu sıradaki şarkıyı anons etti. ‘’Grup Vitamin’den İsmail!’’

41 /Mayıs-Haziran13


ütopya

CUMHURİYET DÖNEMİ Çağın ÖZBİLGİ

TÜRK ÜTOPYALARI

Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı Türkçe Sözlük’e göre ütopya kavramı, “gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce” olarak tanımlanır.1 O halde ütopya, dar anlamıyla, “gerçekte var olmayan ve yalnızca insan zihninde tasavvur edilen bir dünya”dır.

Ü

topya kavramı ilk kez 16. yüzyılda Sir Thomas More tarafından kullanılmıştır. More, ütopya terimini, Yunancada “yer” anlamına gelen topos kelimesinin önüne, “iyi” anlamına gelen eu ve “yok” anlamına gelen ou takılarını birlikte çağrıştıran bir hece haline getirerek, aynı anda “iyi yer” ve “yok yer”, yani

“olmayan yer” anlamını taşıyacak şekilde bulmuştur.2 Ütopya’nın tarihteki ilk örneklerine Antik Yunan’da ve Doğu-İslam toplumlarında rastlanır. Hesiodos’un (M.Ö. 8. yy.) Altın Çağ mitosu, Platon’un (M.Ö. 427 – 347) Devlet’i, Eumeros’un (M.Ö. 3. yy.) Kutsal Söylencelerinde Panchaia’sı

ile Farabi’nin (870 – 950) El-Medinetü’l Fâzıla’sı, bu türe örnek teşkil eden ilk eserlerdendir. More’dan sonra kaleme alınan onlarca ütopik eser arasından ise sadece şu iki tanesi anılmaya değerdir: Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi (1602) ile Francis Bacon’un Yeni Atlantis (1627) adlı eseri.

1 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, 9. Baskı, Ankara, 1998. 2 KÜÇÜKCOŞKUN, Yasemin, 1980–2005 Dönemi Türk Edebiyatında Ütopik Romanlar Ve Ütopyanın Kurgusu (Yüksek Lisans Tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Isparta, Kasım 2006, s. 1.

Mayıs-Haziran13/42


ütopya THOMAS MORE VE UTOPIA Thomas More’un (1478 – 1535) ünlü eseri Utopia, 1516’da basılır. More bu eseriyle İngiltere’nin siyasî, sosyal ve ekonomik bunalımlarının olduğu bir döneme karşılık olarak, düşsel bir devlet ve toplum düzeni tasarlar ve bunu, dünyayı gezmiş bir denizcinin, Raphael Hytloday’ın ağzından, eleştirel bir üslupla dile getirir. (Çünkü o dönem İngiltere’sinde hırsızlıkların ve dilencilerin sayısı bir hayli artmış, bu da önemli bir toplumsal sorun haline gelmiştir. Ancak yönetim, bu sorunlara sert tedbirler alarak yaklaşmıştır.) Eserdeki Utopia ülkesi bir ada üzerinde yer alır. Burası, dışarıdan gelebilecek tüm tehlikelere karşı korunaklı bir coğrafî yapıya sahiptir. Ülke, Kral Utopus tarafından fethedilmiş ve dünyanın en yetkin ülkesi haline getirilmiştir. Ütopya’da çokça vurgulanan hususlardan biri, mülk ortaklığıdır. Orada özel mülkiyet yoktur. Para da kullanılmaz. Thomas More’un Utopia adlı eseri, bu türün gelişiminde büyük bir pay sahibidir. O kadar ki, kendinden sonra gelecek olan ütopyalara bir şablon, hattâ bir örnek olan bu kitap, yapı özelliklerini, başka ütopyalarda bazen değişerek, bazen de benzer kalarak korumuştur.3 ANTİ-ÜTOPYA YA DA DİSTOPYA Tüm bunlara karşılık olarak, bir de “distopya” kavramı vardır ki bu ifade, Yunancada sözcüğe olumsuzluk anlamı katan “dis” ön ekiyle yer anlamına gelen “topos” kelimesinin bileşimiyle oluşmuş

ve “kötü yer” karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu tür, ütopyaya karşı bir eleştiri ve tepki olarak ortaya çıkmış ve onun karşısında böyle durmuştur. Bilimde ve teknik ilerlemede meydana gelen hızlı değişimin insanın düşünce yetisini sınırladığı görüşü distopyayı doğurmuş4 ve gelişen teknolojiyle beraber çeşitli anti-ütopyalar kaleme alınmıştır. Bu türün ilk çağdaş örneğini ise When The Sleeper Wakes (Uyuyan Uyanınca) adlı eseriyle H. G. Wells vermiştir (1899).

Düzenli ve zengin topraklara sahip yerler olarak tasavvur edilen bu diyarlar, yaşadığımız dünyanın dışında bulunamaz; çünkü onlar, tamamen insan zihninin bir ürünüdürler ve daima yeryüzünde inşa edilirler. ÜTOPYA TÜRÜNÜN GENEL ÖZELLİKLERİ Ütopyalar, içinde yaşanan dünyanın kötü hayat şartlarından ve bunların insan yaşayışı üzerindeki olumsuz etkisinden kaçıp kurtulmak amacıyla yazılan ve mevcut düzeni eleştirip onlara alternatif bir yapı getirmek isteğiyle kaleme alınan anlatılardır. Yazar, mevcut düzenin olumsuzluklarını, zihnindeki tasarı vasıtasıyla yok etmeye çalışır. Ütopyalarda insanın hep daha iyi olana duyduğu bir özlem vardır. Düzenli

ve zengin topraklara sahip yerler olarak tasavvur edilen bu diyarlar, yaşadığımız dünyanın dışında bulunamaz; çünkü onlar, tamamen insan zihninin bir ürünüdürler ve daima yeryüzünde inşa edilirler. Bu bakımdan öteki dünyaya, yani ahrete ait olan cennetsi ortamlar ütopya sayılmaz. Klâsik ütopyalarda mekân bir adadır; çünkü Platon’un Atlantis adlı eseri, ütopya fikriyle gelişen ada kavramının özündeki model olmuştur.5 Ütopya, bir bakıma, beraberinde getirdiği eleştiri yöntemiyle de anılmalıdır; neticede ütopya yazarı, toplumunu eleştiren ve yaşadığı topluma karşılık olarak kendi düş gücüyle alternatif bir dünya ortaya koyan bir kişidir. Bu bakımdan bir eseri ütopya türüne dâhil edebilmek için o eserin eleştirel yaklaşımına bakmak gerekir. Ütopyalarda fertler değil, toplumun bütünü anlatılır; dolayısıyla bu tür eserlerde psikolojik tahlillere değil, toplumsal genellemelere yer verilir.6 Klâsik ütopyalarda her daim olgun, gelişme sürecini tamamlayan, kusursuz bir toplum yapısı inşa edilir. Orada herkes mutludur. Söz konusu toplumda hiç acı ve sıkıntı yoktur. Çünkü her şey baştan düşünülmüş, hesaplanmış ve ince ince plânlanmıştır. Fakat böylesi bir mükemmeliyet, klâsik ütopyaları ne yazık ki hem kalıplaşmış ve idealize edilmiş insan tipine hapsetmekte, hem de o toplumun değişime ve dönüşüme kapalı, durağan bir yapıya sahip olmasına yol açmaktadır.

3 a.g.e., s. 27. 4 DANIŞMAN, Şeyma, 1950 Sonrası Türk Romanında Ütopya (Vize Ödevi), Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Ankara, Aralık 2009, s. 12. 5 a.g.e., s. 2 6 a.g.e., s. 28

43 /Mayıs-Haziran13


ütopya TÜRK EDEBİYATINDA ÜTOPYA Türk edebiyatında köklü bir ütopya geleneği yoktur. Bu tür, edebiyatımızda ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Tanzimat sonrası yenileşmeyle birlikte girer. Ütopik özellikteki ilk eserimiz, Ziya Paşa’nın Rüya (1869) başlıklı yazısıdır. Bu yazıyı, yazarın dava arkadaşı olan Namık Kemal’in Görülmüş Bir Rüyadır (1872) adlı yazısı takip eder. 20. yüzyıla gelindiğinde, bu türde bir artışın yaşandığı görülür. Ahmet Haşim’in O Belde (1909) adlı şiiri, Halide Edip’in Yeni Turan (1912) adlı romanı, Ziya Gökalp’ın Kızıl Elma (1913) adlı şiiri ve Ömer Seyfettin’in Mehdî (1914) adlı öyküsü, bu dönemin anılmaya değer ütopyalarındandır. Cumhuriyet döneminde ise bu tarz eserler 1930’lardan itibaren kaleme alınmaya başlanır. Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest İnsanlar Ülkesinde (1930) adlı eseri ile Raif Necdet Kestelli’nin Semavi İhtiras (1933) adıyla yayımlanan romanı bu türe dairdir.7 Soner Yalçın Türk edebiyatında ütopya kavramından bahsettiği gazete yazısında beş eseri önemli buluyor.8 Biz de bu beş eseri yazımızda incelemeye aldık. Bu noktadan sonra Cumhuriyet dönemi ütopyalarını irdeleyecek ve bu doğrultuda Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara (1934) isimli romanı, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Rüyamdaki Okullar (1936) isimli kitabı, Memduh Şev-

ket Esendal’ın Yurda Dönüş (1940) isimli hikâyesi, Peyami Safa’nın Yalnızız (1951) isimli romanı ve son olarak Şevket Süreyya Aydemir’in Toprak Uyanırsa (1963) isimli romanı sırasıyla ele alınacaktır.

çekilmez bir hal almıştır ki, kurtuluş ümidi olarak tüm gözler Ankara’ya dikilmiştir. O dönemin Osmanlı Devleti’nde, İstanbul ile Ankara arasında büyük bir yaşam tarzı farklılığı vardır. Yazar kitabın ilk bölümünde buna dikkat çeker.

Karaosmanoğlu, ilk baskısı 1934’te yapılan Ankara romanının üçüncü bölümünde şimdiye kadar yaşanan olay ve şartlara bağlı olarak, ülkesinin erişmesi gereken ideal geleceği sanki yaşamış gibi anlatır.

İkinci bölüm, Sakarya Meydan Muharebesi ile noktalanan ilk bölümden üç yıl sonra, 1924’te başlar. Savaşların kazanılması ve cumhuriyetin ilân edilmesiyle yeni bir kimliğe kavuşan Anadolu’da yaşam, yavaş yavaş değişmektedir. Bu değişim sürecinde yazarın en çok vurguladığı şey, yanlış anlaşılan batılılaşmadır. Çünkü millî ideale göre tüm millet için gerçekleştirilmesi lazım gelen değişim, sadece küçük bir azınlıkça, o da yanlış bir biçimde anlaşılarak gerçekleştirilmiştir. Sonuç olarak Ankara, –yazarın deyişiyle– millî ateşin hararetinden, buzdan bir şehir maketi haline gelerek çıkmıştır. Bunların tüm sebebi ise, inkılâpların yanlış anlaşılmasıdır.

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU – ANKARA Karaosmanoğlu, ilk baskısı 1934’te yapılan bu romanının ilk iki bölümünde, millî mücadele ruhu ile kavrulan Türk milletinin hem zaferlerinden hem de eksikliklerinden bahseder. Sadece ikinci bölümde, zaferlerin ardından yapılan inkılâpların Türk milletince nasıl yanlış anlaşıldığı meselesi üzerinde durur. Yazar, son bölümde ise, şimdiye kadar yaşanan olay ve şartlara bağlı olarak, ülkesinin erişmesi gereken ideal geleceği sanki yaşamış gibi anlatır. Kitap, İstanbul’dan Ankara’ya gelmek zorunda kalan Selma Hanım’ın dramıyla başlar. İstanbul’un işgali öyle

7 a.g.e., s. 39 8 YALÇIN, Soner. (2011, 27 Şubat). “Hangi Yazarın Ne Rüyası Vardı?” Hürriyet, s. 9.

Mayıs-Haziran13/44

Üçüncü bölüm, Cumhuriyet bayramının onuncu yıl kutlamaları ile başlar. Yıl artık 1933’tür. Karaosmanoğlu’nun zihnindeki bir hayli gelişmiş Türkiye ve Ankara ideali, işte bu bölümde anlatılır: Ankara insanı, belli başlı muntazam mahallelerde toplanmıştır. Esnaflar modern binalarda satış yapmaya başlar. İnsanlar, makineler vasıtasıyla tabiata hâkim olur. Yeni Türkiye’nin işçi ve mühendisleri ise, yüreklerinde bir devlet memurunun haysiyetini taşıyan kimseler olmuşlardır. Başlarında patron yoktur onların; kimsenin de esiri değillerdir.


ütopya Köylerin büyük bir kısmı İçtimaî Mükellefiyet Teşkilatı vasıtasıyla kooperatifleşir. Türkiye’nin nüfusu, okuryazar oranı ve ziraî ile sanayi üretim temposu artar. Yol ve demiryolu siyaseti gelişir, iç pazar düzene girer ve millî servet yükselir. Türkiye’de hakiki bir yerli kumaş sanayisi kurulur. Uzaklar yakınlaşır, çoraklar yeşillenir ve ocaklar tütmeye başlar. Hâsılı, Anadolu’nun insan eli değmeyen tek bir noktası kalmaz. Yüksek ziraî zihniyet sayesinde, ülke beş ila on yıl içinde Fransa’nın Provansa’sı gibi olur. Roman, Cumhuriyet bayramının yirminci yıl kutlamalarıyla, 1943 yılında sona erer. Karaosmanoğlu’nun hayalindeki Türkiye’nin kısa zamanda kalkınmasının ele alındığı bu son bölümde, Mustafa Kemal halen sağdır ve halkının Cumhuriyet bayramını kutlamaktadır. Yazar bu kitabında, yanlış Batılılaşmanın derhâl terk edilmesine ve ülkenin kalkınma sürecinin salt bir azınlığa değil, ülkenin geneline yayılması gerektiğine vurgu yapmaktadır. İSMAYIL HAKKI BALTACIOĞLU – RÜYAMDAKİ OKULLAR Baltacıoğlu, ilk defa 1936 yılında basılan bu eserinde, ulaşılması gereken ideal eğitim sistemini ve modelini, gördüğünü farz ettiği rüyalar üzerinden yazarak anlatma yolunu seçmiştir. Zaten kitabın önsözünde, bu rüyaların aslında görülmediğini, sadece düşünüldüğünü belirtmiştir. Yazar, böyle bir üslubu seçmesinin sebebini, dü-

şüncelerin bu şekilde anlatılmasının metne daha yeni bir kimlik kazandıracağına ve söz konusu metni daha sevimli kılacağına olan inancına dayandırmaktadır. Yazar, kitapta yedi adet rüya görür. Her rüyasında başka bir sahne ile karşılaşır ve alışılagelenden daha farklı bir eğitim sisteminin uygulanışına şahit olur. Yazara göre ders, sadece okutulmakla kalmamalı, uygulama ile desteklenmelidir. Okutarak ezberletmek yerine, yaptırarak öğretmek makbul olmalıdır. İlim bilgisi, teknik bilginin kapsamı içinde olduğundan, ancak ve yine teknik bilgiyle hayata geçirilmelidir. Yoksa tek başına ilim, kuru bir bilgi yığınından ibaret kalır. Önemli olan, işin kendisi değil, sosyal tarafıdır. Yani bir şeyin yapılmasının plânlanması yetmez; o şeyin derhal faaliyete dökülmesi gerekir. Yazarımız mobilya atölyesinde çalışan bir öğrenci üzerinden örnekler bu düşüncesini. Ona göre, bir öğrenci, inşa ettiği mobilya işinin inceliklerine vakıf olabilmek adına, o işin gerektirdiği piyasa inceliklerini de bilmek zorundadır; aksi halde kendisine verilen eğitim, yalan bir eğitime dönecek ve öğrenci, hayat kavgasında dövüşemez hale gelecektir. Öğretmen öğrencilerle arkadaş olmalıdır. O kadar ki, öğrenci aklından geçirdiklerini öğretmeniyle paylaşmak hususunda tereddüt etmemelidir. Daha sonra öğretmen, arkadaşlığın da ötesine geçmeli ve öğrencilerle beraber çalışmalıdır.

Bu süre içerisinde ise öğrenci, öğretmen tarafından yaratıcılığa sevk edilmelidir. Ezber kötü bir yöntemdir. Yazarımız ezber sistemini kötülemek için, kitabında ezber yapmakla meşgul olan öğrencileri, belkemikleri bükülmüş ve vücudunun suyu çekilmiş insanlar olarak hayal eder. Bilgi, çocuğa hiçbir zaman zorla verilmemelidir; çünkü öğrenmek için öncelikle acıkmak gerekmektedir. Elbette öğretmen, çocuğun acıkması için beklemeyecektir; bunun yerine, öğretim metotları vasıtasıyla öğrencinin bilgiye susamasını sağlayacaktır. Yazarımız bu kitabında özet olarak şu düşünceyi vurgulamaktadır: Durağan ve ezbere dayanan eğitim kötüdür; insanı asıl geliştiren eğitim ise, hareketli ve aktif olan eğitimdir. MEMDUH ŞEVKET ESENDAL – YURDA DÖNÜŞ Yazar, 1940’ta kaleme aldığı bu öyküsünde, bir görev için yurt dışına giden ve orada bir müddet kalıp yurduna geri dönen isimsiz bir adamın gördükleri karşısındaki hislerini anlatır. Kahramanımız ilk şaşkınlığını, pasaport kontrolü için girdiği gümrükte çalışan bir kadını görmekle yaşar. Çünkü değişen zamanla beraber, eskinin pejmürde ve kılıksız gümrükçüleri, yerini eğitimli bir kadına bırakmıştır.

45 /Mayıs-Haziran13


ütopya Kahramanın şaşkınlığı, yerini gitgide farkındalığa bırakır. Ülkesi görmeyeli bir hayli değişmiştir. Meselâ, sadece erkeklerin yaptığı zannedilen işler, artık kadınlar tarafından da yapılmaya başlanmıştır. Böylelikle kadın, hem aile ocağını kalkındıran, hem de kendi işini yapan bir birey haline gelmiştir. Kahramanımız kadınların hayat içindeki bu aktif rollerine inanamaz. Kitapta okuyucuyu şaşırtan en farklı gelişme, herhalde Türkiye’nin bilgi yataklarının salt iki yerde kümelenmesidir. Yazarın ütopik Türkiye’sindeki üniversitelerden biri Uygurluk ismiyle Ahlat dolaylarına dağılmış fakülteler, sağlık evleri ve laboratuarlardan oluşmakta; diğeri ise Özgürlük ismiyle Afyon dolaylarına dağılmaktadır. Kahramanın yurdundaki zihniyet de değişir. Meselâ insanlar, artık kazanmak için değil, geçinmek için çalışmaya başlar. Öyle ki, yurdum insanı bir yandan meslekî vazifesini ifa etmekte, bir yandan da tarla sahibi olmaktadır. Tarla mülkiyetindeki maksat, herkesin kendi ekmeğini yerden çıkarmasını sağlamaktır. Kahramanımızın duyduklarına göre, ülkesindeki bu değişim, kooperatifçilik ile başlamıştır. Hükûmet de işçilere, devlet hizmetinde bulunanlara ve topraksız köylülerin ailelerine birer parça toprak vermiş ve onlara evlerini yapmalarına yardım etmiştir. (Ama öyküde bunların ne olduğuna tek tek değinilmez; çünkü Esendal, kapalı bir anlatımla kaleme aldığı bu hikâyesinde nelerin değiştiğini tasvir etmek yerine, sadece gördüğü değişiklerin neye dair olduğundan bahseder.)

Yurduna dönmesiyle birlikte karşılaşıverdiği manzaralar, kahramanımızın ilkin kendisini vatanına karşı yabancı biri gibi hissetmesine neden olur; ama bu değişim ve yenilikler, onun rahat bir şekilde uyku uyumasına engel değildir. PEYAMİ SAFA – YALNIZIZ İlk basımı 1951 yılında yapılan Yalnızız romanı, yaşadığımız dünyanın insanın manevî boyutunu çürüten maddiyatçı şartlarına bir eleştiri amacıyla kaleme alınan bir kitaptır. Romandaki Samim karakteri, zihnen yarattığı “Simeranya” isimli kusursuz dünya ile, 150 yıl sonraki tekâmül imkânlarını düşünmekte ve çözümü hayal ülkesinde aramaktadır. Yalnızız eserinin baştan sona ütopik bir özellik gösterdiği söylenemez. Simeranya isimli hayalî yer ise, söz konusu eserin bütünü içine, romanın örgüsüne uygun olacak bir biçimde yerleştirilmiştir ve bu yerden ancak söz açıldıkça bahsedilmektedir.

Özellikle değinilen konuların başında, insanı düşünmeye sevk eden, uygulamalı bir eğitim modeli gelmekte, bunu köyleri topyekûn kalkındıracak kooperatifleşme çalışmaları izlemektedir. Simeranya’nın klâsik ütopyalardaki gibi başlı başına bir ada olup olmadığı belli değildir; ancak Samim’in hayalindeki kara parçasına deniz yolculuğuyla erişmesi göz önüne alındığında, buranın denize kıyısı olan bir yer olduğu fikri kuvvet kazanmaktadır.

9 SAFA, Peyami, Yalnızız, İstanbul: Ötüken Neşriyat. [İlk basım: 1951], s. 42. 10 a.g.e., s. 44.

Mayıs-Haziran13/46

Simeranya’da insan, her şeyden önce, makine gibi robotlaşmış bir varlık değildir. Oranın insanı, yaşanan çağın insanından, geliştirdiği manevî yönü ile ayrılmaktadır. Simeranya’da okul yoktur. Bunun yerine, her seviyeye göre okuma salonları, laboratuarlar, atölyeler; müzik, sinema, tiyatro ve spor evleri vardır. Her yaştan insan buralara gidebilir ve istedikleri konuyu kendi başına etüt edip öğrenebilir. Orada araştırma metotlarını öğreten kılavuz öğretmenler vardır. Onların vazifeleri öğretmek değil, öğrenmenin yolunu öğretmektir; çünkü Simeranya pedagojisi, insanın hayatı boyunca öğrendiği şeyleri ancak kendi istediği zaman ve kendi araştırmaları neticesinde öğreneceğini bilir. Hâlbuki bugünün dünyasında öğretilen şeylerin, belirli ihtiyaçları karşılamadığı müddetçe hiçbir işe yaramadığı bilinmektedir; bu yüzden Simeranya’da klâsik okullara rastlanmaz. Orada sınıf, kürsü, ders programı, diploma ve nutuk atar gibi ders anlatan öğretmen filan yoktur.9 Eğitim konusunda yapılması gereken şey, insanın genel kültürünü ve meslekî bilgisini yeteneklerine göre hazırlamanın yolunu kendisine göstermek ve bunun vasıtalarını ona vermektir. Müfredat programlarının ezici yükü altında insanı bunaltan şimdiki okullar, her çocuğun ihtiyacını ayrı ayrı hesaba katmamakta, bu da öğrencinin derse çalışıp imtihana hazırlanmaktan şahsî araştırmalara vakit bulamamasına yol açmaktadır. Bu bakımdan, insan için gerekli kültürün ve meslekî bilginin ancak bu araştırmalarla verileceği bilinmelidir.10


ütopya Simeranya’daki öğrenciler birer parazit değildir; bu yüzden onlar, çıraklık devresini büyüklerine yardım ederek geçirir. Zaten orada, insanın yeteneklerini belirleyen mükemmel testler vardır. Değişen yetenekleri dâhilinde mesleklerini de değiştirmek, öğrencilerin haklarıdır. Simeranya’da zorlama yoktur; çünkü orada insan, bir makine adam veya otomat değil, kabiliyetinin serbestçe gelişmesine her yaşta ve her meslekte imkân verilen manevî bir şahsiyettir. Şimdiki dünyada köhne bir mektep telâkkisi hüküm sürmektedir. İçinde yaşanan dünyanın öğretim usulü; baskı, zorlama, hayvan yetiştirme ve tıka basa doldurma usulüdür. Bunun değişmesi için önce sosyal bünye değişmelidir. Ancak bu şekilde yeni pedagoji, fikirlerine tatbik sahası bulabilir. İnsanlar, kendi kendileri hakkındaki, bozuk anlayışlarını değiştiren bir dünyaya muhtaçtırlar. Simeranya’da sadece birkaç konuda derin tasvirler yapılır. Bunlardan biri eğitimdir. Yazar, Simeranya’daki eğitimi örnek göstererek, içinde yaşadığı dünyanın eğitimin sistemine oldukça eleştirel yaklaşır ve sadece eğitim konusunda değil, pek çok konuda da insanın öncelikle manevî yönünün geliştirilmesi gerektiğine vurgu yapar.

