Devrimci Hareket Sayı 54

Page 1

1

1

2 Eylül’ün özerinden 38 yıl geçti. 12 Eylül’ün neoliberalizmin “serbestleştirme, kuralsızlaştırma, özelleştirme” demek olan ufkunu anlamak için 16 yıldır adım adım örgütlenmekte olan sömürge tipi başkanlığa, başkanlığı anlamak için de 12 Eylül’e bakmak gerekiyor.

Gündem

12 Eylül’ün aynasında başkanlık Başkanlık, darbelerde olduğu gibi sermayenin çıkarlarının en kalın çizgilerle güvenceye alınması, sermaye-siyaset ilişkisinin biçimsel mekanizmalara bile yer vermeyecek şekilde doğrudan kurulması ve bunun kurumsallaşarak süreklileşmesidir.

Bugün artık 1980, yabancı sermayenin (emperyalizmin) ve siyasal İslam’ın önünün açıldığı, önündeki tüm engellerin kaldırıldığı bir tarih olarak anımsanıyor. 1973’te CIA destekli askeri darbe eşliğinde, David Harvey’in deyimiyle Şili’de neoliberal devlet oluşumunun ilk büyük deneyi yaşanmış, hatta Şili bu konuda bir laboratuvar olarak görülmüş, bunu 1973 Uruguay, 1976 Arjantin darbeleri takip etmiş ve sürecin fikir babası Friedman Nobel ödülüne layık görülmüştür. 1980’ler boyunca İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan yönetimlerinin öncülüğünü yaptığı neoliberal politikaların Türkiye’ye izdüşümü, genel hatlarıyla; kamu malları ve doğal kaynakların özelleştirilmesi, doğrudan yabancı yatırımlar ve serbest ticaretin kolaylaştırılması, ithal ikameci sanayileşme yerine ihracat odaklı büyümenin teşvik edilmesi, dolayısıyla da emeğin istihdamının yeniden düzenlenmesi biçiminde olmuştur. Emperyalizmle ilişkiler ve sömürgecilik için 1946 başlangıç olarak gösterilse de kelimenin gerçek anlamıyla emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesi ve yeni sömürgecilik, 1980 sonrasındaki uygulamalarla adım adım hayata geçirilmiştir. Bu süreçte darbeden alınan güçle ve devamında uygulanan yapısal uyum programlarıyla 20 yıl boyunca var olan ürün çeşitliliği sınırlanmış, dışa bağımlılık adım adım geliştirilmiştir. Ve devamında, ikinci kuşak yapısal dönüşüm programları olarak adlandırılan sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik


2

Daha önce de çeşitli biçimlerde söylediğimiz gibi darbeler nasıl sermayenin işiyse başkanlık da sermayenin işidir; sermayenin çıkarlarının azami boyutta gözetilmesidir. politikaları AKP eliyle kapsamı genişletilerek uygulanmıştır. Hatta “15 günde 15 yasa” ile sömürgecilik güncellenerek daha da derinleştirilmiştir. Özellikle AKP süreci bugüne kadarki deneyim ışığında incelendiğinde darbelerin sermayenin işi olduğunu, bunun “sivil” veya “askeri” olmasından öte sınıfsal bir olgu olarak değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu bağlamda 12 Eylül’ün yıldönümünde, “monokrasi” olarak da adlandırılabilecek, tek sesli ve tek yetkili “sömürge tipi başkanlık” meselesinin anlaşılmasını sağlayacak tanımlar eşliğinde sürecin irdelenmesi, sınıfsal bakış/kavrayış açısından uygun düşecektir. Başkanlık, darbenin kurumsallaşarak süreklileşmesidir Aynı soruyu “başkanlık-sermaye ilişkisini nasıl kurabiliriz” biçiminde de sorabiliriz. Bilinir ki siyasal rejimi belirleyen, üzerinde yükseldiği, çeşitli biçimlerde aklını veya gönlünü çeldiği kitle tabanı değil sınıfsal niteliğidir. Genelde tüm AKP’li süreçlere özelde Başkanlığa dair yapılan değerlendirmelerde biçime, görüngülere aldanıp sınıfsal tahlilin ıskalandığı sıkça görülen bir durumdur. Örneğin AKP’nin dinselleştirme politikaları veya siyasal İslamcı yüzü onun sermayenin partisi olduğu gerçekliği ile çelişmiyor. Benzer şekilde onun oy tabanının niteliğine bakılarak rejim tartışması yapmak sınıfsallığı ıskalamaktır. Bu bağlamda AKP’nin faşist niteliği, tabanına değil politikalarına yani dayandığı sermaye güçlerine bakılarak değerlendirilmelidir. Bu ölçeklerle yaklaşılmadığı sürece başkanlığın da sınıfsal olarak yerli yerine oturtulup doğru değerlendirilmesi zordur.

Daha önce de çeşitli biçimlerde söylediğimiz gibi darbeler nasıl sermayenin işiyse başkanlık da sermayenin işidir; sermayenin çıkarlarının azami boyutta gözetilmesidir. 12 Eylül’de 24 Ocak Kararları’yla yapılan budur. Ancak süreç işledikçe sermayenin ihtiyaçları değişiyor, bugün olduğu gibi kriz koşullarında derinleşiyor. Tam da bu bağlamda başkanlık, darbelerde olduğu gibi sermayenin çıkarlarının en kalın çizgilerle güvenceye alınması, sermaye-siyaset ilişkisinin biçimsel mekanizmalara bile yer vermeyecek şekilde doğrudan kurulması ve bunun kurumsallaşarak süreklileşmesidir. Bu amaçla oluşturulan sistemde başkan ve adamları (atanmış bakanlar, parti kadrosuna dönüşmüş valiler vb.) karar alacak ve uygulamaya koyacaktır. Bugünkü tek kişilik karar mekanizması ve Cumhurbaşkanlığı Kararları, 12 Eylül döneminde ihtiyaca göre çıkarılan MGK kararlarını anımsatır niteliktedir. Bu sistemde artık ihtiyaç olması halinde tek bir patronun talebinin bile başkan tarafından karara dönüştürüldüğünü, kriz koşullarında sermayenin en büyüklerinin ve yandaşların gözetileceği bir sürecin işletildiğini göreceğiz. Daha önce T.C. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı görevini yapmış olan Fuat Oktay’ın Başkan yardımcılığına getirilmesi, Cengiz-Limak konsorsiyumunun CEO’su Mehmet Cahit Turhan’ın ise Ulaştırma ve Altyapı Bakanı yapılması, başkanlık-sermaye ilişkisini özetlemeye yeter niteliktedir. Bu aynı zamanda Erdoğan’ın “Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir” sözüne uygun düşmektedir. Sınıfsal asimilasyon ve tek tipleştirme Faşizmin zor dışında başvurduğu araçlardan biri de sınıfsallık dışı ölçekler üzerinden kutuplaştırma veya aynılaştırmadır. Sınıfsal ayrışma, egemenlerin deyim yerindeyse “bir avuç” olduklarını gösterecek türden bir ölçek olduğu için, bu konuda bilinçlenmenin olmamasını sağlamak yani emekçilerin sınıf bilincine ulaşmasını önlemek amacıyla iktidar imkanları kullanılarak hemen her yola başvurulur.


3  Dinselleştirmenin insanları aynı tarikatta buluşturup sınıf kardeşliği yerine tarikat kardeşliğini ikame etmesi veya popüler kültürün insanları aynı kültürel iklimde hatta aynı pazarda, yönlendirilmiş beğeni ölçüleri vb. etrafında buluşturması gibi milliyetçilik de sınıfsal bilincin üzerinin örtülmesine yarar, sınıf gerçekliğinin görülmesini istemeyen egemenin işini kolaylaştırır. İşte bu türden, sınıfsal olarak çıkarları birbiri ile çelişen kesimleri sınıfsal asimilasyonla yan yana getirmek, AKP’nin başından beri uyguladığı bir politika, amaçladığı bir şeydir. Bu çerçevede toplumu tepeden tırnağa yeniden biçimlendirmeyi vazife edinen AKP/Erdoğan, 15 Temmuz rüzgarını da arkasına alarak sermayenin temenni ettiği ve belki onlarca yıl sürecek düzenlemeleri aylara/ günlere sığdırmaktadır. Sınıf bilincinden yoksun örgütsüz, itaat ve biat eden, şükürcü bir toplum oluşturmak için kentlerin varoşları dahil her yere uzanmakta, millet bahçeleri, millet kıraathaneleri gibi projelerle toplum kılcallarına dek etki altına alınmak istenmektedir. Gerçekte ise emek-sermaye, zengin-yoksul, tüccar-tüketici, üretici-aracı, kent yoksulu-kent rantçısı, doğa yıkıcısı-doğa dostu vb. çelişmeler üzerinden saflaşma ve bu içerikteki bilinçlendirme, var olan çelişmelerin çözümü için olmazsa olmaz önemdedir. Topluma uygulanan apolitikleştirme ablukası, bu abluka dahil her şeyin siyasi olduğu gerçekliğini değiş-

tirmiyor. Örneğin 24 Haziran’la beraber yaşanan rejim değişikliği, partilerin de Meclis’in de işlevini değiştirecek ama bu emek-sermaye çelişmesini, bu çelişmenin anlamını ve sınıfsal dizilimi değiştirmeyecektir. Elbette emperyalizmin ülkeye izdüşümü ve faşizm daha da derinleşecek, etkileri daha da hissedilir hale gelecek. Dolayısıyla da bunun mücadele araç ve yöntemlerine yansıması olacaktır Tren kazasını açıp içine baktığımızda gördüğümüz maliyet hesapları, daha az insan güvenliği daha çok kâr ilişkisi göze çarpacak. Aynı şeyi Soma davasının sonuçlarında göreceğiz. Önemli olan, cezadan muaf tutulan patrondan/kişiden çok olgunun kendisidir; kârın insanın canından daha değerli olması ve bu işleyişin güvenceye alınmasıdır. Daha çok kâr daha çok rant ve talan üzerine bina edilen ekonomide hastanın hastanede, öğrencinin okulda müşteri olarak görülmesi politik bir duruş, bir tercihtir. Benzer şekilde hangi ürüne vergi konulacağından ilaçların fiyatlarının tayinine kadar hemen her şeye başkanın karar vermesi de politiktir, dolayısıyla da sınıfsaldır. Bu anlamda gerek başkanlığın ne olduğunun teşhiri ve siyasi gerçeklerin açıklanması gerekse halkın yerelde, bulunduğu her yerde ev ev, sokak sokak örgütlenmesi bugünün acil görevleri arasındadır. Birleşik mücadele de bunun için gerekli olan ittifak anlayışı ve örgütlülük de bu gerçeklik ışığında ele alınmalıdır.


4

D Perspektif

Birleşik mücadele Vakit ve enerjimizi milyonların değiştirici, dönüştürücü gücünü küçümseyerek, misyonu milyonların enerjisini soğurmak olan CHP’ye ‘kızarak’ ya da ‘serzenişte’ bulunarak, sosyal medya mecralarında birbirimize yakışıksız laflar ederek harcamaktan çok daha önemli sorumluluklarımız var bugün.

aha düne kadar alanlara çıkan milyonlara bakarak umutlanan ve bunda da haklı olan pek çok kimse bugün adeta ruhsal bir çöküntü yaşıyor. Yenilgi ve belirsizliğin rengini verdiği bu psikolojik durum neye işarettir? Ya da bu kadar kısa bir aralıkta ‘zafer şarkıları’ndan bozgun hissiyatına geçiş bu denli normal mi? Bizim sevinçlerimiz de umutlarımız da saman alevi gibi yanıp sönmeyi hak ediyor mu? Umudun sebebi maddi/somut bir olguydu O gün bizi umutlandıran ne varsa bugün olduğu yerde duruyor. O milyonlar, insanlar, o birikim, enerji ve zekâ… Memleketin emperyalizm ve diktatörlük karşıtı dalgası hiç olmadığı denli kabarmışken ve değişimden yana olan irade bu denli öne çıkmışken ne yapmak gerekiyor? Nasıl yapmak gerekiyor? Memleketin gerçekleri neyi gösteriyor? • 24 Haziran’da kitle desteği anlamında ciddi bir gerileme yaşayan AKP-Saray, MHP’nin oy desteğiyle ve oldukça küçük bir farkla yeni ‘zafer’ini ilan etmiştir. • Halkın yarısı yeni rejime onay vermemiş, AKP-Saray rejimi ve MHP’nin işbirliğiyle hazırlanan bu ortaoyununu meşru görmemiştir. Böylesine bir pat durumunda iktidarın rıza üreterek ve meşruiyet yaratarak rahatça yol yürümesinin imkanları yok denecek kadar azdır ve halkı uygulayacağı ekonomi politikalarına ikna etmek için elindeki en geçerli araç sopadır; rejimin baskı ve zor aygıtlarıdır. • Ortaya çıkan durumda milyonlarca insan açısından ciddi bir siyasal temsiliyet ve aidiyet sorunu vardır. Ayrıyeten parlamentonun işlevinin büyük oranda ortadan kalktığı, memleket siyasetinin buradan doğru değiştirilemeyeceği gerçeği milyonlar nezdinde


5

daha da ön plana çıkmıştır. • Bugünden itibaren daha da derinleşecek olan kapitalizmin krizinin yükü, AKP-MHP tabanı da dahil olmak üzere emekçilerin sırtına binecek, tekelleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak küçük ve orta-burjuva kesimlerde hızlı bir mülksüzleşme yaşanacaktır. Bu, söz konusu kesimlerde siyasal bir tepkiyi ve radikalleşmeyi de getirecektir. Tam da bu noktada söylemek gerekir ki, yoksullaşan kesimlerdeki bu tepki devrimci bir inisiyatif ile kucaklaşamadığında milliyetçi-faşist bir temelde düzen güçlerinin halk tabanındaki etkisini büyütür. Çürüme ve lümpenlik yaygınlaşır ve faşizmin kitle tabanı genişler. • Bugüne dek siyasal tercihini CHP’den yana kullanmış sosyal demokrat, cumhuriyetçi, laik kesimin siyasi sistemle olan iki önemli bağı kopma noktasına gelmiştir, bu kopuş gün geçtikçe büyüyecektir. Bu bağlardan birincisi; Devlet ve Cumhuriyet olguları üzerinden kurulan bağdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu partisi ve ideolojik çimentosu olmanın getirmiş olduğu “devlet bizim devletimizdir “ biçimindeki yaygın ina-

nış, misyonu Cumhuriyetin tüm ilerici kazanım ve değerlerini yıkmak olan AKP-Saray’ın diktatörlüğünü açıktan ilan etmesiyle yerini düş kırıklığı ve belirsiz bir bekleyişe bırakmıştır. Bu kitle artık rejimin, devletin ve de iktidarın kendi irade ve inisiyatiflerini dışta bırakan, kendilerine karşıt birer olgu olduğunu deneyimlemiştir/deneyimlemeye de devam edecektir. Devletin artık kendi devletleri olmadığı, cumhuriyetin ise adı sadece kağıt üzerinde yazılı bir olgu haline geldiği büyük oranda görünür olmuştur. İkincisi, bu kitlenin laiklik üzerinden sistemle kurduğu bağ da büyük oranda kopmuştur. Siyasal islamı toplumsal alanın tüm hücrelerinde yeniden ve yeniden örgütleyen, tarikat ve cemaat bağları üzerinden halk tabanında ciddi bir örgütlülük yaratan, laiklik, bilimsellik ve ilericilik düşmanı bir yapının 24 Haziran’da bir kez daha ‘kazanması’ sözünü ettiğimiz milyonların siyasi aidiyetini sorgulatır hale getiren diğer bir olgu olmuştur. Taban, CHP’nin sınıfsal niteliğiyle/rolüyle yüzleşiyor 24 Haziran’a giden süreçte pek çok noktada milyonlar olarak sokağa çıkan halk kesimlerinin (İnce’nin


6  ve CHP’nin çapını çokça aşarak) en önemli motivasyonu, Saray Rejimi’nin sandıkta yıkılabileceği ve kendi anlayışlarına uygun bir rejimin yeniden inşa edilebileceği beklentisi idi. Bu beklenti CHP’nin gerçek rolünü (mevcut tepkiyi köklü bir değişimden yana zorlamak değil sistem içi zeminde etkisizleştirmek) oynamasıyla bir kez daha kırıldı. Taban, oy verdiği parti olan CHP’nin kendi beklentilerini karşılama niteliğinden de niyetinden de fersah fersah uzakta olduğunu bir kez daha somut olarak yaşadı.

aşma başarısını göstermesinde dayanışma oylarının birincil derecede önemi vardır. Bu noktada memleketin Batı kesimindeki ilerici potansiyel ile Kürt halkı arasındaki duygusal bağın ve dayanışma duygusunun bir nebze daha kuvvetlendiğini söyleyebiliriz. Ötesinde, Saray+MHP’de ifadesini bulan diktatörlük rejimine karşı bu iki potansiyelin en temel demokratik haklar ve yoksulluk, geçim sıkıntısı gibi ekonomik temelli talepler noktasında eylemsel zeminde yan yana gelmeleri bugünden sonra daha fazla mümkündür.

Daha önceki seçimlerde de benzer bir duyguyu yaşayan sosyal-demokrat tabanın o anlardaki refleksi ile 24 Haziran’da karşı karşıya kaldığı durumu birbirine karıştırmak ve sonucunda “bunlar kesinlikle CHP’nin peşinden ayrılmaz” biçiminde bir kanıya varmak bu defa pek mümkün değil. Rejimin tepeden tırnağa değiştiği böylesine yaşamsal bir uğrakta CHP’nin almış olduğu tavır, bu tabanda bulunan milyonların siyasi beklentilerinin de boşa düşmesi ve alternatif bir örgütlülüğe zemin yaratması bağlamında dikkatle değerlendirilmelidir.

Kürt Ulusal Hareketi’nde örgütlü Kürt halkının da sistemden, yeni rejimden yana herhangi bir beklentisinin olmadığını, rejimin de kendilerine artık demokrasi temelinde bir şey veremeyeceğini bilince çıkardığını söyleyebiliriz. (Bu noktada halk tabanındaki bu bilinç ile Kürt Hareketi’nin siyasal düzlemde devletle yürüttüğü süreçleri birbirinden ayrı değerlendirmek gerekiyor.)

HDP’yle dayanışma ve önemi Diğer yandan HDP’nin barajı aşması ve Meclis’e girmesi kuşkusuz sevindirici ve olumludur. Bu sonuçta HDP’li olmayan, Kürt Hareketi’nin radikal demokrasi programını doğru bulmayan yüzbinlerce insanın dayanışma bağlamında HDP’ye verdiği oyun, desteğin payı büyüktür. Hatta daha açık bir ifadeyle HDP’nin barajı

Parlamentoya girilmiş de olsa bu zeminde kayda değer bir şey yapılamayacağını, yeni rejimin mekanizmalarının buna imkan tanımayacağını HDP’li ya da HDP listelerinden meclise giren arkadaşlar da biliyor. Süleyman Soylu’nun Pervin Buldan’a dönük açık tehdidinin bir dil sürçmesi olmadığı, sadece kendini bağlamadığı bir kez daha içişleri bakanı yapılmasıyla görüldü. Ve bir kez daha rejimin Kürt halkına dönük nasıl bir yaklaşım içinde olacağı en yetkili ağızlardan biri tarafından deklare edildi. Ne yapmalı, enerjimizi nereye harcamalı?

Vakit ve enerjimizi milyonların değiştirici, dönüştürücü gücünü küçümseyerek, misyonu milyonların enerjisini soğurmak olan CHP’ye ‘kızarak’ ya da ‘serzenişte’ bulunarak, sosyal medya mecralarında birbirimize yakışıksız laflar ederek harcamaktan çok daha önemli sorumluluklarımız var bugün.

24 Haziran gecesi itibariyle oluşmaya ve gün geçtikçe daha da belirginleşmeye başlayan bu memleket fotoğrafı karşısında sosyalistlerin, devrimcilerin kısa ve uzun vadede atması gereken adımlar ne olmalıdır? Milyonların güç ve enerjisi ile buluşmak nasıl mümkün olabilir, hangi ilkeler ve nasıl bir örgütlenme biçimi benimsenebilir? Birleşik mücadele fikri bu süreçte nasıl ele alınmalıdır? Vakit ve enerjimizi milyonların değiştirici, dönüştürücü gücünü küçümseyerek, misyonu milyonların enerjisini soğurmak olan CHP’ye ‘kızarak’ ya da ‘ser-


7  zenişte’ bulunarak, sosyal medya mecralarında birbirimize yakışıksız laflar ederek harcamaktan çok daha önemli sorumluluklarımız var bugün. “Cumhuriyet yıkıldı, son çivi çakıldı, son tuğla söküldü, ağla sevgili yurdum, geçmiş olsun vb…” gibi ruhsal çöküntü ile malul cümlelere kimsenin ihtiyacı yok. Emek, sermaye, sınıf mücadelesi, eşitlik, laiklik gibi kavramlara dokunmayan ve çözümü buralarda aramayan herhangi bir söylemin, sahibi olan özne dahil kimseye faydasının olmadığını bilelim. 25 Haziran sabahından bugüne, solun genel olarak yaşanmakta olan süreci salt yorumlamakla yetinmesi, halka umut olacak somut bir adımı atamaması, telafisi olmayan geri düşüşleri de beraberinde getiriyor. Bütünsel olarak hepimizi kapsayan, hiçbirimizin dışında olmadığı bu etkisizlik halini, dışımızdaki diğer muhalefet öznelerini eleştirerek, yargılayarak ya da mahkum ederek aşma imkanı yok. Yapmamız gereken, vakit kaybetmeden sürecin acil ihtiyacı olan mücadele programını ortaya koymak ve ortaklaşan kişi, kesim ve topluluklarla yola çıkmaktır. Bugün itibariyle Saray Rejimi’nin karşısında sınıfsal saiklerle hareket eden, onu engelleyebilecek öngörülerle ve mücadele programıyla donanmış hiçbir birleşik muhalefet öznesi yok. Rejimin hız kesmeden ve her şey çok normalmiş gibi hareket etmesinin temel nedeni budur. CHP’nin 24 Haziran gecesinden başlayarak sınıfsal niteliğinin gereği olan adımları atarak milyonların talep ve beklentilerini bir kez daha boşa düşürmesi, o günden bugüne geçen süreci ve yaşanan olağanüstü gelişmeleri olağan bir refleksle karşılaması ve parti içi çekişmelerde boğulması, tabanı olan milyonlarca emekçide derin bir düş kırıklığı yarattı. ‘Kolektif üretimin esas olduğu işleyiş’ Açık bir biçimde parti içi koltuk kavgası olarak tanımlanabilecek bu itiş kakış, aynı zamanda onun sınıfsal niteliğini de tabanı nezdinde daha görünür hale getirmiş, taban ile parti arasındaki duygusal bağlar hafife alınmayacak oranda zayıflamıştır. Bu durumun, CHP

