Hitit Universitesi 1. Ulusal Aktif Ogrenciler Kongresi Sunumlari

Page 1

1.

Ulusal Aktif Öğrenciler Kongresi Sunumları

2013



1. Ulusal Aktif Ă–Ä&#x;renciler Kongresi

2013



İÇİNDEKİLER

5 - REKTÖRÜMÜZÜN MESAJI / Prof. Dr. Reha Metin ALKAN 7 - AKADEMİK DANIŞMANIMIZIN MESAJI / Doç. Dr. Cemil HAKYEMEZ 9 - YÖNETİM KURULU BAŞKANIMIZIN / Semih KIZLDAĞ 1 Türkiyede Kentsel Dönüşüm Kamu ve Yerel Yönetimler Betül İpekçi 7

Avrupa Birliği Müktesebati İle Uyum Çerçevesi Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Hilal Turan

15 Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’de Uygulanabilirliği Damla Sarıkaya 35 Türkiye’de Kadın Ve Kadına Yönelik Şiddet Cansu Sönmez 39 Devşirilen Kadınların Osmanlı İdari Yapısına Etkisi Merve Nur Aydın 45 Yaşam Kaynağımız Olan Sudan Türkiye Dış Politikasına Fatma Bayat

133 Yönetişim Recep Üst 139 Kötü Yönetim Kavramı Ve 2000’Li Yılardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele Oğuzhan Bölükbaş 155 Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyetine Etkileri Eda Deniz ÖZDEMİR 171 Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetimi Reformuna Kısa Bir Bakış… Barış Erdinç, Tuğçe Güler 181 Kültür ve Kimlik İlişkisi Helim Usta

51 Kanser ve Türkiye Seda Yavaş

POSTERLER 192 İslamofobi ve Medya Meryem Akkurt

59 Keynezyen İktisadi Görüş ( Talep Yönlü İktisat) Serdar Karanfil

193 Kanser İle Savaş Gizem Özdemir

67 Kopenhag Kriterleri ve Türkiye Ferhat Güven

194 Obezite İle Mücadelede Artvin Ergün Tiken, Mustafa Kılavuz

77 Kültürel Yozlaşma Aslı Hamiye Ateş, Tuba Demir

195 İran - Suriye İlişkilerinin Perde Arkası ve Türkiye’ye Yansıması Elif Tekgümüş

83 İlkbahar mı , Sonbahar mı? Bünyamin Halit Köskü 91 Türkiye’de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi Abdullah Kara 103 60’Lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi Şükrü Bitkin, Merve Çelik 115 Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin Yaklaşımları Tülin Avcu 129 Türkiye-İsrail İlişkilerinde Denge Taşları Ahmet Mürsel Ayhan

196 Obezite ve Çocuk Ergün Tiken, Mustafa Kılavuz 197 Kadına Şiddet Nesrin Demir 198 Siyasal İdeolojilere Tarihsel Perspektifte Genel Bir Bakış Çağla Güven 199 Muhafazakarlık Anlayışının Merkezi ve Yerinden Yönetimler Üzerine Etkisi Özge Güven 201 Ekibimiz 205 Kongreden Kareler



REKTÖRÜMÜZÜN MESAJI Sevgili öğrenciler, Bir dünya üniversitesi olma yolunda hızlı ve emin adımlarla ilerleyen Üniversitemiz, sizlerin; iyi yetişmiş, meslek bilgisiyle donanımlı, ufku açık, girişimci ve özgüveni yüksek bireyler olarak yetişmeniz için gerekli tüm altyapıyı oluşturmaya çalışmaktadır. Sadece eğitim-öğretim faaliyetleri ile değil, üniversitemizin sunduğu imkanlarla gerçekleştirilen sosyal, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlerle sosyal alanlarda da en iyi şekilde öğrencilerimizin kendilerini geliştirmeleri için yoğun gayretler gösterilmektedir. Üniversite yaşamının vazgeçilmez unsurlarından biri olan ve her geçen gün sayıları artmakla birlikte bugün itibariyle 60’ı aşkın aktif öğrenci kulübümüz ile öğrencilerimize; sosyalleşme bilinci, interaktif düşünme, vizyon kazanma, sorumluluk ve risk alabilme, liderlik gibi yetkinlikler kazandırılmaya çalışılmaktadır. Farklı ilgi alanlarında oluşturulan bu kulüplerde gerçekleştirilen tüm etkinlikler sizlerin çok yönlü düşünce anlayışını destekleyecek entelektüel bakış açısına sahip olmanızı ve yararlı ilişkiler kurmanızı sağlayacaktır. Aynı zamanda öğrenci kulüpleri ortak karar almayı, ortak hareket etmeyi, kısacası işbirliğini tam anlamıyla kavrayabileceğiniz en güzel ortamdır. Öğrenci kulüpleri ve faaliyetlerinin önemi sadece günümüz bilgi dünyasının gerektirdiği bilgilerle donatılmış, vizyonel bakış açısına sahip, inovatif düşünebilen, etik değerlere sahip bireyler olarak geleceğinizi şekillendirdiğiniz üniversite hayatınız boyunca değil mezun olduktan sonra da karşınıza çıkabilmektedir. Çünkü öğrenci kulüplerinde sorumluluk alan kişilerin zaman zaman farklı beceri ve deneyimleriyle ön plana çıkarak, ilişki geliştirme, olaylara farklı açılardan bakabilme, takım çalışması, yenilikçi proje geliştirme ve liderlik konularında daha başarılı olduklarına inanan bazı şirket temsilcileri, öğrencilerin kulüplerdeki çalışmalarının, işe alımlarda dikkatle değerlendirilen eğitim başarısı, yetenekler, kişisel hedefler, şirket kültürüne uyum ve deneyimler gibi unsurlar üzerinde oldukça etkili olduğunu belirtmektedirler.


REKTÖRÜMÜZÜN MESAJI Kavramların, yaşam felsefelerinin, teknolojilerin sürekli değiştiği ve geliştiği bugünün dünyasında, en değerli yatırımın insana yapılan yatırım olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Bilginin büyük bir güç olduğu bu çağda eğitim gören, kendini yetiştiren, araştıran, bilime katkı sağlayan ve böylece ait olduğu toplumun yükselmesine, refah düzeyinin artmasına vesile olacak kişiler, yarınki meslektaşlarımız ve geleceğimizin teminatı siz değerli öğrencilerimiz olacaksınız. Bu nedenle sizlerin mesleki ve meslek dışı birikimlerinin arttırılmasının yanında, sosyal, kültürel, bedensel ve düşünsel alanlarda gelişmenize ve analitik düşünme alışkanlığı kazanmanıza yönelik tüm faaliyetlerinizi desteklemekte ve üniversite genelinde yaygınlaştırılmasını hedeflemekteyiz. Bunun en somut örneği, sizlerin takım ruhuyla hareket ederek, gayretli ve özverili çalışmalarınız sonucu gerçekleştirilen 1. Ulusal Aktif Öğrenciler Kongresi’dir. 61 farklı üniversiteden gelen başvurular sonucu bölüm farkı gözetmeksizin tüm üniversite gençlerini bir araya getiren bu başarılı organizasyon ile bilimsel ve sosyal program içerikli, başarılı bir etkinlik gerçekleştirilmiştir. İlimizde üniversitemiz tarafından düzenlenen Ulusal Öğrenci Kongresi’nin bir bayrak yarışı olarak diğer illerimizdeki üniversitelerimizde her yıl daha da büyüyerek sürekli hale geleceğine inancımla, bu başarılı organizasyonda yer alan tüm akademisyen arkadaşlarımı, öğrencilerimizi, ilimizden destek veren herkesi gayretlerinden dolayı tebrik ediyor, başarılar diliyorum.

Prof. Dr. Reha Metin ALKAN Rektör


AKADEMİK DANIŞMANIMIZIN AÇILIŞ KONUŞMASI

Sayın Bakan Yardımcımız, sayın belediye başkanımız, sayın hocalarımız ve değerli öğrencilerimiz hepiniz hoş geldiniz. Türkiye’nin en yeni üniversitelerinden olan Hitit Üniversitesi, içerisinde barındırmış olduğu özlemin de vermiş olduğu heyecanla pek çok öğrenci kulübünün oluşumuna kaynaklık etmiştir. Bu kulüpler, öğrencilerimize ve bizlere okul, dersler ve diğer akademik faaliyetler dışında sosyal ihtiyaçların karşılanmasında ve topluma karşı görevlerimizi yerine getirmemizde aracılık yapmaktadırlar. Danışmanlığını yaptığım Hitit Üniversitesi Aktif Yaşam Kulübü de bunlardan biridir. Aktif Yaşam Kulübümüz, kuruluşunun üzerinden çok uzun bir süre geçmemesine rağmen önemli faaliyetlere imza atmıştır. Toplumun aksayan yönlerine dikkat çekmek ve bunlara pozitif yönde katkı sağlamak amacıyla huzurevi, sevgi evleri ve değişik engelli gruplarla bir araya gelerek hep birlikte birçok program gerçekleştirmiştir. Bu programlar çerçevesinde insanların gözlerinden okuduğumuz mutluluk, bizlere hem güç, hem şevk hem, sevinç, hem de daha güzellerini yapma arzusu katmıştır. Onlardan da aldığımız cesaret ve dualarla böyle bir kongre düzenlemeye karar verdik. Aslında diğer sosyal meselelerde olduğu gibi eğitim konularına da yoğunlaşmak, bizim en önemli hedeflerimizdendir. Geçen yıl Çorum’da düzenlemiş olduğumuz ve bu yıl da ulusal çapta devam ettirdiğimiz kitap toplama kampanyamız bunlardan biridir. Bu ve benzeri faaliyetlerimizin ardından şimdi de ulusal çapta bir öğrenci kongresi düzenliyoruz. Katılımcılar arasında ülkemizin her bölgesinden farklı üniversitelere mensup başarılı öğrencilerimiz bulunmaktadır. Onlar, sunacakları tebliğlerle ülkemizde ancak birkaç tanesi düzenlenebilen bu tür bir ulusal öğrenci kongresine katkı sağlayacaklardır. Bizim öğrencilerimizin mensup olduğu Hitit Üniversitesi gibi yeni bir üniversitenin bunu gerçekleştirmesi ise ayrıca önem arzetmektedir. Şu ana kadar olan faaliyetlerimizde olduğu gibi bu organizasyonda da gerçek başarı, kulüp yönetimimize ve diğer öğrenci arkadaşlarımıza aittir. Biz danışman hocalar olarak sadece onların önünü açacak fikirler veriyoruz. Öğrenciler


AKADEMİK DANIŞMANIMIZIN AÇILIŞ KONUŞMASI çalıştıkça bizler de kendimizi sosyal faaliyetlere destek vermeye zorunlu hissediyoruz. Üniversite yönetimi, hocalarımız, öğrencilerimiz ve diğer resmi ve sivil kuruluşlarla birlikte inşallah daha güzel faaliyetler gerçekleştireceğiz. Sözlerime son vermeden önce, asıl mesleği üniversite hocalığı olan ve öğrenci arkadaşlarımızın isteğini kırmayıp buraya kadar gelerek kongre programımızı onurlandıran Bakan Yardımcısı Sayın. Doç. Dr. Yusuf TEKİN hocamıza teşekkür ediyorum. Ayrıca birçok faaliyetimizde olduğu gibi bu programımıza da ortak olup katkı sağlayan Çorum Belediyesi’ne, yine kongremize destek veren Oğuzlar Belediyesi ve diğer kuruluşlara teşekkür ediyorum. Son olarak da Şu ana kadar yaptığımız organizasyonlarda bizlerden desteğini esirgemeyen sayın rektörümüz başta olmak üzere tüm Hitit Üniversitesi personeline ve başta kulüp başkanımız olmak üzere kongremizde görev alan tüm öğrenci arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Doç. Dr. Cemil HAKYEMEZ Aktif Yaşam Kulübü Akademik Danışmanı


YÖNETİM KURULU BAŞKANIMIZIN MESAJI Hitit Üniversitesi Aktif Yaşam Kulübü olarak ulusal projelerimize bir yenisini ve en büyüğünü eklemiş olmanın haklı gururunu yaşamaktayız. Bu kongreyi düzenlemek için canla başla çalışan ekibimizi tebrik ediyorum. Her safhasını tekrar tekrar tasarlayarak en çok ses getiren kongre olmasını sağlamak için elimizden geleni yaptık. Farklı şehirlerden veya üniversitemizden katılan öğrenci arkadaşlarımızın kongreden mutlu ayrılması ve tüm katılımcıların arasında sıkı arkadaşlıkların oluşması bizi daha da mutlu etti. Öğrenci arkadaşlarımızın emek vererek hazırladıkları sunumlar beğeni kazanırken, Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı Doç. Dr. Yusuf TEKİN'in öğrencilerin kendisine yönelttiği her soruyu cevaplaması kongrede farklı bir atmosfer yarattı. Ayrıca Kongrenin yanısıra Çorum kültürünün tanıtılmasına da önem verdiğimiz "1.Ulusal Aktif Öğrenciler Kongresi" hem katılan arkadaşlar hemde bizim için unutulmaz bir kongre oldu ve ayrıca farklı üniversitelerden katılan arkadaşlarımız tarafından ikincisi ne zaman yapılıyor? sorusu tarafımıza çok fazla soruldu. Biz de kongremizi tamamladığımız gün itibari ile "2.Ulusal Aktif Öğrenciler Kongresi"ni tasarlamaya başladık. Aktif Yaşam Kulübü, dezavantajlı gruplar için yaptığı etkinlik ve projelerle öne çıkmışken, akademik çalışmalarda da ne kadar önde olduğunu bu kongre ile kanıtlamıştır. Ayrıca üyelerimizin istekleri doğrultusunda,Gitar Kursu, Arapça Kursu, Farkındalık Eğitimi, Hafıza teknikleri gibi sertifikalı programlar ücretsiz olarak sağlanmıştır. Kulübümüzün diğer üniversitelerdeki kulüplere göre 3 önemli avantajı bulunmakta; Bunlardan birincisi üyelerimizin projelerde gönül vererek yer alması ve herkesin üzerine düşen sorumlulukları bir takım lideri gibi yapması, ikincisi Doç. Dr. Cemil HAKYEMEZ gibi alanında uzman ve topluma duyarlı olan, emek vermekten asla çekinmeyen bir akademik danışmana sahip olmamız, üçüncüsü ise öğrencileri her zaman sonuna kadar destekleyen, tecrübelerini bizimle paylaşan ve her sorunumuzu çözmek için elinden geleni yapan Prof. Dr. Reha Metin ALKAN gibi bir rektöre sahip olmak. Bu üç avantajı birleştirdiğimizde yönetim kurulu olarak bize kalan projelendirme safhasını en iyi şekilde yapmak. Ayrıca projelerimizin hem yerel hem ulusal basında bu kadar ilgi görmesi bizi mutlu ederken, yaptığı haberlerle destekleyen tüm basın mensubu arkadaş ve abilerimize teşekkür ediyorum.

Semih KIZILDAĞ Aktif Yaşam Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı



Türkiye’de Kentsel Dönüşüm KAMU VE YEREL YÖNETİMLER Betül İPEKÇİ, Erciyes Üniversitesi

SUNUŞ Bu özette kentsel dönüşümün kapsamı ve amacı, Türkiye’deki kentsel dönüşüm, Türkiye’deki Kentsel Dönüşüme İlişkin Yasal Düzenlemeler hakkında kısa bir ön sunum hazırlanmıştır.

1. “Kentsel Dönüşüm” Kavramı Kent, sosyo–ekonomik ve kültürel özellikleri yönetim durumu ve nüfus bakımından kırsal alanlardan ayırt edilen, genellikle tarımsal olmayan üretimin yapıldığı, daha önemlisi hem tarımsal hem de tarım dışı üretim dağıtım ve denetim işlevlerinin toplandığı, teknolojik gelişme derecelerine göre belirli bir büyüklük, heterojenlik ve bütünleşme düzeyine varmış, ikincil toplumsal ilişkilerin, toplumsal farklılaşma, uzmanlaşma ve hareketliliğin yaygın olduğu yerleşim alanıdır. Bunun yanı sıra kentler doğurganlık oranının kırsal kesime göre düşük olduğu, çekirdek aile tipi yaygın olan, eğitim öğretimin yaygın olarak yapıldığı yerleşim birimleridir. Kentsel kesimlerde köy yerleşim birimlerinden farklı olarak kent kültürü egemendir. “Kent kültürü, siyasal, dinsel, sanatsal hoşgörüden/özgürlükten, laik düşünce ve demokrasiden, bilimsel bilgi ve nesnellikten oluşan bir bütünlüktür.’’ Kent kültüründe örf, adet, gelenek, görenek ve tüm bunları şekillendiren din olgusunun önemi azalmakta, dinsel özgürlük, sanat, bilim ve tartışmalar önem kazanmaktadır.(1) Sözlüklerde pek çok anlamı olan kentsel dönüşüm kavramı, ABD ve İngiltere’de çok gelişmiş şehirlerin sürekli rahatsızlık veren kentsel sorunlarının çözümü için geliştirilen hükümet politikalarını ifade etmek için kullanılmaktadır (Lam, 2003: 159). Genel anlamda ise değişime uğrayan kentsel bir bölgenin ekonomik, fiziksel, sosyal ve çevresel sorunlarına kalıcı bir çözüm bulmaya çalışan bir bakış açısı olduğu söylenebilir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

1


Türkiye’de Kentsel Dönüşüm, Kamu ve Yerel Yönetimler, Betül İPEKÇİ, Erciyes Üniversitesi

Türk Dil Kurumu (TDK) Türkçe Sözlüğü kentsel dönüşümü, “imar planına uymayan, ruhsatsız binaların yıkılıp, planlara uygun olarak toplu yerleşim alanlarının oluşturulması” olarak tanımlar. Kentsel dönüşüm genişletilmiş yeniden üretim olarak sadece eski kentsel meskûn alanlar için değil, aynı zamanda henüz yapılaşmamış ve yapılaşması düşünülen kentsel alanlar için de ileri sürülen bir kavramdır (Gündoğan, 2006: 43). Bir diğer deyişle, yitirilen bir ekonomik etkinliğin yeniden geliştirilmesi ve canlandırılması, işlemeyen toplumsal işlevlerin işler hale getirilmesi, toplumsal dışlanma olan alanlarda toplumsal bütünleşmenin sağlanması, çevresel kalitenin veya ekolojik dengenin kaybolduğu alanlarda bu dengenin tekrar sağlanmasıdır (Roberts, 2000: 17-18). Kentsel dönüşüm, merkezlerin canlandırılması, kent içinde tarihi değere sahip ya da konum olarak kent içinde avantaja sahip alanların soylulaştırılması veya yenilenmesi, terk edilmiş sanayi bölgelerinin ve kıyı alanlarının farklı işlevlerle yeniden kullanıma açılması olarak ortaya çıkmaktadır (Smith, 2002: 443). Bu tanımlara göre kentleşme; sosyal, ekonomik ve fiziki şartlar göz önünde bulundurularak kent içerisinde yıpranan yapıların, kültürel dokuya zarar vermeksizin yeniden canlandırılması olarak tanımlanabilir. 2. Kentsel Dönüşümün Amaçları Kentsel dönüşüm beş temel amacı hizmet etmek üzere ortaya çıkmıştır (2). • “Temelde toplumsal bozulmanın nedenlerinin araştırılarak, bunun ortadan kaldırılmasıyla kentsel alanların çöküntü hale gelmesini önlemektir”. Kentsel alanlardaki çöküntünün temel nedeni toplumsal çöküntü veya bozulmalardır. Bu yüzden projeler toplumsal çöküntünün nedenini araştırır ve bu olgular üzerinden kentsel alanlardaki çöküntülere bir öneri veya çözüm bulunması amaçlanır. • “Kent dokusunu oluşturan birçok öğenin fiziksel olarak sürekli değişim ihtiyacına cevap vermektir”. Yani kentsel dönüşüm projeleri zaman içinde değişen birçok yapı değişen ve bozulan dokusunda ortaya çıkan yeni fiziksel, toplumsal, ekonomik, çevresel ve altyapısal ihtiyaçlarına göre, kent parçalarının yeniden geliştirilmesi amaçlanır. • “Kentsel refah ve yaşam kalitesini arttırıcı başarılı bir ekonomik kalkınma modeli ortaya koymaktır”. Fiziksel ve toplumsal bozulmanın yanı sıra bir diğer önemli neden kentsel alanlarda çöküntüye uğrayan bölgelerin ekonomik canlılıklarının yitirilmesidir. Bu yüzden bu alanlardaki ekonominin canlanması için bir takım stratejileri geliştirmeyi ve böylece kentsel refah ve yaşam kalitesinin artırılması amaçlanır. 2

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’de Kentsel Dönüşüm, Kamu ve Yerel Yönetimler, Betül İPEKÇİ, Erciyes Üniversitesi

• “Kentsel alanların en etkin biçimde kullanımına ve gereksiz kentsel yayılmadan kaçınmaya yönelik stratejiler belirlemektir”. Günümüzde sürdürebilirlik hedefi ile bağlantılı olarak, kentlerde daha önce kullanılmış ve atıl olan alanların tekrar kullanımını sağlayan ve kentsel büyümenin ve yayılmanın sınırlandırılmasına yönelik kentsel dönüşüm projelerinin geliştirilmesi amaçlanır. • “Toplumsal koşullar ve politik güçlerin ürünü olarak kentsel politikaların şekillendirmeye ihtiyacını karşılamak üzere sivil toplum örgütleri ve toplum farklı kesimlerinin planlamaya katılımını sağlamaktır”. Dönemlerin siyasi iktidarlarının kentsel politikalarının belirlenip paylaşılmasının yanısıra, kamu kuruluşlarının, devlet üniversiteleri ile vakıf üniversitelerinin, özel sektörün, işçi ve memur sendikalarının da kentsel politikaya katılımının sağlanması amaçlanır. 3. Türkiye’de Kentsel Dönüşüm Türkiye’de Cumhuriyet döneminde başlayan, 1950’lerde sanayileşme ile birlikte ivme kazanan kentleşme süreci beraberinde İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük kentlerin kontrolsüz bir biçimde büyümesini getirmiştir. Küçük yerleşim birimlerinden büyük kent merkezlerine yapılan göçler neticesinde ekonomik, sosyo- kültürel sorunların yanında en temel sorun olarak barınma sorunu ortaya çıkmaktadır. Barınma ihtiyacının kısa dönemde çözülmesi amacıyla ortaya çıkan sağlıksız ve yasadışı konutlar, altyapı sorunları, tahrip edilen kültür mirası, düşük fiziksel standartlar, sağlık ve beslenme koşullarında yetersizlikler bir araya gelerek kentsel yoksunluğun ve dönüşüm ihtiyacının temellerini oluşturmuştur (Özden, 2006: 219). 1990’larda küreselleşmenin etkileri ülkemizde daha çok görülmeye başlanmış, ayrıca Avrupa Birliği’ne geçiş süreci, müktesebata uyum politikaları, kentsel dönüşüm uygulamalarının öne çıkmasına neden olmuştur. Günümüzde kentsel canlandırma projeleri, kent pazarlama programlarında, kentlere yeni imajlar yaratmaktan çok, kentlerin var olan tarihi ve kültürel mirasını ön plana çıkaracak imajlarını kullanmaktadırlar. Tarihi ve kültürel miras ile ekonomik gelişme arasındaki güçlü bağın önemi giderek anlaşılmaktadır (Akkar, 2006: 33). 2000 sonrası dönemdeki en önemli gelişme kentsel dönüşümün yasalarda yer almasıdır. Buna paralel olarak daha önce yerel girişimlerde uygulanmaya başlanan katılımcı yaklaşım ve katılım araçları kentsel planlama gündeminde tartışılmaya başlanmıştır. Stratejik planlama yaklaşımı, katılımcı koruma politikaları, bununla birlikte çok aktörlü karar alma süreçleri, sivil güçlenme gibi çabalar yaygınlaşmaya başlamıştır. Ayrıca, hızla devam eden göç ve yerleşim alanlarına yansıyan sosyoekonomik kutuplaşmalar kentsel dönüşümün gerekçelerini oluşturmuştur (Ataöv ve Osmay, 2007: 68). Türkiye’de özellikle 2000’li yıllarda yerel yönetimler mevzuatında meydana gelen gelişmelerle birlikte kentsel dönüşüme yönelik çabalarda da artış gözlemlenmiştir. Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

3


Türkiye’de Kentsel Dönüşüm, Kamu ve Yerel Yönetimler, Betül İPEKÇİ, Erciyes Üniversitesi

4. Türkiye’de Kentsel Dönüşüme İlişkin Yasal Düzenlemeler Kentsel dönüşüm kavramının hukuki bir kavram olarak kullanılması yeni olmakla birlikte, ülkemizde kentsel dönüşümü sağlayacak kanun tasarıları ve uygulamalar 2004 yılı sonrasında gündeme gelmiştir. Mevcut yasal düzenlemelere bakıldığında, bu düzenlemelerin ihtiyaçlara yeterince cevap veremedikleri görülmekte, başlı başına bir kentsel dönüşüm yasasına acilen gerek duyulduğu gözlemlenmektedir. 16 Mayıs 2012 tarihli ve 28309 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un amacı; afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tavsiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir. 4 Ağustos 2012 tarihli ve 28374 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun Uygulanma Yönetmeliği’nin amacı ise riskli alanlarda, rezerv yapı alanlarında kişilerin mülkiyetinde bulunan taşınmazların ve riskli yapıların değerinin hesaplanmasına, idare ile taşınmaz sahipleri arasında yapılacak anlaşmaya, bu alanlarda yapılacak planlamaya, riskli yapıların tespitine, bu tespite karşı yapılacak itirazlara ve bu itirazların değerlendirilmesinde görev alacak teknik heyetlerin teşkiline ilişkin usul ve esasları belirlemektir. 6306 sayılı Yasada, yasayı karakterize eden iki tanım bulunmaktadır: Riskli alan ve riskli yapı. Yasa, bu iki tanım çevresinde şekillendirilmiştir. Yasanın bir başka önemli özelliği, Çevre ve Şehircilik Bakanlığına (Bakanlık) çok geniş yetkilerin tanınmış olmasıdır. Yasadaki tanımına göre; Riskli alan; Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan, Bakanlık veya İdare tarafından Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü de alınarak belirlenen ve Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan alan, ise; Riskli alan içinde veya dışında olup ekonomik ömrünü tamamlamış olan ya da yıkılma veyae ağır hasar görme riski taşıdığı ilmî ve teknik verilere dayanılarak tespit edilen yapı, anlamındadır. Bu yazıda riskli alanlarla ilgili düzenlemelere değinilmeyecek, riskli yapı kavramıyla ilgili konular ele alınarak değerlendirmeler yapılacaktır. Riskli yapıların saptanması işleri, Bakanlıkça lisanslandırılan kurum ve kuruluşlar tarafından yapılacaktır. Bir yapının riskli yapı olup olmadığı ile ilgili tespit masrafları yapı malikleri tarafından karşılanacaktır. Malikler yapılarının riskli yapı olduğunu kendileri tespit ettirebileceği gibi Bakanlıkta riskli yapıların tespitini maliklerden isteyebilecektir. Bakanlık, belirlediği alanlardaki riskli yapıların tepitini belediyelerden de talep edebilecektir. Yapılan itirazları, bakanlığın oluşturacağı teknik heyetler inceleyip karara bağlayacaktır. 4

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’de Kentsel Dönüşüm, Kamu ve Yerel Yönetimler, Betül İPEKÇİ, Erciyes Üniversitesi

Bir yapının riskli yapı statüsü alması, yasaya göre tahliye ve yıkımını gerektirmektedir. Riskli yapıların yıktırılabilmesi için öncelikle malikler ile anlaşma yoluna gidilmesi denenecektir. Uygulamaya başlanmadan önce, riskli yapıların yıktırılması için, bu yapıların maliklerine altmış günden az olmamak üzere süre verilecek, bu süre içinde yapı, malik tarafından yıktırılmadığı takdirde, yapının idari makamlarca yıktırılacağı belirtilerek ve tekrar süre verilerek tebligat yapılacaktır. Verilen bu süre içinde de yapı, maliklerince yıktırılmaz ise, bu yapıların insandan ve eşyadan tahliyesi ve yıktırma işlemleri, mülki amirler tarafından yaptırılacaktır. Ancak yıkım masrafları yapı sahiplerinden tahsis edilecektir. 6306 sayılı Yasaya göre üzerindeki bina yıkılarak arsa hâline gelen taşınmazlar, tapu kütüğünde malikleri adına payları oranında tescil edilecektir. Bu şekilde oluşan parsellerin değerlendirilmesine, üzerine bina yaptırılmasına, parsellerin birleştirilmesine vb işlemlere paydaşların üçte iki çoğunluğu ile karar verilebilecektir. Bu karara katılmayanların bağımsız bölümlerine ilişkin arsa payları, Bakanlıkça rayiç değeri tespit ettirilerek bu değerden az olmamak üzere anlaşma sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılabilecektir. Bakanlıkça uygun görülenler TOKİ’ye veya belediyelere bile devredilebilecektir. Bu Kanun uyarınca yapılacak olan işlem, sözleşme, devir ve tesciller ile uygulamalar için, noter harcı, tapu harcı, belediyelerce alınan harçlar, damga vergisi, veraset ve intikal vergisi, döner sermaye ücreti ve diğer ücretler tahsil edilmeyecektir. Ayrıca, yıkımı yapılan binaların yerine yeni yapı yapılırken yapı sahiplerine kredi desteği de sağlanabilecektir. Bu Kanun uyarınca yapılan iş ve işlemlere ilişkin olarak adrese dayalı nüfus kayıt sisteminde belirtilen adreslere yapılan tebligat, muhataplarına yapılmış sayılacaktır. Kanunun 9. Maddesine göre; Bakanlığın veya TOKİ nin yapacağı planlar, 3194 sayılı İmar Kanunundaki kısıtlamalara tabi olmayacaktır. Bu kanunun uygulanmasını engelleyici hükümleri ve diğer kanunların bu Kanuna aykırı hükümleri uygulanmayacaktır. , Bu Kanunun uygulanması sırasında, riskli alanlar ve riskli yapılar konusunda kamusal nitelikli hiçbir koruma olanağı kalmamaktadır. Bakanlık, TOKİ ve belediyeler, riskli alanlar ve riskli yapıların yıkılması ve yeniden yapılması konusunda hemen hemen hiçbir kısıtlamaya tabi olmayacaktır. Şehirleşme ve şehirleşme olgusunun getirdiği sorunlar, ülkemizin en ciddi sorunlarındandır. Kaçak ve plansız yapılaşmanın yarattığı düzensiz ve sağlıksız yaşam koşulları, sosyal ve ekonomik sorunlar gün geçtikçe devam etmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında nüfus artışı, kontrolsüz göç, şehirlerin plansız büyümesi, ekonomik sorunlar gibi birden çok sebep etkili olmuştur. Yasanın çıkartılma amacının, özellikle İstanbul’da beklenen deprem riskine karşı gerekli önlemlerin alınması ve çürük yapıların yıkılarak yeniden yapılmalarının sağlanması olduğu anlaşılmaktadır. Ülkenin bu konuda ihtiyacı olan yasal düzenlemenin yapılmış olmasını önemsemek gerekiyor. Ancak yasada, kimi konularda ayrıntılı düzenleme yapılmış olmasına karşın, birçok konuda ise belirsizlik ve boşluk bulunmaktadır. Bu nedenle, yasanın uygulanması sırasında önemli sakıncaların ortaya çıkabileceğini ve çok büyük sıkıntıların yaşanabileceği söz konusu olabilir. Çıkartılabilecek yönetmeliklerle belirsiklerin giderilmesi mümkün olabilir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

5


Türkiye’de Kentsel Dönüşüm, Kamu ve Yerel Yönetimler, Betül İPEKÇİ, Erciyes Üniversitesi

16 Mayıs 2012 tarihli 28309 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un, eksik yönlerinin yanısıra, kentsel dönüşümün başlangıcı için Türkiye’deki kentleşme sorununa genel olarak çözüm oluşturabileceği düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: Kent, Kentleşme, Kentleşme amacı, Türkiye’de Kentleşme, Kentleşme Kanunu Akkar, Müge (2006), “Kentsel Dönüşüm Üzerine Batı’daki Kavramlar, Tanımlar, Süreçler ve Türkiye”, Planlama, Sayı 36, s. 29-38. Ataöv, Anlı ve Sevin, Osmay (2007), “Türkiye’de Kentsel Dönüşüme Yöntemsel Bir Yaklaşım”, Middle East Tecnihal University Journal Of The Faculty Of The Architecture, Vol. 2, pp. 57-82. Gündoğan, Özdemir (2006), “Kentsel Dönüşüm, Tarihsel ve Güncel Bir Kırılma Noktası Mı?”, Planlama, Sayı 36, s. 39-47. Lam, Kara (2003), “Revitalisation From The Inside Out: The Attempts To Move Towards An Urban Renaissance In The Cities Of The United States And The United Kingdom”, Connectrcut Journal Of International Law, 19. Conn, J. Int’l L, pp. 159-164. Özden, Pelin Pınar (2006), “Türkiye’de Kentsel Dönüşümün Uygulanabilirliği Üzerine Düşünceler”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No. 36, s. 215-233. Roberts, Peter and Hugh Sykes (2000), “The Evolution, Definition And Purpose Of Urban Regeneration”, 1st Ed., Sage Publications, London, England, pp. 9-36. Smith, Neil (2002), “New Globalism, New Urbanism: Gentrification As Global Urban Strategy”, Antipode, Vol. 34, pp. 427-450. (1) http://www.bilgiyuvasi.org/kent-nedirkentlesme-nedirkentlesmenin nedenlerisonuclari#ixzz2GeR2zsEb (2) TMMOB Şehir Planlayıcılar Odası, http://www.spo.org.tr/

6

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği Müktesebati İle Uyum Çerçevesi TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ

Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

GİRİŞ Cinsiyet kavramı, kadın ve erkek olmanın doğuştan gelen, biyolojik yönünü ifade ederken toplumsal cinsiyet kavramı ise, daha çok sosyo kültürel, toplumsal yapı göz önünde bulundurularak kadına yüklenen rolleri ifade etmektedir (KSGM, 2008: 15). Uzun yıllar cinsiyet kavramı, hem biyolojik hem de toplumsal özellikleri beraber anlatmada kullanılan bir kavram olmuştur. Ancak son yıllarda gerek uluslararası gerekse ulusal yazınlarda cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarında ayrıma gidilmiş, böylelikle bu konu ayrı bir alan olarak sosyal bilimlerdeki yerini almıştır. Tarihsel süreç içerisinde kadınlar eğitim, sağlık, siyaset ve çalışma hayatı gibi birçok alanda erkeklerle aynı haklara sahip olmak için yıllarca mücadele etmişlerdir. Kadınların 1789 Fransız Devrimi ile başlayan erkeklerle eşit haklar sahip olma mücadelesi ancak 20. Yüzyılda sonuç vermeye başlamıştır (Erşek, 2006: 4). Özellikle 1990’lardan sonra dünya genelinde toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına yapılan vurgular artmıştır. Biyolojik farklılıklardan kaynaklanan eşitsizlikler yerine, toplum tarafından kadın ve erkeğe yüklenen rol ve sorumluklarda eşitliği odak noktasına alan toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışı, siyasilerin gündeminde daha çok yer almaya başlamıştır (Genç, 2010: 476). Günümüzde, pek çok ülkede kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmaları insan haklarının bir gereği olarak kabul edilmekte, kadınların sosyal, ekonomik, siyasal hayata katılmasının önündeki engellerin kaldırılarak, tüm haklardan erkeklerle eşit şekilde yararlanmaları gerektiği benimsenmektedir. Çünkü eşitsizlik sorunu aslında insan haklarına ilişkin bir sorundur. Her iki cinsin eşit haklara sahip olması, aslında birbirinden bağımsız değerlendirilemeyecek olan “insan hakları” ve “demokrasi” ikilisinin işleyişi açısından zorunludur.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

7


Avrupa Birliği Müktesebatı İle Uyum Çerçevesinde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

Pek çok alanda olduğu gibi toplumsal cinsiyet eşitliği alanında da önemli çalışmalara imza atan Avrupa Birliği, kurucu antlaşması olan 1957 Roma Antlaşması’ndan itibaren kadın-erkek eşitliği konusuna dikkat çekmektedir (Moroğlu, 2006: 209). Avrupa Birliği, gerek müktesebata uyum ve direktifler ile gerekse tavsiye kararlarıyla, hem üye ülkelerde hem de aday ülkelerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması adına birtakım yaptırımlarda bulunmaktadır. Türkiye’de aslında pek de uzun bir geçmişi olmayan toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışının son yıllarda yasal çerçevesi genişletilmiş ve kadınların toplumdaki rolünü güçlendirmeyi hedefleyen devlet politikaları yaygınlaştırılmıştır. Özellikle, Avrupa Birliği müktesebatına uyum çerçevesinde kadın hakları ve kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik pek çok yasal düzenleme gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda başta Anayasa’da olmak üzere Türk Ceza Kanunu’nda, Türk Medeni Kanunu’nda ve İş Kanunu’nda önemli düzenlemelere gidilmiş, bu düzenlemelerin uygulamaya yansıması adına yönetmelikler çıkarılmış, genelgeler yayınlanmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gidermeye yönelik çalışmaları, çeşitli sivil toplum örgütleri tarafından da yürütülmektedir. Avrupa Birliği tarafından desteklenen sivil toplum örgütleri, genellikle aile içi şiddetin engellenmesi, sayıca daha fazla kadının karar alma mekanizmalarına katılımının sağlanması, kadınların bütün alanlarda güçlendirilmesi, istihdamda eşitlik gibi konulara yönelerek, toplumsal farkındalık yaratma çabası içerisindedirler. Çalışmamızda, Avrupa Birliği’nin toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik politikalarına kısaca değinilerek, aday ülke konumunda olan Türkiye’nin AB’ye uyum sürecinde gerçekleştirdiği değişiklikler, mevzuat boyutunda ele alınmaya çalışılacaktır. Çalışma genel anlamda bir değerlendirme ve öneriler kısmı ile sonlandırılacaktır. Anahtar Kelimeler: Cinsiyet, Toplumsal cinsiyet, Toplumsal cinsiyet eşitliği, Avrupa Birliği, Anayasa AB’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nda belirtildiği gibi, toplumsal cinsiyet eşitliği temel bir hak ve Avrupa Birliği politikalarının önceliklerindendir. Kadın haklarının savunulması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve sosyal adaletin sağlanması, Avrupa Birliği’nin temel hedeflerinden birisidir. Avrupa Birliği, 1970’li yıllardan bu yana kadın-erkek eşitliği adına pek çok kapsamlı düzenleme gerçekleştirmiş, gerek siyasal ve sosyal hayatta gerekse çalışma hayatında eşitsizlikle mücadelede önemli ilerlemeler kaydetmiştir (Tutar ve Yetişen, 2009: 122). Avrupa Birliği’nin oluşumundan bu yana, kadın ve erkekler arasında eşit ücret ve eşit davranma ilkesi Birliğin gündeminde her daim yer almıştır. Özellikle, Birliğin üye sayısının artması ile

8

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği Müktesebatı İle Uyum Çerçevesinde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

birlikte işgücü piyasasında kadın-erkek arasında gelirin eşit bölüşümünü teşvik edecek düzenlemelere yer vermiştir (Dedeoğlu, 2009: 47). 1996 yılında Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan “Kadın Erkek Fırsat Eşitliğini Tüm Topluluk Programları ve Eylemleri ile Bütünleştirme” tebliği ile toplumsal cinsiyet eşitliğinin bütün plan ve programlara dahil edilmesi bir strateji olarak kabul edilmiştir (Tatlıer, 2011: 21). Kadınerkek eşitliğine, Birliğin gelecekteki ekonomik ve sosyal gelişmesi açısından da önem verilmektedir (Moroğlu, 2006: 209). AB’nin pek çok direktifinde, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında eğitimin önemine vurgu yapılmış ve bu alanda yapılması gerekenler konusunda kapsamlı tavsiyelerde bulunulmuştur. Ayrıca, AB’nin özellikle üzerinde durduğu konuların başında kadın ve erkekler arasındaki ilişkilerde toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin göz önünde bulundurulması ve bu yaklaşımın bütün ana plan ve programlara entegre edilmesi gelmektedir (Verloo, 2005: 350). TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ AB, üye ülkeler üzerinde olduğu kadar aday ülkeler üzerinde de baskın bir güce sahiptir ve bu ülkelerde ortak politikaların izlenmesini uygun görmektedir. Türkiye de, aday ülke statüsünde olarak pek çok politikayı uygulamayı taahhüt etmiştir. Türkiye, 2003 yılında AB’nin Cinsiyet Eşitliği Topluluk Programı’na katılarak İstihdam Stratejisi’ni izleme çabası içinde bulunmuştur (Koray, 2011: 35). Belirtmemiz gerekir ki, Avrupa Birliği, Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasını, kadının ekonomik ve sosyal hayatta güçlendirilmesini ve kadın sorunlarının çözümünü amaçlayan projelerin geliştirilmesi amacıyla mali destekte bulunmaktadır (www.avrupa.info. tr, 2013). Bu çerçevede, öncelikle 1982 Anayasası’nda yapılan değişikliklere bakacak olursak, kadınerkek eşitliği ilkesi, 2001 yılında Anayasa’nın 41. ve 66. maddelerinde, 2004 yılında 10. ve 90. maddelerinde ve 2010 yılında yine 10. maddede yapılan değişikliklerle güçlendirilmiştir. Şöyle ki; • Anayasa’nın 10. maddesine; “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” hükmü eklenerek, bu madde ile devlet sorumluluk altına girmiştir. Böylece, toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten uygulamaların devlet kanalıyla sağlanmasının önü açılmıştır. • Anayasa’nın 41. maddesine; “Aile, Türk toplumunun temelidir” ifadesinden sonra “ve eşler arasında eşitliğe dayanır” hükmü eklemiştir. Bu yeni hüküm ile toplumun temelini oluşturan aile kurumunun, eşler arasında saygı, sevgi, hoşgörü ve en önemlisi alınacak kararlarda fikir birliğine uyulması gerekliliği vurgulanmıştır.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

9


Avrupa Birliği Müktesebatı İle Uyum Çerçevesinde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

• Anayasa’nın 66. maddesinden Türk vatandaşlığının düzenlenmesi ile ilgili eşitsizlik içeren hüküm çıkarılmıştır. • Anayasa’nın 90. maddesine “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla ulusal kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda çıkabilecek ihtilaflarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır” hükmü eklenerek, bu alanda önemli bir belge olan “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) de ulusal düzenlemeler karşısında üstün konuma getirilmiştir. TBMM tarafından kabul edilerek 2002’de yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ise bu şekliyle, kadın-erkek eşitliğini gözeten, cinsiyet ayrımcılığına son veren, kadınları aile ve toplum içerisinde erkekler ile eşit kılan, kadın emeğini değerlendiren bir metin olmuştur (KSGM, 2008: 63). Kanun ile getirilen başlıca düzenlemeler ise şunlardır: • “Aile reisi kocadır” hükmü değiştirilerek “Evlilik birliğini eşler beraber yönetirler” hükmü getirilmiştir. • Eski Kanun’da evlilik birliğini temsil hakkı, bazı haller dışında kocaya ait iken, yapılan değişiklikle evlilik birliğinin temsili eşlerin her ikisine verilmiştir. • Evin seçimini kocanın yapacağı hükmü değiştirilerek, eşlerin oturacakları evi birlikte seçecekleri hükmü getirilmiştir. • Aile konutu ile ilgili yapılan düzenlemede, eşlerden birinin diğerinin açık rızası olmadan aile konutu üzerindeki tasarruflarına sınırlandırma getirilmiştir. Kiralık bir konut bile olsa diğer eşin rızası olmadan kira akdi feshedilemeyecektir. • Evlilik dışında doğmuş ve soy bağı tanıma veya hakim hükmüyle kurulmuş olan çocuklara, baba yönünden tıpkı evlilik içindeki çocuklar gibi eşit mirasçı olabilme hakkı getirilmiştir. • Eski Medeni Kanun’da yer alan “Eşlerin çocukları velayetini birlikte kullanacağı, anlaşmazlık halinde ise babanın reyinin üstün olacağı” hükmü değiştirilerek, eşlerin velayeti birlikte kullanacakları hükmü getirilmiştir. • Kanun’da eşlerden birinin meslek ve iş seçiminde diğerinin iznini almak zorunda olmdığı hükmü getirilmiştir. Bu düzenlemeyle eşler mesleklerini diğer eşten izin almadan sürdürebileceklerdir. • Kanun ile evlenme yaşı kadın ve erkek için eşitlenmiştir. • Eski Medeni Kanun’a göre evin ve çocukların geçimi kocaya ait iken, Yeni Kanun’da,

10

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği Müktesebatı İle Uyum Çerçevesinde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

“Eşler birliğin giderlerine güçler oranında emek ve malvarlıklarıyla birlikte katılırlar” şeklinde düzenleme yapılmıştır. • Daha önce evlenme için müracaat yeri, erkeğin oturduğu yerin evlendirme memurluğu iken yeni düzenlemede kadın veya erkeğin oturduğu yerdeki evlendirme memurluğu olarak değiştirilmiştir. İş Kanunu’daki değişikliklere bakacak olursak, 2003 tarihinde 4857 sayılı İş Kanunu’nun kabul edilmesi, özellikle istihdam alanında kadınlara yönelik mevcut eksiklikleri gidermede önemli bir ilerleme olarak görülmektedir. Bu bağlamda, • İş sözleşmesinin yapılmasında, uygulanmasında ve sona erdirilmesinde cinsiyet veya gebelik nedeniyle kadınlara doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapılamayacaktır. • Kadınlara, cinsiyet nedeniyle eşit değerde iş için daha düşük ücret verilemeyecektir. • Cinsiyet, medeni hal ve aile yükümlülükleri, hamilelik ve doğum iş akdinin feshi için geçerli sebep oluşturamayacaktır. Günümüz ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenen 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ise 2005’te yürürlüğe girmiştir. Yapılan düzenlemeler ile, • “Kadın, kız ayrımı” biçimindeki tanım madde metinden çıkarılmıştır. • Kanun’da “Ayrımcılık suçu” da düzenlenmiştir. İnsanlar arasında yürürlükteki kanun ve nizamların izin vermediği ayrımlar yapılarak, bazı kişilerin hukukun sağladığı imkanlardan yoksun hale getirilmeleri cezalandırılmıştır. 2011 yılında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda birtakım değişiklikler yapılarak yeni düzenlemelere gidilmiştir: • Kanun’un 101. maddesinde, “Ancak, kadın memurlara; tabip raporunda belirtilmesi halinde hamileliğin yirmidördüncü haftasından itibaren ve doğumdan sonraki bir yıl süreyle gece nöbeti ve gece vardiyası görevi verilemez” ibaresine yer verilmiştir. • Kanun’un 104. maddesi ile “Erkek memura, karısının doğum yapması sebebiyle isteği üzerine üç gün izin verilir” hükmü kaldırılarak yerine, “Memurun eşinin doğum yapması halinde, isteği üzerine on gün babalık izni verilir” hükmü getirilmiştir. Bütün bu anayasal ve yasal düzenlemelerin yanında, çıkarılan genelge v yönetmelikler ile de bazı düzenlemelere gidilmiştir. 2004/7 sayılı ve “Personel Temininde Eşitlik İlkesine Uygun Hareket Edilmesi” konulu Başbakanlık Genelgesi yayınlanarak, personel istihdamında cinsiyet ayrımcılığı yapılmasının engellenmesi uygun görülmüştür.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

11


Avrupa Birliği Müktesebatı İle Uyum Çerçevesinde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi ile ise “Toplumsal cinsiyete duyarlı politikaların ana plan ve programlara entegrasyonu, sektörler ve disiplinlerarası işbirliğinin sağlanması, programların ve sonuçların izlenme ve değerlendirilmesi için gerekli mekanizmaların işler hale getirilmesi”nin sağlanması ve özellikle “Eğitim materyallerinde kadın-erkek eşitliğini görmezden gelen anlayışların ortadan kaldırılması” öngörülmektedir. 7 Mart 2010 tarihli “Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”te ise çok sayıda iş ağır ve tehlikeli iş olmaktan çıkarılarak kadın ve gençlerin istihdamına ilişkin sınırlamalar kaldırılmıştır. Böylelikle bazı işler yalızca erkek işi olarak görülmekten çıkarılmış, kadınların istihdamına açılmıştır. Kadınların sosyo ekonomik konumlarının güçlendirilmesi, toplumsal yaşamda kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve sosyal kalkınma hedefine ulaşılabilmesi için kadınların istihdamının artırılması ve eşit işe eşit ücret imkânının sağlanması amacıyla “Kadın İstihdamının Artırılması ve Fırsat Eşitliğinin Sağlanması” konulu 2010/14 sayılı Başbakanlık Genelgesi yayınlanmıştır. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin desteklenmesi adına gerçekleştirilen önemli çalışmalardan biri ise “Kadın İstihdamının Artırılmasına Yönelik Strateji Geliştirme Projesi”dir. AB Sosyal Şartı kapsamında, kadınlar ve erkekler arasındaki iş ve ücret farklılığına son vermek amacıyla çaba sarf edilmekte, kadınların iş hayatında erkeklerle eşit şartları paylaşmaları için çalışılmaktadır (Ecevit, 2010: 1). Bu süreçte belki de en önemli gelişme, AB’nin direktifleri de göz önünde bulundurularak 2009 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu”nun kurulması olmuştur. İlgili Kanun’da; “Kadın haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik olarak ülkemizde ve uluslararası alandaki gelişmeleri izlemek, bu gelişmeler doğrultusunda TBMM’yi bilgilendirmek, kendisine esas veya tali olarak havale edilen işleri görüşmek, istenildiğinde TBMM’ye görüş sunmak” Komisyon’un amaçları arasında sayılmıştır (www.tbmm.gov.tr, 2012). Yapılan bütün anayasal, yasal ve kurumsal düzenlemelere rağmen, AB tarafından 2012 Türkiye İlerleme Raporu’nda, eşitliği sağlamaya yönelik bazı çalışmaların yapıldığı kabul edilmekle birlikte, çalışmaların hala istenilen düzeyde olmadığı belirtilmektedir. “Ayrımcılık ile Mücadele Kurulu”nun kurulmasına ilişkin mevzuatın kabul edilmediğinin üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, AB müktesebatı tarafından gerekli görülen “Eşitlik Birimi”nin henüz oluşturulmadığı da dile getirilmektedir (http://www.abgs.gov.tr, 2013). İlerleme Raporu’nda, kadın haklarına saygı ve toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin mevzuatın iyileştirilmesi yönünde adımlar atıldığı, ancak, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun, yasal süreç yoluyla toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana politika alanlarına dahil edilmesi, toplumsal

12

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği Müktesebatı İle Uyum Çerçevesinde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

cinsiyet eşitliğine ilişkin kanun ve genelgelerin uygulanmasının izlenmesi ve kadın örgütleri ile ilişkiler kurulması konularına daha fazla dahil olmasına ihtiyaç olduğu belirtilmektedir. Bu konuda, kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin ulusal ve uluslararası kaynaklarla desteklenen eylem, politika ve genelgelerin sürdürülebilirliğinin daha önemli olduğu ifade edilmektedir (http://www.abgs.gov.tr, 2013). İlerleme Raporu’nda, iş gücü piyasasının esnekliğini arttırma çabalarında, genel olarak toplumsal cinsiyete dayalı işgücü piyasası sınıflandırmasından kaçınılması gerekliliğinin dikkate alınmadığı belirtilmektedir. Çalışma hayatı ile aile hayatı arasındaki dengeyi iyileştirmeye yönelik tedbirlerin tam olarak mevcut olmadığının, mevcut bulunanların ise toplumsal cinsiyet eşitliği yaklaşımından ziyade kadınlara odaklandığının altı çizilmiştir (http://www.abgs.gov.tr, 2013). SONUÇ Metnimizde anlatmaya çalıştığımız üzere, toplumsal cinsiyet eşitliği konusu aslında uzun yıllardır dünya gündemindeki önemini korumaktadır. Ancak, AB gibi önemli bir uluslararası örgütün, bu konuyu ele alması muhakkak ki dünya genelinde daha çok ses getirmiş, özellikle üye ve aday ülkelerde daha çok üzerinde konuşulur olmuştur. Türkiye, AB ile müzakere görüşmelerinin devam ettiği bir süreç içerisinde yer alarak, AB müktesebatı ile uyum için her alanda pek çok düzenlemeye gitmiştir. Bu alanlardan önemli bir tanesi ise “toplumsal cinsiyet eşitliği”dir. Anayasada, kanunlarda, yönetmeliklerde pek çok düzenlemeye gidilmiş olmakla birlikte, halen “istenilen” düzeyde ilerleme kaydedilmediği Avrupa Komisyonu tarafından yayınlanan 2012 Türkiye İlerleme Raporu’nda ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi, yasal ve kurumsal düzenlemeler büyük çoğunlukla resmi anlamda eşitliği sağlamaya yönelik olsa da, fiili anlamda cinsler arası eşitlik eksik kalmaktadır. Konuya bu açıdan bakılacak olursa, zihinsel dönüşüm gerçekleşmediği sürece yapılan bütün düzenlemeler “havada” kalacaktır. Önemli olan, toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışının öncelikle bireylerin zihinlerinde kabul görmesidir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

13


Avrupa Birliği Müktesebatı İle Uyum Çerçevesinde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Hilal TURAN, Sakarya Üniversitesi

KAYNAKÇA DEDEOĞLU, Saniye (2009), “Eşitlik mi Ayrımcılık mı? Türkiye’de Sosyal Devlet, Cinsiyet Eşitliği Politikaları ve Kadın İstihdamı”, Çalışma ve Toplum, Sayı 2, ss. 41-54. ECEVİT, Yıldız (2010), İşgücü Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği El Kitabı, Birinci Baskı, Pelin Ofset, Ankara. ERŞEK, Belek Umut (2006), “Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmei Sözleşmesi ve Denetim Mekanizması”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara. GENÇ, Murat (2010), “Toplumsal Cinsiyet Duyarlılığına yönelik Kamu Faaliyetleri ve Bu Faaliyetlerin Mali Yansımaları”, Maliye Dergisi, Sayı 159, ss. 476-493. KADININ STATÜSÜ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ (2008), Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı, Ankara. KORAY, Meryem (2011), “Avrupa Birliği ve Türkiye’de Cinsiyet Eşitliği Politikaları: sol Feminist Bir Eleştiri”, Çalışma ve Toplum, Sayı 2, ss. 13-55. MOROĞLU, Nazan (2006), “Avrupa Birliği Antlaşmalarında ve Yönergelerinde Kadın-Erkek eşitliğ, MESS-SİCİL İş Hukuku Dergisi, ss. 209-217. TATLIER, Meryem (2011), Avrupa Birliği’nde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Ana Plan ve Politikalara Yerleştirilmesi: Hollanda, Romanya ve Türkiye Örneklerinin İrdelenmesi, Uzmanlık Tezi, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. TUTAR, Filiz ve Handan Yetişen (2009), “Türkiye’de Kadının Ekonomik Kalkınmadaki Rolü”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, ss. 116-131. VERLOO, Mieke (2005), “Displacement and Empowerment: Reflections on the concept and Practice of the council of Europe Approach to Gender Mainstreaming and Gender Equality, Oxford University Press, Nowember, pp. 344-365. www.avrupa.info.tr, 11.10.2012. www.abgs.gov.tr, 15.10.2012. www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/komisyon_kanunu.htm, 16.10.2012.

14

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve TÜRKİYE’DE UYGULANABİLİRLİĞİ

Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Sunuş Bu makale Bölgesel Kalkınma Ajanslarının ülkemize nasıl yerleştikleri, neleri amaçladıkları, kuruluş gerekçelerinde konu edilenleri ne kadar hayata geçirebildikleri üzerine yazılmıştır. Bölgesel Kalkınma Ajanslarının bölgelerarası dengesiz gelişimin giderilmesi yolunda oynadıkları roller, kalkınmayı kimin veya kimlerin adına gerçekleştirdikleri irdelenerek gerçekte neye işaret ettikleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Konuyu tam anlamıyla kavramak adına yasal düzenlemelere, başka ülkelerden ve ülkemizden hayata geçmiş örneklere başvurulmuş, kavramların tanımları verilmiştir. Bölgesel Kalkınma Ajansları, ülkemize bölgelerarası eşitsizliklerin son bulması için bir çözüm olarak AB’ ce sunulmuştur. Bu yapının ne olduğunu anlamak için tanımlamalar gerekli görülmektedir. Bölge: Sözlük anlamı; Bölge kavramı, şehirden daha kapsamlı siyasal, iktisadi ve kültürel yapıya sahip ancak, ulus düzeyine göre bu özellikleri daha zayıf olan yönetsel, iktisadi ve siyasal bir yapıyı ifade etmektedir. Türkiye’ de idari anlamda bölge kavramı; Özel amaçlı ve genel amaçlı bölgeler olmak üzere ikiye ayrılır. Özel amaçlı bölgeler, turizm bölgeleri, birlikler, endüstri bölgeleri, serbest bölgeler, sınır ticaret bölgeleri vb. ifade eder. Genel amaçlı bölgeler, idari bölgeler ve bölgesel yönetim olarak ikiye ayrılabilir. İdari bölgeler, merkezi yönetimin bazı kurum ve kuruluşlarının örgütlendiği bölgeler, umumi müfettişlik, Kalkınmada Öncelikli Yöre(KÖY) , Bölge Valiliği, OHAL ve GAP/ DAP/ DOKAP plan bölgelerini içerir. Bölgesel yönetim ise, bölgesel düzeyde örgütlenmiş bir yönetim modelini ifade etmektedir. (Bayramoğlu, 2005: 37-42 ). Bölgeselleşme(regionalisation): İdari-yönetsel bir süreç ve idari bir yönetim tekniğidir. ( Bayramoğlu, 2005: 108). Bu kavram daha fazla demokratikleşme, yerele inerek halkın isteklerine cevap vermeye dayalı kalkınma olarak ülkemize AB’ ce yerleştirilmeye çalışılmış, BM tarafın-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

15


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

dan da desteklenmiştir. AB tarafından gündeme getirilen bölgeselleşme düşüncesine kavramın çıkış noktasından bakmak konunun geneli içinde isabetli olacaktır. AB gözünde bölgeselleşme: İl esasına dayalı taşra örgütlenmesi ile merkezi yönetimin bölge kuruluşları arasında eşgüdüm sağlanması sorunu çerçevesinde gelişen bölge yönetimi arayışlarından tümüyle farklı bir niteliğe sahiptir. AB bölgeselleşmesi, merkeziyetçi yapının parçalandığı ve bölgelerde karar alma mekanizmasının yerel/küresel sermaye temsilcilerinin eline bırakıldığı yeni bir iktidar modeline dayanmaktadır.(Keskin, 2009:454-455). Görüldüğü gibi kavramların kendisi ve işaret ettikleri nokta birbirlerinden farklıdır. Bölgecilik: İktisadi, toplumsal, kültürel özellikleri ile bir bütün oluşturan bir yörede oturanların doğal kaynak ve zenginliklerini kendi eliyle işletmeleri, kendi etkinliklerini kurmaları ve kendilerini yönetme anlamına gelmektedir. ( Bayramoğlu, 2005: 39). Ajans: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre, 1) Haber toplama ve yayma işiyle uğraşan kuruluş. 2) Bir ticari kuruluşu tanıtan, onunla ilgili bilgi aktaran ve bu yolla kazanç sağlayan iş kolu; bu iş kollarının çalıştığı büro. ( Güler, 2005: 3). Ajanslar bölgenin kalkınma planını hazırlayacak kuruluşlardır, ajans gelirlerinin bir bölümü, yerel idarelerin başlıca gelir kalemini oluşturan ‘ulusal vergi gelirleri’ toplamından ayrılacak paydan sağlanacaktır, ajanslar bölgede yatırım yapacak olan kişi ve şirketlerin başvuru işlemlerini takip edecek, işlemlerin hızla sonuçlanmasını sağlayacaktır. ( Güler, 2005: 3-10). Ajans yönetimi ile kamu idaresi işlevlerinin şirket özeline bırakılması, uygulanacak yolların kamu yararı derdini gütmemesi endişe ile karşılanmaktadır. 1960 yılında DPT’nin kurulmasıyla planlı kalkınma dönemine giren Türkiye, bölgesel gelişme stratejileri, bölge planları kapsamında beş yıllık kalkınma planlarına girerek kamu politikası niteliği kazanmıştır. 1980’li yıllara kadar hazırlanan planların genel çerçevesini dengeli kalkınma, dengeli kentleşme ve kaynakların dengeli dağılımı gibi sosyal devlet ilkeleri oluşturulmuştur. Neoliberal politikalar ile mekanın bir arada ele alındığı yeni bölgecilik söylemi, küresel dinamiklerin gücü karşısında merkeziyetçi politikaların iflas ettiği ve ulus-devletin işlevini yitirdiği varsayımına dayanmaktadır.(Keskin, 2009:534-535) AB’ nin yerel yönetimleri güçlendirme isteği ile ortaya çıkardığı bölgeye dayalı yapılanma 12 Eylül 1980’den sonra yargı sistemi bölgeselleşmesi (Bölge İdare Mahkemeleri) ile gerçekleştirilmiştir. Yönetsel anlamda da gerçekleştirilmek istenen bölge eğilimli politika, 2002 yılında ülkemize istatistik toplama gerekçesi ile girmiştir. Böylece işin içine istatistik toplamanın ne için yapıldığı sorusu dahil olmaktadır. İstatistik toplama, karar verici uluslararası kuruluşların ülkemizde gerçekleştirmek istediği programları hayata geçirmek için attığı adımlardan sadece biridir. Bu konuyu açmak gerekirse istatistik toplama, İBBS ( İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması) adlandırması ile karşımıza çıkar. AB’ye üye ülkeler arasında bölgelerarası dengesizliği ortadan kaldırmak ve geri kalmış bölgelerin Birliğin sağladığı fonlardan yararlanmalarını ortak bir zeminde gerçekleştirmek amacıyla, üye ülkeler içinde bir bölgeleme sistemi oluş-

16

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

turulmuştur. Bu sistemle her bölgeye ait verilerin karşılaştırılabilir nitelikte olması ve bölgelerarası farklılıkların belirlenmesi hedeflenmektedir. İşte bu sistem İBBS(NUTS Sistemi) olarak adlandırılmaktadır. (Çamur, Gümüş,2005:147). Tanımı bu şekilde gösterilmekle birlikte, başka bir bakış da NUTS sisteminin oluşturulmasının altında bölge yönetim ve denetiminin ajans yönetimi ile sermaye sahiplerinin işine geldiği gibi kullanabileceği alan haline gelmesi bunun da vaat edilenin aksine bölgelerarası eşitsizliğe yol açacağı savunusudur. NUTS, beş düzeyli hiyerarşik bir sınıflandırmadır. Bu düzeylerin üçü bölgesel, ikisi yereldir. Hiyerarşik NUTS sınıflandırması içinde ülkeler önce en büyük alanları kapsayan NUTS-1 bölgelerine ayrılmış, sonra bu bölgeler kendi içlerinde NUTS-2 bölgelerine, bunlar da kendi içlerinde NUTS-3 bölgelerine bölünmüştür. Bu üç kademe, alan yönetimini kapsadığı için ‘bölgesel’, öbür ikisi (NUTS-4 ve NUTS-5) yerleşme yönetimlerini kapsadığı için ‘yerel’ kademeler olarak kabul edilmiştir. NUTS sınıflandırmasının amaçları Avrupa İstatistik Enstitüsü (EUROSTAT) tarafından özetle şu şekilde sıralanmaktadır: 1. Topluluk bölgesel istatistiklerinin toplanması, geliştirilmesi ve uyumlulaştırılması: NUTS, 1970’lerden itibaren aşamalı olarak tarım, sanayi, ulaştırma gibi çeşitli istatistiki alanların yerine geçmiştir. Bölgesel ekonomik hesaplar NUTS bazında geliştirilmiş, Topluluk tarafından yapılan araştırmalarda bölgesel temelde tanımlanmıştır. 2. Bölgelerin sosyo-ekonomik analizleri: Komisyon tarafından 1961 yılında Bölgesel Ekonomiler konusunda düzenlenen Brüksel Konferansı’nda NUTS-2 bölgeleri, bölgesel politikaların uygulanması amacıyla temel bölgeler olarak kabul edilmiştir. NUTS-1’ler ise, temel sosyo-ekonomik bölgeler olarak değerlendirilmekte, Topluluk boyutundaki bölgesel problemlerin analizinde kullanılmaktadır. Gümrük Birliği’nin bölgeler üzerindeki etkisi bu tür problemlere örnek olarak verilmektedir. NUTS-3’ler ise, karmaşık ekonomik analizler açısından küçük olduklarından, ihtiyaç duyulan yerlerde belirli sorunların tespit edilmesi veya alınacak bölgesel tedbirlerin belirlenmesi amacına yönelik olarak kullanılabilmektedir. 3. Topluluk bölgesel politikalarının çerçevesinin belirlenmesi: Yapısal Fonlardan yapılacak yardımlara uygunluğun değerlendirilmesi amacıyla, kalkınmada geri kalmış bölgeler NUTS-2 düzeyinde belirlenmektedir. Diğer öncelikli bölgeler ise NUTS-3 düzeyinde ele alınmaktadır. Rekabet Politikası açısından ulusal teşviklerin uygulanması da NUTS3 düzeyinde yapılmaktadır. AB’deki NUTS sınıflandırması, 1988 yılından bu yana kullanılmakta olup yasal çerçevesi bir tüzükle henüz 2003 yılında sağlanmıştır. ( Çamur, Gümüş, 2005:148-152) Türkiye’de NUTS uygulaması gelişimi; Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri 10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında Helsinki’de gerçekleştirilen zirvede, Türkiye’nin AB’ye aday ülke olarak kabul edilmesiyle yeni bir boyut kazanmıştır.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

17


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Üyelik için gerekli kısa ve orta vadeli öncelikleri içeren Katılım Ortaklığı Belgesi, AB Komisyonu tarafından hazırlanmış ve 8 Mart 2001 tarihinde yapılan Çevre Konseyi toplantısında kabul edilerek 24 Mart 2001 tarihli Topluluk Resmi Gazetesi’nde yayımlanmıştır. Buna paralel olarak, Türkiye tarafından hazırlanması gereken ‘AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı’, Bakanlar Kurulu tarafından 13 Mart 2001 tarihinde kabul edilmiş ve 24 Mart 2001 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. AB’ye üye ülkelerde kullanılmakta olan İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (The Nomenclature of Territorial Units for Statistics-NUTS), AB tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgesi ve Türkiye tarafından hazırlanan Ulusal Program’da kısa vadeli öncelikler arasında yer almıştır. Türkiye NUTS sistemi DİE, DPT, İçişleri Bakanlığı yetkililerinin katılımıyla oluşturulan bir komisyon eliyle yürütülmüştür. AB fonları bu çalışmalar için harekete geçirilmiş, MEDA kapsamında 2001 yılı bütçesinden ayrılan 15,3 milyon Euro mali katkı ile Devlet İstatistik Enstitüsü(DİE) bünyesinde bölgesel veri tabanı oluşturulmasına yönelik olarak Türk İstatistik Sisteminin Geliştirilmesi Projesi başlatılmıştır. Sisteme ilişkin yapılan değerlendirme, iki temel saptamaya dayandırılmıştır: 1. Türkiye’de merkezi idari bölünüş hiyerarşisi il, ilçe ve bucak düzeylerine sahiptir; temel idari birim ise il’dir. Daha üst ölçekte bir idari yapı bulunmamaktadır. İstatistiki verilerin büyük bölümü il bazında derlenmektedir. 2. Türkiye’de illerin 1997 yıl ortalama nüfusu 781.000’dir. AB’de ise ortalama nüfus NUTS3 düzeyinde 344.000 iken NUTS-2 düzeyinde 1.781.000’dir. Bu durumda Türkiye’deki illerin ortalama nüfusu, AB’deki NUTS-3 düzeyi ortalamasına daha yakındır. Türkiye’de iller bu gerekçelerle NUTS-3 düzeyi olarak kabul edilmiştir. NUTS-2’lerin tanımlanmasında sosyo-ekonomik, kültürel ve coğrafi yapı açısından benzer olan birimlerin bir araya getirilmesi önem taşımaktadır. Türkiye’de NUTS-2 ve NUTS-1 düzeylerine karşılık gelecek bir idari bölünme bulunmadığından Düzey-3’te yer alan illerin gruplandırılarak daha üst düzeylerin elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Düzey-1 ve Düzey-2 sınıflandırması yapılırken ‘kuramsal bölgeleme yaklaşımı’, ‘uygulanmakta olan bölge kalkınma programı verileri’, ‘illerin sosyoekonomik gelişmişlik sıralaması’, ‘yerleşme merkezlerinin kademelenme araştırması’ ve ‘ temel istatistiki göstergeler’ gibi kaynaklardan yararlanıldığı çıkarsanabilmekte, ancak bilgiler bununla sınırlı kalmaktadır. 2002 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Düzey-1 itibariyle 12 bölgeye ayrılmıştır. Bunlar İstanbul, Batı Marmara, Ege, Doğu Marmara, Batı Anadolu, Akdeniz, Orta Anadolu, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz, Kuzeydoğu Anadolu, Ortadoğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleridir.

18

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Düzey-2 kapsamında ise ülkede 26 bölge yaratılmıştır. Bu bölgeler İstanbul, Tekirdağ, Balıkesir, İzmir, Aydın, Manisa, Bursa, Kocaeli, Ankara, Konya, Antalya, Adana, Hatay, Kırıkkale, Kayseri, Zonguldak, Kastamonu, Samsun, Trabzon, Erzurum, Ağrı, Malatya, Van, Gaziantep, Şanlıurfa ve Mardin merkez alınmak üzere kurulmuşlardır. 2003 Yılı Katılım Ortalığı Belgesi, Türkiye’nin ‘kısa vade’de plan, mevzuat, bütçe ve idari yapının güçlendirilmesi olmak üzere dört önemli işi gerçekleştirmesini istemiştir: 1. Düzey-2’lerde bölgesel kalkınma planları hazırlanması, 2. Mevzuatın uygulanmasını kolaylaştıracak yasal çerçevenin kabul edilmesi, 3. Bölgesel kamu yatırımlarına ilişkin çok yıllı bütçelemenin oluşturulması, 4. Bölgesel kalkınmayı yürütecek idari yapıların güçlendirilmesi. Orta vadede ise, bölgesel planları uygulamak üzere Düzey-2’lerde bölge birimlerinin (Bölge Kalkınma Ajansı-BKA) kurulması beklenmektedir. Ön Ulusal Kalkınma Planı TBMM’ye gitmeden Yüksek Planlama Kurulu onayı ile resmileşmiş, 10 Aralık 2003’te Avrupa Komisyonu’na onaya gönderilmiştir. Bölgesel Kalkınma Stratejisi için ise yerli ve yabancı uzmanların katılımıyla atölye çalışmaları yapılmış, 2003 Mali İşbirliği kapsamında Samsun, Kastamonu, Erzurum planlarının çalışmaları başlatılmıştır. Kayseri ve Konya planları 2004’te başlatılmış, Güneydoğu Anadolu(GAP), Doğu Anadolu Projesi(DAP), Doğu Karadeniz Bölgesel Kalkınma Projesi(DOKAP) ve Zonguldak-Bartın-Karabük Bölgesel Kalkınma Projesi için hazırlanmış olan master planların bölgesel programlara dönüştürülmesi planlanmıştır. NUTS sisteminin hukuksal çerçevesi: 1. Yerel yönetim yasalarının değiştirilmesiyle il özel idaresi, belediye ve yerel yönetim birlikleri yasaları 2. Kırsal Kalkınma Programı için Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nca hazırlığı 2006 yılına kadar tamamlanacak olan yasa taslağı çalışması, 3. AB Sekreterliği’nce çıkarılacak yasal düzenlemeler. ( Çamur, Gümüş, 2005:153-157) Bölgelerarası eşitsizlikleri gidermek adı altında yapılan bu çalışmalar Bölgesel Kalkınma Ajanslarının temelini atıp, oluşturulan bölgelerin idaresini kamu denetiminden uzaklaştırarak yerel ve uluslararası sermayenin insiyatifine bırakmaktadır. Bölge düzeyinde yukarıda bahsedilen bazı düzenlemeler yapıldıktan sonra 2003’ten beri ülke gündemine giren Bölgesel Kalkınma Ajansları 2006 tarihli 5449 sayılı Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun ile yasalaşmıştır. Bu yasanın öyküsü aşağıdaki tabloda yer alır.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

19


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

5449 Sayılı Kalkınma Ajansı Yasasının Öyküsü Tarih

Yasal Düzenleme

Açıklama

13 Mart 2001

AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı ve 2001 Tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi

Her iki belgede de AB fonlarının kontrolü için bölge sınırlarının belirlenmesi ve bölge idarelerinin kurulması istenilmiştir.

22 Eylül 2002

Bakanlar Kurulu Kararnamesi

14 Nisan 2003

AB Katılım Ortaklığı Belgesi

22 Aralık 2003 YPK/61 Sayılı Ka- AB Ön Ulusal Kalkınma Planı rar

3 Ocak 2003

58. Hükümet Acil Eylem Planı

Bölge merkezleri belirlenmiş ve belirlenen bölgelere istatistiksel bölge birimi (İBB) adı verilmiştir. Kararname ülkede üç kademeli bir bölgeselleşme öngörmüştür. Bunlardan İBB-3. Düzey şu anda var olan 81 il;İBB-2. Düzey 26 bölge; İBB-1. Düzey ise toplam sayıları 12 olarak belirlenmiş bölgeler kademesidir. Belirlenen bu bölgeler için kalkınma programlarının hazırlanması ön görülmüştür. 2004-2006 dönemi için hazırlanan plan ile bölgesel gelişmeye yapılan vurgu ile bu alandaki plan ve projelerin yönetimi için kalkınma ajanslarının kurulması önerilmiştir. 58. Hükümet tarafından hazırlanan ve 59. Hükümetçe de kabul edilen Acil Eylem Planında da Kalkınma Ajanslarının kurulması isteği en önemli hukuki, kurumsal ve yapısal düzenlemelerden biri olarak sayılmıştır. Kamu Yönetimi Reformu için hazırlanan Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’nın 25 Nisan 2003 tarihli ilk taslağında 25. Madde ile Bölge Kalkınma Ajanslarının kurulması istenmişti. Sonrasında KYTK içinde bu istekler yer almadı.

25 Nisan 2003

Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı

2003

Bölgesel Kalkınma Ajanslarının Kamu Yönetimi Temel Kanun Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Tasarısı’nda kısa bir süre sonra Kanun Tasarısı Taslağı gündeme gelen bu taslak 24 madde halinde hazırlanmış olan ilk yasa tasarısı taslağı olmuştur.

20

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

2003

19 Ocak 2005

8 Şubat 2006 RGS:

Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın Bu taslak 19 madde halinde haKuruluşu ve Görevleri Hakkında zırlanmış olan ikinci yasa tasarısı Kanun Tasarısı Taslağı taslağı olmuştur.

Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı’nın TBMM’ye gönderilmesi

Bu düzenlemede bölge sözcüğü kaldırıldı. 25 Nisan 2005 tarihinde esas komisyon olarak Plan ve Bütçe Komisyonu ve tali komisyonlar olarak da AB Uyum Komisyonu, İçişleri ve Adalet komisyonları tarafından kimi değişiklikler yapılarak TBMM Genel Kurulu’na sevk edilmek üzere hazırlandı.

2 Temmuz 2005 tarihinde muhalefetin katılmadığı Meclis Genel Kurulu’nda ilk 25 madde kabul edildi. Ardından 24 Ocak 2006 ve 25 Ocak 2006 tarihinde Meclis Genel Kurulu’nda görüşülerek 5449 sayılı Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun ismiyle kabul edildi ve 8 Şubat 2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. 32 madde ve 4 geçici maddeden oluşan yasa 22 Düzey-2 bölgesinde Kalkınma Ajanslarının Kurulmasını öngörmektedir. Yasanın ekinde ise kurulacak olan 26 Düzey-2 ve 12 5449 Sayılı Kalkınma Ajanslarını Düzey-1 bölgelerinin isimleri yer Kuruluşu Koordinasyonu ve Gö- almaktadır. revleri Hakkında Kanun

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

21


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Bu düzenleme ile yerli sermayeli yatırımlarla, doğrudan yabancı yatırımları özendirme görevi verilmiş bir merkezi kurum kurulmuş oldu. Bu kurul idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel kişiliğidir ve başbakanlığın ilgili kuruluşudur. Ajans bir kurul ile kurumdan oluşmaktadır. Ancak kurul danışma kurulu olarak adlandırılmıştır. Kurul üyelerini başbakan seçecektir. Seçimini bakanlar ve özel sektör temsilcilerinden yapacaktır. Kurulun işleri ajans tarafından yönetilecektir. Bu yapıda bir de başkan bulunacaktır. Başkanda kurul üyeleri gibi başbakanca atanacaktır. Personel sayısı 30 ile sınırlı ve iş akdiyle istihdamı öngörülmekte. Bütçesi genel bütçeden başbakanlık bütçesi içinde yer alan bu merkezi şirket yalnızca Sayıştay denetimine bağlanmış, buna karşılık 5018 sayılı KMYKK ve kamu ihale sisteminin dışında bırakılmıştır.

4 Temmuz 2006 RGS:26218

22

|

Görevleri 3. maddede tanımlanmıştır. Ulusal yatırım destek ve tanıtım stratejisini belirlemek ve kalkınma ajanslarındaki işleyişi yatırımcılar adına yürütüp sonuçlandırmak. DPT’ye verilen eşgüdüm ve gözetim görevine işin özüyle ilgili konularda gelen bu ortağın kalkınma ajanslarıyla ilişkisi idari vesayet ilişkisi olarak tanımlanmamıştır. İlişki tanımsızdır. Yatırımcının bölgede karşılaştığı sorunları yatırımcı adına çözme görevi aradaki ilişkinin 5523 Sayılı Türkiye Yatırım Des- en önemli göstergesidir. Ancak tek ve Tanıtım Ajansı Kurulması en önemeli görevi, ‘yatırım ortaHakkında Kanun mının ortamının iyileştirilmesine ilişkin reform sürecine katkı sağlamak, bu konuda öneriler geliştirmek.’

