Devrimci Hareket Sayı 53

Page 1

1

B Gündem

Irak Kürdistanı’nda Referandum Oyunu Barzani’nin, bilinen tüm kuralların üzerinden atlayarak almış olduğu referandum kararı, bir süredir değerlendirme/tartışma konuları içerisinde öne çıkmış durumda. Daha önce de çeşitli bağlamlarda söylediğimiz gibi artık hemen hiçbir gelişme, küresel boyuttaki paylaşımdan bağımsız düşünülemez.

arzani’nin, bilinen tüm kuralların üzerinden atlayarak almış olduğu referandum kararı, bir süredir değerlendirme/tartışma konuları içerisinde öne çıkmış durumda. Daha önce de çeşitli bağlamlarda söylediğimiz gibi artık hemen hiçbir gelişme, küresel boyuttaki paylaşımdan bağımsız düşünülemez. Referandum, bir yanıyla başkanlığı fiili olarak sürdüren ve parlamentoyu işlevsiz kılan Barzani’nin doğrudan kendi ihtiyacıdır. Kasım’daki seçimler öncesinde böyle bir atraksiyonla, meşru olmayan konumunu meşrulaştırma ve bölgesel konjonktürün avantajlarını kullanarak tarihsel rolünü oynama adımıdır. Ancak buna rağmen referandumun aynı zamanda emperyalizmin (ABD ve AB’nin) bölgesel politikaları dışında tamamen öznel nedenlerle atıldığını düşünmek, olgunun asıl/belirleyici yönünü ıskalamak olur. ABD, “Zamanlama uygun değil, riskler ortaya çıkabilir” biçiminde açıklamalarda bulunsa da gerçekte referandumu isteyen asıl güç olduğu gerçekliği gizlenemiyor. Bu konudaki belirleyici neden, Ortadoğu’daki bazı dengelerin ABD’nin/AB’nin öngördüğünden çok daha erken değişmesidir. Sürecin ilk etabında büyütülüp beslenerek sahaya sürülen IŞİD’in, uzunca bir süre bölgedeki dengeleri kendi ekseninde geliştirip emperyalizme zaman kazandıracağı düşünülüyordu. Ancak Rusya’nın bölgeye müdahalesi, Esad’ı tasfiye etmenin mümkün olmadığının görülmesi ve giderek Ortadoğu’da yeni dengeler oluşturma konusunda hesapların tutmaması, emperyalizm açısından alelacele bazı radikal adımların atılması ihtiyacını öne çıkardı.


2

Barzani’nin hamlesini, küresel boyutta ve bölgede taşların yerinden oynadığı bir konjonktürde, yer yer Erdoğan’ın yaptığı gibi rol çalma, öne çıkma adımlarına da benzetebiliriz ABD için gelinen aşamada “Şii Hilali” ile bilinen güçlerin bırakalım parçalanmasını daha da bütünleşmesi, kabul edilebilir bir durum değildir. Benzer şekilde, Deyr ez Zor’daki Rusya-Suriye atağına rağmen, Irak’ın Kuzey batısı ile Suriye’nin doğusunda bir Sünni devlet oluşturma amacından vazgeçilmiş değildir. Ancak sıkışan hesaplar onu yeni atraksiyonlara zorlamıştır. Dikkat edilirse Barzani/KDP de referandum sonrasında hemen bağımsızlığa geçmeyi düşünmediklerini söylüyor. Yani bu, bir yanıyla sembolik bir adımdır; diğer yanıyla alelacele yapılmasının nedeni, dikkatlerin başka noktaya çekilmesi ve hatta İran gibi güçlerin başka sorunlarla meşgul edilmesidir. Barzani Yönetimi İflasın İçindedir Goran Hareketi’nden Dr. Saed Kakei, “Vatandaş aç. Memurlar, Peşmerge, öğretmen maaşını zamanında

alamıyor. Parası da ya yarım ya çeyrek miktarda eline geçiyor. Ekonomi çok kötü. Gençler göç etmek zorunda kalıyor” biçiminde özetliyor iktisadi tabloyu. Bu konuda daha çok şey söylenebilir. Ancak sorun yalnızca ekonomi de değil; siyasal olarak ve demokratik işleyiş bağlamında da bir iflastan söz etmek mümkün. İşte bu koşullarda Barzani/KDP, görüntüyü kurtarabilmek için simgesel anlamlar yüklediği referandum adımını atıyor ve böylece kamuoyuna kendini kabul ettirmeyi, bugüne kadar ki başarısızlığını bununla örtmeyi amaçlıyor. Barzani’nin hamlesini, küresel boyutta ve bölgede taşların yerinden oynadığı bir konjonktürde, yer yer Erdoğan’ın yaptığı gibi rol çalma, öne çıkma adımlarına da benzetebiliriz. Bu, özellikle Barzani açısından bir yanıyla da Kürtleri şeklî de olsa bir devlete kavuşturup tarihsel rolünü oynamaya da hizmet ediyor. Türkiye, Başından Beri Sürecin İçindedir Türkiye, bugüne dek Barzani ile doğrudan ve çok yakın ilişkiler kurdu. Bunda, PKK’nin KDP tarafından dengelenmesi beklentisi de iktisadi hesaplar da vardı. Bölgeyi aynı zamanda bir arka bahçe, bir pazar olarak gördü. Hatta Özal’dan bugüne Kürtlerin ha-


3

miliğine soyunma işi adım adım büyütüldü. AKP’nin özellikle son dönemlerinde, Barzani yönetimiyle bir çeşit “Bağımsız devlet”miş gibi ilişki kuruldu. Bölgede körüklenen mezhepçi ayrışmadan da yararlanarak, Irak Merkezi Hükümeti’yle ve İran’la yaşanan gerilimlerde genellikle, Sünni kimliğiyle Barzani desteklendi. Hatta hesaplar yer yer Irak Kürdistanı’nın Türkiye ile federatif vb. yöntemlerle entegrasyonunu dillendirme noktasına vardırıldı. Böylece de Musul ve Kerkük petrolleri üzerinde söz sahibi olunacaktı… Aynı zamanda, Türkiye’nin ve tabii ki ABD’nin Kürt sorununa yaklaşımında KDP bir örnek modeldi. Tüm bölgede KDP’lileştirme dayatıldı; “İslam kardeşliği” eksenindeki çözüm arayışlarında veya Rojava’ya alternatif oluşturma çabalarında hep Barzanicilik/ KDP’leştirme hesapları vardı. Tüm bu hesaplar gösteriyor ki bağımsızlığı adım adım döşeyen basamaklarda Türkiye başından beri vardı. Bugün yapılan askeri yığınaklar ve hamasi açıklamalar bu gerçekliği değiştirmiyor. Dahası, AKP’nin 2019’a dair hesaplarında bu adımların da doğrudan rolü/yeri vardır. Dinciliğin, milliyetçilikle harmanlandığı bir zeminde, baskın rol oynayarak bileşenlerini çoğaltma (MHP, BBP vb.) ve CHP gibi iradeleri etkisizleştirme hamlelerinde öyle görünüyor ki referanduma karşı yükseltilen gürültünün de rolü olacaktır; nitekim CHP bir kez daha tezkere meselesinde AKP-MHP çizgisinin ilerisinde olmadığını göstermiştir.

cektir, ama bölgede yakın ilişki içinde olunan Sünni aşiretlerin süreç içinde cesaretlendirilmesi ve yönlendirilmesi bağlamında TSK’nın varlığı işlevli olacaktır; çeşitli enstrümanlarıyla Türkiye bölgede görünürlüğünü artıracaktır. ABD’nin-İsrail’in Hesapları ve Olası Gelişmeler Referandumun, öncelikle İran ve Türkiye’yi doğrudan etkilemesi bekleniyor. Bilindiği gibi Türkiye,

“Referandum, sonuçta Irak Kürdistanı’ndaki halkların kendi sorunudur, özgür iradeleriyle nasıl yaşayacaklarına karar veriyorlar” diye düşünülebilir. Ancak bu, bölge ve ülke gerçekliğinin üzerinden atlayan, dolayısıyla da gerçekliği bir bütün halinde yansıtmayan bir değerlendirme olur.

genellikle ABD eksenli bir politika sürdürmekle birlikte, bazı konularda ABD’nin uzun vadeli politikalarına kendi güncel çıkarları bağlamında direnç gösterebiliyor. Genel anlamda söylersek, ABD’nin uzun vadeli politikalarıyla Türkiye’nin/AKP’nin uzun dönemli çıkarları arasında büyük farklılıklar yok. Ancak yer yer AKP’nin Oluşturulan yasal zemin ve yapılan askeri hazırlıkkonjonktürel olarak güncel ihtiyaçları doğrultusunda lar/yığınaklar bir yanıyla cephe gerisine, Türkiye halkatmış olduğu kimi radikal adımlar, ABD’nin uzun larına bir gözdağı niteliği taşırken, diğer yanıyla emerimli hedeflerine ters düşebiliyor. Bu ise ABD için kaperyalizmin bölgedeki savaş politikalarına taşeronluk bul edilebilir bir durum değildir. Tam da bu bağlamda için hazır olunduğunu gösteriyor. Belki sanıldığı veya Türkiye’nin Ortadoğu’da gelişecek yeni çatışmaların dillendirildiği gibi Irak’a işgal bağlamında girilmeyeiçine şu veya bu oranda çekilerek kontrol edilebilir hale getirilmesi, ABD açısından dönemsel olarak Bugün yapılan askeri yığınaklar ve hamasi tercih edilebilir. Diğer bir ifadeyaçıklamalar bu gerçekliği değiştirmiyor. Dahası, le, referandum sonrasında KürtAKP’nin 2019’a dair hesaplarında bu adımlalerin bağımsızlık yönünde atacarın da doğrudan rolü/yeri vardır. ğı adımının tetikleyebileceği bir


4

iç savaşın Türkiye’yi de içine çekme, hatta savaşın bir parçası haline getirme ihtimali zayıf değildir. Bu, gerek bölgedeki Sünni ilişkiler bağlamında gerekse KDP’nin Türkiye’ye uzanan ilişkilerinde gerekse de genelde Kürt sorunu bağlamında söz konusu olabilecektir. Benzer bir durum İran için de geçerlidir. İran’ın Irak’ta gelişebilecek bir iç savaşla meşgul edilerek kontrol edilebilir hale getirilmesi, ABD’nin tercihidir. Çünkü, İran kontrol edilmeden Irak’ın da Suriye’nin de kontrol edilemediği görüldü. İran’dan Hizbullah’a kadar uzanan Şii bütünlüğü, farklı çatışmalarla ne denli yıpratılabilirse, ABD ve İsrail Ortadoğu’da daha rahat hareket edebilecek, politikalarını hayata geçirecektir.

Kürtlerin demokratikleşmesi o bölgenin demokratikleşmesi anlamına gelir mi? Halklar mozaiğinin olduğu bir toplumda, bir coğrafyada demokratiklik nedir, nasıl anlaşılmalıdır? Halklardan birinin tek belirleyici olması, her şeyi kendi sorunları doğrultusunda belirlemesi, demokratiklik ölçüsünü tayin etmesi gerçekten demokratik midir?

İsrail’in bu denli istekli olmasının ve referandumu doğrudan desteklemesinin öncelikli nedeni budur. Referandum, Koşullar Üstü Demokratik Bir Enstrüman Değildir “Referandum, sonuçta Irak Kürdistanı’ndaki halkların kendi sorunudur, özgür iradeleriyle nasıl yaşayacaklarına karar veriyorlar” diye düşünülebilir. Ancak bu, bölge ve ülke gerçekliğinin üzerinden atlayan, dolayısıyla da gerçekliği bir bütün halinde yansıtmayan bir değerlendirme olur. Referandum/seçim gibi enstrümanlar, sınıf ilişki ve çelişmelerinden, üretim ilişkilerinden, mevcuttaki yöneten-yönetilen ilişkisinden ve örneğimizde olduğu gibi emperyalizmle girilen ilişkilerden kopuk olarak değerlendirilemez. Bu bağlamda referandum, her koşulda demokratik bir enstrüman değildir. Sandığa gitmiş, oy kullanmış olmak tek başına demokratiklik ölçüsü olamaz. Belki daha kapsamlı ve farklı bir tartışma konusudur ama Irak Kürdistanı’ndaki bu adımın, halkların kendi kaderini tayin hakkı olarak görülmesi de söz konusu hakkın hafife alınması, basit/şeklî bir meseleye indirgenmesi olur. Dolayısıyla da genelde ezilen halkları, özelde Kürt halkını anlatmayan, söz


5  konusu kutuplaşmalar, hesap ve ikilemler dışında alternatif bir söylem ve yol izlemek, bugün olmazsa olmaz önemdedir. Mevcudun Üzerine Demokratik Bir İşleyiş Oturtulabilir mi? Dr. Saed Kakei, Irak Kürdistanı’ndaki durumu şöyle özetliyor: “Hükümetin anayasaya göre çalışması gerekir. Ancak Kürdistan’da şu anda bir anayasa yok. Parlamento 2 yıldır kapalı. Barzani’nin görev süresi 2015 yılında bitti. Bunun seçimle uzatılması gerekiyordu. Fakat demokratik yollarla bu yapılmadı. Fiili olarak resmi bir liderden söz etmek mümkün değil.” Dr. Saed Kakei’nin özetlediği bu tablodan çıkarılması gereken sonuç nedir? Gerçekten bu tablonun üzerine demokratik bir işleyiş oturtmak mümkün mü? Bu konu, son dönemlerde genelde solda, özelde demokratik güçlerin çözüm arayışlarında en yoğun tartışılan, yer verilen konulardan biridir. Bu bağlamda bu yazı kapsamını aştığının bilincindeyiz. Ancak tartışmaya satırbaşı, ölçek vb. oluşturması açısından kısaca kimi anımsatmalarda bulunma ihtiyacı duyuyoruz. Birincisi, bölge homojen değil, farklı halklar ve farklı yapılar/iradeler var. Onların söz, yetki, karar sahibi olma haklarının üzerinden atlanmış oluyor. Diğer bir ifadeyle ve çeşitli sorular eşliğinde söylersek; Kürtlerin demokratikleşmesi o bölgenin demokratikleşmesi anlamına gelir mi? Halklar mozaiğinin olduğu bir toplumda, bir coğrafyada demokratiklik nedir, nasıl anlaşılmalıdır? Halklardan birinin tek belirleyici olması, her şeyi kendi sorunları doğrultusunda belirlemesi, demokratiklik ölçüsünü tayin etmesi gerçekten demokratik midir? Özetle, bölgedeki diğer halkların demokratik sürece katılmadığı, onların söz, karar, yetki sahibi olmadığı bir adımın, salt bu nedenle de olsa, demokratikliği sorgulanmalıdır. Belki kimilerine klasik veya bildik gelecek ama bir kez daha Marksizmin en temel nitelikteki, eşitlik-özgürlük gibi kavramlarının içeriğinin doğru doldurulması, üretim ilişkileriyle ilintisinin doğru ku-

Özetle, bölgedeki diğer halkların demokratik sürece katılmadığı, onların söz, karar, yetki sahibi olmadığı bir adımın, salt bu nedenle de olsa, demokratikliği sorgulanmalıdır. Belki kimilerine klasik veya bildik gelecek ama bir kez daha Marksizmin en temel nitelikteki, eşitlik-özgürlük gibi kavramlarının içeriğinin doğru doldurulması, üretim ilişkileriyle ilintisinin doğru kurulması zorunluluğu ile yüzleşiliyor. rulması zorunluluğu ile yüzleşiliyor. Kısaca anımsatmak gerekirse; eşitlik olmadan özgürlük olmaz; eşitlikten de yasa karşısındaki biçimsel eşitlik değil üretim araçlarının mülkiyeti karşısındaki eşitlik anlaşılmalıdır. Mülkiyet ilişkilerinin üzerinden atlanarak, ne eşitlik sağlanabilir ne de özgürlüğe ulaşılabilir. Bu da var olan sınıf ilişki ve çelişmelerinin, emperyalizmle girilen ilişkilerin sorgulanmasını gerektiriyor. Unutmamak gerekir ki bugün Barzani’yi egemen kılan, mevcut üretim ilişkileridir; mesele statü veya devletse, bir yanıyla bu Irak Kürdistanı’nda fiilen de olsa vardır. Ancak bugüne dek görüldüğü gibi halkların demokratik sorunları açısından bir anlam ifade etmemiştir. Sanıldığının aksine bugün bölgedeki konjonktür halkların demokratik sorunlarının çözümü için uygundur. Merkezi hükümetin zayıflığı, kontrol ve güç eksiği, halkların kardeşliği ve mücadele birliği ekseninde karşılanırsa, başka ülkelerden çok daha uygun/müsait olan koşullar demokratikleşme yönünde değerlendirilmiş olacaktır. Bugün buna yoğunlaşmak, çözümü bu yolda aramak, referandum kavramını sıkıp içinde zorlama yararlar aramaktan çok daha uygun olacaktır. Bu, aynı zamanda halkların birbirine kırdırılması, iç savaş içinde boğulması tuzaklarının da panzehiridir.


6

K Gündem

Yeniden Paylaşım Sürecinde Kürt Sorunu

Lenin, devrimci mücadeleyi tüm demokratik taleplerle ilgili program ve taktiğe bağlamak gerektiğinden söz eder. Bu, emperyalist dönemde demokrasi mücadelesinin neden bir devrim sorunu olduğunun ve demokratik devrimin gerektirdiği ittifakın boyutlarının anlaşılmasını sağlamaya yardımcı olan bir tanımlamadır.

ürtler, tarihsel süreç içerisinde üzerinde yaşadıkları toprakların parçalanmasına bağlı olarak Ortadoğu’da farklı ülkelerde yaşayan bir halktır. Bu durum, Kürt sorununa yerel olduğu kadar bölgesel boyutlar da kazandırmıştır. Ancak her parçanın, bulunduğu ülkedeki sınıf ilişki ve çelişmeleri bağlamında bir özgünlüğü de söz konusudur. Genel olarak Kürt halkı, gerek ulusal niteliklerinin baskılanarak yok sayılması, gerekse emeğinin sömürülmesi bağlamında iki kez ezilmekte ve bu gerçeklik, Kürt sorununu hem yakıcı/acil bir sorun haline getirmekte hem de bu amaçla verilecek mücadeleyi zorlu kılmaktadır. Emperyalist dönem Marksizmi olarak bilinen Leninizmin temel tezlerini anımsatarak söylemek gerekirse, bugün Kürt sorunu, uluslararası etkileşimler söz konusu olsa da Türkiye’de demokratik devrim kapsamında çözülecek bir sorundur. Bu tanımlama, ne güncel bağlamda yapılması gerekenleri ertelemeye ne de acil görevleri zayıf düşürmeye sebeptir. Önemli olan, an-gelecek, parça-bütün, temel-tali diyalektiğini yitirmeden, kimlerle kimlere karşı, nerede ve nasıl durulacağını pragmatik değil programatik ölçülerle saptamak ve ona göre konumlanmaktır. Demokrasi Mücadelesi Bir Devrim Sorunudur Bugün artık emperyalizmin geldiği aşamada, tekellerin yöntemlerini, sömürüsünü ve gericiliğini taşımadığı tek bir toprak parçasının kalmadığı bir tarihsel kesitte, hâlâ Kürt sorununu bir burjuva sorun olarak görmek ve burjuvaziden çözüm beklemek temel önemde bir yanılgıdır. Kadın sorunundan ulusal soruna, inanç meselesinden sınıf meselesine kadar hiçbir sorunun devrimsiz çözülme olasılığı kalmamıştır; sınıfsal kurtu-


7  luştan bağımsız bir ulusal kurtuluş mümkün değildir. Özetle, faşizme karşı demokrasi mücadelesi de bir devrim sorunudur. Demokratik devrimini yapmamış/ tamamlamamış bir ülkede, coğrafyayı daraltarak ve çözüm gerektiren sorunlardan salt birini öne çıkararak strateji çizildiğinde, taktiksel hatalardan öte yanlışlara düşülür, tıkanmalar gündeme gelir. Diğer bir ifadeyle, artık hiçbir demokratik sorunu tek başına çözüme ulaştırılabilme zemininin kalmadığı günümüz koşullarında, her demokratik sorunu en dar bağlamdaki muhatapları üzerinden çözme anlayışı, niyetten bağımsız olarak, ezilenleri ayrıştırır ve çözümü olanaksız hale getirir. Lenin, devrimci mücadeleyi tüm demokratik taleplerle ilgili program ve taktiğe bağlamak gerektiğinden söz eder. Bu, emperyalist dönemde demokrasi mücadelesinin neden bir devrim sorunu olduğunun ve demokratik devrimin gerektirdiği ittifakın boyutlarının anlaşılmasını sağlamaya yardımcı olan bir tanımlamadır. Ancak bugüne kadarki tüm saptamalara ve genel kabul gören doğrulara rağmen, farklı ülkelerde farklı sorunlar sebebiyle birden çok devletle muhatap olan Kürt halkının mücadelesi, yer ve zamana bağlı özgünlükler taşıyabiliyor. 1991’deki Körfez savaşından ve 2003’teki Irak işgalinden sonra Irak Kürdistanı’nda, 2011’de Suriye’ye yapılan müdahale sonrasında da Suriye Kürdistanı’nda emperyalist müdahaleye bağlı olarak yaşanan gelişmeler başlı başına bir tartışma konusu ise de bu değerlendirmemiz bağlamında söylersek, Irak’ta KDP öncülüğünde devletleşme noktasına gelen çizgi, Kürt halkını özgürleştirmekten uzaktır. Hatta bugün artık gelinen aşamada, Kürt örgütlülüğünün ilerici-özgürlükçü niteliklerini tasfiye etme konusunda, KDP’nin ideolojik-politik duruşunun, bir örnek modele, askeri gücünün ise bir baskı aracına dönüştüğünü söylemek abartılı olmaz. Suriye Kürdistanı’nda Henüz Taşlar Oturmadı Suriye’deki tüm gelişmeler, bölgede bir yeniden paylaşım savaşının yaşanmakta olduğu gerçekliğin-

Lenin, devrimci mücadeleyi tüm demokratik taleplerle ilgili program ve taktiğe bağlamak gerektiğinden söz eder. Bu, emperyalist dönemde demokrasi mücadelesinin neden bir devrim sorunu olduğunun ve demokratik devrimin gerektirdiği ittifakın boyutlarının anlaşılmasını sağlamaya yardımcı olan bir tanımlamadır. den koparılmadan ele alınmayı gerektiriyor. Böyle dönemlerde birden çok cephenin ve farklı/geçici ittifakların oluşması, merkezi hükümetin zayıf düşmesine bağlı olarak alan tutmak vb. mümkündür. Önemli olan, bağımsız-özgürlükçü çizginin yitirilmemesi, girilen kimi zorunlu ilişkilere ve anlık kazanımlara geleceğin feda edilmemesidir. Rakka operasyonuyla eş zamanlı olarak Irak Kürdistanı’nda bağımsızlık referandumunun tarihinin açıklanması, ABD’nin giderek bölgede Kürt kartına daha fazla yatırım yapacağını gösteriyor. ABD’nin gönlünden geçen duruşun/çizginin Rojava dahil tüm bölgelerde KDP’leştirme olduğu biliniyor. Bu beklentisi ile günün ihtiyaçları/zorunlulukları arasındaki açı, ABD’yi bir taraftan günü kurtarırken diğer taraftan zamana oynamaya yöneltiyor.


8

Birden çok aktörle aynı anda ilişki kuran, kendi politikalarını uygulamak üzere gerektiğinde birbiriyle karşıtlık halinde olan güçleri dengelemeyi tercih eden ABD, benzer bir politikayı YPG-Türkiye geriliminde de uyguluyor. Ve sanıldığının aksine, Rakka’daki tercihi Türkiye’den vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Örneğin Rakka ve çevresindeki Sünni aşiretler bölgelerinde Kürtlerin kalıcı olmasını istemiyor. Tersine, normale dönüldüğü oranda merkezi yönetimle dirsek teması içinde oldukları geleneksel eski sisteme dönmekten yana bir eğilimleri var. İşte tam da bu nedenle ABD, önümüzdeki süreçte söz konusu aşiretlerin Türkiye’nin hamiliğinde bir yerel oluşuma gitmesini tercih edebilir.

Ayrıca, bugün hemen olmasa da süreç içerisinde Türkiye’nin Rojava’daki petrolün taşınması/pazarlanması vb. meselelerde işlevlendirilmesi ile PYD-Türkiye geriliminin yumuşatılması, tarafların ters yöndeki tüm iddialarına rağmen uzak bir olasılık değildir. Suriye’de gelişmiş teknolojik imkânlarla on yıllardır petrol taramasının yapılmadığı düşünülürse, gerek bu ihtiyacın karşılanması gerekse çıkarma-işleme ve pazarlama bağlamında Türkiye’ye rol verilebilme olasılığı zayıf görünmüyor. Bu vb. olasılıklar, ABD’nin önündeki tercihlerin çeşitliliğini göstermesi ve sürecin ilerleyen etapları için mutlaklaştırmalar yapmamak gerektiği bağlamında dikkate değerdir.

Var olan mülkiyet, dolayısıyla da sömürü ilişkilerini olduğu gibi kabul eden sistem partilerinin en “halkçı” gibi görüneninin iktidar nöbeti kendisine geldiğinde bocalamasının ve sonuçta sözde de olsa çizdiği sol görünümle pratiği arasında oluşan açı büyüklüğünün sebebi budur

Tüm bu veriler, aynı zamanda PYD/YPG’nin önündeki sürecin ne denli zor ve tuzaklı olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda, paylaşım savaşı koşullarında YPG’nin ABD ile ittifakını “YPG+ABD=Emperyalizm” denklemi kurarak mahkûm etmek ve ilişkileri koparan bir karşıtlık noktasında durmak yerine, girilen ilişkinin içerdiği sorunlara dikkat çekmek, bu konuda yapıcılığı elden bırakmadan uyarıcı ve eleştirel bir yaklaşım içinde olmak çeşitli açılardan daha uygun olacaktır. Ancak bu yapıcı yaklaşım, benzer şekilde genelde Kürt


9  hareketine özelde PYD/YPG’ye de sorumluluk yüklüyor. Kürt hareketi, devrimci-sosyalist dostlarına, ABD-İsrail vb. güçlerle ittifak adı altında girdiği ilişkiler sonucunda, özgürlük ufkunu yitirmemesinin nasıl mümkün olacağını; Kürt halkının, bugüne kadarki deneyimlerinde ve son olarak Irak Kürdistanı’nda KDP örneğinde görüldüğü gibi bir duruma düşmemesinin güvencesinin ne olduğunu açık ve ikna edici biçimde anlatabilmelidir. Örneğin Leyla Halid’in “Bir kimse ister demokrasi için ister başka bir şey için savaşıyor olsun, bu savaşında Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’e itimat ediyorsa hatalıdır” demesi veya “ABD ve İsrail, Kürtlerin demokratik hakları ve özgürlüğü veya toplumsal adalet peşinde değil” biçimindeki değerlendirmesi, yersiz midir? Kürt hareketinin, dostlarından gelen bu türdeki kaygıları gidermesi, kendi sorumluluğunun bir gereği değil midir? Türkiye Kürdistanı’nda Mücadelenin Bugünkü Gerekleri Suriye Kürdistanı’ndan aktardığımız özgünlükler, zorunluluklar ve belirsizlikler, Suriye’deki varsayılmış olası kazanımların neden yakın vadede Türkiye’ye yansıma ihtimali olmadığını, Rojava ile Türkiye Kürdistanı arasında neden denklikler kurulmaması gerektiğini anlatmaya yetiyor. Ne denli bağımlı da olsa her ülkedeki egemen devletin, mevcut sınıflar çelişmesi bağlamında kendi coğrafyasında neler yapabileceğini, Suruç’ta da Ankara meydanında da Cizre-Sur vb. yerlerde de gördük. Hatta Suriye’de YPG ile ittifak yapan ABD’nin Türkiye’deki darbe koşullarından, kırsaldaki operasyonlardan veya parlamentodaki varlığı dahil olmak üzere Kürt örgütlülüğünün siyasal tasfiyesinden rahatsızlık duymayacağını söylemek de çelişkili olmaz. Bölgede emperyalizmin, ülkede faşizmin sınıfsal gerekleri doğru değerlendirilebildiğinde, Suriye’de oluşan konjonktürel dengenin neden Türkiye’de açık faşist rejime karşı mücadelede ölçü alınamayacağını görmek mümkün hale gelir. Tam da bu bağlamda bugün sistem

Gerek Gezi direnişi gerekse de referandum sürecindeki “Hayır” çalışması, birleşik mücadele ve ittifaklar konusunda bilinenlerin güncellenmesine imkân tanıyan bir öğreticilik sunmuştur. içinde (var olan üretim ilişkilerini değiştirme iddiası taşımadan) konumlanmış yapıların yaşadığı çaresizliğin ve çözümsüzlüğün kaynağında sistemin bizzat kendisinin çaresizliği yatıyor. Ve bu maddi gerçeklik, sistemi değiştirmeyi gündemine almış stratejik ufuklu bir duruş dışında çözümün/yolun olmadığını gösteriyor. Var olan mülkiyet, dolayısıyla da sömürü ilişkilerini olduğu gibi kabul eden sistem partilerinin en “halkçı” gibi görüneninin iktidar nöbeti kendisine geldiğinde bocalamasının ve sonuçta sözde de olsa çizdiği sol görünümle pratiği arasında oluşan açı büyüklüğünün sebebi budur. Benzer şekilde yalnızca Kürt sorunu ile sınırlı bir politika üreten partileri, Türkiyelileşme iddialarına rağmen ortak çözümden uzaklaştırarak birbirini tekrar eder hale getiren ve ölçüsüz bir uzlaşmaya yönelten, sistem içi hareket ediyor olmanın sebep olduğu çaresizliktir. Bu sınıfsal gerçekliği görebilmek, dışsal kimi güçler, müdahaleler veya imkânlar eşliğinde çözüme evrilme veya kısa vadede bir “çözüm” masasının kurulabileceği beklentisi yerine, tüm imkânların birleşik mücadelenin gereklerine seferber edilmesi bağlamında önemli olacaktır. Gerek Gezi direnişi gerekse de referandum sürecindeki “Hayır” çalışması, birleşik mücadele ve ittifaklar konusunda bilinenlerin güncellenmesine imkân tanıyan bir öğreticilik sunmuştur. Buradan çıkarılan dersler ışığında sürece bakılabildiğinde, bugün iktidar tarafından sınıf bilincini bastırmak/gölgelemek üzere dayatılan “tarikat kardeşliğinin” aldatıcı içeriğinin panzehirinin sınıf siyaseti olduğu görülür ve çözüm, tüm ezilenlerin aynı barikatta yoldaşlaşmasında aranır.