şayagelen sırlı bir hikâyeyi barındırdığını öğrenince, kalmaya karar verir. Ama bu hiç de kolay olmayacaktır; çünkü orada, öğretmenin eğitim vereceği bir okul binası bile yoktur. Üstelik insanları sıtma hastalığından kırıp geçiren bir de bataklık vardır. İş başa düşer ve öğretmen bu verimsiz ve terk edilmiş köyü adam etmeye çalışır. Bunun için ilk önce, okul binası için kullanılması plânlanan terk edilmiş bir ahırın restorasyon çalışmalarına başlanır. Bu kalkınışı ciddiye almak adına öğretmen, ilerleyen günlerde, Polatlı’da, köy seferberliği başlatmak üzere yasadışı olmayan gizli bir komite kurar. Komite, köyü kalkındırmak için seferberlik ilân eder. Kitapta bir köyün uyandırılış süreci bu seyri takip etmektedir. Bir yandan toprağın işlenecek hale getirilmesi için köydeki bataklık kurutulmaya çalışılır, öte yandan medeniyetle buluşturulmak üzere köyün çocuk ve gençleri eğitilmeye başlanır.

Yazarımızın ütopyası, söz konusu köyün kalkınış sürecidir aslında. Bu doğrultuda en çok vurgulanan husus, var olan imkânların insanın eğitimi ve işbirliğiyle değerlendirilmesidir. Başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Hedeflenen gelecek, insanın eline teknik olanakların verilmesi, toprağın seferber olunarak işlenip uyandırılması, köylünün millî gelire katkıda bulunmasının sağlanması, kooperatifleşme ile birlikte köylünün kendi sorununa birlik ve beraberlik içinde çözüm bulması, devletin de bu kalkınışı plânlı faaliyetleri ile destekleyip neticede tüm Türkiye’ye yayması aşamaları ile gerçekleştirilecektir. Yazarın gerçekleşmesini istediği düşünceler bunlardan ibarettir. Böylelikle Türkiye’de medenîleşmek konusunda el atılmamış köy kalmayacak ve her köylü yaşamını, kendi işine yarayan sağlam bilgilerle donanarak sürdürecektir. Amaçlanan ideal süreç bu şekildedir.

ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR – TOPRAK UYANIRSA? İlk baskısı 1963’te yapılan bu eser, emekli olmasına rağmen zamanını boş geçirmek istemeyen bir ilkokul öğretmeninin Ankara’nın Polatlı ilçesine bağlı Keltepe ismindeki bir köye atanmasıyla başlar. Köyün halk arasındaki ismi Ekmeksizköy’dür. Öğretmen ilkin bu kasvetli köyde kalmak istemez; ancak köyün tarih öncesinden beri ya-

47 /Mayıs-Haziran13


ütopya Aslında gerçekleştirilmesi o kadar da imkânsız olmayan bu tasavvurda işbirliği ve ortak kalkınma bilinci ön plâna çıkmakta; bu kavramlar kooperatifleşmeyle somutluk kazanmaktadır. Kitapta, arzulanan Türkiye’nin kalkınma süreci boyunca muhalif hiçbir sese rastlanmaz. Herkes tüm iyi niyetiyle bu kalkınma sürecine kendince destek ve dâhil olur. Toplum düzeninin önemine de vurgu yapılan bu eserde, hem devletçi, hem de köylüyü destekleyen siyasî bir düş kurulmaktadır. Tüm karakterlerde, köyde başlayan bu dönüşümün bütün yurda yayılabileceği inancı hâkimdir; çünkü toplum ancak bu anlayış dâhilinde modernleşebilecektir. Bu ütopya, köylüye küçük dünyalarının sınırlarını genişletme imkânı vermeyi amaçlar. Toprak uyanırsa halk toprağa kavuşacak, eğitimin vermiş olduğu destekle de kültürel olarak gelişecektir. Çünkü ancak düşünen ve üreten bir toplum gelişmiş medeniyetler seviyesine ulaşabilmektedir. Bütün unsurların altında yatan en önemli etken ise toprağın uyandırılması ve insanların eğitimle bilinçlendirilmesidir. Bu âmillerden eğitimi, Aydemir şu sözlerle dile getirir: “Evet, bize lokomotifler lazımdır. Yani, lokomotif insanlar! Düşünen, inanan, çevresine kendini veren ve çevresini sürükleyen insanlar. Hele eğitim alanında; çünkü eğitim, ruhlara bir müdahaledir. Bu bağlamda da hoca, bir müdahalecidir. Toplum içinde çocuğun, yeni neslin ve tüm çevrenin imkân ve kabiliyetlerini, çağın, ülkenin ve diğer değişen şartların isteklerine göre yoğuran ve şekillendiren önder bir müdahalecidir.”

Aradan dört yıl geçer. Köy, beş kooperatifin başını çektiği teşkilat ağı içinde, yatırımların da istikametlendirildiği harika bir yere dönüşmüş ve halk-hükûmet işbirliği ile mucizevî bir biçimde kalkınmıştır. Bu arada köyün ismi “Keklikpınarı” olarak değiştirilmiştir.

Ütopik özellikteki ilk eserimiz, Ziya Paşa’nın Rüya (1869) başlıklı yazısıdır. Bu yazıyı, yazarın dava arkadaşı olan Namık Kemal’in Görülmüş Bir Rüyadır (1872) adlı yazısı takip eder.

SONUÇ Yazarlarımız ele aldıkları ütopik eserlerde kendi ülkelerinde görmek istedikleri ilerlemeyi belli başlı konular dâhilinde belirtmişlerdir. Bazı konularda hemfikirdirler, bazı konulardaysa gerçekleştirilmesi gereken farklı beklentilere sahiptirler. Özellikle değinilen konuların başında, insanı düşünmeye sevk eden, uygulamalı bir eğitim modeli gelmekte, bunu köyleri topyekûn kalkındıracak kooperatifleşme çalışmaları izlemektedir. İnsanların tekniğin gücü ve makineleşme ile tabiata hâkim olması ise ülkeyi kalkındıracak bir diğer güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınların da sosyal hayatta yer edinmeleri ve devletin, birliğe soyunan halk gibi davranarak, ülkesini kalkındırmak üzere yoğun bir faaliyete girişmesi, bu bağlamda bahsedilmesi gereken diğer unsurlardır.

KAYNAKÇA AYDEMİR, Şevket Süreyya, (1969), Toprak Uyanırsa? (Ekmeksizköy Öğretmeninin Hatıraları), 2. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi. [İlk baskı: 1963]. BALTACIOĞLU, İsmayıl Hakkı, (1944), Rüyamdaki Okullar, İstanbul: Yeni Adam Yayınları, Ahmet İhsan Matbaası. [İlk baskı: 1936]. DANIŞMAN, Şeyma, 1950 Sonrası Türk Romanında Ütopya (Vize Ödevi), Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Ankara, Aralık 2009. ESENDAL, Memduh Şevket, (2007), Gödeli Mehmet, 2. Baskı, Ankara: Bilgi Yayınevi. [Bu kitap dâhilindeki ilk baskı: 1988]. GÜNGÖR, Mehmet, (2000 Haziran), “Çağının Önünde Koşan Bir Aydın: İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu.”, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi 4(1), ss. 54–64. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, (2010), Ankara, 27. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, [Özgün Basım: 1934]. KÜÇÜKCOŞKUN, Yasemin, 1980–2005 Dönemi Türk Edebiyatında Ütopik Romanlar Ve Ütopyanın Kurgusu (Yüksek Lisans Tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Isparta, Kasım 2006. MORE, Thomas, (Ekim 1999), Utopia (Mîna Urgan’ın İncelemesiyle). Eyüboğlu, Sabahattin; Günyol, Vedat; Urgan, Mîna. (Çev.), 11. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Hasan Âli Yücel Klâsikler Dizisi Nu: XXVII. SAFA, Peyami, Yalnızız, İstanbul: Ötüken Neşriyat. [İlk basım: 1951]. YALÇIN, Soner. (2011, 27 Şubat). “Hangi Yazarın Ne Rüyası Vardı?” Hürriyet, s. 9.

11 AYDEMİR, Şevket Süreyya, (1969), Toprak Uyanırsa? (Ekmeksizköy Öğretmeninin Hatıraları), 2. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi. [İlk baskı: 1963]. s. 450.

Mayıs-Haziran13/48


deneme

Murat TELCİ

Hiç, bir yıldızdan bir şey dilediğin oldu mu? “ dedi Asım sigarasını tablaya bırakırken. Nereden çıkmıştı durup dururken bu soru? Bir balkon sefasında iki adam niçin yıldızlardan konuşurdu ki? Üstelik işinin yıldızlara kalması bir adam için acı verici değil miydi? Sanırım gece yalnız sokakları değil sevinçleri de karartıyordu. Hep böyle zamanlarda dillenen bu sualler yine en çok bu vakitlerde cevap buluyor olmalıydı. En azından benim tarafımdan. “Hemen her gece.” dedim. “Ama benim için kayma zahmetine pek azı katlanır. Onlar da ayak sürüyor olmalı ki hâlâ kederli bir adamım.” Sigarasından son bir nefes daha alıp tablaya bastı. “Belki de doğru yıldızı bulmayı bilmiyorsundur. Belki de sen de herkes gibi en parlak olanından umuyorsun dileklerini. En iyisi kaysın istiyorsun uğruna. Kuşkusuz onu da sabırla beklemiyorsundur ya, neyse.” Bahsettiği gerçekten yıldızlar mıydı bilemedim. Kesinlik getirebilmek için “Anlayamadım.” diyerek devam etmesini bekledim. Sokakları menziline almış bakışlarını bana doğrulttu. Boş ve manasızca bir bakıştı bu. O an bir duvardan farksız olmalıyım diye geçirdim içimden. Son cümlesindeki hüzün ve sitem yerini bir nebze asabiyete bırakmıştı. Sesi biraz daha gürleşti ama kelimeleri hâlâ hantal bir şekilde anlatmaya başladı. “Gökyüzünde binlerce yıldız var ve her biri muhakkak yitecek semadan. Ama bunun bir anlamı olmalı. Bir sahibi anlayabiliyor musun? Binlercesinden birini seçiyorsunuz dilediğinizi onda bulabilmek umuduyla. Derken “Bir başkası varken neden bu ?” sorusuna aldanıp diğerine çeviriyorsunuz gözlerinizi. Sonra diğerine ve bir başkasına. Oysa baktığın için değil beklediğin için teslim eder o yıldız kendini sana. Dilekler ise o sabrın mükâfatıdır Tanrı’dan insanlara. Ama siz beklemiyorsunuz. Bütün yıldızları sahiplenip bütün yıldızları sahipsiz bırakıyorsunuz. Üstelik çoğu başkasınınken. “ Şüphesiz yıldız diye bahsettiği kadınlardı Asım’ın. Ama birden kusarcasına haykırması, bütün bu sözleri beni hayrete düşürmüştü. İşlenen bir günahın bedelini ister gibiydi benden. Afallamıştım. Yine de haklıydı. Kadınları beklemiyorduk. Onlar için çaba sarf etmiyorduk. Nasıl olsa bir başkası kendi ayağıyla gelecekmiş gibi aptal bir fikrin içerisindeydik. Bütün bunlar olurken de yalnızlığımızdan dem vuruyorduk. Bencildik. Ama bunu Asım’ın dillendirmesi ayrı bir acizlik getirmişti. “Anlayamayacaksınız.” dedi çıkarken kapıdan ve yalpalayarak odasına doğru yol aldı.

49 /Mayıs-Haziran13


edebiyat

yeni bir

edebiyat ve

yeni bir dünya için ilk çırpınışlar Adem ALİKÜÇÜK Mayıs-Haziran13/50


edebiyat

Realiteye ve sadeliğe daha yakın yeni Türk edebiyatımız 19.yüz yılda Tanzimat Fermanı ile birlikte başlar. Akabinde Genç Osmanlıların - batının onlara verdiği isimle Jön Türklerin - ve onların izinden giden yazarların faaliyetleri ile devam eder. Tanzimat edebiyatı öncesi dönemde divan edebiyatı, içinde Türkçe olmayan birçok kelime barındırmaktadır. Konular sanatlı anlatımlar ile halktan bir kimsenin rahatlıkla kavrayamayacağı şekilde kapalı bir üslupla anlatılmakta, tabir-i caizse gizlenmektedir. Bu yüzdendir ki bu edebiyata “yüksek zümre edebiyatı” da denilmektedir. Eserler genellikle soylu kimseler tarafından yazılıp aynı sınıf içinde olan kimselerce okunmaktadır. Batılı ülkelerde ortaya çıkmış türler Osmanlı ediplerince üretilmemekte, aynı türlerde benzer eserler verilmektedir. Dönem edebiyatında toplumsal sorunlar işlenmemekte, vatan, millet, adalet, hak ve eşitlik kavramları nerede ise hiç kullanılmamaktadır. Dolayısıyla edebiyatın aydınlatıcı işlevi dönem içerisinde görülememektedir. Kurgusal öğelerin bulunduğu köy seyirlik oyunları ve meddah hikâyeleri insanların sosyalleşmesine aracılık etmekte fakat bir toplumsal sorunu içermemekte ve herhangi bir ders vermemektedir. Batıda edebiyat bizden yaklaşık bir asır önce toplumsal sorunları işlemekte hak, eşitlik ve adalet gibi kavramları, tiyatro ve roman gibi türler ile halka aktarmaktadır. Bu bakımdan batı örnek alınarak kısa zamanda edebiyatımızın halkın edebiyatı olması, Türkçenin yabancı dillerin etkisinden korunması ve aydınlatıcı bir işlev kazanması gerekmektedir.

kaç eser verdikten sonra eski anlayışlarına geri dönmüşlerdir. Söz konusu yazarlar Sâdullah Paşa, Âkif Paşa ve Ethem Pertev Paşa’dır. Zaten bu isimler yazdıkları modernist eserlerle edebiyatımızda bir yenilik yapma amacı gütmedikleri ve ısrarla yenilikçi eserler vermedikleri için öncü konumunda tutulmaktadırlar.

Bu durum birkaç gözü kara Osmanlı aydınını rahatsız etmiş ve çözüm yolları aramaya sevk etmiştir. Diğer yandan öncü olarak nitelendirdiğimiz bazı isimlerde edebiyatımızda yenileşme/modernleşme sürecini başlatmış ve bazı eserleri ile bu sürece katkı sağlamışlardır. Ne yazık ki öncü diye nitelendirdiğimiz bu yazarların yenilikçi tutumları kısa sürmüştür. Yenilikçi anlamda bir-

Sâdullah Paşa “19. Asır Manzumesi” adında bir manzume yazmıştır. Bu manzume Sâdullah Paşa’nın modernist fikirlerini ortaya koymaktadır. Sâdullah Paşa bu manzumede 19. asır medeniyetinin en önemli iki unsuru olan ilim ve tekniği yüceltmektedir. Sâdullah Paşa insan aklının kudretini yüceltiyor, yaptığı keşifler ve icatlar sayesinde Ortaçağ’ı aşarak yeni bir çağ yarattığını söylüyor.

Hâriciye nazırı olan Âkif Paşa’nın “Mersiye” ve “Kaside-i Âdem” adlı eserlerinin edebiyatımız için yenilik olarak görülen bazı özellikleri vardır. Kaside-i Âdem Osmanlı’da bir kavram için yazılan ilk kitaptır. Bu eserle birlikte edebiyatımızda insan ilk kez psikolojik bir varlık olarak işleniyor. Acı çeken, yok olma isteğinin psikolojik gerilimini yaşayan, psikolojik bir varlık… Torunu için yazdığı “Mersiye” ise edebiyatımızda daha önce yazılan mersiyelerden farklı olarak ilk defa altı yaşındaki bir çocuk için yazılmıştır. Eserde koşma nazım biçimi ve hece ölçüsü kullanılmıştır. Bu eserlerinde Âkif Paşa görüldüğü üzere yenilikçi bir tavır sergilemiş olmaktadır.

Tanzimat edebiyatı öncesi dönemde divan edebiyatı, içinde Türkçe olmayan birçok kelime barındırmaktadır.

Sâdullah Paşa’nın üslup bakımından çok zayıf olan bu manzumesinde şu fikirler ortaya konmaktadır; 1. İnsan aklının kudreti, 2. Akıl ve tecrübe sayesinde meydana gelen ilim ve tekniğin Ortaçağ medeniyetine son vererek yeni bir devir açması, 3. Sosyal sahada eşitlik ve hürriyet fikirlerinin doğuşu, 4. İlerleme ve çağdaşlaşmaya/modernleşmeye inanç. Ethem Pertev Paşa, Âkif ve Sâdullah paşalar gibi tam anlamı ile büyük bir iş yapmamış yani oturup da bir manzume yazmamıştır. Ethem Pertev Paşa, Victor Hugo’dan başlıksız bir şiir çevirmiş ve adına “Tıfl-ı Nâim” demiştir. Daha öncede batılı eserlerden çeviriler yapılmıştır olmuştur fakat Ethem Paşa’nın yaptığı bu çeviri divan şiiri normlarına uyarlanmadan kendi nazım biçimi olan “Ottova Rima” ile aslına dokunulmadan yapılmıştır. Ottova Rima nazım biçiminde çapraz ve sarmal kafiye kullanılmaktadır. Divan şiirinde düz kafiye kullanılması beyit sonlarında cümlenin bitmesine neden olmakta ve anlam bütünlüğünü bozmaktadır. Şiirde çapraz ve sarmal kafiye kullanılması şiirde anlam bütünlüğünü de etkileyen bir unsurdur. O dönemde şiirle uğraşanlar şiirdeki bu işitsel yeniliği çabucak fark etmişlerdir.

51/Mayıs-Haziran13


edebiyat Osmanlının batılılaşmasının devlet politikası haline gelmesi 1839’da başlar. Lakin edebiyatta batılılaşma 1859-1960’ta olur. Çünkü siyasi bir takım olayların dönüm noktalarının kültür hayatına etki etmeleri için zamana ihtiyaç vardır. Edebiyatımızda bu süreç yaklaşık 20 yılı bulmaktadır. Dolayısıyla bu süreci Ethem Pertev Paşa, Sâdullah Paşa ve Âkif Paşa’nı katkıları oluşturur. Bu isimlerin öncü çabaları vardır. Aynı zamanda bu süreçte basın, tiyatro grupları ve çeviri faaliyetleri vardır. Bunlar bir sinerji, bir kamuoyu, bir izler çevre, bir kültürlenme ihtiyacının farkına varan kitle oluşturmaktadır. Bu anlamda ilk edebi çeviriler Yusuf Kâmil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı “Telemak” çevirisi ve Şinasi’nin Fransız şiirinden birkaç çevirisidir. Şinasi’nin yaptığı çevirilerde divan şiiri normları kullanılmıştır. Bu nedenle Ethem Pertev Paşa’nın yapmış olduğu Tıfl-ı Nâim çevirisi öncü bir yenilik olarak önemsenmektedir. Çünkü Paşa çeviri yaparken aslına sadık kalmış fakat Şinasi bunu yapmamıştır.

Şinasi’nin mücadelesini yaptığı şey Arap belâgatçiliğidir. Yani Osmanlıca içinde Arapçanın hegemonyasını kırmak istemiştir. 18.yy’ın sonlarından itibaren Osmanlıda batılı anlamda okullar açılmaya başlanır. Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun, Mekteb-i Tıbbiye gibi. Bu okullarda okutulan kitaplar Fransa ve Avusturya kökenli eserlerden çevrilmektedir. Dolayısıyla 19.yy’ın başında, Osmanlı okullarında, ilk kez batılı anlayışta, modern, pozitif ilimle ilgili kitaplar okutulmaya başlamıştır. Ve bu kitapları çevirmek içinde “Encümen-i Daniş” adlı devlet kurumu kurulmuştur. 1860-1870’li yıllarda çeviriler hız kazanMayıs-Haziran13/52

mıştır. Bu tarihler özellikle roman türünde çok yoğun bir tercüme faaliyetinin olduğu dönemdir. Türk edebiyatının batılılaşmasında önemli katkıları olan bir diğer alanda basındır. İlk defa halkçı görüşleri olan ve sade bir Türkçe kullanan bir isim tarafından çıkarılan ilk Osmanlıca gazete (Âgah Efendi ile) Şinasi’nin çıkardığı Tercumân-ı Ahvâl’dir. Bu gazetenin edebiyatta batılılaşma açısından iki önemli özelliği vardır. Birincisi bir mukaddimeyle birlikte çıkması yani ilk sayısında, ilk sayfasında bir mukaddimeye yer vermesidir. Bu mukaddimede Şinasi bir vatandaş olarak çeşitli sorumluluklara sahip olmanın yanı sıra, ülkede, devlet katında, olup bitenlerden haberdar olması gerektiğinin vurgusunu yapar. Bu özelliği ile gazetenin bir kitle iletişim aracı olma yönünü vurgulayan ilk kişi de Şinasi’dir. İkinci önemli özelliği ise Şinasi’nin edebiyatımıza kazandırdığı “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro oyununu beş sayı boyunca parçalar halinde yayımlamasıdır. Şinasi gazetede parçalar halinde edebi eser yayımlama işine “tefrika” adını vermiştir. Bu usulü bulan ilk kişi Şinasi’dir ve daha sonraları gazetelerde tefrikalar halinde romanlar yayınlanacak, edebiyat bireysel halde tüketilmeye başlanacaktır.1862 yılında Şinasi’nin tek başına çıkardığı Tasvîr-i Efkâr gazetesi basın ve edebiyat alanında önemli hizmetler vermiştir. 1865’e kadar Şinasi’nin, onun Paris’e kaçmasından sonraki süreçte Namık Kemal’in imzasını taşıyan ve sokakların aydınlatılmasından, sokak köpeklerinin toplanmasına kadar, aileden edebiyata kadar geniş bir alanı kapsayan makale dağarcığı ile 19.yy düşünce tarzı için oldukça yönlendirici bir yayın politikası izlemiştir. Namık Kemal’in “Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatları Şamildir” adlı yeni Türk edebiyatının ilk teorik metni de bu reper-

tuarın içindedir. ( Osmanlı edebiyatı hakkında bazı görüşlerimi kapsar manasına gelir ). Bu yazısında Namık Kemal meseleyi o kadar geniş açıdan alıyor ki, Osmanlıca yazılmış bütün eserler, bütün yazılı metinler hakkında kitle düşlerini ortaya koyuyor. Eserde yazı ve konuşma dili arası farklılıklardan bahseder. Bunun yeryüzünde hiçbir dilde olmadığını, sadece bizim dilimizde olduğunu anlatır. ( Aynı şeyden Ziya Paşa “Şiir ve İnşa” makalesinde, Ömer Seyfettin Yeni Lisan’da bahseder. ) Namık Kemal bu yazısında modern bir edebiyatımızın olmadığını ve bunun gerçekleşmesi için birkaç farklı alanda temel atılması gerektiğini belirtmektedir. Bir Türkçe gramerinin yazılması, bir sözlüğümüzün olması, bir imla kılavuzumuzun, bir belagat ( İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ) kitabımızın olması ve bir seçki ( antoloji ) hazırlanması gerektiğini söylemektedir. Bu gazetelere mütakıben, birbiri ardına yayın hayatına atılan pek çok gazete vardır. Öyle ki spor, kadın, çocuk, mizah hedefli veya içerikli birçok gazete, dergi çıkmıştır. Ancak 2. Abdülhamit’in istibdat döneminde basın üzerinde yoğunlaşan sansür uygulamalarından ötürü basının gazeteden dergiye yöneldiği de bir gerçektir.


edebiyat Bu dönemde çıkan Ahmet Mithat’ın Tercüman-ı Hakikat (1878 ) gazetesi adeta dönemin tek hâkim gazetesi olma özelliğini taşır. Basının, edebiyatımızın batılılaşması noktasında katkılarını şu birkaç maddede toparlayabiliriz; Öncelikle yazı dilinin vokabüler ( söz dağarcığı ) bağlamda yalınlaşma, cümle bağlamında kısalma sürecine girmesinde basının büyük rolü vardır. Edebi eserlerin ( tiyatro, roman v.b ) gazetelerde tefrika edilmesi de bu yalınlaşma ve kısalma sürecine bir katkıda bulunmuştur. Bu hususta özellikle Şinasi’nin çabaları göz ardı edilmemelidir. Onun 1864 sonlarında Ceride-i Havâdis yazarlarından Sait Bey ile giriştiği ve edebiyat tarihimize “Mesele-i Mebhûsetü’n Anha” tartışması adıyla geçecek olan ( aynı zamanda basın ve edebiyat tarihimizin ilk tartışmasıdır. ) tartışma sonunda söz konusu yalınlaşmayı somut olarak basında görmeye başlarız. Tartışmanın içeriğine değinecek olursak aslında bu tartışma çok farklı bir alanda ortaya çıkmıştır. Sait Bey Ceride-i Havâdis’de yalınlaşma sorununa değinirken, bu ibareyi kullanır. Şinasi de kendini ispatlamak için bu meseleyi diline dolar ve der ki “Mesele-i Mebhûsetü’n Anha” değil, “Mesele-i Mebhûs-ı Anha olacak” der. Aslında Şinasi’nin mücadelesini yaptığı şey Arap belâgatçiliğidir. Yani Osmanlıca içinde Arapçanın hegemonyasını kırmak istemiştir. Dolayısıyla Sait Bey belâgatçilerin önde gelenidir. Yani Arapçanın ne kadar kuralı varsa Osmanlıcaya yerleştiren birisidir. Tartışma sonucunda Sait Bey biraz pes eder ve Şinasi’nin kendini kabullendirdiği görülür. Bundan sonra zaten Şinasi hemen her alanda yazılar yazacak, yazı biçimini oldukça sadeleştirecek, İmla işaretlerini kullanacaktır. Dolayısıyla, yazı dilinin sadeleşmesinde teferruattan çok bilgiye, habere, ayrıntıya önem veren bir dil anlayışı yerleştirecektir. Basının önemli bir özelliği de batılı edebi türlerin tanınmasında ve sevilmesinde

önemli bir rol oynamasıdır. Bütün bunların bir toplamı olarak bir diğer önemli özelliği de yüzyıllar sonra hayata dokunmaya başlayan yenilikçi edebiyat anlayışının getirdiği, bilinçli bir okur kitlesini oluşturmaya başlamasıdır. Edebiyatımızın modernleşmesinde, batılılaşmasında önemli rolü olan bir diğer alan tiyatro kumpanyalarıdır. Fakat bunlar Fransa’dan gelen Fransız tiyatro kumpanyalarıdır. Tanzimat fermanının ilanından bile önce Beyoğlu’nun arka sokaklarında, büyük çadırlar kurarak faaliyet göstermiştirler. Burada bir problem vardır. Sergilenen oyunlar Fransızcadır ve o dönemde halk arasında Fransızca bilenler çok ama çok nadirdir. 1860’larda, 70’lerde, 80’lerde Fransızca bilen sayısı oldukça artmış ve tiyatroda iyice tanınır hale gelmiştir. Sonraları kumpanya sahiplerince oyunun özeti yazılıp izleyici halka dağıtılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bu tiyatro kumpanyalarının edebiyatımızın yenileşmesinde şöyle bir katkısı olmuştur, batı dünyasını batılı tarzda yaşayışı (kimin yaşayışı), kadın erkek ilişkilerini yakından bilen, bu dünyaya aşina olan bir kitle oluşturmuştur. Bu kumpanyaların, batılı edebi türlere yakın bir etkisi olmasa bile, o batılı eserlerin içerdiği, kapsadığı batılı havaya aşina olunması yönünde önemli katkıları olmuştur. Hatta “Kitab-ül Hiyel” ve “Fehim Bey ve Biz” adlı eserlerde de Fransız aktiristlere gönül veren Osmanlı erkekleri anlatılmaktadır.

