[anı] anılar farah pehlevi

Page 1


DÜNYA KITAPLARI 1 ANI

FARAH PEHLEVI

ANILAR

Fransızcadan Çeviren

Rukiye Öke


DÜNYA KiTAPLARI

293

Anı 1 2

Faralı Pehlevi- Anılar (Farah Pahlavi - Memoires)

Yayın Yönetmeni Feridun Andaç Sanat Yönetmeni Fatih Durmuş Fransızcadan Çeviren Rukiye Öke Editör Volkan Atmaca Grafik Uygulama Erdal Bayraktar Düzelti Mine Çerçi Dizgi Duygu Kaplan Teknik Hazırlık ve Basım Dünya Yayıncılık A.Ş. Birinci Basım Nisan 2004 ISBN: 975-304-1 88-8 ©XO Editions, Paris, 2003

Tüm haklan saklıdır. Bu kitabın ve içindeki fotoğrafiann yayın haklan Dünya Yayıncılık A.Ş. tarafından satın alınmıştır. Izinsiz kopyalanamaz, ahtarılamaz, çoğaltılamaz. Dünya Yayıncılık A.Ş. "GLOBUS" Dünya Basınevi 1 00. Yıl Mahallesi 34440 Bağcılar/lstanbul Tel: (02 1 2) 440 24 24 pbx Fax: (02 1 2 ) 440 23 671440 23 70 http://www .dunya.com e-posta: dunyayayincilik@dunya.com internet satış adresi: http://www .dunya.com


FARAH PEHLEVI

ANILAR

Fransızcadan Çeviren

Rukiye Öke

-

dünya kitaplan


Faralı Pehlevi, 14 Ekim 1938'de Tahran'da doğdu. Babası Sohrab Di­ ba, tran Ordusu subaylanndandı. Aynı zamanda Sorbonne'da hukuk eğitimi gördü. Diba (Farsçada "ipek" anlamına gelir) ailesinin kökenle­ ri Azerbaycan ve Hazar Denizi kıyısında yaşayan Kutbi hanecianma da­ yanır. Faralı Pehlevi, Tahran'daki jeanne d'Arc ve Razi okullannı bitir­ dikten sonra Paris'te mimarlık okudu. Mimariye duyduğu büyük sevgi, bütün yaşamı boyunca devam etti. 21 Aralık 1959'da !ran Şahı Muhammet Rıza Pehlevi ile evlendi. 1967'de kraliçe oldu ve !ran tarihi boyunca taç giyen ilk kadın unvanını kazandı. Evlenciikten sonra tüm ilgisini sosyal çalışmalara yöneltti. Kadınlann öz­ gürleşmesine, spor ve sanat faaliyetlerinin geliştirilmesine önem verdi. Eğitim, sağlık, kültür ve yardım konulu yirmi dört derneğin başkanlığını yürüttü. Sanata olan tutkusunun, tran'daki kültürel ortamın canlanması­ na büyük katkısı oldu. tranlı genç sanatçılan desteklemesi, eski gelenek­ sel sanatlar ve mimarlıkla ilgili müzelerin açılmasında itici güç oldu. Ülkede çıkan gerici ayaklanmalardan ötürü, Şah ile birlikte ülkesini terk etti. tran'daki şahlık rejiminin 16 Ocak 1979'da devrilmesinden sonra, Bahamalar'dan Meksika'ya uzanan geniş bir coğrafyada sürgün hayatı yaşadı. Ciddi bir hastalığa yakalanan Şah, 27 Temmuz 1980'de Mısır'ın Kahire şehrinde vefat etti. Rıza, Ferahnaz, Ali Rıza ve Leyla acilannda dört çocuk dünyaya getirdi. Kı­ zı Leyla, 10 Haziran 2001'de Londra'daki bir otel odasında ölü bulundu. 2003 yılında, 65. yaş gününü kutlayarak Anılar adlı kitabını yayımladı. Halen çocuklanyla birlikte Amerika'da sürgün olarak yaşamaktadır.


Çevirenin Önsözü Her çevirinin, çeviren için uygun soluk gerektiren ve ona çok şey öğre­ ten bir serüven olduğu kuşku götürmez. Farah Pehlevi'nin çarpıcı yaşamöyküsünün çevirisi bana, Atatürk Dev­ rimleri öncesindeki Anadolu'nun yaşamı ve gelenekleri ile çok benzer yanları olan komşumuz tran'ın acılarla ve derslerle dolu, pek iyi bilin­ meyen yakın tarihini öğrenme fırsatını verdi. Farah Pehlevi'nin kişisel öyküsü kadar, Şah döneminde gerçekleştirilen reformların bir karşı devrim süreciyle tümden yok edildiği dönemin hi­ kayesinin de okurlar için ibretle dolu olduğuna inanıyorum. Anılar'ı çevirmem için beni yüreklendirerek olağanüstü bir serüven ya­ şamamı sağlayan Sayın Didem Demirkent'e ve Sayın Feridun Andaç'a, uzun çeviri sürecinde ihtiyaç duyduğumda daima yanımda olan dos­ tum Anne-Marie Timonier'ye, lran tarihi, coğrafyası ve kültürüne iliş­ kin bilgi almak istediğim her defa, sorularımı doğululara has o incelik ve sabırla yanıtlayan Sayın Ferhat Haşempur'a, tıbbi terimierin ağır bas­ tığı bölümleri anlamama yardımcı olan ve gerekli düzeltmeleri yapan Profesör Doktor Sayın Yücel Tangün'e ve Profesör Doktor Sayın lnci Yıldız'a içten teşekkürlerimi sunarım.

Rukiye Oke



Aydınlığın düşmanlan tarafından katiedilenlerin anısına. Iran'ın bütünlüğü için yaşamlannı yitirenlerin anısına. Iran halkına. Çocuklanma. Şahıma olan sevgim adına.



Sen uçuşu hatırla, Kuş ölümlüdür. Ferruh Farukzade





man o 1979 Ocak sabahını hatırlasam aynı derin acı gelir,

yüreğime saplanır. Aylardan beri ateş ve kan içinde yaşayan başken­ timiz sanki aniden soluğunu tutmuş gibiydi, insanın içini daraltan bir sessizlik çökmüştü Tahran'ın üzerine. 16 Ocak günü ülkemizden ayrılıyorduk. Şah'ın geçici bir süre için çekilmesinin, ayaklanmanın yatışmasına katkısı olur düşüncesiyle yurdumuzu terk ediyorduk. Gitmek zorundaydık. Bu karar on gün önce alınmıştı. Resmi ola­ rak, sanki birkaç haftalık bir tatil için yurt dışına gidiyorduk. Şah du­ rumu halka bu şekilde bildirmeyi arzu etmişti. Ama zaman zaman bakışlannda okuduğum o derin keder, buna kendisinin de inanma­ dığını gösteriyordu. Ben de pek inanmıyordum ama tüm kalbirole ümit ediyordum. Yaşamının otuz yedi yılını halkına adayan bir insa­ nın gelecekte bir gün, milletinin güvenini tekrar kazanmaması bana göre olanaksızdı. Onun hükümdarlığı süresince Iran durmaksızın gelişme sağlamıştı. Ortalık yatıştığında herkes bu gerçeği elbette tes­ lim edecekti. Ben bu ümidimi muhafaza ediyordum. Bütün yaptıkla­ n anıınsanacak ve ona yapılan haksızlık giderilecekti. Kar yağmıştı. Gün doğarken, Elburz dağlarından esen sert rüz­ gar buz gibi kar tanelerini etrafa savuruyordu. Gece sakin geçmişti garip bir şekilde, öylesine sakin geçmişti ki Şah birkaç saat uyuya­ bilmişti, bu da az şey değildi! Geçen bir yıl boyunca Şah çok kilo kaybetmişti, olaylar onun içini yiyip bitiriyordu , bu da yetmezmiş gibi hastalık da kendisini zayıf düşürmüştü. Üstelik son haftalarda, sıkı yönetim yasalarına rağmen, her gece askerleri hiçe sayan ve bi­ naların çatılarına urmanınayı başaran göstericilerin kin dolu çığlık­ ları saraya, bize kadar ulaşıyordu: "Allahuekber!" "Kahrolsun Şah!" Bu hakaretlerden Şah'ı korumak için her şeyimi verirdim. Artık çocuklarımız yanımızda değildi. Küçük Leylaının aniden kapıyı açıp içeri dalışları, Ferahnaz'ın babasına biraz ürkek, sevgi do13


Anılar

lu bakışları, Ali Rıza'nın yaptığı ve eşimin her zaman şefkatle hoş gör­ düğü saçma sapan şakaları, gülüşleri. . . Bütün bunlardan yoksunduk. ··Saray ıssızlaşmıştı. Yirmi yıl boyunca bizi mutlu kılan bir aile yaşamı­ nın kesinlikle sonu demek olduğunu önceden hissettiğim için olsa gerek, çocukların gidişini son ana kadar geciktirmiştim. Büyük oğ­ lum Rıza Amerika'da savaş pilotu olmak için eğitim görüyordu. O za­ man on yedi yaşındaydı ve her gün bize telefon ediyordu. Amerikan televizyonlannın aktardığı şekliyle han'daki durum onu son derece kaygılandınyordu. Ülkenin çaresiz bir şekilde kaosa sürüklendiğini görmekle beraber, oğlumu yanştırmaya çalışıyor, onu dayanması ve bilhassa ümidini kaybetmemesi için ikna etmeye gayret ediyordum. Ülkenin hemen hemen her yerinde insanlar işlerini bırakmışlar­ dı, rafinerHer durmuş, ekonomi bozulmuştu. Her gün yeni gösteri­ ler yapılıyor, kinle dolu yeni kışkınınalar görülüyor, uydurma ha­ berler sel gibi akıyordu. Şah oğluyla, telefonda çok kısa konuşuyor ve o da babasına kaygısını hiç belli etmemeye çalışıyordu. Ve insan­ lar kaçıyorlardı. Her ay firma şefleri, mühendisler, araştırmacılar, devlet memurlan ülkeyi terk ediyorlardı. Kısa bir süre sonra biz de, karanlık güçlerin kesinlikle batırma kararı verdikleri bu gemide son "meşruiyetçiler" olarak yerimizi alacaktık. Çocukların hareketinden hemen önceki birkaç gün korkunç geç­ mişti. Henüz sekiz yaşında olan Leyla yaşadığımız, o insanı dehşete düşüren gerilimin pek farkında değil gibiydi ama on beş yaşındaki Ali Rıza ve on ikisinde olan Ferahnaz huzursuzluklarını gizlemiyorlardı. Büyük kızımızın, bahçenin parmaklıklan önünde uzun süre durdu­ ğunu ve sessizce boş sokaklan izlediğini görüyordum. Eskiden ara sı­ ra oynadığı, konuştuğu o neşeli çocuklan görernernek onu da şaşırtı­ yordu. Nereye kaybolmuştu bütün o çocuklar? Bu arada generaller, politikacılar, öğretim üyeleri ve bazı din adamlan birbiri ardına sara­ ya gelip, eşime düşüncelerini arz ediyorlardı. Bazılan barış yanlısı ve siyasal çözüm yollan öneriyorlar, bazılan ise vakit kaybetmeden or­ duya ateş açma emri vermesi için Şah'a yalvarıyorlardı. Ama o her de­ fasında "Bir hükümdar tahtını, yurttaşlannın kanı pahasına kurtarma­ ya kalkışmaz, bir diktatör bunu düşünebilir ama bir hükümdar bunu asla yapmaz!" diyerek hepsini kesinlikle reddediyordu. 14


Farah Pehlevi

Şah en akıllıca çözümün ülkeden uzaklaşmak olduğunu düşünü­ yordu ; böylece çocuklardan ayrılma kararını aldık Ferahnaz zaten bir ay önce, 1978 Aralık ortalannda ağabeyi Rıza'nın yanına, Ameri­ ka'ya gitmişti. Leyla ve Ali Rıza'yı da annemle birlikte, onların yanı­ na gönderdik Ali Rıza'nın, bütün kalbiyle bağlı olduğu hükümdar­ lık bayrağı ile muhafız alayı üniformasım yanına aldığını hatırlıyo­ rum. Onları tekrar ne zaman göreceklik acaba? Amerika önce bizi kabul edeceğini beyan etmiş, ancak sonra söylemini değiştirmişti; anlaşılan orada artık pek istenmiyorduk Cumhurbaşkanı Sedat'ın ülkesi dost Mısır bu nedenlerle ilk durağımız olacaktı. Çocuklarımız­ dan ne kadar uzaktık! O sabah kahvaltımızı ayrı ayrı yaptık Şah erkenden kalkmış ve her zaman yaptığı gibi çalışma odasına gitmişti. O kadar çok sevdi­ ği bu ülkede son saatlerini geçirmekte olduğunu düşünüyor muy­ du7 Bundan sonra ülkesine hiç dönerneyeceği acaba aklından geç­ miş miydi? Bugün bile bunları düşündüğümde yüreğim burkulur. Kişisel bazı eşyaları toplamak için öğleye kadar vaktim vardı. Ge­ ce çocukların resimleıi, aile albümleri aklıma gelmişti, onları geride bırakma düşüncesi beni tarifsiz bir sıkıntıya sokmuştu. Albümleri acele toplamalıydım. Geçmişte kalan mutluluğumuzun tüm anıları bu sayfaların içinde yaşıyordu. Başkaca neleri götürmeliydim? Öyle altüst olmuş bir ruh hali içindeydim ki, aniden şehir dışında giyme­ yi sevdiğim bir çift çizmeyi alıp ayırdığıını anımsıyorum. Gözüro çiz­ mdere takılınıştı çünkü bundan böyle istediğimiz kadar yürümeye zamanımız olacağını düşünmüştüm. Cesaretimizi kaybetmemek ve dengemizi korumak için yürümek son derece önemliydi. Evet, bu çizmeler benim en değerli dostlarım olacaktı. Onları beraberimde götürme fikri garip bir şekilde beni rahatlatmıştı. Birkaç gün sonra onları bir valizin içinde görünce kendi kendime acı acı güldüm. Bu tür çizmelerin dünyanın her yerinde bulunduğunu nasıl olup da ak­ lıma getirmemiştim yarabbim! Ne tür bir ıssız ve dondurucu sürgü­ ne doğru yol alıyorduk? Sonra kütüphaneyi dolaştım, en sevdiğim kitapları, İran'da ve dünyanın her yerinde tanıdığım şairlerin, devlet başkanlarının ve yazarların bana ithaf etmiş oldukları kitapları ayırdım. Saray çalı15


Anılar

şanlarından bana yardım etmeye gelen birisiyle birlikte benim çalış­ ma odamdaydık. "Minyatürler sizin, Majeste. Onları alınız!" dedi bana. Büyük bir hüzünle bu adama baktığıını hatırlıyorum. "Hayır, olmaz, hepsi kalmalı. Bu biblolardan hiçbirini götürmek istemiyorum." Kararsızdım; bir taraftan bir gün geri döneceğimizi ümit ediyor, diğer taraftan da gözümün önüne gelen bir görüntüyle irkiliyordum: öfkeden çılgına dönmüş göstericilerin saraya girdiklerini, dolapları­ mızı, çekmecelerimizi yağmaladıklarını görüyordum. Her ne pahası­ na olursa olsun, hiç kimsenin değerli eşyalarımızı beraberimizde gö­ türdüğümüzü düşünmesini istemiyordum! Yalnızca ülkemizin iyili­ ği için durmadan çalıştığımızı biliyorduk ve ülkemizden başımız dimdik ayrılıyorduk. Evet, bazı hatalar yapmış olabilirdik ama her zaman yalnız ülkemizin yararını düşünmüştük Bazı hükümdarlar ve devlet başkanları tarafından bize sunulmuş olan birkaç değerli armağanı ve bazı kişisel eşyaları almaları için bir gün önce müze sorumlularını çağırmıştıın. Hiç olmazsa bu eşyalar çalınamayacaktı. Onların maddi değerinin benim için bir önemi yoktu. Insanın arkasından, ruhundan bir parça bırakır gibi isteye­ rek, bilerek terk ettiğim geleneksel tran kıyafetlerim dahil, diğer her şeyin, resimlerin, kişisel eşyalarımızın, halıların vb. öylece yerlerin­ de kalmasını istiyordum. Yağmalamaya ve kötü niyetli girişimiere önlem olarak televizyondan birkaç görevliyi, sarayın içini filme al­ maları için davet etmiştim. Ayrıca yerli ve yabancı gazetecileri de ça­ ğırmıştım. Bizim hayatımız İran'ın kaderiyle iç içe geçmişti ve bu­ gün kişisel eşyalarımızın ülkemizden hiç ayrılmamış olmasından ötürü gurur duymaktayım. Duygusal açıdan son derece yoğun anlar, Tahran kışının sert ışı­ ğında parkın ağaçlarını seyrederken dalıp gitmeler, o kadar yoğun yaşadığımız, bize ait sıcacık anılarla dolu alanlar arasında, son saat­ ler çok çabuk aktı gitti. Bu halet-i ruhiye içindeyken, Amerika'daki Ferahnaz'ı aradığıını hatırlıyorum. Aniden, onun bir ay önce, odası­ na ve genç yaşına ait mutluluklara yeniden kavuşacağına emin ola­ rak gittiğinin ayırdına vardım. Zavallı çocuk! Bu anıları yazdığım şu 16


Farah Pehlevi

ana kadar lran'ı bir daha göremeyecegi hiç aklına gelir miydi? Ona ne istedigini sordum:

.. "Iyi düşün, Nanazcığım, özellikle almaını istediğin bir şey var

mı? Söyle . . .

. .

"

Kızımın, o zamanlar, İran'da çok beğenilerı bir şarkıcı olan. Set­ tar'ın, odasının baş köşesinde duran resmini istediğini duyunca şa­ şırdım. Başkaca hiçbir arzusu yoktu. Öyle sanıyorum ki, benim çiz­ melerim gibi, bu afiş de onu rahatlatacak, bilinçaltında daha sonra yaşayacağını sezdiğim mutsuzluğu hafifletecekti. Rıza'ya gelince, o, sarayda özel bir dairede oturuyordu; Ameri­ ka'ya gittiginden bu tarafa bir senedir pancurlar kapalıydı. Büyük bir muhabbetle sakladığım çocukluk giysileri , ilk kelimelerini, ilk adım­ larını kaydettiğİrniz kaseti, fotoğraf albümleri, tüm anıları orada du­ ruyordu. Oğlumu aramayı akıl edemedim, her şeyi bıraktım. Bugün benim için hazine değerinde olan bu eşyalara tekrar kavuşmayı ne kadar isterdim. Öğle olmak üzereydi. Şah çalışma odasına kapanmıştı, sarayın içindeki hava her geçen dakika biraz daha ağırlaşıyordu. Şaşkın bir halde koşuşturup duran, kadın erkek saray çalışanlarını anımsıyo­ rum. En yaşlılan eşimin babası Rıza Şah'a hizmet etmiş kimselerdi; bazılan ise yirmi yıl önceki evlilik törenimizde hazır bulunmuş ki­ şilerdi. Ve hepsi de bizim ülkeyi terk edecek olmamızdan altüst ol­ muş durumdaydılar. Alışık almadığımız bir sessizlik içinde gidip geliyorlardı, adeta dilsiz gibi dolaşmalarından, artık hiçbir ümitleri kalmadıgını seziyordum. Böyle ayrılıp gidemezdik, güvenlerini yi­ tirmememiz gerekiyordu. Bizi uğurlamak için toplanmışlardı. Iran'ın uzun tarihindeki acı dönemlerinden birini daha yaşamaya hazırlandığımızı onlara anlat­ maya çalıştım; ilkbahar geldiğinde yeniden buluşacağımızı ve Şah'ın dönüşünü kutlayacağımızı söyledim. Esasında, korkunç bir kabu­ sun ülkenin geleceğini nasıl karartacağını o anda kim bilebilirdi ki? Gözyaşlanmızı içimize akıtıyorduk. Bazılan kendilerinde gülümse­ me gücünü buldular. Her birine değerli bir eşya, kendi mücevherle­ rimden birini ya da biraz para verdim. Uzun bir ayrılış dönemi ön­ cesinde bağlarımızın güçlü olduğunu göstermek istiyordum. 17


Anılar

Nihayet Şah geldi. Onu görünce hepsi aglamaya başladılar. Duy­ gulanna her zaman son derece hakim olan Şah heyecanını saklamak­ ta zorlanıyor gibiydi. Birkaç küçük sözle, ayrı ayrı her birinin gönlü­ nü almaya çalıştı. Birçoğu, hıçkınklar içinde, kendilerini bırakmama­ sı için yalvardılar. Bizi Mehrabad Havaalanı'na götürecek olan iki he­ likopterin hazır olduğu bildirildiğinde, saray çalışanlan hemen mer­ divenlerde sıralandı. Artık gidiyorduk, eşyalanmız önceden götürül­ müştü. Bazılan ellerini uzattılar, perişan yüzleıi gözümün önündedir. Şah hepsini son kez selamladı, ben de bana en yakın olanlan kucak­ ladım. Sonra, pervanderin gürültüsü arasında sarayın, şehrin evleri­ nin arkasında kaybolduğunu gördüm. Güvenlik mensuplarını taşıyan helikopter eşliğinde kraliyet pavyonuna indik. Çok sert esen dondu­ rucu rüzgar altında titreşen, birbirine sokulmuş subaylardan ve bazı sivillerden oluşan küçük bir grup pistte bizi bekliyordu. Esasında Şah hepsinden bu çetin günlerde Mehrabad'a gelmemelerini, görevlerinin başlannda kalmalarını istemişti. Her zaman jet gürültüleriyle sarsılan havaalanı aniden bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Grev yüzünden yerde hareketsiz kalan uçakların görüntüsü iç karartıyordu. Bomboş gökyüzünde sadece Elburz tepelerinden esen rüzgarın inatçı ıshğı du­ yuluyordu. Eşim gergin ama dimdik, birkaç dost ve sadık yakınını selamladı. O anda muhafız alayından bir subay, Şah'ın ayaklarına kapanarak git­ memesi için yalvardı. Her zaman kendine hakim olan Şah'ın, onu kal­ dırmak için eğildiğinde gözlerinin bugulandıgını gördüm. Ağladıkla­ rını gizlemeyen birçok subay da kendisinden, ülkeden ayrılmamasını istirham ettiler. Şah, Genelkurmay Başkanı ile özel ve kısa bir konuş­ ma yaparak vedalaştı. Iranlı gazeteciler de biraz geriden, şaşkın bir durumda bu töreni izliyorlardı. Yabancı basın davet edilmemişti. Kı­ sa bir süre sonra, Şah gazetecileri fark edip onlara doğru yöneldi. Hü­ kümetin başına Şahpur Bahtiyar'ı ataınıştı ve tam o sıralarda başbakan mecliste güven oyu almayı bekliyordu. Şah, kararını meclis kısmen onaylamadan ülkeyi terk etmek istemiyordu. Gazetecilere: "Hükümet kurulduğunda söylediğim gibi kendimi yorgun hissediyorum ve dinlenıneye ihtiyacım var, işler yoluna gir­ diğinde ve hükümet göreve başladığında bir seyahate çıkacağıını da söylemiştim. lşte bu yolculuk şimdi başlıyor" dedi. 18


Farah Pehlevi

Ben de ülkemizin uzun tarihi boyunca bazen zor anlar yaşadığı­ nı ama Iran kültür ve kimliğinin her şeyin üstesinden geleceğine ke­ sinlikle emin olduğumu ifade ettim. lşte en sonunda "yolculuğa" çıkıyorduk. Insanların kendine gel­ mesi ve kinin yatışması için zaman gerekiyordu; biz de bir süre göz­ lerden uzak kalarak onlara bu zamanı veriyorduk. Birkaç hafta son­ ra insanlar anlayacaklardı. . . Evet, inanmak, geleceğe inanmak gere­ kiyordu. Ne olursa olsun, ümitsizliğe boyun eğmek istemiyordum. Istırap dolu bir gerilim içinde geçen birkaç dakikadan sonra Şah'a, meclisin Şahpur Bahtiyar'ın başbakanlığını onayladığı bildi­ rildi. Kendisi helikopterle havaalanına gelmekteydi. Kısa bir süre sonra Bahtiyar'ın eğilerek helikopterden indiğini, bıyıklarını d üzeltip pavyon merdivenine doğru yürüdüğünü gördük. Meclis Başkanı Cevat Said onunla birlikteydi. tkisi geldi, önümüzde eğilip bizi heyecanla selamladılar. Eşim yumuşak bir sesle Şahpur Bahtiyar'a "Şimdi her şey sizin elinizde. Başaracağınıza inanıyor, lran'ı size, sizi de Tanrı'ya emanet ediyorum" dedi. Otuz yedi gün sonra Şahpur Bahtiyar, Ayetullah Humeyni'nin ata­ dığı birinci lslam Hükümeti tarafından devrilecek ve ölümden kurtul­ mak için tran'dan kaçmak zorunda kalacaktı. Her yola çıktığımızda, geleneksel duaları okumak için daima ha­ zır bulunan Tahran'ın Cuma lmaını Doktor Hasan tınani bu defa bi­ zimle birlikte değildi. Sonradan, bize çok yakın olan bu din adamı­ nın, uğurlamaya gelmernek suretiyle bizi kınadığını, gidişimizi onay­ lamadığılll göstermek istediği iddia edildi. Acı gerçeği bir süre sonra öğrendik: Cenevre'de hastaneye kaldırılmıştı. Birkaç hafta sonra öl­ düğünü duyduk. Artık gidebilirdik. Rüzgara karşı yürüyerek resmi ziyaretler için kullandığımız "Şahin" isimli mavi beyaz Boeing 707 uçağımıza ulaş­ tık Merdivenin altına gelince Şah döndü, bizi izleyen küçük grup durdu. Yüz yüze geldiğimizde saklanması güç bir heyecan yaşadığı­ mızı anımsıyorum. Bizi uğurlamaya gelen subaylar, pilotlar, saray erkanı, saray muhafız alayı mensupları cesaretlerini kanıtlamış in­ sanlardı. Ancak, yine de o anda tanımlanması güç bir üzüntü içinde 19


Anılar

Şah Muhammet Rıza ile Farah Pehlevi'nin Gülistan Sarayı'ndaki tablosu.

oldukları görülüyordu. Gözyaşlarına boğularak birer birer Şah'ın eli­ ni öptüler. Esasında bizim gitmemizi talep eden Şahpur Bahtiyar'ın da gözleri sulanmıştı. Şah daha sonra anılarını yazdığı kitabında!, "Yurdumdan ayrılır­ ken bana sadakatlerini gösterenler beni çok duygulandırmıştı; hıç­ kırıklarla bölünen, insanın yüreğine bıçak gibi saplanan bir sessiz­ lik hakimdi ortama" diye yazacaktı. Nihayet bizimle gelmek isteyen birkaç kişiyle birlikte kendimizi uçağın içine attık. Protokol şefi Emir Aslan Afşar, babası Ebulfeth Atabey, eşimden önce sırasıyla Ahmet Şah ve Rıza Şah'a hizmet eden Kambiz Atabey, bizim özel güvenliğimizi sağlayan iki albay Kioumars Cihanbini ve Yazdan Nevisi ile muhafız subayları bunlar arasındaydı. Ayrıca uzun zamandan beri hizmetimizde olan başka insanlar da var­ dı. Sarayda son anda etrafımda hiçbir kadın bulunmadığını fark et­ miş ve dört çocuğumuzun doktoru olan akrabalarımızdan Doktor Li­ oussa Pimia'ya, sonu belirsiz bu yolculuğa benimle gelmeyi isteyip isı. Muhammet Rıza Pehlevi, Tarihe Yanıt, Albin Michel Yayınevi, Paris, 1979. Şah'ın anı ları ile

ilgili bütün referanslar bu eserde bulunabilir. 20


Farah Pehlevi

temediğini sormuştum. Hemen kabul etmiş, arkasında ailesini bıra­ karak, sadece elbiselerini koyduğu küçük bir valizle bize katılmıştı. Aşçımız da bizimleydi. lran'ı, alışık olduğu mutfagı bir daha göreme­ yeceğini sezdiğinden olsa gerek, son derece titiz olan bu adam, yanı­ na kocaman bakır tencerelerini ve çuvallar dolusu nohut, pirinç ve mercimek almıştı. . . Kısaca, herkes bir şeylere tutunmaya çalışıyordu. Uçağa biner binmez Şah kumanda bölümüne oturdu. Bu, öteden beri en büyük zevklerinden biriydi. Böylece, yaşadığı bitkinliğe rağ­ men, hatta belki de bu çöküntü yüzünden kendisini sonsuza dek Iran'dan uzaklaştıracak, yakınlarından söküp alacak olan bu seya­ hatte uçağı kendisi şahsen kullanmak istiyordu. Yaşadığımız olayla­ rın yoğunluğundan şaşkına dönmüştüm ama için için de direnmeyi bırakmadığırndan ötürü kendimle gurur duyuyordum. Uçağımızın havalanışı ile ilgili başkaca bir amın yok. Iran hava sahasında uçtuğumuz sürece eşim uçağı kullanmaya devam etti. Sonra, kumandayı pilotlara bırakarak yanımıza geldi. İş­ te o zaman tarihin bizi içine ittiği uçurumu tüm derinliğiyle hisset­ tim. Hemen o anda direnmek için bir şeyler yapmaz, bazı girişim­ lerde bulunmazsam aklımı kaçıracaktım. Dünyaya zavallı ülkeme yardım çağrısında bulunmayı düşündüm. lsyancılara karşı olan, an­ cak savunma olanakları bulunmayan pek çok kişiyi arkamızda bı­ rakmıştık, yakında mutlaka peşlerine düşülecekti. Onlara acilen yardım ulaştırmak gerekiyordu, bize yakın olan devlet başkanlarına haber verilmeliydi. İçlerinden bazılarına mesaj göndermek için he­ men Şah'tan izin istedim. Bana garip bir şekilde baktı, sonra isteme­ ye istemeye razı oldu. Afşar Bey'in yardımı ile bu çağrılan kaleme al­ dım. Sonra, ilk kez, Mısır'ın güneyinde Assouan'a doğru uçarken, heyecanla bir defterin ilk sayfalarını karalamaya başladım. Bu defte­ ri on sekiz ay boyunca, Şah'ın ölümüne kadar yanımdan ayırma­ dım. Aşağıya o defterden birkaç satırı aktanyorum:

"16 Ocak 1979. Sarayda durum korkunçtu, çok korkunçtu. Yapılması gereken son iş­ ler, telefonla aranması gerekenler, çevredeki insanlan n hıçkınk!an. . . 21


Anılar

Umutsuzluğa kapılmamalı, ağlamamalıyım, güven vermeliyim. Tüm yaşamımı arkamda bırakıyorum, geri dönme ümidimi muhafaza ediyorum ama aynı zamanda ÜzÜntüden göğsüm daralıyor. Sarayda ayaklanmıza kapanan, yalvaran, sorular soran insanlar: 'Nereye gidiyorsunuz? Ne za­ man döneceksiniz? Niçin bizi terk ediyorsunuz? Bizi öksüz bırakmayın. . . '

'Hayır, ayağa kalkın, Iann'ya güvenin. Siz subaysınız, ağlamarnanız gerekir' dedim. Ben içimden ağlıyordum ama onlar görmüyorlardı. 'Helikopterden inerken gülümsemeli, doğru sözcükleri bulmalı, da­ ima güçlü olmalıyım. Eminim ki ulusal birlik bu durumun üstesinden ge­ lecek, ben Iran halkına güveniyorum. ' Gazetecilere söylediklerim bunlar­ dı. Içlerinden birisi bana 'Tann yardımcınız olsun!' diye Jısıldadı. Sonrçı herkes uçağa yöneldi. Orada insanlar Şah'ın önünde diz çöktüler. Eşim perişan olmuştu, gözleri yaşla doluydu. Pilotlar, subaylar, gazeteciler, muhafızlar, herkes hıçkırarak ağlıyordu. Bomboş gökyÜzÜne yükseldik. Her şeyi kaybettiğim duygusu içimi kor­ kunç bir şekilde acıtıyor. Çocuklanm, dostlanm, ülkem . . . yüreğim param­ parça! Bu sonu, belirsiz yolculuğa çıkmaktansa yurdumda ölmeyi tercih ederdim. Sonu bilinmeyen bu yolculuk bizi nereye götürecek? Kalbirn bu ka­ dar parçalanmışken, yaşamaya, soluk almaya nasıl devam edeceğim?" llk gençlik yıllanmda gelecegimi düşünürken, kendimi kültürlü, gurur duyacağım bir erkeğin yanında hayal ederdim. Gitgide daha çok sayıda kadının İran'ın gelişmesine katkıda bulunmak için seferber ol­ dukları bir dönemde, SO'li yılların sonunda, öğrenimimi bitinneden önce evlenmeyi düşünmüyordum. Günün birinde ülkemizin en büyük insanı ile evlenmek aklımın köşesinden bile geçmezdi. Şah'a bir gün: "Niçin beni seçtin?" diye sormuştum . . . O da hafif bir tebessümle şu cevabı vermişti: "llk karşılaşmalanmızdan birinde, bir öğleden sonra yedi taş* oynamıştık, hatırlıyor musun? Oldukça kalabalıktık Taşların çoğu hedefe ulaşmadan düşüyordu, sen de çok nazik bir şekilde hemen koşup oyuncuların taşını topluyordun. Seni daha önceden de be­ ğenmiştim ama o gün doğallığını sevdim." ---··------·--

*

Çevirenin Notu. Iran'da bugün de çok yaygın olan; iki ekip, yedi taş ve bir topla oynanan bir oyun. 22


Birinci Bölüm



c&e

bekliğime ait ilk anılarıının tanığı, mutluluktan uçan baba­

mın kendi elleriyle resimler yapıp notlar aldığı, her satırından sevgi taşan bir defter olmuştu. Babam bu deftere kilomu, ilk gülüşlerimi, ilk sözcüklerimi ya da sözcük kabul ettiği sesleri kaydetmiş. Mutlu­ luktan havalarda dolaştığı apaçık görülüyor ve sonra birdenbire se­ vinci en koyu bir kabusa dönüşebiliyor; işte beşinci sayfada yazdık­ ları: "Bu cuma hayatıının en üzüntülü günlerinden biri: Faralı soğuk almış. Sersem bakıcısı gereken özeni göstermemiş. Hastalandığını öğrendiğimde Tahran'ın merkezindeydim, hemen bir arabaya atla­ yıp Şemiran'a gittim. Bebeğim uzanmış yatıyordu , çok kötü görünü­ yor ve güçlükle nefes alıyordu. Annesi ağlamaktaydı. Sonunda Dok­ tor Tevfik geldi, kızıının şiddetli bir anjin geçirdiğini söyledi. Fa­ rah'ın ateşi yüksekti. Bütün gece ona korupres yaptık, sabaha kadar gözümüzü kırpmadık." Babam, burada beni yatakta, alnımda büyük bir kompresle gös­ teren bir resim yapmış; üzerimde kocaman bir soru işareti var. Ba­ na, kendi kendine "Kızım acaba yaşayacak mı?" diye soruyor gibi geldi. Babam, solumda annemi gözyaşı dökerken, öbür tarafımda kendisini, başı ellerinin arasında düşünürken çizmiş; üzüntüsü yü­ zünden açıkca okunuyor. Birkaç gün sonra durumum düzelmiş. Babam 'Tanrı'ya şükürler olsun, Farah iyileşiyor ama bizim gözlerimiz ağlamaktan kan çana­ ğına döndü" diye yazmış. 1939 yılında dünyaya geldim. Tahran'ın kuzeyinde, yüzyılın ba­

şından kalma, bahçeli bir evde oturuyorduk. Ben bu evde büyü­ düm. Dayım Muhammet-Ali Kutbi ve karısı Louise de bizimle bir­ likte yaşıyorlardı. Annemle babamın ve dayımla eşinin giriş katmda büyük birer yatak odaları vardı, oturma odası ortak kullanılıyordu. lran'da adet olduğu üzere , misafir ve yemek odaları birinci kattaydı 25


Anılar

ve sadece misafirler veya davetliler geldiğinde kapıları açılıyordu. Babamın çalışma odası da aynı kattaydı. Ben doğmadan altı ay önce dayımlann bir oğlu olmuştu. Kuze­ nim Rıza ile birlikte büyüdük. Gülümsediğim ilk çocuk yüzü onun­ ki olmuştu. tık adımlarımızı birlikte attık ve Rıza, benim hep özle­ mini duyduğum erkek kardeşim oldu. Çok sonraları annem ve babamın bir çocuk sahibi daha olmayı istediklerini ancak tkinci Dünya Savaşı'nın Iran'daki dramatik so­ nuçları yüzünden bu düşüncelerinden vazgeçmek zorunda kaldık­ larını öğrendim. Ülke ı 94 ı Ağustos'unda Ingiliz ve Sovyet birlikle­ rinin işgali altındaydı ve durum dört yıl boyunca hiç de umut veri­ ci görünmüyordu. Böylece tek çocuk olarak kaldım, anne ve babamın göz bebeğiy­ dim. Babamın hep benim için kaygılandığını, hastalanmamdan çok korktuğunu anlatmışlardı. O dönemde bazı aşılar henüz Iran'da bu­ lunmadığı için, önlem olarak, bana dakunulmasını ve özellikle be­ ni öpmelerini yasaklamıştı; ama bütün bunlar yine de bütün çocuk hastalıklanna yakalanmaını engelleyememiş, o başka. Zaten büyü­ dükçe bağımsızlığımı kazanıyordum, babam da başka çocuklarla oynamaını artık pek yasaklamıyordu. Ailemin dışında bana en yakın olanlar evdeki insanlardı: büyük bir sevgiyle bağlı olduğum, cana yakın ve espri küpü dadım Münev­ ver, aşçı, annemin hizmetçisi ve ufak tefek işlere bakan iki kişi da­ ha. Rıza ve ben bütün bu insanları çok seviyorduk, onlar bizi daha çok seviyorlar ve aşırı şımartıyorlardı. Hepsi de bahçenin öbür tara­ fında bulunan, yeni bir binada oturuyorlardı. Anne-babalarımız ev­ den çıkar çıkmaz hemen onların yanına giderdik. Bizi dizlerine oturtur, öyküler anlatırlardı. Bazen korkunç olan bu öykülerden, dünyanın, bize annderimizin anlattığından çok daha gizemli ve ür­ kütücü olabileceğini anlardık. Personelin kaldığı bu binanın bir bölümünü kiler gibi kullanı­ yor; fasulye, nohut, pirinç, şeker, badem, yağ gibi besinleri aylarca burada saklıyorduk. Bir gün kilere erzak almak için girdiğinde fare­ lerle karşılaşan annemin avazı çıktığı kadar bağırdığını anımsıyo­ rum. Aşçı hemen yardımına koşmuştu. Rıza ile ben de fırsattan ya26


Farah Pehlevi

rarlanıp, heyecanla onun peşinden koşarak hiç bilmediğimiz, binbir kokuyla dolu bu kilere dalmıştık. Anne-babalanmızın gözünde tehlike ve hastalıklada dolu olan dış dünyanın uğultusu, bahçenin yüksek tuğla duvarlannın üstün­ den bize ulaşıyordu. Genelde sokağa çıkmamız yasaktı ama büyük­ Ierin evde olmadığı zamanlar sundurmanın eski basarnaklanna otu­ rup, parmaklıkların arkasında, yoldan geçen insanlan seyrederdik. Ülke işgal altındaydı ve yaşam hiç de kolay değildi. Bazen büyükle­ rin, kuzeydeki tehlikeli komşumuz SSCB' de, uzaklarda, dağların ar­ dındaki savaştan söz ettiklerini duyardık. Ingiliz askerlerinin ciple­ ri de her zaman dikkatimizi çekerdi. Pek çok dilenci düzenli olarak bizim eve uğrardı. Kendilerini isimleriyle tanırdık Büyükler de on­ ları düşünerek hiçbir şey atmazdı. Geldiklerinde yalnız yiyecek de­ ğil, giysi, hatta çocukları için oyuncak bile verirdik Yazın sokak, dışarıda oynarnalarına izin verilen çocuklarla doluy­ du, biz de parmaklıkların arkasından onlarla çene çalardık O dö­ nemlerde araba sahibi olmak gerçek bir ayrıcalıktı; genelde insanlar faytonlarla dolaşırdı. Çocukların en sevdiği oyunlardan biri de, be­ dava gezebilmek için arabanın arkasına asılmaktı; bu bizi mesteden bir görüntüydü. Yayalar "Arkada biri var" diye bağırırlar, arabacı da kamçısını havada şaklatıp arkadaki kaçak yolcuya savururdu. Bize de soluğumuzu tutup bu sahneleri izlemek düşerdi. Sokakta gördükletim arasında beni büyüleyenler özellikle, sey­ yar satıcılardı. Eşek sırtında veya kendi yaptıkları renkli resimlerle süsledikleri arabalarda, ya da başlarının üstünde ustalıkla taşıdıkla­ rı büyük sepetler içinde bize mevsim meyvelerini getirirlerdi. Kışın mandalinalar, portakallar, fırında pişirdiğimiz pancarlar; sonra sa­ bırsızlıkla ilkbalıarı beklerdik, çilekleri, yeşil erikleri, çağlaları tat­ mak için. Satıcılar diri kalmaları için turpların, taze soğanların, na­ ne, tarhun otu ve fesleğenlerin üzerine devamlı su serperlerdi. Ni­ hayet Tahran'ın her zaman çok sıcak geçen ilk yaz günlerinde kiraz­ lar, mis kokulu elmalar, kayısılar, daha sonra da kavunlar, karpuz­ lar gelirdi. Ve elbette dondurma satıcıları! Biz bütün bunlara bayıl­ sak da satıcılara yaklaşmamız yasaktı. Büyükler sırayla, düşünülebi­ lecek her türlü mikropla dolu bu dondurmaların sağlığa ne kadar 27


Anılar

zararlı olduğunu anlatmaya çalışırlardı. Yine de Rıza ile beraber tav­ şan gibi kapının üstünden atlayarak kağıt helva arasındaki bu nefis zehiri yediğimizi unutmadım. Sokağın tozuyla kaplı oldukları için horoz şekeri dediğimiz emme şekerleri de bize yasaklamışlardı. Ancak gerçek tehlike sudan geliyordu ; su şehirde çok değerliydi ve o dönemin Tahran'ında yaşamın akışını adeta su satışı belirliyor­ du. Şehri besleyen sadece iki kaynak olduğundan, içilebilir su çok azdı. Atların çektiği tüm şehri gezen samıç arabalar bize de su geti­ riyordu. Seyyar sebze satıcıları gibi sucular da geldiklerini haber vermek için, kendilerine has şarkılarını söyleyerek seslenirlerdi. He­ men testiler çıkarılır, saka da onları birkaç kuruş karşılığında dol­ durup giderdi. Temizlikte ve ev işlerinde kullamlan su Tahran'ın kuzeyindeki Elburz dağlarından geliyor ve küçük açık kanallardan oluşan ilkel bir şebeke bütün sokaklara su sağlıyordu. Bu bulanık suyu almak için her semte belirli bir gün ayrılmıştı. Küçük engeller yardımıyla suyun akış yönü değiştiriliyor, böylece suyun birkaç saat boyunca evlerin altındaki samıçiara ya da bahçedeki, avludaki havuzlara ak­ ması sağlanıyordu. Bizim evde hem samıç hem de havuz vardı. Ha­ vuza akan suda, yukarılardan sürüklenerek gelen karpuz kabukları­ m, kuru yaprakları, sigara izmaritlerini, küçük tahta parçalarım il­ giyle izlerdim. Birkaç gün sonra tonular dibe çöker, su tavan arasın­ daki bir samıca pompalanarak mutfakta ve banyocia kullamlırdı. Samıca atılan kireç kaymağına rağmen suyun içinde kurtçuklar kaynardı bu yüzden, bize musluklardan asla su içmememiz gerek­ tiği durmadan tekrarlamrdı. Sokağın bizi büyüleyen karmaşası arasında bazen oyuncak satı­ cısının sesi de duyulurdu. Çocukların hayallerini süsleyen her türlü oyuncak, başının üstünde taşıdığı sepetinin iki tarafında salkım sa­ çak diziliydi. Tahta veya pişmiş topraktan kavallar, rengarenk kağıt fırıldaklar, balonlar, çatapatlar, çalparalar ve benzeri oyuncakların hepsi biz çocuklar için hazine değerindeydi. Ara sıra satıcıdan bize oyuncak alınsa da genellikle oyuncaklarımızı kendimiz yapıyorduk, bazen evde çalışanlar da bize yardım ediyordu. Bebeklerimizi araba niyetine ayakkabı kutularında gezdiriyorduk. Erkek çocuklar eski 28


Farah Pehlevi

bisiklet tekerleklerini çember gibi çeviriyorlardı. Kaykaylarımızı da büyük bir ustalıkla, oradan buradan topladıkları parçalada yapıyor­ lardı. . . Benim hazinernde iki harika oyuncak vardı: "Anne" diyen bir bebek ve sahibine ayrıcalık kazandıran BSA marka, gerçek Ingiliz malı bir bisiklet. Oyuncak satıcısından başka bazen "seyyar sinema" aynatıcısı da ortaya çıkar ve bir sihirbaz gibi bizi büyülerdi. Parlak bakırla kaplı ku­ tusunda dört adet göz deliği vardı. Çocuklar parayı verip gözlerini bu delikiere dayadıklarında, adam inanılması güç, hankulade bir öykü eşliğinde resimleri ve şekilleri gösterirdi. Sesi de öykünün heyecanlı ya da komik oluşuna göre değişen tonlara bürünürdü; şarkı söylediği de olurdu. Kelime anlamı "Avrupa kenti" (Shahre Farang) olan bu bü­ yülü kutunun cazibesine bizim karşı koymamız olanaksızdı. Oysa tra­ homaya yakalanmamızdan korkan ailemiz bize bu sihirli kutuyu da yasaklamıştı. Trahomanın o korkunç bakterisi çok çabuk göze bula­ şıyor ve birçok çocuğun kör olmasına neden oluyordu. Rıza ve ben şans eseri trahomaya yakalanmadık ama ben "Şark Çıbanı"ndan kurtulamadım. Bu trahoma kadar tehlikeli bir hastalık olmamakla beraber, çıbana neden olan sineğin bıraktığı iz ömür bo­ yu kalıyor. Benim çıban izim sağ elimin üzerindedir. Felaketi yine de ucuz atlattığımızı düşünen babam, doktordan kalacak izin kü­ çük olması için elinden geleni yapmasını rica etmiş. Ona: "Belli ol­ maz, Doktor Bey, belki de günün birinde insanlar kızıının elini öpe­ cekler. . . " dediğini annem bana anlatmıştı. Sokakta beni cezbeden o kadar çok şey olmasına karşın, en bü­ yük mutluluk yazın Tahran'dan ayrılıp Elburz yamaçlarında kurulu Şemiran'a gitmekti. Böylece şehrin insanı bunaltan, cehennem gibi sı­ cağından, tozundan kurtuluyor, tepelerin temiz havasını soluyabili­ yor, akşamları da keyif veren bir serinliği hissediyorduk. Bugün Şe­ miran, Tahran'ın kuzeyinde zenginlerin oturduğu, çok gözde bir say­ fiye kentine dönüştü. Ben çocukken şehir merkezine oniki kilometre uzaklıkta, bin sekiz yüz metre yükseklikte kurulu, küçük sevimli bir kasabaydı. Bu cennet köşesinde iki aylığına bir villa kiralıyorduk. Ke­ yif daha yolculukta başlıyordu. Hepimiz babamın büyük Ford araba­ sına sıkışıyorduk, hizmetkarlar da faytonla peşimizden geliyorlardı. 29


Anılar

Sanki bir kervanda, bir yere göç ediyor gibiydik. Kocaman çınarlar­ la, küçük sarı gül fidanlarının arasından kıvrılarak giden bu yola ba­ yılırdım. Annemler topladıkları gonca güllerden reçeller yaparlardı. Şemiran'da evleri olan pek çok akraba ve arkadaşla buluşurduk. Onlarla ara sıra eveilik oynadığım olurdu ama bu pek uzun sürmez­ di. Ben daha çok erkek çocuklar gibi yakan topu, saklarobaçı ve eşek sırtında veya yürüyerek dağda bayırda dalaşmayı sever, öğle uyku­ sundan kaçmak için mümkün olan her şeyi yapardım. Ellerim çarnu­ ra bulanarak toprakla ev yapmaktan hoşlanır, taze ceviz kırar, par­ maklarıının simsiyah olmasına aldırmazdım. Elimizi karadut yaprak­ larıyla temizlediğimizi hatırlıyorum. Bayıldığım şeylerden biri de ağaçlara tım1anmaktı. Hepsi benim dostlarımdı. Armut, elma, ceviz, döngel, dut ağaçlarını tek tek tanırdım, bazen bir ağacın tepesine çıktığımda oyunu bile unutur, imneyi hiç aklıma getirmezdim. Dal­ ların uygun bir yerine örtü koyarak kendime bir yuva yapıp oturur­ dum; gökyüzünün sonsuzluğuna dalar, hayaller kurardım; akşam olur, evdekiler beni göremeyince kaygılanırlardı. Şemiran'da akşamlar son derece güzeldi. Hepimiz ailece köy mey­ danında toplanırdık. Şiş kebap, közlenmiş mısır, taze ceviz, her tür­ lü kurabiye, şekerleme satıcıları da orada olurdu. Dondurma burada artık yasak değildi. Ana-babalar gezinir ya da kahvelerin önünde otu­ rurlarken, biz çocuklar küçük dükkanıann arasında dolaşıp şekerle­ me yer, eğlenirdik. Eve dönüşte çoğu kez büyük salonda hep birlik­ te uyumamıza izin verilirdi. Bütün kış uslu uslu anne babalarımızın odasında uyuduğumuzdan, Rıza ile benim için, yere serilen şiltelerde uyumak inanılmaz bir eğlenceydi, dünya tersine dönüyor gibiydi sanki. Tahran'daki ltalyan okuluna gittiğim ilk günlerde o dünyada savaş devam ediyordu. Ailem özellikle Fransızca öğrenildiği için bu okulu seçmiş. Babam da Fransızca konuşurdu ve Fransa'ya çok bağlıydı. Önce Kaçar Hanedam döneminde sarayda çalışmış, sonra Rıza Şah'a hizmet etmiş Azerbaycanlı bir aileye mensup olan babamın babası da Fransızca ve Rusçayı akıcı bir şekilde konuşan bir diplo­ matmış. Babam on iki yaşındayken küçük kardeşi Behram ile Saint30


Farah Pehlevi

Petersbourg'daki harp okuluna gönderilmiş. On altı yaşındayken

19 1 ?'deki Bolşevik Ihtilali patlak vermiş, onlar da bizim büyükelçi­ nin yardımıyla kaçınayı başarmışlar. Daha sonra babam Fransa'ya gidip lise öğrenimini tamamlamış, hukuk öğrenimine başlamış ve Saint-Cyr'deki askeri okula kabul edilmiş. Diplomasını alınca lran'a geri dönmüş, müstakbel eşimin babası Rıza Şah'ın ordusunda asker­ liğini yapmış. Annerne gelince, onun kökeni Hazar Denizi kıyısında bulunan Gilan şehri. Annem çok sayılan bir sufi olan Kutbettin Muhammet Cilani'nin soyundan geliyordu. Öğrenimini Tahran'da, Fransız rabi­ belerin yönetimindeki jeanne-d'Arc okulunda yapmıştı. Aynı okula seneler sonra ben de gidecektim. ltalyan okulunda öğrenimime başladığımda henüz altı yaşınday­ dım. Annemin o gün bana beyaz bir bluz ve kareli bir etek giydirdiği dün gibi aklımda. Çekingenliğimi de anımsıyorum. Diğer çocukların arasına kanşmam gerektiği söylenmişti ama ben, annemin içine bir defter, bir kurşun kalem ve teneffüste yemem için bir elma koyduğu küçük çantama sımsıkı sarılmış, bir köşede büzülüp kalmıştım. Neyse ki okula alışmam uzun sürmedi. Yeni okul yaşamı bana özgürlük sağlamış, dünyama bir pencere açmıştı. Babam ara sıra Ford arabasıyla beni okula bırakıyordu ama çoğu kez hizmetçiler­ den birine beni okula götürüp getirmesini söylüyor, fayton parasını da veriyordu. Hizmetçi bu parayı genellikle kendine saklamış olma­ lı ki ben, iki yanında yalancı akasya ağaçlarının sıralandığı caddeler boyunca gördüklerime hayran olarak uzun uzun yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Çiçek açmış bu yalancı akasya ağaçlarını çok seviyor­ dum; bugün bile kokularını duyduğumda Tahran özleminden bur­ num sızlar. Okulda bize Kuran da öğretiliyordu. Daha doğrusu anlamını açık­ lamadan yalnızca Kutsal Kitabı okuruayı öğretiyorlardı. Satırları par­ mağınıızla izlememize izin verilmediği için, kağıttan yaptığımız bir göstergeyi kullanıyorduk, bu da beni çok şaşırtıyordu. Annem ve ba­ bam lranlıların büyük çoğunluğu gibi müslümandılar, annem din ku­ rallarına babamdan daha çok bağlıydı. Mollaların, din uğruna şehit olanların yaşantılarını anlattıklan ve bazen profesyonel ağlayıcı kadın31


Anılar

ların da katıldıklan dini toplantılarda, annem de diğer kadınlarla bir­ likte hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Biz çocuklar neden ağlaşıldığını anla­ masak da, dua sonunda herkese helva dağıtıldığı için pek mutlu olu­ yorduk. Annem Ramazan ayı boyunca onıç tutup namaz kılsa da bizi bu konuda hiç zorlamazdı. Rıza ve ben sadece biraz daha az yiyorduk, hepsi bu kadar! tran'da buna "Kuş Onıcu" denir. Ben de annemle birlikte kutsal yerleri ziyarete gidiyordum; böylece uhrevi bir yolcu­ luğa çıkma ve dilek tutma fırsatını buluyorduk. Küçükken büyükba­ bamın mezarının bulunduğu kutsal Kum şehrine de gittiğimi hatır­ lıyonım. Birkaç sene sonra, yedi sekiz yaşlanndayken Hazar kıyısm­ da kutsal bir yerdeydik, orada bir çocuğun belleğinde unutulmaz bir iz bırakan, görünüşte önemsiz ve anlamsız bir olay yaşadım: başım açıktı, bir molla bana sert bir tonla: "Saçlarını ört, yoksa cehenneme gidersin! " diye bağırdı. Hoşgörüden yoksun bu adamın bende uyan­ dırdıgı korkuyu hiç unutamadım. Otuz dört yıl sonra Ayetullah Hu­ meyni bu korkuyu yeniden canlandırdı.

·

Babamı genellikle birinci kattaki çalışma odasında okuyup ya­ zarken görürdüm. Farsça veya yabancı dilde yayın yapan radyolan da daima dinlerdi. Onu hiç üniformasıyla görmedim; her zaman son derece zarif giyinirdi, hatta en sevdiği spor olan tenis aynarken bile tertemiz pantatonunun üzerinde beyaz bir yelek olurdu . Ordu­ da hukuk damşmamydı, savaş sırasında Yugoslavya büyükelçiligin­ de çalışıyordu. Onun evden her ayrılışında ne kadar üzüldüğümü çok net hatırlıyonım. Uzaktaştığını gördüğümde sanki bir daha hiç dönmeyecekmiş hissine kapılırdım, içim parçalanırdı. Bu, sonradan yaşayacağımız bir felaketle ilgili bir önsezi miydi acaba7 Her neyse , ben öyle aglardım ki annem ve babamın evden ayrıldığını benden saklardı. Babam akşam döndüğünde ödevlerime yardım etmek için yanıma oturunca her şeyi unuturdum. Nadiren de olsa akşam ye­ meğini dışarıda yemesi gerekirse, sabah yastığıının altında buldo­ ğum küçük bir hediyeyle gönlümü alırdı� tkinci Dünya Savaşı sonunda Azerbaycan krizi patlak verdi. Kü­ çük yaşıma rağmen olaylardan kişisel olarak çok etkilenmemin nede­ ni babamın Azerbaycanlı oluşuydu. Orada yaşayan arncalarım ve ha­ lalarım hemen sınır dışı edilmişlerdi. Güneyde İngiliz, kuzeyde Sov32


Farah Pehlevi

yet birliklerinin işgali altında bulunan Iran, ancak barıştan sonra öz­ gürlüğüne kavuşabildi. Ingiltere ve SSCB, 1 942 yılında imzaladıkları bir anlaşmayla, çarpışmalar sona erdikten en geç altı ay sonra birlik­ lerini topraklarımızdan geri çekmeyi kabul etmişlerdi. Iki ülke bu an­ laşmaya sadık kaldılar ama Moskova, birliklerini Azerbaycan'da tut­ maya devam etti. 1 942 yılında kurulmuş olan komünist Tudeh Parti­ si, Sovyetler'in varlığından yararlanarak özellikle Azerbaycan'da çok büyümüştü. Azerbaycan Demokratik Partisi'nin lideri komünist Cafer Pişevari artık Azerbaycan'ın bağımsızlığını talep ediyordu. Sovyetler Birliği de bölgenin kucağına düşmesini bekliyordu. Bu olasılık gerçekleşti, akrabalarımızın bu trajediyi nasıl yaşa­ dıklarını anlatacak kelimeleri bulamıyorum. Annemin ailesinde da­ yılanın ve teyzelerim, bir zamanlar "Sovyet Sosyalist Gilan Cumhu­ riyeti" olarak ilan edilen Gilan şehrinden, 1 920 yılında komünistler tarafından zor kullanılarak sürülmelerinin acı izlerini belleklerinden silememişlerdi. O komünistler yüzünden annem daha çocukken Tahran'a gelmişti. Ve işte şimdi aynı dayatma, bu defa babamın ya­ kınlarına yapılıyordu . Benim çok uzun zaman komünistlere karşı duyduğum korku­ nun nedeni işte bu 1 945- 1 946 yıllarında akrabalarımızın yaşadıkla­ rına tanık olduğum felaket ve anne-babamın üzüntüsüydü. Komü­ nistleri sevmiyordum, Şah'a karşı oldukları için onlardan korkuyor­ dum. Başka bir politik görüşüm yoktu. Çok koyu Şah yanlısı ve meşruiyetçi olan anne-babamın gözünde Tudeh Partisi lran'a ihanet ediyordu, bu da kötülüğün ta kendisiydi çünkü bu eylemiyle top­ raklarımızın bir bölümünü yabancı bir güce bırakıyordu. On üç yıl sonra yaşamımı birleştireceğim genç Şah'a ilişkin ilk amın bu 1 946 yılına aittir. Muhammet Rıza Pehlevi 1 6 Eylül 1941 tarihinden beri hükümdardı. Büyük Rıza Şah'tan sonra işgal güçleri tarafından dize getirilen bir milletin yönetimini o ele almıştı. Azer­ baycan'ın kurtuluşu, hiç kuşkusuz, ona bütün lranhların minnet duymasını sağlayan ilk tarihi gerçekti. Dahi bir diplomat olan başbakanımız Ghavam-Os-Saltaneh yöneti­ mindeki Tahran hükümeti, yabancı ıilkelerin de desteğiyle Stalin'i, im­ zasının gereğini yapmaya ikna etti ve nihayet lO Mayıs l946'da Sovyet 33


Anılar

birliklerine !ran topraklanndan çıkma emri verildi. Ama özerkligini ilan etmiş olan Azerbaycan'da hala Tudeh Partisi'ne mensup olan is­ yancılann işgali devam ediyordu. Yasal düzeni kurmak için !ran ordu­ su Azerbaycan'a girdi ve sonunda 12 Aralık l946'da başkent Tebriz kurtuldu. Ailem bayram sevincini yaşıyordu, bu çok büyük bir gündü. Azerbaycan'dan dönen Şah'ın Tahran'a girdiği öğrenilince, bütün şehir onu alkışlamak için sokaklara döküldü. Şah bizim sokağın kö­ şesindeki caddeden de geçecekti. Hepimiz oradaki bir garajın çatı­ sına çıktık. Şahı görmek için insanlar birbirini itiyor, bağınyor, al­ kışlıyorlardı. Nihayet Şah göründü. Benim gibi henüz sekiz yaşın­ daki bir çocuk için bu, göz kamaştırıcı bir görüntüydü; ona hayran olmuştum.

O akşam ya da ertesi gün bu olayı aile içinde de kutladık. Ben Azerbaycan'ı bilmiyordum. Babam bir gün birlikte gideceğimize söz verdi, ancak ailesinin yaşadığı yerleri bana göstermesi kısmet olma­ dı; ertesi yıl babamı kaybettik.

34


tün dünyada olduğu gibi İran'da da ufkun aydınlandığı, ar­

tık geleceğe ilişkin hayaller kurabileceğimiz bir sırada ortaya çıkan babamın ani rahatsızlığı bizi derinden yaraladı. Sağlıklı ve düzgün bir yaşam süren babamda aniden yorgunluk belirtileri başladı. He­ men hemen aynı anda gözleri ve cildi sararmaya başlayınca doktor­ lar sarılığa yakalandığını sandılar. Hastalığın ilk haftalanndan özel­ likle aklımda kalan, babamın durmadan kaşınmasıydı. Kollarının, bacaklarının kaşınması onu sinirlendiriyor, hiçbir şey uzun süre ra­ hatlamasını sağlamıyordu. Sanlığa karşı en yeni ilaçlarla tedavi görüyor, ayrıca geleneksel olarak evlerde yapılan ilaçların hepsini de içiyordu. Ailemizde Iran'da çok yaygın olarak kullanılan, bitkilerden yapılmış doğal ilaçların ya­ rarına hepimiz inanırdık, bugün bile ben hala bu geleneksel ilaçlan laboratuvar ürünü ilaçlara tercih ederim. Babam da kara hindiba su­ yu içiyor, tatlı su balıklan yiyordu ama hiçbiri işe yaramıyordu, ne ka­ şıntıları geçiyor ne de cildinde bir düzelme oluyordu. Hepimizi çok yakından etkileyen ama her şeye karşın denetim al­ tına almaya çalıştığımız bu hastalık, aniden başka her şeyi unutturdu, günlük yaşamımızı altüst etti: babam hastaneye kaldırıldı. Doktorla­ rın daha sonraki teşhisi alarm çanlannın çaldığını gösteriyordu. Haf­ talardır sanlık tedavisi uyguladıklan babamın aslında pankreas kan­ serine yakalandığı ve ameliyat edilmesi gerektiği ortaya çıkmıştı. Bu gerçeği bana çok sonra söylediler ama onun hastaneye yatınldığı gün sözle anlatılamaz, derin bir kaygı duymuştum. Babama ne olmuştu? Beni ziyaretine götürdüklerinde onu tanıyamarnıştım; zayıflamıştı, yüzünün kül rengindeki derisi kınş kınştı, bana bir iki kelime olsun söyleyemeyecek kadar bitkin düşmüştü. En çok da annemin "dren" dediği, karnma konmuş olan ve içinden san bir sıvı akan o boru be­ ni korkutmuştu. Niçin bu boruyu takmışlardı? Hastalığı neydi? Eve 35


Anılar

ne zaman dönecekti? Üzüntüleri yüzlerinden okunan annem, dayım, yengem sanki dillerini yutmuşlardı, sorularımı zoraki bir tebessümle geçiştiriyorlardı: "Merak etme canım, iyileşecek." Sonra birdenbire hastane ziyaretleri bitti. Nedenini anlamakta zor­ luk çekiyordum. Babamın tedavi olmak için Avrupa'ya gittiğini söyle­ diler. Yalandı bu! Babam ölmüştü ama ben tüm gücümle bu yalana sanldım, sonunda bunu okulda övünme konusu yapmayı bile başar­ dım. O devirde herkesi büyüleyen Avrupa'ya tedavi olmaya gitmek ancak çok zenginlerin, ünlü kişilerin harcıydı. Böylece babam da Av­ rupa' dan saygınlık kazanmış olarak dönecekti. Bir gün annemi ve Louise yengemi hıçkıra hıçkıra ağlarlarken ya­ kaladım. Annemin bir teyzesinin öldüğünü söylediler; bu da evde herkesin, özellikle annemin neden o kadar üzgün olduğunu açıkla­ maya yetiyordu. Onlara inandım. Öyle sanıyorum ki benden sakla­ dıkları dayanılmaz gerçeği kabullenmektense, söyledikleri her şeye inanmaya, kancimlmaya razıydım. Günler, haftalar geçiyor, babamdan hiç haber alamıyorduk. "Babam niçin bize mektup göndermiyor?" "O hasta, Farah, hastalar mektup yazamaz." "Bu doğru değil! lffet teyze de hasta ama ailesine yazıyor." Bu teyze gerçekten de Avrupa'daydı ve ailesi düzenli olarak on­ dan uzun mektuplar alıyordu. Yas tutulduğu besbelli olan bu kocaman evde yavaş yavaş, ben da­ hil, herkes babamdan söz etmeyi tamamen bıraktık. Kapıyı vurmadan bir odaya girdiğim zaman insanlar susuyar ya da hemen konu değiş­ tiriyorlardı, yengemden daha da solgun, üzüntüden harap olmuş an­ nemse durmadan ağlıyordu. Aylar geçtikçe babamı bir daha asla göremeyeceğim düşüncesi aklıma nasıl yerleşti, hiç bilemiyorum. Bilinçaltı bir kumazlıkla, ke­ limelere dökmeden oldu bu. Madem ki bana onun öldüğünü söyle­ memişlerdi, madem ki mezarına gitmemiştim, öyleyse resmi olarak babam ölmüş sayılmazdı. Tahran'ın güneyinde Imamzade Abdul­ lah'ta yatan babamın kabrine ilk gittiğimde on yedi yaşındaydım. Evet, resmi olarak ölü değildi ama ben onu kelimenin tam anlamıy36


Farah Pehlevi

la kaybetmiştim. Yaşamımda kocaman bir boşluk vardı, bekliyor­ dum . . . Sonra her şey bir hüzün perdesiyle buğulandı. Ben tek dam­ la gözyaşı dökmeden, asla dayanamayacağım şey olmuştu. Bugün bazı kimselerin babamın kabrini gizlice ziyaret ettiklerini, çiçek dik­ tiklerini biliyorum. Hatta babamın hatırasına saygısızlık yapılma­ ması için kabrindeki adını silmek inediğini gösterdiklerini de bili­ yorum. Aradan kırk yıl geçtikten sonra, bir doktorun muayenehanesin­ den dönerken aynı yoğun acı beni yine yakaladı. Eşimi kaybedeli birkaç yıl oluyordu . Yaşadığımız onca olaydan sonra çocuklara ve bana çok acı veren bir yastan, geçmişten ve aile yaşantımızdan söz ediyorduk. Babamı "kaybetmemi" aniatma tarzımda bir şeyler garip gelmiş olmalı ki doktor ansızın bana olup biteni neden açıkça ad­ landırmadığımı sordu: "Babanız öldü, değil mi? Neden böyle söylemiyorsunuz?" Bunu başaramayacağımı sanıyordum ama sonunda bana çok ağır gelen bu iki kelimeye bir araya getirip "babam öldü" dedim ve hıçkı­ rıklara boğuldum. Birkaç ay sonra, çocukluğumu geçirdiğim bu büyük evden ayrıl­ mak zorunda kaldık, annem ve dayım, babamın sağlığında yaşadı­ ğımız hayatı sürdürme imkanına sahip değildiler artık. Bir binanın çatı katındaki dairemize taşındık Kocaman terasından başkentin büyük bir kısmının, özellikle Tahran Üniversitesi'nin şantiyesinin görülebildiği bu daireye hemen ısındım. SO'li yılların başındaydık. Üniversitenin, sayısı hızla çoğalan yeni nesil için yeni binalara ge­ reksinimi vardı. Vinçlerin çalışmalarını, kamyonların manevralarını izleyerek, geçen yüzyıldan kalan bir şehrin, yer yer gökdelenlerin yükseldiği, otomobillerin sel gibi aktığı geniş caddelerk bölünmüş devasa bir başkente dönüşmesini izleyerek ne uzun saatler geçirdim bu terasta! . . Öyle sanıyorum ki, birkaç yıl sonra seçtiğim mimarlık mesleğine olan ilgim bu dönemde başladı. Bizimle aynı evde oturan dayım da mimardı, akşam onu, projelerinin üzerine eğilmiş çalışır­ ken seyretmek hoşuma giderdi. Yazın sıcaktan kurtulmak için şiltelerimizi terasa çıkarıyor ve hep birlikte açık havada uyuyorduk. Uykuya dalınadan önce yanılsama37


Anılar

nın mükemmel olması için bir gözüm kapalı, kolumu uzatıp bir yıl­ dızı veya ayı parmaklanından birine geçirir, değerli bir taştan yüzü­ ğüm olduğunu hayal ederdim, bu oyuna bayılırdım. Başka geceler, Rıza ile Tahran'ın açık hava sineması olan Diana'nın kocaman per­ desinden gökyüzüne yansıyan görüntüleri büyülenmiş gibi izlerdik Şemiran'daki uzun yaz tatillerine de veda etmiştik, annemin ar­ tık orada bir villa kiralayacak kadar parası yoktu. Şemiran'a ara sıra ancak birkaç günlüğüne, orada evleri olan üç dayımdan birisine gi­ diyordum. Bu değişiklikten pek zararlı çıktığımız söylenemezdi çünkü büyükler tatilimizi Şemiran yerine Gilan ve Azerbaycan'daki akrabalarımızın yanında geçirmeyi kararlaştırdılar. Bu tatiller ve özellikle oraya gitmek için yaptığımız yolculuklar, büyüme çağırnın kesinlikle en güzel anılarını oluştururlar. Otobüslere binerdik O devirde yollar henüz asfaltlanmamıştı, yakıcı bir rüzgarla savrulan toz bulutları açık pencerelerden içeri dolardı. Yolun kenarında bir limonata içmek için durduğumuzda -su içmemiz yasaktı- saçları­ mız ve kirpiklerimiz tozdan bembeyaz, tanınmaz hale geldiğimizi, yaşhlara benzediğimizi görüp çılgınlar gibi gülerdik Azerbaycan'da Tebriz'e arncam Manuşehr'in evine giderdik Ora­ da, aileye ait büyük eski bir evde kalırdık Arncam bizi meyve ağaç­ lanyla dolu geniş arazisinde piknik yapmaya götürür, ben de doya doya kayısı, kiraz yerdim. Geçimlerini topraktan sağlayan tüm kuzenlerimin en büyük kor­ kulan kuraklıktı. Hep yağmur yağması ümit edilir, yağmur duasına çıkılırdı. Adeta saplantıya dönüşen bu yağmur beklentisi, benim için de yavaş yavaş ıstırap konusu olmaya başlamıştı. Toprak sahibi al­ madığımız için Tanrı'ya içimden şükrettiğimi anımsıyorum. Başka bir dünyanın güçlüklerini öğrenmeye başlamıştım; adaletin olmadı­ ğı, acımasız, ilkel bir dünyanın. . . Toprak reformu henüz yapılma­ mıştı, fakir bir köylü, ailesini beslemek için biraz buğday çalar ya da yanlış bir şey yaparsa toprak ağası onu dövebilir, hatta daha ağır bir ceza verebilirdi. Bu durumu kabullenemiyor, isyan ediyordum, hat­ ta iki üç kez köylüleri sömüren bu büyük toprak ağalarına çok kız­ mış, hırsımdan ağlamıştım. Onları gece, projektörlerin aydınlattığı cipleriyle ceylanlan avlarken gördüğüm zaman da aynı isyanı yaşa38


Farah Pehlevi

mıştım. Gözleri ışıktan kamaşan zavallı hayvanların en küçük bir kurtulma şansları yoktu! Sevilen bir çocuktum, yakınlarım duygula­ rımı ciddiye alıyariardı ama ağaların bu aşağılayıcı ve zalimce davra­ nışlarının benim gibi küçük, şehirli bir kızı ne kadar çok yaralayabi­ leceğini tam olarak kavrayamıyorlardı. Zencan'da oturan halarn Aziz'in yanındayken, ciple uzak köyle­ ri ziyarete ya da şenliklere katılmaya giderdik Halarn bu vesileyle bazı ailelere ilaç götürürdü. Bu yolculuklar benim Iran'ın ne kadar büyük ve doğasının ne kadar sert olduğunu görmemi sağlıyordu çünkü tehlikeler hiç eksik değildi. N ehirleri aşmamız, korkudan ne­ fesimizi kesen daracık koyakların çevresinden dolaşmamız, hayvan­ lardan, özellikle kurtlardan sakınmamız gerekiyordu; erkekler bu nedenle silah taşırlardı. Ara sıra ata binerek tarlaların arasında dolaşıp köylülerle sohbet ettiğimiz de olurdu. Öğle vakti hep birlikte çimenlerin üzerine otu­ rur, erkeklerin kestikleri karpuzları paylaşırdık. İnsanlar Azerbay­ can'ın komünist kampa katılmasına ramak kalan günleri hala kor­ kuyla anımsıyorlardı. Bir gün eski bir ahırı gezerken yanımdaki köylü bir atın önünde durdu: "Bu ata iyi bak Farah," dedi, "amcan Mahmut Han işte bu atın üstünde Tudeh ile savaştı." Çok yaşlı, beyaz bir attı bu . Onu gördüğümde üzerine güneşin ışığı vurmuştu. İnsana heyecan veren bu güzel görüntüyü belieğime kazıdım. Annemin ağabeyi Hüseyin dayımın yaşadığı Gilan'a gitmek için, Tahran'ın kuzeyinde, doruğu dört bin beş yüz metreyi geçen Elburz sıradağlarını aşmak gerekiyordu. İnsanı şaşkınlıktan şaşkınlığa sü­ rükleyen bir yolculuktur bu . Bir nehir yatağını izleyerek saatler bo­ yunca kayalık ve çorak bir arazide tırmanırsınız, sonra yol ansızın yupıuşak bir eğimle Hazar Denizi'nin plajlarına kadar göz alabildi­ ğine yayılan yemyeşil bir vadiye uzanır. Nemin aniden arttığı bir or­ tamda, birbiri ardına pirinç tarlalarını, çay bahçelerini görürsünüz, gökyüzü adeta elle tutulacak kadar yakın ve kapalıdır. Yazın, olgun­ laşan pirincin kokusu insanı sarhoş eder. Genellikle kuraklık çeken Elburz'un güney bölgesinin aksine, Gilan yaylalannın suyu boldur. 39


Anılar

Birdenbire karşınıza incir, portakal, kestane ağaçları, mimozalar, bizde "ipek ağacı" diye bilinen pembe çiçekli a!bizya!ar çıkar, büyü­ lenir kalırsınız. Dayımın Lahican yakınlarında çay bahçeleri vardı - çay geçen yüz­ yılda Çin'den getirilmişti. Ben de dayımın çocuklarıyla birlikte çay toplamayı severdim. Işçilere akşam, gün boyu topladıkları çayın ağır­ lığına göre ücret ödeniyordu, biz de en yorgun olanların sepetlerinin dolmasına yardım ederdik Bebekleriyle gelip çalışmaktan başka çare­ leri olmayan gencecik annderin anısı belleğimde öylece saklıdır. Be­ bekleri sakin dursun, uyusun diye onlara çok küçük dozda afyon ve­ riyorlardı. Bir gün bebeklerden birisi mosmor olmuştu, biz de korku­ dan taş kesilmiş, genç annenin bebeğini yaşama döndürmek için ba­ şına su döküp yanaklarına vurmasına bakakalmıştık Komünistlerin Gilan'a geçici bir süre hakim olmalarının yol aç­ tığı sürgün ve korku burada da anlatılıyordu. Ama birkaç ayrıcalık­ lı ağanın topraklann önemli bölümünü elinde tuttuğu ve insanların çoğunun kiralık kol güçlerinden başka bir şeylerinin olmadığı o günkü sistemde, yoksul köylülerin ayakta kalmasının mümkün ol­ madığı da açıktı. Acilen bir toprak reformu yapılması zorunluydu , genç Şah'ın da bu reformdan yana olduğu söyleniyordu. Zaten tah­ ta geçişinden sonraki ilk birkaç ayda, kendi sahip olduğu toprakla­ rın büyük bir kısmını hükümete bırakıp , onların köylülere dağıtıl­ masını isteyerek bu konudaki kararının ilk işaretlerini de vermişti. Reformu bazı insanlar kaygıyla, başkaları da sabırsızlıkla bekliyor­ lardı. Bizim düğünümüzden kısa bir süre sonra Şah'ın alacağı en önemli kararlardan birinin de toprak reformu olacağı o zamanlar aklımın ucundan geçmezdi elbette! . . On bir on iki yaşlarındaydım, ülkemin Talıran ve Tahranlılardan ibaret olmadığını anlamaya başlıyor, kendimden önceki kuşaklar gibi ben de lranlı olmayı öğreniyordum. Bu aidiyet duygusunu okullu gençler şairlerimizin en büyüğü olan Firdevsf'nin "Şahnamesi" (Şah­ ların Kitabı)nin göz kamaştırıcı şiirlerinde bulurlar. Biz çocuklar için o, Iran kimliğini ve lranlı olmanın gururunu temsil ediyordu. Ben de Firdevsf'yi okulda tanıyıp sevmiş, Rıza ile onun kitabını okumuştum.

Şahname İslamiyet öncesindeki dört hanedanın, yani Iran'ın kurucu40


Farah Pehlevi

lannın destanıdır. 995 yılında bu başyapıtı yazan Firdevsf, eserinde efsanevi kahramanlanmızın yiğitliklerini, trajedilerini, Perslerin tari­ hini, bin yıldır güzelliği hiç eskimeyen bir ifadeyle anlatır. Firdevsf, bu anıt eseri çok zorlukla elde ettiği ve içinde pek çok güzel hikaye olan, eski zamanlardan kalma bir kitaptan yola çıkarak yazmayı başardığını söyler:

"Bu kitabı elde etmeyi istememin nedeni, içindeki hikayeleri şiire dök­ me arzumdu. Birçok insana onu bilip bilmediklerini sordum. Zaman iler­ ledikçe bu eseri başkalarına aktarabilecek kadar uzun yaşayamayacağım korkusuyla yüreğim sıkışıyordu. Bir müddet böylece kitabı arayarak geç­ ti. Amacımı gizli tutuyor, kimseye söylemiyordum. Şehirde sadık bir dos­ tum vardı: sanırım benimle aynı hamurdan yapılmış. Ona sırrımı açın­ ca bana şunları söyledi: 'Bu güzel bir düşünce, sonunda amacına ulaşa­ caksın, bunca zaman boşuna aramadın, bu eski kitabı sana ben getirece­ ğim. Bekle! Sende şiir yeteneği var, güzel söz söylüyorsun, gençsin, eski­ lerin dilini de biliyorsun. Şahname'yi yaz ve onun yardımıyla büyüklerin yanında şanlı yerini al!' Sonra kitabı bana getirdi, içimdeki üzüntü mut­ luluğa dönüştü." Okulda arkadaşlarımla, evde de Rıza ile Firdevsf'yi okurken aynı coşkuyu yaşardık Onun eserinde, savaş sahnelerinden sonra birden­ bire, hiçbir çocuğun kayıtsız kalamayacağı ve şu öğüdün harikulade betimlediği bir sevgi fışkırır dizelerden:

"Sana bir yaşam bağışlanmış; sen başkasının canını almayı nasıl dü­ şünebilirsin?" "Bir buğday tanesini sürükleyen karıncayı dahi incitme, çünkü onun da bir hayatı var; bir karınca için bile yaşam çok değerlidir. " Cesaret ve gücün ahlakla yanştığı bu destarısı şiirlerle Şahname genç lranlılara bin yıllık kimliklerine saygı duymayı öğretir. Onun amaçlanndan birisi budur ve asırlardır süregeldiği gibi, benim çocuk­ luğurnun tran'ında da gezgin ozanlar o köyden bu köye dolaşıp Fir­ devsf'nin eserini okur ya da şarkıyla söylerlerdi. Şahname'nin bir baş­ ka hedefi de bizzat hükümdarların siyasi ve ahlaki eğitimine yardım41


Anılar

cı olmaktır. "Şahlann Kitabı'nı yazmayı bitirdiğinde onu Şahlara ver," diye yazar Firdevsf. Çünkü ona göre Iran'ın büyüklüğü, hükümdarlı­ ğın sürekliliğine veya hükümdarlık dağılır ya da çökerse onun yeni­ den doğuşuna sımsıkı bağlıdır. Ben yeni evlendiğimde Tahran Üniversitesi'nde profesör olan jo­ seph Santa Croce'a "Iran'ın kaderi ile Şahname arasında çok sıkı bir bağ var" dedirten de aynı şey olmalı. Croce'nun şöyle bir yorumu da var:

"Yüzyıllar boyunca yeni hanedanlann ortaya çıktığı görülüyor. Bu hanedanlar ülkeye yeniden bağımsızlık kazandınyorlar, dilini güçlendi­ riyor/ar, evrensel uygarlığı zenginleştiriyorlar. Bu sürekli yeniden doğuş­ Iann kaynağının Firdevsf'nin eseri olduğunu söylemek ne hafife alınacak bir şeydir, ne de boş bir iddiadır. Bu eserin Iran tarihinin büyük impara­ torlannı yönlendirdiğinden, onlara esin kaynağı olduğundan hiç şüphe yok." SO'li yılların lranlıları için, Kaçar Hanedam'ndan sonra başa ge­ çen Pehlevi Hanedanı, Firdevsf'ni kitabındaki kehanetin mantığına uygun düşüyor. Başka nasıl olabilirdi ki? Meclisin kararı sonucun­ da Rıza Şah Pehlevi taç giydiği zaman Iran, sanki ortaçağı yaşayan, başsız bir ülkeydi. Kaçarlar'ın sonuncusu Ahmet Şah'ın hükümdar­ lığının sınırları, Tahran'ın ötesine geçmiyordu. Ülke kabile reisieri­ nin ve büyük toprak ağalarının elindeydi, her yerde geçerli olan tek yasa "Gücü yeten yetene" idi. Ulusal kurumlar da, belli başlı yeraltı kaynakları da yabancılara terk edilmişti: Ingilizler petrolümüzü sö­ mürüyorlardı; ordu denebilecek bir şey kalmamıştı ama kalan güç­ ler kuzeyde Rus, güneyde Ingiliz subaylarına bağlıydılar; Belçikalı­ lar gümrüğümüzü , Isveçliler jandarmamızı yönetiyorlardı. Iran dünyadaki en büyük sefaleti yaşayan ülkelerden biriydi, ortalama yaşam süresi otuz yıla düşmüştü, çocuk ölüm yüzdesi gezegenimiz­ deki en yüksek oranlardan biriydi. Okuma yazma oranı erkeklerde yüzde bire ulaşmıyordu, kadınlara hiçbir hak tanınmıyordu, okula bile gidemiyorlardı. Kısaca Hindistan ve Osmanlı Imparatorluğu gi­ bi büyük komşularının aksine , ülkede ne doğru dürüst karayolu vardı, ne demiryolu, ne elektrik ne de su . . . 42


Farah Pehlevi

Çeyrek yüzyıl sonra benim büyüdüğüm lran ise anık okullara, üniversitelere sahipti; tümüyle asfalt olmasa da yollar yapılmıştı, en azından ulaşım sağlanmıştı; ve nihayet Iran Demiryolları, Hazar De­ nizi'ni Basra Körfezi'ne bağlıyordu. Hiç şüphesiz daha yapılması ge­ reken pek çok şey vardı, ama katedilen mesafeye bakıldığı zaman, ebeveynimin kuşağına göre Mustafa Kemal "Atatürk" Türkiye'de ne yapmışsa, Rıza Şah da ülkesinde aynı başarıyı göstermişti: tek damla kan dökmeden sanayi ve kültür devrimi gerçekleşmişti. Onu min­ netle anmamak mümkün mü? Firdevsf'den "aydın hükümdar"a say­ gı ve sevgiyi öğrenen biz çocukların, bu genç Pehlevi hanedanında şairin haber verdiği yeniden dirilişi görmemeleri mümkün müydü? Firdevsf'den sayfalar dolusu şiirleri ezberlediğimiz gibi, başka şa­ irleri de okurduk. Şiire duyduğumuz bu saygı eskilere dayanır. Bu nedenle nesir yazarımızın sayısı çok değildir ve okulda öğrendiğimiz ulusal kültür zenginliğimizi özellikle klasik şairler oluşturur. Onları burada anmaının nedeni , şiire olan bu ilgimin yalnız okulda değil, evde de günlük yaşantımı doldurmasıdır. Annem, dayım, yengem ve Rıza ile en sevdiğimiz oyun -lranlı ailelerin çoğunda olduğu gibi­ okunan ilk dizenin son harfiyle başlayan yeni bir dize bularak şiir okumaktı. Kim dizeyi bulamaz ya da fazla düşünürse oyun dışı ka­ lır, böylece çember küçülerek devam ederdi. Doğal olarak belleği en güçlü, kültür birikimi en yüksek olan, oyunu kazanırdı. Hafız'ı sevmeyi bana öğreten annem ve Kutbi dayımdır. Kraliçe olduğum zaman Şiraz'da onun kabrini ziyaret etmiş, akşam serin bir rüzgar eserken yaşam ve mutluluk konusunda düşüncelere dalmış­ tım. Hafız da kabrine uğrayan gezginleri buna davet eder:

"Benim toprağıma şarap ve sazla otur, ta ki kokunu duyarak ben de kalkıp raksla sana eşlik edinceye kadar. . .

"

Bana göre şairleriınİzin en insancıl, en cömert, en sıradışı olanı­ dır Hafız. Insan karmaşık bir ruh hali içindeyken ne karar vereceği­ ni, nereye ,gideceğini bilmiyorsa, eseri rastgele açıp cevabı mutlaka onun dizelerinde bulur. "Gaipten gelen ses" olarak adlandırılan şa­ ir, yanıtı esrarengiz bir şekilde size fısıldar. Hafız, hayatın güç anla­ rında size yoldaşlık edip, acının üstesinden gelme ya da kaderin 43


Anılar

önüne geçemediğiniz zaman ona boyun eğme gücünü verir. Şu sa­ tırları yazan da odur:

"Amacına ulaşmak için çölü aşman gerekse de ilerle, yoluna devam et, dikenierin açtığı yaralara aldırma. " Annem tepeden tımağa şiirle dolu yaşardı. Her olayla ilgili hatır­ ladığı bir şiir olurdu mutlaka, yüzü aniden aydınlanır, şiirini ezbere okurdu. Ben de ona başka bir şiirle cevap verebilirsem çok sevinir­ dim. Bu oyundan daha fazla bir şeydi. Yeryüzünde gelip geçici oldu­ ğumuz kabul etmenin ve alçakgönüllülükle düşünürlerimizin bilge­ liğine sığınmanın bir başka yoluydu şiir. Ben gene Şirazlı olan Sa­ di'yi , Mevlana Celaleddin Rumi'yi, Ömer Hayyam'ı ve çağdaş şairle­ rimizden Femıh Farukzade'yi, Feridun Meclisi'yi, Sohrap Sepehri'yi ve daha birçoklarını da severim. Zamanla evdeki üzüntülü hava biraz dağılmıştı, babamın kaybı­ nın acısını hepimiz yüreğimize gömmüştük. Dayılar, yengeler, ço­ cuklarla iç içe bir yaşamımız vardı. Artık okul arkadaşlarımı da eve getiriyordum, böylece Rıza ile oluşturduğumuz ayrılmaz ikili yaşa­ mımız ve aile çevresi genişliyordu. Pek çok dostum vardı, genellik­ le çocuklarla iyi anlaşıyordum, etrafımdaki büyüklerio şefkat taşan ilgilerinin odağıydım. Niçin herkes bana bu kadar büyük ilgi göste­ riyordu? Başkalanndan ne daha parlak, ne de daha sevimli buluyor­ dum kendimi. Sonra düşündüm ki, yakınlarıının üstüme titremele­ rinin sebebi ne güzel gözlerimin hatmydı , ne de k!$isel çekiciliğim­ di. Tek neden babam öldüğü için bana acıyor olmalarıydı. Bu durum aylar boyunca beni tedirgin etti. Bu sevgi gösterilerini kabul etmek eğilimiyle, kulağıma çok hoş gelen o sevgi sözlerinin sa­ mimi olmadığını fısıldayan iç sesime inanma arasında bocaladım dur­ dum. Bu endişem daha sonra geçti. Ama bu dönemden kalma bir şüp­ heciliğim vardı; bana yapılan iltifatları sorgulanm. Bu nedenle kraliçe olduğumda dalkavuklardan, saraydaki yaltakçılardan hep sakınmı­ şımdır. Ara sıra onların oyununa geldiğim olduysa da, bana söyledik­ lerini nadiren dikkate almışımdır. Böylece ayaklarımın yerden kesil­ memesini sağladığıını sanıyorum. Kanımca pohpohlamalar, içten gel­ meyen davranışlar, insan zekasma hakaret anlamını taşır, insan aldat44


Farah Pehlevi

maktan farkı yoktur. Muhataplarıını ineitmernek için onların yüzüne hiçbir şeyi vurmam ama bu durum beni derinden yaralar. Binlerce yıldır hep aynı tarihlerde kutladığımız, yaşamın her şe­ ye rağmen devam etmesi gerektiğini, payiaşılacak ortak mutluluklar olduğunu gösteren ulusal bayramlarımız vardır. Bu bayramların en önemlisi, ilk baharın birinci günü olan 2 1 Mart'a rastlayan Nevruz (sözlük anlamı "yeni gün") herkesin en çok hazırlandığı bayramdır. Onun gelişi ailedeki dirlik düzenliği güçlendirirdi çünkü çocukken Nevruz'u hep birlikte büyük evde kutlar, birbirimize çeşit çeşit şe­ kerlemeler, pastalar, meyveler sunardık Bu hep böyle olagelmişti. Evlerde bayramdan iki hafta önce tepe­ den tımağa temizlik başlardı, zira Nevruz her şeyden önce yeniliğin sembolüydü: kırgınlıklar unutulur, temizlenip paklanıp yeni elbise­ ler giyilir, evler temizlenir ve yeni yıl farklı bir iç alemiyle karşılanır­ dı. Bizim küçük ailemizin bu coşkuyla harekete geçmesinin ilk be­ lirtisi temizlikle ilgili işlerdi. Ev nihayet pırıl pırıl olunca o meşhur pasta, şekerleme hazırlıklarına başlanılabilirdi. Bunun için mükem­ mel bir aşçısı olan Emcet teyzemin evinde toplanırdık Bodrum ka­ tındaki geniş mutfağa doluşup aşçıya yardım ederdik Bu hazırlıkla­ rın günlerce sürdüğü olurdu . . . En sonunda, arife günü masa hazır­ lanırdı. Yeryüzünün tüm nimetleri Nevruz masasında bulunur: do­ ğumu simgeleyen yumurtalar, sağlık için sarımsak, aşk için küçük kuru yemişler, güzellik için elma, refah için altınlar, ışık için mum­ lar ve bir ayna, yeniden doğuşu simgelemek için, önceden güzel bir kapta özenle çimlendirilmiş buğday, bir kase su içinde dünyanın ebedi olduğunu simgeleyen bir turunç ve nihayet, bu dünyada fani olduğumuzu gösteren bir ağaç yaprağı. Elbette inanılan dine göre, Kutsal Kitap da masanın üzerindeki yerini alır. Vakit geldiğinde -ilkbaharda gündüz ve gecenin eşit olduğu gün; saati yıllara göre değişir- ailece bu masanın etrafında toplamhp ku­ caklaşılır, bayram kutlanır, yeni yıl için dilekler tutulur. Büyükler çocuklara genellikle bayram parası verir: bazen bozuk para, bazen de yepyeni kağıt paralar. Bu ilk günde, bütün ülke bayram havasına bürünür. Gelenekler önce ailenin en yaşlısının ziyaretini gerektirir, sonra diğerleri: büyük 45


Anılar

anne-babalar, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar, yeğenler, öyle ki tran sokaklan rengarenk giyinmiş, neşeli, kollan çiçeklerle dolu, bale ya­ par gibi gidip gelen, gülen, birbirine şeker sunan binlerce insanla do­ lar ve bu şenlik güneş batıncaya kadar devam eder. On üç gün sonra gelen Sizdalı kesinlikle dışanda geçirilmesi ge­ reken bir gündür, aksi takdirde uğursuzluk getireceğine inanılır. Se­ nenin on üçüncü günü bütün ülke pikniğe gider sanki. Zenginler, yiyecek dolu arabatarıyla şehir dışına çıkarlar, durumu daha az iyi olanlar ise sokaklara ya da bir dere kıyısında, bir çınarın altına ha­ lılannı serip , semaverlerini yerleştirir, ilkbaharın ilk ışıkları altında mangal kömüründe şiş yapar, aşurelerini pişirirler. Her yer davul, saz, zuma çalan çalgıcılarla doludur. Tahran'da dışarıda yemek yemek için en güzel günlerdir bu gün­ ler. Hava henüz çok sıcak değildir. Elburz'un ha.la' karlı tepelerinden şehre hafif, ince bir rüzgar eser. Yeni senenin uğurlu olması için, şa­ faktan önce, çimlenmiş buğdayı götürüp akar suya atmak gerekir. Biz bu görevi annemle birlikte yerine getirirdik Ülkernden çok uzaklarda olduğum bugün bile, başka nehirler alıp götürür benim buğday filizlerimi. Bir keresinde Amerika'da sür­ gündeyken ve nereye gideceğimizi bilemezken, sonunda denizde karar kıldığımızı hatırlıyorum. Ama o tarihte plaj kapalıydı ve be­ nim güvenliğimden sorumlu olan kişilerin muhatabı, bir plaj bekçi­ siydi. Ona Nevruz geleneğimizden söz ettiğimde -Amerikalılar ge­ lenekler konusunda son derece duyarlıdırlar- bekçi bizim buğday filizlerimizi dalgalara bırakmamıza izin verdi. Nevruzdan önce "Çarşamba Suri" kutlanır. Bu senenin son salı gü­ nüne denk gelir. Son salı günü ateşin üstünden atlanır, böylece sem­ bolik olarak içimizdeki tüm kötülükleri aleviere bırakır ve ateşten sı­ caklık ve ışık alırız. Biz bu Nevruz ateşini Tahran'da bahçelerde, köy­ lerde başka bir olanak yoksa sokakta yakardık Belki yadırganabilir ama bugün bile kimliğimizi oluşturan bu geleneklerden vazgeçmek­ teuse evimde sembolik olarak bir mum yakıyor ve onun üstünden at­ lıyorum. Bu küçük hareket kültürüroüze olan aidiyetimi kesin olarak belirleyerek bana sürgün acılanna dayanma gücü veriyor gibidir. 46


Farah Pehlevi

Büyüyordum, yavaş yavaş titiz annemin gözetimi altında çocuk­ luktan çıkıyordum. Çok küçüklüğümden itibaren annemle birlikte haftada bir kere hamama giderdik, bir tür merasim gibiydi bu. An­ nem bir çantaya temiz giysilerimizi koyduktan sonra el ele tutuşup hamamın yolunu tutardık Küçük bir kızken hamam beni biraz ür­ kütürdü çünkü beni yıkayan kadın kaçmayayım diye bacaklarının arasına sıkıştırırdı, sıcak su cildimi yakar, sabun gözlerimi acıtırdı. Natırın adı Tuba idi. Beni rahatlatmak için Tuba'nın şarkı söyledi­ ğini hatırlıyorum: "Seni öyle sıradan birine vermeyeceğiz. Şah bile ordusunu alıp, bakanıyla seni istemeye gelse belki veririz, belki de vermeyiz." Yıllar geçtikçe hamarnı ve oradaki törensel havayı sevmeyi öğ­ rendim. Herkes kendi çantasını hazırlardı. Oturmak için gümüş kaplı, yuvarlak bir tepsi ve üzerine dualar kazılmış bir bakır tas da götürmek gerekiyordu. Yıkanma faslı bitince, duaların bizi koruya­ cağına inanarak bu tasla su dökünürdük. Temizlik kaygısıyla hiçbir zaman hamama ait hasır minderierin üzerine oturmazdık; kızlara, mindere oturdukları takdirde hamile kalabilecekleri söylenirdi. Bu aptalca düşüncenin beni nasıl dehşete düşürdüğünü hala hatırlarım. Artık Tuba'nın sırtımı kıl eldivenle keselemesinden hoşlanıyordum, oldukça uzun süren bu keseleme faslı cildimi yeniliyor, ben de bun� dan keyif duyuyordum. Bizde hamamın başka bir işlevi daha vardır: anneler arada evlenme çağındaki oğullarına göstermek ve belki de evlendirrnek için kız beğenirlerdi . . . Bir gün Azerbaycanlı bir kadın, onun dilini anlamadığıını sana­ rak bir arkadaşına beni ne kadar zarif bulduğunu söylemişti: "Bou

guiz geuzal di"

-

yani Türkçe "bu kız güzel" demişti. Gençlik çağı­

rnın eşiğindeyken duyduğum bu övgü beni malıcup ettiği kadar se­ vindirmişti de.

47



§

ençkızlığa ilk adımlarımı, on yaşında girdiğim Tahran'daki je­

anne-d'Arc okulunda attım. Annem de öğrenimini orada yapmıştı. Benim için de bu okulu seçmiş olmasından dolayı ona minnettarım. Hayatın bu dönüm noktasında, kişiliğiınİ en çok geliştirdiğim yılla­ rımı orada yaşadım. Bunu da kısmen, girişimleriyle okulu şaşırtan genç bir rahibe olan Claire'i tanımama borçluyum. Rahibe Claire bir basketbol ekibi kurmuştu. Önceden çekingen bir çocuktum, bu basketbol ekibi iki üç yılda beni kendine güvenen, dışa dönük bir genç kız yaptı. jeanne-d'Arc'a gelir gelmez bu ekibe katıldım ve hayat dolu bu Fransız rahibeyle tanıştım. Işte onun benim için söyledikleri:

"Ekibe yalnız orta iki ve son sınıf öğrencilerini almayı karar vermiş­ tim. Çocuklar çok küçükhen her şeye heves edip, başladıklan hiçbir şeyi bitirmiyorlar. Farah daha ortaokulun ilk sınıfındaydı ama, nedendir bil­ mem, onu görür görmez sevdim. Aramızda özel bir bağ oluştuğunu his­ setmiştim. Karakterimiz benziyordu yalnız o biraz fazla ağırbaşlı görü­ nüyordu. Hiçbir kusuru olmayan, tertemiz, çok içten bakışlan olan kü­ çük bir kızdı. Siyah önlüğünü, kenarlan kırmızı biyeli, beyaz bir yaka ta­ mamlıyordu. Kendinden emin görünse de neden olduğunu bilemediğim bir çekingenliği vardı, mesafeliydi. Ama çok neşeli, yanındakileri hep gül­ düren bir çocuktu. Asla surat asmazdı. Rahibelerin kaldığı binada sakla­ dığım topu gidip hep o alırdı. Çok küçük yaşta babasını kaybetmiş olma­ sına karşın mutlu, sorunsuz bir çocuktu. Sanınm girişimci ve güçlü kişi­ liğim nedeniyle o da diğer rahibelerden çok beni seviyordu." Bir yıl sonra, basket takımına kaptan seçildim. Bu da sanırım yalnız spor yeteneğimden ötürü değil, aynı zamanda yumuşak tabi­ atlı oluşumdandı. Oldukça sade ve doğaldım, nazlanmayı sevmez, dedikoduları dinlemezdim. Zaten birisi bana gücenirse hiç oralı ol49


Farah Pehlevi, 1 959


Farah Pehlevi

maz, kendiliğinden gelip benimle konuşuncaya kadar onu kendi haline bırakırdım. Bir süre sonra, jeanne-d'Arc baskelçilerinin başı olarak kızlara örnek olduğumu, beni kahraman gibi gördüklerini fark ettirri . Başka okullardaki kızlarla maç yaptığımızcia kazanan her zaman biz olurduk, bir süre sonra herkesin kazanmak için can attı­ ğı 'Tahran Şampiyonu" unvanını da biz aldık. Gazeteler grubumu­ zun resmini yayımlamıştı, sık sık çocukların beni ebeveyinlerine parmakla gösterdiklerini duyuyordum: "Anne, bak, bu Farah! " Rahibe Claire'in coşkusu bize güç veriyordu. Rekabet duygusu­ nun yardımıyla başka dallarda da çalışmaya başladım, uzun atlama, yüksek atlama ve koşu yaptım. 1954 yılında lran Kızlar Atletizm Şampiyonası'nda yüksek atlama ve koşu dallarında birinci gelmiş ve o dönemde Iran'da spordan sorumlu General izzet Panalı'ın elinden Şah adına lran bayrağıyla birlikte iki madalya almıştım. Madalyalar hala gözümün önündedir, üzerlerinde Şah'ın ve Imparatoriçe Sü­ reyya'nın resimleri vardı. Okula da her gün istiyerek gidiyordum, birçok arkadaşım vardı, öğretmenlerimin çoğunu seviyordum, öyle samyorum ki onlar da benden memnundu. jeane-d'Arc'ın en belirgin özelliği olan ciddiyet ve öğrenciler arasındaki arkadaşlık duygularını beğeniyordum. L harfi şeklinde bitişik yapılmış yüzyıllık iki binası olan okul, daha ilk girişte saygı ve ciddiyet telkin ediyordu. Kanatlardan biri rahibelere ayrılmıştı, arada bir bahçe vardı. Öbür kanatta sınıflar, iri köknarların gölgelediği, büyük bir taş avluya açılıyordu. Ayrı bir yerdeki kilise bu binaların tümüne dini ve kutsal bir hava veriyor­ du. Bu ağır hava özellikle öğle yemeklerinde gülmemize engel ol­ mazdı. Benim zamanımda okulda kantin yoktu, her öğrenci kendi yiyeceğini sefertasında getirirdi. Bodrum katında bulunan eski kö­ mür sobalarının üzerinde yemeklerimizi ısıtır ısıtmaz oradan çık­ makta acele ederdik, bodrum katı bizi biraz ürkütürdü. Başkalarım ve kendimi keşfettiğim, kişiliğimin ortaya çıktığı bu yıllar boyunca nasıl bir çocuktum ben? Burada sözü rahibe Claire'in beni çok duygulandıran, pek de yansız olmayan tanıklığına bırakı­ yorum:

"O belki diğer çocuklardan çok üstün değildi ama zeki, yetenekli ve sorumluluk duygusu olan bir çocuktu. Dersleri Fransızca alıyordu. Bunu 51


Anılar

sadece dile yetenekli çocuklar yapabiliyordu. Edebiyattan çok matematik ve fen dallannda daha başarılıydı. Giyimine her zaman çok özen göste­ rirdi. Çalışması mükemmeldi, arkadaşlannın üzerinde büyük etkisi var­ dı, yaşama sevinciyle dolu, sağlıklı ve her zaman yardıma hazır biriydi. Bana göre o, lranlı bir genç kızın en iyi yanlannı kişiliğinde toplamıştı: ince, ölçülü, zarif, dostlanna sıcak davranan, sadık biri. " Dosdoğru, yapmacıksız, doğal olarak mutluluğa yatkın olma gibi yanlarımı babamdan miras aldığıma hiç şüphe yok. Yine de bu özel­ liklerimin esasını, gözünden hiçbir şey kaçmayan annemin sert kişili­ ğine borçluydum. Genç kızların eğitimi söz konusu olduğunda, özel­ likle çatık kaşlı olan bir toplumda beni tek başına büyütmek zorunda olması annemi elbette çok korkutuyordu. Gerçi Kutbi dayım bana ya­ vaş yavaş babalık yapmaya başlamıştı ama o, günlük sorunlarla pek ilgilenmiyordu, bana destek oluyor, yaşam hakkında rehberlik yapı­ yor, geleceğimi hazırlıyordu. Eşi Louise yengem benden hiçbir şeyi esirgemezdi. Beni hiç eksilmeyen bir sevgiyle severdi, onun gözlerin­ de kusursuzdum; şimdi geriye dönüp baktığımda onun, annemle bir­ likte beni en çok seven kişi olduğunu düşünüyorum. Annemin gözü daima üstümdeydi, en küçük yaniışımda sanki eşi görülmemiş bir felakete neden olmuşuro gibi öfkesinden küple­ re binerdi. On üç on dört yaşlarımdaydım, sene sonunda imla der­ sinden başarısız olup, eylülde bütünlerneye kalmıştım. Annem kat­ landığı onca fedakarlıktan sonra ona böyle bir üzüntü yaşatmaya hakkım olmadığını tekrarlayıp durmuş, adeta kendini kaybetmişti, ailenin yüz karası olduğumu düşünmüştüm. Korkunç bir durumdu bu, üzüntüden altüst olmuştum, aklıma geldiğinde bugün bile hala heyecanlamrım. İmladan başarısız olmam sanki geleceğimi yıkmış gibi, bütün gün adama kapanıp ağlamıştım. Diğer yandan, hemen hemen aynı yıllarda ülke genelinde, benim politik bilineimi hızla geliştirecek çok daha önemli olaylar oluyor­ du. 1 952 yılındaydık, hükümet petrolün millileşmesini sağlamak için çelik gibi bir iradeyle İngilizlere karşı mücadele veriyordu. tran­ lıların İngilizlere duyduğu öfkeyi yönlendirmeyi bilen Milliyetçi Cephe'nin başındaki Muhammet Musaddık, Şah tarafından hükü52


Farah Pehlevi

meti yönetmekle görevlendirilmişti. Musaddık cesur ve kararlı dav­ ranmıştı ama uzlaşmaz tutumu yüzünden İngilizler bizim petrol iş­ letmelerimizi dondurdular: Iran'dan bir damla petrol ihraç edilemi­ yordu, dolayısıyla ulusça ekonomik gerileme başlamıştı. Ülkemiz her alanda kaybediyordu: uluslararası mahkemelerde haklarını ka­ zanması gecikiyordu ve ayrıca İngiliz ambargosunun kurbanı oldu­ ğundan, İran toplumunun tüm katmanlarını etkileyen bir krize sü­ rükleniyordu. Şah'ın çok endişeli olduğu söyleniyordu. Şah, millileştirme giri­ şimlerinde İngilizlerin bütün müzakere isteklerini inatla reddeden Musaddık'ın çok ileri gittiğini düşünüyordu. Halkın gitgide yoksul­ laşması, hoşnutsuzluğun artışı da şüphesiz komünist Tudeh Partisi­ nin ekmeğine yağ sürüyordu. Tudeh hiçbir zaman bu kadar güçlü olmamıştı. Bazıları Musaddık'ın istemeden komünistlerin oyununa geldiğini iddia ederken, başkaları izlediği politikanın başarısızlığına rağmen, milliyetçi karşı duruşuyla ulusun gururunu yücelttiği dü­ şüncesiyle ona destek oluyorlardı. Krizin tehlikeli bir hal alması üzerine Şah, başbakanından istifa­ sını istedi ama Musaddık çekilmeyi kabul etmedi; onun bu konuda gösterdiği direnç lranlıların zihninde, bugün bile yara izleri hala acı veren bir vicdani çatışmaya yol açtı. Petrolün millileştirilmesinin nasıl sağlanacağı konusu bütün ai­ lelerde tartışmalara yol açtı. Pek çok aile , Şah yanlıları ve Musaddık sempatizanları olarak ikiye bölünmüştü. Bizim ev de bu çatışmadan nasibini aldı: bir akşam, ateşli bir Musaddık yanlısı olan dayılanm­ dan birinin, öfkesini denetleyemeyen kuzenlerimden birinin haka­ retine maruz kaldığına tanık oldum. O devirde, koyu bir komünist düşmanı ve şahlık rejimi yanlısı olan kuzenim Rıza Pan-iranist Par­ ti'ye yakınlık duyuyordu. Henüz on üçünde olmasına karşın sular seller gibi bildiği Şahname hakkında yaptığı yorumlada ün kazan­ mıştı. Arkadaşları ona komposizyonlarını, hiç olmazsa giriş bölü­ münü yazması için yalvarırlardı. . . Ben de tüm benliğimde Şah yan­ lısı ve milliyetçiydim. Bu özelliğim yalnız, aldığım eğitimden kay­ naklanmıyordu, ayrıca Firdevsf'nin öğütlerindeki ilkelerin içime iş­ lediğine hiç şüphe yoktu: bizde sadece Şahlar yasaldı. 53


Anılar

Tartışmadan tabiatıyla Jeanne-d'Arc'ın sınıflan da etkileniyordu, öğrenciler okulda ailelerinin tercihlerini yansıtıyorlardı. Ama o gün­ kü yaşımızda sorunu büyük bir duygusallıkla ele alıyor, henüz siya­ si argümanları açıklamayı beceremiyorduk; şu ya da bu kişiyi tutma­ mızın nedeni yalnızca ona duyduğumuz sevgiydi. Beni samimi ve kararlı bakışlanyla derinden etkileyen genç Şahımıza nasıl karşı olu­ nabileceğini ben, şahsen anlayamıyordum. Teneffüste avluya çıktığı­ mızda bu konuda tartışırsak, kızıp birbirimize portakal kabukları at­ tığımız da oluyordu. Ama petrolün millileştirilmesi söz konusu oldu­ ğunda hepimiz aynı görüşteydik O güçlü lngiliz şirketi BP'nin amb­ lemini "Benzine Pars" (lran Benzini) olarak çevirmekten gurur duyu­ yorduk. Dayımın oğlu Rıza'nın okulu Elburz'da, özellikle oğlanlar arasında durum ciddileşiyordu. Tudeh'in komünist militanları geliyor, okul çı­ kışında bağırarak gazetelerini satmaları için öğrencileri kışkırtıyorlar­ dı. Ortam hızla gerginleşiyor, ses tonu yükseliyor ve heyecanını yene­ meyen Rıza, gazeteleri yınmaktan çekinmiyordu. Tudeh taraftarları da savaşı kızıştırıyorlardı. Sonunda bir akşam, korktuğumuz başımıza geldi. Rıza bıçaklandı. Onun hastanede olduğunu öğrendik. Çok bü­ yük bir şans eseri o gün üzerinde kalın bir giysi vardı, bıçağın ucu ha­ yati bir organına zarar vermemişti. Daha sonra Şah'ın, gerilimin bir iç savaşa dönüşmemesi için ül­ keyi terk etmeyi düşündüğü söylentileri çıktı. Binlerce insan, özel­ likle gençler sarayın önünde toplanıp ondan kalmasını istediler. He­ pimiz kaygılıydık. lran yeniden uçurumun eşiğine gelmiş gibiydi. Tahran'da tanklar kavşakları tutmuştu. Tanrım, Şah bizi bırakırsa neler olacaktı? Bu olasılık beni öyle tedirgin ediyordu ki ne yemek yiyebiliyor ne de uyuyabiliyordum; dayım ve yengem çok üzgündü­ ler, annemin ağzını bıçak açmıyordu, onların bu durumu endişele­ rimi artırıyordu . Her akşam Meclis Meydanı yakınındaki bir evde oturan arncam Ahmet Diba'ya telefon ediyor, ondan en son haber­ leri almaya çalışıyorlardı. Sonunda "ateş düştü, kabus sona erdi" diye düşünürken o kor­ kunç 1953 yazında çok daha kötü olaylar yaşadık. On beş yaşıma girmek üzereydim. Şah'ın ülkeden ayrıldığı haberi bize ulaştığında Hazar Denizi kıyısında, Bender Pehlevi'de ailece tatildeydik. Bu defa 54


Farah Pehlevi

söylenti değildi; radyo, haberi doğruluyordu. Hükümdann Musad­ dık'ı aziettiği ama onun direndiği ve ayaklanan yandaşlannın başba­ kanı desteklemek için sokaklara döküldüğü bildiriliyordu. Kaldığı­ mız pansiyoncia otuz beş yıl önceki Bolşevik Ihtilali'nden kaçmış "beyaz" Rus bir kadın vardı. "Tamam, burası da Rusya'ya dönecek! " diye tekrarlayıp duruyordu. Zavallı kadın korkudan bembeyazdı, ümitsizdi. Belki de Iran'ın kaderini belirleyecek çok zor günler yaşa­ yacağımızlll bilincindeydik. Kaldığımız tatil köyüne, her saat başın­ da haberleri yayımlamak için ses yükselticHer konmuştu. Insanlar asık bir yüzle ortalıkta dolaşıp duruyorlardı. Şah karşıtlarının daha şimdiden "Anzali ! Anzali! " diye bağırdıklan duyuluyordu. Anzali, Bender Pehlevi limanının eski adıydı. Bu sembolik bir öfke gösteri­ siydi ama Şah'ın adım şimdiden sildikleri için çok derin bir anlam yüklüydü. Biz ne alacaktık? Yüreğim eziliyordu, üzüntüm öyle de­ rindi ki ağlayamıyordum. Üç gün boyunca, asiler Tahran'da büyük bir kargaşa yarattılar. Komünistler, Musaddıkçılar, hatta din adamlan Şah'a karşı kinle do­ lu sloganlarla sokağa hakim olmuşlardı. Şah da ülkenin yaranna ola­ cak bir şeyler yapar gibi görünmüyordu. Ülkeden ayrılmadan önce Muhammet Musaddık'ın yerine general Fazlullah lahidi'yi başbakan olarak atamıştı. Ordu general lahidi'nin tarafına geçti ve Musaddık'ın villasımn bir tankla yerle bir edilmesi, duruma hakim olunmaya baş­ landığının ilk belirtisi oldu. Gerçekten de, ertesi gün Şah halkın candan gösterileri arasında Tahran'a döndü. Imparatoriçe Süreyya ile gittiği, bir hafta bile sür­ meyen bu sürgün, pek çok lranlı gibi beni de kaygılandırmıştı. Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı anılarında, Şah bu kısa sür­ günden söz ediyor. Benim genç kızlık amlanm göreceli olduğu, tari­ hi bir değer taşımadığı için buraya Şah'ın yazdıklarım aktarıyorum:

"Musaddık'ın yapmak istediklerini ve ihtirasını biliyordum. Zora baş­ vurulmadan önce Iran'ı terk etme karan vererek kan dökülmesini önle­ mek ve ülkeyi, seçimini özgürce yapması için serbest bırakmak istiyor­ dum. [. . . ] Özellikle Tahran'da ayaklanma üç gün sürdü. llk iki gün Musaddık ve Tudeh yandaşlan gösteriler düzenlediler. Ancak üçüncü gün, 1 9 Ağus55


Anılar

tos 1953'te işçiler, zanaatkô.rlar, öğrenciler, serbest meslek mensuplan, askerler, jandarmalar, kadınlar, hatta çocuklar olağanüstü bir cesaretle, o çılgın dikta yanlısının tüfeklerine, mitralyözlerine, hatta tankianna gö­ ğüs gererek durumu tersine çevirdiler. Sabık başbakanın villasına Şah yanlısı bir tanktan yapılan tek bir uyan ateşi, üç sene süren siyasi çılgın­ lığa son vermeye yetmişti. [. . .] "Hemen Tahran'a döndüm, halk beni coşku dolu sevgi gösterileriyle karşıladı. Gerçekten de Iran'ın her tarafında hiç kimsenin karşı koyama­ yacağı bir halkoylamasıydı bu. Böylesine zorlu bir sınavdan geçmeden önce tahtı babasından miras almış bir hükümdardım. Bundan böyle, ar­ tık gerçekten halk tarafından seçilmiş olduğumu söyleme hakkına sahip­ tim. [. . . ) "Musaddık rejiminin devrilmesini izleyen yargılama süreci, 1951- 1953 yıllan arasında yaşanan olaylara ilişkin birçok garip gerçeğin ortaya çık­ masını sağladı. Omeğin 1951 yılında Musaddık Savaş Bakanlığı'nı üstlen­ diğinde sadece yüz on olan Komünist Tudeh yanlısı subay sayısı, o 1953 yı­ lında bertaraf edildiğinde altı yüZ kırka çıkmıştı. "Komünistlerin planı, önce beni devirmek için Musaddık'ı kullanmak­ tl. Tudeh Partisi'nde ele geçirilen belgelere göre ben aynidıktan iki hafta sonra Musaddık safdışı bırakılacaktı. Ilan edilmesi düşünülen Iran Halk Cumhuriyeti'nin pullannın bile basılmış olduğunu gördüm. [. . .) "Üç yıl hapis yattıktan sonra serbest kalan Musaddık, başkentin batı­ sındaki Ahmet-Abad'daki malihanesine çekildi, 1967 yılında orada öldü. " Yakın tarihte ülkemizde yaşanan şiddetli sosyal çatışmalar geride kaldı. Bugün artık, Şah'ın petrolün millileştirilmesi sırasında Musad­ dık'ı hararetle savunduğunu ve ona saygı duyduğunu kesin olarak söyleyebilirim. Onu azletmeden önce uzun uzun düşünmüştü. lnan­ cım odur ki eger Musaddık, Şah'ın umut ettigi gibi, İngilizlere karşı biraz daha uzlaşmacı, daha ölçülü davransaydı, ülke yıllarca süren bu kavgayı yaşamayacaktı. Bugün tüm kalbimle, lranlılann, yannın tra­ n'ında artık yeri olmaması gereken bu elli yıllık savaşa son vermeleri­ ni ve han'ında hep birlikte yeniden ayaga kaldırmalannı diliyorum. 56


Farah Pehlevi

Ortalık yatıştı, ülkede ve evde hayat normal akışına döndü. Ra­ hip Michel Goyaux'nun çoban sopasının peşinden giderek izciliği keşfetmiştim. jeanne-d'Arc'ın erkek şubesi olan, Lazarist rahipler yönetimindeki Saint-Louis okulunda, küçük çocukları yavrukurt olarak yetiştirmek üzere gönüllü aranıyordu. Zaten basketbol takı­ mının kaptanıydım. Kısa bir süre sonra da oymak başı oldum. lzcilikte, sorumluluklarımı öğrenme konusunda büyük deneyim kazandım, kraliçe olduğum zaman izcilikte dönemimi gizlice, şük­ ranla andım. Daha on beş yaşımdayken, otuz kadar çocuğun sorum­ luluğunu omuzlarımda taşımak, kampın iki-üç hafta sürdüğü göz ö­ nüne alınırsa, hiç de kolay bir şey değildi. Kampta düzen, fedakar­ lık, soğukkanlılık, cesaret ve sabır sahibi olmayı öğrendik. Bundan başka, çok ender olan serbest saatlerde, yapılan hatalar üzerinde, günlük telaş içinde söylediğimiz ve yaptığımız için pişman olduğu­ muz şeyler hakkında tekrar düşünmeyi öğrendik. Evet, genç yaşım­ da kraliçe olduğumda, bana sorumluluk duygusunu çok erken öğ­ rettiği için Rahip Goyaux'ya minnet duydum. Onun dinamizmini, insanlara karşı içtenliğini, cömertliğini sevmiştik. Iran'da izeilik ha­ reketini o yönetiyordu. Ben sürgüne gidinceye kadar mektuplaşma­ mız devam etti. Gene izeilik sayesinde l 956 yazında Fransa'ya ilk seyahatimi yap­ tım. Paris yakınlarında jambville Şatosu'nda uluslararası bir izci top­ luluğuna içimizden iki kız, iki erkek öğrenci gönderildi, ben onların arasındaydım. Gerçi davetHydik ama uçak biletinin parasını kendi­ miz ödemek zorundaydık. Tahran'da bir tiyatro ile Saint Louis okul yönetimi arasındaki dostça ilişkiler sayesinde Mareel Pagnol'un "To­ paz" adlı oyununu sergileyip, hasılatı ile Fransa'ya gidiş-dönüş bile­ timizi satın alabildik. Paris'i görme düşüncesi beni müthiş heyecanlandırıyordu . Bu şehrin benim ailemin gönlündeki yeri özeldi, babam hep beni Paris' e götürebilmeyi hayal etmişti. Büyük babam Mehdi Diba, yüzyılın ba­ şında Fransa'da, Iran'ın ortaelçiliğinde sekreter olarak çalışmıştı. Ba­ ba-oğul mükemmel Fransızca konuşurlardı, babam Fransa'ya, özel­ likle onun başkentine karşı beslediği sevgi ve dostluk duygularını bana da geçirmişti. 57


Anılar

Paris'e iner inmez Champs Elysees Caddesi'ne gidip Etoile Mey­ danı'na kadar yürüdük. Gözlerim kamaşmıştı, heyecandan uçuyor­ dum, hemen o gün öğleden sonra bütün Paris'i gezmek istiyordum, zaman çok azdı. Çocukluğumda hayallerimi süsleyen Invalides, Sa­ int-Germain-des-Pres, Sorbonne, Notre-Dame ve Eiffel Kulesi gibi yerlerden geçerek gezimizi sürdürdük. Akşam -bizi misafir etmeyi kabul eden ailelerin yanında kalıyorduk- son derece mutluydum ama ayaklarım su toplamıştı, patlayan, kanayan yerler bile vardı. Ve metro! O dönemde küçük bir lranlı kız çocuğu için metro akıllara durgunluk veriyordu. Hariraya bakıyor, inceliyor, sonra mer­ roya dalıyor, on beş dakika sonra bambaşka bir semte, ağustos ayı­ nın mavi gökyüzü altına, yerin üstüne çıkıyordunuz. Oymak başı ol­ mama rağmen, birkaç kuruşluk bozuk para karşılığında şeker, sakız ve özellikle bize çocukluk yıllarımızın "horoz şekeri"ni anımsatan lo­ lipoplar veren otomatik makineleri kullanmayı beceremediğimizi anımsıyorum. Sonra jambvill'e gittik. Dünyanın dört bir köşesinden gelmiş olan çocuklar çeşitli gösterilerle ülkelerini tanıtmaya çalıştılar. Kimileri kendi halk şarkılarını söyledi, kimileri gösteriler yaptı. Çok heyecan verici bir deneyimdi bu, dil engeline rağmen iletişim kurmayı başa­ rabilmiştik. O dönemde kullanılan deyimle bu "Kendini anlatma kampı" bizleri grup animasyanlarına hazırlama amacı güdüyordu. Toplum karşısında konuşmayı, dikkati toplamayı, gerilimin dozunu ayarlayarak bir öykü anlatmayı, hepsini orada öğrendim. On yıl son­ ra anne olduğumda, iyi öykü anlatabilmenin ne kadar önemli oldu­ ğunu kendi çocuklarımda gözlemledim. Jambville'den sonra, bu kez bir "spor kampı"nda yapılanları öğ­ renmemiz için bizi Royan'a götürdüler; orada tırmanma, yüzme eg­ zersizleri vb. yapılıyordu. Nihayet dönüş yolunda, bir iki günlüğüne Atina'ya uğradık ve Akropol'ü gezdik. Arkadaşım Elli ile, eski Pers imparatorlarından büyük Darius'un, Dionysos Tiyatrosu içinde bulu­ nan mermer tahtına oturduğumuz zaman büyük bir heyecan ve gu­ rur duydum. O dönemdeki lranlı annelerin çoğunun aksine, annem benim görücü usulüyle evlenınemin lafını bile ettirmiyordu, ben de elbet58


Farah Pehlevi

tc

buna karşıydım. Aileden birilerinin gizlice onu teşvik ettiklerini

biliyordum; onlara göre, benim için iyi bir kısmet aramanın normal olduğu bir yaşa gelmiştim. Ama annem ve ben, evliliği düşünmeden önce öğrenimimi bitirmem gerektiğine inanıyorduk. Annem liseyi bitirmiş, aydın bir hanımdı. Onunla beraberken evlilikten söz açıl­ dığında benim tek düşüncem, babamdan bana miras kalan, kalben çok bağlı olduğum "Diba" soyadımızı muhafaza edebilmekti. Bu so­ yadını taşıyan erkek kuzen sayısı çok az olduğundan, soyadımızın yok olup gitme tehlikesi vardı. Bu konuda kuzenlerime , dostlarıma, amca ve halalarıma söylediklerimi çok iyi anımsıyorum: " lyi bir öğ­ renim görür ve olağanüstü başarılı bir kadın olursam belki de soya­ dımı korurnama izin verirler, ne dersiniz?" İran'ın en önemli şahsiyeti ile evlendiğimde bu soyadını kesin­ likle kaybettim. Ama kaderin cilvesine bakın ki birçok ülkede, özel­ likle Fransa'da bana Faralı Diba demeyi sürdürüyorlar. Oysa resmi olarak ve tarih önünde, bütün benliğim ve bütün ruhumla ben Fa­ rah Pehleviyim. Şurası bir gerçek ki, uzun eğitim gerektiren saygın bir meslek seç­ meye kararlı olarak, lise bitirme sınavına hazırlanmak üzere Tah­ ran'daki Fransız Razi Lisesi'nde birinci sınıfa başladım. Her sabah okula gitmek için otobüsle uzun bir yol katediyordum. Tahran'ı bir uçtan diğerine kateden bu güzergah hoşuma gidiyordu. Şehirde da­ ha şimdiden araba sayısı artmış, değişik noktalarda trafik sıkışmaya başlamıştı; ben de böylece, çok beğendiğim, bahçelerinde çınarlar, yalancı akasyalar, manolyalar görülen, duvarlarından hanımelleri sarkan eski evleri gözlerimle okşamaya zaman buluyordum. Ah! Ya­ zın duyulan o güzelim hanımeli kokusu! . . Her sokak başında seyyar satıcılar, mevsimine göre sattıklarıyla değişen renklere bürünen ara­ balarının önünden geçenleri alışverişe davet ederlerdi. Lise, sıra sıra dizili güzel sütunları, mozaik kaplı duvarları olan çok eski bir binada bulunuyordu. Bir sınıftan öbürüne gitmek için tam aksi yönde bir merdivenin birkaç hasarnağını inmek ya da do­ lambaçlı yollardan geçmek gerekiyordu . Kraliçe olduktan sonra bir­ çok başka eski binayı yıkılınaktan kurtardım ama, ne yazık ki Razi Lisesi'nin o harikulade güzel binasını kurtarınayı akıl edemedim; bu 59


Anılar

en çok pişmanlık duyduğum şeylerden birisidir. Okul binası Tah­ ran'ın güneyindeydi; 1960-1970 yılları arasında, başkentte pek çok binanın kaybolup gitmesine yol açan kamulaştırmalar sırasında Ra­ zi Lisesi de yıkılıp gitti. Lisede dersler lranlı ve Fransız öğretmenler tarafından Farsça ve­ ya Fransızca yapılıyordu. Ben Fars Edebiyatı öğrenimimi sürdürü­ yordum. Okul laik olsa da din dersi görüyorduk Öğretmenler bizim büyüdüğümüzü kabul edip ona göre davranıyor, bağımsızlığımıza saygı duyarak, kişiliğimizi geliştirmemiz için zekice yardım ediyor­ lardı, böylece benim sınıfımdaki bütün öğrenciler daha sonra dün­ yanın en iyi üniversitelerine gidebilirdiler. Öğretmenlerimizin hepsi­ ni çok seviyor ve sayıyorduk ama lranlı hocalarımızdan Fransızcayı bizden daha az iyi konuşan biri hata yaptığında, gizli gizli gülüşmek­ ten kendimizi alamıyorduk Annem artık daha az tutucuydu: karma bir lise olan Razi'ye ya­ zılmam bunun kanıtıydı. Liseye başladığımda herhangi bir şok ya­ şamadım çünkü Jeanne-d'Arc'ta okurken Saint-Louis'deki erkekler­ le birlikte gezmeye giderdik Aile içinde ve sonra izeilik döneminde erkek çocuklarla birlikte olmaya alışmıştım. Öğle yemeği saatlerin­ de, iki kız arkadaşımla bahçede, çınariarın gölgesinde oturmaktan çok hoşlanırdım. Bu okulda da kanlin olmadığı için sefertaslarımız­ la yemeğimizi getirirdik Konuşur tartışırdık, geleceğimize güvenle bakıyorduk, mutluyduk O devirde kızların sevgilisi olması ve onunla gezmesi ayıp karşı­ lanırdı. Eğer birine tutulsak bile -o zamanlar böyle denirdi- bunu hiç kimseye, en yakın arkadaşımıza bile söylemezdik Sevilen çocu­ ğa gelince, onun bundan haberi bile olmazdı. Kendi yaşımdaki tüm liseli kızlar gibi dolu dolu, bağıra çağıra yaşıyordum. Evlerimizde sürpriz partiler düzenlemeye ve ilk dans­ larımızı yapmaya başlamıştık Tahranlı bütün gençler gibi ben de özellikle Elvis Presley'i çok seviyordum, o kadar ki onun oynadığı bir filmi görmek için bir gün okuldan da kaçtım. Sinemanın büyüsünü yeni yeni keşfediyorduk. Sinemaya grup halinde gidiyor, içeri girmek için hep inanılmaz bir şekilde itişip ka60


Farah Pehlevi

kışıyorduk çünkü bizim kuşağımız kuyrukta sıra beklemenin erde­ ı n ini henüz bilmiyordu. Birçok film bize dublaj yapılmadan geliyor­ d u , bu eksiği telafi etmek için alt yazı yerine görüntülerin arasına d üzenli şekilde, olup biteni özetleyen metinler giriyordu. james De­ an,

Gregory Peck, Elisabeth Taylor, Montgomery Clift ve diğerleri . . .

l ıcpsini tanıyor ve beğeniyorduk. Amerikan müziği elbette kanımı­ zı tutuşturuyordu ama ben Iran müziğini ve halk şarkılarını da se­ v iyordum, geleneksel klasik müziğimiz ise bana çok hüzün veriyor­ du. Daha sonra bu musiki de beni çok duygulandırdı. Ayrıca, kla­ sik batı müziğini ve operayı da severdim. Rıza ile dolaşırken, kaldı­ rıma tezgah açmış bir satıcıda, plaklar arasında Enrico Caruso'nun bir 78 turluk plağını bulunca ne kadar çok sevinmiştik! . . Tarzları bambaşka olan Tino Rossi, jacqueline François, Abdül Ali Vezirf ya da Gamar Moluk Vezirf de çok hoşlandığım şarkıcılar arasındaydı çünkü onları dinlerken babacığımın eski gramofonumuza plakları koyduğunu görür gibi oluyordum. Annem beni hem çok sıkı terbiye etmek istiyor, hem de dünyaya açılmaını sağlamaya çalışıyordu, bu nedenle elindeki görünmez diz­ girıleri gayet yavaş gevşetiyordu. Dışarıya çıkmama, gece yarısına ka­ dar dönmem koşuluyla izin veriyor ama kız arkadaşlanından birisi­ nin yakınının eve dönerken bana eşlik etmesini de sağlıyordu. Ola ki gecikirsem, annemi üzerinde sabahlığıyla sokak kapısının önünde kaygı içinde beni beklerken buluyordum. Zavallı anneciğim, kızının her şeye rağmen ne kadar aklı başın­ da olduğunu bilseydi beklemeden gidip yatardı. Ama sürekli benim yanlış bir şeyler yapabileceğim kaygısıyla ya­ şıyordu ve bende gördüğü her yeni bağımsız davranış onun derin bir endişe duymasına neden oluyordu. Mesela, bir akşam partiye gider­ ken kız arkadaşım ruj sürmüştü, doğal olarak arkadaşım rojunu ba­ na verdi, ben de dudaklarımı boyadım. Şaşkın bir durumda, heye­ canla aynada kendimi seyrederken, eve dönüş saatimi bir kere daha hatırlatmak için annem hızla odama girdi. Yüzünün allak bullak ol­ duğunu gördüm: Aman Tanrım! Nasıl böyle bayağı davranabilirdim? Yalnızca evli bir kadının ruj sürebileceğini bilmiyor muydum? Dayım bu gibi tartışmalara hiç katılmazdı. Ne olursa olsun, beni bir kez olsun uyardığım hatırlamıyorum. Buna karşın liseyi bitirdik61


Anılar

ten sonra hangi dalda yüksek öğrenim görmek istediğim annem ka­ dar onu da ilgilendiriyordu. Bir aralar doğa bilimleri alanında araş­ tırmacı olmaya yönelmiştim, dayımla bu konuyu görüşmüştük, da­ ha sonra dışarıda olmayı çok seven biri olarak hayatımı bir laboratu­ varda, mikroskop önünde geçirmeye tahammül edemeyeceğimi dü­ şünerek kendim vazgeçmiştim. O zaman mimariye olan eğilimim ak­ lıma geldi. Benim gözümde mimarlık, tek başına tasarlanan şeyi in­ san yönetimine, sanat ve beceriyi toplumsal yaşama, içeriyi dışarıya bağlayan mükemmel bir meslekti. Ben de dışarıda, şantiyelerde ça­ lışmak istiyordum. Daha ufacıkken, bu mesleği seçerek mimar olan dayımı kah çizim masasına eğilmiş çalışırken, kah soğuktan veya gü­ neşten kızarmış bir halde şantiyeden dönerken görmüştüm hep. Tut­ kuyla yaptığı işinden çok memnun olduğu çok açık bir şekilde görü­ lürdü. Üstelik hızla gelişmekte olan lran'da, sayısı belli olmayan şanti­ yeye karşın, çalışan sadece bir tek kadın mimarı vardı. Ülkemin in­ şasına katılırken başka hangi sektör, bir kadın olarak duygu ve dü­ şüncelerimi ifade etmek için bana bu kadar çok fırsat verebilirdi?

l. Nektar Papazian Andreef. 62


c§1ı

is'te mimarlık eğitimi masraflarıma katkısı olması için bir

lmrs almayı düşünüyor ve bu bursu sağlayacağıını umuyordum. Li­ seyi sınıfıının birincisi olarak bitirmiş ve Raspail Caddesi'nde bulu­ nan, çok ciddi ve öğrenci konusunda çok seçici olma şöhretine sa­ hip mimarlık okuluna kabul edilmiştim. Bürokrasi ile ilk tanışmam, asla alamadığım bu burs vesilesiyle oldu. Sanki engelli koşucia yarı­ şıyordum. Günlerce uğraştığım Eğitim Bakanlığı'nda hiç kimse, hat­ ta ailemin tanıştığı ve görüşme imkanı bulduğum bakan bile bana nasıl bir yol izleyeceğimi söyleyemedi. Bir dil sınavına girmem gerek­ tiğini iddia edenler de oldu ama bu sınavın sorumlusunun kim oldu­ ğunu ve nasıl kayıt yapuracağıını açıklamaktan acizdiler. Haftalar geçti, yaz bitti ve benim burs dilekçem Milli Eğitim Bakanlığı'nın de­ ğişik masaları arasında kayboldu gitti. Paris'te dersler başlamıştı, ben hala Tahran'da koşturup duruyordum. Öylesine kızgındım ki so­ nunda, bir daha bu ülkeye adımımı atmayacağım diyerek Fransa'ya gittim. Çocukça bir öfkeydi tabii, sekiz gün sonra unuttum. Bizi birbirimize bağlayan sevgiden daha önce söz ettiğim Rı­ za'nın annesi, yengem Louise Kutbi o sıralar Paris'teydi. 1957 son­ baharının ilk günlerinde otelde kaldık, sonra Montsouris parkı ya­ kınındaki üniversite sitesinde bize en ciddi şekilde yönetildiği söy­ lenen "Hollanda" yurdunda bir oda bulabildim. Bu yurtta erkek ve kız öğrencilerin birbirlerini ziyaretleri yasaktı. lçi rahatlayan yen­ gem Tahran'a geri döndü. Doğrusu, mimarlık okuluna gelince içimden İran'daki bürokra­ siye şükrettim: ilk on beş günde dersleri kaçırarak, bizütaj * gelene­ ğinin ilk günlerdeki en sert uygulamalarından kurtulmuştum. Anla* Ç.N. Bizütaj : Fransa'da, günümüzde resmen yasak olmasına ragmen bazı üniversitelerde, özellikle tıp fakültelerinde birinci sınıf ögrencilerine, okula yeni geldiklerinde ikinci ve üçün­ cü sınıf öğrencileri tarafından yapılan aşagılayıcı şakalar.