10

1 Perspektif

Savaş ve Barış Tanımında Sınıfsal Perspektif Devrimcilerin ezilenler adına yaşanmış tüm kalkışmaları, ödenmiş tüm bedelleri, yaşayarak öğrenilmiş her şeyi hafızalarının ve yöntemlerinin konusu etmeleri boşuna değildir. Birikimi yönteme içermek ve ihtiyaca göre güncellemek, başarının koşullarından biridir. “Emperyalizme karşı çıkılmadan barış olmaz” derken kast edilenler bu perspektif içinde değerlendirilmelidir.

Eylül 1939, Nazi ordularının Polonya sınırlarını aşarak insanlığı İkinci Paylaşım Savaşı cehennemine sürüklediği tarihtir. Nazilerin yenilmesi ve Reichstag’a orak-çekiçli bayrağın dikilmesiyle bütünlük içinde ele alınması gereken bu tarih, dünya halkları adına özel bir anlam ifade eder. Ancak bu anlam ve barışa verilen önem, sınıflar mücadelesinin bugünkü genel-özel tablosundan koparılmadan ele alınmalıdır. Baskı ve sömürü üzerine bina edilmiş mevcut sistem dikkatle incelendiğinde görülür ki inşanın ve sürekliliğin hemen her noktasında sınıfsal bir akıl söz konusudur. Devletin yapılanma şekli, çıkarılan yasalar, alınan kararlar hep bir şeye, sermaye güçlerinin çıkarına hizmet eder. İşte tam da bu nedenle, karşıtlık ve alternatif de bu duruşun karşısında ezilenlerin sınıfsal aklını gerektiriyor. Barış, Sınıflar Mücadelesinin Konusudur Stockholm Silahsızlanma Enstitüsü, son 300 yılda dünyada yalnızca 26 günün savaşsız geçtiğini tespit etmiş. Buna bir de sınıf savaşını eklediğimizde, savaşsız tek bir dakikanın geçmediğini söyleyebiliriz. Bu durumda, gerek dünyaya yayılmış açık savaşlar gerekse örtük olanları; nasıl olur da kişisel nedenlerle, tesadüflerle veya çılgınlıklarla açıklanabilir? Tam da bu bağlamda söylersek, savaşın nedeni doğru teşhis edildiğinde, mücadele de ona göre tayin edilir ve başarı şansı artar. Lenin “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır,” der. Lenin’in burada kast ettiği sınıflar mücadelesinin gereğinin yerine getirilmesi, yani devrim perspektifli mü-


11  cadeledir. Birinci Dünya Savaşı’nda devrimcilerin, “vatan savunmasını” değil iç savaşın derinleştirilmesini savunmaları da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bugün barış olgusu üzerinden geliştirilen tartışmalara bakıldığında, Lenin’le andığımız bu duruş, kimilerince sanki acil/ güncel meseleleri dikkate almayan, tekdüze bir duruşmuş gibi yansıtılıyor. Ve hatta tersine, günü kurtarma atraksiyonlarının ilkesizliğe varan boyutta savunulduğu bir başka duruşun yaygınlaşmasını beraberinde getiriyor.

Lenin “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır,” der. Lenin’in burada kast ettiği sınıflar mücadelesinin gereğinin yerine getirilmesi, yani devrim perspektifli mücadeledir.

Genel bir hatırlatma bağlamında söylemek gerekirse; egemen sınıfların, azami kâr öngörüsüyle, ezen-ezilen karşıtlığı üzerine bina edilmiş düzenlerinin devamı için bir baskı aracı olarak işlevlendirdikleri devlet eliyle geliştirilen araçlar içerisinde, hem sopa hemde havuç vardır. Diğer bir ifadeyle devlet, halkın sisteme itirazlarını bastırmak için silaha da yasa tehdidine de yanıltma ve yönlendirme yöntemlerine de başvurur. Bu anlamda, savaş ve barışı doğru tartışabilmek için, örneğin (Kürt sorunu bağlamında söylersek) Suruç katliamına kadarki sürecin de barış olmadığını, devrildiği söylenen masanın barış üretmek üzere kurulmadığını bilmek gerekiyor. Yaşananlar, sınıfsal bağlamından koparılmadan değerlendirildiğinde görülür ki “faili meçhullerle” anılan 1990’lı yıllar ile AKP’li yıllar arasında öz itibarıyla bir fark yoktur. Davutoğlu görevdeyken, “1990’lara dönmüş değiliz. O zaman faili meçhuller vardı.” demişti. Evet, doğrudur devlet 1990’lı yıllar-

da kamuflaj kullanıyordu, şimdi araçlarını daha da profesyonelleştirerek, İsrail’in Filistin’e baskınlarını anımsatan tarzda davranıyor. Aradaki fark budur. Yoksa sınıf ilişki ve çelişmeleri, niteliğini koruyor; benzer şekilde, devletin Kürt halkının taleplerini karşılamama ve örgütlü gücünü tasfiye etme konusundaki ısrarı devam ediyor. O gün barış yoktu, bugün de barış yok. Barış, ateşkeslerle karıştırılmamalı, sınıflar mücadelesinin varlığı dikkate alınarak değerlendirme yapılmalıdır. Temel Hak ve Özgürlükler Yoksa Barış da Yok Çeşitli dönemlerde kimi haklar işaret edilerek örneğin “adalet yoksa barış da yok” biçiminde vurguların öne çıkarıldığını biliyoruz. Gerçekte bu türden vurguların sınıflar mücadelesine işaret ettiği, sınıflar devam ettiği sürece mücadelenin de devam edeceği bilinirse, barış kavramı daha doğru biçimde ve daha doğru yerde kullanılır. Savaş ve nedenleri yok sayılarak, salt barışa dair güzellemeler yaparak


12  barış olmaz. Benzer şekilde, haklı savaş, haksız savaş, kirli savaş ayrımı yapmaksızın savaşa karşı çıkmak, niyetten bağımsız olarak kişiyi, niteliksiz duruşlara sürükler veya mevcut sınıf çelişmelerinin devamına imkân tanıyan duruşların yedeği haline getirir. Bugün artık barış için mücadele ile eşitlik-özgürlük mücadelesi iç içe geçmiştir. Tek başına, sınıflar mücadelesinden ayrı, soyut bir barış mücadelesi olmaz. Bu bağlamda emperyalizme karşı çıkmadan barış istemenin mantığı da anlamı da yoktur. Hangi sebeple olursa olsun, kişisel veya özel nedenler, savaşın asıl nedeninin önüne geçemez. İşte bu asıl nedenden hareket edilerek, barış mücadelesinin rotası, ilkeleri vb. belirlenmelidir. “Amasız Fakatsız Barış” Olmaz Devrimcilerin, savaştan/mücadeleden ne anladığı gibi barıştan da ne anladığı net çizgilerle sınıf karşıtlarından ayrılmalıdır. Barış kavramı, özgünlüğü gereği kullanım yerine, koşullara vb. bağlı olarak farklı çağrışımlar yapabiliyor. Çağrışımlar elbette dikkate alınmalıdır, yanlış çağrışıma sebep olmamak için gerekli azami özen gösterilmelidir. Ve tabii ki söz konusu hassasiyet, tüm yanlış çağrışımlar için gösterilmelidir. Örneğin, karşıt sınıflar arasındaki çelişme uzlaşmazdır; bunlar arasında barış olmaz; olsa olsa ateşkes olur dersek pek de yanlış söylemiş olmayız. Daha programatik bir deyimle; dünya ölçeğinde baş çelişme, emperyalizm ile ezilen halklar arasındadır.

Devrimcilerin, savaştan/mücadeleden ne anladığı gibi barıştan da ne anladığı net çizgilerle sınıf karşıtlarından ayrılmalıdır. Barış kavramı, özgünlüğü gereği kullanım yerine, koşullara vb. bağlı olarak farklı çağrışımlar yapabiliyor. Çağrışımlar elbette dikkate alınmalıdır, yanlış çağrışıma sebep olmamak için gerekli azami özen gösterilmelidir.

Bu çelişme çözülmeden ezilen halklar için barış bir hayaldir. Benzer bir durum, faşizmin sürekli olduğu bizim gibi ülkeler için geçerlidir. Özetle dışarıda emperyalizme içeride faşizme karşı çıkılmadan bu gerçekliğin üzerinden atlayan duruş ve tanımlarla barış gerçekleştirilemez. Anımsattığımız bu genel doğrular, sanıldığının aksine, ateşkes durumuyla, anaların ağlamaması talebiyle vb. çelişmiyor. Sadece devrimciler değil, insani hassasiyetlerini yitirmemiş hiç kimse anaların ağlamasından yana olmaz. Ancak bu konu dahil hiçbir mesele, neden-sonuç ilişkisi kurulmadan doğru tartışılamaz. Sistemin bizzat kendisi kan ve gözyaşı üzerine bina edilmişse ve devamlılığı için yeni (hatta sürekli) bedeller isteniyorsa, her türlü hak talebi şiddetle bastırılıyor ve “ya anaların ağlaması ya teslimiyet” dayatılıyorsa, buna öncelikle analar karşı çıkar. Ancak her konu, her mücadele kesiti ne yazık ki bu denli net verilerle tartışılamıyor. Emperyalizme Karşı Çıkılmadan Barış Olmaz Kimi sorunlar, sanıldığından da karmaşık bir fonda halkın karşısına geliyor. Buna, sistemin yanıltıcı müdahaleleri ve sol adına yapılan yanlış değerlendirmeler/yönlendirmeler de eklendiğinde, gelişmeleri doğru okuyup doğru yerde saf tutmak hiç de kolay olmuyor. Bilinir ki olağanüstü durumlar olağanüstü duruş ve çözümleri tetikler. Acil adımlar, acil program ve müdahaleler gündeme gelir. Bunlar, devrimcilerin kimlikleri gereği yabancısı olmadığı hallerdir. Ancak taktik olanla stratejik olan gibi güncel ve acil olanla uzun erimli olanın birbiri ile çelişmemesi, zorunlulukların bilicine vararak hareket edilmesi, bu tür süreçlerde tayin edici önemdedir. Çünkü genelde Ortadoğu özelde Türkiye, olağanüstülükler coğrafyasıdır; sınıf ayrımları keskin, çatışmalar sert ve devamlıdır. Bu coğrafyanın devrimcisi, acil meseleler tarafından belirlenir duruma düşmemek ve zorunlulukların esiri olmamak için, ilkeli hareket etmek, anla gelecek ilişkisini programatik gereklilikleri ıskalamadan kurmak durumundadır.


13  Devrimcilerin ezilenler adına yaşanmış tüm kalkışmaları, ödenmiş tüm bedelleri, yaşayarak öğrenilmiş her şeyi hafızalarının ve yöntemlerinin konusu etmeleri boşuna değildir. Birikimi yönteme içermek ve ihtiyaca göre güncellemek, başarının koşullarından biridir. “Emperyalizme karşı çıkılmadan barış olmaz” derken kast edilenler bu perspektif içinde değerlendirilmelidir. Barış Arzusu, Devrimin ,Gerekliliğiyle İlişkilendirilmelidir “Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız. Savaşların sonra erdirilmesi, uluslar arasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi – bütün bunlar bizim idealimiz; ama bu ideal, doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa, burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar.” (Barış Sorunu Üzerine, Lenin) Lenin, burada barışı soyut bir olumluluk olmaktan çıkarıyor ve doğrudan sınıflar mücadelesiyle ilişkilendiriyor. Böyle bir ayrımda, Clausewitz’in “Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir” önermesi, bir turnusol işlevi görür. Haklı savaş, haksız savaş ayrımı, savaşın devamı olduğu politika üzerinden yapılır. Bu perspektif içinde barış, mücadelesizlik anlamına gelmez. Tersine, mücadele ile kazanılmış bir sonuçtur; sömürünün, baskı ve zorun nedenlerinin mücadele ile yenilgiye uğratılmasıdır. Lenin tam da bu nedenle, barış idealine bir devrim çağrısının eşlik etmesinde ısrarcı olur. Savaşa Karşı Mücadele, Sınıf Mücadelesinden Ayrılmaz Savaşın sınıfsal özü, nedenleri doğru kavrandığında, savaşa karşı mücadelenin, sınıf mücadelesinden ayrılamayacağı görülür. Bu perspektifle, kitlelerin sorunları, biriken öfke ve tepki, sınıf mücadelesi dinamiklerine bağlanabildiğinde, enerjinin yanlış yere akıtılması/yedeklenmesi ihtimali azalır; savaşa da barışa da doğru yaklaşma, doğru yerde saf tutma imkanı oluşur.

“Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız. Savaşların sonra erdirilmesi, uluslar arasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi – bütün bunlar bizim idealimiz; ama bu ideal, doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa, burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar.” (Barış Sorunu Üzerine, Lenin) Günlük yaşamda insanların farklı yer ve zamanda farklı nedenlerle sisteme karşı direkt veya dolaylı tepkileri birikir, öfkeleri artar. Yapılması gereken, bu tepkileri sınıf mücadelesi dinamiklerine bağlayabilmektir. O zaman sistemin baş edemeyeceği bir güç ortaya çıkar. Yani sistemin rutin devamı içerisinde sömürü, baskı, zulüm vb. ile yürütülen bir savaş vardır. Bu durum da yanılgılı biçimde barış hali, barış durumu olarak tanımlanabiliyor. Bu bağlam içinde her türlü savaşa karşı çıkmak, gerçekte mücadeleye karşı çıkmaktır ve sistemin devamından yana olmaktır. Kimilerinin savunduğu gibi “Ne iyi bir savaş vardır ne de kötü bir barış” dendiğinde mevcut duruma teslim olunmuş olur. Günlük akıl, savaş için doğrudan silah veya savaşan iki taraf arar. O zaman da Roboski’yi savaş gibi görse de örneğin Soma’yı savaş gibi görmez. Halbuki orada bir sınıf savaşı vardır; bir saldırıyla veya kurşunla olmasa da işlenen cinayetler vardır; müsebbibi de sınıfsal olarak Roboski ile aynıdır. Bu benzerlik/ aynılık, mücadelenin ortaklaşması için maddi ve fikrî bir zemindir. Bunun ayırdında olmak ve gereğini yerine getirmek, ezilenlerin geleceği kazanma ve gerçek barışı sağlama mücadelesinde olmazsa olmaz önemdedir.


14

Perspektif

12 Eylül’ün Ekonomi Politiği Sadece haki renk, Sadece postal izi değil 12 Eylül darbesi. Bütün bir ülke Sermayenin çiftliği olsun diyedir Halkın tüm renkleriyle incitilmesi.

1

2 Eylül’ün üzerinden 37 yıl geçti. Bu süreçte çeşitli bakış açılarıyla pek çok değerlendirme yapıldı. Bugün, 15 yıllık AKP’li süreçten sonra gelinen aşamada geriye dönülüp bakıldığında, sürecin sınıfsal ölçekler içerisinde değerlendirilebilmesi için yeterince veri birikmiş durumda. Buna rağmen 12 Eylül’ün neoliberalizme, 24 Ocak Kararları’na vb. hiç değinmeden sağcılıkla, dinselleştirmenin vardığı boyutla sınırlı olacak biçimde ele alınması, günümüzde sınıflar mücadelesinde öncü rol üstlenmesi gereken sol/devrimci yapılar adına ciddi bir eksikliktir. Bu, genel bir doğrudur; neden-sonuç ilişkisini de kapsayan diyalektiğe göre darbeler (ve örneğin anayasalar) onları önceleyen bir ekonomik programın gereği ve devamıdır. Bu nitelik dikkate alınmadığında 12 Eylül, 12 Mart gibi doğrudan sermayenin (emperyalizm ve işbirlikçi tekellerin) ihtiyaçları çerçevesinde gündeme gelen darbelerin, askeri mekanizmanın (ordunun) öznel insiyatifi veya yansıma/ türev niteliğindeki din, sağcılık vb. olgular üzerinden açıklanması yanılgısına düşülür. 12 Eylül’ün nedenini, salt siyasal amaçlarla açıklamak da olup biteni gözaltı, işkence, idam gibi saldırılardan ibaret görmek de benzer bir eksikliğe işarettir. Darbe, Sermayenin Tüm Kozlarını Oynamasıdır


15  Salt darbeye değil de 12 Eylül’ü önceleyecek biçimde 1980’e bakıldığında, yaklaşık 20 yıldır devam eden ithal ikameciliğin miadını doldurduğu ve bunun yerine bir başka modelin hayata geçirilmesi için (darbeli veya darbesiz) sermayenin gözünü kararttığı görülür. 24 Ocak Kararları, darbe öncesinde hazırlanmıştır; mevcut siyasal yapıda uygulanabilmesi halinde darbe şart değildir. Ancak darbe kaçınılmazlaşınca, söz konusu ekonomik program, onun gerektirdiği anayasa dahil çeşitli değişimler-tasfiyeler-önlemler ve müdahaleler eşliğinde gündeme sokulur. O güne dek ağırlıkla iç talebe yönelik olarak üretim yapan ekonomik yapılanmanın ihracata dönük olarak yeniden biçimlendirilmesi, iç talebin dolayısıyla da ücretlerin ve tarımsal üretimin geriletilmesini, kâr ve rant gelirlerinin ise büyütülmesini beraberinde getirmiştir. Devletin küçültülmesi adı altında kamusal işletmeler ve sosyal politikalar tasfiye edilirken, özelleştirme vb. yöntemler eşliğinde özel sermayenin yüksek ticari kâr marjıyla alan büyütmesi sağlanmıştır. 12 Eylül elbette gözaltıdır, işkencedir, hapisliktir, idamdır vb. ama bunların kimler tarafından, hangi amaçla hayata geçirildiği kavranamadığı sürece (faşizm tahlillerinde de görüldüğü gibi) sınıfsallığı ıskalayan, uygulamanın şeklî görüntüsüne bakarak değerlendirme yapan duruşlar yaygınlaşır. Gerçekte ise yukarıda da işaret ettiğimiz gibi 12 Eylül’e “ekonomik darbe” demek yanlış olmaz. (Böyle bir müdahalenin dolaylı gerekleri içerisinde solun tasfiyesi vardır; ancak “darbe solu tasfiye etmek için yapıldı” denildiğinde, olgunun temeli/özü ıskalanmış olur.) Aslında emperyalist tekellerin çıkarları doğrultusunda başlatılan neoliberal dönüşüm süreci, 1978’de yazılan Dünya Bankası raporunda tanımlanmıştı. Bu raporu hazırlayan iki uzmandan biri, 2001’de Dünya Bankası Başkan Yardımcısı sıfatıyla, Türkiye’ye kurtarıcı olarak transfer edilen Derviş’tir. 1980, söz konusu dönüşüm için bir milat niteliğindedir. M. Friedman’nın 1976’da Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görülmesinin devamında emperyalizmin 70’li yıl-

lardan itibaren içine girdiği krizden çıkış yolu olarak onun politikalarının eksen alınması bir tesadüf değildir. 12 Eylül’le, Emperyalizmin İçsel Bir Olgu Haline Gelmesi Tamamlanmıştır 1980’de emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde Türkiye’de var olan üretim alt yapısına, iş yaşamına, emeğin hakları ve örgütlenmesine yapılan müdahale, yeni sömürgeciliğin güncellenmesi niteliğindedir; işgücünün esnekleştirilerek yeniden istihdamında bir finaldir. Yapısal uyumu amaçlayan bu süreç, yaklaşık 20 yıl sürmüştür. Bu 20 yıl içerisinde sanayiden tarıma kadar hemen her alana müdahale edilmiş, ürün çeşitliliği ve zenginliği ile bilinen Türkiye ekonomisi, emperyalizmin ihtiyaçlarına bağlı olarak (istediğinin bol ve ucuz üretilmesi, istemediğinin ise üretilmemesi biçiminde) baştan aşağı yeniden düzenlenmiş; ülke, emperyalizmin hizmetine savunmasız/korunmasız biçimde açılmıştır. Yeni sömürgeciliğin gereği olarak bilinen “emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesi” bu süreçte tamamlanmıştır. Özal başkanlığındaki ANAP, darbeden ve 82 Anayasası’ndan aldığı güçle 24 Ocak Kararları’nın uygulanmasında ve yapısal uyumun gereğinin yerine getirilmesinde kurucu bir özne olarak rol almıştır. İşte AKP, “15 günde 15 yasa”yı dayatan IMF’nin (yukarıda da değindiğimiz) gardiyanı Kemal Derviş’in de kadrosal müdahalesiyle, böyle bir sürecin üzerine doğrudan emperyalizm eliyle oturtulmuştur. AKP’nin siyasal İslamcılığı da neoliberal politikaları da ordunun Ergenekon, Balyoz davaları gibi atraksiyonlarla reorganizasyonu da doğrudan emperyalizmin ürünüdür/ihtiyacıdır. AKP 12 Eylülcüdür 1980’de start verilen neoliberalizm, AKP ile final yapmış, kimi pürüzler, sürtünme noktaları vb. olsa da sanıldığının aksine Türkiyeli ve uluslararası sermaye ile AKP arasında abartılacak bir açı oluşmamıştır. AKP döneminde istihdamın esnekleştirilmesinde,


16  geleceksizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştırılmasında, tavan yapan özelleştirmelerde ve olağanüstü boyutlar alan rant-talan hacminde neoliberalizmin vardığı boyutu görmek mümkün. Böylece AKP eliyle 12 Eylül’ün ekonomi politiği hayata geçirilmiş, bir darbenin yapabilecekleri kalıcılaştırılmış, sürekli bir sisteme dönüşmüştür. Bugün hâlâ kimi eksikler, dirençler vb. olsa da bu istikamette çok önemli aşamalar geçilmiştir. Bu nedenle AKP ile mücadele, basitçe bir parti ile mücadele değildir. AKP’nin nitelikleri ve alınan yol bilinerek mücadele hattı/programı oluşturulmalıdır. AKP’nin Siyasal İslamcılığı AKP’nin siyasal İslamcılığına, piyasacılığa eşlik eden dinselleştirme de diyebiliriz. Sanıldığının aksine AKP’nin bu niteliği, Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler’in gerilemesine, onlara verilen desteğin belirli oranlarda kesilmesine bağlı olarak, sermaye tarafından olumsuzlanan, hedefe konulan bir nitelik haline gelmemiştir. 12 Eylül’de de olduğu gibi neoliberalizm bugün de ona eşlik eden bir dinselleştirmeyi gerektirmektedir. Bu iki ayak, birbirinden beslenmektedir; eşgüdüm halinde uygulanan bir saldırıdır. 4+4+4 de özelleştirmeler dahil uygulanan yağma ve talan politikalarına halkın razı edilmesi de dinselleştirme gerektirmektedir. Türbanın ve Kuran’ın anaokuluna kadar indirilmesi, sınıfsal bilinci gölgelemek üzere emekçilerin dinle uyuşturulması, tüm beklentileri öte dünyaya erteleyecek şekilde tarikat kardeşliğinin teşvik edilmesi böyle bir öngörü ile yapılmaktadır. AKP/Saray Rejimi Evet, AKP/Saray rejimi en bilindik yanıyla bir Duçe, bir Führer rejimidir; yerel adı reisçiliktir. Ancak bu da Mussolini, Hitler veya Kenan Evren’de olduğu gibi kişisel değil politiktir; diktatörün ihtiyacı değil, genelde emperyalizmin özelde işbirlikçi tekelci sermayenin ihtiyacıdır. Bugün artık parlamentonun varlığına, cumhuriyet ve laikliğin veya kuvvetler ayrılığının biçimsel boyutlardaki devamına tahammülü olmayan, 2019’u dahi

beklemeden başkanlığa geçiş için acele eden, gerçekte kârın maksimizasyonunda, yağma ve talanda ölçü tanımayan tekelci sermayedir. Sürekli darbe ikliminin ekonomi politiği budur. Faşizme Karşı Mücadele Faşizme karşı mücadele, faşizmin niteliği ile doğrudan ilintilidir. 1980 öncesinde soldaki ayrışmanın temel nedenlerinden biri de faşizm konusundaki değerlendirme farklılığıdır. Faşizmin olmadığı, kimi ırkçı, faşist kişi veya yapıların olduğu toplumlarda faşizmle mücadele, faşistlere karşı mücadeleye veya faşizmin kitle tabanı oluşturmasını önleme noktasına kadar daralabilir. Temel önemde veya devrimsel bir mesele değildir; ikincildir, daha kolaydır. Ama faşizmin bir devlet biçimi olduğu, yaşamın kılcallarına dek uzandığı; devletin yasaları dahil tüm kurumlarıyla faşistleştiği koşullarda, faşizme karşı mücadele bir devrim sorunudur, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Ülkemizde faşizm, tekelci sermayenin geçmişi kadar eskidir; süreklidir. Bu süre boyunca sürekli gelişmiş, kurumsallaşmış ve yaygınlaşmıştır. Deyim yerindeyse, faşist olmayan bir kurum, faşist olmayan bir yasa ve yönetmelik kalmamıştır. Faşizme karşı mücadele de genel anlamda devrim mücadelesi de anlamayı ve kavramayı gerektiriyor. Bu, yaşama içerilmiş tehdidi anlayıp ona karşı mücadelenin önemini kavramak için de devrimin/devrimciliğin önemini kavrayıp gereğini yerine getirmek için de gereklidir. Günlük kimi pratikler veya görüngülerle yetinildiğinde, faşizmin varlığı konusunda yanılgıya düşme olasılığı artar. Tayyip Erdoğan’ın “Ben diktatör olsam, bana ‘diktatör’ diyemezdiniz” biçimindeki yönlendirmesi böyle bir algıya dönüktür. Faşizm koşullarında yaşamanın direnmekle eş anlamlı olduğunu kavrayanlar, dirençte de yaşama anlam katma sürecinde de eksik kalmaz, üzerine düşeni yapar. Ancak bu “baş aşağı” duran günlük akılla anlaşılabilecek basitlikte değildir.


17

K

ısa bir süre önce Katar krizi ile ilintili olarak yaptığımız değerlendirmede, yaşanmakta olan Türkiye-Almanya geriliminin de dünya ölçeğindeki paylaşım ve hegemonya savaşından bağımsız olmadığını, meselenin insan hakları savunucuları, tutuklanan yazarlar vb. gibi görünse de bir ekonomi politiğinin olduğunu söylemiştik.

Perspektif

Türkiye-Almanya geriliminin ekonomi politiği Bilinir ki, sermaye düzeninin devamı ve iktidarlarının başarısı, uyguladıkları politikaları tüm halkın çıkarınaymış gibi göstermekten geçer. Haksızlık, eşitsizlik, sömürü ve baskı üzerine bina edilmiş sistemlerde iç politik dinamiklerin gereği olarak dış politikada gerginlikler yaratmak, dış düşman algısı üzerinden milliyetçiliği körüklemek sıkça başvurulan bir yöntemdir.