Bugün itibariyle Saray Rejimi’nin karşısında sınıfsal saiklerle hareket eden, onu engelleyebilecek öngörülerle ve mücadele programıyla donanmış hiçbir birleşik muhalefet öznesi yok. Rejimin hız kesmeden ve her şey çok normalmiş gibi hareket etmesinin temel nedeni budur. tabanındaki ve çeperindeki milyonların beklentilerine ciddiyetle cevap verebilecek bir siyasi özne yaratılabildiği takdirde olumsuz değil olumlu olduğunu vurgulamak gerekiyor. Dahası, emek, eşitlik, özgürlük, laiklik ve emperyalizme karşı bağımsızlık gibi meselelerde halen çok canlı hassasiyetleri olan bu toplama gerçek anlamda değebilecek bir dile, ama en önemlisi de onların güvenini kazanabilecek bir siyaset yapma biçimine olan ihtiyaç kendini gün geçtikçe daha yakıcı biçimde dayatıyor. Sözünü ettiğimiz siyaset yapma biçiminin özü, yerel meclis yapılanmaları aracılığıyla halkın kendisinin siyaset üretme sürecinde özneleştiği, görüş ve önerilerinin doğrudan hayata geçtiği, kolektif üretimin esas olduğu bir işleyiş olabilir. Saray Rejimi’nin karşısındaki diğer muhalefet öznesi HDP ise yeni rejim koşullarında artık sadece adı kalmış olan parlamentoda muhalefet etmenin olanaksızlığını ilk günlerden itibaren deneyimlemeye başladı. 24 Haziran’dan bugüne uzanan süreçte HDP’de de derin bir sessizlik ve sürecin ihtiyacı olan adımları atamayan bir atalet söz konusu. Selahattin Demirtaş’ın tam da bu noktada partiye dönük ‘tatilden çıkılmalı’ eleştirisine ise Sezai Temelli’den sert bir karşı yanıt geldi. Temelli, sonrasında cevabının Demirtaş’ın kullandığı yönteme dair olduğunu söylese de durumun kendisinin HDP tabanında, özellikle böylesine kritik bir süreçte moral bozukluğu yarattığını söyleyebiliriz. Devrimciler, sosyalistler, Birleşik Haziran Hareketi de yeni döneme dair umut verici adımlar atamamış, sürecin ihtiyacına denk bir ciddiyeti maalesef ki gös-


8

Anti-emperyalist siyaset, bir yanıyla memleketin ve memleket kaynaklarının talan edilmesini, halka ait değerlerin tekeller tarafından gasp edilmesini gündemine alırken diğer yanıyla da Ortadoğu’da yaşanmakta olan emperyalist saldırganlık ve savaşa karşı net bir tutum almalıdır. Antiemperyalist siyaset günlük dile tercüme edilebilmelidir. terememiştir. Bunu samimiyetle ortaya koymak gerekiyor. Deyim yerindeyse iğneyi başkasına çuvaldızı ise kendimize batırmamız lazım. Savunulan fikrin, siyasi çizginin bugün halen geçerliliğini koruyor olmasına rağmen bu iradenin ortaya konulamamış olması bizler açısından büyük bir eksiklik olarak not edilmeli, durağanlığın damgasını vurduğu bu süreç acilen aşılmalıdır. Mücadele söylemi ve program 24 Haziran ile başlayan süreci anlamak, yorumlamak ve bilince çıkartmak kuşkusuz önemlidir. Ama gün “yorumlama” ile vakit geçirilemeyecek kadar acil adımlar atmayı gerektirmektedir. Bu adımlar ne olmalıdır? Hangi siyaset başlıkları birleşik bir mücadelenin tutkalı olabilir? Milyonlarda oluşan umutsuzluk iklimini dağıtmak için nasıl bir çıkış gerçekleştirilebilir? Bu çıkışın öncelikli muhatapları hangi kesimlerdir? Bu noktada nasıl bir mücadele programı ve söylem ortaya çıkarılabilir? 1- Memleketin emperyalizme her geçen gün biraz daha teslim olduğu, TL’nin döviz karşısında eridiği, halkların yoksullaştığı, işsizliğin arttığı, küçük ve orta ölçekli mülk sahiplerinin adım adım tasfiye olduğu, bağımlılığın derinleştiği bu yeniden sömürgeleştirme sürecinde, sözünü ettiğimiz çıkış çok net, ikirciksiz bir anti-emperyalist nitelik taşımalıdır. Anti-emperyalist siyaset, bir yanıyla memleketin

ve memleket kaynaklarının talan edilmesini, halka ait değerlerin tekeller tarafından gasp edilmesini gündemine alırken diğer yanıyla da Ortadoğu’da yaşanmakta olan emperyalist saldırganlık ve savaşa karşı net bir tutum almalıdır. Anti-emperyalist siyaset günlük dile tercüme edilebilmelidir. Bu aynı zamanda egemenlerin ağzından daha sık duyar olduğumuz “ABD’ye ve emperyalist operasyonlara karşı aynı gemideyiz, ekonomik operasyonlara teslim olmayacağız, biz kazanacağız” vb demagojilerini boşa düşürmenin de ön koşuludur. 2- Krizin, emperyalizme bağımlılığın, işbirlikçiliğin ve çökertilmiş ekonominin tüm yükünün işçi ve emekçi halk kesimlerinin sırtına bindirildiği bu koşullarda söz konusu çıkışın ve onun programının en öncelikli maddelerinden birisi “emeğin ve emekçilerin haklarını savunmak” olmalıdır. Zamlarla, vergilerle, hayat pahalılığı ile yaşamı her gün biraz daha ağırlaşan halk kesimlerinin acil beklentilerini dillendirmelidir. Ekonomideki gidişatın memleketin birinci gündemi olduğu ve milyonların bu konuyu konuştuğu bugün, önümüzdeki günlerde yaşanması neredeyse kesin olan daha büyük sarsıntıları gören ve buna dönük söylemini bugünden seslendiren bir birleşik çalışma olmazsa olmaz önemdedir. 3- Siyasal ve toplumsal gericiliğin, dinselleştirmenin toplumu teslim aldığı, eğitim başta olmak üzere toplumsal yaşamın her hücresinin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde dini saiklerle yeniden biçimlendirildiği bugün, hedeflediğimiz çıkış programının temel ilkelerinden biri de bütünsel siyasal gericiliğe karşı doğru bir laiklik mücadelesi olmalıdır. 4- 24 Haziran ile birlikte ortaya çıkan yeni rejimi birbirimizden farklı kavramlarla tanımlayabiliriz. Diktatörlük, açık faşizm, monokrasi, tek adam rejimi vb… Bu noktada tanımlarımız arasındaki farka değil; ortaklaştığımız öze odaklanmak gerekiyor. Yeni rejimin halkların iradesini yok sayarak siyaset alanını tek(el) leştirmesi ve sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde emeğe dair tüm sesleri boğmasıdır hepimizin söylemek istediği. Eğer böyleyse, “temel demokratik haklar”a sahip


9  çıkmak sözünü ettiğimiz programın vazgeçilmez ilkelerinden biri olmalıdır. Bu sınıfsal bir içerikle harmanlanmalı; emekçilerin grev, toplu sözleşme, sendika, örgütlenme, sosyal güvenlik, sağlık haklarını savunurken diğer yandan öğrencinin eğitim ve gelecek, kadının eşitlik ve yaşam, alevinin inanç, Kürdün kimlik haklarını da aynı programın bir parçası haline getirebilmelidir. Uzun erimli mücadele Sözünü ettiğimiz bu dört başlık sistemden yana rahatsızlığı olan, sistem ile arasında herhangi bir aidiyet bağı hissetmeyen, değişim ve dönüşümden yana olan kişi ve toplulukların ortak programı olabilir. Ve yine sözünü ettiğimiz bu mücadele programı ancak CHP ve HDP’nin siyasi paradigmalarının dışındaki bir zeminde kurulabilir. Bu, sözünü ettiğimiz iki mücadele dinamiği ile belirli gündemlerde eylemsel düzlemde yan yana gelmeye engel değildir. Bu gündem, kimi zaman savaş, kimi zaman bir kadın cinayeti kimi zaman ise bir fabrikadaki grev olabilir. Bu noktalarda oluşturulacak anlık güç birlikleri değerlidir ve önemsenmelidir. “CHP ve HDP’nin siyasi paradigmalarının dışındaki bir zemin” olarak vurguladığımız şey; sözünü ettiğimiz dört ilkeyi kendi kuruluş zemini olarak tarif eden, yerel meclis örgütlenmelerini esas alarak uzun erimli bir mücadeleyi hedefleyen, kişi ve siyasi toplulukların bir araya geldiği yapılanmanın kendisidir. Sözünü ettiğimiz dört maddelik program genişletildiği, ayrıntılandırıldığı oranda yan yana geliş imkanları zayıflar, yan yana gelme potansiyeli taşıyan dinamikler ayrışır. Fikri olarak ise gökkubbenin altındaki her

şeyi kapsamaya çalışan, bunu zorladıkça da mücadele perspektifini bulanıklaştıran şekilsiz bir toplam oluşur. Türkiye solunun geçmiş deneyimlerinde bu tür örnekler fazlasıyla mevcuttur. ‘Bugünün ihtiyacını karşılayacak birleşik mücadele zemini’ Bu nedendendir ki ancak darbe dönemlerinde görülebilecek bu gibi olağanüstü süreçlerde çok daha dar ve net bir program etrafında yan yana gelişin imkanları zorlanmalı, bu ilkeleri doğru bulan, böylesi bir program etrafında mücadele etme eğilimi taşıyan, bu noktada hemfikir olan tüm dinamikler ile doğru bir iletişim geliştirilmelidir. Solun bugün kendi içinde yaşadığı sınıfsal bulanıklık ve “radikal demokrasi” vb siyasi çizgilerin gölgesinde konumlanma durumu, kuşkusuz önümüzde bir handikap olarak durmaktadır. Buna rağmen, armudun sapı üzümün çöpü olarak özetleyebileceğimiz keyfiliğe düşmeden emek harcanırken ilkelerimizi de zedelemeyen bir kapsayıcılık gösterilmelidir. Hedeflenen birleşik mücadele zeminini sadece örgütsel yapıların bir araya gelişi olarak algılamamalı, sözünü ettiğimiz programı hayata geçirecek öznenin milyonlar olduğunu aklımızdan çıkarmadan gerçek bir derlenme, toparlanma sürecine başlamalıyız. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu düşünceleri, bugünün ihtiyacını karşılayacak bir birleşik mücadele zemininin hayata geçirilmesi bağlamında yapılan tartışmalara bir katkı, bir çeşit ön düşünceler olarak algılamakta fayda var.


10

Y

anlış soruların doğru, zor soruların kolay cevabı yoktur

Gündem

24 Haziran seçimlerinin ardından Korkan onlar, korkutan biziz. Korkmaya da devam edecekler. Bizim kaybettiğimiz bir şey yok. Çünkü kazanımı oy hesaplarına kadar daraltmadık. Halkın önemli bir kısmı bugün başkanlığın ne anlama geldiğinin bilincindedir. “Seçim sonucu ne olursa olsun” derken, mücadelenin 25 Haziran’a sarkan sürekliliğinden söz ederken kast ettiğimiz buydu.

24 Haziran seçimlerinden hemen sonra yaptığımız kısa açıklamada, “Bugün öncelikle yapılması gereken, hızla sandık/oy hesaplarının dışına çıkmak, günlük akılla içeriksiz, ufuksuz tartışmalar yapmaktan kaçınmaktır. Evet 24 Haziran seçimleri sıradan bir seçim değildi. Ancak yapılması gerekenler, her şeyi sandığa bağlayanların ‘karalar bağlayan’ duruşuna benzememelidir. Halk, kendi sorunları için yağmur-çamur demeden sokağa çıkmış, sorunlarını ifade etmiş, Gezi ikliminin devam ettiğini göstermiştir. Bu iklim, bu motivasyon, bu coşku ‘yenilgi psikolojisi’ yaşamayı hak etmiyor. Böyle bir duruşu besleyecek yaklaşımlardan kaçınılmalı, değerlendirmede de duruşta da kolaya kaçılmamalıdır” demiştik. Ancak öyle görülüyor ki bize hızla bu uyarıyı yaptıran iklimin/alışkanlıkların aşılması kolay olmayacak. Öncelikle belirtelim ki tartışma/değerlendirme zemininde, seçim sürecinin sadece sonuçlarına değil onu hazırlayan koşullara dair şaşırtıcı ve hiçbir bilimselliğe sığmayan genişlikte bir yelpaze söz konusu. Bu, hemen her seçim döneminde rastladığımız bir fotoğraftır. Bu konuda sanılandan öte bir “değerlendirme özgüveni” ve iddia var. Seçim dönemlerinde hemen herkes adeta sosyolog, siyaset bilimci vb. edasıyla değerlendirme yapıyor. Daha da önemlisi, devrimciler arasında bile bazen meselenin sıradan bir seçim mi olduğuna yoksa rejim değişikliği gibi bir özgünlük mü taşıdığına bakılmaksızın bir ezbere başvurulduğu, dolayısıyla da alınması gereken toplumsal rolün alınmadığı görülüyor.


11  Gerçekte bugün, seçim-referandum süreçlerinin birbirinden farkı gibi genelde CHP meselesi veya özelde “Millet ittifakı” da yanlış tartışılıyor. Özellikle “ittifak” konusuna dair Marksist birikim solda bir hayli içerik yitimine uğramış görünüyor. Örneğin oluşan “fiili ittifaklara” bakarak, “Misyonu kompradorluk olanlar umuda yoldaşlık edemez” gibi başlıklar attığınızda, sözünüz kulağa hoş gelebilir ama aynı anda birden çok yanlış yapmış, olup biteni anlamamış olursunuz. Açık söylemek gerekirse bugünün sınıflar mücadelesi ihtiyacını ne sosyal demokrasi ne de radikal demokrasi programı karşılamıyor. Hatta biz eğer başkanlık adımının önü kesilebilseydi, devamında buna karşı çıkan (devrimciler hariç) siyasal yapıların programının gerçekte çok sığ bir değişim içerdiği gerçekliği ile yüzleşme durumunun gündeme geleceğini söylemiş, buna dikkat çekmiştik. Ancak o farklı bir tartışma konusudur. Yöntemsel sorun Daha önce de çeşitli bağlamlarda, burjuva siyaset tarzının bir döneminin sona ermekte olduğuna, bunun Avrupa’da burjuva demokrasilerini tartışmalı hale getirirken yeni sömürge ülkelerdeki nispi demokratik öğeleri ortadan kaldıracağına, açık faşizmin kalıcılaşması bağlamında siyasetin egemen sınıfların ihtiyaçlarına bağlı olarak, devletin görece özerkliğini yok edecek şekilde tekelleşeceğine değinmiştik. Bunun, küresel boyuttaki kaynağının yeniden sömürgeleştirme süreci olduğunun altını çizmiş, bugüne dek emek adına kazanılmış hemen tüm hakların boy hedefi yapılacağına dikkat çekmiştik. Böylesi dönemlerde (darbe dönemlerinde olduğu gibi) var olan hakların gasp edilmesinin ve faşizmin derinleşerek daha açık biçimler almasının karşısında durmak, genelde “insanım” diyen herkesin özelde devrimcilerin görevleri/sorumlulukları arasındadır. 16 Nisan’da “Hayır” çalışmasının solda bu denli kabul görmesinin ve o çalışmanın parlamentarizm, reformculuk vb. yakıştırmalara muhatap edilmemesinin nedeni, bu konudaki ortak akıl, ortak bilinçtir; hatta Marksizm anlamında ortak kabuller sınıfındaki genel

geçer bir doğrunun hayata geçirilmesidir. Aynı ortak akıl/kavrayış, 24 Haziran’da “HAYIR’ı TAMAM’lama” biçiminde gelişmiş, farklı pratik tutumlar gündeme gelmiş olsa da yine söz konusu çalışmaların hafife alındığı veya parlamentarizm yakıştırmalarının yapıldığı bir tartışma, ancak çok sınırlı zemin ve çevrelerde gündeme gelmiştir. Ne var ki 24 Haziran akşamından itibaren ortaya çıkan tablonun değerlendirilmesinde bir kez daha sürecin özgünlüğünü göremeyen, dar ve dogmatik yaklaşımın yaygın biçimde nüksettiği görüldü. Bunun bir yanını, süreci bütünlüklü olarak değerlendiremeyip yenilgi psikolojisine girmek, hatta “karalar bağlamak” oluştururken, diğer yanını “bir daha hiçbir koşulda oy vermem” “biz dememiş miydik, seçim çözüm değil” diyen yani sosyal olanı dahil medyadaki tartışmalara, yanıltıcı yönlendirmelere angaje olup bastığı zeminin nesnelliğini unutan duruş oluşturdu. Eğer bugün bize, “Burjuva siyaset zemininde iş yapıp oy kullandınız. O halde, umutta da duruşta da yorumda da sınıf karşıtlarınıza benzemelisiniz” denmeyecekse; sınıfsallıktan uzak, günlük akılla ve kolaya kaçan değerlendirmeler yapmaktan vazgeçilmeli, söylediklerimiz bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Bölgede Türkiye’ye biçilen rol ve seçim Marksistlerin sandığa, seçime, parlamentoya dair yaklaşımları, bu konudaki ölçüleri genel anlamıyla bilinmektedir. Yorum/değerlendirme farkları, genellikle alana-döneme özgü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda gerek doğru pratik tutumlar geliştirebilmek gerekse de seçimlerin, egemen sınıfların yönetme anlayışında ne ifade ettiğini anlamak için öncelikle ülke-


12

Bugün artık halkın hayatın içinde örgütlendiği, sözünü söyleyebildiği, emeğinin ve mücadelesinin sonuçlarını görebildiği, dayanışmanın ve birleşik mücadelenin artılarını birbirine değen omuzlarda hissettiği bir süreç gerekiyor. Bu, sadece mitingle, sadece mesajlarla veya sosyal medya ile olmaz. Ete-kemiğe bürünmüş, söylediğini somutlayan, güçlü ve inandırıcı bir harekete ihtiyaç vardır. deki sınıf ilişki ve çelişmelerinin nasıl biçimlendiğine bakılmalıdır. Türkiye gibi başından beri emperyalizmle bağımlılık ilişkisi içinde olan, Ortadoğu’da dünyanın kalbinin attığı bir bölgede, bölgenin jandarması rolü biçilen yeni sömürge bir ülkede, bırakalım bağımsız siyaset üretmeyi, emperyalizmin bölge politikaları ve Türkiyeli egemenlerin çıkarları konusunda tedirginlik/belirsizlik yaratma potansiyeli olan kişilere, yapılara, duruş ve eğilimlere dahi tahammülün olmayacağı bilinmelidir. Emperyalizm tarafından önümüzdeki süreçte Türkiye’ye Ortadoğu’da, NATO’nun doğu bekçiliğinin ötesinde bölgeyi yeniden şekillendirme noktasında doğrudan bir misyon biçilmiştir. Bunu ABD’nin kendi askeriyle yapabilme şansının olmadığı çeşitli biçimlerde ortaya çıktı. Bir süredir bölgede yaşanan pratik; Suudi Arabistan, Mısır, BAE vb. ülkelerden getirilen veya getirilebilecek askerlerin, takviye güçlerin örneğin savaş içinde oluşmuş yeni Suriye ordusu ve oradaki direniş cephesiyle baş edemeyeceğini net biçimde gösterdi. Bu gerçeklik, emperyalizmin bölge politikalarının taşeronluğu açısından Türkiye’nin önemini artırırken, iktidardan muhalif potansiyellere kadar sınıfsal ilişki ve çelişmeleriyle ABD’nin neden ilgili olacağını gösteriyor. Bugün artık uluslararası düzeyde artan, giderek boyutlanıp çeşitlenen devasa bir rekabet var. Ticaret

savaşlarının habercisi olarak da tanımlanabilecek ama yaygınlıkla metaların en ucuza mal edilmesinin yanında; doğal kaynaklar, denizler, kıyılar, ormanlar dahil hemen her şeyin meta niteliği kazandırılarak pazara sürülmesine yol açabilecek “devasa bir soygunun” kapısını aralayan bir sürecin yaşanacağı görünüyor. İşte bu gelişmelerin ve olası tehlikelerin bilincinde olan, bunu dillendirip itiraz etme potansiyeli taşıyan ve milyonlar halinde sokağa çıkabilen motivosyonlu, kararlı, dolayısıyla da seçimler süreçlerindeki alışılmış basit gösterileri nicel ve nitel olarak aşan Gezi karakterli bir kitlenin varlığı, genelde emperyalizmin özelde Türkiye oligarşisinin tahammül edebileceği bir olgu değildir. Halk muhalefetinin boyutu onları korkuttu Tam da bu bağlamda Gezi’den bugüne çeşitli zeminlerde ortaya çıkan ve Adalet Yürüyüşü’nde olduğu gibi “çağrıcısını aşan” nitelikler kazanan halk hareketinin İnce’nin mitinglerinde İnce’yi aşan boyutlar ve içerikler kazanması, CHP’nin geleneksel ılımlı/uyumlu politikasına alışmış olan tekelci burjuvazinin temsilcilerini tedirgin etti. Bu tedirginlik sürecin yürütmeye aday aktörleri olan AKP ve MHP’ye de yansıdı. Bu durum tabanlarında belirli oranlarda da olsa kenetlenme refleksini tetiklerken aynı zamanda iktidar imkânlarının hile, tehdit ve şantaj dahil her açıdan kullanılması olasılığını artırdı. Hatta tarihsel olarak faşist kimliği ve kadrolarıyla devlet içinde devamlılığı bulunan MHP’nin, oylarının önemli bir kısmını, OHAL koşullarında istismar olasılığı daha yüksek olan Türkiye Kürdistanı’ndaki illerden almış olmasının bu bağlam içinde düşünülmesi abartılı olmaz. Yukarıda saydığımız (ve gerçekte Afrika’ya, Balkanlar’a kadar uzanabilecek) taşeronluk ihtiyacı vb. nedenlerin yanında halk muhalefetinin niteliğine dair sözünü ettiğimiz bu faktör de emperyalist güçlerin Erdoğan’ın başkanlığına desteğini daha açık hale getirdi. Örneğin Henri Barkey’in deyimiyle ABD’nin Erdoğan’a “Menbiç hediyesi” veya Senato muhalefetine rağmen Pentagon’un seçime üç gün kala F-35 uçakları için gös-


13  termelik bir teslimat töreni yapması, bu konuda akla gelebilecek ilk örneklerdir. Özetle, dünya ölçeğinde bugünün koşullarında ender rastlanabilecek nitelikte olan ve Gezi’nin devamlılığını anımsatan halk muhalefeti, onları gerçekten korkuttu. Bu korku, nedensiz veya boş değildir. Halk hareketinin Gezi’den bugüne uzanan referansları, İnce’yi de Millet İttifakı’nın kazanması halinde varsaydığı değişim ufkunu da aşabilecek bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyor. Bu, halklar adına önemli bir deneyimdir, bir kazanımdır; Gezi-Hayır-Tamam diyalektiğinin doğru politikalar dahilinde ileriye taşımasının nelere gebe olduğunun göstergesidir. Korkan onlar, korkutan biziz. Korkmaya da devam edecekler. Bizim kaybettiğimiz bir şey yok. Çünkü kazanımı oy hesaplarına kadar daraltmadık. Halkın önemli bir kısmı bugün başkanlığın ne anlama geldiğinin bilincindedir. “Seçim sonucu ne olursa olsun” derken, mücadelenin 25 Haziran’a sarkan sürekliliğinden söz ederken kast ettiğimiz buydu. Önümüzdeki süreçte halk saflarında morali yükseltmenin ve kazanımları somutlayarak büyütmenin yolu, iktidarı ve temsil ettiği sınıfları korkutan toplumsal dinamikleri daha canlı tutabilmenin araç ve yöntemlerini araştırmaktan, bu alanda bir devamlılık sağlamaktan geçiyor. Sokağa çıkan halkın duruşunda çok özel şifreler vardı. Bu şifrelerin doğu okunması, kavganın örgütlülüğü ve devamlılığı açısından büyük önem taşıyor. Bu sürecin kazanımlarından biri de iktidar eliyle bugüne dek Türk ve Kürt halkları arasında yaratılmış olan mesafeyi kapatma yönünde atılan adımlardır. Bu durum da Çiller’le, Ağar’la yol arkadaşlığı yapanları rahatsız etti. Kısacası bu süreçte çok ciddi pozitif şifreler var. Bunların hepsini kenara bırakıp sandıktan çıkan yüzde hesaplarına bakmak bir anlamda tuzağa düşmek olur. Evet devrimciler bazen burjuva siyaset tarzıyla ilişkili çeşitli araç ve yöntemleri kullanırlar ama onun esiri olmazlar, onu temel almazlar. Ve o tarzı kendi tarzları haline getirmezler. Dolayısıyla, süreci de oradan okumazlar.