63


Anılar

yamadıkları bu garip geleneğin şiddetinden etkilenen bazı yabancı öğrenciler ülkelerine dönmeyi tercih etmişlerdi. Kızlara uygulanan bizütaj daha az zalimdi; bizden eski öğrenci­ lere hizmet etmemiz isteniyordu. Günün herhangi bir saatinde, iç­ lerinden birinin bize verdiği emri derhal yerine getirmek zorunday­ dık. Bir seferinde mesela, "eğri pergeli" bulup getirmemiz istenmiş­ ti. Biz çömezler böyle bir pergel olmadığını bilmediğimiz için bütün sınıfları kapı kapı dolaşıp "eğri pergeli" aramıştık Gittiğimiz her sı­ nıfta bu nesneyi yandaki sınıfta ya da üst katta bulacağımızı söyle­ miş, sonra da kahkahayı patlatmışlardı, biz bu gülüşmeterin nede­ nini anlamamıştık tabii. Bu maskaralıklara uymayı kabul etmezsek anında "bir kadeh bir şey" içiyorduk, başka deyişle göğsümüzü bir önlükle örttükten son­ ra duvara yaslanıyor, ağzımızı kocaman açıyor ve bizim neşeli cel­ latlardan birinin yüzüroüze bir bardak su atmasını bekliyorduk. Ke­ limeleri birbirine düzgün şekilde ekleyerek "Teşekkür ederim, çok asil ve çok saygıdeğer kıdemliler!" demek zorundaydık. Bu cümleyi düzgün söylemeyi başaramayan kız veya erkek öğrenciler ikinci bir "kadeh" cezası alıyordu. En kötüsü öfketendiğini göstermekti , o za­ man aşağılanmalann sonu gelmiyordu. Eğer ağlarsak sınıfın günah keçisi olmaktan kurtulamıyorduk, onların da bayıldığı şey buydu. Bana gelince grup oyunlarına alışıktım, yumuşak tabiatlı olduğum için bu şakalardan kolay kurtuldum sayılır. Benim gibi yabancı ülkelerden gelen pek çok öğrenci vardı; bir gün eski öğrenciler, biz yabancı öğrencileri toplayarak: "Haydi ba­ kalım, sohbet etmenize izin var ama herkes kendi dilinde konuşa­ cak! . . " dediler. Amaçlan gülünç, turasız ama hiç şüphe yok ki çok eğlenceli bir tür kakofoni yaratmaktı. Böylece "saygıdeğer kıdemliler" bizim saye­ mizde yine çok eğlenmişlerdi. Ancak bilmediğim bir şey vardı: ko­ nuşmalanmızı banda kaydetmişlerdi. Bu da diplomasi ve protokol açısından beni ciddi olarak sıkıntıya sakabilirdi çünkü Şah ile nişan­ landığımın ertesi günü "kıdemlilerden" birisi bu bant kaydını Paris'te yayın yapan bir radyoya gönderdi, onlar da hemen yayımladı. Al­ lah'tan en ufak çirkin bir söz söylememiştim, oysa muhatabınızın si64


Farah Pehlevi

zin dilinizi anlamadığından emin olduğunuz takdirde böyle bir şeyi denemeyi isteyebilirsiniz. Mimarlık okulundaki zihniyet jeanne-d'Arc ve Razi Lisesi'nden çok farklıydı. Yıllar boyunca bize dayanışma ve takım ruhu öğretil­ mişti, burdaysa başanlı olmak için tam aksini uygulamak gerekiyor­ du. Benim dönem arkadaşlanmda hakim olan değerler bireysekilik ve seçkincilikti. Ahenk ve uyumu her şeyden çok seven biri olarak bu duruma dayanmanın benim için bizütaja katianmaktan daha zor olduğunu itiraf ederim. Bu durumun sorumlusu sistemdi. Sadece en iyiler ikinci sınıfa geçebiliyorlardı -bir tür yanşmaydı bu- sonuç ola­ rak herkes arkadaşının karşılaştığı güçlüklerden sevinç duyabiliyor­ du. Eğer birisi gelip benden matematikte yardım isterse ben elimden geleni yapıyordum, başka türlüsünü düşünmezdim bile. Ama aksi bir durum söz konusu olduğunda herkesin bir bahaneyle ortadan kaybolduğunu görüyordum. Bunu son derecede ineitici buluyor, üzülüyordum. En kötüsü, atölyede altmış öğrenci sınavda çalışırken olanlardı: İçimizden birisi kaza eseri resminin üzerine mürekkep şişesini devirir ya da dikkatsiz davranıp resmini yırtarsa, o 'Tüh! Allah kah­ retsin! " diye üzülürken başkalan koro halinde "Oh, ne güzel! Birisi eksildi! . . " diye sevinçle bağınyordu. Bana gelince, resimde iyiydim ama özel okullarda öğretilen re­ sim tekniklerini bilmiyordum, bu benim için önemli bir engeldi çünkü resim dersinin katsayısı oldukça yüksekti. Arkadaşlarımın hatta hocaının aşağılamalarına maruz kaldığımdan özellikle resim dersine ağırlık vermiştim. Hocam: "Siz Şarklılar perspektiften hiçbir şey anlamıyorsunuz" diye tekrarlayıp duruyordu. Canımı dişime ta­ karak çalışıp yaptığım bir at başı resmi ile 20 üzerinden 17 almış ve resmim duvara asıldığında çok gurur duymuştum. Bu ortam beni oldukça bunaltmıştı, üstelik atölyede sadece beş altı kızdık ve erkek öğrencilerin maçoluğu işimizi büsbütün zorlaştı­ nyordu. Erkeklerin çoğu bizimle alay edip küçümsüyorlardı. "Asla hiçbir kız 'mimarlık' sıfatını hak etmemiştir" ya da "Siz kızlar buraya bir koca bulmaya geliyorsunuz" diyorlardı. Bir gün içlerinden birisi, herkesin önünde bana saldırarak "Sen memleketinde kaç deve edi65


Anılar

yorsun?" dedi. Bir Fransızdı bu, gurururo öyle kınlmıştı ki onu asla unutmadım. Daha sonra, Tahran'a mektup yazıp yardım istediğinde cevap vermedim. O cevap yazmadığım tek kişidir. Başkalarıyla, hat­ ta yüzüme su atan o "saygıdeğer kıdemliler"le bile mektuplaştım ama onunla asla. Ilk aylarda aileme ve lran'a duyduğum özlem yüreğimi daraltıyor­ du. Üstelik ekonomik nedenlerle dört yıldan önce ailemi görmeye gi­ demeyeceğimi de biliyordum. Dört uzun yıl! Bitmek bilmez! Ortalık daha ağarmadan uyanmak, bir koltuğa büzülmüş yabanıl, yorgun yüzlü işçilerin sigara içtikleri metroya dalmak ve okulda süregelen alaylara katlanmak . . Benim gibi çok fazla sevilip biraz da şımartılmış bir kız için bu kadarı fazlaydı. Rahibe Claire'e 1957 Ekim'inde yazdığım ve öğrencilik yaşamı­ mı oldukça iyi anlatan aşağıdaki mektupta, ondan beni üzen olay­ ları sakladım elbette:

"Sevgili Sör Claire. "Öğrenci yurdunda, Hollanda bölümünde, her türlü konforu olan ve bulvara bakan tek kişilik bir adam var. Bir tanışma partisi düzenledik. Benim için iyi oldu yoksa asla kimseyle görüşmeyi başaramayacaktım. Odamdan sabah çıkıp akşam dönüyorum. Bazılan oturma odasında ki­ tap okuyacak zaman bile buluyorlar. "Okulda degişik düzeylerde voleybol ve basketbol antrenmanımız var. Arkadaşianma Tahran şampiyonu ekibin oyuncusu olduğumu söyleme­ d{m. Hava güneşli olduğunda üniversitenin bahçesi çok güzel. Okul /okan­ tasında çok komik bir adet var: eğer birisi başında şapka hatta eşarpla gi­ rerse herkes, o, başındakini çıkanneaya kadar çatalıyla tabağına vuruyor. "Bazen ailemi, dostlanmı görmek için çılgınca bir istek duyuyorum ama efkanm bitişik odadan bir arkadaşın tebessümü ile dağıltyor. " Geçici olarak burstan vazgeçmiştim ama hiçbir eksiğim yoktu . Annem her ay bana ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar para gönderi­ yordu, bazen arkadaşlarıma yemek kuponu veya metro bileti verdi­ ğim de oluyordu. Yegane gerçek lüksüro bir plakçalar ve her ay ha66


Farah Pehlevi

şında satın alıp, uzun süre dayanması için özenle baktığım bir de­ met çiçekti. Okulda ortam yavaş yavaş düzeldi. Bazı erkek öğrenciler daha sı­ cak, daha nazik davranıyorlardı. Onlara sevgilim olmadığını söyledi­ ğimde bana inanmadıklarını görüyordum, bizim kültürüroüzde kız­ ların boyfriend'i olmasının hoş karşılanmamasını anlayamıyorlardı. Beni rahat bırakmalan için okuldakilere yurtta bir nişanlım olduğu­ nu söylüyordum, yurttakiler için de nişanlım üniversiteden bir ço­ cuktu. Şayet bana inanınaziarsa ya da vazodaki gülleri görürlerse on­ lara Tahran'da birisiyle nişanlı olduğumu iddia ediyordum. Benim bu sözde nişanhma Mahmut adını takınakla yetinmeyip işi daha da ileri götürdüler: kafası türbanlı, kocaman bıyıklı bir erkek resmi çizip -sa­ nırım onların düşündüğü lranlı erkek böyleydi- altına "Farah'ın ni­ şanlısı Mahmut" diye yazdıktan sonra resmi kapıma astılar. Kısa bir süre sonra olanlar, onların en çılgın hayallerini besleye­ cekti. 1 958 kış sonunda Şah'ın lmparatoriçe Süreyya'dan boşanaca­ ğını öğrendik. O akşam hatıra defterime şunları yazdım: "Şah ve Sü­ reyya ayrılıyorlar, yazık! " Sonraki aylarda basın, lran Hükümdan'nın, tahtın varisi olacak bir erkek çocuğunu her şeyden çok istediğini ve evlenmek üzere hemen bir genç kız aramaya başladığını duyurdu. "Şah niye seninle evlenmiyor? Sen çok hoşsun! " Bu cümle bizim dönemin şakası oldu. Çalışmamız bitince atölyenin arka tarafında bunu konuşup· güldüğümüzü anımsıyorum. "Ona yazsanıza," di­ yordum, "burada tam ona göre bir kız olduğuna ikna etsenize onu!" Arkadaşlarım da "Farzet ki lran'a döndün ve kraliçe oldun. llk ola­ rak ne yaparsın?" diye sorduklarında "llk kararım hepinizi lran'a da­ vet edip ülkemi gezdirmek olurdu" diye cevaplıyordum. O sene adı Mermone olan Afgan bir kız arkadaşım vardı, o da ıs­ rarla: "Sen harikasını Şah seninle evlenmeli! " diyordu. tspanya'da birlikte tatildeyken bana verdiği bir kartı sakladım. Üzerine, okul­ larda küçük kızların oyun gibi yazdıklarına benzer bir şey yazmıştı: "Farah Diba

=

Faralı Pehlevi". Böylece Şah'ın soyadını benim ismim

ilk ekleyen Mermone oldu. Okula başladığımda başarılı olacağıını umuyordum ama özellik­ le resim dersindeki tüm gayretlerime rağmen sene sonunda sınıfta 67


Anılar

kaldığıını öğrendim. Birçok öğrenci benimle aynı durumdaydı, eski öğrenciler de aynı sıkıntılan yaşamışlardı. O yaz, üzüntümü dağıt­ mak ve özlemimi hafifletmek için benim gibi yabancı birkaç öğren­ ciyle birlikte Bretagne bölgesine gittim. Benim için en şaşırtıcı olan Mont Saint-Michel çevresinde gelgit olayına tanık olmaktı. Batz Ada­ sı'na da gittik, orada bir plaja daha sonra benim adım verildi. Fransa'daki ikinci yılım kesinlikle daha hoştu; artık Paris'e alış­ mıştım, güvenebileceğim birkaç kız-erkek arkadaşım vardı. Onlarla sinemaya gidiyorduk. Sabun köpüğü gibi filmiere gitmek kınandığı için sinematek salonlarını tercih ediyor, ayrıca deneysel sinemayı da izliyorduk. Özellikle lngmar Bergman'ın Yedinci Mühür adlı filmin­ den çok etkilendiğiınİ hatırlıyorum. Operaya, konseriere -öğrenci indirim kartım vardı- gidiyorduk ve Charles Aznavour, Cemşit Şey­ hani, Harnit Ghanbarf, jacques Brel, Paul Anka en sevdiğim şarkıcı­ lardı. Günlerim Latin mahallesinde üniversite çevresinde akıp gidi­ yordu. Saint-Germain Bulvan üzerindeki sinema ve kahveleri tercih ediyorduk, yurtta, derslerden vakit ayırabildiğimizde arkadaşlar arasında akşam yemekleri düzenliyorduk. Okulun kermesi büyük bir olaydı: katılan ülkelerin öğrencileri kendi pavyonlarını hazırlı­ yorlardı. Biz lranlı öğrenciler Persepolis aslanlarının iki büyük kop­ yasını çizmiş, ülkemizin yemeklerini yapmıştık, o gün Gilan'ın yö­ resel kıyafetini giymiştim. Ara sıra ailemden birileri Paris'e gelince lokantada akşam yemeği yeme fırsatını buluyordum. Manuşehr dayım beni Moulin-Rouge'a götürdüğünde, gösteriyi hiç beğenmemiştim. Gayet basit zevklerim vardı, yeni yeni moda olmaya başlayan "self servis" lokantalarını se­ viyorduk. Bazı akşamlar, evlenip kendi dairelerinde oturan arkadaş­ larımın akşam yemeği davetlerine gittiğim de oluyordu. Ben de okulun eski öğrencilerinden biriydim artık, yani bizütajdan kurtulmuştum. Dahası benden "cellatlann" arasında yerimi alınam bekleniyordu. Bana yapılmasını sevmediğim bir şeyi başkalarına yapa­ mayacak kadar vicdanlıydım. Benim yapabildiğim şakalar gerçekten çok ağır olan resim tahtarnı metro girişine kadar taşıtmak veya bir ta­ bureye ismimi yazdırdıktan sonra ona kimsenin el süremeyeceğini söylemek ve çekmeceme bir asma kilit takmalarını isternek oldu. 68


Farah Pehlevi

O sene Münih'te yaşayan lranlı kız arkadaşlanından birinin dave­ ti üzerine Noel'i orada kutladık. Bu şehirle ilgili çok güzel anılanm var. Müzeleri gezip her köşesi tarih kokan sokaklannda uzun uzun dolaştık, mola verdiğimizde sıcak kakao veya çay içtik. Işte gene böyle çay molası verdiğimiz bir kahvede, etrafımızdaki insanlar an­ lamadıkları bir dil konuştuğumuzu duyunca bize ülkemizi sordular. "Iran! " cevabı muhataplanmızı çok şaşırtmış olmalı ki, el-kol hare­ ketleriyle onların gözünde vahşi olduğumuzu anlatmaya çalıştılar. Öğrenci kuruluşlan sayesinde Uluslararası Brüksel Sergisi'ni gezip, bu münasebetle Belçika'nın başkentini tanıma fırsatını da bulduk. O sene, kışın komünistlerden korkmakta haklı olduğumu göste­ ren bir olay oldu. lranlı kız arkadaşlanından birisi Cezayir'deki sava­ şı kınamak için yapılan bir gösteri ve toplantıya katılınam için beni ikna etmeye uğraşıyordu. 1958-1959 yıllarındaydık Fransız emper­ yalizmi ile mücadele eden Cezayirli savaşcılarla dayanışma içinde ol­ mamız gerektiğini iddia ediyordu. Kolonyalizme duyduğu kişisel is­ yanı anlayabilirdim ama cömert davranarak bize kucak açan Fran­ sa'ya karşı bir mücadelede yer almanın doğru bir davranış olmadığı­ nı düşünüyordum. Öğrenim görmek için bu ülkedeydim, politika yapmak için değil! Üstelik komünistlerin toplantısına katılmayı da kesinlikle istemiyordum. Güya her bireye saygınlık sağlayacak olan "uluslararası devrim" adına bütün gerekçelerimi çürütmeye çalışsa da ben kişisel olarak o devrimin insan onuruna aykırı metodlarını Azerbaycan ve Gilan'da 1 görmüştüm. Arkadaşım Paris'te bir kahvede beni militan komünist olan kız­ kardeşi ve başka arkadaşlarıyla tanıştırdı. Çok iç karartan ve beni huzursuz eden bir toplantıydı. Bu gencecik kız ve oğlanların gözün­ de dünya kapkaraydı. Daha o yaşta sanki bütün dünyaya hınç bili­ yorlardı, acıyla dolu ve çok katıydılar. Onlara göre bu gezegende Sovyetler Birliği dışında korunacak başka hiçbir şey yoktu. 1 . Üniversiteli bu kız arkadaşım Komünist Parti üyesi ve silahlı mücadele yanlısı oldugundan, şahlık döneminde hapse girdi. Serbest bırakılması için girişimde bulunmarnı reddetmesi, be­ nim gözümde onu yücelten bir davranıştır. Seneler sonra küçük Leylaının ölümü üzerine ba­ na bir taziye mektubu gönderdi. Çok uzun zaman birbirimizden haber alamamıştık. Ona te­ lefon ettim, konuştuk. Ikimizin de kaderinde çok büyük acılar yaşamak varmış. . . Bir gün onunla tekrar görüşecegimizi biliyorum. 69


Anılar

Ben Cezayir savaşına karşı yapılacak gösteriye katılmayı redde­ dince, arkadaşım cesur olmadığımı söyleyerek benimle alay etti. So­ nuç olarak ona bunun aksini kanıtlamak için mi bu gösteriye katıl­ dım? Hiç şüphe yok ki öyle. O gün ne söylediğimizi tamamen unut­ turo ama erkeklerin çoğunun deri ceketlerinin altında coplar, demir çubuklar sakladıklannı görünce şaşkınlıktan donakaldığıını çok iyi hatırlıyorum. Hatırladığım başka bir şey de, kendi kendime "Ya kö­ tü bir şeyler olur ve polis bizi hapse atarsa, annerne ve büyükelçilik yetkililerine ne söylerim?" diye düşünmüş olmamdır. Başka bir sefer, aynı kızlar beni Doğu Almanya'dan gelen bir adam­ la tanıştırdılar. Bunu anunsamamın nedeni, yıllar sonra çok garip bir tesadüf eseri bu adamla yeniden karşılaşmış olmamdır. Şah ile G­ ilan'da bir oyun izlemek için tiyatroya gitmiştik, güvenlikten sorumlu birisi gelip sahnede oyun gereği bir el ateş edileceğini, kaygılanmama­ mızı söyledi. Elinde bir oyuncak tabancayla kimi gördüm dersiniz? Doğu Almanyalı adam! Eğilip, Şah'ın kulagına kısaca öyküyü anlattım. Oyun sona erdi. Doğu Almanyalı da sımnı kendine saklayarak başka ufuklara yol aldı. Gene 1959 yılının ilkbahannda ilk kez Şah'ı yakından görebil­ dim. Şah, General de Gaulle ile resmi bir görüşme yapmak için ge­ liyordu; bu gibi durumlarda her zaman yapıldığı gibi, lran Büyükel­ çisi Fransa'daki lranlılardan bazılanm Şah'a takdim etmek istemiş. Seçilenlerden birisi de bendim. Bu ilk karşılaşma akşamı annerne yazdığım mektupta, o gün ne kadar heyecanlı ve gururlu olduğumu görebiliyorum:

"Siyah-beyaz bir twid tayyör giyip, yakama bir kamelya tahtım. Bü­ yükelçiliğe gittik. Arabası ne kadar güzel! Kendisi de çok hoş! Saçlan he­ men hemen tamamen ağarmış, gözleri hüzün dolu. Onu ilk kez bu kadar yakından görmekten öyle mutluydum ki! Ama her zaman olduğu gibi öğ­ renciler onun başına üşüşünce, yedi puntoluk topuklu ayakkabıianma rağmen onu görmekte zorlandım. O zaman Kültür Ataşerniz Tafazoli yanıma gelip elimden tutarak: 'Buyrun lütfen, siz de yaklaşın, daha ya­ kma gelin!' dedi. Ama sen kızını tanırsın. . . Yerimden kımıldamadım, ar­ kada kaldım. Kendimi ona göstermeye çalıştığım söylensin istemem. 70


Farah Pehlevi

"Daha sonra Şah'ın elini sıktım ve 'Farah Diba, mimarlık öğrencisi­ yim' dedim. Bana 'Ne zamandan beri buradasınız?' diye sordu 'Iki yıl' di­ ye cevap verdim. Kültür Ataşerniz hemen ekledi: 'Bu küçük hanım çok çalışkandır, sınıf birincisidir, Fransızcayı da çok iyi konuşur. ' Benim için böyle nazik şeyler söylemesi ne kadar kibarca bir davranış! Şah'ın elini reverans yaparak sıktığımı söylememe gerek yok, kalbimin nasıl küt küt attığını da tahmin edebilirsin. . . "Hemen sonra arkadaşlanm bana takıldılar: 'Farah, gününü kuaför salonunda geçirdin. Şah burada, sen ona yaklaşmaya cesaret edemiyor­ sun .. . ' orada bulunan kuzenlerimden biri Şah'ın beni beğendiğini iddia etti: 'Sen salondan aynlırken gözleriyle izledi. ' Iabii ki bunlann hepsi yakıştırma. "Sonra Ataşe'nin yakındığını duydum: 'Kızlann öyle, Şah'ın başına toplanmalan hiç yakışık olan bir davranış olmadı, neredeyse polislik ya­ pıp onlan uzaklaştırmam gerekti!' Allah'a şükür ben onlann arasında de­ ğildim. Sahi, yeri gelmişken Tafazoli Bey'e burs sorunumu tekrar açtım. Bana yardım etmeye çalışacağına söz verdi." Öğretim yılı mutlu bitti. Ikinci sınıfa geçtiğimi öğrendim. Saint Germain Bulvan'nda dolaştıktan sonra Pont-Neufü geçerken karşılaş­ tığım dönem arkadaşlarımdan birisi müjdeyi verdi. Ve aynı zamanda bütün yazı Tahran'da geçirebileceğimi öğrendim. Annem uçak bileti­ mi gönderiyordu. Hiçbir şey beni daha fazla sevindiremezdi. Paris'te son günlerimi, benim gibi tatilde Tahran'a dönecek olan bir kız arkadaşımla mağazaları dolaşarak geçirdim. Öyle sevinçliyim ki kabıma sığarnıyorum sanki. Herkese küçük hediyeler götürmek istiyorum. Ayrıca beni gördüklerinde kıyafetimi beğenmelerini, "tam bir Parisli hanım" gibi giyindiğimi düşünmelerini sağlamalıyım. Fil­ dişi ve uçuk yeşil tonda, çiçekli, emprime bir ipek bluz, aynı fildişi tonda, vücudumu saran bir dar etek, çok yüksek topuklu, fuşya renkli ayakkabılar; asorti bir çanta ve nihayet zeytin yeşili, süet deri­ den, hafif bir manto satın aldım. Dört ay sonra bu defa müstakbel Kraliçe olarak çeyizimi hazırlamak için Paris'e geri dönüp, Crillon Oteli'nde kalacağım, yeniden mağazalarda koşuşturacağım aklımın köşesinden bile geçmedi! 71



ran Havaalanı'ndan aklımda kalan, çok gösterişsiz bir bina ol­

duğuydu, yolcuları uğurlamak için o binadan çıkılıyor ve uçakların hemen yakınına yapılmış bir duvara kadar gidilebiliyordu. O kadar sade bir binaydı ki bütünüyle havacılığın başlangıç yıllarını hatırlatı­ yordu. Dönüşümde o binayı tanıyamadım. Sadece iki yılda pistler çevredeki araziye yayılmıştı; güzel bir kontrol kulesinin arkasında, yepyeni, pırıl pırıl bürolarıyla yeni yolcu binası uzanıyordu. Avrupa ve Amerika havayolu şirketlerinin çok sayıdaki büroları, onların da lran'ı keşfetmiş olduklarını kanıtlıyordu. Böylece petrolün millileştirilmesinin neden olduğu krizden altı yıl sonra ekonomimiz yeniden hızlı bir gelişme içine girmişti. Yolla­ rı arabalardan tıkanmış, sayısı çok artmış şantiyelerden toz toprak içinde kalmış Tahran'ı da tanımak zordu. Çocukluğurnun faytonla­ rı nereye kaybolmuştu? Kaldırımlar seyyar satıcılada doluydu. Ben Paris'teyken annemler, babamın vefatından sonra oturduğumuz ev­ den taşınmışlardı, yeni evi görmek için sabırsızlanıyordum. Bu ev Kutbi dayımın eseriydi, senelerce çalıştıktan sonra, ülkedeki atılı­ mın da yardımıyla bize konforlu bir ev yapabilmişti. Yüzme havuzu da olan villamız Tahran tepelerinde, Şemiran yakınlarında tam da on beş yıl önce tatilimi geçirdiğim yerdeydi . . . Ailece en mutlu anla­ rımızı yaşadığımız bu yerde anneme, bütün akraba ve dostlarıma kavuşmaktan çok büyük sevinç duyuyordum. Fransa'dan kulaklarımda Ray Charles, Sidney Bechet, Edith Piaf ve hepsinden çok sevdiğim Charles Aznavour'un melodileriyle dön­ müştüm. Gayet safca her şeyimle son moda olduğumu sanıyordum ama daha sonra gittiğim ilk partilerde Tahran'da da yeni şarkıcıların dinlendiğini gördüm. jeanne-d'Arc ve Razi Lisesi'ni bitirmiş, kız-er­ kek bütün kuzenlerim de benimle aynı zamanda Avrupa'da oku­ dukları üniversitelerden dönmüşlerdi. 73


Anılar

Gelişmekte olan bir ülkenin ayrıcalıklı çocuklan olarak bizler gerçekten yurtsever ama başka kültürlere açık, tutucu olmayan, ho­ şumuza gitmesi koşuluyla her şeyi dinlemeye, sevmeye hazır genç­ lerdik O yaz evlerde çok dans ettik, çok rock müzik dinledik, bir­ çoğu ben yokken açılmış sinemalara gittik. Ikinci sınıf proje konusu olarak lsfahan'daki, cephesi olağanüs­ tü güzelliktc mozaiklerle kaplı Şah Camii'nin mimarisi üzerinde ça­ lışmayı seçmiştim. Özellikle cephenin bir bölümünü çizmek istiyor­ dum, bu nedenle resim yapmak ve cami ile ilgili bütün belgeleri okumak için günümün büyük bir kısmını Tahran Arkeoloji Müze­ si'nde geçiriyordum. Akşam dönüşte arkadaş grubumla buluşuyor, ya Şemiran'da çimenler üzerinde yemek yiyor, ya da Tahran'da bir yere eğlenmeye gidiyordum. Öğrenim yaşamımdan memnun, ailem ve kendi kuşağırndaki arkadaşlarımla uyum içindeydim. tki sene önce giderken, artık asla dönmeyeceğim dediğim Tahran ile tekrar banşmıştım. Hayatıının hiçbir döneminde böyle dolu dolu mutlu olmamıştım. Bir gün, dayımın oğlu Rıza'nın arkadaşlarından Şah'ın kuzeni Sohrab, bizim öğrenci grubunu Tahran dışında, Ana Kraliçe'ye ait bir eve, Şah-Deşt'e davet etti. Kraliyet ailesini barındırmış olan bu eve girince ağzımız açık kalmıştı. . . Şaşkın ve heyecanlıydık, her odada içimizden birisi mutlaka "Düşünebiliyor musunuz, belki de Şah bu koltuğa oturdu . . . Belki de şu yatakta uyudu . . . " diye fısıldı­ yordu. Heyecandan nefesimiz kesilmişti. Daha küçük yaşlamndan itibaren Şah'a karşı derin bir saygı duy­ mayı öğrenmiştim, Şah bizim için kutsaldı! Amcalanından Isfendi­ yar Diba, Şah'ın oda hizmetindeydi ve bu sıfatı nedeniyle her sene Nevruz geldiğinde Şah ona, üzerinde resmi olduğu için "Pehlevi" denen küçük bir altın hediye ediyor, arncam da bu altını bana veri­ yordu. O altının olağanüstü güçleri olduğuna öyle emindim ki! . . Ai­ lede genel olarak Şah'tan gelen her şeyin uğur getireceğine inanır­ dık, o dönemde insanlar rüyalarında Şah'ı görseler bu hayra alarnet demekti. Artık burs sorunumu çözmek zorundaydım. Gerçi şimdi dayımın mali durumu daha iyiydi, annem de ihtiyaçlarımı karşılıyabiliyordu 74


Farah Pehlevi

ama ben bu yardıma hakkım olduğunu düşünüyordum. Paris'teki öğrenim masraflarımı dört-beş yıl daha üstlenmek, her şeye rağmen ailemin önemli bir fedakarlık yapması demekti. Bu bursu almalıy­ dım, bütün mesele kime başvurmak gerektiğini öğrenmekti. Yurt dışındaki öğrencilerin işleriyle artık Şah'ın damadının ilgilen­ mekte olduğunu duyduk. Tabii bu hemen bana uğurlu bir işaret gibi geldi. Üstelik söz konusu zat Şah'ın, M. Musaddık'ın yerine 1953 yı­ lında başbakan olarak atadığı General Fazlullah Zahidf'nin oğlu Arde­ şir Zahidf, Şah'ın 1939 yılında, yirmi yaşındayken Mısır Kralı Fa­ ruk'un kızkardeşi Prenses Fevziye ile evliliğinden olan tek çocuğu, kı­ zı Prenses Şehnaz ile evlenmişti. Arncam lsfendiyar Diba, Zahidf Bey'i tanıyordu, bize randevu sağlama görevini o üstlendi. Ardeşir Zahidf bizi başkentin yemyeşil bahçeli, çok şirin o eski binalanndan birinde kabul etti. Genç, çok hoş bir adamdı; yirmi yıl sonra sürgün acılarını yaşarken onun da bizim yanımızda olacağını düşünemezdim elbette. Zahidf Bey bana öğrenimimle ilgili sorular sordu, biraz Paris'te­ ki yaşamımı anlattırdı, nelerden hoşlandığımı öğrendi, sonra görüş­ memiz bittiğinde hiç beklemediğim bir şey yaptı, amcama beni genç eşi Prenses Şehnaz'a takdim etmek istediğini söyledi. Böylece birkaç gün sonra Prenses'in evinde çay içmeye davet edildim. Villa, Şemiran'ın biraz ilerisinde Elburz dağlannın etekle­ rine kurulu Hessarak'taydı, bütün Tahran'a hakim, şahane bir man­ zarası vardı. Prenses de son derece nazik bir şekilde, bana sorular sordu . Du­ rum hem biraz komik hem de tuhaftı çünkü aynı kuşaktan olsak da -Prenses o zaman on dokuz, ben de yirmi yaşındaydık- o zarif bir şekilde ev sahibesi rolünü yerine getirirken, ben de utangaçlığımı yenıneye çalışıyordum. l Sonra birdenbire sesler ve açılıp kapanan kapı gürültüleri duyul­ du, birisi gelip bize Şah'ın geleceğini bildirdi. Aman Allahım! Heye­ candan yüreğim yerinden fırlayacaktı sanki. Hem şaşkınlıktan dol. Prenses Şehnaz o yaşta anne olmuştu. Daha sonra tanıdıgım kızı Mahnaz'ı büyük bir mu­ habbetle severim. Büyük oglum Rıza ile aralannda ancak birkaç yaş vardır. Mahnaz. dayı ve teyzelerine (yani çocuklanmal hep çok yakın olmuştur. 75


Anılar

nakalmış hem de çok sevinmiştim. Esasında Şah'ın kızının evindey­ dim, öyleyse onun haber vermeden kızını görmeye gelmesinde ya­ dırganacak bir şey yoktu ama yine de benim için ne büyük şanstı! Büyülenmiş gibiydim, bunun olağanüstü bir tesadüf olduğunu dü­ şündüm. Nihayet Şah geldi. Iki ay önce Paris'te karşılaştığım mesafeli, bi­ raz hüzünlü halinden oldukça farklı, rahat ve güleryüzlüydü. Pren­ ses ve eşi Bay Zahidf beni takdim ettiler; Şah çok doğal bir tavırla ara­ mıza oturdu ve konuşmayı başlattı. Öyle sıcak bir tavırla, öyle güler­ yüzle sözlerimi onaylıyordu ki, boğazımı düğümleyen yoğun heye­ canıma rağmen ben de doğal bir tavırla sorulannı yanıtıayarak ona Paris'teki öğrenci yaşamımı anlattım. O gün güzel, neşeli bir konuş­ ma yaptığımızı, birkaç dakika nerede olduğumuzu unutup, bakışla­ nmızın karşılaşmasından, birbirimizin sözünü sürdürmekten ikimi­ zin de zevk aldığımızı anımsıyorum. Geriye dönüp baktığımda, o günün gerçekten Tann'nın bir lütfu olduğunu düşünüp şükrediyo­ rum, zira ilk görüşmemizdeki o rahat konuşma ortamını bulamasay­ dık belki de yaşamlanmızı birleştirme şansımız olmayacaktı. Ama o anda, bu görüşmenin neyin belirtisi olduğu hakkında hiç­ bir düşüncem yoktu - bana göre bu karşılaşma mucize gibi bir tesa­ düfün sonucuydu, öyleyse bir daha böyle bir gün yaşamamın asla mümkün olamayacağı kesindi. Bu inançla eve döndüğümde kelime­ nin tam anlamıyla patladım. Zincirden boşanmış gibi, yaşadıklanını kelimesi kelimesine önce annerne sonra da dayıma ve yengeme an­ lattım, heyecanım herkese bulaştı. Şah ile sadece bir saat görüşmüş olmak bile ailemizde, senelerce unutulmayacak tarihi bir olaydı. Iran Bastan Arkeoloji Müzesi'nde bir-iki hafta daha çalıştım. Ya­ şam normal akışına dönmüş, içimde gizli bir hazine gibi sakladığım heyecanım biraz yatışmıştı ki Prenses Şehnaz'dan bir akşam yemeği daveti aldım. Bu kez özel bir amaçla ve gizlice benimle ilgili bir şey­ ler hazırlandığını sezinledim. Ya o gün Şah tesadüfen değil de özel olarak beni görmeye gelmişse? . . Ardeşir Zahidf'nin, Şah'ın beni be­ ğenebileceğini düşünmüş olması mümkün müydü? O zaman aklına Prenses'in evinde ilk karşılaşma için gayri resmi bir tanışma ortamı düzenlemek gelmiş olabilir miydi? Bu görüşmenin devamı gelmeye76


Farah Pehlevi

bilirdi, oysa Prenses yeniden beni evine davet etmişti, üstelik bu bir çay daveti değil, akşam yemeği davetiydi. Doğal olarak Şah'ın ye­ mekte olacağından söz edilmiyordu ama ben onun orada olacağın­ dan emindim. Birdenbire her şeyi yeniden anımsadım; Paris'te gözlerinde oku­ duğum hüzün, on sekiz ay önce lmparatoriçe Süreyya'dan boşan­ ması sırasında anlatılanlar, gazetelerde okuduğum her şey, hüküm­ dann, hanecianın devamını sağlamak için evlenerek, kaderin o za­ mana kadar ondan esirgediği mutluluğu kendisine yaşatacak bir ai­ le yaşamını 39 yaşında kurma arzusu . . . hepsi gözlerimin önünden geçti. Niçin bakışları birdenbire bana takılmıştı? Diğer taraftan, ben de Şah'a karşı büyük bir ilgi duyuyordum, son haftalarda yaşadık­ larımı hiç yaşamamış olsaydım bunu kendime bile asla itiraf etmez­ dim. Bir kadının, idealindeki bir erkek için hayal edebileceği bütün entelektüel niteliklere sahip bir insan olarak Şah, benim gözümde son derece çekici bir erkekti; bazen hoşgörü ve sevgi dolu, yumu­ şak ve ciddi bakışı, güzel tebessümü beni ayrıca etkiliyordu. Ve son­ ra bazı başka ayrıntılara da duyarlıydım: onun vakur duruşu, ina­ nılmaz derecede romantik bulduğum uzun kirpikleri, elleri. . . Evet, Şah beni çoktan fethetmiş, gizlice büyülemişti. Çok sonra bana saddiğimi sevdiğini söylemişti. Ben de öyle sanı­ yorum ki bu sadelik sayesinde -ya da hiç farkına varmadan- çekin­ genliğimi yenme gücünü bulmuş ve beni korkudan buz gibi dondu­ rabilecek bir beraberliğe serinkanlılıkla başlayabilmiştim. O akşam yemekte, çay içtiğimiz gün bizi birbirimize çeken samimi, hemen he­ men sevgi dolu ortamı yeniden yakaladık. Kendisine Paris'te İran Bü­ yükelçiliği'ndeki toplantıda benimle karşılaşmasını amınsayıp anım­ samadığını sorma cesaretini buldum. Hatırıamaclığını söyleyip bana ayrıntılarıyla anlattırdı. Her ayrıntıya verdiğim önemin onu çok eğ­ lendirdiğini gördüm, resmi bir ziyaretteki böyle küçük şeyler onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. O güldü. Ben de güldüm. Sonra Prenses'in evinde başka karşılaşmalar da oldu. Özellikle bir gün öğleden sonra yedi taş oyununu oynarken oldukça kalaba­ lıktık Ben davetiiierin düşürdüğü kauçuk halkaları çekinmeden eğilerek topladım. Acaba Şah o gün mü, eşi ve çocuklarının annesi 77


Anılar

olarak beni seçti? Bunu düşündüğüne şüphe yok ama karar vermek için kendine biraz zaman tanıdı. llişkimiz dostça geliştiğinde bana ara sıra, Tahran çevresinde arabasıyla dalaşmayı teklif etti. Şah spor arabalara düşkündü. Mad­ di şeylere değer vermezdi ama spor arabalara ve kol saatlerine çok meraklıydı. Hızlı bir arabaya binip bir-iki saatliğine şehir dışına çık­ tığımızda, arkamızda her zaman bizi gizlice izleyen bir güvenlik ara­ bası olurdu. Birbirimizi tanımayı öğreniyorduk, daha çok o beni ta­ nımaya başlamıştı çünkü ben henüz ona soru sormaya çekiniyor­ dum. Ama gerek konuştuğumuz gerekse sustuğumuz anlarda hep çok huzurluyduk Şah bir sözcükle, bir tebessümle beni rahatlatma­ yı çok iyi başarıyordu. Böylece ben de kendimi bırakıyor, onun ya­ nında olmaktan zevk alıyordum. Hem çok sıradan hem de başımı döndüren anlardı bunlar. . . Bir gün küçük bir jetle dolaşmaya davet etti beni. Çok iyi bir pi­ lot olduğunu biliyorduk. Bindiğimiz dört kişilik bir Fransız uçağı, bir Morane-Saulnier idi, yanılınıyorsam Prenses Şehnaz da bizimle birlikteydi. Şah bizi Tahran'ın üstünde uçurduktan sonra Elburz te­ pelerinin üstüne tırınandık, sanki düş görüyordum. Sonra, aniden bana göstermek istediği Sefid-Roude Barajı üstüne pike yaptı, zira­ at mühendisi olan arncam Sadi de o barajcia çalışıyordu. Bu bölge hep rüzgarlı olduğu için uçak çok sert türbülanslardan geçiyordu, ama ben tehlikenin hiç farkında değildim. Dönüşte artık havaalanı görülmüşken Şah garip bir şekilde yükselmeye, Tahran'ın dışındaki malıailelerin üzerinde daireler çizmeye başladı. Sakin görünüyordu, işine dönmekte hiç acelesi yokmuş gibi davranıyordu. Sonra ben­ den, aramızda bulunan, ne olduğunu bilmediğim bir kolu çekerek ileri geri "pompalama" hareketi yapmamı istedi. İçinde bulunduğu­ muz durumdan habersizdim, en küçük bir açıklama istemeden söy­ lediğini yaptım. Birkaç dakika sonra yaklaşma manevralarına başla­ dı ve bizi yavaşça yere indirdi. Pistin itfaiye araçlarıyla dolu olduğu­ nu, ayrıca ışıldakları yanan bir sürü ambulansın beklediğini görün­ ce şaşırdım. "Önemli bir şey mi oldu?" diye sordum. O da gayet sakin şu cevabı verdi: 78


Farah Pehlevi

"Iniş takımları açılmıyordu, elinizle müdahele ederek tekerlekle­ ri siz çıkardınız. Her şey yolunda, inelim isterseniz!" Ölümün kıyısından dönmüştük ama o bir an bile soğukkanlılı­ ğını yitirmemişti. Yaz sona ermek üzereydi. Şah'ın, Ardeşir Bey aracılığıyla amcam­ dan resimlerimi istettiğini öğrendim. Hükümdann bana karşı, dost­ luğun ötesinde duygular beslediğinden artık şüphem kalmamıştı. Bana gelince, ben de ona gitgide daha çok bağlanıyordum. Her davranışı beni etkiliyor, derinden duygulandırıyordu. Aşkı henüz keş­ feden bir genç kız için böylesine güçlü, böylesine insanın aklını başın­ dan alan duygulara ülkenin en çok saygı gören, en çok sevilen yegane insanı tarafından seçilmiş olmamn verdiği gurur da kanşıyordu. Şah bir gün öğleden sonra kendi sarayında benimle görüşmek, özel havuzunda birlikte yüzrnek istediğini bildirdi. Mayomu alıp git­ tim, birlikte yüzdük. O anları düşündüğüm zaman bana verdiği bu doğallık ve kendine hakim olma yeteneği için Tann'ya şükrederim. Yirmi yaşında ülkesinin bir numaralı şahsiyetinin karşısına, payetlere , süslere güvenmeden, serinkanlılıkla mayoyla çıkabilmek ve olduğu gibi görünmek için insanın çok doğal ve içten davranması gerekir. Bu doğallığıma Şah da şaşırdı, cevap olarak, koşullara kolayca uyum sağ­ ladığıını söyledim. Hankulade bir öğleden sonra geçirmiştim. Sonra uzun bir süre geçti, iki belki de üç hafta ondan hiç haber alamadım. Niçin beni aramıyordu? Ne olmuştu? Gizlice acı çekiyor­ dum ama bu insanın sorumluluklannın yanında benim acılarıının ne önemi olabilirdi? Onun benim yaşamımda çok önemli bir yerinin ol­ ması, benim de onun için önemli olmarnı gerektirmiyordu, bunun bilincindeydim. Bir devlet başkanının yaşamında aşkın yeri ne olabi­ lirdi? Ben yalnızca onu düşünüyordum, ona gelince, onun beni dü­ şünecek zaman bulmadan önce, çözülmesi gereken, akla hayale gel­ meyecek ne çok sorunu vardı kim bilir? . . Belki de beni unutmuştu . . . Eylül ayındaydık, Raspail Caddesi'ndeki özel mimarlık okuluna dö­ nüş tarihim yaklaşıyordu. Ne yapmalıydım? Bütün bu yaşadıklanm hiç olmamış gibi gizli­ ce Paris'e mi gitmeliydim? Hayır, en ufak bir kuşkurnun kalmaması 79


Anılar

gerekiyordu. Bu nedenle amcamdan, Ardeşir Bey'den bilgi edinme­ sini istedim: Fransa'daki öğrenimime devam edebilir miydim? Çok sonralan Şah bana takılarak, o yaz ona bir karar alması için adeta acele ettirdiğiınİ itiraf etti. Neyse, Ardeşir Zahidf'den cevap ola­ rak gelen mesajda, acele etmemem söylendi, böylece derslerin başla­ ma tarihi geldi ama ben kımıldamadan bekledim. Nihayet Prenses Şehnaz'dan yeni bir yemek daveti aldım. O akşam Şah'ın etrafında oldukça kalabalıktık, belki yirmi kişi var­ dı. Onu tekrar görmek beni rahatlatmıştı, mutluydum. Havadan su- . dan şeylerden söz edildi. Şah kendisini hiç rahat bırakmayan sorun­ lardan, gerilimlerden uzaklaşmış gibi görünüyor, gülümsüyordu. Biz salondayken, davedilerin birer birer ortadan kaybolduklannı ve Şah ile kanepede yalnız kaldığımızı fark ettim. Sonra Şah gayet sakin bir şekilde bana kısaca ilk iki evliliğinden söz etti. Birincisi kızı, genç Prenses Şehnaz'ın annesi Mısırlı Prenses Fevziye, ikincisi bir erkek ev­ lat sahibi olmayı umarak evlendiği Süreyya lsfendiyarf Bahtiyarf. Son­ ra sustu, ellerimi tuttu ve gözlerimin içine bakarak: "Benim eşim ol­ mayı kabul eder misin?" dedi. "Evet!" Hemen o anda "evet" demiştim, düşünülecek bir şey yoktu, hiçbir çekincem yoktu, cevabım evetti, onu seviyordum, peşinden gitmeye hazırdım Bu "evet" cevabının sonuçlannı, eşi olduğumda omuzlanmda taşı­ yacağım sorumluluklann ağırlığını çok iyi ölçemiyordum. Şah devam etti: "Kraliçe olduğun zaman !ran halkına karşı birçok sorumluluğun olacak." Teklifini kabul ettiğimi tekrarladım. Sorumluluğun ne oldu­ ğunu biliyordum, bunun bilinciyle büyütülmüştüm. Ebeveynim, ai­ lem, okul ve izcilik, sürekli olarak beni başka insaniann üzüntüleri karşısında duyarlı olmaya yönlendirmiş, bana bir insanın idealinin toplumun yaranna çalışmak olması gerektiği öğretilmişti. Şah'ın uya­ nsı bende bir korku uyandırmadı. Bu görevi üstlenmek için hazır ol­ duğumu düşünüyordum, yalnızca sorumluluğun büyüklüğünü doğ­ ru algılayamamıştım: beni bekleyen görevin ağırlığını ve kapsamını kavramaktan uzaktım henüz. Günlerden 1 4 Ekim 1959'du, yani benim doğum günüm. Yirmi bir yaşındaydım ve Şah'a evet demiştim. Onun aşkına ve bu aşkla bir80


Farah Diba imzasÄąyla, 1 959


Anılar

likte olaganüstü bir alınyazısına "evet" idi bu. En iyi için oldugu ka­ dar, hiç düşünemeyecegim en acı veren günler için de Kraliçe olacak­ tım. Ayrılırken Şah benden şimdilik kimseye hiçbir şey söylemememi istedi. Ama ben öyle mutlu, öyle heyecanlıydım ki evdekilerden bu sım saklamayı başaramadım. Döner dönmez annerne ve yengeme, daha sonra da işinden döndügünde dayıma söyledim. Annemin şaş­ kınlıgı açıkça görülüyordu, endişesini sevinç gösterileriyle örtmekte çok zorlandı. Mutlulugumu paylaştıgina hiç şüphe yoktu ama daha sonra, babam hayatta olsaydı bu karanmı onaylayıp onaylamıyacagı­ nı düşündügünü itiraf etti. Sarayda, yaşamın Şah'ın etrafında entrika­

larla dolu oldugu, insaniann birbirinin arkasından dedikodu yaptık­ lan söyleniyor, Ana Kraliçe ve Prensesler hakkında bile konuşuluyor­ du. Benim gibi saf ama kararlanndan kolay vazgeçmeyen bir kız, sa­ rayda yetişmiş, adamına göre agız degiştiren, ayak oyunlannı, diplo­ masinin inceliklerini bilen bu insaniann arasında kendine nasıl bir yer edinecekti? Annem kaygılıydı ama ne söyleyebilir, ne yapabilirdi? Hem zaten neye yarardı? Aynı gün, kendime hakim olamayarak arkadaşım Elli'ye telefon ettim: "Hemen bana gel, sana verilecek bir habertın var." "Ne haberi? Söylesene!" 'Telefonda söyleyemem. Hemen bir taksiye atla, gel! Çabuk ol!" "Farah, aklını mı kaçırdın? Ne oldu?. ." "Önemli bir haber diyorum sana." "Evleneceksin! " "Evet!" "Harika bir haber bu! Kiminle? Onu tanıyor muyum? Haydi ça­ buk adını söyle! " "Söyleyemem diyorum. Gelirsen ögrenirsin. Konuşarak beş da­ kika kaybettin bile. " "Beklemeye sabnm yok . . . " diyerek bütün kuzenlerimin adını sıralamaya başladı. "Rıza mı? Rıza ile evlenecegine iddiaya girerim." "Delisin sen! Rıza benim kardeşim gibidir." 82


Farah

Pehlevi

"Kamran mı?" "Düşündügün şeye bak!" "Perviz mi? Yoksa Yahya mı?" "Hayır, ne Perviz ne de Yahya. " Sonunda kendisine göre olası bütün isimleri gözden geçirdikten sonra, yürekten gelen bir çığlık atıp gülerek "O zaman Şah'tan başka kimse kalmıyor" dedi.

"Evet, o!" Telefon elinden düşmüş, uzun bir süre dili tutulmuştu sanki. Kısa bir süre sonra Şah beni yakınlanna, öncelikle de Ana Krali­ çe Tacül Moluk'a takdim etmek istediğini söyledi. Tacül Moluk, 1944 yılında ölen Pehlevi Hanedam'nın kurucusu Rıza Şah'ın ikin­ ci eşiydi, ona dört çocuk vermişti: 27 Ekim 1 9 1 Tde doğan Prenses Şems, sonra 26 Ekim 1 9 19'da doğan müstakbel eşim Muhammet Rıza ve ikiz kardeşi Prenses Eşref ve nihayet 19 54 yılında bir uçak kazasında ölen Prens Ali Rıza, Ana Kraliçe sert bir karaktere sahip olmakla ün yapmıştı. İnsanlar onun toksözlülüğünden çekiniyorlar­ dı. Şah'a -ve Ana Kraliçe'ye- ümitle bekledikleri veliahtı veremedi­ ğinden ötürü tarifsiz bir üzüntü içinde olan lmparatoriçe Sürey­ ya'nın adeta bu üzüntüsünü bastırmak ister gibi, bir saygısızlık yap­ masına sinirlerren Ana Kraliçe'nin ondan da sözünü esirgemediği anlatılıyordu. Tarihin taçlandırdığı ve kimsenin karşı fikir bile beyan edemedi­ ği bu kadınla ilk karşılaşma beni çok korkutuyordu. Adı konmuş olmasa da bu bir çeşit sınavdı. Şah annesi, kızkardeşleri ve Süreyya arasındaki gerginliklerden çok üzüntü duymuştu. Ailesiyle en ba­ şından itibaren uyumlu ilişkiler kurabilmem hepimizin mutluluğu­ nun teminatı olacaktı. Salona girdiğimde, Şah beni bir kanapede tek başına oturan anne­ sinin yanına götürdü. Bilinen nezaket cümlelerinden sonra, Kraliçe yanına oturmaını istedi. Refleks olarak, yakınında, ama ondan biraz daha aşağıda olmak için küçük bir pufa oturdum. Böylece konuşma­ mız -daha doğrusu bir tür sözlü sınav- başladı, sorulannı içtenlikle yanıtladım. Hoşlandığım şeyleri, çocukluğumu, ailemi (annem ve Lo83


Anılar

uise yengem Kraliçe'nin ailesinin bazı üyeleriyle tanışıyorlardı ve kız­ kardeşleri ile aynı sınıfta okumuşlardı) özlemlerimi anlattım; müstak­ bel kayınvalidem doğal olarak nasıl biri olduğumu öğrenmek istiyor­ du. Ana Kraliçe ufak tefek ama çok haşmetli, açık yeşil gözlü bir ha­ nımdı, çocuklarımın gözlerinin ona benzemesini isterdim. Onunla yalnız değildim, bu da ilk görüşmede benim işimi kolaylaştırıyordu. Bu görüşmeye davet edilen bütün şahısların gözü elbette ki benim üzerimdeydi, nasıl bir genç kız olduğumu bilmek istiyorlardı. Bu ilk karşılaşma sonrasında güven ve sevgi dolu bir ilişki doğdu. O gün Şah'ın en yakın akrabalarının beni saraya ve entrikalara yabancı, çok doğal bir genç kız olarak gördüklerine eminim.

84


Ikinci Bölüm



Sa

n Hükümdan Muhammet Rıza Pehlevi ile nişanımın, baş ba­

şa yaptığımız ve kaderlerimizi birleştirme kararını aldığımız günden bir aydan fazla bir zaman geçtikten sonra, 2 1 Kasım 1 959'da resmi olarak ilan edilmesi gerekiyordu. Bu süreyi beklerken, gelecekteki görevlerime uygun bir gardro­ bu hazırlayabilmek için gizlice Paris'e gitmem kararlaştırıldı; Fran­ sa'daki büyükelçimiz Nasrullah lntizam'a durum gizlice bildirildi ve kendisinden bana yardımcı olması istendi. Böylece 3 Kasım günü, beraberimde arncam lsfandiyar Diba, eşi Banu ve çocukluğumdan beri çok düşkün olduğum yengem Louise ile birlikte Paris'e hareket ettim. Yakınlanmla birlikte olmak beni ra­ hatlatıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, tutumlu bir öğrenci olarak benim hayal bile edemeyeceğim böyle bir çeyizi hazırlamak için bana yardım edeceklerdi, yalnız kalmayacaktım. Uçağımız öğleden sonra birinci durağımız olan Cenevre Havaala­ nı'na indi. Parlamento Başkanı Serdar Fakir Hikmet'in de bizimle ay­ nı uçakta olduğunu gördüğüm için, inişte, merdiven altında bir grup gazeteciyi görmek beni şaşırtmadı. Beklememiz gerektiğinden, inip terminale doğru ilerlemeye başladık. Fotoğrafçıların dikkatini çek­ memiştim hiç. Sonra aniden, arncam ve yengelenmin arasında, ter­ minal binasına tam girmek üzereyken etrafımızda inanılmaz bir kar­ maşa yaşandı. Haykırmalar, bağımıalar ve patlayan flaşlar arasında bana adımla seslendiklerini duyunca şaşkınlığa uğradım. "Farah Diba! Faralı Diba! Siz Faralı Dibasınız, değil mi?" ve ben evet deyince dört bir yanımdan soru yağmuru başladı: "Düğün ne zaman olacak? lmparatoriçe olmak sizde nasıl bir duygu uyandın­ yor? Paris'te nerede kalacaksınız?" vb. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Şah ile sözlenmiş olma­ mın titizlikle gizli tutulacağına, sımmızın korunacağına safça inan87


Anılar

mışken, şimdi istemediğim ve de üstelik hiç hazır olmadığım bir an­ da herkesin tanıdığı birisi oluvermiştim. Benim hiç görmediğim bu fotoğrafçılar beni tanıyorlardı, yani hemen hemen tanıyorlardı çün­ kü önce yanlanndan geçtiğimi fark etmemişlerdi bile. Ama bundan sonra, makineli tüfekle ateş eder gibi durmadan çektikleri resimlerle yüzüm dünyayı dolaşacaktı. O andan itibaren, herhangi bir kadın gi­ bi rahatça dolaşabilme özgürlüğümün üzerine bir çizgi çekilmişti ama bunu henüz bilmiyordum. Olup bitenden şaşkına dönmüş am­ cam da: "Söyleyebileceğimiz hiçbir şey yok, hiçbir şey bilmiyoruz . . . Lüt­ fen anlayışlı olun, geçmemize izin verin lütfen . . . " gibi şeyler söyle­ meye çalışıyordu . Havaalanındaki görevlilerin koruması altında uçağa döndüğü­ müz zaman büyük bir rahatlık hissettim. Meraklı bakışlardan ve saygısızca kulak kabartarrlardan nihayet uzaklaşabildiğimize inana­ rak, arncam ve yengelerimle aramızda, ortaya çıkan bu durumu ko­ nuştuk. Oysa daha sonra, bir gazetecinin Cenevre-Paris uçağında, bir yolunu bulup yanımdaki koltuğa oturmuş olduğunu öğrendim. Allahtan yalnız Farsça konuşmuştuk. Akşam Orly Havaalanı'ndaki karşılama Cenevre'dekiyle kıyasla­ namazdı. Bu defa havaalanının pisti gazeteci ve fotoğrafçılardan sim­ siyah görünüyordu. Daha önce hiç böyle bir kargaşaya tanık olma­ mıştım. Dört ay önce, aynı havaalanından aynlırken kimsenin fark etmediği, sıradan biri olarak, bu kalabalığın nedeninin ben olduğu­ mu nasıl kabullenebilirdim? . . Kendinden geçmiş bir vaziyette bağı­ rarak adımı söyleyen, birbirini ezen bu kalabalıktan beni kurtarmak için her çareye başvuruldu. Birileri tarafından çekiştirildim, adeta sü­ rüklendim, o kadar çok flaş patlıyordu ki hiçbir şey görmüyordum; beni nereye götürdüklerini bile bilmiyordum, hatta pistlerin yakının­ da bir yerde, çimenlerin üzerinde ayakkabıının bir tekini kaybenim ve bu dehşet verici durumdan on beş dakika sonra, aniden kendimi lüks bir arabanın sessiz ortamı içinde buldum: Iran Büyükelçiliği'nin arabasıydı bu! . . Neredeyse aklımı kaçıracaktım, yine de eğleniyormuşum gibi gü­ lümsemeye gayret ediyordum. Arabanın kapılan kapanır kapanmaz, 88


Farah Pehlevi

daha nefes almaya bile vakit bulamadan, kelimenin tam anlamıyla tu­ zağa düştük. Yüzümde patlayan flaşlar arabanın içini aydınlatıyordu, kendimi, aviayacakları hayvanın gözünü daha çok kamaştınp şaşırt­ mak için gece avcılar tarafından izi sürülen bir ceylan gibi hissettim. Şoför nihayet arabayı bu kalabalıktan kurtannayı başardığında, kor­ kudan ödümü patlatan bir yarış başladı. Peşimizde, motosikletleriyle baş döndüren bir hızla bizi takip edenler, resmimi çekmek için ken­ dilerini neredeyse elçilik arabasının altına atıyorlardı, her an içlerin­ den birisi ezilecek korkusuyla bağırıyordum. Sonuç olarak benim, korkudan ve heyecandan ağzım açık, yüzüm kasılmış bir dizi resmi­ mi çekmeyi başardılar ve daha sonra, mutsuz olduğumu iddia ettik­ leri zamanlarda bu resimleri bol bol kullandılar. Bu koşullarda Crillon Oteli'ne gelişimin gözden kaçması müm­ kün değildi. Ertesi gün bütün Paris, İran'ın müstakbel kraliçesinin, pencereleri Concorde Meydanı'na bakan bu lüks otelde kaldığını öğ­ rendi. Doğal olarak bu da gazetecilerin baskısını artırdı, orada kaldı­ ğım birkaç hafta süresince, otelden her çıkışımda peşimde mutlaka çok sayıda araba ve motosiklet oluyordu. Çeşitli şekillerde onları at­ latmaya çalışsak da başaramıyorduk. Nasıl oluyordu da nereye gitsek karşımıza çıkıyorlardı? Sonradan bir gazetecinin odaının bulunduğu kattaki bir garsona para verip, onun üniformasım giyerek bana yak­ laşılabildiğini öğrendik. Basının beni böyle hırpalaması halkın bir beklentisine cevap olu­ yordu çünkü daha ilk günlerden itibaren sokaktaki insanların bana merak ve özellikle sempatiyle baktıklarını görüyordum, o kadar ki, gazetecilere rağmen -belki de onlar sayesinde- bu yolculuk, beni çok mutlu eden, heyecan veren olaylarla dolu geçti. Insanların kendilik­ lerinden gösterdikleri sevgiyle, karşı konulmaz Fransa ile, özellikle Parislilerle aramızda oluşan ve hayatım boyunca sürecek olan çok güçlü bağların temeli o çılgın günlerde atılmıştı; gittiğim her yerde trafik içinden çıkılmaz bir hal alsa da, insanlar beni hep alkışlarla ve güleryüzle karşıladılar. Iran'ın genç hükümdarı, ben onun yaşamına girmeden çok ön­ ce Fransızların kalbini kazanmıştı. Insanlarla konuşurken, hüküm­ cların yaşamını zaman zaman karartan dramlara karşı çok duyarlı 89


Anılar

olduklannı fark ettim. lran'ı işgal eden Rus ve Ingiliz birliklerinin babasını sürgüne yollamalan üzerine, nasıl daha yirmi bir yaşmday­ ken tahta çıkmak zorunda kaldıgmı hatırlıyorlardı. Savaş devam et­ tigi sürece yanında olan romantik ve melankolik Prenses Fevzi­ ye'den 1 94 7 yılında aynlması, Fevziye'nin derin bir özlem duydugu Mısır'a dönmesi Fransız halkını da etkilemişti. Ama Şah'ın ikinci ev­ liliginde, Süreyya lsfendiyari'nin kendisine ümitle bekledigi çocugu veremeyecegi kesinleşince evliliklerinin üstüne çöken bulutlar Fransızlan daha çok üzmüştü. Ben Paris'te mimarlıkta birinci sınıf ögrencisiyken Tahran'daki hükümdarların yaşadıklan acı, sonra bo­ şanmalan Fransa'da uzun süre konuşulmuştu. Onların yüreklerini sıziatan Şah şimdi, eskiden Raspail Bulvan'nda egitim gören bir ög­ renciyle evlenecekti. Böyle inanılmaz bir şekilde, üniversite sitesindeki küçük odam­ dan ebedi Pers sarayına geçecek olmam, sevecen ve romantik yapılı Fransızlan etkiledi ve onların sevgisini kazanınama çok büyük katkı sagladı. Hükümdar bir prensesle evlenmiyordu, kraliyet aileleri ara­ smda yapılan anlaşmalı evlilik gelenegine boyun egmiyordu, hayır, o tıpkı masallardaki gibi, küçük bir lranlı kıza aşık olmuştu ve kalbi­ nin sesini dinleyecekti. Bu, gerçek olamayacak kadar güzel bir şeydi. Ama bazı gazeteler için degil! Onlar bu gerçegi Külkedisi efsanesini yeniden canlandırmak için kullandılar ve işi öyle abarttılar ki sonun­

da bazı gazetelerde, beni sefalet içinde büyümüş bir çoban kızı ola­ rak bile gösterdiler. Arncam isyan içindeydi: "Biraz daha gayret eder­ lerse, senin bir dere kenarında, bir sepet içinde bulundugunu da söy­ leyebilirler! Bu akıl almaz bir şey! Akıl almaz bir şey!" diye tekrarla­ yıp duruyordu. Bana gelince, ben umursamıyordum, insanların de­ gerinin, mensup olduklan aile veya servetleriyle ilişkili olmadıgını bi­ liyordum, çok sonraları, önce kraliçe olarak saraylardaki yaşamını, sonra sürgünde yaşadıklarını bu düşüncemi dogrulamıştır. Gerçegi açıklamak için yapabilecegimiz bir şey de yoktu. Resmi olarak hiçbir şey söylenmemişti. Ben, Crillon Oteli'nin bir süitinde kraliçeler gibi agırlanan, İran Büyükelçiligi'nin himayesinde oldugu bilinen ve dünyanın en büyük terzileri ile lüks butikler arasmda ko­ şuşturup duran genç bir kızdım. 90


Farah Pehlevi

Champs-Elysees Bulvan üzerindeki Guerlin'e yaptığım bir alışve­ riş özellikle aklımda kaldı. Peşimde öyle büyük bir fotoğrafçı ve ka­ meraman ordusu vardı ki, ben bir parfüm seçinceye kadar, dünya­ nın bu en güzel caddesinde trafiği bir süre durdunnak gerekmişti. inanması güç bir şeydi bu! Ama bundan daha beteri, benim için özel bir saç modeli tasadamakla görevlendirilen kuaför Carita Kardeş­ ler'in salonunda yaşananlardı. Burada sözü Maria Carita'ya bırakıyo­ rum. Lesley Blanch'ın bana ithaf ettiği kitapta l olayı şöyle anlatıyor:

"Iran Büyükelçiliği'nden bir hanım her zaman yaptığı gibi telefonla bir randevu aldı. Garip bir şekilde, randevu günü, kardeşimin de benim de salonda olmamızı ısrarla rica ediyordu. Bir arkadaşı ile geleceğini ve onlan diğer müşterilerden ayn bir salona almamızın daha uygun olaca­ ğını söylüyordu. Bu konuda o kadar ısrar etmişti hi kendi kendimize, bi­ ze getireceği sıradışı insanın him olabileceğini düşünmeye başladık. "Randevu sabahı sokaktan gelen inanılmaz bir gürültü patırtı, bağnş­ malar duyduk, büyük bir kargaşa vardı, insaniann kavga ettiklerini san­ dık. Pencereden bakınca, bir yer kapmak için kavga eden fotoğrafçı ve kameramaniann binanın girişini tamamen kapatmış olduklannı gördük. Tam o anda Iranlı müşterimiz ve esrarengiz arkadaşı arabay la geldiler, polis onlara bir yol açmak için fotoğrafçtiara müdahale etmek zorunda kaldı. Müşterilerimiz sonunda içeri girebildiler, hemen arkalanndan ka­ pılanmızı hapadıh. Yeni müşterimizin him olduğunu öğrenmiştik. Bütün bu olup bitenler çok heyecan vericiydi, biz elbette müşterimizi meraklı gözlerden korumak için elimizden gelen önlemleri aldık. "Müşterimiz çok az honuşuyordu ama hiç çekingen bir havası yoktu. Sessizce ve büyük bir dikkatle her şeyi inceliyordu. Bizim işimizi bildiği­ mizi gayet iyi anladı ve büyük bir güven duygusuyla kendisini ellerimize bıraktı. Çok güzel bir kızdı, vücudu çok hoştu, elleri de güzeldi, o kuzgu­ ni siyah saçlan, Iran minyatürlerinde görüldüğü gibi gece mavisine çalı­ yordu. " Carita'nın salonunda perdeleri kapamak zorunda kaldılar, kendi­ mizi kafesteki yaratıklar gibi hissediyorduk, bütün bu önlemlere rağ­ men, karşıdaki binaya girmeyi akıl eden bir fotoğrafçı, oradan resmil . Iran Şahbanusu Farah, Collins Yayınlan, Londra,

1978. 91


Anı lar·

mi çekmeyi başardı . . . Carita Kardeşler o gün, ortadan aynlarak şa­ kaklanmı örten yeni saç modelimi yarattılar, bu model dünyanın her yerinde moda oldu - kadınlar saçlannın "Farah Diba gibi" taranma­ sım istiyorlardı. Dior'da bana Yves Saint Laurent'ın koleksiyonu gösterildi. Nişan ve dügün elbiselerimi çizme görevini de Yves Saint Laurent üstlendi. Bu fırtına içinde Gamier Operası'nda, Carmen'ın gala gecesine gitme şansım da oldu . General de Gaulle ve eşi, birçok bakan ve bü­ tün Paris sosyetesi oradaydılar. Fransa'yı kurtaran, arncam Behram'ın büyük hayranlık duyduğu bu insanı görmek beni çok heyecanlan­ dırmıştı, ama hemen sonra General'in yanındaki şahısların merakla, gözlerini benden ayıramadıklannı fark ettiğimde büyük bir mahcu­ biyet duydum. Devletin üst düzey görevlileri Şah ile evleneceğimi bildiklerinden, nasıl biri olduğumu görmek istiyorlardı. tki sene son­ ra, !ran Kraliçesi olarak, General ve eşi tarafından Elysee Sarayı'nda konuk edileeeğimi o esnada ben de bilmiyordum. Tahran'a dönmeden birkaç gün önce, bir mektup yazarak Andre Malraux'dan kendisine gönderdiğim Sessizliğin Sesleri adlı kitabını imzalamasını rica etmiştim. Andre Malraux, daha o günlerde bana ilgi ve dostluk göstererek, kitabıını aşağıdaki ithaf yazısıyla geri gön­ dermişti:

"Ü1hemizden aynimak üzere oldugumuz şu günlerde, kadim Iran me­ deniyetinin en eski hayranlanndan birini hatırlamanız beni çok duygu­ landırdı. Bana yazarak ilgisini gösteren öğrencinin, bugün kendi kaderini de bağladığı Iran'ın beni büyüleyen kültürüne olan hayranlığımı Impara­ toriçe'ye anlatmasını rica ederim, aynca günümüzde yaşayan Fransız iyi­ lik perilerinin, mutlulugunuzu esirgeme/eri için Iranlı perilere yardım et­ melerini bütün kalbimle dilerim. Andre Malraux, Kasım 1959." Şah her akşam bana telefon ediyordu. Bu randevu saatini bekler­ ken gün boyu içim ışıldıyor, günün her anı ayrı bir anlam kazanı­ yordu, sonuçta bütün bunlar tek bir amaca yönelikti: birlikte geçi­ receğimiz hayatımıza hazırlanıyordum. Akşam onun telefonda ol­ dugu bildirilince kalbirn yerinden fırlayacak gibi oluyordu . Tam an92


Farah Pehlevi

lamıyla aşık olmuştum Şah'a ve sesimin heyecanımı ele vermemesi için çaba gösteriyordum. Onun da heyecanlı olduğunu hissediyor­ dum. Aradan çok uzun zaman geçtikten sonra hayatında sadece üç kadına "Seni seviyorum" dediğine beni temin etmiş ve "Birisi sen­ sin" diye eklemişti. 2 1 Kasım günü nişanımız kısa bir bildiri ile resmi olarak duyu­ ruldu:

"lran Hükümdan, Majesteleri Şehinşah Muhammet Rıza Pehlevi ile Bayan Farah Diba'nın nişan törenleri bugün saat 1 7. 00'de Ekhtessassi Sarayı'nda yapılmıştır. Düğün törenleri Iran güneş takvimine göre 29 Azar 1 338, miladi takvime göre 21 Aralık 1959 tarihinde yapılacaktır." Paris'ten döndükten hemen sonra yaşamını değişti. Annemle birlikte, dayımm evinde yaşamıyordum artık. Şah sarayda kalmaını arzu ettiğini bildirmişti, oğlunun beni misafir edebilmesi için Ana Kraliçe, kendi özel dairesini bana bırakarak geçici bir süre için şehir dışındaki evine gitme inediğini göstermişti. Düğünden önceki son haftalarda mutluluktan başım dönüyor­ du. Şah benden sadece birkaç yüz metre uzakta çalışıyordu, onu penceremelen görebiliyordum, soluk aldığını duyar gibiydim. Böy­ lece, bir devlet başkanının günlük programının ne kadar yoğun ve kendisine ayırabildiği zamanın ne kadar az ve değerli olduğunu ya­ vaş yavaş öğrendim. Yirmi yıldır tahtta olan müstakbel eşim, kırk yaşını henüz doldurmuş olmasına rağmen, hayatının farklı alanları­ na fevkalade hakimcli. O aralık ayı içinele Başkan Eisenhower'i res­ mi olarak ağırlamış, öngörülen bütün merasimlere katılmış ve aklı rahat ve huzur içinde, benimle bahçede biraz yürümeye ya da bir fincan çay molasıncla sohbet etmeye ele zaman ayırabilmişti. En sevdiğim mevsim sonbahardır. Ağaçlar alev alev yanar gibi­ dir, güneş şöyle bir dokunur geçer; Elburz Dağları, bütün yaz ümit­ le boş yere beklediğimiz o serin rüzgarı nihayet serbest bırakır; in­ san mucizevi bir şekilde kendisini doğa ile uyum içinde hisseder. Şah benim bu kutsal ayların ışığına, bu renklere olan sevgimi bili­ yordu, hemen hemen her gün arabalarından birine binip , gizlice sa­ raydan kaçıyorduk. O devirele güvenlik, bugünkü gibi insanı bunal93


Anılar

tan önlemler gerektirmiyordu, muhafız alayından sadece iki kişi kendi arabalannda bizi takip ediyorlardı. Geçtiğimiz sokaklarda, hükümdan tanıyan insanların yüzü aydınlanıyordu, onu selamlıyor, alkışlıyorlardı, hükümdar da onlara el sallıyordu. Böylesi gösterile­ re neden olan bir insanla, beklenmedik bir şekilde hayatımı birleş­ tirecek olmak beni heyecanlandırıyor, ona duyduğum hayranlık ar­ tıyordu. Çocukken, Hazar Denizi kıyısında bir yol kenarında anne­ min elini tutarak, benzer bir durumda onu selamladıgımızı anımsı­ yordum; o da bize koltugundan şöyle bir dogrulup gülümsemişti. Bir gün ona bu anıını anlattım, o dogal olarak anımsamıyordu ama dinlerken farkına varmadan gülümsediginde, yüzünde o günkü te­ bessümü gördüm. Bu son haftalar boyunca, Şah'ın kız ve erkek kardeşlerini daha iyi tanıdım. Birçoğu sarayın yakınında oturuyordu. Babası Rıza Şah'ın ilk evliliginden olan kızı Prenses Handan Sultaneh ile tanıştım. Rıza Şah'ın Tacül Moluk ile evliliginden olan Prenses Şems ve Şah'ın iki­ zi Prenses Eşreften daha önce söz etmiştim. Diger iki evliliğinden de Rıza Şah'ın altı çocuğu daha olmuştu: Kraliçe Turan ile olan evliliğin­ den Prens Gulam-Rıza, Kraliçe Esma'dan da sırasıyla Prens Ahmet­ Rıza,

Abdül-Rıza, Prenses Fatma, Prens Mahmut-Rıza ve Hamit-Rıza

dünyaya gelmişlerdi. Protokol konusunda son derecede acemi olan benim gibi genç bir öğrencinin, aynı kraliyet soyundan gelen, hepsi de sahip olduk­ ları sıra ve imtiyazıara saygı gösterilmesi konusunda çok titiz davra­ nan bu üvey kız ve erkek kardeşler içinde kendisine bir yer edine­ bilmesi imklinsız gibi görünebilirdi. Bunun farkına vardım ve o za­ man, annemin endişeli olmasına hak verdim: Entrikaların ve ayak oyunlarının cirit attığı bir sarayda, henüz çok saf olan kızı neler gö­ recekti, neler yaşayacaktı? Aslında yaptığım şey, çocukluğumda yaptığımdan farklı değildi: açık ya da gizli, önlenemeyen kavgalara girmeyi hemen kesin bir ta­ vırla reddettim ve kendimi, karakterimin gereği olan davranışlarla sınırladım: mümkün olduğunca her yerde ahengi sağlamak ve bu iyi ilişkilere engel olmak isteyenlere kulağıını kapamak. tık günler­ de aldığım bu kararlı tavrı, kraliçelik yaşamım süresince, hiç taviz vermeden sürdürdüm. Bunda pek zorlandığım söylenemez çünkü 94


Farah Pehlevi

ilkel davranışlardan dehşetli rahatsız olan Şah'ın desteğini ve sevgi­ sini hep yanı başımda hissettim. Bir lranlı olarak elbette aileye say­ gı duygum vardır ama pek çok sorumluluklan olan Şah için başta gelen şeyin, özel yaşamında huzur ve sükünun hakim olması gerek­ tiğini biliyordum. Bugün, Şah'ın bütün ailesiyle kurduğum iyi iliş­ kileri daima korumayı başardığıını söyleyebilirim.

95



c!!l?ı

Aralık 1959 günü hepimiz günün ilk ışıkları ile uyandık

Düğün töreni öğleden sonra yapılacaktı ve ben son geceyi dayımın evinde, ailemle birlikte geçirmiştim. Yves Saint Laurent'ın hazırladı­ ğı gelinliğim askıda duruyordu, onu giymeden önce Paris'ten saçı­ mı yapmak için özel olarak gelen Carita kardeşlerin usta ellerine kendimi bırakmam gerekiyordu. Onlar benden çok daha heyecanlı ve gergin görünüyorlardı, ben onları rahatlarmaya çabalayınca etra­ fımızdakiler gülrnekten kendilerini alamadılar. Duygu yüklü, uzun bir gün bizi bekliyordu, ben de bu günün herkes için güzel geçme­ sini diliyordum. Kahvaltıdan az sonra hükümdarlık tacını getirdiler. Tahtın mü­ cevherleri devletin malıdır. Devletin bastığı paranın teminatma dahil olan bu mücevherler, Tahran Merkez Bankası'nın bodrumundaki ka­ salarından çok ender durumlarda çıkarılır. Bir mücevherin kasadan çıkışı, aralarında başbakanın da bulunduğu birçok kişi tarafından imzalanan bir belgeyle mümkündür ancak. O gün başıma giyeceğim taç, 50'li yılların başında Amerikalı bir mücevherci, Harry Winston tarafından tasarlanmıştı. Değerine paha biçilemeyen, inanılamayacak kadar güzel olan bu tacın küçük bir kusuru vardı: ağırlığı iki kiloya yakındı. Bu ağırlık, kuaförlerimin nasıl bir güçlükle başa çıkmak zorun­ da oldukları hakkında bir fikir verebilir: o güne kadar dengeli yürü­ meye, hele, kımıldamadan durmaya hiç alışık olmayan benim gibi birinin başına bu harika tacı yerleştirmek hiç de kolay bir şey değil­ di. Üstelik bu taç, arabayla birkaç kilometre giderken, merdivenleri çıkıp inerken, yürürken, gülümserken ve selamlar verirken akşama kadar hep başımda kalacaktı. Kuaförlerim üç saatten fazla uğraştılar ve sanırım ancak ertesi sabah, herhangi bir kaza olmadığını öğren­ diklerinde rahat bir nefes alabildiler. 97


Dügün töreni, Mermer Saray, 21 Aralık 1 959


Farah Pehlevi

Pers motifleri gümüş telle işlenmiş, (tabii ki sahte) inci ve elmas­ lada bezenmiş gelinliğimi giyerken Dior Modaevi'nin terzilerini sev­ giyle andım: benim, dünyanın en mutlu kadını olmarnı dilemişlerdi. Ayrıca, iyilik perilerinin Şah'a, o kadar ümitle beklediği oğlu verme­ leri için gelinliğimin baskısının bir bölümünde mavi iplik kullandık­ larını da biliyordum. En sonunda kararlaştınlan saatte, bu son haftalarda gösterdiği il­ gi benim için çok değerli olan Prenses Şehnaz, Başbakan Manuşehr Ikbal ve Saray Bakanı Hüseyin Ala ile birlikte, Şah'a götürmek üzere beni almaya geldiler. Dini nikah, Tahran'ın merkezindeki Mermer Saray'da kılınacağı için, Şemiran'ın ağaçla kaplı yamaçlarından son­ ra gidilecek uzun bir yolumuz vardı. Müslüman adetlerine göre önemli herhangi bir olaydan önce Ku­ ran'ın korumasına sığınmak gerektiğinden, kapıda annemin başımın üstünde tuttuğu kutsal kitabın altından geçerek evden çıktım. Son olarak, gene uğur getirmesi dileğiyle, birkaç güvercini azat ettim ve onların, kışın o ilk günündeki süt mavisi gökyüzüne yükselmelerini izledim. 2 1 Aralık, Iran'da Şeb-i Yalda yani yılın en uzun gecesi eğ­ lence gecesidir, bu münasebetle ailece toplanıp Hafız'dan şiirler oku­ nur, kavun, nar, kuruyemiş yenir. O gün ve ertesi gün gece geç va­ kitlere kadar oturularak ışığın geceye galip gelmesi kutlanır. Kortej yavaş yavaş yola koyuldu. Sokaklar, iğne atılsa yere düş­ meyecek kadar kalabalıktı. Insanlar kortejin güzergahı boyunca yol kenarına yığılmış, saatlerdir beklemekteydiler. Biz önlerinden ge­ çerken yüzleri ışıldıyordu, el sallayıp alkışlıyorlardı ve bıkıp usan­ madan, hep bir ağızdan ismimi tekrarlayıp duruyorlardı. Kuşkusuz hayatımda hiç böyle içten bir sevgi, böyle büyük bir coşku görmemiştim, heyecandan bağazım düğümlendi. Araların­ dan çıktığım Tahran halkı bana güvenini gösteriyor, beni kutluyar ve bağrına basıyordu, oysa ben ne Tahran halkı ne de Iran için he­ nüz bir şey yapmamıştım. Hem çok duygulanmış hem de malıcup olmuştum. Bu kadınlar, bu erkekler ve ağaçlara çıkmış bekleyen bu çocuklar için elimden gelen her şeyi yapmaya kendi kendime söz verdim. Aynı halkın gene çok sevdiği, canı gönülden alkışladığı bir başka kraliçenin yerini aldığım çok sonra aklıma geldi. Ve her şeye 99


Anılar

karşın binlerce insan gelmişti. Kendi kendime onlara iki kez teşek­ kür borçlu olduğumu düşündüm. Aradan zaman geçtikten sonra öğrendim ki, yurttaşlanın Şah'ın bir lranlı ile evlenmesinden mutlu olmuşlardı. Din adamlan ise, benim bir Seyid olduğumu Peygam­ ber sülalesinden geldiğimi bildiklerinden, Şah'ın da benimle evlene­ rek Peygamber'in damadı olduğunu söylemişlerdi. Şah Mermer Saray'ın büyük merdiveninin üstünde, şaşaalı mera­ sim elbisesi içinde dimdik durmuş beni bekliyordu. Ben arabadan iner inmez beyazlar giymiş ve çiçekli taçlar takmış, altı küçük nedi­ me hemen arkarndan yürümeye başladılar; bu sırada önümüzde yü­ rüyen tek nedimim, küçük kuzenim Ahmet-Hüseyin, çıkacağım ba­ samaklara çiçekler serpiyordu. Şah mı ben mi daha heyecanlıydık, bilmiyorum. Nikahın kıyılmasına çok az bir süre kala birdenbire Şah'a yüzük verınem gerektiğini fark ettim. Bunu hiç kimse düşün­ memişti, benim ise aklıma bile gelmemişti, oysa damadın alyansını gelinin getirmesi adettendir. . . Neyse ki Ardeşir Zahidf kendi yüzüğü­ nü vererek büyük bir sıkıntıdan kurtardı beni ve böylece Şah'ın par­ mağına o yüzüğü geçirebildim. Sonraki günlerde eşime hediye etti­ ğim alyansı, ölümünden bu yana, kendi alyansımla aynı parmağım­ da taşıyorum. Nikahımıza yalnız ailelerimiz ve birkaç hükümet mensubu davet edilmişti. Dini nikah genellikle aile içinde kıyıldığından, biz de sade­ ce çok yakınlanmızın nikahta bulunmasını istemiştik. Geleneğe uy­ gun olarak yere serilen bir halının üzerine mutlu ve çocuklu bir ev­ lilik için gerekli bütün semboller konmuştu: Işık için bir ayna ve mumlar, bolluk bereket simgesi olarak ekmek, kötülükleri uzaklaş­ tırmak için günlük tütsü, yaşamın bütün tatlan için şekerlemeler ve elbette ki Kuran. Tahran Cuma lmaını evlenecek çiftle ilgili ayetleri okuduktan sonra, bana dönerek, büyük bir ciddiyetle, yanımda du­ ran kişiyi eş olarak kabul edip etmediğimi sordu. Gelenekler, nişan­ lı kızın nazlanmasını ve ancak sorunun üçüncü kez tekrarlanışından sonra kabul etmesini gerektirir ama bu defa imaının sorusunu tek­ rarlamasına fırsat bırakmadan, hemen atılarak öyle coşkulu bir "evet" dedim ki, törende hazır bulunanlar gülüşüp fısıldaşmaktan kendile­ rini alamadılar. 100


Farah Pehlevi

Daha sonra iki devlet yetkilisi bize nikah defterini uzattı, işte o anda Farah Pehlevi olarak atacağım imzanın bundan böyle ebediy­ en benim imzam olacağına kendi kendime söz verdim. Aradan bir süre geçtikten sonra, tören günü çekilen, duygu ve he­ yecan dolu anları yansıtan resimlere bakarken biraz canım sıkıldı doğrusu. Gelinliğimin uzun kuyruğu nedeniyle, Şah gibi koltuğa otu­ ramayacağımdan, benim için küçük bir tabure konmuştu ama böyle oturduğumda boyumun Şah'ı yanın baş geçeceğini hiç dikkate alma­ mışlardı. Görgü kurallan ve nezaket konusunda usta olmuş bütün o protokol görevlileri arasında, Şah'ın hiç olmazsa eşiyle aynı hizada ol­ masının daha uygun ve daha zarif olacağını düşünebilecek bir allahın kulu çıkmamış mıydı? Ailece bir süre dinlendikten sonra, eskiden Kaçar Şahlannın sara­ yı olan ve artık sadece büyük törenlerde kullanılan görkemli Gülistan Sarayı'na gittik, bine yakın davetli bizi orada bekliyordu. Masal gibi geçen bu resepsiyanda ben de kendimi rüyada gibi hissediyordum. Sadece göz kamaştıncı olduğunu hatırlıyorum, gerisi sisler içinde kal­ mış gibi. lster yakın çevremizden olsun ister resmi davetliler, hepsinin yüzünden bizim mutluluğumuzu paylaştıkları okunabiliyordu. Birkaç gün sonra, Hazar Denizi kıyısında küçük bir tatil köyü olan Ramsar'a gittik. Yolculuğumuzu, düzenli sefer yapan trene, böyle özel durumlarda eklenen Şah'ın özel vagonunda yaptık. Bala­ yımızı yabancı bir ülkede geçirmektense ikimizin de sevdiği bu böl­ gede yapmayı kararlaştırmıştık. Bu konuda daha sonra Şah'a sık sık takılmıştım: "Daha evliliğimizin en başında, insanlar senin gerçek bir lranlı ile evlendiğini anlamışlardı. " Ayrıca bu gerçekten özel bir balayıydı çünkü ailenin büyük bir kısmı da bize eşlik etmişti. Ramsar'a kadar olan yolculukta ilgili çok güzel anılarım var. Krali­ çe olarak ilk kez ülkenin iç kısımlarını, çıplak dağlarını, sonra Gi.lan'ın yeşil yaylalannı görüyordum. Trenimiz her köyde durdu, bayram kı­ yafetlerini giyıniş insanlar her yerde bizi karşılamaktan çok gururlu ve mutlu görünüyorlardı. Kadınlar bana dokunuyor, beni kucaklıyorlar­ dı. Erkekler de Şah'a yakında açılışı yapılacak olan, pırıl pırıl okulları, öksüzler yurdunu ya da bir fabrikayı göstermekten gurur duyuyorlar101


Anılar

dı. Yaşamımı birleştirdiğim bu insana halkın duyduğu büyük güvene kendi gözlerimle tanık oldum. Yakınlarıma karşı son derece dikkatli ve incelikli davranan Şah'ın, halk yığınlarına karşı belli bir mesafeyi asla elden bırakmadığını gör­ düm. Kuşkusuz lranlılar da Şah'ın kendilerine fazla yakın olmasını ne bekler ne de isteyebilirdi ama Şah'ın hep böyle mesafeli duruşu, ınİ­ safirlerine duyduğu yakınlığı, sıcaklığı göstermesine de engel oluyor­ du. Tebessümün birkaç sözden çok daha fazlasını anlattığırıa emin ol­ duğumdan, sonralan Şah'ı hep gülümserneye teşvik etmişimdir. "Lüt­ fen gülümsel Resimlerde ne kadar güzelsin, adeta kalbinin içi okunu­ yor" diye tekrarlayıp duruyordum. Birkaç yıl sonra aynı şeyi o zaman üç dört yaşlannda olan Ali Rıza'ya söylediğimde, gözünü kırpmadan şu cevabı verdi bana: "Hayır, gülümsemek istemiyorum, babam gibi ciddi olmak istiyorum." Iran'da gelenekler, Şah'ın her koşulda ciddi bir görünümü olmasını gerektiriyordu, halk onu böyle beğeniyordu. Iki hafta süren bu ilk tatilimizde birbirimizi daha iyi tanıdık. Şah mükemmel bir sporcu ve fevkalade bir kavalye idi. Böylece spor bi­ zim çok iyi anlaştığımız ve beraber olmaktan çok hoşlandığımız bir alan oldu. Şah, hiç olmazsa spor yaparken rahatlıyor, gençlikteki spor aşkını yeniden buluyordu ve biz daha önce hiç gülmediğimiz kadar gülüyorduk. Anımsıyorum, gene o günlerde mobilet kullanmayı yeni yeni öğrenirken, fazla sürat yapmış olmalıyım, düştüm, böylece lm­ paratoriçe Hazretlerinin -bu unvan evlendiğim gün benim resmi unvanım olmuştu- iki dizine iki taç konmuş gibi oldu, halime önce Şah sonra fotoğrafçılar uzun uzun güldüler, birdenbire ciddi ve ölçü­ lü yaşamımız kendiliğinden daha doğal bir tarz kazandı. Ramsar'da Büyük Otel'de kahyorduk, zaten başka otel de yoktu. Rıza Şah zamanında dönemin şatafatlı tarzına uygun olarak inşa edilmiş olan otel, iki yanında portakal ağaçları olan, denize kadar devam eden büyük caddenin üzerindeydi. Günlerimiz, çevredeki çay işletmelerini gezerek, uzun yürüyüşler yaparak, Iran'da çok se­ vilen, topluca oynanan oyunlan oynayarak, ailece akşam yemekleri yiyerek, çok hoş bir şekilde geçti gitti . . . Times'ın Londra muhabiri ile kısa bir görüşme yaptığımı da anım­ sıyorum, ona bundan böyle yaşamımı "tran halkına hizmete" adaya1 02


Farah Pehlevi

cağımı, özellikle kadınlara öğrenim imkanı sağlama ve iş sahası ya­ ratma konulannda çalışmak istediğimi söylemiştim. Tahran'a dö­ nünce birilerine "hizmet etmek"ten ne kadar uzakta olduğumu idrak ettim. Şah'ın sabahtan akşama kadar çalıştığı sarayda yapayalnızdım. Harekete geçmek için yapmam gerekenler hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kraliçelik mesleğini de öğrenmek zorundaydım. Önce bir süre sıkıntıdan ne yapacağımı bilemedim, oysa daha altı ay önce yavaş yavaş mimarlık sınavıanna hazırlanıyordum. Ilkokul­ dan bu yana hiç hareketsiz kalmamıştım ama işte şimdi olayların zor­ lamasıyla böyle bomboş kalıvermiştim. Sarayda günlük işler bana ih­ tiyaç duyulmadan yolunda gidiyordu. Eğer özel bir menü arzu eder­ sem söylüyordum, hiçbir şey söylemesem de aşçıbaşının benim öğüt­ lerime ihtiyacı yoktu. Zaten alışılagelen düzen dışında bir değişiklik önerdiğimde, büyük bir saygıyla şimdiye kadar hep böyle yapıldığı söyleniyordu, ben de ısrar etmiyordum. Çocukluğumdan beri tanıdı­ ğım ve benimle saraya gelen oda hizmetçim Mümtaz ile, ara sıra uğra­ yan dadım Münevver dışında, çevreıncieki herkes senelerdir saraya hizmet ediyorlardı ve işlerinde kuşkusuz benden çok ustaydılar. Yavaş yavaş, bir davet aldığımda, ev sahibesi olarak ayrıntılar ko­ nusunda müdahalelerde bulunmaya başladım ama bu rol bana ne o zaman, ne de sonrasında hiç cazip gelmemiştir. Buna karşın hemen bazı girişimlerde bulunmak ve ülkem için somut bir şeyler yapabil­ me kaygım öne çıkmaktaydı. Kraliçeliğimin ilk haftalanndaki resmi ajandamı yeniden okudu­ ğum zaman, programımın, o zaman Şah'ın eşinden beklenenlere ce­ vap verdiğini görüyorum: - 8 Ocak 1960: " 1 7 Dey* bayramı" lranlı kadının özgürlüklerine kavuşması, Şehinşah ve lmparatoriçe Hazretlerinin katıldıklan bir tö­ renle kutlandı. - 9 Ocak 1960: lmparatoriçe Hazretleri, Pasteur Enstitüsü'nü zi­ yaret ettiler. - 13 Ocak 1960: lmparatoriçe Hazretleri, Anneleri ve Bebekleri Koruma Enstitüsü'nü teftiş edip, enstitünün bazı bölümlerini gezdiler. *

Ç.N. Dey: Kış mevsiminin ilk ayı. ı7 Dey, 8 Ocak'a denk gelen gün. 103


Anılar

- 1 6 Ocak 1 960: Şehinşah ve lmparatori­ çe Hazretleri, Farabi Hastanesi'ne gittiler. Bu münasebetle Profesör Şems, göz kliniğinin fahri belgesini sunarak, lmparatoriçe Hazret­ lerinden kendilerini himaye etmeyi kabul bu­ yurmalarını istirham etti. - 1 7 Ocak 1 960: lmparatoriçe Hazretleri, verem hastanesini ve dört yüz yataklı yeni bi­ nasını teftiş ettiler. - 19 Ocak 1960: lmparatoriçe Hazretleri, Şah Abad Sanatoryumu'nun bazı servislerini ziyaret ettiler.

- 24 Ocak 1 960: Mevlevf Caddesi üzerin­ deki Veremle Savaş Merkezi, lmparatoriçe Hazretleri tarafından açıldı. - 28 Ocak 1 960: lmparatoriçe Hazretleri, Büyük Rıza Şah Lisesi'ni teftiş ettiler. - 30 Ocak 1 960: Tahran Üniversitesi Öğ­ renci Birliği'nin düzenlediği kutlama şenlikle­ rine, lmparatoriçe Hazretleri de katıldılar. Teftiş ediyordum, açılış yapıyordum ama bunları yaparken de görüyor, dinliyor ve öğ­ reniyordum. Aynı günlerde çok sayıda mektup almaya başlamıştım, insanı derinden etkileyen, sarsan mektuplar. Çoğu kez acemice yazılmış, feci du­ rumları anlatan mektuplarla yavaş yavaş gü­ nün sorunlarını öğrenmeye başlıyordum. En ücra köylerde yaşayan insanlar büyük bir yok­ sulluk içindeydiler, çocuklarda ölüm oranı yüksekti, okula gidemiyorlardı, temizlik kural­ larına uyulmaması ve beslenme eksiliği onları zayıf düşürüyordu. 1 04


Farah Pehlevi

Bu çağnlara kayıtız kalmam imkansızdı. Cevap yazmak, ümit ver­ mek gerekiyordu ama nasıl hareket etmeliydik? Hükümet bana bildi­ rilen konularla ilgili çalışmalar yapıyor olabilirdi, eğer öyleyse bunu bilmem gerekiyordu. Aksi takdirde, ilgili bakanlar nezdinde bu za­ vallı insanların sözcülüğünü üstlenmem gerekiyordu. Bu arzumu he­ men eşime açtım. Benim önem verdiğim bu konulara eşim hiç de ya­ bancı değildi, senelerden beri yavaş yavaş çözmeye çalıştığı sorunlar­ dı bunlar ve ne mutlu ki, eşim beni bu konuda çalışınam için yürek­ lendirdi. "Hükümetin çalışmalarından haberdar olmanız için gereke­ ni yapacağım" diye yanıtladı beni. Gerçekten de birkaç gün sonra, ba­ na yardımcı olması için Bay Fazlullah Nebil'i özel kalem müdürüm olarak atadı. Herkesin saygısını kazanmış eski bir büyükelçi olan Fazlullah Nebil, hükümet çarkının nasıl işlediğini en ince ayrıntılarına kadar biliyordu, tam da bana gereken insandı. Deneyimi sayesinde -ba­ bam olacak yaştaydı- önce plan yaparak çalışmayı öğrendim. Sonra onun ve diğer yetkililerin rehberliğinde, hızla hükümetin üzerinde çalıştığı dosyalar ve öngörülen reformlar hakkında bilgi edinmeye başladım. Böylece, mektupla benden yardım isteyenleri bilgilendi­ rebiliyor ve hükümete önerilerde bulunabiliyorduk. Bay Nebil be­ nim çalışma takvimimi yönetmeyi de üstlendi; bir süre sonra bakan­ lada ve sivil toplumun tüm katmanlarının temsilcileriyle tanışmaya başladım. Kraliçeliğimin devamı süresince bu insanlara kapım ardı­ na kadar açıktı, bana bütün sorunları ilettiler; beni yönlendirip sağ­ lık, eğitim, temizlik ve kültür alanlarında demekler kurulmasına önayak oldular; hep birlikte çalıştık. Şah'ın yanında kararlı bir şekilde ülkem için çalışırken, karşıma engellerin en güzeli çıktı: evlenciikten iki ay sonra bir çocuk bekledi­ ğimi anladım. Bunu öğrendiği zaman eşimin yüzü aydınlandı. Onu hiç böyle sessiz bir heyecan içinde görmemiştim. Yirmi yıldan bu ya­ na ümit ettiği bu mutluluğu belki de ona verebilecek olmam, benim de kelimelere sığmayan bir heyecan yaşamama neden oldu. Haberi duyurmadan önce birkaç hafta daha bekleme kararı aldık ama bizim aklımızcia artık başka hiçbir şey yoktu. Bir yıl önce, gözlerindeki de­ rin kederden etkilendiğim Şah'ın artık bakışları da değişmişti. Beni görür görmez adeta yüzü mutluluktan aydınlanıyar gibiydi. 105


Anılar

20 Şubat günü Pakistan'a uçarken sırnmızı bizden başka kimse bilmiyordu . Bu ilk resmi ziyaretimde, Şah'ın yanında olmaktan ayrı bir mutluluk duyuyordum -artık birbirimize başka türlü bir sevgiy­ le bağlanmıştık- Pakistan'ı tanıyacak olmak da beni çok heyecan­ landınyordu. Ancak Pakistan'ın bunaltıcı sıcağında şiddeti artan bu­ lantılarımın beni nasıl etkileyeceğini tahmin edememiştim. O gün­ leri düşündüğümde, en zor ve en komik anları, Pakistan Başkanı Mareşal Eyüp Han ile birlikte, araba ile giderken yaşadığımı anım­ sıyorum. O nazik insan bana ülkesi hakkında bir şeyler anlatırken , benim aklım yol bitineeye kadar kendime hakim olup olamıyaca­ ğımdaydı. Arabadan iner inmez kendimi banyoya zor atmıştım. Bu ziyaret sırasında pek çok kez, bize ayrılan daireye koşmak zorunda kalmıştım. Şah bu durumlarda çok sıkıntı yaşamamam için çaba gösteriyordu ama insanlar bana böyle durmadan ne olduğunu me­ rak ediyorlardı herhalde. Yaşadığım bu sıkıntılı anlar beni, her za­ man dostça ilişkiler sürdürdüğümüz bu ülkenin insanlarının sevgi­ lerini takdir etmekten ya da Lahor'un harikulade bahçelerinde dü­ zenlenen artistik gösterilere katılmaktan alıkoymadı. Özellikle, bize lkbal Lahari'den Farsça şiirler okudukları bir gece unutulmaz güzel­ likteydi. Benim kültür ve sanata olan merakım duyulmaya başlamış­ tı. Daha sonra biz de kurduğumuz Şiraz Festivali'ne Pakistanlı sa­ natçıları davet etmiştik. Dönüşte iki-üç gün kalmak üzere Basra Körfezi kıyısındaki Aba­ dan'a uğradık. O zaman dünyanın en büyük rafinesini barındıran Abadan, genç tran ekonomisinin gurur kaynaklarından biriydi. Tesis­ leTimizi gezmekten ve bu ülkenin ilerlemesini sağlayan binlerce işçi ve mühendisimizi görmekten büyük bir memnuniyet duymuştum. Abadan'da da özel durumumu dikkate alınamakla yanlış yaptığımı gördüm. Aslında benzin kokusunu severim. Bugün bile kokusunu duyduğumda tran burnumda tüter! Ama o iki-üç gün boyunca, Aba­ dan'ın kükürtlü dumanları ve havanın sıcaklığı bulantılarıını artırdı. Insanlar beni kutluyorlar, yakından görmek ve kucaklamak istiyorlar­ dı. Halka malolan bir insan olmanın en zor yanı da budur sanırım, siz yatağınızda olmak istersiniz ama kesinlikle her koşulda, nerede olma­ nız gerekiyorsa orada olmak, size yapılan sevgi gösterilerine karşılık 1 06


Farah Pehlevi

vermek zonındasınızdır. . . Olsun, önemi yoktu! Abadan'ın gezdiğim bazı mahallerindeki güç yaşam koşullan karşısında çok sarsıldım ve bir grup kadınla görüşme yaparken düşüncelerimi saklamadım. On­ lara "işçilerin oturduklan bölgeleri gezerken, ailelerin daha çok ilgiye ve korumaya ihtiyaçlan olduğunu gördüm. Onlara yardım etmek için gerekli önlemleri en kısa sürede almalıyız" dedim. Tahran'ın değişik semtlerine yaptığım ziyaretler, bu yolculuklar ve sayısı durmadan artan mektuplar halkın beklentilerini değerlen­ dirmeme yardım ediyordu. 1925 yılında Rıza Şah başa geçtiğinde köyleri, yöredeki ağaların ve haydutların boyunduruğu altında inle­ yen, hemen hemen ortaçağı yaşayan bir ülkenin yönetimi ele almış­ tı. Sonra oğluna, yani eşime, hemen hemen merkezileşmiş bir yöne­ timle birlikte, temelleri yeni atılmaya başlayan bir ekonomi devret­ mişti. Kaydedilen ileriemelere karşın eğitim, sağlık, tarım gibi haya­ ti sektörlerde, özellikle de ulaşım konusunda hala geri kalmış bir ül­ keydik. Uzak köylerde yaşayan insanların çektikleri sıkıntıları bili­ yorduk, kaybedecek zamanımız yoktu. Kısa bir süreden beri, o ka­ dar uzun zaman elimizden alınmış olan petrol gelirleri artık devle­ tin kasalarma girmeye başlamıştı. Şah iyiruserdi ve geleceğe olan gü­ venini benimle paylaşmak istiyordu. "Bugünden yarına her şey halledilemez," diyordu , "çok yakında hızlı bir büyüme sağlamanın yollarını bulacağız." Ülke için de bizim için de gelecek, vaatlerle doluydu. Hamileliğim henüz resmi olarak duyunılmamıştı, yalnız tran'da değil, yabancı ül­ kelerde de insanlar sabırsızlanıyorlardı. Her gün saraya küçük mavi patikler ya da sadece erkek çocukların yattığı bir beşikten alınmış bir tül parçası gibi, uğur getirmesi dileğiyle çeşitli hediyeler gönderiliyor­ du. Prenses Şems lsviçre'den, kız değil de erkek çocuk sahibi olabil­ mek için bazı öğütler verebildiği söylenen Profesör Watteville'i getir­ mek için ısrar etmişti. Ne mutlu ki, profesör geldiğinde ben zaten be­ beğimi beklemekteydim. Ailem için elbiseler dikmiş olan yaşlı bir ter­ zi, erkek çocuk sahibi olabilmek için karnın üstüne okunmuş toprak­ la bir dua yazmak gerektiği konusunda bana teminat veriyordu. Son olarak da, han'da yeni basılan bir kitapta, beni çok şaşırtan şu saçma ve komik savı okudum: güya ben, benim için portakal ve mandalina 1 07


Anılar

ağırlıklı bir rejim düzenleyen lranlı bir doktor sayesinde oğluma sa­ hip olmuştum. Bu ilk hamileliğimden kırk yıl sonra bile hala yorum­ lar yapılmaya devam edilmesi, hamileliğimin ne denli sabırsızlık ve ümitle beklendiği hakkında çok şeyler anlatıyor. Nihayet Nevruz'un arifesinde, 20 Mart 1960 günü sarayın söz­ cüsü halka müjdeyi verdi. Bu konuda herhangi bir şey söylemeden önce üç ay beklemiştik. O devirde henüz ultrason cihazı olmadığın­ dan doktorların bebeğin cinsiyetini bilmeleri mümkün değildi, in­ sanlar annenin karnının şekline ya da bebeğin kalp ritmine göre ola­ sılıklar uyduruyorlardı. lranlıların sabırsızlığı hissedilir şekilde artı­ yordu. Mavi patik vb. her çeşit uğur getireceği düşünülen hediyele­ rin sayısı iki katına ulaşmıştı. Ve ülkemizde her zamanki gibi olur olmaz söylentiler dolaşıyordu. Ben gerçekte hamile değildim, karnı­ ma yastık koyuyordum vb. Bu tür çarpıtma haberlerin kaynağı ge­ nellikle komünist Tudeh Partisi, ya da başka partilerde onlarla yarı­ şanlardı. Şah'ın, çocuk sahibi olamayacağı için, bebeğin babası ol­ madığı bile söylendi. Doğumdan sonra oğlumun dilsiz olduğu söy­ lentileri çıktı, insanları susturmak için, televizyonun, küçük Prens­ in, babasının çalışma odasında agucuklar yaparken görülen bir fil­ minin yayımlaması gerekti. Bütün bunlar da yetmedi. Şehrin güne­ yindeki halkın gittiği büyük hastaneye, eğer doğan çocuk kız olur­ sa onu bir erkek çocukla değiştirebilmek için gittiğim bile iddia edildi. . . Rıza 3 1 Ekim 1 960 günü öğle üzeri doğdu. Tahran'ın güneyin­ de, orta tabakanın oturduğu bir semtte bulunan Anne ve Bebekleri Koruma Enstitüsü'nde doğum yapmaya karar vermiştim. Rıza Şah tarafından yaptırılan bu hastanede çok yoksul kadınlardan ücret alınmıyordu; eşim orada doğum yapınama razı olmuş, hatta ilk ağ­ nlar başlayınca, beni götürmek için direksiyona kendisi geçmişti. Bizim arkamızdan bütün aile de hastaneye koştu. Evet, bebek erkekti, bütün hastane bunu benden önce öğrenmiş­ ri sanırım. Doğumun sonuna doğru uyutulmuştum, anestezist ilacı biraz fazla kaçırmıştı bu da doğum doktoruro Profesör Cihan Şah Sa­ lih'in küplere binmesine neden olmuştu çünkü kendime geldiğim zaman koridorlarda hala uğultular devam ediyordu. Bana daha son1 08


Farah Pehlevi

ra, Şah'a müjdeyi bildirmek için herkesin dört bir yana koşuşturduk­ lannı, annemin de endişeyle bu insanlara boş yere: "Kızım nasıl? Ha­ ber var mı?" diye sorduğunu anlattılar. Gözlerimi açtıgımda Şah başucumdaydı, elimi tutuyordu. "Bilmek ister misin?" diye fısıldadı yavaşça. "Evet." "Bir oglumuz oldu. " "Hıçkınklara boguldum." Üç gün sonra, Rıza'nın ilk resmi fotografı çekildi, daha dogdu­ gunda babasına benzediği görülüyor. Onun yanında görülenler Pro­ fesör Cihan Şah Salih ve sürgün de de bizimle beraber olan çocuk doktoru Lioussa Pirnia'dır. Şafakla beraber hastanenin parmaklıklan önünde binlerce insan toplanmıştı. Günlerdir yerli ve yabancı basın mensuplan da neredey­ se hastanede kamp kurmuşlardı. Doğum doktoru tarafından Pehlevi Hanedam'nın nihayet bir veliahta sahip olduğu duyumlduktan sonra yirmi bir pare top atışı yapıldı. Hastanenin kapılannda bekleyen ka­ labalık öyle ;ırtmıştı ki, kutsal bir yer alan Şah Abdül Azim'e gidip dua etmek, sonra da babasının kabrini ziyaret etmek isteyen Şah, mezar­ lığa ulaşamamış ve arzusundan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Araba­ sını tanıyan kalabalık, güvenlik çemberini aşmış ve kabaran bir dalga gibi etrafını sarmıştı. Şah sonra bana böyle bir ortak sevinç ve sevgi gösterisine daha önce hiç tanık olmadıgını anlatmıştı. Insanlar gülü­ yor, aglıyor, onu kucaklamak istiyorlardı. Şah'ı kucaklamak istiyorlar­ dı ama ona yol açmak zorundaydılar, sonunda çareyi arabasını hava­ ya kaldırmakta bulmuşlar! Aynı saatlerde, bütün ülkede halk sokak­ lara dökülmüş, doğumu kutluyordu. Insanlar hemen her evde gizli gizli hazırlanan şekerlemeleri sokaklarda dagıtıyorlardı. Tahran, Teb­ riz ve Şiraz'da herkes sokaklarda dans ediyordu. Doğumu bayram se­ vinciyle kutlayan halkın resimlerini gazetelerde gördüğüm zaman ben de olaganüstü bir heyecan yaşadım. Haber daha sonra bütün dünyaya yayıldı ama oğluma en güzel hoşgeldin başlıgı ödülünü gene Fransız basını hak etti. Günlük bir ga­ zete şu Farsça başlıgı atmayı akıl etmişti: "Pessar Ast!" (Bu bir oğlan!) 1 09


Anılar

Birkaç gün sonra, Tahran halkı bana muhteşem bir saygı göste­ risinde bulundu. Hastaneden ayrılıp saraya döneceğimi öğrenen in­ sanlar yol boyunca sıralanmış, yerlere halılar serip çiçekler atmış ve yer yer zafer taklarıyla bezemişlerdi geçeceğim yolları. Halkı selamıayabilmek için şoförden arabayı yavaş sürmesini is­ tedim, tek tek her birine, orada bekleyip bana sevgisini gösterdiği için ne kadar minnettar olduğumu söyleyebilmek isterdim!

110


za'nın doğumu bizi birbirimize kenetledi. Bu çocuk ne bü­

yük bir mutluluktu ! Kızım olsaydı da aynı sevinç gözyaşlarını döke­ cektim ama oğlumuz, eşimin mutluluğuna ayrı bir gönül rahatlığı da eklemişti. Aramızdaki sevgi de yeni bir ahenk kazanmıştı, endi­ şeli bekleyiş sona ermişti, geleceğe daha güvenle bakabiliyorduk. Birkaç hafta içinde Şah'ın adeta tepeden tırnağa değiştiğini gör­ düm. Son derecede ölçülü ve mesafeli bir insan olan Şah, oğluna duyduğu sevgiyi ve yaşadığı heyecanı saklama gereğini duymuyor­ du . Ben Rıza'yı emzirirken, iki toplantı arasında kaçıp yanımıza ge­ liyordu. Rıza'nın iyi beslendiğinden emin olmak istiyor, dadı olarak işe aldığımız Fransız Jeanne Guillon'a durmadan bebeğin boyunu, kilosunu tekrarlatıyor, gazetelerde söz edilen falanca veya filanca mikroba karşı çok dikkatli olması konusunda onu uyarıyordu. En büyük korkusu oğlunun boyunun onun umduğu kadar uzamama­ sıydı. "Farah, hacakları neden bu kadar çarpık, niye bu kadar kısa?" diye sorup duruyordu. Seneler sonra Rıza'nın boyu bir metre sek­ sen üç santimle babasını geçtiğinde o ilk aylardaki kaygılarını hatır­ ıatmıştım Şah'a. Aile yaşantımız tamamıyla Rıza'nın etrafında geçiyordu. Sarayın bahçesinde ilk adımlarını attığı gün Şah ile nasıl heyecanlandığımı­ zı hatırlıyorum. Resmi tatil olan cuma günleri, hava izin verdiğinde üçümüz Şemiran'ın tepelerine kırlara doğru kaçıyorduk. Şah oğluy­ la çayırda yuvarlanıyor, oyunlar icat ediyordu. Daha o zamandan araba, özellikle uçak sevgisini paylaşıyorlardı. Akşam Tahran'a dö­ nerken, Rıza bazen sabırsızlandığında ona az sonra "Kırmızı Değir­ men" sinemasının önünden geçeceğimizi söylemek sakinleşmesine yetiyordu. Değirmenin kanatları onu adeta büyülüyordu, tıpkı daha sonra uçakların pervanelerinin büyülediği gibi. Hatta sarayda bile çoğu kez vantilatörlerin önünde çakılıp kalıyor, "Haydi, lütfen dön­ dür!" diyordu gözleri sevinçten parlayarak. lll


Anılar

Veliaht Prens Rıza Pehlevi'nin dogumu, ailesinde ve ülkesinde büyük sevinç yaratırken, dünya basınında geniş yer buldu.

Bir süre sonra, bu defa biz kaygılandık oglumuz "r" harflerini Farsçada gerektigi gibi söyleyemiyordu. Halk önünde konuşmalar yapacak olan müstakbel bir hükümdar için can sıkıcı bir durumdu bu. Acaba dilinde yapısal bir kusur mu vardı? Aylar boyunca ona "Rrrnza", "darrria" (deniz) , "derrrakht" (agaç) diye tekrarlatıp dur­ duktan sonra onun "r" harfini yeni Fransız dadısı Joelle Fouyet gibi gırtlaktan söyledigini fark edip rahatladım. Daha sonra Rıza'nın haş­ metli büyük babası Rıza Şah gibi solak oldugu ortaya çıktı. Ama bu benzerlik, eşimin bir asker olan doktoru General Abdül Kerim Aya­ di'yi sakinleştirmeye yetmedi. "Velihat Prens'in solak olması iyi bir şey degil, onu bu alışkanlı­ gmdan vazgeçirmek gerekir. . . " dediginde ben de yanıtlıyordum: "Hayır, hiç önemli degil bu. Askeri selam vermesi gerektigi gün se­ lamı sag eliyle verebilir." Doktor ikna olmamıştı, eşim ise gülüyordu. Şah oldukça agır çalışma programına ragmen, daha neşeli biri ol­ muştu, gülmeye daha yatkındı. Buna gelince kraliçe ve üstelik artık anne olarak resmi bir davetin ortasında, birçok kez gözden kaybo­ lup, gece kıyafetimle ve başımda tacım oldugu halde gizlice bebegi­ mi emzirmeye gitmek zorunda kaldım. O zamanki yaşantımızı nasıl 112


Farah Pehlevi

anlatabilirim? Şah erkenden kalkıyor ve kahvaltısım yaparken yerli ve yabancı basım ve kendisine kilitli çantalarla getirilen çeşitli rapor­ lan okuduktan sonra, küçük bir meydanm karşı tarafmda bulunan Merrner Saray'daki çalışma odasına geçiyordu. Öğle yemeklerinde tekrar buluşuyorduk, evliliğimizin başlangıcında Şah için bir rahat­ lama vesilesi olan bu yemekler, seneler geçtikçe, üzerinde çalıştığı­ mız konulan ele aldığımız bir zaman dilimine dönüşmüştü. Saat on dörtte Şah haberleri dinlerdi, adeta kutsal bir görev gibiydi bu, hiç­ bir şey onu haberleri dinlemekten alıkoyamazdı, sonra çalışma oda­ sına dönmeden önce kısa bir şekerleme yapardı. Akşam yemeğinden önce gene gazetelere göz atar sonra biraz spor yapardı -halter veya ağırlık kaldınrdı- bir görevlinin ona yaptığı masajdan sonra akşam yemeğini yerdik. Sonraları, masaj sırasında Rıza ve kardeşleri de gi­ dip babalannın yanına uzanmaya başlamışlardı; Şah da sevgiyle on­ ların sırtlarını, enselerini kaşırdı. Pazartesi akşamlan büyük aileye aynlmıştı. Saraya gelir gelmez, Şah'ın eski kırgmlıklar nedeniyle uzak düştüğü bazı kız-erkek kardeş­ leriyle ya da ailesinin diğer üyeleriyle ilişkilerini düzeltmeye çalışmış­ tım. Ayrıca benim kendi ailerole de iyi ilişkiler kurmasım sağlamak is­ tiyordum. lyi bir lranlı hanım olarak aile bağlanna, geleneklerine say­ gı duyarım, önlenmesi imkansız yanlış anlamaları, kötü niyetli söz ve davranışlan bu sayede zihnimden silip atabilmişimdir. Cuma günü özellikle dostlara ayrılmış bir gündü. Resmi veya iş yemeklerinin de buna eklendiği oluyordu tabii. Yine de her şeye kar­ şın, bazı akşamlar baş başa kalabiliyorduk, pek nadir olan bu özel zamanlar bizim için çok değerliydi. Şah benden kendisine o gün ne­ ler yaptığımı aniatmarnı istiyordu. Bazen ona anlatacak pek ilginç bir şey olmuyordu ama o dönemde hala büromu düzenlemekle uğraştı­ ğım için çoğu kez yaşadığım oldukça gülünç şeyleri naklediyordum Ayrıca ben her zaman hikaye aniatmayı sevmişimdir, günün küçük olaylarını, oyun sahneliyorrnuşum gibi anlatmaya bayılınm. Çocuk­ ken gevezeliklerimle kuzenim Rıza'yı serseme çevirirdim, bazen cia­ yanamayıp kaçtığıncia peşinden koşup kendisini beni dinlemeye zor­ lardım. Şah'a gelince, o bıkmıyordu. O dönemde onu çok güldür­ düm. Genellikle gün içinde yaptığım bazı konuşmalan naklediyor ve hoşuna gittiğini bildiğim için konuşmalara fıkralar ekliyordum. 113


Anılar

Baş başa geçirdiğimiz bu akşamlarda sık sık film de izliyorduk. Sarayın bodrum katında bir oda sinema salonuna dönüştürülmüştü. Eşim Charlie Chaplin'i, Laurel-Hardy ikilisini, jerry Lewis'i ve Bop Hope'u seviyordu. Tüm yaşamımız boyunca onu hiç Charlot'nun soytanlıklanna güldügü kadar güldüğünü görmedim. Çocuklar gibi gülrnekten katılıyordu, ben de kendi kendime onun eglenip rahat­ lamasını sağlayan böyle küçücük bir sinema salonumuz oldugu için seviniyordum, geri kalan zamanda öyle yoğun çalışıyordu ki . . . Beni Şah'ın sevdiği komedyenlerin mimiklerinden çok, onun rabatladığı­ nı görmek güldürüyordu. Genç kızken arkadaşlanının kahkahalara boğulduğu sahnelerde ben gülemezdim bile, onlar bu halimle pek eğlenirlerdi. Beni güldürebilenler bugün de aynı isimler: Louis de Funes, Bill Cosby, Mel Brooks, Erhan Sadr Perviz Seyit ve Şabaci .' "Hanım". Şah ve ben, bazı tarihi kahramanıann yiğitlik öykülerini anlatan tarihi ve savaş filmlerini de severdik O kadar çetin geçen 50'li yıllardan sonra, politika alanında da eşim artık geleceğe iyimser bakıyordu. Petrolün millileştirilmesi so­ nucunda sağlanan uzlaşma sayesinde ekonomi de hızla gelişiyordu. tık defa olarak, hükümet yeraltı servetimizin gelirini ülkenin dona­ mrnma yatırabiliyordu. Şah bana bundan övgüyle söz ediyor, bu so­ nuca ulaşmak için yirmi yıla yakın mücadele etmek zorunda kalmış olmasına üzülüyordu. Ama sonunda başarmıştık o başanlı Rıza Şah döneminden sonra Iran'da hiç bu kadar çok şantiye açılmamıştı. 1 950- 1 960 yıllannın kavşak noktasında, ilk büyük barajlann, sula­ ma kanallannın, hidroelektrik santrallerin ve kimyevi gübre fabrika­ lannın yapıruma başlandı. Demiryollan şebekesinin uzunluğu üç katına ulaştı. 5.000 kilometre yol asfaltlandı, 30.000 kilometre tali yol yapıldı. 2.400 kilometre uzunluğunda, lran'ı bir uçtan diğerine kateden petrol boru hattı hizmete girdi vs. Şah, kısa bir süre sonra, ülkeyi azgelişmişlikten kurtaracağını düşündüğü yumuşak devrimi başlatma imkanını bulacağını ümit ediyordu. lsviçre'deki öğrenim yıllanndan beri aklına koyduğu bu devrimin ilk ayağının tanm re­ formu olması gerekiyordu ama bu konuda çeşitli güçlerin direnciy­ le karşılaşmasının kaçınılmaz olduğunu da biliyorduk. 114


Farah Pehlevi

Topraksız köylüler sıkıntı içindeyken, uçsuz bucaksız topraklara sahip ağalara bu sorunu çözme konusunda örnek olmak üzere Şah, daha 194 1 yılmda kendi topraklarını hükümete devretmiş, toprakla­ rının halka dagıtılrnasını istemişti. 1955 yılında, Tarım Kuruluşlan ve Kredi Bankası'nın kuruluşuna önayak olmuştu: 200.000 hektar ka­ mu arazisinin 42.000 çiftçiye dağıtımı başarılabilmişti. Bu daha sade­ ce bir başlangıçtı: gene de bu başlangıç, aralarında, gelirlerinin büyük kısmını topraktan elde eden din adamlannın da bulunduğu, büyük toprak ağalarını çok öfkelendiriyordu. Bütün ülkede çok büyük nü­ fuz sahibi Şii din adamlarıyla uğraşmak hiç de kolay değildi. Şah bu­ nu biliyordu ama bildiği başka bir şey daha vardı: gerçekleştirmek is­ tediği reformlar ve demokratik açılımlar için bazı kalıplaşmış düşün­ celerin değişmesinin zorunlu olduğu. Şah kültür alanında da devrim yapılması gerektiğini düşünüyordu. Bunu ancak halkın çoğunluğu­ nun güvenini kazanarak başarabilecekti ve 60'lı yılların başında Şah bu güce sahip olduğuna inanıyordu. Veliaht Prens'in doğumunun neden olduğu coşku onun bu inancını pekiştiriyordu. l l Ekim 1 9 6 1 tarihinde, üç günlük resmi bir ziyaret için Fran­ sa'ya uçtuk. Eşim General de Gaulle'e büyük bir hayranlık duyu­ yordu. Yaşayan bütün devlet başkanlan içinde, onun gözünde de Gaulle, onun görev anlayışını en iyi temsil eden kişiydi: ileriyi çok iyi görebilen, titiz bir yurtsever. !şte Şah'ın anılarında de Gaulle'e ilişkin yazdıkları:

"General de Gaulle 1 942 yılında Moskova'ya giderken Tahran'a ug­ radıgında ben gencecik bir hükümdardım. Daha ilk anda, onun sıra dışı kişiliğinin etkisi altında kalmıştım. Onu Fransa'dan söz ederken dinledi­ ğimde, sanki benim vatanım için yapmak istediklerimi dile getirdiğini düşünmüştüm, sanki aynı tutkuya sahiptik: kendi sınırlan içinde bagım­ sız bir ülke. General, parlah bir hitabet tarzı olmamakla beraber ülkesi­ nin geleceğine olan güvenini herkese aşılayabiliyordu." Yaptığı reform hazırlıklarıyla, halkı kendi geleceği adına kesin bir değişime zorlamakta kararlı olan Şah için, General ile görüşmek sembolik bir anlam taşıyordu. Ayrıca ikisi de birbirlerini takdir edi­ yorlardı. General, onun ülkesini kalkındırmak için gösterdiği çaba115

··


Anılar

lan beğeniyordu. Ölünceye kadar Şah'a desteğini sürdürdü. Çok uzun zaman sonra, Islam Devrimi sonrası, onlarca yıl boyunca sağ­ lanan gelişmeler sıfıra indiğinde, oğlu Amiral Philippe de Gaulle, ar­ kasına, görünecek şekilde eşimin bir resmini koymuş olarak televiz­ yonda yaptığı bir mülakatta, babasıyla Şah arasındaki ilişkiyi büyük bir zarafetle dile getirmişti. Çok az insanın düşüncelerini beyan etme cesaretini gösterebildiği bir dönemde bu konuşmayı yaptığı için ona minnettanm. Bana gelince, Paris'le yeniden buluşmanın heyecanını yaşıyor, sa­ bırsızlanıyordum. Gelişimden çok önceden başlayarak Fransız bası­ nı sütunlar boyunca, Fransa'dan iki yıl önce genç bir mimarlık öğ­ rencisi olarak ayrıldığımı, şimdi kraliçe ve genç bir anne olarak tek­ rar Paris'e geleceğimi duyurmuştu. Yine de ısrarla sürdürülen peri masallan bir tarafa, Fransızların çoğu ile aramd�ki sevgi devam et­ mekteydi, kendimi beni evlat edinen bir ailenin bağnndaki yerimi tekrar almış gibi hissediyordum. General ve eşi, karşılama töreninin görkemi yanında, henüz çe­ kingen bir kraliçe olarak bana gösterdikleri, adeta anne şefkatine benzeyen özel bir sevgiyle bu izienimimi güçlendirdiler. Seneler son­ ra bana, General de Gaulle'e "Tanıdığınız bütün devlet başkanı eşle­ ri içinde en çok kimi beğenirsiniz?" diye sorulması üzerine "Farah!" cevabını verdiğini; "Ya jackie Kennedy?" diye hatırlatıldığında, "O da çok güzel ama Faralı'ın afacan bir yanı var, bu da onu farklı kılıyor" dediğini aktardılar. Eşim ve General uzun bir görüşme yaparlarken, Bayan de Gaulle bana Elysee Sarayı'nı gezdirerek beni onurlandırdı. O zarif ithaf yazısını hiç unutmadığım Andre Malraux, bana Paris'te­

ki bazı müzeleri gezerken rehberlik yapma inceliğini de gösterdi. 1959 Mart ayında Şah, Paris'e uğradığında bazı öğrencilerle tanışma arzusunda olduğunu ifade edince, beni de bu münasebetle büyükel­ çiliğe davet eden Büyükelçi Nasrullah lntizam'ı terkar görmekten de çok mutlu oldum. Fransız yetkililer, halkımızın yedi bin yıllık tarihini kutlamak için düzenlenen Iran Sanatı sergisinin açılışını bizim ziyaretimize denk ge­ tirmek istemişlerdi. Gezimizin en önemli arılanndan biri olan bu ser­ ginin açılış konuşmasında, Iran uygarlığına ve Iran kültürüne gönül116


Farah Pehlevi

den bağlı olan Şah, babası Rıza Şah'ı anarken söylediği sözlerle İran'ın geleceğine ilişkin kendi görüşlerini en belirgin şekilde anlattı:

"Hiç kimse, hiçbir zaman ülkesine babam kadar inanıp onu babam kadar sevmedi. Babam vatanına o kadar bağlıydı ki, Pers kültürünün her bakımdan başka kültürlerden üstün olduğuna inanmıştı. Bununla bera­ ber, onun Pers kültürüne olan sevgisiyle çelişiyar gibi görünse de, hiç kim­ se ülkesinde reformlar yapmak, onu gençleştirip modemleştirmek için as­ la onun kadar büyük çaba göstermemiş tir. Babam Perslerin şanlı mazisi­ ne hayranlık duyardı; uygarlıkla çelişmeyen eski adetlerimizi muhafaza etme yanlısıydı. Ama aynı zamanda ulusun birliği, toprak bütünlüğü ve halkın mutluluğunun hızla batılı/aşmayı gerekli kıldığına da inanmıştı. . . " Şah'ın hazırlamakta olduğu yumuşak devrimin tohumları bu birkaç cümlenin içinde saklıydı. Kırmak zorunda olduğu her türlü muhalefet filizlerine de, ima yoluyla aynı cümlelerde dokunduru­ yordu. Herkes bunu çok iyi anladı. O günlerde Le Monde gazetesi­ nin başyazarı olan Edouard Sablier'nin, milliyetçi vurguları olan ve bir tür temenni ifadesi taşıyan şu cümleleri hala belleğimdedir:

"Insan, Yunan fatihine boyun eğmemiş, Roma'ya karşı zafer kazan­ mış, Moğollara rağmen ayakta kalabilmiş, Osmanlı'nın aldığı topraklara tekrar sahip olabilmiş ve yakın tarihin tek ömeğidir, hemen hemen kay­ bedilmiş olan (Azerbaycan) bir eyalette Kızıl Ordu'nun baskısını kırabil­ miş bir ülkenin eviadı olarak gelecek/e ilgili nasıl bir endişe duyabilir ki?" Altı ay sonra gittiğimiz Amerika'da çok farklı bir şekilde karşılan­ dık; bana deneyim kazandıran bir gezi oldu bu. Yeni seçilmiş olan Kennedy'nin daveti üzerine Amerika'ya gitmiştik, ben de hep bu ül­ keyi tanımayı hayal etmiş birisi olarak, bu seyahati yapmaktan çok mutluydum. Daha önce 1959 Aralık ayında Eisenhower'i Tahran'da misafir etmiş olan eşimin bu yolculuktan beklentisi, onun halefini ta­ nımak ve ekonomimiz için çok önemli olacak bir ilişkinin ilk adım­ larını atmaktı. Geleneksel olarak Şah Demokratlardan çok Cumhuri­ yetçilere yakınlık duymakla birlikte, Kennedy'i, sürdürdüğü politi­ kanın doğruluğuna inandırmakta güçlük çekmeyeceğini düşünüyor117


Anılar

Pehlevi ailesini rı yaşamında Amerika başhanlan önemli bir yer tutuyor.

du. Kennedyler bize son derecede sıcak davrandılar. jackie beni pe­ şinden sürükleyip bütün Beyaz Saray'ı gezdirdi, sorıra Saray'ın bah­ çesinde uzun bir gezi yaptık, onu küçükjohn - john'un pusetini sü­ rerken görebiliyorum hali L . . Amerika'da, büyük kısmı burslu oku­ yan, çok sayıda lranlı öğrenci yaşıyordu. Burslu olmalan Şah karşıtı hareketlere katılmalanna engel teşkil etmiyordu, orada olmamızı fır­ sat bilip gösteriler de yaptılar. Bu seyahatle ilgili anılanmda bagıran göstericiler ve Şah'a atılan düşmanca sloganlar hakim. Göstericiler her yerde bizi izliyorlardı, ba­ zen burnumuzun dibine kadar yaklaşabildikleri de oluyor, Şah ko­ nuşma yaptıgı sırada kendini duyurabilmek için sesini yükseltmek zorunda kalıyordu. Sabahtan akşama kadar durmadan bagıran bu in­ sanlar otelimizin pencerelerinin altına kadar geliyorlardı. Özellikle gazetecilerle birlikteyken endişeme hakim olmak, hiçbir şey belli etmemek durumundaydım ama içimde fırtınalar kopuyor­ du. Öğrencilerin taleplerini duyuyordum. Şüphesiz daha aşılacak uzun bir yol vardı ama çok şeyler başanldıgı da bir gerçekti -büyük bir kısmının eğitim masrafları aşağılayıp kötüledikleri o devlet tara1 18


Farah Pehlevi

fından karşılanan bu lranlı gençler, çelişkili gibi gelse de, bu başan­ ların canlı kanıtıydılar- birçoğu yakında çalışmaya başlayacaklardı ve nereden geldiğinüzi, Rıza Şah başa geçmeden önce ülkenin nasıl bir sefalet içinde olduğunu kavramaktan uzaktılar. Aynca Amerikalıların da bugünkü refah ve demokrasi düzeyine ulaşmadan önce geçmek zorunda kaldıklan aşamalan dikkate almıyorlardı. Her halde Amerika'ya yaptığım bu seyahat belleğimde bir yara gibi iz bıraktı. Birkaç yıl sonra resmi bir ziyaret için Amerika'ya gi­ decek olan eşimin birlikte gitme teklifini kabul etmedim. Günde on iki saat lranlılann refahı için çalışan biri olarak, Şah'a şunu söyle­ dim: "Oraya gidip gene hakaretlere maruz kalmaktansa, Tahran'da kalırım, burada daha yararlı olurum." Yirmi yıl sonra gene aynı gös­ tericilerin, vatanından sürülmüş, üstelik hastalıkla savaşan Şah'ın kaldığı New York Hastanesi'nin pencerelerinin altına gelip bağıra­ caklarını, eşimin ölmesi için dua edeceklerini bilemezdim . . . Ama yine de bu kötü izlenim, Amerika'da bize gösterilen misa­ firperverliğin ve çok heyecan duyarak gezdiğim Metropoliten Müze­ si, Lincoln Center ve Hollywood Stüdyoları'nın anısını gölgelemedi. Hollywood'da onurumuza, Gregory Peck'in de katıldığı, çok hoş ge­ çen bir akşam yemeği verilmişti. Hiç unutmadığım karşılaşmalar­ dan birisi de özellikle Walt Disney ile alanıdır. Rıza için yaptığı özel resimleri hediye etmişti bize. O dönemde başkan yardımcısı olan Lyndon ]ohnson ile de bu gezi sırasında dost olduk. Eşi, kızı ve da­ madı ile yakınlığımız bugün de sürmektedir. O zamanki yetersiz ln­ gilizcemle, Başkan Yardımcısı'nın Teksas aksanını anlamakta çekti­ ğim zorluk unutulacak gibi değildi! . . Sonra Kalifomiya'yı gezdiği­ mizde Amerikalıların ne kadar dost, ne kadar içten olabildiklerini görüp rahatlamıştım. Bazı lranlı öğrencilerin Washington'da Şah'ı protesto ettikleri o 1 962 yılı boyunca, Şah "Beyaz Devrim" adını verdiği ilk altı refor­

mun hazırlıklarını tamamladı. Beyaz çünkü bu devrim, tek damla kan dökülmeden lran'ı modem bir ülke haline getirecekti. Bu programın en başında kuşkusuz, köylülerin ümitle bekledi­ ği, büyük toprak sahiplerini çok korkutan tarım reformu yer alıyor­ du. Daha önce söylemiştim, bu ağalar Şah'ın teşvikine rağmen top119


Anılar

raklarını devretıneye kesinlikle razı olmamışlardı ve 20. yüzyılın or­ tasında Iran'da işlenebilir toprakların %95'i birkaç imtiyazlı kişinin elindeydi; köylülerimiz ortaçağ Avrupasının toprak kölelerinden farklı bir yaşam sürmüyorlardı. Bu durum böyle devam edemezdi. Yasa birçok köye sahip olan toprak ağalarına, tek bir köyü muhafa­ za edip diğerlerini köylülere dağıtmak üzere hükümete satma zo­ runluluğu getiriyordu. (lran'da o devirde kadastro olmadığından, köylerin büyüklüğü farklı da olsa, ölçü birimi olarak köy kullanılı­ yordu.) Yasanın kesinleşmesinden iki yıl sonra programa alınan 1 8.000 köyden 8. 200'ü 300.000 aile arasında paylaştırılmıştı bile . Bu reform hareketi, mollaların, daha sonra söz edeceğim şiddetli muhalefetine rağmen sürdürülecekti. Ikinci önlem: tarım reformuna mali kaynak yaratmak için bazı devlet kuruluşları özelleştirildi. Şah, zengin Iranlıların özellikle bü­ yük toprak ağalarının servetlerini, satılığa çıkarılan bu kurumlarda yatırım yaparak değerlendirmeyi seçeceklerini umuyordu. Bu bek­ lentisi çok yavaş gerçekleşti. Iran'daki varlıklı seçkinler sınıfı, Şah'ın modernleşme çabalarını korkuyla karşılıyor, pek destekleme eğili­ minde görünmüyorlardı. Üçüncü önlem: ormanların ve meraların kamusallaştırılması; ta­ rım reformu için gerekli bir etkendi bu. Dördüncü önlem: işçilerin lehinde bir önlemdi. Işçilerin, çalış­ tıkları işletmelerin karına ortak olması, kazancın %20'sinin işçilere ve diğer kadrolu çalışanlara dağıtılması öngörülüyordu. Beşinci önlem de çok ağır sonuçlar dağurabilecek bir önlemdi: kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilecekti. Köktendinci ve aydın­ lık düşmanı bir kısım mollalar bundan hemen rahatsız olmuşlardı. Daha 1 936 yılında kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmasını isteyen Rıza Şah, çarşaf giyilmesini yasaklayarak, ruhhan sınıfının şimşeklerini üzerine çekmişti. Çelik gibi iradeli bir insan olan Şah bununla da yetinmemiş, tam da kendi doğasına uygun olarak daha ağır bir karar alıp polise, yasaya uymayanların çarşaflarını yırtma em­ rini vermişti (önlemi önce kendi ailesine uygulamış, Ana Kraliçe ve iki kızını, çarşaflarını çıkarmış ve şapka giymiş olarak toplum önüne çıkarmıştı). Bu defa ahlaka saldırı alarak algılanabilecek bir önlem 120


Şah Muhammet Rıza Pehlevi


Anılar

söz konusu değildi, tam aksine kadınlara saygının en basit ölçüsüy­ dü çıkarılan yasa. Nihayet kadınlar da eşit yurttaş statüsüne sahip olabileceklerdi. Çarşafa gelince, eşim babasının dayattığı yasayı uzun zaman önce iptal etmiş ve dileyeni çarşaf giyme konusunda serbest bırakmıştı. Nihayet ülkenin gelişmesi için temel olan altıncı önlem: görevi köylerde okuma yazma öğretmek olan, lise mezunu acemi erlerden oluşan bir "Bilgi Ordusu" kurulacaktı. 60'lı yılların başında Iran'da okuma yazma bilmeyerrlerin oranının %80 olduğunu unutmamak gerekir. O dönemde yetişen ilkokul öğretmenlerinin sayısı ancak kentlerin ihtiyaçlarını karşılarken, bu çok büyük gecikme nasıl tela­ fi edilebilirdi? Askerligini er olarak yapan gençlerin, manevi tatmini çok yüksek olan bu devasa iş için görevlendirilmelerinin, sonradan bütün dünyada da ilgi çeken dahiyane bir fikir olduğu ortaya çıktı. On yıl geçtikten sonra, büyük bir şevkle çalışan askerler ve Cehalet­ le Mücadele Örgütü sayesinde bu korkunç engel hemen hemen or­ tadan kalkmıştı: artık okuma yazma bilmeyerrlerin oranı %20'ye düşmüştü; oranı tersine çevirebilmiştik. Uygulanan yöntemin, kimsenin yadsıyamayacağı başarısı karşı­ sında Şah 1 964 yılında hızla "Sağlık Ordusu"nu kurdu: tıp fakülte­ leri ve dişçilik öğrencileri, köylere ilk yardım hizmeti götürmek, özellikle de köylülere hastalıktan korunmanın en basit kurallarını öğretmekle görevlendirilmişlerdi. Daha sonra kurulan "Kalkınma ve Yeniden Inşa Ordusu" çiftçilere modern işletme kurallarını öğret­ mekle yükümlüydü. Bu gençlerin hepsinin de, çalışmaya başlamadan önce iyi bir eği­ tim almaları gerekiyordu, ayrıca kolayca tanınmalarını sağlayacak bir üniforma giyeceklerdi. Şah, hükümet ve bütün yetkililer, bu ilk reformlar dizisini uygu­ lamaya koyarken karşılaşacakları güçlükleri tahmin ediyorlardı. Şah ile sık sık bu sorunlardan söz ediyorduk, ben içimden cesaret ve ba­ siretle halkına hizmet eden bu insanın eşi olmaktan gurur duyuyor­ dum. Ona hayrandım, tarihimizin en önemli sayfalarını yazmak üze­ re olduğunu hissediyordum. Onun yaptıklarının doğru olduğundan, kendini tamamen Iran'a adadığından emindim. Gururlu olduğıım 122


Farah Pehlevi

kadar mutluydum da: o sıralar ikinci çocuğumuzu bekliyordum, be­ bek ı 963 Mart'ında doğacaktı. Büyük bir tutkuyla ve çok yoğun ya­ şadığımı hissediyordum, özel yaşantıının ve toplumsal yaşamımın, bu sevecen, cömert ve güçlü hükümdarıo yanında mükemmel bir ahenk içinde geçtiğini duyumsuyordum. tran'ın güneyindeki bir şehri ziyaretimde "Ben kendim de bu devrimin bir neferiyim!" de­ miştim. Eşim bu tasarıları bir referandum yoluyla halkın onayına sunma­ yı kararlaştırmıştı. Modem demokrasilere özgü olan referanduma başvurma kararı, çağı değiştirdiğiınİzin açık bir işaretiydi: Kaçarlar döneminde can çekişen ülkeyi geri kalmışlıktan acele çıkarmak için Rıza Şah'ın mutlakiyet rejimi gerekli, hatta kaçınılmazdı. Bundan böyle halkın daha çok söz sahibi olduğu bir döneme giriyorduk. Eşim, lran'ı yavaş yavaş daha açık ve daha demokratik bir şahlık re­ jimine doğru götürüyordu. Hayat ona, gereken yolun ancak ilk ya­ rısını katedecek kadar zaman tanıdı. O zamanki adıyla Rıza Han ı878 yılında, Mazarandan'da Eleşt kentinde dünyaya geldi. Babası subaydı. Rıza Han, on sekiz yaşında Kazak tugayına girdi. Yüzyılın başında Pers ülkesini etkileri altına almak için iktidar mücadelesi veren Rus ve İngiliz subayları, onun güçlü kişiliğini çok çabuk fark ettiler.