İlk özel Osmanlı Türk tiyatrosu 1840’da Güllü Agop tarafından “Güllü Agop’un

Osmanlı Tiyatrosu” adı ile kurulur. Bu tiyatro, söz konusu tiyatro sanatını sosyal bağlamda, topluma yerleştirme bakımından çok büyük hizmet görmüştür. İlk özel Osmanlı Türk tiyatrosudur ancak bünyesinde Müslüman Türk yoktur ve kadınlara da yasaktır. Çünkü Müslüman çoğunluk içerisinde tiyatro ile ilgilenen kişiler yoktur. Bu yüzden bu tiyatroda yine Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler ve Yahudiler oynamıştır. Bu da eserler sahnelenirken kırık bir Türkçenin kullanılmasına ve Türkçenin deforme olmasına yol açmıştır. Özellikle tiyatro dilinin Türkçe açısından deforme olması nedeniyle başta Namık Kemal olmak üzere, gerek halktan gerekse diğer tiyatro yazarlarından büyük tepki de toplamıştır. Namık Kemal bu tepkisini Gelibolu’ya mutasarrıf olarak sürüldüğü sırada bir makale yazarak göstermiş ve bir polemiğin doğmasına zemin hazırlamıştır. Yazdığı makale “Tiyatrodan Bahseden Arkadaşlara” başlıklı bir makaledir. 1914’te bugünkü şehir tiyatrolarının temeli olan “Darülbedayi” ( güzellikler evi ) kurulur. İstanbul Şehremaneti ( İstanbul Belediyesi ) tarafından kurulan “Darülbedayi” Müslüman Türk kesimin tiyatro oyunculuğuna ilgi duyması açısından çok önemli bir yere sahiptir. Basın ve diğer birçok alanda Tanzimat Fermanından önce Türk halkının tutumu oldukça pasifisttir. Tiyatrolarda kadınların oynatılmasının garip karşılanması, dönem içerisinde birçok şair ve yazar olmasına karşın realist eserlere ilgi duyanların çok az olması ya da basın faaliyetlerinde az sayıda edip bulunması bu pasifist tutumun en önemli ve belirgin sonuçları olmuştur. Darülbedayi kurulduktan yaklaşık 5 yıl sonra ilk kadın Tiyatro sanatçımız olan Afife Jale Hüseyin Suat’ın “Yamalar” adlı oyununda “Emel” rolü ile sahneye çıkmıştır. Asıl adı Afife olan sanatçı bu oyunda “Jale” takma ismini kullanmış ve daha sonraları Afife Jale adıyla anılmaya başlanmıştır.

53 /Mayıs-Haziran13


edebiyat Dünya edebi hayatına baktığımızda ilk özel Osmanlı Türk tiyatrosunun kurulması ve kadınların sahne almaya başlaması çok geç kalınmış bir iştir. Dönemin toplum yapısı ve Müslümanlığın bazı getirileri bu durumun en büyük sebeplerindendir. Bilindiği gibi 19.yy’da dil ve edebiyat alanında yaşanan ilk tartışma “Mesele-i Mebhûsetü’n Anha” diye geçen tartışmadır. Bu bağlamda esas etkili olan tartışmalardan ilki 1885-1886’da Recaizade M. Ekrem ile Muallim Naci arasında geçen tartışmadır. Burada biraz Muallim Naci üzerinde duralım. M. Naci aslında yenilikçi Fransız edebiyatını, kültürünü çok iyi bilen birisidir. Fransızcayı kendi kendine öğrenmiş, dil ve edebiyatımıza büyük katkıları olmuştur. Muallim Naci “lügat-i Naci” ve “Istılahat-ı Edebiye” adlarında sözlükler yazmış, 1888’de Emile Zola’dan “Térése Raquine” adlı romanı ilk defa Türkçeye çevirmiş bir kişidir. Aynı zamanda okumamış, düzenli bir eğitim almamış olmasının verdiği cahil cesaretine sahiptir. Naci yakın çevresi ve özellikle yenilikçi kesimlerce divan şiirinin bir temsilcisi olarak bilinmektedir. Naci ve Ekrem arasında yaşanan tartışmaya gelecek olursak, M. Naci, R. Ekrem’in Zemzeme isimli üç şiir kitabını eleştirir. Bunu yaparken de kanıtlarını Ekrem’in dizelerinden almıştır. Ve “Demdeme” isimli bir eser oluşturur. Bu eserde yenilikçi tavır takınan Ekrem’i eleştirir. Böylece eleştiri tarihimizde, görüşlerini metinden desteklerle kanıtlayan bir anlayışa sahip oluşuyla yeni bir çığır açmıştır. O dönemde -bugünkü kullanılan hali ile- eleştiri aslında tam bir karalama, küçük düşürme malzemesi olarak kullanılıyor. Adeta bir kavga sebebi olarak görülüyordu. Eleştiri türünün bu dönemdeki yaygın adı olan “Muaheze”nin sözlük anlamı da azarlamadır. Muallim Naci’nin “Demdeme” adıyla 1886 yılında kitaplaştırdığı bu eleştirileri geneli itibariyle, söz konusu yaygın anlayışın içinde Mayıs-Haziran13/54

kalmaktadır. Bu tartışma, özellikle yenilikçi edebiyat taraftarı olan gençlerin İstanbul’un ve İzmir’in çeşitli gazete ve dergilerinde gruplaşarak, yenileşme çabalarını kişisel düzlemden kitlesel düzleme taşımıştır. Fakat çevresindeki bunca genç şair desteğine rağmen Ekrem, Naci ile bir türlü baş edemez ve Maârif Nezaretine başvurarak M. Naci’nin yazdığı gazeteyi kapattırır. ( Saadet Gazetesi ) Bu tartışmada böylece biter. 7 yıl sonrada M. Naci ölür. (1893)

Recaizade M. Ekrem, M. Naci’den kurtulur ancak 2 yıl sonra yeni bir bela ile karşılaşır. Hasan Âsaf isminde bir genç dönemin Ahmet Mithat gibi önemli bir simsarı olan Baba Tahir’in gazetesine “Burhan-ı Kudret” adlı bir manzumeyi gönderir. Baba Tahir bu manzumeyi yayımlamakla birlikte “aferin, güzel olmuş ancak dikkat et ‘abes ile muktebes’ takviye olunamaz.” notunu koyar. Şiirinin yayımlandığına sevinen Hasan Asaf, Baba Tahir’e yazdığı mektubunda, “kafiyenin göz için değil kulak için olduğunu Recaizade M. Ekrem’den işitmiştim” der. Ancak Ekrem’in bundan haberi yoktur henüz. Baba Tahir bu notu yayımlamayı ihmal etmemekle birlikte hayatının fırsatını da yakaladığını düşünür. Ve cevap olarak “kerameti kendinden menkul” bir takım kişilerin görüşlerine itibar edilmemesi gerektiğini yazar. Ayrıca böylesi durumlarda nerede bir “Zemzeme” duyulursa, tepesine “Demdeme’nin indirilmesi gerektiğini söyler. Ve ni-

hayet R.Ekrem devreye girer. Baba Tahir’in yayımlaması isteğiyle “San’at Müşkil İse de Muaheze de Âsan değildir” başlıklı makale kaleme alır ve gönderir. ( sanat zorsa eleştiride kolay değildir manasındadır. ) Bu tartışmadaki durum benzer olarak Şinasi’nin “Mesele-i Mebhûsetü’n Anha” tartışmasında da görülmektedir. Bir tarafta Arap Belâgatinin kurallarının değişmezliğini savunan grup diğer tarafta da daha modern daha batılı bir grup vardır. Her ne olursa olsun bu tartışma Recaizade M. Ekrem’de bir kanaat uyandırmıştır. Ekrem, Muallim Naci ve Baba Tahir ile tartışmış fakat baş edememiştir. Edebiyatı modernleştirme işini tek başına yapamayacağını anlamıştır. Bu işin örgütlü bir halde yapılacağına kanaat getirmiş ve Servet-i Fünun dergisi sahibi Ali İhsan Tokgöz ile konuyu görüşmüştür. Dergi 1891’den beri çıkartılmaktadır ve bir fen dergisi olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.1896’dan itibaren Ekrem’in çağrısı ile dergi yeni bir oluşumun emrine verilmiş ve artık bir edebiyat dergisi olmuştur. Dergi edebiyat alanındaki faaliyetlere 1896’da başlar ve 1901’de biter. 5 - 5,5 yıllık süre zarfında Türk edebiyatının seyrini, zihniyetini her şeyini değiştirerek modernleştiren/batılılaştıran bir harekete imza atılmış olur. O dönemdeki adı Edebiyat-ı Cedide’dir. Edebiyatımızın modernleşmesine katkısı olan bir başka tartışma da Beşir Fuad’ın çevresinde gelişen “Şiir Hakikat” tartışmasıdır. Beşir Fuad aslında bir edebiyatçı değildir. Papaz okullarında, harp okulunda okumuş, askeri tıp fakültesini bitirmiştir. Osmanlı silahlı kuvvetlerine katılır ve orada askeri hekim olarak hizmet vermiştir. 1884’de buradaki işinden istifa eder ve bir arkadaşının gazetesinde yazılar yazmaya başlar. Birçok eleştiri yazmış, Victor Hugo’nun biyografisini, “Victor Hugo” adıyla bir kitap halinde yayımlamıştır. Bu kitap Osmanlı’da bilimsel manada yayımlanmış ilk biyografi kitabıdır. (1896)


edebiyat Beşir Fuad bir natüralisttir, bir pozitivisttir, bir materyalisttir, bir ateisttir. V. Hugo ise romantik bir yazardır. Natüralist birisi romantik birisinin biyografisini yazmış ve hakkı teslim etmiştir. Ancak satır aralarında diyor ki: V. Hugo nasıl klasisizmi yıktıysa ve yerine romantizm gibi çok müthiş bir akımı getirdi ise, onun kurduğu akımda yıkılacak ve yerine realizm ve natüralizm geçecektir. Zaten Beşir Fuad’ın, Hugo’nun biyografisini kaleme almasındaki amacı da budur. Bu kitap ve arkadaşının gazetesinde yazdığı eleştiri yazıları yavaş yavaş tepki çeker. Çünkü bu yazılarda ve V. Hugo biyografisinde sürekli şunları dile getirmiştir; şiir imgesiz olmalı, uçuk kaçık, gerçeklikten uzak imge kurulmamalı, istiareler teşbihler gerçek olmalıdır. Bu tartışma özellikle romantik edebiyatçıları kızdırmıştır. Bu tartışmada eskiciler ile yeniciler tartışmamış bilakis yenilikçi yazarlar arasında geçmiştir. Beşir Fuad’ın hayatı o dönemdeki düşünsel yalnızlığı yüzünden bileklerini keserek intihar etmek sureti ile son bulmuştur. Benzer bir neden -düşünsel yalnızlık- yüzünden yeni Türk edebiyatının öncülerinden olan Sâdullah Paşa da intihar ederek kendi hayatına son vermiştir.

Beşir Fuad’ın “Şiir Hakikat” tartışması ile birlikte özellikle türk romanında çok net olarak realizme hatta natüralizme yöneliş başlar. Bu tartışma şiir eksenli bir tartışmadır fakat tartışmanın sonraya bıraktığı iz kendini romanda gösterir. Pek çok isim hatta Beşir Fuad’ın karşısında olan isimler konularını işlerken de realist esaslara uymaya özen gösterir. Örneğin: romantik edebiyatın üstadı sayılan Recaizade M. Ekrem büyük ölçüde şiiri bırakır. Üstelik Araba Sevdası (1889)gibi bir romanı da kaleme alır. Bu roman, romantik edebiyatla dalga geçen bir eserdir. Yine onun gibi santimentalist (aşırı duygusal, ağlak) bir yazar ve şair olan Nabizâde Nâzım bile hem şiiri bırakır hem de Karabibik’i ve Zehra’yı yazar. 19.yy’dan 1950’lere kadar yaşayan sanatçıların biyografilerinin bilinmesi önem arz etmektedir. Çünkü sanatçı nasıl yaşadı ise hayata nasıl baktı ise onu eserlerine de yansıtmıştır. 1950 dedik çünkü II. Yeni Hareketi ile birlikte sanatçıların kimlikleri ile ortaya koydukları eserler arasındaki bağ kırılmaya başlamıştır. Şinasi’nin 3 eseri (Münacatı, dilin iradesi sözcükleri ile başlayan kasidesi ve Nef-inin “eyler” redifli kasidesine yazdığı naziresi) Şinasi’nin hayat anlayışının, savunduğu değerlerin 3 ana temsilcisidir. Ama her şeyden önce bu 3’lü arasında en başa Nef’inin eserine yazdığı Nazire’sini en başa koymak gerekir. Bu eserinde Nef’inin savunduğu “kadercilik” anlayışının tersine, insanın kendi iradesiyle, kendi kaderini, kendi geleceğini inşa edebileceğini düşüncesini işlemiştir. Dolayısıyla Şinasi’nin şiirlerinde, manzumelerinde ya da düşünce dünyasında temel kavramlarından biri olan kadercilik karşıtı duruş görülmektedir. Şinasi’nin 2. önemli manzumesi olan Münacat onun önem verdiği 2. kavramı ortaya koyar. Divan şiirindeki münacatta 3 aşama vardır. Bunlardan ilki Allah’ın genel özelliklerini işlemek, ikincisi Allah’ın yeryüzüne yansıyan özellikleri-

ni işlemek üçüncü aşama ise şairin kendisini affetmesi amacıyla Allah’a yaptığı dua aşamasıdır. Divan şairleri manzumelerde yaptıkları gibi münacatta da söz hünerlerini sergilemeyi, edebi sanat yapmayı önemsedikleri için, bütün bu amaçlar münacatın olması gereken özelliklerini geri planda bırakmış, şiirin ana amacı adeta söz kalabalığı içinde kaybolmuştur. Hatta ikinci bölümde yeryüzüne yansıyan özelliklere örnek olarak, kanıt olsun diye o kadar çok nesne adı verirler ki ikinci bölüm bir liste haline dönüşür.

Divan şiirinde Allah’ın varlığı sorgulanmazken Şinasi “ Vahdet-i zatına aklımca şahadet lazım” dizesinde görüldüğü üzere Allah’ın varlığını akıl yoluyla ispat tavrını getirir. Dolayısıyla Şinasi’nin hayatta en çok önem verdiği şey burada açığa çıkar: Akıl İşte Şinasi’nin hem kendi düşüncelerini ortaya koyma, ileri sürme hem de şiirin mevcut yapısında değişiklik yapma niyeti öncelikli olarak Münacatın hacmini daraltma, fazlalıklardan arındırma şeklinde gelişir. Sadeleştirme yalınlaştırma şeklinde kendini gösterir. Dolayısıyla nerede ise onlarca beyit süren klasik münacatın, Şinasi’nin eserinde 20 beyite indirildiği dikkati çeker. Bunun ilk on beyiti tanrının özellikleri, diğer on beyiti Şinasi’nin duasıdır. Ve hiç yeryüzüne inmemiştir. Üstelik Şinasi Allah’ın özelliklerini sıralarken de hiç yeryüzüne inmez. Kozmik öğelerle onun varlığını ispatlamaya çalışır. Ve en önemlisi divan şiirindeki münacatlarda, dini içerikli türlerin tamamında mevcut olan temel anlayışı da derinden sarsar. Divan şiirinde Allah’ın varlığı sorgulanmazken Şinasi “ Vahdet-i zatına aklımca şahadet lazım” dizesinde görüldüğü üzere Allah’ın varlığını akıl yoluyla ispat tavrını getirir. Dolayısıyla Şinasi’nin hayatta en çok önem verdiği şey burada açığa çıkar: Akıl

55 /Mayıs-Haziran13


edebiyat Manzumenin ikinci kısmı duadır ancak Şinasi bu noktada da edebi gelenekten ayrılır. Klasik münacatta doğrudan Allah’a hitaben edilen dua yerine kendi kendine konuşma şeklinde bir dua geliştirmiştir. Bu büyük ölçüde ona klasik tragedyalardan gelen bir etkilenme olarak düşünülebilir. “Tirat: karşıda bir oyuncu olmaksızın boşluğa nutuk çekmektir.” İşte bu kendi kendine mırıldanma tarzının arkasında bu tirat tarzının etkisi olduğu söylenmektedir. Osmanlı yazarlarının benimsediği edebi gelenekte kasideler padişahlar için yazılırken Şinasi ilk defa sıradan bir bürokrat olan Reşit Paşa için 4 tane kaside yazmıştır. Şinasi’nin memuriyet yıllarında Reşit Paşa onun adeta bir koruyucusu niteliğindedir. Hatta maliye eğitimi alması için onun devlet eliyle Fransa’ya gönderilmesini sağlamıştır. Reşit Paşa için yazılan bu kasidelerin söyle bir yazılış öyküsü vardır: Şinasi Encümen-i Daniş adlı devlet kurumunda memurluğa başladığı sırada cildinde meydana gelen saçkıran nedeni ile bir gün sakalını keser ve işe öyle gider. O dönemde sakal devlet dairelerinde önemli ve aranan bir unsur olması sebebiyle Şinasi’nin işine son verirler. Bu olayın öncesinde de Şinasi bir görev için Romanya’ya gitmek üzere emir alır ve yolluk olarak 10 bin kuruşluk bir para kendisine verilir. O ise daha yola çıkmadan bu parayı yemiştir. İşten çıkarıldığında ise bu para ondan geri istenmiştir. Şinasi görevine dönmek için Reşit Paşaya minnetini anlatan iki kaside yazar fakat bu kasideler direkt olarak göreve iadeyi isteyen satırlar içermemektedir. Kasidelerden bir tanesinde “Ocağıma incir ağacı diktiler” diyerek işten çıkarılmasına bir gönderme yapmıştır. 3. kasidesini ise görevine iadesinden sonra teşekkür amaçlı olarak yazmıştır. Dolayısıyla bu kasidelerin yazılışının arkasındaki realite budur. Bu eserler dönemdeki diğer eserMayıs-Haziran13/56

lerin aksine yalakalık amacı güdülmeden yazılmış eserlerdir. Şinasi’nin bu kasideleri onun yenilikçi yönünü, batılı hayat anlayışını, modern dünya görüşünü kavramlar aracılığıyla somutlaştırdığı şiirlerdir. Bu kavramların başında “akıl” gelir ve kaside türünde ilk defa kullanılmıştır. Divan şiirinde de akıl sözcüğü kullanılmaktadır fakat bir zekâyı, bir zihnen kavrama olayını ifade etmek üzere kullanılmamaktadır. Şinasi’nin kasidelerindeki bu kavramı bir beyite örnekleyelim: “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-i kubh olunur Ki nur-ı mihrdir elvanı eyleyen teşhir” (Aklın ışığı ile güzel ve çirkin birbirinden ayrılır, Nasıl ki güneşin ışığı renkleri gösteriyorsa aklın ışığı da iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmamızı sağlar). Şinasi’nin Nef’iye yazdığı naziresinin kadercilik karşıtı duruşundan bahsetmiştik. 3. beyitini verdiğimiz kasidenin

7. beyitinde ise Şinasi kadercilik anlayışını benimseyerek geleneğe dönüş yapmıştır. 19.yy Tanzimat dönemi büyük ölçüde düşünsel, estetik hemen her açıdan ikililikler dönemidir. Yani yazarların bir ayağı doğuda diğer ayağı batıdadır. Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi diğer birçok aydında bu durum kendini göstermektedir.Aydınlar bir toplumun deniz feneridir. Onlarsız karanlık denizlerde yol bulmak zor, hatta ve hatta tehlikelidir. Zira yolunu şaşırmış bir gemi kaybolma tehlikesiyle burun buruna kalmış demektir. Osmanlı aydınları kültür alanındaki fevkalade çabaları ile bir ışık yakmış ve edebiyatımızda yenileşme sürecine büyük katkılar sağlamışlardır. Şinasi, Recaizade Mahmut Ekrem ve yazı dizimizin ikinci ve son kısmında biraz daha detaylı olarak göreceğimiz Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınlar Anadolu topraklarında adeta birer deniz feneri olmuşlardır.


siir .