Önümüzdeki süreçte, tekleşen/tekelleşen iktidar, bir taraftan sınıfsal rolünü oynayıp sermayenin çıkarları temelinde krizin yükünü halkın sırtına yıkmak üzere adım atarken, bunun karşısında gelişecek her tepkiyi bir tehdit olarak görüp baskılama yoluna gidecektir. Bu bağlamda süreç içinde kitlelerin radikalleşmesi ve sınıfsal tanımlı bir ayrışma kaçınılmazdır. Uluslararası konjonktürde ise taşeronluk bağlamında Türkiye’nin safının netleşmesi beklenmelidir. “Zafere kadar daima” Sınıflar mücadelesi, kısa erimli, tek rauntluk değil uzun ve zorlu bir yoldur. Kolay ve bir anda kazanacağını zanneden, sık sık ve bir anda kaybetme psikolojisine girebilir. Sonuç olarak bugün artık yapılması gereken, seçime dair siyasal dedikoduları yeniden üretmek değil somut, gerçekçi, uygulanabilir yöntemlerle halkı mahalle mahalle, sokak sokak örgütlemektir. Aslında umudun bu denli zikzaklar çizmesi yani kolay umutlanıp kolay düşmek de bir soruna işarettir. Bu belki ayrı bir değerlendirme konusudur ama neoliberalizmin dağıtıcı, bozucu, yalnızlaştırıcı etkisinin önemli bir rolü olduğunu söylemek mümkün. Bugün artık halkın hayatın içinde örgütlendiği, sözünü söyleyebildiği, emeğinin ve mücadelesinin sonuçlarını görebildiği, dayanışmanın ve birleşik mücadelenin artılarını birbirine değen omuzlarda hissettiği bir süreç gerekiyor. Bu, sadece mitingle, sadece mesajlarla veya sosyal medya ile olmaz. Ete-kemiğe bürünmüş, söylediğini somutlayan, güçlü ve inandırıcı bir harekete ihtiyaç vardır. Sınıflar mücadelesinde “zafere kadar daima” diyen devrimciler için, özgürlük kazanılana dek mücadelede son yoktur; umutsuzluk de olmamalıdır. Çünkü onlar haklıdır ve örneğin daha önce de söylendiği gibi 24 Haziran’da sandıktan başkanlık lehine çıkartılan aritmetik her şeyin sonu değildir. Bugün 25 Haziran sonrasında, Gezi karakterli halk hareketinin devamlılığını sağlamak, umudu korumak ve başaracağına inanmak özellikle de bunu somutlayabilmek her zamankinden daha önemlidir. Şimdi Haziran vaktidir.


14

6 Perspektif

50’nci yılında 68’e sınıfsal bakış 68 isyanının 50. yılında, “Brecht’in yol göstericiliğinde “bugün yarına dünden beslenerek yol alır” diyorsak; sınıflar mücadelesi tarihindeki o kolektif isyanın, “başka bir dünya mümkün” toplu haykırışının bugüne, dersleriyle beraber izdüşümü büyük önem taşıyor. Bugünün mücadele ihtiyaçları içinde, ezilenlerin yoldaşlığı bağlamında da devrimcilerin birbirini yoldaşça sahiplenmesi anlamında da 68’in öğreticiliğine ihtiyaç vardır.

8 isyanının 50. yılında, “Brecht’in yol göstericiliğinde “bugün yarına dünden beslenerek yol alır” diyorsak; sınıflar mücadelesi tarihindeki o kolektif isyanın, “başka bir dünya mümkün” toplu haykırışının bugüne, dersleriyle beraber izdüşümü büyük önem taşıyor. Bugünün mücadele ihtiyaçları içinde, ezilenlerin yoldaşlığı bağlamında da devrimcilerin birbirini yoldaşça sahiplenmesi anlamında da 68’in öğreticiliğine ihtiyaç vardır. Tüm canlılığıyla hafızalarımızdaki yerini koruyan, Mahir ve Ulaş’ın duruşma salonundaki kucaklaşması bile, onu doğru okuyabilenlere çok şey anlatır. Aynı şekilde emperyalizmin Vietnam’da, Cezayir’de yaptıklarına tepki duymak ile bugün Suriye, Irak vb. yerlerde yaptıklarına tepki duymak ve hatta her kötülüğün ardında emperyalizmi görmek, süreçlerin benzer niteliklerindendir. Tam da bu bağlamda 68’e sınıfsal bakış, anlama-yorumlama ve ders çıkarma açısından olmazsa olmaz önemdedir. Nereye, Nasıl Bakacağız? Sahada kolektif bir isyan tablosu oluşturan 68’i okurken nereye bakacağız? Sıkça yapıldığı gibi dışavurum noktalarından seçilmiş öznel veya duygusal kareleri mi ölçü alacağız, yoksa toplu görünümün sınıfsal tahlilini mi yapacağız? Bilinir ki devrimci dalgalar, hem bulaşıcıdır hem de bir laboratuar gibidir. Yani doğru değerlendirildiğinde hem o an için sonuç alıcılığı artar hem de öğretici yanları doğru biçimde süzülüp geleceğe taşınır. Nereden baktığınıza bağlı olarak, 68’de bireysel özgürlük, cinsel özgürlük, Hippi etkinliği vb. de görülebilir, sınıflar mücadelesinin o tarihsel kesitteki niteliği de okunabilir.


15

Hatta 68’i salt öğrenci hareketlerinden, sokak çatışmaları ve üniversite işgalinden ibaret görmek de tabloya eksik bakmaktır. Bunlar, sürecin dış görünümüdür, bir boyutudur ve simgesel olanıdır. Gerçekte ise 68 çok daha kapsamlı ve derinlikli bir olgudur. Ortada “başka bir dünyanın mümkün olduğunu” gösteren, grevlerle ve fabrika işgalleriyle bütünleşmiş bir sınıf hareketi, hayatın hemen her kesitinde gözlenebilen devrimci/ kolektif bir isyan vardır. 1960’lı yılların sonunda, kapitalizmin 2. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında ekonomideki canlanmayla beraber sağlanmış olan görece istikrar ve refahın yitirilmeye başlanmasıyla birlikte, bu süreçte biriken ve giderek keskinleşen çelişmeler, egemen sınıfları, kapitalizm karşıtı mücadelelerle karşı karşıya bıraktı. Ve metropollerde gelişen bu mücadelelere dünyanın çeşitli coğrafyalarından yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleri de eşlik etti. ABD’de Vietnam işgaline karşı büyüyen tepki ve ırkçılığa karşı gelişen siyahî hareketle birlikte yüz binlerce insanı bulan savaşa ve ırkçılığa karşı gösteriler yapılıyor, üniversiteler işgal ediliyordu. Hatta o süreçte ABD borsası Wall Street de üç gün işgal edilmişti. Özetle, metropollerdeki sınıf hareketi, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri ve ırkçılığa, cins ayrımcılığına karşı mücadele ile iç içe geçti.

Çeşitli ülkelerde olduğu gibi İtalya’da da okul boykotları ve sokak eylemlerinin yanında bütün ülkeye yayılan grevler yapılıyordu. Öyle ki o süreçte İtalya’ya gelen ABD başkanı Nixon, protestolar karşısında ülkeye giremeden geri gitmişti. Bunların yanında, en fazla iz bırakan ve hâkim sınıfları telaşlandıran olaylar Fransa’da yaşandı. Mayıs’ta, işçi sınıfının o güne dek yaşanmış en büyük grevi düzenlendi. Greve 10 milyondan fazla insan katıldı. Fransa’da kolektif tepkiyi büyüten olgulardan biri de yakın tarihlere kadar sürmüş olan Cezayir işgalidir. Öyle ki o süreçte Fransa’dan Cezayir’e, Cezayir direnişine katılmak üzere giden gençler oldu. 68 isyanın da fabrika, toprak, üniversite ve hatta Wall Street işgalleri bir arada düşünülmelidir. Bu fotoğrafın içinde Che’nin 1967’de, Malcolm X’in 1965’te, Martin Luther King’in 1968’de katledilmesi de vardır. 68 rüzgarı Türkiye’yi de etkiledi Türkiye’nin 1960’lı yıllarda ekonomik ve siyasal koşullarını anlamak için öncelikle 1950-60 arası DP iktidarları dönemine bakmak gerekiyor. 1946’da “yeter söz milletin” sloganıyla kurulan ve muhalif kesimleri hızla etkileyen DP, 1950-54 arasında iktidarının ilk döneminde CHP tabanından dahi destek alan boyutta “özgürlükçü” bir söylem kullandı.


16  Gerçek yüzü ancak ikinci ve giderek üçüncü döneminde ortaya çıktı. Özellikle 1957 seçimlerindeki hileler bugünkü iktidarın yaptıklarına öz itibariyle benzerliği bağlamında çarpıcıdır. Devamında protesto gösterileri yoğunlaşır, tepkiler artar ve süreç 27 Mayıs’la noktalanır. Dünya ekonomisinin bir canlanma yaşadığı 50’li yıllarda hükümet olan DP, dış kredilerle ayakta duran bir ekonomik yapı inşa etti. Bu, özellikle büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin çıkarlarının savunulduğu, yeni sömürgeciliğin ilk etabına denk gelen bir süreçti. Bu süreçte söz konusu kesimlere çeşitli avantajlar sağlandı. Aslında bağımlılık ilişkilerinin adım adım tesisi Osmanlının sömürgeleştirilmesi sürecine dek uzanır. Örneğin o süreçte kredi için yabancı ortak dayatması söz konusuydu. Yani ancak yabancı ortakla iş yapılıyorsa kredi veriliyordu. Bağdat Demir Yolu ve çevresindeki alt yapı yatırımlarında da Hıristiyan kökenli sermaye sahiplerinin gözetildiği bir politika izlendi. DP döneminde doğrudan tarımda makineleşme bağlamında traktör, biçerdöver vb. sayısı hızla arttı. Marshall planı çerçevesinde verilen krediler, kredi vericiler tarafından yine kendi ihtiyaçları, bağımlılık ilişkileri bağlamında verecekleri tarım makineleri için yönlendirildi. İşte bu süreçte egemen sınıflar içerisinde konumu zedelenen sivil ve askeri bürokrasinin ve kaynak dağılımından hak ettiği payı alamadığını düşünen sanayi burjuvazisinin rahatsızlığı giderek arttı. Süreç içerisinde giderek boyutlanan gerilim ve keskinleşen çelişkiler, 1960 27 Mayıs’ında bir darbe ile DP’nin iktidardan düşürülmesini beraberinde getirdi. Ve DP iktidarları döneminde sınırlı kaynakların tarım kesimlerine uygulanan sübvansiyonlara harcanmasından rahatsızlık duyan sanayi burjuvazisi, bu kaynakların kendi sermayesinin büyütülmesi için kullanılması gerektiğini savundu. 1960’lı yıllar, önceki yıllara oranla sanayileşmenin niteliği ve imkanların dağılımı bağlamında bir farklılık gösterdi. Bu süreçte ağırlıklı olarak montaja dayanan

dayanıklı tüketim malları sanayisi, yan sanayi kollarıyla birlikte gelişti. Ne var ki bu sanayi ürünleri, batılı örneklerinden daha geri olduğu için dış pazarda yer bulma imkânları çok azdı. Bu gerçeklik, geniş ve canlı bir iç pazarı ihtiyaç haline getirdi. İşte bu koşullarda, kapitalist gelişmeye bağlı olarak, grev haklarını da içeren toplu pazarlık sistemi ve sendikalaşma, süreç içinde mücadele ile elde edilecek olsa da egemen sınıflar açısından kabul edilebilir bir olgu haline gelmişti. Bu durum, 1960’lı yıllardaki görece demokratik hakların sınıfsal arka planını anlamak açısından da önemlidir. Özellikle 1960’lı yılların sanayinin geliştiği yıllar olması, işçi sınıfının da büyümesini ve sınıflar mücadelesinin yükselmesini beraberinde getirdi. TİP’in kuruluşu, sol ve örgütlü mücadele 1960’lı yılların başında örgütlü mücadeleye dair tayin edici ve etkisi yıllarca sürecek gelişmeler yaşandı. Bunlardan biri de TİP’in kuruluşudur. Türkiye’de uzun süredir dayatılan “siyaset dışı sendikacılık” anlayışına tepkiler büyürken aynı zamanda Avrupa’da sendikaların etkin olduğu İngiliz İşçi Partisi gibi örneklerden de esinlenerek, parlamentoya kendi partileri ile girme düşüncesiyle 12 sendikacı 13 Şubat 1961’de TİP’i kurdu. Bu eğilimde 27 Mayıs sonrasında oluşan görece özgürlükçü ortamın da rolü oldu. Askeri yönetimin yeni anayasayı hazırlayacak Temsilciler Meclisi’ne işçileri temsilen 6 sendikacıyı alması, cesaretlendirici bir etki yaptı. Ve sendikacılar, Türk-İş tabanına oturtmayı düşündükleri kendi partilerini kurmuş oldu. Ancak Türk-İş’ten bekledikleri desteği alamadılar ve giderek sendikal tabanla sınırlı olmayan, daha kapsayıcı, heterojen ilişkilerin olduğu bir sürece girildi. TİP, ilkin bir sınıf partisi olmaktan uzak iken yaklaşık bir yıl sonra Mehmet Ali Aybar’ın başkanlığı ile giderek devrimci kuşaklar için de bir toplanma ve çekim alanı olmaya başladı. Ve süreç içerisinde, parlamentarist eğilimlerine rağmen TİP, işçi sınıfı ve gençliğin kitleselleşen mücadelesinde önemli bir zemin oldu. Bu süreçte, 31 Aralık 1961’de Saraçhane’de gerçek-


17  leştirilen miting, sınıfın özgüveni ve gelişimi açısından önemli bir basamaktı. Anayasada kabul edilmesine rağmen, grev ve toplu sözleşme hakkına dair buna uygun yasalar çıkarılmaması tepkiye neden olmuştu. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin bu amaçla Saraçhane’de yaptığı mitinge Türkiye’nin dört bir yanından işçiler aktı ve yüz bin kişiyi aşan bir katılım oldu. Bu mitingde “Şartsız grev istiyoruz”, “Lütuf değil hak istiyoruz”, “Grevsiz sendika silahsız askere benzer”, “Grevi suç sayan zihniyet suçludur” gibi sloganlar öne çıktı.

dahale eğilimini koşullamış, bu eğilim emperyalizmin

Tarihsel önemdeki gelişmelerden biri de Kavel Grevi’ydi. 28 Ocak 1963 tarihinde Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasına üye 170 işçinin, İstanbul İstinye’deki Kavel Kablo fabrikasında başlattıkları direniş, zincirleme olaylar sonucunda grev ve toplu sözleşme hakkının yasalaşmasını beraberinde getirirken işçi sınıfının önüne çıkardığı engellerle nasıl başa çıkılabileceğinin de en güzel örneklerinden birini oluşturdu.

geçmişe dönük bir olguyu içinde yaşandığı tarihsel ke-

Kavel grevi, Koç’a bağlı başka fabrikalarda para toplanması, sakal bırakarak destek, işçi eşlerinin fabrikadaki direniş alanına gelmesi ve giderek Türk-İş içinde greve yeterince sahip çıkılmadığına dair istifalar gibi çok özel deneyimler taşır.

Bu süreçte ABD’ye bağımlılık artırılırken, diğer

1965-70 süreci; tekelleşme, ve sınıflar mücadelesi 1965’in bir özelliği de bir Amerikan şirketinin başındaki Demirel’in (Morrison Süleyman) Amerika’nın Johnson mektubu vb. hamleler eşliğinde İnönü’ye karşı tavrı sonrasında iktidara taşınmasıdır. Demirel Hükümetleri dönemi 12 Mart’a kadar sürer. Tarımda makineleşme, işgücü fazlası, kırdan kente göç, şehirlerde işsizliğin artması ve gecekondulaşma bu sürecin niteliklerindendir. 1965 sonrası süreç, aynı zamanda emperyalist tekellerle ilişkiler içerisinde güçlenen tekelci burjuvazinin ekonomik ve siyasal gücünün artması sürecidir. 12 Mart’ı önceleyen yıllarda 1969’da tekel dışı kesimler ile tekeller arası çelişmeler keskinleşir. Tekel dışı kesimlerin temsilcileri AP’den ayrılır MNP ve DP’ye geçer. Söz konusu ittifakın bozulması, tekellerin mü-

eğilimi ile bütünleşmiştir. Bu süreçte ABD’nin kimi ekonomik adımları, haşhaş ekiminin yasaklanması gibi talepler direnç nedeniyle karşılanamaz. 12 Mart bu adımların atıldığı, tekellerin önündeki engellerin kaldırıldığı, gerekli yasal düzenlemelerin yapıldığı bir süreçtir. Programatik bağlamda söylersek, eğer tarihi kitleler yapıyorsa ve tarihin motoru sınıflar mücadelesi ise, sitten kopararak yani sınıf ilişki ve çelişmeleri ile ilişkilendirmeden ele alamayız. 12 Mart, tekelci sermayenin hakimiyetini artırma, hatta tescil etme yönünde bir adımdır. Aynı zamanda emperyalizmle bağın giderek güçlendiği bir süreçtir. 12 Mart döneminin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” ifadesini kullanmıştır. taraftan gelişen antiemperyalist sol eğilimleri de bastırmak için Komünizmle Mücadele Dernekleri, komando kampları vb. kuruldu. Ve hak arayan köylülerin, antiemperyalist gösteri yapan gençlerin üzerine saldırtıldı. Devrimci zeminde ise, nitelik sıçramasına, kopuşa denk gelişmeler yaşandı. FKF’den Devrimci Gençlik’e uzanan süreç gibi, TİP-MDD ayrışmasından MDD’nin kendi içinde ayrışmasına kadar Türkiye’nin sol geleceğini tayin edecek tarihsel önemde adımlar atıldı. Bir devrimci program niteliğindeki ASD’ye Açık Mektup, o günkü ayrışmaların/kopuşların duygusal veya öznel değil politik olduğunun belgesidir. Mahir, Deniz ve İbo’yu aynı tarihsel karede anmayı gerektiren 71 devrimciliğinden bugüne taşınan teorik ve pratik miras, bir kuşak çatışması olmaktan çok öte anlamlar taşıyan, 68’in niteliğine dair en gerçekçi kaynaktır; doğru yere bakıldığında görülecektir ki ödenen bedeller boşa gitmemiş, üretimler zaman aşımına uğramamıştır; güncellenerek devam etmektedir.


18

Perspektif

Devrimci Yol nedir, ne değildir? Bugün artık süreç ilerledikçe doğru bilinen yanlışlar artıyor veya bilerek besleniyor. Bunu, genelde sınıflar mücadelesine özelde Devrimci Yol’a dair yapılan değerlendirmelerde gözlemek mümkün. Fatsa’dan özerklik çıkarmak veya pişmanlık damıtmak budur. Devrimci Yol’un kendiliğindenci olduğu, antifaşist mücadelede boğulduğu, partileşme gibi bir derdinin olmadığı (Halbuki partileşmeyi temel siyasi görev olarak tanımlamıştır. Ne büyük yanlış anlama!) 12 Eylül’ün gelişini gördüğü halde hazırlık yapmadığı vb. sanılıyor.


Ö

ncelikle belirtelim ki amacımız bir Devrimci Yol güzellemesi yapmak veya sahiplik durumuna soyunmak değildir. Böyle bir yöntem bu çalışmayı bütünüyle öznelleştirirken, içeriğini daraltıp amacını sakatlar. Bugün bırakalım Devrimci Yol’u, hemen her konu büyük oranda sınıfsal perspektif yitirildiği için yanlış tartışılıyor; günü kurtaran, programatik değil pragmatik duruşlar öne çıkıyor; köklü siyasal yapılar, kendilerini ideolojik politik olarak hiç mi hiç anlatmayan çalışma tarzlarına yedekleniyor. İttifaklar ya gereksiz görülüyor ya da tersine ilkesiz biçimde ele alınıyor. Örneğin çoğu kez ittifakların bizim gibi ülkelerde neden geniş olmak zorunda olduğunun hatta devrimin demokratik niteliğinin bundan kaynaklandığının anlaşılamadığını görüyoruz. Benzer şekilde genişlikten kastımızın ilkesizlik olmadığı da çoğu kez anlaşılamıyor. Halbuki bu Marks’ta da Lenin’de de Mao’da da Mahir’de de var. Leninist devrim anlayışını kavramak, bir yanıyla da ittifaklar meselesini dolayısıyla da birleşik mücadeleyi kavramaktır. Emperyalizmi doğru anlayan, bunun gerektirdiği değişimleri de anlar; bu çerçevede “Proleter Devrimler Çağı” tanımlaması yapan Lenin, Marksist Devrim teorisinde değişikliklere gider. Bu değişiklikleri, emperyalizmin sebep olduğu temel önemdeki değişimlere dayandırır. Bugün artık süreç ilerledikçe doğru bilinen yanlışlar artıyor veya bilerek besleniyor. Bunu, genelde sınıflar mücadelesine özelde Devrimci Yol’a dair yapılan değerlendirmelerde gözlemek mümkün. Fatsa’dan özerklik çıkarmak veya pişmanlık damıtmak budur. Devrimci Yol’un kendiliğindenci olduğu, antifaşist mücadelede boğulduğu, partileşme gibi bir derdinin olmadığı (Halbuki partileşmeyi temel siyasi görev olarak tanımlamıştır. Ne büyük yanlış anlama!) 12 Eylül’ün gelişini gördüğü halde hazırlık yapmadığı vb. sanılıyor. Daha da vahimi, Devrimci Yol geleneğinden gelip bu hafızasızlığa veya itibarsızlaştırma etkinliğine duruşuyla, sözüyle destek verenlerin, Devrimci Yol’u onun teorik muarızlarının söylemiyle değerlendirenlerin sayısı giderek artıyor. Öyle ki “Devrimci Yol’un Kürt meselesinde bütünlüklü bir bakış açısı yoktu” diyenler,

19  “Gençliğimizi, ömrümüzü ve hatta gelecek düşlerimizi vakfettiğimiz bir idealin” ‘acıklı/hüzünlü’ halinden söz edenler, o koca tarihten hayal kırıklığı damıtanlar oldu. Tarih yazımının diyalektik bir bakış açısı gerektirdiğini unutanlar, dünü bugüne taşıma sorumluluğunu anı devşirmeyle karıştırdı. Gerçekte bu, Fidel’in, Che’nin sosyalist olmadığını yazıp söyleyenlerin devrim ve sosyalizm iddialı zeminde türemesinden, dolayısıyla da yaşanmakta olan çözülme-dağılma sürecinden bağımsız değildir. Bugün istersek Mahir’i küresel boyutta yaşanmakta olan hegemonya ve paylaşım savaşıyla çeliştirebiliriz. Evet o artık böyle bir savaşın olmayacağını söyledi. Ama mesele bu denli basit veya şekli değildir. İşin özü önemlidir. Ve hatta Mahir’in tespitlerinin 1945-65 dönemi üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. I-Devrimci Yol nedir? 1975-80 süreci, Türkiye toplumunda çok hızlı alt üst oluşların yaşandığı, çok dinamik bir toplumsal yaşamın ortaya çıktığı bir dönemi kapsar. Aynı zamanda, toplumdaki sınıf ve katmanların siyasal tavır alışlarının en radikal noktalara kadar taşındığı bir dönemdir. Sol bir hareketin gelişimi için, çok elverişli koşullar ortaya çıkaran bu süreçte; az sayıda siyasal hareket, tutarlı bir tavır sergileyebilmiştir. Pek çok sol siyasal yapılanma, çürüyen sistemin payandası olmak durumundan kendini kurtaramamıştır. Ülke genelinde süren faşist saldırılar karşısında, bir karşı duruş sergileyebilen siyasal hareketlerin çok azı; somut siyasal gelişmeleri Marksist teorinin ışığında inceleyerek, yaşanılan döneme ilişkin somut görevler tespit ederek, bunun ülkede sürdürülen devrim mücadelesinin bir parçası olarak kavranmasını sağlayarak, kendi içinde bütünlüklü, tutarlı ideolojik ve politik yapılanışa sahip olabildi. Bu teorik çerçeveyi en tutarlı biçimde oluşturabilen siyasal hareket Devrimci Yol olmuştur. Diğer devrimci grupların büyük çoğunluğu, farklı tarihsel koşullarda ortaya koyulmuş teorik belirlemelerle, siyasal pratiği biçimlendirmeye çalışmışlardır.