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

6 Temmuz 2006 RGS:26220

8 maddeli bu karar Adana ili merkez olmak üzere Adana ve Mersin illerini kapsayan TR62 ve İzmir ili merkez olmak üzere TR31 Düzey-2 bölgelerinde kalkınma ajansı kurulmuştur. Adana ve Mersin illerini kapsayan bölgenin kalkınma kurulunda 40’ı kamu kurum ve kuruluşlarından, 60’da özel kesim ve sivil toplum kesiminden oluşan ve bunların 51’i Adana, 49’u Mersin’den olmak üzere toplam 100 kişi bulunmaktadır. İzmir’de ise sırasıyla 30 ve 70 olarak bu sayı belirlenmiştir. Kamu kurum ve kuruluşları, merkezi idare, mahalli idare, üniversite ve diğer kamu tüzel kişilikleri olarak belirlenmiş, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, dernekler, vakıflar, sendikalar, birlikler ve diğer sivil toplum kuruluşları belirlenmiştir. Bu kararın uygulanmasından sorumlu tutulan kurum ise DPT’dir. TMMOB kalkınma kurullarından çekildiğini kamuoyuna duyurmuştur. Bundan sonra da TMOBB, Yönetmeliğin durdurulması istemiyle Danıştay’a başvurmuştur. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, kalkınma ajanslarıyla ilgili yönetmeliğin yürütmesini durdurmuş ve durdurul2006/10550 Sayılı Bazı Düzey-2 masına Başbakanlık tarafından Bölgelerinde Kalkınma Ajansları yapılan itiraz da reddedilmiştir. kurulmasına dair Bakanlar Kurulu Kararı’nın Yürürlüğe Konması

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

23


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

6 Temmuz 2006

24

|

Bu başvuru Anayasa’nın 2. 6. 7. 8. 11. 123. 127. ve 166. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle yapılmıştır. Üzerinde durulan konular şunlardır. Bölgesel nitelik taşıyan ajansların merkezi mi, mahalli mi, kamu tüzel kişisi veya özel hukuk kişisi olup olmadıkları. Bunların mahalli birliği de olmadığı. Bölge kavramının esas alınarak tekil devlet modeline göre örgütlenmiş olan ülkemizde merkez dışı yönetsel örgütlenmenin de merkezi idarenin gözetim ve denetim altında olması ve illerin yetki genişliği, yerel yönetimlerin de idari vesayet ilkelerine göre örgütlendiği. İdarenin bütünlüğü merkezden yönetim ve yerinden yönetim ilkeleri varken bölgesel yönetim öngörülmemiştir. Yapıdaki belirsizlik ve bunun hukuk devleti ilkeleri ile çelişmesi. İç ve dış fonların kullanımı ile ilgili esaslar. Yasamaya ait görevlerin yürütmeye bırakılması. Ulusal plana atıfta bulunmadan bölgesel plana yapılan atıf. Kamu kesimini öngörülen yapı içinde yönetme. Yerel yönetimCHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne leri ve kamu kuruluşlarını yönlendiren üst kurul gibi yönetme. Başvurusu Keyfilik, tanımlardaki belirsizlik, atama usullerindeki hatalar. Kamu kaynakları ve kamu gücünü kullanmasına rağmen kamusal denetim dışında tutulması. SPK mevzuatına göre kurulmuş bağımsız denetim şirketleri kamu denetim organı olmadıkları için. Vergi, resim ve harçlardan muafiyeti.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

25 Temmuz 2006 RGS:26239

25 Temmuz 2006 RGS: 26239

25 Temmuz 2006 RGS: 26239

35 maddelik bu yönetmelik ile kurulmuş ve kurulacak olan kalKalkınma Ajanslarının Çalışma kınma ajanslarının yapılarına uyUsul ve Esasları Hakkında Yönet- gun olarak nasıl faaliyet gösteremelik ceği belirtilmiştir. Düzey 2. bölgelerindeki AB destekli kalkınma programlarının etkin ve verimli şekilde uygulanması ve izlenmesi için DPT, MerAB Destekli Bölgesel Kalkınma kezi Finans ve İhale Birimine veriProgramlarının Uygulanması ve len kimi sorumluluklar. Genelge İzlenmesi Hakkında Başbakanlık ile sürdürülen programların DPT Genelgesi koordinasyonunda olduğu bir kez daha hatırlatılmaktadır. 28 maddeli bu yönetmelik ile kalkınma ajanslarında çalıştırıKalkınma Ajansları Personel Yö- lacak olan personelin niteliği ve netmeliği istihdam biçimi hüküm altına alınmıştır.

Danıştay Kararı

30 Ocak 2007

TMMOB Kalkınma Ajanslarının Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliğin Anayasa’ ya aykırılığı nedeni ile iptali ve yürütmenin durdurulması; 5449 sayılı Yasa’nın Anayasası’nın 2, 6, 7, 8, 10, 11, 123, 126, 127, 135, 166. maddesine aykırılığından dolayı Anayasa Mahkemesine götürülmesine karar verilmesi istemiyle Danıştay’a başvurmuş ve Danıştay 10. Dairesi yürütmeyi durdurma kararı ve Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına karar vermiştir.

(TMMOB’un Danıştay’a Başvuru- Söz konusu yürütmeyi durdursu ve Danıştay’ın Yönetmeliğin ma kararına Başbakanlık tarafınDurdurulması İle İlgili Kararı) dan yapılan itiraz Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından T.C. Danıştay Onuncu Daire oy birliği ile reddedilmiştir. Esas No: 2006/5588

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

25


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

1)Yasanın 18. maddesinin 3.fıkrasında yer alan ‘Bu fıkra kapsamındaki kişilerden, önceki kamu kurum ve kuruluşlarındaki kadrolarına müşterek kararname ile atananların, bu fıkraya göre yapılacak atama işlemleri ilgili bakan onayı ile yapılır.’ tümcesi iptal edilerek bu hükmün RG.de yayınlanmasıyla yürürlüğe gireceği;

30 Kasım 2007

Anayasa Mahkemesi Kararı

E. 2006/061

2)26. maddesi (Ajanslar; bu Kanunun uygulanması ile ilgili iş ve işlemlerde her türlü vergi, resim ve harçtan muaftır.) iptal edildi. İptal edilen 26. maddenin doğuracağı hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, bu maddeye ilişkin iptal hükmü, kararın resmi gazetede yayımlanmasından başlayarak 3 ay sonra yürürlüğe girecek.

K. 2007/91

22 Kasım 2008 RGS:27062

Bu kararla İstanbul, Konya, Samsun, Erzurum, Van, Gaziantep, Diyarbakır, Mardin illeri merkez olmak üzere 8 adet kalkınma ajansı kurulmuştur. Böylece GAP kapsamında olan bütün illerde kalkınma ajansı kurulmuş oldu.

Kaynak: Memleket Mevzuat, YAYED, Ankara, 2009.

Bölgesel Kalkınma Ajansları Yasa Tasarısı, belirli bir kalkınma anlayışını yasal temele kavuştururken, dünya ve Türkiye ekonomisinde son 25-30 yılda gerçekleşen değişimlere ilişkin belirli bir kuramsal yaklaşıma dayanmaktadır. Bu yaklaşımın adı ‘post- fordizm kuramı’ dir. Bu yaklaşıma göre, büyük ölçüde özkaynağa ve ‘yerel girişimciliğe’ dayalı olmak gibi özelliklerle tanımlanmakla birlikte, temelde küçük ve orta boy işletmeler (KOBİ) üzerinde yükselmektedir. Kuramın ekonomik gelişmede KOBİ’lere ağırlık veren yaklaşımı, ‘adem-i merkeziyetçi’ yönetim anlayışıyla desteklenmektedir. Kurama göre, KOBİ’lere dayalı ekonomik gelişmede ‘yerel topluluklar’ ve ‘yerel yönetimler’ de önemli roller üstlenmekte; yerel yönetimler ekonomik gelişmeye katalizörlük etmektedirler. Bu yaklaşım, yerel yönetimlere, ‘yerel kaynakları harekete geçirerek yerelliğin rekabet gücünü arttırmak’, ‘girişimcilere teşvik ve muafiyetler biçiminde destekler sunmak’ ve ‘yereldeki ekonomik potansiyelin ortaya çıkarılması yoluyla yabancı sermaye yatırımları açısından cazibeyi arttırmak’ gibi işlevler yüklemektedir. KOBİ ile ithal ikameci sanayileşmenin stratejisini uygulamaya başlayan ülkelerde, ihracata yönelik

26

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

sanayileşmenin ‘hafif sanayiler’le sınırlı kaldığı ve bunu da ülkenin sanayileşmesi açısından önemli bir atılım oluşturmadığı bilinmektedir. Dünyada ise ihracata yönelik sanayileşmede başarı kazanan ülkelerde (Brezilya, G. Kore, Meksika, İspanya vb.) merkezi devletin güçlü yapısı söz konusudur. 1980 sonrası ülkemizde uygulanan yönetim anlayışları dikkate alınacak olunursa örnek verilen ülkelerdeki gibi başarı kazananlar kategorisinde yer alması zor görünmektedir. Yine KOBİ’lere dayalı sanayileşme süreci ihracata dönük olduğundan ‘yüksek teknolojili’, ‘rekabet gücü yüksek’, ‘gelişkin ürünler’ temelinde değil, ‘ilkel teknolojili’ ve ‘emek yoğun’ ürünler temelinde geliştiğinden sanayilerin rekabet gücünün asıl olarak düşük işgücü maliyetlerinden kaynaklanmasına yol açmakta ve emeğin baskılanmasına neden olmaktadır. Bu da azgelişmiş ülkelerde toplumsal refahın ve demokrasinin gerçekleştirilememesine neden olur. ( Ataay, 2005: 16-24). Bölgesel Kalkınma Ajanslarının örgütlenme şekillerine bakacak olursak; kalkınma kurulu, yönetim kurulu, genel sekreterlik ve yatırım destek ofisleri şeklinde örgütlenmektedir. Danışma işlevi taşıyan kalkınma kurulu, illerin dengeli temsilini sağlayacak yapıda, en fazla yüz üyeden oluşacaktır. Kurul, kamu kurum ve kuruluşları, özel sektör ve sivil toplum örgütlerinden gönderilecek temsilcilerden meydana gelecektir. Ajansın karar organı olan yönetim kurulu kamu-özel sektör işbirliği ile çalışacaktır. Yönetim kurulu; il valileri, büyükşehir belediye başkanları, büyükşehir olmayan illerde il merkez belediye başkanları, il genel meclisi başkanları ve her ilden birer kişi olmak kaydıyla ticaret ve sanayi odası başkanlarından oluşacaktır. Tek ilden oluşan bölgelerde yönetim kuruluna vali, büyükşehir belediye başkanı, il genel meclisi başkanı, sanayi odası başkanı, ticaret odası başkanının yanı sıra, kalkınma kurulu tarafından özel sektör ya da sivil toplum örgütlerinden seçilecek üç temsilci daha katılacaktır. Yönetim kurulunun başı validir ve ajansı yönetim kurulu temsil etmektedir. Genel sekreterlik ise ajansın icra organıdır. Yasa gerekçesinde, genel sekreterliğin ‘teknik kapasitesi yüksek, etkin bir özel sektör kuruluşu gibi faaliyet göstereceği’ söylenmiştir. Son olarak, kalkınma ajanslarının bölge illerinde biri koordinatör olmak üzere en çok beş uzmandan oluşan yatırım destek ofisleri kurması öngörülmüştür. Bu ofislerin görevi ise yatırımcıların kamu kurum ve kuruluşlarına dayanan izin, ruhsat gibi işlerini takip etmektedir. .(Keskin, 2009:533-534). Bölgesel Kalkınma Ajanslarının örgüt yapısına baktığımızda genel anlamda bütün bakışa egemen olan yönetişim mantığının karşımıza çıktığını görmekteyiz. Yönetişim ile daha etkin olacağı söylenen demokrasinin, yönetimi STK (başlığı altında özel sektöre)-hükümete ve yine özel sektöre dayalı üçlü bir yapıyla paylaştırarak kendi yapısını pekiştirebileceğini savunmaktadır. Bu bakışın somut bir de örneğine başvurmak gerekirse İstanbul Kalkınma Ajansının kalkınma kurulu temsiliyet oranlarına ve yönetim kurulu temsiliyet oranlarına bakılması gerekli görülmektedir. TR10-İstanbul Kalkınma Ajansı Kalkınma Kurulu; İstanbul İl Özel İdaresi- 2 temsilci, İstanbul Büyükşehir Belediyesi- 3 temsilci, Denizcilik Müsteşarlığı Bölge Müdürlüğü- 1 temsilci, Türki-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

27


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

ye İstatistik Kurumu Bölge Müdürlüğü- 1 temsilci, Türkiye İş Kurumu İstanbul Bölge Müdürlüğü- 1 temsilci, Ulaştırma Bölge Müdürlüğü- 1 temsilci, Vakıflar Bölge Müdürlüğü- 1 temsilci, İl Planlama ve Koordinasyon Müdürlüğü- 1 temsilci, İl Defterdarlığı- 1 temsilci, Çevre ve Orman İl Müdürlüğü- 1 temsilci, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü- 1 temsilci, Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü- 1 temsilci, Milli Eğitim İl Müdürlüğü- 1 temsilci, Sağlık İl Müdürlüğü- 1 temsilci, Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü- 1 temsilci, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü- 1 temsilci, Küçükçekmece Kaymakamlığı- 1 temsilci, Tuzla Kaymakamlığı- 1 temsilci, Gaziosmanpaşa Belediyesi- 1 temsilci, Kadıköy Belediyesi- 1 temsilci, Boğaziçi Üniversitesi- 1 temsilci, İstanbul Teknik Üniversitesi- 1 temsilci, İstanbul Üniversitesi- 1 temsilci, Marmara Üniversitesi-1 temsilci, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı İkitelli İşletme Geliştirme Müdürlüğü- 1 temsilci, Marmara ve Boğazları Belediyeler Birliği- 1 temsilci, Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı İstanbul İrtibat Ofisi- 1 temsilci, Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu (TÜSİAD)- 1 temsilci, Marmara İş Hayatı Dernekleri Federasyonu- 1 temsilci, Deniz Ticaret Odası- 1 temsilci, İstanbul Sanayi Odası- 1 temsilci, İstanbul Ticaret Odası- 1 temsilci, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi- 1 temsilci, İstanbul Ticaret Borsası- 1 temsilci, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası- 1 temsilci, İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği- 1 temsilci, Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketleri Birliği- 1 temsilci, Türkiye Bankalar Birliği- 1 temsilci, Türkiye Katılım Bankaları Birliği- 1 temsilci, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği- 1 temsilci, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği- 1 temsilci, Turistik Otelciler, İşletmeciler ve Yatırımcılar Birliği- 1 temsilci, Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği-1 temsilci, İstanbul İhracatçı Birlikleri-1 temsilci, İkitelli Organize Sanayi Bölgesi- 1 temsilci, Beylikdüzü Organize Sanayi Bölgesi- 1 temsilci, Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi- 1 temsilci, Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği- 1 temsilci, Avrasya Sanayici ve İşadamları Derneği- 1 temsilci, Reklamcılar Derneği- 1 temsilci, Bilişim Sanayicileri Derneği- 1 temsilci, Anadolu Aslanları İşadamları Derneği- 1 temsilci, Habitat İçin Gençlik Derneği- 1 temsilci, Türkiye Dış Ticaret Derneği- 1 temsilci, Ekonomi Muhabirleri Derneği-1 temsilci, Türk Sanayici İşadamları Derneği- 1 temsilci, İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği-1 temsilci, Uluslararası Taşımacılık ve Lojistik Hizmet Üretenleri Derneği- 1 temsilci, Türkiye Genç İş adamları Derneği- 1 temsilci, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği- 1 temsilci, Tüketiciyi Koruma Derneği- 1 temsilci, İş Hayatı Dayanışma Derneği- 1 temsilci, Rumeli Yönetici ve İşadamları Derneği- 1 temsilci, Uluslararası Yatırımcılar Derneği- 1 temsilci, Kadın Girişimciler Derneği- 1 temsilci, İstanbul Avrupa Birliği Öncüleri Derneği- 1 temsilci, Türkiye Kalite Derneği- 1 temsilci, Uluslararası Nakliyeciler Derneği- 1 temsilci, Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları Derneği- 1 temsilci, Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği- 1 temsilci, Türkiye Halkla İlişkiler Derneği- 1 temsilci, Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi- 1 temsilci, İktisadi Kalkınma Vakfı- 1 temsilci, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı- 1 temsilci, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı- 1 temsilci, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı- 1 temsilci, Türkiye Milli Kültür Vakfı- 1 temsilci, İstanbul Çocukları Vakfı1 temsilci, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı- 1 temsilci, Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma

28

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

ve Tanıtma Vakfı- 1 temsilci, Uluslararası Teknolojik, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı- 1 temsilci, Turizm Geliştirme ve Eğitim Vakfı- 1 temsilci, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı-1 temsilci, İstanbul Şehri Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi- 1 temsilci, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı- 1 temsilci, İş Dünyası Vakfı- 1 temsilci, Türk Eğitim Vakfı- 1 temsilci, Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı- 1 temsilci, Türkiye 3. Sektör Vakfı- 1 temsilci, Doğal Hayatı Koruma Vakfı- 1 temsilci, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu- 1 temsilci, Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu- 1 temsilci, Türkiye İhracatçılar Meclisi- 1 temsilci, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı- 1 temsilci, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti-1 temsilci, İstanbul Toptancılar Çarşısı- 1 temsilci. (YAYED, Memleket Mevzuat, 2009:8-10). Yukarıda belirtilen temsiliyetin başlıca özellikleri şunlardır; toplam 100 üyeden 30’u kamu kurumları ile üniversitelerdir, yukarıda TÜSİAD’dan sonra tüm kurumlar özel sektör örgütleridir. Diğer bir deyişle kalkınma kurulunun 70 üyesi özel sektör temelli STK temsilcilerinden oluşmaktadır. Özel sektörün ağırlıklı konumu, sanayi-ticaret odaları, borsa ve banka birlikleri, turizm sermayedarları, radyo-televizyon sahipleri, toprak ve mülkiyet rantı temelinde çalışan sermaye kesimleri örgütleri eliyle sağlanmıştır. Geri kalanları da yukarıda görüleceği gibi, aynı kesimin bu kez ‘işadamı dernekleri’ kimlikli öz kuruluşlarıdır. Kalkınma Kurulu’nda işçi örgütlenmelerinin; memur örgütlenmelerinin; köylü örgütlenmelerinin; tüketicilerin kısacası toplumda sermaye kesimi dışında kalan ve nüfusun ezici ağırlıktaki kısmını oluşturan kesimlerinin adı yoktur. İstanbul Kalkınma Kurulu başkanlığına Katılım Bakanları Birliği temsilcisi, başkan vekilliğine ise Türk Eğitim vakfı temsilcisi getirilmiştir. (YAYED, Memleket Mevzuat, 2009:8-9). İstanbul Ajansı’nın yönetim kurulu başkanlığını İstanbul Valisi yapmaktadır. Üyeler ise şunlar olmuştur: Yasada sayılmış kurumların temsilcileri olarak: 1. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı: Kadir Topbaş. 2. İstanbul İl Genel Meclis Başkanı: Hasan Büyükdede. 3. İstanbul Ticaret Odası Başkanı: Murat Yalçıntaş. 4. İstanbul Sanayi Odası Başkanı: Tanıl Küçük. Kalkınma Kurulu’nca seçilerek görevlendirilmiş olarak: 1. İhracatçılar Meclisi Başkanı: Mehmet Büyükekşi. 2. MÜSİAD Başkanı: Ömer Cihat. 3. TUSKON Başkan Yardımcısı: Fuat Özbekli. Bu kurulda başkanla birlikte kamu kesimi 3, özel kesim ise 5 temsilciden oluşmaktadır. Kamu

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

29


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

temsilinde ise tüm temsilciler ‘yerinden’ atanmış ve seçilmişlerden ibarettir. Devlet tüzel kişiliği bu sistemde yalnızca valinin varlığında belirmekte; belediye ve il özel idaresi siyasal seçimle gelmiş yerel yöneticilerle merkezi-mülki sistem karşısında ağırlık sahibi bulunmaktadır. Yerel seçilmişler ise, il sermaye temsilcileri karşısında 2’ye 5 sandalye ağırlığına sahiptir. Daha kısaca söylenirse, ajans yönetim kurulu il sermayesiyle il siyasetinin bileşiminde ibaret bir yapıya sahiptir. (YAYED, Memleket Mevzuat, 2009: 11). Genel bir yüzde vermek gerekirse de İzmir Kalkınma Ajansının kalkınma kurulu üyelerinin %30’u kamu, kalan %70’i özel sektör temsilcilerinden oluşmaktadır.(tid.gov.tr, 2010). Gösterilen katılımcılık kriterlerinin ne kadar geçerli olduğu geniş biçimde ele alınan İstanbul Ajansına bakılarak görülmüş olup, ajanslarla birlikte getirilmeye çalışılan yapının kimlerin yararına gerçekleştirildiği somut bir örnekle desteklenmeye çalışılmıştır. Şimdi de başka ülkeden bir örneğe bakarak ajansların başarısı noktası daha geniş bir düzlemde ele alınmaya çalışılacaktır. Bu örnek İngiltere Kalkınma Ajansları üzerinden yürütülecektir. İngiltere Örneği; İngiltere’de 1990’dan sonra gelişen bölgeselleşme politikalarını saikleri, sonuçları ve oluşturulan bölgesel kurumların niteliği açısından üç döneme ayırmak mümkündür. Bu dönemlerden ilki Muhafazakar Parti’nin iktidarda olduğu 1991-1997 ‘Bölge Genel Yönetimi’ dönemidir. Bu dönemde 1991’de Standart İstatistik Bölgeleri (Standard Statistical Regions-SSR) ve 1994’te Bölge İdareleri( Government Offices for Regions-GOR) kurulmuştur. İkinci dönem, İşçi Partisi’nin iktidara geldiği 1997’den 2003’e kadar geçen süreyi kapsamaktadır. Bölgesel yönetişimin gündemde olduğu bu döneme damgasını vuran kurumlar Bölge Kalkınma Ajansları( Regional Development Agencies-RDA) ve Bölge Kurulları’dır. (Regional Chambers). Üçüncü dönem, İşçi Partisi’nin uzun yıllardır kurmayı planladığı Seçimli Bölge Meclisleri İçin (Elecdet Regional Assemblies-ERA) yasasının çıkarıldığı 2003 sonrasıdır. Bu dönemde Bölge Yerel Yönetimi gündemdedir. İngiltere’ de bölgeselleşme, yetki genişliğine dayalı Bölge Genel Yönetimi’nden siyasal yerelleşme uygulamalarına dayanan Bölge Yerel Yönetimi’ne (ERA) doğru evrilmiştir. RDA’lar bu evrimin bir aşamasını oluşturur. İngiltere’de RDA’lar ile getirilmeye çalışılan yönetsel amaçlar: Kamu hizmetlerinin planlanması, yürütülmesi ve eşgüdümlenmesinde yaşanan ‘ölçek sorunu’nun aşılması. RDA’lar il meclislerinden farklı olarak kentsel alanlarda olduğu gibi kırsal alanlarda da hizmet sunacaktır. Yönetsel sonuçlar: RDA’ların kurulması ile bölgesel bürokrasi artmış, bölgesel faaliyetler daha parçalı hale gelmiş, hizmetlerin denetimi güçleşmiştir. Örneğin bölgesel plan hazırlama, bölgesel kalkınmayı sağlama ya da istihdam yaratma gibi işlevler, bakanlıklara bağlı taşra örgütlerinin, bölge ya da yerel düzeyde örgütlenen yarı özerk(agency) ve özerk(quango) örgütlerin, GOR’ların ve RDA’ların sorumluluk alanlarında sayılmıştır. Aynı hizmete yönelik farklı kurumların farklı politika geliştirdiği taşra örgütlenmesinde RDA’ların kurulması, bölgesel düzeyde ya-

30

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

şanan yönetsel karmaşayı daha da artırmıştır. Ölçek sorununu aşmak için oluşturulan RDA’lar il meclislerinin işlevsizleştirilmesine neden olmuştur. Yerel yönetimler sahip oldukları birçok yetkiyi RDA’lara bırakmak zorunda kalmışlardır. Yerel yönetimlerin bazı hizmetlerin yürütülmesi ile ilgili olarak merkezi yönetim yanında RDA’lar ile de ilişki kurmak zorunda bırakılması, yerel yönetimlerin üzerinde de facto yeni bir kademe daha yaratılması sonucunu doğurmaktadır; bu da işlemlerin daha yavaş yürümesine neden olmaktadır. Siyasal amaçlar; Yetki ve gücü bölgelere aktararak karar vermeyi yerelleştirme; denetimi, bölgesel aktörlerin katıldığı RA’ların yapmasını sağlayarak katılımcı, demokratik bir yönetişimi sağlama; RDA ve RA’lar ile birlikte yeniden bölgelere odaklanılması sonucunda bölgesel kimlikler konusundaki duyarlılıkları artırma. Siyasal sonuçlar; İngiltere’de bölgeselleşme tartışmalarının bir boyutu federatif sisteme geçiş ile ilgilidir. Bu tartışma sadece seçimli bölge meclisleri ile yapılmamaktadır. RDA’lar da bu tartışmanın bir boyutunu oluşturmaktadır. Muhafazakar Parti ile bağımsız İngiltere yanlıları RDA’ları federatif sisteme geçişin bir aşaması olarak nitelendirmiştir. RDA’ların doğrudan bir federatif sisteme neden olduğu biçiminde bir eleştiri getirilmemektedir. Fakat, özellikle hükümetin RDA’ları siyasal yerelleşmenin ilk aşaması olarak gördüğünü açıklaması sonrasında, RDA’lar ile federatif sistem arasında kaçınılmaz olarak bir ilişki kurulmuştur. RDA ve RA’lar bölgesel düzeydeki iktidar ve otorite yapısını değiştirmiştir. Bu kurumların oluşması ile yeni bölgesel elitler doğmuştur. Bölgesel düzeydeki güç yapılanması, sadece GOR’ların var olduğu dönemdekinden çok daha karmaşık ilişkiler ağının olduğu yapıya dönüşmüştür. RDA,RA ve ERA’ya ilişkin AB kaynaklı bölgeselleşme uygulamaları, ulusal devletin rolünün yeniden yeniden belirlenmesine yönelik kapsamlı bir politikanın parçası olarak nitelendirilmiştir. Böylece kamu iktidarı, yerel toplulukları ve merkez bürokrasisini dışlayarak, İngiliz bölgeleri, Brüksel ve diğer ülke bölgeleri ekseninde oluşturulan yeni bir düzlemde kullanılmaktadır. Ekonomik amaçları; Bölgelerin ekonomik performansını geliştirme, sürdürülebilir kalkınma, ulaştırma, çöp, konut, turizm ve kültür gibi çok farklı hizmet alanlarına yönelik bölgesel stratejileri belirleme, bölgelerin rekabet gücünü artırma, istihdam yaratma, üretkenliği artırma, bölgelerarası eşitsizliği azaltma, bölgenin fiziki ve toplumsal koşullarını iyileştirme, bütünleşik, sürdürülebilir ve tutarlı bir ekonomik strateji geliştirme. Ekonomik sonuçları; İngiltere Hükümeti ve Avrupa Komisyonu resmi raporlarına göre İngiltere’de bölgelerarası eşitsizlik, diğer AB ülkelerine göre daha fazladır. Bu nedenle RDA’ların kurulması gerekli görülmüştür. Ancak Morgan’a göre gelişmişliğin bölgelerarasındaki eşitliği ancak diğerlerine göre geri kalmış bölgelere RDA kurulması ile sağlanabilir. Gelişmişlik düzeyi aynı olmayan bölgelere aynı şekilde RDA’ ların kurulması gelişmemiş olan bölgelerin gelişmiş bölgelerin karşısında rekabet edememesine yol açmaktadır. Bu sav Avam Kamarası ve Başbakan Yardımcısı Ofisi’nin Reducing Regional Disparities in Prosperity adlı ortak raporunda da belirtilmiştir. İngiltere’de ‘rekabet indeksi’ne ilişkin bir raporda 1997’den sonra (RDA’lardan sonra) ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyi açısından en iyi üç bölge (Londar, South East ve Eastern) ile en kötü üç kuzey bölgesi arasındaki farklılık oranının %30’a çıktığı, Londra ile North East arasındaki farklılığın %30’u aştığı belirtilmektedir

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

31


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

SONUÇ Bölgesel Kalkınma Ajansları ülkemize yeni bir idari, siyasi ve ekonomik bakış açısı getirmeye çalışmaktadır. Getirilmeye çalışılan bakış açısı kimi idareciler için demokrasi ve gelişim için önemli bir araç kimi idareciler içinse ulus-devletlerin eritilmesi yolunda atılan adımdır. Ülkemize AB önerisi ile giren bu ajanslar bölgesel eşitsizlikleri giderme iddiasını taşımaktadırlar. Örneklerde de değinildiği gibi bu ajansların oluşumu ile eşitsizliklerin artışı söz konusu olmuştur. KOBİ’lere dayalı büyüme ile emek yoğun üretim söz konusu olup, ucuz işgücü kullanımı bölge vatandaşları için büyük adaletsizlik yaratmıştır. Bölgesel Kalkınma Ajansları’na getiri ve götürü karşıtlığı içerisinde bakacak olursak ajansların, doğru kamusal politikalar yürütülmesi (doğrudan kastedilen; halkına yararlı, çevresine duyarlı, ekonomik anlamda bağımsız ve gerçek anlamda sürekli gelişimi sağlayan) sorununda getiri sağlamaktan çok götürüye neden oldukları sonucuna varılır. 1980 sonrası dünyaya egemen olan yönetim anlayışlarının devamı olarak görülebilecek Bölgesel Kalkınma Ajanslarının son zamanlarda kendini gösteren küreselleşme söylemlerinin gereği olarak ortaya çıkarıldıkları, sermayenin uluslararası arenada serbest dolaşımını sağlama amacıyla merkezi otoritelerin yetki alanlarını sınırlandırmaya çalıştıkları gözlemlenebilir. Ayrıca özellikle bütün uluslararası metinlerde sıkça bahsedilen, adem-i merkezileşerek demokratikleşme, halka daha çok ulaşabilme söylemlerinin makalenin tamamında da anlatılmaya çalışıldığı gibi fiiliyatsız kaldığı söylenebilir. İstanbul örneğinde uzunca anlatılmaya çalışıldığı gibi bu ajansların organlarındaki temsilcileri çoğunlukla merkezi yönetim odaklı değil yerel odaklıdır. Fakat önemli olan yereli ne kadar temsil ettiği ise; temsilin varlığından söz etmek doğru olmayacaktır. Çünkü, temsilcilerin çoğunluğunun girişimciler odaklı olduğu gözlenmekte, girişimcilerin bakışının vatandaşı ne kadar temsil edebileceği açıkça gözlemlenebilmektedir. Kamu politikalarının mantığının ülkedeki insanların yaşamlarını iyi bir düzeye çıkarmak ve tutmak olduğu unutulmamalı, bu nedenle uygulanacak olan politikalara hassasiyetle yaklaşılıp, ortaya çıkacak sorunların iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde çıkacak sorunların yükü ve bedelinin ağır olabileceği göz ardı edilmemelidir.

32

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye’ de Uygulanabilirliği, Damla SARIKAYA, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

KAYNAKÇA Turan, Menaf, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?, Paragraf-YAYED Yayınları, Ankara, 2005. Keskin, Nuray Ertürk, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Yayınları, Ankara, 2009. Memleket Mevzuat Dergisi, Nisan 2009, cilt: 4, Sayı: 46. Bayramoğlu, Sonay, “Türkiye’de Bölgesel Politikaların Gelişimi”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?, Derleyen Menaf Turan, Paragraf Yayınevi-YAYED, Ankara 2005, s.35-120. Güler, Birgül Ayman., Sunuş, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?, Derleyen Menaf Turan, Paragraf Yayınevi-YAYED, Ankara 2005, s.3-10. Çamur, Kübra Cihangir. ve Gümüş, Özge, “İstatistiki Bölge Birimleri-NUTS Sistemi”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?, Derleyen Menaf Turan, Paragraf Yayınevi-YAYED, Ankara 2005, s.147-156. Ataay, Faruk, “BKA Tasarımının ‘Kalkınma’ Anlayışı Üzerine”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?, Derleyen Menaf Turan, Paragraf Yayınevi-YAYED, Ankara 2005, s.15-32. Sayın, Deniz, “Hizmette Yerellik ve Bölgecilik”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?, Derleyen Menaf Turan, Paragraf Yayınevi-YAYED, Ankara 2005, s.265-279. http://www.tid.gov.tr/Makaleler/466aliyilmaz.pdf, Mart 2010

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

33



Türkiye’ de Kadın ve KADINA YÖNELİK ŞİDDET Cansu SÖNMEZ, İzmir Ekonomi Üniversitesi

Bu çalışmanın amacı, toplumumuzda süregelen ve süregelmekte olan bir sosyal problem olarak kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet, ataerkillik, medyada kadın algısı ve feminist yaklaşımlar yardımıyla açıklanmasıdır. Bunu konu çalışılırken literatürden ve sosyoloji disiplininden yararlanılmıştır. Kadına yönelik şiddet açıklamalarına baktığımızda Birleşmiş Milletler kadına yönelik şiddet konusunu, “Cinsiyete dayalı ve kadınlarda fiziksel, cinsel, psikolojik herhangi bir zarar ve üzüntü sonucu doğuran veya bu sonucu doğurmaya yönelik özel yaşamda ya da kamu yaşamında gerçekleşebilen her türlü davranış, tehdit, baskı veya özgürlüğün keyfi biçimde engellenmesidir,” olarak tanımlar (Ulusoy, 2011). Bunun yanı sıra “Farklı araştırmalar, Türkiye’de her üç kadından birinin hayatlarının bir döneminde fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kaldığını ortaya koydu. Geçtiğimiz yıl bir yanda kadına yönelik şiddetle mücadeleye yönelik yasal düzenlemeler tartışılırken, yüzlerce kadın öldürüldü, yine yüzlerce kadın kendilerine yönelik şiddet suçlarının mağduru oldu.”( usak.org.tr,2012). “Dünya genelinde ortalama her üç kadından biri hayatları boyunca dövülmüş, tecavüze uğramış ya da başka bir şekilde istismara uğramıştır ve bu kadınların yaklaşık yüzde yetmişi maruz kaldıkları istismarı kimseye anlatmamıştır” (aktaran Smith, 2005, s.18). Görüldüğü gibi sadece Türkiye’de değil dünya genelinde kadına yönelik şiddet ciddi bir sosyal problemdir. 2010 yılında Adalet Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada ise, kadın cinayetleri son 7 yılda % 1400 artmıştır. Bianet’ in resmi olmayan 2011 yılı basın taraması sonuçlarında da 2011’de 257 kadının öldürüldüğünü, en az 102 kadın ve 59 kız çocuğuna da tecavüz edildiğini görmekteyiz. 2012’nin ilk üç ayında da toplan 47 kadın öldürüldü, 60’ı erkek şiddetine maruz kaldı, 28 tanesi tecavüze uğradı ve 56 kadın da cinsel tacize uğramıştır. (Değirmenci, 2012 :44, sayı 3). Toplumsal Cinsiyet “Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir kavramdır. Bu kavramın feminist çalışmalar yapanlar tarafından önemi, onun kadınlar ile erkekler arasındaki güç ilişkililerini anlamaya, eşitsizlikleri sorgulamaya yarayacak bir kavram olarak düşünülmesinden sonra artmıştır.” (Ecevit ve Karkıner, 2011).

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

35


Türkiye’ de Kadın ve Kadına Yönelik Şiddet, Cansu SÖNMEZ, İzmir Ekonomi Üniversitesi

Toplumsal cinsiyet (gender) kavramından bahsederken, bu kavramın toplumda görülen en büyük eşitsizliklerden yalnızca bir tanesini oluşturduğuna her geçen gün şahit olmaktayız. Gerek medyadan gerekse yaşadığımız çevreden ve ailemizden etkilendiğimiz sosyalleşme sürecinde(socialization), toplumsal cinsiyet rollerimiz belirlenmekte olup, bunları içselleştirmemiz kendi kişilik oluşumumuzu etkiliyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği ise “Kadın ve erkeğin, kamusal ve özel alanda eşit fırsatlar, haklar ve sorumluluklara sahip olması, kadın ve erkeğin eşit oranda görünür, güçlü ve eşit katılımının sağlanması anlamına gelir” (KSGM,2005). Fakat, bu sosyalleşme süreci içinde de kadın ve erkek rollerinin faklılaşmasının da altı çiziliyor ve toplum, kadın ve erkeğe farklı davranıyor. Yani eşitlik sağlanamıyor ve toplumun kadını ve erkeği nasıl kabul gördüğü faklılaşıyor. Eşitlik yasal bir hak olmasına rağmen, eşitsizlik toplumumuzda ne yazık ki meşrulaştırılıyor. Örnek olarak günümüzde işverenlerin çoğu kadın eleman işe alırken, çocukları olup olamamasına, hamile olup olmamasına ve bu tarz kadınlık rollerine bakmalarının yanı sıra sadece kadın olduğundan önyargılarla ve ayrımcılıkla yaklaşıp onlara terfi vermiyor, haklarını el koyuyor ve birçoğu da kadınlığını ileri sürüp işe almıyorlar. Yani şirketler ve işverenler kadınları kadınlığıyla yere vurmaktadır. (Dökmen, 2010: 95) Bu durum da kadınların iş hayatındaki gelişiminin önünü tıkamaktadır. Ekonomik anlamda özgürleşmenin önünü kesmekle birlikte, kadını evin objesi haline getirip erkeğe bağlamaktadır. Yani kadının daha çok özel alanda, erkeğin ise kamusal alanda bulunması kadını evin objesi haline getirmektedir. Bu durumda da erkek istediği söz hakkına kadın üzerinde sahip olup, kadına baskı uygulamakta ve bu baskı, otorite ve güç gün geçtikçe kadın için zararlı hale gelmektedir. Şiddet de, bu zararlı hale gelme süresince karşımıza çıkmaktadır. Dahası, kadına yönelik şiddetin de meşrulaştığını biliyoruz. Örneğin, kadına yönelik şiddete dair bir takım söylemler ağızdan ağza dolaşmaktadır; kocasıdır döver de sever de, karı koca arasına şeytan bile girmez, kızını dövmeyen dizini döver ve bunlar gibi bir çokları toplumda kabul görür. Bunun yanı sıra Nilgün Abisel’in yaptığı bir araştırmaya göre 106 Yeşilçam filmi incelenip bunların yüzde 78.6’ sının şiddeti yaşamın doğal bir parçası olarak gösterdiği ve bunlardan sadece 7 tanesinde şiddet öğesine rastlanmadığını, yalnızca dördünde de şiddete karşı bir tutum olduğunu gösteriyor (Akarsel, 2011). Yani şiddeti doğal yaşamın bir parçası olarak algılamak da şiddetin toplumda ne kadar kabul gördüğünü göstermektedir. Ataerkillik ve Feminist Yaklaşım Sosyalist feminizm düşünürlerinden Heidi Hartman ataerkilliği ‘maddi bir temeli olan, erkekler arasında karşılıklı bağımlılık ve dayanışmayı oluşturarak onların kadınlar üzerinde egemen olmasını sağlayan sosyal ilişkiler bütünü’ olarak tanımlar. Ayrıca radikal feminist yaklaşıma göre de evrensel bir sistem olan ataerkillik içinde, toplumsal olan her alan erkeklerin egemenliği altındadır (aktaran Ecevit ve Karkıner, 2011: 17-14). Topluma tarihsel açıdan baktığımızda da, anaerkilden ataerkile giden bir yapıyla karşılaşmaktayız. Hatta buna eşitlikten eşitsizliğe giden bir yapı da diyebiliriz. İlkel toplumlardan bahsettiğimizde, kadın ve erkek arasında eşitsel bir iş bölümünün daha yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarz toplumlarda ev içindeki üretim araçları kadına aitken ev dışındakiler de erkeğe aitti. Bu durum günümüzde de böyle olmasına karşın arada büyük bir fark göze çarpmaktadır. Özellikle endüstri devriminden sonra üretimin ev dışında yoğunlaştığı görülmektedir ve bu durumda ev dışı üretim popülerleş-

36

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’ de Kadın ve Kadına Yönelik Şiddet, Cansu SÖNMEZ, İzmir Ekonomi Üniversitesi

mekte ve evi pasif hale getirmektedir. Bir de üretim fazlalığı oluştuğunda ve bunu erkeğin ele geçirmesiyle bu durum kadını ve ev hayatını ikincil tüketici durumuna getirmiştir. Buradan hareketle erkeğin ve ev dışı üretimin ekonomik anlamda güçlenmesi, kadının ücretli emek alanından dışlanması ve ataerkil toplum yapısının görülmesiyle de kadın ve erkek arası eşitsizliğin arası açılmıştır. Yani erkek, kadından daha fazla ekonomik güç elde etmiştir çünkü artı değer erkeğin elinde bulunmaktadır ve bu erkeği sermayeci ve mülkiyetçi yapmaktadır. Bu görüş de literatürde sosyalist feministlerin açıklamalarındandır. Bu görüş dışında bir çok feminist kuram bulunmaktadır; radikal, Marksist, psikanalitik, post modern feminizm vs. Feminist kuramlar toplumsal cinsiyet kavramını kullanarak kadınların eşitsizliğini, bağımlılıklarını ve ezilmişliklerini açıklamaya çalışan düşünceler olmakla birlikte, zamanla değişirler ve bazen birbirlerine karışıdırlar ve birbirleriyle çelişirler. Bu kadar kuramın olması da bir toplumsal gerçeğin açıklanmasında bize zenginlik katar (Ecevit ve Karkıner, 2011). Medya ve Kadın Algısı Medya kişilerin sosyalleşme sürecini etkileyen önemli bir unsurdur. 21.yüzyılda her birey mutlaka gazete, televizyon, radyo ya da internetten en az biriyle etkileşim halindedir. Dolayısıyla düşüncelerimizin ve fikirlerimizin gelişmesi açısından medyanın toplumda önem arz eden bir yeri vardır. Örneğin televizyonlarda gösterilen şiddete bakarsak, medyanın bunu ne kadar normalleştirdiğini görüyoruz. Öyle ki şiddet içermeyen bir yayın bulmak epey zor, hatta artık 8 mart Dünya Emekçi Kadınlar günü dolayısıyla şiddete maruz kalan morarmış, kanlı yüzler de çok sık karşılaştığımız bir durum oldu. Bu da son zamanlardaki güncel bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Makyajla gündeme gelen erkek şiddetini görünür kılma gerçekten etkili bir araç mıdır yoksa bu kampanyalar birer modaya mı dönüştürüldüler? Hatta deyim yerindeyse kampanyalar kaş yapayım derken göz mü çıkartıyor çünkü biz makyajsız ve kanlar içindeki kadınlarımızı zaten gazete ve televizyonlarda sürekli görmüyor muyuz? Üstelik erkek şiddeti sadece kanlı ve morarmış bedenlerden de ibaret değildir öyle ki şiddetin görünmez ve can yakıcı çeşitleri de vardır psikolojik ya da ekonomik şiddet gibi. Bir gün geçmiyor ki gazetelerde, televizyonda ya da sanal dünyada taciz, tecavüz, namus cinayeti, darp, yaralama, zorla evlendirme haberlerini almayalım. Bu haberlere baktığımızda da çoğunlukla eril bir dilin şiddeti normalleştirdiğini görüyoruz. Yani şiddet olayları daha çok erkeklerin beyanı üzerinden tanımlanıyor. Örneğin, dehşet saçtı, delik deşik etti, 15 yerinden bıçakladı gibi söylemler ve bunun yanı sıra apaçık yerde kanlar içinde yatan vahşi bir cinayete kurban giden cansız bir kadın bedeni de gazete manşetlerinde görmeye alışık olduğumuz fotoğraflar arasında yer alıyor. Ankara Üniversitesi Öğretim Elemanı Tuğba Kanlı Taş da bu konuyu ele alarak haber dilinde ciddi problemlerin yaşandığını söylüyor. Ayrıca “Bir kadın cinayeti daha” cümlesiyle başlayan her bir haberle, yaşanan dehşetin normalleştirildiğini ifade ederek, haberlerin suç unsurlarıyla donatılarak hikayeleştirildiğini ve “Kurşun yağdırdı”, “Delik deşik etti” gibi ifadelerle şiddetin estetize edildiğini belirtiyor(Akarsel, 2011). Post modern feminist bakış açısına göre dil, maddi dünya ile kurduğumuz ilişkilere aracılık etmektedir. Bir nesnenin, eylemin anlamı kelimelerle ve söylemlerle gerçekleşir (Ecevit ve Karkıner,2011). Ayrıca M.Foucault söylem kavramını açıklarken iktidar ilişkisine de vurgu

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

37


Türkiye’ de Kadın ve Kadına Yönelik Şiddet, Cansu SÖNMEZ, İzmir Ekonomi Üniversitesi

yapar. Yani egemen iktidar eril iktidar olup söylemleri egemen olmayan iktidarın aleyhine kullanarak onu kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Bu açıdan baktığımızda da kadına yönelik şiddette söylemlerin gücünün ne denli önem arz ettiğini anlayabiliriz. Kadına yönelik şiddet yasal değildir fakat yaşadığımız ataerkil toplum yapısında bu durum kimilerince normal karşılanıp meşrulaştırılmıştır ve sözüm ona alışık olduğumuz bir forma büründürülmüştür. Bu yüzden her hangi sınıfa ya da etnisiteye bağlı olmaksızın birçok kadın, erkek şiddetine maruz kalmıştır. USAK raporuna göre (2012), “Kadınların yaş, eğitim, refah düzeyi ve yerleşim yeri gibi temel demografik özellikleri, kadınların yaşamlarının çeşitli aşamalarında karşılaştıkları şiddeti etkilemektedir. Yapılan araştırmalara göre, her eğitim düzeyinden kadın şiddet mağduru olabilmektedir. Öte yandan, kadınların ve erkeklerin eğitim düzeyi arttıkça, kadına yönelik şiddet oranı belirgin bir biçimde düşmektedir. Fakat veriler, ülke genelinde okuma yazma bilmeyen 4.5 milyon civarı kişinin % 80’ini kadınların oluşturduğunu göstermektedir. Ayrıca kadınların yalnızca eğitim düzeyinin artması, iş hayatına erkeklerle eşit düzeyde katılım imkânı vermemektedir. Kadınların toplumsal yaşama katılımını destekleyen sosyal politikaların eksikliği, ataerkil aile içi ilişkilerin sürdürülmesi gibi yaklaşımlar, kadınların statüsünü etkilemektedir.” Sonuç olarak, kadını ve kadının toplumdaki yerini ve toplumsal cinsiyet rollerini düşündüğümüzde kadına yönelik şiddet ciddi bir sosyal ve psikolojik uzantıları olan çözülmesi gereken problemdir. İster kamusal, ister özel alanda olsun kadına acı ve sıkıntı verecek, kadını kadınlığı ile aşağılayıp küçük düşürecek, ezecek ve zarar verecek her türlü davranış ve düşüncenin toplumsal olarak bir faydası da yoktur. Ayrıca kadın –erkek eşitsizliğinin ve ayrımcılığının en sancılı ve belirgin halidir kadına yönelik şiddet. Aile içi şiddet, zorla evlendirme, tecavüz, cinsel istismar ve sözde ‘namus’ cinayetleri düşünüldüğünde bir toplumda adaletten, düzenden ve rasyonaliteden bahsetmek de zordur.

Kaynakça Ulusoy Yılmaz (2011). “Kadına Şiddet İnsanlık Suçudur”. http://www.yilmazulusoy.com/tr/makaleler/kadina-siddet-insanlik-sucudur ( 08.04.2013). http://www.usak.org.tr/rapor.asp?id=143 (25.01.2013). Smith Sharon, (2012). “Kadınlar ve Sosyalizm”. 1.baskı. :Yordam Kitap Birgül Değirmenci, (2012). “Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi”. F Dergi ( Feminist Düşün- Edebiyat- Kültür- Sanat). Sayı 3, ss.44. (2011), “Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi”, Ecevit ve Yıldız(Ed.) http://e-ogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/SOS311U. pdf (25.01.2013). T.C Başbakalık Kadının Statüsü, (2005). “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet” . Y.Dökmen,Zehra (2010), “Toplumsal Cinsiyet”, Remzi Kitabevi, İstanbul. Akarsel Nagihan (2011). “Medyanın Dili Kadın Cinayetlerini Normalleştiriyor”: http://www.evrensel.net/news. php?id=15518 . (08.04.2013). Slattery Martin, (2012). “Sosyolojide Temel Fikirler”. 5.baskı. Ankara: Sentez.

38

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Devşirilen Kadınların OSMANLI İDARİ YAPISINA ETKİSİ Merve Nur AYDIN, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Osmanlı’nın yapısı etnisiteye (ırk kalıplarına) değil, dine dayandığı için, her alanda din belirleyici temel öğe olmuştur. Tabiatıyla, insanlar, milliyetlerine göre değil, dinlerine ve tabii ki liyakatlerine göre değerlendirilmiş, önceden hangi dinden olduğuna bakılmaksızın, Müslüman olan herkes, daha önceki tüm Müslümanlarla eşit haklar kazanmıştır. Bu makalede; Osmanlı padişahları ile evlenen yabancı kadınların Osmanlı yönetim yapısına nasıl etki ettiği, padişahlarla ilişkileri, çevrilen entrikalar ve Osmanlı’yı gerileme ve çöküş sürecine götüren nedenlerden bahsedilecektir. Anahtar kelimeler: Devşirme sistemi, kadın saltanatı, idari yapı, harem, devlet. GİRİŞ; Kuruluş döneminden II. Bayezid’e gelinceye kadar Osmanlı padişahları ve şehzadeleri, ilk zamanlarda Müslümanlardan nüfuzlu kişilerin, Anadolu beylerinin, Bizans, Sırp ve Bulgar krallarının kızları ile evlendiler. Bu evliliklerde siyasi nüfuz elde etme, diplomatik faydalar veya kız babası öldüğünde toprak talep etmek gibi gayeler hedefleniyordu. Zaferden zafere koşan Osmanlı hükümdarları kendilerini artık dünyanın en büyük ve güçlü padişahları saydıklarından, başka hanedanlarla akrabalık yoluyla dostluk kurmaya çalışmışlardır. Başlangıçtaki siyasi ve diplomatik yarar sağlama unsuru yükselme döneminden sonra artık görülmemektedir. Devşirme usulüyle kız almanın bir faydası ise küçük yaşta saraya getirilen bu kızların tam bir saray kültürü ve terbiyesi içerisinde yetiştirilmiş ve padişaha layık bir eş haline getirilmiş bulunmasıdır. Ayrıca bunların en seçilmişleri padişah hanımlığına namzet olurken diğerleri de Enderun mektebinde yetişen diğer devlet görevlileri ile evlendirilmek üzere hazırlanıyordu. Enderun nasıl saray içerisinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri saray dışında hanedana hizmete hazırlanıyorsa, harem de padişah ve annesine hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlanıyordu. Böylece idareciler eş yoluyla devlete daha da sadık bir hale getirilmiş olurdu. Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

39


Devşirilen Kadınların Osmanlı İdari Yapısına Etkisi, Merve Nur AYDIN, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Ancak; Kanuni Sultan Süleyman ve sonra gelen padişahların evlendiği yabancı kızlar her ne kadar sarayda devlet adabı ve Müslüman örf ve adetleri doğrultusunda yetiştirilmiş ise de, padişahların kararlarında etkili oldukları, kimilerinin ileri giderek padişah ile birlikte ülkeyi yönettiği görülmüş (1), Hürrem Sultan, Nurbanu Sultan, Safiye Sultan ve Kösem Sultan gibi kadınların Devlet-i Ali Osmanî’yi ne hallere düşürdüğü tarihçilerin ittifakla üzerinde birleştiği konulardır. “Kadınlar Saltanatı” da denilen bu dönemde İmparatorluğun nasıl can çekiştirildiğini, rüşvetin, yolsuzlukların, adam kayırmacılığının saray içerisi de dâhil olmak üzere Osmanlı Tebaasına yayıldığı bir dönemdir. DEVŞİRME KADINLAR VE ETKİSİ Kuruluş ve gelişim safhasında önce hakanların, ardından sultanların yapmış oldukları evlilikler gelişi güzel tercihler olmamıştır. Bu evlilikler devletin ebedi geleneği çerçevesinde düşünülen stratejik evliliklerdir. Bu evliliklerin ilki Yarhisar tekfurunun kızı Holofira (Nilüfer Hatun) ile evlenen Orhan Bey’dir. Bu evlilikle Osman Gazi Holofira’yı oğlu Orhan’a nikâhlayarak bir anlamda onun babasının topraklarına hâkim olduğunu göstermiştir. Orhan Gazi’nin önce Bizans İmparatoru III. Andronikus’un kızı Asporça Hatun ve sonra VI. John Kantakuzen ile eşi İrene’den doğan Teodora (Maria) ile evlenmesi ise Rumeli’ye geçişin imkân dâhiline alınması ve saltanata geçişi sağlamak hedeflerini gütmektedir. Kartakuzen Orhan Bey’in kuvvetleri sayesinde İstanbul’a girerek İmparatorluğa kavuşmuş, Trakya ve Makedonya’daki hâkimiyetini kuvvetlendirmiştir. Bu yardımlarına karşılık Gelibolu yarım adasındaki Çimbi Kalesini Osmanlılara vermiştir ki bu durum Orhan Gazi’nin Rumeli’ye geçişinin ilk adımı olacaktır. Ancak; bölgede güçlü ve aktif konumda bulunan Osmanlı’yı yavaşlatmak için Bizans İmparatoru VI. John Kantakuzen, kızı Teodora (Maria) ile ilişkisini hiç koparmamış, Orhan Bey ile evli kaldığı süre içerisinde Kraliyet ilişkilerini devamlı takip etmiştir, yani şifreli olarak haberleşmeyi sürdürmüştür. Bizans Kralı’nın Sırplar ile yaptığı savaşta Osmanlı’nın kendisine yardım etmesi bu evliliğin bir sonucu olarak görülebilir. Orhan Bey, iki Bizans kralının kızı ile evli olması nedeniyle dışarıya hissettirilmeyen ancak gizliden yürütülen bir takım olayları da beraberinde getirmiştir. Teodora Maria oğlu Şehzade Halil’in tahta çıkması için çaba sarf ederken, diğer eşi Asporça Hatun ise ölen babasının yerine Bizans tahtına geçmesi beklenen ancak sürgünde olan çocuk yaştaki kardeşi Yuannes ile devamlı surette ilişkisini sürdürmüş, o sırada Bizans tahtında bulunan Teodora Maria’nın babası Kantakuzen’in tahtan indirilmesi için uğraşmıştır. (2) Orhan Bey, evlendiği kadınların hiç birisinin etkisi altında kalmamış, hiçbir kadın da Orhan Bey dâhil olmak üzere Kanuni Sultan Süleyman’a gelinceye kadar padişah üzerinde etkili olamamış, padişahı devlet yönetimi ile ilgili hiçbir şekilde yönlendirme girişiminde de bulunamamıştır. Kanuni Sultan Süleyman, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme döneminin en son padişahı olup en uzun sürede tahta kalan bir sultandır. Bu devir hem devletin sınırlarının genişlemesi, yani siyasi ve coğrafi açıdan ve hem de ilim, kültür, hukuk ve maliye gibi konular açısından Osmanlı Devleti’nin zirveye yükseldiği bir dönemin kısa adı olarak da adlandırılabilir.

40

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Devşirilen Kadınların Osmanlı İdari Yapısına Etkisi, Merve Nur AYDIN, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Kanuni ilk evliliğini Mahidevran Hanım’la yapmış bu evliliğinden Şehzade Mustafa isminde bir çocuğu dünyaya gelmiştir. Mahidevran; güzel, uzun ve narin bir kadın olmasına rağmen sonradan Hürrem Sultan namıyla anılacak olan Roksalan ise esir pazarından alınıp saraya getirilen bir cariyedir. Hürrem Sultan, Mahidevran’la rekabet edebilecek kadar güzelliği olmamasına rağmen tatlı dili ve sempatik hareketleriyle Sultan’ın ilgisini çekmiş, bu tavırlarıyla Mahidevran Hanım’ın saraya uğramaması için oğlu Şehzade Mustafa ile birlikte Manisa Sancakbeyliği’ne gönderilmesini sağlayarak bir anlamda bertaraf etmeyi başarmıştır. Kimi tarihçilere göre Rus, kimilerine göre ise Ukrayna asıllı olduğu söylenmektedir. Bütün dünya monarşilerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de hanedan üyesi kadınlar her zaman için hükümdarın devlet yönetimde aldığı kararları etkilemekten geri kalmamışlardır. Ancak Osmanlı Devleti’nin diğer monarşilerden farkı, padişahların eşlerini cariyeler arasından seçmeleri ve resmi nikâh yapmaktan kaçınmalarıydı. (3) Kanuni Sultan Süleyman ilk defa Hürrem Sultan’la resmi nikâh yaparak bu kuralı bozmuş ve kadınlar saltanatının yolunu açmıştır. Kadınlar saltanatı, böylece Haseki Sultan’ın yani padişahın en gözde eşinin güç kazandığı bir dönem olarak başlamış, Nurbanu Sultan ve Safiye Sultan ve Kösem Sultan dönemlerinde güç Haseki Sultan’dan Valide Sultan’a yani padişahın annesine geçmiştir. (4) Hürrem Sultan, kızı Mihrimah Sultan ve Damadı Rüstem Paşa ile birlikte her türlü entrika içerisine girmiş, çok iyi bir eğitim alan, en iyi hocaların gözetiminde gözü pek bir lider olarak yetiştirilen, halk tarafından sevilen Şehzade Mustafa’nın tahta çıkmasına kesin gözüyle bakılmasına rağmen babası Kanuni’ye karşı kışkırtılmış, isyankâr olduğu, İran Şahı ile işbirliğine girdiği, yeniçerileri arkasına aldığı iddiasıyla babası tarafından İstanbul’a çağrılan Şehzade Mustafa ve oğlu Çelebi Mehmet cellâtlar tarafından öldürülmüş, bunun neticesi olarak koca imparatorluk ve millet ideal bir hükümdardan mahrum bırakılmıştır. Şehzade Mustafa’nın, Hürrem Sultan’ın komplosuna kurban gitmesi halkta ve sarayda büyük bir hayal kırıklığı yaratmış, gerek yeniçeriler içerisinde gerekse halk nezdinde yer yer başkaldırıların olduğu görülmüştür. Kısacası Osmanlı tebaası bu olayı kesinlikle kabul etmemiştir. Hürrem Sultan, imparatorluk yönetimini etkilemiş, oğullarının taht mücadelesinde oynadığı rol, daha doğrusu oğlu 2. Selim’i tahta geçirme çabası ile Osmanlı döneminin en güçlü kadınlarından biri olmuştur. Kanuni’nin aşırı güven ve sevgisini kazanarak onun nikâhlı eşi olduktan sonra belli bir plan dâhilinde çalışmış, el altından çeşitli entrikalar uygulayarak on altıncı yüzyıl Osmanlı tarihini olumsuz yönde etkilemiştir. Devlet yönetimine de hâkim olan Hürrem Sultan, İran savaşını desteklemiş, Ruslar ve Lehlerle barış içinde yaşanılmasını sağlamıştır. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun en ihtişamlı döneminin yaşandığı, kudretli, dirayetli ve ilim sahibi Kanuni Sultan Süleyman’ı birçok kararında etkileyen, devletin çöküş dönemine girmesinin yolunu hazırlayan Hürrem Sultan, Osmanlı Devleti’nin kaderini değiştiren bir kadın olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almıştır. Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

41


Devşirilen Kadınların Osmanlı İdari Yapısına Etkisi, Merve Nur AYDIN, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Hürrem Sultan, Şehzade Mustafa’nın ölümünden sonra padişahlık tahtına kendi oğullarından birinin çıkacağını biliyor, ancak büyük oğlu II. Selim’in alkole aşırı düşkünlüğü ve kadınlara olan zaafı ile birlikte gelini Yahudi asıllı bir Venedikli olan Nurbanu’yu kıskançlığı kendisini derinden düşündürüyordu. Bu nedenle, kocası Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra tahta geçmesi için kızı Mihrimah Sultan ve damadı Rüstem paşa ile birlikte ikinci oğlu olan Şehzade Beyazıd’ı destekliyordu. Bu durum, Hürrem Sultan ile Nurbanu Sultan arasında gizli bir çekişmeyi de beraberinde getirmiştir. Şehzade Beyazıd, halk ve askerler tarafından sevilen biri olmasına rağmen tez canlı olması, babasına karşı çevresindeki insanların etkisiyle başkaldırı girişiminde bulunması haliyle kendisine olan güveni de azaltmıştı. Hatta Rumeli’de tezgâhlanan bir ayaklanma girişimi kendi planı olduğu ortaya çıkmış, bu durumu öğrenen Kanuni oğlunun ölüm emrini vermesine rağmen Hürrem Sultan’ın araya girmesiyle affedilmişti. Halk tarafından sevilen, tahta çıkması kesin gözüyle bakılan, iyi eğitimli Şehzade Mustafa bir entrikaya kurban giderken adeta buna göz yuman Kanuni, nasıl oluyor da aynı girişimde bulunmasına rağmen Şehzade Beyazıd’ı affedebiliyordu? Bu bir aşk mıydı yoksa devletin bekası için alınmış bir karar mıydı? Nurbanu Sultan gizliden gizliye bu olup bitenleri izliyor, Şehzade Beyazıd’ın Padişah Kanuni’nin gözünden düşmesi ve kocası Selim’in tahta geçecek olması kendisini fevkalade mutlu ediyordu. Hatta bir entrika sonucu öldürülen Şehzade Beyazıd’dan sonra taht tamamen II. Selim’e kalıyordu. Ancak II. Selim’de, Devlet-i Ali’yi yüceltebilecek kudret ve cesaret yoktu. Çünkü içki müptelası idi. Bu durumdan Nurbanu Sultan hiçte şikâyetçi değildi. Onun için önemli olan Haseki Sultan olarak yıllarca hayalini kurmuş olduğu görkemli hayatı yakalamaktı. Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümüyle birlikte II. Selim’in tahta geçmesiyle Nurbanu Sultan emeline ulaşmış oluyordu. Kadınlar Saltanatı döneminin yaşandığı bu aşamada Nurbanu Sultan da tıpkı kaynanası Hürrem Sultan gibi padişah üzerinde ağırlığını çokça hissettiriyordu. Öyle ki savaş meydanlarına çıkmaktan sarayda dinlenmeye zaman bulamayan atalarının aksine II. Selim saraydan dışarı çıkmıyor, zevk-ü sefa ile gününü geçiriyordu. Nurbanu Sultan Yahudi asıllı bir Venedikli olması nedeniyle gelini Safiye Sultan ile birlikte, o dönemde Venedik’le yapılan anlaşmaların Venedik lehine sonuçlanması için çaba göstermişlerdi (5). Venedik Cumhuriyeti ile devamlı surette hediye alışverişinde bulunmuş, oğlunun padişahlığı döneminde de Venedik taraflısı bir politika izlenmiş ve Venedik’le uzunca bir barış dönemi yaşanmasını sağlamıştır (6). Ayrıca batı ile hiçbir savaş bu dönemde yapılmamıştır. Hürrem Sultan zamanından itibaren Yahudi asıllı şahısların saraya kolaylıkla girdiği, bu durumun Nurbanu ve Safiye Sultanlar zamanında gözle görülür şekilde arttığı görülmüştür. Nurbanu Sultan, kocası II. Selim’in ölümü üzerine tahta geçen oğlu III. Murad’ı gelini Safiye Sultan’a bırakmamak için her türlü entrikayı çevirmiş, devlet geleneğini hiçe sayarak içki ve kadınlara düşkün olan oğlunu gelininden ayırmak ve kendi Sultanlığını devam ettirmek için birçok güzel kızı oğluna sunmuş; bu sayede Padişah III. Murad’ın hayatının sefalet içerisinde geçmesine sebep olmuştur (7). 42

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Devşirilen Kadınların Osmanlı İdari Yapısına Etkisi, Merve Nur AYDIN, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Safiye Sultan, Nurbanu Sultan’ın ölümünden sonra eşi üzerindeki etkinliğini büyük ölçüde arttırmış, bu etkinliğini oğlu III. Mehmet döneminde de devam ettirmiştir. Eşi ve oğlunun padişahlıkları döneminde sık sık sadrazamların değiştirilmesinden de sorumlu olduğu söylenilmektedir. Safiye Sultan kayınvalidesi gibi Venedik yanlısı bir politika izlemiş, Avrupa ile ilgilenmiş hatta İngiltere Kraliçesi ile mektuplaşmış, bunun neticesi olarak I. Elizabeht Safiye Sultan’a süslü bir araba hediye etmiştir (8). Safiye Sultan yurt içindeki ve yurt dışındaki saray dışı ilişkilerini Yahudi asıllı sekreteri Esperanza Malchi aracılığıyla yürütmüştür (9). Safiye Sultan’ın padişahın üzerindeki nüfuzunu öğrenenler, ona hediye sunma yarışına girmişler, istikballerini Safiye Sultan’ın istikbalinde olarak gören saray hizmetkârları da etrafında pervane gibi dönmeye başlamışlardır (10). Kadın saltanatı denilen bu dönemde rüşvet, adam kayırma o kadar çok artmış ki Mısır Valisi Hadım Hafız Paşa azledilerek yerine Mir Âlem Ağa hazineye her sene yüz bin altın göndermek şartıyla vali olarak atandırılmıştır (11). Kadınlar Saltanatı’nın son Sultan’ı olan ve bir Rum papazının kızı olan Anastasya (Kösem Sultan), kocası Sultan Birinci Ahmed ve Şehzâdeleri Dördüncü Murad, Sultan İbrahim ve torunu Dördüncü Mehmed devirlerinde elli yıla yakın, kınalı parmaklarını kendi menfaati için devlet idaresine sokmasını becerebilen bir kadındır. Mâhpeyker Kösem Sultan, marifetleri üzerinde dikkatle durulması, haremdeki hâkimiyetiyle devlet işlerine müdahalesinin nelere mal olduğunun iyice tetkik edilmesi gereken bir konudur. Sultan Birinci Ahmed’in vefatından sonra yeniçeri ağalarına dayanarak Osman Gazi’den itibaren babadan oğula intikal etmek suretiyle devam ede gelen saltanattaki veraset usulünü bozarak hanedanın en yaşlısının tahta çıkmasını Kösem Sultan temin etmiştir. Çünkü; Sultan I. Ahmed’in vefatında yedi oğlu hayatta olup, bunların en büyüğü, Şehzâde Osman (Genç Osman)’dır. Devam ede gelen verâset usulüne göre I.Ahmed’den sonra padişah Genç Osman olması gerekirken, Genç Osman’ın kendi oğlu olmaması, Genç Osman’ın saltanatında annesi Mâhfîrûze Haseki’nin Valide Sultan olarak Sarayda bulunması Kösem Sultan’ı saray dışına itecek, belki de bir daha sarayı göremeyecektir. Akıllı ve zeki olan Kösem Sultan’ın ise bu çeşit ihtimallere tahammülü olmamakta, taht yolunun onun oğullarına açılması kendisinin de Valide Sultan gibi önemli bir mevkilerde saltanat sürmesi gerekmektedir. Bu gaye uğruna veraset usulünü değiştirmiş ve saltanatı da, hilâfeti de Genç Osman’ı tahtan indirterek Ocak Ağalarının yardımıyla oğlu I. Mustafa’ya verdirmiştir. I. Mustafa’nın akıl hastası olması nedeniyle Genç Osman tekrar tahta geçmiş, ancak yine dönen bir takım entrikalar sonucu Genç Osman öldürülmüş, Kösem Sultan’a saray yolu tekrar gözükmüştür. Oğlu I.Mustafa zamanında devlet işlerinde yetirince söz sahibi olamayan Kösem Sultan, I. Mustafa’nın tekrar tahtan indirilmesi ile birlikte tahta henüz on bir yaşındaki oğlu IV. Murad geçmiştir. Kösem Sultan aradığı ortamı bulmuş, IV. Murat’ın çocuk yaşta olması nedeniyle tam sekiz yıl sekiz ay ülkeyi geri planda yönetmiştir. Kösem Sultan torunu IV. Mehmet döneminde de uzun yıllar devlet idaresini ele almıştır. Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

43


Devşirilen Kadınların Osmanlı İdari Yapısına Etkisi, Merve Nur AYDIN, Ondokuz Mayıs Üniversitesi

SONUÇ; Hürrem Sultan ile başlayan, sonraları İkinci Selim’in karısı ve Üçüncü Murad’ın annesi Nurbanu Sultan, Üçüncü Mehmed’in annesi Safiye Sultan ve Birinci Ahmed’in karısı Mâhpeyker Kösem Sultan’la sona eren “Kadınlar Saltanatı” olarak adlandırılan bu dönemde kadınların kirli, kanlı ve karanlık işleri Devlet’e pek pahalıya mal olmuştur. Hürrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa’nın komplosuna kurban giden Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi, Osmanlı Devletinde bir dönüm noktasıdır. Bu dönemden sonra valide ve haseki sultanlar yönetimde söz sahibi olmuş, rüşvet, adam kayırma ve yolsuzluklar artarak devam etmiş, seferler durdurulmuş ve koca Osmanlı Devleti çöküş sürecine girmiştir. Devletin bekası için çaba sarf etmesi gereken padişahlar anneleri, hatta eşleri tarafından zevki sefaya itilmiş, yedi düvele meydan okuyan Osmanlı yönetimi kadınların güç kavgalarına sahne olmuştur. Kuruluş döneminde yabancı kadınlar her ne kadar aileleri ile ilişkilerini sürdürseler de bu durum devletin ilerlemesine etki etmemiş, bilahare Osmanlı’nın toprak kazanmasının yolunu açmıştır. Kanunu Sultan Süleyman ile evlenen Hürrem Sultan ile birlikte bu durum tersine dönmüştür. Çünkü Hürrem Sultan Ruslar ve Lehlerle Osmanlı’nın iyi ilişkiler içerisinde bulunmasını sağlamış, Venedik Yahudi’si olan ve kimi tarihçiler tarafından kuzen oldukları belirtilen Nurbanu Sultan ile Safiye Sultan zamanında Yahudi asıllı şahısların saraya alınması hızlanmış, Venedikliler ile yapılan anlaşmalar bunların araya girmesi ile Venedikliler lehine sonuçlandırılmıştır. Kadınlar Saltanatı döneminin son valide sultanı Kösem Sultan ise; elli yıla yakın, kendi menfaati, hırsı ve egosu için devlet idaresinde söz sahibi olmayı başarabilmiş bir kadındır. Kısacası; yukarıda bahsi geçen ve Hürrem Sultan ile birlikte Osmanlı yönetiminde söz sahibi olan devşirme kadın sultanlar, güç kavgası ve ihtirasları nedeniyle Osmanlı Devletinin yıkılmasında en etkin rolü oynamışlardır.

