Gelecek Sosyalizm gazetesi

Page 1

GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KULÜBÜ GAZETESİ

SAYI: 1 | NİSAN 2013

BAHAR TEMİZLİĞİNE BAŞLARKEN...

Gazetemizin ismini, çıkış nedeninden hareketle seçtik. Galatasaray'ın baş harflerine yaptığımız vurgu yalnızca estetik bir arayışın ürünü değil; üniversitemizin, ülkemizin ve dünyamızın yeniden yaşam bulacağı, insanlaşacağı toplumsal yapının adını söylemenin çekinilecek bir yanı olmadığını ve tam tersine günümüzün acil bir ihtiyacı olduğunu düşündüğümüzden ötürüdür. >> Sayfa 2

FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU KURULUYOR! >> Sayfa 3

“BARIŞ ARARKEN, SEFERE ÇIKMAK” >> Sayfa 5


2

GELECEK SOSYALİZM | NİSAN 2013

BAHAR TEMİZLİĞİNE BAŞLARKEN... Lafı döndürmeyelim... Gazetemizin ismini, çıkış nedeninden hareketle seçtik. Galatasaray’ın baş harflerine yaptığımız vurgu yalnızca estetik bir arayışın ürünü değil; üniversitemizin, ülkemizin ve dünyamızın yeniden yaşam bulacağı, insanlaşacağı toplumsal yapının adını söylemenin çekinilecek bir yanı olmadığını ve tam tersine günümüzün acil bir ihtiyacı olduğunu düşündüğümüzden ötürüdür. İnsanlık tarihi boyunca pek çok tartışma tüketilmiş, kimileri kapsanarak aşılmış, kimileri tarihin çöplüğüne yollanmıştır. Bugün olan bitenler bundan bağımsız bir seyir defterine yazılmıyor elbette. Olan bitenden kastımız, artık herkesin malumu olmuş, gündelik yaşantının bir uzantısı halini almış, kimi zaman sadece “zaman doldurmak” için dahi tartışılır hale gelen, memlekete ve dünyaya giydirilmeye çalışılan deli gömleğidir. Sosyal Bilimler Kulübü olarak, sosyal bilimlerin bir bütünlük arz ettiğini düşünüyoruz. Toplumsal süreçlerin ve problemlerin oldukça karmaşık olan yapısının, bu bütünlük sayesinde nitelikli bir analizi yapılabilmektedir. Bu düşünsel faaliyetler ile sahip olunan bilgi ve geliştirilen kuramlar elbette ki eylemden bağımsız düşünülemez, bu eylemlilik ve dönüştürücülük bilginin doğasını oluşturan başat unsurlardır. Daha açık bir tabirle, biz sosyal bilimleri çözüme giden yolda nitelikli bir yalınlaştırma olarak görüyoruz. Kimsenin dilinden düşürmediği “üretim” meselesi ise niteliğini buradan

kazanıyor. Varlığını sürdürmek için insanlığın tüm birikimini geriye doğru itelemek zorunda kalan, düşünsel temelinde köhne, eskimiş, gerici ve yoz değerler bulunan, insanları aynılaştıran ve büyük bir yıkıma sebep olan kapitalist sistemi tartışmak değil mesele. “Aydınlanmanın kalesi” üniversitelerin, tarihin tekerleğini geriye çevirmeye çalışanlara karşı insanlığın ilerici birikimini yeniden üretmesidir, daha ilerisini üretmesidir.

adımı olabilir. Çünkü ortada bir üretimsizlik süreci olduğunu iddia edemeyiz, ancak üretimlerdeki niteliksizleşme ciddi bir hızla artmakta ve son sürat yoluna devam etmektedir. Bu niteliksizleşme aslında kaynağını az önce tarif ettiğimiz sermayenin ve piyasanın alanında vücut bulmasından, bu “güvenli bölgenin” dışına taşan her sivri köşesinin kolayca törpülenmesinden almaktadır. Bu kimi zaman oto-sansüre kadar varabilmektedir.

Düşünsel faaliyetlerin belirli bir öz üzerinden bir yaşam pratiğini de oluşturacağını düşünüyoruz. Bu noktada üniversitenin itilmeye çalışıldığı edilgen konum tam anlamıyla boşa düşmektedir, bir karşılığı yoktur. CV doldurmak işlevinden, “amele pazarı” işleyişinden arta kalan vakitte “elbette ki yapmayın demiyoruz, hobi olarak yine bilim yapın, sanatla uğraşın” anlayışının, üniversitenin, bilimin ve sanatın uzun tarihine yedirilmeye çalışılması saçmadır. İnsanlığın tüm mirası ile dalga geçen bu akıl dışılık, bizim mizah anlayışımıza sığmaz ama bu akıl dışı düşüncelerin taşıyıcılarını komik duruma düşürür. Fakat bütün bunlar şu gerçeği değiştirmez: Haklı olmamız yeterli değildir. Yukarıda da sözünü ettiğimiz, sosyal bilimleri tarif biçimimiz, zaten sermayenin üniversitenin kapısına tıklamakla yetinmediğini, aksine kendisine alan açtıkça adı üniversite olarak kalan “binaların” içinde herhangi bilim ve sanat üretiminin kendisinden habersiz yapılamayacağını sürekli hatırlatmaktadır. Bunu en kibar tabiriyle bir saldırı olarak algılamak, önüne geçebilmek açısından bir başlangıç

Buradan hareketle; yeni olanda ısrarcı olmak, ilerlemeden yana olmak ve bu üretim sürecine dair duyulan heyecanı taşımak, bugün artık bu verili alanın dışına taşmakla, hatta bu alanı karşımıza almakla mümkündür. Bütün bunlar, içi boş sözler ya da kof bir umutla yapılacak bir iş değildir. Ayağını sağlam bir temele basması gereken, bilimsel olan ve haklılığı doğrultusunda taşıdığı enerji ve heyecan ile yapılabilecek bir iştir. Sosyal Bilimler Kulübü olarak, geçtiğimiz dönem üniversitelerde yaşanan hareketliliğin ardından, üniversitelerin ortak hareket edebilme ve üretebilmesine ciddi bir alternatif alan yarattığı ve az önce sözü geçen yoz ve gerici sermayenin alanını karşısına aldığı için 15 Mart’ta kurulacağı ilan edilen Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun destekçi kulüplerinden biriyiz. Tam da özlemlediğimiz gibi yeni bir enerji ile kolektif bir çalışma ortamı yaratacağından, Galatasaray Üniversitesi’nde faaliyet gösteren bir kulüp olarak bizi heyecanlandır-

dı. Bu heyecanı kendi okulumuza yansıtabilmenin de yollarını arıyoruz ve okulumuzdaki ilerici birikimin kendini yeniden üretmesi için araçlar geliştirmeye devam edeceğiz. Çünkü bir üniversiteli kimliğinin ancak böyle oluşabileceği iddiasındayız. Öğrencilerin normal şartlar altında (NŞA) ve oda sıcaklığında (24 celsius’ta) uğraşması gerekenlerin, bilimsel çalışmalarının, sanat üretimlerinin kendi geleceğini kurtarmak ve bu üretimleri kendi sınıflarımıza bile girmekte zorlandığımız kariyer günlerinde beğendirmek üzerinden şekilleneceğini iddia edenler fena halde yanılıyorlar. Galatasaray Üniversitesi; öğrencileri, akademisyenleri, işçileri ve emekçileri ile bir bütündür ve kapısına turnikeler konularak toplumdan yalıtık bir hale getirilemeyeceği, geçtiğimiz dönem dahil olmak üzere pek çok örnekte somutlanmıştır. Tüm bunlardan hareketle, üniversitemizde, bilim ve kültür-sanat alanında ülke çapında artan saldırıların, neo-liberalizmin ve ülkemize bu deli gömleğini zorla giydirmeye çalışan AKP iktidarının tüm yansımalarının yarattığı karanlık ve kirli havaya karşı bir bahar temizliğine başlıyoruz... Aylık olarak yayımlamaya başladığımız gazetemiz bunun için bir başlangıç adımıdır. Tüm dostlarımızı katkı koymaya çağırırken, ilk sayımızı beğenmeniz umuduyla, iyi okumalar dileriz. SOSYAL BİLİMLER KULÜBÜ G. S. YAYIN KURULU