Bilinir ki, sermaye düzeninin devamı ve iktidarlarının başarısı, uyguladıkları politikaları tüm halkın çıkarınaymış gibi göstermekten geçer. Haksızlık, eşitsizlik, sömürü ve baskı üzerine bina edilmiş sistemlerde iç politik dinamiklerin gereği olarak dış politikada gerginlikler yaratmak, dış düşman algısı üzerinden milliyetçiliği körüklemek sıkça başvurulan bir yöntemdir. AKP, 15 yıllık iktidarı boyunca bu yönteme giderek artan biçimde başvurmuştur. Ancak bugün gelinen aşamada örneğin Almanya ile yaşanan gerilimi salt iç politik ihtiyaç veya tabanın konsolidasyonu ile açıklamak yeterli olmaz. Çünkü mesele, sıkça rastlandığı gibi bir “it dalaşını” veya manipülasyon amaçlı “gürültü çıkarmayı” aşmış durumda. Yeni Koşullarda Rol Arayışı AKP, bugün yaşanmakta olan hegemonya ve paylaşım savaşı koşullarında taşların yerinden oynadığının, 2. Dünya Savaşı sonrası ilişkilenme biçimini tayin eden dengelerin değişmeye başladığının farkında. Dolayısıyla da nitelik belirleyici çatışma ve arayışlar küresel aktörler arasında geçiyor olsa da Türkiye’nin konum ve ilişkilerinin eski düzen koşullarında devam edemeyeceği gerçekliğinden hareket ederek, AKP deyim yerindeyse şansını/koşullarını zorluyor. Öncelikle bilinmesinde yarar vardır, 1945 sonrasında biçimlenen ABD ağırlıklı dünya henüz yıkılmamış, dolayısıyla da yerine yeni bir dünya kurulmuş değildir. Ancak


18

son olarak ABD Harp Okulu Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) ve ordusundaki kilit kurumlarla istişarede bulunularak hazırlanan 145 sayfalık raporda da belirtildiği gibi ABD, sarsılmış olan dünya liderliğini yitirme aşamasına gelmiş durumda. Suriye’de yaşanan başarısızlıklar da küresel boyutta etkisini hissettirme ve sözünü dinletebilme konusunda yaşadığı gerileme de bunun göstergelerindendir. İşte bu koşullarda AKP, Türkiye’nin bölgede ABD referanslarıyla da olsa girdiği/geliştirdiği ilişkileri, diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran sahip olduğu avantajları değerlendirerek, yeni bir düzenin habercisi olan bu süreçte bilinen tanımları/sınırları zorlayarak insiyatif

Lenin’in emperyalizm tahliline de Dimitrov’un faşizm tahliline de bakıldığında, isabetin sınıfsal değerlendirmeyi zorunlu kıldığını görürüz. Dolayısıyla antiemperyalizm, ABD karşıtlığından veya ABD, Almanya gibi ülkelerle sürtüşmekten, kimi konularda farklı düşünmekten ibaret bir olgu değildir; tersine, tepeden tırnağa sınıfsal bir karşıtlık gerektirir.

koyma, hatta rol çalma yollarına başvurabiliyor. Örneğin Erdoğan’ın “Niçin gerilime neden olsun? Bir ülke kendi güvenliği için arayış içindedir. Ortak üretim tercih sebebidir. Konuyla ilgili imzalar atıldı. İnşallah S-400’leri ülkemizde göreceğiz. Ortak üretimle ilgili süreci işleteceğiz” biçimindeki sözleri, değerlendirmemizi doğrular niteliktedir. Vaktinde İran’a yönelik ambargonun çeşitli atraksiyonlarla (Zarrab meselesi) aşılmaya çalışılması gibi bugün Rusya’yla girilen ilişkiler de bir anlamda Rusya’ya yönelik teknoloji ambargosunu aşmayı bağrında taşıyor ve bu durum, AB’yi de ABD’yi de rahatsız ediyor. Öyle görünüyor ki böyle devam ederse Türkiye’ye de dünya ölçeğinde teknolojiye ulaşma bağlamında kimi sınırlamalar getirilecektir. Dolayısıyla gerilim, insan hakları savunucularının ve gazetecilerin tutuklanması, “imam ajanlar” krizi vb. üzerinden yürüyor gibi görünse de bu, meselenin görünen/dillendirilen yüzüdür. İşin özünü, sınırlarını aşarak kendine alan açmaya çalışan bir yeni sömürge ile ona sınırlarını hatırlatan sömürgeciler arasındaki gerilim oluşturuyor. AKP’nin Antiemperyalist Rolü Olamaz AKP’nin, AB veya ABD ile şu veya bu nedenle yaşadığı gerilimlere halklar adına olumluluk atfedilemeyeceği; emperyalist odaklardan demokrasi beklemek nasıl yanlışsa, AKP’den anti-emperyalizm beklemenin


19  de o denli yanlış olacağı bizler açısından tartışmasızdır. Yine de konunun şu veya bu şekilde gündeme geliyor olması sebebiyle kısaca kimi doğruları anımsatma ihtiyacı duyuyoruz. Bunun için öncelikle AKP’nin nasıl bir parti, kimlerin partisi olduğuna bakmak gerekiyor. AKP, doğrudan AB ve ABD’nin desteğiyle sermaye güçleri tarafından kurdurtulmuş bir partidir. Siyasal İslamcı niteliği bu sınıfsal özü değiştirmemektedir. 15 yıllık icraatları boyunca emperyalizme bağımlılığın sürekli olarak artmış olması da bu niteliğinin kanıtlarından biridir. Anti-emperyalizm denince akla ilk gelmesi gereken kural, bir hareketin/partinin antikapitalist olmadan anti-emperyalist olamayacağıdır. Yani baskı, sömürü ve talan üzerine kurulu kapitalizmin tüm gereklerini yerine getiren, bir dünya sistemine dönüşmüş ve giderek vahşi biçimler alan bir gücün politikalarının yerel boyuttaki izdüşümü olan AKP gibi yapılar, arada kimi çelişmeler yaşansa da, o sistemin karşıtı değil uygulayıcı öznelerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Benzer bir değerlendirmeyi kapitalizm-faşizm ilişkisi için de kurabiliriz. Frankfurt Okulu temsilcilerinden Horkheimer’in “kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm hakkında sussunlar” sözü bu anlama gelmektedir. Lenin’in emperyalizm tahliline de Dimitrov’un faşizm tahliline de bakıldığında, isabetin sınıfsal değerlendirmeyi zorunlu kıldığını görürüz. Dolayısıyla anti-emperyalizm, ABD karşıtlığından veya ABD, Almanya gibi ülkelerle sürtüşmekten, kimi konularda farklı düşünmekten ibaret bir olgu değildir; tersine, tepeden tırnağa sınıfsal bir karşıtlık gerektirir. Bu da ülke karşıtlığı değil sistem karşıtlığıdır; kapitalist üretim ilişkilerinin reddidir. Yeni Düzen Oluşumu Uzun ve Çatışmalı Bir Süreçtir Trump’ın seçim sürecinde öne çıkardığı kimi konular, gerek Trump’a yüklenen rol açısından gerekse sürecin ABD’li egemen güçler tarafından nasıl değerlendirildiğine dair yanıltıcı olmamalıdır; ABD’nin, yeni bir dünya düzeninin habercisi olan çatışma, kutuplaşma ve ayrışmaların dışında kalması, emperyalist rolü ge-

reği mümkün değildir. Aksine, seçimlerdeki “Yeniden Büyük Amerika” biçimindeki slogan, tam da buna tekabül ediyor; ABD’nin sarsılan liderliğini yeniden tesis etmeyi ve yeni düzen koşullarında dominant bir rol oynamayı amaçlıyor. Bugün henüz ipuçlarını gördüğümüz ve adeta “peşrev” aşamasında olan çatışma-ayrışma ve saflaşma

ABD’nin, yeni bir dünya düzeninin habercisi olan çatışma, kutuplaşma ve ayrışmaların dışında kalması, emperyalist rolü gereği mümkün değildir. süreci, uzun ve zorlu olacaktır. BRICS veya Şanghay İşbirliği Örgütü gibi oluşumlar bir kutuplaşmayı ifade etse de sürecin uzun ve değişken olduğu unutulmamalıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz raporda ABD’nin liderliğinin devamı için “askeri yayılmanın artırılması” sonucunun çıkması, ABD’nin dünya liderliğini kolay kolay bırakmayacağını, bu amaçla askeri avantajlarını kullanarak ısrarcı olacağını gösteriyor. Benzer şekilde, Rusya’nın, Suriye’deki Hmeymim Hava Üssünü 49 yıl daha kullanmasını öngören anlaşmanın Putin’in onayıyla yürürlüğe girmesi veya Çin’in Cibuti’de üs kurma yönündeki adımı, yeni bir düzenin habercisi olan sürecin etkili aktörlerinin yönelimine dair ipuçlarıdır. Tekeller, tüm kozlarını oynayarak girdiği bu savaşın sonunda yalnızca birbirini tasfiye etmeyi değil aynı zamanda rant-talan ve sömürü konusunda daha engelsiz-dikensiz bir düzen kurmayı amaçlıyor. Şimdilik süreç tek taraflı, yani yalnızca sermaye güçleri tarafından tayin ediliyor gibi görünse de meselenin bir de emek yani ezilen halklar yanı vardır. Dünya ölçeğindeki baş çelişme olan, emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişme giderek keskinleşmektedir. Bunun Türkiye’deki güncel izdüşümü, faşizmle halk arasındaki çelişmedir. Son olarak Hamburg’ta G-20 zirvesinde ve Türkiye’de Adalet Yürüyüşü’nde ortaya çıkan tablo, ezilenlerin kaderine razı olmadığını/olmayacağını gösteriyor.


20

Perspektif

Yeniden Paylaşım Sürecinde Katar Krizi Öncelikle şunun bilinmesinde yarar görüyoruz; bugün hâlâ ABD de, Suudi Arabistan da Suriye dahil pek çok ülkede çeşitli cihatçı örgütleri desteklemekte, para ve silah dahil her türlü yardımı yapmakta ve politikalarının bir parçası olarak kullanmaktadır.

B

aşını Arabistan’ın çektiği çeşitli ülkeler tarafından Katar’ın “teröre destek olduğu” iddiasıyla suçlanması ve ilişkilerin kesilmesi ile beraber gündeme gelen Katar krizinde resmi olarak dillendirilen gerekçeler, duyduklarıyla yetinenler dışında hemen hiç kimseyi ikna etmedi. Giderek şiddetlenen ve kapsam büyüterek hızlanan yeniden paylaşım koşullarında atılan bu adım, çeşitli tartışmaları/değerlendirmeleri beraberinde getirdi. ABD’nin Suriye ordusunu vurduğu, Rusya ile ABD arasındaki gerilimin büyüdüğü bu koşullarda, krizin görünen/gösterilen boyutuyla yetinmeyip arka planını okumak, süreçteki muhtemel gelişmeleri değerlendirebilmek açısından büyük önem taşıyor. Hatırlanacak olursa “Arap Baharı” olarak bilinen sürecin ilk etabında Katar, El Cezire dahil çeşitli imkanlarıyla söz konusu müdahalede Türkiye gibi en aktif öznelerden biriydi. Süreç, doğrudan ABD eliyle örgütlendi. Ancak 2013’te bölgede rüzgâr Müslüman Kardeşler’in aleyhine esmeye başlayınca, 18 yıldır iktidarda olan baba şeyh Hamad’ın yerine bir saray darbesiyle oğlu şeyh Temim getirildi. Bu da ABD tercihiydi. O günden bugüne Katar’ın da, Türkiye’nin de Ortadoğu’daki rolü/duruşu yine ABD tarafından adım adım yeni sürece doğru yönlendirildi. Bugün yer yer sürtünmeler olsa da ne Katar’da ne de Türkiye’de İhvan’la ilişkiler bağlamında ABD’nin müdahalesini gerektirecek boyutta bir dirençten söz edilemez. Türkiye’nin ABD politikalarına karşı direnç gösterdiği noktalar var ise de, bunlar İhvan’la ilişkiden öte boyutlardadır ve farklı değerlendirmeler gerektiriyor. Gerilimin Gerçek Nedeni Nedir? Öncelikle şunun bilinmesinde yarar görüyoruz; bugün hâlâ ABD de, Suudi Arabistan da Suriye dahil pek çok ülkede çeşitli cihat-


21

çı örgütleri desteklemekte, para ve silah dahil her türlü yardımı yapmakta ve politikalarının bir parçası olarak kullanmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan, bu işin akla gelebilecek ilk kaynağıdır. Hatta son olarak ABD’yle yapılan 380 milyar dolarlık anlaşma, bir yanıyla Trump dönemine özgü ABD-Arabistan ilişkilerinin devamı için ödenmiş bir “fatura” niteliği taşısa da, diğer yanıyla bölgeye silah akışının devamını ifade ediyor ve işbirlikçi çetelerin ihtiyaca göre donatılmasını amaçlıyor. Mademki Suudi Arabistan suçlama yaptığı konuda Katar’la yıllardır, kimi duruş/açı farkları olsa da Yeşil Kuşak’tan Ilımlı İslam projesine ve bugüne kadar İslam radikalizmini beraber destekliyor ve Arabistan bugün hâlâ bu konuda Katar’dan daha ileri adımlar atıyor; o halde gerilimin gerçek nedeni nedir? Yıllardır cihatçı çetelerin sponsorluğunu beraber yaparken, ne oldu da bu noktaya gelindi? Bölgede Hiçbir Gelişme Yeniden Paylaşımdan Bağımsız Değildir Genel kabul gördüğü gibi küresel boyuttaki hegemonya ve paylaşım mücadelesinin odağı Asya-Pasifik bölgesine kaymış durumda. Bu, dünya ölçeğinde bir hegemonya mücadelesi olduğu kadar aynı zamanda Avrupa’yı da kendine entegre etme mücadelesidir. Çin, İpek Yolu projesi ile böyle bir entegrasyonu amaçlarken, ABD bu entegrasyonun oluşumunu önlemek için

ne gerekiyorsa yapıyor. Benzer şekilde Çin’in küresel boyuttaki arayışları ve adımları da sürüyor. Örneğin Çin’in adım adım uygulamaya sokmayı planladığı İpek Yolu projesiyle Çin ile Avrupa arasındaki sevkiyat süresinin 45 günden 15 güne düşeceği, söz konusu projenin 65 ülkeyi bağlayacağı, 65 ülkede “refah kuşağı” oluşacağı söyleniyor. İşte ABD, böyle bir entegrasyonu önlemek için bir taraftan Çin’i kuşatır ve çeşitli biçimlerde baskı altına alırken, diğer taraftan Avrupa ile böyle bir entegrasyonda basamak rolü oynayabilecek Türkiye, İran ve Rusya’nın bu sistemin bir parçası olmasını engellemeye çalışıyor. Bunun yanında ABD’nin ya da genelde emperyalizmin en önemli özelliklerinden biri de, sistem için ciddi bir tehdit olabilecek boyutta alternatifin oluşmasını kesin biçimde engellemektir. Bunun için bölgesel anlamda da olsa sistem için tehdit oluşturma potansiyeli olan ülkelerin bir biçimde enterne edilip etkisizleştirilmesi amaçlanıyor. Bu bağlamda hedef tahtasına konulmuş ülkelerin başında Rusya geliyor. Bu çerçevede NATO yeniden güncellenir ve üye sayısı artırılırken, yeni silahlar ve yeni üslerle etki alanı doğuya doğru kaydırılarak Rusya kuşatılıyor. Önümüzdeki süreçte NATO’nun muhtemel yakın adaylarından biri Gürcistan’dır. Azerbaycan’ın üzerinde ise İsrail doğrudan etkili. Bölgede Azerbaycan’ın ikili bir rolü var. Birincisi İran Azerbaycan’ı üzerinden İran’ın kontrolü, ikincisi Kafkaslar üzerinde kışkırtıcı


22  yapıldığı gibi askeri teknolojiyi ön plana çıkarmaya mecbur bırakılan Rusya, üretim Türkiye’nin özgün bir ilişki içerisine alt yapısını geliştirebilmiş, ileri teknolojiye girdiği ülkelerden biri de Katar’dır. Şeyh ulaşabilmiş değildir. Bir süre önce bu soruHamad döneminden beri devam eden nunu Almanya’yla girdiği işbirliği içerisinde stratejik ilişki giderek kayıt dışı boyutlar aşmaya çalıştı ve belirli oranlarda başarılı da almaya başladı. Yılda yaklaşık 25 milyar oldu; ancak Ukrayna olayları vb. nedenlerle dolara varan tanımlanmamış para girişleri Almanya’yla kurulmuş olan bu bağ giderek koptu. Ve bugün artık Rusya, bazı alanlarda oluyor. Türkiye’nin bile teknolojisine muhtaç durumda. Dünya ölçeğinde uygulanan ambarrol oynayarak Rusya’nın kontrolü. goyu/ablukayı aşmanın bir aracı olarak da gördüğü TürÇeşitli açılardan ABD’nin bölge politikaları karşıkiye’ye örneğin MİG-35’lerin üretimini teklif ediyor sında direnç/tehdit oluşturan İran’ın ise hem Hint Okveya Erdoğan’ın da dillendirdiği gibi S-400’lerin ortak yanusu’na ulaşım hem de Avrupa’ya geçebilmek açısınüretiminden söz ediliyor. Bu anlamda bugünkü noktadan bir basamak oluşturabilme potansiyeli var. Ayrıca ya, kimilerinin sandığı gibi Erdoğan’ın egemen sınıflara Körfez’deki ağırlığı ve gerektiğinde Hürmüz Boğazını kendini dayatmasıyla değil egemen sınıfların tercihlerikapatarak dünya ekonomisini tehdit edebilme potanni Erdoğan’a dayatmasıyla gelindiğini söyleyebiliriz. siyeli itibariyle İran’ın bir biçimde etkisizleştirilmesi Türkiye’nin özgün bir ilişki içerisine girdiği ülkeamaçlanıyor. lerden biri de Katar’dır. Şeyh Hamad döneminden beri Türkiye’ye Gelince… devam eden stratejik ilişki giderek kayıt dışı boyutlar Türkiye, uzun yıllar NATO içerisinde ABD’nin almaya başladı. Yılda yaklaşık 25 milyar dolara varan en sadık işbirlikçisi konumundaydı. Ancak Sovyetle- tanımlanmamış para girişleri oluyor. Ayrıca Digiturk, rin dağılması sonrasında NATO’nun yeni işlevine dair Finansbank, Abank gibi şirketleri satın almak dışında tartışmaların gündeme geldiği süreçte, TSK içinde de askeri bağlamda da kimi yatırımlara ve ticari ilişkilere Avrasya bütünlüğünün içinde yer almak gibi eğilimler girmiş durumda. Bu durum, bir dönem İran’a uygubelirdi. İşte bu eğimlerin temsilcisi ulusalcı kesimlerin lanan ambargoyu aşmak üzere Zarrab’la girilen ilişkiyi tasfiyesi ve NATO içerisinde TSK’yı yeniden işlevlen- anımsatıyor. Söz konusu ilişki, ekonomik imkânlarını dirmek üzere Ergenekon, Balyoz gibi davalar eşliğinde değerlendirerek bölgede finans merkezi olan, uluslarabir tasfiye operasyonu geçekleştirildi. Ancak ekonomik rası yatırımlar yapan; medya, hava ulaşımı vb. konugereksinimlerden kaynaklanan nedenlerle Türkiyeli larda bölgede öne çıkan Katar’ın da işine geliyor. Yani burjuvazinin arayışları devam etti. Çünkü (otomobil, Türkiye ile Katar arasında bir çeşit simbiyotik ilişkiden beyaz eşya dışında) düşük maliyetli ürünlerde, Çin ve söz etmek mümkün. Hindistan’ın var olan ticareti nedeniyle Avrupa’ya ihraTek Hamleyle Katar’a ve Türkiye’ye Ayar cat yapabilme potansiyeli yeterli (veya alternatifsiz) deYukarıda aktardığımız ilişki ve nitelikler, ne Katar ne ğildi. Bir diğer olasılık olarak Afrika ise kuşatılmış, işgal edilmiş durumdaydı. Amerika gibi uzak, okyanus ötesi de Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğunu göstermiyor. bölgelere ihracat imkânı zaten sınırlıydı. Dolayısıyla Ancak, Katar’ın Körfez’de Suudi Arabistan’ın dolayısıyTürkiye burjuvazisi, gelenekselleşmiş ilişiklerin dışında la da ABD’nin politikalarıyla uyuşmayan kimi adımfarklı bir arayış içerisine girdi. Bu açıdan örneğin Rusya ları/insiyatifleri, Türkiye’nin de ABD’yle ilişkide (ABD politikalarına karşı) direnç gösterdiği kimi noktalar, pazarı gerçekten bakir bir alandı. ayar verme bağlamında bir müdahaleyi ihtiyaç haline Bir süredir ABD tarafından geçmişte Sovyetlere de getirdi.


23  Bir süredir yaşanmakta olan paylaşım koşullarında artık Körfez şeyhliklerinin milyar dolarlarının da güvencede olmadığını, dünya ölçeğindeki her türlü zenginlik gibi sahip olunan kaynakların da iştah kabartan emperyalist tekellerin gündemine çeşitli biçimlerde gireceğini daha önce de söylemiştik. Bu anlamda son olarak yapılan 380 milyar dolarlık anlaşmanın ABD tarafından Suudi Arabistan’a, ilişkinin devamı açısından dayatılmış bir maliyet olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bunun hemen sonrasında tetiklenen Katar krizinin bir boyutunun da benzer bir faturanın Katar’a kesilmesi olduğunu söylemek mümkün. Nitekim çok kısa bir süre sonra ABD ile Katar arasında 12 milyar dolarlık uçak anlaşması yapıldı. Ayrıca Katar’ın paylaştığı doğalgaz havzası nedeniyle İran’la olan ilişkisi ve Çin’e doğalgaz satışında dolar yerine yuan kullanmaya başlaması gibi nedenlerden de söz ediliyor. Bütün bunlar, Sünni dünyanın liderliği iddiasında olan Arabistan’ın yanına almak istediği Mısır’ı memnun etmek üzere Müslüman Kardeşler konusunu Katar’ın karşısına çıkarmış olabileceğini gösteriyor. ABD Türkiye’yi Hangi Konularda Nereye Kadar Geriletmek İstiyor? Katar krizine dair yukarıda sıraladığımız tüm nedenlerin yanında, müdahalenin bir diğer önemli nedeni, Katar üzerinden Türkiye’nin direnç gösterdiği kimi noktalarda geriletilmek istenmesidir. Tam da bu noktada “ABD Türkiye’yi tam olarak nereye çekmek istiyor; bu müdahaleden neyi amaçlıyor? Borsa dâhil çeşitli noktalardan müdahale etme imkânı varken neden bu yol tercih ediliyor?” gibi sorular akla geliyor. Türkiye elbette Avrasyacı olmuyor veya NATO’dan çıkarak eksen de değiştirmiyor ama bir arayış söz konusu; yeni dengelerde herkes kendine imkân arıyor, yer arıyor, bölgesel anlamda etkisini artırmaya çalışıyor. İşte tam da bu bağlamda “ABD Türkiye’yi hangi konularda nereye kadar geriletmek istiyor?” sorusu ihtiyaç haline geliyor. Bugün Ortadoğu’da ABD için öncelikli mesele İran’ın etkisizleştirilmesi, dolayısıyla da İran’dan Irak Şiilerine ve Lübnan Hizbullah’ına kadar uzanan bağın koparılmasıdır. Bunun için Suriye’nin toprak bütün-

Bugün Ortadoğu’da ABD için öncelikli mesele İran’ın etkisizleştirilmesi, dolayısıyla da İran’dan Irak Şiilerine ve Lübnan Hizbullah’ına kadar uzanan bağın koparılmasıdır. Bunun için Suriye’nin toprak bütünlüğünün parçalanması, ABD açısından olmazsa olmaz önemdedir lüğünün parçalanması, ABD açısından olmazsa olmaz önemdedir. İşte tam da bu nedenle Türkiye’ye, kuzeyde bir Kürt oluşumu ve doğuda bir Sünnistan için ikna olup direnç göstermemesi bağlamında baskı yapılıyor. İkincisi, Türkiye’nin ABD politikaları çerçevesinde İran’la arasındaki mesafeyi artırması ve gerilimi tırmandırarak İran’ın kuşatılmasında daha etkili rol alması isteniyor. Üçüncüsü de Türkiye’nin Rusya’yla ABD’yi rahatsız eden boyuttaki ilişkilerinin sınırlandırılarak yeniden düzenlenmesi yönündeki dayatmadır. İşte bu vb. nedenlerle ABD, Türkiye’deki milliyetçiliği tahrik etmemek ve Türkiye ile devam eden ilişkileri bozmamak için örneğin borsayı çökertmek gibi direkt müdahaleler yerine dolaylı araçları seçiyor. Arabistan üzerinden Katar’a müdahale edip Türkiye’nin girmiş olduğu (kayıt dışı nakit akışını da içeren) ayrıcalıklı ilişkiyi bozmak, tam da bu türden dolaylı ama etkili bir yöntemdir. Önümüzdeki süreçte de bir süredir yaşanmakta olan paylaşım savaşının gereği olarak ABD’nin, kendi insiyatifi dışında gerçekleşen, kendisinin kontrol etmediği türden ticari ilişkilere, para akışına vb. müdahale etmesi; diş geçirebildiği noktalarda bu türden alan ve imkân kontrolü gerçekleştirmesi beklenmelidir. Yazının yayına hazırlandığı süreçte ısınan Türkiye-Almanya geriliminin de dünya ölçeğindeki paylaşım ve hegemonya savaşıyla doğrudan ilintisi vardır. Mesele, insan hakları savunucuları, tutuklanan yazarlar vb. gibi görünse de gerilimin bir ekonomi politiği vardır. Ve başlı başına bir yazı konusudur.


24

Perspektif

Yeniden Paylaşım Sürecinde Suriye Dünya ölçeğindeki paylaşım ve hegemonya savaşı, daha önce yaşanmış paylaşımlardan edinilmiş deneyimleri de içererek, çok bileşenli ve çok enstrümanlı biçimde yaşanıyor. Savaş, bağrında yeni bir dünya düzeni tasarımını taşısa da bugün için bu konuda ancak ipuçlarından söz edilebilir.


A

BD’nin, geçtiğimiz günlerde Suriye ordusunu da savaş uçağını da vurması, peşinden de İran’ın insansız hava aracını düşürmesi, Suriye’de sürecin gidişatına, dolayısıyla dengeleri/ittifakları nasıl etkileyeceğine dair çeşitli değerlendirmelere sebep oldu. Suriye’deki savaşta olup biteni değerlendirirken, herhangi bir çatışmanın en dar bağlamını yansıtan lokal görüntülerden ibaret verilerle yetinmek veya örneğin Türkiye’nin YPG’yle ilintili tepkilerini bütünden kopararak ele almak, yanılgı olasılığını artırıyor. Mesela, kimi değerlendirme yazılarında rastladığımız gibi “ABD saldırısının muhtemel sonuçlarından birisinin, PYD/YPG güçlerine karşı bir Türkiye-Suriye işbirliği olacağını ve hatta böylesi bir işbirliğine İran ile Rusya’nın da destek vereceğini” söylemek, bir anlamda Türkiye’nin Rusya-Suriye-İran ittifakına dahil olacağını varsaymaktır ki bu, sürecin hangi hesaplar ve stratejik çıkarlar üzerinden yürüdüğüne dair temel verileri ıskalamaktır. Benzer şekilde, bölgede olup bitenleri “Trump yönetimi ile ABD ordusu arasındaki yaklaşım farklılığı” üzerinden okuma eğilimi de gelişmeleri neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirebilme şansını kaybettirir. Savaşın Gerçek Nedenleri Ortaya Çıkmaya Başladı Dünya ölçeğindeki paylaşım ve hegemonya savaşı, daha önce yaşanmış paylaşımlardan edinilmiş deneyimleri de içererek, çok bileşenli ve çok enstrümanlı biçimde yaşanıyor. Savaş, bağrında yeni bir dünya düzeni tasarımını taşısa da bugün için bu konuda ancak ipuçlarından söz edilebilir. Benzer biçimde, saflaşmalar-kutuplaşmalar-bloklaşmalar da netleşmiş değil. Bu konuda Suriye coğrafyasında yaşananlar, küresel boyuttaki kapışmanın niteliğine dair (bileşen çokluğu ve zemin kayganlığı bağlamında) önemli ipuçları sunuyor. Çatışma ve gerilimler parça parça incelendiğinde, coğrafyanın bir kesiminde çatışanların bir başka noktasında çıkar örtüşmesi içinde olabildiği görülür. Bu, aynı anda birden çok cephede çok bileşenli bir savaşın içinde olmakla ilintili olduğu kadar, bir yanıyla da savaşın (paylaşımın) Suriye’yi de aşan küresel boyutlar taşıyor

25

Çatışma ve gerilimler parça parça incelendiğinde, coğrafyanın bir kesiminde çatışanların bir başka noktasında çıkar örtüşmesi içinde olabildiği görülür. Bu, aynı anda birden çok cephede çok bileşenli bir savaşın içinde olmakla ilintili olduğu kadar, bir yanıyla da savaşın (paylaşımın) Suriye’yi de aşan küresel boyutlar taşıyor olmasıyla ilintilidir. olmasıyla ilintilidir. Putin’in “Suriye’de iç savaş bitmiştir” açıklamasını takiben çatışmaların azalacağına daha büyük/asli güçler arasında boyutlanması, ABD’nin Suriye ordusunu daha sık aralıklarla vurması, Putin’in olası bir ABD-Rusya savaşında hayatta kimsenin kalmayacağı vurgusunu yapması, bir yanıyla da artık savaşın asıl nedenlerinin ortaya çıkmaya başladığını, paylaşım aşamasına gelindiğini gösteriyor. Kamuflajlar Kalkıyor Saflar Netleşiyor Rakka’da, Deyr ez Zor’da ve ABD’nin güneyde stratejik önem atfederek yığınak yaptığı El Tanf ’ta gündeme gelen çatışmalar, ABD’nin gerçek amacının IŞİD’i bölgeden temizlemek değil alan tutmak olduğunu, dolayısıyla da Suriye’de paylaşım savaşının hızlandığını gösteriyor. Diğer bir ifadeyle, Rakka operasyonu adıyla yaşananlar, meselenin IŞİD olmadığını, hatta gerçek tehdidin IŞİD gibi yapılardan çok, o yapıları kullanarak bölgede strateji oluşturan güçlerden geldiğini gösteriyor. Her ne kadar Suriye ve Rusya, Suriye topraklarının bütünlüğünde ısrarcı görünse de ABD için Suriye’nin parçalanması, olmazsa olmaz önemdedir. İşte bu önem ve nedenleri incelendiğinde, Suriye’de 2011’den beri sürmekte olan savaşın gerçek nedenlerine ulaşılır. Bu bağlamda deyim yerindeyse bugün artık ABD ve müttefiklerinin Suriye’ye müdahalesinin üzerindeki kamuflajlar kalkıyor. ABD, bölgedeki stratejik çıkarlarını bizzat kendi gücüyle savunmak zorunda kaldığı oranda da saflar


26

netleşiyor. Böyle bir netleşme, örneğin Rusya’nın ABD ile Suriye sahasında çakışmaları önlemek üzere yaptığı ve bugün artık sonlandırmış olduğu işbirliğinin geçici olduğunu, gerçekte her iki gücün Suriye’de birbiri ile tamamen zıt nedenlerle bulunduğunu görünür hale getiriyor. Rakka ve Deyr ez Zor’un Önemi Hatırlanacak olursa sürecin ilk etabında ABD ve müttefiklerinin asıl amacının “Şii Hilali”ni parçalamak olduğunu söylemiştik. Gelinen aşamada bırakalım “Hilal”in parçalanmasını, İran’dan Lübnan Hizbullah’ına kadar uzanan bağın, nicel ve nitel gücün arttığı yani “Hilal”in daha da güçlendiği görülüyor. Bu süreçte İran’ın milislerinden generallerine kadar askeri güçlerinin Suriye’de doğrudan savaşması, direkt veya dolaylı müdahalesinin izlerine Yemen’de de Irak ve Suriye’de de açık biçimde rastlanması, hatta savaş içinde bu bağın konsolide olması, sonuçta ABD’nin İran’ı etkisizleştirmeden Ortadoğu’da politikalarını hayata geçirmesinin olanaksız olduğunu gösterdi.

Hatırlanacak olursa sürecin ilk etabında ABD ve müttefiklerinin asıl amacının “Şii Hilali”ni parçalamak olduğunu söylemiştik. Gelinen aşamada bırakalım “Hilal”in parçalanmasını, İran’dan Lübnan Hizbullah’ına kadar uzanan bağın, nicel ve nitel gücün arttığı yani “Hilal”in daha da güçlendiği görülüyor.

Bu, aynı zamanda Irak’ta Haşdi Şabi ile savaşırken İran’ın, Suriye’de paylaşım mücadelesi verirken Hizbullah’ın devreye girmemesi yani her bir güçle ayrı ayı mücadele edebilmek için, Suriye’de ve Irak’ta bir çeşit parçalama/Balkanlaştırma sürecini hızlandırma ihtiyacını öne çıkarmıştır. Bunun ABD açısından Suriye savaşındaki en somut/güncel karşılığı, Rakka’da alan tutmak ve “Hilal”in kesişme noktası olan Deyr ez Zor’u içine alacak şekilde bir Sünni bölge oluşturmakta ısrardır. Irak’ın orta kesimine doğru uzanacağı varsayılan bu bölgenin, aynı zamanda İran’ın ve Irak Şiiliğinin önünü kesen bir tampon işlevi görmesi öngörülüyor. Özetle, gerilimin Rakka ve Deyr ez Zor’da yoğunlaşmasının sebebi ABD’nin bu alana dönük hesaplarıdır. Rakka’ya SDG ile giren ve IŞİD’le yapılan anlaşmalar çerçevesinde ilerleyen ABD, aynı alana güneyden müdahale etmek isteyen Suriye güçlerini çeşitli bahanelerle vurdu ve IŞİD mevzilerini bombalayan Suriye uçağını düşürdü. Son olarak Suriye ordusunun kimyasal silah kullanabileceği bahanesi üzerinden ABD ve Fransa’nın tehditlerde bulunması, ABD’nin tutmayı varsaydığı Rakka, Deyr ez Zor gibi alanları zorlamaya başlayan Suriye ordusunu durdurmaya yönelik arayışlar olarak değerlendirilebilir. Artık her aktör, tuttuğu alanı genişletme veya güvenceye alma mücadelesi veriyor. TSK’nin Afrin’e yönelik hesap ve saldırıları da AKP iktidarının bir yanıyla Rojava karşısında etkisiz kalışını Afrin’e saldırarak örtbas etme ve iç kamuoyundaki beklentiyi karşılama, diğer yanıyla ise “Fırat Kalkanı”yla işgal etmiş olduğu alanı batıya doğru genişletme eğilimi olarak okunabilir. Suriye’deki işgalin bir numaralı sorumlusu ABD de bir taraftan Rakka’da yerel boyutta Sünni aşiretler üzerinden ama kendi kontrolünde bir yapılaşmayı güvenceye almaya çalışırken, diğer taraftan Suriye’nin doğusunda bir Sünni bölge için mevcut koşulları ve imkânlarını sonuna kadar zorluyor. Ancak Suriye ordusunun güneyden Rakka’ya ve ülkenin doğusuna doğru önlenemeyen ilerleyişi, ABD’nin yaptığı hesapları bozma potansiyeli taşıyor.


