Rasim Demirtaş- Bülent Parlak- Khalid Savaş- Şaidin Büyükbayram- Zeki Altın- Baran Can Sayın- Sait Soysal Kevser Evsen- Y. Emre Akkuş- Oğulcan Kütük- Özlem Akman- Fuat Uçar- Ahmet Can Altıok- Damla Aksoy Mus’ab Atıcı- Muhammet Emin Aktaş- Ahmet Yıldırım- Şeymanur Yıldız- Talat Özer- Tamer Atıf Avcı- Yusuf Doğansoy
—————— Cemile— S. Doğukan Gelgör- Eyyüp Yıldırmış- Fatih Aydoğan- Pawel Kuczynski —————————
İÇİNDEKİLER
KALEM Süreli Edebiyat Dergisi
FACEBOOK’TA DÖRT KALEM
facebook.com/dort.kalem
Kar amacı gütmeyen süreli yayındır.
Dergide yayınlanmak üzere ‘’dortkalem@gmail.com’’ adresine şiir ve yazılarınızı bekliyoruz.
Yayınlanan yazı/şiir/çizimlerden müellifleri sorumludur.
Gönderilen eserler yayınlansın yayınlanmasın iade edilmez.
YAYIN KURULU
Şaidin BÜYÜKBAYRAM
Yusuf DOĞANSOY
Sefer Doğukan GELGÖR
Zeki ALTIN
Takdim………………………………………………………..…….…...1 Rasim Demirtaş Zaferin Gölgesi (Şiir) ..……...………..……...……………………..........2 Khalid Savaş Kayıp (Şiir) ………..………..…………….……………………….…….2 Şaidin Büyükbayram Kan Uykusu (Şiir) .………………….……...……..……..……….……..3 Zeki Altın Kendimi Okuma Kılavuzu (Şiir)....……….………………….…..….…4 Baran Can Sayın Şark Ekspresi (Şiir)………...…...……………………………….....……5 Sait Soysal Ben ki İki Kurbanlığın Oğluyum (Şiir).………………………….....…..6 Kevser Evsen Aşk Ölmeden Önce (Şiir)……………………...………………..………7 Y. Emre Akkuş Ölüm (Şiir)……..…………...….……………………….….……..…….8 Oğulcan Kütük De (Şiir) ………………….……. ....……………………………..…….9 Özlem Akman Yaşamak Yanı Sıra Duran Zaman (Şiir) …..………….…….…..……..10 Fuat Uçar Kar (Şiir) ………………………………..…....………….…….…..…..11 İsmail Alan Bir Sabah (Şiir) ………………………………………………………..11 Ahmet Can Altıok Artık O Bir Başkasının Olmuştu Ben ise Bir Başkası (Öykü.)...............12-13 Damla Aksoy Beyhude Geçti Yıllar (Deneme)………..………………………..….….14 Mu’ab Atıcı Yol/cu (Öykü) ……….………………..……..……………….…….….15 Muhammet Emin Aktaş Toplumu Var Eden Dinamikler ve Bozulma (Deneme) ………..……..16 Zeki Altın Bülent Parlak ile Söyleşi…………………………………………..…17-18 NECİP FAZIL KISAKÜREK DOSYASI…….…………..………..19 Necip Fazıl Kısakürek Ayasofya Konferans Konuşması (Hitabet) ………...…..………...…..20-23 Ahmet Yıldırım Büyük Doğu’nun Kurucusu: Necip Fazıl Kısakürek (Biyografi) …..................24-30 Şeymanur Yıldız Necip Fazıl Kısakürek’in Şuurunda Yeşeren Gerçek Gençlik (İnceleme)……..31-32 Talat Özer Üstatlığın Arka Planını Oluşturan Çocukluk……….………………....33-34 Tamer Atıf Avcı Yaratıcının Yeryüzündeki Bir Yapıtı: Üstat…………………………..35-37 Zeki Altın Necip Fazıl’dan Büyük Doğu’ya…….………………...…………...…38-39 Yusuf Doğansoy Yarınlar Elbet Bizimdir..………………………………………………40 Cemile Çizim Necip Fazıl (Dosya Kapanışı)…..…………...………………...41 Sefer Doğukan Gelgör Tarih Bilinci (Deneme)………………...……………………………...42-43 Eyyüp Yıldırmış Çirkin Adam(Öykü) ……….…..………………………………….........44-45 Fatih Aydoğan Cızırtılı Günler (Denenme…………………………………………….46-47 Pawel Kuczynski İllüstrasyon…….……………………..………………………………..48 Sahaf Vitrini…………………...………………………………………41 İyi Okumalar Dileriz...
DÖRT KALEM DERGİSİ
TAKDİM Selam ve sevgi ile… Yeni sayımız ile tekrar huzurlarınızdayız. Yeni sayı yeni kan demek, yeni hareketlenme, yeni bir seslenme… Kısacası yeni sayımız sizinle buluşmak ve hasbihal etmek, günün yoruculuğunu bir nebze olsun üzerimizden atma fırsatı. 4 sayılık maceramızda yanımızda oldunuz, bizimle beraber sizler de bir sorumluluğun altına elinizi koydunuz. Sorumluluğumuzun ne olduğunu söylememize bile gerek yok, diye düşünüyoruz. Çünkü 4 sayılık serüvenimizde gerek sayılarımızı ithaf ettiğimiz üstadlar, gerek ise yazdığımız çoğu yazılar ile bunu ortaya koyduğumuzu düşünüyoruz. Birlik beraberlik, kardeşlik, özgürlük, dostluk, vefa, aşk, sevgi…. Hepsi, hatta buraya alamadığımız tüm birleştirici değerler bizlerle olsun!
Dergimizin içeriğine geçmeden önce geçen günler içerisinde edebiyatımızın yapıtaşlarından olan çok değerli yazarımız Yaşar Kemal’i Hak’kın rahmetine uğurladık. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına, sevenlerine ve tüm ülkemize başsağlığı diliyoruz. Bu sayımızı Büyük Doğu’nun kurucusu merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek’e ithaf ediyoruz. Necip Fazıl için hazırladığımız dosya yazılarımız ile Necip Fazılı bolca yad edip kendisini anlamaya çalışacağız. Dosyamızda; Ahmet Yıldırım, Talat Özer, Şeymanur Yıldız, Yusuf Doğansoy, Zeki Altın ve Tamer Atıf Avcı’nın katkıları var. Bülent Parlak ile söyleştik. Edebiyat ve İzdiham üzerine güzel bir söyleşi oldu. Şiirden öyküye, denemeden inceleme yazılarına birçok türden eserler ile yine dopdolu bir sayı hazırladık. Dergimizin bir ritüeli haline gelen Sahaf Vitrini bölümünde ise güzel öneri eserlerimiz var. Sizlere şimdilik iyi okumalar diliyor, bir sonraki sayımızda buluşuncaya dek sizleri Allah’a emanet ediyoruz… Dipnot: 4. sayımızda Mehmet Ünal kardeşimizin Gülüşü Kaldı adlı eserini isim hatası yaparak Muhammed Ünal diye yazmışız. Kendisinden bu yanlışlıktan dolayı özür diliyoruz Dört Kalem Dergisi Yayın Kurulu
1
DÖRT KALEM DERGİSİ
Rasim Demirtaş
ZAFERİN GÖLGESİ
zaferin gölgesi yeşil güneşin ışığı sevinçli bulut sarıklı lider her şeyin üzerinde sinema şeridi. hunca hınç coşkulu halk yaldızlı soba boyası.
Khalid Savaş_ KAYIP uzun bir çengel gecenin üzerinde kalbim ilk bakışta küt küt atıyor ve kalbimin bir sonu yok çünkü sen varsın içinde senin sevmen ırmak gibi kenarında yürüyorum kayıp olmamak için ondan içerim hiç susamam ben keşke kemiklerimden kırıp kalem cildimden yırtıp kağıt yapabilsem kanımdan ise mürekkep ''seni seviyorum'' yazabilmek için
2
__
DÖRT KALEM DERGİSİ
Şaidin Büyükbayram
KAN UYKUSU I. Yağmur gözlü karanlık bir kızdan. Savaş tanrısı bilge tavırlar. ‘Kan Uykusu’ gölünden selamlar. Yağmur sözlü aydınlık bir kızdan. II. Soğuk bir nefes, keskin bakışlar. Dil, aforizma peşinde. Ölüler son yudumunu da içti hayattan. Şimdi vakit ayrılık vaktidir. III. İpi inceldi rüzgârın iyiden iyiye. Koptu kopacak hayat en acı yerinden. Haberci kuşlar, beklemeli, tedirgin. ‘O’na mı bu sitemin, yoksa kendine mi? IV. Gelgitler içinde devrilmiş uzunca bir köprü. -Çok-un yolu tedirgin, -Tek-in bir ve hür. Camlar kırık, yerler keskin, kalpler buz. Gönül –son akşam yemeği-yle şenlenmekte şimdi.
3
DÖRT KALEM DERGİSİ
Zeki Altın KENDİMİ OKUMA KILAVUZU 1. uzun sardunya bahçelerini geçerken -----kendime uğrayışımın ilk günü ben merhamet uzuvlarımın çürüdüğüne inanmadım inanmadım hiçbir insanın gece yarısı uyurken dertlendiğine dilimin kireçlenen sözcüklerinde hep adını aradım yarım yamalak bitkin takatimle bir şiiire kadar... sorduğumda tüm çocuklar evsizdi bu çaresizliğimi affet Allah'ım elimin tutmaması bir çocuğun elinden bir acı olarak yetebilir bana ömrümce tüm şairler yalan söylüyorlar, duydum gökten hiçbir kuş memnun değildi oysa denizden esse de meltem yanaşamıyor hiçbir sevgilinin saçlarına 2. mülteci yalnızlığıma dayanan ---çocuk ağrılarım ve ilk sabah sınırlarını gözlerinin ihlal ettiği sevdam bir ihtilal sonrasını yaşıyor çaresizce -mecnun bunun neresinde? -leyla neresinde? aşkın kurak bakışları kutsarken gönlü bırak tüm sözler kifayetsiz kalsın elinden kevser aksa bir nehir akışı gibi yüreğim tazelese kendini hep susmaz hiçbir saat geçerken ellerimden bana seni hatırlat! desem ki seni... hatırlat bana ilk gördüğüm çiçek gibi narin bir bahar, yahut kış kardeleni...
4
DÖRT KALEM DERGİSİ
Baran Can Sayın
ŞARK EKSPRESİ
PARIS, MUNICH, VIENNE, BUDAPEST, BELGRADE. CONSTANTINOPLE. Eski yazıyla. Frenk dillerinden birinde. Zernigar, Tiryal ve Ebrireftar gibi kelimeler, denizden çok uzağa gömülmüş. Sultan Aziz'in sakalı ve yağmurda kabaran erkek sesi de. Namık Kemal'in Magosa'ya aşktan sürüldüğü yıllar. Yok. Gedikpaşa'da Güllü Agop'un dişlerine bir kurşunun sıkıştırıldığı. Tekkede erenlerin yaralarına şarap sürdüğü. Neyin Lut yerinde ürkek ellerin titrediği. Boğaz'a uykusunu saplayan Abraham Paşa göğü Pera'da öperek sarsmaya yeni başlamış. Göğsümüzde çürüyüp durdu kendi eczamız. CONSTANTINOPLE. CONSTANTINOPLE. Constantinople. Gebeleyip yarıyor harflerini. Gölgesine yaslayarak. L'HÔTEL PERA PALACE.
5
DÖRT KALEM DERGİSİ
Sait SOSYAL
BEN Kİ İKİ KURBANLIĞIN OĞLUYUM
1/ tanrıların hükmü altındadır bu coğrafya her görenin yüreğini burkan bir görüntü yüz senedir beklenen çocuk, şimdi kucakta gecenin ortasında alnı üzerine yatırılmıs taşa, sıcak teslim oluyor Allah’a bir çocuk, bir baba bir de bıçak 2/ sevgi, bir başka sevgi ile değiştirilirmiş ancak canımı sana adıyorum, sanatımı sana, mirasımı sana gök geriliyor, bir masum kurban ediliyor yalınayak gideli çok zaman oldu tur’dan inmeyecek artık musa teslim oluyor Allah’a bir çocuk, bir baba bir de bıçak sevgi, bir başka sevgi ile değiştirilirmiş ancak 3/ çocuğun mavi, yeşil düşlerini saran bu kucak aslında yerle bir edilmesi gereken kabirdir yıkılan burçlar, put’lar, nemrut’lar değil dağların taşların yüklenmediğini yüklenen ibrahimdir teslim oluyor Allah’a bir çocuk, bir baba bir de bıçak boyun değil, bıçak değil, asıl titreyen elleridir çocuğun mavi yeşil düşlerini saran bir kucak 4/ her bir günü üç yüz altmış beş gece olan yıllar geçti ve ben hala o gecede yaşıyorum neden göz yumuyor, bu ayini durdurmuyor asuman suskunluğun ürkütücü olduğunu biliyorum şimdi soruyorum neden bir daha inmiyor sure-i rahman yıllar geçti her bir günü 365 beş gece olan
5/ peki ya ibrahim! bir bakışı nemrutların sütunlarını yıkarken şimdi acımasız dağlarda çığlıksız, ağlamaklı çocuğun sevecen bakışları gözlerini okşarken yüzüne bakarsa elleri titreyecek, sakınmalı bir de nasıl kurtulacak çölleri yeşerten hacer’den kurban istiyorlar senden karar ver ey ibrahim! bir bıçağın önünde diz çöken zavallı ber-him.. 6/ yıllar geçti her bir günü 365 beş gece olan. kaçak bir mahkumu arıyor şimdi haydutlar sarı, sıcak bir kum tanesi gibi çölde duran bedevilerin çadırlarına tek tek bakıyorlar “korkmayın” diyor örümceğin kanadına sığınan “korkmayın! ben ki iki kurbanlığın oğluyum” yıllar geçti her bir günü 365 beş gece olan. 7/ biraz geciktim ey ismail! bir on beş yüzyıl kadar doğunun dağlarından doğan güneş batı denizinde batıyor. biraz geciktim burası neresi, ya bu havuz, bu pınar nerede isa mesih, eski paralar neden geçmiyor şimdi öte dünya elçileri gökdelenlerde yaşıyorlar oysa aşağıda ne bir kent, ne toprak, ne okyanus var biraz geciktim zaman çok değişmiş ey ibrahim! kırılmıyor artık, şimdi putları da çelikten yapıyorlar. 8/ bu yalnızlığı tuz avcıları, inci dalgıçları bilir ancak kabirler üzerinde dolaşan kandillerden kaçıyorum bana benziyor dik başlı dağları delen görkem kırıcı ırmak. çadırlarımızı yaktılar İsmail, ben artık korkmuyorum baş kaldırmalı bir baba, bir çocuk, bir ben, bir de bıçak adları öğrendim artık..kalemimi çekiyorum kınından ve hiç korkmuyorum.. “ben ki iki kurbanlığın oğluyum.”
6
DÖRT KALEM DERGİSİ
Kevser Evsen
AŞK ÖLMEDEN ÖNCE
Bir kadının yokuşlarında yoruldum Sırtımda susuz bir aşkın Zehir zemberek ağız kokusu Aklımda beyin çeperlerime yapışmış Düşmelerin korkusu Bir adamın susuşlarında savruldum Sesimde titrek ve cılız Bir mum ışığının bekleyişi Gözümde aktı akacak Okyanusların habercisi Bir savaşın kaçışlarında vuruldum Bağrımda can çekişen Bir aşkın kan kokusu Ellerimde sevdiğim kadının Birbirine dolaşmış çığlıkları Bir umudun çöküşlerinde yıkıldım Ruhumda hasret bitiği Istırap çiçekleri Kirpiklerimde düşe kalka ilerleyen Yas çelenkleri
7
DÖRT KALEM DERGİSİ
Y. EMRE AKKUŞ
ÖLÜM belki sabaha uyanamayacağım güneş tekrar uyanırken bulutlar gerinip ağızları bir karış ayrık esnerken sıradaki günle birlikte
belki sabaha gözlerimi açamayacağım arabalar sokaklara tekrar göz açmışken günaydın derken belki boğuk bir motor sesi sıradaki günle birlikte
ama yinede onlar uyandırmaya çalışacak beni gözlerim açılmayacak ciğerlerim nefesle dolmayacak sıradaki günle birlikte
ama ben uyanacağım bir kelebeğin narin sırtında yükselip gözünü yeni açmış turuncu güneşin yanağına bir öpücük kondurmaya sıradaki günle birlikte
8
DÖRT KALEM DERGİSİ
Oğulcan Kütük
DE O çok sevdiğin kırlangıcı susturdum. Uçacağı gök,karardı artık. Yanıma iki cümle koydum yerime anlatsınlar sizi diye söyle! Altüst edilmişim yokluğunda bağıran duvarlarla ağla! Sıran savılmıştır çünkü, mevsim geçmiştir biriktirdiğim tortularımı çıkarıp okşamışım yaz bitmiştir. Yorgun bir dizedir içimde gezinip duran sevdikten sonra okumuşum belli geçenleri ve illa geçemeyenleri arkamda bırakmışım yaz! Benim evim yanan durur söyle! Eski bir hatıranın kalanlarıdır bunlar ağla! silinebilir izler sırtımdan mevsim geçmiştir. Uyu ve uyanma sönene kadar şakağımızda demlediğimiz ağrılar ve şimdi en yaralı yerim sensin de en kırık yanım, olmayanım yanan tarafım sönmeyenim...
9
DÖRT KALEM DERGİSİ
Özlem Akman
YAŞAMAK YANI SIRA DURAN ZAMAN
Sona meğil olan bilinmeyenlerimin tanımı çocukluğum. Gülmeyi unutmuş, hatırlamaya çalışır gibi. Yaşamayı unutmuş, nefes almanın hayatta kalmaktan varsayım olduğunu bilir gibi. Geçmişin, boşa edilen kelimeler için tüketilen nefesten ibaret oluşunu anlar gibi. Enkaz altındayım. Söylediklerimin tersini yaşıyor olmak. Düşündüklerimin hiç olası olmayan düşüncelerle pekiştirmek. Hayallerimin yıkılmasını seyretmek. Atan kalbimi ritimsizliklere sürüklüyor. Ufacık canım boğazıma takılıyor. Yaşanması için kurulmuş, söylenmiş her şey, yaşanamadıkça çelme çakıyor ruhuma. Gürültü var içim de. Gürültüde gönle hitap eden sessizlin tanımı gözlerim. sükuta kilitlenmiş dilim. Gülüşlere esir kalmış anlarım. Hissettiklerim diz boyu. Canımın içinde ki canım yanıyor. Sönmeye yüz tutmuş öfkem. Yanı sıra usul usul yanan köz misali kırgınlıklarım. Alınan her nefeste düşüyorum içtenliklerime. Kırılıyorum dal dal. Sinemiyorum yaşama. Alışamıyorum ben, bendeki bana. Tanımadığım biriyle yaşıyor gibiyim. Yaşıyor dediğime bakmayın. Emredelineni yapıyorum. Yaşamaktan kastım hayatta kalmak. Nefes almak yaşatmıyor. Anlarla büyüyen değişen hislerim. Şu anlarda ölü gibi. Ruhumda yığınlarla sığmaya çalışıyorum bedenime. Geçer mi bilmiyorum ama alışırım eminim.
10
DÖRT KALEM DERGİSİ
Fuat Uçar KAR daha solmuş yapraklarımı dökemeden kar olup üzerime yağmak da niye? ben nasıl kaldıracağım bu ağırlığı? solmuş yaprakların üzerinde daha ağır duruyormuş kar..
