Antikapitalist ve Antiotoriteryan Bir Politik Hareketi Düşünmek Üstün Faşizmi ya da Türcülükten Kurtulmak Kimliklerden Sıyrılmak için: Queer Kuram Camcorder Dilenci Bir Hıristiyan Ölmek Yaşamın Manipülasyonu Şimdiden Hazırlıklı Olmalıyız Thatcer’den Bugüne Premier Lig MARX ve MARXSİZM için:KOSTAS AXELOS ile BİR GÖRÜŞME Kök-Faşizm Çizgisel Olmayan Tarih Toprak İnsana Değil, İnsan Toprağa Aittir Her Şeyi İstiyoruz
Sunuş Özgürlükler ancak özgürlüklerin kullanıldığı ölçüsünde mümkündür. Bu doğrultuda ifade edilmeyen düşüncelerin de gündelik hayatta yaygınlaşması mümkün olmamaktadır. Basılı bir dergide bir düşüncenin yer alabilmesi için sosyal sermayenizin devletin kurumlarında kanıtlanmış olması ya da belli bir elitin içinde olmayı zorlamaktadır. Diğer bir problem de oluşturduğunuz derginin basımının ve dağıtımının masraflarıdır. Bunun için kapitalizm içerisinde geniş dağıtıcı tekelleriyle muhatap olmak zorunluluğu bulunmaktadır. Diyelim bu aşamayı da geçtiniz, tasarımını maliyeti üzerinden düşünme zorunluluğu doğuyor... Medyanın uyguladıkları yüzünden tartışma dışı kalan, gündem bulamayan bir dünya konu var. Belli normlara uymayan düşünceler bu gündemin dışında kalmak zorundadır. Bunun yerine kendimiz bir dergi oluşturalım ve internet üzerinden bütün dünyayla paylaşalım istedik. Dergiye yazanlar başka başka çevrelerde yaşayan, başka başka ilgileri, dertleri olan insanlar. Felsefe, sosyoloji,eleştiri, şiir, çeviri,... gibi geniş bir skala içerisinde bulacaksınız yazıları. Amacımız, etkin bir yazar ve okuyucu kitlesi yaratabilmektir. Derginin okunurluğu okuyucunun katılımıyla artacaktır. Dergide yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı, “dergianafor@gmail.com” adresine gönderebilirsiniz. anafor dergi’nin diğer sayılarına da ulaşmak için www.anafordergi.blogspot.com adresini kullanabilirsiniz. anafor
2
İÇİNDEKİLER Antikapitalist ve Antiotoriteryan Bir Politik Hareketi Düşünmek / Oğuz Karayemiş -4Üstün Faşizmi ya da Türcülükten Kurtulmak / İda Anna -7Kimliklerden Sıyrılmak için: Queer Kuram / Fulya Topay -9Camcorder / Ezgi Ertuğrul -11Dilenci / Engin İnceoğlu -13Bir Hıristiyan Ölmek / Oğuz Karayemiş -15Yaşamın Manipülasyonu / Ahmet Abacı -16Şimdiden Hazırlıklı Olmalıyız. / T. Atmaca -20Thatcer’den Bugüne Premier Lig / Osman Bulugil -23MARX ve MARXSİZM için: KOSTAS AXELOS ile BİR GÖRÜŞME / Christos Memos -25Kök-Faşizm / Umberto Eco -33Çizgisel Olmayan Tarih / Oğuz Gora -42Toprak İnsana Değil, İnsan Toprağa Aittir -44Her Şeyi İstiyoruz -453
Antikapitalist ve Antiotoriteryan Bir Politik Hareketi Düşünmek
Bunu yapmak demek, politik pratiğin kendisini ve etiğini düşünmek demektir öncelikle. Antikapitalist ve antiotoriteryan hareketlerin gerileyiş döneminin sonu çoktan geldi, birçok farklı kolektivite, Ortadoğu’dan, Wall Street’e kadar alanları işgal etti, ediyor ve edecek. Kapitalizmin yeni döneminin olası kriz hatları ve kırılgan çizgileri, birçok teorik girişim tarafından açığa çıkarılmaya çalışıldı.1 Ayrıca bununla da kalınmayarak, geleceğin virtüel, yani gerçek ama henüz edimselleşmiş güçleri, güncelliğin içinde tarandı ve yeni öznellik yüzeyleri bu güçlere bağlanma yolu ile oluşturulmaya çalışıldı.2 Coğrafyamızı istila eden –ki bugün Birinci Cumhuriyet’in çöküşü ile beraber, umulur ki çöken- arkaik sol söylem ve onların örgütsel-karakollarına rağmen, bir çok farklı mücadele alanında –Feminizm, LGBT, ekoloji, üniversite vs…- hareketlenmeler görülmeye başlanıyor. Bu denemenin konusunu, şimdiden, politik hareketlerin olası öncüleriyle beraber, yeni bir dünya için yola koyulurken, bizatihi örgütlenme tarzları ve hareket tarzları üzerine düşünme çabası oluşturuyor. Zira ne kadar hareketsiz gelirse gelsin, politik muhalefet – geleceğin yeni güçleri-, moleküler düzeyde, biz daha onun geleceğini bile hissetmeden, toparlanmaya, yeni yollar açmaya, mevcut güncelliğe müdahale etmeye, kendini o güncellik 4
içerisinde yaratmaya başlamıştır.
Politik Hareketin Etkin Ve Tepkisel Biçimleri 1.
Ertelenmiş Cennet’e Karşı
Muhalif hareketlerin, devletçi-otoriter biçimleri yeniden ürettiği ve hareketin gövdesini yeni bir hiyerarşik kodlama sistemi içerisine çektiği, birçok mikrofaşist odağa sahip olabileceği analiz edildi.3 Fakat bu denemenin konusu tek tek bu odakların analizinden ziyade, bir politik hareketin nerede etkin, nerede tepkisel olmaya başladığı üzerine düşünmektir. Coğrafyamızda hepimizin tanışık olduğu önemli bir sol söylem tipinde, sosyalizm ve/veya komünizm, harekete katılanların asla göremeyecekleri uzak bir geleceğe ertelenmiş olarak anlaşılır. Ve hareketin parçası olan insanlar, uzak gelecekteki insanların mutluluğu ve eşitliği uğrana mücadele etmeye zorlanırlar. Pek tabii, bu tarz bir söylem, şehitlik¸ peygamberlik gibi kategorileri yeniden üretir ve hareketin gövdesini bu kategorilerde kıstırır: Önderlik=Peygamber, Militan=Havari ve Şehit, Hareketin Gövdesi=Kitle. Harekete içkin ve bağlı öncülerin yerini, hareketin üstbelirleyen ve yönlendiren önderlik ve bu durumda bi-
linçlendirilen kitle alır. Hareketin seyrine göre, ertelenmiş cennet, hareket hedeflerine ulaşır ulaşmaz, tam ters köşe olabilir: kurulmuş cennet, başarılmış devrim. İki durum da bir ve aynı hastalığın semptomudur: Tepkiselleştirilmiş ve bütün yaratıcılığı bastırılmış bir hareket. Devrimde bir oldu-bitti noktası bulunamaz. Bir devrimci hareket elbet de kurucu bir politika gerektirir, fakat güncel devrimci makinenin, bürokratik bir makineye evrilmesi, tam da kurulmuşluğun ilanı ile olur. Bir bürokrat her daim, taşlaşmış düzenlemeler talep eder ve hiçbir şey ona devrimci bir hareket kadar uzak değildir. Oysaki tekrar ve tekrar bu tuzaklara düşmek istemiyorsak, hareketin burada ve şimdi yarattığı olanaklara gözümüzü çevirmemiz gerekir. Ertelenmiş cennet, komünizmi salt sosyolojik bir aşama olarak düşünmektir. Aksine, komünizm, politik hareketin, sermayenin güncelliğine içkin yaratım kudretidir. Ertelenmiş cennet için mücadeleye çağrı, çileci ve kinik militanlar ve biat eden bir kitle yaratmaya çağrıdır. Hristiyanlığın, iktidarını biat edenlerinin umutlarını ertelemesinden alması gibi, aynı mekanizma kapitalist beden boyunca da işler: İşten sonra tatil, dinlenme; dünyada cefa çektikten sonra huzur, mutluluk; emekli olduktan sonra dinlenme; devrimden sonra refah vs… 2.
Temsil Döngülerine Karşı
Arkaik sol söylemin ayrılmaz parçalarından biri de, halk4 adına ve halk için hareket etmektir. Bir aşkınsal özne varsayılır ve bu aşkınsal öznenin iradesinin, önderlik tarafından temsil edildiği düşünülür. Temsil mekanizmaları özellikle yaratılmak istenmediği durumlarda dahi, devlet veya hareketin güncelliğinde karşı karşıya gelinen otorite tarafından da talep edilebilir. Sözgelimi, üniversitede meydana gelen politik hareketlerde, üniversite yönetimleri hareketten temsilciler talep eder ve onları kapalı oturumlarda anlaşmaya ve ihanete zorlar. Antidevletçi bir politik hareketin ilk saldırı noktalarından birinin her hâlükârda devletçi biçim-
leri taklit eden temsil biçimleridir. Temsili irade ve iradenin –rızanın- devredilebilirliği liberal veya cumhuriyetçi burjuva politik biçimlerdir. Günümüzde ise, salt antikapitalist değil –ve belki de özellikle şu an için doğrudan ve öncelikle antikapitalist olmayan politik hareketleröznelliklerini doğrudan konuşturan politik biçimler yaratmaya çalışmaktadır. Her ne koşulda olursa olsun, politik öznenin kendi adına konuşabilmesi göründüğünden çok daha büyük politik öneme sahiptir. Öyle ki, salt bu temsil biçimlerine karşı çıkış bile, politik hareket açısından hayati öneme sahip görünmektedir. Örgütlenme tarzlarını demokratik merkeziyetçiliğin de ötesine taşıyan radikal demokrasi/doğrudan demokrasi biçimleri her durumda mutlak olarak mümkün olmasa bile, önderlik/kitle kategorileri içerisinde özellikle iktidar karşısında ve tarafından kıstırılmak istenmeyen bir politik hareketin üzerine yaratıcı ve etkin bir çaba göstermesi gereken temel önemde bir konu olarak öne çıkmaktadır. Her durumda, yerel iktidar bunu talep ettiğinde dahi, bu kıstırılmadan kurtulmanın pratik tarzlarını icat etmek, hepimizin sorunudur.
3.
Ahlakçılığa Karşı
masıdır. Her ne kadar kapitalizm ahlaki kodlar da dâhil bütün kodlama biçimlerinin çözülüşü de olsa, devletçi/otoriteryan biçimler, tüm topluma yaygınlaşamasa da, yerel yenidenkodlama tarzları geliştirirler. Ve biz her durumda kendimizi bu yerel ahlaki kodların/normların içinde buluruz. Dolayısıyla, norm’al statüleri içerisinde herhangi bir aşkınsal ahlaka dayanmak sadece politik olanı, ahlakilik içerisinde tuzağa düşürmek anlamına gelir ve devletçi biçimleri yeniden üretmeye hizmet etmek dışında hiçbir işe yaramaz.
Televizyon ve gazeteler, her türlü politik olguyu, ahlaki bir skandala dönüştürür ve böylece politik ortama bir doz daha ahlak şırıngalanmış olur. Telekulak olaylarından, savaş gerçeklerine kadar, “ahlaksızlık” feryatları ve “vicdan” çığlıkları arasında sıkışıp kalırız. Oysa kapital bir akıştır, ilişkidir ve ahlak kadar daha az ilgilendiği hiçbir şey yoktur. Aşkın ilkelere dayanan bir ahlak, salt simülasyon etkisi yaymaktan daha fazlasına sebep olmaz ve politik olanın ahlakileşmesi, öncelikle politik hareketİhtiyaç duyduğumuz şey ise, Spinozacı bir içkin leri zehirler. etik ve Nietzscheci bir etkin eleştiridir. Spinozacı etik, pratik olarak etkin bir “Ahlaksız” kapitalizm karşısında, sırtımızı raörgütsel/politik hareket için içkin hareket nokhatlıkla yaslayabileceğimiz bir proleterya veya taları sağlarken, Nietzscheci eleştiri, halk ahlakı yoktur. Burada işin esprisi, kapital- aşkınsal/toplumsal değerleri ve en başta Ahlakizmi ahlaksız olarak tanımladığımız değerlerin sal ilkeleri ve kurumları, soykütük yolu ile kendilerinin de kapitalist makinenin kısmi- yapısöküme uğratarak yeni kurucu biçimler için yeniden-kodlaması tarafından yaratılmış ol- alan açmaya yarar. Nietzscheci soykütük her türlü politik oluşumu ve kurumu onu oluşturan iktidar/öznellikleri dikkate alıp çözümler ve müdahale için, üzerlerindeki tılsımlı ve mutlak haleyi dağıtır. Antikapitalist ve antiotoriteryan politik hareketleri, “toplum”a karşı çevirmek gerekir. Bu ise, eğer ki tepkisel bir biçimde değil de etkin ve yaratıcı bir biçimde yapılacaksa, “İyi”nin veya “Adalet”in adına ve onun tarafından değil, hareketin içkin iyilerinin tüm bir kapitalist toplumun işlerliğini bozacak şekilde yaratılması ile olacaktır. Oğuz Karayemiş
1. Hardt ve Negri’nin İmparatorluk ile başlayan girişimleri ve Operiaistlerin Post-Fordist kapitalist ilişkiler üzerine çözümlemeleri kadar, Foucault, Deleuze, Lyotard, Derrida, Baudrillard gibi filozofların başka yüzeyleri açan analizlerini, LGBT ve Feminist hareketlerin teorisyenlerinin kuramsal çabalarını –sözgelimi Judith Butler- vb… kastediyorum. 2. Özellikle Hardt ve Negri’nin “Çokluk” kavramı bu girişimlerin en net örneklerinden biridir. 3. Bkz. Özellikle Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u. 4. Yerine Proleterya, Kadınlar, LGBT bireyler vs… konulabilir.
Üstün Faşizmi ya da Türcülükten Kurtulmak Yeryüzünde, sömürüyü derinleştiren bir uygarlığın ellerinde, paramparça edilen hayatların hikayeleri; modern tesislerin öldürme hacmi, satış göstergeleri, öldürülmenin maliyeti, bedenlere biçilen fiyat ve midelerde sindirilenler, parçalanmış bir doğa kurgusunun hikayesidir. Özgürlükleri yok edenler, toplumların ortak aklının temsilcileridir. Dünyanın neresinde olursak olalım, ne tür bir toplumda yaşarsak yaşayalım tahakkümcü fikirler, aynı kolektif bilinçle yeryüzünü yaratır. Modern değerlerin kalın duvarları, mazeretlerin menfaate dönüştüğü yaygın egemen anlayışı gizliyor. Her türlü tahakkümün kökeninde ‘değersizleştirme’ ile başlayan bir sürecin işlediğini görüyoruz. Hem insanlar hem de diğer türler, tahakkümün farklı tipteki baskı biçimlerine, toplumsal kurumların değer anlayışına tabi tutulmaya maruz bırakılıyor. Bir şeyi değersizleştirmenin ilk adımı, öncelikle üstünlük yaratan fikirler üretmektir. Eril üstünlük, ekonomik üstünlük, ırk üstünlüğü, sınıfsal üstünlük ve tür üstünlüğü, genellikle iç içe geçen, birinin diğer ayrımcılıkların da dayanağı haline geldiği dikey bir baskı aracı haline gelir. ‘’İnsan gibi’’ olmayan her şeyin öz nitelikleriyle değer görmeyi hak etmediğini öne süren bir anlayış, üstünlüğü dayatır.