ı9ı9

yılında albay olan Rıza

Han, ülkenin kuzeyindeki eyaletleri, özellikle Gilan'ı ilhak etmekle tehdit eden Bolşeviklerle savaşır. Ama, arkasındaki !ran dağılma sü­ recindedir: merkezi güç yoktur, eyaletler haydut çeteleriyle feodal bir aristokrasi arasında paylaşılmıştır, adalete gelince, o tamamen ruhban sınıfının elindedir. Rıza Han gibi bir yurtsever için bu ger­ çekten insanın içini parçalayan bir manzaradır. Rıza Han, Kaçar Hanedam'nın son hükümdan olan Ahmet Şah'ın kendisini savaş bakanı olarak tayin etmesini sağlar. Ülkede otoriteyi yeniden kurmadan önce orduyu tekrar düzenlemeye girişir. O sıra­ larda vaktini Tahran'dan çok Avrupa'da geçirmekte olan Ahmet Şah, savaş bakanının kendisini cesaretlendirmesine karşın, iktidan ele al­ ma konusunda hiç hevesli görünmemektedir. lran'a döndükten bir süre sonra tekrar Avrupa'ya gider. Tam o sıralarda, komşu ülke Tür­ kiye'de Mustafa Kemal Atatürk, güçlü ve çağdaş bir devlet kurmak 1 23


Anılar

Baba Şah Rıza, güçlü ve çagdaş bir devlet kurma yolunda Mustafa Kemal Atatürk'ü kendine ömek almıştır.

için ugraş vermektedir. Rıza Han'ın ona duydugu hayranlık artmış­ tır, birbirlerini takdir eden bu iki insan sonra dost olurlar. Terk edi­ len bir ülkenin ordusunun en büyük generali olan Kazak subay, hiç kuşkusuz kendisine Atatürk'ü örnek alacaktır. lşte bu koşullarda, 3 1 Ekim 1925 günü meclis, Ahmet Şah'ın iktidardan düşürülmesini ka­ bul eder. Durum acildir. Derhal seçilen Kurucu Meclis, yalnız dört karşı oyla, neredeyse oybirligi ile tacı ilk Pehlevi'ye verir. Rıza Han kişisel olarak bir cumhuriyet kurma yanlısıdır ama din adamları, lran toplumunun en önemli iki ayagının şahlık rejimi ve din oldugu gerekçesiyle, onu Şah olması için zorlarlar. Rıza Han böylece Rıza Şah oldugunda kendisine, Pers Hanedam (lö 250

-

lS 226) döneminde dili ve yazıyı ifade eden sembolik Peh­

levi adını seçer. lran'ın toprak bütünlügünü güvence altına almanın onuru bu müstesna insana aittir. Hükümranlıgı süresince bir asker gi­ bi yaşamaya devam etmiştir; yere serdigi bir şiltede yatıp, sabah saat beşte kalktıgı, dalkavuklardan nefret ettigi bilinir. Bu insanın başardı­ gı işlerden bazılarını, özellikle lran'ı kateden demiryolu hatunı daha 124


Farah Pehlevi

önce anmıştım. llkögretimi zorunlu kılan, hastanelerin sayısını çogal­ tan, üniversiteyi geliştiren de oydu (batıya ilk burslu öğrencileri o gönderdi, daha sonra Humeyni'nin başbakanı olan Mehdi Bezirgan da bu ögrenciler arasındaydı) Rıza Şah adalet sistemimizin de kuru­ cusu oldu. lran'ın, büyük demokratik ülkelerdeki gibi bir medeni ya­ saya ve ceza hukukuna kavuşmasını da o sağlamıştı. Böylece ruhban sınıfının halk üzerindeki otoritesini zayıflatmak­ la kalmıyor aynı zamanda, noter vazifesi gören mollaları da önemli bir gelir kaynagından mahrum ediyordu. Onun hükümranlığı süre­ since, mollaların %90'ı hem kadılık görevlerini hem de sosyal statü­ lerini kaybetmekten hoşnut olmadıklarını gösterdiler, daha sonra da bütün reformlarına sürekli karşı koydular. Pehlevilerin ilk kralı onlardan daha az dindar değildi, dini görevlerini de yerine getirirdi. Ama eşimin babası için dedigi gibi "0, Tanrı'yı belirli bir görev için, belirli kişi ya sınıfları seçen bir yüce makam, ya da petrol kuyula­ rında baş mühendis olarak göremeyecek kadar saf inanç sahibiydi. " Dalkavuklara hiç prim vermeyen b u seçkin adamın güçlü kişiliği hakkında ipucu veren pek çok anekdot anlatılır. Gilan'a yapugı bir yolculuk sırasında bir delikanlı ona doğru koşar, önünde secdeye ka­ panır ve kendisini tınarn Rıza'nın türbesine bekçi olarak ataması için yalvarır - bekçiler hiçbir şey yapmadan para almaktadırlar. Rıza Şah etrafındakilere dönerek: "Bu adamı derhal yakalayın ve askere gön­ derin!" der. Başka bir sefer, inşa halindeki bir sarayın şantiyesini ge­ zerken, yalancı mermerden bir tavanda, bir aslan başı yontmakta olan bir işçinin önünde durur: "Senin aslanın gözleri eğri bakıyor" der. Onu tanımayan işçi şu cevabı verir: "Senin sırtında da onunki kadar yük olsaydı, senin gözlerin de şaşı bakardı." Kralın gülrnekten katıldığı ve daha sonra bu işçiyi terfi ettirdiği anlatılır. Beyaz Devrim, dev gibi, heybetli bir insan olan Rıza Şah'ın kırk yıl önce başlattığı eserini sürdürme ve genişletme amacını güdüyor­ du. Kendi politikasım sürdürebilmek ve bir sosyal çalkantıya yol aç­ mamak için, Şah hükümetin başına en yakın danışmanlarından biri­ sini, çok güvendigi Sadullah Alem'i atadı. Bircentli saygıdeğer bir ai­ leye mensup olan bu değerli insan, bir politika ustasıydı. lranlılann 125


Anılar

düşünce yapısını çok iyi biliyordu ve Şah'tan gerçekleri saklamamak gibi çok ender rastlanan bir özelliği vardı. Çok çetin geçebilecek bir savaşın arifesinde, insanın etrafında berrak düşünebilen, titiz, kolay­ la yetinmeyen insanlar bulması önemlidir. Daha sonra Saray Bakanı olarak atanan Sadullah Alem, l 977'de kanserden ölünceye kadar Şah'ın yanında kaldı.

126


ferandumdan birkaç gün önce Şah halka hitaben bir konuş­ ma yaptı. Konuşmasının her kelimesini dikkatle tartmış, önceden bana yüksek sesle okutmuş ve bazı düzeltmeler yapmıştı. Halkın çı­ karına hizmet ettiğinden kuşkusu yoktu. Konuşmasında kullandığı bazı kelimelerden heyecanını hissediyordum. Ben de bu heyecanı paylaşıyor, tüm kalbirole onu destekliyordum. Daha sonra onu ko­ nuşmasını yaparken dinlediğimde, halkın bu devrimi nasıl karşıla­ yacağını düşünüp kaygılanmaktan kendimi alamadım. Şah'ın söyledikleri şunlardı:

"Eğer bu reformlan halkın serbest oyuna sunuyorsam bu, artık hiç kimsenin köylümüze daha önce dayatılan esaret rejimini bir daha can­ landımmaması için; artık kimsenin ülkenin zenginliklerini kendi çıkan­ na sömürememesi için; bazı insaniann kişisel çıkarlannın, devrimler so­ nucu kazandıklanmızı bozamaması için ya da o kazanımlanmıza zarar gelmesin diyedir. " 27 Ocak 1 963 günü yapılan referandumda lranlılar, Beyaz Dev­ rim'in temel ilkelerini hep birlikte onayladılar. Kadınların henüz oy kullanma hakları yoktu ama tarım reformundan sorumlu olan ba­ kan Hasan Arsacani kadınları, oyları dikkate alınmasa bile, kendile­

rinin hazırladıkları seçim bürolarına gidip, oylarını kullanmaları için teşvik etti. Basın, birkaç gün sonra, kadınların, oylarını çok bü­ yük oranda reformdan yana kullandıklarını yazdı. Sandıktan çıkan resmi sonuç da halkoylaması olarak kabul edildi. lranlıların oyları, 3. Kalkınma Planı'nın ( 1 963- 1 968) uygulanması konusunda iyim­ ser olmayı gerektiriyordu. Şah'ın konuşmasında, sözlerine eklediği bir şey daha vardı: "Gerikalmışlığımızı on yılda yarıya indirmeyi ba­ şardık ama kalan ikinci yarısını başarmak en zoru olacak." Reformu izleyen beş yılda lran, en iyimser tahminleri bile geçen %8.8'lik bir büyüme hızı ile tarihinin en büyük hamlesini yaptı. Bü127


Anılar

yüme için elzem olan Karaj , Sefid-Roude ve Dez gibi büyük baraj­ lar tamamlandı. Tebriz traktör fabrikası, Arak motor fabrikası gibi sanayi projeleri başlatıldı. Fabrikaların yakınına, oralarda çalışacak olanlar için lojman, okul, kreş, dispanser vb. yapılar eklendi. Gene bu dönemde, ülke, gelişmesini tamamlamak için gerekli ekonomik ve sosyal donanımlarını da kazandı. Iran Istatistik Merkezi kuruldu, bankacılık sistemi modernleştirildi. Bütün bunlardan başka, üniver­ sitelerin kuruluşuna paralel olarak sanayileşmede de hızlı bir atılım görüldü, yollar ve hidroelektrik şebekeleri dikkati çekecek kadar arttı. Bütün bunlar halkın desteğiyle, binlerce Iranlının, maddi bir çı­ kar beklemeden, zamana ve yorgunluğa göğüs gererek, ruh ve beden olarak gerçek birer öncü kimliğiyle, bu mücadelede yerlerini almala­ rıyla başarıldı. Ruhban sınıfının bazı mensuplarının, daha ilk aylar­ dan itibaren, birçok şekilde halkı ayaklandırma çağrılarına karşın ba­ şarıldı. En tepkili din adamları, hala şahlık rejimini devirme hırsını sürdüren komünistlerden destek gördüler. "Kırmızı ve siyahın lanetli ittifakı" diyordu Şah buna. Referandumdan kısa bir süre önce, o güne kadar adını hiç duy­ madığımız Ruhullah Humeyni adında biri, hükümdara yazdığı bir mektupta, gayet saygılı bir ifadeyle, kadınlara tanınan oy kullanma hakkını protesto ettiğini bildirdi. Din adamlarının hemen hemen ta­ mamının hislerine tercüman oluyordu. Kadınların zekasını inkar eden, onların ülkenin geleceğiyle ilgili düşüncelerini ifade hakkını kabul etmeyen böyle insanlara ne cevap verilebilirdi ki? Biz kadın­ ların keçilerden daha değerli olduğumuzu mu? Artık ortaçağda ol­ madığımızı mı? Neye yaradı? Şah gericilerin ve aydınlık düşmanla­ rının, zekanın başardığı atılırnlara karşı kayamayacaklarına bahse giriyordu. Bazı kutsal kentlerde, özellikle Kum'da protesto gösteri­ leri, şiddeti artarak sürüyordu. Din adamlarının, yalnız kadınlara oy kullanma hakkı verilmesine değil, ayrıca sahip oldukları büyük top­ rakların gelirinden mahrum kalacakları için tarım reformuna da karşı olduklarını söylemiştim. Bu mücadelede toprak ağaları da on­ ların yanındaydı. Ruhban sınıfı, "Bilgi Ordusu"nu uzun vadede bir tehdit unsuru olarak görüyordu çünkü köylere dağılacak olan lise 128


Farah Pehlevi

mezunu bu gençler, köylüleri aydınlatarak, onları mollaların etki­ sinden kurtaracaklardı. Bizim mollaların işine gelen tek şey tutucu­ luktu. Her şey olduğu gibi kalmalı, hiçbir şey değişmemeliydi. Da­ ha sonra, Iran'ın değişik bölgelerine yaptığım gezilerde, köylülerin bizzat kendilerinin, "Bilgi Ordusu"nun askerlerinin, köylerine gel­ melerini talep ettiklerine tanık olmuştum. 2 l Mart 1 963 günü, yeni yıl ınünasebetiyle polis Kum kentinde­ ki karışıklıkları bastırmak için müdahale etmek zorunda kaldı. Şah kan akmasından korkuyordu ama kararlıydı. Onunla aynı düşünce­ de olan Sadullah Alem de ""kara tepki" tehdidine pabuç bırakacak birisi değildi. 1 Nisan'da Şah Meşhed kentine lmam Rıza'nın türbe­ sini ziyarete gitmişti - ben kızımız Ferahnaz yeni doğduğu için ona eşlik edememiştim. Eşim hoşgeldin konuşmalarına cevap olarak Kuran'daki buyruklan hatırlattı ve "kutsal kitabın kardeşlik ve eşit­ lik prensiplerine aykırı olarak bazı kimselerin kendi ceplerinin ya­ rarını gözeten" yorumlarını şiddetle kınadıktan sonra sözlerini şöy­ le sürdürdü:

"Bu insanlar uygarlığa yürüyüşü ve ülkenin gelişmesini kösteklemek istiyorlar. Ama Iran halkı bu tepkiyi gösterenleri iyi tanıyor. Gerekirse biz de aniann adlannı tek tek açıklayacağız. " Onlar kendiliklerinden ortaya çıktılar, özellikle e n ateşlileri olan Ruhullah Humeyni, mektuptaki saygılı ifadesini yitirmiş, ağzından köpükler saçarak "ülkenin batılılaşması" diye özetiediği ilerleme ve dünyaya açılma çabalarına karşı çıkıyordu. Haziran ayının başında karışıklıklar arttı ve Şah'ın iki ay önce gittiği kutsal Meşhed kentinde bir polis vuruldu. Özellikle Tahran'da ve Şiraz'da asiler endüstri te­ sislerini ateşe verip çok sayıda mağazayı yağmaladılar. Buna tepki olarak, hükümet Humeyni'yi tutuklama kararı aldı. Halktaki gerilim artmıştı, yakın çevremizde bile neredeyse elle tutulur bir gerilim ya­ şanıyordu; o sene Şah bizi şehir merkezinden uzağa, Şemiran'daki Sadabad Sarayı'na gönderdi. Ben kucağımda üç aylık kızımız Ferah­ naz'ı tutarken yanımızda savaş kıyafetini giyıniş muhafızlar vardı. Humeyni'nin tutuklanmasından sonra, olaylar doruk noktasına çıktı. Ülkenin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu sezen Baş129


Anılar

bakan Alem, Şah'tan başkumandanlık yetkisini geçici olarak kendi­ sine devretınesini istedi. Ordudaki yetkilileri çağırarak, ayaklanan gericilerin Tahran'ı ele geçirebilecekleri konusunda uyardı. Ordu başbakandan, İran'ın bekası için büyük tehlike halinde ateş açma yetkisini aldı. Sadullah Alem, hükümdan koruma kaygısıyla düzeni­ n yeniden tesisi için bütün sorumluluğu kendisinin üstlendiğini, ba­ şarısız olursa tüm sonuçlarına katlanacağını açıkça söyledi. Sonunda başardı ama Tahran'da otuz ve ülkenin diğer şehirlerinde toplam el­ li kişi ölmüştü. Ruhuilah Humeyni'nin idam cezasına çarptırılacağı söylentileri dolaşıyordu. Başbakan idam cezası olmasa da kesinlikle mahküm olmasına taraftardı. Savak (ülkenin Güvenlik ve !stihbarat Kurumu) Başkanı General Hasan Pakravan, şahsen gelip Şah'tan Humeyni'nin bağışlanmasını diledi. Engin bir kültür adamı olan General Pakra­ van, zeki ve insancıl birisiydi. (Daha sonra Fransa Büyükelçisi ola­ rak da görev yaptı.) Halkın yatışmasının gerektiğini, ruhhan sınıfı­ nın reformlara yavaş yavaş alışacağını, şimdilik Humeyni'nin sade­ ce sürgüne gönderilmesinin yeterli olacağını söylüyordu. Şah razı oldu. Anılar'ında: "Humeyni mahküm olmak bir tarafa, yargılanma­ dı bile. Kendisinden sadece ülkeyi ateşe veren belagatini gidip baş­ ka yerde göstermesi istendi" diye yazmıştır. Önce Türkiye'ye sürülen Humeyni, daha sonra Şah'tan aldığı izin­ le yerleştiği Irak'ta rejimi temelinden yıkma çalışmalarını sürdürdü. ls­ lam Devrimi sonrasında Tahran'a dönünce ilk idam ettirdiklerinden birisi onun hayatını kurtarmış olan General Pakravan oldu. Onun ölüm haberini aldığımızda sürgünde, Bahama Adaları'ndaydık. Ölü­ mü beni çok derinden yaraladı. General ve eşi bize çok yakındılar, ebeveynimin de dostlarıydılar. l 963'teki tepkisel başkaldırıların bastırılması ve Beyaz Devrim­ in ilk uygulamaları bütün demokratik ülkelerde övgüyle karşılandı. Özellikle New York Times, Şah'ın "işçiler ve köylülerle birleşip mu­ hafazakarlara ve gelenekçilere karşı koyduğunu" yazdı. ***

Ferahnaz l 2 Mart l 963'te, olaylar henüz başlarken doğdu. Onu sarayda dünyaya getirdim. Badrum katta bir bölüm, diş doktorumuz 130


Farah Pehlevi

Farah Pehlevi, kuçük kızı

Ferahnaz'ın defterine

şunlan yazmıştı: "Yıldız

falının tahmini:

babasına

çok buyuk sevgisi var. "

için muayenehane haline getirilmişti; bu oda doğumhaneye dönüştü­ rüldü. Bir kızımız olduğunu öğrendiğim zaman içimi büyük bir se­ vinç dalgasının kapladığını hatırlıyorum. Haberi duyduklannda Pren­ ses Eşref ve üvey kızım Prenses Şehnaz heyecanlanıp öyle bağırmışlar ki, merdivende bana Kuran getirmekte olan birinin ödünü patlatmış­ lar. Şah ve oğlumuz Rıza Ferahnaz'ı birlikte kollanna aldılar. Eşim bir kızı olduğu için çok mutluydu , belki size şaşırtıcı gelebilir ama Fe­ rahnaz'ın defterine şunlan yazmışım: "Yıldız falının tahmini: babası­ na çok büyük sevgisi var. " Gerçekten de Ferahnaz babasını taparca­ sına sevdi, babası da ona derin bir sevgiyle bağlıydı; ikisi fevkalade anlaşırlardı. Ailemiz genişliyordu. Veliaht Prens Rıza üç yaşına girmişti. Onun eğitimi konusu sürekli kafamızı kurcalıyordu. Herhangi bir çocuk gi131


Anılar

bi, devlet okuluna mı göndermeliydik yoksa özel bir eğitim mi sağla­ malıydık? Birinci şıkkın mümkün olmadığını çok çabuk gördük. Rı­ za her gittiği yerde ilgi ve hayranlıkla karşılanıyordu, öğretmenlerin, bizim öğütlerimize rağmen ona farklı davranacaklan kesindi, bir semt okulunda okuması doğru olmazdı. Çocuklara gelince, Rıza'yı görür görmez heyecanlanıyor, adeta büyüleniyorlardı. Tabii Rıza bu durumu anlamıyordu. Bir gün birlikte gittiğimiz bir okulda, arkasın­ dan koşan çocukların, o durunca durduklarını görüp şaşırmıştı . . . Bu­ nunla birlikte oğlumuzun kendi kuşağıyla ilişkisini koparmak da is­ temiyorduk. Sonunda, sarayın içinde, ailedeki kendi yaşındaki ço­ cuklarla, yakınlanmızın bize tavsiye edecekleri çocukların da eğitim görecekleri bir anaokulu ve çocuk bahçesi yapılması kararlaştınldı. Rıza, sonra Ferahnaz, Ali Rıza ve Leyla, dördü de öğrenci seçme konusunda hem titiz hem halka açık bir yaklaşım benimseyen bu okulda öğrenimlerine başladılar. Başka kraliyet ailelerinin mensup­ larının, bütün eğitimlerini Avrupa veya Amerika'daki saygın, özel okullarda yapan çocuklarının aksine, onların yanımızda olmalannın duygusal açıdan da birçok yararı oldu. Küçükken eşimin özel öğretmenleri olmuş, daha sonra yurt dı­ şında yaptığı eğitimi bir tür sürgüne dönüşmüş; o dönemden çok az söz etmesine rağmen, üzüntüler yaşadığı anlaşılıyordu. Ailesinden ayrıldığında henüz on bir yaşındaymış, İsviçre'de Leman Gölü kıyı­ sında, Rolle'de Rosey okulunda okumuş. Küçük kardeşi Ali Rıza'dan başka, arkadaşlarından, mütevazı bir ailenin çocuğu olan Hüseyin Ferdost'un da kendisiyle gelmesini istemiş. Böylece bütün tahsil ha­ yatı boyunca Şah ile aynı okulda okuyan Bay Ferdost, eşim tahtta kaldığı sürece ona yakın olmuştu. ı O devirde İsviçre'ye ulaşmak için çok uzun bir yolculuk yapmak gerekiyordu. Üç çocuk, Hazar kıyısındaki küçük liman kenti Ben­ der-Pehlevi'den gemiye binip Bakü'ya gitmişler. Oradan bindikleri trenle bütün Avrupa'yı katetmişler. Rıza Şah, okul yöneticilerine: "Oğlum farklı muamele görmesin, ayaklarının üzerinde durmayı öğl . Hüseyin Ferdost general oldugu zaman eşim tarafından Özel Istihbarat Dairesi'nin başına getirilmişti. Şahın güvenini kazanmış olan general onun kulagı gibiydi, sonra Islam rejiminin hizmetine girerek eski dostuna ihanet etti. 132


Farah Pehlevi

rensin!" demiş. Şah orada beş uzun yıl geçirmiş ama kral olması ge­ rektiği için tıpkı diğer çocuklar gibi büyüyememiş. İşte onun bu ko­ nuya ilişkin yazdıkları:

"Sanki esir gibiydim. Ders saatleri dışında arkadaşlanm gruplar ha­ linde şehre inerlerdi, benim onlara katılma iznim yoktu. Noel ve yeni yıl tatillerinde onlar Rosey yakınlanndaki otellerde düzenlenen balolara, da­ vetlere giderlerdi ama benim buna hakkım yoktu. Arkadaşlanm güler, eğ­ lenir, dans ederken, ben odamda tek başıma otururdum. Bir radyom ve gramafonum vardı ama onlar, arkadaşlanmın katıldıklan eğlencelerin yerini tutmuyordu. Bunun hiç de adil olmadığını düşünüyorum. " Okulda tek eğlencesi futbol oynamak v e buz hokeyi yapmak ol­ muş. Şah şunları da eklemiş:

" 1 936 yılında döndüğüm zaman hiçbir yeri tanıyamadım: Bender­ Pehlevi modem bir batı kenti olmuştu. Tahran'ın etrafını çeviren eski du­ var/ar, babamın emriyle yerle bir edilmişti, şehir bir Avrupa kenti görü­ nümünü almaya başlamıştı." Şah'ın Avrupa'da geçen ergenlik döneminde, Beyaz Devrim'in temelini oluşturan düşünceleri filizleurneye başlamış, yaşadığı üzü­ cü şeyleri bir tarafa bırakıp, daha sonra şöyle demişti: "O seneler tüm yaşamıının en önemli dönemiydi, orada demokrasinin ne oldu­ ğunu öğrendim. " Bir düşünceyi yaşama geçirmenin, başka her yerde olduğu gibi Iran'da da bir bedeli var. l O Nisan 1 964 günü, oğlum ve eşim bir suikastten kılpayı kurtuldular, Ferahnaz'ın birinci yaş gününü, Rı­ za'nın da üç buçuk yaşına girmesini daha yeni kutlamıştık. Her sa­ bah Rıza babasının çalışma odasının bulunduğu Mermer Saray'a ka­ dar onunla giderdi. Baba-oğul el ele tutuşup yürüyerek katederler­ di bu mesafeyi. Sonra Şah'ın bürosundan bir görevli, Rıza'yı hemen yakındaki yuvasına götürürdü. lO Nisan sabahı, istisnai olarak Rıza babasıyla gitmedi. Mürebbiyesi, sınıfına gelecek yeni bir çocuğu karşılaması için okula biraz daha erken gitmesini istemişti. Bu ne­ denle Şah, yol kısa olmasına rağmen arabayla yalnız gitmişti. 133


Anılar

Pehlevi ç ifti, çocuklan Rıza ve Ferahnaz ile bir arada.

Şah görünür görünmez, nöbet tutan askerlerden birisi arabasına ateş etmeye başlamış. Hizmetkarının ve güvenlikten sorumlu bazı kişilerin anlattıklarına göre, Şah hiçbir şey olmamış gibi arabasın­ dan inmiş ve binanın holüne girmiş. Bütün bu süre zarfında asker ona ateş etmeye devam ediyormuş! Mermer Saray'ın kapısının iki yanında nöbet tutan askerler ilk silah sesini duyar duymaz kaçmış­ lar. Hizmetkarı, Şah içeri girer girmez kapıları kapamaya çalışmış ve elinden yaralanmış. Suikastçi o anda, hiçbir telaş göstermeden bü­ rosuna girmekte olan eşimin peşinden içeri dalmış. Ama bu sırada, Saray'daki özel muhafızlar bir şeyler olduğunu anlayıp ateşle karşı­ lık vermeye başlamışlar. Çıkan şiddetli çatışmada, güvenlikten iki kişi, her ikisi de çavuş olan, Ayet Lasgari ve Muhammet Ali Babayan hayatlarını kaybetmişler, suikastçı da öldürülmüş. Ancak, daha son­ ra kurşunlardan birinin, Şah'ın büro kapısını delip, koltugunun ar­ kasına saplandığı görülmüş. 134


Farah Pehlevi

O esnada ben, on dakika sonra başlayacak olan bir iş toplantısı için aynanın önündü makyajımı yapmaktaydım. Telefon çaldı, Mermer Saray'da oturan Ana Kraliçe arıyordu. "Aman Allahım, Farahcığım! " Sesini güçlükle tanıyabildim. "Ne oldu , anneciğim?" "Şah'a ateş edildi." Sonra konuşmasını sürdüremeyip , hıçkırarak ağlamaya başladı, ben neredeyse ölecektim. Ana Kraliçe ağlıyor, oğlunun yaşayıp ya­ şamadığını söyleyemiyordu; nefes alamıyordum, ağzımdan güçlük­ le birkaç sözcük çıkabildi: "Ya o . . . o . . . nasıl?" "Allah'a bin şükür, yaşıyor." Telefonu kapadım, eşimin yanına koşmadan önce, bir robot gi­ bi makyajıma devam ettim. Ben yanına gittiğimde Şah gayet sakin görünüyordu, güvenlik su­ baylarına talimat veriyordu. Ya Şah, Rıza'nın küçücük elini tutarak yürürken bu katille kar­ şılaşsaydı? Ne korkunç bir felaketten kurtulmuştuk! Daha sonra Şah, kendisine ateş eden katilin tutuklanan suç ortak­ larından birinin, yaşadığımız Ekhtessassi Sarayı'na getirilmesini iste­ di. Elleri arkasında bağlanmış olarak getirilen adamı, yukarıdan, ka­ palı balkondan ben de gördüm. Eşim yumuşak bir tonla kendisiyle konuşuyordu. Sanık oldukça gençti, bir şey söylemiyor, utanç içinde, sadece dinliyordu. İnsanı duygulandıran bir sahneydi; ona acıdım ve bu çılgınca eyleme sürüklenmesine neden olanlara lanet ettim. Daha sonra, bu suikasta karışan gençlerin Tudeh'e yakın aşırı sol bir grup tarafından kandırılıp, beyinlerinin yıkandığı ortaya çıktı. Bu hareketin üyelerinden, on yıl hapse mahküm olan Perviz Nikah son­ ra eşim tarafından bağışlandı. Şah kendisinin hayatına kastedenleri af­ fedebileceğini ama ülkenin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini tehdit edenleri asla bağışlamayacağını sık sık tekrarlardı. Serbest kaldığında Perviz Nikah hükümetle işbirliği yaptı, sonra İran televizyonunda ça­ lıştı. Bunun bedelini de yaşamıyla ödedi. İslam Devrimi'nin hemen ilk 135


Anılar

haftalannda, Tudeh Partisi'ndeki eski arkadaşlannın kışkırtmasıyla ölüme mahküm edilerek idam edildiğini öğrendim. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, arkadaşlanndan Nikah'ın mi­ litan komünist olduğu dönemde yaşadıklarını dinleyen birisi, ondan duyduklarını bana da anlattı:

"Savak bütün dikkatini komünistler üzerinde toplamıştı, mollalan hiç önemsemiyordu. Ben düşüncelerimizi açıklamak için köylere gittiğim za­ man, insanlar hemen beni Güvenlik'e ihbar ediyorlardı oysa ki mollalar Şah ve rejim aleyhine istediklerini söyleyebilirlerdi, kimse onlara ilişmez. dı. " On beş yıl önce, 4 Şubat 1 949 günü Şah bir suikastten kurtul­ muştu. O gün Tahran Üniversitesi kuruluş yıldönümü etkinlikleri­ ne katılmış, daha sonra bazı öğrencilere diplomalarını verecekmiş. Saat on beşi birkaç dakika geçerken, resmi kortejin başındaki yeri­ ni almış. Benzeri durumlarda hep olduğu gibi etrafını fotoğrafçılar kuşatmış. Aniden, içlerinden birisi fotoğraf makinesine sakladığı si­ lahı çıkarmış ve üç metreden daha yakın bir mesafeden Şah'a birkaç el ateş etmiş. Gerisini hükümdar şöyle anlatıyor:

"Üç kurşun kasketimi havaya uçurup, başımı sıyırdı geçti. Dördüncü kurşun sağ şakağırndan girip, burnumun altından çıktı. Saldırgan gözü­ mün önündeydi, bir kez daha ateş edeceğini anlayınca, geri dönüp hafif­ çe eğilecek zaman buldum, böylece kalbime isabet etmesi gereken kurşun omuzuma girdi. Saldırganın bir kurşunu daha vardı ama silahı tutukluk yaptı. " Eşim adamın daha sonra silahını yüzüne fırlattığını söyledi. Sonra ulusal polis ve askeri polis şefleri aynı anda ateş ederek adamı öldürmüşler. Dehşetten donakalan polisler, saldırgan ateş ederken Şah'ı koruyamamışlar. Adamın Tudeh üyesi olduğu ve adı­ nın N asır Fukaraf olduğu öğrenilmiş. Ayrıca gazeteciler arasına girip, Şah'a yaklaşabilmek için Islamın Bayrağı adlı dini bir derginin yayı­ nevinden, suikastten bir gün önce bir basın kartı almış olduğu anla­ şılmış. Şah'ı öldürmeye yeltenmelerinden iki yıl sonra, l95 l'de aynı 136


Farah Pehlevi

teröristler Başbakan General Hacı-Ali Razmara'yı öldürmeyi başardı­ lar. General Razmara, Azerbaycan'ın kurtuluş mücadelesine Genel­ kurmay Başkanı olarak katılmış, saygın bir insandı. Artık hiç kimse Şah'ı dinden uzaktaşınakla suçlayamayacaktı, ak­ sine, Tanrı'nın koruyucu eli onun üstünde olduğundan, kendisini öldürmek için her yolu deneyenler, her defasında başansız oluyor­ lardı. Şah çocukluğunda, babasının taç giymesinden birkaç ay sonra yakalandığı lifodan da ölebilirdi. Kırk gün düşmeyen çok yüksek bir ateşten sonra, doktorlar ondan ümitlerini kestiklerini bildirdiklerin­ de, oğlunu her şeyden çok seven ve her koşulda metin olan Rıza Şah'ın sadece o gün gözyaşianna hakim olamadığı anlatılır. Babası gece yarısı bir hoca getirtip ondan oğlunun iyileşmesi için dua etme­ sini istemiş. "Ertesi gün ateşim düşmüş, ben de hızla iyileşmişim" di­ ye anlatınıştı eşim. Birkaç yıl sonra, at sırtında lmarnzade-Davut'a, dağda bulunan bir kutsal yeri ziyarete giderken oldukça yüksek bir yerden düşüp başını bir kayaya çarpmış, beraberindekiler birkaç dakika kımıldamadığını görünce öldüğünü sanmışlar. Ama Şah, kısa süren bir baygınlık anın­ dan sonra, inanılmaz bir şekilde, bumu bile kanamadan ayağa kalk­ mış. Şah o gün de imanı sayesinde kurtulduğunu düşünmüş. Ona göre iki kişilik bir Tiger moth uçağını kullanırken, tekerlek­ leri açamadan yaptığı zorunlu inişten kurtulmuş olmasının da baş­ ka türlü açıklaması yoktu. O gün, bir tümgeneral ile birlikte lsfehan yakınında bir nehir yatağının düzenlenmesi çalışmalarım görmeye gidiyormuş, aniden bir motor anzalanmış. Olayı Şah'tan dinlemiş, uzun süre hatırladıkça ürpermiştim:

"Bir an önce inmek zorundaydım. Etrafıma bakınca bunun pek kolay olmayacağını gördüm. Karşımızda bir köy vardı: sağımda bir dağ, so­ lumda daha yeni sürülmüş, uçağın inmesinin söz konusu olamayacağı tarlalar. . . Düşmeme k için belli bir hızı koruyarak sağa döndüm. Birden, dağın derin bir vadiyle bölünmüş olduğunu gördüm, hemen kolu çekerek kılpayı kurtardım. Dağın yamacına konmaktan başka yapacağım bir şey kalmamıştı. Yere henüz değmiştim hi karşıma bir kaya çıktı. Ondan kaç­ mama imkan yoktu. Kayaya çarpınca iniş takımı kınldı, uçak gövdesi üs­ tünde sürüklenmeye devam etti, böylece tam zamanında hızın azalması 137


Anılar

mümkün oldu. Bir dakika sonra pervane başka bir kayaya çarptı ve uçak takla atarak ters döndü. Yolculuk arkadaşım ve ben kendimizi baş aşağı asılı bulduk. Epeyce uğraşarak kemerlerimizden kurtulduk. General yemyeşildi." Eşim bu dünyadaki misyonu sona ermeden ölmeyeceğine kesin­ likle inanıyordu; sanırım bu, 1 964 yılında Mermer Saray'da kendi­ sine yapılan ikinci suikast sırasında niçin kurşunlardan korunmaya çalışmadığını açıklıyor. O iman sahibi bir insandı.

138


@v

et, eşimin çizdiği yolun doğruluğuna bütün kalbirole inandı­

ğım için, kendimi de devrimimizin bir neferi olarak görüyordum. Ülkemiz geri kalmış bir ülkeydi, ben ayrıcalıklı bir ortamda doğmuş olsam da, çocukluğurnun ıran'ındaki fakirliği hatırlıyorum. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra artık "gelişmekte olan ülke" olarak anılma­ yı hak ediyorduk. (Batılılar bu anlamsal değişikliğin içinde saklı olan ümit ve gururu anlayamazlar.) Bu değişimi yerleşik zihniyetin ağırlığına ve çeşitli kesimlerin şiddetle karşı koymalanna rağmen, hükümdann ve pek çok lranlının karşı konulmaz ilerleme arzusu­ na borçluyduk Birleşen kara ve kızıl muhalefet güçleriyle kıyasıya mücadele edilmişti. Aynca, pek çok başka engel aşılmaya çalışılmış­ tl. Bunlardan en anlamlı olanı, ıngilizlerin elinden binbir zorlukla alınan petrolün millileştirilmesiydi. Eşimin de durmadan tekrarladı­ ğı gibi, çabamızı aynı kararlılıkla sürdürdüğümüz takdirde 80'li yıl­ ların ortasında, ekonomimizin Güney Kore'ninki ile kıyaslanabile­ cek bir düzeye ulaşacağına inanıyordum. O zamandan beri, iyi niyetli herkes gibi ben de başlatılan işleri desteklemek, projeleri hızlandırmak, engelleri ortadan kaldırmak için, dururnurnun izin verdiği ölçüde yardım etmek istiyordum. Eşim ilk günden itibaren, beni bu yönde cesaretlendirdi, bana rehberlik yaptı, destek oldu. Kendisinin yanında olmamı, ülkenin yararı için çalışmaını istiyordu. Bunu nasıl yapacaktım? Olaylan kendim hissedip algılamalı, ye­ rimi bulmalıydım. ınsanın kendi kişiliğine göre -ve elbette hüküm­ clann kişiliğine göre- kraliçelik görevini yerine getirmenin pek çok farklı yolları vardır. Ben, kraliçelik sorumluluğumu, yalnızca sevdi­ ğim insana karşı dürüst olduğum için değil, ayrıca yurdumu da sev­ diğim için, kalben ve bütün gücümle, kendimi görevlerime adamak olarak algıladım. Sanırım, ailem bana küçük yaşımda ülke sevgisini 139


Anılar

ve hizmet arzusunu aşıladı, aynı düşünceleri babama da kendi ba­ bası öğretmişti. Bu duygular adeta benim kimliğimin bir parçası ol­ muştu. Şimdi ülkeme hizmet sırası bendeydi, bunu yapmak için Şah'ın, beni kendisine eş seçerek sağladığı olanaktan daha güzelini hayal bile edemezdim. Önce Rıza'nın, arkasından Ferahnaz'ın doğumlan beni çalışma odamdan biraz uzaklaştırmıştı. El yordamıyla bir şeyler bulduğum, çalışma planı yapmakta zorlandığım, hatta canımın sıkıldığı günler uzakta kalmıştı artık. Çalışma odam oldukça büyümüştü . Günlük programım o kadar yoğundu ki, bazen eşimle baş başa bir öğle yemeği yemek için bir saat serbest kalmayı zorlukla başarı­ yordum. Çoğu kez de yemeği unutuyordum . lran'ı ilgilendiren her şey, gerçekten en küçük bir yararım olacağını hissettiğim her konu beni ilgilendiriyordu, bir ayrım yapmıyordum. Şah ve hükümet el­ bette çok çalışıyorlardı ama benim de zaman zaman bazı dosyalar hakkında bir kadın ve anne olarak görüşümü bildirdiğim oluyordu. Sonuç olarak bazen benim müdalıalem işe yarıyor, sorun daha ça­ buk çözülüyordu. Bazen de benim varlığım ya da desteğim bazı bü­ rokratik engellerin aşılmasına olanak sağlıyordu. Bana sunulan ve başarısına inandığım bazı projeleri Şah'a veya hükümete karşı sa­ vunma görevini üstleniyordum. Cüzzamlılara yardım ve cüzzamla mücadele konusu buna iyi bir ömek oluşturur. Bu hastalığın adını ilk defa, okulum jeanne-d'Arc'da

Sadabat Parkı, 1 966 140


Farah Pehlevi

duymuştum. Kendisini bu belayla savaşmaya adamış bir Fransız'ı, Ra­ oul Follereau'nun konferansını dinletmişlerdi bize. O zaman, cüzza­ mın İran'da insanlan kırıp geçirdiğini bilmiyordum. O gün öğrendik­ leTim beni o kadar çok etkilemişti ki akşam evde annemle başka bir şey konuşmamıştım. Birkaç gün sonra, Yeşil Gözlü Yalnızlık adında, bu hastalığa yakalanmış ve cüzzamlılara aynlmış bir adaya sürgün edilmiş genç bir kadının öyküsünü anlatan bir kitap okumuştum. Bu korkunç hastalığa tutulma talihsizliğine uğradığı için insanlar tarafın­ dan dışlanmış, atılmış, sürülmüştü, bundan daha büyük bir felaket olabileceğini düşünmüyordum. Eski Sağlık Bakanı Dr. Abdülhüseyin Raci, evlenmemden kısa bir süre sonra benimle görüşmek isteyince kabul ettim. Bayan Ozra Ziai ile birlikte geldi. Her ikisine de hayran olmuştum. Daha önceden ku­ rulmuş olan Cüzzamlılara Yardım Derneği'nin başkanlığını kabul et­ memi rica ettiler. Hiç duraksamadan kabul ettim. Böylece Bay Folle­ reau'nun konferansından sonra yaşadığım dehşetin üzerinden on yıl geçmeden, kader bana cüzzamlılara acımaktan öte, onlar için eyleme geçme olanağını sunuyordu. Hemen Tebriz'deki Cüzzam Merkezi'ni ziyaret etmek istedim -bir başka merkez de Meşhed kentindeydi­ Tebriz'dekini ziyaret ettiğimde ilkinden çok daha güçlü bir şok yaşa­ dım. Tanınmaz hale gelmiş, delik deşik olmuş, kemikleri görünen yüzler ve bu felaketin ortasında, bakışlardaki sonsuz keder . . . Hasta­ lığı hafif seyredenler nispeten derli toplu binalarda kalıyorlardı, oysa diğerleri tahammül edilmesi güç bir kokunun çıktığı, küçücük, ka­ ranlık odalara atılmışlardı. Onlara kurabiye getirmiştik bizi getiren adamın, aniden kurabiyeleri alıp, köpeklere fırlatır gibi hastalara at­ tığını gördüm. Hayatımda hiç böyle bir aşağılanma ve iğrenilme duy­ gusu yaşamamıştım. Bağırmaktan kendimi alamadım: "Karşınızdakiler insan! Nasıl böyle davranabilirsiniz? Buna nasıl cesaret edebilirsiniz?" Zavallı adam malıcup olmuştu. Hastalığın bulaşmasından öyle korkuyordu ki! Bu olaydan hemen sonra kendini bu zavallı insanlara adayan bir­ kaç kişiyle, lranlı ve yabancı doktorlar, özellikle Tahran'daki Pasteur Enstitüsü Müdürü Dr. Mareel Baltazar ve aynca hıristiyan rahibeler 141


Anılar

ve papazlada görüştüm. Daha sonra, bu hastanelerde bizim müslü­ man din adamlanmızdan hiçbirisinin çalışmadığını saptayacaktım. Bu ilk ziyaretimden sonra uzmanlarla, bu hastaların yaşam ko­ şullarını değiştirmek, kendilerine toplum içinde saygın bir yer sağ­ lamak için yapabileceklerimizi görüştük Bizim doktorlanmızın, cüzzamı başlangıçta teşhis edecek eğitimi olmadığı ortaya çıktı -onlar bu hastalığı bir tür egzema veya cilt hastalığı zannediyorlardı- böylece hastalığın önünü alma fırsatını kaçırıyorlardı, oysa ki tedavi edici ilaçlar mevcuttu. Bu nedenle ilk girişimimiz, tıp fakültesi öğrencilerine ve çalışmakta olan doktorla­ ra hastalığın teşhisi konusunda bir eğitim programı geliştifilmesini sağlamak oldu. Daha sonra, ülkenin hangi bölgelerinde hastalığın ortaya çıktığı ve nedenleri araştırıldı. Böylece o bölgeye hızla, hastalık konusunda eğitimden geçmiş, konusuna hakim doktorlar gönderebilecektik. Fransa, teknik işbirliği anlaşması çerçevesinde, cüzzamın ortaya çı­ kışındaki coğrafi, sosyal vs. etkenleri araştıracak uzmanlar, coğrafya­ cılar ve tıp mensuplanndan oluşan bir ekip göndererek bize çok et­ kili şekilde yardımcı oldu. Buna paralel olarak, cüzzamlı hastaların yeniden toplum içine girebilmesi için neler yapabileceğimizi düşündük; bunu düşünmek gerekiyordu çünkü artık iyileşmiş olanlar bile cüzzamın izlerini ta­ şımaya devam ediyorlardı - onlara "iyileşmiş lepralılar" diyorduk. ldeal çözüm, bize göre, bu hastaların da genel hastanelere kabul edilmesiydi - bana cüzzamın sanıldığından çok daha az bulaşıcı ol­ duğu anlatılmıştı. Oysa doktorlar kendileri de korkuyorlardı. Bize şiddetle karşı çıktılar, bunun üzerine doktorları bilgilendirme top­ lantılarını çoğaltına kararını aldık. Ancak 70'li yılların sonunda has­ tanelerden bazılarını cüzzamlı hastalara açmayı başarabilmiştik. Buna karşılık, Dünya Sağlık Örgütü'nün salık verdiği, iyileşmiş insanları kendi köylerine dönmeye teşvik etme düşüncesinden vaz­ geçtik. Cenevre'deki uzmanlar, bu hastalığın ülkemizin kırsal kesi­ minde, küçücük bir köyde nasıl bir dehşet yarattığını bilemezlerdi. Ailenin bir ferdi hastalandığı zaman bütün aile kaçıyordu . . . Bu du­ rum bizim, sadece iyileşmiş insanların ve onların ailelerinin yaşaya142


Farah Pehlevi

cağı bir köy inşasına başlamamıza neden oldu. Şah'a kendi kişisel arazilerinden bize bir yer bağışlamasının mümkün olup olmadığını sordum; kabul etti. Böylece Gorgan ilinde, bin kişiden fazla nüfusu barındıracak bir köy inşa edebileceğimiz bir araziyi aldık. 70'li yıl­ lar süresince Beh Kadeh'te* üç yüz ev, on beş yataklı bir hastane, bir ilkokul, bir sinema, bir jandarma karakolu, bir aşevi, bir fabrika, bir marangozhane, ambarlar, birçok kuyu ve sebze bahçeleri vardı. Bu köyle ilgili başarı öyle büyüktü ki ters yönde bir birleşme, kabullen­ me arzusu oluştu: civar kasabalardan gitgide daha çok sayıda insan, çalışmak veya lokantasından ya da sinemasından yararlanmak için köye gelmeye başladı. Tarih bize başka "Beh Kadeh"ler yaratma fırsatını vermedi ama yirmi yılda cüzzamlı hastaların ve iyileşmiş olanların yazgısı ile ilgili olarak, lranlıların katı görüşlerini yumuşatmayı başardığımızı sanıyo­ rum. Bu açıdan bakınca en büyük kadın şairlerimizden Ferruh Fa­ rukzade'nin cüzzamlılar hakkında yaptığı filminin belleğimde ayrı bir yeri vardır. Karanlık Ev adlı filmin kamuoyunda bu konudaki duyar­ lılığın oluşmasına çok büyük katkısı olmuştur. Bütün o yıllar boyun­ ca, hastaların barındıkları yerleri düzenli olarak ziyaret ettim ve her defasında aynı altüst oluşu yaşadım. Kadınlar beni kucaklıyor, sonra sanki onları iyileştirme gücüne sahipmişim gibi, önce benim yüzü­ me, daha sonra kendilerininkine dokunuyorlardı. Bu ölçüde büyük bir acı ve bekleyiş karşısında duygularımı gizlemekte bazen çok zor­ lanıyordum. Gene aynı yıllarda, olağanüstü doktorlardan destek aldık: Pakis­ tanlı, Hintli, İsviçreli ve Fransız doktorlar gelip, hiçbir ücret talep et­ meden, eski hastalarımızın burunlarını düzeltmek, kaş ve kirpik ek­ lemek, hastalık sonucu kaskatı kıvnlıp kalmış ellerini açmak için ameliyatlar yaptılar. Onlardan birinin yüzü ameliyatla düzeltilmiş, bana yakında evleneceği müjdesini veren bir genç adamın sevincini asla unutmam. Öyle mutluydu ki! Ameliyatını anlatmasını dinler­ ken, içimden bu mucizeyi gerçekleştirmiş olan cerrahiara hayır du­ alar ediyordum. •

Ç.N. Farsçada "Şifa Köyü'" anlamında. 143


Anılar

Yakın zamanda, beni en çok duygulandıran şeylerin başında, yaz­ gılan için o kadar çok endişe duyduğum bu eski hastalardan birin­ den gelen dalaylı haber yer aldı. Hasta, Dünya Sağlık Örgütü'nde ça­ lışan ve kendisiyle karşılaştıktan sonra bana bu mesajı ileten lranlı bir daktorun kulağına şunları fısıldamış: "Eğer hanımefendiyi görür­ seniz ona selam söyleyin. Biz onu unutmadık." Bazı sözcüklerin tıp­ kı bir yaraya sürülen merhem gibi onancı bir gücü vardır. O sözler de beni, gelecekte bir gün gerçeğin ergeç söyleneceğini ümit etmem için yüreklendirdi. Sevgiyle dikilen bir tohumun asla kaybolmayacağına bütün ben­ liğimle inanıyorum. Çocuk kütüphaneleri kurma kararım bu tohumlardan biri oldu. Amerika'da kütüphanecilik öğrenimi gördükten sonra ülkeye dönen çocukluk arkadaşlarımdan birinin, Leyla Emirercümendf'nin beni zi­ yaretiyle bu macera başlamış oldu. Arkadaşımla gayri resmi bir or­ tamda görüştük, konuşma sırasında küçük lranlı çocuklara kitap da­ ğıtma fikri, kaynaktan fışkıran bir su gibi kendiliğinden ortaya çıktı. Bizim çocukluğumuzda, yaşımıza uygun çocuk kitabı pek yoktu. Bi­ ze eski masallar anlatılırdı, sözlü anlatım geleneği vardı, bu masalla­ nn pek çoğu yazılı değildi. O devirde batı ülkelerinde bulunan re­ simli çağdaş hikaye kitaplarına gelince, onları bulmak söz konusu bi­ le olamazdı. Her sabah, radyocia okul çocuklarına yönelik hikayesi­ ne "Günaydın çocuklar!" (Batcheha salam!) diye başlayan bay Sup­ hi'nin bazı dizi öyküleri basılmıştı, çocuk edebiyatı dünyamız bu­ nunla sınırlıydı, gerçekten çok fakirdi çocuk yazınımız. Eğer çocukların günlük yaşamına kitabı sakınayı başanrsak, on­ lara nasıl olağanüstü bir kültürel açılım sağlayabileceğimizi düşün­ dük. Kitap kuşkusuz, başkalannın yaşamöyküleri ve yazgılanndan yararlanarak, insana kendi geleceğini tasariama imkanını veren en iyi araçtır. Zaten her yeni yaşam da, bir düş kurarak gerçekleşmeye başla­ maz mı? Evet, eğer çocuklara kitap okuma alışkanlığını verebilirsek, onların, çağdaş fikirleri daha kolay anlamalarına, sorumluluk duy­ gusu ve etik değerler kazanmalarına yardımcı olabilirdik 144


Farah Pehlevi

İşe girişıneden önce ilk yapılması gereken, ögrencilerin kitaba gösterecekleri ilgiyi ölçmekti. Lili ile meclisin bayan milletvekillerin­ den Hüma lahidi'nin iki gönüllü ile birlikte, çocukların tepkilerini görmek için birkaç kutu kitapla Tahran'ın güneyindeki fakir rnahal­ lelere gitmelerine karar verdik. Bekledigimizin çok ötesinde bir ilgi gördük: çocuklar bu resimli kitaplan sanki şeker dağıtılıyormuş gibi kapıştılar. Oradan hareketle "Çocukların ve Gençlerin Zihinsel Gelişimleri­ ne Yardım Örgütü" kuruldu, biz de yardım toplamak için bazı ka­ pıları çalmaya başladık. Çok miktarda paraya ihtiyacımız olacaktı, bu nedenle projemize Egitim ve Kültür Bakanlıklan gibi itici güç olabilecek bakanlıklan katabilmemiz önemliydi. lki bakanlık da bi­ ze destek olmayı kabul ettiler. lran Petrolleri Ulusal Şirketi de rica­ mız üzerine yardım etmeyi kabul etti. Artık bize sadece, projemizi büyük bir heyecanla karşılayan yayıncıların, sanatçıların, üniversite mensuplarının ve maddi ya da düşünsel planda destek olabilecek özel şahısların yardımlarını sağlamak kalmıştı. Kavramsal planda yardım etmek için, kitap konusunda ustalaşmış iki Amerikalı genç gelip uzmanlıklarını bizimle paylaştılar. O gençlerden birisi, Kali­ fomiya'da yaşayan Dan, birlikte diktiğimiz o tohumların anısına -bütün o kitaplar, o kütüphaneler- bugün hala her sene bana Nev­ ruz'da bir poşet çiçek tohumu gönderir. tık çocuk kütüphanesini kurmak için, doğal olarak en büyük sa­ yıda okur kitlesine ulaşabilecegimiz Tahran'ı seçtik. Eğitimim yarım kalmış olsa da, mimari hala gönlümdeki yerini koruyordu; bu ne­ denle ilk kütüphane binasının tasarımı ile kendim şahsen ilgilen­ dim, daha sonra inşa edilen bütün kütüphaneler için de bu konu­ daki titizliğimi sürdürdüm. Kütüphaneler, okumanın oyunla ilgili yanını da ifade etmeliydiler. Tahran'daki kütüphaneyi, çocukların açık havadaki oyunlardan kitaplara ya da kitaplardan dışarıdaki oyunlara kolaylıkla geçmelerine olanak verecek şekilde bir parkın ortasına inşa etmeyi uygun gördük. Parkların bütünlüğünü koruma konusunda da titiz davrandım. Daha sonra bu kuralı kütüphaneler lehine bozduğumuzda, çevrede sadece müzelerin ve tiyatroların bu­ lunmasına izin verildi. Tahran Çocuk Kütüphanesi de , diğer bütün kütüphaneler de, anaokulundan on altı yaşına kadar bütün çocuk1 45


Anılar

lara ücretsiz olarak açıktı. Çocukları kitap okumaya özendirmek için kütüphanelerde çalışacak farklı yetenekleri olan insanlar bul­ mamız gerekiyordu. En küçük çocuklar için, çocuk bakıcılarına ve öykü anlatacak insanlara ihtiyacımız vardı, onları bulup yetiştirdik Daha büyük çocuklar için, onlara kitap seçme konusunda öğüt ve­ rebilecek, dolayısıyla kendileri de kitapsever ve çok kitap okumuş olan insanlar arıyorduk. Artık sıra işin özüne gelmişti: kitaplar. Çocuk kitabı olmadığına göre yazmak ya da çevirmek zorundaydık. Yazarlarımızı genç okur kitleleri için kitap yazmaya ikna etmek zor olmadı. Buna karşın, il­ lüstratör bulmakta sıkıntı çektik. Çok iyi ressamlarımız olmakla be­ raber, bizde çocuk resmi kültürü henüz oluşmamıştı. Öyleyse, bu alanda yeni bir şeyler yapmalıydık. Çekoslovakya, resimli çocuk ki­ tapları konusunda dikkati çeken çalışmalar yapıyordu, bizim birçok sanatçımız da kitaplar için illüstrasyon yapmayı öğrenmek üzere Çekoslovakya'ya gönderildi. Bu fırsattan yararlanarak orada çizgi film tekniğini de öğrendiler. O sanatçılarımiz sayesinde, daha sonra bir Uluslararası Çocuk Filmleri Festivali düzenledik, birkaç ödül ve mansiyon da kazandık Bu girişimde, sembolik olarak ama zevkle, benim de çorbada tu­ zum olsun düşüncesiyle, Andersen'in Küçük Deniz Kızı adlı kitabını tercüme edip kendim resimledim. Rıza o zamanlar iki üç yaşların­ daydı, kısa bir zaman sonra bu masalı ve benim resimlerimi keşfe­ decek yaşa geleceğini düşününce, büyük bir mutluluk duyuyordum - henüz okuruayı bilmeyen çocuklar için kitapla birlikte verilmek üzere iki kaset de kaydedilmişti. Benim ismimi taşıdığı için, doğal olarak bu kitap çok iyi satış yaptı, geliri ise kısmen de olsa başka ki­ tapları yayımlamamıza yaradı. Yayımlanan bu kitaplar arasında her­ halde bizimkinden farklı politik düşünceler de olmalıydı ama ben henüz bunu bilmiyordum. Bu durum bana -komünizm gibi bazı ideolojilerin dışlandığı bir ülkede- demokrasinin ne olduğunu gör­ me fırsatı verdi. Muhtemelen farklı sol görüşlere yakın yazarlar bize, örneğin kü­ çücük kuşların yiğitçe ve cesurca sürdürdükleri mücadele sonunda, son derecede kötü yürekli bir aslandan nasıl kurtulduklarını anlatan, 1 46


Farah Pehlevi

imalada dolu metinler getiriyorlardı. . . Yayın komitesi -komünistle­ rin, fikirlerini aşılama konusundaki meraklarını bildiğimiz için- bu metinleri basmakta tereddüt ediyordu, sonunda gelip bana danışı­ yordu. Biz ilerleme sağladıkça, lranlılann kendileri için neyin iyi, ne­ yin kötü olduğu konusunda, başkalannın etkisine girmeden, gene kendilerinin karar vermeyi başaracaklarına emindim ve ifade özgür­ lüğünden yanaydım. Üstelik bizim böyle bir kitabı basınayı reddet­ memiz durumunda, bunun nasıl bir sömürü konusu yapılacağının da bilincindeydim. Çok açık bir mesaj veren Küçük Kara Balık adındaki kitapla böy­ le bir durum yaşandı. Büyük bir inatla, durmadan akıntıya karşı yüzmekte direnen küçük bir balığın öyküsüydü bu. Verilen mesajı desteklemek anlamına geleceği için, yayımlamakta önce kararsız davranan komisyon, sonunda onay verdi ve kitap basıldı. Ama ya­ yın öncesi yapılan tartışmalar, çekinceler duyuldu ve hemen o kü­ çük kara balık, direnişin en büyük erdemleriyle yüklü bir sembol görevini üstlendi. O, Şah'a ve rejimine karşıt olanlarla özdeşleşmiş­ ti artık. O kadar ki, kitabın yazarı ölünce, gizli polis tarafından öl­ dürüldüğü söylentileri yayıldı. Eğer o balık daha doğduğu günden kendi haline bırakılsaydı, kendisine adeta zorla kazandırılan bu ba­ şarıyı elde etmesi mümkün olamayacaktı. Gençlere yönelik bu kitapların hazırlanma aşamasında genellik­ le ben de çalışıyordum. Maketleri, resimleri inceliyor, kasetleri din­ liyordum. Örgütümüz, ülkenin belli başlı kentlerinde birçok kütüphane kur­ du; çocukların gösterdiği ilgi üzerine, hemen aynı mekanlarda müzik kursları, çeşitli sanatsal etkinlikler ve tiyatro çalışmalart yapılan atöl­ yeler oluşturma kararını aldık. Hankulade güzel masal anlatan Erdivan Müfit tiyatronun sorumluluğunu üstlendi, daha sonra dü­ zenlenen gezgin tiyatro tumelerini de o yönetecekti. Okuma zevkini keşfeden çocuklar, sözlü anlatım ve beden dili çalışmalan yapıyorlar­ dı. Böylece, hayallerindekilerini hayata geçiriyorlar ve oyun çalışma­ lanna farklı bir boyut ekliyorlardı. Çocuklar çeşitli kılıkiara giriyor, makyaj yapıyorlardı. Bütün bu çalışmalara katılamayan ürkek çocuk­ lara gelince, onların da diğerlerini seyrederek, içlerine kapandıklan 147


Anılar

dünyadan bir nebze olsun çıkmalan saglanıyordu. Son olarak, açılan sinema atölyelerinde, çocuklar 8 ının'lik film çekmeyi öğrendiler, si­ nemaya karşı ilgileri teşvik edildi. ı Çocuk Filmleri Festivali, bu deneyime yeni bir boyut katacaktı. Bizim en büyük arzumuz kırsal kesimde yaşayanlara, en ücra köylere ulaşabilmekti; bunu başarmak için örgütümüz, gezgin kü­ tüphaneler kurdu. Bölgelerin arazi yapısına ve yolların durumuna göre kitaplan kamyonetlere, ciplere , veya yolu sadece katıdar geçe­ biliyorlarsa, katırların sırtına yükleyip gönderiyorduk. Kütüphane sorumlularımız birkaç gün sonra ya da bazen eger yol çok uzunsa, ayda bir kez uğrayarak kitaplan topluyor, yenilerini veriyorlardı. Bir süre sonra gezgin kütüphane çalışanları, "Bilgi Ordusu"nun en uzak köylere ulaşabilen genç öğretmenleriyle sıkı bir işbirliği·içi­ ne girdiler. Ümidimizi gitgide daha çok yeşerten sahneler yaşanıyor­ du: ana-babanın okuma yazma bilmediği bir aile ortamında, çocuk­ lar artık kitap okuyabilmekteydiler. Daha önce, gezgin bir tiyatro grubumuz olduğundan söz etmiştim. Festivaller için lran'a gelen birçok batılı, bu girişimlerimizi hayranlıkla izliyordu. Eğitim, sağlık, kültür, spor ve benzeri alanlarda, hükümetlerden bağımsız olarak çalışan kurumlarda (Sivil Toplum Örgütleri) yer al­ mam, kraliçelik mesleğimi en iyi şekilde nasıl yapabileceğimi anla­ mama imkan sağlamıştı. Başlangıçta bana, saraya gönderilen yüzler­ ce mektuptan çok etkilenmiş, herkese yardım edebileceğime, en umutsuz, en karmaşık sorunlara rahatlatıcı bir çözüm getirebilece­ ğiiDe içtenlikle inanmıştım. Ara sıra kendi paramı kullanarak yar­ dım ettiğim de oluyordu; böylece serpiştirilen küçük yardımların yararlı olamayacağını anlarnam için belirli bir süre geçmesi gerekti. Benim çok sınırlı olan küçük bütçemi paylaşmaya sonsuza kadar devam edemezdim, devletin parası da bitmez tükenmez değildi. İn­ sanın sadece kalbinin sesini dinlemesi, yardımlar yapması güzeldi; ancak yapılan yardımlar sorunları kökünden çözmekte yetersiz ka­ lıyordu. Eğer yararlı olmak istiyorsam, bütün dikkatimi sadece bazı önemli konularda toplamalı ve onları sonuçlandırmak için çaba göstermeliydim. l. Büyük sinema yönetmeni Abbas Kiarostami, meslegine ilk adımlan bu atölyelerde attı. 148


Farah Pehlevi

Evlendikten beş yıl sonra, 60'lı yılların ortalarında nihayet ken­ di yolumu çizdiğim kanısına vardım. !şte o sıralarda, Şah ve yeni başbakanı Emir Abbas Hüveyda beni Kral Naibi olarak atamaya ka­ rar verdiler. Naiplik görevi, Şah'ın vefatı halinde, Rıza yirmi yaşına girip reşit oluncaya kadar İran'ın kaderinin sorumluluğunun benim omuzla­ rımda olacağı anlamına geliyordu. Bunun olabileceği bir saniye bile aklıma gelmedi. Bir saniye bile . . . Ben yirmi sekiz yaşındaydım, eşim henüz kırk altısındaydı ve üçüncü çocuğumuzu bekliyordum. Son derecede mutluyduk, ülkenin geleceğiyle ilgili hiçbir zaman olma­ dığımız kadar iyimserdik Şah'ın hiçbir rahatsızlığı yoktu ve sanki Tanrı, bizi onun ölümünü isteyen fanatiklerden etkin bir şekilde koruyor gibiydi. Böyle bir ruh hali içinde , bana naiplik verilmesi kararını, meclis tarafından resmen onayianmasına karşın, tamamen biçimsel bir say­ gı gösterisi olarak kabul ettim. Benim nazarımda bu karar, eşimin beni takdir ettiğinin ve bana olan güveninin kanıtından başka bir şey değildi . Bundan için için gurur ve mutluluk duyuyordum. Daha sonra bu jestin içerdiği sembolik anlamı kavradım: milleti­ ni kadınlara oy kullanma hakkını vermeye teşvik eden insan, İran'ın yönetimini de bir gizilgüç olarak bu kadınlardan birinin ellerine ver­ mişti! Müslüman bir ülkede bu, dikkati çeken bir girişimdi. Zaten bazı milletvekillerinin de törelerde yapılan bu yeni devrime şiddetle muhalefet gösterdiklerini öğrenmiştim . . . Birkaç ay sonra Şah, biraz daha ileri giderek bir ilke imza atmış, kendi taç giyme töreninde be­ nim de taç giymeme karar vermişti. Perslerin uzun tarihinde hiçbir kadına böyle büyük bir onur bahşedilmemişti. Şah kararını halka şu sözleriyle açıkladı:

"Bugünün Iran'ında kadın, birkaç yüzyıl, hatta yirmi otuz yıl önceki kadından tamamenfarklıdır. Toplumsal yaşamda, her yerde var olan ka­ dının taç giymeye de hakkı vardır. Aynca, Imparatoriçe, bu son seneler­ de halkı için o kadar önemli bir rol oynadı, benim için öyle büyük bir des­ tek oldu ve görevini öyle içten bir şevk ve tutkuyla yerine getirdi ki, bu onuru fazlasıyla hak etti. Evet, o, yorulmak nedir bilmeden, kadın-erkek hepiniz için çok şeyler yaptı ve yapmaya devam edecek çünkü daha ba­ şarmamız gereken pek çok şey var. " 149



W.

yrek yüzyıldır hükümdar olmasına rağmen, eşim taç giyme tö­ renini sürekli ertelemişti. Tacını giymesi için onu zorlayanlara ciddi bir şekilde, ancak ülkesinin gelişme yolundaki adımlan kararlı bir şekilde attığına emin olduğunu hissettiği zaman tacını takacağını, bu süreci beklerken hala fakir ve bir bölümü okuma yazma bilmeyen bir halkın önünde taç giyrnekten gurur duymasına imkan olmadığı cevabını veriyordu. 1 965 yılından başlayarak, Beyaz Devrim'in ilk sonuçlarını ve özellikle tran'ın genelinde herkesin hayranlığını kaza­ nan seferberlik havasını görünce, Şah resmi olarak taç giymeyi dü­ şünmeye başladı. Üstelik, yakında yedi yaşına girecek olan Veliaht Prens Rıza, çok büyük bir sembolik anlarula yüklü bu törende, ba­ basının dileğine uygun olarak yerini alabilecekti. Üçüncü çocuğumuz Ali Rıza'nın 1 966 yılının ilkbaharında doğ­ ması bekleniyordu, bu nedenle, taç giyme törenlerinin, Şah'ın do­ ğum günü olan 26 Ekim 1 967 tarihinde yapılması kesinlik kazandı. Böylece, Şah aynı gün kırk sekizinci doğum yılını da kutlayacaktı. Şah, kendisinin taç giymesinin yeni bir çağın başladığının gös­ tergesi olması nedeniyle, bunun bütün lranlılarca paylaşılması gere­ ken bir olay olduğunu düşünüyordu; bu durumda törenin çok gör­ kemli olmasını sağlamak gerekiyordu. Bu tarihi günü düzenlemek için bir 'Taç Giyme Komitesi" oluşturuldu ve başkanlığına, haneda­ nı başından beri destekleyen ve Rıza Şah'ın eski bir dostu olan Ge­ neral Murtaza Yezdan Panalı getirildi. Başbakan iken şimdi saray ba­ kanlığına atanmış olan Sadullah Alem, generale bu görevinde yar­ dımcı olacaktı. Rıza Şah tacını 25 Nisan 1 926 tarihinde -Kurucu Meclis tarafın­ dan seçilmesinden altı ay sonra- giydiğinde o da, oğlu gibi kırk se­ kiz yaşındaydı. Taç giyme töreni Gülistan Sarayı'nda yapılmıştı. O törenin sonunda, o zaman yedi yaşını sürmekte olan müstakbel eşim resmi olarak Veliaht Prens ilan edilmişti. 151


Anılar

Hazırlık komitesi taç giyme töreni için yer olarak yine Gülis­ tan'da karar kıldı ve böylece eşim, babasından kırk bir yıl sonra, şahlık rejiminin aynı törensel gereklerini yerine getirecek, hatta, onun gibi yedinci yaşını sürmekte olan oğlu Rıza'yı Veliaht Prens ilan edecekti. Yalancı mermerlerle kaplı Gülistan Sarayı'nın aynala­ rının altında yüzlerce davetli olacaktı. Rıza Şah'ın devasa bir portre­ si, tozu silinmek için duvardan indirildiğinde, sarayın çökmenin eşiğine geldiği fark edildi, duvarda çok büyük bir yarık görülüyor­ du! Hemen mimarlara haber salındı, onlar da çatının baskısıyla ta­ şıyıcı duvarların yıkılmak üzere olduğunu doğruladılar. Otuz kırk yıl boyunca, ağırlık dikkate alınmadan teraslar toprakla doldurul­ muştu . Hiç gecikmeden müdahele etmek gerekiyordu; bina her an çökebilir ve misafirlere mezar olabilirdi. Onarım çalışmalarına he­ men başlandı, bizim eski Gülistan Sarayımızın imdadına yetişip onu yok olmaktan kurtardığı için, ben taç giyme törenini hayra alarnet olarak yorumlamıştım. Eşimin giyeceği, hazineye ait olan taç, merkez bankasının bad­ rum katında muhafaza ediliyordu. Rıza Şah'ın siparişi üzerine, Sera­ ceddin adında Farslı bir kuyumcu tarafından Sasani hükümdarları­ nın taçları örnek alınarak yapılmıştı. Daha önce söylemiştim, hü­ kümdarlarımızın hiçbirisi eşine taç giydirmediğinden, doğal olarak benim için tacımdan, elbisemden törende izlenmesi gereken proto­ kole kadar her şeyi ayrıca tasadamak gerekiyordu. Gerçi hazinenin kasalarında yeterli miktardr, kıymetli taş vardı ama, kısa sürede taç yapması için bir kuyumcu b . .lmak gerekiyordu. Ben doğal olarak, ai­ le bağının görülmesi için tacıının eşiminkiyle aynı tarzda olmasını ar­ zu ediyordum. Yapılan ilk taslaklar bizi hayal kırıklığına uğrattı. An­ cak sonunda, Fars kültürü ile zarafeti ve kadın kimliğini en iyi bağ­ daştırmayı başaran Paris'in Van Cleef ve Arpels kuyumcu evi oldu. Bay Pierre Arpels taşları seçmek için Tahran'a şahsen kendisi gel­ di, ancak ülkeden onları çıkarması yasak olduğu için, taşları takmak üzere atölyesinden uzman kişilerle beraber ikinci kez gelmek zorun­ da kaldı. Elbiseye gelince, taç örneğinde olduğu gibi gene elimizde hiç mo­

del yoktu. Elbisf�min kraliçelerin g�.ydiklerine benzemesini istemi­ yordum ama diğer yandan elimizde geleneksel Iran tarzı hakkında 152


Farah Pehlevi

bize fikir verebilecek hiçbir eski gravür de yoktu. Sonunda sade, be­ yaz bir elbisede karar kıldık. Christian Dior modaevinden Marc Bo­ han, elbiseyi ve lran motifleriyle işlenecek olan kaftanı çizdi. Elbise de kaftan da, Tahran'da elbisenin kuyruğunu serrnek için yeteri ka­ dar uzun masalara sahip olan tek yerde, subaylar kulübünde hazır­ landılar. Nakışlan işlemesi için, babamın vefatından sonra oturduğumuz o teraslı dairedeki eski komşulanmızdan birinden ricada bulundum. Ben genç bir kız iken, ismi Puran olan bu genç hamının piyano çalı­ şından çok etkilenmiştim. Ona gıpta ediyordum, iyi bir piyanistti. Da­ ha sonra çok da güzel nakış işlediğini gördüm, kardeşi tran da resim yapıyordu, sonradan ondan birkaç resim de satın aldım. Puran, daha sonra, gerçek bir sanat eseri olarak fotoğraflan dünyayı dolaşacak olan bu elbiseyi işlerneyi kabul etti. Onunla birlikte, aralannda İsviç­ re kökenli iki hamının da bulunduğu birçok lranlı terzi çalıştı. Taç giyme günü, herkesin bayrama katılabilmesi için bütün ül­ kede resmi tatil ilan edildi. Birincisi Şah ve benim için, ikincisi Ve­ liaht Prens için hazırlanmış, atların çektiği iki tarihi arabayla Mer­ mer Saray'dan yola çıkıp Gülistan'a varmamız gerekiyordu. Gülistan Sarayı'ndaki her hareketimiz, en ince ayrıntısına kadar, bu gibi tö­ renlerin büyük ustası olan General Yezdan Panah tarafından hazır­ lanan, neredeyse nefes alışımızı bile kontrol eden çok kesin bir ko­ reografi içinde düzenlenecekti. tık olarak küçük Veliaht Prens, ar­ kasında muhafızları olmak üzere, sessizce bekleyen kalabalığın or­ tasından geçerek içeri girecekti. Tahtın sol tarafına, onun için küçük bir iskemle konmuştu, orada oturup sabırla beklernesi gerekiyordu. Daha sonra ben, elbisemin kuyruğunu taşıyan genç kızlar ve nedi­ melerimin eşliğinde yerimi alacaktım. Son olarak Şah içeri girecek­ li. Onun tacını giymesinin ardından, önünde diz çökerek ben taç gi­ yecektim. Şah'ın başıma taeımı koyarken, topuzumu bozmamaya dikkat etmesi ve özellikle de, tacı zarif bir şekilde yerleştirmeye özen göstermesi gerekiyordu. Günü geldiğinde bütün lran halkının, hatta onun ötesinde mil­ yonlarca televizyon seyircisinin izleyeceği bu hareketlerimizin her birini çalışmaya başladık. Rıza da mürebbiyesi ile kendi yapacakla­ rını çalıştı. Mürebbiyenin bana daha sonra anlattığına göre, prova1 53


Anılar

nın başında durmadan sağa sola koşuşturup duran Rıza'yı zaptet­ mekte zorlanınca, ona merasim üniformasım giydirmeyi akıl etmiş. O zaman Rıza rolünü kavramış ve kendisinden istenenleri mükem­ mel bir şekilde yerine getirmiş. Şah'ın kız ve erkek kardeşleri arasında, törende bulunacaklan yerlerle ilgili olarak bir huzursuzluk yaşanıyordu, benzer bir durum kendi aralannda törende ön sırada yer almak isteyen nedimderim için de söz konusuydu. Eğer dikkatli davranmazsak, birbirilerine hınç duyabilecek bu insanlar arasında çatışmalar su yüzüne çıkabi­ lecekti. Provalar, bana bu sorunlan çözmek için müdahele etme fır­ satını verdi. Bu kavgalar eşimi gerçekten sinidendiriyor, beni de için için yiyordu, herkesi yatıştırmam gerekiyordu. Sonunda bunu başa­ rabildim. Bunlar bir yana, taç giyme töreninde çalınacak müziğin seçimi için uğraşmak çok keyif verici anlar yaşamamıza vesile oldu. Ana Kraliçe'nin evindeki akşam yemekleri sırasında, Kültür Bakanı Mehrdad Pahlbod, bize lranlı bestecilerin değişik eserlerini dinletti, eşim ve ben sonunda, törenin heyecanını ve görkemini yansıtabile­ cek parçalarda karar kıldık Taç giyme günü yaklaştıkça yorgunluğum artıyordu çünkü bü­ tün bu hazırlıklar sürerken günlük işlerimi de aksatmıyordum, nor­ mal bir günde bile zaten nefes alacak vaktim yoktu. Bu nedenle za­ yıfladım, bir akşam Şah'ın gülerek bana takıldığını hatırlıyorum: "Sen taç giyeceğin gün yüzün biraz daha süzgün olsun, elmacık ke­ miklerin çıksın diye bilerek zayıfladın." Sekiz sene önce evlenme teklif ettiği zaman dolgun yanaklı bir genç kızdım, Şah bu halimden pek hoşnut olmadığımı biliyordu . . . O 2 6 Ekim sabahı, Gülistan Sarayı'na giderken geçeceğimiz bü­ tün caddeleri, rengarenk giyinmiş bir kalabalık tıklım tıklım doldur­ muştu. Güneşli, güzel bir gündü. Insanlar bizi görünce sevinçle, hep bir ağızdan tempo tutarak: "Djavid Shah! Zendeh bad Shahbanou!" (Ya­ şasın Şah! Yaşasın Şahbanu!) diye bağırmaya başladılar. Sekiz atın yavaş yavaş çektiği tarihi arabanın içinden, bu insanların yüzlerini dikkatle inceliyordum, hepsi ışıl ışıl aydınlıktı. Daha ilk günden baş� layarak, yurttaşlanın beni cömertçe kucaklamışlardı, artık birbirimi­ zi tanıyorduk, ben de yaptıklanmla onlara olan sevgimi gösterıneyi 154


Farah Pehlevi

başardığıını umuyordum. Herhalde onlarla benim aramda zaman içinde gerçek bir bağ oluşmuştu, o sabah onlar beni selamlar, bana öpücükler gönderirken, ben de onlara tüm kalbirole karşılık verir­ ken bundan kesinlikle emin olmuştum. Şah "lmparatoriçe çok şey yaptı, daha da yapacak pek çok şeyimiz var, yolumuz çok uzun." de­ mişti. Büyük bir mutlulukla bu sözleri düşünüyordum: evet, daha aşacağımız uzun bir yol vardı ama aramızda bir güven oluştuğu açık­ ça görülüyordu, bizim de girişimlerimizi sürdürmek için zamanımız ve azmimiz vardı . . . Tahran'ı bir baştan öbürüne geçişimiz son derece görkemliydi, in­ sanlar güler yüzle bize çiçekler atıyorlardı. Kraliyel Muhafız Alay Ko­ mutanı General Muhsin Haşemi Nejat refakatinde kendi arabasıyla arkamızdan gelen küçük Prens, halkta ayrı bir heyecan uyandınyor­ du. Prens, gayet uslu bir şekilde benim öğütlerimi dinlemiş, yapması gereken hareketleri sabırla tekrarlamış, halkı selamlamayı öğrenmişti ama sabah kalktığında hafif ateşli ve nezle olması beni kaygılandır­ mıştı. Dünyanın her yerinden gelmiş televizyon kameralannın önün­ den geçerek muhteşem Gülistan Sarayı'na ilk girdiğinde heyecanını yenıneyi başarmıştı, tören süresince ciddi ve vakur duruşunu bir an olsun kaybetmedi. Yabancı basın daha sonra onun her hali ile bu tö­ renin "yıldızı" olduğunu yazmıştı. Gerçekten de birkaç gün sonra me­ rasimde çekilen filmi izlerken gözlerim yaşarmıştı. Tören salonuna önce benim, daha sonra da Şah'ın girişinde en küçük bir aksama olmadı. Tahtın sağında, aileye ayrılan bölümde son derecede uslu bir şekilde bekleyen Ferahnaz'a gizlice gülümse­ yebildim. Eşim, törenin kesinlikle tran geleneklerine göre yapılma­ sını arzu ettiği için Prens Kerim Ağa Han ve Begüm Ümmühabibe dışında yabancı hükümdarlar ve devlet başkanlan davet edilmemiş­ lerdi, onlarla aramızda saygı ve sevgiye dayalı, tarihi bağlar mevcut­ tu, bu bağlar yaşadığımız sürgün boyunca da devam etti. Doğal ola­ rak Tahran'da ülkelerini temsil eden bütün büyükelçiler törende ha­ zırdılar. Buna karşın, Ana Kraliçe merasime katılmayı arzu etmemiş­ tL Onun vefat ettiği, bizim de bunu saklamak istediğimiz söylenti­ leri dolaşıyordu. Gerçek ise Ana Kraliçe'nin hiçbir zaman, hiçbir resmi gösteriye katılmamış olmasıydı. 155


Taรง giyme tรถreni, 26 Ekim 1 967


Farah Pehlevi

Boruların çalınmasıyla tören başladı. Cuma lmaını bir dua oku­ yarak açılış yaptıktan sonra Şah, İmam'ın kendisine uzattığı Kuran'ı öptü. Sonra imparatorluk sembolleri getirildi ve eşim sırasıyla önce kılıcını kuşandı, daha önce babasının giymiş olduğu kaftanı giydi. Sonra kendisine uzatılan tacı kararlı bir şekilde alıp başına koydu , bu sırada dışanda top atışları başlamıştı. Hemen sonra Şah, babasından kendisine geçen tahta oturdu ve düşünce ve inançlarını dile getirdiği yeminini okudu. Iran'ın çekti­ ği onca acılardan sonra, bugün okunduğunda insanın içini parçala­ yan şu yemini:

"Ülkeme, gücüm dahilinde yapabileceğim bütün hizmetleri yapmama imkan verdiği için Yüce Tannma şükrediyorum. Ulu Tann'dan bugüne kadar yaptıklanmı bundan sonra da sürdürebilmem için bana güç ver­ mesini diliyorum. Yaşamımda tek bir amacım var, o da halkırnın ve ülke­ min şanını ve şerefini korumaktır. Tek bir ümidim var: Iran'ın bağımsız­ lığını ve hükümranlığını korumak ve Iran halkının refahını sağlamak. Bu hedefe ulaşmak için, gerektiğinde hayatımı feda etmeye hazınm. "Her şeye kadir olan Tannm, benim, gelecek kuşaklara mutlu bir ül­ ke ve refah içinde yaşayan bir toplum bırakabiimeme yardım etsin ve bir gün devralacağı bu ağır görevi yerine getirirken veliahtım olan oğlumdan da himayesini esirgemesin." Sonra sıra bana geldi. Şah'ın önünde diz çöktüm, o başıma tacı­ mı koyduğu zaman, benimle birlikte sanki bütün lranlı kadınları taçlandınyormuş gibi hissettim. Daha sadece dört yıl önce, yalnız zihinsel engellilerle ilgili yasanın bi: :maddesinde adımız geçiyordu, biz kadınlar, bizi temsil edenleri seçme gibi en temel hakka bile sa­ hip değildik. Bu taç, yüzyıllarca sürm'üş bir aşağılamayı sona erdiiiyordu ve bu tören, bütün yasalardan çok daha kesin bir şekilde, er­ kek ve kadının eşitliğini doğruluyordu. Benim lmparatoriçe olarak herhangi bir ek yetki talebim yoktu ve ertesi gün kendimi eskisinden daha farklı hissetmedim, tabiatım­ da buna yer yoktur. lktidar, sadece lranlıların durumunu iyileştir­ mek için bana bir şeyler yapabilme imkanı verdiği ölçüde değerliy­ di; şahsen benim kendi adıma hiçbir iktidar talebim yoktu . Ameri157

·


Anılar

kah bir gazeteci, bana adadığı filminin sonunda şu yorumu yapmış­ tı: "O bu dünyaya ait değil." O zaman ne demek istediğini pek se­ zememiştim, sürekli bir şeyler yapma sabırsızlığı içindeydim, pek çok işim vardı. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, sürgündeyken bazı insanlar rolümü alaya alıp, beni iktidar tutkunu olarak göster­ dikleri zaman o yorumu değerlendirebildim. Güç ve paraya düşkün olmak bazılan için normal bir tutum olabilir. Ben bunu bir an bile düşünmedim. Bu tarihi günden bir buçuk yıl önce, 28 Nisan l 966'da Ali Rı­ za'yı dünyaya getirmiştim. Doğumundan iki gün sonra onun bebek­ lik defterine: "Babasına çok benziyor, açık tenli olacak" diye yazmı­ şım. Tanrı bizi ödüllendiriyordu: kendisini bekleyen sorumlulukla­ n

mükemmel bir şekilde kavrayan ve ciddiyetiyle herkese saygı tel­

kin eden Rıza'dan ve yoksul insanların sorunlarına eğilrnekten ve doğada saatler geçirmekten hoşlanan cömert ruhlu Ferahnaz'dan sonra, son derece esprili bir oğula sahip olmuştuk, bunu henüz bil­ miyorduk elbette ama keşfetmekte gecikmeyecektik. Ferahnaz bebekliğinde oldukça erken konuşmaya başlamıştı, uy­ durduğu sevimli kelimelerle konuşmasına bayılıyorduk. Ali Rıza ko­ nuşmakta hiç acele etmedi ama karar verdiği zaman mükemmel bir dille ve sahip olduğu mizah duygusuyla bizleri kahkahalarla güldüre­ rek konuştu. Bir sabah, birlikte parka gitmemiz için acele giyinmemi istiyordu, bana şöyle dedi: "Seni gören insanlar 'Aaa! lmparatoriçeye bakın, sabahlık giymiş' diyecekler." Bir başka gün, öğle yemeğinde oturmuş sohbet ederken, kuzenlerimden birisi onun tabağından eliy­ le bir kızarmış patates kaptı. Ali Rıza'nın arkasını döndüğünü ve göz­ leriyle yemek servisi yapan hizmetkan aradığını gördük. "Alain," diye seslendi ona, "bayan jale'ye bir çatal getirir misiniz lütfen?" O zaman daha ancak üç yaşındaydı, kendisine, ya Fransız mü­

rebbiyesinin taktığı isimle "Tutun" dememizi ya da "Pilot" diye ses­ lenmemizi istiyordu çünkü en büyük hayali kendisini büyüleyen Amerikan avcı uçağı Fantom'u kullanmaktı. "Tutun, çok yaramazsın!" "Hayır, pilotum" diye yanıtlıyordu. 158


Farah Pehlevi

Hipiliğin en yaygın olduğu günlerdi, bir akşam kendisini bir türlü banyoya sakamayan mürebbiyesine şöyle cevap verdiğini duydum: "Banyo yapmak istemiyorum, pis bir hipi olarak kalmayı tercih ederim!" Başka bir gün, akşam yemeğinin tam ortasında bize şu cevheri yumurtlamıştı: O "serbest aşk" yanlısıydı. Birkaç ay sonra, benim mezun olduğum Razi Lisesi'nin anaoku­ luna başladı. Geçen seneler zarfında okul, çok büyük ölçüde geliş­ miş, Tahran'ın kuzeyindeki yeni yerine taşınmıştı. Özellikle ana okulu çağındaki çocuklar için eklenen binalada büyümüştü. (Yuva­ dan sonra da bir süre sarayda eğitim gören kardeşlerinin aksine, Ali Rıza, Razi'nin anaokulundan yararlanabilmişti.) Okulundan o kadar hoşlanmıştı ki, ilk günün sonunda saraya dönmeyi reddetmiş, şofö­ re kendisini beklemeyip gitmesini söylemişti. Öğretmeni onu çok seviyordu ama bazen kendisini saydırmakta ya da ciddiyetini muhafaza etmekte zorlanıyordu. Ali Rıza çok yara­ tıcı bir çocuktu ama saçma sapan şeyler yapmaya da bayılıyordu. Bir gün, bir dramın eşiğine geldiğimizi anımsıyorum. Öğretmeni ken­ disini bilmem kaçıncı kez paylayınca, ona: "Eşek kafalı! " demiş. "Köşeye geç, Ali Rıza, cezalısın! " "Seni annerne söyleyeceğim." "Tamam. Eğer istersen ona hemen telefon edip söyleyelim." Bunun üzerine Ali Rıza cevap vermiş: "Gerekmez, annem nasıl olsa beni anlamayacaktır. " Bu çocukça olaylar, beni olduğu kadar Şah'ı d a eğlendiriyordu. Biz bize kaldığımız ender zamanlarda bunları birbirimize anlatıyor­ duk, onun yüz hatlarının gevşediğini, aniden yüzünün sanki aydın­ landığını görüyordum. Eşimin, akşam üstü jimnastik yaparken ço­ cukların onun yanına gitmelerinden çok hoşlandığım söylemiştim. Birlikte gevezelik ediyor, eğleniyorlardı ve çoğu zaman bu eğlence çığlık çığlığa bir gösteriye dönüşüyordu. Ali Rıza babasının sırtına binip atçılık oynuyordu veya Rıza ile Ferahnaz birbirlerine minder­ leri fırlatıyorlardı, derken dakikalarca süren bir yastık kavgası başlı­ yordu. 159


Anılar

Bakanlardan birinin, Abdülmecid Mecidi'nin bana anlattığına göre, bir gün öğleden sonra Şah ile görüşmekteyken, onun başını aniden gıcırdayan kapıya çevirdiğini görmüş:

"Hükümdar beni dinlemeyi bırakmıştı, bunun üzerine ben de sustum, yeniden konuşmamıza dönmesini bekledim. Ama öyle yapacağına, Şah'ın gülümsediğini gördüm. Birdenbire konumuzdan binlerce Jersah uzaklara gitmişti. O zaman ben de kapıya doğru döndüm: küçük Prenses Ferah­ naz aralıkta durmuş, babasının kendisinin içeri girmesine izin vermesini bekliyordu, birbirlerine öyle sevgiyle bakıyorlardı ki onlan baş başa bı­ rakmak için ben sessizce kalkıp çıktım." Çocuklar babalarının üstündeki güçlerinin farkındaydılar, o da onları nasıl neşelendireceğini biliyordu, günlerce süren çalışmaları yüzünden ya da resmi bir seyahat nedeniyle yarım kalmış bir oyu­ nu bir kaç cümlelik bir konuşmayla kaldığı yerden sürdürebiliyor­ du. Ona "Sen çocukların dilinden daha iyi anlıyorsun" diyordum. Öyle ki, onlar akşam yemeklerini yerken, biz katılmak zorunda ol­ duğumuz bir davete gitmeden önce onları öpmeye gittiğimiz za­ man, daha Şah görünür görünmez mürebbiyeler bütün otoritelerini yitiriyorlardı. Şah'ın onlarla birlikte olduğu süre içinde sanki bütün disiplin kuralları aniden ortadan kalkıyordu. Ali Rıza'nın, mürebbi­ yesinin zorlamasıyla ağzındaki ıspanağı yutacakken babası içeri gi­ rince, ağzındakileri püskürtüp kahkahalarla güldüğünü görür gibi oluyorum . . . Mürebbiyeler için hiç de kolay bir durum değildi, ço­ cuklarımıza disiplin öğretmek için o kadar emek veren bu insanları daha sonra ben rabatlatmaya çalışıyordum ama çocukların babala­ rıyla böyle güzel anlaşmalarından da çok mutluydum. . . Bu da Tan­ rı'nın bize bir lütfuydu. Eşim, mürebbiyelerin katı davranmalarını kabullenebiliyordu ama şiddete veya adaletsizliğe hiç tahammülü yoktu. Bir akşam Ferahnaz'ı odasında cezalı, ağlarken bulunca çok öfkelendiğini hatırlıyorum. . . Ben hala çalışma odamdaydım, onun, öfkeden benzi atmış, kucağın­ da kızıyla içeri girdiğini gördüm. "Bu mürebbiyeyi derhal kapı dışarı edeceksin. Derhal! " 1 60


Farah Pehlevi

Ali Rıza'nın yaramazlıkları karşısında, insanların çileden çıkma­ sını aniayabiliyordu ama çocuklara karşı adil olmayan davranışları­ nı da kesinlikle hoş görmüyordu. Ferahnaz o kadar yumuşak, öyle sevecen bir çocuktu ki, babasının onu öyle üzüntülü görmeye kat­ lanması söz konusu olamazdı. Şah'ın, çocuklarının her biriyle paylaştığı ortak konular vardı. Doğayı çok seven Ferahnaz bazen bir erkek çocuğu gibi yaramazlık­ lar yapardı, babası da bunlara bayılırdı. Büyüdüğü zaman, sarayın merdiven basarnaklarım motosikleti ile çıkarak eğlendiğinde, onun Şah'ı rahatsız etmesinden çekinen protokol görevlilerinin telaşına karşın, babası gülerek çalışma odasından çıkar ve hep aynı şeyi söy­ lerdi: "Onu rahat bırakın, bırakın çocuğu . . . " Ve bir süre kızının yap­ tığı akrobatik hareketleri seyrederdi. Oğullarına gelince , spor araba­ lara ve uçaklara duyduğu ilgi ve tutkuyu onların da paylaştığını gör­ mekten için için gurur duyuyordu. "Rıza'ya bak," diyordu bana, "bileği ancak başparmağım kadar ama şimdiden ne güzel araba kullanıyor." Daha sonra, dördüncü çocuğumuz Leyla ile sık sık kendisini çok kaygılandıran kuraklık hakkında konuşmalar yapardı. Kızını uyu­ madan önce öperken ona hep: "Yağmur yağması için dua et, Ley­ lacığım" diye tekrarlayıp dururdu. Kuraklık, ülke tarımı için felaket demekti . . . Bugün artık aramızda olmayan benim küçük Leylam sık sık "Gökyüzü ağırlaştığı zaman öyle hoşuma gidiyor ki" derdi. Ber\ de içim ezilerek "Babası ona yağmur sevgisini aşıladı. Ebediyen!" di­ ye düşünürdüm. Ali Rıza'nın doğumuyla başka l:,ir yere taşınma konusunu ciddi olarak ele almamız gerekti. Evlendikten sonra oturduğumuz Ekhe­ tessassi Sarayı'nın artık hepimize yeterneyecek kadar küçük olduğu açıkça görülüyordu. Sarayda, birisi Şah diğeri benim için sadece iki yatak odası vardı. Rıza'yı bitişikteki bir villaya yerleştirmiştik. Fe­ rahnaz doğduğu zaman bu villaya bir kat ilave ettirmek zorunda kalmıştık Ali Rıza için yeni bir kat ilavesi söz konusu olamazdı, bu nedenle ona; bizim yatak odalarımızın bitişiğindeki çalışma odaını hazırladım. Ama bu durum böyle devam edemezdi. Kelimenin tam anlamıyla (hem mecazi hem de gerçek anlamda) bunalıyorduk. Za1 61


Anılar

ten Rıza Şah döneminde yapıldığında, yeşillikler ortasında, havası temiz bir vahada bulunan Ekhetessassi Sarayı, seneler geçtikçe, Tahran'ın da büyük bir hızla gelişmesiyle artık şehrin merkezinde sıkışıp kalmıştı. Durmadan, sel gibi akan arabaların gürültüsü ve neden oldukları hava kirliliği de cabasıydı. Ayrıca, bahçesi de pek büyük sayılmazdı. Daha önce birçok kez Niavaran Sarayı'na taşınınayı düşünmüş­ tük ama ikimiz de işlerimizden başımızı kaldıramadığımız için ta­ şınmayı ertelemiştik. 60'lı yılların başında, Tahran'a gelen konukla­ rı misafir etmek için hazırlanmış olan Niavaran Sarayı'nın Elburz dağının yamaçlarına, bin yedi yüz metre yükseklikte inşa edilmiş ol­ ması, çok büyük bir avantaj daha sunuyordu: şehir merkezinden yükselen kirli, dumanlı havadan çok uzaktaydı, ayrıca fevkalade gü­ zel bir bahçenin ortasında bulunuyordu . . . Sarayı gezdim, orada bü­ yüyecek olan çocuklarımız ve bir devlet başkanının görevinin ge­ rektirdiği davetleri verebilmek için yapılması zorunlu olan restoras­ yon çalışmalarına hemen başladık. Günümün bir kısmını, başkanlığını yürüttüğüm şu ya da bu ör­ güt için para sağlamaya çalışınakla geçirdiğim için, sürekli olarak sarayla ilgili fazla para harcanmamasına gayret ediyordum. Bu kay­ gıyla, havalandırma tesisatı yapılmasından vazgeçtim, zaten yazları genellikle, daha serin olan Sadabad Sarayı'nda geçiriyorduk. Doğru­ su, havalandırmayla ilgili kararım saçmalıktı, mimar bunun yanlış olacağını anlatmaya çalışmıştı ama ben direnmiştim ve bu lüksten kendimizi mahrum ettiğim için adeta memnundum. Sarayın ısıya karşı yalınını son derecede kötü olduğundan yazın sıcaktan çok faz­ la etkilendik. Şah, bunu fırsat bilip sık sık "aşırı sorumluluk duy­ gum" nedeniyle bana takılır, latife ederdi. Niavaran Sarayı'nı Sada­ bad'a tercih ediyordum. Sadabad loş, insanın içini karartan bir bi­ naydı, eski bahçesinin de bağucu bir havası vardı. . . Niavaran ise modem, aydınlık bir saraydı. Güneyi, hankulade güzel bir manza­ rayla şehre hakimdi; kuzeyi Elburz tepelerini kucaklıyordu, doğuda ise, doruklarındaki karları hiç erimeyen Damavend Yanardağı görü­ lüyordu. Bütün bunların dışında, Niavaran gerçekten kullanışlı, sı­ cak bir binaydı ama Avrupa'daki kraliyet saraylarında görülen pırıl­ tılı görkeme sahip olmaktan uzaktı. Yazar Lesley Blanch ile benim 1 62


Farah Pehlevi

için yazdığı kitapla ı ilgili olarak ziyaretime geldiğinde görüştüğüm zaman, onun nasıl şaşırdığını anımsıyorum. Daha sonra şunları yazmıştı Lesley Blanch:

"Ilk izienim insanı şaşırtıyor, zira Nidvardn Sarayı Avrupa'da görme­ ye alışık olduğumuz o muhteşem sarayiara pek benzemiyor. Ne Windsor Şatosu'nun dillere destan büyüklüğüne sahip, ne Versailles Sarayı gibi her aynntısı mükemmelen işlenmiş, hatta ne de Bavyera Kralı 2. Louis'nin sarayının romantik havası var. Çağdaş kraliyet yaşam tarzının sade bir örneği olması bakımından ilginç bir saray bu. Büyük bir kübe benziyor, ön cephesinde hiç pencere olmaması garip. Şehinşah gibi güçlü bir hü­ kümdann günlük yaşamının bu saray içinde geçtiği düşünülürse, biraz fazla alçakgönüllü bir bina, ana giriş kapısının da gösterişli hiçbir tarafı yok. Binanın dış görünümünün insanı etkileyen herhangi bir özelliği ol­ mamasına karşın, içi oldukça sıcak, insana adeta hoşgeldiniz diyen özel bir havası var. Girişte, holü oluşturan kare bölümün dört yanında, üst katta, ailenin özel dairelerine geçilen bir galeri var. Merasim salonlan gi­ riş katında bulunuyor." Saraya bitişik bir kanatta yaptırdığım özel kütüphaneınİ çok se­ viyordum. Benim kişisel arzulanın dikkate alınarak tasarlanmış ve benim zevkime göre dekore edilmiş tek bölümdü kütüphanem. Ay­ m katta açık bir galeri de vardı. Heykeller, eski ve yeni eşyalar bir arada bulunuyordu. Çok güzel ışık alan bu büyük odada beni en çok etkileyen eserleri toplamıştım: dünyanın ünlü yazarlannın ve lranlı şairlerin eserleri, sanat kitapları, eski kitaplar, sonra gene Zenderudi, Oveissi, Mohasses ve Tanavoli gibi lranlı çağdaş sanatçıların yaptık­ lan tablolar ve heykeller, ve onların hemen yanında Andy Warhol, Cesar ve Amaldo Pomodore'nin eserleri. . . Bahçeye gelince, ulu çınar­ lan beni alıp, çocukluğumda tatillerimi geçirdiğim Şemiran köyüne götürüyordu. Bugün şehrin sınırlannın gelip dayandığı Şemiran'a . . . Eşimin çalışma odaları, Kaçar Hanedam'ndan kalma eski bir sa­ ray olan Cihan Nüma'da bulunuyordu. Bodrum kattaki resepsiyon salonunu, yüzlerce sanatçı ve zanaatkann yardımıyla tamamen Ka­ çar dönemi tarzına uygun olarak yeniden yaptırmıştım. Bahçenin l. Iran Şahbanusu Farah, bkz. sayfa 9 1 . 1 63


Anılar

Pehlevi ailesi, taç giyme töreninin ardından.

içinde Cihan Nüma Sarayı'ndan, aşagıda uzanan şehri bütünüyle görmek mümkündü. Aradan on iki yıl geçtikten sonra hükümdar, işte bu saraydan, kendini bütün benligiyle adadıgı halkının ayaklan­ masına tanık olacaktı . . .