27

Karanlık Tablonun Bağrındaki Potansiyel Çözüm Yukarıda saydığımız tüm bu nedenlerle (her biri ayrı bir yazı konusu olan) Katar’daki gerilimi Suriye’den, Suriye’deki çatışmaları bölgeden bağımsız düşünmek mümkün değil. Ve daha da önemlisi, en büyük ortak tehlike gibi gösterilen IŞİD, Suriye’de belirli oranlarda geriletilmiş görünüyor; ama Suriye’deki toplam süreçte Putin, “Oraya en gelişmiş silahlarımızı yerleştirdik ve performanslarını seyrettik. Ordumuz için bu paha biçilemez bir deneyimdi. Ordumuzun savaşa hazırlık durumu yeni bir seviyeye ulaştı” diyerek Suriye’yi bir silah deneme sahası olarak da kullandıklarını gizlemiyor. Aynı savaşta Lübnan Hizbullah’ının, deneyim kazanan savaşçıların bir kısmını geri çekip deneyim kazandırmak üzere yenilerini sahaya sürdüğü biliniyor. ABD ise bildiğimiz gibi; bir taraftan Suriye’nin doğusunda daha büyük tehlikelerin, ayrışma ve çatışmaların tohumunu atıyor, diğer taraftan teröre destekle suçladığı Katar’la 12 milyar dolarlık uçak anlaşması ya-

Görüldüğü gibi Suriye’ye müdahale için ortaya atılan sebepler artık büyük oranda konuşulmuyor, vekiller yerini asli aktörlere bırakıyor ve paylaşım savaşı silah dahil çeşitli enstrümanlar eşliğinde tüm bölgeyi içine alarak boyutlanıyor. pıp ortak tatbikat örgütlüyor. Görüldüğü gibi Suriye’ye müdahale için ortaya atılan sebepler artık büyük oranda konuşulmuyor, vekiller yerini asli aktörlere bırakıyor ve paylaşım savaşı silah dahil çeşitli enstrümanlar eşliğinde tüm bölgeyi içine alarak boyutlanıyor. Bunun tek tek her ülkede ve bir arada tüm dünyada sınıflar mücadelesi üzerindeki etkisi değerlendirilebildiğinde, bu karanlık tablonun bağrındaki potansiyel çözümü görmek ve ona göre konumlanmak mümkün hale gelir.


28

A

BD politikalarını Trump’ın aklıyla, kişiliğiyle açıklamak gibi Türkiye’de de her şeyi Erdoğan’ın kişiliği, karakteri ile açıklamak, ülke politikalarının belirlenmesinde temel öneme sahip güçlerin (sınıfsal egemenliğin) dikkate alınmaması, dolayısıyla da magazine ve yanılgıya açık olmak anlamına gelir.

Perspektif

ABD’nin Suriye saldırısı nasıl değerlendirilmelidir? “Felsefesiz yapamayız, çünkü her şeyin bilmemiz gereken gizli bir anlamı vardır.” (Gorki)

Bugün artık dünya öylesine hızlı dönüyor, gerek sermaye güçleri arasında gerekse emekçilerin saflarında biriken enerji öylesine zorlayıcı oluyor ki bu temel olguları dikkate almadan yapılacak değerlendirmelerin isabet şansı kalmıyor. Bizler, şu veya bu nedenle günü kurtarmak üzere ikincil-üçüncül (tali) önemdeki olguları, kişisel rolleri öne çıkarıp değerlendirme yapabiliriz. Ancak bu, niyetten bağımsız olarak bizi gerçeklikten uzaklaştırır ve manipülasyonlara açık hale getirir. Daha önceki yeniden paylaşım savaşı dönemlerinde savaşın sınıfsal niteliği, sürecin özgünlüğü doğru kavranamadığı oranda yanlış yerlerde saf tutuldu, ayrışmalar yaşandı. Bugün de dünyada olup bitenler, sürecin bir yeniden paylaşıma işaret eden niteliği, başta ABD olmak üzere küresel aktörlerin rolü, döneme özgü saflaşmalar kavranamadığı sürece muhtemel gelişmeleri, yeni düzenin oluşumunu vb. doğru değerlendirebilmek mümkün olmaz. Daha önce de çeşitli biçimlerde belirttiğimiz gibi sınıfsal ayrışma ve nitelikler üzerinden neden-sonuç ilişkisi kurulamadan dünyada-bölgede ve ülkede olup biteni anlamak zor. 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan ve ABD’nin belirleyici olduğu düzenin taşları yerinden oynadı. Tahmin edilebileceği gibi uzun süreli ve çok bileşenli bir tahkimat üzerine bina edilmiş sistem bir anda son bulmaz. Ancak bu, yeni bir paylaşım eşliğinde


29

Bugün artık dünya öylesine hızlı dönüyor, gerek sermaye güçleri arasında gerekse emekçilerin saflarında biriken enerji öylesine zorlayıcı oluyor ki bu temel olguları dikkate almadan yapılacak değerlendirmelerin isabet şansı kalmıyor. yeni bir düzen oluşumunun içine girildiğinin habercisidir. Bu süreçte sıcak çatışmalar, ticaret savaşları, tehditler, şantajlar vb. eşliğinde yeni saflaşmalar ve kutuplaşmalar yaşanacaktır. İşte böyle bir resim içerisinde, paylaşımın en sıcak noktasını oluşturan Ortadoğu’da, özellikle de Suriye’de yaşanan bir saldırıyı, salt askeri değil politik sonuçları ile de değerlendirmek gerekiyor. ABD Politikalarında Trump’la Değişen Nedir? Bu, genel kabul gören bir doğrudur; ABD politikaları başkana göre değil başkan ABD politikalarına göre belirlenir. Dolayısıyla tipleri, mizaçları, hatta renkleri ve mimikleri (buna bile dikkat çeken değerlendirmelere rastlanıyor…) farklı olsa da Bush’tan Obama’ya ve Trump’a kadar tüm başkanlar için tekelci sermayenin çıkarları paralelinde politik bir devamlılıktan söz edebiliriz. Cumhuriyetçilerle Demokratlar üzerinden kendini ifade eden farklı tekel gruplarının olması, bunların aralarındaki çelişmeler, baskı grupları vb. iktidarın sınıfsal özünü değiştirmiyor. Hatırlanacak olursa Trump “Yeniden Büyük Amerika” sloganıyla geldi. Bu, aynı zamanda, yeniden paylaşıma ve dağılan taşlara rağmen ABD’nin emperyalist ülkeler arasındaki liderliğini/başatlığını koruma ve tek belirleyici olma ısrarının ifadesidir; paylaşım savaşı gerçekliği ve bunun kaçınılmaz gerekleri düşünüldüğünde, seçim sürecinde Trump ne demiş olursa olsun, ABD’nin “büyük olmayı sürdürmek için” tehdit, şantaj, savaş dahil tüm araç ve yöntemlere başvurmaktan geri durmayacağının işaretidir. Kısacası, “ha” denince nasıl neoliberalizmden korumacılığa dönülemiyorsa, dünya savaşı koşullarında küresel bir güç (başkan seçimlerde ne demiş olursa olsun)

paylaşımın en sıcak noktasından “pardon” deyip çekilip gitmeyecekse, ABD de Suriye’yi Rusya’ya bırakmayacaktı. Tam da bu bağlamda Trump’ın hoyratlığı-kuralsızlığı, olsa olsa ABD’nin saldırganlığı ve kuralsızlığı için kullanılacaktır. Çünkü dönem, sermaye/emperyalizm için kuvvetler ayrılığı dahil biçimsel de olsa “demokratik işleyiş” adına oyalanmayı değil, engelsiz-gecikmesiz biçimde politika üretip uygulamayı gerektiriyor. ABD hâlâ güçlü; ancak aktör ve cephe sayısındaki çoğalma, onu tek belirleyen olmaktan çıkarmış durumda. Yeniden büyük olma hesaplarında, taşeronları daha aktif kullanmanın yanında Obama döneminden farklı olarak doğrudan kendi askeri gücünü kullanmak da var. Dikkat edilirse, seçim döneminde maliyetten söz edilip kimi bölgelerden asker çekme veya azaltma konusu gündeme geldiği halde, Rusya’nın batısında Finlandiya hariç hemen her ülkeye asker yerleştirilmiş, doğu Avrupa’ya NATO üzerinden muazzam bir askeri yığınak yapılmış durumda. Suriye’de Trump’lı ABD Trump’ın seçim meydanlarından Rusya’yla ilişkilere, Ortadoğu ve Suriye’ye dair söyledikleri kimilerinde barış, Rusya’yla uzlaşma vb. türden beklentiler oluşturduysa da sürecin niteliği yani sınıfsal dinamikler kısa sürede belirleyiciliğini hissettirmeye başladı. Gelinen aşamada, Trump “Önceliğimiz Esad değil, IŞİD ile mücadele” demiş olsa da ABD politikalarının bölgedeki son tablosunun IŞİD’ten vazgeçmek değil onu bir enstrüman olarak kullanmaya devam etmek yönünde olduğunu gösteriyor. Şayrat Hava Üssü’ne yapılan füzeli saldırı sonrasında IŞİD’in Humus’ta saldırıya geçmiş olması da son Palmira saldırısını ABD’den bağımsız yapma ihtimalinin olmaması da Deyr Ez Zor’da ve Musul’da ABD desteğinin devam ettiğine dair emareler de bu kanaatimizi doğruluyor. Her ne kadar ABD Suriye’deki ağırlığını Rakka, Palmira ve Deyr Ez Zor gibi Sünni ağırlıklı doğu bölgesine vermiş ise de füze saldırısı sonrasında daha da önem kazanan İdlib dahil batıdaki cihatçılarla ilişkisini


30

kesmiş değil. AKP’nin Suriye/Bölge Hesapları Bitti mi? TSK’nin Fırat Kalkanı operasyonunun sonuçlandığına dair açıklaması sonrasında, AKP’nin Suriye hayallerinin bittiğini zannedenler de ezberlenmiş bir alışkanlıkla veya “Silopi’ye yığınak yapıldıysa Şengal’e girilir” mantık yürütmesiyle “Dicle Kalkanı” değerlendirmeleri yapanlar da oldu. Söz konusu değerlendirmelere daha fazla değinmeksizin söylemek gerekirse; AKP’nin Suriye’ye dair

bunca hesap, iddia vb. sonrasında Cerablus-Azez-El Bab cebiyle yetinmesi, halka bunu anlatabilmesi olası görünmüyor. Eğer hâlâ Kürt kantonları üzerinde bozucu bir etki yapma hesaplarından ve batıda cihatçı çetelerle ilişki içinde alan tutma dahil rol almaktan vazgeçmemişse; Afrin, TSK’nın hedefi olmaya devam edecek ve İdlib’tekiler dahil cihatçı güçlerle ortak hareket etme eğilimi korunacak demektir. Aynı zamanda Şayrat Hava Üssü saldırısı sonrasında oluşan tablo, AKP’nin/TSK’nın ABD ile Suriye’de aynı eksende durduklarının genel anlamda bölgede taşeronluk bağlamlı ilişkinin devam ettiğinin göstergesi oldu.

TSK’nın Silopi’ye yığınak yaptığı doğru. Ancak haritada Silopi’den bakınca Şengal’in görünmesi, TSK’nın El Bab’tan sonra Şengal’e gireceği anlamına gelmiyor. Bu belki başlı başına bir yazı konusu ama kısaca söylersek; Irak, Suriye değildir; Şengal El Bab değildir; PKK veya Haşdi Şabi de IŞİD değildir.

Şengal Neden El Bab’a Benzemez? TSK’nın Silopi’ye yığınak yaptığı doğru. Ancak haritada Silopi’den bakınca Şengal’in görünmesi, TSK’nın El Bab’tan sonra Şengal’e gireceği anlamına gelmiyor. Bu belki başlı başına bir yazı konusu ama kısaca söylersek; Irak, Suriye değildir; Şengal El Bab değildir; PKK veya Haşdi Şabi de IŞİD değildir. AKP kurmaylarının gönlünden elbette böyle bir işgal/operasyon geçer; ama orası ABD’nin Türkiye’ye uzatacağı


31  “havuç” olmadığı gibi Irak’ta, El Bab’a giderken sağlanan kolaylıkların hiçbirinin olmadığı unutulmamalıdır. Birincisi El Bab’ın uzaklığı yaklaşık 30 km. Şengal’in ise yaklaşık 200 km. Irak ordusu TSK’nın girişine razı değil. Daha da önemlisi IŞİD, TSK’nın geçtiği yerleri boşaltırken, Irak’ta bunun tam tersi bir direnişle karşılaşma ihtimali kesin. Özetle, ortada bir yığınak var ama bu, gözdağı için de bölgede kurulması muhtemel Sünni oluşum için bir güvence de olabilir; bu nedenle, “Dicle Kalkanı” gibi ezberlerle işin kolayına kaçmamak gerekiyor. ABD-Türkiye ilişkilerini öznelleştirilmiş zorlamalarla ve “Erdoğan’ın çizildiği, ilişkinin bittiği” değerlendirmeleri üzerinden yapmak yerine bölgeye bakıldığında, birden çok noktada ve çeşitli nedenlerle ilişkinin devam ettiği görülür. Örneğin Trump’la beraber tekrar İran’ın hedefe konulmuş olması, İran’ı etkisizleştirmeden ne Irak’ta ne de Suriye ve Lübnan’da istenilen sonuca varılamayacağı değerlendirmesine dayanıyor. Ayrıca ABD’nin başka hiçbir neden kalmasa dahi salt İsrail ve Suudi Arabistan’ın güvenliği için İran’ı hedefe koyabileceğini söylemek de abartılı olmaz. Tam da bu noktada akla “Eğer ABD İran’ı şu veya bu şekilde sıkıştıracak, kuşatacak veya tehdit edip sınırlayacaksa, bunu kiminle yapabilir?” sorusu geliyor. Gerçekte bu güç TSK’dır. AKP-ABD ilişkilerinin bundan sonraki seyri bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Mesela Zarrab meselesi bu konuda bir çeşit “ikna, razı etme” aracı olarak düşünülebilir. Sonuç Yerine Trump, çeşitli nedenlerle bugüne kadar başkanlığını sağlayabilmiş, rüştünü ispatlayabilmiş değildi. Bu, ABD’de bir başkandan diğerine geçiş sürecindeki engelleri akla getirse de Trump özgülünde sürecin uzadığını ve direncin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Ancak süreç ciddi, dünya hızlı dönüyor. Artık başkanın iradesini gösterip, Rusya, Çin, Kuzey Kore, İran gibi ülkelere mesaj vermesi gerekiyordu. Yani mesaj hem iç kamuoyuna hem de dünyadaki karşıt eksene verildi. Deyim yerindeyse Trump başkanlığını havai fişekle değil Tomahawk gösterisiyle ilan etti.

İşte “Başkanlık, kimlerin çıkarınadır; ne yapılmak isteniyor da Erdoğan’a sıfır denetimli sonsuz yetki veriliyor?” sorusu, yukarıdaki gerçekler eşliğinde değerlendirilmelidir. Diğer bir ifadeyle otoriter bir rejimin amaçlandığı doğru ama “ne için otorite” sorusunun da yanıtlanması gerekiyor. Bu türden hamleler bazen bulanık gibi duran dizilimi netleştirir; kimlerin, nerede, kimlerle beraber durduğunu görünür hale getirir. Füze saldırısı sonrasında genelde Avrupa’dan özelde İngiltere’den; Türkiye, İsrail, Körfez monarşileri ve Salih Müslim’den gelen açıklamalar, ABD eksenindeki toplamı göstermiştir. Suriye dahil Ortadoğu’daki savaş, yeniden paylaşımın nerede, hangi coğrafyada yapılmakta olduğunun da göstergesidir. Lokal anlaşma ve uzlaşmalar ayrışmanın, saflaşma ve kapışmanın özünü değiştirmiyor. Yeni düzen için henüz aktörler “peşrev” aşamasında ise de artık geri dönüşü yok. Paylaşım mücadelesi sıcak savaşı da içerecek şekilde başlamıştır. ABD’nin gerçekte Rakka’ya girme hesabı, IŞİD’i temizlemeye değil alan tutmaya dayanıyor; Deyr Ez Zor’a helikopterle IŞİD’çi taşıma ihtiyacı duyması da Musul’un Sünni aşiretlerde kalmasını sağlayacak atraksiyonları da bu çerçevede değerlendirilmelidir. İşte “Başkanlık, kimlerin çıkarınadır; ne yapılmak isteniyor da Erdoğan’a sıfır denetimli sonsuz yetki veriliyor?” sorusu, yukarıdaki gerçekler eşliğinde değerlendirilmelidir. Diğer bir ifadeyle otoriter bir rejimin amaçlandığı doğru ama “ne için otorite” sorusunun da yanıtlanması gerekiyor. Yukarıdaki fotoğraf, referandum sonucu ne olursa olsun AKP’nin/Erdoğan’ın neden hesaplarından vazgeçmeyeceğinin göstergesidir. Aynı zamanda Hayır’ı neden kesintisiz ve örgütlü biçimde 17’sine taşımak gerektiğinin değerlendirmesidir.


32

D Perspektif

Venezüella’ya Sınıfsal Bakış

Genel anlamıyla söylersek devrim, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişmenin, diğer bir ifadeyle emek-sermaye çelişmesinin çözüm platformudur. Yani bir ülkede üretim ilişkileri, dolayısıyla da üretici güçler önündeki engel aynı kalıyor, değişmiyorsa orada bir devrimden bahsedilemez.

aha önce de çeşitli bağlamlarda söylediğimiz gibi artık dünyada hemen hiçbir gelişme, sömürgelerin yeniden sömürgeleştirilmesini de içeren hegemonya ve paylaşım savaşından bağımsız düşünülemez. Küba Devlet Başkanı Raul Castro’nun, Venezüella’yla dayanışma amacıyla yayınladığı mesajda geçen “Önümüzdeki günlerde şiddetli kavgaların, uluslararası ölçekte saldırıların, ablukaların, yoklukların yaşanacağı açık” biçimindeki ifadesi de sürecin sözünü ettiğimiz niteliğine işaret etmektedir. Bu arada kimileri tarafından, sermaye güçleri sanki dünya ölçeğinde tek kale (rakipsiz) oynuyormuş gibi gözlemler ve değerlendirmeler yapılıyor ise de G-20 zirvesinde Hamburg’a veya Adalet Yürüyüşü’nde Maltepe’ye baktığımızda, sermayenin karşısında emek eksenli olarak çeşitlenip boyutlanan öfke ve enerjiyi yani alttan alta büyüyen bir karşı dalgayı görürüz. Venezüella, bugün dünyanın en sıcak, en çok sözü edilen ve hatta Trump’ın “askeri seçenek masada” diyerek tehdit ettiği ülkelerinden biri. Geçtiğimiz günlerde yapılan Kurucu Meclis seçimleri ve peşinden gerçekleşen darbe girişimi, Venezüella’da Chavez’in ilk iktidarından bugüne yaşanan 19 yıllık süreci ve bugün gelinen aşamayı bir kez daha tartışma konusu olarak öne çıkardı. Yapılan değerlendirmelerin önemli bir kısmında ortaklaşmış bir jargon olarak “Bolivarcı devrim”, “Bolivarcı Hükümet”, Bolivarcı burjuvazi”, “21. Yüzyıl Sosyalizmi” gibi kavramlara rastlanıyor. Amacımız kavram tartışması yapmak değil ama gerçekçi olmak gerekirse bu kavramlar, Venezülla’da olup bitenleri açıklamaya de-


33  ğil daha da anlaşılmaz kılmaya sebep oluyor. Bolivarcı Devrim Olur mu? Genel anlamıyla söylersek devrim, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişmenin, diğer bir ifadeyle emek-sermaye çelişmesinin çözüm platformudur. Yani bir ülkede üretim ilişkileri, dolayısıyla da üretici güçler önündeki engel aynı kalıyor, değişmiyorsa orada bir devrimden bahsedilemez. “Bolivarcı devrim”e gelince, öncelikle tanıma kaynaklık eden Simon Bolivar’ın kim olduğuna bakmak gerekiyor. Bolivar, 1800’lü yıllarda sömürgeciliğe, açık işgale karşı verilen ulusal bağımsızlık mücadelesinin önderidir. Burada amaç, emek-sermaye çelişmesini çözmek değil, sömürgecilerden/ işgalcilerden kurtulmaktır. Bu, bir yerde ve yoğunlukla İspanyollardır, başka bir yerde Portekizliler veya İngilizlerdir. Ve belli bir evreden sonra tüm işbirlikçi iktidarların kafasına bir şapka gibi geçen Amerika’dır. Onlara karşı verilen bir bağımsızlık mücadelesi vardır. Bu mücadelenin ulusal yanı ağır basar. Ve kıta ölçeğinde ulusal kahraman kabul edilen Bolivar’la özdeşleşir, onunla anılır. Her ulus, kendisini Bolivar’da bulur; kendisini Bolivarcı olarak ifade eder. İşgalciye karşı mücadele eksenli olarak ulusal temelde verilen bu mücadeleyi, sınıfsal çelişmenin çözümünün bir aracı olan devrimle karıştırmamak, oradan bugüne izdüşümlerle, taşıma kavramlarla tanımlama yapmamak gerekiyor. Programatik ön kabullerle ilişkilendirerek söylersek, o bir bağımsızlık mücadelesiydi. Kapitalizmin tekelci aşamaya geçmediği koşullarda parçalı mücadele vermek, açık işgalden böyle sadece bağımsızlık mücadelesi verilerek kurtulmak mümkün. Ama 20. yüzyılda mücadele giderek iç içe geçiyor; hem anti-emperyalist hem de anti-oligarşik nitelikler kazanıyor; eksik kalmış olan demokratik dönüşümler, proleter devrimin gündemine giriyor. Aradan yaklaşık 200 yıllık bir süre geçmişken ve söz konusu ülkelerin yanı başında yaşanmış, bir devrimden ne anlaşılması gerektiğini somut olarak

göstermiş olan Küba’nın öğretici pratiğine rağmen bugün hâlâ Bolivarcı devrimden söz etmek, bir iktidarın popülerliğine yaslanarak (doğrudan niyet bu olmasa da) sınıfsal devrimin yerine ulusal temeldeki mücadeleyi öne çıkarmaktır; gerçek anlamda bir devrimden vazgeçmektir. Dolayısıyla da programatik olarak bağımsızlığı da yanlış tartışmaktır. Çünkü bugün artık bağımsızlık ancak sınıf mücadelesiyle sağlanabilir; anti-emperyalist, antioligarşik devrimle mümkündür; bir iç içe geçme söz konusudur. Bu, 20. yüzyılda da böyleydi; 21. yüzyılda bugün sınıf ilişki ve çelişkileri daha da kökleşmiş durumdadır. Kısacası “Bolivarcı devrim” kavramsal olarak yanlıştır, fiilen de mümkün değildir. Bu çerçevede yaklaşıldığında “Bolivarcı burjuvazi” veya “Bolivarcı hükümet” tanımlarının da anlamsızlığı/yanlışlığı görülür. Özetle, görüldüğü gibi Bolivarcılık kavramı, tarihsel kökene bağlı doğru kullanımından koparılarak, olur-olmaz yerlerde/bağlamlarda kullanılıyor. Hâlbuki olsa olsa sömürgeciliğe karşı mücadeleden emperyalizme karşı mücadeleye geçişten, aradaki deneyim aktarımından, moral/onursal vb. ilişkiden söz edilebilir. Ama bu, Bolivarcılık değildir. Hele ki devrim ve sosyalizm çok daha başka olgulardır.

Chavez, Şapkadan Çıkan Bir Tavşan Değildir Chavez’i şapkadan çıkmış tavşan gibi geçmişi olmayan bir kişi/olgu olarak göremeyiz. Burada, Latin Amerika’nın hemen her bölgesinde geçerli olan ve hatta kıtayı diğer yeni sömürge ülkelerden farklı kılan, sömürgecilikten bugüne uzanan kesintisiz mücadele gerçekliği yatıyor. Chavez’in 1998’deki başarısı, ülkenin gidişatından çeşitli nedenlerle memnun olmayan kesimleri, sınıfsal değil popülist bir söylem etrafında bir araya getirip bu duruşu oya tahvil edebilmiş olmasıdır. Ancak bu başarıyı sağlayan, içinde yirmiden fazla siyasi partinin, toplumsal hareketlerin, önceki rejimle sorunlar yaşayan kimi sağcı ve burjuva kesimlerin yer aldığı ittifak, aynı zamanda Chavez’in popülist


34  nıf ilişki ve çelişmelerinin değişmediği Venezüella’da maddi bir gerçekliğe dönüşmeyen “devrim”, “emperyalizm ve iç düşmanlar” söylemi üzerinden patinaj yapar bir noktaya geldi; bir çeşit “metal yorgunluğu” veya kendini tekrar etme hali oluştu. 2002-2003 Eşiği Ve “21. Yüzyıl Sosyalizmi”

adımlarının önündeki içsel engellerden biriydi. 2002’de doğrudan ABD ve Venezüella oligarşisi tarafından gerçekleştirilen darbe, bu türden iktidarlar karşısında beklenen ama sonuçları itibariyle ezber bozan (Şili’de Allende’nin akıbetinden farklı) nitelikteydi. Ancak devamında atılan ve kimileri radikal nitelik de taşıyan (kamulaştırma vb) adımlar hiçbir zaman bir devrim momentinin oluşmasını beraberinde getirmemiş, olsa olsa, yer yer ve dar bağlamlarda (hatta salt biçimsel anlamda) “ikili iktidar” görüntüsü vermiştir. Chavez’in bu konudaki açıklamasına/ilanına bakılarak kimi sol/devrimci yapıların “21. Yüzyıl Sosyalizmi”nden söz etmeye başlaması, hatta temel teorik tezlerini bu bağlam içinde değiştirmeye kalkması ise, yaratıcılığa varması gereken üretkenlikleri ile bilinen sol/devrimciler adına üzüntü vericidir. Venezüella’da olup biteni, oradaki emperyalist müdahaleye karşı yaşanan direnci önemsemek, taraf olurken sınıfsal ölçekleri ve bu konuda genel doğruları gözetmek (Suriye’de, Irak’ta olduğu gibi) ile Chavez’le ifadesini bulan duruşu bir devrim olarak görüp savunmak aynı şey değildir. Bugün çeşitli sol yapıların düştüğü yanılgı budur; devrimle gelmemiş olan bir iktidardan bir devrim hükümeti gibi davranması isteniyor/bekleniyor; Venezülla’ya dair yapılan değerlendirmelerin önemli bir kısmının handikaplarının başında bu gerçeklik geliyor. 19 yıl boyunca üretim ilişkilerinin, sı-

2002’de Chavez’e karşı yapılan darbe girişiminin, kitlelerin Başkanlık Sarayı’nı kuşatması ve ordunun geri kalanının darbe hükümetine karşı savaşacağını açıklamasıyla püskürtülmüş olması; benzer şekilde, 2003’te petrol sektörünü elinde tutan sermayedarlar ile bürokratların gerçekleştirdiği lokavtın petrol işçilerinin müdahalesi ve üretimi yeniden başlatması ile aşılmış olması, Venezüella’nın özgünlüğünü göstermenin yanında aynı zamanda 2003-2007’deki başarı ivmesini anlamayı kolaylaştırıyor. Darbe girişimi ve lokavtın püskürtülmesi sonrasında gerçekleştirdiği tasfiyeler, Chavez’in elini güçlendirdi ve 2007’ye kadar uzanan sürece maddi/psikolojik zemin oluşturdu. Bu süreçte eğitim ve sağlık alanında önemli reformlar yapıldı; ABD’ye karşı Güney Amerika ülkeleriyle ittifak yönünde adımlar atıldı; Küba’yla ambargoyu boşa çıkaracak ilişkiler kuruldu. Aynı zamanda çeşitli fabrikalar kamulaştırıldı, kimi yabancı tekeller ülkeden kovulurken kimlerine de yüksek vergi oranları uygulandı ve petrolden elde edilen gelirin bir kısmı sosyal yardım ağını geliştirmeye ayrıldı. Güvenlik bağlamında da ordu ve poliste çeşitli tasfiyeler gerçekleştirildi. İşte tüm bu gelişmelerin üzerine, 2005 yılında Hugo Chavez, hedefledikleri rejimin “21. Yüzyıl Sosyalizmi” olduğunu açıkladı. Ve 2007 yılında solun büyük çoğunluğunu aynı çatı altında buluşturma hedefiyle Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi, Chavez’in başkanlığında kuruldu. Ancak olumlu bir görünüm arz eden bu tabloya rağmen özellikle 2008 krizi, petrol fiyatlarının düşmesi ve 2013’te


35  Chavez’in hayatını kaybetmesi de dahil olmak üzere, ucunda 2015 seçim yenilgisi olacak şekilde sürecin bir gerilemeye girmesi önlenemedi. Petrol fiyatlarına bağlı olarak imkânları azalan hükümet, yoksul mahallelere dönük sosyal yardımları uygulamakta zorlanmaya başladı. Bu süreç, aynı zamanda kıtadaki sol popülist hükümetlerin bir kısmının ya seçimleri kaybettiği ya da neoliberal programlar uygulayarak konumlarını korudukları bir konjonktür eşliğinde gerçekleşti. 19 yılın sonunda bugün Venezüella’ya bakıldığında, ekonominin petrole bağımlı olmaktan kurtulamadığı, işçi yönetimine geçildiği söylenen fabrikalarda bir işçi denetiminden çok devletin bürokratlarının kararlarına bağımlı işleyişin hâkim olduğu ve dolayısıyla da üretim ilişkilerinin ve özel mülkiyetin başka ellerde yeniden üretildiği bir tablonun ortaya çıktığı görülür. 21. Yüzyıl Sosyalizmi yerine nasıl bir adlandırma yapılması gerektiğine gelince, daha önce de bir başka değerlendirmede dikkat çektiğimiz gibi bunu, söz konusu kavramlaştırmanın üreticisi Heinz Dietrich zaten yapıyor. “21. yüzyıl sosyalizmi kavramını tasarladım, ortaya koydum, Dünya Sosyal Formu’nda da Chavez dile getirdi.” diyen Dietrich, Chavez Venezüella’sını“İskandinav devletlerinin denetimindeki sosyal demokrasinin öne çıktığı bir model” olarak tanımlıyor. Latin Amerika’nın Özgünlüğü Latin Amerika’nın dünyanın öteki ülkelerinden çok farklı olan bir özelliği var. Daha başlangıcından itibaren sömürgeciler bölgeye kapitalizmi getirmiş, elinde sopası olan tekelci bir burjuvazi, diğer kıtalara oranla çok daha erken yaratılmıştır. Kıtada toprak mülkiyetinin de neredeyse tamamı tekel niteliğindeki burjuvalara aittir. Bu durum, toprağın tek elde toplanmış mülkiyeti, örgütsüz/güçsüz haldeki toprak sahiplerinin olduğu ülkelerden veya feodal toplum koşullarından farklı olarak toprak reformunu da güçleştiriyor, bir devrim sorunu haline getiriyor.