dirgemecilik, insan zekasının, yalnızca türümüze özgü ve gereksinimlerimize uygun olarak gelişmiş bir aklın, tüm canlılar içinde en mükemmeli olduğu iddiasını ortaya attı. ‘’Zeka, değişen dünyada yaşamak ve değişimlere uyum sağlamak amacıyla her insanda kendine özgü bulunan yetenekler ve beceriler bütünüdür’’ diyen Howard Gardner; varlığı, insan tarihinden daha eskilere dayanan diğer türlerin, hiçbir yapay kuşanma gerektirmeksizin ekosistemle uyumlarını bir şekilde bu tanımıyla doğrular ve zekaya dayandırılan üstünlük fikrinin temelsizliğini gösterir. Buna karşılık, insan zekasının ürünü tekno-endüstriyel yaşam tarzının, özellikle son birkaç yüzyılda, gezegeni yaşanmaz hale getirdiğini düşünürsek, zekasının üstünlüğü iddiası oldukça tartışılır. Belki de insan, tüm canlılara tahakküm edebildiği için bir üstünlük görmüştür kendinde. Yani zekasını tahakküm etme yolunda araçsallaştırdığı için övünmektedir. Zeka, doğada hayatta kalma becerisini tanımlarken, insan ise doğaya karşı üstünlük kurma anlayışıyla sorunlu bir kavrayışa ulaşmıştır,
Mezbahaların, süt üretim çiftliklerinin, sirklerin ve deney laboratuarlarının kapalı kapıları ardında yaşananları, dayanılmaz işkence ve acıları durdurmaya yönelik çok fazla nedenimiz var, ancak Hiyerarşinin canlı savunuculuğu kendi türleri üzerinde kattürümüzle sınırlayan manlaşabilmesi için bir anlayışımız da var. insanın önce ormanToplumun mülkiyetçi, daki ayak izlerine hiyerarşik ve insandeğer katması merkezci tutumu, gerekiyordu. Her hayvan köleliğinin türün diğerlerine rantçılarını daha da göre farklılıkları vardı c e s a re t l e n d i r i y o r. ancak, tam bir kopuşun yaşanması için hiçbir Mülkiyetçiliğin, tüm gezegeni içine alan türün ulaşamadığı bir özellik öne sürülmeliydi. tahakkümcülüğünden uzaklaşamamış insan, Evrimin, insan zekasını mükemmelleştirdiği ve mülkiyet ve köleliğin bağlarını anlayamıyor. İnzeka gelişiminin, diğer türlerin ulaşamadığı bir sanların tutsak edilmesinden, işkence özellik olduğu fikri, insanı yüceltme yolunda görmesinden ve öldürülmelerinden hoşlanmıetkili bir araç olarak kullanıldı. Bu bilimsel in- yoruz. Diğer taraftan hayvanların tutsak 7
edildiği, işkenceye maruz kalarak öldürüldüğü bir sistemin adına ‘beslenme’ diyoruz. Onları, yiyecek, giysi ya da araç olarak gören, ihtiyaçlarına göre tanımlayan bir kültürü benimsiyoruz. İnsana avlanma becerisi kazandıran zekanın, bizi gerçek avcılar yaptığına inanıyoruz. Zekamızın ürünü masum silahlarımız bugün, kitlesel ölüm makinalarına dönüştü. Oysa hayvanlar yabanda, av-avcı ilişkisini istismar etmezler. Avlanmayı türlerinin üstünlüğünü kuracak biçimde geliştirmezler. Bizler doğada, sadece insanın evrimsel gelişimini kollayan bir işleyiş olduğuna inanıyoruz. Bu anlayışımız, hayvanları tutsak etmeyi ve onları üretim bantlarında katletmeyi, gelişiminin bir uzantısı olarak görüyor. Toplumsal yaşamı kurarken; tahakkümcü fikirlerimizi her yere bulaştırıyoruz. Bilimsel, kültürel, yönetsel ya da inanca dayalı her türlü sömürüyü meşrulaştıran insanmerkezci kurumlar, insan dışı hayvanlara ya da tür içi indirgemecilikle kendi yaşam anlayışına uyduramadıklarını da insandışılaştırarak, onlara istediğimiz gibi muamele edebileceğimizi öne süren üstün tür görüşünü yaşama aktarırlar. Bu nedenle türcülüğün reddi bugün sadece bir hayvan özgürlüğü meselesi değildir, Irkçılık ve cinsiyetçilik gibi daha da kapsayıcı bir ayrımcılığın reddidir. Sri Aurobindo, “Farklılık fikri, insanın kendi çıkarına kullandığı bir insan kavramıdır.” der. Toplum içindeki cinsiyet, sınıf, ırk ve politik farklılıklara dayalı muhalif politikalar insanları, toplumsal kurumların ve geleneklerin egemen tür anlayışından koparacak nitelikte değil. Bu nedenle biyolojik ya da edinilmiş farklılıklar, ‘önce insan’ algısından kurtulamamış toplumları türcülüğe düşmekten alıkoyamıyor. Oysa ‘üstün tür’ yaklaşımı; hiyerarşik, merkeziyetçi, tahakkümcü ve otoriter düşünceyi sahiplenmek ve korumak anlamına gelir. Egemen sınıf, değersizleştirdiği insanları kullanabildiği ölçüde metalaştırmaya ya da yok etmeye yönelirken, tüm ihtiyaçları sömürü sistemine bağlanmış toplum ise faydacı bir yaklaşımla hiyerarşinin alt sıralarındaki diğer türleri ve doğa varlıklarını değersizleştiren bir yaşam biçimiyle, sömürüyü kendi türü için de meşrulaştırmaya götürür. Çelişki derinleştikçe, kendi 8
içine dönen toplumsal şiddet, toplumu dayanışmadan uzaklaştıran yoz ilişkilere dönüşür. Egemen anlayıştan ayrışmak, insan ve diğer türlerin sömürülmesi arasındaki çizgiyi ortadan kaldırmakla mümkün olabilir. Toplum; alışkanlıkları yıkacak, onları değiştirmeye zorlayacak yeni bir toplumsal yaşam kurmaya karşı zihinsel bir direnişte. Tarihimiz hep bu zihinsel direnişin örnekleriyle dolu. Nedenler her toplumda farklılık gösterse de ortak kanaat, hayvanların, doğanın ve değersizleştirilen bireylerin köleleştirilmesinin insanların menfaatleri ile örtüşüyor olmasıdır. Mükemmel hayatlarımızın bedelini ödeyecek bir kölelik sisteminin devam etmesi hala birçok insana cazip geliyor. Ancak bu ortak insanlık çıkarına geçirilen ahlak kılıfı yaşananları görünmez kılmaya yetecek güçte değil. Gelenek, inanç ve bilimselliğe bulanmış fikirlerimiz, önceki nesillerden kalma kitlesel sömürü biçimlerini sürdüren yaşam kültürünü ayakta tutma, geliştirme ve sorgulanmaz kılma konusundaki ısrarımızdır sadece. Giderek yükselen bir ses, yaşamın insanlığın çıkarları ile ilişkilendirilmesinden yeryüzündeki tüm canlılığı sömüren bir yaşam biçiminden ve türcü bir anlayıştan rahatsızlık duyuyor. Her şeye rağmen kitle kültürüne karşı gelişen yeni özgürleşme hareketleri yükselmeye başlıyor. İnsanların ve diğer türlerin istismarına neden olan her türlü kurumsal ve kültürel yapılara karşı; sömürü, baskı ve dayatmalara karşı ittifak ve dayanışma arayışımız giderek güçleniyor. Özgürleşme mücadelelerine dahil olmanın önemini her geçen gün daha iyi anlamaya başlıyoruz. Türcü bir özgürlük anlayışının, devrimci bir nitelik taşımayacağını anlıyor ve kendini bütünün parçası olarak gören bir yaşamın, özgürlüğü parçalayan fikirlerle kurulamayacağına inanıyoruz. Yaşamın inandan beslendiğine yönelik bu kurgunun ötesine geçen, mücadele alanlarını genişleten türcülük karşıtlığı, üstün tür faşizmine saldırıyor. İda Anna
Kimliklerden Sıyrılmak için: Queer Kuram “Queer” terim anlamıyla birlikte 1980’lerin sonlarında eşcinsel erkekleri aşağılamak amaçlı kullanılırken 1990’ların başlarında heteroseksüel normların dışında kalan biseksüel, transseksüel, lezbiyen, gey, travesti, interseksüel vb. gruplarca sahiplenilmiş, bu sahiplenmeyle birlikte eşit haklar mücadelesi başlamıştır. Queer hareketi heteroseksüel rejimde ötekileşmiş olanların eşit haklar mücadelesine öncülük ederken, bu arayışa bağlı kalarak oluşan Queer Kuram bu mücadeleye başka bir boyut kazandırmıştır. Queer Kuram bütün kimliklere ve bu kimlikler arası ayrıma bağlı kalmaksızın tüm cinsel farklılıklara yüklenen sorumlukları, anlamları ve bunları şekillendiren bilgiyi altüst etme yolunda mücadele verir ve bunları sorunsallaştırmanın önemini vurgular. Kuram heteroseksist yani ikili kimlik rejiminde tüm cinsel farklılıklara olan bakış açısını siyasi normlarla sorgularken sadece öteki olanların eşit hak mücadelesini temsil etmemiş, aynı zamanda heteroseksüeller için de cinsiyet rejimini sorgulama yolunu açmıştır. Cinsiyet rejimini sorunsallaştırırken “cinsiyet” tanımını yeniden şekillendirmiştir. Her türlü insanı bir araya getiren ve kimlikleşmeyen bir hareket olan queer mantığını anlamanın ilk adımı “cinsiyet” ve “cinsellik” terimlerini yeniden düşünmektir. Michel Foucault’nun teorisine göre cinsiyet sonradan kavramsallaşan “toplumsal cinsiyet” ve “cinsellik” için biyolojik bir zemin değil, verili olan ve temel olarak ele alınan cinsiyetin kendisi toplumsal-söylemsel cinsiyet rejiminin
ürünüdür. Foucault Cinselliğin Tarihi kitabında söyle ifade eder: Hiç şüphesiz, cinsiyet –bize tahakküm eder gibi gözüken o faillik , biz de var olan her şeyin temelinde var gibi gözüken o sır, ortaya koyduğu iktidar ve sakladığı anlam sayesinde bizleri esir eden ve ne olduğumuzu açığa çıkarmasını ve kendimizi, bizi tanımlayan şeyden kurtarmasını istediğimiz o nokta –cinselliğin konuşlanması ve işleyişi tarafından zorunlu hale getirilen bir ideal noktadan ibarettir. Cinsiyetin, iktidarla olan temasının tüm yüzeyinde ikincil olarak çeşitli etkiler üreten özerk bir faillik olduğunu düşünme hatasına düşmemeliyiz; Tam aksine, cinsiyet, bedenleri, onların maddiliklerini, kuvvetlerini, enerjilerini, duyumlarını ve hazlarını denetim altına alan iktidarın örgütlediği bir cinsellik konuşlanmasındaki en spekülatif, en ideal ve en içsel öğedir.1 Judith Butler, Foucault’nun cinsiyet anlayışını destekler gibi görünür: Cinsiyet doğa veya biyolojik olarak değil, tarihler boyunca gereklilikler doğrultusunda kültürel geleneklere ve adetlere bağlı kalarak, iktidarın oluşturduğu söylemler ve bilgiler ışığında biçimlendirilmiştir. Ancak Butler cinsiyet ve cinsellik kavramlarına bir kavram daha ekler, toplumsal cinsiyet. Butler, toplumsal cinsiyetin kişilere verili olan cinsiyetin kültürel çeşitlenmesiyle oluştuğunu ileri sürer, bu anlayışını performans kavramı ile açıklar. Butler, bedenlerin performansları ve icraları ile cinsiyetlendirildiklerini ve bu eylemlerle toplumsal bir karakter kazandıklarını söyler. Yani toplumsal cinsiyet tarihsel süreçler içerisinde cinsiyetlerin performansları ile oluş9
maktadır. Kişilerin eylemleri ve bu eylemlerin sürekliliği iktidarın normları biçimlendirme amaçlı söylemlerini güçlendirir. Bundan dolayı söylemler doğrultusunda oluşan normları altüst etmenin yolu ve Butler ‘in icraları durdurmaktan geçen çözüm yolu da bu eylemlerin durdurulmasıdır. Butler’in performanslar sonucu var olan cinsiyet anlayışı bazı feminist gruplar tarafından eleştirilere maruz kalmaktadır. Bedenin anatomik yapısından dolayı oluşan fiziksel sınırlamaların performansta olan etkilerinin, cinsiyet rejiminde bir rol dağılımı gerçekleştirmesi düşüncesine karşı çıkarlar. Bedenlerin sadece eylemler üzerinden bir benlik kazanmadığını yani kadın ya da erkeğin ayırıcı bir performansa sahip olmadığını-, kişinin ilişkileri üzerinden bir benliğe sahip olacağını savunurlar. Judith Butler çalışmalarında modern siyaset oluşturabilme olasılığın bir yolu olan cemaatçilik anlayışını barındırır. Cemaatçilikte benlikler ötekilerin var olması üzerine bir benlik kazanır. Kişiler ilişkilerindeki eylemler sonucunda benlik sahibi olur ve bu benlik zamanla tanınabilir. İnsan olmayı gerektiren normların, geleneklerin ve davranışların anlaşılabilir olması, bu benliğin tanınması için ötekilere ihtiyacı vardır. Butler bu anlayışın ışığında benliğin eylemler üzerinden kendine verili hale gelmesinin ancak ötekiler üzerinden mümkün olduğunu ileri sürer. Örneğin heteroseksüel bir erkeğin erkeksiliğinden bahsetmesi için normların dışında kalan kadınsılık ve homoseksüelliğin olması gerekir. Kişi bir normu benimsediğinde eylemlerinin hangi özneyi temsil ettiği anlaşılabilir. Performanslarının bu öznenin performanslarına karşılık gelmesi kişiyi tanınabilir kılar. Yani Farlılıklar ve çeşitlilik normları görünür hale getirir, güçlendirir ve devamlılığını sağlar. Ancak benlikler sadece performanslara indirgenmemelidir. 10
Queer beden alışagelmiş kadın ve erkek, lezbiyen ve gey, iyi ve kötü gibi karşıtları içeren kalıpların içinde olmayan, cinsiyetsizliğe doğru giden yeni bir beden oluşturmaktadır. Bedenin arzularını ve hazlarını ikili rejimlerle sınırlandırmaz ve sabitlemez, aşk olgusu karşısında bu terimleri anlamsızlaştırır. Kimliklerin değişken ve belirsiz olduğunu, iktidar ve güç ilişkisinden bağımsız olmadığını savunur. Queer bedenin performansları cinsel rejimler içinde istikrarsız gibi gözükse de her bir davranışa değil, eylemlerdeki farlılıkların tümüne bakıldığında beden bir istikrar gösteren, yinelenebilir norma dönüşür. Butler’e göre kuram farlılık gösteren tekrarlanan performansların tanınmasıdır. Kuram mevcut ikili karşıtlıkların nasıl belirlendiği ve bunların sınırlarının nasıl oluşturulduğu ile ilgilenir. Bu yüzden kuram heteroseksist cinsel rejimi saptırmaya gider ve normal olarak kabul göreni her zaman sorgular, tuhaf olmayı yeğler. Kısaca queer kuramı kimliklerin ötesinde her türlü insanı bir araya getirerek tüm ayrımcılıklarla ve sınıflandırmalarla mücadele eder. Fulya Topay 1 Michel Foucault, The History of Sexuality, C.I: An Introduction, Çev.: Robert Hurley (Londra: Allen Lane, 1987), s. 155. [Türkçesi: Cinselliğin Tarihi, Çev.: Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı, 2010, 3.Baskı).]
Camcorder 08:24 Aynadaki siluetini görerek başladığı bir gündü. Naçizane gülümsedi aynadaki adam. Şu dünyadaki en zor şey insanın kendine sadık kalmasıydı belki de. O da gülümsedi aynadaki adama; her şeye rağmen. 10:37 Yokuştan aşağıya doğru baktığında, yeryüzünde o günün ilk saatlerini yaşayan Güneş ışınlarının adaletsizliği gözünden kaçmamıştı. Yine de “Görmek güzel.” demekten kendini alamadı adam. Günün ilk şarkısı, onu haksız çıkarmak istercesine aynadaki siluetinden daha gerçek olduğunu hatırlatıyordu. Duraktaki insanlara biraz daha dikkatle bakma fırsatı bulunca, hepsinin yüzündeki arzuyu fark etti adam: Bu kekremsi yerden, tüm yaşadıklarını bir eskiciye satıp gitmek ve hep gitmekti aslında arzulanan. Birbirlerinin yüzlerinde aradılar durdular, bulamadılar. Sonra sessiz bir anlaşma yapıldı durak insanları arasında ve herkes birbirine tutunup kalmaya ant içti sonunda. Eskiciler, eskisi gibi zarar etmeye devam edecekti anlaşılan. 14:46 Yine hava yağmurluydu. Şehir yine çirkindi. İzmir çirkin şehir. Hele yağmurlu günlerinde hiç çekilmez. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de yan sokakları çamurludur. Geceleri kusmukludur. Sokakları dardır. Esnafı gaddardır. İnsanlar her yerde böyle. Bu şehirde, karyolalarda çift yatanlar bile tek. Oysa adam ne kadar kalabalıktı o gün; bir türlü eksilemedi. Bir kalemde silebilirdi herkesi. Ciğeri beş kuruş etmeyen zengin kerhane müşterileri gibiydi herkes gözünde. Adamsa iş başı kırk liralık bir sokak fahişesiydi o gün… 16:08 Yol kenarındaki çiçekçi adamın, sonraki hayatında tenor olacağı, o günkü kuşku götürmez tek gerçekti belki de. Yanık tenli çiçekçi “Yol tarif etmek sanattır.” sözünün hakkını verirken anlamıştı adam bunu. Fakat neden gül? Neden çiçekçiler gelincik satmazdı ki? Ve insanlar neden cevabı olmayan sorular sorardı bazen? Neyse ki insanlar henüz birbirlerinin akıllarından geçenleri okuyamıyorlardı. Güldü adam pervasızca… 11
16:51 İnsanlar akıp gidiyordu uzaklardan. Durup mola vermeden, tereddütsüz koşup durdular. Kuyruklarını yakalamak konusunda ısrarlı ve istikrarlıydı her biri. İnsanlar hep var. Her yerdeler üstelik. Adam kanatlarının yıprandığını fark edince, bir an için de olsa durdurmak istedi, insanların her yerde küçük çentikler açan çığlıklarını. 19:18 Adam nedeni olmaksızın ya da nedenine bakmaksızın beğenmişti yağmur damlalarını; istisnai bir andı bu. Sevmemişti, beğenmişti! Beğenilerini sevme ya da sevmeme iradesine sahip olmak, kendi varlığına inanma ihtimalinden dahi düşüktü durduğu noktada. “Beğenilerimizin irademiz dışında salınıp durması.” dedi içinden adam ve baktığı vitrinde duran cansız mankenleri gördü. Mavi kanatlarının yağmurda ıslanmasına razıydı artık; yürüdü… 21:58 Ziyadesiyle kimliksiz bir gündü akıp gitmekte olan. Kızıla çalan gökyüzünde, yıldızlar da yoktu bu gece. Tanrı onları ödünç almış olmalıydı… Bazı anlar, o “an”ın en derinine inmek, orada bir süre kalmak, onunla bir bütün olmak istemediniz mi hiç? Anlaşılan Tanrı bencilliğimizi de ödünç alıyor zaman zaman. Bencillik bazen gereklidir, iyidir; iyi olmasa da… 23:11 Gün, bereketsiz geçen bir mevsim gibi geride kalırken bu koca şehir bir gün daha yaşlandı. Çiçekçi on üç tane gül ve dört demet karanfil sattı. Durak insanları yarını bekliyorlardı yerlerini almak için. Adamsa sadece bir günü yaşadı… Sanırım geriye muhatabı olmayan bir soru kaldı: “Her şey yolunda mı?”. Ezgi ERTUĞRUL
* Camcorder, hem video çekmek hem de oynatmak için kullanılabilen video kamerasıdır. İngilizce ‘Camera’ ve ‘Recorder’ sözcüklerinden türetilmiş bir bileşik kelimedir. Hareketli görüntüler çeken kameraların tümü optik bir yanılsama temeli üzerine kurulmuştur. Buna göre, artarda çekilen resimler, belli bir hızla gösterildiği takdirde, göze, hareket ediyormuş gibi görünür. Gerek film kamerası gerekse video kamerası bu prensipten yola çıkarak geliştirilmiştir. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Camcorder)
12