İsmail Alan BİR SABAH Simdi daha erken doğuyor Güneş Gece daha ehven daha derin Olmasa senin o pencere önlerin Bir boşluğa düşer düşer gözlerim Nasıl bir telaş nasıl anlamsız Kendi gölgesinde yeşeren Sarmaşık güllerinde kalbim Bir bahar gibi gelip geçen Senin ikliminde sevgilim.
11
_
DÖRT KALEM DERGİSİ
Ahmet Can ALTIOK ARTIK O BİR BAŞKASININ OLMUŞTU; BEN İSE BİR BAŞKASI 25 Kasım. Suskunluklarımı sesinden kesen gecenin yüreğindeki son demdi. Ve gecenin mihmanı olan şairler, sabahladıkları kâğıtlara hep bu son duydukları haberi yazıyorlardı. Hepsi de faili ben olan o kanlı cinayeti yazmıştı. Soğuktu. Titreyen ellerim miydi yoksa yüreğim miydi bilmiyorum ama artçılar vardı içimde. İçine kısılan sesimdi. Ahu gözleri, bana nice destan, nice şiir dizdirdi. Ne zaman değse gözbebeklerine gözlerim, her kirpiği hançer gibi göğsümde ay çizerdi. İşte o gün bütün suskunluklarımın faili oldum. İlk kanlı cinayetimdi. “Vazgeç, ölürsün” dediler. Oysa şair oldukları halde Yunus’u bilmediler. Ne diyordu Yunus Emre: “ Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.” Bir kere salmıştım kalbimi onun yürek uçlarına. Aşkımı aşkına, âhını âhıma katacaktım. Seviyordum. Bir umut vardı içimde ama her türlü gideceğini biliyordum. Nizam böyle; birileri hep gider, diğerleri bekleyen olur. Gelip de giden olmak çok zordur. Giden için değil, terk ettiği yürek için zordur. Yüreğinde bir süre misafir ettiğinin aniden bir gece yarısı tüm kapı ve pencereleri açık bırakarak gitmesi, daha doğrusu g/ittiği kapıyı kapatmaması, yüreğinde çölün kum fırtınasına rağmen cenkler, âyinler ve bekleyişlerin olması kadar hazindir. Bir de gelmeden gidenler vardı. Neyse… Artık gözleri yüreğime hükmeden ve eritilmiş mumları yalnızlığıma döken bir sevgili vardı. Gün batımlarım için saçlarından kızlık ç/aldığım bir sevgili… Suskunluklar itiraflara gebeydi. Zor tutuyordum kendimi, içimde sevdamı. Zaman, söylenmemiş sevdaların katiliydi. Yürekleri yıpratırdı. Yalnızlığımla yalnız olduğum bir vakit, o dörtlüğü okudum. Ve hemen okuduğum şiirin mısralarını bir kâğıda yazıp ona vermeye karar verdim. Bu şiir ilan-ı aşkımın adı olacaktı. Çünkü ancak böyle teskin ederdim yüreğimin kor alevlerini. Bir sonraki gün kâğıdı ona verip bütün yürek sızılarını dışarı atacaktım. Belki saçmaydı ama her şeyi göze almıştım. “Merhaba” “Merhaba!” “Şeeyy… Nasılsın?” “İyiyim, ya sen?” “Ben dee… Ben de iyiyim.” “Bir şey mi söyleyecektin?”
12
DÖRT KALEM DERGİSİ Kızaran yüzümdeki utançları ayakuçlarıma akıtıp elimdeki zarfı ellerine tutuşturdum. Bir şey demesine imkân vermeden hemen gittim. Yüzümde tespih taneleri gibi terler yüreğimdeki koru söndürmese de, çok rahatlamıştım. İlan-ı aşkımı üstad, Necip Fazıl Kısakürek’in o meşhur dörtlüğüyle yapmıştım. “Ne hasta bekler sabahı Ne taze ölüyü mezar Ne de şeytan bir günahı Seni beklediğim kadar” Zarfı açıp okuduktan sonra, “Ben de… Ben de seni seviyorum” diye haykırmasını o kadar çok isterdim ki ardımda. Yine de hayra yordum. Belki ben erken dönmüştüm. Hepsi de birer avuntuydu işte. Tam üç hafta olmuştu, ne bir haber aldım ondan ne de bir daha gördüm onu. Gecenin katili bir telefon sesiydi. O olduğunu zannettim ama o değildi. Telefonlarıma da cevap vermemişti. Beklemekten maada çarem yoktu lakin her bekleyiş, yeni intihar şekilleri biriktiriyordu ceplerime. Bekleyişler ah… Her gece insanın kendi yüreğinden asılmasına sebepti. Ölümdü. Ama ölüm kadar saf ve bâkirdi bekleyişlerin şirazesi. Ve tam da kanamalı yalnızlıklarımla bütün umutlarımın tükendiği anda beklenen oldu. Daha doğrusu bekle(me)diğim oldu. Üçüncü haftayı dördüncü haftaya bağlayan o günün gecesi telefonumun mesaj sesiyle irkildim. Artık şimdi geceyi kanatan bir mesaj sesiydi. Oydu. Mesaj atmıştı, telefonlarıma cevap vermeyen kadın.
“Ben de seni seviyorum…” Sevdam, gecenin kursağında kalmıştı. Kaç aşk içsem de geçmezdi artık. Gece, sancılı sevdaların failiydi. Gece, şairinden satılık suskunlukların yaralı bedeli… Gece… Ah gece, bir mum yak yalnızlığına ve beni de al rotasız gemine. Gün ağarmıştı, yaramdan biliyordum. Elimde ki zarfla hızlıca postanenin yolunu tuttum. Sabahın erken saatlerinde, onun gece yarısı attığı “Ben de seni seviyorum” mesajına karşılık, ben de ona ilan-ı aşkımı ettiğim şiirin ikinci dörtlüğünü yazıp gönderecektim. Ve gönderdim. “Geçti, istemem artık gelmeni Yokluğunda buldum seni Bırak vehmimde gölgeni Gelme artık neye yarar” Pişman değildim ama her gün onun adını k/anıyordu yaram. Yıllar sonra… Dedim ya, zaman söylenmemiş sevdaların katilidir diye… Yıllar sonra öğrendim ki artık o, bir başkasının olmuştu, Ben ise bir başkası…
13
DÖRT KALEM DERGİSİ
Damla Aksoy BEYHUDE GEÇTİ YILLAR Yüzünü yıkadım cümlelerimin bu sabah, ezan-ı şerif eşliğinde.. İnsanın ruhunu arındıran bir musiki adeta.. Elif gibi kıyama durmanın vakti.. Zaman ne de çabuk geçiyor.. Bu zamanın bir acelesi olmalı.. Nereye yetişmeye çalışıyor böyle? Hayat, yitirdiğim bir bulmacaya benziyor.. Oysa çözemediğim karelerle dolu her yanım; yukarıdan aşağıya, soldan sağa.. Ben çengele takılmış olmalıyım, kurtaramıyorum bir türlü kendimi.. ‘’Beyhude geçti yıllar / Silindi hatıralar / Geride bir avuç yalan../ Hüzün dolu geceler / Buğulu pencereler / İşte hepsi bu senden kalan..’’ Beyhude geçen yıllar.. Hep bir şeyleri yakalama telaşı ve hep eve eli boş dönülmenin hüznü.. Hayat neden vermez ki insana istediklerini? Üstüne bir de yorar, epritir kalbi.. Sanki hep kirpiklerimin ucunda akıyor hayatım; süzülerek tuzlu bir yol olup.. Keşke kalbin kırıklarını aldırmak da, saçların kırıklarını aldırmak kadar kolay olsaydı.. O zaman daha mı kolay olurdu her şey? Hayatın muhtevası var ama gerçekliği yok gibi.. Yani, sabah uyanınca nefes almasak, anlamayacağız yaşadığımızı.. Ama buna da yaşamak denir mi bilmiyorum.. Hayat, habire rendeliyor bizi en hassas yerlerimizden.. Bu yüzden hepimiz iç kanamalı yaşıyoruz.. Yoruldum.. Öğretmenime soracağım; artık kipimi değiştirebilir miyim, diye.. Neden hepimiz, en çok da kendi kalbimize karşı çaresiz kalırız ki? Bir türlü ölmeyen çizgi film kahramanları gibi dönüp hayata; ‘vuramadı ki!’ diye bağırmak isterdim.. Ama insanın yarası ağır olunca, sesi de çıkmıyor ne yazık ki.. Blöf bile yapamıyorum.. Ellerimde yorulmaya başladı sanırım.. Zaman ne de çabuk geçiyor; değil adımlarına, tozuna bile yetişemiyorum.. Bir kandırılmışlık hissi var, yaşarken anlamadığım.. Geç de olsa idrak ediyor insan.. Hayat, bir masal değilmiş ne yazık ki.. Uzun hava tadında bir ağıt sanki.. Herkes ölmeden evvel kendi ağıdını yakıp gidiyor.. Bedri Noyan, Necip Celal’in ünlü tangosuna yazdığı sözlerde şöyle diyor: ‘’Kimse bilmez sevgimi / O şimdi çok uzak bir engindedir.. / Bir gün olur ışık, ses.. / Bir gün sonsuzluğun rengindedir..’’
14
DÖRT KALEM DERGİSİ
Mus’ab Atıcı YOL/CU Yeni bir başlangıcın hemen önünde duruyorum nihayet, yolculuk vaktidir şimdi. Canımı yakan, bir güzide aşktan kalp yangını çıkaran, gülümsememin hemen ertesinde vicdanıma batan, hatıralarla yakamdan paçamdan beni çekiştiren vakitten uzaklara kaçıyorum. Mesafe uzak, yol bir o kadar çetin ! Şimdi öyle bir yerdeyim ki, burası benzemiyor hiç bir yere. Bana mahrem sana haram olan yer burası. Gelemezsin, gelmemelisin yani. Ve anlıyorum yokluğunda, kalem bir defa dokununca beyaz perçemli kağıda içini dökmeden geri dönmüyor. İlk kelime ile yeniden açılıyor önümde hayatın ve hayalin oyuncak perdeleri.Yeni doğmuş bir kuş misali tutuyorum gökyüzünün ellerini, Azrail ile yüz yüze gelmiş bir ademoğlu gibi bırakıyorum dünya adlı bu sahte yari. Senden bir yolculuk var bana doğru. Her adımda sana, şehire, yaşanmışlıklara ve yaşamak için hayal hayal rüyaları süsleyen tüm duygulara uzak kaçıyorum. Öyle bir yerdeyim ki bana tanıdık bu geldiğim yerler. '' Kendime yeni bir ben aldığım '' günden beri farkındayım, gözlerinin çakmak çakmak ışığı, titreyen o ses, baharda gül dalı ve gülümsemeler hızla değişti.Bir ilmek geçti, geçmez dediğim zamanın narin boynuna Takıntı oldu ruhumda. Bir kapı eşiği olduğu sana giden yolda. Geçemedim eşiği, ayaklarım gitmedi. Zaman avucumda erirken yüzümdeki kırışıklıklarımı fark ediyorum, hem de daha bu yaşımda. Bir çoçuk sureti var uykumda, hep duracak yanıbaşımda. Yalan yollardan, yalan yoldaşlıklardan kendime dönüyorum. Meğer hiç tanımamışım kendimi. Sanki yeni bir dostla tanışıyormuş gibiyim. Bana tanıdık geldiğim yerler. Meğer ne çok özlemişim kendimi ?
15
DÖRT KALEM DERGİSİ
Muhammet Emin Aktaş
TOPLUMU VAR EDEN DİNAMİKLER VE BOZULMA Toplumsal dinamikler bir yapının ana kolonları gibidir. Nasıl ki bir binanın ayakta durmasını sağlayan ana kolonlar varsa toplumları da birlik içinde ayakta tutan dinamikler vardır. Birey ve toplum bu dinamiklerle kimliğini bulur, yine bu dinamiklerle kültürünü, sosyal düzenini korur ve ayakta tutar. Peki, toplumları var eden dinamikler nelerdir, önemleri nedir ve bu dinamiklerin bozulması topluma nasıl yansır? Öncelikle bilmek gerekir ki fert her ne kadar toplumdan uzakta olsa toplumun bir üyesi, bir parçasıdır, çünkü birey içinde bulunduğumuz dünya koşulları nedeniyle doğal bir esirlik -burada bahsedilen esirlik menfi manada kullanılmamıştır- içerisindedir ve başka insanların yardımına muhtaçtır. Bu esirlik dışında birey, bir de yapay bir esirlik içerisindedir. Bu esirlik toplumsal yapımızı, düzenimizi, toplumun kimliğini oluşturan esirlik-tir. Peki, toplumsal düzeni sağlayan yapay esirlikten anlamamız gereken ne? Bugün toplumların kendi içlerinde ve aralarında sosyal, siyasi ve iktisadi düzeni sağlayan bazı kurallar vardır, bu kurallar ile toplumlar belli bir nizam içinde var olurlar, yaşarlar. Bu kuralların kimi dini, kimi ahlaksal, kimi hukuksal, kimi de kültüreldir. Ancak şu noktaya dikkat çekmekte fayda var; hukuksal kuralları var eden yine toplumların sosyo-kültürel yapılarıdır. Düzeni, birliği sağlamaya çalışan bu kurallar bireyi ve toplumu yapay bir esirlik içerisinde var eder. O zaman biz bu yapay esirliğe toplumsal dinamiklerimizi var eden esirlik diyebiliriz. Peki, bu esirliğin yani toplum dinamiklerinin bozulması topluma nasıl yansır? Önce toplumsal bozulmanın bir olay değil olgu olduğunu bilmek önemlidir. Somut bir örnek üzerinden gidecek olursak içinde bulunduğumuz toplumu örnek verebiliriz. Doğu ve Batı arasında gelgitler yaşayan toplumumuz kendine ait bir çizgi çizemediği için, bugün bocalamakta, ahlaksal çöküntüler yaşamaktadır. Geçmişin birikiminden uzak, gelecek için planı olmayan toplumumuzun temel dinamikleri çürümekte ve hatta yıkılmaktadır. Bugün kültür yapımıza hiçte uygun olmayan bazı gelişmeler gelecek nesiller adına bizleri endişelendirmektedir. Ahlaksızlığın, hırsızlığın, cinayetlerin son zamanlarda büyük bir artış gösterdiği toplumumuzda yaşanan bu üzücü hadiselerin insanların gözünde normalleşmeye başlaması toplumsal çöküntünün en somut örneğidir. Bugün televizyonlarda vitrinleri süsleyen evlilik, moda ve yemek programları insanların kalbini ve aklını zehirlemektedir. Gayriahlâkî olayların anlatıldığı diziler bilinçaltımıza girerek bizleri bozmaktadır ve biz bu bozulmaya karşı başkaldırmamakta ısrar etmekte ve susmaktayız.
16
DÖRT KALEM DERGİSİ
BÜLENT PARLAK KİMDİR? Bülent Parlak, şair ve yazar. İstanbul' da yaşıyor. İzdiham Yayınları’nın, İzdiham Dergisi’nin ve İzdiham.com adlı edebiyatkültür-sanat sitesinin kurucusu ve genel yayın yönetmenidir. Sevgili Huzursuzluğum, Yalnızlığın İcadı(1984) ve Ricakeş adlı eserleri mevcuttur.
Söyleşen: Zeki Altın
Öncelikle ‘Bülent Parlak’ kimdir Abi? Sizi tanımayanlar için kısaca kendi hakkınızda bilgi verebilir misiniz?
Bilmiyorum ben kimim? Bu soruya dün cevap versem belki bilirdim ama bugün kim olduğuma dair pek bir fikrim yok.
Bülent Abi, ilk şiirinizi 2005 yılında yazdığınızı söylemişsiniz bir röportajınızda. Aynı şekilde Kaan Murat Yanık’ın programında ise şiiri ‘’insanın kötü yola düşmesidir’’ diye tanımlamışsınız. Peki sizi bu ‘’kötü yola’’ düşüren sebep neydi, anlatır mısınız?
Bazı şeyleri insan sadece kendine anlatabilir. Benim bu kötü yola düşme serüvenimi ipuçlarıyla hem Sevgili Huzursuzluğum’da, hem Yalnızlığın İcadı (1984)’te hem de Ricakeş’te yazdım ve anlattım. Bu yazılanlar ipucu vermekten öteye geçemezdi. Mesela Ricakeş’te şöyle dedim: “Anlatsam Yarısında izin alıp gideceğiniz bir hikayedir burası Burası Dünya bizi nasıl kırdıysa öyle de gönlümüzü almamayı bildiği Yerdir”
Bülent Abi şiirlerinizi çok fazla edebi dergilerde görmüyoruz. Bildiğimiz bir Dergah dergisinde ve bir de kendi kurmuş olduğunuz İzdiham’da yayımlanıyor. Belki bilmediğimiz bir iki dergi de daha olabilir… Çok fazla dergilerde eser yayımlamamanızın nedenini öğrenebilir miyiz?
İnsanın bir tane şiir tarzı vardır çünkü. İnsan nasıl akşamları sadece kendi evine gidiyorsa şiirlerini de kendi evine gider gibi yayınlamalı. Bir yerde şiir yayınlamalı en fazla. Belki iki. Üç olunca sıkıntı var demek. Şiir yazanların her yerde gözükme isteği bana Massai Mara çöllerindeki vahşiliği anımsatıyor. Her yerde gözükmek aslında hiçbir yerde gözükmemektir. İnsan her akşam sadece bir eve gidiyorsa şiirlerini de bir yerde yayınlatmalı.
Bülent Abi ‘Makarna Dükkanı’nı açma fikrinden ‘Edebiyat Dergisi’ açma fikrine yöneldiniz. Sonuç olarak da İzdiham Dergisi ortaya çıktı, ve iyi ki de çıktı. Severek takip ettiğimiz bir dergi. Biz az çok bu derginin çıkış öyküsünü biliyoruz, okurlarımıza da anlatabilir misiniz? İzdiham nasıl çıktı?
İzdiham, izdiham.com’un akabinde gelişti. 2007 yılında yayın hayatına başlayan izdiham.com’dan sonra bir dergi çıkarmak istedik. O sıralar ben yine bir iş kurma telaşındaydım ve Bağdat Caddesi’nde makarna dükkanı olacak bir yer arıyordum. Birlikte makarna dükkanı açacağım arkadaşım vazgeçince elimdeki parayı bitirmem gerektiğini düşündüm. Çünkü para bende nefes darlığına yol açıyor. Sonrasında hiçbiri edebiyatçı olmayan ama edebiyat böyle de yapılır diyen arkadaşlarımla bir dergi çıkardım. İsmet Özel sormuştu o esnada bana: “Ortamın bu kadar kötü olduğu bir zamanda neden edebiyat dergisi çıkarıyorsun?” deyince ben de “makarna dükkanı açmak istedim olmadı, edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdim.” Demiştim. O gülmüştü, ben ise çok ciddiydim.
17
DÖRT KALEM DERGİSİ
Yakın zaman önce son eseriniz ‘Ricakeş’ adlı şiir kitabınız çıktı. Bu kitabın çıkış serüveninden bahsedebilir misiniz bizlere?
Ricakeş, ağırlıklı olarak Dergah Dergisi’nde çıkan şiirlerden oluşuyor. 5 yılda yazdığım yirmi şiirden oluşuyor. İlk baskısı bir ay içinde tükendi ve şu an ikinci baskısı çıktı. Serüveni yok ama çıldırmışlığı var kitabın.
İzdiham’ın başına bir karga kondu ve bu karga ile izdiham kan kardeşi oldu. İzdiham ile Karganın yolu nasıl birleşti Abi? Karga ile İzdiham ne zaman arkadaş oldu ben de bilmiyorum. Bunu ben planlı yapmadım. Okuyanların ve takipçilerin karga ile İzdiham’ı bir araya getirmek için gösterdiği çaba benim çabamdan çok daha fazlaydı. Kargayı benden daha çok İzdiham’ın tavrı, okuyucuların da katkısı bizim başımıza kondurdu.