KAYNAKÇA; İlber Ortaylı: Tarihimiz ve Biz, Timaş sf.119 Sibel Eraslan; Kadın Sultanlar, Timaş yayınları sf.37 Osman’s dream: the story of the Ottoman Empire, 1300-1923”, Caroline Finkel, John Murray Publishers Ltd., 2005. Ottoman Women Builders: The Architectural Patronage of Hadice Turhan Sultan (Women and Gender in the Early Modern World), Lucienne Thys-Senocak, Ashgate Publishing, 2007. Solakzade 4.c. sf.81 Venice And The İslamic World, 828-1797, Stefano Carboni(Fransa), Yale University, press 2007. Nazım Tektaş: Nurbanu Sultan, Çatı yayınları, sf.213. Kadın Liderler. Rüknü Özkök – Mustafa Barış Özkök: Malazgirt’ten Dumlupınar’a, sf.182-183. Feridun Fazıl Tülbentçi: Sultanların Aşkı, 3.bsk, İstanbul 1968, sf.237. İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi III. Cilt 1. Kısım: II. Selim’in Tahta Çıkışından 1699 Karlofça Andlaşmasına Kadar, Ankara: Türk Tarih Kurumu 2003 (6. Baskı)

44

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Yaşam Kaynağımız Olan Sudan TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASINA Fatma BAYAT, Aksaray Üniversitesi

Dünyamızda pek çok kendiliğinden oluşmuş kaynaklarımız vardır. Bunlardan bir tanesi de su dur. Su, hayatın kaynağı, dünyanın 3/4’ü; vücudumuzun ise % 80’i su. Bireylerin en temel gereksinimi olan su başlıca ekonomik faaliyetlere kaynaklık etme özelliği ile ulusların devamlılığı için yaşamsal bir kaynaktır. Sosyal ve ekonomik faaliyetlerin sürmesi büyük ölçüde temiz ve yeterli su arzına sahip olmaya bağlıdır. Canlıların tamamının yaşam evrelerini tamamlayabilmeleri ve metabolizmalarını düzenli olarak çalıştırarak ekolojik döngüyü sağlayarak doğal durumun dengesinin korunması için su her zaman gereklidir. Peki ya su yok olursa bir anda, halimiz ne olur? Aslında su insanoğluna pek çok fırsatlar sunduğu gibi felaketlere de neden olabilmektedir. Dolayısıyla söz konusu olumsuzlukları önceden görülerek felâketlerin kontrol altına alınması gerekir. Aşırı nüfus artışına bağlı olarak, artan düzensiz kentleşme, sanayileşme ve sulama uygulamalarındaki yanlışlıklar ve aksaklıklar su kalitesi ve miktarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bunun en vâhim sonucu olarak da temiz içme suyu yokluğu insan sağlığına çok ciddî zararlar vermektedir. İnsanların bilinçsizce davranışları ve küresel ısınma nedeniyle her gecen gün yaşam kaynağımız olan su biraz daha yok olmaktadır. Bu süreç devam ettikçe temelde canlı hayatları bozulacak, bazı türler yok olacak ve sınır insanlığa kadar dayanacaktır. Nitekim bunun örneklerini de zaman zaman görmüşüzdür. Öncelikle sınır aşan sular kavramı ve doktrinlerden bahsetmek gerekir. Sınır Aşan Su Kavramı: Nehrin iki veya daha fazla devletin topraklarından geçmesi ya da iki veya daha fazla devlet arasında sınır oluşturması. Türkiye bütün toprak, su ve elektrik kaynaklarını geliştirirken, sınır aşan su havzalarına da önem vererek bu akarsuları da geliştirmek zorundadır. Sınır aşan akarsularımız Kuzeydoğu Anadolu’da, Kuzeybatıda Trakya’da ve Güneydoğu Anadolu’da sınır bölgelerinde bulunmaktadır. Bu akarsular; Kuzeydoğu Anadolu’da Çoruh, Aras nehirleri, Bulgaristan sınırını oluşturan Meriç Nehri ve yan dereleri Güney doğu Anadolu’da Fırat-Dicle nehirleri ve Asi Nehri’dir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

45


Yaşam Kaynağımız Olan Sudan Türkiye Dış Politikasına, Fatma BAYAT, Aksaray Üniversitesi

Sınır Aşan Suların Kullanımına İlişkin Doktrinler 1. Mutlak Egemenlik (Harmon) Doktrini ABD Başsavcısı Judson Harmon’dan esinlenerek Harmon doktrini olarak adlandırılan bu doktrine göre, yukarı kıyıdaş bir devlet, sınır aşan bir nehrin kendi ülkesi içerisinde akan kısmında bulunacağı faydalanma eyleminden dolayı aşağı kıyıdaş devlete karşı hiçbir sorumluluk taşımamaktadır. Doktrin ilk olarak 1894-1895 yılları arasında ABD ile Meksika arasında yaşanan Rio Grande nehrinin kullanımına ilişkin çıkan uyuşmazlık sırasında ileri sürülmüştür. ABD’nin Rio Grande nehrinin sularını saptırarak tarım alanlarına yönlendirmesi sonucunda, Meksika’ya ulaşan sularda azalma meydana gelmiş ve Meksika hükümeti ABD’ye gönderdiği nota ile protestoda bulunmuştur. ABD Başsavcısı Harmon sunduğu görüşünde, uluslararası hukukun ABD’ye bir sorumluluk yüklemediğini ve devletin ülkesi üzerindeki egemenliğinin ancak devletin kendi rızası ile kısıtlanabileceğini belirtmiştir. Mutlak ülke egemenliği doktrini genellikle memba durumundaki ülkelerin hukukçuları tarafından savunulmaktadır. Ancak, ABD bu doktrinin bir hukuk kuralı olduğu fikrinden zamanla vazgeçmiştir. 2. Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini Bu doktrine göre, aşağı kıyıdaş devlet, yukarı kıyıdaş devletin nehir sularını kullanırken suyun gerek miktar gerekse kalitesinde değişiklik yaparak nehrin doğal akımını değiştirmesi konusunda veto hakkına sahip olmaktadır. Doğal durumun bütünlüğü doktrininin uygulanmaya konması durumunda üç sonuç ortaya çıkmaktadır.  Yukarı kıyıdaş devlet, nehrin fiziki durumunda bir değişiklik yapamaz.  Aşağı kıyıdaş devletin, yukarı kıyıdaş devletinin kendi ülkesindeki kullanımlarına karşı veto yetkisi bulunmaktadır.  Aşağı kıyıdaş devletin muhtemel kullanımları korunmaktadır. Bu doktrinin ileri sürüldüğü ilk uyuşmazlık İngiltere yönetimi altındaki Sudan’ın 1924-1929 yılları arasında Nil nehri üzerinde yapmak istediği büyük ölçekli sulama projesine Mısır’ın kendi kullanımlarının zarar göreceği düşüncesi ile itiraz etmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Mısır, uyuşmazlıkta gerek mevcut gerek gelecekteki kullanımlarına zarar verilmemesi gerektiğini ileri sürerek, doğal durumun bütünlüğü doktrinine değinmese de bu doktrine oldukça yakın bir tutum takınmıştır. Ancak uyuşmazlığın çözümü için kurulan Nil Komisyonu Mısır’ın bu iddiasını kabul etmemiştir. Komisyon, iki ülke arasında yaşanan uyuşmazlık karşısında, nehir sularının Mısır’a yılın belli dönemlerinde verilmesine hükmetmiştir. Karar Mısır tarafından kabul edilmiş ve yapılan antlaşma ile uyuşmazlık sona ermiştir. 46

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Yaşam Kaynağımız Olan Sudan Türkiye Dış Politikasına, Fatma BAYAT, Aksaray Üniversitesi

3. Ön Kullanımın Üstünlüğü Doktrini Ön kullanımın üstünlüğü doktrini, bir kıyıdaş devletin diğer bir kıyıdaş devletten daha önce başladığı faydalanmalara mutlak bir üstünlük tanımaktadır. Bu doktrine göre, nehir sularından faydalanma eylemine diğer kıyıdaş devletlerden daha önce başlayan bir devlet, kullanımının devam ettiği süre boyunca nehir suları üzerinde bir çeşit kazanılmış hakka sahip olmaktadır. Bu doktrin, hem yukarı kıyıdaş hem de aşağı kıyıdaş devletin öne sürebileceği bir doktrin olarak görünmesine karşın yukarı kıyıdaş devletin zarar verme potansiyeli taşıması nedeniyle, sadece aşağı kıyıdaş devlet tarafından ileri sürülebilecek bir doktrindir. 4. Hakça ve Makul (Adil) Kullanım Doktrini Bu doktrine göre her havza devleti, kendi ülkesi içinde akan kesiminde, o akarsudan makul ve hakkaniyete uygun bir şekilde faydalanma hakkına sahiptir. Hakça ve Makul Kullanım doktrini uluslararası alanda ilk olarak ABD tarafından Kanada ile ortaya çıkan Colombia nehri uyuşmazlığında ortaya atılmıştır. Bu doktrine göre en fazla yarar sağlama ve en az zarar görmenin ölçüsünün ne olacağı konusu uyuşmazlıklara göre değişeceğinden, doktrini benimseyenler tarafından bazı görüşler ortaya atılmıştır. Uluslararası hukuk uzmanlarınca bu doktrin, ilkelerinin kesin olmaktan uzak ve uygulanması güç bir bütün olduğu şeklinde eleştirilmektedir. Bu doktrin, kapsadığı kurallar ve getirmek istediği düzenler açısından hem memba hem de mansap ülkeler tarafından ileri sürülebilir gibi görünse de, diğer kıyıdaşa zarar verme potansiyelini esas olarak taşıyan yukarı kıyıdaş devlet olduğu için, aşağı kıyıdaşın başvurabileceği bir görüş olarak ortaya çıkmaktadır. Su sorununun önemi ülkelerin coğrafî konumuna bağlı olarak değişmektedir. Örneğin Kuzey ülkeleri su kıtlığı çekmezken, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu, Güney ve Doğu Akdeniz ülkeleri kuraklık ve su kıtlığı ile karşı karşıyadırlar. Dolayısıyla su birçok ülkenin iç ve dış politikasında önemli bir rol oynamaktadır. Bölgesinde güçlü devlet olmak isteyen ülkeler, enerji ihtiyaçlarını temin edebilmek ve tarımsal faaliyetlerini geliştirerek devam ettirmek için mümkün olduğunca fazla su kullanmak istemektedirler. Bu nedenle, diğer ülkelerin suyla ilgili isteklerine olumsuz bakılmaktadır. Bu da zamanla ülkeler arasında savaş tehlikesinin yayılacağının belirtisidir. Ortadoğu’da dönüşümü olmayan su kaynakları hoyratça kullanılmaktadır. Bunun başlıca nedenleri yüzeysel suyun yeterli olmaması ve yeraltı kaynakların bilinçsizce tüketilmesidir. Bunun yanında tarımsal sulamada eski ve geri yöntemler kullanılmaktadır. Türkiye, İsrail ve Ürdün’ün bir kısmında sulamada ileri tekniklerin kullanılması ise istisnâî bir durum arz etmektedir. Türkiye’yi ele alırsak; Türkiye su zengini değildir. Yalnız bulunduğu konuma bakarsak su fakiri olan Ortadoğu’nun su bakımından en zengin ülkeleri arasındadır. Türkiye açısından avantaj olmasına rağmen bazı ülkelerle yaşadığı sorunlar dolayısıyla bu kaynaklarını istediği gibi kulHitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

47


Yaşam Kaynağımız Olan Sudan Türkiye Dış Politikasına, Fatma BAYAT, Aksaray Üniversitesi

lanamamaktadır. Bazı ülkelerle bu yüzden sorun yaşamaktayız. Geçmişe baktığımızda buna en güzel örneklerden birisi Fırat ve Dicle Nehirleridir. Türkiye, 1960’lı yıllarda Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) adıyla çalışmalarını başlattığı ve Fırat ile Dicle nehirleri üzerine sulama ve elektrik üretimi amaçlı barajlar kurulmasını öngören büyük bir proje başlattı. Fırat Nehrinin yurdumuz içindeki uzunluğu 1170 Km’dir. Nehrin aşağı tarafta Suriye ve Irak topraklarında uzunluğu ise 1765 Km olup, Irak’ın aşağı Fırat bölgesinde, Fırat, Dicle nehri ile birleşir, bundan sonra Şattularap adını alır. Birleşmeden sonra Fırat Dicle tek bir nehrin havzası oluşturarak tek yataktan akar ve Basra Körfezine dökülür. Bu barajlar ülkeler arasında gergin bir ortam yaratmıştır. Özellikle, Fırat nehri üzerinde yer alan Keban Barajı (1965) ile birlikte, Karakaya (1987) ve Atatürk (1983-1992) barajlarının inşa süreci içerisinde ilişkiler daha gergin bir hal almıştır. İki kıyıdaş ülke, Arap Ligi’nden Türkiye’nin projelerinin finansmanının kesilmesi ve bu inşaatı finanse edecek Avrupa firmalarının da boykot edilmesini istemiştir. Yine de kendi finansmanımızı sağlayarak baraj yapımları tamamlanmıştır. 1987 yılında inşası biten Karakaya barajının yapımı aşamasında Dünya Bankası’na kredi için başvuran Türkiye tek taraflı olarak Dünya Bankası’na Türkiye-Suriye sınırında Fırat nehrinden saniyede 500 metreküp su geçireceğini taahhüt etmiştir. Ancak Yıllık olarak hesaplarsanız, aşağı yukarı 15 milyar metreküp demektir. Yani Fırat nehrinin sularının yarısı demektir. Bu durum Türkiye açısından olumlu değildir. Çünkü yarısı olarak görülen su iklim değişikliği vs durumlarla karşılaşılırsa su da azalma olur ve GAP ile gerçekleştirilmek istenilen faaliyetler kısıtlanmış olur. Hatta Suriyeliler, bu rakamı 500 değil 700 metreküpe kadar çıkarmak istiyorlar. Böyle yaptığınız zamanda su miktarını 15 kilometreküpten, 19 kilometreküpe çıkarmak istiyor o zaman da Türkiye’ye hiç su kalmıyor. Türkiye Fırat ve Dicle nehirlerinin adaletli şekilde paylaşılması konusunda önemli projeler sunmuş. Türkiye bu amaçla 1984 yılında, Suriye ve Irak’a Fırat-Dicle Havzası Sınır aşan Sularının Hakça, Akılcı ve Optimum Kullanımı için Üç Aşamalı Planı sunmuştur. Üç Aşamalı Plan’a göre; üç ülkeden su uzmanları ilk aşamada havzanın hidrolik datasını çıkartacak, su kaynaklarıyla ilgili bilgileri güvenilir kılacaklardır. İkinci aşamada ise; havzanın toprak envanteri çıkarılacak, sulu tarım potansiyeli belirlenecektir. Son aşamada elde edilen bilgilerle verimliliği en üst düzeye çıkartacak şekilde su kaynaklarının kullanımına çalışılacak, öneriler hayata geçirilecektir. Ancak, Suriye ve Irak gelecekteki projeleri için su kullanımlarını garanti altına almak istediklerinden, bu planı reddetmişlerdir. Suriye, Türkiye’ye karşı terör kozunu oynamaya başlamış ve bu doğrultuda PKK, Asala ve DevSol gibi örgütlere sığınma sağlamıştır. PKK’nın Suriye’de asker alma büroları açması iki ülke arasında PKK eksenli gerginliğin büyümesine neden oldu. 1980’li yıllarda Suriye tarafından verilen bu desteğin boyutu artmıştır. 1987 yılında Türkiye, Suriye ile iki protokol anlaşması imzalamıştır. İmzalanan protokollerde bir tanesi güvenlik ile ilgili olup, Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğe son vermesi ile ilgilidir. Diğer protokolle ise Türkiye, yıllık ortalama 500m3/sn suyu Türkiye-Suriye sınırında bırakmayı kabul etmiştir. Devamında 1990 yılında Suriye, Irak ile

48

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Yaşam Kaynağımız Olan Sudan Türkiye Dış Politikasına, Fatma BAYAT, Aksaray Üniversitesi

Türkiye tarafından bırakılan yıllık ortalama 500 metreküp/sn suyun yüzde 58’ini Irak’ın kullanımına bırakmıştır. Suriye 1987 yılında imzalanan protokolün devamında gelen 10 yıllık süre içinde, PKK’ya desteğini çekmemiştir. Daha sonra sadece Türkiye ile Suriye arasındaki bir sorun olmaktan çıkıp tüm Ortadoğu ülkelerine yayılmış bu da su da barış kavramını olumsuz kılmıştır. Türkiye’nin talep ve uyarılarını dikkate almayan Suriye, Türkiye’nin tavrının ciddiyetini anlamış ve Türkiye ile 20 Ekim 1998 tarihinde Adana Mutabakatını imzalamıştır. Bu mutabakat ile ikili ilişkiler özellikle de güvenlik alanında ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Bu mutabakat ile Suriye, PKK kamplarını kapatmış ve lojistik desteğine son vermiştir. Türkiye-Suriye ilişkileri 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle önemli ivme kazanmıştır. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret ile 1946 yılından bu yana bağımsız Suriye tarihinde ilk defa Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye gelmiş oluyordu. Bu ziyaret, iki ülke ilişkileri açısından olduğu kadar, bölgesel dengeler açısından da yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak yorumlanmıştır. Görüldüğü gibi su sıkıntısı az yağış, küresel ısınma gibi nedenlerle her geçen gün artmakta bu da ülkeler arasındaki sorunları kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yüzden su konusunda insanlar bilinçlenmelidir. Bu konuda da en çok görev devlete ve onun yerel hizmetleri olan belediyelere düşmektedir. Suyun önemine varılması ve tasarruflu şekilde kullanılması sağlanılmalıdır. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 1992 yılında Rio de Janerio’da düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansında dünyada suyun giderek artan öneminden dolayı her yıl 22 Mart gününün Dünya Su Günü olarak kutlanmasına karar vermiştir. Coğrafi özellikler ve su kaynakları bakımından zengin olan ülkemiz için suyun yönetimi de bir o kadar değerlidir. Bu makalede de suyun yönetimine ilişkin geçmişten bugüne kadar yapılmış olan çalışmalara yer verilecek, bundan sonra yapılacak olanlara da alternatifler üzerine çalışmalar iletilecektir. Türkiye’nin dış politikasında izlediği yol , hayat kaynağımız olan su ile birleşince üstlendiği etkin rollere yer verilecektir. SONUÇ Su sorunu, bir ülkenin sadece sosyal ve ekonomik yapısını değil, onun dış politikadaki tavrını da etkilemektedir. Artan nüfus ve azalan su kaynakları değil; suyun etkin bir şekilde değerlendirememesi ve devletlerin- kendi çıkarlarını gözettikleri için-bir uzlaşma sağlayamamasıdır. Su meselesi, devletler üstü bir yapının idaresinde olmalı ve böylece insan yaşamı için hayati önem taşıyan ve ikamesi olmayan suyun etkin kullanımı için bütün ülkeler ortak ve hassas hareket etmeli, ülkesel çıkarlar bir yana bırakılmalıdır. Sınır aşan sular konusunda her ülkenin uyması gereken kurallar olmalıdır. Ancak, bu konu-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

49


Yaşam Kaynağımız Olan Sudan Türkiye Dış Politikasına, Fatma BAYAT, Aksaray Üniversitesi

ya uygulanabilecek bazı uluslararası hukuk ilkeleri mevcuttur. ‘Sınır aşan sular konusundaki uyuşmazlıklar tarafların iyi niyetiyle çözümlenebilir. Taraflar, bu çözüm sırasında, hakkaniyet ilkelerini ve bu ilkeleri etkileyen tüm ilgili unsurları dikkate almak zorundadırlar. Her kıyıdaş ülke kendi ülkesindeki su üzerinde egemenlik haklarını korumaktadır. Ancak, kıyıdaş devletler, bu sulardan yararlanan aşağı kıyıdaş devletlere esaslı zararlar vermemeye özen göstermelidirler. Fırat Nehri üzerinde Keban, Karakaya, Atatürk barajları gibi düzenleme ve enerji üretim amaçlı barajlar yapıldıktan sonra aşağı tarafta sel felaketleri yaşanmaz olmuştur. Aynı şekilde su azlığı ve yokluğu yaşanmadığı gibi, nehirden su alma zorlukları da artık kalmamıştır. Türkiye, Fırat ve Dicle sularından yararlanırken ve gelecekteki kullanımlarını tasarlarken, uluslararası hukuk ilkelerine tümüyle sadık kalmış ve bu sular üzerindeki egemenlik haklarını, komşularının menfaatlerine zarar verecek şekilde istismar etme yoluna gitmemiştir.

KAYNAKÇA Dünya Su Günü. http://www.forumdas.net/belirli-gunler/dunya-su-gunu-ile-ilgili-yazi-103385/ (25.01.2013 ) Yrd. Doç. Dr. Timuçin KODAMAN Isparta, 2006 (24.012013) Kriz Dönemlerinde Su Politikaları: Türkiye-Suriye Water Policies during the Crisis Periods: Turkey-Syria Tuğba Evrim MADEN Ağustos 2012 (25.01.2013) Uluslar Arası İlişkiler Portalı. http://www.ekodialog.com/Makaleler/turkiye-suriye-iliskileri.html (20.01.2013) Su Kaynakları. http://www.ekodialog.com/Makaleler/turkiye-suriye-iliskileri.html (21.01.2013) Türkiye-Suriye İlişkileri. http://www.ekodialog.com/Makaleler/turkiye-suriye-iliskileri.html (25.01.2013) Prof. Dr. Ali İhsan Bağış, “Ortadoğu Su Meselesinde Türkiye Ve Gerçekler”, 22 Mart 2004 (25.01.2013) A. Nazmi ÜSTE , “Uluslararası Politika Ve Türk Dış Politikası Açısından Sınıraşan Sularımız”, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:13, Sayı: I, Yıl:1998, ss: 231-246 [1] “Türkiye’nin Sınır aşan Sular Politikasının Ana Hatları” ,T.C. Dışişleri Bakanlığı Resmi Web Sitesi http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/, Erişim Tarihi:02 Şubat 2012 Tuğba Evrim Maden, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Suyun Rolü”, Orta Doğu Analiz Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 35, Kasım, 2011, ss: 37-39 DSİ, Su ve DSİ, DSİ Yayınları, Ankara,2009, s.31-33. Özden Bilen, Ortadoğu Su Sorunları ve Türkiye, Ankara, 2009, TESAV Yayınları, s.43. DSİ, Türkiye’deki Barajlar ve Hidroelektrik Santrallar, Ankara, 1999. DSİ, Su ve DSİ, Ankara, 2009, s.34. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/462/5271.pdf http://www.2023.gen.tr/mayis03/1aliihsanbagis.htm AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara A.Koluman, O.Orhan,“ Suriye-Türkiye İlişkileri”, Stratejik Analiz, ASAM, Ankara, 2003,s. 5 Veysel Ayhan, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”. Ortadoğu Analiz, Cilt 1, Sayı 11, Kasım, 2009,s. 27; T.C. İçişleri Bakanlığı, Basın Açıklaması,No: 2009/107. ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); “Ortadoğu’da Su Savaşları Mı?” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. Yıldız, D. (2010) Su’dan Savaşlar, Truva Yayınları, İstanbul.

50

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


KANSER VE TÜRKİYE

Seda YAVAŞ, Hacettepe Üniversitesi

Anahtar kelimeler: : Kanser, risk faktörleri , korunma, politikalar KANSER NEDİR VE TOPLUMLAR İÇİN NEDEN ÖNEMLİDİR ? Kanser hücresi kontrol edilemeyen hücre bölünmesi demektir. Geçmişten günümüze bakıldığında değişen çevre koşulları, kimyasal irritanların fazla olması, genetik yatkınlıklar, hareketsiz yaşam tarzı, sağlığa zarar veren alışkanlıklar çok çeşitli kanser türleriyle insanlığı başa çıkmak zorunda bırakmıştır. Kanserlerin tanılanması, tedavisi ve rehabilitasyon süreci öncelikle hasta birey olmak üzere tüm çevresinde bir çok soruna yol açmaktadır. Kanserler psikolojik açıdan bireylerin başa çıkmasını zorlaştırırken ekonomik yönden de bir yük oluşturmaktadır. Yüksek morbidite ve mortalitenin en önemli sebebi olan kanser, günümüzde ülke gündemlerini meşgul etmektedir. Özellikle son yıllarda insan sağlığını tehdit eden çok önemli bir sağlık sorunu olan kanser hem dünyada hem de ülkemizde %22’lik oran ile kardiyo vasküler hastalıklardan sonra ikinci ölüm nedenidir. (5) Ülkelerin belirlediği politikalar ile kanser görülme sıklığının azaltılması hedeflenmektedir. KANSER VERİLERİ Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın verilerine göre 2008 yılında dünya genelinde 12 milyon kişiye kanser teşhisi konulmuştur. Türkiye kanser haritasında her sene yaklaşık 150.000 yeni kanser olgusu teşhis edilmektedir. (7) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre 2008 yılında 7.6 milyon kişi kanser sebebiyle hayatını kaybederken, kanserlerin %70 orta ve düşük ekonomik düzeye sahip ülkelerde ortaya çıkmıştır. (DSÖ WEB) Yıllara ve cinsiyete göre ülkemizde toplam kanser insidansına bakıldığında ise 2008 yılında kadınlarda 100.000 de 169.9 iken , erkeklerde 275.4 tür. (8) Öngörülere göre ise 2030 yılında ise 24 milyon insan kansere yakalanacak 17 milyon insan aynı yıl yaşamını kanser nedeniyle yitirecek 2030 yılında 75 milyon insan kanserle yaşıyor olacaktır.(5) Ülkemizde erkeklerde en sık görülen kanserler akciğer, mide, mesane, kolorektal , larinks, prostat olarak bilinirken kadınlarda en sık görülen kanserler sırasıyla meme, kolorektal , mide, over , akciğer kanseri ve lösemidir. (8) Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

51


Kanser ve Türkiye, Seda YAVAŞ, Hacettepe Üniversitesi

KANSER NEDENLERİ Kanser etiyolojisinde birden fazla etken den bahsedilmektedir. Bunlar :  Virüsler , bakteriler ve parazitler: Hepatit B virüsü karaciğer kanseri, human papilloma virüs tip 16-18 serviks kanseri yaptığı saptanmıştır.  Fiziksel faktörler: Tanı –tedavi amacıyla sık sık iyonize radyasyona maruz kalma, nükleer santraller kanser sıklığını artırmaktadır.  Sigara ve kimyasal faktörler: Sigaranın tek başına %30 kansere sebep olduğu bilinmektedir.  Cinsel sağlık ve doğurganlık: Serviks kanseri riski erken yaşta cinsel ilişkiye başlayan, birden fazla cinsel partneri olan kadınlarda artmaktadır. Meme kanseri riski ise geç evlenmiş, geç doğum yapmış ya da hiç doğum yapmamış kadınlarda sık görülür.  Genetik ve ailesel özellikler: Bir çok kanserde ailesel özellikler bireyleri önemli derecede etkilemektedir.  Diyet faktörü : Alkol, tuz, yüksek kalorili diyet, tütsülenmiş et gibi besinlerin kanser yaptığı da bilinmektedir.  Hormonal faktörler : Araştırmalar hormonal dengesizliklerle kanser oluşumu arasında ilişkiyi göstermiştir.  İmmünolojik faktörler: Bağışıklığın zayıf olduğu çocuklar ve yaşlılarda risk yüksektir. (1) KANSER BELİRTİLERİ Kansere ilişkin belirtiler türe özgü olmakla birlikte ortak görülenler ; Vücudun herhangi bir yerinde şişlik ,iyileşmeyen veya iyileşmesi geciken yara,ben ve siğillerdeki değişiklik, olağan dışı kanama, yutma güçlüğü, sürekli öksürük ve ses kısıklığı, idrar ve dışkılama alışkanlıklarında değişikliktir. (3) TEDAVİ Kanser teşhisinin konulmasında ilk aşamada hastanın hikayesi alınır. Ardından hasta muayene edilir. Laboratuar incelemeleri (tam kan sayımları, biyokimyasal analizler, biyopsi, röntgen incelemeleri vb.) ile tanı konulur .Kanser tanısı kesinleşmişse tedaviye geçilir. Kanser tedavisinde kullanılan başlıca yöntemler:cerrahi, radyoterapi, kemoterapi ve immünoterapidir. KANSERDEN KORUNMA VE ERKEN TANI Kanserden korunma özellikle son yıllarda üzerinde çokça durulan bir konu olmaktadır. Kanserden korunmaya ilişkin bilinen primer korunma kansere ilişkin tüm risk faktörlerinin yok edilmesi veya azaltılmasıdır. Örneğin alkol ve sigara kullanımının bırakılması gibi yaşam tarzında yapılacak 52

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kanser ve Türkiye, Seda YAVAŞ, Hacettepe Üniversitesi

değişiklikler primer korunmayı içerir. Sekonder korunma asemptomatik hastaların erken tanılanmasınıdır. Diğer bir deyişle kanserin ilk belirtilerinin erken tespitidir. Örneğin servikal kanser için Pap Smear taralamasının yapılması sekonder korunmaya örnek verilebilir. Tersiyer korunma ise tanıda gecikilmiş hastaların en iyi şekilde tedavi almasının sağlanması ve uygun rehabilitasyon verilmesidir. Yerinde uygulanan tedavilerle olumlu sonuç alınabilmektedir. POLİTİKALAR HERKESE SAĞLIK , ULUSAL SAĞLIK 21 POLİTİKASI 14-18 Eylül 1998 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü ile Kopenhag da düzenlenen 48. Avrupa Bölge Komite Toplantısı’nda, Herkese Sağlık, “Sağlık 21” başlığı altında, “21. Yüzyılda 21 Hedef” belirlenmiştir. (2) Hedeflere yönelik ülkemizde üniversitelerin halk sağlığı anabilim dalları ve alanında uzman yetkililerce Ulusal Sağlık 21 Politikası geliştirmeye ilişkin çalışmalar başlamıştır. 8-12 Ekim 2000 tarihlerinde İstanbul’da toplanan DSÖ Avrupa Bölge Ofisi ile Halk Sağlığı Uzmanları Derneği «Uluslararası Halk Sağlığı Kongresi»nde Avrupa Bölgesi için Sağlık 21 hedefleri ve hedeflerin Türkiye›ye ilişkin düzenlenmesi konuşulmuştur.(6) Ulusal Sağlık 21 Politikasında HEDEF VE STRATEJİLER 1. Bulaşıcı Hastalıkların Azaltılması 2. Bulaşıcı Olmayan Hastalıkların Azaltılması 3. Kaza, Şiddet ve Afetlerin Sonuçlarının Azaltılması 4. Bebek ve Çocuk Sağlığının Geliştirilmesi 5. Üreme ve Cinsel Sağlığın Geliştirilmesi 6. Risk Faktörlerinin Azaltılması 7. Ergen, Yaşlı ve Özürlülerin Sağlığının Geliştirilmesi 8. Ruh Sağlığının Geliştirilmesi 9. Çevre Sağlığının Geliştirilmesi 10. Ulusal Sağlık Sisteminin Geliştirilmesi Bulaşıcı olmayan hastalıkların azaltılması başlığında ‘2020 yılına kadar toplum sağlığı açısından önemli bulaşıcı olmayan hastalıkların sıklığını ve bunlara bağlı erken ölüm, sakatlık ve iş görememezliği azaltarak yaşam kalitesini yükseltmek ’belirlenmiştir. 2020 yılına kadar, 65 yaş altı nüfusta tüm vücut kanserlerini %10, 2030 yılına kadar akciğer kanserini %25, tüm vücut kanserlerini % 15 azaltmak alt hedef olarak yazılmıştır.(6) Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

53


Kanser ve Türkiye, Seda YAVAŞ, Hacettepe Üniversitesi

Hedeflere ulaşmamız için üzerinde durmamız gereken bazı kısıımlar vardır. Örneğin ülkemizde tam olarak oturtulamamış olan kanser kayıt ve bildirim sisteminin yeterli ve doğru şekilde yapılmasıyla ülkenin her yerinde kanserin ne ölçüde bizi etkilediğini bilmemiz kolay olacaktır.(5) Ayrıca sigara ,beslenme ve endüstriyel faktörlerle kanser ilişkisi konusunda toplumun eğitilmesi önemlidir. Çünkü farkındalığı kazandırmanın en iyi yolu bilgilendirmedir. Kansere yakalanan kişiler için tedavi kurumlarının sayıca artırılması ve var olan sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi de hedeflere ulaşmamız için gereklidir.(6) Erken teşhisle kolayca yakalanabilecek kanserlerden olan meme ,cilt ve servikal kanserler için KETEM ve aile sağlığı merkezlerinin birbirini destekleyen çalışmaları ile kansere ilişkin belirlenen hedefler gerçekleştirilmiş olacaktır.(9) KANSERLE SAVAŞ DAİRE BAŞKANLIĞININ KURULMASI Ülkemizde kanser sorununun boyutlarının bilinmesi amacıyla 1970 yılında Sağlık Bakanlığı bünyesinde Kanserle Savaş Müdürlüğü kurulmuş ,1982 de kanserin ihbarı zorunlu hastalıklar arasında alınmış ve 1983 yılında 181 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı” kurulmuştur.(4) Ülkemizde kanser konusunda çalışmalar 1990lı yılların sonlarında artmış ,2000li yıllarda kanserin erken tanı ve tedavisine ilişkin merkezler açılmıştır.(5) Ulusal Kanser Danışma Kurulu kanserle ilgili ulusal politikalarının belirlenmesinde, kanserden korunma önlemlerinin zamanında alınmasında, kanserli hastaların tanı, tedavi ve izlemlerinde karşılaşılan sorunlara çözüm bulunmasında kısacası kansere ilişkin tüm bilgilerin aktarılması koordinasyonun sağlanması amacıyla kurulmuştur. (5) Kanserle Savaş Daire Başkanlığınca kanserin önlenmesi ve kanser tarama programlarına ağırlık verilmiştir bu bağlamda “Ulusal Kanser Kontrol Programı” organize edilmiştir.(4) Meme ve serviks kanseri tarama programları ülke genelinde halen sürdürülmekte olup 2009 yılından itibaren kolo-rektal kanserlerde tarama kapsamına alınmış ve Ulusal Kanser Tarama Standartlarımız meme, serviks ve kolorektal kanserler için belirlenmiştir.(4) Tüm kanserlerin %75-80 kadarının çevresel etkenlerle ortaya çıktığı bilinmektedir. Kansere yol açan çevresel faktörlere yapılacak girişimlerle kanser riski azalmaktadır. Son yıllarda Türkiye’de kanser konunda gerçekleşen projeler ve araştırmalar hayli fazladır. Serviks kanserinin en önemli nedeni olarak bilinen Human Papilloma Virüs (HPV) için araştırmalar hız kazanmıştır. Bunun yanında “Kansere Karşı Elele” Projesi ve “Kanser Kayıtçılığının Geliştirilmesi ve Hasta Savunuculuğu” Projesi yapılmaktadır.(4) Tüm bu projeler kapsamında kanser konusunda bir adım daha ilerlenerek bilgi sahibi olunmaktadır. Ayrıca kanserden korunma ve tarama farkındalığını kazanmak amacıyla Kendi Kendine Meme Muayenesi (KKMM) Eğitimi , Kanser Kayıt Eğitimi, Üreme Sağlığı ve Serviks Kanseri Tarama Kursu, Ulusal Kanser Kontrol Programı Çalıştayı da düzenlenmiştir.(4) DSÖ tarafından tarama yapılması önerilen kanserlerde, toplum tabanlı tarama programlarını yürütmek üzere Kanser Erken Teşhis, Tarama ve Eğitim Merkezleri (KETEM) kurulmuştur.(5) KETEM-

54

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kanser ve Türkiye, Seda YAVAŞ, Hacettepe Üniversitesi

lerin başlıca görevleri ise ;sağlık personeline ve halka, kanser konusunda bilgilendirme ve bilinçlendirmeye yönelik eğitimler düzenlenmesi (Farkındalığın arttırılması), tanımlanmış risk gruplarına, oluşturulmuş tarama standartları doğrultusunda yapılacak toplum tabanlı tarama programlarıyla (Meme, Serviks (Rahim ağzı), kolorektal kanserler, vb.) erken dönemde tanı konulması ve kanser tanısı konan hastalara gerekli tıbbi sevk işleminin yapılıp tedavi merkezlerine gönderilmesi, hasta takip ve değerlendirmelerinin yapılması, olanaklar ölçüsünde sosyal, ruhsal ve tıbbi destek verilmesidir.(9) ULUSAL KANSER PROGRAMI 2009-2015 Türkiye’de erkek nüfusta akciğer, mesane ve mide kanserleri, kadın nüfusta da meme kanseri ve kolorektal kanserler daha sıklıkla görülmektedir. Ülkemizle gelişmiş ülkeler karşılaştırılırsa tütünün neden olduğu kanserler ülkemizde daha fazladır.(4) Kanserlerin nden olduğu ölümleri önlemek için belirlenen ve 2009 2015 yıllarını kapsayan Ulusal Kanser Programımız bulunmaktadır. Ulusal Kanser Programı çerçevesinde oluşturulan raporlar doğrultusunda hedefler ve stratejiler belirtilmiştir (4): Primer grup raporu incelendiğinde tütün kullanımının, enfeksiyonların, çevresel ve mesleksel etkenlerin, obezite ve fiziksel aktivite azlığının ülkemiz için kanserde öncelikli risk faktörleri olduğuna karar verilmiştir. Ve bunlara yönelik stratejiler belirlenerek kanserin görülme sıklığının azaltılması amaçlanmıştır. Tütün kullanımının azaltılmasına yönelik hepimizin son günlerde sıkça gördüğü 4207 sayılı kanun değişikliğiyle kapalı ortamlarda tütün mamüllerinin tüketilmesinin yasaklanması sağlanmıştır. Pasif içiciliğin bile kanser riskine sebep olduğunun bilinmesiyle kapalı alanlarda risk faktörü azaltılmaya çalışılmıştır. Tütün fiyatlarının yükseltilmesi ,sigaraya yapılan vergi zamları, 4207,4733 sayılı yasaların belirttiği reklam yasakları gençlerin sigarayla tanışmasını engellemek açısından önemli birer girişimdir.(4) Medyanın yürüttüğü kampanyalar ve sigara paketlerine sigaranın yol açtığı zararların açıkça yazılması ,sigaranın içindeki maddelerin miktarlarının paketlerde yer alması da tütün kullanımının azaltılmasına yöneliktir. Ek olarak sigarayı bırakmak isteyenlere ALO 171 sigara bırakma hattı açılmış ve sağlık kurumlarında tıbbi destek verilmeye başlanmıştır. Enfeksiyonun önlenmesi için Hepatit B görülme sıklığının toplumda azaltılması açısından aşı kampanyaları devlet tarafından düzenlenmektedir. Servikal kanserin en önemli nedenlerinden biri olarak bilinen Human Papilloma Virüs enfeksiyonundan korunmak için risk grubunu oluşturan adölesanlara sağlıklı bir cinsel ilişki konusunda bilgilendirme yapılmalıdır. Sağlık personelinin özellikle çok sık karşı karşıya kaldığı enjektör yaralanmalarının azaltılması da enfeksiyon yayılmasını önlemek açısından önem kazanmaktadır.(4) Enjektörlerin uygun şekilde atılması, sağlık personelinin güvenli enjeksiyonu doğru biçimde öğrenmesi ve madde bağımlılığı sebebiyle enjeksiyon kullanan kişilere güveli bir enjektörün sağlanması gerekmektedir. Meslek ve çevresel etkenlere yönelik yapılacak düzenlemeler ise mesleği gereği bir risk faktörüyle karşılaşacak kişilerin yeterli korunmasının sağlanması gerekmektedir. Asbest gibi kanser yaptığı bilinen maddelerin teması engellenmelidir. Bölgelere göre hastaların yoğun başvuru yaptığı yerleşim bölgelerine tanı ve tedavi verecek sağlık

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

55


Kanser ve Türkiye, Seda YAVAŞ, Hacettepe Üniversitesi

kurumları açılmalıdır. Ve özellikle akciğer kanseri olmak üzere bir çok kanser yaptığı bilinen hava kirliliği ve kimyasal kirliliğin azaltılması da kanserden korunmak için bir strateji olarak yer almaktadır. Obezite , diyet ve inaktif olmanın da diğer risk faktörü olduğu bilinen bir gerçektir. Buna bağlı olarak özellikle anne sütünün öneminin halka anlatılması gerekmektedir. Ayrıca halkın farkındalık kazanması açısından toplumca kabul görmüş kişiler tarafından beslenme ,spor ve kansere ilişkisini temel edinen eğitim materyalleri hazırlanmalıdır. Halkın sağlıklı beslenmesinde önemli yer edinen diyetisyenlerin sayıca artırılması da bu konuda atılacak diğer bir adımdır. Obeziteyle mücadelenin hızlandırılması ve toplumdaki bireylerin obeziteyle savaşta kullanacağı spor alanları da oluşturulmalıdır.(4) Kanserin erken dönemde belirlenmesi amacıyla oluşturulmuş raporda DSÖ de tarama programı için önermiş olduğu iki kanser olan meme ve serviks kanseri için ülkemizde standartlar belirlidir.(5) Diğer kanserlerde ulusal tarama programları geliştirmek ve uygulamak şu an için gerekmediği yetkililerce düşünülmektedir. Ancak rektum kanserleri için de yakın gelecekte ulusal tarama programı geliştirilmesi ve uygulanması gerekli olacaktır gibi görünmektedir. Bu bağlamda ortaya çıkan hedeflerden olan kanser farkındalığını kazandırmak için sağlık personeli ve diğer bireyler eğitilmelidir. Meme kanseri ve servikal kanserlerde kanserlerin ilerlemesini önlemek ve mortaliteyi azaltmak da diğer hedef olarak söylenebilir Bunun için öncelikle kayıt sistemine büyük iş düşmektedir. Verilerin KETEMlerde veya diğer sağlık kuruluşlarında standardize edilmiş formlarla toplanması, eğitimli personelin bu alanda çalışması ve tüm yurt genelinde servikal ve meme kanseri taramalarının mümkün hale getirilmesi gerekmektedir.(9) Tedavi hizmetlerine yönelik raporuna göre geliştirme için insan kaynaklarına özelikle onkoloji bölümünde sağlık personeli yetiştirilmelidir.(4) Tedavi hizmetlerinde önemli yere sahip cihazların temin edilmesi ,alt yapının güçlendirilmesi , ilaçların fiyatlarının belirlenmesi ve tedavi protokollerinin ulusal olarak hazırlanmasını içermektedir.Kanserlere ilişkin tanı, tedavi ve araştırmalar için bir destek yapı oluşturulmasını da rapor kapsamaktadır. Kanser hastalarının birçoğunun hastalığının son döneminde yaşadığı sorunları en aza indirmeyi, kaliteli yaşamasını amaçlayan palyatif bakım için de hedefler belirlenmiştir. Bu sebeple sağlık personelinde palyatif bakıma ilişkin bilinç oluşturmak, tüm palyatif bakım hizmeti almaya ihtiyaç duyan hastaların ulaşacağı şekilde sağlık hizmetini yaygınlaştırmak ve hastaların yararlanmasını sağlamak temel eylemler olarak sayılabilir.(4) Ayrıca en az 3 palyatif bakım merkezinin kurulması hedeflenirken ; alanında profesyonel davranış gösteren personelin bakımda rol alması ve opioid kullanılabilirliğinin de kolay hale getirilmesi diğer önemli kısımlardandır.

56

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kanser ve Türkiye, Seda YAVAŞ, Hacettepe Üniversitesi

KAYNAKÇA 1.

AKDEMİR N , BİROL L (2011) İç Hastalıkları ve Hemşirelik Bakımı , Genişletilmiş

3. Baskı ,Ankara syf 247-256 2. AYÇAN S.(2011) Türkiye’de Sağlık Politikaları Sağlıkta 21.yy Hedefleri , 08.04.2013 Tarihindehttp://www. sagliktanabiz.com/index.php?option=com_content&view=article&id=970:turkiyedesaglikpolitikalari&catid=89:1 5sayi-dosya&Itemid=112 erişildi 3 .KUTLUK T , KARS A. (2001) , Kanser Konusunda Genel Bilgiler , TC. Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanlığı , Ankara syf 20-21 4. TUNCER M. (2009) , Ulusal Kanser Programı 2009-2015 , T.C. Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı, Ankara syf 9-100 5. TUNCER M. (2009) Türkiye’de Kanser Kontrolü , T.C. Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı ,Ankara syf 5,47,48 6. ÖZTEK Z , AKDUR R, AYCAN S, AFŞAR O, SOYDAL T, ÜNER S, BAL E, DEMİRÖREN B, ALTINYOLLAR H, EVCİ D, (2001) Herkese Sağlık Türkiye’nin Hedef ve Stratejileri (Sağlık 21) ,T.C. Sağlık Bakanlığı, Ankara syf 5, 13, 15, 53- 83 7. T.C SAĞLIK BAKANLIĞI (2012) Dünya ve Türkiye’de Kanser, 22.01.2013 Tarihindehttp://www.saglik.gov.tr/ TR/belge/1-15486dunya-ve-turkiyede-kanser.htm adresinden erişildi. 8. T.C SAĞLIK BAKANLIĞI , (2010) Sağlık İstatistikleri Yıllığı , Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi Başkanlığı Hıfzısıhha Mektebi Müdürlüğü ,Ankara syf 27,55,56 22.01.2013Tarihindehttp://sbu.saglik.gov.tr/Ekutuphane/kitaplar/ saglikistatistikleriyilligi2010.pdf adresinden erişildi. 9. TC. KANSERLE SAVAŞ DAİRESİ BAŞKANLIĞI ,KETEM El Kitabı 10.WHO,Cancer,08.04.2013Tarihinde http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs297/en/index.htmladresinden adresinden erişildi.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

57



Keynezyen İktisadi Görüş (TALEP YÖNLÜ İKTİSAT) Serdar KARANFİL, Şeyh Edebali Üniversitesi

Yirminci Yüzyılın iki dünya savaşı arasında kalan dönemi hem Avrupa hem de Amerika için bir buhran dönemi olmuştur.1921’de İngiltere’de başlayan kriz, 1930’lu yıllardan itibaren bütün dünyayı sarmıştır. İşsizlik ve durgunluk gibi iki büyük meseleyle karşı karşıya kalmış olan piyasa ekonomilerinin önü tıkanmıştı(Savaş, 1997: 742). Neoklasik Teori etrafında dolanan çeşitli fikir akımları tartışılırken 1930’lu yıllarda Keynezyen Devrim adı verilen teorik gelişme ile tartışmalar yeni bir boyut kazandı. İngiliz İktisatçı John Maynard Keynes’in 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Money and Interest) adlı kitabı iktisatçıların dikkatini Neoklasik iktisadın dışında makro ekonomiye ağırlık veren bir yöne kaydırmıştır. Aslında makro teoriye duyulan ilgi 1920’li yıllarda başlamış, Keynes bu akımın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle İsveçli iktisatçı Knut Wikscell ekonomik dalgalanmalarla ilgili görüşleri 1920’li yıllarda bir çok iktisatçının dikkatini çekmiş ve ekonomik dalgalanmaların nedenleri ve bu dalgalanmaların kontrolünde para ve kredi politikalarının etkin olup olamayacağı konularında yoğun bir tartışma alanı oluşmuştu. Ancak bu iktisatçılar Neoklasik teorinin genel yapısı içinde kalarak ekonomide kendi kendini düzenleyen bir mekanizmanın olduğuna ve ekonominin bir durgunluk (depression) döneminden sonra yeniden tam istihdam dengesine döneceğine inanmışlardır. Ancak bu dönemde meydana gelen ve “Büyük Dünya Bunalımı” adı verilen durgunluk dönemi yaşanmış ve ABD, İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde yaygın ve devamlı bir işsizlik ortaya çıkmıştır. Bu durum, ekonominin kendi kendine düzeleceğini öne süren görüşlere güveni zayıflatmıştır. Keynes işte böyle bir ekonomik bunalım döneminde ortaya çıkmış, ve ücretlerle fiyatların esnek olduğu bir ekonomide tam istihdamın kendiliğinden sağlanacağını öne süren Neoklasik Teoriyi reddetmiştir. Keynes’e göre toplam talebin ana unsuru yatırım harcamaları idi ve belirsizliklerle dolu bir dünyada düşük faiz uygulamak suretiyle tam istihdama ulaşmayı amaçlayan bir politikaya güvenilemezdi. Keynes’in bu görüşleri iktisatçıları derinden etkilemiş ve bu teorinin Neoklasik Teoriden tümüyle ayrı bir teori olduğu ve yeni bir entelektüel devrimi başlattığı düşünülmüştür (Savaş, 1997:640).

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

59


Keynezyen İktisadi Görüş (Talep Yönlü İktisat), Serdar KARANFİL, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

Ekonominin talep yönüne ağırlık veren politikaların düzenlenmesindeki amaç, ekonomik gelişmede kısa dönemli istikrarsızlıkların giderilerek doğrudan doğruya kamu harcamaları ve vergiler yoluyla istihdam ve üretim seviyesinin temel belirleyicisi olan efektif toplam talebin, tam istihdam üretim seviyesine uygun olarak etkilenmesidir. Genel Teorinin ortaya çıkmasıyla birlikte Neoklasik teorinin unutturduğu makro analiz yeniden iktisatçıların gündemine geldi. Böylelikle ilgilenilen temel konu kaynakların alternatif kullanımlar arasında nasıl dağıtılacağı konusu değil, kaynakların tümünün kullanımının mümkün olup olmadığı konusu olmuştur. Genel Teorinin temel amacı, Keynes’in kitabın ön sözünde belirttiği gibi “bir bütün olarak üretim ve istihdam düzeyinde meydana gelen değişmeleri belirleyen güçlerin incelenmesidir” (Savaş, 1997:753-755). 1-Keynezyen İktisadın Başlıca Varsayımları Keynezyen İktisadın varsayımlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: * Keynezyen Makro Teori ekonomik yaşamda meydana gelecek dengesizliklerin (enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi) toplam talep ayarlamaları ile giderilebileceğini savunurlar. Bu görüşü ileri sürerken Keynezyen makro teori, arz koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı duyarsız olduğunu farz eder. Bir başka deyişle Keynezyen Teori, arz koşullarının önemini red veya ihmal etmez, fakat bu koşulların iktisat politikalarının etki alanının dışında kaldığını kabul eder (Savaş, 1986:171). * Keynezyen ekonomi ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli olduğunu kabul eder. Para ve maliye politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesi sağlanacaktır. Keynezyenlere göre maliye politikası araçları olan harcama ve vergi politikası toplam talebi etkileme açısından para politikasına göre daha etkilidir. * Keynezyen iktisatta üretimde kullanılan sabit sermaye miktarı ile üretiekniğinin değişmediği düşünülmektedir. Yani ekonomik olaylar kısa dönemli olarak gerçekleşir. Keynes “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” diyerek bu varsayımı özetlemiştir. * Keynes Genel teoride baştan sona kadar tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. Genel teoride dış ekonomiye ilişkin sorunlar üzerinde fazla durulmayarak kapalı bir ekonomi varsayımından hareket edilmiştir. Genel teori “statik” bir karakter taşımakta olup zaman unsurunu dikkate almamıştır. Bu nedenle de dinamik sayılabilecek analizlerden yoksun kalmıştır. Genel Teoride sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır. * Keynes geliştirdiği teoride fiyatlar genel seviyesini veri olarak almıştır. 60

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Keynezyen İktisadi Görüş (Talep Yönlü İktisat), Serdar KARANFİL, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

* Klasik teori belirlilik içinde bulunan bir ekonomiyle ilgilendiği halde Genel Teori’de Keynes, belirsizlik ve ileriye dönük bekleyişleri önemli bir nokta olarak göz önüne almıştır. Keynes’in teorisinin önemli bir parçasını oluşturan özel yatırım harcamaları, belirsizlik ve bekleyişlerden önemli ölçüde etkilenmektedir. (Orhan1989: 38-41). * Keynes’in istihdam teorisini hareket noktası efektif taleptir. Keynes efektif talebi “toplam talebin toplam arz ile kesiştiğin noktadaki değeri” olarak tanımlamaktadır. Bir başka tanımlama ile efektif talep, kullanılabilecek bir satın alma gücüyle desteklenmiş taleptir ve belirli bir dönemdeki tüm harcamalara eşdeğerdir. * Keynes’e göre bir ekonomide üretim faktörlerinin kullanıldığı sınıra kadar toplam arz elastikiyeti sonsuz var sayılabilir. Bir başka deyişle, tam istihdam denge düzeyine kadar toplam talepteki her artış arzı da peşinde sürükler. Bu bakımdan denge gelir düzeyini belirleyen efektif taleptir. Keynes efektif talebi bir toplumda müteşebbislerin mevcut istihdam seviyesinde sahip oldukları üretim faktörlerinden elde etmeyi umdukları gelirlerin toplamı olarak ele almaktadır. * Keynes, makro dengenin toplam arz ile toplam dengenin veya toplam tasarruflarla toplam yatırımların eşitlendiği noktada sağlandığını belirtmektedir. Bu denge sağlanamadığında ekonomide “enflasyonist açık”ya da “deflasyonist açık” ortaya çıkar. Keynes’e göre bu istikrarsızlıkların giderilmesi için devletin efektif talebi yönlendirmesi mümkündür (Aktan, 1994:60-61). 2-Müdahaleci Devlet Anlayışı Keynes’in en büyük mirası, kapitalist ülkelerde ekonomi yönetiminin hükümetin zorunlu ve doğal bir faaliyet alanı olduğunu anlayışını yerleştirmesidir. Bu, devleti * Maliye politikası, kamu harcamalarını ve kamu gelirlerini etkileyen devlet faaliyetleridir. Ya da makro ekonomik amaçlara ulaşmak için, devletin vergi ve harcama programlarındaki değişmelerin düzenlenmesidir. ** Para politikası:belirli makro ekonomik amaçlara ulaşmak için, para otoriteleri tarafından para arzı ve banka rezervlerinin değiştirilmesini ifade etmektedir. ekonomik sistemin içerisinde hareket edeceği genel ilkeler ve kurallar biçimindeki eski rolünün oldukça ilerisine taşır. Bu fonksiyona ekonomi içi güçlerin kapitalist kurallar içindeki hareketinden olumsuz yönde etkilenenlerin veya ekonomik aktiviteye katılamayacak derecede güçsüz olanların korunması ve destek vermesi de dahildir (Tekelioğlu, 1993:212). Keynezyen İktisatçılar ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için devletin ekonomideki rolü ve fonksiyonlarının genişletilmesini savunmuşlardır. Keynezyen iktisatçılar “Fonksiyonel Devlet Teorisi” çerçevesinde kaynak kullanımında ve kaynak dağılımında etkinlik sağlanması, adil gelir ve servet dağılımının sağlanması, iktisadi istikrarın sağlanması, iktisadi büyüme ve kalkınmanın sağlanması ödemeler bilançosunda denklik sağlanması gibi devletin bazı fonksiyonları sağlamak üzere ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerektiği görüşünü savunmuşlardır (Aktan b, 1992:39). Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

61


Keynezyen İktisadi Görüş (Talep Yönlü İktisat), Serdar KARANFİL, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

Kısa dönemde toplam arzın üretimin teknik koşullarına yani istihdam seviyesine üretim ve teknolojisine bağlı olacağını öne süren Keynezyen Teori, devletin çeşitli politikalarla toplam talebi etkileyebileceğini ve bu yoldan ekonomiyi düzenleyeceğini iddia etmişlerdir. Bu nedenle Keynezyen Teori “ talep yönlendirici” bir teoridir (Savaş, 1994:192). Para ve maliye politikaları başta olmak üzere devletin ekonomiyi düzenlemek ve belli amaçlara ulaşmak için kullandığı bütün araçlar Keynezyen Makro Teori kaynaklıdır. Keynezyen Makro Teori, ekonominin ”kendiliğinden” ve “daima” tam istihdama ulaşmasının mümkün olamayacağını ve tam istihdama ulaşmak için devletin ekonomiye müdahale etmesinin kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. Bugün para ve maliye politikaları başta olmak üzere devletin ekonomiyi düzenlemek ve belli amaçlara ulaşmak için kullandığı bütün araçlar Keynezyen Makro Teori kaynaklıdır. Keynezyen Makro Teori, ekonominin “kendiliğinden” ve “daima” tam istihdama ulaşmasının mümkün olamayacağını ve tam istihdama ulaşmak için devletin ekonomiye müdahale etmesinin kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür (Savaş, 1994:192). Keynezyen iktisatçıların müdahaleci devlet anlayışı, kamu sektörünün zaman içerisinde büyümesinin önemli nedenlerindendir. Keynezyen iktisatçılar denk bütçe yerine “telafi edici bütçe” prensibini kabul ederek, politikacılara “vergilemeden harcama yapma” imkanı sağlamıştır. Kamu harcamalarının vergileme ile birlikte emisyon ve borçlanma ile finansmanı keynezyen iktisadın bıraktığı bir mirastır. Bir başka deyişle kamu sektörünün büyümesinden sadece politikacılar değil, Keynezyenler de sorumludur (Aktan a, 1992:97). Keynes’in önerileri 1960’lı yılların sonlarına kadar gerçekten ekonomik istikrarsızlıklara çözüm getirmiştir. Ancak devletin ekonomik hayata her gün yeni yeni konularda müdahale etmesi ve bu müdahaleler için gerekli masrafları devlet bütçesine yüklemesi, hem bütçe açıklarına hem de açıkların giderek artan oranda çoğalmasına ve ekonomi yönetimine yerleşmesine neden olmuştur. Bütçe açıklarının bir sonucu olarak hızla artan devlet borçları, yükselen faiz hadleri, milli paranın değer kaybı, artan enflasyon, kronikleşen dış ticaret açıkları vb. birçok ekonomik istikrarsızlığın ortaya çıktığı görülmüştür (Tekelioğlu,1993 :212). 3-Philips Eğrisi Bir Keynezyen görüş olan Philips Eğrisi de işsizlik sorunu ile ilgilenmiştir. 1958 yılında A W Philips tarafından geliştirilen bu eğri işsizlikle enflasyonu birbirine alternatif olarak görmektedir. Philips işsizlik azaldığı zaman İngiltere’de ücretlerin hızla artmakta olduğunu, bunun aksine işsizlik oranı yükseldiğinde ise, ücret artışlarının yavaşladığını belirterek işsizlik oranı ile ücret değişmeleri arasında bir değiş oranı (trade off), ilişkisinin mevcut olduğunu ortaya koydu. Philips eğrisi analizine göre daha düşük bir işsizliğin, ancak daha yüksek bir enflasyon ile satın alınabileceğini ileri sürmektedir (Orhan 1989: 57). Philips eğrisi fiyatların nisbi bir istikrar gösterdiği yıllarda oldukça başarılı olduğu halde, 1970’li yıllarda enflasyon ile durgunluğun aynı anda yaşanması, bu ilişkiye duyulan şüpheleri artırmıştır. Özellikle doğal işsizlik hipotezini geliştiren Friedman ve Edmund, Phelps, beklenen enflasyon ile öngörülmeyen enflasyon kavramını ortaya atarak Philips eğrisi olgusunu sadece kısa dönemli bir

62

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Keynezyen İktisadi Görüş (Talep Yönlü İktisat), Serdar KARANFİL, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

olgu olduğunu geçici bir nitelik özelliği taşıdığını ileri sürerek, uzun dönemde işsizlik ile enflasyon arasında böyle bir ilişkinin olmadığını ileri sürmüşlerdir. ŞEKİL-1: Philips Eğrisi Enflasyon oranı PEB

işsizlik oranı

Enflasyon hızı ile işsizlik oranı arasında ters yönlü bir ilişkiden bahseden A.W Philips,bu görüşünü herhangi bir teoriye dayandırmadan ve sadece istatistik verileri gözlemlemek suretiyle bu sonuca varmıştır. Bu ilişki iktisat politikasını ya “yüksek oranda işsizlik ve düşük enflasyon” veya “düşük oranda işsizlik ve yüksek enflasyon”gibi iki zorunlu tercih arasında bırakmıştır. Mesela A noktası işsizlik oranı da enflasyon oranı da hiç değişmemektedir. Eğer B noktasına kaymak istenirse işsizlik oranı azalacak, enflasyon oranı yükselecektir. Philips eğrisi Keynezyenler tarafından sevinçle karşılanmış ve benimsenmiştir. Ancak 1970’li yıllarda bu eğrinin gerçek dünya olaylarına uymadığı ve politika reçetelerine güvenilemeyeceği yolundaki iddialar Philips eğrisine güveni azaltmıştır (Savaş, 1986:87). Philips eğrisi ile işsizlik ve enflasyon arasında ters bir ilişkinin varlığının kabul edilmesi talep yönlü iktisadı daha da pekişmiştir. Ancak Keynezyen Makro Teori 1970’li yıllarda ortaya çıkan işsizlik ve enflasyon hızındaki devamlı yükselme ile popülaritesini kaybederken Arz iktisadının da basın, politika ve bilim çevrelerinde zemin bulmasına yardımcı olmuş ve atlama taşı vazifesi yapmıştır. Çünkü bu eğrinin öngördüğü varsayım gerçekleşmemiştir. Bir başka deyişle, Japonya hariç, sanayileşmiş ülkelerde görülen yüksek enflasyon işsizlik ve prodüktivite düşüklüğünün aynı anda görülmesi Philips eğrisinin dayanağını ortadan kaldırmıştır (Savaş, 1986:172). 4-Talep Yönlü Vergi ve Maliye Politikası Klasik iktisatçılar vergilemenin mali amacı dışındaki fonksiyonları üzerinde durmamışlardır. Yani Klasikler vergilemenin mali amaç dışında kullanılmasına kar-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

63


Keynezyen İktisadi Görüş (Talep Yönlü İktisat), Serdar KARANFİL, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

şıydılar. Klasikler verginin sadece “hazinenin besleyici bir kaynağı” olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir (Dikmen, 1995:26). Mali liberalizmin yerine müdahaleci devlet anlayışının geçmesi ile birlikte vergilemenin mali olmayan amaçları teori ve uygulama alanında giderek daha fazla benimsenmeye başlanmıştır. Vergi teorisinde müdahalecilik uygulaması kapsamlı olarak 1929 dünya ekonomik buhranından sonra olmaya başlamıştır. Böylece vergiler mali amaçlarının yanında ekonomik ve sosyal amaçla da kullanılır olmaya başlanmıştır. Talep yönlü vergi politikasında vergiler, sınırlayıcı ve genişletici olarak kullanılabilir. Sınırlayıcı vergi politikası ekonomiyi enflasyonist bir istikrarsızlıktan kurtarmak amacıyla toplam talebi daraltmayı amaçlar. Genişletici vergi politikası ise, toplam talebi artırıcı bir politikadır. Bu politika talep yetersizliğini canlandırmak amacıyla durgunluk dönemlerinde kullanılır. Keynezyen politikaları uygulayabilmek için, hükümetin borçlanması ve bütçe açıklarıüzerindeki ahlaki sorumluluk kamu vicdanından çıkarılmak zorunda kalınmıştır. Bu amaç için kamu borçlarının kuşaklar arası etkileri yok sayılmıştır. İddialara göre yapılan borçların finansmanı gelecek dönemdeki vergi mükelleflerini olumsuz olarak etkilemeyecektir. Mali sorumluluğun sağlanması için mevcut olan ahlaki (moral) sınırlamalar erozyona uğratıldı ve onun yerini alabilecek hiçbir şey de ortaya konulmadı. Demokratik yollardan seçilen ve seçildikleri bölgeleri temsil eden politikacılar vergileme yerine harcama yolunu seçtiler. Bu da kronik bütçe açıklarına yol açtı (Buchanan 1997:117). Devletin fonksiyonları genişledikçe siyasal karar alma sürecinde rol alan kimselerin “çıkarlarının” artması söz konusudur. Çünkü seçmenler daha fazla kamu hizmeti talep edeceklerdir. Bu talepler kamu kesiminin büyümesinin ilk nedenidir. Tekrar seçilebilme isteği, bütçenin büyümesini gerektirir. Büyüyen bütçenin finansmanı ise, vergilerle değil, vergi dışı gelirlerle finanse edilir. Çünkü verginin daha da artması seçmeni memnun etmeyecektir. Bir başka deyişle seçmen daha fazla kamu hizmeti beklerken, buna karşılık daha az vergi ödeme gibi paradoksal bir eğilime sahiptir. Emisyon ve borçlanma yoluyla finanse edilen kamu hizmetleri uzun vadede ekonomide ciddi sorunları ortaya çıkarır. Baskı ve çıkar gruplarının transfer istekleri kamu kesimini daha da genişletir. Buchanan’a göre devletin başarısızlığında Keynezyen iktisadi anlayış doğrultusunda hareket eden akademisyenler, bürokratlar ve politikacılar önemli bir yere sahiptir. Politik kararlar rasyonel kişisel çıkarlar doğrultusunda olmalıdır (Durden ve Diğ.1996: 133). Çünkü 1929 buhranından sonra geniş oranda uygulama alanı bulan Keynezyen İktisatta para, kredi, maliye, dış ticaret, dolaysız kontroller ve kamu girişimciliği politikaları aracılığıyla ekonomiye aktif olarak müdahalesi söz konusudur. Bu müdahaleci devlet anlayışı kamu sektörünün zaman içerisinde büyümesine yol açmıştır. Açık bütçe yaklaşımı ekonomik daralmalar dışında piyasayı rahatlatmada yardımcı olmayacaktır.

64

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Keynezyen İktisadi Görüş (Talep Yönlü İktisat), Serdar KARANFİL, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

Uzun dönem uygulanan açık bütçe politikalarının bir alışkanlık oluşturması ise korkulan bir sonuçtur. Bu sonuç uzun dönemde gelir dağılımında ve kaynakların kullanımında sapmalara sebep olacaktır (Schneider, 1992:34). Arz Yönlü İktisatçılar Keynezyen maliye politikasını şiddetle eleştirmiştir. Onlara göre Keynezyen iktisadi düşünce ekonominin arz cephesini ihmal etmektedir. Keynezyen maliye politikası nisbi fiyat değişmelerinin verimlilik üzerinde meydana getirdiği etkileri göz önüne almaması nedeniyle yetersiz bulmaktadırlar. Çünkü Keynes, nisbi fiyat değişmelerinin fazla önem taşımadığı kısa dönemdeki gelişmelere dikkatleri yoğunlaştırmıştır.

KAYNAKÇA AKTAN, Coşkun Can. (1992), “Anayasal İktisadın Felsefi ve Teorik Temelleri”, Ekonomik Anayasa Sempozyumu, Takav Mat., Ankara. AKTAN C. Can b, (1992). Kamu Ekonomisinden Piyasa Ekonomisine: Özelleştirme Ankara. AKTAN, Coşkun Can. (1994). Çağdaş Liberal Düşüncede Politik İktisat, Takav Mat., Ankara. AKTAN, C. Can, (1990). DEÜ İİBF Dergisi Çağdaş İktisadi Düşünceler, cilt:5 sayı: 1-2. AKTAN. C. Can ve Ayça EKER. (1997). Nezihe SÖNMEZ’e Armağan, “İlk Çağdan Günümüze İktidadi Düşünce Okulları, Anadolu Matbaacılık, İzmir. BUCHANAN, James McGill. (1997). “The Balanced Budget amendment: Clarifying the Arguments.” Public Choice 90 DİKMEN Orhan, (1995). Liberal, Bitaraf, ve Müdahaleci Vergi Politikaları, İ.Ü. İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü, Yayın No: 665-85-1, İstanbul. DURDEN, Garey C. and Steven W. MILLSAPS. (1996). “James McGill Buchanan’s Contributions to Social and Economics Thought: Citation Counts, SelfAssessment and Peer Review” Constitutional Political Economy, 7, 133-151. ORHAN, Osman Z. (1989). Keynezyen ve Moneterist İstikrar Politikaları, Bilim Teknik Yayınevi İstabbul. SAVAŞ, Vural F. (1986).Keynezyen İktisat Yıkılırken, Beta basım Yayım Dağıtım AŞ, İkinci Baskı, İstanbul. SAVAŞ, Vural F. (1994). Politik İktisat, İkinci Baskı, Beta Basım Yayın, İstanbul: 1994. SAVAŞ, Vural F (1997). İktisadın Tarihi, Liberal Düşünce Topluluğu, Avcıol Matbaacılık, İstanbul. SCHNEIDER, Friedrich. (1992). “Politik Anayasa, Ekonomik Anayasa ve Anayasal Bütünlük”, Ekonomik Anayasa Sempozyumu, Takav Mat., Ankara TEKELİOĞLU, Muammer; (1993). İktisadi Düşünceler Tarihi, Çukurova Üniversitesi Basımevi, Adana. Kamil GÜNGÖR Afyon Kocatepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, E-posta: gungor@aku.edu.tr

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

65


Keynezyen İktisadi Görüş (Talep Yönlü İktisat), Serdar KARANFİL, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

66

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kopenhag Kriterleri VE TÜRKİYE Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

ÖNSÖZ Bu araştırma Türkiye’nin Avrupa Birliğine uyum sürecini 2010 ilerleme raporu çerçevesinde ele almaktadır. Araştırma konuları arasında yer alan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi durumunda ne gibi farklılıklar olacağını ortaya koymaya çalıştık Bununla birlikte elli yıllık bir tecrübeye rağmen Türkiye hala neden birliğe kabul edilmediği sorusu akla gelmektedir. Bu soruya çeşitli cevaplar da verilmektedir. Bunların arasında ekonomik, politik, demografik, kültürel ve dini sebepler gibi argümanlar öne sürülmektedir. Ancak bunların ne derece doğru olduğu sorusu bir kenara bırakarak daha çok değerlendirilebilir bir kriter bağlamında meseleyi ele almaya çalıştık. Kopenhag Kriterleri Avrupa birliğini kurumsallaşmasında önemli bir yere sahiptir. 1. GİRİŞ: TÜRKİYE’NİN AB SERÜVENİ Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1959 yılında resmi olarak başvuruda bulunan Türkiye’nin, 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile imzaladığı “Ankara Antlaşması”yla başvurusu kabul edilmiştir. 1973 yılında imzalanan Katma Protokolü ile Türkiye, Avrupa Birliği’ne yönelik gümrük vergilerinin sanayi ürünleri için tamamen kaldırılmasını ve üçüncü ülkelere karşı ise üye ülkeler ile beraber Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmasını kabul etmiştir. Ancak, Türkiye geçiş dönemindeki yükümlülüklerini yerine getirememiş ve 1980 askeri darbesiyle ilişkiler kesintiye uğramıştır. Türkiye 14 Nisan 1987 yılında tam üyelik başvurusu yapmıştır. Komisyonun 1989 yılında verdiği cevapta öncelikle Gümrük Birliği’nin tamamlanmasını önerilmiştir. Ortaklık Konseyi’nin 1/95 sayılı kararıyla Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki Gümrük Birliği 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmiştir. Avrupa Birliği’ne üye olmadan Gümrük Birliğini kabul eden ilk ve tek ülke konumundaki Türkiye, 1999 yılındaki Helsinki Zirvesinde Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilmiş ve bu tarihten sonra yapılan büyük reformlar sonucunda tam üye olmamız için görüşmeler hız kazanmıştır. Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

67


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

Görüşmeler hız kazanmasına rağmen Kıbrıs sorunu ve 301. Madde hala engel olarak görünmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine kabulünde Ermeni sorunu da başka bir engel olarak görülmektedir. Benim hipotezim Türkiye Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirdiği halde AB tarafından birliğe kabul edilmeyecektir. 2. KOPENHAG KRİTERLERİ VE TÜRKİYE Bu araştırmamda Türkiye’ nin Kopenhag Kriterleri (Avrupa Birliği şartlarına) uyum durumuna bakacağız. Türkiye sürekli gelişmekte olan bir devlet ve bu gelişimini son 10 yılda daha da hızlandırarak gelişmekte olan ülke statüsünde hızla yükseliyor. Hatta birçok gelişmiş ülkeden iyi konumda ama Türkiye‘nin gelişmesine rağmen Avrupa birliğine girememe sebebi nedir?. İlk başta Kopenhag Kriterlerinin inceleyeceğiz, ardında da Türkiye ‘nin bunlara göre durumunu değerlendirmeye çalışacağız. . 2.1. KOPENHAG KRİTERLERİ NELERDİR? 22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag zirvesinde Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin genişlemesinin merkezi doğu avrupa ülkelerini kapsayacağı ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirtmiştir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştır. Bunlar ; Siyasi Kriterler Ekonomik Kriterler Topluluk Müktesebatına Uyum Kriterleri 2.1.1. SİYASİ KRİTERLER Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı. AB’ye girmeye aday ülkeler; İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması, Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, İnsan haklarına saygı, Azınlıkların korunması gibi dört ana kriter açısından değerlendirmeye alınacaktır. Genel olarak; ülkenin çok partili bir demokratik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygı, idam cezasının olmaması azın-

68

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

lıklara ilişkin herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının olmaması, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmış olması Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesinin tüm maddeleri ile çekincesiz kabul edilmiş olması, Avrupa Konseyi Çocuk Haklarının kabul edilmiş olması gibi özellikler dikkate alınmaktadır. Ancak, bu ilkelerin varlığı tek başına yeterli olmamakta, aynı zamanda kesintisiz uygulanıyor olması gerekmektedir. Türkiye de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Konseyi Çocuk Hakları sözleşmesi de kabul edilmiştir.Türkiye de bu ilkeleri uygulamasına rağmen bazı durumlarda kesintiye uğruyordu fakat referandumla birlikte bu kesintilerde son bulmuştur. 2.1.2. EKONOMİK KRİTERLER Ekonomik kriterlerde Türkiye Merkez Bankasının uyguladığı politikalarla uyuşan maddeler olduğu gibi uyuşmayan maddelerde vardır bunun sebebi ise Türkiye ekonomisinin yeni yeni büyümesidir. “İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanı sıra Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması” Kopenhag Zirve sonuçlarına göre, ekonomi alanında işlevsel bir piyasa ekonomisinin varlığı kadar, AB içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısı ile bahşedebilme kapasitesi de aranmaktadır. Kopenhag Kriterlerinin I. Etkin bir piyasa ekonomisi için; -

Arz - talep dengesinin piyasa güçlerinin bağımsız bir şekilde karşılıklı etkileşimi ile kurulmuş olması,

-

Ticaret kadar fiyatların da liberal olması, piyasaya giriş (yeni firma açılması) ve çıkış (iflaslar) için engellerin bulunmaması,

-

Mülkiyet haklarını (fikri ve sınai mülkiyet1) içeren düzenlemeleri kapsayan yasal bir sistemin olması ve bu yasalar ile düzenlemelerin icra edilebilmesi,

-

Fiyat istikrarını içeren bir ekonomik istikrara ulaşılmış olması ve sürdürülebilir dış dengenin varlığı,

-

Ekonomik politikaların gerekleri hakkında geniş bir fikir birliğinin olması,

-

Mali sektörün, tasarrufları üretim yatırımlarına yönlendirebilecek kadar iyi gelişmiş olması gerekmektedir.

1 Sınaî:: Bir işletmenin mal veya hizmetlerini bir başka işletmenin mal veya hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla kişi adları dâhil, özellikle sözcükler, şekiller, harfler, sayılar, malların biçimi veya ambalajları gibi çizimle görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her türlü işaretleri içerir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

69


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

II. AB içinde rekabet edebilme kapasitesinin sağlanması için; -

Öngörülebilir ve istikrarlı bir ortamda karar alabilen ekonomik kurumların makro ekonomik istikrarının olması ve bununla beraber işlevsel bir piyasa ekonomisinin varlığı,

-

Alt yapı, eğitim ve araştırmayı içeren yeterli miktarda fiziki ve beşeri sermayenin olması,

-

Firmaların teknolojiye uyum sağlama kapasitesinin bulunması gerekmektedir.

-

Bu çerçevede rekabet edebilme derecesinin göstergeleri olarak, birliğe girişten önce birlik ile o ülke arasında belirli bir ticaret ortaklığının olması ve ülke ekonomisinde küçük firmaların oranı sayılmaktadır.

TOPLULUK MÜKTESEBATINA UYUM KRİTERLERİ Siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dâhil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kabiliyetine sahip olunmasını içerir. I. AB’nin siyasi birlik ile ekonomik ve parasal birlik hedeflerini kabul etmek: Birliğin ortak dış politika ve güvenlik politikasına etkin bir katılım için aday ülkelerin buna hazır olması gerekmektedir. Ekonomik ve Parasal Birlik konusunda ise, merkez bankasının bağımsızlığı, ekonomik politikaların koordinasyonu, İstikrar ve Büyüme Paktına katılım, merkez bankasının kamu sektörü açıklarını finanse etmesinin yasaklanması gibi konularda üye ülkelerin aldıkları kararlara katılmak gerekmektedir.2 II. AB’nin aldığı kararlara ve uyguladığı yasalara uyum sağlamak: -

Gümrük Birliği, malların serbest dolaşımı, sermayenin serbest dolaşımı gibi ortaklık anlaşmaların da belirtilen şartlara uyum sağlaması,

-

Tek pazara geçişi gerektiren Topluluk müktesebatına uyum sağlanması,

-

Topluluğun tarım, iletişim ve bilgi teknolojileri, çevre, ulaşım, enerji, taşımacılık, tüketici hakları, adalet ve içişleri, işgücü ve sosyal haklar, eğitim ve gençlik, vergilendirme, istatistik, bölgesel politikalar, genel dış ve güvenlik politikası gibi alanlardaki her türlü düzenlemesine uyum sağlanması

3. TÜRKİYE’NİN KOPENHAG KRİTERLERİNE UYUMU İkinci bölümde Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerine uyum durumunu inceleyeceğiz. Türkiye’nin Avrupa Birliğine aday olmasından bugüne kadar ki Türkiye’nin gelişimini grafikler ve ilerleme raporları yardımıyla inceleyeceğiz.

2 https://www.turkiye.gov.tr/icerik?icerik=%C4%B0%C5%9F/D%C4%B1%C5%9F+Ticaret/Avrupa+Birli%C4%9Fi+v e+Serbest+Ticaret+Anla%C5%9Fmalar%C4%B1/T%C3%BCrkiye+AB+%C4%B0li%C5%9Fkileri+ve+Mevcut+Geli%C 5%9Fmeler

70

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

İlk olarak Kopenhag kriterlerinin ilk şartı olan siyasi şartlarına uyum durumuna bakalım. 3.1. TÜRKİYE’NİN SİYASİ KRİTERLERE UYUM DURUMU İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması. Bu şarta Türkiye’nin 2010 Avrupa Birliği ilerleme raporuna göre bakacağız, 2010 ilerleme raporunda bu konudaki ilerlememizi göreceğiz. Genel olarak, kamu yönetimi ve kamu hizmetine ilişkin reformlarda bir miktar ilerleme olmuştur. Uygulama ve kapasitenin geliştirilmesi hususlarında sınırlı ilerleme kaydedilmiştir. Bürokrasinin azaltılmasına, saydamlığın arttırılmasına, hesap verilebilirliğinin güçlendirilmesine, yerel idarelerin mali kaynaklarının ve yetkilerinin arttırılmasına daha fazla önem gösterilmesi gerekmektedir. Bunun maddeleri aşağıdaki ilerleme raporu şartlarında daha iyi bir şekilde göreceğiz. (Aşağıdaki belgeler 2010 yılı ilerleme raporlarından alınmıştır. Bunun nedeni Türkiye’nin durumunu tam aktarabilmektir.) “Ön plana çıkarılan bu gelişmelerin yanı sıra AB’nin siyasi kriterlere uyum açısından olumsuz olarak değerlendirdiği gelişmelere de Rapor’da şu şekilde yer verilmiştir: -

Türkiye’deki % 10’luk seçim barajının Avrupa Konseyi ülkeleri arasında en yüksek baraj olması;

-

Siyasi dokunulmazlıkların kapsamının endişe uyandırması: Yolsuzlukla ilgili suçlarda müdahaleye olanak vermezken, şiddet içermeyen ifadelerin dile getirilmesinde yeterince koruma sağlayamaması (Rapor, burada DTP/BDP milletvekillerini örnek vermektedir);

-

Cumhurbaşkanı’nın özellikle yargı kurumlarına ve üniversitelere yaptığı bazı atamalara ilişkin endişelerin dile getirilmesi;

-

Yolsuzlukla mücadelenin uygulama sürecinde sorunlar bulunması, yürütülen soruşturmaların, verilen hükümlerin vb. yakından takibinin gerekli olması;

-

Yerel yönetimlerde saydamlığı, hesap verebilirliği ve katılımcılığı sağlayan mekanizmaların güçlendirilmesi gereği;

-

Ordunun üst düzey mensuplarının kendi görev alanları dışındaki konularda konuşmaya devam etmesi;

-

Adalet Bakanı’nın hala Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na başkanlık etmesi ve soruşturmalar hakkında son söz hakkına sahip olması;

-

Türkiye’de tutukluluk sürelerinin uzunluğu (Rapor, bu bağlamda Adalet Bakanlığı’nın verilerine dayanarak Türkiye’de tutuklu bulunan 119.145 kişiden ancak 56.557’si hakkında hüküm verildiğine atıfta bulunmuştur);

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

71


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

-

Ergenekon davasında tutuklama ve hüküm verme süreçleri arasındaki zamanın uzunluğunun davalıların yasal haklarının gözetilmesi konusunda endişeler doğurması;

-

Sendikal hakların AB ve Uluslararası Çalışma Örgütü normlarına uyumunu sağlayacak kapsamlı sendikal haklar reformunun yapılmamış olması;

-

Anayasa değişikliklerinin memurlara grev hakkını tanımamış olması;

-

Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin yasa ve usullerin henüz AB normlarına uymaması;

-

İfade ve basın özgürlüğünde ciddi sorunlar bulunması; hakkında dava açılan gazeteci sayısının yüksekliği;

-

Medya üzerindeki yoğun siyasi baskı;

-

Azınlık hakları ve farklı inanç gruplarının dini özgürlüklerinin tam anlamıyla sağlanmamış olması;

-

Cinsiyet ayrımcılığı konusunda, kadınların eşit haklara sahip olmasının yasalarla garanti altına alınmasına karşın töre cinayetleri, zorunlu evlilikler ve aile içi şiddetin ciddi sorunlar olarak kalması;

-

Kadınların siyasi hayatta, sendikalarda ve kamu yönetiminde üst düzey yönetici pozisyonlarında temsilinin sınırlı olması3.

Türkiye yukarda ki verilen şartların çoğunu gerçekleştirmektedir. Örneğin son maddede yer alan görüş yanlıştır.  Türkiye de birçok üst yönetici kadın vardır.  Ayrıca azınlık hakları ve farklı inanç gruplarının dini özgürlüklerinin tam anlamıyla sağlanmamış olması” bu maddede yanlıştır. İstanbul da bulunan kilisenin başına Türk vatandaşı bir papaz olması gerekirken başka bir devletin vatandaşı bulunmakta Bu konu hakkında Başbakanımız şu tarihli konuşmasına bakabiliriz. “Bakınız biz Ortodoks patriğinin seçilmesi Lozana göre “sensinot meclisi”nde yapılır. Sensinot meclisi Lozan antlaşmasına göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığı halde şu andaki Ortodoks patriğinin seçimine göz yumduk. Sümela manastırında ayin yapılmasına izin ve3 İlerleme Raporu 2010, www.tepav.org.tr/.../1289380168-6.2010_Yili_Ilerleme_Raporu_ve_ Genisleme_Stratejisine_Bakis.pdf, (http://www.youtube.com/watch?v=uvjJvkSyGvA&feature=related ,24/04/2011) Başbakanın konuşması. (http://www.youtube.com/watch?v=fIB5dFbTvQI, Kıbrıs sorunu cevabı 24/04/2011) Enver Bozkurt T.C anayasası 2010(12 eylül 2010 Anayasası,madde 10)

72

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

rilmiştir. Tarsus da almanlar her yıl ayinleri yapabiliyorlar. Van da ermeni Ortodoks kilisesi yıkılmak üzereydi. Biz kendi kasamızdan renavasyonunu ve restorasyonunu yaptırmak suretiyle orayı da ibadete açtık. Kimse Türkiye’de din özgürlüğü yok diyemez”.4  Kıbrıs sorunu AB sürecinde sürekli bir engel olmuştur. Kıbrıs’ın Türkiye ile bağlantısı olmadığı söylenmektedir.  BDP/DTP milletvekilleri polis tarafından korumadadır. Diğer yandan bütün milletvekillerinin koruması vardır. Hiçbir şekilde herhangi birine zarar verilemez. Buna örnek olarak BDP’nin Hatay’a giderken polis önlemleri olabilir.  Cinsiyet ayrımcılığı denilen konu tamamen bizim anayasamıza ters düşmektedir. Burada Türkiye’nin siyasi ilerleme raporunu inceledik ve şimdi de ekonomik kriterler yönünden inceleyelim. 3.2. EKONOMİK KRİTERLER Türkiye son zamanlarda enflasyon oranını %5 altına düşürdü, bu durum ilerleme yönünde önemli bir nitelik fakat bununla birlikte buna ters orantılı olarak işsizlik oranı da artmıştır. Şimdi ilerleme raporunda yer alan maddeleri inceleyelim; “2010 İlerleme Raporu, Türkiye’nin ekonomik kriterlere uyum performansını olumlu şekilde değerlendirirken bu olumlu gidişin sürdürülebilmesi açısından büyük önem taşıyan ve bir önceki İlerleme Raporu’nda da yer alan uyarıları yapmaktadır: -

Yapısal reformların devamı ve dikkatli uygulanacak bir mali politikanın Türkiye’nin rekabet gücü açısından önem taşıması;

-

Mali saydamlığın önemi ve bu çerçevede, bütçeleme sürecinde hesap verebilirlik, etkinlik ve saydamlığın güçlendirilmesine ilişkin bazı temel unsurların eksik olması;

-

Mali istikrarın sürdürülebilirliği açısından ertelenen “mali kural”ın önem taşıması;

-

“İstihdam yaratma kapasitesi”nin sınırlı olmasının arkasında işgücü piyasasındaki esneklik azlığı ve işgücü arz ve talebinin işgücü nitelikleri itibarıyla birbirini karşılayamamasının bulunması;

-

Krizin KOBİ’lerin finansmana erişim sorunlarını artırması;

4 (http://www.youtube.com/watch?v=uvjJvkSyGvA&feature=related ,24/04/2011) Başbakanın konuşması. (http://www.youtube.com/watch?v=fIB5dFbTvQI, Kıbrıs sorunu cevabı 24/04/2011) Enver Bozkurt T.C anayasası 2010(12 eylül 2010 Anayasası,madde 10)

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

73


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

-

Enflasyon hedefleme politikasının güçlendirilmesi gereği;

-

Devlet yardımları sisteminin saydam olmaması;

-

Kayıt dışı ekonominin aşılması gereken bir sorun olarak varlığını sürdürmesi.”

Türkiye ekonomi yönünden son 10 yılda büyük bir gelişme göstermiştir. Enflasyon olarak %5 in altındadır. Ekonomik kriz ise İMF den borç alınmadan atlatılmıştır. Aşağıdaki grafikte de Türkiye’nin daha iyi bir durumda olduğu görülmektedir. Kaynak: TEPAV,( http://istenhaber.com) 3.2.1. Türkiye’nin AB’ye Girmesi Durumunda Bazı Ekonomik Senaryolar Yukarıda ekonomik gelişmenin ilerleme raporundaki maddeleri gördük. Türkiye sürekli gelişen bir ülke ve şimdi de Türkiye’nin AB ye girmesi durumunda Türkiye’de beklenen durumları aşağıda maddeler halinde belirteceğim; • AB’ye giren 10 yeni üye ülke GSMH’nın uzun dönemde %1,5 – 7,8 arası artması beklenir. • Gayri Safi Milli Hasılanın %0.8 tüketimin %1.4 artması refah düzeyinin ilk aşamada %1.4 sıçraması kurumsal reformların GSMH’ YA katkısının %8.9 (22.4milyar EURO) olması bekleniyor. • Eğer tüm yapısal reformlar zamanında gerçekleştirebilirse, • Türkiye’nin ticari hacmi %50 arttırılabilir. • AB’nin Türkiye’ye ihracatı yaklaşık %20 artabilir. • AB üyeliği ile faizler düşeceği için, Türkiye AB’nin diğer ülkelerinden daha hızlı kalkınacaktır. • Türkiye’nin ithalatında %12.2, ihracatında %8.1 artış olacağı tahmin ediliyor. •

Türkiye, Avrupa Birliği’ni yöneten ülkeler arasına katılacaktır.

• Avrupa Parlamentosu’nda önemli bir güç5 olacaktır. • Avrupa Birliği’nin ekonomik kriterlerine ulaşacak, mevcut fonlardan yararlanacak, yabancı sermayenin doğrudan akışı bir ölçüde hızlanacaktır • Avrupa Birliği’ne üyelik, Türkiye’deki istikrarı sağlamlaştıracaktır • Gelir dağılımı daha adil • Bölgesel gelişmişlik farklılıkları • Çevre, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik ile çalışma ilişkileri başta olmak üzere, toplum yaşamının birçok alanında belirgin iyileşmeler yaşanacaktır • Bürokratik hantallıkla ve yolsuzlukla mücadelede önemli ölçüde yol • Küresel boyutta ise; AB gibi siyasal, ekonomik ve sosyal anlamda güçlü bir bloka üye olacak olan Türkiye’nin dünya ölçeğindeki konumu ve rolü güçlenecektir. 5 Yukarıda bulunan maddeler tepav, TBMM sitelerinden karışık olarak alınmıştır.