Dilenci Farkındayım, deminden beri gözlerinizi dikmiş bana bakıyorsunuz. Sabahtan akşama kadar burada, sokağın köşesinde dikilerek ne yaptığımı anlamaya çalışıyorsunuz. Söylesem inanır mısınız bilmiyorum ama yine de söyleyeyim; sevgi dileniyorum, evet yanlış duymadınız sevgi dileniyorum. “Hadi canım git işine, dalga geçecek başka birini bulamadın mı?” der gibisiniz; fakat dalga falan geçmiyorum, basbayağı “sevgi” dileniyorum. Belki “sevgi dileniyorum” lafını çok sıradan, hatta arabesk buluyorsunuz ama yaptığım iş gerçekten de bu. Nasıl diğer dilenciler para pul için dileniyorlarsa, ben de sevgi için, yani açlığını çektiğim şey için dileniyorum. Bunu söylediğime bakıp da, para pul için dilenen dilenciler gibi basit, aciz değilim dediğimi sanmayın; en az onlar kadar sıradan, çaresiz olduğumu anlattıkça siz de göreceksiniz. Ağlamaklı bir yüz ifadesiyle el açıp sevgi dilenirken, insanlar para için bu işi yaptığımı sanıyorlardı. Elime üç beş kuruş sıkıştırmaya kalktıklarında hemen reddediyor, gözlerinin içine bakarak “sadece sevgi istiyorum, bana da verebileceğiniz birazcık sevginiz var mı?” diyordum. Ne söylediğimi anlamıyorlar, şaşkınlıkla veya korkarak bakıyorlardı yüzüme. Sonrasında deli herhalde bu herif deyip arkalarına bile bakmadan uzaklaşıyorlardı. Anlattıklarıma rağmen sevgi dileniyor olabileceğime hâlâ inanmamış gibisiniz; başkaları geçim derdiyle uğraşırken sabahtan akşama kadar burada dikilip, aptal aptal sevgi dilenebileceğimi aklınız almıyor. Aslında haksız sayılmazsınız, böyle bir şeye cesaret edebilmiş olmama ben de şaşırıyorum. Dilenciliğe başladığım güne kadar ne bir meslek öğrenmiştim ne de bir işin ucundan tutabilmiştim; evde pineklemekten başka yaptığım bir şey yoktu. Önceleri çok da şikâyet etmiyordum, fakat üç yıl önce hem de iki ay arayla annem babam da ölünce yapayalnız kaldım. Her yeni gün azap gibiydi, eskiden sıkıntım ne kadar büyük olursa olsun annemi aklıma getirince rahatlar, düşe kalka da olsa yoluma devam ederdim. Şimdiyse başım ellerimin arasında saatlerce düşünüyordum; işsiz güçsüz, yalnız yaşamanın verdiği ruh bungunluğu akşama kadar yakamı bırakmıyordu. Hal böyleyken gün kararmaya başlarken kendimi daha iyi hissediyordum, hatta dışarıda vakit geçirmeyi pek sevmesem de, bazen sokağa çıktığım oluyordu. Herkes işinden gücünden, belki sevgilisinin yanından dönerken dışarı yeni çıkmış oluyordum; sokaklarda başıboş dolaşıyor, sonra soluğu yalnız, karanlık evimde alıyordum. Karanlık evim dediğime bakarak bunu sırf benzetme olsun diye söylediğimi sanmayın, odamın ışığı öylesine sönüktü ki bazen önümü bile zor görüyordum; ama üşengeçliğimden, lambayı bir yenisiyle değiştirmek zahmetine bile katlanmıyordum. Kasvetli ev her geçen gün daha da boğuyordu beni; hayatın, insanların içine karışmalıyım diye düşünüyordum. Bu sefer bir iş bulup adam gibi çalışmak konusunda daha ısrarcı olmalıydım; mahallemde ne kadar esnaf varsa onlara sordum eleman arayıp aramadıklarını, fakat hiçbirinden olumlu cevap alamadım. Bunun üzerine annemin bir tanıdığının tekstilci oğlu vardı; fason mal üretiyorlardı, onun yanına gittim. Adam beni hoş karşıladı, karşılıklı oturup kahve falan içtik; çalışma koşulları hakkında bilgi vermeye başlayınca iş gözümde büyüdü, burada çalışamayacağımı anlayıp vazgeçtim. Zaten sorumluluk almaktan çok korkardım. Akşam karanlığı bastırdığında evimde sorunlarımla yine tek başımaydım. Her şeye rağmen pes etmeyi düşünmüyordum; illâ sesim bir sese değsin istiyordum. Yapabileceğim bir iş olmalı diye saatlerce düşündükten sonra, gün ağarmaya yakın aklıma bir fikir geldi. Kararımı vermiştim; sokaklarda dilenecektim, tabi sevgi için. Çokbilmiş bir tavırla “Hadi canım sen de sevgi içinmiş, bal gibi de para için dileniyorsun, sevgi mevgi hikâye” dediğinizi duyar gibiyim. Fakat hiç de öyle değil, 13
mide açlığına bir yere kadar dayanabiliyordum; ama sevgi açlığına, ilgisizliğe hiçbir zaman katlanamadım. Bunu kendime itiraf etmem aslında çok zor oldu; ne de olsa yalnız bir insandım ve bu kendi tercihimdi, insanların ilgisine falan ihtiyacım yoktu. Meğer öyle değilmiş, ben de diğerleri gibiymişim. İşte şimdi de sevgi, sıcaklık, ilgi dileniyorum. Bugüne kadar kimse; zengin-fakir, genç-yaşlı, güzel-çirkin benim de sevgiye ihtiyacım olabileceğini aklına getirmemişti; bu yüzden yollara düştüm. İlk zamanlar çekinerek, utanarak yaklaştım insanlara, bazıları küçümseyerek, iğrenerek baktı bana, bazıları garipseyerek. Bazılarıysa beni de şaşırtacak şekilde ilgi gösterdi, yardım etmek istedi; acıdıkları belliydi, günün hayhuyundan arta kalan gözlerindeki son parıltıyı paylaşmak istediler. Hayret ediyordum, ne kadar iyi insanlar vardı, hele bu zamanda. Her gün yataktan kalkacak gücü bulup, sokakta dilenmeye devam etmemi onlara borçluyum. Tabii bunun tam aksi olaylar da olmuyor değildi; hele bana öfkeyle, bu yılışık herif de nerden çıktı der gibi bakan insanlarla, özellikle güzel kadınlarla karşılaşınca tüm iyimserliğim yok oluyordu. Üzüntümden ne yapacağımı şaşırıyordum, ayaklarımda derman kalmıyordu. Eve varıncaya kadar Allah’a dua ediyordum, vardıktan sonra yatakta bir iki saat kendimle, hezeyanlarımla uğraştıktan sonra yorgunluktan uyuyup kalıyordum. İşte böyle, yedi sekiz aydır devam ediyorum dilenme işine. Anlattığım sıkıntılar dışında bir derdim yok, hem ne iş yapıyorsun diyenlere sevgi dilenciliği yapıyorum diyorum; işsizim, aylak aylak dolaşıyorum demektense dilenciyim demek daha iyi oluyor. Geçinip gidiyorum, şimdilik bırakmayı düşünmüyorum. Yavaş yavaş alışıyor insan küçümsenmeye, iğrenilmeye; bulduğum azıcık sevgi o günün sonunu getirmeme yetiyor. Gerçi her gün sokağa çıkmadan önce acaba bugün nasıl zorluklarla, insanlarla karşılaşacağım diye telaşlanmıyor değilim ama evde tek başıma kalmaktansa dilenciliği yeğliyorum. Hem neyse ki dilendiğim sürece sevgi açlığı çekmiyorum, gün boyu midem gurulduyor ama olsun, sevgi açlığımı giderebiliyorum ya, o yeter bana. Varsın midem guruldasın dursun… Engin İnceoğlu
14
Bir Hıristiyan Ölmek "Bırakın yavaş yavaş gözden yitsin; daha koyu, ilerledikçe daha koyu. İşte burası bir yaratığın gizlendiği yer olabilir: Ufak bir tavşanın yaşayabileceği, karanlık ve sessiz bir köşe…" Bob Ross
I. Vakıa elbet sıkılağzını boyayan topraksı bir kan dizi öbek öbek sıyrık papaz ölü. not kağıtları tıkıştırılan cepleri dolu bir pantolon askısı-gergin bir yay uzamı boyunca koca bir küre ne büyük bir küre. (sokak satıcıları, simitçiler, kapı ağzı dedikodu esnafı) şiir yazamayan eksik bir halk. -manastırlar kapandığında terk etmişti papaz efendi, babadan köşkünü; kapısında bir birinci cumhuriyet zinciri asılıdırbütün elleri tutun be canım! her yanından sarkan organlı bu beden iletişimsizlikten ölür. [bavulu kapalı bir kutu…] kapalı bir kutu-bavula içrek kaç sinek kaydı papaz efendi tıraşı kaçırdı yokluğu boyunca çalışan bir berber çırağı: şimdi asla bilemeyecek yüzüstü yatan bir hristiyan olmak ne demektir. II. Fenomenoloji bir mutfak kurusu tahta dolapları kurcalar durur mu hala, yıkıntı bir çocukluğun silik anıları arasında? anneanne, yüzüstü yatan bir hristiyan ölmek ne demektir, ikinci cumhuriyetin müslüman tokikondularında? Oğuz Karayemiş
15
Yaşamın Manipülasyonu Bedenin, bir meta üretim ve tüketim aracı olarak görülmesi onun denetlenmesini; işe ve tüketime tabii kılınmasını zorunlu kılıyor. Yaşamı işe koşanlar tarafından beden bir üretim aracıdır ve çalıştığımız “fabrika”, bir bütün olarak toplumdur. İnsan, bulunduğu toplum içinde onu yeniden üreterek, sürekli ve yeniden inşa ederek bulunduğu koşulların kuklası ve kuklacısı olarak oyununu oynarken; kendi varlığını tıpkı kullandığı araçlar gibi tüketiyor. Sermaye için çalışmaktan kaçamayan insanlar, yaşamlarının ve enerjilerinin hayatta kalmak için sermayeye teslim ettikleri kısmını sınırlandırma mücadelesi verdiler. Yaşamı denetlemek isteyenler, çalışmaktan kaçmayı 1854 yılında hastalık olarak tanımladılar. “Kaçak köle hastalığı”nı (drapetomania) icat ettiler. Buna göre birden çok kere kaçma teşebbüsünde bulunan köleler bu hastalığa tutulmuştur. Çözümü ayak başparmaklarının işinin ehli doktorlar tarafından kaçamasın diye kesilmesiydi. Köleler bir başkasının mutlak hâkimiyeti altında bir maldı ve 16
bir fiyatı vardı. Pazarda kölenin fiyatları kölenin türüne göre değişmekteydi. Osmanlıda en pahalı köleler Kafkasya’dan getirilen hareme satılan kölelerdi. Köleyi satın alanın hali vakti yerinde olmalıydı. Onu doyurmak, giydirmek ona bakması gerekmekteydi. Köleler, sahiplerinin akrabalık gruplarına giremezler, kendi içlerinde kalır, birbirleriyle evlendirilirlerdi. Köle besleme uygulamasıyla bu bir üretim halini alır. Cumhuriyette kölelik uygulaması kaldırılmış olmasına rağmen, kölelikle beraber var olan bir evlatlık uygulaması sürmektedir. 1940’lardaki ekonomik krizle birlikte Anadolu’nun köylerindeki bütün fakir kız çocukları kentlilere gönderilmeye başlanır. Nüfusa geçirilmeden yaşanan bir evlatlık uygulaması 1964’te yürürlüğe giren yasayla ancak son bulmuştur. Hayatını devam ettirebilmesi, kendisine gerekli olan metaları satın alabilmek için kendi emek-gücünü satmasına bağlı olan günümüz insanı ise “kaçak köle hastalığına” tutulamaz. Çünkü artık köle değildir. Serbest piyasada kendi emekgücünü satmakta serbesttir. Pazarda kapitalist ve emeğinin
satan emekçi özgürce karşı karşıya gelir. Ama isterse emek-gücünü satmasın... Tercih etmekte serbestseniz, tercih ettirilirsiniz. İşin dayatılması ihtiyaçların manipülasyonuyla mümkün olmaktadır. Yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için gerek duydukları kaynakların denetlenmesi; birey serbestken oynadığı oyunun kurallarını belirleyerek “fabrika” dışına çıkması engellenir. Bireyin hayatta kalma ihtiyacını manipüle etmesi; gerekli olandan çok daha fazla zaman harcatarak mümkün olur. Zamanını manipüle ederek kendi özerkliği için gerekli olan zamandan yoksunlaştırır. Kapitalizmin yeniden üretimi, özerkliğin genişlemesinin engellenmesiyle garanti altına alınır. 1 Harcadığımız zamanın büyük bir bölümünü kendi yaşamımız olarak adlandıramayız. Çalışma zamanımın denetimi yaşamın da denetimidir. İhtiyacımız olandan daha fazla çalışmak istemeyen insan, kapitaliste dert olmuştur. Örnek vermek gerekirse; bir dönümlük tarlayı sürmek geçimimi sağlayan miktarı bana veriyorsa daha fazlası için zaman harcamak saçma gelebilir. Kapitalist ise daha fazla artıdeğer istediği için daha fazla çalışmamı sağlamak için ücretimi artıracaktır. Ancak bu sefer bana gerekli olan miktarı daha az yeri sürerek sağlayacağım için daha az artı-değer elde edecektir. Bunun üzerine ücretimi azaltarak daha çok çalışmamı sağlar. 2 Kâr, üretimde çalışanın ihtiyacı dışında fazladan bir çalışma zamanıyla sağlanır. Bu yüzden çalışma zamanımı ihtiyaçlarıma göre belirlememe engel olarak, artı-değeri üretecek bir artı-emek zamanını her koşulda garanti altına almak ister. İşgününü uzatılmasıyla artı-değer üretiminin (mutlak artı-değer), artı emek-zamanını artıramadığı koşullarda toplumsal olarak gerekli emek-zamanını kısaltmak için emeğin verimini artırarak nispi artı-değeri artırır. Metaların üretilmeleri için gereken zaman kısaldıkça, toplumsal olarak gerekli emek-zamandaki azalma ile emek-gücünün değeri de azalır. Verim artıkça artı emek-zamanı uzar. Genel artı-değer oranının yükselmesine yol açar. Bundan dolayı her kapitalist,
emeğin üretkenliğini artırmak yoluyla metaların fiyatını ucuzlatma eğilimindedir.3 İşçi sınıfının işin azaltılmasındaki başarısı, tarihsel olarak sermaye açısından derin bir kriz yarattı ve sermayeyi yeni stratejiler aramaya zorladı. Artı değer üretiminin işgünün uzatılmasıyla kapatıldığı andan itibaren, sermaye, nispi artı değer üretimini, makinelerdeki gelişmeleri hızlandırarak elde etmeye yöneldi. Bu noktada mücadele, meta biçiminin ne kadar dayatılacağı ile ilgili olmaktan çıkıp, hangi fiyattan dayatılacağı ile ilgili hale gelir. İşçi sınıfı meta biçimine katlanır; ama toplumsal zenginlikten daha çok pay, yani kendi metasına, sattığı emek gücüne daha yüksek bir fiyatı talep eder. İşgününde bir artışla emek-gücünün fiyatında somut bir artış dengeleyemeyen sermaye, yüzünü üretkenliği artırmaya döner; çünkü hem yüksek ücretleri ödemenin hem de kârı korumanın ve artırmanın tek yolu budur. Fabrikada karşılığı ödenmeyen işin azalmasına karşı sermayenin yanıtı, ücretlendirilmemiş işgününü fabrika dışına yaymak oldu. 4
Emek-gücünün değeri, emekçinin varlığını sürdürmesi için gerekli olan geçim araçlarının değeridir. Emek-gücü sahibinin ölümlü olmasından dolayı yerine, yeni emek-gücünün sürekli alması gereklidir. Özel meta sahiplerinin pazardaki varlıklarını sürdürecek emekgücünün üretimi için gerekli olan geçim araçlarının toplamı; bu yüzden emekçinin yerini dolduracak çocuklarının gereksinmelerini de karşılayacak şekilde olmalıdır. Verilen ücret, toplumsallaşmış bir ücrettir. 17
Kurulan ilk fabrikalar bu yüzden çalışanlarının tüm yaşamlarını denetlemek üzere oluşturulmuştur. Atölyenin kendisi, işçinin tüm var oluşunun merkezi bir aile ocağı olacağı ya da yuva olacaktı. Kapitalizmin ilk aşamalarında şirket kasabaları yaygınlaşmaya başlar. Bu kasabalarda çalışanlar fabrikada çalıştığı zaman dışında tüketimini şirketin sahip olduğu mağazalarda yapıyorlardı. Hiçbir işçinin ev satın almasına izin verilmiyordu. En büyük örneklerinden biri 12600 işçinin barındığı George Pullman’ın şirket kasabasıydı. 12 Mayıs 1894’teki Pullman Palace Car Campany işçileri üç aylık greve gitti. Chicago’nun güneyinden tüm ülkeye yayıldı. Abd’deki ilk genel grev girişimiydi. Kasabasında çok sayıda göçmen yaşıyordu. Pullman, kendilerine bağlı olan işçiler üzerindeki ve işçilerin yaşam tarzları üzerindeki iktidarını ancak onların mülk edinmesine fırsat tanımayarak sürdürüyordu. Pullman kasabası, George Orwell’ın ‘1984’te betimlediği tümüyle denetim altındaki toplum modelini sunuyordu.5
örgütleme yeteneği, eğitim kurumlarının ne için olduğunu gizler. “Fabrika”da, işin karşılığı ödenmeyen ve ücretlendirilmeyen kısmı artı değer olarak hesaplanır; toplumsal fabrika analizinin geliştirilmesi, sermayenin işçi sınıfının farklı şekillerde karşılıksız çalışmaya nasıl zorlandığını gözler önüne serer. Bütün toplumu muazzam bir fabrikaya dönüştürür. Sadece fabrikadaki işgünün ödenmeyen kısmının değil, fabrika dışında da karşılığı ödenmeyen işin gizlenmesinde ücret temel bir rol oynar. Ücret, sınıfı hiyerarşik olarak ücretli (fabrika) ve ücret ödenmeyen (ev kadınları, öğrenciler, köylüler vb.) kesimler biçiminde bölmesinin bir yöntemidir. İkinci gruptakiler, ücret ödenmediği için, basitçe işçi sınıfının dışındaymış gibi görünür. Emek-gücünün yeniden üretimi hem evde hem de okul, hastane vb. toplumsallık biçimleri içinde devam eder. Emek-gücünün bizzat bakımı ve eğitimi ile ilgili olan işler, ücretli emekçiler tarafından yapılmakla birlikte, ücretlendirilmemiş ev içi emekçileri, aslen kadınlar ve çocuklar tarafından da yapılmaktadır. Resmen ücretlendirilmemiş diğer işler, iş için oradan oraya seyahat etme, alışveriş yapma, okul işi, sosyal çalışma işi gibi sermaye için emek-gücünün yeniden üretimine hizmet eden işlerdir. Ücretlendirilmemiş emek, karşılığı ödenmemiş emek demek değildir; daha ziyade, ücret olmayan bir gelir karşılığında kısmi olarak sermayeye satılan emektir.
Ancak, günümüzde de benzer durumlar sürmektedir. Sermaye ilişkiseldir ve Pullman gibi tek bir patronu sürekli gerekli kılmaz. Ücretin toplumsal niteliği onun tüm yaşamı kapmasına yol açar. Fabrika sınırları dışında bulunan zaman, tüketim zamanı; mekân ise tüketim mekânı olarak düzenlenir. Kitlesel eğitim kurumları aracılığıyla, önceleri fabrika içinde verilen eğitim, mekânsal olarak “fabrika” dışında görülür. Oysa çıraklık maliyetlerinin düşürülmesi, daha ucuz ve verimli emek gücünü kitlesel olarak yaratma ihtiyacının bir sonucu olarak eğitim kurumları vardır. Serİşçi sınıfı kendi gelişimi için sermayenin kendi çıkarını toplum çıkarı olarak mayeyi kullandıkça, üretkenlik18
teki inanılmaz artışlar nedeniyle, toplumsal zenginliğin gerektirdiği emeğin giderek azaldığını açıkça görmeye başlar. Emek yoğun üretim yöntemlerinden “sermaye” yoğun yöntemlere geçişin, işçi sınıfı taleplerinin baskısı altında bilim ve teknolojinin sermaye tarafından geliştirilmesine dayandığını görür. Bununla birlikte sermayenin işi dayatmasının ölçüsü değerdir ve değerin kontrol göstergesi artı değerdir. Eğer makinelerin gelişmesi, iş için duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracak düzeye kadar devam ederse; o zaman, sermaye temel bir krizle karşı karşıya kalır. Sermaye artık süreç halindeki çelişkidedir; çünkü emek zamanının en alt düzeye indirilmesini engeller ve bir taraftan da emek zamanını servetin tek ölçüsü ve kaynağı olarak koyar, yaratılmış çok büyük toplumsal güçleri emek zamanı ile ölçmek ister. Kriz çıkar; çünkü kapitalist üretim, sadece üretimle değil, meta biçimi sayesinde işin dayatılması ile kurulan toplumsal kontrol ve dolayısıyla değerin gerçekleşmesi ile ilgilenir. Emek doğrudan biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, emek zamanı da onun ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. 4 Para, sosyal bir sözleşme olduğundan kendi varlığının meşruluğunu sürekli sağlamak zorundadır. Otorite figürünün değişmesi, paranın otoritesini sağlayacak yapının da değişmesini gerektirir. Eski çağlarda, göçmenler ve yerli halklar borçlarını kendilerini satın almak için çalışmak zorundaydılar ve ödeyip borçları azalmak yerine sürekli artar, onları ilelebet köleliğe mahkûm ederdi. Kullanan otorite figürünün değişmesine rağmen, yöntemi değişmez. Sermaye, meta biçimi yoluyla işi dayatma yöntemi olarak borçlandırmayı kullanır. Borç, hayatı kontrol eden işin dayatılmasının bir yolu haline gelir. İhtiyaçların manipülasyonu üzerinden bugünün yeni yoksulları, finans yoluyla hükmeden efendilerinin mülkü haline gelmiştir.
cak her türlü hareketin kriz yaratma potansiyeli vardır. Paranın meşruluğunun krizini yaratacak, parayı kimin bastığına değil, sahip olduğu ilişki üzerinden bir krizdir. Ve bu kriz paranın toplumsal temsiliyet biçimine karşı çıkışı sağlayabilecek bir sorgulama noktasıdır. Üretkenliği artırırken aynı zamanda işin de artırılması durumunda ortaya çıkan bir toplumsal para’doks, zamanın manipülasyonunun kaynağıdır. Ahmet Abacı
1. Kapitalizm ve Kültür, Conrad Lodziak – Çitlembik Yayınları 2. İktisadi Aklın Eleştirisi, Andre Gorz – Ayrıntı Yayınları 3. Kapital 1, Karl Marx – Sol Yayınları 4. Kapitali Politik Olarak Okumak, Harry Cleaver – Otonom Yayıncılık 5. Otorite, Richard Senneth – Ayrıntı Yayınları
Kendisini ilişkiler yoluyla var eden her türlü yapı, ancak kendisini yaratan ilişkilerin yeniden üretilmesi devam ettiği sürece var olur. Üretimin olduğu her noktada, o üretimi durdura19
Şimdiden Hazırlıklı Olmalıyız. Uzunca bir süredir devam eden ekonomik krizin etkileri dünyanın her yerinde kendini hissettirmeye devam ediyor. Ekonomik krizin etkileriyle boğuşan Avrupa’da sermayenin onca çabası krizi daha da derinleştirmekten başka bir sonuç vermiyor. Her ne kadar kriz etkisini yitirdi açıklamaları yapılsa da dünyadaki mevcut tablo bu açıklamaların tam tersini gösteriyor. Kriz, adeta oradan oraya sıçrayan bir yangında olduğu gibi dünyanın dört bir yanı ekonomik krizin alevleri içinde almış durumda. Ekonomilerin küçülmesi, iflas eden bütçeler, işsizlik oranlarının artması, yıkılmak üzere olan banka ve finans sistemleri ile kendini ortaya koyan kriz tablosu, burjuva iktisatçılarının ve benzerlerinin, kriz etkisini yitirdi açıklamalarının tam tersine yangının daha da büyüyeceğini gösteriyor.