Latin Amerika’nın dünyanın öteki ülkelerinden çok farklı olan bir özelliği var. Daha başlangıcından itibaren sömürgeciler bölgeye kapitalizmi getirmiş, elinde sopası olan tekelci bir burjuvazi, diğer kıtalara oranla çok daha erken yaratılmıştır. Bugün Venezüella’da toprak reformu yapabilmek, emperyalizmle başa baş, dişe diş savaşmaktan geçiyor. Venezüella’da benzer şekilde endüstrideki kontrol de daha başlangıçtan itibaren alabildiğine tekelcidir; ekonominin büyük bir kısmına hâkim olan yapılardadır. Önemli ekonomik sektörlerin tamamı yabancı tekellerin elindedir. Halk kesiminden insanlar, küçük işletmelere veya küçük arazilere sahiptir. Chavez’in yapabildikleri/yapamadıkları bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Sonuç olarak, bir ülkede var olan sınıfsal ilişki ve çelişmeler kavranmadan, bu ilişki ve çelişmelerin süreçte alabileceği muhtemel biçimler değerlendirilmeden, buna uygun strateji ve taktikler eşliğinde bir mücadele süreci yaşanmadan, salt konjonktürel dengelere dayanarak iktidar olunsa bile, bunun kalıcı olması ve sürecin devrimsel sonuçlar doğurması mümkün değildir. Dolayısıyla güçlü bir ideolojik önderlikten yoksun, çeşitli dengeleri gözeterek günü kurtaran Chavez yönetiminin (ve devamının) bugün yaşadığı sıkışma hali, çıkışsızlık veya tekrarlar bir tesadüf değildir. Ve sanıldığının aksine, sosyalizmin itibarını sarsan değil, bu şekilde sosyalizmin olamayacağını gösteren bir işlev görmektedir. Bu türden iktidarlar, devrimin üzerinden atlayarak eşitlik ve özgürlük sağlanamayacağının ifadesi olduğu kadar, aynı zamanda da emperyalizmin/kapitalizmin teşhiri ve alternatif çalışmalar, örgütlenmeler için oluşturduğu zemin uygunluğu bağlamında önemlidir. Stratejik hedef ufku yitirilmeden, nihai amaca gidişte bir basamak olarak görülmelidir.


36

Yeniden Paylaşımın Hızlandığı Koşullarda Ne Yapmalı/Nasıl Yapmalı? Geçmişte iktidar tarafından zamlar yapıldığında tepkilere, protesto gösterilerine sebep olur, uzun süre gündemden düşmezdi. İçinden geçmekte olduğumuz bu süreçte ise, adeta konuşulmaz, gündeme alınmaz oldu. Örneğin, son bir yılda doğalgaza % 34, kömüre % 26, benzine % 23 ve elektriğe % 19 zam yapılmışken, buna karşılık memur ve emekli maaşları % 3 artmış bulunuyor. Ve bu koşullarda toplumun yüzde 60 kadarı yoksulluk sınırında yaşamını sürdürüyor.


37

D

ünya ölçeğinde devam etmekte olan paylaşım savaşı, kapsam büyüterek hızlanıyor. ABD öncülüğündeki koalisyon uçakları, Suriye’nin güneyinde yer alan El Tanf bölgesinde üçüncü kez Suriye güçlerini vurdu. Körfez’deki kriz, Katar’a ayar çekmeyi aşmış durumda. Görünen o ki birincisi, artık Körfez monarşilerinin malvarlıkları da güvencede değil veya bundan sonra ödeyecekleri “haraçlar” ölçüsünde varlıklarını sürdürebileceklerdir. İkincisi, gerçekte ayar, bir yanıyla da Türkiye’ye çekiliyor; Türkiye’nin ABD politikaları karşısında iktisadi olandan siyasal olana kadar çeşitli boyutlardaki direnç ve uyumsuzluklarının önü, Katar’la girdiği avantajlı ilişkiye müdahale edilerek kesilmek isteniyor.

Hüsnü Mahalli’nin “Kanlı Bahar’ın ikinci safhası” diye nitelediği, Putin’in ABD ile Rusya arasında olası bir savaşta “kimsenin hayatta kalamayacağını” söylediği bu koşullarda, başta Ortadoğu olmak üzere hemen hiçbir ülke bu yeni düzen tasarımının etkisinden muaf değil. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi tek bir insanın emeğinin sömürünün dışında, tek bir kara parçasının rantın ve talanın dışında kalamayacağı bu yeni düzen tasarımında, sermayenin çıkarları çok daha kalın ve net çizgilerle çekiliyor. Bu, aynı zamanda emek-sermaye çelişmesinin daha da keskinleşmesi, emeğin yaklaşık 200 yıllık kazanımlarının tümüyle gasp edilmek üzere boy hedefi yapılması demektir. Giderek Avrupa’da burjuva demokrasilerinden söz edilemeyecek bir sürecin habercisi olan sınıf savaşım-

Türkiye şuan bir açıdan bakıldığında; koğuştan alıp işkenceye götürmeler, avukat adı altında kimliği belirsiz insanların gelip görüşme yapması, kimi ağızlardan çıkan sözlerin yargı üzerinde doğrudan etkili olması vb. ile 12 Eylül’ü anımsatıyor.

Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi tek bir insanın emeğinin sömürünün dışında, tek bir kara parçasının rantın ve talanın dışında kalamayacağı bu yeni düzen tasarımında, sermayenin çıkarları çok daha kalın ve net çizgilerle çekiliyor. Bu, aynı zamanda emek-sermaye çelişmesinin daha da keskinleşmesi, emeğin yaklaşık 200 yıllık kazanımlarının tümüyle gasp edilmek üzere boy hedefi yapılması demektir. larının bugünkü güncel biçiminin bizimki gibi ülkelere yansıması açık faşizmdir; sürekli darbe iklimidir; başkanlık ve saray rejimidir; zeytinliklerden doğal sit alanları ve milli parklara kadar hemen her şeyin üzerindeki korumanın kaldırılmak istenmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Sürekli Darbe İklimi Türkiye şuan bir açıdan bakıldığında; koğuştan alıp işkenceye götürmeler, avukat adı altında kimliği belirsiz insanların gelip görüşme yapması, kimi ağızlardan çıkan sözlerin yargı üzerinde doğrudan etkili olması vb. ile 12 Eylül’ü anımsatıyor. Ülkenin göreli de olsa bağımsızlığının kalmaması, her şeyin metalaştırılması, ne varsa rant-kâr kaynağı olarak görülüp talan edilmesi ve satılması bağlamında ise akla, Nazım’ın Adnan Menderes için söylediği şu sözleri getiriyor: “Yüz Türkiye olsa/ elinizden de gelse/ yüzünü de zincire vurur/yüz kere satarsınız.” Geçmişte iktidar tarafından zamlar yapıldığında tepkilere, protesto gösterilerine sebep olur, uzun süre gündemden düşmezdi. İçinden geçmekte olduğumuz bu süreçte ise, adeta konuşulmaz, gündeme alınmaz oldu. Örneğin, son bir yılda doğalgaza % 34, kömüre % 26, benzine % 23 ve elektriğe % 19 zam yapılmışken, buna karşılık memur ve emekli maaşları % 3 artmış bulunuyor. Ve bu koşullarda


38

Gerçekte bugün sadece 2019 yönlendirmeli projelerin değil, isimler üzerinden yürütülen tartışmaların veya 1000 “aydın”ın “yan yanayız bir aradayız” biçiminde şekilsiz ve sınıflar gerçekliği üzerinden atlayan türdeki bir araya gelişlerinin, ezilenlerin derdine derman olma şansı yoktur. Bunlar, stratejik pusula ve siyasal yönelim bağlamında altı çizilmesi gereken, temel önemde farklardır toplumun yüzde 60 kadarı yoksulluk sınırında yaşamını sürdürüyor. Bu tablo, referandum sonrasında, “Hayır” çalışması ile muhalif kesimlerin moral tazelediği, AKP’nin yenilebildiğini gördüğü koşullardaki Türkiye tablosu. Buradaki eksiklik, “Hayır”dan öteye ne yapılacağının ya bilinmemesi ya da bilinse de bir çeşit “kolektif atalet” ve özgüven problemi sebebiyle o alana dönük olarak sürecin gereklerinin yerine getirilmemesidir. AKP ise muhalif kesimlerdeki ataletin tersine bir daha tekrarının olmaması için sık sık Gezi karşıtlığını dillendirmekte ve bu türden hareketlerin çimlenemeyeceği, çimlense de boy veremeyeceği bir iklim oluş-

turmak için hemen her yolu denemektedir. Kuşkusuz bu, Saray rejiminin, diğer bir ifadeyle başkanlık adı altında Türkiye’ye biçilen deli gömleğinin gerekleri arasındadır. Bu, bir yanıyla da sürekli darbe iklimidir; sermayenin çıkarlarının azami boyutta gözetilmesi, emeğin örgütlü imkânlarının ve direnç potansiyellerinin ehlileştirilmesi veya dağıtılması, dolayısıyla da kazanılmış tüm hakların ya büyük oranda geriletilmesi ya da tümüyle gasp edilmesidir. Saray/Başkanlık Kimin Rejimi? Meclis’in gündeminde tutulan “Üretim Reform Tasarısı”nda olduğu gibi sermayenin meradan zeytinliğe, yaşam alanlarından kıyı alanlarına kadar her yerde ve her koşulda dizginsiz at koşturabilmesinin önünü açan düzenlemeler, bir kez daha Saray rejiminin, kimin rejimi olduğunu, hangi ihtiyaçlara bağlı olarak gündeme geldiğini gösteriyor. Tam da bu bağlamda AKP’nin Gezi karşıtlığı, ekonomi politikaları gereğidir. Rant-talan ve gasp ekonomisi, mağdur edilenlerin kuşatılmasını, halk güçlerinin birleşerek harekete geçmesini önlemeyi gerektirir. Bugün yapılan odur. Bir taraftan sermayenin vergi vb. yükleri azaltılmakta, rant ve talan imkanları artırılmakta, diğer taraftan halkın tepki-itiraz potansiyeli dinselleştirme ile yatıştırılmakta, o da olmuyorsa, ezilenlerin itirazlarının önü yasayla ve fiziki zorla kesilmektedir.


39  İşte bugün AKP eliyle gerçekleştirilen bu saldırılar, kaynağı ile beraber doğru okunduğunda, savunmanın da nerede, nasıl kurulacağı isabetli bir şekilde belirlenir. Bugün madem dinselleştirme ile sermayenin talan ve yağmada sınır tanımayan ufku birbirini tamamlıyor. O halde bunun panzehiri, AKP’nin ekonomi politikalarının hedefindeki kitlenin doğru tanımlanmasında ve uygulanabilir gerçekçi adımlara dayalı itiraz bütünlüğünde aranmalıdır. Şekilsiz ve Sınıflar Gerçekliği Üzerinden Atlayan Birlik Çağrıları

Özetle bugün, kimi muhalif kesimlerde yer yer nükseden “savunmacı”, alttan alan, sorunun etrafından dolanan psikolojinin/duruşun aksine, gücünü haklılığından, tarihsel meşruiyetten alan bir duruşla, bu karanlık gidişin sahiplerini deşifre eden ve yargılayan bir konumda olmalıyız. Referandum sonrasında başlayan “yüzümüzü nereye döneceğiz, ne yapacağız, nasıl olacak” tartışmala-

Gerçekte bugün sadece 2019 yönlendirmeli projelerin değil, isimler üzerinden yürütülen tartışmaların veya 1000 “aydın”ın “yan yanayız bir aradayız” biçiminde şekilsiz ve sınıflar gerçekliği üzerinden atlayan türdeki bir araya gelişlerinin, ezilenlerin derdine derman olma şansı yoktur. Bunlar, stratejik pusula ve siyasal yönelim bağlamında altı çizilmesi gereken, temel önemde farklardır. AKP’nin bugün CHP’den de belirli oranlarda HDP’den de gelebilecek itirazlar karşısında elinin güçlü olması, rahat görünmesi bu nedenledir.

rının devamında gündeme gelen “Merkez sağa yakın-

Bir taraftan, tüm sahiplenme görüntülerine rağmen, Nuriye ve Semih hücrelerinde yalnızlaştırılıp ölüme terk ediliyor; Veli Saçılık, tek başına plastik mermi yağmuruna tutuluyor; grevler, ortaya çıktıkları noktada yasaklanıyor; KHK’ler, mağdur ettiği kesimler dışında kalanların gündeminden hızla düşüyor; diğer taraftan birbirinden iddialı birlik çağrıları, solun-devrimcilerin dilinden düşmüyor.

direnç çizgisini izleyen kendi direncini kaybeder” anla-

Söz ile eylem, olması gereken ile yapılan arasındaki bu açı, yüzyıllardır bilinen, tartışılan bir gerçekliği anımsatıyor. Yıllar öncesinde Marks, “Brumair”de, kişilerde görülen duruma benzer şekilde partilerin de “kendilerini ne sandıkları” ile “gerçekte ne oldukları” arasındaki farka dikkat çeker. Bugün bu mesele yani insanın/örgütün/çevrenin kendi hakkındaki düşüncesiyle reel hayatta ne olduğu arasındaki fark, bir yanıyla da o dört başı mamur programların neden sahada/sokakta karşılık bulmadığının yanıtıdır. Nasıl Yapmalı?

laşmalıyız, yüzümüzü sağa dönmeliyiz” yaklaşımı nasıl sorunluysa, “İslamcılaşan rejime karşı mücadele” vurgusu da bütünü görmeme bağlamında bir sıkıntıdır; gelmekte olan tehlikenin boyutunu göremeyen türde bir sınırlılıktır, eksik görme halidir. Bugün gelinen aşamada biriken ve yoğunlaşan sorunlar, basın açıklamalarıyla veya protestocu yaklaşımla yetinmeyen bir mücadele çizgisi gerektiriyor. “Asgari yışı bugün her zamankinden daha da geçerlidir. Bunun için meşru-militan kitle mücadelesini boyutlandırıp zenginleştirecek türdeki yöntem ve araçların kolektif bir arayışla (ama tartışmalara boğulup vakit tüketmeden) güncellenmesine ihtiyaç vardır. Özetle bugün, kimi muhalif kesimlerde yer yer nükseden “savunmacı”, alttan alan, sorunun etrafından dolanan psikolojinin/duruşun aksine, gücünü haklılığından, tarihsel meşruiyetten alan bir duruşla, bu karanlık gidişin sahiplerini deşifre eden ve yargılayan bir konumda olmalıyız. “Ne yaptınız da sınırsız dokunulmazlık, ne yapmayı düşünüyorsunuz da sonsuz bir yetki istiyorsunuz” diye soran, hegemonyalarını tanımayan, ezik ve tereddütlü değil özgüvenli ve daha da önemlisi KHK mağduruna yalnız olmadığını hissettiren, Nuriye ile Semih’i koparıp alan bir mücadele çizgisine ihtiyaç vardır.


40  Zalim Zalime Benzer

1

5 yıldır AKP eliyle adım adım örgütlenmekte olan rejim, açık faşist bir nitelik kazanmış, ortaya 12 Eylül veya 12 Mart gibi darbeci bir iktidar çıkmıştır. Mevcut veriler, ülkeye artık kalıcı bir darbe ikliminin hâkim kılınmak istendiğini gösteriyor.

Makale

Guantanamo Gibi… Tek tipin, bir elbise olmaktan öte işlevi vardı. Buna göre tutsak, politik bir kişilik değil bir “asker”dir. Bu nedenle bunu somutlayacak bir elbise giymeli, oradaki erler dahil tüm askerlere “komutanım” diye hitap etmeli, milliyetçi marş ve sloganlar eşliğinde askeri yaptırımlarla yeniden biçimlendirilmelidir.

Darbelerin temel/sınıfsal niteliği, sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, koşulların sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini gerektirir. Bu bağlamda Erdoğan’la ifadesini bulan uygulamalar, tutturulan kutuplaştırıcı dil ve izlenen politikalar, Erdoğan’ın şahsına/mizacına dair ipuçları verse de kimi uygulama noktalarında bunu gözlemleyebilsek de son tahlilde olgunun özünü temel çelişmeye bağlı baş çelişme belirlemektedir. Diğer bir ifadeyle halkla egemen sınıflar arasındaki çelişme, iktidarın aktüel görevlerini, dolayısıyla da baskı ve zor araçlarına başvurma oranını tayin etmektedir. İşte Erdoğan’ın “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz” biçimindeki ifadesi tam da bu anlamda yerine oturuyor. Benzer şekilde, 12 Eylül sürecinde olduğu gibi hapishaneler için tek tip elbise önerisi getirmesi ve bunu Guantanamo’dan esinlenerek yapması, sınıfsal kimliğin, 12 Eylül darbecilerinden ABD’ye oradan bugünün sivil darbecilerine kadar nasıl örtüştüğünü, zalimin zalime nasıl benzediğini gösteriyor. Tek Tip Yalnızca Bir Elbise Değildir Baskı ve sömürüye dayalı düzenin devamını sağlamak üzere teşkilatlanmış iktidarların, devrimcileri tecrit ederek teslim alma saldırısının en özel alanlarından biri olan hapishanelerde F tipi aşamasına gelinmiş durumda. Bu aşamanın iktidar güçleri tara-


41  fından ne ifade ettiğini anlamak, bir yanıyla da adım adım uygulanan tecridin dünden bugüne geçtiği aşamaları, bundan ne amaçlandığını bilmeyi gerektiriyor. 12 Eylül döneminde hapishaneler, birer deneme laboratuarı ve işkence merkezi olarak kullanıldı. O süreçte başvurulan tek tip elbise dayatması, devrimci tutsakları kimliksizleştirmeyi, değerlerinden koparmayı, ehlileştirip teslim almayı amaçlamıştır. Tek tipin, bir elbise olmaktan öte işlevi vardı. Buna göre tutsak, politik bir kişilik değil bir “asker”dir. Bu nedenle bunu somutlayacak bir elbise giymeli, oradaki erler dahil tüm askerlere “komutanım” diye hitap etmeli, milliyetçi marş ve sloganlar eşliğinde askeri yaptırımlarla yeniden biçimlendirilmelidir. Bilindiği veya tahmin edilebileceği gibi tek tip elbise dayatması, işkence eşliğinde ve iç çamaşırı dışında hemen tüm elbiselere el konularak (böyle yapıldığında giymeye mecbur kalınacağı beklentisiyle) uygulandı. Öyle ki o süreçte mahkemelere tek tip elbise giymeden çıkılamadığı için yargılamaların çoğu tutsakların gıyabında gerçekleşti. Ancak devrimci tutsaklar tüm dayatmalara rağmen çeşitli direniş yöntemleriyle bu kişiliksizleştirici saldırıyı püskürttü, uygulanamaz hale getirdi. Guantanamo Gibi… Bugün artık ülkenin bir cehenneme, devlet örgütlenmesinin ise bir Nazi modeline dönüşmüş olduğu bu koşullarda, fiili başkanın ağzından dökülen öneriler “Guantanamo gibi” oluyor. F’nin faşizmle özdeş anlamlar içerdiği, tecritle ilintisinin yanında ülkenin bir F tipi hapishaneye çevrilmesi anlamına geldiği veya ülke insanını tek tip bir yaşama hapsetmek üzere planlama yapıldığı, uzun süredir genelde ezilenler özelde muhalif kesimler tarafından bilinmektedir. Tek tip saldırısının Cemaat’le ilişkili tutsaklara uygulanacakmış gibi dillendirilmesi işin özünü değiştirmiyor. Çünkü bu, sınıfsal bir saldırıdır. Ve tüm diğer işkenceler, uygulamaya konulan faşist yasa ve yönetmelikler gibi son tahlilde gelip devrimcileri yani uy-

gulayıcının sınıf karşıtlarını hedef alacaktır. AKP/Saray iktidarı ve Cemaat bugün çatışıyor konumda olsalar da son tahlilde aynı sınıfın farklı zeminlerdeki güçleridir. Saldırının doğru okunması için bu özgün/dönemsel çatışmanın etkisinde kalmadan veya onu bir ölçü kabul etmeden saldırının sınıfsal özü görülmelidir. Tek tipleştirme özünde bir çeşit asimilasyondur; değerlerinden soyutlama, yalıtma ve ehlileştirmedir. Faşizm, kişiliksiz-niteliksiz, farklarında ve değerlerinde ısrarcı olmayan bireyler ister. Tek tip elbise, bu amaçla yapılan saldırılardan sadece biridir. Bu bağlamda tek tip elbisenin bugün Guantanamo ile beraber anılması bir tesadüf değildir. Guantanamo, bilimin imkânlarının işkence için kullanıldığı bir CIA merkezidir. Artık tüm dünyaca bilinen bir gerçekliktir; ABD, Guantanamo üssüne taşıdığı savaş esirlerinin ellerine eldiven giydirerek kelepçeler, ağızlarını kapatır, duymayı engelleyen kulaklık takar, görmeyi bulanıklaştıran opak camlı gözlük takar, doğal ortamdan tümüyle tecrit eden giysiler giydirir ve diz çöker durumda tutar. Bu, işkencenin dönemin zorbaları tarafından nasıl geliştirildiğinin somut örneklerinden biridir. Erdoğan, bu gerçekliği bilmiyor olamaz. Tersine, 15 yıldır olduğu gibi bugün de her türlü direnişi ve itiraz potansiyelini bastırma, tutsakları kişiliksizleştirme amacı güden ve bir korku imparatorluğu yaratarak sermayenin tüm dileklerini harfiyen yerine getirmekten sorumlu olan AKP/Saray iktidarı, dünden bugüne devraldığı faşist saldırı birikimini güncelleyerek uygulama amacındadır. Ne var ki bir YSK atraksiyonuyla kazandığı referandumdan aldığı güçle diktatörlüğe hızlı ısınan Erdoğan’ın bu hesabı, benzer tüm hesaplar gibi devrimci tutsakların bedenlerinin tek tip elbiseye, iradesinin de F tipi hücreye sığdırılamayacağı gerçeğini ıskalamakta, kendi sınıfsal nitelikleri olan teslimiyet eğilimini, değerlerini çıkara tahvile etme ve kişiliksizlik özelliklerini devrimci zeminlerde boşuna aramaktadır. Bugün Nuriye ve Semih’in direniş halindeki iradesi bunun en somut örneğidir.


42

Y

Gündem

Ölümler de Kıyımlar da Durdurulabilir Egemen sınıflar, baskı ve zorun örgütlü biçimi olan devletin tüm imkânlarıyla halkı kuşatır ve itiraz potansiyellerini baskılarken, itirazı bütünüyle söndüremeyeceğini bilir; bu nedenle de ya ehlileştirerek ya da parçalayarak etkisizleştirmeyi amaçlar.

ıllar öncesinde bir şiirinde Bertolt Brecht, halkın ekmeği olarak tanımladığı adalet için, “Adaletin ekmeğini de/ kendisi pişirmeli halkın/ gündelik, ekmek gibi” diye seslenir. Bugün, sınıflar mücadelesinin keskinleştiği, adalet talebinin ekmek ve özgürlük talebiyle iç içe geçtiği, sermayenin kendi arasındaki paylaşımı büyütürken emeğin kazanım alanlarını küçültmeyi ve mümkünse sıfırlamayı gündemine aldığı bu koşullarda yükselen itirazların, direnç noktalarının her biri başlı başına önemlidir. Yürümek de açlığa yatarak açlığı bir tehdit ve terbiye aracı olmaktan çıkarmak da Ankara sokaklarında her gün saldırıya uğramaya rağmen kesintisiz biçimde ses verebilmek de bir dirençtir, bir mücadele yöntemidir. Ne var ki mevcut tablo; sonuç almak, gözünü kâr ve paylaşım hırsıyla karartmış olan sermaye güçlerinin saldırısını geriletmek için yeterli değildir. İnsan ve Değer Kıyımı, Faşizmin Sınıfsal Karakteridir Egemen sınıflar, baskı ve zorun örgütlü biçimi olan devletin tüm imkânlarıyla halkı kuşatır ve itiraz potansiyellerini baskılarken, itirazı bütünüyle söndüremeyeceğini bilir; bu nedenle de ya ehlileştirerek ya da parçalayarak etkisizleştirmeyi amaçlar. Bir taraftan geleceksizlik ve güvencesizlik yaygınlaştırılırken, diğer taraftan tüm tehdit ve baskılara rağmen grev kararı alması engellenemeyen işçinin grevi yasaklanır ve bu grevin diğer grevlerle ve itiraz noktalarıyla bütünleşmesi yerine söz konusu işçilerin kendi sorunu olarak görülmesi istenir. Bunun için de algıyı yönlendirmeden yalana, tehditten ayrıştırıcı müdahalelere kadar egemenlerin hanesinde birikmiş tüm tecrübeler devreye sokulur. Benzer şekilde bir KHK mağdurunun diğer mağdurla, işten atılan bir işçinin/akademisyenin, aynı konumdaki on binlerce insanla eylem ve arayış birliği içine girmesi engellenmeye çalışılır. Özellikle 15 Temmuz sonrasında darbe girişi-


43  minin istismarı üzerine bina edilerek 20 Temmuz’da OHAL ilanıyla devreye sokulan gerçek darbe, bugün kesintisiz ve kalıcı bir nitelik kazanmıştır. Artık bir darbe iklimine girilmiştir. Başkanlığın fiili mi resmi mi olacağı, ihtiyaç duyulan yasanın parlamentoda mı yoksa KHK adıyla Bakanlar Kurulu’nda mı kararlaştırılacağı bir ayrıntıdır; dünya ölçeğindeki yeniden paylaşıma paralel olarak rant-talan ve hatta gasp ekonomisi ne pahasına olursa olsun işleyecek, var olan tüm imkanların yağması için sermayenin önündeki her türlü engeli kaldırmak üzere ne gerekiyorsa yapılacaktır. İnsanı da emeği de boy hedefi haline getiren ve giderek boyutlanan saldırılardan ne zeytinlikler, ne meralar, ne de yeşil alanlar veya kıyılar muaf değildir. Söz konusu saldırılar, ricayla, saldırganların duygularına hitap ederek durdurulmaz. Çünkü insan ve değer kıyımı, faşizmin sınıfsal karakteridir; dolayısıyla saldırılar ancak ezilenlerin sınıfsal duruşuyla, bu duruşun somutlandığı birleşik mücadele ile durdurulabilir. Bunun da bugün en uygun ve gerçekçi biçimi Nuriye ve Semih’in sesinin yüz binlerin sesinde yankılanmasıdır; Adalet Yürüyüşü’nün Gezi bilinciyle donanması; Ethem’de, Berkin’de, Medeni’de… olduğu gibi nerede acil ihtiyaç oluş-

muşsa güç ve imkanların oraya odaklanmasıdır. Rüzgâr Tersine Çevrilebilir Kapsam büyüterek çeşitlenen topyekûn saldırıyı durdurabilmenin olmazsa olmaz koşulu, faşizme karşı birleşik cephe bilinciyle örgütlenmiş topyekûn bir karşı duruştur. Semih ve Nuriye’den Veli Saçılık’a, yasaklanmış grev alanlarından henüz sesini yükseltememiş itiraz potansiyellerine kadar uzanan, empatiyi de güç ve eylem birliğini de içeren çok sesli birleşik bir harekete ihtiyaç vardır. Ne/nasıl yapılacağına dair, 2013 Haziran direnişi ve 16 Nisan “Hayır” çalışması önemli veriler sunmuştur. Bugün devam etmekte olan Adalet Yürüyüşü böyle bir potansiyel taşımaktadır. Oraya verilecek fikri, fiziki ve içerik zenginleştirici destek, başlangıç noktasından çok daha ileri bir sonucu beraberinde getirebilir. Nuriye ve Semih’in sesi, yüz binlerin sesinde yankılanabilirse; grevci işçi, güvencesiz veya işsiz bırakılan ve peş peşe gelen zamlarla yaşamını idame ettiremez hale gelen emekçi yalnız olmadığını görebilirse, rüzgâr tersine çevrilebilir, ölümler de kıyımlar da önlenebilir.


44

1 Gündem

Adalet Kurultayı’nın Düşündürdükleri Irmak Aydın

Açık faşizmin icra edildiği dönemlerde ittifaklar genişler. Mücadele faşizm ile demokrasi mücadelesi veren halk kesimleri arasında sürer. Bir anlamda bir avuç zorba dışında kalan tüm halk kesimleri asgari bir demokrasi programı etrafında bir araya gelebilir.