74

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

3.3. Topluluk Müktesebatı Yani Türkiye AB’ye girdiğinde dünyanın lider ülkeleri konumunda olacak ve Türkiye’de ki petrol, doğalgaz v.b. ürünler daha ucuz duruma gelecek. Türkiye gelişimini hızla tamamlamaktadır. Toplum müktesebatına uyum durumunu da belirtelim. Aşağıdaki maddelerin tamamı 2010 ilerleme raporundan alınmıştır. -

Malların Serbest Dolaşımı faslı gümrük birliğinin temelini oluşturan bir fasıl olduğu için Türkiye’nin bu fasıldaki AB müktesebatına uyum düzeyi yüksek olsa bile Türkiye’de tarife dışı önlemlerin devam etmesi (özellikle eczacılık ve inşaat ürünlerinde);

-

Sermayenin Serbest Dolaşımı faslında kara paranın aklanması ile mücadelede AB müktesebatına uyum sağlansa da AB kaynaklı doğrudan yabancı yatırımlar önündeki engellerin sürmesi;

-

Şirketler Hukuku faslında 2 yıldan fazla zamandır Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) gündeminde bulunan Türk Ticaret Kanunu’nun çıkmaması;

-

Kamu Alımları faslında istisnaların artarak devam etmesi;

-

Fikri Mülkiyet Hukuku faslında uygulamadaki sorunların sürmesi ve bu alandaki koordinasyon eksikliği,

-

Rekabet Politikası faslında 23 Ekim 2010 tarihinde çıkarılan “Devlet Desteklerinin İzlenmesi Hakkında Kanun” un işlerlik kazanması;

-

Sosyal Politika ve İstihdam faslında, sendikal hakları AB ve Uluslararası Çalışma Örgütü normları düzeyine çıkartacak kapsamlı bir reform içeren sendikal haklar yasa tasarısının henüz kabul edilmemiş ve Anayasa değişiklikleri sonucu memurlara grev hakkının tanınmamış olması;

-

İşletme ve Sanayi Politikası faslında Türkiye’nin 2010-2103 dönemi için sanayi stratejisinin hazırlanmış olması;

-

argı ve Temel Haklar faslı kapsamında yolsuzlukla mücadele strateji ve eylem planının çıkarılmış olmasına karşın Sayıştay Kanun tasarısının henüz yasalaşmamış olması; - Adalet, Özgürlük ve Güvenlik faslında Türkiye’nin AB’nin vize uyguladığı bazı ülkelere vizeleri kaldırması;

-

Çevre faslında T.B.M.M. gündeminde bulunan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’nın” Türkiye’nin “Natura 2000” ağına katkıda bulunacak bir çok sit alanını tehlikeye sokacak olması.”

Bu maddelerle ilgili olarak anayasamızda değişen ilk 6 madde örnek olabilir. 6 6 ( http://www.youtube.com/watch?v=fIB5dFbTvQI) Bozkurt, Enver T.C Anayasası 2010 madde 20,23,41,51,53,54,74 s.30-85

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

75


Kopenhag Kriterleri ve Türkiye, Ferhat GÜVEN, Kırklareli Üniversitesi

Yukarda ki maddelerin, tamamı 2010 ilerleme raporundan alınmıştır. Bu maddeler AB tarafından Türkiye’ye gönderilen ilerleme raporları içinde yer alır.Bu raporlar İngilizce olarak gönderilir ve ülkemizde gayri resmi olarak Türkçeye çevrilir. Elimizden geldiği kadar maddeleri inceledik.

SONUÇ Yukarıda incelediğimiz kadarıyla sonuç olarak Türkiye AB şartlarına yerine getirmesine rağmen Türkiye’ye bir çifte standart uygulanıyor.Buna rağmen Türkiye hala gelişiyor ve şartları bir bir yerine getiriyor. AB de buna bağlı olarak sürekli yeni şartlar ve sebepler buluyor.Türkiye’den daha kötü durumda olan Bulgaristan,Yunanistan AB ye girdiği halde Türkiye hala AB ye giremedi bunun sebebi olarak da sunduğum hipotezim bir bakıma doğruluyor.

KAYNAKÇA http://www.tepav.gov.tr (2010 ilerleme raporu, www.tepav.org.tr/.../1289380168-6.2010_Yili_Ilerleme_Raporu_ ve_ Genisleme_Stratejisine_Bakis.pdf) http://www.tbmm.gov.tr (Türkiye AB ilişkileri, http://www.tbmm.gov.tr/ul_kom/kpk/trabils.htm ) http:/www.mfa.gov.tr (ekonomik durum ile ilgili bilgiler) http:/www.turkiye.gov.tr(Türkiye AB ilişkileri, https://www.turkiye.gov.tr/icerik?icerik=%C4%B0%C5%9F/ D%C4%B1%C5%9F+Ticaret/Avrupa+Birli%C4%9Fi+ve+Serbest+Ticaret+Anla%C5%9Fmalar%C4%B1/T%C3%BCrki ye+AB+%C4%B0li%C5%9Fkileri+ve+Mevcut+Geli%C5%9Fmeler

76

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


KÜLTÜREL YOZLAŞMA Aslı Hamiye ATEŞ, Dumlupınar Üniversitesi Tuba DEMİR, Dumlupınar Üniversitesi

1.KÜLTÜR KAVRAMI Kültür kavramı, birçok bilimsel araştırma disiplini ya da uygulama alanında kullanılagelmiştir. Bu çok anlamlılık kültüre farklı yaklaşımları ve kültür tanımlarını da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla biyoloji, sosyoloji, tarih, antropoloji, güzel sanatlar, felsefe vb. konularda ele alınan kültür kavramını, tek bir tanıma indirgemek zordur.1 Kültür kavramının ayrıntılı bir çözümlemesini yapan Bozkurt Güvenç, antroplojide kullanılan dört kültür kavramından söz etmektedir. Buna göre; -Kültür, bir toplumun ya da tüm toplumların birikimli uygarlığıdır. -Belli bir toplumun ya da topluluğun kendisidir. -Bir dizi sosyal sürecin bileşkesidir. -Bir insan ve toplum kuramıdır.2 Kültür kavramının özellikle birkaç on yıldan beri kullanım alanının daha da genişlediği ve önceleri daha çok kullanılan ”zihniyet, düşünce biçimi, gelenek ve hatta ideoloji gibi terimlerin yerini aldığına” dikkat çekilmektedir. Yine de kültürün tanımlarının iki genel kategoride yoğunlaştığını ifade etmek mümkündür. Birincisi; kültür estetik mükemmellik ile özdeştir. İkinci kültür tanımı ise; bir dönemin ya da bir halkın yaşam biçimi olarak antropolojik bir tanımdır.3 Kültür, kavramsal ve olgusal olarak sürekli bir değişim içindedir. Bu nedenle kültür ve kültürle ilgili konuların açıklanmasında pek çok zorluk ortaya çıkmaktadır. Türkiye özelinde kültür ve kültür olguları üzerine konuşmak iki nedenle güçtür: Bir tarafta dünyada ve Türkiye’de kültür değişmesinin politik ekonomik ve teknolojik değişmelerle iç içe, onlardan etkilenerek ya da onları 1 2 3

SABUNCUOĞLU Zeyyat, Örgütsel Psikoloji, Alfa Aktüel Basım Yay. Dağ. Ltd, Bursa, 2008, sf. 326 ŞİŞMAN Mehmet, Örgüt Kültürü, Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 1994, sf. 19 GÖKALP Emre, Anadolu Üniversitesi AÖF Yayını, Kültür Sosyolojisi, Eskişehir, 2012, sf. 27

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

77


Kültürel Yozlaşma, Aslı Hamiye ATEŞ, Dumlupınar Üniversitesi Kültürel Yozlaşma, Tuba DEMİR, Dumlupınar Üniversitesi

etkileyerek gerçekleşmesi; diğer taraftansa Türkiye’ye özgü coğrafi konum ve toplumsal yapıdaki çeşitliliğin karmaşık olmasıdır. Bu duruma kültürün politik doğası ve politikanın doğal bir bileşeni olması eklendiğinde, Türkiye’de kültür olgusunun, pek çok farklı kapsam ve ölçüt kullanarak değerlendirilmesinin gerekliliği ortaya çıkar.4 MODERNLEŞME ÇAĞINDA TÜRKİYE’DE KÜLTÜR Kültür Emperyalizmi: Politik ve ekonomik güç kullanarak bir kültürün değer ve özelliklerinin, yerel kültürün kaybolması pahasına yüceltilmesi ve yayılmasıdır. Kültürel farklılığın ve kaynaşmanın en belirgin olduğu alandan, yani dilden örnek vermek gerekirse , İngilizce’nin giderek dünyanın ortak dili haline gelmesiyle, ona özgü değer yargılarının ve sembollerin de başka kültürlere aktarıldığını söylemek mümkündür.5 Türkiye gibi insanların günün büyük kısmını televizyon izlemekle geçirdikleri ülkeler için, televizyon aynı zamanda kültürel etkinlik alanıdır. Televizyonuna yansıyan her olayın, gündelik hayatın kültür konusu haline gelmesi de dikkat çekicidir. Tek kanallı bir yapıdan çok kanallı yapıya doğru genişledikçe televizyonun yarattığı kültür alanı parçalanmış oldu. Böylece televizyonlar ve programlar farklı alanlara, politik görüşlere ya da çağın toplumsal tabakalaşması hangi grupları yansıtıyorsa o gruplara yöneldi.6 İnternetin bir kitle iletişim aracı olarak giderek güçlenmesi ve internet üzerinden yayın yapan kanalların ortaya çıkmasıyla bu parçalı yapı daha da bölünmüştür. Mesafe, zaman, mekan kavramları gerçek ve sanal olmak üzere ayrılsa da kimi zaman gerçeklikle sanallık arasındaki çizgi bulanıklaşmıştır. Zaman ve mekan sıkıştırılması, gündelik yaşam ve algılarımıza bu denli etki ettiğine göre, kültür ve kültür üretimine de dolaylı ve dolaysız olarak etki etmektedir. Birbirine küresel ağlarla bağlı olan ve yine bu ağlarla küresel olarak dağılan kültürler ve kültür ürünlerine ulaşabilme, insanların dünyayı küresel olarak bir etkinlik alanı olarak görmesine neden olur.7 KÜLTÜREL YOZLAŞMA Kültürel yozlaşma: Bir milletin kültürel değerlerini kaybetmesi, aslından uzaklaşmasıdır. İnsanların kendi kültürlerini hiçe sayarak başka kültürlerden etkilenme durumudur.8 Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçlar bütününe kültür denir.9 Dünyadaki teknolojik gelişmeler her alanda olduğu gibi iletişim teknolojisini de etkilemiştir. 4 5 6 7 8 9

78

YAVUZ Elif Damla, Anadolu Üniversitesi AÖF Yayını, Kültür Sosyolojisi, Eskişehir, 2012, sf.183 YAVUZ Elif Damla, Anadolu Üniversitesi AÖF Yayını, Kültür Sosyolojisi, Eskişehir, 2012, sf. 192 AHISKA M. Medya, Küresellik ve Yerellik. Toplum ve Bilim, Ankara, 1995 sf. 6-23 YAVUZ Elif Damla, Anadolu Üniversitesi AÖF Yayını, Kültür Sosyolojisi, Eskişehir, 2012, sf.194 dersindir.net www.atcoss.org

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kültürel Yozlaşma, Aslı Hamiye ATEŞ, Dumlupınar Üniversitesi Kültürel Yozlaşma, Tuba DEMİR, Dumlupınar Üniversitesi

Hızla gelişen teknolojik araçlar insanlar arası iletişimi ve etkileşimi farklı boyutlara taşımıştır. Bu değişim ülkelerin sosyal, ekonomik, kültürel ve değer yargılarını bile etkiler hale gelmiştir. Bu gelişimin baş aktörü internet teknolojileridir. Kısa bir geçmişe sahip olmasına rağmen dünya üzerinde yaygın bir kullanım alanına erişmiş bir kitle iletişim aracıdır.10 Kültürel yozlaşma dil ile başlamaktadır. Kültürel ve tarihi miras, ancak dil aracılığıyla yeni kuşaklara aktarılır. Dillerin anlam içerikleriyle, parçası oldukları kültürlerin içerikleri arasında tam bir örtüşme ya da özdeşlik vardır. Bir bakıma diyebiliriz ki dil, kültür içeriğinin aynası, onun simgelerle yansıtılması, dile getirilmesidir.11 Bugün yozlaşma hayatın her alanında meydana gelmiştir. İnsanlar bazı konuşmalarda kendini açıklarken dilimizin yetersiz kaldığını düşünüp, bazı yardımcı kelimelerden destek almaya çalışmaktadırlar. Bu da dilin yozlaşmasına yol açmaktadır. Diline tam olarak hakimse kendini anlatmak istediği şeyi kendi dilinde bulabilir. Bunun yanı sıra şimdi ise yemeklerde insanlar kendi yemek kültürünü unutup yabancı yemek sofralarını örnek almaya başlamışlardır. Bunun sonucunda gittikçe kendi Anadolu soframızı unutmaya başlamaktayız. Fransız, Çin vb. ülkelerin sofralarını benimsemeye başlamaktayız. Bir de şu konuyu belirtmek gerekirse “İnsanların büyüklerine olan bakış açıları”. Avrupa’da olduğu gibi bizim ülkemizde de insanlar artık anne ve babalarından çekinmeden her şeyi konuşabilmektedir. Bu ne kadar doğrudur? Burada Avrupa’ya özenmenin var olduğunu düşünülebilir.12 Bu noktadan hareketle, dilde yaşanan yozlaşmanın kültürel yozlaşmayı da beraberinde getireceği öngörülebilir. Çünkü dil, toplumsal kültürün en önemli parçası olduğu için ilk yabancılaşmanın bu noktadan başlayacağı açıktır. Gün geçtikçe kullanım alanı genişleyen internet aracılığıyla hayatımıza yeni ifadeler, anlatım kalıpları, semboller ve kullanım pratikleri girmektedir.13 Bilim ve teknoloji evrensel ama kültür ulusaldır. Kültürlerin ulusal olması, içlerine kapanık, diğer kültürlerden kopuk olmaları anlamına gelmez. Kültürler birbirlerinden beslenir, birbirlerinden etkilenmektedirler. Ancak etkilenme, aynileşme, kopyası haline gelmeye dönüştüğü zaman işte o zaman yozlaşma ve sonuçta yok olma süreci başlamaktadır. Kelime olarak tek başına yozlaşma sıradanlaşma, demektir. Bireyin kendine yabancılaşması, bozulmuşluk ve kirlenmişlik bunlardan birkaçıdır. Gelişmemiş ülkelerin uluslararası rekabette irtifa kaybetmelerinin en büyük nedenleri arasında, güçsüzlük, kimliksizlik, kültürel yabancılaşma, yozlaşmış yönetim ve beyin göçleri gelmektedir. Yaşam istikametsiz ve menzilsiz kalınca; kimi değerlerin içi boşalır, toplum hafızasını kaybeder ve geleceği yaratmanın anahtarı olmaktan çıkar. 10 ÇAKIR,H. ve TOPÇU.H, Bir İletişim Dili Olarak İnternet. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kayseri, 2005, sf.19(2), 71-96 11 TOSUN.C Dil Zenginliği, Yozlaşma ve Türkçe, 2005 sf. 136-153 12 TOSUN.C Dil Zenginliği, Yozlaşma ve Türkçe, 2005 sf. 138 13 http://mustafaay100.blogcu.com/yozlasma-nedir

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

79


Kültürel Yozlaşma, Aslı Hamiye ATEŞ, Dumlupınar Üniversitesi Kültürel Yozlaşma, Tuba DEMİR, Dumlupınar Üniversitesi

Bir Halkın yüzyıllardır ortak paylaşım sonucu elde ettiği kültürel mirasının yabancı kültürlerin etkisi altına girerek özgünlüğünü kaybetmesi hatta ileri aşamada yok olma durumuna girmesidir. Yozlaşma ilk olarak dilin bozulmasıyla başlamaktadır ve zamanla ülkenin tarihini, eğitimini tahrip etmektedir. Yozlaşma, toplumun değerlerinin kaybolmasıdır. İnsanımız renksiz, içeriksiz ve estetik kaygıların önemsenmediği bir dünyada yaşamaya itilmektedir. Bu nedenle kültürün ve kültür politikalarının önemi her geçen gün daha da artmaktadır. Her kültürel biçim kendi çağının anlayışını, estetiğini yansıtır. Bir ülkeyi ele geçirmenin yolları arasında öncelikle o ülkenin dilini güçsüz kılmak gelmektedir. Amerikan ve Batı özentisi toplumumuz, Mustafa Kemal Atatürk’ün batıya olan yakınlığını farklı algılamış ve öncelikle dükkan isimlerini yabancılaştırmaya başlamışlardır. Milli mücadele döneminde Fransızlar Anadolu’dan yenilgiyle ayrılmışlardır. Giderlerken dönemin Fransız generali demiştir ki; “Bugün buradan çekiliyoruz fakat giderken Fransız dilini ve kültürünü bırakıyoruz” demiştir. -Mustafa Kemal Atatürk demiştir ki: ”Dilini kaybetmiş bir millet, yok olmaya mahkûmdur…”. Ziya Gökalp dili bir milletin, kültürün temel unsuru sayar. General Albert Sidney Johnston: ”Türklerden nefret ediyorum! Bu yüzden Türkler gelecek kuşaklara ulaşmadan yok olmalıdır. Bunun için en kısa yol, Türkçe unsurunu yok etmektir…”demiştir. Gönüller Sultanı Yunus emre yedi asır önce maddenin şekil verdiği, mananın hayata hâkim olmadığı bir dünyada yaşayan insanların ıstırabını “”Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı”” mısrası ile ifade etmiştir. Gerçekten bütün lükse, konfora, medeniyetin nimetlerine rağmen insanlık gönül darlığı içerisindedir. Aristo, asırlarca önce ”En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir.” demiştir. Atilla İlhan’ın şu sözleri bize ait olanların nasıl horlandığının, hayatımızdan koparılıp atıldığının bir örneğidir. Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeği öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz, Mevlana, Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk.14” Gün geçtikçe kullanım alanı genişleyen internet aracılığıyla hayatımıza yeni ifadeler, anlatım kalıpları, semboller ve kullanım pratikleri girmektedir. Kültürel yozlaşma kavramı, özellikle sosyal medya ortamları ile dünyanın tek bir kültüre doğru yönelmesi durumuna gönderme 14 http://www.bilgiportal.com/zemin/yazi/915/kulturel-yozlasma

80

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kültürel Yozlaşma, Aslı Hamiye ATEŞ, Dumlupınar Üniversitesi Kültürel Yozlaşma, Tuba DEMİR, Dumlupınar Üniversitesi

yapmaktadır. Sosyolog George Ritzer (1998) Mc Luhan’ın “küresel köy” kavramına yeni bir boyut getirerek insanın yaratıcılığını engelleyen ve toplumsal ilişkileri insancıl olmaktan uzaklaştıran tek düze standartların kabul ettirilmesi anlamına gelen dünyanın “Mc Donaldlaşması” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavram, Amerikan toplumunun giderek dünyanın daha büyük kesimine hakim olmasına neden olan sosyo-kültürel sömürülerini gündeme getirmiştir. 15 İletişim sınırlarının internetle ortadan kalkmasıyla, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üzerindeki kültürel sömürülerini gündeme getirmiştir. Teknolojik girişimlerin yaratıcıları olan güçler, kültürlerini dünyaya pazarlayarak kendi ideolojilerini diğer ülkelere yaymalarının yanı sıra ticari açıdan da önemli kazançlar elde etmektedirler.16 Görülen odur ki; kültürel yozlaşma dil ile başlamaktadır. Dil kaybedilirse, yarınlarda o dili konuştuğumuz insanlar gibi düşünmeye, dünyaya onlar gibi bakmaya ve zamanla onların boyunduruğu altında yaşamaya başlarız. Dildeki yozlaşma, kültürel yozlaşmayı, kültürel yozlaşma ulusal tepkisizliği, ulusal tepkisizlik ise silahsız emperyalist işgali doğurur. Fransız filozof Alain, kültürlerin birbirlerinden beslenip, birbirlerinden etkilendiğini söyler, ancak etkilenme aynileşme, kopyası haline gelmeye başladığı zaman, işte o zaman yozlaşma ve sonuçta yok olma süreci başlar.

15 RİTZER G. Toplumun Mcdonaldlaştırılması (çev:Kaya SS Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998) 16 BÜYÜK BAYKAL C. Küresel Medya Yapılarının Yoğunlaşması, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, İstanbul, sayı:31

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

81


Kültürel Yozlaşma, Aslı Hamiye ATEŞ, Dumlupınar Üniversitesi Kültürel Yozlaşma, Tuba DEMİR, Dumlupınar Üniversitesi

KAYNAKÇA 1.

ÇAKIR H. ve TOPÇU H. (2005) Bir İletişim Dili Olarak İnternet, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kayseri

2. TOSUN C. (2005) Dil Zenğinliği, Yozlaşma ve Türkçe 3. BÜYÜK BAYKAL C. (2008) Küresel Medya Yapılarının Yoğunlaşması, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, İstanbul 4. RİTZER G. (1998) Tolumun Mcdonaldlaştırılması, (çev: KAYA SS. Ayrıntı Yayınlar, İstanbul) 5. GÖKALP Emre, (2012) AÖF Yayınları Kültür Sosyolojisi, Eskişehir 6. YAVUZ ELİF DAMLA, (2012) AÖF Yayınları Kültür Sosyolojisi, Eskişehir 7. SABUNCUOĞLU Zeyyat ve VERGİLİEL TÜZ Melek, (2008) Örgütsel Pskoloji, Uludağ Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü, Bursa 8. dersindir.net 9. atcoss.org 10. ylls.org 11. millifolklor.com 12. sosyolojiderneği.org.tr 13. yeni.türkdergi.com 14. anadilimizdeyozlaşma.blogcu.com 15. ,esrefblogcu.com 16. http://www.bilgiportal.com/zemin/yazi/915/kulturel-yozlasma http://www.bilgiportal.com/zemin/ 17.

82

|

http://mustafaay100.blogcu.com/yozlasma-nedir

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


İlkbahar mı, SONBAHAR MI? Bünyamin Halit KÜSKÜ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

ÖNSÖZ Bu yazı ile 17 Aralık 2010’da başlayıp etkileri devam eden ve Arap Baharı olarak adlandırılan bu hareketin nedenlerini, bölgenin geçmişini, hareketin gelişimini ve Arap Baharı’na sosyal medyanın etkisini, Türkiye’nin bölge ile ilişkisini ve bu harekette ABD’yi ele alacağım Anahtar Kelimeler: Arap, Arap Baharı, Türkiye, Emperyalizm, Batı, Diktatöryel Rejim GİRİŞ Tarihçilerin ‘’Osmanlı Barışı’’ olarak adlandırdığı bu coğrafyaya; huzur, istikrar ve barış ortamının kaybolması ile Batı’nın Sosyal Darvinizmi, kan ve gözyaşıgetirmiştir. Görünür sömürünün yerini, Batı’nın atadıkları, varisleri devralmış ve böylece emperyalist hareket içten içediktatörellerin katkısıyladevam etmiştir. Arap Baharı olarak karşımıza çıkan bu olgu kimi kesimlere göre emperyalist akımın kendisini saklamak için demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi kavramlarla kendini bezediği bir örtüdür. Bir başka kesime göre de; seslerini ilk kez bu kadar baskın bir biçimde çıkaran Araplar; son yüzyılını demokrasiden yoksun, diktatörelrejim altında ezilmiş ve emperyalistlerce sömürülmüş bir halktı. Oluşturulan toplumsal bilinç ve yaratılan farkındalık bu haklı halk hareketinin önünü açmıştı. Peki, bu farkındalık nasıl oluştu? Halk harekete geçmesi gerektiğini ne zaman hisseti? COĞRAFYANIN GEÇMİŞİ Ekonomik sorunlar ve yaşanan sosyal dengesizlik Batı’dan gelecek olan her şeyin kabullenilme sebebiydi. Bunu sağlamakta özgürlük kavramından geçiyordu. 20.yy’ın ‘özgürlük’ kavramı bugün ki manası ile bağımsızlıkla eş değer değildi. Batı’dan yayılan milliyetçilik ve vatanseverlik akımı ile birleşerek kendini tamamlamıştı. Vatanseverler bağımsızlığın kabullenildiğini ve özgürlüğün bireye göre değiştiğini savunurken milliyetçiler ise devletin baskıcı ve yabancı,

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

83


İlkbahar mı? Sonbahar mı?, Bünyamin Halit KÜSKÜ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

ülkenin bölünmüş bir yönetimde olabileceğini fakat özgürlüğün, birliğin ve düzenin milli bağımsızlıkla elde edileceğini savunmaktaydı.1 Bu özgürlük anlayışı Osmanlı’yı dolayısıyla Arap coğrafyasını da etkilemişti. Fakat bu bağımsızlık ve özgürlükçü anlayışın yerini sömürgeci zihniyet ele geçirmişti. Bölgenin ekonomik hammadde ve enerji kaynağı, geçiş güzergâhı üzerinde olması ile Batı’nın emperyal güçleri açısından çok önemliydi. Kısacası, Fransız İhtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik kavramından nasibini Araplar da almışlardı. Fakat bu dönemde Osmanlı içinde yaşarlarken, bağımsız hareket etmeleri tabii olarak olanaksızdı. Yıllarca Osmanlı’ya bağımlı yaşadılar, egemenliklerinden yoksunlardı, sonrasında Batı’nın sömürgesi daha sonrasında da kendi diktatörlerinin altında, sesleri çıkmayan, ezilen toplum olarak yaşadılar. Ortadoğu genel bir perspektifte demokrasiden ve huzurdan ve güven ortamından yıllardır uzak kalmış bir bölgedir. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali 23 yıl, Mısır’da Hüsnü Mübarek 30 yıl, Libya’da Kaddafi 42 yıl boyunca ülkelerinin başında diktatörlük sürdürmüştür. Kronolojik verilere bakarak Tunus’ta 23 yıllık iktidar öncesi 31 yıllık bir baskı dönemi çerçevesinde Habib Burgiba’yı, Mısır’da 30 yıllık iktidar öncesi 25 yıllık baskı rejiminden ödün vermeyen Cemal Abdülnasır ve Enver Sedat’ı, Libya’da ise Kaddafi öncesi 18 yıllık duyarsız lider I. İdris vardı. Bu zaman içerisinde halk sessiz kalmış alıştıkları toplum düzeninde oyunun bir malzemesi oldurulmuştur.2 ARAP BAHARI’NIN NEDENLERİ İlk başta sorgulanması gereken; Arap Baharı diye önümüze çıkan bu olgunun kışı getirecek bir sonbahar mı, yoksa yazı getirecek, güzel, sıcak günler yaşatacak, ilkbahar mı olduğudur. Bunu bilmek için de bu gelen baharın içeriğini ve geldiği yönü anlamak, iyice özümsemek gerekmektedir. Eğer ‘Batı’nın etkisi ile gelmişse; son, kendi içinde ki dinamizmin sonucu olarak oluştuysa da ilkbahar olarak adlandırmak yerinde bir teşbih olacaktır. Bu ülkelerdeki otoriter yapının halkı yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik içerisinde yönetmesi, Arap ülkelerindeki iktidar değişimi konusunda halkın kesin tavrını gözler önüne sermektedir. Arapları, yönetimlerine karşı devrim yapmaya sevk eden sebeplerden biri de, Arap ülkelerindeki adaletsiz gelir dağılımıdır. Genellikle böyle bir yönetime sahip ülkelerin gelir dağılımı (petrol ve yer altı kaynakları), iktidar ailesinin ülkenin neredeyse tamamını kendi tekelinde tutması ve sadece yakın çevresiyle arasında paylaşılmasına yol açmıştır. Arap Baharı’nın ortaya çıkmasına yol açan aktörleri sosyo-politik olarak analiz ederken birbiriyle iç içe geçmiş ve etkileşim içinde bulunan üç analiz düzeyinden söz etmek gerekir. 1 2

84

Bernard Lewis, Oradoğu, (çev. Selen Y.Köley), Anakara, 2010, s.390,398,400 ‘’ Arap Baharı’nın Tarihsel Arka Planı: Tunus ve Mısır Örneği‘’ http://glopol.org/tr/2012/09/21/arap-baharinintarihsel-arka-plani-tunus-ve-misir-ornegi/yayın tarihi:21.09.2012, Erişim Tarihi: 18.04.2013

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


İlkbahar mı? Sonbahar mı?, Bünyamin Halit KÜSKÜ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

Öncelikle, gittikçe yükselen gıda fiyatları ve eğitim seviyesi oldukça yüksek olmakla beraber, o ölçüde sosyal hayatında hayal kırıklığı yaşayan işsiz genç bir neslin ortaya çıkması gibi ciddi ekonomik ve sosyal faktörler bu analizin birinci düzeyini oluşturmaktadır. Arap Baharı’nın oluşumuna yol açan faktörleri irdeleme bağlamında ikinci analiz düzeyini ise Arap rejimlerinin meşruiyetini sağlayan geleneksel kaynak ve unsurların artık geçerliliğini yitirmiş olmasıdır. Artık ne tüm Arapları tek bir siyasal çatı altında toplamayı esas alan Pan-Arabizm, ne Yahudi düşmanlığını endeks alan Anti-Siyonizm, ne de Arap dünyasında önceleri çok alıcısı bulunan ama günümüzde artık gerçekleştirilemeyeceği kesinlik kazanmış olan Siyasal İslam, diktatörlüklerin geleneksel dayanak noktası olabilecektir. Analizin üçüncü düzeyini ise, bölgede Amerika başta olmak üzere Batı’nın gittikçe etkisizleşmesi olgusudur. Bilindiği üzere 2009 küresel mali krizi ve Amerika’nın Afganistan ve Irak başta olmak üzere başarısızlıkla neticelenen ama aynı zamanda Amerika’yı dünyanın jandarması olmak gibi kötü bir imaj edinmesine yol açan müdahaleler bölgede Batı’yı ve Amerika’yı daha silik aktörler haline getirmekte ve esasen bu aktörlerde isteksizlik meydana getirmektedir. Hem ekonomik ve hem de uluslararası faktörler daha büyük bir istikrarsızlığa işaret etmektedir. Öte yandan, Arap rejimlerinin meşruiyetinin gittikçe zayıflaması daha muğlâk ve müphem bir gelişim seyri içindedir. Muhalefet her ne kadar belirli ve kısıtlı bir amaçla var olan rejimleri istikrarsızlaştırmakla tehdit etmesine rağmen, paradoksal olarak, aynı muhalefet siyasi değişimin önünde kendi kendini frenlemeyi empoze ederek engellemektedir.3 BAHAR’IN HABERCİSİ ‘YASEMİN’ Muhammed Bouazizi’nin ticaret yaptığı arabasının zabıtalarca dağıtılması üzerine tepki olarak 18.Aralık 2010 da kendisini ateşe vermişti.Bu tepki sosyal medyanın da etkisi ile kısa sürede tabana yayılmış ve eyleme dönmüştü.Aslında bilgisayar mühendisi olan Muhammed gibi bir sürü diplomalı işsize sahip Tunus’ta halk hareketi böylece başlamış oldu. Temel besin fiyatlarını aşağı çekerek, devlet bakanlarında değişikliğe giderek koltuğunu korumaya çalışsa da, 23 yıllık iktidarın sahibi Zeynel Abidin devrilmişti. Muhammed Bouazizi, zabıtanın müdahalesinin ardından kendini yakması başlayan süreçte sosyal medya da ‘’polise yasemin verelim’’ sloganı ortaya çıkmış ve Zeynel Abidin’in devrilmesi ile süreç Yasemin Devrimi adını almıştı. Fakat aradan fazla süre geçmeden benzer protestoların Mısır, Cezayir’e ve diğer Arap devletlerine sıçraması ile Arap Baharı olarak adlandırılmıştır.

3

Hüsamettin İnaç, Arap Baharı Sürecinde Arap Kimliğinin Değişim ve Dönüşümü,http://www.sde.org.tr/tr/ haberler/2030/arap-bahari-surecinde-arap-kimliginin-degisim-ve-donusumu.aspx yayın tarihi: 03.12.2012 erişim tarihi:15.04.2013

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

85


İlkbahar mı? Sonbahar mı?, Bünyamin Halit KÜSKÜ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

DOMİNO ETKİSİ Bu hareket sadece Tunus la sınırlı kalmadı ve diğer bölge ülkelerine domino etkisi yaratarak yayıldı. Yasemin Devrimi’nin öncülüğünde, 25 Ocak 2011 itibariyle Mısır’da işsizlik, yiyecek ve barınma sıkıntısı, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve halka uygulanan şiddet, isyanların başlamasında etkili oldu. Bu gösteri ve isyanların akabinde 11 Şubat 2011 Hüsnü mübarek görevinden istifa etti. H.Mübarek Mısır savcılığınca, devrimde göstericileri öldürmekten müebbet hapis cezası ile yargılanmış, devlet bütçesinden 157 Milyon Doları zimmetine geçirmesi sebebiyle 15 gün hapse çarptırılmıştır. Yaşanan bu yolsuzluk ile yönetici kesimin ziyafet içinde olduğu, halkın ise ezilen taraf olduğu görülmektedir. Bölgenin bir diğer ülkesi Libya’da 15 Şubat 2011’de hükümet ve Kaddafi karşıtı gösteriler baş göstermiş, akabinde ülke hızla bir iç savaşa sürüklenmiştir. Tunus’ta parlayan kıvılcım önce Mısır’ı etkilemiş, Mısırda yaşananlar da Libya’yı etkilemişti. Kıvılcım Arap Coğrafyası için hızla alev topuna dönmüştü. Libya da patlak veren iç savaş 20 Ekim 2011’de Kaddafi’nin öldürülmesiyle son bulmuştu. Bölgedeki hareket her geçen gün bir diğer devleti etkilemiş ve Yemen’de de yüz binlerce insan sokaklarda hükümet güçleri ile çatışmıştır. Yemen Aşiretleri İttifakı’na bağlı güçler ülkenin bazı bölgelerini kontrolü altına almıştır. Ayaklanmaları fırsat bilen Güney Yemen Hareketinin saldırıları ile ülke tamamen kaosa sürüklenmişti Arap Baharı etkisi ile devrilen diktatörleri kendilerinde ilham oluşturan Beşar Esad muhalifleri 15 Mart 2011 de hükümet ile silahlı çatışmaya girişmiştir. Muhalifler Beşar Esad’ı devirerek Özgür Suriye’yi kurmayı hedeflemektedirler. Halen devam eden çatışmalarda ülkenin büyük kısmı muhaliflerin kontrolündedir. Bu harekette muhalif ve iktidar dışarıdan destek almaktadırlar, Bu hareketten etkilenen bir başka ülke ise Bahreyn’dir. Temelinde özgürlük ve eşitlik isteyen halk protestolara başlamış fakat hükümetin müdahalesi ile karşılaşmıştır. Körfez İşbirliği konseyinin desteğini alan Bahreyn de İran-Suudi Arabistan nüfuz çekişmesi yaşanmakta bu da protestoların şii-sünni çatışmalarına döndüğünü göstermektedir. Bunun dışında Arap Baharı; Cezayir, Fas, Irak, Kuveyt, Lübnan, Sudan gibi diğer ülkelerde etkisini zayıf olarak hissettirmiştir.

86

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


İlkbahar mı? Sonbahar mı?, Bünyamin Halit KÜSKÜ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

MEDYANIN ETKİSİ Domino etkisi göstererek hızla yayılan bu halk ayaklanmalarının organize olmasının sebebi sosyal medyadır. Sosyal paylaşım ağları, Wikileaks belgeleri ve bunlara ek olarak internet üzerinden sağlanan birlikler ile bir kargaşa ortamı oluşturulmuştur.4 Bu harekete sosyal paylaşım ağları ve internet üzerinden sağlanan birlikler ile hareket hız kazanmıştır. Tunus’ta otoriteye karşı ortaya çıkan başkaldırı başladıktan sonra sosyal medya devreye girerek insanların tepkilerini aktarma ve organize olmalarına ön ayak olma noktasına getirmesi durumu söz konusu olmuştur. Bu neden ile sosyal medya araçları açısından Tunus’a çok bir etkisi olmamıştır. Çünkü Arap Baharı’ndan önce Tunus’ta sosyal medyanın kullanımı yasaklanması ya da kısıtlanması durumu vardı. Oysaki, Mısır’da Arap Baharı öncelerinden sosyal medya aracılığı ile isyan bayrakları çekilmiştir. Arap Baharı süresince sosyal medyanın en etkili olduğu yer Mısır olmuştur. 2008 yılında yapılan istatistiklere göre Mısır’da üç yüz bin blog vardır ve bunlardan on bin tanesi de siyasi içeriklidir. Bu nedenle burada gerçekleşen eylemlerin alt yapısı daha sağlamdır. Sosyal medyanın kullanımına en iyi örnek 6 Nisan Hareketi’dir.Halkı seferber eden grup bunu blog kullanımı ile sağlamıştır. İsyan sonrasında blog yazarlarından birinin yaptığı röportajda; “çağrılarından sonra olayların büyük neticelere varacağını kendilerinin bile düşünmediğini” söylemesi sosyal medyanın aracı görevini açık bir şekilde göstermiştir. Yine Mısır’da gerçekleşen en önemli sosyal medya devrimi diye nitelendirilen; 25 Ocak 2011’de başkent Kahire’nin merkezinde bulunan Tahrir Meydanı’nda toplanan büyük kalabalıktır. Kalabalığın toplanmasını sağlayan önemli bir etmen sosyal medyadır.5 ABD’NİN ETKİSİ Libya ve Suriye de ki muhalefetlere verdiği desteğe rağmen geçmiş Amerikan politikaları sebebiyle ABD’nin Arap halkları ile ilişkisi sınırlıdır. Fakat bölgenin demokratikleşmesi ve sivil anayasa hazırlamada ABD’nin oynayacağı rol aşikardır. BM Güvenlik konseyinde Filistin’in egemen devlet olma talebinin ABD tarafından veto edilmesi ile Obama’nında Arap halkı üzerinde ki etkisi azalmıştır. Böylece yeni dönem Arap politikalarında ABD bir dizi sorunlarla karşı karşıya kalabilir. ABD, Afganistan ve Irak savaşları ile Ortadoğu’da ki prestijini kaybetmesi ile bölge politikalarına direkt olarak müdahil olamamıştı. ABD’nin bölgede ki emelleri ise; Ortadoğu pazarını Batı’ya, kapitalizme açma isteğidir. Kapitalizmin son yıllarda yaşadığı krizler sonucu, çok ulus4

İrem Sönmez, ‘’Mısır Başkanlık Seçimleri: Devrimin Sonu, Darbenin Başlangıcı mı?’’,http://www.turksam.org/ tr/yazdir2692.html yayın tarihi: 22 Haziran 2012, Erişim Tarihi: 18.04.2013 5 Ezgi Eldoğan, ‘’Sosyal Medyanın Arap Baharı Üzerinde ki Etkisi’’, http://www.turksam.org/gencbakis/a2780. html, yayın tarihi 08 Ekim 2012, Erişim Tarihi: 18.04.2013

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

87


İlkbahar mı? Sonbahar mı?, Bünyamin Halit KÜSKÜ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

lu şirketlerin bölge diktatörlerinden aldığı pay azaltmış, ABD ve Batı’nın kapitalist devletleri oluşan bu halk hareketinde rol alma çabasına girerek, daha fazla pay almak istemişlerdir. Farklı bir durum olarak ise bölgenin bir diğer ülkesi Suriye’nin yanında olan Rusya’ya karşı, ABD’de bölgede kendisini hakim hissettirmeyi istemektedir. TÜRKİYE’NİN ROLÜ 2011 Türkiye Orta Doğu ve Kuzey Afrika da siyasi askeri ve kültürel etkileşimini geliştirmiştir. Nitekim Mısır da başlayan isyanları Türkiye desteklemiş, Başbakan Erdoğan Hüsnü Mübarek’e görevi bırakması çağrısında bulunmuştur, Böylece Türkiye bu coğrafyanın değişen halk taleplerini görmüş bulunmaktadır. Bunun dışında Türkiye,Suriye ile kurulan dostluk köprülerini bu amaç doğrultusunda bozmaktan çekinmemişti. muhalefet yanlısı politikalarıyla bölge halkına ve uluslararası topluma Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın değişiminde ve istikrarında Türkiye’nin öncü, merkezi ve düzenleyici bir rol oynayabileceğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Ortadoğu’da aktif rol alma çabası ve bölgesel güç olma yolunda, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle olan tarihsel bağı, yakın geçmişte yaşanan soğuklukların aksine birbirine yakınlaşmakta, sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkilere girmektedir. Türkiye’nin dışında bölgede etkili olan bir diğer devlet ise İran’dır. Suriye’de ki olaylara insani ve dini olmaktan ziyade mezhepsel ve siyasal çıkar sağlamak amacıyla yaklaşmaktadır. İran Arap Baharı’nın gerçekleştiği Suriye, Bahreyn gibi ülkelerde Şii grupları desteklemektedir. İran’ın bu yöntem ile amaçladığı Suriye, Irak, Azerbaycan ve Lübnan’ı içine alan Şii Hilali’ni kurarak bölgesel güç olmaktır. İran, Hüsnü Mübarek’in devrilmesi ile gelişmeye başlayan Mısır-İran ilişkileri ile, bölgede hem Sünni, hem de bölge ülkelerine model ülke olma çabasında ki Türkiye’ye rakip olmaktadır. SONUÇ Arap Baharı her ne kadar uluslararası toplumda ve tüm dünya kamuoyunda büyük heyecan oluştursa da ileride ne olacağına dair kestirimde bulunmak nerdeyse imkânsızdır. Sonuç olarak eğitim seviyesi ve yaşam standartlarının gelişmesi ile beklentileri artan halk tatmin edici bir cevap alamaz ise istikrarsızlık bölgeye tamamıyla hâkim olur ve şiddet olayları artar. Böylece demokrasinin hâkim kılınması isteği zayıflar. Arap Baharı’nın bu güne kadar ki gelişimleri gözlemlediğinde uzun bir süreç olduğu görülmektedir.

88

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


İlkbahar mı? Sonbahar mı?, Bünyamin Halit KÜSKÜ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

Arap Baharı şimdiye kadarki gelişim seyri açısından irdelendiğinde çok uzun maratonun, sürprizlere gebe bir başlangıç etabı olarak görülebilir. Ama tabii ki çok büyük bir önem taşıyan bir dönüm noktası olan bu sosyal hareket, yeni bir demokratik, hukukun üstünlüğü prensibini içselleştirmiş, çok kültürlülüğe açık bir Arap kimliği yaratabildiği ölçüde başarılı olacaktır. 6

KAYNAKÇA 1.

http://www.tuicakademi.org (21.01.2013) http://www.sde.org.tr/tr/haberler/1742/arap-baharinin-dinamigi-ve-devinimi.aspx (18.01.2013)

2. http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2277:seminer-arapbahar-ve-tuerkiye-abd-likileri&catid=138:seminerler&Itemid=227 (19.01.2013) 3. http://www.sde.org.tr/tr/haberler/2030/arap-bahari-surecinde-arap-kimliginin-degisim-ve-donusumu. aspx (20.01.2013) 4. http://www.sde.org.tr/tr/haberler/1639/arap-baharinin-cicekleri-turkiye-icin-mi-aciyor.aspx (19.01.2013) 5. http://www.sde.org.tr/tr/haberler/1624/arap-baharinda-turkiye.aspx (19.01.2013) 6. http://glopol.org/tr/2012/09/21/arap-baharinin-tarihsel-arka-plani-tunus-ve-misir-ornegi/ (18.04.2013) 7. http://www.turksam.org/tr/yazdir2692.html (18.04.2013) 8. Sönmez, İrem, ‘’Mısır Başkanlık Seçimleri: Devrimin Sonu, Darbenin Başlangıcı mı?’’, http://www.turksam. org/tr/yazdir2692.html yayın tarihi: 22 Haziran 2012, Erişim Tarihi: 18.04.2013 9. Eldoğan, Ezgi, ‘’Sosyal Medyanın Arap Baharı Üzerinde ki Etkisi’’, http://www.turksam.org/gencbakis/ a2780.html, yayın tarihi : 08 Ekim 2012, Erişim Tarihi: 18.04.2013 10. Sandıklı, Ali, / Semin, Ali, ‘’ ARAP ÜLKELERİNİN YENİ ORTADOĞU’DA MODEL ARAYIŞI’’ Erişim Tarihi:18.04.2013 11. Lewis,Bernard, Oradoğu, (çev. Selen Y.Köley), Anakara, 2010, s.390,398,400 12. İnanç, Hüsamettin, Arap Baharı Sürecinde Arap Kimliğinin Değişim ve Dönüşümü,http://www.sde.org. tr/tr/haberler/2030/arap-bahari-surecinde-arap-kimliginin-degisim-ve-donusumu.aspx yayın tarihi: 03.12.2012 erişim tarihi:15.04.2013

6

Hüsamettin İnanç

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

89



Türkiye’de Yeni Anayasa Yapım Süreci IŞIĞINDA TÜRK VE DİĞER ÜLKE Anayasalarında Geçen Yemin METİNLERİ İNCELEMESİ Abdullah KARA, Bartın Üniversitesi

ÖZET Anayasa, bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen, bazı ülkelerde yazılı, bazılarında ise yazısız genel kabul görmüş kurallar bütünüdür. Anayasa ile ayrıca kişilerin temel hak ve özgürlükleri güvence altına almıştır. Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirtir. Devletin temel kanunudur. Vatandaşların temel hak ve görevlerini bildirir. Milletvekillerinin seçim sonrası göreve başlamadan önce meclis önünde meşruluk kazanmasını sağlayan and metinleri de anayasalarda yer almaktadır. Böylece anayasalarda yer alan and metinleri okunur ve hem meclis hem de halkın önünde ve gözünde meşruluk kazanılmış olur. Daha doğrusu seçimle gelen yöneticilerin iktidarını pekiştirmek, anayasayı güvence altına almak ve meşruiyeti de pekiştirmek için anayasada yer alan yemin metinleri okunmaktadır. Ülkemizde içinde bulunduğumuz “Yeni Anayasa Yapım Süreci” diğer ülkelerde bu hususta nasıl hareket edildiği merakını uyandırmıştır. Konumuz dahilinde yemin metinlerinin nasıl olduğu ve ne şekilde yemin edildiği ise incelenmeye değer önemli bir husustur. Özellikle Avrupa ülkelerinin bu hususta nasıl hareket ettiği önemlidir. Avrupa ülkelerinin yeminleri ışığında yeni anayasa metninde nasıl bir yemin metni oluşturulması gerektiği önemli bir husustur. İdeal bir yemin metni hazırlayabilmek için geçmişten günümüze anayasalarımızda bulunan yemin metinleri ve birçok Avrupa ülkesinin anayasasında yer alan yemin metinlerini incelemek yerinde olacaktır. Böylece ideal bir metin oluşturulabilecektir. Anahtar Kelimeler: Anayasa, Yeni Anayasa, Yemin, Milletvekili, And. GİRİŞ Cumhuriyet tarihinde ülkemizde üç anayasa yapılmıştır. Yeni anayasa yapım sürecinde dikkat edilmesi gereken hususlar bulunmakta ve bunlardan biri de tarihimizdeki anayasalara bakılarak nelerin yapılması nelerden uzak durulması gerektiğinin belirlenmesidir. Tarihi süreç dikkatlice incelenmeli

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

91


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

ve hassas olan hususlara dikkat edilmesi gerekmektedir. İkinci dikkat edilmesi gereken husus ise Avrupa Ülkeleri’nin anayasaları incelenmeye tabi tutulmalı ve bu incelenme ışığında çıkan verilerden yararlanılmalıdır. Çünkü böylelikle küreselleşmede öncü olan Avrupai tarz yakalanmış olur ve dünya çapında bir anayasa niteliği taşıyan metin oluşturulabilir. Ülkemizde yapılan yeni bir anayasa yapım sürecinde alanında uzman siyaset bilimciler, hukukçular vb.. üzerlerine en çok yük düşen kişilerdir. Tabi ki halkın da bu sürece katılması ve görüş ve isteklerini serbestçe belirtmesi yani yönetişim, çağımızda özellikle gerekli olan bir işlemdir. Yemin metninin belirlenmesi hususunda bizce ayrı bir önem arzetmektedir. Çünkü halkın gözünde meşruluğu sağlayıcı ve pekiştirici bir nitelik taşıyan yemin uygulaması halk tarafından da değerlendirilmesi gereken bir husustur. Dünyada birçok şekli bulunan yemin bahsi, ülkemizde yakın zamanda çıkan bir takım hadiselere sebep olmuştur. Bunların kesin bir hükme bağlanması ve halka arzedilmesi önemli bir meseledir. Mecliste çıkan hadiseler halkı ve ülkeyi memnuniyetsiz etmektedir. Bunların önlenmesine yönelik çalışmalar yapılmalı ve ivedilikle halledilmesi gerekmektedir. İçinde bulunulan süreçte öncelikle geçmişten ders alınması gerektiğini ve daha sonra gelecekle ilgili planların kurgulanması ve netleştirilmesi gerektiği düşünülmektedir. Bu bağlamda, bahsedildiği üzere önce anayasalarımız irdelenip daha sonra diğer ülkelerin anayasaları irdelenmeli ve dünya çapında geçerli olacak şekilde ve ülkemize de uygun şekilde hazırlanacak bir yemin bahsi ve metni hazırlanmalıdır. Çok çeşitli görüşler sergilenmesi gerektiği ve böylece bakış açısı geniş tutulmuş olduğundan sağlıklı bir metin ortaya çıkacağı düşünülmektedir. 1924, 1961 VE 1982 ANAYASALARINDA YEMİN a) 1924 Anayasası 1924 Anayasası’nda yemin metni bulunmakla beraber bu metin belli bir süre sonra değişikliğe uğramıştır. 16. maddede milletvekillerinin ilk yemin metni şu şekildeydi: “Vatan ve milletin saadet ve selametine ve milletin bilâ kaydu şart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma “Vallahi”.”. Değişiklik sonrası ise metin şu hale gelmiştir: “Namusum üzerine söz veririm ki: Vatanın ve milletin mutluluğuna, esenliğine, milletin kayıtsız şartsız eğemenliğine aykırı bir amaç gütmiyeceğim ve Cumhuriyet esaslarına bağlılıktan ayrılmıyacağım.” İlk ve ikinci metinler arasında mukayese yapılacak olursa ilk metinde “Eski Türkçe” diye tabir edebileceğimiz kelimeler yer alırken ikinci metin daha çok “Sadeleştirilmiş Türkçe” kelimelerin yer aldığı göze çarpmaktadır. Bir diğer husus ise, ilk metinde dini bir ibare olan “Vallahi” ibaresi bulunmaktayken ikinci metinde bu dini ibare kaldırılmıştır. Devletin girdiği yenileşme sürecinin metin üzerinde de etkili olduğu ve seküler ve laik bir anlayışın yerleştirilmeye çalışıldığı metinden yola çıkılarak ulaşabileceğimiz bir husustur. 92

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

Cumhurbaşkanı’nın yemin şekli olarak da iki metin bulunmaktadır. İlki şu şekildedir: “Reisicumhur sıfatı ile Cumhuriyetin kanunlarına ve hakimiyeti milliye esaslarına riayet ve bunları müdafaa, Türk Milletinin saadetine sadıkane ve bütün kuvvetimle sarfı mesai, Türk devletine teveccüh edecek her tehlikeyi kemali şiddetle men Türkiye’nin şan ve şerefini vikaye ve ilaya ve deruhde ettiğim vazifenin icabatına hasrınefs etmekten ayrılmıyacağıma “Vallahi”.”. İkinci metin ise şu şekildedir: “Namusum üzerine söz veririm ki: Cumhurbaşkanı olarak, Cumhuriyet kanunlarını, milletin egemenlik esaslarını sayacağım; Ve bunları müdafaa edeceğim; Türk milletinin mutluluğuna bütün bağlılığımla, bütün kuvvetimle çalışacağım; Türk Devletine yönelecek her tehlikeyi en son şiddetle önleyeceğim; Türkiye’nin şanını, şerefini koruyup yükseltmek, üstüme aldığım görevin isterlerini yerine getirmek için olanca varlığımla çalışmaktan asla ayrılmıyacağım.””. Bu metinlerin mukayesesinde de önceki gibi kelime farkları ve “vallahi” ibaresinin kaldırılması yer almaktadır. b) 1961 Anayasası 1961 anayasası, darbe sonrası yapılan bir anayasa olma niteliği taşımaktadır. Bu sebeple de anayasa darbeyi yapanlar tarafından oluşturulmuş ve halkın fikri sorulmamıştır. Halka zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Bu anayasada 77. ve 96. maddeler yemin metini içermektedir. 77. Maddeye göre milletvekilleri şu şekilde yemin etmişlerdir: “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm.” Bu metinde; devletin üniter yapısının korunması, egemenliğin, demokrasinin ve laikliğin korunmasına ve bu ilkelere bağlı kalınmasına yönelik and içilmektedir. Ayrıca yemin metninin sonuna ise “Namusum üzerine söz veririm” ibaresi yerleştirilmiş ve böylece insan namusu en kutsal şey olarak gösterilmiştir ve meşruiyet aracı olarak kullanılmıştır. 96. maddede bulunan Cumhurbaşkanı andı ise şu şekilde anayasada yer almıştır: “Cumhurbaşkanı sıfatiyle, Türk Devletinin bağımsızlığına, Vatanın ve Milletin bütünlüğüne yönelecek her tehlikeye karşı koyacağıma; Milletin kayıtsız şartsız egemenliğini ve Anayasayı sayacağıma ve savunacağıma; insan haklarına dayanan demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinden ve tarafsızlıktan ayrılmıyacağıma; Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini koruyup yüceltmek ve üzerime aldığım görevi yerine getirmek için bütün gücümle ve varlığımla çalışacağıma namusum üzerine söz veririm.” “Namusun üzerine söz veririm” ibaresi burada da yer almaktadır. Ayrıca milletvekillerinden farklı olarak anayasanın korunmasını sağlayacağına ve onu savunacağına metinde yer verilmiştir. Diğer bir fark olarak da hukuk devleti ve tarafsızlık ibareleri and metninde bulunmaktadır. Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

93


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

c) 1982 Anayasası Anayasanın 81. ve 103. maddelerinde and metinleri yer almaktadır. 81. maddede de belirtildiği üzere milletvekilleri şu şekilde yemin etmektedir: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” Meclis üyelerinin ettiği bu yeminde devletin bağımsızlığı ve bütünlüğünün korunacağına, hukukun üstünlüğü, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalınacağına dair yemin edilmektedir. Milletin egemenliğinin, refah ve huzurun, insan hak ve hürriyetlerinin korunacağına dair kişiler kendi namus ve şerefleri üzerine and içmektedirler. 103. Maddede ise Cumhurbaşkanı’nın yemini yer almaktadır. Yemin metni şu şekildedir: “Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” Cumhurbaşkanı’nın bu yemin metninde millet vekillerininkine ek olarak anayasanın korunmasına yönelik ibare yer almaktadır. Geri kalan ibareler ise milletvekillerinin and metnindekilerin aynısı gibi olmaktadır. DİĞER BAZI ÜLKE ANAYASALARINDA YEMİN Bu bölümde Danimarka, Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, İrlanda, İtalya, Hollanda, Polonya, Portekiz, İspanya, ABD vb... gibi, çoğu Avrupa’da bulunan devletlerin anayasalarındaki and metinleri incelenecektir. a) Danimarka Anayasası Anayasanın 32. maddesinin 7. fıkrasında şu şekilde bir ibareye rastlanılmaktadır: “Seçimi onaylanan her bir yeni milletvekili, Anayasaya sadakati üzerine yemin eder.”* Seçim sonrasında milletvekili seçilen meclis üyelerinin nasıl yemin edeceği anayasada bu şekilde belirtilmiştir. Çoğu ülke anayasasında uzunca bir metin yer almaktayken, Danimarka anayasasında bu hususta kısa ve net bir ibareyle yemin belirlenmiştir. Tek şart olarak anayasaya sadık kalınması istenilir. Anayasaya sadakat ile bağlı kalınacağı üzerine yenim edildikten sonra ise milletvekilliği görevi yürütülmeye başlanır. Anayasaya göre sadece yeni milletvekili seçilen kişilerin yemin etmesi söz konusudur. Şu an Türkiye’de geçerli olduğu için 1982 Anayasası’ndaki metin ile karşılaştırıldığında çok kısa ve ayrıntılı olmayan bir yemin metni olarak göze çarpmaktadır. 94

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

b) Avusturya Anayasası Anayasada Federal Cumhurbaşkanı ve Federal Hükümet üyeleri için bir yemin metni bulunmaktadır. Yemin metinleri anayasanın 62.ve 72. maddelerindeyeralmaktadır. 62. maddede Cumhurbaşkanı’nın yeminiyle ilgili metin bulunmaktadır. 62. maddenin 1. fıkrasında: “Federal Cumhurbaşkanı, görevine başlarken Federal Meclis önünde aşağıdaki şekilde and içer; “Anayasaya ve Cumhuriyetin yasalarına sadakatle bağlı kalacağıma ve görevimi sahip olduğum bilgi ve inançlarla en iyi şekilde yapmaya çalışacağıma ant içerim.””* ifadelerine yer verilmektedir. Ardından 2. fıktada ise: “Dini beyanların belirtilmesi kabule şayandır.” ifadesi bulunmaktadır. Belirtildiği üzere federal bir yapısı bulunan Avusturya devletinin Cumhurbaşkanı’nın etmesi gereken and metninde Anayasanın ve Cumhuriyet yasalarının korunması ve bu yasalara sadakate dair ibareler kullanılmıştır. Yine Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürecek kişinin sahip olduğu bilgi birikimini sonuna kadar kullanarak ve inançları doğrultusunda hareket ederek görevini yapacağına dair and metninde ibareler bulunmaktadır. Bu ülkenin anayasasında belirtildiği üzere and içme hususunda dini ibare kullanabilme özgürlüğü de tanınmaktadır. Bu husus takdire şayan bir husus olarak dikkat çekmektedir. İsteğe bağlı olarak inançsal bir söylem kullanılması ülkede bulunan dini grupların güveninin ve bağlılığının daha da yüksek seviyede yer almasına ve meşruiyetin daha fazla elde edilmesine yardımcı olacak önemli bir husus niteliği taşımaktadır. Türkiye’nin 1982 Anayasası’nda ise böyle bir özgürlük söz konusu olmamakta, bu ise önemli bir eksiklik olarak görülmektedir. Anayasanın 72. maddesinde federal hükümet üyelerinin yeminiyle ilgili şu ibareye yer verilmiştir: “Federal Hükümet üyeleri göreve gelmeden önce Federal Cumhurbaşkanı önünde ant içerler. Dini beyanların ilavesi kabulü şümuldür.”* Muhtemelen Cumhurbaşkanı’nın ifadelerinin aynısı olan bu and içme şekli yine dini beyan ilavesinin serbest olduğunun da belirtilmesiyle anayasada yer almaktadır. c) Belçika Anayasası Anayasada Kral ve yeni Başbakan ve Federal Hükümet üyeleri için bir yemin metni bulunmaktadır. Belçika anayasasının 91. ve 96. maddelerinde yemin etme hususunda bilgi içeren ifadelere yer verilmektedir. 91. maddede belirtildiği üzere ülke kralın da bulunduğu bir sistemle yönetilmektedir. Madde şu şekilde yer almaktadır: “Kral ancak bileşik oturumla toplanmış meclisler önünde aşağıda belirtilen andı içtikten sonra tahta çıkabilir; “Belçika halkının Anayasasına ve kanunlarına uymaya, ülkenin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumaya ant içerim.”* Anayasal monarşi ile yönetilen bu ülkede kral bileşik oturumla toplanmış meclisler önünde Anayasaya ve kanunlara uyacağına ve ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü koruyacağına dair and içer. Danimarka’ya kıyasla uzun fakat Türkiye’ye kıyasla kısa bir içeriğe sahip bulunmaktadır. Avusturya anayasasındaki gibi herhangi bir dini ibare kullanılma serbestliği de bulunmamaktadır. Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

95


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

Anayasanın 96. maddesinin 2. bendinin sonunda “...Yeni Başbakan ve yeni Federal Hükümet ant içtikten sonra göreve başlar.”* ifadesine yer verilmektedir. Yemin ile ilgili ifadeler kullanılmamaktadır. Fakat kralın ettiği yemin metnine benzer bir yemin ettikleri büyük olasılıktır. d) Fransa Anayasası* Fransa’da herhangi bir yemin zorunluluğu bulunmamaktadır. Yapılan inceleme sonucunda da anayasada hiçbir yemin metni ve yeminle ilgili ibare olmadığı tesbit edilmiş bulunmaktadır. Buradan anlaşılacağı üzere meşruiyet pekiştirilmesi yapılmamakta ve seçimle gelen temsiliyet ile meşruiyet sağlanılmaya çalışılmaktadır. Seçim sonrası yemine ihtiyaç duyulmadan göreve başlanılması söz konusudur. Tüm seçilmişler için bu geçerli bir durum olarak görülmektedir. e) Almanya Anayasası Anayasaya göre Federal Cumhurbaşkanı, Federal Başbakan ve Bakanların yemin metni bulunmaktadır. Anayasanın “Görev Andı” başlıklı 56. maddesinde Federal Cumhurbaşkanı, Federal Meclis ve Federal Konsey Üyelerinin birleşik toplantısında şu şekilde and içer: “Gücümü Alman ulusunun mutluluğuna adayacağıma, onun refahını arttıracağıma, ona gelebilecek zararları önleyeceğime, Anayasaya ve federal yasalara saygı gösterip, onları savunacağıma, yükümlülüklerimi titizlikle yerine getireceğime ve herkese karşı adaletli davranacağıma and içerim. Tanrı bana yardımcı olsun!” * Ayrıca maddede yeminin dini içerik kullanılmadan da yapılabileceği söylenmektedir. Bu maddede meclis ve konseyin birlikte bulunduğu bir toplantıda Federal Cumhurbaşkanının and içtiği söylenmektedir. Halkın iyiliği için çalışılacağı anayasa ve federal yasalara saygı gösterileceği ve adil olunacağı söylenmektedir. En sonda da dini ibareler kullanılmaktadır. Fakat dini ibarelerin kullanılıp kullanılmaması serbest bırakılmıştır. “Federal Bakanların Atanması” başlıklı 64. maddenin 2. fıkrasında, Federal Başbakanın ve Bakanların Federal Meclis önünde 56. maddedeki Federal Cumhurbaşkanının ettiği yemin metni kullanılarak and içilmesi belirtilmektedir. Yani Federal Cumhurbaşkanının yemin metni Federal Hükümet üyeleri için de geçerli olmaktadır. f) İrlanda Anayasası Anayasada sadece Başbakan için bir yemin metni bulunmaktadır. Anayasasının 12. maddesinin 8. fıkrasında Başkanın, Parlamentonun iki meclisinin (Temsilciler Meclisi ve Senato )üyelerinin, Yargıtay ve Yüksek Mahkeme üyelerinin ve diğer önemli şahsiyetlerin huzurunda halka açık olarak şu bildiriyi okuyarak göreve başlayacağı belirtilmiştir: “İrlanda Anaya-

96

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

sasını koruyacağıma ve kanunlarını destekleyeceğime, Anayasa ve yasalara uygun olarak sadakatle ve vicdanlı görevlerimi yerine getireceğime ve yeteneklerimi İrlanda halkının hizmetine ve refahına adayacağıma Yüce Tanrının huzurunda, ciddiyetle ve içtenlikle söz verir ve ilân ederim. Tanrı bana yol göstersin ve güç versin.”* Başkan anayasa ve kanunları koruyacağına ve destekleyeceğine ve bunlara uygun bir şekilde halkının menfaatine tüm yeteneklerini kullanacağına dair ciddi ve içten bir şekilde yemin etmektedir. Bu sözü Tanrının huzurunda verip Tanrıdan kendisine yol gösterip güç vermesini dilemektedir. Görüldüğü üzere dini ibarelerin kullanılması zaruri olup isteğe bağlı bırakılmamıştır. g) İtalya Anayasası İtalya anayasasının 91. maddesinde: “Cumhurbaşkanı, göreve başlamadan önce, Meclislerin ortak oturumunda, Cumhuriyete sadakat ve anayasayı koruyacağına dair ant içer.”* ibaresi yer almaktadır. Bu maddeden anlaşılacağı üzere meclislerin ortak oturumunda Cumhurbaşkanı Cumhuriyete sadık kalacağına ve anayasayı koruyacağına dair and içmektedir. Kısa bir bahis olarak geçen yemin ibaresi bulunmaktadır. Metin herhangi bir dini ibare barındırmamaktadır. Anayasanın 93. Maddesinde ise Başbakan ve Bakanların Cumhurbaşkanı önünde yemin etmesi gerektiği belirtilmektedir. Herhangi bir metin bulunmamakla birlikte bir metne de vurgu yapılmamaktadır, fakat 91. maddeyi 93. madde için bir hareket noktası olarak varsaymak bizce doğru olacaktır. h) Hollanda Anayasası * Anayasada 4 maddede yemin ile ilgili ibare bulunmaktadır. 32. maddede Kralın başkent Amsterdam’da parlamentonun halka açık birleşik oturumunda anayasaya sağdık kalacağına ve görevini bağlılıkla yerine getireceğine dair yemin edeceği belirtilmektedir. 37. maddenin 4. Fıkrasında yemin hususunda şu metin yer almaktadır: “Vekil, Anayasaya bağlı kalacağına ve görevlerini sadakatle yerine getireceğine birleşik oturumda toplanmış Parlamento önünde ant içer ya da söz verir.” * Burada önem arzeden ibareler anayasaya bağlılık ve göreve sadakattir. 49. maddede, bakanların ve devlet sekreterlerinin atanma kararnamelerinin kabulünden sonra kanunda belirtilene uygun olarak kral önünde, göreve atanmalarını kanunen yasaklayan hiçbir edimde bulunmadıklarına, anayasaya bağlı kalacaklarına ve görevlerini sadakatle yerine getireceklerine dair and içecekleri belirtilmektedir. 60. maddede, Meclis üyelerinin göreve atandıklarında, kanunda belirtilen şekle uygun olarak Parlamento önünde, göreve atanmalarını kanunen yasaklayan hiçbir edimde bulunmadıkları, Anayasaya bağlı kalacakları ve görevlerini sadakatle yerine getirecekleri yönünde ant içecekleri belirtilmektedir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

97


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

i) Polonya Anayasası Anayasanın 4 maddesinde yemin ile ilgili ibare bulunmaktadır. Anayasanın 104. Maddesinin 2. fıkrasında milletvekillerinin meclis önünde şu yemini ettikleri ifade edilmiştir: : “Ulusa karşı görevlerimi yerine getireceğime, Devletin egemenliğini ve çıkarlarını koruyacağıma, bütün gücümle Anavatanın refahı ve vatandaşlarının mutluluğu için çalışacağıma ve Polonya Cumhuriyeti’nin Anayasası ve diğer yasalarına uyacağıma bütün vicdanımla andiçerim.” * Yemine ayrıca şu cümle eklenebilir: “Tanrım, bana yardım et.” Peşinden 3. fıkrada “Yemin etmeyi ret görevden bir feragat olarak kabul edilir.” ifadesi yer almaktadır. Bu maddeden anlaşılan, yeminin zaruri olduğu fakat yemin içinde dini ibarelerin isteğe bağlı kullanılabileceğidir. 130. maddede ise Cumhurbaşkanının yemin metni belirtilmektedir: “Ulusun iradesiyle Polonya Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nı üstlenirken Anayasa hükümlerine sadık kalacağıma andiçerim; Ulusun onurunu, Devletin bağımsızlığını ve güvenliğini sıkı sıkıya koruyacağıma ve ayrıca Anavatan’ın yararı ve vatandaşlarının refahının en yüce ödevim olarak kalacağına yemin ederim.” * Yemine ayrıca şu cümle eklenebilir “Tanrım, bana yardım et.“ 104. Maddede belirtildiği gibi burada da dini ibarelerin kullanılması isteğe bağlı bırakılmıştır. Cumhurbaşkanı anayasaya sadık kalacağına, ulusun onuru, devletin bağımsızlığı ve güvenliğini sağlayacağına, anavatan ve vatandaşların refahını sağlayacağına dair yemin etmektedir. 151. maddede başbakan, başbakan yardımcıları ve bakanların cumhurbaşkanı önünde şu yemini edecekleri belirtilmektedir: “Başbakanlık (Başbakan Yardımcılığı, bakanlık) görevini üstlenirken, Anayasanın ve Polonya Cumhuriyeti’nin diğer kanunlarının hükümlerine sadık kalacağıma ve Anavatan’ın yararı ve vatandaşlarının refahının daima en yüce yükümlülüğüm olarak kalacaklarına andiçerim.” * Yemine ayrıca şu cümle eklenebilir “Tanrım, bana yardım et. “ Bu maddede de dini ibarelerin kullanımının serbest bırakıldığı görülmektedir. Anayasa ve kanunlara sadık kalınacağı ve anavatan ile vatandaşların refahının sağlanacağı belirtilmektedir. j) Portekiz Anayasası Anayasanın “Cumhurbaşkanı” adlı bölümünde yer alan “Atanma ve Yemin” başlıklı 127. maddenin 3. fıkrasında Cumhurbaşkanının andı şu şekildedir: : “Bana verilen görevi sadakatle yapacağıma ve Portekiz Cumhuriyeti Anayasasını savunacağıma, gözeteceğime ve gözetilmesi için çalışacağıma namusum üzerine yemin ederim.” ** Burada cumhurbaşkanının görevine sadık kalacağını, anayasayı savunacağını, gözeteceğini ve gözetilmesini sağlayacağını belirten yemin metnini kullanacağı belirtilmiştir. k) İspanya Anayasası Anayasanın “Kral’ın Vasisi” adlı 61. Madde’nin 1. Fıkrasında “Parlamento önünde ilan edilen 98

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

Kral, görevini sadakatle yapacağına, anayasa ve kanunlara itaat edeceğine ve itaat edilmelerini sağlayacağına ve vatandaşların ve özerk toplulukların haklarına saygı duyacağına yemin eder.” * ibaresi bulunmaktadır. Bunun yanısıra aynı maddenin 2. Fıkrasında da “Erişkin yaşa gelen Veliaht Prens veya görevi üstlenen Naip veya Naipler, Kral’a sadakat yemini yanı sıra bu yemini de ederler.” * ibaresi bulunmaktadır. Burada kral, görevini sadakatle yapacağına, anayasa ve kanunlara uyup uyulmasını sağlayacağına, vatandaş ve özerk toplulukların haklarını koruyacağına dair yemin edeceği belirtilmektedir. Ayrıca veliaht prens ve naipler, kralın ettiği şekilde yemin edip krala sadık kalacaklarını da yemin metnine eklerler. l) Amerika Birleşik Devletleri Anayasası Anayasanın 2. maddesinin 1. bölümünün son paragrafından ve 6. maddenin son paragrafından yemin hususunda bilgi edinilebilmektedir. 2. maddenin 1. bölümünün son paragrafında başkanın yemini şu şekilde belirtilmiştir: “Birleşik Devletler Başkanlığı görevini sadakatle yerine getireceğime ve Birleşik Devletler Anayasası’nı elimden geldiğince gözeteceğime, koruyacağıma ve savunacağıma onurum üzerine ant içerim (söz veririm).” * Metinden anlaşılacağı gibi birleşik devletler başkanı görevini sadakatle yapacağını, anayasayı gözeteceğini, koruyacağını ve savunacağını belirtmektedir. Anayasanın 6. Maddesinin son paragrafında: “Daha önce sözü edilen Senato ve Temsilciler Meclisi Üyeleri, ve eyaletlerin yasama meclisleri üyeleri, ve hem Birleşik Devletler hem de eyaletlerin yürütme ve yargı organları yetkilileri, bu Anayasa’ya sadık kalacakları hususunda yemin edecek veya söz vereceklerdir...” * şeklinde bir beyanat bulunmaktadır. Burada yasama ve yürütme mercileri yanısıra yargı mercilerinin de anayasaya sadık kalacaklarını belirtmeleri gerektiği ifade edilmektedir. Bu durum hem birleşik devletler bazında hem de eyaletler bazında yapılmaktadır.

SONUÇ VE ÖNERİLER Ülkemizde hüküm sürmüş anayasalar olan 1924, 1961 ve 1982 anayasaları olağanüstü hal anayasası niteliği taşımaktadır. 1924 anayasası cumhuriyetimizin kuruluş ve kurtuluş aşamasında yapıldığı için bu niteliği taşıdığı söylenebilir. Fakat ilk başta yemin metninde dini ibareler kullanılmaktayken daha sonra yapılan değişiklikle bu ibareler yok edilmiştir. Bunun sebebi ise o yıllarda ülkemizin gelişmişliğini sağlayabilmek için sekülerizm ve laiklik akımlarının çare olarak görülmesinden kaynaklıdır. 1961 ve 1982 anayasaları “darbe anayasası” olarak nitelendirebileceğimiz ve askeri müdahale sonrasında askerlerin yaptığı ve halkın onaylamak zorunda kaldığı bir metindir. Darbe öncesi yaşanan hadiseler bu anayasa metinlerinin yemin kısmında dini, ideolojik söylemlerin kısıtlanmasına sebep olmuş ve sadece Atatürk’ün ideolojileri yani ilke ve inkılapları söz konusu yemin metninde kullanılmıştır.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

99


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

Daha önce de bahsedildiği gibi bu anayasalar kazuistik bir nitelik taşımakta, bu sebepten dolayı da yemin metinleri net, uzun ve ayrıntılı olarak anayasada yer almaktadır. Yeni anayasa yapım sürecinde hem diğer bazı ülkelerin anayasaları incelenerek, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikleri dikkate alınarak bir metin oluşturulması uygun bulunmaktadır. Diğer bazı ülkelerin anayasalarından yola çıkarak yemin metni tasnifi yapılacak olursa şu şekilde bir tablo oluşturmak yanlış olmayacaktır; 1- Fransa’da olduğu gibi yeminin zorunlu kılınmaması, 2- Danimarka’daki gibi kısa bir metine yer verilmesi, 3- Geleneğimize uygun olarak uzunca bir metine yer verilmesi ve 4- Ne geleneksel bir biçimde çok uzun olan ne de Danimarka’da olduğu gibi yeminin çok kısa olduğu bir metin olmayan, orta uzunlukta bir metne yer verilmesi. İncelenen anayasalar içinde sadece Fransa’da yemin zorunluluğu bulunmamaktadır. Fakat geleneksel bir biçimde Fransa yapısını örnek alarak ilerlediğimiz için bu bizde ne kadar olumlu veya olumsuz yankı yapar bilinemez. Şu da var ki incelediğimiz çoğu ülkede kısa da olsa bir yemin metni bulunmaktadır. Ayrıca yeminin hem bir meşruiyet pekiştirmesi olarak görülmesi hem de temel görevlerin net bir biçimde beyan edilmesini sağlaması açısından bakıldığında ortada bir metnin bulunmasının ve yemin edilmesinin anayasada belirtilmesinin iyi olacağı kanaatindeyiz. Peki nasıl bir metin oluşturulursa hem geleneksel açıdan hem de genek konjoktür açısından doğru bir metin hazırlanmış olur? Türkiye’nin genel yapısına baktığımızda üniter bir devlet olduğunu, genel olarak merkeziyetçi bir yapısının bulunduğunu, Daire-i Adalet geleneğinden gelindiğinden kutsal olarak görülen devlet, millet vb.. ögeler bulunduğunu görmekteyiz. Bütün bunlardan ve daha fazlasından dolayı devletin bütünlüğü hususunda ve milletin sağlık ve selametinin sağlanması hususunda mutlaka bir ifadeye yer verilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Ayrıca gereksiz ve laftan ibaret olan, değişen dünya konjoktüründe değeri düşen bir takım ibarelerin kullanılmaması ve bunun yerine anayasanın en düzgün haliyle oluşturulup, anayasanın korunup kollanacağı ve bunun sağlanılması için elden gelenin yapılması hususunda ifadelerin kullanılması da daha uygun olarak görülmektedir. Bir takım yollar ve güzergah çizilmesi yerine temel değerlerin korunmasına yönelik (Devlet, Millet, Anayasa...) ibarelere yer verilmesi daha uygun olarak görülmektedir. Uzunluk ve kısalık hususuyla temel içerik hususunun belirtilmesinden sonra diğer bir önemli nokta da içerikte dini ibarelerin yer alıp almayacağı, eğer yer alırsa nasıl bir formatta olacağıdır. Bu açıdan bakıldığında önümüze 4 seçenek çıkmaktadır;

100

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

1- Hiçbir şekilde dini ibarelerin kullanılmaması, 2- Avusturya’daki gibi, dini bir ibareye metinde yer vermemekle birlikte kullanımının serbest bırakılması, 3- Almanya’da olduğu üzere yemin metninde dini ibarelerin bulunması fakat bunları kullanmanın zorunlu olmaması ve 4- İrlanda’daki gibi zorunlu dini ibare kullanımı. Öncelikle şunu belirtelim ki incelenen ülke anayasalarında yemin metni kısmında dini ibarelerin hiçbir şekilde kullanılmaması hususu yok denecek kadar azdır. Birçok metinde dini ibarelerin kullanımının serbest olduğunu görebilmekteyiz. Dahilinde bulunduğumuz milletin de bu noktada hassas olduğunu, en azından çoğunluğunun hassas olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu noktada yemin metninde en azından dini ibarelerin serbest kullanımının sağlanması sağlıklı olur düşüncesindeyiz. Avrupa’nın genelinde Orta Çağ sonrası Hristiyanlığa karşıtlık olmasına ve sekülerizm ve pozitivizm gibi metafizikleşmenin doğru olmadığı düşüncesini savunan akımlara rağmen dini ibarelerin anayasada yemin metni kısmında bulunması önemli bir husustur. Çünkü özellikle bizim ülkemizde kutsiyeti fazla olan islam dini ve Allah lafzı kullanılarak yemin edilmesi ve diğer ülkelerde de bu gibi ibarelerin bulunması halkın ve seçilen görevli kişinin en iyi şekilde görevini yerine getirmesinde önemli bir husus niteliği taşımaktadır. Yeni bir yemin metni hazırlanması aşamasında çoğu Müslüman olan bu milletin seçtiği vekillerin dini ibare kullanımının en azından serbest bırakılması doğru bulunmaktadır. Böylece seçilen görevli kişilerin görevini yerine getirme hassasiyetinin daha da artacağı öngörülmektedir. Aynı zamanda halkın gözünde milletvekilleri vb.. meşruluğu daha da artacak ve isyanvari hareketler bir nebze olsun önlenecektir. Hülasa toplum refahı ve düzeni daha üst seviyede olacaktır. Son zamanlarda tartışılagelen bir küçük husus da edilen yeminin hangi dilde edileceğidir. Bu noktada bildiğimiz kadarıyla her ülkenin en az bir resmi dili bulunmaktadır ve devlet dairelerinde resmi dil ve/veya resmi diller kullanılmaktadır. Bu hususa bu noktadan baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili “Türkçe” olarak geçmektedir ve TBMM’de edilen yeminlerin de türkçe edilmesi doğru olacaktır. Sonuç olarak dini, milli, tarihi vb.. değerlerimizi barındıran ve bunların bütünlük içinde korunacağını öngören, uzun olmayan bir yemin metninin ve ayrıca dini ibarelerin kullanımının en azından serbest bırakıldığı bir yemin metninin anayasada yer alması gerektiğini düşünmekteyiz.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

101


Türkiye’ de Yeni Anayasa Yapım Süreci Işığında Türk ve Diğer Ülke Anayasalarında Geçen Yemin Metinleri İncelemesi, Abdullah KARA, Bartın Ünviversitesi

KAYNAKÇA 1)

https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/yabanciulkeler.aspx (06.08.2012, 01:00)

2) http://www.adalet.gov.tr/duyurular/2011/eylul/anayasalar/anayasalar.htm (06.08.2012, 01:00)

102

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


60’lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin GELİŞİMİ VE DEĞİŞİMİ Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

Özet Bu çalışmanın amacı Edward SHLİS tarafından ortaya atılmış ve Şerif MARDİN tarafından Türk siyasetine kazandırılmış olan merkez-çevre kavramını açıklamak ve bu kavramın Osmanlı devletindeki etkisine kısaca değinildikten sonra asıl konumuz olan 1960 sonrası Türk siyasal hayatındaki yeri üzerinde durulacaktır. Bu yöntem incelenirken öncelikle merkez-çevre kavramının Şerif MARDİN tarafından açıklanan tanımı açıklanıp özellikleri açıklanmaya çalışılacaktır. Özellikle 1960 sonrası Türk siyasal hayatındaki yeri tartışılarak günümüzde hala bu kavramların varlığından söz edilecektir. Türk siyasal hayatında önemli sonuçlara yol açan darbeler, koalisyonlar, muhtıralar ve parti kapatmalarının merkez çevre kavramı üzerinde ne tür etkilere yol açtığı açıklanmaya çalışılacaktır. Günümüze gelindiğinde ise yaşanan bütün bu süreçlerden sonra merkez çevre kavramının geçerliliği üzerine düşünmeye sevk edilecektir. Anahtar kelimeler: Merkez çevre, Koalisyon, Darbeler Abstract The aim of this study is to explain “center-society” concept which is put forward by Edward SHLIS and is introduced into the Turkish politics by Şerif MARDİN. After mentioning briefly about the effects of this concept on Ottomon Empire, the focus will be put on its effects on Turkish politics in later 1960s. The researchers will explain the meaning of this concept by Şerif Maden and its place in Turkish politics after 1960 until today. Then, the effects of coups, coalition governments and closing parties on “center-society” will be clarified. Finally, the validity of this concept will be discussed at the present time. Key Words: Center-society, coalition, coups Giriş Günümüze kadar üzerinde sıkça durulan merkez-çevre kavramı Türk siyasal hayatını açıklamada önemli bir anahtar görevi üstlenmiştir. Yapılan çalışmalarda bu kavramların farklı boyutları üzerinde durulmuş ve açıklanmaya çalışılmıştır.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

103


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

Osmanlı devletinden itibaren görülmeye başlayan merkez çevre ilişkileri Türk siyasal hayatımızda önemli bir yer oluşturmaktadır. Gerek tek partili dönemde gerekse çok partili dönemde Türk siyasetini açıklamada etkili bir yöntem olarak görülmektedir. Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren merkezin partisi konumunu üstlenen Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) çevre faktöründen uzak bir yapı sergilemiştir. Bu dönemde çevresel etmenler göz ardı edilmiş ve halka inme yolu denenmemiştir. 1946’lı yıllarda tek partili hayattan çok partili hayata geçişle birlikte kurulan Demokrat Parti (DP) merkezi faktörlere yer verdiği kadar çevreye de inmiştir. İktidara gelmesiyle birlikte çevre ilk defa iktidara gelmiş ve Türk siyasal hayatımızda yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur. On yıl süren çevre iktidarı 27 Mayıs 1960 darbesiyle yıkılmış ve yönetimi Milli Birlik Komitesi (MBK) üstlenmiştir. Bütün bu etmenlerden sonra kurulan yeni partiler ve gerçekleşen darbeler, merkez çevre ilişkilerinde bir değişim yaşanmasına neden olmuştur. Parti kapatmaları, koalisyonlar ve yaşanan ekonomik krizler Türk siyasal hayatımızı etkileyen önemli gelişmelerdir. Türkiye’nin 2000’li yıllara geldiğinde merkez çevrenin yeni bir boyutuyla karşılaşmış, 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP)’ nin Türk siyasal hayatımıza girmesiyle çevre tekrar şekillenmeye başlamıştır. Yaklaşık on yıl içinde geçirdiği seçimlerde oyunu artıran AKP’nin, 2012’li yıllarda hala çevrenin partisi olup olduğu tartışma konusudur. 1. Merkez Çevre Tanımı ve Tarihsel Gelişimi Merkez çevre ilişkisi anlatan teori ilk kez Edward Shills tarafından açıklanmış ve Türkiye de şerif Mardin tarafından kullanılmıştır. Karar alma konusundan kendini etkili kanat olarak gören ve bu şekilde hareket eden “merkez“ alınan kararları uygulamak ve kullanmakla yükümlü olan kanat ise “çevre“yi oluşturmuştur. Merkez çevrenin kökeninde bakıldığı zaman Osmanlı Devletinde görülmeye başladığı anlaşılmıştır. Osmanlı Devletinde merkez, genellikle saray çevresindeki kişilerden oluşur ve çevre ise nüfusun büyük bölümünü oluşturan yönetim dışında kalan kesimi oluşturur. Osmanlı Devletinde de şekillenen merkez çevre ilişkisi çeşitli sorunlara da yol açmıştır. Merkez çevre kopukluğunun en genel boyutu, doğmakta olan bir imparatorluk içinde bölünmüşlüğün varlığını hala geniş ölçüde sürdürmesiydi. Osmanlı Devletinde merkez çevre çatışmasının bir başka vurucu öğesi merkezin, Osmanlı öncesi soylular zümresinden kalan izlere ve bazı güçlü ailelere karşı kuşkuyla davranmasıydı. Taşralar ayrıca baş eğmez din sapıklığının da fesat yuvalarıydı. Osmanlıda da çeşitli çatışmalara yol açan merkez çevre ilişkisi cumhuriyete geçişle birlikte Türkiye’de de çeşitli parti gruplarının propaganda aracı olmuştur. Kurtuluş savaşının bitmesiyle birlikte, Kemalistlerin zafer kazanarak siyasete hakim olmaları daha da kolaylaşmıştı. Bu dönemde Kemalistlerin partisi olarak bilinen’ Halk Partisi’ üyelerini kontrol edebilmeyi başarmıştır. Etkinlikleri 1925’teki Kürt ayaklanması ile aynı zamana rastlayan yeni bir parti (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) hükümete iki yıllık süre için geniş yetkiler tanıyan Takriri Sükun yasası kabul edildi. Yeni kurulan parti ile ayaklanma arasında bir ilişki olmadığı halde suç partinin üzerine yüklenmeye çalışıldı. Bu parti ise merkeziyetçilikten kurtulma özlemlerini temsil ediyordu. Yeni parti, “dinsel gericilik” ile ilintileri olduğu söylenerek aynı yıl kapatıldı; gerçekten de ayaklanmanın ana teması “Kürtlükten” çok bu olmuştur.