Krizin faturasını işçi, emekçi ve mülksüzlerin sırtına yıkmaya dönük bu çabalar, mülksüzler hareketinin burjuva politikalarına olan kitlesel muhalefetinin Avrupa çapında yükselmesine yol açıyor. Başta Yunanistan olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinin işçileri, emekçileri, mülksüzleri sermayenin bu saldırıları karşısında üst üste yaptıkları grevler ve genel grevlerle, yürüyüşler ve mitinglerle, sokak işgalleriyle yanıt veridiler/vermeye çalışıyorlar.
Sermaye işçi sınıfı ve emekçilerin gelişen tepkilerini dindirmek, yıpranan hükümetleri değiştirerek yoluna devam etmeye çalışıyor. Bunun için seçimleri kullanıyor. Ne var ki, Yunanistan’da, Fransa’da, İngiltere’de ve Almanya’da yapılan son seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar, işçi ve emekçilerin, mülksüzlerin burKrizin etkisini yitirdiği açıklamasını yapan bur- juva politikalara karşı tepki duyduğunu açıkça juva iktisatçılar ve burjuvazi, mevcut durumun ortaya koyuyor. İşçi ve emekçiler, mülksüzler yapılan seçimlerde, gerek kullandıkları gerekse faturasını her zamanki gibi, dünyanın her de kullanmadıkları oylarla sermayenin saldırı yerinde emekçi yığınlara kesmeye çalışıyor. programlarına karşı mücadele arzusu içinde Kemer sıkma politikalarıyla krizin yükünü işçi olduklarını göstermişlerdir/göstermeye devam ve emekçilere, mülksüzlere ödetmeye çalışıyor. ediyorlar. Çalışanların ve emeklilerin maaşlarında kesintilere gidilirken dolaylı vergiler artıyor, sağlık ve Dünyada ki tablo 2008’de ABD’de mortgage eğitim harcamaları kısılıyor, emeklilik yaşı daha kriziyle başlayan ve dalga dalga bütün dünyayı da yükseltiliyor, esnek ve güvencesiz çalışma etkisi altına alan ekonomik krizin etkisini artdünyanın her yerinde yaygınlaştırılıyor.
20
ediyor. Ve yaşam her geçen gün mülksüzler açısından daha da çekilmez noktaya doğru gidiyor. Her ne kadar, TÜİK anketler yapıp toplumun büyük çoğunluğunun mutlu olduğunu ortaya koymaya çalışsa da durum tam tersi yönde itırarak lerliyor. Sokakta ki insan gülmüyor. Toplum her devam ettiğini göster- an patlamaya hazır bir bomba misali yaşamını mektedir. Çünkü; “ Gayrimenkul sürdürmeye devam ediyor. Toplumun yarısınpiyasalarıyla bağlantılı olan krizler, zaman dan fazlası borçlu yaşıyor/ yaşamaya çalışıyor. zaman borsaları ve bankacılığı daha doğrudan Verilere göre 43,5 milyon kişi bankalara borçlu. sarsan kısa ama derin krizlerden daha uzun er- Bu insanlar mevcut borçlarını ise yeni aldıkları imli olmaya eğilim göstermektedir… bunun ne- borçlarla ancak ödeyebiliyor. Yani “borcu borçla deni mimari çevreye yapılan yatırımların kapatabiliyor”. genellikle kredi temelli yüksek riskli ve gerçekleşmesi uzun süre alan yatırımlar olmasıdır; Evet, geçtiğimiz günlerde İstanbul Serbest aşırı yatırım kendini belli ettiğinde… yaratılması Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın (İSMyıllar almış olan finansal karmaşanın çözüme MMO) yayınladığı rapora göre, “tüketici kredikavuşturulması da yıllar almaktadır.” (D.Harvey- leri son 5 yılda yüzde 154 oranında artış” Sermaye Muamması, Say;19, 2010 Sel Yay.) göstermiş durumda. İSMMMO’nun ‘Tüketici Yani ekonomik kriz iddia edilenin aksine etkisini Kredileri ve Borçların Türkiye Panoraması’ adlı devam ediyor ve giderek yaygınlaşıyor. raporuna göre, “ev hayali kuranlar, ortalama 10 Ekonomik krizin dünya üzerinde bugün geldiği yıllık geleceğini ipotek altına sokarak kullandığı nokta ve ortaya çıkardığı tablo başka bir kredilerle son beş yılda konut kredilerini adeta makalenin konusu. Biz burada daha çok üz- patlattı.” Aynı raporda İSMMMO “Konut kredisi erinde yaşadığımız coğrafya da ki tablo ve kullananların, genelde 10 yıllık sürede gelironun topluma yansımaları üzerinde durmaya lerinin bir bölümünü ipotek altına soktuğuna ve bu sürenin uzunluğuna dikkat çekilen raçalışacağız. porda, ekonomide yaşanacak dalgalanma, istikrarsızlık veya olumsuz bir Kriz ‘teğet’ mi geçti, ya da seyrin, büyük bir felakete kimi ‘teğet’ geçti? kapı aralayacağı uyarısı “ Dünyada yaşanan ekonomik yapıyor. Bu uyarıya krizin ilk günlerinden geçtiğimiz günlerde çeşitli itibaren mevcut hükümet ve konferanslar vermek için onun en yetkili ağızları ısTürkiye’ye gelen Davıd Harrarla, dünya da yaşanan vey’in uyarısını da eklemek ekonomik krizin bizi ‘teğet’ gerekiyor. İstanbul’daki ingeçtiğini dillendirip durdular. şaatları gören Harvey, ‘beş Ve zaman zaman da bunu yıl önceki İspanya’ya benziyapmaya devam ediyorlar. yorsunuz’ diyor. Hükümet açısından bakılırsa, evet kriz sermaye çevrelerini ‘teğet’ geçti. Hatta kimileri sermaye anlamında gücüne güç kattılar. Ama işçi ve emekçiler, bir bütün olarak mülksüzler açısından mevcut tablo tam tersini işaret
Harvey bu benzetmeyi beş yıl önce İspanya’da konut sektörünün hızla büyümesine bağlıyor. Bugünde, gerek K.Kürdistan’da gerekse Türkiye’de konut 21
sektörü hızla büyüyor. K.Kürdistan ve Türkiye adeta bir şantiyeyi andırıyor. Peki, bugün İspanya’da neler oluyor; 15 Haziran 2012 tarihli basına yansıyan haberlere göre; “İspanya’da konut krizi büyüyor” “Bankalar, kredi borcu yüzünden her gün ortalama 200 eve el koyuyor, yaşlı çocuk demeden evden atıyor.”, “İspanya’da geçen yıl 50 bin kişinin evlerine el konuldu, bu yıl sayının katlanarak arttığı bildiriliyor.” Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi gerek K.Kürdistan’da, gerekse Türkiye’de konut sektörü deyim uygunsa almış başını gidiyor. Her tarafta inşaatlar yükseliyor. Mevcut hükümet ‘Kentsel Dönüşüm’ adı altında bu sektörün iyice önünü açmaya çalışıyor. ‘Kentsel Dönüşüm’ projesiyle, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın açıklamalarına göre ilk etapta 6 milyon konut yıkılacak. Bu şu anlama geliyor. 6milyon konutta yaşayan insanlar yeni konut almak için borçlandırılacak. Zaten, Avrupa Mortgage Federasyonu’nun verilerine göre, Türkiye 2010 yılında Avrupa ülkeleri ve ABD'ye göre ipotekli konut kredilerindeki artışta ilk sırada yer alıyor. Ve bu durum devam ediyor. Yani Türkiye dünyada ki mevcut ekonomik krizin etkilerinden kurtulmak için konut sektörüne yatırım yapıyor/ yapmaya devam ediyor. Sadece konut kredileri değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 43.5milyon kişi bankalara borçlu yaşıyor ve ‘borcu borçla kapatıyor’. Burjuva medyanın üçüncü sayfalarına yansıyan haberler görmemezlikten gelinse de son 7 yılda sadece kredi kartı borcu yüzünden 200 kişi intihar etti. Ve görünen o ki bu giderek artacak. O nedenle İSMMMO başkanı adı geçen raporu açıklarken bir uyarıda bulunuyor. İSMMMO Başkanı Yahya Arıkan, ‘ bugün anketlere göre her dört kişiden birinin kredi kartı borcunu ödeyemediği bir konjonktürde tablonun daha da kötüleşmesinin kaçınılmaz olacağı’ uyarısında bulunuyor. Bu kısa veriler bile aslında krizin kimi ‘teğet’ geçtiğini göstermeye yetiyor. Hazırlıklı olmalıyız.
22
Sermaye ve onun sözcüsü mevcut hükümet başka gündemler belirleyerek, ya da başka saiklerle var olan krizi gölgelemeye çalışıyor. Ya da dünyanın her yerinde olduğu gibi krizin yükünü mülksüzlere fatura etmeye çalışıyor. Başta hayata geçirmeye çalıştığı Ulusal İstihdam Stratejisi’yle bunu yapmaya çalışıyor. UİS ile başta, katmerli sömürü ve asimilasyonu yaygınlaştırmaya çalışıyor. Yine aynı çerçevede iş piyasasının esnekleştirilmesini, bölgesel asgari ücreti, kıdem tazminatının kaldırılmasını, vb. politikaları devreye sokmaya çalışıyor. Sonuç olarak, kâhin olmaya gerek yok. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, özellikle Harvey’in benzetmesinden yola çıkacak olursak İspanya’da olduğu gibi, konut sektöründe ki balon eninde sonunda patlayacak. Bunun olmasıyla birlikte Türkiye kapı komşusu Yunanistan’dan daha ciddi bir kriz yaşayacak. Kredi borcunu ödeyemeyen on binlerce, milyonlarca (şimdiden durum böyle) insan en doğal hakları olan barınma hakkından yoksun kalacak. Çünkü ‘ipotekli kredilerden’ dolayı bankalar her yerde olduğu gibi borcunu ödeyemeyenlerin evlerine el koyacak. Zaten bugün milyonlarca kredi kartı borçlusu icra takibi altında. Bu daha da artacak. Eninde sonunda, en doğal hakları olan barınma hakları ortadan kalkanlar, kredi borçlarını ödeyemeyen kredi kartı mağdurları sokakları ısıtacaktır. Sokakları ısıtacak mülksüzleri örgütleyip, doğru hedefe yönlendirmek için şimdiden hazırlıklı olmalıyız. T.Atmaca
Thatcer’den Bugüne Premier Lig “Günümüz futbolu, oyun görünümüne büründürülmüş bir metanın pazarlanması, tüketilmesi ve TV yoluyla da bunun yeniden üretilmesinden ibaret”.
İngiltere’de neo-liberal dalganın M. Thatcher dönemiyle beraber daha da ağır görülmeye başlayan etkilerinden bağımsız değil bugünün Premier Ligi. M. Thatcher’in iktidarıyla beraber işçi sınıfına açtığı savaşı biliyoruz. Futbola karşı yaklaşımı da bundan bağımsız bir gelişim göstermedi. Holiganizme savaş adı altında başlatılan çalışan sınıfların stattan dışlanması süreci başladı. Bir tarafıyla endüstriyel futbolun temelleri atılıyordu. 1989 Hillsborough ve Hill statlarında yaşanan facia ve ölümler sonrası yayınlanan Taylor raporuyla beraber holiganizme karşı savaş yaftasıyla statların dönüşümü başlıyor ve bu aynı zamanda taraftar profilinin de dönüşümünü de içeriyordu. Sürecin başında daha çok yasaklamalarla başlayan iktidar pratikleri, özellikle 1990 sonrası (1992’de Premier Lig’in kurulmasını da içeriyor) futbol kulüplerinin, taraftarı üzerine stadyumların dönüşümüyle beraber daha farklı kılıflarla ortaya çıkıyordu. Premier Lig, diğer Avrupa ligleri arasında en büyük pazarı oluşturuyor. Hatta Premier Lig yönetimi teknik adamların kadro seçimlerine
kadar müdahale edebiliyor (Tabi Premier Lig kurallarında olan "Her takım en iyi kadrosuyla maçlara çıkmak zorundadır." Maddesine dayanarak- bu madde tartışılmaya devam ediyor). Wolves, 2010 Aralık ayındaki maçta Manchester United’a karşı as oyuncularla çıkmadığı için (M. McCarthy, üç gün önceki Tottenham maçı kadrosundan 10 oyuncu değiştirmişti) 25 bin sterlin ceza almıştı. 2010 yılında Manchester United tribünlerinde yeşil-sarı atkıları görmüştük. Yeşil-sarı renkler 1878’de kurulan Newton Heath’ın renkleri. 1902’den itibaren yılında kulüp Manchester United olarak yoluna devam ediyor. Old Trafford’taki “seyirci”ler bu yeşil-sarı atkılarla maça gelip, kendilerince “Glazer out” diyerek tepki göstermeleri aslında, kendilerini üreten sistemi yeniden üretmelerine karşılık geliyor. Yaptıklarındaki ironi de burada yatıyor: yeşil-sarı atkılar onları, statta seyirci olarak var eden sistemin dışladığı işçi sınıfının kulübünün simgesini oluşturuyor. Bu da endüstriyel futbolda, kapitalizmle mücadele içerisinde olan sınıfın nasıl sistemi yeniden üreten bir cılız tepkinin (tepki futbolun sermayeleşmesini onaylıyor, 23
sadece Glazer ailesini istemiyor) parçası olarak karşımıza çıkartıldığını gösteriyor. Kulübün tarihini (ya da Premier Lig’in) bugünden, yani yeşil sarı atkılardan yazmak çok kolay aslında. Fakat bugünkü durum kulübün tarihinden, yani endüstriyel futbolun tekelleşen küplerinden biri olduğu gerçeğinden bağımsız değil. İngiltere’deki Amerikan veya Arap sermayesine karşı verilen tepkileri (Liverpool vb.) aslında bir milliyetçilik sorunsalı içinde değerlendirebiliriz. Bu tepkiler, kulüplerinin sermaye sınıfına ait olmasıyla ilgili değil, İngiliz olup olmamasıyla ilgili.
Kuzeylilerin koşa koşa geldikleri Akdeniz’de, turizmlerinin/tüketimlerinin nesnesi olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Akdeniz tarzı yaşama, bir gerçeğe katılır gibi katılmadıkları ve tatilleri biter bitmez düzenli bir biçimde döndükleri kuzeydeki (artık fosil haline gelmiş yaşamları ve parayla satın alınan yazların sahte yaşamı) yaşamları…
Futbol turistleri de, stadyumların istilacıları olarak var olmaya başladıklarından beri sahadaki oyun artık başka bir şeye karşılık geliyor: futbol turistinin fosil haline gelmiş yaşamlarında, oyuna -bir gerçeğe- katılmaktan Statlarda ayakta maç izlemenin minimize öte, oyunun parayla satın alınmış sahte yaşamedildiği, hafta sonu maçların oynandığı bir larının bir parçası haline dönüşmesi… mekandan öte, içinde tüketimi (alışveriş merkezleri, otoparklar, bar vb.) barındıran, aynı za- Yazımızı bitirirken sözü A.Wenger’e bırakalım: manda bilet fiyatlarındaki artışlarla (son on yılda yüzde iki yüze yakın bir artış oldu) be- “Futbol artık eğlence ve spor olmaktan çıktı; raber artık taraftarın statlardan kopuşu ruhu satıldı. Tamamen para kazanma sektörüne netleşiyordu (Ken Loach’ın Looking for Eric fil- dönüştü. Bu sektörün de başında yayıncı kurumindeki ‘otoparklar yalan söylemez’ sahnesini luşlar var. Her şey onların istekleri ve kazançları hatırlayabiliriz). Tabi bu süreç aynı zamanda doğrultusunda şekilleniyor. Artık fikstürümüze futbolun medya yoluyla paketlenip satılan bir bile karışamıyoruz. Tüm ayarlamalar maksiiş alanına dönüşmesini de içeriyordu. Evde mum maddi kazanç sağlama doğrultusunda maçı izlemenin yolu artık küresel medya dev- yapılıyor. Bu da önemli adaletsizliklere yol lerine ne kadar ödeme yaptığımızla ilgili. Artık açıyor. Fikrimiz bile alınmıyor. Televizyon da İngiliz işçi sınıfı artık işe dönüşen futbolda of- kesinlikle futbol için çok önemli ama şu dusaytta kalmıştı. Bugün İngiltere’de işsiz sayısı 3 rumda sadece yayınların çıkarları gözetiliyor." milyona yaklaştı. Nüfus piramitlerinin gelişmiş ülkesinde, genç nüfusun dörtte biri işsiz… İnOsman BULUGİL giltere’de bu durum uçurumun nasıl büyüdüğünü gösteriyor. Futbolu maşaları İngiltere’de son 10 yılda yüzde yetmişe yakın artış gösterdiğini unutmayalım. Bunun yanı sıra Premier Lig yayın haklarıyla ilgili BSkyB televizyon kanalı, 2012/2013 sezon başına 116 futbol maçının yayın hakkına sahip oldu. Gelecek üç yılı da içeren anlaşma gereği ödenen miktar 3.018 milyar sterlin… Bugün Premier Lig’de, modern taraftar olarak sundukları seyircileri de, bir tarafıyla, artık futbol turisti olarak nitelememiz çok doğal olsa gerek. Braudel’in bahsettiği kuzeyli turistin Akdeniz’i istilasını hatırlatıyor. Bugünün seyircileri de artık, işçi sınıfının elinden kayıp giden stadyumların istilacıları… 24
MARX ve MARXSİZM için: KOSTAS AXELOS ile BİR GÖRÜŞME Göz önünde bir şey olmaksızın, acımaksızın, utanmaksızın Onlar, etrafımda büyük ve yüksek bir duvar inşa etti. Ve ben şimdi burada umutsuzca oturuyorum. Sadece beynimi kemiren bu felaketi düşünüyorum; Dışarıda yapabileceğim bir çok şey vardı. Ah! Neden onlar duvarı inşa ederken izlemedim? Öte yandan duvarcıların seslerini veya gürültülerini hiç duymadım Beni farkettirmeden dünyanın dışına attılar. C. P. Cavafy, ‘Walls’ (1976: 17)
GİRİŞ
yaratırdı. Özellikle, soğuk savaşın başladığı dönemde bir bilim adamının Marx’ın konumunu ve özenle hazırlamış olduğu görüşlerini ideolojik sağlamlaştırma ve mistifikasyon yapmadan ifade etmesi ve savunması oldukça zor görünmekteydi. Dahası, bir kişi, radikal düşünür olarak kamuoyuna Marksizm ve Marx’ın positivist temel düşünceleri hakkında ‘olumsuz’ ifadelerde bulunsa yada onların eksikliklerine karşı ‘yıkıcı’ eleştirel bir çalışma yapsa, tatsız sonuçlara yol açar, bu kişi muhtemelen bir gölge içinde yaşamaya mecbur bırakılırdı. (Agnoli, 2003: 28) Açıkçası, bu radikal düşünürü, gölge içerisinde yaşamak zorunda bırakanlar muhtemelen, Marksizmi bir ideoloji, ölü bir dogmaya dönüştüren Marksist bilim adamları, politik partiler ve rejimler olurdu. Onların ilgilendikleri konuları ve sosyal ilişkilerini belirleyen de arkalarında yatan bu ideolojiydi.