5 Temmuz Darbe girişimini fırsata dönüştürüp 20 Temmuz’da kendi darbesini gerçekleştirerek OHAL ilan eden AKP, sermaye için hedeflediği programı hızla hayata geçirmekte. KHK’larla ülkeyi yöneten Saray rejimi OHAL’le gidilen 16 Nisan referandumunda tüm devlet imkanlarının avantajına rağmen ancak YSK hilesiyle “resmiyet”te istediğini almış görünüyor. Tabi bu referandumun gayri meşru olduğu gerçeğini değiştirmiyor. KHK’larla bugüne kadar Saray rejimi 100 binin üzerinde kamu emekçisini işinden etti. Onlarca TV, radyo, yayınevi, haber ajansı, gazete ve dergi kapatıldı. Yüzlerce gazeteci tutuklandı. Binlercesi işsiz kaldı. 5 binin üzerinde akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. 82’nin üzerinde belediyeye kayyum atandı. Aralarında HDP eş başkanlarının da bulunduğu 12 milletvekili tutuklandı. On binlerce kişi de cezaevine atıldı. 15 yıllık AKP hükümeti döneminde gerçekleşen katliamlar, haksız tutuklamalar, kumpaslar, hak gaspları suç ortağı cemaatle ittifakın bozulmasından sonra da dozunu arttırarak devam etti. Gezi ve 7 Haziran sonrası süreçte adım adım kendi hukukunu da tanımayan Bahçeli’nin “fiili durum” dediği açık faşist bir döneme geçildi. Darbe girişimi sonrası OHAL sayesinde grevleri rahat bir şekilde yasaklayabildiklerini açıktan söyleyen, işçinin emekçinin haklarını elinden alan, kıdem tazminatını fon adı altında yok etmek için masaya yatıran Saray rejimi/AKP toplumu zapturapt altına almak için 16 Nisan referandumunda koltuk değneği MHP ile birlikte yasama, yürütme ve yargıyı tek


45

elde toplayıp meclisi lağveden anayasa değişikliğini YSK hilesiyle elde etti. Tüm toplumsal kesimlere açıktan bir savaş ilanı sayılabilecek bu değişiklikler AKP’nin baskısı altında ezilen işçisinden köylüsüne/esnafına, Alevi’sinden Kürt’üne, kadınından gencine tüm toplumsal kesimlerin tepkisini çekti. Hayır iradesinin 16 Nisan akşamı çalınmasıyla zaten birikmiş olan tepki maalesef ki “Hayır”ın en etkili figürü olarak görünen CHP’nin tavırsızlığı neticesinde sokakta beklenen karşılığı yaratamadı. Ancak tüm toplumsal kesimlerin AKP’nin icraatları sonucunda yaşamış olduğu hoşnutsuzluk HDP’den sonra CHP’nin bitirilmesi operasyonunun başlangıcı sayılan Enis Berberoğlu’nun tutuklanması neticesinde CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun attığı adım vesilesiyle başlayan adalet yürüyüşü ezilen tüm toplumsal kesimlerin kendini ifade ettiği bir platforma dönüştü. Gezi’den bu yana var olan dinamiği harekete geçiren bir ivmeye sebep oldu. Yürüyüşten halkın beklentisi ile doğaldır ki CHP’nin beklentisi arasında ve çıkaracağı sonuç arasında bir açı vardı/ olacaktı. Geçtiğimiz günlerde meydana gelen Adalet Ku-

rultayı, CHP kurmaylarının aslına bakılacak olursa halkın beklentilerini ne derece karşılamaktan uzak olduğunu ortaya koymuştur. Ekmeleddin meselesinden bu yana sağ tabanı, merkez sağa göz kırparak sonuç alacağını zanneden ve her defasında seçim hezimetiyle karşılaşan CHP bu politikasını Adalet Kurultayı’nda da sürdürmüştür. Nur cemaatinin yazarlarının programa davet edilmesinden içki meselesinin muhafazakar hassasiyetlerle lince dönüştürülmesine kadar ortaya çıkan tablo, rakibinin pazarına rakibinin argümanlarıyla girerek onu alt edeceğini zanneden bir bakışın ürünüdür. Tabii bu, gerçek tabanına da sırtını dönmek, onları çantada keklik görmek anlamına da gelir. Yeni bir siyaset derken sağcılaşmayı/muhafazakarlaşmayı ve seçimi işaret eden bir ufuk aslına bakılırsa ufuksuzluktur. Ancak 16 Nisan’ın öğrettiklerine rağmen halen “bağımsız”, “tarafsız” bir seçim olabileceğine inanılıyorsa bir diyeceğimiz yok. Ancak bilinmelidir ki “tek adam diktatörlüğü” , “Hayır”ın tüm toplumsal kesimlerini, bunun içinde CHP ve Kılıçdaroğlu’nu da dillendirildiği gibi hedefe koymuştur. Tek adam rejimi gibi açık faşist diktatörlükler burjuva dahi olsa tüm muhalefeti


46

Hayır kazandı. Ancak sol , sosyalist güçler olarak referandum sonrası süreçte bu iradeyi örgütlülüğe dönüştürecek araç ve yöntemleri yaratamadık. Hatta belki de daha acısı referandum sonrasında faşizmin azgınca saldırılarının sürdüğü koşullarda bir nevi mücadelenin tatile çıkmasına seyirci kaldık. İrade geliştirmedik. zapturapt altına almayı birincil önceliği sayar. Bu kavgadan kaçış yoktur. Açık faşizmin icra edildiği dönemlerde ittifaklar genişler. Mücadele faşizm ile demokrasi mücadelesi veren halk kesimleri arasında sürer. Bir anlamda bir avuç zorba dışında kalan tüm halk kesimleri asgari bir demokrasi programı etrafında bir araya gelebilir. Ancak bu, Kürtlere sırtını dönerek, sosyalistlerden uzak durarak AKP’nin kabul ettiği sınırlar çerçevesinde muhalefete kendini adapte etme eğilimi içine girerek olabilecek bir şey değildir.

Adalet Yürüyüşü’ndeki beklentiyi Adalet Kurultayı karşılamadığı gibi yürüyüşte dile getirilen sorunlar çapını büyüterek varlığını korumaktadır. Faşizmin iç savaş koşullarına dahi kendini hazırladığı koşullarda kurultayda dile getirilen temennilerle bu sürecin yürütülemeyeceği aşikardır. Adalet ancak halkın kendi kaderini kendi elleriyle belirlemeye ikna olduğu bir sürecin içine tüm benliğiyle girdiği koşullar sonucunda yaratılacaktır. Ülkede neo-liberalizmin 15 yıllık harfiyen uygulayıcısı emperyalizmin özel yetkili partisi AKP karşısında HDP ve CHP’nin dışında anti emperyalist, anti faşist bir çizgi tutturabilmenin koşulu; eğitimin gericileşmesinden mağdur olan, giyimine kuşamına, yaşam tarzına müdahale edilen, inancını yaşayamayan, grevleri yasaklanan, işinden atılan, düşüncesinden ötürü içeri atılan, seçilmişleri cezaevine gönderilen, belediyelerine kayyum atanan, ötekileştirilen, doğası, kıyısı, akarsuyu, yeraltı-yerüstü zenginliği, yaşam alanı yağmalanan, köyünden göç ettirilen Alevi’sinden Sünni’sine, Kürt’ünden

Tabii ki CHP bir burjuva partidir. Burada sözümüz CHP kurmaylığına değildir. Gidişatı görmesini umut ettiğimiz tabanınadır.

Türk’üne, kadınından erkeğine, gencinden yaşlısı-

Burada asıl görev ise sol, sosyalist güçlere düşmekte idi. 16 Nisan Referandumu öncesi toplumu uyandırma ve tek adam diktatörlüğünün karşısına dikme noktasında bir fırsata çevirdiğimiz Hayır çalışması sonucunda ortaya güzel bir çalışma ve Hayır iradesi çıktı. Hayır kazandı. Ancak sol , sosyalist güçler olarak referandum sonrası süreçte bu iradeyi örgütlülüğe dönüştürecek araç ve yöntemleri yaratamadık. Hatta belki de daha acısı referandum sonrasında faşizmin azgınca saldırılarının sürdüğü koşullarda bir nevi mücadelenin tatile çıkmasına seyirci kaldık. İrade geliştirmedik.

bir programı dur durak bilmeden hayata geçirecek

Bugün taban inisiyatifi yaratıp istediğimiz oranda varlık sağlayamamızın nedenini, aslına bakacak olursak kendimizde aramamız gerekmektedir.

na, işçisinden köylüsüne, gazetecisinden siyasetçisine, Nuriye’den Semih’e yani tüm ezilenlere değecek bir iradenin varlığına bağlıdır. Bunu gerçekleştirebilecek tek güç 6. Filo’yu Dolmabahçe’de Deniz’e döken, 12 Eylül’e de , AKP’ye de direnen bu ülkenin aydınlık yüzlü insanları solculardır, sosyalistlerdir, devrimcilerdir. Onların yol göstericiliğidir. Yine de geç kalınmış sayılmaz. Adalet Kurultayı’ndan çıkan sağcılaşma eğiliminin karşısında demokratik bir ülkeyi nasıl yaratacağımızı ortaya koyup bunu da meclislerimiz üzerinden bugünden hayata geçirerek faşizmin karşısına dikebiliriz. Elbet bu karanlık gecenin bir şafağı da olacak.


47  Asgari Programlar, Azami Program İçin Basamak Oluşturur

G Gündem

Adalet Yürüyüşü Nasıl Değerlendirilmelidir? Çok bileşenli ve yoğun katılımlı toplumsal hareketlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair yaşanmış olan öğretici tüm pratiklere rağmen Adalet Yürüyüşü’nün bir “mühendislik çalışması” olarak değerlendirilmesi veya “yedeklenme” vb. eleştiriler, gerçekte devrimde ittifaklar meselesinden asgari program-azami program ilişkisine kadar temel önemdeki pek çok konuda bir kavrayış sorununa işarettir.

ezi’den “Hayır” çalışmasına uzanan katılım ve üretkenlik grafiğini yükselterek umudu büyüten Adalet Yürüyüşü, gündeme geldiği andan itibaren, nicelik ve nitelik artırıcı sahiplenmenin yanında, solda turnusol işlevi gören tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Çok bileşenli ve yoğun katılımlı toplumsal hareketlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair yaşanmış olan öğretici tüm pratiklere rağmen Adalet Yürüyüşü’nün bir “mühendislik çalışması” olarak değerlendirilmesi veya “yedeklenme” vb. eleştiriler, gerçekte devrimde ittifaklar meselesinden asgari program-azami program ilişkisine kadar temel önemdeki pek çok konuda bir kavrayış sorununa işarettir. Adalet Yürüyüşü’nde kitlelerin, AKP’nin 15 yıllık icraatlarına karşı biriken öfkeyle harekete geçtiğini, yürüyüşü uygun bir zemin olarak değerlendirdiğini kim inkâr edebilir? Eğer “Adalet”, içine ezilenlerin tüm sorunlarının sığdırılabildiği bir kavram haline gelmişse, burada nasıl “ideolojisizlikten” veya “Erdoğan karşıtlığının sağa taşınmasından” söz edilebilir? Hele hele olup biteni bir “operasyon” olarak değerlendirip, solun bu operasyona “acil görevler” edebiyatı ile yardım ettiğini söylemek, siyasal olandan çok psikolojik bir değerlendirme gerektiriyor ki bu, yazımızın içeriğini aşıyor. (Bkz. Sağın büyük başarısı, Kemal Okuyan) Sömürge tipi demokrasi olarak da tanımlayabileceğimiz 70 yıllık parlamenter rejimin içerdiği nispi demokratik kurum-


48

Bir kez daha görüldü ki halkın sorunlarına çözüm aramak üzere harekete geçmesi, siyasete katılım oranını ve doğru seçilmiş eylem alanlarındaki buluşmaları büyütüyor. Halk kendi eyleminde öğreniyor. Öğrendikçe araç ve yöntem çoğaltıyor. ların, araç ve işleyişin bütünüyle tasfiye edildiği, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı açık faşist bir rejime geçilmiş durumdadır. Parlamento dahil her alanda muhalif tüm seslerin susturulmak istenmesi, milletvekillerinin, HDP’li siyasetçilerin tutsak alınması, itiraz için sokağı olmazsa olmaz bir adres haline getirmiştir. Böylesi anlarda en genel bağlamıyla söylersek; asgari programlar, süreci azami programa doğru taşır. Asgari programlar, azami program için; taktikler, strateji için basamak oluşturur. İşte Adalet Yürüyüşü de daha önce Gezi’de veya referandum sürecinde olduğu gibi, ülkenin/konjonktürün dolayısıyla da sınıflar mücadelesinin bu koşulları içerisinde veya diğer bir ifadeyle, darbe ikliminde faşizme karşı birleşik cephe bilinciyle değerlendirilmelidir. Açlığın Öfkesi Umudun İtkisiyle Birleşiyor Yoğunlaşan sorunlar ve o sorunların biriktirdiği öfke, Gezi’de ortaya çıkan toplumsal dinamiği farklı zaman ve zeminlerde yeniden açığa çıkarıyor. Ernst Bloch’tan esinlenerek söylersek; açlığın, yokluğun ve yoksulluğun öfkesi, umudun itkisiyle birleşiyor. Bizzat eyleme katılan, kendi hakları için yüz binlerle beraber yürüyen, milyonlarca insanla aynı hak talebi ve değerler üzerinden ilişki kuran insanlar, yarına dair umudu büyütüyor. Yürüyüşün başlangıcında öne çıkan adalet talebi eşit, özgür, bağımsız, laik bir ülke talebine dönüşmüştür. Ezilenler, birbirinden farklı gibi görünen sorunları aynı zeminde beraber dillendirmenin gereğinin ve öneminin ayırdına varmış; eylem içinde

olsun veya olmasın en geniş bağlamda bir ilişkilenme yaşanmış; tutuklanan gazetecilerle, tutsak alınmış milletvekilleriyle, Nuriye ve Semih’le de empati kurulmuştur. Kısacası, mevcut iktidarla sorunu olup da o an yürüyemeyenler de bir anlamda kortejde veya Maltepe alanındaydı. Müfredattan Evrim teorisinin çıkarıldığı, her okula bir mescidin zorunlu hale getirildiği, lise din derslerinde şeriatın anlatılmaya başlandığı, çocuk işçi sayısının 1 milyonu bulduğu, iş cinayetlerinde yılda 2000 kişinin öldüğü, OHAL’in kurumlaşarak kalıcılaştığı, ayrımcılığın, kıyım ve talanın görülmemiş boyutta yaygınlaştığı koşullarda, tepki duyanlar ve çözüm arayanlar sadece yürüyenlerden ibaret olamazdı. Bu bağlamda yürüyüş, tüm ezilenlerin, o gün orada olamasa da AKP eliyle büyütülen sömürü ve zulüm çarkının kırılmasını isteyen herkesin sorunlarını dillendirdi. Ancak buna rağmen, yürüyüşü CHP’den, önde yürüyor da olsa iradeyi Kılıçdaroğlu’ndan, eylemin niteliğini de okunan 10 maddeden ibaret görmek doğru değildir. Böyle bir yaklaşımla Gezi de, “Hayır” çalışması da sorunlu hale gelir; asgari program yerine her zaman azami program öne çıkarılır ve yeni sömürge ülke gerçekliğinin, dolayısıyla da demokratik halk devriminin gerektirdiği geniş ittifaklar olanaksız hale gelir. Yönetememek ve Meşruiyet Krizi Saldırganlaştırıyor Bir kez daha görüldü ki halkın sorunlarına çözüm aramak üzere harekete geçmesi, siyasete katılım oranını ve doğru seçilmiş eylem alanlarındaki buluşmaları büyütüyor. Halk kendi eyleminde öğreniyor. Öğrendikçe araç ve yöntem çoğaltıyor. Bu, suskun-edilgen yani kaderine razı bir toplum yaratmak isteyen, nispi demokratik alan ve kurumlara bile tahammülü kalmayan iktidar için, giderek kapsam büyüten bir kâbusun habercisidir. Bu kâbus büyüdükçe acz hali büyümektedir. Artık burjuva siyasetin bugüne dek bilinen işleyişinin ve kurumlarının sürdürülemez hale geldi-


49  ği, yeni düzen tasarımı koşullarında sermayenin parlamenter işleyişe, kuvvetler ayrılığına vb. tahammülünün kalmadığı görülüyor. Bunun bir yanı, parlamentoyu işlevsizleştirmek ve iç tüzük, “uyum yasaları” ve yeni seçim kanunu gibi düzenlemelerle Meclis’teki düzen muhalefetini susturmak ise diğer yanı suskun bir toplum yaratmaktır. Adalet Yürüyüşü tam da bu nedenle iktidarı rahatsız etmiş ve (başarılamamış da olsa) çeşitli biçimlerde önünü kesme veya etkisizleştirme hesapları yapılmıştır. Bugün artık çok daha net biçimde görüldüğü gibi 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişiminin sömürüsü üzerine bina edilen ve 20 Temmuz’da başlatılan OHAL süreci, “darbecileri etkisizleştirme” görüntüsü altında toplumsal muhalefetin susturulmasını amaçlamıştır. Bu kapsamda o günden beri, cumhuriyetçi-laik olanlar dahil tüm muhalif kesimlerin kamudan tasfiyesi KHK’lerle adım adım gerçekleştiriliyor. Psikolojik ortam/zemin hazırlanabildiği ölçüde (örneğin bu yıl 15 Temmuz’daki gövde gösterisinden sonra) yeni hamleler, daha büyük çaplı tasfiyeler beklenmelidir. Yönetemez hale gelen ve meşruiyet krizi yaşayan iktidarın daha da saldırganlaşması, sınıfsal karakteri gereğidir. Gerçekte yürüyüş yoluna gübre dökmek veya mermi bırakmak bu sınıfsal niteliğe dair sadece bir ipucudur. Mevcut iktidar trolleriyle, kayyumlarıyla, SADAT’la, Osmanlı Ocakları vb. örgütlenmelerle, özel güvenlikten ordu ve polise uzanan askeri kuşatmayla egemen sınıfların dönemsel ihtiyaçlarına göre konumlanıyor. Bu, uzun erimli ve kalıcı bir kurumlaşmadır. Yaşanan bunca tepkiye rağmen Ensar gibi örgütlenmelerde, Kabataş benzeri yalanlarda ısrar bu sebepledir. Sonuç yerine Yürüyüş, halkın kendini ifade edebileceğine ve tabii ki sonuç alabileceğine inandığı zeminlere nasıl destek verdiğini göstermesi bakımından önemli ve öğreticidir. Baskı, korku ve şiddet devlet eliyle ne denli büyütülürse büyütülsün, karşısında umudu

Yönetemez hale gelen ve meşruiyet krizi yaşayan iktidarın daha da saldırganlaşması, sınıfsal karakteri gereğidir. Gerçekte yürüyüş yoluna gübre dökmek veya mermi bırakmak bu sınıfsal niteliğe dair sadece bir ipucudur. elden bırakmayan, cesareti ve kazanmaya olan inancı büyüten kesimlerin olacağını gösteriyor. Bir kez daha, Gezi’den bugüne “Hayır” çalışmasını da içererek devam eden bu kolektif arayış ve mücadele için “Bu daha başlangıç” veya “Bitmedi daha yeni başlıyor” deme zamanıdır. Bunun için, bir taraftan var olanı sahiplenip güç katmak, diğer taraftan nitelik artırıcı müdahaleler eşliğinde, toplumsal nabız ve kazanabilmeye olan inanç zayıf düşürülmeden mücadelenin sürekliliğini sağlamak gerekiyor. Böyle bir tarihsel anda, egemen sınıfların gücünü ve siyasal iktidarın imkânlarını hafife almak, Amerikalı kimi siyasal analistlerin “AKP bitti, sonu geldi” mealindeki değerlendirmelerini ölçü kabul etmek; sürecin hangi dinamiklerle nasıl gelişeceği, dolayısıyla da kimlerle, nerede, nasıl saf tutmak gerektiği konusunda isabetli değerlendirmeler yapabilme şansını kaybettirir. Evet, bu süreçte görüşleri farklı olsa da benzer kaygılarla bir araya gelen insanlar, zincirlerini kırma hissiyle ve özgürleşme umuduyla yürüdü. Ancak bu, zulmün, karanlığın sonu değildir. Kazanım için zamana yayılmış kesintisiz bir mücadele gerekmektedir. Bugün hâlâ istenen örgütlülüğe, nitel ve nicel güce ulaşamamış olsa da Haziran Hareketi’nin işaret ettiği meclisleşme, böyle bir ihtiyacı karşılamaya en uygun araçlardandır. Tam da bu nedenle şimdi, egemenlerin kendi iç çelişmelerine değil ezilenlerin potansiyel gücüne bakarak cesareti kuşanma, halkın örgütlülüğünü ve dayanışmanın çapını büyüterek özgürlüğü parça parça koparıp alma zamanıdır.


50

A

Gündem

Ahmet Şık ve Mücadelenin Diyalektiği Mehmet Yeşiltepe Direnmek, Kapitalizm çubuğunu, Yaşamın bizzat içinde tersine büküp Faşizmi kendi F’sinde yenmektir. Guantanamo’yu erken yaşadı Bu ülkenin devrimcileri; Metris’te Türkçe’ye, 5 No’luda Kürtçeye çevrildi Zulmün bilinen tüm biçimleri.

hmet Şık, yaptığı savunmayla yargılayanları yargılarken aynı zamanda bugün artık bir avuç işbirlikçi dışında hiç kimsenin muaf olmadığı, sermayenin değer ve çıkarları dışında hiçbir değere-ölçüye tahammülü olmayan zorbalık düzeninin gelmiş olduğu boyuta, içeride veya dışarıda olma farkını giderek azaltan mücadelenin diyalektiğine dikkat çekmiş oldu. Darbe Kurumsallaşarak Kalıcılaşıyor AKP, cemaatler-tarikatlar ile kurduğu, yol üzerinde liberaller vb. ile güçlendirip çeşitlendirdiği ittifaklar, süreç içinde, kimi amaçlarını icra ettiği ve deşifre olduğu oranda çözüldükçe, “ileri demokrasi” vb. söylemleri bırakıp baskı ve zor araçlarına yatırım yapmaya başladı. Gerçekte başından beri önüne koyup adım adım uyguladığı program ile bugünkü OHAL koşullarında hızlandırmış biçimde yerine getirdiği görevler birbirinin devamıdır. Diğer bir ifadeyle, bugün sermayenin dünya ölçeğinde hayata geçirmekte olduğu emek karşıtı, saldırgan ve insanlığın demokratik-ilerici birikimini fikri ve örgütsel bağlamda tasfiye etmeyi amaçlayan uygulamalar, AKP tarafından Türkiye’de 15 yıllık süreçte adım adım hayata geçirildi. Gelinen aşamada artık darbeci bir iktidarla ve onun ekonomi politikalarıyla karşı karşıyayız. Daha önceki darbelerde olduğu gibi eğer darbeyi darbecinin öznel hesapları ile açıklamayacaksak, bunun bir ekonomi politiği varsa, bugün darbenin kurumlaşarak kalıcılaştırılması biçimindeki saldırıları da salt Erdoğan ve dar bağlamdaki çevresinin ihtiyaçları ile açıklayamayız. Tersine bugüne kadarki politikalarını bir geçiş kabul etmek gerekiyor.


51  Olgunun (Sınıflar mücadelesinin) doğası gereği AKP, saldırganlaşmak durumundaydı; yüklendiği misyon/görevler itibariyle görüntüde de olsa demokratik söylemle ve nispi demokratik öğelere yer veren bir rejimle devam edemezdi. 15 Temmuz bir anlamda buna gerekçe, hatta fırsat (tanrının lütfu) oluşturdu. Ve muhtemel programını daha hızlı uygulama yoluna girdi. AKP’nin giderek mevzi ve taraftar yitirip rıza oluşturma konusunda önceki süreçlere göre zorlanıyor olmasını hesapsız, akılsızca veya acemice bir politika izlemesiyle değil, politikalarına içkin haldeki paradoksla açıklamak gerekiyor. Bu konuda bir geri adım veya yüzünü halka dönme biçiminde bir manevra beklenmemelidir. Büyük sermaye OHAL ilişkisi doğru kurulamadığı sürece, kimi yasaların, adım ve tavırların kişisel/keyfi görünme olasılığı vardır. Halbuki doğru bakılıp sınıfsal bağlamı içinde değerlendirildiğinde keyfiyetin veya kişisel boyuttaki inisiyatifin biçimde kaldığı, işin özünü sınıf ilişki ve çelişmelerinin belirlediği görülür. Erdoğan’ın “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında

müdahale ediyoruz” biçimindeki ifadesi, söylediklerimizin bizzat kaynağından doğrulanmasıdır. Eğer darbe salt askeri renk ve ölçüler üzerinden değerlendirilmeyecekse, işin özünü tekelci sermayenin tam hâkimiyeti için müdahaleler dizisi oluşturuyorsa, benzerlikler 12 Mart, 12 Eylül üzerinden kurulmalıdır. Tabii ki dünyada olduğu gibi Türkiye’de de değişen koşullara göre sınıfsal bağlamda bir güncelleme, araç ve yöntem çoğaltma söz konusudur. Tek tip elbise ve Guantanamo vurgusu ise egemenin sınıfsal duruşunun itirafıdır; tarz ve içerikte sınırlar ötesi benzerliğin kanıtıdır. Asgari Program Azami İttifak Ülkenin bir çeşit yarı açık hapishaneye çevrildiği, darbenin kurumsallaştırılarak kalıcı biçimler aldığı bu koşullarda, soyut söylemler düzeyinde kalan itirazlar veya bir bütün oluşturmayan karşı duruşlar, birikse de akmayan öfkeler, orta sınıfların erimesi oranında hacmi büyüyen ezilenler adına sınıflar mücadelesinin gereklerini karşılamaya yetmiyor. Üretim dahil yaşamın hemen her alanında bir parçalanmanın yaşandığı, dayanışma zeminlerinin kuşatılarak sınırlandığı, kişinin bireysel sınırları-


52  na kadar geriletilip yalnızlaştırıldığı koşullarda, toplumsallıkta ve dayanışmada ısrar, kişisel olanla genel olanı aynı karede görebilmeyi, mücadelede “ben”i “biz”in içinde hissedebilmeyi gerektiriyor. Merkezileşen, yaygınlaşan ve çeşitlenen saldırıya karşı, yaygın ve çeşitlilik içinde ama örgütlü ve bütünlüklü bir yanıt başarı için şarttır. Yıllar öncesinde Mahir, “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye’yi kurma mücadelesi de kendi içinde ayrıca evrelere ayrılmış bir sürü aşamadan geçecektir. Ve de her aşama belli ittifakları gerektirecektir” demişti. Bu zamanlar üstü ve programatik öngörü, bugün neden “asgari program azami ittifak” ölçüleriyle hareket etmek gerektiğini anlatıyor. Geçtiğimiz günlerde Demirtaş’ın, “CHP ve HDP’nin karşılıklı olarak birbirlerine eleştirileri vardır. Ancak bu dönem için bu eleştiriler ertelenebilir” dediği ve siyasi partiler arasında ittifak yapmaktan çok toplumsal kesimlerin mutabakatının ve mücadele birliğinin sağlanmasının önemine dikkat çektiği açıklama, bu anlamda isabetlidir. Ahmet Şık ve İçeri-Dışarı Diyalektiği Bugün artık Ahmet Şık gibi tutsaklara siyasal rehine muamelesi yapıldığı ve bir çeşit düşman hukuku uygulandığı biliniyor. Nitekim Ahmet bunu kanıtlarıyla ortaya koydu. Yaptığı savunmanın dışarıdakiler üzerindeki pozitif etkisi bir yanıyla da gönüllere tercüman olmakla ilintili. Bugün artık gelinen aşamada, içeride olmak ile dışarıda olmak arasındaki fark/makas kapanıyor. Kuşatılmışlık, tecrit ve yalnızlık hissi dışarıdakine de veriliyor. Yine de içerde olmak, başka türlü hissettirir yaşamı ve kavgayı. Sınıflar mücadelesi, daha çıplak ve somut yaşanır. Bunu kısaca şöyle özetleyebiliriz; sizlerle sınıfsal karşıtlık kutbunda yer alanlarca tutsak alınmışsınız. Siz meşrusunuz onlar gayrimeşru, siz haklısınız onlar haksız; tarihsel olarak suçlu olanlar da onlar; ama size suçlu muamelesi yaparlar. Yaşananlar bir yanıyla içten içe dokunsa da diğer yanıyla güç verir;

size kimliğinizin önemini ve güzelliğini anımsatan bir sürekli dokunuş işlevi görür. Başınıza nöbetçi/gardiyan dikilmiştir. Faşizm, bir tarif olmaktan çıkar, iliklerinize dek hissettiğiniz somut bir gerçekliğe dönüşür. Her şey doğrudan yaşanır. Bu doğrudanlık, iç tutarlılığınız varsa, söylediğiniz ile yaptığınız birbirini tamamlıyorsa, Ahmet Şık gibi size daha çok şey söyletir, öyle ki bir an önce dışarı çıkma atraksiyonlarının yerini daha nitelikli hesaplaşma alır. Dışarıda susanların veya sözünü esirgeyenlerin yerine de konuşursunuz. Muhalif tüm kesimlerin gönlüne, biriken öfkesine tercüman olursunuz. Kolektif Arayış Sürdürülmelidir Adalet Yürüyüşü’nde, Cumhuriyet davasında ve devam eden arayışlarda görüldüğü gibi artık toplumun önemli bir kesimi, giydirilmek istenen deli gömleğinin, adı konulmasa da fiilen şeriat egzersizi yapılmaya başlandığının farkında. Bu koşullarda bilim, kültür-sanat alanından emeğe ve demokratik alana kadar hiçbir kazanımın kalıcı olmayacağı, yaşamın her kesitinde bir mücadelenin gerektiği bilincine varılmış olsa da “ne ve nasıl yapmalı?” soruları tatmin edici biçimde yanıtlanabilmiş, tarafları ikna eden ve azami katılımı sağlayan araç ve yöntemler geliştirilebilmiş değildir. Bunun için bir taraftan Gezi’den Hayır çalışmasına ve Adalet Yürüyüşü’ne uzanan pratiğin öğretici ve umut verici kazanımları dikkate alınmalı, diğer taraftan Haziran’ın bugüne kadarki sürecinden dersler çıkararak ve güncel görevleri ertelemeden, halkın tüm kesimlerinin kendini ifade edebileceği araç ve yöntemler için kolektif arayış sürdürülmelidir. Öyle ki sadece takvimsel veya törensel anlarda değil yaşamın tüm kesitlerinde, ezilenler en geniş bağlamdaki nüfusuyla ve gücünü haklılığından alan görkemiyle ezenlerin karşısına dikilebilmeli, iktidarın konjonktürel avantajlarını boşa çıkarabilmelidir.