104

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

Terakkiperver Cumhuriyet Halk fırkasının yukarıda belirtilen nedenlerle kapatılmasının ardında yatan gerçeklerden birisinin de siyasal rakipleri tasfiye edilmesi olduğu da bir tartışma konusudur. Kürt ayaklanması ile birlikte önemli bir sorun da ortaya çıkmıştır; bölünmeler gerek Kurtuluş Savaşında gerekse Kurtuluş Savaşından sonra sarsıcı etkiler yaratmıştır. Bütün bunlardan sonra çok partili hayat konusunda ikinci bir deneme, 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkasının kurulmasıyla birlikte yapılmıştır. Ancak çok partili hayat denemesi uzun sürmemiş Menemen kasabasında ki bir ayaklanma sonucu sona erdimiştir. Bütün bu denemelere rağmen çevrenin temel yeri olan taşra, siyasal yaşamda söz sahibi olamıyordu. Çok partili hayat denemesinde üçüncü bir deneme 1946 yılında yapılmış bekli de geçmişe bakıldığında uzun süre hayatta kalan bir parti kurulmuş olmakla beraber bu partiyi bekleyen son öncekiler gibi olmayamış; parti bir darbe ile birlikte kapatılmış ve ülkenin Başbakanı idam kürsüsüne çıkarılmıştır. 2. Çevrenin İktidarı 1946 yılında CHP’nin karşısına önemli bir muhalefet partisi olan Demokrat parti (DP) kurulmuştu. Çevrenin önemli olduğunu savunan ve merkezi değerlere verdiği önem kadar çevreye’ de önem veren bu parti aradan çok geçmeden çevreyi iktidara getirecektir. CHP’nin karşısına muhalefet partisi kurulduğunda yaptığı uyarı karakteristiktir. “Destek bulmak için taşra kasabalarına ya da köylere gitmeyin; ulusal birliğimiz sabote edilmiş olur.”1 Bununla taşranın temel gruplarının yeniden canlanacağı ve siyaset sahnesinde etkili olacağı vurgulanmak istenmiş olabilir. Türk siyasal hayatına bakıldığında çevreye genelde muhalefet alanı olarak bakılmış ve sürekli kontrol altında tutulmuştur. Demokrat parti hız kesmeden faaliyet programını açıklamış ve etkili bir muhalefet olacağını göstermiştir. CHP denetimli muhalefet olacağı düşüncesiyle ilk dönemlerde desteklediği bu parti, zamanla kitleleri peşinden sürüklemeye başlamasıyla, CHP’nin tavrının değişmesine neden olmuştur. DP kurulduktan sonra girdiği ilk seçimde 66 milletvekili ile TBMM’de temsil hakkı elde etmiştir. 1946 seçimlerinde ilk kurulan bir partinin mecliste temsil hakkı elde etmesinin nedenleri arasında aşağıdaki etmenleri gerekçe gösterebiliriz:  Cumhuriyet Halk Partisinin kırsal alanda yaşayanlarla bağlantı kuramaması,  Halka inme hareketinin yanı sıra hükümet ile köylüler arasında bağlantı kurmayı başaramamış olması,  Köylülerin sistem içersindeki yerini köklü bir değişikliğe uğratmaktan çok, ulusal bir kimlik simgesi yaratılmaya yönelmiş olmaları,  CHP’nin köylülerle özdeşleşme yoluna gitmemesi, 1

Fuad Köprülü, Demokrasi yolunda, The Hague, 1964, s.304

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

105


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

Yukarıda sayılan etmenler DP’nin ilk seçimlerde temsil halkı elde etmesini açıklamaya yetecek etmenler arasında gösterilebilir. Demokrat parti muhalefet olarak ilk kurultayda önemli bir rapor hazırlamış ve kamuoyuna duyurmuştur. Raporda yer alanlar hemen işleme alınmadıysa da zamanla hepsi yürürlüğe konulmuştur. Örneğin; 1946 seçimleri sonrası hazırlanan raporda belirtilen seçimlerde gizli oy/ açık sayım kuralı Şubat 1950’ de kabul edilmiştir. 1950 seçimlerinde oyunu büyük bir oranda artıran DP, 408 milletvekili ile TBMM’ de temsil hakkı elde etmiştir. 1946’nın iktidar partisi olan CHP ise temsil hakkını sadece 69 milletvekili ile elde etmiştir. Bu iki seçim karşılaştırıldığında ise önemli bir değişim görüldüğü açıktır. 1946 seçimlerinde iktidar olan merkez partisi CHP 1950 seçimlerinde aldığı oyu çok düşürmüş neredeyse bütün oylarını çevrenin partisi olan DP’ye devretmiştir. Demokrat Parti’nin 1950 de batı Türkiye’nin daha gelişmiş büyük bir seçim desteği elde etmesini açıklayan kuramlar, bu desteği ya köylülerin yaygın bir şekilde hoşnutsuz olmasıyla ya da hükümetin 1945’te uygulamak istediği toprak dağıtımı yasasına, TBMM’de karşı çıkan eşrafın başkaldırmasıyla açıklar. Demokrat Parti (DP) iktidarda olduğu süre içersinde temsil ettiği kesime yönelik önemli icraatlarda bulunmuştur. Gerek din konusunda gerekse ekonomi konusunda yürüttüğü politikalar çevrenin temsil edildiğinin göstergeleri arasında yer alır. Bunu yanında DP’nin İktidarı ile birlikte CHP’nin yansıttığı ve merkeze hakim olan zihniyette önemli ölçüde değişiklikler yaşanmasını sağlamıştır. Özellikle bürokrasi ile halk arasındaki mesafe kısalmaya başlamıştır. İsmet İnönü’yü Cumhurbaşkanlığı görevinden sonra muhalefet partisi lideri konumuna sokan bu seçimlerin ardından, Türkiye’nin yönetim kademesi hızla değişmiştir. Yönetimde asker bürokratların sayısı azaltılmış, bir zamanlar bütün savunma bakanları asker kökenli iken DP ile bu, istisnai bir durum haline gelmiştir. Demokrat parti’nin çevreyi iktidara taşımasıyla birlikte, toplumun beklentisi olan yoksulluktan kurtulma ekonomik refah ve demokratik yolların açılması bu dönemde gerçekleştirilmiştir. DP’nin bütün bu uygulamaları parti programında ki geçmişe bağlı kalmayacağız ifadesi ile açıklanması çevresel faktörlerin bir kez daha desteğini almasına neden olmuştur. Bütün bunların yanında partinin dini değerlere de önem vermesi toplum tarafından önemli ölçüde desteklenmesine neden olmuştur. Gerek dini değerlere verdiği önemle gerekse köylü kesimin desteğini kazanacak faaliyetlerde bulunarak girdiği 1954 seçimlerinde de oy oranını artıran DP, TBMM’de önemli bir temsil hakkına sahip olmuştur. 1957 seçimlerinde oylarını düşüren DP sonunu hazırlamaya yönelik bazı kararlara imza atmıştı ki bunlar;  Çıkarılan basın kanunu ile devletin siyasi, mali Prestijine ve özel yaşamına zararı olan yazıların cezalandırılması, 106

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

 Muhalefet partisini yok sayarak tek başına hareket etmesi,  Subaylığı ve devlet memurluğunu avantajlı memurluk konumundan çıkarması,  Ülke içindeki mevcut ayrılıkların tekrar gündeme gelmesi,  Askeri bürokrasi ikinci sınıf insan gibi görülmesi, Bütün bunlar DP’nin sonunu hazırlayan kararlardan bazılarıdır. Beklenen çok gecikmemiş; 27 Mayıs 1960’da ordu yönetime el koymuş, 29 Eylül 1960 da çevrenin partisi olan DP kapatılmış ve Başbakan, Dışişleri Bakanı ve maliye bakanı idam edilmiştir. 3. Darbe Sonrası Merkez-Çevre Demokratik yaşamda siyasal hayat 27 Mayıs 1960’de kesintiye uğramış ve çevrenin partisi olan DP iktidarına son verilmiştir. 60 darbesiyle iktidarı ele geçiren ordu ilk iş olarak anayasa yapmayı seçmiştir. Bu amaçla asker ve sivillerden oluşan kurucu bir meclis oluşturulmuştur. Meclis asker ve sivil iki kanattan oluşuyordu.“MBK” üyeleri askeri kanattan, “Temsilciler meclisi” ise sivil kanattan oluşmaktaydı. 27 Mayıs 1960 devrimi değişmez bir düzenin korunmasıyla özdeşleştirilen merkez ile çevre arasındaki kopukluğu vurgulamıştır. Merkezin çevre karşısındaki kutuplaşması çok daha farklı bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Eski Cumhuriyetçi düzeni yani zorlamaya dayanan düzeni koruyanların, değişimden yararlananlar karşısında kutuplaşmıştır. Görevinden uzaklaştırılan Cumhurbaşkanı Celal BAYAR daha birkaç yıl önce 1924 Türk Anayasası ile 1960 darbesinden sonra kabul edilen anayasa arasında, daha önceleri Kemalist ideolojide biricik hükümranlık kaynağı olarak öne çıkan “Türk halkı” ifadesine, hükümranlık kaynağı olarak bürokrasinin ve aydınların anayasal açıdan yasallaştırılmasının eklenmesinden başka bir fark olmadığını belirtmiştir. Anayasanın 1961’de ilan edilmesiyle birlikte merkez-çevre ilişkisi farklı bir nitelik kazanmıştır. Bu döneme bakıldığında ilk başlarda merkezde önemli bir değişiklik olmamış bürokratik hayatta ordu, merkezin en güçlü aktörü olarak varlığını korumuştur. CHP merkezin partisi sıfatını sürdürmüş, çevre ise önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır. 1961 anayasasının getirdiği yeniliklerle birlikte Türk siyasal hayatında çevrenin faktörü artmış ve birden çok siyasi parti kurulmuştur. 1961 anayasası merkez-çevre ayrımını önemli ölçüde vurgulayarak belirginleşmesine yol açmıştır. Yeni anayasa ile birlikte siyasal hayatta birden çok yeni parti kurulabilecekti ki bu da merkez-çevre faktörlerini çok daha fazla boyutlara götürecekti. 1961 anayasasında partiler örgütlenerek seçimlere katılabilecek ve seçimlerde halk tarafından genel, gizli, eşit oy, tek dereceli seçim, açık sayım esaslarına göre yargı denetimi ve gözetimi altında yapılacaktı. Bu da şüphesiz siyasi partilerin demokratik devletin vazgeçilmez unsurlarından bir tanesi oldu-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

107


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

ğunun göstergeleri arasındadır. Oysa 1961 anayasasını yapan kurucu meclis bu niteliği taşımaktan oldukça uzak olmuştur. Anayasayı hazırlayan mecliste, toplumun önemli bir bölümünü temsil eden DP’den herhangi bir üye bulunmazken genelde hazırlayanların CHP taraftarları olduğu görülmektedir. Dolayısıyla anayasayı hazırlayan kurucu meclis halkın iradesini yansıtmamıştır. 1961 anayasası ile birden çok parti kurulabileceğini yukarıda belirtmiştik bu açıklamanın ardından. Bu dönem sonrasını iki faklı şekilde değerlendirebiliriz: bunlar;  Yakın çevre aktörleri  Uzak çevre aktörleri 3.1 Yakın Çevre Aktörleri Yakın çevre partileri Kemalist değerleri belli noktalarda eleştirseler de tam anlamıyla reddetmemişlerdir. Bu partiler merkezle iyi geçinen partiler olarak siyasal hayatımızda açıklanmış ve tam anlamıyla kutuplaşmanın olmadığı partileri vurgulamıştır. Böylelikle çevre merkezle iyi geçindiği ve ılımlı yaklaştığı için merkezde çevrenin varlığını kabul edilmiştir. Çevrenin politikalarına ılımlı bakan merkez kutuplaşmanın yaşanmasını önlüyordu. Yakın çevre partisine örnek olarak ise Adalet Partisi verilebilir. Parti Kemalist değerlere hiçbir zaman cephe almamış ve böylelikle de her ne kadar çevrenin partisi olsa da merkeze yakınlığını da göstermiştir. Kemalist değerlere verdiği önem kadar dine de önem vermiştir. Adalet partisi(AP) dine daha sıcak ve daha hoşgörülü bakmış, bu da laiklik karşıtı bir ideolojik çizgiyi benimsemiş olmasından değil; dini, geleneksel yaşam tarzının bir unsuru olarak görmesindeydi. Bunun dışında birçok konuda merkezle ortak düşünceyi savunmuşlardır. Merkez de AP’ nin görüşünü açıkladığı birçok konuda görüşüne muhalefet olmayıp aksine desteklemiştir. Merkezde yer alan bir diğer organ ise orduydu. Ordu 1960 darbesinden sonra varlığını göstermiş ve yönetimde söz sahibi olduğunu belirtmiştir. Bunun içindir ki AP hiçbir zaman orduyla zıt bir konuma düşmemiş aksine ılımlı politikalar üretmiştir. 3.2 Uzak Çevre Aktörleri Uzak çevre partilerini yakın çevre partilerinden ayıran iki temel özellik vardır. Bunlar;  Kemalist değerlere karşı tavır ve tutumları,  Merkezdeki bürokratik unsurlarla olan ilişkileridir, Uzak çevre aktörlerinin Kemalist değerlere yaklaşımları çeşitlilik göstermiştir. Kimi partiler Kemalist değerleri savunduğunu belirtmesine rağmen farklı bir ideoloji savunmuşlardır. Bu dönemde Kemalist değerlerin savunulmaması anayasa ve kanunlarla yasaklanmış olduğu için değerlerin açıkça reddedilmesine engel olmuştur. Ancak parti liderleri propagandalarında Kemalist değerlere karşı tutumlarını gözler önüne seriyordu. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz; Çevredeki İslami unsurların temsilcisi konumundaki Milli Nizam Partisi (MNP) parti programında 108

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

Kemalist değerleri reddetmemekle birlikte, partinin liderinin yaptığı açıklamalar partinin kurultayındaki konuşmalar partinin ideolojisini açıkça ortaya koymuştur. Burada belirtmek gerekir ki uzaktan çevre faktörleri, Kemalist değerleri reddetmemekle birlikte tamamen de benimsememişlerdir. Uzak çevre faktörlerini yakın çevre faktörlerinden ayıran ikinci neden, merkezdeki bürokratlarla ilişkilerinin dostane olmasından uzak olmasıdır. Bu partiler yaptırım tehdidi karşısında bile tavrını değiştirmiyor katı ilişkilerine devam etmişlerdir. Burada bir küçük ayrıntıyı açıklamak gerekir Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) kadroları her zaman orduya ve merkeze yakın durmaya çalışmışlar Kemalist değerlerin çoğuna sahip çıkmasına rağmen partinin bünyesine bağlı gençlik örgütlerinin yasa dışı yöntemler kullanması partiyi uzak çevre konumuna itmiştir. Yakın çevre ve Uzak çevre partilerini açıkladıktan sonra şunu belirtmek gerekir ki, Demokrat Partinin (DP) kapatılmasından sonra çevre partisi olma özelliğini Adalet Partisi (AP) almıştır. Bu dönemde kurulan diğer partiler ise merkezin partisi olarak nitelendirilmiştir. 4. 1961 Anayasası İle Gelen Yenilikler Anayasanın ilanın ardından merkez-çevre ilişkileri açısından önemli bir değişiklik de sivil toplum tarafının canlandırılmasıydı. Sivil toplum kuruluşları arasında öğrenci dernekleri ve sendikalar gösterilebilir. Sivil toplum kuruluşlarının merkeze yakın olanları da genelde çevrenin sesi olarak görülmüştür. Çevre, sivil toplum kuruluşları(STK) sayesinde sesini merkeze duyurabilmiştir. Değerlerinin korunmasında ve yönetimde etkilerinin olmasında STK’ ların önemi büyüktür.  1961 Anayasası ile; Anayasa Mahkemesi,  Milli Güvenlik Kurulu,  Devlet planlama teşkilatı kurulmuş, Bu kurumlar kurularak merkez güçlendirmeye çalışılmıştır. 5. 1971 Muhtırası’nın Merkeze ve Çevre’ye Etkileri Merkezin temsilcisi olan ordu her zaman tetikte olmuştur. Asker sivil unsurlara karşı tepkisini 1971 yılında tekrar ortaya koymuştur. 12 Mart 1971 günü bir muhtıra yayınlayan ordu, belgede şöyle bir açıklamada bulunuyordu. “Parlamento ve hükümet, süregelen, tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyu da yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür”.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

109


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

Yukarıda da belirtildiği gibi ordu tekrar yerini belli etmiş ve Türk siyasal hayatını etkilemede yerinin olduğunu göstermiştir. Burada kısaca açıklamamak gerekirse muhtıra sadece parlamento ve hükümete karşı açıklanmıştı. Ancak çok zaman geçmeden yapılan uygulamalara bakıldığında siyasal partileri de etkilediği görülmektedir. Özellikle uzak çevre partileri üzerinde etkisi görülen 1971 muhtırası parti kapatmalarına bile neden olmuştur. Muhtıranın partilere olan etkisine örnek verirsek;  Milli Nizam Partisi(MNP) şeriat propagandası yaptığı iddiasıyla 20 Mayıs 1971 de Anayasa mahkemesi tarafından kapatılmıştır.  Türkiye İşçi Partisi(TİP) Kemalist değerler taşısa da rejim için tehlikeli görünüyormuş ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyormuş. Görüldüğü gibi muhtıra Türk siyasetinde önemli sonuçlara yol açmış demokratik hayatın vazgeçilmezleri olan partiler yine merkezi güçlendirmek amacıyla 1961 Anayasası ile birlikte kurulan Anayasa mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Şerif MARDİN’ e göre askerlerin Türk siyasasına müdahalesi eski düzenin katılığına özdeşleştirmek çevre için kolay olmuştu. Yasa ve düzenin yeniden kurulmasına yönelik kıpırdanışın ve halk desteğinin ardındaki niyetlere dikkat etmeksizin, çevre öğeleri, kendilerinin benimsediği ayağı yere basan, dolaysız, kişiler ve gözlemlenebilir harekete geçirme ve bütünleştirme yöntemlerinin, Türk bürokrasisinin planlı ekonomiye dayanan harekete geçirme sisteminden daha elle tutulur olduğuna ve daha az riziko taşıdığına inanmaktadır. 6. Muhtıradan Darbeye Merkez-Çevre İlişkileri 1971 muhtırası ile Türk siyasal hayatında asker kendini bir kere daha belli etmiş ve siyasal hayattaki yerini göstermiştir. Muhtıradan sonra geçen zamana bakacak olursak, 1973 seçimleri, merkez çevre ilişkilerinin en önemli değişim yaşadığı dönemlerden biridir. Bu dönemde merkezin 3 öğesi önemli değişimler yaşamıştır. CHP seçimlerden sonra “ortanın solu” sloganıyla köylünün, ezilmişlerin, işçilerin partisi olma yolunda önemli adımlar attı. Bürokrasi siyasilerin manevralı nedeniyle eski saygınlığını yitirmiştir. Koalisyon hükümetlerine bakacak olursak Heper’in açıklamasına göre koalisyon hükümetlerinin bürokrasiye yönelik politikaları o zamana kadar merkezin bir ayağını oluşturan politikaları siyasi toplumdaki bölünmelere paralel olarak böldü. Sonuç olarak bu dönemde merkez-çevre olgusu değişmiştir. CHP’nin yeni sloganı ve bürokrasinin yeni tutumu orduyu merkezde yalnız bırakmaya yetmiştir. Ordunun merkezde yalnız kalmasıyla birlikte çevreye bakış açısı daha sertleşmiştir. Yine Heper’e göre bu dönemde ordunun kendisini Cumhuriyetin yegane bekçisi olarak görmesi, merkez-çevre ilişkilerinin değiştiğinin göstergesidir.

110

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

Merkez-çevre ilişkilerinde meydana gelen bu değişiklik çeşitli sorunlara neden olmuştur. Bunlardan birkaç tanesine değinecek olursak;  Çevrenin Partisi olan AP’nin karşısına artık yeni bir çevre partisi olan CHP çıkmıştır. Buda iki parti arasında çeşitli sorunları doğurmuştur. CHP’nin çevrenin partisi olmasıyla birlikte aralarından yaşanan çekişme değişmiş ve bu zamana kadar aralarında olan çekişme merkez-çevre iken, bu dönemden sonra yerini yeni bir olgu almıştır. Bu olgu, belki de 1980 darbesinin ana nedeni olan sağ sol sorunu ortaya çıkaracaktı.  Bu değişikliğin gündeme taşıdığı bir diğer olay sivil toplum kuruluşlarının (STK) bu çatışma içinde aktif rol oynamasıdır. O dönemde siyasi etkenler kadar STK da etkindi. Siyasi toplumda etkili olan sağ-sol ilişkisi sivil toplum tarafından da vurgulanmaya başlayınca merkez-çevre ikililiği geri plana itildi.  Siyasi toplum ve sivil toplum arasında kargaşa doğmuştur. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kadarıyla 1972 muhtırasından sonra merkez-çevre ilişkilerinde yaşanan değişim yeni sorunları doğurmuş ve bu sorunlar merkez-çevrenin geri plana itilmesine neden olmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan sağ-sol olgusu yeni sorunlar ortaya çıkaracak bu da demokrasinin tekrar kesintiye uğramasına neden olacak ve etkisini yitiren merkez-çevre ilişkisi yeni bir boyut kazanacaktı. 7. 1980 Askeri Müdahalesi ve Sonrası Gün geçtikçe karışan ülke merkezi değer sisteminin asıl ve yegâne koruyucusu Silahlı Kuvvetlerini yeniden harekete geçirdi. 1960 müdahalesinden farklı olarak bu askeri müdahalede sadece iktidar yani siyasi kanat değil, sivil toplum özellikle uzak çevre unsurlarından tamamen temizlemiştir. Yine bir askeri müdahale sonrası hazırlanan anayasa merkezi çevreye karşı güçlendirmek adına yapılmıştır. 19,80 darbesiyle siyasetçilerin yasaklarıyla tamamen değişen siyasi kadro 1983 seçimlerinde Türk Siyasetinde yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Bu yeni dönemde merkez çevre ilişkileri eski döneme göre daha farklı bir kimliğe bürünmüş olarak karşımıza çıkmaktadır.1980 sonrasında asker ipleri elinde bulundurmak için çeşitli girişimlerde bulunmuştur.1983 seçimlerine kendi çizgilerinde bir partiyle girmek istemişlerdir. 1980 sonrası ‘’ sınırlı ve kontrollü ‘’ demokrasiye dönüş süresince Turgut SUNALP liderliğinde Milliyetçi Demokrasi (MDP) partisi askerler tarafından ‘’ merkez partisi’’ olarak tasarlanıyor ve açıkça destekleniyordu. Ancak 1983 seçimlerinin galibi askerin bir merkez partisi olarak kendi eliyle çıkardığı ve desteklediği MDP değil Turgut Özal liderliğinde Anavatan Partisi (ANAP) oluyordu. Parti liderince dört eğilimi içinde barındıran parti olarak nitelendirilen ANAP yakın merkez niteliğini de içinde bulundurmaktaydı. Turgut Özal’ın partisinin liberal yönü bu dönemde öne çıkmaktaydı. Bu yüzden ANAP İslam i cepheyi tam olarak yansıtamamıştır. Siyasi yasakların kalktığı 1987 sonrası dönemde askeri etkilerin tamamen sona ermesine neden ol-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

111


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

muştur. Bu aşamadan sonra merkez çevre ikiliği daha farklı bir boyut kazanmıştır. Süleyman Demirel liderliğindeki Doğru Yol Partisi (DYP) DP-AP’ nin mirasçısı olarak siyaset sahnesinde yerini almıştır. Siyasi kadro olarak birçok değişime uğrayan DYP’si ideolojik ve merkezle ilişkileri bakımından yakın çevre partisi görüntüsü çiziyordu. Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP) ise CHP’nin yerini almaya talip olmuştur. Fakat bu rolü üstlenen partiler hiçbir zaman CHP kadar siyaset sahnesinde etkili olamamıştır. 1980 sonrasında Kürt milliyetçiliği ve siyasi İslâm yeniden sahneye çıkmıştır. Bu yönde kurulan İslami partiler ve Kürt milliyetçiliğini savunan bir takım partiler kurulmuş ve Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Bu akımların hem siyasi sivil toplumun hem siyasi toplumun uzak çevre katmanında ifadesini bulmuştur. Merkez çevre paradigmasında 1980 öncesi dönemden daha kutuplu bir döneme geldiğimizi söyleyebiliriz. Sağ-sol çatışmasının yaşandığı 1960-1980 arası dönemde bu denli bir kutuplaşma olmamıştır. Sivil toplum kuruluşlarının da siyaset sahnesine çıkmaları ile merkezi Kemalist değer sistemini sert bir biçimde eleştiren bu kuruluşlar Özal dönemindeki liberalleşmenin de bir sonucudur. Diğer bir taraf olarak karşımıza çıkan hem etnik hem dini sivil toplum kuruluşları uzak merkezin savunucuları olarak değerlendirilebilir. Yukarda da bahsettiğimiz gibi 1980 sonrası Kemalist değerlerin savunucusu olan sivil toplum kuruluşları 1960-1980 dönemi merkez çevre ilişkisinden daha karmaşık bir hal almıştır. Siyasi toplum mekanın da özellikle Kürtçü ve İslamcı uzak çevre partilerinin ortaya çıkmasının ardında bu partilerle ANAP, DSP, MHP gibi yakın çevre partileri arasında çatışmalar ortaya çıkmıştır. Siyasi toplumda yaşanan bu yatay çatışmalar sivil toplum kuruluşlarında da görülmüştür. 1990’lı yılların en önemli süreci koalisyon hükümetidir. 1995 seçimleriyle Refah Partisi (RP) ve DYP’nin beraber kurduğu iktidar o dönem ülkenin İslami ve Liberal koalisyonun yani Çevre bloğunun iktidara gelmesiyle başlamıştır. Bu iktidar yine bir askeri müdahaleyle 1997 yılında dağıtılmıştır. 2002 yılına kadar süren merkez çevre savaşı muhafazakâr yönü ile liberal politikaları harmanlamış AKP iktidarı ile yeni bir boyut kazanmıştır. 8. AKP’nin Merkez-Çevreye İlişkisi İçindeki Yeri Refah partisinin kapatılmasının ardından yenilikçi kanaat ile gelenekçi kanaat arasında görüş ayrılıkları çıkmış ve yenilikçi kanaat yeni bir parti kurarak tek çatı altında birleşme kararı almışlardır. 14 Ağustos 2001 tarihinde yenilikçiler tarafından kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) kadro itibari ile uzak çevreden gelmesine rağmen, program ve söylemleri ile yakın çevreye aday bir partidir. Yakın çevreye aday olan bir parti için yaptığı faaliyetler bunun tam bir göstergesidir. Gerek din konusunda gerekse türban, imam hatip liseleri ve İslam ülkeleri ile olan ilişkileri konusunda izlediği politikaları merkezi doğrudan hedef almayan politikaları, partinin

112

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

yakın çevreye aday olduğunun göstergesiydi. 2001 seçimlerinde Türk siyasal hayatımıza giren AKP, izlediği politikalarla 2002 seçimlerinde merkez partilerin oy aldığı kesimden de oy almış ve önemli ölçüde bir temsil hakkını elde etmiştir. Ak Parti’nin merkez kurumlarla ve değerlerle tartışmacı bir üslup takınmaması, yakın çevreye hitap eden politikaları, siyasal İslam’ın ana meselelerini gündeminin ilk sıralarına koymaması, merkez tarafından kabul edilebilir bir parti olmasını sağlamıştır. Bütün çevreyi kapsayıcı ve merkeze de hitap eden, ekonomik, Avrupa Birliği gibi konulara öncelik vermiş ve görece başarılı olmuştur. Ak Parti’nin merkezle sorunu olmayan bir parti görünümü veriyor olması onun merkeze talip olduğu anlamına gelmemelidir. Ak parti kurumsallaşma eğiliminde bir parti olarak siyasi elit, askeri elit, bürokratik elit tabanlarına talip olmuştur. İktidarda olduğu süre içersinde siyasi elit’i de elinde bulundurmuştur. Bürokratik elit ve askeri elit ide kendine çekmek için bazı tasfiyeler ve düzenlemeler gerekmiş. Bunun içinde bürokratik elit’i de kendi değerleriyle yönetmeye başladı her ne kadar diğer kesimlerin tepkisini alsa da bunu iyi bir şekilde başarmıştır. Askeri elit içindeki düzenlemeleri arasında da ilk olarak darbe planlarının ortaya çıkarılmasıyla başlamıştır. Ancak merkez içersinde çevrenin güçlendiğini gören ordu bu rahatsızlığını belirtti. Bunun üzerine çevrenin büyük tepkisini aldı. Bunun üzerine Ak parti “ordu siyasi idarenin kontrolü altındadır” şeklinde açıklayarak çevrenin büyük desteğini almış ve bir darbeyi engellemiştir. 2011 seçimlerinde oyunu artıran AKP bürokrat elit, tamamen Ak Parti’nin eline geçmiş, tali unsurlardan olan tüccar sınıfı, medya ve aydınlar nezdinde ciddi bir kabul ortaya çıkmıştır. Ak Parti’nin çevrenin değerleriyle merkezi dönüştürmesi için tek unsur olarak askeri elit kalmıştır. Askeri elit’in de Genel Kurmay Başkanı Işık KOŞANER ve diğer kuvvet komutanlarının istifasıyla sonuçlanan Milli Güvenlik Kurulu sonrası bir dönüşüm yaşadığı söylenebilir. Ancak not etmek gerekir ki ordu hala çevrenin değerlerini taşıyan bir ordu değildir. Yalnızca şuan merkezileşen çevresel değerleri tasfiye edecek gücünden yoksun bırakılmıştır. Bütün bu açıklamalardan sonra Ak parti çevreyi merkeze taşıyan bir parti konumundadır. Merkez-çevre Türk siyasal hayatını açıklamada önemli bir paradigmadır. Ancak bu açıklamayı yaparken merkez-çevre arasındaki ilişki sertleşmemelidir. Bir diğer olarak ise merkezin çevreden kopuk bir şekilde yaşamak yerine çevresel değerlere önem veren bir yapıya dönüşmesine özen göstermelidir. Şu var ki, merkez-çevre ilişkilerinin çetinleştiği dönemlerde Türkiye de durağan bir dönem yaşanmış ve demokrasi kesintiye uğramıştır. Bu sebepledir ki bu paradigma hala Türk siyasetini açıklıyorsa bunu ilişkileri çetinleşmeden yapmalı ve merkez ile çevrenin çatışmasını önlemelidir Sonuç Bu makalede açıklanmaya çalışılan kısaca merkez-çevre ilişkisinin Osmanlıdan itibaren başlayıp 2010’lu yıllara gelindiğinde hala Türk siyasal hayatını etkiliyor olmasıdır. Özellikle 60 darbesinden sonra çevrenin iktidarına asker tarafından son verildiği ve hazırlanan anayasa ile birlikte merkez-çevre ilişkisin farklı boyutlar kazandığı görülmektedir. Yeni kurulan partiler ile

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

113


60’ lı Yıllardan Günümüze Türk Siyasal Hayatındaki Merkez Çevre İlişkilerinin Gelişimi ve Değişimi, Şükrü BİTKİN, Merve ÇELİK, Bartın Üniversitesi

birlikte Türk siyasal hayatımıza uzak çevre ve yakın çevre kavramlarının girdiği ve genelde partilerin uzak çevreden yakın çevreye doğru kaymaları ile iktidara yakınlaşmaları görülmektedir. 1971 muhtırası ile merkez-çevre ilişkisinin açıklanamayacak hale geldiğini, hatta sağ sol kavramlarının Türk siyasal hayatına girmesiyle geri plana itildiği görülmektedir. 80 darbesi bu dönemden sonra kurulan koalisyonlar hepsi merkez-çevre paradigmasını etkileyen faktörler arasına girmiştir. 2001 yılında kurulan bir partinin uzak çevre kadrosuyla yakın çevreye yerleşmek istemesi merkez-çevre ilişkisinin hala Türk siyasal hayatını açıklamada anahtar rol üstlendiğini göstermektedir.

KAYNAKÇA ARI, Tayyar, “ Uluslar arası İlişkiler Kuramları-1”, Anadolu Üniversitesi Yayınları, ATAGÜL, Erhan(2011), “Merkez-Çevre Paradigması ya da Emperyalizmin Yapısal Kuramı”, http://www.politikadergisi.com/okur-makale/merkez-cevre-paradigmasi-ya-da-emperyalizmin-yapisal-kurami( 06.03.2013) BEYAZIT, Yasemin, “Osmanlı İlmiye Bürokrasisinde Merkez-çevre iletişimine dair sorunlar”, http://dergiler.ankara. edu.tr/dergiler/18/1574/17079.pdf(06.03.2013) GÜLENER, Serdar(2007), “Türk Siyasal Hayatında Merkez-Çevre İlişkilerinin Seyri ve 27 mayıs 1960 Darbesi”, http:// www.bilgidergi.com/uploads/2007Gulener.pdf(05.03.2013) GÖNENÇ, Levent, “2000’li Yıllarda merkez-çevre İlişkilerini yeniden Düşünmek”, http://www.yasayananayasa.ankara.edu.tr/belgeler/makaleler/merkez_cevre.pdf (05.03.2013) KARPAT, Kemal(2011), “Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji”, Timaş Yayınları, İstanbul KARPAT, Kemal(2010), “Türk Demokrasi Tarihi”, Yetkin Yayınları, Ankara MARDİN, Şerif(2012), “Türkiye’de Toplum ve Siyaset”, İletişim Yayınları, İstanbul MARDİN, Şerif. (2006), “Türk Siyasasını Açıklayacak Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul ÖZBUDUN, Ergun(2009), “Türk Anayasa Hukuku”, Yetkin Yayınları, Ankara SARAÇ, Salih Benna(2012), “Merkez ve Çevre Kavramları Kapsamında Türk Siyasi Tarih Okuması”, Arsıv010101 http://arsiv010101.wordpress.com/2012/08/21/merkez-ve-cevre-kavramlari-kapsaminda-turk-siyasi-tarihiokumasi/(06.04.2013) TEKİN, Yusuf, Çağatay Okutan(2011), “Türk Siyasal Hayatı”, Orion Yayınları, Ankara YAŞLI, Fatih, “Liberal-Muhafazakar Hegemonya ve Merkez-Çevre Paradigması”, http://www4.yenidendevrim.org/ resimler/ekler/451041557a22145_ek.pdf(03.02.2013)

114

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye’nin Orta Doğu POLİTİKASINDA FİLİSTİN YAKLAŞIMLARI Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

GİRİŞ Filistin bölgesindeki saldırı haberlerinin gündemden düşmemiş olduğu bir dönemde bu sorunun uzun zamandır devam ettiğini ve çözüm bulunamadığını görmekteyiz. Bu kadar şiddetli bir mücadelenin yaşanmış olduğu bu bölgede olaya bütün büyük devletler müdahil olduğu halde hala kayda değer bir gelişmenin olduğunu söyleyememekteyiz. Üç büyük semavi dinin kutsal toprakları olan ve tarihi, coğrafi ve kültürel olarak da çok derin bir temele dayanan bu bölgeye, dünyanın ilgisi sürecek gibi görünmektedir. Sıcak çatışmaların yaşanmış olduğu ve ideolojik tartışmaların odağı olan bu bölgeyi yakından inceleyerek sorunun kaynağını irdeleyeceğiz. Küresel ilişkilerin hızla yoğunlaştığı günümüzde bir kangren olarak kalan bu bölge devletler ve halklar arasındaki ilişkilerin en çetrefilli konularından biri ve en çok da dünya üzerinde ilişkileri etkileyen olgulardan birisidir. Uluslararası ilişkilerin bir disiplin olarak önem kazanmaya başladığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında dönemde ortaya çıkmış ancak Soğuk Savaşın sona ermesiyle kabuk değiştirerek yeni bir sürece giren bu yeni düzende karakterini değiştirmemiş olan bu sorun, insanlığı her geçen gün gözler önüne serilen kanlı olaylarla baş başa bırakmaya devam etmektedir. Bu açıdan bu sorunun çözümü uluslararası politikanın temel amaçlarından biri haline gelmiştir. Dünyayı şok eden Yahudi Soykırımına benzer olayların günümüzde bu bölgede yaşanıyor olması durumun ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Bu yüzden, bu konuyu ele alarak uluslararası ilişkilerdeki göreli gelişmelere rağmen neden böyle bir durumun devam ettiğini anlamaya çalışacağız. Bölgeyle yakın bağları olan Türkiye’nin olaya yaklaşımını irdeleyeceğiz. Muhafazakâr tabanlı, bölgedeki en büyük söz sahibi güç olan ABD ile yakın ilişkileri olan AKP’den büyük beklentiler içinde olunan bu dönemde AKP’nin bölgeye ilişkin politikalarını inceleyerek kaydedilen gelişmeleri belirlemeye çalışıp konumuzu tamamlayacağız.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

115


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

1. SİYONİZM’İN DOĞUŞU, İSRAİL DEVLETİ’NİN KURULUŞ AŞAMASI VE FİLİSTİN SORUNU Fransız Devrimi’nin ortaya çıkartmış olduğu milliyetçilik akımının Avrupa’da yayılmasıyla Yahudiler yabancı düşmanlığından fazlasıyla etkilenmiştir. Bu süreçte ilk ciddi etki ise, 3 milyon Yahudi’nin yaşadığı Rusya’da ortaya çıkmıştır. Çar III. Aleksander’ın öldürülmesiyle başlamış olan Aliyah adı verilen kitlesel göç dalgası 134.000 Yahudi’nin ABD’ye, 5.000 Yahudi’nin Filistin’e, 10.000 Yahudi’nin başka ülkelere göç etmesine sebep olmuştur. 1881 yılında Rusya’da ortaya çıkmış olan antisemitik dalga daha sonrasında Romanya’da ortaya çıkmıştır ve 60.000 Yahudi başka ülkelere göç etmiştir. Rusya’da devam etmekte olan baskıların ardından 500.000 Yahudi, başta ABD olmak üzere dünyanın diğer ülkelerine göç etmek durumunda kalmıştır. Yahudilerin ilk örgütlenmesine yönelik girişimler; 1. Aliya’dan sonra, Zion’u Sevenler adı altında toplanmak amacıyla atılsa da bu girişimler pek başarılı olmamıştır (Arı, 2007: 114). Bu konudaki asıl gelişme Theodo Herzl’in öncülüğünde gerçekleşmiştir. Budapeşte doğumlu olan bir Macar asıllı Seferdi Yahudi’si olan Herze, hukuk mezunuydu ve bununla beraber Avusturya’nın etkili gazetelerinden birinde (Neue Frele Presse) muhabir olarak çalışmaktaydı. Herzl, Avrupa’da yayılmakta olan antisemitizm, önyargıyla ilgili bir konu olduğunu görmüştür ve Yahudilerin ayrı bir toprağı ve devleti olmasının en iyi yol olduğunu düşünen görüşünü, politik siyonizmin ideolojik temellerini oluşturan Yahudi Devleti adındaki kitabında toplamıştır (Arı, 2007: 115). Herzl, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanmış olan ilk Uluslararası Siyonist Kongresi’ne katılmış ve eserinde belirtmiş olduğu düşünceler, kongrenin de amacını oluşturmuştur. 1. Siyonist kongresinde alınan kararlara bakacak olursak; (Goldschmıdt ve Davitson, s. 364) • Siyonizm’in amacı, Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukuku ile güvence altına alınmış olan bir vatan oluşturmaktır. • Kongre bu amaca ulaşmak için aşağıdaki adımların izlenmesine karar vermiştir: 1. Filistin’de, uygun yollar ile Yahudi tarım ve sanayi işçilerinin koloniler kurmasının sağlanması. 2. Uygun kurumlarla, yerel ve uluslararası örgütlerle bütün Yahudilerin bir araya gelmesini ve örgütlenmesini, her ülkenin uygun yasalarıyla sağlamak. 3. Yahudi ulusal duygu ve bilincini güçlendirmek ve beslemek. 4. Siyonist amaçların elde edilmesi için zorunlu yerlerde hükümetlerin rızasını almak üzere hazırlık çalışmalarını yapmak. Siyonist Kongre’de kurulmuş olan Dünya Siyonist Örgütü’ne bağlı Yahudi ajansı, Filistin Top-

116

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

rak Fonu gibi kuruluşlar Dünya Yahudiliğini fiilen bir hükümet gibi yönetmiştir. Ekim 1898’de Alman Kayser’i II. Wilhelm’le İstanbul’u ziyareti sırasında görüşmüş olan Herzl, Almanya himayesinde Siyonistler tarafından işletilecek imtiyazlı bir Arazi Kalkınma Şirketi’nin kurulmasını teklif etmiş fakat Kasım’da Filistin’de tekrar görüşmüş olduğu Wilhelm teklifi büyük devletlerin şiddetli tepkisine yol açacağını düşünerek reddetmiştir (Arı, 2007: 116). 1904 yılında Herzl’in ölümüyle birlikte Siyonizm iki gruba bölünmüştür. Birinci grup Herzl gibi, esas problemin uluslararası bir onayın sağlanması ve Filistin’de veya başka yerde Yahudi sorununa acil bir çözüm bulunmasını savunmakta olan “politikler”di. İkinci grupta yer alanlar ise, “Siyon Asıkları” hareketinin kültürel dirilişçiliğini benimsemiş olan ve Yahudi vatanını Filistin dışında hiçbir yerde kabul etmeyen “pratikler”di. 1905 yılında 7. Siyonist Kongresi’nde, Siyonizm’in ancak ve ancak Filistin’de gerçekleşebileceğini deklare eden önerge kabul edilmişti ve bu pratikler için önemli bir başarıydı. Siyonizm bundan sonra, ilk safhası, 1880’lerde başlamış olan Filistin’i kolonileştirme faaliyetlerine yoğunlaşacaktır (Arı, 2007: 122). Sonuç olarak; 1917 yılında nüfusun %8’ini oluşturmakta olan Yahudiler, Filistin topraklarının da ancak % 2.5’ine sahip olmuşlardı. 1947 yılında nüfusun %31’ini oluşturan Yahudiler, Filistin topraklarını tüm uğraşlarına rağmen hala %6-7’sini ele geçirmiş bulunuyorlardı ve böylece I. Dünya Savaşı’nın sonucunda 60.000 civarında olduğu tahmin edilen Filistin’deki Yahudi nüfusu 1929 yılında 170.000’e çıkmıştır. En büyük artış ise 1930-36 yılları arasında gerçekleşmiştir. 1930-36 yılları arasında Yahudilerin nüfusundaki artış sayısı 200.000’dir ve 1936’da Yahudi nüfusunun miktarı 400.000’e çıkarak toplam nüfusa oranı %31 olacaktır. 1947 yılına gelindiğindeyse rakamlar değişmiş olsa da oranlar pek değişmemiştir diyebiliriz (Arı, 2007: 121-122). Balfour Deklarasyonu’nun ortaya çıkmış olduğu dönemde İngiltere’nin bölge üzerinde hiçbir hukuki hakkı söz konusu değildi ama Yahudiler bu deklarasyon sayesinde, İngiliz manda idaresinden faydalanarak Siyonizm’in yıllardan beri amaç edinmiş olduğu Filistin’de bir devlet kurma fikrini gerçeğe dönüştürecek kapıyı da aralamıştır (Koç, 2006: 102). I.Dünya Savaşı’ndan sonra San Remo’da toplanmış olan Müttefikler Yüksek Konseyi Osmanlı topraklarının paylaşılması ve bölgelerin durumu hakkında kararlar almakla birlikte bu konferansta Wilson Prensipleri gereğince fetih yolu ile toprak ilhakının kabul edilmeme ilkesi nedeniyle hukuki çözümü manda yöntemiyle çözmeyi mümkün hale getirmişlerdir. 24 Temmuz 1922 tarihinde Milletler Cemiyeti Sözleşmesi ile durum uluslararası alanda da kabul edilmiştir. Milletler Cemiyeti’nin 22. Maddesi; Osmanlı İdaresi altındaki toprakların geçici olarak manda rejimi altına alınması ve gereken şartlar oluştuktan sonra bu bölgelerdeki toplumlara bağımsızlık ve kendi iradelerini tayin etme hakkının verilmesi kabul edilmiştir. İngiliz Mandası’nın Filistin üzerindeki yönetimi devam etmekle birlikte Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmalar, Filistin’den birçok araştırma komisyonunun gönderilmesine sebep olmuştur. Komisyonların ortaya çıkarmış oldukları sonuçların sonrasında, İngiltere, Araplar ile

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

117


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

arasını bozmamak için Sömürgeler Bakanı Lora Passfield’in hazırlamış olduğu 1930 yılında yayınlanmış olan Beyaz Kitap’ta, Yahudi- Arap topluluklarının temsilcilerinden oluşan bir yasama organının kurulmasını öngörmüş, Yahudi göçü ve toprak alımının kısıtlanması gerektiğini söylemiştir (Armaoğlu, 1994: 53). İngiltere’nin hazırlatmış olduğu bu belge Arap görüşlerini desteklemekte olan tek belge niteliği taşısa da Yahudi göçünün devam etmesiyle aslında Arapları yatıştırma niyetiyle hazırlandığı anlaşılmıştır (Koç, 2006: 110). Beyaz Kitap’a Yahudiler sert tepki göstermişlerdir ve Chaim Weizmann bu rapora sinirlenerek Yahudi Ajansı liderliğinden istifa etmiştir. İngilizler ve Yahudiler arasında gerginliğe neden olmuş olan bu rapor, dönem dönem İngilizler ve Yahudiler arasında çatışmalara da neden olmuştur. İkinci Dünya Savaşı esnasında bölgeye göçleri hızlandıran Yahudiler ve İngilizlerin göçleri engelleme adına almış oldukları tedbirler sonrasında sorun daha da büyümüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizlerin gücünü kaybetmesi ve Amerika’nın Yahudi göçünün kısıtlanmasına ve toprak alımına engel konulmasıyla ilgili İngilizlerin kararlarına karşı çıkması ve sonuç olarak baskı altında tutması bölgedeki İngiliz kontrolünün zayıflamasına neden olmuştur. Filistin’de gerek Araplar ile Yahudiler arasında yaşanan çatışmaların, gerekse de İngiliz makamlarına yönelik Yahudi terörünün gün geçtikçe artmasıyla İngiltere, 1947 Şubat’ında bir karar almıştır. İngiltere bu karar doğrultusunda Filistin sorununu 2 Nisan 1947 tarihinde BM’ye devretmiştir. 21 ve 22 Nisan 1947 tarihlerinde Mısır, Irak, Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan da Genel Sekreterden Filistin’deki mandanın sona erdirilmesi gerektiğini ve bağımsızlığın ilanını talep ettiyse de Arap teklifleri gündeme alınmamıştır. Bu olayın sonrasında İngiltere’nin isteğiyle 28 Nisan 1947’de toplanan BM Genel Kurul’u, 11 Üyeden oluşan bir BM Filistin Özel Komitesi’nin (UNSCOP) oluşturulmasını ve Komitenin 1 Eylül 1947 tarihine kadar çalışmasını tamamlayarak Genel Kurul’a rapor vermesini kararlaştırmıştır (Arı, 2007: 220). Özel Komite Raporunu 31 Ağustos’ta tamamlamıştır ve 11 Eylül 1947 tarihinde genel sekretere sunmuştur. Özel Komitenin 7 üyesi Çoğunluk Planı’nı 3 üyesi Azınlık Planı’nı önermiş Avustralya ise çekimser kalmıştır. Kanada, Çekoslovakya, Guatemela, Hollanda, Peru, İsveç ve Uruguay’ın önermiş olduğu çoğunluk planına göre Filistin: Arap ve Yahudi devletleri ile BM vesayetinde Kudüs olmak üzere üçe ayrılıyordu. Arap ve Yahudi devletleri 1 Eylül 1947 tarihinden itibaren 2 yıllık geçişten sonra bağımsız olacaklardı. Paylaşıma göre Filistin’in %42,88’i ayrılan Arap devletinin 725 bini Arap, 10 bini Yahudilerden oluşan bir nüfusa sahip olacakken Yahudilere ayrılmış olan %56,47 de 498 bini Yahudi ve 407 bini Arap nüfus oluşturacaktı (Armaoğlu, 1994: 84).

118

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

2. TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI’NDA FİLİSTİN YAKLAŞIMLARI 2.1 1948-1960 Dönemi Türkiye’nin Ortadoğu Politikasında Filistin Yaklaşımı İsrail-Filistin sorununun uluslararası platforma taşınmış olduğu 15 Mayıs 1947’de Türkiye sistem içerisinde bir politika belirleme çabası içine girmiştir. BM, görüşülmeye başlanan ve Truman Doktrin’ine kadar var olan süreçte o dönemin dış politikasına uygun şekilde Taksim Kararına bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik bir tavır belirlemiştir (Oran, 2001: 636). 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail devletinin bağımsızlığını ilan etmesiyle Türkiye, Arap Devleti olmaksızın kurulmuş olan Yahudi Devleti’ne endişeyle yaklaşmıştır. Bu süreç içerisinde dönemin hükümeti iki konuda yoğunlaşarak kurulan devlete karşı çıkmaktaydı. Bunlar; • Uzun yıllardır çözülememiş olan Filistin Sorunu’nun bir Yahudi Devletinin tek başına kurulmasıyla daha karışık bir ortama neden olması düşüncesi • İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış olan 2 bloklu bölünme sürecinde yeni devletin hangi blokta yer alacağı konusundaki derin şüphesiydi. İsrail Devleti’nin bağımsızlığını ilan etmesiyle Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak, İsrail topraklarına girdiler ve bu sürece kadar Arap yanlısı bir tavır takınan Türkiye, değişen toplu durum ve savaşın İsrail lehine ilerlemesiyle birlikte tavrını değiştirecektir. BM’nin çatışmaların durdurulması adına çıkardığı bildiri ve sonrasında da 12 Aralık 1948 tarihinde BM Genel Kurulu tarafından oluşturulmasına karar verilen Filistin Uzlaşma Komisyonu’na ABD ve Fransa ile birlikte Arap yanlısı olarak girme kararı almıştır. “Fakat Arap yanlısı olmak bir yana Arap devletlerinin karşı çıktığı bu komisyonun kuruluşunu destekleyen ve komisyon üyeliğini kabul eden Türkiye, İsrail’in Bağımsızlığına ilişkin tutum değişikliğinin ilk işaretini vermişti.” (Oran, 2001: 640) Filistin’de savaşın sona ermesinden sonra Ocak 1949’da büyük devletler İsrail’i tanımaya başlayacaktır. Dönem içerisinde Truman Doktrini ve Marshall Planı’nın etkisi Türkiye’nin yönünü Batıya çevirme görüşünü ortaya çıkarması ve iki Süper Güç olan ABD ve Sovyetler Birliği’nin İsrail’i tanıması ve ABD’nin İsrail’e yönelik tutumu, Türkiye’nin İsrail’i tanımasının öncelikli nedenidir. Türkiye İsrail’i 28 Mart 1948 tarihinde tanıyan ilk Müslüman ülkedir ancak bu karar Arap Devletleri’nin İsrail ile müzakereye başlamak suretiyle “zımnen veya sarahaten tanımasından” sonra alınmış olduğuna dikkat çekecek ve böylelikle “Arap dostlarımız ve komşularımıza karşı beslemiş olduğumuz sevgi ve saygının belirtildiğini öne sürecekti.” (Gencer, 2006: 7) Türkiye’nin NATO’ya giriş sürecinde yaşanmış olan problemler ve bazı batılı devletlerin, Türkiye’yi NATO’ya alıp Sovyetlerle bu yüzden çatışmak istememesi üzerine ilk dönemler sonuçsuz kalmıştır. Kore Savaşı sonrası ortaya çıkan Sovyetlerin genişleme yönelimi ABD ve İngiltere’nin başı çektiği Batı Devletleri’nin Ortadoğu’da bir pakt kurma isteğini ortaya çıkarmıştır. Bu süreçle birlikte Türkiye NATO’da konumunu biraz daha belirginleştirmiş ve kurulmuş olan Ortadoğu Komutanlığı Projesi’nde başı çekerek etkin bir tutum sergilemiştir. Son-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

119


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

raki dönemlerde Mısır’ın da bu projenin içerisinde olması gerektiği düşüncesi yanıtsız kalınca bu proje 6 aylık bir süreçten sonra 10 Kasım 1951 tarihinde proje değişime uğrayarak Ortadoğu Savunma Örgütüne dönüşmüştür. Ancak yeni oluşturulan sürecin de aktifleşmemesi sonucunda 1953’te ABD’de başkan olan Eisenhower, oluşturulmak istenen işlevsizliğine değinerek; Arap dünyası için birinci sorun Sovyet tehdidi değil, İsrail’in olduğunu belirtmiştir. Arapların özgürlüğünü yeni kazandıkları için emperyalizme karşı hassas oldukları, Arapların özgürlüklerini yeni kazanmış olduklarından ekonomik kalkınmayı ön planda tutacağı düşünceleri sonucuna varmıştır (Oran, 2001:620). ABD’nin süreci üstleneceği ve Türkiye’nin başı çekeceği yeni bir oluşum olarak belirginleşmiştir. Bu süreçte Irak Devleti ile görüşmüş olan Türkiye, ABD ve İngiltere desteğini alarak Pakistan ile Bağdat Paktı’nı 24 Şubat 1955 tarihinde imzalamıştır. Hükümet Bağdat Paktı’nı imzalarken temel hareket noktası olarak Ortadoğu’yu komünist tehlikeden korumak ve Batı çıkarlarını savunma tezi üzerinde ilerlemiştir. 1956’da Mısır’ın başında olan Nasır’ın Süveyş kanalını millileştirmesi kararı hemen sonrasında İsrail’in başlatmış olduğu ve İngiltere ve Fransa’nın katılımıyla başlayan yeni bir bunalım döneminde Türkiye’nin bu sürece vermiş olduğu tepki önceleri çok açık ve anlaşılır değildi. Ankara bir yandan İngiltere ve Fransa’nın Nasır’a anladığı dilden konuşmasından hoşnutluk duyarken, diğer yandan Arap ülkelerinden gelmekte olan baskının etkisiyle BM Genel Kurulu’nda işgali kınayan tasarıya oy verecekti. (Sönmezoğlu, 2000: 191). Diğer yandan Süveyş Krizi sonrasında bölgede Sovyet etkisinin artması üzerine 1957 Mart’ında gündeme gelmiş olan ve ABD’nin bölgeye yönelik askeri angajmanlarının bir ileri aşamaya sıçraması anlamına gelen Eisenhower Doktrini’ne, bölge dışından İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra bölge ülkelerinden de ilk olumlu tepki Türkiye ile birlikte Lübnan’dan gelmiştir ve onu Pakistan, Irak sonrasında da Yunanistan izlemiştir (Arı, 2007: 173). 2.2 1960-1989 Dönemi Türkiye’nin Ortadoğu Politikasından Filistin Yaklaşımı Türkiye, 1960 sonrasında izlemiş olduğu dış politikayla Ortadoğu ülkeleriyle bir yakınlaşma içinde olmaya özen göstermiş ve 1967 savaşı öncesi ve sonrasında da bu tavrını sürdürmüştür. 1967 Savaşı sırasında öncekilere göre daha net bir tavır ortaya koyarak bu kriz sırasında Arap ülkelerini desteklemiş ve topraklarında bulunan Amerikan üslerinin Araplara yönelik bir saldırıda kullanılmasına izin vermeyeceğini açıklamıştır. Bunun yanı sıra bir oldubittiyi kabul etmesinin mümkün olmadığını açıklayan Türkiye, sınırların güç kullanılarak değiştirilmesine karşı olduğunu her fırsatta ifade etmiştir ( Arı, 2007: 174). Bu dönemde Ortadoğu politikasının önemli bir unsuru haline gelen FKÖ’ye Türkiye’nin de sempati ile bakmış olduğu gözlenmiştir. Türkiye BM nezdindeki toplantılarda Arap ülkelerini destekleyerek işgal altındaki Arap topraklarının boşaltılması ve Filistin’in devlet kurmayı da içeren var olma hakkının tanınması doğrultusundaki çabalara destek vermiştir. Türkiye’nin bu politika değişikliği bölge ülkeleri tarafından memnuniyet ile karşılanmıştır. 1967 savaşı-

120

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

nın sonrasında yaşanmış olan bir olay İslam ülkelerini örgütlenme çabalarını hızlandıran bir gelişme olmuştur. Kudüs’ün İsrail işgalinde bulunan ve İslam dünyası açısından kutsal olan Mescid-i Aksa’nın 21 Ağustos 1969’da yakılması, Müslüman ülkeler arasındaki dayanışmanın artmasında önemli bir dönüm noktası olmuş ve bunun arkasından 25 Ağustos’ta Kahire’de yapılmış olan Arap Dışişleri Bakanları toplantısında bir Arap Zirvesi’nden ziyade bir İslam Zirvesi yapılması kararlaştırılmıştır. İslam Konferansı Örgütü’nün var olmasına sebep olan ve 35 ülkenin davet edildiği İslam Zirve Konferansı 25 ülkeden gelen temsilcilerle 22-25 Eylül 1969 tarihleri arasında Fas’ın başkenti olan Rabat’ta yapılmıştır (Kürkçüoğlu, 1972: 21). Yom Kippur Savaşı’nın Türkiye’de 1971 müdahalesi sonrasında yapılmış olan ilk seçimlere rastlamış olması kamuoyunda çok fazla yer almamasına rağmen Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada 1967 yılından beri dile getirilmekte olan görüşler yinelenecektir. Çatışmadan duyulan “teessür ve endişe” belirtilerek, Türkiye’nin kuvvet kullanarak işgal edilen Arap topraklarının tahliye edilmesini, adil, devamlı ve barışçıl bir çözümün en önemli unsurlarından birisi olarak gördüğü vurgulanacaktır. İzleyen günlerde yapılan açıklamada İncirlik ortak savunma tesisindeki uçakların NATO savunma amaçları dışında kullanılmalarının söz konusu olmadığı dile getirilecektir (Gencer, 2006: 28). 1970’lerde petrol krizinin etkisiyle Türkiye’de oluşan ekonomik sorunlar petrol üreten Arap ülkeleriyle ikili ilişkilerin geliştirilmesine öncelik vermiştir. Petrol krizinin yaratmış olduğu etkilerden Türkiye, inşaat sektörü alanındaki projelerden (özellikle Suudi Arabistan, Libya ve Irak’ta aldığı inşaat projelerinden) elde etmiş olduğu gelirler sayesinde kurtulabilmiştir. Bu koşullar altında gelişen siyasal ortam, Türk-Arap yakınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Kıbrıs bağlamında içine düşmüş olduğu siyasi yalnızlık Türkiye’yi 1975’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğunu” kabul eden 3379 sayılı karara lehte oy kullanmaya itmiştir (Gencer, 2006: 31). 1970’lerin ortasında beraber Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile diplomatik ilişkiler sıklaşmıştır. FKÖ Siyasi Büro Başkanı Faruk Kaddumi ile Türk Dışişleri Bakanı görüşme yaparak, FKÖ’nün Filistin halkının yasal temsilcisi olma yönündeki BM kararını destekleyecektir. 5 Ekim 1979 tarihinde FKÖ’nün temsilciliği Türkiye’de açılacaktır. Bu süreçte 31 Temmuz 1980 tarihinde İsrail’in Kudüs’ü daimi başkent yapma kararıyla Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Türkiye’ye geri çağırılacaktır (Gencer, 2006: 33). Türkiye sürgünde ilan edilen Filistin Devleti’ni 15 Kasım 1988’de tanıyan ilk ülkeler arasında yer almıştır. 1960-80 dönemlerinde İsrail ile ilişkilerde uzaklaşma ve soğuma yaşanırken, Arap devletleri ile yakınlaşma ve sıcak ilişkiler içerisine girilmiştir. Bu süreç 1980’lerde İsrail ile ilişkilerde şekillenip 90’larda düzelmeye gidecektir (Oran, 2004: 81). Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaşın bitmesiyle ilk anda Türkiye’nin stratejik önemi azalmış gibi görünse de süreç içinde özellikle bölgede önemi artmıştır. Soğuk Savaşın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması hem Türkiye için hem de İsrail için önemli sonuçlar yaratmıştır. Bu yeni dönemde İsrail’in Ortadoğu’da ABD için Sovyetlere karşı stratejik önemi sorgulanır olmuş ve Orta Asya ve Kafkasya bu konuda İsrail için yeni bir açılım alanı olarak görülmüştür.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

121


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

İsrail bağımsızlığını elde eden devletler üzerinde stratejik önemini kazanma çabası içine girmiştir. Bu politikasında, bölgeye yönelik ilgileri olan İran ve Suudi Arabistan’a karşı Türkiye’yi doğal müttefiki olarak görmüş, bu iki ülke arasındaki ilişkileri destekleyen bir gelişme olmuştur (Mesut, 2003: 67). Türkiye ve İsrail’in bu derece yakınlaşmasında ortaya çıkmaya başlayan yeni uluslararası düzene uyum çabasının da rolü vardır. Tek Süper Güç olarak kalan ve Ortadoğu’da yeni bir düzen oluşturmaya çalışan ABD’nin politikalarına her iki ülkede uyum sağlamaya çalışmıştır diyebiliriz. Türkiye, Ortadoğu barış sürecinin getirmiş olduğu atmosferi Suriye ile PKK arasındaki işbirliğine karşı İsrail ile ilişkilerini geliştirerek kullanmıştır. Böylece Türkiye’nin Filistin sorununda izlemiş olduğu Denge Politikası değişmeye başlamış, Türkiye İsrail’in dış meşruiyet arayışlarında katolizör görevi üstlenen bir ülke olmuştur (Mesut, 2003: 79). 2.3 1989-2002 Türkiye’nin Ortadoğu Politikasında Filistin Yaklaşımı 1991 yılının sonlarına doğru Ortadoğu Barış sürecinin başlaması ve sonrasında ortaya çıkmış olan duruşlar Türkiye’nin Filistin ve İsrail ile ilgili dış politikasında önemli bir dönüm noktası olmuştur diyebiliriz. Madrid’de başlamış olan sürece Türkiye dâhil edilmemiş olsa da bu dönemden sonra Türkiye, İsrail ve Filistin ile Büyükelçilik düzeyinde diplomatik bir ilişki içerisine girmiştir. Ekim 1991’de Madrid’de başlayan Eylül 1993’te Oslo ile devam eden Barış süreci, Doğu Akdeniz ve Basra Körfezi çevresinde yeni durumlar ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin bölgesel konumunu etkileyen sorunlar ve olanaklar ortaya çıkmıştır (Gencer,2006: 87). Yeni oluşan bu koşullar Türk Dış Politikasında da önemli değişimlere neden olmuştur ve Soğuk Savaştan sonra ABD ile ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem içerisinde 1993 yılında Lübnan’ın İsrail uçakları tarafından bombalanmasına, Türkiye, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin İsrail’e yapacağı resmi ziyareti erteleyerek tepki göstermiştir. Türkiye bunun yanı sıra Filistin Kurtuluş Örgütüyle geleneksel dostane ilişkilerini devam ettirmiş, aynı yıl Filistin yönetimine 50 milyon dolarlık borç vermiştir (Oran, 2004: 570). FKÖ ve İsrail 9 Eylül 1993’te mektup teatisi ile birbirlerini tanımışlar ve 13 Eylül 1993 tarihinde iki taraf Washington’da, Beyaz Saray’da düzenlenmiş olan seremonide, ortak bir Filistin-İsrail Bildirgesi’nin altına imzalarını atmışlardır (Aras, 1997: 143). Eylül ayında imzalanmış olan Oslo Antlaşması, Filistin sorunun çözümüne yeni bir boyut getirmiştir. Oslo Antlaşması ve bunun oluşturmuş olduğu Ortadoğu’da barışa yönelik umut ortamı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin ilerlemesine de yardımcı olmuştur. FKÖ ve İsrail’in birbirlerini tanıdıkları Oslo Antlaşması ile Filistin Kurtuluş Örgütü şiddet kullanmayı reddederken, İsrail ise terör örgütü diye nitelendirmiş olduğu FKÖ’nün, Filistin halkının yasal temsilcisi olduğunu kabul etmiştir. Bu dönemin en önemli olaylarından birisi, Kasım 1994 tarihinde Başbakan Tansu Çiller’in İsrail’i ziyareti olmuştur. İlk kez bir Türk Başbakanı bu ülkeyi ziyaret etmiştir. Önemli başka bir olay ise iki ülke arasında terörizme karşı imzalanmış olan antlaşmadır. Süreç çerçevesinde Filistin ile ilişkiler de daha derinleştirilmiş, Oslo Barış antlaşmasından sonra Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ilk olarak Türkiye’yi ziyaret etmiştir.