UTKU’M TUTULDU Utku’m tutuldu Nasırlı körpecik bir yürek Susturulursun, konuşamazsın Umursamazsın şarkıları Basiretin bağlanır Kelepçeler vurulur fikirlerine Utku’n tutulur Dünyaya sığamazsın Mahpusluk değilsindir masumsundur Anlatamazsın Yargılarlar Başkasındır Anlamazlar İstediğin çok şey değildir Ama çok görürler Uykular tutmaz, sen uykuları tutamazsın Durup dururken bir rüya görürsün Tanımadığın dostların sana sarılır Farkında bile değilsindir Geçmişe dokunursun Titrersin Belli edemezsin Uçurumun kenarındasındır Ansızın sıçrarsın yerinden Mendillerini ararsın 26.02.2013/Esenler/İST Bülent ŞEN

Beşiktaş sahilde o onurlu duruşuyla mendil satan, küçücük bedeninde kocaman bir yürek taşıyan genç adama…

57 /Mayıs-Haziran13


nehrin kahramanları

Mehmet ACI

NEHRİN KAHRAMANLARI İnsan dünyada var olduğu andan itibaren içinde bulunduğu karmaşık ama sistemli düzen içerisinde bir yer edinme mücadelesine girişmiştir. Yüzyıllar süren bu mücadele insanın dünyayı daha yakından tanımasına ve karşılaştığı olayları zihninde anlamlandırmasına sebep olmuştur. Başlangıçta doğa olaylarına anlam yüklemeye çalışan ilkel insan daha sonra doğa olayları ile kendi yaşamı arasında bir bağ kurmaya başlamıştır.Bunun sonucunda da mitoloji, insanın dünya içindeki yerine ve dünyada olan olaylara karşı bir yorumu olarak doğmuştur. Yani mitoloji, insanın dünyayı anlama çabasının ve algılayış biçiminin göstergesi olmuştur. İnsanın yarattığı mitoloji, zamanla insanın içinde bulunduğu kültür coğrafyasına göre farklılıklar göstermeye başlamıştır. Bu farklılıklar aslında her kültür coğrafyasının kendine özgü diyebileceğimiz bir seyirde kendi mitolojisini yaratmasından kaynaklanmaktadır. Mitoloji içinde bulunduğu çevrenin bitki örtüsüne, av hayvanlarına, doğa ve iklim olaylarından etkilenmiş ve şekil almaya başlamıştır. Dikkati çeken nokta ise farklı coğrafyalarda farklı kültürlere ait olan bazı mitosların benzer öğelerle bezenmesiMayıs-Haziran13/58

dir. Bu benzerlikler toplumlar arasındaki farklılıklara ve coğrafyalar arasındaki uzaklıklara rağmen ortak bir dünya algısını ve kültürler arasındaki etkileşimi gözler önüne sermektedir. Bu tür mitosların yayıldığı coğrafi alanın genişliği ve çeşitliliği bakımdan en güzel örneğini “nehre (ırmağa) bırakılan çocuk” mitosları oluşturmaktadır. Bu mitos çeşidi Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Yunanistan ve İtalya olmak üzere çok geniş bir coğrafya da yüzyıllar boyunca canlılığını korumuş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Nehre (ırmağa) bırakılan çocuk mitoslarının ilk örneğini Mezopotamya’da büyük bir imparatorluk kuran Akkadlı Sargon’un doğumuna dair anlatılanlar oluşturmaktadır. Akkadlı Sargon’dan sonra ise nehre bırakılan çocuk mitoslarını Mısır’da Hz. Musa’nın doğumuna, Anadolu’da Kaneş Kraliçesi’nin bir defa da otuz çocuk doğurmasına, Yunanistan’da Zeus’ un oğlu Perseus’ un doğumuna ve İtalya’da Roma şehrinin kurucuları olarak bilinen Alba Longa Krallığının veliahtları olan Savaş Tanrısı Mars’ın ç ocukları Romus ve Romulus kardeşlerin doğumuna yönelik anlatılan mitolojik öyküler oluşturmaktadır.


nehrin kahramanları bir diğer benzerlik ise tanrılar tarafından gözetilmeleridir. Tanrıların yardımı ile kimisi peygamberlik vasfını taşıyacağı için kimisi de tanrının çocuğu olduğu için nehirden sağ çıkmıştır. Nehre bırakılan çocuklar yine tanrıların yardımı ile genellikle ( Perseus hariç) saray görevlileri tarafından bulunmuşlar ve büyütülmüşlerdir. Kısa zamanda sarayda yükselen bu çocuklar devletin yönetimini ele geçirmiş, yeni bir devletin kurucusu veya yeni bir dinin elçisi olmuşlardır. Birbirinden uzak ve farklı kültür çevrelerine ait bu mitoslardaki benzerlikler Eskiçağ insanın aslında birbirinden o kadar da farklı olmadığını ve düşünmediğini göstermektedir. Peki, bu benzerlikler ne anlama gelmektedir? Doğumların gizlenmesinin nedenlerini yukarıda açıklamaya çalışmıştık. Çocukların ırmağa bırakılma konusunda önemli olan bütün Eskiçağ toplumlarında ve günümüzde olduğu gibi suya verilen önemdir. Su, insan hayatının en temel yaşam kaynaklarından birisi ve ilkidir. Ayrıca su dünyanın oluşumuna dair yaratılış mitoslarında ve kutsal dinlerde geçen bölümlerde temel öğe olarak yer almaktadır. Medeniyetlerin kurulmasında ve gelişmesinde etkisi olan suya zaman içerisinde evrensel bir kutsallık kazandırılmıştır.

Farklı coğrafyalara ve medeniyetlere ait bu öykülerde anlatılanlardaki benzerlikler onları bir çatı altında toplamıştır. Bu benzerliklerinbaşında yukarıda ismi zikredilen Eskiçağ tarihinin önemli karakterlerinin gizlice doğurulmaları ve doğumlarının gizlenmeleri gelmektedir. Her birinin doğumunun gizlenmesi farklı bir amacın göstergesidir. Akkadlı Sargon ve Romus ile Romulus kardeşlerin doğumunun gizlemesi ileride iktidarı ele geçirecek ve kendi dönemlerin de büyük bir devletin temelini atacaklarından dolayı iktidar mücadelesine bağlanabilir. Hz. Musa’nın doğumunun gizlenmesi Firavun’un İsraillilerin nüfusunun kontrolsüzce artması üzerine yeni doğan ibrani çocuklarının öldürülmesi emrinden kaynaklanmaktadır.Perseus ise Yıldırım Tanrısı Zeus‘un aldatmacaları sonucunda doğan bir çocuk olduğundan gizlenmiştir. Kaneş Kraliçesi de bir defa da doğurmuş olduğu otuz erkek çocuğu yaratıklara benzetmiş ve onları gizlemiştir. Görüldüğü üzere çocukların hepsinin doğumu farklı sebeplerle de olsa gizlenmiştir. Doğumları gizlenen bu çocukların ortak kaderi ziftle veya balçıkla sıvanan sepetler veya sandıklar içinde nehre bırakılmaları olmuştur. Nehre bırakılma hikâyelerinde ki

Farklı coğrafyalarda farklı kültürlere ait olan bazı mitosların benzer öğelerle bezenmesidir. Bu benzerlikler toplumlar arasındaki farklılıklara ve coğrafyalar arasındaki uzaklıklara rağmen ortak bir dünya algısını ve kültürler arasındaki etkileşimi gözler önüne sermektedir.

Evrenin simgesi, bütün menşelerin dayanağı olan su,yüzyıllar içinde kutsal büyü ve tıbbın kaynağı olur. O; tedavi eder, gençleştirir, sonsuz hayatı sağlar. Aynı zamanda su, kutsal dinlerde temizlik ve saflığın göstergesidir. Birçok toplumda su kirletilmez ve boşa harcanmaz. Hatta Babil’in ünlü hükümdarı Hammurabi dönemine ait kanunlarda da suyun toplum üzerindeki gücü görülmektedir. Anlaşılacağı üzere su; adaleti, saf olanı, temiz olanı, doğruyu temsil eden ve belirleyen bir öge olarak kullanılmıştır. Çocukların suya bırakılması ve en önemlisi sağ olarak kurtulmaları onların saf ve temiz olduklarını, iktidarlarının meşruluğu ile haklılıklarını göstermek amacıyla bir motif olarak kullanılmıştır.

59/Mayıs-Haziran13


nehrin kahramanları Evrenin simgesi, bütün menşelerin dayanağı olan su,yüzyıllar içinde kutsal büyü ve tıbbın kaynağı olur. O; tedavi eder, gençleştirir, sonsuz hayatı sağlar. Aynı zamanda su, kutsal dinlerde temizlik ve saflığın göstergesidir. Birçok toplumda su kirletilmez ve boşa harcanmaz. Hatta Babil’in ünlü hükümdarı Hammurabi dönemine ait kanunlarda da suyun toplum üzerindeki gücü görülmektedir. Anlaşılacağı üzere su; adaleti, saf olanı, temiz olanı, doğruyu temsil eden ve belirleyen bir öge olarak kullanılmıştır. Çocukların suya bırakılması ve en önemlisi sağ olarak kurtulmaları onların saf ve temiz olduklarını, iktidarlarının meşruluğu ile haklılıklarını göstermek amacıyla bir motif olarak kullanılmıştır.

Evrenin simgesi, bütün menşelerin dayanağı olan su, yüzyıllar içinde kutsal büyü ve tıbbın kaynağı olur. O; tedavi eder, gençleştirir, sonsuz hayatı sağlar. Aynı zamanda su, kutsal dinlerde temizlik ve saflığın göstergesidir. Birçok toplumda su kirletilmez ve boşa harcanmaz. Sandıkların ve sepetlerin zift veya balçıkla sıvanması ise dikkate değer bir diğer ortak özelliktir. Ziftin ve balçığın sepetlerde veya sandıklarda kullanımı aslında Eskiçağ medeniyetlerinde denizcilik ve balıkçılık alanında kullanılan sandalların ve ticaret gemilerinin suya dayanıklılığını arttırmak amacıyla uygulanan bir yöntemdir. Ziftin kullanımına dair Sümerlilerin efsanevi kahramanı, ölümsüzlüğü arayan insanların sembolü olan Gılgameš Efsanesi’nde geçen ilk tufan mitosunda bile görülmektedir. Bu efsanede semavi dinlerdeki Hz. Nuh adı ile bilinen Ziusudra veya Utnapištim; Su ve Bilgelik Tanrısı Enki’nin emri doğrultusunda yapmış olduğu gemisini zift ile kaplayarak büyük tufandan kurtulmayı başarmıştır. Görüldüğü üzere mitoslarda yer edinen öğelerin günlük hayatla da bir bağı bulunmaktadır. Tanrıların gözetiminin nedeni ise mitosun gelişimine göre tanrının çocuğu olma, peygamberlik vasfını taşıma veya iktidarına meşruluk kazandırma şeklinde yorumlanabilir. Yine saray görevlilerinin çocukları himaye altına alması mitosun ulaşmayı hedeflediği amacı göz önüne alırsak bir basamak veya geçiş ögesi olarak kullanıldığını düşünmek yanlış olmayacaktır.

Mayıs-Haziran13/60

Bütün bu benzerlikler aslında Eskiçağtoplumlarının ne kadar uzak coğrafyalarda olurlarsa olsun bir etkileşim içinde olduklarının göstergesidir. Bu etkileşim şüphesiz iki yolla meydana gelmiştir. Yani bu etkileşim bir toplumun devlet olmasının şartlarından olan “savaşçıl”ve “barışçıl” ilişkiler sayesindedir. Savaşçıl ilişkiler adından da anlaşılacağı üzere basit bir dille toplumlar arasındaki her türlü silahlı mücadeledir. Barışçıl ilişkiler ise başta ticaret olmak üzere kültürel ve ekonomik faaliyetlerdir. Toplumlar arasındaki bu ana ilişkiler tek başlarına tabi ki yeterli değildir. Söz konusu ilişkiler sadece kültürler arasındaki aktarımı sağlayan öğelerdir. Asıl önemli olan Eskiçağ insanının dünyaya ve başta kendisine olan sorgulayıcı bakış açısı ve yorumudur. Bu kadar geniş bir coğrafyada farklı kültürlerin aynı öğeleri kullanarak kendilerine has bir mitoloji yaratmaları, bütün farklılıklara rağmen insanın kendisine ve dünyaya olan bakışının değişmediğini sadece ufak farklılıkları içinde barındırdığını göstermektedir. Nehrin kahramanları toplumlar arasındaki coğrafi uzaklığa ve aradan geçen yüzyıllara rağmen, insanın kendisini, dünyayı algılayış ve yorumlayış biçiminin değişmediğinin en güzel kanıtıdır.


siir .

TAHTIN İÇİN YANMA GAFİL Tahtın için yanma gafil Düşeceğin gün gelecek Hülyalara dalma gafil Gece bitip gün gelecek Ötesine yüce dağın Heves edip darmadağın Hemi yüksüz hemi yeğin Kalacağın gün gelecek Kısa ömrün amel kârı Yıktı nice ihmalkârı Candan öte gerçek yârı Bulacağın gün gelecek Seyyidiyem yana döne Bilmem odum nasıl söne Topraktan geldiğim güne Döneceğim gün gelecek Murat TELCİ

61 /Mayıs-Haziran13


gözlemler

Doğanay HIZAL

gözlemler I Üniversitede son dönemimi geçiriyorum. Olağanüstü bir şey olmazsa bu dönem sonunda mezun olacağım. Lisans eğitiminin son dönemlerinde tez oluşturmak lisans eğitiminin önemli ayaklarından biri fakat bölümümüz bizlerden bitirme tezi yazmamızı talep etmiyor. Oysaki benim sizlerle paylaşmak istediğim bir tezim olmasa da pek çok gözlemim var. Doğrularıyla ve farkında olduğum yanlışlarıyla aklımdan geçenleri kendime saklamayı düşünmüyorum. Kesin bir bilgiye sahip olma şansımız her şeyin sürekli değiştiği evrende mümkün değil. Fakat bu durum bizleri yanlışlarımızı ve eksikliklerimizi en aza indirmek için uğraşmaktan alı koymamalı. Lise ve üniversitedeki okumalarım ve yaşadıklarım sonucunda oluşan bu gözlemleri Kirpi gibi güzide bir dergide yayımlamaktan onur duyuyorum. Gözlem jürim ise okuyuculardır.

Uygarlık Kavramındaki Bulanıklık

liz kudretliler ve yetisizleriz.

Amerikan yerlisi kadar uygarız?

Çoğumuzun ‘’uygarlık sınıflı toplumla başlar’’ diye bir ön kabulü var. Tersine uygarlık sınıflı toplumla bitmiştir. Çok açık ki insanın insanı sömürmesi sınıflı toplumla birlikte başlamıştır. Yani azınlıkta olan bir topluluk, insanları tahakküm altına alma ‘kudretine’ sahip olduğunu düşünerek insanlıktan çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle insanlar, azınlıkta olan bir topluluğa insan olma yetileri üzerindeki hâkimiyetlerini devrederek insan olmaktan çıkmıştır. Bizler sınıflı toplumla birlikte artık ‘insan’ deği-

Komünal bir düzende yaşayan Afrikalı bir dedemiz kabilesini beslemek için bir kuşun yuvasındaki on yumurtadan dördünü almaktadır. Ardından da bir ayin gerçekleştirmektedir. Ayin bittikten sonra National Geographic’ten arkadaşımız ‘’Dede bu ayin ne anlam ifade ediyor’’ diye sorduğunda dedemiz şu cevabı veriyor: ‘’Yumurtalarını aldığım için kuştan özür diledim. Hiç değilse neslinin devam etmesini engellemeyecek miktarda aldığımı söyledim.’’ Hangimiz Afrikalı dedemiz ya da bir

İnsan Olma Hali

Mayıs-Haziran13/62

İnsan olmanın şartı yaratıcı emek harcamaktır. Bilim, kültür, sanat, spor, felsefe, aşk… Sınıflı toplumlarda kudretliler yetisizlerin yaratıcı emek ürünleri vermesini sınırlandırır. Yaratıcılığı tahakkümcü arzuları çerçevesine hapseder. Yetisizlerin yani tutsakların, hayatlarını sürdürebilecekleri kadar ‘özgür’ sahaları vardır. Küçük dünyalarından dışarı çıkacak kadar değil.


gözlemler Tutsaklığın Anadolu’daki İzdüşümü Anadolu da tutsaktır. Hem de ne tutsaklık. Mezopotamya ile birlikte dünyanın en ağır hücre koşullarını yaşamaktadır. Derdi büyüktür de ondan. Derdi büyüktür de ondan. Dünyanın en önemli köprülerindendir kendileri. Yerküreye hâkim olmak isteyen güçler bu köprüden geçmek zorundadır. Büyük İskender Hindistan’a hükmetmek, Haçlılar Kudüs’e ulaşmak için bu köprüden geçmek zorunda kalmıştır. İngiliz İmparatorluğu müttefiki Rus Çarlığı’na yardım ulaştırmak için bu köprüde savaşmıştır. Amerikan İmparatorluğu ise Türkiye’ye 1 Mart tezkeresini dayatarak Irak’a hükmetmek amacıyla köprüyü kullanma hakkı talep etmiştir. Spartalılar Truva’ya saldırdığında Asyalı toplulukların Truva’yı desteklemek için ordular göndermeleri anlamlıdır. Eğer Truva düşerse köprü yolgeçen hanına dönebilir ve bu akın Asya içlerine kadar devam edebilir endişesi büyüktür. Kudretliler Anadolu köprüsünün her daim açık kalmasını istiyor. Yani bu köprüde yaşayan tutsaklar ekonomileri, kültürleri, sanatları, orduları ve meclislerine hâkim olmamaya devam etmeli. Onun içindir ki Türkiye’de basının %99’u yalan konuşmalı, tarikatlar/cemaatler müritlerini afyonlayarak tutsakları tutsaklıktan hoşnut hale getirmelidir. Yetilerini kazanmak için irade gösteren olursa askeri cuntalar çalışmalı, suikastlar tertiplenmelidir. Çıplak yöntemlerin tutsakların gözünde meşruluğunu kaybettiği dönemlerde görünüşte yumuşak ama esasında daha sert yöntemlere geçilmelidir. Darbelerin sopayla getirdiği ‘anayasal’ düzenlerin ve ekonomik sistemlerin iktidarları, kudretlilerin söz dinletemediği askerleri ve aydınları yani ‘darbecileri’ hapsetmeli, tutsaklardan tecrit etmelidir. Çözülemeyen iç sorunlar (etnik ve mezhep temelli anlaşmazlıklar) post-modern/neoliberal anlayışla ‘özgürlük’ alanları olarak yeniden bilinçlere sunulmalıdır. -Bunun sonucunda tutsaklar ‘’Benim etnik köke-

nim nedir?’’, ‘’Benim ırkım daha niteliklidir.’’ gibi geriye dönük sorulara ve söylemlere saplanmaktadır. Ne hikmetse ‘küresel’ çağda ortaçağ kültürü ve ırkçılık ile hastalıklı bir kimlik inşa edilmiştir. Yerelden evrensele doğru yürümekte olan dünyalılaşma süreci tersine dönmektedir. Dolayısıyla kudretli kapitalistlerin hâkimiyeti devam etmekte ve tahakkümü sınır tanımamaktadır.- Sıcak para serumu iç piyasadan asla çıkarılmamalı ki üretimsizliğimizin devasa maliyetlerini hissetmeyelim. Kuvayi Milliye, 68 Gençlik Hareketi, emekçi direnişleri gibi köprüsünde insan olma iradesi gösteren sosyal mücadelelerin (Sınıflı toplumlardaki her toplumsal harekette olumsuzluk ve hegemonya vardır. Sınıflılık hali devam ettikçe de var olmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu olumsuzlukları kabuğumuza çekilerek yok edemeyiz.) olumsuz kısımları cımbızla alınıp tümleştirilerek tu kaka edilmelidir. Anadolu gibi baskı altında olan coğrafyalarda toplumsal dönüşümler yavaş olur. Tabiri caizse bu coğrafyaların bataryaları büyüktür ve geç şarj olur. Türkiye gibi imparatorluk ve devlet geleneklerinin köklü olduğu yerlerde devrim olursa dünya çapında etkileri olmaktadır. Kudretlilerin üstün çabalarının nedeni budur. Dolayısıyla sosyal mücadeleler için harcanan emekler karşılığını geç verebilir. Emin olun Orta Doğu’da uzun yıllardır sürmekte olan mücadelenin Güney ve Orta Amerika’daki halkların mücadelelerinin sonuç vermesinde büyük bir payı vardır. Sonuçta kudretlilerin gücü de sınırlıdır. Her yeri tahakküm altına alma şansları yoktur. Bununla birlikte Amerikan İmparatorluğunun bu kadar abandığı bir coğrafyada ‘’Bu da olur mu yahu’’ diye şaşırdığımız olaylar her an olabilir. O yüzden akıl sağlığımıza dikkat etmeliyiz. Biliyorsunuz her şeyin başı sağlık. Özellikle de devrimciler dikkat etmeli. Devrimci Olma Hali Devrimci olmanın şartı yaratıcı emek har-

cayarak ürünler vermekle birlikte tutsaklara ve kudretlilere hayatta üçüncü bir yolun daha yani ‘insan’ olma yolunun da olduğunu göstermektir. Devrimci, yaratıcı emek harcayan insanlarla bağ kurar. Onların pratiklerini kavramaya çalışır. İnsanları kimlikleri ya da toplumsal konumları üzerinden değil pratikleri üzerinden eleştirir ve eleştiriye her zaman açıktır. Daha estetik ve nitelikli şeyler ortaya koyabilmek için insanların birikimlerinden ve tarzlarından beslenmesinin bir yasa olduğunu bilir. Dolayısıyla eleştirilmekten keyif duyar. Devrimci olmak herkese ‘’yaratıcı emeğiyle ürünler verebileceği bir dünya kurulabilir’’ davetini sunmayı, insanca yaşanabilecek özgür sahalar oluşturma çabasını hayat boyu sürdürme durumudur. Bu mücadeleyi keyifle yürütür, kendine görev edinir. En küçük bir imtiyaz peşinde koşmaz. İmtiyaza alerjisi vardır. Tutsakları insanca yaşanabileceği konusunda motive eder. Devrimciler küçük dünyalarında hapsolmayı kabul etmeyen, kudretlilere isyan eden tutsaklarla birlikte kurtuluş yolları ararlar, onlara rehberlik ederler. Yani tutsakların kurtuluş mücadelesinin hamallığını üstlenirler. Kudretlilerin saldırılarına karşı kendilerini ve tutsakları korumak için savunma mekanizmaları oluştururlar. Devrimciler, hayatın mantığıyla (tarihsel materyalizm ve diyalektiğe yöntem aracılığıyla) uyumlu bir irade göstererek, tutsaklarla birlikte alternatif bir hayatı inşa etmeye çalışırlar. Bu inşa süreci içinde devrimcilerin samimi olup olmadıkları belirginleşir. Tutsaklar bu süreç içinde, alternatifin kendilerini özgürleştirme şansı olup olmadığını gözlemler ve bir karar verir. Devrimciler samimi ve tutsakların kararı olumlu ise bu alternatif nüve, çürümekte olan sistem karşısında somutlaştıkça genelleşir, genelleştikçe somutlaşır. O an gelip çattığında devrimciler tutsaklarla birlikte kudretlilerin karşısına çıkar.