1 6'/


iki çocugumun doğumundan sonra ülkeyi tek başıma dolaş­

maya başladım. İnsanların sorunlarını, beklentilerini daha iyi kavra­ yabilmek, hükümetin neler yaptıgını görmek, benim başkanlıklarını üstlendiklerim de dahil olmak üzere sivil toplum örgütlerinin çalış­ malarını ögrenmek ve ayrıca ülkemi, yurttaşlarımı ve onların farklı kültürlerini tanımak amacıyla en ücra köylere kadar gidip, insanlar­ la görüşmek istiyordum. Tahran'da masamın üstü tepeleme rapor­ larla dolu olsa da, ülkenin gelişmesi için başkentten uzakta çalışan köylülerle, işçilerle, memurlarla, bütün bu insanlarla doğrudan ken­ dim konuşmak, gerçegi elimle tutmak, gözünıle görmek imkanını henüz bulamamıştım. Beyaz Devrim uygulanmaya başlamıştı, kimi insanlarda yeni umut­ lar yeşerirken başkalarını da bir şeylerden yoksun kalma korkusu sar­ mıştı. Yaptığım yolculuklar bana bu değişik tepkileri öğrenme ve bunlardan Şah'ı haberdar etme fırsatını veriyordu. Gerçi Şah da gezi­ ler yapıyordu ama, o dış ilişkilerle iç politika arasında yoğun bir ça­ lışma temposunda olduğundan, benim daha çok zamanım vardı. Ay­ nca ben kendimi Şah'ın en iyi elçisi olarak görüyordum çünkü insan­ ların Tahran hakkında ne düşündüklerini ve köylerde gerçek duru­ mun ne olduğunu dogru bir şekilde anlatacak kişi bendim. Bütün ül­ kelerde bu durum hep aynıdır: bazı bakanlar ve devlet memurlan devletin bir numaralı şahsiyetini incitmekten korktukları için olayla­ rın hep iyi yanını aktanp, nasıl olursa olsun gerçekleri saklamayı ter­ cih ederler. Üstelik, yolunda giden işler, başarılannın kanıtı olarak onların değerini arttınrken, aksi bir durum kendi sorumluluklarının sorgulanması ihtimalini doğurabilir. Oysa ben, tüm gerçeği olduğu gibi söyleyebilirdim, eşim için olduğu kadar, yurttaşlanma karşı gö­ revim de bunu gerektiriyordu. Gideceğim bölgenin seçiminde beni, büyük ölçüde saraya gön­ derilen mektuplar -büromdaki görevliler tarafından tasnifi yapılan, 1 65


Anılar

Farah Pehlevi, Gülistan Sarayı'ndaki tablosunun önünde

ayda ortalama seksen bin mektup- ya da karşılaştığım insanların el­ den verdikleri mektuplar yönlendiriyordu . Kuşkusuz, bazen tanı­ madığım bir bölgeyi ziyaret etme arzum öne çıkıyordu, bazen de Şah'ın ya da hükümetin önerisini dikkate alarak seçimimi yapıyor­ dum. Insanlar, onların sorunlarına gerçekten ilgi gösterdiğimi ça­ buk anlamışlardı, bu nedenle beni çağırmakta tereddüt göstermi­ yorlardı. Mektuplar okunarak sorunlara göre tasnif ediliyor, bölge­ lere göre beklentiler tespit ediliyordu. Daha sonra ilgili bakanlada konuyu görüşüyordum, eğer o yöreyi ziyaretimin gerçekten herkes için yararlı olacağına kanaat getirirsem, seyahatimin hazırlıklarını başlatıyordum. Genellikle, konuyla ilgili bakanlar, STÖ'nin başkan­ lan, eyalete ilişkin bazı konularda, alanında uzman olan üniversite mesnupları gezimde bana eşlik ediyorlardı. Yaptığım her seyahate ayrıca, her şeyi düzenleyen özel kalem müdürüro Kerim Paşa Balıa­ durl de mutlaka katılıyordu, daha sonra onun yerini Houchang Na­ havandi aldı. 166


Farah Pehlevi

Yaşadıgımız bütün heyecana ve yorgunluklara rağmen bugün Azerbaycan'dan Horasan'a, Kürdistan'dan Belucistan'a, ülkenin or­ tasındaki ıssız yaylaları da unutmamalıyım, gezdigim bütün bu böl­ gelerdeki yurttaşlarımla paylaştıklarımın, kraliçelik yaşamıının en güzel anıları arasında yer aldığını söyleyebilirim. Ben daha o kent­ lere ve köylere girer girmez, herkesi bir heyecan sarıyordu. Halkın beni görebilmesi, beni selamlayabilmesi, benim de onlara karşılık verebilmem için genellikle bana üstü açık bir araba tahsis ediliyor­ du. Geçecegim yerlerde yol boyunca pek çok insan toplanmış olu­ yordu, onlar bana mektup yazarak kendilerini görmeye gitmemi is­ temişlerdi. Işte aralarındaydım. Sevgilerini, hiç denetlemeden gös­ termekle kalmıyor, bana dokunmak, beni kucaklamak da istiyorlar­ dı. Kimileri de mektuplarını şahsen benim elime vermek istiyordu çünkü bizde, dilekçesini doğrudan dogruya krala ya da kraliçeye vermek adettendir, üstelik bu insanlar, yönetimin memurlarının, yazdıklarını bana ileteceklerine belki de inanmıyorlardı. Bu durum her defasında aynı salınelerin yaşanmasına yol açıyor­ du; benim yüregimi ezen, heyecan dolu, dokunaklı sahneler: bana yaklaşabilme şansını yakalayabilmek için, arabarnın hızını ve özel­ likle koruma görevi yapan imparatorluk muhafızlarının motosiklet­ lerini hiçe sayarak, kendilerini arabarnın üstüne atarlardı. Şoförden acele etmemesini, arabayı yavaş sürmesini rica ederdim -bir kazaya neden olmaktan öyle korkardım ki- ama güvenlik göı:evlileri de, herhangi bir fanatigin bu durumdan yararlanıp bana saldırmasın­ dan çekinirlerdi. . . Insanları sıradan çıkmaktan vazgeçirmek için, motosikletli muhafızlar sürekli olarak kornalarını çalarlardı, bazen günlerce süren bu uzun yolculuklar boyunca durmadan çalan bu korna gürültüleri ve benim, her an bir kaza olacak diye duydugum korku tam anlamıyla kalbimi sıkıştırırdı. Sonunda dayanarnayıp muhafızıardan motosikletlerini degiştirmelerini istedim. Daha da ciddi bir önlem alarak, birçok insanın, bana mektuplarını verebil­ mek uğruna hayatlarını tehlikeye atmaya hazır olduklarını gördü­ güm için çevreıncieki hanımlardan, benden önce ya da sonra, üstü açık bir ciple giderek sadece mektupları toplamalarını rica ettim. Bu çözüm yavaş yavaş duyuldu ve köylülerin güvenini sagladı, içleri ra­ hat olarak mektuplarını görevli hamrolara verdiler. 167


Anılar

Güvenlik görevlileri benim seyahat etme tarzımı kabullenmekte çok zorluk çekiyorlardı. Arabadan iner inmez, beni bekleyen halkın arasına karışıp onlarla konuşmak, onları ayrı ayrı dinleyebilmek için ısrar ediyordum, onlar da her defasında boynuma atlıyor, beni öpü­ yor, bağırlanna basıyorlardı. Polislerin insanları kuşatmasına engel olmak, işimi kendi bildi­ ğim gibi yapmak için onlardan, bazen biraz fazla yüksek bir sesle, beni rahat bırakmalarını istemek, sürekli çaba gösterınemi gerektiri­ yordu. Akşam olduğunda onlardan özür diliyordum, onlara bu for­ maliteden uzak, doğrudan, samimi görüş alışverişlerinin benim için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyordum: "Şah'ı gerektiği gibi koruroanızı anlayabilirim, her ne olursa ol­ sun, onunla ilgili en küçük bir risk bile alınamaz ama benim duru­ mum farklı, ben ülkenin geleceği için vazgeçilmez biri değilim, eğer kaderimde bir katilin kurşunuyla ölmek varsa, hiç olmazsa görevimi yaparken ölmeyi yeğlerim. Rica ediyorum, bırakın işimi kendi bildi­ ğim gibi yapayım." Polisler ricama boyun eğmiş görünüyorlardı ama ertesi sabah gene beni yakın korumaya alıyorlardı, ben de yeniden öfkeleniyordum . . . Bütün ülkelerdeki güvenlik servisleriyle aynı sorunların yaşandığını sanırım. Daha sonra, valilerle, belediye başkanlarıyla, halkın değişik ke­ simlerinin temsilcileriyle iş toplantıları yapıyordum. Şayet bakanlar bu toplantılarda hazır iseler, sorunları kendi kulaklanyla işitiyorlar­ dı ama ben her halükarda özel kalem müdürümün her şeyi not al­ masını istiyordum. Bir köyde içme suyu ve bir yol yapılmasını isti­ yorlardı; başka bir köyde okul adına layık bir okul binası ve hamam talep ediyorlardı; daha başka bir köyde de insanların en büyük bek­ lentileri bir sağlık ocağı idi. Beni her seferinde çok duygulandıran bir şey vardı, bu da yoksulluklarına rağmen Şah'a besledikleri bü­ yük sevgiydi, aynı şekilde benden de sevgilerini esirgemiyorlardı. Şah'a onu ne kadar çok sevdiklerini söylememi istiyorlardı. Kendi­ sinin tran'la ilgili olarak aldığı kararları anladıklarını, onun, yurttaş­ lannın durumunun düzelmesi için elinden gelen her şeyi yapmaya çalıştığını bildiklerini söylüyorlardı. Asırlarca süren bir geri kalmış1 68


Farah Pehlevi

lıgı bugünden yarına düzeltmenin mümkün olmadıgını sezdiklerini görüyordum. Yaptıgım bu geziler sırasında, din adamlarının kadının özgürleş­ me hareketlerine ya da tarım reformuna karşı görüşlerini açıkladık­ larını asla duymadım. Daha sonra, ülkeyi savaşa ve karanlıga sürük­ leyecek olan bu mollaları beni her yerde, toplum için yaptıklarıma övgü dolu sözlerle, güleryüzle karşılıyorlardı, onların samirniyetine inanıyordum. Bazıları kuşkusuz içten davranıyorlardı. Şii dini liderler elimi sık­ mıyorlardı ama Sünniler farklıydı, onlarla tokalaşıyorduk. Hepsi de benden özellikle kutsal yerlerin restorasyonu için yardım talep edi­ yorlardı. Benim türbelere saygı duydugumu biliyorlardı. Gerçekten de zaman zaman gidip, düşüncelere dalına arzusu duydugum yer­ ierdi türbeler. Yolculuklarımı gidilecek bölgeye göre, kah pervaneli küçük bir uçakla, kah helikopterle, bazen arabayla, bazen de, eger yollar uy­ gunsa, otobüsle yapıyordum. Kimi zaman gerçekten o kadar yoksul köylere gidiyorduk ki, anneler benim oradan geçişimden yararlana­ rak acil yardım istiyorlardı. Birçok kez, hasta bir ogulu, yaralı bir kocayı ya da özürlü bir çocugu en yakın hastaneye nakledebilmek için helikopteri veya uçagı bu anndere tahsis edebildik. Ben oradan ayrıldıktan sonra aynı çaresizligin, yoksunlugun sü­ receğini biliyordum elbette. Ama ümidi olmak için bir nedmim var­ dı: Devrim Ordusu'nun degişik bölümlerinde çalışan acemi erler, yavaş yavaş ülkenin her yerine yayılıyorlardı, gitgide daha çok dok­ tor yetiştiriyorduk. Azerbaycan ya da Kürdistan'da olduğu gibi, hemen hemen her köyde durarak yaptıg;ım gezilerimin on günden fazla sürdüğü de olu­ yordu. Köylerinden geçecegimi ögrenen insanlar, beni selamlamak için o küçük yol kenarlarına koşuşuyorlardı. Bazen sadece arabanın camını indirip el sallıyordum ama çogu kez köylülerin büyük sevin­ cini görüp dayanamıyor, şoförden arabayı biraz durdurmasını isti1 . Gezilerim sırasında beni karşılamaya gelenler arasında, dini azınlıkların temsilcileri de bu­ lunuyordu. 1 69


Anılar

yordum. O zaman artık tekrar yola koyulmak neredeyse imkansız hale geliyordu, insanların bana söyleyecek yüzlerce şeyi vardı, prog­ ramıının son derecede yüklü olduğunu, daha uzakta beni başka bir yerde beklediklerini duymak istemiyorlardı. . . Daha uzakta, gerçekten de kalabalık toplanmış, yüzleri ışıl ışıl, bayramlık elbiselerini giymiş insanlar beni beklemekteydiler; doğru sözcükleri bularak, sevginin diliyle yaptığımız konuşmalar böylece sürüp gidiyordu. Bütün gün, tanışmalar, iş toplantıları, ziyaretler birbirini izliyor­ du. Benim zorunlu olarak her an, en küçük ayrıntıları dinlemeye hazır ve dikkatli olmam gerekiyordu. Bazen tükendiğimi hissediyor, yeniden gücümü toplayabilmek ve kan dolaşımımı sağlamak için beş-on dakika süreyle sırtüstü yere uzanıp, ayaklarımı duvara dayı­ yordum. Bu yoksul köylerde katlandıkları bütün sıkıntılara ilaveten, bir de su almaya gitmek için bazen birkaç kilometre yol yürümek zorunda kalan kadınların nelere tahammül ettiklerini daha iyi anla­ mama bu geziler yardım ediyordu. Tanrıya şükür, sağlığım bu ma­ ratonu sürdürmeme imkan veriyordu. Akşamları, eğer resmi bir davet yoksa, bana yolculuğumda eşlik eden insanlarla birlikte akşam yemeğini yiyordum, gün içinde yap­ tığımız görüşmelerden sonuçlar çıkarıyor, bazı kararlar alıyor, daha sonra biraz da zihinlerimizi dinlendirmeye çalışıyorduk. Genellikle, o yörenin valisi benim şiire ve mü_;iğe olan merakımı bildiği için, bir bahçede veya bir nehir kıyısında akşam yemeği düzenliyordu. Yere serilmiş halıların üzerine oturuyor; şiir severlerin Hafız'dan, Firdevsf'den ya da bir başka büyük şairimizden okudukları şiirleri zevkle dinliyorduk. Bölgenin geleneksel müziğini dinlediğimiz de oluyordu. Aslan ve Kızıl Güneş'in müdürü Dr. Hüseyin Katibi bu konserlerden pek memnun oluyordu. İran Kızılayı'nın hemen he­ men her yerde merkezleri bulunduğundan, Dr. Katibi çoğu kez se­

yahatlerimize katılıyordu. ı

Dr. Katibi olağanüstü birisiydi, son derece kültürlüydü, gezdiği­ miz bölgelerin güzelliğine övgüler düzen veya yaşadığımız durum­ lara çok uygun düşen pek çok şiiri ezbere okuyabiliyordu. Bazen, bizimle gelen o zamanki Maliye Bakanı (daha sonra başbakan olal. Şah'ın kızkardeşi Prenses Şems, Aslan ve Kızıl Güneş'in başkanlıgını yapıyordu. 1 70


Farah Pehlevi

caktı) Cemşid Amuzegar da aynı şaşırtıcı yeteneğe sahipti. Başka ak­ :;;amlarda, örneğin bilmeceler gibi çok sevdiğim, topluca oynanan nyunları teklif ediyordum. O zaman yörenin generali, tarım bakanı, vali gibi o kadar ciddi kişilerin nasıl tamamen samimi bir havaya girdiklerini, çocukluk günlerine döndüklerini, kahkahalarla gül­ clüklerini görebiliyordum. Aslında, hepsinden çok ben eğleniyor­ dum. Ortak çalışma, coşku ve yorgunluk, protokol kurallarının bir süre ortadan kalkması, bu güzel beraberliği yaratıyordu. Bu yolculuklarda, hiç beklemediğimiz bir anda ortaya çıkıveren şeylerden hoşlanıyordum ve o zaman gerçek lran'ı tanıdığım duy­ gusuna kapılıyordum. Helikopterle yolculuk yaparken bir köyün, bir vahanın, bende aniden özel bir heyecan uyandıran bir manzara­ nın üstünden uçarken, pilottan yere inmesini istiyordum. Bir sefe­ rinde, henüz Azerbaycan'da iken, çevresi şiirsel bir güzelliğe sahip bir göl kıyısına inmesi için pilota ısrar etmiştim. Yöre kesinlikle ıs­ sızdı, etrafta hiç kimse görünmüyordu, pilot neyin beni oraya çek­ tiğini anlayamıyordu. Oysa, daha ancak tekerlekler yere değmişti ki tepelerden aşağı kadınların, çocukların koştuklarını, sonra da atlıla­ rın indiklerini gördük. Onlar da ben de birbirimizi bulmaktan bü­ yülenmiş gibiydik. Onlar gözlerine inanamıyorlardı: gerçekten, hiç kimsenin beni beklemediği bir yere sanki gökten düşmüş gibiydim! Ben de , tümüyle rastlantıya dayalı bu karşılaşmadan öyle mut­ luydum ki! . . On beş dakika önce ne onlar ne de ben böyle bir şey bekliyorduk ama şimdi karşı karşıyaydık işte. Bazı erkekler diz çö­ kerek beni selamladılar, kadınlarsa büyük bir coşkuyla sevinçlerini gösterdiler. Birdenbire bütün yorgunluğumu unutturan muhteşem bir görü­ nüm meydana gelmişti. Kadınlar beni öptüler, sanki içlerinden biriy­ mişim ve daha önce ayrıldığım köyüme dönmüşüro gibi, göğüsleri­ ne bastırarak uzun uzun kucakladılar. Ülkemizde çok yaygın olan bir hareketle, başlarındaki örtüyü alıp bana örttüler, yanaklarımda bıraktıkları ıslaklık onların sevgilerinin canlı izi gibiydi. Başka bir kez Gilan'da, inşaatı süren binaların üstünden uçarken yanımdaki vali kulağıma seslendi: 1 71


Anılar

"Burada, japonların yardımıyla, ipekböceği yetiştirmek için örnek bir çiftlik kurduk." "Madem öyle , gidip görelim!" "Ama buna hazırlıklı değiller, Majeste, hiç kimse bizi beklemiyor." "Daha iyi ya, insanlar çiftlikte çalışmaktalar, onlara bir sürpriz yapalım. " Pilot çiftliğin hemen yanına inmeyi başardı. Oradakiler aniden benim helikopterde olduğumu fark ettiler. Anında, kadın-erkek her taraftan ortaya çıkan kalabalık bir grup, inanılmaz bir şekilde bize doğru koşmaya başladı. Bu sırada bir işçi, çiftliğe gidebilmemiz için bize cipini verdi. Ama çılgınca tezahürat yapan bir kalabalık araba­ nın etrafını çevirmişti bile, sevinç çığlıklan atıyorlardı -"Yaşasın Şah! Yaşasın Şah!"- eller bize doğru uzanıyordu, öyle ki ne ileriiyebiliyor ne de geri gidebiliyorduk. Benim gibi, helikopterin kaldırdığı beyaz toza bulanmış vali, ayakta durmuş, sesini duyurmak için boş yere, boğazını yınareasma bağırıyordu. Insanlar beni orada alıkoymaktan çok mutluydular, bırakmaya da hiç niyetli gibi görünmüyorlardı. Biz konuşmaya başlamıştık bile! Bir kez daha onların sevgi tezahüratını duyuyor, ben de onlara, benim için ne kadar değerli olduklannı söy­ lemek istiyordum; Şah'a selamlarını ve iyi dileklerini iletecektim. Pi­ lot sonunda, bize yolu açmalan için birkaç adamı valiye yardımcı ol­ malarına ikna etti. Mutlu, dost yüzleri gördüğüm bir insan denizinin ortasında adım adım ilerliyorduk. Çiftlik binalarma ulaştığımızda, insanlar içeri doluşmasın diye arkamızdan dış kapının parmaklıkla­ nnı kapamaya çalıştılar. Boşuna gayretti: kalabalığın itmesiyle, par­ maklıklar yıkıldı. lçimden valiye hak vermeye başlamıştım, önceden gerekli hazır­ lıklar yapılmadan bir yerde durmanın yanlış olacağı konusunda be­ ni uyarması yerindeydi. Kendim için korkuyor değildim, sayılan ve coşkusu durmadan artan o insanlar için kaygılanıyordum. Aniden ziyaretimi sona erdirme kararı verdim, binbir güçlükle helikoptere dönmeyi başardık Ama o zaman da havalanmamız mümkün ola­ madı, tehlikeyi algılayamayan insanlar pervanenin altına doluşmuş­ lardı. Vali geri çekilmeleri için yalvarıyordu; onlar ise sanki bir gös­ teride tezahürat yapıyormuşcasına tempo tutarak Şah'ın adını söy­ lemeye devam ediyorlardı. 1 72


Farah Pehlevi

Helikopterin basamağında ayakta durarak, beraber olduğumuz bu kısa sürede gösterdikleri sevginin beni ne kadar duygulandırdığını anlattım; onları daha sık görmek istediğimi, köylere, aileleri ziyarete ve

fabrikalara daha çok gitmek istediğimi söyledim . . . "Ve şimdi, sizlerden araçtan uzaklaşmanızı ve yere oturmanızı

istiyorum, bu karşılaşmanın güzelliğini hiçbir kaza gölgelememeli" dedim. Beni anladılar, sözümü dinlediler ve sonunda dört bir yandan başörtülerini, ellerini sallayan bir insan denizinin üzerinde havala­ nabildik. Böyle anlarda ortaya çıkan gerçek benim için çok değerliydi, Tah­ ran'da eşimin, bütün gücüyle sürdürdüğü, bazen insanın cesaretini kıran, nankör olduğunu sandığım çalışmasının aslında doğru oldu­ ğunu, emeklerinin boşa gitmediğini görüyordum. Bu sevgi gösterile­ ri, hükümetin bütün girişimlerinin, zor gibi görünse de sonunda amacına ulaştığının göstergesiydi çünkü bu insanlar hükümdarlan­ na inanıyorlardı. Pek alışılmadık bu karşılaşmalardan bazılarının, bende çok sıcak anılan vardır. Bir gün, yanımda bir yardımcım olduğu halde küçük bir cip kullanıyordum, arkamızdaki arabada da birkaç koruma gö­ revlisi bizi izliyordu. Yol kenannda yürümekte olan, taşıdığı yükün altında iki büklüm olmuş bir kadın gördük. Durdum ve kendisini bir yere bırakıp bırakamayacağımı sordum. Beni tanımadı, böylece çok doğal bir ortamda sohbet edebildik. Bana yaşamındaki sıkıntı­ larını anlattı, üzüntüsünü göstermiyordu, ağırbaşlıydı. Ülkenin ku­ zeyinde Babol'daydık. Kısa bir süre sonra, benim nereye gittiğiınİ merak etti, kim olduğumu sordu. Ben de çok doğal bir ifadeyle ce­ vapladım, günlük yaşamında büyük bir yoksulluk çeken bu kadın -60'lı yılların ortalarındaydık- öyle içten bir şekilde, öyle sıcacık elimi tuttu ki bu hareketi, bulmakta zorlandığı bütün kelimelerin yerini tutuyordu. Evi de yoktu. Onun kısa bir süre sonra bir ev sa­ hibi olmasma yardımcı oldum. Bir başka sefer, Derful kentinde tesadüfen küçücük bir şekerci dükkanına girmiştim. Vakit akşamdı, yanımda sadece bir hanım ar1 73


Anılar

Farah Pehlevi, icraaılannın yanı sıra giyimi ve saç şekliyle de Iran'da "çagdaş kadın"ın sembolü oldu.

kadaşım vardı, (güvenlikten iki kişi bizi takip ediyordu) üzerimiz­ deki sade giysilerle, tatile gelmiş şehirliler gibi görünüyorduk. Şe­ kerci dükkanının sahibi olan kadın, hiç çekinmeden, uzun hayat hi­ kayesini anlatmaya başladı. Daha önce bir harnarnda çalışmıştı, ha­ nedanın başlangıç yıllarındaki güvensizlik ortamını yaşamıştı, ani­ den şunu söyledi: "Bize güven ortamını sağladığı için Tanrı'ya ve Şah'a şükrediyorum, sabahları erkenden işime geliyorum, asla, hiç kimse beni rahatsız etmiyor. . " O esnada, komşulanndan biri, dük­ .

kanın üst katında oturan genç bir çavuş içeri girdi. Bir süre bizi din­ ledi ve birden beni tanıdı. Utanmıştı, dükkan sahibi hanım da mah­ çup olmuştu ama ben konuşmanın, önceki samimi, doğal tonunu korumaya çalıştım. Yavaş yavaş, genç adam da konuşmaya katıldı, öyle ki, sonunda bana kendi evinde bir fincan çay içmeyi kabul edip etmeyeceğimi sordu. "Büyük bir memnuniyetle" dedim. Tek göz bir haneydi bu, eşi ve çocukları yerdeki şiltenin üstün­ de uyuyorlardı. Çavuş, genç eşini uyandırdı, beni misafir etmek için uykudan böyle uyandmimak hiç kolay olmasa gerekti ama yine de birbirimizi kucakladık ve birlikte semaverin çevresine oturduk. Ha1 74


Farah Pehlevi

mm çocuklarını anlattı. Genç adam ordudaki görevinden söz etti. tkisi de Azerbaycanlı idiler ve tekrar oraya dönebilmekten başka is­ tedikleri bir şey yoktu. Ne güzel, kolaylıkla yerine gelirebileceğim basit bir arzuydu bu ! Reşt'te bulunduğum başka bir akşam, rastgele bir evin kapısını çaldım. Orada beni hemen tanıdılar ve heyecanla kanşık bir telaş yaşadılar. Haber birkaç dakika içinde bütün köyde duyuldu ve in­ sanlar bahçenin çitlerini aşarak sundurmaya doluştular. Herkes ba­ na içini dökmek, yolunda gitmeyen şeyleri ve yapılması gerekenleri anlatmak istiyordu, konuşmaya cesaret edemeyenler elime bir mek­ tup tutuşturuyorlardı. Birisi, oğlunu eğitim yapması için yurt dışına göndermek istiyor ve benden ona bir burs sağlamarnı talep ediyor­ du. Bir delikanlı benimle özel olarak görüşmek için ısrar etmişti: eroin kullanıyordu, onu hastaneye yatırmam için yalvarıyordu. Bir kadıncağız artık, kocasının kendisine uyguladığı şiddete dayanama­ dığını anlatıyordu. !nsanlar, ulusal servet kapsamına giren şeylere ilgi gösterdiğimi de biliyorlar ve her ziyaret ettiğim yerde beni, Kültür Bakanlığı uzman­ lannın bile bilmedikleri saklı hazinelere götürmeye çalışıyorlardı. Sonra, çarşıyı gezerken bana sesleniyorlardı: "Farah, Farah, bize de buyrun. . . " Veya "Şahbanu, gelin bakın, köyümüzün ozanının mezarı ne durumda . . . bir şeyler yapmak lazım, bize restorasyon için yardımcı olmalısınız . . . " diyorlardı. Bu mezarlığı yenilemenin onlar için ne kadar önemli olduğunu anlıyordum; ozanlan, köylerinin gurur kay­ nağı, onları birleştiren kültürel bir semboldü, çocuklarına da o saygı­ yı aktarabilmeyi arzu ediyorlardı. Bazen, eğer çölden çok uzakta değilsek, akşam oraya gitmeyi is­ tiyordum. Bence çöl dünyanın dışında insan için bir meditasyon, bir sıkıntılanndan arınma yeridir; onca yoğun geçen günlerden sonra, ben de bir ruh erincine ulaşmak için çölün sessizliğine ihtiyaç duyu­ yordum. Orada bir ateş yakıyor ve hiç usanmadan gökyüzünün son­ suzluğuna dalıp gidiyorduk, insanı büyüleyen yıldızlardan gözümü­ zü alamıyorduk, çölde, yalnız çölde yıldızlar birkaç yüz metre yuka­ rıda, elle tutulacak kadar yakın gibidir, yolculan adeta içlerine çeker­ ler. . . En büyük pişmanlıklanından biri, hep hayal ettiğim şeye, bu 1 75


Anılar

çölü deve sırtında geçmeye ve bir de göçebelere katılıp birkaç gün yaylada onlarla konaklamaya zaman ayıramamış olmaktır. Kendi ken­ dirne, hep daha sonra bunu yapacak zamanım olacak demiştim ve her sene projemi ertesi yıla ertelemiştim. Çölde hep serin havayı özler, gözlerimizle birkaç yeşil ağaç arar­ dık, bugün Amerika'da ve Avrupa'da yaşamımı sürdürürken, çölün çorak, kayalık dağlarını öyle özlüyorum ki içim acıyor! Hatta tozu­ nu, sineklerini bile özlüyorum! Iran'da hep duyulan petrol kokusu bile burada burnumda tütüyor! Keşke bazı ortamlarda ziyaret ettiğim yörelerin geleneksel kıya­ fetlerini giyebilmiş olsaydım diye hayıflanıyorum! Bunu hep iste­ miştim ama davranışım yanlış yorumlanabilir korkusuyla cesaret edememiştim. Bugün düşünüyorum da, beni kucaklayan bütün o kadınlar gibi giyinmem, kendimi ne kadar onlardan biriymişim gi­ bi hissettiğimi, ne kadar lranlı olduğumu anlatabilmemin en güzel yolu olurmuş. Insanın, kendisini bir topluma ait olma duygusundan koparması asla mümkün değildir ve sürgünde geçen her gün, gün­ lük yaşamdaki şu veya bu ayrıntı gelip bana, ait olduğum insanlar arasında olmadığımı, köklerimin tran'da kaldığını anımsatır. Bir bi­ nanın avlusunda gördüğüm bir güvercinin kanat çırpması, alır beni Tahran'a götürür, tıpkı bir gezinti sırasında bumuma gelen hanıme­ li ve leylak kokuları gibi . . . Bir dilim ekmek üzerine bir nane yapra­ ğı ile küçük bir dilim beyaz peynir ya da bir dosturnun bana mem­ leketimizden getirdiği birkaç kayısı tarifsiz bir özlem duymama ne­ den olur. Dutlar güneşte kururuldukları zaman, üzerlerinde biraz da kum kalır, çiğnendiğinde dişleri gıcırtıdan bir kum. Şah ve ben dut kurusuna bayılırdık Geçenlerde çıtır çıtır kuru dut yerken ağ­ zıma, tam da bu taşlı topraklı dutlardan birisi geldi, dişim kırıldı zannettim önce ama aynı anda biraz Iran toprağı yuttuğumu düşü­ nünce içimi bir mutluluk dalgası kapladı. Ülke içinde yaptığım gezilerden güç depolamış ve geleceğe gü­ venle dolu olarak dönüyordum. Yaşadıkları güçlüklere rağmen bu kadar mağrur, bu kadar namuslu ve yapılması doğru olan şeyler ko­ nusunda bu kadar ileri görüşlü olan tanıştığım lranlıların her biri birer cesaret örneğiydiler. Karşılaştığım filanca veya falanca kadını, 1 76


Farah Pehlevi

şu veya bu aile reisini, işçiyi, köylüyü, askeri hatırladığım her defa farkına varmadan gülümsediğimi hissediyordum. Kadınların toplumumuzdaki, özellikle aile içindeki yeri beni hep yakından ilgilendirmiştir. Içlerinden pek çoğu senelerden beri hak­ larının kabul edilmesi için savaşıyorlardı. Rıza Şah döneminde ka­ dınların hakları için mücadele veren Hacer Tarhiate ve ilk Kadın So­ runları Bakanı olan Mahnaz Afganf'nin bu alanda özel bir yeri vardır. Artık nihayet kadını, erkeği eşit kılan bir yasaya sahip olan ender müslüman ülkelerden biriydik ama kanunların ruhu ile uygulama arasında ne kadar büyük farklılıklar olduğu herkes tarafından bilinir! Şurası kesindi ki, kadınlar artık seçme, seçilme ve öğrenim gör­ me hakkına sahiptiler, üniversiteye girebilecek ve seçtikleri meslek dalında çalışabileceklerdi ama kentlerden uzakta, kırsal alanda, nü­ fusunun büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen, geleneksel ya­ şamını sürdüren bir toplumda bu açılımlar ne ifade edecekti? Köy­ lülerin büyük bir kısmının gözünde, yapılanların henüz hiçbir an­ lamı yoktu. Köylerin çoğunda mollalar tek manevi yetkili olmayı hala sürdürüyordu ve kadın haklarını savunan çeşitli dernekler ta­ rafından desteklenen hükümetin farklı bir açılım sağlama çabaları büyük engellerle karşılaşıyordu. Genç kızlar okula gitmek istiyor, kadınlar bu reformları bekliyordu ama erkekler ayak sürüyorlardı. Ne kadar güç olduğunu Tanrı bilir, bu bağlamda gitgide daha çok sayıda kadın bana yönelme alışkanlığını kazandı. Şah beni Kral Na­ ibi olarak atayarak, sonra da bana taç giydirerek onlara izlemeleri gereken yolu açıkça göstermişti; kadınlar için de yaşadıklan sorun­ ları hükümdann kendisine ya da hükümet yetkililerine anlatmak­ tansa başka bir kadına anlatmak kuşkusuz daha kolaydı. Çok sayıda kadın, baş başa yaptığımız görüşmelerde ya da gön­ derdikleri mektuplarda eşlerinin, eve kendilerinden genç bir kuma getirdiklerinde yaşadıkları üzüntüyıl anlatıyorlardı. Ne yapmaları gerekirdi? Teorik olarak boşanma talebinde bulunabilirlerdi, artık çok eşlilik yasaklanmıştı. Ama durum o kadar da basit değildi çün­ kü din adamlannın baskısı altında, yasa koyucu çok eşliliği, kapsa­ mını daraltarak muhafaza etmek zorunda kalmıştı: eğer ilk eş çocuk sahibi olamıyorsa ya da çok ağır hastaysa onun iznini alarak koca, ikinci bir eş alabiliyordu. 1 77


Anılar

Yasaya rağmen boşanma hakları da iki cinse eşit olarak uygula­ namıyordu. Çok uzun yıllardan beri koca, hatta karısına söyleme­ den, onu boşama hakkını tekelinde tutuyordu. Zavallı kadın, evlili­ ğinin sona erdiğini, bazen kendisine gönderilen bir yazıyla öğreni­ yordu. Artık bundan böyle kadın da boşanma talebinde bulunabi­ lirdi, ayrıca yasa teorik olarak, eşierin ikisinin de sorunlarını anlata­ bilecekleri aile mahkemeleri kurulmasını hükme bağlamıştı. Durum böyle iken, kendileriyle konuştuğum kadınların çoğunun anlattığı, hakim-i mutlak olduğuna inanan kocalar karşısında mahkemeler ne yapabilirdi? Ayrıca, bu reform yasasıyla bile işlerin tam olarak düzelmesi müm­ kün olamamıştı. Örneğin, halen yürürlükte olan bir yasa, kadının se­ yahat edebilmesi için, aynen reşit olmayan bir çocuk gibi kocasının yazılı iznini almasını gerekli kılıyordu. Üniversite öğretim üyesi, avukat veya mühendis bazı hanımların bu yasa yüzünden ne kadar küçük düşürücü, ne kadar tuhaf ve ko­ mik durumlarla karşılaştıklarını tahmin etmek zor olmasa gerek. Eşi­ me, ilgili bakanlara bu konudan söz ediyordum. Ancak yasa, kadın­ ların erkeğe olan hukuki bağımlılığının sürmesini zorunlu gören din adamlarıyla süregelen pek çok çatışma konusundan biriydi. Biz ön­ cülük etmek, bu yasayı aşmak istiyorduk, benim için çok önemliydi bu; yine de kökleşmiş zihniyetiere karşı dikkatli olmalı, insanların adeta damarlarına işlemiş alışkanlıklarını çok zorlamamaya özen gös­ termeli, onlarla zıtlaşmamalıydık. Ben her duruma göre uygun dü­ zenlemeler önermeye gayret ediyordum. Pek çok başka kadın da, özellikle kadın kuruluşları federasyonunun başkanı olan Prenses Eş­ ref, aynı amaç uğruna çalışıyordu. Prenses Eşref kadınlara saygınlık kazandırmak için çok çaba göstermiştir. Başlangıçta, köylerde eğitim yapmak için gönüllü acemi erlerden oluşan Bilgi Ordusu'nda, bir süre sonra erkekler kadar kızlar da gö­ rev aldı. Şiraz'daki Pehlevi Üniversitesi'nde öğle yemeğinde birlikte olduğum kız öğrenciler önermişlerdi bunu. "Neden biz de okuma yazma kurslarında görev almıyoruz?" diye sormuşlardı. Bu genç kızlar haklıydılar, hem de iki kez haklıydılar çünkü ba­ zı bölgelerde, öğretmen erkek olduğu için ana-babalar kızlarını oku1 78


Farah Pehlevi

la göndermeyi reddediyorlardı. Eşim, kadınların katılımıyla kurula­ cak Kadın Bilgi Ordusu fikrini heyecanla kabul etti, artık özellikle di­ renen ana-baba engelini de aşabilecektik. Özellikle diyorum, çünkü bu genç hanımlar insanların kafasına aile planla�ası fikrini sokmaya çaba göstermek için de bizden nöbe­ ti devraldılar. Hükümet bu konuda din adamlarına danıştığında, on­ lar önce karşı çıkmışlar, sonra da bir fetva vermeye razı olmuşlardı. Islam Devrimi'nin hemen ertesinde, Şah'ın aile planlaması konusun­ da müslümanların sayısını azaltmaktan başka bir gayesi olmadığını iddia ederek önce planlamayı kaldırdılar. Sonra, nüfustaki kaygı ve­ rici boyutlardaki artış karşısında yeniden aile planlamasını uygula­ maya koydular. Ama biz eski günlere, bizim zamanımıza dönelim: Din adamlarının rızasını sağladıktan sonra, iş asıl sorunu halletme­ ye kalıyordu: kırsal kesimde yaşayanları, doğum kontrolünün onla­ ra daha iyi bir yaşam sağlayacağına, dolayısıyla ülkenin kalkınması­ na da katkısı olacağına ikna etmek. Koşullar, köylüleri bunun tam aksine inanmaya zorluyordu: ne kadar çok çocuğumuz olursa o ka­ dar çok kol gücümüz olur diye düşünüyorlardı. Bana oğullarının, Veliaht Prens için iyi birer asker olacağını söyleyenlerle de karşılaşı­ yordum. Ne tanmda makine kullanımının sağlayacağı ilerlemeden haberleri vardı, ne de yürürlüğe giren okullaşma, sağlık ve sosyal si­ gorta alanlarındaki gelişmeler sayesinde evlatlarının farklı bir gelece­ ğe sahip olabileceklerini düşünebiliyorlardı. Onlara anlatabilmek, onları bilgilendirmek bizim görevimizdi. Şimdilik, çocuklardaki yüksek ölüm oranı, onların savunmalarını haklı gibi gösteriyordu, oysa Sağlık Ordusu'nun çalışmaya başlama­ sıyla dispanserler kurulması, aşılama ve okullardaki parasız beslen­ me yardımı sayesinde bu oran süratle düşecekti. Çok eşlilik tehdidi de aynı şekilde sürüyordu kadınlar, kocaları ikinci bir eş alır korku­ suyla her sene doğurmayı sürdürüyorlardı. Görüldüğü gibi, ülkenin çağdaşlaşması için yurttaşlan aydınlatma çalışmalan kesinlikle ge­ rekliydi. Insanlardaki yerleşik düşünceleri değiştirmek için çok ça­ lışan kadınlardan birisi de, hiç kuşkusuz Milli Eğitim Bakanı Bayan Ferruhru Parsa idi. Onun kendi annesi de, kadının özgürleşmesi ha­ reketinin öncülerinden birisiydi. Bayan Ferruhru Parsa'yı okulum 1 79


Anılar

jeanne d'Arc'da tabiat bilgisi öğretmeni iken tanımıştım. Kendisi ay­ nı zamanda doktordu, eğitmek ve tedavi etmek gibi iki kutsal göre­ vine de son derecede saygılıydı. Kraliçe olduğum zaman, onun ça­ lışma azınini gördüğümde kendisine duyduğum dostluk ve takdir duygularım daha da güçlenmişti. Bugün onun hatırasını büyük bir heyecan ve üzüntüyle anıyorum. Onun özellikle kadınlar için oyna­ dığı rolü bilen mollalar, kendisini ölüme mahküm etmiş ve burada anlatmaktan utanç duyduğum bir yöntemle -lranlıların böyle bir şeyi yapabilmiş olmasından gerçekten çok utanıyorum- onu kurşu­ na dizmişlerdi: Kurşunlar altında düşerken giysileri açılabilir ve ka­ tillerinin nefsini tahrik edebilir diye, idam etmeden önce onu, bir kenevir çuvalın içine sokmuşlar. . . Aynı şekilde binlerce kadın idam edildi, içlerinden bakire olan­ lara, infazdan önce tecavüz edildi çünkü dini metinler bakireterin doğrudan cennete gideceğini yazar. l Yetimlerin içinde bulundukları acıklı durum da ilgilendiğim ko­ nulardan biriydi. Bu çocuklardan sorumlu olan kurumun başkanlı­ ğını üstlenmiştim. Ülke genelinde yaklaşık on bin yetim ve öksüz vardı. Kurumun müdiresi olan Fadime Kazemi Alem dışında en büyük yardımcım an­ nemdi. Uzun yıllardan beri mevcut olan bu kurumun, öksüz çocuk­ ların hepsini hanndırmak için ülkenin değişik bölgelerinde yeterli sa­ yıda şubesi yoktu. Ilk işimiz bu şubeleri inşa etmek oldu. Ancak, mü­ dürler dışında bu merkezlerde çalışan kadınlar özel bir eğitim alma­ mışlardı. Çocukların karınları doyuyordu, giydiriliyorlardı, iyi bakılı­ yorlardı ama psikolojik olarak yeterli desteği alamıyorlardı. Bu nedenle, kız-erkek genç eğitmenleri yetiştirmeye başladık. Bu alanda uzmanlaşmış bir okul kurmak için Fransa bize çok değer­ li yardımlarda bulundu. Ve tüm ülkede pek çok gönüllü, bazı ço­ cukların sorumluluğunu üstlenmek, onlara biraz sevgi göstermek için bize yardım etmeyi teklif etti. Daha zengin olan başka lranlılar, sayınakla bitmeyen ihtiyaçlarımızı karşılamak için arazilerini veya sahip oldukları binaları bağışladılar. 1 . Bkz. Ek: Şahlık rejimi döneminde Iran'daki durum. 180


Farah Pehlevi, lranlı kadınlarla birlikte.


Anılar

Bu çocukları her ziyaret edişimde, her çocuğun birey olarak ta­ nınmaya, gruptan ayrı biri olarak görülmeye ihtiyaç duyduğunu gözlemliyordum. Küçük kız çocuklan bana doğru koşuyar ve "Be­ nim adım filanca" diyorlardı, oysa üstlerindeki üniforma, onların hepsini benzer kılıyordu; çoğu kez bit korkusuyla erkek çocukların saçlan traş ediliyordu; bu durum, o çocukların yüreğine işliyordu. Üniformadan vazgeçmeliydik, çalışan personele de, her çocuğun ge­ lişmek için, saygıya ihtiyaç duyan, ayrı bir varlık olduğunu anlata­ bilmemiz önemliydi. Bu da çaba göstermemizi, onları sabırla bilgi­ lendirmemizi gerektiriyordu. Başlangıçta, bazı merkezleri ziyarete gittiğimde, beni karşılamak için her yeri pırıl pırıl yaptıkları, hasta veya büyük bir ruhsal çökün­ tü içinde olan çocuklara varıncaya kadar, yolunda gitmeyen her şe­ yi benden özenle sakladıklan, gözümden kaçırınaya çalıştıklan izle­ nimini ediniyordum. Bu anlaşılabilir bir şeydi ama bazen konuşma­ mın tonunu değiştirmek zorunda kalarak, görevlilere şunları söylü­ yordum: "Ben bu kadar uzaktan, yorucu bir seyahati göze alıp geliyorum; siz de benden, üzüntü veren durumlan ya da yolunda gitmeyen şey­ leri gizlememelisiniz. Size yardımcı olmak için geldim, öyleyse sak­ lamak yerine, her gün yaşadığınız sıkıntılar neyse gösterin bana! Ay­ nca, çocuklara örnek olmak açısından da bu yaptığınız çok kötü ! . . Onların, bana yalan söylediğinizi görmediklerini mi sanıyorsunuz?" Kraliçe de olsam, doğru kararlan alabilmek için gerçekleri bil­ mem gerektiğini onlara aniatmarn zorunluydu. Birkaç yıl içinde çocuklar mümkün olabildiğince geliştiler, ger­ çek anlamda çocuk yurtlanna sahip olduk. Artık onlar da diğer ço­ cuklar gibi okula gitmeye başladılar, formalann kaldırılması arala­ nndaki kaynaşmayı kolaylaştırdı ve bir sonraki aşamaya geçtik: ül­ kenin başka bölgelerini tammalarım sağlamak, özellikle bölgeler arası kültürel ve sportif etkinliklere katılmalanna imkan verecek ta­ til merkezleri açmak gerekiyordu. Bana bir kez daha gidip insanlar­ dan yardım isternek düşüyordu. Bir yardımsever bize Şemiran'daki Niavaran Sarayı'na pek uzak olmayan çok büyük bir araziyi bağışla182


Farah Pehlevi

dı, topladığımız paralarla ilk iki tatil sitemizi inşa ettik: birincisi bu arazide yapıldı, ikincisi Hazar Denizi kıyısındaydı. Bu birralann mimarisi ve iç donanımları ile yakından ilgilendim. Çalıştığımız mimarlar, çocuklara şefkatle yaklaşan, onları anlayan insanlardı. Her aynntı üzerinde nasıl heyecanlı tartışmalar yaptığı­ mızı hatırlıyorum: odalann boyutlan, yataklann rengi, mutfağın, aş­ çının patatesleri soyarken deniz manzarasından yararlanabileceği bir konumda olması vs. Çocuklan ziyarete gittiğim her defa, pek çok çocuk bana denizi ilk kez gördüklerirtİ söylediler. Doğduktan sonra terk edilen çocuklar için Tahran'da ve bazı başka kentlerde, çok özel merkezlerimiz oluştu. Kuruluşta çalışan hanımlar, dilederse bir ya da iki yeni doğan bebeği himayelerine alıyorlardı. Annemin de, benimle ilgilendiği gibi, içten bir şefkatle ilgilendiği böyle çocuklar vardı. Eğer bu bebekleri lranlı, hatta ya­ bancı çiftiere evlatlık verme şansı çıkarsa, bunu uzun uzun tartışı­ yorduk, onlan almak isteyen çiftler hakkında araştırma yaptırıyor­ duk, eğer bize verilen bilgiler tatmin ediciyse , çocuğu evlatlık ver­ meyi kabul ediyorduk. "Eğer bu bebeklerin İsviçreli, Norveçli ya da Danimarkah bir aile içinde büyüme şansı varsa, onlan bu şanstan neden mahrum edelim?" diye düşünüyorduk. Bu konuyla yakından ilgilenen kurum müdiresi, çocuğu evlat edinen yeni anne-babayla ilişkiyi sürdürüyordu. Avrupalı aileler tarafında, alınan bu çocukla­ rın birçoğu ile lslam Devrimi'nden sonra mektuplaştım. Bugün on­ lar, pırıl pırıl, iyi yetişmiş ve mutlu gençler. Bununla birlikte, ruh­ larının bir köşesinde onlar hala lranlılar. Kimileri ülkelerini tanıma­ yı çok istiyor, bazılan da gizliden gizliye ana-babalannı bulmanın hayalini kuruyorlar. Ben, onlan hiçbir şeyini tanımadıklan lran'a bağlayan, ana karnındaki kordon gibiyim. Bu durum beni son de­ rece duygulandırıyor. Bununla birlikte, terk edilen çocuklann büyük çoğunluğu Iran'da kalıyorlardı. Elimizden gelenin en iyisini yaparak, onlara erişkin ya­ şa gelinceye kadar yardımcı oluyorduk. Tahran'da veya başka bir yerde geçici bir süre kalabilecekleri evler sağlıyorduk, onlara iş bul­ ma konusunda herkes çaba gösteriyordu. Içlerinden bir kız ya da er­ kek evlendiği zaman çok seviniyorduk. 183


Anılar

Engelli çocukların gelecekleri, hükümetlerin ve sorumlu politi­ kacıların uzun zamandan beri üzerine eğildikleri bir sorundu. Çok uzun yıllar önce kurulmuş olan Ulusal Çocuk Esirgeme Kuru­ mu'nun başkanlığını kabul etmiştim. Bu kurumun zeki engelli ço­ cuklara ayırdığı bir merkez vardı. Burada zeka geriliğinin nedenle­ ri üzerine araştırmalar yapılıyordu . En sıklıkla rastlanan neden, ana-babanın kan uyuşmazlığı idi. Bu bağlamda nişanlanan gençle­ re, evlenmeden önce tıbbi bir kontrolden geçme yükümlülüğü ge­ tiren bir yasanın kabulünü sağlayan Senatör Bayan Mihri Angiz Ma­ nuşehriyan'ın dikkate değer çalışmasını hep hatırlarım. Aynı kişi, çocuklar için özel mahkemeler kurulmasına ve hapishanelerde ço­ cuk mahkUmların, yetişkinlerle bir arada tutulmalarını yasaklayan bir yasanın çıkarılmasına da önayak olmuştu. Görme engeliiierin okuma yazmayı öğrendikleri, özel yetenekli çocukların da müzik çalışmaları yapabildikleri birçok okul açılmıştı. Bu merkezleri düzenli olarak ziyaret ediyor ve bu okullarda çalışan bütün öğretmenierin özverilerine ve yeteneklerine hayranlık duyu­ yordum. Bizim hedefimiz doğal olarak bu çocukların, engellerine rağmen bir iş bulabilmelerine imkan sağlamaktı. Aralarından birçoğu santral görevlisi olarak işe alındılar ve başarılı oldular. Duyma engel­ liler için de benzer bir çaba içindeydik. Uzman öğretmenler yardı­ mıyla işaret dilini öğrenmeleri için Tahran'da bir merkez açılmıştı. Bu çocuklardan bazıları daha sonra, çalışma ortamı son derece gürültü­ lü olan sanayi dallarındaki fabrikalarda iş bulabildiler, bu da toplu­ mun onlara ihtiyacı olabileceğinin göstergesiydi. Engelli olsun olmasın bütün gençlere spor yapma olanağını sağ­ lamak istiyorduk. Ben ayrıca lşitme Engelliler Spor Federasyonu Başkanlığı'nı da üstlenmiştim. Hükümet ve Şah da sporun yararia­ nna gönülden inanmışlardı; her kentte spor yapılabilmesi için ge­ rekli olan her şeyin gerçekleşmesini sağlamak üzere devamlı gayret gösteriyorlardı.

1 84


ch

yla'nın 2 7 Mart 1970 tarihindeki doğumuyla, ailemizle ilgili

hayallerimiz tamamlanmış oldu. Dört çocuğumuz olsun istiyorduk. Tanrı bize onları iki kız, iki oğlan olarak en güzel şekilde bahşetti. Hamileliğimin henüz başındayken yaptığım bir söyleşide : "İçimde dördüncü çocuğumun kız olacağı gibi bir his var, Şah ile düşündük, ona Leyla adını vermek istiyoruz" diye konuşmuştum. Bu söyleşimin kaydını saklamıştım, küçük kızıının doğumundan sonra mutluluk­ tan uçarak onu kızıının defterine yapıştırdım. Hala o defterde durur bu söyleşi. Birkaç sayfa ileride, 2 7 Mart l 9 7 l 'de birinci yaş günü münasebetiyle kendi elimle yazdığım şu satırları okuyabiliyorum: "Leyla öyle iyi huylu bir bebek ki! Güleryüzlü, uysal, gülerken bur­ nunu karıştırıyor. Katıla katıla gülüyor . . . " Günlük programımızın inanılmaz şekilde yoğun olmasına kar­ şın, iyi kötü bir aile yaşamı kurmayı başarmıştık Beraberliğimizin başında, on yıl önce, karşılıklı olarak birbirimize aşık olduğumuzu fark etmiş, birçok ortak zevkimiz olduğunu keşfetmiş, birlikte gül­ müştük, daha sonra Rıza'nın doğumuyla mutluluğumuz daha da artmıştı. Şah'ın hanecianın geleceği ile ilgili kaygıları sona ermişti, önümüzde mutlu, dingin bir yaşamın kapıları açılmıştı. Tatiller bizim için hep kurtarıcı olmuştur, geriye döndüğümde sanki okyanusun ortasında, azgın dalgalarla boğuşurken, mucizevi bir şekilde imdadımıza yetişen sakin limanlar olarak görüyorum bu tatilleri. Artık nihayet kaygılardan ve hep bizden bir şeyler bekleyen insanlardan, günlük yaşamımızı sürekli işgal eden İran ve dünya so­ runlarından uzakta, göreceli olarak biz bize kalmış gibi oluyorduk. "Göreceli olarak" diyorum çünkü ister deniz kenarında olalım, ister kış sporları yaptığımız yerde, eşim mutlaka günün belli saatlerini, ya başbakanla ya da kabinesinden birileriyle yaptığı toplantılara ayırır­ dı veya bulunduğumuz yere uğrayan önemli bir şahısla görüşürdü. Ne olursa olsun, özellikle sabahları mutlaka çalışırdı. 185


Anılar

Aslında biz hiç normal bir aile yaşamı sürdüremediğimiz gibi ço­ cuklarımıza da istediğimiz kadar zaman ayıramamıştık. Bugün ço­ cuklarım, babalarının ve benim sorumluluklarımızı belli bir anlayış­ la karşılamakla birlikte, bu konuda sitem etmekten geri kalmıyor­ lar; hayatımı tekrar yaşayabilseydim, onlara da eşime de daha fazla zaman ayırırdım. Bir anne için yaşanacak en önemli şey çocukları­ nın mutluluğu ve gelişimidir, bu konuda kadınlara verecek tek bir öğüdüm var: Eğer zorunlu değilse, işinizi bir yana bırakın, zamanı­ nızı çocuklarınıza ayırın. Çok sayıda kuruluşun başkanlığını üstle­ nerek, yurttaşlarıının refahına katkıda bulunduğum inancındaydım -ve bu görevlerimi yerine getirirken, elbette, kendi çocuklarımın bu ülkedeki geleceklerini de düşünüyordum- ama bütün bunlar onla­ ra her gün sevgimi göstermekten alıkoymamalıydı beni; keşke onla­ ra daha çok zaman ayırabilmiş olsaydım! Evliliğimizin ilk yıllarında tatil için Hazar Denizi kıyısına, Ba­ bül'e gidiyorduk. Orada Rıza Şah döneminden kalma, eski, çok gü­ zel bir saray vardı. Saray, tam da benim sevdiğim gibi, bir bahçenin ortasında bulunuyordu. Gilan'a ve Mazandaran'a özgü bitkilerce zengin, sazlarla, portakal ve limon ağaçlarıyla dolu bir bahçede uzun geziler yapmaktan, hayallere dalarak kaybolup gitmekten hoşlanı­ yordum . . . Şah ise atla dolaşmayı seviyordu. Sonra birlikte petank* oynuyorduk, akşamlan sıra, birlikte oynadığımiz bilmece oyununa geliyordu, bazen saçma gibi gelen çok komik bilmeceler. . . Eşimin yıl boyunca uğraştığı sorunlarla edindiği ciddi, kaygılı ifadesinin de­ ğiştiğini, yüz hatlarının yumuşadığını, güldüğünü görmek beni çok mutlu ediyordu. Babül'e 2 1 Mart'ta, İran'daki yeni yıl tatili nedeniyle, iki haftalı­ ğına gidiyorduk, yolculuğumuzu trenle yapıyorduk. Yazlan gene Hazar Denizi kıyılarına, Nev Şehir'e bir aylığına, ka­ zıklar üstüne yapılmış bir tür bungalovda kalmaya gidiyorduk. O bungalov evin saraya benzer hiçbir yanı yoktu, sadece bir yatak odası, Şah'ın çalışma arkadaşlarını veya misafirlerini kabul ettiği bir salon ve bir yemek odasından ve bazen öğle yemeklerini yediğimiz, bazen de akşamları film izlediğimiz, üstü kapalı bir verandadan iba-----·---- --

* Ç.N. Fransa'da, özellikle güneyde çok yaygın olan, küçük metal toplarta oynanan bir oyun. 186


Farah Pehlevi

retti. Güvenlik görevlileri için ayrı bir oda ve birkaç banyosu da var­ dı. Hayır, gerçekten de kesinlikle saray değildi bu ev, ama biz yaşa­ mımızın en güzel günlerini bu evde geçirdik, en çok orada mutlu olduk. Şah'ın Fransız doktoru Bay Flandrin'in, yazlık konutumuza gel­ diği zaman yaşadığı şaşkınlığı hala hatırlarım. O bu şaşkınlığını da­ ha sonra şöyle anlatınıştı ı :

"Etrafı dik yamaçlarla çevrili küçük bir koy Nev Şehir limanını kapı­ yordu, koyun sol tarafında, hükümdar orada olduğu zaman Imparator­ luk Muhafızlan'nın beklediği bir karakoldan geçerek kaya girilebiliyor­ du: iskelenin sonunda, su içindeki kazıklar üstüne oturmuş duran, Nor­ mandiya'daki herhangi bir yüzme öğretmeninin oldukça sıradan evi gibi, tek katlı, hiçbir iddiası olmayan, büyücek bir yapıya ulaşılıyordu. Oraya ilk kez gittiğimde, sabah Şah Hazretleri, mayasunun üzerinde havlu bor­ nozu olduğu halde karşıladı beni, odadaki ahşap koltuklann üstünde, son derece sade minderler vardı. Bu evde sanınm hepsi de doğrudan denize açılan, sadece iki üç oturma odası ve bir yatak odası vardı. Evin hemen önünde bir deniz motoru ve su kayağı yapabilmek için gerekli her şey vardı. Ben önce bu binanın, sadece su kayağı yapmak için hareket nok­ tası olarak kullanıldığını sandım, sonra kraliyet yazlık rezidansının bu gördüklerimden ibaret olduğunu anladım, sade, mütevazı bir konuttu bu, Chambord Şatosu'na hiç mi hiç benzemiyordu. " Daktorun yazdıkları doğrudur, oldukça eski, acınacak durumda bir yapıydı bu, üzerinden düşmernek için dikkatli hareket etmek zorunda olduğum yatağıma kadar her şey köhneydi ama ne olursa olsun biz orada günlerimizi beraber geçirmekten, birlikte olmaktan büyük bir zevk alıyorduk. Bu evde çocuklar için yer olmadığından onlar kıyıdaki bir evde kalıyorlardı. Hatta bir yaz, Ali Rıza karavanda bile kaldı. Ailenin di­ ğer üyelerine gelince dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, kuzenler, hepsi de otellerle yetinmek zorundaydılar. Günlenınizi tamamen denize, özellikle de su kayağına hasredi­ yorduk. Bu konuda örnek aldığımız kişi, bize öğretmenlik yapan l. Profesör jean Bemard'a yayımlanrnamış mektuplar, Kasım 1987 - Ocak 1988. 187


Anılar

eniştelerimden, Hava Kuvvetleri Başkomutanı, her zaman imkansı­ zı denemeye hazır, usta bir sporcu olan Muhammet Hatemi idi. Mo­ noski ve tramplenden sonra, Mu­ hammet Hatemi bize, suyun yirmi otuz metre üstüne yükselen para­ şütlere bağlı olarak uçmayı da öğ­ retmişti. O devirde Nev Şehir, Sovyet yük gemilerinin çok sık geldiği bir limandı; deniz çok te­ miz değildi. Bugün düşününce , nasıl oldu da hiçbirimiz hastalan­ madık diye şaşırıyorum. Seneler geçtikçe, Hazar Deni­ zi'ni bırakıp Basra Körfezi'ndeki Keis adasına gitmeye başladık. He­ men hemen el değmemiş muhte­ şem bir adaydı bu, yerleşik küçü­ cük bir nüfusu ve bir kapalı çarşı­ sı vardı. O dönemdeki tek modern bina, hava kuvvetlerinin inşa ettir­ diği radar istasyonu idi. Hüküme­ tin niyeti Keis'in bir şehir olarak gelişmesini sağlamak, sonra da av­ lanmak için bize gelen ama diğer zamanlarda tatil geçirmek için Lübnan'ı tercih eden Arap emirlik­ lerinin zengin müşterilerini Keis'e cezbetmek için orayı açık bir li­ man haline getirmekti. Önce bi­ zim için bir malikane yapıldı, onu bir otel, bir kumarhane, villalar ve modern bir çarşı izledi. Bu yapılar­ da çağdaş mimari tarzı benimsen188


Farah Pehlevi

Pehlevi ailesi, at gezisinde.

mişti ama bu mimari , adanın dogal görünümünü bozmuyordu, ayrı­ ca eski köy de restore edilmişti. Çocuklar anık büyümüşlerdi, Keis onlara her türlü sporu yapma olanagını sunan ideal bir yerdi. Orada birlikte denize dalmayı da ög­ rendik. Sualtı dünyasının renkleri ve uyumu Rıza ile beni büyülü­ yordu ama ben köpek balıklarından ve deniz yılanlanndan çekini­ yordum. Bazen onları oldukça yakından görebiliyorduk. . . Eşime ge­ lince, o büyük ogluyla uzun, atlı gezilere çıkıyordu, çok küçük ol­ masına ragmen mükemmel bir binici olan Ferahnaz ile de geziniyor­ du bazen. Eşim motosikleti de severdi, ben de yavaş yavaş motosik­ lete binrnekten hoşlanmaya başlamıştım. Önce bir mobiletle başla­ mış, sonra da gerçek bir motosiklete geçmiştim. Birkaç dostla, ken­ di aramızda yarışlar bile düzenliyorduk. Hız benim başımı döndü­ rüyordu ama pek mükemmel bir binici olmadıgım kesindi, sonun­ da bir gün beklenen başıma geldi; yoldan çıktım, motosiklet bir ya­ na, ben bir yana savrulduk. 189


Anılar

Bir hükümdann, etrafına bu tarz bir gösteri sunması pek alışıl­ mış bir şey değildir, bu nedenle güvenliğimden sorumlu subayın çok üzüldüğünü anımsıyorum. Ben şaşkınlıktan sersemlemiştim, ayağa kalkamıyordum, subay ise, gülünecek şey, sadece benim ima­ jımı düşünüyordu: "Ayağa kalkınız, Majeste, rica ediyorum," diye yalvarıyordu, "insanların sizi bu durumda görmesi hiç hoş değil!" Meraklılar etnifımızı hemen çevirmişlerdi. Daha sonra durumumu subayıma açıklamış ve özür dilemiştim, erkek ya da kadın olsun, hükümdarlar da etten-kemikten yapılmıştır ve düştükleri zaman ya­ ralanabilirler. Kendisi anlattıklarımı kabullenmiş gibi görünmüştü ama bana inandığından emin değilim. Islam Devrimi'nden çok son­ ra bu kazayı geçirdiğim yere "Farah Virajı" adı takılmış. Keis adasında geçirdiğimiz tatiller, Şah'a Körfez'in bu bölgesinde­ ki işlerle daha yakından ilgilenme olanağını veriyordu. Yönetimin temsilcileriyle görüşmeler yapıyor, deniz kuvvetlerinin tesislerini, kı­ yıdaki sanayi kuruluşlarını ziyaret ediyordu, ayrıca balıkçılık ve tarı­ mın durumunu da değerlendirebiliyordu. Saray Bakanı Bay Alem Şah'ın, ülkenin farklı bölgelerinde ikametgahları olmasının yararlı olacağını savunuyordu, böylece Şah oralarda birkaç gün geçirip dev­ lete ait kuruluşlan düzenli olarak inceler ve böylece yetkililerin de çalışma azınini teşvik edebilirdi. Artık yeni yıl tatillerimizi Basra Körfezi'nde geçiriyorduk; kış sporlarına gelince, Tahran'ın kuzeyindeki tepelerde kayabilirdik ya da lsviçre'ye, Saint-Moritz'e gidebilirdik. Iran sınırlan dışında, her­ hangi bir ikametgaha sahip olma düşüncesine karşıydım. Ülkeye, kaybettiği zamanı telafi etmek için hızlı bir seferberlik çağrısı yaptı­ ğımız bir zamanda, bizim kaçıp Avrupa'nın sunduğu fırsatlardan yararlanmamızın yanlış bir davranış olacağına ve aynı zamanda da­ yanışma ruhuna uygun düşmeyeceğine inanıyordum. Kendime ta­ nıdığım tek istisna, senede iki haftalık Saint-Moritz tatili oldu. El­ bette ülkemizdeki dağlarda kayak yapmayı seviyordum ama hiçbir zaman Saint-Moritz'de olduğu gibi, tatil yapan diğer insanların ara­ sına karışıp kendimi bırakamıyor, rahatlayamıyordum. Ülkemiz­ deyken kayak kıyafetimin içinde bile gözler her zaman üzerimdey­ di, ya meraklı bakışiara maruz kalıyordum ya da yerli gazeteciler durmadan resmimi çekiyor veya beni filme alıyorlardı. 1 90


Farah Pehlevi

Aynca tran'da bulunduğumuz sürece, ben kendimi her şeyden sorumlu hissediyordum, kayak merkezindeki işletmenin iyi olma­ sından kayak yapanların rahat etmelerine, lift (telesiyej) görevlile­ rinin kıyafetinden, kayak pistlerinin durumuna, hatta o yörenin hal­ kının yaşam koşullarına kadar her şeyi kendime dert ediniyordum. Sürekli bir gerilim nedeniydi bu, orada da çalışmaya devam ediyor gibiydim. Mesela, kuyrukta insanlar birbirini itmesinler ya da yakın korumalarım bir şekilde beni herkesin önüne geçirmeye çalışmasın­ lar diye dikkat ediyordum . . . Evet, Saint-Moritz benim için bir sığı­ nak gibiydi, yılın geri kalan kısmı için gerekli enerjiyi toplayıp, gö­ revimi sürdürmek için bu kısa molaya ihtiyaç duyuyordum. Ama yine de İsviçreli yetkililer bizim güvenliğimizi sağlayamamaktan en­ dişe ettikleri için 1976 kışından sonra Saint Moritz'e gitmekten vaz­ geçtik. Bu endişeyi duymakta haklıydılar, uzun seneler sonra Avru­ pa'daki aşırı solcularla bağlantı kuran bazı Komünist Partisi sorum­ lularının Şah'a karşı bir suikast düzenlemeyi düşündüklerini, Islam Devrimi'nden sonra öğrendim. Ailece geçirdiğimiz bu tatillerin dışında, elbette çocukların kendi tatilleri de vardı. Rıza çok küçük yaşlarda izci olmuştu - yavrukurt­ ların başında geçirdiğim yıllara ait güzel anılarıının bu kararı alma­ mızcia etkisi olmuştu şüphesiz, aynca Şah da tran'daki izci hareketi­ nin başkanlığını yapıyordu. Rıza kampa gitmeye, çadırda yaşamaya, yaktıkları ateşin etrafında geçirdikleri akşamlara bayılıyordu. Küçük­ ken kendi yaşındaki çocuklardan farklı muamele görmekten, olağa­ nüstü bir yaratıkmış gibi izlenmekten çok sıkıntı çekmişti, şimdi iz­ ci olarak herkesle eşitti, kimseden farkı yoktu. Sadece, kampta oldu­ ğu zaman özel bir polis gözetimi gerekli oluyordu, bu da bütün ço­ cukların koruma altına alınması anlamına geliyordu. Ne yazık ki bu tarz bir koruma önlemi zorunluydu. 1973 yılında, Çocuk Filmleri Festivali'ne katıldığımız günlerde Rıza ile beni kaçırınaya teşebbüs etmişlerdi. Aşırı solcuların düzenlediği bir komploydu bu, tutukla­ nan sanık sayısı ona yakındı. Rıza da babasıyla aynı şeylere ilgi duyuyordu, araba kullanmayı öğrendikten sonra uçaklara merak saldı. Eğitmeni, onun tek başına bir Beech-craft F-33C Bonanza uçağını kullanmaya hazır hale geldi191


Anılar

ğini söylediğinde, daha ancak on üç yaşındaydı. Hava Kuvvetleri Komutanı olan eniştem de eğitmenin görüşüne katılıyordu: Rıza ar­ tık hazırdı, tek başına mükemmel bir şekilde uçabilirdi. Bunu dü­ şünmek bile beni kaygılandınyordu. Bununla beraber ne eniştemin ne de eğitmeninin Rıza ile ilgili en küçük bir risk almayacaklarını da biliyordum: eğer onlar bu uçuşa izin veriyorlarsa hem Rıza'ya kesin­ likle güveniyariardı hem de düşüncelerinden emindiler. Evet, ben de onlara inanıyordum ama özellikle on üç yaşında, henüz narin bir çocuğa güvenmek söz konusu olduğunda, hiç akla gelmeyen bir du­ rum ortaya çıkabilirdi. Ya Rıza birdenbire paniğe kapılırsa ya da herhangi bir nedenle uçağın kontrolünü yitirirse ne olacaktı? Eniş­ tem benim bütün bu korkularımı yersiz buluyordu, onun kendi oğ­ lu da on iki buçuk yaşında ilk uçuşunu gerçekleştirmişti ve her şey fevkalade iyi geçmişti. Eşimle bu konuyu baş başa uzun uzun görüştük Rıza büyük bir tutkuyla bu uçuşu yapmak istiyordu, madem ki kuzeni ondan bile küçükken başarmıştı , bizim ona bu uçuşu yasaklamaya hakkımız yoktu. Ona karşı ileri sürebileceğimiz tek mantıklı neden, kendisinin özel konumu ile ilgiliydi: Veliaht Prens olarak hayatını tehlikeye at­ maya hakkı yoktu. Daha sonra ortak bir kararla çekincelenmizden vazgeçtik Rıza daha o yaşında, konumunun gerektirdiği bütün zor­ lukları müstesna bir görev bilinciyle kabulleniyordu; onu, veliaht ol­ duğu bahanesiyle bu başarıdan mahrum etmek doğru olmayacaktı. Şah tartışmanın bittiğine karar verdi ve izin çıktı. Rıza iki gün sonra askeri üsten havalanacaktı. Eşim o sabah kah­ valtıda her zamanki gibi ciddi ve sakin görünüyordu. Üsse gidince küçük uçağı gördük, sonra Rıza uçuş tulumunu giymiş olarak gel­ di. Onun tek başına uçacak olduğunu düşünmek bende dayanılmaz bir heyecana yol açıyordu ! Hiçbir şey belli etmemeye çalışıyordum. Rıza bana gülümsedi, babasını ciddi bir şekilde selamladı ve uçağın pilot kabininde boynuna kadar kayboldu. Gerçekten de daha ilk sa­ niyelerden itibaren onun uçağa hakimiyeti bizi rahatlattı. Hiç sarsıl­ madan, büyük bir zarafetle yükseldi, eşimin rahatlamaya başladığı­ nı hissettim. Bütün uçuşunu , sanki yüz kere tekrarlanmış bir bale gösterisi gibi aynı zarafetle tamamladı ve nihayet yere inmek üzere 1 92


Farah Pehlevi

Iran tahtının yeni varisi Rıza Pehlevi, pek çok konuda babasını ömek aldı.

pisti karşıladığını gördüm, ağlamamak için yanaklarıının içini ısır­ mak zorunda kaldım. Şah ise ağırbaşlı bir şekilde güldüğünü sakla­ maya gerek duymuyordu ama gülüşü oğlunun başarısından duydu­ ğu gururu ve büyük memnuniyerini ele veriyordu. Oğullarımızın ve uçakların hikayesi daha yeni başlıyordu, baba­ ları gayet mutluydu , ben de üzüldüğümü söyleyemem çünkü onla­ rın kendi aralarında bu konudaki izienimlerini paylaştıklarını duy­ maktan hoşlanıyordum ama bunun için de bir bedel ödemem gere­ kiyordu; onların her uçuşunda yaşadığım heyecan bunun bedeliydi işte. On altı yaşına gelince Rıza bir Amerikan F-5 avcı uçağının ku­ mandasına geçip, tek başına uçtu. Bir jet uçağıyla tek başına uçuşu­ nu Vahdeti'de Dizful askeri üssünden gerçekleştirdi. Eşim o uçuşta hazır bulunamadı ama ben oradaydım, üç sene önceki ilk uçuşun­ dan çok daha büyük bir endişe yaşıyordum. Oğlum bütün manev­ raları fevkalade başardı, yere indiğinde eğitmeni ve etrafındaki su­ bayların hepsi onu hararetle alkışladılar. Yine de uçaktan indiği za­ man, gelenekiere uygun olarak, başına bir kova dolusu su yemek­ ten kurtulamadı! Rıza daha sonra Boeing 707, 737 ve 727, ayrıca Falcon 20 uçak­ ları için de pilotluk brövesini aldı. Bir devlet başkanı lran'a resmi bir ziyarete geldiğinde, bizim hava sahamıza girdiği andan itibaren av1 93


Anılar

cı uçaklanmızın onun uçağına eşlik etmesi usuldendi. Eşimin en çok gurur duyduğu olaylardan birini hala belleğimde saklarım: Ür­ dün Kralı Hüseyin'i karşılamak için Rıza da uçuşa katılmıştı, Kral Hüseyin yanında Veliaht Prens'in uçtuğunu gördüğü an hem çok şaşırmış hem de mutlu olmuştu . . . Daha sonra sıra Ali Rıza'ya geldi, o da on iki yaşında bir Seech­ eraft Bonanza kokpitinde yerini aldı. Onun ilk uçuşunu görmek için ailece gittik. Kızkardeşleri ve ağabeyi de bizim kadar heyecanlıydı­ lar. Herkes Rıza'nın bu ilk uçuşunun bir sınav olduğunun ve ondan kaçışın mümkün olmadığının, aynı zamanda kesinlikle başarması gerektiğinin bilincindeydi. Ali Rıza öyle küçük, öyle çelimsizdi ki uçağına safra olarak kum torbaları koymak gerekmişti. Uçuşunu mükemmel bir şekilde tamamladı, ancak yere ineceği sırada burnu­ nu hafifçe vurdu. Elimde olmadan "Aman Tanrım! " diye bağırdığı­ mı anımsıyorum ama yerden onunla, radyo aracılığıyla sürekli te­ masta olan eğitmeni pozisyonunun yanlış olduğunu söyledi, Ali Rı­ za da büyük bir soğukkanlılıkla hafifçe yükselerek uçağını düzeltip yumuşak bir iniş yapmayı başardı. Büyürken Ali Rıza afacanlığından ve muzipliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Sarayda herkes onun yaptığı saçma sapan şeylere alışmıştı. Çok da sevilirdi çünkü komik şeyler yapardı. Daha beş al­ tı yaşlanndayken, resmi bir davetin ortasında, üzerinde pijamasıyla, girişteki hole bakan üst kattaki galeriden davetiiierin kafasına, ek­ mekten yaptığı küçük toplan atarken yakalanmıştı! Ondan önce ağabeyi ve abiasının da aynı şeyleri yaptıklan gerçekti. Gene o yaş­ larda, teraslarda su yalınını çalışmalan yapılırken, büyük bir keyifle boynuna kadar bir fıçı katranın içine girmişti. Daha sonra okulda da bütün hasket toplarını sürekli patlatarak bir skandala neden olmuş­ tu. Çok şaşırıp kızan okul müdürü, herkesin ·onun bu yaptığının ne büyük bir yanlış olduğunu anlaması için öğrencileri toplayıp, gene onlardan oluşan bir mahkeme kurmuştu. Müdür Ali Rıza'ya neden toplan deldiğini sorunca, bütün öğrencilerin kahkahalarla gülmele­ rine yol açan şu cevabı vermişti: "Hiç kimse bana onları patlatmama­ mı söylememişti! " Dokuz on yaşlarına geldiğinde silahiara duyduğu tutku yüzünden, saraydaki bütün subaylar tabancalarını masalannın bir çekmecesine saklamak zorunda kalmışlardı. 1 94


Farah Pehlevi

Rıza ve Ali Rıza, özellikle uçaklara olan meraklan yüzünden, be­ nim çok büyük heyecanlar yaşamama neden olmuşlardı ama öte yandan bilinçaltından, insanın erkek çocuğu varsa bu tür korkula­ rın kaçınılmaz olduğunu düşünüyordum -iyi ya da kötü, başa ge­ len çekilirdi herhalde- çünkü Ferahnaz benden paraşütle atlamak için izin isteyince, onu kesin bir dille reddettim. Evde eşim ve iki oğlumla toplam üç pilot yeter de artardı bile diye düşünüyordum; bir tane de paraşütçü olmasa da olurdu! -Aradan zaman geçince, bu karanın nedeniyle kendimi suçladım. Ferahnaz bir şekilde kardeş­ leri yüzünden bir şeylerden mahrum kalmıştı. Gerçekten oğullanın için çok korkuyordum, hiç olmazsa kızlanın yüzünden korkudan titremeyecektim. Böylece Ferahnaz pan;ışütle atlamak için otuz beş yaşına gelmeyi bekledi. Benim iznimi almaınıştı ama o sıralarda ka­ demeli açılan paraşütle spor yapan Ali Rıza'nın yardımıyla bu arzu­ sunu gerçekleştirdi. Kardeşi tehlikeyi en aza indirmek için onu tan­ dem* atlamaya razı etti. Oğullanın bana sevgi gösterilerinde bulunmaktan sakınıyorlardı. Önce Ferahnaz, daha sonra Leyla bana bu sevgiyi yaşattılar. Çocuk­ larımı okşamak, onları kucağıma almak ihtiyacını duyuyordum, Fe­ rahnaz bundan hoşlanıyordu. O daima uyumlu, hep güleryüzlü, in­ sanı şaşırtacak kadar cömert bir çocuktu. Sarayda çalışanlarla, sanki onların yaşadıklan sıkıntılan biliyormuş gibi çok yakından ilgilenir­ di. Eğer sokakta üzüntülü ya da yoksul insanlarla karşılaşırsa hiç ka­ yıtsız kalmazdı, her zaman etkilendiğini ve üzüldüğünü hisseder­ dim. Çocukken sık sık sarayın, halka açık bir parka bakan kapısının parmaklıklan arkasından parkta gezenleri, çocuklan seyrederdi. Bü­ yüdüğünde, bana parktaki kendi yaşındaki çocuklarla oyuayabilmek için birçok kez saraydan kaçınayı denediğini itiraf etti. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra biz sürgündeyken Ferahnaz lsviçre'de bulunuyordu, o dönemde bir gün sokakta karşılaştığı bir genç ona yaklaşıp büyük bir saygı ve heyecanla: "Siz Prenses Ferah­ nazsınız değil mi? Sizi çok iyi anımsıyorum, sarayın parmaklıklan arkasından konuştuğumuz küçük erkek çocuklardan birisi de ben­ dim . . . " demiş. *

Ç.N. Tandem atlama: Iki kişinin birbirine baglı olarak tek paraşütle atlaması. 1 95


Anılar

Ferahnaz, çok sevdiği midillisi "Iran" ile.

Evet, Ferahnaz'da sürekli insanların arasına karışma arzusu sezi­ liyordu. Sonradan yaptıklan da bunu dogruladı: psikoloji tahsilini tamamladıktan sonra sosyal danışmanlık diplomasını da aldı. Ferah­ naz başkalannın üzüntüsüne asla kayıtsız kalmamıştır. New York'ta 80'li yıllarda oturduğumuz semtteki evsiz barksızlarla ilişki kurmuş­ tu, onlara giysi yardımında bulunuyordu. Bir keresinde, gördügüne inanamayan Leyla'nın eglenerek ona seslendigini hala duyar gibi oluyordum: "Ferahnaz, biliyor musun, sokakta yaşlı bir adamın üs­ tünde senin kazagını gördüm. . . " Rıza da sevgiyle gülümseyerek ona "Sende Rahibe Teresa kompleksi var" diyordu. Ferahnaz büyüyüp genç bir kadın olduğunda şu veya bu STÖ yararına çalışarak en fakir ülkelere gitmeyi arzu etti ama taşıdıgı so­ yadı nedeniyle bunu asla başaramadı. Hatta UNICEF'in bir sorum­ lusu, soyadının Pehlevi oldugunu ögrenince onunla görüşmeyi red­ detti. Bu durum Ferahnaz'ı çok incitti, beni de büyük bir üzüntüye sevketti: Ferahnaz nasıl bir kusur işlemişti? tran Şahı'nın kızı oldu­ gu için başkalanna yardım etmeye hakkı olmayacak mıydı? Hemcinslerine yardım etmeyi denemeden önce, Ferahnaz ço­ cukken sevgisini hayvanlarla paylaşırdı . Saatler boyunca köpeginin tüylerini tarayarak, farelerini okşayarak oyalanabilirdi. Ferahnaz fa­ relerini banyosuna koyduğu için annem asla onun banyosuna gir­ meye cesaret edemezdi! Bahçenin uzak bir köşesinde, o sevdigi için birkaç inek de besleniyordu, sonra düzenli aralıklarla bir devlet başkanının hediyesi olarak gelen yeni bir hayvan onu sevinçten çıl­ gına çeviriyordu. Böylece bir ara Rıza'ya hediye edilen, Thoiry adın­ da bir yavru aslanımız bile oldu. Ferahnaz kadar Şah da Thoiry'ye 1 96


Farah Pehlevi

hayrandı. Bunlardan başka bir de tilkimiz olduğunu hatırlıyorum. O tilki hemen hemen evcilleşmişti, sadece yemek saatlerinde orta­ ya çıkıyordu. Eşim kızlarıyla, oğullarıyla olduğundan çok daha rahat duygusal yakınlık kurabiliyordu. Aslında, içinden oğulları kendisine benze­ sinler, ciddi ve mesafeli olsunlar istiyordu. Ferahnaz'ın babasına sı­ nırsız bir bağlılığı ve hayranlığı vardı, onun bu sevgisinden babası da pek hoşnuttu. Onların ikisini sohbet ederken dinlemekten çok zevk alırdım. Ferahnaz babasına, sarayda karşılaştığı, kendisini gör­ meye gelen insanlar hakkında sorular sorar, babası da onu yanıtlar­ dı. Ferahnaz ciddi bir ifadeyle babasının anlattıklarını dinler, onu onaylardı. Leyla'nın doğumuyla hepimiz bir defa daha, yaşama ye­ ni gözlerini açan bir bebeğin o harikulade büyüleyici dünyasına gir­ dik. Şah elli yaşına yeni girmişti, ülke daldığı o uzun uykusundan uyanmıştı, aldığı kararlardan dönmeyecekti. Gelecek hiç bu kadar güzel şeyler vaat etmemişti: bu dördüncü çocuğumuz, bizim hayal ettiğimiz lran'ı, çağdaş ve dünyaya açılmış bu ülkeyi görecekti.

Farah Pehlevi, çocuklan Rıza, Ali Rıza, Ferahnaz ve Leyla ile birlikte. 197



@.

irn çocukluğunda lran'ın, yabancı güçlerin ekonomik ve siyasi

baskısını yaşadığına tanık olmuştu. Bu güçlerin başında, ülkemizde istediği gibi at oynatarak, petrolümüzü sömüren İngiltere geliyordu. Babası Rıza Şah'ın, çelik gibi bir iradeyle mücadele ederek halka ulu­ sal kimliğini kazandırdığını da görmüştü. Ama yine de ı 94 ı Ey­ lül'ünde babasının yerini aldığında her şeye yeni baştan başlaması gerekiyor gibiydi çünkü tkinci Dünya Savaşı'nı fırsat bilen İngiliz ve Sovyet birlikleri İran'ı işgal etmişlerdi. . . Uluslar arasında oynanan satranç tahtasında Müttefik Güçler' in, SSCB'nin Almanlar'a karşı ver­ diği mücadeleyi desteklemek için, arka planda bir üs gibi kullandık­ lan bir ülkede yirmi bir yaşında, deneyimsiz bir hükümdan kimse umursamıyordu. ı 9 . yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar Çarlık Rusya'sı, İngiliz İmparatorluğU'na karşı tran'da hakimiyet kurmak için mücadele et­ mişti. Elli yıl sonra Rusya SSCB'ne dönüşünce ülkemizin, Kaçar Ha­ nedanı'nın en karanlık dönemlerinde olduğu gibi paramparça olma­ sından korku duyulmuştu. Durum böyle iken SSCB'den destek alan Tudeh'in işgal ettiği Azerbaycan, ı946'dan sonra silahlı mücadele ile kurtanlmıştı. Sömürülen petrolüroüze gelince, İngiliz çıkarlarına kar­ şı sarsılmaz bir iradeyle sürdürülen çetin pazarlıklardan sonra, ı 954 yılında nihayet petrolümüzü geri alabilmiştik. Böylece Şah artık ülke­ yi geri kalmışlıktan kurtarma çalışmalanna başlayabilirdi. O da ı 963 yılında referandum yoluyla Beyaz Devrimi'ni uygulamaya koydu. Ama bunu yaparken bütün dünyada büyük-küçük, kapitalist ya da komünist pek çok ülkede mekik dokudu, anlaşmalar yaptı, ekono­ mimizi sürekli geliştirme kaygısıyla ve İran'a bu ülkeler nezdinde say­ gın bir yer kazandırma amacıyla uğraşıp durdu. Eşimin ülke dışına yaptığı bu gezilere ben de katılıyordum. İran­ ın içinde yaptığım ve beni her seferinde altüst eden gezilerden çok 1 99


Anılar

farklıydı bu geziler, bana diplomasinin örtülü dünyasına parmak ucuyla dokunma fırsatını verdi. Karakterim gereği taşrada, köyleri­ mizde, lranlılarla içimizden geldiği gibi, kelimeleri ölçüp biçmeden yaptığımız sıcak konuşmalar şüphesiz benim için çok değerliydi ama yine de belleğimde yurt dışındaki gezilerimden de beni çok et­ kileyen anılar var. Çok çelişkili gibi görünse de galiba en sık gittiğimiz ülke, ilişkile­ rimizin sürekli bir ısınıp bir soğuduğu, kuşkuyla izlediğimiz komşu­ muz SSCB oldu. 60'lı yılların başında Moskova ve Leningrad'a yaptı­ ğım ilk gezim sırasında, bize tarihi yerleri, özellikle de çarların saray­ larını gezdirdiler. Saraylan gezerken şunları düşündüğümü anımsıyo­ rum: "Eğer günün birinde bizi tran'dan kovarlarsa, burada yaptıklan gibi, insanlara bizim yatak odalanmızı, salonlanmızı da gezdirirler mi? Bizim özel yaşamımızı da meraklıların gözleri önüne sererler mi?" Ülkelerini ziyaret ettiğimde, büyük bir incelik göstererek, bana son imparatorluk dönemi kalıntılarını gezdirmekten sakınan Çinli yöneticilerin aksine, Ruslar 2. Nicolas'nın sarayını, yöneticilerin idam edildikleri yerlere varıncaya kadar gezdirmekten zevk alıyor gi­ bi görünüyorlardı. Oysa, Iran'da ortam hala çok hassastı. Beyaz Dev­ rim henüz başlamıştı ve aşırı sola mensup eylemciler ve bazı para ba­ bası toprak ağaları, hükümetin uyguladığı politikalara karşı koyu­ yorlardı, öyle ki Rusların bize karşı takındıkları bu çirkin tutumları, onlar hakkında beslediğimiz kuşkuları sürekli canlı tutuyordu. Ama 70'li yıllarda, doğru yolda ileriediğimizden öyle emindim ve eşimin ülkenin geleceğine öyle güvenle baktığını görüyordum ki, Rusların bıkmadan tekrarladıklan ima dolu davranışları artık beni hiç etkile­ miyordu. Oysa, tam da her şeyin tran'ın lehinde göründüğü bir bağlamda, sonunda bizim ülkeden ayrılmamıza yol açan kanşıklık­ lar artmaya başladı. . . Bugün lslam Hükümeti'nin yetkilileri benim o uğursuz önsezimi gerçekleştirdiler, ailece yaşadığımız bazı malikane­ leri, özellikle Sadabad ve Niavaran saraylarını ziyarete açtılar. Kişisel yaşamöyküro beni Rusya ile ilgilenmeye sevk ediyordu. Babamın, eğitiminin bir kısmını Saint Petersburg'da yaptığını, Rus­ çayı akıcı bir şekilde konuştuğunu daha önce söylemiştim, ayrıca büyükbabam da Gürcistan'da lran konsolosu olarak bulunmuştu; 200


Farah Pehlevi

sanata ve arkeolojiye meraklı olduğundan 30'lu yıllarda Lening­ rad'da araştırmalar yapmıştı, onun çalışmalanndan biri bugün Er­ mitaj müzesinde bulunuyor. Beni de Rusça öğrenmeye teşvik eden bütün bu olumlu geçmişe rağmen, SSCB'de yaptığım ilk resmi ziya­ retler beni çok derinden yaraladı. Daha önce hiçbir komünist ülkeye gitmemiştim, o bomboş cad­ deler içime biraz korku salıyordu, sokakta pek seyrek karşılaştığı­ mız insanların yüzünde gördüğümüz o hüznü ve suskunluğu başka hiçbir yerde görmemiştim. Bir de arabaya bindiğimizde veya etrafı­ mız küçük bir grupla çevriliyken, başka ülkelerde yaptığımız gibi, normal bir şekilde havadan sudan söz etmek mümkün olmuyordu. Burada hemen aşırı bir propoganda başlıyordu, kimsenin ağzından rejimi övmeyen tek sözcük çıkmıyordu. Şu kadar bina inşa edilmiş, bu kadar okul yapılmıştı: bense ümitsizce bunların dışında biraz mizah, biraz incelik bekliyordum, ne mümkün! Kendimi robotlarla kuşatılmış gibi hissediyordum, saatler, günler boyu böyle devam ediyordu , sonunda yüreğim karanyordu. Eşim bu duruma benden iyi katlanıyordu, akşamlan yalnız kaldığımızda gün boyu yaşadıkla­ nmıza gülmeye çalışıyorduk. Kendi kendime, günün birinde acaba Rusya'nın da komünizmden vazgeçmiş bir ülke haline gelmesi im­ kan dahilinde mi diye düşünüyordum. O zaman gerçekten dostane ilişkiler kurabilmemiz mümkün olabilecekti. Bu ülkeyi, dilini, mü­ ziğini, edebiyatını, tarihini öyle çok seviyordum ki . . . Ziyaretimiz sırasında Kremlin'de kalıyorduk, hareketlerimizde özgür olduğumuz pek söylenemezdi, bizi dinlediklerinden emin ol­ duğumuz için sohbet etmeye bahçeye çıkıyorduk. lçerdeyken, ba­ zen garip gürültüler işitiyorduk, kusursuz bir Rusça konuşan ve çok esprili bir insan olan büyükelçimiz, duyduklanmızın KGB ajanları­ nın, bir sözlüğün sayfalarını telaşla çevirmesinden çıkan sesler oldu­ ğunu söylüyordu. Bir defasında yan resmi bir ziyaret sırasında bizim konuşmalanmızı banda aldıklarını kanıtlayan bir şey de yaşadık. Ya­ nımdakilerden birine: "Çok şaşınyorum, bu ülkede hankulade sa­ raylar var ama kimsenin aklına o sarayiara göre mobilyalar koymak gelmiyor" dedim. Ertesi gün, konuşma sırasında yanımızdaki Rus hanımlardan biri garip bir edayla bana bakarak: "Biliyorsunuz, öyle 201


Anılar

pek olağanüstü mobilyalanmız yok ama her şey tertemizdir! " demiş­ ti. Biraz rahatsız olmakla beraber, gülümsemekten kendimi alama­ mıştım. Yöneticilerin kendileri de mizah yapmayı denedikleri zaman büs­ bütün iç karartıyorlardı. Bir akşam Opera'da Aleksi Kosigin ile yanya­ na oturmuştuk. Kuğu Gölü oynuyordu. Siyah kuğu sahneye çıkınca, Kosigin bize doğru eğilip zoraki bir tebessümle: "Sanki NATO'ya benziyor değil mi?" demişti. "Daha çok Varşova Paktı'na benziyor" demek geldi dilimin ucuna ama, kuşkusuz kendimi tuttum. Buna karşın, 1 968 Ağustos'unda Varşova Paktı birlikleri Prag Ba­ harı'nı ezdikleri zaman eşimin önünde açıkça öfkemi dile getirdim. Gene resmi bir ziyaret vesilesiyle Moskova'da bulunuyorduk. Sov­ yetlerin girişimini utanç verici, insanlık dışı bir eylem olarak görü­ yordum. Üstelik Çekoslovakya için çok büyük bir sempati besliyor­ dum. Eşime: "Burada bir gün bile daha kalmak istemiyorum. Sanki dünyanın en iyi dostlarıymışız gibi bu insanlara güleryüz gösterme­ ye artık dayanamayacağım" dedim. Çok kötü etkilenmiştim. Eşim beni anlayışla karşıladı, nasıl istersem öyle davranmakta serbest bı­ raktı. Ben de görümeemin rahatsız olduğunu iddia edip Paris'e uç­ tum. Anımsıyorum, uçakta gene , hiç akla gelmeyecek bir ihtilal ol­ sa da Avrupa'nın yansını ezen bu komünist diktatörlük devriise ne iyi olur diye hayal kurarken yakalamıştım kendimi. Şah da Doğu Bloku'ndaki gelişmeleri büyük bir ilgiyle takip edi­ yordu. Birbirine karşı kamplarda bulunsak da SSCB ile, uzunluğu iki bin beş yüz kilometre olan ortak sınınmız vardı, bu nedenle Mosko­ va'nın süregelen sinsice davranışianna ve kışkırtmalanna rağmen, eşim devamlı olarak iki ülke arasındaki ayrılıklan körükleyecek şey­ lerden kaçınıyor, onlarla yakınlaşma çarelerini arıyordu. Insanların ileri görüşlü diye övdükleri Kruçef, Iran'ın bir gün "olgun bir elma gibi" SSCB'nin eline düşeceğini söylememiş miydi? Buna rağmen iş­ birliği yapmayı başanyorduk. lsfehan'daki Sovyetler tarafından yapı­ lan o olağanüstü çelik fabrikası bunun en iyi kanıtıdır. (Batıdaki müttefiklerimiz bu alanda bize yardım etmeyi hep reddetmişlerdi.) Her şeye rağmen Rusya benim gönlümde efsanevi bir ülke ola­ rak yerini koruyordu, samirniyetten yoksun pek çok resmi ziyaret­ ten sonra -burada bir parantez açıp özel şahıslarla, bilhassa sanatçı202


Farah Pehlevi

larla, her defasında çok sıcak ve insancıl ilişkiler kurduğumuzu be­ lirtmem gerekir- eşime Rusya'ya, istediğim yere özgürce gidip gele­ bileceğim "özel" bir gezi düzenlememin mümkün olup olamayaca­ ğını sordum. Ayrıca, resmi geziler hep sıcak yaz aylarında yapılmış­ tı, oysa ben karlar altındaki Rusya'yı, ebedi ve efsanevi Rusya'yı keş­ fetmek istiyordum . . . Kremlin talebimizi kabul etti, böylece kış ortasında yanımda, aralarında annemin de olduğu birkaç yakınırula birlikte Moskova'ya gittim; Şah bizimle gelmemişti. Ben mutluydum, öylesine mutluy­ dum ki vakit gece yarısını geçtiği halde, grubumuzu alıp şehrin kar­ lı sokaklarında dolaşmaya çıkardım. Güvenliğimizden sorumlu Rus­ lar bizi deli sanmışlardı, sokaklarda in cin top oynuyordu . . . Ertesi gün Moskova yakınlarındaki, kiliseleri şans eseri korun­ muş olan Zagorsk kentini gezdik. İnsanlar kim olduğumuzu duy­ muşlardı -özel bir seyahat yapıyor olsak da etrafımızı saran güvenlik mensupları yüzünden halkın dikkatinden uzun süre kaçmamız im­ kansızdı- girdiğimiz kiliselerden birinde yaşlı kadınlar şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışlada gülümseyerek bizi izliyorlardı. Bize yaklaş­ mak için birbirlerini itiyorlar "Aman Tanrım, bırakın da yaşayan bir kraliçe görelim!" diye bağırıyorlardı. Ben Rusçaını ilerletmiştim, ak­ sanım da düzgün olduğu için insanlar benim her şeyi anladığımı sa­ nıyorlardı, ne yazık ki bu o kadar doğru değildi . . . Bu kilisderin bi­ rinde bir koroyu dinleyebildik. Ortodoks kilisesinin şarkıları insanı çok duygulandırır; bizim de gözlerimiz yaşarmıştı. Ben kendi adıma, aniden kendimi Tolstoy'un Rusya'sında bulmuş gibiydim . . . Daha sonra kilisedeki din adamları bizi öğle yemeğine davet ettiler. Leningrad'da daha önceki gezilerimizde hiç böyle bir ortamda bulunmamıştık Yanımdaki dostlarım nihayet istedikleri gibi şakala­ şabiliyor, gülebiliyorlardı. Bense ne kadar rahat davransam da hare­ ketierirnde ve sözlerimde hep ölçülü olmak zorundaydım. Bu arada büyükbabamın izini bulabilmiştim. Babamın da on beş yaşınday­ ken, Neva rıhtımındaki "Aleksandrovski Kadetski Korpus" askeri okulunda öğrenciyken , eski Saint Petersburg'un sokaklarında dolaş­ tığılll hayal edebiliyordum. Sonra bir gün Çarların yazlık sarayını gezdiğimiz sırada canım, bugün artık pek görülmeyen o masallarda 203


Anılar

kalan troykalardan birisine binip , çevredeki bir iki köyü ziyaret et­ mek istedi. Açıkçası troyka çarlık Rusya'sının bir sembolüydü - yet­ kililer, !ran Kraliçesi'nin eski zaman soyluları gibi üç atın çektiği bir aralıayla Sovyet topraklarını gezmesine kötü gözle mi bakacaklardı7 Hayır, Sovyetler o sırada tran ile öyle iyi geçiniyorlardı ki bize troy­ kamızı tahsis ettiler ve her istediğimizi verdiler. Buna karşın Çay­ koski'nin mezarına gitmem mümkün olmadı. Kuğu Gölü'nün yaratı­ cısı en sevdiğim bestecilerden birisidir, ben de uzun süredir onun kabrini ziyaret etmek istiyordum. Bunu engellemek için yüz çeşit bahane buldular, neden reddettiklerini doğrusu anlayamadım. Çigan müziği dinlemek istediğimde aynı dirençle karşılaştım. Ama bu kez nedenini biliyorduk: çingenelerin komünist ideolojiye boyun eğmediklerini düşünüyorlardı, müzikleri de ihtilal karşıtı bir mazinin değersiz kalıntıları gibi geçmişe özlemle yüklüydü. Yine de Moskova büyükelçimiz bizim elçilik rezidansında, Kremlin'den bir­ çok yetkilinin de katıldığı müzikli bir davet düzenlemeyi başardı. O akşam, bizim için çalan gruptaki müzisyenler yalnız kendi göçebe halklannın acılarını dile getirmediklerini, bütün bir halkın duygula­ rına tercüman olduklannı biliyorlardı. Her notada heyecan adeta el­ le tutuluyordu. Konser bitince şarkıcı kadın yanıma geldi, ellerimi avucuna alıp öyle içten bir coşkuyla "Tanrı'nın [beni] korumasını" ; beni, eşimi ve çocuklarımı korumasım dilediğini söyledi ki onun için korktum. Rusların hoşnutsuzluğu yüzlerinden okunuyordu, konser­ de hazır bulunan generallerden birinin şarkıcı kadına buz gibi bak­ tığını görünce sırtırnın ürperdiğini hissettim . . . Bu yolculuk sırasında Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'yi de gez­ dik. Tacikler Farsça konuştukları için bu ülkeye çok büyük bir ilgi duyuyordum. Daha sonra, bizim Azerbaycan eyaletimizin sınır komşusu olan Sovyet Azerbaycanı'nın başkenti Bakü'ya da gittik. Azerbaycanlı Ruslar babamın kökenierinin bu bölgede olduğunu bi­ liyorlardı, bu durumun aramızda özel bir yakınlık yarattığını hisse­ diyordum. Sokaktaki insanlarm bize karşı büyük bir merak duy­ duklarını, tran'ın gerçek durumunu öğrenmek için bize soru sor­ mak arzusunda olduklarını hissediyorduk. Sovyet yetkililerin ise, halkla temas kurmamızı, gayri resmi olarak görüşme yapmamızı ön204


Farah Pehlevi

!emek istedikleri açıkça görülüyordu . Güvenligimizi bahane ederek, biraz şüphe uyandıran bir telaşla bizi halktan ayırıyorlardı. Suluboya resimler ve desenlerden oluşan bir resim sergisini ge­ zerken, yetkililerin gösterdikleri bu tür acayip gayretierin nedenini biraz anlar gibi olduk. Bazı resimler aynen ortaçağdaki gibi, öküz­ lerle tarlalarını süren çiftçileri gösteriyordu , resimlerin üzerine de şu kısa yorum yazılmıştı: "Sınırın öte yanında . . . " !nsanlar böyle şeyle­ re kanmıyorlardı artık! Stalin'in desteklediği Cafer Pişevari'nin bir­ liklerini tran'dan kovduğumuz zaman, çok sayıda lranlı komünist kaçıp, 1 946 yılında kendilerine kucak açan Sovyet Azerbaycanı'na geçmişlerdi. Bu lranlılann bazılan komünizm ideallerinden vazge­ çip lran'a dönmek, ailelerini bulmak ve tekrar özgür olmak arzu­ sundaydılar. Bu nedenle bize yaklaşmaya gayret ediyor, lran'a dön­ me iznini alabilmek için bana mektup vermeye çalışıyorlardı. lran'a döndüğümde, bu insanların durumuna Şah'ın dikkatini çektim. Hükümetin onlara karşı güvensizlik duymaması mümkün değildi. Gerçekten pişman olmuşlar mıydı7 Döndüklerinde gizlice Sovyetler hesabına çalışmayacaklar mıydı? Ya da şahlık rejimini de­ virme hayalleri kuran falanca veya filanca aşırı sol akımlara katılma­ yacaklar mıydı? Bu insanlar için daha sonra sınırda, kesin olarak dönmelerine izin verilineeye kadar kalabilecekleri ve aileleriyle bu­ luşabilecekleri bir bölge ayrıldı. Bugün komünist rejim artık sona erdi. Tudeh'in bazı eski militanları sınırın öte yanında bir cennet bulmayı umarlarken, ne kadar içler acısı bir yaşam sürmüş oldukla­ nnı yazıp söylüyorlar. . . ***

Komünist bloktaki bütün ülkelerle ilişkilerimizi sürdürüyorduk; Küba ve Arnavutluk ile, 1977 sonlarında Iran'daki gergin ortam yü­ zünden davetini kabul edemediğimiz Doğu Almanya dışında hepsi­ ni ziyaret etmiştik. Benim için samirniyetten uzak, ikiyüzlülüğün hakim oldugu bu ziyaretler oldukça sıkıcıydı. O insanların şahlık rejimi için ne kadar kötü şeyler düşündüklerini biliyorduk, biz de Sovyetler'in hegemonyasına karşı yeterince mücadele etmiştik, ko­ münistlere büyük bir kuşkuyla bakıyorduk. Mesela Çekoslavak­ ya'ya vardığımızda, çiçeklere ve kırmızı halıya rağmen bu ülkede, 205


Anılar

Iran'daki Tudeh Partisi'ni destekleyen ve her gün bize hakaretler yağdıran bir radyo olduğunu biliyorduk. SSCB'de de benzer bir du­ rum söz konusuydu, bana çevirmenlik yapan ve kendisine sempati duyduğum Dagmara adındaki hanım her gün düzenli olarak, rad­ yocia Iran aleyhine konuşuyordu. Bu durumdan rahatsızlık duyan Dagmara, başka türlü yapmasına imkan olmadığını, emir kulu ol­ duğunu söyleyerek benden özür dilemişti. Bütün komünist ülke yöneticileri aynı duygudan yoksun, meka­ nik bir tonla "sosyalizmin büyük başarılarını" anlatıyorlardı, bize de, fabrika hacaları ve o insana hüzün veren genel yatakhane ben­ zeri evler karşısında hayranlık duyuyormuş gibi yapmak düşüyor­ du . . . Ama yine de pek insan görülmeyen sokaklar, boş mağazalar, bu halkın nasıl bir sıkıntı içinde yaşadığını gösteriyor, yöneticileri yalanlıyorlardı. Işçilerin hizmetinde olduğunu iddia eden rejimler­ de "yoldaş" kelimesinin ve sahte bir samimiyelin nasıl, insanlar ara­ sında var olan derin eşitsizliği saklamaya yaradığını görmekten acı çekiyordum. Mesela yöneticiler, göstere göstere, arabada ön tarafa, şeförlerinin yanına oturuyor ve kendilerine "yoldaş" diye hitap etti­ riyariardı ama şoförün bakışlarından, duyduğu korkuyu okumak mümkündü. Ben kendi şoförümü düşünüyordum, aramızda böyle samimi bir ilişki yoktu ama onun eşini ve çocuklarını tanıyordum, ayrıca herhangi bir sorunla karşılaştığında, çekinmeden benden yar­ dım isteyebiliyordu. Insanların bizimle içtenlikle konuşabilmeleri için parti mensup­ larının uzaklaşmasını beklemek gerekiyordu. l 968 yazındaki Sov­ yet işgalinden sonra gittiğimiz Çekoslavakya'da geçirdiğimiz bir ak­ şamı hatırlıyorum. Yöneticiler salondan ayrılır ayrılmaz insanlar şa­ kalaşmaya başladılar. Yanımda oturan bey bana sordu: "Majeste, Prag sokaklarında anlatılan en son fıkrayı biliyor mu­ sunuz?" "Hayır, anlatınız!" "Bir barın terasında oturmakta olan iki adam konuşmaya başlar­ lar. Aniden bir araba geçer 'Ah! Ne güzel bir Rus arabası' der heye­ canla birisi. Öbürü cevap verir: 'Yok canım, Rus arabası değil bu! Bu arabanın markasını bilmiyor musun?' 'Elbette biliyorum' diye yanıt­ lar birinci adam, 'ama senin kim olduğunu bilmiyorum ki . . . "'

206


Farah Pehlevi

Çekoslavakya'da, eskiden tran'da büyükbabamla da çalışmış olan, yaşlı bir lran uzmanını, Profesör Rypka'yı bulmak da beni çok sevindirdi. Tahran'da, büyükbabamla birlikte Persepolis'teki antik kentte çektirdikleri bir resim vardı. Iki ülke arasında, özellikle Ka­ çar krallan döneminde güçlenen tarihi bağlar da mevcuttu. Bu kral­ lar, Çekoslavakya'daki kaplıcalan çok beğeniyorlardı. Özellikle eski Karlsbad, bugünkü Karlovy Vary'de, onların burada kaldıklarını gösteren kristal lran avizeleri ve acem halılan görülebiliyordu. Ko­ münizmin her şeyi yakıp yıkan öfkesine rağmen, burada geçmişin izlerini bütünüyle silernemiş olduğunu düşünüp sevindim. Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra Prag'a tekrar gittim. Tam da Vaclav Havel'in seçildiği gün orada bulunuyordum. Charles Köprüsü'nün üstünde, bir zamanlar Kızılordu mensuplannın gu­ rurla taktıkları her türlü madalya bir iki dolara satılıyordu. Çok acı bir alay vardı bunda, bu madalyaları hak etmiş olan insanlar için ne hüzün verici bir durumdu. Ama insan, adalet er geç yerini bulur di­ ye düşünmekten kendini alamıyordu: 1 968'de ezilip aşağılanan Praglılar şimdi, bir zamanlar ülkelerini işgal etmiş olan askerlerin madalyalarını bir paket sigara fiyatına bit pazarında satıyorlardı. Ay­ nı şekilde, Prag'ın en büyük caddesinde komünist blokun eski par­ ti başkanlarının resimleri, aranan suçluların resimleri gibi asılmıştı. Bu resimleri görünce şaşırmış, ev sahibine: "Ne garip dünya," diye takılmıştım, "benim dostlarıının resimlerini sergiliyorsunuz." Evet, gerçekten de hepsiyle tanışmıştım. Bu ülkelerde, değişik yerlerde dünya tarihini etkilemiş olan Pers­ Ierin izlerini görmek içimi ısıtıyordu. Mesela bir zamanlar okullarda Ibni Sina'nın öğretildiği Krakova'da, onun Farsça yazılı metinleriyle karşılaşmıştık Gene Polanya kralları tarafından sipariş edilmiş olan ve o zamanlar ülkemizde "Polanya halısı" diye adlandırılan, altın ve gümüşle dokunmuş Iran halılan gördüm. Bu Polanya seyahatimden söz ederken, Auschwitz toplama kampını gezdiğimde yaşadığım dehşeti hatırlamamak mümkün değil. Yeni Zelanda'da bizi çok daha fazla duygulandıran bir sürpriz bekliyordu: havaalanında bizi karşılayan resmi heyetin dışında yak­ laşık yüz kişilik bir Polonyalı grup, ellerinde çiçekler ve "Iran Şah'ı, 207


Anılar

Hoşgeldin ! " yazılı flamalarla bizi selamlıyorlardı. Bu insanlar kendi­ lerine otuz yıl önce kucak açan Şah'a teşekkür etmek istiyorlardı. Gerçekten de 1 945'te, eşim Stalin'in birliklerinden kaçan çok sayı­ da Polonyalıya sınırlarımızı açmıştı. Bu Polonyalıların bir çogu bir lranlı ile evlenerek ülkemizde kalmış, digerleri Yeni Zelanda'ya gi­ dip orada yerleşmişlerdi. Ama unutmamışlardı. ***

1972 yılında Çin ile ilişkilerimizi resmi olarak yeniden başlatma sorumlulugu da bana düşmüştü. Mao Çe Tung'un ihtilali ile birlikte ilişkiler birdenbire kesilineeye kadar, ipek yolu tek başına Iran ve Çin arasındaki ticari bagların sembolü olmuştu. Şah bu büyük Do­ gu ülkesiyle tekrar diplomatik ilişki kurmak için çok güçlü bir arzu duyuyordu. 1 970 yılında Pekin'e önemli bir kişiyi, o zaman Birleş­ miş Milletler Insan Hakları Komisyonu'nun başkanı olan kendi kızkardeşi Prenses Eşrefi göndermişti. Çinli yetkililer de yeni giri­ şimlerde bulunmaya istekli olduklannı göstermişlerdi ve 1 9 7 l 'de Çin Birleşmiş Milletler Örgütü'ne kabul edilince, ilk olarak Prenses Eşref Çin heyetini Birleşmiş Milletler'deki Iran Büyükelçiliği'nde öğ­ le yemegine davet etmişti. Şah kendisi şahsen Pekin'i ziyaret etmekten büyük memnuniyet duyacaktı ama buna bir protokol engeli çıkmıştı: rahatsız olan Mao Çe Tung onu kabul edemiyordu. Işte bu baglarnda heyelimizi on günlük resmi bir gezi için Çin'e götürme görevi bana düştü. Çok heyecan verici bir ziyaretti bu. Geçmiş yüzyıllarda, tarihin yol açtığı bazı rastlantılar iki halkı birbirine yaklaştırmıştı. Mesela, Arap istilasından kaçan Sasani prensesler Çin'e sığınmışlardı. Daha yakın tarihlerde, Çin bizden halı ithal etmiş, biz de Çin'e kadar gi­ dip onların o degerli ipek böceklerini, çay ve porselenlerini ülkemi­ ze getirmiştik. Çeşitli nedenlerle haritalanmızdan zaman içinde sili­ nen o eski yollan yeniden açmaya gidiyordum. Hiçbir yolculukta, yanımda bu kadar kalabalık bir heyet olmamıştı: Başbakan Emir Abbas Hüveyda ve aralannda Köy lşleri ve Kooperatifler Bakanı Ab­ dül Azim Valyan ve eskiden Jean-d'Arc'daki öğretmenlerimden, ls­ lam Devrimi'nin başında yaşadığı trajik sondan daha önce söz etti208


Farah Pehlevi

ğim Milli Eğitim Bakanı Bayan Ferruhru Parsa'nın da olduğu birçok bakan bana eşlik ediyorlardı. Saraydan bazı görevliler ve başta be­ nim çalışma arkadaşlarım, özel kalem müdürüm Kerim Paşa Baha­ duri olmak üzere annem, !ran ulusal televizyonunun müdürü olan kuzenim Rıza Kutbi ve sarayda kültür ataşesi olan Şecaeddin Safa da heyete dahildiler. Uçaktan indiğimizde Bay Çu En Lay beni bekliyordu. Rengarenk giysileri içinde, yüzleri sevinçle gülen binlerce genç etrafımızda ila­ malar sallıyor, şarkılar söylüyorlardı. Bunun resmi karşılama olduğu­ nu düşünüyordum ama hesapta yanılmıştım. Tianmen Meydanı'na ulaştığımızda, benden üstü açık bir arabaya binmemi rica ettiler; o zaman gördüm ki aynı gri üniformayı giymiş binlerce kadın ve erkek, renkli giysileriyle küçük çocuklar, hepsi de ellerinde küçük bayrak­ larla, geçeceğimiz cadde boyunca dizilmişlerdi. Gözlerime inanamı­ yordum. Konvoyumuz o caddeye girer girmez şarkılar ve bando müziği baş­ ladı. Belli aralıklarla mızıkalar ve kocaman davullar çalıyordu. Daha sonra anladım ki bizim gidişimiz nedeniyle bütün şehir seferber edil­ mişti çünkü bu kalabalık kilometreler boyu aynı yoğunlukta, aynı sev­ gi gösterileriyle devam ediyordu. Çinliler bana sadece Ho Şi Minh'e böyle görkemli bir karşılama töreni yapılmış olduğunu söylediler. Akşam verilen ilk resmi yemek de bu görülmedik karşılama töre­ nine uygun azametteydi: resepsiyana davet edilen binden fazla insan üzerlerinde çeşitli nefis yemekler bulunan çok sayıda yuvarlak masa etrafına oturmuşlardı. Ben Bay Çu Lay'ın sağında oturuyordum. Bay Çu En Lay nezaketle, o dönemdeki siyasi anlaşmazlık konulanınız­ dan hiç bahsetmeden, sadece ülkelerimiz arasındaki dostluğu ele al­ dı, ben de içimden şöyle düşün]iyordum: "Mao'nun Uzun Yürüyü­ şü'ne katılmış olan Bay Çu En Lay, belleğinde lanetli bir yeri olan 'lm­ paratoriçe' kelimesini en son ne zaman kullanınıştı acaba?" Ben ken­ dim de yapacağım konuşmayı son dakikaya kadar defalarca gözden geçirmiştim, sadece samimiyerin ve kalpten gelen itirafların, aradaki dogmatik farklılıkları silebileceğine içtenlikle inanıyordum. Çin'de de, tran'da da, ülkelerimizi geri kalmışlıktan ve az gelişmiş­ likten kurtarmak için yarım yüzyıldan bu yana mücadele ediyorduk. 209


Anılar

Bunu sağlamak için farklı yöntemler kullanıyor olabilirdik ama aynı amacı paylaşıyorduk. Protokol gereği gülümsernelerin ve durumun gerektirdiği alkışiann ötesinde, aramızda sıcak bir yakınlaşma başladı­ ğını hissediyordum. Bu resepsiyon süresince Bay Çu En Lay'da gördü­ ğüm entellektüel incelikten ve bana gösterdiği nezaketten çok duygu­ lanmıştım. Sevimli bir tebessümle çubuk kullanmayı öğretmeyi bile teklif etmişti. Daha sonra bana, bu resepsiyonun herhangi bir davetli­ nin hoşnutsuzluğunu göstermek için konuşmalann ortasında kalkıp gitmediği ender resmi yemeklerden birisi olduğunu söylemişlerdi. Sonradan yaşadıklanmız da ilk izlenimlerimi güçlendirmişti. Fab­ rikalar, örnek çiftlikler ve müze gezileriyle, politik görüşmeler ve da­ vetlerle son derece yüklü bir programa rağmen, bazen mizaha da yer verilen hoş bir ortam oluşmuştu. Gerçekten de Çin'de olmaktan he­ pimiz çok mutluyduk, kullandıklan yöntemleri, yaptıklan yenilikleri merak ediyorduk; her kademedeki yöneticilerin bize gösterdikleri ko­ nukseverliğe hayran olmuştuk. Çok ince bir zevkle dikilmiş çiçekler­ le süslenmiş bir bahçede bulunan şiir gibi güzel bir viilada kalıyor­ duk, orada bize ilk akşam yapılan karşılamayı amınsadıkça duygula­ nınm. Yumuşak bakışlan ciddi üniformasıyla hiç bağdaşmayan orta yaşlı bir hanım bana villayı gezdirdi. Her oda özel bir itina ile hazır­ lanmıştı ve ev salıibemin en küçük ayrıntılara özen göstermiş olduğu görülüyordu. Ben hayranlığıını ifade ettikçe onun da memnun oldu­ ğunu görüyordum. Ancak en sonunda kendisinin bizzat bayan Çu En Lay olduğu anladım. Gittiğimiz her yerde Maa'ya mekanik, coşkulu bir sevgi gösteril­ diğine, ona adeta tapıldığına tanık oluyorduk. Bir okulda, bir fabri­ kada, bir genç hanım ya da bir işçiyi kutladığımızda, ikisi de keli­ mesi kelimesine aynı cümleyle yanıtlıyorlardı bizi: "Bunu ülkem için, Pekin Güneşi olan Mao için yapıyorum." Okullarda çocuklar bizi yumruklan havada şarkı söyleyerek karşılıyorlardı, onların da "Pekin Güneşi"nden söz ettiklerini duyuyorduk. Hiç kuşkusuz, bu durumun ne akıl almaz bir koşullandırma sonucu gerçekleştiğinin farkındaydık ama bu sloganların arkasında güçlü bir yaşama arzu­ sunun, geleceğe açık bir güvenin varlığı da net olarak görülüyordu. 210


Farah Pehlevi

Bu gezi sırasında gördüğümüz en ilgi çekici şeylerden birisi de Şanghay'da akupunkturla, anestezi altında yapılan bir cerrahi mu­ daheleydi. Cerrahlar bizim gözlerimizin önünde bir hastanın kafa­ tasını açmışlardı, ameliyat devam ettiği sürece hastanın bilinci ve gözleri açıktı, konuşabiliyordu. Ameliyat sırasında kendisinden bir­ çok kez muz yemesi istenmişti. Bu nasıl mümkün oluyordu? Hepi­ miz büyülenmiş gibiydik. Ameliyat bittikten sonra cerrahlar sorula­ rımıza yanıt vermeye çalıştılar. Yalnız, beklediğimiz bilimsel açıkla­ maları yapamayacaklarını itiraf ettiler. Akupunktur tam bilimsel ol­ mayan, deneyiere dayalı bir yöntemdi. O sırada devrim komitesin­ den bir yetkili şöyle araya girmişti: "Soruyu kitlelere sormak gerek." Biz şaşkınlıkla birbirimize baktık, konuşma orada kaldı. Ev sahiplerimiz son derece ince ve zarif davranıyorlardı. Mesela imparatorlara ait olan eşyaların sergilendiği müzeleri ziyaret ettiği­ mizde, Sovyetler'in aksine, bizi huzursuz edebilecek davranışlardan kaçınıyorlar, belli bir özenle vitrinierin önünden süratle geçmemizi sağlıyorlardı. Asla hoş olmayan en ufak bir imada bulunmadılar ve bir fincan çay içmek üzere Bayan Mao ile buluştuğum zaman da gö­ rüşmemiz aynı ağırbaşlı hava içinde geçti. Ben gene de, içimden yü­ zü pek gülmeyen bu hamının kim bilir benden ne kadar nefret etti­ ğini düşündüm. Bu uzun ziyaretin en heyecan verici anlarından biri eskiden ipek yolunun başlangıç noktası olan Sian'dan eşime telefon ettiğim an ol­ du. Böylece Çin ve İran arasındaki yol sembolik olarak tekrar açıl­ mıştı. Şah heyecanımı hissetti ve benim duygularımı paylaştı. Sonra dönüş zamanı geldi. Pilot kendi hava sahamıza girdiğimi­ zi söylediği an hepimiz kendiliğimizden alkışlamaya başladık. Her şeye rağmen, ülkemize dönmek bize huzur vermişti. Şahlık rejimi döneminde Çin Komünist Partisi lideri Hua Kuo Fung Tahran'a resmi ziyarette bulunan son şahıstı. Onun gelişi ile Keyhan* adlı günlük gazetede Ayetullah Humeyni'nin resminin ya­ yımlanması aynı güne tesadüf etmişti. Ben, haklı ya da haksız, o dramatik günler sırasında Bay Hua Kuo Fung'un gelişini Şah'a bir destek jesti olarak kabul etmiştim. *

Ç. N. Keyhan: Farsçada "Evren" anlamında. 211



3-

h 60'lı yılların başında kültür danışmanlarından, Iran tarihi

u�manı, bilgin Şecaeddin Safa tarafından kendisine önerilen, Pers Imparatorluğu'nun Büyük Kyros tarafından yirmi beş yüzyıl önce kuruluşunu (lö 5 50 ve 530 yılları arasında) kutlama fikrini reddet­ mişti. "Henüz çok erken, bunu daha sonra düşünürüz" diye kesti­ rip atmıştı. Hiçbir şeyin, ülkede başlatınayı düşündüğü Beyaz Dev­ rim'in gölgelemesini istemiyordu . Aradan on yıl geçtikten sonra, ge­ ri kalmışlıktan büyük ölçüde kurtulan Iran'ın nihayet böyle bir kut­ lama için yeterince olgun hale geldiğini, durumun elverişli olduğu­ nu düşünmeye başladı. Bunu böyle düşünen tek kişi o değildi. Dünyanın bütün baş­ kentlerinde, Iran'ın on yılda başardığı şaşılacak hamleden övgüyle söz ediliyordu. 1 9 7 1 Ekim'inde Cambridge Üniversitesi profesörle­ rinden Peter Avery, UNESCO bülteninde şunları yazıyordu:

"Bugün modern Iran'ın kaynaklan var, yabancı güçlerin egemenli­ ğinde sömürüldüğü dönemlerde bağımsızlığını kaybederek yitirdiği ken­ dine güven duygusunu tekrar kazandı: bu dönem 1 772 yılında Seferi Ha­ nedanı'nın iktidan kaybetmesiyle başladı ve Ingilizierin ve Ruslann ya­ yılmacı politikalan sonucu boğulan Iran, bütün 1 9. yüzyılı ve 20. yüzyı­ lın başlannı, bu ülkelerin baskılan altında geçirdi, yok olmaktan kıl pa­ yı kurtuldu. Şimdi Iran uluslararası sahnede yeniden saygı kazanıyor. Dünya sorunlannı çözmede rol oynayabilir, nitekim daha şimdiden oy­ namaya başladı bile. Birleşmiş Milletler'in bir üyesi olarak gelişmekte olan başka ülkelere izlemeleri gereken yolu gösteriyor. Iran uluslararası anlaşmalan hazırlamak, beslenme, tanm alanındaki gelişmeler, cehalet­ le mücadele, kadın haklan gibi güncel sorunlan tartışmak için ülkeler arasında ideal bir buluşma yeri olmuştur. Bir kez daha Jikirierin ve tek­ niklerin kesiştiği merkez olmuştur. "

213


Anılar

Tüm lran'ı uzun uzun dolaştıktan sonra ülkesine dönen Fransız gazeteci Edouard Sablier'nin aynı dönemde Atlas serisinde Iran'la il­ gili olarak yazdıklan da daha ilk satırlarında şaşırtıcı bir şekilde, ade­ ta olacaklan haber veriyor gibiydi:

"Işte hızlı bir gelişme içinde olan bir ülke. Şehirler yağmurun ertesi günü biten mantarlar gibi büyümüş. Her yerde şantiyeler, açılan yollar görülüyor. Başkentin merkezini on beş katlı binalar kuşatmış; eskiden aristokrat/ann oturduklan Şemirdn yamaçlannı çoktan villalar, küçük evler kaplamış bile. "Yirmi yılda Tahran'ın nüfusu sekiz yüz binden üç milyona yüksel­ miş. Otomobil sayısı sürekli artıyor. Burada hayatımda hiçbir yerde gör­ mediğim inanılmaz bir trafik sıkışıklığına şahit oldum. Eski model araba çok az. "Tahran ile aynı ölçüde olmasa da, Iran'ın diğer kentleri de hızlı bir tempoda gelişiyor. Tebriz, Şiraz, Ahvaz, Isfehan sanayi merkezlerine dö­ nüşmüş. Her yerde dükkdnlar mallarla dolu, sokaktaki insanlar der!i top­ lu giyinmiş/er. Yaşam seviyesi durmadan yükseliyor; Iran'ın sanayideki büyüme hızını tek geçen ülke japonya. "Dış politikada altın kural ulusal bağımsızlık. Kuşkusuz, Iran da Ba­ tı Avrupa kadar Amerika'nın yörüngesinde. Ama hükümet bugün izledi­ ği diplomasiyle insiyatifi elinde tutuyor. SSCB ile ilişkiler fevkalade iyi, hatta şu sıralarda Çin ile olan ilişkiler de gelişiyor. "Pers milliyetçilerinin sevinmek için nedenleri var. Basra Körfezi ya­ vaş yavaş Tahran için bir etki alanına dönüşmekte. Eski Yunan dönemin­ de nasıl muhteşem Ahemeni kralianna hayranlık duyanlar var idiyse, bugün de Kuveyt'de, Bahreyn'de, bütün emirliklerde hatta Suudi Arabis­ tan'da Iran yaniılannın mevcudiyeti gözleniyor. "Bütün bunlar ülkenin başan hanesini oluşturuyor. Tanıştığım her kesimden lranlı, az çok tereddütleri olsa da, bu konuda hemfikirler. Es­ kiden, her fırsatta, kayıtsız şartsız rejimi yerden yere çalanlara bu defa rastlamadım. Hatta mutlu olan Iranlılar gördüm. "Ama genel olarak, insaniann üzgün olduklan izlenimini edindim. Kuşkusuz, gelişme yolunda bir millet ancak çağımızın bir gerçeği olan en­ gelleri, tedirginlikleri, yoksunluklan aşarak başan sağlayabilir. Işte bu nedenle, her yerde olduğu gibi bu büyük ülke de bazı insaniann anlayış214


Farah Pehlevi

sızlığıyla, yok olmak istemeyen bazı sınif ve gruplann direnciyle ve uygu­ lanan yöntemi çok uzun bulan gençlerin sabırsızlığıyla karşı karşıya. " Bazılannın "direnci" -din adamlan ve büyük toprak ağalar- baş­ kalannın sabırsızlığı -öğrenciler ve aydınlar- çelişkili gibi olsa da bu gruplar 1976-1977 yıllanndan itibaren artan bir hoşnutsuzluğu el e­ le verip besleyerek ve en sonunda bizim ülkeden ayrılmamıza neden olacaklar ve Islam Cumhuriyeti'nin ilanını sağlayacaklardı. Ama 1971 yılında, bu tepkiler Şah'ı kaygılandırmıyordu: O kabuk değiştirmek­ te olan bir ülkede bu tür tepkileri normal görüyor ve gelişme süreci­ nin meyveleri toplanmaya başladığı zaman, toplumdaki engellerin kalkacağına, insanların beklentilerinin karşılanacağına ve toplumdaki karşı uçların birbiriyle banşacağına dair iddialarda bulunuyordu. Onun Pers Imparatorluğu'nun kuruluşunu kurlamayı düşün­ mekteki asıl amacı, iki yüzyıl süren aşağılanma ve fakirlik dönemin­ den sonra ulusu, yenilenen kimliği ve tekrar kazandığı onuru etra­ fında birleştirmekti. Çok büyük sembolik değeri olan bu kutlama­ dan beklentisi, insanların "nereden geldiğimizi ve nereye ulaşacağı­ mızı" görebilmeleri için günlük, küçük engelleri aşabilmelerine im­ kan sağlamaktı. Bana gelince, ben komitenin başına geçtiğim zaman hazırlık ça­ lışmaları çoktan başlamıştı. Şah kutlamalar için değişik etkinlikler düzenlenmesine izin verdiğinde, ben dördüncü çocuğıımu dünyaya getirmeye hazırlanıyordum ve bu olay beni bir süre için çalışmala­ rımın temposunu yavaşlarmak zorunda bırakmıştı. Hemen bir organizasyon komitesi belirlendi. Kutlamaların yapı­ lacağı yer konusunda hiçbir tartışma olmadı: Elbette ki Ahemeni­ Pers Imparatorluğu'nun ilk kraliyet sitesi ve Büyük Kyros'un bilge ardılı I. Darius'un sarayının kalıntılarının bulunduğu Persepolis'te yapılacaktı kutlamalar. Persepolis'te bütün dünyanın devlet başkanlarını ve hükümdar­ larını misafir etmek söz konusu olduğundan, işler hızla uluslararası bir boyut kazandı. Oysa, çölün ortasında olan antik site kutlamala­ ra hiç elverişli bir durumda değildi ve en yakın Şiraz kentine altmış kilometreden fazla uzaktaydı. 215


Anılar

Organizasyon komitesi benden başkanlığı üstlenmemi istediğin­ de, 1 9 7 1 Ekim ortalannda yapılması öngörülen kutlarnalara bir yıl­ dan az bir zaman kalmıştı. Eğer bunu kabul ettiysem, bu bütün ben­ liğimle eşimin amacını paylaştığıın içindi, bunu açıkça ifade ettim: "Bugün içinde bulunduğumuz Pehlevi döneminin !ran uygarlığının yeniden doğuş dönemi olduğunu kanıtlamak için el ele tutuşmalı, birleşmeliyiz" dedim. Ama sonradan gördüklerim gerçekten de du­ yarlı bir lranlı olarak beni üzmüştü; bazı konularda belki de lranlı­ lara başvurmamız mümkün iken, pek çok konuda en lüks yabancı firmalara siparişler verilmişti bile. Aslında bu durum beni üzmüştü. Bu noktaya nasıl gelinmişti? Hala geri dönmek mümkün müydü? Sorularıma yanıt olarak, tran­ lı firmaların henüz emekleme döneminde oldukları için belirli bir zamanda, bu tür bir işi nitelikli olarak sağlayamayacaklan, zamanın kısa olması nedeniyle Avrupalıların bilgi ve becerisine başvurma ih­ tiyacı duyulduğu söylendi. "Pekala," dedim, "madem öyle, lranlı firmaların emekleme döne­ minin bitmesini bekleyelim, kendimize işleri doğru düzgün yapabi­ lecek zamanı tanıyalım. lki bin beş yüz yıl bekledik, birkaç yıl daha sabredebiliriz." Ama bazı şeyler için gerçekten çok geç kalınmıştı. Bunu çabuk anladım ve endişe ettim çünkü gazetecileri tanıyordum, onların bizi eleştirrnek için bu konuyu bahane edeceklerinden şüpheleniyor­ dum, ağaca bakacaklar ve ormanı göreıneyeceklerdi, yani Persepolis kutlamaları sayesinde, içeride tran'ın kazanacağı altyapıyı ve bütün dünyada adından söz edileceğini göz ardı edeceklerdi; O zaman da benim, başkalarının yaptıkları seçimlerin sorumluluğunu üstlen­ mekten başka yapacak bir şeyim kalmıyordu. Kutlamaların hazırlan­ masında bana düşen görevlerin içinde en güç, en cesaret kırıcı olan bu sorumluluğuındu. Korktuğuın gibi, yavaş yavaş Batı'dan yapılan "gereksiz ve aşırı" harcamalada ilgili olarak çok sert bir eleştiri yağ­ muru başladı. Gazeteciler bıkmadan, usanmadan bu temcit pilavına kaşık salladılar. Halkı bazen ekmek bile bulamazken, okulu yokken, Lanvin'den giyinip Maxims'de yiyen bu şahlık rejimi de neyin nesiy216


Farah Pehlevi

di? Gazeteciler alaylı bir dille laf ebeliği yapıyorlardı, doğal olarak Iran'daki muhalefet papağan gibi aynı şeyleri tekrarlıyor ve konuyu büyük ölçüde istismar ediyordu. Bu görüntü Persepolis kutlamalan­ nın anlamını büyük ölçüde değiştiriyordu. Ben de ısrarla, yabancı muhabiriere bunca yıldır fakir halkı kalkındırmak için gösterdiğiniz ve bütün dünyadaki yöneticilerin ittifakla kutladıklan çabalardan sonra bizi böyle eleştiri yağmuruna tutmalannın hiç de adil olmadı­ ğını; tran'ın uyanışını ifade eden kutlamalardan sadece bu eleştiri ko­ nularını ele almalarının da hiç adil olmadığını açıklamaya özen gös­ teriyordum. Harcanan paranın büyük bir kısmı tran'ın milli servetini büyük ölçüde zenginleştirecek donanımlara gittiği için, bu eleştiri yağmuru­ nu gerçekten hak etmiyorduk: bu münasebetle açılacak olan ikibin beş yüz okul, elektriğe kavuşacak köyler, yapılan oteller, asfalt döşe­ nen yollar kutlamalardan sonra da bu ülkede kalacaktı. Ve nihayet diğer ülkelerle ilişkiler açısından kesinlikle bedava, çok büyük bir reklam imkanı sağlamış oluyorduk. Dünyanın belli başlı kentlerinde kutlama komiteleri kurulmuştu. Bütün bu kentlerde lran kültür ve sanatı ile ilgili sergiler açılıyor, konserler, konferanslar veriliyordu . Bu dönemde lran'a ilişkin yayımlanan bütün filmlere, bütün kitap ve makalelere, dünya televizyonlannda ve radyolarda tekrar tekrar ya­ yımlanan röportajlara para ödememiz gerekmiş olsaydı, bu bize mil­ yonlarca dolara malolacaktı! 1970 yılında tran'ın haritadaki yerini bile bilmeyen ve kutlamalar sayesinde tran tarihini ve coğrafyasını öğrenen insanların sayısı her halde çok fazlaydı. Kutlamalardan son­ ra da, özellikle turizm alanında sağlanan gelişmelerle elde etmiş ol­ duğumuz kazancı rakam olarak kim söyleyebilir? Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere, yabancı basının olumsuz kam­ panyası sonuna kadar devam etti ve Persepolis kutlamalarının tran­ lıların gönlüne kazandırdığı duygulara baskın çıktı, burada sözünü ettiğim bir gurur, bir şükran duygusu; buna da paha biçilemez! Hiç kuşkusuz, tran'ın uzun tarihinde ilk defa yabancı ülkeleri, hü­ kümdarları, devlet başkanları ve eşleriyle birlikte töreniere katılarak tarihi Pers İmparatorluğu'nun başkenti Persapolis kentini varlıklarıy­ la onurlandıracaklardı. Davetler yapıldıktan sonra gelen olumlu ce217


Anılar

vaplar hızla Saray Bakanı Sadullah Alem'in çalışma masasının üzerine yığılmaya başladı. Danimarka, Ürdün, Norveç, Nepal, Belçika hü­ kümdarlan geleceklerdi. İngiltere Kraliçesi Elisabeth, eşi Prens Philip ve kızı Prenses Anne tarafından temsil edilecekti; aynı şekilde Hollan­ da Kraliçesi juliana yerine eşi Prens Bemard törene katılacaktı. Etyop­ ya imparatoru Haile Selasiye, Katar, Kuveyt Bahreyn emirleri, Um­ man Sultanı Kabus, Birleşik Arap Emirlikleri Başkanı Şeyh Zayed, Monaco ve Liechtenstein Prensleri, Lüksemburg Grand Dükü, tspan­ ya Kralı ]uan Carlos ve eşi Sophie, lsveç Kralı'nı temsil etmek üzere Veliaht Prens Charles Gustav, Yunan Kralı Constantin ve eşi Kraliçe Anne-Marie, gene Yunan Prensi Michel ve eşi Victor-Emmanuel de Savoie, Afganistan Prensesi Belkıs ve eşi Serdar Abdül Veli davetimi­ ze olumlu cevap verenler arasındaydılar. . . Kutlarnalara katılacak olan devlet ve hükümet başkanlannın sayısı daha da çoktu: Finlandiya, Hindistan, Türkiye, Pakistan, Yugoslavya, Avusturya, Bulgaristan, Po­ lanya, Romanya, Senegal bu ülkeler arasındaydılar. Amerika Başkan Yardımcısı Spiro Agnew, SSCB Bay Podgomi ve Fransa da Başbakan jacques Chaban-Delmas ve eşi tarafından temsil edileceklerdi. Bir taraftan işçiler ve mühendisler üç gün boyunca bu seçkin şa­ hıslann kalacağı bez çadırlann yapımında çalışırken, diğer taraftan düzenleme komitesinin her birimi de canla başla kendi görevleriyle uğraşıyordu: bazılan dört bir yana dağılan bir güvenlik sisteminin ku­ rulması için uğraşıyorlar, diğerleri davetiiierin Şiraz'dan Persepolis'e gidiş gelişlerini düzenlemeye çalışıyorlar, daha başkalan da binbir çe­ şit protokol sorunuyla boğuşuyorlardı. . . Bana gelince, düzenli olarak Tahran'a ve Persepolis'e hazırlıklan yakından görmeye gelen gazeteci­ lerle görüştükten başka, gözümden kaçan bir şey olmaması için her şeyle ilgilenmek zorundaydım. Her devlet başkanının eşine misafirli­ ği süresince, onun dilini çok iyi konuşan ve protokol kurallanna mü­ kemmelen vakıf olan bir nedime eşlik edecekti. Bu elemanlan bulmak ve eğitmek gerekiyordu. Aynı şekilde kampta hükümdarlann ve dev­ let başkanlannın hizmetinde olacak kişilerin de eğitilmderi gereki­ yordu. Bunlar halletmemiz gereken sorunlardan bazılanydı. Misafirlerimize sunulacak hediyelere gelince, hazırlık komitesi, Azeri sanatçılara, ortasında devlet başkanlannın portresi olan halı218


Farah Pehlevi

lar sipariş etmeyi düşünmüştü. Buna ek olarak Babil'de bulunan ve bugün British Museum'da muhafaza edilen Büyük Kyros'un pişmiş topraktan yapılmış bir silindir mührü üzerine yazılı fermanının bir kopyası verilecekti. Bu girişim içimi gururla dalduruyordu çünkü Babil savaşında yenik düşenlere hitaben yazılmış bu metinde Kyros, sanki iki bin beş yüz yıl sonra İnsan Haklan Bildirgesi'ni oluştura­ cak temel kurallan tasadamış gibi yağınayı yasaklıyor, mahkumla­ rın serbest bırakılmasını, yıkılan evlerin yeniden yapılmasını emre­ diyor ve o döneme göre dinlere karşı şaşırtıcı bir hoşgörü örneği göstererek bütün tannlara saygı gösterilmesini istiyor, esareti kaldı­ rıyor, insanlar arasında eşitliği sağlıyordu. Onun buyruklarına uya­ rak Kyros'dan sonra gelenler Yahudileri Jerusalem'e gönderiyor ve orada kendi mabetierini kurmalarına izin veriyorlardı. 1 Evet, ben büyük Pers İmparatorluğu'nun hümanist ilkelerinin te­ meli olan bu "toprak mühürün" dünyanın gözünde "yeniden güncel­ lik kazanmasından" gurur duyuyordum. Bizim din adamlarımız ise Şah'ın (lS 637 yılındaki) Arap istilasırrdan sonra, İranlılar tarafından kabul edilen İslamın önemini küçültmek istediğinden kuşku duya­ rak, konuklanmıza fermanın kopyasını armağan olarak sunma kara­ rını ayrı bir aşağılama nedeni olarak gördüler. Bu tavır, Perslerin Arap istilasırrdan çok önce yaşadıklarını ve yenilclikleri zaman da bozgunu zafere dönüştürmeyi başardıklarını unutmak demekti. Ger­ çekten daha Arapların istilasının ilk yıllanndan itibaren Perslerin edebiyatı, felsefesi, tıbbı ve sanatlan bir İslam uygarlığının temel öğe­ lerini oluşturmuşlardı, İranlılar da böylece şiddet kullanmadan ve kan dökmeden İslamı Asya'nın doğusuna kadar yayacaklardı. En köktendinci olanların nazannda, bu törenler onları büyük öl­ çüde aşağılamış ve ineinme duygularını artırmış olmalıydı; biz bunun açıkça farkında değildik. Kutlamalar, 12 Ekim 1971 günü, eşimin he­ yecandan titreyen bir sesle yaptığı şu şükran konuşmasıyla başladı:

"Kyros, Yüce Kral, Kraliann Kralı, Iran Şehinşahı olarak ben ve hal­ kım seni selamlıyoruz! "Tarih'in ölümsüz kahramanı, dünyanın en eski imparatorluğunun kurucusu, büyük kurtancı, insanlığın soylu evladı, lran'ın, tarihi ile bağl . Kyros'un fermanı, kitabın ek bölümünde yayımlanmıştır. 219


Anılar

lannı yeniden kurduğu bugün sana tüm halkın sonsuz şükranlannı su­ nuyoruz. " Bu anma törenine hoşgörü ve yakınlaşma belirtisi olarak dünya­ daki bütün dinlerin temsilcileri de davet edilmişlerdi: Katolikler, Metodistler, Zerdüştler, Ortodokslar, Mormonlar, Şintoistler, Bu­ distler, Sihler, Museviler, Amerika Kızılderililerinin temsilcileri ve elbette ki Müslümanlar da hazırdılar. O gün, müslüman temsilciler arasında hiçbir konuda hiç kimsenin en küçük bir itirazı olmadı. Sadece Bahailer bu dini tanımayan müslümanları ineitmernek için davet edilmemişlerdi. ı lslam Devrimi'nden bugüne yirmi yıl geçti. Bu kültür mirasını koruyacak olan Şah artık yok ama halkımızın temsil ettiği tran kim­ liği hala çok güçlü ve bu kimliğin karanlık güçlere rağmen ayakta kalacağını biliyorum. Ertesi gün, l 3 Ekim'de gündemin en önemli maddesi davetiiie­ rin karşılanmasıydı. Şiraz'a gelmesi beklenen davedilerin uçakları­ nın inişleri dakikası dakikasına hesaplanmıştı. Şahın erkek kardeş­ leri ve bazı bakanlar misafirleri uçaktan iner inmez karşılamakla gö­ revlendirilmişlerdi. Daha sonra Persepolis'e getirilen bu misafirleri orada biz törenle karşılıyorduk. Şah konuklarını şu sözlerle selamlı­ yordu: "lmparatoriçe ve kendi adıma, şahlık rejimimizin iki bin beş yüzüncü yıldönümü münasebetiyle lran'a hoşgeldiniz diyorum." Da­ ha sonra konuğumuz, lmparatorluk Muhafız Alayı'nın çaldığı kendi milli marşını dinlemek üzere Şah ile birlikte bir podyuma çıkıyordu. Bundan sonra, konukları takdim etmekle görevli olan subay onur konuğumuzun ismini ve unvanını söylüyor, onu Muhafız Alayı'nı denetlerneye davet ediyordu. l . Bu şenliklerin bir başka bölümünü, 14 ve 16 Ekim 1971 günleri arasında Şiraz'da yapılan Uluslararası lranologlar Kongresi oluşturdu. Bu kongreye Iran tarihi ve Iran uygarlığı uzmanı, yerli ve yabancı üç yüz bilim adamı katılmıştı. Açılış akşamı eşinıle ben de onlarla tanıştık. Ken­ dilerine Iran kültürüne yaptıkları hizmetlerden ötürü şükranlanmızı bildirdik Kongre bütü­ nüyle Iran tarihine, özellikle de Büyük Kyros'a adanmıştı. Dünyanın dört bir yanından gelen bilginierin hazırladıkları bine yakın araşurına dosyası Kongre Sekreterliği'nde toplanmıştı, böy­ lece Kyros hakkında eksiksiz bir inceleme ortaya çıkmıştı. Daha sonra Islam Devrimi Muhafız­ lan'nın, iktidara geldikleri ilk günlerde bu dosyalan yok etmiş olduklarını ö)5renince kaliralduk 220


Farah Pehlevi

Konuklan takdimle görevli olan Binbaşı Kerim Şems'e hayran ol­ muştum. Saatler süren bu yorucu görevinde, ne isimleri söylerken ne de çoğu kez oldukça karmaşık olan unvaniarı sıralarken en küçük bir hata yapmamıştı. Akşam onu bir kenara çekip kutladım. Yorgun­ luktan bitkin düşmüştü ama görevini böyle kusursuz bir şekilde ye­ rine getirdiği için heyecanlı ve mutluydu. Bu günleri düşünerek, hayatımda ilk kez doktornından bana sa­ kinleştirici bir şeyler vermesini istemiştim. Çalışmalardan başımı kal­ dıramadığım ve çok kaygılı olduğum için bu son aylarda çok fazla zayıflamıştım, bir aksilik olacak ve kutlarnalara gölge düşecek diye korkuyordum. Bütün lranlılar da korkuyordu, bu da aramızda bu­ güne kadar hiç yaşamadığımız bir yardımlaşma ve dayanışma ruhu­ nu ortaya çıkarmıştı. Bazı bakanlarımızın, saray mensuplarının, ge­ nerallerin ve diğer subayların, büyükelçilerin, genellikle sahip ol­ dukları ayrıcalıklar konusunda çok titiz olan bu insanların, birileri­ nin valizlerini taşıdıklarını ya da beklenmeyen bir konuk geldiğinde kendi odalarını onlara bıraktıklarını görüyordum. Tanınmış ailelere mensup hanımlar, işleri başlanndan aşan oda hizmetiiierine yardım ediyorlardı. Herkes kendiliğinden elinden geleni yapıyordu, hatta bir sabah Rıza'nın çadırların arka tarafında kahvaltıları dağıtmakta oldu­ ğunu gördüm.

l 4 Ekim sabahı kutlamalar tran'ın tarihindeki bütün ordulan tem­ sil eden bir geçitle başladı. General Fethullah Minbaşyan'ın yönettiği bu geçit töreninde bin yedi yüz seksen asker yer almıştı. Lesley Blanch bana adadığı kitapta, bu geçit törenini şöyle betimlemişti.