122

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

Bu ziyaret Filistin’in Türkiye’ye ne kadar önem verdiğinin bir kanıtıdır. 1990’lı yılların sonunda Dışişleri Bakanı İsmail Cem, İsrail ve Filistin taraflarına eşit uzaklıkta değil eşit yakınlıkta politikasını geliştirmiştir. Arap ülkeleriyle diplomatik ilişkiler geliştirilmiş, Suriye ile diyalog içine girilmiş, Mısırla “ikili danışma merkezi” kurulmuştur. Bunların yanında İsrail’de Ehud Barak’ın başbakanlığa gelmesi sonrasında Barış Süreci’nin yeniden canlanması ve Türkiye’nin işini kolaylaştıran ve Türkiye’nin etkili olabileceği bir durum ortaya çıkmıştır ( Mesut, 2003: 85). ABD’nin Barış Süreci çerçevesinde Türkiye’yi desteklemesi Türkiye’nin işini kolaylaştıran ve Bölge devletlerce de İsrail-Türkiye yakınlaşmasını kabullenen bir durumu ortaya çıkartmıştır. Fakat Filistin ve İsrail’in Türkiye’den beklentilerinin birbirinden farklı olması sürecin gidişatında problem yaratmaktadır. Filistin’in Türkiye’yi arabulucu olarak görmek istemesine rağmen, çıkarlarının çatıştığı bölge ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesini istemekte, arabuluculuktan daha ziyade yardımcı bir rol oynamasını istemektedir. Bunun nedeni ise dünyada Tek süper güç olan ABD’nin arabuluculuğa devam etmesini istemesinde yatar, çünkü ABD, İsrail’in bölgedeki en önemli müttefiki olmuştur ( Mesut, 2003: 87). 1990’lı yılların sonuna doğru Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkmış olan yeni toplu durum İsrail’in dış politikasında kısmen değişimlere neden olmaya başlamıştır. İsrail’in Mayıs 2000’de Güney Lübnan’dan tek taraflı bir şekilde çekilme kararı Barış sürecinde umutları arttırmıştır. “Tarafların 11 Temmuz 2000’de ABD Başkanı Bill Clinton’ın ev sahipliğinde Camp David’de bir araya gelmeleri Türkiye’yi memnun etmiştir. Bu görüşmelerde olumlu bir sonuç çıkması Türkiye’nin ciddi bir şekilde istediği bir gelişmeydi. Türkiye-İsrail ilişkileri açısından önemli bir dönüm noktası da; Camp David görüşmelerinin sonuçsuz kalmasının Barış sürecinin geleceğini nasıl etkileyeceği ve Türkiye’nin bundan sonraki tavrının ne olacağıydı.” (Mesut, 2003: 87). Bu görüşmeler sonrasında Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, çıktığı dünya turu çerçevesinde Türkiye’ye gelmiş ve Barış Süreci ile ilgili destek istemiştir. Camp David sonrasında İsrail Devlet Başkanı Ariel Sharon’un, Mescid-i Aksa’yı ziyareti sonrasında Filistin sorununun ikinci bir intifa başlamıştır. Bu süreci protesto etmek isteyen Filistinlilerin arasında İsrailli askerlerin açmış olduğu ateş sonucunda ölen ve yaralanan insanların olması önemli bir problem olarak kamuoyuna yansımıştır. Türkiye Ekim 2000’de BM Genel Kurulunda çoğunluğunun Müslüman ülkelerin oluşturduğu bir grup tarafından hazırlanan ve Filistinli sivillere karşı aşırı güç kullanan İsrail’i kınayarak, olayları soruşturmak için bir mekanizmanın oluşturulmasını destekleyen bir karar tasarısına olumlu oy kullanmıştır. Bu Filistin yanlısı karara İsrail ve ABD’nin muhalefetine karşı bir lehte oy verilmesi ABD’nin tepkisine yol açmıştır (Gencer, 2006: 96). İkinci intifada sırasında, İsrail güvenlik güçlerinin Filistinli göstericilere otomatik silahlarla karşılık vermesi, hatta Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Gazze’deki binalarına ve limanda demirli sahil güvenlik gemilerine helikopterlerle saldırı yapması, Ankara’da olumsuz karşılanmıştır. Başta Cumhurbaşkanı Necdet Sezer ve Başbakan Bülent Ecevit olmak üzere, Türk yetkililer olayların derhal durulmasının

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

123


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

Barış Süreci’nin devam edebilmesi için taşımış olduğu önemi vurgulamıştır. 6 Şubat 2001 tarihinde yapılmış olan seçimlerde Ariel Saron’un İsrail Başbakanlığı’na gelmesinin ardından, Filistin’e karşı izlenen politikanın sertlik düzeyini yükseltmeye başlaması, Ankara’da endişeyle takip edilmiştir (Oran, 2004: 578). El Aksa intifadasından sonra Türkiye İsmail Cem’in üstlendiği aracılık yapma girişimi dahilinde bir takım önerileri hem İsrailli yetkililere hem de Filistin yönetimine götürmüş ve sürecin devamı için şiddet ve çatışmaların biran önce durması gerektiğini içeren mesajlar vermiştir. “Türkiye El Aksa intifadasından sonraki dönemde uyumlu eylem olarak tanımlanan bir etkinlik içine girmiştir.” (Gencer, 2006: 97). Türkiye’nin İsrail ile ilgili geliştirdiği ilişkiler Filistin Sorunu’nda meydana gelen gelişmelere karşı İsrail’e karşı vereceği tepkiyi ciddi şekilde etkilemiştir. Kamuoyu ile siyaset yapıcıları arasında İsrail’e karşı tavır farklılığı gözden kaçmamıştır. Filistin’de meydana gelen ve kamuoyunu rahatsız eden gelişmelere karşın dış politikasını şekillendiren unsurlar bu tepkilere karşı fazla etkilenmeden tavır almıştır. Bunun en önemli örneği ise, İsrail’in Arafat’ı ablukaya alması ve Filistin kentlerini işgal etmesi sürecinde ortaya çıkmıştır (Mesut, 2003: 95). Baktığımızda Türkiye’nin Filistin politikası, tarihten almış olduğu kültürel miras ve jeostratejik konumun da ortaya çıkardığı durumun gereği taraf olarak iki ülkeyle tarafsız bir görüntü çizmiştir. Konjoktürel anlamda ABD’nin İsrail yanlısı bir politika izlemesi ve AB ülkelerinin İsrail’i Filistin meselelerinden dolayı eleştirmeleri karşısında Türkiye bölgede güvenilir bir duruş, aktif bir politika sergilemiştir. 3. AKP HÜKÜMETİNİN DIŞ POLİTİKA PROGRAMI ÇERÇEVESİNDE FİLİSTİN YAKLAŞIMI AKP iktidarının Türk dış politikasında yeni açılımlar yaratma üzerine kurulu vizyonunda, Ortadoğu’da aktif bir politika izlemek ve Batı ile Doğu arasındaki çatışmayı geçmişten almış olduğu miras etkisi ile ittifaka çevirme gibi hedefler ön plana çıkmaktadır. Kendinden önceki iktidar döneminde, dış politikadan sorumlu olan İsmail Cem’in Türkiye’nin Ortadoğu politikası ile ilgili atmış olduğu adımlar ve oluşturduğu alt yapıyı, Türkiye’de uzun yıllar sonra tek başına iktidara gelmesiyle güçlendiren AKP, 1990’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başında oluşan yeni düzeni devam ettirme konusunda adımlar atma planı içerisine girmiştir. Bu süreçte komşularla sıfır problem başlığı altında toplamış olduğu ilişki perspektifini, diplomatik ilişki yoluyla Ortadoğu’da barış sürecinde aktif rol oynama misyonunu üstlenmiştir. Ortadoğu’da akmakta olan kan, tüm dünya kamuoyunu olduğu gibi, bu bölgeyle yakın kültürel ve tarihi ilişkileri olan Türk halkını da üzmekte ve endişeye sürüklemektedir (AKP 58. Hükümet Programı ve Dış Politika, 2008). AKP iktidarının Filistin sorunu üzerine politikasında, İsrail ile o döneme kadar gelen ilişkilerin devam edeceği, “Filistin’de BM kararları doğrultusunda ve Filistin Halkının süregelen acılarını dindirecek şekilde barışın tesisine yönelik çabaları desteklemeye devam edeceğini, bu çerçevede Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Sayın Bush’un 14 Mart 2003 tarihinde yaptığı açıklamada zikredilen yol haritası ve reform vizyonu hükümetimizce desteklenmektedir” denilmektedir (AKP 58. Hükümet Programı ve Dış Politika, 2008). Bu cümlelerde İsrail ile iş-

124

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

birliğinin devam edeceği ve Filistin halkı içinde yaşanılan acıların bitmesi adına adımlar atılacağı fakat bu adımların uluslararası çözüm çerçevesinde atılacağı görülmektedir. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan uluslararası konjonktür çerçevesinde İsrail ile ilişkilerini bölgesel güvenlik çerçevesinde geliştiren ve iki ülke arasındaki son dönem yakınlaşma AKP iktidarının Filistin Sorunu üzerinde bazı çelişkiler yaratmaktadır. Dönem içerisinde İsrail’in bölgesel güvenlik adına atılan işbirliği planları ve İsrail’in Filistin’e karşı uygulamış olduğu şiddet, AKP hükümetinin bölgeyle ilgili politikasında bir takım zorluklar yaratmıştır. AKP iktidarı, Filistin sorununa sadece siyasi açıdan değil ekonomik ve sosyal politika açısından da yaklaşmış ve Filistin Sorunuyla ilgili bir takım açılımlar yapmıştır. Bu konuda yapılmış olan en önemli adım 24 Aralık 2003 tarihinde açıklanan Filistin Eylem Planı adı altındaki projedir. Filistin’de ekonominin canlanması adına atılan bu adım Filistin Ulusal Yönetimi’ne bu yönde yatırımlar yapılması için 900 bin ABD doları hibe edilmesiyle devam etmiştir (Ünalan, 2008). Türkiye’nin Filistin konusu üzerinde sorunun uluslararası alana taşınmasından sonraki dönemde arabuluculuk isteğine olumsuz bakan İsrail Devleti bu görevin bölgede müttefiki olan ABD’nin yürütmesini istemiştir. İsrail’in Hamas lideri Şeyh Yasin’e düzenlemiş olduğu suikast sonrasında Tayyip Erdoğan bu olayı “barış sürecine atılmış bir bomba” olarak değerlendirirken, İsrail devletini terör icra etmek ile suçlarken Şeyh Yasin’in öldürülmesinin barışla ilgili geleceğe yönelik umutları yok ettiğini, intikam hissini körüklediğini belirtmiştir. İsrail’in Batı Şeria’da 2002 yazından intihar saldırılarına karşı örmüş olduğu duvar, 27 Mart 2002 tarihinden beri abluka altına alınan Arafat ve BM’in almış olduğu kararlara uymaması AKP iktidarının İsrail Devletiyle arasındaki ilişkide gerginliğe neden olmaktaydı. Bu açıdan AKP iktidara geldiğinden beri İsrail’e üst düzey bir gezi yapılmamıştı (Ünalan, 2008). Türkiye Uluslararası Adalet Divanı’nın almış olduğu karar gereğince İsrail’in güvenlik nedeniyle örmüş olduğu duvarın işgal edilmiş topraklara taşan kısmının yıkılması için çıkan BM kararına olumlu oy vererek kararın çıkmasına oy veren 150 ülkeden birisi olmuştur. Müslüman bir topluma yönelik saldırılardan rahatsızlık duyacak olan AKP iktidarının başa geçmesi, İsrail’in operasyonlarının Türk kamuoyunda yaratmış olduğu olumsuz etki ve kamuoyuna dayalı dış politika olarak adlandırılabilecek bir anlayış çerçevesinde; hükümetin İsrail’i sert bir şekilde eleştirmesi, gerginliğin yükselmesine neden olmuştur. Abdullah Gül’ün İsrail’e yapmış olduğu ziyaret, birkaç koşuldan dolayı Ortadoğu’da barış adına iyimser bir havanın doğmasına neden olmuştur. Bunlar; Suriye’nin İsrail ile masaya oturma yönündeki istekliliği, Arafat’ın ölümü ve yeni liderin başa geçmesi, Gazze’den Çekilme Planı’nın 2005 yılında hayata geçirilecek olması, uluslar arası topluluğun soruna çözüm bulma yönündeki isteklilikleri ve son olarak da Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi almasının ardından prestijinin arttığı gibi etkenler Barış Süreci adına iyi bir hava estirirken bir diğer yandan da Türkiye’nin bu süreç içerisinde daha aktif rol oynamasına izin veren koşullar olarak gözükmektedir. Abdullah Gül İsrail ziyareti sonrasında Filistin’e de gitmiştir ve Abdullah Gül’ün yapmış olduğu bu ziyaret bir

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

125


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

anlamda İsrail’le olan soğuk havanın giderilmesi bir yandan da Başbakan Erdoğan’ın ziyareti öncesi olumlu bir hava oluşturulmasında etkili olmuştur diyebiliriz (Ünalan, 2008). Filistin sorunu ile ilgili olarak dönemin en önemli olaylarının başında gelebilecek durumsa İsrail’in Gazze Şeridi’nden çekilmesidir diyebiliriz. 15 Ağustos 2005 tarihinde 1967 yılından beri elinde tutmuş olduğu topraklardan çekilmeye başlayan İsrail ordusu 48 saat içinde bölgedeki halkın boşaltılmasını istemiştir. İsrail’in Gazze’den çekilmesiyle Başbakan Erdoğan Saron’a destek mektubu göndermiştir. 25 Ocak 2006’da Filistin’de yapılmış olan seçimlerin ardından, İsrail’in Terör örgütü olarak görmüş olduğu Hamas’ın tek başına iktidara gelmesi dünyada çok farklı tepkilere yol açmıştır. Bu konuyla ilgili olarak Başbakan Erdoğan; Filistin halkının demokratik iradesine saygı gösterilmesi gerektiğini, Hamas’a zaman tanınması gerektiğini, örgüte sırt çevirmenin doğru bir politik tutum olmayacağını, bunun ne demokrasiye ne de bölge barışına hizmet edeceğini belirtiyordu. Erdoğan, Hamas’a yönelik olarak da, şiddete son vermesini, demokratik bir tavır takınmasını ve tabii İsrail’i yok etmeye yönelik hedeflerinden vazgeçmesini istiyordu. Başbakan her demecinde Türkiye’nin Hamas ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu da ifade ediyordu (Ünalan, 2008). Hamas’ın hükümet kurmadan önce İslam ülkelerini kapsamakta olan gezisi sırasında Türkiye’ye gelmesi hem ülke içerisinde hem de uluslar arası alanda önemli tepkilere neden olmuştur. Filistin’de seçimlerden galip çıkan Hamas ile Ankara’da bir takım görüşmeler yapılmıştır. Hamas ile ilgili bir röportajda Başbakanın Dış Politika Danışmanı Davutoğlu; Irak, Lübnan ve Filistin’de yapılmış olan seçimleri karşılaştırmıştır. Aynı sene içinde yapılmış olan üç seçimden, Filistin’de yapılanın en demokratik olduğunu; ancak Irak seçimi meşru sayılmasına karşın, Filistin’de Hamas’ın kazandığı seçimlerin meşru sayılmadığını söylemiş, bunun, Hamas’ı ve Filistin’i izolasyon’a çektiğini belirtmiştir. Davutoğlu; böyle bir izolasyon’un cepheleşmeyi ve ayrışmayı arttıracağını belirterek, Ortadoğu’ya yönelik olarak planlar yapan ve politika belirleyen ülkelerin anlaması gereken bir gerçek olduğunu söylemiştir. Davutoğlu, söyleminde Türkiye’nin Ortadoğu’ya Ankara’dan baktığını, Irak’a da, Lübnan’a da Türk olarak baktıklarını ve planlarını buna göre yaptıklarını söylemiştir. Ortadoğu’da örgütlerin, devletler kadar etkin olduğunu belirten Davutoğlu, bu örgütlerle diyalog kuranların sorgulandığını ve şayet bu örgütlerle ilişki kurulmazsa, devletlerle ilişki kurmanın yeterli olmayacağını dile getirerek politik anlamdaki çıkmazı dile getirmiştir (Ünalan, 2008). Davutoğlu’nun bu söylemi; Filistin Sorunu’nun çözümünde yaklaşımların temelindeki karmaşayı anlatmaktadır. Türkiye’nin politik yaklaşımında da ortaya çıkan bir sorun AKP Hükümeti’ni Uluslar arası alanda bir takım sorunlar ile karşı karşıya bırakmıştır. ABD’nin bu konuya karşı soğuk yaklaşması İsrail hükümet görevlilerinden bir kişinin “biz PKK ile görüşsek acaba Türkiye ne derdi” şeklinde bir açıklama yapması dönem içerisinde bir takım krizlere sebep olmuştur. Son döneme bakacak olursak da İsrail ile ilişkiler bilindiği üzere 2008’den sonra olumsuz bir seyir izlemiştir. Ankara-Tel Aviv ilişkileri, 2008 Aralık sonundan itibaren bozulmuş olup bunun nedeni İsrail’in Gazze’ye yönelik ‘dökme kurşun operasyonu’dur. 12-14 Temmuz tarihleri arasında İsrail Hava Kuvvetleri 126

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

Lübnan’daki 7000 hedefe saldırı düzenlerken İsrail donanması ise 2500 saldırı düzenleyerek bu operasyona destek vermiştir. Sonuç olarak üçte biri çocuk olmak üzere 1183 kişi hayatını kaybetmiş olup, 4054 kişi ise yaralanmıştır. Hedef alınıp imha edilen evlerin, işyerlerinin ve dükkanların sayısı 30 bini aşmıştır. İşte buna bağlı olarak Türkiye gibi bölgede ‘barış insiyatifleriyle’ öne çıkan bir ülkenin bu katliamlara sessiz kalması beklenemezdi. “Türkiyeİsrail arasındaki olumsuz hava, 2008’den sonra Gazze Saldırısı, ardından bunun yansıması olarak Davos’taki one minute krizi, Davutoğlu’nun İsrail’e gidecekken Gazze’ye geçişine izin verilmeyeceğinin açıklanması, İsrail’in Harem-üş Şerif’e yönelik tacizlerine karşı Konya’daki Anadolu Kartaı tatbikatından çıkartılması ve TRT’de yayınlanan “Ayrılık” isimli dizide İsrail karşıtlığı yapıldığı iddiaları, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un Türk büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u karşısındaki alçak koltuğa oturtarak Türkiye’ye mesaj verme çabaları gibi gerilimlerle sürmüştür (Zengin, 2012,224-228). AKP Hükümetinin Filistin Sorunu’na yaklaşımındaki sorunsal, uluslararası alan ve bölgesel koşullar çerçevesinde hareket etme zorunluluğu ve AKP tabanının muhafazakâr kimliği arasında yatmakta olan çelişkiden kaynaklanmaktadır (Ünalan, 2008). SONUÇ Ortadoğu geçmişten günümüze uluslararası politikada her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Üç kıtayı birleştiren bir yer olmasından dolayı tarih boyunca önemli tarihsel olaylara sahne olmuştur. Temelleri M.Ö 2000’li yıllara dayanmakta olan Filistin Sorunu, hala çözülemeyen bir sorun olarak devam etmektedir. İsrail oğullarının Kutsal kitapları Tevrat’a dayandırmış oldukları “vaad edilmiş topraklar” ülkesi Filistin’de bir devlet kurma istekleri üzerine 20. Yüzyılda tekrar alevlenen küller, 60 yıl içerisinde binlerce ölüme ve on binlerce insanın yaşamış olduğu topraklardan göç etmesine neden olmuştur. Bölgenin geçmişte ticaret yollarına geçit vermiş olması, günümüzde ise petrol kaynaklarına yataklık etmesinden dolayı sadece o coğrafyada yaşayan ülkeler için değil uluslararası alandaki aktörler için de önemli bir çatışma alanı olarak görülür. 3 semavi din için kutsal topraklar olarak görünen Filistin bölgesi, bu topraklar için çatışmanın kaçınılmazlığını pekiştirmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası alandaki en güçlü devletlerin de içinde bulunmuş olduğu barış planının sonuca ulaşamadığı bu çatışma sürecinde, problemin sadece topraklar üzerindeki anlaşmazlıktan doğduğunu düşünmek diğer önemli etkenleri ve uluslararası alandaki çatışma süreçlerinin getirmiş olduğu konjonktürsel beklentileri göz ardı etmek demek olur. Osmanlı egemenliğinin sona ermiş olduğu dönemden itibaren Mandater devletlerin politikalarıyla şekillenen Filistin Sorunu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin bölgeye hâkim olması ve İsrail Devletinin ABD üzerindeki etkisiyle bölgede yaşayan Arap halklar için bitmeyen bir hal almıştır. İsrail devletinin kurulma aşaması, Arap Devletleri’nin etkin ve birlik halinde hareket edemedikleri bir savaşlar sürecini ortaya çıkarmış ve bu süreçler sonunda İsrail Devleti meşruiyetini uluslar arası alandan kabul ettirmiştir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

127


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Türkiye’nin Orta Doğu Politikasında Filistin, Tülin AVCU, Uşak Üniversitesi

İsrail Devleti’nin kuruluşuyla başlamış olan ve günümüze kadar uzanan süreçte, Türkiye Filistin Sorunuyla ilgili olarak, kültürel ve tarihsel bağları ile bölgesel güvenlik anlayışı arasında çok büyük ikilemler yaşamıştır. Yaşamış olduğu çelişkinin temellerinde, uluslar arası alanda bulunduğu bölgenin önemi ve sistem içindeki diğer aktörlerin etkileri ön plana çıkmaktadır. Bölgeye hâkim olan ABD’nin İsrail yanlısı bir tutum sergilemesi ve İsrail’in bölgede askeri ve güvenlik açısından güçlü bir donanıma sahip olması, Türkiye’nin kültürel ve manevi anlamda yakınlık taşımış olduğu Filistin halkına yaklaşımında çelişkiler yaratmaktadır. Bugün Türkiye, doğu batı ekseninde Ortadoğu’daki en büyük stratejik ortağı İsrail ile bölgesel konulardaki anlaşmazlıklarından dolayı ilişkileri ve ortaklığı gözden geçirme durumuna gelmiş, mağduriyeti tüm dünya tarafından artık açık bir şekilde dile getirilen Filistin’e yaklaşmıştır. Bunda tabi ki İslami kökenli bir yapıya sahip olan AKP’nin de katkısı büyüktür, ancak bu partinin Amerika ile olan sıkı ilişkileri düşünüldüğünde bu etkinin ölçeği görülmektedir. Giderek daha da vahim bir durum alan Filistin Sorunu’nda AKP etkin bir rol üstlenme çabası içindedir, ancak dış politikada da en büyük destekçisi olan ABD ile de ters düşmemeye de özen göstermek durumundadır.

KAYNAKÇA Arı, Tayyar, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, Siyaset Savaş ve Diplomasi,Alfa Yayınları, İstanbul, 2007. Armaoğlu, Fahir, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1994. Aras, Bülent, Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye, 1. Baskı, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 1997. Gerger, H.; ABD, Ortadoğu, Türkiye, Ceylan Yayınları, İstanbul, 2006. Gencer, Özcan, Türkiye-İsrail İlişkilerinde Dönüşüm: Güvenliğin Ötesi, TESEV, İstanbul, 2006. Goldschmidt, Arthur ve Lawrence Davitson, Kısa Ortadoğu Tarihi, Doruk Kitapevi, İstanbul, 2008. Kocabaş, Süleyman, Vaat Edilmiş Toprak Filistin için Mücadele Türkiye ve Siyonizm, Vatan Yayınları, İstanbul, 2005. Koç, Bileydi, Malike, İsrail Devleti’nin Kuruluşu, Günize Yayıncılık, İstanbul, 2006. Kürkçüoğlu, Ömer E, Türkiye’nin Arap Ortadoğusu’na Karşı Politikası, 1945-1970. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1972. Oran, Baskın, Türk Dış Politikası-Cilt II 1980-2001, 1. Baskı, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2001. Özcan, Mesut, “Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye”, Turhan, İbrahim, M. (drl), Filistin Çıkmazdan Çözüme, Küre Yayınları, İstanbul, 2003. Sönmezoğlu, F.; Uluslar arası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, İstanbul, 2000. Ünalan, Levent, Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi Türk Dış Politikasında Filistin Yaklaşımı, Yüksek Lisans Tezi, 2008. Zengin, Gürkan, Türk Dış Politikası’nda “Davutoğlu Etkisi”, İnkılap Kitabevi, 2010.

128

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye-İsrail İlişkilerinde DENGE TAŞLARI

Ahmet Mürsel AYHAN, Çankırı Karatekin Üniversitesi

İsrail Devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD ve İngiltere’nin desteği ile resmen 14 Mayıs 1948 yılında kurulmuştur. Türkiye, İsrail’in bağımsızlığını 1949 yılında kabul etmiştir. Ayrıca Türkiye, halkı Müslüman olan ülkeler arasında İsrail’in bağımsızlığını tanıyan ilk ülkedir. Bu durumun oluşmasında Türkiye’nin batı kampına katılma isteği ve ABD’nin Türkiye-İsrail ilişkilerini geliştirmeye yönelik politikalarının etkili olduğu söylenebilir. İsrail, çoğunluğun Arap olduğu bir bölgede ve Arapların toprağı üzerinde kurulmuş bir ülkedir. Arap-İsrail düşmanlığı İsrail’i bölgede yalnızlığa itmiştir. Yalnızlıktan kurtulmanın yolu, o bölgede Arap olmayan diğer ülkelerle iyi geçinebilmektir. “İsrail’in bölgede Arap olmayan aktörlerle ikili ilişkilerini geliştirme ve çeşitlendirme politikası İsrail Başbakanı Ben-Gurion tarafından “Çevreleme Politikası” adı ile formüle edilen bir stratejiye dönüşmüş; bu süreçte Türkiye, İsrail, Etiyopya ve İran’ın yer aldığı bir Çevresel Pakt oluşturulmaya çalışılmıştır.” Tarih boyunca Türkiye-İsrail ilişkileri inişli, çıkışlı bir şekilde seyretmiştir. Türkiye’nin İsrail Politikasını Şekillendiren faktörlerin başında Arap-İsrail ilişkileri gelmektedir. İsrail’in Araplar üzerinde baskıcı durumu, adil olmayan yaklaşımları ve uygulamış olduğu devlet terörü her seferinde Türkiye’nin İsrail’e bakışını sertleştirmiş ve ikili ilişkileri büyük oranda zedelemiştir. 1967 Arapİsrail savaşında Türkiye, Arap devletlerinin yanında yer almıştır. 1969 yılında Mescid-i Aksa’nın yakılması üzerine Türkiye, İsrail’e karşı daha sert bir tavır takınmıştır. 1973 Arap-İsrail Savaşında ise tarafsızlığını belirtmiş fakat uygulamada Arap devletlerini desteklemiştir. 1980 yılında İsrail’in Kudüs’ü başkent olarak ilan etmesi ile Türkiye İsrail ile olan ilişkileri ikinci katip seviyesine indirmiştir. Türkiye-İsrail ilişkilerinde “altın yıllar” olarak nitelendirilecek dönem 1990’lı yıllardır. Bu dönemin iyi geçmesindeki en büyük etmen Ortadoğu Barış sürecine uyulması ve PKK terör örgütünün Irak, İran ve Suriye gibi devletlerce desteklenmesinin Türkiye’yi yalnızlığa itmesidir. Türkiye, PKK kamplarının Suriye topraklarındaki varlığından ve Hafız Esad rejiminin PKK terörünü Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmasından dolayı mutsuzdu. Diğer taraftan, İsrail kendisini bölgede düşman Arap rejimleri ile çevrelenmiş hissettiği müddetçe, Türkiye gibi laik, yüzü Batı’ya dönük ve de Arap olmayan Müslüman bir ülke ile ilişkilerini geliştirmeye

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

129


Türkiye-İsrail İlişkilerinde Denge Taşları, Ahmet Mürsel AYHAN, Çankırı Karatekin Üniversitesi

gayret etmiş, bu sayede stratejik yalnızlığından kurtulmaya çalışmıştır. Türkiye’nin İsrail askeri pilotlarına eğitim sahası tahsis etmesi, İsrail’in İran ile yaşaması muhtemel bir hava savaşında askeri kabiliyetinin artması anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda Türkiye İsrail’in dar olan stratejik derinliğinin genişlemesine yardımcı olmaktaydı. Bu olumlu hava 2000’li yılların başında tam tersi bir duruma bürünmüştür. Bunun sebebi ise,” İsrail’deki hükümet değişikliği ve barış sürecinin askıya alınmasının büyük etkisi oldu. Bilindiği gibi 2000’de Ariel Şaron liderliğindeki hükümetin başa gelmesiyle beraber el-Aksa intifadası başladı. Filistin halkına karşı artan şiddetle beraber Türkiye’de de İsrail’e karşı tepki artmaya başladı. Temelde Türk-İsrail ilişkilerinde Filistin meselesi önemli bir yer tutmaktadır. 1990’larda iki ülkenin bu derece yakınlaşmasında da barış sürecinin devam eden olumlu ortamının büyük rolü olmuştur. Ancak barış sürecinin 1990’ların sonuna doğru çıkmaza girmesi ve el-Aksa intifadasıyla sona ermesiyle birlikte, bu durum Türk-İsrail ilişkilerini de etkilemeye başlamıştır.” Ak Parti hükümetinin başa gelmesinden sonra, İsrail tarafından Filistin’e yapılan zulümlerdeki artış, 2006’da Lübnan’a saldırması, 2009’da binlerce masumun ölümüne sebep olan Gazze’ye yapılan dökme kurşun saldırısı gibi nedenlerden dolayı İsrail’e olan tavırlar her zamankinden daha sert bir hal aldı. Hatta Türkiye Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN, İsrail’i devlet terörü işlemekle itham etti. En sert çıkışı ise 2009 Davos Dünya Ekonomik Forumu’ndaki meşhur “one minute” polemiği ile yaptı. Türkiye, İsrail’in saldırısına en sert tepki veren uluslararası aktör oldu. Bu çıkışla Türkiye Arap dünyası karşısında büyük prestij ve güven kazandı. Buna karşılık İsrail’de Türkiye’ye karşı soğuk politikalar izlemeye başladı. Kurtlar Vadisi dizisinde İsrail’e hakaret edildiği gerekçesiyle Dışişleri Bakanlığı’na bir toplantıya çağrılan Türkiye Büyükelçisi’ne İsrail Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan ve kamuoyunda “alçak koltuk krizi olarak bilinen muamele bu duruma örnek gösterilebilir. İsrail ile ilişkileri kopma noktasına getiren olay ise “Mavi Marmara” olayıdır. 31 Mayıs 2011 günü sabah saatlerinde İsrail deniz komandoları Gazze’ye insani yardım taşıyan ve uluslararası bir organizasyonun parçası olarak ilerleyen Mavi Marmara ve beraberindeki diğer iki gemiye baskın düzenlediler. İsrail askerlerinin gemiye silahlı çıkarma yapması esnasında kendisini koruma gayretinde olan yardım gönüllüleri İsrail askerlerine karşı basit düzeyde bir direniş göstermesine rağmen İsrail askerleri yardım gönüllülerine ateş açarak 9 kişinin ölümüne ve 50den fazla insanın yaralanmasına sebep oldu. Bunun üzerine, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu New York’a geçerek BM Güvenlik Konseyi’ni acilen toplantıya çağırdı. Türkiye’nin çağrısı üzerine toplanan Güvenlik Konseyi, İsrail’i kınayan bir bildiri yayınladı. Başbakan İsrail’in Gazze’ye insani yardım götüren gemilere yaptığı kanlı katliamın her türlü laneti hak etmiş bir katliam olduğunu ifade ettikten sonra saldırının aynı zamanda uluslararası hukuka yapıldığını söyledi ve “zorbalar, haydutlar, korsanlar bile belli ahlâk kurallarına uyarlar. Hiçbir hassasiyete uymayanlara bu sıfatı yakıştırmak bile iltifat olur” cümleleriyle açıkça İsrail’e olan tavrını ifade etti. Türkiye İsrail’den taleplerini de merhumların ve yaralıların, alıkonulan tüm yolcuların ve gemilerin derhal iadesi, yardım malzemesinin Gazze’ye ulaştırılması, İsrail’in özür dilemesi ve tazminat ödemesi olarak açıkladı. Mavi Marmara

130

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Türkiye-İsrail İlişkilerinde Denge Taşları, Ahmet Mürsel AYHAN, Çankırı Karatekin Üniversitesi

Saldırısı sonrası taraflar arasındaki ilk temas Brüksel’de gerçekleşti. 2 Ağustos 2010’da BM Genel Sekreteri Ban-ki Moon tarafından BM bünyesinde faaliyet gösterecek olan ve Mavi Marmara saldırısını uluslararası hukuk açısından inceleyip BM’yi bilgilendirmeyi amaçlayan bir komisyon kuruldu. Komisyonun başkanlığını Yeni Zelanda eski Başbakanı Sir Geoffrey Palmer, başkan yardımcılığını ise Kolombiya eski başkanı Alvaro Uribe yapacaktı. Komisyonda İsrail’i İsrail Savunma Bakanlığı hukuk eski danışmanı Joseph Ciechanover, Türkiye’yi ise emekli büyükelçi Özdem Sanberk temsil etti. Takip eden süreçte Türkiye İsrail ile ilişkilerin normalleşebilmesi için yakınlarını kaybeden ailelere tazminat ve Türkiye’den özür dilenmesini önşart olarak belirledi. Bu sırada BM tarafından hazırlanan Palmer Raporu da ilişkilerin alacağı seyrin ortaya çıkması açısından önemsenmekteydi. Eylül 2011 itibariyle Palmer Raporu’nun henüz açıklanmadan The New York Times tarafından ayrıntılarının yayınlanması Türk tarafınca son derece olumsuz karşılandı. Raporun açıklanmadan medyaya sızdırılmasının ortaya çıkardığı skandalın yanı sıra, İsrail’in Mavi Marmara’ya düzenlediği saldırının ve Gazze Ablukası’nın meşru olduğunu ifade etmesi Türkiye’yi yaklaşık bir yıl sonra İsrail’e karşı tutumunu sertleştirmeye itti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu düzenlediği basın toplantısında İsrail’le ilişkilerin ikinci kâtip düzeyine indirildiği, yapılan askeri anlaşmaların askıya alındığı, seyrüsefer serbestîsinin sağlanabilmesi adına gerektiğinde önlem alınması, Gazze Ablukasının tanınmaması, Uluslararası Adalet Divanı’nda incelenmesi için gerekli girişimlerin yapılması, Mavi Marmara olayında mağdur olanların haklarının aranması için uluslararası ortamda her türlü desteğin verilmesi kararlarının alındığını açıkladı. Ayrıca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yaptığı açıklamada Türkiye’nin Palmer Raporu’nu tanımadığını ifade etti. Gelişmeler üzerine BM Genel Sekreteri Ban-ki- Moon hem Türkiye’nin hem de İsrail’in Ortadoğu için önemli olduğunu söyledi ve Ortadoğu barış sürecinin menfaati için her iki ülkeye de ilişkilerini düzeltmesi çağrısında bulundu. Bu dönemde BM’de yapılan tartışmalarda Türkiye sürekli olarak İsrail’in Gazze’yi abluka altına almasını insani bir sorun olarak nitelendirerek suçlamış ve sürekli olarak Mavi Marmara baskını sırasında öldürülen Türk vatandaşları konusunu öne sürmüştür. Sonuç olarak, Türkiye-İsrail ilişkilerinin iyileşebilmesi, Arap-İsrail ilişkilerinin olması gereken durumda ilerlemesine bağlıdır. İsrail’in Ortadoğu’da Araplar üzerindeki baskısı, zulmü ve yayılmacı politikası durmadığı sürece, ihlal ettikleri haklar iade edilmediği sürece Ortadoğu barış sürecinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Türkiye’nin bu yapılanlara kayıtsız kalmaması Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelmesinin zor olduğunu göstermektedir. Ayrıca 2011 Mavi Marmara Olayından Sonra Türkiyeİsrail ilişkileri her zamanki durumundan farklı bir hal almıştır. Daha önceleri Arap dünyası ile İsrail ilişkileri ve batının isteklerinin Türkiye-İsrail ilişkilerini etkilediği bilinmekteydi. Mavi Marmara olayı bu iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş ve Türkiye-İsrail ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Mavi Marmara olayının gerçekleşmesinden sonra kopan iplerin birleştirilebilmesi için Türkiye’nin İsrail’den yapmasını beklediği şartlar gerçekleşmediği sürece ilişkilerin düzelmesi hiç te kolay görülmemektedir.

Anahtar Sözcükler: Türkiye, İsrail, Filistin, Ortadoğu, Amerika

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

131


Türkiye-İsrail İlişkilerinde Denge Taşları, Ahmet Mürsel AYHAN, Çankırı Karatekin Üniversitesi

Kaynakça: 1) “Stratejik Düşünce Enstitüsü Analiz Dergisi “ Ekim 2011, ss. 3 2) H.Tarık Oğuzlu, “Tükiye İsrail İlişkilerinin Değişen Dinamikleri” , ss. 16 3) Özlem Tür, “Türkiye-İsrail İlişkileri: Yakın İşbirliğinden Gerilime”, ss. 4 4) Bezen BALAMİR COŞKUN, “Arab Baharının Gölgesinde İsrail-Filistin Sorunu ve Türkiye-İsrail İlişkileri” s.s. 32

132

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


YÖNETİŞİM

Recep ÜST, Trakya Üniversitesi

YÖNETİŞİMİN KISA TARİHÇESİ Küreselleşme ile birlikte yönetimde coğrafi ölçeğin ortadan kalkması ve varolan yönetim pratiklerinin yetersiz kalması üzerine, ortaya çıkan yeni arayışların uygulamada etkili olmaya başlamasıyla, bu yeni gelişmeleri anlatmak için yönetişim kavramı ortaya çıkmıştır. Kavram, ilk defa 1989 yılında yayımlanan Dünya Bankası’nın bir raporunda ‘good governance’(iyi yönetişim) olarak yer almıştır. Raporda yönetişim üzerine açık bir tanım yapılmamış ancak, bir ülkenin kaynaklarının etkin bir şekilde kullanımı için hesap verebilirlik, saydamlık, sivil toplumun kamu politikalarına etkin katılımı, hukuk devleti, bağımsız yargı sistemi gibi iyi yönetişim ilklerinden bahsetmiştir. Bu terim daha sonra OECD ve Birleşmiş Milletler tarafından da kullanılarak, bu üç örgütün çeşitli toplantı ve yayınlarıyla açık bir formül haline getirilmiştir. 1989 Dünya Bankası, 1992 OECD, 1992’de gerçekleştirilen Rio Zirvesi, Habitat toplantıları ve son olarak 1997’de Birleşmiş Milletler, “governance” terimi çerçevesinde 21. yüzyılın katılımcı devlet modelini netleştirdiler. Bu formül Türkiye gündemine ise 2000 yılında TÜSİAD, OECD, DB ve AB ortaklığıyla yapılan “AB Yolunda İyi Yönetişim” adlı bir toplantıyla girmiştir. Formül, ilk olarak Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programında yer almıştır. Ardından da AKP 58. Hükümeti’nin Acil Eylem Planı’nda devlet reformunun adı olarak belirmiştir. YÖNETİŞİM NEDİR? Sonuç ve hedef odaklı olaylara yönelmiş, vatandaşa hizmeti esas alan, katıl Katılımcı ve paylaşımcı bir anlayışa sahip olan ve geleceğe yönelik bir bakışa sahip yönetim anlayışını ifade eden şeffaf, hesap verebilir çağdaş bir yönetim biçimine imkan veren yaklaşımdır. Mevzuatta; “saydamlık, hesap verebilirlik, katılımcılık, çalışma uyumu, yerli yerindelik ve etkenlik gibi kriterlere dayanan çok aktörlü ve toplumsal ortaklara dayalı yönetim anlayışı” olarak tanımlanmaktadır TODAIE’nin Kamu Yönetimi Sözlüğü, yönetişim kavramını etkileşim temeline dayalı ve katılımı öne çıkaran bir kavram olarak değerlendirmekte ve şu şekilde tanımlamaktadır: “Yönetişim,

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

133


Yönetişim, Recep ÜST, Trakya Üniversitesi

“Bir toplumsal politik sistemdeki ilgili bütün aktörlerin ortak çabalarıyla elde edilen sonuçların oluşturduğu yapı ya da düzendir.” YÖNETİŞİMİN UNSURLARI 1. Katılımcılık 2. Hukukun üstünlüğü 3. Şeffaflık 4. Cevap verebilirlik 5. Eşitlik 6. Etkinlik 7. Hesap verebilirlik 8. Stratejik vizyon TÜRKİYE’DE YÖNETİŞİM Günümüzde, ekonomi yönetiminden sorumlu Bakandan ünlü yönetim danışmanlarına kadar her kesim, gelişmiş dünyanın çoktan keşfedip uygulamaya koyduğu ‘iyi yönetişim’ ilkelerinin artık Türkiye için kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinde pek çok banka fona devredilmiş, borca batan, iflas eden şirketlerin bilançosu halen çıkarılamamıştır. Sonuçta, ‘Bu şirketleri kimler yönetiyordu, yoksa hiç yönetilmiyorlar mıydı?’ sorusuna verilecek yanıt önem kazanmıştır. Dünya Bankası ve IMF’in gelişmekte olan ülkelerdeki şirketlerde yönetim kurullarının profesyonelleştirilmesi ve bu kurullarda çıkar çatışmasına girmeyecek bağımsız üyelerin bulunması için özel fon ayırdığı dikkate alındığında, konunun önemi daha iyi ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de “Yönetişim” kavramı ile ilk tanışma 30 Mayıs - 14 Haziran 1996 arasında istanbul’da gerçekleştirilen Habitat II Zirvesi ile olmuştur. Zirvede, “yaşana bilirlik’’ , aktif katılımcılık, sahiplenme, yönetişim, açıklık ve şeffaflık” gibi yeni kavramların hayata geçebilmesi için çok aktörlü bir “yönetişim” ön görülmüştür. TÜRKİYE’DE YÖNETİŞİMİN UYGULANABİLİRLİĞİ 1. Aktif yurttaşlık bilinci 2. Örgütlü toplum yapısı Çünkü söz konusu iki kriter, esasında yönetişim modelinin özellikle vurguladığı ve modelin odak noktasında yer alan “katılım” ve “sivil toplum” kavramlarıyla yakından ilintilidir. Türkiye’de uygulamada, katılım açısından seçkinci yaklaşımın geçerli olduğu, katılımın se-

134

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Yönetişim, Recep ÜST, Trakya Üniversitesi

çimde oy kullanmakla sınırlı kaldığı ve seçimlerin yanı sıra halk oylaması, yurttaş girişimleri, planlama forumları, kamuoyu yoklamaları, halk toplantıları, sanal yollarla etkileşim, toplumcu kalkınma modelleri, kişisel görüşme, telefon ve dilekçe verme gibi diğer katılım yöntem ve biçimlerinin benimsenmediği söylenebilir. Belde halkının belediye meclisi toplantılarına katılımı konusunda yapılmış bir araştırma bulgularına göre, araştırma kapsamına giren belediyelerin %75’inde belde halkı belediye meclisi toplantılarına hiçbir şekilde katılmamaktadır. 1496 kişinin katıldığı anket çalışmasında, “belediyenizin vermiş olduğu kararlar konusunda eleştiri ve taleplerinizi bu güne kadar doğrudan ilettiniz mi?” şeklindeki bir soruya “iletmedim” cevabını verenlerin oranı %58,2 olarak tespit edilmiştir. “Hiç belediye meclisi toplantısı izlediniz mi?” şeklindeki soruya %87,6 oranında “hayır” cevabı alınmıştır. İnisiyatif alma iradesini gösterecek, sorgulayacak ve hesap soracak bir yurttaş tipinden Türkiye bağlamında söz etmek pek mümkün görünmemektedir. Katılım sadece 4-5 yılda bir yapılan genel ve yerel seçimlerde oy kullanmak şeklinde algılanmakta ve yurttaşlık kavramı seçime indirgenmektedir. Örgütlü bir toplum yapısının varlığı veya yokluğu, bir ülkedeki sivil toplum kuruluşlarının niteliksel ve niceliksel gelişimiyle yakından ilgilidir. Sivil toplum kuruluşlarının karar alma ve denetleme süreçlerine dahil edilmesi yönetişimin uygulanabilirliği açısından çok önemlidir. Çünkü sivil toplum kuruluşları olmaksızın kamu yönetiminin etkin, sorumluluk sahibi ve şeffaf hale getirilmesi ve alınan kararların meşruluğunu sağlayan katılımın artırılması mümkün gözükmemektedir Devlet ile sivil toplum birbirleriyle yakından ilişkilidir. Devlet siyasi ve hukuksal düzenlemeleri ile sivil toplumun karmaşa oluşturmasını ve içeride tırajediye dönüşmesini engellerken, sivil toplum da devletin keyfiliğe kaymasını ve hukuk dışına çıkmasını önlemeye çalışmaktadır. Türkiye’de sivil toplumun olmayışı veya yetersizliği tarihsel kökenlerinde yer alan devlet-toplum karşıtlığına bağlanmaktadır. YERELDE YÖNETİŞİM Kentsel mekânlarda etkili ve önemli karar alma konumunda olan genelde yerel yönetimler özelde belediyeler siyasal katılımın ve doğrudan demokrasi avantajlarının sergilenebileceği yönetimlerdir. Sivil toplum örgütleri doğrudan demokrasi yöntemine yakın bir işleve sahip olarak kentsel siyasette aktif bir aktör olma avantajına sahip olabilmektedirler. Yerel mekânda katılımı kolaylaştıran, paydaşçı belediye anlayışının geliştirildiği kentsel siyaset mekânında sivil toplum örgütlerinin çok çeşitlendiği ve yerel siyasette ağırlıklarını arttırdıkları kolayca fark edilebilecektir. Özellikle metropol kentlerin heterojen ve kozmopolit yapıları sivil toplum örgütlerini çeşitlendirmiş aynı zamanda toplumun sivil toplum kanalı aracılığı ile kentsel siyasete katılımının da önü açılmıştır. Sivil toplumla siyasal katılım kanallarının artması yasal düzen-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

135


Yönetişim, Recep ÜST, Trakya Üniversitesi

lemelerle de tescil edilmiştir. Kentlerin kozmopolit yapılarına uygun olarak kentsel siyasette önemli aktör olan belediyelerin de yetkilerinin artmasına paralel olarak kentsel siyaset ve sivil toplum ilişkileri daha fazla görülür olmuştur Yerel yönetimlerin bu yeni misyonu hiyerarşik bir yapı ile sürdürülemez. Yerel yönetişimle beraber aktif, kalkınmacı ve paylaşımcı politikaları uygulamada yerel yönetimlerin rolleri artmaktadır. Yerel yönetimlerin 1980 sonrası yapısal değişimler ve dönüşümler geçirdikleri gerçektir. Bu değişimlerin en başında kentteki tüm grupları, güçleri ve aktörleri iktidar ortağı etmeyi vaat eden yerel yönetişim kavramı gelmektedir. Bu kavram, kamu, özel ve sivil toplum kuruluşları arasında karşılıklı ilişkiler ağını ve karşılıklı etkileşimi ifade etmekte kullanılmaktadır. Yönetişimle aktörlerin birinin diğerinin önüne ve üzerine geçmediği durum belirtilir. Benzer şekilde yerel aktörler arasında iletişim ve iş birliği ile karşılıklı anlayışı ve yönetimde ortaklığı, katılımı ifade eden yerel yönetişim kavramları üretildi. Aynı şekilde küresel aktörlerin birlikte katıldıkları ve paydaşlar arasındaki ilişki küresel yönetişimle kavramsallaştırıldı. Batı demokrasileri için belediye sadece kentte yaşayanların müşterek ihtiyaçlarını karşılayan örgütler değil merkezî devlet otoritesine karşı sivil toplum geleneğinin sürdürüldüğü birimlerdi. Türkiye’de sivil toplum Mardin’in ifade ettiği gibi bir boşluğa (sivil toplumun yokluğuna) işaret etmiş ve Batı’daki tarihsel gelişim çizgisinin temelinden uzak gelişme göstermiştir. Sivil toplum bu ülkelerde devlet dışında faaliyetlerini sürdürürken baskı ve denetim yoluyla devlet kurumları üzerinde de etkin olmuştur. Türkiye’de ise devletin resmî ideolojisini taşıyan birimler olarak çalışmaktadırlar. Yine de Türkiye’de sivil toplum, kitle iletişim ve haberleşme araçlarının gelişmesi, küreselleşme ve liberalizmin tek kutuplu dünyada hâkim ideoloji olarak ortaya çıkması, temsil krizinin derinleşmesi ve Avrupa Birliği uyum çabaları sonucunda gelişme kaydetmektedir Türk belediyecilik sisteminde önemli dönüm noktalarından olan son dönem yasalarında sivil toplumun katılımı ön görülmüştür. Belediye Kanunu 5393/13 maddesi ile “…Hem şehirlerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme…” hakları belirtilmiştir. Belediye ayrıca katılımı sağlayacak önlemler alır. 5393/76-77 Kent Konseyi ile İl Özel İdaresi ve Belediye Hizmetlerine Gönüllü Katılım Yönetmeliği sadece kentteki örgütlü bazı grupların sınırlı katılımlarını öngörmektedir. Kent konseyinin kuruluş amacı ve nasıl çalışacağı açıkça netlik kazanamamıştır, bu da kent konseyinde bir yandan esnekliği diğer yandan da keyifliliği ve standarttan uzaklığı ifade etmektedir. Kent konseyinin belediye kararlarına nasıl ve hangi boyutu ile katılacakları netlikten uzaktır ve bilgilenmenin nasıl olacağı da açık değildir. Konsey, belediye meclis çalışmalarına ve belediye yönetimine aktif katılarak stratejik planın oluşturulması ve yürütülmesinde yer almalı, bilgi edinme ve denetim yolları bu konseye açık olmalıdır.

136

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Yönetişim, Recep ÜST, Trakya Üniversitesi

YERELDE YÖNETİŞİMİN UYGULANABİLİRLİĞİ Türkiye’de gerçekleştirilen yerel yönetişim uygulamalarından biri, belediye meclislerine alternatif olarak oluşturulan yapılardır. Bu alternatif yapılar farklı büyüklüklerdeki yerleşimlerde farklı adlarla (kent parlamentosu, kent meclisi, kent danışma kurulu gibi) isimlendirilmektedirler. Bu yapılar, bir yurttaşlık gururu, o yerleşimin ortak geleceğine ilişkin bir toplu sorumluluk ve “ortaklık” duygusu yerleştirmeyi, katılımcılığı teşvik etmeyi, saydamlığı arttırmayı ve yerel yönetimlere dönük bir aidiyet duygusu yaratmayı amaçlamaktadır. Bu yeni yapıların büyük bölümünün çok önemli eksiklikleri vardır ve şu an itibariyle bir “danışma ve halkla ilişkiler” çabası olmaktan öteye gidememiştir. Türkiye’de yerel etkinlik ve sorumlulukların yönetişim modeliyle örtüştüğü bir diğer nokta, “Yerel Gündem 21”lerdir. 1992 yılında “Gündem 21”lerin Rio de Janerioda yapılan “BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının katılımcı demokrasinin gerçekleştirilmesindeki önemli rolleri vurgulanmış ve sürdürülebilir bir gelişme amacıyla bu aktörlerin her belde için bir “Yerel Gündem 21” oluşturmaları öngörülmüştür. Yerel Gündem 21 yönetişim anlayışına dayalı bir “demokrasiyi geliştirme” projesidir ve Türkiye’de yerel yönetimlerin katılımcı ve demokratik bir yapıya kavuşturulmalarını ve sivil toplum kuruluşlarıyla çok yönlü ve yoğun bir işbirliğine girmeleri amaçlanmaktadır. KAMU YÖNETİŞİMİ Yönetişim kavramı ile birlikte toplumsal yetki ve kaynaklar toplumsal paydaşlar arasında dağıtılmakta, siyasal dizge ya da “merkez”, “çevresiyle” “eşitlenmekte”, devletle toplum ya da siyasal toplumla sivil toplum arasında yeni interaktif ilişkiler geliştirilmekte, klasik siyasal ve bürokrat aktörler tekelindeki siyaset oluşturma sürecinin tüm toplumsal aktörlere açılmasıyla demokratikleşmesi, saydamlığın benimsenmesi, etkinliği ve verimliliği artmaktadır. Bu nedenle yönetişimin siyaset bilimini daha çok siyaset süreciyle harmanladığı da iddia edilmektedir. Bilgi toplumu ve küreselleşmenin siyasal, toplumsal ve yönetsel düzlemdeki bir yansıması olan yönetişim, devletin klasik egemen ve başat rolünü diğer sivil toplum elemanlarıyla eşitleyerek azaltan siyasal bir strateji ve daha önce değinilen mikro ve makro değişim ve dönüşümler çerçevesinde devletin yerini ve rolünü dönüştürüp yeniden yapılandıran bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır[ Kamu yönetişimi, farklı biçimlerle yürütülen kamu sektörü reformlarının bütününü kapsamaktadır. Bu reformların unsurları şöyle listelenebilir: Özelleştirme, piyasalaştırma, şirket işletmeciliği, şirket işletmeciliği, düzenleme, Adem-i merkezileşme ve bağımsız düzenleyici kurumların yaygınlaştırılması. Özelleştirme, bilindiği gibi, kamu varlıklarının mülkiyetinin özel sektöre verilmesi, piyasalaştırma ise kamu hizmetlerinin üretimi ve sunumunda piyasa mekanizmalarının kullanılması anlamına gelmektedir. Şirket işletmeciliği, kamu sektörünün özel sektörün işletmecilik anlayışına uygun olarak yönetilmesi demektir. Bu yaklaşımın akademi-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

137


Yönetişim, Recep ÜST, Trakya Üniversitesi

deki en önemli temsilcisi Yeni Kamu İşletimi Okulu’dur. Düzenleme, uluslararası rekabetçi piyasanın önceliklerine göre, oyunun kurallarının standartlaştırılması şeklinde tanımlanabilir. Ademi merkezileşme, kamu yönetiminde karar alma süreçlerinin ülke ölçeğinde yerel, bölgesel yönetimlere, özel sektöre ve/veya gönüllü kuruluşlara devri anlamına gelmektedir. Bağımsız düzenleyici kurumların yaygınlaştırılması ise hükümete, yasama organına hesap verme sorumluluğu bulunmayan, özerk, piyasa önceliklerine göre kamu hizmeti sunmak üzere örgütlenmiş düzenleyici kurumları ifade etmektedir. SONUÇ Yöneten ile yönetilenin arasındaki uçurumun ortadan kalkmaya başladığı bir ortamda, çoklu aktör yapısında, halkın mümkün olan her alanda karar alma süreçlerine katılımını ve kamusal hizmetlerin etkin, verimli ve şeffaf bir şekilde sunumunu ön gören bir yönetim modeli olarak yönetişim özel ve kamu yönetimine girmiş ve yapısında köklü değişikliklere sebep olmuştur. 1980 sonrası ülke içi ekonomik koşullar devlet yapısı ve küreselleşme ile birlikte yeniden canlanan liberal sistem ve getirdiği yeni kamu yönetimi anlayışı ve onun içinde barındırdığı yönetişim yerelleşme gibi kavramlar yönetim yapımızı etkisi altına almaya başlamıştır Türkiye’de yönetişim modelinin yerel ölçeklerde sınırlı düzeyde uygulama alanı bulmuştur. Yerel Gündem 21 çalışmaları, bazı kentlerdeki kent meclisleri ve proje demokrasisi gibi uygulamalar bunlara örnek teşkil eder. Türkiye’de uygulanan yönetişim modelinde sınırlı seviyede uygulama yapılabilmesinin arkasında yatan neden ise ‘’ katılımcılık’’ ve ‘’sivil toplum’’ olgusunun yetersizliğidir. Yöneten ile yönetilen arasından diyaloğun artması halk katılımı ve sivil toplumun görev ve sorumluluğu üstlenmesi ile zamanla planlı bir şekilde istenilen düzeye gelecektir.

138

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’Li Yılardan Sonra Kamu Yönetimi REFORMU BAĞLAMINDA KÖTÜ YÖNETİMLE MÜCADELE Oğuzhan BÖLÜKAŞ, Aksaray Üniversitesi

GİRİŞ Tarihin her döneminde, devlet ve toplum var olduğu sürece kötü yönetim olgusundan bahsetmemek mümkün değildir. Her şeyin zıddıyla bilindiği gerçeğinden yola çıkarak yaşadığımız toplumda yönetimin, toplumun her türlü ihtiyacına karşılık verebilecek şekilde iyi bir yönetim sergileyebileceği gibi bunun tam tersi olan kötü yönetimde sergileyebilir. Yönetimin bu gerçekliğinden yola çıkarak iyi yönetimi benimseyip, kötü yönetimin unsurlarından uzak duran bir yol izlenmesi gerekmektedir. Geleneksel kamu yönetimi ilkelerinin günümüz şartlarına uyum sağlayamaması, Weberyen bürokrasiyi, merkeziyetçi, hantal ve yozlaşmanın olduğu bir yönetim tarzı haline getirmiştir. Böylece kötü yönetimin oluşması kaçınılmazdır. Kötü yönetim, ekonomik büyümeyi, sosyal harcamaların düzeyini, vergi sistemindeki adaleti ve insan kaynaklarını olumsuz etkilemektedir. Ayrıca, kötü yönetim, mülkiyet yapısını bozmaktadır. Aynı zamanda eğitim hakkından eşit yararlanmayı engellemektedir. Bundan dolayı, kötü yönetim gelir dağılımındaki eşitsizliği ve yoksulluğu artırmaktadır. Kamu yönetiminin işlerliği açısından çok daha kötü olan şey ise kötü yönetime karşı çıkan kamu yöneticileri de zamanla kötü yönetim sürecine katılmaktadırlar. Küreselleşmenin etkileri, bilgi-iletişim teknolojilerinin yaygınlığı, toplumlardaki refah anlayışı, demokrasi, eğitim gibi unsurlar insanların düşünce yapılarını değiştirerek daha sorgulayıcı, daha boyun eğmeyen bir konuma getirmiştir. Bu yüzden kötü yönetim uygulamalarına insanların ses çıkarmaması ve yönetimi eleştirmemesi imkanı yoktur. Kamu yönetimindeki kötü yönetim uygulamalarını önlemek için Yeni Kamu Yönetimi, Toplam Kalite Yönetimi gibi yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Neticede uygulama sahası bulan bu yaklaşımlar kötü yönetimi tamamen ortadan kaldırmasa da en aza indirmeye çalışmaktadır. Yönetimdeki bu gelişmeler, Türk kamu yönetimini de etkilemiştir. Geleneksel bir yönetim anlayışına sahip olan Türk kamu yönetimi, kötü yönetimle mücadele ederek yeniden yapılanma sürecinde önemli adımlar atmıştır. Bu önemli adımlar özellikle 2000’li yıllardan sonra karşımıza çıkmaktadır. Türkiye pek çok ulusal kanun ve uluslar arası sözleşmelerle kötü yönetimle mücadele açısından önemli gelişmeler kaydetmiştir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

139


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

Kötü yönetimi inceleyeceğimiz bu çalışma, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde kötü yönetim tanımı, kaynakları anlatılmaktadır. İkinci bölümde ise, kamu yönetiminde yeniden yapılanma anlatılmaktadır. Yeniden yapılanmanın kamu yönetimine getirdiği faydalar üzerine durulmaktadır. BÖLÜM 1: KÖTÜ YÖNETİM TANIMI, TÜRLERİ VE KÖTÜ YÖNETİMLE MÜCADELE 1.1.KÖTÜ YÖNETİM TANIMI Kötü yönetim, insan hayatındaki en önemli olgulardan biridir. Doğurduğu sonuçlar bakımından yönetilenleri doğrudan ilgilendirmektedir. Birey ya da toplum, kötü yönetim uygulamalarıyla karşılaşabilmektedir. Sonuçta bireyler, özel sektör, sivil toplum kuruluşları gibi toplumsal aktörler bir takım nedenlerden dolayı kamu yönetiminden yakınmaktadırlar. Hayatın her döneminde şikayet konusu olan kötü yönetim, kamu görevlileriyle yönetilenler arasında büyük bir problem yaratmaktadır. Kötü yönetim kavramı net bir biçimde tanımlanmış bir kavram değildir. Nitekim bir Yeni Zelanda Ombudsmanının ‘ kötü yönetim bir buzdağının görünen tepesine benzer, kazdıkça daha fazlası bulunur’ şeklindeki ifadesi, bu kavrama ilişkin kesin bir tanım verilmesindeki güçlüğü yansıtmaktadır (Temizel, 1997: 44). Geniş bir kavram olarak kötü yönetim ise kamu yönetimi uygulamalarında görülen, adaletsizlik, mevzuatı uygulamada başarısızlık, yasa ve yönetmelikleri ihlal, gecikme, yetkinin ve takdir yetkisinin kötüye kullanımı, baskı, görmezden gelme, ihmal, yetersiz araştırma ve soruşturma, taraf tutma, iletişim kopukluğu, kabalık, keyfilik, kibir, verimsizlik, ayrımcılık gibi durumlar kötü yönetim olgusunu tanımlamada kullanılmaktadır (Frank’dan aktaran Eken ve Tuzcuoğlu, 2005: 114). Görüldüğü gibi kötü yönetim çok geniş kapsamlı bir kavram olup, yukarıdaki açıklamaların ışığında şöyle tanımlanabilir. İhmal ya da icra etmek suretiyle kamu yönetiminin muhataplarında tatminsizlik veya hoşnutsuzluk ortaya çıkaran yönetsel süreçler, davranışlar ve mekanizmalardır (Eken, 1998: 129). 1.2. KÖTÜ YÖNETİM KAYNAKLARI Kötü yönetim uygulamalarının birçok kaynağı vardır. Bunların sınıflandırılmasıyla 3 temel kaynak ortaya çıkmaktadır. Birincisi, bürokratik örgütlenme modeli, ikincisi kamu yararını koruma anlayışına dayalı, kamu gücüyle şekillenmiş kamu görevliliği sistemidir. Üçüncüsü ise, toplumsal ahlakın ve sivil toplumun yetersizliğidir (Eken ve Tuzcuoğlu, 2005: 114). 1.2.1. Bürokratik Örgütlenme Modeli Bürokratik örgütlerin katı ve değişmez özelliklere sahip olması nedeniyle bürokrasi değişen ortam koşullarına uyum sağlayamaz. Bürokratik modellerde formalite egemendir ve bürokratik model 140

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

bürokratik sabotaja uygundur. Bürokratik örgütlenme kişisel etkilerden uzak bir makine modeline benzetilir. Bundan dolayı memurlar, bürokratik sistemin işleyişine büyük ölçüde müdahale etmekten yoksundurlar. Bürokratik örgüt modelinde, düzeni korumak için konulan çok sayıda kural nedeniyle kontrolün sağlanamaması ve her şeyin yazılı yapılması zorunluluğu yazışmaların artmasına ve kırtasiyeciliğe neden olmaktadır. Bürokratik örgüt, zamanla kapalı bir sistem haline dönüşmekte ve verimsizleşmektedir. Bu olumsuzluklar kötü yönetim uygulamaları olarak görülmektedir. 1.2.2.Kamu Görevliliği Sistemi Kamu görevlilerinin, etkinlik ve verimlilik amacıyla konulmuş bulunan bürokratik kural ve teknikleri kullanmak suretiyle bazen sorumluluktan kaçmaları mümkündür. Memurlar, sorumluluktan kaçmak istediklerinde, önlerine gelen somut bir sorunun çözümünü yazılı bir kurala değil, lafza dayandırır. Böylece, kuralların kastettiğinden daha dar sınırlar içine koyarlar. İşin şeklinin, aslından daha önemli olduğu kanısını uyandıran uygulamalar içine girerler. Karşılaştıkları bir sorunun çözümü için uygun bir kural bulamadıklarında, konu ile ilgili önceki bir uygulamanın olup olmadığına bakarlar. Benzer bir uygulama bulamadıklarında, inisiyatif kullanmaktan kaçınırlar; çözümsüzlüğü ya da hayır demeyi tercih ederler (Eryılmaz, 2009: 227). Kısacası, kamu görevliliği sistemindeki bozukluklar kötü yönetime sebep olan önemli kaynaklardandır. 1.2.3. Toplumsal Ahlak Ve Sivil Toplumun Yetersizliği Sivil toplum kuruluşları, demokratik, toplumsal yapının kılcal damarlarıdır. Kılcal damarlar, nasıl ki, oksijen ve besin yüklü kanın doğrudan doğruya vücut dokularına gitmesini sağlarsa, sağlıklı ve güçlü toplumsal dokuların oluşması için de sendika, oda, vakıf, dernek gibi sivil toplum örgütleri o denli gerekli ve önemlidir. Fakat bireylerin, sivil toplumun ve çeşitli grupların kamu yönetimi karşısında takındıkları tavırlar kötü yönetimin oluşmasına neden olmaktadır. Toplumsal aktörlerin takındıkları tavırlar çeşitli biçimlerde görülür. Birincisi, kötü yönetim karşısında kayıtsız kalmadır. Kötü yönetim normal bir durum olarak alınır ve kayıtsız kalınır. İkincisi, toplumsal aktörlerin kendi çıkarlarına hizmet ettiği zaman kötü yönetim uygulamalarını desteklemesidir. Rüşvet vermek, haksız bir kazanım elde etmek gibi davranışlar bu kapsamda değerlendirilebilir. Üçüncüsü ise, vatandaşlık görevini yeterince yerine getirmemeleridir. Toplumsal aktörler vergi vermemeleri, kamusal yükümlülüklerini yerine getirmemeleri gibi davranışlar bu duruma örnek gösterilebilir (Eken ve Tuzcuoğlu, 2005: 115).Bu tür tavırlar hem toplum ahlakını olumsuz etkiler hem de sivil toplumun amacını ve meşruluğunu zedeler. 1.3. KÖTÜ YÖNETİM TÜRLERİ 1.3.1. Siyasal Yozlaşma Ve Türleri Siyasal yozlaşma, dar ve geniş anlamda açıklanmaktadır. Dar anlamda siyasal yozlaşma, yolsuzluk olarak tanımlanmaktadır. Yolsuzluk, siyasal nitelikli yozlaşmaların birkaç türüne ( başlıca; rüş-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

141


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

vet, zimmet, adam kayırmacılık ) verilen isimdir. Geniş anlamda siyasal yozlaşma ise, siyasal karar alma mekanizmasında rol alan aktörlerin ( seçmenler, politikacılar, bürokratlar ve baskı grupları ) özel çıkar sağlama gayesiyle toplumda mevcut hukuki, dini, ahlaki ve kültürel normları ihlal edici davranış ve eylemlerde bulunmalarına siyasal yozlaşma denilmektedir. Tanımlardan da anlaşılacağı üzere siyasal yozlaşma, yolsuzluğu da içeren şemsiye bir kavramdır ( Aktan, 1999: 21). Yozlaşma kötü yönetime neden olarak, hem yönetici hem de toplum açısından olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Politik karar alma sürecinin seçim, yasama, yürütme ve yargı aşamalarının işleyişinde ortaya çıkan yozlaşma, çok değişik türde ve boyutta olabilmektedir. Söz konusu süreçlerde görülen belli başlı yozlaşma türleri, aşağıda kısa başlıklar altında özetlenmektedir. 1.3.1.1. Rüşvet Kamu yönetiminde yozlaşmanın bir örneği olarak rüşvet olgusu en fazla yakınılan konuların başında gelmektedir. Rüşvet, kamu görevlilerinin kamusal mal ve hizmetlerin arz edilmesinde görev ve yetkilerini kötüye kullanması, bazı kişi ve kurumlara ayrıcalıklı işlem yapmaları ve bunun sonucunda para ya da diğer şekillerde bir menfaat elde etmeleri anlamına gelmektedir. Rüşvet suçu iki şekilde gerçekleşmektedir. İlki, kamu yetkilisinin, görevi gereğince yapmaya mecbur olduğu şeyi yapmak veya yapmamaya mecbur olduğu şeyi yapmamak için rüşvet alması ya da vaat kabul etmesidir. Basit rüşvet adı verilen bu rüşvet şeklinde memur, görevine uygun olarak hareket ettiği için görevin kötüye kullanılması değil, fakat memurluk sıfatının kötüye kullanılması söz konusudur. İkincisi ise, memurluk görevinin kötüye kullanılmasıyla memurun görevine aykırı olarak bir şey yapması ya da yapmamasıdır. Buna ağır rüşvet denir. Memur yapması gerekeni yapmamakta ya da yapmaması gerekeni yapmaktadır ( ekodialog. com ). 1.3.1.2. İrtikap (Zorla Yiyicilik) Siyasal yozlaşmanın bir diğer türünü de irtikap oluşturmaktadır. İrtikap, rüşvet suçunun özel bir türüdür. Rüşvet, karşılıklı rızaya dayalı bir anlaşma sonucudur. Fakat irtikap, kamu görevlisinin tek yanlı olarak karşısındakini rüşvet vermeye zorlamasıdır. İrtikap şeklindeki yozlaşma, Osmanlı devletinde zulüm halini almış bir kötü yönetim örneğidir. Devlet yöneticileri ve görevlileri o dönemde halktan zorla ve baskı yaparak para sağlamaya çalışmışlardır. 1.3.1.3. Zimmet ve İhtilas Yaygın bir şekilde örneklerini görüp duyduğumuz rüşvet ve irtikap’a ilaveten kötü yönetimin oluşmasına verilecek uygulamalardan biri de zimmet ve ihtilastır. Zimmet, kamu görevlilerinin para ya da mal niteliğindeki kamusal bir kaynağı yasalara aykırı olarak kişisel kullanımı için

142

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

harcaması ya da kullanmasıdır. Kamu görevlisinin devlete ait bir daktilo ya da bilgisayarı kendi özel kullanımına tahsis etmesi örnek gösterilebilir. Zimmet fiili, hileli bir şekilde yapılırsa buna da ihtilas adı verilmektedir (Aktan, 1999: 28 ). 1.3.1.4. Adam Kayırmacılık (İltimas) Kamu yönetiminde karar alma süreçlerinde ortaya çıkan bir siyasal yozlaşma türü olan adam kayırmacılık, kamu işlemlerini yerine getiren görevlinin, yakınlarını haksız yere ve yasalara aykırı olarak kayırması, arka çıkmasıdır. Kayırmacılığın değişik türleri bulunmaktadır. Bunlar akraba kayırmacılığı, eş-dost kayırmacılığı ve siyasal kayırmacılıktır. Akraba kayırmacılığı, makam sahibi kişilerin, makamdan kaynaklanan olanaklarla kan bağı ya da siyasal görüşleri aynı olan kişilere mesleki anlamda çıkar sağlamalarıdır ( Kılavuz, 2003: 218). Eş-dost kayırmacılığı ise, akraba kayırmacılığına benzer fakat ayrıcalık sağlananlar akrabalar değil eş, dost, akraba ve benzeri kişilerdir. Buna örnek olarak, hemşehricilik gösterilebilir. Bir diğer kayırmacılık türü olarak görülen siyasal kayırmacılığa, partizanlık ve siyasal yandaşlıkta denir. Siyasal kayırmacılık, partilerin iktidara geldikten sonra kendilerine yakın buldukları kişileri yönetsel kadrolara atamalarıdır. Yönetsel anlamda yapılan atamalarda ehliyet ve liyakat yerine partilere yakınlık bir ölçü olarak alınır. Buna göre yapılan atamalar da yönetimi partizanlığa götürür ( Kılavuz,2003: 219). 1.3.1.5. Hizmet Kayırmacılığı Siyasal süreçte ortaya çıkan siyasal yozlaşmalardan biri de hizmet kayırmacılığıdır. Bu tür yozlaşmada, bir siyasal parti adayı seçimleri yeniden kazanabilmek için, kendisine destek veren seçmenlerin bulunduğu bölgelere, diğer bölgelere oranla daha fazla hizmet sunmaya çalışmaktadır. Diğer bir deyişle hizmet kayırmacılığı, iktidarda bulunan siyasal partinin, gelecek seçimlerde iktidardaki yerini korumak amacıyla bütçe tahsisatlarını, oylarını maksimize edecek şekilde seçim bölgelerine tahsis etmesi ve böylece bütçe kaynaklarını yağmalaması olayıdır ( Pektaş, 1999). 1.3.1.6. Rant Kollama Yönetimi yönetilenlerin katında gölgeleyen, onun saygınlığını çok ciddi biçimde sarsan diğer bir yozlaşma türü rant kollamadır. Rant kollama, devletin korumasıyla grupların refah transferlerini elde etme teşebbüsleridir. Rant kollama, çıkar ya da baskı gruplarının ekonomik veya sosyal transfer elde etmek amacıyla gerçekleştirmiş oldukları faaliyetlerdir. Bu faaliyetler sonucunda yönetim etkilenmekte ve kötü yönetime sebebiyet vermektedir. 1.3.1.7. Oy Ticareti Oy ticareti, yasama faaliyetlerinin yürütüldüğü aşamada ortaya çıkan siyasal bir yozlaşma türüdür. Yasama faaliyetlerini yürüten parlamentoda, siyasal kararların alınmasında, siyasi parti-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

143


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

lerin, menfaatleri doğrultusunda parlamentoya sundukları kanun tasarı ve tekliflerini karşılıklı olarak desteklemelerine “oy ticareti” denir. Bu durum karşılıklı oy alışverişi anlamına gelmektedir (Aktan, 1999: 31). 1.3.1.8. Gönül Yapma ve Lobicilik Gönül Yapma, adam kayırmacılığının ve hizmet kayırmacılığının değişik bir uygulamasıdır. Siyasal iktidarın seçim öncesinde kendine yardımcı olan bazı partizan grupları seçim sonrasında, devletin imkanlarından daha çok yararlandırmasıdır. Politikacılar, gelecek seçimlerde oy kaybetmemek için çıkar ya da baskı gruplarının isteklerine uymaya çalışırlar. Siyasal iktidar, kendisini destekleyen özel kişi ve kurumlara iktisadi ve mali yardımlar yoluyla bazı kolaylıklar sunabilir. Siyasal iktidar, siyasal yandaşlarına imkanlar sağlamak için bazı yarı kurumsal nitelikte kurumlar oluşturabilir. Bunlara kamu çıkarı grupları denir. Bu gruplara bazı bütçe dışı fonlar ve vakıflar örnek gösterilebilir (Aktan, 1999: 37). Lobicilik ise inandırma, ikna ve tanıtma tekniklerini uygulayarak karar verme mekanizmaları üzerinde baskı grubu oluşturmak; aynı zamanda politik kararları bir ülkenin lehine ya da aleyhine değiştirme çaba ve becerisidir(slideshare.net). Çoğunlukla seçim önceleri seçim masraflarının finansmanı ya da basın yoluyla, kitle iletişim araçları kullanmak suretiyle bir partinin desteklenmesi karşılığında lobi yapan çevreler iktidarı kendi çıkarları için kullanmaktadırlar. Hatta bazı kuruluşlara doğrudan ya da dolaylı yollarla bağlı bazı milletvekilleri bunların çıkarı doğrultusunda lobi yapmaktadırlar(Çavuş, 2012). Lobicilik faaliyetleri, iktidarın bağımsız ve objektif karar almasını engelleyerek topluma zarar verecek bir uygulamanın sırf o grubun menfaatinin gerçekleşmesi için uygulanması ve göz yumulması yönetimi dürüstlükten uzaklaştırarak kötü yönetime sebebiyet vermektedir. 1.3.2. Gizlilik Ve Dışa Kapalılık Geleneksel kamu yönetiminin özelliklerinden olan gizlilik ve dışa kapalılık, kamu yönetimi açısından çeşitli sorunları da beraberinde getirmektedir. Gizlilik, yönetimdeki bilgi, belge ve diğer verilerin açıklanmaması anlamına gelirken kapalılık ise, yönetimin dış etkilere kapalı olmasını; eylem ve işlemlerinin dıştan görülmemesini ve bunların gerekçelerinin açıklanmamasını ifade eder. Kapalılık, yönetimin hizmet yürüttüğü çevreye, halka karşı duyarsızlığını ifade ettiği halde, gizlilik, hem dış çevreye hem de kurumun kendi içindeki kişi ve birimlere uyguladığı politikadır (Eken, 1994: 26). Kısacası, gizlilik halkın yönetime memnuniyetsizliğini artırmakta, kamu yönetimi ile halk arasında ilişkileri bozmaktadır. Ayrıca halkın yönetime katılmasını engelleyerek demokrasinin gelişmesine imkan tanımamaktadır. Bu yüzden, gizlilik ilkesi gerek devlet gerekse toplum açısından telafisi zor sonuçlar ortaya çıkarmakta ve karışıklıklar, hatalar, çelişkiler, keyfilikler, gecikmeler, rüşvet, kayırma, vatandaş-memur arasındaki bozukluk gibi kötü yönetim uygulamalarını arttırmaktadır (Eken, 1994: 38).

144

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

1.3.3. Örgütsel Büyüme Kamu yönetimi açısından bir sorun olarak örgütsel büyüme, personel sayısı ve işlevsel olarak bir değişimi anlatır. Örgütsel büyüme, bir kurumunun bütçe, personel sayısı, araç-gereç ve hizmet üniteleri bakımından kantitatif olarak gelişmesidir. Kamu kurumları sunduğu ürün ve hizmetlerin kalitesini iyileştirmekten çok çoğunlukla mevcut örgütsel yapılarını, bütçe olanaklarını, personel sayılarını, sosyal tesislerini, hizmet araçlarını artırmak ve diğer kurumlarda bulunanlarla rekabet edebilmek için çalışırlar (Eryılmaz, 2009: 249). Devletin temel görevleri arasına girmeyen birçok hizmetin kamu görevi olarak değerlendirilmesi de örgütsel büyümeye yol açmakta ve örgüt hantal bir yapı haline dönüşerek, kötü yönetim uygulamalarını kolaylaştırmaktadır. 1.3.4. Merkeziyetçilik Merkeziyetçilik, kamu yönetimin en önemli sorunlarından birisidir. Merkeziyetçilik, karar verme yetkisinin yönetimin en tepesinde olan kişilerde ya da üst düzeye yakın olan pozisyonları işgal edenlerde olmasıdır. İki tür merkeziyetçilik vardır. Birincisi coğrafi merkeziyetçilik, diğeri ise örgütsel merkeziyetçiliktir. Coğrafi merkeziyetçilik, merkezi yönetimin taşra kuruluşlarına ve yerel yönetimlere karar alma ve bunları uygulama konularında çok az yetki vermesidir. Örgütsel merkeziyetçilik ise, merkeziyetçiliğin genel tanımıdır. Merkeziyetçiliğin kamu yönetimi açısından sakıncaları, yönetimi ve yapılan hizmeti kötüleştirmektedir. Merkeziyetçilik, hizmette gecikmeye sebep olabilir ve hizmetlerin yerel ihtiyaçlara uygun olmaması sonucunu doğurabilir. Merkezden yönetim, demokratik kurallara uygun değildir. Daha demokratik olan ve halkın yönetime ve uygulamalarına katılmasına imkan sağlayan yerinden yönetim sisteminin tersine, halkın kamu görevlileri ile yakınlaşmasını ve verilen hizmetlere ilgi duyup katılmasını engellemektedir (Aydın, 2004: 25). 1.3.5. Kuralcılık Ve Sorumluluktan Kaçma Kuralcılık; yasaların ayrıntılı olarak düzenlenmesi ve yöneticilerin olaylar ve sorunlar karşısında inisiyatif kullanamamalarının bir sonucudur ya da vatandaşa karşı duyulan bir kuşkunun ürünüdür. Kuralların ayrıntılı olması ve personele takdir yetkisinin verilmemesi, yasama organının bürokrasiyi kendi iradesi paralelinde çalıştırma arzusuna yöneliktir. Aynı zamanda, üst düzey yöneticilerin alt kademelerde çalışanları kendi iradelerine tabi kılmak ve denetimleri altında tutmak eğilimlerinin bir sonucudur. Diğer bir yönüyle kuralcılık, çalışanların kendilerini denetim riskinden korumak için başvurdukları bir yöntemdir (Eryılmaz, 2009: 252). Bürokrasinin kesin bir biçimde belirlenmiş komuta zinciri ve katı kuralları dolayısıyla çevrenin kendisinden beklediği biçimde süratli değişime ayak uydurmadığı vurgulanmaktadır. Bu durum işi aksayan vatandaşların, “bugün git-yarın gel” anlayışından memurları sorumlu tutma-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

145


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

larına ve onlarla çatışmalarına yol açmaktadır. Bu ve buna benzer durumlar kuralcılığın hakim olmasıyla sorumsuzluğun artmasına ve neticeleri itibariyle kötü yönetime örnek gösterilebilir (Öten, 2012). 1.3.6. Denetim Sisteminin Etkisizleşmesi Denetleme, yönetimin amaçları doğrultusunda planlanan ve yapılması istenen faaliyetlerin yapılıp yapılmadığını, yapılmış ise ne kadar doğru, etkin ve verimli yapıldığını, yapılmamış ise neden yapılmadığını görmek ve anlamaktır. Denetim, yönetim içi ve yönetim dışı yollarla yapılan denetimler şeklinde ikiye ayrılır. Yönetim içi denetim yolları, hiyerarşik denetim, idari teftiş ve vesayet denetimidir. Yönetim dışı yollarla yapılan denetimler ise, siyasal, yargı, ombudsman, kamuoyu ve baskı gruplarının denetimidir. Şu bir gerçektir ki, kamu yönetiminde denetim fonksiyonu kötü işlemekte ve sürekli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu yönetiminde denetimin kötüleşmesiyle örgüt içi denetim yetersiz, sonradan yapılan dış denetim ise yalnızca mevzuata uygun olup olmadığının incelenmesinden öteye gidemeyen, caydırıcı olmaktan yoksun bir yapıdadır (Aydın, 2004: 66). 1.3.7. İletişim Yetersizliği Ve Koordinasyon Eksikliği Kamu yönetiminde belirginleşen sorunlardan bir tanesi de yönetsel işleyiş sırasında gerek ilgili kuruluşlar arasında, gerekse kuruluş içerisindeki iletişimin ve koordinasyonun yeterli düzeyde olmayışıdır. Kamu örgütünde, personeli oluşturan çeşitli kişi ve gruplar arasındaki ilişkiler ve bunların anlaşmazlıkları şeklinde ortaya çıkan iletişim sorunları yönetimin etkin ve verimli çalışmasına engel olmaktadır. Personel arasındaki yetersiz iletişim, yanlış anlama, çekememezlik gibi sürtüşme ve çatışmalar, kuruluş içerisinde zaman, enerji ve maddi kaynak kaybına yol açmakta ve örgüt ikliminin olumsuz bir şekilde değişmesine neden olmaktadır (Saran, 2004: 138). 1.4.KÖTÜ YÖNETİMLE MÜCADELE Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinde geleneksel kamu yönetimi anlayışı dönüşüme uğramıştır. Yasal-rasyonel temele geleneksel kamu yönetimi anlayışı, geçmişte refahın ve demokrasinin gelişmesine önemli katkılar sağlamışsa da, değişen şartlar karşısında verimsiz ve etkisiz kalmış yerini rasyonel-üretken bir çizgide yeni örgütlenme modellerine bırakmıştır. Bu bağlamda kötü yönetim uygulamalarının giderilmesi, yönetsel siteme çeki düzen verilmesi, onun işlevsel kılınması temel hedefler arasında yer alır. Yeni kamu yönetimi anlayışı, kamuda toplam kalite yönetimi, performansa dayalı yönetim ve sivil toplumun gelişmesi gibi kamu yönetiminde uygulanması istenen yeni yönetim teknikleri kötü yönetimle mücadele çabalarının ürünüdür. Geliştirilen yöntemler ve çeşitli şekillerde gerçekleştirilen çabalara rağmen, kötü yönetimin tamamen üstesinden gelinebilmiş değildir (Eken ve Tuzcuoğlu, 2005: 113).

146

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

BÖLÜM 2: TÜRKİYE’DE KAMU YÖNETİMİ REFORMU BAĞLAMINDA KÖTÜ YÖNETİMLE MÜCADELE 2.1.KAMU TÖNETİMİNDE YENİDEN YAPILANMA Ekonomik, teknolojik, siyasal, toplumsal, kültürel ve ideolojik alanlarda yaşanan değişim ve dönüşüm özellikle son 30 yıldır hızlanmış ve daha hissedilir hale gelmiştir. Küreselleşme sürecinin hızlanması ve buna paralel olarak ulus devlet anlayışının değişmesi ve güç kaybetmesi, piyasacı anlayışın güçlenmesi, modernizimden post modernizme doğru yaşanan geçiş halkın artan talepleri ve beklentileri gibi nedenler kamu yönetiminin küresel düzeyde önemli ölçüde etkilemiş ve dönüşüme zorlamıştır. Bu değişim ortamına paralel olarak, bilgi teknolojilerindeki ilerlemenin üretim ilişkilerinde, çalışma yöntemlerinde ve organizasyon yapılarında köklü değişimler ortaya çıkarması, Weberyen yönetim anlayışının yetersiz kalıp kötü yönetim uygulamalarının artması, ulus devletin karar alma mekanizmalarına başka birimlerin katılması, kamu yönetiminin yeni şartlara uyum sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılması gereğini doğurmuştur (Gül ve Memişoğlu’ndan aktaran Uçar, 2007: 22) Yeniden yapılanma, doğal değişimden farklı olarak belli amaçlarla girişen planlı ve bilinçli değişim çabalarının adıdır. Kamu yönetiminde yeniden yapılanma, her şeyden önce devletin rolü ve işlevinin yeninden sorgulanması anlamına gelir. Çünkü devletin küçültülmesi, etkinlik alanının daraltılması ya da tersine yeni hizmetler yüklenerek genişlemesi, yahut hizmet tercihlerinde veya hizmet sunma modellerinde köklü değişikliklere gidilmesi kamu yönetimini doğrudan etkiler. Bu açıklamalar, yeniden yapılanmanın siyasi sistemle ne denli sıkı bir ilişki içinde bulunduğunu göstermektedir(Tutum, 2003;443). Kamu yönetiminin yeniden yapılanmasının nedenleri arasında geleneksel kamu yönetimindeki aksaklıklar dikkati çekmektedir. Geleneksel kamu yönetimindeki sorunların karşılığı olan kötü kamu yönetiminin, siyasal sistemin bozuk işlemesi nedeniyle, vatandaşlar tarafından denetlenememesi ve yeterince sorgulanamaması, idari sistemin daha da kötüye gitmesine neden olmaktadır. Halkın çeşitli konulardaki taleplerinin doğrudan katılım mekanizmalarıyla değil, ancak seçilmiş temsilciler aracılığıyla dile getirilmesine imkan veren siyasal sistemin, kamu örgütlerini vatandaşlara karşı sorumlu olmaktan çıkardığı, böylelikle onların taleplerine karşı duyarsız hale getirerek sonuçta sağlıklı ve işlevsel bir müşteri – tedarikçi ilişkisinin kurulamadığı görülmektedir(Saran,2004;114). Verimsiz ve kötü işleyen kamu yönetiminin halkın karşısına çıkardığı daha fazla vergi, kaynak israfı, bütçe açıkları, yüksek enflasyon ve işsizlik gibi kronikleşen sorunların geleneksel bürokratik yapı ve işleyiş düzeni ile çözüme kavuşturulamayacağı gerçeğinin ortaya çıkması, özel kesimde başarıyla uygulanan esnek yönetim modellerinin kamu yönetim alanında da uygulanmasıyla yönetimde yeniden yapılanmanın bir çıkış yolu olarak benimsenmesinde etkili olmuştur(Kartal, 2006;52).