20  Solda sürdürülen teorik tartışmaların odağında, büyük oranda Devrimci Yol’un, içinde yaşanılan dönemdeki devrimci görevlerin biçimlenişine ilişkin tespitleri ve bunun ideolojik zeminini oluşturan teorik formasyonların tartışılması yer almıştır. Bunun yanında Devrimci Yol’un, Türkiye devrimci hareketinin teorik sorunlarının aşılmasını sağlayacak ideolojik politik yapılanışına yönelik eleştirilerin çok yoğun olmasının arka planında, kendisinin taşıdığı “yenilikler” yatmaktadır. Farklı tarihi ve toplumsal koşullarda oluşturulan teorik formülasyonları, bazı zorlamalarla ülke koşullarına uyarlamak yerine; genelde Marksist teorinin ülke koşullarında biçimlenişi sayılabilecek teorik formülasyonlara gidilmiştir. Teori-pratik bütünselliğini kavrayıştaki özgünlük; Devrimci Yol’u, sadece ülkemiz devrimci hareketinin teorik sorunlarının çözümünde değil, özellikle 70’ler sonrası tıkanan dünya sol hareketinin gelişiminin de önünü açabilecek bir perspektifte işlev sahibi yapmıştır. Devrimci Yol’un dün çok tartışılan teorik-pratik önermeleri bugün başta onu çok eleştirenler tarafından yoğunlukla benimsenmektedir. Örneğin 1980’li yıllarda solda yoğunlukla tartışılan ve -özellikle Sovyet modelindeki başarısızlıklarla- güncelleşen, alternatif örgütlenmeler ve bu örgütlenmelerin devrimci hareketteki rolü/önemi konularında; Devrimci Yol saflarında süren Direniş Komiteleri tartışmaları ve pratiklerinden çıkarılacak çok önemli dersler vardır. Özellikle uzun süreli halk savaşı stratejisinde Direniş Komiteleri ve alternatif örgütlenmeler sorununa getirilen açılım, dağılan “sosyalist” ülkelerdeki bürokratik devlet yapılanmasına alternatif olabilecek önemde bir içerik taşımaktadır.

Devrimci Yol bugün hala geçerli, işlevli olan yöntemsel bir pusuladır. Böyle bir pusulayı sürekli olarak belirli özneler üzerinden takip etmek, onlar ne yapmışsa Devrimci Yol odur diye düşünmek başlı başına bir yanlış okumadır.

Devrimci Yol’u yöntemsel olarak kavramak Devrimci Yol için çok şey söylenebilir, pek çok noktadan değerlendirilebilir; özellikle ortaya konulmuş olan başarılar/pratikler üzerinden öne çıkarılabilir; yani Devrimci Yol Fatsa’dır, Yeni Çeltek’tir, ÖTK’dir, en geniş kitle çalışması içinde en dar kadro çalışmasıdır, öncünün eylemini, yığınların eylemine doğru geliştirebilecek bağlantı kayışlarına sahip olmaktır vb. denilebilir. Bunlar yanlış da değildir ancak eksiklik içeriyor; bütünü, özellikle de yöntemsel boyutu ifade eden tanımlamalara ihtiyaç vardır. Örneğin en geniş kitle çalışması içinde en dar kadro çalışması veya öncünün eylemini, yığınların eylemine doğru geliştirebilecek bağlantı kayışlarına sahip olmak için yapılması gerekenler her zaman ve mekânda aynı değildir. Devrimci Yol’dan alınması gereken bunun yöntemsel boyutudur. Devrimci Yol’un kimi şekli görüntülere veya zorlama tanımlara/yakıştırmalara indirgenmesi ile Fatsa’nın belediyecilik olarak görülmesi veya Fikri’nin Ahmet İsvan, Vedat Dalokay gibi isimlerle kıyaslanması aynı yöntemsel sorunun dışavurumudur. Kısacası bu konuda sözü olduğuna inanan herkesin kafasında bir açı, bir boyut var ve geçmişin bir noktasını konuşmak istiyor. Bu bağlamda öncelikle meseleyi körün fili tarifi noktasından çıkarmak gerekiyor. Devrimci Yol, 74-80 sürecinde sınıflar mücadelesinin dogmatizmden ve şablonculuktan uzak biçimde değerlendirilmesi ve buna uygun bir ideolojik politik hattın oluşturulmasıdır. ÇKP’den, SBKP’den veya AEP’ten yapılan doğrudan aktarımların aksine, süreci kendi iç dinamiklerine göre okuyan, sınıf ilişki ve çelişmelerini yorumlayarak Mahir’in yazdığı Türkiye Marksizmini güncelleyen Devrimci Yol, Türkiye’deki devrimci sol dağarcığa kattığı yöntemsel nitelikler açısından bugün hala öğreticiliğini koruyor. Bugün örneğin dinselleştirme ve rejimin açık faşist biçimler alması karşısında ne yapılması gerektiği elbette Devrimci Yol’da yazmıyor. Ama Devrimci Yol’u yöntemsel olarak kavramak, bugünün mücadele sorularına yanıt vermeyi kolaylaştırıyor. Devrimci Yol bugün hala geçerli, işlevli olan


21  yöntemsel bir pusuladır. Böyle bir pusulayı sürekli olarak belirli özneler üzerinden takip etmek, onlar ne yapmışsa Devrimci Yol odur diye düşünmek başlı başına bir yanlış okumadır. Bu alandaki çalışmalar, elbette tek tip olmak zorunda değil. Ancak salt fotoğraf çekerek veya “şu şunu yaptı, bu bunu dedi” ile yetinmek, kişiler ne kadar isabetli seçilirse seçilsin, geçmişte kalan siyasal süreçleri anlamayı, doğru aktarmayı sağlamıyor. Hele ki devrimci kadrolara dair en isabetli bilginin onların ailelerinden alınacağını sanmak başlı başına bir yanılgıdır. Bugün hâlâ pek çok sorunun çözümünde bir şekilde Devrimci Yol’un izini görmek mümkün. Örneğin Gezi’de de Haziran Hareketi’nde de Devrimci Yol’un izleri açık biçimde izlenebiliyor. Bu nedenle “Devrimci Yol, içinde bulunulan tarihsel kesitte somut durumun somut tahlilini yapmak ve gerek itirazda gerekse alternatifte sınıflar mücadelesine yanıt olmaktır.” gibi bir tanım daha anlamlı olacaktır. II-Devrimci Yol’a dair doğru bilinen yanlışlar 1980 öncesinde Devrimci Yol’a yönelik eleştiriler, yakıştırma ve sataşmalar o günün koşullarında ihtiyaca bağlı olarak yanıtlanmıştı. Ancak gerek o gün yapılan tartışmaların gerekse Devrimci Yol’un tüm varlığıyla o süreçte ortaya koyduklarının üzerinde geçen 40 yıla yakın sürenin sonunda bugün, bilgi kirliliğinden yanılgı ve manipülasyona kadar pek çok olgunun olumsuz etkisiyle karşı karşıyayız. Bu koşullarda her şeyi, ortaya atılan her iddiayı, yapılan her yakıştırmayı yanıtlamak yerine, samimi olduğuna inandığımız soruları ve mücadelenin ihtiyaçlarını dikkate alarak “Devrimci Yol’un ne olmadığını” veya “Devrimci Yol’a dair doğru bilinen yanlışları” birkaç başlık altında toplayacağız. a) Devrimci Yol THKP-C’nin inkârı mıdır? THKP-C nasıl ki dünya devrimci birikiminin Türkiye koşullarında yeniden üretilmesi ise Devrimci Yol da Türkiye’nin Marksizmi olarak tanımladığımız ve gerçekte yaşayan bir süreç olarak görülmesi gereken söz konusu üretimin devamı, özellikle 1970’li yılların ikinci yarısındaki somutlanmış ifadesidir. Bu anlamda bırakalım inkâr-red gibi tanılamalara sığmayı; Devrim-

Kavganın çok yönlü ihtiyaçlarını gözetmek, Devrimci Yol’a “mükemmeliyetçi” bir görüntü vermiş olabilir. Ancak o günün mücadele görevlerini yüklenen ve gereklerini yerine getirmeye çalışan kesimlerin bulunduğu zeminden değil; kavga dışı bir zeminden kaydedilen, yanıltıcı bir görüntüdür söz konusu olan. ci Yol, THKP-C’nin eksiklerinin giderilmesi ve niteliklerinin güncellenerek büyütülmesidir. Kızıldere’nin üzerinden yaklaşık 5 yıl geçtikten sonra Devrimci Yol’un ortaya koyduğu üretim, bugün daha net olarak görüldüğü gibi THKP-C adına bir eleştiriyi değil bir övgüyü hak etmektedir. Bir siyasal hareketi, bir deneyim veya üretimi bir başka tarihsel anda veya yerde olduğu gibi tekrar etmek, dogmatizmdir/şablonculuktur ki asıl THKP-C’nin reddi olarak görülmesi gereken budur. O tarihsel kesitte ÇKP’den SBKP’den veya AEP’ten doğrudan aktarım yapmak biçimindeki yaygın eğilimin aksine Devrimci Yol’un bir taraftan Türkiye devriminin gereklerini gözeten bir yerellik içinde olması, diğer taraftan reel sosyalist zeminde gözlenen bürokratikleşmenin tekrarını önleyecek alternatif üretimlerde bulunması, THKP-C’den alınıp ileriye taşınmış bir değer olarak anılmalıdır. Bu niteliği ile Devrimci Yol, tek tek kimi teorik tezleri veya değerleri değil THKP-C’nin bütününü devralmış, güncelleyerek yeniden üretmiş, dolaysıyla da devamlılığını güvenceye almış bir harekettir. b) Devrimci Yol kendiliğindenci bir hareket miydi? Daha önce de çeşitli zemin ve biçimlerde vurguladığımız gibi Devrimci Yol’un 1980 öncesi süreçte tüm yaratıcı ve müdahaleci yanına rağmen, bir irade gecikmesi yaşadığı doğrudur. Ancak bu, Leninist örgütlen-


22  menin nasıl kavrandığı ile değil; sürecin doğasındaki geciktirici faktörlerle ilintiliydi. Bir siyasal hareketin, var olan koşulların dayattığı kaçınılmaz sorumluluklar karşısındaki duyarlılığı ve sahip olduğu devrimci değerler, siyasal pratik tarafından sınava sokulduğunda, başarısı salt “örgütlenmedeki yeterli gelişmişlik” ile ölçülmeyecektir. Benzer şekilde 1997’de dergimizin birinci sayısında, öncü savaşçı bir partinin oluşturulması çabasındaki gecikme için “bu gecikmede irade gecikmesinin yanında mücadelenin gerektirdiği, paradokslarla yüklü görevlerin de etkisi vardır” deniyordu. Kavganın çok yönlü ihtiyaçlarını gözetmek, Devrimci Yol’a “mükemmeliyetçi” bir görüntü vermiş olabilir. Ancak o günün mücadele görevlerini yüklenen ve gereklerini yerine getirmeye çalışan kesimlerin bulunduğu zeminden değil; kavga dışı bir zeminden kaydedilen, yanıltıcı bir görüntüdür söz konusu olan. Sürece irade koymamak olarak da ifade edilebilecek bu eleştiri aynı zamanda partileşme görevini ihmal etmek, partileşmemek vb. biçimlerde de gündeme geldi. Gerçekte bu eleştirinin yanıtı temel siyasi görev saptamasında gizlidir. Söz konusu eleştirinin ve sanıldığının aksine Devrimci Yol, çok önemsediği, basit/teknik bir düzenleme, şekli bir organlaşma olarak görmediği için, partileşme-

Partileşme süreci, devrimcilerin hayatın her alanında var olma ve iktidar mücadelesini sürdürebilecek merkezi bir parti örgütünü yaratma sürecidir. Var olan tüm ilişki ve olanakların, bu amaç doğrultusunda yapılandırılmasıdır. Sınırlı sayıda insanın şekli birtakım düzenlemelerle bir araya gelmesiyle oluşturulacak yapıya da “parti” denilebilir; ama kavganın ihtiyaçları gözetilerek genişçe organize olmuş bir parti, oldukça uzun bir süreci gerektirir.

yi dolayısıyla da kadrolaşmayı temel siyasi görev olarak belirler. Düşünün ki ülkenin dört bir yanında tüm mücadele biçimlerini eşgüdüm içinde koordine edip stratejik hedefe doğru öncülük edecek, kendi içinde ideolojik bütünlüğü ve netliği olan bir organizasyon tasarlıyor, atacağınız hemen her adımı buna hizmet edecek şekilde planlıyorsunuz; sonra da birileri çıkıp size “siz bu organizasyonu yani partileşme işini önemsemiyorsunuz, böyle bir amacınız yok” diyor. Bu türden eleştirileri, bir yanıyla da o günün koşullarında, siyasal kavrayış düzeyleri vb. ile ilişkilendirerek anlamaya çalışmak mümkün. Ancak 40 yıl sonra hala aynı/benzer kavrayış düzeyleriyle karşılaşmak, Türkiye sol birikimi adına düşündürücüdür. Bizler biliyoruz ki eksiği kalmamış, bir makine gibi işleyen ve gerek sosyal bileşim gerekse mücadelenin gerektirdiği organlaşma ihtiyacı açısından her türlü “uyum” problemini sıfıra indirgemiş bir parti, hiçbir zaman olmayacaktır. Eksikler mücadele içerisinde giderilirken, diğer bir ifade ile eksikliklerle mücadele edilirken, yeni duruma uygun yeni eksikler gündeme gelecek ve bu süreç, mücadelenin bütün aşamalarında değişik biçimler alarak devam edecektir. Partileşme süreci, devrimcilerin hayatın her alanında var olma ve iktidar mücadelesini sürdürebilecek merkezi bir parti örgütünü yaratma sürecidir. Var olan tüm ilişki ve olanakların, bu amaç doğrultusunda yapılandırılmasıdır. Sınırlı sayıda insanın şeklî birtakım düzenlemelerle bir araya gelmesiyle oluşturulacak yapıya da “parti” denilebilir; ama kavganın ihtiyaçları gözetilerek genişçe organize olmuş bir parti, oldukça uzun bir süreci gerektirir. Genel anlamda söz konusu yapılanma ideolojik, politik ve örgütsel olarak işlevsel bir nitelik kazandıktan sonra bu süreç, önemli oranda tamamlanır. Bundan sonraki süreçte, partili yaşamın gerekleri öne çıkarken, yetkinleşme ve gelişme ihtiyacı son bulmaz; bu ikili boyut, partinin bir ihtiyaç olmaktan çıkması dönemine dek sürer. c) Devrimci Yol’un iktidar hedefi yok muydu; antifaşist mücadele içinde boğuldu mu?


23  Bu yaklaşımda, partileşme meselesinde olduğu gibi olguların günübirlik akılla ve biçimsel olarak değerlendirilmesi söz konusu. Gerçekte Devrimci Yol’un yaptığı, genelde halkı özelde muhalif kesimleri şiddet yoluyla baskı altına alıp yıldırma stratejisini görmek ve bunun karşısında uygun araç ve yöntemlerle donanıp halkın yanında yer almaktır. Kaldı ki bizimki gibi ülkelerde faşizme karşı mücadele bir devrim sorunudur. Bu mücadele verilirken hem döneme uygun hem de uzun erimli planlamayı içeren Direniş Komiteleri gibi araçlar/mekanizmalar geliştirilmiş, kadrosal eğitim sorunu da soyutta (geçiştirme yöntemlerle) değil mücadelenin içinde nitelik kazandırılarak çözülmüştür. Birinin diğerini yadsımadığı görevler bütününü gündemine alan, halkın acil-yakıcı sorunlarında yanında olup onu örgütlerken aynı zamanda partileşme/ kadrolaşma sorununu adım adım çözen yani “kadrolar saksıda değil bizzat hayatın/mücadelenin içinde yetişir” öngörüsüyle hareket eden bir yapının mücadeleye dair bu iradi, planlı tarzının kendiliğindenlik olarak algılanması başlı başına bir sorundur. Diğer bir ifadeyle, mücadelenin ve kadrolaşmanın ne denli şekli/mekanik algılandığının örneklerinden biridir. Tüm bu vb. eleştiriler gösteriyor ki Devrimci Yol’un THKP-C’den kalan mirası güncelleyerek, eksiklerini tamamlayıp ileri taşıyarak oluşturduğu ideolojik-politik hat anlaşılamamış, geçmişi sahiplenmek mekanik-ezberci bir anlayışla ele alınmıştır. Örneğin yaklaşık olarak “partinin veya onun işlevini yerine getirebilecek bir organizasyonun olmadığı koşullarda temel mücadele biçimi değil temel siyasi görev tanımı yapılır ve tüm yapılacak tüm çalışmalar bu temel önemde göreve hizmet eder” biçimindeki tanımı Devrimci Yol’un örgütlenmeyi ve stratejik hedefli mücadele için kadrosal hazırlığı ne denli önemsediğinin ifadesidir. Ancak bu böyle anlaşılmadığı için, temel mücadelenin verilmediği, iktidar-devrim hedefinin olmadığı, kendiliğindenciliğe düşüldüğü biçiminde gerçeklikten uzak eleştiriler geliştirilmiştir. Bugün özellikle Gezi’den sonra kimi değerlendirme ve eleştirilere baktığımızda da fotoğrafı bir bütün ha-

Devrimci Yol, öz örgütlenme ile cephesel örgütlenmeyi bir arada yürüten, geleceği bugünden kurma fikrini taşıyan niteliği ile Gezi’nin 40 yıl önceden habercisiydi. Gezi, bırakalım temel öneme sahip önermelerin yadsınmasını, aksine bize Leninizmin içeriğindeki diyalektiği anımsatmış gerek mücadele alanları gerekse mücadele biçimleri arasında kurulması gereken ilişkinin gerekliliğine dikkat çekmiştir. linde değerlendirmek yerine programatik yaklaşımdan uzak, yöntemsel hafızayı/birikimi yok sayan sübjektif yaklaşımların öne çıktığını görüyoruz. Örneğin bugün “Artık işçi sınıfı öncülüğünde devrim söylemi yaşamda karşılık bulmuyor” demek veya “geleneksel örgüt modellerinin ve mücadele tarzlarının artık bir işe yaramadığını” söylemek, yenilenme, Gezi’yi anlama vb. adına gerçekte Leninizmin örgüt ve mücadele anlayışını reddetmektir. Bu bağlamda da kısaca değinmek gerekirse Devrimci Yol, öz örgütlenme ile cephesel örgütlenmeyi bir arada yürüten, geleceği bugünden kurma fikrini taşıyan niteliği ile Gezi’nin 40 yıl önceden habercisiydi. Gezi, bırakalım temel öneme sahip önermelerin yadsınmasını, aksine bize Leninizmin içeriğindeki diyalektiği anımsatmış gerek mücadele alanları gerekse mücadele biçimleri arasında kurulması gereken ilişkinin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Özetle bugün, Ekim Devrimi’nin 100. Devrimci Yol’un 40. yılında ihtiyacımız olan şey, dünya devrim tarihindeki birikimi reddetmek değil güncellemektir; hafızasızlık değil hafıza tazelemektir, pragmatik değil programatik davranıp mücadeleyi de alternatifi de doğru/güncellenmiş tanımlar eşliğinde stratejik bir ufukla örgütlemektir.


24

T

HKP/C’den Devrimci Yol’a

Perspektif

Ulusal soruna dair güncel tanımlar ve anımsatmalar Günümüzde emperyalizmden bağımsız bir burjuvazi düşünülemez. Kapitalizmin tekelci bir nitelik kazanması ve bu tekellerin emperyalist tekellerle bütünleşmesi, Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin en belirgin özelliğidir. Bu koşullarda burjuvazinin bir “ulusal pazar” kavgasından bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle günümüzde, diğer demokratik talepler gibi ulusal sorunun, burjuvazi önderliğinde çözümü olanaksızdır.

Ayrışmaların nasıl nitelikli tartışmalara bağlı olarak yaşanması gerektiğine dair öğretici ve özel bir örnek olan “ASD’ye açık mektup”, aynı zamanda Mahirlerin ve devamında THKP/C’nin Kürt sorununa bakışına dair önemli ipuçları içerir. “Mihri Belli’ye göre, Türkiye’deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek bir çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; o da, meseleyi şartlar ne olursa olsun, misak-i milli sınırları içinde ele almak gerekir. Oysa bu görüş, temelden yanlış ve anti-sosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi, devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: ‘Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa, devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.” Mahir’in bu özlü ve bugün hala geçerli olan tanımını Devrimci Yol’da da görürüz. Bir taraftan ortak mücadelenin gereklerine ve önemine vurgu yapan diğer taraftan Türkiye Kürdistanı dahil coğrafyanın bütününde örgüt anlayışının mücadele tarzının gereklerini yerine getiren Devrimci Yol’un ulusal soruna dair ortaya koyduğu çerçeve


25  bugün artık ortak mücadelenin genel kabul görmesi gibi pratikte doğrulanmıştır. Aşağıda, THKP/C’den Devrimci Yol’a, Devrimci Yol’dan bugüne uzanan ve hâlâ geçerliliğini koruyan bu bağlamdaki temel teorik tezlere kısaca yer vermeye çalışacağız. Günümüzde ulusal sorunun biçimlenişi Emperyalizm tarafından dünyanın pazar olarak paylaşımının tamamlandığı ve emperyalizmin (emperyalist sömürünün) bizimki gibi ülkelerde “içsel” bir olgu niteliği kazandığı günümüzde, ulusal sorunun çözümü nasıl olacaktır? Günümüzde emperyalizmden bağımsız bir burjuvazi düşünülemez. Kapitalizmin tekelci bir nitelik kazanması ve bu tekellerin emperyalist tekellerle bütünleşmesi, Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin en belirgin özelliğidir. Bu koşullarda burjuvazinin bir “ulusal pazar” kavgasından bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle günümüzde, diğer demokratik talepler gibi ulusal sorunun, burjuvazi önderliğinde çözümü olanaksızdır. Bağımlı ulus burjuvazisi, genellikle egemen ulus burjuvazisi ile bütünlük içinde, emperyalist sömürüden pay kapmak için mücadele eder; dolayısıyla kendisi de emperyalist sömürünün bir aracıdır. Bu doğrultuda kendi kâr payını artırmak için diğer burjuva katmanları ile büyük bir rekabet halindedir. Bazı özel hallerde, bağımlı ulus burjuvazisi, emperyalist sömürüden aldığı payı artırmak için “ulusal devlet” doğrultusunda siyasal tercihte bulunabilir. Ancak, bu tercih, söz konusu ulusun demokratik talepleri için yapılan bir tercih değil, kendi sınıfsal talepleri için yapılan bir tercihtir. Bu nedenle, ezilen ulus açısından “ulusal sorun”un çözümünde bir model ya da alternatif oluşturamaz. Günümüzde ulusal sorunun, burjuvazinin bir pazar sorunu olarak görülemeyeceğini, bu çerçeveden bakılamayacağını bilmek, doğru bir yaklaşım geliştirebilmek açısından önemlidir. Bunun yanında, üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer nokta da; halkların emperyalizme karşı mücadelesinde “ulus devlet”in ve “ulusal” eksende sürdürülen mücadelenin, ulusal sorunun

çözümüne ne denli olanak sağlayabileceğidir. Kısaca diyebiliriz ki Marksist ölçekler, sınıflar mücadelesinin gereklerine göre değil uluslara göre duruş sergileyen (örgütlenen) bir hareketin, halkı gerçek özgürlüğe (nihai hedefe) taşıma şansının olmadığını tanımlar. Temel olan, sınıflar mücadelesidir. Ulusal sorun, buna tabi olarak ele alınır. Bugün ulusal sorunun çözümü, demokratik devrimin bir parçası olarak görülmelidir. Bir toplumda hâlâ çözülememiş bir ulusal sorun varsa, tek başına bu bile gündemdeki devrim aşamasının “sosyalist” değil “demokratik” devrim olduğunu kanıtlar. Söz konusu olan, ulusal sorunun ve bu doğrultudaki demokratik taleplerin çözümü de dahil, tüm toplumu demokratikleştirecek bir demokratik devrimdir; sosyalist devrimin de kimi görevlerini üstlenecek olan ve hatta bazı burjuva katmanların ve küçük burjuvazinin de katılacağı bir demokratik devrim. Mesele mücadelenin biçiminden çok niteliğidir Kürt sorununda, bu perspektif dahilinde önemli olan, sürdürülen mücadelenin niteliği ve hedefleridir. Mümkündür ki ezilen ulus burjuvazisi de emperyalizmle daha yakın ilişkide bulunmak ve emperyalist sömürüden aldığı payı arttırmak, dolayısıyla da pazarını korumak için mücadele edebilir; bu onun sınıfsal karakteri gereğidir. Ama özgürlük hareketinin mücadelesi; niteliği, içeriği, hedefleri, araçları ile burjuvazinin beklentilerinin, hedeflerinin ötesine geçebiliyorsa, gerçekten demokratik bir açılımı Kürt halkına vaat edebiliyorsa, “burjuva hareketi” olmanın ötesine geçer. Sorun, mücadelenin görünen biçiminde değil, gerçek demokratik niteliğindedir. 3. Bunalım döneminde, emperyalizmle ilişkilerin sonucu, ulusal sorunun ve bunun gibi önemli demokratik hedefleri içeren sorunların çözümünde burjuvazinin artık bir engel olduğu bilinmektedir. Bu sorunları ancak, toplumu bir bütün olarak demokratikleştirmeyi hedefleyen bir siyasal güç çözebilir. Bu da ancak işçi sınıfının ideolojik önderliği altındaki örgütlü güç olabilir. Bu nedenle devrimciler, ulusal sorunun çözümünü devrim sorunu olarak algılar.