"Kısa, kıvnk sakallı Medler ve Persler; sivri, küçük sakallı Sefeviler, gösterişli bıyıklanyla Kaçar birlikleri, ka/kanlar, mızraklar, flamalar, palalar, kılıçlar, her şey vardı. Yakıcı bir güneşin altında şemsiyelerin gölgesinde oturan davetliler Kyros'un gücüne tanıklık etmiş olan büyük sütunlann altında bu görkemli geçit törenini izlediler. Ahemeni piyade erleri, Part savaşçılan, Kserkses'in süvarileri, tahtıravanlar, yük araba­ lan, zırhlı arabalar, develer. . . Hava Kuvvetleri, silahlı kuvvetlerde ka­ dınlara aynlan katada yer alan yeni kadın askerler. . . Hepsi de Persepo­ lis'te idiler, hepsi de geçmişteki ve günümüzdeki Iran'ın şanına tanıklık ediyorlardı. " 221


Anılar

Öğleden sonra, yakıcı sıcağa rağmen antik siteyi ziyaret etmek isteyenler için ayrılmıştı, akşam gala yemeği verildi. Akşam yemeği kampın ortasına kurulan altmış sekiz metre uzun­ lukta, yirmi dört metre genişlikte bir çadırda verildi. Hemen hemen bütün hükümdarlan ve devlet başkanlarını tanıyorduk, ancak bazıla­ rıyla biraz daha yakındık ya da ülkesine sık sık özel ziyaretiere gitti­ ğimiz Ürdün Kralı Hüseyin, Yunanistan, Belçika, Afganistan hüküm­ darlan ve eşimin çok sevdiği Fas Kralı Hasan gibi gerçekten dost ol­ duklanmız da vardı. Kral Hasan serbest olmadığı için gelemediğin­ den yerine erkek kardeşi Prens Mulay Abdullah ve eşi Prenses La­ mia'yı göndermişti. Protokol dışında yaptığımız görüşmelerden ger­ çekten memnuniyet duyuyorduk ve bu memnuniyet dostluk çembe­ rinin de dışına taşıyordu. Böylece, mesela Nikolay Podgorni ile daha önce görüşmüştüm ama akşam yemeği sırasında kendisiyle birçok kez Rusça birkaç kelime konuşma, hatta şakalaşma fırsatını bulabil­ miştim. Zaten etrafımızdaki insanların çoğu şakalaşıyorlardı. Bu ge­ ceyle ilgili olarak daha sonra bana şu anekclotu anlatmışlardı: Monaco Prensi Rainier, İngiltere Prensi Philip ile Hollanda Prensi Bemard'ın arasına oturduğu için şaşırmış -davetlileri bir hanım bir erkek olarak sırayla oturtmak için hanım konuklanmızın sayısı yet­ memişti- Prens Philip de kendisine: "Aziz dostum, ikimizin bu top­ luluğun tek erkek kraliçeleri olduğumuz dikkatinizi çekmedi mi?" Bazı misafirler, bu fırsattan yararlanarak daha az önemli konula­ rı görüşmeye başladılar ve bu konuşmalar ertesi gün kafeteryada, bir kulüp ortamında, gayet sıcak bir şekilde devam etti ama siyasi meselderin konuşulduğu kesindi. Politik görüş ayrılıklan nedeniy­ le birbirleriyle resmi olarak asla görüşemeyecek olan erkekler ve ha­ nımlar, orada basından uzak, birbirlerine kendi düşüncelerini ra­ hatça anlatma fırsatını bulmuşlardı. Bizler de durmadan, dinlenmeden, misafirlerimizle, arka planda çalışanlar arasında koşuşturmalanmızı sürdürüyorduk. Mutfakta her­ kesin moralinin iyi olduğundan emin olmak, onlara yardım etmek, bazılarını rahatlatmak ya da olası felaketleri önlemek gerekiyordu. Ak­ şam yemeğinden önce gizlice mutfağa çağnldım. Koşarak gittim ve aş­ çıbaşının ağladığını gördüm: pastası taşınırken yolda bozulmuştu! He222


Farah Pehlevi

men onu teselli etmek, pastanın düzeltilebilecek kısımlarını düzelt­ mek ve sonra da olup bitenlere gülmeyi denemek gerekiyordu! Önem­ li değildi, pasta yanlamasına sunulurdu, kimse de bir şey fark etmez­ di; zaten önemli olan da bu pastaya verilen emek değil miydi? Davet­ lileri böyle bir pastadan mahrum etmek doğru olmazdı. Gala akşamı ışık ve ses gösterisinin ardından yapılan havai fişek gösterileri ile son buldu. Her şey başarılı olmuştu, gece muhteşem­ di ama yine de bir kere daha dikkat edilmesi gereken kaygı verici bir durum vardı: sabah, geçit töreninde yer alan onlarca atın ve mandanın fişek atışlarından ürkmemeleri gerekiyordu! Eğer bir ta­ nesi heyecanlanıp çifte atmaya başlarsa, bu huzursuzluk bütün sü­ rüye bulaşabilir ve çılgına dönen hayvanlar davetlilerin üzerine hü­ cum edebilirlerdi. Üçüncü ve son gün protokol açısından rahat bir gündü, herkes istediğini yapmakta serbestti. Bazılan çölü gezmeye gitmişlerdi. Pek çok davetli de günü değerlendirip, birileri ile dikkati çekmeden gö­ rüşebilmişlerdi. Amerika Başkan Yardımcısı Spiro Agnew, albayların

1 967 Nisan'ında yaptıkları darbeden bu yana sürgünde olan Yunan Kralı Konstantin ile konuşmuştu. Eşim uzun uzun, SSCB Başkanı Podgomi ve Türkiye Cumhurbaşkanı Sunay ile görüşmüştü. lmpa­ rator Haile Selasiye Yugoslavya Başkanı Tito ile birlikteydi. Kral Hü­ seyin, dostça bir söyleşi için bazı Arap hükümdarlarını bir araya ge­ tirmişti. Akşam, nihayet tam anlamıyla bir İran gecesi yaşanacaktı! Bu olay için, ülkenin her köşesinden sanatçılan ve el sanatlan ustalarını sefer­ ber etmiştik. Müzisyenler, ressamlar, dokumacılar, aşçılar davetimize memnuniyetle katılmışlardı: bu akşam, İran yemek kültüründen ve el sanatlanndan başlayarak, kültürümüzün zenginliğini herkese tanıt­ mak istiyorduk. El sanatlan sektöründe, özellikle köylerde, elde do­ kunan halıların ihracatını artırmak bizim en büyük arzulanmızdan biriydi. Ben her zaman ülkedeki otel sahiplerini otel odalannı, İran el sanatlarını yansıtan yerli eşyalarla döşemeleri konusunda ikna etme­ ye çalışıyordum. Bu defa zanaatkarlanmızı bütün dünyada tanıtmak için hükümdarlara ve devlet başkanlarına güveniyorduk! 223


Anılar

Konuklanmızdan bazılan hemen ertesi gün ülkelerine döndüler. Diğerleri ise, şu veya bu kenti gezmeyi ya da Hazar Denizi'ni görmeyi arzu ettikleri için kalış sürelerini uzattılar. Bazı misafirlerimizin katıl­ dıklan Tahran'daki yüz bin kişilik Arya Meh Stadyumu'nun ve tran'ın başkentinin doğusuna yapılan, modem bir zafer takı olan Şahyad'ın açılışı ile Iran'ın tarihini simgeleyen kutlama törenleri resmi olarak so­ na erdi. Bu münasebetle son kez havai fişek gösterileri yapıldı. En son çekilen resmimde, net olarak derin bir "Oh!" çekip rahatladığım görü­ lüyor.

224


6o

'lı yıllann ikinci yansında en büyük kaygılanından birisi, ülke­

nin gelişmesi için yapılan çalışmalarda kültürün ihmal edilmemesini sağlamaktı. Şah ülkenin, ekonomik olarak geri kalmışlıktan kurtuldu­ ğu zaman demokrasi alanındaki gelişimini de tamamlayacağını düşü­ nüyordu; oysa ki ben, bir demokrasi için kültürel alandaki kalkınma­ nın en iyi itici güç olduğu kanısındaydım. Bir taraftan sanatçılanmıza yardım etmek, halkın gözünde değer kazanmalannı, yurt içinde oldu­ ğu gibi yurt dışında da tanınmalannı sağlamak, diğer taraftan da ka­ pılanmızı başka ülkelerin sanatçılanna açmak gerekiyordu. Dayımın oğlu Rıza Kutbi'den benimle bu konu üzerine kafa yar­ masını istedim. Uluslararası bir festival kurma düşüncesi işte böyle­ ce ortaya çıktı. Daha ilk anda -bu türde yer alacak çalışmalann do­ ğallığını yitirmiş falklorik-turistik gösterilere dönüşmesini önleye­ rek- yalnız Iran'ın ve başka ülkelerin geleneksel ve atalanndan kal­ ma ifade biçimlerine kucak açınakla yetinmemesi ama aynı zaman­ da çağdaş tiyatro ve müzik etkinliklerine de yer vermesini kararlaş­ tırdık Kültür bakanı da bu projeyi benimsedi ve hızla yazarlardan, ga­ zetecilerden ve hükümet yetkililerinden oluşan bir kurucular komi­ tesi oluşturcluk Komitenin ilk alacağı karar yer seçimiyle ilgiliydi: Festival nerede yapılacaktı? Oy birliği ile Şiraz kenti seçildi. Hem Persepolis antik kentine hem de çöle yakın oluşu nedeniyle bu biz­ ce doğru bir seçimdi. Tiyatro sanatçılannın da Şiraz'ın bu konumu­ nu çok iyi değerlendireceklerini düşünüyorduk. Aynca Şiraz'dan edebiyat alanında çok soylu isimler çıkmıştır: Iran halkının en sevdiği iki şair, Sadi ( 1 207- 1 2 9 1 ) ve Hafız ( 1 3241 389) bu şehirde doğmuşlardır, kabirieri buradadır. Şiraz uzun süre Pers edebiyatının merkezi olarak kabul edilmiştir. !çinde gülleri, bül­ bülleri, aşkı banndıran yeşil bir kültür vahası gibidir Şiraz. Evet, bu 225


Anılar

kent başka herhangi bir şehirden fazla, sanatçılara bir şeyler yaratma­ lan için ilham verebilecekti. Şürsel kimligi dışında başka üstün taraf­ lan da vardı, Şiraz'da çok sayıda otel bulunuyordu -Persepolis kutla­ malan sayesinde bu otellerin sayıları artmıştı- ve ayrıca komite şeh­ rin üniversite sitesindeki odalardan da yararlanabilecekti. Şiraz festivali kağıt üzerinde doğmuştu, şimdi asıl sorunu hallet­ meliydik: sadece dünyadan değil, ülkenin dört bir yanından da sanat­ çılan heyecanlandınp harekete geçirebilmeliydik. 60'lı yıllarda, tran­ daki sanatsal çalışmalann büyük bir bölümünden haberimiz vardı ama biz kendilerini pek tanıtamamış sanatçılan da bulup etkinlikleri­ mize katmak istiyorduk. Sonradan festivalin müdürü olacak olan Fa­ ruk Gaffari'nin yönetimindeki Festival ekibi Tahran'dan en uzak böl­ gelere öncüler gönderdi, bu elemanların gittikleri yerlerden bize ge­ tirdikleri karşısında bugün bile hayranlığıını muhafaza ediyorum ve ülkemizin gelecegine güvenmek için nedenlerim var diye düşünüyo­ rum. En kıyıda köşede kalmış, en yoksul köylerde, her yerde öykü­ cüler, müzik grupları, tiyatro ve kukla tiyatrosu gösterileri yapan kü­ çük gruplar ve elbette halk şairleri yaşıyordu. . . Her bölgenin kendi yöresel özelliklerini yansıtan, bizim bilmedigimiz hazinelere sahip ol­ duğumuz ortaya çıkmıştı. Şimdi yapmamız gereken, harita üzerinde bu hazinelerin yerini belirlemek ve hangi ölçüye göre kimi davet ede­ cegimize karar vennekti. O kadar zengin bir hazineye sahiptik ki tek sıkıntımız seçeceklerimiz üzerinde karar vennekti. Ülke dışından davet edilecek sanatçılar için de benzer bir giri­ şimde bulunduk. Komite üyelerinden Faruk Gaffari ve Bican Saffa­ ri, Asya ve Avrupa'daki başka festivallerde neler yapıldığını görmek için yola çıktılar. Çağda� müzik alanında Fransa'daki Royan Festiva­ li'nin bize değerli katkıları oldu, tiyatro için de Uluslararası Nancy Festivali'nin önemli bir kaynak olabileceğini gördük. Nancy'deki en önemli keşfimiz Bob Wilson oldu. Bob Wilson ve daha pek çok önemli isim Şiraz'a geldiler. Nihayet 1967 Eylül'ünde, biraz çekinerek ilk büyük kültür gös­ terimizin açılışını yaptık. Eylül ayını seçmekteki amacımız tatilin devam ettiği bu ayda öğrencilerin de festivale katılmalanna imkan sağlamaktı. Üstelik eylül, İran'da havanın en güzel olduğu dönem226


Farah Pehlevi

Uluslararası Tahran Festivali, 1 9 73

dir, hava ne sıcak ne de çok soğuktur. Yahudi Menuhin de festival­ de yer alarak pek çok başka ismi peşinden sürüklemiştir. Ertesi yıl, Yannis Xenakis ve Arthur Rubinstein gelip Şiraz'da kon­ ser verdiler. 1 969 yılında festival konusu olarak "dünyadaki vurmalı çalgılar"ı seçtik ve bu tema sayesinde ilk kez uluslararası arenada se­ simizi duyurabildik Bu festivalde, Iran'ın tombakını, Hindistan- ın

mridanganını, Bali'nin gamelanını, Ruanda'nın davulunu ve daha bir­ çok başka perküsyon aletini dinleme fırsatı sunuldu izleyicilere. Yan­ nis Xenakis ikinci kez geldi ve !talyan besteci Bruno Madema da fes­ tival programında yerini aldı. O tarihten itibaren, 1977 yılında yapı­ lan son etkinliklere kadar sürekli artan bir başan sağlandı. ı Festivalin en başında, kuruluşunda yer almış olsam da, daha son­ ra sadece açılışını yapıp, başında ve sonunda birkaç gösteriyi izlemek­ le yetindim. Elbette her şeyi görmek isterdim ama çok yüklü olan programtın bana bu imkanı vermiyordu. Şans eseri olarak, bu festival 1. ı976 yılında Uygarlıklann Diyalogu'nu başlattık. Bu diyalogu düzenlemekteki amacunız, bü­ tün dünyadaki kültürler arasında verimli bir kültür alışverişi kurmaktı. Bu konudaki ilk seminer çalışması 1978 yılında Iran'da Avrupa ülkelerinin, japonya'nın, Mısır'ın katılımıyla gerçekleşti. 227


Anılar

hükümetin ya da herhangi bir yöneticinin himayesine girmedi, böy­ lece, sadece açık görüşlü ve özgür düşüneeli sanatçılann yer aldıgı bir komitenin sorumlulugu altında kanatlanıp havalandı. Festivaldeki or­ tamdan çok hoşlanıyordum, izleyicilerin hepsi de orada olmaktan mutlu görünüyorlardı. lranlılann başka ülkelerin tiyatro ve müzigi. ile birlikte kendi tiyatrolannı keşfetmeye susamış olduklan hissediliyor­ du. Sanatçılar da böylesine sıcak karşıtanmaktan şaşkın ve mutluydu­ lar. Her konugun kendisini evindeymiş gibi rahat hissedebitmesi için bütün Şiraz kenti seferber oluyordu. Vali, belediye başkanı, ordu ko­ mutanı herkes elinden gelen çabayı gösteriyordu. . . Ben kendim de orada burada sandalye eksikse götürmekte, sıralan çekmekte, gere­ ken yardımı yapmakta tereddüt etmiyordum. Sanatçılar gösterilerini istedikleri yerde yapmakta özgürdürler, onlar sadece istediklerini söylüyorlardı, gerisi komitenin işiydi; ko­ mitedekiler onlara gerekli bütün kapılan açmak, araba, kamyon, malzeme saglamak için didinip duruyorlardı. 1972 yılında Robert Wilson gelip, Şiraz'ın dışındaki tepelerde yüz altmış sekiz saat, aralıksız yedi gün yedi gece devam eden Ka Mountain adlı, tiyatro tarihinin en zor ve en büyük gösterisi oldugu­ nu düşündügüm gösteriyi gerçekleştirdi. Başka sanatçılar kendileri­ ne mekan olarak çölde, Kyros'un mezannı veya kapalı çarşı içinde­ ki kervansarayı, şehirde dikkatlerini çeken bir eski evi veya çok sa­ yıdaki parklardan birini seçtiler. Alis Harikalar Diyannda bir kavun deposunda oynandı, ben de onu yere serili bir halının üstüne otura­ rak izledim. l97 l'de Peter Brook, Persepolist'te Orghast'ı sahneye koymak için geldi. Az kalsın bir dram yaşanacaktı onun bu gelişin­ de. Benim orada bulunmam işleri düzeltmemi kolaylaştırdı. Ben de gösteriyi izleyecektim, bu nedenle Bay Brook'tan belki bir-iki saat sonra yola çıktım. Giderken yolda bir grup insanın toplanmış oldu­ gunu görünce merak ettik. Otobüsümüzün şoförü yavaşladı ve dur­ du. Kalabalıgın içinden kireç gibi bembeyaz bir yüzle Eğitim Bakanı Manuçehr Genci'nin bize doğru geldiğini gördüm. "Majeste, tam zamanında yetiştiniz, Bay Brook öfkeden çılgına dönmüş bir durumda, hemen Avrupa'ya dönmek istiyor. Gösterisi­ ni iptal ediyor. Karakolcia görevli bir askerin onun geçişine izin ver­ memesine kızmış." 228


Farah Pehlevi

"Bay Brook nerede?" "Şuradaki küçük kahvede. Hiçbir şey duymak istemiyor." "Onunla konuşmak istiyorum." Kısa bir süre sonra, onun son derecede öfkeli bir halde geldiğini gördüm. Bay Brook ne düşündüğünü belli etmeden, konuşmadan öylece duruyordu. Bunun üzerine biraz esprili bir tonla sözlerime şöyle de­ vam ettim: "Bay Brook, cahil bir asker geçmenize izin vermeyerek doğru yaptığını sanmış. Sizi tanımamış, onun hatası değil bu, bizim hata­ mız. Bize gücenmemelisiniz. Bay Brook, şu anda sanatçı gibi davra­ nan benim, siz de kraliçe gibi mi davranıyorsunuz?" Bana dikkatle baktı, sonra yüzü aydınlandı: "Bu güzel bir benzetme! Pekala, arzu edersiniz ikimiz de kendi rolümüze dönelim. " Sonradan İran'a aşık olan Maurice Bejart 1974 yılında, özellikle bu festival için hazırladığı Sadi'nin baş yapıtıyla aynı adı taşıyan Gülistan isimli eserini salınelernek üzere gelmişti. Bunu bildiğimden, eşimden benimle birlikte baleyi izlemek için Şiraz'a gelmesini istemiştim. Daha ilk notalardan itibaren büyülenmiştik: Maurice Bejart ese­ rin başında, ülkenin en ucunda, güneydoğuda bulunan Balucistan eyalerinin geleneksel müziğinden ilham almıştı, sonra bale gösterisi başladı; Persepolis'in yıldızlı gökyüzü altındaki bu görsel şölen hiç şüphe yok ki festival tarihinin en muhteşem gösterilerinden biri ol­ du. Bale, Razavf'nin hankulade sesiyle mükemmel bir şekilde oku­ duğu Rumi'nin şiirleri ve geleneksel İran müziğinden parçalada so­ na erdi. Maurice Bejart 1 977'de tekrar geldi. Bu fesrivalin son sene­ siydi. Daha sonra İslam Devrimi her şeyi sildi süpürdü ama SO'li yıl­ ların ortalarında, New York'ta Maurice Bejart ile tekrar görüştüğü­ müzde o kadar heyecanlandık ki ne o ne ben göz yaşlarımıza engel olabildik 1975'te Nô Tiyatrosu Şiraz Festivali'ni onurlandırdı. Bu daha önce benzeri görülmemiş bir kültürel etkinlikti: Nô Tiyatrosu o za­ mana kadar Japonya sınırları dışına asla çıkmamıştı! Onlara benim 229


Anılar

de temsili izleyecegim konusunda teminat verildiği için gelmeyi ka­ bul etmişlerdi. Gösterilere genellikle çocuklarımla, özellikle iki bü­ yük çocuğum Rıza ve Ferahnaz ile gidiyordum, bazı gösteriler ço­ cuklar için de ilginçti. Nô Tiyatro Grubu'nun gala gecesinde yanım­ da küçük kızım Leyla vardı. O zaman henüz beş yaşında olmasına rağmen Leyla bütün temsili inanılmaz bir dikkatle, adeta gözünü kırpmadan, büyük bir zevkle izledi. Nô Tiyatrosu'nun özgün güzel­ liği ikimizi de adeta büyülemiş, esir almıştı. Uluslararası bu gösterilerle birlikte tran tiyatrosu da tekrar do­ ğuyordu l , bu konuyla ilgili olarak özellikle Arby Ovannessian, Bi­ can Müfit, Abbas Nalbantyan ve Perviz Seyit gibi yönetmenleri an­ mak isterim. Festivalin, genç oyuncuların kurdukları küçük tiyatro gruplan için de çok yüreklendirici bir işlevi vardı, bu gençler bütün bir yıl hazırlandıkları oyunları Şiraz'da sergileme fırsatını buluyorlardı. Ali Asker Bahari, Hasan Karai gibi müzisyenler ya da Tae lsfehani, Si­ yavuş Sacaryan gibi şarkıcılar da geleneksel musikimizi unutulmak­ tan kurtanyorlardı. Akşam, onları dinlemek için, Hafız'ın o bariku­ lade güzel bahçe içindeki mezarının etrafında toplanıyorduk. Bah­ çeye sıralar, halılar, minderler yerleştiriliyordu ve ortalık karardı­ ğında yolun iki tarafına küçük mumlar konuyordu. O kadar çok in­ san geliyordu ki kalabalık parka sığınıyor, sokağa taşıyordul Yaban­ cı konuklar ve lranlılar derin bir duygu birlikteliği içinde yan yana oturuyor, ruhumuzdaki gizemin yeniden doğuşuna tanıklık etme­ nin büyüsünü yaşıyorduk. Ben en çok böyle akşamlan seviyordum! Uzun seneler sonra, Amerika'da sürgünde yaşamak zorunda ka­ lan, Irak Savaşı'nın avcı pilotlarından Mahmut ile tanıştığımda, bü­ yük bir içtenlikle bana şunları söylemişti:

"Majeste, size duyduğum derin sevgi Şiraz Festivali döneminde, Ha­ fız'ın mezan etrafında geçirdiğimiz bir gece başlamıştır. Ben sokakta, kal­ dmmda oturmuş, geleneksel müziğimizi dinlemekteydim. Ayağa kalktı­ ğım bir sırada sizi gördüm: ön tarafta, kalabalığın içindeydiniz ve orada olmaktan çok mutlu görünüyordunuz. Resmi kimliğinizi bir tarafa bırakl . Dini eserler sahneleyen Ta'zieh Tiyatrosu ilk olarak uluslararası bir festival çerçevesinde sah­ neye çıktı. 230


Farah Pehlevi

mıştınız, halkla iç içeydiniz. Işte o anda birbirimize ne kadar yakın oldu­ ğumuzu, kültürel köklerimizin bizi nasıl güçlü bir şekilde birbirimize bağ­ ladığını hissettim." Pek çok genç sonradan bana eğer Şiraz Festivali olmasaydı ken­ dilerinin hiçbir şekilde sinema, tiyatro ya da müzik eğitimi almayı akıllanna bile getirmeyeceklerini anlattılar. Festival esasen İran'ın ve diğer ülkelerin geleneksel sanatlannın ta­ nıtılmasına adanmıştı. Bununla beraber Şiraz, insanların düşünceleri­ ni biraz sarsahilecek bir fikir laboratuvarı oldu, o derece ki, fesrivalin islami tepkinin yuvası olduğunu ve böylece şahlık rejiminin devrilme nedenlerinden birisini oluşturduğunu iddia edenler bile çıktı. Bana öyle geliyor ki tek bir piyes, bir Macar grup tarafından ser­ gilenen bir oyun pek çok kişiyi sarstı ve de kızdırdı. Suçlanan bu oyunu ben görmedim ama eleştirrnek için bahane arayan muhalefet üyeleri, festival yöneticilerinin eylem özgürlüğünü pek beğenmeyen güvenlik mensuplan ve bana karşı düşmanca duygular besleyen ki­ şiler, özellikle lslam Devrimi'nden sonra bu küçük olayı büyüttüler. Siyasi akımların, festivali, kendilerini ifade etmek için bir alan olarak kullanmış olduklan söylenebilir. Bazı yabancı gruplar, Şah'a muhalefetlerini saklamıyorlardı ve oldukça kışkırtıcı bir şekilde, re­ jimin özgürleşmesini savunduklarını iddia ediyorlardı. Örneğin bir Amerikalı grup "Bread and Puppet" gösterisini hapishane dünyasını sembolize ettiği için, Şiraz kalesinin duvarlan altında sahneye koydu. Emniyetten bazı kişilerin hoşuna girmese de biz, sanatçılan oyunla­ rını diledikleri gibi oynamakta ve istediklerini eleştirmekte serbest bırakıyorduk. lranlı sanatçılar da Şahlık rej imine karşı eleştirilerini yaymak için bu fırsattan yararlanıyorlardı, onları da aynı şekilde serbest bırakıyorduk. Temsilierin ertesi günü, üniversitelerde, ya­ zarların da katıldıklan yuvarlak masa toplantılan düzenleniyordu. Bu münasebetle bir gün bu toplantılardan birine davet edilen Po­ lonyalı oyun yönetmeni Grotowski'nin, kendisine bu festivale katı­ larak bir "diktatörlük rejimini" desteklediğinin farkmda olup olma­ dığını soran bir lranlı öğrencinin şiddetli eleştirilerine maruz kalm­ ca ona özetle şu cevabı verdiğini bana nakletmişlerdi: 231


Anılar

"Eger söylediginiz şeye gerçekten kendiniz inansaydınız burada otur­ muş, sakin bir şekilde benimle tartışacağınıza, elinize bir makineli tüfek alıp daga çıkmış olmanız gerekirdi. " Bazı Avrupalı gazeteciler de Şiraz'a şahlık rejimine karşı çok dol­ durulmuş ve onu yerden yere çalmaya hazır olarak geliyorlardı. Kül­ tür alanındaki çalışmalarımı bildikleri için çogu kez benimle görüş­ mek istiyorlardı ve her seferinde bu söyleşiler gayet saldırgan soru­ larla başlıyordu. Ben de sabırla Şah'ın düşüncesini açıklıyor, Iran'ın Avrupa'ya kıyasla her alanda gecikmiş olduğunu hatırlatıyor ve mu­ hataplanmı sadece kıyaslaması mümkün olan şeyleri kıyaslamaya davet ediyordum, o zaman yavaş yavaş beni anlamaya başladıklarını seziyordum. Baghe Eram (Cennet Bahçesi) parkında, çok yakınımız­ daki çölden gelen ılık rüzgarcia ışıklan titreşen mumlann etrafında oturup bazen sabahın ikisine ya da üçüne kadar süren, bitmek tü­ kenmek bilmez tartışmalara dalıyorduk. Her sene yeniden buluşu­ yorduk, bu gazetecilerin birçogu sonradan benimle dost bile oldular. Şah'ın bazı bakanları ve danışmanları Şiraz Festivali'ni, benim uluslararası sanat dünyasına açılım arzumun bir simgesi olarak gör­ mekten geri kalmadılar. Bu nedenle kültürüne ve zekasma hayran­ lık duyduğum Saray Bakanı Sadullah Alem yazdıgı anılarında (kita­ bının başka bölümlerinde benim bazı olaylarda oynadıgım yanştın­ cı rolümü övmekle beraber) yersiz ve zamansız liberal düşüncele­ rimden ötürü beni eleştiriyor. Onun gibi, Şah'ın izlediği politik çiz­ gi ile benimki arasında belirli bir ayrılık oldugunu sanan pek çok başka insan da var. Aslında eşimle benim aramda temelde hiçbir ay­ rılık yoktu. O, Iran'ın yaptıgı ekonomik sıçramanın, toplumun he­ nüz her alanda özgürleşmesini, yani Batı usulü bir düşünce özgür­ lügünü yaşamasını kaldıramayacak kadar kırılgan oldugu kanısın­ daydı: "Ülkenin bu durumdan kurtulmak için daha on yıl istikrar içinde yaşamaya ihtiyacı var, ama ben oğlumun hükümranlıgının benimkinden farklı olmasını arzu ediyorum" diyordu Şah. O, Rı­ za'ya demokratik bir ortamda yaşamak için yeterince olgunlaşmış bir ülke bırakabilecegini ümit ediyordu. Bu konuyu sık sık görüşü­ yorduk, kendisinin nasıl zamana karşı bir yarışa girdigini anlıyor232


Farah Pehlevi

dum ve bu nedenle ülke sınırlan içinde ya da dışında, tran'da özgür­ lük olmadığını, ne siyasi özgürlük ne de düşünce özgürlüğünün bu­ lunduğunu söyleyenleri duymak beni çok üzüyordu. Şah'a yapılan bu eleştiriler haksızdı. Demokrasinin sakin sulanna girmek için, l 789'dan itibaren Fransa'ya ya da Amerika'ya ne kadar zaman ge­ rekmişti? Aşağı yukarı bir yüzyıl. Ve insanlar tran'ın hiçbir geçiş sü­ resi yaşamadan ortaçağdan çağdaş Avrupa'nın damıtılmış demokra­ tik ortamına geçmesini bekliyorlardı. Bu bağlamda ben, görevimin bazı insanların beklentileri ile Şah arasında iyi niyet elçiliğini üstlen­ mek olduğunu düşündüm. Hükümdann nelerin yapılmasını kesin­ likle istediğini biliyordum, kararlılığına, cesaretine hayranlık duyu­ yordum ama aynı zamanda aydınlanmızın ve siyaset adamlanmızın bir bölümünün yaşadığı yoksunlukları ve Şah'ın neyi sağladığını pek kavrayamadıklan direnci ve kararlı tutumu karşısında cesaretlerinin kırıldığını da biliyordum. İnsanlar benim hangi ruh hali içinde çalıştığıını biliyorlar ve ba­ na yazmakta ya da benimle görüşmeyi talep etmekte tereddüt etmi­ yorlardı. Bazen Şiraz'da tanışmış olduğum sanatçılar, bazen de üni­ versite mensuplan profesörler, öğrenciler bana başvuruyorlardı. Rejim aleyhine bir şeyler yazmışlardı veya gösteriye katılmışlardı, şimdi de polisle başlan dertteydi. Ben durumlarını araştınyordum; eğer çok ciddi bir yanlışlan yoksa Şah'tan yardım istiyordum, o da beni reddetmiyordu - Şah her zaman olayların üzerine sünger çek­ meye, bağışlamaya hazırdı. Bazen de ben tek başıma duruma müda­ hale ediyordum ve hemen hemen her zaman söz konusu kişinin serbest bırakılınasını sağlıyordum. Polis tutumunda çoğu kez aşınya kaçıyordu. Gelişmekte olan pek çok ülkede durum böyledir, herkes elindeki küçük gücü istis­ mar etmeye çalışır. Ve polisin bu tutumu rejime yarar sağlamak ye­ rine ona zarar veriyordu. Örneğin, bir sanat galerisinin açılışını ya­ parken, Savak ajanları bir tatsızlığa neden oluyorlardı, ertesi gün in­ sanlar sanat galerisinden çok, bir gün önce yaşanan siyasi olaydan söz ediyorlardı. Savak ajanları davedilerin listesini istiyorlar, doğal olarak bu liste de kendilerine veriliyordu. Ancak tam açılış günü ajanlar yine de davetlilerden birini sorguluyorlar ya da içeri girişini 233


Anılar

engelliyorlardı. Bu beni çok sıkıntılı bir duruma sokuyordu. Onlara şunu anlatmaya çalışıyordum: "Davetlilerin listesini gördünüz ve hiçbir itirazda bulunmadınız. Şimdi, o davetli burada ve siz de hü­ kümet aleyhine şunu ya da bunu yazdı bahanesiyle onu huzursuz ediyorsunuz. Böyle davranarak, bu şahsı daha kararlı, daha sert bir muhalif haline getirdiğİnizi anlamıyor musunuz?" O zaman ajanlar özür diliyor, o şahsı bir başkasıyla karıştırdıklarını söylüyorlardı ama yanlıştan geri dönmek mümkün olmuyordu. Polis, bazen suçlu-suçsuz diye hiçbir ayrım gözetmeden davranı­ yordu. Hatırladığım bir başka örnek de, Fransa'da yaşayan, büyük bir ün kazanmış ressam Zenderudf'nin bir resim sergisi için 70'li yıl­ ların başında Tahran'a döndüğü zaman başına gelenlerdi. O devirde batıda yaşayan pek çok sanatçı gibi Zenderudf'nin de saçlan uzundu. Inanılması güç ama, sadece bu uzun saçlan bahane ederek polis onu sokakta yakalamış ve kafasını kazıtmıştı. Bunu duyduğum zaman öf­ keden çılgına dönmüş ve Şah'a olup biteni anlatmıştım. Şah bu yüz kızartıcı eyleme neden olan Milli Polis Şefine işten el çektirmişti. Başka bir sefer, birkaç gün önce sarayda bir grup iş adamı ile bir­ likte görüştüğüm bir firma şefinin tutuklandığını öğrenmiştim. Bu şa­ hıs, kendine göre aksayan konulardaki görüşünü gayet samimi bir şe­ kilde bildirmiş ve özellikle o dönemde fiyat artışını kontrol etmeye çalışan hükümetin yaklaşımını eleştirmişti. Hükümet bu amaçla ka­ palı çarşıya, tüccarlan denetlernek için öğrenciler göndermişti. Çarşı­ daki tüccarların çok yakın dostu olan bu saygın firma şefi de bana bu yöntemin tüccarlan ne kadar aşağıladığını, onları ne kadar zor duru­ ma soktuğunu anlatmıştı. Ben kendisini gayet iyi anlamış, ona teşek­ kür etmiştim; polis ise onu tutuklamıştı. Bu durumda çok haklı ola­ rak, firma şefi benim kendisini açıksözlülüğünden ötürü cezalandır­ dığıını düşünebilirdi! Gene çok kızmıştım, kendimi çok incinmiş, ha­ karete uğramış gibi hissetmiştim ve bunu böylece Şah'a söyledim: "Akıl alır gibi değil! Bir lranlı sizin evinize geliyor, benimle çay içer­ ken derdini anlatıyor, ertesi günü Savak ajanları gidip onu tutuklu­ yorlar! Bu son derecede çirkin bir şey! Ben bu insanlarla görüşüp ko­ nuşuyorsam bu sizin yükünüzü hafifletmek için . . . Bu nedenle sonra­ dan başlannın derde girmesi kabul edilebilecek bir şey değil!" Bunun 234


Farah Pehlevi

üzerine Şah onu hemen serbest bıraktırmıştı ama bir kez daha olan­ lar olmuş, yanlış yapılmıştı, geri dönmek mümkün değildi. Polisin gayretkeşliği yetmiyormuş gibi, bir de hükümet yönetici­ lerinin işgüzarlıkları ile uğraştığımıza bir örnek de Enformasyon Ba­ kanlığı'nın tutumu nedeniyle yaşananlardı. Bakanlık çok fazla lauba­ li bulduğu bir makaleyi sansür etmenin akıllıca olduğunu düşün­ müştü. Bir hanım gazetecinin Ferahnaz ile yaptığı söyleşide, kızımız bizden bahsederken doğal olarak "babam ve annem" demiş, ağabe­ yinden söz ederken de onun unvanını kullanmak yerine adını söy­ lemiş. Bakanlık gazeteciye "Hükümdarlardan bu şekilde söz etmek yasaktır" diye bildirmiş. Şans eseri gazeteci annemi tanıdığı için ona telefon etmiş. O günlerde biz resmi bir ziyaret nedeniyle yurt dışın­ da bulunuyorduk. Annem eşime ulaşmayı başardı, eşim bu tür saç­ malıkiara son derecede sinirleniyordu. Hemen özel kalem müdürü­ nü aramış ve kendisine şunları söylemişti: "Derhal bakanlığı arayıp sorumluların gazeteciden özür dilemelerini sağlayın! Bu son derece­ de saçma bir şey!" İran'ın dünyaya açılması sayesinde bu gibi saçma davranışların yavaş yavaş ortadan kalkacağını biliyorduk. Bu arada, insanların hassasiyetlerini dikkate almak, onları gücendirmemek, gerekli açık­ lamaklarda bulunmak zorundaydı. Bu durumu çok iyi açıklayan bir anekdot hafızamda öylece kalmıştır. Bir sabah, bir eyaletin valisi be­ ni saraydan aradı: "Majeste," dedi, "köylerimizden birinin halkı bir hamam açmaya hazırlanıyor ve bu hamama Şah'ın adını vermeyi arzu ediyor. Ben de bunun doğru olmayacağını düşünüyorum." Valiyle aynı kanıdaydım, bu gerçekten de gülünçtü. Bir baraja, bir meydana Şah'ın ismi verilebilirdi belki ama bunda da ölçünün kaçmasını istemiyordum doğrusu. Ama bir hamama Şah'ın adını verrnek hiç uygun gibi görünmüyordu bana. Valinin köylülere baş­ ka bir isim bulmaları için durumu nasıl açıkladığını bilmiyorum ama şurası bir gerçek ki, birkaç hafta sonra, eşimin bürosuna Savak ajanlarınca gönderilen bir raporda, bir hamama hükümdarıo soya­ dını verilmesini "reddeden" bu valiyle ilgili çok ciddi suçlamalar yer alıyordu . . . Eşim duruma el koyup düzeltinceye kadar zavallı valinin 235


Anılar

başı epeyce ağnmıştı. Şah bu saçmalıklara gülüp geçmeye çalışıyor­ du ama esasında o da benim kadar yaralanıyordu. Bu tür davranış­ lar rejime zarar vermekten başka bir işe yaramıyordu. ***

Enformasyon Bakanlığı'nın bazı işgüzar görevlilerinin neden ol­ duğu bu havadan gazeteciler de kendilerini kurtarmakta zorluk çe­ kiyorlardı. Herhangi bir açılış nedeniyle taşraya yaptığım yolculuk­ lar sırasında gazetecilerle sohbet ederken onlara şunu söylemiştim: "Gazetenin her yerini benim resimlerimle doldurmayın. Buraya bir hastane açmak için geldik, öyleyse benden çok hastaneden söz edin! Bu insanları çok daha fazla ilgilendirir. Onların benim nasıl bir kra­ liçe olduğumu öğrenmek için size ihtiyaçları yok. Bırakın, kendi kendilerine bir görüşe sahip olsunlar." Eşimin her yerde görülen resimleri için de aynı abartma durumu söz konusuydu. Devlet kurumlannda, doğru bir yerde resminin asılması anlaşılabilir bir şeydi ama başka yerde değil. Bu düşüncemi ona söylemiştim, o da benimle aynı görüşü paylaşıyordu. Bunun üzerine, bizim isimlerimizi taşıyan bütün binaların ve yerlerin sayı­ sının tesbit edilmesini istemiştim, böylece bu sayı azaltılabilecekti. Özellikle köylerde bu bakımdan çok güçlü bir eğilim vardı. Şah'ın adını bir yere vererek, devletten şu veya bu konuda daha kolay yar­ dım alacaklarını düşünüyorlardı. "Bu sokağın adı Pehlevi ama hala asfalt döşenmedi, bu nasıl oluyor?" diye düşünüleceğini sanıyorlar­ dı. Eşim zamanla bu zihniyetin değişeceğine güveniyordu ama bu imaj savaşında bazı Savak ajanlarının kaba saha sertlikleriyle de uğ­ raşmamız gerekiyordu . Soğuk Savaş'ın huzursuz senelerinde, bozguncu komünizm ile mücadele etmek için 1957 yılında kurulmuş olan Savak polis örgütü o zaman görevini layıkıyla yerine getirmişti. O devirde, SSCB ve onun uydusu olan ülkeler ve köktenci bazı Arap ülkeleri, kargaşa yaratmak için, İran'da bazı ajanları besliyorlardı. Bu kışkırtıcılan uyarmak ve eğer gerekiyorsa tutuklamak zorunluydu. Şah kendisi de komünist­ lerle yakın ilişki içinde olan kökten dinci grupların düzenlediği su­ ikast girişimlerinin hedefi olmuştu ve başbakanlanndan üçü aynı 236


Farah Pehlevi

gruplar tarafından öldürülmüştü. Komünist Tudeh Partisi açıkça lran'ı, Kremlin'in emellerine hizmet edecek bir Sovyet Cumhuri­ yeti'ne dönüştürmek istiyor ve bu amacına ulaşmak için de fanatik dincilere yardım ediyordu, bu akla gelecek bir şey değildi; sonunda ülkeyi, boyutlan efsaneleri çağnştıran bir felakete sürüklediler. Savak'ın bazı ajanlarının bazen çok ileri gittiklerine, savunulma­ sı imkansız eylemler yaptıklarına hiç kuşku yok! Acaba bunun far­ kında mıydılar? Hazin olan şu ki, ellerindeki gücü kötüye kullana­ rak, belki de istemeden, hem Şah'ın manevi otoritesine hem de re­ jime zarar verdiler. Ancak Savak mensuplarının çoğu ülkede gü­ venliği sağlamak için dürüstçe çalıştılar. 70'li yıllar boyunca eşim bu teşkilatın görev alanını yavaş yavaş yeniden düzenlemeye başlamıştı. Savak'm yetkilerinden bir bölümü, onun elinden alınıp jandarmaya ve polise devredilmişti.

237



Üçüncü Bölüm



hn

ilkbaharında Tahran Milli Üniversitesi'nin rektörü olan Pro­

fesör Abbas Safaviarı benimle görüşmek istediğini bildirdi. O sırada Paris'te bulunuyordum. Kendisi de bir süreliğine Fransa'nın başken­ tine uğramıştı. Bu talebin dikkati çekecek hiçbir yanı yoktu, birbiri­ mizi iyi tanıyorduk, profesör üniversitenin sorunlarıyla ilgili olarak düzenli bir şekilde benimle görüşürdü. Kendisini gördüm ama bu defa söyledikleri beni çok büyük bir şaşkınlığa düşürdü: benden üç değerli Fransız doktorla, Profesör Bemard, Profesör Milliez ve Profe­ sör Flandrin ile görüşmemi rica etti. Doktorların bana söyleyecek çok önemli bir sırları olduğunu bildirdi ve onlarla büyükelçiliğimiz­ de görüşmemin kesinlikle söz konusu olamayacağını, hiç kimsenin bizim görüşmemizden haberi olmaması gerektiğini ısrarla belirtti. Bay Safaviarı ayrılır ayrılmaz içimi bir korku kapladı. Ama bu korkunun herhangi bir dayanağı yoktu: düzenli olarak doktor kont­ rolünde olan dört çocuğumuzun sağlıkları fevkalade yerindeydi; Şah'a gelince, zaman zaman biraz yorgun görünse de elli beş yaşın­ da bir erkek olarak insanı şaşırtacak kadar gücü kuvveti yerindeydi. Halalanından birinin Paris'te küçük bir dairesi vardı. Bay Safaviarı aracılığıyla, Fransız doktorlara kendilerini bu dairede beklediğimi bildirdim. Oraya gitmek üzere Iran Büyükelçiliği'nden ayrılırken, gazetecilerin benim gidiş gelişlerimi gözetlediklerini bildiğim için, ben de arabanın içinde gizlenmeye özen gösterdim. Bu görüşmede duyduklarımdan dehşete kapıldım, içim buz gibi oldu, aradan geçen zaman bu duyguyu hiç silemedi. Doktorlar ba­ na eşimin Waldenström denen bir kan hastalığına yakalandığını söylediler. Bu, ciddi ancak tedavisi mümkün olan bir hastalıktı, iyi­ leşmesi dahi söz konusu olabilirdi. Kanser kelimesi ilk kez kimin ta­ rafından telaffuz edildi, bilmiyorum, belki de soru sorarken ben kullandım bu kelimeyi. Doktorlar beni fazla korkutmak istemediler, 241


Anılar

bu hastalıkla yavaş yavaş başa çıkma çarelerinin bulunduğu husu­ sunda bana teminat verdiler. tık belirtilerin ı 973 yılının sonbaha­ rında ortaya çıktığını, hastalıkla savaşmaya uzun zaman önce başla­ dıklarını söylediler. Bu son öğrendiğim şey, duyduğum üzüntüye bir de şaşkınlık ek­ lemişti: demek ki bu doktorlar üç yıldan beri eşimi tedavi ediyorlar­ dı ve ben, onun arzusu üzerine, bu dramın dışında tutulmuştum. Zaten bu görüşme de, son derecede cesur ama o ölçüde ketum bir insan olan Şah'ın kesin talimatının dışına çıkılarak talep edilmişti, zira doktorlar benim hasta için yararlı bir rol oynayabileceğim kanı­ sındaydılar. Tahran'a dönerken, aklımda yalnız Şah ve on sekiz yıl önce ev­ lenerek kurduğumuz yuva vardı, başka hiçbir şey düşünemiyor­ dum. Doktorlardan yana kuşkum yoktu, aksine, benim de güveni­ mi kazanmışlardı. ***

Bu hastalığın bütün öyküsünü yıllar sonra, son nefesine kadar Şah'ın yanında olan Profesör Georges Flandrin'in mektuplannda aniattıklarından ayrıntılı olarak öğrendim. Doktor Flandrin, kendi hocası olan Profesör Jean Bemard'a üç uzun mektup yazmıştı. I Bu mektuplar beni altüst etti. ı 97 4 Mayıs'ında başlayan ve biz sürgüne gidinceye kadar, her seferinde gizlice yapılan ziyaretlerde ya­ şanan heyecanı ve durumun ciddiyetini başka hiçbir belge bu mek­ tuplardan daha iyi anlatamazdı. Profesör Flandrin'in izniyle burada bu mektupların geniş bir özetini veriyorum. Mektuplar, Saray Baka­ nı'nın, doktorların Şah'a takdimi konusunda oynadığı önemli rolü de ortaya çıkarıyor. Sadullah Alem'in kendisi de sonunda ı 978 yılında ölümüne neden olan bir kan hastalığı nedeniyle tedavi görüyordu. Profesör Georges Flandrin Profesör Jean Bemard'a şöyle yazıyor:

"Tahran'a ilk gidişimiz 1 Mayıs 1 9 74 tarihine rastlıyor. Bir pazar akşa­ mı beni evimden aramıştınız ve hastane dışında yapacağımız konsültas­ yonu son anda iptal ederek bir salı sabahı hareket etmiştik. Bu durum sekreterinizin dikkatini çekmiş, 'Hayret! Dr. Flandrin de bizim hoca gibi 1. Profesör jean Bemard'a yayımlanmamış mektuplar, bkz. sayfa 187. 242


Farah Pehlevi

salı günkü muayenesini iptal ediyor' demiş. Büronuzda yaptığımız görüş­ mede, siz seyahatimizin nedenini bana açıkladıktan sonra, ancak pazar­ tesi sabahı gerekli önlemleri alabilmiştik, Doktor Abbas Safavian telefon­ la sizi arayıp Tahran'a gelmenizi ve beraberinizde, onun kullandığı eski terminolojiye göre 'laboratuvar şefinizi' de getirmenizi istemişti. Aynca, 'Tahran'da tıp çevresinden hiç kimse ile bir temasımız olmayacağını, bi­ ze gerekeceğıni düşündüğümüz her türlü araç gereci yanımıza almamız gerektiğıni' belirtmişti. Siz bana bu bilgiyi aktardığınız zaman ben de ay­ nen sizin gibi, bunun oldukça geniş bir program olduğunu düşünmüş, an­ cak bize kendi çalışma alanımız olan hematoloji sınırlan içindeki bir has­ talıkla ilgili olarak danışacaklannı ümit etmiştim. "Bir süre düşündükten sonra, size her şeyin belirli bir düZeyde halle­ dilebileceğıni, sadece yanımda bir mikroskop götüremeyeceğimi, orada bir mikroskop sağlamak gerekeceğıni bildirmiştim. Daha sonra yaşadık­ lanm, bana koşullar zorladığında, bunun da pekala mümkün olabileceğı­ ni gösterdi. Birkaç ay sonra, hiç kimsenin dikkatini çekmeksizin, el çan­ tama koyduğum bir mikroskopla ısviçre'y e bir yolculuk yapabilmiştim. . . 1 9 74 yılında hava alanlanndaki kontrollerin daha sonraki yıllarda uygu­ lanan ciddi önlemler kadar sıkı olmadığını söylemek gerek. O yıllarda Tahran uçaklan Orly Havaalanı 'ndan kalkıyordu, biz de salı sabahı alanda buluştuğumuzda, bu kadar esrarengiz bir durumun nedenlerini tahmin etmeye çalışmıştık. Bir gün önce bizim için satın alınmış olan bi· rinci sınıfbiletlerimizi almıştık. Uçağa binmeden önce biraz aptalca, size: 'Ya bu bir şakaysa?' diye sormuştum. Siz de gayet sağduyulu bir cevap vermiş: 'Benim deneyimlerime göre parası ödenen birinci sınıf uçak bilet­ leriyle şaka yapılmaz' demiştiniz. Böylece sizinle birlikte yaptığım çok sa­ yıdaki Paris-Tahran yolculuklanndan ilkine çıktım. Mehrabad Havaala­ nı'nda uçağın merdiveninin altında, lambalan yanan iki araba bizi bek­ liyordu. Henüz tanımadığımız birkaç kişiyle el sıkıştık, daha sonraki her gelişimizde de bizi aynı insanlar karşılayacaktı. Bizi götürdükleri özel sa­ lonunun bulunduğu küçük binada beklemekte olan doktor Safavian ile buluştuk. Safavian doçentlik unvanını Fransız üniversitelerinde almıştı ve o dönemde, daha sonra rektörü olacağı bir üniversitenin tıp fakültelerin­ den birinin dekanıydı. Safavian elimi sıkarken bana şöyle dedi: 'Flandrin, öyle sanıyorum ki beni tanımadınız!' Birkaç kelimeyle hatıriarnama yar243


Anılar

dımcı oldu. Gerçekten de 1 957 yılında

La

Pitie Hastanesi'nde, Profesör

Gilbert Dreyfus'un yanında birlikte ekstern olarak çalışmıştık. Safavi­ an'ın bellegi benimkinden iyi durumdaydı, belki de benden biraz daha fazla degişmişti. Pasaportlanmız bize geri verildikten sonra, Tahran'ın büyük otellerinden birine, Hilton'a gittik. Orada herhangi bir gizlilik ön­ lemi yok gibiydi. Odamıza çıktığımızda, Safavian bize Saray Bakanı olan Ekselans Sadullah Alem'i muayene etmemiz gerektigini söyledi. Siz zaten onun saglık sorununu biliyordunuz çünkü Profesör Milliez, daha önceden onun hakkında sizin görüşünüzü almıştı. Baş başa kaldığımızda, gizliligi saglamak için alınan önlemlerin bakanın bilinen bu basit saglık sorunuy­ la pek orantılı olmadığına dikkatimi çektiniz. Daha sonra Bay Alem ile buluştuk, kendisi bize Şah Hazretleri ile görüşecegimizi bildirdi. Çok iyi hatırladığım bir şey var, saray bakanı bize 'patronunun' saglık durumuy­ la ilgilenmemiz gerektigini söylemişti, çok sevimli bir şekilde gülerek söy­ ledigi kelime buydu. Böylece onun evinden Niavariin Sarayı'na götürül­ dük ve orada Şah Hazretleri tarafından kabul edildik. Ben şahsen insanın bazı manzaralan gördügünde, örnegin ilk defa Machu Picchu ya da Çin Seddi'ni gördügürnde yaşadıgıma benzer bir 'sanki onu daha önce de görmüştüm' duygusunu yaşadım. . . Görünümü önceden tahmin ettigim gibiydi; önümüzde duran adam, boyuyla, yüzüy­ le tam bekledigim gibiydi. Sadece sesi biraz şaşırtıcıydı; hiç aksanı olma­ yan kusursuz bir Fransızca konuşuyordu, hafifçe genizden gelen sesinin çok özel bir tınısı vardı. Yanında, askeri üniformalı, ancak davranışlany­ la hiç de askere benzemeyen özel doktoru General Ayadi oturuyordu. Hepimiz bir masanın etrafına oturduk ve Şah Hazretleri bize sorununu kendisi açıkladı. Birkaç ay önce, yani 1 9 73 yılı sonlannda, Keis adasın­ da bulundugu sırada nasıl sol tarafında, bögründe eline bir şişkinlik gel­ digini anlattı. Eliyle kendi kendisini muayene etmiş ve kesin olarak 'ken­ di teşhisini' koymuştu, dalağı büyümüştü. Daha sonra yaptığımız bütün konsültasyonlara göre belki de bu ilki en ilginç olanıydı. Sizin sorulan­ nızdan birine cevap olarak, Şah Hazretleri kendi kendini muayene ede­ rek yaptığı teşhisinden emin oldugunu göstermek için, söylediklerini ka­ nıtlamak istercesine ceketini açmış, yelegini kaldırmış, sonra da parmak­ lannı kıvırarak sol taraftaki kaburgalannın altına koymuş ve nefes alıp vermişti. . . Yaptığı, muayene kurallanna gayet uygundu! Majestelerini 244


Farah Pehlevi

daha sonra biz de muayene olanağına kavuştuk; kendisi bir tür loca gibi içerlek bir yere konmuş ve üzerinde Renoir'ın küçük bir yağlı boya res­ minin asılı olduğu, dar bir yatağın üZerine uzandı. Dalak gerçekten de çok büyümüştü ve birlikte lenf düğümü büyümeleri yoktu. Tıp diliyle 'izo­ le' bir dalak büyümesi söz konusu idi. l Karşımızda henüz genç bir adam duruyordu; Majesteleri henüz elli beş yaşındaydı (o zaman ben kırkın­ daydım, siz de altmış yedi yaşındaydınız). Fiziki görünüm olarak atietik bir yapısı vardı ve tansiyonuna bakmak için aletin kolluğunu geçirirken kaslannı görüp şaşırmıştım. Klinik mu­ ayeneyi bitirip, gereken kan örneklerini aldıktan sonra, bulunduğumuz odanın yakınındaki küçük bir çalışma odasına geçtik. O zamana kadar her şey nispeten kolay geçmişti; daha sonra teknik olarak alışılmışın dışın­ da birtakım yeni şeyler yapmam gerekti. [. . . ] El çantası gibi kullandığım sırt çantamdan değişik küçük aletlerimi çıkardım, onlann yardımıyla trombositleri, akyuvarlan saymam ve hemoglobini ölçmem, daha sonra da alınan ilk kan ve ilik örneklerinde ilk boyama çalışmalannı yapmam mümkün olabildi. Eminim siz de, bu çalışma için bizi kabul ettikleri Ma­ jestelerinin çalışma odasını aynntılanyla hatırlıyorsunuzdur. Daha son­ raki yıllarda, lran'a yaptığım otuz beş yolculuk sırasında bu odada çalı­ şırken kendimi rahat hissetmiş, alışık olduğum gibi mikroskobumu, araç gerecimi her zaman gayet düzenli bir şekilde yerlerinde bulmuştum. . . Bu, nispeten küÇük aydınlık, Nidvardn Sarayı'nın bahçelerini gören bir aday­ dı; o ilk bahar günlerinin canlı ışığını süzen, ulu şark çınarlan bahçede adeta bir perde gibi sıralanıyorlardı. Bu odada bulunan bir masayı labo­ ratuvar tezgahı olarak kullanıyorduk ve üzerine General Ayadi'nin sağ­ ladığı mikroskobu yerleştirmiştik. Bu masanın altında, en eski, en ünlü acem halısının hani o kenannda, dört tarafında meşhur atlar olan Pazyryk'in halısının bir örneği bulunuyordu. Işte böyle farklı bir tarzda döşenmiş laboratuvarda çalışmalanmı sürdürmek durumundaydım. . . Araştırmalanmı tek damla bir şey dökmeden v e en küçük bir leke yapma­ dan sürdürmeliydim. Kan ve kemik iliğinden aldığım örnekleri boyayabil­ mek için bana su gerekiyordu, yaşamımda ilk kez bir Giemsa boyamasını banyoda yaptım... Ikimiz de ayn ay n, boyalı lamlan mikroskop altında 1 . Profesör Flandrin'in tıbbi terimlerini, tarih önünde dogrulan özenle verebilme kaygısıyla, bilerek koruduk. (Yayımcının notu) 245


Anılar

inceledik. Bilindiği gibi Majesteleri kronik lenfoid tipte bir kan hastalığına yakalanmıştı, o gün tanıyı koymuştuk. Söz konusu olan hastalık kronik lenfoid, löseminin sadece dalağın büyümesiyle kendini gösteren özel bir tü­ rüydü. Daha ilk bulgulan saptar saptamaz General Ayadi'yi durumdan haberdar etmiştik. Onun bu konuşmadan aklında kalan tek kelime 'löse­ mi' olmuştu ve bize kesinlikle bu kelimeyi kullanmamamız gerektiğini bil­ dirmişti; ona göre Majestelerine her şeyin gayet iyi olduğunu söylemeliy­ dik! Dogrusu bu kadan bizden çok fazla şey istemekti çünkü koyduğumuz teşhis bir lenfoid hemopatiydi, kronik olduğu kesindi ama her şeye rag­ men, sonuç olarak habis bir hastalıktti Üstelik düşündügümüz tedaviyi yapmak için hastaya hiç olmazsa bazı açıklamalarda bulunmamız gerek­ liydi. Bu ilk ziyaretimiz sırasında, serumdaki immünoelektroferez sonu­ cunu da henüZ bilmiyorduk. Daha sonra bu inceleme bize Waldenström hastalığının karakteristik özelliği olan 'IgM monoklonol sivriliğini' göster­ di. Hastanın genel durumu çok kötü değildi, bu nedenle Tahran'daki uy­ gulama/ann sonuçlannı, Paris'e döndükten sonra yapacağımız inceleme­ leri tamamlayıp dogruluğundan emin olduktan sonra bildirmeye karar verdik. Böylece daha sonra yapılan bütün araştırma sonuçlan elimize geç­ tiğinde Majestelerinin rahatsızlığını 'Waldenström hastalığı' olarak ad­ landırmaya karar verdik. Bununla birlikte hastadaki IgM sivriliği çok yüksek olmadığı için, bu hastalığın alışılagelmiş şekli olmadığının da far­ kındaydık. Bizim bu terimi kullanmak için var olan kişisel nedenlerimiz/e General Ayadi'nin durumu dramatize etmeme arzusu uyuşmaktaydı; başka herhangi bir hasta için alabi/eceğimiz tavra uygun bir tavır benim­ semiştik sadece. "O gün saraydan aynidıktan sonra izlenimlerimiz oldukça karmaşık­ tt. Hilton'a dönerken bana şunlan söylediğinizi hatırlıyorum: 'Yann da Amerikalı doktorlara danışacaklardır, burada bizim yerimizi onlar ala­ cak. ' Demek ki herkes yanılabilir çünkü olaylar sizin tahmininizi dogru­ lamadı. Daha ögrenecek çok şeyimiz vardı, hastanın kişiliğinin çapını ve psikolojisini dikkate almamıştık. Sizi yanınızda ben oldugum halde Tah­ ran'a getirtirken bu konuyu iyice düşünmüş ve kesin olarak karannı ver­ mişti. En azından splenomegalisi'nin* bir kan hastalığı belirtisi olduğu­ nu anlamıştı ve Bay Alem kanalıyla sizi getirtmişti. Keis adasındayken, •

Ç.N. Dalak büyümesi.

246


Farah Pehlevi

Majesteleri dalağındaki anormalliği fark edince Bay Alem'e 'Senin Pa­ ris'teki doktorlanndan lran'a gelmelerini iste' demişti. Bunu bana Bay Alem daha sonra anlatmıştı. Son derecede sınırlı bir çevrenin dışında hiç kimsenin hiçbir şey bilmemesi için her şeyin Majesteleri ile Bay Alem ta­ rafından düzenlendiği kesindi. 1 9 74 yılından itibaren Majesteleri, hemen hemen başka hiçbir doktora danışmadı. Yani böylece başlangıçta sadece beş kişi durumu biliyordu; merkezde siz ve ben vardık, hastalıkla ilgili bütün bilgilere sahiptik ve onun yol açacağı sorunlan kesin olarak bili­ yorduk. General Ayadi üçüncü kişiydi, o da her şeyi biliyordu ama so­ nuçlannı kabullenmekte zorluk çekiyordu; Majesteleri ise Ayadi tarafın­ dan elenen bilgilerden sonra, kendisine aktarabildiğimiz kadanyla has­ talığı hakkında bilgi sahibi olmuştu. Beşinci şahıs bu çalışmalanmızdaki orkestra şefimiz olan Bay Alem idi; ancak biz kendisine tıbbi sonuçlarla ilgili kesin bir bilgi vermiyorduk. "Paris'e dönüp kesin sonuçlan Tahran'a bildirdikten sonra, 1 9 74 yı­ lının 1 Mayıs'ından Eylül ayına kadar öylece bekledik, hiçbir ses çıkma­ dı. Benzer tıbbi durumlarda kural olduğu üzere gözetim altında bir teda­ vi konusunda çekimser kalmaya karar vermiştik. 1 8 Eylül 1 9 74 tarihin­ de bizden Tahran'a dönmemiz istenince ikimiz de şaşırdık. " B u iki tarih arasında, daha kesin olarak 2 4 ve 29 Haziran 1974 tarihleri arasında eşim ve ben yeni seçilen Fransa Cumhurbaşkanı Bay Valery Giscard d'Estaing'in daveti üzerine Fransa'ya resmi bir zi­ yaret yaptık. Fransa Cumhurbaşkanı bizi muhteşem bir şekilde kar­ şılayıp, onuromuza Versailles Sarayı'nın salonlannda son derecede görkemli bir davet düzenledi. Şah dünyanın bütün büyük ülkeleri­ nin gözünde Iran'ın nihayet saygınlık kazanmış olmasından dolayı mutlu ve gururluydu. Yarım asırlık bir sürede tamamlanmış olan eseri gözlerimizle görebiliyorduk. Bu heyecan verici kalkınmanın iki ustası Rıza Şah ve eşimdi. Eşimin zaferini büyük bir şükran duygu­ suyla ve sevinçle izliyordum, onu için için yiyip bitiren hastalıktan henüz haberim yoktu. Ülkenin durumu, hiçbir zaman o 1974 yılında olduğu kadar ümit verici olmamıştı. 1 963 yılında 73 milyon ton olan ham petrol üreti­ mimiz 302 milyon tona ulaşmıştı ve böylece Amerika, SSCB ve Suudi 247


Anılar

Arabistan'ın arkasından, İran petrol üreten ülkeler arasında dördün­ cü sıraya yükselmişti. 1973 yılında, Şah'ın talimatı üzerine 1 954 yı­ lında yapılan petrol anlaşması tümüyle gözden geçirilmişti: bundan böyle yalnız petrol altyapı tesisleri değil, aynı zamanda petrolle ilgili bütün işletme-üretim ve antma-satış, arama işlemleri bizim kendi ulusal şirketimizin kontrolünden geçecekti. Eskiden konsorsyuma dahil olan yabancı şirketler de İran petrolünü satın alanlar arasına gir­ mişlerdi. Bu yeni anlaşmayla, petrolü millileştirme yasasının bütün temel amaçlan gerçekleşmiş oluyordu. Durum böyleyken, ham petrol fiyatında dört misli bir artış olmuştu -1973- 1974 yıllanndaki fiyatlar­ da gerçekleşen o ünlü "patlama"- bu artış tek bir kalemde petrol ge­ lirlerimizde %64 fazlalık sağlamıştı. Böyle bir ilerleme bize önümüzdeki dört yıl için senelik %26 bü­ yüme hızını ümit etme imkanını veriyordu - bunlar insanın başını döndüren rakamıardı ama bu rakamlar, 1 960'lı yılların başında va­ at edilen çağdaşlaşma hedeflerine uygundu. Bu durum Tahran'da açıkça görülebiliyordu. Dünyanın bütün büyük başkentlerinden baş­ kentimize akın akın yatırımcılar ve iş adamlan geliyordu. Otelleri­ miz tıklım tıklım doluydu, o kadar ki, bazı ziyaretçiler geceyi geçir­ mek için banyo kiralamaya bile razıydılar. Altına hücum günlerin­ deki gibiydi, artık başkentin derelerinden altın aktığı söyleniyordu. Bu çok hızlı gelişmenin bir sonucu oldu: fiyatlar, özellikle kiralar çok büyük ölçüde arttı. Böylece bazı lranlılar zenginleşirken, başka­ ları ülkedeki ekonomik gelişmeden zarar görmeye başladılar. Her alanda inanılmaz bir ilerleme kaydetmiştik. Önümüzdeki on­ on beş yıl içinde gelişmiş ülkelerin arasına girebileceğimiz ümidi ar­ tık gerçekleşebilecekti. Eğitim alanında 1 962 yılında % 1 2 olan okur­ yazar oranı %70'e ulaşmıştı. Okulların sayısı 7.900'den 2 l .900'e çık­ mıştı, böylece 1 962 yılında okula gidebilen çocuk sayısı bir buçuk milyon iken, beş milyon çocuğa öğrenim görme imkanı sağlanmıştı. Taşradaki belli başlı kentlerde sekiz üniversite ve çok sayıda yüksek­ okul ve teknik okullar açılmıştı. Bu kültür devriminin sembolü olarak belleğimde sakladığım bir anı var, bir büyük annenin anısı: heyecan içinde gelip, bana okuma yazma öğrendiğini, yurt dışında bulunan torununun gönderdiği mektuplan kendisinin okuyup ona cevap ya248


Farah Pehlevi

zabildiğini anlatmıştı. Okuryazar olabilme "mucizesini" altmış yıldan fazla bir zaman beklemişti! Sanayi alanında 60'lı yılların başında kurulan bütün büyük şanti­ yelerde yapılan işler başarıyla sonuçlanmıştı. Özellikle tran doğalgaz boru hattı, Kharg'da bulunan, dünyanın en büyük petrol depolama ve pompalama tesisleri, Isfehan'daki çelik fabrikası, Şiraz ve Abadan'da­ ki kimya kompleksleri, Dez ve Harun'daki barajlar bunlar arasınday­ dı. Bu barajların yardımıyla sulanan topraklann çoğalmasıyla tanmda da büyük bir sıçrama yapılmıştı. Birkaç rakam bu alandaki gelişme­ nin büyüklüğü hakkında bir fikir verebilir: 1 957 ile 1 964 yıllan ara­ sında yalnız 1 1 56 traktör satılmışken, bu sayı 1 973'te 3 . 0ÖO'e çıkmış ve 1973 yılına gelindiğinde köylerimizdeki toplam traktör sayısı 30.000'e ulaşmıştı. Bütün bunlara paralel olarak özel sektör de teşvik edilmiş, o sektörde de büyük bir atılım gerçekleşmişti. Otomobil en­ düstrisi, iplik fabrikaları, elektrikli ev aletleri ve daha pek çok sektör yavaş yavaş, konforu ve eğlenceyi keşfetmekle olan bir halkın yeni ih­ tiyaçlarına cevap verebilmek için hızla gelişiyordu. Evet, Şah'ın memnun ve iyimser olmak için her türlü nedeni var­ dı. On iki yıl önce Beyaz Devrim'i başlatırken, ülke önünde verdiği sözü hemen hemen yerine getirmek üzereydi. Bu başarıyı Iran tek tek kendi çocuklarına, o erkeklere, o kadınlara, işçilere, mühendis­ lere, araştırmacılara, siyasi sorumlulara, yöneticilere, ruh ve beden olarak kendilerini bu gelişmeye adayanlara borçluydu. Bu insanların çocuklarına sağlık, eğitim, aile yaşamı ve her alanda ilerlemeye açık, daha iyi bir yaşam sunmaktan başka bir amaçlan yoktu. Kültürel alanda, ülke dikkate değer bir açılımı gerçekleştirmeyi başarmıştı. lranlı sanatçılar artık bütün dünyada kendilerini göstere­ biliyorlardı; ressamlanmız yurt dışında sergiler açıyor, şairlerimiz ya­ bancı dillere çevriliyor, sinema yönetmenlerimiz artık bütün dünya­ da kabul görüyor ve ödüller alıyorlardı. Ayrıca, yabancı sanatçılar ve üniversite mensuplan da sürekli olarak Iran'ın büyük kentlerine da­ vet ediliyorlardı. Sanatçılanmızın ve aydınlarımızın dünyada tanın­ dıklarını, yurt dışına yaptığım gezilerde gitgide daha büyük ölçüde ben de görüyordum. Üniversitelerde ve sanat çevrelerinde beni çok sıcak karşılıyorlardı; insanların benim şahsımda, genç Iranlı sanatçı249


Anılar

Farah Pehlevi, 1975

lan ve kültüre verdigirniz önemi onudandırmak istediklerini hissedi­ yordum. Bu baglarnda Fransa, özellikle sanatçılarımıza ve bizim baş­ ka kültürlere açılım arzumuza saygı gösterisi olarak, 25 Haziran 1974 tarihinde beni Paris Güzel Sanatlar Akademisi'ne davet etti ve Akademi'ye yabancı üye olarak kabul edildim. Akademi başkanının yaptıgı şu hoşgeldiniz konuşmasını unutmadım:

"Iran'ı ziyaret eden ve hükümdarlanyla görüşen yabancılar, kendi ülkelerine döndüklerinde Kraliçe Hazretlerinin olanaklan en mükemmel şekilde değerlendirerek, eşi Şah'a yardımcı olduğunu beyan ediyorlar. Iran'ı çağdaş bir devlet haline getirmek için, Şah'ın ve sizin tarafınızdan büyük bir cesaretle başlatılan bu devasa eser için de aynı durum söz ko­ nusu. " 250


Farah Pehlevi

Ben de kendisine şu cevabı vermiştim:

"Eminim ki siz bu konuşmanızla benim şahsımda, birlikte çalıştıgım bütün insanlan ve tüm Iran halkını onurlandırmak istiyorsunuz çünkü benimle çalışaniann yardımı ve Iran halkının katılımı olmasaydı, benim gibi sadece sorumlu mevkide olan bir kişi kendisine düşen böyle agır bir görevin altından asla kalkamazdı. " Ekonomik gelişmenin başladıgı yıllarda, Başbakan Hüveyda'ya bu fırsattan yararlanarak, sınırlanmız dışında bulunan kültürel geç­ mişimize tanıklık edebilecek, lran'a ait tarihi eserleri satın almasını önermiştim. Hükümet bu konuda büyük bir çaba gösterdi ve böy­ lece kısa bir süre sonra birçok müze kurulabildi: halı müzesi, Kaçar­ lar dönemine ait eserlerin toplandıgı Negarestan Müzesi, İslamiyet öncesi ve lslam dönemine ait eserlerin sergilendiği Rıza Abbasi Mü­ zesi, Luristan bronzlannı bir araya getiren Khoram Abad Müzesi ve seramik ve cam eserlerin bulunduğu Abguineh Müzesi bu çabalann sonucunda ortaya çıkmıştır. Gene aynı dönemde Çağdaş Sanat Mü­ zesi ve aynca üç kültür merkezi açılmıştı. Bütün yaşamını adadıgı, fokur fokur kaynamakta olan bu tran'ın başındaki Şah acaba hastalığının ne kadar ciddi olduğunun farkında mıydı? Bu konuda pek kaygılanıyar gibi görünmüyor çünkü 1974 yazını öylece geçiriyar ve ancak sonra Fransız doktorlannın, kendi­ sinin hastalığına ilişkin söylediklerine cevap verip onlardan kendisi­ ni muayene etmek için 1 8 Eylül'de tekrar Tahran'a gelmelerini rica ediyordu. Bu tarihten bir gün önce birlikte uluslararası ikinci Tahran Fuan'nın açılışını yapmıştık. 18 Eylül'de de daha önce hiç yapmadı­ gımız bir uzunlukta, beş farklı ülkede -Singapur, Avustralya, Yeni Zelanda, Endonezya ve Hindistan- programlanan bir gezi için yola çıkacaktık O 1 8 Eylül sabahı Şah erkenden doktorlannı görmüş ol­ malıydı; bana gelince, ben de yolculukla ilgili son hazırlıklan ta­ mamlamaya çahşıyordum. Georges Flandrin, Profesör jean Bemard'a yazdığı mektubu şöy­ le sürdürüyor:

"Ikinci yolculuğumuz sırasında artık iki değil üç Fransız doktor bir­ likteydik; hastalıkla ilgili sım paylaşan beş değil yedi. . . belki de sekiz ki251


Anılar

şiydik. Gerçekten de bu birinci ve ikinci konsültasyonlar arasında, aynı zamanda Bay Alem'in de doktoru olan Profesör Abbas Safavian da has­ talıktan haberdar edilmişti; bu bizi çok rahatlatmıştı çünkü kendisi tıp alanında yetkin bir doktor olarak, gerektiğinde Tahran'da bize ciddi ola­ rak katkı sağlayabilecekti. Safavian kendine göre bir iç mantık yürüte­ rek, belki de böyle bir sımn sorumluluğunu tek başına üstlenmernek için, kendisinin hacası olan Profesör Paul Milliez'e de Şah'ın hastalığını bildir­ mişti. Böylece yedi kişi olmuştuk; sekizinci kişi belki her şeyden haberdar değildi ama ziyaretlerimizin nedenini biliyordu. Bu şahıs Majestelerinin ve Bay Alem'in bir yakınıydı, ikinci seyahatimizden itibaren yaptığımız her yolculukta, Şemiran'daki son derece lüks, gözlerden uzak malikane­ sinde bizi ağırladı. Saraydaki ikinci konsültasyondan sonra siz, Paul Mil­ liez, Abbas Safavian ve ben işte bu malikanede buluştuk. O güneşli pazar sabahında bahçede birlikte yürüdüğümüzü görür gibi oluyorum, nasıl bir tavır alacağımıza karar vermek için uzun uzun tartışmıştık. Safavian sımn gayet sıkı bir şekilde korunması için ısrar ediyordu. Özellikle de Majestelerinin ağzından hastalığıyla ilgili bir söz kaçırmasından kaygıla­ nıyordu; söylendiğine göre Şah sağlık sorunlanndan çok rahat bahseder­ miş; bu nedenle çevresindekilerden birine dalgınlıkla hastalığından söz etmiş olabilir diye endişe ediyordu. Tıbbi olarak hasta fiziki açıdan mü­ kemmel görünüyordu ama dalağı büyümüştü. Artık hiç vakit kaybetme­ den, en klasik şekliyle bir tedavi uygulamaya karar verdik. Hasta günde 6 mg Chlorambucil alacaktı ve her ay düzenli olarak kan sayımı yapıla­ caktı. O günlerde, görevimizin bununla sınırlı olacağını ve bu basit teda­ vinin uygulanması ile ilgili aynntılara girmeye gerek olmadığını düşünü­ yorduk. Gerçekte ise olaylar tamamen farklı gelişmişti. Biz Tahran'dan aynidıktan sonra, anlaşıldığı kadanyla, hasta sadece sekiz gün tedavi görmüş, çok kısa olan bu sürenin sonunda General Ayadi yeni bir kan sa­ yımı yapılmasını istemiş, bu inceleme akyuvarlarda önemli bir azalma göstermiş (bu sonuç çok şüphe götürür!), bunun üzerine paniğe kapılıp te­ daviyi kesmişler. Öyle ki, biz Majestelerini ancak 1 8 Ocak 1 975 tarihin­ de üçüncü kez görebildik ve o zaman tedavinin kesildiğini öğrendik. "Bu üçüncü konsültasyona da aynı doktorlar katılmıştı. Abbas Safa­ vian, Milliez, siz ve ben ama bu defa Zürih'te buluşmuştuk. Gerçekten de Majesteleri o dönemde Avrupa'da bulunuyorlardı ve devamlı gittikleri Saint-Moritz'de kayak yapıyorlardı. Zürih'te Baur au Lac oteline indik 252


Farah Pehlevi

ve hastamızı görmeye Grand Hotel Dolder'e gittik. Yola çıkmadan önce, Zürih'te kullanabileceğim aletlerle ilgili bilgi edinmiş ve Tahran'daki mikroskobun eşi olan küçük bir Cari Zeiss marka mikroskobu demonte edilmiş olarak sırt çantama koymuştum. Hastamız oldukça sağlıklı görü­ nüyordu, kendisine bir günde kaç kez Diavolezza pistine indiğini sormuş­ tum; ben kendim de kayak yaptığım için Şah'ın sporcu olarak büyük ba­ şansını çok takdir ediyordum ancak dalağı çok fazla büyüdüğü için deh­ şete düşmüştüm. Kötü bir düşüşün ne kötü sonuçlara yol açabileceğini düşünmek güç değildi! Daha sonra, hastaya yapılmasını istediğimiz teda­ vinin uygulanmadığını anladık, hastanın splenomegalisi daha da artmış­ tı ve organ artık hastanın sol böğründe bir şişkinlik olarak gözle görüle­ biliyordu. Bunun kesin olarak ilaçla tedavisi gerekiyordu. Böylece Chlo­ rambucil kullanılması istediğimizi yineledik. Hastanın durumunu takip etmesi gereken lranlı doktorlarla olan ilişkilerimiz tam olarak çıkmaza girmişti; gerek Ayadi gerekse Safavian bize hem hastalığı gizli tutup hem de düzenli ve ciddi bir şekilde aylık kan sayımının yapılmasının hiçbir şe­ kilde mümkün olamayacağını anlattılar. Safavian'ı hayali bir yaşlı teyze ya da yeğen bulup kan örneği onlara aitmiş gibi sahte kimlik yardımıyla kan sayımı yaptırması için ikna etmeye çalıştım; bana bunun imkansız olduğunu, gerçeğin hemen öğrenileceğini söyledi. Hiç kuşkusuz yetkili bi­ ri olarak ne dediğini biliyordu. Hastayı ilk kez muayene ettikten ve Ge­ neral Ayadi'nin eline bıraktıktan sonra yapılmasını istediğimiz kontrol­ lerde yaşanan kargaşa bize aynı şeyi tekrar deneme konusunda hiç cesa­ ret vermiyordu. Işte tam o sırada haderin ördüğü ağ benim üzerime ka­ pandı. Herkes gözlerini bana çevirdi; aniann bakışlannda 'bu işin ada­ mı' olarak görülmeye başlandığımı hissettim. Iş bu kadar basitti işte . . . Gerçekten de ilk gidişimizde her şey gayet basitti v e bu nedenle bana ya­ pılan teklifi reddetmek zor gibi görünüyordu: bu kontrolü yapmak için bir ay sonra, birkaç saatliğine tekrar Zürih'e gelmem yeterli olacaktı çünkü, Majesteleri daha bir ay ısviçre'de kalacaklardı. . . Ya sonra? Son­ ra düşünülecekti! Ben de isteneni yaptım, sonrasını da hep birlikte gör­ dük: Zürih'te yaptığım kan sayımıyla attığım bu ilk adımla, bu kontrol sisteminin gerektirdiği iç mantık beni daha sonra uygun adım yürüyüşe sevketti, böylece 1 9 Şubat 1 9 75, 1 3 Eylül, 1 Kasım, 1 4 Aralık ve deva­ mındaki Tahran seferlerim başladı. 253


Anılar

"Bazen sizinle, bazen de yalnız, hemen hemen her ay bir kez cumar­ tesi sabahlan Roissy ve Mehrabad havaalan/annın gediklisi oldum ve bu durum 1 9 78 yılının Aralık ayı sonunda Tahran'a yaptığım son yolculu­ ğıtma kadar devam etti. Sanki bir ayindeymişim gibi her defasında aynı şeyleri yaşıyordum, Cumartesi sabahı saat 09:00'dan 1 0:30'a kadar Sa­ int-Louis hastanesinde sizin yönetiminizde bölüm toplantısı yapılıyor, siz hasta vizitesine çıkarken ben laboratuvara uğruyordum, daha sonra si­ zinle ya da tek başıma, öğleye doğru çabucak ortadan kayboluyordum. Arabayla veya taksiyle Roissy istikametinde yola çıkıyor, genellikle Fran­ sız HavayaHan'nın Tahran üzerinden sefer yapan Paris-Manila uçağına biniyor, çok dikkati çekememek için mümkün olursa birinci sıraya ve Is­ tanbul Bağazı'nı ve Haliç'i seyredebilmek için gene mümkün olduğunca sol taraftaki pencere henanna oturuyordum. Gece Tahran'a vardığım­ ızda, uçaktan ilk ben çıkıyor, merdivenin altında sinyal lambalan açık durumda bekleyen aynı arabalan buluyor, aynı insanlarla el sıkışıyor, aynı ismi olmayan mütebessim yüzleri görüyor, pasaportuma damga vu­ rulmasını beklerken, özel salonda fincanlar dolusu aynı çaylan içiyor­ dum. Oradan şoförü hiç konuşmayan bir arabaya biniyor, bazen yolda araba değişti riyor, aynı eve geliyor ve Iran mutfağının leziz yemeklerini tadıyordum. Yemek servisini ağızlannı hiç açmayan erkek hizmetkarlar yapıyordu, evde müzik de olmuyordu. Havaalanında içtiğim çaylar yü­ zünden gece uykusuzluk çekiyor ve pazar sabahı gün doğarken sarayın yolunu tutuyordum. Daha sonra çabucak kaldığım yere dönüyor, dışan­ da görülmem sakıncalı olabileceği için pazar gününü bir şeyler okuyarak ya da sıkıntıdan ne yapacağımı bilerneden geçiriyor, uzun bir süre evden hareket saatimin gelmesini bekliyordum. Pazar gecesi Paris'e dönüyor ve pazartesi sabah Saint-Louis hastanesinde tekrar ortaya çıkıyordum. "Sarayda görüşmeler genellikle kısa sürüyordu. Biyolojik tetkikleri yaptıktan ve sonuçlan General Ayadiye bildirdikten sonra hastanın da bu sonuçlan öğrenmesini bekliyorduk, daha sonra kan sayımı sonuçlan­ nı yorumlamak için hastayı tekrar görmeye genellikle davet edilmiyor­ duk. 1 9 75 yılının Ocak ve Aralık aylan arasında hastanın kan tablosu dikkati çekecek kadar düzelmişti. Dalak normal anatomik boyutlanna dönmüştü ve kan sayımındaki anamaliler düzelmişti, aynca serumdaki manaklanal pik tamamen kaybolmuştu. Bu iyileşme durumuna rağmen, 254


Farah Pehlevi

benzer vakalarda hep uygulandığı gibi tedavinin aynı düzende ve aynı dozlarla sürdürülmesine karar verilmişti. 1 9 76 yılının Şubat ayındaki kontrol için o zaman Tahran'ın kuzeyindeki bir kayak merkezinde Iran­ daki kış tatilini geçirmekte olan Majestelerini görmeye yalnız gitmiştim. Odasının penceresinden dışanya baktığımı gören Şah bana eğer canım kayak yapmak isterse gereken donanımı temin edebileceğini söyledi. Önerisi çok nazikti ama bu pek temkinli bir davranış olmazdı, ben de kendilerine teşekkür ederek, nezaketle reddettim. Şah o gün, bana özel­ likle rahatlamış gibi göründü, zaten ben yalnız gittiğimde genellikle böy­ le oluyordu. Oyle sanıyorum ki aslında siz onu etkiliyordunuz ya da o si­ zin gibi büyük bir doktordan biraz çekiniyar ve ilişkisini yan resmi dü­ zeyde tutuyordu. Zaman içinde, benimle arasında koruduğu mesafeyi yavaş yavaş kaldırdı. Siz olmadığınız zaman benimle biraz şakalaştığı bile oluyordu. 1 9 75 yılında Safavian'dan sınavımı verip profesör agre­ ge (doçent) olduğumu öğrenince beni kabul ettiğinde, biraz alaycı bir

tonla: 'Demek ki şimdi artık size profesör diye hitap etmem gerekiyor!' demişti. Benim protokol kurallannı uygularken yaptığım yanlışlar ya da kendisiyle konuşurken üçüncü şahıs kullanmakta yaşadığım zorluklar büyük bir olasılıkla onu eğlendiriyordu. "Şurası kesin ki 1 976 yılının o Şubat günü, Şah'ın dalağını elle mu­ ayene ettiğimde yeniden büyüdüğünü fark ettim, ilaç tedavisi sürdürüldü­ ğü halde kanında yeniden anormal hücrelerin dalaştığını gözlemlediğim­ de hem üzüldüm hem şaşırdım. Bu nedenle hastalığın nüksettiğini ve bu yeni durumun bizi daha yoğun bir ilaç tedavisine geçmek zorunda bıra­ hacağını düşündüm. Sonra bunun yanlış alarm olduğu ortaya çıktı, ger­ çek öykü şuydu: Chlorambucil ilaemın kullanıldığının saklanmasına ka­ rar vermiştik çünkü ilacın ismi sırra ihaneti, yani hastalığın bilinmesini kolaylaştıracaktı; tedavide bu ilacın kullanılması bile tek başına hemen hastalığın adının konmasına, en azından yaklaşık olarak tahmin edilme­ sine ve ilacın kimin tarafından kullanıldığının ortaya çıkmasına yol aça­ bilirdi. Paul Milliez zararsız bir ilaç olan ve beyaz haplan Chlorambucil hapianna benzeyen Quinercyl'i kullanıyormuş gibi yapmamızı önerdi. Ilacın sağlanması sorumluluğu sadece bana aitti: Paris'te her iki ilacı da satın alıyor, Tahran'a Quinercyl kutulannın içinde Chlorambucil hapla­ nnı götürüyordum, hastalıkla ilgili raporlanmızda da Chlorambucil ye255


Anılar

rine Quinercyl adını kullanma konusunda anlaşmıştık. Sorunu çözmek için yaptığımız bu kumazca oyun hem yararlı oldu hem de sonradan kö­ tü sonuçlannı gördüğümüz büyük bir yanlış yaşanmasına neden oldu. Majestelerinin sadık oda hizmetkan efendisinin uzak ülkelere yapacağı uzun yolculuğu dikkate alarak, çok övgüye değer bir davranışla, onun her gün almasına özen gösterdiği ilaçlan yeteri kadar sağlama gayretine düşmüş. Böylece bol miktarda yanlış ilaç yani Quinercyl almış ve iki ay­ dan fazla bir süre hasta bu gerçek Quinercyl haplanrtı kullanmış, dolayı­ sıyla bilmeden hastalığın etkin tedavisine ara vermiş. Doğal olarak bizim bütün bunlardan haberimiz olmamıştı. Hastalığın bu kadar erken bir ev­ rede böyle nüksetmesine şaşırmış olduğumuzu belirtince, Safaviarı titiz bir araştırma yapmış ve oda hizmetkanyla konuştuktan sonra, onun du­ rumu bilmediği için istemeden yaptığı hatayı anlamış. 1 976 Nisan'ında gerçek tedavi tekrar başlamış ve aynı yılın Eylül ayında kanda yeniden normal değerlere dönüş sağlanmıştı. "Istenmeden verilen bu 'tedavideki mola'nın, hesaba vurulduğunda, sonrası için çok yararlı ve önceden tahmin edilemeyen çok önemli bir et­ kisi de oldu. Bu ilacı devamlı kullanması gerektiğinin, bıraktığı takdirde hastalığın ciddi bir evreye girebileceğinin bu son durumla deneysel ola­ rak kanıtianmasına kadar, Majesteleri kendisine uyguladığımız tedavi­ nin gerçekten yararlı olduğu konusunda pek ikna olmuş gibi değildi. Şah'ın sağlık durumuyla özellikle de dalağının büyüklüğüne ilişkin ola­ rak kendine has düşünceleri vardı. Kendi kendini muayeneyle edindiği yanlış izlenimlere göre, dalağının büyüdüğünü, küçüldüğünü ya da tek­ rar eline geldiğini hissedebiidiğini sanıyordu. Şah'ın varsayımianna da­ yalı bu değişikliklerin bizim tedavimiz/e ilgisi yoktu, onun bu inancı ba­ zen aramızda iğneli konuşmalann geçmesine de sebep oluyordu. Bir ke­ resinde ona: 'Majeste dalak konusunda otorite benim elimde!' demek zo­ runda kalmıştım. Bu sözlerime gülmekle beraber, Şah görüşünü büyük bir olasılıkla aynen koruyordu. "Tedavimiz, yan etkileri olmayan üç küçük haptan ibaret, basit görü­ nümde bir tedaviydi. Şah, bu ilaçlann hastalığı iyileştirecek herhangi bir etkiye sahip olabilmelerini akılla bağdaştıramıyordu. Şah'ın değişik ilaçlannı temin eden en önemli kişi olarak General Aya­ di'nin anlattığına göre hastanın, tüm yaşamı boyunca, doktor olsun olma256


Farah Pehlevi

sın çevresindekiler tarafından kendisine önerilen her türlü ilacı kolayca alma alışhanlığı varmış bu arada karşısına bir menfaat sağlamayı uman şarlatanlar çıkıp ona değişik ilaçlar da vermişler. Bu nedenle, fazladan al­ dığı üç küçük ilacın yarannı pek önemsemiyordu. Kendisine ilaç konusun­ da yapılan hata açıklandı. Asıl ilacı tekrar almaya başlayınca ilacın ger­ çek etkisi kendini gösterdi: yanlış tedavi sırasında ortaya çıkan yorgunluk belirtileri kayboldu, hasta tekrar toparlanıp kendisini daha iyi hissetmeye başladı. Mantıklı bir insan olan Şah'ın aklı, sonuçlannı bizzat yaşadığı bu deneyime yattı ve Majesteleri bu olaydan sonra kendisine verme olanağı­ nı bulduğumuz bütün öğütleri büyük bir dikkatle yerine getirdi. " Şah'ın hastalığı hakkında henüz hiçbir şey bilmememe rağmen aslında 1976 yılı başında ortaya çıkan ve beni endişelendiren bir be­ lirtiye tanık oldum; bu belirtili Chlorambucil'in bırakılmasıyla doğru­ dan ilişkiliydi. Daha sonra profesör Flandrin'in mektuplarını okudu­ ğum zaman bunu anladım. Bir sabah eşimin üst rludağının anormal bir şekilde şişmiş olduğunu fark ettim. General Ayadi'ye danıştığım­ da o bunun muhtemelen bir alerji sonucu olabileceğini ileri sürmüş, bu da beni rahatlatmıştı. Hükümdür çocukken tifo ve sıtma geçirmiş, bu hastalıklar karaciğerinin son derecede hassas olmasına yol açmış­ tı. Şah'ın bazı şeylere, özellikle de balığa alerjisi vardı. Bu olaydan sonra her şey yoluna girmiş, ben de endişelerimi unutmuştum. Şurası bir gerçek ki, 70'li yılların ortasında girişilen işlerin bü­ yüklüğü ve sayısının artması nedeniyle, çalışmalar aile yaşantımıza da yansımış, bizi baş başa kaldığımız zamanlardan büyük ölçüde mahrum etmişti. Ikimiz de çocuklan yeterince görememenin üzün­ tüsünü yaşıyorduk. Birlikte yemek yiyebildiğimiz zamanlarda da ya uygulanması gecikmiş olan herhangi bir projeyi ele alıyor, ya da ba­ na gelen ve her alandaki hızlı ileriemelere rağmen hala çözüm bek­ leyen acil bir işten söz eden bir mektubu görüşüyorduk. Aslında bir çelişki gibi görünse de, o 1975-1976 yıllan boyunca bütün ülkede, kendini açıkça belli etmeyen bir hoşnutsuzluk görül­ meye başlamıştı. Şah'ın, bir grup üniversite hacasından istediği, ül­ kedeki sosyal ve ekonomik durumla ilgili bir araştırma raporunun 257


Anılar

sonuçlan yardımıyla ben de bu hoşnutsuzlugun boyutlarını görebil­ miştim.

O dönemde Tahran Üniversitesi rektörü iken daha sonra benim özel kalem müdürlüğümü de yapan Houchang Nahavandi'nin baş­ kanlığında çalışan bu aydınlar, lranlılann çelişik ruh halini sergile­ yen bir rapor hazırlamışlardı. Aydınlara göre bu insanlar, bir kuşak­ lık zaman diliminde yaşam koşullarında bir iyileşme oldugunun el­ bette farkında olduklarını söylemekle beraber ülkenin yaptığı bu hamleden çok, bu hamle yüzünden yaşadıklan hayal kınklıkların­ dan, mahrum oldukları şeylerden söz ediyorlardı. Yeni yönetici sınıfını ahlaken bozuk buluyorlar, onları rüşvet ye­ mekle suçluyor, hayal kınkhklarının ve üzüntülerinin nedeni olarak görüyorlardı. Bizim yakın çevremizin de çürümeden payını aldığı ileri sürülüyordu. Gerçekten de çevremizdeki bazı kişilerin davra­ nışlanyla ilgili olarak, beni çok rahatsız eden degişik şeyler duyuyor ve bunları düzenli olarak Şah'a bildiriyordum. Bu söylentilerin bize çok büyük zarar verdiğini hissediyordum. Ne eşimin ne de benim parayla herhangi bir ilgimiz vardı ve özellikle ekonomik anlaşmalar imzalanırken, Şah'ın bir rüşvet alışverişinden haberi oldugu zaman, onun sorunu adil bir şekilde çözümlernek için gerekeni yaptığını bi­ liyorum. Sarayın mükemmel bir dürüstlük örneği olması gerektiği­ ni düşünüyorduk: bakan ya da Şah'ın yakını olduğu gerekçesiyle hiç kimse gümrük kontrolünden kaçamazdı, herhangi bir sade yurt­ taş gibi yasaklara saygı göstermeliydi. Rüşvet şüphesi yeni bir şey değildi; daha 1 958'de gerçek ya da söylenti olsun, insanları rüşvet­ ten vazgeçirmek için bir dizi, yasa gücünde kararname çıkartılmış ve böylece ortalık yatışmıştı. Şah'ın isteği üzerine Houchang Nahavandi tarafından hazırlanan inceleme raporu, bunlardan başka yapılan her reformun yeni dargın­ lıklara yol açtıgını, şu veya bu sosyal sınıfı şahlık rejimine karşı kış­ kırttığını gösteriyordu. Tarım reformu çok sayıda büyük toprak ağa­ sını kızdırmıştı. O zamandan beri, bu ağalar Şah'ın aleyhinde çevir­ dikleri dolaplan artırmışlar, hatta küçük köylüleri kandırmışlar, top­ rak reformu uygulanırken kendilerine daha cömert davranılması ge­ rektiğine inandırmışlardı. Din adamlannın sahip olduklan toprakla258


Farah Pehlevi

nn bir bölümünü topraksız köylüye dagıtarak, ruhban sınıfının önemli bir kesimini aleyhimize çevirmiştik. Kadının özgürlügüne ka­ vuşması ve başka kültürlere açılım için yapılan çalışmalar, sadece mollaların rejime karşı besledikleri düşmanlıgı artırmaya yaramıştı. Bu açılımdan en büyük yararı saglayan gençler de daha çok düşün­ ce ve ifade özgürlügü istiyorlardı -bu da mühafazakar din adamlan­ mızı çok kızdınyordu- kaydedilen ilerlemelerden yararlanarak Ame­ rika'ya, Avrupa'ya ögrenim görmeye giden bu gençler rejime karşı en sert, en öfkeli muhalefeti sergiliyorlardı. Sonuç olarak, ülke içinde ve dışında yeraltında etkinlik gösteren komünist partisi, aşırı solcular ve köktendiciler, efsanevi bir cennete ulaşmak için rejimi devirme ha­ yalleri kuran idealist gençleri ya da bagnazlan yanlarına çekiyorlar­ dı. Rapor aynca aydınlada rejim arasında bir uçurum oluştugunu gösteriyor ve din adamlarına yakınlık gösterilmesini, daha yakın davranılmasını ögütlüyordu. Bu rapor kuşkusuz hükümetin dikkatini çekmesi gereken bir ça­ lışmaydı, alınacak kararlarda yardımcı olabilirdi. Şah raporu yetkilile­ re iletti, onlar da belki yeterince ciddiye almadılar. Konuyla ilgili olarak bakanların masalanna çok sayıda rapor geldiği de bir gerçekti. Bununla birlikte, ben de belirli bir ölçüde rahatsızlık seziyordum. Yaptıgım yolculuklar ya da herhangi bir kurumu ziyaretim sırasın­ da hep aynı sıcak ilgi gösterileriyle karşılanıyordum, ancak insanlar bana gelip kendilerini memnun eden şeylerden çok sorunlarını an­ latıyorlardı! Duyduklanını Şah'a aktarıyordum ve bir süre sonra dü­ şününce gördüm ki, eşime artık sadece hoşnutsuzluğa ve öfkeye yol açan şeyleri anlatıyordum. O çok fazla çalışıyordu, akşam bir araya geldigirniz zaman yorgun oluyordu, oysa ben ona yalnız kötü ha­ berler veriyordum. . . Duyduğum endişeyi Şah'ın çevresi de hükümet de paylaşmıyordu. Sonunda ben de her şeyi çok fazla büyüttüğümü, fazla idealist olduğumu düşünmeye başladım. Hayır, işler çok kötü gitmiyordu ancak devletin çarkları çok karmaşıktı. Bazen hata yapı­ labileceğini kabul etmek gerekiyordu. On yıldan beri başbakan olan Emir Abbas Hüveyda ( 1 965 yılın­ da atanmıştı) Şah'ın mutlak güvenine ve dostluguna sahipti. Bana ge­ lince, benim de aynı şekilde, onunla büyük bir güvene ve dostluğa 259


Anılar

dayalı bir ilişkim vardı. Sosyal ve kültürel çalışmalar için, bakanlığı­ nı yaptığım örgütlere hükümetin desteğini asla esirgemiyordu. Buna karşılık ben de yaptığımız her girişim hakkında ona bilgi veriyor­ dum. Seneler boyunca, Bay Hüveyda ve eşi böylece bizim çok yakın dost çevremize dahil olmuşlardı. Biz de büyük bir memnuniyetle on­ lan evlerinde ziyaret ediyorduk. Hazar Denizi kıyısındaki villalanna da bir ziyaret ya da akşam yemeği için gittiğimiz oluyordu. Zeki ve çok kültürlü bir insan olan Bay Hüveyda unvaniardan ve gösterişten kaçınırdı (yerli malı arabasını kendisi kullanıyordu) ve mükemmel bir başbakan olmak için gerekli bütün niteliklere sahip­ ti: gerek ekonomik gerek siyasi her alanda çok yetkin bir insandı. Bu­ na halkla çok doğal bir yakınlık kurabilmiş olduğunu ve son derece­ de namuslu bir kişi olarak tanındığını eklemek gerekir. Bay Alem ile birlikte, Şah'ın kulağı olma özelliğine sahip ender insanlardan biriy­ di. Belki de bu özelliğinin yardımıyla, eşimin, hükümdarların ve dev­ let adamlannın çoğu gibi, içine düştüğü yalnızlıktan kurtulması için yararlı bir katkı sağlayabilirdi, kim bilir? Öyle yapacağına bazı pürüz­ lü olayları görmezden gelerek, Şah'a sürekli olarak ülkede her şeyin yolunda gittiğini gösteren rahatlatıcı bir bilanço sunmayı yeğledi. Bel­ ki de insanların duyduğu hoşnutsuzluğu önemsemedi. Yine de bunca zaman sonra geı,iye dönüp bakıldığında, 1974 yı­ lında brüt petrol fiyatındaki artışın neden olduğu mutlu ve iyimser havadan sonra görülen tepkinin şiddetini anlamak mümkün oluyor. 1 975 yılından itibaren durum bozuldu ve o kadar cesaret veren pet­ rol üretimimizi yavaşlatma kararını almak gerekti. Petrol satışındaki eğilimin tersine dönmesini açıklayan en az iki unsur var. Bir taraftan Batı ülkeleri ve japonya gibi petrol tüketicisi ülkeler, daha ekonomik eneıji kaynaklarına yönelip petrol ithalatlarını kıstılar. Diğer taraftan Iran'ın Batı'dan ithal ettiği gıda maddelerinin ve sanayi ürünlerinin fi­ yatı, yükselen enflasyon yüzünden çok fazla arttı. Gelirlerimiz azalır­ ken giderlerimiz durmadan büyüdü. Bu koşullarda hükümetin baş­ lattığı ya da yapmaya söz verdiği pek çok iş ertelendi, hatta iptal edil­ di ve toplumun değişik katmanlarında yavaş yavaş bir düş kırıklığı havası hakim oldu. O sıralarda biz bu durumu açıkça görernedik Oysa şurada bura­ da, halkın hoşnutsuzluğunun ifadesi olan olayların fark edilmesi ge260


Farah Pehlevi

rekirdi çünkü 1976 yılı boyunca taşraya gittigirniz zaman etrafımızda alınan güvenlik önlemlerinin büyüklüğü beni şaşırtmıştı. Güvenlik görevlileri sürekli olarak, benim insanlarla dogrudan temasıma engel oluyorlardı, bunu daha önce söylemiştim ama zamanla korumalarım belirli bir esneklik kazanmışlardı. Artık bu tutumlan da degişmişti. ***

O 1976 yılının 2 1 Mart'ında Pehlevi Hanedam'nın ellinci yıldö­ nümünü kutladık. Özellikle o gün halkla rejim arasında bir şeylerin degiştigini sezinledim; insanı aniden buz kesen bir esinti gibi tenim­ de hissettim bu soguklugu. Halkla aramızda var olan uyum ve güve­ nin üzerinde gözle görülmesi mümkün olmayan lekeler oluşmuş gi­ biydi. Rıza Şah'ın anıt mezarı önünde eşim, o gün, Iran halkına olan baglılıgını tekrar etti, sonra bugün beni tarifi imkansız bir keder içi­ ne sokan şu sözleri söyledi: "Biz bu halkın arasından çıktık, tran'ın kutsal topragı üzerinde dogduk ve bu topraga gömülecegiz." O gün aniden ölümü anımsamasının, benden sakladıgı bu has­ talıkla bir ilişkisi var mıydı acaba? Ertesi gün, bir süre dinlenmek için Keis adasına gittik ve sanırım orada üst dudagında oluşan anor­ mal şişlik kısa bir süre için beni kaygılandırdı. Sonraki aylarda eşim yeni bir işe girişti; bu girişiminin, kendisini için için yiyen endişeyi ele verdigini şimdi anlayabiliyorum: büyük oglumuzun yanında beni de yavaş yavaş, ülkenin sorunlarını ögren­ meye teşvik etti. Böylece haftada birkaç kez, Rıza ile birlikte gündem­ deki dosyalada ilgili olarak, önce başbakanla daha sonra bakanların her biriyle görüşmeye başladık. Ayrıca ordu komutanlannı, çeşitli kurumların temsilcilerini, özellikle meclisin temsilcilerini kabul ettik. Bu benim için oldukça zor ve nazik bir durumdu çünkü bir gün onun yerine geçmek zorunda kalacagımı bir saniye bile düşünme­ miştim ama yine de bu "eğitimi" çok ciddiye alınam ve sanki bir gün artık o olmayacakmış gibi kendisine sorular sonnam gerekiyordu. Bu satırları yazdıgım sırada, Şah'ın bu olaydan üç yıl önce, aynı amaçla ilk adımı atmış oldugunu anımsıyorum. Arşivimdeki notla­ ra göre, 22 Kasım 1973 günü saraya başbakanı, parlemanto temsil­ cilerini ve ordu komutanlarını davet etmiş ve onlara benim önüm­ de bir tür siyasi vasiyetini yapmış, özetle şunları söylemişti: 261


Anılar

"Ben her an ölebilirim. Oldüğüm zaman eğer Veliaht Prens yerime geçmek için henüz yasanın gerektirdiği yaşa ulaşmamışsa, yetki kraliçe­ ye ve Naipler Konseyi'ne devredilecek. Silahlı Kuvvetler önce Kraliçe'ye, daha sonra da genç Şah'a bağlı kalacaklardır. Size verilecek emirler bir kadından veya henüz çok genç bir erkekten gelebilir: bu emirlere itaat edeceksiniz. Güvenliğimiz ve yaşamımız buna bağlı. " Bugün Profesör Flandrin'in tanıklığı Şah'ın bu ilk girişimine ye­ ni ve önemli bir ışık tutuyor: Şah büyük bir olasılıkla Waldenstrom hastalığına yakalandığını bu sözlü vasiyetten hemen önce öğrenmiş olmalıydı. Bazen endişeyle soruyordum: "Dilerim Tanrı bana böyle bir şey göstermez ama eğer sana bir şey olursa ne yapmalıyım? tık yapmam gereken şey nedir?" O da belli belirsiz bir tebessümle : "Bu işin altından gayet iyi kalkacaksın . . . " diyordu. Ben de gü­ lümsüyordum. Asla böyle bir şey olmayacağından öyle emindim ki! Kendisi henüz gençti, Rıza'nın tahta çıkması için yirmi yaşını dol­ durması gerekiyordu, ona da çok fazla bir zaman kalmamıştı. ***

Doktorlar bana Şah'ın hastalığını bildirme konusunda kendi ara­ larında uzun tartışmalar yapmışlar, sonunda bunun sadece hastanın yararına olacağına karar vermişler. Işte Profesör Georges Flandrin'in bu konuyla ilgili hatırladıkları:

"O dönemde Bay Alem ve General Ayadi dışında, Şah'ın hastalığını gizli tutmanın getirdiği bütün sorunlan tartışabildiğimiz tek lranlı Safa­ vian'dı. Onun için böyle bir sım saklamak, bizim için olduğundan çok daha ağırdı. Olası siyasi sonuçlannı hesapladığı için durumu hiç kimse­ ye açıklamadığı kesindi. Ancak, en azından hastanın ailesinden gelecek sitemlere maruz kalacağı da açıkça belliydi. Bu konuyu kendi aramızda defalarca tartıştıktan sonra mantığın, hastanın eşine bu konuda bilgi ver­ meyi gerektirdiği sonucuna vardık. Muhtemelen buna itiraz edenler çıka­ caktı ama biz bu karan aldık. Hiçbir şeyden haberi olmayan Kraliçe Hazretleri ile konuşmadan önce, sağlık durumundan eşine söz etmesi için Majestelerini ikna etmeye denemek amacıyla birkaç kez girişimde bulun262


Farah Pehlevi

muştuk ama Majesteleri her defasında büyük bir ustalıkla konuyu geçiş­ tirmişti. Bu nedenle aldığımız karar belki de tartışma götürürdü zira meslek sım hastanın en yakınianna karşı -hatta eşi de olsa- korunma­ lıdır. Bizi buna zorlayan şey, aldığımız karann hastanın sağlığına yarar­ lı olacağına inanmış olmamızdı. Daha sonra gelişen olaylar, Kraliçe Hazretlerinin, özellikle sürgün döneminde, eşinin sağlık sorunlanyla il­ gili olarak elinden gelen her şeyi yaparak, nasıl sorumluluk aldığını ve bu konuda ne kadar önemli rol oynadığını gösterdi. Hastalığın ağırlaşacağı­ nı tahmin edip korhuyorduk ve eşinin durum hakkında bilgi edinmesini, kaçınılmaz olarak bir gün yaşayacağı şeye hem moral olarak hem de psi­ kolojik açıdan hazır olmasını istiyorduk. Bu nedenle ona vereceğimiz ha­ ber çok ÜzÜcüydü; üstelik bu haberi, bu kelimeyi kullanmama izin verir­ seniz, hastanın arkasından, hastadan, onun gizli servis/erinden, bizim gizli servislerimizden, dostlanmızdan, hatta belki de dostumuz olmayan­ lardan saklayarak, kısacası bütün meraklı gözlerden uzakta mutlak an­ lamda bir gizlilik içinde vermek gerekiyordu. Durumun ciddiyetini artı­ ran başka bir özellik daha vardı: yapacağımız şeyden ne Majestelerine ne de Ekselanslan Bay Alem'e hiçbir şey söylemeyecektik. Her zaman bizim önümüzdeki bütün kapılann açılmasını sağlayan Bay Alem'den bu defa kapıyı açmasını istemeyecektik. Abbas Safavian'la birlikte çok olağandışı ve çok gizli bir buluşma ayarlamak için senaryo hazırlamak zorunda kaldık. Bu buluşma için mümkün olabilecek tek yeri, Paris'i seçtik. Tahran'ı elemiştik. Gerçekten de orada Bay Alem'in düzenlediği şeyler dışında hiç gizlilik şansı yoktu. Bu görüşmenin koşullanyla ilgili olarak aynntılara girmeyeceğim, duygu yüklü bir görüşme olduğu için siz de kesinlikle anımsıyorsunuzdur. Dör­ dümüz de oradaydık, siz, Bay Milliez, Safavian ve ben. Bu görüşme için talep edilen koşullar pek alışılmış türden değildi ve Kraliçe Hazretleri ni­ çin kendisiyle ısrarla bu kadar özel koşullarda görüşmek istediğimizi tam olarak bilmiyordu. O devirde Tahran'da rektör olan Safavian'ın üniver­ siteyle ilgili sorunlar nedeniyle Kraliçe'yle görüşme olanağı vardı ve ken­ disini bu toplantının önemi konusunda ikna etmeyi başarmıştı. Kuşkusuz Kraliçe Hazretleriyle yaptığımız bu ilk görüşmeyi benden iyi hatırlıyor al­ malısınız çünkü kendisine vermek istediğimiz bilgileri önce siz, sonra Bay Milliez aktardınız, sizin isteğiniz üzerine ben, sadece tıbbi gözetime iliş­ kin bazı konularda birkaç yorum yaptım. Kraliçe'nin öğrendiklerini ka263


Anılar

bullenmesi çok zordu. Görünüşte o kadar sağlıklı olan eşi ciddi şekilde hastaydı, bir kan hastalığına yakalanmıştı, hastalık kesinlikle kronik ol­ makla beraber durum ciddiydi. Üstelik kendisi hastalığını biliyordu ve bunu hiç kimseyle paylaşmak istememişti. Kraliçe bunlann hepsini kısa bir süre içinde anlamalı, hatta kabullenmeli, sonra da her şeyi kendi içi­ ne gömmeliydi. Daha da karmaşık bir şey vardı: Artık hastalığından ha­ beri olduğunu eşine nasıl söyleyecekti? Bunun yegane çaresi, Fransız dok­ torlarla gizlice görüşmüş olduğunu söylemek zorunda kalmamak için on­ larla 'resmi' olarak konuşma iznini almasıydı. Sonunda Kraliçe bu izni elde etti ve Tahran'a yaptığımız bir sonraki ziyaret sırasında Majestele­ rinin bilgisi dahilinde, Kraliçe ile görüşmeye davet edildik. Şimdi sırnmı­ zı bir kişi daha biliyordu ve hastalığın klinik tablosunun Bahamalar'da ve bilhassa New York'a gitmeden önce Mexico'da ağırlaşmasına kadar has­ talığı bilenlerin sayısı değişmemişti." 1977 yılının o Haziran ayında Tahran'a döndükten sonra, hangi koşullarda Şah'ın bana hastalığını açıklamasını sağlayabildiğiınİ bu­ gün artık hatırlamıyorum ancak sonunda gerçekten başarmıştım. Eşim bana hastalığından önemsiz bir şeymiş gibi söz etti, kanında trombosit ve alyuvarlarla ilgili bir sorun olduğunu ve aldığı ilaçlann bu anormal durumu düzelttiğini söyledi. Aramızda artık sır olmadı­ ğından daha sonraki aylarda hastalığını anımsatmakta tereddüt et­ medi. Ama bunu öyle hafife alarak yapıyordu ki ben de, ya eşim hastalığının ciddiyetini ölçemiyor ya da biliyor ama beni üzmek is­ temiyor diye bir duyguya kapılıyordum. Benim yanımda eliyle da­ lağını yokluyor ve: "Dalağım bugün biraz büyümüş gibi geliyor ba­ na, bak bakalım sen ne diyeceksin?" diye soruyordu. Ben de kendim muayene ederek durumu anlamaya çalışıyor: "Evet, gerçekten de öyle, birazcık büyümüş gibi. . . " veya "Yok canım, düne göre daha iyi" diye cevap veriyordum. Ancak konuşmalanmız asla bu birkaç önemsiz cümlenin ötesine geçmiyordu çünkü ben sanki eşimin has­ talığına ilişkin olarak bana söylediklerinin dışında hiçbir şey bilmi­ yormuşum gibi davranmak zorundaydım. Onun bana söylediği de, kan tablosunda önemsiz bir bozukluk olduğuydu. Bu benim için ta­ şıması çok ağır bir yüktü, çok hüzün veren bir durumdu; yüreğimi ezen bu iç sıkıntısına tek başıma katlanmak zorundaydım, ona yar264


Farah Pehlevi

dım edememek korkunç bir duyguydu. "Keşke her şeyi bilmeme izin verse, birlikte rahatça hastalığından söz edebilirdik, bu yükü tek başına taşımazdı, ona yardım edebilir, enerjimin bir kısmını ona verebilirdim" diye kendi kendime düşünüyordum. Şimdi bunlan yazıyorum ancak 1 977 yılının ikinci yansında ve l 978 yılı boyunca eşimin hastalığı hakkında tam olarak ne kadar bilgi sahibi olduğunu bugün hala bilmiyorum. O dönemde Fransız doktorlar benimle bu defa Niavaran Sarayı'nda yeni bir görüşme yapmayı talep ettiler. Bu görüşme sırasında, eşimi, hastalığının cid­ diyeti konusunda bilgilendirme gereğini duyduklannı söylediler; ben Şah'ın tüm gerçeği bildiğini sandığım için şaşırmıştım. Bunun üzerine doktorlar Şah'ın önünde asla ''kanser" kelimesini telafuz et­ mediklerini, onun hastalığım, doktor olmayan birisi için pek bir an­ lam taşımayan "Waldenström hastalığı" ya da lenfoma olarak adlan­ dırmakla yelindiklerini itiraf ettiler. Eğer doktorlan doğru anladıysam ben hastalık hakkında eşimin bildiğinden fazlasını biliyordum. Bu, bana çok büyük bir manevi yük ve siyasi sorumluluk yüklemek demekti. Kendilerine hükümda­ ra hastalığıyla ilgili gerçeği hiç gecikmeden, olduğu gibi açıklamak gerektiğini söyledim. "Şah'ın bu gerçeği duymak için yeterli gücü ve cesareti vardır, aynca onun üstlendiği sorumluluklar sağlık duru­ muna ilişkin doğru bilgi edinmesini de zorunlu kılıyor" diye vurgu­ ladım. Sonra bu şoku, bugün henüz sağlığı nispeten yerindeyken ya­ şamasının kanımca daha kolay olacağını, ileride gücü azaldığı za­ man, şoku adatmasının daha zor olacağını söyledim. Bu görüşme­ den çıkarken doktorlar bana Şah ile konuşmayı deneyecekleri konu­ sunda teminat verdiler ancak birkaç saat sonra, onun yanında "kan­ ser" kelimesini kullanmaktan tekrar vazgeçtiklerini bildirdiler. Acaba Şah durumunu kendiliğinden anlamamış mıydı? 1 975 kı­ şında Saint-Moritz'de Başkan Giscard d'Estaing ile görüştüğü zaman ona söyledikleri, benim Şah'ın her şeyi bildiğine olan inancıını pe­ kiştiriyor. Fransız Başkan, tran'daki başdöndürücü büyüme hızının kendi­ sini şaşırttığını söyleyince eşim ona başka hiçbir açıklama yapma­ dan şu cevabı vermişti: 265


Anılar

"Benim sorunum zamanım olmaması. Iktidarda artık daha uzun za­ man kalmayacağım. Yedi-sekiz yıl sonra bırakmaya niyetim var. O za­ man altmış yaşımı çoktan geçmiş olacağım. Daha erken çekilmek isterdim ama oğlum henüZ çok genç. Onun hazır olmasını bekleyeceğim. Yine de, onun iktidara geçmesinden önce, en önemli reformlann gerçekleşmiş ol­ masını istiyorum. Oğlum başlangıçta çok zorluk çekecek. Iran'ın değişme­ sini gerçekleştirmek bana düşüyor. Bunu başarmakta kararlıyım." Bununla beraber, eşim bana hastalığının ne olduğunu bildiği iz­ lenimini vermemek için elinden gelini yaptı, o kadar ki, bu konuda hala kendi kendime onun neyi ne kadar bildiğini sorar dururum. Profesör Flandrin'in Profesör jean Bemard'a yazdığı uzun mek­ tuplarda açıkladığı gibi, doktorlar da aynı şekilde tereddüt ederek beklernede kaldılar. Bay Flandrin Şah'a gerçek durumunu söyleme­ ye niyet ettiklerini görüşmeyi anımsatırken hocasına şunlan yazıyor:

"O sabah siz hastalarla görüşürken her zaman yaptığınız gibi kelime­ leri özenle seçerek ve büyük bir dikkatle, Şah'a hastalığından ve olası ge­ lişmelerden söz ederek konuşmayı sürdürmeyi denediniz. O zaman Şah bize bir düşüncesini söyledi; kanımca bu düşünce, bizim ona anlatmak is­ tediğimiz şeyi zaten gayet iyi anladığını gösteriyordu. Büyük oğlu, o sıra­ da, Amerika'da bir hava harp okulundaydı. Şah bize: 'Sizlerden sadece iki yıl boyunca sağlığımı korurnama yardım etmenizi istiyorum, Veliaht Prens'in Amerika'daki son senesini tamamlamasını ve Tahran'da bir yıl geçirebilmesini sağlayacak kadar zaman. ' "Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra Ekselanslan Alem ile Iran'ın doğusundaki dağlarda, Bircent'teki malikanesindeyken, bana uzun uzun kendisinden ve Şah'tan söz etti. Şah'ın kişiliğini ele alırken, doğru ol­ duğu kuşku götürmez çelişkili özelliklerinden bahsetti. Örneğin bir gün bana şunu anlattı: 'Bu kadar büyük bir güce ulaşmış olan bu insanın, kar­ şısındaki insaniann her söylediğine inanması, bu ölçüde saf kalabilmesi aklın alacağı bir şey değil. ' Başka bir kez bunun tam aksini de söyledi: 'Ço­ cukluğundan beri hükümdar olmaya alışık olduğu için, Şah'ın insanı şa­ şırtan bir kendini denetleme yeteneği var. Ne düşündüğünü, neyi bildiğini hiç belli etmez. ' Bay Alem, çoğu kez bu gerçeği saptayabiidiğini söyledi. Şah'ın daha önceden haberi olduğuna emin olduğu bir konuyla ilgili ola266


Farah Pehlevi

rak kendisine bilgi sunmaya gittiğinde, Şah sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranabiliyormuş. Bu yüzden, kendisine sağlığına ilişkin verdiğimiz bilgiler konusunda, Şah'ın gerçekte neyi ne kadar bildiğini anlamak için izlenimlerimize güvenmemizin yanlış olacağını düşündüm her zaman." Muhtemelen, eşim artık ömrünün çok sınırlı olduğunu bildiği için ülkeyi kendisinden sonraki döneme hazırlamaya girişti. Oğlu­ nun hükümranlığını kendisininki gibi olmayacağını defalarca tek­ rarlamıştı; az gelişmişlikten nihayet kurtulmuş bir ülke devralacağı için Rıza, Iran'ın artık demokrasiyle yönetilmesi için çaba göstere­ cekti. 1977 baharında rejimin liberalleşmesi talebi, siyasi muhalefet yapan aydınlar, en çok da, daha sonra Humeyni'yi ve mollaları des­ tekleyen bir gazeteci tarafından ısrarla dile getirilmeye başlamıştı. Bu gazeteci Şah'a hitaben yayımladığı bir açık mektupta, kendi­ sinden özellikle anayasaya uygun olarak hükümdarlık etmesini ve ülkede batı Avrupa ülkeleri ve Amerika'da olduğu kadar ifade öz­ gürlüğünü sağlamasını talep ediyordu. Şahpur Bahtiyar ve Mehdi Bezirgan da mecliste söze alıp aynı yönde görüş bildirdiler. Şah demokrasiye açılım girişimlerine hız vermeyi düşündü. Ül­ kede değişim zamanının gelmiş olduğunu açıkça göstermek için 1977 yazının ortalarında, Bay Hüveyda'nın yerine hükümetin başı­

na son derece dürüst, zeki, kültürlü bir kişiyi, Cemşid Amuzegar'ı atadı. Işte eşimin anılarında onun hakkında yazdıkları:

"Cemşid Amuzegdr, son derecede namuslu olarak tanınan ve bu ünü gerçekten hak eden biriydi. Aynca Yeniden Doğuş Partisi'nin genel sek­ reteriydi. Bu unvanı, bu partinin taraftarlannın desteğine güvenebilece­ ğini gösteriyordu. Benim başbakanı değiştirme karanm, kesinlikle Bay Hüveyda'nın herhangi bir kusur işlediği anlamına gelmiyordu. Tam ter­ sine, bu zarif ve kültürlü insan, on üç yıl boyunca ülkesine çok yararlı hizmetlerde bulunmuştu, ancak iktidar yıpratır; zaten o da devlet işlerin­ den biraz elini çekmesinin uygun olacağını düşünüyordu. Kendisine duy­ duğum güveni aynen koruduğumu göstermek için onu saray bakanı ola­ rak atadım, böylece benim yanımda kalacaktı ve onunla her gün görüşe­ bilecektim Yeni hükümet kurulur kurulmaz ülkenin bütünlüğünün bo267


Anılar

zulmamasına dikkat edilmesi koşuluyla, ilke olarak, liberalleşmeden ya­ na olduğumu beyan ettim." Yeni başbakanın görevinin hassas olduğuna hiç kuşku yok çün­ kü bir taraftan, özellikle petrol fiyatlanndaki patlamanın sonucu olarak ortaya çıkan hoşnutsuzlukların artmasını önlemeye çalışmak, diğer taraftan demokratik gelişmeleri yönetmek zorundaydı. O ka­ dar büyük umutlar veren 6. Plan'dan vazgeçmek gerekiyordu ancak uygulanacak sert ekonomik önlemler de genel mutsuzluğu daha yaygın hale getirecek gibi görünüyordu . Rejimin liberalleşmesi ve demokratik açılımların gerçekleşmesi talepleri yeni değildi ancak, Beyaz Saray'a 1 976 Kasım'ında demokrat bir başkan olan Jimmy Carter'ın gelişiyle bu talepler güç kazanmıştı. Şah Carter'dan önce gelen cumhuriyetçi başkanlarla, özellikle daima dostumuz olarak kalan Richard Nixon ile çok yakın ilişkiler kurmuştu. Şah'a öyle ge­ liyordu ki, cumhuriyetçiterin yönetimindeki Amerika, kendisinin lran'ı azgelişmişlikten kurtarmak için uğraşırken karşılaştığı çok bü­ yük zorluklan anlıyor ve bu mücadelenin belli bir otorite olmadan verilmeyeceğini biliyordu. Amerika diplomasinin lran'ı iyi tanıyan cumhuriyetçi bakanı Henry Kissenger, on yılda başarılan işlere bü­ yük bir hayranlık duyuyordu. Jimmy Carter'a gelince, o bütün kam­ panyası boyunca insan hakları, halkların özgürlüğü gibi her ülkenin kendine özgü ekonomik ve kültürel genel durumu hesaba katılma­ dığı takdirde tartışma yaratabilecek konuları işlemişti. Ama tran'da­ ki muhaliflere göre bu konuların su götürür yanının olması hiç de önemli değildi. Onlar Carter'ın şahsında gelecekte verecekleri mü­ cadele için bir müttefik bulmuşlardı. Eğer Beyaz Saray'da başka bir başkan oturuyor olsaydı, hiç şüphe yok ki muhalefetin taleplerinin yarattığı fırtına bu kadar büyük olmayacaktı. Yeni başbakanın atanması, ülkedeki özgürleşme taleplerini yatış­ tırmadı ve 1977 Ekim'inde tran Yazarlar Birliği, Tahran'daki Alman­ ya Büyükelçiliği'ne bağlı Goethe Enstitüsü'nde şiir geceleri düzenle­ diler. Bu şiir gecelerinde, gösterilerin en yoğun olduğu günlerde, on beş bine yakın insan bir araya geldi. Verilen mesaj çok açıktı, ke­ limelere gerek yoktu: aydınlar yeni bir çağa girmek için sabırsızla­ nıyorlardı. 268


Farah Pehlevi

Kasım ayında resmi bir ziyaret amacıyla Amerika'ya gittik; eşim seçilen yeni başkanla ilk kez görüşme yapacağı için bu önemli bir ziyaretti. Bu iki erkek acaba görüş birliğine varabilecekler miydi? Bi­ ri görevine yeni başlıyordu , diğeri otuz yedi yıldan beri hükümdar­ lık yapıyordu . . . Beyaz Saray'a gelişimizde tatsız bir olay yaşadık. Güvenlik kor­ donunun arkasında göstericiler toplanmıştı; bazılan bizi alkışlar­ ken, diğerleri hakaretler yağdınyorlardı. Iki devlet başkanı bahçede, çimenlerin üzerinde , gazetecilerin ve üst düzey görevlilerin önünde birbirlerine hitaben ilk sözlerini söyledikleri sırada, göstericiler ara­ smda çok şiddetli bir kavga başladı, o ölçüde ki, polis müdahele et­ mek zorunda kaldı ve göz yaşartıcı bomba kullandı. Gazlar bize ka­ dar geldi ve bütün dünyada televizyon izleyenler böylece inanılmaz bir sahneye tanık oldular: Amerika Başkanı ve lran Hükümdan bir taraftan öksürüyor, gözlerini siliyor, diğer taraftan demeç vermeyi sürdürmeye çalışıyorlardı. Daha sonra içeri, salona geçtik. Başkan Carter ve eşi bu tatsız ola­ yı unutmamızı rica ettiler, gerçekten malıcup olmuşlardı ancak ben kendi kendime , Richard Nixon'un zamanmda olsaydı, göstericilerin bizim bu kadar yakmımıza gelmelerine izin verilmezdi diye düşün­ düm. Bu yaşananlarda, yeni yönetimin bizi sıkıntılı bir duruma sak­ ma, bundan böyle tran'daki muhalefetin kendi himayesinde olacağı­ m açıkça gösterme iradesi yok muydu? Eşimle Başkan Carter arasın­ da yapılan ilk görüşmeler, yaşanan bu tatsız havayı yumuşattı! O gün gayet formda olan Şah, dünyada güce dayalı ilişkiler hakkında­ ki görüşünü uzun uzun anlattı, sonra da İran'ın bu alanda oynamak istediği rolden söz etti. Başkan ve danışmanlan daha sonra, hüküm­ clann yaptığı tahlillerle ikna olup etkilendiklerini itiraf etmek zorun­ da kaldılar. Nitekim aynı akşam Jimmy Carter heyecanlı bir tonla eşime övgüler yağdırdı. Doğrusu Şah böyle bir konuşmayı bekleme­ diği için duygulanmaktan kendini alamadı. Ertesi gün gazetecilerk konuşurken, onlara ilk günkü görüşmelerde "sabah da akşam da gözlerinin yaşardığını" söyledi. Yine de dışanda, pencerelerimizin altına kadar gelenlerin düş­ manca gösterileri devam etti. Yetkililerin bizi bu tür gösterilerden korumak için talimat almadıklan besbelliydi. Hatta daha da kötü bir 269


Anılar

şey olmuştu: göstericilerin bizim özel programımızı elde ettikleri an­ laşılıyordu. Minnesota eyaletinde, tıbbi kontrolden geçmek için bir kliniğe gittiğimde, kötü bir sürprizle karşılaştım. Yirmi civarında muhalif, ellerinde rejim aleyhine yazılar yazılmış pankartlarıyla has­ tanenin önünde bekliyorlardı. Yıllar sonra, o zamanlar rejim karşıt­ larından olan bir yurttaşım, gerçekten de Amerikan yönetiminin giz­ li kalması gereken bilgileri onlara vermiş olduğunu doğruladı. Bu resmi ziyaret sırasında, bir grup öğrencinin ellerinde din adam­ larımızdan birinin portresini coşkuyla salladıklarını gördüğüm zaman çok şaşırdım. Öğrenciler daha çok özgürlük istiyorlardı, bunu ania­ yabiliyordum ama onların gözünde bir molla nasıl oluyordu da özgürlüğü, çağdaşlığı temsil ediyordu, buna aklım ermiyordu. Eğer toplumda Şah'ın gösterdiği reform çabalarının önünü kesrnek için var gücüyle çalışan bir sınıf varsa, o da ruhhan sınıfının en tutucu kesi­ miydi! Kadınlara tanınan oy kullanma hakkından tarım reformuna, cehaleti ortadan kaldırma çalışmalarına kadar, eşim devamlı olarak bazı din adamlarının direnciyle karşılaşmıştı (ama özellikle Ayetullah Behbahani ve Ayetullah Kunsari gibi bazı başka din adamlarıyla son derecede iyi ilişkiler içindeydi). Bu din adamları yüzyıllar boyunca in­ sanların akıllarına egemen olmuşlardı, dış dünyaya açılma ve gelişme çabalarını kendi hegemonyalarına bir tehdit olarak görüyorlardı. Aleyhimize gösteri yapan gençlerin göklere çıkardıkları bu mol­ lanın kim olduğunu sordum, onun karanlık bakışlan bana hiçbir şey ifade etmiyordu. "Ayetullah Ruhullah Humeyni" cevabını verdi­ ler. İsmi belleğimde uzak bir anıyı çağrıştınyordu. Kadınları özgür­ leştirme çabaları aleyhinde çok ateşli konuşmalar yapıp, kendisine sadık insanları Beyaz Devrim'e karşı ayaklandırdıktan sonra tutuk­ lanmış, daha sonra Şah tarafından bağışlanıp sürgüne gönderilmiş­ ti. On yıldan fazla bir zamandan beri Iran'da değildi. Eğer böyle gençlerin ellerinde taşıdıkları pankartlardaki portresiyle New York sokaklarında tekrar ortaya çıktığını görmeseydim, onu kendim unuttuğum gibi ülkenin de unutmuş olduğunu kesinlikle söyler­ dim. Birkaç hafta sonra Yeni Delhi'ye gitmek üzere yola çıkan Baş­ kan Carter ve eşi 1978 yılının gelişini bizimle kutlamak üzere Tah­ ran'a uğradılar. Sadece bu kısa ziyaret bile, Şah'ın Amerika'nın yeni 270


Farah Pehlevi

başkanı üzerinde ne kadar olumlu bir izienim bıraktığını gösterme­ ye yetiyordu . Eşim, Amerika başkanı olarak bir demokratın seçilmiş olmasını biraz soğuk karşılamışken, Bay Carter'in kendisine göster­ diği ilgiyi iyiye işaret olarak görüyordu . İşte böylece 3 1 Aralık 1977 günü Amerikalı çifti Niavanın Sara­ yı'nda akşam yemeğinde ağırladık. O kadar dramatik olayların ya­ şandığı 1978 yılının arifesinde, o gece eşimin geleceğe olan güveni­ ni ifade ettiği konuşmasını unutamıyorum:

"Bizim ülkemizde eski gelenekiere göre yeni yılın ilk konuğunun ziya­ reti bütün yıl için geçerli olan bir uğur belirtisidir. Yeni yılın gelişi, genel­ likle bahann gelişiyle birlikte kutlandığına göre bu akşamki konuğumu­ zun etkinliği ve iyi niyeti o kadar büyük ki, biz kendilerinin ziyaretini fevkalade mükemmel bir uğur belirtisi olarak kabul ediyoruz. " Bunun üzerine jimmy Carter ayağa kalktı ve şahlık rejimiyle il­ gili olarak çok büyük övgülerle dolu aşağıdaki sözleri söyledi. O za­ mana kadar hiçbir Amerikalı başkan hükümdara böyle bir iltifatta bulunmarnıştı :

"Şah'ın dikkate değer bir şekilde kaderine hükmettiği Iran, dünyanın en sorunlu bölgelerinden birinde, bir denge ve istikrar unsurudur. Majes­ teleri, burada sizi, Iran'da başardığınız büyük işi ve halkınızın size duy­ duğu saygıyı, hayranlığı ve sevgiyi büyük bir saygıyla selamlıyorum. . . "Bugün Şah ile Tahran'ın güzel sokaklannda dolaşırken bana dost­ luklannı göstermek için sokaklar boyunca toplanmış sayılan gerçekten binleri bulan Iran yurttaşı gördük. Ve aynca başkanlannı karşılamaya gelen yüzlerce hatta belki de binlerce Amerikan yurttaşı da gördüm; on­ lar kendilerini benimsemiş olan bu ulusun içinde hiç de yabancı gibi his­ setmiyorlardı. "Iran halkı ve iki ulusun yöneticileri insan haklan davasına aynı şe­ kilde, derin bir bağlılık duyuyor/ar. "Dünyada başka hiçbir ulus, askeri güvenliğimizin karşılıklı olarak düzenlenmesi konusunda, bize sizin kadar yakın değil. Iki ülkeyi de ilgi­ lendiren bölgesel sorunlara ilişkin olarak, başka hiçbir ulus, bizimle sizin kadar sıkı bir fikir alışveriş içinde bulunmuyor. Kendisi için daha çok 271


Anılar

dostluk hissettiğim, daha büyük minnet duyduğum başka hiçbir devlet başkanı yok. n

Ürdün Kralı Hüseyin eşirole görüşmek için, iki gün önce Tah­ ran'a gelmiş ve Başkan Carter ile konuşmak için burada kalacağı sü­ reyi uzatmıştı. Yeni yılı bizimle birlikte, daha samimi bir ortamda kutlamalan için, resmi akşam yemeğinden sonra Carter çiftini kü­ tüphaneye davet etmiştik, Kral Hüseyin de gelip orada bize katıldı. O akşamki rahat, dostça ve sıcak ortamın bende kalan anısı çok gü­ zel. Kral Hüseyin, Başkan Carter ve eşim sadece sohbet ettiler ve bu­ nu yaparken de birbirlerini tanımayı öğrendiler; o sırada Rıza da bi­ ze dinlereceği müzikle ilgileniyordu. Bir yıl sonra, biz lran'ı terk edecektik ve 4 Kasım 1979'da, yani Carter'ın bu ziyaretinin üstünden iki sene bile geçmeden lslam Dev­ rimi Muhafızlan Amerika'nın Tahran'daki büyükelçiliğini Amerikan toprağı olarak kabul eden uluslararası hukuk kuralını çiğneyip, ora­ da bulunan altmış altı Amerikan uyruklu insanı rehin alacaktı. tık gösteriler 7 Ocak 1978 günü kutsal Kum kentinde patlak ver­ di. O gün ilahiyat fakültesi öğrencileri Ettela'at * adlı günlük gazete­ de yayımlanan bir makalede Ayetullah Humeyni'ye hakaret edildiği bahanesiyle sokaklara döküldüler. Kum, Ayetullah'ın 1963 yılına ka­ dar öğretmenlik yaptığı kenttir. O sene, onun kışkırtmasıyla insan­ lar, referandum sonucunda benimsenen reformlan protesto etmek için ayaklanmışlardı. Humeyni'nin sürgüne gönderilmesinden sonra, eski öğrencilerinden bazılannın onu efsane kahramanına dönüştür­ düklerini daha sonra öğrendik. Onu yerin dibine batıran bu makale tam da onun müriderinin aradığı bahaneydi: artık dine küfredildiği iddiasıyla, onun adına halkı ayaklanmaya çağırabilirlerdi. Bu hareket hızla çığınndan çıktı ve 9 Ocak'ta göstericiler kamu­ ya ait binalara saldırdılar. Onlann gözünde çağdaşlığı temsil eden ne varsa yağma ettiler: sinemalar, lokantalar, kız okullan. Duruma polisin müdahele etmesi gerekti ve sekiz kişi öldükten sonra olaylar yatıştı: ölenlerden dört kişi göstericilerdendi, güvenlik güçleri de iki mensubunu kaybetmişti. •

Ç.N. Haber verme, bilgilendirme anlamında.