Marksist Hareketlerin etrafında büyük ve yüksek duvarlar inşa edilip, Marksist Hareketler dünyanın dışına mı atıldı? Eğer öyleyse, kim bu inşacılar? Marksizmin ve emek hareketlerinin önem kaybetmesinde, krizinde, yok denecek kadar azalmasında Marx’ın kendisi ne ölçüde sorumlu? Lenin’in yorumlamasında, Marx’ın teorisi çocukca bir karışıklık mı taşımaktaydı? Yada Marx’ın görüşlerinde Marksizmin fosilleşmesini kolaylaştıracak öğeler mi var? Marksizmin bu başkalaşmasını besleyen bileşenler Marx’ın kendisinde de bulunmakta mıydı? Değindiğimiz bu soruları 1950’li ve 60’lı yıllarda bir iddia olarak dile getirseydiniz, bu radikal düşünceleriniz adeta bir skandal
Bu nedenle, bir çok Marksist eğilim, politik partiler ve gruplar yada Sovyet tipi rejimler Marx’ın ve çalışmalarının bir efsane, bir mit olarak yaratılmasına Marx’ın büyük bir inanç olarak kavranmasına neden oldu. Marx’ı yüceltenler, bir çok durumda onun yazınlarının mistifikasyonunun temposuyla devam etti ve bunları inanç boyutunda ele aldı. Onlar böyle yaparak, Marx’ın devrimci ve özgürleştirici ilkelerini geçersiz kıldılar, aynı zamanda basmakalıp ve varsayım üretimini çoğaltarak sürdürdüler. Bununla beraber bazı bilim adamları bu akıma karşı durdu, entellektüellerin ‘piyasa ekonomisindeki’ rolü ve Stalinizmin baskısı arasındaki karşılıklı ateşten çıkarak kendilerini 25
‘bağımsız sol entellektüeller’ olarak tanım- birlikte yaklaşık 200 genç Yunan entellektüeli ladılar. Bu bağımsız sol entellektüeller arasında ve öğrencisi −bu kişiler Yunan Solunda Anglo-Sakson dünyada pek fazla bilinmeyen merkezde yer alan, sağ hükümet tarafından İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra zulme uğramıştı. Fransa’ya gitmek için Piraeus’Fransa’da yazan ve yaşayan Yunan bilim insanı tan Mataro’ya denizden geçtiler.− Fransız Kostas Axelos da yer almaktaydı. Hükümeti tarafından sağlanan öğrenim bursuna katıldı. Fransa’da Kostas Axelos, SorKostas Axelos 26 Haziran 1924 tarihinde bonne’da felsefe eğitimi aldı ve 1959 yılında Atina’da burjuva bir ailede dünyaya geldi. Ax- ‘‘Heraklitos ve Felsefe’’ ile ‘‘Karl Marx’ın2 elos’un babası doktor, annesi ise Atina’nın Düşüncesindeki Mekanizma, Praksis ve Yaköklü ailelerinin birinden gelmekteydi. Ax- bancılaşma’’ adlı iki tez hazırladı. 1950-57 yılları elos’un yaşamının ilk dönemleri onun gelecek- arasında ‘Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merketeki ideolojik ve politik evrimi için önem taşıdı. zi’nde araştırmacı olarak ve 1962-73 yıllarında Orta öğretiminde hem Alman Okulu’na hem Sorbonne Felsefe Bölümü’nde öğretici olarak de Atina’daki Fransız Enstitüsü’ne giderek farklı çalıştı. Bu dönem içerisinde Lacan, Picasso ve dillerde eğitim aldı. Aynı zamanda gençlik yıl- Heideggere ile tanıştı. larında felsefeye ilgi gösterdi, Antik Yunan Felsefesi ve politik düşüncesinin bilinen isim- Axelos, 1958 yılında Arguments dergisinin yazı lerine yöneldi. O dönemin Atina Üniversitesi kuruluna katıldı ve daha sonra derginin baş Felsefe Okulu’nun eğitiminin yeterli olmadığını yazarı oldu (1960-62). Bu dergi, Praxsis (Yudüşündüğü için hukuk fakültesine kayıt oldu. O goslavya), Das Argument (Almanya) yada hukukçu olmadı, dahası eylemlerin içerisinde Nowa Cultura (Polanya) gibi Avrupa’da yayınolduğundan zorunlu olarak tutuklanmamak lanan dergiler arasında bir bağlantı kurmakiçin saklandı. Bu nedenle Axelos, burjuva taydı. Mark Poster’e göre, bu dergi 1950’li kökenli bir aileden gelmesine rağmen, zorlu ve yılların ve 1960’lı yılların başlarındaki zaman özgün bir yaşam geçirdi. Bu yaşam deneyimi diliminde, dönemin baskın Marksist eğiliminkişisel ve entellektüel arka den ayrılan tek dergiydi. planını şekillendirdi. Bu nedenle dergi, MarkYunan Kominist Partisi ve sizm içerisinde yeni bir Yunan direnişine katıldı. sosyal fenomen ve enYunanistan’ın Naziler tellektüel akıma yol açtarafından işgali ve 4 mada, fikirlerin Agustos 1936 rejiminin değişimini başlatmada diktatörlüğü altında merkezi bir rol haline yaşadı. Stalinizmin ne angeldi (Poster, 1975: 212). Axelos’un dediği gibi: lama geldiğini farketti ve ‘Kısaca söylemem aynı zamanda Britanya gerekirse, ‘Açık Markemperyalizmine karşı müsizm’ talebi için Post-Heicadele verdi (the armed deggerian düşünce, conflict of December post-Marksizmin son 1944). Politik eylemdönemi ve Freudyen lerinden dolayı sağ kanat Marksizm gözden geçihükümetinin mahkemeleri rildi ve düzeltildi, elbette tarafından zulme uğradı, bu kolay olmadı’ (Elden, hapse mahkum edildi, 1 2005: 27). Arguments ölüm cezasına çarptırıldı . dergisine bazı önemli Fransız düşünürleri de 1945 Aralık ayının sonunda Kostas Axelos, Cor- katkıda bulundu. Bu isimler: Edgar Morin, Jean nelius Castoriadis and Kostas Papaioannou ile Duvignaud, Pierre Fougeyrollas, Henri Lefeb26
vre, Maurice Blanchot, Gilles Deleuze, Roland Barthes ve François Fejtö olarak sıralanabilir. Arguments Dergisi 1962’de tamamen kapandı. Ardından Kostas Axelos, Arguments Dergisi’nde çevrilmiş ve yayınlanmış olan Korsch, Marcuse, Troçki, Hilferding, Carr, Hegel, Novalis, Bataille, Deleuze, Jaspers ve Wittfogel eserlerini bir araya getirerek kitap serisi yaptı ve yayınladı. 1960’lı yıllarda Axelos Fransız Lukács’ın en etkili eseri olan ‘‘Tarih ve Sınıf Bilinci’’ (Lukács’ın itirazlarına rağmen) ve Heidegger’in ‘‘Nedir Bu Felsefe?’’ eserlerini çevirdi. Bu dönemde Axelos taşlaşmış Marksizmlerin oluşturduğu duvarda bir pencere açabilmek isteğiyle ‘Açık Marxsizm’ kavramını ortaya çıkardı. Ardından Heideggerian fikirle yakınlaşan Axelos, bulunduğu Marksist pozisyondan ayrılarak, farklı entellektüel akımları izledi. Bu görüşmede, Axelos’un entellektüel eğirimini takip etmiyoruz, üzerinde duracağımız konu Axelos’un ‘Karl Marx’ın Düşüncesindeki Mekanizma, Praksis ve Yabancılaşma’ (1976), Einführung in ein künftiges Denken: Über Marx und Heidegger (1966) ve Theses on Marx (1982) eserlerinde belirttiği Marx’ın düşünce yaklaşımına yönelik eleştiridir.
toplum olduğunu düşünüyordum ancak çok zaman geçmeden farketmiştim ki, Yunan Komünist Partisi katı bir Stalinist modeldi. Bu nedenle içerisinde bir çok dogma ve bürokrasi bulunmaktaydı. Daha sonra 1944 Aralık (Dekembriana denilen) savaşında orduda yer aldım. Biz Polytechnic Üniversitesi içerisinde güvenlik polisine karşı savaştık ancak Britanya Tankları üzerimize kapandı, biz kaçmayı denedik, kimimiz yaralandı, kalanı esir alındı. Buna rağmen biz kaçmayı başardık ve yeniden National People’s Liberation (ELAS) ordusuna katıldık. Kısacası Yunanistan’da iki kötü deneyim yaşadım: İlki ahlakçı ve genelekçi fikirleri içerisine girdiğim ve boğulduğum burjuvazi deneyimiydi. Ben Komünist partiye girmeden önce de burjuvaziye karşıydım. Bu sınıfın yok olmasını isterdim. İkincisi ise, kötü bir Stalinist bürokrasi deneyimiydi. Diğer bir ifadeyle Yunanistan’dan ayrıldığımda Stalinist Komünist Partinin ve burjuvazinin tozunu ayaklarımdan temizlemem gerekiyordu. Öte yandan uzun zamandır politik olarak illegaldim, Yunanistan’dan ayrılmak istiyordum. Görünüşe bakılırsa Yunanistan bana güçlü bir etnosentrizm duygusu verdi. En sonunda Fransa Hükümeti’nin bana
Görüşme
Christos Memos: Marx ve Marxsizm bağlamında Yunanistan’da sizin davranışlarınızı belirleyen deneyimlerinizi şekillendiren belirli tarihsel, politik ve sosyal durumlar neydi? Kostas Axelos: Liberal bir ailenin içerisinde yetiştim, 17 yaşında Yunanistan Komünist Partisi Gençlik Hareketi’ne katıldım. Öğrenci hareketi içerisinde bir teorisyen ve liderdim. Bu bana, sözüm ona gerçek Marksizme aşina olma fırsatı sağladı. Öte yandan Komünist hareket içerisine katılmam değerli bir yaşam deneyimiydi. Hem Yunan hem de dünya tarihinin salınımlarını az çok anlıyordum bunun yanında yoldaşlık deneyimlerim oldu, çünkü tüm gün beraber zaman geçirirdik. Öte yandan, burjuvaziye kin duyardık, ben Marksizmin açık bir
verdiği burs sayesinde Yunanistan’dan ayrılarak Fransa’ya yerleştim. CM: Fransa’ya göç ettikten sonra kendinizi nerede ve nasıl bir ortam içerisinde buldunuz? KA: Fransa’ya gittiğim zaman ortamım çok 27
sıcak ve arkadaşçaydı, hemen Sorbonne’da felsefe eğitimine başladım. Bu dönemin ilk yılında sistemli bir şekilde Heraklitos, Marx, Hegel ve Nietzsche çalıştım. Fransa’ya gittiğimde politik düzeyde genel seçimlere gidiliyordu. Fransız Komünist Parti’sinin politik sloganını taşıyan bir afiş gördüm, afişte şöyle yazıyordu: ‘Oylar Fransız Komünist Partisi İçin, Az Gelire Sahiplerin Partisi’. Ve kendi kendime sordum, bizim verdiğimiz savaş az gelire sahip partililer için miydi? 1946 yılının mart ayında Yunanistan Komünist Partisi’nin dogmatik olduğunu söylediğim için partiden ihraç edildim öte yandan Fransız Komünist Partisi’nin politikalarına da karşıydım. Burada bahsedilmesi gereken şu ki, bu dönem PostLiberalizmin ilk yıllarının yaşandığı, Fransız Komünist Partisi’nin politik etkisi en üst seviyede olduğu, Sol Katolikler ve Sarte’ın birlikte ideolojik tahakküm kurmak için çaba sarf ettiği yıllardı. Ben kendimi bu ideolojik akımların karşısında ve dışında buldum. Herhangi bir komünizm karşıtlığı taşımadan, komünist partinin eski çekirdek kadrosundaki eski komünistler olarak aynı ortak deneyimleri paylaşmaktaydık ve birlikte Arguments dergisini yayına hazırladık. CM: Baş yazarlığını yaptığınız şu anda yayınlanması sona ermiş olan Arguments dergisinde yapılan bir çok açıklamanın arasında sizin bir notnuz var, ‘‘Özellikle eylem konusunda nasıl konuşulacağını, düşünüleceğini öğrenmek zor. Dünyayı değiştirmenin (Marx) ya da yaşamı değiştirmenin (Rimbaud) ne anlama geldiğini anlamamız için uzun bir yol kat etmeye ihtiyacımız var. Gelecek hayali ve arzu ettiğimiz fikirler, sloganlar, klişeler, haykırışlar ve kekemelikleri aşmak için kötü alışıkanlıklardan vazgeçmek kolay değil’’ (Axelos, 1989: 248). Neden Marxsistelerin büyük bir bölümü hem düşüncelerini hem de eylemlerini aynı kalacak şekilde, kapatmışlar?
düşüncelerin kaba bir anlatımı. Günümüzde çok az insan Marx’ın fikirlerini ve Marksizmi referans olarak gösteriyor.Referans gösteren insanlar, Marx’ın düşüncelerinin etkisi ve gücüyle bağ kurmak yerine Marx’ın fikirlerini belirli küçük teorik ve pratik açıklamalar için kullanıyor, Marx’ı kendi eylemleri içerisinde çağımızın sıradanlıklarına uygun bir şekilde takip ediyorlar. CM: Siz Marxsizmin katı bir karmaşıklık içerisine sokulduğunu yazmıştınız. Öncesinde canlı bir ağaçtan düşmeye hazır kurumuş bir odun gibi.... Yaşayan bu temel ilkelerin kurtuluşunu desteklemek Marksizm içerisinde şüphesiz sancılar barındırmaktadır’ (Axelos, 1989: 243). Size göre bu temel ilkelerinden hangisi yaşıyor ve onlar Marksizmin açılması (Açık Marksizm) için nasıl katkı sağlayabilir?
KA: Marxsist Teorilerden ziyade Marx’ın fikirleri ile verimli bir diyaloğa girebilmek için, diğer büyük düşünürler (Hegel, Nietzsche, Heidegger) devreye sokulmalıdır. Burada ki amaç alışılageldiği gibi Marxsizmi yeniden canlandırmak için değil, farklı açılardan, bütünlüklü bir soru sorabilmek ve Marx’ın düşüncesinin devam eden tartışmalı unsurlarını açmak olKA: Düşünce ve tarihin her döneminde, birçok malıdır. İlaveten Marx’ın görüşünden temel önemsiz doktirinin birleşimlerinden en makul izler taşıyan, burjuvazinin görüşü aydınlatılolanı öne çıkıyor, geçerli oluyor.Toplumlar ve malıdır. insanlar büyük düşünceler için farksız gibi görünmekte oysa tam tersine bu durum hakim CM: 1960’lı yıllarda ‘Açık Marksizm’3 terimini 28
türettiniz. ‘Açık Marksizm’ terimi tam olarak ne anlama gelmektedir? Bu Marksizmin açılması, Marksist, Leninist, Stalinist, Troçkist ve Anarşist mezheplerin arka planlarının püskürtülmesine nasıl yol açabilir? KA: ‘Açık Marksizm’ terimi, bir hareket olarak ortaya çıkmadı, Marksizm-LeninizmStalinizm-Maoizm gibi mevcut teorilerine karşı olarak, Marksizmi güç ideolojisi durumuna getirmeden yalnızca sözüm ona ‘varolan kavrayışları’ aydınlığa kavuşturmayı ve verimli sorular yaratmayı denedi. Lukács ve Korsch bu konuda çaba harcadı, ancak onların derin düşünce hatları sınırlıydı. Politik yada politik olmayan herhangi bir eylem çeşiti a priori olarak tanımlanmayabilir. Bugün, açıkca cevaplanması gereken eleştirel soru: Neden baskın kapitalist tekno-bürokrasi ve küçük burjuva biçiminden kaçamamaktayız? CM: Marksizmin krizini nasıl tanımlıyorsunuz? Süregelen bir kriz içerisindeki günümüz Avrupa düşüncesinin yapı taşlarından birisi olan Marksizm ile bu kriz bağlantılı mı? Son olarak bu kriz yeni bir radikalizmi çağırıyor mu? KA: Marksizmin krizi genel bir kriz. Ya ş a d ı ğ ı m ı z dönemde olan ve devam edecek bir kriz. Ne zamana kadar devam edecek? Hiçkimse bunu öngöremez. Bu kriz, Marksist teoriye (derin düşünce ve teori yokluğu) ve pratiğe (uygulama olarak) acınacak başarısızlıklar olarak yansıyor. Yeni bir radikalizme ihtiyaç olduğu görünmekte, ben ‘görünmekte’ olduğunu söylüyorum, ama şu soru var: Buna genel bir ihtiyaç var mı? Bunun sonuçlarını ve ön koşullarını algılayarak bu soruyu sormaya ısrar etmek oldukça radikal olabilir. CM: Marx’ın düşüncesiyle Marksizm arasındaki bağlantılar ve ayrımlar nedir? Marksizm
içerisinde bir bütünlük bulunmakta mı? Yada Marx’ın düşüncesinin içerisinde onun düşüncelerinin belli yorumuna/yorumlanmasına, (Sosyal Demokrasi, MarksizmLeninizm, Maoizm, vb.) kavranmasına ve geliştirilmesine izin veren öğeler bulunmakta mı? KA: Bir düşünce ile onun her zaman sorunlar içeren pratiğini bağlayan nedir? Başka bir uygulama mümkün olabilir mi? Bana göre, Marx ve Marksizm arasında hem devamlılıklar var hem de belli ayrımlar var. Bununla beraber, Marx’ın kendi görüşleri içerisinde bir çok soruya kapalı olan, tartışma kabul etmeyen öğeler bulunmaktadır. CM: Marx’ın düşünceleri, her büyük düşünür gibi önemli ve çok boyutlu olmasının yanısıra anlaşılmıyor ve belli yorumlar içerisinde kalıyor. Size göre Marx okuması yaparken nasıl bir yaklaşım içerisinde olmalıyız? KA: Tek boyutlı bir Marx okuması yaklaşımı önerilmemelidir. Eğer herhangi birisi bunu öneriyorsa, muhtemelen dogmatik bir okuma yapıyordur. Marx’ın, Descartes’dan Heidegger’e diğer modern düşünürlerin arasında bir yeri olduğunu belirtebilirim. Bunun için hem bugüne ait olarak incelemeli hem de kendi dönemi içerisinde ele almalıyız. Teorik düşüncenin eleştirisi temel olarak yalnızca teorik izler taşımaz, aynı zamanda bireysel ve kollektif eylemin eleştirisini de içerir. Kendimizi eleştirinin nesnesi olarak ortaya koyan çalışmalardan her zaman kaçınıyoruz. CM: Açıklamalarınızda olduğu gibi amacınız, Marx’ın düşüncelerinin ve düşüncelerini izleyenlerin nihai sonuçlarını, anlamını ortaya çıkararak, Marx’ın uyum, istikrar ve bu bağlamdaki söylemlerini hatırlamaya çalışarak, ‘açıkca kendimizde parlayacak doğruyu’ kurmalıyız (Axelos,1976: 20). Bizim bulmak zorunda olduğumuz açıkca kendimizde parlayacak olan ve Marx’ın düşüncesinin içerisinde bulunan 29
doğru nedir? Bizim kapitalizme alternatif eylem olarak getirmemiz gereken yeni, açık ve radikal düşünce-eylem ve ışığın Marx’ın düşüncesi içerisindeki ana boyutu, temel unsuru, devrimci öğesi nedir? KA: Bir düşüncenin temel unsuru hareketsizlik değildir. Düşünce kendisinden esinlenerek oluşan çeşitli yorumlara direnç gösterir. Her düşünür, kendi probleminden farklı bir çok
yönelik? Marx’ın teorisinde kabul etmediğiniz şey nedir? Yöntem kavramı Marx’ın düşüncesini nasıl etkilemiştir? KA: Marx, açık ve çok boyutlu dünyayı ideolojik üstyapı ve maddi emeğin ürettiği maddi bir dünyaya indirgemiştir. Bunun sonucunda hedeflediği özgürleşme sınırlı kaldı. Marksizm düşüncesi içindeki bu sınırlamaya ve şairane olmayan boyuta saplanmak Marx’ı eleştirel düşüncesinden ziyade radikal bir düşünür olarak ele almayı istemekti. Marx itici güç olarak yöntemi dikkate aldı fakat yöntemin dolaylı başlangıcını ve yöntem üzerinde kendi fikir ve eyleminin egemenliğini göstermekte başarısız oldu. CM: Heidegger okudunuz?