26

“Sorun şöyle konulmalıdır: ezilen ülkelerin devrimci kurtuluş hareketinin devrimci olanakları artık tükenmiş midir, tükenmemiş midir? Ve eğer tükenmemiş ise, bu olanakları, proletarya devrimi yararına kullanmak, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin emperyalist burjuvazinin yedek gücü olmalarını önleyip devrimci proletaryanın yedek gücü olmalarını, proletaryanın müttefiki olmalarını sağlamak umudu var mıdır? Bu soruyu Leninizm olumlu olarak yanıtlıyor, yani ezilen ülkelerin ulusal kurtuluş hareketinde devrimci olanakların varlığını tanıyor ve ortak düşmanın devrilmesinde, emperyalizmin devrilmesinde bu olanaklardan yararlanmanın mümkün olduğuna inanıyor. (…) ‘Egemen’ ulusların proletaryasının, ezilen ve bağımlı halkların ulusal kurtuluş hareketini bütün azmi ile ve etkin olarak destekleme zorunluluğu bundan ötü-

Bugün ulusal sorunun çözümü, demokratik devrimin bir parçası olarak görülmelidir. Bir toplumda hâlâ çözülememiş bir ulusal sorun varsa, tek başına bu bile gündemdeki devrim aşamasının “sosyalist” değil “demokratik” devrim olduğunu kanıtlar.

rüdür. Kuşkusuz ki bu, proletarya, her ulusal hareketi, her zaman ve her yerde, her özel ve somut durumunda desteklemelidir anlamına gelmez. Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir. Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi, proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır.” (Leninizmin Sorunları-Stalin, S:63-64) Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı geçersizleşmiş midir? UKKTH’nin kimi yapılar tarafından ayrılmayı mutlaklaştıracak biçimde yanlış yorumlandığına daha önce de değinmiştik. “Ayrılma”, ulusal sorunun çözümünde bir yöntem olmakla birlikte, “tek” yöntem ve biçim değildir. Anımsanacak olursa PKK, mücadelenin belirli bir döneminde ayrılmayı mutlaklaştıracak bir yorumda ısrar etti. Bunda özellikle “Kürdistan’ın parçalanmışlığı”, “batıdaki sol hareketin güçsüzlüğü” vb. biçimde açıklanan gerekçelerin yanında, “Kuzey Irak’taki elverişli durum”(!) gibi açıklanmayan nedenler de etkili idi. Ancak bir süredir, gerek paradigma değişikliği gerekse Kuzey Irak’tan Suriye’ye kadar yaşanan gelişmeler dahil çeşitli nedenlerle, ayrılmanın


27  mutlaklaştırılmasının yanlışlığı anlaşılmış görünüyor. Ne var ki bu noktada, UKKTH’nin geçersizliği gibi diğer uçtaki bir yanlışlığın gündeme gelmesi olasılığı da göz ardı edilmemelidir. UKKTH ve ulusal sorunun çözümü, her zaman için genel teorik ilkelerden çok, öznel sorunların ön plana çıktığı özgül çözüm biçimleri içermiştir. Ulusal sorunun çözümünde bölgesel, yerel sorunlar, genellikle teorik çözümlemelerin önüne geçmiştir. Bu nedenle ulusal sorunda çözüme dair katı teorik formülasyonlar yerine, çok genel teorik tanımlamalarla yetinilmeli; biçime ilişkin ayrıntılardan kaçınılmalıdır. Bu, sorunun pratik boyutuna dair ustalıklı bir uygulama olarak algılanmalı; belirsizliğe veya tahrifata açıklık olarak değerlendirilmemelidir. Günümüzde UKKTH, en demokratik haklardan biri olma niteliğini korumaktadır. Ulusal sorunun çözümü, her dönemde çok karmaşık biçimler almıştır. Demokratik devrimini tamamlamış ülkelerde bile çözümlenmemiş sorunlar vardır. (İngiltere’de İskoçya, İrlanda sorunu; Fransa’da Normandiya, Korsika vb.) Demokratik devrimini yapmamış ülkelerde sorun daha da karmaşıktır. Özellikle emperyalizm olgusu, kültürel olanı dahil hemen her alanda yaşanan içselleşme ve derinleşme, sorunu daha da karmaşıklaştırmıştır. Burjuvazi, ulusal sorunun yarattığı güçlü demokratik talepler, sistemi tehdit eder boyutlara ulaştığında sınırlı iyileştirmelerle, demokratik kazanımlarla güçlü talepleri pasifize etmeyi amaçlar. Bazen görünürde oldukça radikal “çözümler” burjuvazi tarafından gündeme getirilir. Örneğin Kosova meselesinde veya eski sosyalist ülkelerin parçalanması sürecinde, “ulus devletler”in oluşumunun burjuvazi ve emperyalizm tarafından desteklenmesi, çıkarları gereğidir. Burada önemli olan genel-özel ilişkisidir. Emperyalizmin çıkarları için özelde farklı tavırların sergilendiği görülür. Globalleşen emperyalist sömürü mekanizması içinde küçük “ulus devletler”, emperyalizme eşsiz olanaklar sağlayabilir. Bu türden “çözüm”ler, kuşku yoktur ki halkların özgürlük özlemini gidermeyecektir.

Ulusal sorunun çözümü, her dönemde çok karmaşık biçimler almıştır. Demokratik devrimini tamamlamış ülkelerde bile çözümlenmemiş sorunlar vardır. Demokratik devrimini yapmamış ülkelerde sorun daha da karmaşıktır. Özellikle emperyalizm olgusu, kültürel olanı dahil hemen her alanda yaşanan içselleşme ve derinleşme, sorunu daha da karmaşıklaştırmıştır. Günümüzde, emperyalizmin tercihleri/eğilimleri açısından ele alınacak olursa, çeşitli biçimlerde gelişebilen ulusal sorun ve UKKTH konusunda, Öcalan’ın yeni bir paradigma eşliğinde geliştirdiği yaklaşım ve çözüm önerileri başlı başına bir tartışma konusudur. Ancak en genel anlamıyla söylersek, bugün Ortadoğu’daki konjonktür, bir basamak olarak görülmekte ve bölgedeki emperyalist denklemler içinde bir aktör olarak yer alma perspektifiyle hareket edilmektedir. Halbuki Marksizmin bu bağlamdaki mirası, çok daha farklı bir duruşa işaret ediyor. “Eskiden, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olmaları ilkesi, genellikle, yanlış yorumlanırdı; bu ilkenin, ulusların özerklik hakları derekesine düşürüldüğüne sık sık tanık olunurdu. Bazı İkinci Enternasyonal önderleri, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkını, kültürel özerklikle yani ezilen ulusların siyasal iktidarının tamamını egemen ulusun elinde bırakarak, kendi kültürel kurumlarına sahip olma hakkıyla bir tutmaya kadar işi vardırdılar. Böylelikle, kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri fikri, ilhaklara karşı mücadele silahı olmaktan çıkıyor, ilhakları meşru gösterme aracı olma tehlikesine düşüyordu. Artık bu karışıklığın ortadan kaldırıldığını söyleyebiliriz. Leninizm, ulusların kendi kaderlerini tayin etme kavramını, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halklarının egemen devletten tamamıyla ayrılma hakkı, ulusların bağımsız devlet olarak yaşama hakkı biçiminde yorumlayarak, bu kavramı genişletti. Böy-


28

Bilinir ki, emperyalizm çağında ezilenlerin, kimlik problemleri dahil halkların tüm sorunlarını kapsayan demokratik halk devrimi seçeneği varken, bu bütünlüklü programın içinden tek bir sorunu alıp tüm diğer sorunların önüne çıkarmak, tıkayıcı rol oynar; dolayısıyla demokratik bir tutum değildir. lelikle kendi kaderini tayin etme kavramını, özerklik hakkı biçiminde yorumlayarak, ilhakları meşru gösterme olanağı giderilmiş oldu. (...) Ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri sorunu tecrit edilmiş, kendi kendine yeten bir sorun değildir; bütüne bağlı ve bütün içinde ele alınması gereken proletarya devriminin genel sorununun bir parçasıdır. 1840-1850 yıllarında Marx, Polonyalıların ve Macarların ulusal hareketini destekledi ama Çeklerin ve Güney Slavların ulusal hareketine karşıydı. Niçin? Çünkü o zaman Çekler ve Güney Slavları ‘gerici halklar’, Avrupa’da ‘Rus ileri halkları’, mutlakiyetin ileri karakolları idiler; oysa Polonyalılar ve Macarlar, mutlakiyete karşı mücadele eden ‘devrimci halklar’ idiler, çünkü o zaman Çekleri ve Güney Slavlarını desteklemek demek, dolayısıyla Avrupa’da devrimci hareketin en tehlikeli düşmanı olan çarlığı desteklemek demekti. Lenin der ki: ‘Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütünü ile çelişkiye düşmesi olanağı vardır; o zaman parça atılır.’” (age. s:61-62-64) Görüldüğü gibi söz konusu olan ulusal sorunun çözümü de olsa, proletarya devriminin genel sorununun bir parçası olarak, dolayısıyla sınıfsal bir perspektifle ele alınmakta ve mücadelenin genel çıkarları/ölçüleri açısından tartışılabilmektedir. Yani bu konuda bir

dokunulmazlık, bir kutsiyet atfetme, “bırakın nasıl istiyorsa öyle yapsın” yaklaşımı geçerli değildir; desteklemeyi de desteklememeyi de gerektiren ölçüler söz konusudur. Savunulması gereken hakkın kendisidir, ölçüsüzce her türden kullanılış biçimi değildir. Ulusal sorun ancak devrimle çözülebilir Bilinir ki, emperyalizm çağında ezilenlerin, kimlik problemleri dahil halkların tüm sorunlarını kapsayan demokratik halk devrimi seçeneği varken, bu bütünlüklü programın içinden tek bir sorunu alıp tüm diğer sorunların önüne çıkarmak, tıkayıcı rol oynar; dolayısıyla demokratik bir tutum değildir. Bizler, “kapitalist sistem içinde çözüm mümkün değildir” derken, zaman zaman yakıştırıldığı gibi “oturup devrimi bekleyin” mesajı vermiş olmuyoruz. Tersine bugünden yarına yapılacak çok şey var. Bugünün görevleri yerine getirilmeden devrim de olanaklı değildir. Dönem dönem ve ısrarla belirttiğimiz gibi mesele iyileştirmelerin, reformların reddi değil, bunlarla yetinmenin yani reformların temel alınmasının reddidir. Programatik olarak söylersek, ekonomik demokratik mücadelenin politik mücadeleyle ilişkilendirilmesidir. Sistemsel yapılanmanın içinden sınıf bilincini ve ahlakını aldığımızda geriye mekanizmalar kalır. Hangi sistem varsa onun mekanizmalarıdır bunlar. Örneğin bugün yerellik adına Osmanlı’yı olumlamaya kalktığımızda, yerel silahlı birimler diye Hamidiye Alayları’nı olumlar duruma düşeriz. İşte tam da bu nedenle, ufkumuz burjuva özgürlükler sınırını aşmalı, günü kurtaran ama uzun vadede kayıpları büyüten pragmatizm eksenli duruşlardan vazgeçilmeli; çözüm, “kurtlar sofrasında” değil onun tam karşısındaki halklar sofrasında aranmalıdır. Çünkü emperyalizm çağında artık, kadın sorunundan inanç meselesine, ulusal sorun ve azınlıklar sorununa kadar demokrasi mücadelesi kapsamındaki tüm sorunların çözümü proleter devrim programının bir parçasıdır; sınıfsal kurtuluştan ayrı bir ulusal kurtuluş olasılığı yoktur.


29  “Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş tarzı, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır” (Marks)

Perspektif

Küresel paylaşım koşullarında devrimci durum ve görevlerimiz Kapitalizm, Marks’ın tanımındaki gibi hala insanlık öncesi son toplum biçimidir. Ama o kadar uzadı ve o kadar yıkım üretti ki insanlık, kapitalizm sonrasını umut etmekten yoruldu. Yer yer gelecek için ödenen bedeller, gelecek ufkunu sorgulatır hale geldi. Kapitalizm içinde geçici çözümlerin, kötünün iyisi yaklaşımların giderek daha çok kabul görür hale gelmesinin sebebi budur.

G

eçmişte kapitalizmin yaşadığı sıkıntılar bir yanıyla da sosyalist blokun varlığıyla gerekçelenebiliyordu. Ancak 1989 sonrasında estirilen “bahar havası” uzun sürmedi. Neoliberalizmin bir dönemi olarak küreselleşme veya tüm dünyanın bir serbest bölge gibi tasarlanması, kapitalizmin derdine derman olmadı. Çıkış için uygulanan yöntemler daha derin batışlara sebep oluşturdu. Ne Polonya’daki Walesa çıkışı, ne Romanya’da Çavuşesku karşıtlığı üzerinden estirilen “özgürleşme” rüzgârları, ne de eski Sovyet Cumhuriyetlerinde gündeme getirilen renkli devrimler, kapitalizmin gerçekte uzatmaları oynamakta olduğu gerçekliğini değiştirmedi. Postmodernizm hayalleri eşliğinde bırakalım sınıflarüstü/sınıflar ötesi bir sıçramanın gerçekleşmesini, deyim yerindeyse vahşi kapitalizme ve hatta prekapitalizm karanlığına dönüşü içeren bir gerileme adım adım örgütlendi. Emekten özgürleşmeyi müjdeleyen “teknolojik devrim” iddialarından sonsuz ufuklu ve alternatifsiz yeni düzen tasarımlarına kadar hiçbir adım veya proje, tekelleşen kapitalizme dair Lenin’in yapmış olduğu çöküntü bağlamındaki tespitleri de geçersiz kılamadı. Benzer şekilde Leninizmin devrimci duruma ve ihtilalcı insiyatifin önemine dair tanımları da geçerliliğini/güncelliğini koruyor. Mevcut tablo içerisinde sürece bakıldığında görülür ki AKP ile ifadesini bulan dinci – milliyetçi karanlık, küresel boyuttaki gidişattan hiçbir biçimde kopuk/bağımsız değildir. Kapitalizmin içsel çelişmelerinin ertelenemez niteliğini bağında taşıyan bu sürecin hemen tüm toplum kesimlerini kapsayan boyutu


30

ele alındığında, bugün artık AKP ile örtüşen saldırganlığın, hak gasplarının, ırkçılığa varan milliyetçiliğin ve gericiliğin yalnızca sosyalistlerin, eşitlik-özgürlük isteyen örgütlü toplumsal kesimlerin sorunu olmadığı görülür. Ezilenlerin nesnel koşulları ve çözüm öznesi Bugün artık gelinen aşamada; laiklik, aydınlanma, bilim, eşit yurttaşlık, özgür birey, cumhuriyet, hukuk, kuvvetler ayrılığı ve parlamentonun varlığı vb. üzerinden kendine toplumsal bir duruş oluşturmuş ve ortaçağı geride bırakıp yüzünü nispeten daha ileri değerlere dönmüş hemen herkes, nesnel olarak AKP/Saray rejiminin karşıtıdır; çıkarları, ortak mücadeleyi gerektirmektedir.

“Çağımız proleter devrimler çağıdır ve artık hiçbir köklü demokratik dönüşüm burjuvazinin önderliğinde olmaz, proletaryanın önderliğinde bir devrim şarttır”

Bu süreci tüm dinamikleriyle neden-sonuç ilişkisi içinde okuyup alternatif geliştirecek, çözüm öznesi olarak rol üstlenecek olan yine devrimcilerdir; “çağımız proleter devrimler çağıdır ve artık hiçbir köklü demokratik dönüşüm burjuvazinin önderliğinde olmaz, proletaryanın önderliğinde bir devrim şarttır” diyen Leninistlerdir.

Sorun, günübirlik akılla, ağırlaşan veya öne çıkan meseleyi gündemleştirmekle değil, programatik bir yaklaşımla el alınırsa görülecektir ki laiklik sorununu sınıf meselesinden, kadın sorununu Kürt sorunundan veya inanç meselesinden ayırmak, birini diğerinin önüne koymak politik uyanıklık değil, program özürlü olmaktır. Ve bu durum, iktidar tarafından acıtılan toplumsal yanımız üzerinden gündemin peşinden sürüklenmeyi de beraberinde getirmektedir. Eğer “80 öncesi” nostaljisi yapıp “o zaman ne güzel her şey programatikti” deyip geçmişine sızlanan emek-


31  liler gibi olmayacaksak; şaşırmakla ve dert yanmakla yetinmeyeceksek, tam da 80 öncesinde olduğu gibi içinde bulunulan tarihsel kesitteki sınıf ilişki ve çelişmelerini doğru okuyup buna uygun strateji ve taktikler geliştirmek durumundayız. Bugün dünya ölçeğinde sağ popülizmin, yer yer de sol popülizmin şaşırtıcı boyutta taraf bulması veya Türkiye’de olduğu gibi emek düşmanı bir iktidarın hala emekçilerden/yoksullardan ciddi boyutta destek görebilmesi, gerçek anlamda sol/devrimci alternatifin olmaması sebebiyledir. Göndere gerçek özgürlüğün bayrağını çekmek Kapitalizm, Marks’ın tanımındaki gibi hala insanlık öncesi son toplum biçimidir. Ama o kadar uzadı ve o kadar yıkım üretti ki insanlık, kapitalizm sonrasını umut etmekten yoruldu. Yer yer gelecek için ödenen bedeller, gelecek ufkunu sorgulatır hale geldi. Kapitalizm içinde geçici çözümlerin, kötünün iyisi yaklaşımların giderek daha çok kabul görür hale gelmesinin sebebi budur. Ancak bütün bunlara rağmen, Gezi, “Hayır” çalışması ve Adalet Yürüyüşü, göndere gerçek özgürlüğün bayrağını çekebilme potansiyelinin varlığını koruduğunu yani an ile gelecek, itiraz ile alternatif ilişkisini doğru kuran, somut ve uygulanabilir projelerle yola çıkan hareketlerin önünün açık olduğunu gösteriyor. Bu da öncelikle sınıf gerçekliğinin üzerinden atlayan pragmatizmin veya günü kurtarmakla yetinen dar grup çıkarlarının ötesinde, öz örgütlenmeyi halk örgütlülüğü ile birleştiren, demokrasi sorununu bir avuç egemen dışında tüm halkın problemi olarak gören ve Mahir’in deyimiyle stratejik hedefin kendi içinde ayrıca evrelere ayrılmış pek çok aşamadan geçeceği ve bu aşamaların belirli ittifakları gerektireceği bilinciyle hareket eden bir duruş/yaklaşım gerektiriyor. Kardeşleştirici iklim ve antifaşist seferberlik Bugün sistem sahiplerinin belki de en iyi yaptığı yani en başarılı olduğu şeylerden biri de kapitalizmin ayrıştırıcı, bozucu, yalnızlaştırıcı ve karamsarlaştırarak umudu zayıf düşüren yanını, hemen herkesi etkisi altına alabilen domine edici bir iklime çevirebilmektir.

Mevcut tablo gösteriyor ki olup biteni anlayıp yorumlamak, çözüm/duruş geliştirmek için, bir araştırmacı gözüyle ortalıktan fotoğraf çeker gibi veri toplamak yetmez; bu verilerin mutlaka devrimci bir göz ve akılla irdelenmesi, örgütlü/programlı bir iradeyle buluşması gerekiyor. Bu iklim karşısında umudu yitirmemek yani deyim yerindeyse insanın kendine, iç sesine yenilmemesi için öncelikle kendini ikna etmesi gerekiyor. Bu da objektif koşulların doğru okunabilmesinin yanında başarıya, uygulanacak olan yönteme ve tabii ki yol gösterici öznelere inancı gerektiriyor. Mevcut tablo gösteriyor ki olup biteni anlayıp yorumlamak, çözüm/duruş geliştirmek için, bir araştırmacı gözüyle ortalıktan fotoğraf çeker gibi veri toplamak yetmez; bu verilerin mutlaka devrimci bir göz ve akılla irdelenmesi, örgütlü/programlı bir iradeyle buluşması gerekiyor. Gerçekçi olmak ve araç-amaç ilişkisini doğru kurmak gerekirse, bunun için Haziran yetmez; hem kadrosal bir güç (öz örgütlenme) hem de halk örgütlülüğü (Haziran vb.) gerekiyor. Geçmişte bunun formülü “Devrimci Yol+Direniş Komiteleri” idi; bugünkü formül “Öz örgütlenme+cephesel örgütlenme”dir. Mevcut durumda görevlerimizi bu perspektifle belirlemek durumundayız. Süreç, ne ezberi, ne kolaycılığı, ne de öznel hesapları kaldıracak türden değildir. Birleşik mücadelenin gereklerinde ısrar, hiç bu denli önemli hale gelmemiş, “olmazsa olmaz” bir nitelik kazanmamıştı. Kişisel olandan genel/örgütsel olana kadar, arayışın da duruşun da kolektifleştirilebildiği, kardeşleştirici bir iklime, devrimci/antifaşist bir seferberliğe ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, dar grup çıkarlarının veya kişiselliğin duvarları arasında yalnızlaşıp tükenmek çok daha hızlı olacaktır.


32

Y

öntemsel olarak söylemek gerekirse; birincisi, yanlış sorulara doğru cevap olmaz; ikincisi, zor soruların kolay cevabı yoktur. O halde özellikle sınıfsal bir yaklaşımla analiz gerektiren olaylar değerlendirilirken kolaya kaçmamak, Lenin’in dediği gibi şeylerin özündeki çelişmeleri incelemek gerekiyor.