63 /Mayıs-Haziran13


gözlemler Kudretliler insan olma davetini kabul etmezse tutsaklarla birlikte köteğe başvurmak zorunda kalır. Asıl mesele kudretlilerin hâkimiyeti yok edildikten sonra gündeme gelir. Yıkılan hükümranlık yerine doğa, toplum ve insan uyumunu hedefleyen bir düzen mi gelecektir? Yoksa yeni bir hükümranlık mı kapıdadır? İnsanlığın büyük sorunlarından biri de budur. Devrimcilerin bir tutsak ya da kudretliye dönüşme ihtimali her zaman için vardır. Özellikle de Che’nin deyişiyle ‘’İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkını benliğinde taşımayanların’’. Devrimci Örgütlenmeler Ne Kadar Devrimci? Türkiye’deki devrimci örgütler sisteme alternatif sahalar oluşturmak bir yana insan öğütüyor. Tüzüklerine bakıldığında sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmayı hedefleyen partilerin önderlikleri, parti içinde sınıflaşma yaratıyor. Geleceğe dair tek hedefleri iktidar olmak olunca aynı iktidardakiler gibi insanlara bir şeyleri dikte etmeyi ve onları iyilikleri için aldatmayı olağan buluyorlar. Dolayısıyla sistemden kopuş yaşayamıyorlar. Bu manzara yoldaşlığın rafa kaldırıldığını da gösteriyor. Örgütlenme şekilleri ve insan ilişkileri açısından iktidarların kötü birer kopyası oldukları sürece topluma özgürlük yolunda yön verme şansları olmayacaktır. Doğa, toplum ve insan ilişkilerinde sisteme eklemlendikleri için yolun başında kaybetmişlerdir. O çok sevdikleri iktidara gelseler bile (ki alternatif örülmeden mümkün değil) yeni bir hükümranlık kuracaklarını öngörmek güç değil. Parti memurları insanları kısa vadeli hedeflerin içinde kör ediyor. İnsanlar hükümetlere hayır demekten ve önünü görmeden koşturmaktan yorgun düşüyor. Büyük bir çoğunluğu devrime olan inancını kaybediyor. Geride kalanlar ise bu soruna çözüm bulamadığı için kendini aldatmaya Mayıs-Haziran13/64

devam ediyor. Veyahut çözümün zor olduğu tespitini yaparak ‘’çöplüğün temiz yerinde durmaya’’ razı oluyor. Örgütler devrimcilerin ve tutsakların yaratıcı emek ürünleri oluşturacağı, kendilerini geliştirebilecekleri, sözlerini rahatlıkla söyleyebilecekleri ortamlar yaratıp tutsaklara eşitlikçi bir sosyal düzenin var olabileceğini gösteremiyor. Bu korkunç durumla yüzleşmediğimiz sürece tutsakları boş/hoş zamanlarının olabileceği bir düzeni kurmaları için sosyal mücadelelere kanalize etmek mümkün olmayacak. Fraksiyonel Şizofreninin Kökeni Türkiye’de devrimciler arasındaki -genel olarak Mustafa Suphi-Şefik Hüsnü, SD-MDD gibi ideolojik ayrılıklara dayanan- parçalanmışlık hala aşılabilmiş değil. Parçalanmışlık ve cepheleşme güncel politika içerisinde de tüm şiddetiyle sürüyor. Bu parçalanmışlığın tarihini bilimsel ve bütün olarak okumak devrimci mücadelenin geleceği açısından büyük önem taşıyor. Dolayısıyla fraksiyon hastalıklarının nedenleri anlayabilmek için bu tarihe değinmek bir tercih değil zorunluluktur. TİP’e pasifist ve parlamenterist eleştirisi yaparak önce parti içinde mücadele eden ardından da partiden kopan MDD’ci gençlik (FKF/DEV-GENÇ), (dönemim ekonomi-politik koşullarının da etkisiyle) tek ses bir örgütlenme oluşturamadı. İç tartışmalar sonucu toparlanamayan MDD’ciler dar kadrolu örgütler oluşturarak parçalandılar. Bir önceki dönem kitleselleşen ve kabuğunu kırıp halkın mücadelesine omuz veren MDD’ci gençlik hareketi halk hareketinin geri çekildiği, devrimci gençlik hareketinin tam anlamıyla köşeye sıkıştığı 1970 başlarında THKO (Deniz Gezmiş), THKP-C (Mahir Çayan), TİİKP (Doğu Perinçek) ve TİKKO (İbrahim Kaypakkaya) gibi agresif ve illegal örgütlenmeler oluşturarak kitlelerden neredeyse tamamıyla koparak mini-

malize oldu. TİİKP’nin Söke Dağları’na çekilerek silahlı güçlerle çatışmamasını ayrı tutarsak diğer örgütlenmeler bilimsel anlayıştan uzak, maceracı ve aceleci eylem çizgileri sonucu emperyalizmle işbirliği içindeki iktidarlar, cuntalar ve onların silahlı güçleri tarafından katledildi. Hatalı siyasi çizgi sonucu zorlu dönemi atlatamayan devrimci gençliğin başarısızlığı ve katli haliyle topluma da yansıdı. Halkın büyük bir çoğunluğu bu dönem sonrasında devletin yenilmezliği, devrimcilerin terörist ve din düşmanı olduğu gibi ön kabullere sahip oldu. Bu pratiklerin sonuçlarından MDD’ci devrimciler dersler çıkarmakla birlikte hatalı siyasetlerden kopuş yaşadıkları söylenemez. 12 Mart 1971 sonrasında parçalanma ve ideolojik sapmalar daha da hızlanarak günümüze kadar devam etti. Türkiye’nin koşullarını ve yapısını temel almayan dolayısıyla bilimsel olmayan, farklı coğrafyalardan kopyalama teori ve pratikler üzerinden şekillenen ayrılıklar derinleşerek sürdü (Örneğin 80 öncesindeki TKP –ve gençlik örgütlenmesi İGD- Sovyetler Birliği’nin tüm politikalarını doğruları ve yanlışlarıyla destekleyen bir duruş sergilemektedir). Bununla birlikte yukarıdaki bahsettiğimiz örgütlenmeleri referans alan gelenekçilik hastalığı da doğmuş oldu. Feodal bir hayat anlayışının yansıması olan gelenekler, içlerinden yeni ayrılıkların ve geleneklerin doğmasına neden oldu. Bu geleneklerin günümüze kadar 68 gençlik hareketinin ve dönemin devrimci aydınlarının yaratıcı emeklerinin üzerine (az sayıdaki önemli örnekler haricinde) bir şeyler koyduğunu söylenemez. Fakat o yaratıcı emek ürünlerinin iyi ve kötü yönlerini, örgütsel çıkarları için kullandıkları söylenebilir. 1990 Sonrası Durum Türkiye’deki devrimci hareket 1990 sonrasında tam anlamıyla kimlik kaybına uğradı.


gözlemler Sol, 1990 sonrası koşullara göre devrimci tahliller oluşturarak sosyal mücadeleler vermek, devrimci bir yol açmak yerine üç farklı politik duruşun sınırları içinde ‘devrimcilik’ yapmayı tercih etti (Kemalizm, Kürt milliyetçiliği ve liberalizm). Sosyalizm Türkiye ölçeğinde siyasal bağımsızlığını kaybetmiş oldu. Dolayısıyla bir seçenek olmaktan çıkarak teslim bayrağını çekti. SD’cilerin devamı olarak kendini niteleyenler ise Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in kitaplarından başka hiçbir şeyi kayda değer bulmayan ve SSCB tipi örgütlenme tarzını tarih üstü gören bir anlayışla yollarına devam ettiler. Türkiye’de Devrimci Hareket Demek Gençlik Demek Olumsuz tablo şaşırtıcı değil. Çünkü bahsettiğimiz örgütlenmeler emekçi sınıf hareketlerine dayanmayan gençlik (küçükburjuva) hareketleridir. Devrimcilerin tutsaklarla ördüğü yapılar değildir. Gençlik örgütlenmeleri dar kadroculuğa, bölünmelere ve çekişmelere yatkındır. Dönemsel ve inişli-çıkışlı hareketler olduğu için faydacı ve seçkinci yaklaşımlar gençlik örgütlerine hâkim olabilir. Gençlik gruplarına idealleri için katılanların yanında cinsel ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için dahil olanlarda her daim bulunur. Bu tehlikeli yapı beklenmedik şekillerde ve zamanlarda kendini gösterebilir. Örneğin gençlik hareketi içindeki iki sevgili ayrıldığında devrim mücadelesi bir anda sona erebilir. Veyahut okul bittiğinde faydacı ve seçkinci bir tutumla hareket etmekte olan gençler mücadeleye nokta koyabilir. Gençlik hareketleri dönüşüm yaratmaktan ziyade geleneği ayakta tutma dürtüsüne sahiptir. Tarihi bütünsel değil geleneğinin çıkarlarına uygun şekilde okur. Dolayısıyla geleneği ayakta tutma dürtüsü, sağlıklı teori ve pratik yaratamayarak örgütlerin kitlesini idealist ve sağlıksız fikirlere maruz bırakmasına neden olmaktadır. Ayrıca ayakta kalmak için birbirine saldırma ve boşluklarından beslenme gibi kör oyunlara girilmektedir. Dolayısıyla emekçi sınıfları özgürleştirecek bilgi de-

ğil kendini ayakta tutacak bilgimsiler üretir. Önder isimlerin tartışılmaz bir otoritesi söz konusudur. Eğer aynı örgüt içinde başka önderlik sevdası olanlar varsa muhtemelen örgütten ayrılacak ve yeni bir gelenekçik oluşturacaktır. Toplusal Konumunun Farkında Olmak Üniversite, bilme merakı olan kişinin sosyal zekasını geliştireceği, geleceğini nasıl şekillendireceğine karar vereceği ve kendi branşında yetkinleşeceği zamanı kullandığı mekanlardır. Genç, bu zaman dilimini kullanabilmek için (eğer işgücünü piyasada satmıyor ise) ailesinin emeğine, çeşitli burs ya da kredilere bağımlı durumdadır. Dolayısıyla toplumsal konumu geçici ve kısıtlıdır. İnsanlığa ve kendine katkıda bulunabilmesi için bu konumu donanımlı ve deneyimli bir şekilde geçirip toplumsal sınıflara dahil olmalıdır. Örneğin resim bölümünde okuyan bir devrimci öğrenci resimde başarılı ve sanata hakim olmalıdır ki insanlığı özgürleştirecek görüşler sanat camiası içinde hakim olabilsin. Ya da bir devrimci tıp öğrencisi başarılı olmalı ki ilaç tekellerine karşı insan için sağlık fikri tıp camiasında somutlaşsın. Dolayısıyla devrimci fikirler insanlığın önünü açabilsin. Bu konuda Harun Karadeniz’in toplumcu mühendisi tarif ettiği yazıları okunmalıdır. Uzun sözün kısası bir gencin hedefi Genco Erkal ya da Behice Boran olmak olmalıdır. İnsanlığın aydın yüzü olmalı ve bizi var eden toplumsal emeğe katkıda bulunmalıyız. Üniversitenin özgür ve bilimsel olması için gençlik mücadele etmelidir. Hem bilim üreterek hem de kampüs içinde sosyal mücadeleleri örerek. 68 Kuşağının başarısı bu yapıya sahip olmasından kaynaklanıyor. Devrimci bir genç sınıfıyla ve bölümüyle –zaten olması gereken- sosyal bağları kurduğu zaman kampüs içinde toplumsal bir konum kazanacaktır. Dolayısıyla olguların ve çelişkilerin birebir içinde olarak soyut söylemlerden koparak sağlıklı bir sosyal mücadele örülebilmesine kat-

kı sağlayabilecektir. Tersi durumda derslerine girmeyen, bölümüyle bağı olmayan, bilim üretmeyen sadece her şeye karşı çıkan gençlik profili sistemin ekmeğine yağ sürer. Eğer 4-5 yıldan fazladır sadece kampüsün sokaklarında koşturan, toplumsal konumu olmayan ve toplumdan bihaber konumdaysak gerçek anlamda marjinalleşmiş ve hilkat garibesine dönmüşüz demektir. Halbuki gençlik insanlığın bilimini konuşturduğu, bilimsel bilgi üretip bu bilgiyi toplumsallaştırdığı ölçüde ilerici bir rol oynamış olur. Bu rolü kazanmak emekçiler ile çelik gibi birleşmenin şartıdır. Sonuç Yazımızda söz ettiğimiz sorunların devrimci örgütler içinde de gözlemlendiğini ve tartışıldığını biliyoruz. Bu örgütlenmelerin özgür bir Türkiye’nin kuruluşuna önderlik etme şansları olmasa da içlerinde tarihi bütünsel okuyan insanlar çokça var. O tek başına örgüt gibi olan insanlar bilinçli bir cesaretle ve vicdanla irade gösterdiğinde yeni bir alternatif için yol açılacaktır. Türkiye halkına sistemin abandığı bu dönemde tarihin devrimcilere gelenek tapıncını yıkma görevini verdiğini göreceğiz. Türkiye’de tutsaklar hücrelerinden memnun değil. Memnuniyetsizlik tek başına tabiki bir anlam ifade etmiyor. Sağlık bir alternatifin inşası ile tutsakların kurtuluşu birbirine bağlıdır. Tutsakların şu anki devrimci örgütlerden beklenti içinde olmamaları, zaman zaman kendiliğinden eylemlerde bulunmaları ve ‘’değer’’ üreten büyük particiklere oy vermekle birlikte son yapılan anketlere göre en az % 60’ının yeni bir partiye ihtiyaç duymaları hücrelerinden pek de hoşnut olmadıklarını gösteriyor. Umut verici. Sonuç olarak sınıf hareketinin seyri ile aydın-gençlik kesiminin insanı ve tarihi kavrama çabaları devrimci harekete yön verecek. Kudretliler ve tutsaklar ‘insan’ olana dek sosyal mücadele devam edecek.

65/Mayıs-Haziran13


68 gençligi

68Gençliği ve

bugün

Mayıs-Haziran13/66

Doğan SEVİMBİKE


68 gençligi Ellerinde kitapları, Türküleriyle geldiler Dalga dalga aydınlık oldular, Yürüdüler karanlığın üstüne meydanları zapt ettiler yine... Türkiye 68 gençliğinin düşünsel ve eylemsel kaynakları 68 Gençliği, ulusal kurtuluş savaşı ve dünya sosyalist hareketinin Türkiye’nin özgün tarihsel koşulları ile harmanlanmış bağımsızlıkçı, halkçı ve devrimci bir çizgide ilerleyen gençlik hareketidir. 27 mayıs anayasasının getirdiği demokratik özgürlükler (sendikal haklar ve örgütlenme özgürlüğü gibi) sayesinde özgür düşüncenin önünün açıldığı aşikardır. 68 kuşağının Köy Enstitülerinin yarattığı eğitim devriminin fikir -eylem birlikteliğindeki yeni kuşak akımıdır diyebiliriz. Aynı zamanda Türkiye İşçi Partisinin 1965 yılında 15 milletvekili ile mecliste bulunmaları, Türk siyasal hayatında ilk defa sosyalist bir partinin mecliste siyaset yapması, NATO ve Ortak Pazar’a karşı olması, Türk Dış Politikasını da etkilemiştir. Jonhson Mektubu ve sonuçları, giderek artan Amerikan karşıtlığı ve üniversitelerin özerkliği 68 kuşağının dinamik ve aydınlanmacı yapısında etkili olduğunu söylemeliyiz. Bugün 68 gençlik hareketi ve Deniz Gezmişler hakkında belgeseller çekilmekte, kitaplar yazılmaktadır. Gelecek kuşaklara belgeleriyle aktarılmakta Denizlerin bayrağı tüm gençliğe, umut ve yol göstermektedir. 68 hareketi mücadelenin en hızlı maratonlarından biriydi.

68 Gençliği, ulusal kurtuluş savaşı ve dünya sosyalist hareketinin Türkiye’nin özgün tarihsel koşulları ile harmanlanmış bağımsızlıkçı, halkçı ve devrimci bir çizgide ilerleyen gençlik hareketidir. Tarih içinde mücadele dönem dönem duraklayabilir aynı zamanda hızlanabilir de. Jön Türk hareketi ile başlayan ihtilalci akım, Mustafa Kemal önderliğindeki Kuvayi Milliye hareketi ile Cumhuriyet devrimini gerçekleştirmiştir. Cumhuriyet aydınlanmacılığı Avrupa’nın reform ve rönesans ve hatta kısmen gerçekleşebilen sanayi devriminin kısa sürede Anadolu toprağında uyanışa geçmesidir. Bir Anadolu ihtilalidir. Aynı zamanda anti-emparyalist savaşın dünyadaki öncü örneği olan ulusal kurtuluşu mücadelesi Balkanlardan Afganistan’a ve Ortadoğu’yu etkileyen bir dönüşüm yaratmıştır. Cumhuriyetin kurulması ile Milli Türk Talebe Birliği ile başlayan üniversitelerdeki örgütlenmeler 1950’li yıllarda Adnan Menderes’in karşısında millici tutumlarla giderek politikleşen bir gençlik havası oluşturmuşlardı. MTTB yapısı itibari ile 1970’lerdeki gibi

eylemsel olarak anti komünist şartlanmada güçlü olmamakla (komünizm düşmanlığı vardı fakat bunu destekleyen bilimsel ve siyasal argümanlar çok zayıftı) beraber Türk-İslam sentezi gibi ideolojik tutumları da yoktur. Devlet politikası nezdinde görüş olarak da dönemin CHP politikasına yakındılar. “Yerli malı Çok yaşa” gibi gerçekçi anlamda yeni kurulan devletsel yapıyı ve kültürü muhafaza eden muhafazakar bir topluluktu. Dolasıyla Atatürk devrimlerinin devam etmesi için gençlik içinde filizlenmesi gerekiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında 1960’lara kadar bu çizgide kör topal ilerledi diyebiliriz. 27 Mayıs özgürlükçü anayasası ile gelen haklar ve hürriyetler toplumsal düşünüşün önünü açtı.

Gençlik emekçi sınıflar ile aydın zümre arasında köprüyü kuran ve bu birleşmeye anlam kazandıran dinamik güç olmuştu. Sosyalizm, dünyada başta avrupa olmak üzere Che, Ho Chi Minh, gibi latin amerika, uzak asya ve afrika gibi bir çok yerde liderler ortaya çıkardı. Bağımsızlık ve sosyalizm rüzgarı esmeye başlamıştı. Gençlik ise bunlardan bir hayli etkileniyordu. Aynı zamanda sanat ve edebiyatın güçlenmesi basım yayım hayatındaki artışlar. Türk halk müziğinin köyden kentlere üniversiteli gençlik tarafından tanıtılması, dünyada olup bitenleri takip etmek ve Türkiye’deki özgünlüğü dünya ile bütünleştirmekti 68 hareketinin temel felsefesi. Evrenselleşmek istiyordu fakat bunu yaparken köylüsüyle işçisiyle beraber bir aydınlanma peşindeydi hem ekonomik hem de felsefi yönde üniversitenin öğrencisiyle halka öğrettiği ve öğrendiği bir ilerleme pratiği gerçekleştirdi diyebiliriz. Kimisi halka inmeyi ayakkabı boyacılığı yapmak sanırdı. Zap suyuna köprü yapan doğu ile batı arasındaki eşitsizliğe karşı, Sinan Cemgil gibi köylüyü toprak ağalığına karşı uyandırmak için mücadele veren bir kuşaktı. Kitleleri heyecanlandırmada ve yönlendirmede Deniz Gezmiş’in önderliği unutulamaz elbette. Özellikle işçi ve öğrenci mücadelesindeki ittifakı kuran Harun Karadeniz’in kitapları bildiri gibi gençlik ve işçilerin ellerinden düşmezdi. Gençlik emekçi sınıflar ile aydın zümre arasında köprüyü kuran ve bu birleşmeye anlam kazandıran dinamik güç olmuştu. Örneğin; Kıyı dergisi Kasım-Aralık sayısındaki bir röportajda 68’i anlatan diyalogta şöyle diyor;

67 /Mayıs-Haziran13


68 gençligi -68 Gençliği’nin sanat-edebiyatla bu kadar içli dışlı olmasını neye bağlıyorsunuz ? -68 kuşağı gençleri slogan devrimcisi değildi. Araştıran, okuyan, okuduklarını dönemin önemli yazın dergilerinde eleştirebilen gençlerdi. Geçen yıllarda sahafta Yordam dergisinin 60’lı yılların sonuna ait bir sayısını incelerken, “Çocuk ve Allah” adlı bir eleştiri yazısına rastladım. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın aynı adlı kitabını eleştiren 10 sayfalık bir yazı. Yazıda kullanılan dil ve anlatım beni müthiş etkiledi. Altındaki imzayı görünce iyice şaşkına döndüm. İmza, Hüseyin Cevahir’indi.(Celal Karaca’nın Kıyı Dergisi’ndeki 68 kuşağından Mümin Karaoğlu ile söyleşisinden alıntıdır.) SAĞ-SOL YOK BOYKOT VAR ! Sağ-sol yok boykot var ! Herhalde 68’i en iyi anlatan ifade bu olsa gerek. Amerikan emperyalizmine karşı cumhuriyet değerlerini sahiplenen fakat devrimleri daha ileriye taşımak isteyen paylaşımdan yana toplumcu çizgide ilerleyen tarihten ilham alan bir gençlik. Bilimsel demokratik özerk üniversite vurgusunu kitlelerce belirli hale getiren bir slogandır. Aynı zamanda Anti emperyalist kimlik, ve tam bağımsızlık Mustafa Kemal’den gençliğe gelmiştir. Örneğin Ortadoğu’da başta Deniz Gezmişler, Bora Gözenler olmak üzere Türkiye’nin sosyalist devrimcileri Filistin’de ABD ve jandarması İsrail’e karşı mücadele vermişlerdir. Bugün “mavi marmara” ve “bir daha Davos’a gelmem” gibi ifadelerden medet umanlar dün Filistin’de şehit düşen devrimci gençleri ve o mücadeleyi anarak, anlayarak ve okuyarak gerçeği görmelidirler. Aynı şekilde ODTÜ’deki Amerikan Büyükelçisi Kommer’in arabasının yakılması ve 6.Filo eylemi 68 hareketinin temel çizgisini belirleyen tepki gücünü gösteren önemli olaylardır.

Ortadoğu’da başta Deniz Gezmişler, Bora Gözenler olmak üzere Türkiye’nin sosyalist devrimcileri Filistin’de ABD ve jandarması İsrail’e karşı mücadele vermişlerdir Mustafa Kemal ‘i doğru yere koymak ! Herkesin bildiği gibi Chavez öldükten sonra Türkiye’deki tüm “sol” Chavez’i bayrak yaptı. Chavez yaşadığı dönemdeki karakteri ve dünya görüşü ile halkların sevgisi kazanmış unutulmayacak bir liderdir. Peki ya bizim bayrağımız ? bizim devrimci geleneğimiz ?. Jose Marti gibi şairlerin ve Simon Bolivar’ın ulusal devrim mücadelesinin bayrağı ile ilerleyen Mayıs-Haziran13/68

Chavez’i severiz “biliriz” de kendi tarihsel sürecimizi ne kadar iyi tahlil ettik ?. 12 Eylül sonrası; Uğur Mumcu Bahriye Üçok Ahmet Taner Kışlalı gibi devrimci aydınların neden öldürüldüğünü daha iyi anlıyoruz, bizi bizim tarihimizden bizi bizim özgünlüğümüzden koparanlar 12 Eylül ile yenemedikleri fikirleri, katliam yaparak alt etmeye çalıştılar. Bugün ise itibarsızlaştırma ve hapis hayatı stratejileri uygulanmaktadır. Velhasıl, Chavez; devrimcidir, ulusalcıdır, sosyalisttir, “darbecidir”, askerdir, anti-emperyalistir, tam bağımsızlıktan yanadır. Türkiye’de olsa faşist derler... Aziz Nesin’in dediği gibi bu toplum kendi kavramını yada kendi olanını yetiştiremeyecek mi yaratamayacak mı ?.. yada kendi toplumsal birikimine yabancılaşmayı durduramayacak mı?

Bireysel hırslardan uzak kalma anlatmaya ve anlamaya yönelik ve yakın çevrenin koşullarına göre ekonomi-politik temelde çözüm önerileri sunmak ve bunu tartışarak yapmak, “çok okumak az yazmak”, halkla bütünleşmek ve kitleselleşmek , bunun farkında olarak ilerler. Dünden bugüne bakmak 12 Eylül’ün psikolojik havasında yetişmiş bir gençlik olsa da son yıllarda Türkiye’nin dinamik genç nüfusunun niteliksel bir şekilde örgütlenmeye başladığını söyleyebiliriz. Örgütlenmeler fikir ve siyasal hedefleri olan toplumsal hareketler olduğu gibi, halkla bütünleşebilmekte siyasal olgunluğu da artıran yeniliklere yavaş yavaş sahip olabilmektedirler. 68 dönemindeki örgütsel yapıların ve siyasal tartışmaların tekrar incelenip tahlil edilmesi bugünün gençlik örgütlenmeleri için bir ödev olmakla beraber tarihsel bağı örmede zorunluluktur. Fakat Türkiye’nin gençlik hareketi tarihi sadece örgüt yada parti çapında değerlendirilmemelidir. Ancak; Amacı, eylem tarzı ve sonuçları üzerine bilimsel değerlendirmelerle bugüne somut bakabiliriz.


68 gençligi Maceracı ve sloganist aktarma tarzı “miras kavgası” olarak ortaya çıkmakta ve 68 toplumsal hareketini halka aktarmamızda itici bir tutum sergilemektedir. Dolayısıyla şu tespiti yaparsak; Günümüz üniversitesinin getirdiği sorunların aşılabilmesi tek başına öğrenci örgütlerinin çabalarıyla olanaksızdır. Sorunlar, doğrudan politik tercihlerin biçim verdiği üniversite yapısının bütününden kaynaklanıyor. Temel ve kalıcı çözüm, üniversitenin demokratik-özerk bir yapıya kavuşturulmasından geçiyor. Üniversite yaşamında bu denli köklü bir değişim ise, ülkedeki siyasal güçler dengesinden bağımsız düşünülemez. Sorun eninde sonunda gelip siyasal iktidar sorununa dayanıyor. Bu durumda öğrenci gençliğin çıkarlarıyla, toplumsal güçlerin amaçları nesnel olarak çakışıyor. Değişimden yana olan toplumsal güçlerin ülkede siyasal ağırlıklarını arttırmaları sürecinin, doğrudan üniversite yaşamına yansıyacağı kuşku götürmez. Ancak bu ilişki tek yönlü işleyen etki yaratmaz. Etkileşim karşılıklı olmaktadır. Üniversiteyi oluşturan unsurların yığınsal örgütlenmesi ve demokratik hakları için ağırlık koymaları da karşılıklı olarak onarım ve değişimden yana olanlar ile düzeni otoriter yöntemlerle savunmak isteyen güçler arasındaki siyasal dengeyi birinciler yararına etkiler. Yaptığımız tespit ile öğrenci hareketinin siyasal hedefi de doğru ve gerçekçi zeminler üzerine oturtulmalıdır.