53

G Haziran

Gezi Hayaleti; Zorbaya Kâbus, Ezilene Umut Salt itiraz, salt yıkmak yetmez, yıktıktan sonra yeniyi, alternatif olanı inşa etmek gerekir. Bu nedenle devrim, “halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir” biçiminde tanımlanır.

ezi direnişinin üzerinden 4 yıl geçti. Kimimiz özlemle, kimimiz acıyla, kimimiz büyüyen umudunu koruyarak tebessümle anımsıyoruz; bize devrimsel heyecanlar ve sosyalizm tadında ilişkiler yaşatan o günleri. Nerede durduğumuza ve tabii ki nereden baktığımıza bağlı olarak Gezi’ye farklı anlamlar yükleyip farklı sonuçlar çıkarıyoruz. Gezi zaten aynıların hareketi değildi. Bir aynılaştırma veya benzeştirme hareketi de değildi. Gezi’nin belki de en önemli özelliği farklara rağmen ortaklaşabilmek, aynı barikatta ve aynı komünde yoldaşlaşabilmekti. Gezi, Niteliği Gereği Sönen/Biten Bir Hareket Değil Üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen, Erdoğan’ın hâlâ hemen her meselede aklına Gezi gençliğini getirmesi veya Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın “gezi olaylarını tekrar başlatabilirler” iddiası ile tutuklanmış olması, “Gezi hayaleti”nin düzen sahiplerinde korkulu rüyalara sebep olmaya devam ettiğinin işaretidir. Ancak Gezi’yle ifadesini bulan bu hareket, nitelikleri ve doğası (içsel dinamikleri) gereği bitirilecek, yok edilecek türden değil. “Sönme” denilen olgu bile, dinamiğin (bir ateş misali) sönüp tükenmesi değil, daha sonra ihtiyaç duyulan noktada tekrar harlanmak üzere sakinlemesidir. Gezi, belirli bir dönem (Haziran ayında) ortaya çıkmış olsa da artık salt o anla, o gün yaşanan olaylarla sınırlı görülemeyecek, dolayısıyla da yaşayan, kendini yeniden üreten bir potansiyel olarak görülmesi gereken bir harekettir. Bir çeşit toplumsal öfke patlaması olarak gündeme gelmiş olsa da birikime-olgunlaşmaya dayanan, dolayısıyla da süreç içinde kendini güncelleyerek devam eden nitelikleriyle süreklilik kazanmıştır. Bu devamlılığı, aynı zamanda, iktidar güçlerinin


54

önlem arayışında ve hemen her vesileyle konuyu Gezi’ye getiren kaygılarında da gözlemek mümkün. “Hayır” Çalışması Gezi’nin Güncellenmiş Biçimidir Gezi’nin güncellenmiş biçimi olan “hayır” çalışmasında aynı zamanda Gezi’nin niteliklerini, orada üretilen veya somutlanan mesajları görmek mümkün. Öyle ki koşulları oluştuğunda, bir anda yüz binlerce insanın sorumluluk aldığını, farklara değil hedefe odaklandığını, azami bir programla değil acil ve zorunlu görevlerle hareket ettiğini görüyoruz. Bu, çok özel bir birliktelik-

“Hayır” çalışmasında da görüldüğü gibi isteyen herkesin sorumluluk üstlenebilmesi, görev alması, farklı ama eşit olabilmesi, kendini dayatmak yerine çalışmanın bütünlüğünü gözetmesi başarının şifrelerini olduğu kadar, alternatif/ kurucu bir sürecin nasıl organize edilmesi gerektiğinin ipuçlarını gösteriyor.

tir. Berkin’in babası Sami Elvan’ın Gezi’yi “ülkemizin tarihinde altın harflerle yazılacak bir birliktelik” olarak tanımlaması tam da bu anlama geliyor. Gezi’nin birlikteliğini çeşitli açılardan değerlendirmek mümkün. Birincisi Gezi, ezilenlerin en geniş bağlamlı birleşik mücadelesinin ifadesidir. İkincisi, Taksim ile Diyarbakır’ın birbirine yakınlaşmasıdır. Programatik olarak söylersek Gezi, hem Berkin hem Medeni’dir; Hem Taksim hem Lice’dir; hem Cizre hem Cerattepe’dir; Kürt sorununun, kadın sorununun, inanç sorununun, doğa ve insan mücadelesinin emekçi başlığı altında toplanması ve daha da önemlisi tüm ezilenlerin aynı barikatta yoldaşlaşmasıdır. Belki ortada kurulu toplumsal bir orkestra yok, Gezi potansiyeli bir maestroya da sahip değil ama mükemmel bir uyum söz konusu. 16 Nisan gibi bütünlüklü ve kapsamlı çalışmaların olmadığı dönemlerde söz konusu potansiyel, daha parçalı ve tekil olgularda izlenebiliyor. Yani bütünüyle yok olma, dağılma söz konusu değil. “Hayır” çalışmasında da görüldüğü gibi isteyen herkesin sorumluluk üstlenebilmesi, görev alması,


55  farklı ama eşit olabilmesi, kendini dayatmak yerine çalışmanın bütünlüğünü gözetmesi başarının şifrelerini olduğu kadar, alternatif/kurucu bir sürecin nasıl organize edilmesi gerektiğinin ipuçlarını gösteriyor. Bugün böyle bir süreç, hırsızlık üzerine bina edilmiş, kapkaççı bir gidişatın kabul edilmemesini, dolayısıyla da 2019 eksenli tüm yönlendirmelerin peşinen reddedilmesini gerektiriyor. Kitlelerin Eyleminde Red+Alternatif Marks, insanların geçmişten miras kalan koşullar içinde kendi tarihlerini yaptığını söyler. İşte bu bağlamda Gezi, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmak üzere harekete geçmesidir; sürecin öznesi olup, kendi eylemiyle kendi tarihini yazmasıdır; kendinde bilinç aşamasından kendisi için bilinç aşamasına geçmesidir; bu nedenle Gezi hayaleti, zorbanın kâbusunu, ezilenin ise umudunu büyütmeye devam ediyor. Gezi’nin 4 yıllık süreçte güncellenmiş tüm biçimlerinde mevcut itiraza, gelecek tasarımıyla yüklü bir kurucu irade eşlik etmiştir. Bilinir ki itiraz, özgürleşmeye doğru atılmış ilk adımdır. Var olanı, dayatılanı, köleliği reddetmektir. Bunu alternatif takip eder. Tarihte Spartaküs dahil, hemen tüm mücadeleciler/redçiler bir gelecek düşüne sahip olmuştur. Salt itiraz, salt yıkmak yetmez, yıktıktan sonra yeniyi, alternatif olanı inşa etmek gerekir. Bu nedenle devrim, “halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarımevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir” biçiminde tanımlanır. Bugün Zoru Başarmak Mümkün

Bilinir ki itiraz, özgürleşmeye doğru atılmış ilk adımdır. Var olanı, dayatılanı, köleliği reddetmektir. Bunu alternatif takip eder. Tarihte Spartaküs dahil, hemen tüm mücadeleciler/ redçiler bir gelecek düşüne sahip olmuştur.

Marks, insanların geçmişten miras kalan koşullar içinde kendi tarihlerini yaptığını söyler. İşte bu bağlamda Gezi, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmak üzere harekete geçmesidir; sürecin öznesi olup, kendi eylemiyle kendi tarihini yazmasıdır; kendinde bilinç aşamasından kendisi için bilinç aşamasına geçmesidir Bugün 16 Nisan sonrasında Haziran Hareketi’ne düşen sorumluluk, kolaya kaçma ile zoru başarma ikilemi içindeki “hayır” potansiyelinin, 2019 tuzağına düşmeden meşakkatli ama doğru olan yolda ilerlemesini sağlamaktır. Emeğe yönelik saldırıların yoğunlaştığı, işsizlik ve yoksulluğun ağırlığını giderek daha büyük boyutlarda hissettirdiği, kıdem tazminatının gaspının an meselesi olduğu, sermayenin Yeşil Yol dahil rant ve talanda ısrarının devam ettiği koşullarda, 2019 için aday arayışına girmek, hiçbir nedenle açıklanacak/gerekçelenebilecek bir tercih değildir. Bu, hem “Hayır” potansiyelini yok saymak, hem de iktidarın yaşamın kılcallarına dek uzanan tektipleştirici, boğucu ve yalnızlaştırıcı saldırıları karşısında sessiz, teslimiyetçi bir hat izlemek anlamına gelir. Evet, belki alternatif oluşturmak, örgütlenmekte olan Ensar rejimine ve Nazileşmeye karşı durmak kolay değildir. Ancak bu, peşinen yenilgiyi/teslimiyeti kabul etmeyi gerektirecek bir neden olamaz. “Hayır” çalışması da kolay değildi ama çok başarılı bir sınav verdi. Aynı başarıyı bugün odağında seçimin/sandığın olmadığı, hayatın içinde alternatifi örgütlemek anlamına gelen örgütlenme ve mücadele zemininde de sağlamak mümkün, yeter ki gerekli özgüvene ve karalılığa sahip olunsun.


56

F

atsa, öğretilmiş yanlışlar ve kurulmuş tuzaklar eşliğinde uysallaştıran, kendi rengine boyayıp etkisizleştiren sistemin hem reddi hem alternatifiydi; sınıfsız-sömürüsüz bir ufuk, metasız-mülkiyetsiz bir dünya düşü, düşüncelerin dolayısıyla da bugünkü sınıf ilişkilerine alternatif oluşturma çabasının büyütülüp derinleştirilmesiydi.

Perspektif

Soluğun Notalaştığı Bir Pratik; Fatsa Öğretilmiş kavşakların “dur-geç” tuzaklarına düşmeden Kendi patikamızda ilerlerken bulduk birbirimizi. Düşüncelerimizin kapsama alanını büyüttü düşlerimiz. Kendi çağına yenilmiş kuşaklardan farkımız, Çığlık değil slogan atmaktı, Sorun değil çözüm üretmekti. Sorun değil çözüm üreten Fatsa

Fikri Sönmez’in 8-9 aylık belediye başkanlığı döneminde üretilenler, “belediyeciliği” çokça aşan bir deneyim yaşandığını, üretenin aynı zamanda yönettiği, sözün-yetkinin-kararın halkta olduğu bir toplumsal düzenin mümkün olduğunu ortaya koydu. Devlet desteği verilmediği halde karaborsayla, çamurla, yokluk ve hastalıklarla boğuşan bir ilçenin salt kendi imkânlarıyla sorunlarını kısa sürede çözebilmesi; bütün bir ülkeyi, tüm imkânlara, sömürü ve soyguna rağmen açlığa ve yoksulluğa mahkûm edenlerin sınıfsal yüzünü açığa çıkaran bir işlev de gördü. Gerçekte kaynaklar herkese fazlasıyla yeterdi; yeter ki var olan imkânlar kâr hesaplarından uzak biçimde, halk için eşit şekilde değerlendirilebilsin. Fatsa’da belediyeyi kazanmış olmanın sağladığı avantajlar, kurulan halk komiteleri eşliğinde kolektif bir işleyişe ve halk iradesine dönüştü. Arada bir bürokratik engel değil, güçlendirici bir bağ, çeşitlilikten güç ve uyum üreten bir yoldaşlaşma vardı. Her komite, halk orkestrasını çoğaltan/güçlendiren bir enstrüman gibiydi. Terzi Fikri’nin dediği gibi “Belediyenin aldığı tüm kararlar halkla beraber tartışılmıştır; halkın onayı olmayan hiçbir iş belediye tarafından yapılmamıştır.” Bu, var olan imkânların istismarının önüne geçerken aynı zamanda önceki belediye döneminden kalma karaborsa, tefecilik, kumar vb. sorunlarla kolektif biçimde mücadele etme imkânı sağladı.


57

AP, MSP, CHP gibi partilerin tabanındaki insanların Fatsa’daki bu kolektif sürece hızla dahil olabilmesi, kendinde bilinçten kendisi için bilince geçilmesi halinde sınıfsal saflaşmanın nasıl olacağına, halk denince ne anlaşılması gerektiğine dair de öğretici olmuştur. Devrim perspektifli bir komiteleşme Tüm renklerde esmer kimliğimiz gibi Düştüğünde toprağı, Yükseldiğinde bayrağı tohumladı yoldaşlarımız. Halkın kırlarını fethetmek için çıktığımız yolda 1967 Bolivya’sının dağlarından izler taşıdı, ayaklarımız. Reel sosyalist ülkelerde, var olan deneyimlerde rastlanan bürokratikleşme, parti ağırlıklı iktidar organları, daha 70’li yıllarda Türkiyeli devrimciler arasında bir tartışmaya ve alternatif arayışına sebep oldu. İşte söz konusu arayışa karşılık düşer o günün koşullarında

oluşturulan Direniş Komiteleri. Adında “direniş” vurgusu olan komiteler, aynı zamanda geleceği kurmak, halk iktidar organı olmaya aday tohumlar ekmek, çekirdekler oluşturmak ve bunları gelecek ufkuyla, demokratik halk iktidarına uzanan bir perspektifle adım adım büyütmektir. Devrimci Yol dergisinin 16. sayısında “Elbette, halk iktidarının ülke düzeyinde çiçeklenmeye başlaması, direniş komitelerinin, halk komiteleri olarak gelişkin ve olgunlaşmış biçimlere bürünmesi, mücadelenin halk savaşının daha üst aşamalarına geçilmesiyle gündeme gelebilecektir.” derken kast edilen budur. Yine aynı sayıda Devrimci Yol, öncünün eylemini, yığınların eylemine doğru geliştirebilecek bağlantı kayışlarına sahip bir partinin ancak Direniş Komiteleri gibi bir çalışma ve örgütlenme anlayışıyla mümkün olacağına dikkat çeker. Tüm demokratik sorunların emperyalizm koşullarında artık bir devrimi dolayısıyla da birleşik mücadeleyi gerektirmesi, bugünden atılacak komünal adımlarda gerçekçi olmayı, devrim ufuklu davranmayı gerektiriyordu. Bu nedenle Direniş Komiteleri, bırakalım bugünden tüm sorunların çözülebildiği özgür alanlar


58  oluşturmayı, geleceğin embriyon biçimleri olarak görüldü ve ilerde halk savaşında rol almayı gözeten bir perspektifle hareket edildi. Dolaysıyla Direniş Komiteleri de özgün bir örnek olan Fatsa da sınıflar farkının/ çelişmesinin bugünden aşılması veya komünal-özgür yaşama devrimsiz yatay geçiş değildir; bu türden örneklerle aralarında nitelik farkı vardır. Benzer şekilde Fatsa, “Terzi Fikri’nin icraatları yıllar sonra 2004’te ‘Avrupa Yerel Yönetimler Yasası olarak’ TBMM’den geçecek, Cumhurbaşkanı vetosu ile uygulama imkânı bulamayacaktı.” (bkz. Nazım Alpman, 25.03.2017) ifadesinde görüldüğü gibi yerel yönetimlerin güçlendirilmesi vb. düzenlemelerle karıştırılmaması gereken, günü kurtarmakla yetinmeyen, demokratik halk devrimi perspektifli bir deneyimdir. Daha açık bir ifadeyle söylersek, Fikri Sönmez’in “icraatları” TBMM’den geçemeyecek denli devrim ve sosyalizm ufukludur. Fatsa, elbette bir devrim değildir ama bir devrimin önsözüdür; devrimin ne türden araç ve yöntemler gerektirdiğine dair bir çeşit okul niteliğindedir; bu nedenle, 2004’te Meclis’ten geçen ama Sezer tarafından veto edilen yasayla hiçbir ilgisi/benzerliği yoktur. Fatsa’dan Haziran’a Örgütlü Bir Halk Yaratma Perspektifi Yorulduğumuzda, Birbirimizin göğsünde notalaştı soluğumuz. Yaşamın her haline denk bir karşılığı vardı şarkımızın.

Farklı ülkelerde farklı biçimlerde görülen ve çeşitli tarihsel kesitlerde ortaya çıkan halk örgütlülükleri, gerçekte “devrim kitlelerin eseridir” veya “örgütlü halk yenilmez” değerlendirmesinin gereğidir; dar/öz örgüt olarak da tanımlanabilecek kadrosal yapılanmanın alternatifi değil tamamlayıcısıdır.

Fatsa’nın bir özelliği de içinde bizzat Fikri Sönmez’in de bulunduğu, yıllarca süren devrimci bir mücadelenin, örgütlü bir halk yaratma çalışmasının sonucudur; zorlu ve uzun erimli bir mücadelenin taçlanmasıdır. Belediyenin kazanılmış olması, böyle bir çalışma için çeşitli imkânlar ve avantajlar sağlamıştır ancak Fatsa’nın bir belediyecilik başarısı olarak görülmesi, onu daraltır. Bugün eğer ders çıkarılacaksa, şeklî olandan çok olgunun özü üzerinde durulmalıdır. Genelde Direniş Komiteleri özelde Fatsa, bir halk örgütlülüğüdür. Halk örgütlülükleri, kimilerince sanıldığının aksine eşitlik ve özgürlüğün mevcut üretim ilişkileri değiştirilmeden yani devrimsiz gerçekleştirilebileceğinin ifadesi değildir. Aksine Çin, Rusya vb. ülkelerdeki Sovyetler de her ülke ve dönem özgülünde farklı/özgün biçimlerine rastlanmış halk örgütlülükleri de devrimi gereksizleştiren değil mümkün kılan araçlardır. Farklı ülkelerde farklı biçimlerde görülen ve çeşitli tarihsel kesitlerde ortaya çıkan halk örgütlülükleri, gerçekte “devrim kitlelerin eseridir” veya “örgütlü halk yenilmez” değerlendirmesinin gereğidir; dar/öz örgüt olarak da tanımlanabilecek kadrosal yapılanmanın alternatifi değil tamamlayıcısıdır. Bugün meclisler biçiminde örgütlenen Haziran Hareketi de gerek dünya ölçeğindeki deneyimlerden gerekse Gezi sürecinde, geçmişlerinden öğrenerek kendi tarihlerini yazan halk kesimlerinin ortaya koyduğu pratikten/deneyimden yola çıkmış, böyle bir deneyimi örgütlü ve kalıcı hale getirmeyi ve yaşam alanlarındaki potansiyelleri açığa çıkarmayı amaçlayan bir harekettir. Örgütlü bir halk yaratma yolunda tek seçenek değilse de önemli bir araçtır. Doğru anlaşılıp doğru anlatılabildiği, gereği yerine getirilerek geliştirilebildiği ve ihtiyaca bağlı olarak güncellenebildiği takdirde, kapsama alanı ve niteliği büyüyecek, devrim yolunda giderek daha çeşitli ve etkili işlevler yüklenecektir. Bu başarılabildiği oranda, hem Fikri Sönmez yaşatılmış hem de Fatsa’nın öğreticiliği, yaratıcı bir üretkenlikle devamlı kılınmış olacaktır.


59

Y

ıllar önce okuduğum bir kitaptan oldukça etkilenmiştim. Dieter Duhm’un Kapitalizmde Korku isimli kitabını bitirince, özet sayılabilecek bir cümle çıkıvermişti ağzımdan: “Bu korkuyla yaşanmaz, işiniz zor…”

Makale

Suçun Tarihselliği: İşiniz Zor… Burak Yücel

Yıllar önce okuduğum bir kitaptan oldukça etkilenmiştim. Dieter Duhm’un Kapitalizmde Korku isimli kitabını bitirince, özet sayılabilecek bir cümle çıkıvermişti ağzımdan: “Bu korkuyla yaşanmaz, işiniz zor…”

Sermayenin halk kesimleri üzerinde uyguladığı baskı ve terörün kaynağına özel mülkiyeti ve iktidarı koruma itkisini koyan Duhm, uygulanan bu terörün de egemenlere korku olarak geri döndüğünden bahseder. Ağır silahlar, koruma polisleri, eskort otomobiller, şehrin dışındaki alanlarda yüksek duvarlı evler, saraylar, çocuklarını okullarından siyah takım elbiseli adamlarla aldırmalar, zırhlı cipler, yüzlerce katlı ticaret kuleleri, özel güvenlik sistemleri… Tüm bunların altında zenginliğin getirdiği şımarıklık halinden daha çok, ezilenlerden gelecek tepkinin oluşturduğu korku olduğunu vurgular. Yıllar sonra, okuduğum bu kitabı pratikte de sınama şansı buldum. Hepimizin malumu, memleketimiz egemenlerce işlenen suçun da, bunun karşısındaki haklı öfkenin de, halkın biriken öfkesinden doğan korkunun da fazlasıyla biriktiği bir coğrafya. Yüzyıllardır hiç durmadan biriktiği bir coğrafya hem de… Ermenilerin anayurtlarından sürülmesinden, Ensar’ın karanlık dehlizlerinde çocuk çığlıklarının boğulmasına dek yüzyıllara uzanan bir suç yelpazesi var hafızalarda. Kendini her gün yeniden üreten, tepeden aşağıya doğru yaygınlaşan, yaygınlaştıkça sıradanlaşan ve suç ortaklarını da çoğaltan bir düzenek bu. Dünden bugüne egemenlerin, sermaye sahiplerinin “adalet, hak, hukuk, eşitlik ve özgürlük” gibi kavramlardan bunca korkmasının ardında ise bir türlü unutturulamayan bu suç zinciri var. Sadece bizim memlekette değil elbette. Dünyanın daha pek çok yerinde bu yasa işlemekte.


60  1922-1945 yılları arasında İtalya’yı teslim alan faşist diktatör Mussolini, kendisinden önceki egemenlerce oluşturulmuş suç envanterine de iyi çalışarak yeni yöntemler katmıştı faşizmin dağarcığına. Yeni-Osmanlıcılık masallarından da tanıdık geleceği üzere, en büyük manüplasyon malzemesi; Eski Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurma iddiasıydı. Bizim memlekette adı Osmanlı Ocakları olan paramiliter yapının çok daha gelişkin bir versiyonunu Mussolini de kurmuştu: Kara Gömlekliler.

yüz on canımızı benzer bir vahşilikle aramızdan alması, her gün çap ve derinlik büyüten suç zincirine dair en somut örneklerden sadece biridir. İşte bugünün egemenlerinin “adalet” kavramından bu denli rahatsız olmasının ardında işledikleri suçlar bağlamındaki tarihsel devamlılık vardır. Her yıl binlerce işçiyi öldürüp yakınlarını tekmelemek, kendi suç ortağını bir kalemde çizip kendi darbesine kılıf uydurmak, yüzlerce kadını sokak ortalarında öldürenlere ‘iyi hal’den

O günlerde İtalya halkının pek küçük bir kısmı inanabiliyordu zulümle ayakta duran iktidarın bir gün yenilebileceğine. Zira Mussolini ve Hitler’in faşizm bağlamındaki işbirliğinin bedelini milyonlarca insan canıyla ödemekteydi.

indirim yapmak, tarikat yurtlarında binlerce çocuğun geleceğini karartmak, ‘işçiye müjde’ diyerek onları kiralanacak birer aparata dönüştürmek,

cenazesini dahi gömmesine izin vermemek, 13 yaşında canına kıyılan Berkin’in

Günler, aylar, yıllar geçti. İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonlarına doğru, Mussolini İtalyan partizanlarca yakalanarak hak ettiği cezaya çarptırıldı. Hitler ise daha kestirme bir yöntem seçerek intihar etti. Son tahlilde korkunun esaretine teslim oldu. Diktatörler ve o diktatörlerin hizmet ettiği egemenler, işledikleri her suçu daha büyük bir suçla kamufle etmek zorunda hissederler kendilerini. Herhangi bir kötülüğü gizlemek için kullanılan örtünün gün geçtikçe biraz daha büyüyerek daha büyük bir suçu örtmesi gibidir bu. Ellerindeki örtünün ne zamana dek kullanılabileceğinin bir yerden sonra önemi yoktur. 2 Temmuz 93’te, yani tam yirmi dört yıl önce insanlığın en ileri değerleriyle donanmış otuz altı insanımızı diri diri yakanların 10 Ekim Ankara katliamında

Kürtlerin

annesini miting meydanında yuhalatmak, işlerini isteyen eğitimcileri açlık ve ölümle terbiye etmeye çalışmak… Ve daha sayamayacağımız birçok suçun faili olmak… Yıllar önce okuduğum o kitaptaki cümle geldi dilimin ucuna: “Bu korkuyla yaşanmaz, işiniz zor” Milyonların haklı nefretinin hedefi haline gelerek yaşamaya yaşamak demek de zor. Ama merak etmeyin, bir gün mutlaka siz de kurtulacaksınız bu ağır yükten. Halkların, gücünü emekten ve insanlıktan alan terazisi kurulduğunda ve tüm kötülüklerin kaynağı olan rejiminiz yerle yeksan olduğunda bu sizin de ‘kurtuluş’unuz olacak.


61

İ Makale

Hep Yeniden Başlamak Özgür Irmak

Birçok insan zihnindeki hapishanenin duvarlarının farkında bile değildir. Hatta kendini hapishanede bile hissetmez. Bu nedenle mücadele etme ihtiyacı bile duymaz. İnsanı kendi hapishanesinin gönüllü gardiyanı yapan durum da budur; kendi zincir ve kelepçeleriyle barışık yaşaması insanın.

nsanın en zorlandığı mücadele kendi zihninde kurmuş olduğu hapishanede vereceği mücadeledir. İnsan somutta bir düşmana karşı, dışsal bir tehlikeye karşı çok rahatlıkla gard oluşturabilir, bir savunma hattı geliştirebilir. Ancak onun savunma duvarını hissettirmeden aşan aile çevresi, arkadaşlar, alışkanlıklar vb. gibi duygusallıkla örülü kendinden gördüğü ilişkilerin kişi üzerindeki etkisi daha kalıcı ve büyüktür. Hissettirmeden kişiliğe yansıyan etkiler oluşturan bu etmenlerle mücadele yürütmek oldukça zahmetli ve zordur. Bunun için kişinin çuvaldızı kendine dürten bir iradeye ihtiyacı vardır. Kendisini yıkıp, yeniden var edebilecek bir özgüven ve bakış açısı da gereklidir. Birçok insan zihnindeki hapishanenin duvarlarının farkında bile değildir. Hatta kendini hapishanede bile hissetmez. Bu nedenle mücadele etme ihtiyacı bile duymaz. İnsanı kendi hapishanesinin gönüllü gardiyanı yapan durum da budur; kendi zincir ve kelepçeleriyle barışık yaşaması insanın. Günlük yaşamın rutini, bu yanıyla kapitalizm denen hapishaneyi her gün bireyde yeniden üreten bir mekanizmadır. Aslında zor olanda rutinin öğütücü etkisinin farkında olup, ona karşı cephe açabilmektir. Alışkanlıkların öğretilmişliği, insanı teslim almanın gelenekselleşmiş halidir. Kanıksama bir yanıyla çaresizliktir. Sorgusuz, sualsiz geleneksele teslim olmaktır. Rekabeti ve hırsı her gün üreten , insanı insanın karşısına çıkarıp sınıf kardeşlerini , kapitalizmin çarkları arasında birbirine sürterek törpüleyen sistem, kendi kültürünü daha anne karnından mezara kadar boşluk tanımaksızın oluşturmaktadır. Rekabet ve karın temel prensip olduğu bu düzende insan kar oranı kadar anlamlıdır. Bu devasa


62

Günlük yaşamın rutini, bu yanıyla kapitalizm denen hapishaneyi her gün bireyde yeniden üreten bir mekanizmadır. Aslında zor olanda rutinin öğütücü etkisinin farkında olup, ona karşı cephe açabilmektir. Alışkanlıkların öğretilmişliği, insanı teslim almanın gelenekselleşmiş halidir. Kanıksama bir yanıyla çaresizliktir. Sorgusuz, sualsiz geleneksele teslim olmaktır. makine için bir değişim değeri taşıyan aparattan ibarettir, günü geldiğinde kullanıp atılacak. İnsana, doğaya, emeğe, eşitliğe ve özgürlüğe düşman bu düzenin farkında olan, proleter bilinç taşıyan emekçiler için mücadele etmenin dışında bir yol yoktur. Tabii mücadele ederken sistemin kendini sigortaya aldığı tuzakları da unutmamak gerekir. Duvarların, engellerin ve kelepçelerin farkında olan insanların bu kölelik düzeniyle mücadele ederken en zorlandığı şey de rutine yenilmektir. Rekabet, bencillik ve bireysellik yaşamın rutininde hakim olan kültürel dokudur. Rekabet, bencillik ve bireyselliğin karşısına sanatsal incelikle dayanışma, paylaşım ve toplumsallığı koyabilmek bir direnç noktasıdır. Bu pratiği sınırlı zamanlarda değil rutinin kendisi haline çevirmek, rutini yenme biçimidir. Umudun yaşam biçimi haline gelmesidir rutini yenmek. Yarının güzelliğinin farkına varmaktır.

Alışkanlık, rutin ve sıradanlaşmayı aşmak için törenlere, özel anlara sıkışmış heyecanlara daralmak rutinin öğütücülüğüne kendimizi bırakmak anlamına gelir. Oysa ki rutinin içindeki sıradışılığı arayan bir göze ihtiyaç vardır. Ayrıntı ve inceliğe yol vermek gerekir. Sanatçı duyarlılığı, yaşama aşkla bakabilmek rutinin bağrında taşıdığı sıradışılığı açığa çıkaracak anahtara sahiptir. Hiçbir şey birbirini tekrar etmez. Hep bir yeniyi bağrında taşır. Devrimcilik yeniyi, iyiyi ve güzeli açığa çıkarma becerisidir. Bugün dayanışma duygusu, her şeyini paylaşma hissi köreltilmiş insan dışılaşmış varlıklara dönüştürülmüş bir toplumla karşı karşıyayız. Paylaşmak yaşama aşkla sarılma halidir. Onu kendinle, kendini onunla paylaşma halidir. Herşeyini paylaşma hissi mülkiyetin kişiyi belirleyen ve hapseden atmosferinden kurtarır insanı, başka bir evrene götürür. Damarlarımızda dünyanın bütün ırmaklarını hissetmek gibi. Bir çocuğun açlığına sofra kurmak çıkınımızla… İnsana, duyarlılığı yitirmeden her yaraya merhem olma arzusuyla hareket etmek… Moral bozup kendi dar sınırlarına çekilen ruh haline karşı sürekli kendini yenileyen bir duyarlılıkta durmak vb gibi…Bunlar tabii ki de çoğaltılabilir. Tembelliğe düşmeden tarihsel akışın özgürlüğe giden ufkunda, insani değerlerde ve doğrularda ısrar rutini yenmenin şifrelerindendir. Sıradan görünenin içinde saklı olan yaşamın şifrelerini diyalektiğin bakış açısını genişleten ufkuyla aramak özgürlüğe giden kapıyı aralayacaktır. Bu bakış açısı ile kum tanesinde evreni gördüğümüz gibi. Evrende kendimizi de anlama ve değiştirme şansı buluruz. Yaşama adeta bir sevgili gibi aşkla sarılma işiyse devrimcilik, ezgisini, şiirini ve dilini kendi bağrında taşır. Özdemir İnce’nin dörtlüğünde özetlenen ruh halidir o; “Seni bulmaktan önce aramak isterim Seni sevmekten önce anlamak isterim Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de Sana hep hep yeniden başlamak isterim.”