YANGINDAN ARTA KALAN 1870'li yılların başlarında Sultan Abdülaziz tarafından mimar Sarkis Balyan'a yaptırılan Feriye Sarayları'nın 3 binasından birisi olan bir zamanların İbrahim Tevfik Efendi Sahil Sarayı, başka zamanların Galatasaray Lisesi kız bölümü dersliği, öbür zamanların Galatasaray İlkokulu, şimdinin Galatasaray Üniversitesi ana binası 22 Ocak Salı akşamı çıkan yangınla neredeyse kül oldu. Galatasaray Üniversitesi’nde 9 Ocak 2013 Çarşamba günü yapılacak olan sınavlar 22 Ocak 2013 Salı gününe ertelenmişti. Yangın, okulda yapılan son sınavlarla aynı gün gerçekleşmiştir. Bir topluluğu doğru anlamanın yolu kriz anlarını beklemek ve onu o anlardan yola çıkarak incelemektir. İşte henüz yirminci senesini yeni bitirmiş bir üniversitesinin kriz anlarından biriydi bu. Her birimiz yangın dakikalarını büyük üzüntüyle izledik ve oradaymış gibi yaşadık. Bazılarımızın öğrenci belgesi için, her birimizin yemek kartı için, kimilerimizin bilmem ne sebeple girip çıktığı bir binaydı burası. İdari bir bina olmasına rağmen öyle yanından geçip gittiğimiz bir yer değildi. Ders araları ve çıkışları sahil tarafına geçerken mutlaka gözümüzün içine bakan ve üniversitemizle bütünleştirdiğimiz bir binaydı. Bu yangın bizlere yönetimin umursamazlığını bir kez daha gösterdi. Birçok şey söylendi basında. Birçok iddialar orta-

ya atıldı. Peki, bizler yani üniversitenin öğrencileri bu çok önemsediğimiz binanın yangını hakkında sağlıklı bilgilere sahip miyiz? Çevremizden bu yangınla ilgili birçok soru almışızdır ama bu soruları yanıtlarken medyada söylenenler dışında hangi bilgilere sahibiz? Üniversite yönetiminin böylesine önemli bir kriz anında öğrencisini muhatap alıp bir toplantı düzenlememesi önemli bir ayrıntıdır. Yangın sonrası Coşkun Kırca Salonu’nu idarenin ve akademisyenlerin kullanımı için değiştirilmiştir. Memurların Selahattin Beyazıt altgeçidini kullanmayı zaman kaybı olarak görmesi sonucu kara tarafı kırmızı kapısının gün boyu açık kalması sağlanmıştır. Acaba bu istek üniversite yönetimine öğrencileri tarafından kaç defa iletilmişti? Ülkemizde kâgir binaların korunması her seferinde sorun yaratmıştır ve bu binaların titizlikle korunması gerekmektedir. İstanbul'un orta yerindeki, denizin yanı başındaki tarihi bir binanın göz göre göre yanmasının nedeni yönetimin, beledi-

yenin ve itfaiyenin bilgisizliği, ilgisizliği ve tedbirsizliğidir. Üniversite öğrencileri yönetime olan kızgınlığını Aralık 2012’nin son haftasında gayet güzel ve üniversite tarihinde bir ilke imza atarak göstermişti. Üniversiteler öğrenciler için sınavlara girip çıktığı, turnikesiz kutuya kart bastığı ya da girerken turnikelerden geçtiği, nüfus kâğıdı bıraksa dahi ziyaretçisini sokamadığı bir yer değildir. Nasıl bir yer olmaması gerektiğini bu kriz sonucu yaşanılanlarla çok güzel gördük. Bu yangın bizlere öğrencinin üniversitesinin öznesi olması gerektiğini hatırlatmıştır.


GELECEK SOSYALİZM | NİSAN 2013

3

Gençlik bir araya geliyor…

FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU KURULUYOR! daha etkin bir şekilde üretip, ortaklaştırabileceği üzerine kafa yoruyordu. Yapmamız gereken ortadaydı. Gençliğin ortak söyleminin belirleneceği, yapılan üretimlerin ortaklaştırılıp, süreklileştirileceği bir form oluşturmamız gerekiyordu. Bu organizasyonun gençliğin ülkesine dair sözünü söylediği ve gençliğin üretimlerini temel alan bir birlik olması gerekiyordu. Bunun için bir kulüpler birliği oluşturulması ve üstlendiğimiz misyonların tarihimizde taşıyıcılığını yapmış olmasından dolayı bu birliğin adının Fikir Kulüpleri Federasyonu olmasına oybirliğiyle karar verildi. Peki, şimdi ne yapacağız?

“biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya anamız çay demliyor ya güzel günlere sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız bu, böyle gidecek demek değil bu işler biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.” (555K şiirinden, Cemal Süreya)

15 Mart günü ODTÜ’de gerçekleştirilen Üniversite Kongresi’nde, hem gençliğin ortak söyleminin belirlenmesi hem de yapılan üretimlerin ortaklaştırılıp süreklileştirileceği bir formun oluşturulmasına yönelik yapılan tartışmaların sonucunda bir kulüpler birliği kurma kararı alındı. Üniversite Kongresi neden yapıldı? Üniversitelerde bir hareketlilik, harekete geçenlerin duyumsadığı bir ihtiyaç vardı çünkü. Geçtiğimiz dönem, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne gelişine karşı, barışın ve bilimin savunuculuğunu yapan ODTÜ’lülerin protestoları ile başlayan olaylar zinciri, üniversiteleri ayağa kaldırdı. Gençlik tarihsel konumlanışını, halkına karşı sorumluluğunu yeniden gösterdi ve insanlara bir kez daha“Helal olsun şu gençlere!” dedirtti. Toplumdaki bu meşrulukla beraber hareketlilik büyüdü, büyüdükçe topluma umut taşıdı. Fakat bu durum aynı zamanda bizleri sadece protesto etmenin ötesinde bir şeylere çağırıyordu. Ortaya çıkan bu hareketlilik artık başka bir boyuta aktarılmalı, bir süreklilik kazanmalıydı. Üniversite Kongresi de işte bu ihtiyacı karşılamak üzere ortaya kondu. Üniversite Kongresi için ilk yola çı-

kıldığında, yaklaşık 120 kulüp ve öğrenci topluluğu Kongre’ye çağrıcılık yaparken, bu toplulukların hızla çevrelerine ulaşmasıyla, yapılan basın toplantılarıyla birlikte, 15 Mart’a kadar bu sayı tahmin edilenin de ötesine geçerek 200’e yaklaştı. Birçok akademisyen, sanatçı ve yazar Kongre’ye destek mesajları gönderdi. İlk günden itibaren “Üniversitelerde Bir Hareketlilik Var…” sloganıyla, sosyal medya üzerinden yaygın bir çalışma yürütüldü ve Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerden Kongre’ye çağrı yapan videolar yayınlandı. Her üniversite kendi yerelindeki hazırlık toplantıları için yoğun bir şekilde çalıştı, üniversitelerin dört bir yanı 15 Mart günü ODTÜ’de yapılacak olan Üniversite Kongresi’nin afişleriyle donatıldı. Hazırlıkların başladığı ilk günden itibaren gördük; üniversitelilerin söyleyecek çok sözü, yapabileceği çok şey vardı…

tışmalara baktığımızda kongreye gelen herkesin bir üniversite kongresinekatılmak için hazırlanarak geldiğini gördük. Tüm başlıklarda yapılan tartışmaların sonucunda, ülkemizin son on yıldır piyasacılığın ve dinselleşmenin topluma her koldan dayatıldığı, bağımlılığın Türkiye’yi nitelerken en çok kullanılan sıfat haline geldiği, aydınlanma karşıtı bir linç kampanyasının yürütüldüğü karanlık bir dönemden geçtiğimiz tespit edildi. Fakat gençliğin yakın zamanda bu karanlığa karşı aldığı konumlanışın doğruluğu desteklendi. Esas tartışılan ve bu yüzden de kongreyi değerli kılan konuysa gençliğin bundan sonra nasıl bir tutum alacağı, ne yapması gerektiğiydi. En hararetli tartışmaların yapıldığı, kongrenin yer yer forum havasına büründüğü “Ne Yapmalı” başlığında bunu gördük. Amfinin içindeki ve dışındaki herkes gençliğin sözünü nasıl

Genel olarak üniversitelere baktığımızda eskiden sosyalleşmenin ve kolektif üretimin merkezi olan öğrenci kulüp ve topluluklarının bu anlamlarını yitirmeye yüz tuttuklarını görebiliyoruz. Fakat ülkesine, üniversitesine, bilime ve sanata dair sözünü söyleyen, nitelikli üretimler ortaya koyan bazı kulüplerin üniversitelerindeki atmosfere etki edebildiklerini de biliyoruz. Bu noktada FKF ile oluşturulacak olan ortaklaşma, üniversitelerin atmosferiyle birlikte bütünün de atmosferine etki edilebilmesinin olanağını sağlayacak. 14 Nisan’da yapılan ve kulüp temsilcileri ile seçilen üniversite temsilcilerinin katıldığı toplantıda ise FKF’nin aylık çıkacak bir dergisinin olması gerektiği ve bu dergi için çalışmalara başlanması karar altına alındı. Dergi ülkenin dört bir yanında, farklı alanlarda çalışma yürüten kulüplerin etkileşimi artıracak ve üniversitelerin tartışma ortamını besleyecek bir gençlik dergisi olacak. Şimdi yapmamız gerekenin kurulma aşamasında olan FKF’yi güçlendirmek, dergisini okumak ve okutmak,yazıp çizdiklerimizle ona bir şeyler katmak olduğunu düşünüyoruz.