Sınıfsal Bakış

İran’a dair sınıfsal değerlendirme Unutmamak gerekir ki emperyalist çağda gericilik ve antidemokratik uygulamalar, doğrudan emperyalizm kaynaklıdır ve ABD’nin/ emperyalizmin doğrudan müdahalesi olmasa da mücadele, antiemperyalist bir boyut içermek zorundadır

Bu bağlamda İran’da bugün öncelikle emek-sermaye çelişmesi ve emperyalizmin ezilen halklar karşısındaki durumu (temel ve baş çelişmenin güncel tanımı) incelenmelidir. Bu da sınıfsallıktır; Cizre’de de Venezüella’da da Suriye’de de Brezilya’da da İran’da da böyledir. Örneğin Lenin, Rus Devrimi’nin asgari ve azami programını belirlerken de demokratik devrimin ve sosyalist devrimin stratejik hedeflerini ayırt ederken de temel ve baş çelişmenin çözümlemesine dayanmıştır. İran’da da temel çelişme emek ile sermaye arasındadır. Baş çelişme ise molla oligarşisi ile halk arasındadır. Bu bağlamda İran’daki sömürü ve baskı rejimini, dünya ölçeğindeki neoliberal politikalardan bağımsız düşünmek yanıltıcı olur. Örneğin İran’da hane halkı gelirlerindeki düşüş, rahatsızlık verici boyutlara varmış ve araştırmalara konu olmuşken, 10 Aralık’ta Ruhani, yangına körükle gitmeye denk bir adım atıp, Meclis’e kemer sıkma bütçesi sunuyor. Gerçekte bunun neoliberal politikaların uygulandığı Fransa’dan veya Brezilya’dan öz itibariyle bir farkı yok. Emperyalizmle ilişkilere gelince, İran’ın ABD ile sorunlar yaşıyor olması veya Suriye’de, Irak’ta karşı kutupta bulunması onu antiemperyalist yapmıyor. Daha önce çeşitli vesilelerle değindiğimiz gibi antikapitalist olunmadan antiemperyalist olunmaz. Mevcut Ortadoğu fotoğrafı, ABD, İsra-


33

1979 İran’ında yaşananlardan veya 2011’den beri Suriye’nin yaşadıklarından öğrenerek söylemek gerekirse, sokaktaki her türden hareket değil, demokratik nitelik taşıyan hareketler desteklenmelidir. il ve Suudi üçlüsünün pek de gizlemediği İran karşıtı çabalar, haklı olarak, İran’da yükselen eylem dalgasının ardında emperyalist müdahale ve yönlendirmeler aramayı düşündürüyor. Tabii ki bu, bir önyargıyla veya İran halkının demokratik taleplerinin/eylemlerinin peşinen reddedilmesi, mahkûm edilmesi noktasına vardırılmadan yapılmalı, manipülasyonların etkisine girmeden somut bilgilerle değerlendirme yoluna gidilmelidir. Bir halk isyanı için objektif koşullar hazır Yaklaşık 40 yıldır molla rejiminin baskısı altında yaşayan; enflasyon, işsizlik, yoksulluk altında inlerken yolsuzluklara tanık olan bir halkın isyan etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Özellikle nükleer anlaşmazlığın aşılması ve ablukanın kalkması sonrasında da halkın refah ve özgürlüğüne dönük hiçbir olumlu adımın atılmaması, son olaylar için yeterli bir sebep olarak görülebilir. Sanıldığının aksine toplumsal olaylar veya devrimler homojen, net, tüm ayrıntılarıyla programlanmış bir strateji ve taktikler bütünü eşliğinde bir startla başlamaz. Aynı anda farklı alanlarda ve farklı saiklerle harekete geçen kitleler yol gösterici, örgütlü iradenin varlığına bağlı olarak giderek netleşen hedefler etrafında ortaklaşır. Bu, bazen sanıldığından da öte zor olur, hatta tersine gelişmeler de yaşanır. Bir süredir İran’da da gözlediğimiz gibi toplumsal olaylar, ülke bütünündeki fotoğrafta aynı sesleri çıkarmayabilir, aynı sloganları atmayıp aynı taleplerde bulunmayabilir. Veya 1979’da görüldüğü gibi Şah rejimini devirmek gibi en meşru ve sınıfsal temelde gelişen devrim, başka güçler tarafından çalınabilir.

Güncel olaylar vesilesiyle yapılan kimi tarih okumalarında söylendiğinin aksine, 1979’da İran solunun/devrimcilerinin yaptığı, Humeyni’nin arkasında antiemperyalist eğilim üzerinden kümelenmek değil, Şah’a karşı ittifaka gitmekti. Belki bu ittifak, gerekleri ve niteliği açısından tartışılabilir; ama İran sosyalistleri bu şekilde mahkûm edilmemelidir. Örneğin dönemin örgütlenmelerinden Sovyetler Birliği çizgisindeki Tudeh de eleştirilebilir; ama bu, Tudeh’in “Stalinistliği” veya “iki aşamalı devrim stratejisini benimsemesi” üzerinden yapılmamalıdır. Tarih de devrim anlayışı da ittifaklar meselesi de dönemin devrimci mücadelesi de böyle bir yaklaşımın içine sığmaz. İran, sendika ve grev dahil hiçbir demokratik hakkın olmadığı, kadınların büyük çoğunluğunun çalışamadığı, dinin ve ataerkilliğin en ağır baskısı altında yaşadığı, Kürtlerin ve genelde muhalif kesimlerin eylemlerinin idamla cezalandırıldığı, güçlü askeri örgütlenmesinin sadece dışarıda değil içeride halkın karşısında da kendini hissettirdiği bir ülkedir. 1979 İran’ında yaşananlardan veya 2011’den beri Suriye’nin yaşadıklarından öğrenerek söylemek gerekirse, sokaktaki her türden hareket değil, demokratik nitelik taşıyan hareketler desteklenmelidir. Tam da bu bağlamda, niyet okumanın veya kimseye savunmadığı şeyler yakıştırmanın anlamı yok ve tabii ki bunun İran halkına bir yararı da yok. Kimi yöntemsel ilkeler var ki pragmatizm ufuklu duruşlar ne derse desin, daha önce pek çok pratikte olduğu gibi bugün de İran’da anımsatılması, ölçü alınmasının istenmesi, eylemlerin başarısı ve halk yararına sonuç doğurması için olmazsa olmaz önemdedir. Ne molla rejimi ne emperyalizm Bugün İran’da öncelikle, süreci hazırlayan, tepkiyi büyüten sınıfsal nedenlere bakmak ve bir taraftan molla rejiminin adaletsizliğine, zulmüne dikkat çekerken diğer taraftan (müdahale etmeme, sınıfsal rolünü oynamama ihtimali olmayan) emperyalizme yani ABD’ye ve işbirlikçilerine karşı uyarıda bulunmak gerekiyor.


34

Bu, ne toplumsal olayların önemini/meşruiyetini ne de sınıfsal kaynaklarını yadsımaktır; aksine emperyalist çağda demokratik adımların, kazanım ve dönüşümlerin zorunlu koşulunun antiemperyalizm olduğunun anımsatılmasıdır. Antiemperyalizmin, İran egemenlerinin ABD ile yaşadığı problemlerle veya ABD karşıtlığı ile bir ilgisi olmadığı, her iki egemen güce karşı çıkmayı gerektirdiği ise özellikle bilinmelidir. Haber alma kaynaklarının sınırlı olduğu ve dezenformasyonun önlenemediği bu koşullarda, İran’dan birbiriyle çelişen haberler gelse de, kimi noktalardan Şah yanlısı ve Suudi sevdalısı sloganlar yükselse de aynı zamanda İran halkının molla zulmüne, sömürüsüne karşı kalkışmasının olduğu, bu potansiyelin her zaman bulunduğu ve hatta artık mızrağın çuvala sığdırılamadığı bir süreçten geçildiği gerçekliği göz ardı edilmeden değerlendirme yapılmalı, duruş belirlenmelidir. Emperyalizmin desteği halk için bir ihtiyaç değildir Hiçbir halkın hakları, çıkarları, emperyalizmin desteğini, müdahalesini veya işgalini gerektirmez. Ve yine ısrarla söylemek gerekirse emperyalizm, hiçbir halka özgürlük veya refah getirmez. İran, özellikle 2011 sonrasında, genelde Ortadoğu’da özelde Suriye’de IŞİD karşıtlığını da içeren duruşu itibariyle öne çıktı; Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da gelişmeleri etkileyecek oranda rolü oldu. Bu durum, elbette İran molla rejimini ilerici kılmıyor. Ancak bugün geli-

nen aşamada, ABD için, bölgede politikalarının başarılı olması bağlamında İran’ın geriletilmesi olmazsa olmaz önemdedir. Mevcut süreçte ABD, İsrail, Arabistan gibi güçlerin asıl beklentisi, İran rejiminin, yıkılamasa da bölgedeki gelişmelere müdahale edemez, dışarıda iş yapamaz hale gelmesidir. Bunu ne ABD ne İsrail ve işbirlikçileri nede Suudiler gizlemiyor. Bu bağlamda, bugün İran halkının sokaklara taşan tepkisini manipüle etmek isteyebilecekleri, bu konuda çeşitli araç ve yöntemlere sahip oldukları ön kabulünden hareketle, antiemperyalizm anımsatması yapmak, hatta İran’daki eylemlerin halk yararına sonuç doğurmasının olmazsa olmaz koşulu olarak bu ölçüyü öne çıkarmak gerekiyor. İran halkının önünde ABD müdahalelerinin doğurduğu olumsuz sonuçlara dair deneyimler de var. Bu, İran’da birikmiş bir sınıfsal öfkenin, bu çerçevede potansiyel bir gücün/bilincin olduğuna işarettir. Ancak, bunun sokağa güçlü/örgütlü biçimde yansıması için sübjektif koşulların oluştuğu veya bugün sokaktaki hareketin bu düzeyde olduğu söylenemez. Mevcut eksikliğin başında, bu türden gelişmelere müdahale edip yön verecek güçlü devrimci sol yapıların olmaması geliyor. İran’da yaşanan sınıf mücadelesidir İran’da giderek büyüyen ticaret burjuvazisinin emperyalist-kapitalist sistemle kurmuş olduğu ilişkilerin istenilen boyutta olmaması, onu uluslararası tekellerden


35  sınıfsal olarak farklı kılmamakta ve İran’daki baskı ve sömürünün kaynağını oluşturduğu gerçekliğini değiştirmemektedir. Dini vakıflar, Devrim Muhafızları vb. üzerinden sağlanan sermaye birikiminin orta çıkardığı tekelleşme ve siyasal ekonomik sistem, noeliberal politikalar dahil hemen her açıdan diğer kapitalist ülkelerle aynı sınıfsal konumdadır. İran’da da halkın tepkisi belirli periyotlarda kimi zaman Ahmedinejad, kimi zaman Ruhani vb. üzerinden istismar edilerek yedeklenmiş, bir şekilde yatıştırılmıştır; ama sonuçta bugün asgari ücretin 300 dolar olduğu, işsizliğin giderek büyüdüğü, gelir dağılımı uçurumunun artarak devam ettiği kapitalist bir ülke söz konusudur. Tam da bu nedenlerle bugün İran’da yaşanan sınıf mücadelesidir ve kaynağını, molla rejimiyle güvenceye alınmış olan ekonomik ve siyasal sistem oluşturmaktadır. İran’da halkın özgürlük ve refah eksenli tepkilerinin ve taleplerinin yanında bir iktidar kavgası, İslami yönetimin nasıl olması gerektiği bağlamında bir ayrışma/ kutuplaşma da söz konusu. 2009’da da seçimler sonrasında sokağa taşan gösterilerde bu ayrışma rol oynamıştı. İran’da Arap Baharı’ndan iki yıl önce 2009’da yaşanan gösteriler, bugünün anlaşılması açısından önemli veriler taşıyor. 2009’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Ahmedinejad’ın %60’ı aşan oranda oyla kazanması, reformist adaylardan Musevi’nin ise çok düşük oy alması, seçimlerde hile yapıldığı düşüncesini beslemiş ve buna yönelik olarak gelişen tepkiler kitlesel gösterilere dönüşmüştü. Kitlesel açıdan bugünkünü aşan boyuttaki gösterilere Devrim Muhafızları müdahale etmiş ve 110 kişi polis kurşunu vb. ile yaşamını yitirmişti. O süreçte gösteriler “reformcular” tarafından başlatıldıysa da rejimin düzeltilmesini isteyen “muhafazakârlar” da katılmıştı. Bu kez gösteriler o günkünden çok daha karmaşık/ heterojen ve coğrafi olarak yaygın bir içeriğe sahip. Olaylar, Meşhed kentinde başlayıp önce Kum’a daha sonra başka kentlere yayıldı. Bu iki kent, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ağırlıkla Ruhani’nin rakibi

Olaylar, Meşhed kentinde başlayıp önce Kum’a daha sonra başka kentlere yayıldı. Bu iki kent, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ağırlıkla Ruhani’nin rakibi olan İbrahim Reisi’ye oy veren bir seçmen kitlesine sahip. olan İbrahim Reisi’ye oy veren bir seçmen kitlesine sahip. İbrahim Reisi’nin kendisi de Meşhedli. Ve doğal olarak bu durum, mevcut olaylarda söz konusu kesimin şu veya bu oranda rolünün olduğunu düşündürüyor. Mevcut veriler de ABD’yle her türden ilişkiyi reddeden muhafazakârların da ABD ile ilişkilerin geliştirilmesinden yana olan liberallerin de son olaylara katıldığını gösteriyor. Olayların, ekonomik taleplerle başlasa da giderek siyasal taleplere evrildiği, bu türden toplumsal zeminlerde sıkça rastlanan bir olgudur. Örneğin İran üniversite gençliği, uzun süredir öfke biriktiriyor ve bugün artık patlama noktasına gelmiş durumda. Toplumsal olaylar bazen, ilk tetiklenme anından veya kimlerin başlattığından bağımsız ve o kapsamı aşan türde bir seyir izler. Ne var ki bölge Ortadoğu ise ve söz konusu olan ABD, İsrail vb.nin müdahaleciliği ise her durumda antiemperyalizmi anımsatmak, demokratik bir adımın başarı şansının antiemperyalist duruşu korumaktan geçtiğini söylemek doğru ve gereklidir. Unutmamak gerekir ki emperyalist çağda gericilik ve antidemokratik uygulamalar, doğrudan emperyalizm kaynaklıdır ve ABD’nin/emperyalizmin doğrudan müdahalesi olmasa da mücadele, antiemperyalist bir boyut içermek zorundadır. İran, herhangi bir yeni sömürgeye göre daha farklı/özgün nitelikler taşıyor. Ama bağımsız değildir. Orada da emperyalist tekellerin yatırımları söz konusu ve orada da neoliberal politikaların uygulandığı bir sermaye düzeni hâkim.


36

Makale

Sömürünün ‘parmaklık’ hali: ABD’de hapishane endüstrisi Direnmek, Kapitalizm çubuğunu, Yaşamın bizzat içinde tersine büküp Faşizmi kendi F’sinde yenmektir. Guantanamo’yu erken yaşadı Bu ülkenin devrimcileri; Metris’te Türkçe’ye, 5 No’luda Kürtçeye çevrildi Zulmün bilinen tüm biçimleri.

Bugün dünyaya ekonomik terörün ne olduğunu canlı olarak gösteren ABD’nin iktisadi kudreti, tarihinde özel bir yer tutan köle emeğine dayalı plantasyonlara uzanır. Bu kapsamda 1831 yılında, ABD’nin güney eyaletlerinden Virginia’da, tarihe geçecek bir köle isyanı gerçekleşir. Nat Turner isimli siyah köle, kölecilikten sıtkı sıyrılan çoğunlukla siyahi plantasyon çalışanlarını ayaklandırır ve kölecilik döneminde eşine az rastlanacak şekilde 60 ‘üstün’ beyaz, kölelerin ayaklanmasında öldürülür. Buna karşılık kısa sürede organize olan plantasyon sahipleri, yerel idareciler ve beyazlardan oluşan katliam mangaları 200 siyah ve kölenin katledildiği bir karşı av başlatır. Nat Turner, 21 Ağustos 1831 tarihinde asılarak idam edilir ve ayaklanma fiilen sona erer. Bugün ABD hapishanelerinde temel standartlar, hapishane koşulları ve kişisel hakların yanı sıra, ABD hapishane endüstrisine mahsus mahpus emeğinin sömürülmesi konularını da kapsayan geniş çaplı bir direniş sürdürülüyor ve bu direnişin başlangıç tarihi, Nat Turner’ın ölüm yıldönümü olması vesilesiyle 21 Ağustos olarak belirlendi. Yakın tarihte ABD hapishanelerinde ilk defa bu boyutta örgütlenen bir kolektif direniş; talepleri, sembolleri ve açlık grevi direnişçileriyle birlikte dünya gündemine giriş yaparken, bu boyutta bir hapishane direnişini ihtiyaç haline getiren şartları yakından irdelemek, artık bir sorumluluk niteliğinde. Çünkü bu şartlar, kategorik olarak dünya başlığına ait ancak kapitalizmde pek çok kez görüldüğü gibi öncelikle emperyalist ülkelerde boy veriyor. ABD’deki direnişe dönecek olursak, hem siyasal hem de toplumsal insan hak-


37

ları örgütleri, –çoğu siyah ve hispanik- iki milyonu aşkın ABD hapishane nüfusunun çeşitli endüstri alanlarında üç kuruşa çalıştırıldığı ve ‘insanlık dışı sömürünün yeni bir formu’ olarak dile getirdikleri şeyi kınıyorlar. Kodamanlar için hapishane endüstrisine yatırım yapmak, hayali altın çanağı bulmak gibi. Grev, işsizlik sigortası ödemesi, tatil ya da tazminat süresi gibi dertleri yok. Tüm çalışanları tam zamanlı, asla ailevi sorunlardan dolayı geç kalmıyor ya da işe gelmemezlik yapmıyorlar ve dahası, eğer saati 25 centlik ödemeyi beğenmeyip çalışmayı reddederlerse tecrit hücrelerine atılıyorlar. ABD’de federal hapishaneler ile eyalet hapishanelerinde 2,3 milyon mahpus bulunuyor. California Prison Focus’a göre “İnsanlık tarihinde başka hiçbir toplum, kendi yurttaşlarını bu denli hapsetmemişti.” ABD ve Hapishane Endüstriyel Kompleksi ABD hapishane sistemi, sınıflar mücadelesinin seyrini içindeki maddelerin hakkaniyetinde yansıtan burjuva hukukunun eksiksiz bir eseridir. Ülkenin sahip olduğu refah ile bölüşüm ilişkileri arasındaki çelişki, böylesine kompleks ve trajik bir hapishane sisteminin ortaya çıkmasındaki temel faktör.

ABD, dünyanın en gelişkin ekonomisi ve küresel servetin yüzde 41,6’sı Amerika Birleşik Devletleri’nde. ABD’nin en zengin yüzde 10’luk kesimi ise, bu devasa birikimin, yani ulusal servetin yüzde 74’üne sahip. Bölüşüm ilişkilerinin çarpıklığının böylesine emsalsiz olduğu bir yerde, ‘mülkün temeli’ hukukun da buna uygun bir karakter edinmiş olması ve ezen sınıfların ezme iradesini mutlak ve en az ekonomik altyapıda olduğu kadar üstyapının bileşenlerinden hukukun içeriğinde de yansıtıyor olması gerekir. Antik Yunan ya da Roma toplumlarında, borçlu insanlar borçları yüzünden hapsedilebiliyorlardı, çünkü borç telafi edilebilir olmadığından affedilemiyordu da. Oysa kapitalist üretim biçimi hakim üretim biçimi olup belirli bir seviyeye kadar geliştikten sonra, borç kavramının tarihsel karşılığı değişti ve düzen, borçlu olanları değil borçlu olmayanları suçlu ilan edip avlamaya koyulur oldu. Üretim ilişkileri, artı-değer üretimi konusunda henüz bugünkü gibi aşırı gelişmiş bir pozisyonda olmadığından ve toplumu borçlandırma işleminin, alacaklıya borcundan çok daha fazlasını kazandıracak bir finansal köle ordusu yaratma işlemi olduğu


38

Üretim ilişkileri, artı-değer üretimi konusunda henüz bugünkü gibi aşırı gelişmiş bir pozisyonda olmadığından ve toplumu borçlandırma işleminin, alacaklıya borcundan çok daha fazlasını kazandıracak bir finansal köle ordusu yaratma işlemi olduğu henüz tam olarak keşfedilmediğinden, insanların borçlarından dolayı hapsedildikleri dönemin sonu, ABD’de 1833 yılında 14. Tebdil’in Eşit Koruma fıkrası ile geldi. henüz tam olarak keşfedilmediğinden, insanların borçlarından dolayı hapsedildikleri dönemin sonu, ABD’de 1833 yılında 14. Tebdil’in Eşit Koruma fıkrası ile geldi. İç Savaş sonrası şartların da gereği olan bu hukuki madde, sonraki bir buçuk asır içerisinde çeşitli güncellemelere ve kuvvetlendirmelere tabi tutuldu. Ancak 1833 yılından beri borçlu insanların borçlarından dolayı hapsedilemeyeceklerini ifade eden kurucu metinlere rağmen, sayısız insanın nasıl olup da aslında yalnızca borçları nedeniyle hapsedilebildiklerini; insanların, borçlunun hapsedilemeyeceğini buyuran kanunların koruyuculuğundan nasıl soyundurulduğunu ve böylelikle hapsedilebildiklerini bilmek, ABD hukukunun ve hapishane endüstrisi sisteminin alamet-i farikalarından sadece birisi. Diyelim ki, miktarı önemli olmaksızın bir bankaya ya da alacaklı kuruma borcunuz var. Ve borçlu olduğunuz banka ya da alacaklı kurum, sizi borçlu olduğunuz için hapse atamaz. Ancak mevzubahis banka ya da alacaklı kurum, alacaklarını tahsil etme işlemleriyle ilgilenmesi için bir icra kuruluşunu kiraladığında veya alacaklarıyla ilgili haklarını toptan onlara sattığında, siz artık başka bir hukuki sürecin kurbanına dönüşüyor, başka bir kuruma borçlu oluyor ancak tüm bunlardan haber-

dar olamıyorsunuz. Borçlusu olduğunuz bu yeni kurum, alacakların akıbetiyle ilgili mahkeme işlemlerini sizden bağımsız olarak başlattığında ve siz haberdar olmadığınız bu süreçte gıyabınızda görülen mahkemelerde bulunmayınca, yükümlülüğünüzü yerine getirmemiş sayılıyor, kaçak durumuna düşebiliyor ve hapsedilebiliyorsunuz. Ek olarak belirtelim, ABD’de hapis edilen insan sayısının tepe noktası; kapitalizmin daimi krizini yalnızca erteleyebilmek adına özünde palyatif bir yöntem olarak umarsızca saçılan mortgage kredi balonunun patladığı tarih olan 2008 yılıdır. Rakamlar, ABD’nin öteki herhangi bir ülkeden daha fazla insanı demir parmaklıkların arkasına attığını gösteriyor; nüfusu ABD’den beş kat daha fazla olan Çin’den bile yarım milyon daha fazla kişiyi. İstatistiklerin gösterdiğine göre ABD dünyanın toplam nüfusunun sadece yüzde 5’ini oluşturuyorken, dünyanın toplam hapishane nüfusunun yüzde 25’ini barındırıyor. 1972’de 300,000’den daha az kişi hapiste iken, mahpus edilmiş insan sayısı 1990’da bir milyona, 2000 yılında iki milyona, günümüzde ise 2,3 milyona ulaşmış durumda. 1998 yılında ülkede 2,000 mahpus nüfuslu yalnızca beş özel hapishane varken, 2008’de 62,000 hapishane nüfusu ve 100 özel hapishane vardı. İlk olarak 1985’te Texas’da ortaya çıkan özel hapishaneler, 2016 yılı itibariyle en az 128,000 kişiyi hapsetmekte, ve bu oran, ülkedeki eyalet hapishaneleriyle federal hapishanelerin tümünün yüzde 8,5’ine denk düşüyor. Neo-liberal hapishane şifreleri şu şekilde:

endüstrisinin

asıl

ABD’de 2000 yılından bu yana genel olarak hapishanelerdeki insan sayısının ortalama artış miktarı yüzde 9 iken, özel hapishanelerdeki mahpusların aynı dönemde artış oranı tam olarak yüzde 47. Aynı dönemde federal hapishane sistemi içerisindeki özel hapishanelerin yeri yüzde 120’lik bir artış göstermişken, bu tesislerdeki mahpusların yüzde 73’ü de