Örneğin yemekhane ücretleri yada harç zamlarına karşı yapılan eylemlerin siyasi iktidardan hesap sormak yetmeyeceği gibi başka bir koldan bağımsızlık mücadelesi vermesi hedefi somutlaştırır. 68 gençliğinin bütünsel eylemciliği ve fikir yönelimi yemekhane sorunlarından NATO üslerine karşı beraber olmakla hedef anlam ifade etmektedir. Çünkü kapitalist sistemde bütün sorunlar birbiri ile bağımlıdır. Gençlik bir sınıfsal konumda yer almadığından dolayı bütün sorunlara beraber çözüm üretebilecek ve eyleme koyacak güce sahiptir. Peki ne kadar ülke sorunları ilgiliyiz ? ya da ilgilendiğimizi sanıyoruz ? Teknolojinin ve basım yayın hayatının geçmişe oranla daha kapsamlı ve çeşitli olması, bilgiye ulaşımın kolay ve hızlı olduğu bu dönemde, ülke sorunları ile ilgilenmek karmaşık olmasa gerek. Gençliğin sorunlar karşısındaki örgütlü ve ciddi tutumu ve tespit yeteneği yeni yeni olgunlaşmaktadır. Çünkü dönem bilgi-iletişim çağı olduğu gibi bilgi kirliliği ve kavram sorunsalı yaşayan bir çağdır. Bu sebeble taşları nereye koyacağımız gerçek bilgiye ulaşarak sağlam temeller üzerine gerçekleşecektir. Bazen gerçek bilgiye ulaşmada; örgütsel bağlar, dernek ve kurumsal tüzükler, tarihe saplanmış teorilerin mezhepsel yapışkanlığı gerçekleri görmeye engel olabilir. Ancak pratik çözümlemeler ile toplumsal gerçeklere uyan teoriler üretilebilir elbette geçmiş düşünceleri harmanlayarak.

69 /Mayıs-Haziran13


68 gençligi Bahsettiğimiz çağın özellikleri ile siyasi farklılıklar, temel sorunlara tepkilerde ayrıştırıcı rol oynadığı görülmektedir. Fakat öğrencilerin karşılaştığı barınma, yabancı dilde eğitim, burslar, kalabalık derslikler, akademik yetersizlik, üniversite özerkliği ve üniversite içi kolluk kuvvetlerinden yemekhanelere kadar bir çok ortak sorun mevcuttur. Ama ortak tepkilerin verilmesi zor görülmektedir. Gençlik bir sınıf olmadığı için değişkendir. Mezun olduktan sonra sınıfsal bir konum elde edecektir. (Fakat bugün öğrencilerin üniversiteyi hakkını vererek okumadıkları gerçeği iş bulma endişesi ile oluşuyor. ) KPSS,YDS vs gibi sınavlar ile ipotek altına alınan seneler öğrencilerin dünyayı okumaktan ziyade iş bulmak için ezberledikleri bir sistem dayatması mevcut. Siyasi hedefler koyan öğrenci gruplarının arasındaki çekişme yada paylaşımdan uzak eylemleri dar grup seviyesinde kalmakta küresel popüler iklime de uyum sağlamaktadır. Kurum ve örgüt içi demokrasi, çeşitliliğin paylaşılması ile olur. Ortaklıkları birleştirmek kolaydır mesele farklı-

Mayıs-Haziran13/70

lıkları örmektir, sorunlar etrafında asgari müştereklerde birleştirmektir. Bu birleşim sanatla, müzikle, edebiyatla, temel sorunlar etrafında sürekli olduğu zaman nitelik artacaktır. Bireysel hırslardan uzak kalma anlatmaya ve anlamaya yönelik ve yakın çevrenin koşullarına göre ekonomi-politik temelde çözüm önerileri sunmak ve bunu tartışarak yapmak, “çok okumak az yazmak”, halkla bütünleşmek ve kitleselleşmek , bunun farkında olarak ilerler ve güce olan sevgi yenik düşer eleştirilen diktatöryan iktidara karşı korku da yenilir. Korkuya karşı Bilincimizin güçleneceği en iyi yerler öğrencilerin okudukları tartıştıkları ve ürettikleri yerlerdir. Bilinç üreterek oluşur ve insanı dolaylı yoldan örgütler, sanatın edebiyatın gücü ütopyaları olan bir genç damar aşılar insana. 68 ruhu, bu ütopyalarını kendilerinin gerçekleştiremeyeceklerini bile bile iyi olana güzel olana doğru yürümeleriydi, korkmadan cesurca ve severek. Nazım’ın dediği gibi; Yürümek; yürekten gülerekten yürümek...



sanat

Emre Güngör

neresinde durmalı Duchamp sonrası kimine göre yeni bir krize giren, kimine göreyse krizden çıkan plastik sanatlar, akademik ortamlarda tartışılmamakla birlikte piyasada kendini birçok farklı biçimde göstermektedir. Neyin sanat olup neyin olmadığı bir tarafa, kuramı tartışılmadığı sürece daha nelerle karşılaşacağımız üzerine düşünmekte fayda var.

Ü

lkemizde geç endüstrileşmiş olan çağdaş sanat, son yıllarda (özellikle Burhan Doğançay’ın “Mavi Senfoni” adlı eserini astronomik bir fiyata satması ve ardından yaşananlarla) Batı ile arasındaki mesafeyi kapatmayı becerebilmiştir. Ülkemizde 1850’den günümüze plastik sanatları devrelere ayırdığımızda; birinci devrede doğa tasvirlerine, fotoğraftan bakılarak yapılan üretimlere rastlanır. Batının Realizm ve Empresyonizm akımlarıyla paralel giden bir üretim söz konusudur. İkinci devre tamamen Empresyonizmin egemenliği altındadır. Üçüncü devre Ekspresyonist ve Kübist dönemdir. Özellikle yerel konular ağırlıklıdır. Bu dönemin özelliği entelektüel kibrin ortaya çıkmış olmasıdır. Dördüncü devre 1950 sonrası, kişiye dönük arayışların ortaya çıktığı dönemdir. Akademi’ ye karşı duruş söz konusudur. Beşinci dönem özgüven çağıdır. Popülizm çağıdır. Batı ile kıyaslandığında minyatür sanatının devamı olarak kabul görmüş olan yerli sanat, örneklerini batı ile birlikte vermiştir. Sanatçı üretimlerinde batının etkisi görülmektedir. Sanatsal üretimlerine baktığımızda Arshile Gorky – Neş’e Erdok, Albeto Giagometti – Zühtü Müridoğlu, Mark Rothko – Mübin Orhon, Eugine Delacroix – Zeki Faik İzer, Pablo Picasso – Hakkı Anlı, Fernard Leger – Nurullah Berk arasındaki benzerlikler bu durumun örnekleri sayılabilir.

Mayıs-Haziran13/72


sanat 1960’lardan itibaren yerli sanatçıların beğeniyi Batı’nın oluşturması, belirleyicinin Batı olması konusundaki hassasiyetinden bahsedilebilir. Toby Clark’ın “Sanat ve Propaganda” kitabında da işaret ettiği gibi, Batı, sanatı ithal etmekte oldukça başarılı olmuştur. 1950’li yıllarda aralarında Jackson Pollock’un da bulunduğu soyut dışavurumcu ekolün, saf ve özgür sanatın tam bir örneği olarak sunulduğunu hatırlamak gerekir. Soğuk savaşın en hararetli zamanlarında devlet propagandası programına dahil edilmiş olan bu sanatçılar New York Sanat Müzesi’nden tüm dünyaya ithal edilmişler, Sovyet komünizminin “kitch” sanatına karşı CIA tarafından finanse edilmişlerdir. 1

Kendisini bir kültür gerillası olarak nitelendiren Baykam, (ki bu laf Alan Kaprow’ un Nam Jun Paik’e taktığı bir lakaptır*) popülist kaygılarının kurbanı olmuştur. Yakın tarihe baktığımızda fuarlar, müzayedeler, sermayenin desteklediği sergiler yoluyla ayakta duran modele karşı; inisiyatifler, karşı sanat çalışmaları, müze karşıtı eylemlerle ortaya konan modelin çarpışması şeklinde gelişen perspektifte, “Batı için” ve “Batıya rağmen” şeklinde sunulan bir üretimler bütünü söz konusu olmuştur. Neler olmuştur bunun yanında? 60 sonrası Altan Gürman “sanatın öteki yüzü” yorumunu ülkemize getirmiştir. Sanat Tanımı Topluluğu’nun (STT) kurulması ile ülkemizde sanatın işlevi ve sınırları sorgulanmaya başlanmıştır. Şükrü Aysan’ın Art and Language dergisinden yaptığı çeviriler ile kavramsal sanatın Türkiye’de tanınması sağlanmıştır. Borusan Sanat Galerisi ve burada açılan sergiler ile yerli sanatçılar ulus-

lararası anlamda tanınma fırsatı bulmuşlardır. “Mekansallığı yeniden düşünmeyi sağlayan enstalasyon formatını öne çıkarttıkları bir dizi çalışmalarla yurda geri dönen genç sanatçılar ülkenin kaderini elinde tutan militarist, devletçi ve ataerkil yapıyıçekincesizce eleştirmeye, Türkiye’nin tarihine, yakın geçmişine ya da bugününe dair göstergeleri tereddütsüz biçimde işlerine taşımaya başlamışlardır.” 2 60 ve 70 sonrası üretilen sanat yapıtları biçimciliğe alternatif olmalarının yanında sanatın tanımını genişletmişlerdir. Joseph Kosuth’a göre sanatın kavramsal gelişimiyle ilgilenen ve sanat önermelerinin bu mantıksal gelişmeyi nasıl izlediği üzerinde yoğunlaşan sanatçıların önermeleri dilbilimsel bir nitelik kazanır. Kosuth, sanatın kendi iç koşullarına dayalı bir dil olduğu kadar, tıpkı dilbilimsel felsefe çalışmaları gibi çözümlenebileceğine inanır. 3

Ülkemizde geç endüstrileşmiş olan çağdaş sanat, son yıllarda (özellikle Burhan Doğançay’ın “Mavi Senfoni” adlı eserini astronomik bir fiyata satması ve ardından yaşananlarla) Batı ile arasındaki mesafeyi kapatmayı becerebilmiştir. 75 sonrası sanatçılar hedeflerini güçlü sanat kurumlarının varsayımlarını yıkmak, sanat nesnesinin önemini azaltmak, onu meta olmaktan çıkarmak, algının sınırlarını zorlamak, imge ve dil arasındaki ilişkileri irdelemek, sanatı estetikten ayırmak, sanat yapıtı-sanatçıizleyici arasındaki ilişkiyi yeniden yapılandırmak olarak açıklar. Sanatı sürekli diyalog olarak tanımlayan “Sanat ve Dil” grubu, şiirsel ve siyasal bir iletişim aracı olması ve verdiği mesajların

önemi ile dilin gücünü ortaya çıkarır. Batı sanatının özünde primitif olduğunu savunan ve bu argümanları “Maymunların Resim Yapma Hakkı” isimli kitapta toplayan Bedri Baykam, batı eleştirisini “This Has Been Done Before” isimli çalışmasıyla post modern bir gönderme yoluyla yapmıştır. Bu slogan Batılı olmayan sanatçıyı sahip olduğu bütün değerlerden yoksun bırakmak için, elini kolunu bağlamak için bu cümleyi yineleyen Batılı sanat eleştirmenlerine bir yanıttır. Ayrıca 1984’te Batı Sanat ortamının tekelciliğine karşı “Modern sanat tarihi Batı’nın bir oldu-bittisidir.” isimli bir bildiriyi San Francisco Modern Sanat Müzesinde dağıtarak, o dönem kendisi ile birlikte bu mücadeleyi veren Sarkis, Ömer Uluç, Burhan Doğançay gibi sanatçıları yanına alıp Batı sanatının tüm egemen ülkelerini kültürel emperyalist bir tavırla salt batılı sanatçılar üzerinden önyargılı bir tarih üretmekle suçlamıştır. Kendisini bir kültür gerillası olarak nitelendiren Baykam, (ki bu laf Alan Kaprow’ un Nam Jun Paik’e taktığı bir lakaptır*) popülist kaygılarının kurbanı olmuştur. Bugün lümpen aydın tanımına karşılık gelen sanatçı, son olarak Murat Ülker tarafından satın alınan “manifestom” dediği çerçeve işi ile akıllara Erden Kosova’nın “Yavaş Kurşun” makalesinde sorunsal olarak dile getirdiği “neden güncel sanat olarak adlandırılan ifade alanı diğer disiplinlere oranla daha hızlı ve yoğun biçimde kapitalin mantığına tabi kılınmaya çalışıldı” ifadesini getirmiştir. Kısaca Baykam yenilince biz de yenilmiş sayıldık. Bugünün genç sanatçısı çağdaş sanatı bir kurtuluş olarak görmelidir. Meta haline gelen tuval resmine karşı eleştirel bir bakış açısı sunan kavramsal sanat, akademik geleneğin içinden filizlenip kurtarıcı rolü üstlenebilir.

1 Toby Clark - “Sanat ve propaganda”, s:13 2 Erden Kosova - “Yavaş Kurşun” adlı makalesinden alıntıdır. lar”, s:10 *Halil Turhanlı - “Bir Erdem olarak Sapkınlık”, s:185

3 Nancy Atakan - “Sanatta Alternatif Arayış-

73 /Mayıs-Haziran13


müzik

Emre ŞENBABAOĞLU

MUHİTTİN KURT İLE ABDALLIK VE

NEŞET ERTAŞ

ÜZERİNE

Mayıs-Haziran13/74


müzik

25 Eylül 2012’de, Yaşar Kemal’in “bozkırın tezenesi” olarak tanımladığı, UNESCO’nun “yaşayan insan hazinesi” olarak kabul ettiği, “devlet sanatçısı” sıfatını ayrımcılık olarak gören ve reddeden bir “Garip” ayrıldı aramızdan. Yereli evrensel boyuta taşıyan Neşet Ertaş, yaşadığımız kapitalist toplumun içerisinde asırlardır süren “abdallık” geleneğini de yaşatmaya çalıştı. Neşet Ertaş’ın Türkiye halkı için ve Türk kültürü açısından ne ifade ettiğini, abdallığın tarihsel kökenlerini halk müziği eğitmeni, aranjör ve müzik yönetmeni Muhittin Kurt’a sorduk. -Neşet Ertaş, ‘Dertli Yoldaş’ türküsünde ‘Zengin isen ya bey derler ya paşa/ Fukara isen ya abdal derler, ya cingan hâşâ’ diyor. Burada adı geçen abdallık nedir, hangi aşamalardan geçerek günümüze kadar gelmiştir, nasıl bir gelenektir? Abdallık, binlerce yıllık Türk geleneğinin bozkıra taşıdığı bir gelenektir. Bunda hem Türk kültürünün izlerini hem de Türklerin kabullendiği dinsel temaların izlerini bulmak mümkündür. Abdallar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Ahmet Yesevi’den, Asya’dan gelen o kolun, yani Türklerin İslam’ı kabulünün Türkçeleştirilmiş halidir. Ahmet Yesevi İslam’ı Türkçeleştirdi. Hacı Bektaş-ı Veli de bu kültürü öyle bir hale getiriyor ki, özellikle Selçuklu döneminde dağılmaya yüz tutmuş o toplumsal yapıları bir araya getiriyor. Parçalanmaya engelleyici kültürü bir felsefe yaratarak, Türk sosyal yapısından kaynaklanan o yapıyı koruyarak farklı bir argüman yaratmış. Abdallık da o Türk kültürünün bozkırlara bir izdüşümüdür. Neşet Ertaş’ın söylediği eserde de tamamen yoksulluğa bir sitem vardır. Anadolu’nun ortasında bozkırda yapacağınız tek şey ekeceğiniz buğdaydır, bekleyeceğiniz hasattır. Beklediğiniz hasat o toplumun geçimini sağlayamayınca farklı argümanlar oluşuyor. Nedir o farklı argümanlar? Abdallara o toplumun eğlencesini, ağıtını söyleyecek bir mekanizma yaratıyor. Abdalların işi orada tamamen psikolojik bir argümana dönüşüyor. -Abdallara dinsel önderler diyebilir miyiz?

Tek başına dinsel önderler diyemeyiz. Geçmişte böyle bir misyonu olmuştur, ama sonrasında bu öğeler değişmiştir. Daha sonra toplumda aşağılanan bir konuma gelmiştir. Bugün de Türkler aşağılanan bir konuma gelmedi mi? Türk deyince irkiliyoruz. Abdal deyince Batı’da nasıl Roman mahalleleri müzikle uğraşır, başka bir şey yapmaz, hayatları bundan ibarettir, Anadolu’da da abdallar o konuma getirilmiştir. Neden? Yoksulluktan dolayı.

Abdallık, binlerce yıllık Türk geleneğinin bozkıra taşıdığı bir gelenektir. Bunda hem Türk kültürünün izlerini hem de Türklerin kabullendiği dinsel temaların izlerini bulmak mümkündür. -Bir yanda tarihsel konumları gereği halkın sorunlarını dile getiren, ezilenlerin yanından olan, çeşitli isyanlara öncülük eden, toplumu dönüştüren ve örgütleyen ‘abdallar’ var, bir de günümüzde düğünlerde saz çalan, türkü söyleyen, insanları eğlendiren ‘abdallar’ var. Abdalların durumlarındaki bu değişikliğin nedenleri nelerdir? Asıl olarak bu birincisidir. Siz yaşamak istediğiniz kültürü yaşayamıyorsunuz. Genel olarak Anadolu’da Türk isyanları oluşuyor. Neden oluşuyor bunlar? Çünkü siz iktidara gelen her kesim ile kavgalı hale geliyorsunuz. Size vergi dışında bakan bir mekanizma, iktidar yok. Ne yapacak bu insan? Derdini kime anlata-

cak? Padişaha derdini anlatamaz, kellesi gider. Tamamen topluma anlatmayı misyon biçmiş bir özelliğe dönüşüyor abdallık. Geçmişte isyanın temsilcisidir, bugüne yansıyan biçimi ise derdini topluma anlatan, derdini toplumla paylaşan, toplumun daha çok yoksulluğunu, acılarını, ağıtlarını, eğlencelerini ifade eden bir hale gelmiştir abdallık. Kapitalizm yerel ifadeleri, ulusal kültürleri yok etmek istemektedir tabii ki. -Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş ve Hacı Taşan gibi çok önemli temsilcileri olan bozlak türünün abdallık içindeki yeri ve önemi nedir? Bozlak gerek Kutadgu Bilig’de gerek Dede Korkut’un kitaplarında bozulamak, bozlamak, inlemek, ağlamak anlamına gelir. Dolayısıyla içinde hüzün vardır. Türkçe bir kelimedir bozlak. Bozlağın içinde ağlamak görürsün. Bir devenin yavrusuna ağıtı gibi bir şeydir ya da bir ananın yavrusuna ağlaması, bir yarin kaybettiği yarine inlemesidir. Tabii bozlaklar sadece Kırşehir ile Orta Anadolu ile sınırlı kalmıyor. Toroslardan Mersin’e inen bir süreç de var. Bozlaklar bir uzun hava türü olarak ortaya çıkıyor. Kalıplı çalınan öğeler değil bunlar, serbest ölçüde uzun hava türleridir. Mayalar, baraklar, bozlaklar Türk kültürünün uzun hava türleridir. Genel anlamda baktığında bozlaklar ile abdalların iç içe geçmesindeki tarihsel unsur gelenekle ilgilidir. Oğuz boylarının getirmiş olduğu bir kültürdür. Bozlakları abdallardan ayırmak diye bir şey söz konusu olamaz. Bozlak demek abdal demektir.

75 /Mayıs-Haziran13


müzik -Neşet Ertaş, babası Muharrem Ertaş için, “Babamdan evvel ustamdır, babamdan evvel öğretmenimdir, babamdan evvel bir ruh arkadaşıdır.” diyor. Neşet Ertaş’ın yetişmesinde Muharrem Ertaş’ın çok büyük bir payı olduğunu söyleyebilir miyiz? Tabii ki söyleyebiliriz. Çünkü bütün gelenekler, sadece müzik geleneğimiz değil, Ahilik kültürü diye bir şey gelişmiştir Anadolu’da. Bugünkü kapitalizmin çekirdeği Anadolu’da daha kapitalizm oluşmadan çok önce oluşmuştur. Bu daha çok küçük esnafların kurduğu bir sistemdir. Ahilik sistemi çok derin bir kültüre dayanır. Ahilik kültürü, paylaşmayı, yan yana olmayı, düşküne yardım etmeyi, ama bir taraftan da toplumsal ve ekonomik gelişmenin bir merkezi, çekirdeği olmuş bir kurumdur. Ahilikte de usta-çırak ilişkisi vardır. Bir usta bir halı dokurken yanında yetiştireceği çırağı nasıl yetiştirir? İlmek ilmek yetiştirir. Neşet Ertaş da babasının yanında ilmek ilmek yetişmiştir, ilmek ilmek ona o Türk kültürü, bozlak kültürü aşılanmıştır. Sadece Muharrem Ertaş değil tabii ki. O bölgenin aşıkları da vardır. Hacı Taşanlar, Çekiç Aliler ve adını bilmediğimiz nice güçlü ozanlar vardır. Onlar ön plana çıktığı için Muharrem Ertaş diyoruz. Dolayısıyla Muharrem Ertaş ile Neşet Ertaş’ı yan yana getirdiğimizde, ahilik geleneğinin izleri var. -Neşet Ertaş 2008 yılında Agos’ta çıkan söyleşide, ‘Bektaşiyim ben, deyişler çocuğuyum.” demişti. Neşet Ertaş’ın Bektaşi kimliğinin göz ardı edildiğini, örtülmeye çalışıldığını söyleyebilir miyiz? Örtmeye çalışmak tamamen beyhude çabalardır. Sen neyi neyle kapatmaya çalışıyorsun? Güneş balçıkla sıvanmaz hikayesidir bu. Koca bir Türk kültürünü Arap kültürüyle boyamaya çalışacaksın. Böyle bir şey olur mu? Arap kültüMayıs-Haziran13/76

rünü inceleyeceksek başka türlü inceleyeceğiz. Onun da bir felsefesi var, onun da güzel özellikleri var. Arap kültürünü ve İslam’ı inceleyeceksen ayrı bir kategoride incelersin, ama ben kalkıp Neşet Ertaş’ın Bektaşiliğini, Türk kültüründen gelen öğesini neden kapatayım? Sünni geleneklere göre gömebilirsin, ama bu özelliğini kapatamazsın.

Anadolu’da her bir abdal onun mirasını devam ettirir.

-Ertaş’ın devlet sanatçılığını ayrımcılık olarak gördüğü için kabul etmedi. Bunu devletin kendi “abdal”ını oluşturma çabası olarak mı yoksa samimi bir girişim olarak mı görmeliyiz? Bunu devletin aptallığı olarak görelim. Bu devlet anlayışı, hiçbir devletin yapamayacağı kadar kendi kültürünü aşağılayan bir aptal devlet anlayışıdır. Bu devlet anlayışı bile değildir. Sokaktaki mahalle adamının ağzı bile değildir, iğrenç bir bakış açısıdır.

-Neşet Ertaş’ın ölümünden sonra İskender Pala bir programda üstadın türkülerinde erotizm olduğunu ve bu türkülerin kadınları aşağıladığını iddia etti. Bu sözleri nasıl değerlendiriyorsunuz? O adamın cinsel problemleri var. İskender Pala, emperyalist kültürün Türk kültürünü aşağılamada yetiştirdiği en büyük sözcülerinden biridir, Sivas katliamına alkış tutan bir adamdır. Bunların kafaları tamamen belden aşağı çalışır. Saray kafasına sahiptir bunlar. -20.yy.’ın ozan geleneğine Aşık Veysel, Mahzuni Şerif ve Neşet Ertaş damga vurdu. Bundan sonraki süreçte bu geleneğin devam edebileceğini düşünüyor musunuz? Abdal geleneğinin yaşatılması noktasında Neşet Ertaş devletin buna müdahale etmesi gerektiğini söylüyordu. Abdallığın geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz? Kurumsal sahiplenme gerekiyor o güzel bir şey. Devlet bir şeye el atarsa olmaz. Kurumlar eliyle hiçbir zaman Türk kültürü gelişmemiştir. Türk kültürü özgürdür, özgür ruhludur.


müzik Biz gidiyoruz Amerika’da blues dinliyoruz caz dinliyoruz, orada da zencilerin bir özgürlüğü vardır. Tarlada köle, ayağında zincir, çalıştırılıyor pamuk tarlasında, kendi müziğini yapıyor. Çünkü özgür, ruhu özgür. Abdal geleneği özgürlüğe sahiptir. Devlet müdahalesiyle bu kültür gelişmez. Şu yapılabilir, onlara parasal olanak sağlanabilir, üniversitelere abdallar çağırılabilir, ders konusu yapılabilir, ama devlet eliyle bu iş olmaz. Devleti yönetenlerin bunu anlayabilecek bir zekası yok. Görüyorsun Türk kültürünü ezmek için elinden geleni yapan bir devlet var. -Bu kültürün ileride ortadan kalkma tehlikesi var mı? Kalkmaz. Bu gelenek yaşar. Türk kültüründen bahsediyoruz. Amazon ormanlarında ilkel bir kabile değiliz ki. On bin yıllık bir kültürden bahsediyoruz. Pişerek gelmiş, toplumlarla karışmış, toplumsal yaşamayı çok iyi bilen bir kültürden bahsediyoruz. Hiçbir zaman ihanet etmemiş bir toplumdan, baskıcı, otoriter düşünmeyen bir toplumdan bahsediyoruz. Türklerin geleneğinde faşizm yoktur. Kürt görmüştür almıştır, Gürcü görmüştür almıştır. Dünyanın en karışık milletidir Türkler, ama kendi kültürünü de geleneğini de devam ettirmesini bilmiş bir toplumdur. Bu kültür yok olmaz, ama değişebilir.