Hazırlık toplantılarında, üniversitelilerin biriktirmiş olduğu enerjiyi, ülke gündemi ve üniversitelerin karşılaştığı sorunlar, bunlara nasıl müdahale edilebileceği üzerine ve kültür-sanat ve bilim alanlarında yapılan hararetli tartışmalarla gördük. Bu toplantılarda yapılan tartışmaların sonrasında Ankara’ya gidecek delegeler seçildi ve kongre hazırlık süreci böylece sona erdi. Kongre’de neler konuşuldu? Kongre günüyse, Tunceli Üniversitesi’nden Boğaziçi’ne, Dicle Üniversitesi’nden Dokuz Eylül’e kadar çeşitlilik gösteren üniversitelerden gelen 500’ün üzerinde delegeyle Necdet Bulut Amfisi tıklım tıklım dolmuştu. Gençlik ve Bağımsızlıktan Aydınlanmaya, Üniversitelerde Bilim ve Sanat’tan YÖK’e kadar birçok konuda yapılan konuşmalara, yürütülen tar-

facebook.com/fikirkuluplerifederasyonu twitter.com/fikirkulupleri fikirkuluplerifederasyonu@gmail.com http://www.fikirkuluplerifederasyonu.org/


4

GELECEK SOSYALİZM | NİSAN 2013

IF IN S N E İL İK D Z Ö G E İL B A BAYRAMIN

İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir uğrağı temsil eden 1 Mayıs, bugün ‘herkesçe’ sahiplenilebiliyor. İşçi sınıfına ise bayramına bile göz dikilen sınıf olmak kalıyor. AKP, 1 Mayıs’ı da İstiyor Basit bir soru: 1 Mayıs AKP tarafından kutlanabilir mi? Bir üniversitede rastgele 100 kişiye bu soruyu sorsak, 99’u muhtemelen hayır diyecektir. AKP gibi emek düşmanı, iş cinayetlerine “kader” deyip geçen, taşeronu iş hayatının olmazsa olmazı haline getiren, halkı dini kullanarak sömüren bir iktidarın 1 Mayıs’ı kutlaması, yüzsüzlükten başka bir şey olamaz. Bunun okumuş insanlar açısından “marjinal” bir görüş olmadığı basit bir anketle kolayca kanıtlanabilir. Öte yandan “Hak-İş’in 1 Mayıs’ta yeri var mı?”, “Türk-İş Genel Başkanı’nın 1 Mayıs kürsüsünden konuşmaya hakkı var mı?”, “Anti-Kapitalist Müslümanların 1 Mayıs’a katılması hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorsak, 100 kişi ikiye bölünür ve kıran kırana bir tartışma başlar. Ancak, 1 Mayıs tartışmasını geride kalan 364 günü görmezden gelerek yapamayız. Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, AKP’nin Akil Adamlar Heyeti’nde, Akit Gazetesi Yayın Koordinatörü Hasan Karakaya’nın

yanında yer alıyor. Türk-Metal Sendikası, sendika değiştirmek isteyen, Türk-İş tarafından satılmaktan bıkan işçilere satır ve bıçaklarla saldıran bir çete olarak biliniyor. Hak-İş adlı, AKP döneminde türlü yolsuzluklarla örgütlenen cemaat sendikası, 1 Mayıs alanına AKP’nin sloganlarını taşıyor. İstatistikler AKP iktidarının ilk altı yılında Hak-İş’in üye sayısının %40, Memur-Sen’in üye sayısının ise %650 oranında arttığını gösteriyor. Laisizmle üniversitelerde, mahallelerde, kamuda, her alanda hesaplaşılırken geriye dinselleşmedik yalnız 1 Mayıs Meydanı kalıyor ve “Anti-Kapitalist” Müslümanlar namazın ardından ilahiler eşliğinde 1 Mayıs alanına doğru yürüyüşe geçiyor. 1 Mayıs, Herkesin midir? Belli toplumsal hareketlerin, mücadele tarihlerinde önemli bir uğrağı temsil eden belli başlı “özel günleri/ haftaları vs.” vardır. Örneğin, LGBT bireyler için Trans Onur Haftası böyleyken, Kürt halkı için Newroz’u kutlamak uğruna kan dökülerek kazanılmış bir haktır. Kimse Trans Onur

1 Mayıs: İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü Birçok ülkede işçi sınıfı tarafından mücadelesi verilen 8 saatlik çalışma süresi talebinin, I. Enternasyonel’in 1866’da yapılan kongresinde karar altına alınması ile birlikte işçilerin mücadelesi uluslararası bir boyut kazandı. Bununla birlikte pek çok ülkede günlük 8 saatlik çalışma süresi için grevler yapıldı, gösteriler düzenlendi. Günde 8 saatlik işgünü için ilk kez Avusturya’da taş ve inşaat işçileri, 1856’da Melbourne Üniversitesi’nden parlamentoya kadar bir yürüyüş düzenledi. 1 Mayıs 1886’da ise Amerika’da 350 bine yakın kişinin katıldığı bir gösteri yapıldı. İki gün sonra, gösterilere yoğun katlımın gerçekleştiği Chicago’daki International McCormick Harvester fabrikasındaki grevi sonlandırmak için getirilen grev kırıcıların fabrikaya alınmasının engellenmesi üzerine polisin ateş açmasıyla 4 işçi yaşamını yitirdi. Sonrasında ise işçi-

lerin birçoğu tutuklandı, ardından idama mahkum edildi. 8 saatlik işgünü giderek birçok ülkede yasal düzenleme altına alındı ve 1 Mayıs mücadeleyi temsil eden bir tarih haline geldi. 1889’da gerçekleştirilen II. Enternasyonel’in birinci kongresinde bir Fransız işçi delegenin önerisi üzerine 1 Mayıs’ın dünya işçilerinin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kutlanması karar altına alındı.

Haftası’nın işçi sınıfının ve ezilen diğer bütün kesimlerin de haftası olduğunu savunmaz. Ya da kimse, Newroz’un sadece Kürtlerin değil de, ezilen Kafkas halklarının da bayramı olduğunu savunarak yaşadığımız coğrafyadaki tarihselliğini ret edemez. Peki, söz konusu 1 Mayıs olunca nedir bu laf kalabalığı? 1 Mayıs, düpedüz Enternasyonal adlı, temel metni Marx ve Engels’in yazdığı Komünist Manifesto olan, bir sınıf örgütü tarafından mücadele günü olarak ilan edilmiştir. Bunu çok iyi bilen sermaye iktidarları, 1 Mayıs’ı yasaklamış, yasaklamak mümkün olmayınca da provoke etmeye ya da içini boşaltmaya çalışmışlardır. Geçen seneki 1 Mayıs’a ülkemizdeki ana akım medyanın amiral gemisi olan Hürriyet gazetesinin Ayşe Arman’ı yollaması, Yiğit Bulut’un 1 Mayıs alanından bildirmesi bu çabanın en karikatür örneği ve kitle iletişimindeki ayağıdır. Herkesin 1 Mayıs’ı Ayşe Arman veya Yiğit Bulut’un gözlerinden görmesi, “adeta karnaval alanını” beğeniyle izlemesi istenmektedir. Liberal sol