39  göçmen. Ek olarak, söz konusu özel hapishanelerdeki göçmen ve mülteci nüfusunun 2002’den bu yana yüzde 442’lik dramatik bir artış gösterdiğini de ekleyelim. Peki hapsedilen insan sayısından tutalım da özel hapishanelerin sayısına ve hapsedilen insanların kompozisyonuna kadar her şey neden böylesine iç karartıcı bir tırmanış gösterdi? Vicky Pelaez, makalesinde; ülkelerinin hapishane endüstrisini Nazi Almanya’nın köle emeği düşkünlüğünün ve toplama kamplarının bir imitasyonu olarak gören ABD’li İlerici Emek Partisi’nin araştırmasından şu alıntıya yer veriyor. “ Özel sözleşmelerle mahpusların çalıştırılmasının teşvik edilmesi, insanların hapsedilmesini teşvik ediyor. Hapishaneler bu gelire bağlılar. Mahpusların emeğinden para kazanan kurumsal şirket hissedarları, elleri altındaki iş gücünü genişletebilmek adına daha uzun süreli mahkumiyetlere lobi yapıyor ve sistem kendisini besliyor.” Hapishane endüstriyel kompleksi, ABD’de en hızlı büyüyen endüstri kollarlından birisi ve yatırımcıları Wall Street’te. “Bu multi-milyon dolarlık endüstri bizzat kendisine ait ticaret fuarlarına, konvansiyonlara, web sitelerine ve maille sipariş verilen internet kataloglarına sahip. Ayrıca doğrudan reklamcılık kampanyalarına, mimarlık şirketlerine, inşaat firmalarına, Wall Street’deki yatırım kuruluşlarına, sıhhi tesisat ikmal firmalarına, gıda tedarik şirketlerine, silahlı güvenlik kuruluşlarına ve ileri derecede akıl hastası olan kişilerin çevreye ve kendilerine zarar vermemeleri için kullanılan özel parmaklıkların envai çeşit renkten olanlarına haiz.” İnsan hakları organizasyonlarına göre hapishane endüstriyel kompleksine yatırım yapmayı daha karlı kılan faktörler şu şekilde: -Şiddet dışı suçların dahi hapisle cezalandırılması ve yasa dışı uyuşturucu maddelerin mikroskobik miktarının bile uzun süreli mahkumiyetlerle sonuçlandırılması. Federal yasalar, yalnızca

beş gramlık kokain ile 3,5 onsluk eroin türü uyuşturucu madde bulundurmanın şartlı tahliyeden muaf şekilde beş yıl hapse bağlanması. Bilinmeli ki genellikle beyaz ve orta sınıf ya da zengin insanların kullandığı kokain tozundan beş yıllık hapis cezası alabilmek için 500 gram bulundurmak gerekiyorken, genellikle siyahlar ve Latin kökenliler tarafından kullanılan ‘taş kokain’ bulundurarak aynı cezayı alabilmek için yalnızca beş gram yetiyor, yani ‘zengin tozunun’ sadece yüzde biri. Texas’ta 4 ons mariuana bulunduran bir kişi iki yıl hapis cezası alırken, Nelson Rockefeller uyuşturucu yasası gereği New York’ta 4 onsluk yasa dışı uyuşturucu bulundurmak on beş yıldan ömür boyu hapis cezasına kadar zorunlu mahkumiyete uzanıyor. -Üç ayrı suçtan mahkumiyet giymiş kişilerin, ki buna bir araba ve iki bisiklet olmak üzere toplamda üç adet nesne çalmak da dahil edilebilir, 25 yıllık mahkumiyet almasına neden olan yasanın 13 eyalette yürürlükte olması. Bu absürt durum, ABD’de tam 20 yeni federal hapishane inşa ettirecek kadar büyük bir ‘hapishane ihtiyacı’ yaratmış. -Genel olarak uzun süreli mahkumiyetler ve durumun özgünlüğüne bakmaksızın minimum mahkumiyet veren yasal içerik. -Hapishanelerde çalıştırılan mahpusların yarattığı kârlı ortamın, daha fazla kişinin daha uzun sürelerde hapsedilmesine neden olması ve aynı durumun hapishane içerisinde de uygulanması ve mahpusların hapis yatarken ekstra cezalandırılmalarına bağlı olarak mahkumiyet sürelerinin uzatılması.

ABD’de hapishane emeğinin kökeni Amerikan İç Savaşı’na uzanıyor.1861-1865 yılları arası süren İç Savaş sonrasında, mahpusların kiralanması yoluyla kölecilik devam ettirildi.


40  Hapishane emeğinin kökleri

Stores ve çok daha fazlası.

ABD’de hapishane emeğinin kökeni Amerikan İç Savaşı’na uzanıyor.1861-1865 yılları arası süren İç Savaş sonrasında, mahpusların kiralanması yoluyla kölecilik devam ettirildi. ‘Özgürleştirilen’ köleler, mahsulün bir kısmı karşılığında başkalarının tarlalarında çalışan toprak kiracıları olarak yükümlülüklerini yerine getirmemekle veya –neredeyse asla kanıtlanamamış olan hırsızlık suçlamalarıyla karşılaştı ve ardından modern kölelerin emek gücü; pamuk toplama, madende çalışma ve demiryolu inşası gibi alanlarda kiralandı. 1870 yılından 1910’a kadar Georgia eyaletinde kiralık işçi olarak çalışanların yüzde 88’i siyahlardandı. Alabama’da kiralık madencilerin yüzde 93’ü siyahlardandı. Mississippi’de büyük bir hapishane çiftliği sistemi, mahkumların kiralanıp çalıştırıldığı eski köle plantasyonlarının yerini aldı. Meşhur Parchman plantasyonu 1972 yılına değin faaliyetini sürdürdü.

Tüm bu tekeller, hapishane emeğine dayalı ekonomik patlamadan ötürü heyecanlılar. Yalnızca 1980 ile 1994 yılları arasında kârlar 392 milyon dolardan 1,31 milyar dolara fırladı. Daha da ironik olanı ise şu ki, ABD Adalet Bakanlığı’nın raporları, kar amacı güden hapishanelerin, kamusal hapishanelerden daha fazla maliyet çıkardığını itiraf etmekte. Eyalet hapishanelerindeki mahpuslar, genellikle asgari ücret almaktalar, ama her zaman değil, Colorado’da ücret çıtası saat başına iki dolarla asgari ücretin de epey altına inebiliyor.

İç Savaş sonrası dönemde, Jim Crow ırk ayrım yasaları her eyalette uygulandı ve okullarda, konutlarda, evliliklerde ve gündelik hayatın pek çok noktasında ayrımcılık yasal dayanağını korudu. Left Business Observer, şu şekilde aktarıyor: “Artık, adli yargı sisteminde bulunan ve köle emeği ile terhaneleri dayatan önemli derecede ırkçı yasalar günümüzde hapishane endüstriyel kompleksi olarak bilinmektedir” Hapishane endüstriyel kompleksinin yatırımcıları ABD’de en az 37 eyalet, özel şirketlerin kontrata dayalı olarak hapishane emeğini sömürebilmesine yasal zemin sunmakta. Hapishane emeğinin ‘kaymağına’ yumulan şirketler arasında şunlar sayılabilir: IBM, Boeing, Motorola, Microsoft, AT&T, Wireless, Texas Instrument, Dell, Compaq, Honeywell, Hewlett-Packard, Nortel, Lucent Technologies, 3Com, Intel, Northern Telecom, TWA, Nordstrom’s, Revlon, Macy’s, Pierre Cardin, Target

Ancak işin akıl almaz kısmı özel hapishanelerde başlıyor. Buralardaki mahpuslar, günde altı saat ve saat başına 17 cent gibi trajikomik ücretlere çalıştırılıyorlar. Ücretlerin en yüksek olduğu özel hapishane Tennessee’deki CCA ve buradaki mahpuslar saatlik 50 cent aldıkları işlere “yüksek becerikli pozisyon” adını veriyorlar. Bu oranlarla, diğer özel hapishanelerden daha çok ücret kazanmaktalar ve görüldüğü üzere ücretlendirme konusunda genel bir ölçüt ya da uyulması gereken standart bulunmuyor. Bu yolla, hapsedildiği yetmezmiş gibi bir de kapitalist angaryanın en rezil biçimlerinden birine yakalanan mahpusların emek gücü daha da sömürülebilir bir olgu olarak teşvik ediliyor ve hapishane endüstrisinin büyümesi için daha fazla girişimci sektöre çekilmeye çalışılıyor. Kârının yüzdesine göre yapmayacağı şey ve işlemeyeceği suç bulunmayan burjuvazi, reel hayatta canını sıkabilecek tüm faktörlerini kendisinin belirlediği böylesi dikensiz bir gül bahçesine nasıl ağzının suyuyla gelmesin ve keyifle işlemek üzere nasıl yeni suçlar icat etmesin ki? Ancak belirtmek gerekir ki hapishane emeği, etkisi yalnızca hapishanelerle sınırlı ve yalnızca hapishanelerde gözlenen bir olgu değil. Hapishane endüstrisi de dahil olmak üzere tüm bu trajedi, emek piyasalarından her yerde aynı şeyi fütursuzca talep eden sömürü yasalarının eseri ve de bazen içerisi ile dışarısı arsındaki farklar kaybolabiliyor.


41  İçerisi ile dışarısı arasındaki nispi farkların, yaşamın tüm açılarında sıfırlandığı bu çağda, ‘tarihin en zengin insanı’nı yaratan Amazon emekçilerinin çalışma şartları ve ücretleri, içerisi-dışarısı diyalektiğini gözler önüne seriyor. Dünyanın en büyük perakende satış firması Amazon’un kargolama ve tedarik emekçilerinin yüzde 74’ü, gerekli süre içerisinde gerekli miktarda sipariş tamamlayamayıp işten çıkarılma korkusuyla, tuvalet ihtiyaçları için iş yerindeki tuvaletleri kullanmak yerine pet şişe kullanıyor. Fizyolojik saldırı niteliğindeki aşırı yük, stres ve tempo karşısında kalıcı sakatlıklara ve rahatsızlıklara maruz kalan Amazon emekçileri, bu duruma neden olan şartların iyileştirilmemesi ve tazminat alamamaları bir yana, ücretini alamadan işlerinden olup bir de başka işlerde de çalışamaz halde hayatlarına devam edebilmenin yollarını arıyorlar. Hapishane endüstrisinin bir hedefi de, Üçüncü Dünya olarak ifade edilen ülkelere kaydırılması beklenen sermaye akışının, ülke içerisinde yaratılmış ‘üçüncü dünya’ya aktarılması aracılığıyla yüksek kâr beklentili emeğe dayalı sermaye hareketlerinin ülke içinde kompanse edilmesi ve yatırımın ABD’de yapılmasıdır. Hapishanelerin, içindeki emek gücüyle birlikte özelleştirilmesinin ve 2,3 milyon mahpusun ekonomi-politik esprisi işte burada yatmaktadır. Ticaret savaşlarının istenmeyen zayiatı olmaya aday ülkelerden Meksika’da üretim yapmakta olan kimi firmalar, oradaki operasyonlarını durdurmakta ve örneğin California’daki San Quentin Eyalet Hapishanesi’nde üretime yeniden ve daha karlı şekilde başlamaktadır. Mesela Texaslı kimi firmalar, 150 çalışanı kovup, yöredeki Lockhart Texas özel hapishanesinde bulunan ve IBM ile Compaq gibi teknoloji tekellerine devre kartı toplayan ücretli mahpusları kiralama yolunu seçmektedir. Oregon eyaletinin eski temsilcisi Kevin Mannix, geçmişte Nike’a Endonezya’daki üretimine son vermesini ve “taşıma ücreti olmadan onlara sunulan ABD’deki rekabetçi hapishane emeğine” yönelmelerini teklif etmiştir.

Özel hapishanelerin tarihi Özel hapishaneler ya da hapishanelerin özelleştirilmesi süreci, 1980’lerde Ronald Reagan ve ‘Büyük Bush’ dönemlerine tekabül ediyor. Ancak sürecin tepe noktası, kesinlikle ama kesinlikle Wall Street hisselerinin kapış kapış gittiği Bill Clinton dönemi. Clinton yönetiminin federal iş gücünü azaltma programı, Adalet Bakanlığı’nın yüksek güvenlikli mahpuslar ve kaçak işçiler için özel hapishane sözleşmeleri imzalamaya başlamasına neden oldu. Onlarca eyalette kurgulanan özel hapishane sistemi kısa sürede patlama yaptı ve ülkedeki federal hapishanelerin yüzde 19,1’, eyalet hapishanelerinin ise yüzde 6,8’i özel hapishanelerden müteşekkil. 2017’de özel hapishanelerde tutulan kişi sayısı, uzun bir yükselişin ardından ilk defa genel oran içerisinde düşüş yaşasa da, CCA, GEO Group, Management Training vs. gibi şirketlerin domine ettiği hapishane endüstrisi geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde kârlılığını yüzde 500 artırmayı bildi. Özel hapishane endüstrisinin 2011 yılı gelirinin 5 milyar dolar olduğu belirtiliyor. Bu sektördeki kârlılığı duyan Bank of America, Fidelity Investments, General Electric gibi Wall Street kuruluşları, GEO Group ve CCA’ya milyonlarca dolar yatırım yapmayı uygun gördüler. Bu ve Texas’ta bir hakimin hapishanelerde aşırı yoğunluk olduğuna karar vermesinin üzerine CCA’nın bölgedeki şeriflerle yeni ceza infaz kurumları inşa etme girişimlerine koyulması gibi karşılıklı girişimcilik derslerinin sonucunda CCA’nın hisseleri 2000 yılında bir dolardan 2013 yılında 34 dolara yükseldi. Texas’taki programın finansmanı ise Merill-Lynch, Shearson-Lehman, American Express gibi meşhur kuruluşlarca sağlandı. Öyle ki 2013 yılında Columbia Üniversitesi’nin 8 milyon dolar değerinde CCA hissesine sahip olduğu ortaya çıktı. Burjuva toplumunun en prestijli üniversitelerinden birisi, kârlılığı yedi düvele yayılmış olan hapishane endüstrisinden uzak kalmamış ve bunu yaparak burjuva eğitimin tam anlamıyla bir


42  örneğini sergilemişti. 2016 tarihli bir Adalet Bakanlığı raporu, özel hapishanelerin daha tehlikeli, daha güvencesiz ve daha cezalandırıcı olduğunu itiraf etti. Yine Adalet Bakanlığı’nın bir başka raporu, özel hapishanelerin maliyetinin, özelleştirilmemiş federal hapishanelerle eyalet hapishanelerinden daha fazla olduğunu belirtmişti. Sonuç olarak: Hapishanelerde direnişin güncel boyutları Köleciliğin güncel biçimlerinden biri olarak kabul edilen ABD hapishane sistemi, aslında 2,3 milyon kişinin kapitalist angaryanın en aşağılık biçimlerinden biri olarak, insanlıktan ve onun bugüne kadar insanlık ve emek adına kazandığı her şeyden tümüyle tecrit edilmesi hali olmasının yanı sıra; ücretli köleliğin neredeyse ücretsiz olması adına emek piyasasının en alt noktasından baskılandığı çok fonksiyonlu bir kapitalist sömürü modelinden başka bir şey değil.

nılmazdı. Bugün, federal hapishanelerdeki mahpusların yüzde 97’sinin şiddet dışı suçlardan hüküm giydiği, idari bölgelerdeki hapishane parmaklıklarının arkasında bulunanların yarısının aslında hüküm giydiği suçu işlemediği, toplam mahpus nüfusunun yüzde 16’sının akıl sağlığının yerinde olmadığı ve tekellere doluluk garantisi verildiği bilinen ABD hapishanelerinde süregelen mücadelenin eşsiz ve özgün yanı işte bu. Sınıflar mücadelesinin hapishanelerdeki dolaysız, apaçık ve dışında kalınamaz şekilde seyreden ancak geleneksel olarak yalnızca ideolojik-politik bilinç ve kararlılık zemininde yürütülen biçiminin yerini yeni bir mücadele biçimi alıyor. Mücadelenin bu yeni ve boyut atlamış biçiminde, sınıflar mücadelesinin hapishanelerdeki devamı artık sadece ideolojik bir savaş olmakla kalmıyor. Aynı zamanda fiilen ve somut olarak kişiye bir

Ve belirtmek gerekir ki, bu model ABD’de her 100,000 kişide 655 kişiyi kapsar hale gelmiş durumda, ve bu istatistik total tabloda aslında şu anlama geliyor: Küresel hapishane nüfusunun çeyreğini tek başına barındıran ABD, sıradan halkı işsizlik sorunu için Çin’i suçlamayı öğrenmişken, bu popülasyonu kendi sınırları içerisinde yeni bir emek piyasası türetmek için değerlendiriyor, Çin’le giriştiği rekabetin ‘ucuz emek cephesindeki raundunu’ hapishanelerinde veriyor.

‘proleter devrimci’ olmaktan başka çare bırakma-

Emek cephesinden sermaye lehine geri kopartılanların ve hatta tarihte emsalsiz yeni kapitalist vahşet biçimlerinin rüzgarının estirdiği bir dünyada, emek ve sermaye arasındaki mutlak savaşın, emeğin cehennemi sayılabilecek hapishane endüstrisi içerisinde de kendi azgınlığında cereyan etmesinin kaçınılmazlığı kadar; mahpusların emek mücadelesinin geçmişinde ve kazanımlara ilişkin programlarında tek bir harfine bile yer vermeyi tahayyül etmediği kırıntı misali kazanımlar için ayaklanması da kaçı-

aktarılmaya çalışılmıştır.

yan, ideolojik direnişçinin mücadelesini verdiği ideolojik eksende emek-sermaye çelişkisinin bizzat öznesine dönüştüğü bir konsepte denk düşüyor. – *Bu makale, Yolculuk Haber Merkezi’nin kendi araştırma ve çevirilerinin toplam bir derlemesi sonucu üretilmiştir. İstatistikler ve bilgilerle ilgili kaynaklar, metin içerisinde köprülerle olabildiğince Yazıda tutsak ya da mahkum ifadelerinin yerine mahpus kelimesinin kullanılmasının sebebi, yazıda detaylıca anlatıldığı üzere, burjuvazinin mahpus talebinden kaynaklı mahpus üretmekte olan ABD yargısının hükmünden ve hakkaniyetinden duyulan şüpheden kaynaklı olarak, hapsedilmiş insanlara verilebilecek en genel ve steril tanımın ‘mahpus’ tanımı olmasıdır.


43

Perspektif

Devrimci Hareket fiili bir tüzüğü tercih ederken gerçekte zoru denemektedir “Yaşamak, bir şölendir. Bu şölene çağrılan kimseler pek çoksa da olsa, masaya oturmayı başaranlar pek azdır.” (Darwin)

E

mperyalizmin ideolojik yayılma, düşünsel hegemonya ve beyinlerin fethi amacında, özellikle ’89 sonrasında daha hızlı yol aldığı; kişi, örgüt ve ülke düzeyindeki dirençleri çözme konusunda küçümsenmeyecek başarılar sağladığı bilinmektedir. Emperyalist kültürün küresel çapta hızla yayılma kabiliyetini geliştirdiği günümüz koşullarında, kendini korumak, giderek daha çok zorlaşmış; örgütsüz kesimler içinse, olanaksız hale gelmiştir. Bilinir ki kapitalizm koşullarında yayılan egemen kültürden “nasibini almayan” hemen hiç kimse yoktur. Kültür taşıma araçları, ideolojik aygıtlar, beyinlere yönelik operasyon araçları öylesine gelişti ki, dünün devrimcilerinden Özal’ı, AKP’yi, Annan Planı’nı veya BOP’u savunan “yeni yetme sağcılar” oluşturmak mümkün hale geldi. Eğer bu değişim doğru kavranmazsa, beyni ele geçiren “virüs”ün hangi zayıflıklardan veya açık noktalardan sızarak gelişebilme yataklarına yerleştiği bilinmezse; çok daha önemlisi buna karşı örgütlü önlem alınmazsa; bilinmelidir ki, bu virüse karşı kimse aşılıymışçasına direnç gösteremeyecektir. Devrimci Hareket’in alternatif kültüre, devrimci norm ve değerlere başından beri verdiği önem; emperyalist kültürün yayılabilme kabiliyetinin farkında olmasındadır. Hareketimiz, herkesin söz konusu saldırının etki alanında bulunduğunu bildiği/varsaydığı için, hatalı eğilimlere karşı hoşgörülü olmuş; cezalandırma yerine, değişimi teşvik etmeyi ve onun yöntemini geliştirmeyi tercih etmiştir. Ancak bilinir ki, iyileşmek istemeyen bir hastaya doktorun yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, değişimin ve dolayısıyla emperyalist kültüre karşı örgütsel korunmanın birinci koşulu, hareketin kültürünü içselleştirmek, verilmek istenene karşı bireysel dirençler oluşturmamaktır. Bir hareketin kültürü salt yazılı ürünlerden oluşmaz. Onun taşıyıcıları vardır ki bunlar, tarihsel olanla güncel olanı, pratik olanla teorik


44  olanı bir sentezden geçirerek yaptıkları soyutlamaları somuta taşırlar. Bu, kısa sürede veya salt dergileri okuyarak kazanılabilecek bir nitelik değildir. Kişiye göre değişse de yıllar alabilir; hatta kimileri için bu hiç tamamlanmayabilir. Harekete karşı direnç oluşturmak, öznel bir filtre oluşturarak verileni bloklamak; tembelliğin, zaaf ve eksikliklerin geciktirici ve bozucu etkileriyle barışık yaşamak; alternatif kültür edinme sürecini uzatır. Bu durum aynı zamanda geriye dönüş ihtimalini de her zaman barındırır. Yani devrimci zeminde varlık gösterildiği halde, ileriye değil geriye gitmek de mümkündür.

slogan sayısı, vb. değil, bunların hizmet etmesi gereken öz oluşturuyor. Yani bunlar sadece birer araçtır ve amacı beslediği oranda değerlidir. Bir afiş, bir bildiri insanları örgütlemeye yetmez; bu araçların kendinden menkul böyle bir gücü yoktur. Bunlar, devrimci bir çalışmanın basamaklarından sadece biridir ve bizleri bir yerlere yükseltecek olan merdivenin yerine ikame edildiğinde, birinci basamakta yerimizde saymaya devam ederiz. Salt o afişleri gördüğü için yüzünü Hareket’imize dönenlerin olması bizi yanıltmamalıdır. Bunlar kolaya meyletmek, hatta hazırı tüketmek anlamına gelir.

Biz, sürecimize dahil olan her insanın, sınıfsal niteliklerini kapıda bırakarak geldiği düşüncesinde değiliz. Böyle bir beklenti, gerçeklikle de fikri varlığımızı tanımlayan önermelerle de bağdaşmaz. Yoldaşlarımızın beraberinde getirdiği kültürel norm ve alışkanlıklar, bütünün pozitif etkisi altında süreç içerisinde aşılacak ise de bu, kısa sürede gerçekleşebilecek bir dönüşüm değildir. Bu nedenle de, sınıflar mücadelesi hareketin içinde de devam eder.