Edebiyat dergilerinde yayımlanan şiirleri nasıl buluyorsunuz Bülent Abi? Sizce günümüz şairlerin şiirleri edebiyatımızın geleceği için iyi sinyaller yakıyor mu? Bir de beğendiğiniz şairler var mı günümüz kuşağı için?
İyi şiirler elbette yayınlanıyor. Şiir ölmez, çünkü imge ölmez. İmgenin sonsuzluğunu söylüyorsak şiirin de sonuna kadar devam edeceğini söyleyebiliriz. Şiir için tek tehlike sosyal medyadaki şaka ortamı. Şiiri ancak şakanın bitireceğini düşünüyorum. Kuşağımda beğendiğim şairler var elbet. Gökhan Arslan, Yavuz Türk, Gonca Özmen, Furkan Çalışkan, Alper Gencer, Mustafa Akar, Seyithan Kömürcü aklıma ilk gelen isimler.
Bülent Parlak yazmasaydı ne işle meşgul olurdu acaba? Hiç düşündünüz mü bunu?
Berber olmak isterdim.
Sevgili Huzursuzluğum, Yalnızlığın İcadı (1984) ve son çıkan Ricakeş adlı eserleriniz okurlarınızı huzursuz eden yapıtlarınız. Bülent Parlak’ın okurlarını tekrar huzursuz etmek için planlamakta olduğu bir eseri var mı? Bir şiir kitabı daha çıkardıktan sonra şiiri bırakacağım. 40 yaşında şiire son noktayı koymayı düşünüyorum. Üç şiir kitabından sonra artık yazmayacağım. Sadece üç kitaptan seçmeler yaparak bir toplu şiirler düşünüyorum o kadar. Şiirin beni bırakmasına izin vermeden ben şiiri bırakacağım. 40 yaş bunun için iyi bir vakit. Bir de Türkiye’nin, Türk insanının psikolojisini, gününü, sosyolojisini, felsefesini anlatana bir eser yazacağım. Sanırım yakında o kitaba başlayacağım.
Son olarak Bülent Abi, edebi dergicilik de biz de başarısızlık belgesi almak istiyoruz. Gittiğimiz yolda bize başarısızlık belgesi konusunda bize öneriler de bulunabilir misiniz?
Hiç denenmemiş bir tarz denemelisiniz. Bugüne kadar ne yapılmışsa hiçbirini yapmadan çok kaliteli ama kimsenin anlamadığı bir tarzda dergi çıkarmanızı ve batmanızı dilerim. İşte o gün başarısızlık belgenizi gururla size takdim edeceğim.
Söyleşi teklifimizi kırmayıp kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz Bülent Abi. Asıl ben teşekkür ederim.
18
NECİP FAZIL KISAKÜREK DOSYASI
Dosya Editörü: Zeki Altın
DOSYA İÇERİĞİ
Necip Fazıl Kısakürek……………...……………………….....Ayasofya Konferans Konuşması Ahmet Yıldırım……………………………………….……….Büyük Doğu’nun Kurucusu Şeymanur Yıldız……………………………...…………….…Necip Fazıl Kısakürek’in Şuurunda Yeşeren Gerçek Gençlik Talat Özer …………………………………………………….Üstatlığın Arka Planını Oluşturan Çocukluk Tamer Atıf Avcı……………………………………………....Yaratıcının Yeryüzündeki Bir Yapıtı: Üstat Zeki Altın……………………………………………………...Necip Fazıl’dan Büyük Doğu’ya Yusuf Doğansoy………………………………………………Yarın Elbet Bizimdir Cemile …………………………………………………………Çizim
19
DÖRT KALEM DERGİSİ
NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN AYASOFYA KONFERANS KONUŞMASI 04 Eylül 2009 Cuma, 13:36 AYASOFYA 1965'de M.T.T.B.'de... Gençler!.. Ayasofya üzerinde çok lâf ettik! Ama lâfta bile onu tasarruf edebil miş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz! Bana öyle geliyor ki, yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır. Biz kimden, neyi istiyoruz. Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların... Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra... Evet, bütün bunlardan sonra... Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz? İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler. Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur. "- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?" Derler böyle insanlara ve milletlere!.. Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de: "- İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!" Dediler. Bu bakımdan Ayasofya... Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya? Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız... Ayasofya budur! 129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.
20
DÖRT KALEM DERGİSİ Ayasofya, bir mânanın, zıd mânaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesi… Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler... !> Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin; Şâyestedir denilse, Âlem senin mezarın... Dedikten sonra: Hâlâ gelir zeminden Tekbir-i zâr-ü-zârin... Diye belirtmeğe çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti. Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed'dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih'e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih'indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih'in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler... Târihimizde, Fatih'ten başka her hükümdarın (aksiyomu, isterse vatana eklediği toprak Fatih'inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık mânasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih'dedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz. İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya... Salibin ağırlığından kurtarılıp hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe... Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna... İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki (Sen Piyer) ve Paris'teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mâna kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mâna ölçüsüyle ona varmak kabil.. Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya'yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti. Târihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, hâs isim olarak Fatih değil?.. İmdi Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar,
21
DÖRT KALEM DERGİSİ 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya'nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket... Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar… Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?.. Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır. Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs dâvası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (GrekoLâtin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti, Türk'ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor. Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir. Bütün bu mânalar Ayasofya'ya bağlı... Daha neler ve neler!.. Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir. Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi... Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han'a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı'nın hayali, İstiklâl Savaşı'ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor. Sebep?
22
DÖRT KALEM DERGİSİ Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı... Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır. Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır. Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir. Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır. Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur. Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem! Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler. Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek... Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak... Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak... Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak... Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır. Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!
23
DÖRT KALEM DERGİSİ
Ahmet Yıldırım* BÜYÜK DOĞUNUN KURUCUSU: NECİP FAZIL KISAKÜREK Milletçe yüzyıllar boyu yaşadığımız büyük bir entelektüel fetretin ardından belki de en büyük sanat, fikir ve aksiyon adamımız olarak yetiştirdiğimiz Üstad Necip Fazıl Kısakürek, çeşitli sebeplerle yalnızca şairliğiyle öne çıkarılmış olsa da, bir nesli yoğurmuş ve mukaddesatçı kesimin münevverleri üzerinde büyük tesire sahip olmuş, gayet mühim, çok yönlü ve dikkate şayan bir dehadır. Bu kısa biyografide kendisi hakkında yeterli derecede bilgi verebilmemiz ve “Necip Fazıl kimdir?” sualini tam manasıyla cevaplandırabilmemiz elbette ki mümkün olmayacaktır. Fakat ümit ediyoruz ki, onun ne derece mühim bir şahıs olduğunu gösterebilmek adına anlatacaklarımız, deryada katre misali, zihinlerde onunla alakalı küçük bir portrenin oluşmasına vesile olacaktır. Biyografilerin sahip olduğu kemmiyet hududunu da göz önünde bulundurmak mecburiyetinde olduğumuz bu yazıya başlamadan evvel, Üstad’ı biraz daha yakından tanıyabilmeniz için sizleri sitemizin diğer bölümlerini de mutlaka gözden geçirmeye davet ediyoruz. Necip Fazıl (Ahmed Necib) Kısakürek, 26 Mayıs 1904’te, Çemberlitaş’taki bir konakta, Mediha Hanım ve Abdülbaki Fazıl Bey‘in oğlu olarak dünyaya gelir. Dedesi; II. Abdülhamid Han’a bir cuma namazı çıkışı suikast girişiminde bulunan Ermeni asıllı Belçikalı terörist Charles Edward Jorris’i yargılayan ekibin başında yer alan, gençliğinde ileride damadı olacağı Halep valisi Salim paşa tarafından Maraş’ta keşfedilip İstanbul’a tahsil için getirilen Legion D’Honneur sahibi Mehmed Hilmi Efendi‘dir. Çocukluğu doğduğu konakta geçen Necip Fazıl, aile eğitimini daha ziyade Mehmed Hilmi efendi’den alır. Henüz 5 yaşındayken günlük gazeteleri okuyup çevresindekilere anlatabilecek birikime sahip olan torununu “Akl-ı evvel” sıfatıyla çağıran Mehmed Hilmi Efendi, hem konağın diğer sakinlerine karşı bu torununu şımartmakta, hem de onu Fuzuli’nin divanıyla ve Hazret-i Ali’nin cenk hikayeleriyle beslemektedir. Çocukluğunda hayli yaramaz olan Necip Fazıl’ı zararsız görünen işlerle meşgul edebilmek için, 6-7 yaşlarından itibaren Alexandre Dumas ve Michael Zevaco gibi romancılarla tanıştıran büyük annesi Zafer hanım ise, şahsiyetiyle olmasa da, bu hareketiyle Necip Fazıl’ın ruhi gelişiminde mühim bir pay sahibi olmuş; onun geniş muhayyilesini cezbeden bu romanlarla, arzuladığı manada sükunet bulmasını bir ölçüde sağlayabilmiştir. Fakat bu romanların da tesiriyle Necip Fazıl; ilaçları birbirine karıştırarak kimsenin bulamadığı bir karışımı elde etmeye çalışan, mahzenlerde gizli katilleri arayan, şovalyelerle kendisi arasında bir benzerlik kuran, çevresine karşı içten içe korkular besleyen bir çocuk haline gelir ve bu özellikleriyle etrafındakilerden kolayca ayrılabilmesini sağlayan bir ruh haline sahip olur. Evvela kızkardeşi Selma‘nın, 12 yaşındayken de konaktaki hamisi Hilmi Efendi’nin vefatlerine şahit olması da onun kişiliğini derinden etkileyen iki sarsıcı hadisedir. Ölüm fikri, zaten metafizik ürpertilere müsait olan Necip Fazıl’ın ruhunu bu dönemlerde olanca şiddetiyle kaplamaya başlar.
24
DÖRT KALEM DERGİSİ Necip Fazıl’ın tahsil hayatı kesintilerle doludur. Bu kesintilerin bir kısmı mesken değişimlerinden kaynaklanmış olsa da, diğer değişimlerin onun kaynayan, sınırlanmaktan hoşlanmayan ruh halini aksettirdiğini belirtmek gerekir. Necip Fazıl; Gedikpaşa Fransız ve Kumkapı Amerikan Kolejlerinden başlamak üzere, Emin Efendi Mahalle mektebi, Büyük Reşit Paşa Numûne mektebi, Rehber-i İttihad-ı Osmanî Mektebi, Gebzedeki Aydınlı köyü ilk mektebi ve Heybeliada Numûne mekteplerinde okur. 1916’da girdiği Mekteb-i Fünûn-u Bahriye-i Şahane’de Yahya Kemal, Aksekili Ahmed Hamdi ve Hamdullah Suphi gibi hocalardan ders alır ve tasavvufla ilk teması da bu okuldaki edebiyat hocası İbrahim Aşki (Tanık) Bey’in kendisine verdiği Semerât-ül Fuad (Gönül Verimleri) ve Divan-ı Nakşî eserleri vasıtasıyla gerçekleşir. Bu eserler o dönem için kendisini etkilemiş olsa da bu çağlayan dimağı tek başlarına tam tesiri altına alamamıştır. Yalnız, Necip Fazıl’ın gerek ilk şiirlerinde göze çarpan yüzeysel tasavvuf bilgisi, gerekse de 1934 yılında gerçekleşecek olan büyük değişim, bu günlere ve İbrahim Aşkî Bey’e az-çok birşeyler borçlu olmalıdır. Ayrıca bu dönemde, “Şair” lakabıyla tanınmaya başlayan Necip Fazıl, Aksekili Ahmed Hamdi, İbrahim Aşki ve Yahya Kemal gibi hocalarından takdir ve teşvik toplamaktadır. Bu esnada, mektepte, Nihal isimli el yazması bir dergi çıkarmaya da başlar. Necip Fazıl, hazırlık sınıflarından sonra 3 yıl daha okuduğu Bahriye Mektebi’ne bir sene daha eklenince okulu bırakmaya karar verir ve ilk 3 seneyi bitirdiğini gösteren diplomasıyla Darülfünûn Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi’ne girer. Bu esnada, ilk şiirlerini 13-14 yaşlarındayken Yeni Mecmua’da yayınlatarak edebiyat dünyasında sesini duyurur; Ahmet Haşim’in “Çocuk, bu sesi nereden buldun sen?” hitabına henüz 18 yaşında muhattap olur. Takip eden yıllarda her biri edebiyat çevrelerinden büyük takdirler toplayan ilk dönem şiirlerini yazmaya devam eden Necip Fazıl, 1924’te açılan bir sınavı kazanarak 4 arkadaşıyla beraber Paris Sorbonne üniversitesine devlet bursuyla gönderilir. Burada Henry Bergson’un derslerine girme fırsatı da bulan Necip Fazıl, 20. Yüzyıl tefekkürünün bu mühim kilometre taşını etkileyecek ve ona Sorbonne’dan emekli olduğu gün yöneltilen “Yerinize bırakabileceğiniz herhangi bir talebeniz var mı?” sualine, “Yeni nesilden pek umutlu değilim. Bir Türk vardı, o da derbederin biri çıktı” dedirtecektir. Zira bu yıllar, Necip Fazıl’ın bohem hayatına adım attığı dönemlerdir ve özellikle de kumar, bu yıllarda onun gafleti bulmaya çalıştığı; nefsine acı çektirme arzusuyla, kazanma umut ve isteği olmadan içine düştüğü bir hastalık olarak karşısına çıkar. Bu hayatın neticesinde Necip Fazıl okulu bırakmak durumunda kalır ve 1925’te Türkiye’ye geri döner. Aynı yıl içerisinde yayınladığı Örümcek Ağı, kendisinin ilk şiir kitabı olur ve büyük bir takdirle karşılanır. 1928’de bu eseri Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı takip eder. Toplamda 128 sayfaya ulaşan bu iki eser hakkında yazılanlar, eserlerin sayfa sayısını katlayacak kadar çok olur. Özellikle Kaldırımlar şiiri, çoğunlukla da şiirin aslında bir fikir çilekeşinin iç tasvirini yaptığı gerçeği görülemeyerek heyecanla övülür. Hakkında kullanılan “Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter (Yaşar Nabi)”, “Şimdiye kadar gelen şairlerin en büyüğü (N. Ataç)” gibi ifadeler de bu dönemde yoğunlaşır. Fakat Necip Fazıl’ı övme yarışına giren bu insanların neredeyse hepsi, Necip Fazıl kendisini Üstad kılan yola girdiğinde bir anda ona cephe alarak çap ve samimiyetlerini ortaya koyacaktır. Necip Fazıl bu yıllarda bohem hayatını sürdürmekte, aynı zamanda bankacılık ve gazete muharrirliği gibi işlerle de haşır-neşir olmaya devam etmektedir. 1931-1933 yılları arasında askerliğini yapan Necip Fazıl, 1932 yılında eski ve yeni şiirlerinin bir karışımını barındıran Ben ve Ötesi adlı eserini bastırır. Bu kitabın özellikle son şiirlerinden, Necip Fazıl’ın bu dönemde metafizik sancılar çekmekte olduğunu ve uçlar arasında müthiş bir dalgalanma yaşadığını anlamak mümkündür. 1934 yılına gelindiğinde buhranları artar ve çektiği fikir ıstıraplarıyla boğuşmaktan kaçmak için bohemliğin kucağına atılır. Fakat bu tercihin de kendisini düşünce sancılarından kurtarmadığını, herşeyin daha da kötüye gitmeye başladığını anladığı bir sırada, bindiği bir vapurda karşısına oturan ve kendisine Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni adres
25
DÖRT KALEM DERGİSİ gösteren, Hızır edalı bir insanla rastlaşır ve Abidin Dino’yla beraber daha sonra “kurtarıcım” diyeceği Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni ziyarete gider. Bu hadise, onun hayatındaki en önemli dönüm noktasıdır. Bu ana kadar çevresinde neredeyse mitleştirilen Necip Fazıl, arayış buhranlarından büyük ölçüde kurtulacak ve keskin kalemini bir davaya adayarak inandığı davanın en büyük savunucusu, edebi ve fikri temsilcisi haline gelecektir. Necip Fazıl’ı o zamana kadar ulaşılması imkansız bir zirve olarak gören dönemin aydınları, kendisinin İslamî gaye doğrultusunda fikir ve sanatını kullanmaya başlamasının ardından gösterdikleri yakın alakayı düşmanlığa dönüştürür ve onunla fikirde mücadele etmeyi denemektense, gericilik gibi basit ithamlarla meseleyi çözmeye çalışır. fakat bu tavırlarında yeterince başarılı olamayarak Üstad’ın çevresine olanca parlaklığıyla yaydığı ışığı engellemeye güç yetiremedikleri de bir hakikattir. 1934 yılına kadar gireceği yolu arayan Necip Fazıl, bundan sonraki buhranlarını yol aramaktan ziyade, inandığı davasıyla ilgili olarak yaşamaya başlar ve içtimai mücadelesinin yankı bulabilmesi için pek çok çileye katlanır. 1934, Necip Fazıl’ın ikinci doğum yılıdır. Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanışmasının ardından kısa bir süre için bohem hayatına döner, fakat Efendisinin yanında bulunduğu anlarda yakaladığı ruh sükunetine daha fazla karşı koyamaz ve arayışını “büyük kapı”da sonlandırır. Artık önünde, dehasını İslam davasına vakfedeceği ve bu uğurda çetin mücadelelere girişeceği, hapislere gireceği, çileler çekeceği bir yol açılmıştır. 1935 yılında Muhsin Ertuğrul’un tavsiyesiyle ilk piyesi olan Tohum‘u kaleme alır. Muhsin Ertuğrul’un da rol aldığı bu piyes sanat çevrelerinden büyük ilgi gördüğü halde, eserdeki olaylar, yoğunlaştırılmış fikrin gölgesinde kaldığı için halkın ilgisi toplanamaz. Tohum‘dan edindiği bu tecrübeyi çok iyi bir şekilde etüd eden Necip Fazıl, 1937 yılında kendisinin Türk Shakespeare’i olarak anılmasının yolunu açan, Bir Adam Yaratmak adlı, Türk tiyatrosunun zirvesini tutan eserini yayınlar. Eser o kadar büyük bir tesire sahip olur ki, tiyatronun gösterildiği salonlarda eserden etkilenip bayılanlar olur; yer bulamayanlar seans beklemek durumunda kalır. Hem olay örgüsü, hem de diyalogların içerisinden sızan derin fikir bu eseri bir şaheser haline getirir. Kendi yaşadığı fikir buhranlarını muhteşem bir üslupla, olanca çarpıcılığıyla seyirciye aktarmayı başarabilen Necip Fazıl’ın bu oyunu Muhsin Ertuğrul tarafından büyük bir zevkle sergilenir. Öyle ki Muhsin Ertuğrul, 39 derece ateşli olduğu zamanlarda dahi bu oyunu oynamaktan çekinmez. Oyunun oynanmakta olduğu dönemlerde Mihailov ismindeki bir Rus ateşesi, Necip Fazıl’a şöyle demiştir: “Bize senin gibi adamlar lazım. Komünist olacağını bilsek sana Moskova’nın yarısını verirdik, fakat olmayacağını biliyoruz.” Necip Fazıl, 1936 yılında dönemin sosyalist olmayan edebiyatçılarını topladığı Ağaç isimli bir edebiyat dergisi çıkarır. 17 sayı çıkan bu dergiyle alakalı bir hususta kendisine mektup gönderen Sait Faik’in öyle bir sözü vardır ki, dönem aydınının ne söylediğinden haberdar olmadığını ve Necip Fazıl’a gösterdiği saygıda ne derecede ölçüsüzleştiğini gözler önüne sermeye kafidir: “Sen bir peygambersin!” Necip Fazıl, bu sözü her hatırlayışında korkunç bir üzüntü duyacaktır. Bir Adam Yaratmak piyesinin yayınlanışını, Necip Fazıl’ın şiirleri arasında en değerlisi olarak kabul ettiği ve tüm şiirlerini derlediği kitaba ismini veren Senfonya (sonradan Çile) adlı şiirin yayınlanışı takip eder. Aynı doğrultuda kaleme alınan bu iki eser, Necip Fazıl’ın hafakanlarının çıktığı zirveyi ve sonunda karar kıldığı noktaları göstermesi yönünden, bir bütünün iki ayrı kolu gibi değerlendirilebilecek keyfiyettedir. Bu arada, 1938 yılında Ulus gazetesi tarafından Mehmet Akif’in şiirindeki İslami noktalara karşı uyanan bir hazımsızlığın neticesi olarak, bir “milli marş yarışması” açılır. Yarışma, marşı sadece Necip Fazıl’ın yazması kaydıyla iptal edilir. Necip Fazıl’ın yazdığı Büyük Doğu Marşı devlet başkanının vefati üzerine kendisine sunulamaz ve bu tecrübe nihayet bulurken, şiirin adını taşıyan Büyük Doğu ifadesi gelecek yıllarda evvela Necip Fazıl’ın kuracağı derginin, daha sonra da muazzam ve muntazam bir dünya görüşünün adını ilk defa duyurması yönüyle büyük bir ehemmiyet ifade edecektir.