probleme uyarlanarak ele alınmalı. Biz bir düşünürü kendisinden daha iyi anlayabilir miyiz? Bu ucu açık bir soru. Bu çatlağı-ayrımı Marx’ın kendisi de belirtmişti. Bu ayrım, ne düşündüğümüz ve nasıl eylediğimiz arasındadır. Bu ayrımı daha verimli olabilecek şekilde daha fazla açmalıyız. Bu ayrımın arkasındaki yanılsamayı, kendini kandırmayı ve yalanları derinleştirerek, kolay yoldan sıyrılmaya çalışmadan keskinlik içinde kendi kendimize ve diğer herkese anlatmak zorundayız. Çağımızın somutluğuna uygun büyük bir soru var, bu soru toplumları ve insanları kapsıyor ve çok derin fakat geniş bir alana hitap edip etmediği şüpheli. Yakın gelecekte kesin bir alternatif yada alternatif olasılığı bulunmakta mı? Günümüz koşullarında genelleştirilecek, her şeyi alıp götürecek, kendisini tamamlamış bir şeyler bulunmakta mı? CM: Marx’a yönelttiğiniz eleştiriler hangi temellere dayanıyor? Çalışmalarınızda yönelttiğiniz eleştiriler, Marx’ın düşüncesinin belirli bir ilkesine mi, yoksa görüşlerinin tamamına mı 30
üzerinden
Marx’ı
nasıl
KA: Ben Heidegger üzerinden Marx’ı okumadım ama Heidegger ile beraber Marx’ı okudum. Marx ile Heidegger arasında önemli farklar bulunmasına rağmen, onların kesişen, benzeyen kavramlarından (Marx’ın ‘yabancılaşma’ ve Heidegger’in ‘varoluşun ilgisizliği’ adlandırmaları) etkilendim. Bu çifte okuma Marx’ın, son dönemde tartışılan ve kısmen kabul gören, metafiziksel tarihe ait olduğunu algılamama neden oldu. Marx basitçe insanı toplumsallaştırıyor, evrensel bir topluma inanıyor, ancak dünyadan yoksun ve bayağı kalıyor. CM : Marx bize arkasından ilerlememiz veya ona karşı durmamız için yöntemsel ve teorik araçlar sağlıyor mu? KA: Yöntem ve düşünce simyasal olarak ayrılmaz iki ayrı başlık değildir. Eğer ben yöntem yerine bir yol kullansaydım, Marx ile ilişkili yakın bir yol, ona karşı olmayan ötesine geçebilen bir yol doluğunu söylerdim. CM: ‘‘Karl Marx’ın Düşüncesindeki Mekanizma, Praksis ve Yabancılaşma’’ adlı kitabınızda diyorsunuz ki: ‘‘Marx’ın düşüncesi ele geçirme hareketi ve açıklıkta içeri girmek için bekleme olumsuzluğunu içeriyor. Birçok Marksist
düşünce akımı tarafından uygulanarak oluşturulan bu olumsuzluğu yapısal çerçeve içerisinde gevşetmeli, Marx’ın düşüncesi içerisindeki bu katılığı değiştirerek akıcı hale getirmeliyiz’’(Axelos, 1976: 21). Belirttiğiniz bu durumun Marx’ın düşüncesi içerisindeki bu olumsuzluğun uygulandığını mı düşünüyorsunuz? Bu durumu radikaleştirmeyi ve aşmayı denediniz mi? KA: Şimdiye kadar kimse yeterince onun söylemindeki bu düşünceye işlerlik kazandırmadı. Bu durum açığa çıkmamış, saklı, önemli bir unsur olarak duruyor. Hiçbir düşünce bunun ötesine geçemedi. Hep birlikte –bağlı ve ayrı− semavi düşünce içindeyiz. Başarı ile yenilgi arasındaki keskin bir ayrım olmadığını göz önüne alarak, dönüm noktalarının arka planını kanıtlamadan göstererek neyi başarabiliriz. Ben Heraklitos’un düşüncesininden yararlanarak Hegel, Marx, Nietzsche ve Heidegger üzerine çalışıyorum, belki bu sorgulanan sorulara ve anlaşılmaz yanıtlara yol açabilir.
67). Marx’ın düşüncesinin ve Sosyalist hareketlerin yenildiğini varsayan bir konuşma yaparsak, biz tam aksini yani her büyük yenilginin zafer için bir başlangıç olacağını iddia edemez miyiz? KA: Zafer ve yenilginin kalıcı olarak ayrılması mümkün değildir. Başarılı olan tüm büyük şeyler başarısızlıklar tarafından oluşturulur. Her türlü bireysel ve tarihsel deneyimleri içeren açık dünya, her türlü deneyimin ve yansımanın beşiğini ve mezarını içerir. Ve oyun devam eder. CM: ‘Bir Marxisist Felsefe mi?’ başlıklı makalenizde solun çekilmiş göründüğünü; çünkü onların istemediklerini yada daha fazlasını yapamadıklarını (dünya tarihinin temeline ) atıfta bulunarak ifade etmeyi sürdürüyorsunuz. Bu temel nedir? Toplumsal bir hareket için bu temeli kapitalizmin çelişkileri içinde fark etmek nasıl mümkün olabilir? Küreselleşme karşıtı hareketler hakkında ne dersiniz?
CM: Eleştirel ve radikal düşünceye yaptığınız katkı nedir?
KA: Dünya tarihi, biz insanoğlu tarafından inşa edilirken aynı anda bizim teorilerimizi, planlarımızı ve isteklerimizi şüphesiz geride bıraktı. KA: Ben denedim, denedim diyorum çünkü her Temel yada yönlendirici güç, olarak adfikir çabadır, bir fikir yanılgı oluşturan bir an- landırdığımız şey, tarihin girdabı ve layış içerebilir; çok boyutlu, açık, etkili, sistemli yaşadığımız, düşündüğümüz, eylediğimiz, ve tarihsel dünya oyuöldüğümüz dönemin nunun bir fikri, çağımıza tükenmişliğinin tasavvur mıh gibi çakılmış olan edilemezliği içerisinde ‘yöntem’ ile yüzleşmekayboluyor. Küreselleşlidir. Bu uğraşının gelemenin varlığı, hiçbir açık ceği bana değil, zamana dünyaya yer bırakmıyor, aittir. alternatifleri aşındırıyor ve kendine entegre CM: Marx, maddi yaşam ediyor. Küreselleşme olarak, gerçek insanın karşıtı hareketler de aynı düşüncesinin ve hissinin düzeyde mücadele yalnızca içinde bulunveriyorlar. Öyleyse sol duğu ideolojik biçim ve nedir? Bir komün yaşamı, koşullarla anlaşılabileberaber dostlukla yapılacak eylemler, sınırları ceğini düşünmekteydi. olan ve kendisine yakın Bu nedenle her başarının bir yenilgi olduğunu cesaretle gösterecek fikrin, olmayan bir radikal düşünce çabası, hata yapakla her türlü soruyu getirecek düşüncenin ve maya eğilimli tutkular, sadece tiyatro olmayan sorulan bir sorunun açık kalmasının önemini maskesiz bir politik tiyatro. Sol aynı zamanda kavrayamadığını belirtmiştiniz (Axelos, 1982: etkili ve eleştirel politik katılımın yanı sıra, 31
nerde ne zaman mümkünse, yanılsama geliştirmeyecek aktif ve pasif mücadeledir. Bu mücadele düzeyinin değişmesi için, oyun içerisindeki hiçbir açıklıklığa yakın olmayan kazanımlarımızı saptamak istiyorlar. Bize verilen ve dönüştürülmüş olan her neyse onunla çalışmaktan-eylemekten kaçınmamalıyız. Christos Memos, York Üniversitesi’nde Politika Bölümü’nde ders vermektedir. Eğitim Çalışmaları ve Sosyoloji lisans, Politik Felsefe master, Politik Teori alanında doktora (University Of York) eğitimi aldı. Doktora tezi için Axelos, Castoriadis ve Papaioannou’nun eleştirel teorilerini ve onların Marx ve Marksizme katkılarını inceledi. İlgi alanları: sosyal ve politik teori (özellikle eleştirel teori), politik ve tarihsel sosyoloji, Marx ve eleştirel Marksizm, Anarşizm ve Sovyet tipi toplumlar (SSCB, Çin ve Küba). Son çıkan çalışmaları: ‘‘Neo-liberalizm, Kimlik Süreci ve Krizin Diyalektiği’’ Uluslararası Şehir ve Bölge Araştırmaları Dergisi ve ‘‘Sovyet Sistemi ve Sınıf Yapısı üzerinde Anarşizm ve Konsey Komünizmi’’ Anarşist Çalışmaları. [email: cm193@york.ac.uk; memhris@yahoo.ca] Notlar 1. Axelos hakkında biyografik bilgi için bakınız Haviland (1995). 2. Axelos birçok dikkate değer çalışma yayınladı. Onun temel eseri üçleme şeklinde Fransızca olarak yayınlandı, İlki, Le déploiement de l’errance, oluşmakta Marx penseur de la technique (1961), Héraclite et la philosophie (1962), Vers la pensée planétaire (1964); İkincisi , Le déploiement du jeu, oluşmakta Contribution á la logique (1977), Le jeu du monde (1969), Pour une éthique problématique (1972); ve üçüncüsü, Le déploiement d’ une enquête, oluşmakta Arguments d’une recherche (1969), Horizons du monde (1974) ve Problémes de l`enjeu (1979). Ayrıca Axelos’ çalışmaları, Einführung in ein künftiges Denken: Über Marx und Heidegger (1966), Systématique ouverte (1984), Métamorphoses (1991), Lettres à un jeune penseur (1996), Notices ‘autobiographiques’ (1997), Ce questionnement (2001) ve Réponses énigmatiques (2005). 3. ‘Open Marxism’ tartışması için bakılabilecek kaynak; ‘Marxisme ouvert ou Marxisme en marche? Arguments (1957) 5: 17–20. 4 ‘Marx’ı Heidegger’le Birlikte Okumak’ bakınız Axelos (1966). Kaynaklar Agnoli, Johannes (2003) ‘Destruction as the Determination of the Scholar in Miserable Times’, in W. Bonefeld (ed.) Revolutionary Writing. New York: Autonomedia. Axelos, Kostas (1966) Einführung in ein künftiges Denken: Über Marx und Heidegger. Tübingen: Max Niemeyer Verlag Tübingen. [See also the Spanish translation: Introducción a un pensar futuro: Sobre Marx y Heidegger, trans. Edgardo Albizu. Buenos Aires: Amorrortu editores.] Axelos, Kostas (1976) Alienation, Praxis and Techne in the Thought of Karl Marx, trans. R. Bruzina. Austin: University of Texas Press. Axelos, Kostas (1982) ‘Theses on Marx’, in N. Fischer, N. Georgopoulos and L. Patsouras (ed.) Continuity and Change in Marxism, trans. N. Georgopoulos. Atlantic Highlands, NJ: Humanities Press. Axelos, Kostas (1989) ‘;’ [‘Is There a Marxist Philosophy?’], in K. Axelos [Towards Planetary Thought],trans
32
Cavafy, Constantine (1976) ‘Walls’, in The Complete Poems of Cavafy, trans. R. Dalven. New York: Harcourt Brace. Elden, Stuart (2005) ‘Mondialisation without the World: Kostas Axelos Interviewed by Stuart Elden’, Radical Philosophy 130: 25–8. Haviland, Éric (1995) Kostas Axelos: Une vie pensée-Une pensée vécue. Paris: Editions de l’Harmattan. Poster, Mark (1975) Existential Marxism in Postwar France. Princeton, NJ: Princeton University Press. Kostas Axelos’un İngilizce Çalışmaları (1968) ‘Planetary Interlude’, Yale French Studies 41: 6–18. (1970) ‘Marx, Freud, and the Undertakings of Thought in the Future’, Diogenes 72: 96–111. (1976) Alienation, Praxis and Techne in the Thought of Karl Marx. Austin: University of Texas Press. (1979) ‘The Set’s Game-Play of Sets’, Yale French Studies 58: 95–101. (1980) ‘Play as the System of Systems’, Sub-Stance 25: 20–4. (1982) ‘Theses on Marx’, in N. Fischer, N. Georgopoulos and L. Patsouras (eds) Continuity and Change in Marxism. Atlantic Highlands, NJ: Humanities Press. (2006) ‘The World: Being Becoming Totality’, Society and Space 24(5): 643–51. Anafor Çeviri
Kök-Faşizm Umberto Eco 1942’de, 10 yaşındayken, “First Provincial Award of Ludi Juveniles” ödülünü aldım (gönüllü, genç İtalyan Faşistleri için zorunlu yarışma - bu, her genç İtalyan içindi.). Retorik yeteneğim ile “Mussolini ve İtalya’nın ölümsüz yazgısının şanı için ölmemiz gerekir mi?” konusunu açıkladım. Benim cevabım olumluydu. Akıllı bir çocuktum. Genç yaşımın ikisini SS’lerin, cumhuriyetçilerin, birbirlerine ateş eden partizanların arasında harcadım ve kurşundan nasıl sakınacağımı öğrendim. İyi egzersizdi. Nisan 1945’te, partizanlar Milan’ı ele geçirdi. İki gün sonra benim o zaman yaşadığım küçük kasabaya vardılar. Eğlenceli bir gündü. Ana meydan şarkı söyleyen, bayrak sallayan ve yüksek sesle o bölgenin partizan lideri Mimo için bağıran insanlarla doluydu. Carabinieri’nin önceki maresciallo’su, General Badoglio’nun destekçisi Mimo girdi, Mussolini’nin halefi, bir bacağını Mussolini’nin kalan güçleri ile ilk çarpışma sırasında kaybetmişti. Mimo, belediye binasının balkonundan göründü, koltuk değneklerine dayanıyordu ve bir eliyle
kalabalığı sakinleştirmeyi deniyordu. Konuşmasını bekliyordum; çünkü bütün çocukluğum Mussolini’nin tarihsel söylevlerini, en iyi pasajlarını okulda ezberleyerek, not ederek geçmişti. Sessizlik. Mimo kısık bir sesle konuştu, zar zor duyulabiliyordu. “Yurttaşlar, arkadaşlar” diye, seslendi. Acı veren birçok kaybımızdan sonra... Buradayız. Zafer özgürlük için ölenlerindir.” İçeri geri gitti. Kalabalık haykırdı, partizanlar silahlarını kaldırıp ateş etti. Biz çocuklar kovanları toplamak için acele ettik, kıymetli şeylerdi. Ama aynı zamanda konuşma özgürlüğünün anlamının retorikten korunma olduğunu da öğrendim. Beş gün sonra ilk Amerikan askerlerini gördüm. Afro-Amerikalılardı. Tanıştığım ilk Yankee, siyah bir adam, Dick Tracy ve Li’l Abner’yı bana öğreten Joseph’ti. Onun çizgi roman kitapları parlak ve güzel kokuyordu.