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

147


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

Kamu yönetiminde yeniden yapılanma sürecinde, kötü yönetimle mücadele konusunda değindiğimiz gibi Yeni Kamu yönetimi anlayışı, Toplam kalite yönetimi, performansa dayalı yönetim, iyi yönetişim gibi kavramlar kötü yönetimi engellerken, yapılanmanın da temel ilkelerini oluşturmaktadır. Yukarıda değindiğimiz kavramlar kötü yönetimle mücadele anlamında büyük bir güç oluşturmaktadır. Yeniden yapılanma, ülkemizde de kamu yönetiminde kötü yönetimi önlemede etkili olacağı düşüncesiyle birtakım yenilikler, reformlar yapılmıştır. Türk kamu yönetiminin, geleneksel anlayıştan kurtulup yeni değerleri benimsemesi uzun zaman alacak olsa da yeniden yapılanma Türk kamu yönetimine önünü görme imkanı vermiştir. Aşağıda Türk Kamu yönetiminin yeniden yapılanma sürecini, kavramları, etkilerini inceleyeceğiz. 2.2. KÖTÜ YÖNETİMDE MÜCADELE AÇISINDAN YENİDEN YAPILANMA Cumhuriyetin ilk dönemlerinden 1950’li yıllara kadar devletin her alanda rol üstlenmek zorunda kalmasıyla birlikte, zorunlu olarak merkeziyetçi yapı güçlenmiştir. Türk kamu yönetimi sistemin en büyük sorunu da aşırı merkeziyetçiliktir.1960’lardan itibaren ise yavaş da olsa yönetimde düzenlemelere gidilmişti. Ancak bunlar reform şeklinde radikal düzenlemeler değildir. 1980’lerle birlikte, tüm dünyada esen değişim rüzgarı Türkiye’yi de etkilemiştir. Ancak yine de istenilen yönetim reformunun yapıldığı söylenemez. Çünkü reformların önünde bir çok engel vardır. Bürokrasi, aşırı kuralcılık, değişime karşı katı muhalefet, profesyonel yöneticilerin azlığı… Bu dönemde yozlaşma, rüşvet ve yolsuzluk gibi sorunlar daha girift bir hal almıştır. Türk kamu yönetimi sisteminin kronik problemlerle etkin bir şekilde işleyemez olmasından kaynaklanan iç ve dış baskılar sonucunda kamu yönetiminin yeniden yapılanması kaçınılmaz bir hal almıştır (Kartal, 2006: 56). 2000’li yılların başında varlığı kaçınılmaz bir biçimde hissedilen yeniden yapılanma ihtiyacının karşılanmasına yönelik arayışlar; Türk kamu yönetiminin kamu yönetimi alanında dünya ölçeğinde sağlanan gelişmelere ayak uydurabilmesi ve bu doğrultuda toplumun değişen taleplerini zamanında karşılayabilmesi amacıyla 2003 yılı başında uygulamaya konulan ‘Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma ‘ hareketi ile yeni bir ivme kazanmıştır (Saran, 2004: 212). ‘Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı’ çerçevesinde kapsamlı bir dönüşümü amaçlayan bu girişim önceki reform çabalarından esaslı bir şekilde ayrılarak, kamu yönetimi sisteminin, yerinden yönetim, insan haklarına saygılı, öngörülebilirlik, hesap verilebilirlik, katılım, şeffaflık, kaynakların etkin kullanımı gibi kavramları içermektedir (Saran, 2004: 213). KYTK kapsamında yapılan bu reform çalışmaları, Türkiye’de kötü yönetimi önlemede önemli bir adımı oluşturmaktadır. Yeniden yapılanma eski yönetim kalıplarından çıkarak kötü yönetimi önlemede karşımıza çıkmaktadır. Yeniden yapılanmanın Türkiye’de kötü yönetimi önlemedeki temel unsurları şunlardır:

148

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

2.2.1. Saydamlık Ve Bilgi Edinme Hakkı Bilgi edinme hakkı, yönetimin elindeki bilginin yine yönetim tarafından kendi çıkarları doğrultusunda ve istediği şekilde kullanılmasını önlemek için vazgeçilmez bir unsurdur. Bireyler ve gruplar bilgi edinme hakkını kullanarak, bir kararın yasal olup olmadığını ve alınmış bir kararın arkasında yatan gerçek nedenleri ve karşılaştıkları bir hukuki durum ve olay karşısında yönetimin daha önceden nasıl hareket ettiğini, kendilerini ilgilendiren bir kararın içeriğini öğrenebilirler (Eken, 1995: 64). 2.2.2. Hesap Verilebilirlik Hesap verebilirlik kavramı, yeniden yapılanmanın en önemli ilkelerinden birisidir. Şeffaflık ilkesi ile de yakından bir ilişkisi vardır. Hesap verebilirlik ve açıklık, gerek merkezi yönetimin gerekse yerel halkın yerel yönetime ve onun yöneten otoriteye güvenini sağlamak açısından büyük önem taşır. Yönetimler şeffaf oldukları ölçüde halkın denetimine açık kuruluşlardır. Şeffaflık bu idarelere duyulan güveni arttırır. Ancak bu şekilde yönetimi ile halk arasındaki hesap verebilirlik ilişkisi daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar (Ulusoy’dan aktaran Kartal, 2006: 68). Yönetimde şeffaflığın sağlanabilmesi için etkili bir hesap verilebilirliğin olması, hesap verilebilirliğin iyi işlemesi için de yönetimde şeffaflığın olması gerekir. 2.2.3. Hizmette Yerellik Ve Yerel Yönetim Reformları Hizmette yerellik, hizmetin, prensip olarak vatandaşa en yakın idari birim tarafından yerine getirilmesini ve sadece bu birim tarafından ya hiç ya da yeterince etkin bir biçimde yerine getirilemeyen hizmetlerin bir üst birim tarafından üstlenilmesini anlamına gelmektedir. Yerel yönetimler açısından baktığımızda özellikle büyük ölçekli birimlerin yetki ve sorumluluklarının, mahalle ölçeğindeki mevcut ya da oluşturulacak kurumlar dikkate alınarak yeniden belirlenmesi ve bu yolla yönetimin halka yakınlaştırılması hizmette yerellik ilkesinin kapsamındadır ( Şan, 2007: 62). 2.2.4. Katılımcılık Halkın yönetim sürecine katılımının sadece temsilcilerin belli periyotlarla seçilmesi şeklinde algılanması, katılımcılığın eksik anlaşılmasıdır. Bireyler, yönetimin sürecine doğrudan da katılabilmelidir. YKY anlayışı bireye önem vermekte ve bireyin yönetime katılmasını teşvik etmektedir. Yönetim sürecine doğrudan katılım mekanizmalarının artması, katılım kavramının niteliğini de değiştirmiştir (Kartal, 2006: 79). 2.2.5. Yönetimde Etik Türkiye’de yeniden yapılanma sürecindeki önemli kavramlardan biri olan etik, kişinin veya çalışanların davranışlarına temel teşkil eden ahlak ilkelerinin tümüdür. Yönetsel alanda etik olgusu ise, doğru eylem ve işlemlere ulaşmak için gerekli olan ilke ve standartların ifadesi

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

149


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

olmaktadır. Yönetimde denetim mekanizmasının genellikle seyrek ve sonradan işletilmesi, gayri-şahsilik ilkesinin ortaya koyduğu tarafsızlık, sadakat ilkesi ve yasal düzenlemeler kamu görevlilerinin kamu yararına ve çıkarına uygun hareket etmesinde yeterli güce sahip olamamaktadır. Dolayısıyla etkinlik ve verimlilikten uzak olan kamu yönetiminde, yönetsel etik, verimlilik için de gerekli olmaktadır (Çevikbaş, 2006: 269-270). 2.2.6. E-Devlet Kamu yönetiminde yeniden yapılanmada vurgulanması gereken bir diğer anlayışta elektronik devlet yani e-devlettir. E-devlet, kamu hizmetlerinin yapılması ve yurttaşlara sunulması sırasında bilgi ve iletişim alanındaki teknolojik olanakların kullanılması şeklinde tanımlanabilir. Bunun sonucunda hem yurttaşlar, hem çalışanlar hem de devletle iş yapan diğer kuruluşlar kazançlı çıkacaklardır. E-devlet uygulamalarını, devlet-toplum ilişkilerini yeniden tanımlayacak ve bu ikisi arasında sağlanacak bir ortaklık anlayış çerçevesinde yürütecek potansiyellere sahip yeni bir anlayış olarak görmek mümkündür (Tataroğlu ve Coşkun, 2005: 166). 2.2.7. Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları Yönetimine Geçiş İnsan kaynakları yönetimi, günümüzde geleneksel personel yönetiminin yerine kullanılmaya başlanan YKY anlayışı ilkesidir. Bu iki yönetim arasındaki fark, personel yönetiminin çağa ayak uyduramayarak kötü yönetimin aktörlerinden biri olmasıdır. Geleneksel personel yönetimi, işe alma, eğitim ve sosyal haklarla ilgili programlar ve bunların performans, tatmin ve işgücü devri üzerindeki etkileri gibi sorunlarla uğraşırken, yeni insan kaynakları yönetimi davranış bilimleri teknikleri ile benzeri istihdam ilişkileri sorunlarında sürekli ve etkili bir gelişmeyi esas almaktadır. Bu şekliyle personel yönetimi, az sayıda işlevi kapsamakla birlikte; örgütlerde stratejik bir role de sahip değildi. Daha çok personel işlevlerini yerine getirmekte, örgütsel kararlarda herhangi bir görev üstlenmemekteydi. Çalışanlar hakkında kayıt tutma faaliyeti olarak görülüp personelin ücreti, yan ödemeleri, sigorta kesenekleri, izinler, raporlu olduğu gün sayısı, işe devamsızlık ve geç kalma gibi konularda kayıt tutmadan öteye gitmeyen personel yönetimi, günün şartlarına ve değişimine ayak uydurmada yetersiz kalmıştır (Ekinci, 2008: 178-179). Kamuda insan kaynakları yönetimi örgütün beşeri yönü ile ilgilidir. Ayrıca işbirliğine dayalı bir grup faaliyeti olup kalite, verimlilik, etkinlik, kariyer, performans gibi değer ve ilkelere sahiptir. İnsan kaynaklarının en önemli özelliklerinden biri de kamu kurumunun öz sermayesi olarak görülmekte ve ona yapılan yatırım bir maliyet olarak değil, kazanç olarak bakılmaktadır (Eryılmaz,2009: 265). Türkiye’de personel yönetimiyle ilgi sorunlara bakacak olursak kamu kurumlarında görev yapanların büyük bir çoğunluğunun 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu çerçevesinde istihdam edilmesine karşın aynı kurumlarda yan yana aynı işi yapan kişilerin farklı yasalara bağlı olma150

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

sıdır. Örneğin yönetici ve amir konumunda bir kişi 657 sayılı yasaya göre istihdam edilmişken astı konumundaki bir kişi 1475 sayılı İş Kanununa tabi olarak istihdam edilmiştir.(Ekinci, 2008;182). Ayrıca Türk kamu bürokrasisinin sorunu; otorite hiyerarşisinin katılığı, yetkilerin üst basamaklarda toplanması, gizlilik, siyasi-idari güçle uzmanlık gücü arasındaki çatışma, kuralların yoğunluğu, kırtasiyecilik, takdir yetkisinin daraltılması, siyasallaşma, kendi kendini yenileyememe ve dolayısıyla verimsizliktir (Eryılmaz,2009: 251). 2.2.8. Süratli, Kaliteli, Etkili ve Verimli Kamu Hizmeti Yeniden yapılanma sürecinde etkili olan YKY’nin temelinde, kamusal hizmetlerin süratli, kaliteli, etkin ve verimli bir şekilde sunulması ilkesi vardır. Nasıl ki, özel sektörde karşılığı, ücreti ödendiğinden dolayı hizmetin hızlı ve kaliteli bir şekilde sunumu istenir. Aynı şekilde devletin halka sunduğu hizmet de hızlı ve kaliteli olmak durumundadır. Çünkü devlet, kamusal hizmetleri karşılamak üzere halktan vergi almaktadır. Ancak uygulamada özel sektörle karşılaştırıldığında kamu sektörünün sunduğu hizmetlerin, genellikle kalitesiz olduğu görülmektedir. Özel sektördeki farklı uygulamaların daha kaliteli hizmet sunumuna neden olduğu artık kamu sektörünün de kabul ettiği bir gerçektir (Kartal, 2006: 71). ’Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin Ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum Ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev Ve Yetkileri İle Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu’’ 3 Mayıs 2011 Salı günü yayınlanmıştır. Bu Kanunun amacı, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamaktır. Kamu hizmetinde verimlilik ve etkenlik konusunda ise, hizmeti sunmakla görevli personelin önceliklerine ve beklentilerine önem verme ve buna kaynak ayırma oranında personelin yönetime güven duyacağı, yardım edeceği, işbirliğine gireceği ve böylece daha verimli ve etkili bir yönetim sergileneceği vurgulanmıştır (Aydın, 2004: 61). 2.3. 2000’LERDEN SONRA KAMU YÖNETİMİNDE YENİDEN YAPILANMANIN KÖTÜ YÖNETİMLE MÜCADELE ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ Türkiye’nin 24 Mart 2001 tarihinde içeriğinde yolsuzlukla mücadeleyle ilgili öncelikli hedeflerinde yer aldığı ‘Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programının Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine’ dair karar kabul edildi. Ayrıca 2004’te ‘ Yolsuzluğa Dair Ceza Hukuku Avrupa Konseyi Sözleşmesi 5065 sayılı kanun onaylanması Türkiye’nin 2000’lerden sonra kötü yönetim uygulamalarını önlemek için bir takım çalışmalar yaptığı görülmektedir (Yüksel, 2005: 349). KYTK ise 2000’lerden sonra yeniden yapılanmanın ana eksenini oluşturmaktadır. KYTK’nın kötü yönetimi önlemede yeniden yapılandırmayı hedefleyen bu reform paketi, köklü bir değişimi hedeflemektedir. Ancak bu paket, parça parça kabul edilmiştir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

151


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

Kamu yönetiminin yavaş yavaş ve parçalara ayrılarak reforme edilmesi reformun başarısız olmasına yol açacaktır. Bütüncül bir bakış açısıyla, topyekün bir reform hareketine girişilmesi en etkili yöntem olacaktır. Önceki reform girişimlerinin akıbetine uğranılmaması için, siyasilerin reform hareketinin liderlik rolünü üstlenmeli gerekir. Siyasiler kavramı, aslında iktidar olsun muhalefet olsun tüm siyasileri içine almaktadır. Bu reform hareketlerine her iki taraf da destek olursa, başarı şansı çok yüksek olacaktır. Kamu yönetimi reformundan birinci derece etkilenecek olan kamu örgütleri ile kamu görevlilerinin reform sürecine etkin olarak katılımının sağlanması da reformun başarıyla ulaşmasını kolaylaştıracaktır. Reformun, yönetişim kavramı ile ifade edilen kamu sektörü, özel sektör ve gönüllü kuruluşlar birlikteliği ile yürütülmesi gerekmektedir (Dinçer’den aktaran Kartal, 2006;82). Türkiye’de kötü yönetimi önlemede bürokrasinin tarihten gelen yapısını ve gücünü kırmak çok zor bir olaydı. Fakat gerek yozlaşma konusunda gerek kötü yönetimin diğer uygulamalarında Türkiye’nin son yıllarında attığı adımlar ve yapılan icraatlar kötü yönetimi en aza indirmenin gayreti içinde olduğudur. Bu da son derece umut vericidir. Ayrıca bu zamana kadar giden kötü yönetim olgusunun değişip gelecek nesillere iyi bir yönetimin topluma hakim olup kötü yönetim kavramlarının her birini reddedici bir toplum inşa etmek hepimizin en temel isteğidir. Bürokrasi bir toplumda tabandan yukarıya çıktıkça daralan bir yapı içinde örgütlenmiş olan, kişisel olmayan genel kurallar ve işleyiş ilkelerine göre çalışan sistem ve kurallar grubudur. amacı resmi olarak idari işlevlerle olsa da uygulamada yorumlamalar nedeniyle bazen resmi olmayan etkilere açık olabilmektedir. Kavram olarak özellikle politika ve sosyoloji alanlarında tartışmalara yol açmıştır. Bunlardan en önemlilerinden biri Max Weber’in öne sürdüğü hiyerarşi ve ideoloji içerikli çalışmadır. Günümüzde yaygın olan bürokratik sistemlere devlet, silahlı kuvvetler, hastaneler, bakanlıklar, okullar ve büyük şirketler verilebilir. Bürokrasi yönetsel bir mekanizma olmakla birlikte hiyerarşik emir komuta zincirinin yer aldığı yapılardır. Bu zincirin her halkasında kullanılan otorite, görevin yasal sorumluluk alanıyla ve amirlerin takdir yetkileriyle sınırlıdır.

Weber, patrimonyal bürokrasi ile modern (rasyonel) bürokrasiyi ayırd etmiş ve birinden diğerine geçiş süreci üzerinde çalışmıştır. Patrimonyal bürokrasi, geleneksel toplumların belirgin bir özelliğidir ve idari işlerde hünkarın çevresinde toplanmış, çok sayıda ayrıcalığı olan ve bunun yanı sıra ‘adı ve sanı’ ile önem taşıyan kişilerden oluşur. Modern bürokraside ise görevler birer fonksiyondur; kişiler bunları doldururlar; dolayısıyla hukuki statüleri temelinde, birer soyutlukturlar. Gayri-şahsi bir yapının içinde, genel ve sistemli bir kurallar bütününe tabidirler. Weber’e göre modern bürokrasinin karakterini belirleyen özellikler şunlardır:

152

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

1. İdare’nin personeli şahsi statüsünde hürdür ve yalnız işinin tanımlanmış görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür. 2. Memuriyet kesin bir hiyerarşiye göre kademelendirilmiştir. 3. Belli bir kadronun fonksiyonları açıkça tanımlanmıştır. 4. Memurlar bir akitle vazifeye alınırlar. 5. Memurlar işe alınışta mesleki ihtisas yeteneği göz önünde tutularak seçilirler. Bunun en makbul göstergesi imtihan sonucu elde edilen diplomadır. 6. Memurlara yapılan ödeme ‘maaş’ şeklini alır ve bunlar genellikle emeklilik haklarına sahip olurlar. Memur istediği zaman işi bırakabilir ve bazen de işine son verilebilir. 7. Memurun görevi tek veya ana işidir. 8. Memuriyet bir (kariyer)dir ve memurlar kıdem veya liyakata ve bir (üst)ün değerlendirmesine göre terfi ederler. 9. memur ne bulunduğu mevkie ne de o mevkiin gelirlerine el koyabilir. 10. Memur bütünleşmiş bir kontrol ve disiplin sistemine tabidir. KAYNAKÇA: Mardin Şerif, “Atatürk Bürokrasi ve Rasyonellik”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Makaleleri, iletişim Yayınları, istanbul, 1990, s.89.

1. WEBERYEN BÜROKRASİ Max Weber bürokratik tipin ilkelerini ayrıntılı olarak tarif eden ve literatüre kazandıran bir düşünürdür. Onun tespitine göre bürokrasi, yerine bir başka benzerini koymadan ortadan kaldırılamayacak bir araçtır. Bu araç hem yeri doldurulamayacak kadar kaçınılmaz, hem de birçok şikâyete sebebiyet verecek kadar da negatif bir görünüme sahiptir. 1.1. Kaçınılamaz Bürokrasi İnsanların topluluk halinde hareket ettiği ilk zamanlardan bu yana muhtemelen farklı örgütlenme şekilleri söz konusu olmuştur. Bilinen zamanların örgütlenme şekilleri arasında varlığını korumayı başarmış ve rakipsiz hale gelmiş örgütlenme şekli bürokrasidir. Günümüz dünyasında yönetiminde bürokrasi olmayan bir devlet yoktur. Weber’e göre bürokrasi, gelenek ya da karizmanın tersine, bir rasyonel kurallar sistemine 54 Weberyen Bürokraside L ̇ ıyakat ve Türk Kamu Bürokras ̇ ıṡınden B ̇ ır Kesit ̇dayanan, ‘ideal tür’de bir düzendir (Heywood, 2010:453). Bürokrasi, güç ilişkilerinin kurumlaştığı bütün durumlarda genel bir eğilim “ideal tip” olarak kullanılmaya müsait bir yapıdır (Mardin, 2010:122). Bürokratik yapı tipi, devlet ve kilise yapılarında olduğu kadar bütün parti örgütlerinde ve özel işletmelerde de geçerlidir. Yetkisinin “özel” ya da kamusal olarak betimlenmesi, bürokrasinin genelliğini etkilemez. Weberyen bürokrasi modeli, günlük dilde kullanılan “işlerin yokuşa sürülmesi/geciktirilmesi” anlamının tam aksine (Mucuk, 2001:6,20–21), bir yönetim için rasyonel amaçlara ulaştıracak sağlam bir örgüt yapısının kurulmasını sağlayan düzenlemeleriyle bilimsel ve ideal bir niteliğe sahiptir (Eren, 2001:19).

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

153


Kötü Yönetim Kavramı ve 2000’li Yıllardan Sonra Kamu Yönetimi Reformu Bağlamında Kötü Yönetimle Mücadele, Oğuzhan BÖLÜKBAŞ, Aksaray Üniversitesi

Weber’e göre bürokrasi, yasal otorite tipine uyan idari aygıtın adıdır (Eryılmaz, 2008:54). Bu anlamdaki bürokrasi; modern toplumun yönetim birliği, hiyerarşinin açık çizgisi, uzmanlaşma, kayıtların tutulması, terfi-liyakat sistemi, yönetim ilişkilerini ve örgütsel performansı düzenleyen kural ve kaideler gibi ideal karakteristiklerdir .

KAYNAKÇA TEMİZEL, Zekeriya(1997), Yurttaşın Yönetime Karşı Korunmasında Bağımsız Bir Denetim Organı, Ankara: IULA Yerel Yönetim Dünyası. EKEN, Musa ve Ferruh Tuzcuoğlu(2005), Kötü Yönetimi Tedavi Etmek, Siyaset ve Yönetimde Etik Sempozyumu Bildirileri 18-19 Kasım 2005, Yay. Haz. Mustafa Lütfi Şen, Özer Köseoğlu, Hale Biricikoğlu, Fatma Yurttaş, Bilge Matbaacılık, Sakarya. EKEN, Musa (1998), “Kamu Yönetiminde Kötü Yönetim Olgusu”, Türk İdare Dergisi, Yıl 70, S.419, ss.128-139 ERYILMAZ, Bilal(2009), Kamu Yönetimi, 2.Baskı, Okutman Yayıncılık, Ankara. www.ekodialog.com/yeralti-ekonomisi/rusvet-yolsuzluk-nedir.html, (21.03.2013). KILAVUZ, Raci(2003), Kamu Yönetiminde Etik ve Bir Sorun Alanı Olarak Yozlaşma, Seçkin Yayıncılık, Ankara. PEKTAŞ, Ethem Kadri(1999), Büyük Kent Belediyelerinin Eğitim ve Kültür Hizmetlerine Siyasal Parti İdeolojilerinin Yansıması, Ankara, www.ekitapyayin.com/id/027, (19.03.2013). AKTAN, Coşkun Can, Rant Kollama Nedir? , www.canaktan.org/din-ahlak/ahlak/rant-kollama, (21.03.2013). ÇAVUŞ, Abdullah, Yolsuzluk Türleri, www.yolsuzluklamucadele.org/y/tanim3.asp, (19.03.2013). EKEN, Musa(1994), Kamu Yönetiminde Gizlilik Geleneği ve Açıklık İhtiyacı, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 27, Sayı 2, ss.25-54 AYDIN, Ahmet Hamdi(2004), Türk Kamu Yönetimi Sisteminde Temel Sorunlar ve Çağdaş Yaklaşımlar, Gazi Kitapevi, Ankara. ÖTEN, Yusuf Murat, ‘Kamu Yönetimi - Kamu Bürokrasisi’ 26 Aralık 2011, http://todaie2011.blogspot.com/2011/12/ kamu-yonetimi-kamu-burokrasisi.html , (20.03.2012). SARAN, Ulvi(2004), Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma, Atlas Yayıncılık, Ankara. KARTAL , Alparslan(2006), Yeni kamu Yönetimi Anlayışının Türkiye’ye Yansıması Olarak Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli. ŞAN, Gündüz(2007), AVRUPA BİRLİĞİ VE YEREL YÖNETİMLER , Yerel siyaset dergisi, Sayı 19, http://www.yerelsiyaset.com/v4/index.php,( 26.03.2013). ÇEVİKBAŞ, Rafet(2006), YÖNETİMDE ETİK VE YOZLAŞMA, İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER DERGİSİ, Cilt 20, Sayı 1, http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/IIBD/article/view/3682 ,( 01.04.2013).

154

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin ÇİN HALK CUMHURİYETİ’NE ETKİLERİ Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

1. Giriş Çin Halk Cumhuriyeti son 20 yıldır, dünya ekonomisinin en önemli aktörlerinden biri konumundadır. 1967 yılından 2010 yılına kadar olan süreçte dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumunu koruyan Japonya, uzun bir zamandan sonra yerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne bıraktı. Çin’in yüksek ihraç oranı ile önlenemez büyümesi, onu belki de dünya ekonomisinde bir süper güç konumuna getirecektir. Bu yüzdendir ki, Çin Halk Cumhuriyeti’nin önlemez yükselişi, küresel krizlerde izlediği ekonomi politikalarını daha önemli kılmaktadır. Bu çalışma, insanların yaklaşık olarak ¼’ünün yaşadığı Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünya ekonomisindeki konumuna kısaca değinip, 1994 Meksika krizinden, 2009 dünya ekonomik krizine kadar süregelen krizlerin oluşum, gelişim ve sonuç evrelerinin inceleyip, Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel kriz dönemlerinde izlediği ekonomi politikalarının ve küresel krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne etkilerinin incelenmesi amaçlamıştır.

2. Çin Halk Cumhuriyeti Dünya Ekonomisinin Neresinde? “En iyi zamanlardı, en kötü zamanlardı; bilgelik çağıydı, ahmaklık çağıydı; inanç dönemiydi, şüphecilik dönemiydi; aydınlığın mevsimiydi, karanlığın mevsimiydi, umut baharıydı, umutsuzluk kışıydı; önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu; hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk, Hepimiz doğrudan diğer istikamete gidiyorduk…” Charles Dickens Çin Halk Cumhuriyeti’i uzun yıllar kapalı bir ekonomi yapısı gösterirken, 1970’li yılların sonuna doğru çeşitli reformlarla bir değişim süreci yaşamıştır. 1978 yılında başlayan bu süreç ile birlikte Çin ekonomisi dış dünyaya açılmış, fiyatlandırmaların serbest piyasa dü-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

155


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

zeninde oluşması sağlanmış, kırsal bölgelerin gelişimine önem verilmiş olup, özel girişimler desteklenmeye başlanmıştır. Değişim öncesi dönemde Çin’in dünya ticaretindeki payı %0.6 olarak karşımıza çıkmaktadır.1 Her ne kadar daha sonraki yıllarda bu büyüme oranının üzerine çıkılsa da, gerçekleşen bu reformlar sayesinde Çin ekonomisi %6’lık bir büyüme oranı sağlamıştır. 1988 yılında enflasyon ve ekonomik bozulmalar nedeniyle ekonomik gerileme yaşandığı için, 1989-1993 yıllarında ülkeye doğrudan yabancı yatırım çekebilme amacıyla reformlar sayesinde bir canlılık kazandırılmaya çalışılmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti ekonomisinin bir diğer kırılma noktası ise, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) üye olmasıdır. Tüm bu ekonomik kırılma süreçlerini takiben, Çin Halk Cumhuriyeti 2010 yılında Japonya’yı geride bırakarak dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükselmiştir. İhracat ve doğrudan yatırımların en büyük aktörlerinden biri ve dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olan Çin’in, dünyanın en büyük ekonomisi olacağı yıllar da pek uzak görünmüyor.

3. Küresel Krizlere Genel Bir Bakış Kriz, sosyal bilimler alanında “bunalım” ve “buhran” kelimeleriyle eş anlamlı olmakla birlikte, tanımlanması güç bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik krizi genel anlamıyla, bütün dünyayı etkileyen ve çıkış yeri dünyanın herhangi bir ülkesi ya da bölgesi olan ve çıkış nedeni ülke veya bölgedeki ekonomik istikrarsızlıklar, mali buhranlar ve bu bunalımların genellikle kötü yönetimler sonucunda ülkeyi aynen bir sarmaşık gibi sararak, ekonomik olarak ülkeleri dar boğaza sokan, benzetmek gerekirse bir ekonomik kalp krizi olarak tanımlamak mümkün.2 ÇinHalkCumhuriyeti’nindışdünyayaaçılmayolununbaşlangıçyılıolarakkabulettiğimiz1978yılından günümüze kadar dünya üzerinde birçok kriz yaşanmış ve bu krizler de devletlerin ekonomisini bir hayli etkilemiştir. 1978 yılından günümüze kadar yaşanan küresel ekonomik krizleri şöyle sıralayabiliriz.3 1. Meksika Krizi 2. Güney Doğu Asya Krizi 3. Rusya Krizi 4. Arjantin Krizi 5. Türkiye Krizi 6. Mortgage Krizi 7. Dünya Ekonomik Krizi

156

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

3.1 Meksika Krizi Meksika’da 1994’te “Tesebono Krizi” olarak da bilinen, 1995 yılına da sarkan önemli bir kriz başlamıştır. Kriz, tüm dünyada yankı uyandırmakla birlikte, birçok ekonomist tarafından 21. yüzyılın ilk önemli krizi olarak nitelendirilmiştir. 1974 yılında gerçekleşen petrol krizinden bir hayli etkilenen Meksika, krizin etkilerini yok etmek amacıyla 1987 yılından itibaren sıkı bir ekonomi politikası uyguladı. Uygulanan tüm bu politikalar, Meksika ekonomisini dışa açıp, ülkeye yabancı yatırımların alınmasını amaçlıyordu; ki öyle de oldu. Meksika ekonomisi uyguladığı ekonomik politikalar neticesinde 1987 yılında %160 olan enflasyonu, 1997 yılında %7’ye çıkardı. 1989-1994 yıllarında ekonomisi ise ortalama olarak %3.1 büyüdü. Salinas Hükümetinin üzerinde büyük bir ısrarla çalıştığı, Amerika ile Meksika arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) 1993’te onaylanıp yürürlüğe girdi. Bu anlaşma sayesinde ekonomiye ciddi ölçülerde yabancı sermaye girdi. 1989-1994 yılları arasında yaklaşık 100 milyar dolar sermaye girişi, gelişmekte olan ülkelere giden toplam sermayenin %20’si kadardı. 1988’den 1994’e Meksika borsa endeksi 10 katından fazla arttı.4 Meksika’da bu denli olumlu gelişmeler seyredilirken, 1994 yılı krizin başlangıç yılı oldu. Hükümet değişti, 1987 yılında sabitlenen kur, tekrar dalgalı kur rejimi ile değiştirildi. Ekonomik açıdan değerlendirildiğinde, kur rejiminin sürdürülemez olması yatırımcıları dövize yönlendirmiştir, hatta yükselen bu risk yabancı sermaye çıkışını tetiklemiştir. Meksika hükümetinin bu kararsız politikası, makro ekonomik politikaların sürdürebilir olmasının önemini ortaya koymaktadır. Uzun yıllarca yüksek miktarda yabancı sermaye çekmiş olan Meksika, yabancı sermaye çıkışından olumsuz yönde etkilenerek, kısır bir döngü yaşamıştır. 3.2 Güneydoğu Asya Krizi Asya kaplanları olarak bilinen Güneydoğu Asya ülkelerinde kriz, 1997 yılında, Tayland’ın para birimi olan Baht’ı %40 oranında devalüe etmesiyle başlamıştır. Tayland Merkez Bankası’nın 1 milyar dolar olan döviz rezervlerini, 30 kat fazla olarak açıklamasının ortaya çıkması, devalüasyonun en önemli sebeplerinden biridir. Devalüasyon, Doğu Asya ülkelerinin rekabet gücünü kaybetmesine, buna bağlı olarak cari açık vermelerine yol açmıştır. Bunalımın bir diğer sebebi de, Merkez Bankası’nın devlete ait Mali Kuruluşları Geliştirme Fonu’nun zor durumdaki aracı kurum ve bankalara aktardığı yaklaşık 8 milyar doları finanse etmek için durmaksızın para basmasıdır.5 Kriz Tayland’da başlamasına rağmen, Endonezya, Filipinler ve Malezya gibi Doğu Asya ülkelerinin, özellikle Çin ve Japonya dış sermaye yatırımları sebebiyle dış ti-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

157


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

caretlerindeki karşılıklı bağımlı hale gelmeleri sonucunda tüm bölgeye yayılmıştır. Bunlara ek olarak Asya ülkelerinde meydana gelen krizin en önemli sebeplerinden birisi bu ülkelerdeki yatırımların finansman şekli ile ilgilidir. Asya ülkeleri büyük yatırımlarını dolar ve yen üzerinden borçla finanse etmişlerdir. Piyasa dengesinin olumsuz yönde değişmesi ve dışsal olumsuzluklarla birlikte yerel para birimlerinin değerinin düşmesi, bu ülkelerin borç yükünü sürdürülemez boyutlara ulaştırmış ve ekonominin hem finans kesiminin hem de reel kesiminin krize girmesine neden olmuştur. Asya ülkelerinde krizi başlatan dışsal faktörlerin başında Japon Yen’inin değerinin düşmesi ve buna bağlı olarak Asya ülkelerinin ihracat ürünlerinin değerinin azalması gelmiştir. Bunu Çin’in devalüasyon yaparak, mal ve hizmetlerini rekabetçi üstünlüğe sahip konuma getirmesi izlemiştir. Tüm bu gelişmelere ek olarak dünyadaki elektronik ürün talebi düşmüştür. Tüm gelişmeler birleştiğinde Asya ekonomileri olumsuz olarak etkilenmiş, krizi atlatmaları mümkün olmamıştır. Bunun en önemli sebebi de Asya ülkelerinin ekonomilerinin dünya ekonomik sistemi ile tamamen eklemlenmiş olması ve borçlarının yabancı paralar cinsinden oluşmasıdır.6 Sonuç itibariyle Güneydoğu Asya krizinin ana nedenleri olarak, izlenen kambiyo ve borçlanma politikaları, sağlıksız finans politikaları, sermayenin ülkeyi terk etmesi, Güneydoğu Asya ülkeleri arasında bölgesel işbirliğinin yetersiz olması ve ülke yöneticilerinin sorunlara karşı soğukkanlı davranmayıp, panik halinde olmasını göstermek mümkündür. 3.3 Rusya Krizi 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte, Rusya’da 2 Ocak 1992 tarihinde fiyatlar serbest bırakılarak, yoğun bir özelleştirme programı başlatılmıştır. 1997 yılı sonu itibariyle toplam işletmelerin yaklaşık %80’inin özel sektöre ait olması, 1992 yılında başlayan bu sürecin ne denli hızlı olduğunun en önemli göstergesidir. Sosyalizmden kapitalizme geçişteki bu dönemde, dış ticaretin serbestleşmesi ve uygulanan politikalar neticesinde yüksek enflasyon oranları düşmüştür. Enflasyon oranında gösterilen bu başarının, ekonomik büyüme ve bütçe açığı alanlarında gösterilememesi dolayısıyla halk gitgide fakirleşmiştir. Rusya’da iyi bir vergi sisteminin olmaması, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önceki dönemden kalma sosyal güvenlik sisteminin genişliği ve askeri harcamaların yüksek oluşu, yoksulluğu tetikleyen bütçe açığının en önemli sebeplerindendir. Sonuç itibariyle, 1998 Rusya krizinin nedenlerini genel olarak sıralayacak olursak; çok geniş bütçe açıkları, firmaların aşırı boyutlarda kur riskine maruz bırakılması, yabancı kredilerde geri ödeme süresi bir yıl içinde dolan kısa vadeli borçların ağırlığı, finans ve bankacılık sektörlerinde altyapı ve denetim mevzuatının yetersizliği, maaş ve ücretlerin bütçe disiplinin kaybolması nedeniyle ödenmemesi ve sosyal ödemelere bağlı borçların artması, dünya hammadde pi-

158

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

yasasında özellikle petrol ve gaz gibi ürünlerin fiyatların düşmeler, girişimci sınıfının yetersiz olması, döviz rezervlerinin düşük olması, Rusya yönetiminin yetersiz olması gibi sebepler şeklinde özetlenebilir.7 3.4 Arjantin Krizi 1990 yılından itibaren herhangi bir stratejik değerlendirme dahi yapmadan gerçekleştirilen hatalı özelleştirme politikaları, ödenmesi güç olan kısa vadeli dış borçlar, aşırı değerlenmiş döviz kuru, gelir dağılımının dengesizliği, yolsuzluklar, yüksek işsizlik oranı Arjantin krizini tetikleyen sebeplerden olsa dahi, Arjantin krizinin gerçekleşmesindeki en önemli faktör IMF’dir. Bu ortamda ekonomi kötüye giderken, IMF, Arjantin’e destek olmamıştır. IMF yetkilileri aylar önce, belki de yıllar önce pesonun dolar ile olan birebir eşitliğinin sürdürülemeyeceğini bilmelerine rağmen, Arjantin’e içine düştüğü parasal tuzaktan kurtulma yönünde rehberlik etmemiştir. Bunun yerine IMF yetkilileri, Arjantin’e istikrar paketi önermeye devam etmiş ve yolun sonuna gelinmiştir. Para kurulu uygulamasının devam ettirilmesi Arjantin’in ihracatının olumsuz yönde etkilemiş, daha da fazla dış borçlanmaya gitmesine ve sonunda ekonominin iflas etmesine neden olmuştur.8 3.5 Türkiye Krizi Türkiye’nin yaşadığı Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin altında likidite sorunu ve döviz talebi bulunmaktadır. 22 Kasımda çıkan krizde Türkiye’den 1.5 milyar dolarlık sıcak para çıkışı gerçekleşmiştir. Kriz sonrasında ülkeden kısa vadeli yabancı sermaye çıkışı devam etmiş ve Aralık ayında ülkeden çıkan sermaye miktarı 7 milyar dolara yaklaşmıştır. Ülkeden sıcak para çıkışı, dövize olan talebi artırmış ve döviz kurları üzerinde büyük bir baskı oluşturmuştur. Bu durum likidite talebini de yükseltmiş ve yurtiçi faiz oranları hızla yükselmeye başlamıştır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye IMF ile imzaladığı stand-by anlaşması gereğince istikrar politikaları uygulamakta ve döviz kurlarını çapaya bağlamış bulunmaktaydı. 21 Şubat 2001 tarihinde bir gün içinde ülkeden 4.9 milyar dolar sıcak para çıkışı olmuştur. Kriz sürecinde ülkeden 7.5 milyar dolar kadar yabancı sermaye çıkışı gerçekleşmiştir. Bu gelişmelerin ardından borsa çökmüş ve gecelik faiz oranları %7500’lere çıkmıştır. Bu iki krizde de ekonomi politikalarındaki hataların yanında, kısa süreli yabancı sermayenin ani bir şekilde ülkeden çıkmasının büyük rolü bulunmaktadır. Bu durum borsadaki panik havasını artırmış, döviz kurları ve faiz oranlarının yükselmesine sebep olmuş ve krizi ekonominin geneline yaymıştır.9 3.6 Mortgage Krizi İngilizce›de “mortgage” olarak, basında ve halk arasında “Kira öder gibi uzun vadeli ev satın alma sistemi” olarak bilinen ipotekli konut finans sistemi, gayrimenkul edinme yolunda kullanılan finansman yöntemlerinden biridir.10 2000’li yılların başında yükselen gayri-

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

159


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

menkul fiyatları, müşterileri faizlerin yüksek olmasına rağmen ev satın almaya yönlendirdi. Çünkü; faiz her ne kadar yüksek olursa olsun, satın aldıkları gayrimenkullerin değeri belli bir süre sonra daha da yükselecek ve müşteri satın aldıkları gayrimenkulü satarak dahi kar elde edebilecekti. Bu bağlamda birçok banka ve mortgage kurumu herhangi bir geliri, işi olmayan müşterilerin kredi taleplerine dahi olumlu yanıt verdi. İleriki dönemlerde ödenmeyen kredi borçları, bankanın bünyesindeki hacizli gayrimenkul sayılarını arttırdı. Bankanın, artan hacizli gayrimenkulleri halk arz etmesiyle birlikte, gayrimenkul fiyatlarında bir düşüş yaşandı. Gayrimenkul fiyatlarındaki bu düşüş, kredi borçlarını düzenli olarak ödeyen müşterileri de etkilemişti; çünkü yüksek faizle çektikleri kredi borçları, evlerinin değerini karşılamıyordu. Bu yüzdendir ki; kredi borçlarını düzenli ödeyen müşteriler de kredi borçlarını ödemekten vazgeçmişlerdir. ABD konut kredilerindeki özensizlikle başlayan problemler sadece ABD’yi değil, diğer ülkeleri de etkileyerek krize küresel bir boyut kazandırmıştır. 3.7 Dünya Ekonomik Krizi 15 Eylül 2008’ de, ABD’de, Lehman Brothers Inc. yatırım bankası iflas başvurusunda bulundu. Bu ünlü yatırım bankasının batışı krizin gerçek başlangıç tarihi değildir; ama ciddi bir kriz içinde olunduğu ilk kez dünya kamuoyunun dikkatini böyle çekti. (Eğilmez, 2009: 68) Bu krizin temel nedeni olarak ABD’nin gayrimenkul piyasasında son yıllarda yaşanan aşırı fiyat artışları, geri dönmeyen riskli konut kredileri ve bunlara bağlı olarak çıkartılan finansal yatırım araçlarında buhar olup giden milyar dolarlar gösterilmektedir.11 4- Çin Halk Cumhuriyeti’nin Uluslararası Ekonomik Örgütlere Üyeliği 4.1 Dünya Ticaret Örgütü (WTO) WTO’nun görevi, üye ülkeler arasında ticaret kurallarını belirlemek, üye ülkelerde mal ve hizmet üreticilerinin, ihracatçı ve ithalatçıların çıkarlarını gözetmektir. Uluslararası ticarette anlaşmazlıkların çözümü, üye ülkelerin ticaret politikalarının gözden geçirilmesi, ülkeler arasındaki ekonomik farklılıkların giderilmesi için diğer uluslararası kuruluşlarla uyum halinde çalışmak ve fikri mülkiyet haklarının korunması gibi faaliyet alanları bulunmaktadır. (Seyidoğlu,1993,407) 1978 yılından itibaren dış dünyaya açılan Çin, 1986 yılında WTO üyeliğine başvuruda bulunmuştur. Gerçekleşen müzakereler sonucunda, Çin’in 2001 yılında WTO’ya üye olmasıyla birlikte, ciddi bir ekonomik gelişme yaşanmıştır. Gayri Safi Milli Hasılası, dış ticaret hacmi, toplam tüketimi artmış; dünyadaki pazar hacmi bir hayli genişlemiştir. Çin’in WTO’ya üye olması bu gibi olumlu gelişmeleri gösterirken, bölgesel kalkınma sorunu ve işsizlik gibi sorunları da beraberinde getirmiştir. 4.2. Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN)

160

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

ASEAN, 8 Ağustos 1967’de Bangkok’ta, Uzakdoğu’da önemi bir işbirliği olarak kurulmuştur. Kurucu ülkeler arasında Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya ve Singapur yer almaktadır. Bangkok deklarasyonuna göre örgütün amacı kısaca; ekonomik büyümeyi hızlandırmak, bölgesel barış ve tutarlılığı sağlamak, her alanda yardımlaşmayı arttırmak, Güney Doğu Asya çalışmalarını ilerletmek, uluslararası mal ticaretini arttırmak, ülkelerin tarım ve endüstride daha etkin kullanımını sağlamaktır. Çin, ASEAN ülkeleri açısından büyük bir öneme sahiptir. Dışa açılma politikalarıyla birlikte, Pasifik ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. 1991 yılı itibariyle Çin, tüm ASEAN ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmiş, bu durum ABD, Japonya gibi ülkelerde şüphe uyandırmıştır. Duyulan bu endişe, Japonya’nın Çin’deki yatırımlarını arttırmıştır. Çin ile ASEAN arasında yapılan anlaşmaların en önemlisi ticaret anlaşmasıdır. Bu anlaşmaya göre, ASEAN’a üye olan ülkelerin yanı sıra, aralarında Hindistan, Yeni Zelanda gibi ülkelerinde de bulunduğu 17 ülke ile daha elverişli gümrük vergileri uygulanacaktır. 4.3 Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) Asya-Pasifik bölgesindeki ekonomik gelişmeyi, refah düzeyini arttırmayı, liberalleşme çabalarını desteklemeyi, iktisadi ve ticari faaliyetlerin kolaylaştırılmasını, ekonomik ve teknik işbirliğini amaçlayan APEC, 1989 yılında kurulmuştur. Büyük okyanus ülkelerinden çoğunun üye olduğu örgütün, toplam 21 üyesi vardır. Çin de, APEC’in kurulmasından iki yıl sonra bu örgüte üye olup, aktif olarak katılım göstermiştir. APEC’e üye olan diğer ülkelerle ikili ilişkilerini güçlendirmiş, böylelikle dışa açılma uygulamalarını elverişli kılmıştır. Ayrıca toplumsal ve siyasal açıdan ele aldığımızda da, Batı’dan etkilenen Çin’in APEC’e üye olmasıyla birlikte Asya tarzına geçiş sürecini hızlandırmıştır. 4.4 Çin’in Üye Olduğu Diğer Uluslararası Örgütler AfDB (Afrika Kalkınma Bankası) AsDB (Asya Kalkınma Bankası) BIS (Uluslararası İmar Bankası) CCC (Gümrük İşbirliği Konseyi) CDB (Karayipler Kalkınma Bankası) ESCAP (Asya ve Pasifikler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu) IBRD (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası)

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

161


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

IDA (Uluslararası Kalkınma Birliği) IFAD (Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu) IFC (Uluslararası Finansman Kurumu) IMF (Uluslararası Para Fonu) ISO (Uluslararası Standartlar Örgütü) UN (Birleşmiş Milletler) UNESCO (Eğitim-Bilim ve Kültür Örgütü) WHO (Dünya Sağlık Örgütü) WToO (Dünya Turizm Örgütü) WTrO (Dünya Ticaret Örgütü)12 5- Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri Komünist Parti önderliğindeki Mao Zedong’un Halk Cumhuriyeti’ni ilan etmesiyle birlikte, uzunca bir süre kapalı bir ekonomik yapı gösteren Çin Halk Cumhuriyeti’nde istikrarlı bir ekonomi yaşanmasına rağmen, özellikle ekonomik büyüme ve refah anlayışında gelişme yaşanmamıştır. Kapitalizmin tüm dünyada hüküm sürmeye başladığı yıllarda, kapalı ekonomi politikalarıyla ekonomik büyümenin sağlanmayacağını anlayan devlet, “Bazı kişiler ve bölgeler önce zenginleşsin, sonunda toplumun tümü zenginleşecektir.” sözü ile 1980 sonrasındaki değişim sürecini açıkça ifade etmiştir. 1978’den sonra gerçekleşen ekonomik reform dönemini 3 ana bölüme ayırmak mümkün. Dönem esaslı bu ayrım şu şekilde sıralanabilir: İlk olarak 1978– 1996 arasındaki “sosyalist piyasa ekonomisine geçiş dönemi”, ikinci olarak 1997– 2002 yıllarındaki “durgunluk dönemi” ve son olarak 2003’te başlayan ve günümüzde de süren “büyüme stratejisi dönemi”. Bu üç dönemin temel benzerlikleri piyasa reformlarının ve dışa açılma politikasının devam ettirilmesidir.13 1978-1996 yıllarında gerçekleşen “Sosyalist Piyasa Ekonomisi Geçiş” ekonomik reform döneminin temel amacı tarımsal verimliliğin arttırılıp, özellikle petrol gibi birincil malların ihracının arttırılmasıdır. Bu uygulamalardan ilki, “Sözleşmeli Aile Sorumluluk Sistemi” ile ailenin üretimin bir birimi haline getirilmesidir. Bu dönemde çiftçilerin kendilerinden istenen belirli miktar ürünü her yıl devlete gönderme zorunlulukları var iken, eğer öngörülen miktardan fazla üretimleri varsa bunu da piyasa koşullarında belirlenen fiyattan serbestçe satmalarına izin verilmiştir. Bu uygulama ekonomik gelişmeyi hızlandırmıştır. (Croll, 2006: 405) İkinci neden ise; devletin bazı ürünler-

162

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

de önemli fiyat artışları yapmasıdır. Nitekim bu döneme ilişkin McMillan’ın (Whalley, Zhu, 1999: 97) yaptığı çalışmaya göre; tarımdaki ortalama verim artışı %5,9’dur. Bu artışın %78’i “Sözleşmeli Aile Sorumluluk Sistemi”ne bağlanırken; %22’sinin yüksek fiyat temelli olduğu hesaplanmıştır. 1985–1991 yıllarını kapsayan ikinci alt dönemde ise, reformların odağı kamu işletmelerinin modernizasyonu olmuştur. Bu dönemdeki büyümenin temelinde, kırsal alandaki işletmeler ve emekyoğun üretilen imalat ürünlerine dayalı yapılanma vardır. Ayrıca kaynak dağılımındaki etkinlik, yani üretim faktörlerinin verimsiz alanlardan verimli alanlara kaydırılması (özellikle kamudan özel sektöre), büyümede anahtar rolü oynamıştır. ( Pingyao, 2006: 21) 1992–1996 yıllarını kapsayan üçüncü alt dönemde ise, doğrudan yabancı sermaye yatırımları (DYSY) özellikle ihracat sanayinde ve büyümede itici güç olmuştur. Kısa sürede liberal ekonomi sistemini bir yaşam tarzı olarak kabul etmesine ve reform alanında önemli gelişmeler kaydetmesine karşın, Çin’in tümden piyasa sistemine geçmesi kolay olmamıştır. Çin’de, bu reformlara bağlı olarak zamanla olumsuz sonuçlar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin, “tüketicilerin en büyük korkusu olan enflasyon, 1950’lerin başından bu yana ilk kez sorun olmaya başlamıştır”. (“China”, 2006) Bugün Çin’de uygulanan ve “Sosyalist Piyasa Ekonomisi” olarak adlandırılan sisteme geçiş işte bu dönemde gerçekleşmiştir. Devlet, hala tarım kesimi hariç, en büyük işletmelerin sahibidir. Ekonomiyi denetlemeye devam etmektedir ve en önemli sanayi dalları da öncelikle merkezi planlama ile yönetilmektedir. Kısacası Çin ekonomisi 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında önemli ölçüde karma bir sistem olma özelliğine sahiptir. Çin ekonomisi tam olarak ne merkezi planlı bir ekonomi, ne de pazar ekonomisi olarak tanımlanmaktadır.14 Bu dönemde yani, 1997-98 yıllarında gerçekleşen Güneydoğu Asya krizi, finansal sektörleri zayıf ve döviz rezervleri düşük seviyede olan ülkeleri vurdu. Bu ülkeler krizden ders çıkardı ve akabinde finansal sistemlerini güçlendirip, uluslararası rezervlerini yüksek seviyede tuttu. Çin, güçlü finansal sistemiyle Güneydoğu Asya krizinden olumsuz yönde etkilenmekten ziyade, krizi kendi lehine çevirdi. Çin’in para birimi olan Yuan, 1994 yılında, 1 Dolar = 8.3 RMB olarak sabitlenmişti. 1997 – 1998 yılları boyunca değerini koruyarak sıkıntı yaratmamışken, batı basınında, Çin’in ihraç mallarına kıyasla ucuzlayan ASEAN ülkeleriyle rekabet edebilme gücünü koruyabilmesi için yakında para biriminin değerini düşürmek zorunda kalacağına dair ağır spekülasyonlar yapılmaktaydı. Bununla beraber Yuan konvertible olmadığından, spekülatörlere karşı değerini koruyarak sabit kalabiliyor ve ülkenin Asya’da sivrilmesine olanak sağlıyordu. Güneydoğu Asya ülkelerinin birçoğundaki yatırımların aksine, Çin’deki yabancı sermayenin neredeyse tamamı, tahvil değil tesis şeklindeydi ve bu yüzden yabancı sermaye ülkeden hızla kaçamıyordu.15

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

163


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

Güneydoğu Asya krizinin sonucunda Çin ihracatta Asya’da sivrilmiştir. 1997 yılında, dünya genelinde gelişmekte olan ülkelere yapılan toplam sermaye akışının neredeyse yarısını bölge ülkeleri çekmekteydi. Kriz sonucunda, doğu Asya’daki yatırım ve ekonomik ağırlık, Japonya ve ASEAN’dan Çin ile Hindistan’a doğru kaymıştır. 1997–2002 yıllarını kapsayan ikinci dönemin temel özelliği ise, büyümede mutlak bir düşüşün ve buna bağlı olarak fiyatlarda durgunluğun yaşanmasıdır. Büyümedeki mutlak düşüşün arkasında pek çok karmaşık neden olsa da, asıl neden verimsizlik veya teknoloji başarısızlığı olarak açıklanabilir. Reform ve kalkınma süreci başladığında KİT’ler ile özel teşebbüsler arasındaki verimlilik/ teknoloji farkları çok fazla değildir. Buna bağlı olarak bu dönemde KİT’lere yapılan desteklemeler KİT’lerin faaliyetlerini sürdürebilmeleri için yeterli olmuştur. Ancak geçen zamanla birlikte bu ikisi arasındaki farklar derinleşmiş ve sonuçta KİT’ler kaybeden taraf olmuştur. KİT’ler artık sadece devletin mali destekleri ve düşük faizli banka kredileri ile ayakta kalabilir hale gelmiştir. Bu dönemde KİT’lerin finansal pozisyonları kötüleşmiş ve karlılık oranları da azalmıştır. Örneğin, KİT’lerdeki karlılık oranları 1987’de %8’lerden, 1994’te %2’lere düşmüştür. 1996’nın ilk çeyreğinde ise, KİT’ler ilk defa bir bütün olarak zarar etmiştir. Bu amaçla, 1997’de benimsenen “büyük olanı tut, küçüğü bırak” (retain the large, release the small) politikası çerçevesinde verimsiz olan küçük kamu işletmeleri özelleştirilmiş, büyük olanlar ise ekonomideki ağırlıklarına bağlı olarak devletin idaresinde kalmaya devam etmiştir. Bu uygulamayla Çin, eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin toplu özelleştirme deneyimlerinden kesin biçimde ayrılır ve sonuçlar Çin’in başarısı olarak nitelendirilebilir. (Nakagane, 2000) Çin’in söz konusu uygulamalarında, dünyada esen küreselleşme rüzgârları, dünya ölçeğindeki ekonomik gelişmeler ve krizlerin de etkisi büyüktür. Madalyonun diğer tarafında ise bankalar açısından geri dönmeyen krediler büyük bir miktara ulaşmıştır. Bu yüksek oranlı borçların nedenlerinden biri, ekonominin büyüme hızının azalmasıyla birlikte, işletmelerin borçlarını ödemede zorlanmalarıdır. Bu nedenle, bankalar geri ödeme dönemlerini uzatmayı veya yeni krediler sağlamayı reddettiğinde işletmeler iflasla karşı karşıya kalmışlardır. (Pingyao, 2003: 11–12) Çin’in oldukça geri üretim teknolojisine sahip olması yerel yönetimleri bu teknolojik açığı kapatmak için öncelikli strateji olarak, DYSY’leri çekmeye zorlamıştır. Bu nedenle yapılan teşvikler ise ülkede aşırı kapasite fazlasının oluşmasına neden olmuş ve sonuçta büyüme hızları düşmüştür. 1996 ve 1997’li yıllarda ortaya çıkan bu sorun, hem ülke içi talep hem de krizin yarattığı dış talep eksikliğiyle daha da artmıştır. Kapasite fazlasının bir başka nedeni olarak da 1991’den beri ülke içi tasarruf oranının %500 artması, fiyatlar üzerine sürekli düşürücü baskı yaparak deflasyon sorununu gündeme getirmiştir. Deflasyonist ortam kârları eriterek yatırımları azaltmış, doğal olarak da büyüme yavaşlamıştır.16 Üçüncü dönemin temel özelliği ise, ikinci dönemde ekonomide yaşanan aşırı ısınma eğilimlerine yönelik olarak hükümetin bunu soğutma çabası içine girmesidir.

164

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

“Ekonomide aşırı ısınma” kavramı, talep fazlasının olduğu ve bu talebin enflasyonist baskı yarattığı durumda kullanılır. Ancak, Çin’de arz-talep eş zamanlı arttığı için sorun fiyat artışları olmaktan çıkmış, bunun yerine yatırımlardaki aşırı artışlar endişe verici boyutlara gelmiştir. Bu dönemdeki yatırım artışlarının nedeni ise, devlet denetiminde olan bankaların verimli kredi dağıtamamalarıdır (Çin’de bankacılık sektörü %100 devlete aittir. Kaynak ise vatandaşların tasarruflarıdır ve kredilerin tamamı KİT’lere gitmektedir). Burada batık krediler toplamın yaklaşık olarak %50’sini oluşturmaktadır. Bu özellikteki bir ortamda şirketler kar edemedikleri durumlarda bile büyümeye ve işlemlerini ucuz kredilerle finanse etmeye devam etmişlerdir (Gökçe ve Ercan, 2005: 42). Diğer taraftan arazi fiyatları da bu eğilimi takip etmiştir. Çin ekonomisinin üçüncü aşamasına egemen olan “ekonomiyi soğutma” çabası, sözü edilen bu batık kredilerin ve oluşan getiri (rant) ekonomisinin önüne geçebilmek için gündeme gelmiştir. Nitekim 2004 yılında Başbakan Jiabao ekonomiyi soğutmak için güçlü tedbirler alınması gerektiğini vurgulamıştır. Başbakanın uyarısının ardından banka kredilerine sınırlandırmalar ve yatırım projelerine de daha sıkı denetimler getirilmiştir. Buna bağlı olarak, firmalar üretim yapabilmek için daha az borç, daha fazla öz sermaye kullanmak zorunda kalmışlardır. Bu amaçla mali disiplin uygulaması ve değer artırma (revalüasyon) gündeme getirilmiştir (Arısoy vd., 2004). Bu önlemlerle birlikte Çin, ekonomide aşırı-ısınma eğiliminden çıkmayı ve birinci dönemdeki (1978–1996) büyüme oranlarına yaklaşmayı başarmıştır. İzleyen yıllarda ekonomi ortalama %9 büyüme oranlarını yakalamıştır. 2004 yılında dünya ekonomisi, son üç yılın en büyük ortalaması ile %5,1 büyürken, Çin %9,5 oranında büyümüştür. 2005 yılında dünya ekonomisi yaklaşık %5 oranında büyürken, Çin %9,3 oranında büyümeyi başarmıştır (Jimenez, 2006). Yatırımlardaki artışlar ise %3’lere çıkmıştır. Bu dönemde Çin Hükümetinin aşırı ısınan ekonomiyi başarılı bir biçimde soğuttuğu söylenebilir. Bu başarının ardından Çin’in ekonomik gelişmesi artarak devam etmiştir. 2005 yılındaki bazı önemli makro verilerdeki gelişmelere bakıldığında Çin’in 1978’den beri yaşadığı değişim ve gelişim göze çarpar (CIA, 2006; World Bank, 2006; Jiménez, 2006): 2005 yılında Çin’in GSYİH’sı satın alma gücü paritesine göre 8,859 milyar dolardır ve Çin yarattığı bu değer ile ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisidir. Çin’in GSYİH’sı reel kurlara göre ise 2,225 milyar dolardır; Çin bu değerle ise ABD, Japonya ve AB’nin ardından dünyanın dördüncü büyük ekonomik gücüdür. Çin, sanayi üretiminde %27,7’lik büyüme ile dünya birincisidir. Yatırım/GSYİH oranına bakıldığında da Çin bir dünya rekortmenidir. Azerbaycan’ı birinci gösteren 2005 tahminlerinde, Çin Mozambik’in ardından 4. sırada yer almaktadır. 2005 yılında yaratılan katma değerin sektörlere olan oranına bakıldığında, sanayinin (imalat dâhil) %53,1’lik oranla başı çektiği görülmektedir. Bunu %32,5’le hizmetler ve %14,4’le tarım sektörü izlemektedir. Kişi başına düşen GSYİH’a bakılırsa Çin kişi başına düşen 6.800 dolarla dünyada 117. Sırada yer almaktadır. Bu rakam Amerika’nın 1/6’sı

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

165


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

kadardır. Yine 2005 yılı itibariyle Çin’in gereksinim duyduğu hammaddelere olan talebine bakıldığında çarpıcı sonuçlar elde edilir. Günlük petrol tüketimi açısından ABD’nin birinci olduğu sıralamada Çin günlük 6,4 milyon varillik tüketimi ile bu ülkenin ardından dünya ikincisidir. ABD ve Japonya’dan sonra ise dünyanın en büyük petrol ithalatçısıdır. Elektrik üretimi ve tüketiminde ise dünya üçüncüsüdür. Çin, dış yatırımlar ve ithalat açısından, dışa bağlı bir ülke olmasına karşın dünyada bütçesi fazla veren nadir ülkelerden biridir. Bu konuda 2005 yılı itibariyle 160 milyar dolar fazla veren Japonya’nın ardından, 130 milyar dolarla ikinci sırada gelmektedir.17 Bu bağlamda, 1980 yılından 2008-2009 krizine kadar olan süreçte Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomisine istatistiksel olarak bir bakalım. Tablo 1: Çin’in Dünya ve Gelişen Asya Ticaretindeki Payı(%) 1980–2008

1980 1990 2000 2002 2007 2008 Çin’in Dünya Ticaretindeki Payı Çin’in Asya Ticaretindeki Payı

1.0 2.0

1.7 2.1

3.7 4.1

4.8 5.8

7.7 11.3

8.2 12.1

Kaynak: Vivek Arora and Athanasios Vamvakidis, China’s Economıc Growth: International Spillovers, IMF Working Paper, WP\10\165, July 2010, Erişim: http://www.imf.org

Grafik 1: Çin’in GSYİH Büyüme Oranları(%) 1980–2010

166

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

Grafik 2: Çin’in Enflasyon Oranları(%) 1980–2010

Kaynak: A.g.e

Grafik 3: Çin’deki İşsizlik Oranları 1980–2010 Kaynak: IMF, Data and Statistic, 2011, Erişim: http://www.imf.org,

Kaynak: A.g.e

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

167


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

6- Sonuç ve Değerlendirme Mao Zedong önderliğinde 1949 yılında kurulan Çin Halk Cumhuriyeti, 1978 yılına kadar merkez planlamalı yani kapalı bir ekonomik yapı göstermiştir. Ortalama olarak 30 yıl süren bu kapalı ekonomi sisteminde amaç, milli geliri arttırmak ve işçi-köylü sınıfını kalkındırmaktı. Çin Halk Cumhuriyeti her ne kadar bu dönemde istikrarlı bir ekonomi sürdürse de, ekonomik büyüme ve refah hususunda sorunlar yaşamıştır. 1970’li yılların sonundan itibaren ise sosyalist piyasa ekonomisi olarak adlandırdığı, piyasa ekonomisi ve sosyalist ekonomiyi harmanlandığı bir ekonomiye geçiş yapmıştır. Xiaoping döneminde uygulamaya başladığı reformlarla birlikte dış dünyaya açılmış, ekonomide rekabet unsurunu odak noktası olarak kabul etmiştir. Uyguladığı reformlar sayesinde 1980 yılında dünya ticaret payı yüzdesi 1 olan Çin, her sene bu yüzdeyi arttırarak 2008 yılında bu yüzdeyi 8.2’ye çıkarmıştır. Dünya ticaret payı yüzdesinde göstermiş olduğu bu istikrarı, gayrisafi yurtiçi hasılada gösterememiştir. 1980 yılında %8 büyüyen Çin, bu büyüme oranını 1984-1985 yıllarında %15’e kadar çıkarmış, ama bu büyüme oranı 19891990 yıllarında tekrar %4’e kadar inmiştir. Daha sonraki yıllarda da bu istikrarsızlık devam etmiştir. Küresel krizlerin Çin’in ekonomik büyümesini etkilemesinin yanı sıra, özellikle Güneydoğu Asya krizinin sonucunda Çin ihracatta Asya’da sivrilen bir ekonomi olmuştur. 1997’deki kriz öncesinde Güneydoğu Asya ülkeleri yüksek miktarda sermaye akışı çekmekteydi; fakat kriz sonrasında bu bölgeye çekilen krizlerin büyük bir kısmı Çin’e yönelmiştir. Çin uluslararası örgütlerle de ilişkilerinden kazançlı çıkmıştır. Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olduğu 2001 yılından sonra, büyüme ve ihracat artışları pekişerek, diğer ülkeler için bir tehdit haline gelmiştir. Çin ekonomisinin bu denli yüksek bir ortalama ile büyümesi, beraberinde bir takım sorunları da getirmiştir. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de, kişi başına düşen milli gelir çok düşük olması, bölgesel dengesizlik ve işsizlik önemli bir sorundur. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına rağmen, kişi başına düşen milli gelirde 117. sıradadır. Yabancı yatırımların kıyı kentlere yapılması, bölgesel dengesizlik faktörünü doğurmuştur. Diğer bir önemli sorun ise, yabancıların Çin’deki ucuz işgücünü kendi lehine kullanmasıdır. Çin’deki işçiler hala sağlıksız çalışma ortamlarında hayatlarını sürdürmektedirler. Çin, halkının satın alma gücünü arttırmalıdır. Bunu sağlayabilmek için de reel ücretlerin artması gerekmektedir. Reel ücretlerin artması, Çin ihraç mallarının pahalılaşması anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda orta vadede düşündüğümüzde Çin’in ihracatı azalmasa bile, artış hızında ciddi düşmeler meydana gelecektir ki bu durum, yüksek büyüme oranlarını olumsuz etkileyecektir.

168

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi

Çin, homojen nüfusu ve gelişmekte olan ekonomisi ile ekonomik perspektiften baktığımızda, ABD ekonomisine yetebilecek güçte bir ülkedir. Ancak, bu süreçte enerji sorununu, işsizlik problemini ve bölgesel dengesizliği gidermelidir.

7- Kaynakçalar 1- The Chinese Economy: Transitions and Growth, Barry Naughton, MIT Press Books, 2007 2- http://emrecirak.blogcu.com/kuresel-mali-kriz-uzerine-bir-arastirma/5167862 3- http://enm.blogcu.com/ekonomik-kriz-nedir-ve-dunyada-baslica-ekonomik-krizler/2716573 4- Vural Kubal, 1994-1995 Meksika KAMIU YÖNETİMİ DÜNYASI DERGİSİ / YIL l / SAYI: 11 AĞUSTOS 2000 5- http://www.econturk.org/tonus.pdf, s.2 6- ERGİ, “Dünya’da ve Türkiye’de Krizin Anatomisi”, s. 946, 94 7- Çin Halk Cumhuriyeti’nin 2009 Mali Krizinden Büyüyerek Çıkma Nedenleri, s.21 8- http://www.belgeler.com/blg/6lo/global-ekonomik-krizler#, s.4 9- Muhammet AKDİŞ, “Küreselleşmenin Finansal Piyasalar Üzerine Etkileri ve Türkiye: Finansal Krizler-Beklentiler”, s.9 10- http://www.oocities.org/mortgage_credit_101/mortgage_102.htm 11- Ali Ünal - Hüseyin Kaya, Küresel Kriz ve Türkiye, s.2 12- http://dijitalport.com/cinin-uye-oldugu-uluslararasi-orgut-ve-kuruluslar/ 13- ÇİN EKONOMİSİNİN BÜYÜME AŞAMALARI (1978-2005), Gökdemir Saray 14- A.g.e 15- http://www.cingunlugu.com/guneydogu-asya-finansal-krizi-cinin-yildizini-parlatti/ 16- ÇİN EKONOMİSİNİN BÜYÜME AŞAMALARI (1978-2005), Gökdemir Saray 17- A.g.e

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

169


Küresel Krizlerin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Etkileri, Eda Deniz ÖZDEMİR, Ege Üniversitesi


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İYİ YÖNETİŞİMİN İLKELERİ VE TÜRK KAMU YÖNETİMİ REFORMUNA KISA BİR BAKIŞ… Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

ÖZET Bu çalışmada öncelikle Avrupa Birliği’nde ki Kamu Yönetimi Alanında ki yenilikler ve Yönetişim Ele Alınacaktır.Çalışmanın 2. Bölümünde ise Türk Kamu Yönetimi’nde Reform Çalışmaları ve Türk Kamu Yönetimi açısından yeni olduğunu söyleyebileceğimiz “Yönetişim” kavramı ele alınacaktır. Anahtar Sözcükler: Avrupa Birliği,Türkiye,Yönetişim,İyi Yönetişimin İlkeleri,Avrupa Yönetişimi Hakkında Beyaz Kitap GİRİŞ Yönetişim kavramı bugün sosyal bilimlerde çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır.Peki yönetişim Avrupa Birliği için ne anlam ifade etmektedir?Avrupa Birliği neden bir yönetim reformuna ihtiyaç duymaktadır ? Türk Kamu Yönetimi’ne ne gibi etkileri olabilir ? Türkçe literatürde bu konu üzerine yazılmış çok fazla kaynak bulunmamaktadır.Fakat Avrupa Birliği kendi yönetişim tanımını “Avrupa Yönetişimi Hakkında Beyaz Kitap” adlı belgede yapmıştır. Geleneksel anlamıyla “yönetimden” “yönetişime” doğru yaşanan değişim eş zamanlı olarak son yıllarda devletin yeni rolü ile ilgili yaşanan değişim asla göz ardı edilememektedir. Yönetişimin ortaya çıkması devletin işleyişi,kapasitesi ve sınırları ile ilgili geleneksel anlayışlar için gerçek manada bir meydan okumadır.Son 15-20 yıl içinde,çağdaş batılı devletlerde siyasi “projenin” tüm doğası değişmiştir.Daha önceleri toplumda siyasal alanın genişlemesine vurgu yapılırken şimdilerde kamu hizmeti sunumunda verimliliğin sağlanması ve müşteriye daha duyarlı hizmet sunumu gibi yaklaşımlar ön plana çıkmaktadır.En son kertede tüm bu tartışmaların,kadim ,demokratik ve hesap verebilir bir devlet nasıl örgütlenmelidir ? sorusu ile doğrudan alakalıdır.Bu bağlamda artık liberal-demokratik perspektife sahip bir devlet modeli yerine “dışşal/devlet dışı” aktörlere bağımlılığın karekterize ettiği bir devlet modeline geçildiği iddia edilmektedir.(Okçu,2007:310).