26
DÖRT KALEM DERGİSİ 1939 yılında, Son Telgraf gazetesindeki Çerçeve başlıklı köşe yazılarında İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmakta olduğunu, Rus-Alman anlaşması gibi tüm aleyhteki hadiselere rağmen inançla savunur ve 1939 yılında patlak veren savaş kendisini haklı çıkarır. Bu dönemde “Ne derse çıkıyor” denilen bir kişi haline gelir. Üstad’ın ileri görüşlülüğünü remzlendiren pek çok hadiseden yalnızca birisi olan bu hadise, dönemin matbuatında hayli yankı uyandırır. Necip Fazıl’ın bu yönü, 29 Mayıs 1959 tarihinde kaleme alacağı Kement başlığını taşıyan ve “Kurtarın milleti ve kendinizi CHP kemendinden! 1959 ve 1960 son vâde!” paragrafıyla başlayan bir yazısında da olanca dehşetiyle ortaya çıkacaktır ki, bu yazının kaleme alınışından 363 gün sonra gerçekleşen ihtilal kendisini bir kez daha haklı çıkaracaktır. 1941 yılında efendisinin de teşviğiyle Fatma Neslihan hanımla evlenen Necip Fazıl, bu evlilikten 6 çocuğa sahip olur: Mehmet (1943), Ömer (1944-2005), Ayşe (1948), Osman (1950), Zeynep (1953-2002) ve henüz 41 günlükken hayatını kaybeden Ali (1956). 17 Eylül 1943 tarihinden itibaren Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlar. Bu dergi, onun ömrünün sonuna kadar inmeyeceği fikir zirvesini barındıran yüce bir dağ olur ve etrafına tohumlar saçan, baskılara fikir gövdesini siper eden nice ağaç bu okulda yetişir. Büyük Doğu, koskoca bir İslam davasının ismi haline gelir. Büyük Doğu’lar; 243 günlük gazete ve 328 dergi olmak üzere 571 sayı, 16 devir ve 35 yıl boyunca o kadar büyük bir tesire sebep olur ve o kadar mühim bir fonksiyonu yerine getirir ki, her çıkışında infial oluşturur. İslami kesimin bilinçlenmesinde ve düşünebilen, yüzyıllardan beri süregelen durgunluğu ve gevşemeyi sorgulamaya başlayan, ufku genişleyen bir gençliğin büyük doğumundan büyük müyesser bu dergi olur. Allah demenin Başvekil Şükrü Saraçoğlu imzalı bir emirle yasak edildiği dönemlerde İslam davasının münadii olan Büyük Doğu, ismiyle altında dasıtani bir tefekkür ve mücadele binası yükselen bir çatı haline gelir ve yüzyıllardır ilk defa böyle bir fikir kıpırdanışıyla yüz yüze gelen Anadolu halkının fikir bayrağı olarak nice istidadın piştiği bir okula dönüşür. Bu binanın yükselmesi de elbette ki kolay olmayacak, Büyük Doğu müteahhidi bu dergi çatısı altında girişeceği mücadelelerin neticesi olarak toplamda yaklaşık 3 yıl 8 ay hapis yatacaktır. Osman Bölükbaşı’nın 1954 seçimlerinden önce Demokrat Parti’nin “Gerici” bir dergiyi himaye ettiği iddiasıyla seçim propagandası yapması; 1960 ihtilalinden hemen sonra, zaten çıkmamakta olmasına rağmen Büyük Doğu’nun askerî idarece kapatıldığının ilan edilmesi ve Yassıada savcısı Egesel’in her fırsatta bu dergi etrafında giriştiği mücadeleden dolayı Necip Fazıl’dan, “Said Nursi’den bile tehlikeli olan adam” sıfatıyla bahsetmesi, Necip Fazıl’ın büyük Doğu çatısı altında giriştiği mücadelenin büyük tesirini ve bir kısım çevrede oluşturduğu hazımsızlığı gözler önüne seren 3 basit örnek olarak zikredilebilir. Büyük Doğu’yu çıkarmaya başladıktan sonra kendisini yalnızca matbuattaki mücadelesine ve sanatına veren Necip Fazıl, bu zamana kadar Osmanlı Ziraat, Türkiye İş ve Hollanda bankalarındaki, Milli Oto adlı şirketteki (ticari servis şefi olarak) ve Ankara Ticaret Lisesi, Devlet Konservatuarı, DTCF, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Saint Joseph Lisesi, Robert Kolej gibi okullardaki çalışmalarına son verir. İlk dönem Büyük Doğu’ları, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” hadisinin yayınlanmasını mütakiben, bakanlar kurulu tarafından 1944 mayısında “rejime itaatsizliği teşvik” şeklinde ifade edilen, itiraf gibi bir gerekçeyle kapatılır. Ardından 19.5 ay süreyle yapmış olduğu askerliğini tamamlamak üzere Eğridir’e gönderilir. Dönüşünün ardından, Büyük doğu’ları yeniden çıkarmaya başlar ve dönemin tek parti hükümetine karşı en sert ve tesir sahibi muhalefeti ortaya koyar. Büyük Doğu, bu devirde de bir çok takibata uğrar ve “Başımızda kulak istiyoruz!” yazılı bir kapağının, İnönü’nün meşhur kulaklarına gönderme niteliği taşıdığı gerekçesiyle dergi tekrar kapatılır. Bu sırada Necip Fazıl, başbakan Recep Peker tarafından çağrılır ve muhalefetinin dozajını düşürmesi karşılığında, o dönem için oldukça büyük bir meblağ olan yüz bin lira nakit halinde, rüşvet olarak kendisine teklif edilir. Necip Fazıl bu teklifi reddedecek ve önünde hapishanenin yolu açılacaktır. Tekrar çıkarmaya başladığı Büyük Doğu’larda, Rıza Tevfik Bölükbaşı tarafından kaleme alınan Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdad adlı şiiri yayınlayışından dolayı Türklüğe Hakaret suçlamasıyla, askerliği döneminde siyasi yazı yazdığı için 1 gün hapiste kalması müstesna, ilk defa hapse girer.
27
DÖRT KALEM DERGİSİ Davadan beraat ederek tahliye edilen Necip Fazıl, 1947 yılında, Sabır Taşı adlı piyesiyle CHP Sanat Mükâfâtı’nı almaya hak kazanır; fakat Parti Genel İdare Kurulu, yarışma neticelendikten sonra yarışmaya katılacak olan piyeslerin kaleme alınma tarihini ileriye alarak Sabır Taşı’nı dışarıda bırakacak, bu mızıkçılıkla Necip Fazıl’ın ödülü gasp edilecektir. Aynı yıl Borazan adlı 3 sayılık bir mizah dergisi çıkarır. İzleyen yıllar ise büyük bir fikir mücadelesiyle, işleyen bir sanatkarlıkla, hukuk cinayetleriyle, hapislerle örülüdür. 1949 yılında fikrî ve siyasi bir teşekkül olan Büyük Doğu Cemiyeti‘ni kurar ve cemiyetin, yalnızca Necip Fazıl’ın şahsından ve samimi mücadelesinden kaynaklanan tesirinin önüne geçebilmek için önce CHP, sonra da DP döneminde çeşitli bahanelerle, komplolarla, bakanlık emriyle temyiz edilen beratlarla hapsedilir. 1952 yılındaki tahliyesinin ardından, istismarlara açık bir hal aldığını fark ettiği Büyük Doğu Cemiyeti’ni fesheder. 1952’de, Hüseyin Üzmez tarafından gerçekleştirilen Malatya suikastiyle hiçbir bağı olmadığı halde, suikaste uğrayan Ahmet Emin Yalman hakkında yazdıkları bahane gösterilerek 1 yıl boyunca, 6-7 metrekarelik bir hücrede, Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) ve çirkin tavırlarıyla kendisine en büyük işkence olan Cevat Rıfat Atilhan ile beraber kalır ve bir yılın akabinde, suçsuzluğuna hükmedilerek Malatya cezaevinden tahliye edilir. Bu dava süresince yaptığı savunmalar dillere destan olur. Hüseyin Üzmez’in Büyük Doğu okuru olduğunun “suç delili” olarak kendisine söylenmesi üzerine, Amerikan radyolarında da bahsedilen o meşhur cevabını verir: “Kıskançlık krizleri geçiren bir adamın cebinde bu temayı işleyen Othello bulunsa, Shakespeare’i mezarından kaldırıp asacak mısınız?” Takip eden yıllarda, Necip Fazıl, günlük gazete ve dergi olarak çıkardığı Büyük Doğu ile mücadelesini sürdürür ve takibatlara, mahkumiyetlere, baskılara uğramaya devam eder. DP iktidarını, bir dost kimliğiyle, iyiye yönlendirebilmek için sürekli sert bir şekilde tenkit eder. O güne kadar gelen başbakanlar arasında, Refik Saydam’dan sonra şahsi bir kıymet taşıdığına inandığı Adnan Menderes’in temizliğine güvenmekte, fakat onu çevreleyen ve içinden doğduğu CHP zihniyetinin izlerini taşımaya devam eden kimselere karşı yine en tesirli muhalefeti yükseltmektedir. Üstad, en çok hapsini, başvekilinden ayrı olarak tenkit ettiği DP döneminde yatacaktır. Onun tenkitlerindeki tüm amacı, DP’nin, CHP zihniyetinden kurtulamayan kadroların tesirine girmesini ve halktaki CHP nefretinden doğan zaferini taçlandıramadan bu fırsatını kaybetmesini engellemektir ve tenkitlerinin temelinde de haklı çıkacağı bu endişe yatar. Daha önce de bahsettiğimiz Kement başlıklı yazıyı kaleme aldığı zamanlarda, bir kısmı mahkumiyetle neticelense dahi yüzlerce yıl mahkumiyetine sebep olacak davalarla yüzleşmek durumundadır. CHP’nin ve ona şeklen rakip olan DP’nin bastırmaya çalıştığı Necip Fazıl’a, tam da mahkumiyetlerinin onaylanmaya başladığı bir hengamede gerçekleşen 27 mayıs darbesinin güdücüüleri de tahammül gösteremeyecek ve o sırada çıkmayan Büyük Doğu dergisinin kapatıldığı radyoda anons edilecek, fikir çilekeşi Necip Fazıl 4.5 ay boyunca Balmumcu garnizonunda tutulduktan ve burada “Sen misin onları yazan şerefsiz?” cümlesiyle kendisine hakaret eden yüzbaşı sıfatlı biri tarafından dövüldükten sonra çıkarılan umumi aftan müstesna tutularak hapishaneye gönderilecektir. Fakat doğan mukaddesatçı neslin çilekeş yoğurucusu, hapis hayatı boyunca da, tıpkı dışarıdaki çabalarında da olduğu gibi yüreği geniş insanlarca yalnız bırakılmaz. Mesela, yakın arkadaşı Hilmi Oflaz hapishanenin karşısında işporta tezgahını kurar ve kendi tabiriyle, bulutların çekilmesini ve parmaklıkların arasından güneşin doğmasını bekler. “Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir ihtiyar” da başka bir hapsinde görüşme günü karşılaşacağı Necip Fazıl’a “Oğlum, içeride bir Necip Fazıl varmış!… Şu karpuzu ona hediye getirdim; Allah rızası için götürüp verir misin?” diyecek ve hassas ruhlu bu gönül adamını ağlatacaktır. Özellikle maddi durumu yeterli olmayan insanlar ceplerindeki son kuruşlarıyla aldıkları ufak tefek yiyecek ve kıyafetler vasıtasıyla, yürekleriyle hapishanedeki Necip Fazıl’ın yanında olduklarını hissettireceklerdir. 1961’in Aralık ayında tahliye olan Üstad, bu tarihten sonra da günlük makalelerine, şiirlerine, piyeslerine, Büyük Doğu Dergisine, kitaplarına, mücadelesine kaldığı yerden devam eder. 1963 yılından itibaren ise, onun için Ana-
28
DÖRT KALEM DERGİSİ
dolu’yu şehir şehir kucaklayan bir konferans çığırı açılır. Maddi yeterlilikten uzak salonlarda, onlarca ilde, kendisini dinleyen yüz binlerce kişiye seslenir ve her biri birbirinden farklı alanlardaki onlarca konferansını verir. Konferansta anlatılanların derinliğini kavrayamayanlar dahi büyük bir şevk ile Necip Fazıl’ın konferanslarını dinlemeye koşar, salonlar iğne atılsa yere düşmeyecek raddede dolar. Öte yandan takibatlar, davalar bu dönemde de olanca hızıyla devam etmektedir. Sultan Vahdeddin hakkında kaleme aldığı eser sebebiyle uğradığı takibat da bunlardan birisidir. İlerleyen yıllarda, eserin ikinci baskısı sebebiyle mahkum edilecek ve ölüm döşeğindeyken Kenan Evren tarafından özellikle affedilmeyerek onanan bu 1.5 yıllık hapis cezası, belki de Allah’ın 79 yaşında onu bir kez daha hapishaneye göndermeye razı olmayışından uygulanamayacak, Necip Fazıl vefat edecektir. Malesef Vahdeddin hakkında kaleme alınan ve resmî tarihin tek taraflı hakikat tahrifçiliğine, hem de alçak perdeden cevap veren bu eser bugün de basılabilmiş değildir. 1973 yılına kadar zaman zaman açılıp kapanan dergisiyle, kaleme aldığı Reis Bey, Ahşap Konak ve Kanlı Sarık gibi piyeslerle, derlemeye başladığı Çöle İnen Nur, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, Benim Gözümde Menderes gibi eserlerin meşguliyetiyle yaşayan Necip Fazıl, bu yıl içerisinde Hacca gider ve hatıralarını kitaplaştırır. Fas sarayına yakın kişilerce kendisine yöneltilen, bundan böyle ömrünün kalan kısmını tüm aile efradıyla, tüm maddi imkanlar sağlanmış halde Fas’ta geçirmesini öneren teklifi geri çevirir. Aynı yıl içinde kurulan Büyük Doğu Yayınları kanalı ile de, o ana kadar yayınlanan tüm eserlerinin ve bundan sonra yayınlanacak olan kitaplarının baskısıyla ilgilenmeye başlar. Yayınevinin kuruluşundan bir yıl sonra ise, kabul ettiği tüm şiirlerini derlediği Çile adlı şaheserini oluşturur. 1976-1980 arasında Raporları, 1978’de ise 16. ve son devir Büyük Doğu’larını çıkarır. 1980 yılında Türk Edebiyatı Vakfı kendisine “Sultan’uş-şuara (şairler sultanı)” ünvanını, Kültür bakanlığı ise Büyük Kültür Armağanı’nı verir. 1982’de ise Yazarlar Birliği tarafından, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eseri sebebiyle yılın fikir adamı ilan edilir. Bu tarihlerden sonra, Ömrünün sonuna kadar Erenköy’deki odasında kalmayı yeğler ve İman ve İslam Atlası ile Kafa Kağıdı başta olmak üzere, ilerlemiş yaşına rağmen beyninin ne kadar muntazam işlediğini gözler önüne seren eserlerini yazmaya devam eder, daha önceden yayınlanmış olan konferanslarının derlenmesiyle ve diğer eserlerinin tertibiyle ilgilenir. Kenan Evren tarafından affedilmeyen hapis cezasının tehdidiyle günler birbirini kovalarken, takvimler 25 Mayıs 1983’e ulaştığında… Uzun yıllar boyu kendisini rahat bırakmayan şeker hastalığı sebebiyle arkasında kocaman bir gençlik ve kütüphanelik çapta eserler bırakarak, yarın bıraktığı son sigarasının ardından dudaklarındaki tebessümün eşliğinde söylediği “Demek böyle ölünürmüş!” cümlesinin refakatinde, varlığını tarihe kazımış bir kahraman olarak, Serdengeçti’nin diyeceği gibi, doldurulacak bir boşluk dahi bırakmadan, son demlerinde kuvvetle muhtemeldir ki velilik mertebesine erdiği bu hayatı terk ederek hakkın rahmetine kavuşur. Yüzyıllar boyu süregelen entellektüel fetrete dur diyebilen ve uyuyan bir devi ayağa kaldıran Necip Fazıl’ın naaşı, vefaatinden bir gün sonra Eyüp Sultan kabristanına, Fevzi Çakmak’ın yakınına defnedilir. Ondan bugüne kalanlar, yüzyıllarca süren uykusundan uyanarak kıpırdanmaya başlayan bir gençlik, hala yeterince tanınmayan ve anlaşılmayan yüze yakın yetkin eser, İslam dairesindeki tezatsız bir fikir sistemi ile binlerce makaleden ibarettir. Müslüman kimliğine sahip bir insan olarak fikrin, sanatın, aksiyonun ve dehanın zirvesine çıkma hedefinde kaydettiği muvaffakiyet; yetişmekte olan nesillere yol göstererek kendisini “Üstad” kılmıştır. O; İslamiyeti aşk ve vecd ile hakkını vererek yaşamanın, dünya için ellerimizden kaçırdığımız avantajı, ahiret için ise huzurlu bir sonsuzluğu bize armağan edeceği hakikatine insanların zihinlerini açmış bir ideal kahramanıdır. Üstad, kırk yılı bulan mücadelesi ile, İçerisinde yaşadığı cemiyetle beraber kendisini muhasebeye çeken, varoluş gayesini sorgula-
29
DÖRT KALEM DERGİSİ yan, kalabalıklarda erimeyen bir nesil için hayatını tüketen samimi bir tefekkür çilekeşi olmuştur. O belki de en çok, insanların dimağını ulvi tefekküre açtığı için Üstad’dır. Onu daha iyi anlayabilmek için, kendi eserlerine ve kendi yazdıklarına müracaat etmekten daha iyi bir yöntem olmayacağı kanaatindeyiz. Zira Bir Adam Yaratmak, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, İdeolocya Örgüsü, O ve Ben, Çöle İnen Nur, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, Mü’min-Kâfir gibi bu topraklarda yaşayan herkesin kesinlikle okuması gereken şaheserlerin yanında, her biri alanında çok büyük bir değer taşıyan yüze yakın eser bırakmış olan Necip Fazıl’ın birikiminden ve ömrünü vakfettiği mücadelesinden nasiplenebilmek borcunu başka türlü yerine getirmek mümkün olamaz. Sitemizin diğer bölümlerinden gerek onun hakkında yazılan yüzlerce inceleme metnine, gerek kendisinin kaleme aldığı çok sayıda makaleye, gerekse de her biri Büyük Doğu yolunun kılavuzu olan yüze yakın telif eseri hakkında muhtelif bölümlerde sağlanan metinlere ulaşabilirsiniz. Onu gerçekten anlamak isteyen bir kişi, onu ve hakkında yazılanları incelemeli; her yönüyle eksiksiz bir vücudu belirten özelliklerinin yalnızca kuvvetli bir yanını remzlendiren şiirleriyle sınırlanmamalıdır. Bu yazımızda, Üstad’ın hayatı hakkında kaba çizgilerden oluşan biyografik bilgiler verdik. Umarız ki bu kaba çizgiler, mutlaka incelenmesi gereken derinliklere inmeyi yeterince teşvik edebilir.