33
Subaylardan biri (Kaptan Muddy) okul arkadaşlarımın ailesinin köşklerinde misafirdi. Kaptan Muddy’i, bahçede çevresinde kadınlarla çekingence Fransızca konuşurken tanıştım. Kaptan Muddy de biraz Fransızca biliyordu. Birçok kara gömlekli soluk benizlilerden sonra; sarı yeşil üniforma içindeki kültürlü siyah adamın “Oui,merci beaucoup, Madame, moi aussi j'aime le champagne . . .” demesi benim ilk Amerikalı kurtarıcı imajımdı. Ne yazık ki, şampanya yoktu, ama Kaptan Muddy bana “Wrigley’s Spearmint” sakızı verdi, gün boyunca çiğnedim. Mayısta savaşın bittiğini duydum. Barış beni meraklandırdı. Sürekli savaşın genç İtalyanlar için normal bir durum olduğunu anlatıyordum. İlerleyen aylarda Direnişin sadece yerel bir olay olmadığını Avrupa’da da olduğunu keşfettim. Yeni heyecan verici réseau, maquis, armée secrète, Rote Kapelle, Varşova gettosu gibi sözcükler öğrendim. Soykırım sözcüğünü bilmiyorken Soykırım’ın fotoğraflarını gördüm; daha sonra neyden kurtarıldığımızı anladım. Bugün ülkemde, Direniş, savaş programı üzerinde; acaba gerçek askeri etkiye sahip miydi? Benim kuşağım için bu soru gereksizdir. Direnişin psikolojik ve moral anlamını hemen anladık. Bu, biz Avrupalıların özgürlük için pasifçe beklemediğimizin gurur kaynağıydı. Ve özgürlüğümüzü geri vermek için kanlarıyla ödeyen genç Amerikalılar için; düşman hattının arkasında onlara borçlarımızı peşinen ödediğimizi biliyorlardı. Bugün ülkemde, Direniş mitini Komünist yalanı olarak söylüyorlar. Komünistler, Direnişi sanki onların kişisel mülkleriymiş gibi sömürmüşlerdir doğrudur; çünkü onun içinde önemli rol oynamışlardır. Farklı renklerdeki fularlarıyla partizanları hatırlarım. Radyoya yapışmış, – pencereler kapalı, karartmada - partizanlara Londra’nın Sesi tarafından gönderilmiş 34
mesajları dinleyerek gecelerimi geçirdim. Aynı zamanda hem şifreli hem de şiirseldiler. Büyük çoğunluğu Franchi’nin mesajlarıydı. Franchi’nin kuzeybatı İtayla’daki en güçlü, gizli şebekenin lideri olduğunu birisi fısıldamıştı. Franchi benim kahramanımdı. Franchi (gerçek adı Edgardo Sogno) monarşisti. Anti-komünisti savaştan sonra bir çok sağ kanat gruba katıldı. Aşırı sağcı bir darbe içinde olmaktan suçlandı. Kimin umurunda? Sogno hala benim çocukluğumun rüya kahramanı kalacak. Farklı renklerdeki insanlar için özgürlük ortak bir başarıydı. Bugün ülkemde, Özgürlük Savaşı’nın ayrılmanın trajik bir dönemi olduğunu ve bütün ihtiyacımızın ulusal uzlaşı olduğunu söyleyenler var. O korkunç yılların hatırası tekrar basılmalıdır. Eğer uzlaşının anlamı merhametse ve tüm iyi niyetleriyle kendi savaşlarında mücadele edenler için saygı duymaksa; affetmenin anlamı unutmak değildir. Eichmann’ın içtenlikle görevine inandığını kabul ediyorum; ama “Tamam, geri dön ve tekrar yap”, diyemem. Ciddi ve samimi olarak “Onlar” bunu tekrar yapmamalı demek ve ne olduğunu hatırlatmak için buradayız. Ama kim “Onlar”? Eğer totaliter hükümetleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’ya hükmetmiş olarak düşünüyorsak, aynı formda tekrar görünmesi farklı tarihsel durumlar için zordur. Eğer Mussolini’nin faşizmi bir karizmatik liderlik fikrine, korporatizme, Roma’nın İmparatorluk Kaderi ütopyasına, yeni bölgeleri fethetme emperyalist isteğine, azdırılmış ulusalcılığa, bütün ulusun amacının kara gömleklilerin güdümüne, parlamenter demokrasinin karşı durmaya, Yahudi
düşmanı olmaya bağlıysa bile; daha sonra bugün İtalyan Alleanza Nazionale, savaş sonrası Faşist partinin, MSI, ve sağ kanat partilerin doğuşunu onaylamakta zorlanmadım. Aynı tarzda, her ne kadar Nazi sempatizanı hareketlerin çeşitleri burada, Rusya’da dâhil olmak üzere Avrupa’da artmasına endişe duysam da; Nazizm’in orijinal biçiminde ülke çapında bir hareket olarak tekrar görüneceğini düşünmüyorum. Buna rağmen, her ne kadar politik rejimler çökertilebilse ve ideolojiler eleştirilip reddedilebilse bile; ancak bir rejim ve ideolojisi her zaman hissetmenin, düşünmenin, kültürel alışkanlıkların bir grubu, içgüdülerin gizlenmesi ve akıl almaz dürtülerin bir yoludur. Hala gizli, Avrupa’nın ve dünyanın konuşmayan bir tarafı var mı? Ionesce bir keresinde şöyle der: “sadece sözcüklerimiz değerli ve geri kalanı yalnız gevezeliktir.” Dilsel alışkanlıklar duyguların altında yatan çoğunlukla önemli semptomlardır. Bundan dolayı neden sadece direnişin; İkinci Dünya Savaşı’nın faşizme karşı dünya boyunca bir mücadele olarak tanımlandığı sorusunu sormamız değerlidir. Eğer Hemingway’in “Çanlar Kimin için Çalıyor ”’unu tekrar okursanız, Robert Jordan’ın düşmanını İspanyol Falanjistlerini düşündüğü zaman bile Faşistler ile özdeşleştirmesini keşfedeceksiniz. Franklin D. Roosevelt için: ”Amerikalıların ve müttefiklerinin zaferi faşizme karşıdır. Ve zafer, despotizm ve onun temsilcilerinin ilerleyişini engellemektir.”
mak çok erkendi. Neden faşist domuz gibi bir ifade Amerikalı radikaller tarafından 30 yıl sonra sigara alışkanlığını onaylamayan bir polisten bahsederken kullanıldı? Neden Falanjist domuz, Ustaşi domuz, Nazi domuz demediler? Kavgam, bütünlüklü bir politik programın manifestosudur. Nazizm, ırkçılığın ve seçilmiş Aryanların teorisi, dejenere sanatın (entartete Kunst) açık kavramlarıyla, Üstinsan’ın (Ubermensch) gücünü arzulayan bir felsefeye sahiptir. Stalin’in Diamat’ı (Sovyet Marksizmin resmi biçimi) bariz materyalist ve ateistik iken; Nazizim, kuşkusuz anti-Hıristiyan ve neo-pagandı. Eğer totalitarizm bireysel her hareketi, devletin ve onun ideolojisine tabi kılan bir rejim ise Nazizm ve Stalizm gerçek totaliter rejimlerdir. İtalya faşizmi, kuşkusuz bir diktatörlüktü; ama ideolojisinin felsefi zayıflığından ve ılımlılığından dolayı tamamıyla totaliter değildi. Ortak düşüncenin aksine, İtalyan faşizmi özel bir felsefeye sahip değildir. Treccani Encyclopesi’daki Mussolini tarafından imzalı faşizm üzerine makale, aslında Giovanni Gentile tarafından yazılmıştır. Ama Mutlak ve Etik Devletin, Mussolini tarafından hiçbir zaman farkında olmadığı, geç Hegelci bir kavramından aktarılmıştır. Mussolini hiçbir felsefeye sahip değildir: sadece söyleme sahiptir. Başlarda militan ateisttir ve saha sonra Kilise ile anlaşma imzaladı ve faşist flamayı kutsayan piskoposları kabul etti. Ruhban sınıfı karşıtlığı günlerinde, efsaneye göre, Tanrıya kendi varlığını kanıtlaması için sorar. Tanrı hemen onu devirir. Daha sonra Mussolini, her zaman Tanrının adını anarak konuşma yapar.
İkinci Dünya Savaşı boyunca, İspanya Savaşına katılan Amerikalılar prematüre anti-faşizm demişlerdi. Bunun anlamı, kırklarda her iyi Bir Avrupa ülkesinin ilk defa sağ kanat diktatörAmerikalı için Hitlere karşı savaşmak normal bir lükle yönetimi ele geçirilmesi, İtalyan faşizmidir. görevdi, ama otuzlarda Franco’ya karşı savaş- Daha sonra benzer hareketler Mussolini’nin re-
35
jimindeki arketiplerin bir çeşidini bulur. İtalyan faşizmi, bir folklör, kara gömlekleri ile Armani, Benetton veya Versace’den bile daha etkileyici bir giyinişle askeri ayinle kurulmuştur. Faşist hareketin Büyük Britanya, Letonya, Litvanya, Estonya, Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, İspanya, Portekiz, Norveç ve Güney Afrika’da bile görünmesi sadece otuzlardı. Komünizm tehdidine karşı devrimci alternatif sağlaması ve sosyal reforma ilgiyi sürdürmesi Avrupa’nın birçok liberal liderinin ikna eden yeni rejim, İtalyan faşizmiydi. Buna rağmen, tarihsel önceliği neden faşizm sözcüğünün farklı totaliter hareketler için kullanılabilmesini, dar anlamlı bir sözcüğün geniş bir anlamda kullanılıyor olmasını; açıklayıcı, etkili bir neden olarak bana göstermiyor. Bu faşizmin kendisinin içermesinden dolayı değil, onun tipik durumu, totaliterliğin sonraki her bir biçiminin bütün özelliklerinden dolayıdır. Faşizmin özünün olmamasının aksine, faşizm bulanık bir totaliterlikti; tutarsızlıkların arıkovanı, farklı felsefi ve politik fikirlerin bir kolajıydı. Gerçek totaliter hareketin, Kiliseye büyük ayrıcalıkların tanınması ile devlet eğitiminin şiddeti yüceltmesinin ve devletin tam kontrolündeki serbest piyasanın; Kraliyet ordusu ile Mussolini’in birlikleri miliza’nın, monarşi ile devrimin birleşebilmesi olduğunu birisi tasavvur edebilir mi? Faşist parti yeni devrimci düzen getireceği palavrasıyla doğmuştu; ama karşıdevrim bekleyen en muhafazakar toprak sahipleri tarafından finanse edildi. Faşizm b a ş l a n g ı ç t a cumhuriyetçiydi. Gene de, Duce (tartışmasız en büyük lider) İmparator unvanı öneren Kralla kol kolayken; yirmi yıl için kral ailesine sadakati sürdürdü. Ama Kral Mussolini’yi 1943’te kovunca, “sosyal” cumhuriyetin standardı altında, eski devrimci senaryoyu atmış; şimdi Jakoben ton ile zenginleştirerek; parti iki ay sonra Alman desteğiyle tekrar göründü. 36
Sadece bir Nazi mimarisi ve Nazi sanatı vardı. Eğer Nazi mimarı Albert Speer’sa, Mies van de Rohe için yer yoktur. Benzer şekilde, Stalin’in kuralına göre; eğer Lamarck doğruysa Darwin’in yeri yoktur. İtalya’da tabiî ki faşist mimarlar vardı; ama rasyonalizminden esinlenmiş yalancıkolezyumlarına yakın birçok yeni bina vardı. Kominist Partinin gelecek entelektüellerinin çoğu ve gelecek partizanları, GUF (yeni faşist kültürü korumayı amaçlayan faşist üniversite öğrencilerinin birliği) tarafından eğitilmişlerdi. Bu kulüpler, gerçek ideolojik kontrol olmaksızın yeni fikirlerin dolaştığı; bir çeşit entelektüellerin eritme potası oldu. Bu, partinin adamlarının radikal düşünceye toleranslı olduğu anlamına gelmez, ama onlardan bazıları partiyi kontrol etmek için entelektüel donanıma sahipti. Bütün bunlar İtalyan faşizmi hoşgörülü dolduğu anlamına gelmez. Gramsci, ölümüne kadar hapishanede tutuldu; muhalefet lideri Giacomo Matteotti ve kardeşi Rosselli suikast düzenlendi; özgür basın durduruldu, işçi sendikaları boşaltıldı ve politik muhalifler uzak adalarda hapsedildi. Kanun koyucu güç saf bir kurgu oldu; idari güç doğrudan hukuk kadar kitlesel medyayı da kontrol eden, ırkın korunmasını isteyen, yeni kanunları çıkardı. Betimlediğim tutarsız resim hoşgörünün nedenlerinden değil; ideolojik ve politik altüst oluştu. Ama sert bir altüst oluş değildi, karışık bir yapıydı. Faşizm, felsefi açıdan çığırından çıkmıştı; fakat duygusal yönden bazı arketipik temellere sımsıkı bağlanmıştı.
Bundan dolayı ikinci noktaya gelebiliriz. Sadece bir Nazizm vardır. Franco’nun hiper-katolik Falanjizmini Nazizim olarak etiketleyemeyiz, çünkü Nazizm temelde pagan, çok tanrılı ve anti Hristiyan’dır. Ama faşizm oyunu her türlü formda oynayabilir ve oyunun adı değişmez. Faşizmin kavramı Wittgenstein’ın oyun kavramına benzer. Bir oyun rekabetçi de olabilir olmaya da bilir, belli özellikler isteyebilir ya da istemez; parayı içerebilir ya da içermez. Wittgenstein’ın ifade ettiği gibi bazen sadece ailevi benzerlikleri gösteren farklı aktivitelerdir. Aşağıdaki dizilişi düşünün: 1 abc
2 bcd
3 cde
4 def
Varsayalım ki, bir seri politik grup var ve birinci grubun özellikleri abc ile, ikinci grubun özellikleri bcd ile,... karakterize edilsin. İkinci grup birinci gruba benzer çünkü iki ortak özelliği vardır: aynı nedenle üçüncü ikinciye benzer ve dördüncü üçüncüye benzer. Üçüncünün birinciye benzediğine dikkat edelim (c özelliğine ortak olarak sahiptirler.). En garip durumu dördüncü sunar. Açıkça üç ve ikiye benzer; ama bir ile dördün ortak hiçbir özelliği yoktur. Ancak, bir ve dört arasındaki azalan benzerliklerin serisinin kesilmesinden dolayı, bir ve dört arasındaki ailevi benzerlik, bir çeşit geçiş ilizyonu tarafından sürdürülür.
çıkartın ve hala Ustashe’ın Balkan Faşizmine sahipsiniz. Ek olarak İtalyan faşizmi bir radikal anti-kapitalizmdir (Mussolini’nin ilgisini hiçbir zaman çekmemiştir.) ve Ezra Pound’a sahiptir. Kelt mitolojisi kültü ve Grail mistisizmi (resmi faşizme tamamen yabancı) ve en saygı gören faşist gurulardan Julius Evola’ya sahipsiniz. Ama karışıklığa rağmen, Kök-Faşizm olarak söylenebilecek ana hatların bir özellikler listesi vardır. Bu özellikler bir sistem içine organize edilemez; çoğu birbiri ile çelişebilir, despotizmin ya da fanatizmin diğer çeşitlerinin kendine özgü karakteristiğine de sahiptir. Ama, faşizm olarak sunmaya izin veren koyulaşmaya yeterlidir. 1. Kök-Faşizmin ilk özelliği gelenek kültüdür. Gelenekçilik tabi ki faşizmden daha eskidir. Sadece Fransız devrimi sonrası karşı-devrimci Katolik düşüncenin karakteristiğinde yoktu, klasik Yunan rasyonalizmine bir tepki olarak, Helenistik çağın son dönemlerinde doğmuştu. Akdeniz havzasında, farklı dinlerdeki insanlar, (çoğu hoşgörüyle Roma tapınakları tarafından kabul edilmişti) insanlık tarihindeki ilham aldıkları bir hayale başlamıştı. Bu ilham, geleneksel mistiklere göre, unutul-
muş dillerin - Mısır hiyerogliflerinde, Kelt yazılarında, Asya’nın az bilinen dini metinlerinde - perdesi altında uzun süre boyunca gizlenerek kalmıştı.
Faşizm, çok amaçlı bir terimdir; çünkü bir faşist rejimin bir ya da daha fazla özelliği çıkartılabilir, ve hala faşist olarak tanım- Bu yeni kültür bağdaştırıcıdır (syncretistic). lanabilir. Emperyalizmi Senkretizm, sadece sözlüğün söylediği gibi faşizmden çıkartın hala pratiğin ya da inancın farklı formlarının kombiFranco ve Salazar’a nasyonu değildir; örneğin bir kombinasyon sahipsinizdir. Koloniciliği aykırılıkları tahammül etmelidir. Orijinal 37
mesajların her biri bilgeliğin zenginliğini içermelidir ve ne zaman farklı veya bağdaşmayan şeyler söyleseler, sadece tümü ima ederek, mecazi olduğundan dolayı aynı kadim gerçeği gösterirler.
lamayı sürdürebiliriz.
Sonuç olarak, öğrenmenin hiçbir avantajı olamaz. Gerçek zaten herkes için okunmuştur ve biz sadece onların anlaşılması güç mesajlarını yorum-
duysa da, modernizmin övgüsü sadece Kan ve Toprak’a (Blut und Boden) bağlı kalan bir ideolojinin yüzeyidir. Modern dünyanın reddi, kapitalist hayat tarzının yanlışlığı olarak kılıfa büründürür, ama çoğunlukla 1789 (ve 1776, tabi ki ) ruhunun reddiyle ilgilenir. Aydınlanma, Aklın Çağı, modern ahlaksızlığın başlangıcı olarak görünür. Bu anlamla Kök-Faşizm, irrasyonalizm olarak tanımlanabilir.
3. İrrasyonalizm hareket için hareket kültüne de bağlıdır. Hareketin kendisi güzeldir, herhangi önsel düşünceler olmaksızın olmalıdır. Düşünme yumuşamanın biçimidir. Bundan dolayı, kültür eleştirel tutumla tanımlandığı Eğer Amerikan kitapçılarındaki raflara göz için, belli bir yere kadar şüphelidir. Entelektüel gezdirirseniz, Yeni Çağ (New Age) olarak dünyaya güvensizlik, Goering’in sözünden (“Ne etiketlenen yerde, Aziz Augustine’i, bildiğim zaman kültür sözünü duysam silahıma kadarıyla bir faşist değildi, bile oralarda bula- sarılırım”) “dejenere entelektüeller”, “yumurta bilirsiniz. Ama Aziz Augustine ve Stonehenge kafalar”, “güçsüz züppeler”, “üniversite kızılların yuvasıdır” gibi ifadelerin yaygın kullanımına birleşimi, Kök-Faşizmin bir semptomudur. kadar, her zaman Kök-Faşizmin semptomların2. Gelenekçilik, modernizmin reddedilmesini dan birisidir. Resmi Faşist entelektüeller, gegerektirir. Genellikle gelenekselci düşünürler leneksel değerlere ihanet ettiği için çoğunlukla geleneksel ruhani değerlerin yadsınması olarak modern kültüre ve liberal entelijansiyaya saldırteknolojiyi reddederken. Faşizm ve Nazizm, her makla uğraşırlar. ikisi de teknolojiyi idolleştirdi. Ancak, her ne kadar Nazizm endüstriyel başarılarından gurur 4. Hiçbir senkretik inanç, analitik eleştiriye karşı koyamaz. Eleştirel ruh ayrım yapar ve ayrım yapmak modernizmin bir işaretidir. Modern kültürde bilimsel topluluklar, bilginin gelişmesi için bir yol olarak anlaşmazlıkları överler. Kök-Faşizm için, anlaşmazlık ihanettir.
Birisi, sadece geleneksel düşünürlerin bulduğu her faşist hareketin listesine bakabilir. Nazi Gnosis’i gelenekselcilik, senkretizm ve okkült öğeleri tarafından beslenmiştir.
5. Ayrıca, anlaşmazlık çeşitliliğin işaretidir. Kök-Faşizm, uzlaşmak için doğal farklılık korkusunu artırarak ve kullanarak, büyür. Bir faşistin veya erken faşist hareketin ilk başvurduğu ırklara karşı söylemdir. Bundan dolayı, Kök-Faşizm ırkçılık olarak tanımlanır.
değişmesi yoluyla, düşman aynı zamanda hem çok güçlü ve çok zayıftır. Faşist hükümetler, savaşı kaybetmeye mahkûmdurlar; çünkü düşmanın gücünü nesnel değerlendirmekte yapısal olarak kabiliyetsizdirler.
6. Kök-Faşizm bireysel ya da sosyal düş kırıklığından türer. Tarihsel faşizmin en karakteristik özelliklerinden birisi, orta sınıf düş kırıklığı söylemiydi. Ekonomik krizden ve ya politik aşağılanmanın duygularından bir sınıfın acı çekmesi ve alt sosyal grubun baskısı tarafından korkmasıdır. Bizim zamanımızda, eski “proleterler” küçük burjuva (ve lümpen proleter, politik sahneden çoğunlukla dışlanır.) olduğunda yarının faşizmi dinleyicilerine bu çoğunluktan bulacaktır. 7. İnsanların, açık toplumsal kimlikten yoksun bırakılması. Kök-Faşizm, onların tek ayrıcalığının, en büyük ortak özelliğinin aynı ülkede doğmuş olduğunu söyler. Bu, milliyetçiliğin başlangıç noktasıdır. Ayrıca, bir ulusa kimliğini verebilen sadece düşmanlarıdır. Bundan dolayı, Kök-Faşizmin psikolojisinin kökünde komplo saplantısı vardır. Destekçileri kuşatılmış hissetmelidir. Komployu çözmenin en kolay yolu yabancı düşmanlığı söylemidir. Ama komplo aynı zamanda içeriden de gelebilir: Yahudiler genellikle en iyi hedeftir; çünkü aynı zamanda hem içeride ve hem de dışarıda olma avantajına sahiptirler. ABD’de, komplo saplantısının öne çıkan örneklerinden biri Pat Robertson’ın Yeni Dünya Düzeni’nde bulunur. Ama, son zamanlarda görüldüğü gibi, bir çokları vardır.
9. Kök-Faşizm için yaşam için mücadele yoktur; fakat mücadele için yaşam vardır. Bundan dolayı, pasifizm düşman ile ilişkilidir. Bu kötüdür; çünkü hayat, sürekli savaştır. Bu, ancak bir Kıyamet karmaşasına neden olur. Çünkü düşmanlar bozguna uğratılmalıdır. Hareketin dünyanın kontrolüne sahip olacağı bir son savaş vardır. Ama sürekli savaşın prensiplerini yadsıyan “nihai çözüm” uzun bir barış çağını, bir Altın Çağ, gerektirir. Hiçbir Faşist lider, bu açmazı çözmekte başarı olamamıştır.