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

171


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KAMU YÖNETİMİNE İLİŞKİN DÜZENLEMELERİ Avrupa Birliği’nin başlangıçta sosyal,kültürel ve ekonomik açılardan birbirine daha yakın ve benzer özellikleri olan ülkelerden oluşması ve yine kuruluşunda daha ziyade ekonomik bir örgüt olarak düşünülmesi ancak daha sonradan siyasal,sosyal,kültürel ve teknolojik öğelerin entegrasyon sürecine dahil edilmesi bunlarda ilgili konuların üye ülkelerin birer iç meselesi gibi algılanmasına neden olmuştur.(Beşe,2003:446)Kamu yönetimiyle ilgili gelişmeler de bu anlayışa paralel seyretmiştir. 1986 yılında imzalanan “Avrupa Tek Senedi”(The Single European Act) ile “Ulusal sınırların olmadığı bir ortam” anlayışının kabul edilmesi önemli bir nokta olarak görülmektedir.Bu antlaşma ile devletlerarası işbirliği anlayışına dayanan “adalet ve içişlerinde işbirliği politikası” ivme kazanmıştır. (Beşe,2003:445) Avrupa Birliği’nin kamu yönetimi sistemine dair tüm üye devletlerde uygulanması öngörülen genel bir modeli bulunmamaktadır.Her üye devletin kendi siyasi,ekonomik ve toplumsal özelliklerine göre ayrı kamu yönetimi sistemi vardır.Örneğin;Fransa güçlü merkeziyetçi sisteme sahipken,İngiltere ise adem-i merkeziyetçiliğe dayanan kamu yönetimi sistemine sahiptir.Bununla beraber tüm üye devletler kamu yönetimi sistemindeki farklılıkları ortak ilkeler ve politikalar belirlemek suretiyle gidermeye çalışmaktadırlar. Avrupa Birliği’nin kamu yönetimi sistemiyle alakalı genel bir modeli olmamasına rağmen,belirli politikalar ve ilkeler düzleminde aday ülkeleri yönlendirir.Aday ülkeler “mecburi sonuç”(obligatory result) ilkesi çerçevesinde birlik antlaşmasını yerine getirmek zorundadırlar. Dolayısıyla,Avrupa Birliği içerisinde kamu yönetimi,önceden tanımlanmış örgütsel yapılar yerine temel değerler ve prensipler ışığında şekillenmiştir.(Bozkurt,2002:46). Günümüzde bile bu konuda birlik mevzuatı bulunmamaktadır.Farklı hukuki gelenekler,işleyişler hala aynı birlik içerisinde devam etmektedir. Avrupa Birliği’nin kamu yönetimiyle ilgili düzenlemeleri içerisinde önemli bir konuda “ Avrupa Yönetsel Alanı” yaklaşımıdır.Avrupa Birliği’nde geçerli olan “ortak tanıma”(mutual recognition) ilkesi gereğince bir ülkede yapılan bir düzenleme veya başvuru diğer ülkeler için de geçerlilik kazanmaktadır.Buna göre Almanya’dan alınan banka hizmeti verme izli ile İspanya’da faaliyet yürütülebilmektedir.Bu işlemler ortak bir yönetsel alanda geçerlilik kazanmaktadır.(Balcı,2004:121). Avrupa Birliği ve OECD’nin 1992 yılında başlatmış olduğu SIGMA Programı (Support for Improvement in Governance and Management in Central and Eastern European Countries) özellikle merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin kamu yönetimi sistemlerinin reform aktivitelerini demokratik idealleri,etik ve hukukun üstünlüğü ilkeleri ışığında desteklemek üzere çalışmalarda bulunmaktadır. Bu programda kamu kurumlarının genel yapısı için çok genel bazı öneriler ortaya konmaktadır. Buna göre siyasal olarak bu kurumlar;demokrasinin garanti altında tutulmasını sağlayan hukukun üstünlüğünü,insan haklarını ve azınlıkları korumayı benimseyen istikrarlı kurumlar olarak nite172

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

lendirmektedir.Madrid Antlaşması’na göre;kamu örgütlerinin Avrupa Birliği öngörüleriyle yapısal olarak uyumsallaştırılmasının gereği ortaya konmuştur.Ancak personel yönetimi gibi spesifik bazı alanlara yönelik olarak yönetsel düzenlemeler de benimsemiştir. SIGMA Programı’nın 1998’de yayınlamış olduğu Avrupa Kamu Yönetimi İlkeleri (European Principles for Public Administration) isimli raporda yer alan kamu yönetimi ile ilgili ilkelerin altı çizilmektedir. Bunlar; • Güvenirlilik ve Öngörülebilirlik (Reliability and Predictability) ilkesi • Açıklık ve Şeffaflık (Openess and Transparancy) ilkesi • Hesap Verilebilirlik (Accountability) ilkesi • Etkinlik ve Etkenlik (Effiency and Effectiveness) ilkesi 2001 yılında Avrupa Birliği Komisyonu tarafından,giderek komplike hale gelen sorunların üstesinden gelinmesi,Avrupa Birliği üyesi ülke vatandaşlarının beklentilerinin karşılanması ve uluslararası düzlemde daha fazla söz sahibi olunabilmesi amaçlarına yönelik hazırlanan “White Paper” da, SIGMA Programına benzer ilkeler ortaya koymaktadır.(Balcı,2004:123) Açıklık(Openess): Avrupa Birliği kurumlarının daha açık yöntemlerle çalışmasını öngörmektedir. Avrupa Birliği’nin eylemleri ve kararları konusunda dazla fazla iletişim sağlanmalıdır. Katılımcılık(Participation): Avrupa Birliği politikalarının kalitesi,başarısı ve etkinliği,fikir aşamasından uygulamaya kadar geçen tüm politika oluşturma zincirinde geniş bir katılımın sağlanmasına bağlıdır.Artan katılım,Avrupa Birliği’nin politikalarının çıktılarına olan güveni arttıracaktır. Hesap Verilebilirlik(Accountability):Yasal ve yönetsel süreçteki roller açıkça belirlenmelidir.Avrapa Birliği kurumlarının her birisi eylemleri ile ilgili konularda açıklamada bulunmalı ve sorumluluk almalıdır. Etkenlik (Effectiveness): Uygulanan politikalar etken ve zamanında olmalı,önceden belirlenmiş amaçlar doğrultusunda yapılabileceklere yönelik olmalı,ortaya çıkabilecek sonuçlar değerlendirilmiş olmalı ve geçmiş deneyimleri dikkate almalıdır. Bütünlük(Coherence):Politikalar ve eylemler bütüncül ve kolayca anlaşılabilir olmalıdır.Buna göre; karmaşık bir sistemin parçaları olan Avrupa Birliği kurumlarında politik liderlik ve yüksek sorumlulukla uyumlu çalışma yapılması gerekmektedir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

173


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

YUKARIDAKİ BEŞ SİYASİ İLKENİN UYGULANMASINDA ORANTILIKLIK VE YERELLİK KAVRAMLARINA UYULMASININ ÖNEMİ BÜYÜKTÜR. Orantılılık ve Yerellik (Propertionality and Subsidiarity):Ulaşılmak istenen amaçlar ile kullanılan araçlar arasında makul bir orantı ve dengenin sağlanması gerekmektedir.Hizmetlerin sunumunda,yerel bazda veya merkezi idare ile ortaklaşa sağlanması yolları dikkate alınmalıdır. (Yönetim ve Ekonomi sayı:16/1 sy.150-151) TÜRKİYE’DE KAMU YÖNETİMİ ÜZERİNE GELİŞMELER Kamu Yönetimi’nin son yıllarda yaşadığı değişimin sembol kaynaklarından biri olan “Yönetişim” oldukça esnektir ve çok yönlü kullanıma açıktır.Örneğin kavramın en az altı farklı kullanımından bahsedilmektedir. 1)Minimal Devlet,2 )Şirket Yönetişimi,3 )Yeni Kamu İşletmeciliği,4 )İyi Yönetişim,5 )Sosyo-sibermetik Sistemler ve 6 )Kendi Kendine Organize Olan Ağbağlar(Rhodes,1996:652). Rosenau’ ya (1992,4) göre yönetişim yönetimden daha kuşatıcı bir kavramdır. Kooiman’a (1994,4) göre yönetişim sosyo-politik sistemlerde katılımcı tüm aktörlerin çabalarının ‘ortak’ bir sonucu olarak ortaya çıkan bir kalıp veya yapıdır. Bu kalıp tek bir aktöre yahut aktörler grubuna indirgenemez. Yönetişimin ortaya çıkışıyla ilgili açıklamaların pek çoğu yönetişim ile ‘yeni kamu işletmeciliği’ (YKİ) arasındaki karşılıklı etkileşimden bahsetmektedir. YKİ , ekonomiden (kamu tercihi teorisi), siyaset biliminden (yeni sağ ideoloji), örgüt teorisinden (işletmecilik/manageiralism) türetilmiş görüşlerin bir bileşimidir. Özü itibariyle YKİ, kamu hizmetlerinin sunumunda mevcut yapıların yeniden düzenlenmesi çeşitli özel sektör işletme tekniklerinin kamu sektöründe uygulanmasını, piyasa benzeri yahut yarı piyasa türünden yapılar yoluyla (‘piyasalaştırma’) bir zamanlar kamusal olarak görülen hizmetlerin (özel/veya gönüllü) aktörler tarafından daha fazla sunulmasını (özelleştirme) savunmaktadır. Buradan, yapan değil ‘yapabilir kılan devlet’ (enabling state) fikrine ulaşılır. Bu yaklaşımda devlet gemisinin ‘dümeninde olmak’ yönetimin esas görevi olarak öne çıkarken, diğer kurumların ‘kürek çeken’ (yahut “sağlayan”) konumda olmaları tercih edilir. (OKÇU,2001:3) Tarihsel gelişim sürecinin son dönemine damgasını vuran küreselleşme olgusunun da etkisiyle dünyamız, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızla değişmekte, toplumsal hayatın her alanında köklü ve kapsamlı bir değişim yaşanmaktadır. Bu süreçte tüm toplumsal örgütler gibi devlet aygıtı da gerek yapısı ve işleyişi, gerekse niteliği ve işlevleri ile sürekli bir değişim baskısı altında yeniden biçimlenmektedir. Küreselleşme sürecinde odaksal devlet anlayışını çözen ve demokrasinin ulusötesi bir boyut kazanmasına olanak sağlayan bir siyasal kültür (Kahraman vd., 1999: 15) oluşmuştur. Bu kültürün temelini oluşturan yönetişim yaklaşımında devlet doğrudan kontrol yerine süreçleri etkileme kapasitesine sahip olmakta (Coşkun, 2003: 47), piramidal (hiyerarşik) devlet yapısı

174

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

yerine, ölçeklerde ekonomi sağlayan (Ergun, 1997: 8), kurumlar arasında etkin bir eşgüdümü ve karşılıklı rekabetle oluşacak sinerjiyi öne çıkaran bir ağ modeli (Eryılmaz, 2001: 28-29) tercih edilmektedir. Bu modelde özel sektör (işletme yönetimi) yaklaşımları esas alınmakta ve kamu hizmetlerinde ekonomi, verimlilik ve etkinlik değerlerine dayalı yeni bir anlayış egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Etkinlik ve verimlilik arayışı, kamu yönetiminde yeni kurumsal düzenlemeleri zorunlu kılmıştır. Bu çerçevede bazı kurumlar ortadan kaldırılırken, yeni bazı hizmet alanları için yeni kurumlar oluşturulmuş, hizmetlerin birimler arasında ussal bir biçimde dağıtılmasına yönelik düzenlemelere ağırlık verilmiştir. Kamu yönetiminde kalitenin artırılması, kamu hizmetlerinin katılımcı ve vatandaş odaklı bir tarzda sunulması da etkinliği sağlamanın temel araçları olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. 1960 yılı gerek planlı kalkınma dönemine geçilmesi açısından gerekse de Türk kamu yönetiminin iyileştirilmesine yönelik çalışmalar açısından bir dönüm noktası niteliğindedir. Planlı kalkınmaya geçiş dönemi olarak adlandırılabilecek 1960’ların ilk yılları, “yönetime daha iyi bir yapı ve işleyiş kazandırmak açısından bir arayış, hazırlık ve örgütlenme” dönemi olmuş, “idari reformun anlam, amaç ve kapsamı ile bunu gerçekleştirecek örgütlenmenin” tespiti açılarından belirleyici olmuştur. (Karaer, 1987b: 29) Bu dönemde öncelikli olarak 1960 yılında, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuş ve reformla ilgili olarak görevlendirilmiştir. Böylece reform çalışmalarının yasal bir zemine kavuşturulması söz konusu olmuştur. Yine aynı yılda merkezi bir personel dairesi oluşturmak ve personel reformunu gerçekleştirmek üzere Devlet Personel Dairesi (DPD) kurulmuştur. Ayrıca TODAİE’nin reform çalışmalarının tartışıldığı, yürütüldüğü ve geliştirildiği bir merkez haline getirilmesi ile Türk kamu yönetimine yönelik reform çalışmalarında önemli bir aşama kaydedilmiştir. (Akın, 2000: 80; Karaer, 1987b: 29; Sürgit, 1980:48-49) Diğer yandan, 1963 yılında uygulamaya koyulan beş yıllık kalkınma planları, ekonomik alanda olduğu kadar yönetim alanında yapılacak düzenlemeleri de etkilemiş ve yönlendirmiştir. Kalkınma planlarında öngörülen sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeleri gerçekleştirmek için kamu yönetimi etkin bir araç olarak algılanmış ve kalkınma planlarında ve programlarda kamu yönetimi reformları öne çıkmıştır. (Gül ve Aktel, 2004: 82; Karaer, 1991: 52) Küreselleşme ve bilgi toplumuna geçişle birlikte, teknolojik, ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel alanlarda önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Bu değişiklikler kamu yönetimi alanını da etkilemiş, yeni kamu yönetimi ve yönetişim gibi yeni anlayış ve kavramlar ortaya çıkmıştır. Türk kamu yönetimi, 1980’li yıllarda bu değişime ayak uydurmayı başarmış ve “serbest piyasa mekanizması ve rekabete dayalı bir strateji içinde dışa açılma hedefi”ni benimsemiş, fakat 1990’larda aynı başarıyı gösterememiş ve küreselleşmenin getirdiği krizle karşı karşıya kalmıştır.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

175


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

Kamuoyunda Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı olarak bilinen “Merkezi İdare ile Mahalli İdareler Arasında Görev Bölüşümü ve Hizmet İlişkilerinin Esaslarının Düzenlenmesi ve Çeşitli Yasalarda Mahalli İdareler ile İlgili Değişiklik YapılmasıHakkında Kanun Tasarısı”, 24.3.1998 tarihinde Meclise gönderilmiştir.Üzerinde yeni kamu yönetimi tartışmalarının etkisi hissedilen tasarı (Erençin, 2002: 34); daha etkin işleyen, daha verimli kaynak kullanan, daha kolay ulaşılabilen, hizmet üreten bir idare ve şeffaf, katılımcı, demokratik bir yerel yönetim oluşturmak; merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında gerçekçi bir görev bölüşümü yapmak, yerel yönetimlerin kaynak kullanımındaki ve hizmet üretimindeki payını artırmak; yerel yönetimlere görev ve sorumlulukları ile orantılı mali olanak ve yapı sağlamak; il genelinde yürütülen hizmetleri il özel idarelerinin bünyesinde toplayarak il özel idarelerinin konumunu güçlendirmek; yerel yönetimlerin kendi aralarında ve merkezi idarelerle işbirliği ve yardımlaşma imkanlarını artırmak gibi amaçlarla kaleme alınmıştır. (Ökmen, 1999: 143-144; Güler, 1998: 35) Küreselleşme sürecinin ülkemiz yönetim sisteminin yeniden yapılandırılması ile ilişkisi, 2004 yılında TBMM’ce kabul edilen ancak Cumhurbaşkanınca iade edilmesini müteakip yasalaşma süreci tamamlanmayan Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile somutlaşmıştır. Kanunun genel gerekçesi, küreselleşme ve bilgi toplumunun getirdiği yeni ihtiyaçlar üzerine bina edilmiştir. Geniş ölçekli bir yerelleşme eğiliminin benimsendiği bu düzenleme ile, sınırlı sayıdaki bakanlıklar dışında tüm bakanlıklara bağlı hizmetlerin yerel yönetimlere devredilmesi öngörülmüştür. Bakanlıkların merkez denetim birimlerinin kaldırılmasını öngören Kanun, buna karşın iç denetim sisteminin kurulmasını ve dış denetim alanında Sayıştayın görev ve yetkilerinin büyük ölçüde genişletilmesini öngörmekteydi. 59. Hükümet döneminde Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun ile merkezi yönetim ve yerel yönetimler arasında yeni bir görev, yetki ve sorumluluk paylaşımı öngörülmüş ve bu çerçevede il özel idarelerine yönelik yeni bir düzenleme gerçekleştirilmiştir. (Coşkun ve Uzun, 2004: 67) . Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun’u tamamlayıcı şekilde hazırlanan 5302 sayılı Kanunun genel gerekçesinde mahalli idarelerin yeni kamu yönetimi anlayışı çerçevesinde yeniden düzenlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Yeni kamu yönetimi anlayışı çerçevesinde mahalli idarelere daha fazla görev ve sorumluluk verilmesi gündeme gelmekte, bu durum da merkezi idare ile mahalli idareler arasındaki yetki ve kaynak dağılımının yeniden düzenlenmesini beraberinde getirmektedir. Bunun yanında, gün geçtikçe artan ve çeşitlenen toplumsal ihtiyaç ve beklentilerin daha iyi karşılanabilmesi için, “yerel nitelikli hizmetlerin sunumunda hizmetlerden yararlananların memnuniyetini artırmak; hukuka uygunluğu, etkinliği ve verimliliği sağlamak için vatandaş taleplerini temel alan bir anlayışı yönetime hakim kılmak gerekmektedir.” Yine yeni kamu yönetimi anlayışı doğrultusunda, sonuç odaklı, hesap verebilir, açık, saydam, katılımcı, öngörülebilir bir yönetim mekanizmasının oluşturulması gerekmektedir. Genel gerekçede, bir yandan “çağdaşdeğişim ve gelişmeler”e yeterince cevap verebilmek, diğer yandan mahalli

176

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

idareler düzeyinde daha fazla katılımı ve dolayısıyla demokrasiyi inşa edebilmek için yerel yönetimlerin yeni kamu yönetimi anlayışı çerçevesinde yeniden düzenlenmesi öngörülmektedir. Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Temel İlkeleri Hakkında Kanun’un çizdiği çerçeveyi tamamlayıcı kanunlardan bir diğeri belediyelere yönelik düzenlemeleri içeren Belediye Kanunu’dur.(Memişoğlu 2006:84) 5393 sayılı Kanunun genel gerekçesinde dünyada bir değişim ve dönüşüm süreci yaşandığı, bu süreçte yeni kamu yönetimi, etkinlik, verimlilik, katılım, çoğulculuk, saydamlık, öngörülebilirlik, hesap verebilirlik ve sonuç odaklılık gibi kavram ve anlayışların ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Bu dönüşümün aynı zamanda merkezi idare ile mahalli idareler arasındaki görev, yetki, sorumluluk ve kaynak dağılımının da yeniden düzenlenmesini ve genelde mahalli idarelere, özelde ise belediyelere daha fazla yetki, sorumluluk ve kaynak verilmesini beraberinde getirdiği belirtilmektedir. Aynı zamanda, katılımı artırmak, demokrasiye işlerlik kazandırmak, yerel halkın memnuniyetini sağlamak, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na ve Avrupa Birliği’nin mahalli idarelere yaklaşımına uyum sağlamak için de mahalli idarelere daha fazla yetki, sorumluluk ve kaynak verilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bu amaçla, belediyeler ve merkezi yönetim ile mahalli idareler arasındaki görev, yetki ve kaynak dağılımını yeniden düzenlemek için 5393 sayılı Belediye Kanunu çıkarılmıştır. (Memişoğlu 2006:84) Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun kapsamında gerçekleştirilen düzenlemelerden biri de, Büyükşehir Belediyesi Kanunu’dur. 59. Hükümet tarafından büyükşehir belediyelerinin hukuki statülerini yeniden düzenlemek amacıyla hazırlanan 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 10 Temmuz 2004 tarihinde kabul edilmiş ve 23 Temmuz 2004 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 5216 sayılı Kanunun genel gerekçesinde, nüfus artışıyla birlikte köyden kente göçün arttığı ve nüfusun yoğunlukla anakent adı verilen merkezlerde toplandığı ifade edilmiş, büyük kentlerdeki sorunların gün geçtikçe arttığı ve çözümlerinin zorlaştığı vurgulanmıştır. Diğer yandan, nüfus artışı, sanayileşme, ulaşım, çevre sorunları ve teknolojide meydana gelen gelişmeler nedeniyle kamu hizmetlerinin kapsamı ve 120 ölçek boyutları büyümüş, büyük kentlerin sorunları artmış, çözümleri güçleşmiştir. Artan sorunlar anakent alanının tümünden kaynaklanmaktayken, bu sorunların çözümü için gerekli yetki ve mali kaynaklar birden çok mahalli idare birimi arasında paylaştırılmış durumdadır. Bu birimlerin koordinasyonsuzluğu ise, sorunların çözümsüz kalmasına, etkililik ve verimliliğin ortadan kalkmasına ve kaynak israfına yol açmıştır.Bu sebeple 5216 sayılı kanun çıkartılmıştır. (Memişoğlu 2006:90) SONUÇ Türk yönetim tarihinde değişen şartlara uyum sağlamak, gelişmelere ayak uydurmak, yönetim sisteminin tıkanan ve ihtiyaçlara cevap veremeyen noktalarını yenilemek gibi amaçlarla

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

177


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

sürekli bir reform ihtiyacı ve zorunluluğu söz konusu olmuştur. Reform çalışmalarının geneline bakıldığında, küreselleşme sürecinin, yeni liberal düşüncenin ve yeni kamu yönetimi anlayışının açık ve belirgin etkilerini görmek mümkündür. Reform çalışmalarında kullanılan dilden, öngörülen ilke ve kavramlardan, gerçekleştirilen düzenlemelerden getirilen yeniliklere kadar bu etkiler kendini göstermektedir. Küreselleşme süreci ve bilgi teknolojilerindeki yeniliklerin hız kazandırdığı değişim ve dönüşüm süreci ve bu sürecin kaçınılmaz etkileri reform çalışmalarında önemli bir rol oynamıştır. Benzer şekilde, geleneksel yönetim anlayışının yapısı ve felsefesiyle sorunların üstesinden gelemediği bu dönemde, yeni sağ düşünce ve yeni kamu yönetimi anlayışı geleneksel yönetim yapısının sorunlarına çare olarak düşünülmüştür. Türk kamu yönetimi sisteminde önemli ve radikal değişiklikler öngören bir reformun kaynakları ve dayanak noktası önemlidir. Reformun kaynakları önemli ölçüde küresel süreç ve yeni kamu yönetimi anlayışıdır.Reform çalışmaları kapsamında merkezi yönetim küçültülerek merkezden yerele yetki ve görev aktarımı öngörülmektedir. Kapsamlı bir çalışma ve ön hazırlık yapmadan merkezin yetki ve görevlerinin önemli bir bölümünü yerel yönetimlere devretmek ciddi sorunlara yol açabilecek riskli bir uygulamadır. Bazı bakanlıkların kaldırılan taşra teşkilatlarının araç, gereç, bina, tesis, personel ve bütçelerinin de yerel yönetimlere devredilecek olması bu riski artırmaktadır. Yerel yönetimlerin mevcut görevlerini tam olarak yerine getiremedikleri ve kaynak sıkıntısı içinde oldukları düşünüldüğünde, onlara ek görevler verilmesi sadece sorunların el değiştirmesine neden olacaktır. Bu uygulamadan çözüm beklemek pek de gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Yerel yönetimleri böyle bir uygulamaya hazırlamadan, bu yönde teknik ve psikolojik hazırlık yapmadan, yeni yetki ve görevlerle donatmak sorunları çözmek bir yana, artıracaktır. Bu noktada en büyük zorluğu araç, gereç, personel ve yeterlilik açısından sıkıntı içinde olan küçük belediyeler yaşayacaktır. Ayrıca reformun nasıl uygulanacağı hakkındaki soruları cevaplandıracak bir birim bulunmaması, onları muhatapsız ve yalnız bırakabilecektir. Yönetim sisteminde önemli değişiklikler yapacak bir reform çalışmasının gerekli alt yapı ve hazırlık çalışmalarını tamamlaması gerekmektedir. Ayrıca muhtemel soru ve sorunlar için de danışma merkezi niteliğinde bir birim oluşturulması işleyişi kolaylaştıracaktır. Benzer şekilde, reformun uygulanmasını üstlenecek, reformla ilgili soruları cevaplayacak, reformun işbirliği ve eşgüdüm içinde yürütülmesini sağlayacak, ortaya çıkan sorunları ve aksaklıkları giderecek, gelişmeleri takip ederek reformu yönlendirecek bir merkezi reform yönetimi biriminin oluşturulması reformun uygulanmasını kolaylaştırabilecek niteliktedir.Geleneksel yönetim anlayışının günümüzde yetersiz kaldığı, sorunların çözümüne cevap olmadığı bir gerçektir. Ancak bu sorunlara yeni kamu yönetimi anlayışının ne kadar cevap olabileceği net değildir. Başka ülkelerde uygulamalardan olumlu sonuçlar alınmış olsa bile, aynı sonuçların Türk kamu yönetimi sistemi için de geçerli olacağını söylemek kolay değildir.

178

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Avrupa Birliği’nde Yönetişim Çalışmaları - Avrupa Birliği Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri ve Türk Kamu Yönetişimi Reformuna Kısa Bir Bakış, Barış ERDİNÇ, Tuğçe GÜLER, Süleyman Demirel Üniversitesi

KAYNAKÇA 1)BALCI,Asım (2005) “Türkiye-AB İlişkileri Perspektifinden Kamu Yönetimi Sisteminin YenidenYapılandırılması” 2)Commission of the European Communities (2001) .”European Governance:A White Paper.Brussels : COM(2001)”. 3)Commision of the European Communities (2003).”Report From The Commission On European Governance” 4)KESİM, H. Kutay ve PETEK Ali (2005). “Avrupa Komisyonu’nca Belirlenen İyi Yönetişimin İlkeleri Çerçevesinde Türk Kamu Yönetimi Reformunun Bir Eleştirisi” 5)KURT, Mustafa ve YAŞAR UĞURLU,Özlem (2007).”Yeni Kamu Yönetimi ve Yeni Kamu Yönetimi Yaklaşımının Gelişiminde Avrupa Birliği’nin Rolü:İlerleme Raporları İçerik Analizi” 6)OECD.”Avrupa Kamu Yönetimi İlkeleri;Sigma Raporları No: 27” 7)OKÇU,Murat (2007).”Yönetişim Çalışmalarına Katkı Avrupa Birliği İçin Yönetişim Ne Anlama Geliyor?” Sy.309 8)ÖKMEN,Mustafa,CANAN,Kadri (2009) “Avrupa Birliğine Üyelik Sürecinde Türk Kamu Yönetimi 9)RHODES,R. (1996) “The New Governance;Governing Without Government” Political Studies. Sayı:44 sy.652 10)YILMAZ,Abdullah (2006) “AB’ye Uyum Sürecinde Türk Kamu Yönetiminin Dönüşümü Üzerine Notlar.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

179



KÜLTÜR ve KİMLİK İLİŞKİSİ

Helim USTA, Hitit Üniversitesi

Özet Kültür ve Kimlik ilişkisi bireyin toplumsal yaşama katılmasının en önemli unsurlarından biridir. Bir milletin fertlerinin sahip olduğu bütün değerleri karşılayan ve o milletin tarihi serüveni içerisinde belirli kriterlerden geçerek kendilerine mal edilmiş olan değerler bütünü olarak tanımlanan kültürün insanın bireysel varlığındaki önemi ortadır. Kültür ve kimlik arasındaki ilişkinin nasıl kurgulandığı tebliğimizin problemidir. Kültür ve kimlik ilişkisi iletişim ve teknolojinin çok ileri düzeyde olduğu bu dönemde daha büyük sorun haline gelmiştir. Bu bireylerin aile değerlerinden ve toplumsal hayattan kopuşuyla noktalanan bir kimlik problemine dönüşmüştür. Biz tebliğimizde öncelikle bireyin kimliğini oluşturan temel değerlerin neler olduğunu, daha sonra da kültürün temel öğelerini inceledikten sonra kültür ve kimlik arasındaki ilişkinin nasıl bir yapıda olması gerektiği üzerinde durmak istiyoruz. İnsanın kimliğindeki bilinçsiz değişimlerin ortaya koyduğu portre üzüntü verici sonuçlar doğurabilmektedir. Bu çerçevede kültür üzerinde yapılan tanımlamalar kültürün kimlik üzerindeki etkilerini de göstermektedir. İnsan ürünü olan kültür de insan gibi canlı bir yapıya sahip olduğundan kültürün gelişim ve değişime açık olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Bu değişimlere bizim çalışmamızın konusunu oluşturmaktadır. Çalışmadaki temel hedefimiz bireyin gelişiminde kimlik oluşumunda kültürün rolünü, aynı şekilde de kültürün oluşumu ve gelişiminde bireyin rolünü ortaya koyabilmektir. Bu çerçevede sağlıklı bir kimlik ve kültür etkileşiminin nasıl olması gerektiği, günümüz insanlarının kültürel sorunlarını ve kimlik problemlerine dair çözüm önerilerini de değerlendireceğiz. Giriş İnsanlık tarihi boyunca toplumların ve milletlerin nasıl yaşadıkları, hangi dinamikler ile hareket ederek yaşam biçimlerini şekillendirdiklerini, değişim süreçlerini, değişim süreçlerini etkileyen faktörleri, değişim süreçlerinden sonraki dönemlerinde oluşan yeni yapıları ve bu yapılarıyla eski yapıları arasındaki ilişkileri düşünürler tarafından incelenmiştir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

181


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

Bu süreçlerin hepsi tarihin konusu olmuştur. Geriye doğru gidildiğinde bu aşamaların sistemli bir şekilde inceleyip sistematik bir şekilde belirlenmesi gerektiğini savunan ve tarih felsefesine sunan İbn Haldun dur. İbn Haldun’un sunmuş olduğu bu görüş tarih felsefesinin temellerini oluşturmuştur. İbn Haldun 11.yy- 15yy. arasında toplumları bedevilik ve hadarilik olarak ikiye ayırmış toplumsal yaşamda hareketlilik ve toplumlar arasında geçişleri inceleyerek toplumların kimliklerine açıklamalar getirmiştir. Dolayısıyla toplumlar arası hareketliliklerin toplumların kimliklerindeki değişimde ve kültürlerinde büyük etkilere sahip olduğu ortaya konulmuştur. (AKYOL,2011:29-3; ÇETİNKAYA, 2012 :135-136) Kültür bir toplumun yaşayışındaki bütün değerleri ifade etmektedir. Kültürler birbirlerinden farklı oldukları için aralarında geçişler ve değişimler söz konusu olmaktadır. Her kültür kendi bulunduğu toplumun ürünüdür. Toplumların ürünü olan kültürler toplumların içinde bulunduğu yenilik ve değişim girişimlerinden nasibini almaktadır. Farklı toplulukların ve farklı milletlerin bir arada çatışmasız yaşayabilmesi için kültürlerinin uyumu da büyük önem arz etmektedir. Bundan dolayı kültür tanımı üzerinde durulması gerekmektedir. TANIM Sosyal bilimlerde birçok konuda olduğu gibi kültür konusunda da belirli bir tanım yapılmamış, herkesin kabul ettiği bir tanım olmamıştır. Birçok bilim dalının konusu içerisine alınarak tartışılan kültür her gittiği yerde kendisine yeni tanım yaptırmıştır. Devamlı olarak değişim içerisinde olan insanın kimliği ile iç içe hareket etmektedir. Kültür sözcüğü Latince “colere” den türetilmiş olup sözcük anlamıyla “colere” ekin, sipariş, bakım anlamına gelmektedir. Cultura sözcüğü ilk kez Voltaire tarafından insan aklının oluşumu, gelişimi ve geliştirilmesi anlamında kullanılmıştır. Bu sözcük Alman dili sözlüğünde “cultur” olarak kullanılmış ve takip eden yıllarda bugünkü haliyle tüm dillere girmiştir.(TEMEL EĞİNLİ, YEYGEL ÇAKIR, 2011: 39; YILMAZ, Konya, ts.: 13) Kültür kavramı Türkçe sözlükte; tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çerçevesine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, bir toluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü, muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi, bireyin kazandığı bilgi, tarım, uygun biyolojik şartlarda bir mikrop türünü üretmek gibi manaları içerdiği belirtilmektedir. (Türkçe Sözlük, TDK, 2009) Kültür hakkındaki bazı tanımları şöyle sıralayabiliriz. Ülkemizde kültürü ilk tanımlayan Ziya Gökalp “İnsan toplumlarının bütün fertlerini birbirine bağlayan, yani kişiler arasındaki uyumu sağlayan kurumlar hars (kültür) kurumlarıdır. Bu kurumların tamamı o cemiyetin harsını (kültür) oluşturur.” (ÇELİK,2006: 47) 182

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın kültür tanımı da şöyledir: “Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddî ve manevî kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde mevcut her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte o cemiyet mensuplarının ekserisin de müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususi bir hayat tarzı temin eder.” (TURHAN, 1987: 48) E.B. Tylar’ın kültür tanımı da şöyledir: “Bilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, örf ve adetleri, ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uzvu olması itibariyle kazandığı itiyatlarını ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden gayet girift bir bütündür.” (TURHAN, 1987: 36) Erol Güngör “Bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere, belirlemiş olduğu hayat tarzı, bütün maddi ve manevi unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir.” Diye kültürü belirtmektedir.(YILMAZ, Konya ts.: 15) İbrahim Kafesoğlu’na göre kültür, bir topluluğun dünya görüşünü kadrolayan manevi değerlerle, bu manevi güçlerin faal hayata yansımasından doğan teknolojinin oluşturduğu bir “bütün” dür.(KAFESOĞLU, 1984:1) Kültür hakkında buna benzer birçok tanımlamalar yapılmıştır ancak yapılmış olan bu tanımlamaların tamamını buraya almak mümkün değildir. Genel olarak almış olduğumuz tanımlamalardan da anlayacağımız gibi kültür toplumun var olması ve kendisini tarih sayfasında görebilmesi için bir zorunluluktur. Kültür üzerinde yapılmış olan tanımlamaları genel olarak iki kategoride toplamak mümkündür. Bunlar bütüncü tanımlar kategorisi ve fikirler sistemi kategorisidir. Sınıflandırmanın birinci maddesine göre kültür; kazanılan davranış kalbi olarak nitelendirilir ve insanın yapmış olduğu her şeyi içeren yaşam biçimidir. İkinci kategoride ise kültür bir şifre türü olup zihinsel oluşumdur. Bu manada davranış önce zihinde oluşup biçimlenir daha sonra eyleme dönüşür. Kültür canlıdır ve yenilenmeye açık olduğundan sürekli değişime müsaittir. Bu nedenle kültür tanımları tanımlayanına ve tanımlanmış olduğu zaman ve mekâna göre farklılıklar arz etmektedir. Bir ferdin kültürü içinde bulunmuş olduğu toplumdan soyutlanması düşünülemez. Ferdin kültürünün şekillenmesi içinde bulunmuş olduğu toplumun kültürüyle paralel hareket etmektedir. Kültürler toplumların soyut olup yazılamayan anlayış biçimleri yaşayış tarzları ve kavramlar silsilesidir. Kültürlülük herhangi bir dalda veya herhangi bir branşta başarılı olmayı içermez. Kültür bütün alanları içine alan bireyin ve toplumun tüm yaşamını ihtisas eden geniş bir kavramdır. Toplumsal bir ürün olan kültür bireyler üzerinde kendini göstermiş olduğu için kültür birey ilişkisine göz gezdirmemiz gerekmektedir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

183


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

Birey sosyal bir varlıktır. İçinde doğduğu kültürel ortamın özellikleri ailesinden, çevresinden, arkadaşlarından, okuldan ve iş ortamından öğrenir. Ömür boyu süren bu öğrenme ve uyma sürecine sosyalleşme denir. Sosyalleşmeyle birey içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olur. Bireyin düşünceleri ve eylemleri sosyalleşmesi doğrultusunda belirlenir. Aynı ortamı paylaşan bireylerde birçok farklılıklarla karşılaşmak mümkündür. Çünkü insan yaratılış itibariyle birbirinden farklı olup olayları ve olguları kavrayış ve ifade biçimi değişiktir. Her toplumun kendisine has kendi öz benliğin içeren bir kültürü vardır. Göçebe olan veya medeniyetlerin dışında yaşayan topluluklarında kültürleri vardır. Yaşayış tarzları hareket tarzları o toplumların kültürleri toğrulusun da şekillenir. Kültür toplumların göçebe veya yerleşik hayat sürmelerine bakmazlar. Göçebe olan topluluklar kültür oluştururlar ancak medeniyet oluşturamazlar. Yerleşik hayata geçerek toplumlar medeniyet kurarlar aksi halde göçebe toplulukların medeniyet kurma ihtimalleri söz konusu değildir. (KEZER, 1986: 33-34) Kültür ve medeniyet birbirleriyle ilişkili olup bu ilişkiler bir hayli karıştırılmaktadır. Kültür, medeniyete zemin hazırlar. Medeniyet kültürün varlığını korumasına yardımcı olur. Medeniyet ile kültür arasındaki bağlılık bir hayli fazladır. Kültür ile medeniyeti birbirlerinden ayırmak her ikisinin de yok sayılmasına neden olur. Medeniyet kültürel değerler sonucu ortaya çıkmaktadır. Kültür oluşturamayan toplumların medenileşmesi veya medeniyet kurması düşünülemez. Erol Güngör kültür ve medeniyet ayrımını şöyle yapmaktadır. “ Medeniyet milletlerin birbirlerine benzer veya aynı olan taraflarını kültür ise onların birbirlerinden ayıran taraflarını temsil etmektedir.” (YILMAZ, Konya ts.: 18) Bu farkı Muharrem Ergin şöyle açıklamaktadır. “kültür ile medeniyet arasında fark vardır. Medeniyet ferdi bilgilere tecessüse, ilim ve tekniğe dayanan, konforu ve yaşam imkânlarını artırmayı hedef alan, milli rengi olmayan faaliyet ve eserlerdir. Kültür duygulardan, medeniyet, bilgilerden mürekkeptir. Medeniyetin milleti yoktur. Aklın ve ilmin doğurduğu bir birikimdir. Hatta tekniktir. Tekniğin getirdiği müesseselerin bütünüdür. Kısaca teknolojidir diyebiliriz. Kültür unsurlarında ahenk bulunur medeniyette yoktur.”(YILMAZ, Konya ts.:17) Fertleri toplum içinde uyumlu kılan ve ortak yaşayışın doğal bir sonucu olan ortak davranışlar, çok yönlü ve çeşitlidir. Bundan dolayıdır ki, kültür, genel bir anlatımla, bir insan topluluğunun yüzyıllarca devam eden ortak yaşayışından doğan maddî ve manevî değerlerinin, birikimlerinin ve davranış biçimlerinin bütünüdür diye tanımlamak mümkündür. Kültürün Özellikleri Kültür zorla oluşturulamaz. Zira kültür, bir toplumun tarih içinde oluşturduğu değer sistemlerinin göstergesi olan maddi ve manevi unsurlarla bunların şekillendirdiği bir kimlik kazandırır ve bireye mensubiyetlik bilinci verir. Kültür değerler, toplumu birleştirip bütünleştirmeye yetecek bir belirlilik kazandırır. Böylece, kültürün özünü temsil eden ve toplum bilinci diye 184

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

adlandırılan ortak bir algı oluşmuş olur. Dolayısıyla kültürü, bir milleti öteki milletlerden ayıran yaşayış tarzı, duygu ve düşünce birliğinin oluşturduğu ortak ruh olarak tanımlanır. (ASSMANN, 2001:21) İnsanoğlu doğa ile baş edebilmesi için çevresi ve diğer insanlarla uyum içinde yaşamasını sağlayan bir güç ve beceriye ihtiyaç duyar. Bu beceri ve güç öğrenme ilkelerine uygun olarak kazanılır. Kültür bu öğrenme sürecinin en belirgin öğretmeni olduğundan kendisi de öğrenilerek kazanılan doğuştan gelmeyen bir özelliktir. Kültürel her birey ve topluma göre farklılıklar arz eder. Doğal olarak da herhangi bir kültürdeki insanın davranışları yalnızca o kültürün temel varsayımları ve değerler sistemi çerçevesinde anlaşılabilir. Kendi içerisinde değerlendirilmeyen kültürler anlaşılması zor ve çatışmacı bir hal alarak sağlıksız bir ortam oluştururlar. Kültürler toplum ürünü olup bireyler tarafından oluşturulamazlar. Kültürümüzün öğelerini topluluğun diğer üyeleriyle oluşturulan etkileşim sonucunda elde edilir. Kabul edilen anlayış, olgu ve olaylar toplumun bir ürünü olarak bireylere sunulur. İnsan mücadeleci bir varlık olup hayatını devam ettirebilmesi için bu mücadeleyi vermek zorundadır. Kültür, topluluğun doğa ve çevreleri ile vermiş olduğu varoluş mücadelelerinde ortaya çıkmaktadır.(YILMAZ, Konya, ts.:18) Kültürler belirli mekan ve zaman diliminde etkileşim içinde olan bireylerin, ortak yaşam problemlerine getirdikleri çözüm önerileri, öğrenme yolu ile nesilden nesle aktarılmasından oluşmaktadır. Kültür nasıl ve hangi yöntemle değişirse değişsin önemli olan değişmenin varlığıdır. İlkel kültürden günümüzün modern kültürüne geçiş, kültür öğelerinin değişmesi ve ilerlemesi buna bağlı olarak da kültürün gelişmesiyle gerçekleşmiştir. Her kültür insan davranışlarının ifade boyutu ile ilgili sembolik birikimler içerir. Dolayısıyla kültür teorisinde söylenilenler, yapılanlar, üretilenler ve görünenlerin ardındaki sembolik anlamlar önem taşır. Kültür bir toplumdaki insanların paylaştıkları düşünceler, anlamlar ve değerler bütünüdür. Kavramı bir kültürün üyeleri olan kişilerin farklı şekillerde düşünme, davranma, yaşama gerçeği açık olarak ortadadır.( ÇAVDARCI, 2002:73-75) Kültür ve Kimlik Kimlik kavramı birey ve toplumun sosyal sisteminin temel ve önemli kökenini oluşturmaktadır. Kimlik, bireylerin ve toplumların yaşadıkları çevrelerdeki sosyal konum ve statülerinin karşılığı olup değer yargılarını, yaşam biçimlerini kuşatıcı bir yapıya sahiptir. Bir başka ifadesi ile kimlik, kişilerin ve toplumsal grupların “kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuna verdikleri cevaplardır. Bu soruyla karşılaşanların sordukları “ben kimim?” sorusunun cevabı hayatı biçimini yaşam şekillerini kapsayıp kuşatmaktadır. Bireyin kim olduğuna dair sorulara verilen cevaplar, her şeyden önce sosyal bir çerçeve içerisinde belirlenir. Bu da temelinde kültür içinde biçimlenir. Kimliklerde ki değişimler olumlu ve olumsuz olmak üzere iki yönde gerçekleşir. Bunların olumsuz olanına gerileme, olumlu yönde olanına ise gelişme denilir. (KARADUMAN, 2010: 2886)

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

185


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

Yaşadığımız yüzyılda teknolojik ve ekonomik gelişmelerle paralel olarak iletişim ve bilişim alanında gerçekleşen hızlı değişim uluslararasındaki sınır kavramını ortadan kaldırmıştır. Bu durum dünyayı küçültüp küreselleşme kavramı üzerinde tartışmalar oluşturmuştur. Bu tartışmalar İnsan hakları, liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde birey ve toplumların kimliklerini korumak ve kimliksizleşme gibi konuları bir hayli kurcalama gereksinimi hissetmiştir. Bu bağlamda evrensellik ve yerellik aynı anda sunulurken, tek düze tüketim kültürünün markalar egemenliği öne çıkmıştır. Küreselleşme, bireylerin zaman ve mekan algılarını değiştirmiş, kültürel anlam dünyalarının içini boşaltmıştır. Bilimsel ve ahlaki alanda amaçlanan sonsuz ilerleme ancak akıl öncülüğünde gerçekleştirilebilir. Akıl birey için doğayı, insanı ve toplumu anlayabilmek ve bilinmezlerin sırrını çözebilmek için büyük bir öneme sahiptir. Toplumlar arasında teknolojik, kültürel bağımlılıklar artması, küresellik üzerinde yapılan tartışmalara mekân hazırlamıştır. Küreselleşme sürecinde teknolojik gelişmelerin kültürel alandaki yansımalarıyla yeni kültürel biçimlerin oluşmasından ve bazı kültürlerin yeniden üretimlerini ortaya çıkarmıştır. Bireyin ve toplumun kendisini ve dünyayı anlamlandırmasını sağlayan kültür, toplumun tüm alanlarında vücut bulan kendisine ve dünyaya ilişkin yorumlarının bütünüdür. Portrelerin çeşitliliği kültürel farklılıkları, değişik çevresel etkenlere maruz kalarak farklı sorunların yaşanmaları ve bu sorunları değişik arayışlarla aşmaları amaçlanmaktadır. Kültür, doğuşundan itibaren insan davranışlarını yönlendirirken, onu bazılarıyla benzer, bazılarıyla farklı kılar. Kültür temelinde insanlara arasında oluşan benzeşim ve birliktelik algılaması “kimlik” denilen tutunum aracını sağlar. Bu bağlamda kimlik ile kültür arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Toplumların karmaşıklaşmasına ve farklılaşma ortaya çıkmasına şart olarak kimliklerin farklılaşmaları görülmektedir. (AKÇA, 2005:9-12) Toplumsal yapıdaki gelişmişlikler kimliksel çeşitliliğe ortaya çıkarmaktadır. Bu anlamda modern toplumlar kimlik bilincinin gelişimine hız vermek zorundadırlar. Çünkü kimlik olgusu birey ve bireyselliğin gelişimine sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu tanımlama bireysel ve toplumsal olarak kendimizi algılamamıza olduğu kadar, dışımızdakilerin bizi algıladıkları ve konumladıkları yer ile de bağlantılıdır. Bu çerçevede insanların bazılarıyla ortak olan yönlerimize, diğer bazılarından farklılaşan niteliklerimize işaret eden bir aitlik sorunu olması bağlamında kimlik, bireyin kişisel konumunu belirginleştirir ve bireyselliğine sabit bir zemin kazandırır. İster felsefi, ister kültürel temelli olsun insanın kendisini tanımlaması onun en önemli sorunlarından biridir. Benlik ve kişilik insanın içinde yaşadığı toplumdan bağımsız olarak şekillenemez. Ancak evrensel değerlerden de tamamen kopuk da değildir. Tarih, toplum, çevre, gelenek ve görenekler ve ortak alanlar kimliğin bir göstergesidir. .(AKÇA, 2005:9-18) Bir insanın kendi kültürünü bir bütün olarak görebilme yeteneği, onun kalıplarını değerlendirmek ve onların sonuçlarını onaylamak bir objektiflik derecesini öngörür. Bu başarılması zor

186

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

olan işlerin en başında gelen bir iştir. İnsanlar tamamen objektif olabilme eğiliminde olmayan bir varlıktır. Diğer kültürleri kendi kültürlerini ön plana alarak değerlendirirler. Bilim insanları kültür anlayışını çeşitli ilkel toplumlar üzerinde yapılmış olan kültür incelemelerinden kazanmıştır. Küreselleşmede kültürel kimlik kitleleşme eğilimindedir. Bu eğilimde ideal duyguların yerini fiili olgular, amaçların yerini araçlar alır. Bireyler kendi değerleri, siyasi ve kültürel katılımdan yabancılaşma olgusuna geçerler. Bireyler çeşitli güç odakları tarafından hazırlanan yönlendirmelerle tüketime ve eğlenceye yönelir. Kitap kültürünün yerini moda, marka ve sanal görüntüler öneren kitle iletişim araçları alır. Böylece küreselleşme birey ve toplumları karışık kültür pazarının ortasına kondurur. (KARADUMAN, 2010: 2890-2893) Kimliğin topraktan bağımsızlaşmasını ve ortak anlam dünyalarının parçalanmasını içeren bu süreçte ulusal kültür, vatandaşlık ve kamusal alan kavramları anlamlarını yitirmiş, toplumsal bazda ulus cemaate dönüşmüş ve sanal mekânlar ve cemaatler temelinde kimlik belirsizleşmesi olmuştur. Teknolojik gelişmişliğe koşut maddesel büyük gelişmeler yaşanırken, kimlik zeminini oluşturan toplumsal değerler yavaş bir değişim göstermekle sahte değerler ve kimlikler üretmektedir. Teknolojik gelişmelerden yararlanarak sonsuz kimlik tercihlerine kavuşmaları, değer sorunlarını beraberinde getirmektedir. Kimlik tanımlaması kültürel farklılıklar temelinde belirginleşir. Kimlikler geleneksel toplumlarda farklı birey ve toplum merkezli olarak belirlenir. Modern toplumlarda düşünsel ve toplumsal yapıya koşut olarak yerelliği aşan toplumsal yapıları kaynak göstermektedir. Kimliğin aşırı parçalanmışlığı ve çeşitliliği kadar geçiciliği de dikkat çekicidir. Küreselleşme sürecinde değişmenin, farklılaşmanın kültürel kimlikleri yeniden yapılandıracağı ve renklendireceği iddiası varken, liberal demokrasinin kaçınılmaz son olarak sunulması ve medeniyetler çatışmasından söz edilmesi kendi içindeki çelişkilerin bir başka yönüdür. Küreselleşme insanlığın tümünü kucaklayarak evrensel değerlere yönelmiş gibi görünse de, dünyadaki sermayenin merkezileşmesi belirli toplumların tekelinde toplanmasından dolayı bu da küreselleşme olarak değil güçlülerin bloklaşması olarak kavranabilir. Kanaatimizce burada küreselleşme ve kültürel kimlik üzerine oluşan olumlu ve olumsuz tutumları birlikte düşünmemiz gerekir. Eğer insanlığın gelecekte huzurlu ve mutlu bir dünyada yaşamasını istiyorsak, ortak aklımızı, vicdanımızı, yerinde kullanarak adaletli olma ve etik davranma sorumluluğunu da taşıyarak, gelecek zamanlara kaçınılmaz ama içinde belirsizlikleri olan bu küreselleşme olgusunu küresel felaketlere dönüştürmemek için çalışmalıyız. Bu sadece kimlikler için değil insanlık için yapılmalıdır. (UMARA, 2006:53-56) Kimliklerin şekillenmesinde ve birey ve toplumları sürüklemesi açısında medyanın rolü büyüktür. Medyanın yayınlarında toplumsal sorumluluk ilkesine göre hareket etmesi, basın ahlakı ve basın meslek ilkeleri açısından yerine getirmekle yükümlü olduğu görevidir. Medya,

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

187


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

yayınların hazırlanmasında ve sunumunda toplumsal sorumluluk ilkesi ile hareket etmeli, toplumsal, siyasal ve kültürel yapının sağlıklı bir şekilde değişimi ve dönüşümünün yanında, ulusal bütünlüğü korumak için üzerine düşen görevi yerine getirmelidir. (MORA, 2008: 9-11) Sonuç Kültür bağlayıcı bir yapıya sahiptir. Bireyin bulunmuş olduğu toplum oluşum süreçlerinin depolayarak oluşturmuş olduğu yazısız olan ve sadece o toplum ve toplumun bireyleri için geçerli olan yazısız kanunlardır. Birey bu kanunların içerisinde kendisini doğuşta bulur. Yazı kanunlarda daha fazla dikkat edilerek daha çok itimat duyulan bir sistemdir. Önemi yüksek olan kültür bireyin ve toplumların kimliklerini belirlenmesinde baş role sahiptir. Değişime acıktır. Hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılması veya yok edilmesi düşünülemez. Farklı kültürler tarafından baskı ve istilaya uğrayan kültürler ancak sindirilebilir veya üzerleri kapatılarak görünmez hale getirilebilir. Kültür birey ve toplumların maddi ve manevi her şeylerini isimlendirip kimlik verdiği için yıllar sonra unutulmuş olsa dahi taş parçacıkları, yazılar ve madenlerin üzerlerinde varlıklarını belirtmektedir. Herhangi bir toprak parçası üzerinden bir toplum tamamen çıkarıp farklı toplum getirilse çıkarılan toplumun kültürel izleri yeni getirilen toplumun üzerinde belirecek ve kimliklerinde değişime yol açacaktır. Kültürü yok etmek için toplumu ve o toplumun bulunmuş olduğu yerlerin tamamen imha edilmesi gerekir. Bir kültürün imha edilmesi ancak bu şekilde mümkün olur. Yok edilmesi bu kadar zor olan kültür farklı kültürler tarafından istila edilip gizlenerek bireylerine unutturulmak ve kimliklerin tanınmaz bir hal almasına yol açmaktadır. Küreselleşme, Teknoloji gibi bahanelerle gizlenmeye çalışılan kültürler tekrar aydınlatılmalı ve farklı kültürler zenginlik kabul edilmelidir. Her birey ve toplumun kendi kültürünü ve buna binaen kimliği ile tanıştırılması sağlanarak tanınması zor olan bireylerden kurtulması gerekmektedir.

188

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kültür ve Kimlik İlişkisi, Helim USTA, Hitit Üniversitesi

KAYNAKÇA KİTAP -ASSMANN Jan (2001), “Kültürel Bellek” Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, (çev. Ayşe TEKİN), Ayrıntı Yayınları, İSTANBUL -ÇAVDARCI Mustafa (2002), Türkiye’de Sosyal Değerlerin Aşınması ve Kültür Sömürgeciliği, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, ISPARTA - ÇETİNKAYA Bayram Ali (2012), İslam Felsefe Tarihi, Grafik Yayınları, ANKARA - TURHAN, Mümtaz (1987), Kültür Değişmeleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İSTANBUL -Türkçe Sözlük(2009), Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskı, ANKARA -KEZER Aydın (1986), Türk Batı Kültürü Üstüne Denemeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, ANKARA -UMARA Muhammed (2006), Küreselleşme ve Kimlik Problemi, (çev: İzzet MARANGOZOĞLU, Musa ALAK), Akademi Yayınlar, İZMİR - YILMAZ Şeref, Kültür Kavramı ve Milli Kültür Çizgisi, Serkan Yayınları, KONYA MAKALE -Aygün AKYOL, İbn Haldun’un İlim Anlayışında Felsefe ve Tarih Tasavvuru, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011/2, c. 10, sayı:20, ss.29-59 -Ayşe TEMEL EĞİNLİ (2011), “Sinem YEYGEL ÇAKIR, Toplum Kültürünün Kurum Kültürüne Yansıması”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, c:3, n:2, s.37-50 -Celaleddin ÇELİK(2006), GÖKALP’İN BİR DEĞİŞİM DİNAMİĞİ OLARAK KÜLTÜR-MEDENİYET TEORİSİ, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 21 Yıl: 2006/2 (43-63 s.) -Gürsoy AKÇA (2005), Modernden Postmoderne Kültür ve Kimlik, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (İLKE), Güz, Sayı: 15 -İbrahim KAFESOĞLU, Milli Kültür-Siyaset İlişkisi, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,4.1984, 1 -Necla MORA(2008), Medya ve kültürel kimlik, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt:5 Sayı:1 -Sibel KARADUMAN (2010), Modernizmden Postmodernizme Kimliğin Yapısal Dönüşümü, Journal of Yasar University, 17(5) 2886‐2899

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

189



POSTERLER


İslamofobi ve Medya, Meryem AKKURT, Erciyes Üniversitesi

192

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kanser ile Savaş, Gizem ÖZDEMİR, Dumlupınar Üniversitesi,

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

193


Obezite ile Savaş, Ergün TİKEN, Mustafa KILAVUZ, Çoruh Üniversitesi

OBEZİTE İLE MÜCADELEDE ARTVİN Ergün TİKEN, Mustafa KILAVUZ Artvin Çoruh Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü Obezite Nedir ? Bilindiği üzere beslenme; anne karnında başlayarak yaşamın sonlandığı ana kadar devam eden yaşamın vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. İnsanın büyümesi, gelişmesi, sağlıklı ve üretken olarak uzun süre yaşaması için gerekli olan besin öğelerini yeterli ve dengeli miktarda alıp vücutta kullanabilmesidir. Karın doyurmak, açlığı bastırmak, canının çektiği şeyleri yemek veya içmek değildir. Sağlıklı bir yaşam sürdürmek için, alınan enerji ile harcanan enerjinin dengede tutulması gerekmektedir. Günlük alınan enerjinin harcanan enerjiden fazla olması durumunda, harcanamayan enerji vücutta yağ olarak depolanmakta ve obezite oluşumuna neden olmaktadır . Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından da obezite, sağlığı bozacak ölçüde vücutta aşırı yağ birikmesi olarak tanımlanmıştır. Obezite tüm dünyada giderek artma eğiliminde olan önemli bir halk sağlığı sorunudur Birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde obezite giderek yaygınlaşmaktadır. Obezite bireyleri ilgilendiren kozmetik bir sorun olmaktan çıkmış olup, beraberinde getirdiği insülin direnci sendromu, diabetes mellitus (DM), hipertansiyon, koroner kalp hastalığı, hiperlipidemi, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı, bazı kanser türleri, obstrüktif uyku apne sendromu ve osteoartrit gibi hastalıklarla bir toplum sorunu haline gelmiştir . Obeziteyi belirlemek için Dünya Sağlık Örgütü'nün obezite sınıflandırması kullanılmakta ve genellikle Beden Kitle İndeksi (BKİ) esas alınmaktadır. BKİ, bireyin vücut ağırlığının (kg), boy uzunluğunun (m) karesine (BKİ=kg/m2) bölünmesiyle elde edilen bir değerdir. BKİ boy uzunluğuna göre vücut ağırlığını değerlendiren bir gösterge olup, vücutta yağ dağılımı hakkında bilgi vermemektedir.

Dünya’da ve Türkiye’de Obezite Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre dünyada 400 milyonun üzerinde obez ve yaklaşık 1.6 milyar fazla kilolu birey bulunmaktadır. 2015 yılında bu rakamın sırasıyla 700 milyon ve 2.3 milyara ulaşacağı düşünülmektedir. ‘Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans Çalışması-II (TURDEP-II Çalışması)’nın Ocak 2010-Haziran 2010 tarihleri arasında 15 ilde 540 merkezde yapılan saha araştırmasında 1998 yılından 2010 yılına kadar obezitenin %44 arttığı görülmüştür.

Türkiye’de Obezite ile Mücadele Türkiye’de obezitenin önlenmesi için pek çok çalışma yapılmaktadır. Bu konuda sağlık bakanlığı, obezite ile mücadele derneği, il sağlık müdürlükleri, aile hekimlikleri ve hastaneler halkı bilinçlendirmek amacıyla reklamlar yayınlatmakta, broşürler dağıtmakta, seminerler ve halk yürüyüşleri düzenlemektedir. Ayrıca sağlık bakanlığı obezite ile mücadeleye dikkat çekmek amacıyla her ile özel bir slogan belirlemiştir. Örneğin Malatya’da “hadi yürüyek”, Muğla’da “haraket ediverin gari”, Trabzon’da “hayde gidelum hayde” ve Artvin’de “hayde koşalum hayde” gibi.

Artvin’de Obezite ile İlgili Mücadele

Bakanlığımızca yapılan “Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması-2010” ön çalışma raporuna göre Türkiye’de

obezite sıklığı Erkeklerde %20,5 Kadınlarda ise % 41,0 Toplamda % 30,3 olarak bulunmuştur. Toplamda fazla kilolu olanlar %34,6, fazla kilolu ve şişman olanlar %64,9, çok şişman olanların oranı %2,9 olarak bulunmuştur.

Tüm Türkiye’de olduğu gibi Artvin’de de obeziteye rastlanmaktadır. Merkez aile hekimliklerinden alınan verilere göre 19-64 yaş arası 4000 kişi üzerinde yapılan incelemelerde 683 kişinin vücut kitle indeksinin 25 in üzerinde olduğu tespit edilmiştir. Bu 683 kişi içinden 7 kişinin morbid obez olduğu görülmüştür. Artvin’de obeziteyi engelleme amacıyla Artvin Halk Sağlığı Müdürlüğü tarafından 2012 yılında 3805 ilköğretim öğrencisine sağlıklı beslenme eğitimi, 3645 yetişkine sağlıklı beslenme ve hareketli hayat eğitimi verilmiştir. 2 okula da beslenme dostu okul sertifikası verilmiştir. İl Sağlık Müdürlüğü obezite ile ilgili farkındalığı artırmak için halk yürüyüşleri düzenlemektedir. Artvin Çoruh Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik Bölümü öğrencileri tarafından şehirde obezite bilgilendirme stantları açılmaktadır. Ayrıca belediye bazı mahallelere kondisyon aletleri yerleştirmiş ve şehir merkezinde herkesin faydalanabileceği ücretsiz bir spor kompleksi açmıştır. Günümüzde obezite sağlık sorunlarına neden olduğu gibi sosyal sorunlara da neden olmaktadır. Bu yüzden obezitenin engellenmesi için birçok ilde pek çok çalışma yürütülmektedir.

194

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

İstanbul

33.0

Batı Marmara

30.7

Doğu Marmara

30.6

Ege

28.0

Akdeniz

30.1

Batı Anadolu

33.0

Orta Anadolu

32.9

Batı Karadeniz

31.3

Doğu Karadeniz

33.1

K.Doğu Anadolu

23.5

O.Doğu Anadolu

20.5

G.Doğu Anadolu

22.9


İran Suriye İlişkilerinin Perde Arkası ve Türkiye’ye Yansıması, Elif TEKGÜMÜŞ, Çankırı Karatekin Üniversitesi

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

195


Obezite ve Çocuk, Ergün TİKEN, Mustafa KILAVUZ, Çoruh Üniversitesi

OBEZİTE VE ÇOÇUK Mustafa KILAVUZ, Ergün TİKEN Artvin Çoruh Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü .

Obezite Nedir ? Obezite yeme davranışı, fiziksel aktivite, çevresel koşullar ve genetik özelliklerin ortak etkileşimi sonucu gelişen çok faktörlü karmaşık bir hastalıktır Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde prevalansı artan obezite, erişkinleri olduğu kadar, giderek çocukları da etkileyen kronik bir hastalıktır. Günümüzde obezitenin görülme sıklığı her yaş grubunda artmaktadır. Çocukluk çağı obezitesi ise, özellikle gelişmiş ülkelerde olmakla beraber bütün dünyada artan bir prevalansa sahiptir . Obezite eğilimi özellikle çocuklar ve adölesanlarda alarm verici düzeydedir. Çocukluk çağı obezitesinde ki yıllık artış giderek büyümektedir. Amerika’da çocuklarda obezite prevalansı kızlarda %13.7 iken erkeklerde %11.7’dir . Obezite Türkiye’de de özellikle şehir çocuklarında önemli bir sağlık sorunu konumundadır. 1992 yılında yapılmış bir çalışmada, İstanbul’da 6-10 yaş arası kız çocuklarının %15.2’sinin ve erkek çocukların %13.2’sinin fazla ağırlıklı olduğu saptanmıştır. Türkiye’deki obezite oranı yaklaşık olarak %6-7 kadardır

Çocuklarda Obezite Oluşumunu Etkileyen Faktörler

Obezitenin Komplikasyonları

Obezitenin gelişmiş ülkelerde düşük sosyoekonomik düzeylerde, gelişmekte olan ülkelerde ise yüksek sosyoekonomik düzeye sahip kesimlerde daha sık olduğu gösterilmiştir. Beslenme biçimi ve beslenme alışkanlığı olarak yüksek kalorili yiyeceklerle beslenen çocuklarda obezite daha kolay gelişmektedir. Çocukluk obezitesinde çevresel etmenler içinde ailenin beslenme biçimi ve aktivasyon azlığı bulunmaktadır. Uzun süre televizyon izleyen ve televizyon izlerken yüksek kalorili yiyeceklerin tüketilmesi obeziteyi daha da artırmaktadır. Obezite sıklığı 4 saatten daha fazla televizyon izleyen çocuklarda 1 ya da 1 saatten daha az televizyon izleyen çocuklara göre daha yüksek olarak saptanmıştır. Obezite ve psikolojik etmenler arasında bir ilişki olduğu kabul edilmektedir. Anne-baba ve çocuk arasındaki olumsuz ilişkiler çocuğun ruhsal yapısını etkileyip aşırı yemeye neden olabilmektedir. Obezitenin oluşmasında genetik faktörler etkilidir. Genetik faktörlere örnek olarak adiposit kaynaklı bir hormon olan leptin; beslenme ve enerji metabolizmasında önemlidir. Leptin eksikliği durumlarında iştah artarak obezite oluşabilmektedir. Genetik bozukluk nedeniyle leptin ve beyin fonksiyonları arasındaki bağlantı zayıf olmaktadır. Buna bağlı olarak yeme bozuklukları görülmekte ve besinlerin sindirilmesi için gerekli enerji sağlanamamaktadır. Obezitenin oluşmasında en önemli kilit nokta yağ hücrelerinin sayısıdır. Normalde 25 milyar olan yağ hücrelerinin sayısı çocukluk ve gençlik döneminde alınan fazla kiloya bağlı olarak bir defa arttığı taktirde tekrar azalması mümkün değildir. Kilo almaya bağlı olarak yağ hücreleri büyüyecektir kalori tüketimi daha da artınca oluşan yağlar hücrelere sığamadıkları için bölünerek sayıları artacaktır. Kilo verme durumunda yağ hücre sayılarında azalma olmayacak sadece yağ hücreleri hacminde küçülme meydana gelecektir. Obezitenin oluşmasının asıl önemli nedeni; endüstriyel gelişme ile birlikte, fiziksel güce dayalı yaşam tarzından inaktiviteye dayalı yaşam tarzına geçiş ve yoğun kalori içeren besinlerin tüketilmesi olarak görünmektedir .

Çocuklarda Obeziteyi Saptama Yöntemleri Obezitenin vücut yağ içeriğinin ölçümü ile değerlendirilmesi her yaşta, özellikle de bebeklikte oldukça güçtür. Değerlendirme basit, kolay ve uygulanabilir ölçümlerle yapılmalıdır. Çocukluk çağı şişmanlığın saptanmasında; Deri kıvrım kalınlığı Kol yağ alanının hesaplanması İdeal ağırlık Ağırlık ve boy uzunluğuna dayalı ölçümler Beden Kitle İndeksi Z Skoru Yağsız vücut kitlesinin hesaplanması Üst orta kol çevresi, üst orta kol kas çevresi Üst orta kol kas alanı yöntemleri gibi yöntemler kullanılmaktadır.

Obeziteyi Önleme ve Tedavi Obezitenin kronik hastalıklarla olan ilişkisi ve yetişkinlikte görülen şişmanlığın temellerinin çocukluk çağlarında atıldığı bilinmektedir. Obezitenin tedavisi oldukça zordur ve başarılı bir tedavi için obezitenin nedenlerinin doğru olarak saptanması gereklidir. Tedavinin temel yapı taşı, diyet tedavisidir. Ancak tek başına yeterli olmadığından, arttırılmış fiziksel aktivite ile yanlış beslenme alışkanlıklarının düzeltilmesine yönelik davranış tedavisiyle desteklenmelidir. Çocuklarda uygulanması tercih edilmemekle birlikte zorunlu durumlarda ilaç tedavisi ve cerrahi tedavi de ağır şişmanların tedavisinde başvurulabilen yöntemler arasındadır. Günümüzde obezite, çocuklar için önemli bir sorundur. Ayrıca çocukluk döneminde obezitenin görülme sıklığı giderek artmaktadır. Erken yaşta obez olan çocukların büyük bir bölümü erişkinlik döneminde de obez olmakta ve bu durum birçok sağlık problemini de beraberinde getirmektedir.

196

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

EĞİTİM

BESLENME

DAVRANIŞ DEGİŞİKLİĞİ

FİZİK AKTİVİTE


Kadına Şiddet , Nesrin DEMİR, Niğde Üniversitesi

HİTİT ÜNİVERSİTESİ 1. ULUSAL AKTİF ÖĞRENCİ KONSEYİ KADINA ŞİDDET GİRİŞ Kadına şiddet günümüzde git gide artan bir sorun olmaktadır. Şiddet görerek hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de her beş kadından 2’si fiziksel şiddet görmektedir (KSGM, 2009). Şiddet gören kadınlar bunu kabul etmek istemezler ve bunu kimseye anlatamazlar. Ülkemizde kadına şiddet haberlerini artık her gün haberlerde ya da gazete köşelerinde görebiliyoruz ya şikayette bulunuyorlar savcılığa ya da o kadar vakti bile olmayıp ne yazık ki ölüm haberlerini görüyoruz. Kadınlarımız yuvam yıkılmasın diye her türlü şiddete göz yumuyorlar. Yaşadığı şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı %48,5 (KSGM, 2009). Bunun sonucunda her gün ölüm haberlerini rastlıyoruz kısacası kendi kaderlerine mahkum oluyorlar.

SONUÇ

Insert your own text here. You can change your

GEREÇ VE YÖNTEM Diğer dünya devletlerinde olduğundan çok daha baskın bir biçimde ülkemizde de toplumda baskın görüş aile reisinin erkek olduğu yönündedir. 2011 Türkiye Değerler Araştırması sonuçlarında bu görüşün kabul edilme oranı % 48’dir (2011 Türkiye Değerler Araştırması,17.08.2011). Bu ataerkil yapı kadına şiddetin özellikle aile içindeki uygulamasının başlıca sebeplerindendir. Nitekim aile içinde otoritesini sağlamak isteyen erkek kadının belirli “sınırı” aşması durumunda, daha önce kendi ailesinde de görmüş olduğu kadına şiddet eylemini göstermek eğiliminde olacaktır. Olaya diğer taraftan bakmak istersek; yine bu tür şiddet eylemlerinde kendi ailesinde tanık olmuş olan kadın çoğu kez bu şiddeti sineye çekecek belki de kendi hatası olduğunu düşünerek kabullenecektir. Yapılan anketlerde şiddet gören bireylerin kendi ailelerinde de şiddet uygulanıldığını gösteriyor.

Gerek Dünyada gerekse Türkiye de kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar her geçen gün artmaktadır. • Şiddet Toplumsal bir sorundur. Bu sorun kadının ve toplumun gelişmesinin önünde ciddi bir engeldir. • Her gelir ve eğitim düzeyinden, her yaşta, bekar, evli, boşanmış, kadınlar şiddet görmektedir. Eğer sizin de yakınınızda şiddete maruz kalanlar varsa Alo 183 Sosyal Hizmet İhbar Hattını arayarak Şiddete maruz kalan ya risk altında olan ve desteğe gereksinimi olan kadına, 7 gün 24 saat psikolojik, hukuki ve ekonomik alanda danışmanlık hizmeti sunar. Merkezi Ankara olan hatta gelen ihbarlar meslek elemanları tarafından değerlendirilir ve müdahale edilecek olan vaka ihbarı her ilde görevli olan İcapçı ya bildirilir. Mesai saati sonrası, hafta sonu ve resmi tatil günlerinde de Mağdur kadınlara Alo 183 ihbar hattı aracılığı ile hizmet verilmektedir.

ÇIKARIM Kadınlar bir mal veya eşya değildirler. Onlar bizim emanetlerimiz geleceğimizdir. Sizlerin anlayamadığınız fakat İslâm'a göre kadın erkeğinin eşi, yardımcısı ve danışmanı olarak kabul edilmiştir. Ona, aile içerisinde söz hakkı tanınmış ve birtakım görevlerle yükümlü kılınmıştır. Hz. Muhammed (S.A.S.): "Kadın da kocasının evinde bir çobandır ve yönetimi altında olanlardan sorumludur") buyurmuş, onun aile içinde söz sahibi olduğunu cihana ilan etmiştir. İslâm'da kadına saygı bir anlamda Peygamberin buyruklarına saygıdır. Çünkü kadın varlığımızın devamlılığının kaynağıdır (sevdede/Hurafeler/kadin_huraf.ht 2013).

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

197


198

|

18. yüzyıl sonlarıyla, 19. yüzyılın Sanayi Devrimiyle birlikte sistemleşen, kişilerin özgürlüğünü, toplumsal eşitliği ve devletin ekonomik hayata müdahalesini kabul etmeyen felsefe, ekonomi ve siyasal düşünce akımıdır. Devletin ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ formülü ile iktisadi yaşama karışmaması istenirken, her türlü değer yargılarının insanlar arası ilişkilerde de serbest biçimde geçerli olabileceği bir dünyayı savunmaktadır. Fakat devletin iktisadi yaşamda arka planda kalması, kişi hak ve özgürlüklerinin savunulması, özel mülkiyet ve girişimin desteklenmesi değişen koşullara uygun olarak evrim geçirmiştir. 1929 bunalımı sonrasında ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ düşüncesinin yerini, devlet müdahalesinin etkili olduğu ve bu şekilde arz ve talebin devlet tarafından yönlendirildiği bir düşünce ve sistem haline gelmiştir. Liberalizmin batı ülkelerinde gelişme göstermesi, Aydınlanma dönemini izleyen yıllarda ve burjuvazinin siyasal ve ekonomik iktidar alanlarını ele geçirmeye başlamasına rastlamaktadır. Bu nedenle 19. yüzyılda liberalizm, bir burjuva ideolojisi olarak gelişmiştir. Özellikle İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya´da gelişme gösterirken, bu yüzyılın sonlarına doğru, Çarlık Rusya’sında da etkili olmuştur. İngiltere, İtalya ve Almanya´da, devlet müdahalesini en aza indirmek ve daha serbest bir sosyal ve ekonomik düzen oluşturma amacında olan liberal partiler kurulmuştur. Bu liberal partiler, devletin sosyal ve ekonomik hayata müdahalesini öngören akımlarla mücadele ederek, aşırı tutucu ve totaliter rejimlerle de karşı karşıya gelmişlerdir. Sanayi devrimi döneminde Avrupa´da uygulanan liberal sistem, güçlü olanların ayakta kalmasına, zayıfların ezilmesine yol açmıştır. Bu dönemde beliren işçi sınıfı çok kötü şartlar altında çalışma ve yaşama durumunda kalmış, dolayısıyla 19. Yüzyılın ikinci yarısında egemen olan Sosyalist ideolojiler ortaya çıkmıştır.

LİBERALİZM

Karl Marx’a göre; yönetici sınıfın fikirlerine yani sınıflı sistemi desteklemeye ve sömürüyü devam ettirmeye katkıda bulunan fikirlere karşılık gelmektedir.

Louis Althusser ‘a göre; imajlar, mitler, fikirler veya kavramları içinde barındıran bir sistemdir.

Adam Schaff’a göre; fonksiyonel tanımı için kabul edilmiş değerler sistemi üzerine dayandırıldığında, bireyin veya sosyal grubun toplumda arzulanan gelişme hedefleri karşısında tutum ve davranışlarını tayin eden fikirler sistemidir.

Raymond Aron’a göre ideoloji; sosyal alemde gerçekleştirilecek reformları esinlendiren ve değerler düzeninin yorumunu yapan bir sistemdir.

En genel tanımı ile siyasal sözcüğü politikayla ilgili olan her şeyi kapsamaktadır. İdeoloji kavramıysa Fransız Devriminden sonra ilk kez Destut de Tracy tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Zamansal anlamda farklılaşma içine giren bu sözcük, günümüzde bilimsellik temeli ile bu temelden yoksun anlayış çerçevesi içinde yaygın biçimde kullanılan bir moda terim görünümü kazanmıştır.

SOSYALİZM

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

Tarihsel çerçeve içerisinde ele almış olduğumuz bu ideolojiler, evrensel anlamda benimsenmiş olan ve tarihin yönünü değiştiren en önemli ideolojiler olmuşlardır.Her ne kadar birbirleri karşısında durmuş ve farklı düşünceleri savunuyor olsalar da, aslında hiçbir biçimde birbirlerinden büsbütün yalıtılmış ve değişmez düşünce sistemleri değillerdir.Diğer ideolojilerle etkileşimde bulundukları, hem de değişen tarihsel şartlar neticesinde değişime uğradıkları için daima siyasi ve fikri olarak yeniliğe açıktırlar.

SONUÇ

1789 Fransız ihtilali ile somutlaşan ulusçuluk, milliyetçilik ve diğer adıyla da Nasyonalizm, 19.yüzyıl ile 20. yüzyılı etkisi altına almıştır. 1648 Westphalia’dan bu yana ulus devletlerin ortaya çıkmasında ve şekillenmesinde temel rol oynamıştır ve Napolyon Savaşlarıyla birlikte de tüm kıta Avrupa’sını tehdit etmeye başlamıştır. Nasyonalizm genel çerçevede; bir ülkedeki insanlar arasında milliyet esasına dayanan, birlik ve dayanışma bilinci, sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi bağımsızlığa sahip olma ideali üzerine inşa edilmiştir. Tarihin akışı içerisinde Nasyonalizm, 18. yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında daha çok liberal ve uluslararası bir nitelik taşırken, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da milliyetçilik hareketleri uluslararası niteliğini kaybederek daha tutucu bir hal almıştır. Bu noktada Nasyonalizmi Ulusal Milliyetçilik ve Irkçılık olarak iki biçimde ele alabiliriz.Ulusal Milliyetçilik: 19.yüzyıl ulusçuluğun temelinde halk egemenliği kavramları yatmaktadır. Egemenliğin halka veya millete ait olması, monarşi karşıtı hareketleri ve ayaklanmaları beraberinde getirmiştir ki bunda en etkili olan Napolyon Savaşları olmuştur. Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan ulusal milliyetçilik akımının etkisiyle birçok millet bağımsızlıklarını elde etmek için faaliyete geçmişlerdir. Bunun yanında 1815 sonrasında Avrupa’daki milliyetçilik meselesinin en önemli sorunu haline gelen Alman ve İtalyan Birlikleri olmuştur. Fakat 20. yüzyılın başlarında Alman milliyetçiliği Germen ırkının hastalığına yakalanarak ırkçı milliyetçiliği ortaya çıkarmıştır. Irkçılık: Bir ırkı diğerinden ayırıp, ona üstünlük atfederek, anlayış ve eylemlere meşruluk kazandırma ve bu üstünlükle diğerleri üzerinde hegemonya kurmayı amaç edinen ve bu uğurda mücadele edilmesini öngören bir ideolojidir. Irkçı milliyetçi akımın en temel örnekleri 1. Dünya savaşı ile 2. Dünya savaşı sonuna kadar olan süreçte İtalya’da Faşizm Almanya’da ise Nasyonal Sosyalizm adı altında kendisini göstermiştir.

NASYONALİZM

Marx’ın bilimsel sosyalizmi ortaya atmasından sonra etkisini yitiren ütopik sosyalizmi bir tarafa bırakmak gerekirse, 19. Yüzyılın ikinci yarısından beri egemen olan sol ideoloji Marksist ideoloji olmuştur. Marksist ideoloji genel çerçevede kapitalist topluma yönelik eleştirilerde bulunur. Bu noktada sömürüye dayanan ve sınıflara ayrılmış bir toplum düzenine alternatif olarak sınıfsız bir toplum modeli önerisinde bulunarak liberal ve ferdiyetçi sistemlere karşı tepki koyar. Marksist ideolojiyi siyasal uygulama düzeyine geçirme olanağını Lenin bulmuştur. Lenin’e göre işçi sınıfı bilinci kendiliğinden doğamaz. İktidarı ele geçirdikten sonra burjuva sınıfının yok edilmesi yolunda girişilen çalışmaları işçi diktasının kurulmasıyla olanaklı görmüştür. Bu amaçla da Sosyalist devlet, sosyalist ekonomiyi kurma devresinde güçlenecek ama geçici olduğu öngörülen bu dönemden sonra erişilecek komünizm aşamasında sınıfsız bir toplum yaratılabilecektir. Bu aşamada, insanın insan üzerindeki egemenliğinin aygıtı olan devlet kendiliğinden yıkılacak ve gerçek demokrasiye böylelikle ulaşılabilecektir.Devrimci Marksizm’e, Leninizm ‘den farklı yorumlar getiren ideolojilerden birisi, devrimlerin tek bir ülkede sağlamlaştırılması ve bunun için gereken bürokratik aygıta karşı çıkan ve 1960’larda batı ülkelerinde yeni taraftarlar kazanan Troçki’nin < sürekli devrim > ideolojisidir. Marksizm’i, sanayi öncesi tarım toplumlarının koşullarına göre yorumlayarak, fakir köylülerin devrimi gerçekleştirmede sahip oldukları özel nitelik üzerinde duran farklı bir yorum olarak karşımıza çıkmaktadır. 19. Yüzyıl sonlarında sanayileşmiş ülkelerde güçlenen işçi sınıfı iktidara uzanabilmek için, devrimci hareketi terk ederek, demokratik yollardan iktidara gelme mücadelesine girmiştir. Böylelikle Marksizm’i revizyona tabii tutarak, sosyalizmle, liberalizmin değerlerini birleştiren Sosyal Demokrasi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Siyasal İdeolojilere Tarihsel Perspektifte Genel Bir Bakış, Çağla GÜVEN, Trakya Üniversitesi


Muhafazakarlık Anlayışının Merkezi ve Yerinden Yönetimler Üzerine Etkisi, Özge GÜVEN, Aksaray Üniversitesi

Muhafazakârlık Anlayışının Merkezi ve Yerinden Yönetimler Üzerine Etkisi Muhafazakârlık: Radikal değişime karşı mevcut değerleri koruma, eskiye bağlı kalmaktır.

MUHAFAZAKARLIĞIN TÜRKİYE TARİHÇESİ Türk muhafazakarlığının gelişimi, Türk modernleşme tarihinde ortaya çıkar. Türk modernleşme tarihinde modern olanın algılanışı, modern ve modern olmayan ikilemlerinin yaratılması, muhafazakar düşüncenin niteliğini de belirlemiştir. Türk muhafazakar siyasî düşüncenin yönlerini bulabilmek için, Türk modernleşmesi

Merkezden yönetim: kamu hizmetlerinde birlik ve bütünlüğü sağlamak amacıyla söz konusu hizmetlere ilişkin karar ve faaliyetlerin, merkezi hükümet ve onun hiyerarşik yapısı içinde yer alan örgütlerce yürütülmesi demektir.

çerçevesinde üretilen değerlerin de tanımlanması gerekir. Hem Türk modernleşmesi, hem de Türk muhafazakarlığının referansları dikkate alındığında ise, Batı sosyo-politik tarihi sürecinde muhafazakar siyasî düşüncenin gelişimi dikkate alınmalıdır. Türk muhafazakarlığı, dünyadaki durumunu tespit etme konusunda yeterli bir tarih ve sosyo-politik anlayışa sahip olamadığından sorunlarını

Yerinden Yönetim:Kamu hizmetlerinin merkez dışında örgütlenmiş kamu tüzelkişileri aracılığıyla yürütülmesine yerinden yönetim denilmektedir. çözmekte zorlanmaktadır. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren Batı da yaşanan yeni muhafazakar düşüncenin gelişimi çerçevesinde Türkiye’de de muhtelif eğilimleri birleştirmeye yönelik siyasî arayışlar olmuşsa da gerçekte, Batıdaki gelişmelere paralel olarak Türk toplumuna özgü bir muhafazakar düşünce stili gelişememiştir.

Muhafazakarlık anlayışında aileden, yerel yönetime, yerel yönetimden merkezi yönetime

İlk olarak ailede anne temelli başlayan muhafazakar eğilimler, yerel yönetimlerde kendini politika ve ideoloji olarak gösterir.Türkiye’de kentler, 1980 sonrası neo-liberal politikalar ve kapitalizmin ekonomik, sosyal ve politik anlamda etkilerinin hissedildiği, Özal ile başlayan ve sonrasında 1994 yılı yerel seçimlerinde muhafazakar ve İslami görüsü benimsediğini ifade eden bir söylemin öncülüğünde farklı bir mekansal gelişme süreci ile karşı karsıya kalmıştır. Kendisini gelenekçi ve muhafazakar olarak tanımlayan merkezi ve yerel yöneticilerin bu dünya görüsünü mekana yansıtmada küreselleşmenin ve kapitalizmin bütün kurallarını içselleştirdiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte muhafazakar söylemin kentlerde ortaya çıkma, belirginleşme çabaları Türkiye’de ilginç bir surecin de başlangıcı olmuştur. Türkiye kentleri bu bağlamda ele alındığında, tarihin ve kültürün korunmasına yönelik yeterli farkında lığın ve toplumsal reaksiyonun oluşamadığı da izlenmektedir. Üstelik buna eslik eden planlama da donuşumu ideal bir durum haline getirerek önemli kayıpların yaşanmasına aracılık etmektedir. Kentlerin sekilenmesini sağlayan kültürel öğelerin mekansal anlamda daha belirgin hale gelmesi, korunması temel bir şehircilik prensibi olmakla birlikte, Türkiye kentlerinde uygulamalar tarih ve geleneğin

tamamen yapay ve parçacı, hatta tiyatro dekorunu andıran yapılaşmalar olarak varlık göstermeye çalışması ile sonuçlanmaktadır. Bu durum, yeni ile eski, tarihi ile modern, Doğu ile Batı, din ve sekularizm arasında bir çelişki olarak mekana aktarılmaktadır. Basta Ankara Büyükşehir Belediyesi olmak üzere kendisini muhafazakar olarak tanımlayan pek çok belediyenin, çağdaş şehirler yaratmak iddiası ile önerdikleri yüksek gökdelenleri, yapılaşma beklentileri ile kurumsal temsil arasındaki çelişkinin acık göstergeleri olarak değerlendirmek mümkündür . Bütün bunlarla birlikte gerekli kültürel kodlardan yoksun muhafazakar belediye anlayışında mekanın semboller etrafında sekilendirilmeye çalışılması ise dikkat çekicidir. Nitekim, Ankara’da Büyükşehir Belediyesi Hitit Güneşi logosunu değiştirerek yerine Ay-yıldız, cami ve Ata kule’yi birleştiren yeni bir sembol kullanmaya başlanmıştır. Yine estetik anlayış ve peyzaj düzenlemelerinde de birtakım farklılaşmalar yaratmıştır. Orta refüjleri zincirlemek, Osmanlı-Selçuklu tarzı sebiller yapmak, İslami anlayışta put olarak görülen heykeller yerine parkları ve kavşakları seramik vazo, çaydanlık, kedi, kopek, Pamukkale, Kapadokya mağaraları taklitleri gibi figürlerle süslemek, bayrak direği gibi anıtlar dikmek, İslam kentlerine özgü sayılan fıskiye ve su havuzlarını bulduğu her yere yerleştirmek bunlardan bazılarıdır. Muhafazakar anlayışa diğer örnekler ise,

12 Eylül rejimine göre serbestlik algılanan lakin yaptırımı olan günümüzde alelade uygulanan politikalardır.Bunlardan ilki kadrolaşmadır. Tıpkı Osmanlı yönetim sistemindeki, liyakat usulünü şu an da iktidar anlayışında görmekteyiz. Kendi yetiştiği personeli, devletin kademelerine getirerek, Osmanlı mantığını yaşatmak istemektedir. İkinci önemli nokta ise, içki ve içkili mekan tartışmalarıdır. Doğu Anadolu’ya doğru gidildikçe aslında bu tarz mekanların şehirlerin dışına kaldığını görürüz. Bu durum geleneklerine bağlı bir toplumu yansıtırken, İstanbul gibi karma nüfuslu bir şehir de de böyle bir planlamanın olması, muhafazakarlık etkisinden başka bir olguyu akla getirmemektedir. Ve son örnekte, günümüzde İslam aleminin mübarek günü olarak kabul edilen Cuma gününü göre mesai saatlerinin değişimi,eskiden Cuma günü tüm işlerin bırakılarak ibadet etmeye gitmelerini andırmaktadır. Kent planları ve yapılan uygulamalardan bu kadar bahsetmişken, iktidar partisinin muhafazakar olup olmadığı söylemek bu süreçte biraz sallantıda kalan nokta olmaktadır. Çünkü yapılanların bazıları muhafazakarlıkken, kamu mallarını özelleştirme yoluna gitmesi de tamamen neo-muhafazakar anlayışı barındırmaktadır. Parçadan bütüne , bütünden parçaya kendini gösteren muhafazakar eğilimler sonuç olarak Türk milletinde eskiye bağlı kalma tutkusu bugün günlük yaşamımızı etkileyerek, teknolojik vb imkanlarla sağlanabilecek olan gelişim seviyemizi ve hızımızı olumsuz etkilemektedir.

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

199


Akademik Kurul ve Oturum Başkanlarımız; Prof. Dr. Reha Metin ALKAN Prof. Dr. Recai ÇINAR Prof. Dr. Ferit USLU Doç. Dr. Cemil HAKYEMEZ Doç. Dr. Ahmet ÖZALP Doç. Dr. İpek ÖZKAL SAYAN Doç. Dr. Hasan Yücel BAŞDEMİR Yrd. Doç. Dr. Metin UÇAR


EKİBİMİZ


202

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


DENETİM KURULUMUZ Denetim Kurulu Başkanı Serdar AYDIN

Kurul Üyesi Koray KOCABAŞ

Kurul Üyesi Nurhayat YILDIRIM

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

203


204

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013


Kongreden Kareler

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013

|

205


Kongreden Kareler

Yazı alanı

206

|

Hitit Üniversitesi 1. Ulusal Aktif Öğrenci Kongresi - Nisan 2013



www.3ndizayn.com

Üçtutlar Mahallesi Çevre Yolu Bulvarı No:10 Çorum / TÜRKİYE Tel : (0364) 219 19 19 Faks : 0 364 219 19 38 / 219 19 44


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.