*Ahmet Yıldırım’ın bu yazısı www.n-f-k.com adlı siteden alıntılanmıştır.
30
DÖRT KALEM DERGİSİ
Şeymanur Yıldız NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN ŞUURUNDA YEŞEREN GERÇEK GENÇLİK! Gençlik dönemi tarihten bu yana insanlık için her zaman önem arz eden bir unsur olmuştur. Çünkü gençler her dönemde toplumun taşıyıcı ve dinamik gücü olmuşlardır. Bu yüzden gençlik dönemi özelliklerini ana hatlarıyla bilmek insan tabiatını daha sağlıklı değerlendirmede yararlı olacaktır. Gençlik çağının bu denli önemli oluşunun sebebi insanların var oldukları toplumda yer edinebilmek için hayatlarındaki en çok çabayı bu dönemde göstermiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Necip Fazıl Kısakürek’in ideal gençlik tasavvurunu anlayabilmek için önce onun gençliğinde ki yön verici noktaları bilmek gerekir. Üstat yıkılışlar, savruluşlar, özden kopuşlar devrinin çocuğudur. Öz medeniyetle uyuyup, sabah kalktığında dününü inkâr eden bir vasatta yetişmiştir. Bu durum onu ilerleyen zamanlarda kendini sorgulama ve hatta telafisi olmayan ruhi bunalımlara sürükleyecektir. Üstadın şiire kanat çırpışı da hiç şüphesiz bu gençlik tasavvurunun meyvesidir. Fakat üstat için gençlik dönemi acı bir meyvenin ta kendisidir. Üstat bu durumu “Çile” kitabının takdiminde şu cümlelerle ifade etmiştir. ‘’Şairliğim on iki yaşında başladı. Bahanesi tuhaftır: Annem hastanedeydi ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Birden gözlerimin içini tarayıp senin de şair olmanı ne kadar isterdim !’’ çocukluktan yeni bir dönemde geçişte değişen hallerde yeni bir yola iz sürmek elbette zorluklar içinde olsa da Üstat, acı meyvesini bal niyetine cesurca yemeyi bilmiştir. Bu da gençliğin yıkılmaz tasavvurunun en güzel örneğidir. Necip Fazıl Kısakürek’in hayatına yön veren en önemli nokta hiç şüphesiz cesareti olmuştur. Öksüz şiir ve fikir iklimi geldiğinde bir gün İkdam Gazetesi’ne gider. Elindeki şiir defterini Yakup Kadri’nin masasına bırakır. “ Ben felsefe talebesiyim şiir yazıyorum. Bu defterde benim şiirlerim var “ der tek kelime etmeden ve beklemeden çıkıp gider. O dönemde yeni mecmua isim yapmamış genç şairlere sıkı sıkıya kapalıdır. Buna rağmen aradan bir iki hafta geçmeden bu genç adam devrin ustaları arasında yer alır. Üstelik onun getirdiği yeni sese herkes hayretle bakar. Çünkü Necip Fazıl şiire özüyle bağırmasını bilmiş, duygularını düşüncelerini mısraları yormadan kemikleştirmiştir. Üstadın şiirinde ki işleyişin sebebi tabi ki yersiz değil aksine acılarının mürekkebe damlayışıdır. Çünkü tıpkı gençliği gibi çocukluğu da pek kolay geçmemiştir. Pişmanlığı bile daha çocuk yaştayken yaşamıştır. Altın para karşılığında kız kardeşinin elindeki elmayı almış ve bu durumun üzerinden birkaç gün geçmesiyle kardeşini kaybetmiştir. Kardeşinin yediği son meyve oluşu sebebiyle “ Keşke almasaydım! “ diyerek hayatının ilk vicdan azabı ve pişmanlığını yaşamıştır. Ve aşk. . . Daha genç yaşında mehtabın karşısında kalbinin yanında bir kalp daha çarptığını hissedince anlamış ve “ Demek ki aşk buymuş “ diyerek dalgalara karşı ruh çırpınışlarıyla zamanla kendini tasavvufa vermiştir. Gençlik üzerinde en önemli nokta tartışmasız aile unsurudur. Üstadın “ İlk dini terbiyemi büyük babama borçluyum. Fakat ne aldıysam annemden aldım, baba kolları ikinci planda “ diyerek ailenin ve özellikle annenin önemini belirterek gençliğe çağrışımda bulunur. Ve annesine duyulan bu minnet borcunu anneme mektup şiirinde mısralarının dilinden süzmüştür..
31
DÖRT KALEM DERGİSİ Üstat yaşam tecrübesi sebebi ile her sözü ve davranışıyla örnek alınacak biridir. Zamanının Anadolu’sunu çok iyi biliyordur. “ Masum Anadolu’nun saf çocukları ”nın bu vatanı ayağa kaldıracağından şüphesi yoktur. Bu nedenle gözü hep Anadolu’dadır. Çünkü üstat gençlerden bir aksiyon beklemektedir. Fakat bu ilk akla gelecek manada sıradan bir hareket değildir. O “İslam, iman ruhunun, bitmez tükenmez, durmaz dinlenmez aksiyonundan ibarettir” diyerek dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik olmayı öğütlemiştir. Bu yolda boy verecek olan hakiki aksiyon kaynağını bu yüce dinin iki temel kaynağından; Kur’an ve hadislerden alacaktır. Bu gözle eserlerini inceleyecek olursak çoğu eserine yayılmış olan aksiyon meselesinin anlatımında şu hadisin çoğu kere kullanıldığına şahit olursunuz: “ İki günü birbirine eşit olan zarardadır, aldanmıştır “. Bu hadis yeni bulunmuş bir servet veya çok değerli bir maden gibi kitlelere sunulmuş ve adeta nesil üstat tarafından bu hadisin gölgesinde yaşamaya davet edilmiş gibidir. Ona göre, “Yalnız bu hadisin derinliği önünde bütün Garp tefekkürü hayran olsa yeridir ”.Yani amaç her gün biraz daha yenileşmek fakat özde ve esasta daima ölçülerinin gölgesinde kalabilmektir. Daha pek çok dini hakikati, ayet ve hadisi nazara vererek davasının aksiyon ayağını zamanla sağlamlaştırır. Artık aksiyon fikir sahasından fiil sahasına iner ve inkılap vakti gelir. “ Gerçek inkılabı Kanunî Sultan Süleyman’ın idareyi, oğlu Sarı Selim’e teslim ederek şahane gözlerini yumduğu tarihten beri bekliyoruz!” diyerek tarihi kırılmanın nerden başladığına işaret etmekte ve tüm muhteşemliğiyle yaşanan tarihin bir kere daha yaşanabileceği özlemindedir. Üstat için bu inkılâp meselesi adeta bir tamam veya devam durumundadır. Mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir durumdur. Bu yüzden oldukça kararlı ve ısrarcıdır. Ona göre inkılâp ve inkılâpçılık; hak ve mutlak din Peygamberinin mukaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak demektir! Çünkü inkılâbın gerçek cevheri oradadır. Fakat bu yolda iki önemli nokta vardır; birincisi ruhi özgürlük, ikincisi nefis mücadelesidir. İnkılap gerçekleştirmek, özgürlük bilinci olmadan olmaz. Önce neye sahip olman gerektiğini bilmelisin ki bunu inkılaba dönüştürüp kalıcı hale getirebilesin. Özgürlük bilinci bu durumda olmazsa olmazdır. Yalnız insan bunu gerçekleştirmek uğrunda ilahi yoldan sapmamalıdır. Önce nefsi davasını kendi içinde çözmeli, sonra toplum davasına kendisini adamalıdır. Üstada göre bunu sağlayabilen kişi ideal birey, aksine sağlayamayıp toplum düzeninin inşasına mani olacak ve bu ideal toplumun harcı olan idealist şahsiyetlerin yetişmesine imkân vermeyecek hastalık ise taklittir. Ona göre bir millet baltalanırken yapılacak olan şey ya tam hareket, ya tam hareketsizliktir. İşte hareketi gerçekleştirecek olan ideal gençler olacak, gerisi taklit olarak kalacaktır. “Batı'ya özene özene, özümüzü kaybettik. Oysa biz, Batı'nın hayranlıkla izlediği, gıpta ettiği bir medeniyet idik... “ diyerek taklit unsurunu ve öz medeniyetten yavaş yavaş ayrıldığımızı belirtmiştir. Buradan hareketle, taklit hastalığının, bir ırkın, bir ırktan devşirdiği özenti hareketlerin, o ırkı kendi içinde boğacağı ve kendine ait büyük aksiyonunu körelteceğini söyleyebiliriz. Necip Fazıl Kısakürek’in kaleminden: Zaman bendedir ve mekân bana emanettir şuurunda bir gençlik… Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevi babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymandır. . . Özetle üstadın gözünde ki ideal gençlik; özünü kaybetmeyen, taklitten uzak duran, dilinin, dininin, ırzının, davacısı olan ve bu dava yolunda önce kendi nefsi mücadelesini hakkıyla verip sonra kendisini millette adayan bir gençliktir. O yüzden gençlik, millet ve vatan uğrunda vaziyet ne durumda olursa olsun davasından vazgeçmeyen bireyler olmadırlar.
32
DÖRT KALEM DERGİSİ
Talat Özer ÜSTATLIĞIN ARKA PLANINI OLUŞTURAN DÖNEM ‘‘ ÇOCUKLUK ’’ Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın! Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın! Bir köşende annanem, dalgın Kuran okurdu; Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.
Çocuk, toplumun yüz aynasıdır. Etrafında ne görmüşse benliğine işleyip geleceğine ve çevresine şüphesiz onu yansıtır. Necip Fazıl Kısakürek’te iyi bir aile terbiyesi almış ve geniş bir ailenin içerisinde dünyaya gözünü açmıştır. Geniş ailede büyüyen çocuklar hiç şüphesiz aile eğitimini en iyi şekilde alırlar. Aile mektebinden geçen her çocuk hayatın diğer merhalelerinde karşısına çıkan her zorlukta muvaffak olur. Ailenin her ferdi Necip Fazıl’ın kişiliğine daha çocukken iz düşürmesini bilmiştir. Ailenin maneviyata ve ataya bağlılığının nişanesi ise çocuklarına büyükbabasının ismi olan ‘‘Ahmet Necip’’ adını vermesiyle açıklanabilir Üstatlığın arka planı oluşturan ‘‘ Çocukluk dönemi’ Necip Fazıl Kısakürek için büyük önem arz etmektedir. Üstadın Maraşlı olması Şehrin ön kimliği olan ‘’ Kahraman’’ unvanını benliğinde bulması daha çocukluk döneminde ortaya çıkmıştır. Geleceğe söz söyleyen her düşünürün ve her bilim adamının şüphesiz yaramaz bir çocukluk dönemi vardır. Bunlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’tir. ‘‘Yaramazlık konusunda bu geniş ailenin çocuklarına liderlik ettiğini söyleyen Kısakürek bu yaramazlıklar sonucu büyükbabasının arabasının altında kalmış ve alnından yaralanmıştır.’’ Kahramanlık yalnızca elde silah taşımak değildir. Bir topluma kahraman yetiştirme devri hiç şüphesiz çocukluk dönemidir. Aile ise eğitimin temelini oluşturan en hassas mekteptir. Necip Fazıl’ın hayat ile mücadelesi hiç şüphesiz doğumuyla başlar. Zayıf bir bebek olarak dünyaya gelmiştir. O demlerini ve çocukluk döneminde alnına koyulan sirkeli suların kokusunu Üstat hiç unutmamıştır. Necip Fazıl Kısakürek çocukluğunu anlatırken anıların dili sıklıkla büyükbabası Hilmi Efendiyi bulur. Üstadın büyükbabasının kendisine bağlılığı “Gel, benim akl-ı evvel(akılda birinci) torunum!” ve “biricik oğlunun biricik oğlu” demesini hiç unutmamıştır. Büyükbabasından gördüğü terbiyenin başlangıç noktasını da hiç şüphesiz şu mısralarla ifadelendirir. ‘‘Yatakta ondan hep dinî menkıbeler dinliyorum. İşte üçüncü katta, büyük yatak odasında, kocaman ceviz karyolada büyükbabamın yanında ve kürkünün içindeyim. Hazreti Ali’ye, onun misilsiz kuvvet ve şecaatine dair bir menkıbe dinlemiş bulunuyorum.’’ İfadesiyle dini eğitimin ailede ne kadar önemli olduğunu ve içindeki inanç ikliminin şekillenmesindeki ilk kaynağının büyükbabası olduğu görülmektedir. Çocuğun ruhunu okşayan menkıbelerin ve tatlı hikâyelerin anlatılması çocuk için oldukça önemlidir. Anlatılan hikâyeler din duygusunu pekiştirirken hayal gücünün gelişmesinde de hiç şüphesiz önem arz etmektedir. Bu hikâyelerin bellekte yer edinimin göstergesi de hiç şüphesiz Çile kitabındaki mısralara nakşetmiştir. Necip Fazıl Kısakürek çocuk zekâsıyla dinlediği menkıbelerin etkisi kendini düşünme ve sorgulamaya itmiştir. Çocuk zihni Hz. Peygamber’in mi yoksa Hz. Ali’nin mi daha kuvvetli olduğunu sorgulanmıştır. Sonrasında ise büyükbabası zihnindeki sorusuna cevabı en güzel şekilde sunmuştur. “O kimseyle ölçülmez, O’nda peygamber kuvveti vardı” cevabını üstat hiçbir zaman unutmamıştır. Büyükbabası Hilmi Beyin vefatı Necip Fazıl Kısakürek’in kanatlarını kırmıştır. Acısını şu cümlelerle dile gelir: “Büyükbabam öldü. Olanca desteğim, koruyucum, kürkünün içinde barındırıcım, sema, toprak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, bütün kâinat öğreticim, büyükbabam öldü.” Çünkü Üstat için büyükbabası doğruyu gösteren bir pusuladır. Necip Fazıl Kısakürek büyükbabasını ve kişiliğini İslamla yoğuran bu mimarın ölümünü ve hissettiklerini “Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri” adlı hikâyesindeki bölümlere nakşetmiştir. Selma’ya dair hatıratının bir bölümünü de yine aynı eserde okuyucuya realist bir yapıda sunmuştur.
33
DÖRT KALEM DERGİSİ Necip Fazıl Kısakürek’in üzerinde etkili olan gizli bir elde hiç şüphesiz babaanne Zafer Hanımdır. Üstat bu durumu şöyle anlatır. : “Kendisine „babaanne‟ denilmesini bile ihtiyarlık ihtarı gibi gören ve ancak „cicianne ‟ye razı Zafer Hanımefendi, babam yoluyla bana gelen tesirde, anne yolundan gelenlere ek olarak büyük pay sahibi…”Üstat Necip Fazıl Kısakürek, kendi yaşam öyküsünü anlattığı, Kafa kâğıdı adlı eserde, büyükannesi Zafer Hanım’ın tesirinin çok fazla olduğunu söylese de anneannesinden daima saygı ve hasretle bahsetmesi, ondan çok etkilendiğinin göstergesidir. Necip Fazılın babaannesi Zafer Hanım’la anneannesi, yaşadığı ortam, dünya görüşü, giyim kuşam ve seciyeleri itibariyle birbirinden çok uzak dünyaları temsil ederler. Necip Fazıl Kısakürek annesine ve ananesine düşkünlüğünü de dile getirmiştir. Babası Fazıl Bey’in annesi Mediha hanımı boşaması 13 yaşında olan çocukluk devresinden gençlik dönemine geçişi yaşayan Necip Fazıl Kısakürek’i çok derinden etkilemiştir Üstadın 1926 yılında kalem terlettiği Anneciğim şiiri çocuklukta yaşadığı derin duyguların gün yüzüne çıktığı bir gerçeklik portesidir. Ak saçlı başını alıp eline, Kara hülyalara dal anneciğim! O titrek kalbini bahtın yeline, Bir ince tüy gibi sal anneciğim! Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, Gecenin ardında yine gece var; Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! Gözlerinde aksi bir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için; Bu kış yolculuk var, diyorsa için, Beni de beraber al anneciğim! ... Necip Fazıl Kısakürek hassasiyet sahibi bir şairdir. Onun için anne her zaman önem arz etmiştir. Çünkü babasının annesinden ayrılmasına içerlenmiş gibidir. Sadık bir evlat duruşuyla kaleme alınan şiirin en can alıcı noktası ise Bu kış yolculuk var, diyorsa için, Beni de beraber al anneciğim! ... Ölüm yolculuğunda bile annesinden vazgeçmeyecek yapıya sahip olmak sadık bir evlatlık görevidir hiç şüphesiz. Diğer bir şiirinde ise şair annesiyle dertleşmiş ve bu dertleşme sonunda anneme adlı şiir realitesi yüksek bir ses oluşturmasını bilmiştir. Anne girdin düşüme. Yorganın olsun duam; Mezarında üşüme. Anlamam, anlatamam. Düşen düştü peşime, Artık vadeler tamam… Çocukluk dönemi, bir şairin bellek birikiminin en önemli olduğu dönemdir. Çünkü ilk izlenimler, ilk duygular çocukluk döneminin eseridir. Ustalık dönemine ise bu duygular bir iz düşümü yol açıcılık görevi üstlenir. Aslında şairlerin içindeki çocuk hep yaşar. Çocukluk ise şairler için üstatlığa yürümenin başladığı tatlı yüzlü ve doğrusal bir dönemdir.