272


Farah Pehlevi

Bu olaylarla ilgili olarak Şah anılannda şunları yazacaktı:

"O andan itibaren 'matem taktiği' ile halk yığınlannı aldatarak, bu üzücü olayı kendi amaçlan için kullananlar, kırk günde bir yeni gösteriler düzenlemek için insanlan seferber etme imkanını buldu: şiddet kullanılan bu gösterilerin yeni ayaklanmalara dönüşmesi ve yeni kurbanlar yarat­ ması çok büyuk bir olasılıktı. Böylece hem kendilerine her söylenene safça inananlann, hem de gittikçe bağnazlaşan halkın öfkesi doruk noktasına ulaşacaktı. Gerçekten de müslüman geleneklerine göre, ölen bir şahsın ya­ kınlan ve dostlan ölümünden kırk gün sonra onun mezannın başında top­ lanırlar. Dünyanın başka hiçbir yerinde bir insanın ölümünün, siyasi amaçlarla böyle utanmaz bir şekilde sömürüldügünü sanmıyorum." 1 8 ve 19 Şubat günleri, yani Kum kentindeki dramatik olaylar­ dan kırk gün sonra, olaylarda ölenleri anma bahanesiyle Azerbay­ can'ın başkenti Tebriz'de çok büyük gösteriler düzenlendi. Ilk defa muhalefet partileri, öğrenciler ve esnaf, dinci göstericilere katılıp daha çok ifade özgürlüğü ve ücret artışı taleplerini dile getirdiler. Bi­ zim gözümüzde bu işbirliği açıklanabilecek gibi değildi: nasıl olu­ yordu da toplumun ve rejimin hızla "batılılaşmasını" isteyen bu in­ sanlar tam tersini, yani katı din kurallarına dönülmesini, tran'ın ah­ laksız Batı'nın kültürel etkilerine kapanmasını, kadınların çarşaf giymesinin zorunlu kılınmasını isteyen bu mollaların ve çömezleri­ nin yanında yürüyüşe katılabiliyorlardı? Protesto gösterileri yine ayaklanmaya dönüştü. Göstericiler kendilerine göre "ahlak bozuk­ luğunu" simgeleyen her şeyi -sinemaları, içki satılan yerleri, lüks butikleri- yağmalayıp yıktılar. Rastakhiz* partisinin binası ve genç­ lik sarayı gibi devlete ait binalar da bu yağmadan nasibini aldı. Sel gibi akan bu kin ve şiddet gösterisiyle başa çıkamayan polis ordu­ dan destek istedi ve bir kere daha çatışmalar iki tarafta da can kay­ bına neden oldu. Ordu ülke savunması için mükemmel bir şekilde eğitilmişti ama şehir polisinin görev alanına giren işlerle ilgili eğiti­ mi yoktu. Bu konuyla ilgili olarak ayrıca anımsadığım bir şey var: Amerikalı yöneticiler bize plastik menni ve göz yaşartıcı bomba ver­ meyi kabul etmemiş ve işimizi zorlaştırmışlardı. * Ç.N. "Kıyamet günü'' ya da "diriliş" anlamında. 273


Anılar

O sıralarda Irak'ta mülteci olarak yaşayan Humeyni ilk defa yer altından çıkarak bu dramı kutsadı ve hayasız bir ifadeyle, içimi kor­ kuyla dolduran şu sözleri söyledi: "Bizim hareketimiz henüz kırıl­ gan bir fidan, onun güçlü bir ağaca dönüşmesi için kurbanların ka­ nına ihtiyacı var." Bu adam, kendi yurttaşlarının kanına susamak için kalbinde ne gibi duygular besliyordu? 29 Mart 1 978'de, Tebriz'deki olaylarda kurban olanlan anma ba­ hanesiyle birçok kentte, özellikle Tahran'da yeni gösteriler oldu. Eşim her ne pahasına olursa olsun, üçüncü kez kan dökülmesini ön­ lemeleri için hem orduda hem peliste düzeni sağlamakla görevli olanlara çok sıkı talimat verdi. Ancak "kurbanlar" gerekiyordu ve bulundu da. "Kışkırtıcıların utanmazlığı sınır tanımıyor diyecekti" Şah daha sonra. Eceliyle veya bir hastalık sonucu ölen ya da bir kazada haya­ tını kaybeden insanların cenazeleri mezarlıklara getirildiğinde is­ yancıların elebaşlarının, naaşlan omuzlarına alarak "Işte rejimin kurban ettiği biri daha! Savak'ın bir cinayeti daha!" diye bağırarak şehirde dolaştırdıklannı bana anlattılar. İslam Devrimi'nin Muhafızları Ordusu'nun komutanı Muhsin Re­ za'inin, bütün o 1 9 78 yılı boyunca isyancıların kullandıklan strateji­ leri özetleyen aşağıdaki sözleri Şah'a iletilen bilgilerin doğruluğunu pekiştiriyor.

"Medyada yankı uyandırmak için sahte cenazeler düzenlenmeli, ta­ butlann içinde güvenlik güçlerinin müdahelesi halinde derhal kullanıla­ bilecek, daha önce hiç kullanılmamış, temiz silahlar bulundurulmalı. Devrimin zafere ulaşabilmesi için siyasi ve dini silah olarak mezarlıklar­ da sürekli, profesyonel erkek-kadın aglayıcılar bulunduru!malı. Halkı kışkırtmak ve kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla psikolojik, siyasi ve propoganda silahı olarak kırmızı lekeli elbiseler kullanılmalı. " Olaya tanık olanlar bana anlattılar; bir üniversitede bazı öğren­ ciler bir "kurban" "imal etmek" için, aralarından birini bir sedyeye yatırdıktan sonra, üzerine örttükleri beyaz örtüye bir şişe kanı dök­ müşler. Sonra sedyeyi omuzlarına alarak sokaklara dalmış, avazlan çıktığı kadar "Onlar öldürdüler! Onlar öldürdüler!" diye bağırarak 274


Farah Pehlevi

dolaşmışlar. Genel olarak bu gösterileri yapanların dikkati çekecek kadar iyi organize olduklarını ve mali açıdan çok etkili bir şekilde desteklendiklerini hissediyorduk: gösteriler çok iyi hazırlanıyor ve çerçevesi iyi belirleniyordu, megafon, maske ve daha sonraları silah bakımından en ufak bir eksikleri yoktu. Haftalar geçtikçe büyük kitlelere ulaşabilmek amacıyla, "liberalle­ rin" ve solcuların, mollalada ortak hiçbir noktaları olmadıgı halde, onların gösterilerine sımsıkı kenetlendikleri gün gibi ortaya çıktı. İş­ te böylece, iktidara geldikleri takdirde amaçlanndan birisi de dinin pratigini yasaklamak olan komünistler, halkı ayaklandırmak için hiç utanmadan dini kullanıyorlardı. . . Bu kural dışı ihtilal koalisyonunun her bileşeninin -d.inciler, liberaller, marksistler- o dönemde digerle­ riyle ittifak yapmak için eyyamcı çıkarları vardı ancak hangisi ülke­ nin yönetimini eline geçirirse, eski ortaklarını ortadan kaldırıncaya kadar çarpışacakları da besbelliydi. Nitekim öyle de oldu! En azından şimdilik koalisyonları devam ediyordu, bir süre son­ ra, kentlerde çok büyük etkileri olan orta sınıfa mensup, dinci bur­ juva zengin çarşı esnafı da düzenli takviye kuvveti olarak koalisyo­ na katıldı. Bu esnaf grubu petrol fiyatındaki aşırı artıştan, genel ola­ rak da ekonomik büyümeden çok yaradanmış ve servet sahibi ol­ muştu. Amuzegar hükümetinin uyguladığı sıkı politika onların du­ rumlarını bozmuştu, ayrıca rüşveti önlemek için alınan yeni önlem­ lerden, işlerine engel oldugu için hiç memnun olmamışlardı; bu ne­ denlerle Ayetullah Humeyni'nin saflarına geçtiler, bazılarının ona çok büyük mali destek sagladıkları da sonradan ortaya çıktı. Çıkarları farklı olan bu strateji uzmanları tarafından kullanılan gençler, güçlerini ve enerjilerini, utanma duyguları olmayan bu in­ sanlara safça sundular. "Onlara kalabalık gruplar gerekiyordu," di­ ye yazıyordu Şah, "bu grupları önce üniversitelerde buldular, daha sonra okullara kadar indiler. Canla başla ugraşarak, gençlerimiz ger­ çekten zehirlerneyi başarmış olmaları ne kadar yazık! Elbette ki gençlerden muhafazakar davranmalarını beklemiyordum. Gençlik bütün ülkelerde kendisine en çekici görünen ideallere dogru yöne­ lir. Adalet adına ona çok büyük şeyler yaptırmak mümkündür. Ama en büyük kötülüklere de alet olabilirler." 275


Anılar

Her defasında daha büyük şiddet içererek durmadan tekrarla­ nan bu gösterilere tanık olduğumda, kuşkulanmak ile kaygı duy­ mak arasında bocalıyordum. Benim için anlaşılması en zor olanı şahlık rejiminin Iran için yaptığı olumlu her şeyin batı ülkelerinde­ ki medyalar tarafından bir kalemde karalanmasıydı l970'li yılların başında Şah'ı göklere çıkaranlar bile şimdi onun yaptıklannı açıkça kınıyorlardı. Özgürlüklere saygı konusunda çok titiz olan o gazete­ ciler, Ayetullah Humeyni'nin şahsında ruhun maddeye galip gelme­ sinin somut örneğini görüyor gibiydiler. Bir lranlı felsefeci de onun yeni Gandi olduğunu söylüyordu! Bu adama hakim olan duyguları ve ihtiraslannın büyüklüğünü bildiğimiz için bu değerlendirmeleri aklımız alınıyordu. Şah daha sonra "Durmadan devam eden bu gençleri zehirierne çabalarıyla mücadele etmek için kendi yayın organlarımızı kullan­ ınarnakla hata ettim" diyecekti. Ülkemin seçkin aydınları ve politikacıları benimle görüşmek is­ tediler. Içimden eşime yardım edebilmeyi umarak bütün bu insan­ larla görüştüm. Üniversite mensupları, eski siyasi liderler, sosyolog­ lar, din adamları, gazeteciler birbiri arkasına çalışma odama geldi­ ler. Olayların ulaştığı nokta onları da şaşkına çevirmişti. Kendileri­ ne, insanlan yatıştırmak ve inisyatifi tekrar ele almak için somut olarak ne yapmak gerektiğini sorduğum zaman cevapları hep aynı oluyordu: "Şah'ın yanına, ismi üzerinde hiçbir tartışma yapılamaya­ cak birisini çağırması gerekir. Halkın tanıdığı, namuslu, zeki, her­ kesin onaylayacağı biri başbakan olmalı. " Söylediklerini kabul edi­ yor ve soruyordum: "Siz kimi düşünüyorsunuz?" Her seferinde ay­ nı şey oluyor, konuştuğum insanlar bana artık hayatta olmayan bü­ yük insanların adlarını söylüyorlardı. "Anlıyorum, tamam ama bu­ gün yaşayanlar arasında kimi düşünürdünüz?" O zaman uzun bir sessizlik oluyordu. Muhalefet, seneler boyunca kimi insanları yol­ suzluğa bulaşmakla, kimilerini de Amerika'nın veya İngiltere'nin yardakçısı olmakla suçlamış, bütün siyaset adamlannın saygınlığını yok etmişti. Bu görüşmeler sırasında eski bir bakan, korku ve acı dolu bir ses tonuyla içindeki saldırganlığı dışa vurarak, bana Şiraz'la ilgili sitem276


Farah Pehlevi

lerde bulundu: ona göre ben, bir kültür şehri olan Şiraz'ı bir batak­ haneye çevirerek din adamlannın çileden çıkmalarına katkıda bu­ lunmuştum. "Bakan Bey, yirmi yıl boyunca benim bütün yaptıgım bundan mı ibaret?" diye sordum, o zaman ne diyeceğini bilemedi, özür diledi, sonra da ertesi gün bana bir Kuran gönderdi. Insanlar güvenlerini yitirmişler, akıllarını ayrıatmaya başlamışlardı. Hastaneleri, okulları ve kütüphaneleri ziyaret ettiğim zaman da artık havanın bozulduğunu hissediyordum. Güvenliğimden sorum­ lu olanlardan kaçıp, coşkulu kalabalıkların önüne çıkabildiğim gün­ ler çok uzakta kalmıştı artık. Şimdi durumun hiç de iyi olmadığını açıkça seziyordum. Insanlardan bazıları beni yüreklendirici sözlerle karşılarken, diğerleri benden uzak duruyorlardı. Ve ben onların düşmanca duygular beslediklerini hissediyordum. Bu nedenle in­ sanlarla diyaloguru kopmuştu, bu da son derecede kaygı vericiydi. Onlarla ararndaki güven ilişkisini yeniden kurmak için ümitsiz bir şekilde çareler arayarak saraya dönüyordum. Şah konuşmuyordu, düşünceliydi ama sabahtan akşama kadar çalışmaktan geri durmuyordu. Kilo kaybetmişti, gücünü yitirmiş gi­ bi görünüyordu, bu da beni her şeyden çok endişelendiriyordu. Sağ­ lığındaki bu bozulmayı, hastalığın ilerleyişine mi bağlamak gereki­ yordu yoksa ülke için duyduğu kaygıya mı? Her yeni şiddet gösteri­ si onu derinden yaralıyordu. "Ama niçin? Sebep ne?" diye tekrarla­ yıp duruyordu. O kadar uzun zaman çok iyi aniaştığını düşündüğü halkı nasıl olmuştu da aniden karanlık kafalı bir din adamının ne idüğü belirsiz kehanetlerine boyun eğebilmişti, anlayamıyordu. Büyük Ayetullah Kazım Şeriat-Medari de eşim gibi olaylardan şaş­ kına dönmüştü. Humeyni'nin bağnazlıgını onaylamıyordu ve Şah'a yazdığı mektuplarda, isimlerini bildirdiği en aşırı din adamlarının tu­ tuklanmasını istiyordu. Bu adamların sesleri kısıldığı takdirde halk ayaklanmasının da biteceğini düşünüyordu. Ben bu din adamlannın listesini görmüştüm. Sadık Halkhalı adının da orada bulunduğunu hatırlıyorum. Şah onların tutuklanmasına razı olmadı, tekrar diyalog kurulmasına imkan verecek siyasi bir çözümü yeğliyordu. Haziran'da Milliyetçi Cephe'den üç isim, Şahpur Bahtiyar, Dari­ ush Foruhar ve bir üniversitede öğretim üyesi olan Profesör Kerim 277


Anılar

Sancabi, Şah'a hitaben yayımladıkları açık mektupta bir kez daha ondan yasaya uygun olarak hükümdarlık etmesini istediler. Tek parti yönetiminin bitmesini, basının özgürleşmesini, siyasi mah­ kumların salıverilmesini ve halkın çoğunluğunun oyunu almış bir partinin milletvekilleri içinden seçilecek olanların kuracağı bir hü­ kümetin atanmasını talep ediyorlardı. Böyle kamuoyuna duyurulan açık mektup aracılığıyla hükümdara hitap etmek, tran'da daha ön­ ce yapılmış olan bir şey değildi, yeni bir yönterndi bu. O zaman açıkça hissettim ki bu insanların böyle davranmalarının nedeni Amerika'nın, Carter'ın yeni yönetiminin desteğini almış olmalarıy­ dı. Hepsi bundan ibaret değildi: bu üç adamın yazdıkları mektubu okuyanlar, Şah yönetiminin olumlu hiçbir şey yapmadığını düşüne­ bilirlerdi. Oysa ki son yirmi yılda, ülke her alanda yadsınamayacak hamleler yapmış, ileri gitmişti. Şahpur Bahtiyar, Şah tarafından ata­ nan son başbakan olacaktı. Bu açık mektuptaki diğer iki imzanın sa­ hiplerinin yaşamları Humeyni'nin safına katıldıktan sonra çok acı şekilde sona erecekti. Dariush Foruhar lslam Devrimi döneminde bir süre bakanlık yaptıktan sonra muhalefete geçmiş ve sonra da eşiyle birlikte tüyler ürpertici bir şekilde öldürülmüştü. Kerim San­ cabi ise sürgünde öldü. Mayıs'ta Kum kentinde, daha sonra Temmuz'da kutsal Meşhed kentinde "kurbanlar" için düzenlenen yas töreninde çıkan yeni çatış­ malardan sonra Şah, özgürleşme girişimlerine hız kazandırmaya ka­ rar verdi ve 5 Ağustos ı 978'de, Anayasa Günü münasebetiyle ı 980 ilkbaharında genel seçimlerin her görüşteki siyasi oluşumun katılı­ mına açık olarak yapılacağını ilan etti. Muhalefet de bundan başka bir şey istemiyordu zaten. Şah'ın bu kararı onların bütün arzularını kar­ şılayacaktı; ancak bu jest hükümdarın bir zaaf belirtisi olarak yorum­ landı ve ihtilalin önderleri tarafından hemen istismar edildi. l l Ağustos'ta lsfehan'da yeni olaylar patlak verdi ve kentte sıkı yönetim ilan edildi. Abadan'daki Rex Sineması felaketi işte o dönemde yaşandı. Bu fe­ lakete sebep olanların amacının, halkın öfkesini bilemek, kinini ar­ tırmak ve bu suretle ülkenin parçalanmasında geri dönüşü olmayan bir noktaya gelinmesini sağlamak olduğuna en küçük bir şüphe yok. 278


Farah Pehlevi

1 9 Agustos günü, Abadan'ın en büyük sinemasında yangın çıktığın­ da film henüz başlamıştı. Dört yüz insan orada diri diri yanarak öl­ düler. . . Bu felaketin siyasi olarak nasıl sömürü konusu yapılacağın­ dan hiç şüphem yoktu. Derhal Başbakan Amuzegar'ı arayarak kendi­ sine Abadan'a gidip, kurbanların aileleri ile beraber olmak istediğimi bildirdim. O beni bu düşüncemden vazgeçirdi. Kendisini dinlerken birdenbire onun da bize duyduğu güveni yitirdiğini fark ettim, Şah'ın ve benim ülkenin gücünü ve dirlik düzenini temsil ettiğimize olan inancını kaybetmişti. Başbakanın bana artık farklı bir gözle baktığını hissettim: yirmi yıl boyunca bütün lranhlarla samirniyetle konuşan insan değildim artık. Bu seyahati yapmaktan beni vazgeçir­ mekte muhtemelen haklıydı çünkü olaydan birkaç saat sonra Aye­ tullah Humeyni tutulacak yanı olmayan bir şey söyledi, aklın sınırla­ rını aşarak, hükümeti bu canavarlığa neden olmakla suçladı. ***

Olayların başından bu yana, İslamcılar yaklaşık elli sinemayı ate­ şe vermişlerdi. Eğer Rex Sineması kundaklama sonucu yanmışsa, bu yangının da aynı yobazların eseri olduğunu düşünmek için yeterli neden vardı. Yapılan soruşturma bu görüşü doğruladı. Bu yangının faili -sabotaj eylemlerinde uzmanlaşmış bir grubun komando üye­ si, on dokuz yaşında "Cemşid" adında bir genç- lrak'a sığındı, da­ ha sonra İslam Devrimi yetkililerince kurtarıldı. Bu arada, bu kor­ kunç olaydan rejimin sorumlu tutulması insanları şahlık rejimine karşı kışkırttı. Eşim Anılar adlı kitabında şunları yazıyor:

"Ağustos ayının sonunda Milli Emniyet Başkanı General Moghaaam, ismini doğal olarak burada zikredemeyeceğim önemli bir din adamıyla görüştükten sonra gelip beni buldu ve konuştuğu kişinin sözlerini aktar­ dı. Din adamı kendisine özetle şunlan söylemişti: 'Sayın Generalim, siz­ den istirham ediyorum, halkı heyecanladımcak bir şey yapın. Burada he­ pimizin menfaati söz konusu!' General Moghadam'ın görüştüğü din ada­ mının kullandığı sıfatı bana birçok kez tekrarladı: halkı heyecaniandıra­ cak bir şey! Böyle bir mesaja kayıtsız kalamazdım ancak o sırada içinde bulunduğumuz ortamda, büyük bir heyecan yaratacak ne yapabilirdik? 279


Anılar

Bana öyle geliyordu ki sadece bir hükümet değişikliği böyle bir beklenti­ yi karşılayabilirdi. Yapacağı işlerde tamamen serbest bırakacağım bir hükümet. " Yeni başbakanın belirlenmesi konusu Şah'ın kafasını kurcalayıp duruyordu, sonunda bana açıldı. Hükümetin dayanaklarını çoğalt­ mak için çağdaş, hoşgörülü, ahlaklı, kimsenin hiçbir kusur bulama­ yacağı bir eylem adamı gerekiyordu, ben de eski kalem müdürüm Houchang Nahavandi'yi teklif ettim. Öğrenimini Fransa'da yapmış bir ekonomist olan Bay Nahavandi Tahran Üniversitesi'nde rektör­ lük de yapmış, azimli bir adamdı, aydınlar arasında çok dostu var­ dı. Aynca, bana daha önce söylendiğine göre her zaman başbakan olmayı arzu etmişti. Şah Cafer Şerif-lmami'yi ona tercih etti. Bay Şerif lmami daha ön­ ce hükümet yönettiği ve on beş yıl boyunca serratoya başkanlık etti­ ği için siyaset yaşamında büyük tecrübe sahibiydi. Ayrıca, ruhhan sı­ nıfı içinde temasta olduğu pek çok kişi vardı. Bununla beraber, baş­ bakan olduktan sonra verdiği ilk beyanatta ülkeye artık "geçmişteki Şerif-lmami" olmadığını söyledi; bu pek ustaca yapılmış bir beyan sayılmazdı. Hükümet değişikliği umulan elektro-şok etkiyi yapmadı ve 7 Ey­ lül Perşembe günü ramazanın sona ermesi, Tahran sokaklarında ye­ ni bir gösteri için bahane oldu. tık defa olarak, ayaklananlar Şah'ın çekilmesini ve Ayetullah Humeyni'nin ülkeye dönmesini talep ettiler ve ertesi gün, ülkenin bütün büyük kentlerinde yeni gösteriler dü­ zenlenmesi için çağrı yaptıklarından, henüz kurulan hükümet, o ge­ ce, aralannda

Ialıran'ın

da bulunduğu on bir kentte General Oveis­

si'nin kumandasında sıkıyönetim uygulanması kararını aldı. Bunu öğrenir öğrenmez endişeye kapıldım ve Şah'tan insanların sıkıyönetim uygulamasından nasıl haberdar edileceklerini öğrenme­ ye çalıştım. Sıkıyönetim yasası gösteri yapma ve sokağa çıkma yasa­ ğı getirdiği için, alınan kararın halka duyurulması çok temel bir so­ run oluşturuyordu. Eğer hükümet halkı uyarma imkanı bularnazsa sıkıyönetim ilanından haberi olmayan insanlar ertesi gün, yasalara aykırı olarak sokağa çıkmış olacaklar ve General Oveissi'nin birlik280


Farah Pehlevi

leriyle karşı karşıya geleceklerdi. General Oveissi'nin de aşırı hoşgö­ rülü olmak gibi bir şöhreti olduğu söylenemezdi. Benim soruma ce­ vap olarak sıkıyönetim kararının radyo ile her yarım saatte bir, özel kısa haber olarak yayımlanacağı bildirildi. Aslında insanların ancak cuma sabahı erken saatlerden itibaren bu bilgiden haberleri oldu, oysa ki yüzlerce gösterici çoktan yollara dökülmüşlerdi, birçoğu da bir gün öncesinden beri sokaklarda ol­ duklarından, uyarılınalarına imkan bulunamamıştı. Yollarda olanlar ya da sokaklarda geceleyenler eğer sıkıyönetim kararını öğrenebil­ selerdi acaba evlerinde kalacak veya evlerine dönecekler miydi? İç­ lerinden belki çok azı böyle yapacaklardı ama hiç olmazsa onlar gü­ vende olmuş olacaklardı. Çünkü o 8 Eylül Cuma günü, ihtilalcile­ rin sonradan taktıkları isimle o "kara cuma" ülkemiz için bir felaket günü oldu. Göstericileri Tahran'ın güney doğusundaki jale Meydanı'nda bekleyen ordu birlikleri General Oveissi'den kesin talimat almışlar­ dı. Tarafların ikisi de silahlı olduğundan çatışmanın önlenmesi ola­ naksızdı; kılık değiştirip kalabalığın arasına karışan Filistinli gönül­ lüler çatılarda gizlenip askerlerimize ateş açtılar, onlar da ateşle kar­ şılık verdiler. iktidarı düşürmek için ayaklananlar yüz yirmi bir ka­ yıp verdi, güvenlik güçlerinden de yetmiş kişi hayatını kaybetti. Aynı akşam, sanki tran'ın tarihinin en kaygı verici kabusuna gö­ müldüğünü doğrulamak ister gibi, ülkenin doğusunda, Horasan Eya­ leti'nde, Tabas'da iki bin yedi yüz kişinin ölümüne yol açan şiddetli bir deprem oldu. Tarihi eser olarak sınıflandırılan bu küçük şehri iyi biliyordum, oradaki restorasyon çalışmalarını takip etmiştim. Birbiri arkasına gelen bu darbelerden fiziki olarak sersemlemiş gibi hissettim kendimi. Yüce Tanrım, bütün bunlar ne zaman sona erecekti? Eşimin çektiği derin acı, yüzünden okunuyordu. Ortamın çok gergin olması nedeniyle Tahran'dan ayrılmaması gerektiğini dü­ şünüyordu, bu nedenle Tabas felaketzedelerinin yanına tek başıma gitmeyi kararlaştırdım. Bu kararımdan başbakana söz edince kendi­ si benden biraz beklernemi istedi. Daha önce, onu dinlerken hiçbir zaman iktidarın bu kadar güçsüz hale gelebileceği, bu ölçüde güven bunalımına düşebileceği duygusuna kapılmamıştım: Bay Şerif-lma281


Anılar

mi halkın beni nasıl karşılayacagını bilmiyor, insanların tepkisinden çekiniyordu. Esasında iktidar haber kaynaklarını yitirmişti, siyaset­ çilerden, askerlerden ve din adamlanndan gelen farklı görüşler ara­ sında bunalmış gibiydi. Tabas'a gitmek için uçaga bindigirnde üzüntüden bogulacak hal­ deydim. Gayet iyi organize olan dinciler, oraya çoktan ulaşmışlardı. Bölgeye Aslan ve Kızıl Güneş'in acele ulaştırdığı yardımlardan başka onlar da yardım getirmişlerdi. Büyük bir acı içinde olan felaketzede­ lerin kızgınlıklarını hatta öfkelerini göğüslemek zorunda kaldım. Ke­ sinlikle yalan olan bir söylenti çıkarılmış, Şah'ın Amerikalılara Tabas yakınlannda nükleer yeraltı denemeleri için izin verdiği iddia edil­ mişti, depremin nedenini böyle açıklıyor. Bazı insanlar da felaketin Tanrı'nın gazabı sonucu meydana geldigini söylemekteydiler! Dep­ rem bölgesinde bir gün kaldım, insanlara elimden geldiğince yar­ dım edip onları rabatlatmaya çalıştım. Orada olmamdan yararlanan şehrin ileri gelenleri bana tam bir moral çöküntü içinde olduklannı ifade ettiler. O korkunç euroayı izleyen günlerde gösteriler devam etti. Şah değişim taleplerine daha önceden olumlu cevaplar vermişti, şimdi rejimin özgürleşmesini başlatacak somut adımlannın atıiabilmesi için ülkede huzurun geri gelmesi gerekiyordu. Bu karmaşa ortamı içinde alınan hiçbir karar uygulanamıyordu. Durum böyleyken, ayaklanmanın elebaşlan gerçekleşen reform yasalarının uygulanma­ sını hiç istemedikleri gibi, özellikle sözü verilen seçimlerin yapılma­ sına da karşı çıkıyorlardı. Daha sonra Şah şunları yazacaktı:

"Eğer sıkıyönetim yasalan gereken serılikle uygulanmış olsaydı mah­ kemeler aralıksız çalışmış olacaklardı. Aslında sıkıyönetim, olaylan kış­ kırtanlan pek kaygılandırmayan bir uyan olmaktan öteye gidemedi. As­ kerlerimiz sadece kundakçılann, yağmacılann ya da silahlı komandoia­ nn üZerine ateş açtılar. "Bu komandolara emirler camilerden veriliyor, bağlantılar da cami­ lerde düzenleniyordu. Sonra kışkırtıcılann, köktendinci Islam ile Sovyet tipi sosyalizmin pekala bağdaşabileceğini beyan ettikleri görüldü. Bu şa282


Farah Pehlevi

şırtıcı görüş bizim ülkemize Lübnan ve Libya'da eğitilmiş Halkın Müca­ hitleri tarafından ithal edilmişti. "Batı ülkelerindeki solcu basın, korkunç olan rejimin kesinlikle tero­ ristlerinki olmadığını, asıl ürkütücü olanın, onlara göre, polis ve Savak tarafından kurulan rejim olduğunu dile getiriyordu. Bunu iddia eden ay­ nı gazetelere göre Şah'ın hapishanelerinde hala yüz binden fazla muha­ lif bulunuyordu. Gerçek şudur: siyasi muhalifierin sayısı asla 31 64 'ü geç­ medi. 1 978 Kasım'ında hapishanelerde bulunan üç yüz tutuklunun her birinin de suç dosyalan vardı. "Içinde bulunduğumuz ihtilal öncesi durumun inceden ineeye düşü­ nülüp tasarlandığına hiç kuşku yok. Sıkıyönetim yasalannın yürürlükte olduğu en önemli kentlerde görevleri olay çıkarmak olan, sürekli saldıran gruplar oluşturulmuştu. Bu birlikler, şehir geriliası için elzem olan oto­ matik silahlar, patlayıcılar vb. gibi bir sürü silahla donatılmıştı. "Bir süre sonra, onlara büyükelçiliklere ve devlet dairelerine saldır­ malan için emir verildi. Yapmak istedikleri, ülkeyi en kısa zamanda ka­ osun eşiğine getirmekti." Eşim ülkenin farklı grupları arasındaki bağları tekrar güçlendir­ mek amacıyla, her zaman yaptığı gibi, birilerine danışıyordu. Ko­ nuştuğu insanların çoğu kendisine güç kullanmasını öğütlüyorlar, o da bir hükümdarın halkının üzerine ateş açtırdığı takdirde meşru­ iyetini kaybedeceğini hatırlatarak önerilerini reddediyordu. İşte bu koşullarda Şah ulusa hitaben bir konuşma yapmaya ka­ rar verdi; konuşmasında aklının sesini değil, kalbinin sesini dinle­ yecekti çünkü göstericiler aklın gereklerine kulaklarını kapamışlar­ dı. Şah son derecede dokunaklı ve etkileyici bir konuşma yaptı, hat­ ta bazı hatalar yapmış olduğunu da kabul etti. Bu konuşmadan son­ ra, bende halkın Şah'ı anlayacağı ve durumu kavrayacağı kanısı uyanmıştı. Gerçekteyse, onun halka seslenişi hemen yeni bir güç­ süzlük itirafı olarak yorumlandı. Aylardan beri süren gerilimden bitkin düşmüştük, artık hasımlarımızın ne kadar kararlı ve şiddet yanlısı olduklarını ölçebilecek durumda almadığımız kuşku götür­ mezdi. Bizi çoktan ölüme mahküm etmiş olan insanlara el uzatma­ ya devam ediyorduk. 283


Anılar

Ekim ayında, özel defterlerimden birine şu birkaç satırı yazmışım:

"Artık ümit kalmadığını düşünüyorum. Her cephede savaşmak gereki­ yor. Bugün durum o kadar da kötü değil ancak ben karamsanm. Ve son derecede yorgunum. Elimden geleni yapmayı sürdürüyorum. Gücümü ko­ rumam lazım, ayakta kalabilmenin tek yolu bu. . . "Çocuklar için endişe duyuyorum. " Biraz ileride şöyle devam etmişim:

"Insanlarla konuşabilmeyi başarmak zorundayız, başka çözüm yolu yok. Sanki hepimiz, bütün lranlılar, aklımızı yitirdik, sanki ateşimiz çık­ mış da saçma sapan şeyler sayıklıyormuşuz gibi. Sabahtan akşama ka­ dar telefonun başındayım; konuştuğum insanlardan bilgi alıyorum, onla­ ra bildiklerimi aktanyorum, planlar yapıyoruz. Ateş düştüğü zaman bu kdbustan kurtulmak için bir yol bulunamayacak mı?" S

Kasım Pazar günü binlerce gösterici akın akın Tahran'a geldi­

ler. Iki ay önce jale Meydanı'nda ölen insanlar nedeniyle moral ola­ rak çok fena yıkılan Şah, bu kez düzeni saglamakla görevli olanlara isyancılara engel olmalarını, ancak gerçekten zorunlu oldugu tak­ dirde ateş açmalarını emretmişti. Askerler ve polisler olaylarla başa çıkamadılar ve asiler önlerine çıkan her şeyi yagmaladılar: sinema­ lan, bankaları, kamu kurumlarını. Enformasyon Bakanlıgı da yag­ madan kurtulamadı ve Ingiltere Büyükelçiligi çıkan yangında kıs­ men harap oldu. Ordu tarafından korunan Amerika Büyükelçiligi de aynı kaderi paylaşmaktan kıl payı kurtuldu. Aynı günün akşamı Cafer Şerif-Imami Şah'a istifasını sundu, Şah bu istifayı kabul etti. Ekim ortasında Abadan rafinensinde çalışanlar greve başlamış­ lardı ve o günden itibaren, sığındıgı Neauphle-le-Chateau adındaki Paris banliyösünden, Ayetullah Humeyni artık halkı sivil itaatsizlige ve genel greve çagırmaya başladı. Bu çagrı Fransız medya organları ve BBC tarafından Farsça yayımlanıyordu. (Fransız hükümeti Hu­ meyni'nin sıgınma talebini kabul etmeden önce eşime danışmış, o da bu din adamının Fransa'da, Libya veya Cezayir'de olacagından 284


Farah Pehlevi

daha az zararlı olacagını düşünerek olumlu cevap vermişti. ) İngiliz radyosu onun bütün mesajlarını yayınılamak için büyük çaba gös­ teriyordu. Zaten Neauphe-le-Chateau'nun konuğu da "BBC benim sesimdir" diyerek bu gerçeği kabul ediyordu. 1941 yılında, aynı radyo, Rıza Şah'ın ülkeyi terk etmesi için sekiz ay boyunca kampan­ ya yürütmüştü. Hükümdar da gerçekten ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı, öyle ki bunu hatırlayan lranlılar 1978 sonbaharında şöyle diyorlardı: "Eğer BBC Şah'a karşı kampanya açarsa rejimin sonu ge­ lir. Grev tehdidinin ülkeyi felce uğratacağı düşüncesi, her halükar­ da Şah'ı askeri bir hükümet kurmaya mecbur etti. Her ne pahasına olursa olsun, ekonominin çökmesini önlemek ve ülkede çarkların yeniden dönmesini sağlamak gerekiyordu. ***

Tehlikeli gidişi önleyebilecek bir generalin seçilmesi için eşim danışmalarını sürdürüyordu. Bazıları onu, sertliğiyle tanınan ve is­ yancıların "jale Meydanı kasabı" adını taktıklan General Oveissi'yi çağırması için zorluyordu. Ben bu düşüneeye katılmıyordum. An­ cak karar, generaHelini tanıyan ve her zaman sadece ülkenin çıkar­ larını düşünen Şah'a aitti. Eşim sonunda Genelkurmay Başkanı Ge­ neral Gulam Rıza Azlıari'yi seçti. Geçici bir hükümetin başına ata­ nan general, Şah'a siyasi bir çözüm hazırlamak için gerekli zamanı kazandıracaktı. Büyük kültür sahibi bir düşünce adamı olan Gene­ ral Azhari, ılınılı ve diyaloga açık birisi olarak tanınıyordu. Göreve başladığında ilk yaptığı işlerden biri, orduya varıncaya kadar her kesimden pek çok kişinin ısrarla işten el çektirtlmesini istedikleri eski Başbakan Bay Hüveyda'yı tutukiatmak oldu. ı General Azhart, Bay Hüveyda'nın yargılanmasının ülkedeki kanşıklıgı besleyen yan­ lış anlarnalann ortadan kalkmasını sağlayacağını düşünüyordu. "Bu tahlilin gerçeği yansıttığına pek ikna olmamıştım," diye ya­ zacaktı eşim, "ancak ben Bay Hüveyda'yı halen aynı ölçüde takdir etsem de kendisi muhalefetin boy hedeflerinden birtsiydi. Esasında, onun şahsında asıl vurmak istedikleri hedef bendim." l . Daha önce, Şerif Imiimi'nin başbakanlıgı döneminde birçok bakan tutuklanmıştı, digerleri de Bay Hüveyda ile aynı zamanda tutuklandılar. 285


Anılar

Evet, eşim onun tutuklanmasını istemiyordu, bu olasılık onu iç­ ten yaralıyordu. Birçok sivil ve askeri şahsın katıldığı bir toplantıda karar alındı. Herkes Bay Hüveyda'nın sorgulanmasına taraftardı, so­ nunda Şah da ortak karara katıldı. Aradan bir süre geçtikten sonra bana, bu toplantı sırasında telefonla görüşlüğü kişinin Milli Emni­ yet Başkanı General Moghadam olduğunu ve onun kanısına göre "Bay Hüveyda'nın tutuklanmasının, akşam sofraya konacak ekmek­ ten daha önemli olduğunu" söyledi. Bu toplantıda ben de hazır bulunmuştum. Bay Hüveyda'nın tu­ tuklanmasına karşı çıkmak için söz almadım ama bu karar yüreğimi sızlatıyordu. Ülkeyi kökünden söküp bir yerlere savuracak bu kasır­ gadan korumak için, imkansız görüneni bile denemek zorunda ol­ duğumuzu düşünüyorduk. Siyasi ve askeri yetkililer de Bay Hüvey­ da'nın bu davadan aklanarak çıkacağı kanısındaydılar. Emir Abbas Hüveyda'nın hapishanede lslam Devrimi taraftarla­ rınca feci bir şekilde öldürülmüş olması bana bugün bir trajedi ola­ rak görünüyor, ancak yalnız politik nedenlerle tutuklanmış olması­ nın böyle bir sonuca yol açacağını hiç kimse aklına getiremezdi. Tarihin zalim olduğunun önceden tahmin edilerneyeceği gerçek olsa da, bu benim acıını hiçbir şekilde azaltmıyor. General Azlıari'nin hükümetin başına geçmesinin hemen yararlı bir etkisi de oldu. Abadan'daki rafineri tekrar çalışmaya başladı, gös­ teriler mucizevi bir şekilde bitti ve Tahran sokaklan hemen hemen normal görünümüne tekrar kavuştu. Ayetullah Humeyni'nin 1 2 Ka­ sım'da yapılmasını emrettiği genel grev başarısızlığa uğradı. Buna rağmen, o korkunç haftalarda bu din adamının insanlar üzerindeki etkisinin ne kadar tehlikeli olduğunu ölçebildim. ı Molla­ ların mücadelesine katılan iki genç asker, Çavuş Abedi ve er Salamat­ bakhsh bir gün yemekhanede bulunan bir grup subayın üzerine ateş l. 18 Kasım l978'de, yanımda kızım Ferahnaz ve oglum Ali Rıza oldugu halde, büyük Aye­ tullah Khol ile görüşmek için lrak'a, Şiilerce kutsal kabul edilen iki şehre Kerbela ve Necefe gitmek üzere yola çıktım. Ayetullah Khal'nin Şii toplulugu üzerindeki etkisi önemliydi. Benim­ le, çok alçakgönüllü bir şekilde yaşadıgı küçük odasında görüştü ve üzerinde dualar yazılı olan, kırmızı akik bir yüzügü Şah'a iletmem için verdi. Şah için, onun Islama ve lran'a hizme­ tinde başanlı olması için dua edecegini eşime söylememi istedi. 286


Farah Pehlevi

açtılar. Bana içlerinden birçoğunun ağır yaralı olduğu bildirildi (on üç ölü ve otuz altı yaralı vardı). Yardım etmek için hemen olay yeri­ ne gittim ve elimden geldiği kadar yarahiara cesaret vermeye çalış­ tım. Manzara insanı altüst ediyordu. Özellikle yaralılardan soğuyan elini tuttuğum ve birkaç saat sonra ölen bir subayın bakışlarındaki soyluluğu unutamıyorum. . . Ateş açanlar öldürüldüler, daha sonra bana, er Salamatbakhsh'in suikastten önce karısına hitaben yazdığı son mektubun bir kopyasını getirdiler. "Bunu Ayetullah Humey­ ni'nin emrini yerine getirmek üzere yaptım ve doğru cennete gidece­ ğim," diye yazıyordu bu er ve ekliyordu: "Ama sen üzülme, hurilere bakmayacağım, seni öbür dünyada bekleyeceğim. " Gene aynı dönemde, muhaliflerin Şah yönetimine taraftar olan (yüksek rütbeli subay, iş adamı, politikacı) yüz kadar insanın ismi­ nin ve her birinin ülke dışına çıkarmış olduklannı iddia ettikleri pa­ ra miktannın yazılı olduğu bir listeyi yayımıayarak sade ve saf yurt­ taşları yandaş olarak kazandıklan kesin. Listede belirtilen rakamla­ rın hepsi, hiçbir dayanağı olmayan, hayali rakamlardı ama kamu­ oyunu alevlendirmeye yetti. İnsanlan zehirlernek için uydurulan bu yeni zırvamn etkisini zaman kaybetmeden durdurmak amacıyla, ye­ ni başbakan bir bildiriyle, listede adı geçen şahısların ülke dışına çıkmalarım yasakladı. Ancak bu yasak, tuzağa düşmek, tamamen yalandan ibaret olan dedikodulara itibar etmek demekti ve sonucu doğal olarak yıkıcı oldu. ı General Azlıari'nin işbaşma gelişini takip eden soluklanma dö­ nemi kısa sürdü. Matem ayı olan Muharrem ayının başında, 3 Ara­ lık'ta ülkede olaylar yeniden alevlendi, Ayetullah Humeyni, sığındı­ ğı Neauphle-le-Chateau'dan kasetiere okuduğu ateşli konuşmalany­ la bütün lran'a sel gibi yayılmıştı2 . Artık binlerce evde, bu bağnaz adamın yeni bir islami düzen kuruluncaya kadar her şeyi yakıp yık----·---------

l . Aynı yalan zinciri içinde, bir gün bir kaset ortaya çıktı; bu kasetle Şah askeri danışmanla­ nyla yapugı bir toplantı sırasında, halkın üzerine ateş açma ve aynca !srail için yedek petrol depolama emrini veriyordu. Bu kaseti ben kendim dinledim: Şah'ın sesini mükemmel bir şe­ kilde taklit eden biri, suçlanan cümleleri söylüyordu, gerisi eşimin gerçekten verdigi resmi de­ meçlerden alınııydı. Kaseti, incelenmesi için Amerika'daki bir laboratuvara gönderdik, montaj oldugu kanıtlarıyla ortaya çıktıgında iş işten geçmişti. 2 . Humeyni'nin emrinde birçok telefon hattı vardı. Paris'te banda alınan konuşmaları ya Air France yoluyla ya da Dogu Almanya üzerinden Tahran'a ulaşıyordu. 287


Anılar

ma çaıı;nları, gerçekten ilahi bir uyarı imiş gibi, büyük bir dikkatle dinleniyordu. Ayetullah'ın istediği akşamlar, saat tam yirmide in­ sanlar evlerinin damlarına çıkıp hep bir ağızdan: "Allahü ekber! " di­ ye bağırmaya başladılar. Bu duanın çok küçük yaşlanından beri, be­ nim için rahatlatıcı bir etkisi vardı, oysa şimdi, artık savaş çağrısı ya­ pan, kaygı verici bir anlamı yüklendiğini düşünüyordum ve duydu­ ğumda kanım donuyordu . Kendi kendime, bunu başaran insanlar, bir duayı bir kin çığlığına dönüştüren bu insanlar dine haksızlık ya­ pıyorlar diye düşündüm. İmam Hüseyin'in katiedilişinin yıldönümü olan 1 0 ve l l Aralık­ ta, Tasua ve Aşure günleri nedeniyle, Ayetullah Humeyni bütün ül­ kede gösteriler yapılması için çağrıda bulundu . Bir kere daha, bu çağrıya nasıl bir tepki gösterilmesi gerektiği sorusu oraya çıktı. Sıkı­ yönetim yasası yürürlükte olduğundan, General Oveissi isyancıların sokakta gösteri yapmalarını yasaklamak için ısrar etti. Gerektiği tak­ dirde zor kullanmaya hazır olduğunu söyledi. Bunu kendi etik an­ layışına uygun bulmayan eşim, generalin önerisini reddetti. Böylece ordu Tahran'ın merkezinden tanklarını çekti, sadece kamuya ait bi­ naların çevresinde, dikkati çekmeyecek kuvvetleri korudu. Kalaba­ lık bir gösterici grubu şehri işgal edip, iki gün boyunca hep bir ağız­ dan tempo tutarak Şah yönetiminin devrilmesini hedef olan slogan­ lar söyledi. !lk defa olarak, isyancıların bir Islam Cumhuriyeti ku­ rulmasını talep ettikleri duyuldu.

"Işte o zaman ülkenin çökmesine neden olacak grevler başladı," diye yazıyordu Şah. "Her gün saatler süren elektrik kesintileri oluyordu, nakliyeciler, su ve petrol dağıtım tesislerinde çalışanlar grev yaptılar; sonra bankalarda, ba­ hanlıhlarda, bütün kilit sektörlerde çalışanlar birbiri ardına ya da hep bir­ likte işleri yavaşlatıyorlar ya da tamamen durduruyorlar ve ülke genelin­ de halkın yaşamının felç olmasına yol açıyorlardı, böylece işsiz güçsüz ka­ labalıklar sokaklara taşıyor ve kızgınlığı artınyorlardı. Işçiler ve diğer grevciler, grevleri düzenleyen elebaşlan tarafından ya doğrudan kendi şa­ hıslannı ya da ailelerini hedef alan tehditler alıyorlardı. Gayet iyi bilinir hi, elektriği kesrnek için elektrik santrallerinin merkezine beş altı kişinin yerleştirilmesi yeterlidir. Petrol pompalama tesislerinde de aynı durumun 288


Farah Pehlevi

geçerli olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Çok az sayıda elemanla, isyan­ cılann bu grevleri gerçekleştirmeleri, onlann nasıl mükemmel bir eşgü­ düm içinde hareket ettiklerinin kanıtıdır." Aralık ayının sonunda, sadece altı haftadan beri başbakanlık ya­ pan General Azlıari bir enfarktüs geçirerek görevi bırakmak zorun­ da kaldı. Ülke o sırada tamamen felç olmuş ve nefes alamaz hale gel­ mişti: 26 Aralık'tan itibaren petrol ihracanınız durmuştu artık Iran'dan dışanya da tek bir varil bile gitmiyordu. Bunun üzerine Şah hükümetin başına, toplumun her kesiminin saygısını kazanmış ve Muhammet Musaddık hükümetinde içişleri bakanlığı yapmış olan Gulam Hüseyin Sadıki'yi atamayı düşündü. Bay Sadıki başbakan olmayı kabul etti ama hükümetini kurmak için iki haftalık süre istedi. Ülkenin içinde bulunduğu feci durumda bu biraz fazla uzun bir süreydi. Işte bu koşullarda, General Oveissi ve Milli Emniyet Teşkilatı'nı yöneten General Moghadam benimle görüşmek istediler. Bu görüş­ mede, durumun son derece vahim olduğunu, şayet iki-üç gün içinde Şah yeni bir başbakan atamazsa, ihtilalcilerin saraya saldırarak ele ge­ çirebileceklerinden korkmak gerektiği düşüncesinde olduklannı söy­ lediler. Başbakanlık için Şahpur Baytiyar'ın adını önerdiler ve onun bu görevi kabul edeceğini sandıklarını ifade ettiler. Bana söyledikleri­ ni Şah'a ilettim. Milliyetçi Cephe'nin lideri olan Şahpur Bahtiyar mu­ halefetin anayasaya sadık olan kesiminin temsilcisi olduğu için eşim bu seçime karşı çıkmadı. Bazı şahıslar daha önceden Bay Bahtiyar ile temas etmişlerdi; kendisinin ilk görüşme için saraya gelmek istemedi­ ği ortaya çıktı. Bunun üzerine eşime, onunla gene Bahtiyar ailesinden olan yengem Louise Kutbi'nin evinde, şahsen kendim görüşmeyi önerdim. Eşim bana izin verdi ve böylece görüşme gerçekleşti. Ben Bay Bahtiyar'ı tanımıyordum; daha görüşmenin başında hemen bana özgürlüklerin olmadığından ve yolsuzluklardan söz etti. Ben de ülke­ nin içinde bulunduğu çok ağır durumu değerlendirmesini istedim. Hükümetin başına geçmek için koşullanndan birinin, Milliyetçi Cep­ he'nin başındaki yakınlanndan Kerim Sancabi'nin serbest bırakılması olduğunu belirtti. Konuşmamızı Şah'a aktardım, o da Bay Sancabi'nin 289


Anılar

serbest bırakılınasını sağladı. Bay Sancabi'nin ilk yaptığı şey Humey­ ni'ye övgüler dizmek, hemen sonra da Neauphle-le-Chateau'yla git­ mek üzere uçağa binrnek oldu . . . Bay Bahtiyar, ön koşulu yerine getirHclikten sonra saraya geldi. Eşim onunla ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

"Böylece onunla görüştüm. Öyle sanıyorum ki, onun Nidvaran Sara­ yı'na, alışılmış görüşme saatlerinin dışında, bir akşam General Mogha­ dam bizzat kendisi getirdi. Uzun bir konuşma yaptık. Bay Bahtiyar şahlık rejiminin davasına ne kadar sadık olduğunu göstermeye çabaladı ve için­ de bulunduğumuz kritik dönemde sadece kendisinin bir hükümet kurabi­ leceğini kanıtlamaya girişti. Anayasanın ilkelerine saygılı olmayı istediği­ ni beyan ettiği için, önerisi bana kabul edilebilir gibi geldi." Bu sırada, aralarında Amerika ve İngiltere büyükelçilerinin de bu­ lunduğu bazı kişiler ortalığın yatışmasına katkısı olacağını ileri süre­ rek, Şah'ın bir süreliğine tran'dan ayrılması için baskı yapıyorlardı. Bay Bahtiyar da aynı görüşteydi. Bu durum özellikle Şah'ın başku­ mandam olduğu ordu komutanları tarafından hemen öğrenildi. Ay­ lardan beri tedirgin olan subaylarımız ve askerlerimiz çok sayıda üst düzey yöneticinin ülkeden kaçışına tanık olmuşlardı. Onların gözün­ de Şah'ın görevinin başında kalması zorunluydu. Özellikle Genelkur­ may Başkanı General Abbas Karabaki bana "Eğer Majesteleri ülkeden ayrılırsa ordunun dayanacak gücü kalmayacak" dedi. Aralarında General Bedri ve General Hüsrevded'in de olduğu ba­ zı subaylar kendileri yeniden düzeni sağlayıncaya kadar, hükümda­ rm Keis adasına gitmesini önerdiler. Sorumluluğu üstlenmeye, ge­ rekirse kendilerini feda etmeye hazır olduklarını söylediler. Görüş­ tüğüm bir parlemanto heyeti de aynı düşünceyi savundu. Hatta Şah'ın ülkeden ayrılacağı fikrinden paniğe kapılan bazı milletvekil­ lerinden, kendi seçim bölgelerindeki halkı ayaklandırıp silahlandır­ mayı, sonra da isyancıların üzerine hücum ettirmeyi önerenler bile oldu . . . Son haftalar boyunca, bu subayların ve milletvekillerinin bü­ yük bir kısmı eşleri ve çocuklarıyla birlikte ölümle tehdit edilmiş­ lerdi. Bazıları Islam Devrimi'nin ilk aylarında katledildiler. 290


Farah Pehlevi

Ben Şah'ın ülkeden aynlmasının, kendilerini her gün daha çok gösteren, kinden gözleri kör olmuş bu insanların tehlikeli saldınla­ rını durduracak bir çözüm olabileceğini sanmıyordum. Eşime gelin­ ce, o eğer yeniden kan dökülmesini önleyebilecekse, buna razı ol­ mak gerektiğine ikna olmuştu. Otuz yedi yıldan beri yaşamının her anını ülkesine ve halkına adayan, onu az gelişmişlikten kurtarmak için o kadar çok şey yapan, şimdi de haksız yere dışlanan bir insa­ nın aklından acaba neler geçmekteydi? Aynca o korkunç 1978 yılı boyunca sürdürmek zorunda kaldığı çifte savaş yüzünden bitap düşmüştü; birincisi, gerçek amacını sakladığı için uzlaşılması im­ kansız bir düşmana -Ayetullah Humeyni'ye- karşı verdiği savaş; di­ ğeri, gizliden gizliye hastalığına karşı verdiği savaş. Artan zorluklara karşın, profesör Georges Flandrin Tahran'a yap­ tığı yolculuklarına ara vermemişti. Bugün onun Profesör jean Ber­ nard'a yazdıklarını tekrar okumak, beni yeniden İran'daki o son ay­ ların ortamına götürüyor:

"Tarih sırasına göre durum 1 978'de, Bay Alem'in vefatından sonra, en azından bizim için zorlaşmaya başladı. Iran'a birlikte yaptıgımız son yol­ culukta saraya girmek için yaşadıgımız sıkıntılan, dostumuz Safavian'ı beklediğimiz toplantıyı, General Ayadi'nin göndereceğini sandıgımız ara­ bayla nöbetçi askerleri aşabileceğimizi ümit ederek sokagı arşınlamamızı eminim siz de hatırlıyorsunuzdur. "19 78'in sonuna kadar, daha sonra yaptığım yolculuklarda bu tür ve benzeri sorunlar arttı. Önce Bay Alem'in ölümü, sonra da General Aya­ di'nin ortadan kaybolması sonucunda, o zamana kadar büyük bir gizli­ likle hazırlanarak işimizi kolaylaştıran organizasyon yavaş yavaş dar­ madagın oldu. Gerçi temel mekanizma aynen duruyordu, havaalanına vanşımızda ve gidişimizde görmeye alışık olduğumuz insanlar otomatik olarak her zaman yerlerindeydiler. Yine de, Iran'da kalışım yavaş yavaş daha da güçleşiyordu çünkü eskiden bize tahsis edilen malikaneye artık gidemiyordum, otelde kalmak zorundaydım ve adamdan çıkmayı pek de­ nememem gerekiyordu. Olaylar büyüdükçe bende dışan çıkma isteği kal­ mıyordu çünkü yaşanan kargaşa, elektrik kesintileri -bazen ayaklanma sınırianna dayanan- sokak gösterileri, pazar sabahı saraya yapmam ge­ reken kısa ziyaretleri bile zorlaştınyordu. 291


Anılar

"Hastaya gelince, o her zaman aynı nezaketini koruyordu ancak ziya­ retler kısalmıştı, bilhassa son görüşmeleTimizde kendisinin çok gergin ve endişeli olduğu hissediliyordu. Tıbbi olarak tartışmalanmız hangi tür sa­ kinleştirici ilacı verip vermeyeceğimiz konusu etrafında dönüyordu. Iran'da yaptığım bu son konsültasyonlarda, dostumuz Safavian her za­ man olmasa da genellikle benim yanımda oluyordu. 1 9 78 Aralık ayında yaptığım son yolculuğum (otuz beşi lran'da olmak üzere) Majestelerine , yaptığım otuz dokuzuncu ziyaret oluyordu. "Bu son ziyarette hasta adeta tanınmaz bir hale gelmişti, korkunç bir gerilimin baskısı altında ezildiği gözle görülebiliyordu; o Pazar sabahı, Şah bir taraftan radyonun yayımladığı haberleri dinlemeye devam eder­ ken kendisini muayene etmek zorunda kaldım. " Evet, Şah tükenmişti. Artık kesin olarak gitme kararı almıştı. Bir süre için ülkeden ayrılacaktı. Ama kendisine sadık alanlardaki, özel­ likle de ordu mensuplarındaki manevi çöküntü beni çok üzüyordu. Bu hassas durum, beni tran'da kalabilmek için Şah'tan izin istemeye sevketti. "Hiçbir şeye karışrnayacağım," dedim ona, "hiç kimse ile görüş­ meyeceğim, burada sarayda, sizin varlığınızın bir simgesi olarak bu­ lunacağım. " "jeanne-d'Arc olman gerekmiyor" dedi eşim üzüntüyle ve kendi­ sinin yanında kalmaını rica etti. Ocak ayı gelmişti. Tahran'da yoğun kar yağışı başlamıştı. Eşim o günleri şöyle anıyor:

"Son günler çok fazla acı yüklüydü, geceleri uyumak imkansızdı. Ay­ nlık gününün yaklaştığını bildiğim halde çalışmaya devam etmem gere­ kiyordu. " Yavaş yavaş saraydaki herkeste büyük bir moral çöküntüsü ha­ kim olmaya başladı. İnsanlar gelip gitmeye devam ediyorlardı ama sanki robot gibiydiler. Bazen içlerinden birilerini sessizce ağlarken yakalıyordum. Onlara geri döneceğimizi söylüyordum, buna onlar gibi biz de inanmak istiyorduk ancak aslında aynı soğuk hava yüre­ ğimizi donduruyordu. Tarih bizi nasıl bir akıbete sürüklüyordu? 292


Dördüncü Bölüm



ran'ı dondurucu bir havada terk etmiştik. O 16 Ocak 1979

günü akşam üzeri uçağımız Assuan'a indiğinde ise, şehirde adeta bir bahar havası vardı. Başkan Sedat, eşi ve kızlan alanda bizi bekliyor­ lardı. Şah'ın hastalığından haberleri yoktu ancak bizim nasıl bir du­ rumda olduğumuzu bildikleri için, çok özel bir sevgi göstererek karşıladılar. Eşim yavaş yavaş merdivenden inince Mısır Cumhur­ başkanı ilerledi ve onu kucaklayarak: "Bu ülke sizin ülkenizdir, biz sizin kardeşleriniziz. Halklarımız da kardeştir, bundan emin olma­ nızı rica ederim" dedi. Şah'ın bitkin olduğu görülüyordu. Başkan Sedat'ın bu sözlerinden çok duygulandığını izledik. Iki erkek, kısa bir süre birbirlerinin gözlerine bakarak öylece kalakaldılar. Sonra Cihan Sedat, sıcacık hoşgeldiniz sözleriyle beni sevgiyle kucakladı, daha sonra kızı Cihan da boynuma atılınca, gerilimle ve büyük acı­ larla yüklü aylardan sonra, kendimi gerçek bir ailenin huzurlu ve şefkat dolu ortamında hissettim. Eşimin Enver Sedat ile olan dostluğu 70'li yıllarda başlamıştı. Se­ lefi Nasır'ın izlediği politikadan vazgeçip, Amerika'yla olan ilişkileri geliştirmeye çalışan Başkan Sedat'ın bu çabalan sonucunda Camp David anlaşması irnzalanmıştı. Bu anlaşmadan önce 1977 Kasım'ın­ da Kudüs'e gitme kararını alan Sedat'ın bu tarihi ziyareti büyük yan­ kı uyandırmıştı. Şah, Arap ülkeleri ile İsrail arasında kalıcı bir barış kurulmasını arzu ettiği için, 70'li yıllar boyunca Enver Sedat ile sü­ rekli görüşmelerde bulunmuştu ve 1975 baharında İsrail'in Sina pet­ rolünü Mısır'a geri vermesini sağlamıştı. Bundan başka Iran, Mısır'ın gelişme çabalarını sürekli desteklemiş, faaliyetlerine önemli katkılar­ da bulunmuş, bilhassa büyük oğlumuz Rıza'nın da yeniden açılışına davet edildiği Süveyş Kanalı'yla ilgili yardımı olmuştu. Ben de Cihan Sedat'ı bu resmi ziyaretler sırasında tanımaya başlamıştım; zamanla diplomasi kurallarını aşmış, gerçekten dost olmuştuk. 1 9 78 sonba295


Anılar

han boyunca sürekli telefonda görüşmüştük ve Assuan'a davet edil­ diğimizi bizzat Cihan Sedat'ın ağzından duymuştum: "Gelin Farah," demişti büyük bir içtenlikle, "biz buradayız, sizi bekliyoruz." Onun ismimi o Arap aksanıyla, boğuk bir tarzda söylemesinden hoşlanı­ yordum, sesinde içten bir sıcaklık ve sevgi hissediyordum. Başkan Sedat büyük bir zarafet örneği göstererek, bizim Mısır'a gidişimizin tamamen "normal" bir resmi ziyaret görünümünde olma­ sını istediğinden Mısırlıların da bizi karşılamasını sağlamıştı. Böyle­ ce kortejin geçtiği sokaklar boyunca büyük bir kalabalık tarafından selamlandık Her yerde iki ülkenin bayraklan dalgalanıyordu ve in­ sanlar, bir önceki ziyaretimizde olduğu gibi, Şah'ın resminin bulun­ duğu pankartlan taşıyorlardı. Aynı akşam, Sedadar bizim onuromu­ za bir davet verdiler. Biz nereye gidiyorduk? tık durağımız olan Assuan'da ne süreyle kalacaktık? Başkan Sedat, durumumuz ne kadar gerektirirse o ka­ dar süre Mısır'da kalmamızı istiyordu . Onun kökten dinci ve bağ­ naz muhalefetiyle başını derde sokmadan bunu yapabilir miydik? Ben, Amerika'da veya ingiltere'de kalmak istemiyordum. lranlıların bunu yanlış anlayacaklarını düşünüyor, ayrıca Amerika'da gösteri­ cilerin pencerelerimizin altına kadar gelip bize hakaret etmelerin­ den korkuyordum. Hiç olmazsa burada, halk bizi dostça karşılamış­ tL Evet, ben Mısır'da kalacağımızı ümit ediyordum. Orada kaldığı­ mız ilk gece defterime yazdığım şu cümleyi okuyorum: "Bir prog­ ram olmaması, nereye gideceğimizi bilmememiz korkunç bir şey. Ne süreyle böyle dolaşıp duracağız? Bir ay mı? tki ay mı? Eğer lran'a dönmezsek nereye gideceğiz? Çocuklar ne olacak?" O sırada çocukların dördü de Amerika'daydılar. Son iki çocuğu­ muz Leyla ve Ali Rıza Tahran'dan 15 Ocak'ta, bizden sadece bir gün önce aynlmışlardı. Yanlannda annem, Leyla'nın mürebbiyesi Bayan Gülru ve bir subay, Albay Hüseyin Hamraz olduğu halde C l 30 tipi bir askeri nakliye uçağı ile gitmişlerdi. Uçakta yolculara yer olmadığı için kokpitte, pilotların arkasına oturmuşlar. Sarayda kendileri için hazır­ lanan bir tencere pilavı kahve fincanlannın tabaklarında yemişler. Cl 30 tipi bir uçak için mesafe olarak fazla uzun bir yolculuktu bu. Uçak önce Madrid'e uğramış, subay inip havaalanında yiyecek bir 296


Farah Pehlevi

şeyler almış, daha sonra New York'a doğru yoUanna devam etmişler. Oradan, Teksas'ta Lubbock'da yaşayan Rıza'nın yanına gitmişlerdi. Rıza aylardan beri avcı pilot eğitimi görmekteydi. Bir ay önce, Noel tatilini geçirmek için Ferahnaz da Rıza'nın yanına girmişti. Tahran'ı terk ettiğimizi öğrendiklerinde ikisi de büyükelçimizle beraber Ha­ wai'de bulunuyorlardı. Bizimle konuşabilmek, haber almak için he­ men otellerine dönmüşler, sonra Leyla ve Ali Rıza'yı karşılamak için Lubbock'a gitmişler. Orada Rıza'nın oturduğu ev gazeteciler, fotoğ­ rafçılar ve kameramanlar tarafından öyle kuşatılmış ki Amerikalı yet­ kililer, düşmanca gösteriler yapılmasından korkarak dört çocuğumu­ zu geçici bir süre için, Rıza'nın eğitim çalışmalan yaptığı askeri üsse yerleştirmişler. Bizi de Nil'in ortasındaki bir ada üzerinde inşa edilmiş Oberoi Oteli'ne yerleştirdiler, nihayet oradan çocuklanınızla konuşabildik Biz onlar için kaygılanıyorduk, onlar ise çok cesurca davranarak bi­ zi rahatlarmaya çalıştılar. Rıza ve Ferahnaz bizim için tasalanıyorlar­ dı. Amerika'da bizim aleyhimize yapılan gösterilerdeki düşmanlığı görmüşlerdi. "Buraya gelmeyin," diye tekrarlayıp duruyordu Ferah­ naz, "size kötülük yapacaklar! " Son dakikaya kadar bütün ömrünce çalışmış olan Şah, şimdi san­ ki şaşkınlıktan donakalmış gibiydi; konuşmuyor, derin düşüncelere dalıp gidiyordu. Aralannda Amerika'nın eski başkanı Gerald Ford'un da bulunduğu birkaç ziyaretçisine ciddi bir şekilde, hep aynı soruyu sordu: "Niçin?" Yunanistan Kralı Constantin ve Kraliçe Anne-Marie de gelip sıcak dostluk gösterileriyle bizi rahatlarmaya çalıştılar. Bana gelince, uçakta başladığım işe devam ediyordum: bütün dünyadaki başkanlara mektuplar yazıp herkesi halkımızın yardımına çağınyor­ dum. Sonra da telefonla Tahran'da kalan yakınlanmıza ulaşınaya ça­ balıyordum. Ama ülkede her şey felce uğramıştı, telefonla görüşme yapmak çok zordu, saatlerce beklemek gerekiyordu, bir odadan di­ ğerine geçerken elimde taşıdığım uzun bir kordonun ucundaki kır­ mızı telefonu hala hatırlanm. Birkaç gün boyunca sersemtemiş gibiydik. Derken olağanüstü sadık bir insan olan Profesör Flandrin eşimi muayene etmeye geldi. Onun bu ziyaretini unutmuştum; Profesör jean Bemard'a yazdığı mektup özetlerini okurken hatırladım. 297


Anılar

"Majesteleri ülkesini terk etmişti. Günlerden 20 Ocak'tı, yani Iran'dan ayniışının üzerinden sadece dört gün geçmişti. Oldukça tehlikeli koşullar­ da sizinle beraber Kahire'ye gittik. Birbirinden değişik ve hayli garip, ma­ cera gibi yolculuklanmız yeni başlıyordu. Ziyaretimizi daha gizli tutabii­ rnek için Safavian benim için hiçbir hazırlık yapmamıştı. Gece Kahire'ye vannca, taksiyle otel otel dolaşıp yatacak bir yer bulmaya çalıştım. Meri­ dien Oteli'nin resepsiyonundaki görevliye uygun bir miktar para verip bir geceliğine, Nil kıyısında bulunan bu otelin yüzme havuzunu çevreleyen kabinierden birini ayarlayabildim. Ertesi gün, Safavian'ı kaldığı otelde buldum ve birlikte uçakla Assuan'a gittik. Oraya vannca, Majestelerinin kaldığı adaya, Oberoi Oteli'ne gitmek için Nil nehrinin bir kolunu geçme­ miz gerekiyordu. Herkesten gizli olarak otele kadar gidebilmemiz için hiç­ bir ön hazırlık yapılmamıştı. Ziyaretimizden kimsenin haberinin olma­ ması için alınan önlemlerin başanlı olduğu söylenemezdil Nil boyunca çok sayıda Mısırlı asker yerleştirilmişti. Otelin girişinde de merasim üniformalannı giymiş, büyük kırmızı ceketli askerler Başkan Sedat'ın gelmesini bekliyorlardı; sonra eski Amerika başkanı Ford'un da geleceğini öğrendik! Görünüşe göre ya kimliğimizi bildirecek ya da geri dönecektik. Benim Ingilizcemin kendisininkinden daha iyi olduğunu söy­ leyerek biraz yanlış bir nezaket gösteren dostumuz Safavian telefon etme görevinin bana düştüğünü söyledi. Tek çarenin Kraliçe Hazretlerine te­ lefonla ulaşmayı denemek olduğu sonucuna varmıştık. Orada oluşumuzun kulaktan kulağa yayılmasını önleyerek sorunu­ muza mantıklı bir çözüm getirebilecek tek kişiydi Kraliçe. Işte böylece, Mısır'a özel küçük bir kahvedeki telefon kabininden otel resepsiyonunu aradım: 'May I speak to queen Farah?'* Resepsiyana ulaşmam hiç de zor olmamıştı. Kısa bir süre sonra Kraliçe'nin çok karakteristik olan sesi­ ni duydum, o da beni hemen tanıdı ve bana: 'Ah! Geldiniz mi?' dedi. Ben de kendisine: 'Evet, ama karşı kıyıdayız ve nehri nasıl aşacağımızı bile­ miyoruz .. . ' diye cevap verdim. 'Gemiye binmeniz gerekir!' diye yanıtladı hemen. O zaman, kapıda­ ki askeri kordonu bazı açıklamalar yapmadan aşma şansımızın pek ol­ madığı hususuna dikkatini çektim. Majesteleri durumu anladı ve gülerek, bizi alması için birisini göndereceğini söyledi. Mısırlı bir subay bir hü•

Ç.N. Kraliçe Faralı ile konuşabilir miyim?

298


Farah Pehlevi

cumbotla geldi ve kapıdaki kırmızı ceket!i nöbetçi askerin bakışlan altın­ da, otelin neredeyse bomboş olan halüne kadar bize eşlik etti. Safavian hemen orada bulunan lranlılarla görüştü ve beni girişte, elimdeki küçük valizle tek başıma bırakarak, fırlayıp yukan çıktı. Orada öylece uzun za­ man, belki bir saat bekledim. [. .. ] Nihayet birisi gelip kalacağım odanın numarasını söyledi. Otel hemen hemen boş tu. Beni adama götürdü... Sonra birisi, nereye gideceğimizi söylemeden beni aldı ve kendimi Majes­ telerinin odasında buldum; dostumuz Safavian oradaydı. Şimdi anıla­ nmdan söz ederken tereddüt geçirdiğim anlardan birini yaşıyorum, çün­ kü bu anılar o gün karşımda bulunan insanın özel kişiliğiyle ilgili. Ger­ çekten beni çok şaşırtan olağanüstü bir izienim edindim o gün. Odasına girdiğimi gördüğü zaman yüzünde gerçek bir sevinç ifadesi oluşan bir kişinin görüntüsü bu izlenimi verdi bana. Şah'ın, çağnsına uyarak onu ziyarete gitmemden büyük bir mutluluk duyduğunu anladım, daha sonra Safavian, Majestelerinin, doktorlannın da kendisini terk et­ melerinden korktuğunu söyledi. Bana anlatıldığına göre, Şah'ın çevresin­ de bir boşluğun oluştuğunun hissedilmesi için birkaç gün yetmiş. Benim teknik olarak yapacağım fazla bir şey yoktu, tedaviye ilave olarak söyle­ yeceğim yeni bir şey de yoktu. Kendisiyle konuştuk ve Majestelerinin, beş yıl önce başladığımız doktorluk görevimizi sürdüreceğimizden emin ol­ mak istediğini sezinledim. Birkaç hafta önce bu insanda gözlemlediğim gergin ve dalgın ifade kaybolmuştu. Belki de daha önce hiç olmadığı ka­ dar uzun bir süre benimle konuştu." 22 Ocak 1979'da, Mısır'a varışımızdan sadece altı gün sonra Fas'a gittik. Kral 2 . Hasan'ın daveti Başkan Sedat'ın misafirperverli­ gini istismar etmek istemeyen eşimi rahatlatmıştı. Oysa ki Şah'ın bir direniş hareketi başlatacagını düşünen Başkan Sedat, Mısır'ın lran'a daha yakın oluşuna dikkat çekerek Mısır'da kalmamız hususunda ısrar etmişti. Daha o zamandan Humeyni'yi ikiyüzlü biri olarak ni­ teleyen Başkan Sedat, dogruları hemen gören birkaç devlet başka­ nından biri oldu. l Kral 2 . Hasan ve yakınlarıyla çok sıcak ve samil. 4 Ocak 1979 tarihinde, Amerika Başkanıjimmy Carıer, Alman Şansölyesi Helmut Shmidt, Ingiltere Başbakanı james Callaghan ve Fransa'nın Başkanı Valery Giscard d'Estaing Guade­ lup'ta toplanmışlar ve Iran'da olası bir rejim degişikligini kabul etme kararını almışlardı. 299


Anılar

mi ilişkilerimiz vardı. Resmi ziyaretlerinin dışında Alaouit Haneda­ nı'nın hükümdannın çocuklarını Hazar Denizi kıyısında misafir et­ miştik. Çocuklar bizim çocuklarımızı iyi tanıyor ve birbirlerinden hoşlanıyorlardı; Kral 2. Hasan'ın bize gösterdiği yakınlık kesinlikle bu çerçeveye giriyordu. Zaten Fas devlet protokolünde bir istisna yaparak, Kral, bizi eşi Lalla Latifa ile birlikte Marakeş Havaalanı'nda sevgiyle karşıladı. Fas'a gidişimizi düzenleyen büyükelçimiz Ferhat Sepahbodi de ken­ disiyle beraberdi. 2. Hasan Atlas Okyanusu kıyısında, şehir dışında bir vahada inşa edilmiş, büyük bahçesi olan güzel bir villayı bize tahsis etti. Hükümdarın annesi, iki kız ve bir erkek kardeşi hoşgel­ diniz demek için bizi orada bekliyorlardı. Penceremden palmiyeleri, portakal ve zeytin ağaçlarını, uzakta da karlı tepeleri görebiliyor­ dum. Bu yeni yolculuktan zayıf düşen eşime bu sessiz ortam iyi ge­ liyordu ve olayların ağırlığına rağmen onun neredeyse rahatladığını görmekten mutlu oldum. Yaşamın bize sunduğu böyle anlardan ya­ rarlanmam, dibi görünmeyen uçurumlara düşmeme neden olan en­ dişelere boyun eğmemem gerekiyordu. Yeniden lran'a mektup yazmaya, telefon etmeye başladım. Bahti­ yar hükümeti ne gibi girişimlerde bulunmuştu? Sokaktaki insanlar ne düşünüyorlardı? Gösteriler devam ediyor muydu? Artık Şah'tan nasıl söz ediliyordu? Bir gün Tahran'da şahlık rejimi lehinde büyük bir gösteri düzenlenmiş olduğunu öğrendim. Bu haber içimi sevinçle doldurdu. Haberi eşime söylediğimde hafifçe gülümsedi. Aklından neler geçiyordu? Başladığı eserini tamamlamak, lran'ı kesin olarak çağdaşlaştırmak için ülkeye dönüşünün hala mümkün olabileceğini düşünüyor olabilir miydi? Kendisine bizim savaş uçaklarımızı Mısır'a getirtıneyi öneren Başkan Sedat'a şu tek cümlelik açıklamayla, kesin olarak hayır demişti: "Hava kuvvetleri lran'a aittir." Iktidan güç kul­ lanarak geri almak için hiçbir şeyi denemeyeceği, ilkelerine sadık ka­ larak, halkının kendisini geri çağırmasını bekleyeceği açıktı. Şimdi artık, Ayetullah Humeyni'nin yakında geri döneceğinden bahsediliyordu. Bize eşlik eden subaylardan birisi gelip Şah'a, ülke­ yi karanlığa sürükleyecek olan yobaz liderin uçağını lran'a ulaşma­ dan düşürmeyi önerdi. Eşim bunu kesin bir dille reddetti. Bu dü300


Farah Pehlevi

şünce yeni değildi, hava kuvvetlerinden subaylar biz henüz Tah­ ran'da iken Şah'a aynı planı önermişler, eşim de daha o zaman bu­ nu kabul etmemişti. ı Şubat'ta radyodan ihtilalin "Rehberi"nin Tahran'a vardığını öğ­ rendik. Derhal İran'da birkaç kişiyi aramak istedim, ancak Kral 2. Hasan benden müdahale etmememi, iki gün boyunca sessizliğiınİ korumaını rica etti; bu da bana oldukça büyük acı verdi. Eşim, Baş­ bakan Şahpur Bahtiyar'ın görevinin başında olduğunu, kendisine başkomutanlığını emanet ettiği ordunun hükümete sadık kaldığına dikkatimi çekti. Ayetullah insanların ruhlarına rehberlik etmekle yetinecek miydi? Cevabın olumsuz olduğu çok çabuk ortaya çıktı. Din adamı, Bahtiyar'ın reform tekliflerini görmezden gelerek, kendi hükümetini kurup başına, Bahtiyar'ın eski dostu Mehdi Bezirgan'ı getirdi. 7 Şubat günü, bu ilk İslam Hükümeti'ne destek gösterileri baş­ ladı. Şahpur Bahtiyar, Humeyni'nin prograrnını "kargaşa yaratan ve ortaçağa özgü" bir prograrn olmakla suçladı. Ancak, ı ı Şubat'ta or­ dunun kurrnay heyeti yansızlığını ilan edince, asiler hiç güçlük çek­ meden kışlalara girdiler, tüm silahları ele geçirdiler ve bir yıl boyun­ ca çok ağır bir sınava tabi tutulan askerler, sonunda her şeyi bırakıp kaçtılar. Ertesi gün ordunun yansızlık beyanına karşı çıkan General Abdül Ali Bedri ve General Amin Beglari katledildiler. Asilerin de­ vamlı tehditlerinden korkan Şahpur Bahtiyar Iran'dan kaçınayı ba­ şardı. Büyük bir cesaretle Fransa'da, Iran Islam Cumhuriyeti'ne karşı on yıl durmaksızın mücadelesini sürdürdü; ancak 6 Ağustos ı 9 9 ı 'de feci bir şekilde öldürüldü. O l l Şubat ı979 günü Şah ve etrafırnızdaki bütün Iranlılar, Ma­ rakeş'teki villada Tahran radyosunu heyecanla dinliyorlardı. Giriş­ teki holü geçerken şunları duydum: "Devrim kazandı, diktatörün kalesi yıkıldı." Birkaç saniye, başardığımızı sandım. Bana göre iyiler bizdik, onlar da elbette kötülüğün kalesiydiler. Ne yazık ki onlar kazanmış, eşimin atadığı son hükümeti devirrnişlerdi. Sokağın ortasında katledilen subaylar ve yobaz dincilerin emirle­ riyle yapılan idarnlara ait ilk haberler ertesi günden itibaren bize ulaşınaya başladı. Altüst olan Şah, odasına çekilip uzun bir süre 301


Anılar

kimseyle konuşmadı. Bir süre sonra, öldürülen Hava Generali Nadir Cihanhani'nin eşine, çok sevgili bir dostuma telefonla ulaşmayı ba­ şardım. General, bir devrim muhafızının hakaretine uğrayınca, ona tokat atma cesaretini göstermiş ve öldürülmüştü. Dostum telefonda hıçkırarak ağlıyordu, benim doğru kelimeleri bulup onu teselli et­ mem gerekirken, elimden onunla ağlamaktan başka hiçbir şey gel­ medi. O akşam, derin bir ümitsizliğe kapılıp, defterime şu birkaç sa­ tın yazdım:

"Artık mücadele edecek gücüm kalmadı. Içimi kaplayan bunalımla yavaş yavaş ölüme sürüklenmektense, onurumla ülkem için hemen ölmek isterdim. Allahım, eğer beni duyuyorsan, bana yoluma devam etme gü­ cünü ver. " Şah, artık bir sayfanın çevrildiğini, uzun bir süre geçmeden lran'a geri dönmeyi ümit edemeyeceğimizi kesinlikle anladığında, bizi Tah­ ran'dan Marakeş'e getiren Boeing 707'nin -askerlerden oluşan- mü­ rettebatını topladı ve onlara, istedikleri karan almakta serbest olduk­ lannı söyledi. Ülkeye dönmek isteyen güvenlik mensuplannı da aynı şekilde serbest bıraktı. Uçağın lran'a geri verilmesini istiyordu, ayn­ ca bu insanlar ailelerini orada bırakmışlardı. Şah onlara şunu söyle­ di: "Biz ne zaman geri döneceğimizi bilmiyoruz ancak sizler artık ai­ lelerinizin yanına dönmelisiniz. Dönüşünüzde herhangi bir soru so­ rulursa sizi tehdit ederek bize eşlik etmeye zorladığıını söylemenize izin veriyorum." Maiyetimizdeki insanlara da aynı konuşmayı yaptı, bazılan lran'a dönmeye karar verdiler, diğerleri Avrupa'ya ya da Amerika'ya sığındılar. Tahran'a vardıklannda, mürettebat bizi götür­ dükleri için cezalandırılmadı. Bir generalin oğlu olan pilot, sonradan Halkın Mücahitleri'ne katıldı ama daha önce, tarihin cilvesi olmalı, Humeyni'nin eski iki ortağını, Ebu Hasan Beni Sadr ve Mesut Reca­ vi'yi Iran'dan çıkaran da aynı pilottu. İran'da sözde davalar sonunda yargısız gerçekleştirilen idamlar çoğaldı. Kısa bir süre sonra, Şah'ın yargılanmasını sağlamak üzere lran'a dönmemizi talep etmeye başladılar. Bu koşullarda Fas'ta kal­ maya devam edebilecek miydik? 14 Şubat'ta devrim muhafızlannın Tahran'daki Amerikan Büyükelçiliği'ne saldırarak elçiliği ele geçir302


Farah Pehlevi

diklerini ve birkaç saat boyunca işgali sürdürdüklerini, daha sonra Bay Bezirgan'ın isteği üzerine işgali kaldırdıklarını öğrenince bizim için sürgün kapılarının gittikçe daralmakta olduğunu açıkça anla­ dık. O zaman çocuklarımızın bulunduğu Amerika hala bizi misafir etmeyi düşünebilecek miydi? tran'daki yeni iktidar, bizi kabul et­ meyi düşünebilecek olası ülkelerin yurttaşlarını, gerek Tahran'da gerekse o ülkelerin kendi sınırları içinde böyle tehdit ederken, han­ gi ülke bu cesareti gösterebilirdi? Zamanını okuyarak, radyo dinleyerek ve bazı görüşmeler yaparak geçiren Şah, benim yanımda geleceğimizi konuşmaktan kaçınıyordu. Kendi kaygılarımızı ve sıkıntılarımızı belli etmemeye çalışarak, birbi­ rimizi rahatlatmaya gayret ediyorduk. Şah'ın gösterdiği cesaret beni son derece duygulandırıyordu; hastalıklar onu için için kemiriyor, tüketiyordu; yaşadığımız bu dram bitmek bilmiyordu ve onun ağzın­ dan asla tek bir yakınma kelimesi çıkmıyordu. Uzun zaman yan ya­ na oturuyorduk, gözlerimle sessizce onu öpüyor, onu ne kadar çok sevdiğimi, onu böyle görmekten ne kadar acı çektiğimi düşünüyor­ dum. Yirmi yıl süreyle, adeta devamlı bir kasırga içinde yaşamıştık; şayet kader bizi birdenbire, mutlak anlamda baş başa bırakmışsa, bu olağanüstü sınavı birlikte göğüslememize imkan vermek için olma­ lıydı. Bu düşünce benim yeni yaşamımızı olduğu gibi kabul etmeme ve bundan sonra nasıl hareket etmemiz gerektiğini belirlememe yar­ dım ediyordu: her ne olursa olsun, ayakta kalacak ve sevgisi benim için çok değerli olan bu insana bütün gücümle destek olacaktım. O çok zor günlerde Şah, İtalya Kralı Umberto ve Paris Kontu'nun ziyaretlerinden çok mütehassis oldu . . . Bizi ziyarete gelmek isteyen Nelson Rockefeller öngörülen tarihten birkaç gün önce vefat etti. Bizim için o kadar karanlık görünen yeni yıl arifesinde, çocukla­ rın Fas'a gelişleri ümit edemeyeceğimiz bir mutluluk nedeni oldu. Birbirimize tekrar kavuştuğumuz an harikuladeydi. Marakeş Hava­ alanı'na gitmek üzere yola çıkan konvoyumuz biraz gecikmişti, öy­ le ki yarı yolda çocukları taşıyan konvoyla karşılaştık! Arabalar dur­ du ve yolun ortasında birbirimize sarılarak hasret giderdik tki ay önce annemle Tahran'dan ayrıldıklarından bu yana, iki küçük çocuğum leyla ve Ali Rıza'yı kucaklayamamıştım. Ferahnaz 303


Anılar

ve Rıza'ya gelince, onlan görmeyeli daha uzun zaman olmuştu. Hemen Marakeş'ten aynlıp, Rabat'ta Kral 2 . Hasan'ın bize tahsis ettiği bir saraya geçtik. Ailece geçirdiğimiz bu birkaç gün, tehlikele­ rin çoğaldığı o dönemde bir tür parantez gibi hepimizin morali üze­ rinde olağanüstü bir etki yaptı. Şah'ın gergin yüz hatlan gevşedi, onun yeniden güldüğünü, konuştuğunu, hatta sarayın bahçesinin yollannda Leyla ile oynadığını gördüm. Ferahnaz'ın on altıncı do­ ğum günü ile yeni yılı aynı zamanda kutladık. Alaouit hükümdannın çocuklan da bize katıldı ve bir akşam Kral 2 . Hasan'ın erkek kardeşi bize Louis de Funes'in Haham Yakup'un Ma­

ceralan adlı filmi oynattığında, eşimin yeniden kahkahalarla güldüğü­ nü görüp sevindim, bir yıldan fazla bir zamandır gülmeyi unutmuştu! Bunlar, yüreğimizi kaplayan üzüntülerden kaçabildiğimiz anlardı. Bahçede küçük bir hayvanat bahçesi vardı, orada bulunan boynu kı­ nlmış, vücudu yara bere içinde, zavallı bir yabani koyunu anımsıyo­ rum; doğadan ve özgürlükten uzakta, ayak tırnaklan öyle uzamış ki, sonunda içe doğru kıvnlmış kalmış. Kendimi onunla özdeşleştiriyor, onun postuna bürünüyordum; her gün biraz daha daralan ve par­ maklıklan beni yaralayan bir kafes içinde esir gibiydim artık. Fransız Gizli Servisi'nin başkanı Alexandre de Marenches eşim­ le Marakeş'te görüşüp ona, ev sahibimiz Kral 2 . Hasan'ın bizim yü­ zümüzden nasıl bir tehlike içinde olduğunu anlatmıştı. Kral sadece diplomasi alanında risk almakla kalmıyordu, özel yaşamı da tehdit altındaydı çünkü Bay de Marenches'e göre, Ayetullah Humeyni mü­ ritlerine, daha sonra bizimle değiş-tokuş yapmak maksadıyla krali­ yet ailesinin fertlerini kaçırma emri vermişti. Bay de Marenches bu konuda Kral 2 . Hasan'a bilgi vermiş, o da cesur bir cevap vermişti: "Bu iğrenç bir tehdit ama karanmı değiştirmez. Trajik bir dönem yaşayan bir insanı evimde konuk etmeyi reddedemem." Artık sığınacak başka bir liman bulmamız gerekiyordu; durum acildi. Fransa, Bay de Marenches'e göre, güvenliğimizi sağlayarnama gerekçesiyle bizi kabul etmekten vazgeçti. "Şimdi değil ama gelecek­ te olabilir" diyen İsviçre'den ve oğlumuz Rıza'nın gittiği Monaco Prensliği'nden de aynı red cevaplannı aldık. Monaco önce kabul et­ miş, sonra Fransa'nın baskısıyla vazgeçmişti. Amerika kısaca "Belki 304


Farah Pehlevi

daha sonra" cevabını verdi. Sürgünümüzün başında lngiltere'den, Margaret Thatcher'ın seçimlerde kazanması halinde bizi kabul ede­ cekleri mesajını almıştım. Ancak biz Bahamalar'dayken, başbakan olduğu zaman Bayan Thatcher sözünü tutmadı. Bana söyl�ndiğine göre, Dışişleri Bakanı Lord Carrington ve İngiltere'nin Iran Büyükel­ çisi Anthony Parsons, Bayan Thatcher'ı bizi kabul etmesinin ülke çı­ karlarına zarar vereceği hususunda ikna etmişler. Bazılarıyla daha sıkı ve dostça olmak üzere, dünyadaki ülkelerin çoğuyla iyi ilişkiler kunrıuştuk, şimdi hepsi bize sırt çeviriyordu. O korkunç günler boyunca, bize gelen mektuplarla teselli bulduk. Mek­ tupların bazılan korku yüzünden imza atmaktan çekinen lranlılardan geliyordu; diğerleri, lran'ı seven ve yirmi yılda sağlanan ilerlemeyi görmüş olan yabancıların gönderdikleri mektuplardı; bazı hüküm­ darlar ve devlet başkanları da yazıyorlardı bunlar, hepsi de sımsıcak duygulada yüklü, bizi derinden etkileyen ancak kişisel mektuplardı. Kral 2. Hasan bize kendi uçağını tahsis etmişti ve havalanmak için hangi yöne gideceğimizin belli olmasını bekliyordu. Baharna­ lar'ın sadece üç ay için bizi kabul edeceğini, işte o zaman öğrendik. Eşimin dostu olan Henry Kissenger'in çabalan sonunda, son da­ kikada bu sığınağı bulmuştuk. Başkan Carter'ın isteği üzerine David Rockefeller da bazı girişimlerde bulunmuştu. Eşim, biz Fas'ta bu­ lunduğumuz sırada, onun aniden ölen kardeşi, Amerika'nın eski cumhuriyetçi başkan yardımcısı Nelson'un dostuydu. Henry Kis­ senger ve David Rockefeller, Balıama takımadalarının başkanını, Pa­ radise Isiand'da acele bulduklan bir villada, bizi geçici bir süre için konuk etmeyi kabule ikna etmişlerdi. Böylece 30 Mart l 979'da, beraberimizde annem, çocukların dok­ toru Lioussa Pimia, Şah'ın güvenliğinden sorumlu albay Cihanbini, diğer beş albay Nevisi, Naseri, Hamraz, Muhammedi, Kambiz, Ley­ la'nın mürebbiyesi Bayan Gülruh ve nihayet Şah'ın oda hizmetkan Mahmud Eliassi ile Bahamalar'ın başkenti Nassau'ya gitmek üzere hareket ettik. ***

Havaalanında, bizi zarif giyimli bir zat, Robert Armao bekliyordu. Kendisini tanıyorduk. Nelson Rockefeller'in eski çalışma arkadaşı 305


Anılar

olan Bay Armao, halkla ilişkiler uzmanı olarak, 1978 yılı sonunda Prenses Eşref tarafından Tahran'a, lranlılann gözünde hükümdann imajını düzeltmesi için gönderilmişti. Şah'ın hükümranlığının ülke için ne kadar yararlı olduğunu anlatacak ve muhalefetin yıkıcı pro­ pagandalannın etkisini azaltmaya çalışacaktı. Aslında herhangi bir kampanya başlatmak için çok geç kalınınıştı Bay Armao, eşimin ya­ nında birkaç gün kaldıktan sonra New York'a dönmüştü. Şimdi de Prenses Eşref ve Rockefeller ailesinin isteği üzerine ye­ niden bize yardım etmeye gelmişti ama bu kez görevi, Balıarnalı yet­ kililerle diplomatik alanda çıkabilecek pürüzleri ve günlük yaşamı­ muda karşılaşabileceğimiz güvenlik vb. sorunlan çözmek olacaktı. Aynca Amerikan hükümetiyle bağlantı kurmamızı sağlayacaktı. Yardımcılarından Mark Morse da onunla birlikteydi. Bizim için kendisine oldukça pahalı bir fiyata kiralamayı lütfen ka­ bul ettikleri viilada sadece bir salon ve iki yatak odası vardı. Artık sa­ dece adımız söylendiğinde bütün fiyatlar beşe hatta ona katlanıyordu. Bu villaya iyi kötü yerleştik. Çok küçük olduğu için eşyalanmız evin içine sığmamıştı. Aileye ait on beş kadar valizi avluda, bahçıvana ait camekan bir bölmeye koymuştuk. Maiyetimizdeki insanlar için ya­ kınlarda bungalovlar ya da otel odalan bulmamız gerekmişti. Babamalar'da geçireceğimiz iki ay on günlük dönem, hayatıının en karanlık dönemleri arasında yer alır. Daha oraya varalı ancak se­ kiz gün olmuştu ki, Emir Abbas Hüveyda'nın kurşuna dizildiğini öğrendik. Göstermelik bir yargılama sonunda eski başbakan sürük­ lenerek hapishane avlusuna çıkanlmış, boynuna ve başına isabet eden çok sayıda kurşunla idam edilmişti. Bu haberle tarifsiz keder­ ler içinde kalmıştık Şah ağlamak için tek başına odasına çekildi; acıdan boğulacak gibiydim. Allahım! . . bu dehşet ne zaman sona erecekti? Bay Hüveyda'nın New York'ta, Birleşmiş Milletler'de elçi­ lik yapmış olan erkek kardeşi Feridun'a ulaşıp, ona tüm kalbirnizle acısını paylaştığımızı, çok büyük bir üzüntü içinde olduğumuzu söyleyebildim. Balıarnalı yetkililer, bizi hiçbir konuda siyasi görüş bildirmeme­ miz koşuluyla kabul etmişlerdi. Buna şaşırmıştım çünkü Baharna­ lar'ın iran'la hiçbir ilişkisi yoktu. Ancak böyle cinayetler karşısında 306


Farah Pehlevi

nasıl susabilirdik? Bay Hüveyda'yı çok sevmiştik. Şimdi iğrenç bir duruma düşürülmüş olan ülkemiz için o kadar çok şey yapmışken nasıl sessiz kalabilirdik? Elimden, öfkelenmekten başka bir şey gel­ miyordu, ümitsizdim. Eşime, bir tekne kiralamayı ve uluslararası sulara çıkıp bütün dünyaya bir mesaj yayımlayarak, güya Tanrı'nın buyruklarını yerine getirdiğini iddia eden bu elleri kanlı kasaplar­ dan oluşan rejimi kınamamız gerektiğini söyledim. Bize dayatılan sessizliğin ne kadar acı verebileceğini, Paris Match ın sekiz gün sonra özel bir önem vererek yayımladığı iki fotoğrafta gördük: birinci resimde, Emir Abbas Hüveyda'nın elleri silahlı katil­ leriyle çevrili cansız bedeni, yandaki sayfada da Şah'ın Paradise ls­ land plajında çekilmiş bir resmi. Bu şekilde kuşkusuz, eski çalışma arkadaşlan katiedilirken Şah'ın eğlenebildiği vurgulanmak isteniyor­ du. Birçok insan buna inandı ve kısa bir süre sonra aldığım korkunç mektuplardan birisi beni kelimenin tam anlamıyla öldürdü. Mektup, kısa bir süre önce idam edilen General Paknivan'ın kı­ zı Saide'den geliyordu. Acıdan içi parçalanan kadın bana "Siz güneş­ te keyif çatarken, benim babam kurşuna diziliyordu" diye yazıyor­ du . Daha sonra, Şah'ın ölümünden kısa bir süre önce Saide Kahi­ re'ye gelip onu ziyaret etti. Yazdığı mektuba rağmen davranışından duygulanmıştım, onunla görüştüm. Çocuklar Fas'tan beri yanımızdan ayrılmamışlardı. Onlara evde yer olmadığı için bungalovlar kiralamıştık. Ali Rıza'nın o günlere rastlayan doğum gününü, bütün gücümü toplayıp, her şeye karşın kutlamaya karar verdim. Bu hikayeyi anlatıyornın çünkü içinde bu­ lunduğumuz ruh halini çok iyi açıklıyor. Gerekenleri satın aldır­ dım. O küçücük evi elimden geldiğince düzene soktum, sonra o günkü kutlama için özel olarak giyindim. Annem bana yardım et­ meye çalışıyordu. Odamdan çıktığımda her zamankinden daha za­ rif giyinmiş olduğumu görünce, kelimelerinin nereye varacağını dü­ şünmeden kulağıma şöyle fısıldadı: "Çok gülmemeye, çok mutlu görünmemeye dikkat edin, iyi bir izlenim bırakmazsınız." Bu benim için öldürücü bir darbe oldu. Küçük oğlumun doğum gününü kut­ lamayı ben istemiştim, bunu bile yapmarnam gerekiyordu, bunu bi­ le! Nasıl olurdu da benim kendi annem bile bu kabus içinde her307


Anılar

hangi bir mutluluk duymamdan ötürü bana sitemde bulunabilirdi? Öyle incinmiştim ki hemen dönüp odama kapandım ve sakinleşti­ nci bir ilaç aldım. Çocuklar gelip kapımı çaldıklannda, dışarı çıka­ cak gücü bulamadım. Yaşamak dayanılmaz bir yük olmaya başlamıştı. Üzüntüden ge­ ce gündüz kalbirn sıkışıyordu, asla yakınmamasına karşın Şah'ın da aynı cehennem azabını yaşadığını hissediyordum. Tüm yaşamı bo­ yunca o kadar çalışkan olan bu insanın, boğucu bir rutubetle dolu bu sessiz ortamda, doktor Pimia ve annemin yanında günlerini ge­ çirmeye çalışması içimi acıtıyordu. Hastalığı onu yiyip bitirmeye devam ediyordu. Gece uyuyabilme­ si için dua ediyordum ve düzenli nefes almaya başladığını duyunca kalkıyordum. O zaman benim uykum kaçıyordu, sigara içmek için dışarı çıkıyor, valizlerimizin yığıldığı o küçücük avluda dolaşıp du­ ruyordum. Sonra günün ağarmasını bekleyip kendimi havuza atıyor, dur­ madan yüzüyordum; bitmek bilmeyen bu kabusa rağmen biraz güç toplamalı, direnmeli ve Şah'ın gösterdiği metanete karşılık olarak, ona dimdik ayakta bir kadın görüntüsü vermeliydim. Radyoda durmadan Gloria Gaynor

"I

will survive"* adlı şarkıyı

söylüyordu, ben de her şeye karşın pes etmemek için bu şarkının sözlerine sarılıyordum. Prenses Eşref, Başkan Carter'a mektup yazıp Şah ile görüşmesi­ ni istemiş. Armao , düşüncesini öğrenmek için bu mektubu eşime sundu, bereket versin ki eşim mektubun gönderilmesine karşı çık­ tı. Başkan Carter'dan yardım istemeye tenezzül etmeyecektik. O zaman defterime yazdığım şu birkaç satın tekrar okuyorum:

"Yurdumuzu kaybettik, okyanusun ortasında kaybolduk! Burada ne anyoruz? Deniz kenannda kumiann üzerine oturdum, deniz çok sakin, çok güzel, güneş de birazdan batacak, martılann çığlıklan duyuluyor. ÜzÜntümü tarif edecek kelimeleri bulabilmek isterdim, aynca burada bu­ lunmaktan da utanıyorum: beni korumak için görevlendirilmiş, arkamda ayakta bekleyen iki Amerikalı nöbetçiyi düşünüyorum, aniann canlannın •

Ç.N. Ayakta kalacagım.

308


Farah Pehlevi

sıkılmasından korkuyorum. lran'ı düşündügü-m zaman, derin bir hüZün içinde boğuluyorum. Bu duruma nasıl gelindi? Ölüm, kan, korku. . . Ve bu sessizlik! Bu vahşeti kınamak için en küçük bir ses bile duyulmuyor. Iran'daki insan haklannı kendilerine o kadar çok dert edinen gazeteciler, üniversite mensuplan, sanatçılar, bütün dünyadaki çeşitli örgütler nerede? Ifade özgürlügü ve demokrasi için yürüyüşler yapan öğrencilere ne oldu? Zavallı çocuklar! Sanki gençlerimizin üzerine kara bir kefen örtülmüş gibi. "Bu sabah Amerikalı/ann bizi istemediklerini öğrendik. Meksika he­ nüz cevap vermedi. Esasen Meksika çocuklar için hiç uygun olmayacak, Ispanyolca bilmiyorlar. . . Kanada'dan da cevap gelmedi; tam da seçim döneminde/er. Geriye Ingiltere kalıyor, seçimler yaklaşıyor, durumumuz birkaç hafta içinde belli olacak . . . Tannm, ya herkes hayır derse ne yapa­ cağız? "Radyo dinlememeli, gazeteleri okumamalıyım. Durum öyle korkunç ki. . . En iyi insanlanmızı öldürüyor/ar, ülkenin ortak çıkan için hayatla­ nnı verenler, askerler, aydınlar, üst düzey görevliler. . . Eskiden her fır­ satta hemen eşimi eleştirmekte birbirleriyle yanşan ülkeler, bugün susu­ yorlar. Sadece !sviçre bir kınama bildirisi yayımladı. " İngiltere d e Balıama'ya kadar gelen eski Talıran büyükelçisi De­ nis Wright aracılığıyla bizi ülkesinde görmeyi arzu etmediğini bil­ dirdi. Bana anlattıklarına göre, Sir Denis Wright tanınacak gibi de­ ğilmiş: herhalde gazetecilere yakalanıp, gelişinin amacını açıklamak zorunda kalmaktan korktuğu için olsa gerek -bıyık takıp şapka gi­ yerek- kıyafet değiştirmiş. Başkentler birbiri ardına bize sırt çevirir­ ken her yerden bizi çok duygulandıran mektuplar geliyordu. Hiç ta­ nışmadığımız insanlar Kanada'da, Meksika'da, Almanya'da bizi ko­ nuk etmek istiyorlardı. . . Sıradan insanlar bize evlerini açmayı teklif ediyorlardı. Bu mektuplar tek tesellimizdi. Böyle koyu bir mutsuzluğun en dibindeyken, Hüveyda'nın öl­ dürülmesini emreden din adamı Sadık Halkali'nın bizi ölüme mah­ kum ettiğini öğrenince acı acı gülümsemekten kendimizi alamadık. Bizim öldürülebileceğimiz ihtimali, her gün sevdiğimiz insanların katledildiklerini duyduğumuz zaman hissettiğimiz acıdan çok daha az üzüyordu bizi. 309


Anılar

1 979 yazı boyunca mutlulukla sıntarak: "Bazı geceler kamyon­ lar hapishaneden otuz hatta daha fazla ceset çıkarıyordu! " diye an­ latan eli kanlı Halkali'nin kini, işte o kin, Islam Devrimi'nin gerçek yüzünü ortaya çıkarıyordu. Halkali bizi öldürmeleri için peşimize katiller salacağım ilan etti ve o arada eşimi öldürecek olan kişiye yetmiş bin dolar ödül vaat etti. Daha sonra da şu cümleyi ekleyecek­ ti: "Eğer Şah'ı Faralı öldürürse , paradan başka aftan da yararlanacak ve lran'a dönebilecek" Bu uzun, karanlık günlerde yine de birkaç dost ortaya çıktı. Ür­ dün Kralı Hüseyin, General Khamach aracılığıyla bize bir dostluk ve teselli mesajı gönderme inceliğini gösterdi. Kral Baudouin ve Krali­ çe Fabiola, Tayland Kraliçesi Sirikil ve Bulgaristan Kralı Simean te­ lefonla aradılar. Sadık dostlarım içinde , can dostlarım olan eski ço­ cukluk arkadaşlarım her koşulda, her zaman yanımızda olacakları­ nı göstermek için bizi ziyarete geldiler. ***

Sonra Şah'ın hastalığı ciddileşti ve onu Fas'ta iki kez muayene eden Profesör Flandrin Paradise Island'a gelmeyi kabul etti. Bir kere daha, onun Profesör jean Bemard'a yazdığı mektuptan alıntılar yapıyorum:

"Ilk ziyaretim sırasında, hastanın sağlık durumunda bir değişiklik yok gibi göründü, ancak birkaç hafta sonra Şah, köprücük kemiğinin üs­ tünde bir kitle oluştuğunu bildirdi. Telefonda söyledikleriyle teşhisi koy­ mak hiç de zor değildi. Ben de gerektiği takdirde kemoterapi yapmak için lazım olacak her şeyi hazırlayarak yola çıktım. Lenf bezi incelemesinde büyük hücreli lenfoma tanısı koydum. Bunun üzerine telefonla sizi ara­ yarak durumu anlatıp fikrinizi sorduğumu, tedavide nasıl bir yol izle­ rnem gerektiğini tartıştığımızı muhtemelen hatırlıyorsunuzdur. "Daha sonra söyleneceklerin aksine, hastanın sağlık durumunu ke­ sinlikle bildiğine emindim. Zaten her şeyi olanca çıplaklığıyla kendisine açıklamak zorundaydım; kendisine uygulanacak yeni tedavinin sonuçla­ nndan söz etmem, hastalığın tırmanışa geçiş nedenlerini ve benim dav­ ranışımı anlaması içindi. Aslında, tıp mantığında, lenfbezinden enjektör­ le çekerek yaptığım incelemenin, iyi donanımlı uzman bir merkezde, lenf 310


Farah Pehlevi

bezi biyopsisi, radyolojik görüntülemeler, hatta büyük olasılıkla laparo­ tomi* ve dalağın çıkartılması ile tamamlanması gerekmekteydi. Bütün bunlardan sonra da çok ilaçlı kemoterapi ve ışın tedavisine başlanmalıy­ dı. Diğer bir seçenek daha vardı: araştırmalarla zaman kaybetmeden üç kür çok ilaçlı bir tedavi uygulamak ve bu üç ayın sonunda durumu de­ ğerlendirmek; o takdirde de büyük bir olasılıkla yine dalağın çıkartılma­ sı ve lenfoma dönüşümünün (Richter Sendromu**) başladığı boyun bölge­ sine ek ışın vermek gerekecekti. "Yaptığımız tartışmalarda hasta kendi görüşünü de ortaya koyduğu için durumu kontrol etmem gitgide zor/aşıyordu. Majesteleri ısrarla ben­ den tehlikeleri göze alarak ikinci tedavi yöntemini uygulamamı istiyordu. Bunu yaparken hastalığının ne olduğunu gayet iyi biliyordu ve her şeyin farkındaydı. Onu bu karan almaya zorlayan neden hastalığıyla hiç ilişki­ si olmayan bir şeydi, bana açıkça şu cümleyi söylemişti. 'ü1kemde, bana sadık olan askerler öldürülmekteyken, sağlık sorunumu ortaya çıkararak onlan büsbütün ümitsiz bir duruma sokamam. ' Böylece Şah, üç ay daha beklememizi, kendisine her ay bir kez yapacağım kemoterapi sonrasında, hastalığının gizlenmesine artık gerek kalmayacağını, nihayet tıbbın nor­ mal tedavi olanaklanna başvurabileceğimizi söyledi. Kraliçe Hazretleri­ nin, eşinin bu karannı kabullenmesi çok zor oldu, morali son derece bo­ zuktu. Şah'ın hangi nedenlerle iyi bir tıp merkezine gitmek istemediğini bi­ liyordu. Ben de onun bu kesin iradesine çok fazla karşı koymadığımı itiraf etmeliyim çünkü izleyeceğimiz strateji için bazı olumlu gerçekler ve avan­ tajlar da vardı. [. .. ] Yaptığımız uzun bir tartışma sonrasında Kraliçe Hazretleri korkusu­ nu yenmeyi başardı ve son tahlilde karar vermesi gereken kişinin ben ol­ duğumu anımsattı. Kendisi için kabullenmesi bilhassa zor olan husus da, hastalığın gizli tutulmaya devam edilmesi karanydı; bu karar Kraliçe'ye, sadece bana başvurmak, benim vicdanıma ve sorun hakkında bilgi sahibi olduğuma güvenmenin dışında bir seçenek bırakmıyordu. Başka koşullar­ da, dünyanın en büyük uzmanianna danışabilecek insanlann, koşullann dayatmasıyla katlandık/an bu durumun ne kadar zor olduğu kolayca tah­ min edilebilir. * Ç.N. Kann içinin cerrahi yolla açılarak incelenmesi.

** Ç.N. Hasta başlangıçta sessiz gidişli bir kronik lenfoid lösemi olgusuydu. Şimdi hastalık kötü gidişli bir lenfomaya dönüşüm gösteriyor. Buna "Richter sendromu" deniyor.

311


Anılar

Böylece yanımda bana yardım edecek bir hemşire yerine sadece Kra­ liçe Hazretleri olduğu halde, araç gereç açısından son derece güç koşul­ larda damar içine çok ilaçlı kemoterapi kürünü uygulamaya başladım. Biyolojik laboratuvar tetkiklerimi, her zaman olduğu gibi, Tahran'dan beri Majestelerinin gittiği her yere götürülen araç gereç ve mikroskopla sürdürdüm. Hastanın güçlü yapısı, tedavinin başlangıcında ilaçlan iyi tolere etmesine imkan sağladı. Aylık tedavinin 1 . ve 8. gün kürlerindeki damariçi uygulamalar için iki hafta arka arkaya, Nassau 'ya gitmek zo­ runda kaldım. Aradaki günlerde de zinde görünmeye ve Paris'ten aynl­ dığımı belli etmemeye gayret ettim. . .

"

Vizelerimizin geçerlilik süresinin dalınasına üç hafta kala, Balıa­ malı yetkililer bizi, vizelerimizi yenilemeyecekleri konusunda uyar­ dılar. Bundan sonra nereye gidecektik? Konsolosluklar birbiri ardı­ na bizi reddediyorlardı. Sadece Enver Sedat, büyük bir cesaretle cia­ vetini tekrarlarken, "bize sığınma hakkı tanımayacak kadar korkan bu insanlara" çok acıdığım, onları çok zavallı bulduğunu söylemek­ ten geri kalmadı. Ancak Başkan Sedat, Camp David anlaşmasını da­ ha yeni imzalamış ve Arap dünyasının büyük bir kısmını zaten kar­ şısına almıştı. Eşim, Sedat'ın bu nedenle başının yeterince ağrıyaca­ ğını düşündü. Henry Kissenger'in devreye girmesiyle, Meksikalı yetkililer so­ nunda bizi konuk etmeyi kabullendiler. Şah, Başkan jose Lopez Portilla ile Maliye Bakanı olduğu sırada tanışmış ve kendisini tak­ dir etmişti, hiç kuşku yok ki eskiye dayanan bu ilişkinin de verilen kararda etkisi olmuştur. Ayrıca Meksika'nın bu münasebetle, Ame­ rika'ya bir siyasi ahlak dersi vermekten de memnun olduğunu sez­ dik. Balıama'da kaldığımız sürece , olanca gücüyle bizim sorunları­ mm çözmeye çalışan Robert Armao, barınabileceğimiz bir ev ara­ mak için hemen Meksika'ya uçtu . Armao daha sonra şunları söyle­ yecekti: "lki yıl boyunca yalnız Şah için yaşadım. Ona kalacağı bir yer bulabilmek için bütün dünyayı dolaşıyordum. Akşam yemeğini yemek için Concorde'a atlayıp Paris'e uçuyor, ertesi sabah geri dö312


Farah Pehlevi

nüp hemen başka bir uçağa atlayıp onun yanına gidiyordum .. Kendisini görmediğim bir saat yoktu. Sabah uyandığında onun ya­ nında oluyordum, akşam yatarken yine oradaydım." Şah'a yönelik ölüm tehditlerinden gitgide daha çok korkmaya başlayan Albay Ci­ hanbini, bu kez Armao ile birlikte gitti; bundan sonra kalacağımız evin güvenlik koşullarından emin olmak istiyordu. Ikisi birlikte Meksika'nın güneyinde, Cuemavaca'da, şans eseri bir çıkmaz sokağın sonunda bulunan bir villada karar kıldılar, vii­ lanın konumu kolayca korunmasına olanak sağlayacaktı. Bahamalar'da kaldığımız küçük evin daracık ortamında çok sı­ kıntı çekmiş, bu yüzden birbirimizi incitmiş, hatta dargınlıklar yaşa­ mıştık Yeni malikanemiz bizim için çok hoş bir sürpriz oldu. Tropi­ kal görünümlü bir bahçe içinde gözlerden uzak bu ev, maiyetimiz­ deki birkaç kişinin de kalabileceği kadar büyüktü. Sadece uzun za­ mandan beri pek oturan kimse olmadığı için rutubetli ve küflüydü. Hatta duvarlarında akrepler görüp korkmuştum. Bu, eşimin keyfini hiç kaçırmadı, evi gezerken: "Nihayet! Sonunda yeniden yaşamaya başlayabileceğiz" diye memnuniyetini belirtti. Eve yerleşir yerleşmez Şah, düşündüklerini hayata geçirmek üze­ re, oturup canla başla Anılar'ını yazmaya başladı. Onun sağlık duru­ munda bir insan için bu, cesaret gerektiren bir uğraştı; gücü olduk­ ça azalmıştı ve elinin altında anılarına dayanak olabilecek hiçbir bel­ ge yoktu. Ulaşabileceği eski çalışma arkadaşlarına gelince hala özgür bulunan, eskiden beraber çalıştığı kişilere ulaşması, onlarla konuşa­ bilmesi imkansızdı; zaten birkaç kişi dışında insanlar kesinlikle bi­ zimle ilişki kurmak istemiyorlardı. Tahran'daki katillerin, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, kendilerini öldürebileceklerini düşün­ dükleri için bizden ölümden kaçar gibi kaçıyorlardı. Ben de Ispanyolca öğrenmeye başladım. Doktor Pimia da aynı ka­ rarı verdi ve bir öğretmen tuttuk. "Donde esta la embajada americana?"* el kitabımızın ilk cümlesi buydu. Bu çok ilginç bir tesadüftü, Tarihin gerçekten de bizimle alay ettiğine karar verdik. . . Uzun zamandan be­ ri bu dili öğrenmek istiyordum. Meksika da bizi uzun süre konuk et•

Ç.N. Amerika Büyükelçiligi nerede? 313


Anılar

meye hazır görünüyordu. Böylece eşimle birlikte, günlük yaşamın çal­ kantılanndan uzak, yeniden kültürel bazı etkinliklere başladık Bu sa­ yede geçici bir süre tekrar yaşadığımızı hissettik Birçok kez Cuemavaca'daki seçkin kişilerin evine akşam yeme­ ğine davet edildik; bu davetierin de yaşantımızın bir parça normale dönmesine katkısı oldu. Kendimizde bazı turistik geziler yapma ce­ saretini bile bulduk Birkaç yıl önce resmi bir ziyaret için geldiğimiz bu ülkeyi merak ediyorduk Kaderden çalınmış anlar gibi, birlikte yaptığımız bu gezilerden kaçamak bir zevk de alıyorduk Eşimin ye­ niden gülümsediğini, ılık havayı keyifle içine çektiğini görmek beni çok mutlu ediyordu. Özellikle Oaxaca'ya ve Mexico City yakınlann­ da Teotihuacan Piramitleri'ne yaptığımız geziyi anımsıyorum. Şah, ızdırabını ve hastalığın neden olduğu çöküntüyü belli etme­ meye çalışıyordu. O banyosunu yaparken ben de bir köşeye oturu­ yordum, sohbet ediyorduk Olaylardan ve elbette çocuklann gelece­ ğinden söz ediyorduk Hep olumlu, güçlü olmaya, gelecekte daha iyi günlerimiz olacağına içtenlikle inandığımı göstermeye çalışıyordum. O zamana kadar aramızda kanser kelimesi asla telaffuz edilmemişti, o kadar ki ikimiz de özellikle birbirimize karşı, bir süre sonra iyile­ şeceği ihtimalini güçlü tutmaya çalışıyorduk Ama bir akşam, konu­ şurken bir cümlenin içinde bu yasak kelime ağzından kaçıverdi. ls­ temeden, ağzından mı kaçtı, yoksa her şeyi bildiğini, artık pek ümi­ di kalmadığını bana göstermek için bilerek mi söyledi? Şoku atlattık­ tan sonra kendisine, kanser bile olsa hastalığı yeneceğine inandığımı söyledim. O da yücelik gösterip sözlerimi onayladı. Görünüşe göre Meksika, Tahran'daki din adamlannın bizi yargı­ lama tehditlerine aldırmıyordu, bu durumda uzunca bir süre daha burada kalacağımız düşüncesiyle uygun bir ev aramaya başladık Birlikte ev ev dolaşıyorduk Bu, eşimin geleceğe inandığının, yaşa­ ma arzusunu hala koruduğunun kanıtıydı, bu bakımdan beni rahat­ latıyordu. Ancak başka bir bakımdan, çok derin bir üzüntüye neden oluyordu bu ev gezmeleri. Yaklaşık kırk yıl boyunca tran'ın kaderi­ ne hükmeden bu insanın, şimdi birdenbire mutfaklan kıyaslıyor, dolaplan kontrol ediyor olması, tarifi imkansız bir şekilde içimi acı-


Farah Pehlevi

tıyordu. Ayrıca, kendisini beklettiklerinde, hiç sinirlenmeden, her zamanki gibi soğukkanlı, dimdik duruyor, bu durum da beni üzün­ tüden hasta ediyordu. Çocuklar birkaç günlüğüne yanımıza geldikleri için çok mutluy­ duk Onlar babalannın hastalığı hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Böylece her konuda bizi tehdit eden şeylere üzülmeyi bırakıp, sevgi dolu bir aile ortamında, güzel günler geçirdik - bunlar dolu dolu be­ raber olduğumuz son günlerdi. Çünkü Şah'ın sağlık durumunda aniden ortaya çıkan ciddi durum, beni çocuklara babalarının hasta olduğunu söylemek zorunda bırakacaktı. Eylül'de Ferahnaz, Ali Rı­ za ve Leyla Amerika'da okula başlayacaklardı (Rıza da Massachu­ setts'de bir üniversitede, Williams College'da siyasal bilgiler ve İngi­ liz edebiyatı öğrenimine başlayacaktı) . Onların yeni ders yılına ha­ zırlanmalarını sağlamak kolay olmamıştı. Mayıs ayında, yanlarında annem ve birkaç subay olduğu halde Bahamalar'dan ayrılıp New York'a gidecek, Prenses Eşrefe ait bir daireye yerleşmişlerdi. İngiliz­ ce derslerini hızla takip edebilmeleri için onlara hemen bir Ingilizce öğretmeni, bir de Farsça öğretmeni tutulmuştu. O arada Robert Arrnao çocuklara okul aramaya girişmişti, bu da onlar için farklı bir deneyim oldu. Okullar önce kendilerini kabul ediyor, daha sonra diğer ana-babaların kendi çocuklarının güvenli­ ği için kaygı duyduklarını söyleyerek, kayıt yapmaktan vazgeçiyor­ lardı. Üç küçük çocuğumuz için çok acımasız bir durumdu bu. Okullan geziyorlar, oraya kayıt olacakları için seviniyorlar, sonra da istenmediklerini, hastalıktan kaçar gibi kendilerinden kaçıldığını görüyorlardı. Her şeye karşın, sonunda her birini bir okula yazdır­ mayı başardık Richard Nixon da Cuemavaca'ya geldi. Saatler boyunca eşimle konuştular. Hemen hemen bütün dünyanın bize sırt çevirdiği bir dö­ nemde, eski başkanın gösterdiği vefa, hükümdan kelimelere sığma­ yacak kadar duygulandırdı. Henry Kissinger ve eşi Nancy de Meksi­ ka'ya bizi ziyarete geldiler. Şahpur Bahtiyar Paris'ten telefon etti. Demek ki sağ salim tran'dan ayrılmayı başarrnıştı. O aradığında yemekteydik Şah kendisiyle ko315


Anılar

nuşmayı reddetti. "Benim konuşmaını ister misin?" diye sordum. "İs­ tersen konuş" dedi. Eski başbakan artık ülkeyi ele geçiren dincilerle mücadele edeceğini söyledi ve Şah'a hürmetlerini iletınemi rica etti. Yaz başında Sadık Halkali, katillerin bizi öldürmek üzere Cuer­ navaca'ya doğru yola çıktıklarını duyurmuştu. Bu nedenle bir şekil­ de ortaya çıkmalarını bekliyorduk ve bu beklenti, bir yanlış anlama yüzünden az kalsın bir felaket yaşanmasına neden olacaktı. Bir gün Rıza'nın canı uçmak istemiş ve Robert Arınao'nun yardımcısı Mark Morse ile uçuş kulübüne girmişti. Bir saat sonra bir helikopterin gü­ rültüsü duyulunca, villanın etrafında genel alarm çaldı; biz o sırada bahçede öğle yemeği yemekteydik Bir komandonun havadan saldı­ rı

yapabileceği olasılığı da kesinlikle göz önünde bulundurulmuştu.