– liberal aydıncıklarımızın, homoakademikuslarımızın ve bilcümle naiflikten AKP destekçisi olan “entelektüel” şahsiyetin elbette buna itirazı olmaz. Ama bari biz yapmayalım! Elbette 1 Mayıs’a herkes katılabilir, ancak 1 Mayıs’ın işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olduğunu kabul etmek ve taleplerini işçi sınıfının talepleriyle birleştirerek haykırmak kaydıyla. Üniversiteliler ve 1 Mayıs Çevremize baktığımızda yaratılan her değerin, ortaya çıkan her üretimin insan emeği sayesinde olduğunu görebiliyoruz. Parçası olduğumuz toplumun ihtiyaçları her gün yeniden üretilirken üretim süreci dışında kalan biz üniversitelilerin okuyabilmesi de yaratılan toplumsal artı değerin sayesinde mümkün olabilmektedir. Bu nedenle geleceğin ücretlileri şimdiden “Okumuş insan emekçi halka karşı sorumludur!” demelidir. 1 Mayıs’ta işçi sınıfının yanına, 1 Mayıs’ta alanlara…

Türkiye’de 1 Mayıs 1911 yılında işçilerin en örgütlü olduğu yerlerden birisi olan Selanik’te tütün, liman ve pamuk işçileri ilk kez 1 Mayıs’ı kutladı. 1923’te 1 Mayıs yasal işçi bayramı olarak ilan edilse de hemen ertesi yıl Türkiye’nin sınıflı bir toplum olmadığı söylemeleri ile birlikte 1 Mayıs’ın kutlanması yasaklandı. Bir mücadele tarihini simgeleyen 1 Mayıs, 1935 yılında içi boşaltılmaya ve anlamsızlaştırılmaya çalışılarak “Bahar ve Çiçek Bayramı” adıyla ücretsiz tatil günü ilan edildi. İşçi sınıfının toplu iş sözleşmesine ilişkin düzenlemeye karşı gerçekleştirdiği 15- 16 Haziran 1970’teki büyük direnişinin ardından 1976 ve 1977’de en kitlesel 1 Mayıs’lar gerçekleştirildi. Ancak Marmara (Intercontinental) Oteli’nden açılan ateş ile 34 kişinin yaşamını yitirmesi sonucu 1977 Mayıs’ı, Kanlı 1 Mayıs olarak tarihe geçti. Tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçen 1 Mayıs 1977 öncesinde 1 Mayıs İşçi Bayramı için hazırlanan "Dünyayı Avuçlarında Yükselten İşçi" figürü Orhan Taylan tarafından yapılmış olup Dünya Sendikaları Federasyonu'nun düzenlediği uluslararası yarışmada birincilik ödülü almıştır.


GELECEK SOSYALİZM | NİSAN 2013

5

Kürt dili yakın zamanda yeni bir deyim kazanacak: “BARIŞ ARARKEN, SEFERE ÇIKMAK”

olduğu herkes tarafından takdir edilen bir insan” ifadelerine yer verdi. (http://haber.sol. org.tr/devlet-ve-siyaset/bekir-kayadan-basbakan-guzellemesi-basbakan-cumhuriyettarihinin-sayili) [2] Oslo görüşmesinin basına sızdırılan ses kaydında geçen MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, “Başbakan ile Öcalan’ın bölgeye ve ülkeye ilişkin vizyonu yüzde 90-95 oranında örtüşüyor” sözleri uzun süre tartışıldı. (http://www.aktifhaber.com/mit-pkk-gorusmesinin-sok-ses-kaydi-557853h.htm) [3] Amed(Diyarbakır) Newroz’unda Öcalan’ın mektubunun okunmasından bir gün sonra, ABD’li bir yetkili İsrail’in, Mavi Marmara’da hayatını kaybeden Türk vatandaşları için Erdoğan’dan özür dilediğini açıkladı. Gelişme Suriye’ye karşı İsrail-Türkiye-Kürt hareketi ittifakının ABD’nin girişimiyle sağlandığı yönünde yorumlandı. (http://haber.sol.org.tr/dunyadan/israil-mavi-marmara-baskini-nedeniyle-ozur-diledihaberi-70247)

Öncelikle, başlığın bir temenni ifade etmediğini belirtmeliyiz. Ancak, “insan olan kimse…” edebiyatı parçalayarak da sınırlı sayıdaki sayfamızı doldurmayacağız. Sosyalistiz diyorsak, Sovyetler Birliği yıkılır yıkılmaz patlak veren etnik çatışmaların, etki kazanan emperyalist müdahalelerin, yaygınlaşan işgallerin karşısındayız, anti-emperyalistiz ve bağımsızlıkçıyız demek istiyoruz. Yani zaten her ağzımızı açtığımızda barışseverliğin olmazsa olmazlarından bahsediyoruz. Gelgelelim, yaygın olarak “barış süreci” diye adlandırılan ve Kürt siyasetçilere Tayyip Erdoğan’ı “büyük adam” ilan ettiren[1], Devlet’e Öcalan ile hemfikir olduğunu açıklatan[2], İsrail’e ise görünürde özür dileten[3] bu siyasal süreç, barış yanlıları açısından son derece endişe vericidir. Dikkatli incelendiğinde, köklü sanılan düşmanlıkların bir anda, tabanda yansı bulmaksızın*, teferruat konumuna düşmesinin barış anlamına değil, daha büyük, küresel ölçekli hesaplar için küçük didişmelerden vazgeçildiği anlamına geldiği ortaya çıkmaktadır. Şimdi savaşa hazırlar! Ülkemizde kanın görece az aktığı müzakere sürecine bakıp barış adına umutlanmak, ancak sınırın hemen ötesinde şiddet kazanan ve ülkemiz-

deki gelişmelerle doğrudan bağlantılı çatışmalara[4] duyarsız kalınmasıyla açıklanabilir. Sürecin sonunda bölgede istikrar ve huzurun egemen olacağına inanmak, Irak işgalinden sonra bir kez daha havada uçuşan “kimyasal silah” iddialarının[5] hangi amaçla ortaya atıldığı üzerine hiç düşünmemekle mümkündür. Nihayet Kürt sorununun çözüme kavuştuğunu düşünerek sevinç gözyaşları akıtmak, muhtemelen daha fazla kanın akmasıyla “çözülecek” olan batılı devletlerin Suriye sorununa, o kişinin gözlerini kapadığını gösterir. Yani, barış masalları anlatılırken, bölgesel bir savaşa koşar adım yaklaşıldığını söylemekteyiz. Reel politikanın azizliğine bakın ki; bir savaşın tarafları, şimdi daha büyük bir savaşın müttefiklerine dönüşmüş durumdalar.Dolayısıyla, “barış” sözcüğünün burada,NATO’nun çizdiği yol haritası doğrultusunda silahlı güçlerin eşgüdümle hareket etmesine, Şii hilalinin[6] karşısına çıkarılan Sünni eksenin[7] genişlemesine tekabül ettiğini görüyoruz. Öcalan’ın mektubundaki İslam vurgusunu[8] da bu projeye Kürt hareketinin önderliğinden yakılan yeşil ışık olarak okumak mümkündür. Mektupta, Anadolu ve Mezopotamya’daki belli başlı bütün halklar sayılırken, eşit yurttaşlık talebi için yıllardır mücadele veren, defalarca katliamların hedefi olmuş

Alevi halkından bahsedilmemesi ise Sünni ekseninde yer alınacağını doğruluyor. Bir Alman atasözü, “Barış zamanında bir yumurta, savaş zamanında bir öküzden daha iyidir (Besserein Ei im Friedenalsein Ochs im Kriege)” diyor. Halklar, tarih boyunca içinden geçtikleri büyük acılardan dersler çıkarır, kültürlerinde yaşadıkları büyük travmaların izlerini taşırlar. Bu dersler, izler bazen atasözleri, deyimler halinde dil aracılığıyla o halkın belleğine girebilirler. Uzun süredir politize olmuş ve politik hedeflerinin temeli onurlu bir barış olan Kürt halkının, kendini tekrar Osmanlı sancağı altındabu defaSuriye Ermenilerinin üzerine yürürken bulması, travmanın daniskası olur. Bu sarsıntının gelecekte Kürt diline nasıl yansıyacağı bugünden kestirilemez ama Türk aydınlarının AKP dış politikasını değerlendirirken anımsadıkları bir “yaşanmışlık” var: “Osmanlı çökerken, Yemen’e asker yolladı.” Dipnotlar: [1] Bunun en çarpıcı örneğini Van Belediye Başkanı Bekir Kaya verdi. Depremin ardından bir KCK operasyonuyla tutuklanan Kaya “barış süreci” kapsamında tahliye oldu ve yaptığı ilk açıklamada, “(Tayyip Erdoğan) Cumhuriyet tarihinin sayılı liderlerinden biri. Toplumla buluşma itibarıyla büyük bir aktör