34
DÖRT KALEM DERGİSİ
Tamer Atıf Avcı
YARATICININ YERYÜZÜNDEKİ BİR YAPITI: ÜSTAT… ‘’Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere..’’. Necip Fazıl KISAKÜREK
Hak aşığı Üstat Necip Fazıl Kısakürek, yüce bir dava uğruna neler çekmedi ki vatan sathında. Sözleri, özü bir davanın temsiliydi. Yürüyüşü yolları titretir, duruşu tepeleri silkelerdi. Nasıl başlasam sözlerime, nasıl başlasam Üstadın koca bir destan gibi yazdıklarını anlatmaya. Bu yazıda Üstadın yazdığı iki oyunu- Reis Bey (1938) ve Bir Adam Yaratmak’(1964) ı - incelemeye çalışacağım. Etik, hukuk ve adalet bağlamında ilk olarak Reis bey’i inceleyelim: ‘’Reis bey’’; idam ettirdiği gencin suçsuz olduğunu anlayınca bütün felsefelerinden ve tezlerinden vazgeçen, deyim yerindeyse ahlaki yaşantısında ve sözlerinde, hatta aldığı kararlarda 360 derece dönüş yapan bir reis beyin hikayesini anlatan bir tiyatro eseridir. Bu eserin 1988 yılında Mesut Uçakan imzalı-aynı adlı bir filmi de vardır. Oyuncu kadrosunda Haluk kurtoğlu, Sümer Tilmaç, Murat Soydan ve Ümit Acar gibi usta oyuncular var. Ve özellikle Reis Bey’i ömründe hiç okumamış kimselere, şunu söyleyeyim; Adalet ve merhamet kavramları üzerine muhteşem bir eserdir Reis Bey. Ağlarken merhamet etmeyi anlamak isteyenlere de öncelikli bir tavsiyemdir bu film… Eserde, ilk olarak reis bey toplumdaki düzenin merhametten yoksun sert kanunlarla sağlanacağını düşünür. Masum olduğuna inandığı cebinden esrar çıkan bir mahkumu bile en ağır şekilde cezalandırır. Kararını da "bir kötülüğün bürünmesi ihtimali olan masumluk maskesini kullanılmaz hale getirmek için bin masum feda edilmelidir" tezine dayandırır. Astırdığı gencin masum olduğunu öğrendikten sonra reis bey vicdan azabı çeker ve gencin ruhu yakasını bırakmaz. Reis bey her şeyi bırakır, adeta sessizliğe bürünür kendi içinde. Artık bundan sonra merhamet duygusunu yaymaya çalışır. Merhamet eserin ilk bölümlerinde ağızların iğrenç sakızı iken, sonlarına doğru hava gibi su gibi muhtaç olduğumuz bir iksir olur. Reis bey adlı güzel bir filmden alıntılar: Reis Bey: " Merhamet! İnsanlara merhameti öğretmek! İnsandaki kötülük iktidarını hohlaya hohlaya yumuşatmak! Merhamet! Hava gibi, su gibi muhtaç olduğumuz iksir! Baş aşağı bir cemiyeti, başyukarı edecek bir kudret! Acımasızca idama götürdüğüm çocuk, bana 'Buz çölünde yol alıyorsunuz!' demişti. Hepimiz, bütün insanlık buz çölünde yol alıyoruz! Aldığımız nefesler bile sipsivri kayalar şeklinde donuyor! Bakarken gözle bıçaklıyor, dinlerken kulakla zehirliyoruz! Damak kirletiyor, el solduruyor! Bütün bunların kanunlarını bilmiyoruz da, kanun çıkarmaya kalkıyoruz! Olur mu hiç! Sen kaplanı yetiştir, besle, sonra pençe atıyor diye kement at, ipe çek! Yazıktır kaplana! Günahtır kaplana! Merhamet! ‘’ Hakim: "O halde ceza ölçüleri, hak, adalet ve kanunlar lüzumsuz öyle mi? Reis Bey: " Öyle değil! Bunlar, doktorun çare bulamayınca bütün bir uzvu budamaya mecbur kalması gibi iç tedavi üstünde tedbirler. " Savcı: " Efendim! Merhamet ekmek olsa da, bütün insanlığa dilim dilim dağıtılsa; payına hiçbir şey düşmeyecek olan lanetli budur!
35
DÖRT KALEM DERGİSİ Üstelik yüce reislik makamından bitirimhanelere düşüp ipten kazıktan kurtulma insanlar arasında eroin çetesi kuran bu bedbahtın, karşınızda kurtarıcı edasıyla adalet dersi vermeye kalkışması tam bir şenaattir! Kendisine yine reislik makamındayken söylediği bir sözü hatırlatırım; bizi daima işlenen suçun cüzzamlı suratına bakmaktan kaçıran bu edebiyat esnaflığını bir yana bıraksınlar! ve bu görünen suçun görünmeyen bir yanı varsa onu ortaya döksünler! " Reis Bey: " Sayın Savcı beni eski anlayış ve prensiplerimle mahkum ettirmek istiyorlarsa; bilsinler ki, ben zaten onun mahkumuyum… " Reis Bey: " Boş toprakta define ararcasına suçlu aranmaz. Ancak meydana çıkarsa görülür. Kimseyi cebime eroin koymakla suçlandıramam ve benim hesabıma da suçlandırılmalarına razı olamam. Eğer gerçek suçlu gerçekten aramızdaysa, benim hesabıma mutlaka bağışlanacağını fakat kanun hesabına muhakkak kıstırılıcağını bilerek kendi kendisine ortaya çıkmasını dilemekten başka yapabileceğimiz başka hiçbir şey yok " Savcı: " işte, Af ve merhamet rejiminin insandaki kötülük iktidarını ortadan kaldıracağı tezine en güzel fırsat, buyursunlar, gerçek suçluyu ortaya çıkarsınlar. " Reis Bey: " Benim merhamet tezim bir dedektiflik kaidesimidir ki suçluyu bulsun. " ‘Ben diyorum ki; her fert başucuna, Suçlu benim! Herkes suçsuz!’ levhasını asmalıdır! Ben diyorum ki; yegane kurtuluşumuz, herkesin herkesi affetmesindedir! Daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer. Ama görüyorum ki anlatamıyorum... Hissediyorum ama anlatamıyorum! Çocuk 'Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz!' dedi. Ağladıkça anlıyorum. Ağladıkça anlıyorum! Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim! Hem de öylesine kaybettim ki, Amerika'da bir cinayet işlense de dünya çapında bir ses sorsa, 'Katil kim?'... 'Benim!' diye haykırabilirim! Soğuk kış geceleri köprü altında yatan çocukların vebali benim boynumda! Gömleğimin yakasında! İsterse çareme adli tıp baksın! Fakat bir hastaneye girsem de, kan kanseri çeken hastalar görsem; 'Acaba onları bu hale ben mi getirdim?' diye düşünüyorum! Ben ne yaptım! Uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında hangi cinayeti işledim! Hangi mukaddesi kirlettim ki, kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum! Dışımda ne arıyorlar! İçime doğru suçluyum ben! Bir de kalkmış, belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar, bütün ülkeyi sarar diye tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum... Reis beyefendi, ceketim benimdir, cep ceketime aittir, eroin de o cebin malıdır. Ben suçluyum, bana acımayın reis beyefendi. Bana acımak merhamete haksızlık olur.! " Değerli okuyucular şimdi de inanç, epistemoloji, varoluş ve sorgulama bağlamında Üstadın ikinci eseri, yani ‘’Bir Adam Yaratmak’’ adlı eserini inceleyelim: Bu eser, Üstadın yazdığı ikinci tiyatro eseridir. Vaktinde Muhsin Ertuğrul tarafından sahnelenmiştir. Bu eserin ayrıca da Yücel Çakmaklı imzalı, 1977 yapımı aynı adlı bir filmi vardır. Yine bu filmin oyuncu kadrosunda Ahmet Mekin, Şaziye Moral, Kenan Pars ve Süleyman Turan gibi usta oyuncular vardır. Eğer Üstadın bu eserini de okumamışsanız, bu filmi üstadı anlamak adına tercihen izleyebilirsiniz. Eseri ilk okuduğumda insanları bekleyen en büyük hastalığın ‘’ düşünmek’’ olduğuna kanaat getirdim. Ne demek istediğimi anlamanız için de eserden şu sözleri alıntıladım. Buyurun bir de siz karar verin düşünmek denen hastalığın olup olmayacağına: ‘’ Osman, hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu? Benim de beynimden kan akıyor. Ben düşünmüyorum, beynim kaynıyor. Görüyorum, gözlerimi yumunca görüyorum. Beynimin etten yuvarlağı üstünde her düşünce bir damla siyah kan gibi yuvarlanıyor. Ben istemiyorum Osman! Fakat hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu? ‘’ (Syf.104, b.d yayınları,1999) Üstadın Türkçeyi güzel ve etkili kullanarak yazdığı ‘’Bir Adam Yaratmak’’; yazdığı hikayedeki gibi kendini evinin bahçesindeki incir ağacına asmayı düşünen bir yazarın hikayesidir (Ki zamanında babası da aynı ağaca asmıştır kendini) Ölüm korkusu, yaratma, yaratılma, insan ve acizliği gibi kavramların etrafında dönüp dolaşan üç perdelik bir oyundur. Bu tiyatro eserini okuyan herkes genellikle bir ‘’Sartre’’ bunalımı yaşar. Kendini anlamaya çalışır, hiçlik nedir onu arar. Benim tecrübem de buna benzer olmuştu. Damara verilen uyuşturucu gibidir ‘’ Bir Adam Yaratmak’’. Eseri okuduktan sonra, yaşamın ve ölmenin sırtına varoluşunuzun tırnaklarını geçirirsiniz.
36
DÖRT KALEM DERGİSİ Üstat Necip Fazıl Kısakürek, ‘’ Bir adam Yaratmak adlı eserinde yine hakikati arama peşindedir. Onun gerçek yaratıcıyı tanıması ve tanımaya çalışması adına da şunları paylaşmadan geçemeyeceğim. Üstat Necip fazıl'ın başkarakteri Hüsrev, gariptir ki, eserin sonunda çıldırır. Çıldırır; çünkü sahip olduğu aklı bir cephane deposu gibi patlamıştır. Çünkü sahip olduğu akıl, On dokuzuncu asra mahsus efendilik taslayan, kalbine hükmetmeye kalkışan bir akıldır: '' Yaratıcı neymiş, yaratmaya kalkışarak tanıdım. Yalancı ilah, doğrusunu tanıdı. Gölge artist öz sanatkarı tanıdı. Ben şimdi şu anda tanıyorum Allah'ı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum. Aklım bir cephane deposu gibi patlıyor, kül oluyor." (ist. 1959.s:142) Sözlerime üçüncü perde, dördüncü sahne’den bir alıntıyla son veriyorum: "Allah’ım ben yok olamam! Her şey olurum yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam. Mademki bu kadar korkuyorum, yok olamam. Eczahane camekanlarında, ispirto dolu bir kavanoz içinde, düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi, yumruk kadar bir et parçasına inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim. Fakat şişenin camından yine dışarıyı seyreder, önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve Allah’ımı düşünebilirim. Razı değilim Allah’ım! Yok olmaya, kalmamaya, gelmemiş olmaya, mevcut olmamaya razı değilim. Bu dünyada bırakamayacağım hiçbir şey yok. Ne deniz, ne şehir, ne ağaç, ne ev, ne kadın, ne de ben. Bu kalıbım, bu zarfım., bu kafesimle ben onların hepsini bırakabilirim. Fakat şuurumu, bilmek, duymak, var olmak şuurumu bırakamam. Razıyım bir toz parçası olayım. İnsanlar üzerime basarak geçsin. Canım acısın, duyayım. Canımın acıdığını duyayım. Razıyım bir kertenkele olayım. Kızgın yaz günlerinde bir bahçe duvarına tırmanayım. Tırnaklarımı tuğlalara geçireyim. Yeşil ve ıslak sırtımı güneşe vereyim. Fakat güneşle sırtım arasındaki öpüşmeyi duyayım. Tuğlaların incecik zerrelerini sayayım. Kovuklardaki böceklerin, bir boru içinden bakar gibi bana baktıklarını göreyim ve düşüneyim. Razıyım bir nokta olayım. fakat o noktaya bütün kainat, bütün mevcudiyetiyle dolsun. Ben yok olamam. Ağlarım, tepinirim, çatlarım, çıldırırım, ölürüm fakat yok olamam. Her şey benim olsun, vereyim, gökler, yıldızlar, gökteki Samanyolu, ay, dünya, vereyim. Fakat aklım bana kalsın. Aklım bana kalsın! Aklım!.." Büyük doğu yay. 9. basım, 1995 sf. 108-109
37
DÖRT KALEM DERGİSİ
Zeki Altın NECİP FAZIL’DAN BÜYÜK DOĞU’YA
Ey Büyük Doğu Gençliği; üfle o mualla ruhundan ruhumuza! Ateşin gençlik peyda olsun, gümbür gümbür gelelim!
Necip Fazıl Kısakürek Türk edebiyat tarihinde edebiyatın inkişaf etmesinde en önemli unsurlardan biri de hiç şüphesiz edebi dergilerdir. Edebi ürünlerin neşredilmesinde önemli bir vasıta olan edebi dergiler her dönemde canlılığını ve önemini korumuştur. Kimi zaman dergi kimi zaman mecmua adıyla varlığını devam ettiren bu yayın türü; haftalık, iki haftalık, aylık, iki aylık, üç aylık gibi aralıklarla yayın hayatını devam ettirmiş ve yazar/şairlerin eserlerini tefrika etmelerine vesile olmuştur. Edebiyatta sağlam ve vazgeçilmez bir yer edinen dergiler edebiyatımıza yeni yazar ve şairler yetiştirmede bir nevi okul görevini üstlenmiştir. Tanzimat’tan sonra müzmin olarak edebiyat çevrelerince etkin bir alana sahip olan dergiler günümüz kuşağına dek bu etkisini devam ettirmiştir. Bu süreç içerisinde çıkan dergilere baktığımızda çıktığı dönemin edebi, sanatsal ve siyasal vakıalarını en yakın planda takip eden yayın organları olduğu açıktır. Bu bakımdan edebi dergilerin sadece edebiyattaki önemi ile sınırlı kalmayıp aynı zamanda dönemine ilişkin yaşanan hadiseleri ele aldığı için bu dergiler tarihi belge hükmünde ehemniyet arz ederler Necip Fazıl Kısakürek… Bir şair, bir yazar, bir düşünürdür. Kendine ümmet-i Muhammed(s.a.v.)in inkisarını dert edinen bir öncü, milleti uğruna kalemi ve fikirleri ile en ön saflarda savaşmayı göze alan bir kahraman. Kendisini Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra bulunduğu çöplükten çıkaran Necip Fazıl, çevresine gül kokusu yayan İslam dinin hizmetkarı bilir. Bu uğurda ise Abdülahakim Arvasi Hazretlerinden öğrendiği manevi öğretiler ile ülkenin batıya dönen kulağına İslam’ın sesini duyurmaya çalışacağı Büyük Doğu mefkuresinin içerisinde bulur. Büyük Doğu, bir mefkurenin ismi…1 Necip Fazıl’ın keskin zekası ve karakteristik özellikleri çocukluğundan beri çevresindekilerin dikkatini çekerdi. Necip Fazıl, Büyü Doğu yoluna girmeden önce yukarda değindiğimiz Abdülhakim Arvasi ile tanışmış ve bu tanışma onun hayatını büsbütün değiştirmişti. Abdülhâkim Arvasi kapısının eşiğinde duran Necip Fazıl’ı gördüğü an, ‘’ Gel, ey zeka!...’’ diye çağırırken onun bir insan olarak bize ruh fotoğrafını veriyor ve bir yandan da toplumsal açıdan dilinin ve kaleminin tarihsel olarak gerekliliğine ve önemine işaret ediyordu; aynı zamanda şüphesiz, bu zekanın diline ve hayattaki istikametine müdahale de ediyordu.2 Bu karşılaşmanın önemi gerek Necip Fazıl’ın ruh dünyasında gerekse kaleminin çizdiği yol istikametinde çok büyük değişmelere yol açmasına vesile olacaktır. Çünkü Abdülhakim Arvasi için elbette Necip Fazıl, son derece insani ve doğru bir keşiftir.3 Bu yüzden Abdülhakim Arvasi için çok zor ama mutlaka terbiye edilmesi gereken küheylan, yine çok zor ama mutlaka işlenmesi gereken bir granit, en güzel ezeli ve ebedi ahenge ayarlanması gereken bir sada, düzen verilmesi gerek vahşi, haşin bir dil ve elbette bir rüzgarı avuçlayıp tutmak, bir ışık yalımını, bir kıvılcımı eline alıp o kıvılcımdan bir güneş çıkarmak gibi soylu bir eylemdi. 4
38
DÖRT KALEM DERGİSİ Abdülhakim Arvasi Hazretleri tarafından Necip Fazıl’ın tabiri caizse bir küheylan gibi terbiye eğitilmesi, salt kömürden saf elmasa dönüştürülmesi kısa sürmemişti. Necip Fazıl’ın inanç ve düşünce planında bir yol ayrımına geldiği yılla Büyük Doğu dergisinin yayınlanmaya başladığı yıl arasında yaklaşık on yıllık bir zaman dilimi vardı.5 Ve gel zaman git zaman derken Büyük Doğu dergisinin ilk sayısını yayınlanma tarihi gelmişti. Necip Fazıl, henüz derginin adını koymamıştı. Oturduğu masadan büyük bir sevinçle yakın dostu Cahit Tanyol’a dönerek derginin adını şu sözlerle muştuladı: Derginin ismini buldum Cahit; Büyük Doğu… Bu isim büyük ve yeni bir dünyanın habercisi olacak… Bütün idealimi kucaklayan mukaddes bir kapıya işaret.6 Büyük Doğu çıktı… İlk sayısını 17 Eylül 1943 yılında yapan Büyük Doğu; günlük, haftalık, on beş günlük ve aylık gibi aralıklarla tefrika edilmeye devam edildi. Necip Fazıl’ın yazı ve fikir karargahı mahiyetindeki bu dergi kendisi ile beraber birçok yazarın da sesini duyurmasına ortam hazırladı. Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, yani Necip Fazıl, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir(di).7 Necip Fazıl Kısakürek adıyla da beraber anılmaya devam edilen Büyük Doğu dergisi çıktığı dönem zarfında düşünce, edebiyat, kültür ve siyaset alanında büyük bir itibar görmesi ile beraber belirleyici, yönlendirici bir vasıfıda üzerinde taşıdı. Bugün ise, Türkiye’de gerek düşünce, sanat, edebiyat, kültür, gerekse de siyaset ve toplumsal anlamda bir uygarlık hesaplaşması bağlamında süren kavga, yanlışları ve doğruları, eksikleri ve artılarıyla hala Necip Fazıl’ın ve Büyük Doğu’nun 1940’lı yıllarda başlattığı entelektüel İslam düşüncesi düzleminde ve bağlamında bir hesaplaşma ve kavga dilinin ve sesinin yankısının açtığı alanda sürmektedir.8 Bu açıdan baktığımızda hem Necip Fazıl’ın hem de Büyük Doğu’nun ülkemizde öncü bir kimlik taşıdığı anlaşılmaktadır. Son olarak sözlerimi tamamlamadan önce Büyük Doğu dergisinin çıktığı süreç içinde dönemin dergiye olan ilgisini göstermek açısından çok değerli şair ve yazar ağabeyimiz Murat Kapkıner’in bir hatırasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu hatıra derginin toplum tarafından da ne kadar değer gördüğünü gözler önüne serecektir. Büyük Doğuları bir kenara alalım bir kere. Çok farklı bir şeydi O. O edebiyat dergisi değildi. Onu değil bizim edebiyat dergileriyle, hiç bir dergiyle kıyas edemeyiz. Büyük Doğu’nun yayın kurulunda benim arkadaşlarım vardı. Bakın size bir anektod anlatayım, bir arkadaşım bana anlatmıştı. Bu arkadaş bir işi dolayısıyla Doğuya gidiyor. Sabahın erken saatlerinde şu an ismini hatırlayamadığım bir şehre ulaşıyor, ana caddede bir kuyruk görüyor, bu kuyruk bir gazete bayiiyle alakalı. Dikkatini çekiyor ve soruyor: Bu saatte burada ne arıyorsunuz? Aldığı cevap çok çarpıcı: “Bugün Büyük Doğu gelecek!” Büyük Doğu öyle bir aksiyon icra ediyormuş ki; insanlar Doğu İllerinde bayide bekleyip kuyruk oluştururlarmış, dergi geleceği zaman. Ve gelince de hemen kapışılırmış. Muazzam bir tiraj ve bütün bir Türkiye’yi kapsıyor, tam bir aksiyon dergisi. Evet, insanların kara borsada şeker ya da yağ kuyruğunda beklemeleri gibi, bir dergi için bayide kuyruk olup beklemeleri çok ilginç. Herhalde bu Büyük Doğu’dan başka hiçbir yayına nasip olmamıştır.9
1 Büyük Doğu Dergisi 1. sayı 2 Hüseyin Su, Kalemin Yükü, syf 98 3 Hüseyin Su, a.g.e, ... 4 Hüseyin Su, a.g.e, … 5 Hüseyin Su, a.g.e, syf 100 6 Hüseyin Su, a.g.e syf 104 7 Fırat Çelik, Yalnız Bir Adam: Necip Fazıl (Sızıntı Dergisi, Haziran 2011) 8 Hüseyin Su, a.g.e syf 105 9 Yeryüzü Dergisi
39
DÖRT KALEM DERGİSİ Yusuf Doğansoy
_
YARIN ELBET BİZİMDİR Büyük Doğu – zindan – karakol – mahkeme arasında geçen çileli ve aynı zamanda gelecekten umutlu bir ömür. Türk şiirinde modern mistisizm kurucusu, heceye estetik değer katan, Türkçeyi mükemmel kullanan, kültür birikimi fevkalade, nevi şahsına münhasır, zeki, Müslüman, şair, yazar ve fikir adamı en nihayetinde bir insan Necip Fazıl KISAKÜREK. Ailesi ona Ahmet Necip ismini veriyor daha sonra Bahriye Mektebinde Necip Fazıl oluyor. İlk tahsillerinin ardından Felsefe okumak üzere Paris’e gidiyor orada bohem bir hayat yaşıyor İstanbul’a döndükten sonrada bu yaşamına devam ediyor sene 1934’te Seyyid Abdülhakim Arvasi ile tanışıyor ve eski yaşantısını buruşturup çöpe atıyor ve meşhur beytini yazıyor. ‘’Tam 30 yıl saatim, işlemiş, ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum’’
Onun şiirleri mutlak hakikati arıyor. Sosyal bilinç ile bireysel varoluşu sorgulayan iç benlik arayışı, iç ve dış dünya arasındaki tezatlaşmayı onun şiirlerinde bulabiliriz. İlk gençlik dönemlerinde yazdığı şiirleri ‘’Örümcek Ağı’’ adı ile kitap haline getiriyor ve ardından ‘’ Kaldırımlar’’ çıkıyor bu şiirle birden tüm alakaları üzerine çekiyor öyle ki Ahmet Haşim :’’ Çocuk bu sesi nereden buldun?’’ diyerek ilgisini gizleyemiyor. Şiirlerinde din, devlet, cemiyet ve fert iç içedir. Türk edebiyatında en disiplinli poetikası İdolocya Örgüsü 1946 yılında Büyük Doğu’da yayınlıyor. Şairi normal insandan üstün olarak görüyor çünkü şair ilahi emanetin emanetçisi. Necip Fazıl için fikir çok önemli ahlak fukarası, fikir namusundan bihaber gençler yetiştirmemek için konferanslar, seminerler düzenliyor ve Büyük Doğu kendisiyle davası için bir kale oluyor. Ömrünü İslam’ın özünü bilen bir gençlik yetiştirmekle geçiriyor kendisini bu özlenen gençlik çiçeği için bir gübre olarak görüyor. Kurtuluş savaşında zafer İslami-milli ülküler, gayeler üzerine kazanılmışken milletimizin adam olması medeni insan olması için manevi değerlerden sıyrılıp da Batı taklidine sığınılması ve Tek parti diktatoryasının ülkemizdeki kutsal ve mukaddes değerlere saldırması ile Büyük Doğu’da kılıçlar çekiliyor. Dergi ilk olarak 1943 senesinde ‘’ Dini yayınlar yapmak ve rejimi beğenmemek ‘’ gibi gerekçelerle kapatılıyor. Necip Fazıl asla vazgeçmiyor ve dergi süreç içerisinde birçok kez kapatılıp açılıyor. Derginin bazı kapatılma gerekçeleri ‘’ Rejime itaatsizliğe teşvik’’ ‘’ Allah’a itaat etmeyene, itaat edilmez ’’ mealindeki Hadis-i şerif neşredilmesi ‘’ Osmanlı armasının dergini kapağında basılması’’ gibi gerekçeler. Dergi sadece İslam’ı anlatmakla kalmayıp Yahudilik, Masonluk, komünizme karşıt içerikli yazılar içeriyor. Üstad karşısına çıkan her engeli kendi lehine çevirmeye çalışmış düşmanlarını kendisi için bir fırsat bilmiştir. ‘’Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!..’’