63

R Perspektif

17 Nisan İçin Faşizm Dersleri Faşizm, Berkin’in ekmeğine ve gülümsemesine bile tahammülsüz güçlerin devlet biçimidir; kötülüğün, karanlığın ve iktidar şiddetinin kanıksatılmasıdır; Soma’nın da, Roboski’nin de, Ergenekon yargılamalarının ve Gezi’deki kurşunların da arkasında durmak; Yenikapı’da olduğu gibi patronu, tarikat liderini ve generali aynı amacın bileşeni haline getirmektir.

eferandum çalışmaları sırasında, faşizmin güncel kesitlere içerilmiş pek çok biçimdeki yansımasına tanık olduk. Bu süreçte yaşanan saldırılar yer yer kişiselleşmiş, özgün dar kareler gibi görünse de, gerçekte bunların özü sınıfsaldır; emekle sermayenin farklı bağlamlarda karşı karşıya gelmesidir. Zulüm, sömürünün yani sermaye sahibinin iktidarının devamı için başvurulan bir araçsa; faşizm de bunun tekelci dönemde almış olduğu biçim ve içeriğin sınıfsal tanımıdır. Cehalet de, dinsel sömürü de, hiçlik ve lümpenleşme de faşizm için kullanışlı bir enstrümandır. Ve tam da bu bağlamda Goethe’nin “Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir” sözü hafife alınmamalıdır. Olağanüstü Bir Süreçten Geçiyoruz Bilindiği gibi Türkiye’de 1945 sonrasında rejimin giderek derinleşen, deneyim biriktirip kalıcılaşan niteliği faşizmdir. Faşizmin kendisi de olağanüstüdür; sermayenin, şiddetin çıplak olanından örtülü olanına kadar pek çok araçla tahkim ettiği bir rejimdir. Ancak bir süredir, Dünya da, bölge de, ülke de olağanüstü tanımlara denk bir iklimin etkisi altında. Toplumsal iklim, 20. yüzyılda iki kez rastlandığı biçimde, pazarların paylaşımının, sınıfsal kutuplaşma ve ayrışmanın bir dünya savaşını ihtiyaç haline getiren boyutlarda olduğunu gösteriyor. Daha önceki deneyimlerden de bilindiği gibi sermayenin kurulu düzenini devam ettirmek için zordan manipülasyona kadar başvurduğu hiçbir aracın yetmediği, demokratik işleyişin biçimsel olanına dahi tahammülsüzlük edildiği böylesi koşullarda, tüm kamuflajlar atılır ve sınıfın sınıfa karşı şiddeti en doğrudan biçimini alır; bunun adı faşizmdir. Faşizm, Berkin’in ekmeğine ve gülümsemesine bile tahammülsüz güçlerin devlet biçimidir; kötülüğün, karanlığın ve iktidar şiddetinin kanıksatılmasıdır; Soma’nın da, Roboski’nin de, Ergenekon yargılamalarının ve Gezi’deki kurşunların da arkasında durmak; Yenikapı’da olduğu gibi patronu, tarikat liderini ve generali aynı amacın bileşeni haline getirmektir. 15 Temmuz, emperyalizmin ve sermaye güçlerinin


64  düzen tasavvurundan bağımsız olmayan bir açık faşizm girişimidir. Yarım kalan bu girişim, 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL’le süreklilik kazanmış ve AKP tarafından adım adım tamamlanmıştır; Nisan’ın 17’si için tasarlanan değişim, sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde daha doğrudan, engelsiz ve gecikmesiz bir düzen oluşturmak üzere açık faşizme anayasal çerçeve kazandırmaktır. Dünyada Emperyalizm, Türkiye’de ve Cizre’de Faşizm Cizre’deki de faşizmdir, Okmeydanı’ndaki de. Cizre’de evler ağır silahlarla insanlar içindeyken yıkılır; Okmeydanı’nda içindekiler boşlatılarak dozerle yıkılır. Ama sonuçta ikisi için de rant-talan ve yalan geçerlidir; ikisinin de amacı sermayenin azami kâr hırsıdır; sömürgeciliğin, derinliğine sömürünün kural tanımazlığıdır; kentsel dönüşüm adı altında güncellenmesidir. Okmeydanı’nda Berkin gaz fişeğiyle vurulur, Cizre’de çocuklar doğrudan kurşunla vurulur. Berkin gecikerek ölür, Cizre’de vurulanlar anında ölür. Ama faşizmin öldürdüğü bütün çocuklar aynı anlama gelir; gidişlerini resmeden fotoğraflarda da bıraktıkları mirasta da kardeşleşir, yoldaşlaşır; kavganın ve geleceği kurmanın mayası haline gelir. Tam da bu bağlamda, Ahmed Arif gibi “hep olmayacak şeyler” “gülünç, acemi ve çocuksu” şeyler kurmak da bir dirençtir; mücadele envanterine en ciddi şeyleri sığdırıp 17’sine hazır olmak da. Ya Faşizm ya Faşizm “Faşizm ölmeden ne çok iyi insan ölecek” demişti Julius Fuçik. Fuçik öldü, çok güzel insanlar da öldü; ama faşizm de ölümsüz değil. Ezilenler olarak biz çok yenildik ama ezenler de yenilmez değil. Onlar gücünü zorbalıktan alır, biz haklılıktan. Bu nedenle, onlar silah biriktirir, biz moral güç ve yoldaşlık enerjisi biriktiririz. Mutlaka onların da 17’si için envanteri vardır. Hatta buna “ya faşizm ya faşizm” demek de mümkün. Bu süreçte referandum sonuçları elbette önemli. Ancak dünya ölçeğinde biriken ve çözümü ertelenen çelişmeler, Ortadoğu’da olduğu gibi sıcak savaşı kaçınılmaz kılarken Türkiye’de de çelişmeleri keskinleştir-

miş, uzun soluklu bir mücadeleyi ihtiyaç haline getirmiştir. Özellikle referandum çalışmaları sırasında ortaya çıkan tablo, faşizmin askeri ve kurumsal gücünün yanında mücadele edilmesi gereken, sayıca hafife alınamayacak yozlaşmış-lümpen bir kitle tabanının da oluştuğunu gösterdi. Bu bağlamda bugün referandum sonuçları ne olursa olsun, mücadelenin kolay veya kısa sürede sonuç veren bir yolu olmayacaktır. Tam da bu nedenle, sandıktan kalıcı/kesin çözümler beklemek yanıltıcı olacaktır. Sandıktan Hayır da çıksa Evet de çıksa; örgütlenmenin nicel ve nitel boyutunu büyütmek, en geniş bağlamlı birleşik mücadele için birlikler oluşturmak ve mücadeleyi yükseltmek dışında yolumuz yoktur. Nisan’dan Mayıs’a Yolu Haziran’ca Taçlandırmak Önümüzdeki süreçte AKP dahil sağın, sermaye temsilcilerinin içinde bir ayrışma, bir iç mücadele olabilir. Bu, görüntüde iktidar partisini zayıf da düşürebilir. Ancak sol-devrimciler beklentilerini, siyasetini bu türden olasılıklar üzerine bina etmez. Daha açık bir dille söylersek bizim ilgimiz ve enerjimiz, sağdaki ayrışma olasılıklarına değil soldaki, halk kesimlerindeki bütünleşmeye yoğunlaşmalıdır. Eğer başkanlıkla amaçlanan, AKP’nin 15 yıllık icraatlarının yani genelde emperyalizmle özelde Türkiye oligarşisi ile anılabilecek tüm kötülüklerin sistemleşerek kalıcılaşması ve faşizmin derinlikte ve renk karartmada sıçrama yapması ise, 16 Nisan’da yükselecek “Hayır” sesi, bir itirazın olduğu kadar geleceği kazanmanın da habercisi olacaktır. Darbe koşullarının veya faşizmin darbeye özdeş niteliğinin bir iklime dönüştüğü, darbeden yana çıkarı olan bir avuç zorba dışında hemen herkesin bunun olumsuz sonuçlarına maruz kaldığı koşullarda ezilenlerin barikatlarını çoğaltmak ve barikat kardeşliğini örgütlemek; 16’sının devamında, Nisan’dan Mayıs’a doğru yürünecek yolu Haziranca taçlandırmanın koşuludur.


65  15 Temmuz darbe girişiminin “tanrının lütfu” olarak değerlendirip hemen 5 gün sonra 20 Temmuz 2016’da OHAL ilan edilmesinin üzerinden bir yıl geçti.

Gündem

Olağanüstü Hal altında geçen bir yıl Türkiye’nin maruz kaldığı saldırının henüz aşılmadığı bahanesiyle geçtiğimiz günlerde 4. kez uzatılan OHAL sürecine sığdırılanlar, amacın bir dönem kol kola yürünen Cemaat örgütlenmesini kendileri için bir tehdit olmaktan çıkarmanın yanında temel olarak tüm itiraz potansiyelinin yok edilmesi olduğunu da net olarak açığa çıkardı

Türkiye’nin maruz kaldığı saldırının henüz aşılmadığı bahanesiyle geçtiğimiz günlerde 4. kez uzatılan OHAL sürecine sığdırılanlar, amacın bir dönem kol kola yürünen Cemaat örgütlenmesini kendileri için bir tehdit olmaktan çıkarmanın yanında temel olarak tüm itiraz potansiyelinin yok edilmesi olduğunu da net olarak açığa çıkardı . Rakamlar, OHAL’in askeri darbelerin bile boy ölçüşemeyeceği kapsam ve derinlikte azgın bir saldırganlığın aracı yapıldığını gösteriyor. Meclis’in ve Yargı’nın devre dışı bırakıldığı veya tek elde toplanan iktidarın basit bir uzantısı haline getirildiği bu bir yıllık süreçte 25 adet KHK çıkarıldı. Aralarında İMC ve Hayat TV gibi sol/yurtsever tv kanalları da olmak üzere 28 TV kanalı, 36 radyo kanalı, 26 yayınevi, 5 haber ajansı, 66 gazete, 19 dergi kapatıldı. 200’ün üzerinde gazeteci gözaltına alındı, yüzlercesi tutuklandı, 2 binin üzerinde gazeteci işsiz kaldı. İçinde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan 400’e yakın akademisyen olmak üzere 5 binin üzerinde akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. On binlerce insan hiçbir yargı kararı olmadan işten atıldı, bir daha kamu hizmetinde istihdam edilmelerinin, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilmelerinin de önü kapatıldı. 3 binin üzerinde KESK üyesi de dahil kamudan yaklaşık 100 bin kişi ihraç edildi. Yaklaşık 45 bin öğretmen meslekten çıkarıldı veya açığa alındı. Aralarında eşbaşkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da olduğu 11 HDP’li milletvekili tutuklandı. Figen Yüksekdağ’ın milletvekilliği ve parti üyeliği düşürüldü. Yine HDP’nin 750 il/ ilçe yöneticisi tutuklandı, DBP’ye ait aralarında Diyarbakır, Van, Mardin, Ağrı, Hakkari’nin de bulunduğu 103 belediyeden 82 tanesine kayyum atanarak gasp edildi.


66

Faşizme karşı birleşemeyenlerin onun hapishanelerinde bir araya gelmekten kurtulamayacağı gerçeğini aklımızdan çıkarmayan bir sorumluluk ve bilinç ile tüm güç ve olanaklarımızı seferber etmeliyiz. Çağdaş Hukukçular Derneği, Gündem Çocuk Derneği gibi onlarca dernek, Dicle Haber Ajansı, Jin Haber Ajansı, Özgür Gündem, Azadiya Welat, Evrensel Kültür ve Özgürlük Dünyası’nın da aralarında olduğu yüzlerce dergi ve yayın kuruluşu kapatıldı. Yapılanlardan sadece bir bölümünü aktardığımız bir yıllık OHAL dönemi uygulamaları toplumsal yaşamın sermayenin çıkarları temelinde nasıl bir tasfiye ve dizayna tabi tutulduğunu gösteriyor. Gösteri, yürüyüş, düşünce açıklama, örgütlenme, grev vb. gibi biçimsel de olsa yürürlükte olan temel hak ve özgürlükler tamamen devre dışı bırakılırken, tekelci sermayenin anlık olanları da dahil tüm ihtiyaçlarını karşılama hükümet etmenin esası haline getirildi. Bu süreç Türkiye’nin kendi dinamikleriyle ilgili olduğu kadar, tüm dünyada ekonomik krizin derinleştiği, hegomonya mücadelesinin boyutlandığı ve bunlara bağlı olarak paylaşım kavgasının şiddetlendiği koşulların bağrında gelişen siyasal gericileşmenin Türkiye’ye dönük yansımaları olarak da görülmeli. Sermayenin varoluşuna içkin bu siyasal gericilik dönemsel koşulların etkisiyle alabildiğine yoğunlaştırılmış durumda. Çünkü kâra susamış sermaye için tüm imkanların yağması bu koşullarda mümkün olabilirdi. Süreci bu temel parametreler ışığında değil de Erdoğan veya Trump gibi kişiliklerin otoriterliğe meyyal kişiliğiye açıklamaya çalışmak, bilinçli bir çarpıtmanın değilse siyasi körlüğün veya ağaca bakıp ormanı görememenin ürünü olabilir ancak. OHAL sınıfsal bir saldırıdır. Sermaye için bir lütuftur, nimettir. AKP tarafından süreklileştirilmiş olan saldırının 15 Temmuz darbe girişimi istismar edilerek

olağanüstü biçimde yoğunlaştırılmasıdır. Sermayenin rüyalarını süsleyen, normal koşullarda yapılması onlarca yıla sığdırılabilecek olanların artık bir çırpıda halledilebiliyor olmasıdır. Erdoğan’ın daha geçenlerde grevi bir tehdit olarak niteleyip bundan OHAL’i gerekçe ederek kurtulduklarını ifade etmesi ya da geçmişte Kürt coğrafyasında OHAL’le sağladıkları rahatlığı “Grevdi, boykottur, ıvır, zıvır bir şey var mı? Yok.” diyerek açıklaması, sürecin sınıfsal mahiyetini ve hangi ihtiyacın ürünü olarak yürütüldüğünü bir kez daha gözler önüne serdi. Bu yüzden, OHAL’in yakıcı bir ihtiyaç olduğu düşüncesini sürekli diri tutmak için, algı operasyonları yapılmaya devam edilecek. Muhalif olan her yaklaşım, dıştan ve içten büyük bir saldırı altında olunduğu bahanesi ile bu saldırının değirmenine su taşıdığı suçlamasına muhatap edilip ezilmeye çalışılacak. Bu açıdan, idam, tek tip elbise, muhalefet partisinin liderinin “sokağa çıkamayacak hale getirilmesi” vb. tehditler kuru gürültü değil açık faşist saldırganlığın nerelere varacağının birinci elden dillendirilmesi olarak anlaşılmalıdır. Tüm bu gerçekler ışığında saldırının kapsam ve derinliğine koşut bir direniş hattının oluşturulması gerektiği açıktır. Süreç, bugün artık İtiraz potansiyeli taşıyan muhalif bütün güçleri hedefe koyan bu örgütlü zorbalığa karşı, muhalih tüm güçlerin mücadele birliğini hedefleyen bir bütünsellik ve genişlikle davranmayı gerekli kılmaktadır. Çok özel bir süreçten geçmekteyiz. Faşizme karşı birleşemeyenlerin onun hapishanelerinde bir araya gelmekten kurtulamayacağı gerçeğini aklımızdan çıkarmayan bir sorumluluk ve bilinç ile tüm güç ve olanaklarımızı seferber etmeliyiz. OHAL’le geçen bir yılın sonunda “bir taraftan var olanı sahiplenip güç katmak, diğer taraftan nitelik artırıcı müdahaleler eşliğinde, toplumsal nabız ve kazanabilmeye olan inanç zayıf düşürülmeden mücadelenin sürekliliğini sağlamak” için ileri doğru atılma zamanıdır.


67

Amerika bir toplu katilamlar ülkesi neredeyse. Artık bu tür olaylar vaka-i adiyeden sayılıyor. Son olarak Stephen Paddock adlı kişi Las Vegas’ta Pazar günü sabah saat 10’da, Harvest müzik festivali için toplanmış yaklaşık 22 bin kişinin üzerine Mandalay Bay isimli otelin 32. katında tuttuğu bir odadan ayrım gözetmeksizin ateş etti. Ve şu ana kadar kesinleşen rakamlara göre 59 kişiyi öldürdü, 527 kişiyi yaraladı.

Makale

Neden ABD’de Bu Kadar Toplu Katliam Oluyor? Soner Erdoğan

Bir olayda 4 ya da 4’ün üzerinde insanın vurulduğu saldırılar kitlesel katliam olarak niteleniyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde 2015’te 358, 2016’da 383, 2017’de şu aya kadar ise 273 olay meydana gelmiş bu nitelikli. Ki bu, tüm diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin toplamından uzak ara daha fazla bir sayı anlamına geliyor.

Saldırganın katliamı neden gerçekleştirdiği şu ana kadar bilinmiyor. Hakkındaki kişisel veriler ise şöyle: Paddock 64 yaşında, kadın arkadaşıyla birlikte rahat bir evde yaşıyordu. Kardeşlerinden biri onun gayrimenkul milyoneri olduğunu belirtiyor, hakkındaki bazı raporlar da maddi açıdan oldukça iyi durumda olduğunu ortaya koyuyor. Paddock’un pilot lisansı ve iki küçük uçağa sahip olduğu anlaşıldı. Şu ana kadar herhangi bir dini veya politik grupla ilişkisi tespit edilemedi. Paddock’un babası Richard Hoskins Paddock psikopat teşhisi konulmuş bir banka soyguncusu, yaklaşık on yıl FBI’ın en çok aranan 10 kişi listesinde yer almış. Stephen Paddock, yedi yaşından sonra babasıyla hiçbir temas kurmamış, ayrıca akıl hastalığına sahip olduğunu ortaya koyan bir olay ya da tedavi gördüğüne dair bir delil de bulunmamakta. Donald Trump katliamı “pure evil” (saf kötülük) olarak niteledi. Bu ifade bu tür olayları meydana getiren koşulları tartışma dışında bırakmaya çalışan ucuz bir manevra elbette. Söyleyen kişinin, kitlesel katliam, işgaller vs. gibi dünya üzerinde yaşanan bütün kötülüklerin babası nitelemesini hakeden ABD’nin başkanı olması, daha kısa bir süre önce 27 milyon nüfuslu Kore Demokratik Cumhuriyeti halkını toptan yokedecek bir saldırı ihtimalinden bahsetmesi, bu değerlendirmenin nasıl bir ikiyüzlülük ve sahtekarlık barındırdığını da ortaya koyuyor. Ama yazının konusu bu değil. Kitlesel Katliam Nedir? Amerika’da Ne Kadar Gerçekleşiyor?


68

Bir olayda 4 ya da 4’ün üzerinde insanın vurulduğu saldırılar kitlesel katliam olarak niteleniyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde 2015’te 358, 2016’da 383, 2017’de şu aya kadar ise 273 olay meydana gelmiş bu nitelikli. Ki bu, tüm diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin toplamından uzak ara daha fazla bir sayı anlamına geliyor. Bir olayda 4 ya da 4’ün üzerinde insanın vurulduğu saldırılar kitlesel katliam olarak niteleniyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde 2015’te 358, 2016’da 383, 2017’de şu aya kadar ise 273 olay meydana gelmiş bu nitelikli. Ki bu, tüm diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin toplamından uzak ara daha fazla bir sayı anlamına geliyor. Sebepleri Neler? Ön planda olanlar: 1) Amerika’da silah edinmenin kolaylığı: Son katliamın gerçekleştiği Las Vegas’ın bağlı olduğu Nevada eyaletinde kişisel silah edinmede herhangi bir sınır yok. Kişisel silah sanayinin büyüklüğü yaklaşık 50 milyar dolar. Ülkede 55 milyon kişinin elinde yaklaşık 265 milyon bireysel silah var. İstatistikler 7.7 milyon Ameri-

kalının 8 ile 140 arasında silah sahipi olduğunu ortaya koyuyor. Yine ülkede her sene yaklaşık 400 bin silah çalınıyor. 2) Kitlesel katliam yapmaya uygun silahların mevcudiyeti: Amerika’da otomatik ya da yarı otomatik silahlar 7 eyalet dışında satın alınabililiyor. Bu silahlar otomatik olarak kendini yeniden atış pozisyonuna getirebiliyor. Paddock’un katliamı gerçekleştirdiği odada kimisi dakikada 100 mermi atabilen toplam 23 yarı otomatik silah ve cephane bulundu. 3) Şiddet içerikli filmler ya da video oyunların yaygınlığı: Yaklaşık 150 milyon Amerikalı yani nüfusun yarısı video oyunları oynuyor. Ve piyasada satılan oyunların yaklaşık %85’i şiddet içerikli. (Counter Strikes, Natural Born Killers vb.) Amerikan Psikoloji Birliği, Ağustos 2015 tarihli bir belgesinde şiddet içeren video oyunu kullanımıyla saldırgan davranışlardaki


69  artış ve bunun tam tersi olarak, olumlu sosyal davranış, empati ve ahlaki katılımda azalma arasında bir bağlantı olduğunu gösterdi. Bu bahiste son olarak video oyun pazarının büyüklüğünün 2015 yılında 91.5 milyar dolar olduğunu da belirtelim. 4) Zihinsel/Psikolojik Rahatsızlık oranları: ABD’de yaklaşık 5 yetişkinden 1’i 43.8 milyon kişi depresyon, şizofreni vb. gibi zihinsel hastalıklardan muzdarip. Bu ülkedeki yetişkinlerin % 6,9’u (16 milyon kişi) 2015 yılında en az bir major depresif atak geçirmiş. ABD’li erişkinlerin% 18.1’inde travma sonrası stres bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk ve özgül fobiler gibi endişe bozuklukları görülmüş. Yaklaşık 21 milyon Amerikalı uyuşturucu madde kullanıyor. Her 8 kişiden 1’i ise alkol ve uyuşturucu madde kullanımına bağlı bir rahatsızlık sahibi. Psikolojik Arka Plan: Böylesi olaylar ve faili kişiler üzerinde yapılan araştırmalardan elde edilen bulgular şunu göstermiştir: Bu tür insanlar kendilerinden nefret ederek büyüyen, sonra etraflarındaki insanları hissettikleri bu duygudan dolayı suçlayan kişilerdir genellikle. Tüm insanlığa duydukları sınırsız nefrette kendi kişisel güçlenişini bulurlar. Dışlarındaki herkes onların başarısızlıklarından sorumludur. Herkese duydukları öfke onları teslim alır, sonra kendi kabuklarına çekilirler ve intikam alma düşüncesi kaplar tüm benliklerini. Kimsenin kendi önemini farketmediğini, ne kadar harika olduğunu kabul etmediğini düşünürler. Derin bir varoluşsal anlamsızlık zemininde büyüyen koyu bir depresyon içine girerler. Sonunda onları bu varoluşsal anlamsızlıktan kurtaracak bireysel intiharı ile içice geçen toplu katliam düşüncesine varırlar. Sorunun Gerçek Kaynağı: Yukarıda ifade ettiğimiz nedenler hiç kuşkusuz bu tür şiddet vakalarının oluşmasında önemli etki yaratan faktörler. Ancak bu ve bunun gibi olumsuzlukların yeşerdiği ana nedeni anlamadan sorunu anlamak

“İnsan ile insan arasında kupkuru çıkar, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmayan” (Komünist Manifesto), insanı insanın kurdu yapan kapitalizmin en gelişkin olduğu bu ülkede yaşayanlar birbirlerini rakip ve ne yapacağı kestirelemeyen varlıklar olarak görür. Sosyal hak ve hizmetlerin son derece zayıf, sosyal güvencelere düşmanlığın neredeyse temel politika olduğu, daha fazla kar elde etmek dışında bir değerin tanınmadığı, acımasız koşullara sahip Amerika, endişeli, korku içinde yaşayan bir toplum gerçekte. olanaksız. “İnsan ile insan arasında kupkuru çıkar, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmayan” (Komünist Manifesto), insanı insanın kurdu yapan kapitalizmin en gelişkin olduğu bu ülkede yaşayanlar birbirlerini rakip ve ne yapacağı kestirelemeyen varlıklar olarak görür. Sosyal hak ve hizmetlerin son derece zayıf, sosyal güvencelere düşmanlığın neredeyse temel politika olduğu, daha fazla kar elde etmek dışında bir değerin tanınmadığı, acımasız koşullara sahip Amerika, endişeli, korku içinde yaşayan bir toplum gerçekte. Paramparça edilmiş, dayanışma imkanları bırakılmamış, toplumsal eşitsizliğin inanılmaz boyutlarda olduğu, kendi bacağından asılan koyunlar gibi yaşayan, sonuç olarak gerçekte toplum sayılamayacak bu toplumda her türlü kötülüğün büyümesine elverişli toprak mevcuttur. Kapitalizmin insanlıkdışılığını iliklerine kadar yaşayan bir toplumdur Amerika. Olanların ve olayların dili bir kez daha aynı sözü fısıldıyor kulağına bu ülkenin: “Gerçeğin çölüne hoşgeldin!”


70

Akın yoldaşı anlama ve sahiplenme sorumluluğu Gidişin erkeni olur ama geçi olmaz.

İtiraz ve gelecek ufuklu kavgayı.

Nedenin biçimi farklı olsa da özü aynı;

Sorumluluğumuz bitmiş olmuyor

Tam da bu nedenle

Kapitalizm, sadece silahla değil,

Yıldızlara uğurlamakla Akın yoldaşı.

Toplam tüm nitelikleriyle katlediyor insanı.

O büyük güne dek taşıyacağız,

Bunu bilerek çok yönlü yürütüyoruz,

Onu yitirme acısını Ve mirasına sahip çıkma sorumluluğunu.


71

Kapitalizm, doğadan insana, üretimden paylaşım ve tüketime, yaşamdan ölüme kadar hemen her şeyi kendi rengine boyar; kendi niteliklerini vererek yabancılaştırır, kendisi olmaktan çıkarır veya kuşatıcı etkisini yaşamın her kesitinde hissettirir. “İş kazası yoktur iş cinayeti vardır” dememiz gibi, tacizi de tecavüzü de hastalıkları veya trafikte yaşamın yitirilmesini de politik kabul etmemiz gibi gerçekte “doğal” sayılan ölümler de politiktir. Kapitalizm, doğadan insana, üretimden paylaşım ve tüketime, yaşamdan ölüme kadar hemen her şeyi kendi rengine boyar; kendi niteliklerini vererek yabancılaştırır, kendisi olmaktan çıkarır veya kuşatıcı etkisini yaşamın her kesitinde hissettirir. “İş kazası yoktur iş cinayeti vardır” dememiz gibi, tacizi de tecavüzü de hastalıkları veya trafikte yaşamın yitirilmesini de politik kabul etmemiz gibi gerçekte “doğal” sayılan ölümler de politiktir. Bugün giderek artan biçimde kapitalizm/iktidar; madende, inşaatta, dağda, şehirde veya günlük yaşamda insanları öldürmeye devam ediyor. İşte bu koşullarda, bir devrimcinin (dönem dönem işkencede,

tutsaklıkta vb. rastlandığı gibi) dışarıda da ölümsüzlüğe kendi iradesiyle karar vermesi, politik nitelikleriyle ele alınmalıdır. Nedenlerin “kişisel” gibi görünmesi veya bu konuda yeterince ayrıntının olmaması olgunun özünü değiştirmiyor. Çünkü görünürde hangi neden olursa olsun, asıl neden dolayısıyla gerçek katil kapitalizmdir. Yoldaşlar birbirini tüm nitelikleriyle sahiplenir Eğer yoldaşlığı sözden çıkarıp gerçek kılacaksak, arkadaşlıktan da kardeşlikten de öte bir ilişki biçimi, bir değerler toplamı ve kayıtsız-şartsız sahiplenme demek olduğunu bilmeliyiz. Artık bir devrimciyi, koşullar üstü sıkıntılardan azade bir yerde adeta gerçeküstü tanımlarla ifade etme alışkanlığını aşmak gerekiyor. Biz, tüm insan niteliklerimizle devrimciyiz ve tüm insan niteliklerimizle yoldaşız. İnsanların birbirinin önemini, birbirine neden ihtiyacı olduğunu anlatmak için çeşitli yapay-zorlama yöntemlere başvurulur. Mesela Saint Simon’un okulunda öğrenciler, birbirine ihtiyaçları olduğunu görmeleri için arkadan düğümlenen ceket giyerlermiş. Devrimcilikte buna ihtiyaç yoktur. Çünkü devrimcilik zaten bütün bir halkın yoldaşlaşması ön kabulü üzerine kurulmuş bir kimliktir. Nazımca söylersek, “kalbimin yarısı burada ise doktor/diğer yarısı Çin’dedir” diyen bir kimliktir bu. Dolayısıyla en yakınındakini ve umut edilen dünyanın değerlerinin bedenleşmiş biçimi olan yoldaşını önemsemek, tüm


72  nitelikleriyle sahiplenmek doğru, gerekli ve anlaşılır bir durumdur. Devrimciler kişileşmiş alternatiftir Unutmamak gerekir ki devrimciliğin tüm toplumsal yanlarına rağmen kişisel bir yanı vardır. Bu ölçüyle bakıldığında kapitalist, kişileşmiş sermayedir; devrimci, kişileşmiş alternatiftir; özgür tutsak, kişileşmiş dirençtir. Ve gerçekte bu da bir mücadele alanıdır; emek-sermaye çelişmesinin değerler katında soyutlamasıdır. Onlar, yani zulmün ve sömürünün dönemsel temsilcileri, ısrarla konuyu pazar-piyasa ilişkilerine yani meta dünyasına, alınıp satılma zeminine, gücün-moralin bu alanda ölçüldüğü ilişkiler ağına getirir. Çünkü onlar o alanda güçlüler; tartıları, parayı ve fiyatı ölçer, değeri değil. Kişileşmiş alternatif olan devrimci veya kişileşmiş direnç olan özgür tutsak ise sınıf karşıtlarının tersine, ezilenlerin binlerce yıllık deneyim ve birikiminden süzülerek oluşmuş değerlerin bedenleşmiş biçimidir, temsilcisidir. Bu durum, genelde örgütlü yapıları özelde tek tek her bir devrimciyi güzelleştirip güçlendirse de onları her türlü dışsal etkiye karşı efsunlu hale getirmez. Onlar etten, kemikten, yürekten, insanlardır; zayıflıkları dahil tüm nitelikleriyle bir bütündür. Devrimciler, duygusal yükleri fazla olan insanlardır

Devrimciler, kapitalizmi ve sebep olduğu acıları, yıkıntıları daha fazla anlayan, dolayısıyla da duygusal yükleri de fazla olan insanlardır. Yokluğun, yoksulluğun, sömürü ve zulmün yükünü aynı anda halkla beraber hisseder; bütün bir halkla empatiye girer. Devrimciler, bilgiye önem veren, her şeyin bilinebileceğini düşünen ama aynı anda her şeyi biliyormuş gibi davranmayan, eksiklerinin-yetersizliklerinin, zayıflıklarının bilincinde olarak hareket eden insanlardır. Hazırlıksız yakalandığımız, anlamakta güçlük çektiğimiz bu türden gidişler daha önce de oldu. Bunlar bize, onlarla ilişkimizde eksiklerimizi öğrettiği/gösterdiği kadar, bundan sonrasında yoldaşlığın gereklerinde hiçbir kitapta bulamayacağımız dersler bıraktı. Örneğin Sosyalist Sovyetlerin en canlı, en dinamik sürecinde yaşayan ünlü şair Mayakovski, 37 yaşında kendi iradesiyle sonsuzluk yolculuğuna çıkarken bıraktığı notta “işte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan

Devrimciler, kapitalizmi ve sebep olduğu acıları, yıkıntıları daha fazla anlayan, dolayısıyla da duygusal yükleri de fazla olan insanlardır. Yokluğun, yoksulluğun, sömürü ve zulmün yükünü aynı anda halkla beraber hisseder; bütün bir halkla empatiye girer.

ötürü. Hele dedikodudan, unutmayın ki merhum nef-

Devrimciler, sahip oldukları birikim, yöntemsel çeşitlilik, örgütlü olmanın çoğaltıcılığı vb. nedenlerle zorluklara göğüs gerebilme konusunda, bu kimliğe sahip olmayanlara oranla daha donanımlı ve avantajlıdır. Ancak bu avantaj onları sorunlar, sıkıntı ve acılar üstü bir yere taşımaz. Sonuçta her devrimci bir insandır ve “insani olan hiçbir şey ona yabancı değildir.”

olayın kişisel ayrıntılarında boğulup bir çeşit “siyasal

ret ederdi.” diyerek, bir anlamda ardından yapılacak zorlama yorumların önünü kesmişti. Bugün de bizlerin Akın yoldaşa karşı sorumluluğu,

dedikodu” üretmeyi değil, doğru/politik sonuçlar çıkararak bu konudaki eksikleri gidermeyi ve omuzlarımızda O’nun ağırlığını hissederek YOL’a devam etmeyi gerektiriyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.