[4] PKK çizgisini Suriye’de temsil eden Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) askeri gücü Halk Savunma Güçleri (YPG), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) çetesiyle Suriye Devleti’ne karşı birlikte hareket etmeye başladı. (http://haber.sol.org.tr/dunyadan/oso-vepyd-omuz-omuza-savasiyor-haberi-71150) [5] Ülkemizdeki Kürt basını da “Esad kimyasal silah kullanıyor” iddialarını manşetlerine taşıyarak, kara propaganda operasyonunun parçası oldular. (“Esad Kürtleri bombalıyor”, manşet, Özgür Gündem, 7 Nisan 2013) [6] Ortadoğu’da ABD karşıtı bölgesel güç olan İran’ın ittifaklar sistemine, İslamcılar bu adı veriyorlar. Bu adı takarak ABD’nin bölge politikalarında aldıkları rolü tabanlarını kaybetmeden oynamaya, meseleyi SünniŞii çatışması gibi göstererek, meşrulaştırmaya çalışıyorlar. (http://tr.wikipedia.org/ wiki/%C5%9Eii_hilali) [7] Yeni Yeşil Kuşak Projesi olarak da adlandırılabilir. I. Yeşil Kuşak Projesi’nin amacı İslam’ı komünizme karşı bir kalkan olarak kullanarak SSCB’nin petrol zengini Basra Körfezi civarında etkinlik sağlamasını engellemekti. II. Yeşil Kuşak Projesi ise İran’ın bölgedeki etkisini Sünni mezhebini kullanarak sonlandırmayı amaçlıyor. [8] “Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.” (Öcalan’ın mektubu)

*Linç girişimleriyle gelen barış

Hizbulkontra barışın parçası!

Müzakere eden tarafların, tabanlarındaki milliyetçi ve dinsel ideolojilerle hesaplaşmaktan kaçınması, aksine pragmatist yaklaşımlarını tabanlarına mal etmekte aldıkları yol insanı kara kara düşündürüyor. Paris’te gerçekleştirilen suikastlarla başlayan müzakere süreci, masanın etrafında süren, el güçlendiren ya da karşıdakinin elini zayıflatan askeri ve daha çok siyasi operasyonlarla devam ediyor. Çözümün eşiğindeki Türkiye’de hala BDP heyeti Karadeniz turuna linç girişimleri sebebiyle devam edemiyor, Dicle Üniversitesi’nde Hizbullahçılar polis ile kol kola Kürt öğrencilere saldırıyor, ırkçı söylemlerdaha fazla insanı harekete geçirebiliyor. Halkların kardeşliğini pragmatik kaygılara feda etmeyecek, gücünü yalnızca halktan alan bir barış hareketinin eksikliğinde barış mümkün olmuyor. Bu haliyle “barış”, egemenlerin barışı olarak kalmaya devam ediyor.

Her açılım sürecini, Kürt hareketi içerisindeki bazı aktörlerin AKP’den çok AKP’cileşmesi takip ediyor. Son olarak, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş; Hizbullahçı gruplar, “Yaşasın Şeriat” sloganları atarak Kürt gençlere, sosyalistlere saldırırken çıkıp, “sürece karşı bazı grupların” araya girerek olayları tırmandırdığını söyledi. Dicle’nin ardından, İstanbul Üniversitesi’nde de şeriatçıların devrimcilere saldırmasına ilişkin konuşan Demirtaş, “Kürt olmayanlar var, başka cemaat ve tarikatlarla, siyasi organizasyonlarla ilişkide olanlar var. Yani Hüda-Par ile yurtsever gençler arasındaki gerilimi fırsat bilen bazı gruplar hızlı bir şekilde olayı tetiklediler” dedi. Hüda-Par Genel Başkanı Hüseyin Yılmaz da aynı doğrultuda açıklama yapıyor, “Öcalan, İslam bayrağı altında biraraya gelmekten bahsediyor. Öcalan'ın İslam değerlerine vurgu yapması nedeniyle boşta kalacağını ve dışlanacağını düşünen Türk solu ve Alevi kesim BDP'yi maceraya sürüklemek, süreci tıkamak istiyor” diyor.


6

GELECEK SOSYALİZM | NİSAN 2013

Doğum Günün Kutlu Olsun Çizgi Metin* Metin Kurt; inandığı değerler uğruna mücadele verirken hayatın farklı noktalarında duran insanları da harekete geçirebildiğini en son Ocak 2011’de Taksim Renklerin Kardeşliği eyleminde gördüğümüz bir insan. G.S.’nin de ilk sayısını çıkarıyor oluşumuzla doğum gününün rastlaştığı bir başka Galatasaraylı Çizgi Metin’i ve mücadelesini ilk sayımızda anmadan geçmek istemedik. Çünkü sporcuların emekçi mi oyuncu mu olduğunun tartışıldığı, sporcu olmayan spor emekçilerinin ise görünmez olduğu, onun emek batakhanesi diye adlandırdığı hayatın çok daha acımasız bir alanında iki şişe ucuz şarapla tarih yazabilen yalnızlığı bize de ilham veriyor. Endüstrileştikçe insansızlaşan “spor sektöründe” insana dair olanı korumanın birlikte verilen bir mücadeleden geçtiğine inanmış, 76 yılında başını çektiği futbolcu grevi eyleminde yalnız kaldığında önce ku-

lüpten, sonra da futbol camiasından aforoz edilmiş. Ama Metin Kurt’un ceza sahasındaki yalnızlığı, örgütlü mücadelesi sayesinde başka alanlara yansımıyor. Yaşamöyküsü üzerinden spor emekçilerinin hak mücadelelerini anlatan üç değerli çalışma bulunuyor. Birincisi Vecdi Çıracıoğlu’nun Everest tarafından 2009’da basılan Gladyatör, ikincisi Metin Kurt’un kendi kaleminden çıkıp onu kaybettiğimiz yıl Yazılama Yayınevi tarafından basılan Jale Altunel derlemesi Çizgideki Gladyatör kitapları ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin Metin Kurt’la birlikte üzerinde çalıştığı bir belgesel film bulunuyor. Edebiyat ve belgesel kısmının devamında ise Kesmeşeker’in Modern Zamanların Spartaküs’üne ithaf ettiği “Doğdum Ben Memlekette” albümü, 2012’de de Tekyumruk taraftar grubunun Artvin Borçka’da kurulmasına önayak olduğu Metin Kurt Kütüphanesi karşımıza çıkıyor. Son olarak yıllardır

kurulmasını hayal ettiği spor emekçilerini yalnızlığını sona erdirecek Spor Emekçileri Sendikası ise Aralık 2010’da Metin Kurt’un başkanlığında kuruldu. Sadece oyun olarak gösterilmek istenen sporun asla sadece bir oyun olmadığına bizi farklı zeminlere sıçrayarak oralardan verdiği cevaplarla ikna eden Metin Abi’nin son olarak bir alıntısını buraya taşımak istiyoruz. “Spora damgasını vuran burjuva rekabeti sporu metalaştırmıştır. Devasa bir futbol endüstrisi ortaya çıkmıştır. Kimse bu alanda spor olsun diye bulunmuyor. Şike, doping, siyaset, mafya, ırkçılık, şiddet, küfür zaten düzenin spora yansımalarıdır. Bunlar münferit olaylar değil. Bu bir sistem sorunudur ve düzenin sporu neoliberal politikaların sporudur. Yıllardır sporu yöneten sağ siyaset bugün kumarbazların cirit attığı bir spor ba-

takhanesi yaratmıştır.” * İlk defa Ocak 1981’de yayınlanan, Spor Emek-Sen’in yayını olarak 2013’te yeniden kurgulanan Sportmence dergisinin 1. sayısının başlığı