Necip Fazıl ileride kurmayı düşündüğü partinin de ana hatlarını bir nizamname ile Büyük Doğu’da yayınlıyor partinin içeriğinde tek partinin oklarına karşı Büyük Doğunun Dokuz Umdesi’ni içeriyor. Kuracağı partinin bazı özellikleri: faiz, dans, heykel, zina, fuhuş, kumar, içkinin yasak olduğu, bu günlerde de yaşadığımız insanlık dışı olaylardan sonra da her kesim tarafından dile getirilen suçluların kısas yöntemi ile cezalandırılacağı bir ülke hedefliyor. Necip Fazıl yaşadığı dönem de günümüzde bile bazı çevreleri rahatsız ediyor ve etmeye de devam edecek; çünkü modern materyalist kafa ile yaşayan insanlara ötelerdeki nizamdan bahsediyor ve onların keyiflerini kaçırıyor. ‘’Şu geçeni durdursam, çekipte eteğinden ; Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?’’
Bu insanlar hala çamur at izi kalsın felsefesine devam ediyor ama gayet normal çünkü her insan cibilliyetinin gereğini yerine getiriyor. Bu davanın mayası sağlam ve nihayet bu çağda surda mukaddes gedik açıldı, yetişen gençlik zaman ve mekanüstü olanı artık biliyor. Allah Rahim ve Rahman, Allah Azze ve Celle…
40
41
DÖRT KALEM DERGİSİ
Sefer Doğukan Gelgör
TARİH BİLİNCİ Geçmişten günümüze tüm milletler varlıklarını tarihi birikimlerine sahip çıkarak, bunları koruyup ve hak ettiği değeri verip nesilden nesile aktararak devam ettirebilmişlerdir. Nitekim bu durumla ilgili birçok örneğe sahibiz. Örneğin; geniş bir kültür hazinesine ve köklü bir geçmişe sahip olan İran Orta Çağ’da Hz Ömer zamanında İslam orduları tarafından feth olunmuş ve ülke İslam dininin yanında Arap kültürünün de etkisi altına girmiştir. Daha sonra Türklerle yaşanan savaşlar ve kültürel etkileşimler sonucu burada Arap kültürünün yanında Türk kültürü de kendini güçlü bir şekilde hissettirmiştir. İran’ın bu güçlü kültürlerin etkisi altında kalması onların kendi kültürlerine yabancılaşmalarına neden olmuş ve kültürlerini kaybetme noktasına getirmiştir. Ancak İran’ı bu durumdan kurtaracak olan kişi Firdevsi’dir. Firdevsi yazmış olduğu Şehname’sinde İran’ın tarihsel kimliğini ön plana çıkarmış ve milletinin üstün özelliklerini çağına ve onları takip eden insanlara göstermiştir. Bu sayede İran milli bilinci edinmiş, diline önem vermiş ve hürriyetini koruyabilmiştir ve tekrardan eski benliğine kavuşarak yükselmeye başlamıştır. Bu yükselişlerinin örneğini de Osmanlı ve önceki Türk devletleri üzerindeki etkilerine bakarak çok açık bir şekilde görebiliriz. Yine Almanlar Nibelungen destanı sayesinde milliyetçi kimliğini kazanmış ve özlerine dönebilmişlerdir. Bu destanın etkileriyle Alman bilincini diri tutmuşlardır. Belki de 2 dünya savaşı sonucunda yine süper güç olabilmelerinin sebebi Nibelungen önderliğindeki tarihi kimliklerine sahip çıkmalarıyla olmuştur. Tarihi incelediğimizde bunlarla ilgili daha ayrıntılı bilgiler edinebilir ve bunlar gibi birçok örnekle karşılaşabiliriz. Peki, işin en önemli kısmına gelecek olursak biz Türklere ne oldu? Türkler, var oldukları günden beri hep pasif kalmış bir ırk değildi. Tam tersi Türk adı savaşmak kelimesiyle belki de eş anlamlı olarak kullanılmalıdır. Türklerin ömrü hep bir savaş, zorluk ve kısa süreli mutluluklarla doludur. Bu kısa süreli mutluluklar da kara bulutların gölgesi altında yaşanmıştır. Tarihimizde kara bulutlar hiç eksik olmamış ve geçmişte olduğu gibi bugün de üzerimizdedir. Geçmişe baktığımızda Türk devletlerinin yıkılışı dış devletlerin baskısından ziyade kendi içimizdeki çatışmalarımızdan kaynaklanmaktadır. Türklüğün doğasında hep en önde olma, hükmetme, değil başka milletlerin kendinden olanın bile hamiliğini kabullenmeme vardır. Belki de bu yüzden Osmanlı Sofya’ya 1385’te Erzurum’a 1518’de ayak basmış ve hâkimiyeti altına almıştır. Orta Çağ’a Türkler mührünü vururken henüz ortalarda günümüzdeki “süper güç” Amerika’nın yerinde yeller esiyordu. Avrupa ise kendi iç savaşları ve dogmatik düşüncelerin etkisinde bataklıkta çırpınıyordu. Ancak kara bulutlar, o kara bulutlar çamurdan yağmurlarını üzerimize yağdırmaya başladığında biz bataklıkta çırpınmaya onlarsa üzerlerindeki kir ve kan gitmese de zihinlerini temizlediler, birlik oldular ve ilerlediler. İstanbul’u bilim yuvası yapmaya çalışan Fatih’ten beşik ulemalığına giden bir sistemin ilerlemesi zaten beklenemez. Eğitimimiz bozuldu, önümüzü aydınlatan güneşimizi yani İslam’ı terk edip yerine hurafeler dinini getirmemizin belki de bir cezasıydı bu çöküş, bu dağılış. Gözlerin dolmaması mümkün değil. Atalarımız at üstünde dünyanın üzerine yürürken, bizler yumuşak yataklarımızda asalak gibi yaşıyoruz. Bakın, ABD ve Avrupa gittiği her yere kan götürmüştür. Gittikleri yerlere kan götürmekle kalmamış, o ülkelerin ahlakını, maneviyatını, ekmeğini ve peynirini her şeylerini zehirlemişler ve bugün sözde askeri birliklerini çekerken o ülkelerden geride zihinleri köleleştirilmiş insanlar bırakmışlardır. Bizler ise yani doğu insanı yanlışlarımız olmakla birlikte gittiğimiz yerlere Es-Selam olan Allah’ın adıyla girmişiz ve Allah’a bağlı kaldığımız sürece
42
DÖRT KALEM DERGİSİ huzurun, güvenin temsilcileri olmuşuz. Ancak bugün ABD ve Avrupa özellikle sinema sektörünü kullanarak kendilerini adeta kutsal barış elçileri gibi göstermişlerdir. Dünyadaki her türlü kirliliğin baş sebebi oldukları halde kendilerini öyle bir anlatıyorlar ki sanki onlar insanlık önderleri bizler de insanlığı bitiren kurtlarız. Her filmi izledikten sonra belki de hepimizin bilinçaltında Hıristiyan Amerikalılara hayranlık belirmiştir. Onların hakkını yememek lazım çok akıllılar. Yaklaşık 250-300 yıllık tarihi olan Amerika, tarihinde kendilerini aklayacak ve övünecekleri herhangi bir olguya sahip değilken çıkardıkları hayali kahramanlarla kendilerini üstün göstermeye çalışmaktadır ve belki bunda başarılı da olmaktadırlar. Ne acıdır ki onlar sahte kahramanlarla göz boyar ve bunda da başarılı olurken bizler gerçek kahramanlarımızı bırakın övmeyi küfür yemedikleri için dua ediyoruz. Ne Çin Seddi’ni anlayabildik ne anlatabildik. Bizler, en küçüğünden en büyük devletimize kadar böyle şanlı bir millet olan bizler neden kendimizi anlatamıyoruz? Neden kimliğimizi göstermiyoruz? Neden bizlere dayatılmış ırkçılık ve batıcılık fikirlerini bırakıp özümüze dönmüyoruz? Neden mi? Çünkü aptalız. Evet, hiç kimse alınmasın aptalız. Bugün bizim sözde vatanseverlerimiz ve kendilerine Atatürkçü diyen gençliğimiz önderimiz dediği kişinin 5 bin yıllık tarihimiz var deyip onların bilinmesi için Türk Tarih Kurumunu kuran önderinin izinden gittiğini söyler ama tarihini 1881 ile sınırlayıp Atasını Atasına rağmen putlaştırarak tarihine küfretmektedir. Günümüzde soyu belki de Yunanlılara dayanan, soyu dayanmasa da zihniyetinin kesin olarak dayandığı bazı kesimlerin Osmanlıya Türk kimliği altında ettiği hakaretler aşikârdır. Tabi bir de 1881’den sonrasına küfreden kesimimiz var onlar da başka bir rezillik. Özellikle de Osmanlıyı putlaştıran bir kesimimiz var ki sanırsınız ki Osmanlı’yı kuran insanlar değil meleklerdi. Öncelikle içimizdeki bu putperest “fikirleri” temizlememiz gerekir. Şunu anlamak gerekir ki Türküm diyen herkes bugünden tarih sahnesine çıktığı güne kadar tarihini doğrularıyla yanlışlarıyla kabul etmelidir. Bu bizim tarihimiz ve ona sahip çıkmalıyız. Hatalarımızı abartmadan, eksik göstermeden anlatmalı ve doğrularımız içinde aynı ilkeleri sürdürmeliyiz. Arkadaş! Türk tarihi ne Atatürk’le ne Fatih’le ne de Alparslan’la sınırlıdır. Bunu artık öğren! Hun Mete, Gazneli Mahmut, Nizamülmülk, Akşemseddin, Hasan Tahsin ve daha sayamadığımız milyonlarca yiğit. Onlar bu milletin kahraman sinelerinden çıkmışlar ve doğrularıyla yanlışlarıyla bu vatana hizmet etmek istemişlerdir. Bu tarihi kötüleyen, aşağılayan insanlara geçit vermeyelim. Tarihimizi anlatalım dizilerle, filmlerle, kitaplarla ama uydurulmuş tarihi anlatmayalım. Bugün okullarda okutulan tarihle ülkemizin önemli tarihçilerinin kitaplarında yer alan bilgileri karşılaştırdığımızda kendi okullarımızda kendi tarihimizi ne kadar saçma bir şekilde anlattığımız görülecektir. Koskoca Türk tarihi bir Şehname karşısında aciz midir ki tüm işlevini yitirmiş olsun, hepimizi harekete geçireceği yerde pasifleştirsin. Yıllarca bizleri uyuttular. Birbirimize düşürdüler tarihimize küfrettirdiler tabi bunu tek başlarına yapmadılar biz onların önünü açtık ve buyurun düşürün bizi birbirimize düşürebildiğiniz kadar dedik. Devir, farklılıkları ortaya çıkarma değil, birbirimizi farklılıklarla kabul edip ortak değerler etrafında birleşme devridir. Eğer biz birlik olursak etnik ve dinsel ayrımcılığı bırakırsak ve en önemlisi Allah’ın yanında ve izinde olursak eminim ki güneş yine doğudan doğup tüm dünyayı aydınlatacaktır. Artık uyanma vakti kardeşler. Kurt uyudukça ortalık ite çakala kalıyor. Vesselam.