20.yy.’a nasıl taşıdı Aşık Veysel, Neşet Ertaş bu kültürü? Kimi bozlakları, deyişleri, kimi türküleri taşıdı. Dadaloğlu direnişi taşıdı, Köroğlu beylere karşı mücadeleyi taşıdı, Pir Sultan ben kendi doğrum için savaşırım dedi ipi göğüsledi. Bu gelenek ölmez, ama değişir.

Çünkü bütün gelenekler, sadece müzik geleneğimiz değil, Ahilik kültürü diye bir şey gelişmiştir Anadolu’da. Bugünkü kapitalizmin çekirdeği Anadolu’da daha kapitalizm oluşmadan çok önce oluşmuştur. -Neşet Ertaş abdallık geleneğinin son temsilcisi midir? Bu hatalı bir yaklaşım mıdır? Son temsilcisi değildir. Gidin Kırşehir’e görürsünüz. Bu hatalı bir yaklaşımdır. Geride kalanlara ayıp olur. Neşet Ertaş onu öyle kullanmazdı. O kadar ince, naif bir adamdı. Neşet Ertaş’ın İzmir için yazdığı şiiri okuyun. -Onun mirasını devam ettirebilecek biri var mı? Anadolu’da her bir abdal onun mirasını devam ettirir.

iz gidiyoruz Amerika’da blues dinliyoruz, caz dinliyoruz, orada da zencilerin bir özgürlüğü vardır. Tarlada köle, ayağında zincir, çalıştırılıyor pamuk tarlasında, kendi müziğini yapıyor. Çünkü özgür, ruhu özgür. Abdal geleneği özgürlüğe sahiptir. Devlet müdahalesiyle bu kültür gelişmez.

-Bir tehlikeye vurgu yapmak istiyoruz aslında. Çalgı çalan eller şimdi çöp toplayan, küçük işlerde çalışan kesime dönüşmeye başladı yavaş yavaş. Bu hep böyleydi. Zannediyor musunuz ki Neşet Ertaş hep düğünlerde çaldı söyledi. Adam Kırşehir’den Ankara’ya giderken bile otobüs şoförüne yalvarıp çalan ve öyle yolculuk yapıyor. O yoksulluk içerisinde yetişmiş insanlar bunlar. Abdallar hep yoksuldur. Yoksulluk onların bir kaftanı zaten. Anadolu’da bu işe gönül vermiş hemen hemen herkes böyledir. Mahzuni de böyleydi. Aşık Veysel çok mu zengin oldu? Miles Davis’in bugün sülalesi bile telifle yaşar, ama Aşık Veysel’in sülalesi telifle yaşayamaz. Böyle bir sistemden bahsediyoruz.

Miles Davis’in bugün sülalesi bile telifle yaşar, ama Aşık Veysel’in sülalesi telifle yaşayamaz. Böyle bir sistemden bahsediyoruz.

-Günümüzde toplumsal olarak yaşadığımız travmalara ve kırılmalara abdallık ne oranda yanıt verebilir? Kürt sorunu gibi önemli meselelerimiz var örneğin. Anadolu toplumunun öz meselesi Kürt meselesi değildir. Aş meselesidir bu. Bunu görmek lazım. Kürt meselesi de dahil tüm meseleler yapay meselelerdir. Bunlar senin önüne koyulmuş meselelerdir. Abdallık Türk ve Kürt’ü tek bir potada eritebilir. Ertaş o türküsünde “ya abdal derler, ya cingan hâşâ” diyor ya, sen abdal olmuşsun, cingan olmuşsun ne önemi var demek istiyor. Oradaki hümanizmi görüyor musun? Bu toplumun hümanizmini öldürmemek lazım.

77 /Mayıs-Haziran13


müzik -Evrensel kültür içerisinde Neşet Ertaş’ın konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? UNESCO kendisini bildiğiniz gibi “yaşayan insan hazinesi” kabul etti. Bin yıllık abdallık geleneğinin, bin yıllık Avşar bozlaklarının bugüne yansımasıdır. Bir kaledir aslında. Yıkılmamanın kalesidir. UNESCO görüyor, ama bizim toplum görmüyor, bizim devlet görmüyor. UNESCO doğruyu görüyor. Neşet Ertaş Türk kültürünün kalesidir. O kale bir okuldur. Türk kültürünün okuludur. İnsanlık tarihi açısından Yunus Emre, Aşık Veysel, Mevlana neyse Neşet Ertaş da odur. Yereli evrensele taşımıştır. İnsanlığa yazdığı eserler vardır, insanlığa sesleniyor. İnsanlığı, sevgiyi ön plana alın diyor. Sevgi Mengisi türküsünde bunu çok iyi dile getirmiştir. Bozlakların filozofudur, abdalların filozofudur Neşet Ertaş. -Abdallık ile blues arasında bir benzerlik var mıdır? Var tabii ki. Bütün dünya halk müziklerinde ortak olan insanlığın değerleridir. Halk müziğinde değişiklik olmaz. Halk müziği insanların evrensel değerlerini ifade eder. İnsanlığın yarattığı ortak acılar var. Bir Latin Amerika halk müziği çalındığında dilini bilmesen bile duygulanabiliyorsun, ağlıyorsun. Kırşehir’deki bozlakta da duygulanabiliyorsun. Aynı şey. İnsanlığın acıları da sevinçleri de ortaktır, ama bugün insanların gözyaşlarını bile ayrıştıran bir sistem var. Ne kadar acı bir şey. O yüzden bu sistem yıkılmalıdır.

NOT: Aşağıdaki türkünün sözleri yer konusunda sıkıntı olmazsa güzel bir şekilde sayfanın bir köşesine yerleştirilebilir. Yayımlanması zorunlu değil yani. Mayıs-Haziran13/78

Sevgi Mengisi Yüzün güzelliği özün coşkusu İnsanı var eden sevgidir sevgi Yaşama sevinci yürek tutkusu Gönlü yar eden sevgidir sevgi Sevgi dolsun badelere içelim Sevgiler ekelim sevgi biçelim Sevgi dünyasına yalan giremez Sevgiyi bilmeyen dosta eremez Perdelidir dostluk herkes giremez Perdeyi kaldıran sevgidir sevgi Sevgi dolsun her nefeste içelim Sevgiler ekelim sevgi biçelim [Neşet Ertaş]


siir .

Yarı İnsan Netleyemiyor gözlerim görüntüleri bazen Hayattaki tüm belirsizlikler kadar kara bir mahzen Birbirine girmiş ışıklar, dip dibe yükselen beton yığınları... Sonra dar bir yol egzoz dumanıyla silikleşen Sesler duyuyorum, yarı sevgi yarı tutar Cevaplarım mutlu etmeye yetecek kadar Yokum ben de, herkes gibi Bakılsa uzaydan dünyaya şöyle bir Milyonlarca kafa üstünde devasa soru işaretleri Yürüyorlar amaçsız Konuşuyorlar anlamsız İçiyorlar sabahsız Sevişiyorlar adapsız İnsanlar yaşıyorlar tabir yerindeyse bazen Ya da dur Yaşamak denmez İnsanlar… Cesaretten bihaber , her gün korkuyla ölüyorlar Hayaller mi? Hayalin tanımını ilkokuldaki Efkan öğretmen yazdırdığından beri ucuz defterime, İnanmadım bir daha, yenilmeyi denedim kader denen düzene Ben melankolik değilim a dostlar Şaşırtacak kadar sevincim, ağzımı yırtacak kadar gülüşlerim var Ne var ki makyajla beraber akıyor lavaboya her gece. Benim ümidim hürriyetten O kadar büyük her şeyden Bir yaz akşamı kadar umarsız, Ege kadar pervasız, aşk kadar akılsız

Deniz Pınar

79 /Mayıs-Haziran13


siir .

Deniz PINAR

Sustu kadın. Beynindeki onlarca sese aldırmadan, sadece sustu. Yanındaki geçmişin temsili yaparken propagandasını, kadın dinledi. Kadın dinlemedi. Ezber cümleler sıralandı ve karıştı havaya. Tükenmişlik. Anlaşılamama. Anlatamama. Evrende olup biten her şey o anda tekrar etti kendini. Bir ambulans sesi. Bir sarhoş iniltisi. Bir kaos! Savaştı kadın umarsız. Sessizliği ve tüm yalnızlığıyla. Ne olduysa içini kemiren o ses sayesinde ya da yüzünden. Kim karar verebilir ki? Bir başıboşluk, bir umarsızlık... Ne varsa kadına dair; ona özel o tüm tabular, konuşma arzusu, savunma isteği... Yerle bir, tuzla buz. Kadın yalnız, kadın umutsuz. Sadece sustu kadın. Mayıs-Haziran13/80


siir .

Bir kibrite sığdırdı bütün bir nefesini adam. Tehditkâr bakışlara davet edercesine korktu kadından. Kadın suskundu, vardı elbet bir şeyleri, Bir nefese de sığdıramadı adam tüm bu olan bitenleri! Kadın bir parça kopardı adamın derisinden. O acılı iniltileri siktir et! Adam yalnızca bir yanıt bekledi. Vazoda ölüme terkedilen çiçekler gibi, Kadın geçmişiyle intihar etmeyi seçti.

. . . . ..

Sustu kadın, daha doğrusu kendini buna inandırdı. Paragraflarca bağırdı oysa. Adam bekledi sadece, sandalyenin kolunda parmaklarıyla ritim tutarak, Adam, Yine beklemeyi seçti.

.

Hikmet Artun GACAR

Oysa aynı istasyon değil miydi düzinelerce cinayetler işledikleri, Aynı masada sevişmediler mi defalarca. Aynı mumu yakmadılar mı dilek tutarken? Kadın, o mumla sigarasını yaktı şimdi.

.

Susmadı bu sefer adam, Konuştu, bağırdı, çağırdı. Yaktı tüm gemilerini ve kadının karşısına çırılçıplak çıktı. Umduğu şeyler yok olup giderken- tuttuğu ritm eşliğindeKadının aklı hala metrelerce havadaydı.

Sokaktaki sarhoş naraları umrunda değildi adamın. Kaptırdı kendini tuttuğu ritme. Belki ağır geldi bu yaşam her ikisine de, İki merhabayla başlamışken, bir elveda ile sona erdi bu hikâye.

81 /Mayıs-Haziran13


röportaj

Ozan YILMAZ

Gökkuşağının Kızılı kimlerden oluşuyor? Gökkuşağının Kızılı, Türkiye Komünist Partisi üye ve dostlarından, LGBT’lerin ve tüm ezilenlerin kurtuluşunu kapitalist barbarlığı ortadan kaldırmakta gören sosyalistlerden oluşuyor. LGBT’lerin hak eşitliği için sürdürdüğümüz mücadelemiz, sınıf mücadelesinden ayrı bir yerde durmuyor. Gökkuşağının Kızılı, insanca ve onurlu bir yaşam talep eden işçilerden, emekçilerden, gençlerden, kadınlardan oluşuyor. Gökkuşağının Kızılı neden karma bir grup? Kimlik sorunlarının çoğunlukla emekçileri bölecek, ezilenlerin ortak bir kurtuluş programı etrafında kenetlenmesinin önüne geçecek bir biçimde ele alındığını görüyoruz. LGBT olmayanlara kapalı bir ‘öz-örgüt’ biçiminde örgütlenmenin, sınıfın bölünmüşlüğünü pekiştireceğini düşünüyoruz. Milliyetçiliğin, gericiliğin, kadın düşMayıs-Haziran13/82

manlığının ve cinsel yönelim ayrımcılığının işçi sınıfını parçalamasına izin vermeyeceğiz. Ulusal köken, inanç, cinsiyet ve cinsel yönelim ayrımı gözetmeksizin bütün sosyalistleri saflarımızda mücadele etmeye çağırıyoruz. Kurtuluş yok tek basına, ya hep beraber, ya hi¬ç birimiz! Gökkuşağının Kızılı’nın amaçları neler? Gökkuşağının Kızılı, LGBT’lerin eşit yurttaşlık hakları için verdikleri mücadeleyi, düzen karşıtı bir bağlamda sürdürmek isteyenlerin sosyalist alternatifi olmayı hedefliyor. LGBT hakları için düzenlenen yürüyüşlere örgütsüz bir biçimde katılan binlerce insana ulaşmayı amaçlıyoruz. Homofobi ve transfobi karşısındaki tavizsiz tutumumuz, örgütsüzlüğün ve liberalizmin etkisini kırma kararlılığımızla anlam kazanıyor. Solun LGBT hakları için fiilen mücadele etmenin gerekliliğini kavramasının, öbür taraftan LGBT hareketinin sosyalizmi güncel bir kurtuluş programı olarak gör-

mesinin, vereceğimiz ideolojik mücadeleye bağlı olduğunu biliyoruz. Bayrağınızda neden kızılı öne çıkartıyorsunuz? Kızılını öne çıkardığımız gökkuşağı bayrağı, LGBT kurtuluşçuluğu ile sosyalizm arasında kurduğumuz bağı simgeliyor. Gökkuşağında kızıl da var. LGBT mücadelesinde biz sosyalistler de varız. Kızıl bayraklarımız, cinsel kimliğini yüzünden evden atılan, mahallelerden sürülen, işinden kovulan, aşağılanan, faşist saldırılara maruz kalan LGBT’lerin ellerinde çoğaldıkça, emekçilerin birliği pekişecek, düzen cephesi bir mevzi daha kaybedecektir. Pek çok kapitalist ülkede LGBT’lerin hak eşitliği için düzenlenen yürüyüşlerde taşınan gökkuşağı bayrağı, çoğunlukla siyasi içerikten yoksun bir şekilde kullanılıyor. Sosyalist Küba’da son yıllarda düzenlenen Onur Yürüyüşleri ise ufuk açıcı bir pratik olarak önümüzde duruyor.


röportaj LGBT hareketindeki yükselişi nasıl yorumluyorsunuz? Gericiliğin, işçi ölümlerinin, kadın düşmanlığının, militarizmin geldiği nokta, LGBT’ler açısından hak taleplerinin yerini varlık yokluk kavgasına bırakacağı günlerin habercisidir. Toplumsal muhalefeti hedef alan baskılar, LGBT’lere yönelik düşmanlık ve bunlara duyulan tepkiler bir bütün oluşturuyor. LGBT hareketinin son yıllarda yakaladığı ivme, muhafazakârlığa ve totalitarizme boyun eğmeyenlerin eseridir.

bir araya gelen binlerce öğrenciden, tam veya yarı zamanlı işlerde çalışan emekçiden, işsizden oluşan kitle, büyük ölçüde dağınık ve siyasi bir önderlikten yoksun olarak yürüdü. Bunun bir tarz haline gelmesi halinde yürüyüşün anlamını yitirmesiyle sonuçlanabilecek bu durumun önüne geçebilmek için, her sene daha kitlesel ve etkili bir biçimde yürüyüşteki yerimizi alacağız.

Üye tabanlı, ekonomik bağımsızlığı olan, militan LGBT örgütlerinin ortaya çıkması için, sol ile LGBT dernekleri arasında kurulan ilişkinin kişiliksiz bir dayanışmacılığın ötesine geçmesinin zorunlu olduğunu düşünüyoruz.

Diğer LGBT oluşumlarına nasıl bakıyorsunuz? Onlar hakkındaki değerlendirmeniz kısaca nelerdir?

Anayasalar, o ülkede verilen sınıf mücadelesinin gücü ve etkisi doğrultusunda şekilleniyor. AKP’nin siyasi davalar ve sonu gelmeyen operasyonlar aracılığıyla sınıf hareketini ve toplumsal muhalefeti bastırmaya çalıştığı bir dönemde, ‘sivil’ tanımıyla pazarlamaya ve ilerici güçleri parçası olmaya zorladığı yeni Anayasa sürecine dâhil olmayı kabul etmiyoruz. AKP’nin Anayasa taslağı üzerinden haklar talep etmek, bu gerici partinin, ülkenin ve emekçilerin geleceğini belirleyecek kararlar verme meşruiyetini tanımak demektir.

AKP’nin uyguladığı gerici ve piyasacı dönüşüm programı, sosyalist hareket ile LGBT hareketi arasındaki açının hızla kapanmasını zorunlu kılıyor. Hareket içerisinde yer alan gericilik ve piyasacılık karşıtı unsularla dayanışmayı devrimci bir görev olarak görüyoruz.

Yaklaşık yirmi yıl önce, büyük fedakârlıklarla başlatılan örgütlenme çalışmaları, hareketin kendini yoktan var etmesini mümkün kılmıştır. Bu temeli inkâr etmeyi de, onu aşılamaz veya eleştirilemez olarak kabul etmeyi de doğru bulmuyoruz.

Kimlik sorunlarının çoğunlukla emekçileri bölecek, ezilenlerin ortak bir kurtuluş programı etrafında kenetlenmesinin önüne geçecek bir biçimde ele alındığını görüyoruz.

LGBT derneklerinin 1 Mayıs gibi günlerde emekçilerle birlikte alanlara çıkmaları, solun LGBT görünürlüğünü içselleştirmesinin yolunu açmıştır. Lobiciliğin ise, sendikalarda sık sık gözlemlediğimiz, mücadele kültürüne yabancılaştırıcı etkileri kaçınılmaz olmuştur.

Yeni Anayasa hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu anayasa LGBT bireyleri kapsayacak mı?

AKP’nin ayrımcılığı teşvik eden tutumuna rağmen, hala yeni Anayasa’dan beklentileri olan LGBT derneklerini, sürecin içyüzünü görmeye ve teşhir etmeye çağırıyoruz.

Gökkuşağının Kızılı olarak Onur Yürüyüşü’ne katılırken beklentiniz hangi yöndeydi? LGBT’lerin eşit hak taleplerinin, hayatın her alanında maruz kaldıkları ayrımcılığa ve faşist saldırılara yönelik tepkilerinin kamuoyunun gündemine getirildiği Onur Yürüyüşü’ne sosyalizmin sesini taşımak, özgürlüğü eşitlikle birlikte savunmak, sosyalistlerin örgütlü bir duruş sergileyebilmesi için katıldık. ‘Eşit Yurttaşlık Sosyalizmde!’ pankartıyla katıldığımız Onur Yürüyüşü’nde

83 /Mayıs-Haziran13


röportaj Eşit haklar elde etmek, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı yasal düzenlemeler yapılmasını sağlamak için mücadele eden LGBT’lerin AKP’den medet umar hale sokulmasına seyirci kalmayacağız Mücadelenizin odağına neden AKP iktidarını yerleştiriyorsunuz? AKP, on yıldır devam eden iktidarı boyunca sıradan bir hükümet partisi olmadığını göstermiştir. Siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatı kademeli olarak daha gerici ve piyasacı bir yörüngeye sokan, bütünlüklü bir dönüşüm programı doğrultusunda hareket eden AKP’yi, mücadelemizin odağına yerleştiriyoruz. AKP’yi zorlandığında ileri yönde adımlar atabilecek bir iktidar, ‘açılımlarını’ ise toplumsal muhalefete nefes aldıracak kanallar olarak görmüyoruz.

Mayıs-Haziran13/84

Kendi Kürt, Alevi, kadın modelini dayatan AKP’nin, aynı mekanizmayı LGBT’ler için devreye sokması düşünülemez. Gericilik açısından eşcinsellik günahtır; LGBT olmak sapkınlıktır. AKP için tek çıkar yol açık LGBT’leri marjinalleştirmek, gizli olanları ise muhafazakârlaştırmaktır. AKP’nin topluma giydirmeye çalıştığı deli gömleğini yırtıp atacak faktörlerden biri de, LGBT görünürlüğünün yaygınlaşmasıdır. LGBT’lerin kurtuluşunu sosyalist devrim sonrasına mı erteliyorsunuz? Sosyalistlerin kimlik sorunlarına duyarsız olduğu, işçi hakları dışındaki meselelerle ilgilenmedikleri, ‘ertelemeci’ oldukları doğru değildir. Doğru olan, iktidarın sınıf karakteri değişmeden de gerçekleşebilecek reformların kapsamının, o ülkedeki sınıf müca-

delesinin gücüne ve etkisine bağlı olduğudur. Derin bir gericilik döneminden geçen Türkiye’de, farklı toplumsal kesimlerin en temel haklarını bile savunabilmelerinin yolu sosyalizm mücadelesinden geçiyor. Sosyalizmin LGBT’leri özgürleştirmesinin biricik teminatı, LGBT’lerin bugünden sosyalizm mücadelesinin bir parçası olmalarına bağlı. Sosyalist devrimi bir ütopya olarak değil, güncel bir hedef olarak kavrıyoruz. Sosyalizmin kuruluşunu mümkün kılacak zeminin bugünden farklı alanlarda verilecek mücadeleler sayesinde olgunlaşacağına, insanların ancak bu mücadeleler içerisinde yoğrularak sosyalizmi kurabilmelerini mümkün kılacak potansiyellerinin açığa çıkacağına inanıyoruz. Geleceğimizi ve Yeni İnsanı, bugünden inşa etmek zorundayız.


kad覺n

d羹nden bug羹ne

KADINolmak Diren SATICI

85 /May覺s-Haziran13


kadın

Geçen bir 8 Mart’ın daha ardından kadınların mücadelesi, talepleri dillendirildi ancak biz bugünkü sisteme gelinceye kadar kadınlar neler yaşadı, var olan sistemlerden, değerlerden, inançlardan nasıl etkilendiler incelemek istedik.

İ

lkel çağda yapılan araştırmalara göre kadınların av hayatına katıldıkları bununla beraber yemek kültürünün geliştiği kayda geçmiştir. 4000 yıl önce Asurlu kadınların hem Asya hem de Anadolu’da büyük ticari hayatın içinde yer aldıkları, Anadolu’da ki Asurlu tüccarların mektuplarında ise kadınların, eşleri Anadolu da iken ticari ve hukuki işleri takip ettikleri kaydedilmiştir. MÖ 3000 yıllarında, Ege denizindeki Siklad denilen adalarda kadın tanrıçalar bulunmuş, Halikarnassoslu (Bugünkü Bodrum )Yunan düşünür Heredot’a dayanan bilgilere göre de Lisyenliler ana adıyla çağrılmakta ve eski Giritler de kadının önemli ve aile içinde hakim olduğu bilinmektedir. Bazı kaynaklara dayanılarak İsa’nın doğumundan 1000 yıl öncesinde anaerkil toplumların var olduğuna dair bilgiler olduğu öne sürülmekte ancak bu konuda bir tespit bulunmamaktadır. Dinlerin doğusuyla birlikte kadının da konumunda değişimler olmuştur. Özellikle kitaplı dinlerin ortaya çıkışıyla değişimin hızı yükselmiştir. Yerleşik hayata geçilmesi, tarımın yaygınlaşması, orta çağa geçişle beraber değişen sistem, dinlerin de sosyal boyutunu oluşturmuştur. Kitaplarda ortaya çıkan ortak dil erkeklerin kadınlara oranla daha fazla hakka sahip olması gerekliliği, itaat etme zorunluluğu, aklının zayıf ve yetersizliği gibi belli kalıplar üzerinde şekillendirilmiş, böylece erkek yüceltilirken kadın geri plana itilmiştir. Orta çağ ile beraber kendine özgü bir toplum tipi ve üretim tarzı olan bir sisMayıs-Haziran13/86

tem ortaya çıkmaktadır. Bu sistemle beraber -öncesinde gelişen olaylara da bağlı olarak- toplumsal iş bölümü ortadan kalkmış, toplumsal tabakalar oluşmuş, farklılıklar ön plana çıkmış, erkek sistemin ilk tohumları güçlü hasatlar elde edilmek üzere atılmıştır. Önceleri kadınında aktif bir biçimde dahil olduğu aile yapısı yerini tamamen erkeğe bırakmış, eşit iş bölümü gibi mekanizmalar devre dışı kalmıştır.

Anadolu’da ki Asurlu tüccarların mektuplarında ise kadınların, eşleri Anadolu da iken ticari ve hukuki işleri takip ettikleri kaydedilmiştir.