Öğreticiliği Rastlantısallığında Yatan Bir Çalışma Dayatılan küresel ekonomik düzene uyum sağlamayı olumlamayan meşru bir yönetimden kurtulmak için, bir ülkede iç karışıklık çıkarma yönteminin en güncel örneğinin yanı başımızda, sınır komşumuz olan Suriye’de yaşanıyor olması, ayırt edilmesi gereken acı bir gerçekliktir. “The Revolution Will Not Be Televised” (Devrim Televizyondan Yayınlanmayacak), Amerikalı iki bağımsız sinemacının (Kim Bartley ve Donnacha O’Briain) 5 Mart günü yitirdiğimiz, Venezuelalı kamucu önder Hugo Chávez Frías üzerine çektiği bir belgesel filmdir. Çalışmayı ilgiye değer kılan en çarpıcı yön, çekimler sırasında Başkan Chávez’e karşı bir darbe yapılması ve bu iki bağımsız sanatçının gelişen beklenmedik olayları birinci elden gözlemleyip bize sunma olanağı bulmasıdır. Eserin sanatsal niteliklerinden çok, içeriği üzerinde duracak; işlenen sürecin içerdiği birkaç siyasal sorunsala değineceğiz. Tarihsel süreçle başlamalı. Hugo Chávez Frías 1992 yılında, kamu desteğini yitirmiş olan Başkan Carlos Andrés Peréz hükümetine karşı bir darbe girişiminde bulunduktan sonra, kendi kamuoyunu oluşturmaya başlar. 1998 yılında seçimle başa gelir ve 2000 yılında, düzenlediği Bolivarcı anayasayla yeniden seçilir. Ülkenin yüksek petrol gelirlerini kamuyla paylaşma ereği doğrultusunda petrol şirketlerinin devletleştirilmesiyle, Chávez karşıtları eylemlere başlar ve kirli oyunlar sonucu ortalık kana bulanır. Karşıt basın, karışıklıkları kızıştırmak için elinden geleni yaparken Başkanlık Sarayı basılır ve Başkan Chávez kaçırılır. Devlet kanalının yayını kesilir, yürütme kurulu dağıtılır, yeni bir hükümet

kurulur. İki gün içinde kamu kendi istenci doğrultusunda sokağa dökülür; Başkanlık Sarayını çevirir. Kumandan Chávez’e bağlılığını sürdüren askerlerin girişimiyle yeni hükümet devrilir. Meşruluğunun ve yasallığının önüne geçilememiş olan Başkan Chávez’in yürütme kurulu geri getirilir. Bu süreci değerlendirirken ilk olarak, küresel ekonomik–politik nesnelliğe odaklanmalı. Petrol gelirlerini kamuya aktarmak, ABD açısından bir ekonomik saldırı anlamına gelmiştir. Siyasal dengelerin en dolaysız belirleyicisi olan ekonomik çıkarlara yapılan bu etki, ayaklanma ve darbe gibi büyük ödekler biçiminde en sert karşılığını bulmuştur. Başkan Chávez’in kişiliğine yönelik düzeysiz saldırılarda bulunulan yayınlarla dolu özel TV kanallarının kışkırtmalarıyla, Chávez karşıtları eylemlere başlamıştır. Ardından, sokağa dökülen kalabalık, Chávez destekçilerinin üzerine yürütülmüş, nereden geldiği belirsiz keskin nişancı kurşunlarının insanları kafalarından vurmasıyla olaylar geri dönüşü zor bir duruma sokulmuştur. Kim olduğu belirsiz keskin nişancılara ateşle yanıt veren bazı Chávez destekçilerinin görüntülerinin özel TV kanallarınca kesilip biçilerek Chávez karşıtlarına yönelik bir saldırı gibi yayınlanmasıyla, küresel nesnelliği Başkan Chávez’den kurtaracak bir neden yaratma girişi-

mi sonunda olgunluğa ermiştir. Böylece küresel düzen, yüksek oy oranlarıyla seçilmiş meşru bir “diktatör”ün ayağını kaydırmış, onun yerine göreve gelir gelmez ABD’nin ekonomik çıkarları doğrultusunda kararlar alan ve seçilmemiş bir “demokratik” hükümeti koymuştur. Dayatılan küresel ekonomik düzene uyum sağlamayı olumlamayan meşru bir yönetimden kurtulmak için, bir ülkede iç karışıklık çıkarma yönteminin en güncel örneğinin yanı başımızda, sınır komşumuz olan Suriye’de yaşanıyor olması, ayırt edilmesi gereken acı bir gerçekliktir. Bolivarcı Bir Anayasa Diğer inceleme odağımızsa kamu desteğidir. Kumandan Chávez’e yapılan coşkun sevgi gösterilerinin ötesinde, bu desteğin somut karşılığı, Venezuela’nın Bolivarcı Anayasası olmuştur. Anayasa tanıtma çalışmalarıyla birçok Venezuelalı anayasal hak ve özgürlüklerini, sorumluluklarını, güvencelerini öğrenmiş ve bu meşru Anayasayı benimsemiştir. Bu duyguların en belirgin biçimde somutlanması, Başkan’ın görevi bıraktığını öne süren ve yeni yönetim adına yayın yapan onca özel TV kanalının yalanlarına ve Chávez adına yayın yapan tek kurum olan devlet kanalının yokluğuna karşın milyonlarca Venezuelalının, görünürde

hiçbir çağrı olmaksızın örgütlenip verdiği oya sahip çıkması; anayasal bakımdan oldum olası geçerli Başkanı, Hugo Chávez’i geri getirmesiyle olmuştur. Belgeselde görüldüğü gibi, her siyasal adımın anayasal denetimden geçiriliyor olması, meşru bir anayasanın taşıdığı gücü kanıtlar niteliktedir. Kamu desteğiyle oluşturulmuş bir anayasa, bütün bir ulus için temel; güvenilir bir dayanak anlamındadır. Böylesine etkili bir aygıt olan anayasanın günümüzde görünür bir kamu desteği olmadan ve geniş toplum kitlelerinin çıkarlarına aykırı bir biçimde yazılıyor olması, kaygı vericidir. Toplumun çıkarları açısından yürürlükteki anayasadan daha iyi olmayacağı şimdiden okunabilen bu yeni anayasayı bir seçenek olarak görerek ona meşruluk sağlayanların bilinçli ya da bilinçsiz olarak yaptığıysa kaygının da ötesinde, korku vericidir. Üzerinde düşünülmesi gereken kimi siyasal sorunsallara im eden bu belgeseli izlemek, hem sosyalizmin en son yenilgisini aldığının düşünüldüğü karanlık bir dönemde açtığı yolla bizi yüreklendiren Kumandan Chávez’i bir kez daha anmak, hem de çevremizde olan biteni bütünselliğiyle kavramak adına iyi bir deneyimdir. Bu çalışmanın umut dolu çıkarımı ise: Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!


GELECEK SOSYALİZM | NİSAN 2013

7

“Sanat çatışmadır, birletişirir”* Bir kitap tanıtmayacağız ilk sayımızın ilk kitap köşesinde. Bir dergiyi ele alıyoruz bu sefer. Aslında pek de ele aldığımız söylenemez dergiyi. Çünkü bu dergi artık yayında değil. Üstelik sahaflarda bile tek tük karşımıza çıkıyor ve pek ucuz sayılmaz. Ancak bütün sayılarına internetten ulaşmak mümkün. Ama yine de belirtmekte fayda var. Dergiyi, internetten ulaşımı olduğu için tanıtmıyoruz. Sonuçta internetten ulaşımı mümkün binlerce yayın var. Bu derginin tanıtımını, gelecek sayılarımızda yer vereceğimiz kitap eleştirileri için bir zemin, eleştiri-toplum-edebiyat denkleminde bir çeşit buluşma noktası ve besin kaynağı olarak değerlendirebiliriz. Açıkçası, fiiliyata geçmeden bu köşe, satırlarını kitap eleştirilerine yer vermeden evvel, fikriyata yöneldi. Dergimizin adı Edebiyat Dostları. 1987-90 yılları arasında 33 sayılık bir serüveni var. Can Yücel, Mesut Odman, Adalet Çutsay, Asım Bezirci, Kemal Durmaz, Metin Çulhaoğlu, Akif Kurtuluş, Osman Çutsay, Yalçın Küçük… derginin katkıcıları arasında. “Entelektüel şiddet” ve “entelektüel kopuş” kavramları bu dergi

etrafında üretiliyor. Tabi, Türkiye’de ve dünyada karşı devrimci dalganın en yoğun olduğu yıllarda, 80 sonrası ve özellikle sonlarında, Türkiye aydınının aklını diri tutmaktaki katkısına değinmiyorum bile. Biz susalım, dergiyi, derginin kendisi tanıtsın:

“Neden bir kültür-sanat dergisi? Neden, mevcut dergiler dışında bir arayışa yöneldik? İlk olarak belirtmemiz gereken, şu anda sanat, edebiyatımızda yerleşik olan kurumların içinde yer almamayı seçtiğimizdir. Biliyoruz ki, mevcut kurumların içinde, bu kurumları bile aşan saptamalar dizisiyle varolmak; daha yolun başında “sivriliklerimizin” törpülenmesine açık olmak, bastırılmak, giderek de boyun eğmek demektir. Sözümüzün boğulmasını istemiyoruz.” Buraya kadar her şey normal görünüyor. Yeni bir derginin kendini diğerlerinden ayırmak için ortaya attığı bir iddia ile karşı karşıyayız. Bu iddianın ne kadar dolu olduğunu anlamak için bir de “sözümüz” derken

neyi kastettiğine bakalım:

“Biz, yeni bir toplumsal organizasyon projesinden, toplumun yeni değerlerle örülmesinden yanayız. Varolanın dışında olmayı seçiyoruz. Yerleşik olanın içinde törpülenmeyi değil, Edebiyat Dostları’ndan değişmeyi ve kuşkusuz Edebiyat Dostlarıyla değişmeyi istiyoruz. Değişmeyi… Daha güzelleşmeyi…” Hatta devamında bunu nasıl yapacaklarını bile anlatıyorlar. Bütün formülü dökmüşler ağızlarından:

“Ayrıca tek başına yürümenin ne önemi var? Belli ölçü ve zaman kesitlerinde belki bir anlamı olabilir. Tekil tavırlardan olsa olsa ve çoğu zaman ‘köyün tuhafı’ üretiliyor. Yapılması

gereken, bir araya gelebilmektir. Yalnızlıkta sınandık. Çoğalmaktan korkmuyoruz. Tam da bu noktada ikinci olarak şunu söylemeliyiz: Tek başına değil, birlikte yaratmak istiyoruz. Kolektif çalışmayla kurumlaşmayı…” Edebiyat Dostlarının bıraktığı yerden devam edelim. G.S. de birlikte yaratacak, yeni bir toplumsal organizasyon projesinden yana olacak ve yeni olacak bir umut taşıyor. Yani G.S.’de, bizler de, bir edebiyat dostluğu kuruyoruz. Edebiyat Dostları’na ulaşmak için: http://www.beyazmanto.com/edebiyatdostlari/ * Edebiyat Dostları’nın Mayıs 1987’deki ilk sayısının kapak yazısı başlığı

Rektörün Kontrolünde Bir Öğrenci Konseyi Tarihte, iktidarın belirlediği kalıba üniversite öğrencilerini sokma çabasının tersine döndüğü bir dönem de var. 1970’li yıllarda, ODTÜ öğrencileri bugünkü Öğrenci Konseyi’nin öncülü olarak Öğrenci Temsilcileri Konseyini kurmayı başarmıştı. “Başarmak”kelimesine ayrıca önem vermek gerekiyor. Çünkü her ikisinin de dayanak noktası öğrenci temsiliyeti olmasına karşın, Öğrenci Temsilcileri Konseyi varlığını doğrudan öğrencilerin kararlı bir şekilde örgütlenmiş emeğine ve bir yandan 12 Mart baskıcı dönemine diğer yandan Rektörlüğe karşı yapılan boykotlara borçluydu. 12 Mart döneminin üniversite öğrencisine diktiği elbise, ona artık dar geliyordu ve öğrenciler sahip olmaları gereken, üniversite içinde söz söyleme hakkını elde etmek istiyorlardı. İsteklerinin temeli, üniversitede eğitim ve öğretimin demokratikleşmesi ve üniversite yönetiminde öğrencilerin etkin olmasıydı. Bu kararlılık, üniversitede Öğrenci İşleri Dekanlığının kurulmasıyla ilk meyvesini verdi. Daha sonra ise Üniversite Senatosu’nun içinde de aktif olarak bulunma hakkı elde edildi. Onların söylediği gibi ODTÜ; “Cumhuriyet”, ÖTK ise bu cumhuriyetin “Meclis”i olacaktı. Öğrenciler kendi aralarında temsilcilerini seçip ÖTK’nın yönetim kurulunu oluşturmak üzere onları görevlendirecekti ve ÖTK Yönetim Kurulu ise bu cumhuriyetin “Hükümet”i olacaktı. Günümüzde üniversitelere baktığımızda, Öğrenci Temsilcileri Kuruluyla aslında aynı işi yapması gereken Öğrenci Konseyleri, 70’lerin ÖTK’sıyla karşılaştırılınca, cumhuriyetten

çok diktatörlüğü andırıyor. Bu öğrenci konseyleri, bir öğrenci hareketinin sonucu olarak kurulmadığından, öğrenciden çok yönetimin ve dolaylı olarak hükümetin sözcüsü konumuna düşüyor. Üniversiteler öğrencinin okuduğu, hatta yaşadığı yerlerdir. Dolayısıyla bu durumun doğal bir sonucu olarak öğrencilerin yönetimde doğrudan etkin olabilmesi gerekir. Kağıt üstünde Üniversite Öğrenci Konseyleri, temelinde öğrencinin ihtiyacına cevap vermek üzere, öğrencinin kendini ifadesi için demokratik ve özgür alanlar yaratmak, öğrenci sorunlarını yönetime ulaştıracak bağı kurmaküzere görevlendirilmiş öğrenci kurullarıdır. Dolayısıyla onlardan öğrencinin iradesi doğrultusunda hareket etmesi, kısaca öğrencinin yanında olması beklenir. Ancak bugün, bu sayılanlar laftan ibaret kalıyor ve Öğrenci Konseyi, hükümetin buyurduğu gibi öğrencinin savunduklarının tam karşısında durabiliyor.Böyle bir durumda, konseyin öğrenci temsiliyeti diye bir görevi kalmamış bulunuyor ve genelleme yaparsak, halihazırdatek görevi zaten bu olan kurum, varlık nedenini kaybetmiş oluyor. Bizim okulumuzda da, artık varlığının yalnızca sembolik olduğunu hepimiz bildiğimiz halde, inatla göreve devam ediyor. Elbette bizim üniversitedeki konseyin meşruiyetini, üniversitenin öğrencisi açısından ortadan kaldıran gelişme ODTÜ ile başlıyor. Yukarıda tarif

ettiğimiz üzere, ÖTK ile başlayan öğrenciyi temsil kavramının tarihsel sürecinde ODTÜ’nün özel bir anlamı var. Öğrenci temsiliyetinin 70’lerde gerçek bir örgütlülükle yeşerdiği ODTÜ’de, polis saldırıları karşısında öğrencinin değil, rektörün yanında yer almasıdır bahsettiğimiz meşruluk kaybının sebebi. Konseyin bu konumu tercih etmesi, üniversite öğrencilerinin fikrini umursamadığını, hatta üniversitenin yöneticiliğine soyunduğunu ve -nerden kaynaklanıyorsa artık- bir başka üniversitenin öğrencilerini kınama hakkına sahip olduğunu zannettiğini gösteriyor. ODTÜ’de rektör dahi öğrencisine sahip çıkarken –zaten normal olan bu– öğrenciyi temsil amacıyla var olan Öğrenci Konseyi’nin, ODTÜ öğrencisine destek veren ve aynı zamanda, ODTÜ’lüleri kınayan rektörden imzasını geri çekmesi talebinde bulunan Galatasaray öğrencisinin yanında ol-

madığı açıktır. Konseyin, Rektörün ve altına imza attığı metin doğrultusunda davranması, doğrudan rektörlüğe bağlı bir kurulun, üniversite yönetiminden bağımsız hareket etmesinin mümkün olmadığını göstermektedir. Konsey üniversite yönetimine ve dolayısıyla rektöre bağlı oldukça, üniversite öğrencilerini temsil etme misyonunu gerçekleştirmekten oldukça uzakta kalacaktır. Bunu gerçekleştirebilecek kurumun, Rektörlükten, YÖK’ten ve hükümetten tamamen bağımsız olması şart. Sonuç olarak, yapılacak şey ya konseyleri bağımsız hale getirmek ya da onlara alternatif, öğrencinin sesiyle konuşan kurullar oluşturmaktır.