Bu nedenle helikopter görünür görünmez güvenlik mensupları he­ men ateş etmeye başladılar. Oysa, helikopterin kumandasında olan bir katil değil, bize merhaba demek için sakin bir şekilde alçalan bü­ yük oğlumuzdu. Yanlış anlamayı fark edince hemen güvenlikteki adamlara doğru koşup bağırarak onlara ateş etmeyi kesmelerini söy­ ledim. Bu arada helikoptere çarpan bir kurşun sekmişti. Mark Morse gürültüyü duymuş, ancak bu sesin, güvenlik kemerinin tokasının açılmasından çıktığını sanmıştı. Aman Allahım, düşünüyorum da ya kurşun hedefini bulmuş olsaydı nasıl bir kabus yaşayacaktık? Bu olay hakkında yanlış bilgi alan Sadık Halkali, yine de kendisinin he­ likopterle bir komando gönderdiğini iddia etti. ***

Şah, kendisini yeniden çok kötü hissettiğinde yaklaşık üç aydan beri Anılar'ı üzerinde çalışmaktaydı. Daha önce ikinci kemoterapi kürü için Cuemavaca'ya uğrayan Profesör Flandrin, bir süre sonra üçüncüsünü yapmak için gelecekti. Onun gelmesini beklerken o yö­ redeki doktorlardan yardım istedim. Gelen doktolar Şah'ın hastalığı hakkında hiçbir şey bilmediklerinden bunun bir sıtma krizi olduğu­ na kanaat getirip, ona göre bir tedavi uyguladılar ama eşimin duru­ mu iyileşmedi, o kadar ki Şah'ın hastalığı hakkında hiçbir şey bilme­ yen Robert Armao da, kendisini onun sağlığından sorumlu hissedip, 316


Farah Pehlevi

Farah Pehlevi, hasta eşi ile birlıkte Mexico'nun güneyindeki Cuemavaca'da.

tropikal hastalıklar konusunda uzman olan Amerikalı doktor Benja­ min Kean'i Cuemavaca'ya getirtıneye karar verdi. Bay Kean, büyük bir iyi niyetle gelmiş olsa da, eşimin hastalığını teşhis konusunda bir kakofoni döneminin yaşanmasına neden oldu. Her kafadan ayn bir ses çıkıyordu! Bu durumun sonunda, Profesör Flandrin'in daha so­ na "felaketler zinciri" diye nitelendireceği şeyleri yaşayacaktık Amerikalı doktor, sıtma ihtimalini reddedip pankreastan kaynak­ lanan bir rahatsızlık olduğunu düşündüğünü söyledi -Şah'ın böğ­ ründe çok şiddetli ağrılar vardı- ve hükümdardan kan alması gerek­ tiğini belirtti; eşim onu kesin bir dille reddetti. Bay Flandrin'e güve­ ni tamdı ve gerçek hastalığıyla ilgili sırrı açıklamaya henüz karar ver­ memişti. Böylece Doktor Kean, hastasının çekinceleri hakkında aklı karışmış bir durumda, gayri memnun olarak New York'a döndü. Hemen Flandrin'i aradım. Eşim ve ben Mexico'da bir hastaneye gitmeyi tercih ettiğimiz halde, hangi koşullarda New York Hastane317


Anılar

si'ne gitrnek zorunda kaldığırnızı anlatması için burada sözü ona bı­ rakıyorum. Bay Flandrin, daha sonra yazdığı mektuplarda şunları anlatıyordu:

"Cuemavacaya gittiğim zaman, benden önce hastayı Doktor Kean'in muayene ettiğinden haberim olmadı, bunu daha sonra öğrendim! Sağlık durumundaki değişiklikle ilgili olarak ben hastaya ve Kraliçe Hazretleri­ ne gerekli açıklamalan yaptıktan sonra hiç vakit kaybetmeden, gerekli incelemelerin ve tedavinin yapılabilmesi için Majestelerinin hastaneye yatınlmasınm şart olduğu görüşü benimsendi. Bu konuşma bir pazar ya da pazartesi günü yapıldı sanınm. Sonraki perşembe günü (ya da cuma) Majesteleri New York'a gidecekti. Bu iki tarihi ayıran kısa haftada pek çok olay yaşandı. O çok önemli haftayla ilgili olarak yazılmakta olan ta­ rih, o zaman Amerika'da yaşanan politik savaşlan şimdi gözler önüne seriyor. O zaman benim hastalıkla ilgili sandığım tartışmanın altında, aslında bir politik savaş yapıldığı kesinleşiyor. Bizim tartıştığımız ilk ko­ nu hastanın hangi hastaneye yatınlacağına ilişkindi. Majesteleri, Ameri­ ka'da hastaneye yatınlması olasılığını hatırlatarak bana tam tamına şunlan söylemişti: 'O adamiann bana yaptıklanndan sonra, dizierime kapanıp yalvarsalar bile gitmeyeceğim. ' Bunu söylediğinde günlerden pa­ zartesiydi; üç gün sonra, perşembe akşamı Amerika'ya gideceğine karar verilmişti! Bu kararla ilgili bütün gerçeklerin artık Şah'ın elinde olmadı­ ğını, başlangıçtaki iradesine rağmen, onun kendisini aşan gerekçelere bo­ yun eğmek zorunda kaldığını söyleyebilirim, sanınm. "Pazartesi günü, Mexico'da gereken tıbbi olanaklara sahip olup ola­ mayacağımızı araştırmam kararlaştınldı, beraberimde evdekilerden bi­ risi olduğu halde hemen Mexicoya gittim. O gece Mexico'da kaldım ve hastanedeki bölüm şeflerinden birisiyle, doktor Garcia ile tanıştım. Ben­ den başlangıçta hastanın kimliğiyle ilgili bilgi istememesini rica ederek, sorunumu anlattım. Hastalığı akut dönemde olan, kendisi için özel gü­ venlik önlemleri gereken bu hastanın, hastaneye kabul edilmesinin müm­ kün olup olmadığını öğrenmek istiyordum. Radyolojik tetkikler, ameliyat ve sonrasında radyoterapi için modern tıbbın sunduğu bütün olanaklara ihtiyacımız vardı. Oldukça özel olan koşullanniızın kabulünü kolaylaş­ tırmak için, hakkımda bilgi verecek kişi olarak sizi gösterdim. Doktor Garcia, beni öğleden sonra muayenehanesinde kabul etmişti. Ne şaşırmış 318


Farah Pehlevi

göründü ne de meraklı sorular sordu; beni reddetmedi ve ertesi gün has­ tanedeki servisinde görüşmek üzere randevu verdi. Hastayı yatırmak için, ana binadan ayn, küçük bir ek binayı önerdi. Bu bina hemen hemen boş olduğu için güvenlik açısından bana uygun göründü. Tek sakıncası dış görünümünün pek yeni olmamasıydı. Hastanenin teknik servislerini gezdim, özellikle daha sonrası için çok büyük bir öneme sahip olan rad­ yoterapi tedavi üniteleri için titiz davrandım. Meksikalı radyoterapi uz­ manı ile doğrudan kendim şahsen görüştüm, eğitimini Kanada'daki en iyi merkezlerde yapmış olan bu doktor, bende çok iyi yetişmiş olduğu izleni­ mini bıraktı. "Sonra Cuemavaca'ya dönüp, Mexico'daki hastanenin sağladığı ola­ naklarla ilgili olumlu görüşümü bildirdim. Şah'ın yanında bulunan bir­ kaç kişi hastanenin güvenlik koşullannı incelemeye gittiler; bana sonra­ dan söylendiğine göre, koşullan elverişli bulmamışlar. Bunun üzerine, Şah'ın izniyle ben Doktor Garcia'yı arayarak hastanın kimliğini açıkla­ dım ve kendisinden konsültasyon için Cuemavaca'ya gelmesini istedim. Hastayı birlikte muayene ettik, o da benimle aynı görüşü paylaşıyordu: ateşli bir tıkanma sanlığı tanısına vardık, nedenlerinin olabildiğince hız­ la araştıniması gerekiyordu çünkü bunun sonucu mutlaka bir cerrahi müdahale olacaktı. O sırada, hastalık hala basit bir tıbbi sorun olarak görünüyordu ama devamında, artık hiç de basit olmayan bir hal alacağı ortaya çıktı. "Amerikalı ekibin, Meksika'da kalma fikrine olumlu bakmadıklannı hemen anladım. Bob Armao'ya, Mexico'daki hastanenin sağladığı koşul­ lan uygun ve yeterli gördüğümü söyleyerek ona bütün gerekçelerimi açıkladım. Ben şahsen Amerika'ya karşı Mexico'yu savunmadım, sadece: 'Hastanın tedavisi Mexico'da yapılabilir mi?' sorusuna verdiğim 'Evet, bu kesinlikle mümkün' cevabımın nedenlerini söyledim: Armao bana kısaca şu cevabı verdi: 'Böyle bir hasta için tedavinin mümkün olması yetmez, en iyi olanın yapılması gerekir, bu en iyiyi de yalnız Amerika sağlayabi­ lir. ' "Birkaç gün önce, bana çok kararlı bir şekilde Amerika'ya gitmeyi ke­ sin bir dille reddettiğini bildiren Majestelerinin, oraya gitmeyi kabule ik­ na edilmesi için yeterli kanıtiann toplandığı hemen ortaya çıktı. Bana Amerika'ya gitmeye karar vermek üzere olduklannı bildirdiler. Alınacak 319


Anılar

tıbbi kararlarla ilgili olarak kendimi hala yetkili gördüğüm için, hastamı­ zı hangi doktorların ellerine bırakılacağı konusunda bilgi edinmek isti­ yordum (Doktor Kean'in yaptığı ilk ziyaret benden gizlendiği için, daha önceden bir tercih yapılmış olduğunu düşünemezdim). O andaki akut komplikasyonun kesin nedeni ne olursa olsun, bu ciddi lenfomanın teda­ visinde, kesinlikle deneyim sahibi, adı dünyaca bilinen bir ekibe ihtiyaç olduğunu düşünüyordum. Birkaç isim anımsıyordum: Batı yakası için (S. Rosenberg), Doğu yakası için (E. Frei). Sizin görüşünüzü almak için te­ lefon ettiğimde bana, eğer New York'a gitme kararı alınırsa Doktor Burc­ henal ile temas kurmayı denememi öğütlemiştiniz. Kalan birkaç saat içinde, Armao'dan bağımsız davranmayı deneyerek, yukanda adı geçen bütün o daktariara telefonla ulaşmaya çalıştım. Doğrudan kendileriyle görüşmem mümkün olamadı, durumu açıklayan bir mesaj bırakamadı­ ğım için beni aramalarını rica etmekle yetindim. Aslında her şey çok hız­ lı gelişiyordu, bana New York'tan bir daktorun geldiğini bildirdiler: Bu Doktor Benjamin Kean'in ikinci gelişiydi ama bizi tanıştırırhen ilk kez geldiğini söylediler. "Doktor Kean ile görüşürken biraz şaşırdığımı belirttim, onun uz­ manlık alanını öğrendiğimde, bana gerekenin tropikal hastalıklar uzma­ nı olmadığını ve sorumluluğumu onun ellerine bırakmayı mantıklı gör­ mediğimi söyleyerek karşı çıktım. Bana, hastamı emanet etmek istediğim New York'taki doktorların gelemeyecekleri ama asistanlarından birinin geleceğini söylemişlerdi; oysa karşımda Kean'i buldum. ltirazlanm kar­ şısında beni yatıştırmak için derhal New York'taki uzmanlan arayacak­ Ianna söz verdiler. Kean'le tıbbi konulardaki tartışmalanmı sürdürdük­ çe hayretler içinde kalıyordum; durumun kontrolünü eline alacak olan bu adam, benim gözümde kan hastalıklan ve onkolojide kullanılan mo-· dem yöntemler konusunda yeterli bilgi sahibi değildi. Bütün bunlar kar­ şısında sinirleniyor, karamsarlığa düşüyordum. Tıbbi olarak lenfomanın köprücük kemiği üstü bölgede nüksettiğini görmekteydim. O andaki düşüneerne göre, hastalık diafragmanın altında da kendini gösteriyordu ve işin kötüsü kemoterapiyi zorlaştıracak bir çevresel kan hücrelerinin azalması dönemine girilmişti. Ne yazık ki gele­ cekte neler olabileceğini tahmin edebiliyordiım. Artık Armao-Kean ikilisinin uyguladıklan politikayla, benim elimden her türlü müdahale hakkını aldıklannı anlamıştım. Buna, Amerika'ya 320


Farah Pehlevi

gitme karannın Majestelerinin ilk (ve şüphesiz gerçek) iradesi olmadığı­ nı bilmemin verdiği acı da ek!eniyordu. Sonunda kendisinin New York Hastanesi'ne gönderi!eceğini öğrendiğim zaman karamsarlığım arttı. Bay A!em'i bu hastanede çalışan bazı daktariara götürmek zorunda kaldığım zaman, kendileriyle nasıl güç koşullarda tartışmak zorunda ka!dığımı hala anımsıyorum. Bana New York Hastanesi'ne gidileceği söylendiği zaman, Majestele­ rinin yatağının etrafındaydık. Düşündüklerimi Kraliçe Hazretlerinin ku­ lağına fısı!dadım. O da hemen söz alarak: 'Doktor Flandrin düşünüyor ki . . . vs' dedi ve benim sözlerimi tekrarladı. Bunun üzerine, odada bulunan Kean ve Armao her türlü sözlü teminatı verdiler; daha açık olarak, aza­ mi ölçüde gizliliği sağlama kaygısıyla bu hastanenin seçilmiş olduğunu söylediler ve benim istediğim doktorlar grubunun hastanın sorumluluğu­ nu üstleneceklerini eklediler. "Artık tartışma zamanı geçmişti. Sonradan öğrendiklerimiz her şeyin önceden karar!aştınlmış olduğunu doğruluyor. Söylendiğine göre, Majes­ telerini Meksika'da kalmamaya ikna eden gerekçelerden biri de, bazı üst düzey Meksikalılann, ülkelerinin tıbbına ilişkin olumsuz görüşleriymiş. Bütün bunlardan haberim olmamıştı elbette, rolümün sona erdiğini an­ !amıştım, bundan sonra yapmam gereken tıbbi etik ve nezaket gereği, hastanın doktorlam olan güvenini zedelememekti. Mexico'daki Doktor Garcia'ya bir teşekkür mektubu yazarak koşullann, bizim öngördüğü­ müzden farklı bir karar alınmasını gerektirdiğini söyleyerek kendisinden özür diledim. Bir ek rapor yazarak, Şah'ın son altı yıllık dosyasına koyup Kean'e verdim. Amerika'daki hastanelerin işleyiş tarzını ve gelenekleri bildiğim için Majestelerine, New York'ta kendilerinin yanında aktif bir rol oynayabil­ memin çok şüpheli olduğunu ama diledikleri takdirde kendilerine refakat edebileeeğimi söyledim. Şah, daha önceki ziyaretierirnde de her zaman olduğu gibi bana nazik bir şekilde teşekkür etti ve kendileri için o zama­ na kadar çok şey yaptığımı, Paris'te hastanedeki sorumluluklanmın beni beklediğine emin olduğunu söyledi ve sonradan mutlaka tekrar görüşece­ ğimizi sözlerine ekledi. Size ve profesör Milliez'e şükranlannı iletmemi istedi. O kadar yaşlı ve hasta olmasına rağmen, Profesör Milliez'in ken­ disine yardımcı olmak için, zahmet edip Paris'ten Tahran'a gelmesinin 321


Anılar

hayranlık uyandıran bir davranış olduğunu belirtti. Daha sonra Kraliçe Hazretleri beni özel olarak kabul etti; Şah ve kendi adına, gerçek bir Pers objesi veremediği için özür dileyerek, Pehlevilerin arması işlenmiş Mek­ sika gümüşünden, tas şeklinde bir sembolik armagan verdi. Sonra çekin­ gen bir tebessümle şu sözleri ekledi: 'Onu çalışma masanızın üzerine ko­ yup, içine kalemlerinizi yerleştirebilirsiniz!' Ben de kendisine Şah'a ilet­ mesi ricasıyla, Amerikan tıbbına ve bundan sonra kendisini tedavi ede­ cek olan meslektaşlanmızın büyük yeteneklerine olan mutlak güvenimi ifade ettiğim ve iyilik dileklerimi sunduğum bir mektup verdim. Sonra kendimi birdenbire çok yalnız hissettim. "Kaldığim

Las

Quintas oteline geri döndüm, sonra Cuemavaca'dan

Mexico'ya giden o güzel yol boyunca, sizin bir pazar akşamı bana telefon etmenizle başlayan bu uzun macerayı yeniden hatırladım. . . Bir yolculuktan digerine yaptığim her ziyarette, (yolculuklanmın sayısı eliiyi bulmuş olma­ lıydı) hep şu veya bu nedenle bir sonraki ziyaretin olmayacağinı düşünür­ düm. Işte bu kez süre dolmuştu. Hem görevimin sona erdiğini düşünerek bir çeşit rahatlama hissediyordum, hem de biraz içim sıkılıyordu, tüm benli­ ğimle kendimi adadığim ve artık elimden kendisi için bir şey yapabilme im­ kanı alınan bu hasta için endişe duymaktan kendimi alamıyordum." Şah'ın ve benim Meksika'da bir hastaneye yatmayı tercih edece­ ğimiz kesinlikle doğrudur. Amerika'nın bizi konuk etmeyi reddet­ mesinden sonra, tıbbi nedenlerle oraya kabul edilmemizde bizi yara­ layan bir şey vardı. Bana gelince, oraya gidişimizin yol açacağı düş­ manlık gösterilerinden, daha genel olarak da Amerika'daki siyasetçi­ lerin bize duyduklan kinden korkuyordum. Bizi Amerika'ya gitme­ ye zorlayan yalnız Armao ve Kean değildiler; Şah'ın ailesi, özellikle kardeşinin New York'ta Mexico'dan daha iyi tedavi göreceğine ina­ nan Prenses Eşref bütün ağırlıklannı bu yöne koymuşlardı. Bu tartış­ ma beni bir vicdan sorunuyla karşı karşıya bırakmıştı. Kişisel olarak duygulanm Profesör Flandrin'in görüşüne katılmaktan yanaydı. Di­ ğer taraftan bu sorumluluğu tek başıma üstlenmek istemiyordum. Şah'a herhangi bir şey olursa kendimi asla bağışlayamayacağımı bili­ yordum. Bu nedenle, Amerika'ya gitme karanna karşı çıkınarn müm­ kün olamadı. 322


Farah Pehlevi

Tahran'daki büyükelçiliklerinin güvenligi için korkan Amerika, hangi aşamalardan geçip sonunda bize sınırlarını açmıştı? Amerika devletinin en üst düzey organlarında o zaman yapılan tartışmaları aktaran gazeteci Pierre Salinger, Beyaz Saray'da bu kararın nasıl ahn­ dıgını açıklıyor:

"Dışişleri Bakanlığı, Şah'ın hastalığının ciddi olduğunu ve kendisine gereken tedavinin Mexico'da yapılamayacağını doğrulayınca, Dışişleri Bakanı Başkan Carter'a Şah'ı Amerika'y a kabul etmesini önerdi. Cyrus Vance, acil bir sağlık sorununun söz konusu olduğunun altını çizerek, bu­ nun bir oturma izni gibi yorum/anamayacağını söyledi. "Karar Beyaz Saray'da 1 9 Ekim 1 9 79 günü, ]immy Carter'ın dış po­ litika sorunlanna ayırdığı haftalık cuma sabahı kahvaltısı sırasında alın­ dı. Elbette ki bu karar bir risk taşıyordu ama Şah Amerika ya yerleşmek isterken kendisine istenmediği bildirilip, aylardan beri o kadar kötü mu­ amele edildikten sonra, şimdi ona böyle bir jest yapmak borcumuzdu. "Carter da Şah lehine böyle bir jest yapılması gerektiği düşüncesin­ deydi. Çekinceleri, Tahran'daki Amerikan Büyükelçiliği'nde tatsız olay­ lar olabileceğinden korkmasından kaynaklanıyordu. Bir karar almadan önce, kahvaltının her zamanki müdavimlerine görüşlerini sordu: Başkan Yardımcısı Walter Mondale, Cyrus Vance, Zbigniew Brzezinski, Savun­ ma Bakanı Harold Brown ve Beyaz Saray Genel Sekreteri Hamil ton ]or­ dan. Hepsi oybirliğiyle kendisine Şah'ın Amerika ya gelmesine izin ver­ mesini önerdiler. "Carter bu görüşe katıldığını söyleyip şu sözleri ekledi: 'lranlılar bi­ zim büyükelçiliğimizi işgal edip, orada çalışanlan rehin aldıklan zaman bana ne önereceksiniz?"'I lki hafta sonra, 4 Kasım 1 9 79'da Başkan Carter'ın korktugu şey oldu: Hem islamcı hem de komünist ögrenciler Amerika Büyükelçi­ liği'ne saldırarak ele geçirdiler. Saldırı sırasında orada bulunan altmış civarındaki diplamatı dört yüz kırk dört gün boyunca rehin olarak tutacaklardı. I. Pierre Solinger, Rehin Alınanlar, Tahran'daki Gizli Pazarlıklar, Paris, Buchet-Chastel Yayınevi, ı98 l . 323


Anılar

Cyrus Vance daha sonra: "!ncelikli ve insancıl davranmakla, bu­ nun sonucunda Tahran'daki büyükelçiliğimizin çalışanlarının başı­ na gelebilecek muhtemel bir kötülük arasında seçim yapmamız ge­ rekiyordu" diye yazacaktı. . . lslam Devrimi Cumhuriyeti Devleti, eşimin gerçekten hasta ol­ duğuna inanınayı reddediyordu ve onun Amerika'ya giderek, bu ül­ kenin yardımıyla Tahran'da iktidarı yeniden ele alacağını iddia edi­ yordu . . . ***

New York'a hareketimizin hemen öncesinde, 2 1 Ekim l979'da defterime yazdığım şu satırları buldum:

"Eşimin sağlık durumu beni çok endişelendiriyor. Elbette ümidimi ko­ ruyor, ona cesaret vermeye çalışıyorum ama yüreğimin daraldığı da bir gerçek. O çok zayifladı, zaman zaman dayanılması güç ağnlar çekiyor. Elimden onun için hiçbir şey gelmiyor, hiçbir ilaç ağnlannı dindirmiyor, doktorlar da bu krizierin nedenini açıklayamıyorlar. "New York'a gitme karan almak benim için hiç kolay olmadı. Ame­ rikalılar eşimin gerçekten hasta olduğundan, bu hastalığın vize alabilmek için uydurulmuş bir hikô.ye olmadığından emin olmak için az kalsın ken­ di doktorlanndan birisini gönderecek/erdi. Ne eşimin ne de benim oraya gitmeyi hiç istemediğimizi keşke bilselerdi!" 22 Ekim'i 23'üne bağlayan gece, küçük bir uçakla New York'a gitmek üzere havalandık Meksika Başkanı jose L6pez Portillo, ame­ liyattan hemen sonra Cuemavaca'daki villamıza dönebileceğimiz ko­ nusunda bize teminat verdiği için yanımıza sadece gerekli olan şey­ leri almıştık. Uçağımızın, Amerika'ya giriş formalitelerinin tamam­ lanması için Florida'da Fort Lauderdale'e inmesi gerekiyordu, o an­ dan itibaren işler tersine döndü. Pilot Fort Landerdale'e indi ama yanlış havaalanını seçtiği için orada bizi bekleyen kimse yoktu. Uça­ ğın içi çok sıcaktı, yasak olmasına rağmen pistte biraz dolaşmak için uçaktan indim. Bu esnada Robert Armao başka bir havaalanına indi­ ğimizi bildirmek için birilerine telefon ediyordu. Derken, Tarım Ba­ kanlığı'ndan bir müfettiş uçağa girerek beraberimizde bitki getirip getirmediğimizi sordu ve imha edebileceği ne varsa aldı. 324


Farah Pehlevi

Nihayet, bir saat süren bir bekleyişten sonra, öbür havaalanında bizi bekleyen resmi görevliler geldiler ve New York'a gitmek üzere tekrar havalanabildik. Günün ilk ışıklanyla New York'a vardık. Be­ reket versin, televizyon kanallarından kimse yoktu. Bizi Prenses Eş­ refin, çocuklarımızın kaldıgı Dogu Yakası'ndaki evine götürmeleri­ ni istedik. Ancak sokagın girişinde Robert Armao için çalışan Ame­ rikalılardan birisi yaklaşmamamızı işaret etti; Prenses Eşrefin evinin pencerelerinin altında kalabalık bir gazeteci grubu bekliyordu. Şo­ för geri dönüp, bizi dogruca New York Hastanesi'ne götürdü. On yedinci katta bizim için iki oda ayrılmıştı: birisi Şah için, di­ ğeri ona refakat edecek insanların bekleyebilmeleri için. Odalar bir koridorun sonundaydı, böylece girişler rahatça gözetilebilir ve kori­ dorun bu bölümü kapatılabilirdi. Eşim yatıp, hastane görevlileri onun bakımını üstlenir üstlenmez hemen Prenses Eşrefin evine gittim. Cuemavaca'dan New York'a uçarken yol boyunca, çocuklara babalarının ciddi bir şekilde hasta oldugunu hangi kelimelerle anlatabilecegimi düşünmüştüm. Eşimi hastaneye götürmeden önce, onlarla rahatça konuşabilecegimi sanı­ yordum ama orada bekleşen gazeteciler buna engel olmuştu. Şimdi acil bir durum vardı: Şah'ın l974'ten beri gayet iyi gizle­ nen hastalığı New York Hastanesi'ndeki doktorlar tarafından her an ifşa edilebilecekti. Radyolar ve televizyonlar haberi hemen yayacak­ lardı, o kadar ki çocukların bu haberi gazetecilerin ağzından duyma riski çok büyüktü; bu onlar için düşünülebilecek en acı verici, en sert darbe olacaktı. Onlarla zamanında konuşmayı başardım ve sa­ nırım babalarının iyileşecegine olan ümidimi aktarabildim. Cerrahi müdahalenin, gelişimizin ertesi günü, 24 Ekim'de yapıl­ ması kararlaştırıldı. Ameliyathanenin kapısına kadar eşimin yanında olmama izin verdiler, tam içeri girecegi sırada, herhalde en kötü ih­ timali düşündügünden, Şah bilegimi sımsıkı tutarak şu kelimeleri söyledi: "Çocuklara iyi bak ve insanların seni ezmesine izin verme." Cerrah eşimin safra kesesini aldı, ancak dalağın da çıkarılmış ol­ ması gerektigi apaçık ortadaydı. Bunu neden yapmadı? Daha sonra­ ki açıklamasında, önce iki organı birden almanın zor olacagını dü­ şündügünü söyledi, sonra da safra kesesini almak için yaptıgı kesi­ nin dalaga ulaşmasına izin vermedigini belirtti. 325


Anılar

Ameliyat çıkışında, cerrah ameliyatın başarılı geçtiğini, ilerisi için iyimser olduğunu söyledi. Defterimin 25 Ekim tarihli sayfasını tekrar okuduğumda, durumun aniden yüz seksen derece değişece­ ğinin belirtilerini buluyorum:

"Bu sabah ümidim ve güvenim vardı, kendimi güçlü hissediyordum. Eşimden haber almak için telefon eden insanlara cesaret vermeye çalış­ mıştım ama az önce daktariann bana söyledikleri yüreğime bıçak gibi sap­ landı: bu hastalığa yakalanan hastalann %50'si on iki ile on sekiz ay ara­ sı yaşayabiliyorlardı; %50'si için iyileşme ümidi vardı. Ben, sorulanmla doktorlan sıkıştınnca sözlerini geri alıp bunun kesin olmadığını, her şeyin tamamen hastanın göstereceği tepkiye bağlı olduğunu söylediler. "Yeter ki eşim olumlu tepki versin! Az önce kendisini daha iyi hissetti­ ğini söylüyordu, doktorlar da onun iyileşeceğine inanıyorlar. " Bu ameliyatın ne kadar acemice yapıldığını çok sonra öğrendim. Ameliyatı yapan cerrahın çok fazla para istediğini duydum. (Burada sıradan bir hastanın, tanınan bir kişiden daha iyi tedavi gördüğü söyleniyordu.) Kısa bir süre sonra tekrar çağırmak zorunda kaldı­ ğım Profesör Flandrin, seneler sonra Profesör jean Bemard'a yazdı­ ğı mektupta şu yürek ezen bilançoyu çıkarıyordu :

"Hatırlıyorsunuzdur, Şah için kendisinden yardım istenen Amerikalı ankalog (kanser uzmanı) Doktor Morton Coleman, beni Paris'ten tele­ fonla aradı. Doktor Kean'e Şah'ın hastalığına ilişkin aynntılı bir dosya bıraktığım için, ilke olarak durumu bilmesi gerekiyordu, ben de elimden geldiğince bütün hikayeyi anlattım. Doktor Kean, verdiği sözleri tutmamıştı. Daha sonra öğrenildiğine göre, Morton Coleman da (kendisi üstelik Kean'in seçtiği onkologdu) Ma­ jestelerinin, kendisinden habersiz, tavsiyelerini söylemesine bile fırsat ve­ rilmeden ameliyata alınmış olmasına çok şaşırmıştı. Kean kendisine yar­ dımcı olarak dahiliye bölümünden hormon bilimeisi olan Doktor Willi­ ams'ı almıştı. Safra taşı tanısı konduktan sonra ameliyat kesinlikle iyi se­ çilmemiş bir cerraha verilmişti. O da daha en başından, dalağı çıkar­ maktan vazgeçerek, sağ kaburga altından küçük bir kesi ile kann boşlu­ ğuna girmişti. Bundan daha da ciddi olarak, uygun klinik şartlarda ya­ pılan safra kesesi taşı ameliyatında, ana safra yolunu tıkayan bir taşı 326


Farah Pehlevi

unutmayı başarmıştı. Bu son derece önemli ve bağışlanması mümkün ol­ mayan bir hataydı çünkü ameliyatı bitinneden önce bir görüntüleme tek­ niği uygulanmamıştı. Amerika'da ve diğer ülkelerde tıp dünyası yapılan­ lara inanamamış, hatta bu durum alay konusu bile olmuştu. Dünyanın bütün ülkelerinde olabileceği gibi Amerikan tıbbı da aslında 'en iyi' olanı sağlamamış 'en kötü' olanı yapmıştı. Gerçekten böyle şaşırmamız için birçok neden vardı. Sonrasında yaşanan olaylar zincirine de hep bu be­ ceriksizlik neden oldu. " Eşim, ameliyattan hemen sonra yeniden korkunç ağnlar çekme­ ye başladı. Ancak o zaman doktorlar, safra yollanndaki bütün taşla­ nn alınmadığını fark ettiler. Bu defa, kann bölgesini yeniden açmak yerine endoskopiyle taşın alınmasına karar verildi. Ancak, endoskopi için çağnlan genç doktor bu defa müdahale etmeyi reddetti çünkü o akşam operaya gidecekti! Şaşkınlıktan ka­ nım donmuştu . Eşim tahammülünün sonundaydı, kendini hastala­ nnı tedaviye , rabatlatmaya adaması gereken bu genç doktorun tek düşündüğü şey ise operadaki koltuğuydu. Ameliyata paralel olarak Doktor Norton Coleman da hükümda­ rm kanseriyle mücadele etmeye başladı. Memorial Sloan-Kettering adlı kanserle mücadele merkezi New York Hastanesi'nin karşısında bulunuyor. Bu iki bina birbirlerine yeraltındaki koridorlada bağlan­ mıştır. Bizden, hastane bakım personelinin kullandığı bu koridor­ lardan geçerek ışm tedavisine gitmemiz rica edildi. Korktuğum başımıza gelmişti; hastanede kaldığımız ortaya çıkar çıkmaz, lranlı göstericiler hastane pencerelerin altına üşüşmüşlerdi, her gün geliyorlardı. Eşim, ölümle mücadele etmekteyken o göste­ ricilerin kendisinin ölmesi için dua ettiklerini, avazlan çıktığı kadar "Şah'a ölüm! Kahrolsun Şah!" diye bağırdıklannı duyuyor muydu acaba? Bilmiyorum Tann'nın onu hiç olmazsa bu konuda esirgedi­ ğine inanmak istiyorum. Her ne olursa olsun, beni çok duygulandı­ ran bir olay meydana geldi: yakındaki bir şantiyede çalışan Ameri­ kalı işçiler, gösteri yapan lranlılann davranışından çok üzüntü du­ yarak onlan protesto ettiler. 327


Anılar

Şah bu olup bitenleri duymamış olsa bile, etrafımızdaki büyük gerilimi fark etmemiş olamazdı. Kanserle mücadele merkezi perso­ neli Tahran'ınbir misillemesinin kurbanı olmaktan korkarak bizi ka­ bul etmekte çekingen davranmıştı. O kadar ki, dayanıklan güvenlik koşullanyla neredeyse bizi yan yaşadışı konuma indirgiyorlardı. Ba­ na: "Yann sabah beşte gelin" diyorlardı. Saat dörtte kalkıp hastane­ ye gidiyordum, orada kürün akşamın onuna ertelendigini, yahut daktorun gelmedigini ya da şehir dışında oldugunu ögreniyordum. Bana istenmedigimizi gayet belirgin bir şekilde hissettiriyorlardı. Tekerlekli koltukta oturan Şah'ı cereyandan olabildigince korumaya çalışarak her defasında, yeraltındaki o insanın içini karartan, kirli ça­ maşır torbalanyla dolu dehlizlerden geçmek zorundaydık. Babamın ölümünden sonra, hastanenin bende çok ürkütücü bir anısı kalmış­ tı, burada yaşadıgımız kabus çok hazin bir şekilde onu yansıtıyordu. Evet, bu bir kabustu. Ekim sonunda defterime yazdıgım şu say­ fayı okuyorum: 'Tannm,

eşim bir gün artık olmayacaksa, ne olur, acı çekmesin! Baş­

kalanna hizmete adanmış bir yaşamın ödülü bu mu? Eşimin ağzından en küçük bir yakınma kelimesi çıkmıyor, hala kendisinde gülümseyecek gü­ cü buluyor. Dünyanın dört bir yanından çiçekler, kartlar, telgrajlar ya­ ğıyor. Yakın dostlanmız, ailemiz, hükümdarlar, devlet başkanlan ve öğ­ renciler anyorlar. Onlara cevap vermeli, teşekkür etme gücünü bulmalı­ yım. Bu dünya artık benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Kendimi içim boşalmış gibi hissediyorum. Tahran'da Halkali, Şah'ı hastane odasında öldürmesi için birini göndereceğini söyledi. Humeyni ise, Şah gerçekten hasta mı yoksa yalan mı söylüyor diye görmek için iki doktor göndermek istiyor. CIA'in eşimi koruduğunu iddia ediyor. "Her sabah hastaneye gidiyorum. Bazen öndeki giriş kapısından giri­ yorum ama çoğu zaman, çöp sepetleriyle, eğriimiş sandalyeler ve kınk masalarla dolu badrum katından geçmek zorundayım. Badrumdaki zaval­ lı işçilerin hepsi zenci, aralannda tek bir beyaz yok. Eşimin yanında otu­ ruyorum, yalnız onun yanında kendimi iyi hissediyorum. Dışanda insan­ lar çok sinirli, tasalı, benim canım da aniann korkulannı ya da öğütlerini duymak istemiyor. Bunun yanında, küçük şeylerle de uğraşmam gereki328


Farah Pehlevi

yar, telefona bakmalı, mektuplara cevap vermeliyim. Çocuklanmı istedi­ ğim kadar göremiyorum, okul kitaplanna göz atacak zamanım bile yok. "Eşimin yanındayım, saat öğleden sonra üç. O uyuyor, ben çılgın gi­ biyim, yüreğim daralıyor. Penceredeki storlann arasından ışık sızıyor. Ortalık sakin, sadece ara sıra aşağıdaki arabalann uğultusu, polis ara­ balannın veya bir ambulansın sireni ya da bir helikopterin gürültüsü işi­ tiliyor. Eşimin yürümesi gerekiyor, ancak ben onu yürürken görmeye da­ yanamıyorum, incecik bacaklannın görüntüsü içimi çok fena acıtıyor. Artık sadece altmış dört kilo. Ona ümit vermeli, cesaret aşılamalı, gü­ lümsemeliyim. Düşünüyorum da, bu insan saçlannı ülkesi için ağarttı. Başkan Sedat telefon etti: 'Kardeşim, uçağım senin için hazır bekliyor. Ne zaman istersen, başımın üzerinde yerin var' dedi. Cihan Sedat da birçok kez telefon etti: 'Gazetelerde anlatılanlara aldırma' diye tekrarlayıp dur­ du ve ekledi: 'Biz buradayız, Farah. Biz buradayız. "' O korkunç günlerde Şah, oğlumuz Rıza'nın sevgi ve saygı dolu şu mektubunu alarak teselli buldu:

"Çok sevgili babacığım, "Her şeye kadir olan Tann'dan seni en kısa zamanda iyileştirmesini dilerim. Onun dileğimi yerine getireceğinden eminim çünkü düşündükçe, senin hiçbir hata yapmadığını daha iyi görüyorum. Tüm yaşamını halkı­ na hizmete ve Tann'nm iradesini yerine getirmeye adadın. Onun seni iyi bir insan olarak sevdiğinden ve hep koruyacağından emin ol! Asla yalnız olmayacağını ve milyonlarca insanın dualanyla senin yanında olduğunu bil! Doğduğumuz aziz topraklara yaptığın değerli hizmetler asla unutul­ mayacak. "Tann'dan seni ebediyen korumasını dilerim, sen benim tek yaşama nedenimsin. "Derin sevgilerimle, Rıza." Çok sonraları, büyük oğlum, bana, o kadar uzun yıllar boyunca babasının yaptıklarını öven basının, ondan söz ederken birdenbire 329


Anılar

kullanmaya başladığı kelimeleri görünce çok şaşınp, rahatsız oldu­ ğunu söylemişti.

"Anlaşılır gibi değildi, akşamdan sabaha, babam

'despot', 'zorba' olmuştu. Içimden aynı insandan bahsetmediğimizi düşünüyordum. Benim tanıdığım insan, her zaman halkına saygılı, ülkesine sadık birisiydi. Şimdi aniden bütün dünyayı, onun lran'ı diktatör olarak yönettiğine inandırmak istiyorlardı, ancak biz bunun yalan olduğunu iyi biliyorduk." Evet, çevremizde korkunç bir gerilim vardı, insanlarm kinle do­ lu çığlıklan da beni takip ediyordu. Kendimi sanki, nefretten gözle­ ri hiçbir şey görmeyen kalabahklar tarafından kovalamyormuşum gi­ bi hissediyordum. Yakın korumalanın olan iri cüsseli Arnerikah po­ lisler beni bu insanlardan etkili bir şekilde koruyorlardı. Bir koruma­ mn beni asansöre sürüklerken azarlamasım hala hatırlanm: "Birisi rahatça yanınızdan geçebilir ve dan! Kafamza ateş edebilir." Bunu söylerken işaret ve orta parmaklarını da şakağıma dayamıştı. Ben de "Ne kibar adam!" diye düşünmüştüm. Şah'ın çevresindeki güvenlik kordonuna rağmen, nadiren de olsa birkaç kişi ona ulaşıp destek ve­ rebildiler. Bu kişiler arasmda özellikle eski Maliye Bakanı Hushang Ansary ve Bilimler ve Araştırma Bakanlığı yapmış olan doktor Abdül Hüseyin Sami'nin ziyaretlerini anımsıyorum. Iran'da konser vermiş olan Frank Sinatra da gelip, eşime yolcuların koruyucusu olan Aziz Christophe'un madalyonunu verdi, yaşadığımız sürgünde onun bu anlamlı davranışı beni çok duygulandırdı. Şah, benim son özel ka­ lem müdürüm olan Seyid Hüseyin Nasır ile de görüştü. Anlattığına göre, hastaneye gelirken fazla hız yaptığı için Arnerikah polisler ara­ basını durdurmuşlar, ancak onlara kimi ziyarete gittiğini söyleyince, kendisine yakınlık gösterip serbest bırakmışlar. Bu kargaşada, benim zavallı iki küçük çocuğum, Leyla ve Ali Rı­ za ne olduklannı şaşırmışlardı. Bir iki kez kaçıp onları hayvanat bahçesine götürebildim. Çocuklar hiç olmazsa gittikleri okulda çok mutsuz değildiler, Leyla Marymount'da, kardeşi St. David'de oku­ yordu. Bu korkunç ortamdan korumak için mükemmel bir okula, Ethel Walker'a yatıh olarak yerleştirdiğİrniz Ferahnaz'a gelince, o mutlu değildi. Kendisini bizden fazla uzakta hissediyor, bizi özlü­ yordu. Bu onun için çok ani bir değişiklik olmuştu, sonradan onu 330


Farah Pehlevi

da iki küçük kardeşiyle bir arada bırakmadığım için çok pişman ol­ dum. Özelikle, okulunda onu korumak şöyle dursun, tersini yap­ tıklarını duyduğum zaman hissettim bu pişmanlığı. Öğrendiğime göre, Ferahnaz'ın hasta olduğu bir gün, öğretmenlerinden birisi ona şöyle çıkışmış: "Ne yani, prensessin diye mi bu kadar naz yapıyor­ sun?" Babası ölüyordu, çocuk her şeyini kaybetmişti, bu koşullarda bile birazcık merhamete hakkı yoktu. Bir gün, yanımda bir arkadaşım olduğu halde, normal bir kadın gibi, bir mağazada bir-iki saat dalaşmayı kabul ettim. Fransızmışız gibi davranmaya karar vermiş ve bu münasebetle kendimize Miche­ le ve jacqueline adlarını takmıştık Bir ara karşımızda bulunan tez­ gahtar kız yüzüme dikkatle uzun uzun baktı ve: "Afedersiniz efendim, sizi birisine çok benzettim," dedi. "Ya, öyle mi? Kime benzettiniz?" "Şah'ın eşine ! " Gülümsedim. "Bunu bana daha önce de söylediler." "Öyleyse işiniz zor olmalı. Şu sıralar o hanıma benzemek hiç ko­ lay olmasa gerek." Evet, gerçekten de kolay değildi 4 Kasım sabahı Amerikalılar, bi­ zim Amerika'ya girişimize misilierne olarak Tahran'daki büyükelçi­ liklerinin işgal edildiğini ve diplomatlarının İslamcılar tarafından re­ hin alındığını öğrendikleri zaman gerilim had safhaya ulaşmıştı. Ayetullah Humeyni, bizim on iki gün önce New York'a geldiği­ mizi haber alınca, bunu "Amerikalıların Şah'ı yeniden iktidara getir­ mek için düzenlediği bir komplo" olarak nitelendirerek Amerikalı­ lan aşağılamıştı. Daha sonra da öğrencilere, özellikle de ilahiyat öğ­ rencilerine "Amerika'yı, suçluyu yani aziedilen hükümdan geri gön­ dermeye zorlamak için Amerika'ya ve İsrail'e karşı en şiddetli şekil­ de saldırmaları" için çağrı yapmıştı. Bu rehin alma olayında, işgalci­ lerin, hükümdarın Tahran'a iadesini amaçlayan Devrimin Rehbe­ ri'nin himayesini gördükleri açıkça ortadaydı. Buna karşın, Başbakan Mehdi Bezirgan'ın bu olayla ilgisi yoktu. O ve Dışişleri Bakanı İbrahim Yezdi hemen istifa ettiler. Bu iki kişi331


Anılar

nin istifasıyla Amerika, !ran' daki yeni hükümet içinde diyalog kura­ bildikleri yegane iki muhatabını da kaybetti. Özgürlük Hareketi'nin eski başkanı olan Mehdi Bezirgan, eşimin döneminde lran'a hizmet etmek olan yüzlerce kadın ve erkeğin yargılanmadan idam edilme­ lerine sesini çıkarmamıştı. lbrahim Yezdi'ye gelince, o, cesaretleriyle , saygınlıklanyla, dü­

rüstlükleriyle tanınan General Mehdi Rahimi ı ve Nimetullah N asi­ ri'nin idam edilmelerine karar veren mahkemedeki yargıçlar ve iş­

kenceciler arasında yer almıştı. Ancak bu defa, Amerika Büyükelçi­ liği'ne yapılan saldınyı, hiç kuşkusuz kendi kişisel "ahlak" anlayışı­ na sığdıramamıştı. Elçilikte yaşanan dram, haklı olarak Amerika halkını çok üz­ müştü, basın da hemen insanların öfkesini dile getirmeye başlamış­ tı. Bulunduğum yerden olayların gerçek yüzünü görmem çok zor­ du. Esasen, Amerikan halkı elbette Tahran'daki "ortaçağ kafalı yo­ bazlar"a karşı öfke duymaktaydı ama etrafta bütün bunların eşim yüzünden olduğu da söyleniyordu, o zaman üzüntüden kahrolu­ yordum. O insanın her gün yaşadığı cehennem azabına tanık olan birisi olarak, dile getirilen bu olumsuz duygular, ondan "kurtul­ mak" için neredeyse açık açık yapılan çağnlar karşısında bazen bü­ tün gücümü yitiriyordum. 1979 yılı Kasım ayının o korkunç günlerinde defterime yazdı­ ğım ve benim o zamanki iç alemimi çok iyi yansıttığını düşündü­ ğüm şu notlan buldum:

"8 Kasım. FKO'nü.n2 hastaneye saldırabi/eceği korkusuyla bütün ge­ ce radyoterapi seansını erteledi/er. Bu korkunç bir şey çünkü başka bir hastaneye de gidemiyoruz. Artık yaşamımızın sonuna kadar hiçbir yer­ de bizim için huzur olmayacağını biliyorum. Eşimin hastalığı belki de bir üçüncü dünya savaşına yol açmak üzere. Sokakta Amerikalı gençler bi­ zim savunmamızı üstlenip, iade edilmemizi talep eden lranlı öğrenciler­ le kavga ettiler. 'Siz Carter'ı alın, Şah'ı vermiyoruz' diye bağınyorlardı. Onlann söyledikleri beni rahatlatmalıydı ancak Humeyni yandaşı bile l. General Rahimi, Şah'ın adı geçliginde selamlama cesaretini gösterdigi için önce sag kolu ke­ silmiş sonra idam edilmişti 2. Filistin Kurtuluş Örgütü. 332


Farah Pehlevi

olsalar Iranlılan dövdüklerini bilmek beni derinden yaralamıştı. Hiç is­ temeden, bütün bu üzüntülere, bu gerilime biz neden olmuştuk. "9 Kasım. Şah'a sonunda bu gece, ışın tedavisi yapılacak. Güvenlik nedenleriyle hastaneye gitmemem rica edildi. Evde kaldım ama bir türlü uyuyamıyordum. Her şeyin yolunda gidip gitmediğini öğrenmek için sa­ bahın dördünde telefon ettim. Bana: 'Her şey yolunda' dediler, eşimin badrum katındaki loş koridorlardan götürüldüğünü görür gibi oldum. . . Bu görüntüye dayanamadım, kalktım, polis arabalannın birinden, beni New York'un sessiz sokaklannda dolaştırmalannı rica ettim. Dönüşte hastaneye, eşimi görmeye uğradım ve rahatladım. Kasım. Ferahnaz'ın kent dışında bulunan okuluna gitmek için sa­ bah erkenden uyandım. Bu yol beni sakinleştiriyor, manzara güzel, ağaç­ lan seyrediyorum, Vivaldi veya Mozart'dan bir kaset koyuyorum, Fe­ rahnaz'ın okulu iyi gibi görünüyor ama zavallı çocuk orada hiç mutlu de­ ğil. Onun yalnız olduğunu görmek beni de çok üzdü. Bunlar çocuklar için ne kadar ağır sorunlar! "l l

"14 Kasım. Moralimi bozmamaya çalışıyorum, televizyona bakmıyo­ rum, radyo dinlemiyorum, gazeteleri okumuyorum. Bilhassa televizyon­ Iann olaylan anlatım biçimi beni çok endişelendiriyor. ]immy Carter ar­ tık Iran'dan petrol almayacağını beyan etti; Iranlılar da, petrolü başka ülkelere ve daha pahalı satacaklan cevabını verdiler. Şimdi, yavaş yavaş, bizim hayali servetimizden de bahsetmeye başladılar. . Once yirmi üç mil­ yardan başlayıp otuza çıktılar, bu tümüyle gülünç bir iddia. Humeyni: 'Beraberlerinde, ülkenin bir yıllık petrol üretimine eşdeğer parayı götür­ düler, bu parayı bize geri vermeleri ve yargılanmalan gerekir' dedi. Beni Sadr, tarihte eşimden daha kötü bir insan olmadığını söyledi. Zavallı Amerikalılar çok zor bir durumdalar: insanın karşısında çılgınlar varsa, ne karar vereceğini bilemez ve geleceği görmek imkdnsızlaşır. "15 Kasım. Ortam Jevkalade kötü ancak ben ümidimi korumak zo­ rundayım. Günün birinde, benden söz edilirken: 'Zavallı, bütün o sıkın­ tılara dayanamadı' denmesini istemiyorum. Oyle sanıyorum ki artık bu­ radan gitmemiz gerekiyor. Humeyni ve yandaşlan, sahibi olduğumuzu iddia ettikleri servetimizle ilgili yalanlanyla, Amerikan halkını bize kar­ şı kışkırtmaktalar. Şimdi de Şah'ın uluslararası bir suçlu olarak yargı­ lanması gerektiğini söylüyorlar. Humeyni bütün bir halkı yok etmeye de333


Anılar

vam ediyor, ancak yargılanması gereken benim eşim! Eğer Tann varsa, neden ortaya çıkmıyor? "1 6 Kasım. Bu satırlan yatak odamda yazıyorum. Devamlı olarak balkonuma gelen, çok sevimli, küçük bir sincap var, ona fıstık veriyo­ rum, dost olduk. Şah'ın Anılar'ının elyazması üzerinde

X

ile çalıştım.

Bugün öğleden sonra, hastanede çok kaygılıydım. Amerika'nın eşimi Iran'a geri vermesinden veya onu yargılayacak uluslararası bir mahke­ me kurulması fikrini desteklemesinden çok korkuyorum. "20 Kasım. Tahran'daki öğrenciler, siyah Amerikalılan serbest bı­ raktılar ancak içlerinden biri çok doğru bir söz söyledi: 'Biz de diğerleri gibi Amerikalıyız, derimizin renginin böyle istismar edilmesini istemiyo­ ruz! ']immy Carter Tahran'ı, rehinelere kötü davranıldığı takdirde aske­ ri müdahalede bulunmakla tehdit etti. Bir atom denizaltısının Filipin­ ler'den aynidığı söylendi. "Sakin olduğum bir an bile yok. Kendi kendime eğer Amerika'dan aynlırsak ve Tahran'dakiler rehinelen öldürürlerse gazetelerde: 'Eğer gitmeselerdi, Amerikalılar öldürülmeyecekti' diye yazacaklannı düşünü­ yorum. Ancak, eğer burada kalırsan, belki de şu uluslararası mahkeme­ yi kuracaklar. . . Aklı m zavallı çocuklanmda. Onlann acı çekmemesini ne kadar çok isterdim. "Beni Iran'a geri vermelerine hazınm, yeter ki, hiç kuşkusuz Iran'ın en iyi hükümdarlanndan biri olan eşimin ismi ve eseri kirletilmesin, ye­ ter ki tek bir Amerikalı asker Iran toprağını çiğnemesin ve dünya, çılgın bir din adamının hatası yüzünden kargaşa yaşamasın. "27 Kasım. Bu akşam saat onda Şah yeniden ameliyat edilerek, cer­ rahın bıraktığı taş alınacak. Kanada'dan bir Alman doktor geldi. Ameli­ yat yann yapılacaktı ama güvenlik gerekçesiyle gece yapacaklar. "Bu uluslararası mahkeme hikayesi kanımı donduruyor, sanki ölüm koridorunda bir mahkum gibi yaşadığım duygusuna kapılıyorum. Eğer Şah mahkemeye çıkarsa, senelerce, onun Iran lehine yaptığı işleri öven bütün o devlet başkanlan ne diyecekler? Onlar da mahkum edilecekler mi? Eğer dünya böyle ise, ben artık bu dünyada olmamayı tercih ederim. "Ameliyathaneye gittim, eşim çok sakindi, boğazına bir tüp konmuş­ tu, buna rağmen gülümsemeyi başarması içime işledi. Bu sırada Tahran: 334


Farah Pehlevi

'Şah'ın hasta olmadığına dair elimizde kanıtlar var' diye iddia ediyor, oy­ sa onu burada sondalarla, kan lekeleriyle dolu örtünün altında görüyo­ rum. Onun bu hali yüreğimi parçalıyor. Sadece fiziki olarak duyduğu acıdan değil, belki daha çok ruhen çektiklerinden ötürü. "28 Kasım. Başkan Carter gazeteciler/e bir söyleşi yaptı ve 'Şantaja boyun eğmeyeceğiz' diye beyanda bulundu, belki bu eşimi Iran'a geri ver­ meyeceklerini ifade ediyor. Ilk defa, Amerika Başkanı gözüme cesur gö­ ründü. 'Iran hükümetini, rehin alma olayından sorumlu tutuyoruz' diye ekledi. Şah buraya geldiği zaman kimse bana baskı yapmadı. Bu benim kendi karanm ve doğru olanı yaptığımı düşünüyorum. Hiçbir şeyden piş­ man değilim ve kimseden af dilemiyorum. Şah özgürdür, sağlığı elverdi­ ği zaman gidebilir. " 8 Kasım günü Şah hemen başkana, olaydan duyduğu büyük üzüntüyü bildirmiş ve çetin geçeceği belli olan pazarlıkları daha da güçleştirmemek için sağlığı elverir elvermez Amerika'dan ayrılacağı­ nı bildirmişti. Değişik yerlerde ortaya atılan uluslararası bir mahke­ me kurma fikri, kendisinin iade edilmesini isteyen Tahran'ı yumu­ şatmaya, uzlaşma sağlamaya yönelik gibi görünüyordu. Defterimi tekrar okurken görüyorum ki, basının da bu konuya çok geniş yer vermesi yüzünden, benim aklımda çok önemli bir yer tutmuş. Son­ ra bu mahkemeden söz edilmez oldu. Başkan Carter'ın verdiği temi­ nata rağmen yalnız lran'a iade edilme tehdidi kaldı. Bu tehdit, biz 1980 Martı'nda Mısır'a dönünceye kadar eşimin başının üzerinde asılı kaldı. Eşim Mısır'a gittikten dört ay sonra vefat edecekti. Kasım sonuna doğru doktorlar, hükümdarın yakında hastaneden ayrılabileceği kanısına vardılar, ayrıca yatağa ihtiyaçları olduğunu be­ lirttiler; biz de rahatlamış olarak Cuemavaca'ya dönmeyi düşünmeye başladık. Robert Armao, yardımcısı Mark Morse'u, her şeyin yolunda gittiğinden emin olması ve villanın çevresinde yeniden güvenlik ön­ lemleri alınması için Cuernavaca'ya gönderdi. Oraya 2 Aralık'ta dön­ memiz kararlaştırılmıştı. Oysa, 30 Kasım'da aldığımız bir haber bizi allak bullak etti: Meksika da sığınma talebimizi geri çeviriyordu! Başkan jose L6pez Portilio'nun böyle ani çark edişi anlaşılır gibi değildi. Eğer Meksika hükümeti, o zaman ileri sürüldüğü gibi, Arap 335


Anılar

ülkelerindeki elçilikleri için endişe ediyorsa, 4 Kasım'daki rehin al­ ma olayından sonra niçin bizi ülkesine tekrar davet etmişti? Daha sonra bana bu konuyla ilgili bir başka açıklama yapıldı: Fidel Cast­ ro, Meksika başkanına bize sığınma sağlamaktan vazgeçmesi koşu­ luyla ülkesinin, Meksika'nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konse­ yi'ne girişi lehinde oy kullanacağını bildirmiş. Pierre Salinger'in anlattığına göre, Meksika'nın bizi geri çevirdi­ ğini, bu ülkenin New York konsolasunun ağzından öğrenince, Ro­ bert Armao şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilememiş. Pierre Salinger, kitabının bu olaydan söz ettiği bölümünde şunları yazıyor:

"'Size inanmıyorum,' demiş Armao, 'daha bu sabah Meksika Cumhur­ başkanlığı Sarayı'ndan bana dönüş için hiçbir sorun olmadığını doğrula­ dılar. ' O zaman konsolos, Armao'dan kendisinin Büyükelçi Bay Hugo Margain'e telefon etmesini istemiş. Büyükelçi, konsolasun söylediklerini şu sözlerle teyid etmiş: 'Şah artık Meksika'da persona non grata * . Onun Meksika'da bulunması ulusal çıkarlanmız için bir tehdit oluşturuyor." Pierre Salinger anlatmaya devam ediyor:

"Armao, hayal kınklığına uğramış bir durumda hastaneye döndü. Şah'ın odasının bitişiğindeki odada, bir saat boyunca ona durumu nasıl haber vereceğini düşünüp durdu. Sonra güvenlik görevlilerinden birisi içeri girip: 'Televizyonda haber bülteni var, onun televizyonu da açık, o haberi televizyondan izlemeden sizden duyması daha iyi olur' dedi. "Şah'ın seyrettiği kanal bu haberi geçmedi, bunun üzerine Armao so­ nunda Meksika'nın karannı söylemek zorunda kaldı. Şah, bir an gözleri­ ni ona dikip, duyduklanna inanamadı. Sonra sadece: 'Ama niçin?' dedi. "" l Durumu hemen haber alan Beyaz Saray geçici bir çözüm aradı ve alınan kararları hükümdara bildirmesi için, başkanın hukuk danış­ manı Lloyd Cutter'i gönderdi. Her şey çok çabuk gelişmişti. Ben olayları öğrendiğimde yeni sürgün yerimiz çoktan belirlenmişti bile: Teksas'ta, San Antonio'daki Lackland hava üssüne götürülecektik. Eşim telefon ederek beni uyardı: * Ç. N.

Istenmeyen şahıs.

1. Pierre Salinger, bkz. sayfa 323.

336


Farah Pehlevi

'Teksas'a hareket edeceğiz. Amerikan hükümeti gideceğimiz ye­ ri kesinlikle gizli tutmamızı istiyor. Hiç kimseye söyleme, hatta ço­ cuklara bile." Nasıl? Çocuklara haber vermeden, onlara nerede olacağımızı bi­ le söylemeden çekip gidecek miydik? O anda bunu inanılmaz ölçü­ de zalimce buldum, bu kadarı beni aşıyordu, ancak sessizce kabul­ lendim. Ertesi sabah erkenden yola çıkmamız kararlaştınlmıştı. O akşam Prenses Eşrefin evindeydim, bir arkadaşım telefon edip, ertesi gün öğle yemeğine davet edince, şüphe uyandırmamak için kabul ettim. Arkadaşım bana hangi tran yemeklerini istediğimi sor­ du, becerebildiğim kadar yalan söyledim. O gece uyuyamadım, saatlerce Kambiz Atabey ile sohbet ettim. Şah hastanedeydi. Çocuklar ve ben bir aradaydık Onları düşünü­ yordum, özellikle de daha sadece dokuz yaşında olan Leyla'nın, ona tek bir sevgi sözcüğü söylemeden ortadan kaybolduğumu gördüğü zaman yaşayacağı şaşkınlığı düşündüğümde yüreğime bıçak sapiam­ yordu sanki. Olaylar aynen korktuğum gibi gelişti. Leyla uyanır uyanmaz "Annem nerede?" diye beni sormuş ve Bay Atabey ona be­ nim gittiğimi söyleyince inanmamış. Onun çocuk zihninde, annesi­ nin kendisini öpüp kucaklamadan gitmesi aklın almayacağı bir şey­ di. Hemen benim odama koşmuş, bugün bile bu sahneyi, boğazım düğümlenmeden anlatamıyorum. Benim odada olmadığımı görünce Leyla'nın gittiğime inanamaması, duyduğu acı beni hüzne boğuyor. Günün ilk saatlerinde birkaç parça eşyaını topladım ve sokağa çıktım: hemen o anda yanan televizyon kameralarının projektörleri gözümü kamaştırdı, demek ki, kim bilir hangi kanaldan sızan habe­ ri bütün basın duymuş ve gelmişti. Bana kendi çocuklarımı öpme­ mi yasaklamışlar ama kendileri gazetecilere haber vermişlerdi. Beni bir polis arabasına bindirdiler ve hızla oradan ayrıldık Du­ rumum hem korkunç hem de gülünçtü; sanki bir James Bond fil­ minde gibiydik. Benim bindiğim arabada CIA ve FBI'dan birileri vardı, içi güvenlik ajanlarıyla dolu çamaşır yıkama şirketlerinin ara­ balan etrafımızı çevirmişti. Benimkine benzer bir konvoyla gelen Şah ile havaalanmda buluştuk. Orada, kurşun geçirmez yelek giy­ miş, ellerinde makindi tüfekleri olan kasketli adamların koruduğu 337


Anılar

bir uçak bizi bekliyordu. Uçaga binmemizi rica ettiler. Bu büyük­ lükte güvenlik önlemleri gerektirecek kadar mı tehdit altındaydık? Ben o gece kendi kendime , bu inanılmaz mizansenin tek amacının bizi deli etmek oldugunu düşündüm. Lackland üssünde, bizi karşılayanlann insanı şaşkına çeviren ta­ vırlan bu düşüncemi pekiştirdi. Uçaktan iner inmez hiçbir açıklama yapmadan, hatta günaydın bile demeden bizi iterek bir ambulansa bindirdiler, araç şimşek hızıyla uzaklaştı; şoför, dönemeçlerde ve fren yaparken öyle sert kullanıyordu ki birçok kez, birbirimizin üs­ tüne savrulduk - bizimle birlikte gelen zavallı Doktor Pimia da, ba­ şını sert bir şekilde arabanın tavanının köşesine çarptı. Nihayet dur­ duk, birisi gelip kapılan açtı ve yeni sığınagımızı keşfettik: askeri hastanenin psikiyatri binası! Şah pencerelerine duvar örülmüş bir odaya yerleştirildi, beni de onun yanındaki, içeride kapı tokmağı bulunmayan ve tavanına bir mikrofon konulmuş olan odaya koydular. lçimde çok derin bir ya­ ra açılmıştı sanki. Gözlerime inanamıyordum, burada bize bakmak için bulunan beyaz gömlekli adamlar da hiçbir şey açıklamıyorlar­ dı. Benim odamda bir pencere olduğu için (o da demir parmaklık­ la kapatılmıştı) hemen koşup açtım, kelimenin tam anlamıyla bağu­ luyor gibiydim; ancak bir hastabakıcı başıyla bana işaret ederek pencereye elimi süremeyeceğimi belirtti. Allahtan bu sırada Doktor Pimia yanıma gelmişti. "Bu adama söyleyin lütfen, eğer pencereyi açınazsa aklımı kaçı­ racağım! " Hastabakıcı pencereyi aralamaya razı oldu, sonra o o n santimet­ relik aralıktan gelen taze hava beni büyük ölçüde rahatlattı. Aklımı yitirmemek için defterime bu odayı en ince ayrıntısına kadar yaz­ dım, hatta krokisini bile çizdim. Mark Morse geldiğinde kendimde değildim, sanının bağırmaya başladım: "Hapiste miyiz? Carter bizi hapse mi attırdı? Tutuklandık mı?" Telefon etmeme izin verildi, hemen New York'a Kanıbiz Ata­ bey ve birkaç dostuma telefon ettim. Hepsine de şunlan söyledim: "Bizden bundan sonra haber alamazsanız biliniz ki Lackland'da gözetim altındayız." O kadar altüst olmuştum ki, gerçekten gözetim 338


Farah Pehlevi

altında olsaydık, telefon etmemize izin verilmeyeceğini akıl edemi­ yordum. Kendisi de bizim gibi allak bullak olan Robert Armao bu esnada askeri yetkililerle görüşmeye gitmişti. Birkaç saat sonra, üsteki per­ sonele ayrılan binalardan birinde bize küçük bir daire hazırlanma­ sını beklerken üstün körü bir şekilde bu odalara yerleştirildiğİrniz ortaya çıktı. Nihayet derli toplu döşenmiş o birkaç küçük odaya ge­ çebildiğimizde rahat bir nefes aldık. ***

Lackland'da sadece iki hafta kaldık, başlangıçta korktuğumuz gi­ bi olmadı, bize oldukça sıcak davrandılar. Üs komutanı General Ac­ ker hemen gelip bize yeterli konforun sağlanıp sağlanmadığını araş­ tırdı. lranlı pilotların çoğu Amerika'da eğitim görmüşlerdi, bu neden­ le general ve arkadaşları bizim havacılarımız vasıtasıyla lran'ı tanıyıp sevmeyi öğrenmişlerdi ve Şah'a saygı duyuyorlardı. Eşim böyle içten, sıcak bir ortamda bulunmaktan, hatta birkaç subayla havacılıkla ilgi­ li izienimlerini paylaşmaktan memnundu, epeyce rahatlamıştı. General Acker, sürgünde bizi rahatlatmak için elinden geleni yaptı. Birçok kez bizi akşam yemeğine davet etti, subaylarıyla tanış­ tırdı, hatta tenis oynamak istediğimi öğrendiği zaman çevresinde be­ nimle tenis oynayabilecek birilerini bile aradı. Tenis, daha doğrusu genel anlamda spor benim için bir tür tedavi, fizik olarak ve ruhen ayakta kalabilmemin yoludur. Hatta bugün bile, en zor anlarda, te­ nis benim pes etmememe yardım eder. Lackland'da iken, tenis oyna­ maya gitmek için kendimi çok zorlarnam gerekiyordu, ancak sonra­ dan yararlı etkilerini hissediyordum. Zaten benim için tek özgürlük alanıydı tenis, bunun dışında, general, bizim güvenliğimiz için duy­ duğu kaygı nedeniyle, nazik bir şekilde, kaldığımız binadan uzaklaş­ mamızı yasaklamıştı. Beraberimizde, Amerikalı güvenlik görevlileri tarafından çember içine alınan bizim iki subayımız, Albay Cihanbini ve Albay Nevissi olduğu halde sadece kaldığımız binanın çevresinde gezmemize izin vardı. Bizim lranlı albaylar bu güvenlik çemberinden sıkılıyorlardı, ben de onlara takılınadan edemiyordum: "lyi oluyor işte. İnsanın yanında her zaman yakın korumalarının olmasının ne kadar sinir bozucu olduğunu öğreniyorsunuz böylece. 339


Anılar

Eskiden bunu size sık sık söylüyordum ama siz bana pek inanmı­ yordunuz." Böylece özgüdüğümüzden mahrum olduğumuz o günlerde, ay­ nı duygulan paylaşarak bir parça gülmeyi başarabiliyorduk. Ameri­ kalı subaylar bize sempatilerini göstermek için Humeyni ile alay eden kasetler ya da üzerine onun karikatürü basılmış tişörtler geti­ riyorlardı. Bu arada, 1979 yılının 7 Aralık günü aldığımız bir haberle can evimizden vurulduk. Prenses Eşrefin oğlu Şehriyar Şefik Paris'te öl­ dürülmüştü. Kızkardeşinin 1 6 . bölgede oturduğu "Villa Dupont" adlı evine gireceği sırada, başında motosiklet kaskı olan bir adam ensesine bir kurşun sıkmış, ikinci bir kurşunla onu öldürüp gözden kaybolmuş. Deniz subayı olan otuz dört yaşındaki Şehriyar'ı, Şah da ben de çok beğenir ve severdik Islam Devrimi gerçekleştiği sırada hala !ran­ da bulunuyordu, küçük bir kotraya binerek Basra Körfezi'ni geçip ülkeyi terk etmeyi başarmıştı. Çıkar çıkmaz bir direniş hareketini örgütlerneye girişmişti. Deniz Kuvvetleri'nde alçakgönüllülüğüyle tanınır, sahip olduğu meziyetlerle sevilip takdir edilirdi. İran'da ka­ lan subay arkadaşlannın bir çoğu ile teması sürüyordu. Eşim Baha­ malar'da, üç-dört ay önce onunla uzun uzun görüşmüştü ve Şehri­ yar dayısına mücadeleyi sürdüreceğini söylemişti. O kendisine gü­ venilebilecek nadir insanlardan birisiydi. Yeğeninin ölümü ile Şah derin bir ümitsizliğe düştü, ağzını bı­ çak açmıyordu. Prenses Eşref, perişan bir durumda Lackland'a, ya­ nımıza geldi; onunla beraber ağlamaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktu. Tanrım, bu ölüm çarkı ne zaman duracaktı? lran'ı büyük bir ülke haline getiren bütün o erkekler ve kadınlar birbiri arkasına yok olup gidiyorlardı. Beklenildiği gibi Tahran'daki acımasız din adamı Sadık Halkali bu yeni cinayeti üstlendi ve "Çökmekte olan bir rejimin bütün o pis yardakçılannın hepsi saf dışı bırakılıncaya kadar" insanlan öldür­ meye devam edecekleri konusunda uyarıda bulundu. Şah'ın sağlık durumunun daha da bozulmasında belki duyduğu o derin acının etkisi oldu. Eşim artık hiçbir doktorun kontrolünde 340


Farah Pehlevi

değildi, oysa dalağı yeniden büyümeye başlamıştı. Telefonla kendi­ sine bilgi verdiğim Profesör Flandrin endişeli göründü, Şah'a yeni­ den Chlorambucil verilmesine şaşırmıştı. Daha sonra bunu "Yeni bir saçmalık" olarak nitelendirecekti. Hem Şah'ın sağlık durumu, hem de olabildiğince hızla Ameri­ ka'dan ayrılmamızı temenni eden Beyaz Saray yüzünden Lack­ land'de daha fazla kalmaya devam edemezdik Ancak nereye gide­ bilirdik? Bir ara bizi kabul edeceğini söyleyen Güney Afrika bile artık bu­ nu istemiyordu. Çok aşağılayıcı bir durumdu bu, bütün dünyanın gözünde kendimizi paryalar gibi hissediyorduk. Buna Güney Afrika gibi hala ırk ayrımı uygulayan ve benim aslında gitmek istemeyece­ ğim, utanç verici rejimler dahildi. Nihayet l 2 Aralık'ta Beyaz Saray Genel Sekreteri Harnilton ]or­ dan gelip hükümdara, Panama'nın bizi kabul etmeye hazır olduğu­ nu söyledi. Bay jordan Panama'dan geliyordu ve bize General Omar Torrij os'un davetini getiriyordu. Bu daveti kabul etmekten başka bir seçeneğimiz yoktu. Şimdi eşimle ilgili bir tıbbi karar almak gerekiyordu. New York taki ameliyatı hazırlayan Doktor Benjamin Kean, kendisine yardım­ cı olarak seçtiği ve ameliyat ekibinde de yer alan Doktor Williams ile birlikte gelerek Şah'ı muayene etti. Ikisi de bu defa dalağın alınma­ sının kaçınılmaz olduğu görüşüne vardılar. Eğer durum acil ise, Amerikan yönetimi ameliyatın Amerika'da yapılmasına hazır gibiy­ di. Harnilton jordan'a gelince, o bizim ülkeden olabildiğince çabuk ayrıldığımızı görmek istiyordu. Eşim birdenbire konuşmayı bitirdi: "Gidelim, ameliyat daha sonra Panama'da yapılır. " ***

Orada bize ayrılan ev Pearles takımadalarında, Contadora ada­ sında, Panama kentine uçakla ya da helikopterle yarım saat mesafe­ deydi. Evin sahibi olan Panarnalı büyükelçi Gabriel Lewis onu bize tahsis etme inediğini göstermişti. Uçaktan inerken hissettiğimiz aşı­ rı sıcak hava bizi şaşırttı, üstelik kışlık elbiselerimizle gelmiştik. Villada, birinci katta balkonlu olanı büyük olmak üzere dört ya­ tak odası vardı, eşimi büyük odaya koşullar elverdiğince yerleştir341


Anılar

dik. O kadar büyük bir yorgunluk duyarken onun dinlenmeye, bi­ raz konfora ihtiyacı vardı, ama ona bu konforu hiç sağlayamadım. Eğer pencereyi kapatırsam bunahyordu, açtığım zaman da cereya­ nın ortasında kalıyordu, bu da saglığı için hiç iyi değildi. Gözlerimi ondan ayırmıyordum, endişeden çıldıracak gibiydim: Bu ülkede, hiç kimseyi tanımadığımız bu küçücük adada onun için ne yapabi­ lecektim? Panama'da geçen bu ilk günlerden bende kalan tarifsiz bir acının anısı. . . Defterimde yazılı, kaygı dolu şu birkaç satır buna tanıklık ediyor:

" 1 6 Aralık. Şah asla yakınmıyor, ne olursa olsun sakin ve ndzik. Ya­ şayacak ne kadar zamanı kaldı? Bunu bilmiyorum. Pasifik Okyanusu nun ortasında kaybolmuş bu küçücük adada, nemli ve sıcak ortamda öy­ le rahatsız ki. . . Zavallı eşim benim. Çok güzel bile olsalar, insanlan çok hoş da olsa adalar beni boğuyor. Bu akşam çok karamsanm, tükendim. Hıçkınklanm bile değişti. Çocuklanm için, eşim için hayatta kalmaktan başka çarem yok. Sürgündeki bütün Iranlılar mutsuz. "18 Aralık. Panarnalı gençler Amerika Büyükelçiliği önünde gösteri yaptılar; General Torrijos endişe etmememizi söyledi. Burada sorun ya­ ratmayacaklannı umanm. Aksi takdirde nereye gideceğiz? Geriye sade­ ce Mısır kalıyor. Amerikaltiann bizim oraya gitmemize izin verecekleri de kesin değil. "19 Aralık. On günden beri Şah kendini iyi hissetmiyor. Dalak ame­ liyatı yapmaya karar verdiler ama ne zaman? Nerede? Çok endişe edi­ yorum. Önce bir şeyler ümit ediyor, sonra ümitsizliğe düşüyorum, gün­ ler büyük bir belirsizlik içinde akıp gidiyor. Acısına rağmen tebessümü­ nü koruyabilen bu insana hayranlık duyuyorum. Daha da zayıfladı, göz­ leri kocaman oldu. Bazen bakışlannda korku görüyorum. Tannm, ne olur onu yaşati Bereket versin ki çocuklar Noel tatilinde annemle gelebildiler. Artık bizden uzakta yaşıyariardı ama hiç olmazsa bu korkunç, aşağılayıcı, yı­ kıcı göçebe yaşamını paylaşmamışlardı. Burada da ev hepimizin bir ara­ da bannabileceği kadar büyük değil, onlara yakınlarda bir villa kirala­ dık. Bu birkaç günlük tatil, bitmek bilmeyen bu cehennem azabı içinde küçük bir parantez gibi oldu. Ailece geziler yaptık, çok uzaklarda kalan 342


Farah Pehlevi

Keis adasına gittiğimiz zamanlardaki gibi, hep birlikte yüzdüh. Tenise tekrar başladım, partnerim, bitişikteki otelde çalışan ve nezaketiyle be­ nim moralimi yükselten genç bir Uruguaylı, adı Mariella. Şah bugün kendini biraz daha iyi hissetti ve hortun kenannda oturup bizim oyunu­ muzu seyretti. Hatta kısa bir süre oynadı!" İçimize işleyen hayal kırıklıklarıyla dolu o karanlık günlerden ça­ lınmış bu anlar, bugün belleğimde sevgiyle yüklü anılar olarak kal­ dı. Bir gün ayağıma su kayaklan geçirme arzusuna karşı koyama­ dım, uzun zamandır böyle bir arzu duymamıştım. Kayak yaparken güvenlik sorumlularının ıslık çaldıklarını duyup sağa sola koşuştur­ duklarını, elleriyle bana işaretler yaptıklarını görünce şaşırdım: kör­ fez köpek balıklarıyla doluydu, biz buna dikkat etmemiştik. Bu birkaç gün boyunca Şah, İngiliz gazeteci David Frost ile bir televizyon söyleşisi yaptı. Onlara din adamlannın çağdaş dünyayı anlamadıklarını ve İran'a çok kötülük yapacaklarını söyledi. Düşün­ celerinden hiçbir şey saklamadan, her soruyu içtenlikle yanıtlamaya özen gösterdi. Gazeteci İslam Devrimi'nin nedenlerini sorduğu za­ man hükümdar ona şu cevabı verdi: "Size söylüyorum, Bay Frost, ne olup bittiğini hala anlamış değilim. " Kendisinin "büyüklük komp­ leksi" olduğunu iddia edenlere şu cevabı vermekte haklıydı: "Hint Okyanusu bölgesinde istikrarın hakim olmasına katkıda bulunmaya çalışmak, büyüklük kompleksine sahip olmak mı demektir?" Niha­ yet, oynadığı rol ve sahip olduğu imaj ile rejime muhtemelen ·zarar vermiş olan Savak'a ilişkin bir soruya Şah şu yanıtı verdi: "Ülke için iyi olduğuna inandıklan şeyi zorla kabul ettirme imkanları vardı, ya­ nılmış olabilirler." ***

Panarnalı yetkililer, Şah'ın hastalığının seyrini izlemesi için Dok­ tor Adan Rios'u görevlendirdiler. Bay Rios, eğitimini Amerika'da yapmış, ciddi, görünüşüne göre bilgili bir kanser hastalıkları uzma­ nıydı. 1 980 Ocak ayı boyunca birçok kez gelerek eşimi muayene et­ ti ve gerekli kan örneklerini aldı. Daha sonra öğrendim ki, bu ziyaretierin dışında, çoktan bir dip­ lomatik savaş başlamıştı bile: Şah, hala Amerikalıların yönetiminde 343


Anılar

olan kanalın eski Amerikan bölgesinde bulunan Gorgas Hastane­ si'nde mi ameliyat olacaktı, yoksa Panamalıların işlettiği Paitilla Tıp Merkezi'nde mi? Doktor Kean ve Doktor Williams Gorgas Hastane­ si'ni istiyorlardı; Doktor Rios'un tercihi ise Paitilla'dan yanaydı, za­ ten Şubat ayında, dalağın alınmasının daha fazla ertelenemeyeceği­ ni gözlemleyerek, eşimi kısa bir süre için hastaneye yatırmış ve ameliyata hazırlık olarak bir dizi tetkik yapmıştı. lşte o zaman Amerikalı doktorlarla Panarnalı doktorlar arasında gerçekten şiddetli çatışmalar oldu ve bu çatışmalar sonucunda eşi­ min ölümünü hıztandırma pahasına, ameliyatı anlamsız çekişme­ lerle iptal ettiler. Bu arada ben çok endişeknmiş ve Profesör Flandrin'den Pana­ ma'ya gelmesini rica etmiştim. Kendisi daha ilk safhaclan itibaren eşimin ve benim sonuçlarına katlanmak zorunda kaldığımız, karşı­ lıklı alınganlıkların yol açtığı bu savaşı en iyi gözlemleyen kişi ol­ du. Burada onun Profesör Jean Bernard'a yazdıklarını aktarıyorum, sürgünde yaşadıklarımızın bu hüzünlü öyküsü ibret verici bilgiler­ le dolu:

"Kraliçe Hazretleri bana tekrar telefon edip, durumu değerlendir­ mem için Panama'ya onlan görmeye gitmemi istedi. Oraya vanşım çok kolay olmadı. Fransız Havayailan'nın Concorde uçağı ile New York'a git­ miştim ve Braniff Havayollan ile transit olarak Panama City'e uçacak­ tım. Kennedy Havaalanı'nda Concorde'dan indiğimde, birisinin taşıdığı pankarttaki duyuruyu görünce şaşırdım: 'Mr. Flandrin, please contact in­ formation desk.'* Ilk düşündüğüm şey, hastanın başına önemli bir şey gel­ diğiydi. Oysa bana iletilen mesaj bambaşkaydı, yine de kaygımı azaltma­ dı. Benden Robert Armao'yu New York'taki evinden ararnam isteniyordu. Armao'nun bana sözlü olarak bir bilgi aktaracağını sanıyordum. Telefo­ na cevap veren eşi oldu ve bana Bob'un beni yolculuğuma devam etmeyip evinde onunla görüşmem için uyardığım söyledi. Bu nedenle uçağıma bin­ medim, bir taksiye atlayıp belirtilen adrese gittim. Bütün bunlar doğal olarak, aklımdan geçen karamsar olasılığı güçlendiriyordu. Taksi New York'un merkezine oldukça yakın, beni biraz şaşırtan bir evin önünde •

Ç.N. Bay Flandrin, lütfen enformasyon bürosuna gidiniz.

344


Farah Pehlevi

durdu. [. .. ] Armaoya, dilimin ucuna gelen soruyu hemen sormadım ama Majestelerinin sağlık durumunda bir değişiklik olmadığını aniamam faz­ la uzun sürmedi. Çok şaşırmıştım, kendisine derhal Panarnayı arayıp, New York'a haber vermem gerektiğini söyledim. Bunun sorun olmadığını söyleyerek beni temin etti. Sükunetimi korumaya çalışarak hemen açıkla­ ma yapmasını istedim. [. . .] "Artık onun bana teklif ettiği sert içkileri kabul etmekten ve tek açıkla­ ma olarak, ertesi sabah 'tartışmak' için 'hepimizin' görüşmesi gerektiği dü­ şüncesiyle yetinmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Yolculuğum sıra­ sında 'durdurulmuştum', beni burada 'alıkoymaya' çalışıp çalışmayacakla­ nnı görecektim. Bu düşüneeli dost beni bir otele yerleştirdi, ertesi sabah ge­ lip beni aldı ve Doktor Kean'in özel 'ofis'ine götürdü! Hırsımdan köpürü­ yordum. Benjamin Kean beni güleryüzle, her zamanki gibi ağzında koca­ man bir pura ile karşıladı. Yardımcısı Doktor Williams da oradaydı, beyaz saçlı, yüzü genç, belli belirsiz gülen biri. Şen şahrak Annao'nun dışında ta­ nımadığım üç-dört kişi daha vardı. Herkesin dikkati benim üzerimde top­ lanmıştı. Kendimi dostlar arasında bir şey içecekmişiz gibi değil de, bir jü­ rinin ya da bir mahkemenin önündeymişim gibi hissediyordum. Hemen sa­ dede gelindi. Kraliçe Hazretlerinin benden acele gitmemi rica ettiğini, ken­ disi aksini emretmediği takdirde yoluma devam etmek istediğimi kararlı bir şekilde anımsatarak, kendilerinden bana açıklama yapmalannı talep ettim. Beni yolumdan çevirmelerinin, yoksa tutuklamalannın mı demeliy­ dim, nedenlerini açıklamalannı istedim. Elbette beni yatıştırmaya çalıştı­ lar; Kean her zamanki haşmetli havasıyla kendisinin 'Majestelerinin özel doktoru' olarak ondan sorumlu olduğunu vs. açıkladı. Özet olarak Pana­ maya kadar zahmet etmem gerekmiyordu. Bana gelince, oraya gitmekte kesin kararlıydım. Temiz kalpli biri olarak saflık dönemim geçmişti. Bizzat hasta tarafından çağnldığımı bir kez daha anımsatarak, sadece onun beni bundan alıkoyacağını, her halükarda o gün öğleden sonra, bir gün önce binmem gereken Braniff uçağına bineceğimi söyledim. . . Eğer orada bulu­ nanlardan hiç birinin itirazı yoksa tabii! Kararlı tavnm etkisini gösterdi. Eşime haber veremeden Panama'da bir ay kalacaktım, televizyonkıra ba­ karak o istediği sonucu çıkarabilecekti. Artık Doktor Kean'in söylediklerini dikkate almak niyetinde değildim ve bana hastam için yararlı görünen ney­ se onu yapacaktım. 345


Anılar

"Oykünün New York bölümü çok seviyesiz bir kafa yetersizliğinden başka bir şey değildi. Panama bölümü de -tıpkı Meksika'da alınan karar­ lar gibi- tıbbi sorunlara, adi bir politikanın iğrenç hesaplannın bağlan­ masından ibaretti. Panama'ya vardığım zaman Doktor Adan Rios ile gö­ rüşmem sağlandı. Karşımda nihayet kendisinden istenen göreve uygun bir doktor vardı. Birbirimizi anlamakta hiçbir sorun yaşamadık. Birlikte ka­ rar verebilmek için, karşılaşacağımız güçlüklerin listesini hazırladık. Gorgas Hastanesi'nin Amerikalı doktorlanyla da ilk görüşmeleTimizde hiçbir sorun yaşanmadı. Hastayı Contadora adasında, kendisine verilen malikılnede muayene ettikten sonra aşağıdaki gözlemleri yaptım: New York'ta yapılan ışın tedavisi, normal süresini tamamlamamış ol­ sa da, biyopsi bulgulan kötü gidişli lenfarnaya uyan sol boyun bölgesinde­ ki kitleleri eritmişti. Artık terapi uygulanmamasına karşın, hastanın kan değerleri düşüktü. Trombositler ve akyuvarlar ileri derecede azalmıştı, ama hasta iyi görünüyordu. Ancak henüz çok ciddi olmasa da zaman za­ man solunum yolu enfeksiyonlan yaşayabiliyordu. Ozellikle dalak 1 9 74 muayenemizde bulduğumuzdan farklı bir durumdaydı. Ileri derecede bü­ yümüştü. Bu hızlı gelişme hastalığın başlangıcındaki tablonun tekrannın çok kötü gidişli bir lenfomanın dalağa yerleştiğini düşündürmekteydi. So­ run açıkça ortadaydı: Çevre kanındaki hücre azalmalan dalağın aşın ça­ lışmasına bağlı olabileceği gibi, hastalığın kemik iliğine yayılmasının bir göstergesi de olabilirdi. Adan Rios benimle aynı görüşü pay/aşıyordu; Ke­ an ve Williams hala New York'ta olduklan için, doktor olarak özgürce son müdahelemi yapıp kemik iliğinden örnek alabildim. Hasta her za­ manki metanetiyle buna katlandı. Bunlar benim Panama'ya gelişimin hemen ertesi günü oluyordu. Va­ kit yitirmek için bir neden göremiyordum. Adan Rios ile pervaneli küçük uçağa binip döndük ve Gorgas Hastanesi'nde kemik iliği boyalannı yapıp, yaymalan inceledik. Hiç ümit etmediğim güzel bir sürpriz/e karşılaştım: kemik iliği hücreden çok zengindi, hiçbir anormal kanser elemanı görül­ müyordu. Alyuvar öncülerinde bir artış söz konusuydu. Bu nedenle bağı­ şıklık sisteminin uyanlmasına bağlı bir alyuvar yıkımını araştırdım. Bu aşamada dalaktaki yayılırnın hala sınırlı olması ve çevre kanındaki hüc­ re azalmasının, dalağın aşın büyümesinden kaynaklanması olasılığı var­ dı. [. ) Dalağın alınmasından sonra CHOP tipi (veya CHOP benzeri da. .

346


Farah Pehlevi

ha yüksek dozlu) bir kemoterapi uygulamayı öngörüyordum. Kemotera­ pi alanında çok deneyimli olan Adan Rios da aynı sonuca varmıştı. "Tedaviye ilişkin önerilerimizi Majestelerine bildirdik, sonra da mü­ dahalenin hangi koşullarda yapılacağını inceledik. Ameliyatla ilgili ola­ rak başlangıçta özel bir sorun yaşayacağımızı düşünmüyorduk, bizi kay­ gılandıran ameliyat değildi. Buna karşın, akyuvar ve trombosit gibi eksil­ miş kan hücrelerinin yerine konması sürecinde hastaya verilmesi gereken kanla ilgili olarak daha ciddi sorunlar ortaya çıkabilecekti. Adan Rios, Bay D. Anderson ile temasa geçti ve Dakton jane Hester'a telefon etti. Kan nakli, özellikle akyuvar naklinde uzman olan jane Hester'ın kendi alanında fevkalade bir şöhreti vardı. IBM aygıtlanyla kan hücrelerini tek tek ayırma konusundaki deneyimi nedeniyle ondan vazgeçemezdik, o da ekibe dahil olmalıydı. Adan Rios onu tanıyordu, onu gelmeye ikna etti. Doktor Hester IBM'den bir mühendisle birlikte gelecekti, Panama'da IBM hücre ayıncısı bulunmadığı için onu da getirmesi gerekiyordu. "Biz böylece ameliyatla ilgili hazırlıklanmızı yapmaya başladık. Bu sı­ rada, Kean'e telefon edip, koşullann burada kalmamı gerektirdiğini söy­ ledim. Bu nedenle Panama yolculuğunu o yaptı. Contadora'ya geldiğinde Doktor Williams da yanındaydı. Onlara durumu anlatıp, en kısa zaman­ da dalağın alınmasını istediğimi söyledim. Sonrasında Kean ile benim aramda çok sert bir tartışma yaşandı. Kean dalağın alınmasına karşı çık­ tı, bunu stratejik nedenlerle yapsa tartışabilirdik ama o dalak alınmasının çok tehlikeli olduğunu, ameliyatiann çoğunun ölümle sonuçlandığını dü­ şünüyordu. Ben de kendisine ölüm oranının %1 'in altında olduğunu söy­ ledim. "Majesteleri bana güvenini belirtince, Kean de kararlanma katılmak zorunda kaldı. Görünüşe göre, asıl korktuğu şey bu işten elini çekmek zo­ runda kalmasıydı. Daha sonra gayet mütebbessim bir şekilde geri gelip, bizim önümüzde Majestelerine 'dünyadaki en büyük cerrahı' getirteceği­ ni haber verdi. Herkes kimin adını söyleyecek diye nefesini tutmuş bekler­ ken Michael de Bakey adını bildirdi. Bu isme kuşkusuz yabancı değildim, kalp-damar cerrahisi alanında büyük bir uzmandı ancak ben bu seçimin uygun ya da doğru olup olmadığı konusunda bir görüş bildiremezdim. Majesteleri ismi duyduğu anda kesinlikle hiçbir tepki göstermedi; ya bu isim ona hiçbir şey ifade etmiyordu, ya da tanıyordu ama hiçbir şey belli 347


Anılar

etmedi. Kean büyük bir hayal kınklığına uğramış gibi görünüyordu, her­ halde sadece daktorun adının bile hasta üzerinde mucizevi bir etkisi ola­ cağını düşünmüş olmalıydı. Adan Rios ve jane Hester'a gelince, onlar De Bakey isminin kendilerini çok şaşırttığını belirtip karşı çıktılar. jane Hes­ ter Majestelerine düşüncesini söylerken ben de oradaydım. Hiç dolambaç­ lı yollara girmeden, çok kesin bir ifadeyle De Bakey'nin, kann bölgesinde yapılacak bir kanser ameliyatında oynayacağı hiçbir rol olmadığını, bü­ tün bunlann saçmalık olduğunu belirtti. Ben bu tartışmada araya gire­ mezdim, sadece çok iyi tanımadığım Amerikalı doktorlar arasında bir se­ çim yapmaya kendimi yetkili görmediğimi söylemekle yetindim. Kean be­ nim bu konuda taraf tutmadığımı iyi anladı, artık Adan Rios ve jane Hes­ ter'ın görüşlerini umursamayabilirdi, öyle de yaptı. "Yine de bu strateji tutmadı çünkü Amerikalılar Panamaiılan hesaba katmamışlardı. Gerçekten de Adan Rios'un üstünde bir tıbbi hiyerarşi vardı ve bu insanlar her şey Panama topraklannda olup biterken kendi­ lerinden izin alınmamasını ya da bu tedavide yer almalannın sağlanma­ masını·anlamıyorlardı. Bu işte parmağı olan bazı insanlann, özellikle de Paitilla kliniğinin cerrahı Doktor Garcia'nın (Mexico'daki doktor Garcia değil, başka birisi) oynadığı biraz karanlık rol ve Amerika hükümetiyle General Torrijos arasındaki politik etkileşim artık açıkça biliniyor, bun­ dan söz etmek bana düşmez. Sadece şunu söylemek istiyorum: bizim tıb­ bi mücadelemiz aslında rehinelen kurtarmak için Carter yönetimiyle Tahran arasında yapılan müzakereler temeline oturuyordu, bu gerçek benim için bile apaçık ortadaydı. "Boş yere zaman kaybediyorduk. Ameliyatın yapılacağı yer konu­ sunda Amerikalılar ile Panamalılar arasında sorun yaşanıyordu: Ameli­ yat Gorgas Hastanesi'nde mi yoksa Paitilla'da mı yapılacaktı? llişkiler li­ monileşiyordu. De Bakey, Houston'dan hareket etmeden önce medya ile bir söyleşi yapmış, sonra da yanında asistanı, anestezi uzmanı ve hemşi­ resi olduğu halde özel uçağı ile gelmişti bile. Daha önce Şah'ın yanına ulaşmak için gizlice duvarlan aştığım dönemden, bugün flaşlar ve tele­ vizyondan canlı yayın dönemine geçmiştik. Yaşanan olaylann gösterişli ve medyatik bir hal alması, görünüşe göre Panarnalı daktariann hiç ho­ şuna gitmiyordu. Ve Kean'in Amerikalı bir gazeteciye verdiği uygunsuz demeç ateşin üstüne benzin döktü. Kean bu demecinde 'Panamalı doktor348


Farah Pehlevi

!ann' bu tıbbi-cerrahi sorunu çözmeye muktedir olmadıklannı ima edi­ yordu, bu nedenle Amerikalı cerrah hızır gibi yetişmişti vs. "O andan itibaren Panama ve Amerika saflan arasında açık savaş başladı. Majesteleri, bir solunum yolu enfeksiyonu geçirdiği için Panama City'e götürülmüş ve Paitilla Hastanesi'ne yatınlmıştı. O günlerde hiçbir kampa ait olmadığım için darbe almayan tek kişi bendim; herkes beni kendi tarafına çekip karşı taraf aleyhine bir şeyler yaptırmak istiyordu. De Bakey bana karşı gayet hoş ve dostça davranıyordu. Panarnalı cerrah Doktor Garcia bana kendi bakış açısını anlatıyordu. Hatta bir gün şun­ lan söyledi: 'Şu De Bakey denen yıldıza ne ihtiyacımız var? Dalak ame­ liyatı benim için çocuk oyuncağı, sağ elimi belime koyup sol elimle bile yapabilirim!' Habis bir kan hastalığı sırasında büyüyen bir dalağın çok özel önlemler gerektirdiğini söyleyerek itiraz ettim. Majesteleri sürmekte olan savaşın kesinlikle farkındaydı, kanıt olarak o günlerde bana söyle­ diği bir gözlemini aktanyorum: 'Profesör Flandrin, ısviçreliler gibisiniz, savaşan taraflar arasında nötr kalıyorsunuz!' "Başlangıçtaki gerilim ortamı artık tamamen çatışmaya dönüşmüştü; bizim o zaman kaldığımız Holiday Inn otelinin hemen yanındaki Paitilla kliniği Panarnalı askerler tarafından kuşatılmıştı. Hiç kimse içeri giremi­ yordu, bu durum Amerikalı doktorlar için olduğu kadar benim için de ge­ çerliydi. Panama polisi otel odalanmızda arama yaptı ve bize, hemen oracıkta çektikleri resimlerimizi koyduklan plastik giriş kartlan hazırla­ dılar; sanki suçluymuşuz da parmak izi vs. için emniyette antropometri* servisine geçiyormuşuz gibiydi. . . Nihayet, elimizde bu giriş kartlanmız­ la, televizyon kameralan önünde otelimizden çıkıp yürüyerek Paitilla'ya gidebildik. Panarnalı ve Amerikalı tıp yetkilileriyle bir tür yuvarlak ma­ sa toplantısı yapıldı. Onlann ileri sürdük/eri gerçeklerin esasını kesinlik­ le kavrayamadım, ancak anlaşıldığına göre, De Bakey ameliyatı yönete­ mese de yardım edebilecekti. Daha sonra hastayı görmeye gittik. Majes­ teleri giyinmişti ve üzerindeki cekete rağmen bizi buz gibi bir havayla karşıladı. Amerika/ılann ileri sürdük/eri gerçekleri dinledi; hatırladığım kadanyla, akciğerindeki rahatsızlık nedeniyle acele etmemek, ameliyatı birkaç gün ertelernek gerektiği sonucuna vanlmıştı. Ben artık bu tartış* Ç.N. Adalet alanında, suçluların bulunabilmesi için ve antropobiyolojide insan organizma­ sının ölçülmesi için kullanılan ölçüm tekniklerinin tümü.

349


Anılar

maya katılmıyordum, kesinlikle sessiz kaldım. Oradan aynlacağımız sı­ rada, doktorlar çıkarken ben bilhassa yerimden kımıldamadım. Majeste­ leri gözleriyle beni onayladı ve kendisiyle yalnız kaldım; göz ucuyla bir­ birlerini süzen Panamalı/ar ve Amerikalılar tepki gösteremediler. Majes­ teleri, bana açıkça şu soruyu sordu: 'Profesör Flandrin, ne dersiniz, siz­ ce burada ameliyat olmalı mıyım?' Kendilerine şu yanıtı verdim: 'Kesin­ likle hayır, olabilecek şeylere hiç güvenmiyorum. ' O da ekledi: 'Benim de kanaatim bu. ' Birkaç kelime daha söyledikten sonra odadan çıktım. "O zaman, bu cerrahi ekiplere karşı duyduğum güvensizlik teknik ne­ denlerden kaynaklanmıyordu çünkü hiç birisiyle bir deneyimim olma­ mıştı. Benim güvensizliğimin nedeni yapmamız gereken işle kesinlikle bağdaşmadığını düşündüğüm, hüküm süren o korkunç havaydı. Söz ko­ nusu olan sadece basit bir dalak ameliyatı değildi, uzun bir döneme ya­ yılacak ve birbirine bağlı olarak alınması gereken tıbbi karariann birin­ ci evresiydi bu. Konuyu sükunetle ele almak zorunluydu; oysa insanlar serinkanlılıklannı korumayı başaramadılar. "Ben Panama'ya geleli neredeyse bir ay oluyordu, gelişimin hemen ertesi günü Şah'ın tedavisine ilişkin Adan Rios ile aldığımız karar hala uygulanmamıştı. Tedavisiz bırakılan hasta giderek kötüleşiyordu, hasta­ lığın alanı boş bulduğu için, kaçınılmaz bir şekilde anatomik yayılımını yaptığını düşünüyordum. Elimizde kalan son şans, Panama'dan aynla­ rak bir şeyler yapmayı denemek gibi görünüyordu. Hal-i hazır durum­ daki sorumluluk paylan ne olursa olsun, Amerikalı ekip de kuşkusuz ay­ nı sonuçlara varmış olmalıydı. Itiraf edilemeyen ve saklanan politik ge­ rekçelerin, olup biten her şeyi nasıl etkilediğini artık biliyoruz. Doğal ola­ rak benim hiçbir şeyden haberim yoktu, ancak tıbbi olmayan mülahaza­ lann da hesaba katıldığını hissediyordum. Bir gün, De Bakey'in odasın­ da onunla sohbet ederken Amerika'dan telefon edildi. Telefonla konuştu­ ğu kişi, o anda bile (Panama'daki son günler) bir cerrahi müdahale ka­ rannın gerçekten yararlı olup olmadığını soruyordu. De Bakey, cevap olarak, kendisinin sadece cerrah olduğunu, dalak ameliyatı karannın ba­ na ait olduğunu ancak bu ameliyatın zorunlu gibi göründüğünü söyledi ve ekledi: 'Profesör Flandrin yanımda, telefonu ona veriyorum, kendisi size gerçeklerini söyleyebilir. ' Sanınm, telefondaki Harnilton ]ardan idi. Her zaman söylediğim şeyi ona da tekrarladım, geciktiğimizi, bir an ön350


Farah Pehlevi

ce eyleme geçmek gerektiğini belirttim. Aniayabildiğim kadanyla, o sıra­ da hastaya Panama'da bir müdahale yapılması ihtimali onu rahatsız ediyordu. "Paitilla kliniğindeki görüşmeden sonra görece bir 'banş' ortamı oluş­ muş tu. Bu sırada, hiç kimsenin inanmadığı bir yalan sanki gerçekmiş gibi ortaya atıldı: Şah'ın solunum yollanndaki enfeksiyon, ameliyatın ileri bir tarihe atılmasını zorunlu kılıyordu, bu arada herkes evine dönebilirdi. . . "

Hiç kuşkusuz, Profesör Flandrin'in dikkatli bir ifadeyle dile ge­ tirdiği Harnilton Jordan'ın sıkıntısı , Panama'nın rehine krizini çöz­ meyi denemek için benimsediği stratejiyle açıklanabilir. Bu strateji eşimin tutuklanmasını gerektiriyordu. Beyaz Saray bu kararı destek­ liyor muydu? Bunu bilmiyorum. Ancak şurası açık ki, eğer ameliyat edilseydi, Şah doğru dürüst gözetim altında tutulamayacaktı. tık günden itibaren General Torrijos, Tahran'daki rehinderin serbest bırakılması konusunda bir rol oynamak ve böylece dostu Carter'ı içinde bulunduğu dramatik çıkmazdan kurtarmak istiyor­ du . General, 1978 yılı başında kanalı Panama Devleti'ne geri veren Amerika Başkanı'na teşekkür etme fırsatını bulduğunu düşünüyor­ du. Omar Torrij os'un bize karşı gösterdiği konukseverlik, büyük bir olasılıkla generalin öncelikle Başkan Carter'a yardım etme arzusuy­ la açıklanabilirdi. O sırada bizim bütün bunlardan haberimiz yoktu ama Panama'da güvende olmadığımızı çabuk hissettik, hoşgeldiniz tebessümlerinin arkasında itiraf edilmesi güç amaçlar saklanıyordu. Nitekim, evin ar­ kasındaki kullanılmayan eşyaların konduğu bir odada, bizim telefon konuşmalanmızı kaydetmeye yaradığını hemen anladığım bir teyp ve elektrik tesisatı buldum. Acaba general bizi rehinelerle değiş-to­ kuş yapmayı mı düşünüyordu? Hayır, kuşkusuz Amerikalılar buna karşıydılar, en azından öyle görünüyorlardı. Ancak generalin Tah­ ran'ı yumuşatacak ve çözümü kolaylaştıracak kumazca bir oyun ara­ dığı anlaşılıyordu. lran'ın, ellerine bizim iademizi talep eden resmi bir yazı tutuştu­ rup Panama'ya gönderdiği iki avukat, generale aradığı bahaneyi sun­ du. Fransız uyruklu avukat Christian Bourguet ve Aıjantinli Hector 351


Anılar

Villalon, Noel tatili sırasında, biz Contadora adasında tüm aile bir aradayken Panama'ya gelmiş olmalılar. Gayet tabii, bunu bizden sak­ ladılar, ancak l 980 yılı Ocak ayı içinde Panama başkanı Aristides Roya bize bilgi verdi ve çok nazik bir şekilde Tahran'dan gelebilecek bir tehdide karşı bizi savunacak Panarnalı bir avukat tayin etmemizi önerdi. Kendisine ne olduğunu sorduk. Bize iki avukatın "Şah'ın iş­ lediği iddia edilen suçlarla" ilgili bir dosya hazırladıklarını söyledi. Bu gibi suçlamalara karşı bizi savunmak için Panarnalı bir avukat seçmenin pek akla uygun olmadığını düşündük. Bu avukat ne eşi­ min başardığı eserin büyüklüğünü ölçebilirdi ne de İslam Cumhuri­ yeti yetkililerinin açtıklan davanın ne kadar sağduyudan yoksun ol­ duğunu gösterebilirdi. Tahran'ın gönderdiği avukatlada ilgili öğren­ diklerimiz, bizim Panarnalı yetkililerin gerçek niyetleriyle ilgili kay­ gılarımızın artmasına neden oldu. Her fırsatta bizi rahatlarmaya çalışan General Torrijos, aslında Tahran'ın iade talebinden yararlanarak yönetimdekilere teminat ver­ meyi istiyordu. Bunu daha sonra öğrendik. Panama yasaları, iade is­ temi ile ilgili bir yargıya varmadan, yetkililerin eline iade talebi geçer geçmez söz konusu olan kişiyi tutuklamakla yükümlü kılıyordu. Öy­ le anlaşılıyordu ki general, Şah'ın tutuklanmasının sembolik olarak, İslamcı öğrencileri rehinderi geri vermelerine ikna etmeye yerebile­ cek bir etki yapacağına inanıyordu. Zaten tarihçilere göre, o zaman İslam Cumhuriyeti'nin başkanı olmaya can atan ve iki avukatı Pana­ ma'ya gönderen Sadık Kutbizadel de, sadece eşimin evinde gözetim altına alındığı haberinin bile öğrencileri yumuşatabileceğini sanıyor­ du. tki avukat iade dosyasını hazırlamaktayken, tıbbi alanda iki ekip Profesör Flandrin'in anlattığı savaşı sürdürüyorlardı. Başımızın üze­ rinde dolaşan tehditierin gerçek boyutları hakkında bilgi sahibi ol­ masak da, çevremizdeki ürkütücü havayı ve oradaki varlığımızın yol açtığı gerilimi hissediyorduk. Biraz daha yakından tanıdığımız gazeteciler bize: "Panama'dan aynlınız, gidiniz, burada kalınanız tehlikeli" diyorlardı. Adada, günlük yaşamda karşılaştığımız sorunl . Tahran Büyükelçiliği'ndeki Amerikalılann rehin alındığı dönemde dışişleri bakanı olan Sa­ dık Kutbizade. Humeyni'ye karşı gizli bir darbe hazırlamakla suçlandı ve ihanetten hüküm gi­ yip 1982 Eylül'ünde idam edildi. 352


Farah Pehlevi

larla ilgilenen Arınao'nun yardımcısı Mark Morse bir gün, hiçbir ne­ den yokken ortadan kayboluverdi. Sonra, Panama güvenlik görevli­ leri tarafından tutuklanmış olduğunu öğrendik. Onun serbest bıra­ kılınasını sağlamak için, Arınao'nun Beyaz Saray'a haber vermesi ge­ rekü. Adadaki son günlerimize doğru, telefonumuzun çalışmadığı­ nı fark ettik. Durumu bildirdiğim zaman, gerçekten de telefonumu­ zun kesildiği yanıtını verdiler. . . Çünkü fatura ödenmemiştil Telefon yeniden bağlandı ancak ilginçtir, birkaç gün boyunca General Tor­ rijos'a ulaşmamız mümkün olmadığı gibi, evinde oturduğumuz bü­ yükelçi Gabriel Lewis ile de konuşamadık lşte, insanın aklını kaçırabileceği bu koşullarda düzenli olarak bizi arayıp haber soran Cihan Sedat'a telefon ettim. Panama'da hiç­ bir daktorun eşimi asla ameliyat etmeyeceğini ve durumumuzun ümitsiz olduğunu anlamıştım. Ancak, telefonumuzu dinlediklerin­ den emindim, içinde bulunduğum karmaşık ruh haliyle Cihan Se­ dat'a, etrafımızda gizlice çevrilen dolaplar hakkında bilgi edinmek için New York'taki görümcemi aramasını söyledim. Prenses Eşrefin de dinlendiği aklıma bile gelmemişti. Cihan Sedat durumu anladı. "Gelin," dedi bana, "Mısır'da sizi bekliyoruz." Mısır Cumhurbaşkanı'nın eşi, daha sonra yazdığı anılannda bu dönemi şöyle dile getirecekti:

"Farah 1 980 Mart'ında, Panama'dan beni arayarak şunlan söyledi: 'Ümitsiz bir durumdayız, Cihan. Eşimin kanseri dalağa sıçradı, derhal ameliyat edilmezse ölecek. Ancak ben hiç kimseye güvenemiyorum. 'Niçin Farah, niçin?' Ağlamamak için kendisini tutuyordu. 'Telefonda açıklarnam zor' di­ ye yanıt vererek bana telefonlannın dinlendiğini ihsas etti. 'Panama'dan hemen aynimak zorundayız. Raporlar tehlike çanlan çalıyor. ' Neyi ima ettiğini gayet iyi biliyordum çünkü Panama'nın Şah'ı lran'a, mutlak bir ölüme geri göndermek için Humeyni ile pazarlık ya­ pabileceği söylentilerini ben de duymuştum. 'Ya ameliyat Farah? O nasıl olacak?' 'Ne yapacağımı bilmiyorum, Cihan! Onu bu hastaneden çıkarmalıyım. ' 353


Anılar

Farah'ın söyleyemediği şeyi, inanmak istemesem de çok iyi biliyordum. Humeyni, Şah'ı ameliyat masası üstünde öldürtmeye başarabilir miydi? 'Onu ameliyat ettirmek için Amerikalı doktorlar getirtemiyor musun?' 'Panama hükümeti onlara ameliyat izni vermeyi reddetti,' diye bitik bir sesle yanıt verdi. 'Ama Amerikan yönetimi sizin lehinizde bir girişimde bulunabilir!' 'Amerikan yönetimi mi?' dedi Farah, acı bir tonla. 'Onlardan hayatı­ mızın sonuna kadar yetecek yardımı aldık. ' [. . ] .

'Farah, hiç vakit kaybetmeden Mısır'a gelmelisiniz!' Başka hangi yeni cezaya tahammül edebilecekti? Farah ülkesini kay­ betmişti. Bugün eşini de kaybedebilirdi. Enver'i makamından arayarak, ona durumun ciddiyetini anlattım. 'Az önce Farah'a, Şah ile birlikte hemen Mısır'a gelmelerini teklif et­ tim. Yanlış mı yaptım?' 'En küçük bir tereddütün olmasın, Cihan. Farah'ı arayıp, kendisine derhal Cumhurbaşkanlığı uçağını göndereceğimi söyle. ' 'Emin misin? Bu epeyce gürültü koparacak .. ' .

Ancak, eşim emindi. 'Bu Allah'ın hoşuna gidecek' diye yanıtladı beni. Bu iyi haberleri vermek için Farah'ı tekrar aradığım zaman, duydukla­ nna inanamadı. 'Amerikalı doktorlann ameliyat yapmalanna izin vere­ cek misiniz?' diye kuşhuyla sordu. 'Emin misin?' O kadar uzun zaman, öyle çok korkmuştu ki artık kime güveneceği­ ni bilmiyordu. 'Evet, Farah, evet' diye yanıtımı birkaç kez tekrarladım. '1 Panama'yı terk etme olasılığımızdan hemen endişeye düşen Car­ ter, özel olarak görevlendirdiği hukuk danışmanı Lloyd Cutler ve Dışişleri Bakanlığı çalışanlanndan, han'da bulunmuş olan Amie Raphel'i bize gönderdi. Onlan Contadora'da kabul ettik ve ben tüm görüşme süresince eşimin yanında kalmayı istedim. Amerikalı gö­ revliler Arınao'nun ve Albay Cihanbini'nin bu buluşmada hazır ol1 . Cihan Sedat, A Woman of Egypt (Mısır'da Bir Kadın), New York, Simon & Schuster Yaymlan, 1987. 354


Farah Pehlevi

malarını istememişlerdi. Bay Raphael konuşmasına bizim için çok büyük övgü dolu sözlerle, lsfehan'da geçirdiği beş yılını anlatarak başladı, Şah'ın halkını ne kadar çok düşündüğünü, benim de yok­ sunluk içinde yaşayan insanların refahı için ne büyük çabalar göster­ diğimi gördüğünü söyledi. Daha en başında, konuşmasının tonu ho­ şuma gitmedi, bizim yaptığımız fedakarlıklar üzerinde böyle ısrarla durarak, o günkü siyasi krizi çözmek için, eşimi kendini feda etme­ ye sevketmek istediğini anlıyordum. O konuşmasını sürdürdükçe içimde gerçek bir öfkenin yükseldiğini hissediyordum. "Şah'ın ken­ disini halkı uğruna feda etmesi normal," diye düşündüm, "ancak, kendi toprakları üzerinde yabancı diplomatları rehin almaya cesaret eden suçlu bir devleti yumuşatmak için ondan kendisini feda etme­ sini isternek ahlaken kabul edilemez." Sonra Lloyd Cutler bizim Mısır'a gitmemiz olasılığından Ameri­ ka'nın duyduğu kaygıyı dile getirdi. Kahire'ye gidişimizin, zaten ol­ dukça zor durumda olan Başkan Sedat'ı siyasi olarak daha da zayıfla­ tabileceğini, böylece Ortadoğu'daki barış çabalarına zarar verebilece­ ğini söyledi. Ben de cevap olarak hızla, bize davetini tekrarlayan Mı­ sır Cumhurbaşkanı'nın, nasıl hareket edeceğini bilmek için hiç kim­ seye ihtiyacı olmadığını söyledim. Bay Cutler yine de bizim Pana­ ma'da kaldığımızı görmeyi dilediğini belirtmekten geri kalmadı; ame­ liyatın Gorgas Hastanesi'nde yapılabileceğini belirtti. Eşim gayet sa­ kin bir şekilde şu cevabı verdi: "Ameliyat sırasında yapılabilecek bir hata sebebiyle ya da ekipte bulunan ve başkalarından para alan bir kişi yüzünden masada öleceğime, şerefimle ölmeyi tercih ederim." O zaman yetenekli bir diplomat olan Bay Cutler son kozunu oy­ nadı: Amerika, Şah'ın Houston'da ameliyat edilebilmesi için bize ye­ niden sınırlarını açmaya hazırdı, ancak bu takdirde Tahran'da işleri daha vahim bir duruma getirmernek için kendisinin tahttan feragat etmesi kaçınılmaz gibi görünüyordu. Ben son derece ciddi bir şekil­ de "Halk bu kararı anlamakta zorluk çeker" dedim. Kısa bir sessiz­

likten sonra, bu varsay'ıma göre tahtın oğlumuz Rıza'ya geçeceğini söyledim. "Büyük oğlumuza bir şey olursa, ikincisi tahtın varisi ola­ cak. Eğer küçük oğlumuz da engellenirse, aileden başka birisi tah­ tın sahibi olacak." 355


Anılar

Hükümdar Kahire'de tamamladığı Anılar'ının son şeklinde bu görüşmeyle ilgili olarak şunları yazacaktı:

"Amerikalann teklifini ciddi olarak ele almadım. Bir buçuk yıldan be­ ri verdikleri sözlerin pek bir değeri olmamıştı. " Amerikalı iki yetkiliyle 2 ı Mart ı 980 günü görüşmüştük Ertesi gün, yani Cumartesi, Başkan Carter bizi kabul etmekten vazgeçir­ mek için Cumhurbaşkanı Sedat'ı aramış. Bunu başaramamış, Mısır Devlet Başkanı'nın kendisine sert bir şekilde şu uyarıyı yaptığını öğ­ I want the Shah here, and alive." *

rendim: "]immy

O Cumartesi günü, eşim Lloyd Cutler'a mümkün olan en kısa sü­ rede Mısır'a gideceğimizi doğruladı. Başkan Sedat bize Mısır Cum­ hurbaşkanlık uçağını göndermeyi teklif etmişti, ancak Amerikalılar bizim Amerika kıtasındaki herhangi bir firmadan uçak kiralamamızı tercih ettiklerini bildirdiler, bu da aynı gün mümkün olabildi. O za­ man, kendi kendimize Mısır uçağını neden istemediklerini sorduk; cevabı Azor adalannda durduğumuzcia anladık, yakıt almak için ver­ diğimiz mola az kalsın rehin alınmamıza neden olacaktı. Contadora adasına gelişimizden üç ay sonra, nihayet 23 Mart Pazar günü, saat on dörtte, Evergreen Havayolları'na ait bir DC-8 uçağına bindik. Ge­ nellikle charter uçuşlan için kullanılan uçakta, ateşi yükselen eşimin uzanabileceği hiçbir yer yoktu. New York'tan Contadora'ya bizi gör­ meye gelen çocukluk arkadaşım Elli Antoniades'den bizimle Kahi­ re'ye kadar gelmesini istemiştim. Moral desteğe ihtiyacım vardı, ar­ kadaşım bir saniye bile tereddüt etmedi. Uçakta yan yana oturmuş­ tuk ama bu uçağın gizli mikrafonlarla dolu olduğuna öyle inanmış­ tım ki arkadaşımla konuşmaya cesaret edemiyordum. Uçak havalanır havalanmaz defterime şu satırları yazmışım:

"23 Mart. Eşimin gözleri ateşten çakmak çakmak. Onu bu halde gör­ mek beni kahrediyor. Elbette Cihan'ın yanında, dostlanmızın arasında olacağız, ama yine de endişeliyim: yeter ki Müslüman Kardeşler Örgütü çok fazla sorun yaratmasın . . . Zavallı çocuklanm, onlar için öyle üzülü­ yorum ki. Önceki gün Nevruz'u kutlamak için yanımıza gelemediler. Te­ lefonda onlara hangi durumda olduğumuzu ve niçin bütün o daktariann * Ç.N. Jimrriy, Şah'ı burada ve canlı olarak istiyorum. 356


Farah Pehlevi

babalannı ameliyat edemediğini söyleyemedim. Sanınm bunu zaten bili­ yorlardı çünkü sesleri her zamankinden daha üzgündü. Pilot Panama hava sahasını terk etmekte olduğumuzu bildirince hepimiz derin bir ne­ fes aldık. Ancak Mısır'a kadar daha uzun bir yolumuz var, eşimin ken­ dini kötü hissetmesinden korkuyorum. " Gece Azorlar'da durduk, resmi gerekçe yakıt ikmali yapmaktı. Bu konuda uyanldıgımızdan, yola çıkmadan önce Azor adalarının yerini iyice ögrenebilmek için bir haritaya bakmıştım. Başlangıçta her şey gayet normaldi; uçaga gerçekten yakıt ikmali yapıldı, bu sı­ rada birkaç subay gelip, büyük bir saygıyla Şah'ı selamladılar. Eşim sendeleyerek de olsa, onları vakur bir şekilde selamlamak ve kendi­ lerine teşekkür etmek için ayaga kalkacak gücü buldu. Az sonra, tekrar havalanmak üzere oldugumuzu düşünüp biraz hava almaya çıktım. Pistte yürürken bana refakat eden kabin görevlisine tran'ın hangi koşullarda çırpınmakta oldugunu anlattım. Hava soguktu ve bir ara bu adam kendi ceketini çıkarıp omuzlarıma koydu. On beş dakika daha geçmişti. Neden havalanmıyorduk? Rüzgarın şiddetle çarptıgı uçaga döndügürnde orada ısının çok düşmüş oldugunu fark ettim. Eşim üşütecekti, ona bir battaniye ge­ tirttim. Ansızın içimi bir endişe kapladı; bir saattir buradaydık! Bu bekleyiş ne anlama geliyordu? Bunun ardında, Mısır'a gitmemizi en­ gellemek için son bir girişim yatıyor olabilir miydi? Bir Amerikan üs­ sünde ve bir Amerikan uçagında bulunuyorduk, öyleyse her şey mümkündü. Durumu araştırmaya giden Robert Armao'ya bir üs yet­ kilisi, uçagın bazı hava sahalanndan geçmek için izin verilmesinin beklendigini söylemişti, bu açıklama pek inandıncı degildi. Artan bir kaygıyla böylece dört saat geçti. Sonunda en kötü olasılıgı düşünerek, Paris'te bir dostumu arayıp durumumuz hakkında bilgi verdim. Ona Şah'ın agır hasta oldugunu, Azor adalannda uçagımızın havalanma­ sına izin verilmedigini söyledim. Başımıza bir felaket geldigi takdir­ de, bütün dünyaya duyurması için ona güveniyordum. Öte yandan, Armao da boş yere Harnilton jordan'a ulaşınaya çabalıyordu. Sonunda uçak yeniden havalanma iznini adı. Bu arada neler ol­ muştu? Daha sonra gazeteciler ve tarihçiler bu bitmek bilmeyen ına­ lanın perde arkasını anlattılar. Resmi olarak lran'a iade edilmemizi ta357


Anılar

lep eden bir yazıyı vermek üzere olan Tahran'ın avukatı Christian Bo­ urguet, Hamilton jordan'dan uçağımızı Panama'ya geri getirtmesi için Azorlar'da yolumuzu kesmesini rica etmiş, Sadık Kutbizade, Şah'ın tutuklandığı bildirilir bildirilmez rehinelerin serbest bırakılacağından emin olduğunu söylemiş. Hamilton jordan da Başkan Carter'a bu ko­ nuda hiçbir bilgi vermeden uçağımızı bir süre için bekletmiş. Sonra saatler geçtiği halde Tahran'dan cesaret verici bir işaret gel­ meyince Kutbizade'nin ve onun aracısının sözlerine daha fazla gü­ venmekten vazgeçmiş. Yine de 24 Mart Pazartesi günü biz Kahire'ye ulaştığımız sırada, lran'a geri verilmemiz talebi Panarnalı yetkililere iletilmiş. Eğer bu talep vaktinde gelseydi General Torrijos ne yapardı acaba? Eşimi ev­ de gözetim altına almakta tereddüt etmeyeceğine inanmak için ye­ terli nedenlenın var. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Azorlar'da yaşadığımız bu olay sırasında Portekiz Dışişleri Bakanı olan şahıs bana uçağımızın yeniden havalanmadığını gören dışişleri görevlilerinin Amerikalılara telefon ettiklerini anlattı: "Bize mantıklı hiçbir açıklama yapmadan, muğlak bir şeyler söylediler" dedi. Bu durumdan gururu ineinen Portekiz hükümeti ertesi gün hemen, Amerika'daki büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı'na göndermiş. Bakanlıktan kendisine bu hikaye­ nin sadece Amerika'yı ilgilendirdiği, sonuç olarak kendisine hiçbir açıklama yapılamayacağı cevabı verilmiş. Mısır'dan ayrıldığımızdan bu yana, çeşitli acılarla, aşağılamalada dolu, o ülkeden bu ülkeye savrulduğumuz on dört ay akıp geçmiş­ ti. Sanki bütün bu yaşadığımız acılan silmek ister gibi, Başkan Se­ daı ve eşi bizi uçağın merdiveninin altında, geleneksel kırmızı halı üzerinde karşıladılar. Merasim kıtası da oradaydı. Şah o kadar duy­ gulandı ki gözleri doldu. On dört ay önce yaptığı gibi, Enver Sedat ona sevgiyle sarıldı. Şah çok zayıflamıştı. Daha sonra Cihan Sedat o günü şöyle anlatacaktı:

"Şah'a bakarken, Amerikalıların katı tutumu nedeniyle bir kez daha altüst oldum. Uçağın merdivenlerini güçlükle indi, o kadar zayıftı ki, el­ bisesi iki beden büyük gibi görünüyordu. Yüzü kireç gibi bembeyazdı. Eğer dosta ihtiyacı olan biri varsa, o da Şah'tı." 358


Farah Pehlevi

Şah, Kahire'de hasta yatagında ailesiyle birlikte.

Bizim gelişimizden önce, parlamentoda yapılan bir müzakere so­ nunda 8 aleyhte oya karşı 384 lehte oyla Başkan Sedat'a insanlığın temel prensipleri ve İslam konuksevediği adına bizi kabul etme yet­ kisi verilmişti. Bu nedenle Mısır halkının gelişimizden haberi vardı, sevinçli bir kalabalık bizi selamlamak için havaalanında bekliyordu. Mısır devlet başkanı bizim için Kubbe Sarayı'nı hazırlatmıştı; sa­ rayın içinde bulunduğu güzel bahçe kentin gürültüsünü engelliyor­ du. Başkan hükümdara sarayı kendisi gezdirdikten sonra, ona Ma­ adi Askeri Hastanesi'ne kadar eşlik etti. Hastanenin bir kanadı Şah için aynlmıştı. Bir yıl önce biz Bahamalar'da iken, Profesör Fland­ rin'in gerekli gördüğü ve o zamandan beri ertelenip duran dalak ameliyatının yapılması için uygun koşullar nihayet hazırdı. Çocuklan getirtmek için de koşullar uygundu. Bu ameliyattan önce onların babalannın yanında olmalarını arzu ediyordum, risk­ Ierin farkındaydım. Çocuklar hemen geldiler ve çok uzaklarda ka­ lan Tahran'daki mutlu günlerimizden beri ilk kez, ertesi gün kovul­ ma korkusu duymadan nihayet bir araya geldik. On yaşındaki Ley­ la, babasının rahatsızlığının ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Ona 359


Anılar

babasının organlanndan birinin iyi çalışmadığını anlattım, o da her­ halde içini rahatlatmak için olsa gerek, babasına hasta organ yerine yeni, daha iyi bir organ konulup konulamayacağını sordu. Ameliyatı beklerken beş gün geçti; büyük bir endişe içinde yaşa­ dığım beş uzun gün. Sabah akşam Kubbe Sarayı'nı Maadi Hastane­ si'nden ayıran uzun yolu katediyordum. Uykusuz geçen gecelerim­ den sonra Kahireli sürücülerin korkunç klakson seslerinin beni has­ ta ettiğini anımsıyorum. Sonunda, her an irkilmemek için bu yolda giderken kulaklanma tıkaç koydum. Hastane personelinin üstüne titredikleri Şah ise, yeniden huzura kavuşmuştu. Önemli olan da buydu. Mısırlılar ona dostluklarını binbir yoldan gösteriyorlardı: ba­ zıları hastaneye telefon edip kan vermeyi öneriyorlardı, birçok Mısır­ lı ona mektup yazıyordu, hastanenin kapılannda bile, dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin soru sorduklan satıcılann, işsiz güç­ süz kişilerin "kardeşimiz" diye söz ettikleri hükümdar için ağızlann­ dan yalnız sımsıcak, sevgi dolu sözler çıkıyordu. New York Hastane­ si'nin pencereleri altındaki kin dolu gösterilerden çok uzaktık niha­ yet. Bu sırada Başkan Sedat'ın özel doktoru olan Taha Abdül Aziz'in başkanlığında ameliyat ekibi hazırlanıyordu. Doktor Aziz, kendisini daha ilk görüşümde bende büyük bir güven uyandırdı. Ancak, bu kadar beklediğimiz dalak ameliyatının 28 Mart 1980 günü ameliyat ekibi tarafından hangi koşullarda yapıldığını anlatması için, sözü bu­ rada bir kez daha Profesör Flandrin'e bırakıyorum:

"Majestelerinin Kahire'ye gitmek üzere Panama'yı terk ettiğini ben de herkes gibi öğrenmiştim. Evimin telefonu çalmakta gecikmedi; Kraliçe Hazretleri benden yanianna gitmemi istiyordu. Yola çıkarken tam olarak ne olacağını bilmiyordum. Kahire'ye vardı­ ğımda De Bakey ve ekibinin de davet edildiklerini öğrendim. Kendisinin Panama'dan aynlırken bunu bildiğini tahmin ediyorum. Nitekim, yanın­ da her zamanki, o kendinden emin havalı Avustralyalı asistanı, aneste­ zisti, hastabakıcısı ve fazladan, bu işin dışına kesin olarak çıkanlan jane Hester'ın yerini alacak olan bir biyolojist ekibi vardı. Bütün bu isimlerle birlikte çalışmak için Kean-Williams ikilisi de gelmişlerdi. Maadi Askeri Hastanesi'nin bir katı Şah için aynlmıştı, kendilerini orada ziyaret ettim. 360


Farah Pehlevi

Odasının penceresinden, uzaklarda Nil nehri ve Banapart'ın Mısır seferi sırasında, atalarımdan ]oseph Flandrin'in vali olarak atandığı, şimdi Ka­ hire'nin varoşlarının bulunduğu küçük Gizeh kentinin piramitleri görü­ lüyordu. Hükümdann yatağının başucunda dururken aklımdan bütün bunlar geçiyordu. Gözlerimin okyanusa ve uçan pelikanlara tahıldığı Contadora adasından bu yana dekor değişmtşti, ancak ne yazık ki hasta­ nın sağlık durumu da değişmiş olmalıydı. Sağlık durumu görünüşte Pa­ nama ile aynı gibiydi ama bir ay hiçbir şey yapmadan geçmişti, Meksi­ ka'dan bugüne kadar da dört ay boyunca hemen hemen düzgün bir teda­ vi yapılmamıştı. "Majesteleri beni görmekten rahatlamış gibiydi. Kendilerine iyimserlik ve cesaret aşılayan sözler söyledim. Tıbbi etik ve mantık, Profesör De Ba­ key'nin yapacaklanndan ümitli olmarnı gerektiriyordu. Bir ay önce has­ talığa ilişkin aldığım tavnn hala geçerli olup olmadığını kendi kendime sormaya başlasam da artık kimseyi durduramazdım, o günkü koşullarda yapacağım en iyi şey, Amerikalı ekiple dayanışma içinde almaktı. [. ] ..