Saban kullanımı ve ileri sulama yöntemleriyle daha gelişkin tarımsal üretime geçilmiş ve bununla birlikte toplumlar doğadan gerektiğinden fazlasını almaya başlamışlardır. Bu da ilk artık birikimini ortaya çıkarmış, sonucunda da eşitsizlikler yaratmıştır. Üretim hane halkının dışına taşındıkça eşitsizlikler büyüdü ve özel mülkiyet bu noktada anlamlandı. Bunlara bağlı olarak işgücüne ihtiyaç arttı ve kadın sürekli üretici hale getirilerek eve hapsedildi. Sistemdeki değişiklikle beraber hukukta erkekler üzerinden kurulu hale getirildi. Feodal araziler babadan oğla geçer oldu. Kadınlar haklardan yararlanamaz hale getirildi. Özel mülkiyet kendini sadece meta üzerinde göstermekle yetinmemiş bu dö-

nemde köle ticareti oldukça sık gözlemlenmiştir. Kadının erkeğin malı gibi görülmesi, erkeğin istediği kadar kadınla evlenebilecek olması, evlilik ve aile yapısında söz hakkının olmaması ve kadının aitliğinin tamamen erkekte olması da yine bu dönem de karşımıza çıkmaktadır. Üretim biçimlerinde meydana gelen değişimler burada bitmemiştir. Sanayi Devrimi’nin büyüyen etkisi tüm dünyayı sarmış, makineleşme, kitle üretimi yaygınlık kazanmış ve peşi sıra birçok sorunu getirmiştir. Köylerden kentlere göç ile beraber barınma, sağlık, eğitim gibi pek çok alanda problemler boy göstermiştir. Sanayi de çalışmaya alışmamış olan pek çok tarım işçisi bu dönemde kentlere gelerek vasıfsız eleman halini almışlardır. Kapitalist üretim sisteminde iş gücüne ihtiyacın fazlalığı geleneksel aile tipinde de değişimi zorunlu kılmış, böylece kadınlar da iş hayatına dahil olmuşlardır.


kadın

Kadının ilkel toplumdaki eşit rolü, feodal dönemde -ataerkil sistemin etkisiyle- evin çekip çevrilmesinin sadece kadının görevi haline getirilmesiyle değişmişti; kapitalizm de ise kadınlar ataerkil sermayeye ucuz ve itaatkâr emek gücü olarak sunuldu. Erkeklerden daha ucuza çalıştırıldıkları gibi, toplum tarafından işler erkek işi kadın işi olarak ayrıştırılarak çocuk bakımı ve ev işleri de kadın işleri olarak belirlendi. Bu işleri yaptığında herhangi bir ücret alması söz konusu olmazken, ev dışındaki işlerde de esnek ve güvencesiz çalışmaya mecbur bırakıldı. Tabii günümüzde kadınlar her ne kadar iş hayatına aktif bir katılım sağlamakla birlikte toplumdaki neo-liberal ve muhafazakâr etkilerle baskıya maruz kalıyorlar. Aldıkları maaş dünya genelinde hala erkeklerinkinden % 38 daha düşüktür. Her gün beş kadın tecavüze ya da tecavüz girişimine uğramaktadır. Siyasete katılma ve okuma yazma oranları hala alt seviyelerdedir. Aile içinde-

ki baskıcı kurallara bağlı olarak her gün üç kadın öldürülmekte, tacize uğramakta ya da şiddet görmektedir.

Kapitalist üretim sisteminde iş gücüne ihtiyacın fazlalığı geleneksel aile tipinde de değişimi zorunlu kılmış, böylece kadınlar da iş hayatına dahil olmuşlardır. Son olarak sosyalist sistemde kadının yerini inceleyecek olursak Marksistlerin değerlendirmelerini ele alabiliriz. Marksistler sorunun kadın ve erkek eşitliği üzerinden değerlendirilmesi üzerinde durmuşlardır. Kadınlara uygulanan baskıyı sınıflı toplumların bir ürünü olarak nitelemektedirler. Marksizme göre işçi sınıfı kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Dolayısıyla adaletsizlik ve baskıya maruz kalan herkes adına bir mücadeleye öncülük edebilme potansiyelini taşımaktadır. Sömürünün sınıflı toplumlarda ortaya çıktığını ve sınıflar ortadan kaldırıldığında bu sorunun çözüleceğini savunurlar.

Bu konuda Rusya örneğini inceleyecek olursak Kadınlar Günü’nün 1913’te ilk kez Rusya’da kutlandığını görüyoruz. Sovyetler Birliği’nde kürtaj hakkı tanındığını, kadınlar için özel yayın organları çıkarıldığını, oy hakkına sahip olduklarını, iş hayatına katılımın arttığını, erkek işi sayılan işlerde de görev aldıklarını görmekteyiz. Bununla birlikte hedeflenen sosyalist yaşam biçimi oluşturulamamış, kadınların toplum ve aile içindeki konumu nicelik olarak değişse de nitelik olarak değişim gerçekleşmemiştir. Kapitalist toplumda yaşanan aile içi eşitsiz işbölümü, Sovyet toplumunda başka bir biçimde yeniden üretilmiştir. Bu kısa deneyim çok büyük bir bilgi sunmasa da diğer sistemlere göre ilerici sayılan adımlar atıldığını söyleyebiliriz. Tabii günümüzde kadınlar her ne kadar iş hayatına aktif bir katılım sağlamakla birlikte toplumdaki neo-liberal ve muhafazakâr etkilerle baskıya maruz kalıyorlar.

87 /Mayıs-Haziran13


üniversite

ODTÜ'DE İKİ GÜN Kocaeli Üniversitesi’nde okuyan TKP’li arkadaşlar Kirpi Dergisi Topluluğu’nu 15 Mart’ta ODTÜ’nün Necdet Bulut amfisinde toplanacak olan Üniversite Kongresi’ne davet etti. Ardından da Kocaeli Üniversitesi’nde okuyan EMEP’li arkadaşlar 16 Mart’ta yine aynı salonda yapılacak olan Üniversite Konferansı’na topluluk olarak bizleri davet etti. Topluluğumuzdan Yusuf Osman Bağcı arkadaşımla katıldığım kongre ve toplantı ile ilgili gözlemlerimi Kirpi okuyucularına aktarmayı öğrenci kitlesi için önemli buluyorum.

Doğanay HIZAL

Üniversite Kongresi Kongreye katılacak üniversite öğrencilerinin kendi kulüp ya da toplulukları tarafından kongreye katılmak üzere delege seçilmeleri gerekiyordu. Yusuf ve ben Ankara’daki kongre öncesi topluluğumuz adına (seçilmeyerek) KOÜ’deki ön toplantıya katıldık. Fakat bu toplantıda başka bir topluluk ya da kulüp adına katılım Mayıs-Haziran13/88

gösteren öğrenci yoktu. Toplantıda ‘öğrencilerin sadece muhalif olan fakat üretmeyen bir profile sahip olduğu’ üzerine konuşulduktan sonra otuza yakın TKP’li öğrenci, kongreye göndermek üzere kendi aralarından delegelerini seçti. ODTÜ’ye geldiğimizde tıklım tıklım dolu bir amfiyle karşılaştık. Divan seçildikten sonra katılımcıların konuşmalarına

geçildi. Divanın oturumlar geçtikçe süresini azalttığı konuşmaların büyük bir bölümü AKP ve güncel durum ile ilgili pek çoğumuzun bildiği tespitleri tekrarlamaktan öteye gidemedi. Bu durum karşısında divan katılımcılara, ‘Aynı konuları tekrarlayacak isek farklı şeyler söylemek isteyen arkadaşlarımızın sürelerini çalmayalım’ şeklinde bir uyarıda bulunma ihtiyacı hissetti.


üniversite Her oturumda aydınlanma, bağımsızlık, YÖK ve anayasa gibi konu başlıklarının olduğu tahlil metinleri katılımcılar tarafından oylandı. Metinler salonun büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edildi. Katılımcılar ve divan, metinleri kabul etmeyen katılımcıların görüşlerinin ve değişiklik önerilerinin tartışılmasını ise zaman kısıtlılığı gibi gerekçelerle başka bir zamana ertelemeyi tercih etti. ‘Muhalif’ seslerin duyulmasının ardından katılımcıların büyük bir çoğunluğu el kaldırmak yerine oylarını tepki alkışlarıyla kullanmaya başladı. Kongreden ayrılmaları gerektiğini söyleyen küçük bir ‘muhalif’ grup alkışlarla amfiden ayrıldı. 196 kulüp ve topluluğun katıldığı kongrede, TKP’li öğrencilerin ezici çoğunluğu bu gibi durumlarda kendini hissettirdi. Yapılması gerekenlerin ve çözüm önerilerinin konuşulacağı son oturumda kongreyi örgütleyen katılımcılar FKF’yi tekrar kurmak gerektiğini, katılımcıların coşkusunun da kendilerinin bu öneriyi tereddütsüz bir şekilde sunmaya teşvik ettiğini söyledi. Öneri katılımcılar tarafında coşkuyla karşılandı. Önerinin ardından söz istedim. ‘FKF tarzı bir oluşumun ayakta kalması ve adının hakkını verebilmesi için üniversitelerde sosyal mücadelelere emek harcayan kapsayıcı oluşumların merkezi bir iletişime ihtiyaç duyması şarttır. Bu süreç tersinden (merkezden yerele doğru) oluşturulamaz, kısa sürede sönümlenir. İdeal anlamda örgüt kampüstür. Tüm öğrenciler de bu örgüte üyedir. FKF bir örgütün havuzlanma alanı değil ancak yepyeni bir örgütün öncüsü olabilir’ şeklinde özetleyebileceğim görüşlerim özellikle kongreyi örgütleyen TKP’li öğrenciler tarafından pek benimsenmese de katılımcıların büyük çoğunluğu tarafından kayda değer bulundu ve olumlu karşılandı. Kongre sonunda FKF önerisi katılımcıların oylarına sunuldu. Benim ve Yusuf’un

katılmamayı tercih ettiği oylama sonucunda, öneri büyük bir çoğunluk tarafından kabul edilerek FKF’nin kuruluş çalışmalarına başlama kararı alınmış oldu. Üniversite Konferansı ‘Talep etmiyoruz. Kendi üniversitelerimizi kuruyoruz’ sloganıyla Orta Doğu Öğretim Elemanları Derneği, EğitimSen ODTÜ Temsilciliği, ODTÜ Mezunlar Derneği, ODTÜ Asistan Dayanışması ve pek çok kulübün çağrıcısı olduğu konferans doğaçlama bir havada geçti. Merkezi bir örgütlenmeden ziyade kendiliğindenci bir anlayışla planlanan konferans Hayat Tv’den canlı olarak yayımlandı. Pek çok öğrenci ve öğretim görevlisi sunumlarıyla konferansa katkıda bulundu. Mikrofonun amfide elden ele dolaştırılmasıyla katılımcılar görüşlerini paylaşma şansı buldu. Devrimci bir Yunan öğrencinin üniversite ve Yunanistan’daki öğrenci mücadelesi üzerine yaptığı sunum dikkat çekiciydi. Mimar Sinan Üniversitesi’nden katılan öğrencilerin hazırlayıp sunduğu Bal Porsuğu isimli radyo programının tanıtım filmi de eğlenceli ve yaratıcı bir çalışmaydı. Kocaeli Üniversitesi öğrencisi ve Kültür Sanat ve Sosyal Araştırmalar Kulübü üyesi Adem Korkmaz’ın Kürtçe’nin özgürlüğünün savunulması ile Türkçe’nin emperyal kültür saldırısına karşı savulmasının birlikte yürütülmesi gerektiğini vurgulaması katılımcılar tarafından çok olumlu karşılandı.

bir varlık değildir. İnsanı insan yapan yaratıcı emeğiyle ürünler ortaya koymasıdır. Nasıl ki işçi sınıfını birleştiren şey emeğinin sömürülmesi ise öğrenci kitlesini birleştirense yaratıcı emek ürünleri ortaya koyması ve bu emeğini özgürleştirmek için mücadele etmektir. Uygarlık kavramı ve Anadolu’nun ütopya kökleri gibi konularda, bilim, sanat, gelecek ve öğrenci mücadelesinin kitleselleştirilmesi üzerine somut çalışmalar ortaya koymamız zorunludur. Dün bu salonda bir kongre toplandı. Topluluk olarak dünkü kongreye de davet edildik. Bir topluluğu başka bir topluluğa şikayet eder gibi dünden bahsetmek doğru olmaz. Fakat çalışma yürüten öğrenci gruplarının birbirinden haberdar olması gerekiyor’ şeklinde özetleyebileceğim görüşlerim katılımcılar tarafından olumlu karşılandı. Son oturumlarına katılamadığımız konferansın sonuç metnine www.universitekonferansi.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Birkaç öğrencinin AKP ile BDP/PKK arasındaki ‘barış’ sürecine destek çağrısı yapan konuşmaları zaman zaman konferansın temasının dışına çıkılmasına neden oldu. Fakat konferansın güncel politik sahaya çekilmesini sağlayamadı. Konferansta da söz istedim. ‘Öncelikle bir önerim var. Üniversite öğrencileri olarak Kürt sorunu, Kürt halkına yaşatılan zulüm ve sorunun çözümlerinin tartışılacağı paneller düzenlemeliyiz. Sloganda vurgulandığı gibi insan talepkar

89 /Mayıs-Haziran13


kitap

Regine OLSEN

Ne kadar az korksak o kadar tehlikeli idik... Ayrı şehirlerde yarım kalmış hayatlar yaşanıyordu.. Gidilen her yol aslında daha önce gidilmiş gibiydi.Başka insanlar doguyor ve aynı yola farklı ayak izleri bırakıyordu.. Ama işte sadece yol aynıydı, tecrübeler dışardan göründüğü kadarıyla benzer gibiydi. Hafızada kalan hep başkaydı, tıpkı parmak izleri gibi. Bir duygunun kavramlaştırılması ve tanımlanması bence insanoğlunun kendi kendine yaptıgı en büyük zulümdü. şimdi aklımsan geçen tektip olunması ya da sizin aklınızdan geçen “kimse özel degildir zaten” den çok daha fazlası. Çoğu insan hayatı boyunca kendi kendine bilefarklı zamanlarda çok benzer şeyler yaşayıp çok başka şeyler hissedebildiği halde, neden modern zamanda farklı bünyeler “aynı” gibi gösteriliyor? Bence bu bir sorundu ve menşeinde de birçok insanın kendi duygularını 10 dil bilse bile anlatma yeteneginden yoksun oluşuydu.Bunun yanınd hep bilinen benzeşme egilimini de sayabilriz, onun da temelinde yalnızlık kaygısı vardır ama ona sonra belki deginebiliriz. Orta kuşakta yaşıyorsanız (ki bence şanslıdır bu kuşak çocukları;)) bir yıl içerisinde 4 mevsim görebilirsiniz.Sorsanız belki çogu insan hayatında 4 mevsim yaşadıgını söyleyecektir.Ama ben düşündüğümde, sadece yıllık mevsim sayısını kriter alsak bile ömrüm boyunca en az 112 mevsim yaşamış olabilirim.Ve başkaları çok daha fazlasını gördü belkide. belkide herkes çok fazla “ön”üne bakıyor, ben ise “iç”ime baktıgım için böyleydi.Sadece 4 mevsim yaşadıgını sana onca insan kendi içine inmeme çalışmıyor, mümkün oldugunca kaçıyordur.Bense kendi içimde yuvarlanıyorum, amuda kalkıyorum, düşüyorum... ve daha ifade edemeyecegim (belki evet farklı bir dilde mümkün olamayacak şekilde) o toptancı, çürük, tehlikeli genellemelerin hepsinden çok uzak bir dolu his. Tabii çogu zaman tek neden vermek yetmez, birkaçını vermeli bir teki dogru olsa bile bazen.Öncesinde biraz degindiğim “ötekileşme korkusu” da işte bu bilinçli ifade yoksulluğu ve benzeşme dürtüsünün özündeki bir başka insani duygudur.Oysa sunulanı yemekle, üretmek arasındaki farkı görmemek için bilerek kör etmiştir insan gözlerini bu tutumuyla. bazılarının ise işine gelir tabii daha az ugraşacaktır “korku politikası” için. Çok uzun konuşabilirdik, bu kopuk, anlık ve samimi yazıyı bir manifestoya taşıyabilirdik ama bu gece Titus-livius gibi özetle konuşup şöyle bitirelim istedim: “Oysa ne kadar az korkarsak, o kadar az tehlikedeydik.” Mayıs-Haziran13/90


kitap

BELEDİYE LAMBALARI Belediye lambaları eksikti sokaklarımızda Ay olmasa çoktan kaybolmuştuk. Feci korkmuştuk İnsanların karanlığında. Gökyüzünde işçiler gibiydiler Bir vardiya biter, Diğer vardiya başlar. Hepsi senin içindi aslında İnsanların yoksulluğunda. 01.07 03 Haziran 2011 Abdulhamit ACI

91 /Mayıs-Haziran13


kitap

Diyalektiğin Kategorileri ve Yasaları

öneriler

Yeryüzünün lanetlileri

Mayıs-Haziran13/92

Aleksandr Şeptulin Çeviri: Yakup Şahan

Frantz Fanon Yeryüzünün lanetlileri Çeviri: Şen Süer Versus kitap yayınları

Boris Vian’ın Paralel Hayatları Noel Arnaud Çev: Alev Er iletişim yayınları

Romancı, şair, oyun yazarı, mühendis, trompetçi, besteci, bale ve operalara imza atan bir sanatçı, senarist, müzik direktörü… Ölümün erken geleceğini hissetmişçesine dur durak bilmeden üreten Vian, kıyasıya eleştirilmesine, anlaşılmamasına rağmen vazgeçmedi; çünkü yaşadığı zaman ve yerle sınırlı değildi sözü. Bu yüzden, onunla bugün tanışanlar bile eserlerindeki sonsuz yenilikle karşılaşıp büyülenirler.

Frantz Fanon’un sömürgeciliğin sömürge halkları üzerindeki psikolojik sonuçlarını analiz etmeye çalıştığı en ünlü eseri olan Yeryüzünün lanetlileri sömürgecilik karşıtı mücadelenin ve üçüncü dünya’nın özgürlüğünün manifestosu olarak bilinmektedir. Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Kara Panterler örgütünün esin kaynağı olmuştur. Avrupalılar, bu kitabı açın içine bakın. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde toplanmış yabancıları göreceksiniz; yaklaşın ve onları dinleyin. Sizin acentelerinize ve buraları koruyan paralı askerlerle layık gördükleri yazgıyı tartışıyorlar.

1 Mayıs 1977: İşçi Bayramı Neden Ve Nasıl Kana Bulandı? Hazırlayan: Korhan Atay Yayınevi: Metis/ Siyahbeyaz 1 Mayıs 1977’de, Taksim’de DİSK’in düzenlediği işçi bayramı kutlamaları saldırıya uğradı. Kalabalığın üzerine ateş açıldı, kurşunlar yağdı, panzerler yürüdü, 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı... 1 Mayıs 1977’de, diğer deyişle Kanlı 1 Mayıs’ta Taksim’de olan bitene ışık tutmaya çalışan, ayrıca öncesi ve sonrasında Türkiye’de yaşananlara değinen belgesel niteliğindeki bu kitap söyleşilerden oluşuyor. Korhan Atay, o gün meydana çıkan, olayların tanığı, farklı siyasetlerden on üç kişiyle görüştü. 1 Mayıs 1977’nin, öncesi ve sonrasındaki yılların, ilk defa farklı perspektiflere söz hakkı tanıyarak çizilmiş çok boyutlu tablosuyla yüz yüze geleceksiniz bu kitapta. Yalanlarla yazılmış bir yakın tarihi düzeltme çabasına katkıda bulunması için...

Bu kitap, maddeci diyalektiğin başlıca kategorilerini ve yasalarını ele alıyor. Diyalektiğin kategorilerinin ve yasalarının içeriğini ortaya koyarak, özgül felsefi bir kuram olarak diyalektik maddeciliğin özünü açıklamaya çalışıyor. Diyalektik maddecilik, varlığın genel biçimlerini, gerçekliğin genel bağlantılarını ve gerçekliğin insanların bilincine yansıma yasalarını inceler. Felsefi yorumun, gerçekliğin evrensel özelliklerinin ve bağlantılarının bilince yansımasının temel biçimleri ile bilgilenmenin gelişim ve işlerlik yasaları, diyalektiğin kategorileri ve yasalarıdır. Felsefi kuramın zorunlu öğeleri olarak bu kategori ve yasalar ideolojik, bilgi-kuramsal ve yöntembilimsel bir işlevi yerine getirirler.


kitap

Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi

Rotterdamlı Erasmus Stefan Zweig Çev: Ahmet Cemal Can Yayınları

Prof.Dr.Mehmet Kanar Say yayınları

Geçmişe Bakış (2000’den 1887’ye) Edward Bellamy Çeviri : Fahri Yaraş

Say Yayınları’nın ütopya serisinde yer alan Geçmişe Bakış sosyalizmi bulutların üstünde yere indiriyor. Romanda Edward Bellamy’nin akıcı üslubuyla sosyalizmin nasıl kurulacağı, sosyalist toplumun nasıl işleyeceği, insanların bu toplumdaki görevlerinin nasıl dağılacağı, insanların iradelerini toplumsal çıkar uğruna nasıl tek bir noktada birleştireceği anlatılıyor. Geçmişe Bakış geleceğe ışık tutarak ufkumuzu genişletecek türde bir kitap olarak okunmayı fazlasıyla hak ediyor.

İran’da şiir ve edebiyat geleneğinin İÖ VI.-V. yüzyıllara kadar uzandığını günümüze ulaşan belgeler kanıtlar. Hatta bu gelenek daha da eski tarihlere taşınarak, Zerdüşt dininin kutsal kitabı olan Avesta’nın İran edebiyatının en eski örneklerinden biri olduğu ileri sürülür. . Bu çalışmada İran’daki toplumsal ve kültürel alanlardaki yenileşme hareketiyle eşzamanlı olarak filizlenen modern İran edebiyatı ele alınmış ve Sadık Hidayet, Füruğ Ferruhzâd, Sadık Çûbek, Bozorg Alevî, Celâl Âl-i Ahmed, Samed Behrengi gibi özgün isimlerin yapıtları tanıtılmıştır.

Beyaz Türkler Küstüler (Orda Hâlâ Kimse Var mı? 5. Kitap) Alev Alatlı Everest Yayınları

“Biz oyunu kaybetmedik, sadece vakit yetmedi.” Alev Alatlının 1992de yayımlanan ve Türkiyenin dönüşümlerini çözümleyen dörtlemesi “Orda Kimse Var mı?” her kitabıyla geniş ve yoğun tartışmalara yol açmıştı. Dizinin ilk kitabı Viva La Murteyi izleyen Nuke Türkiye, Valla Kurda Yedirdin Beni! ve O.K. Musti Türkiye Tamamdır ın ardından Alev Alatlı, Beyaz Türkler Küstüler aracılığıyla yirmi yıl sonra yeniden soruyor: “Orda Hâlâ Kimse Var mı?”

Her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak, ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek. Bütün bunlar gerek Erasmus’un, gerek Zweig’ın kişiliklerinde birbiriyle bütünüyle örtüşen niteliklerdir. AHMET CEMAL Stefan Zweig’ın, Kuzey Avrupa Rönesansı’nın büyük ustası, hümanist bilgin Desiderius Erasmus için kaleme aldığı bu yaşamöyküsü, bağnazlığın her türlüsüne karşı bir savaş ilanı niteliği taşıyor. Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, son nefesine kadar bir hümanist, gerçek bir dünya vatandaşı olarak kalan Zweig’ın deneme türündeki başyapıtıdır.

93 /Mayıs-Haziran13


KOCAELİ ÜNİVERSİTE

SOSYAL POLİTİKA KULÜBÜ



‘’NATO’ya Hayır Haftası’’ düzenlediği zaman, İTÜÖB Başkanı Harun Karadeniz (1942-1975), 20 Mayıs 1968 tarihinde düzenlediği basın toplantısında özetle şunları söylüyordu: ‘’Yozlaşmış 19 Mayıs’lara karşıyız. 19 Mayıs’ta gençliğin görevi stadyumlarda spor yapmak değil, NATO’ya Hayır demektir. 19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal’in sömürgenleri Anadolu’dan kovmak için Samsun’a ayak bastığı gündür. Sömürgenlere karşı Anadolu halkının savaşa başladığı bugün, gençlik tıpkı 19 Mayıs 1919’da olduğu gibi sömürgenleri Anadolu’dan kovmak için savaşa başlamaktadır. Bağımsızlık için NATO’ya Hayır, 54 ikili anlaşmaya hayır, 101 tane yabancı üsse hayır diyoruz. NATO’ya Hayır Haftası bitti. Fakat, NATO’dan çıkıncaya kadar NATO’ya Hayır kampanyası devam edecektir’’

Harun Karadeniz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.