Bu sene seçim yok mu? Öğrencilerin büyük çoğunluğu tarafından meşru bulunmayan, 14 öğrenci kulübünün açıklama yaparak kınadığı mevcut Öğrenci Konseyi’nin istifa etmediği gibi, Konsey seçimlerine ilişkin yerleşik uygulamayı değiştirerek bir yıl fazladan görev yapacağı iddia ediliyor. Normalde Mayıs ayında yapılması gereken Konsey seçimleri, yapılmadığı takdirde gayrimeşru Öğrenci Konseyi toplamda üç sene görev yapmış olacak, oysaki tüzükte iki sene sınırı ön görülüyor. Eğer iddialar doğruysa, sınıflarda temsilci seçimi dahi düzenlemeyen küçük bürokratlarımızın AKP’den ciddi anlamda çok şey öğrenmiş olduğu ortaya çıkacak.


EMEK SİNEMASI’NIN TEMSİLİYETİ ÜZERİNE

Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu bina 1884 yılında Fransız bir Levanten olan Alexandre Vallaury tarafından inşa edilmiştir. Bu tarihten itibaren İstanbul Avcılar Kulübü, Rum Atletik Jimnastikhanesi, Sirk ve Tekerlekli paten pisti ve eğlence merkezi olarak kullanıldıktan sonra 1918 yılında “Yeni Tiyatro”, 1924 yılında da “Melek Sineması” haline gelmiştir ve belediye tarafından satın alındıktan sonra Emek Sandığı’na ihale edilmiş, bundan sonra ismini Emek Sineması olarak değiştirmiştir. Emek Sineması’nın bugünkü durumu ciddi tartışmaların, toplumsal olayların merkezinde yer almaktadır. Yakın zamanda, Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu pasajın alışveriş merkezine dönüştürülmesini protesto etmek adına yapılan eylemlerde, aktivistler polisin şiddetiyle karşı karşıya gelmiş, tazyikli su ve biber gazına maruz kalmışlardır. Peki, eylemcilerin Emek Sineması’na yönelik bu projeye karşı çıkmalarının sebepleri aslında nelerdir? Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu bina Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından yap-işlet-devret sistemiyle 25 yıllığına Kamer İnşaat’a kiralanmıştır. 1990’larda “kamu yararı” kavramı anayasadan çıkarıldıktan sonra özelleştirmeler aleyhine bile dava açılamaz hale gelinmiştir; çünkü bu davalar bu ilkeye dayanarak açılabiliyordu. Bugünün küreselleşen dünyasında gerçekleştirilen tuhaflıklar, sermayeyle el ele tutuşan bir devlet modelini ön plana çıkarmaktadır. Bu devlet tipinin kapitalizmle ilişkilenmesinin sonucunda, devlet sermaye ile vatandaş arasında, sistematik işleyişi içinde meşrulaştırıcı bir rolle, arabuluculuk işlevini üstlenmektedir. Burada vurgulanması gereken birkaç nokta var: Bahsi geçen arabuluculuk, bugün kendini Emek Sineması eylemlerinde, eylem sonrası bakanlardan birinin bu eylemleri bazı marjinal grupların sabotajı olarak değerlen-

dirmesiyle göstermektedir. Oysa marjinallik kavramı bu fenomenler içinde yalnızca polis gücünün marjinalleştirilmesinde ve toplum yararı yerine özel çıkarlar uğruna kullanılmasında kendini var etmektedir. Bir diğer nokta, devletin bireyci anlayışının izdüşümünün sermayeye de yansıdığı, sermaye ile vatandaş arasında arabulucu işlevini üstlenip bu fonksiyonunu gerçekleştirirken sermayeyi bütünsel bir varlık olarak değil, parçalı bir varlık olarak ele almasıdır. Son zamanlarda İstanbul Bienali sebebiyle -ya da sermaye sanatı olması sebebiyle- aktivistlerin hedefi haline gelen İKSV’nin (Eczacıbaşı’na ait olan bu sanat kurumu, Bienal’in de sponsorluğunu yapmaktadır) düzenlediği Film Festivali’nin açılışında gerçekleştirilen eylemde polisin kullandığı orantısız gücü kınamak için İKSV bir basın açıklaması yapmıştır. Aynı şekilde, film festivalinin son gününde de benzer bir toplanma alanı yaratılacağı konuşulmaktadır. Buradaki ironi, vatandaşı terk edip sermayeyle güçlü bir ilişki kuran devletin sermaye tarafından kamu için terk edilmesi izleniminin yaratılmasıdır. Kamu, durumla ilgili memnuniyetsizliğini sermayenin açtığı bir alan üzerinden duyurabilmektedir ve ortak payın büyük çoğunluğunu kendine alan, kamuya bu paydan çok az bırakan sermayenin vatandaşın yanında olduğu yanılsaması oluşmaktadır.

kında bile kesin yargıları satmaya başlamıştır.

Emek Sineması’nın özelleştirilmesi ve proje sahiplerinin deyimiyle “yıkılmaması ancak aynı binanın 4. katına taşınmasının” kentsel dönüşümle ve piyasacılıkla, bir başka deyişle tüketim kültürüyle yadsınamaz bir ilişkisi bulunmaktadır. Bu uğurda, mekansallık hiçe sayılmakta, mekanın tarihselliği yok edilmektedir. Bu durum Beyoğlu’nda son birkaç yıl içinde fazlasıyla görülebilmektedir. (Bu noktada yakın zamanlı bir örneği görünür kılmak adına Yapı Kredi’ye ait sanat galerisi bir süre önce bir giyim markasının mağazası haline gelmesi hatırlanabilir). Sanat sınıfsal ve üretken söylemler yerine kimlik politikaları üzerinden ifade edilmeye başlanmış, bir kesim artokrat artık sanatın ne demek olduğu hak-

Son, son olarak: Projenin gerçekleşmesi adına proje muhaliflerini ikna etmek için köklü olmasa da bazı değişikliklerin yapılması ise yine ironik bir durum olarak ele alınabilir. İkna etmek için köklü olmayan değişiklikler, çağdaş sanatın tutulduğu bir hastalıktır. Emek Sineması’nın yıkımı (projeye yıkım yerine taşıma gözüyle bakılması, az önce dediğimiz gibi tarihsellik noktasında büyük bir hata olacaktır) modernin eğlence ve sanat merkezi olan Beyoğlu’nun bu tarihini yavaş yavaş yok ederken, onu çağdaş yaşamdaki tüketim çılgınlığının ve popüler kültürün akıldışı sürecinin merkezi haline getirmektedir. Modernizmi, neo-liberal politikaların piyasacılığına uygun olarak tasfiye etmektedir.

Son olarak, proje sahiplerinin projeyi savunmak adına ortaya attığı rasyonellikten uzak söylemlere de göz atmakta fayda var: Birincisi, proje sahibi firmanın ortaklarından biri, projenin bir alışveriş merkezi projesi olmadığını, pasaj mantığının uygulanacağını, bunun için Beyoğlu’nda tüm pasajları dolaştığını belirtmektedir. Bununla birlikte duvar süslemelerinin aynı şekilde 4. kata taşınacağı, alt katlarda restoranlar ve dükkanları varlığıyla sinemaya da insanları çekebileceklerini ilave ediyor. Aslına bakılırsa, bu söylem tam olarak da gerçekliği gün yüzüne çıkarmaktadır: Duvar süslemelerinin aynı şekliyle 4. kata taşınacak olmasının rasyonel bir argümanmışçasına ortaya atılması, tarihsellik algısının yoksunluğunu belli ettiği gibi alt katlarda tüketim kültürüne uygun olarak restoranlar ve dükkanların olmasının sinemaya seyirci çekeceği düşüncesi, sinema ve sanat için bir taşlama niteliği taşımaktadır. Pasaj mantığıyla yapılacak bir sözde “renovasyon”, her şeyin kitsch ifadeler kazandığı ve toplumun transestetikleştirildiği dünyanın farkındalığının ve bu farkındalığın iyi niyetten uzak oluşunun göstergesidir. Tipik bir AVM gibi içinde restoranların, dükkanların ve sinemanın bulunduğu bir pasaj, olsa olsa post-modern bir “pasaj mantığı”na uygun olabilecektir.

gazetegs@gmail.com || facebook.com/GsuSosyalBilimlerKulubu


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.