Mısır tıp dünyasının en iyi doktorlan, Başkan Sedat'ın özel doktoru olan bir kardiyolog başkanlığında görev başındaydı/ar. Doktor Taha Ab­ dül Aziz, soylu davranışlan ve sükunetiyle, daha sonra Fransız ekibiyle Mısırlı doktorlar arasında çekişmeler yaşandığında bana çok yardımcı oldu. Oradaki Mısır ekibinde çok eski bir dostumu, Başkan Sedat'ın da­ madı olan hemotolog Amin Afifi'yi de buldum. "Cerrahi müdahaleyle dalağın alınması için hiçbir engel kalmamıştı. Ameliyat De Bakey tarafından yapıldı, Avustralyalı asistanı ve araların­ da Doktor Nur'un da bulunduğu Mısırlı cerrahlar, kendisine yardım et­ tiler. Ameliyat hızla tamamlandı, dalak çok fazla büyümüş tü; ısrarla ka­ raciğer biyopsisi yapılmasını talep ettim, bu isteğim yerine getirildi. Ame­ liyat sırasında karın boşluğunda yapılan incelemede, lenf bezlerine yayıl­ ma görülmedi. Ben ameliyathanede bulunmakla beraber, cerrahlar eki­ biyle çevrili masadan uzaktaydım, bu nedenle ameliyatı ayrıntılarıyla göremedim. Daha sonra Nur bana, dalağın çıkanlması sırasında pank­ reas kuyruğunun hasar gördüğünü söyledi. Bunun üzerine kesilen yeri dikmemesini, dren koymasını söylemiş ama De Bakey öyle yapmamış. Ameliyat bittiğinde, cerrahi bloktan çıkarken De Bakey'i alkışlamışlar. Kraliçe Hazretleri ve büyük oğlu da üst katta bulunan bir televizyon ek­ ranından ameliyatı izlemişlerdi. 361


Anılar

"Ameliyat sonrası ilk iki gün her şey normal gibi göründü. Üçüncü ve dördüncü gün, hasta göğüs kafesinin sol arka kısmından boynuna vuran bir ağn hissetmeye başladı. Bu bana garip geldi, dalağın alındığı yerde bir şeyler olduğundan korkarak, durumu De Bakey'e bildirdim. Avust­ ralya/ı asistan gayet sert bir ifadeyle bana kapıyı gösterdi. De Bakey he­ men onun sözlerini telafi etmek istercesine aşağı yukan şunlan söyledi: 'Dikkatli ol (be careful), Georges bir şey söylediği zaman genellikle mut­ laka bir nedeni vardır!' Kısa bir süre sonra ameliyat materyalinin doku örneklerini gördüm. Dalak habis tümör modülleriyle doluydu, bu da ora­ da büyük hücreli lenfoma geliştiğini gösteriyordu. Keza, mantıken bek­ lendiği gibi, karaciğer de aynı yapıda bir tutulum gösteriyordu; çok daha vahimi, pankreasını karaciğere yakın bir bölümünde de aynı mikrosko­ pik bulgular mevcuttu. Dostum Afifi ile konuşurken Doktor Nur'un ameliyat sırasında göz­ lemlediği olayı öğrendim. Kahire'de bir hafta kaldıktan sonra, arkamda De Bakey ve ekibini bırakarak ve Doktor Nur gibi, içimde hastanın di­ yaframı altına bir iltihaplanma olacağı endişesiyle Paris'e döndüm. De Bakey seviyesinde ve onun kalitesinde bir insanın benimle aynı kaygıyı taşımaması pek akla yakın değildi. " Aslında çok heyecanlandığım için, D e Bakey bisturisini eline al­ dığı anda başımı yana çevirmiştim, daha sonra gözlerimi televizyon ekranından ayıramadım. Gücümün ve sağlığıının bir kısmını eşime verebilmeyi ne kadar isterdim. Rıza da yanımdaydı. Dalak çok bü­ yüktü, sonradan, bir kilo dokuz yüz gram geldiğini öğrendik. Ame­ liyat sonrasında, Şah kendini daha iyi hissediyordu ama ben doktor­ lann karaciğerde de kanser hücreleri bulduğunu öğrenince yıkıl­ dım. Toprak ayaklarımın altından kayıyor gibiydi. Hastalık karaci­ ğere sıçradığı zaman pek ümit kalmadığını biliyordum. Ağrılarının devam etmesine karşın eşimin sağlığı yavaş yavaş dü­ zeliyor gibiydi, bir süre sonra doktorlar hastaneden çıkmasına izin verdiler. Artık içimi kaplayan karamsarlığa rağmen, o kadar çok sev­ diğim bu insanın, Kubbe Sarayı'nın bahçesinin yollarında yavaş ya­ vaş yürüdüğünü görmek bana Tanrı'nın özel bir lütfu gibi göründü. !şte böyle . . . eşim yaşıyordu, içini kemiren hastalığa rağmen yaşama362


Farah Pehlevi

ya devam ediyordu. Tarihin akıl almaz zulmüne ragmen yaşamaya devam ediyordu. Onu canlandıran bu gücün değerini bilmemiz ge­ rekiyordu. Daha ne kadar zamanımız kalmıştı acaba? Madem ki hep birlikteydik, gene beraber kalmaya devam etme­ liydik. Başkan Sedat ve eşinin teşvikleriyle, çocuklanmızı Kahire'de­ ki okullara ve üniversitelere yazdırınayı kararlaştırdık, yalnız Ferah­ naz ve Rıza o ders yılını Amerika'da başladıklan okullarda bitirecek­ lerdi. Böylece Leyla ve Ali Rıza, 1980 ilkbaharından itibaren Kahi­ re'deki Amerikan kolejine (Cairo American College) girdiler. O sırada bana çok büyük acı veren bir soru, tahta kimin çıkacagı sorusu gündeme geldi. Rıza, babasının hastahgının son derece ciddi olduğunun, kısa bir süre sonra omuzlarına çok agır bir sorumluluk yüklenebileceginin bilincindeydi ancak acımasız bir şekilde babasının ölümünü çağrıştıran bu sorunu nasıl ele alacaktı? Bir gün içini bana açtı. Günü geldiğinde görevinin gerektirdiği her şeyi üstlenmeye, ba­ basının yaptıgı gibi ülkesine hizmet etmeye, savaşmaya, bugün bag­ naz, onaçağ zihniyetine sahip din adamlannın boyunduruğu altmda olan bu halkın refahı için gerekirse ölmeye hazır oldugunu söyledi. Oğlumun o günkü sözlerinden defterime şu satırlan yazmışım:

"Babamın vdrisiyim, sadece lran'a hizmet edersem yaşamımın bir an­ lamı olacak. CTlkem için kendimi feda etmeye hazınm. Eğer başanrsam, ne mutlu, yok başaramazsam en azından denemiş olacağım. Olümden kor­ kum yok." Oğlumun, babasının öğütlerini duymaya ihtiyacı vardı. Öyleyse, eşime artık onun iyileşmesi konusunda ümidimiz kalmadıgı hissini vermeden bu konuşmayı nasıl düzenleyecektik? Bir insan için kolay üstesinden gelinecek bir şey değildi bu. Birkaç gün düşündükten sonra Rıza'ya, benim için bir kardeş, çocuklarım için de amca olan Başkan Sedat'a akıl danışmasını öner­ dim. Başkan İskenderiye'de idi, birlikte oraya gittik. Bizi büyük bir dikkatle dinledi -dünyadaki devlet büyüklerinde bu özellik nadiren görülür- sonra hemen bir çözüm buldu: "Hükümdara sorun," diye ögüt verdi Başkan Sedat, "bugün ya­ nında kimleri görmek isterdi? Babasının isimlerini söyleyeceği bu 363


Anılar

adamlar Rıza için onun vasiyeti gibi olacak; günü geldiğinde onları yanına çağırabilecek, sağlığı elverseydi babasının ona göstereceği yolu bu insanlar gösterecekler. " Oğlum babasına b u soruyu sorduğunda eşim ü ç kişinin ismini söylemiş: protokol müdürü olmadan önce çeşitli ülkelerde Iran'ın büyükelçisi olarak görev yapan ve sürgünde de bizi takip eden Emir Aslan Afşar, özel kalem müdürü Nasrullah Moinian, son olarak da, o zaman Paris'te sürgünde bulunan General Azimi. Bu isimlerden sadece ikisi, Bay Afşar ve General Azimi Şah'ın onlara duyduğu gü­ vene layık olduklarını gösterdiler. Birkaç hafta adeta gerçek dışı bir ortamda geçti. Eşimin biraz da­ ha iyi ve zihni açık durumda olduğunu hissettiğimde, gülümsediği­ ni gördüğümde, her şeye karşın yeniden ümit etmeye başlıyordum. Ondan haber almak için bana telefon eden herkese: "Güveninizi yi­ tirmeyin, Şah yavaş yavaş iyileşiyor, geleceğe inanmak lazım" diyor­ dum. Ancak, ertesi gün ayağa kalkacak gücü bile olmadığını görün­ ce korkudan nefesim kesiliyordu. Bu arada çocuklar artık mutluydular, öğretmenierin ve öğrenci­ lerin kendilerine çok nazik davrandıkları yeni okullarında mutluy­ dular, okul dönüşü bizi yanlarında görmekten mutluydular. Sarayın bütün çalışanları ve güvenliğimizi sağlayan kişiler onlara karşı çok müşfik davranıyorlardı. Bizim için çok değerli olan bu günleri hiç­ bir şeyin bozmasını istemiyordum. Tanrı'dan bana direnebilecek gücü vermesini diliyordum. Akşam herhangi bir ailede olduğu gibi, çocukların ödevini birlikte yapıyorduk, bazen Rıza ve Ferahnaz ak­ şam yemeğinden sonra arkadaşlarıyla çıkıyorlardı, giderlerken gü­ lüştüklerini duyuyorduk. Çocuklardan herhangi birinin neşelendiği her an bizim için paha biçilmez değerdeydi. O haftalar boyunca birçok lranlı Şah ile görüştü. Özellikle Hava Generali Mehdi Ruhani'nin ziyaretini anımsıyorum. General eşime direniş hareketleriyle ilgili bazı bilgiler verdi. Şah, esas olarak birço­ ğu hala Iran'da görevde bulunan askerlerden oluşan bir direniş ağı kuran General Oveissi ile temasını sürdürüyordu. Eşim, benim eski özel kalem müdürüm olan ve direnişte etkin bir rol oynayan Houc­ hang Nahavandi'yi de kabul etti. Daha sonra eşim ikinci kez ameli364


Farah Pehlevi

yat olmak zorunda kaldığında General Behram Aryana onu hastane­ de ziyaret edip kendisine sadakatini bildirdi. General Aiyana da Pa­ ris'te bir direniş örgütü kurmuştu ve Şah'a bilgi vermek istiyordu. Eşimin artık sadece birkaç haftalık ömrü kalmıştı. Generalin bu zi­ yaretinden aklımda çok duygu yüklü anılar kaldı. Ve nihayet Hol­ landa Prensi Bemard'ın özellikle eşime desteğini göstermek ve tesel­ li etmek için yaptığı ziyaret bizi son derece mütehassis etti. ***

Yavaş yavaş eşimin gücü tükenıneye başladı, yeniden ateşlendi ve bu ateş günden güne yükseldi. Kendisine o kadar çok kan nakli ya­ pılmış, o kadar çok antibiyotik verilmişti ki artık iğne yapılabilecek tek bir damarı kalmamıştı. Iştahını kaybetmişti. Çocuklarla onu eğ­ lendirmeye çalışıyorduk ama boşuna bir çabaydı bu. Ona yemek ye­ dirmeyi deniyordum ama hiçbir şey yutamıyordu. Doktorlar onun ateşi ve bu mutlak güçsüzlüğü konusunda aynı görüşte değillerdi. Doktor Coleman salmonelladan kaynaklanan bir enfeksiyon olasılıgı üzerinde duruyordu. Profesör Flandrin , Şah'ta bir apse oldugu inan­ cını koruyordu. Profesör De Bakey'in ekip arkadaşları ise, zatürree geçirdiğini düşünüyorlardı. Eşimi yeniden hastaneye yatırmak zo­ runda kaldık. Profesör Flandrin'i yeniden aradım. Bu en son savaşı o şöyle an­ latıyor:

"Kahire'den artık doğrudan haber alamıyordum ama Paris'te oturan ve ailenin çok yakın dostu olan birisi olup bitenleri bana haber veriyordu. Duyduklanma inanamıyordum, zaman geçtiğini gördükçe, benim varsa­ yımımın belki de pek doğru olmadığını düşünmeye başlamıştım çünkü hastanın durumu çok daha hızla ağırlaşmış olmalıydı. Amerikalı doktor­ Iann gelip gittiklerini öğrenmiş tim. Daha sonra doğrudan Kraliçe Hazret­ lerinin ağzından daha kesin bilgiler edindim, öğrendiğim her şey, diafrag­ ma altında yeniden bir apsenin gelişimiyle uyuşuyordu. Kendilerine De Bakey'e telefon edip gelmesini isternek gerektiğini söy­ ledim çünkü birfelakete doğru koşuyorduk. Galiba De Bakey Mısır'a dön­ meyi gereksiz görmüş ve yapılan batın radiografilerinin kendisine gönde­ rilmesini istemiş. lranlı dostum kanalıyla hem olup bitenlerden duyduğum şaşkınlığımı hem de karamsarlığımı ifade etmeye devam ediyordum çün365


Anılar

kü bu Iranlı dost bana hastanın sağlığının daha da vahim bir hale geldiği­ ni anlatıyordu. Kean oyun masasından çok erken kalkmış gibi görünüyor­ du. New Yorklu kanser uzmanı Morton Coleman başka Amerikalı doktor­ larla birlikte partiye geri dönmüştü. O da De Bakey gibi diaframın altın­ da bir apse olasılığını kabul etme eğiliminde değildi. Daha sonra hastanın dosyasını okuduğum zaman ateşi düşürmek için gittikçe artan dozlarda aşın antibiyotik verdiklerini gördüm. Bütün o ilaçlann bir yaran olma­ mıştı tabii. Uygulamada beni bu oyunun dışında tutmuş olmalannın her­ halde kendilerine göre açıklayabilecekleri nedenleri vardı. Iranlı dostu­ rnun son olarak verdiği haberler çok kötüydü. Dostum karamsar olduğu­ nu benden saklamadı, ben de kendisine bu koşullarda artık yapılacak bir şey kalmadığını söyledim. Bu sorun neredeyse üç aydan beri sürüyordu, görünüşe göre benim artık doktor olarak bir rolüm kalmamıştı. Tekrar Saint-Louis Hastanesi'nde çalışmaya başlamıştım. Kahire'ye Paris'ten ay­ nlıp aynlamayacağımı sordurdum. Altı yıldan beri hemen hemen bütün tatillerimi iptal etmiş, sadece annemin ve babamın yanında kısa bir süre dinlenmiştim, orada da telefonla bana ulaşmak mümkündü. Artık, psiko­ lojik olarak bu bağı da koparmak istiyordum. Dileğim kabul edildi ve eşimle birlikte kızkardeşlerimden birinin evine, Nantes'a gittim. Yine de son anda bir tedirginlik yaşayarak, telesekretere kardeşimin telefon nu­ marasını bıraktım. "Hiç bilmediğim Belle-Tie'e gitmek istiyordum, ancak çok şiddetli bir fırtına iki günden beri bizi Nantes'a hapsetmişti. Işte o sırada Kahire'den arayıp, yanıma bir 'dahiliye uzmanı' alarak hemen oraya gitmemi iste­ diler. Bir meslektaşırndan yardım istedim, derken Kahire'den yapılan ikinci telefonda, istenenin bronkoskopi ile bronşlann incelemesini yapa­ bilecek bir akciğer hastalıklan uzmanı olduğu belirtildi. O esnada Paris'e gitmeye hazırlanıyordum. Oraya vannca, gece geç vakit, tanıdığım biri olan Profesör Philippe Even'e telefon edip durumu kendisine açıkladım. Bana şöyle dedi: 'Sana lazım olan adamı biliyorum, asistanım Doktor Herve Sors bu iş için biçilmiş kaftan, ona haber veririm. ' Ertesi sabah Ro­ issy Havaalanı'nda, elinde klarinet kılıfına benzeyen bir kutu taşıyan genç bir adam dikkatimi çekti. Bu hiç kuşkusuzfibroskop olmalıydı. Ger­ çekten de öyleydi; genç adamla tanıştık, kendisine Şah'ın tüm sağlık öy­ küsünün kısa bir özetini yaptım. Akciğerde apse olduğu varsayımına da366


Farah Pehlevi

yanılarak bronkoskopi yapılmak isteniyordu herhalde. Daha hastayı gör­ meden, Sors, bunun diafragma altındaki apsenin yarattığı bir akciğer za­ n reaksiyonu olduğunu düşündü, bu tahmini de doğru çıktı. ' "Kahire'ye ulaştık. Majesteleri, Sors ile bana delikanlı tavırlanmız olduğunu söyleyip tahılma gücü bulduğuna göre, doğrusunu söylemek ge­ rekirse ölecek gibi görünmüyordu. Odada bulunan birisine beni göstere­ rek sordu: 'Kaç yaşında olduğunu tahmin edin?' O dönemde kırk yedi ya­ şındaydım, insaniann beni on yaş gençleştirmeleri onu çok eğlendiriyor­ du. Durum gerçekten çok kötüydü. Şah'ta ağır bir hasta yüzü vardı. Ak­ ciğerdeki sorunun, diafragma altındaki enfeksiyon reaksiyonundan kay­ naklandığı açıkça anlaşılıyordu. Sors bronkoskopisini yapmadan önce görüşünü kesinlikle belirtti: sorun diafragmanın altındaydı. Yaptığı bron­ koskopi, önceden tahmin ettiği gibi, anormal hiçbir şey göstermedi. Diaf­ ragma altı iltihap durumunda hala bir şeyler yapmak mümkün olabilir miydi? Bu bir cerrahın işiydi. Mısırlı doktorlan hemen reddetmedim ama yapılması gereken, herkesin yapabileceği bir şey değildi. Paris'teki reani­ masyon doktorlan ile temasa geçen Sors sayesinde, birkaç isim öne çıktı. Acele etmem gerekiyordu. 30 Haziran'daydık ve Fransa'da tatil dönemi başladığı zaman doktorlam ulaşamamaktan korkuyordum. "Bana önce Henri-Mandar Hastanesi'nde çalışan, böyle zorlu cerrahi girişimiere yak/aşabilecek bir hekim olarak bilinen Pierre-Louis Fagniez ile görüşmem öğütlendi. Onun iltihaplı pankreas nekrozlannda ilginç ve etkin bir yöntem kullandığım öğrenmiştim. Kendilerine danıştığım meslektaşlan­ mm gösterdiği dayanışma ve nezaket sayesinde, o Cumartesi günü öğleden sonra, şans eseri Doktor Fagniez'yi evinde buldum. Fagniez gelmeyi kabul etti ve ertesi sabah Kahire uçağına binebildL Kendi anestezisti ile birlikte geliyordu. Havaalanına, onu karşılamaya gittim. Karşımda bulduğum bu genç, ince, güleryüzlü ve rahat insan, son ümidimizi bağladığımız kişiydi. "Doktor Fagniez ne yapması gerektiğine hemen karar verdi ve varsa­ yımlanmı doğruladı. Majestelerine durumunu açıkladı. Vücuttaki organ­ Iann konumunu gösteren bir şema çizip, ne yapacağını kendisine anlat­ tı. Majesteleri eliyle sahneyi taklit ederek 'Pekala, şimdi bağayı boynuz­ lanndan yakalamak gerekiyor!' diye yanıtladı. Hasta çok kötü durumda olduğundan müdahalenin ertesi sabah yapılması kararlaştınldı. Aynca, çok sıvı kaybetmişti, anestezist işine başlamadan önce, damar yataklan­ nın sıvıyla daldurulması gerekiyordu. Mısırlı meslektaşlanmız, hastane367


Anılar

de yeniden yabancı doktorlar görmekten pek hoşnut degildiler, bizi izle­ mekle yetiniyorlardı. Aslında bu edilgen tutumlanyla işimizi kolaylaştı­ nyorlardı; bize zorluk çıkaran Doktor Coleman oldu. Yapılan kan kültü­ rü sonunda vücutta salmonella mikrobunun bulunması nedeniyle, bunun sindirim sistemindeki basit bir kamplikasyon oldugu varsayımını şiddet­ le savunarak bizim yapacagımız müdahaleye tümüyle karşı çıkıyordu. Hatta New York'tan bir salmonella uzmanı getirtecegini, onu beklemek gerektigini söyleyerek müdahale karanmızı askıya aldımıayı bile denedi. Öfkeden bumumdan soluyordum, kızgınlıgımı saklamadım. Bu olay hoş karşılanmadı ve Kraliçe Hazretleri benimle özel olarak görüşerek, olan­ lara çok üzÜldügünü, her zaman benim sükunetimi takdir ettiklerini, kendilerini, her koşulda sogukkanlılıgımı korudugumu görmeye alıştırdı­ gımı vs. söyledi. Ben de kendilerinden beni bagışlamalannı rica ettigimi ancak Amerikalı ekibin 'Majestelerinin saglıgıyla yeterince oynadıklan­ nı' söyledim. Kullandıgım sert ifade onu sarsmıştı. Sözlerimi şöyle sür­ dürdüm: 'Bu rugby karşılaşması gibi, öyle bir an gelir ki rakibi bacagın­ dan tutup düşürmek zorunludur, hatta gerekiyorsa şiddetle!' Riskleri gö­ ze alıyordum çünkü müdahale yapılacaktı. Konuşmak ve insanlan her­ hangi bir şeye inandırmak çok kolaydı. Neredeyse üç aydan beri diafrag­ ma altında bir apse oldugunu söylemekten dilimde tüy bitmişti. Ameli­ yathaneden çıkacak sonuca karşı boynum kıldan inceydi. Genç Fransız meslektaşlanmın da aynı görüşte olduklannı, beni desteklediklerini, bu kez haklı oldugum için söylediklerimi yapmak gerektigini herkesin anla­ dıgını sanıyorum. "Sabah Fagniez ameliyathaneye girmeden önce, resmi olarak iznini almak için Kraliçe Hazretleriyle konuştu. Kraliçe o günlerde Belçika'da bulunan De Bakey ile konuşmuş ve onun görüşünü sormuştu. De Bakey de cevap olarak Fransız cerrahın müdahalede bulunmasına bir engel görmedigini ancak kendisiyle telefonla görüşebilmeyi istedigini söylemiş. Kraliçe Hazretleri De Bakey'i tekrar arattı ama kendisine ulaşmak müm­ kün olamadı; bunun üzerine Kraliçe Hazretleri Fagniez'ye bu konunun üzerinde durmamasını, ameliyatı yapmasını söyledi. "Ameliyathanede büyük bir kalabalık vardı: Fagniez, anestezi uz­ manlan, ameliyat aletlerinden sorumlu personel, ameliyata yardım ede­ cek· olan, aralannda doktor Nur'un da bulundugu Mısırlı doktorlar ve 368


Farah Pehlevi

daha başka pek çok kişi. Fagniez otuz beş kişi saydı! Başıyla bana bir şey­ ler yapmamı işaret etti. Ben örnek olmak için başı çektim ve görevi olma­ yan herkesin dışan çıkmasını istedim. Içeride böylece on beş kişi kaldı. Bitişikteki bir odaya yerleştim ve neler olup bittiğini görmek için zaman zaman ameliyathaneye girdim. Coleman'ın üzerinde günlük giysiler var­ dı. Oylece, hiç konuşmadan, yan yana oturuyorduk. O sabaha kadar müdahaleye karşı çıkmaya devam etmişti ve çiğnenip geçilmiş olmaktan ötürü çok ö}keliydi! Fagniez beni ameliyatın seyrinden haberdar ediyor­ du. Kendi tekniğini uygulayarak, doğrudan biriken cerahate ulaşmak için sol kaburga altında sınırlı bir yeri kesmişti. Bir süre sonra beni çağırttı; üzerimde ameliyathane kıyafetim vardı, içeri girdim. Fagniez'nin ve Mı­ sırlı cerrahiann yüzleri gülüyordu. Bir buçuk litrelik cerahat ve nekroz­ lu pankreas kalıntılannı boşaltmaktaydılar. Haklı çıktığım için memnun olmak bir yana, tepeden tırnağa, öfkeyle kanşık bir üzüntüyle dolmuştu içim. Ameliyathaneden çıktım, haber cerrahi blokta bomba etkisi yap­ mıştı. Coleman elimi sıkarak bana: 'Brava, tebrikler' dedi. Içimdekileri söyleyecek halde değildim, hemen alt kata inerek, koridorda, Prenses Eş­ ref ile bekleyen Kraliçe Hazretlerini buldum. Olanlan anlattım. Çok se­ vindiklerini ve rahatladıklannı gördüm, hatta coşku içindeki Kraliçe ba­ na şunu söyledi: 'Hemen yukan çıkıp Doktor Fagniez'yi bulun ve kulağı­ na la Marseillaise'i* söyleyin. "Sevinmek için çok erkendi. Ne yazık ki ileride olacaklan düşünmek gerekiyordu. Yeniden Mexico'yu ve bütün o kargaşayı, kaybedilen zama­ nı hatırladım. Hala bir şeyler kurtanlabilir miydi acaba? Fagniez büyük bir ustalıkla Hipokratın özdeyişini uygulamaktan başka bir şey yapma­ mıştı: Amerikaltiann 'suyundan sonra, Fagniez iltihabı akıtmak için 'de­ mir'i getirmişti. .. ama hastanın iyileşmesi için daha önceden 'ateş'i getir­ miş olmak gerekiyordu. Aslında kanser sorunu tümüyle askıda kalmış ve tedavi Mexico'dan beri ihmal edilmişti. Sonrası korkunç olacaktı ve teda­ viye tekrar başlamak asla mümkün olmadı. " O gece ve sonraki geceler, hastanede, eşimin odasının bitişiğin­ deki bir odada kaldım. Kapıyı sürekli aralık bırakıyor, böylece her *

Ç.N. Fransız ulusal marşı. 369


Anılar

an nefes aldığından, yaşadığından emin olabiliyordum; monitörün yükselttiği kalp atışlan benim soluğuma eşlik ediyordu . Derin bir kaygının, çocukların üzüntüsünün ve kendi üzüntü­ mün beni yiyip bitirdiğini o uykusuz gecelerden, yan koroada gibi yazdığım şu satırlar kaldı:

"5 Temmuz. Gece yansı oldu. Bu akşam korkuyorum. Çok korkuyo­ rum. Uykusuzluktan mı yoksa korkunç bir şey olacagı önsezisi mi bilmi­ yorum. Eşim uyuyor. Artık yazmayı da unuttum, hatta hangi dilde yaz­ dıgımı bile bilmiyorum. Bazen bogulur gibi oluyorum, güçlü olmak ile güçsüzlük, kabullenme, boyun egme ile isyan duygusu arasında gidip ge­ liyorum. Bugün günlerden ne? Hiçbirimiz bilmiyoruz. Bir odadan öbürü­ ne gidiyorum. Eşimi bu hastane yatagında bu kadar zayıf, böyle iskelet gibi görmek beni kelimenin tam anlamıyla öldürüyor. Koridordaki insan­ Iann yüzleri kaygılı, günde yüz kez yüregimiz ümitle doluyor, hemen sonra bütün ümidimizi yitiriyoruz. Gücümü kaybetmeye hakkım yok, herkese bir şeyler söylemek zorundayım." Doktor Fagniez'nin ameliyatı başarılı oldu, kısa süre sonra eşim oturabildi, sonra ayağa da kalktı. lranlılar onu görmelerine izin ve­ rilmesi için yalvarıyorlardı, eşim birkaç gün sonra bazı kişileri kabul edebildi. Eski çalışma bakanı gelip direniş hareketinde yaşanan güç­ lükleri anlattı. lranlı kimliğinin ve şahlık rejiminin tarihteki önemli yerini anlatmak gerektiğini söylüyordu. (Bakan daha sonra Mısır'da kalıp genç Şah'a İran'ın sosyal coğrafyasını öğretecekti.) 1 Ben eşimin yanında kaldım, bu insanların gelip, içten bir sevgiyle o kadar has­ ta olan eşime kendilerine bir öğüt vermesi, düşüncesini söylemesi için yalvardıklarını görmek benim içimi parçalayan bir görüntüydü. Eşime biraz kitap okuyabileceğimi düşündüm, sevinerek kabul etti. Yirmi yıl önce birlikte görüştüğümüz ve kendisinin gözünde bir ka­ rarlılık ve cesaret örneği olan General de Gaulle'ün anılannın bir bölümünü okudum. O artık hemen hemen hiç konuşmuyordu ya da çok kısa cümleler kullanıyordu. Durumunun son derece kritik olduğunun bilincindeydi, etrafın­ da olup bitenlerin de farkındaydı. Temmuz ramazan ayıydı, bu nel. Bay Safa ogluma tarih ögretmeyi üstlendi. başka bir kişi de Fars edebiyatını çahşnrdı. 370


Farah Pehlevi

denle, hastane personeli akşam iftar yapabilmek için koridorun so­ nuna bir masa yerleştirmişti. lftar vakti geldiğinde eşim eğer salon­ daysa bana: "Odama dönelim, burada kalırsam onları rahatsız edece­ ğim, oruçlarını rahatça açamayacaklar" diyordu. Ben de kendi ken­ dime "lşte, yaşamının sonuna geldiğinde bile, kendi ıstırabını unu­ tup başkalarını düşünüyor" diyordum. Eşimin son günlerine ilişkin Cihan Sedat'ın amınsadıklan beni çok duygulandırıyor. Cihan şunları yazıyor:

"Konferans sırasında Enver bana (Danimarka'ya) telefon ederek, Şah'ın yeniden hastalandığını bildirdi. Farah ve çocuklarla, onu ziyarete gittiğimde son günlerini yaşadığını anladım. Şah, hiçbir zaman olmadığı kadar zayıf ve solgundu, çok büyük zorlukla nefes alıyordu. Buna rağ­ men, kendisinin acınacak bir durumu ya da aciz bir görünümü yoktu. Aksine, sadece arkasındaki yastıklara dayanıp oturmasından hala müca­ deleci ruhunu yitirmediği görülüyordu. Doktorlar onun korkunç ıstırap çektiğini söylüyorlardı. Ancak Şah acısını asla belli etmedi. Yoğun bakım bölümünde, onun yanında dururken kendi kendime,

Iann

ona bu acıla­

ra böyle göğüs gerebilme gücünü verdiğine göre onu seviyor olmalı diye düşündüm. 'Yakında iyileşeceksiniz ve birlikte ıskenderiye'de güzel günler geçire­ ceğiz. ' diye ona teminat verdim. Farah'ın gözlerinin dolduğunu gördüm. 'Güçlü ol, duygulannı ona belli etme, ' diye fısıldadım kulağına. O çok ze­ ki biri, aksi halde anlayacaktır. " ı Bazı akşamlar Nil'e ve uzaklarda görülen piramitlere bakıyor­ dum ve düşüncelere dalıyordum: "Hükümdarlar, valiler, generaller burada bulundukları zaman bu siteyi, bu güzel ışığı, bu nehri gör­ düler, yaşadılar. Ölmeden önce ihaneti de gördüler. Şimdi burada olma sırası bizim, biz de sıramız geldiğinde yok olup gideceğiz ama Nil, daha binlerce yıl akmaya devam edecek." Bu düşünce kaderi ol­ duğu gibi kabul etmemi kolaylaştırıyordu. Şah mucizevi bir şekilde yeniden gücünü toplamıştı, bu nedenle 26 Temmuz'da, büyük oğlum dışında, diğer çocuklarımı lskenderi1 . Cihan Sedat, Mısır'da Bir Kadın, bkz. sayfa 354.

371


Anılar

ye'ye göndermeye karar verdim. Onları, bir aydan beri hastanede ya­ şadıkları korkunç derecede iç sıkıcı ortamdan çıkarmak istiyordum. Oysa, tam o akşam eşim aniden bir çeşit komaya girdi. Daha sonra o günü anlatırken Profesör Flandrin şunları yazacaktı:

"Oruç dönemiydi, Mısır gibi dini vecibelerin kesinlikle uygulandığı bir ülkede alışkanlık/ann değişmesi söz konusu olamazdı. Akşam üzeri Me­ ridien Oteli'ne gidiyor, şoförümüz orucunu bozup yemek yedikten sonra gece Maadi Hastanesi'ne dönüyorduk. O akşam da Meridien'de yemek­ teydik, ancak birkaç günden beri endişeli ve gergindim. Sanki içime doğ­ muş gibi, Fagniez ve reanimasyon doktorumuza oyalanmamalannı söy­ ledim, olabildiğince çabuk Maadiye dönmeyi istiyordum. Oraya vardığı­ mızda, Şah'ın katında alışık almadığımız bir sessizlik ve büyük bir üzün­ tü havası vardı. Durumu aniden kötüleşmişti ve en çok iki saat önce olan bu olaydan bize haber verilmemişti. Hastanın nabzı hissedilmiyordu ve tansiyon alınamıyordu, bu durum, ani ve çok ağır bir iç kanama tablo­ sunu gösteriyordu. Ailesi ve çevresindekilerfelç olmuş gibiydi, bütün has­ tane de aynı durumdaydı. Bizim en önemli yardımcılanmız olan Mısırlı hemşireler büyük bir acı içinde ağlıyor, ne yapacaklannı bilemiyorlardı. Mısırlı doktorlar da kuşkusuz bizimle aynı nedenlerden hastanede değil­ diler, evlerinde oruçlannı bozmaktaydı/ar herhalde. "Bu manzara, Fagniez ve benim yardım ettiğimiz reanimasyon dok­ torumuzun çok şiddetli tepkisine yol açtı. Başından beri bize çok destek olan ve istediğimiz kanı bulan (bu askeri hastanede hiçbir şeyin eksikli­ ğini hissetmedik) Mısırlı anestezist geldikten kısa bir süre sonra hastanın bilinci tekrar yerine geldi. Koridora çıkıp Kraliçe Hazretlerinin ve Altes Prenses Eşrefin yanianna gittim. Her ikisi de tarifi imkansız bir telaş ve heyecan içindeydiler. Aradan bunca zaman geçtikten sonra, şu anda bi­ le, o gün beni de saran heyecanı aynen hissediyorum. Herkesin aynı bü­ yük acıyı yaşaması kaçınılmazdı. Işte o sırada, bu uzun öyküde beni en çok duygulandıran anı yaşadım çünkü ölecek olan kişiyi değil, yaşamaya devam edecek olanlan ilgilendiren bir durum söz konusuydu. "Kraliçe Hazretleri ve Prenses için durum saptaması yaptım, bu ge­ cenin son gece olduğunu biliyorduk. Kraliçe Hazretlerinden çocuklara haber vermesini rica ettim. Ne tesadüftür, çocuklar tam da o gün ısken­ deriye'ye dönmüşlerdi, gerçekten de birkaç günden beri bir iyimserlik ha3 72


Farah Pehlevi

vası hakimdi, zira Şah yürüyebilmiş ve koridorun sonunda oruç tutan personel için hazırlanan yemek odasında oturabilmişti. Hiç olmazsa iki büyük çocuğuyla hemen konuşmak gerekiyordu. Kraliçe Hazretleri mu­ vafakat etti ve benden onlarla konuşmamı istedi. Söylediğini anlayama­ mıştım, tekrarladım: 'Ama, Majeste, bu bana düşmez, bunu Majesteleri yapmalı!' ÜzÜntüden bağazı düğümlenmiş olarak cevap verdi: 'Hayır, imkansız, ben yapamayacağım' dedi. Ben ısrar ettim: 'Ama, Majeste, bu konuşmayı yapmak için başka birisi, aileden birisi olmalı . . . ' O da bana şunu söyledi: 'Sizden başka kimse yok, bunu siz yapacaksınız. ' Ben de, böylece, kendi heyecanımı bastınp ıskenderiye'ye telefon ettim. Telefona doğrudan büyük kızının, Prenses Ferahnaz'ın çıktığını özellikle hatırlıyo­ rum. Prenses Ferahnaz bana o çocuksu sesiyle sordu: 'Ah! Siz misiniz Profesör, babamın durumu nasıl?' Kendisine durumun iyi olmadığını söylemek zorunda kaldım; bu hiç kolay olmadı. Reanimasyon doktoru­ muz sayesinde Şah bilincini birkaç saat korudu ve eşi Kraliçe'yle, ikiz kızkardeşi Prenses Eşref ile, Veliaht Prens'le ve diğer çocuklanyla uzun uzun konuşabildi. "Özellikle büyük kızı Ferahnaz'ın insanın yüreğine işleyen görünü­ münü unutamadım; babasının yatağının yanına, yere diz çökmüş, adeta kendinden geçmiş bir halde Farsça 'Baba, Baba' diye tekrarlayarak baba­ sının elini öpüyordu. Yatağın sol tarafında, hastanın tansiyonunu kontrol etmeye ve kan vermeye devam ediyorduk. O gece yalnızca makul olanı yapmakla yetindik ve hükümdar sabah huzur içinde son nefesini verdi. O zaman Kraliçe Hazretleri benim gözümün önünde, merhum eşinin yastı­ ğının altından, içinde sürgüne giderken Iran'dan aldıklan toprağın bu­ lunduğu küçük keseyi aldı. "Bütün bunlar olurken, bu yoğun heyecan ve acı selinin ortasında, Ve­ liaht Prens Rıza gece boyunca ve sabah gözlemlediğim tav n ile beni şaşırt­ tı. Bu yeni diadok* henüz çiçeği burnunda bir delikanlıydı ancak soylu ta­ vırlan ve o gün gösterdiği kendine hakim olma yeteneği ile yeni konumu­ nun ağırlığını taşıyabilecek güçte olduğu görülüyordu. Benimle uzun uzun konuştu, sabah kendisine sahip olduğum bütün belgelerin bir kopyasını * Ç.N. Büyük İskender'in ölümünden sona, imparatorlugun başına geçmek için birbirleriyle savaşan generaliere verilen san.

3 73


Anılar

verdim. Meslektaşlanmdan ve benden söz ederken: şunlan söylediğini ha­ tırlıyorum: 'Kim ne isterse onu söylesin, ben gördüklerimi unutmayaca­ ğım. ' Evet, Ferahnaz babasının yatağının yanındaydı. Rıza ayakta duru­ yordu, ben de öbür tarafta, doktorların yanındaydım. Şah iki kısa ne­ fes aldı, sonra uzun bir soluk verdi ve donup kaldı. Her şey bitmiş­ ti. Uzun bir süre, şoktan sersemlemiş gibi öylece kaldık. O zaman, yatağın ayak ucunda beklemekte olan Prenses Eşref kulağıma fısılda­ dı: "Onun gözlerini kapat." Dediğini yaptım, sonra Profesör Fland­ rin'in bahsettiği, yastığın altına koymuş olduğumuz içi Iran toprağıy­ la dolu keseyi ve dualan aldım. Bu dualan eşim, tüm yaşamı boyun­ ca gene bir kese içinde, üzerinde taşımıştı. Daha sonra Doktor Lious­ sa Pimia Şah'ın alyansını çıkarıp bana verdi. O günden beri, bu yü­ züğü kendi yüzüğümle aynı parmağımda taşıyorum. Bizi odadan çıkardılar, bir süre sonra tek tek geri dönüp hüküm­ dan son bir defa öpebildik. Dudaklanmı eşimin alnına koyarken, kısa bir an sanki yaşıyormuş hissine kapıldığıını anımsıyorum. Onun ölüm haberi üzerine, koridorda beklemekte olan, çoğun­ luğu lranlı birkaç kişi üzüntüyle derin bir sessizliğe gömüldüler. Aynı acıyı paylaşıyorduk. "Şah artık aramızda değil," dedim, "ancak cesaretimizi yitirmemeli ve onun çizdiği yolda mücadeleye devam etmeliyiz. " Sonra, artık Paris'te oturmakta olan yengem Louise'i aradım. Ha­ beri radyodan öğrenmesini istemiyordum. Şimdi, geceyi Kubbe Sarayı'nda geçiren iki küçük çocuğuma, Leyla ve Ali Rıza'ya babalannın ölüm haberini vermek gerekiyordu. Saraya geldiğimizde, Başkan Sedat, eşi ve kızlannın orada olduklan­ nı görünce çok duygulandık Sürgünümüzün en başından beri biz­ den hiç esirgemedikleri sevgiyi ve teselliyi gene ilk onlar vermek için, üçü birlikte bizi bekliyorlardı. Mürebbiyesinin bana anlattığına göre, Leyla, sanki bir şey sezmiş gibi dosdoğru çok iyi anlaştığı Ali Rıza'nın odasına gitmiş. Haberi biz hastaneden dönmekteyken, mürebbiye­ nin ağzından birlikte işitmişler: "Babanız gökyüzünde, meleklerin yanında" demiş mürebbiye. Leyla duyduğu acıyı hiç belli etmeden, 374


Farah Pehlevi

ağabeyinin odasından çıkmış; mürebbiyesi odasına girdiğinde onu yatağının üzerine siyah elbiseler dizerken bulmuş. O akşam, geceyi yalnız geçirecek kadar güçlü olmadığımı hisse­ dip çocukları yanıma çağırdım. Rıza, Ferahnaz ve Leyla hemen gel­ diler; Ali Rıza ise acısıyla baş başa kalmak istedi. Yataklan yere ser­ dik ve birbirimize sımsıkı sanlıp uyuduk. Cenaze merasimi Şah'ın vefatından iki gün sonra, 29 Temmuz 1 980 günü yapıldı. Naaşı Abi­ din Sarayı'ndaydı. Törenin başında imparatorluk marşı çalındı. Iran'dan ayrıldığımız günden beri marşı ilk kez duyuyorduk, hepi­ miz son derece duygulandık Sonra ezici bir sıcakta, naaşa eşlik eden kortej Abidin Sarayı'ndan ayrılarak, eşimin geçici bir süre dinlenece­ ği El Rifai Camii'ne gitti. Müslüman ülkelerde, gelenekler kadınların tabutun arkasından yürümesine izin vermez ama ben törende hazır bulunmak için ısrar etmiştim. Başkan Sedat protokol görevlilerine: "Farah nasıl arzu ederse öy­ le yapacağız" demişti. Hükümdann, atların çektiği bir top arabasına konan ve üzeri imparatorluk bayrağı ile örtülmüş olan naaşı, güzergah boyunca: "La

ilahe illallah" diye bağıran çok büyük bir kalabalık tarafından

selamlandı. Biz kortejin başındaydık; sağımda beyaz elbisesi içinde Leyla, Ferahnaz ve Ali Rıza yürüyorlardı; solumda Richard Nixon ve oğlum Rıza vardı. Mısır Cumhurbaşkanı, Cihan Sedat ve Şah'ın er­ kek kardeşleri Gulam Rıza, Abdül Rıza ve Ahmet Rıza da bizimle birlikteydiler. Birkaç sadık dost, Yunan Kralı Constantin ve Kraliçe Anne-Marie, Savoie Prensi Victor-Emmanuel, bazı ülkeleri temsil eden büyükelçilerin arasında bizi takip ediyorlardı. Kral 2 . Hasan en yakınlanndan birini, Moullay Hafid Alaoui'yi göndermişti. Bay Alaoui, Mekke'deki Kabe taşını örten, üzerine dualar işlenmiş bir örtü getirtmişti; bu örtü daha sonra eşimin kefeni üzerine kondu. El Rifai Camii'nde , Şah'ın naaşı bodrumda özel bir mezara indi­ rildi. Rıza son yolculuğunda babasına refakat etti, sonra Ali Rıza, hiç kimseden izin almadan, kendi başına aşağıya indi, oysa bu öngörül­ memişti. Sonradan doktorlar bana, Ali Rıza'nın babasının nerede yattığını görmesinin çok önemli olduğunu söylediler. Ne yazık ki 375


Anılar

kadınların cenazeyi son durağa uğurlamasına cevaz verilmiyordu, bu nedenle ne Ferahnaz, ne Leyla ne de ben hükümdarın son ika­ metgahına gidişini görernedik O güne ilişkin beni çok duygulan­ dıran bir anı daha vardır: Hava Generali Ruhani, Iran ordusunu temsil eden tek kişi olmaktan duyduğu üzüntüyü belirtmişti. Cihan Sedat anılarında törenle ilgili olarak şunları yazacaktı:

"Daha önce bu kadar büyük bir ulusal cenaze töreni olmamıştı hiç. Enver en küçük aynntılara vanncaya kadar her şeyi kendisi düzenle­ mişti. Tören alayının başında, askeri akademinin rütbelerine göre beyaz, san ya da siyah giymiş yüzlerce öğrencisi enstrümanlannı çalarak yü­ rüyorlardı. Onlann arkasında, atlı askerlerin eşliğinde, gül ve iris çe­ lenklerini taşıyan askerler vardı. Daha sonra sekiz Arap atının çektiği, üzerine Iran bayrağı örtülmüş naaşın bulunduğu top arabasının önünde giden ve siyah kadife yastıklar üzerinde Şah'ın madalyalannı taşıyan bir süvari alayı görülüyordu. Biz bu alayı takip ediyorduk "Abidin Sarayı'nı, Şah'ın toprağa verileceği El Rifai Camii'nden ayı­ ran üç millik mesafeyi yürüyerek katederken, o yaz günü Kahire'de bu­ naltıcı bir sıcak vardı. Babası da bu camiye defnedilmişti, daha sonra Şah, onun kemiklerini lran'a geri götürmüştü. Enver'in talimatı üzerine, ben Farah'ın yanında yürüyordum, yaşamımda ilk ve son kez olarak o gün bir cenaze alayında yürüdüm. Enver bana: 'Farah ne yapıyorsa onu yap, o kadar acı ve zor gününde ona yardımcı olmalıyız' demişti. Böyle­ ce ben de onun yanında, çocuklanyla birlikte törene katıldım. "Arkamızda, göz alabildiğince uzanan bir alanda, Şah'ın anısına saygı göstermek için gelmiş olan kalabalık bir topluluk vardı. Mısır hü­ kümetinin bütün bakanlan, Amerika'nın eski başkanı Richard Nixon, Yunanistan'ın eski kralı Constantin, Amerika, Batı Almanya, Fransa, Avustralya ve !srail büyükelçilikleriyle sayılamayacak kadar çok Mısır­ lı yurttaş yürüyorlardı. Insanlar, tören alayını görmek için sokaklan, balkonlan, hatta binalann çatılannı doldurmuşlardı. Daha önce hiç işit­ medikleri cenaze müziği son derece etkileyiciydi. Aklın alamayacağı ka­ dar çok çiçek vardı. Bu, Mısır'da daha önce hiç görmediğimiz kadar görkemli bir cenaze töreniydi ve bütün dünyaya Şah'ın, kendisine yapılan muameleden çok 376


Farah Pehlevi

daha iyisini hak ettiğini göstermek için son Jırsattı. Hiç olmazsa Mısır bir dosta sırtını çevirmemişti. " O dayanılması güç günden so_nra, Kubbe Sarayı'na dönerken Şah'a gerektiği gibi davrandığımı, her an içimin kan ağlamasına rağ­ men dimdik, vekarımı korumayı başardığıını söylemek istiyordum. Çok garip bir duyguydu bu, artık aramızda olmadığına, hiçbir za­ man olamayacağına inanmak gelmiyordu içimden. Çocuklar o gün gözyaşlarını içlerine akıttılar, ağladıklarını kim­ seye göstermediler; olgun insanlara özgü vekar içinde davrandılar. Onlarla gurur duydum.

377



Beşinci Bölüm



ca-

za'nın yirmi yaşına girmesine üç ay vardı, bu süre sonunda,

anayasaya göre Şah olarak babasının yerine geçebilecekti. Bu üç ay boyunca ben naiphk görevimi sürdürdüm. ı Naipliğin içi boş bir ke­ lime olmadığını çabuk anladım: hükümdann cenaze töreninin he­ men ertesinde, dünyanın her köşesinde oluşturulan direniş ağlann­ dakilerle hiç aralık vermeden yaptığı görüşmeleri devam ettirme gö­ revi şimdi bana düşüyordu. Görüşme talepleri çoğalmıştı; bütün bu insanlar -mücadele etmek için sürgünü seçmiş olan eski bakanlar, siyasi yetkililer, subaylar, isimsiz militanlar- ya bana bir şeyler yap­ mayı öneriyor, ya da şu veya bu projeyle ilgili olarak düşüncemi so­ rup, kendilerini desteklernemi istiyorlardı. O zamanlar en acılı gün­ lerirnde bile beni rahat bırakmadıklan için onlara kızmıştım ancak düşününce, tarifsiz kederler içinde bağulabileceğim bir dönemde coşkulanyla gösterdikleri çabayla, doğrudan eylem koymaktan yana yürekli tutumlanyla beni kurtardıklarını anlıyorum. Başlıca direniş gruplan Fransa'da, Ingiltere'de ve Amerika'da ku­ rulmakla beraber, Almanya'da ve bilhassa Türkiye'de de hareketler örgütleniyordu. Sorumluların, mücadeleyi başlatmak için ne tür gi­ rişimlerde bulunmanın uygun olacağı konusunda kendilerine göre l. Son günlerinde, Şah'ın yüregindeki duygulara tanık olan birisi olarak, yaşama gözlerini ka­ pamadan önce onun hissettiklerini ve yurttaşianna söylemek istediklerini yansıtan aşagıdaki metni, ölümünün hemen ertesinde kaleme almayı görev bildim: "Dogdugurn topraklardan uzaklarda ve bu korkunç hastalıgın pençesinde, hayatıının son gün­ lerini yaşadıgırn şu anda, tarihinin en karanlık dönemlerinden birisini geçirmekte olan halkı­ ma, son bir kez, şunları söylemek istiyorum: 'Ülkemizin pek çok iniş-çıkışlı devreler yaşadıgını anımsayın! Ancak, dışandan gelen saldın­ lar Iran kültürünün ve uygarlıgının meşalesini asla söndüremerniştir. Bu rneşalenin, Iran'ın üs­ tüne çöken o acı karanlıkları dagıtacagına ve ulusça hep birlikte yeniden dogacagımıza inan­ cım tamdır. 'Henüz çok genç olan ve bütün genç lranlılar gibi, ulusuyla gurur duyan oglurnun, Iran hal­ kından alacagı güçle, kutsal bayragırnızı tekrar kaldınp yükseklere çıkaracagını ümit ediyorum. 'Genç Veliaht Prens'i, her şeye kadir ol�n yüce Tanrıya ve büyük Iran halkına emanet ediyo­ rum. Bu benim son irademdir.'" 381


Anılar

fikirleri vardı ve doğal olarak, benim bu düşünceleri onaylayacağıını ümit ediyorlardı. İçlerinde, özellikle General Oveissi'nin, Bay Bahti­ yar'ın ve Şah'ın eski kalem müdürü Bay Mainian'ın da bulunduğu kimi insanlar, bazen gizlice görüşme talebinde bulunuyorlardı: Amerika'da bulunan direniş yanlılarıyla görüşmek için sabahın iki­ sini ya da üçünü beklemek zorunda kaldığım günler oluyordu. Ol­ dukça zor ve insanı tüketen tartışmalar yapıyorduk, yapılacak eyle­ min ciddiyetine ilişkin çok iyi bilgi alamadan, şu veya bu girişim hakkında görüşümü bildirmek zorunda kalıyordum. Başlangıçta ka­ labalık olmasak bile savaşmak zorundaydık. Her zamanki gönül yüceliği ile Başkan Sedat, istediğim sürece Kubbe Sarayı'nda kalmaını teklif etmişti. Böylece, sarayın kanatla­ rından birinde kullanılmayan mobilyaların ve kırık camların yığıldı­ ğı bir koridorun sonunda, ilk çalışma odamızı hazırladık Sürgün­ deki lranlıların çok sayıdaki eylemlerini kesinlikle tek elde toplayıp yönetmek gerekiyordu. Çok kısa sürede , sekretaryayı idare etmek için bize yardım edecek olan bir genç hanımı, Lila'yı bulduk, daha sonra onun sorumluluğunu Liliane da paylaştı. tkisi de bizimle ça­ lışmak için yaşantılarında büyük fedakarlıklar yapıp, çabalarını hiç esirgemeden yardımcı oldular. Uluslararası iletişimimizi düzenle­ mek için bir Fransız gazeteci de bize katıldı. Güvenlik gerekçesiyle, Kahire'de görülmek istemeyen kişilerle görüşebilmem için, Mısır hükümeti, Kubbe Sarayı'na yaklaşık kırk dakika uzaklıktaki bir daireyi kullanmama izin vermişti. Mısır baş­ kentinin yaz sıcağında ve gürültülü trafiğinde bu gidiş gelişler beni bitkin düşürüyordu; ancak dayanmak ve bu sorumlulukları üstlen­ mek zorundaydım. O dönemde, bana ıstırap veren cerrahi bir mü­ dahale de geçirdim, çektiğim acılara rağmen, karşımdaki insanların sözlerine kulak vermek, gerçekler ileri sürmek, onları her an dikkat­ le dinlediğimi göstermek ve ümit vermek için çabaladığımı bugün gibi anımsıyorum. Bu görüşmelere büyük oğlum Rıza'nın da katılmasını istiyor­ dum. Kısa bir zaman sonra sürgündeki grupların çeşitli girişimleri­ ni bir merkezde toplama sorumluluğunu tek başına üstlenmek zo­ runda olduğunu biliyordum. Birlikte Başkan Sedat'ı görmeye gidip 382


Farah Pehlevi

kendisinden öğüt istiyorduk. O devirde, gene oğlumla, Ürdün Kra­ lı Hüseyin ve Kraliçe Nur ve Fas Kralı 2 . Hasan ile de görüştük Hepsi de bize zaman ayırıp çok sıcak karşıladılar. Kraliçe Nur, bü­ tün sürgün yaşamım boyunca ve bugün hala benim için çok değer­ li bir dost olmuştur. O çılgın aylar içinde en büyük S<':vinci, gizli bir radyo kurmayı başardığımız zaman yaşadık. Bu radyo sürgündeki yurttaşların sesi­ ni duyurmamıza, tran'da gerçekte neler olup bittiğini açıklamamıza ve değişik muhalefet gruplarından haberler verınemize imkan sağ­ ladı. Bir radyo kurma düşüncesi, eşim hayatta iken aklımıza gelmiş­ ti. Birlikte bu konuyu konuşmuştuk, o da uygun görmüştü. tzin is­ tediğimiz Mısırlı yetkililer de onay vermişlerdi. Böylece iş radyoyu kurmaya kalmıştı. Sürgündeki ilk günümüzden itibaren içinde ya­ şadığımız güvensiz ortamda, bu girişim ek bir tehlike yaratıyordu. Bunun farkındaydık ve artık büromu yönetmekte olan Kambiz Ata­ bey ile, dinlenebileceğimiz korkusuyla sarayın içinde konuşmaktan sakınıyor, tartışmak için bahçeye çıkıyorduk. Mısır hükümetine duyduğumuz saygının gereği olarak bu sırrı iyi korumak zorunday­ dık. Diğer yandan, benim bu radyo girişiminin arkasında olduğu­ rnun bilinmesini istemiyorduk Bununla birlikte , kuracağımız rad­ yonun yayın politikasını ve benimsenecek ifade tarzını belirlemek için, yaşamları pahasına yayını sürdürebilecek gözüpek profesyo­ neller bulmamız gerekiyordu. Bütün bu sorunları çözmek için doğ­ rudan doğruya, Paris'te sürgünde bulunan ve bir direniş ağı ile te­ ması olan kuzenim Rıza Kutbi'den yardım istedik. Temel kuruluş amacımız, sürgündeki bütün tranlıların yeni rejime karşı birlik ol­ malarını sağlamaktı. Radyo hepimizin sesi olacaktı, ona "tran'ın Se­ si" adını verdik. Daha önce tran radyo-televizyonunda çalışmış olan üç erkek ve bir kadın, ilk çekirdek yayın kurulunu oluşturdular. Bu dörtlü ekip Kahire'de takma bir isimle tutulan bir daireye büyük bir gizlilik içinde yerleşti. Seslerinin tran'da tanınmasına rağmen, şüpheleri gidermek için Avrupalı isimleri kullandılar. Dikkati çekmernek için dışarıya müm­ kün olduğunca az çıkıyorlardı. Görevleri, bize yalnız sürgündeki 383


Anılar

gruplardan değil, tran'dan da gönderilen sayısız belgeyi ve olaylarla ilgili olarak tanıkiann verdikleri bilgileri birleştirdikten sonra yayım­ lamaktı. Çok sayıda kaset, özellikle, muhabirlerimizin bulunduğu Paris'te dolduruluyor, sonra Kahire'ye getiriliyordu. Basra Körfezi'ndeki emir­ liklerde de muhabirierimiz vardı. Almanya'da bulunan bir haber kay­ nağımız tran'daki muhabir ağının gönderdiği bilgilerden yararlanı­ yordu. Ülkemizden bize sevgi mesajlan yazan insanlar da oluyordu. Yayın yaşamına hazır olmak için dokuz ay çalışmak gerekti. Bay Atabey'in gelip, bana sesimizin nihayet radyodan duyulabildiğini ha­ ber verdiği gün yaşadığım heyecanı unutamam. Küçük bir radyo bu­ lup, hemen yatak odama kapanmış, pencereyi ardına kadar açmış­ tım, öyle mutluydum ki: bu ses özgürlük yolunda ilk fetih, bir ilk za­ fer gibiydi. Bu arada, Kubbe Sarayı'nda 3 1 Ekim 1980 günü, Rıza'nın yir­ minci yaşı ile birlikte simgesel olarak tahta çıkmasını kutladık. Iran­ Irak savaşı bir ay önce patlamıştı, ülkemizin üstüne çöken yeni fe­ laketi çok iyi görüyorduk, bu nedenle çok sade bir tören yaptık. Tek bir televizyon kamerası ve yazılı basından tek bir gazeteci önünde, oğlum aşağıdaki şu ümit dolu konuşmayı yaptı l :

"Sevgili yurttaşlanm, kardeşlerim, yüce babamın elim kaybından son­ ra, tarihimizin en karanlık dönemlerinden birinde bu kutsal görev bana emanet edildi. Ulusal ve manevi ilkelerimiz, tarihi prensiplerimiz ve kül­ türel değerlerimiz, uygarlığımız dahili bir tehdit altındayken, ülkemizin içinde bulunduğu anarşi ortamından, ekonomik çöküntüden ve uluslara­ rası alandaki itibar kaybımızdan cesaret alanlar topraklanmızın bütün­ lüğüne tecavüz ettiler; bunu şiddetle kınıyoruz. "lranlılar doğuştan ulusal gurur ve yurttaşlık bilincine sahiptirler. Her birinizin ulusal kimliğinize, inancımza ve gerçek Islamın kutsal prensiple­ rine, tarihi değerlerinize ve ulusal kültür mirasımza gönülden bağlı oldu­ ğunuzu biliyorum; içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun, hiçbir hal­ kın böyle bir savaşı istemeyeceğine eminim. l. Metnin tamamı Ekler bölümünde. 384


Farah Pehlevi

Bu nedenle, çektiginiz acılan anlıyor ve gözyaşlannızı içinize akıttı­ gınızı biliyorum. Acınızı yüreğimde hissediyorum. Gene biliyorum ki, siz­ ler de benim gibi, bu karanlıklar içinde, tan yerinin agarmak üZere oldu­ gunu, yeni bir günün dogacagını biliyorsunuz. Bütün ruhunuzla ve bütün yüreğiniz/e, eskiden oldugu gibi, binlerce yıllık tarihimizin tekrar edece­ ğine ve bu kabusun sona ereceğine inancınızın tam oldugunu da biliyo­ rum. Işık karanlıgı yenecek. Yaşadıgımız acı deneyimlerden güç alarak, hep birlikte, el ele vererek, ülkemizi yeniden inşa edeceğiz. Gerekli re­ formlan yaparak ve hep beraber bütün gücümüzle çalışarak hedefierimi­ ze ulaşacagız. Eşitliğin, özgürlügün ve adaletin hakim oldugu yeni bir Iran kuracagız. Gerçek Islam inancının sevgiye ve bagışlamaya dayalı manevi degerierinden aldıgımız güçle, lran'ı dünyada hak ettiği yeri al­ mış, mutlu ve onurlu bir ülke yapacagız. " Dört hafta önce Rıza, Tahran'lı yetkililere, bir avcı uçağıyla işgal­ ci Irak güçleriyle savaşmak için ülkesine dönmeye hazır olduğunu bildirirken şunu yazmıştı: "Ülkemizin bekası için çok önemli olan bu anda, aziz vatanıının toprak bütünlüğünün korunması için kanımı fedaya hazırım." Bütün gece, Tahran'daki çeşitli bakanlıklara faksla Rıza'nın me­ sajını geçmiştik. Bazılan faksı kesmiş, diğerleri metnin tamamını ka­ bul etmişlerdi, ancak hiçbirisi cevap vermemişti. Ben de, kendi adı­ ma bir bildiri yayımlayarak özetle şunlan söylemiştim: "Bir lranlı ve Veliaht Prens'in annesi olarak, bundan böyle omuzlanmda taşıdı­ ğım tarihi sorumluluğun bilinciyle, bugün yaşadığımız acı olaylann yakında sona ereceğine ve bir karşılık görmeden lran'ı işgal edebi­ leceklerini sanan yabancı güçlerin, bütün bu toprakların lranlılara ait olduğunu bir kez daha öğreneceklerine olan ümidimi ifade et­ mek istiyorum. lranlılar topraklan üzerinde yabancı güçlerin bu­ lunmasına asla izin vermeyeceklerdir." Büyük oğlumun babasının yerini alması, bizim için kanşık ve üzüntülü bir dönem başlattı. "lktidar"ın el değiştirdiğini anlayan ba­ zı kişiler, akşamdan sabaha, pusulalannı Rıza'ya çevirdiler ve saraya onu ziyarete geldiklerinde beni selamlama nezaketini bile gösterme­ diler. Bu çok incitici, ama insan doğasını tanıma açısından derslerle 385


Anılar

dolu bir durumdu, acı acı gülümsemekle yetindim. Başkalan ise, sanki hiçbir şey olmamış gibi, yalnız benimle konuşmaya devam et­ tiler, öyle durumlarda, muhatabım olan kişinin bundan böyle ya­ nımda oturan oğlumla konuşması gerektiğini anlaması için gözleri­ mi bilhassa öne eğmeyi tercih ediyordum. Karar verecek kişinin ar­ tık genç Şah olduğunu, sadece deneyimim ve öğütlerirole oğluma yardımcı olmayı arzu ettiğim için onun yanında olduğumu açıkça belirtiyordum. Başlangıçta bu düşüncem kabul görmedi. Bazı yetkililer gelip, yirmi yıl boyunca kraliçelik yaptıktan sonra, onları bu dramatik dö­ nemde böyle bırakamayacağımı belirterek geriye çekilmemem için yalvardılar. Bu beni zor bir duruma sokmuştu çünkü bana güvenen ve gizlice mücadeleye devam eden bu insanların davamızla ilgilen­ mediğim düşüncesine kapılmalarını istemiyordum. Bu nedenle, bı­ kıp usanmadan, direnişin içinde olduğumu ancak artık yetkinin oğ­ lumda olduğunu açıklamak zorunda kalıyordum. Onlara şunu söy­ lüyordum: "Eğer bana güveniniz varsa aldığım karara da güvenin." Daha sonra oğlumun kuracağı kabine için müdahalede bulun­ mam, ona filancıyı ya da falaneayı takdim etmem, filanca ya da fa­ lancayı kabine dışında bırakmam için baskılar başladı. O zaman da, genç Şah'ın başansı için birlikte çalışacağı kişileri bağımsız bir şekil­ de ve serinkanlılıkla kendisinin seçmesinin benim için ne kadar önemli olduğunu açıklamak zorunda kaldım. Rıza'nın kendi kanat­ larıyla uçmak istediğini seziyordum, bu da elbette desteklenmeliy­ di. Muhataplanma şunu söylüyordum: "Ona, güven duyacağı ve birlikte çalışmak isteyeceği insanlan tanıması için zaman tanıyın." Insanların hırsiarının çatıştığı bu dayanılmaz ortamda, benim için için korktuğum şey oldu: bazı insanlar oğlumla arama nifak tohum­ lan serprneye çalıştılar. Farklı direniş gruplarıyla temasımı sürdürü­ yordum ancak Rıza'nın isminin şu veya bu gruba bağlanmasını iste­ miyordum, işte benim bu tutumumu bağışlamadılar. Her grup, Şah'ı kendine bağlayarak böyle bir desteğin bütün avantajlarını elde etmek istiyordu. Aşırı "liberal" düşüncelerim ve eşimin üstünde etkim oldu­ ğunu düşünen bu insanlar, şahlık rejiminin yıkılışında büyük bir so­ rumluluk payım olduğunu iddia ediyorlar ve Rıza'yı buna inandır­ maya çalışıyorlardı. 386


Farah Pehlevi

Bu kötü niyetli dedikodular, esas olarak, faaliyetleriyle daha önce şahlık rejimine zarar veren insanlar tarafından yayılıyordu. Henüz çok genç olan büyük oğlumun çevresindeki insanların bu ayak oyun­ lan bana çok acı verdi. Oğlum bu ihanetlerin arkasında ne büyük al­ çaklıklann ve hırslann olduğunu ölçebilecek yaşta değildi. Kendi kendime, onun bir gün gerçekleri anlayacağını, kendi kanıtlarının ol­ ması için zamana gereksinimi olduğunu düşünüyordum. Kendi ken­ dime bir kez daha bütün bunları göğüsleyip, ayakta kalmak zorunda olduğumu tekrarlıyordum. Vekar içinde ayakta kalmak! Bütün bun­ ların bana çok incitici, çok adaletsiz geldiği kimi günlerde bütün gü­ cümle işin özüne tutunmaya gayret ediyordum. "lran'ın geleceği için mücadele ediyoruz" diye düşünüyordum. "Davamız çok yüce ve her türlü fedakarlığa değer, gerisi çok önemli değil." Birkaç ay sonra Rıza, çevresindeki insanlarla birlikte Fas'a yerleş­ me arzusunu bildirdi. Onun bağımsızlığını daha güçlü kılmak için uzaklaşmak istediğini anlıyordum, buna hakkı vardı; ancak kendisi­ ne bu kadar çok eylem ve etki olanağı sunan Mısır'dan ayrılması ba­ na üzüntü verdi. Kendisine bunu söyledim ancak düşüncesini değiş­ tirmedi; bunun üzerine, onu ve yakın çalışma arkadaşlarımı bir ara­ ya toplayıp, kendilerine Kahire'yi terk etmeye hazır olduğumu söy­ ledim: "Bugün önemli olan tran, ben değilim. Davamızın geleceği için genç Şah'ın Mısır'da kalması yeğlenmeli. Bu nedenle, eğer benim buradan ayrılınarn Rıza'nın karanndan vazgeçmesini sağlayacaksa, ben gitmeye hazırım" dedim. Rıza kararını değiştirmedi ve Fas'a git­ ti. Kral 2. Hasan onu büyük bir sevgi ve ilgiyle karşıladı. ***

Kişisel, siyasi, ailevi nedenlerle, her cephede birden savaşmak gereken bu dönemden belleğimde çok üzücü anılar kaldı. Ancak, bütün bu zorluklara rağmen, eşimin yasını tuttuğumuz bu ilk yılda, sürgüne gidişimizden beri yaşayamadığımız aile ortamını yeniden kurmayı başardık Yeniden hep bir aradaydık - en azından Rıza'nın gidişinden önce. Çocuklarım eğitimlerine tekrar başlamışlardı ve daha önce söylediğim gibi her yerde, okulda, sokakta kendilerine gösterilen dostluktan çok mutlu olmuşlardı; sarayda herkes üzerle­ rine titriyordu. Mısır'da sadece güleryüz ve iyilik görerek rahatla387


Anılar

mışlardı. Sanki yeniden sevdiklerimizin bağrına, kendi aile ve kül­ tür ortamımıza dönmüş gibiydik. Yeniden bir arada olmak, çocuklara Tahran'da Niavaran Sara­ yı'ndaki günlük yaşamımızı o kadar mutlu ve neşeli kılan mizah duygularını da geri vermişti. Yeniden onların kahkahalannı duyu­ yor, birbirlerine öyküler anlattıklarını, şakalar yaptıklarını işitiyor­ dum. Bazı akşamlar, iki küçük çocuğumun yanlarına oturup ödev­ lerini kontrol ediyor ve ezberlerini dinliyordum, o zaman Leyla'nın yüzünün ışıldadığını görüyordum. O küçücük yaşında, yanında ol­ madığım için acı çektiği, kargaşayla dolu aylardan sonra, nihayet se­ vinçlerini ve okul yaşamındaki sıkıntılarını benimle paylaşmanın mutluluğunu tadabiliyordu. Kimi zaman, birlikte bir restoranda akşam yemeğine gidiyor ve­ ya bir müzeyi geziyorduk. Bazen de annem bize tran yemekleri ha­ zırlıyordu. Mutlu olduğumuz yıllarda annem yanımdaydı, bütün sürgün yaşamımız boyunca da yanımızda kaldı. Çocuklar onu çok severlerdi. Otuz altı yaşında babamı kaybettikten sonra bir daha ev­ lenmemişti. Güzel, iradeli bir kadındı, asla hiçbir şeyden şikayet et­ mezdi. Benim için de çocuklar için de her zaman olumlu ve cesaret verici sözler söylerdi. "lyi şeyler düşün," derdi, "o zaman Tanrı sana onları verir." lnanç sahibi bir insan olarak annem başka dinlere kar­ şı da bir hoşgörü örneğiydi ve lslam Devrimi'nin verdiği ahlak öğüt­ leri onun midesini bulandırıyordu. Kadınlara saygınlık kazandırmak için çok genç yaşında mücadeleye başlamış birisi olarak, Humey­ ni'nin Islama ve lslam dininin özüne sayılamayacak kadar çok zarar verdiğini söylüyordu. Annem 1999 sonbaharında Paris'te öldü. Ar­ tık hiç kimseyi tanıyamıyordu; sanki benim kendisinin yanında ol­ duğumu gördüğünü belli etmek istercesine, elini yavaşça omzuma koyduktan sonra son nefesini verdi. Kuzenlerimiz ve yakınlanmız bizi ziyarete geliyorlardı. Kral Ba­ udouin'in, Başkan Senghor'un, Nepal Kral ve Kraliçesi'nin gösterdik­ leri dostluğun belleğimde ayrı bir yeri vardır. Subaylar ve eski siyaset­ çiler de gelenler arasındaydı. lşte böylece, ben değişik direniş grupla­ rını bir araya toplamak için karşımıza çıkan çok büyük zorluklarla uğraşır, insanlan dinler, onlara ümit aşılamaya çalışır ve emrikalan çözerken, her şeye karşın yaşam devam ediyordu. Artık Kahire'ye ke388


Farah Pehlevi

sin olarak yerleşmeyi düşünmeye başladıgımız bir dönemde, 6 Ekim ı 98 ı' de birkaç günlüğüne gittiğim Paris'te, Enver Sedat'ın ölümünü ögrendim. O gün yazdıgım şu satırlan yeniden okudugumda, o son­ bahar gecesi duydugum ümitsizlige yeniden kapılır giderim:

"Paris, saat sabahın ikisi. Başkan Sedat artık yok, onu bir askeri tören sırasında katlettiler. Buna henüz inanamıyorum. Bu sözcükleri yazmak ne kadar zor. Benim bir parçam da aynı anda öldü. Bizim bir parçamız. Aziz Sedat, sana ne kadar hankulade bir insan olduğunu söy­ lemek isterdim, çocuklanm için baba oldun, benimse dostumdun. Sen kendi içinde ışığı, banşı, süküneti, iyiliği ve bilgeliği taşıyordun. Bir dağ gibi güçlü ve suyun yüzeyi gibi dingindin. Gözlerin insanlar için duydu­ ğun sevgi ve anlayışla doluydu. Mısır için, dünya için ve bizim için ne bü­ yük kayıp! Sen arkadaşına kavuştun ve bizi ikinci kez öksüz bıraktın." Eşimin ölümünden on dört ay sonra, büyük bir üzüntüyle, Ka­ hire'de Başkan Sedat'ın naaşı arkasında bir araya geldik. Duydugu derin acı, yüzünden okunan Cihan yine de, kendisine üzüntülerini ifade etmeye gelenleri sakinleştirmeye çalışıyordu . Mısır rehberini ve vicdanını yitirmişti. Bana artık Kubbe Sara­ yı'ndan dışan çıkmamamız ve bahçede dolaşrnarnamız öğütlendi, yet­ kililer orada nöbet tutan askerlerin düşünce yapısından artık emin de­ gildiler. Ülke bir kargaşa ortamına mı sürüklenecekti? Müslüman Kar­ deşler Örgütü'nün fanatik katilleri her yere saklanmış olabilirlerdi. Pa­ ris'ten benimle gelen üç kişiyle birlikte günlerce saraya kapanıp, ken­ di kendimize, yeniden bir ayaklanmanın pençesine düşüp düşmeye­ ceğimizi sorduk. En kötü olasılıgı göze alarak, günün ya da gecenin herhangi bir saatinde kaçmaya hazırlanmıştık Amerika'da Başkan Ronald Reagan daha henüz seçilmişti ki Tah­ ran'daki yetkililer, geri kalan elli iki rehineyi 20 Ocak ı98ı tarihin­ de serbest bıraktı. I Amerika'nın yeni başkanı bana, bundan böyle ı . Rehinelenn serbest bırakılması için Islam Cumhunyeti ile Arnenka arasında 16 Ocak l98l'de imzalanan Alger anlaşmasından sonra, Washington bizim Arnenka'daki servetimizi Tahran'a ia­ de etmeyi taahhüt ediyordu. Oysa ne Şah'ın ne de benim Arnenka'da sahip oldugumuz herhan­ gi bir şey yoktu. Yine de Islam Cumhunyeti on dört yıl boyunca bize karşı açugı davalan sür­ dürdü. Kuşkusuz boş bir çabaydı bu. Aynca, Ingiltere ve Isviçre'de açugı. davalan da kaybetti. 389


Anılar

artık ülkesinin kapılannın açık olduğunu bildirdi. Bu davet yapıl­ masaydı hiç kuşkusuz Mısır'dan ayrılmayacaktık Orada yaşadığımız olaylardan sonra Amerika'ya dönmek benim için çok zor olmuştu. Özellikle New York Hastanesi'nin pencerele­ ri altından tekrar geçtiğim zaman orada içimi kaplayan üzüntüyü tekrar hissettim. Her şeyi yeniden yaşadım: eşimin çektiği ıstırap, sokakta lranlılar kin dolu çığlıklar atarken onun gösterdiği cesaret, gizlice askeri Lackland üssüne gidişimiz ve küçük Leyla'nın sabah uyandığında, her sabahki gibi beni göremeyecek olmasından ötürü boğazıma yumruk gibi oturan acı. Williamstown New York'a üç saat mesafededir. Arabayla yolda giderken gördüğüm o fast-food restoranlarının, beni hayatıının en kötü dönemine sokan, bizimkinden çok farklı Amerikan yaşam tar­ zının bana ne kadar ters olduğunu düşünmüştüm. Oğlumun satın aldığı ev, aile yaşamına pek uygun değildi. Ah­ şap olduğu için çok gürültü geçiriyordu. Yatak odaları küçük ve sa­ yısı yetersizdi. Başlangıçta içimden hiçbir şey yapmak gelmedi, ken­ dimi uyuşmuş gibi hissediyordum. Acılarla ve akıl almaz şeylerle dolu o iki yıldan sonra, zorunlu olarak bir köşeye çekilip yaşamanın hepimiz için ne kadar yararlı olabileceğinin yavaş yavaş farkına vardığıını sanıyorum. Williams­ town beş bin nüfuslu, alışveriş yapılabilen tek bir sokağı olan, dün­ yadaki çalkantılardan çok uzak, küçücük bir üniversite şehriydi. Kırların ortasında, özellikle sonbaharların şahane olduğu, şirin bir kasaba. Oldukça kalabalık ve gürültülü bir şehir olan Kahire'den sonra, sanki aniden duyularımı kaybetmiş gibiydim: burada çim biçme makinelerinin gürültüsü dışında tek bir ses yoktu, hiçbir tehlike korkusu da duymuyorduk; sadece tertemiz, kesinlikle iyi korunan bir doğayla çevriliydik. Uyum sağlamaya çalıştıklan ilk haftalardan sonra çocuklar, özel­ likle çabucak yeni arkadaşlar edinen Leyla, buradaki yaşamlarından memnun gibi görünüyorlardı. Leyla için bir özel okul bulmuştuk, Ali Rıza ise bir devlet okuluna girmişti. Her iki okul da onları çok büyük bir ilgi ve nezaketle karşıladı, ders programında olmadığı 390


Farah Pehlevi

halde, Leyhi.'nm okulu hemen Farsça dersleri koymayı önerdi. Artık benim de onlara ayıracak daha çok zamanım vardı. Ödevlerini ya­ parlarken yardım ediyor, onları dinliyor, okulda yaşadıkları küçük maceralarını paylaşmaktan mutlu oluyordum. Liseyi Mısır'da bitiren Ferahnaz New Hampshire'daki Benington College'a kabul edildi. Tahran'daki Amerikalı diplamatların rehin alınması sırasında lslam Cumhuriyeti'ni Birleşmiş Milletler'de tem­ sil eden bir elçinin öğrencisi olmak Ferahnaz için bir şanssızlıktı. Konusu petrol olan çok iyi bir ödev hazırladığı halde, eline geçen her fırsatta şahlık rejimini kınayan bu adam, tek başına yapmadığı­ nı ileri sürerek kızıının ödevini kabul etmedi. Taşıdığı isim yüzün­ den uğradığı bu haksızlık Ferahnaz'm daha sonra da benzer durum­ larla karşılaşacağını gösteriyordu. Fas'ta bulunan büyük oğlum, direniş eylemlerinin yönetimini eline almış ve eşimin ölümünü izleyen aylar boyunca bütün zama­ nımı alan işlerden beni kurtarınıştı ancak tamamen kabuğuma çe­ kilmemiştim. Aldığım mektuplara cevap veriyor, bazen beni ziyare­ te gelenlerle önemli görüşmeler yapıyor ya da telefonla konuşuyor­ dum ama artık zamanım sınırlı değildi. Lösemiye yakalanmış olan Ana Kraliçe lO Mart l982'de vefat et­ ti. Onu üzmemek için Şah'ın öldüğünü saklamıştık ve bütün o ay­ lar boyunca, sanki oğlu hala yaşıyormuş gibi kendisine ondan haber vermek zorunda kalmıştım. Eşimin telefonda konuşamayacak kadar yorgun olduğunu söylüyordum, o da çok zayıf düştüğü için bana inanıyordu. Ana Kraliçe geçici olarak New York'ta, torunu Şehri­ yar'ın yanında yatıyor. ***

Bir süre sonra daha normal bir yaşam sürmeyi yeniden öğren­ dim. Sıkıntılı zamanlarımda her zaman faydasını gördüğüm tenise tekrar başladım. Evin yakınmda bir sera vardı, oraya bir şeyler ek­ meye başladım. Topraktan çıkan tohumlar bana ümit aşılıyordu. Çevremizdeki insanlar, komşular, çarşıdaki dükkanıarın sahipleri, birlikte tenis oynadığım kişiler, hepsi de çok sıcakkanlıydılar. Çoğu bana ismirole sesleniyorlardı ancak bazılarının yaşadığımız korkunç olaylar hakkında hiçbir fikirleri olmadığı görülüyordu. tran'ın ma391


Anılar

ruz kaldığı acılardan da hiç haberleri yoktu ve bu cehalet nedeniy­ le kendimizi dünyadan soyutlanmışız gibi hissediyorduk. Bir gün, memleketimizden getirilen şamfıstığı ikram ettiğim bir genç hanım, gayet masum bir ifadeyle şöyle dedi: "Gelecek defa lran'a gittiğiniz­ de, ne olur, bana da fıstık getirin, öyle güzel ki!" Ona ne cevap ve­ rebilirdim? Nereden başlayabilirdim? Aynı dönemde, bazı tıbbi tet­ kikler yaptınnam gerekti. Dosyaını dolduran hanım beni tanımadı­ ğı için evli olup olmadığımı sordu. Cevap verdim: "Eşim öldü. " O da "dul" diye yazdı. "Çalışıyor musunuz?" diye sorduğunda: "Ha­ yır" diye yanıtladım. Hanım "unemployed" (işsiz) diye yazınca gü­ lümsedim ve kendi kendime: "Daha doğru ifade edemezdin" diye düşündüm. Çok nazik bir şekilde akşam yemeklerine davet edildiğim de ol­ du. Davetteki insanlar New York'ta sahnelenen bir tiyatro oyunu veya yerel bir olayla ilgili görüş alışverişinde bulunurlarken, ben dalgın bir şekilde gülümsüyor, gerçekten başka bir gezegende oldu­ ğumu düşünüyordum. Evet, köklerimizden kopanlmış olmamıza daha göreedi bakabilmek için, gülmeye gayret ediyordum. Bazen gerçekten gülmernek elde değildi. New York'taki evinin salonunda resmim asılı olan bir arkadaşım bir akşam telefon etti ve içi üzüle­ rek ama kahkahalarla gülrnekten kendini alamayarak şu olayı anlat­ tı: Evine misafir gelen bir firma şefi duvardaki resmimi görünce me­ rak edip sormuş: "Resimdeki bu genç kadın kim?" "Bizim kraliçemiz," cevabını vermiş arkadaşım. Misafiri şaşkın bir ifadeyle sormuş: "Humeyni'nin karısı mı?" Başka bir kez, New York'ta bir sanat galerisine girdiğim bir gün, bir adam yanıma gelerek çok nazik bir şekilde sordu: "Bana Şah'ın eşi olduğunuzu söylediler, sizinle tanıştığıma çok memnun oldum! Sakıncası yoksa eşirole resminizi çekebilir miyim?" "Rica ederim, buyrun . . . " Adam eşine seslendi: "Sevgilim, gel de Şah'ın eşiyle bir resmini çekeyim. " 392


Farah Pehlevi

Resim çekildikten sonra adam sordu: "Sahi, Şah'ın eşisirriz de nerenin Şah'ı bu?" Aynı gün, aynı galeride bir kadın benimle İtalyanca konuştu. "Afedersiniz," diye sözünü kestim, "ama ben İtalyanca bilmiyorum. " "Ama nasıl olur, siz Süreyya degil misiniz? "Hayır," dedim, "ben ondan sonra gelenim." Yine de, bütün bu yanlış anlamaların ötesinde , pek çok Ameri­ kalının bana sevgi gösterdiklerini anımsıyorum. lki ülke arasındaki dostça ilişkileri unutmayan Şah'ın ve benim dostlarım, beni davet etmeye devam ettiler. İçlerinden bazıları, samimi sözler ve davranış­ larla beni desteklediklerini göstermek için ellerinden geleni yaptılar. New York Hastanesi'nin pencereleri altında eşimin ölmesi için dua eden göstericilere karşı çıkan işçileri de hep hatırlanm. Hiç tanıma­ dıgım Amerikalılardan Şah'ın, vatanı için neler yaptıgını bildikleri­ ni ve ülkemizin içinde bulundugu duruma üzüldüklerini anlatan pek çok mektup aldım. Bana her yıl hiç aksatmadan mektup gön­ deren Arizonalı Mary ve Robert'i hatırlıyorum. North Carolinalı Da­ ne'i, Kızılderili David'i, bugün yirmi yedi yaşında olan kızına benim ismimi veren Gary'i ve daha birçok başka Amerikalıyı da . . . Ameri­ kalıların daima ileriye bakmalannı, yaşadıklanyla ilgili pişmanlık duymamalannı çok takdir ediyorum. Kaderi, gözyaşlarını ve ümit­ sizligi kesinlikle reddetmelerini seviyorum. Geleceklerine duyduk­ ları güveni de. 80'li yılların ortalanna kadar kendimi dünyadan soyutlanııştım; bu durum çocukların ruhsal gelişimlerine zarar verebilirdi, ben ele bunal­ mıştım, kabugumdan çıkmaya karar verdim. New York'ta ot u rmayı is­ temesek de, yakında bir yere yerleşmek istiyorduk. New York'a sade­ ce bir saat uzaklıkta olan Connecticut'taki Greenwich'drn övgüyle bahsetmişlerdi. Orada Williamstown'dakinden daha kon lorlu, yete­ rince büyük, hankulade güzel bir bahçenin ortasında bir rv bulduk. Bitkilerin kuraklıktan çok zarar gördügü bir ülkeden gelrtı benim gi­ bi birisinin hayal edebilecegi her türlü agaç vardı bu bah�rde. Green­ wich, gerçekten de dogaya ve mevsimlere tutkun olanlar lı.-in cennet393


Anılar

ten küçük bir köşedir. Kızıla ve yaldızlı kahverengine bürünmüş ha­ liyle bana Tahran'ı anımsatan Greenwich sonbaharlanndan hiç bık­ madım. Leyla bir kez daha arkadaş çevresinden ayrılmak zorunda kal­ maktan pek memnun olmasa da zamanla yeni okulunu sevdi. Üni­ versite çağı gelen Ali Rıza'nın Princeton'a girmesi içimi gururla dol­ durdu. Önce fen bilimleri okumayı kararlaştırmışken müziğe duy­ duğu tutku nedeniyle müzik tarihine yöneldi. O zaman Columbia'da psikoloji okuyan ve fevkalade başarılı olan Ferahnaz, New York'ta kendisi için kiraladığım küçük bir dairede oturuyordu. Rıza'ya gelin­ ce, o da Fas'tan ayrılıp Connecticut'a yerleşmişti, böylece Iran yeni yılını ailece kutlama alışkanlığımıza tekrar kavuştuk. O kadar uzun zaman bize karşı acımasız olan yaşam sonunda aniden gülümsedi: bir akşam Rıza telefon ederek nişanlanmayı dü­ şündüğünü haber verdi. lçimi bir sevinç dalgasının kapladığını his­ settim. Bir süre önce Yasemin isminde, Amerika'da sürgünde yaşa­ yan genç bir lranlı ile tanışmış. lslam Devrimi'nden önce Yasemin'in ailesi, Tahran'a pek uzak olmayan Zencan'da tarım yapılan arazile­ re sahipmiş. Rıza'nın, kendi kültürümüzden olan ve yaşanan olay­ lardan çok fazla acı çekmiş bir genç kızla yuva kurmayı düşünmesi beni çok sevindirmişti. Yasemin, Iran'dan ayrıldığında dokuz yaşın­ daymış, anne ve babası sahip olduklan her şeyi kaybetmişler: böy­ lece birlikteliklerinin en başında, Yasemin ve oğlumun ruhen de paylaşacaklan pek çok şey olacaktı. Birkaç hafta sonra oğlum beni Yasemin Etemad-Amini ile tanış­ tırdı. Güzelliği ve zekası yanında çok sade oluşuyla da ilk görüşüm­ de beni etkiledi Yasemin. Mesafeli duruşu bana çeyrek yüzyıl önce ana kraliçeye takdim edildiğim zaman duyduğum çekingenliği amın­ sattı. Onu rahatlatmak için elimden geleni yaptım, oğlumun yanın­ da onu görmekten ne kadar mutlu olduğumu söyledim, sonra onu ürkütmemeye dikkat ederek, evlilik bağıyla genç Şah'a bağlandıktan sonra üstlenmek zorunda kalacağı sorumluluklarını anlattım. Hü­ kümdan tanıdığım zaman ne kadar masum olduğumu hatırladığım için onu, kendisini üzebilecek her şeyden korumak istiyordum. Da­ ha sadece on yedi yaşındaydı ancak çok güçlü bir karakteri ve serin­ kanlı bir kişiliği olduğu o zamandan hissediliyordu. 394


Farah Pehlevi, Greenwich'te ailesiyle birlikte: (yukandan aşagıya) Nur, Rıza, Ali Rıza, Yasemin, Leyla, lman ve Ferahnaz.


Anılar

Düğünün 12 Haziran l986'da yapılması kararlaştınldı. Tahran'dan aynldıgımızdan beri ilk kez, içimizi ümitle dolduran mutlu bir olay nedeniyle hepimiz bir araya geleceklik lran-lrak savaşının tam orta­ sındaydık, bu nedenle tranlılann yaşadıklan acıya duyduğumuz say­ gıdan ötürü, çocuklann evliliginin aile içinde sade bir törenle kutlan­ masına karar verdik. Sürgünde olmamıza karşın, gelenekierimize uy­ gun bir düğün yapmayı arzu etmiştik. Yasemin, gelinligini kendisi seçmek istemiş ve onu bir lranlı terziye ısmarlamıştı. Bana gelince, ge­ ne tranlı bir sanatçı bulup ona renkli bitkilerle süslenmiş geleneksel üzerlik tepsisini hazırlatmıştım. Korumalanmızdan birinin eşi çiçek­ lerle ilgilenmişti, tran yemekleri ise Amerika'daki tran cemaati içinde bulunan dostlanmız tarafından yapılmıştı. Hepimizi duygulandıran, ölçülü, sade bir tören oldu. Genç çif­ lin çevresinde altmış kişi kadardık ve benim tek üzüntüm, başkala­ rına karşı duyduğum saygı ve çekinmeden ötürü Cihan Sedat'ı da­ vet etmeye cesaret edememiş olmamdır. Sadece en yakın aile fertle­ nınizi davet etme karanmızı onun için dikkate alınamam gerekirdi. Dini merasim boyunca, benim kendi düğünümde yapılmayan bir şey yapıldı: mutlu evlilikleri olan hanımlar, Yasemin'in kızkardeşleri Ladan ve Nilüfer, halarn Puran Diba ve Doktor Pimia, gelenekiere uygun olarak oturan gelin ve damadın başlan üzerinde bir örtü tut­ tular, örtüye sürtülen iki iri şeker parçası çiftin yaşamlannın mutlu geçmesi içindi, sonra da bir hanım aynı örtüyü teyelledi, bu da ka­ yınvalidenin ağzını kaparnayı sağladıgına inanıldığı için yapılan bir şeydir. Düğün hediyesi olarak Rıza genç eşine üzerinde babasının resmi bulunan altınlar ve küçük bir Kuran sunmuştu. Ben de Yasemin'e bir elmas yüzük hediye ettim. Onlara birkaç kelime söylemek istedigim anda öyle heyecanlan­ dım ki, mutluluk dileklerimi nasıl dile getirdiğimi kesin olarak ha­ tırlayamıyorum. Ancak eşimin hatırasını andığımı, onun bu güzel günü görmek için yanımızda olmamasına ne kadar üzüldüğümü ifa­ de ettiğimi anımsıyorum. Son olarak, tam tarnma yirmi yedi yıl önce benim yaptığım gibi, Yasemin güvercinleri azad etti. 396


Farah Pehlevi

Evliliginin hemen ertesinde, büyük bir yüreklilik göstererek siya­ sal bilgiler ögrenimine başladı, kızlannın dogumundan sonra da hu­ kuk ögrenirnini tamamladı. Yasemin bugün avukatlık yapıyor; özel­ likle, terk edilen, kötü muamele gören ya da tacize ugrayan çocuklar­ la ilgileniyor. Aynca, on yıl kadar önce, amacı agır hasta olan ve bu­ lundukları yerde tedavi edilemeyen lranlı çocuklan Amerika'ya getir­ tip tedavi ettirmek olan bir vakıf kurdu. Sürgünde yaşayan lranlılar kendisine bu girişiminde -bağışlar yaparak ya da fiilen çalışarak- yar­ dımcı oluyorlar. Taşıdıgı adın bu vakfa zarar vermemesi için Yasemin vakfın sorumlulugunu kuzinlerinden birine bıraktı. O zeki ve çagdaş bir genç kadın; dünyaya bakışı, kültür birikimi ve olayları kavramadaki yetenegiyle ogluma çok degerli bir destek saglıyor. Onların birbirlerine çok baglı ve dayanışma içinde olduk­ larını, dünyada olup bitenleri iyi izlediklerini görüyorum ve inanı­ yorum ki, eger günün birinde lran halkı yüzünü onlara çevirirse, Rı­ za ve eşi onları unuttukları gelişme yoluna sevkedip, başka kültür­ lere açılmalarını saglayabilecekler. Tahsilini sürdürürken Yasemin ogluma iki kız çocuğu vererek mutlu evliliklerini perçinledi. Torunlarıının sevgisi ve kıvrak zeka­ ları beni her gün büyülüyor. Nur 3 Nisan 1 992'de doğdu. lman da ondan bir buçuk yıl sonra 12 Eylül 1993'te dünyaya geldi. Torun­ larıma yakın olabilmek için Connecticut'dan aynimaya karar ver­ dim. Greenwich'deki evimiz Leyla ve benim için artık çok büyük ve fazla pahalı geliyordu. Ben mütevazi bir ev aramayı düşünmekteyken Rıza telefon edip, kendi evlerine sadece dört dakika mesafede bulunan bir evi satın al­ mayı önerdi . O sırada Paris'teydim. Oğlum bana evin fotoğraflarını gönderdi, ilk görüşte beğenip, peki dedim. Hemen sonra Yasemin beni aradı ve nazik bir şekilde şunları söyledi: "lşleri aceleye getirmeyi sevmediğinizi biliyorum, hele de böyle bir şey söz konusu ise, ancak Rıza ve torunlannız bizim hemen ya­ kınımıza gelecek olmanızdan öylesine mutlu oldular ki, eğer fikir değiştirecekseniz, bunu şimdi yapın çünkü daha sonra vazgeçerse­ niz, hepsi çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklar." O kadar duygulanmıştım ki evi alma kararımı teyid ettim. 397


Anılar

90'lı yıllar, benim İran'ın çıkarlannın elçiliğini görev edindiğim yıllar oldu. Oğlum kendisine düşen siyasi rolü tam anlamıyla üstle­ niyor, ben de kendisine, onu temsilen yaptığım yolculuklada veya eskiden tanıdığım şu veya bu şahısla temas ederek yardımcı oluyo­ rum. ***

Aslında, oğlum babasının yerine geçtiğinden beri benim siyasi so­ rumluluğum, konuştuğum insanlara -gerek sokaktaki insanlar, ge­ rekse önemli şahsiyetler olsun- bıkmadan, usanmadan İran'ın bu­ gün yaşadığı dramı anlatmakla sınırlı. Tahran'da ve taşrada olup bi­ ten her şeyden haber almaya gayret ediyorum - bu çaba benim gün­ lerimin büyük bir kısmını alıyor ancak bunu seve seve yapıyorum çünkü ikna etmeyi başardığım her insanla, ülkemin kurtuluşu için yaptığımız mücadeleye bir yandaş daha kazandığımıza inanıyorum. Sürgünde görüşme fırsatı bulabildiğim devlet adamlan arasında, François Mitterand ile beni çok heyecanıandıran ve duygulandıran bir konuşma yaptığımızı anımsıyorum. Fransa Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi ben talep etmiştim. Görüşmenin gizli kalması için, beni Elysee Sarayı'nın bahçesindeki bir kapıdan gizlice içeri aldılar. Baş­ kan beni karşılayıp bir salonda yanan şöminenin yanına oturttu, ba­ na son derece sıcak ve nazik davrandı. İran hakkında verdiğim bil­ gileri büyük bir ilgi ve dikkatle dinledi; görüşmemiz sırasında ken­ disinin, eşimin büyük gerilimiere rağmen yirmi yıl boyunca banşı korumayı başardığı ama bugün ciddi sorunlarla yanıp kavrulan bu bölgeyle ilgili derin bir bilgiye sahip olduğunu gördüm. Nancy Reagan ile yaptığım görüşmeye ilişkin olarak da çok iyi anılanm var. Ikinci kez seçilmeye can atan jimmy Carter'a karşı Ame­ rika başkanlık seçimlerinde adaylığını koyan Ronald Reagan, eşim hakkındaki ve onun sürdürdüğü politikayla ilgili olumlu görüşlerini yüksek sesle söyleme cesaretini gösteren tek kişi olmuştu. Bu beni fevkalade duygulandırmıştı ve hissettiklerimi açıkça belirtmiştim. Kraliçe Fabiola, İspanya Kralı ]uan Carlos ve Kraliçe Sophie bu­ gün de benim değerli dostlanmdır. İspanya'daki monarşi, İran'ın ge­ leceğini düşündüğü zaman, oğlum Rıza'nın örnek gösterıneyi sevdi­ ği bir rejimdir. 398


Farah Pehlevi

Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek ve eşi Suzan, her sene eşimin ve­ fatının yıldönümünde beni içten sevgiyle ve şefkatle karşılarlar. On­ lar sayesinde Mısır, bizi asla terk etmeyen dost ülke olarak yüreğim­ deki yerini daima koruyacak. Bayan Chirac'ın bana her zaman gösterdiği dostluk ve ilgi beni çok mütehassis etmiştir. Fransa başkanının eşi, görüştüğümüzde bana hep ineelikle davranır, ülkemle, çocuklarımla ve kendimle il­ gili dostça ve duygu dolu sözlerle beni teselli etmeye daima özen gösterir. Leyla'nın ölümünden sonra yaptığı ziyareti asla unutmaya­ cağım. Büyük bir tevazu ile elinde çiçeklerle gelip bana şefkatle sa­ rıldı ve acıını bütün kalbiyle paylaştığını söyledi. Son olarak, siyasi konumumuz nedeniyle ne yazık ki adlarını söy­ leyemeyeceğim yakın ve Ortadoğu'daki bazı kraliyet ailelerinin, be­ nim için çok aziz olan dünyanın bu köşesine has sıcaklık ve ineelikle bana verdikleri çok değerli moral desteği şükranla anmak isterim. ***

Amerika'ya yerleştikten sonra New York'ta bir büro açıp yöneti­ mini, sürgünde geçen onca yıldan sonra hala en sadık yardımcılanm­ dan biri olan Kambiz Atabey'e bıraktım. Bu büro, yapacağım ulusla­ rarası görüşmelerimin ajandasını yönetmekten başka, her gün bana gönderilen yüzlerce mektupla ve elektronik posta ile de ilgileniyor. Bu mesajların birçoğu bana sadakatini, sevgisini bildiren insanlardan geliyor ancak -Iran dahil- dünyanın her yerinden gelen yardım ta­ lepleri de var, bu taleplerin hepsine olumlu cevap verebilmek için elimden geleni yapıyorum. Ayrıca, çocuklan veya eşleri hasta olan, acil para yardımına ihtiyaç duyan ya da iş arayan ve benden aracı ol­ mamı isteyen, yahut bulunduklan ülkeden kovulmak üzere olup, benim müdahale etmemi bekleyen sürgündeki yurttaşlanın da mesaj gönderiyorlar. . . Karşılanması her zaman kolay olmayan ve bazen pek çok girişim yapılmasını gerektiren bu taleplerin dışında, benden tek beklentile­ ri biraz ilgi gösterınem olan insanlar da var, o takdirde muhatapla­ nma çok çabuk yardımcı olabiliyorum. Bu duruma son örnek ola­ rak, emekli bir generalin telefonla benden yardım isteyen kızını ha399


Anılar

tırlıyorurn. Amerika'nın küçük bir kentinde sürgünü yaşayan baba­ sı çok büyük bir ruhsal çöküntü içindeymiş. "Onun moralini düzel­ tebilecek tek kişi sizsiniz" dedi bana. "Pekala, ne yapabilirim?" "Ona telefon edebilir misiniz?" O generali aradım ve doğru sözcükleri bularak ona, ümidini kaybetmemesi için cesaret vermeye çalıştım. Ertesi gün kızı beni tekrar aradı: 'Teşekkür ederim, telefonunuz babamın yaşarnını de­ ğiştirdi. . . " dedi. Başka bir gün bir lranlı delikanlı artık okula gitrnek istemeyen, hiçbir şeyden zevk almayan ve karamsarlık içinde boğu­ lan erkek kardeşinden söz etti. O çocuğu aradırn, anlattıklarını din­ ledirn, telefonda sohbet ettik. Bu konuşmadan bir yıl sonra, karde­ şinden onun tahsilini bitirdiğini öğrenince çok sevindim. ·

Internet sayesinde, ülkedeki lranlılar ile olan ilişkilerirn de dik­

kate değer ölçülerde gelişti. Şahlık rejimini tanımayan bugünkü ku­ şaktan birçok genç, ana-babalannın yaşadıklarını anlamak, geleceği o kadar aydınlık görünen tran'ın nasıl olup da bu karanlığa görnül­ düğünü öğrenmek için bana başvuruyorlar. Onlardan gelen sorular­ la, sevgiyle dolu elektronik posta mektupları beni çok heyecanlan­ dınyor. Onlara, ülkemizin yaşadığı ve bizim hala yaşarnaya devarn ettiğimiz dramı içtenlikle, sade bir şekilde anlatmaya özen gösteri­ yorum. Bilhassa gelecekten ümitlerini kesmemeleri için cesaret ver­ meye gayret ediyorum. Yakınlarda, on iki on üç yaşlannda bir erkek çocuk bana gönder­ diği elektronik posta mesajında beni çok sevdiğini, benimle mutlaka konuşmak istediğini ancak anne ve babasının, yetkililerin bunu öğ­ renmesinden çok korktuklarını anlatıyordu. "Birkaç günlüğüne bir cep telefonunu ödünç aldım," diye yazıyordu, "lütfen bana telefon edin." Mimarlık öğrencisi bir başka delikanlı, Persepolis antik kenti­ ni gezerken hep beni düşündüğünü anlatıyordu. O da kendisine te­ lefon etmemi istemişti. Onu aradım, konuşmanın sonunda bana şöy­ le dedi: "Teşekkür ederim, bana yoluma devam etmek için cesaret verdiniz. " Bu cümleyi ben de aynen ona tekrarlayabilirdim: bana ih­ tiyaç duyan bütün lranlılar, özellikle de gençler, mücadeleme devam etmem için bana cesaret veriyorlar. 400


Farah Pehlevi

Bir oğlun babasını bulmasına yardımcı olabilmek son zamanlar­ da yaşadığım en büyük sevinçlerden birisi oldu. Sürgün dramını ya­ şarken birbirlerini kaybetmişler ve oğlun aklına benden yardım iste­ rnek gelmiş. Evet, bütün bunlar çok büyük ölçüde dikkat, zaman ve enerji ge­ rektiriyor ama sonunda hepimiz kazanıyoruz. Benim her gün emek, zaman olarak verdiklerimi yurttaşlanın bana fazlasıyla geri veriyor­ lar. Onların telefonlarının, mektuplannın, elektronik posta mesajla­ nnın her birinde gördüğüm ümit, bana kendi acılarımı aşmak için güç veriyor. Tahran'dan aynlışımızdan hemen sonra, sürgündeki yurttaşlanmızın birçoğunun bana biçtikleri bu rolü reddedip, başka türlü davranabilir miydim? Çalışmaktan bitkin düştüğüm bir gün Ferahnaz'a "Bu benim seçimim mi yoksa kadçrim mi bilmiyorum" dedim. Ferahnaz bana şu ce':'abı verdi: "Öyle sanıyorum ki kaderin sana seçim hakkı tanımıyor." lO Haziran 2001 günü Leyla'nın Londra'da ölmesiyle, yeniden tesellisi bulunmayan, uçsuz bucaksız büyük bir acıya gömüldüm. Eviadını kaybeden bir insanın acısı asla dinmez. Leyla otuz bir ya­ şını yeni kutlamıştı. Daha on yaşındayken babasını kaybetmişti. O zamandan beri ölüm kavramı onun aklını sürekli meşgul ediyordu. Williams­ town'da bu durum beni kaygılandırmış ve onu bir Iranlı üniversite hocası ile tanıştırmıştım; profesörün onu yaşadığı bu korkudan kur­ tarabileceğini ümit etmiştim. Iran'dan ayrıldığımızdan beri yoğun acılarla dolu yıllar geçirmişti, babasının yasını tuttuğumuz ve onun yaşamını biçimlendiren her şeyin yok olduğu, yıkıldığı yıllar: Daha üniversiteye yeni başladığın'da kendini yorgun hissettiğini söylüyor­ du. Sık sık migrenden şikayet ediyor, derslerini takip edemediğini söylüyordu. Benim öğüdüm üzerine doktorlara danışmaya başladı, o arada üniversitede hocalanyla derslerini hafifletme konusunda an­ laşmıştık. Ancak bunun da hiçbir yararlı etkisi olmadı. Üniversite­ den hoşlanmıyordu, şiiri, edebiyatı, müziği çok sevdiği için kızımı gönlünün sesini dinleyip tercihlerini yapmaya, üniversiteyi bırakıp sanat daUanna yönelmeye hakkı olduğuna ikna etmeye çalıştım. Bir ara, çok sevdiği Firdevsf'nin bazı öykülerinden yola çıkarak bir çiz401


Anılar

gi film yapmayı düşündü. Ancak daha sonra bunu gerçekleştirme­ nin çok zor olduğu ortaya çıktı. Kızım bir türlü yolunu bulamıyor­ du, sürekli olarak, sabahtan akşama kadar onu yiyip bitiren bir yor­ gunluktan söz ediyordu. Leyla ıstırap çekiyordu, ben tüm gücümle ona yardım etmeye çalışıyordum - hiçbir doktorun tanı koyamadığı böyle bir hastalık­ la tek başına savaşmaya çalıştığını görmek öyle dayanılmaz bir acıy­ dı ki! Bütün o baş ağrıları, çektiği o ıstırap esasında sırtında bir yük olarak taşıdığı, çocukluğunda yaşadığı mutsuzluklardı. Bunu tah­ min ediyordum ancak kızım bunun söylenmesine, bu esrarengiz hastalığın psikosomatik* kökenli olabileceğini duymaya tahammül edemiyordu. Sanki onun dayanılması güç ağrılarının gerçek oldu­ ğuna inanmıyormuşuz gibi düşünüyor ve çok inciniyordu. Şahlık rejimi ve özellikle Şah hakkında söylenen kötü niyetli söz­ ler, dedikodular, yazılmış olan, söylenmeye ve yazılmaya devani edi­ len şeyler onu derinden yaralıyordu. lran'a karşı, yüreğinde babası­ na duyduğu sevgiyle karışan mutlak bir aşk duyuyordu. O bir yurt­ severdi. Bu sevgi de onu, kendisinin önünde babasının hükümran­ lık dönemini eleştiren herkese, büyük bir tutkuyla inancını savuna­ rak cevap vermeye zorluyordu. Bu tartışmaların onu nasıl coşturdu­ ğunu ve bitkin bıraktığını anımsıyorum. tran'dan küçücük bir ço­ cukken ayrılmıştı, kendisinden daha yaşlı ve bazen çok saldırgan olan ve acı sözler söyleyen insanlarla, bıkmadan tanıtlar ileri sürerek konuşması kolay olmuyordu. O düşüncesinden asla taviz vermeyen, heyecanlı, cömert bir insandı, her şeyini dostlarıyla paylaşırdı. lşler yolunda gitmediğinde veya teseliiye ihtiyaç duyduklarında arkadaş­ ları hep onu ararlardı. Elleri her zaman ağabeyleri, abiası ve benim için veya bizimle yaşayanlar için çiçeklerle ya da hediyelerle dolu ge­ lirdi. Kendisi hiçbir şekilde teselli bulamazken, lranlıların yüreğinde dindirilecek ne gibi acılar varsa onları çok iyi anlardı. Leyla tepeden tımağa sağlık kontrolleri yaptırdı. Her çeşit dok­ tora gitti, gördüğü tedavilere karşın yorgunluğu ve ağrıları sürdüğü * Ç.N. Psikosomatik: Korku, kaygı, öfke, yas vb. açıkça ifade edilemeyen veya fark edilmesin­ den kaçınılan ruhsal çatışmalann bedensel şik�yetlerle ifade edilmesi, algılanması ve takdim edilmesi. 402


Farah Pehlevi

için sonunda hiç kimsenin onu iyileştiremeyecegine inandı ve o za­ man, böyle durumlarda hep oldugu gibi, kendisine uyku ilaçları ve sakinleştinci öneren dostlarla tanıştı. Bu ilaçların rahatsızlıgına iyi gelmedigini gayet iyi biliyordu ancak dayanamadıgı zamanlarda kullanıyordu. Artık uyuyabiliyordu, agrı çekmiyordu. Yaşamıyla oy­ nadıgını bile bile ilaçların dozunu gitgite artırdı. Bizler ailesi olarak bunun farkındaydık ve kendisine de söylüyorduk ancak ona etkili bir şekilde yardım edemiyorduk. Kendisini çok yakın hissettigi aga­ beyi Ali Rıza'nın kardeşinin durumuna çok üzüldügü için biraz sert bir tonla, pek çok kez şöyle söylerligini duydum: "Bak, Leyla, eger böyle devam edersen öleceksin. " Agabeyi de, hepimiz gibi, onu bu korkunç sarmaldan çıkarmaya çalışıyordu. Leyla ona cevap olarak yaşamı sevdigini, ölmek istemedigini, bütün o sakinleştiricilerin sa­ dece birkaç saat boyunca, kendisini kemiren hastalıgı unutmasını sağladıgını söylüyordu. Leyla içini en rahat Ali Rıza'ya açıyordu. Küçüklüklerinden beri her konuda elele tutuşur, birbirlerini desteklerlerdi. Leyla ağabeyi­ ne telefon eder, sık sık onu görmeye Boston'a giderdi. Ali Rıza'nın kendisine ö11;üt vermesine ve ona karşı bazen sert d�vranmasına se­ sini çıkarmazdı. Bununla birlikte, ölümünden kısa süre önce, dok­ toruna artık sadece Rıza'nın ve babasının sözünü dinleyecegini söy­ lemiş. Doktor kendisine: "Ama baban yok artık" demiş. O zaman bu konuşmayı Rıza'ya aktarmıştım. O da kızkardeşine kendisini ne ka­ dar çok sevdigini, iyileşecegine kesinlikle güvendigini söylemişti. Agabeyinin durumunu ögrenmesi Leyla'yı müthiş öfkelendirmişti; kendisine çok saygı duydugu genç Şah'ın onun saglık sorunları için rahatsız edilmesinin ya da zaaflarını ögrenmesinin dogru olmadıgı­ nı düşünüyordu. Onun ölümünden önceki günlerde Amerika'da bulunuyordum. Leyla bebekliginden beri yanında olan ve büyük bir sevgiyle "Go­ gol" diye çagırdıgı Bayan Gülruh ile Paris'te bulunuyordu. Bir gün beni arayarak, Londra'ya gidecegini, yalnız kalmak istedigini, peşin­ de sürekli birisinin olmasına artık dayanamadıgını bildirdi. Bu ka­ rarı beni hemen çok büyük bir endişeye sevketti çünkü sakinleştiri­ ci ilaçları Fransa'ya göre İngiltere'de daha kolay temin edebilecegini 403


Anılar

biliyordum. Doktorlanndan birine danıştık; bizi genellikle onu gö­ zetim altında tutmaya teşvik eden doktoru bu kez Leyla'nın ısrarını duyunca şöyle konuştu: "Pekala, gerçekten yalnız kalmaya ihtiyacı var, bırakalım gitsin. " Kısa bir süre sonra Leyla Londra'dan, her zaman kaldığı otelden telefon etti. Kendisini çok kötü hissettiğini, bitkin olduğunu, ağrıla­ rın vücudunu adeta felç ettiğini söyledi. Doktoru bana Leyla'nın kendisini hep kontrol altında hissettiğini ve bundan üzüntü duydu­ ğunu söyleyerek kızımı çok sık ararnamarnı öğütlemişti ancak bu kez durumu farklıydı, o beni aramıştı. Telefonda konuştuk, onu ra­ hatlatmaya, sıkıntısını hafifletmeye çalıştım. Günlerden perşembey­ di. Sonunda ona şu sözleri söyledim: "Leyla, ben geliyorum. Pazar günü Londra'da olacağım ve birlikte Paris'e döneceğiz. Bu arada, bir arkadaşıının uğrayıp seni görmesini istemez misin?" Ona bazı isim­ ler saydım, içlerinden birinin kendisini ziyaret etmesine razı olaca­ ğını ümit ediyordum. Ancak kızım, kimsenin kendisini öyle güçsüz bir durumda görmesini istemiyordu, son aylarda çok fazla kilo kay­ betmişti. Her şeye karşın, telefonu kapadıktan sonra, Leyla'yı çok seven bir dostumu arayıp kızıma çok dikkat etmesini rica ettim. Be­ nim kendisinden yardım istediğimi Leyla'ya belli etmemesi konu­ sunda aniaşmıştık Böylece arkadaşım ertesi gün, yani Cuma, hatı­ rını sormak için Leyla'yı aradı. Leyla onun telefonundan çok duygu­ lanmış olmalı ki aynı gün kendisini görmeye gelmesini kabul etmiş. Daha sonra vazgeçip "Bugün gelme, yarın gel" demiş. Cumartesi arkadaşım bana telefon ederek, Leyla'yı çok incitebi­ leceği korkusuyla fazla ısrar etmek istemediğini ancak o gün kızımı ziyarete gideceğini anlattı ve Leyla'nın kendisine söylediği şu sözle­ ri tekrarladı: "Annemle konuşursan, ona beni aramamasını söyle çünkü uyuyacağım." Telefonla aradığımda kızımı uyandırmaktan her zaman korkardım çünkü o zaman şöyle yakındığını duyardım: "Tam da derin bir uykudaydım, tekrar uykuya dalmak için uyku ila­ cı almak zorunda kalacağım." Pazar günü Paris'e gittiğimde kızıının durumunu merak ediyor­ dum. llk işim Londra'daki dostumu yeniden aramak oldu. Leyla zi­ yaretini ertelemesini istediği için onu hala görememişti, sonra da te404


Farah Pehlevi

lefonlarına cevap vermemişti. Büyük bir endişeye kapılarak, telefon numarasını sakladığım bir Londralı doktora durumu bildirmeye ka­ rar verdim. Bana "Öğleden sonra bir ara kızınızı otelinde ziyaret edebilirim" dedi. Daktorun kızıının yanında olması gereken saatte otele telefon et­ tim. Doktor oradaydı ama kızım kapısına: "Rahatsız etmeyiniz" lev­ hasını astığı için, odaya girmesine izin verilmiyordu. Otel yönetimi­ ne ısrar etmesi için doktora yalvardım, sonunda onları ikna etmeyi başardı. Doktor odaya çıkarken ben, yüreğim daralarak hatta kalmış­ tım. O sırada kızkardeşini merak eden Ferahnaz Amerika'dan, başka bir hattan beni aradı, kendisine telefonunu açık tutmasını, benimle birlikte beklemesini söyledim çünkü doktor her an aşağıya inebilirdi. Böylece on dakika kadar bekledik Ben endişemi belirtince, re­ sepsiyondakiler "Hala yukarıdalar, bir haber yok" diyorlardı. Niha­ yet heyecandan sesi titreyen doktoru duydum: "Üzgünüm, kızınız vefat etmiş." Acıdan uyuşmuş bir durumda haberi hemen Ferah­ naz'a duyurmak zorunda kaldım. Zavallı çocuk çılgına dönmüştü, haykıra haykıra ağlamaya başladı. Onu sakinleştirmeyi başarama­ dım, öylece bırakıp, New York yakınlarında, şehir dışında oturan Kambiz Atabey'e durumu anlatarak, derhal Ferahnaz'ın yanına git­ mesini rica ettim, onu acısıyla yalnız bırakmak doğru olmazdı. Sonra Rıza'ya haber vermek istedim. Telefona emir subayı cevap verdi, Rıza bir basın toplantısı yapmaktaymış. Albay gidip ona kız­ kardeşinin öldüğünü haber vermiş. Bu haberi öğrenen Rıza, hiçbir şey belli etmeden konferansını bitirdikten sonra, ancak yüz hatları acıdan gerilmiş bir durumda, gazetecilere kızkardeşinin vefat ettiği­ ni öğrendiğini bildirmiş. Ali Rıza'ya ulaşabildiğimde arabasıyla yolda gidiyordu. Kendi­ sinden arabasını park etmesini istedim, yaşayacağı şokla birden yol­ dan çıkıp kaza yapmasından korkuyordum. Ferahnaz için olduğu gibi, yanında olup acısını paylaşabilmeyi ne kadar isterdim! Kendimde "Gogol"e Leyla'nın kaybını bildirme gücünü bulama­ dım. Bayan Atabey'den bunu yapmasını istedim - küçük kızım Go­ gol'ün yaşam kaynağı gibiydi. 405


Anılar

Leyla'nın ölümü, sürgündeki lranlılar arasında ve Iran'da çok büyük bir üzüntüye neden oldu. Bana anlatıldığına göre, bu acı ha­ ber Tahran sokaklannda duyulur duyulmaz, gençler Niavaran Sara­ yı'na gidip, saray kapısının önüne mumlar ve çiçekler koymuşlar. lranlılann bulunduğu her yerde hemen törenler düzenlendi. Büyük bir lranlı topluluğun yaşadığı Los Angeles'ta binlerce kişi bir araya geldi. Iran halkının paramparça olmasından büyük üzüntü duyan Leyla böylece, öldüğü gün isminin etrafında toplanan insanların ba­ rışmasını sağlamıştı. Londra'da da çok sayıda lranlı gelip, cenazesine hava alanına ka­ dar eşlik ettiler. Leyla'nın annemin yanında, Paris'te toprağa verilme­ sini istedim. Cenaze töreninde binden fazla insan hazır bulundu, son­ raki günlerde yedi bine yakın mektup aldım. Hepsi de hüzün ve he­ yecanla kaleme alınmıştı. O korkunç ölümden beri hala insanlardan, Leyla'ya duyduklan sevgiyi anlattıklan mektuplar alıyorum. Her gün onun mezarını ziyaret eden isimsiz insanlar üstünü çiçeklerle örtü­ yorlar, sevgilerini ve üzüntülerini belirten küçük notlar bırakıyorlar. Hayır, eviadını kaybeden insanın yüreğindeki acı hiç dinmez. O lO Haziran 2001 gününden beri küçük Leylam için sessizce gözyaşı döküyorum. Birkaç sözcükle yaşlı bir generali rahatlattığımı, kökle­ rinden kopartılmış genç lranlılara ümit verebildiğimi, toprağından sürülen bir topluluğa yardım edebildiğiınİ söylüyorlar ancak ben kendi eviadıma yardım etmeyi başaramadım. Bu acı beni her gün yi­ yip bitiriyor ve her sabah çocuğumu kurtaramadığımı hatırlıyor ve şöyle düşünüyorum: "Bugün çocuklanmı, torunlarımı arayacak za­ man bulmalıyım, mektuplar ve telefonlar biraz beklesin! " Bir gün Leyla'nın şunu söylediğini anımsıyorum: "Yaşamının kırk yılını baş­ kalanna adadıktan sonra şimdi artık kendi ailenle, çocuklarınla, to­ runlannla ilgilenmeye hakkın var." Yakında Nur ve lman çocukluktan çıkıp, genç kızlığa adım ata­ caklar. Birkaç ay oluyor, torunlarıma yatmadan önce bir hikaye an­ latmaya ve onları öpmeye gitmiştim, Nur neredeyse kızarak yatağın­ da doğruldu ve: "Babaanneciğim," dedi, "bizim lranlı olduğumuzu, prenses ol­ duğumuzu söylüyorsun ama biz ülkemizi tanımıyoruz bile! Vatanı406


Farah Pehlevi

mıza dönemedikten sonra bize gösterdigin bütün o resimler, anlat­ ngın bütün o hikayeler neye yarar? Belki de tomnurnun dikkatimi çektigi bu durum bana bu kita­ bı yazma gücünü verdi. Kendilerine anayurtlannda yaşamalan ya­ saklanmış olan iki torunuma bu günlere nasıl geldigimizi anlatmak zorundaydım. Tarih'in, halalan Leyla için ne kadar acımasız oldu­ ğunu, babalarının çalışma masasının üzerindeki resminde , her gün ciddi ve sessiz bakışlarıyla karşılaştıkları büyükbabaları için gene o Tarih'in hiç de adil davranmadığını onlara açıklayabilmem gereki­ yordu . Onlara büyükbabalarının torunu olmaktan gurur duymala­ n gerektiğini, yirmi yıldan bu yana, lran'a kaybettiği aydınlıgı geri verebilmek için savaşan babalarının kızları olmaktan da gurur du­ yabileceklerini söylemeliydim. Ve nihayet lranlı olmaktan da gurur duymaları gerektiğini anlatmalıydım. l

1. Birçok insanın adını, sadece onlan ve ailelerini Islam Cumhuriyeti yetkililerinin zulmünden korumak amacıyla belirtmekten kaçındım. 407



nda sürgündeki yirmi beş yılımı dolduracağım. Yurttaşlan­

mı ve dünyada her şeyden çok sevdiğim vatanım lran'ı içim sızlaya­ rak ama ümitle düşünmekten bir an bile geri kalmadım. Ülkemize hizmet edenlerin acımasızca cezalandınlmalarından sonra, ölümler­ den ve hayatta kalanların katlanmak zorunda kaldıkları ıstıraplardan sonra, ülkede korkunç bir çöküş başladı. !ran güçlü ve saygın bir ülkeydi, "bu duruma gelmesi kolay olma­ mıştı. Ülkenin refahı için seferber olan milyonlarca lranlının göster­ diği çabayla, her alanda başarılan işlere, şahlık rejiminden sonra bü­ yük ölçüde zarar verilmişti. İran'daki şahlık rejimi döneminde barışın ve istikrarın egemen ol­ duğu ve dünyadaki hemen hemen bütün ülkelerle dostça ilişkiler ku­ ran Basra Körfezi'nin bu bölgesi, daha sonra savaşa girip kaosu yaşadı ve bugün, uluslararası terörizmi ve dinci fanatizmi besleyen bir kay­ nağa dönüştü. l l Eylül 200 l 'de New York'a yapılan korkunç saldın­ dan bu yana, artık bütün dünya lran'a korku ve kuşkuyla bakıyor. İslam Devrimi kendisine inanmış olanları aldattı, dayanaklarının çoğunu kaybetti. lran, uzun tarihi boyunca işgale uğradığı dönem­ lerde zorlukları ve acıları göğüslerneyi bilmiştir. Ancak işgalciler bi­ zim ulusal kimliğimizi zedelemeyi asla başaramamışlardır. Biz lran­ lılar, her işgale uğradığımızda, içimizde var olan, kültürüroüzde ve tarihimizde var olan manevi zenginliğimizle direnme gücü bulmuş ve sonunda zalimi yenıneyi başarmış bir ulusuz. !ran halkının bir kere daha zincirlerini kıracağına ve başını dim­ dik kaldırarak çağdaş, özgür, başka ülkeler tarafından saygı gören, hoşgörü sahibi yüce bir lran'ı yeniden kuracağına olan inancıını ko­ ruyorum. Aydınlığın karanlığı yeneceğini ve İran'ın Feniks gibi küllerin­ den yeniden doğacağını biliyorum. 409



Bu kitabın yazılmasında benden yardımlannı esirgemeyen Lionel Duroy'a şükranlanmı sunanm.



Ekler



Şah döneminde Iran'da kadınlann durumu

Iranlı kadınlar Örgütü (lKÖ) birbirine baglı elli yedi demek, dört yüz şube ve yüz yirmi merkezi bünyesinde toplayan bir agdı. Iki bin uzman ve yedi bin gönüllü bu merkezlerde her yıl, bir milyon civarında kadına, çocuklan hima­ ye, aile planlaması, mesleki egitim ve hukuki danışmanlık konulannda hizmet sunuyorlardı. Bu örgüt, hem kendi personelini yetiştirmek, hem de kamuda ve özel sek­ törde çalışan sosyal hizmetler görevlilerini e_lı;itmek için, sosyal hizmet konu­ sunda egitim yapan bir kurumu yönetiyo.rdu. Örgütün. faaliyetini sürdürdüğü son on yıl boyunca gerçekleşen önemli olaylar şunlardır:

I. Eğitim alanında yapılanlar A. Kadınlara yönelik okuma yazma kampanyasına öncelik verildi. Bu karn­ panyada "binlerce kadından oluşan öğretmen ordusıı"nun görevlendirilmesi özellikle etkili oldu. B. Ilkokul çagına gelmiş kız çocuklarının okula gitmelerini ve her düzeyde parasız olan egitimin sundugu olanaklardan yararlanmalarını teşvik etmek için çaba gösterildi. C. Üniversite düzeyinde genç kızlar, teknik ve fen dallarında öğrenim yap­ maları için özel burslarla desteklenerek teşvik edildiler. Geleneksel olarak kadınlara kapalı olan meslek daliarına ya da teknik alan­ lara kız öğrencilerin girmelerini özendirmek için, bu okullara kabul edilebile­ cek ya da gönüllü öğrenciler için bir kontenjan ayrılarak tercih hakkı kullanıl­ ması sağlanmıştı. Üniversitedeki toplam öğrencilerin üçte birini kız öğrenciler oluşturuyor­ du. Islam Devrimi'nden önceki yıl tıp fakültelerine giriş sınavını kazanan öğ­ rencilerin çoğu kızlardı. D. Kadın araştırmalan programı, IKÖ üyelerinden ve Tahran'daki fakülte­ terin ve ulusal üniversitelerin mensuplanndan oluşari karma heyetler tarafın­ dan hazırlanmıştı.

II. Iş alanında yapılanlar A. lranlı Kadınlar Örgütü ve Çalışma Bakanı el ele verip özel programlar hazırladılar. Bu programlarda öngörülen kendini geliştirme kurslan sayesinde, 415


Anılar

kadınlar, nitelikli ve yan nitelikli eleman kullanan çeşitli sektörlerde daha iyi ücretlerle çalışma şansını elde ettiler. B. Cinsiyet ayrımı yapan yasalann elenınesi için bütün yasalar gözden ge­ çirildi. Hükümetin çalışmayla ilgili hazırladığı bütün yönetmeliklerde ve alınan kararlarda "eşit işe eşit ücret" prensibi gözetildL C. Çalışan annelere, isteğe bağlı olarak, çocuklan üç yaşına gelinceye kadar, yarı zamanlı çalışabilme izni veren yeni bir yasa çıkarıldı. Kıdem ve emeklilik puan hesaplamasında yan zamanlı üç yıl, bir yıla eşdeğer kabul edilecekti. D. Fabrikalarda ve/veya işyerleri yakınında çocukların bakımı için dona­ nımlı tesisler kurulması yasayla zorunlu hale getirildi. Bu yasanın kabulünden iki yıldan az bir zaman sonra, IKÖ'nün ve birçok bakanın ortak çabalarıyla, bu tesislerdeki donanımlardan konuyla ilgili bütün çocukların yaklaşık üçte biri­ nin yararlanması sağlandı. E. Doğum izni genişletiterek hamileliğinin yedinci ayından sonra her kadı­ nın tam maaşla izinli sayılması mümkün kılındı. F. Hükümetin, çalışanlara sağlanan lojman, yardım sandığı ve benzeri avan­ tajiara ilişkin aldığı kararlar gözden geçirilerek her türlü cinsiyet ayrımı önlendi. III. Aile alanında yapılanlar

A. Aileyi konıma yasası, kadınlara erkeklerle aynı temellerde ve aynı koşul­ larda boşanma talep etme hakkını tanıdı; bu yasa, çocukların velayeti ve nafa­ ka konularındaki kararları aile ihtisas mahkemelerine bıraktı; babanın vefatı halinde, anneyi yasal vasi olarak kabul etti; çok eşliliği sınırlayarak, ilk eşin ço­ cuk doğuramaması veya ağır hasta olması halinde, ancak onun rızasıyla erke­ ğin ikinci bir eş alabileceğini hükme bağladı. Tamamen eşitlikçi olmasa da, ya­ sa bugün hala diğer Müslüman ülkelerdeki mevzuattan daha ileridedir. B. Yasayla, kocanın nzası halinde hamileliğin sona erdirilmesine izin veril­ di. Evli olmayan kadınlar da hamileliklerinin sekizinci haftasından önce bunu talep edebiliyorlardı. IV. Siyasete katılım alanında yapılanlar

A. Siyasi görevlere aday olanların başvurularını inceleyen bütün yerel jüri­ lere bir kadın temsilci bulundurma zorunluluğu getirildi. B. Her eyaletteki IKÖ sorumlusu doğrudan doğruya o eyalet valisine bağ­ landı. Devrimden önceki seçimlerde, güçlü bir kampanya sayesinde, yirmi kadın meclise girebildiler, üç yüz kadın da yerel meclisiere ya da belediye meclisleri­ ne seçildiler. C. Kadınlar hükümette görev almayı talep ettiler ve daha sorumlu mevki­ lere gelebildiler. 1 978 yılında bakanlar konseyinde bir ve bakan yardımcısı ola41 6


Farah Pehlevi

rak üç kadın görev aldılar. Geleneksel olarak kadınların görev yaptıkları Eği­ tim, Sağlık ve Refah bakanlıklarından başka, Çalışma Bakanlığında ve Maden­ ler ve Sanayi Bakanlığı'nda kadroların büyük bir kısmını femini st liderler işgal ediyorlardL

V, Ulusal eylem planı çerçevesinde yapılanlar

1 978 yılında, Bakanlar Konseyi'nin onayıyla bi r ulusal eylem planı hazır­ ,

lanciL Bu plan, on iki hakanlık bünyesinde, gerekli d ü ze nl emeleri

ve

p lanlama ­

ları yapıp uygu l amaya koyarak, ulusal güçlerin, kadınların ekonomınin ve top­ lumun bütün sektörlerine katılımlarını sağlayacak hir birim oluşturu lmasını öngörüyordu, Her bakanlıkta, ilgili bakan, programın ge!işıminden s oru ml uy ­ du ve yılda bir kez bakanlar kuruluna faalıyet raporunu sunmak zonındaydL Eylem planına katılan on iki bakanlıktaki yardımcıların her ay bir araya gele­ rek yaptıkları toplantıları , başbakan adım kadınlardan· sorumlu devlet bakanı yönetiyordu. Bakanlıklarda oluşturulan kadın komisyoaları, bakanlığın yaptığı işleri ve sağlanan gelişmeleri gözlerniryip tahlil ediyorl ardL

VI. Uluslararası etkinlikler Uluslararası kadın hareketlerini desteklemede ve kadın sorunlarıyla ilgili olarak Birleşmiş Milletler'le birlikte yapılacak eylemlerde, Iran dünya ülkeleri arasındc� üçüncü sırada yer atmaktaydı. Bu kapsamda, hükümet, Tahran'da "Pa­ sifik Asya Kadınlar ve Ge lişim Merkezi"rıi kurımı so rumluluğunu üstlenmişti. Ayrıca gene Tahran'da, 1979 yılında " Kadınların Gelişimi için Uluslararası Araş­ tım1a ve Eğitim Enstitüsü" kuruldu. Mexico'da yapılan ' Dünya Kadınlar Konfe.. ransı" sonrası sağlanan gelişmeleri değerlenditmek için, beş yılda bir yapılan toplantının 1 980 yılında Tahran'da yapılması ka ra ri aşt ın lmı.şu .

41 7



Büyük Kyros'un Fermanı

Ben Kyrosum, dünyanın hakimi, büyük kral, güçlü hükümdar, Babil'in kra­ lı, Akat ve Sümer topraklarının kralı, dogunun, batının, kuzeyin ve güneyin kra­ lı, büyük Anshan kralı Kanıbiz'in oglu, Anshan kralı, yüce kral Kyros'un toru­ nu, bir kraliyet soyunun kurucusu, Bel ve Nabou'nun hükümranlığını begen­ dikleri kral, hükümranlıgı &1 ve Nabou'nun kalplerini sevinçle dolduran kral. En iyi niyetlerle Babil'e girdiğını zaman, kral sarayına yerleşerek iktidarımı güç­ lendirdiğimde herkes memnundu ve sevınçliydi. Yüce tanrı Marduk Babil halkı­ nın beni sevmesini sağladı. Her gün ona. şükretmeyi unutmuyordum. Ordum hiç güçlük çekmeden Babil içlerine kadar girdi. Askerlerimin hiçbirinin Akat ve Sümer topraklannda halka zulmetmesine izin vermedim. Babiliiierin huzur için­ de yaşamalarını saglamak için onların ihtiyaçlarını karşıladım, çok sayıdaki ta­ pınaklarına dokunmadım. Onlar� acı veren boyundurugu kaldırdım. Bırakıp gitmek zorunda kaldıkları evlerini yeniden oturulur hale getirdim. Çektikleri ıs­ tıraba son verdim. Hükümdar yüce Marduk, yaptıklarımı görüp begendi ve be­ nim şahsımı, canımın canı oğlum Kambiz'i ve ordum u kutsadı; biz de onun şan­ lı varlıgına şükranlarımızı sunduk. Dünyanın dört bir köşesinde, yukandaki de­ nizlerden aşağıdaki denizlere kadar tahtianna yerleşmiş oturan krallar, ayrıca batıdaki toprakların göçebe krallannın hepsi de bana büyük vergiler ödüyorlar­ dı ve Babil kentinde ayaklanını öpüyorlardı. Ashur, Suse, Agade, Eshnuna, Zamban, Meumu ve Der kentlerinden Gutium topraklanna kadar Tigrislerin egemenligi altındayken, her yerde terk edilen tapınaklardaki tannlan onardım ve saglaınlaştırdım, herkesi irianeında serbest bıraktım. Halkları bir araya getir­ dim ve evlerini yeniden yaptım. Nabonid'in Babil'e getirerek tanrıların tanrısının gazabına neden oldugu Sümer ve Akat tanrılarını, yüce tanrı Marduk'un islekle­ rine uygun olarak, mabetierinde rahat bıraktım, onlara zarar verınedim. Mabe­ dine saygı gösterdigim tanrıların her biri Bel ve Nabou'ya bana uzun bir ömür vermesi için her gün şefaatta bulunsunlar ve benden şöyle söz edebilsinler: "Dilerim ki dindar Kral Kyros ve oglu Kambiz. .

"

419



Kubbe Sarayı [Kahire]

-

31

Ekim 1 980

Rıza Pehlevi'nin tran halkına seslenişi

Her şeye kadir olan Tanrı adına, Iran Anayasası'na ve anayasada yapılan de­ ğişikliklere uygun olarak, bugünden, yani 9 Aban 1 359 (3 ı Ekim ı 980)'dan başlayarak, yirmi birinci yaşıma girdiğim şu saatte, Iran Şah'ı olarak sorumlu­ luklarıını ve yükümlülüklerimi üstlenmeye hazır oldugumu resmi olarak ilan ederim. Şu anda Iran'ın içinde bulunduğu istisnai durum nedeniyle, anayasaya sadakat yemini töreni, Tanrı'nın lütfuyla, törenin yapılması için gerekii koşul­ lann oluşacağı zamana ertelenmiştir. Bugünden başlayarak, üç renkli şanlı Iran bayragı önünde ve kutsal Kuran üzerine yemin ederim ki bu yüce görevimi yerine getirirken, tüm yaşamımı, ulusurnun bağımsızlığını ve hükümranlığını muhafaza etmeye ve Iran halkının yasal haklarını korumaya adayacağım. Ulusal birliğimizi sağlayarak, anayasaya sadık kalacak ve onu savunacağım. Bizim temel yasamız, bireylerin ve toplumun haklarını güvence altına alır ve Şah'ın, yasamanın, yürütmenin ve yargının yetkilerini açıkça belirler. Ben de bu maddelerin uygulanmasına titizlikle saygı göstererek ve görevlerimin bilin­ cinde olarak, üzerime düşeni yerine getireceğim ve anayasal düzeni koruyaca­ ğım.

"Sevgili yurttaşlanm, kardeşlerim, Yüce babamın elim haybından sonra, tarihimizin en haranlık dönemlerinden bi­ rinde bu kutsal görev bana emanet edildi. Ulusal ve manevi ilhelerimiz, tarihi pren­ siplerimiz ve kültürel değerlerimiz, uygarlığımız dahili bir tehdit altındayhen, ülke­ mizin içinde bulunduğu anarşi ortamından elwnomih çöküntüden ve uluslararası alandahi itibar kaybımızdan cesaret alanlar toprahlanmızın bütünlüğüne tecavüz et­ tiler; bunu şiddetle kınıyoruz. "Iranlılar doğuştan ulusal gurur ve yuruaşlık bilincine sahiptirler. Her birinizin ulusal himliğınize, inancımza ve gerçek Islamın kutsal prensiplerine, tarihi değerleri­ nize ve ulusal kültür mirasımza gönülden bağlı olduğunuzu biliyorum; içinde bulun­ duğu koşullar ne olursa olsun, hiçbir halkın böyle bir savaşı istemeyeceğıne eminim. Bu nedenle, çektiğiniz acılan anlıyor ve gözyaşlanııızı içinize akıltığınızı biliyorum. Acınızı yüreğırnde hissediyorum. Gene biliyorum hi, sizler de benim gibi, bu haran­ lıklar içinde, tan yerinin ağarmak üZere olduğunu, yeni bir günün doğacağılll biliyor­ sunuz. Bütün ruhunuzla ve bütün yüreğiniz/e, eskiden olduğu gibi, binlerce yıllık ta­ rihimizin tekrar edeceğine ve bu kabusun sona ereceğıne inancmızın tam olduğunu da biliyorum. Işık karanlığı yeneceh. Yaşadığımız acı deneyimlerden güç alarak, hep 421


Anılar

birlikte, el ele vererek, ülkemizi yeniden inşa edeceğiz. Gerekli reformlan yaparak ve hep beraber bütün gücümüzle çalışarak hedefierimize ulaşacağız. Eşitliğin, özgürlü ­ ğün ve adaletin hakim olduğu yeni bir Iran kuracağız. Gerçek Islam inancının sevgi­ ye ve bağışlamaya dayalı manevi değerlerinden aldığımız güçle, Iran'ı dünyada hak ettiği yeri almış, mutlu ve onurlu bir ülke yapacağız. " Bu tarihi günde, yüzyıllar boyunca, Iran'ın şanını korumak ve bağımsızlığı­ nı ve ulusal kimliğini muhafaza etmek için can venniş olan kahramanlarm ve isimsiz askerlerin anısı önünde eğiliyorum. Vatanlannın kutsal toprakları üstün­ de ebediyyen huzur içinde uyusunlar1 Korkunç olayların yaşandığı son yirmi ay boyunca, uluslarının onuruna duydukları sadakati yaşamlarıyla ödeyen Iran or­ dusunun şehitlerinin ve bütün yurtseverlerin anılan önünde saygıyla eğiliyo­ ıum. Bu felaketleri yaşayan ailelerin acılarını bütün kalbimle paylaşıyorum. Ben de çok aziz bir varlığımın, oldukça erken bir yaşta, sürgün toprağında, hastalı­ ğının neden olduğu acılardan çok, vatanının uğradığı felaketlerden duyduğu üzüntüden tükenerek, tarifsiz ıstıraplar içinde sönüp gittiğini gördüğüm için bu ailelerin yaşadıklan acıyı çok iyi anlıyorum. Uğradıkları hakaretlere, adaletsizliklere, aşağılarnalara karşın, Iran'ın kutsal toprağını ve vatanın toprak bütünlüğünü yiğitçe savunan Silahlı Kuvvetler men­ suplarının gösterdikleri kahramanlıkları saygıyla anıyorum. Onların yaptıkların­ dan gurur duyuyorum. Iran halkı, yüzyıllar boyunca, şaşırtıcı kahramanlık destanlarının kaynağı olmuştur. Bugünkü koşullar, belki de yeni bir yiğitlik sayfasının yazılmasına el­ veıişlidir; bu sayfa, dünyanın gözünde gerçek Iran'ın ve onun halkının yansı­ dığı sayfa olacaktır. Benim için, Tanrı'nın iradesiyle, ulusal görevimi yerine ge­ tireceğim yeni bir dönemin başladığı bugün, size yüreğimin içinden gelen söz­ lerle sesleniyorum. Daha şimdiden, cevabınızın bin yıllık şanlı tarihimizin de­ ğişmez sadık yankısı olacağını biliyorum. Kardeşlik, eşitlik ve Tanrı sevgisi temeline dayalı ulusal birliğimizi yeniden kuralım. Kin ve intikam duygularını ve şerlin her türlü belirtisini ortadan kal­ dıralım. Nerede olurlarsa olsunlar, iyi niyetli kadın-erkek bütün lranlıları selamlı­ yorum. Onlardan geleceğe olan sarsılmaz güvenlerini korumalannı, hangi ko­ şullarda olursa olsun, Iran'ın bağımsızlığını, ulusal kimliklerini ve inançlarını mutlak şekilde savunmalarını istiyorum. Iran'da ya da yabancı ülkelerde yaşayan bütün yurtseverlerden, vatanımızı kurtarmak için, saflarını yeniden sıklaştırmalarını bekliyorum. Yüce Iran halkının kaderini, her şeye kadir olan Tanrı'ya emanet ediyorum. Onun, Iran'ın şanlı tarihini şerefle sürdüreceğine inanıyorum. Ulu Tanrı'dan, hepimizi bağışlamasını ve karşımıza çıkacak bütün engellere rağmen tüm insan­ lığa karşı sorumluluklarımızı üstlerıerek ulusal görevlerimizi yerine getirmemi­ ze yardım etmesini niyaz ediyorum. Tanrı lran'ı korusun! 422



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.