43
DÖRT KALEM DERGİSİ Eyyüp Yıldırmış ÇİRKİN ADAM Ben çirkin bir adamım. Bu yüzden işlemediğim suçla itham edilmiş, hüküm yemiştim. Cezamı çekerken de ailemdeki herkesi kaybetmiştim. Şimdi, babamın bıraktığı evde oturup, alttaki dükkânların kirası ile kıt kanaat yaşayıp gidiyorum. Yalnızlığım hiç akrabamın olmamasının yanı sıra çirkinliğimden ve en önemlisi: Katil olmamdan kaynaklanıyordu. Evet, iki kişiyi vurmuşum. Öyle diyorlar. Sevdiğim kadını ve aşığını öldürmektendi giydiğim hüküm. Neyle suçlanırsam suçlanayım ne ceza alırsam alayım masumdum ve yine söylüyorum masumum. Her suçlunun masumluğunu iddia etmesi olağan diyebilirsiniz ama olayı bir de benden dinleyip katil olup olmadığıma siz karar verin istedim. Çünkü bu anlatacaklarımı mahkeme heyeti dâhil kimseye anlatmadım. Dikkate almayacaklarını bildiğim için, savunma bile yapmadım. Gerçi sizin verdiğiniz hükmün yüce mahkemenin kararı karşısında geçerliliği olmaz ama yinede anlatmak ve kararınızı duymak istiyorum. Ailemin karşı çıkmasına rağmen gençliğimden itibaren bu olay yaşanana kadar barlarda, pavyonlarda korumalık yapıyordum. İri yarı ve çirkin suratlı biri olduğum için bu işi benden daha iyi yapabilecek biri yoktu. Lise yıllarında sporcuydum. Düzgün ve kaslı bir vücuda sahiptim. Yüzüm de o zamanlar çirkin değildi açıkçası. Genç ve meraklıydım. Babamın otomobilini ondan habersizce kullanmış, talihsiz bir kaza sonucunda da yüzüm parçalanmıştı. “Bununla kurtulduğuna dua et” diyen doktorum elinden geldiğince yüzümü toparlamış ama bu operasyonlar sonunda yüzümde kalıcı bir çirkinlik oluşmasını engelleyememişti. Doğuştan değil sonradan olma çirkindim anlayacağınız. Bu saatten sonra artık başka iş yapma seçeneğim yoktu. Elimden gelmediği için değil, bu halimle kimse iş vermek bir yana yüzüme bile bakmıyordu. Kendimi içkiye vermiştim. Batakhanelerden çıkmıyordum. Ailem bu duruma üzülse de onlarında yapabileceği hiçbir şey yoktu. Evimiz ve alttaki iki dükkân hariç varımızı yoğumuzu hastaneye yatırmıştık. Param olmadığı için önceleri çokça dayak yedim. Bu istençli bir seçimdi benim için: Çirkinliğimin vücudumda ve ruhumda oluşturduğu travmaları içerek unutma yolunu dediğim gibi bilerek seçmiştim. Yediğim her yumruk, tekme tokat beni iyice biledi. Uçmaya yeni başlayan kuşun kafasını, gagasını kırarak uçmayı öğrenmesi gibi bende dayak yiye yiye atmasını öğrendim. Yeni işim belliydi: Benden iyi koruma olurdu. Öylede oldu, artık batakhanelerde ve genelevlerde korumaydım. Birçok mekân değiştirmiş işimin en ince detaylarını öğrenmiştim, dayak yemesini ve atmasını benden güzel beceren yoktu bu âlemde. Ama hiç ateşli silah kullanmamıştım. Her şeyi bilek gücüm ve çirkin görünümümle halletmiştim. Son işimde bir genelevde korumaydım yine. Hırı gürü kavgası dalaşı olmayan günler yaşıyordum. Bu insan pazarında işim rahat, keyfim yerindeydi. Sürüyle insanın açık kapılardan, camlardan seyredip beğendiğini alıp işi bittikten sonra dönüp arkasını gittiği o mekânlardan biriydi burası. Parası olan gelir içeri girer, olmayan ciğere bakan kedi gibi sadece seyretmekle yetinirdi. Günlerin birinde yeni bir kız düştü mekâna. Uzun boylu, siyah saclı, güzel ve ince parmakları olan bir kız. Buraya yakışmayan bir havası, ürkek ve ne kadar düzeltmiş olsa da doğu aksanlı bir konuşması vardı. Koruması bana verildi. Akşam taksiye bindirip evine, sabah taksi ile evinden alıp mekâna götürüp getiriyordum. Uzun süre bu gel, git devam etti. Yanında benim gibi çirkin biri varken yan gözle bakmak kimin haddine. Hem çirkin hem iri yarı bir korumaydım. Çirkin suratlı bir korumaydım ama benimde bir kalbim vardı. Bizim raconumuzda çalışana göz koyulmaz, çünkü onlar mekânın sermayesi, namusudur ama gönlüm yanmaya başlamıştı yeni kıza. Bazı akşamlar beni evine çay, kahve içmeye çağırır ben de davetini geri çevirmezdim. Çünkü dünden razıydım onunla vakit geçirmeye. Küçük bir bekâr eviydi burası. Girişin hemen karşısında ayakkabı dolabı ve askılık, sağ yanda banyo ve tuvalete açılan bir kapı. Solda hemen yanda mutfak karşısında yatak ve oturma odası karışımı bir oda hepsi bu. Dikkatimi çeken başka bir şey ise; oda girişindeki duvarda benden daha çirkin bir adamın resmiydi. “Babam” demişti ben o benden çirkin resme bakarken. “Çocukken ölmüş, annemle beraber köyde suya kapılmışlar. Ben anneme benzerim bir de ağabeyim var tıpkı babama benzer ama onunla küsüm. Daha doğrusu o benimle konuşmaz.” Bana bu ortamdan kurtulup çoluk çocuğa karışıp evinin kadını olmak istediğini anlatmaya başlamıştı son zamanlarda. Genç ve güzel bir kadındı. Hayalleri ve beklentileri vardı. Bunun mümkün olmadığını dilim döndüğünce izah etmeye çalıştım. Su testisinin sonunun suyolunda kırılmak olduğunu söyledim ama anlatamadım. Ne de olsa ben bir çirkin adamdım. Ben neydim ki sözüm ne olsundu. Oysa onu bu hayattan kurtaracak biri varsa oda bendim. Çünkü bu ortamdan kurtulmak için insanın ya sağlam bir dayanağı ya da ölümü bile göze alabileceği bir sevdiği olmalıydı. Bu akşamların birinde, o mutfakta çay hazırlarken sehpanın üzerindeki bir mektup zarfı dikkatimi çekti. Açık zarftan dışarı taşan kâğıdı gördüm. İçeri girerken gözü elimdeki zarfa takıldı kızın, sonra sehpaya döndü, -Mektuplarımı mı karıştırıyorsun, ne hakkın var diye çıkıştı. Şaşırmıştım, -Hayır, sadece baktım diyebildim, -Sadece bakmışmış. Kimi kandırıyorsun. Geçen günde kapının kilidi ile oynanmıştı. Onu da sen yaptın değil mi, diyince kapıyı vurdum çıktım. Bu aniden gelişen olaylar karşısında elimdeki mektubu cebime koyduğumun ne
44
DÖRT KALEM DERGİSİ ben farkındayım ne de o. Çirkin ve kalpsiz bir adamdım fakat karşımdaki gizliden de olsa sevdiğim kadındı. Elim kalkmadı, dilim varmadı. Öylece çıkıp gittim evden. Akşamcı kahvehanesinde otururken elim cebimdeki zarfa uzandı. Açtım şunlar yazıyordu: “Tanışalı kısa bir süre olmasına karşın bu denli sana bağlı olduğuma inanamıyorum. Birbirimize geçmişimizi tam olarak anlatamadık biliyorsun. Ben hep sormuş, sen hep kaçamak davranmıştın. Randevu yeri olarak bu sahili köprünün dibindeki balık ekmekçinin önü demene ne anlam yüklemeliydim karar verememiştim. Yüzünü saklamak istercesine öne taradığın saclarını kemikli ince uzun parmağınla gözünün önünden kulaklarına doğru savurup ”hoş geldin” diyeceksin. Üzerine sinmiş ucuz kolonya, parfüm kokusuna mana veremeden boynuna sarılacağım. Koluma girip “ balık ekmek” teklif edeceksin. “Şarapta olsaydı yanında” diye ekleyecek, ucuz şarabın kekremsi tadını aklına düşürüp dudaklarını büzecek. Kuytu bir kanepeye oturup bir sigara yakacaksın. Gözümüz önce köprünün ışıklarına takılacak sonra tüm kenti süzeceğiz. Rüzgâra kapılmış inci taneleri alnını, yüzünü kaplayacak fenerin ışığı düştükçe teninde havai fişekler patlayacak gözlerimi senden alamayacağım. Önümüzdeki uzun hayatımızdan, aşkımızdan söz edecek. Başka şehirlerde, şimdikinden ayrı insanlar olarak yaşayacağımız günleri hayal edeceğiz. Yağmur başlayacak, beraber sırılsıklam olacağız. Yakındaki büfeye sığınıp yağmurun dinmesini bekleyeceğiz. Yüzünü mendilinle silecek. Bana uzatacaksın. Mutluluktan uçacağım. İçimden ıslak dudaklarını öpmek geçecek. Sana iyice sokulacağım. Ansızın yüzümü göğsüne bastıracak. Parmaklarını saclarımda dolaştıracaksın. Yüzüme değen saclarını korkarak koklayacağım. Bir patlama kulaklarımızı yırtacak, “öldüreceğim o kadını”, diye bağıran çirkin bir adamın sesini duyacağız. Kurşun sırtımdan girip kalbimden geçerken tuhaf bir ılıklık oluşturacak bedenimde. Kafamı istemsizce kaldırıp yüzüne bakacağım. Gözlerinden gökyüzüne yükselen havai fişekleri göreceğim. Sıkıca birbirimize sarılıp yere yığılacağız.” Ne amaçla kime yazılmıştı bu mektup. Elimdeki kâğıt parçası bir kor olmuş avuçlarımı yakmıştı. Kaldırıp fırlattım. Demek uğruna ölümü göze alabileceği bir sevdiği vardı ve bu genç resmen beni cinayete teşvik ediyordu. İçimi kin, öfke, nefret, intikam kaplamıştı. İşin aslını öğrenmeye kararlıydım. O akşam mazeret uydurup işe gitmedim. Niyetim giriş kapısının karşısındaki çay ocağında nöbete yatmaktı. Öylede yaptım. Evlerin kapanma saatinde bekleyen araçlardan birine bindi. Başka bir taksiye atlayıp şoförüne önümüzdeki aracı takip etmesini söyledim. Sahilde durdurdu arabayı. Bende hemen ardından indim. Balık ekmek, havai fişekler, yağmur derken gözden kaybettim. Az ileride ikisini büfede gördüm ansızın. Yağmurdan korunmak için içeri girmiş sarmaş dolaş oturuyorlardı. Adamın sırtı bana dönük, kadının yüzü adamın omuzlarındaydı. Bakışlarımız kesiştiği an şaşırdı gözlerinde korkuyu, ölümü gördüm. İçimden ikisini de öldürmek, hem de tek kurşunla yere sermek geçtiğini hissetti sanki. İşte o an, -Öldüreceğim o kadını ve aşığını diye bağırmışta olabilirim, elimde tabanca olsa ateş de ederdim belki. Silahın çok yakınımda patlamış olması dâhil tüm işaretler beni suçlu gösteriyordu ama yine tekrarlıyorum, ben yapmadım. Daha önce dediğim gibi tüm işlerimi kaba kuvvet ve çirkin yüzümle halletmiştim. Hiç silah kullanmamıştım, o günde kullanmadım. Olay yerinde donup kalmıştım. Bir çirkin adamın genç sevgilileri vurup ikisini birden öldürdüğünü söyleyen satıcının tarifi bana uyuyordu. Suç aleti aranmış ama bulunamamıştı. Olsun, suçlu bulunmuştu. Polisler, karakol, hapishane, adliye, duruşma ve karar; otuz yıl ağır hapis. Davayı izlemeye gelenlerin yüzlerindeki ifadeleri görmek için duruşmam sırasında mahkeme salonunu şöyle bir kolaçan ettim. Kalabalıkta dikkatimi çeken biri vardı. Arka sıralarda oturan, benden daha suratsız daha çirkin bu adam kızın duvarında fotoğrafı asılı adamın aynısıydı. Göz göze geldiğimizde ona baktığımı fark edip salondan telaşla çıkıp gitmişti. Asıl suçlunun ben değil az önce dışarı kaçan bu suratsız adam olduğunu söylesem, anlatsam kim dinler kim inanır. Sustum onca yıl. İçime attım. Anlatmasam bu yükü daha fazla taşıyamayacağımdan korktum. Umarım bu çirkin adamın sözlerini dikkate alıyorsunuzdur. Ben masumdum yine söylüyorum, masumum.
45
DÖRT KALEM DERGİSİ
Fatih Aydoğan CIZIRTILI GÜNLER Geçen günlerin birinde bir teknoloji marketini geziyorum. Son model makineler,dolaplar, plazma televizyonlar , parlak, şatafatlı aletlerle dolu bir market. Burada her detay,tüketim insanının zevklerine göre hazırlanmış, en ilgi çekici şekilde tasarlanmış eşyalar ve inanılmaz cazibeli bir sunum … Her parçada baş döndürücü bir yenilik, her afişte insanları içine çeken parlak kampanyalar... Küçük ev aletlerinin bulunduğu bir rafı gezerken en sonda,köşede;masumca duran, üzeri hafiften tozlanmış, unutulmuş bir eşyaya takıldı kaldı gözlerim. Bir lahza öylece kalakaldım. Eşimin kolumdan tutmasıyla uyanabildim o cızırtılı rüyadan. Eğildim üzerine, nazikçe aldım elime , üzerinde ki ince toz tabakasını sildim, elimle. Böyle bir mağazada böylesine kadim bir dosta rastlamak, hayal edilesi bile değildi benim için. Bu cihaz çocukluğumun en esrarlı aleti;bir radyo idi. Şimdi o günleri siyah beyaz bir film bandı gibi hatırlıyorum. Annemin anlattıklarına göre babam Kıbrıs'tan, askerlik hatırası olarak getirmiş bu radyoyu. Normal radyolara göre epeyce büyük,dışı ahşap kaplı, üstüne bir açma-kapama düğmesi, yan tarafında ses ve frekans ibreleri vardı. Annem, radyomuz yıpranmasın diye, kıyafetlerden artakalan esvaplarla bir kılıf dikivermişti. Bir de üstünde ki parlak yere "66/2 tertip" yazısı kazınmıştı, çakıyla. Bunun manasını çok sonra öğrendim. İki katlı toprak damımızın etrafını saran yüksek dağların ötesinden tek haber kaynağımız bu radyo idi. Gündüzleri erkekler tarlaya,bağa,bahçeye veya dağa çalışmaya giderlerdi. Annem,halam, nenem, amcamın kızı Hacer, komşunun büyük kızı Halime ve Gülbahar yengem;el işi yapmak için toplanırlardı bizim evde. Radyoyu da pencerenin en yüksek yerine koyarları ki; iyi çeksin … Öyle her yerden çekmezdi. Bazen öyle olurdu ki; bir türküyü sonuna kadar dinlemek için radyo elimizde kıpırdamadan, nefesimizi tutarak beklerdik. Ama bütün ruhumuzla dinlerdik o türküyü, hiçbir şey vermezdi onun tadını. Ya o kadınlar nasıl türkü dinlerdi bilir misiniz ? Dinlerken kimi maziye dalar giderdi, kimi askerdekini hatırlar gözleri nemlendirdi, kimi ölen bebesini anımsar al yazmasının kenarıyla silerdi buğulu gözlerini. Ben de en çok; türküyü kimin, nereden, nasıl söylediğini merak eder, düşünürdüm. Bir de akşamları vardı bizim oraların;şimdi hiçbir yerde olmayan akşamlardan … Güneş dağlardan ağır ağır çekilirken. Davarlar sıra sıra dizilerek eve gelirlerdi, karşı dağlardan. Ve ayak uçları soğuktan kızarmış çoban gelirdi en arkadan. Davarlar yavrularıyla buluşurdu, bağıra çağıra. Her yavru annesini, annesi de yavrusunu kokusundan
46
DÖRT KALEM DERGİSİ tanırdı. Çoban;ıslak çoraplarını ve parkasını sobanın yanı başında ki ipe asar ve üşümüş ayaklarını ovardı. Sobanın üstünde kaynayan elma hoşafının ya da tarhana çorbasının o nefis kokusu dolardı içine, buram buram. Hava iyice kararınca babam kalkar lambanın fitilini ateşlerdi. Sonra sofranın etrafına toplanırdı bütün aile. Dedem,nenem, büyük amcam,yengem, küçük amcalarım; çoluk çocuk derken tam on dört kişi oluyorduk.Yemekten sonra biz çocuklar dedemin önünde diz çöker onun sorularını cevaplardık, lambanın fersiz ışığında; "Kimin kulusun, kimin ümmetindensin, kitabın nedir, hangi mezheptensin …? Bu sorular uzar giderdi böyle. Sonra dualar ezberletirdi. Sonra lamba tez söndürülürdü, gaz yağı kolay bulunan bir şey değildi,idareli kullanmak lazımdı. Gece olunca her aile kendi odasına çekilirdi. Dört odalı damın, arka köşesindeki odası bizimdi. Annem babam ben ve iki küçük kardeşim burada yatar kalkardık. Yatmadan önce sobaya odun atılırdı, gürül gürül yanardı. Radyo odamızdan en iyi Bayrak Fm'i çekerdi. Akşama kadar çalışıp yorulmuş babam, cızırtılı bir türkünün nağmeleri arasında sobanın duvara yansıyan ışığını izleyerek dalardı uykuya. Bir yanımda annem bir yanımda babam oda güven kokardı. Ve duvarlar toprak kokardı. Her güz gelişinde beyaz toprakla badana yapardık duvarları. Gece iyice ilerleyip, soba soğumaya başlayınca, ortalığı zifiri bir karanlık kaplardı. Pili zayıflayan radyonun fersiz cızırtıları arasından seçmeye çalışırdık, bir Orta Anadolu türküsünün güftesini. Ay karşı tepenin burnundan doğardı. Yine oradan gelen çakal ulumaları, köpeğimiz Duman'ı uyutmazdı. Babam çakallara çok kızardı. Sonra mavzerin yağlı namlusu ışıldardı, ayın ışığında. Ardından karşıda ki kayaları yalar geçerdi, şimşek gibi bir ses. Sonra dağlardaki rüzgar bile susardı. Gömülürdü gece, derin bir sessizliğe. (Belki de odanın birinden bir bebek ağlaması duyuluyordur.) Ya da yağmur yağıyordur, gece. Babam boz parkasını geçirir sırtına, çıkardı dama, loğ çekerdi; akmasın diye damımız. Loğun çıkardığı gıcırtıyı dalga dalga emerdi gecenin karanlığı. Rüzgar çam dallarının arasından acı biz sızıntı ile geçerdi. Çakal sesleri en çok o zaman ürpertirdi insanın içini. Babam tekrar odaya gelince rahatlardı yüreğimiz. Çok güzel uyurduk. Toprak kokardı duvarlar. Seher vakti horozların ötmesi ile başlardı hayat.Duru bir sabaha uyanırdık biz çocuklar. Islak ekinlerin arasında oğlak kovalardık. Topraktan evler yapar,ağaçlara tırmanır, çimenlikte güreş tutardık. Kuzu sesi, gelincik çiçeği, çoban gülleri, boz bayırlar, taze sabah kokusu, kaygısız rüzgarlarda esen saçlarım, içimi kaynatan bir anne sesi … Şimdi o günler ruhumda bir cızırtılı türkü, eski bir rüya … 02.02.2015/Beyşehir
47
İllüstrasyon: Pawel Kuczynski
48
SAHAF VİTRİNİ Bir gün Sabâ Melikesi Belkıs’tan, Âdem’le Havva’nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. İnsanın bütün halleri Âdem’de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti.
Hekimoğlu İsmail Fethi Gemuhluoğlu için, “Kitap gibi bir adamdı. Onu okuyanlar devleşiyordu” dedi. Hilmi Yavuz, “onun söz ile sema yaptığını” söyledi. Rasim Özdenören, onu “bir derviş” olarak, Nabi Avcı ise “sürgünde kurulmuş bir Osmanlı divanı olarak” tanımladı. Yakın tarihimize bir gönül ve hizmet adamı olarak damgasını vuran Fethi Gemuhluoğlu, ülkesinin selameti adına geniş ufuklu, erdemli ve bilgili insanlara ihtiyaç olduğuna inanan ve hayatını bu insanları ortaya çıkaracak şartları oluşturmaya adayan, dost zengini bir Anadolu bilgesiydi. Özellikle Türk Petrol Vakfı genel sekreteri iken, kendilerinde bilgi, zeka ve sanat parıltısı gördüğü yüzlerce genci yetenekleri doğrultusunda yüreklendirmekle kalmadı, yüksek öğrenim görmeleri için onlara destekte bulundu, pek çok gence burs verdi. Ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü bu çabalar, Türkiye’nin bugünkü akademik hayatının yanı sıra; kültür, sanat ve düşünce hayatı üzerinde de büyük oranda etkili oldu.
Bu cümleyi yıllarca içimde gezdirdim de bir türlü kalemi elime alamadım, anlatmaya kalkışamadım Ne zaman ki, kalma için değil uğrayıp geçmek için kadem bastığımız, kök attığımız değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada bir cennet sürgünüyle yazgılandığımı anladım ve Kelimeler Kitabı çift isimler sahifesinde, Âdem’le Havva’nın yanına bir de Habil’le Kabil’i ekledim. O zaman anladım anlatma zamanının geldiğini. Hikâyenin ismi düştü dilime bir gece: LÂ. İLLÂ, dedim. Bir ömür boyu aradığım hece harfinin LÂ olduğunu bildim Kitap: Lâ: Sonsuzluk Hecesi Yazar: Nazan Bekiroğlu Tür: Roman
Kitap: Dostluk Üzerine Yazar: Fethi Gemuhluoğlu Türü: Anı, Biyografi
Timaş Yayınları, 384 syf, 208
Timaş Yayınları, 240 syf, 2009
Şikago Mezbahaları, Amerikan iş hayatını, işçilerle işveren ilişkilerini, sosyalizm hareketlerini, işçilerin ezilişlerini, Amerikanın dejenere olmuş sosyal yapısını bütün çıplaklığı ile yansıtmaktadır. Şikago Mezbahaları Upton Sinclair'in en hareketli ve en ünlü eseridir. Bu kitap yayınlandıktan sonra altı ay içinde gıda kanunu değişmiş, politikacılar birbirine düşmüş, işverenlere korkunç hücumlar yapılmıştır. Halkın bilinçlenmemesi için Amerikan kapitalistlerinin nasıl akla hayale gelmedik oyunlar düzenledikleri bu romanda açık ve seçik görülmektedir.
Bu eser, ilk defa Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han'ın, bütün okur-yazarlara, yeni doğmuş çocuk beynini salatasına doğratıp dişleyecek derecede korkunç bir zalim tanıtıldığı ve bu tanıtmaya mütearife gözüyle bakıldığı bir hengamede meydan yerine dikildi ve satır satır şu manayı tüttürdü: - 36 Türk hükümdarı arasında belki en büyüğü ve tarihi hakkı muazzam bir zat mevzuunda yahudi, dönme, mason, kozmopolit ve emperyalizma ajanlariyle el ele, İttihat ve Terakki eşkiyasının imal ettiği ve Cumhuriyet rejimi boyunca devamına şahit olduğumuz yalancı tarihe paydos!.. Dünyada her şeyin sahtesi görülmüş, fakat ilim ve tarihin devamlı yalancısına rastlanmamıştır!.
Kitap: Şikago Mezbahaları Yazar: Uption Sinclair Türü: Roman
Kitap: Abdülhamit Han Yazar: Necip Fazıl Kısakürek Türü: Tarih (İnceleme)
Yalçın Yayınları, 396 syf, 1968
Büyük Doğu Yayınları, 709 syf.
49