10. Elitizm, aşırı sağcı ideolojilerin karakteristik özelliğidir. Temelde aristokrat olduğu ölçüde, aristokrat ve militarist elitizm insafsızca, zayıfların aşağılanmasını gerektirir. Kök-Faşizm sadece popüler elitizmi savunabilir. Her yurttaş dünyanın en iyi insanların üyesidir. Parti üyeleri yurttaşların arasında en iyileridir, her yurttaş partinin üyesi olabilir ama soylular, avam tabakasından olamaz. Lider, gerçekte, gücünün demokrasiden gelmediğini, gücü ile ele geçirdiğini; ayrıca gücünün, büyük halk yığınlarının zayıflığına bağlı olduğunu bildiğinden; olabildiğince onların güçsüz olmalarını istemesi ve arzulaması bir kuraldır. Çünkü grup hiyerarşik organize olmuştur (militarist modele göre), her ast lider kendi astını hor görür ve her biri 8. Taraftarları, düşmankendi astlarını küçümser. Bu, larının gösterişli zenginlikleri ve gücü tarafından aşağılanmış kitle elitizmi anlayışını destekler. hissetmelidirler. Yahudiler zengin ve gizli bir karşılıklı yardımlaşma ağıyla birbirlerine yardım 11. “Herkes kahraman olmak için eğitilir” bakış ederler. Ancak, Faşizm taraftarları düşmanın açısı. Her mitolojide kahraman istisnaidir. Ama üstesinden gelebileceklerine ikna edilmelidir. Kök-Faşizm ideolojisinde, kahramanlık normBundan dolayı, söylem odağının sürekli dur. Bu kahramanlık kültü, kesinlikle ölüm kültü 39
ile bağlıdır. Falanjistlerin bir mottosu “Viva la Muerte” (Yaşasın Ölüler!) olması tesadüfî değildir. Faşist olmayan topluluklarda, genel kanı ölüm hoşa gitmez ama ağırbaşlılıkla karşılanmasıdır; inananlar doğaüstü mutluluğa ulaşmanın ıstıraplı yolu olduğunu anlatırlar. Aksine, Kök-Faşist kahramanlar destansı ölümü arzularlar, epik bir yaşamın en iyi ödülü olarak ilan ederler. Kök-Faşist kahraman ölmeye sabırsızdır. Onun sabırsızlığı, çoğunlukla diğer insanları ölüme gönderir. 12. Sürekli savaş ve kahramanlık oynanması zor oyunlar olduğu için; Kök-Faşist, iktidara cinsel konulardaki arzusunu aktarır. Bu, maçoluğun kaynağıdır. (bekaretten eşcinselliğe kadar, kadınların aşağılanmasını ve kadınlara karşı hoşgörüsüzlüğü gerektirdiği gibi; standart dışı cinsel hayatları olanların da küçümsenmesini de gerektirir.). Çünkü, cinsellik bile oynamak için zordur; Kök-Faşist kahraman silahlar ile oynama eğilimi; bundan dolayı, yapay bir fallik egzersiz olur. 13. Kök-Faşist seçkinci bir popülizme dayanmaktadır, bir niteliksel popülizm de denebilir. Bir demokrasi de, yurttaşlar bireysel doğrulara sahiptirler; ama sadece bir niteliksel bakış açısı, yurttaşların bütünün, çoğunluğun kararlarını izlediği politik etkiye sahiptir. Ancak KökFaşizm için bireysel doğrular yoktur; insanlar tek yapıda, ortak iradeyi düşünen yekpare varlıklar olarak algılanılır. Çünkü, hiçbir niceliksel kalabalık bir ortak iradeye sahip olamaz, lider onların yol göstericisi gibi davranır. Seçilmişlerin gücünü kaybetmesinden dolayı, yurttaşlar hareket edemezler; onlar sadece kitlenin rolünü 40
oynamak için çağırılır. Bundan dolayı kitle sadece kurgusal bir tiyatrodur. Seçkinci popü-lizmin iyi bir örneği için; bizim Roma’da Piazza Venezia ve ya Nuremberg Stadyumu’na ihtiyacımız yoktur. Bizim zamanımızda televizyon ve internet popü-lizmi vardır, seçilmiş bir yurttaşlar grubunun duygusal tepkisi “Kitlenin Sesi” olarak kabul görebilir ve gösterilir. Kök-Faşizmin seçkinci popülizminden dolayı “çürümüş” parlamenter hükümetlere karşı olmalıdır. İtalyan parlamentosunda ilk hükümlerinden biri Mussolini tarafından açığa vurulur: “Bu sağır ve kasvetli yeri benim ‘maniples’im için askeri kampa dönüştürebilirdim” –(“maniples”: geleneksel Roma lejyonunun bölüğü.). aslında bakarsak, hemen kendi maniples’i için daha güzel evler buldu; ama kısa bir süre sonra parlamentoyu tasfiye etti. Nerede bir politikacı, “Kitlenin Sesini temsil etmediğinden dolayı parlamentonun meşruluğundan şüphe uyandırırsa, Kök-Faşizmin kokusunu alabiliriz. 14. Kök-Faşizm, Yeni-konuş konuşur. Yenikonuş, Orwell tarafından 1984 romanındaki İngiliz Sosyalistlerinin, Ingsoc’un resmi dili olarak icat edilmiştir. Ama Kök-Faşizmin öğeleri farklı diktatörlük formlarında ortaktır. Bütün Nazi ve ya Faşist okul kitapları sözcük dağarcığını yoksunlaştırmasından ve başlangıç seviyesi sözdiziminden, ciddi ve karışık nedenler için enstrümanlarını sınırlandırmak amacıyla, yararlanır. Fakat, görünüşte masum popüler bir sohbet programı biçimini alsalar bile, Yeni-konuş’un diğer çeşitlerini tanımlamak için hazır olmalıyız.
Temmuz 27’nin sabahında, radyo raporlarına göre anlatmıştım, faşizm çöktü ve Mussolini tutuklandı. Annem gazete almaya beni dışarı gönderdiği zaman, gazete bayiindeki gazetelerde farklı başlıklar gördüm. Ayrıca, manşetleri gördükten sonra, her bir gazetenin farklı şeyler söylediğini fark ettim. Körü körüne, birini satın aldım. İlk sayfada Democrazia Cristina, Komünist Parti, Sosyalist Parti, Partito d’Azione ve Liberal Parti arasından beş ya da altı siyasi parti tarafından imzalanmış bir bildiriyi okudum. O zamana kadar her ülkede tek bir parti olduğuna inanmıştım ve İtalya’da bu, “Partito Nazionale Fascista”’ ydı. Şimdi, ülkemde başka partilerin de aynı zamanda var olabileceğini keşfediyordum. Akıllı bir çocuk olduğum için, bir gecede bu kadar çok partinin doğamayacağını hemen fark etmiştim. Bu partiler bazı zamanlarda gizli faaliyette bulunmuş olmalıydı. Öndeki bildiri diktatörlüğün bitişini ve özgürlüğün gelişini -konuşma, basım, politik derneklerin özgürlüğünü- kutluyordu. “Özgürlük”, ”diktatörlük”, “hürriyet”; bu sözcükleri, hayatımda şimdi ilk kez okuyordum. Bu sözcüklerin sayesinde özgür bir batılı olarak tekrar doğmuştum. Bu sözcüklerin hissi ileride tekrar unutulmaması için uyanık olmalıyız. Kök-Faşizm hala çevremizde, bazen sivil kıyafetlerde. Eğer birisi dünya sahnesinde “Auschwitz’i tekrar açmak istiyorum., Kara Gömleklileri İtalya meydanlarında geçit töreni yapmasını istiyorum.” derse, bu bizim için çok kolay olmamalıdır. Yaşam basit değildir. Kök-Faşizm, kılık değiştirmenin en masum halinde geri gelebilir. Bizim görevimiz örtüsünü kaldırmaktır ve her gün, dünyanın her yerindeki yeni örneklerin her birini işaret etmeliyiz. Anafor Çeviri Umberto Eco, Ur-fascism makalesinden kısaltılmıştır. Orjinal metin için bkz.: http://www.pegc.us/archive/Articles/eco_ur-fascism.pdf
41
Çizgisel Olmayan Tarih Çizgisel olmayan Tarih”, yerleşik erekselci tarih anlayışının yerine insanlık tarihini enerji akışları, kayalar, mikroorganizmalar ve diğer çizgisel olmayan dinamiklerle birlikte iç içe anlatıyor. Bunu yaparken sıklıkla Deleuze felsefesinden ve Braudel tarihçiliğinden besleniyor. Jeolojik tarihin içine katarak aktardığı kentleşme örneğin, bir açıdan baktığında enerji akışının yoğunlaşması sonucu gözükecek ve aynı zamanda karar alma mekanizmalarının merkezileşmesi de bunun temel sebebi olacaktır. Bu merkezileşme, kendi kendine örgütlenen pazarla, anti-pazar diye adlandırdığı merkezileştirici unsurların çekişmesine sahne olacak. Bu çekişme aynı zamanda ağlar ve hiyerarşiler arasında geçer, iç içe geçen birbirlerini doğuran eğilimler sergilerler. Sorunumuzu şöyle düşünebiliriz: Ağ davranışına ilişkin ampirik araştırmalardan jeoloji ve biyoloji dünyasına, insan toplumlarına uyarlanacak denli soyut bir yapıüretim süreci damıtabilir miyiz? … Nüfus patlamaları, bir noktada yoğunlaşmış insan eti miktarının yükselip alçaldığı bir soluklanma ritmi gibi 42
döngüsel olma eğilimindedir. Bu devasa ölçekteki ritimler, kısmen gıda üretimindeki yoğunlaşmaların ve genellik bu yoğunlaşmaların peşinden gelen tükenişlerin bir sonucudur . 1750’lerde bir araya gelen birkaç faktör bu insan bedenleri kitlesini büyütecek bir etki yarattı. Mikroplarla ilişkinin değişmesi, büyük kentlerin ölüm tuzağı olmaktan çıkarıp insan üreticisine dönüştürmeye başlamıştı. Yeni tarım yöntemleri, yoğunlaşmış gıda üretimini biraz daha sürdürülebilir kılmaya başlamıştı. Mikroplarla ilişkinin değişmesi, salgın hastalıkların ortaya çıkması Foucault’dan referansla söyleceğimiz üzere sistematik uzamsal ayırma, kesintisiz teftiş ve daimi kayıt yaklaşımlarının gelişmesini sağladı. Dahası bu yaklaşımların insana uygulanabilir olması, insansal uzamın örgütlenebilir hale gelmesini sağladı. Bu yönüyle bakıldığında genetik bakımdan disiplinli mikroorganizmalar, tarım devriminin bileşenlerini oluştururken aynı zamanda insan hayatını da değiştirmeye başladı. Tarım üzerinde verim arttırma amaçlı birçok yeni yöntem uygulandı. Bu yöntemler gen havuzu
işleniyor.
açısından bakıldığında melezleşmeye neden oldu. Birçok cins için, örneğin mısır, bu aynı zamanda bir homojenleştirme işlemidir. O dönemlerde bu süreç ‘ilerleme’ olarak görülse de aslında çok tehlikelidir. Tahıllar ve insanlar antik çağlardan bu yana salgınlara açık oldularsa da, genetik yapılarının heterojenliği sayesinde tükenip gitmeleri önlendi. Tarlalara hastalıklar vursa da bitkilerin bazıları yok olur, diğerleri cinsi devam ettirirdi. Anti-pazarların gelişmesiyle birçok hastalık da doğal dolaşımından çok çabuk sürede yayılır oldu. McNeill, koleraya ilk sanayi hastalığı der. Bunun nedeni koleranın Avrupa’ya Hindistan’dan buharlı gemi ve demiryolu gibi yeni teknolojilerle gelmiş olmasıdır. Yine önemli bir konu olarak ilk defa antibiyotiğin kullanılması da mikroplar ve tıp arasındaki ilişkiyi değiştirdi. İlk başta işler gözüken bu durum, zamanla görüldü ki bakterilerin kendilerini yenilemesiyle sürekli devam eden bakteriler ve tıp arasında bir mücadeleye dönüştü. Homojenleşme, biyoteknoloji sayesinde devam ediyor. Birçok örnekte çokuluslu şirket aynı zamanda tohum, gübre, böcek ilacı bölümlerine sahip. Böylece çiftçiler doğal tohum yerine kimyasal saldırılara dayanıklı ürünlerle, bağımlılığını genetik yolla sürdürüyor.
Son olarak De Landa, toplumun bir sistem oluşturduğunu varsaymakla kalmamak, bu sistematikliği bazı dinamik süreçlerin öngörülemez özelliği olarak açıklamaya çalışmak gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla bu sistemi yanlızca “disiplinci”, “kapitalist”, “ataerkil” olarak ifade etmek bu karmaşık süreçleri tek bir etkene indirgemek olacaktır. Son olarak Deleuze ve Guattari’nin ifadeleriyle bitirelim: “Bir zamanlar varolan temel, asli, her şeyin başlangıcı olan bir bütünlüğe ya da gelecekte bir zamanda bizleri beklemekte olan nihai bir bütünlüğe artık inanmıyoruz. Heterojen parçacıkların kaba köşelerini yontarak onlardan uyumlu bir bütün yaratmayı amaçlayan kuru, renksiz evrim diyalektiğinin sıkıcı, boz çizgilerine artık inanmıyoruz. Yalnızca çevresel olan bütünlüklere inanıyoruz. Birbirinden ayrı, çeşitli parçacıkların yanı sıra böyle bir bütünlük keşfedersek de, o bu ayrı parçaların tamamıdır, ama onları bütünleştirmez; bütün bu ayrı parçaların birliğidir, ama onları birleştirmez, daha ziyade, ayrıca yaratılmış yeni bir parça olarak onlara eklenir” (G.Deleuze ve F.Guattari, Anti-Oedipus). Oğuz Gora Çizgisel Olmayan Tarih, Manuel De Landa - Metis Yayınları
Gelecekte genetik testlerle birçok hastalık tespit edilecek. Ancak bu hastalıkların birçoğunun etkili bir tedavisi yoktur. Dolayısıyla bu testler hastalık taşıyıcısı insanları damgalama yönünde çalışacak. Birçok insan, iş verilemez ve sigortalanamaz olarak tanımlanacak. Dilsel tarihin de doğal akışının yanında hiyeraşik yapıların hegemonyasında değiştiği, lehçe-dil mücadelesiyle kitapta uzunca 43
Toprak İnsana Değil, İnsan Toprağa Aittir Bu mektup 1854 yılında, bir Kızılderili reisi olan Şef Seattle tarafından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na yazılmıştır. “Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum... Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? Bunu anlamak bizler için çok güç! Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormanlardaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız! Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp yıldızlar âlemine göç ettiği zaman, doğduğu topraklarını unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili gerçek anasının toprak olduğuna inanır. Washington'daki Büyük Beyaz Reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! Bu bizim için büyük bir fedakârlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz! Ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. Nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek. Biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! Beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır: Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir! Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde "huzur" ve "barış" yoktur! Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki bir vahşi olduğumdan anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka! İnsan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum! Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur! Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza, havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini bunun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı? Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim! Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum! Yaylalarda cesetleri kokan binlerce bufalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları! Dumanlar püskürten bu demir atın bir bufalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor! Biz sadece yaşayabilmek için avladık bufaloları! Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün canlıların başına gelenler yarın insanın başına gelir! Çünkü bunlar arasında bir bağ vardır Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir! Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrı'nız bizimkinden başka bir Tanrı değil! Aynı Tanrı'nın yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün belki bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrı'nızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz! Ama Tanrı, hepimizi yaratan Tanrı için Kızılderili ve beyazın farkı yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrı'nın kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona Kızılderili'yi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrı'nın kaderini anlayamıyoruz! Tıpkı bufaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlayamadığımız gibi... Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş. Yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş! İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak”
44
Her Şeyi İstiyoruz “Kapı önlerinde yapılan toplantılarda işçiler, bu boktan hayatı yaşamanın doğru olmadığını söylüyorlardı: Ürettiğimiz her mal, tüm zenginlik bizim. Artık yeter! Artık bizler de mal gibi satılmaya devam edemeyiz. Her şeyi istiyoruz!
Tüm zenginliği, tüm yetkiyi. Ve çalışmak istemiyoruz. Bizim çalışmakla ne alakamız var. Artık iş veya patronlar kötü oldukları için değil, var oldukları için mücadele ediyoruz!”
Güneyli bir gencin Kuzey’e göçü, şehre ayak uydurma çabası, proleterleşme süreci ve en sonunda kendisini işi reddetmeye ve isyana sürükleyen olaylar romanda, yer yer bu duyguların ritmini yansıtırcasına hızlı ve yorucu bir yoğunlukla anlatılır bize. Franco Berardi’nin dediği gibi Balestrini’nin çalışmalarında sözcükler, hakikatten çekip alınan temel taşlarından başka bir şey değildir. Tüm bu dil oyunlarının yanı sıra Otonomist Marksist hareketin önemli tarihsel uğraklarından biri olarak kabul edilen FIAT fabrikası mücadelesi de en ince ayrıntılarına dek yazarın kaleminden kaçmamıştır. Tıpkı bugün olduğu gibi o gün de kapitalist işin insanı nasıl hiçleştirdiği ve öldürdüğü çarpıcı bir biçimde gösterilir. Bu bağlamda kitabın en önemli iddiası belki de, insanın ve isyanın, işin özgürleştirilmesinde değil işten özgürleşmede var olabileceği ve yeşerebileceğidir. Her Şeyi İstiyoruz, Nanni Balestrini Otonom Yayıncılık Basım tarihi: 2012
Nanni Balestrini İtalyan bir deneysel şair ve Sayfa Sayısı: 184 görsel sanatçıdır. 1968’de İtalyan İşçilerin Gücü (Potero Operaio) grubunun kurucularından biri Çeviren: Ufuk Soyer, Deniz Erenuluğ Bovo olan Balestrini, Otonomist Marksist hareketin hem bir öznesi hem gözlemcisi, hem de edebiyatla yaşananları iç içe geçirerek bu tarihin bir aktarıcısıdır. Her Şeyi İstiyoruz kitabı Balestrini’nin 1970’de kaleme aldığı ilk romanıdır. Bu roman FIAT fabrikasında gerçekleşen uzun direnişi ve mücadeleyi, İtalya’nın Güney kesiminden Kuzey’e göç etmiş bir işçinin ağzından anlatır. Fakat bu işçinin anlattıkları Balestrini’nin kaleminden geçerken farklı, renkli ve polifonik bir şiirsellikle yeniden düzenlenmiş ve sözcükler adeta fabrikanın bantlarının işleyişinin ve yaşanan olayların dinamikliğinin ritmiyle yan yana dizilmiştir. Kitabın dili, içeriğiyle paralel akar. Aynı dalgalanmalar, girdaplar, kesintiler, hız ve tempo romanın şiirsel yapısıyla okura da yaşatılır. 45
"Belli bir ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık ve alçaklıkların, çirkin yöntemlerin bile geçerli olduğunu sanıyorsun. Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldur. Bugün attığın her adım, senin yarınki yaşamındır. Hiçbir büyük ereğe, kötü ve aşağılık yöntemlerle varılmaz. Yaptığın her toplumsal devrim bunun doğruluğunu gösterdi. Ereğe giden yolun kötülüğü, iğrençliği ya da insancıllıktan uzak oluşu, seni de kötü ya da insanlıkdışı yapmakta ve böylece ereğe varmanı da olanaksız kılmaktadır." Wilheim Reich