Oturulan yerde uyuklamak, iştahsızlık, sürekli yorgun görünmek nasıl yaşlılık belirtisi ise; hangi yaşta olunursa olunsun tembellik, kaytarmacılık, makyajla veya görüntüyü kurtarmakla yetinmek, sadece dürtülünce iş yapmak da bir çeşit yaşlılıktır. Ve kişiyi sadece devrimcilikten değil, yaşama kalite kazandırma kabiliyetinden de yoksun bırakır. Kimi arkadaşlarımıza bu benzetme abartılı gelebilir; ama, sözünü ettiğimiz zaaflar kişinin arkadaşlık, kardeşlik, aşk, okul, iş, vb. yaşamında da başarılı olmasını belirli bir kaliteye ulaşmasını önler. Kendini zorlamak yerine azla yetinmeyi tercih etmek; sonuçları sebebiyle, kişinin kendine verdiği bir ceza gibi algılamalı ve onunla mutlaka mücadele edilmelidir.

Mücadelenin en yoğun ve sıcak geçtiği alan küçükburjuva cephesidir. Bu kimliğin en çarpıcı özelliği; öze inememek, biçimcilik ve yapaylıktır. Küçükburjuva, özneldir; değişime direnir. Öznesini kendisinin oluşturduğu fiillerde kuralları eğip-bükerek delmeye çalışır. Paylaşımın en kolektif perdesinde dahi gizli bir bencillik taşır. Bu aynı zamanda, bütün içinde bireysel direnç anlamına gelir ki, örgütün kimyasını bozar, ilişkiyi tanımlayan tutkalı sulandırır. Örgüt fobisinin, yıllardır her türlü fırsat değerlendirilerek, özel gayretlerle büyütüldüğü; hiyerarşinin, önderlik olgusunun, irade ve yol göstericiliğin boy hedefi yapıldığı bilinmektedir. Bu, devrimci değerleri yok etmeyi kendine vazife edinmiş karşı devrim güçleriyle beraber; onların subjektif veya objektif uzantılarınca da sürdürülmektedir. Kişi, iyi niyetli de olsa, örgütsel iradeye direndiği oranda, örgüte yönelik yıpratma faaliyetlerinin gönüllü özneleriyle aynı kovaya su taşır, onların elini güçlendirir. Devrimci Hareket’i tanıyan herkes bilir; biz, biçimden çok öze vurgu yaparız. Daha önce yaptığımız bir değerlendirmede “Bizleri Farklı Kılan, Devrimciliğin Kavranmasındaki Özdür” demiştik. Hareket’imizin değerlerini; ödenen bedelin büyüklüğü, yapılan işin çokluğu, atılan

Devrimcilik öncesi yaşamda, birbirini sömürmeyi, birbirini rakip gibi görmeyi, başkasının sırtına basarak yükselmeyi, hatta yükü paylaşmak yerine başkasının omuzlarına yıkmayı olağan bir davranış normu olarak gören insanlar, bu alışkanlıklarını bir anda atamayacakları için yoldaşlığın gerektirdiği normları içselleştirmekte zorlanır, adaptasyon güçlüğü çeker. Bu, anlaşılır bir durumdur ve zaten devrimci bir çatının altına girer girmez; insanların birden bire, efsunlanmış gibi değişmesini beklemek doğru değildir. Bu sürecin sağlıklı bir gelişimle aşılması için dayatmalardan çok, eğitici müdahalelerden sonuç beklenmelidir. İnsanlar arasında, fiziki güç farklılığı gibi, ruhsal dayanma açısından da farklılıklar vardır. Bu, doğaldır ve dikkate alınmalıdır. Yani, azami 60 kg. taşıyabilen bir kişiden 70-80 kg. taşımasını istemek nasıl doğru değilse; kaldırabileceğinin üstünde bir stresle yüz yüze bırakmak da doğru değildir. Ancak bu, yük taşımaktan kaçınmaya


45  ve dolayısıyla kaytarmaya sebep olmamalıdır. Biz, yoldaşlarımızı üzmek veya yormak için değil, daha güzel bir yaşamın taşlarını beraber örebilmek için varız. Yaptığımız müdahale ve yönlendirmeler, bu çerçevede algılanmalıdır. Yoldaş omuzlar, birbirine yük bindirmek için değil, birbirinin yükünü paylaşmak/hafifletmek için vardır. Eğer devrimci bir ortamda vermeye, paylaşmaya, yük almaya daha istekli kişilerin sırtındaki yükler giderek çoğalıyorsa; ortada çarpık olan ve devrimciliğe yakışmayan bir durum var demektir. Nasıl olsa başkası yapmaya istekli diye, geride durmak, sorumluluk üstlenmemek, niyet bu olmasa dahi, sonuçta yoldaşlarını sömürmek anlamına gelir. Devrimci Hareket, insanın hareket kabiliyetini, davranış ve üretme grafiğini kimi yazılı kuralların dar alanına hapsetmek yerine, daha özgür ve kapsayıcı işleyişi tercih eder. Bu, kuralların saptanmasının pek çok şeye çözüm olacağı kanaatinin reddidir. Kurallar kendi kendine yönetmez, sonuç da vermez. Onu uygulayan insanın kavrayış ve yorum kabiliyetine bağlı olarak olumlu veya olumsuz sonuçlar verir. Devrimci Hareket fiili bir tüzüğü tercih ederken, gerçekte zoru denemektedir. Bu, hemen her yoldaşımızın, işleyiş kurallarına, hareketi oluşturan değerler bütününe vakıf olmasını gerektirirken, aynı zamanda yorumlama şansı verir. Böyle bir tercihin, kimi durumlarda; hareketin oturmuş bir işleyişe sahip olmadığı, her kafadan bir ses çıkabildiği veya kuralların eğilip bükülebileceği (uygulanmayabileceği) izlenimini verir. Tabii ki bu doğru bir izlenim değildir. Ve tersine Devrimci Hareket, kişisel ve siyasal yaşamın her alanına, sürprizler dahil her gelişmeye müdahale edebilme ve yol gösterme iddiasına sahip bir organizasyondur. Uygulamada tanıdığı tolerans ve sahip olduğu esneklik, iddiasızlığından değil, kendine güveninden gelmektedir. Herşeyin özünü açığa çıkarıp; biçimi, yansıması olduğu öze bağlı olarak değerlendiren Devrimci Hareket, dostlarına devrime giden yolda omuzdaşlar olarak önem verirken; bunu, aradaki kavrayış farkının bilincinde olarak yapar. Çünkü devrim, keyfi tercihlerle ulaşılabilecek

ve tek bir yapının altından kalkabileceği bir amaç değildir. Ancak bunu yaparken, “ayıplanma, yanlış anlaşılma” kaygısıyla değil, değerlerinin gerekleriyle hareket eder. Birlikte hareketi temenni etse de; devrimin/halkların yararına olduğunu varsaydığı tutumları tereddütsüz uygulamaktan kaçınmaz; “kim ne der?” kaygısına düşmez. Hareketimizin bu niteliği, kimi zamanlarda, hala küçük burjuva niteliklerin etkisinde olan yoldaşlarımızda bir zorlanmaya sebep olabilmekte; verilen özün değil, etrafta görülen biçimin etkisiyle hareket edilmektedir. Devrimci Hareket’te katılım eşiği değil barınabilme eşiği yüksektir Bizden bir devrimcinin tarif edilmesi istense; tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılayan, her türlü zorluğun üstesinden gelen, koşulları lehine çevirmeyi bilen; açlık, susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk gibi hallerde iradesini kaybetmeyen, belirli bir program dahilinde disiplinli ve tutarlı olan kişi biçiminde özel ve seçkin bir kimlik çizerdik. Ancak, söylenenle yapılan arasındaki açı sebebiyle; tarifler tek başına çok fazla anlam ifade etmiyor. Aeskhylos, “Yemine bakıp insana inanılmaz, insana bakıp yeminine inanılır” der. Sözün özü; güven, sözle değil, eylemle oluşuyor. Devrimci bir organizasyon, çoğun yanında azı, yeterlinin yanında yetersizi istihdam ederek; çeşitli çap ve büyüklükteki enerjilerin aynı yönde işe dönüşmesini ve sonuç vermesini sağlayabilir. Ancak bu, yarım irade ile, diğer uğraşlardan arta kalmış enerjiyle devrimcilik yapılabileceği anlamına gelmez. Devrimcilikteki gönüllülük; iş yapmama, kaytarma, hatta gidişata fren etkisi yapma gönüllülüğü olarak algılanmamalı; keyfilik anlamına gelmediği özellikle bilinmelidir. Kişi, devrimci görevlerin gerektirdiği her konuda değil, sadece ona daha hoş, daha şirin gelen, kolay ve güzel vakit geçirmeye imkan veren uğraşlarda gönüllü oluyor, dayanma gücünü, iş yapabilme kapasitesini zorluyorsa; ortada bir sorun var demektir. Ve ne yazık ki, mevcut ilişkiler içerisinde bu durum ağırlıktadır. Bu, devrimci kimliğin, hizmet ettiği nihai amaçtan kopuk olarak algılanmasından kaynaklanır. Bu nedenle de kopuşlar, örgütsüzlük tercihi, harekete ve yoldaşlarına zarar vermek; genellikle ya yüzleşilmek istenmeyen şiddette bir zorlukla (polis saldırısı, tutsaklık, vb.) karşılaşılınca, ya da daha iyi vakit geçirmeye


46  imkan veren bir fırsatın yakalanması halinde gündeme gelir. Örneğin, devrimci ilişkiler içerisinde sadece karşı cinsi de barındıran, onlarla çeşitli paylaşımlara imkan veren fiillerde bulunup salt bu fiillerde heyecan duyan kişilerin, girdikleri bir “sevgili” ilişkisi sonrasında devrimci heyecan ve coşkuyu yitirdikleri ve hızla hareketten uzaklaştıkları görülür. Tabii ki bu eğilim salt karşı cins ilişkisinde açığa çıkmaz. Bencilliğin, bireyciliğin, sevgisizliğin insan ilişkilerinde yabancılaşmayı büyüttüğü ve dokunmaları bile buz gibi soğuttuğu günümüzde; insana en yakışan, en rafine ve sıcak ilişkilerle var olmayı önüne amaç olarak koymuş bir topluluk içerisinde yer almak, böyle bir atmosferin maddi ve manevi sıcaklığıyla ısınmak hemen her insana cazip gelir. Önemli olan, devrimci ortama, sahip olduğu güzellikleri sömürmek için değil, o güzellikleri büyütmek için girmektir. Görülecektir ki, böyle bir çaba, hem güzelliklerden daha fazla beslenmeyi hem de girilen üretimlerde yeni güzelliklerle tanışmayı beraberinde getirecektir. Devrimci Hareket’in saflarında yukarıda sıraladığımız türde pek çok zaaf ve eğilim bulunabilir. Asıl tehlikeli olan, bunların bulunması değil, kalıcılaşmasıdır. Bizler, insanları giriş kapısında sınıflayıp ayıklayan bir süzgece sahip değiliz. Ayrıca, zaaflarla yüklü biçimde içimize gelen insanların, samimi olduğu sürece değişmesinin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle, katılım eşiğini değil, barınabilme eşiğini yüksek tutuyoruz. Kimilerinin katılım sonrasında, yavaş yavaş uzaklaşmaya başlaması ve sonuçta saflarımızı terk etmesi, barınabilme eşiğini aşamamış olmakla ilintilidir. Bizler, çatımızın altına gelen hemen her insana şans tanırız. Bu bizi ne zayıf düşürür ne de sulandırır. Çünkü değerlerimiz, bu tür öğelerle değişime uğramayacak denli sağlam örülmüştür. Bunu kavrayanlar hareketin taşıyıcısı haline gelmekte, kavrayamayanlar ise ya gitmekte ya da devrimcilikte azla yetinen duruma düşmektedir.

Kültürün feodal, burjuva, vb. olması; ileri veya geri sayılması gibi, bir kültür öğesi olan mizahın da ileri veya geri olması; kaliteli veya sulu olması mümkündür. Alternatif bir dünyanın taşlarını örme yolunda devrimciler, girdikleri ilişkilerde etken olabildikleri oranda yol gösterme, kültür taşıma şansına sahip olur. Edilgenlik, ortama uyum, karşı tarafa benzemeyi beraberinde getirir. Örneğin cinsel veya sulu/seviyesiz esprilerin revaçta olduğu, “stand-up”çılarca yaygınlaştırılıp kanıksatıldığı günümüzde, aramıza yeni dahil olan genç bir insanın, söz konusu esprileri bulunduğumuz ortama taşıması normaldir. Normal olmayan, bunu aşmış olması gereken yoldaşlarımızın, aralarına yeni katılan bir insanı elinden tutup yukarı çekmek yerine, aşağı inmeleri ve söz konusu esprilere katılarak kalıcılaşmalarına ve ortamın sulanmasına katkı koymalarıdır. Aramıza yeni katılan bir insanı kendimize benzetmek yerine, biz ona benziyorsak, ortada bir terslik var demektir. Kastettiğimiz benzetme, asimilasyon değildir. Dışsal pek çok faktörün aşındırıcı etkisi altında bulunan devrimciler, iddialarında başarılı olabilmek için, değerlerini her koşulda savunabilmeli, sahip oldukları kültürel normları anlatmaktan ve bu doğrultuda ısrarcı olmaktan kaçınmamalıdır. Egemen kültürce sağlanmış olan hegemonya, pek çok ideolojik aygıt tarafından beslenirken, buna alışkanlıklar da destek verir. Hangi alışkanlığın nereden geldiği, kaynağında ne olduğu, örneğin bir tuvalet esprisine neden hemen herkesin güldüğü, karşı cins ilişkilerinde hala neden babadan kalma geleneklerin dışına çıkılamadığı, vb. araştırılıp üzerinde durulmadıkça, devrimci zeminde dahi olunsa, alternatif bir kültür oluşturmak olanaklı değildir. En azından, temenni edilen seviyeye ulaşmak olası değildir.

Mizah dahil kültürün tüm bileşenlerinin alternatifi devrimci yaşamda mevcuttur

Kültür, toplumsal bir olgudur ve ortak emek ürünüdür; diğer bir ifadeyle üretimler toplamıdır. İnsanlık hiçbir güzelliğe zahmetsiz, düz bir yolda ilerleyerek ulaşmamıştır. Bilim yolunda dahi kafaların kesildiği, önermelerde ısrarın bedel gerektirdiği bilinir.

Tüm toplum kesimleri gibi devrimcilerin de yaşamında mizah vardır/olmalıdır. Hatta devrimciler, yaşamı kapsayıcı bir pencereden algılama, diyalektik yönteme sahip olma ve varolan sistemi yadsıma sebebiyle daha yoğun ve nitelikli mizah yapabilme şansına sahiptir.

Tembel bir insan yüzmeyi öğrenmek yerine sığ sularda yıkanmayı tercih eder. Bu da bir yaşam biçimidir ve böyle de yaşamak tabii ki mümkündür. Ama Behrengi’nin Küçük Kara Balığının yaptığı gibi okyanuslara açılıp, zengin ufuklar eşliğinde farklı dünyalarla tanışmak, tembellerin


47  işi değildir. Yatakta geçirilen süreyi uzun tutmak, genellikle bir çeşit hastalığa tekabül eder. Eğer ortada fiziki bir rahatsızlık yoksa, uyanmak istememek; gerçeklerle yüz yüze gelmemek, anlamlı bir uğraş sahibi olmamak gibi nedenlere dayanır. Örneğin hapishanelerde adli tutuklular veya politikleşememiş politik tutsaklar, günde 15-16 saat yatarak vakit geçirmeye çalışır. Devrimcilere ise, hiçbir koşulda (içerde veya dışarda) kendini yatağa mahkum etmek yani uykuya yenik düşmek yakışmaz. Devrimci kültürü içselleştirip, onun gereklerini yaşamın tüm ayrıntılarında yerine getirebilenler için; kaldırılamaz yük, gerçekleştirilemez görev, başedilemez problem yoktur. İşte bu nedenle, devrimciliğin gerektirdiği kaliteyi yaşamlarında sağlayabilenler, zindanın en zifiri karanlığı ile tanıştığında “ben neden buradayım?” sorusuna yanıt vermekte güçlük çekmez ve zindanla da zindancıyla da baş etmeyi bilir. Aksi takdirde; kaytararak, üşenerek, yükten kaçınarak devrimci zeminde varlık gösterenler, tutsaklık gibi özel hallerde, yalpalar ve sonuçta kendine de harekete de zarar verir. Kısacası, “Yaşamak, bir şölendir. Bu şölene çağrılan kimseler pek çoksa da, masaya oturmayı başaranlar pek azdır.” (Darwin) Devrimci kimliği doğru ve yeterli biçimde kavrayanlar, devrimin gerektirdiği hiçbir çabayı angarya olarak görmezler İnsanların ücret karşılığı çalıştıkları, sömürüldükleri ve dolayısıyla angarya olarak gördükleri işlerde isteksiz olmaları, kaytarmaları, mesai saatlerinin bitimini dört gözle beklemeleri normaldir. Ama bu tutum ve isteksizlik, devrimci görevler karşısında ortaya çıkıyorsa, ortada bir terslik var demektir. Devrimci zeminde yapılacak işleri, iyi-kötü, zevkli-zevksiz diye sınıflamak da aynı tersliğin dışavurumudur. Uzun ve kısa vadeli hedefleri, devrimci kimlikle ilişkilendirip en küçük bir işi bile, hizmet ettiği bütünün içinde algılayamayanlar; tüm telkinlere, ajitasyon ve propagandaya rağmen, istikrarlı bir moral ve heyecan grafiği çizemez. Ve sonuçta, sadece moral dalgalanma yaşamakla kalmaz; hareketin kimi adımlarını, salt heyecan vericilik açısından ele alacağı için, kavrama ve adaptasyon güçlüğü çeker. Örneğin 1 Mayıs’taki ayrışmanın anlaşılmasındaki güçlüğün sebeplerinden biri budur. Genellikle; cesaret, kahramanlık gibi feodal ölçeklerle donanmış ve duruşu-

nu taraftarlıkla sınırlamış ülkemiz sol gençliği için ne yazık ki, uzun uzun yaptığımız açıklamalar ve sorduğumuz sorular çok şey ifade etmeyecek; yazılanı ya okumayacak, ya da okusa dahi, aidiyet ilişkisi içinde olduğu (taraftarı bulunduğu) yapının sloganlaştırdığı ifadeleri tartışmasız bir ölçek olarak algılayıp, yoluna devam edecektir. İşte biz, kendi yoldaşlarımızda bu duruşun izlerini gördüğümüzde rahatsızlık duyuyor ve bunu değiştirmek istiyoruz. Çünkü bizim devrim diye bir sorunumuz var. Ve önümüzdeki yolun, salt “atılım, cüret” edebiyatıyla aşılamayacağının bilincindeyiz. Marksizm’in yol göstericiğinde yürüyenler için öz her zaman biçim ve gösterişten önemli olmuştur Akılların çelmelendiği, insanların bilinç altlarının dahi yönlendirildiği, bilim alanındaki mütevazı çalışmaların bile, emperyalist projeleri besleyen bir ilişkilenmeye sokulduğu günümüzde; düşünsel alandaki özgürlük daha büyük bir önem kazanmış ve daha heyecan verici olmuştur. Bu, çatışmanın ortasında kalıp, yara almadan çıkmaya; toz-duman içinde kalıp, tertemiz çıkmaya benzer. Bir bakıyoruz ki bir bilim adamı, lazer üzerine yaptığı araştırma ve buluşların, bir gün karşısına savaş teknolojisinin bir aracı olarak çıkmasından dolayı dehşet ve çaresizlik hali yaşıyor. Veya bir psikolog, gördüğü eğitime, kazandığı uzmanlık sıfatına rağmen, bir gencin hastalık düzeyindeki egoizmini, “ailenin küçüğü olduğu için, çocukluğunda fazla ezilmiştir. Onu anlamak gerekiyor.” biçiminde değerlendirmekte yani kitapta okuduğu örneklerin dışına çıkamamakta ve sonuçta, onu adeta olumlar duruma düşmektedir. Marksistler ise bir olgunun birden çok nedeni olabileceğini bilir. Bu nedenler içinde temel önemde olanını öne çıkarır ve nedeninin bilinmesinin, söz konusu fiile masumiyet kazandıramayacağından hareketle, değişimi zorlar. Bu örneği, Marksist olmanın önemine ve kazandırdığı avantajlara dikkat çekmek açısından verdik. Ancak Marksist olmanın ve özellikle de Marksizm’i an’a izdüşürebilmenin kolay olmadığının bilincindeyiz. Bu yolda öğrenmek de yapmak da, basamakları tükenmeyen bir merdiven gibidir. Bu nedenle yaparken öğreniyor, öğrenirken yapıyoruz.


48

İbrahim’in ardından… Her insan diğer insanların yaşamına kendi öyküsü ile gelir. Kimileri kendi öyküsünün başrolündeyken kimileri ise figüranlıktan öteye geçemez. Kimileri yaşamındaki ırmakların yatağını tırnakları ile değiştirir; suyu ihtiyacı olan yere akıtır, toprağı yeşertir, ağacı göğertir. Kimileri sürüklenir o ırmakların içinde. Akışa bırakır kendini, suyun içindeki saman çöpü gibi döner ha döner. İradesizlik ve birşeylerin peşinden sürüklenmek hayatının tek cümlelik özeti olur. En büyük eylemi istemsizce ıslanmaktır. Kimi insan yükseklik aşkı ile sarhoş dolaşırken ve bir türlü inemezken fildişi kulesinden, kimisinin yüreği çocuk ile çocuk yaşlı ile yaşlı olur. Görünmez olur. Görünmesi gereken, kişi değil emektir der çünkü 77’den beri taşınan o kadim felsefe. Bugünün büyümüş de küçülmüş, dev aynasını her daim cebinde taşıyanlarının o zavallı kibri vardır bir yanda ve diğer yanda 17’sindekinden dahi öğrenirken hissettiğin heyecanla harmanlanan alçakgönüllülüğün vardır senin İbrahim abi. Kimisi her türden iradeyi reddetmeyi özgürlüğün olmazsa olmaz koşulu zannedip siyah ve beyaz dışında hiçbir rengi tanımazken, sen özgürlük ufkuyla örgütlenmiş, mayasını sonsuz güvenin oluşturduğu bir iradeyi herşeyin önünde ve ötesinde tutarsın. Özgürlük sende, siyah ile beyazı karşıtlaştırmayan bir gökkuşağının zenginliği ve çeşitliliği gibidir. Kimisinin sesi soğuk duvarlara çarparak buz gibi yankılanarak gelir kulaklara. Ses, ses olmaktan çıkarak üşüten bir iklime döner. En yakınındakinin bile diken diken eder tüylerini. Dondurur insani olan herşeyi. Sen, şeffaflığın heybetli anıtına dönüşmüş bedeninden usulca çıkarıp uzatırsın sesini. Sever, okşar gibi. Her harfi birbirinin ardına itinayla dizer ve karşındaki-

nin gözünün içine içine bakarak söylersin sözü. Söze kıymet biçmişler eski insanlar ve demişler ki: “Uzatmayalım sözü, söndürmeyelim közü” (*) Tadında bırakmayı erdem bilmişler. Uzun uzun cümleler kurmak, kalemi bir sayfadan diğerine taşımak mümkündür seni anlatırken. Kalemi tutan elin maharetli olmasından değil, anlatılan kişinin sen olması sebebiyledir. Sözün özü İbrahim abi, Seni yıldızlı bir yumruğun ışığıyla son yolculuğuna uğurlamak için bir kez daha YOL’da olduğumuz şu anlarda, yazmayı bir kenara bırakıp okumak düşer bize. Bize bıraktığın ve başrolünde bizzat senin olduğun o yaşam öyküsünü okumak. Toprağı yeşertip ağacı göğertenleri, ırmağın yatağını değiştirenleri, görünmeyen emekleri, emekçileri, aynı seviyede söyleşenleri, özgürlüğün felsefesini, siyahı-beyazı, alı-moru, sesinin sıcaklığındaki çıtırtıyı… Okuyalım İbrahim abi. Bu aynalar pazarında* sürekli kendimizi görmemeyi öğrenmek için…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.